Vedud. Vedud, Ya
Vedud"
Sabahın sessizliği
içinde bir anda yükselen bu haykırışlar, köyün sıradışı insanı Divane'ye
aitti. Her sabah güneşle birlikte evden çıkarken, önce kapının önünde durarak
uzun bir süre etrafına bakınır ve sonra ellerini, gözlerini ve gönlünü semaya
yönelterek Vedud, Vedud. Ya Vedud" diye haykırırdı. Köylüler bu
haykırışlarla ilk karşılaştıklarında bunun ne anlama geldiğini pek anlayamamışlar
ve Divane'yi sevmelerine rağmen bir daha böyle bağırmamasını tenbih etmişlerdi.
Tabi ki bu tenbihi hiç
dinlememişti Divane!.
Yine her sabah evin
Önüne çıkıyor, yine her sabah aynı şekilde bağırıyordu. Köylüler kızmaya, ortam
gerilmeye başladığı bir sırada Yakup hoca köye gelmişti. Uzun yıllardır yayla
yoiu üzerindeki kerpiç evinde tek başına yaşayan Yakup hoca. köye çok az
inmesine ve insanlarla çok az konuşmasına rağmen bütün köylüler tarafından
saygı duyulan ve dikkate alınan bir kişiydi. En şakacı insanlar bile onun
karşısında ciddi olur, oturuşlarına ve konuşmalarına dikkat ederlerdi.
Divane'nin haykırışları Yakup hocaya anlatıldığı zaman her nedense hiç
şaşirmamış ve bir süre düşündükten sonra etrafındaki köylülere şöyle demişti.,
Vedud, Allah'ın bir
esması yani güzel bir ismidir. Çok seven, çok sevilen ve kendisine çok sevgi
beslenilen anlamına gelir. Allah'tan başka şeylere sevgi besleyenler
için, belki de bu
esmanın, bu ismin dünya yaşantısında fazlaca bir önemi yoktur. Fakat perdeler
kalktığı, hak ve hakikat ortaya konulduğu zaman herkes çok iyi anlayacaktır
ki, gerçek ve ebedi sevginin yegane sahibi Allah (c.c.) dır. Lutfuyla,
rahrnetiyle, şefkatiyle, cemaliyle sevilen, çok sevilen, pek çok sevilen Allah
(c.c), ebedi ve yüce tüm sevgilerin biricik kıblesidir. Tabi ki önemli olan bu
sevgiyi dünyada farkedebilmek, doğru kıbleye, doğru adrese yönelen böyle bir
sevgi ile dünya yaşantısında iken tanışabil-mektır. Umarım ki Divane'nin "Ya
Vedud" haykırışları, sizlerin böyle
bir sevgi ile tanışabilmenize vesile olur. Allah'tan başkasına yönelen
sevgileri, gerçek kıbleye yönelten bir ayet. bir işaret olur. Her yeni güne
başlarken muhtaç olduğum bu
haykırışları ben de
duymak, ben de işitmek isterdim.
Yakup hocanın bu sözleri
köylüler üzerinde çok etkili olmuş ve söz konusu gerginlik ortadan kalkmıştı.
Artık bir rahatsızlık değil, bir hoşnutluk duyuyorlardı Divane'nin bu
haykırışlarından. Onun bu sözlerini dilleriyle ve gönülleriyle kendileri de
tekrar ediyorlar, meselenin farkında olanlar mutlak sevginin Allah'a sadece
Allah'a yöneltilmesi gerektiğini kendilerine bir kez daha hatırlatıyorlardı.
Divane'nin ise hiçbir şey umurunda değildi!. Köylüler kendisine
kızmış veya kızmamış,
sevmiş veya sevmemiş hiç Önemsemezdi. Tek hedefli ve tek merkezli bir
yaşantısı vardı Divane'nin. Allah'ı her şey ile hoşnut etmek ve
Allah'tan istediği, Allah'tan
dilediği, Allah'tan dilendiği
tek bir şey ile hoşnut olmak. Allah'tan istediği bu tek şeyin ne olduğunu ise
sadece bir kişiye anlatmış, bir kişiyle paylaşmıştı Divane. İstiridyenin
içindeki bir inci gibi sakladığı, bir inci gibi büyüttüğü bu dileğini hiç
kimsenin bilmesini istemez, bu gizli dileğini herkesten sakınır, herkesten
kıskanırdı.
Divane koskoca köyde
sanki yalnız, sanki tek başına yaşıyordu. Bir insan yalnızken nasıl rahat
hareket eder, nasıl rahat konuşursa. Divane kalabalıklar içinde de aynı
rahatlıkla hareket eder. aynı rahatlıkla konuşurdu. Konuştuklarına bir cevap,
bir karşılık'da beklemezdi insanlardan. İnsanlar onun konuştuklarını anİamış
ya da anlamamış, cevap vermiş ya da vermemiş hiç umursamazdı. Çok tuhaf
soruları da vardı Divane'nin!. Bazen karşılaştığı insanlara L'Nereye
gidiyorsunuz?" diye sorar, insanlar da çarşıya, kahveye, eve gibi gittikleri
yeri söylediklerinde başını iki tarafa salhyarak ''Hayır, bilemediniz!."'
der ve sonra yürür giderdi.
Divane insanlarla olan
iş ilişkisinde ise hak ve hukuka çok riayet eder, insanların bir işini
yaptığında her zaman hakettiğinden daha azım talep ederdi. İyi bir budakçı
olduğu için birçok köylü budak işlerini ona verir, onun yapmasını isterdi.
Aldığı bir işi yanm bıraktığı veya verdiği bir sözü yerine getirmediği hiç
görülmemişti. Çünkü kolay kolay söz vermez ve bir işi bitirmeden diğer bir işi
kesinlikle almazdı. Budayacağı bir bahçeye girdiği zaman önce orasını gezer,
bütün ağaçları dikkatlice gözden geçirir ve sanki o ağaçlan bir süre dinler, o
ağaçlarla bir süre konuşurdu. Kesilmesi gereken yetişkin bir dalı kesmeden
önce o dalı eliyle okşadığı ve o dala bir şeyler mırıldandığı çok görülürdü.
Çocuklara karşı da bir
başka ilgisi, bir başka sevgisi vardı Divane'nin. Onlarla uzun uzadıya konuşur,
onların tüm çocuksu sorularına yine çocuksu olan bir bilgelikle cevap verirdi.
Onlarla aynı yaşta, aynı başta gibi şakalaşır, onların bazı oyunlarına ortak
olurdu. Herhangi bir çocuk hastalandığı zaman her gün onun evine gider ve
kendisini içeriye buyur etmelerine rağmen kapıdan içeriye hiç girmeden
elindeki bisküvi veya çukulatayı çocuğun annesine vererek onun durumunu
sorardı.
Kız çocuklarına karşı
sanki daha şefkatli, sanki daha merhametliydi Divane. Nazlı nazlı etraflarına
bakman, çocuksu bir cilveyle omuzlarını kaldıran, bir taraftan diğer tarafa
muhteşem bir hicret heyecanıyla koşuşturan bu kız çocuklarını, rengarenk
billurlardan canlı bir biblo gibi görür ve sanki kırılıvereceklermiş
korkusuyla onlara hiç dokunmaz, hiç dokunmak istemezdi. Bu küçük kız çocuklarına
mısır püsküllerinden oyuncak bebekler yapar, hepsinin ismi Gülbenaz olan bu
bebekleri yine hepsini "Gülbenaz" diye çağırdığı bu kız çocuklarına
dağıtırdı.
Gülbenaz!.
Bir göçmen kızıydı
bu!. Asıl adı Ahmed olan Divane'nin yıllar önce bir kez gördüğü, bin kez
sevdiği ve uğruna deli divane olduğu güzel bir kızdı Gülbenaz!. Oysa bir kez.
sadece bir kez görmüştü Gülbenaz'ı!. Ailesiyle beraber köydeki bir akrabalarını
ziyarete gelen bu kızla bir kere karşılaşmış, onun kendisine bakan gülen
gözlerini bir kere görmüştü. Fakat bu
yetmişti Ahmed'e!. Artık her gözde
Gülbenaz'ı görüyor, gördüğü her şeyde Gülbenaz'ı düşünüyordu. Üç-dört ay bu
duyguların yaşanması ve her geçen gün daha bir kabarmasıyla geçtikten sonra
bazı büyükleriyle konuşan Ahmed. bu kızla evlenmek istediğini
söyledi.
Ancak olmadı!.
Kızın ailesi hiç
düşünmeden reddetti bu teklifi. Tarlası, bahçesi olmayan böyle bir fakir gence
verecek kızlarının olmadığını söyleyerek bir daha gelmemelerini istediler. Bu
kesin ve olumsuz cevabı Ahmed'e ileten köylüler, ona bu kızdan vazgeçmesi
gerektiğini anlattıktan sonra şayet isterse kendisini başka bir kızla
evlendirebileceklerini teklif ettiler.
Fakat Ahmed hiç
duymadı. hiç dinlemedi bu teklifi!. Sevdiği kızdan ve sevdasından vazgeçmek de
neyin nesiydi!. Ahmed yüreğinden ayrılsa da, yüreği bu sevdadan ayrılmazdı,
ayrılamazdı ki!. Ahmed için olacak bir şey değildi bu!. Kendisi sevdiği kızı
alamasa bile, kendisinden bu sevdayı kim alacak, kim alabilecekti!. Hem
Ahmed'den bu sevdayı aldıkları zaman. Ahmed'den geriye hiç ama hiçbir şey
kalmazdı ki!.
Aylar bu sevdanın
büyümesiyle, yıllar bu sevdanın mayalanmasıyla geçmeye başladı. Ahmed aklı
başında bir insan değildi artık!. Bütün kız çocuklarına Gülbenaz diyor,
otururken veya yolda yürürken yanında hissettiği Gülbenaz'a bakıyor, Gülbenaz
ile konuşuyordu!. Köyün delisi, köyün divanesi olmuştu Ahmed. Fakat divane
olmasından da ve kendisine Divane denilmesinden de hiç rahatsız değildi.
Nitekim ona takılmak için "Her eve bir divan, her köye bir divane
gerekir" diyenlere hiç kızmıyor, ciddi bir yüz ifadesiyle "Doğru. Siz
divan olun, ben divane" cevabını veriyordu.
Küçük büyük herkesin
sevdiği bir insandı Divane. Hiç kimseden bir şey istemez, hiç sormadan herkese
yardım etmeye çalışırdı. Köylüler sevdikleri kadar acımaya da başlamışlardı
Divane'ye. Her geçen gün sevdasına sevda katan, her geçen gün daha bir
mahzunlaşan bu gence yardım edebilmek için aralarında toplandılar. Köyün
varlıklı insanları bu fakir gence bir bahçe ile altı dönüm toprak vermeyi
kararlaştırdılar ve hep birlikte Gülbenaz'ın ailesine tekrar gittiler.
Bu yeni durumu
Gülbenaz'ın ailesi de olumlu karşılı-yarak "Tamam, bize göre mahzur yok.
Kızımız kendisiyle görüşsün, kabul ederse bu iş olur" dediler. Nitekim
kısa bir süre sonra Gülbenaz köydeki akrabalarının yanına tekrar geldi. Artık
tüm mesele, Divane'nin Gülbenaz ile görüşmesine kalmıştı. Bütün köylü seferber
olarak Divane'yi bu görüşmeye hazırladılar. En yeni elbiseler giydirildi, en
güzel kokular sürüldü, en güzel nasihatler edildi Divane'ye. Ama hiç
konuşmuyordu Divane!. Yeşil gözlerinde sevinç şimşekleri çakıyor, söylenilen
her güzel söze başını sallıyor fakat hiç, ama hiç konuşmuyordu.
Ve kızla
karşılaştırdılar Divane'yi!. Uzun yulardır hazan yaşanan gözlerine ilk kez
bahar gelmiş gibi yeşermiş, yeşerivermişti Divane'nin yeşil gözleri. Öylece
Gülbenaz'a bakıyor, öylece Gülbenaz'ı seyrediyordu. Divane'yi bıraksalar bir
ömür boyu hiç kıpırdamadan, hiç hareket etmeden, hiç nefes almadan seyretmek
isterdi bu kızı. bu sevdalısını.
Divane nin kendisine
hayran hayran baktığını fakat hiç konuşmadığını gören Gülbenaz, kendisi konuşmasa
Divane'nin hiç konuşmayacağını anlayarak bu sessizliği bozmak istedi. Çok
narin ve kibar gözüken dudaklarım açıp. bu narinliğe ve kibarlığa hiç
yakışmayan kaba bir ses tonuyla ' Ahmeed. sen beni çok mu seveyon!" diye
sordu.
Gözleri hayretle açılan
Divane, bir alemden bambaşka bir aleme düşüyormuş gibi hissetti kendisini!.
Acaba yanlış mı duydum diyerek, hala kulaklarında çınlayan sesi bir kere daha
dinledi. Yok, aynı sesti ve aynı sözdü duyduğu!. İyi ama "Ahmeed. sen
beni çok mu seveyon!" diyen bu kız da kimdi ve Gülbenaz. Gülbenaz nereye
gitmişti? Yıllardır beraber
yürüdüğü, hayaliyle konuştuğu
ve yüreğine değen sımsıcak sesini dinlediği Gülbenaz neredeydi? Telaş
içinde karşısındaki kızın gözlerine, gözlerinin içine bakarak aramaya başladı
Gülbenaz'ı!. Fakat baktıkça karşısındaki kızın Gülbenaz olmadığım görmeye,
Gülbenaz olmadığını anlamaya başlamıştı. Duygularının ve düşüncelerinin
çılgınlaştığını hissetti. Herbir duygusu ve herbir düşüncesi, her şeye isyan
edercesine ayağa kalkmıştı. Neredeydi sevdiği, neredeydi sevdalısı, neredeydi
Gülbenaz?
Söyle lan!. Beni çok
mu seveyon?
Kızın söylediği bu
ikinci söz. Divaneyi kendine getiren ikinci bir şok etkisi yapmıştı. Nereye
baktığını bilen gözlerle kıza bir süre baktıktan sonra ağlamaya, çılgınlar gibi
ağlamaya başlamış ve kızın yanından hemen ayrılarak "Değilmiş, gerçek
değilmiş" hıçkırıkları içinde köyden uzaklaşmıştı.
Ve yaklaşık onyedi
gün, hiç kimse görmedi ve hiç kimse bir haber alamadı Divane'den. Bu süre
zarfında nereye gitmişti, ne olmuştu kimse bilmiyordu!. Onyedi gün sonra köye
döndüğünde ise sanki başkalaşmış, sanki bir başka insan olmuştu Divane. Artık
muntazaman namaz kılmaya ve her sabah evden çıkarken "Vedud. Vedud, Ya
Vedud" diye haykırmaya başlamıştı. Kız çocuklarına yine
"Gülbenaz" diyor fakat artık bu hitapla o göçmen kızını değil, bir
başkasını, kesinlikle ve kesinlikle bir başkasını kastediyor gibiydi!.
Hasan efendi!. Divane
yine gidiyor.
Hanımının bu sözü
üzerine pencereden dışarıya bakan Hasan efendi, Divane'nin elindeki uzun bir
değneğe yaslanarak köyün dışına doğru gittiğini gördü. Divane her sabah
kalktıktan sonra köyün dışına doğru yürür ve bir birbuçuk saat sonra geri
dönerdi. Onun her sabah hiç aksatmadan nereye gittiğini kimse bilmez ve
sorsalar da kimseye söylemezdi. Hasan efendi bu merakla Divane'nin arkasından
bakarken. Divane'nin bir anda durduğunu gördü.
Sela verilmeye
başlanmıştı.
Divane selayı sonuna
kadar dinleyip, kimin öldüğünü anlamak istedi. Ölen kişi, üç gün önce bir anda
ağırlaşan Mehmed efendiydi. Mehmed efendi Divane'yi. Divane Mehmed efendiyi
severdi. Başını öne doğru sallıyarak bir şeyler mırıldanan Divane önce köye,
sonra gitmesi gereken yola baktı. Ve hiç kararsızlığa düşmeden, yola verdi
kendisini.
Ancak her zamankinden
biraz daha hızlı. biraz daha aceleciydi adımlan..
Mehmed efendinin evi
hayli kalabalıktı.
Yakın çevredeki bütün
tanıdıklar eve dolmuş, eve doluşmuş gibiydi. Herkes tarafından sevilen ve
hürmet edilen bir kişi olan Mehmed efendinin iki oğlu vardı. İstanbul'da
İhracat işleriyle uğraşan büyük oğlu Ömer, üniversite yıllarında İslam ile
tanışmış ve tanıdığı bu İslam'a samimi bir kalp ile teslim olmuştu. Okulu
bitirip askerliğini yaptıktan sonra babasının nasihati üzerine kendi
yörelerinden bir kızla evlenen Ömer, yine babasının izniyle İstanbul'a
yerleşmişti. Önceleri değişik şirketlerde çalışmış, bu şirketlerde önemli
konumlara gelmiş ve daha sonra küçük çapta bir şirket kurarak kendi işinin
sahibi olmuştu.
Abisine nazaran çok
daha aktif olan küçük oğlu Kadir ise kazandığı burslarla üniversiteyi
yurtdışında okumuş, ihtisas için Amerika'ya gitmiş ve daha sonra Almanya'ya
dönerek üniversite yıllarında tanıştığı Dilara ile evlenmişti. Yaptığı her işte
profesyonelliğe ve atılımcı yeniliğe çok önem veren Kadir, kısa zamanda önemli
ilerlemeler kaydetmiş ve uluslararası önemli şirketlerin Almanya ve Türkiye
distribütörlüğünü almıştı. Almanya doğumlu olan hanımı Dilara da kendisinden
geri kalan bir insan değildi. Mükemmeliyetçi bir yaklaşıma sahip olan Dilara,
planlı ve programlı çalışmalarıyla birçok iş adamının güvenini kazanmış ve
önemli bir şirketin yöneticiliğine getirilmişti.
Uluslararası bir kadın
derneğinin de Almanya temsilcisi olan Dilara, batı kaynaklı kadın profilinin
seçkin bir örneği gibiydi.
Babasının ağırlaştığını
duyan Ömer, bütün işlerini bırakarak ailesiyle beraber iki gün önce köye
gelmiş ve babası vefat edinceye kadar onun yanından ayrılmamıştı. Fakat
kardeşi Kadir bir türlü gelmemiş, gelememişti!. Oysa Ömer İstanbul'dan
ayrılmadan önce ona telefon etmiş ve babalarının durumunu bildirmişti. Abisiyle
konuşan Kadir de 'Tamam abi, hemen geleceğim" diyerek telefonu kapatmıştı.
Ne var ki her işe yetişen bu çocuk, her nedense babasının son anına
yetişememiştü.
Ömer'in gördüğü
kadarıyla babasının son anlarındaki tek üzüntüsü Kadir'di. Onun bu durumunu
gören ve babasını çok seven Ömer, onun bu üzüntüsünü dağıtabilmek ve onu
rahatlatabilmek İçin iki gün boyunca elinden geleni yapmaya çalıştı. Oniki
yaşındaki oğiu Enes dedesinin başında sık sık Kur'an okumuş ve dokuz yaşındaki
kızı Merve de, abisinin okuduğu bölümlerin mealini yani türkçe anlamını
vermişti dedesine. Babasının çok hoşuna gitmişti bu dinledikleri. Enes'i
dinlerken gözlerini tavandaki bir noktaya öylece dikiyor. Merve'yi dinlerken
ise gözleri yaşarıyor ve gizli hıçkırıklar içinde "Yaa, ya" diyerek
başını sallıyordu. Mehmed efendinin önceden bildiği ve iman ettiği bu ayetler,
hiç ummadığı bir mana genişliği ile kalbinde yeniden yer ediyordu.,
Yine Allah'ı ve yine
kendisini düşündü Mehmed efendi!.
Son zamanlarda Allah'ı
düşündüğü her an yüreğinin titreyerek kabardığını ve gözlerinin dolduğunu
hissediyordu. Alemlerin Rabbi olan Allah artık yakındı, çok yakındı, çok çok
yakındı Mehmed efendiye. Bu son günlerde Allah'ın mı kendisine yoksa kendisinin
mî Allah'a yaklaştığını bilemiyordu!. Sanki Allah (c.c.)'ı yeni yeni tanımaya,
yeni yeni anlamaya başlamıştı!. Allah, alemlerin Rabbi olan. Rahman ve Rahim
olan Alİah!. Oysa küçük yaşlardan beri inandığı, teslim olduğu, bir ömür
boyunca önünde rüku ve secde ettiği Rabbi idi Allah (c.c). O'nun rızası için
kaç kişiye yardım ettiğini, kaç yoksulu doyurduğunu ve kaç bin rekat namaz
kıldığını bilmiyordu. Daha önceleri önemsediği ve bunları düşünerek kendini
iyi hissettiği işlerdi bunlar. Fakat şimdi,
şimdi çok iyi
anlıyordu ki Allah'ın şanına. Allah'ın azametine, Allah'ın İzzet ve keremine
uygun bir kulluk yapmamış, yapamamıştı. Gerçi Allah için dünyadaki bütün açları
doyursa, hak tebliği herkese duyursa ve her solukta O'na kulluğu yaşasa yine de
başını kaldırarak "Ben O'nun şanına, ben O'nun izzet ve keremine uygun
kulluk yaptım, kulluk yapabildim" diyemezdi. Çünkü O çok Rahman'dı. çok
RahinYdi. O'nun nimetleri saymakla bitme?., verilerek tükenmezdi. Her şeyin tek
Sahibi, tek Yaratıcısı idi. Diva-ne'nin her sabah haykırdığı gibi Vedud'du,
Vedudun ta kendisiydi.
Ve şimdi O'na doğru, O
Vedud'a doğru yürüyordu!. Gücü nisbetince yapmaya çalıştığı amellerine ve
ibadetlerine değil sadece Rahman'a güveniyor, Rahman'ın rahmetini ve lutfunu
umarak O'na gidiyor, bu umudla O'na dönüyordu Mehmed efendi. O'nu severek ve
sadece O'na kulluk yaptığına sevinerek O'na gidiyor, her nefeste O'na
yaklaşıyordu.
İkinci günün sonunda
Mehmed efendi iyice ağırlaşmıştı. Sanki dünyadan rızkı kesilmiş gibi artık
hiçbir şey yemek, hiçbir şey içmek istemiyordu. Babasının hiçbir şey yemediğini
gören Ömer hurma almış ve çekirdeğini çıkararak yemesi için babasının ağzına
koymuştu. Aradan iki saat geçtikten sonra hunnanın hala babasının ağzında olduğunu
görünce, hurmayı babasının ağzından almış ve yemek konusunda daha fazla ısrar
etmek istememişti. Git gide halsizleşen Mehrvied efendi artık öleceğini
hissettiği zaman önce otuzyedi yıllık hanımını yanına çağırmış ve sevgiyle
yaşaran gözlerle ona şöyle demişti.,
Sultanım!. Öyle
sanıyorum ki Rabbime dönüş vakti geldi. Bana iyi bir eş ve İslam'da kardeş
oldun. Rabbim bütün hizmetlerinin karşılığını sana bol bol versin. Ben senden
razı idim. Rabbim de senden razı olsun. Benim sana bütün haklarım helal olsun.
Sen de hakkını helal et sultanım, hakkını helal et emektarım.
Odadaki bütün
insanları ağlatan bir vedalaşma olmuştu bu. Ömer'in annesi Nedime hanım
gözyaşları içinde Mehmed efendiye sarılarak "Benim sende ne hakkım var ki,
ne hakkım var ki, hepsi helal olsun, helah hoş olsun. Sen beni kimseye muhtaç
etmeyen, sen beni korumaya ve gözetmeye çalışan adamımdın, efendimdin!. Sen
beni nasıl koruyup gözettinse, Rabbim de seni öylece koruyup gözetsin. Ama
söyle, söyle Mehmed efendi, sen gidince ben ne yapacağım? Hangi göğüse başımı
koyup, dertlerimi kiminle paylaşacağım' diyerek hıçkırmaya başladı. Gözyaşları
içinde annesinin yanına gelen Ömer, onun öpülesi ellerini dudaklarına götürerek
"Anacım, anacağızım, sen yalnız değilsin ve hiç yalnız olmayacaksın, hiç
yalnız olmayacaksın" sözleriyle tekrar tekrar öptü annesinin ellerini.
Öylece oğluna bakan
Mehmed efendi, dünyada en güzel nimetin mal, makam veya mülk değü sadece ve sadece
salih evlad olduğunu düşünüyordu. Gözyaşları içinde anacağızının ellerini öpen
ve ona yürekten gelen bir sesle
''Sen yalnız değilsin,
sen yalnız değilsin" diyerek sahip çıkan oğluna bakarken, ağlıyordu,
gözyaşları içinde ağlıyordu Mehmed efendi. Eliyle oğlunun, aslan oğlunun
başını tutarak, küçükken olduğu gibi ona ;'Aferin oğlum, aferin benim aslan
oğlum" demeye başladı. Gözyaşları içinde birbirlerine sarılan ana, baba
ve oğul. bir ayrılık öncesi ayrılmaz bir rahmet yumağı olmuşlardı.
Mehmed efendi daha
sonra Ömer'le helallaştı, onun için hayır dualarda bulunarak hakkını helal etti
oğluna. Sonra bir süre odanın kapısına baktı. Bulanık bakışlarında belirgin bir
hüzün vardı. Daha
sonra Ömer'e dönerek "Kadir babalık hakkıma riayet
etmedi. Gerçi Allah'ın hakkı yanında, benim hakkımın ne Önemi vardır ki"
dedikten sonra sustu. Büyük oğlunun yüzüne bakarken, küçük oğlunu düşünüyordu.
Çevresi tarafından çok yetenekli, çok başarılı bir iş adamı olarak görülen
Kadir'in durumu, Mehmed efendiye hiçbir zaman güven vermemişti. Onu ne zaman
habrlasa içinin acıdığını
hisseder ve yurtdışında okumasına izin verdiği İçin gizliden gizliye hep
kendisini suçlardı. Oysa ne kadar iyi, ne kadar candan, ne kadar samimi bir
çocuktu Kadir. Ancak yaban ellerde okuyup, yabanlara karışıp gitmişti!.
Her zaman sevdiği
küçük oğluna yine acıdığını, yine merhamet ettiğini hissetti. Bu duygular
içinde Ömer'e dönerek Kadir'e söyle, hakkımı helal etmemi istiyorsa Allah'ın
hakkına riayet etsin. Umud ederim ki Allah ona acır. ona merhamet eder, ona
hidayet eder" dedi. Mehmed efendi oğluna bunları söylerken bile arasıra
yine kapıya bakıyor ve Kadir'in kapıdan girmesini bekliyor, girmesini
istiyordu.
Ve son nefesini. kapıya
bakan bu açık gözleriyle verdi.
Köy halkı,
şimdiye kadar hiç duymadıkları
bir motor gürültüsüyle sarsıldı. Bir anda köye yaklaşan bu gürültünün ne olduğunu,
havaya bakarak koşuşturan çocukların heyecanlı bağırışlarından anladılar.,
Helikopter!.
Helikopter iniyor!.
Zeyneîlerin boş
tarlasına iniş yapan helikopterden atlayan genç bir adam, arkasına hiç
bakmadan köye doğru koşturmaya başladı. Gece yarısı vefat eden Mehmed efendinin
küçük oğlu Kadir'di bu!. Gözleri ağlamaktan kızarmış bir şekiide baba evine
doğru koştururken, abisinin son sözleri yankılanıyordu kulağında!. Bu son
telefon konuşmasında "Babamız artık öldü!. İstersen gelmeyebilirsin!.'1
demişti abisi.
Kulaklarına
İnanamamıştı Kadir!.
Çünkü hiç ummadığı,
hiç beklemediği bir şeydi bu!. Zaten bu nedenle hemen köye gelmemiş, yirmi gün
önce yaptığı programa sadık kalarak önce maliye bakanıyla yapacağı görüşmeye
gitmişti. Babası sadece hasta olduğuna ve hemen ölmeyeceğine göre bu iş
görüşmesini bitirdikten sonra onun "yanma gidebilecekti. Neden böyle
düşündüğünü hala anlayabilmiş değildi!. Abisi Ömer "Öldü, babamız artık
öldü' deyince, bütün bir dünya aniden başına yıkılmıştı sanki!.
Fakat yine de
inanmıyordu, inanmak istemiyordu bu habere!. Belki de abisi ona kızdığı için
böyle bir söz söylemişti kendisine!. Sabaha karşı hiç vakit kaybetmeden bir
arkadaşını araması ve iş adamı olan bu arkadaşının helikopteriyle köye gelmesi
de içinde ölmeyen böyle bir umud nedeniyle idi!. Babasının odasına girdiği
zaman onun ölmediğini görecek ve sevgili babasının ellerini, babasının
gözlerini öpecekti!.
Ancak eve girdiği
zaman, bu küçücük umudunun hiç de gerçek olmadığını anladı! . Ağlamaktan
yorgun düşmüş bütün gözlerde aynı gerçek, aynı haber vardı. Babası ölmüştü,
babası gerçekten Ölmüştü Kadir'in. Gözyaşları
içinde önce annesine
ve daha sonra abisi Ömer'e sarıldı. Herkesin içinde aynı soru olmasına
rağmen hiç kimse neden gelmediğini, niye gelemediğini sormuyor, sormak
istemiyordu Kadir'e. Çünkü onun bir
çocuk gibi hüngür hüngür ağlaması herkesi duygulandırmış, herkesin ona
acıyarak bakmasına neden olmuştu.
Kadir'in gelmeyişine
en çok kızanlardan biri olan Ömer de acımıştı kardeşinin bu
haline ve ona hiçbir şey söylemeden odaya, kardeşini babasının odasına götürdü.
Yatakta boylu boyunca yatan babasının üzerinde çarşaf örtülüydü. Ömer
"Bismillah" diyerek babasının üzerindeki çarşafı aldı. Babası vefat
ettikten sonra vücudunu henüz sıcakken düzeltmişler, küçük bir bez parçasıyla
ayaklarını başparmaklarından birbirine bağlamışlar, gözlerini ve ağzını
kapatarak çenesini bir tülbentle basma doğru sıkmışlardı.
Çarşafı kaldıran
Ömer'in dikkatini çeken ilk şey. babasının tekrar açılan gözleri olmuştu!.
Oysa öldükten sonra kendi eliyle babasının gözlerini kapatmıştı. Bir an
du-raksadıktan sonra babasının kendiliğinden açılan gözlerini kapatmak için
elini tekrar babasının yüzüne götürdü. Fakat durdu ve kısa bir süre
düşündükten sonra Kadir'e dönerek ''Babamız bu açık gözlerle kapıya bakıyor,
seni bekliyordu Kadir!." dedi.
Kadir gözünden süzülen
yaşlar ile başını öne doğru salladı. Abisi söylemese de babasının açık
gözlerinde zaten
bunu görmüş, bunu
anlamıştı kendisi!. Donuklaşan bu gözlerde, son andaki duygular, son andaki
özlemler de donup kalmıştı sanki!. Öylece babasına, babasının açık gözlerine ve
bu açık gözlerdeki, açık hasretine baktı. Biraz dikkat edince bu gözlerde
hasretle beraber belirgin bir sevginin, belirgin bir merhametin olduğunu da
farketti.
Yine ağlamaya. tutamadığı
gözyaşlarıyla yine ağlamaya başladı Kadir!. Babasının bu sevgisi, bu merhameti
hiç yabancı değildi kendisine. İyi. çok iyi, çok çok iyi bir insandı babası.
Kendisine hep sevgiyle, hep merhametle yaklaşmış, gücü nispetince onu korumaya,
gözetmeye çalışmıştı. Bu duygularla çocukluk günlerini hatırladı. Küçükken
abisi yanlarında yürürken, babası onu omuzlarına alır ve omuzlarında
gezdirirdi.
Ve o omuzlarda bir
hareket, bir kıpırtı yoktu şimdi!. Her tarafında canlılık alameti olan, oradan
oraya yürüyen, heyecanla'koşuşturan koskoca bir beden, derin bir sessizliğe
gömülen hareketsiz bir et yığını gibiydi!. Akıp giden zamandan çıkmış, zamandan
çıkarılmıştı sanki. Son nefesini verdiği son anda, herşey durmuş ve babası bu
son anın içine hapsedilmişti. Artık onun için ne bir an öncesi, ne de bir an
sonrası yoktu.
Bitmişti, bitivermişti
herşey!.
Sanki terkedilmiş bir
yurt, bir toprak parçasıydı babasının vücudu. Oysa aynı toprak parçasının her
bölgesinde ayrı bir alem, her hücresinde ayn bir hareket vardı önceleri!. İyi
ama bu bedene hayat veren o şey neydi ve o neredeydi şimdi? Bilinen bir cevabı
tekrarlıyarak "O şey candı ve can çıktı" demek, ne kadar basit bir
yaklaşımdı, Uyumak için esneyen bir akılla "Can, can" diyenler,
aeaba çanın ne olduğunu, nasıl çıktığını ve nereye gittiğini biliyorlar mıydı?
Babasının hareketsiz
cesedine bakarak bunları düşünen Kadir yine babasına, yine babasının
gözlerinde donup kalan sevgi ve merhamete baktı. "Ah babam, ahh babacığım"
dedi içinden. Gerçekten iyi, gerçekten çok iyi bir insandı babası. Dünya
insanca yaşanacak bir yer olsaydı, Kadir de babası gibi. aynı babası gibi olmak
isterdi. Fakat genç yaşlarda dünyanın insanca yaşanacak bir yer olmadığını
görmüş, insanca yaşanacak bir yer olmadığını Öğrenmişti.
Mücadele, devamlı
mücadele edilmesi gereken vahşi bir orman gibiydi bu dünya. Hiç kuşkusuz ki bu
dünyayı vahşi bir ormana çevirenler, bu dünyanın en vahşi canlıları olan
insanlardı. Bu vahşi dünyada İnsanca yaşamak isteyenler hunharca eziliyor,
insanca yaşamak İsteyenler hunharca sömürülüyordu.
Fakat yapılacak bir
şey yoktu!. Böyle bir dünyada milyarlarca insanla birlikte ya altta kalmaya ve
ezilmeye razı olacaksın, ya da üste çıkmak, Üste çıkabilmek için mücadele
edeceksin!. Kadir bunu, yıllar Önce bu ikinci şıkkı tercih etmiş ve tüm
mücadelesini bu tercih istikametinde vermişti. Kısa zamanda elde ettiklerine
bakılırsa, bu mücadelesinde başarısız olduğu da söylenemezdi. Dünyadan fazla
bir şey talep etmeyen babası ise mütevazı bir hayatla, mütevazı'bir ölümü
tercih etmişti.
Kardeşinin haline ve
yaşlı gözlerine uzun bir süre bakan Ömer "Biz de böyle ölecek, biz de
böyle boylu boyunca uzanacağız Kadir! dedikten sonra eliyle babasının
gözlerini tekrar kapattı. Kendisini toparlamaya çalışan Kadir ise, babasının
cesedine bakarak abisinin bu sözler ile ne dediğini, ne demek istediğini
anlamaya çalışıyordu!.
Doğru söylüyordu
abisi!.
Kendisini ve örnek
aldığı uluslararası iş adamlarını babasından farklı görmesine rağmen onlar da
böyle ölecek, onlar da böyle can verecekti!. Bütün insanların bedenleri aynı
ölümlü beden olduğuna göre. her beden sahibi aynı akibete yaklaşıp, aynı
şekilde ölmeyecek miydi? Yüz-yüzelli yıl önce doğan ve hiç ölmeyecekmiş gibi
yaşayan milyarlarca insandan., hiç ölmeyen var mıydı? Bu dünyada her gün
yüzbinlerce insan ölmüyor muydu?
Bilinen fakat
unutulmak İstenen bir gerçek değil miydi ölüm!.
Elbetteki kendisi de,
elbetteki uluslararası iş adamları da ölecek ve onların da cansız cesetleri bu
şekilde yani boylu boyunca uzanacaktı!. Bunları düşünen Kadir "Ben neler
düşünüyorum?"' dercesine kendine gelmek ve bu düşüncelerden uzaklaşmak
istedi. Ancak babasının cesedine bakarak bu düşüncelerden, bu gerçeklerden
uzaklaşabilme-si mümkün olmuyordu. Zaten küçük yaşlarda öğrendiği, bildiği,
inkar edemediği fakat büyük yaşlarda her nedense unuttuğu, dikkate almadığı
gerçeklerdi bunlar!. Yoksa ölüm sadece komada iken, sadece bitkisel hayatta
iken farkedilebilecek küçük bir gerçek miydi? Değildi,
elbetteki değildi!.
Çünkü ölüm, hayattan daha büyük bir gerçek idi!. Hayat Ölümü kuşatamaz iken,
ölüm hayatı kuşatıyordu!. O halde ölümden kaçmak daha doğrusu kaçtığını
zannetmek bir saçmalık, bir aldatmaca değil miydi? Milyarlarca insan "Ölüm
elbetteki var. Fakat ben daha ölmeyeceğim!." zanm ile ölmüyor muydu, ölüp
gitmiyor muydu? Mesela dolar milyarderi olan Mr, Kapole, acaba hiç ölümü ve
öleceğini düşünüyor muydu? Hiç sanmıyordu, Mr. Kapole'nin ölümü dikkate
alacağına hiç ihtimal vermiyordu Kadir. Oysa abisinin söylediği gibi herkes ölecek
ve herkesin cesedi bir et yığını gibi boylu boyunca uzanacaktı. Aklından
bunları geçiren Kadir. Mr.
Kapole'nin öldüğünü ve
cansız cesedinin babasının
yanına uzandığını düşündü!. iki cansız ceset!. Mr. Kapole'nin
babasından, babasının Mr. Kapo-le'den hiçbir farkı kalmamıştı!. Bu düşünce
tuhafına, çok tuhafına gitti Kadir'in!. Çünkü diğer insanlardan çok farklı olan
böylesine büyük adamların yaşantıları nasıl farklı ise ölümlerinin de farklı
olacağını düşünmüştü!. Fakat iki cansız ceset arasında ne fark olabilirdi ki!.
Babası nasıl parmağını bile kıpırdatmaktan aciz bir şekiide uzanıyorsa. Mr.
Kapole de aynı şekilde uzanacaktı!.
Belki yüz ifadeleri
farklı olurdu!.
Babasının gözlerindeki
sevgi ve merhamet, hiç kuşkusuz ki Mr. Kapole'nin gözlerinde olmayacaktı.
Yaşarken bile insanlara sevgi ve merhametle bakmayan gözler, her-şeyi geride
bırakarak ölüme giderken kimbilir dehşetle nasıl acıhr, nasıl bir panik
yaşardı!. Oysa babasının gözlerinde bir sükun, bir sakinlik, bir sevgi, bir
merhamet vardı.
Kadir bu düşüncelerle
bir ikileme, içinde git gide büyüyen bir ikileme düştüğünü hissetti. Çünkü Mr.
Kapole. Kadir'in kendisine Örnek aldığı idol bir kimlik, ulaşmak istediği
hedef bir kişilikti. Fakat babasıyla Mr. Kapole'nin cesetlerini yan yana
tasavvur edince, her nedense babasının, kesinlikle ve kesinlikle babasının
yerinde olmak istediğini hissediyordu!.
İç dünyasındaki Mr.
Kapole kimliği, bir ölüm düşüncesiyle küçülen, anlam ve değerini yitiren bir
kimlik olmuştu sanki!.
Divane duvara
yaslanmış bir şekilde,
Mehmed efendinin
yıkanışını seyrediyordu. Caminin gasılhanesiydi burası. İçerde imam, Divane ve
Mehmed efendinin oğullarıyla beraber üç kişi daha vardı. Hiç kimse Divane'ye
''Falancanın cenazesine gel veya gelme" diyemezdi. Başına buyruk'bir insandı
Divane. Sadece sevdiği insanların cenazesine gider, onların yıkanışına yardım
eder, onlara su döker ve onlar için dua ederdi. Biraz önce de Mehmed efendiye
dualarla su dökmüş ve daha sonra bir kenara çekilerek düşünceli gözlerle
yıkanan mevtayı seyretmeye başlamıştı.
Müslümanların. Ölen
bir kardeşleri için son vazifeleriydi bunlar!. Kılım bile kıpırdatmaktan aciz
bir şekilde önlerinde uzanan kardeşlerini önce dualarla yıkıyorlar, temizliyorlar
ve ona boy abdesti aldırarak bembeyaz kefenlere sarıyorlardı. Ebediyete olan
son yolculuğun, fani dünyadaki bu son hazırlıkları tamamladıktan sonra
kardeşlerini hem temiz ve hem de abdestli bir şfekilde Rablerine uğurluyorlardı.
Bir cesedin
yıkanışına,
abdest aldırılışına
ilk kez şahit olan Kadir, garip duygular içindeydi!. Babasının mermerden uzun
bir masa üzerinde her iki tarafa çevrilerek yıkanışını seyrederken, akli
sezgileri yarınlara uzanmış ve kendisinin de öleceğini, kendisinin de bu
şekilde yıkanacağını düşünmüştü!. Çıplak vücudunu mermer masanın üzerinde
düşündüğünde ise. sırtına değen mermerin soğukluğu ile içinin bir anda
ürperdiğini hissetti.
"Aman Ya Rabbf
dedi kendi kendine!.
İç dünyasını allak
bullak eden bu düşüncelerden hemen uzaklaşmak istese de bunu başaramadı!.
Çünkü yıkanan babasının yüzüne baktıkça, bu yüzde yine kendisini.
yine kendi geleceğini
görüyordu!. Başını Öne eğerek gözlerini kapattı ve bu olayı daha farklı
görmeye, daha farklı yorumlamaya çalıştı. Öleceği doğru olsa bile daha gençti,
daha uzun yıllar Ömrü olabilirdi!. "Bunu da nereden biliyorsun?"
diye bir soru yükseldi içinden ve bir cevap, açık bir cevap veremedi bu
soruya!. Çünkü teknolojinin girdiği insan hayatı, her gün yüzlerce ölüm
olasılığı ile karşılaşan bir hayattı. Böyle bir dünyada bir insanın ölmesi için
illa ki hastalanmasına, illa ki yaşlanmasına hiç gerek yoktu!. - Kadir,
babamıza sen de su dök!. Ömer'in bu sözü ile kendine gelmeye çalışan Kadir,
abisinin kendisine uzattığı sıcak su hortumunu eline aldı. Ucunda duş başlığı
takılı olan bu hortum ile babasına su tutmaya başladı. Eline sıçrayan sulardan
suyun hayli sıcak olduğunu hissetmesine
rağmen babasının bu sıcaklıktan
rahatsız olmayacağını düşündü. Avret mahalli peştemalle örtülü olan babasının
önce başına, göğsüne ve ayaklarına su tuttuktan sonra duşu tekrar babasının
yüzüne getirdiğinde irkildiğini hissetti!.
Çünkü sıcak suyun
etkisiyle olsa gerek babasının yüz kasları gevşemiş ve gözleri tekrar
açılmıştı. Yavaş yavaş açılan bu gözlerde yine aynı bakışlar, yine aynı
ifadeler vardı. Babasının açık ve çıplak gözlerine sıçrayan sıcak sudan rahatsız
olan Kadir, babasını önce 'Slak alnından öptükten sonra sağ eliyle onun açılan
gözlerini usulca kapattı. İşte o an bir ses yankılandı gasılhane
duvarlarında.,
Yaşayanlar ölenlerin
gözlerini kapatıyor fakat ölenler yaşayanların gözlerini uçamıyor!.
Gasılhane duvarlarında
yankılanan bu söz ile içinin titrediğini hisseden Kadir, başını ağır ağır
çevirerek bu kelimelere ses veren kişiye döndü. Kendisine Divane denilen adamdı
bu!. Söylediği sözden daha keskin bakışlarla kendisine bakıyor ve* bu
bakışlarla "Hayrola, ne oldu? Anlamadınsa bir daha tekrar edeyim!."
diyor gibiydi. Fakat anlamıştı, bu kısacık sözdeki çok uzun manayı anlamıştı
Kadir!. Bu anlayışla başını yine ağır ağır öne döndürdü ve düşünceli gözlerle babasına
su tutmaya devam etti. Kulaklarında ise hala aynı ses ve aynı söz vardı.,
"Yaşayanlar ölenlerin gözlerini kapatıyor fakat ölenler yaşayanların
gözlerini açamıyor!."'
Mehmed efendi yıkanıp
kefenlendikten sonra tabuta konulmuş ve küçük caminin musalla taşına
getirilmişti. Şehirden ve çevre köylerden epey insan gelmişti Mehmed efendinin
cenazesine. Öğle ve cenaze namazı kalabalık bir cemaatle kılınmıştı. Küçükken
ezberlediği bazı sureleri ve cenaze namazının nasıl kılındığını unutan Kadir,
duyduğu gizli utançtan olsa gerek bu durumunu hiç kimseyle paylaşmak istemedi.
Etrafındakiler ne yaparsa o da onu yapar ve unutmadığını sandığı fatiha
suresini okuyabilirdi.
Fakat bu da olmadı!.
Namazda fatiha
suresine her başlayışında ".... Malike yevmiddin"' e kadar geliyor
ancak ondan sonraki ayeti bir türlü hatırlayamıyordu!. Kendisini daha fazla
zorlamanın bir faydası olmayınca, fatihayı da okumaktan vazgeçerek sadece
"Allah" demeye başladı ve bütün namazları bu söz ile tamamladı.
Cenaze namazından sonra cemaate dönen imam "Mevtayı nasıl
bilirdiniz?" diye sordu.
Senden daha iyi idi!.
Divane'nin bu
cevabıyla kısa bir şaşkınlık geçiren cemaat, hemen kendilerini toparlayarak
"İyi bilirdik, iyi bilirdik'' dediler. Bu cevabı alan İmam "O halde
hakkınızı helal edin" diyeceği sırada Ömer eliyle işaret ederek susmasını
istedi ve cemaate dönerek gözyaşları içinde şöyle dedi.,
Ben Mehmed efendinin
oğluyum. Babamın cenazesine geldiğiniz için Rabbim sizlerden razı olsun. Babamdan
her kimin maddi bir alacağı var ise lütfen bana gelsin, alacağını benden atsın.
Parayla Ödenemeyecek kadar büyük olan insani haklarınızı ise helal etmenizi
istiyorum. Babam gerçekten iyi bir insandı. Lütfen ona hakkınızı helal ediniz.
Helal olsun.
Helali hoş olsun..
Ömer'in sözleri ve
cemaatin canı gönülden verdiği karşılıklarla duygulanan Kadir, gözyaşları
içinde abisinin yanına giderek ona sarıldı. Kardeşine sımsıkı sarılan ve bir
eliyle onun başını omzuna yaslayan Ömer. kısa bir süre onun başını ve saçlarını
okşadı. Sonra omuzlarından tutarak hafifçe ayırdı kardeşini kendisinden ve
yaşlı gözlerle kardeşinin yaşlı gözlerine bakarak "Haydi Kadir, haydi babamızı
yerine götürelim" dedi.
Camiden mezarlığa
kadar omuzlarda taşındı Meh-med efendi!. Tabut, önceden kazılmış mezarın yanına
konulduktan sonra kapağı açıldı. Mezara önce Ömer indi. Sakin gözlerle etrafına
bakman Divane, gözyaşları içinde tabuttaki babasına bakmakta olan Kadir'i
görünce "Haydi sen de, sen de mezara in" dedi. Bunun nedenini anlayamayan
fakat sakin ve keskin gözlerle kendisine bakan Di-vane'ye de itiraz
edemeyeceğini hisseden Kadir, yavaşça mezara indi.
Divane ve bazı
köylüler Mehmed efendinin kefenlenmiş cesedini besmelelerle tabuttan çıkarıp,
mezarda bekleyen iki oğula uzattılar. Ömer ile Kadir de babalarının cesedini
besmeleyle alıp, besmeleyle mezara indirdiler. Ömer Kadir'e dönerek "Sen
artık çıkabilirsin" deyince. Divane mezarın içindeki Kadir'e elini uzattı.
Onun elini tutarak mezardan dışarıya çıkan Kadir, çok kısa bir süre Diva-ne'nin
gözlerine baktı. Elini sımsıkı tutan bu adamı hiç tanımamasına rağmen, bu
adamın ellerinde ve gözlerinde mert insanlara Özgü güvenilir bir dost
sıcaklığının olduğunu hissetti.
Ömer önce kefendeki
bezden kuşakların düğümünü çözmüş ve daha sonra babasını sağ yanına çevirerek
başının altına toprak doldurmuştu. Bu arada Divane hasırları almış ve düzgün
bir şekilde mezarın sağ duvarından aşağıya kadar sarkıtmıştı. Sonra Ömer'e
tahtalar verildi. Ömer bir metre uzunluğundaki bu tahtaları mezarın sol alt
tabanına yaslayarak sağ duvardaki hasın sıkıştıracak şekilde birer birer
yerleştirmeye başladı. Bütün tahtaları yaklaşık kırkbeş derecelik bir eğimle
yan yana yerleştirildikten ve hasırların dışarıda kalan bölümünü tahtaların
üzerine katladıktan sonra mezardan dışarıya çıktı.
Ve dualarla ve besmelelerle
kabire toprak atılmaya başlandı. Ka-bire birkaç kürek toprak atan herkes
elindeki küreği yanındakine bırakıyor ve böylelikle bu hayırlı işten herkes
nasiplenmiş oluyordu. Kadir de babasının kabrine birkaç kürek toprak attıktan
sonra kenara çekilmiş ve gözyaşları içinde kabrin toprakla dolduruluşunu
seyretmeye başlamıştı. Baba ile oğul arasına atılan her kürek toprakla bu
ayrılığın somutlaştığını, geri dönülmez bir gerçeklik olduğunu hissediyordu.
Babasından. sevgili
babacağızından ayrılıyordu Kadir. Artık dünya ve ahiret gibi iki ayrı alemin,
iki ayrı insanı oluyorlardı. Dünya ahiretten. ahiret dünyadan ne kadar uzaksa,
onlar da birbirlerinden o kadar ayrılıyorlar, o kadar uzaklaşıyor-lardı!.
Toprakta açıian bu küçücük çukur, bir mezar değil, dünyadan ahirete açılan bir
yol, bir kapıydı sanki!. Ve kabire atılan her kürek toprakla, dünya ile ahiret
arasındaki bu kapı yavaş yavaş kapanıyor gibiydi!.
Kabir toprakla
doldurulup, kenarları düzeltildikten sonra herkes dua ederek ayrılmaya başladı.
Ömer ile Kadir kabrin beş-altı metre ilerisinde durmuşlar, mezardan ayrılmadan
önce kendilerine başsağlığı dileyen kimselerin taziyelerini kabul ediyorlardı.
Kabrin kenarında oturmakta olan Divane, herkesin kabirden uzaklaştığını görünce
yavaşça ayağa kalktı ve Mehmed efendinin başucunda durarak ellerini havaya
kaldırdı. Herkes durmuş,
herkes susmuş ve pür
dikkat kesilerek öylece Diva-ne'ye bakmaya başlamıştı. Çünkü herkesin
cenazesine gelmeyen, herkesin kabrinde dua etmeyen bu sıradışı adamın ne
söyleyeceğini, nasıl dua edeceğini gerçekten merak ediyorlardı. Ömer ile Kadir
de Divane'ye dönmüşler, babalarının kabri başında çok ciddi bir yüz ifadesiyle
duran bu adamın ne söyleyeceğini beklemeye başlamışlardı.
Bir süre kabire bakan
ve kabirdeki Mehmed efendiyi düşünen Divane, başını yavaş yavaş semaya
döndürdükten sonra Rahman'a, Rahman olan Allah'a seslenmeye başladı.,
Ey zengin olan Allah,
Sana bir fakiri, Sana bir yoksulu getirdik. Ya Rabbi, buraya defnettiğimiz
insan, Senin kulun olan Mehmed efendidir. Sen onu elbetteki bizden daha iyi
bilir, bizden daha iyi tanırsın. Bizler onun iyi ve dürüst bir İnsan, güzel bir
müslüman olduğuna şahit olduk. Umud ederiz ki Senin katında da iyi
İnsanlardan, Senin yanında da salih kullanndandır. Herkese yardım etmeye çalışan
bu kuluna, Sen de yardım et Ya Rabbi. Çünkü onun Senden başka bir kimsesi.
Senden başka bir yardımcısı yoktur. Sen ona azap edersen, o Senin kulundur. Fakat
Sen onu affeder, sen onu bağışlarsan hiç kuşkusuz ki Rahman olan. Rahim olan.
Aziz olan, Hakim olan, Vedud olan Sensin, Sensin Ya Rabbi..
Divane'nin bu sözleri,
onu dinleyen herkesi duygulandıran, herkesin gözieri-ni yaşartan sözler
olmuştu. Kadir de çok etkilenmişti bu sözlerden. Dünya ve ahiret arasında
durarak tüm ilgisini ahirete yönelten, Allah'ı sanki görüyormuş, sanki duyuyormuş
gibi O'na seslenen. O'na yakaran bu adamın sözleri. Kadir'in yüreğini sarsan,
duygularını kabartan sözler olmuştu.
Acaba kendisinin de, kendisinin
de arkasından bu sözleri edecek bir deli, böyle konuşacak bîr divane olacak
mıydı? 'İnşaallah" dedi kendi kendine. Çünkü Divane'nin sözlerini
babasının kulağı ile dinlediği zaman, Alİah ile yalnız kalan babasının bu
samimi sözlerden ve bu samimi duadan çok hoşlandığını hissetmişti. Böylesi
duygular ve düşünceler içinde Diva-ne'ye bakarken, yaşlı bir adamın Divane'ye
yaklaştığını ve sessiz sessiz ağlayan Divane'yi omuzundan tutarak, yavaş
adımlarla kabirden uzaklaştırdığını gördü. Kadir az önce yanlarına gelerek
"Babanız İyi bir insandı. Alİah rahmet eylesin"' diyen bu yaşlı
adamın kim olduğunu soracaktı ki, henüz bu sor,uyu sormadan cevabıyla
karşılaştı.,
Bu Yakup hocadır.
Kadir bunu söyleyen
köylüye dönünce, köylü büyük bir sırrı açıkhyormuş ciddiyetiyle ilave etti.,
Divane ondan başkasını
dinlemez.
Anladım dercesine başını
hafifçe salhyan Kadir, ağır adımlarla mezarlıktan uzaklaşan bu iki adamın
arkasından bakarken, her nedense bu iki adamın dünyaya ait insanlar
olmadıklarını hissetti. Bu iki adam sanki bir başka alemde yürüyorlar, bir
başka alemde yaşıyorlar gibiydi!.
İki gündür köyde olan
Kadir.
abisi Ömer ile
birlikte misafirleri ağırlıyor, taziyeleri kabul ediyordu. Bu arada ölüm
haberini alan Dilara da işlerini hızla proglamlamış ve ilk uçakta yer ayırtarak
Türkiye'ye gelmişti. Çalıştığı şirketin Türkiye disbiritörü kendisini hava
limanında karşılayarak özel arabasını ve şoförünü teklif etmesine rağmen bunu
iş prensiplerine uygun görmeyen Dilara hava limanından bir araba kiralamayı
tercih etmiş ve kendisine oldukça sıkıntılı gelen bir yolculuktan sonra köye
ulaşmıştı.
Sevdiği ve severek
evlendiği hanımını bir anda karşısında gören Kadir, şaşkın ve sevecen
duygularla bir süre hanımına baktı. Dilara'nın bu düşünceli davranışından oldukça
duygulanmış ve böyle bir günde yanında olan hanımını kendisine çok yakın hissetmişti.
Nitekim bu sıcak duygularla hanımına sarıldığı an gözyaşlarını tutamadı ve
hıçkınklar içinde "Dilara babam, babam öldü" demeye başladı.
Kuvvetli ve dirayeti!
bir insan olarak tanıdığı kocasının çaresiz bir çocuk gibi ağladığını gören
Dilara, gizlemeye çalıştığı bir şaşkınlık ile duraksadı ve kocasına ne diyeceğini,
ona nasıl davranacağını bilemedi. Çünkü içinde yetiştiği batı kültüründen
kaynaklansa gerek, alışık olduğu bir tepki, alışık olduğu bir duygusallık
değildi bul. Ölüm denilen bu soğuk gerçek, her şeye rağmen aynı soğukkanlılıkla
karşılanması gereken bir gerçek değil miydi? Başkalarının ölümünü bile
soğukkanlılıkla karşılayamayanlar, bu ölüm düşüncesinin kendilerine yansıyan
yokedici gölgesiyle nasıl başa çıkabilir ve insanı yokluğa sürükleyen bu
karanlık gölgede yaşama sevincini nasıl hissedebilirdi ki!. İnsanın yüreğini
ürperten ve yarına yönelik tüm emellerinin içini boşaltan bu ölüm düşüncesinden
uzaklaşılmadıkça, hayata ve hayatın içindekilere yaklaşabilmek nasıl mümkün
olabilirdi?
Batı insanı bunu
farketmiş olacak ki. ölen bir yakınlarını soğukkanlılıkla defnediyorlar ve
daha sonra bir kafetaryada toplu halde pasta yiyip, kahve İçtikten sonra dağılarak
norma! yaşantılarına dönüyorlardı. Zaten yapılması gereken de bu değil miydi?
Dilara bu duygular ve
düşünceler içinde "Başın sağol-sun hayatım" diyerek, Kadir'i teselli
etmek istedi. Daha sonra Kadir'in ailesine de taziyelerini sunan Dilara'ya- tüm
aiie çevresi sıcak bir yakınlık gösterdi. Kendi örf ve anenelerine yabancı bir
ortamda yetişen Dilara'nın hemen Türkiye'ye gelmesini ve bu acılı günde
kocasının yanında olmasını onlar da takdirle karşılamışlardı. Böyle bir yöreye
çok yabancı bir kimliği olmasına rağmen insanlara tevazuyla yaklaşan ve
çevresindekilerle samimi bir şekilde uyum sağlamaya çalışan bu kadın, iyi ve
özel bir kadın olmalıydı.
Çevresine bu olumlu
görüntüyü yansıtan Dilara ise. bu görüntünün arkasına gizlemeye çalıştığı bir
hayreti, bir şaşkınlığı yaşıyordu. Daha önceleri iki kere İstanbul'a
gelmişler ve kocasının ailesiyle İstanbul'da görüşmüşlerdi. Türkiye'ye ilişkin
olarak İstanbul'un sadece Rumeli yakasını tanıyan Dilara'nın, Anadolu yakasına
ilk kez geçişi ve bir Anadolu köyüne ilk kez gelişiydi bu!. Gerçi televizyonlarda
böylesi köylere ve köylülere ilişkin bazı belgeselleri izlemesine rağmen yine
de hayrete düştüğünü ve çok şaşırdığını hissetmişti. Belki de belgesellerde
böylesi köyleri ve köylüleri izlerken, bu görüntülerin sadece bir film, gerçek
hayatla yeterince bağdaşmayan abartılı bir film olduğunu düşünüyordu!.
Ama gerçekti. gördüklerinin
hepsi yaşanan bir gerçekti!. Bahçenin bir ucuna derme çatma tahtalardan yapılan
helalar, hayvan tezeklerinin yanında oynayan çocuklar, nasırlaşmış elleri ve
ayakları ile hayvan damlarından tarlaya, tarladan eve gidip gelen kadınlar hep
gerçekti!. Ve tüm bu gerçeklikler çok doğal, çok olağan bir hayat biçimi gibi
hiç yadırganmadan yaşanıyordu bu köyde!. Sanki zaman tüneline girmiş,
şimdiki zamandan
geçmişe, geçmiş yıllara dönmüştü Dilara!. Dünya kadınlarının son yüzyıl
içindeki atılımları ve modern dünyada kazandıkları konumlar, hiç gerçekleşmemiş,
hiç yaşanmamış gibiydi bu köyde!. Erkeklerine ciddi bir saygıyla yaklaşan,
onların emirlerini hiç yadırgamadan yerine getiren, onların gölgesinde yaşamayı
huzurlu bir güven ortamı olarak telakki eden bu kadınlar, çağdaş kadın
kimliğinden ne kadar da uzaktı!.
İnsanlık tarihi
boyunca kadınlar bir evrim içindeyse, Anadolu'daki bu kadın kimliği 21.
yüzyılda bile evrimin ilk aşamalarını, ilkel dönemlerini geride bırakan bir
kimlik değildi. Oysa batı dünyası bu konuda oldukça ilerlemiş, kadınlarla
erkekler arasında hiçbir fark kalmamış gibiydi. Bir erkeğin elde edebileceği
her türlü sosyal konumun yollan, erkeklere olduğu gibi kadınlara da açıktı batı
dünyasında. İsteyen kadın istediği meslek bölümünde çalışabilir ve bu
çalışmalarıyla istediği konuma, istediği makama yükselebilirdi.
Kadınların ekonomik
açıdan özgür ve bağımsız olmaları, kadınların diğer konularda da özgürce
düşünmelerine ve Özgürce karar vermelerine olanak sağlıyordu. Batı dünyasındaki
kadınların erkeklere muhtaç olmadan yaşayabileceklerini kanıtlamaları,
kadınlarla erkekler arasındaki binlerce yıllık tarihi ve sosyal bir bağı
koparmış gibiydi. Daha Önceleri bir erkeğin kanatları altına sığınmayı kaçınılmaz
bir gereklilik olarak kabul eden ve bu erkekle nikahlanmayi yannlara yöneJik
sosyal bir güvence olarak telakki eden kadınların, bu evlilik meselesine
yaklaşımları da tamamen değişmişti. Çünkü gördükleri kadarıyla kadınlar
erkeklere değil, erkekler kadınlara muhtaçtı artık. Erkekler kadınlara Özgü
işlere hiç heves etmez ve bu işlere ellerini hiç sürmezlerken, kadınlar hem
kendi işlerini ve hem de erkeklere özgü işleri yapabiliyorlardı. Böyle bir
durumda evien-menlerine ve evlendikleri erkeklere ücretsiz hizmetçilik
yapmalarına ne gerek yardı ki!. Erkeklerden bekledikleri yegane şey cinsellik
ve cinsel beraberlik ise bunu zaten evlenmeden de yaşıyorlar,
yaşayabiliyorlardı.
Gerçi Dilara'nın kabul
ettiği bir yaklaşım değildi bu!.Çünkü meseleye bu şekilde yaklaşan ve belli
sürelerde birçok erkekle beraber yaşayan batı kadınlarının, ücretsiz bir
hizmetçi olmasalar da, ücretsiz bir hayat kadını durumuna düştüklerini
hissediyordu. Onlarca kadınla beraber yaşadıktan sonra hangi kadınla
evleneceğine ve büyük bir iutuf gösterip hangisine "Evet" diyeceğine
yine erkekler karar veriyordu!. Gençlik ve güzellik yıllarını nikahsız deneme
evlilikleriyle geçiren yüzbinlerce kadın ise denenmiş bir mal gibi yaşlılık
yıllarına terkediliyordu!.
Belki de bu kadınlar
erkeklerin ne olduğunu, kendilerini nasıl bir aldatmacaya sürüklediklerini ancak
ö zaman arılıyorlardı!. Beraber oldukları gençlik yıllarında kendilerine
olgunluk dersi veren, "Önemli olan
olgun ve tecrübeli
bir kimliğe sahip
olmaktır" diyerek
kendilerini kullanan erkeklerin, gerçek evliliğe niyetlendikleri ilerki
yıllarda olgunluğu ve tecrübeyi değil, her nedense gençlik ve güzelliği tercih
ettiklerini görüyorlardı!. Gençliği
yitirdikten sonra gençliğin
bir değer olduğunu anlamaları ise tabi ki çok geç
kalmış bir anlayış oluyordu. Bu köyde yaşayan kadınlar, batı kadınlarında
bulunan sosyal konuma ve ekonomik özgürlüğe sahip olmasalar da, hiç kuşkusuz ki
onların yaşadıkları böylesi sorunlardan uzak bir hayat sürüyorlardı. Dünya
kadınlar birliğinde yapılan değişik toplantılarda, genellikle üçüncü dünya
ülkelerinde yaşayan kadınların sosyal konumlan tartışılıyor, bu kadınların
modem ve çağdaş bir kadın kimliğine kavuşuturulması için nelerin yapılabileceği
konuşuluyordu!.
İyi ama bu kadınların
böyle bir isteği, böyle bir talebi var mıydı? Dilara bu duygular içinde köylü
kadınlarını daha yakından gözlemlemeye ve onların yaşadıkları dünyaya bakışını
daha yakından anlamaya çalıştı. Gerçi bunu anlayabilmesi için fazla bir çaba
harcamasına hiç gerek yoktu. Çünkü bir çocuğun dahi hiç zorlanmadan
anlayabileceği bir doğallık, basit bir sadelik vardı bu kadınların hayatında!.
Ve gördüğü
ve anladığı kadarıyla
bu kadınların batılı kadınlara benzemek gibi bir istekleri, böyle bir talepleri
de yok gibiydi!. Kendilerini sadece kocalarına ait gören ve yine sadece
kocalarına ait gördükleri vücutlarını diğer bütün erkeklerden gizlemeye
çalışan bu kadınlar, ilkel bir namus anlayışıyla da olsa kendilerine göre temiz
ve sade birhayat sürüyorlardı. Bu kadınlardan herhangi birisi modern bir
kıyafetle kokteyl salonuna dahil edilse, herhalde utancından kıpkırmızı olur
ve panik içinde bir masanın altına saklanmaya çalışırdı!.
Dilara bu farazi
düşüncesine gülümsedi!. Kendisi için çok doğal olan bu durum, kendisinden çok
farklı olan böylesi köylü kadınlar için tabi ki olacak bir şey değildi!.
Kendisi çalıştığı şirketteki yüzlerce erkeğe vaziyet ederken, bir erkeğin
emrinde koskoca bir ömür yaşamayı kabullenen bu kadınlar elbetteki kendisinden
farklıydı , farklı olacaktı.
Kendisi için bu
kadınların yerinde olmak, bu
kadınların yaşadıklarını yaşamak, nasıl mümkün değilse, bu kadınlar için de
aynı durum söz konusuydu. Düşünceleri bu noktaya geldiği zaman durdu, duraksadı
ve tuhaflaştı Dilara.
Bu kadınların yerinde
olmak, bu kadınların yaşadıklarını yaşamak!. Ne kadar basit, ne kadar sıradan
bir hayat olurdu bu!. Böyle bir uzak olasılığı düşünmek bile Dilara'nın tuhaflaşmasına neden
olmuştu!. Kendisini bu
kadınlardan herhangi birisinin yerine koyunca, içinin boşaldığını, koskoca
bedende bir hiç durumuna düştüğünü hissetti. Düz, dümdüz bir kadın oluyordu!.
Böyle bir durumda ne bilgi ve birikimi, ne de konum ve kariyeri kalıyordu!.
İngilizce, Almanca, İspanyolca gibi lisanlan da olmayacak, dünya insanlarıyla
tüm diyalogları da kesilecekti. "Belki de tavuklarla tavukça, ineklerle
inekçe konuşabilirim" diye garip bir düşünce geçti içinden ve sonra
"Ben neler düşünüyorum" diyerek güldü, gülümsedi bu düşüncesine!.
Olacak şey değildi ki
bunlar!.
Bu kadınların yerinde
olmayı ve onların yaşadıklarını yaşamayı da nereden çıkarmıştı!. Hiç kuşkusuz
ki herkes kendi dünyasını yaşayacak ve yine herkes kendi hayatını, kendi
tercihlerine göre belirleyecekti. Ayrıca bu köylü kadınların durumunu da yadırgamasına
pek gerek yoktu. Çünkü böyle bir ortamda doğmuşlar, böyle bir çevreden
ve kültürden etkilenerek yetişmişlerdi. Dolayısıyle. onların bu basit
yaşamlarını küçümsemesi ve onlara belli bir mesafeden bakması,
kendisine hiç yakışmayan
bir davranış olurdu. Nitekim bu
düşünceler içinde çevresindeki bütün kadınlara samimi bir sevgi ve şefkat
duyduğunu hissederek, onlara daha bir sıcak yaklaşmaya başladı.
Dilara o geceyi köyde
geçirdi.
Akşam yemeğinden sonra
kadınlarla erkekler iki ayrı evde toplanarak kayınpederi Mehmed Efendi için
Kur1 an okumuşlar ve dua etmişlerdi. Kayınvalidesi Nedime hanımın yanından
ayrılmak istemeyen Dilara da onunla beraber bu toplantıya katılmıştı.
Dilara'yı o gece en çok etkileyen olay. Kur1 an okunmaya başlamadan önce
kendisine uzatılan bir yemeniyi tebessüm ederek alması ve bu yemeniyle başını
Örttükten sonra aynaya bakması olmuştu. Aynadaki görüntüsü karşısında bir anda
irkilmiş. irkilivermişti Dilara!. Çünkü aynada kendisini değil, buradaki köylü
kadınlardan herhangi birisini görüyordu sanki!. İyi ama bir Örtü, küçücük
bir örtü İnsanı nasıl bu kadar değiştirebilirdi? Bu sorunun cevabını veremedi
Dilara!. Fakat aynada gördüğü şey, itiraz edilemeyecek kadar açık bir
gerçekti. Başını Örten küçük bir yemeni ile sanki kimlik ve kişiliği de
örtülmüş, bir örtü ile bu insanlara, kendisine oldukça uzak sandığı bu
insanlara benzeyivermişti!.
Mlara ertesi gün
Almanya'ya döndü,
Kadirin de kendisiyle
beraber gelebileceğini umud etmesine rağmen kocası her nedense köyden ayrılmak
istememiş ve bir süre daha köyde kalmak istediğini söylemişti. Dilara'ya göre
doğru bir yaklaşım değildi bu!, Çünkü Kadir durumundaki birisinin, üç gün bile
işlerinden ayrı kalması mümkün değildi. Bunu Kadir'e hatırlattığında "Biliyomm
hayatım. Şimdilik telefon talimatlarıyla durumu idare ediyorum" demişti.
DÜara çok geniş yelpazedeki bu işlerin telefon talimatlarıyla gereği gibi
yürümeyeceğini bilmesine rağmen kocasına itiraz etmemiş, "Sen
bilirsin" diyerek önce İstanbul'a dönmüş ve oradan da Frankfurt'a
uçmuştu.
Köyde kalan Kadir ise,
sanki farklı bir alemde yaşıyor gibiydi!. Abisi Ömer'le birlikte taziye için
gelenleri ağırlıyor ve misafirlerle yapılan dini sohbetleri büyük bir dikkatle
dinliyordu. Gördüğü kadarıyla abisi Ömer dini konularda kendisini çok güzel yetiştirmişti.
İnsanların farklı görüşler ileri sürdükleri meseleleri Kur'an'a göre
değerlendiriyor ve okuduğu ayetlerle konuya tartışılmaz bir açıklık
getiriyordu. Kadir abisinin bu konuşmalarım izlerken, onun yıllar Önce
kendisine anlatmaya çalıştığı bazı gerçekleri düşündü. O zamanlar abisini
sadece dinlemekle yetinmiş fakat iş yoğunluğu nedeniyle bu dinlediklerini
düşünmeye, değerlendirmeye bile fırsat bulamamıştı. Şimdi ise çok dikkatli bir
kulakla dinliyor ve dinlediği her şeyi anlamaya çalışıyordu.
Kadir her fırsatta, boş
kaldığı her fırsatta babasının mezarına gidiyordu. Mezarlığa gittiğinde
farkettiği ilk şey, babasının kabri yanına kazılan yeni ve boş bir mezar
olmuştu!. Bu boş mezarın baş ucuna dikili olan eski bir levhada ise "Bu
kabir belki senin için hazırlandı. Sen bu kabir için hazırlandın mı?"'
yazısı vardı.
Bunun nedenini merak
eden Kadir, köylülerle konuştuğu zaman bunun uzun yıllardır yapıîagelen güzel
bir adet olduğunu öğrendi. Mezarlığa ziyarete gelenler bu boş kabiri de görüyor
ve bu boş kabire kendilerinin de gömülebileceğini dikkate alarak, ibret almaya
ve yaşantılarına çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. Kadir 'Peki bu boş kabire kim
gömülüyor?" diye sorduğunda ise köylüler gülümse-mişler ve "Tabi ki
köyde ilk Ölen kimse. Sonra hemen yanına boş bir kabir daha kazılıyor ve
yazılı levha o kabire dikiliyor" cevabını vermişlerdi. Gerçekten güzel,
güzel dedikleri kadar
güzel bir adetti bu. Babasını defnedecekleri gün ''Mezar kazıldı mı?" diye
sorduğunda, yanındaki adamın "Dört ay önce kazıldı"diyerek verdiği
cevabın ne anlama geldiğini de ancak şimdi anlayabilmişti. Bu köyde ölen kimse
kahirin kazılmasını beklemiyor, çok daha önce kazılan kabir, ölecek kimseyi
bekliyordu!. Bu duygu ve düşünce genişliği içinde boş kahirin yanına giderek,
buraya dikilen levhadaki yazıyı tekrar okudu.,
"Bu kabir belki
senin için hazırlandı. Sen bu kabir için hazırlandın mı?"
Boş kabire düşünceli
gözlerle bakan Kadife ve Kadir'in dünyasına çok uzak bir soruydu bul. Çünkü çok
iyi biliyordu ki kendisi sadece dünyayı önemseyen, sadece dünya İşlerini
dikkate alan bir yaşantı içindeydi. Bu boş kabir Kadir için hazır olsa da, dini
açıdan bomboş bir yaşantısı olan Kadir kendisini bekleyen bu kabir için
elbette-ki hazır değildi.
Peki hazır olmak
önemli miydi? Ve hazır olmak için ne yapılması gerekiyordu? Bu sorulardan ve bu
düşüncelerden gönlünün daraldığını hisseden Kadir, bir an önce mezarlıktan
çıkmak ve bu sorulardan uzaklaşmak istiyordu. Aslında bu sorular değil, bu
soruların muhtemel cevaplan rahatsız ediyordu Kadir'ü. Çünkü bu cevaplara
yüzünü döndüğü zaman, yıllardır şekillendirmeye çalıştığı kendi kişiliğine ve
kendi gerçekliğine sırtını dönmüş gibi oluyordu!.
Kadir kendisini
çelişkiye düşüren böylesi düşünceler içinde boş kabirden uzaklaşmak ve
mezarlıktan çıkmak istiyor fakat ertesi gün yine buraya, yine bu mezarlığa geliyordu.
Bu köy mezarlığındaki sessizlik ve sakinlik çok etkiliyordu Kadir'. Nedenini
anlayamadığı bir huzur, bir sükun hissediyordu bu mezarlıkta. Ancak yine de
babasının kabri yanındaki boş mezara pek bakmamaya, boş mezarın dolu levhasını
pek okumamaya çalışıyordu!.
İlgisini ve
dikkatini/babasına,
babasının kabrine
veriyor, uzun uzun babasını düşünüyordu. Dört gün ve dört gecedir burada, bu
mezardaydı babası. Gerçi babası İçin gündüz ve gece diye bir şey yoktu artık.
Kabirin üstü günlük güneşlik de olsa, babası kara toprağın kapkara karanlıkları
içindeydi!.
Ve yalnızdı, yapayalnızdı
babası!. Babasının kabri başında konuşan ve kendisine Divane denilen adam Ya Rabbi,
onun Senden başka bir kimsesi. Senden başka bir yardımcısı yoktur" derken
doğru, gerçekten çok doğru söylemişti. İnsanoğlu yaşarken etrafında binlerce
adam, binlerce yardımcı olsa da, kabire girdiği zaman çırılçıplak bir
yalnızlığa düşüyor ve alemlerin Rabbi karşısında tek başına kalıyordu!.
Hergün babasının
kabrine gelen Kadir, babasının kabri başında ne söyleyeceğini, nasıl dua
edeceğini pek bilmiyordu. Bu bilmezlik içinde ellerini Allah'a açıyor "Ya
Rabbi babamın günahlarını affet, onun Senden başka bir kimsesi yok, ona yardım
et" diyordu. Bugün yine kabrin yanına gelmiş ve aynı duayı yapmıştı.
Duasını bitirdikten sonra birçok mezartaşında bulunan "Ruhuna fatiha"
yazısı dikkatini çekti. Babasının mezarı henüz yapılmadığı için, kabrin başında
böyle bir mezartaşı ve böyle bir yazı yoktu. Fakat yine de babama bir Fatiha
okuyayım isteğine kapıldı.
Ancak cenaze namazı
aklına geldi!.
Cenaze namazında
fatihayı okumak istemiş, ne var ki "Maliki yevrniddin" den sonraki
ayeti bir türlü hatırlayamamıştı. Oysa bildiği, ezberlediği ve çocukluk
yıllarında yüzlerce kez okuduğu bir sureydi bu!. Sesli okursam belki hatırlarım
düşüncesiyle, Fatiha'yı sesli bir şekilde okumaya başladı.,
"Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdülillahi Rabbil alemin. Errahmanirrahim. Maliki yevmiddin..."
Yine durdu, yine
hatırlayamadı sonrasını!. Hafızamı zorlasam belki sökerim umuduyla, ''Maliki
yevmiddin'' ayetini tekrar etmeye başladı. Bir yandan sesli bir şekilde
"Maliki yevmiddin" diyor, diğer yandan bu ayetin devamını
düşünüyordu.
İyyakenabudu ve
iyyakenastain" Bir anda sesi soluğu kesilen Kadir, heyecandan donakaldığını
hissetti. Çünkü bu ses topraktan, toprağın altından gelmişti!. Acaba yanlış mı
duydum yoksa bana mı Öyle geldi diye düşündü!. Hayır, çok açık ve çok net bir
şekilde duymuştu bu sesi!. Ayrıca duyduğu bu sözler de gerçekten hatırlamak
istediği sözlerdi.. 'İyyakenabudu ve iyyakenastain" Topraktan gelen bu
sesle tüyleri diken diken olan Kadir, bir süre ne yapacağını, ne düşüneceğini
bilemedi. Acaba babası mıydı bu? Gerçi derinden gelen bu ses. babasının sesine
de pek benzemiyordu! Peki kimdi, kimdi toprağın altından seslenen? Yoksa öldü
sanılarak gömülen insanlar, cansız birer ceset değil miydi?
Bu sorularla iç
dünyasının alt üst olduğunu hisseden Kadir, bir an önce mezarlıktan çıkmak
istedi. Heyecandan birbirine dolaşan ayaklan ile babasının kabrinden uzaklaşırken,
ne dediğini bilmez bir ruh hali içinde hep aynı sözleri tekrar ediyordu.,
İyyakenabudu ve
iyyakenastain, İyyakenabudu ve iyyakenastain...
Mehmed efendinin kabri
yanındaki boş mezardan doğrulan bir adar mezarlıktan hızla çıkmakta olan Kadir'in
arkasından öylece baktı, Kadir'in arkasından bakarken "Acaba bu genç
adamı korkuttum mu?'' düşüncesine kapıldı. Oysa onu korkutmak gibi bir niyeti
yoktu. Fati-ha'yı okumaya çalışan bu genç adamın bir ayete takıldığını görmüş
ve "İyyakenabudu ve iyyakenastain" diyerek ona yardımcı olmak
istemişti.
"Herneyse"
dedi kendi kendine!.
Sonra yine yavaşça
oturdu ve yavaşça uzandı boş kabrin içine. Bir-ölü gibi boş kabrin içine uzanan
bu insan, birkaç saattir bu boş mezarda yatmakta olan Divane'den başkası
değildi!. Fırsat buldukça kabristanın bu boş kabrine geiir ve dünya ile tüm
ilişkilerini koparmış bir ölü gibi kendisini bu boş kabrin içine bırakırdı.
Öldüğünü, ölüp de bu
mezara gömüldüğünü düşünürdü Divane!. Bu düşünceyle heyecanlanır, bu düşünceyle
bir bayram arefesinin umudlarla dolu coşkusunu yaşardı'. Yüzünü ve gönlünü
Allah'a dönerek "İşte Ya Rabbi geldim. Sana kulluk ede ede Senin yanına
geldim'' dedikten sonra susar, susar ve bu suskunluk içinde çığ gibi büyüyen
duygularıyla "Nerede, nerede,, o nerede Ya Rabbi'' diye sayıklamaya
başlardı.
Gülbenaz'ı, gerçek
Gülbenaz'ı istiyordu Divane!.
Gönlünü böylesine
güzel bir Gülbenaz İle tanıştıran ve gönlüne bu Gülbenaz sevdasını veren
RahmarTdan. gerçek olan bu Gülbenaz'ı istiyordu. Çünkü o olmadan yarımdı,
eksikti, çok eksikti Divane!. Gülbenaz olmadan yarım kalmış bir söz, bebeksiz
bir göz gibi hissediyordu kendisini.
Ve onunla, ancak
onunla tamamlanacağını, onunla eksiksiz bir bütün olacağını umuyordu. Bazen
soruyordu kendisine "Acaba Gülbenaz'ı mı, yoksa bana Gülbenaz'ı verecek
olan Allah'ı mı daha çok seviyorum?" diye. Bu soruya hiç durmadan, hiç
duraksamadan "Allah" cevabını veriyordu Divane. Zaten herşeyi yaratan
ve tüm yüce sevgilerin biricik kaynağı olan rahmet merkezi Alİah değil miydi?
O olmadan ne seven, ne sevilen ve ne de sevgi olurdu. Bütün bunları biliyor,
bütün bunlara iman ediyordu Divane. Onun Gülbenaz'ı, deliler gibi Gülbenaz'ı
istemesindeki neden, yarım bir insan olan Divane'nin tamamlanması ve bu tamlık
içinde Allah'a yönelmesi içindi. Havva validemizi Adem (a.s.)'dan yaratan Allah
(c.c), sanki Gülbenaz'ı da Divane'den, Diva-ne'nin soyut olan istek ve
özlemlerinden yaratmıştı. Soyut olan istek ve özlemlerinin, yıllar önce kendi
dışındaki bir kızda, bir canlıda somutlaşmaya başladığını farkeden Divane,
bunu farkettikten sonra çatır çatır bölündüğünü, bunu farkettikten sonra bir
elma misali ikiye ayrıldığını hissetmişti. Çünkü karşısında gördüğü şey bir
başkası değil kendisiydi, kendisinin bir parçası yani diğer yarısıydı!.
Ve bu bölünmüşlüğü
yaşayan Divane, Rahman olan Allah'tan diğer parçasını, diğer yarısını
istiyordu. Allah'ı herşey ile hoşnut ederse, Rahman olan Allah'ın kendisini bu
tek şeyle hoşnut edeceğini umud ediyordu. Allah ona Gülbenaz'ı verecek ve
"Nefislerin birleştirileceği gün" Gülbenaz ile birleşerek, Allah'ın
huzuruna böylesi bir birlik, böylesi bir bütünlük içinde çıkacaktı.
Tabi ki bunun şartı
ölmek,
Allah'a kulluk ede
ede, Rahman'ı hoşnut ede ede müslümanca ölebilrhekti. Bu gerçekleştiği an her
şey gerçekleşecek, her hasret bitecekti. Bu nedenle ölüm güzel, müslümanca
ölmek çok güzeldi. Hasret dolu bir ayrılık bu ölümle bitecek, sevda dolu bir
vuslat bu ölümle gerçekleşecekti.
Bunun için ölümü
seviyor, bunun için her fırsatta bu boş mezara geliyordu. Dünya ile ahiret
arasında bir eşik, yokluk ile varlık arasında bir kapı gibiydi bu mezar. Bu
kapı açıldığı ve bu eşikten geçildiği zaman bütün hasretler bitecek, her şeye
Kadir olan Allah'tan herşeyi değil, bir şeyi, tek bir şeyi isteyecekti
Divane!. Bunları düşünerek, bunları yaşayarak boş kabir içinde saatlerce yatan
Divane'ye en zor gelen şey ise, bu boş mezardan çıkmak ve Gülbenaz'ın olmadığı
boş, bomboş bir dünyaya tekrar geri dönmekti.
Kadir aceleci
adımlarla eve dönerken,
karmaşık düşünceler içinde
Hira mağarasında ilk vahiyle karşılaşan Resulullah (s.a.v.)'i hatırladı. Babası
Mehmed efendinin uzun yıllar önce abisine ve kendisine anlattığına göre vahyin
ilk sözleriyle karşılaşan Efendimiz (s.a.v.) dehşetli bir heyecan içinde eve
dönmüş ve Hatice validemize "ört beni, ört beni Hatice" diyerek
yaşadığı bu müthiş olaydan adeta gizlenmek, saklanmak, uzaklaşmak istemişti.
Kadir de buna benzer
duygular içindeydi!.
Toprağın altından gelen
o sesi duyduktan sonra dünyaya ve dünya yaşantısına ait tüm değer ölçülerinin
bir buz gibi erimeye başladığını hissetmişti. Önce kaçmak, mezarlıktan çıkarak
uzaklaşmak istemişti bu düşüncelerden!. Fakat nereye kaçacak, nereye
sığınacak, bütün bu yaşadıklarını nasıl bir örtü ile örtebilecekti ki!.
Mezarlıkta duyduğu ses, aynı canlılıkla hala kulaklarında yankılanıyordu..
"İyya kenabudu ve
iyya kenastain"
Artık bu sesin kime
ait olduğunu ve nereden geldiğini de pek önemsemiyor, bütün yaşadıklarını ve
duyduklarını Allah'tan, sadece Allah'tan biliyordu. Alemlerin Rabbi olan Allah
sanki ona bakmaya, sanki onunla ilgilenmeye, sanki onu ikaz etmeye başlamıştı!.
Fakat bu İlahi ilgi ve ikaz Kadir'i korkutuyor, bu İlahi ilgiden ve ikazdan
derin bir rahatsızlık hissediyordu. Çünkü yaşadığı son olaylarla kendisinden
uzaklaşıyor, kendi kimlik ve kişiliğini yitiriyor-du Kadir.
Eve geldiğinde uzun
bir süre hiç kimseyle konuşmadı. Babasının odasına çekilerek, babasının boş
yatağına bıraktı kendisini. Dört-beş gün önce babası bu yatakta ölmüş ve
cesedi uzun bir süre bu yatakta yatmıştı!, Bunları düşünmek ise hiç ürkütmedi,
hiç korkutmadı Kadir'i. Çünkü bu yatakta babası değil kendisi ölmüştü sanki!.
Son dört gündür yaşadıklarını düşününce babasını değil de kendisini
yıkamışlar, kendisini kefenlemişler, kendisini defnetmişler gibiydi!.
Dünyadan ve dünyanın
içindekilerden ne kadar da uzaklaşmıştı!. Her gün öğleden önce ofis
müdürlerine işle ilgili talimatlar verirken, sanki bir başka aleme telefon
açıyor ve git gide uzaklaştığı bir başka alemle konuşuyordu!. Babasının
yatağında uzanırken ''Artık bütün bunlara bir son vermem ve biran önce kendime
gelmem gerekir" diye düşündü. Bunu başarmasının yegane yolu ise ölümle
ilgili tüm yaşadıklarını unutması ya da bir kenara bırakmasıydı!. İyi ama bunu
yapabilir miydi?
Bütün bu yaşadıklarını
unutarak ve burun buruna geldiği gerçeklerden uzaklaşarak dünyaya dönebilir,
eskiden olduğu gibi kendisini tekrar çalışmalara verebilir miydi? "Zor.
gerçekten zor" dedi kendi kendine. Çünkü sağlam zannederek üzerinde
yürüdüğü tahta zeminin, her an gelebilecek bir ölüm ile çatır çatır
kırılacağını, kırılıp çökeceğini anladıktan sonra, bu zemine eskisi gibi
güvenebilmesi ve hiçbir endişe duymadan Üzerinde yürüyebilmesi nasıl mümkün
olacaktı?
Bunun
gerçekleşebilmesi, elbetteki ölümü unutmasıyla ve akli bir umursamazlık içinde
"Adam sende!.'' demesiyle mümkün olabilirdi. Fakat böyle yaptığı zaman
kendisini aldatmış, açılan gözlerini zorla kapatmaya çalışmış olmayacak-mıydı?
Düşünceleri bu noktaya gelince Divane'nin gasılhanede söylediği sözleri
hatırladı. Gerçi Divane denilen o adam "ölenler yaşayanların gözlerini
açamıyor"' demişti ama ölen babası Ka-dir'in gözlerini açmış, gerçekten
açmış gibiydi!.
Akşam yemeğini hep
birlikte yediler.
Yemekten sonra
abisiyle konuşan Kadir, söz arasında 'İyyakenabudu.ve İyyakenastain" ne
demek diye sordu. Bu sorunun ne anlama geldiğini ve neden sorulduğunu pek
anlamayan Ömer ise "Fatihanın beşinci ayet-i kerimesi" dedikten
sonra biraz duraksadı ve ilave etti.,
Yalnız Sana kulluk
eder ve yalnız Senden yardım dileriz" anlamına geliyor.
Başını hafif hafif
sallayan Kadir, düşüncelere dalmış gibiydi. Demek ki küçük yaşlarda ezberlediği
bu ayetleri
unutmasının nedeni,
Allah'a kulluktan uzaklaşması ve Allah'a kulluğu unutmasiydi!. Kendisi Allah'a
kulluğu unutmuş ve Allah da kendisine bu ayetleri unutturmuştu!. Zaten
Allah'a kulluğu unutmuş bir şekilde bu ayetleri okusa, bu ayetier onun ağzına
hiç yakışmayacaktı ki!.
Sıkıntılı bir şekilde
iç geçirdi!.
Kendisine sıkıntı
veren şey bu ayetleri unutmasından ziyade, Allah'ın bu ayetleri ona tekrar
hatırlatması, tekrar duyurmasıydı. Ölüler diyarında canlı bir ses ile
karşılaşmış ve iliklerine işleyen bu ses, ona bu ayetleri tekrar hatırlatmıştı!.
Bunun elbetteki bir nedeni, bir hikmeti olmalıydı. Ve bu önemli hikmet, onu
tekrar Allah'a, tekrar Allah'a kulluğa davet etmekten başka ne olabilirdi ki.
. - Kadir!.
Ömer'in bu
seslenişiyle iç dünyasındaki karmaşık düşüncelerden uzaklaşmaya çalışan Kadir,
kısık bir sesle "Buyur, abi" dedi.
Babamızın bir vasiyetini sana iletmek istiyorum. Dikkate alır mısın, almaz mısın bilmiyorum. Fakat ben sana ileteyim, ileteyim de bu borç
üzerimde kalmasın.
Meraklandığını
hisseden Kadir, bu merak ile ''Söyle abi" dedi.
Babamız senin
gelmediğini ve gelemeyeceğini hissettiğinde
"Kadir, babalık hakkıma
riayet etmedi. Gerçi Allah'ın hakkı
yanında benim hakkımın ne önemi olabilir ki" demişti. Daha sonra iyice
ağırlaştığında "Kadir'e söyle,, ona olan hakkımı helal etmemi istiyorsa
Allah'ın hakkına riayet etsin. Umud ederim ki Allah ona acır, ona merhamet
eder, ona hidayet eder" dedi. Ve bu sözler, babamızın son sözleri oldu.
Babasının bu
vasiyetini Kadir'e ileten Ömer, umutsuz gözlerle ona baktı.
Kardeşini ne kadar severse sevsin, onun durumundaki
birisinin kolay kolay dönmeyeceğini, dönemeyeceğini hissediyordu. Çünkü
kardeşinin sahip olduklarının yüzde birine sahip olanlar bile sahip oldukları
mal ve makamı kaybetme endişesiyle Allah'a yönetmiyorlar veya yönelmek
istemiyorlardı.
Gerçi bu insanların,
duydukları endişe, ticari açıdan yersiz ve nedensiz bir endişe de değildi!.
İslam'a yöneldikleri zaman elbetteki helal ve .haram hudutlarıyla
karşılaşacaklar, eskiden olduğu gibi birçok ticari rüzgara yelken
açamayacaklardı. Ticari varoluşu devamlı büyümek olarak algılayan kapitalizme
göre İse küçülmek, ufalmak anlamına gelen bu durum, yokoluşa yönelmekle eş
anlamlıydı!. Nitekim böyle bir yokoluşla karşı karşıya gelmemek için büyümeyi
hedefleyen birçok iş adamı, kapitalizmin helal haram tanımaz rüzgarlarına
yelken açmayı bir gereklilik görmüşler ve yaptıkları bu tercihle ticari alanda
büyürlerken, Allah katında git gide küçülmüşlerdi!.
Ticari hayatta bütün
bunları görmüş, bütün bunları yaşamıştı Ömer!. Kendisiyle aynı işi yapan birçok
iş adamı ortadaki kazandan ellerindeki büyük kepçelerle pay alırlarken, Ömer
hala elindeki küçük ve delikli bir kaşıkla pay almaya devam ediyordu!. Çünkü
Allah'ın emriydi bu. Allah'a yönelerek "Ya Rabbi ben rızkın helalini
İstiyorum" dediği zaman, Allah onun eline büyük bir kepçe değil, kazandaki
helalla haramı ayıran küçük ve delikli bir kaşık veriyordu. Bununla yetinen
Ömer ticari alanda önceleri küçülse de hiçbir zaman yok olmamış ve ilerleyen
yıllarda bereketin getirdiği bir bolluğu ve rahatlığı yaşamaya başlamıştı.
"Elhamdülillah,
elhamdülillahi Rabbil alemin" dedi kendi kendine. Sonra kardeşine, umutsuz
gözlerle yine kardeşinin gözlerine baktı. Kadir'in hüzünlü gözlerinde bir
çırpınışı, çaresizlik dolu bir çırpınışı hissettiğinde, "Keşke kardeşim,
fakir ve yoksul bir insan olsaydı!" diye bir düşünce geçti içinden. Böyle
bir durumda kardeşine sahiplenir ve bildiği doğruiarı kardeşiyle çok daha
rahat bir şekilde paylaşabilirdi.
Kadir ise gerçekten
bir hüzün,
bir çaresizlik
içindeydi. Duyduğu, gördüğü ve yaşadığı herşey sanki Kadir'i sürüklemek
isteyen çılgın bir sele dönüşmüştü!. Sürüklenmemek için bazı dallara tutunan
Kadir ise bu ince ve kuru dalların birer birer çatırdadığını görüyordu.
Karanlık, kapkaranlık
bir gecenin içinde, açık bir demiryolu kavşağındaydı sanki!. Batının kendisine
verdiği son model arabasıyla bu demiryolunun, üzerinden geçerken motor durmuş
ve raylar üzerinde öylece kalakalmıştı!. Önce tüm kapıların kilitlendiği ve
arabanın içinde tutsak olduğu endişesine kapıldı. Çaresiz bir tutsak gibi
camları kıramıyor, arabanın içinden çıkamiyordu!. Gecenin karanlığında her an
gelebilecek olan ışıksız ve ikazsız bir kara tren, arabayla beraber kendisini
de parçalayacak, param parça edebilecekti!.
Arabanın içinde bu
korkuları yaşarken "İyyakenabu-du ve iyyakenastain" sedasını duymuş,
bu ses ve seda İle kapıların açılabileceğini, isterse bu arabadan
çıkabileceğini farketmişti. Fakat bunu da istemiyordu Kadir!. Çünkü bu arabanın
içinde Kadir'in koskoca bir hayatı ve hayat tar-zı. geçmişi ve geleceği vardı.
Bütün bunları bırakarak arabadan nasıl çıkabilir, bütün bunları nasıl
terkedebilirdi?
Bu düşünceler- içinde
abisine baktı. Sakin gözlerle kendisine bakan abisinin böyiesi sorunları yoktu.
O yıllar önce kararını vermiş ve Allah'ı dikkate alan bir yaşam tarzını tercih
etmişti. Daha önceleri abisinin bu karannı basit ve ticari realiteye aykın
görerek pek onaylamayan Kadir, şimdi aynı düşünceler içinde değildi. Abisi Ömer
böyle bir hayat tarzını tercih ederken belki de en güzel, en doğru karan
vermişti.
İyi ama ne olacak, kendisi
ne yapacaktı ki!. Yolun başında olsaydı, belki kendisi de abisi gibi bir ka'rar
verebilirdi. Ancak bunca yıllık çalışmalarıyla kazandığı başarılar, ulaştığı
ve ulaşacağı önemli konumlar vardı. Bütün bunlar ne olacak, hiç kazanılmamış
ve hiç kazanılmayacakmış gibi bir kenara mı bırakılacaktı? Ve bunlar, bütün
bunlar bir kenara bırakıldığı zaman, hayatının ne anlamı kalacaktı ki!.
":Hiç. hiiç" dedi kendi kendine ve bu cevaba hiç itiraz edemedi.
Çünkü şimdiye kadar ki hayatına anlam katan bütün bu kazanım-lan ve hedefleri
terkettigi zaman, hayatının gerçekten hiçbir anlamı kalmayacaktı.
Ölmüş, sanki oluvermiş
gibi olacaktı. İyi ama öldüğü, ölüverdiği zaman zaten ortadan kalkacak olan
anlam, hayatın gerçek anlamı olabilir miydi? Allah'a ve ahiret gününe
inanmayanlar için, hayat fani olduğu gibi hayatın anlamı da fani olabilirdi.
Çünkü onlar kendilerinin bir ot, bir böcek gibi nedensiz yaratıldıklarına
inanan ve öldükten sonra yokolup gideceklerini zanneden insanlardı, Dolayısıyle
onlar için hayatla birlikte, hayatın anlamının da ortadan kalkması çok doğaldı.
Fakat bir insan, herhangi bir insan Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, bu
insan için hayatın anlamı çok daha geniş ve kapsamlı olmalı, inandığı ahiret
gününe kadar uzanmalı değil miydi?
Bu duygular içinde
"Hayat ve hayatın anlamı" dedi kendi kendine.
Gerçekten önemli bir
cümle, önemli bir soruydu bu!. İşin garip tarafı bu önemli sorunun dosdoğru
cevabını biliyor, yüreğinde hissediyor gibiydi. Ancak her nedense görmek ve
kabullenmek istemediği bir cevap oluyordu bu!. Çünkü bu cevapla birlikte
nelerden vazgeçmesi gerektiğini ve neleri kaybedeceğini de çok iyi biliyordu.
İyi ama neden, neden hep kaybedeceği şeyleri düşünüyordu ki? Böyle bir karar
verdiği zaman kazanacağı bir şey, kazanacağı hiçbir şey yok muydu?
"Allah" diye
gizli bir fısıltı yükseldi içinden!. Evet Allah ve Allah'ın hoşnutluğu idi
kazanacağı şey. Terkedip kaybedeceği yüzlerce şeye karşılık, kazanacağı tek şey
Allah ve Allah'ın hoşnutluğu olacaktı. Sırtını döndüğü, terkettiği bütün
şeylerden uzaklaşırken Allah'a ve Allah'ın hoşnutluğuna yaklaşacaktı. Peki buna
değer miydi?
Bu soru ile içinin
hızla daraldığını, yüreğinin utandığını hissetti. Ne biçim bir soruydu bu
böyle!. Allah'a inanan bir insanın gönlüne ve diline böyle bir soru yakışır
mıydı? Hem Öldüğü, ölüverdiği zaman kendisi için en önemli şey Allah ve
Allah'ın hoşnutluğu olmayacak mıydı? Allah İçin terkettiği ve terkedeceği
şeylerin, Allah'ın yanında ne değeri olabilirdi ki? Dolar milyarderi Mr. Kapole
gibi fanilere ve bu fanilerin geçici hedeflerine sırtını döndüğü zaman, Baki
olan Malik-ül mülke ve O'nun hoşnutluğuna yüzünü dönmüş olmuyor muydu?
Bir insanın alemlerin
Rabbi olan Rahman'a, Rahman ve Rahim
olan Allah'a yüzünü dönmesi, boynunu
bükerek O'na teslim olması ve O'nun hoşnutluğunu istemesi. Bir insan için
bundan daha değerli bir yönetiş, bundan daha şerefli bir teslimiyet olabilir
miydi hiç!. Düşünceleri bu noktaya gelince yine durdu, yine duraksadı Kadir.
Çünkü yine aynı kavşağa, yine aynı yol ayrımına gelmişti!. Fakat artık geri
dönmek, çelişkilerle dolu bir kararsızlık içinde geri dönmek de istemiyordu.
Öylece durdu bu yol ayırımında!,
Her iki yolun
yolcularını ve bu yolcuların muhtemel akıbetlerini düşündü. Aslında birbirinden
ayrı gözüken bu iki yol, ilerki bir menzilde birleşen, aynı noktada bir araya
gelen yollardı. İnsanlar hangi yolu tercih ederlerse etsinler, Allah'a kavuşma
noktasında bir araya geliyorlardı. Allah'a sırtlarını dönen insanlarda, Allah'a
yüzlerini dönen insanlar da. "Dönüş Allah'adır" gerçeğine doğru
ilerliyorlardı. Tabi ki abisi Ömer'in de taziye konuşmalarında belirttiği gibi
akıbetleri farklı oluyordu bu insanların!. Birçok insan yüzünü dünyaya dönmüş
bir şekilde geri geri giderek bu kavuşma noktasına yaklaşıyorlardı!. Gittikleri
yere değil, geldikleri yere bakarak geri geri yürüyen bu insanlar, çok kısa bir
süre sonra arkalarında bekleyen ölüm meleğinin omuzlarına hafifçe dokunmasıyla
korkudan buz kesiliyorlar ve kendilerini nasıl bir akibete sürüklediklerini o
zaman, ancak o zaman anlıyorlardı.
"Dönüş
Allah'adır" gerçeğine yüzleri dönük bir şekilde yaklaşan ve geldikleri
yerden ziyad,e gitmekte oldukları yeri dikkate alan mü'minler ise elbetteki
farklı bir akibetle karşılaşıyorlardı. Onlar dünya yaşantısında yüzlerini
Allah'a nasıl dönmüşlerse, lütuf ve rahmetine muhtaç oldukları Allah'ın
cemalini de aynı şekilde kendilerine dönük buluyorlardı. Abisinin söylediği
gibi Allah ile ne güzel bir karşılaşma, Allah ile ne güzel bir vuslat idi bu.
Bütün bu
düşündüklerini yüreğinde yaşayan Kadir. içinde yosun tutmuş kahn bir duvarın
yıkılmaya başladığını hissetti. Bu duvar yıkıldıkça iç dünyası ilk kez
aydınlanıyor, yıllardır daralan gönlü ilk kez nefes alıyordu sanki!. Burnu
titremeye, gözleri dolmaya başlamıştı. Ağlamamak için zor tutuyordu kendisini.
Babasının vasiyetini1 kendisine ileten abisine dönerek, heyecandan titreyen bir
sesle sordu.,
Abi, Allah'ın hakkına
riayet etmek nasıl olacak?
Ömer'in beklemediği
bir soruydu bu!. Hangi amaçla sorulduğunu anlamasa da. kısaca bir cevap verdi
kardeşinin bu sorusuna.,
Yalnız O'na kulluk
edip, yalnız O'ndan yardım dileyerek..
Kadir düşünceli bir
şekilde ;ıYani ııİyyakenabudu ve iyyakenastain" dedi. Başını salhyarak
''Evet kardeşim!."' diyen Ömer, biraz duraksadıktan sonra aynı sözü tekrar
etti.
İyyakenabudu ve
iyyakenastain"
Kadir bütün geceyi
abisiyle konuşarak geçirdi.
Bütün sorularına gayet
açık ve net cevaplar veren abisini sanki yeni yeni tanımaya, yeni yeni anlamaya
başladığını hissetti. Kendisiyle gayet sakin bir şekilde konuşan abisi Ömer,
gerçekten kalbi bir huzur ve akli bir mutmain-lik içindeydi. Her soruyu
dikkatle dinliyor ve Kadir'e göre cevabı zor olan bu sorulan, gayet basit ve
anlaşılır cümlelerle cevaplayıveriyordu.
Kadirin sorduğu her
soruda,
Kur'an'ı ve Kur'an-i
Kerim'in konuyla ilgili hükümlerini dikkate alıyordu abisi. Önce bu durumu
biraz yadırgadı, biraz tuhaf karşıladı Kadir!. Çünkü ondört asır önce gelmiş
olan bir Kitab. son yüzyıla ait çağdaş sorunları nasıl ve ne kadar cevaplandırabilirdi
ki!. Ancak abisini dinledikçe ve abisinin verdiği cevaplan düşündükçe, durumun
hiç de böyle olmadığını anladı. Çünkü çağdaş dünyaya ve dünya yaşantısına
Kur'an penceresinden bakan abisinin verdiği apaçık cevaplar, hem birbiriyle
çelişkisiz ve hem
de tartışılmayacak
kadar doğruydu. O halde Kur'an-ı Kerim gerçekten evrensel bir Kitab'tı ve bu
Kitab'ın verdiği evrensel cevaplar her çağa sesleniyordu.
Abisini dikkatle
dinleyen Kadir'i en fazla etkileyen gerçek, kelîme-İ tevhid ve bunun yüce
anlamı olmuştu. "La ilahe illa Allah" yan; "Allah'tan başka ilah
yoktur, ancak Allah vardır" sözünün anlamını ve bu anlamın pratik
içeriğini kavrayan Kadir, İslam dininin bu muhteşem kapı-sıyla ilk kez
karşılaşıyordu!.
Abisinin söylediği
gibi buydu ve gerçekten bu olmalıydı İslam dininin muhteşem kapısı. İslam
dinine giriş çıkışlar, bu kapıdan, hep bu kapıdan oluyordu. Sadece Allah'a
inanmak ve Allah'ın ilahhğı-nı tasdik etmek, bir İnsanın İslam'a girmesi için
yeter-H bir neden olmuyordu. Çünkü "İlla Allah" sözü İle Allah'a ve
Allah'ın Hanlığına inanmak ne kadar önemli İse, "La ilahe" sözü ile
yaşanılan çağda insanlara ilahlık taslayan her şeyin reddedilmesi de o kadar
önemliydi.
Nitekim bir mü'min
ayağa kalkarak "La ilahe" yani "Allah'tan başka ilah yoktur'1
derken. "Ben bu sözü söylerken, bana İlahlık taslayan tüm sahte ilahları
ve ilahlaştırı-lan batıl şeyleri inkar ediyorum. Ben bu sözü yaşarken, insanların,
bilimin ve maddenin ilahlaştınlmasını esas alan günümüz dünyasına karşı
çıkıyorum" diyor ve 'İlla Allah" yani "İlah olarak ancak Allah
vardır"' sözüyle de, "Ben sizden ve sizin Allah'tan başka
tapındığınız herşeyden ayrılarak, yegane İlah olan Allah'ın yanında yerimi
alıyorum" diyordu.
Gerçekten sıradışı,
çok sıradışı bir
tavırdı bu!. Demokratik anlayışlarla sürüleşen ve hiç sorgulamadan çoğunluğun
peşinden giden dünya insanları için, iman isteyen bir başkaldırı ve yürek
isteyen bir hicretti bu. Bilerek ve iman ederek "La ilahe illa Allah
sözüne söyleyen bir kimse, bir alemden başka, bambaşka bir aleme geçiyordu. Bu
yeni alemde sadece Allah'ı, herşeye Kadir olan Allah'ı dikkate almak, her-şey
için yeterli oluyordu.
Yattığı zaman bile
bunlan düşünüyor, iç dünyasında bunları yaşıyordu Kadir. İslam dininin yegane
kapısı olarak gördüğü "La ilahe illa Allah" gerçeğinden o kadar çok
etkilenmişti ki, bu sözü söyleyerek kapının eşiğini bir kez değil, bin kez
geçmek ve o muhteşem duyguyu bin kez yaşamak istiyordu. Nitekim bütün gece
boyunca uyuyup uyandığı her an, hep aynı sözü, hep aynı gerçeği tekrarladı.
La ilahe illa
Allah"
Sabahleyin erken
kalkan Kadir, kahvaltısını yaptıktan sonra bir süre bahçede dolaşmış ve ne
yapacağını düşünmüştü. Aslında gönlünden geçen ve gönlünde git gide büyüyen
arzu, Allah'ın huzurunda durmak, O'nun huzurunda eğilmek ve gözyaşları içinde
secdeye kapanmaktı. Fakat her nedense bundan çekiniyor, böyle bir şeyi
evdekilerin meraklı gözleri önünde değil, yalnız bir ortamda yaşamak
istiyordu. Ayrıca bazı sureleri tekrar ezberlemesi ve namazla ilgili bazı
bilgileri tekrar okuması da gerekiyordu.
Bu düşünceler içinde
babasının odasına girerek, kitaplıktaki küçük namaz hocasını gizlice aldı ve
hiç kimseye belli etmeden sessizce evden ayrıldı. Her gün alışmış adımlarla
mezarlığa doğru gitmesine rağmen bugün mezarlığa değil, canlı veya cansız
hiçbir insanın olmadığı bir tenhalığa yürümek, bir yalnızlığa çekilmek
istiyordu. Yüreğinde hissettiği böyle bir istek ile dağa doğru, dağdaki küçük
pınarın kaynağına doğru yürüdü.
Yaklaşık yarını
saatlik bir yürüyüşten sonra istediği
yere gelmiş ve küçük
kaynağın etrafındaki ağaçlardan birinin dibine oturmuştu. Sırtını ağaca
yaslayarak bir süre yaprakların hışırtısını ve akmakta olan suyun sesini
dinledi. Sonra küçük bir talebe heyecanı ile namaz hocasını açarak, beş vakit
namaza ve .namaz kılmaya ait bilgileri okumaya başladı. Aradan uzun yıllar
geçmesine rağmen sanki dün öğrenip de bugün''unuttuğu fakat okuyunca hemen
hatırladığı taptaze gerçeklerdi bunlar.
Daha sonra küçük
yaşlarda ezberlediği belli başlı su-reieri okumaya, onları tekrar hatırlayıp,
tekrar ezberlemeye başlayınca, bunda da fazla zorlanmadığını hissetti. Sureleri
hemen hatırlıyor ve üç-beş kez tekrar ettikten sonra kolayca ezberliyordu.
Kendisini en çok etkileyen şey. ezberlediği surelerin mealleri yani manaları
olmuştu. Bütün bunlar bir insan için ne kadar Önemli manalar ve böyle bir
dünyada yaşarken ne kadar gerekli sözlerdi. Kadir bu duygular içinde Fatiha,
İhlas. Felak ve Nas gibi sureleri ezberlerken, bu surelerin meallerini de
okuyor ve hangi ayetin hangi anlama geldiğini öğrenmeye çalışıyordu.
Saatlerce oturduğu
ağacın altından hiç kalkmadı Kadir, Okuduğu bilgileri ve ezberlediği sureleri
uzun uzun tekrar ediyor, unuttuğu veya takıldığı hiçbir yer kalmasın istiyordu.
Bunu büyük ölçüde başarmıştı da. Elindeki küçük namaz hocasını kapatarak bütün
öğrendiklerini yavaş yavaş tekrar ediyor ve hemen hemen hiçbir yere takılmıyordu.
Ağaca yaslanmış bir şekilde Fatiha suresinin son ayetlerini okurken ve bu
ayetlerin meali olan "Bizi doğru yola ilet. kendilerine nimet verdiklerinin
yoluna. Sapıkların ve gazaba uğrayanların yoluna değil" sözlerinin
manasını düşünürken, uzaklardan bir sesin geldiğini farketti.
Bir ezan sesiydi bu!.
Kadir rüzgarla
birlikte kendisine ulaşan bu ezan sesinin, kendi köylerinden mi yoksa buralara
yakın bir başka köyden mi geldiğini'pek anlayamadı. Öğle namazının ezanı
olmalıydı bu!. Uzaklardan gelen bu ezan sesini dinlerken, elindeki namaz
hocasını açarak ezandaki sözlerin ne anlama geldiğine baktı. Bir yandan ezanı
dinliyor, diğer yandan bu güzel sözlerin, güzel manalarını okuyordu.
Hayyeles salah,
hayyeles salah.
Hayyelel felah,
hayyelel felah.."
Ezanın bu sözlerini
duyup, bu sözlerin anlamını okuyunca, yüreğinin titrediğini hissetti.
"Haydi iyiliğe, haydi selamete, haydi saadete, haydi kurtuluşa"
anlamına gelen bu sözler, bu sözleri duyan herkes için apaçık bir çağrı idi. O
yaşına kadar bu ezanı yüzlerce kez işiten Kadir, ezanı ilk kez duyuyor ve bu
çağrının ne anlama geldiğini ilk kez anlıyor gibiydi. İlahi huzura, İlahi bir
çağrıydı bu.
Biraz önceki halini
hatırladı Kadir!.
Fatiha'nın son
ayetlerini okuyor ve "Bizi doğru yola ilet, kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna. Sapıkların ve gazaba uğrayanların yoluna değil"
sözlerinin manasını düşünüyordu. Bunları düşünürken uzaklardan bir ses gelmiş,
uzaklardan bir davet ilişmişti kulaklarına.,
Hayyeles salah,
hayyelel felah.."
Bu bir imamın, bu bir
cami görevlisinin daveti değildi!. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) kendisine
seslenmiş, madem ki doğru yola, madem ki kendisine nimet verilenlerin yoluna
talipsin, o halde ''Haydi iyiliğe, haydi saadete ve kurtuluşa" sözleriyle
kendisine bir davette bulunmuştu. Kadir'in kalbi hızla çarpmaya, tüm güzel
duyguları hızla ayaklanmaya başladı.
Ağlıyordu, nedenini
bilmese de hıçkırıklar içinde ağlıyordu Kadir. Rahman'ı ve Rahman'ın rahmetini
düşünüyor, bu rahmet ve merhamet karşısında hızla eridiğini, eriyip gittiğini
hissediyordu.
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c). Kadir'i namaza, Kadir'i İlahi huzuruna davet
ediyordu. Bunu düşününce hemen kendisini toparlamaya çalıştı ve İlahi bir davetle
karşılaştıktan sonra hala oturduğunu, hala yerinden kalkmadığını farketti.
Yüreğinde hissettiği
ani bir utanç duygusuyla yerinden fırladı.
Önce ne yapacağını
bilemedi!. Şaşkınlık içinde "Seccade de yok" dedi kendi kendine!.
Fakat seccadeye ne gerek vardı ki!. Toprağın üzerinde de namazını kılabilirdi.
Önemii olan kıbleyi tesbit etmekti. Bunda da fazla zorlanmadı Kadir. Doğu ve
batıyı dikkate alarak, yüzünü güney doğuya çevirdi. Öğlen namazının farzını
nasıl kılacağını düşünürken, ayakkabılarını çıkarmadığını'farketti ve abdest
geldi aklına!.
Abdesti yoktu ki
Kadir'in!.
Hemen su kenarına
giderek ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı. Besmele çekerek abdest almaya
başladıktan sonra kılacağı öğle namazını düşündü. Demek ki bu namazla, bu öğle
namazı ile beş vakit namaza başlamış olacaktı. "Neden bu sabah
başlamadım" sorusuna, hiçbir cevap vermedi iç dünyasında. Ömrünün
sabahtan öğleye kadarki bölümü gaflet içinde geçtiğine göre. beş vakite Öğle
namazıyla başlamasının ayrı bir anlamı olabilirdi. Abdest aldıktan sonra döndü dalgın
gözlerle namaz kılacağı yere baktı Kadir. Küçük bir yer veya bir toprak
parçası değil, muhteşem bir huzurdu, İlahi bir huzurdu orası!. Bir ülke veya
dünya sultanının değil, alemlerin Rabbi olan Allah'ın huzuruydu orası. Ve
Rahman olan ve Rahim olan Allah (c.c.) onu oraya, o huzura davet ediyordu.
Heyecanlandığını ve ayaklarının titrediğini hissetti. Dalgın bakışları önce
ayakkabılarına ilişti, Sonra ayakkabıları giymekten vazgeçerek çıplak
ayaklarla huzura doğru yürümeye başladı. Yıllar sonra,
uzun yıllar sonra
Allah'a ve Allah'ın huzuruna doğru yürüyordu Kadir. Namaz kılacağı yere gelince
başım öne eğdi ve boynunu büktü ve olduğu yerde öylece kalakaldı. Namaza
başlamadan önce bir şey, her şeyi ifade eden bir şey söylemek istiyordu
Rabbisine. Fakat ne diyeceğini, neyi nasıl söyleyebileceğini bilemiyordu. Yine
ağlıyordu Kadir!.
Ve yaşlı gözlerini
semaya çevirerek hıçkırıklar içinde "Ben geldim, ben geldim Ya Rabbil.
Senin lutfunla. Senin huzuruna geldim" demeye başladı. Sonra omuzlarını
kaldırarak ve başım omuzlarının içine gömerek "Geç kaldığımı, çok geç
kaldığımı biliyorum. Affet ya Rabbi!. Biliyorsun ki oyalanıyordum, hırs ve
tamah içinde oyalanıyor, tüm nefesimle kendimi şişirmeye çalışıyordum. Ve
Sen, Senin rahmetin imdadıma
yetişmeseydi, ben yine o yollarda oya-lananlardan ve o yollarda kaybolanlardan
olacaktım. Fakat Sen, Rahman olan Sen rahmet ettin bana. Ve bu rahmetinle beni
buraya, bu huzuruna getirdin. Ve ben şimdi Senin huzurundayım Ya Rabbi!. Senin
lutfunla, Senin rahmetinle. Senin huzurundayım.'7 dedi. Sonra öğle namazına
niyetlendi. Ellerini tekbir için havaya doğru kaldırırken, muhteşem anlamını
yüreğinde hissettiği bir söze, aynı anlamda bir ses verdi.
"Allahuekber
Kadir iki gün daha
köyde kaldıktan sonra abisiyle birlikte İstanbul'a döndü. Annesinden ayrılması
oldukça zor olmuştu Kadir'in. Önce annesini de Almanya'ya götürmek istemiş
fakat annesi Nedime hanım "Sağolasın oğlum" dedikten sonra bir süre
daha köyden ayrılmak istemediğini belirtmişti. Annesinin bu isteğini anlayışla
karşılayan Kadir ona uzyn uzun sarılmış ve kendisini ne zaman çağırırsa
çağırsın hemen gelebileceğini söylemişti.
Kadir'deki değişikliği
ve son iki gündür namaz kılmasını herkes hayretle karşılamasına rağmen, hiç
kimse ona bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey sormamıştı. Sadece Nedime
hanım bu duruma çok sevindiğini söylemiş ve oğlunun başını okşayarak
"Allah yardımcın olsun, Alİah devamlı kılsın oğlum"' demişti.
Ömer de büyük bir
hayret ve dikkatle izliyordu karde-şindeki değişikliği. Bir insanın hakla ve
hakka dayalı gerçeklerle karşılaştıktan sonra böyle bir karar vermesi çok doğal
olmasına rağmen böyle bir karan Kadir'in. Kadir durumundaki birisinin vermesi
çok sıradışı bir olay gibi gözüküyordu kendisine.
Acaba gelip geçici bir
karar mıydı bu?
Kadir'in kimlik ve
kişiliğini çok iyi tanıyan Ömer, kardeşinin böylesi Önemli konularda gelip
geçici kararlar vermeyeceğini de çok iyi biliyordu. İyi ama ne yapacaktı,
bundan sonra ne yapacaktı kardeşi? Uluslararası iş dünyasındaki önemli
konumunu ve bu konumun getirdiği yoğun çalışmaları sürdürürken, Allah'ı ve
Allah'ın hükümlerini dikkate alan bir müslüman kimliğini nasıl yaşayacak, nasıl
muhafaza edebilecekti?
Bilmiyordu, bütün bu
soruların cevabını hiç bilmiyordu Ömer. Sorularına bir cevap bulmak umuduyla
Kadir'e her bakışında ise ne gariptir ki onda bu soruların cevabını değil,
soruların kendisini bile göremiyordu. Sanki böylesi sorunlar yokmuş ve hiç
olmayacakmış gibi sakin, gayet sakin gözüküyordu Kadir!. Yol boyunca
yeğenleriyle şakalaşmış, onlara fıkralar anlatmış ve durdukları dinlenme
tesislerinden birçok hediyeler almıştı. Ömer'in arkasında cemaatle namaz
kılacakları zaman "Haydi bakalım müslümanlar, hazır olun" diyor ve
yeğenlerinden birini sağına, diğerini soluna alarak rahat bir yüz ve huzurlu
gözlerle namaza duruyordu.
İstanbul'da bir gece
kalacak olan Kadir, ertesi gün Almanya'ya uçacaktı. İstanbul'a ulaştıklarında
akşam yemeğini dışarıda yemişler ve Pierlotfde kahve içtikten sonra eve
dönmüşlerdi. Yol yorgunu olan yengesi ve yeğenleri saat ona doğru yattıktan
sonra abisiyle baş başa kalan Kadir, ona kısa bir süre sevgiyle bakmış ve kalbi
bir sıcaklıkla "Abi, herşey için teşekkür ederim. Allah senden razı
olsun" demişti.
Yüzündeki tebessümle
"Allah senden de razı olsun" diyen Ömer, kardeşinin gözlerine
dikkatlice bakarak onu anlamaya çalıştı. Hep aynı sorular, hep aynı endişeler
vardı Ömer'de. Yarın Almanya'ya dönecek olan kardeşi, bundan sonra ne
yapacaktı? Bu soru ve bu sorunun muhtemel cevaplan Ömer'i tedirgin ediyor,
Ömer'i hüzünlen-diriyordu. Yüreğinde hissettiği bu hüzün ile "Kadir, bundan
sonra işin zor, İşin gerçekten zor" dedi kardeşine.
Kaşlarını kaldırarak
bu sözü hayretle karşıladığını gösteren Kadir, biraz düşündükten sonra başını
iki tarafa hafifçe salhyarak "Yok abi!. Zor olan karar vermekti. Zor olan
bu kâran verebilmekti" dedi.
Peki bundan sonra,
bundan sonra ne yapacaksın?
Allah neyi emrediyorsa
onu, elbetteki onu yapacağım.
Kardeşindeki bu
rahatlığı ve kararlılığı biraz şaşkınlıkla karşılayan Ömer, kısık bir sesle
"Ya işler, banka ve kredi ekseninde yürüyen işler ne olacak?" diye
sordu. Bu soru ile kardeşinin sarsılacağını, sendeleyeceğini bekleyen Ömer,
Kadir'in rahat bir umursamazlık içinde verdiği şu cevapla karşılaştı.,
Ne demek istediğini
gayet iyi anlıyorum abi. Bana faizin ve faize bulaşan işlerin haram olduğunu
söylüyorsun. Zaten karar verirken en çok düşündüğüm meselelerden birisi de
buydu. Fakat Allah'a hamdolsun ki artık karar verdim. Biliyorum ki bu kararı
verdikten sonra diğer kararları Allah'a ve Allah'ın hükümlerine bırakmam
gerekir. Ben de öyle yapacağım. İşler genel anlamda küçülecekmiş, bazı
bağlantılar kesilecek ve bazı ofisler kapanacakmış, hiç umurumda değil. Önemli
olan Allah, önemli olan Allah'ın hoşnutluğu, önemli olan Rabbimin beni
affetmesi, beni bağışlaması abi..
Son sözleri söylerken
gözlerinden yaşlar boşanan Ka-dir'e öylece bakakalan Ömer, yerinden usulca
kalkarak kardeşinin yanına gitti ve yaşlı gözlerle ona sarılarak "Allah
seni elbetteki affedecek, elbetteki bağışlayacak Kadir. Rabbim senin velin.
Rabbim senin yardımcın olsun'' dedi.
Abisiyle iş hayatına
ilişkin bazı durumları genel olarak konuşan Kadir, bütün bunları konuşurken
Dilara'yı, hanımı Dilara'yı düşünüyordu. Ona nasıl yaklaşacak, ona bu durumunu,
bu değişimini nasıl anlatacaktı. Almanya'da doğan ve tamamen batı kültürünün
etkisinde yetişen Dilara, kendisini nasıl ve ne kadar anlayabilecekti!. İç
dünyasındaki bu sorulan abisiyle paylaşmak ve onun bu konudaki görüşlerini
almak niyetiyle meseleyi abisine açtı.
Ömer'in de aklına
gelen,
Ömer'in de düşündüğü
bir husustu bu!. Fakat kardeşiyle iş dünyasına ilişkin muhtemel gelişmeleri
konuştuktan ve ondaki kararlılığı gördükten sonra meselenin aile boyutunun pek
sorun olmayacağını düşünmüştü. Çünkü kardeşi koskoca bir iş dünyasına karşı
böylesine yürekli bir tavır koyuyorsa, bir kadına karşı rahat, çok daha rahat
olmalıydı. Ömer bu yaklaşım içinde Kadir'e bazı nasihatlerde bulundu.
Dilara'ya meseleyi açıkça anlatmasını, Allah'a ve dine ait gerçekleri onunla
paylaşmasını ve onu da Allah'a, Allah'a kulluğa davet etmesi gerektiğini
söyledi.
Peki ya kabul etmek
istemezse!.
Kardeşinin bu sorusunu
biraz düşünen Ömer, omuzlarını kaldırıp başını sağ tarafa eğerek "Böyle bir
durumda beraber olamayacağınızı söylersin" cevabını verdi. Abisinin bu
cevabı karşısında gözleri hafifçe açılan Kadir'in, hiç karşılaşmak istemediği
bir durumdu bu. Zaten kendisi de böyle bir duruma, böyle bir olasılığa hiç
ihtimal vermiyordu. Allah'ın izniyle hanımına bildiği doğruları anlatacak ve
oldukça samimi, oldukça akıllı olan hanımı kendisini anlamakta pek zorluk
çekmeyecekti. Hanımıyla yapacağı konuşmaların böyle gelişmesini diliyor,
böyle olmasını umud
ediyordu Kadir.
İstanbul'dan Türkiye saati
ile gündüz üç otuzda havalanan uçak, iki saat onbeş dakika sonra yani Almanya
saati ile beşe çeyrek kala Frankfurt'a inmişti. Kadir'İ havalimanında Dilara
karşıladı. İşleri yoğun olmasına rağmen havalimanına kendisi gelmiş, gerçekten
sevdiği ve özlediği kocasını bizzat kendisi karşılamak istemişti. Kadir de özlemişti
hanımını ve karşılıklı bu Özlem içinde birbirlerine sarıldılar.
Eve gelesiye kadar
kısaca kendi işlerinden ve yeni gelişmelerden bahsetti Dilara. Hanımını sessiz
bir şekilde dinleyen Kadir ise bu konuşmalara hiçbir katılımda bulunmadan ara
sıra başını hafifçe sallamakla yetindi. Kocasının bu sessizliğini önce gizli
bir şaşkınlıkla karşılayan fakat daha-- sonra onun yorgun olabileceğini düşünen
Dilara da bu konuşmaları fazla uzatmak istemedi.
Eve vardıklarında saat
altıya geliyordu.
Dilara yemek
hazırlıkları için mutfağa geçmeden önce işiyle ilgili iki-üç telefon görüşmesi
yaptı. Sonra mutfağa geçerek dipfrizden çıkardığı tavuk etini çözülmesi için
mikrodalga fınna attı. Akşam yemeğine daha vakit olduğu için tavuğu ağır ağır
fırında pişirmek ve bunun yanına da sıcak bir çorba hazırlamak istiyordu.
Mikrodalgada çözülen tavuğu fırının tepsisine yerleştirip, üzerine gereken
malzemeleri koyarken, ne çorbası pişireyim diye düşündü. Kocası mantar veya
kuşkonmaz çorbasını çok severdi. Hangisi olsun sorusuna, kocasının cevap
vermesini isteyerek mutfağın servis penceresinden seslendi.,
Kadir, ne çorbası
istersin?
Hiçbir cevap gelmedi
Kadir"den!. Dilara mutfaktan çıkarak salona baktı. Salonda yoktu kocası.
Duş aldıktan sonra daha aşağıya inmemiş olmalıydı. Merdivenlerden üst kata
çıktı ve kapısı açık olan banyoya baktıktan sonra yatak odasına doğru yürüdü.
Yatak odasının kapısını açan Dilara, hiç ummadığı, hiç beklemediği bir
görüntüyle karşılaştı. Büyük havluyu hafif yan bir şekilde yere seren Kadir,
üzerindeki uzun bornoz ile namaz kılıyor. secdeye kapanıyordu!.
Olduğu yerde öylece
donakalmıştı Dilara!. Şimdiye kadar namaz kılan insan görüntüleriyie pek çok
defa karşılaşmasına rağmen kocasının, kocası gibi bir insanın namaz kılıyor
oluşu çok tuhaf gelmişti kendisine!. Acaba babasının Ölümünden sonra bir
bunalıma mı, bir deprasyona mı girmişti kocası? "Aman tanrım" dedi
kendi kendine!. Şayet namaz kılmasının nedeni bu İse kocasının durumu gerçekten
ciddi, çok ciddi olmalıydı1..
Dilara'nın aklına
gelen ilk isim, profesör Şınayder olmuştu. İyi bir insan ve iyi bir
psikiyatrist olan Mr. Şınayder "Acaba kocamın durumunu tahlil edebilir,
onun sorununu çözebilir mi?" diye düşündü. Çünkü kocasının bu durumu,
dinle ve doğu kültürüyle ilgili olmalıydı. Batıya özgü toplumsal ve kişisel
sorunları çok iyi bilen Mr. Şınayder'in, doğu kültürü ve dinler konusundaki
birikimi acaba ne kadardı?
Dalgın gözlerle
bunları düşünen Dilara, Kadir'in selam verdikten sonra kendisine baktığını
farkedince yavaşça toparlanmaya, hayret ve şaşkınlığını sakince gizlemeye
çalışarak "Hayatım, fırında tavuk yapıyorum. Yanında kuşkonmaz mı, yoksa
mantar çorbası mı istersin?" diye sordu. Yaşanılan durumlarda şaşıracak
hiçbir şey yokmuş gibi rahat gözlerle Dilara'ya bakan Kadir ise aynı rahatlık
içinde hafifçe tebessüm ederek cevap verdi hanımına.,
Mantar çorbası
olabilir.
Akşam yemeğini,
her zamankinden çok
daha az konuşarak yediler. Dilara namazla ilgili bir şey sormadığı gibi Kadir
de bu meseleyi açmamış, bununla ilgili her hangi bir şey söylememişti.
Yemekten sonra Dilara'nın sofrayı toplamasına yardım eden Kadir, hanımına
tebessüm ederek göz kırptıktan sonra "Bulaşıkları yıkamamı ister
misin?" diye sordu. Kadir'in nadir durumlarda yaptığı bu tekliften .memnun
olan Dilara, kocasının samimi tebessümüne tebessümle karşılık vererek
"Sağo! hayatım. Bugün misafir sayılırsın. Yarın bütün bulaşıklar
senin" cevabını verdi.
Bulaşıkların kabasını
aldıktan sonra makineye yerleştiren Dilara, mutfağın açık kapısından salona
seslenerek Kadir, kahve ister misin?" diye sordu. Dilara'ya uzun gelen
kısa bir sessizlikten sonra cevap geldi Kadir'den.,
Hayatım. Akşam
namazını kıldıktan sonra içeyim!.
Duyduğu bu cevaf) ile
yine olduğu yerde donakaldı Dilara!. Neler oluyordu böyle? Şimdiye kadar bu
evde, böylesi konuşmalar hiç olmamıştı!. "Namazdan önce, namazdan sonra..
gibi sözler, ne Kadir'in, ne de kendisinin alışık olduğu sözlerdi!. Acaba
salondan kendisine seslenen bu adam kocası değil de, bir başkası mıydı? Ne
olmuştu Kadir'e, neler konuşuyordu böyle? Dilara açıkça cevaplan-dıramadığı bu
sorulardan uzaklaşmaya çalışarak, bulaşıkları makineye yerleştirmeye devam
etti. Kocasının bu durumu belki de gelip geçici bir durumdu. Kendi kendine
"İnşaaİ-lah" diyerek, bu umudunu kuvvetlendirmek istedi.
Kadir bu sefer
namazını salonda kılıyordu!.
Eline bir dergi alarak
geniş koltuğa oturan Dilara, elindeki dergiden ziyade namaz kılan kocasına
bakıyor ve kocasının büyük bir ciddiyetle namaz- kılışını hayretle izlemeye
devam ediyordu!. Sıradan bir durum değildi bu ve Dilara'nın bu durumu kocasıyla
konuşması, mutlaka konuşması gerekiyordu. Dua etmekte olan Kadir'in namazını
bitirdiğini anlayarak yerinden kalktı ve aceleci adımlarla mutfağa yöneldi. Kahve
makinesinde iki bardaklık kahve hazırlarken kocasına ne diyeceğini, bu meseleyi
nasıl açacağını düşünüyordu.
Aslında Kadir de
konuşmak istiyordu hanımıyla. Fakat aceieci bir tavır göstermeden, konuşma
ortamının kendiliğinden oluşmasını bekliyordu. Kahveleri içerken kısaca köyden
ve köyde geçirdiği günlerden bahsetti, Kadir'i dikkatle dinleyen Dilara,
usulca "Namaza köyde mi başladın?" diye sordu. Başını hafifçe
sallıyarak "Evet1' diyen Kadir, Dilara'dan .ikinci soruyu yani namaza
neden başladığını sormasını bekledi, Kısa bir süre düşünen Dilara, beklenen
soruyu sordu.,
Niye böyle bir karar
verdin?
Verilmesi gereken bir
karardı.
Nasıl?
Bak hayatım, seni çok
iyi anlıyorum. Ancak bilmemiz gerekir ki bir insan Allah'a inandığını ve
müslüman olduğunu söylüyorsa, bu insanın namaz kılması çok doğaldır.
Dolayısıyle bu insana neden namaz kıldığını değil, şayet müslüman olduğunu
söylemesine rağmen namaz kılmıyorsa, neden kılmadığım sormak gerekir.
Sorduğu sorunun
dolaylı olarak kendisine yöneltilmesinden hafif rahatsızlık hisseden Dilara
önce ne diyeceğini bilemedi. Daha sonra yaşanan realiteyi dikkate alarak bu
şaşkınlıktan kurtulmaya çalıştı. Çünkü müslüman olduklarını söylemelerine
rağmen namaz kılmayan milyonlarca insan olmalıydı. Hiç kimse bu insanlara
neden namaz kılmadıklarını sormuyordu ki, kendisini böyle bir soruya cevap
vermek zorunda hissetsin!. Bu düşünceler içinde Kadir'e bakarak ''Sözlerini pek
anlayamadım" dedi.
Kadir için şaşırtıcı
bir durum değildi bu. Çünkü uzun yıllardır kendisinin de anladığı,
anlayabildiği gerçekler değildi bunlar. Ancak bildiği gerçeklen hanımına
anlattığı zaman, oldukça zeki ve akıllı olan hanımının da bunları anlayabileceğini
umuyordu. Önyargılı bir insan değildi Dilara. Mesela üç-dört yıl önce onunla
Allah ve Allah'ın varlığı hakkında konuşmuşlar, oldukça verimli olan bu konuşmalardan
sonra "Allah var. Kesinlikle var" sonucunu bir kez daha
yinelemişlerdi. Hanımıyla yaptığı bu konuşmaları hatırlayarak umudlanan Kadir,
kendisinden bir parça olarak gördüğü Dilara'yla endişeden uzak bir eminlikle
konuşmaya başladı..
Dilara, Allah'ın
varlığı hakkındaki konuşmalarımızı hatırlıyorsun değil mi?
Evet
Her ikimiz de O'nsuz
hiçbir şeyin olmayacağı, olamayacağı sonuca ulaşmış ve her ikimiz de "O
var, kesinlikle var" demiştik, öyle mi?
Tabi ki.
Fakat sonra ne yaptık
Dilara? "Var" dedikten sonra. O'na ara sıra dua etmekten başka ne
yaptık?
Omuzlarını hafifçe
kaldıran Dilara sustu, hiçbir cevap vermedi bu soruya. Çünkü Kadir'in söylediği
gibi dua etmekten başka birşey. başka hiçbir şey yapmamışlardı, İyi ama
"Başka ne yaptık?" diyen Kadir'in, başka derken kastettiği şeyler
neydi ve bu zamanda başka ne yapılabilirdi ki? Gözlerine yansıyan bu sorularla
Kadir'e baktı. Dilara'nın bakışlarındaki anlamazlığı farkeden Kadir, sakin ve
yumuşak bir üslupla konuşmasına devam etti.,
Bak Dilara!. "Var" dediğimiz Ve varlığından
hiçbir kuşku duymadığımız Allah, sadece duaların Rabbi değil. Bizleri dünya
yaşantısında başıboş bırakarak 'İstediğiniz gibi yaşayın ve istediğiniz zaman
Bana dua edin" diyen bir Rab değil!. Allah sadece kendisine kulluk
yapmamızı, O'na iman ediyorsak, O'nun hükümlerini dikkate almamızı ve bu
hükümlere göre yaşamamızı istiyor. Yani sadece 'Var, Allah var" dememizle
müslüman olamıyoruz. Allah'ın varlığına iman etmeyenler, Allah yokmuş gibi
yaşayabilirler. Fakat bizler "Allah vardır" diyorsak, O yokmuş gibi
yaşayamayız. "Var" diyorsak, var gibi yaşamaya ve O'nun karşısında
bir kul vasfıyla varolmaya mecburuz Dilara.
Hanımının kendisini
dikkatle dinlediğini ve anladığını farkeden Kadir, bundan duyduğu memnuniyetle
sözlerine devam etti. Hanımına önce din denilen gerçeğin, sadece iman ve
inançla ilgili bir gerçek olmadığını, hayatın her sahasına müdahale eden dinin,
aslında bir yaşam biçimi olduğunu ve müslümanım diyen herkesin, bu yaşam
biçimini belirleyen hükümlere teslim olması gerektiğini anlattı, Daha sonra
İslam dininin en önemli ve en öncelikli şartı olan kelime-i tevhid gerçeğini
açıklayarak, günümüz dünyasındaki bir insanın "La ilahe" yani
'"Allah'tan başka İlah yoktur" derken neleri reddetmesi ve nelerden
uzaklaşması gerektiğini izah etti.
Kocasını dikkatle
dinleyen Dilara'nın anladığı ilk gerçek, Kadir'in bir bunalıma veya deprasyona
girmediği olmuştu. Çünkü dünyaya bakan gözleri sanki yeni açılmış gibi huzurlu
bir rahatlık içinde konuşan Kadir; ne söylediğini ve ne yaptığını çok iyi
biliyordu. Yıllarca karanlık bir dehlizde kaldıktan sonra çıkış kapısını
bulmanın heyecanıyla, kendisine de bu kapıyı gösteriyor ve bu kapıya ait
gerçekleri anlatarak, "Bu kapıdan dışarıya çıkmamız gerek" diyordu.
Dilara önce kocasının
bu kapı hakkında anlattığı gerçekleri dikkate almış ve bu gerçekleri anlamaya
çalışmıştı. Ve anlayabildiği kadarıyla doğru, çok doğru söylüyordu kocası.
Dolayısıyle bu gerçeklere karşı çıkmanın, bu apaçık gerçeklere itiraz etmenin
haklı bir nedeni gözükmüyordu. Dilara daha sonra kapıya ait söylenilenleri
değil, bu kapıdan dışarıya çıktıktan sonra karşılaşacağı dünyayı dikkate
almaya başladığında gözleri hafifçe büyüdü ve "Aman Ya Rabbi" diye
bir feryat yükseldi içinden!.
Bir anda donup kalmış ve
nasıl bir durumla karşı karşıya olduğunu bir anda anlayıvermişti Diiaraî.
Kocasının anlattığı gerçekleri kabul ederek bu kapıdan dışarıya çıktığı zaman,
kendisine çok yabancı olan ve o yaşma kadar çok yadırgadığı bir dünyaya girmiş
olacaktı!. Köydeki yemenili görüntüsü geldi gözünün önüne!. Başındaki bu örtü
ile dünyanın yüksek bir
noktasına çıktığını ve
dünyadaki bütün insanların kendisine gülerek baktıklarını hissetti!. Şimdiye
kadar kendisine gıptayla, kendisine hayranlıkla bakan bütün tanıdıklarının,
acılı ve alaylı gözlerie kendisine bakarak "Dilara sen ne yaptın? Yoksa
delirdin mi?" dediklerini düşündü.
Bir kabusu andıran -bu
duygu ve düşüncelerden hızla uzaklaşmak isteyen Dilara "Ben neier
düşünüyorum? Bütün bunlar olacak şey değil, olacak şey değil!." dedi kendi
kendine. Sonra sakin olmaya ve sakin gözükmeye çalışarak Kadir'e döndü ve
kendisinden bir yanıt bekler gibi bakan kocasına hafifçe tebessüm etmekle
yetindi.
Bu tebessümü olumlu
bir tepki olarak algılayan Kadir ise daha bir umudlanarak anlatmaya devam etti.
Ölümden ve ölüm gerçeğinden söz etti hanımına. Aldıkları her nefes ve attıkları
her adımla ölüme yaklaştıklarını anlatarak, hayatla ilgili bazı önemli
kararları, kaçınılmaz olan bu ölüm gerçeğini dikkate alarak vermeleri
gerektiğini izah etti.
Kocasını hiçbir tepki
vermeden . dinlemeye devam eden Dilara, bu son söylenilenleri hiç anlamamış
gibiydi. Çünkü artık kocasının söz konusu kapıya ilişkin anlattıklarını değil,
sadece ve sadece bu kapıdan çıktıktan sonra karşılaşacağı dünyayı dikkate
alıyordu, Dolayısıyle kocasının anlattığı şeylerin doğru olup-olmamasının
fazlaca bir önemi kalmamıştı Dilara için!. Kadir'in bütün anlattıkları doğru
olsa bile, bu doğruları kabul ederek o kapıdan çıkmak ve öyle bir dünyaya
girmek, Dilara'nın hiç düşünmediği, düşünmek bile istemediği bir durumdu!.
Acaba Kadir,
bütün bunları samimi
bir heyecanla kendisine anlatan Kadir, kendisinden ne istiyor ve nasıl bir
karar vermesini bekliyordu? Bu soru iie kocasının gözlerine baktığında, bu
gözlerde kendisini tedirgin eden bazı beklentilerin olduğunu hissetti. Çünkü
uzun yıllardır sevdiği ve severek evlendiği kocası, sevgi ve umud dolu gözlerle
kendisine bakarak "Haydi hayatım, bavullarını topla. Bu dünyadan başka bir
dünyaya gidiyoruz" der gibiydi!.
İçinin sıkıldığını, gönlünün
daraldığını hisseden Dilara, bu konuşmaların biran önce kapanmasını isteyerek
"Hayatım yorgunsundur. İstersen artık yatalım"' dedi. Kendisini
yorgun hissetmemesine rağmen hanımının bu teklifine itiraz etmek istemeyen
Kadir, saatine baktıktan sonra "Sen çıkabilirsin. Ben yatsıyı kıldıktan
sonra gelirim" cevabını verdi.
Başını hafifçe
salhyarak yerinden kalkan Dilara, üst katın merdivenlerini çıkarken şaşkın bir
ruh hali içindeydi. Fısıltılı bir sesle "Yatsıyı kıldıktan sonra
gelecekmiş. Yatsıyı kıldıktan sonra gelecekmiş..." demeye başladı. Yatak
odasının kapısına geldiğinde belki de bunlara, artık bütün bunlara alışmam
gerek diye düşündü!.
Ve Herneyse!."
diyerek yatak odasına girdi.
Gecenin karanlığında
saatin zil sesiyle yerinden fırlayan Dilara, neler olduğunu anlayabilmek için
yarı kapalı gözleriyle etrafa bakınmaya çalıştı. Gecenin bu vaktinde saatin
niye çaldığını bir türlü anlayamamıştı!. Gece lambasını yakarak saatin alarmını
durdurmak istedi. Bu esnada yataktan doğrulan Kadir, "Hayatım sen yat!.
Saati ben kurdum'' dedi.
Neden? Bir yere mi
gideceksin?
Sabah namazını
kılacağım.
Duyduğu cevabı hiç
anlayamayan Dilara, şaşkınlıktan donakaldığını hissetti. Sanki hiç bilmediği
bir adam. hiç bilmediği bir lisanda cevap vermişti kendisine!. Sonra toparlamaya
çalıştı kendisini ve Kadir'e dönerek ''Daha sabah olmadı ki" dedi.
Sabah namazı, güneş
doğmadan önce kılınıyor.
Sakin bir ses tonuyla
bu cevabı veren Kadir, yataktan çıkarak banyoya yöneldi. Dilara ise öylece
yatağın içinde oturuyor, bütün bu olup bitenleri yeniden anlamaya çalışıyordu!.
Bir süre düşündükten sonra "Hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak" dedi kendi kendine ve anlaşılmaz duygular içinde
kendisini yatağa bıraktı!.
Saat yediye kadar hiç
uyuyamayan Dilara,
Kadir'i uyandırmadan
yataktan usulca çıktı ve kahvaltıyı ofiste yaparım düşüncesiyle evden ayrıldı.
Arabayı dalgın bir şekilde kullanarak ofise giderken, Kadir'i ve Ka-dir'in dün
gece anlattıklarını düşünüyordu. Kocasının bütün anlattıkları doğru olsa bile
bu gibi meselelerin şimdi konuşulması erkendi, gerçekten çok erkendi. Çünkü
daha gençtiler ve şimdiye kadar ki çalışmalarının meyvelerini yeni yeni
toplamaya başlamışlardı. Oysa ilerki yıllarda böylesi konuları
konuşabilecekleri çok daha uygun ve çok daha bol zamanları olabilirdi!.
İyi ama Kadir neden
acele etmiş. bunca iş arasında neden böyle bir karar vermişti ki? Halbuki
Kadir'in kariyeri, kendi kariyerinin çok daha üstündeydi!. Aklından şüphe
etmediği kocası, çığ gibi büyümeye müsait olan bu kariyerini neden riske
ediyor, nasıl oluyor da böyle bir çılgınlık içine girebiliyordu!. Dine meyleden
kimselerin beyinleri yıkandığı gibi, Kadir'in de beyni yıkanmış ve Kadir de koskoca
realiteyi görmeyenlerden, görüp de umursamayanlardan mı olmuştu!.
Ahh Kadir, ahh"
dedi içinden. Keşke köyden hemen ayrılmasaydı. keşke o köyde hiç yalnız
bırakmasaydı Kadir'ü. Fakat olan olmuştu bir kere. Önemli olan bundan sonra,
bundan sonra yapılması gerekenlerin yapılmasıydı. Ayrıca beklemenin, bu
meseleyi zamana bırakmanın da hiçbir anlamı yoktu. Bu gece, hemen bu gece
Kadir'le konuşmalı ve devamlı ölümden bahseden kocasını, bir an önce hayata ve
hayatın gerçeklerine döndürmeliydi.
Akşam yemeğini
birlikte yemişler.
Kadir namaz kıldıktan
sonra yine birlikte kahve içmeye başlamışlardı. Kahvesinden birkaç yudum içen
Dilara meseleye usulca girerek, birlikte okudukları üniversite yıllarından ve
bu yıllarda hararetle konuştukları ortak ideallerden bahsetti. Daha sonra
Kadir'in kişisel başarılarından söz ederek, onun kısa zamanda nasıl bir noktaya
geldiğini ve bu çalışma periyodunu sürdürürse kısa zamanda nerelere
gelebileceğini anlattı.
Dilara'yı dikkatli bir
şekilde dinleyen fakat onun anlattıklarını önemsiz ve sıradan bulduğunu ifade
eden gözlerle hanımına bakan Kadir, sakin bir şekilde kahvesini içmeye devam
ediyordu. Kadir'in tepkisiz gözlerindeki umursamazlığı farkeden Dilara ise
konuşulanları fazlaca önemsemeyen bu bakışlardan tedirgin olmasına rağmen yine
de anlatmaya devam etti. Dün gece dinle ilgili olarak anlattığı şeylerin
gerçekten güze! olduğunu ancak içinde bulundukları sosyal hayatı ve iş
dünyasındaki konumlarını görmemezlikten gelemeyeceklerini belirtti. Daha sonra
dünya ticaretinin liberal prensipleriyle bir türlü uyuşamayan abisi Ömer'in
nasıl bir çıkmaza girdiğini ve bu çıkmazda ticari büyüme kanallarının nasıl
tıkandığını anlattı.
Dilara'nın kısa bir
süre sustuğunu gören Kadir, kahvesinden son yudumu içtikten sonra
"Hayatım, bana bunları anlatarak ne demek istiyorsun? Daha doğrusu seni kaygılandıran
şey ne?" diye sordu. Kadir'in bu açık sorusunu, açıkça cevaplandırması
gerektiğini hisseden Dilara, dalgın gözlerle kocasına bir süre baktıktan sonra
yumuşak bir sesle sordu.,
Kaygım şu Kadir!. Abin
Ömer gibi olursan, işlerin ve kariyerin ne olacak?
Hanımının ne demek
istediğini ve duyduğu endişeyi çok iyi anlayan Kadir, Dilara'ya tebessüm dolu
gözlerle bir süre baktı. Söylediği sözler ve duyduğu endişeler yanlış değildi
Dilara'nın. Zaten bu karan vermeden önce Kadir de aynı şeyieri düşünmüş, aynı
endişeleri yaşamıştı. Fakat abisinin, abisi Ömer'in söylediği bir söz,
Kadir'in bu gibi endişelerden uzaklaşmasına ve kendisine gelmesine yetmişti.
Bu sözden hanımım da çok şeyler anlayabilir umuduyla, bu güzel sözü hanımıyla
paylaşmak istedi.,
Dilara!. Bizler
dünyaya sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik.
Bu söz üzerine adeta
kilitlendiğini hisseden Dilara, hiç cevap vermeden Kadir'i ve Kadir'in bu
sözünü düşünmeye başladı. Sıradışı ve çok korkutucu bir sözdü bu!. Çünkü bu söz
kendi içinde tutarlı bir gerçekliği ifade etmesine rağmen, dünyaya
sahiplenmeyi esas alan liberal anlayışı kökünden reddeden bir içeriğe sahipti.
İnsanlardan dünyaya ve dünya malına sahip olma arzusu alındığı zaman, bu
insanların çalışma hırslan minumum bir noktaya inmeyecek miydi? Az çalışmayı
yeterli gören bu insanlar, azla yetinen ve azla geçinen bir duruma gelmeyecek
miydi? Peki böyle bir durumda insanlık nasıl ilerleyecek, üretim ve tüketimi
esas alan bu medeniyet nasıl gelişecekti?
Bunları düşünen
Dilara, önce Kadir'in bu sözüne itiraz etmek istedi. Ancak bu sözün neresine
ve nasıl itiraz edeceğini de pek bilemedi!. Çünkü dünyaya sahip olma arzusu her
insanda bulunmasına rağmen koskoca bir in-sanlık tarihinde dünyaya sahip olan
ve sahip olduğu şeyi bırakıp gitmeyen bir İnsan, tek bir insan yoktu ki!. O halde
yarınsız bir duygu olan bu sahip olma arzusunu nasıl savunabilecekti?
Karmaşık duygular
içinde bunaldığını hisseden Dilara, sözün ikinci bölümünü düşünmeye başladı.
Kadir "Bizler dünyaya sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik"
derken, şahitlik kelimesiyle acaba neyi kastediyordu ki? Bunu anlamak ve
konuşmayı bu alana çekmek için sordu.,
Şahit olmak derken, ne
demek istedin?
Karşılaştığımız her
şeye şahit olmak ve gereğini yapmak.
Nasıl?
Hak ile
karşılaştığımızda bunun hak olduğuna şahitlik ederek, bu hakka teslim olmak.
Batıl ile karşılaştığımızda ise bunun batıl olduğuna şahitlik ederek, bu
batılı reddetmek.
Anladığı gerçek kendisini
ciddi bir şekilde tedirgin etmesine rağmen, başını hafifçe ön tarafa doğru
sallıyan Dilara kısık bir sesle "Anladım hayatım" dedi. Sonra
Ka-dir'in sakin ve kararlı gözlerine bakarak, dünyayı siyah ve beyaz, iyi ve
kötü, hak ve batıl olarak kesin çizgilerle ikiye ayıran kocasının kendisinden
ne istediğini, ne beklediğini anlamaya çalıştı. Acaba Kadir'in bu kararı veya
bu tercihi, sadece kendisiyle, kendi yaşam şekliyle ilgili bir karar mıydı?
Yoksa'Dilara'nın da aynı kararı vermesini, aynı tercihte bulunmasını mı
istiyordu!. Bunu açıkça anlamak istercesine sordu.,
Hayatım verdiğin bu
karar seninle, sadece senin hayatınla ilgili değil mi?
Kadir şaşkınlığını
gizlemeyen gözlerle hanımına bakarak "Dilara, ben hiçbir zaman seni
kendimden ayn düşünmedim" dedikten sonra ilave etti.,
Bizim ortak bir
hayatımız var. Bu ortak hayatımızda, elbetteki ortak kararlarımızın da olması
gerekir,
Gözlerini hafifçe açan
Dilara "Yani benimde mi, benimde mi böyle bir karar vermemi
istiyorsun?" diye sordu. Biraz düşündükten sonra tebessüm eden Kadir,
yumuşak bir sesle ı;Sen gerçekten akıllı ve zeki bir kadınsın. Benim
anladıklarımı senin de anlayacağını, senin de aynı karan vereceğini
biliyorum" dedi.
Bu sözleri bir
yönlendirme olarak algılayan Dilara 'Teki ya kararım farklı olursa!. O zaman ne
yapacaksın?" diye sordu. Hanımının bu soruda ciddi olmadığını düşünen
Kadir, abisi Ömer'le yaptığı konuşmayı hatırladı. Abisi Ömer "Dilara
daveti kabul etmez İse artık beraber olamayacağınızı söylersin" demişti.
Kadir hiç düşünmeden dilinin ucuna gelen bu sözü, yine hiç düşünmeden Dilara'ya
söyledi.,
Öyle bir durumda,
artık beraber olamayız!.
Bu söz üzerine
Dilara'nın gözleri açılıverdi. Ne diyordu, ne demek istiyordu kocası!.
"Artık beraber olamayız" demek de neyin nesiydi? Bunca yıllık
sevgileri ve sevgiyle dolu yaşamları ne olacaktı? Bu kadar basit miydi bütün
bunları silip atmak, bu kadar kolay mıydı ayrılmak!. Ne kadar ağır, ne kadar
acı ve acımasız bir sözdü bu böyle!.
Gözleri doldu
Dilara'nın ve hiçbir şey söylemeden, söylemek istemeden yerinden kalkarak mutfağa
doğru yürüdü. Mutfağa girdiğinde bırakıverdi gözyaşlarını ve kısa bir süre
sessizce ağladı kendi kendine. Sonra bir peçete alarak gözlerini sildi ve
herşeyi yeniden, yeni baştan düşünmeye başladı.
Dilara'nın sessiz bir
şekilde mutfağa gidişini seyreden Kadir ise önce yerinden kalkmak ve hanımının
peşinden
gitmek istedi. Fakat
sonra vazgeçti bu düşüncesinden. Dilara'yı yalnız bırakmalı ve onun sakin bir
şekilde düşünmesine olanak sağlamalıydı. Karısı elbetteki kendisini anlayacak
ve elbetteki doğru bir karar verecekti. Bu umud iie arkasına yaslanarak
hanımının mutfaktan çıkmasını beklemeye başladı.
Yaklaşık on dakika
sonra mutfaktan çıkan Dilara, kararlı adımlarla yürüyerek Kadir'in karşısına
geldi. Daha önce oturduğu koltuğun arkasına geçerek kısa bir süre Ka-dir'e
baktı. Ne söyleyeceğini biliyor fakat nasıl söyleyeceğini düşünüyor gibiydi.
Hanımını sessiz bir şekilde seyreden ve onun ayakta durmaya devam ettiğini gören
Kadir, eliyle koltuğu göstererek "Dilara, otursana'1 dedi. Başını hafifçe
iki yana sallıyan Dilara "Hayır, oturmak istemiyorum" dedikten sonra
devam etti.
Bana iki gündür
anlattıklarını düşündüm. Gördüğüm kadarıyla tüm yaşantını değiştirecek önemli
bir karar vermişsin. Ve yine gördüğüm kadarıyla benim de aynı kararı vermemi
istiyorsun. Aslında sen benim düşünmemi ve bir karar vermemi değil, senin
önceden verdiğin karan kabul etmemi bekliyorsun. Öncelikle benden böyle bir
şey beklemeye hakkın yok!. Anlattıkların ne kadar gerçek ise hayatın da o kadar
gerçek olduğunu bilmen gerekir. Senin verdiğin kararı kabul etmediğim zaman
"Artık beraber olamayız" demen ise çok acımasız. Bu ifaden
gelişigüzel söylenmiş bir söz müydü, yoksa gerçek miydi anlıyamadım!.
Kısa bir süre
duraksayan Dilara, Kadir'in gözlerine bakarak "Bana yardımcı olmanı
istiyorum. Bu sözün gerçekten ciddi miydi?" diye sordu. Hanımının
söyledikleri karşısında oldukça şaşıran Kadir, bu soruya ne cevap vereceğini
bilemedi. ''Hiç düşünmeden söyledim" demek, kendisine yakıştıramayacağı
bir cevap olacaktı. Aynca konuştukları mesele ciddi, gerçekten çok ciddi bir
meseleydi.
Bu düşünceler içinde
cevap verdi hanımına.
Bütün sözlerim çok
ciddiydi Dilara!.
Dalgın ve düşünceli
gözlerle Kadir'e bakan Dilara, başını hafifçe öne doğru salliyarak
"'Anlıyorum" dedi ve acıyla yutkunduktan sonra devam etti.,
Ve senin de beni
anlamanı istiyorum. Sözlerin doğru veya yanlış olabilir, ben bunlan tartışmak
istemiyorum. Kendimle ilgili kararıma gelince, üzgünüm ki bu kararım kesinlikle
senin istediğin veya senin beklediğin bir karar olmayacak.
Bunları söyledikten
sonra merdivenlere doğru yürümeye başlayan Dilara, merdivenlerin başına
gelince durdu ve acı dolu gözlerle Kadir'e bakarak son sözünü söyledi.
Yarın evden
ayrılıyorum..
O gece sabaha kadar
oturan Kadir,
sabah namazını
kıldıktan sonra Dilara'ya küçük bir not bırakarak evden ayrıldı. Bu küçük notta
Dilara'nın evden ayrılmasına gerek olmadığını, kendisinin bir süre ofiste
kalabileceğini belirttikten sonra konuşmalarıyla onu üzmek istemediğini ancak
bu Önemli konuşmaları yine de düşünmesini istedi.
Ofiste üç gün kalan
Kadir'in, üç gün boyunca gözü ve kulağı hep telefondaydı. Direkt hattaki
telefonun her çalışında "Acaba Dilara mı?" heyecanıyla telefonu
açıyor fakat her seferinde bir başkasıyla karşılaşıyordu. Oysa tanıdığı ve
sevdiği Dilara'nın şimdiye kadar çoktan telefon etmesi, sevgi dolu bir
yumuşaklıkla onu eve veya akşam yemeğine çağırması gerekiyordu. Ancak bir ses,
bir seda, bîf haber yoktu Dilara'dan!.
Sık sık aklına
gelmesine rağmen kendisi de telefoi etmek istemiyordu. Çünkü o zamana kadar ki
ilişkilerinde hiçbir meselede geri adım atmamış olan Kadir, böylesine hak ve
önemli bir meselede ger adım atmayı kendisine yakıştıramıyordu. Dilara ve kendisinin
farklı noktalarda durdukları belliydi ve iki taraftan birisi diğerine doğru
yürü cekse, yürümesi gereken kişi Dilara olmalıydı. Çünkü Kadir, herşeye rağmen
dosdoğru ve hak bir noktada durduğuna inanıyordu.
Üçüncü günün sonunda
Meryem geldi Kadir'in ofisine. Üniversite yıllanndan tanıdığı Meryem, Dilara'yla
Kadir'in ortak dostlarıydı. Ofise girdiği zaman Kadir'in kendisiyle to kal
aşmamasını biraz tuhaf karşılayan Meryem, yine de bunun üzerinde fazla
durmayarak iki saat kadar Ka-dirle konuştu. Kadir'deki değişimi ve bu değişimin
nedenlerini merak ediyordu. Meryem'in soru ve konuşmalarından onun daha önce
Dilara'yla görüştüğünü farkeden Kadir, bunu hiç belli etmeden kendisine
yöneltilen bütün sorulan sakin bir şekilde cevapladı.
Dilara'dan hiç söz
etmeyen Meryem, oldukça kararlı gördüğü Kadir'e de hiçbir tenkid ve eleştiride
bulunmak istemedi. Ofisten ayrılmak üzere koltuğundan kalktığında ''Peki ne
yapacaksın? Ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordu. Bu soruya vereceği
cevabın aynı gece Dilara'ya gideceğini çok iyi bilen Kadir, biraz düşündükten
sonra işleri tasfiye etmeye başladığını ve birkaç gün sonra Türkiye'ye dönmek
istediğini söyledi. Bu cevap ile Dilara'yı harekete geçireceğini ve
ilişkilerindeki suskun dönemin biteceğini umuyordu.
Fakat bu da olmadı!.
Aradan iki gün daha
geçmesine rağmen Dilara'dan hiçbir haber gelmedi Kadir'e. İkinci günün sonunda
bu suskunluğa dayanamayan Kadir, hanımına telefon açarak önce halini hatırını
sordu ve daha sonra hüzünlü bir sesle "Dilara. Türkiye'ye gidiyorum"'
dedi. Telefonda kısa bir süre susan Dilara "Gideceğini biliyorum'1
dedikten sonra etti.
Allah yardımcın
olsun!.
Hiç beklemediği bir
cevapla karşılaşan Kadir, aniden derin bir boşluğa düştüğünü hissederek ne
diyeceğini, ne cevap vereceğini bilemedi!. Kendisini toparlamaya çalışarak
"Senin de"' cevabını verdi usulca ve bu cevap üzerine Dilara'nın
telefonu kapattığını farketti. Elindeki telefon ahizesine bir süre dalgın
gözlerle bakan Kadir, üzüntüden titreyen bir sesle "Senin de, senin de
Allah yardımcın olsun hayatım" dedikten sonra ahizeyi yerine koydu.
Dilara'dan koptuğunu,
Dilara'dan ayrıldığını
daha yeni aklamış, daha yeni farketmişti Kadir. Uzun yıllar uğraş verdikten
sonra iflas etmiş, herşeyini yitirmiş bir tüccar gibi hissetti kendisini!. Hayat
yolunda hayat arkadaşıyla birlikte yaşarken, sanki üzerinden bir tren geçmiş ve
sanki uzunlamasına ikiye ayı-rıvermişti kendisini!. Ağlamaya, için için
ağlamaya başladı Kadir.
Neden,
Dilara neden böyle bir
şey yapmıştı ki? Oysa bütün konuşmalarında ''Benim için dünyada en önemli şey
sensin, yalnız sensin" derdi Kadir'e. Öyleyse ne olmuştu da, ne olmuştu
da ayrılmıştı Kadir'den. Sevgilerinden, birlik ve beraberliklerinden daha
önemli şey neydi ki, ayrılmışlardı birbirlerinden!. Kadir'deki tek değişiklik yüzünü
Mevla'ya, yüzünü Rahman'a dönmesiydi. Peki Dilara ne yapıyor, Dilara yüzünü
nereye dönüyordu?
Durdu, duraksadı, bu
soruya hiçoir cevap vermek istemedi Kadir. Çünkü bu sorunun muhtemel cevaplan
Dilara'yı Kadir'den uzaklaştıran, Dilara'nın aydınlık yüzünü bir anda karartan
cevaplar oluyordu!. Bu duygulardan hızla uzaklaşmak için "Herneyse''
demeye çalıştı kendi kendine.
"Herneyse'1
Ve sonra dua
etmeliyim,
Allah'a dua etmeliyim,
hiç durmadan dua etmeliyim diye düşündü. İşlerinin yüzde yetmişlik bölümünü
hızla tasfiye eden Kadir, Almanya'da daha fazla kalmak istemediği için İstanbul'a
dönmüştü. Kendisini hava limanında karşılayan abisiyle birlikte önce işyerine
uğradılar ve akşama doğru da eve gittiler. Kadir'in kısaca anlattıklarını
dikkatle dinleyen Ömer, kardeşinin oldukça üzgün olduğunu farketmiş-ti. Fakat
Kadir yine de yemek boyunca yeğenleriyle şaka-laşmış, onların çok hoşuna giden
iki-üç fıkra anlatmıştı.
Yatsı namazından sonra
salonda yalnız kaldıklarında, Ömer kardeşiyle bir süre daha konuştu. Ona
Dilara'yla İlgili bazı sorular sorarak, meseleyi daha iyi anlamaya çalıştı.
Dalgın ve üzgün olan kardeşine hiç konuşmadan bir süre baktıktan sonra, onun
derdini paylaşmak ve onu rahatlatmak için şöyle dedi.,
Seni anlıyorum Kadir!.
Fakat insanları olduğu gibi tanıman ve bir an önce kendini toparlaman gerekir.
Dilara kendi tercihini yapmış. Yaptığı tercihten bırak kendi üzülsün, sen niye
üzülüyorsun ki!. Herkes kendi tercihinin hesabını, kendisi verecek. Bak şimdi
İstanbul'dasın. Seni burada istediğin zaman, istediğin kızia evlendiririz.
Ömer'in bu sözleri ile
iç dengelerinin bozulduğunu hisseden Kadir, biraz açılmış gözlerle bir süre
abisine baktı. Ne kadar basit, ne kadar bayağı bir yaklaşımdı bu böyle!. Abisi
herhalde kendisini anlamamış, hiç anlamamış olacaktı!. Bu duruma açıklık
getirmek için abisine onunla ilgili bir Örnek vermek istedi.,
Abi. yengemle bir
anlaşmazlığınız olsa ve ayrılsanız. Bir başkasıyla rahatça evlenebilir misin?
Böyle bir durumun
olmasını istemem. Ama olursa tabi ki evlenirim.
Peki ya aranızdaki
sevgi, aranızdaki sevda ne olacak?
Bu sefer şaşırma
sırası Ömer'e gelmiş gibiydi!. Bu şaşkınlıkla açılan gözlerini Kadir'e
çevirerek "Ne sevdası Kadir. Bizim hayatımız türk filmi değil,
gerçek" cevabını verdi.
Öylece abisine bakan
Kadir sanki abisiyle ilk kez karşılaşmış ve onunla ilk kez tanışmış gibiydi!.
Uzun yıllardır evli olan abisi, demek ki sevgi ve sevdadan uzak bir aile
yaşantısı içindeydi. Özellikle son zamanlarda gıptayla baktığı ve İslami
yaşantısına özendiği abisine acıdığını hissetti. Çünkü sevgi ve sevdadan
nasibini almamış bir aile ilişkisi, eşler için bir yük, taşınması ağır bir yük
olmalıydı. Kadir içini acıtan bu duygular içinde küçük bir soru yöneltti abisine.,
Abi, sevda sadece
filmlerde mi var? Böyle mi düşünüyorsun!.
Ömer omuzlarını
kaldırarak "Bilmiyorum Kadir" dedikten sonra canı sıkılmış bir
şekilde "Hem bunun üzerinde neden bu kadar çok duruyorsun?"' diye
sordu.
Abi, insanların en güzel duygusu olan sevgiden, sevdadan söz ediyoruz. Tabi ki
bunu önemsememiz, tabi ki bunun üzerinde durmamız gerekir. Bir insan yaşadığı toplumu veya iş çevresini
sevmeyebilir. Bu ilişkilerdeki sevgi yokluğu, belki tahammül edilebilir bir
yokluktur. Fakat herhangi bir insan eşini sevmemiş, eşine sevdalanmamış-sa. bu
gerçekten çok acı bir durum değil midir?
Konuşmaların başından
itibaren Kadir'in eşler arasındaki normal bir sevgiden ve saygıdan değil,
sevdadan söz ettiğini çok iyi anlayan Ömer, gerçek hayatın hiç de böyle
olmadığını düşünüyordu. Nitekim bu düşünceyle cevap verdi Kadir'e.,
Niye böyle
söylüyorsun? Aralarında sevda olmadan da birbirleriyle geçinen yüzbinlerce aile
vardır!.
Tabi ki vardır abii.
Fakat ben olan durumdan değil, olması gereken durumdan bahsediyorum. Hayat
arkadaşı demek, hayatı birlikte yaşamak ve hayatın zorluklarına birlikte
katlanmak demektir. Eşler arasında sevgi ve sevda olmadığı zaman, bu hayatı
birlikte yaşamak ve hayatın zorluklarına birlikte katlanmak ağır bir iş veya
sıkıntılı bir görev gibidir. Ancak arada sevgi ve sevda varsa, İnan ki herşeyin
rengi değişiyor. Sevgili ile hayatın kızgın bir fırınına girmek dahi, insanın
gönlünü hiç terletmiyor, gerçekten hiç terletmiyor abi. Yeter ki aralarında
sevgi ve sevda olsun. Çünkü sevgiyle herşey kolaylaşıyor, herşey güzelleşiyor.
Kadir'İ dikkatle
dinleyen Ömer, kardeşinin ne demek istediğini anlamaya başlamıştı. Aslında
doğru söylüyordu kardeşi. İki insan birlikte yaşamaya, hayatın zorluklarına
birlikte katlanmaya karar vermişlerse, bu beraberliklerinde sevgi ve sevdanın
olması elbetteki hayatı daha kolay, daha güzel bir hale getirebilirdi. Ancak bu
insanın elinde olan bir şey değildi ki!. Kalpler Allah'ın elinde olduğuna göre,
sevmek veya sevmemek de Allah'ın bir takdiri olmalıydı!. O halde bu İlahi
takdir nasıl zorlanacak, nasıl değiştirilecekti ki!. Bunları düşünerek biraz
rahatladığını hisseden Ömer, İlahi takdire tevekkülden kaynaklanan bir rahatlık
içinde cevap verdi kardeşine.,
Kadir, bazı şeyler
Allah'ın takdiridir ve Allah'ın takdirine tevekkül etmek gerekir. Yengen ile
aramızda böyle bir sevginin veya sevdanın olmasını ben de isterdim. Ama
olmamışsa ne yapayım?
Anlıyamadım abü.
Birçok konudaki İlahi takdir, insanların
yönelİşleriyle, insanların yaptıklarıyla
ilgili değil mi? Mesela sen "Böyle bir sevdanın olmasını ben de
isterdim" diyorsun. Söyler misin bana. bunu gerçekten, gerçekten istedin
mi?
Ömer dilinin ucuna
gelen "Tabi ki isterdim" cevabını vermeden Önce. bu cevabı biraz
düşündü. Acaba doğru muydu, gerçekten doğru muydu bunu İstediği!. Ömer bu
soruyu düşündükçe dilinin ucuna gelen cevabın git gide küçüldüğünü ve dilinden
uzaklaştığını hissediyordu. Çünkü gönlünün bir tarafında hep sevmekten korkmuş,
hep sevmekten ürkmüştü Ömer. Sevdiği zaman aciz duruma düşeceğini ve
otoritesinin zayıflayacağınım zannetmiş, aile hukukunun delineceğinden ve aile
düzeninin bozulacağından endişe etmişti.
Gerçi bu endişesinde
haksız da değildi. Çünkü hanımlarına duydukları sevgi yüzünden onların
yanlışlarına müdahale etmeyen ve onları adeta başıboş bırakan, hanımlarının
her isteğini makbul ve her kaprisini makul karşılayarak haddi aşan nice erkek
vardı. Kendilerine bir erkek, bir aile reisi denilen bu kimseier, İlahi
disiplini dikkate almayan bu gibi yaklaşımlarla hem kendilerine, hem de
hanımlarına yazık ediyorlardı. Yaşadığı çevrede böylesi kimselerle sıkça
karşılaşan Ömer, bu kimselere hem acıyor ve hem de bu kimselere benzemekten, bu
kimseler gibi olmaktan ciddi bir endişe duyuyordu. Nitekim sevmekten
korkmasının bir nedeni, önemli bir nedeni duyduğu bu endişeydi!.
İyi ama böyle bir duruma
düşmemek için sevgi ve sevdadan kaçmak doğru bir şey miydi? İlahi ölçülerden taviz
vermeden bu sevdayı yaşamak mümkün değil miydi? Seven bir erkek, hanımını
gerçekten seven ve onunla ebedi hayata kolkola yürümek isteyen bir erkek,
ebedi kurtuluşun şartlarından taviz vermeden böyle bir sevgiyi, böyle bir
sevdayı yaşayamaz mıydı? Çok sevilen çocuklara bazı konularda ';Hayır,
olmaz" denildiği gibi, çok sevilen hanımlara da gereken durumlarda
"Hayır, olmaz"' denilemez miydi?
Kafasının hayli
karıştığını hisseden Ömer, bu karışık duygular içinde kardeşine baktı.
Kendisinden bir cevap bekleyen kardeşi ilSen gerçekten, gerçekten sevmek istedin
mi?" diye sormuştu. Ömer bu soruya biraz esnek ve biraz belirsiz bir cevap
vermek istedi..
Diyelim ki istedim,
diyelim ki gerçekten İstedim Kadir. O zaman ne olacak, ne değişecekti ki?
O zaman çok şey
değişirdi abi. Gerçekten isteseydin, yürürdün, yürümek isterdin bu sevda
iklimine?
Anlıyamadım Kadir!.
Abi sevgi ve sevda
gelmesi beklenecek, gelince ' Hoşgeldin" denilecek bir şey
değildir. İnsanın önce istemesi, önce sevmek istemesi ve bu sevgiye doğru
yürümesi gerekir. İnsan sevmek istediği zaman hiç kuşkun olmasın ki küçük bir
taşı, kırık bir dalı dahi sevebilir. Çünkü küçük bir taşta, kırık bir dalda
dahi sevilecek nice güzellikler vardır. Önemli oian bunu gönnek, ona bu gözle
bakabilmektir. Böyle bir göz, böyle bir bakış olmadığı zaman, insan küçük bir
taştaki güzelliği değil, engin denizlerdeki muhte-şemliği bile farkedemez.
Çünkü denize baktığı zaman bazı deniz facialarını ve boğulan insanları
hatırlayan, sadece bunları gören bir kimsenin,
denizi sevmesi, sevebilmesi tabi ki mümkün değildir.
Kadir'i dikkatle
dinleyen Ömer, kardeşinin verdiği deniz örneğinden çok etkilenmişti. Kadınlar
da belki deniz gibiydi. Bu denizlerde faciaların yaşandığı ve milyonlarca erkeğin
boğulduğu bir gerçek olsa da, bu gerçek insanın denize ve denizin güzelliklerine
olan bakışını değiştirmemeli, sadece dikkatli bir tedbire yöneltmeliydi. İyi
ama tedbir denilen şey ne olmalıydı ki!,
Bu denize hiç girmemek
mi,
yoksa bu denize açılan
geminin çok sağlam olması mı? Geminin sağlam olması düşüncesi pek bir güven vermedi
Ömer'e. Çünkü bir mühendislik harikası olan Titanik bile bu denizin karanlık
sularına gömülüvermişti!. Gerçi Ti-taniğin batma nedeni, gemiye çok güvenen
gemi sahiplerinin '"'Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz!" anlamındaki
gülünç sözleriydi. Demek ki gemi ne kadar büyük ve ne kadar sağlam olursa
olsun, denize karşı gemiye değil. Allah'a güvenmek gerekiyordu, önemli olan rotayı
Allah'ın rızası istikametinde tutmak ve İlahi hükümlerden hiç taviz vermeyerek,
geminin su almasını önlemekti. Başım dalgın bir şekilde öne doğru sallıyan
Ömer, denizlere ve denizler gibi güzel ve tehlikeli olan kadınlara bakış,
kadınlara yaklaşım herhalde böyle olmalı diye düşündü.
Ömer'in suskunluk
içinde derin düşüncelere daldığını gören Kadir "Abi, ne düşünüyorsun?"
diye sordu. İç dünyasında denizleri kadına, kadınları denize benzeten Ömer, bu
düşüncelerini her nedense kardeşiyle paylaşmak istemedi. Dalgın gözlerle bir
süre kardeşine baktıktan sonra "Kadir, söylediklerine katılıyorum. Fakat
yine de bazı şeyler Allah'ın takdiri ve bu takdire tevekkül etmemiz
gerekir" diyerek meseleyi kapatmak istedi.
İlahi takdire
elbetteki tevekkül edeceğiz abi. Ancak tevekkül ettiğimiz İlahi takdir, aynı
zamanda sevilmesi gereken bir takdir değil midir?
Bu soruya ne cevap
vereceğini şaşıran Ömer, omuzlarını kaldırıp başını hafifçe yan tarafa eğerek
"Bizler için bir nimet, bir hayır olduğuna göre tabi ki sevilmelidir"
dedi. Kadir bu cevabı aldıktan sonra hafifçe gülümseyerek son sorusunu sordu.,
Saliha yengem, sana
Allah'ın hayırlı bir takdiri değil mi? Sen Allah'tan hayırlı bir eş istedikten
sonra, Allah sana Saliha yengemi vermedi mi?
Önce başını olumlu
manada öne doğru sallıyan Ömer, daha sonra çocuksu bir saflıkla "Ama onun
da kusurları var Kadir!." dedi. Açılmış gözleriyle "Bak buna
üzüldüm" diyerek küçük bir espri yapan Kadir, bakışları yavaş yavaş
ciddileştikten sonra ilave etti.,
Tabi ki olacak abi.
Sen Allah'tan bir melek değil, nefs ve neva sahibi bir kadın istemiştin.
Gülünç duruma
düştüğünü hisseden Ömer, bu durumuna kendisi de gülümseyerek "Tamam
Kadir, bana daha fazla yüklenme" dedi. Sonra yerinden kalkarak "Ne
içmek istersin?" diye sordu.
Neskafe
Sütlü mü?
Yok abi. sade.
Bu cevabı aldıktan
sonra mutfağa yönelen Ömer, salonun ortasında duraksayarak Kadir'e döndü.
Biraz düşündükten sonra "Bu konuşmalarımıza bakarak sakın ola ki yengeni
sevmediğimi sanma. Elbetteki birbirimize karşı sevgimiz ve saygımız var. Ben
sadece senin kastettiğin anlamda bir şeyin, yani öyle bir şeyin olmadığını
söylemek istedim" dedi.
Kadir başını öne doğru
sallıyarak "Anladım" dedikten sonra ilave etti.,
İşte şey dediğin o
şey, bende var, bende fazlasıyla var abi!.
O geceyi abisiyle
geçiren Kadir, ertesi gün erken vakitte evden ayrıldı. Yalnız kalmak ve
İstanbul'u yalnız dolaşmak istiyordu. Önce bazı kitabev-lerini gezerek,
beğendiği ye ilgi duyduğu bütün kitabları aldı. öğle namazını Sultan Ahmed'de
kıldıktan sonra büyük bir mağazaya girerek annesi ve kendisi için bazı alışverişlerde
bulundu. Elinde paketlerle mağazadan çıkıp bir taksiye bindiğinde, kısa bir
süre nereye gideceğini düşündü. Kararsızlık içinde olan Kadir. İstanbul'da
kalmak istemediğini hissediyordu. Taksi şoförüne dönerek "Lütfen bir
araba galerisine gidelim" dedi.
Araba galerisinden
kendisine bir alan Kadir, abisiyle telefonda kısaca görüştükten sonra Anadolu
yakasına yöneldi. Çünkü tüm değişimlerin başlangıç yeri olan köye dönmek,
tekrar köye gitmek arzusu vardı içinde.
Ve artık köye. köyüne
gidiyordu Kadir!
Üç gündür köyde
bulunan Kadir, gündüzleri mezarlığa uğradıktan sonra ormana doğru uzun yürüyüşler
yapıyor ve gönlüne hoş gelen sakin yerlerde oturarak uzun uzun Kur'an-ı Kerim
meali okuyordu. Gecelerin büyük bölümünü de İstanbul'dan aldığı kitabları
okuyarak geçiren Kadir, okudukça birçok şeyi artık daha iyi, çok daha iyi
anladığını hissediyordu. O yaşma kadar kendi kendine sorduğu fakat her nedense
cevaplayamadığı birçok sorunun, çok açık ve çok sade cevaplarıyla karşılaştığında
"Bunları daha önce nasıl düşünemedim!" diyerek eski haline
şaşkınlıkla bakıyordu.
Yürüyüşler de çok
hoşuna gidiyordu Kadir'in.
Gündüz yürüyüşlerinde
karşılaştığı her doğal görüntüyü hayranlıkla seyreden ve insan eli değmemiş bu
görüntülerdeki muhteşem yaratılış mucizelerini düşünen Kadir, şimdiye kadar hiç
farketmediği yepyeni bir dünyada yaşıyor gibiydi!. İnsanların hırs ve
tamahlarından, kin ve öfkelerinden, hile ve düzenlerinden uzak olan bu temiz
ve huzurlu dünya, insanı kendisiyle başbaşa bırakan bir sakinliğe sahipti.
Kadir ilk kez bu
koskoca dünyanın ufak bir küre gibi ayağının altında küçüldüğünü farkediyor ve
bu küçücük kürenin üstünde yürüyen kendisinin, Allah katında bu toprak küreden
çok daha önemli ve çok daha değerli oiduğu-nu hissediyordu. Çünkü insan dünya
için değil, dünya insan için yaratılmıştı. Allah için yaratılan tek bir insan
dahi, kendisi için yaratılan bu dünyadan elbetteki daha önemli, elbetteki daha
değerliydi.
Dünya ile insan, el
ile eldiven, ayak ile ayakkabı gibiydi!. Hangi eldiven bir elden, hangi
ayakkabı bir ayaktan daha değerli olabilirdi ki? 0 halde elleri pahasına
eldiveni, ayaklan pahasına ayakkabıyı, kendileri pahasına dünyayı elde etmek
İsteyenler, ne yaptıklarını ve nasıl bir yanılgı içinde olduklarını hiç
düşünmüyorlar mıydı? El gittikten sonra eldivenin, ayak gittikten sonra
ayakkabının, insan gittikten sonra dünyanın ne önemi ve ne değeri kalacaktı
ki!.
Reklamlarını şeytanın
yaptığı Dünyamarkette "Elini verene eldiven, ayağını verene ayakkabı,
ömrünü verene dünya veriyoruz.." şeklinde bir kampanya olsa, harîgi akıllı
insan bu markete müşteri olurdu!. Hiçbir
insan, hiçbir akıllı insan bu markete
müşteri olmayacağına göre, söz konusu markette birbiriyle itişen, birbiriyle
yanşan milyarlarca insan da neyin nesiydi!. Bunlar ne yaptıklarının, nasıl bir
alış verişte bulunduklarının farkında değiller miydi? Değillerdi,
elbetteki farkında
değillerdi!. Çünkü eldivenin peşinden giderken ellerini,'ayakkabının peşinden
giderken ayaklarını, dünyanın peşinden giderken ömürlerini yitirdiklerini
sonra, daha sonra anlıyorlardı. Karanlık marketin içindeyken bunu anlamayan
milyarlarca insan, tabutlar içinde marketten dışarıya yani gün ışığına
çıkarıldıkları zaman, ancak o zaman ne yaptıklarını, nasıl bir alış verişte
bulunduklarını farkediyorlardı!. Tabi ki gecikmiş, tabi ki geç kalmış bir
farkediş oluyordu bu!. Artık bin eldiven verseler de yeni bir ele, bin dünya
verseler de yeni bir ömüre sahip olamazlardı!.
Kadir
"Elhamdülillah" dedi kendi kendine.
Şükran duyguları
içinde Allaht'a hamdü senalarda bulunmasının nedeni, kısa bir süre önce
kendisinin de bu insanlardan biri olduğunu hatırlamasıydı. Ancak Allah acımış,
Allah merhamet etmiş, Allah hidayet etmişti kendisine. Hidayetine vesile olan
en önemli gerçeklerden birisi de, fani değil ebedi bir canlı olduğunu
farketmesi, ebedi bir varlık olduğunu anlaması ve bu anlayışın ne anlama
geldiğini hissetmesiydi.
Önce dünyayı, peşinden
koşup durduğu dünyayı düşünmüştü Kadir!.
İnsanlığın faydasına
sunulan ve geçici bir imtihan mekanı olan bu dünya, hiç kuşkusuz ki kıyametle
birlikte yokolacak, yokluğa karışıp gidecekti. Allah'a karşı sorumlu olan
insanların önünde ise yokluk değil ebedi bir hayat vardı. Ölüm eşiğinden
geçtikten sonra gözlerini ebedi bir hayata açacak olan her insan, fani değil
ebedi bir canlı olduğunu görecek, ebedi bir varlık olduğunu açıkça anlayacaktı.
İşte önemli olan bu gerçeği ölmeden önce anlayabilmek, ölmeden önce
farkedebilmekti.
Ebedi bir canlı, ebedi
bir varlık olmak!.
Kadir'i müthiş
etkileyen, tüm varlık alemine bakışını değiştiren bir gerçek olmuştu bu. Çünkü
ebediyetin yani sonsuzluğun ne anlama geldiği anlaşıldığı zaman tüm varlık
alemi sonlu ve sonsuz, fani ve baki olmak üzere ikiye ayrılıyor, fani olan
herşey ne kadar büyük ve değerli olursa olsun, baki karşısında bir hiç
durumuna düşüyordu. Mesela baki olan küçük bir musluğun küçücük damlaları, düşünen
bir insan için fani olan tüm okyanuslardan çok daha büyük bir varlık ifade
ediyordu. Çünkü küçük bir musluğun sonsuza dek damlaması demek, sonsuz sayıdaki
kainatların suyla dolması, suyla taşması demekti.
Sonsuzluğun ne anlama
geldiğini çok iyi anlayan Kadir, kendisine ve içinde bulunduğu varlık alemine
de bu anlayışla bakmaya başlamıştı. Önünde ebedi bir hayat vardı ve bu ebedi
hayatın sadece birkaç saatini bu dünyada geçirecekti. Ebedi hayatın başlangıcı
sayılabilecek olan bu birkaç saatlik dünyevi hayat, hem çok kısa ve hem de çok
önemli bir hayattı. Çünkü bu birkaç saatlik dünyevi hayat, ebedi hayatın nerede
ve nasıl olacağını belirleyecek bir keyfiyete sahipti.
Bir pazar, bir ahş
veriş yeri gibiydi bu dünya!.
Ebedi bir variık
olmalarına rağmen dünyaya fani gölgeleri yansıyan tüm insanlar, bu alış veriş
yerinin en önemli kişileriydi. Hem ebedi ve hem de fani değerlere sahip olan
insanlar, bu pazar yerinde devamlı bir alış veriş, içindeydiler. Meselenin
yarınını dikkate alan küçük bir azınlık fani değerleri Allah'a verip,
karşılığında ebedi değerler alırlarken; sadece şimdiki zamanı görebilen büyük bir
çoğunluk ise ebedi değerlerini şeytana verip, karşılığında fani değerler
almaktaydılar!. Tabi ki şeytanla yapılan bu alış veriş, yarını hüsran olan kötü
bir alış veriş oluyordu!. Çünkü ebedi bir varlık olan İnsana fani değil ebedi
değerler, ebedi azıklar lazımdı. Dolayısiyle fani olan malı, fani olan canı,
fani olan dünyevi zamanı Allah'a sunarak, Alİah için harcayarak, bütün bu
fanileri ebedi değere dönüştürme imkanını kullanmak gerekiyordu.
Allah ile ahş veriş,
ne güzel bir ahş verişti..
Uzun yürüyüşler boyunca
bunları düşünen Kadir, Allah'a ve Allah'ın hükümlerine teslim olduktan sonra
başka, bambaşka bir dünyada yaşadığını çok iyi biliyordu. Önceki dünyası
kendisinden, kendisi önceki dünyasından artık çok uzaktı. Fakat yine de bir
gözü hep o dünyaya bakıyor, aklının bir yarısı yine hep o dünyayı düşünüyordu.
Çünkü Dilara oradaydı, o dünyada yaşıyordu!.
Ve seviyordu,
Dilara'yı çok
seviyordu Kadir. ^Dilara'nın varlığından uzaklaştıkça yokluğuna yaklaşmış ve bu
yokluk gün be gün gönlünde ağırlaşmaya başlamıştı. Git gide büyüyen bu yok-iuk
duygusuna katlanabilmek gerçekten çok zordu. 'Sevgilinin varlığı mı büyük,
yoksa yokluğu mu?" diye bir soru sorulsa. Kadir bu soruya hiç düşünmeden
''Yokluğu büyük, yokluğu çok daha büyük" cevabını verirdi. Çünkü her sevgili,
seven kimse için bîr dünya, bir alem gibi ise elbetteki bu alemin içinde
varlığı yaşamak ile bu koskoca alemin yokluğuna katlanmak birbirinden çok ayrı,
çok farklı şeylerdi. Bir alemin içinde olmak ile bu koskoca alemi içinde
taşımak gibi bir şeydi bu!. Alemin içinde yaşarken sadece yaşadıkları bölgeyi
dikkate alan ve alemin büyüklüğünü farkedemeyen nice sevgililer; bu alemden
ayrı kalıp, alemin tüm yokluğunu yüreklerinde hissettikleri vakit, çatlayacakmış
gibi gerilen yüreklerinde bu alemin gerçek büyüklüğünü anlamış oluyorlardı.
Zaten Kadir'in de yaşayarak öğrendiği, yaşayarak anladığı bir gerçek olmuştu
bu. Nitekim bir yürüyüş sırasında, yüreğinde yaşadığı bu gerçeği şu mısralarla
kağıda dökmüştü.,
Benim yokluğumda sen,
senin yokluğunda ben.
Sen damlaya hasret,
denize hasret ben.
Sevginin ve sevdanın
ne olduğunu çok iyi bilen Kadir'in köyde en çok.ilgi duyduğu kişi Divane idi.
Köylülerle Divane hakkında konuştukça, bu sıradışı insana karşı kalbi bir
yakınlık 'duyduğunu hissediyordu. Kendisi Dilara'yı ne kadar seviyorsa. Divane
de Gülbenaz olarak tasvir ettiği sevgilisini en az o kadar seviyor olmalıydı.
İyi ama böyle bir sevgiyi, böyle bir sevdayı yaşıyorsa, yıllar boyu bu sevgilinin
yokluğuna, bu sevgilinin hasretine nasıl dayanabiliyordu? Bu sorunun cevabını
düşünen Kadir, bunu düşündükçe Divane'yi anlamaya ve Divane'yi anladıkça
Divane'ye acımaya başlamıştı. Gerçekten yürek sızlatan, iç acıtan bir durum
olmalıydı bu!.
Bir ikindi sonrası köy
kahvesine uğrayan Kadir,
kenardaki bir masada
Divane'nin tek başına oturduğunu görünce, hiç düşünmeden onun yanına gitti ve
selam verdikten sonra "Oturabilir miyim?" diye sordu. Kadir'in
selamını alan Divane kısa bir süre Kadir'in yüzüne baktıktan sonra yanındaki
sandalyeyi çekerek "Buyur" dedi. Kadir'e "Ne içersin?" diye
sorduktan sonra kahveciye iki çay işareti yapan Divane, çaylar gelesiye kadar
hiç konuşmadı.
Konuşmaya kendisinin
başlaması gerektiğini anlayan Kadir, babasının cenazesinde gösterdiği ilgiden
dolayı önce teşekkür etti Divane'ye ve bir süre babasından konuştular. Sonra
Avrupa'yla ilgili sorular sormaya başladı Divane. Oradaki insanların nasıl bir
Allah'a inandıklarını, dinden ne anladıklarını, ne iş yaptıklarını, nerede ve
nasıl yaşadıklarını, aile yaşantılarının nasıl olduğunu bir bir soruyor,
Kadir'in verdiği cevaplan büyük bir dikkatle dinliyordu. Kadir'in son soruya
verdiği son cevap bitince, başını hafifçe sallıyarak "Tamam, artık
anladım" diyerek bu meseleyi kapatmak istedi.
Divane'nin neyi, naf
kadar anladığını merak eden Kadir ise "Avrupa'yla ilgili anlattıklarımdan
ne anladın?" diye sordu. Divane bu soruya çok kısa bir cevap verdi.,
Orasının soğuk bir
cehennem olduğunu!.
Bu cevabı bir süre
düşünen Kadir, kaşlarını kaldırıp başını Öne doğru sallıyarak ''Evet, doğru
anlamışsın" dedi. Bu söze hiçbir karşılık vermeyen Divane, kahveciye dönerek
iki çay daha söyledi. Bu genç adamı sevmiş, bu genç adamdan hoşlanmıştı Divane.
Kendisine gereksiz sorular sormayan ve hiçbir rahatsızlık vermeyen bu genç
adamla birçok ortak yönleri, ortak duyguları var gibiydi.
Yeni çaylar birbiri
peşi sıra gelip giderken köyden, köylülerden ve kendilerinden bahsetmeye
başladılar. Fakat her nedense söz kendilerine, söz sevgilerine ve sevdalarına
gelince her ikisi de susuyor, sevgilerine ve sevdalarına dair en küçük bir söz
dahi söylemeden öylece birbirlerine, birbirlerinin gözlerine bakıyorlardı.
Tabi ki birbirini
tanıyan, birbirini anlayan bakışlardı bunlar!. geçen gün Divane'yi daha çok tanıyan, daha çok
anlayan Kadir, gerçek bir kardeş ve gerçek bir dost gibi sevmişti Divane'yi.
Onu hemen hemen her
gün görüyor ve bazen
kahvehanede çoğu zaman ise birlikte yaptıkları yürüyüşlerde uzun uzadıya
konuşuyorlardı. Artık ikisinin konuşmalarında bir sınır, bir gizlilik
kalmamıştı. Kadir Dilara hakkındaki duygularım nasıl bir açıklıkla ifade
ediyorsa, Divane de Gülbenaz'a duyduğu sevgisini ve sevdasını aynı açıklıkla
dile getiriyordu.
Kadir çok iyi
anlıyordu Divane'yi.
Sessiz bir köyün,
kimsesiz bir sakini olan bu adam, zayıf ve narin bedeninde insan ufkunu
zorlayan bir sevdayı, büyük bir sevdayı yaşıyordu. Her normal insanı delirtecek,
telef edebilecek olan bu sevdayı, en az bu sevda kadar büyük olan bir sabırla
yaşayan, böyle bir sabırla taşıyan Divane, gerçek bir sevda kahramanı
olmalıydı. An be an sevdasını sabırla, sabrını sevdayla mayalayan bu adam,
sevda yolunda Kadir'i gerilerde, çok gerilerde bırakan bir adamdı.
Kadir Divane'yi
anladığı kadar.
Divane de Kadir'i ve
Kadir'in sevgisini anlıyordu. Fakat anlamadığı, anlayamadığı bir durum vardı
Divane'nin. Kadir Dilara'dan her söz edişinde. Divane büyük bir merakla
"Dilara gerçek mi? Gerçekten Dilara mı?" diye soruyor ve Kadir her
seferinde "Evet. Dilara gerçek!." cevabını veriyordu. İşte
konuşmanın geldiği bu noktada, Divane'nin düşünceleri karışıyor ve bu karışık
düşünceler içinde "Madem gerçek, sen burada ne arıyorsun? Neden onun
yanına gitmiyorsun?" diye soruyordu.
Kadir bu soruya bazen
cevap vermiyor,
bazen de hüzünlü ve
kısık bir sesle "Benim onun yoluna değil, onun benim yoluma gelmesi
gerekir" diyordu. Bu cevaba duygusal olarak hiçbir anlam veremeyen Divane,
bu anlamazlık içinde yine de susuyor ve oldukça hüzünlenen Kadir'in üzerine
gitmek istemiyordu. Belki de benim anlamadığım veya bu genç adamın anlatmak
istemediği özel durumlar vardır diye düşünüyordu.
Birlikte yürüyüşlere
yine devam ediyorlardı.
Bir gün köyden oldukça
uzaklaşmışlar ve dönüş yolunda mola vererek akşam namazını yeşil tepenin
üzerinde kılmışlardı. Namaz ve duadan sonra otlann üzerine sırtüstü uzanan
Kadir, Divane-kendisine "Haydi gidelim" diyesiye kadar gökyüzünü
seyretmek istedi. Divane de uzanmıştı otların üzerine ve o da sessiz bir
şekilde gökyüzünü seyrediyordu. Ve hiç konuşmadan gökyüzünün yavaş yavaş kararmasını,
milyarlarca yıldızın ben buradayım heyecanı, biz buradayız coşkusuyla
ışıldamaya başlamasını İzlediler. Milyonlarca yıldızdan oluşan Samanyolu ise
bir bayram yeri, bir miting alanı gibiydi. Aynı yolda kümelenmiş milyonlarca
yıldız hepbir ağızdan ve hepbir sesle aynı gerçeği haykırıyorlardı.,
Allahuekber"
Hayret ve haşyet
içinde gökyüzünü seyreden Kadir, yerlerin ve göklerin yaratüışıyla ilgili'
ayetleri düşünüyordu. Bütün bunları insanlar için yarattığını beyan eden Allah
(c.c), göklerin birbiriyle uyumlu yedi kat olarak bina edildiğini ve dünya
göğünün de yıldızlarla donatıldığını belirtiyordu. İnsan aklı sadece dünya
göğünü anlamaktan bile aciz iken yedi kat göklere ve bunca muhteşemliğe de ne
gerek vardı!. Oysa bizlere, biz insanlara tek kat gök fazlasıyla yeterdi.
O halde neden, neden
yedi kat olarak yaratılmıştı? Bu sorunun cevabını düşünen Kadir, bu cevabın
insanlarla değil Yaratıcı'yla olduğu sonucuna vardı. Göklerin yedi kat olarak
bina edilmesi, alemlerin Rabbi olan Allah'ın yaratıcılık vasfında-ki
muhteşemlikten ve bu muhteşemliğin varlık alemine küçük bir yansımasından
kaynaklanıyordu. Rahman olan Allah öyle bir Halik, öyle bir Yaratıcı'ydı ki,
yarattığı her şeyin hem mikrosunda, hem makrosunda bu muazzam muhteşemliği
görebilmek mümkün oluyordu.
Oysa bu varlık alemi, kıyametle
birlikte helak olacak, yok olacak fani bir alemdi. Daha açık bir ifadeyle
kalıcı olmayan bir mekan, sadece sayılı günlerde kullanılacak olan geçici bir
konaklama yeriydi bu kainat!. Düşünceleri bu noktaya gelince tüm duygularının
heyecanla titrediğini hisseden Kadir, bir süre hareketsiz kaldıktan sonra
başını yavaşça Divane'den tarafa çevirdi.,
Divane!.
Evet Kadir.
Atomdan yedi kat
göklere kadar ki yaratılışın, ne muazzam, ne muhteşem bir yaratılış olduğunun
farkında mısın?
Kadir'in bu soruyu
neden sorduğunu anlayamayan Divane, kısa bir süre gökyüzüne baktıktan sonra
"Evet, farkındayım" dedi.
Hayranlıkla izlediğimiz bu varlık alemi kıyametle
birlikte helak olacak, yok olacak fani bir alem, öyle değil mi?
Evet
Peki, söyle Divane!.
Fani olan bu kainat böylesine muazzam, böylesine muhteşem ise, acaba baki olan
nasıl? Kısa bir süre kullanılacak olan geçici bir konaklama yerini böylesine
muhteşem yaratan Allah (c.c), acaba ebedi bir hayatın yaşanacağı cenneti, baki
olan cenneti nasıl ve ne şekilde yarattı?
Soruyu çok iyi anlayan
ve cevabı düşündükçe gönlünün hızla genişlediğini hisseden Divane, bakışlarını
tekrar gökyüzüne çevirdi. Doğru söylüyordu Kadir. Gördükleri bu muhteşemlik,
gelip geçici yani fani olan bu aleme yansıyan bir muhteşemlikti. Baki olan
elbetteki çok daha farklı, elbetteki çok daha muhteşem olacaktı. Zaten Yakup
hoca da bu konuda benzer şeyler söylemişti kendisine.
Kadir. Yakup hocayla
hiç tanıştın mı?
Yakup hocayı sadece
babasının vefatında kısa bir süre gören Kadir, bunun bir tanışma olmadığını
bilerek "Hayır, tanışmadım" cevabını verdi.
Yakup hoca da bana
bazı ayetler okuyarak, benzer şeyler söylemişti. Demişti ki ':Aliah insanlara
acıdığı için bu dünyayı yaratırken hiç özenmem iştir. Değersiz bir yurt olarak
yaratmıştır. Şayet biraz.güzel ve değerli yaratsaydı, insanların hepsi
dünyaperest, hepsi tek bir ümmet olurdu."
Bu sözlerin ne anlama
geldiğini hemen anlayan Kadir. "Doğru, çok doğru söylemiş7'- dedi
içinden. Çünkü değersiz olarak yarattığı bugünkü halinde bile insanlar dünyaperest
oluyorlarsa, biraz güzel ve değerli yaratilsaydı hiç kuşkusuz bütün insanlar
yüzlerini dünyaya döner. Allah'ı unuturlardı. Bu düşünceler içinde Divane'ye
dönerek "Yakup hoca çok doğru söylemiş" dedikten sonra, mezarlıktaki
yürüyüşünden bile etkilendiği bu gizemli adamla tanışmak istediğini hissetti
ve. bu isteğini söylemekten çekinmedi.,
İnşaallah kendisiyle
tanışırız.
Divane kısa bir süre
duraksadıktan sonra 'İnşaallah" dedi Kadir'e..
Kadir bir ikindi
sonrası köy kahvesine uğradığında, Yalnız Abbas'ın köylülerle hararetli bir
şekilde konuştuğunu gördü. Bu adamla dört-beş gün önce tanışmış ve yaklaşık
bir saat kadar görüşmüştü. Yaptıkları bir saatlik görüşme, Kadir'in bu adamı
tanımasına fazlasıyla yetmişti. Köylülerin de söylediği gibi, tipik bir kadın
düşmanıydı bu adam!. Dünyadaki her kötülüğün arkasında kadınları görüyor,
karşılaşılan her yanlışın faturasını kadınlara kesiyordu!.
Kendisine Yalnız Abbas
denilen bu adam, yıllar önce iki evlilik yapmış, ilkiyle dört gün, ikinci
hanımıyla birbuçuk ay evli kaldıktan sonra olaylı bir şekiide ayrılmıştı.
Yaptığı bu iki evlilik, kadınları tanıması için yetmişti, yetip artmıştı
Abbas'a!. Kadınlara hep olumsuz tarafından bakan, hiç bıkıp-usanmadan hep aynı
şeyleri anlatan bu adam, gerçek manada bir kadın düşmanı gibiydi.
Kadir'in gözleri önce
Divane'yi aradı.
Gördüğü kadarıyla
kahvede yoktu Divane. Abbas'ın etrafım çeviren köylüler ise sessiz gülümsemeler
içinde onun konuşmalarını dinliyorlar ve arasıra bazı sorular sorarak. Abbas'ı
daha bir heyecanlandırıyorlardı. Kadir Ne yapayım?"' diye biraz
düşündükten sonra köylülere selam vererek boş bir sandalyeye oturdu. Köylülerle
birlikte selamını alan Abbas, Kadir'e hafifçe gülümseyerek
"Hoşgel-din" dedikten sonra hararetli konuşmasına devam etti.,
Büyüklerimiz ne
demişler "Altının değerini öğrenmek istersen, taşa sürt. Öküzün gücünü
öğrenmek istersen, yük yükle. Erkeğin huyunu öğrenmek istersen, onu
dinle. Kadının ne düşündüğünü öğrenmek
istersen, işte buna olanak yok." Bakın doğru bir sözdür bu!. Hiçbir erkek
kadını anlayamaz. Çünkü kadının da kendileri gibi bir insan olduğunu
düşünürler. Evet, bir insandır kadın. Ama erkek gibi değil. Erkekten çok
farklı, çok değişik bir insandır. Kadının ne olduğunu, nasıl olduğunu sadece
kadınlar anlar.
Peki Abbas, sen nasıl
anladın kadınları?
Onlara, onların
gözüyle baktım. Hepsi birer kedi gibi!.
Erkeklere usul usul yaklaşarak, yumuşak patilerini gösterirler.
Gerçekten yumuşak tüylü, çok hoş patilerdir bunlar. Sonra o yumuşak patilerin
arasından, sivri pençeler çıkmaya başlar. İşte erkek o zaman kadının avcı,
kendisinin ise bir av olduğunu farkeder. Çoluk çocuğa karışmış ise bu İlahi
takdire rıza göstermek ister. Kendisini bu pençelere bırakarak hayırlısıyla
ölmek, hayırlısıyla bu dünyadan kurtulmak ister. Anc^k karşısındaki avcı bir
kedidir. Kedinin nasıl bir avcı olduğunu bilir misiniz?
Köylülerden bir ses
çıkmayınca, devam etti Abbas., - Kediler, avlanyla oynayan, onları işkenceyle
öldüren yegane avcılardır. Mesela bir böcekle karşılaşırlar ve patileriyle bir
darbe indirirler hayvana. Bu darbe ile sersemleyen böcek, baygın bir şekilde
hareketsiz kalır. Kedi ise başında öylece bekler. Böcek kendine, gelip, hareket
etmeye başlayınca bir pati darbesi daha!. Sonra yine bekler kedi ve böcek
tekrar kendini toparlamaya çalışınca yeni bir pati darbesi daha!. "Ya
kardeşim, öldüreceksen öldür, yiyeceksen ye şu böceği" diye bağırmak
istersin. kedinin umrunda değildir!. O avıy la "oynamaya, avına işkence
etmeye devam eder. İşte kadınlar da, kadınlar da böyledir.
Abbas ya. hiç mi iyi
kadın yok?
Dünyadaki bütün
kadınlara "İyiler sağ tarafa, güzeller sol tarafa geçsin" deseniz,
sol tarafta izdiham yaşanır. Çünkü kadınlar iyi olmaktan çok, güzei olmayı,
sevilmekten çok beğenilmeyi
isterler. Bu nedenle "Dünyada
iyi olan yalnız iki kadın vardır"' denilmiştir.
Kim bu iki kadın?
Biri ölmüş, öbürü de
daha doğmamış olan.
Arka sıralarda oturan
bir köylü "Ya Abbas. Madem bu kadar kötü. o halde Allah kadını niye
yarattı?" diye sordu.
Ben de onu düşünüyorum
Sadık emmi!. Acaba
Adem (a.s.) .ne günah
işledi ki Allah Havva'yı yarattı!. Bunu bilmiyorum!. Fakat yine de işlediği
günah çok büyük olmamalı. Neden?
Çünkü işlediği günah
büyük olsaydı, Allah (c.c.) bir değil, iki Havva yaratırdı.
İki Havva yaratılsaydı
ne olurdu?
Öyle sanıyorum ki
cennetten çıkarılmaları için şeytana pek gerek kalmazdı!..
İki yıl Önce hacca
gitmiş olan Salih efendi sert bir ses tonuyla "Böyle konuşma Abbas!.
Büyüklerimiz 'Kişiyi vezir eden de, rezii eden de karışıdır' demişlerdir"
dedi.
Çok doğru söylemişler.
Kadının zulmünden ve çenesinden kurtulmak için vezir olmam gerekseydi. ne
yapar eder vezir olmaya çalışırdım. Ancak vezirlik kontenjanı bir, rezillik
kontenjanı binlerce olduğu için. büyük ihtimalle rezil olurdum.
Köylülerden İtiraz
anlamında bir uğultu yükseldi. Ba-zıîarı bu konuşmaların evlilik çağına gelmiş
kızlarının nasibini engelleyebileceği endişesine kapılarak, kızlarını savunmak
istediler. ''Köyümüzün genç kızları iyidir, annelerinden çok daha iyidir
Abbas!." demeye başladılar. Bu tepkileri hiç umursamayan Yalnız Abbas,
burnunun düzüne gitmeye devam etti.,
Bütün genç kızlar
iyidir, iyidir de, o zaman kötü kadınlar
nereden alınmaktadır? Kendinizi
hiç aldatmayın beyler!. Bu toplumdaki evlere, ailelere dikkatlice bakın. Birçok -evden
gübre kokusu gelir, kızlarının adı Reyhane'dir.
Bu sözlerin altında
kalmak istemeyen orta yaşlı birisi "Ben kızımı okuttum" diyerek,
diğerlerinden ayrıcalıklı olduğunu belirtmek istedi.
Aman ne iyi
yaptın!. Sen bilmiyor musun erkek
okuyunca kadı, kız okuyunca cadı oluyor!. Günümüzdeki okumuş kızları görmüyor
musun? Eski zamandaki kızlar utanınca kızarırdı, şimdiki okumuşlar kızarınca
utanıyor.
Ön sırada oturan bir
köylü "Abbas böyle konuşma!. Bu konuşmalann okuyan y,e namaz kılan
yetişkin kızlarımızın hiç hoşuna gitmiyor" deyince, "Bu beni hiç
ilgilendirmez" diyen Abbas, biraz düşündükten sonra ilave etti.,
O yetişkin kızların,
öyle sanıyorum ki 'Evlerinizde vakarla oturun' ayeti de hiç hoşlarına
gitmiyor!.
"Ben kızımı
okuttum" diyen adam sinirli bir şekilde ayağa kalktı ve "Seninle
konuşanda kabahat" diyerek kahveyi terketti. Bütün konuşmaları dikkatli
bir şekilde dinleyen Kadir ise daha önce tanıdığını sandığı Abbas'ı yeniden
düşünmeye, yeniden anlamaya çalışıyordu. Bu adam çok uçuk ve çok sivri şeyler
söylemesine rağmen, söyledikleri tamemen asılsız şeyler de değildi. Kadınların
pozitif yönlerini hiç dikkate almayan Yalnız Abbas, bu kadınların negatif
yönleri konusunda ihtisas yapmış bir uzman gibiydi. Dolayısıyle bu adamın
söyledikleri hem gülünecek,
hem de düşünülecek
sözlerdi..
Üç dört gün boyunca
kardeşini
ve kardeşi Kadir'in
sevgi üzerine sözlerini düşünen Ömer, uzun yıllardır anlamadığı ya da anlamak
istemediği bazı şeyleri yeni yeni anlamaya başlamıştı. Doğru söylemiş, çok
doğru söylemişti kardeşi. Hayatı birlikte yaşamaya, hayatın zorluklanna
birlikte katlanmaya karar veren eşler arasında sevgi ve sevda olmadığı zaman,
bu hayatı birlikte yaşamak ve zorluklarına" birlikte katlanmak gerçekten
ağır bir iş veya sıkıntılı bir görev gibiydi. Ancak bu eşler arasında sevgi ve
sevda olduğu zaman, hayat elbetteki daha kolay, elbetteki daha güzel bir hale
gelebilecekti. Çünkü sevgiyle herşeyin daha kolay ve daha güzel olacağı, bütün
insanların kabul ettiği açık bir gerçekti.
Bunları düşünen Ömer,
Kadir'i kıskandığını hissetti!.
Çünkü kendisinin uzak
olduğu bu duygulan, kardeşi yoğun bir şekilde yaşıyor gibiydi!. Şu an ayrı
olsalar da, Dilara çok farklı bir dünyada yaşasa da, kardeşinin sevdiği,
sevdalandığı bir kadın vardı. Kardeşinin Dilara'yı sevdiği gibi Dilara da
kardeşini seviyorsa, belki de Kadir'i anlayabilir ve aynı dünyada biraraya
gelebilirlerdi.
"Bu olabilir
mi?" diye düşünen Ömer, iç dünyasında bir ikileme düştüğünü hissetti. Dilara'nın
dürüst ve kuvvetli kişiliğini dikkate aldığı zaman "Tabi ki olabilir"
derken, onun sosyal konumunu ve çevresini dikkate aldığında "Zor, çok
zor"' diyordu kendi kendine!. Fakat yine de "İnşaallah, inşaallarT
diyerek, içindeki bu küçük umudu, büyük bir dua ile kuvvetlendirmek istiyordu.
Çünkü bu küçük umud gerçekleşirse, ortaya dünyadaki en güzel beraberliklerden
birisi çıkardı. İnsanın sevdiği ile sevdalandığı eşi ile Allah yolunda
bulunması ve bu yolda yaşaması ne güzel bir şeydi.
Yine "Ya ben, ya
benim durumum?'1 diye sordu kendine!.
Bunca yıldır neden
ürkmüş, neden uzak kalmıştı ki bu duygulardan!. Sevdiği zaman otoritesinin
zayıflayacağından, aile hukukunun delineceğinden ve aile düzeninin
bozulacağından endişe etmesi, doğru bir endişe miydi? Hanımlarına duydukları
sevgi yüzünden onların yanlışlarına müdahale etmeyen ve onları adeta başıboş
bırakan erkeklerin dışında, İlahi ölçülerden taviz vermeden bu sevgiyi, bu
sevdayı yaşayan erkekler yok muydu?
"Vardır,
elbetteki vardır"' dedi kendi kendine. Nitekim Resulullah (s.a.v.) ve
nice sahabi, hiç kuşkusuz ki bu önemli konunun, en güzel, örneklerindendi.
Onlar hayat arkadaşlarını, elbetteki ebedi hayat arkadaşı olarak görüyorlar ve
ebedi hayata doğru kolkola yürürlerken, ebedi kurtuluşun şartlarından taviz
vermeden böyle bir sevgiyi yaşayabiliyorlardı. Doğru ve güzel örnek, tabi ki
bunlar, tabi ki bu seçkin insanlar olmalıydı.
Düşünceleri bu noktaya
gelince "Nerede yanlış yaptım?" sorusunun cevabını da buldu Ömer.
Çünkü o, bu zamana kadar sadece yanlış örnekleri dikkate almış ve böyle bir
yanlışa düşmemeye çatışmıştı. Oysa herhangi bir konuda yanlıştan uzaklaşmaya
çalışmak ne kadar önemliyse, doğru ve güzele yaklaşmaya çalışmak da o kadar
önemli olmalıydı. İşte bunu atlamış, bunu farkedememişti Ömer!. Bir yanlıştan
uzaklaşırken doğruya değil, başka bir yanlışa yaklaşmıştı!.
Kadir'in teşhisi çok
doğruydu.
Sevmek istememiş,
sevgiye doğru tek bir adım atmamıştı Ömer!. Oysa sevgi ve sevda gelmesi
beklenecek, gelince ı!Hoşgeldin7' denilecek bir şey değildi. İnsanın önce
istemesi, önce sevmek istemesi ve bu sevgiye doğru yürümesi gerekiyordu. "İnsan
sevmek istediği zaman küçük bir taşı, kırık bir dalı dahi sevebilir. Çünkü
küçük bir taşta, kırık bir daida dahi sevilecek ne güzellikler vardır. Önemli
olan bunu görmek, ona bu gözle bakabilmektir' diyen Kadir, ne güzel
söylemişti. Bunları söyledikten sonra aynca "Saliha yengem, sana Allah'ın
hayırlı bir takdiri değil mi? İlahi takdir, aynı zamanda sevilmesi gereken bir
takdir değil midir?" diye de sormuştu.
Bu soruya artık çok
net, artık çok açık bir cevap veriyordu Ömer!. Hanımı Saliha, Allah'ın
kendisine hayırlı bir takdiri ise bu İlahi takdirin elbetteki sevilmesi,
elbetteki çok sevilmesi gerekiyordu. Ayrıca bu hayırlı ve İlahi takdiri
sevmesi için zorlanmasına da hiç gerek yoktu Ömer'in. Çünkü hanımının bazı
eksiklerini hoş görerek ona olumlu yönlerinden baktığı zaman sevilecek,
gerçekten sevilecek bir insandı hanımı. Her şeyden önce mü'mindi, müslümandı.
Nefs ve şeytana uyan milyonlarca kadın bir isyan, bir azgınlık içindeyken;
aynı kadınsı nefse ve şeytani müdahalelere açık olmasına rağmen Allah'a
sığınan, Allah'a kulluk etmeye çalışan hanımı, elbetteki Allah'ın sevdiği ve
"Müslümanım diyen bir erkeğin de sevmesi gereken bir hanımdı.
Hanımına karşı
bakışının, hanımına karşı duygularının değişmeye başladığını hissediyordu Ömer.
Yıllardır külfemeye çalıştığı küçük bir ateş, küçük bir nefesle harlayıvermişti
sanki!. Yüreğinde hissettiği bu sevgi sıcaklığı, önce çok şaşırtmıştı Ömer'i!.
Kendisini acemi gençlere, heyecanlı sevgililere benzetti. Fakat uzaklaşmadı,
uzaklaşmak İstemedi bu duygulardan. Çünkü yüreğinde hissettiği sıcaklık,
yüreğini git gide ısıtan, git gide aydınlatan bir sıcaklıktı.
Yavaş yavaş sevdiğini,
yavaş yavaş sevdalandığını hissediyordu Ömer. Uzun yıllardır birlikte yaşadığı
hanımını sanki yeni görüyor, sanki yeni farkediyor gibiydi!. Bunun nedenini
anlamakta da gecikmedi. Çünkü o zamana kadar hep kendi dışında yani dış alemde
gördüğü hanımını ilk kez yüreğinde görmeye, yüreğinde hissetmeye, yüreğinde
yaşamaya başlamıştı.
Bir ara babasını, rahmetli
babasını hatırladı Ömer. Babası Mehmed efendi, aile dışı insanların yanında
annesine karşı saygılı ve ciddi davranırken, aile içi özel ortamlarda ona hep
"Sultanım" der, hep "Sultanım" diye hitap ederdi. Ömer ha!a
kulaklarında oian bu hitabı ve bu hitaptaki sımsıcak sesi düşündüğü zaman, bu
hitabın içi sevgi ve sevda dolu bir hitap olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu.
Zaten bir Osmanlı erkeği olan babası, başkalarının yanında sevgisini bundan
daha fazla belli etmez, belli etmek istemezdi. Çünkü bir insan ne kadar
severse sevsin, bu sevginin sadece sevenler arasında olması gerektiğine inanır
ve ara sıra "Mehmed Efendi. Başkalarının yanında bana çok soğuk
davranıyorsun"' diyen annesine, gülümseyerek şu mısralarla karşılık
verirdi.,
E! yanında, el gibisin
sen benim tenhalarda sen benimsin, ben senin..
Bunları hatırlayan
Ömer "Rabbim sana rahmet etsin babacığım, Rabbim sana rahmet etsin"
dedi içinden. Yan koltukta oturan kocasının gülümseyen bir yüzle dalıp gittiğini
gören Saliha hanım ise sevecen bjr sesle "Ömer ne oldu, iyi misin?"
diye sordu. Hanımına aynı gülümseyen yüz, aynı gülümseyen gözlerle bakan Ömer,
kısa bir suskunluktan sonra Saliha hanımın yüreğini titreten şu cevabı verdi.,
iyiyim Sultanım..
Uzun yıllardır
kocasını seven fakat bu sevgisini sanki çocuksu ve gereksiz bir duyguymuş gibi
içinde saklayan Saliha hanım, Ömer'deki değişikliği hemen farketmiş ve ilk
başlarda nedenini anlayamadığı bu değişikliğe nasıl bir tepki vermesi
gerektiğini bilememişti. Sonra bunun nedenini düşünmekten vazgeçti ve bu
değişikliği Allah'ın rahmetine yorarak, içini ısıtan sevgi doiu yaklaşımlara
aynı şekilde karşılık vermeye başladı. O zamana dek yüreğinde gizlice
yaşattığı fakat açıklamaktan çekindiği sevgisi, taze bir gonca heyecanıyla
açıyor ve kocasına doğru hızla taşıyordu.
Sanki bir rüyada, hep
görmek istediği bir rüya aleminde yaşıyordu!. Ve hiç uyanmamak, bu güzel
rüyadan hiç uzaklaşmamak istiyordu. Çünkü Saliha hanım evlendiğinden bu yana
ilk kez bir kadın olduğunu, kocası tarafından görülen ve sevilen bir kadın
olduğunu hissediyordu. Şimdiye kadar bir yansı, önemli bir yarısı kocası Ömer
tarafından hiç farkedil-memiş ve bu yansında hep gizli bir yalnızlığı, hep acı
veren bir boşluğu yaşamıştı. Tabi ki Ömer bunu hiç anlamamış ve kendisi de hiç
anlatmamıştı!.
Çünkü erkeklerin farklı
olduğunu düşünmüştü!.
Kocası tarafından
sevilmek ve bu sevginin güvenli ortamında kocasıyla bütünleşmek, belki de
kadınların, dünya hayatında kendilerini zayıf hisseden kadınların İhtiyaç duydukları
bir şeydi!. Kendilerini tek başlarına olsalar dahi güçlü ve yeterli gören
erkeklerin, böyle bir istekleri olmayabilirdi!. Oysa kadınlar için durum böyle
değildi. Sevmek çok güzel bir şey olmasına rağmen kadınlar sevmekten çok
sevilmeye ihtiyaç duyuyorlar ve bu sevgi ile kendilerini güvende
hissedebiliyorlardı.
Ve işte ilk kez böyle
bir sevgiyi, böyle bir güveni yaşıyordu Saliha hanım. Gerçi daha Önceleri de
kocasına karşı bir güvensizliği yoktu ama dikkat isteyen ve sınırları belli
olan bir güvendi bu!. Sevgiden kaynaklanan güven ise sevgi kadar derin, sevgi
kadar geniş olabiliyordu. Sevgiyle tanıştıktan sonra bu sevgiye sırt çevirmek
veya bu sevgiyi yitirmek ne kadar imkansız görünüyorsa, bu sevginin rahmetli
bir meyvesi olan güven duygusunu yitirmek de o kadar uzak, o kadar imkansız
gözüküyordu insana!.
Acaba birbirini seven
eşlere rahatlık veren bu güven duygusu, eşleri birbirlerine karşı bir
dikkatsizliğe veya saygıda gevşekliğe neden olabilir miydi? Bu soruya açık bir
cevap veremedi Saliha hanım. Olmaması gerektiğini biliyor fakat tanıdığı bazı kadınları
dikkate aldığı zaman "Olmaz"' cevabını da veremiyordu. Aynı endişeyi
kocası Ömer de hissetmiş olacaktı ki, salonda 'yalnız kaldıkları bir gece onun
elini tutmuş ve sımsıcak gözlerle kendisine bakarak şunları söylemişti.
Bak Sultanım!. Ben
senin benden istediğin hiçbir şeye "Hayır olmaz" veya "Yok"
demek istemiyorum. Bir erkek olarak bu beni çok üzer. Çünkü bir erkek, sevdiği
hanımının bir isteğine :ıYok" dediği zaman eksildiğini, bir tarafının yok
olduğunu hisseder. Bunu bilen ve erkeğini üzmek, erkeğini kırmak istemeyen
saliha kadınlar, kocalarına hiçbir zaman "Hayır" veya LYok"'
dedirtmezler. Çünkü kocalarını doğru tanırlar ve kocalarının "Olmaz"
diyeceği bir şeyi, kocalarından istemezler. Sen de beni tanıyorsun. Lütfen sen
de bana bu kelimeleri hiç söyletme, hiç kullandırma olur mu?
Ömer'in güzel duygular
içinde söylediği bu güzel sözleri çok iyi anlayan Saliha hanım, başını yavaşça
Ömer'in göğsüne yasladıktan sonra kısık bir sesle Sen hiç merak etme'' dedi. Ve
kendisini seven bir erkeğin göğsüne başını yaslamanın güzel duygularını
yaşarken aynı'kısık sesle ilave etti.,
Benim zaten senden
bunu, sadece bunu istiyordum!.
Nedime hanım öylece
Kadir'i izliyor,
iki haftadır köyde
olan Kadir'deki değişiklikleri anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu oğluna, neden
pek konuşmuyor, neden Almanya'ya dönmüyor ve neden köyün Divane'siyle uzun
yürüyüşlere çıkıyordu!. İşleri ve ailesiyle ilgili olarak çok kısa bir şekilde
'İşlerime ara verdim. da şimdilik Almanya'da" cevabını vermişti. Oysa
durum bu kadar basit değildi. Çünkü bir hüzün, örtmeye ve gizlemeye çalıştığı
bir hüzün içindeydi Kadir. Onlarla oturup, onlarla yemek yerken dahi uzaklarda,
sanki çok uzaklarda yaşıyordu!. Oğlunu çok iyi tanıyan Nedime hanım, oğlunun
anlatmadığı çok şey.olduğunu biliyor, çok şey olduğunu hissediyordu. Fakat
yine de Kadir'in üzerine giderek onu rahatsız etmek, onu üzmek istemiyor, belki
daha sonra kendi açılır düşüncesiyle sadece dua etmekle yetiniyordu.
Kadir ise pek farkında
değildi bunların!.
Kendisine ne kadar
meraklı ve dikkatli gözlerle bakılırsa bakılsın, bunları ya görmüyor, ya da
görmemezlikten geliyordu. Çünkü onun gündeminde Dilara vardı. Her geçen gün
Dilara'yı daha fazla düşünmeye ve Dilara'nın yokluğunu daha fazla hissetmeye
başlamıştı. Bir gün arabasıy-ia kasabaya inerken, radyoda çalmaya başlayan bir
türkü iç dünyasını alt üst etmişti.,
Tatlı dillim, güler
yüzlüm, ey ceylan gözlüm. Gönlüm hep seni anyor, neredesin sen.." Bu türkü
sanki onu, sanki onun duygularını anlatıyordu. "Neredesin sen"
sözleri ise gönlündeki biricik istek ve arayışın iki kelimelik ifadesi gibiydi.
Gözyaşlarını engelleyemeyen Kadir, arabayı yol kenarına çekerek bir süre
ağladı ve ıslak gözlerle geniş ovaları seyretti. Yalnız olmasına rağmen hiç
yalnız hissetmiyordu kendisini. Çünkü ne
kadar uzakta olursa
olsun Dilara onunla, onun yanında, onun içindeydi. Yaşadığı tüm duyguları
Dilara'nın da yaşadığını biliyor ve bu duygular içinde "Dilara ne oldu?
Bize ne oldu Dilara?" sorusunu hem ona, hem de kendisine yöneltiyordu.
Gerçekten ne olmuştu, ne
olmuştu onlara,' onların güzel hayatına?
Birbirlerini
sevdikleri ve beraber olmak istedikleri bir gerçek ise bu gerçeği değiştiren
şey neydi? Dilara aynı seven Dilara, Kadir aym seven Kadir olduğuna göre tek
neden Ailah mıydı, Kadir'in yüzünü ve gönlünü Allah'a dönmesi miydi? Bunu bir
ayrılık nedeni olarak görmüyor, bunu bir ayrılık nedeni olarak kabul etmek
istemiyordu. Çünkü çok saçma, çok yanlış bir ayrılık nedeni olurdu bu!.
Allah hem Kadir'in,
hem Dilara'nın, hem de bütün alemlerin Rabbi değil miydi? Aralarında bir sevgi,
bir sevda varsa, kendilerine bu sevgiyi ve sevdayı veren Allah'a birlikte yüz
dönmeleri, birlikte şükretmeleri gerekmez miydi? Bunu anlamamış, bu gerçeği
hiç anlayamamıştı Dilara.
Acaba suç kendisinde
miydi, kendisi mi anlatamamıştı!. Bu -soruya da açık bir cevap veremiyordu
Kadir. Çünkü yeterince anlattığını, anlatabildiğin! düşünüyordu. Zaten Dilara
da son sözlerinde Kadir'i ve Kadir'in anlattıklarını anlamadığını değil, anladıklarını
kabul etmediğini belirtmişti.
Belki de zamana, az
bir zamana ihtiyacı vardı Dilara'nın. Duyduklarını düşünebileceği,
düşündüklerini daha iyi anlayabileceği bir süreye, bir zamana ihtiyacı vardı.
Bu olasılık, Kadir'e çok makul gözüküyordu. Çünkü kendisi bile uzun uzun düşünmüşken
ve karar verirken oldukça zorlanmışken, aynı durumu Dilara da yaşayabilirdi.
Kısa bir süre düşünür, düşünür ve sonra doğru olan karan verebilirdi.
Umudlarını canlandıran bu olasılığı kuvvetlendirmek için "İnşaailah,
İn-şaallah" dedi içinden..
Yüreğini bir nebze
genişleten bu umudla, geniş ve sessiz ovalara tekrar baktı. Dilara'yı yine yanında
hissetmesine rağmen bu sefer onun da Allah'a yüzünü döndüğünü ve tertemiz bir
kulluk kimliği İle koluna girdiğini düşünüyordu!. Bu güzel olasılığı düşünmek
bile Kadir'in gönlünü aydınlatıyor ve aydınlık gönlünden yükselen sevgi
sözcüklerini büyük bir heyecanla Dilara'ya anlatmaya, Dilara'yla paylaşmaya
başlıyordu!.
Günler geçiyor,
Kadir'in gönlündeki
Dilara hasreti, her geçen gün kendisini daha koyu ve daha yakıcı bir şekilde
hissettiriyordu. Divane'yi ve Divane'yle dolaşmayı sevmesine rağmen bazen
yalnız kalmak isteyen Kadir, erkenden evden çıkıyor ve köy kahvesine hiç
uğramadan dağlara doğru yürüyordu. İşte bu yürüyüşlerinden birinde köyün güney
doğusuna inmiş ve dağlardan ovaya doğru akmakta olan rahmet deresi boyunca
ilerlemeye başlamıştı. Köylülerin bu dereye neden rahmet deresi dediklerini
bilmemesine rağfnen hiçbir köylüye de bunu sormayı düşünmemişti. Çünkü su zaten
rahmetti ve her dereye, her ırmağa böyle bir isim zaten yakışırdı.
Dere boyuncu uzanan
ağaçların arasında ağır adımlarla yürürken bir anda durdu, durakaldı Kadir!.
Yemyeşil ağaçlar arasındaki geniş boşlukta kuru, kupkuru bir ağaç dikkatini
çekmişti. Diğer ağaçlardan farklı, çok farklı olan bu ağaç bir insana, ayakta
duran başsız bir insana benziyordu. Gövdeden sonra bir insan boynunu andıran
orta dalı kopmuş, iki yan dalı ise iki kol gibi semaya açılmış, semaya
uzanmıştı.
Kadir düşünceli bir
şekilde bu kuru ve yalnız ağaca bakmaya başladı.
Çok sıradışı olan bu
ağacı tanımaya, bu ağacı anlamaya çalışıyordu!. Sanki gizli bir sırla
karşılaşmış, gizli bir sırla kupkuru olmuştu bu ağaç!. Kuru daiları semaya
doğru öylesine açılmış, öylesine gerilmişti ki, Rabbisinden bir şeyi,
vazgeçilmez bir ısrarla tek bir şeyi istiyor gibiydi.
Rabbisinden su,
Rabbisinden güneş
istemediği belliydi. Çünkü tüm suyunu bırakmış, tüm yapraklarını dökmüş olan
bu ağaç, böylesi isteklerden soyunmuş, çıplak, çırıl çıplak bir şekilde başka,
bambaşka bir şey istiyordu!. Kurumuş gövdenin uzunlamasına bir kovukla orta
yerinden köklere doğru çatır çatır ikiye ayrılmış olması ise uzun yıllardır
aynı yerde sabit olan bu ağacın, dayanılmaz bir hasret ile bu isteğine, bu
duasına bir adım yaklaşabilme çabasını gösteriyordu.
Rabbe doğru açılmış
kollan, gerilmiş dalları, uzanmış adımıyla kaskatı kesilen bu ağaç, koskoca
kainatı dolduran sessiz bir feryat, derin bir yakarış içindeydi!. Gizli bir sır
ile kendini kurutmuş, gizli bir dua ile O'ndan gayri herşeyi unutmuş gibiydi!.
Kökünden en ince dallarına kadar herşeyi, bütün her şeyi ile bir şeyi, tek bir
şeyi istiyordu. Zamandan ve mekandan çıkmış gibi hareketsiz duruşuyla, bu
isteğinde ne kadar azimli, ne kadar kararlı, ne kadar ısrarlı olduğu
anlaşılıyordu.
Bu ağaçtan etkilenmiş,
çok etkilenmişti Kadir. Dua eden onca insanla karşılaşmasına rağmen, semaya
doğru uzanan kupkuru dallarıyla bir yakarış ve yarılan gövdesiyle bir
çabalayış içinde olan bu ağaç, duanın hakikati konusunda ufuk Ötesi bir makamı
işaret ediyor gibiydi. Fakat yine de bu ağacın ne istediğini, ne dilediğini, ne
dilendiğini anlayabilmiş değildi Kadir. Bu soruyla tekrar ağaca bakmaya, tekrar
ağacı düşünmeye başladı. Başsız bir İnsan bedenine benzeyen bu ağaç asıl
itibariyle toprak olduğuna göre, topraktan yaratılan insanın "cesedi,
ruhsuz bedeni gibiydi!.
Ağaca bakan gözleri
hafifçe açıldı Kadir'in!.
"Tabi ya"
dedi kendi kendine. Uzun süredir seyretmekte olduğu bu ağaç, ruhsuz bir
cesede, ruhunu arayan bir bedene benziyordu. Rabbisinden dilediği, ısrarla
dilendiği şey de bu, hiç kuşkusuz ki bu olmalıydı!. Bu düşünceler içii de
derinleşen, derinleştikçe donuklaşan Kadir kendini bil";e? bir şekilde
"Diiara, Dilara" diye sayıklamaya başladı, unkü uzun uzun baktığı ve
anlamaya çalıştığı bu kupkur ağacı en
sonunda tanımış, tanıyıvermişti!.
Dilara'ydı bu, Dilara
olmalıydı!.
Materyalizmin soğuk
dünyasında ruhunu kaybeden, ruhunu yitiren Dilara, fıtri bir boşluk içinde
ruhunu arıyor, semaya doğru yükselerek ruhuna kavuşmak istiyordu. An-' cak
kökleri, onu batı dünyasına ve bu dünyanın soğuk gerçekliğine bağlayan kökleri
onu bırakmıyor, ruhuna doğru yükselmesine izin vermiyordu. Fakat yine de bu
isteğinden geçmiyor, vazgeçmiyordu Dilara!. Ruhunu yitirmiş bir şekilde
kurumasına, kupkuru olmasına rağmen olağanüstü bir çaba ile kendisini dünyaya
bağlayan bu köklerinden kurtulmak ve semaya doğru yükselerek ruhuna kavuşmak
istiyordu.
İnsan yüreğini
sızlatan bir çırpınış ve yakarış içindeydi Dilara!.
Böylesi düşüncelerle
duygulanan ve ağlamaya başlayan Kadir, kuru ve yalnız ağacın yanına giderek
ona sımsıkı sarıldı. Bir ağaca değil Dilara'ya, yalnızlığın boşluğunda kendi
gerçekliğini arayan Dilara'sına sarılıyordu. Ruhsuz bir bedene sarılan,
bedensiz bir ruh gibi hissediyordu kendisini!. Bu duygular içinde "Ahh
canım, ahh hayatım, ahh birtanem" dedi içinden. Ne kadar seviyorsa o kadar
acıyor, ne kadar acıyorsa o kadar merhamet ediyordu Dilara'sına. Gözyaşları
İçinde ona seslenmeye, onunla konuşmaya başladı.,
''Bilmelisin Dilara,
bilmelisin ki bizler sadece madde değiliz. Sadece madde olsaydık, elbetteki
madde ile mutlu, madde ile tatmin olabilirdik. Ancak ruhumuz, çoğu kez farkına
vannadiğımız, varmak istemediğimiz bir ruhumuz var hayatım. Yüce ve ebedi
değerlerle tanışan bu ruhumuz, fani madde ile mutlu, fani madde ile tatmin olmuyor.
O herşeyin gerçeğini, herşeyin kalıcı ve ebedi olanını İstiyor. Bizler onu bu
yüce değerlerden ne kadar uzaklaştırır-sak, o da bizden o kadar kaçıyor, o
kadar uzaklaşıyor hayatım. İşte senin ruhsuz, ruhunun sensiz kalmasının nedeni
bu, nedeni bu sevgilim. Ve sen hala temiz olan fıtratınla ruhunu arıyor, bu
arayışla çırpmıyorsun. Fakat olmaz, olmaz Dilara!. Allah'ın yardımı olmadan
olmaz, Vallahi de olmaz. Billahi de olmaz Dilara. Allah'ın yardımı ise O'na
teslim olmamızla. O'na itaat, O'na kulluk etmemizle mümkün. Haydi gel, gel
artık Dilara!. Allah'a boyun eğerek başını arşa doğru kaldır, kaldır artık
Dilara!."
Kadir uzaktaki
hanımının yakındaki hayaliyle bu konuşmaları yaparken bir anda durdu.
Divane'nin sessizce ortaya çıktığını ve gülümseyen gözlerle kendisine baktığını
düşündü. Bir cevap beklercesine kendisine bakan Diva-ne'ye ne diyeceğini, bu
durumunu nasıl açıklayacağını bilemedi. Uzun bir süre önce Divane'ye sonra
kendi haline bakan Kadir, hep aynı soruyu soruyordu kendisine.,
Gerçek Divane-o muydu,
yoksa kendisi mi?
Elindeki değneğe
yaslanarak köye dönmekte olan Divane,
Yakup hocanın yanından
geliyordu. Bu tozlu yollar;, Divane'nin uzun yıllardır ezberlediği yollar
olmuştu. Yaz kış demeden her sabah bu yollardan geçerek gizlice Yakup hocanın
evine gelir ve yamaçtaki ağaçlığın arkasından eve bir süre baktıktan sonra
kimseye gözükmeden köye dönerdi.
Bunu bir iş, bunu bir
vazife edinmişti Divane!. Çünkü yıllar önce rüyasında Yakup hocanın öldüğünü ve
kimsesiz cesedinin günlerce gömülmeyi beklediğini görmüştü. Bu rüyadan çok
etkilenen Divane uyanır uyanmaz yollara düşmüş ve Yakup hocanın sağ olduğunu
gördükten sonra ona hiç gözükmeden köye dönmüştü.
Sonra ertesi gün, daha
ertesi gün, daha daha ertesi gün de gitmeye başladı. Sanki bir gün gitmese, o
gece ölmüş olan Yakup hocanın yalnız ve cesedinin kimsesiz kalacağı endişesine
kapılıyordu!. Bazı günler ise evin önünde farklı arabalar görüyor fakat köye
uğramadan Yakup hocaya gelen bu misafirlerin kim olduğunu hiç bilmiyordu.
Gerçekten seviyordu,
Yakup hocayı çok
seviyordu Divane. Çünkü yular önce kendisine o sahip çıkmış, o yol göstermişti.
O günleri hiç unutamıyordu Divane. İsmi Gülbenaz olan kızla karşılaştıktan ve
onun gerçek Gülbenaz olmadığını anladıktan sonra hem köyden, hem de köylülerden
kaçarak uzaklaşmış, günlerce hiçbir şey yiyip-içmeden dağlarda dolaşmıştı.
Büyük bir şaşkınlık içinde anlamaya, bütün olup biteni anlamaya çalışıyor fakat
yaşadıklarına hiçbir anlam veremiyordu!.
Divane Gülbenaz'i
tanimasa, karşısına getirdikleri kızın Gülbenaz olduğunu zannedebilirdi!.
Fakat tantyordu, yıllar önce bir kez yüzünü ve gülüşünü gördüğü Güibenaz'ı,
kendisinden ve dünyadaki herkesten çok daha iyi tanıyordu. Zaten yıllardır
kendisine değil hep Gülbenaz'a bakmış, hep Gülbenaz'la ilgilenmişti. Onun güzel
yüzünü ve gülüşünü gördükten sonra sevdalanmış, bu güzel yüz ve gülüş
temelleri üzerine koskoca bir canan tasvir etmişti.
Bu cananın adı
Gülbenaz idi!.
Divane gördüğü ve
görmediği, bildiği ve bilmediği her güzelliği bu canana nisbet etmişti.
Gönlündeki canan güzelleştikçe sevdası daha çok artıyor, sevdası arttıkça bu
canan daha çok güzeileşiyordu. O kızla karşılaşıncaya kadar, Güibenaz'ı o kız,
o kızı Gülbenaz zannetmişti. Fakat o kızla karşılaştığı ve sıcak bir yüreğe
yabancı olan o kaba sesi duyduğu zaman İç dünyası paramparça olmuştu Divane'nin.
Caniı sandığı cananın, cansız olduğunu anlamış ve ne yapacağını bilmez bir
şekilde dağlarda ağlamaya, dağlarda dolaşmaya başlamıştı. Aslında bir yol,
kendisini dünyanın
dışına çıkaracak, Gülbenaz'ın olmadığı bu dünyadan kurtaracak bir yol
arıyordu. Bu dünyanın hiçbir anlamı, hiçbir güzelliği kalmamış gibiydi!. Boş,
bomboş bir hücre gibi gördüğü bu karanlık dünyadan çıkmak, çıkıp kurtulmak
istiyordu. Belki de bu nedenle hiçbir şey yemiyor, hiçbir şey içmiyor ve
kupkuru ağzına hiçbir şey koymak istemiyordu!.
Günler geçtikçe
bitkinleşmiş, ayağa kalkamaz ve yürüyemez bir duruma gelmişti. Zaten Yakup hoca
da kendisini böyle bir durumdayken bulmuş ve yaşlı bedenine rağmen onu evine
kadar taşımıştı. Üç-dört gün boyunca Divane'yi kendi yatağında yatıran ve ona
gerçek bir dost gibi hizmet eden Yakup hoca, bu süre zarfında Divane'ye hiçbir
soru sormamıştı.
Yakup hocanın bu
anlayışlı yaklaşımından gizli bir hoşnutluk duyan ve kendisini oldukça rahat hisseden
Divane, önce bu yaşlı adamı tanımaya ve anlamaya çalıştı. Daha Önceleri köy
kahvesinde gördüğü ve bazı konuşmalarını dinlediği bu adam, klasik hoca
tiplerine hiç benzemiyordu. Mesela bir Kadir gecesi kendisini iftara
çağırmışlar ve iftardan sonra Kadir gecesinin önemine dair bir konuşma
yapmasını istemişlerdi. Kendinden önce uzun uzun konuşan ve Kadir gecesine
övgüler yağdıran hocaların aksine, Yakup hoca çok kısa bir konuşma yapmıştı.
Dalgın gözlerle hocalara ve köylülere baktıktan sonra şunları söylemişti.,
- Kadir gecesi, esas
itibariyle diğer gecelerden farkı olmayan bir gecedir. Ancak Kadir gecesini
diğer gecelerden ayıran ve bu geceyi mübarek Kadir gecesi yapan gerçek,
Kur'an-ı Kerim'in bu gece indirilmiş olmasıdır. İşte bu geceyi Kadir gecesi
yapan kutlu gerçek budur. Şimdi herkes kendi hayatına, kendi yaşantısına bir
baksın. Şayet Kur'an-ı Kerim sizin hayatınıza, sizin yaşantınıza inmemiş-se, ne
yazık ki sizin Kadir gecesiyle bir ilişkiniz yoktur. Kadir gecesi, bu gece
indirilen Kur'an'ı Kerim'e iman eden, bu Kur'an'ı canla başla yaşayan
kimselerin gecesidir. Kur'an'i terkedilmiş bir Kitab haline getiren ve bu yüce
Ki-tab'ı yaşayarak günlerini Kadir günleri haline getirmeyen kimselerin ise
sadece gözyaşı geceleri olabilir. Çünkü bu kimselerin Kadir günleri yoktur ki,
Kadir geceleri olsun..
Bu kısa konuşmayı hiç
unutmamıştı Divane. İşte bu konuşmayı yapan Yakup hoca şimdi beyefendi bir uşak
saygısıyia kendisine hizmet ediyor ve bütün bu işleri sanki asli göreviymiş
gibi yerine getiriyordu. Namaz kılacağı zaman Divane'den izin istiyor ve
namazdan sonra onun yanına gelerek bir isteğinin olup-olmadığını soruyordu. Hayatı
boyunca kendisini ilk kez bir ağa. bir efendi gibi hissetmeye başlayan Divane,
kendisine hiçbir soru sormayan Yakup hocayla konuşmaya ve ona yaşantısıyla
ilgili bazı sorular sormaya başladı. Bu sorulan çok kısa cevaplarla geçiştiren
Yakup hoca, Divane'nin anladığı kadarıyla kendisinden söz etmeyi pek
sevmiyordu. Fakat yine de onunla ilgili bazı şeyleri anlamış gibiydi.
Bu evin bulunduğu yer,
Yakup hocanın dedesine aitti. Küçük yaşta iken ailesiyle beraber İstanbul'a
taşınmışlardı. Gençlik yıllarının bir bölümünü İstanbul'da geçirdikten sonra
yurtdışına gitmişti. Herhalde Almanya'ya gitmiş olmalıydı. Divane'nin
"Orada ne iş yaptın?"' sorusuna ise "öğretmenlik gibi bir
şey" cevabını verdikten sonra yemeğe bakmak için mutfağa geçmişti. Yakup
hocanın bu sorulardan sıkıldığını hisseden Divane, bu anladıklarınla yetinerek
başka bir soru da sormadı.
Kendisi hakkında
konuşmaktan hoşlanmayan Yakup hoca, Divane'nin insan, toplum ve Allah
hakkındaki sorularını ise büyük bir içtenlikle cevaplandırmıştı. Divane'nin
şimdiye kadar hiç duymadığı, hiç bilmediği cevaplardı bunlar. Bu dolu
cevaplardan oldukça etkilenmiş ve Yakup hocaya bakışı an be an değişmeye
başlamıştı. Çok samimi ve çok mütevazı olan,bu yaşlı adam, hiç kuşkusuz ki
bilge bir kişiliğe sahipti.
Yakup hocaya soracağı
önemli sorular bittikten sonra Divane yavaş yavaş kendini anlatmaya, kendinden
bahsetmeye başladı. Bir başkası sorsa bile anlatmayacağı şeyleri, hiç
sormamasına rağmen Yakup hocaya anlatıyordu. Çünkü bu dünyada yüreğini
paylaşabileceği bir insan varsa, kendisini anlayabilecek olan yegane insan bu
Yakup hoca imalıydı. Ve daralan yüreğini bir insanla, hiç olmazsa bi: insanla
paylaşmak istiyordu Divane. Bu duygularla yaşac arını uzun uzun anlatmış ve en
sonunda gözünden süzül":.: yaşlarla "Gülbenaz gerçek değilmiş!.
Gerçek değilmiş Yâup hoca" demişti.
Anlatılanları büyük
bir dikkatle dinleyen Yakup hoca ise başını anladım manasında hafifçe
salladıktan sonra bir
Bu sözlerle karanlık
yüreğinde bir ışık, bir aydınlanma hisseden Divane'nin hayata ve dünyaya
bakışı yeni bir anlam kazanmış gibiydi. Yokluğa sürüklenen Gülbenaz umudu,
Yakup hocanın bu sözleri ile yeni, yepyeni bir varlık nedeni kazanmıştı. Bu
varlık nedeninin merkezinde ise "Ol" hükmünün biricik sahibi olan
Allah (c.c.) vardı.
Bu düşüncelere
dalıp'giden Divane,Allah, Allah" diye sayıklamaya başladı içinden. Şimdiye
kadar iman ettiği fakat kendisinden pek birşey istemediği Allah'a karşı çok
farklı duygular içindeydi. Yüreğin-deki sevda ne kadar gerçek ise artık
Allah'a, sadece ve sadece Allah'a muhtaç olduğu da o kadar gerçekti. Yakup hoca
"Sen Allah'ı hoşnut edersen, elbetteki Alİah da seni hoşnut edecek"
demişti. O halde artık tek bir hedefi, tek bir gayesi olmalıydı.,
Allah'ı hoşnut
etmek...
Bunun nasıl olacağını
kendisine bildirecek, kendisine anlatacak, kendisine açıklayacak kişi elbetteki
Yakup hocaydı. Allah'ı nasıl hoşnut edeceğini bir an önce bilmek ve öğrenmek
isteyen Divane, aklına ve kalbine gelen bütün sorulan Yakup hocaya sormaya
başladı. Sahki bu sorularla Gülbenaz'ına giden yolu soruyor, yol haritasını
öğreniyordu.
Kendisine önce
kelime-i' tevhidi anlatan, bir insanın İslam'ın rahmet iklimine girebilmesi
için yaşadığı coğrafyada ilahlaştırılan neleri reddetmesi gerektiğini izah
eden Yakup hoca, Divane'ye daha sonra namazdan ve namazın öneminden bahsetti.
Allah'ı daha iyi anlaması, daha iyi tanıması için O'nun güzel isimlerini bir bir
zikrederek, bu isimlerin ne anlama geldiğini açıkladı. Yakup hocanın anlattıklarını
ciddi bir merak ve heyecan içinde dinleyen Divane, küçük yaşlardan beri
inandığı Allah'ı yeni anlıyor, yeni tanıyor gibiydi!.
Allah'ın Vedud yani
çok seven, çok sevilen ve kendisine çok sevgi beslenilen bir Rab olduğunu
öğrenmesi ise gönlündeki Allah imanını, Allah sevgisiyle tanıştırmıştı. Ebedi
olan tüm yüce sevgilerin biricik kıblesi Allah (c.c.) da çok sevdiğine ve çok
sevildiğine göre. sevmek ve sevilmek güzel, gerçekten çok güzel birşey
olmalıydı.
O günleri ve o
duygularım tekrar hatırlayan Divane, asasına yaslanarak durduktan sonra
gözlerini semaya çevirdi. Allah'a olan sevgisinin her geçen gün daha bir
arttığını, daha bir koyulaştığını hissediyordu. Her sabah evden çıkarken
haykırarak söylediği esmayı, bu sefer kısık ve hüzünlü bir sesle fısıldadı.,
"Vedud, Vedud, Ya
Vedud..."
Bu küçücük fısıltıyı
Rabbisinin çok iyi duyduğunu bilen ve O'nun öylece kendisine baktığını
hisseden Divane, sevdayla coşan yüreğini Allah'a açarak için için ağlamaya ve
Allah ile konuşmaya başladı.,
Ey Vedud olan Rabbim.
Ben Seni seviyorum. Sen Vallahi de Vedud'sun, Billahi de Vedud'sun. Sevgiyi
yaratan ve yarattığın sevgiyle bana bu sevdayı lütfeden Sen'sin. Sana şükürler
olsun, Sana ezelden ebede kadar şükürler, şükürler, şükürler olsun...
Böyle bir yakarış
içindeyken Kadir'i hatırlayan Divane, asasına yaslanmış ve gözleri yaşarmış
bir şekilde ";Ya Rabbi Kadir'e de, Ya Rabbi kardeşime de yardım et"
dedi. Çünkü Kadir'den, Kadir'in durumundan endişelenmeye başlamıştı. Onunla
birlikte yürürken, otururken, konuşurken çoğu kez dalan, dalıp giden Kadir,
sanki Diva-neyle değil de Dilara'yla yürüyor, Dilara'yla konuşuyor gibiydi!.
Divane bu durumun ne olduğunu ve bu duygu selinin insanı nereye sürüklediğini
çok iyi biliyordu.
Kadir'in her geçen gün
kendisine benzediğini yani divaneleştiğini farkeden Divane, her nedense Kadir'e
yardım etmek ve Kadir'in de divaneleşmesini engellemek istiyordu. Zaten bugün
Yakup hocayla görüşmesinin nedeni de buydu. Yakup hocaya Kadir'in durumunu
anlatmış ve onunla birlikte gelmek istediklerini söylemişti. Kadir hakkında
dinlediklerine hiçbir yorum getirmeyen Yakup hoca ise kendisinden gelmeleri
için izin isteyen Divane'ye kısa bir süre bakmış ve kısa bir cevap vermişti.,
"Buyrun gelin.
Yakup hocanın oturduğu
ev.
Kadir'i çok
etkilemişti. Doğanın ortasında yontulmuş kara taşlardan ve kalın ağaçlardan
yapılmış bu eski ev, sanki doğal ortamın doğal bir parçasıydı!. İki oda bir
salon gibi gözüken bu evin geniş salonu, bir insan için gerekli şeylerin olduğu
fakat gereksiz hiçbir şeyin yer bulamadığı rahat bir yaşama ortamı gibiydi. Yan
duvarın büyük bir kısmını kaplayan tahta kütüphanedeki kitaplar, genel içeriklerine
göre düzgün bir şekilde tasnif edilmişti. İnsana her nedense bir okuma arzusu
veren bu mütevazı kütüphanede Kur'an, hadis. İslam tarihi ve İslam fıkhı gibi
temeİ eserlerin yanı sıra yerli ve yabancı müelliflerin kitapları da yer
alıyordu. Yer sedirinin yanındaki geniş sehpada birisi açık üç-dört kitapla
birlikte yazılı kağıtiarın bulunması ise, bu kitapların kütüphane duvarında
atıl bir taş değil devamlı kullanılan bir demirbaş olduğunu gösteriyordu.
Kadir'in en çok
dikkatini çeken şey, en üst raflarda yer alan ingilizce ve almanca Kur'an-ı
Kerim'ler olmuştu.
Yakup hocaya bu
Kur'an'ların nereden geldiğini sormuş, o da kısaca "Bazı eski dostların
hediyesi" demişti. Bunun nedenini sormayı hiç düşünmeyen Kadir, Yakup
hocayla yeni tanışmış olmasaydı "Siz bunlardan faydalanmıyorsanız
alabilir miyim?" diyerek bu kitapları isteyebilirdi. Çünkü özellikle
almanca Kur'an-ı Kerim, ana dili almanca olan Dilara için yarınlarda faydalı
olabilirdi.
Yaklaşık bîr saattir
hem çay içiyorlar.
hem de konuşuyorlardı.
Kendisine doğal ve sakin bir samimiyet içinde yaklaşan Yakup hoca karşısında
kendisini oldukça rahat hisseden Kadir, bu yaşlı adamla sanki yıllar önce
tanışmış gibiydi. Biraz konuştuktan sonra bir dost olarak görmeye başladığı
Yakup hocaya, kendi özgeçmişini kısaca anlatmıştı. Kadir'i sakin bir şekilde
dinleyen Yakup hocanın dikkatini çeken husus, birçok İnsanın çok önemseyerek
anlatacağı böyle bir özgeçmişi ve kazanılan kariyeri, Kadir'in sıradan ve
önemsiz bir şey olarak dile getirmesiydi.
Bu özel durumun, özenle
altını çizen Yakup hoca, o zamana kadar insanlarla olan ilişkilerinde genel
olarak kendisine anlatılanlarla yetinmesine rağmen Kadir'in kısaca
anlattıklarını dinledikten sonra ona yeni sorular soruyor, onu daha iyi
tanımak, onu daha iyi anlamak istiyordu. Bunun özel bir nedeni vardı kendisi
için. Çünkü bu genç adamda kendisini, uzun yıllar önceki kendi gençliğini
görüyor ve o günlerini hatırlıyordu.
Kendisi de
üniversiteyi yurtdışında okumuştu.
Robert kolejden mezun
olduktan sonra Amerika'ya gitmiş ve Oklahoma üniversitesinde kimya eğitimi
almıştı. Üniversitedeki ilk yıllarında tanıştığı ve ilk aşkı olarak gördüğü
Rosemary ile hiç kimseye haber vermeden evlenmişti. Rosemary o sıralar liseyi
yeni bitirmiş ve pastanede çalışan güzel ama vasat bir kızdı.
Türkiye'ye tatile
gittiği üçüncü yaz, yanında sürpriz olarak dört aylık hamiie karısını da
götürdü. Ailesinin bu duruma sevineceğini umud etmesine rağmen gelişmeler hiç
de beklediği gibi olmadı. Dinine ve geleneklerine bağlı olan ailesi bir
hıristiyan olan Rosemary'e mesafeli yaklaşırken; Rosemary de yeni tanıştığı bu
ailenin kültürel zenginliklerini basit, dini inanışlarını ise ilkel ve çağdışı
bulmuş ve tavırlarıyla da bu izlenimini belli etmekten hiç çekinmemişti.
O zamana kadar dini
konularda hiçbir yorum yapmayan Yakup, bir anda gelişen bu kutuplaşma
karşısında hem üzülmüş, hem de ne yapacağını bilememişti. Bir tarafta sevdiği
hanımı, diğer tarafta ise kendini bildi bileli saygıda kusur etmediği babası ve
ailesi vardı.
Babası Salim efendi
ailenin üç kız çocuğundan sonra dünyaya geldiği için :'tekne kazıntısı"
dediği tek oğlu, göz nuru Yakub'u çok severdi. Biricik oğlunun kendinden habersiz
olarak evlenmesi, onlara çok yabahcı bir gelin alması ve bu yeni gelinin
hanımefendilikten uzak küstah tavırları. Salim efendiyi derinden yaralamıştı.
Oğluyla ilgili tüm hayallerinin yıkıldığını hisseden Salim efendi, karısının
küstahlığı karşısında sessiz kalan Yakup'tan artık gitmesini, karısını alarak
Amerika'ya dönmesini istedi.
Birbirinden uzak iki
farklı kültüre köprü olamayacağını ve onlan biraraya,getiremeyeceğini çok iyi
anlayan Yakup, sessiz bir üzüntü içinde Amerika'ya döndü. İki hafta sonra
Türkiye'den gelen ölüm haberiyle yıkılan Yakup, babasını ne derece üzdüğünü
ancak o zaman anlamıştı. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını
hissediyordu. Biricik babalan, ailenin ulu çınarı yıkılmıştı, hem de oğlunun,
çok sevdiği oğlunun balta darbesiyle!. Bunları düşündükçe bunalıma giren
Yakup, kemiklerine kadar hissettiği bu acının faturasını kime çıkaracağını
bilmeksizin içine kapanmıştı. Karısının bu konuda kendisine destek vermesini
beklerken, Rosemary'nin arkadaşlarıyla birlikte neşe ve kahkaha dolu hayatına
devam etmesi ise Yakup'a hem dayanılmaz bir sıkıntı vermiş, hem de karısına
duyduğu sevgiyi hızla eritivermişti.
Aylar sonra kızının
doğumu bile gerçek bir sevinç nedeni olamamıştı!.
Dünyaya boş gözlerle
bakan Yakup için, artık sadece okulu ve kariyeri vardı. Babası öldükten sonra
Türkiye'deki ailesinden maddi destek kabul etmediği için geceleri çalışmaya
başlayan Yakup, bu zor şartlar altında okumaya devam etti. Oklahoma
Üniversitesi kimya bölümünü bitirdikten sonra başarısından dolayı aynı
üniversitede hem asistanlık, hem de mastırını yaptı. Houstun Üniversi-tesi'nde
doktorasını bitirdiğinde ise orijinal tezleri ve sıradışı çalışmaları ile kendi
sahasında dikkat çeken bir bilim adamı olmuştu. Ancak kızının yaş gününde bile labaratu-varda
sabahlaması, özellikle karısı tarafından ilgisiz baba olarak tanımlanmasına
yetiyordu.
Kızıyla kendi ana
dilinde konuşamayan Yakup'un, tüketici bir Amerikalı olarak yetişen kızının
her pazar kiliseye gitmesinden hoşlanmamasına rağmen ona Allah'ın razı olduğu
dini anlatabilmesi de mümkün değildi. Çünkü küçük yaşlardan beri doğru bir din
olarak algıladığı fakat pek ilgilenmediği İslam hakkında kendisinin de yeterli
bir bilgisi, bir birikimi yoktu. Bu sıkıntılı ruh hali içinde yeni araştırmalarına
daha çok yönelen Yakup, ailesinden daha çok uzaklaşıyordu. Yakup'un tüm
çabalarına rağmen entelektüel açidan kendisini geliştirememiş hanımı ile
paylaştıkları şeyler o kadar azalmıştı ki, bu durum onları evin değişik
odalarında yaşayan iki yabancı haline getirmişti.
Fakat yine de kızından
vazgeçmiyor, yüreğinin bir parçası olarak gördüğü kızına daha yakın olabilmek
için, Avrupa ülkelerinde katıldığı kongrelere .onu da götürüyordu. Nitekim uzun
uçak yolculukları kızıyla olan diyalogunu geliştirmek için çok iyi bir fırsat
olmuş, baba ve kız birbirlerini daha iyi tanımaya, daha iyi anlamaya ve daha
çok sevmeye başlamışlardı. Bu durumdan karısı memnun olmasa da, Kızının
babasına bakışı çok değişmiş ve baba-kız bir aile oluşturmuşlardı.
Ancak bu da uzun sürmedi!.
Kızı 19 yaşına
geldiğinde "Yılın bilim adamı" seçilen ye aynı yıl profesör olan
Yakup, son yirmi yılın en önemli bilimsel atılımı olarak adlandırılan çalışma
konusunda yoğunlaşmaya başlamış ve artık ne kongrelere, ne de kızına vakit
ayıramaz bir hale gelmişti. Bu durumdan üzüntü duyan kızına ilBiraz zamana
ihtiyacım var hayatım. Çalışmamı bitirdikten sonra seninle, artık sadece
seninle olacağım" diyordu. Babanın bu durumunu fırsat bilen annesi ise
kaybetmek üzere olduğu kızını tekrar kazanmak ve babasından tamamıyla koparmak
için her türlü yola başvuruyor ve acımasız sözlerle kızının ruhsal durumunu ne
kadar bozduğunu hiç farkedemiyordu.
Çalışmalarında hızla
İlerleyen Yakup, sonuca yaklaştıkça iç dünyasında bir ikileme düştüğünü
hissediyordu. Çünkü araştırma konusunun mikro ve makro boyutunda hep İlahi bir
müdahalenin, hep İlahi bir düzenlemenin varlığıyla karşılaşıyor, bu İlahi
gerçek karşısında ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyordu!. Bunu açıkça
söylese, Allah'ı dikkate almayı ilkellik olarak algılayan modern bilim
kendisini acilen afaroz edecek, yaptığı araştırmanın bilimsel değeri adeta
sıfırlanacak ve herkes ona alaycı gözlerle bakacaktı. Bu ciddi olasılığın
farkında olan Yakup, karşılaştığı apaçık gerçeği dikkate almadığı zaman ise kendisini
meselenin mikro ve makrosunu göremeyen, mikro ve makro arasındaki dar alanda
oyun oynayan küçük çocuklara benzetiyordu!.
İç dünyasında bu
ikilemleri, bu çelişkileri yaşarken, bilimsel çevrelerce Nobel ödülüne aday
gösterildiğini haber alan Yakup, her bilim adamının hayali olan bu haber İle
kararsızlıktan kurtulmuştu!. Ruhuna zor, nefsine kolay gelen bu karar ile
karşılaştığı İlahi gerçeğe sırtını dönmüş ve insanlar kendisinden ne istiyorlarsa,
İnsanlara onu vermeyi ve bu insanlardan Nobel Ödülünü almayı uygun görmüştü!.
Ancak ne bu çalışmasını bitirebilmiş, ne de Nobel ödülünü alabilmişti!. Çünkü
kızının, ilgisine muhtaç olduğu halde yeterince ilgilenemediği, sevgisine
muhtaç olduğu halde yeterince sevemediği kızının intihar haberini almış ve hiç
beklemediği bu haber İle bir anda yokolduğunu hissetmişti.
Artık ne dünyanın, ne
de yaptığı çalışmaların bir anlamı kalmıştı. Kızının soğuk cesedine acıdan ve
hüzünden yanan gözlerle bakarken karşılaştığı olayın makrosunda yine aynı
İlahi müdahalenin olduğunu hissediyordu. Ancak bu İlahi müdahale daha Önce
yaptığı gibi sırtını döneceği, görmemezlikten geleceği bir müdahale değildi. Bu
yönde gelişen duygu ve düşünceleri Aliah'a yönelince "Neden, bunun
olmasına neden izin verdin?" diye sormak istiyor fakat cevabını bildiği
bu soruyu sormaktan utandığını hissediyordu.
Ve herşeyi bırakarak, herşeyi
terkederek Türkiye'ye döndü. Bu bir anlamda Yakup'un Rabbisine, Yakup'un
kendisine ve kendi gerçeğine dönüşüydü sanki!. İstanbul'da kısa bir süre kaldıktan
sonra hiç kimseye haber vermeden geldiği dede yadigarı bu eski ev, elit
çevrenin yoğun ilgisinden bunalan Yakup için güvenii bir sığınak ve doğal bir
labaratuvar ortamı olmuştu. İlime olan tutkusuyla yine çok okuyan, yine çok
araştıran Yakup, artık bir hoca değil mütevazı bir öğrenci gibiydi. Çünkü
herşeyi hakkıyle.bilen Alim'İ tanıdıkça ve bu Alim'in yüce kelamını okudukça,
batıdan aldığı bilimsel birikiminin bir avuç bulanık su olduğunu
farkediyor-du. Kur'an-ı Kerim ise gayet sade ve açık bir anlatım ile koskoca
bir okyanusa işaret ediyordu.
Hayran olduğu bu
okyanusun kenarında, kainat Kitab'ını, kainatı izleyerek okuyan Yakup, A!im
olan, Rahman olan. Rahim olan Allah'ı her geçen gün daha çok seviyordu. Zaten
çok uzun yıüar önce geldiği bu küçük evde kendisini garip, kendisini yalnız
hissetmemesinin en önemli, en görkemli nedeni de buydu. Çünkü herşeyi
yitirdiğini sandığı bir dönemde, herşeyin Sahibi'yle buluşmuş ve ondan sonraki
hayatını O'nu tanımaya, O'nu anlamaya ve O'nunia birlikte yaşamaya adamıştı.
Kadir'e dalgın
gözlerle bakan Yakup hoca, her insan için farklı bir İlahi takdir, farklı bir
imtihan dünyası olduğunu düşünüyordu. Bu genç adamla birçok ortak yönleri
olmasına rağmen onun imtihanı daha kişisel nedenlere dayanıyordu. Kendisi genel
eğilimler karışısında sendelemişken, genel eğilimleri hiçe sayan bu. genç adamın
imtihanı özelle ilgiliydi. Aynı dalgınlık içinde kendilerini sessiz bir
şekilde dinleyen Divane'ye baktığında ise, yüreğinde uyanan gizli bir tebessüm
İle onun imtihanının çok daha farklı olduğunu düşündü. 0 yaşına kadar farklı
çevrelerden çok değişik insanlarla karşılaşan Yakup hoca için Divane gerçek
bir insan, gerçek bir adamdı. Kaibi duygularla Divane için hayır dualarda
bulunduktan sonra dikkatini yine Kadir.
Kadir'in
anlattıklarına verdi...
Kendini fazlasıyla
anlattığını düşünen Kadir,
Yakup hoca hakkında
gizli bir hayret içindeydi. Anlattıklarım çok iyi anlayan ve bunun da ötesinde
batı dünyasıyla ilgili sorduğu sıradışı sorularla meselenin detaylarını açan Yakup
hoca, batıyı ve batı gerçeğini Avrupa'da yaşamış birçok insandan daha fazla
biiiyor gibiydi!. Herhalde bu alanda yeterince araştırmış, yeterince kitab
okumuş olmalıydı. Kadir'in bilim ve teknolojiyi kısaca değerlendiren sözlerini
dinledikten sonra bu konuda da susmamış ve alışılmışın dışında şu karşılığı
vermişti.,
Günümüzdeki teknolojik
imkanlarla, geçmiş dönemdeki insanların dünyevi ihtiyaçlarına sahip olsaydık:
insanların hayata ve kendilerine ayıracakları çok zamanları olurdu. Çünkü
geçmiş zamanlarda insanların yiyecek, giyecek ve barınacak yer gibi tabi
ihtiyaçlarım karşılamak için bu insanların sayıca ve zamanca daha çok
çalışmaları gerekirken, aynı ihtiyaçlar günümüzdeki teknolojik imkanlarla daha
az zaman ve çok daha az sayıda insanla sağlanabilirdi. Ancak kapitalizmin
kontrolünde genişleyen bilim ve teknoloji, kapitalizmin isteği doğrultusunda
insanların dünyevi ihtiyaç yelpazelerini de genişletmiş ve insanlar her geçen
gün daha da artan bu çağdaş ihtiyaçlarını karşılayabilmek için geçmiş
insanlardan daha fazla çalışmaya, kendi gerçekliklerinden daha fazla
uzaklaşmaya mahkum olmuşlardır.
Bu sözlerin derin
anlamını düşünen Kadir hafif hafif başını sallarken. Divane çok kayıtsız bir
şekilde ''Beter olsunlar"' dedi. Yakup hoca kaşlarını hayret anlamında yukarı
kaldırarak ''Niye böyle söyledin?" diye sordu. Divane sanki çok öncelerden
düşündüğü, bildiği ve anladığı bir cevabı hiç duraksamadan tekrarladı.,
Ben insanların bir
insanı, bir hayvanı, bir bitkiyi
sevmelerini anlıyorum. Fakat bu insanların taş topraktan yapılmış binaları,
soğuk demir parçalarından yapılmış arabaları ve bir kağıt parçası olan parayı
nasıl bu kadar seve-bildiklerini anlamıyorum. Bütün bunlar sadece bir ihtiyaç
ise ihtiyaçtan fazla bir şeymiş gibi nasıl sevilebilir?
Divane'nin sözlerini
anlayan ancak biraz daha açılmasını isteyen Kadir "Bir bitkiyi arabadan
daha fazla mı seviyorsun?" diye sordu.
Tabi ki!. Bitkinin her
gün değişen canlı güzelliğini seyredebilir, onu okşayabilir, onunla
konuşabilirim. Çünkü canlıdır, hayatın hayat doiu bir parçasıdır, onunla bir
bağ kurabilirsin. Fakat arabayı okşayıp, onunla konuştuğun zaman adama 'deli1
derler.
Dişleri gözükürcesine
gülümseyen Kadir, aynı gülümseme ile Yakup hocaya dönerek "Doğru
söylüyor'' dedi. Başını hafifçe sallıyan Yakup hoca "Yine de dua etmesi
gerekir" dedikten sonra ciddi gözlerle Kadir'e bakarak "İnsanlar
hakkında sen ne düşünüyorsun?" diye sordu. Kadir pek beklemediği bu soru
üzerine biraz düşündükten sonra cevap verdi.,
Genel olarak acınacak
halde olduklarını düşünüyorum. Batıdaki insanlar canla başla yanlış kapıları
açmaya çalışırlarken, doğudaki insanlar doğru kapı Önünde doğruları konuşmakla
ve tartışmakla meşguller.
Doğudaki insanların
doğru kapı önünde doğruları konuştuklarını nereden biliyorsun?
Kadir ''Bu ne biçim
soru?" dercesine Yakup hocaya baktıktan sonra "Allah'a inanan bu
insanlarda İslami kaygı yok mu, bunların konuştukları İslam değil mi?
İslami kaygı olabilir
fakat konuştukları şeyler İslam değil!.
Anlayamadım!.
Bak Kadir!, İnsanların
gündeminde dinin önemli bir yer tuttuğunu ve televizyonlardan köy kahvelerine
kadar birçok yerde dinin konuşulduğunu, dinin tartışıldığını biliyorum. Ancak
din içerikli bu konuşmaların büyük çoğunluğu, ne yazık ki İslam'ın Özüne uygun
doğru konuşmalar değil.
Biraz açar mısınız?
Yakup hoca başını
sallıyarak 'Tabi" dedikten sonra devam etti.,
Günümüzdeki bu
konuşmaların çoğunda 'y°*cuya göre yol tarifi' yapılıyor. Din adına konuşan
bilim adamları, muhatap aldıkları insanların dünyevi kaygılarını, isteklerini,
arzularını dikkate alarak, bu insanların hoşlanabilecekleri yüzlerce yol
tarifi yapıyorlar. Oysa Kur'an-ı Kerim'e baktığımız zaman, bu yüce Kitab'ta
apaçık bir yol bildiriliyor ve "bu yola göre yolcu tarifi' yapılıyor.
Kur'an-ı Ke-rim'in bu yaklaşımında yolun yolcuya göre değil, yolcunun yola göre
değişmesi esastır. Zaten insanları tek bir yola davet eden İslam'ın amacı da,
insanların doğru yola göre değişmesi, doğru yolun, dosdoğru yolcuları olarak
biraraya gelmesidir.
Divane, söylenilenleri
çok iyi anladığını ifade eden gözlerle Yakup hocaya bakarak "Bu yolu da
Allah tarif ediyor"' ilavesinde bulundu.
Elbetteki. Yolun
istikametini, yolla ilgili hükümleri sadece Allah bildiriyor ve bu yolu
belirleme hakkını peygamberlerine dahi vermiyor.- Zaten bunun içindir ki İslam'ın
dosdoğru yoiunu kendi isteklerine göre tarif etmeye kalkışanlar, Kur'an'ı
Kerim'de "Siz Allah'a dininizi mi öğreteceksiniz?" İlahi hitabıyla
açıkça tehdit ediliyor.
Türkiye gerçeğini
yeterince bilmeyen fakat söylenilenleri de çok iyi anlayan Kadir, Yakup hocaya
kısa bir süre baktıktan sonra "Bunun nedeni bilgi eksikliği olsa gerek"
dedi.
Bilgi eksikliği derken
neyi, nasıl bir bilgiyi kastettiğini bilmiyorum. Mesela Resulullah (s.a.v.)
"Benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız" buyuruyor.
Bence bir müslümanın öğrenmesi gereken bilgi, tahsil etmesi gereken gerçek
İlim budur. "Allah'tan en çok alimler korkar" buyruğunda da ifade
edildiği gibi; bir müsîümanın ilmi arttıkça, o müslümanda haşyetin. Allah
korkusunun da artması gerekir. Fakat günümüzde hiç de böyle olmuyor. Ne
tuhaftır ki kendilerine ilim adamı denilen kimseler okudukça rahatlamaya,
okudukça gevşemeye, okudukça daha az ağlayıp, daha çok gülmeye başlıyorlar.
Benim anlayabildiğim ya da anlayışla karşılayabileceğim bir durum değildir
bu!.
Düşüncelere dalan
Kadir kısık bir sesle "Ahsen-i takvim üzere yaratılan insanlar böyle
olmamalıydı" dedikten sonra meraklı bir sesle sordu.
İnsanların hepsi mi
ahsen-i takvim üzere, yani en güzel bir şekilde yaratıldı?
Kadir'in neyi öğrenmek
istediğini çok iyi anlayan Yakup hoca ''Elbetteki. İster müslim olsun ister
gayri müslim, bütün insanlar fıtrat olarak ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır''
dedikten sonra devam etti.,
Ancak ahseni takvim
üzere yaratılışın asıl gerçeği, mü'minlerin cennetteki yaratılışıdır, Kur'an-ı
Kerim ifadesiyle yüzleri nur saçacak, görme ve işitme gibi özelliklerinde
dünyaya Özgü sınırlar, menziller kalkacaktır. Şu an çok az bildiğimiz o cennet
yaratılışı, ahsen-i takvim üzere yaratılışın gerçek veçhesidir. Bugünkü yaratılışımız ise esfele safilindeki
halimiz yani aşağıların aşağısmdaki durumumuz-dur. Ki bu şekilde yaratılmamız,
Allah'ın başlı başına bir lutfu, b'ir rahmetidir.
Son sözlerin ne anlama
geldiğini yeterince anlayamayan Kadir "Neden?" diye sordu.
Allah insanları
böylesine aciz yaratmışken bile bu insanların
nasıl büyüklendiklerini, tuvaletteki
iki büklüm hallerini unutarak nasıl kibirlendiklerini, nasıl haddi
aştıklarını görüyoruz. Allah insanları cennet yaratılışıyla yaratıp, bugünkü
nefislerini verseydi, hiç kuşkum yok ki bütün insanlar "Bizler kesinlikle
bir beşer değiliz" iddiasıyla ilahlık taslamaya kalkışırlardı.
Sevgi ve takdir dolu
gözlerle Yakup hocaya bakan Kadir "Çok doğru söylüyorsunuz" dedikten
sonra bu konudaki kendi düşüncelerini de kısaca paylaşmak istedi.,
Kur"an-ı Kerim'de
insanın ahsen-i takvim
üzere yani en güzel bir şekilde yaratıldığını okuduktan sonra dünyaya ve dünyadaki tüm yaratılmışlara
bakarak bunu düşünmeye başladım. Önce bazı şüphelere düştüm. Çünkü en güzel bir
şekilde yaratıldığı söylenen insan bir at gibi koşamıyor, bir balık gibi
yüzemiyor, bir kuş gibi uçamıyor-dul. Bir öküzün gücüne, bir kuşun sesine sahip
değildi insanoğlu!. Fakat biraz
düşününce aynı İnsanoğlunun Allah'ın
lütfettiği akıl İle yaptığı araçlarla
tüm hayvanları geride bıraktığını farkettim. Atların yetişemeyeceği
arabalarla gidiyor, kuşların yükselemeyeceği ufuklarda uçuyor, yüzlerce öküzün
kaldıramayacağı ağırlıkları kaldırıyordu. Piyanoya dokunduğu parmak
uçlarıyia, kuşları bile hayran bırakacak
sesler, nameler çıkarıyordu. İşte
o zaman "Evet" dedim
kendi kendime. İnsanın gerçekten ahsen-i takvim üzere yaratıldığını hiç şüphe
duymadan kabul ettim. Ama şu an ki konuşmalarımızla daha iyi anladım ki
ahsen-i takvim üzere olan bu yaratılışımız, fani dünyadaki fani
yaratîlışımızdır.
Kadir kısa bir süre
duraksadıktan sonra devam etti.,
Mü'minlerin cennet
yaratılışı ise elbetteki baki dünyadaki baki yaratılışları olacaktır. Fakat o
yaratılışı ne kadar anlayabileceğimizi hiç bilemiyorum. Çünkü kıyametle helak
olacak olan bu fani kainat böylesine muazzam, böylesine muhteşem ise baki
olanın nasıl olduğunu hayal etmekte bile zorlanıyorum.
Kadir'i dikkatle
dinleyen Yakup hoca, duyduklarından çok hoşnut olmuştu. Anladığı kadarıyla bu
genç adam tembel bir tüketici değil, kendisi de düşünen, kendisi de araştıran
bir üreticiydi. Bu izlenimini açıkça söyledi.
Düşünen bir insan
olmana sevindim.
Omuzlarını kaldıran
Kadir Neyi ne kadar düşünebildiğimi bilemiyorum"' dedikten sonra meraklı
bir ses tonuyla sordu..
İnsanı yeterince
tanımanın bir yolu var mı?
Başını hafifçe
sallıyan Yakup hoca gülümseyerek ' Olabilir" dedi. Biraz duraksadıktan
sonra aynı gülümseme ile ilave etti.,
Kendini tanıman.
Bu sıradan cevabın
arkasında sıradışı anlamlar olduğunu hisseden Kadir ;iBunu nasıl
yapacağım?" diye sordu.
Bak Kadir!. Ben sana
bunun kısa bir yolunu söyleyeyim. Bu zamana kadar hiçbir insan görmemiş ve
insanın ne olduğunu hiç bilmeyen akıl sahibi bir canlıya, kendini anlatmaya
ve tanıtmaya çalış.
Kaşlarını hayret
anlamında kaldıran Kadir "Anlıyama-dım" deyince, Yakup hoca az önceki
gülümsemesiyle "Denemeye başladığın an, anlamaya da başlayacaksın"
dedikten sonra ilave etti.,
Haydi ilk denemeyi
birlikte yapalım. Hiç insan görmemiş ve insanın ne olduğunu hiç bilmeyen akıl
sahibi canlı ben olayım. Şimdi bana kendini anlat.
Ne anlatayım?
En basit
özelliklerinden başlayabilirsin.
Bu konuşmaların nereye
varacağını pek anlayamayan Kadir, rahat bir şekilde anlatmaya başladı.,
Ben yürüyen, yorulan,
acıkan, yemek yiyen, konuşan, işiten, gören, düşünen bir canlıyım.
Yakup hoca elini
kaldırarak "Dur bakalım sayın.İnsan" dedikten sonra sormaya
başladı.,
Yürüyen dedin, yürümek
ne demek, neyle ve nasıl yürüyorsun. Yorulan, acıkan ne demek? Konuşmak, işitmek
nasıl bir şey? Gören dedin, görmek ne demek? Düşünen derken ne demek istedin?
Düşünmek ne. nasıl bir şey?
Bu sorular üzerine
meseleyi anlamaya başlayan Kadir, hafifçe gülümsedi. Bu bir insanın, diğer bir
insana kendisini anlatması değildi. İnsanlar kendilerini birbirlerine
anlatırlarken, ezbere yaşadıkları vasıfları, ezbere bildikleri kelimelerle
anîatıueriyorlardı. Ancak karşıda farklı bir canlı olduğu zaman bunun açılması,
bunun izah edilmesi gerekiyordu. İyi ama bu nasıl olacaktı? Gözün ne olduğunu
bilmeyen ve o zamana kadar hiçbir şey görmemiş olan bir canlıya, görmenin ne
olduğu nasıl anlatılacaktı? Düşünmeyi nasıl tarif edecek, nasıl
tanımlayacaktı?
Yakup hoca kendilerini
sessiz bir şekilde dinleyen Divane "ye "Haydi, sen de bana kendini
anlat" diyerek, onu da konuşmaya dahil etmek istedi. Kısa bir süre düşünen
Divane, önemsediği tek vasfım, tek cümleyle söyleyiverdi.,
Ben seven bir
canlıyım.
Sevmek ne demek? Nasıl
bir şey?
Divane bu soruyu tuhaf
bulduğunu belli etmemeye çalışarak düşünmeye başiadı. Aynı soruyu Divane'yte
birlikte Kadir de düşünüyordu. Sevmek, her ikisinin de o yaşlarına kadar
yaşadıkları, soludukları bir gerçekti. Ancak bunu nasıl anlatacaklar, nasıl
tanımlayacaklardı ki? Sevgiyi ve sevdayı nasıl anlatabileceğini düşünen Kadir,
o zamana kadar ezbere yaşadığı bu güzel duyguya ilk kez hayretle bakmaya, ilk
kez keşfetmeye, ilk kez tanımaya ve anlamaya başladığını hissetti. İşte o an
Yakup hocanın ne demek istediğini, kendisine neden böyle bir yol önerdiğini çok
iyi anlamıştı. Çünkü insanı tanımayan bir canlıya, insan anlatılmaya
çalışıldığı zaman, alışkanlık gafletiyle görülemeyen gerçekler görülebiliyor ve
kendini karşı tarafa anlatmak isteyen insan, kendisini daha iyi tanıyor, daha
iyi anhyabiliyordu.
Yakup hocaya sıkıntılı
gözlerle bakan Divane "Düşündükçe bazı şeyleri daha iyi anlıyorum, daha
iyi hissediyorum ama anlatacağımı bilemiyorum" dedi.
Anlıyorum Ahmed. Çünkü
sevmenin veya korkmanın ne olduğunu bilmeyen bir canlıya, sevmeyi ve korkmayı
anlatmak elbetteki hiç kolay değil!.
O zaman niye
anlatmamızı istedin?
İnsanı tanımayan bir
canlıya İnsanı ne kadar çok anlatmaya çalışırsanız, insanı o kadar çok
anlarsınız. Zaten Kadir de öncelikle insanı anlatmayı değil, insanı anlamayı
istemişti.
Yakup hoca biraz
duraksadıktan sonra "Öyle değil mi Kadir?" diye sordu. Kendisine
yönelen bu soru üzerine başını tebessümle öne doğru salh arak "Aynen
öyle"' cevabını veren Kadir, saygı dolu bir sesle ilave etti.,
Teşekkür ederim,. akup
hocayla iki gün üst üste görüşen Kadir,
dört gün sonra
İstanbul'a gelmiş ve oradan Almanya'ya hareket etmişti. Frankfurt'a uçarken,
Yakup hocayı ve onunla yaptığı konuşmaları düşünüyordu. Yetmiş yaşlarında olan
bu ihtiyar adam, Kadir'in şimdiye kadar tanıdığı hiçbir insana benzemiyordu.
Dünyadan ve dünyanın içindeki İnsanlardan oldukça uzak gözüken bu adam, her nasılsa
dünya ve insan gerçeğini ta özünden gören ve bu öze göre değerlendiren bir
kişiliğe sahipti. Sanki yetmiş değil de, yetmişbin yıldır bu dünyada yaşıyor,
yetmişbin yıllık birikimi taşıyor gibiydi!. Daha önceleri bilgisayarlara ve bu
bilgisayarların yüklendiği bilgi birikimine hayranlık duyan Kadir, bu ihtiyar
adamdaki birikimin çok daha farklı olduğunu düşünüyordu. Çünkü bilgisayarlara
yüklenen milyonlarca cansız bilginin aksine; bu ihtiyar adamdaki her bilgi,
ihtiyar adamla birlikte yaşayan, onunla bütünleşen, her soru ile genişleyen,
yeni yeni filizler atan canlı, capcanlı bir bilgiydi!.
Ve bütün bu sıradışı
birikime rağmen,
çok sıradan bir insan
gibi yaşayan Yakup hocanın söz ve davranışlarında, insanı derinden etkileyen
bir sadelik, bir sakinlik vardı. Çukurdaki bir su birikintisinin değil, açık
denizlerin durgunluğunu anımsatan bu sakinlik, Yakup hocaya çok farklı ve
gizemli bir derinlik veriyordu. Batı dünyasının önemli kimliklerinde, kişiden
dışarıya doğru bir etkileyici dalga yayılırken; Yakup hocada çok daha büyük
olan bu etkileyici dalga onun içine, onun derinliklerine doğru yayılıyordu.
Onunla yaptığı
konuşmaları düşündü.
Kadir'in özel durumunu
dikkatle dinleyen Yakup hoca öncelikle 'Tanıdığın Dilara'yı mi seviyorsun,
yoksa tanımladığın Dilara'yı mı?" diye sormuştu. Divane'nin de dikkatini
çekmişti bu soru ve bu dikkatle Kadir'in ne cevap vereceğini merakla beklemeye
başladı. İlk kez böyle bir soru İle karşılaşan Kadir ise "Biraz
açarmısınız?" diyerek, sorunun içeriğini daha iyi anlamak istedi.
Bak Kadir!. İnsanları
tanımak zor, tanımlamak kolaydır. Birçok insan, karşj tarafın bazı özel
davranışlarından hareketle onu genel olarak tanımlayıverme kolaylığına kaçar.
Önyargıların baskın olduğu bu tanımlama, hiçbir zaman doğru bir tanımlama
değildir. Çünkü bu tanımlamada tanımlanan kişinin gerçekliği değil, tanımlayan
kişinin istek ve eğilimleri ön plana çıkmaktadır. Tanımlanan kişi sevilmeyen
bir kimse veya öfke duyulan bir düşman ise bu kişide gülü andıran
davranışlarla karşılaşılsa dahi görülen bu güllerin etrafındaki görülmeyen
geniş boşluklar dikenlerle doldurulurken; tanımlanan kişi bir dost veya sevgili
ise bu kişide dikeni andıran davranışlarla karşılaşılsa dahi görülen bu
dikenlerin etrafındaki geniş boşluklar güllerle doldurulmaktadır.
Bu sözleri dikkatle
dinleyen Divan'e düşünceli bir şekilde başını öne doğru sallarken, Yakup
hocanın ne demek istediğini gayet iyi anlayan Kadir ise Dilara'yı, gönlündeki
Dilara'yı düşünüyordu. Acaba gönlündeki Dilara tanıdığı mı yoksa tanımladığı
bir Dilara mıydı? Bu soruyu çok fazla düşünmedi Kadir. Çünkü Dilara onun
tanımladığı değil, onun tanıdığı bir Dilara'ydı. Kalbinde netleşen bu cevabı,
aynı netlikle dile getirdi.,
Dilara, tanımladığım
değil, tanıdığım bir insan Yakup hoca!.
Bu cevap üzerine
gözleri hafifçe açılan Divane, hüzünlü bir hayret ile 'Kadir'e bakarak
"Yani gerçek, yani gerçek" demeye başladı. Divane'nin sayıkladığı bu
sözlerin ne anlama geldiğini çok iyi anlayan Kadir "Evet, evet gerçek"
cevabını verdi.
Bu konuşmaları
düşünceli bir şekilde izleyen Yakup hoca ise herşeyi anladığını ifade eden
gözlerle Kadîr'e bir süre baktıktan sonra "O halde yanlış yapmışsın"
dedi ve ilave etti..
Sevdiğin kadına,
sevginize zarar vermeden daha farklı, daha sabırlı yaklaşmalıydın..
Bu cevap karşısında
susan, düşüncelere dalan Kadir, Yakup hocanın yanından ayrıldıktan sonra iki
gün boyunca meselenin bu boyutunu düşünmüş ve en sonunda Almanya'ya, tekrar
Almanya'ya gitmeye karar vermişti. Bu kararı verince önce Dilara'ya telefon
etmiş, halini hatırını sorduktan sonra kısa bir süreliğine Almanya'ya gelmek istediğini
söylemişti. Önceleri dikkatli ve çekingen bir ses tonuyla konuşan Dilara,
Kadir'in Almanya'ya gelmek istediğini duyunca belirgin bir sevinç ile
"Tabi. Gelmene çok sevinirim'' demişti. Dilara'nın sevinmesini hem doğal,
hem de hoşnutlukla karşılayan Kadir, aynı gün içinde hazırlanmış ve Divane'yle
kısaca vedalaştıktan sonra öğleye doğru köyden ayrılmıştı.
Uçak Almanya semalarına
yaklaşınca.
Kadir tuhaf duygulara
kapıldığını hissetti. Daha önceleri Almanya denilince, farklı bir ülkeyi ve
farklı bir iş dünyasını hatırlayan Kadir, şimdi sadece Dilara'yı hatırlıyordu.
Almanya demek, Dilara demekti onun için!. Çünkü Dilara'sı bu ülkede yaşıyor,
bu ülkenin havasını teneffüs ediyordu. Bu nedenle an be an Almanya'ya değil
Dilara'ya.
Dilara'sına
yaklaştığını hissediyordu.
Kadir'le görüştükten
sonra "Bana bağlantı yapmayın" diyerek özel odasına çekilen Dilara,
sevinçli bir heyecan içindeydi. Gelmişti, uzun süredir beklediği telefon en
sonunda gelmişti. O zamana kadar kaç kez telefonu eline almış, kaç kez Kadir'e
telefon açmayı düşünmüştü. Fakat
her nedense parmakları
tuşlara gitmemiş, her seferinde Kadir'in telefonunu beklemeyi uygun görmüştü.
Çünkü kendisi Kadir'i ne kadar seviyor ve özlüyorsa. Kadir'in de kendisini o
kadar sevdiğini ve Özlediğini biliyor ve bu nedenle ilk telefonun Kadir'den
gelmesini bekliyordu.
Kadir Türkiye'ye
döndükten sonra uzun bir süre kendisini toparlayamayan Difara. dünyada ilk kez
yalnız, yapayalnız kaldığını hissetmişti. Çevresindeki insanlar gündüzün
aydınlığında kendisini ne kadar kuvvetli ve yeterli görürlerse görsünler, o
her gecenin karanlığında aynı hüzünlü boşluğu yaşıyor, kendisini yalnızlık
denizin ortasında garip ve küçük bir ada gibi görüyordu. Çoğu kez kendisine
acıyor ve kendi kendine ağlamak istiyordu.
Yalnızlığın ortasında
bu duyguları yaşarken, hep Kadir'i düşünüyor ve içinden büyük bir haykırışla
yükselen "Neden?" sorusuna, genellikle Kadir'i suçlayıcı cevaplar
vererek ona kızdığını, ona gücendiğini hissediyordu. Fakat bu kızgınlığı, bu
düşünceleri de uzun sürmüyordu. Çünkü seven ve sevgiye değer veren bir insan
olan Kadir, bütün bunları durup dururken yapmamıştı. Babasının beklenmedik
ölümünden çok fazla etkilenmiş ve insanın aklım nötrelize eden dini duygulara
kapıhvermişti. Kadir'in belki de en büyük hatası, hayatı dikkate alarak ölümü
yorumlayacağına, ölümü dikkate alarak hayatı yorumlamış ve bu yorumlamadan
hareketle hiç beklenmedik kararlar vermiş olmasıydı!.
Bu doğru değildi,
doğru olmamalıydı!.
Çünkü yaşanması
gereken bir hayat varsa, ölümü ve ölümün soğuk gerçekliğini dikkate alarak bu
hayatı yaşayabilmek mümkün değildi. İnsan Ölümü dikkate alarak nasıl
gülebilir, nasıl eğlenebilir, mal, makam ve kariyer için nasıl mücadele
edebilirdi. Buzdan bir testiye, sıcak su doldurma-ya benzemez miydi bu? Ağaçlar
sonbaharı dikkate alsalardi, ilkbaharda
neşe ve heyecan içinde çiçek açabilirler miydi hiç?
Aslında dine karşı
değildi,
dine karşı olduğunu
düşünmüyordu Dilara. Çünkü Kadir'in dine ait tüm anlattıkları, itiraz
edilemeyecek kadar açık gerçeklerdi. Ancak bu din, bu dini tercih eden insanların
özel hayatlarında yaşayacakları bir sevgi ve hoşgörü dini olmalıydı. Allah
insanlara nasıl bir sevgi ve hoşgörüyle yaklaşıyorsa, müslümanlann da diğer
insanlara aynı sevgi ve hoşgörüyle yaklaşması gerekmez miydi?
Fakat Kadir hiç de
böyle yapmamış, hiç de böyle davranmamıştı. Dilara'nın bir türlü unutamadığı
1LBu söylediklerimi kabul etmezsen artık beraber olamayız" sözü, ne kadar
sert, ne kadar acımasız bir sözdü. Zaten her güzel şey bu sözle yaralanıp, bu
sözle bitmemiş miydi? Bir insan sebeb ne olursa olsun, sevdiği insana karşı hiç
bunu söyler, bunu söyleyebilir miydi? Uzun yıllardır birlikte yaşadıkları
sevgi, bu kadar kolay vazgeçilebilecek bir sevgi miydi?
Fakat geliyordu, sevgisinden
vazgeçmeyen Kadir geliyordu artık. Ofisteki odasında Kadir'i ve Kadir'in
gelişini düşünen Dilara, küçük bir genç kız gibi heyecanlandığını hissediyordu.
Gerçi Kadir'in ne düşündüğünü ve neden geldiğini bilmiyordu, bilmiyordu ama
onun geimesi bile sevinmesi için yeterli bir sebebti. Çünkü şimdiye kadar
söyledikleri ve yaptıkları ne olursa olsun, o gelen Kadir'di, o gelen
Dilara'nın gerçekten sevdiği, sevdalandığı adamdı.
Kadir'i karşılamaya
gelen Dilara,
havalimanında onu ilk
gördüğünde gözleri dolmuş ve hızlı adımlarla Kadir'in yanına giderek hiçbir şey
söylemeden onun boynuna sarılmıştı. Aynı duygulan yaşayan Kadir de hanımına
sarılmış ve "Selamunaleyküm" diyerek onun başını okşamıştı. Bir an
kendine gelemeyen ve Kadir'in selamını nasıl alacağını şaşıran Dilara, bu
şaşkınlık içinde "Selam, Selamunaleyküm" dedikten sonra başını
Kadir'in omuzundan kaldırdı ve ıslak gözlerle ona bakarak "Hoşgeldin
hayatım"' dedi. Genel olarak ciddi ve dikkatli bir insan olan Dilara'nın
duygularını bu kadar açığa vurmasını biraz hayretle karşılayan Kadir, yine de
bu durumdan hoşnutluk duyduğunu hissederek "Hoşbulduk" karşılığını
verdi.
Arabaya bindikten
sonra kısa bir tereddüt geçiren- Dilara, yumuşak bir sesle "Evimize
gelmeni istiyorum. Umarım bir sakıncası yoktur?" diye sordu. (Hanımının bu
davetini güzel ve yerinde bir davet olarak algılayan Kadir, hiçbir şey
söylemeden başını öne doğru salladı. Araba eve doğru giderken, beş^bn dakika
hiç konuşmadılar. Bu suskunluğu bozmak isteyen Dilara "Türkiye'de ne var,
ne yok?" diye bir soru sordu. Biraz düşünen Kadir "Nelerin olduğunu
fazlaca farkedemedim" dedikten sonra yürekten gelen titrek bir sesle İlave
etti.,
Çünkü orada olmayan
bir şey vardı.
Dilara biraz
düşününce, dilinin ucuna gelen "Ne yoktu? Orada olmayan şey neydi?" sorusunu
sormaktan vazgeçti. Çünkü Kadir'in bu kelimelerle kendisini kastettiğini
anlamış ve bu anlayışla içinin titrediğini hissetmişti. Gözlerini kısa bir
süre yoldan ayırarak Kadir'e baktı ve sevgi dolu bir sesle "Burası da
aynıydı, burada da herşey olmasına rağmen bir şey yoktu" dedi.
Birbirlerine
söyledikleri güzel sözler ve güzel duygular içinde eve geldiler. Dilara'nın
herşeyi önceden hazırladığı belli oluyordu. Salona geçtiklerinde Kadir'in ilk
dikkatini çeken şey, yemek masasının kenarına konmuş bir seccade ve seccadenin
üzerindeki küçük kitapçık olmuştu. Kitapçığa yakından bakınca, bunun
Almanya'ya ait namaz vakitleri çizelgesi olduğunu anladı. Sevinçle karışık bir
heyecan duyduğunu hisseden Kadir, bir anda umudlanan gözlerle Dilara'ya baktı.
Kadir'in seccadeyi ve küçük kitapçığı gördüğünü farkeden Dilara, samimi bir
tebessümle kocasına bakarak ''Onları senin İçin aldım" dedi.
Kadir'in beklediği bir
cevap değildi bu!.
Fakat yine.de
kendisini toparlayarak "Teşekkür ederim'1 karşılığını verdi. Kadir'in
gi'zlice sevindiğini zanneden Dilara, "Birer kahve içelim"' diyerek
mutfağa giderken güze! bir şey yaptığını düşünüyordu. Çünkü Kadir'in kendisine,
kendi tercihine saygı duymasını istiyorsa, onun da Kadir'e ve Kadir'in
tercihine saygı duyması gerekirdi. Birbirlerini olduğu gibi kabul ettikleri ve
bir dayatmada bulunmadıkları zaman herşeyin daha kolay ve daha sorunsuz
olacağını düşünüyordu.
Kahveleri içerken iş
dünyasındaki son gelişmelerden kısaca bahseden Dilara, Kadir'in yine ilgisiz
olduğunu far-kederek sözü Türkiye'ye getirmiş ve orada neler yaptığını
sormuştu. Bir süre duraksayan Kadir 'Basit fakat gerçek bir hayat
yaşıyorum" dedikten sonra köyde geçirdiği günlerden söz etmiş ve Düara'ya
öncelikle uzun uzun Diva-ne'yi anlatmıştı. Divane'yi ve onun sevdasını ilgiyle
dinleyen Dilara ''Onu görmek ve onunla tanışmak isterdim"' deyince
'İnşaattan" karşılığını veren Kadir, hanımına* daha sonra Yakup hocayı
anlatmaya başladı. Kocasının belirgin bir saygı ve heyecan içinde
anlattıklarını dikkatle takip eden Dilara, iç dünyasında git gide artan bir
hayreti yaşıyordu. O yaşına kadar yüzlerce önemli kişiyle karşılaşan ve bu
kişiler karşısında bir komplekse, bir ezikliğe girmeyen ve fazlaca
etkilenmeyen Kadir, Anadolu'nun küçük bir köyünde karşılaştığı yaşlı bir
adamdan nasıl bu kadar etkilenebilir, ona karşı nasıl bu kadar saygı
duyabilirdi? Gerçi Kadir'in bu adama ilişkin anlattığı şeyler gerçekten
sıradışı ve bilgelere özgü şeyler olsa da, kocasının yine de bu kadar
etkilenmemesi gerekirdi!.
"Acaba neden?
Neden böyle?"' sorusu,
Dilara'yı hızla tek
bir cevaba doğru yaklaştırıyordu. Kadir, eski Kadir değildi artık!. Dilara
istese de, istemese de bu gerçeği kabul etmek zorundaydı. Babasının ölümünden
sonra değişmişti, çok değişmişti Kadir. Daha önceleri de düşündüğü gibi,
ölümden çok etkilenmiş ve hayata ölüm penceresinden bakarak birçok diri
tarafını öldürmüştü!. İçini daraltan, yüreğini hüzünlendiren bu düşüncelerini,
belki faydası olur umuduyla kocasına anlatmak, onunla paylaşmak istedi.,
Kadir, değiştiğinin
farkında mısın?
Tabi ki Dilara.
Senin Ölümden çok
etkilendiğini ve ne bileyim, her-şeye ölümü dikkate alarak baktığını
hissediyorum. Daha önceleri hayat doluydun!.
Dilara'nın bu
sözleriyle biraz hayrete düşen ve üzüldüğünü hisseden Kadir, "Ne demek
istediğini çok iyi anladım" dercesine onun gözlerine baktıktan ve başını
hafifçe öne doğru salladıktan sonra şu karşılığı verdi.,
Ölüme yakından
baktığım ve ölümü dikkate aldığım doğru Dilara. Ancak ölümü dikkate alarak
öldüğümü değil dirildiğimi görüyorum. Daha önceleri farkmdasız bir şekilde
yaşadığım hayatı İlk kez farketmeye, eşyanın ve insanın hakikatini İlk kez
hissetmeye başladım. Rabbimi ve Rabbi-min sevgisini kalbimde hissettiğim andan
itibaren dünyamdaki tüm renkler değişti, sanki duyularım beşle sınırlı değil
artık. Önceleri şimdiki zamandan ve şimdiki mekandan bakarak donuklaşmış tek
bir film karesi gibi algıladığım dünyaya, artık geçmişten ebediyete uzanan bir
zaman ve mekan boyutundan bakıyor ve bu bakışla birbiri ardı sıra gelen fiim
karelerinin birleştiğini, hareket ve canlılık kazandığını görebiliyorum. İşte
hayattaki bu canlı hareketliliği farketmek, insanoğluna hayatın hakikatini,
dünya yaşantısının nereden gelip, nereye doğru gittiğini de gösteriyor
Dilara!.
Kadir'in sözlerini
dikkatle dinleyen Dilara, kısık bir sesle "Nereye gidiyor?" diye
sordu.
Biz insanlar için bu
sorunun tek bir cevabı var. Hay'dan geldik, Hu'ya gidiyoruz.
Anlıyamadım!.
Hay ve Hu, Allah'ın
isimleridir Dilara. Yani Allah'tan
geldik, yine Allah'a gidiyor, Allah'a dönüyoruz. Kur'an-ı Kerim'de de
belirtildiği gibi "Dönüş Allah'adır."
Dilara hiçbir tepki
vermeden öylece Kadir'e baktı. Kocası dönüp dolaşıp sözü Allah'a getiriyordu.
Allah'a inanan herkes, elbetteki dönüşün Allah'a olacağını biliyordu. Fakat
bir insanın bunu bilmesi, o insanı hayattan, o insanı şimdiki zamandan
uzaklaştırmamahydı. Oysa dikkatini geleceğe veren Kadir, şimdiki zamandan
kopmuş gibiydi!.
Kadir, hani önceleri
çok beğendiğimiz bir söz vardı. "Dün
geçmiştir, yarın uzaktır,
bugün ise elimizdedir" diye!, önemli ve gerçek
olan şimdiki zaman değil mi, şimdiki zamanı yaşamak değil mi?
Hanımının bu sözlerini
bir süre düşündü Kadir. Doğru söylüyordu hanımı, bu söz her ikisinin de daha
önceleri sevdikleri, beğendikleri bir sözdü. Fakat Kadir'in hem zaman
anlayışı, hem de şimdiki zamana yaklaşımı değişmiş,
oldukça farklı bir
boyut kazanmıştı. Bu farklılığı nasıl anlatacağını düşündükten sonra sakin bir
ses tonuyla konuşmaya başladı..
Bu sözü daha önceleri
beğendiğimiz doğru Dilara. O zamanlar dünün geçmiş, yarının ise uzak ve
belirsiz olduğunu düşünüyor, yegane gerçek olan şimdiki zamanın yaşanması
gerektiğine inanıyorduk.
Dilara söze girerek
"Şimdi öyle inanmıyor musun?" diye sordu.
Artık daha farklı
düşünüyorum.
Nasıl?
Daha önceleri gerçek,
asıl gerçek dediğimiz şimdiki zamanın, akıp giden bir rüzgar gibi olduğunu
düşünüyorum. Şimdiki zaman dediğimiz şey. bir saniye öncesi veya bir saniye
sonrası değilse -ki değildir-, yaşadığımız saniye, yaşadığımız an demektir.
Şimdi düşünmeni istiyorum Dilara!. Bir saniyede, bir salisede gelip geçen bu
bir saniyelik an, gerçek olmasına rağmen ne kadar somuttur? İnsanoğlu hafifçe dokunup,
hızla geçtiği bu saniyelik anlara ne kadar hakimdir. Hangi insan Önceyi ve
sonrayı dikkate almadan, bu bir saniyelik anları, kendisini
bu anların içine sığdırarak yaşayabilir?
Düşünceli bir şekilde
kendisini dinleyen Dilara'nın cevap vermediğini gören Kadir, bu soruyu kendisi
cevapladı.
Hiçbir insan Dilara!.
Hiçbir insan önceyi ve sonrayı dikkate almadan zamanı yaşıyamaz. Çünkü zamanı
farketmek, zamanın farkına varmak, ancak ve ancak mukayese ile mümkündür.
Önceyi ve sonrayı hatırlamayan bir canlı için, zaman diye bir şey yoktur. Beş
saniyelik hafızası olan canlılar, bütün yaşamlarını beş saniyelik bir zaman
diliminde geçirirler. Onlar için altı saniye Öncesi veya altı saniye sonrası
yoktur!. İnsanların yaşadıkları zaman dilimi de, bu insanların hayata bakış ve
kişisel tercihlerine göre değişebilir. Bir saat öncesi ve iki saat sonrasını
dikkate alan insanlar, şimdiki anı üç saatlik bir zaman diliminin içinde yaşarlarken;
iki ay öncesi ve dört ay sonrasını dikkate alan insanlar, şimdiki anı altı
aylık bir zaman diliminin içinde yaşamaktadırlar.
Kadir kısa bir
duraksamadan sonra devam etti.,
Peki ne yapılması
gerekir Dilara? Zamanı farket-mek için önceyi ve sonrayı dikkate almak
gerekiyorsa, bu yelpazeyi ne kadar açmak gerekir? Bir saat önceyi ve bir saat
sonrayı dikkate alarak, şimdiki anı iki saatlik bir zaman diliminde mi
yaşamalı: yoksa bin yıl önceyi ve bin yıl sonrayı dikkate alarak, şimdiki anı
ikibin yıllık bir zaman diliminde mi yaşamalı? Hangisi daha derin, hangisi daha
anlamlı, hangisi daha güzel Dilara?
Dilara'nın hiç
beklemediği sözler, hiç beklemediği düşüncelerdi bunlar!. Daha önceleri dünya
ticareti ve uluslararası şirketler konusunda derinleşen, bu gibi konularda
önemli bir uzman olan Kadir, şimdi çok farklı konularda, çok sıradışı şeyler
söylüyordu. Ayrıca bütün söyledikleri, zaman hakkında gerçeğin kendisi,
gerçeğin ta kendisi gibi gözüküyordu!. Şimdiki anı birkaç saatlik bir zaman
diliminde yaşamak ile birkaç bin yıllık bir zaman diliminde yaşamak elbetteki
çok farklı şeylerdi. Zaman denilen şey bir trene benzetilirse, trenin
penceresindeki tek karelik şimdiki zaman görüntüsü, önceki görüntülerle
birleştiriîmezse nasıl hareket kazanabilir nasıl bir anlam ifade edebilirdi ki?
Dilara'nın ciddi bir
şekilde düşündüğünü farkeden Kadir, ikinci bir soru ile onun ufkunu açmak, ona
daha bir yardımcı olmak istedi.
Şimdiki zamanın akıp
geçen bir rüzgar gibi olduğunu söylemiştim Dilara!. Bu açık bir gerçek
olduğuna göre ne yapmalıyız? Kendimizi gelip geçici bu rüzgarın . tatlı esintisine bırakarak bu anın
tadını çıkarmamız mı gerekir, yoksa bir yel değirmeni misaii, bu rüzgarı güce
çevirerek, bu rüzgardan kalıcı olarak faydalanmak mı?
Dilara düşünceli bir
şekilde "Nasıl kalıcı olabilir ki?" diye" sordu.
Şimdiki zaman ne kadar
gelip-geçici ise arkada bıraktığımız geçmiş zaman^o kadar kalıcı, o kadar
değişmezdir. Soyut somut arası bir su buharına benzeyen şimdiki zaman,
yaşandıktan sonra bir buz kütlesi gibi donuklaşmakta ve kalıcı bir gerçek
olarak geçmişimizde yer almaktadır. Daha açık bir ifadeyle gelip geçici olan
şimdiki zaman, kalıcı olan geçmişimizi belirlediği gibi bu geçmişimiz de
geleceğimizi belirliyor. Dolayısıyle şimdiki zamanı nasıl ve ne şekilde
yaşayacağımız, geçmişimiz ve geleceğimiz için önemli, çok önemli Dilara!. Zaten
insanın mutlu olması, kalıcı mutluluğu yakalaması da buna bağlı.
Son sözünü açar mısın?
Başını hafifçe öne
eğerek "Tabi ki" diyen Kadir, devam etti.,
Mutluluğu gelecekte
veya şimdiki zamanın içinde arayanlar, mutluluğu gelecekten bekleyen veya
mutluluğa şimdiki zamanda hafifçe temas eden insanlardır. Bu insanların
beklediği veya yaşadığı mutluluk, hiçbir zaman gerçek ve kalıcı bir mutluluk
değildir. Çünkü gelecek belirsiz, şimdiki zaman ise
gelip-geçicidir. Oysa kalıcı ve
değişmez olan gerçek geçmişimizdir. Dolayısıyle kalıcı olan mutluluk, geçmişten
kaynaklanan yani köklerini kalıcı olan geçmişe uzatan mutluluktur. Meseleyi bu
şekilde algılayan insanlar, şimdiki zamanı yarını dikkate alarak yaşarlar. "Bugün ne yapayım ki. yarın bu
yaptığımdan mutluluk duyayım" diye düşünürler. Tabi ki nefse hoş gelen
kolay bîr şey değildir bu!. Çünkü benci! olan ve her şeyin karşılığını'peşin
isteyen nefis, yarınları değil bugünü istemekte, bugünü önem-semektedir. Oysa
her nefsin inşa edeceği yarınlar, yaşayacağı bugünler olacaktır.
Dilara düşünceli bir
şekilde "Bunu örneklendirir misin?11 dedi.
Mesela heybesinde bir
dilim ekmek olan ve kamı oldukça acıkmış bir insan düşünelim. Bu insan kendisi
gibi acıkmış bir yoksulla karşılaştığı zaman üç seçeneği vardır. Ya nefsini
dikkate alarak bu yoksuldan uzaklaşacak ve ekmeğini gizlice kendisi yiyecek,
ya vicdani adaleti dikkate alarak bir dilim ekmeğini onunla paylaşacak, ya da
fazileti dikkate alarak o yoksulu kendi nefsine tercih edecek ve bir diiim
ekmeğini ona verecektir. Nefslerini ön plana almadan ikinci veya üçüncü
seçeneği yaşayan insanlar o günü belki de aç geçirmelerine rağmen daha sonraki
günlerde, daha sonraki yıllarda bu
yaptıklarından huzur ve mutluluk duyacak insanlardır. İşte sözünü ettiğim
gerçek ve kalıcı mutluluk budur Dilara.
Kadir kısa bir
duraksamadan sonra devam etti..
Nefsini dikkate alarak
ekmeğini gizlice yiyen insanlar İse şimdiki zamanda hafif bir tokluk
hissetmelerine rağmen yarınlarda bu yaptıklarından utanç duyacak ve yaşadıkları o günü hiç hatırlamak istemeyeceklerdir. Bunlar geçmişlerine sırtını dönmek isteyen
insanlardır. Çünkü arkada bıraktıkları zaman diliminde iyi ve güzel işler
yapmayan bu insanlar,
genellikle şimdiki zamandan
yarınlara uzanan bir zaman diliminde yaşarlar. Onları mutlu edecek
şeyler, gelecek zaman diliminde gerçekleşmesini istedikleri soyut şeylerdir.
Arkada bıraktıkları zaman diliminde iyi ve güzel işler yapan insanlar ise
genellikle geçmişten şimdiki zamana uzanan bir zaman diliminde yaşarlar. Onları
mutlu eden şeyler, geçmiş zaman diliminde gerçekleştirdikleri şeylerdir. İşte
bu kimselerin yaşadıkları mutluluk, somut bir mutluluktur. Çünkü onların
mutluluk kaynağı soyut olan yarınlar değil, somutlaşan geçmişleridir.
Bir an susarak
Dilara'ya duygu dolu gözlerle bakan Kadir. "Gerçek sevgi de böyledir
Dilara" dedikten sonra ilave etti..
Sevginin de kökleri
geçmişimizdedir. Bugün yaşadığımız, bugün hissettiğimiz sevgi de bize dünden
uzanan, dünden gelen bir duyguduf.
Başını
"Evet" anlamında sallıyan Dilara kısık bir sesle "Dünümüz, dünkü
hayatımız çok güzeldi" dedi. Bu sözlerin ne anlama geldiğini çok iyi
anlayan Kadir, bir süre düşündükten sonra cevap verdi hanımına.,
Dünkü hayatımızda tabi
ki Önemli güzellikler vardı. Sende ruhumun özlediği yumuşaklığı, içimi ısıtan
sıcaklığı bulmuştum Dilara. Ancak birlikte yaşadığımız- o yıllar içinde,
seninle aynı dünyayı paylaştığımızı fakat bu dünyanın gerçek güzelliklerini
yeterince farkedemediğimizi düşünüyorum. Bu nedenle boşa geçirdiğimiz zamana.
Yaradan-dan habersiz nafile koşturmacalar içinde ıskalanmış güzelliklere
üzülüyorum!. Biz bütün bu güzdüklerden habersiz dünkü hayatımızda birlikte
yaşamıyorduk, birlikte yaşlanıyorduk Dilara!. Çünkü Allah'ı dikkate almadan
yaşamak, yaşamak değil yaşlanmaktır. Yaşamadan yaşlanmak, yaşamadan ölmektir
Dilara.
Kadir kısa bir
suskunluktan sonra devam etti.,
Dünkü hayatımızın
güzel olduğunu söyledin. Oysa bugünümüz daha güzel, çok daha güzel olabilir
Dilara!.
Bu son sözlerin yine
bir teklif, yine bir davet olduğunu hisseden Dilara, içinde duyduğu gizli bir
rahatsızlığı dışarı vurmaktan çekinmedi.,
Buraya bunun için mi,
daha önceki teklifini tekrarlamak için mi geldin?
Hayır Dilara!. O
teklifi ve o daveti sana zaten daha Önce yapmıştım. Bu konuda karar verecek
olan elbetteki sensin. Ben buraya sadece bir şey İçin, tek bir şey için geldim.
Gözlerini hafifçe açan
Dilara, biraz meraklı bir sesie "Ne için" diye sordu. Duygu dolu
gözlerle hanımına bakan Kadir, kısa bir suskunluktan sonra konuşmaya başladı.,
Senin için, sana seni
sevdiğimi, seni çok sevdiğimi söylemek için geldim Dilara. Senin yokluğunda
seni, senin önemini ve sana olan duygularımı çok daha iyi anladım. Seni
seviyorum, seni öylesine çok seviyorum ki, Allah'a ve ahiret gününe inanmasam,
seninle ayrılacağım güne şimdiden ağlamaya başlardım.
Kadir'in yaşaran
gözlerine aynı yaşaran gözlerle bakan Dilara, ne diyeceğini bilememenin
verdiği şaşkınlıkla "İnandığına göre ağlamana gerek yok!/' dedi.
Hayır Dilara!.
Şimdiki hüznüm çok daha
fazla. Çünkü önceki anlayışıma göre seninle sadece dünya hayatında
ayrılığım sözkonusuydu. Şimdi ise ebedi bir hayatta ayrılık endişesini, ayrılık
korkusunu hissediyorum.
Uzun bir süre sustu,
hiçbir cevap vermedi Dilara!. Kadir'i ve onun söylediklerini düşünüyordu.
Aslında kendisi de aynı sevgiyi, aynı hasreti, aynı duyguları paylaşıyordu.
Ama her nedense Kadir gibi bunu açıkça söylemek istemedi. Hem aralarındaki
mesele, sevgi meselesi değildi. Kadir kendisini ne kadar seviyorsa, kendisi de
Kadir'i en az o kadar seviyordu. Aralarındaki sorun Kadir'in dini tercihi ve
bu tercihindeki biraz katı, biraz dayatmacı tutumuydu!.
Bu düşüncelerden
hareketle konuşmaya başlayan Dilara, aralarında ciddi bir sorun olmadığını
belirttikten sonra sözü Kadir'in son zamanlardaki değişimine getirerek, bu
değişimde biraz katı ve aceleci olduğunu ima etmeye çalıştı. Bu sözler ile konu
yine İslam'a gelmiş ve yine İs-
lam hakkında konuşmaya
başlamışlardı. Kadir'in Alİah ve Allah'a kulluk hakkında anlattıklarına itiraz
edebileceği hiçbir şey bulamayan Dilara, kocasının din anlayışı ve dini tercih
konusunda geri dönülmez bir kararlılık içinde olduğunu çok iyi anlamıştı.
Böyle bir durumda en
makul çözüm, birbirlerini anlayışla karşılamaları ve birbirlerinin tercihlerine
saygı duyarak yaşamalarıydı. Kendisi Kadir'in tercihini nasıl saygıyla
karşılıyorsa, Kadir'de onun tercihine aynı saygıyla yaklaşmalı ve bu katı
duruşundan vazgeçmeliydi. Bu düşüncelerini Kadir'e söylediğinde, bunun da
mümkün olamayacağını anladı. Çünkü bu teklifi düşünmeye bile gerek duymayan
Kadir, Dilara'nın tüm beklentilerini kapayan şu cevabı vermişti kendisine.,
Bana kararımın doğru
olmadığını anlatabilirsen, el-betteki katı dediğin bu duruşumdan vazgeçerim,
hemen vazgeçerim Dilara!. Ama kararım doğru, kararım gerçek ise ben bu gerçeği,
gerçekten sevdiğim insan ile paylaşmak ve onunla birlikte yaşamak isterim.'
"Beni
anlayabiliyor musun?" dercesine Dilara'nın gözlerine bakan Kadir, kısa bir
suskunluktan sonra ilave etti..
Ben seninle yan yana
yatan fakat ayrı rüyalar gören insanlar gibi olamam Dilara. Çünkü sen. seninle
ayrı rüyalarda olamayacağım kadar değerli, ayrı rüyalara terke-demeyeceğim
kadar-Önemlisin benim için.
Kadir'in yürekten
söylediği bu sıcak sözler karşısında ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeyen
Dilara, sessizce yerinden kalkarak mutfağa yöneldi. Ağır adımlarla mutfağa
girerken, Kadir'in son sözlerini düşünüyordu.
İki gün boyunca
yaptıkları konuşmaların bir faydası olmamış,
Kadir Dilara'ya ne
kadar yaklaşmak istemişse, Dilara o kadar uzaklaşmıştı kendisinden. Dilara
aslında Kadir'den değil, Kadir'in kendisini davet ettiği dünyadan uzaklaşmak
istiyordu. Çünkü Dilara bunu yapamaz, öyle bir dünyada kesinlikle ve kesinlikle
yaşayamazdı. Nitekim Kadir'le yaptıkları bazı konuşmalardan sonra sessizce
odasına çıkıyor ve kayınvalidesinin hediye ettiği işlemeli yemeniyi başına
örterek tuvaletin geniş aynasında öylece kendisine bakıyordu! .
"İşte' diyordu
kendi kendine,
"İşte Kadir'in
istediği kadın bu!." Fakat Kadir bilmiyordu ki aynada görülen bu kadın
Dilara değildi, Dilara olamazdı!. O halde neden bunu istiyor, neden bu kadar ısrar
ediyor, Dilara'yı şu an ki kimliği ile neden kabul etmiyordu? Oysa Dilara
gelişen son durumlardan hiç hoşlanmamasına rağmen Kadir'e hiçbir dayatmada
bulunmamış ve sevdiği erkeği şu an ki kimliği ile kabul etmişti.
Kadir'in de böyle
olması, sevgisini dikkate alarak ona aynı anlayışla yaklaşması gerekmez miydi?
Ama böyle değildi ve böyle yaklaşmıyordu Kadir!. "Olmazsa olmaz'' bir
anlayış içinde hep aynı noktada duruyor ve çok değişik anlatımlarla Dilara'yı
hep aynı noktaya davet ediyordu. Devamlı ebedi hayattan bahsediyor ve
"Bizler ebedi varlıklarız Dilara, önümüzde ebedi bir hayat var. Bunu
bildiğim, buna iman ettiğim için ben ebedi Dilara'ya talibim, bu Dilara'nın
kısacık dünya hayatındaki fani ve sanal yansımasına değil!." dedikten
sonra adeta yalvaran bir ses tonuyla devam ediyordu.,
Gel bu gerçekliği
yaşayarak sanallıktan kurtul, gerçek ol Dilara!. Ben sonsuza dek bırakmamak
üzere sana elimi, sana yüreğimi, sana kendimi uzatıyorum. Fani şeyleri
önemseyerek fani olmayalım, fani şeylere birbirimizi değişmeyelim Dilara!.
Bu sımsıcak sözlerin
tesiriyle önce gözleri dolan ve yerinden kalkarak Kadir'in boynuna sarılmak
isteyen Dilara ise içinden yükselen "Ben ne yapıyorum?" sesi ile hemen
kendine geliyor, kendisini toparlamaya çalışıyor ve denize düşen bir insan
misali, her tarafını kuşatan bu duygu dalgalarından çırpınarak kurtulmak
istiyordu!.
İyi ama bu ne kadar
sürecek,
Dilara daha ne kadar
dayanabilecekti ki? Nitekim di-renemeyeceği bu gibi duygulardan, Hayır,
söylediklerin yanlış" diyemeyeceği böylesi konuşmalardan oldukça bunaldığını
hisseden Dilara, en sonunda "Hayatım artık bunları dinlemek ve tartışmak
istemiyorum. Beni seviyorsan, işte ben buyum, benim gerçeğim bu. Bunu ben
değiştiremem, sen de değiştiremezsin. Beni böyle kabul etmeni isterim"
diyerek, İki gündür süren bu konuşmaları bitirmek istedi.
Dilara'nın bu son
sözü,
Kadir'in umud ve
beklentilerini bir anda eritiveren sözler olmuştu. Ağlayan bir yürek ile
"Sen beni geçici dünyanın aldatıcı süsüne değişiyorsun Dilara!. Oysa ben
seni, dünya ded'ğin bu şeyin içine bile sığdıramıyorum" demek istedi.
Fakat titreyen dudakları açılmadı ve hiçbir cevap vermedi Dilara'ya. Hüzünlendiği
açıkça belli olan Kadir'in bu suskunluğunu, söz konusu konuşmaların artık
bittiğine yorumlayan Dilara ise hem Kadir'in hüznünü dağıtmak, hem de ortamın
havasını değiştirmek amacıyla "Meyve getireyim" diyerek mutfağa
gitti.
Kısa bir süre sonra
elindeki iki meyve tabağıyla salona gelen Dilara, kendisini daha rahat ve
huzurlu hissediyordu. Yaşadığı bu huzuru Kadirle de paylaşmak istercesine ona
belirgin bir sevgiyle yaklaşmaya ve onunla neşe içinde konuşmaya başladı.
Kadirle birlikte meyve yerken ofiste yaşadığı bazı komik olayları anlatıyor ve
onu biraz neşelendirerek rahatlatmak istiyordu. Konuşmalar arasında ona duyduğu
sevgiyi de artık hiç gizlemiyor, gizlemeye gerek duymuyordu. Çünkü Kadir'e
söylediği son sözlerden sonra artık kendisinin onun yanına gitmesi değil,
Kadir'in onun yanına gelmesi söz konusuydu. Böyle bir durumda ise sevgi
elbetteki açığa çıkmalı, tüm sıcaklığı ile elbetteki karşı tarafa
hissettirilmeliydi.
Dilara'nın tüm
çabalarına rağmen durgun ve düşünceli olan Kadir, aslında yalnız kalmak ve
içinde bulunduğu kendi halini, kendi yalnızlığı içinde tekrar düşünmek, tekrar
değerlendirmek istiyordu. Zaten Dilara'nın evinde kaldığı bu iki gün boyunca
hiç yukarı çıkmamış ve salonda yatarak uzun uzun düşünmeyi tercih etmişti. Bu
gece de aynı şeyi, aynı yalnızlığı yaşamak istiyordu.
Kadir'in iki gecedir
salonda yatmasını sessiz ve tepkisiz karşılayan Dilara ise artık Kadir'in
.yukarı gelmesini istiyor fakat bunu nasıl ifade edebileceğini bilmiyordu. Gecenin
ilerleyen saatlerinde Kadir yatsı namazı için abdest alırken, Dilara aldığı
seccadeyi büyük bir özenle kıble istikametine sermiş ve banyonun önüne bir
havlu koyarak, abdest almakta olan kocasına "Hayatım, kapının Önündeki
havluyla ayaklarını kurulayabilirsin" demişti.
Kocası namazını bitirinceye
kadar mutfakta oyalanan, mutfağı toparlayan Dilara, daha sonra mutfaktan çıkarak
salonda kısa bir süre oturdu. Yatmak için ayağa kalkıp, üst katın
merdivenlerine yöneleceği sırada Kadir'e dönerek, bir genç kız mahçubiyetiyle
"Yatak odasının perdelerini değiştirdim. Bir ara görmeni isterim"
dedi. Söylediği bu sözden git gide daha fazla utandığını hissederek aceleci
adımlarla merdivene yöneldi.
Dilara'nın bu
sözlerinde gizli bir davet olduğunu çok İyi anlayan Kadir ise sadece kendisinin
duyacağı bir sesie "Inşaallah"' dedikten sonra, yalnız bedenini
salondaki geniş koltuğun üzerine bıraktı. Hiç yaşamak istemediği kötü bir gece
geçirdiğini düşünüyordu. Dilara'nın İşte ben buyum ve değişernem"
anlamındaki son sözleri, finaline umudla baktığı bir filmi aniden bitiren
sözler olmuştu. Dilara'nın bu son sözleri, kendisini gerçekten şaşırtan
sözlerdi. Gerçi haktan habersiz çevre baskısını'dikkate alan Dilara'nın İlahi
davete direnmesini, kadınsı dürtülerle bu teslimiyetten uzak durmaya
çalışmasını anlayabiliyor, bunu şaşkınlıktan uzak bir anlayışla
karşılayabiliyordu ama söylediği son söz-ierle bütün kapılan kapatması, çok
katı bir önyargıyla bütün güzel olasılıkları yok sayması da neyin n esiydi?
Oysa akıllı ve düşünen
bir insandı Dilara!.
Yaptığı işle ilgili en
net, en açık olaylarda dahi ufak bir istisna olasılığını dikkate alarak
temkinli konuşurdu. Bütün dünyevi işlerden çok daha önemli olan böyle bir konuda
ise akien itiraz edemediği açık doğnjlar karşısında hiçbir istisnaya, hiçbir
olasılığa fırsat tanımadan çok kesin ve çok katı bir olumsuz tavır içine
giriyordu. Bu tavın Dilara'nın aklıyla, onun düşünme yeteneği ile
açıklayabilmek elbetteki mümkün değildi. Hiç kuşkusuz ki düşünmüyordu, düşünmek
bile istemiyordu Dilara!. Kadınsı duygularını, kadınsı dürtülerini, kadınsı
nefsini dikkate alarak "Olmaz, ne olursa olsun olmaz" gibi tüm
umudları sona erdiren bir tavır gösteriyordu!.
Peki ne yapmalı,
şimdi ne yapmalıydı
Kadir? Umudları bitiren bu kesin tavırdan, bu kesin tercihten sonra ne olacak,
bir anda kilitleniveren bu kapının önünde artık ne yapacaktı? Bütün kapıların
yüzüne kapandığı, çaresiz bir dilenci gibi hissetti kendisini!. Dilara'nın
kapısına gelmiş, yüreğindeki sevgi ve sevda ile Dilara'dan hanımını istemiş,
ebedi bir hayata doğru birlikte yürüyeceği hanımını dilenmişti.
Fakat olmamıştı,
Dilara ona hanımını,
ona ebedi hayat arkadaşını vermemişti!. Faniliği ve fani olan dünyayı tercih
etmişti. Zaten yatak odasına çıkarken kendisine teklif ettiği Dilara da, ebedi
hayata sırtını dönen fani Dilara'ydı!. İyi ama Kadir bunu nasıl kabul
edebilir, fani bir Dilara'yla nasıl beraber olabilirdi? Böyle bir beraberlik,
birkaç günlük ömrü kalmış acınacak bir hastayla beraberliğe benzemez miydi?
Böyle bir İnsanla kolkola girmek ve birlikte yürümek, bir idam mahkumuyla
kolkola girmeye ve idam sehpasına kadar birlikte yürümeye benzemez miydi?
Ve seven bir insan, buna
nasıl katlanır, nasıl katlanabilirdi?
Ağlıyordu, böylesi
düşünceler İçinde gözyaşlarıyla ağlıyordu Kadir. Çünkü seviyordu, hala
seviyordu, hala çok seviyordu Dilara'sını!. Üst katta kendisini bekleyen Dilara'nın
kendisine ne kadar yakın ve kendisinden ne kadar uzak olduğunu düşünüyor ve
yüreğini acıtan bu düşüncelerle ağlıyordu. Dünya hayatında yalnız, yapayalnız
kaldığını hissediyordu. Bu yalnızlığına dışarıdan bakınca içinde bulunduğu
duruma daha çok hüzünleniyor, kendi kendisine daha çok acıyordu.
İyi ama Allah,
Kadir'in bu durumunu
hakkıyle gören Allah, onun bu durumuna acımıyor muydu? Kadir bu soru ile
Allah'ı, alemlerin yegane Rabbi olan Allah'ı düşünmeye başladı. Acaba Rabbi
onun bu halini nasıl görüyor, onun bu acınası halini nasıl değerlendiriyordu?
Bunu sorduktan sonra Allah'ın kendisine, öylece kendisine baktığını yakinen hisseden
Kadir, yüreğini kabartan bu kuvvetli hissediş ile daha çok ağlamaya ve sessiz
hıçkırıklar içinde Ya Rabbi görüyorsun halimi. Ben Dilara'mdan, ben sevdiğimden
ayrı kaldım" demeye başladı.
Bunu söyleyen, bu
sözleri sayıklayan Kadir, bir anda durakaldı. Çünkü öylece kendisine bakan
Rabbisinin "Ey kulum, Ben'den ayn yaşadığın yıllar için hjç bu kadar
ağlamadın" dediğini düşünmüştü? Bir anda kalbine düşen bu söz ile buz gibi
olan ve tüm duygularının kaskatı kesildiğini hisseden Kadir, ne yapacağını
bilmez bir şekilde öylece kalakaldı!.
Sırtını döneceği, duymamazktan
geleceği bir söz değildi bul. Fakat ne diyecek, nasıl bîr cevap verecekti ki!.
Dilara'yı sevdiği ve onun İçin ağladığı kadar Allah için ağlamış, Allah için
gözyaşı dökmüş müydü? Kalbine birer kızgın yağ damlası gibi düşen bu sorulara,
içini serinletebilecek hiçbir cevap bulamayan Kadir, içinde git gide artan bir
utancı yaşamaya başlamıştı. Dilara'sını ne kadar çok seviyorsa, İçindeki bu
yakıcı utancın da o kadar çok büyüdüğünü hissediyordu!.
Oysa Dilara'yı yaratan
ve ona bu sevgiyi veren, tüm güzel sevgilerin biricik kıblesi olan Allah idi.
Divane'nin de her sabah haykırdığı gibi Vedud olan, en çok seven ve sevilmeye
en çok layık olan O'ydu. Zaten diğer tüm güzel sevgiler de, bu İlahi sevginin
küçük bir meyvesi, küçük bir yansıması değil miydi? O halde bu gerçek sevgiyi,
sevginin gerçek gövdesini gözardı ederek, küçük yansımaları ön plana çıkarmak
da neyin nesiydi?
Sevmek güzeldi.
elbetteki güzeldi ama
ana kaynağından kopmuş olan bir sevgi, dalından koparılmış bir çiçeğe benzemez
miydi? Bir vücutta iki kalp yaratmamış olan Allah (c.c), kalplerin ancak Allah
ile tatmin, Allah ile mutmain olacağını bildiriyordu. Doğru, çok doğru bir söz
olmalıydı bu. Çünkü sevgisini Allah'tan gaynsına yönelten hangi aşık, bu
sevgisi ile tatmin, bu sevdası ile mutmain olmuştu? Bütün bu aşıklar kızgın
güneş altındaki sevda çöllerinde yolunu kaybeden yolculara, seraptan seraba
koşan zavallılara benzemiyor muydu? Hangi beşeri sevda, bu sevda şerbetini
içenin susuzluğunu gidermiş ve sevdalının kalbini tatmin etmişti?
Hiç, hiçbir beşeri
sevda, seven insanın kalbini tatmin etmiş olamazdı. Çünkü insan kalbi,
Rabbimizin "Alemlere sığmadım ancak mü'min kulumun kalbine sığdım"
buyruğunda da işaret edildiği gibi mekan ötesi bir genişliğe sahipti. Mekan
ötesi genişliğe sahip olan bir kaip ise ancak ve ancak Allah ile dolabilir,
Allah sevgisi ile mutmain olabilirdi.
O halde sevmek güzel, sevmek
ne kadar güzel İse bu sevgiyi yaratan Allah'ı sevmek ve bu sevgi ile mutmain
olmak çok daha güzel olmalıydı. Çünkü doğru adrese yönelen bu sevgide pişmanlık,
bu sevgide nankörlük ve bu sevgide anlaşılamamanin verdiği yalnızlık yoktu. Allah'ı
seven daha çok seviliyor ve sevildikçe daha çok seviyordu. Bu İlahi sevgide
rahmetli bir bereket, bereketli bir rahmet vardı.
Bunları düşünen ve
düşündükçe kendine geldiğini hisseden Kadir "Affet, beni affet Ya
Rabbi" diyerek tekrar ağlamaya başladı. Gözyaşlarıyla gözlerinin
yıkandığını ve herşeyi artık daha net, daha açık gördüğünü hissediyordu.
Herşeyin bir imtihanı olduğu gibi Dilara da, Kadir'deki Dilara sevgisi de,
kalbindeki Allah sevgisinin bir imtihanı olmalıydı. Kadir aslında Dilara'dan
ve ona duyduğu sevgiden değil, bu sevgiyi böylesine bir üst noktada
yaşamasından utanıyordu. Çünkü bir müslümanın Alİah ve Resulüne duyduğu sevgi,
tüm diğer sevgilerin üstünde, üzerinde olması gereken bir sevgiydi.
Bir insan elbetteki
birini sevebilir ve bu sevgiyi derinlemesine yaşayabilirdi. Ancak her insani
duygusunun imtihanını veren müslümanlar, sevgi konusunda da bir imtihan
İçindeydiler. Bu ciddi imtihanın başarısı, herhalde ''Neyi, ne için, ne kadar
sevmeli?" gibi temel soruların doğru cevabını bulmakla ve bu cevapları
yaşamakla mümkün olma-lıydî. Çünkü bir kimseyi Alİah için sevmek ne kadar önemliyse,
bu sevgiyi İlahi ölçüler içinde yaşamak da o kadar önemliydi. Vedud olan
Allah'ın verdiği bu sevgiyi İlahi bir ölçü içinde yaşamak ise, sevilen kimseye
Allah katından yani Allah'ı dikkate alarak bakabilmekle mümkündü.
Düşünceleri bu noktaya
gelen Kadir, şimdiye kadar hep kendi gözüyle ve kendi penceresinden baktığı
Dilara'ya, Allah katından ve Allah'ı dikkate alarak bakmaya başladı. Sosyal
konumu .ve kariyeri ne olursa olsun ufacık bir kul, ufacık bir insandı Dilara!.
Karşılaştığı hak tebliğe rağmen nefsini ue çevresini dikkate alarak "h
mh" demesi, şımarık bir çocuk edasıyla omuzlarını kaldırarak "Ben
bunu kabul etmem, ben kesinlikle değişmem" cevabını uermesi ne kadar
gülünç bir durumdu!. Bir damla nutfeden yaratılan ue yine bir damla bedene sahip
olan Dilara, Allah'ın davetini kabul etse veya etmese kainatta ne değişecek,
Allah'ın izzet ve kereminden ne ek-silecekti ki? Dünya kainatın içinde bir
zerre, Dilara da bu dünyanın içinde bir zerre deği! miydi?
Peki Kadir, .
zerre içindeki zerreyi
seven Kadir, bu zerre sevgisiyle mekan ötesi bir genişliğe sahip olan kalbini
nasıl doldurabilir, bu kalbin gerçek sahibi olan Allah'ı ve böyle bir Allah
sevgisini nasıl gözardı edebilirdi? Tevbe, tekrar tevbe, tekrar tekrar tevbe
etti Rabbine. Derin duygular içinde başını omuzları arasına gömen Kadir "Beni
Sen'den, Sen'in yolundan ve Sen'in sevginden ayıracak hiçbir şeyi kalbime koyma
ya Vedud, ya Vedud" fısıltıları içinde ağlarken, Dilara ve Dilara
sevgisinin yüreğinde git gide küçüldüğünü hissediyordu.
Yorgun ve mahcup
duygularla yerinden kalkan Kadir, kısa bir süre üst kata çıkan merdivenlere
baktı. Artık herşeyi çok daha net, çok daha açık görüyordu. Merdivenlere
yönelik başını hafifçe sallıyarak ve zerre içinde zerre olan Dilara'ya
düşünerek "Seni artık sen kadar, ne kadarsan o kadar seveceğim" dedi.
Bu duygu yoğunluğu ve yorgunluğu içinde etrafına bakman Kadir, ağır fakat kararlı
adımlarla büfeye yöneldi. Üst raftan aldığı bloknottan temiz bir yaprak kopardı
ve dalgın gözlerle ne yazacağını bir süre düşündükten sonra Dilara'ya kısa bir
not yazdı. Birkaç ay önce yazdığı iki mısralık bir şiirin, değiştirilmiş bir
şekliydi bu!.
Ve sonra beklemeden, hiç
beklemeden kapıya doğru yürüdü. Kapıyı sessizce açıp, dışarıya çıktıktan sonra
içeriye, tekrar içeriye baktı. Dilara'yı bu evde yalnız, bu dünyada garip
bıraktığını düşünerek hüzünlendiğini, yüreğinin acıdığını hissetti. Fakat ne
yapabilirdi ki? Çünkü Dilara'nın kendi kararı, kendi tercihiydi bu!. Kapıyı
sessizce kapatırken, yüreğini yine sessizce Allah'a açarak Ya Rabbi ona hidayet
nasip et, hidayet nasip et"' dedikten sonra merhamet dolu bir seste ilave
etti.,
Ben onu Sana, Sen'in
rahmetine emanet ediyorum.
Kadir gideli üç gün
olmuştu.
Hafif bir kapı sesi
ile yataktan çıkan ve kocasının evden sessizce ayrılışını yatak odasının küçük
penceresinden izleyen Dilara, karmaşık düşünceler içinde ne pencereyi açabilmiş
ve ne
de yüreğindeki duygulara
ses vererek "Dur, ne olur
dur!." diyebilmişti. İnsanın içini
acıtan bir durumdu bu!. Dilara'nın kalbine bin umud vererek gelen Kadir, geride
bir umud dahi bırakmiyarak gidiyor, hiç arkasına bakmadan evden
uzaklaşıyordu!. Gelişen bu durumu,
Dilara hiç anlamıyor
ve anlamak da İstemiyordu!. Kadir'in sevgisinden şüphe duysa Beni sevmediği
için gidiyor" diyebilir ve kendisini sevmeyen bir Kadir için böylesine
üzülmezdi. Ne var ki Kadir'in tüm davranışları ve söyledikleri, Dilara'yı
belki de eskisinden daha çok sevdiğinin bir göstergesiydi. İyi ama seven bir
insan bunu nasıl yapabilir, yüreğindeki onca sevgiye rağmen kendisini seven hanımını
nasıl terkedebilirdi?
Bütün bunların dinle,
dini duygularla ne kadar ilgisi varsa, Dilara kendisini böyle bir din
anlayışından o kadar uzak hissediyordu!. Bu hüzünlü duygulardan biraz uzaklaşabilmek
ve bir duble viski içerek kendisini rahatlatmak için aşağıya indiğinde
karşılaştığı veda notu ise zaten dağınık olan düşüncelerinin daha da
karışmasına neden olmuştu. Kadir geride bıraktığı iki mısralık notta şöyle
diyordu..
Senin yokluğunda Ben,
benim yokluğumda Sen
Ben damlaya hasret,
Denize hasret Sen...
Bu notu ilk okuduğunda,
kendisini küçücük bir damla gibi hisseden ve her nedense aşağılandığını düşünen
Dilara, Kadir'in kendisini bir deniz olarak tanımlamasından da ciddi bir
rahatsızlık duymuştu. Fakat o zamana kadar ken dişiyle ilgili hiçbir abartılı
tanım yapmayan Kadir, hiç kuşkusuz ki bu 'Deniz' kelimesiyle başka, bambaşka
bir şey kastediyor olmalıydı!. Düşünceleri bu noktaya gelince söz konusu soruya
Kadir'ın boyutundan bakan ve onun boyutundan cevap arayan Dilara, yüreğine
düşen bir cevap ile içinin titrediğini hissetti. "Allah"
Kadir bu 'Deniz'
kelimesiyle Allah'ı ve Allah'a teslim olarak içine girdiği yeni, yepyeni
dünyayı kastediyor olmalıydı. Böyle bir durumda ise ikinci mısranın gerçek
içeriği "Ben sana hasret, Allah a hasret Sen" anlamına geliyordu. Bu yeni
anlamı düşündükçe sıkıldığını, içinin daraldığını hisseden Dilara, bu
düşüncelerden uzaklaşarak ıDeniz' kelimesine bir başka anlam yüklemek istiyor
fakat bunu da başaramıyordu. Dilinin ucuna hep aynı mısra, hep aynı kelimeler
geliyordu.,
"Ben sana hasret,
Allah a hasret Sen" İyi ama Kadir bunu nereden biliyor, böyle bir sonuca
nasıl varıyordu ki? Dilara küçük yaşlardan beri Allah'a inanan, O'na saygı
duyan bir insandı. Ne zaman çaresizlik içinde kalsa Allah'a yönelir, O'na dua
ederdi. Bazı dualarını kabul etmese bile O'na yine sitem etmez, O'na olan
sevgisi ve saygısı azalmazdı. Belki de batıda, hıristiyan bir toplum içinde
yetişmiş olmanın getirdiği bir hoşgörü, sevgi dolu bir esneklikti bu!. Çünkü
batıdaki insanların Allah ile ilişkisi ne kadar sevgiye ve hoşgörüye
dayanıyorsa; doğu ülkelerinde yetişen İnsanların Allah ile ilişkisi o kadar korkuya
ve katı kurallara dayanıyordu. Nitekim Kadir de böyle bir Allah inancı taşıyor
ve Allah'tan, Allah'ın hükümlerinden bahsederken saygı dolu bir korku içine
giriyordu!.
Bu düşünceler içinde
büfeden viski şişesini alan Dilara, buzlu bardağına bir miktar viski koyduktan
sonra salondaki tek kişilik koltuğa oturdu. Kısa bir süre elindeki
bardağa bakarken
Kadir'in artık içki içmediğini çünkü içkinin müslümanlara haram olduğunu
hatırladı. Kendisi de müslümandı ama ara sıra içki içiyor ve her nedense bunu
hiç yadırgamıyordu!. "Bu yaptığım doğru mu?" diye küçük bir soru
sordu kendisine!. Bu küçük soruya kendisini rahatlatacak cevaplar ararken,
Kadir'in "Bak Diiara!. 'Alİah yok' diyenler, Allah yokmuş gibi yaşayabilirler.
Fakat bizler 'Allah var' diyorsak ve buna inanıyorsak, Allah'ın varlığını
dikkate alarak yaşamak zorundayız. Çünkü "Allah vardır" diyen
akıllı.bir insan, Allah yokmuş gibi yaşayamaz..." sözlerini anımsadı.
Tartışılmayacak kadar
açık, İtiraz edilemeyecek kadar doğru sözlerdi bunlar!, "Allah var ise var
gibi, yok ise yok gibi yaşamak!.."' Bu kısa sözün uzun anlamını düşünen
Diiara, kısık bir sesle "Elbetteki 'Alİah yok' demek akılsızlık, 'Alİah
var1 deyip yok gibi yaşamak ise daha büyük akılsızlık!." dedi kendi
kendine. Fakat kısa bir duraksamadan sonra kendi kendine söylediği bu
güzel'sözden uzaklaşmak İstedi. Çünkü bir gül kadar güzel olan bu sözün,
kendisine yavaş yavaş batan dikenlerini hissetmeye başlamıştı!. Dilara'nın
"Var" dediği Allah,
elinde içki bardağı ve
bacak bacak üstüne atmış bir şekilde koltukta oturmakta olan Dilara'ya öylece
bakıyordu sanki!. İçinde git gide artan bir utanç duygusuyla Önce bacağını
indiren Dilara, elindeki içki bardağının da giderek ağırlaştığını
hissediyordu!. "Bana neler oluyor?" diyerek kendine gelmek ve
elindeki bardaktan birkaç yudum içmek istedi.
Fakat olmuyor, elindeki
bardağı bir türlü dudaklarına götüremiyordu!. Çünkü kendisine öylece bakmakta
olan Allah'a sanki bir isyan, sanki bir başkaldırı olacaktı bu!. Kendisini
görmekte olan Allah'ı dikkate almadan içki içmek, hiç kuşkusuz ki "Sen bu
içkiyi haram ettin, haram ettin ama işte ben içiyorum" anlamına
gelecekti. Bunları düşünen Dilara kalbinin derinliklerinde bir korku, içini
ürperten bir korku hissetti. İlk kez, hayatında ilk kez Allah'tan korkuyordu!.
Ve bu korku ile elindeki bardağı sehpaya bırakarak, aceleci adımlarla merdivene
yöneldi. Salonda öylece kendisine bakan Allah'tan bir an önce uzaklaşmak ve yatak
odasına giderek, yorganın altına girmek istiyordu. Belki de çocuksu bir
yaklaşımla, yorganın altında yalnız ve İlahi bakıştan uzak olacağını
düşünüyordu!..
Yaklaşık bir haftadır
Kadir'i düşünen Dilara, ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu.
Kadir İle ilk ayrıldığında bunun uzun sürmeyeceğini ve Kadir'in tekrar
geleceğini düşünmüştü. Şimdi ise böyle bir düşüncesi, böyle bir umudu yoktu.
Çünkü Kadir kendisine göre yapması gerekeni yapmış, söylemesi gerekeni söylemiş
ve aldığı olumsuz cevaptan sonra veda bile etmeden evden ayrılmıştı. Kadir'i
çok iyi tanıyan Dilara, böyle bir ayrılıştan sonra dönüş olmayacağını da
biliyordu.
Bu durumda iki
seçeneği vardı Dilara'nın!.
Ya hiçbir şey
yapmayacak ve Kadir'siz bir dünyaya razı olacaktı. Ya da ilişkilerini kurtarmak
için bir şey yapılması gerekiyorsa bunu artık kendisi, Kadir'in bir daha gelmesini
hiç beklemeden, hiç umud etmeden bizzat kendisi yapacaktı. Fakat bu iki seçenek
de. Dilara'nın istediği veya isteyerek kabul edebileceği seçenekler değildi!.
Çünkü ne Kadir'siz kalmak, ne de sanki haksızmış gibi Kadir'in arkasından
gitmek istiyordu!.
Bir ikilem, iç
dünyasını alt üst eden bir ikilem içindeydi Dilara!. Saatlerce düşünüp bazı
kararlar veriyor fakat kısa bir süre sonra bütün bu kararlarından birer birer
vazgeçiyordu. Tabi ki bu durumuna kendisi de şaşıyor ve şimdiye kadar hiç bu
kadar tutarsız olmadığını düşünüyordu. Bazen kendi kendisine "Ben ne
istiyorum?" diye soruyor ancak bu soruya açık bir cevap veremiyordu.
Çünkü yaşadığı son olaylarda ne istediğini değil, ne istemediğini çok iyi
biliyordu Dilara!.
Kadir'siz bir dünyayı
ne kadar istemiyorsa, Kadir'in kendisini davet ettiği o küçücük dünyayı da o
kadar İstemiyordu. Dilara o küçücük dünyaya sığabilecek, o küçücük dünyada
mutlu olabilecek bir insan değildi!. Anadolu'daki kadınların uzun giysiler ve
başlarındaki örtü ile o daracık dünyada nasıl yaşayabildiklerini. Öylesi bir
dünyada nasıl gülebildiklerini bir türlü anlayamıyordu!. Gökyüzünün engin
derinliklerinde hiç uçmayan kuşların, kafes hayatına rıza göstermeleri gibi bir
şey »olmalıydı bu!. Özgürlüğün ne olduğunu hiç bilmeyen bu kuşlar, belki de
kafeste kendilerine verilen üç-beş yem tanesiyle yetinebili-yor, birkaç yudum
su içerek mutlu olabiliyorlardı!. Ama Dilara öyle değildi ki!.
özgürlüğü gören ve
tanıyan bir insan, yaşadığı bu Özgürlükten nasıl vazgeçebilirdi? Milyonlarca
insanla aynı şehirde yaşayan ve hergün yüzlerce insanla muhatap olan bir kişi,
bu aktif kişiliğini nasıl terkedebilir ve kendisine yabancı bir kimlikle pasif
bir hayatı nasıl tercih edebilirdi? İnsanın doğasına, insanın fıtratına aykırı
bir durum değil miydi bu?
Fakat ne olmuşsa
olmuş, kendisiyle aynı hayatı yaşayan Kadir, böylesine aktif bir hayatı
terkederek köylülere Özgü basit bir hayatı tercih etmişti!. Verdiği bu kararla
herşeyi terkeden Kadir sadece
Dilara'yı
terketme'miş, sadece Dilara'dan vazgeçmemişti. Zaten tekrar Almanya'ya gelmesi
ve yürekten sözlerle, yalvaran gözlerle Dilara'ya içini açması da bu nedenle
değil miydi? Düşünceleri bu noktaya gelince duygulandığını hisseden Dilara
"Ahh Kadir, ahh Kadir'im" dedi içinden. Seviyordu,
gerçekten çok
seviyordu kocasını!. Meseleye kendi açısından baktığında kendisine. Kadir'in
açısından baktığında Kadir'e acıyordu!. Kadir'in biraz değişmesi, eski haline
biraz benzemesi için neler vermezdi ki!. Ancak böyle bir değişim hiç mümkün
gözükmüyordu. Çünkü Kadir "Ben müslümanım" diyen herkese göre çok
doğru ve çok tutarlı şeyler söylüyordu. "Ben de müslümanım" diyen Dilara
Kadir'in anlattığı bu doğrulara 'müslüman' sıfatıyla nasıl itiraz edecek, bu
doğrulan nasıl eleştirecekti?
Dilara aslında
Kadir'in anlattığı bu doğrulardan, bu gerçeklerden rahatsız değildi. Kadir'in
bütün bu anlattıkları entelektüel bir konuşma veya bilgilenmeyi amaçlayan bir
sohbet konusu olsa. Dilara bu anlatılanların hepsine katılım gösterebilir ve
böylesi bilimsel konuşmalardan keyif alabilirdi. Fakat durum hiç de böyle
değildi!, Çünkü Kadir için bütün bu doğrular bilimsel bir sohbet değil, dinsel
bir teslimiyet konusuydu. Ve Kadir,
Dilara'nın ufkunu
zorlayan bir irade gücü ile bütün bu doğrulara teslim oluyordu!. Kadir
durumundaki birisi için başlı basma bir devrim olan bu teslimiyet ve bu teslimiyeti
sağlayan güçlü irade, her ne kadar itiraf etmese de Dilara'nın saygı duyduğu,
gizli duygularla takdir ettiği bir iradeydi. Çok kısa bir zamanda ne kadar çok
değişmiş, ne kadar farklı bir insan olmuştu böyle!. Kadir gerçekten diğer
insanlardan çok ayrı. çok özel bir insandı. Gerçi Dilara da kendisini
Kadir'den ayrı, Kadir'den farklı tanımlamıyordu. Zaten Kadir'i böylesine
sevmesinin Önemli bir nedeni de, çoğu kez Kadir'de kendisini, kendisinde
Kadir'i görmesiydi.
Son gelişmeleri
değerlendirdiği ve Kadir'i düşündüğü bazı anlarda "Erkek olsam, belki ben
de aynı şeyi yapardım" dediği dahi olmuştu. Çünkü söz konusu İslami doğrulara
bir erkeğin teslimiyeti ile bir kadının teslimiyeti birbirinden çok farklı
şeylerdi!. Çevreye ve topluma karşı kendilerini çok daha rahat hisseden
erkekler, böyle bir kararı daha kolay verebiliyor ve toplum içindeki
kişiliklerinde çok belirgin bir değişiklik hissetmiyorlardı.
Ancak kadınlar için, özellikle
çağdaş ve modern kadınlar için aynı durum söz konusu değildi!. Bu kadınların
ondört asır Önce gelen hükümlere teslim olmaları demek; yirmibirinci yüzyıldan
ve bu yüzyılın kendilerine verdiği kimlik ve kişilikten uzaklaşarak ondört
asır önceye dönmeleri demekti. Peki bunu kim yapabilir, çağdaş ve modern bir
kimlikle varoluşunun farkına varan, bu kimlik ve kişiliği İçine sindiren hangi
kadın böyle bir değişime güç yetirebilirdi?
Kaldı ki bu kadınların
karşı karşıya getirildiği dinsel doğrular,
söz konusu değişimin
gizli kalmasını ve dört duvar arasında yaşanmasını da istemiyor, bu doğrulara
teslim olan kadınların sokağa çıkacaklar zaman örtünmelerini ve 21. yüzyıla çok
yabancı olan bu kıyafetleriyle bütün bir dünyaya adeta meydan okumalarını
emrediyordu!. Dünya görüşünü, kimlik ve kişiliğini büyük ölçüde giydiği kıyafet
ve fiziki görünüşü ile tanımlayan çağdaş kadınlar için, el-betteki zor,
elbetteki çok zor bir durumdu bu!.
Dilara bir ara bunu
düşünmüş,
uzun giysiler ve
başörtüsü içinde sokağa çıktığını, Frankfurt kaldırımlarında ağır adımlarla
yürüdüğünü hayal etmişti!. Bunu hayal etmek bile içinin gizli bir utançla
ür-permesine ve bu şiddetli ürperti ile tüm içinin boşalıver-mesine yetmişti!,
Dilara böyle bir kıyafet ile sokağa çıksa, hiç kuşkusuz ki o kıyafetin içinde
bir Dilara, bir kadın, bir insan olmazdı, olamazdı!. İçi boş, içi bomboş bir
kıyafet olurdu o!. Çünkü Öyle bir kıyafet içinde Dilara başını bile kaldıramaz,
şu an sahip olduğu kişilik değerlerinden hiçbirinin varlığını hissedemezdi.
Dilara için bir
yokluk, yokluk içinde bir yokoluş olurdu bu!. Oysa erkekler için böylesine bir
kimlik ve kişilik erezyonu söz konusu değildi. Hatta birçok erkek bu dinin
kendilerine verdiği aile içi liderlik pozisyonu ile kimlik ve kişiliklerini
"daha kuvvetli bir hale getirebilirlerdi. Aslında Kadir'in bütün bunları
görmesi, kendisi için biraz daha kolay olan bazı tercihlerin Dilara için ne
kadar zor, ne kadar imkansız olduğunu anlaması gerekirdi.
Ama anlamamıştı
Kadir!.
Dilara onu anlamasına
ve ona anlayışla yaklaşmasına rağmen, o Dilara'yı yeterince anlamamış ve böyle
bir anlayışla yaklaşmamıştı. Tabi ki bunun nedeni meseleye erkek gözüyle
bakması ve bir erkek rahatlığı içinde değerle ndirmesiydi. Halbuki bu meseleye
bir de Dilara açısından baksa ve böyle bir değişimde Dilara'nın tüm kimlik ve
kişiliğini yitireceğini görse; belki böyle bir değişimi Kadir de beklemez,
böyle bir yokoluşu Kadir de istemezdi!. Çünkü Kadir'in sevdiği Dilara, şu an ki
kimlik ve kişilik değerleriyle varolan gerçek Dilara'ydı. Öyle bir değişimde
Kadir'in sevdiği bu Dilara'dan geriye bir şey, hiçbir şey kalmazdı ki!.
Evet, Kadir bunları
görmemiş, bunları farketmemiş olabilirdi. Kadir kendisini ve düşüncelerini
anlatmak için nasıl ki Almanya'ya gelmişse, Dilara da kendisini ve duygularını
anlatmak için gerekirse ona gitmeli, ona herşeyi açıkça izah etmeliydi. Başka
dünyalarda yaşayan kocasına "Bak Kadir!. Sevdiğin kadın aslında benim, benim
şu an ki kimliğim, şu an ki kişiliğim" diyerek, onu kendileriyle ilgili
gerçek dünyaya davet etmeli ve bazı şeyieri zamana bırakmayı
önermeliydi.
Zaten Kadir'in önemli
bir hatası, çok acele etmesi ve Dilara'dan da acele bir karar beklemesi değil
miydi? Oysa bazı şeyler zamana bırakıldığında hem sorun büyümüyor, hem de söz
konusu mesele zaman içinde daha bir açıklık ve kolaylık kazanıyordu. Şu an
heyecanlı bir tutuculuk içinde olan Kadir, belli bir süre geçtikten sonra
elbetteki daha esnek, daha anlayışlı olabilecekti. Belki yaşlandıkça Dilara da
değişecek, şu an kendisine imkansız görüken bazı kararları yeniden düşünebilecekti!.
Ayrıca Kadir'in ve
Kadir gibi düşünen müslümanlann bir diğer hatası, insanların sadece dışına, dış
görünüşüne bakmaları ve bu bakışa göre acımasız değerlendirmelerde
bulunmalarıydı. Oysa insanların içini ve kalbini bilen Allah, insanları hiç
kuşkusuz ki dış görünüşlerine göre değerlendirmiyordu. Zaten doğru olan da bu
değil miydi?
Dilara bunları
düşündüğünde ve meseleye bu açıdan baktığında, kendisini çok iyi ve çok rahat
hissediyordu. Çünkü dünyadaki bütün insanlar bir imtihan içindeyse, Dilara
kendisini büyük bir çoğunluktan çok daha iyi, çok daha dürüst bir insan olarak
görüyordu. Hiç kimsenin kötülüğünü düşünmüyor, insanların içinde bulunduğu
ahlaksızlıklardan uzak duruyor ve elinden geldiğince iyilik yapmaya
çalışıyordu. Hem artık içki de içmiyor, içki de içmek istemiyordu Diiara!.
Bütün bunları bilen Allah, onu neden cehenneme atsın, neden cezalandırmak
işteşindi ki?
Evet, ilişkilerini
kurtarmak için Kadir'le son kez de olsa görüşmeli ve ona herşeyi daha açık
anlatmalıydı. Fakat yine de Kadir'in peşinden Türkiye'ye gitme düşüncesi, Dilara'nın
nefsine ve kadınsı gururuna pek hoş gelmiyordu. Böyle bir şey yaptığı zaman
erkeklerin yakasını bırakmayan basit kadınlara benzeyeceğini ve onurunun
zedeleneceğini hissediyordu!. Bu karmaşık duygular içinde ne yapacağını
düşünürken, on gün sonra İstanbul'da yapılacak olan Ortadoğu disbüritörler
toplantısına gitmeye karar verdi.
Kadir'le
görüşüp-görüşmeyeceğini, artık orada yani İstanbul'da düşünürdü!..
Dilara İstanbul'a gelmeden önce eltisi Saliha İle
görüşmüş ve toplantıdan sonra kendilerini ziyaret edebileceğini belirtmişti.
Bu haberi samimi bir sevinçle karşılayan Saliha da çocukların buna çok
sevineceğini söylemiş ve bu güzel düşüncesinden dolayı kendisine teşekkür
etmişti. Dilara'nın Saliha ile bu ön görüşmesindeki asıl niyeti ise İstanbul'a
geleceğinden Kadir'in de haberdar olması ve bir vesile ile onun da oraya
gelmesi, orada bulunmasıydı.
Fakat olmadı,
bu umudu gerçekleşmedi
Dilara'nın. ' Toplantıdan sonra hediyelerle gittiği Ömer'lerin evinde herkes
olmasına rağmen, Dilara için herkesten daha önemli olan Kadir yoktu. Tabi ki
kalbinde hissettiği meraka ses vererek ''Kadir nerede?" diye sormadı
onlara ve onlar da bu konuda hiçbir şey söylemediler kendisine!. Kısa bir
sohbetten sonra hep birlikte sofraya oturmuşlar ve güzel konuşmalar eşliğinde,
güze! bir yemek yemişlerdi. Hediyeler açıldığında,
bu hediyelere en çok
sevinen Enes ve Merve olmuştu. Oniki yaşlarında olan, Enes. ağırbaşlı bir
erkek ciddiyeti ile teşekkür ederken; henüz dokuz yaşlarında olan Merve ise
duygularını gizlemeye hiç gerek duymadan Dilara'ya sarılmış ve teşekkür sözleri
ile onu yanaklarından öpmüştü. Daha önceleri çocuklara beyniyle bakan ve
aklıyla anlamaya çalışan Dilara, yaşadığı son olaylardan kaynaklansa gerek
onlara ilk kez kalbiyle bakınca hiçbir şey düşünmeden çok farklı şeyler
anlamaya, çok güzel şeyler hissetmeye başlamıştı.
Çocuklardakİ bu saf
güzellik, henüz dejenere olmamış insan fıtratının asıl itibariyle ne kadar
temiz, ne kadar sıcak ve içten olduğunu gösteriyordu. Fakat insanlar büyüdükçe
fıtratjarındaki bu güzellikler küçülüyor ve bütün bunların yerini kişilik
savaşlarında kullanacakları bencil vasıflar, yapay etiketler alıyordu. Ama
herşeye rağmen insan fıtratının derinliklerinde yine de temiz kalmış, yine de
bozulmamış bazı bölgeler olabiliyordu. Nitekim çocuklardaki saf ve sıcak
güzelliğin, yetişkin insanların kalplerinde hissedilebilir olması ve hoş bir
karşılık bulması bu gerçeği gösteriyordu.
Dilara'nın kadınsı
hissiyatı ile dikkatini çeken bir başka şey ise,
Saliha ile Ömer
arasında daha önce hiç görmediği, hiç farkedemediği bir yakınlığın olmasıydı. Her
ne olmuşsa olmuş, Ömer ile Saliha'nın birbirlerine bakışları ve davranışları
belirgin bir şekilde değişmişti. Ömer hanımına karşı oldukça sıcak ve saygılı
yaklaşırken, kocasının ne istediğini gözlerinden anlamaya çalışan Saliha da ona
sevgi dolu bir sıcaklıkla yaklaşıyor ve Ömer'in her İsteğini gizli bîr bayram
heyecanı ile yerine getiriyordu.
Tabi ki doğruydu
Dilara'nın bütün bu gördükleri!.
Sevgiyle beraber
Ömerlerin evinde hayat gerçekten değişmiş gibiydi. Aynı gündelik yaşantıyı
sürdürmelerine rağmen artık çok farklı şeyler hissediyorlar, çok farklı şeyler
yaşıyorlardı. Daha önceleri zorunlulukla ve sorumluluk duygusuyla yaptıkları
bütün işler, artık onlar için bir sevme ve bir sevilme vesilesi oluyordu. Tabi
ki Allah'ı dikkate alan her müslüman gibi bu rahmetli durumu Rahman'dan
biliyorlar, birbirlerine yönelik bu sevgileri arttıkça, kendilerine bu sevgiyi
lütfeden Allah'ı daha fazla, çok daha fazia seviyorlardı.
Yatsı namazını
ailesiyle birlikte kıldıktan sonra izin isteyen Ömer. çocuklarla birlikte
yatmış ve Dilara ile Saliha'yi salonda yalnız bırakmıştı. İki elti Önce
gündelik yaşantılarından konuşmuşlar ve kendilerini bu konuşmanın doğal
akışına bırakarak birbirlerine kısmen de olsa içlerini açmaya başlamışlardı.
Her ikisi de kadın olmasına rağmen farklı topraklara ekilmiş birer tohum,
farklı dünyalarda yaşayan birer canlı gibiydiler!. Dilara yorgun ve bezgin bir
ruh hali içinde yoğun iş temposundan bahsederken, bu anlatılanları gizli bir
yürek acısıyla dinleyen Saliha ise -söz kendi yaşantısına gelince gözleri
gülüyor, günlük yaşantısından sevinçli bir heyecan içinde söz ediyordu!.
Tabi ki Dilara'yı
şaşırtan,
Dilara'yı hayrete
düşüren bir durumdu buî. Böylesine basit ve sıradan bir hayatı yaşayan Saliha.
nasıl olur da böyle bir hayattan sevinç ve heyecan duyabilirdi? Kendisi
uluslararası düzlemde iş yapmasına ve yüzlerce insanla ilgilenmesine rağmen,
böylesine aktif bir yaşam trafiği içinde bile Saliha'nın duyduğu heyecan ve
sevinci duymuyordu!. Bu tuhaf durumun nedenini değişik sorularla Saliha'ya
yönelttiğinde, çocuksu bir utangaçlıkla omuzlarını kaldıran Saliha ''Bilmem
ki!." dedikten sonra biraz düşünmüş ve dalgıniaşan gözlerle şunları
söylemişti.,
Dilara senin hayatın
daha hareketli, yaptığın işler çok daha fazla olabilir. Ama anladığım kadarıyla
sen başkalarının, belki de hiç tanımadığın insanların işlerini yapıyorsun!.
Ben ise yakından tanıdığım, "LAilem" dediğim yani sevdiğim ve
sevindirmek istediğim insanların işini yapıyorum. Belki de aramızdaki fark
bu!.
Saliha'nın saf bir
içtenlikle söylediği bu sözler, Dilara'nın iç dünyasını derinden sarsan sözler
olmuştu. Kendisine göre doğru bir bakış açısıyla çok doğru şeyler söyleyen
Saliha'yı, şimdi daha iyi anlayabiiiyordu. Demek ki Saliha'nın yaşadığı
mutluluk, Saliha'ya göre önemli temelleri, önemli nedenleri olan bir
mutluluktu. Çünkü bir insanın sevdikleri için, sevdiklerini sevindirmek için
çalışması, yaptığı iş ne olursa olsun o insan için bir sevinç nedeni, bir
mutluluk vesilesi olabiliyordu.
Dalgın gözlerle
Saliha'ya bakan Dilara, söz konusu meselenin kendi hayatına yöneiik içeriğini
fazlaca düşünmeden "Mutlu olmana gerçekten sevindim" diyerek bu
meseleyi kapatmak istedi. Bu söz üzerine yüzü aydınlanan Saliha ise
"Mutluyum Dilara. Allah'a hamdolsun ki çok mutluyum" dedikten sonra
biraz düşünmüş ve sanki yanlış bir şey söylemiş gîbi gizli bir mahcubiyet
duygusuyla susmayı tercih etmişti. Çünkü bildiği kadarıyla Kadir'le bazı
ailevi sorunları olan ve bu sorunlan henüz çözümleyeme-yen Dilara'nın, şu an
için hiç de mutlu olmadığını hissediyordu.
Bu kısa suskunluk
içinde,
her ikisi de Kadir'i
düşünmesine rağmen sanki aralarında anlaşmışlar gibi ne Dilara Kadir'den
bahsetmiş, nede Saliha ''Peki siz, sizin Kadir ile durumunuz nasıl?" diye
sormuştu. Dilara bu konuda konuşmak istemiyorsa, böylesine özel bir konuyu
kendisinin açması elbetteki hiç uygun olmazdı. Suskunluk içinde gerginleşmeye
başlayan havayı rahatlatmak için "Dilara bir şey içmek ister misin?"
diye sordu.
Ne olabilir?
Bana sorarsan oğul
otuyla, karabaş otunu tavsiye ederim.
Onlar da ne?
İçimi güzel bir ot
çayı!. Hem "Kafa süpürgesi" diyorlar. Kafadaki sorunları
süpürüyormuş!.
Daha önce denedin mi?
Tabi kii. Neden bu
kadar mutluyum sanıyorsun!. Gülümseyen
Dilara halde ben de deneyeyim"
dedi ve Saliha mutfağa
doğru giderken aynı gülümseme ile ilave etti.,
Benim ki biraz koyu
olsun.
Saliha kısa bir süre
sonra çayları getirmiş ve birlikte içmeye başlamışlardı. Ot çayı Dilara'nın da
hoşuna gitmişti. Saliha'nın söylediği gibi hafif ve içimi güzel bir çaydı.
Nasıl yaptığını sorduğunda, tarifini Sabiha ablasından aldığını söyleyen
Saliha, bu tarifi kısaca anlattıktan sonra güzel bir insan olan Sabiha
ablasından ve onunla yaşadıkları genç kızlık anılarından bahsetmişti.
Ailenin tek çocuğu
olduğu için abla kardeş ilişkisini hiç yaşamayan Dilara için gerçekten hoş
olaylar, ilginç anılardı bu anlatılanlar. Genç kızlık heyecanını sanki yeniden
yaşıyormuş gibi o dönemlerden bahseden Saliha'ya dalgın gözlerle bakarken,
kendisinin oldukça disiplinli ve duygusal açıdan soğuk bir gençlik geçirdiğini
düşündü. Böylesi güzellikleri hiç yaşamamanın verdiği gizli bir hüzünle
';Salİha, hayatının en güzel günleri, o gençlik günleri olsa gerek" dedi.
Çok kısa bir süre
düşünen Saliha başını iki yana sali yarak "Hayır Dilara" dedikten
sonra devam etti.,
O günlerin elbetteki
kendine özgü güzellikleri vardı. Fakat sonraki yıllarda daha güzel, çok daha
güzel günlerim oldu.
Dilara bu cevaptan
hiçbir şey anlamamış gibi "Mesela ne oldu, neler oldu?" diyerek,
Saliha'yı biraz açmak istedi. Yüzündeki aydınlık bir gülümseme ile uzaklara
bakan Saliha. daha sonra Dilara'ya dönerek "Mesela anne oldum. Anneliğin
ne olduğunu yaşadım, ne olduğunu anladım" cevabını verdi. Annelik
denilince öncelikle aşırı kilo almayı, ağırlaşmayı, doğum sancılarını, fiziki
deformasyo-nu ve uykusuz geceleri anımsayan Dilara, Saliha'nın aynı hadiseyi
bir mutluluk vesilesi olarak dile getirişini gizli bir hayretle karşılamıştı.
Oysa sıradan bir hadiseydi bu!. Dünyadaki milyarlarca sıradan kadının
yaşadığı, gayet sıradan bir hadiseydi!. İçinde hissettiği küçümsemeyi gizlemeye
çalışarak "Hayatındaki en güzel olay bu muydu, anne oiman mı?"' diye
tekrar sordu.
İçtenlikle "Tabi
ki bu, tabi ki anne olmam" cevabını veren Saliha, Dilara'nın, gözlerindeki
kısmi hayret ve anlamazlığı farkedince biraz duraksadı. Henüz anneliği- yaşamayan
Dilara, Saliha'nın bu söylediklerini nasıl anlayacaktı ki!. Anne olmayan,
anneliği yaşamayan bir kadın, kadın olmasına rağmen anneliğe bir erkek kadar
uzak. bir erkek kadar yabancı değil miydi?
Dilara'yı düşündü!.
Daha önceleri anne
olsaydı, hem Saliha'yı daha iyi anlayabilir ve hem de aile anlayışı daha farklı
olabilirdi. Çünkü birbirini seven iki insanın bir bebek sahibi olmaları demek,
aralarındaki sevginin can bulması, ete kemiğe bürünerek canlanması demekti.
Böyle bir durumda ise eşler birbirine daha yakın ve daha anlayışlı
olabiliyorlardı. Bunu bizzat görmüş, bizzat yaşamıştı Saîiha. Oğullan Enes
bir-buçuk-iki yaşındayken çektirdikleri bir fotoğrafı hatırladı. Anne ve
babasının ellerini tutarak yürüyen Enes'in. güzel bir fotoğrafıydı bu!.
Bu fotoğrafı görenler,
hiç kuşkusuz ki anne ve babanın çocuklarına el uzattığını, çocuklarını
ellerinden tuttuklarını zannederlerdi. Oysa bazı aile problemlerinin yaşandığı
o dönemlerde, onlar Enes'in elinden değil, Enes onların elinden tutuyor, Enes
onları bir araya getiriyordu. Tabi ki aralarında yaşadıkları bazı sıkıntılar
ne olursa olsun bunu hiçbiri Enes'e yansıtmıyor. Saliha babası hakkında Enes'e
ne kadar güzel şeyler söylüyorsa, Ömer de annesi hakkında o kadar güzel şeyler
söylüyordu. Zaten Enes'in aileye bağlı olarak yetişmesinin, anne ve babasının
ellerini kuvvetle tutmasının Önemli bir nedeni de bu değil miydi?
Bunları düşünen
Saliha, Dilara'ya annelik hakkında dilinin döndüğünce bir şeyler anlatmak, onunla
bir şeyler paylaşmak istediğini hissetti. Belki az da olsa bir şeyler
anlatabilir, Dilara az da olsa bir şeyler anlayabilirdi. Nereden başlayacağını
bilememenin verdiği kararsızlıkla kısa bir süre düşündükten sonra "Dilara
anneliği henüz yaşamadığın için beni yeterince anlayamadığını biliyorum. Bana
göre bir insanın dünyada yaşayabileceği en güzel şey!. Erkekler anneliğin ne
olduğunu bilselerdi, dünyaya erkek olarak geldikleri için çok
üzülürlerdi." dedi.
Hiç sanmıyorum. Onlar
erkekliklerinden hayli memnun gözüküyor.
Ben böyle
düşünmüyorum. Bir annenin neler yaşadığını bilseler, inan ki bizleri
kıskanırlardı" diyen Salına, biraz duraksadıktan sonra kalbindeki bebek
tanımım, Dilara'yla paylaşmak istedi.,
Bak Dilara!. Birbirini
seven İki İnsanın bebek sahibi olmaları demek, aralarınaaki sevginin,
aralarındaki sevdanın can bulması, yani ete kemiğe bürünerek canlanması demektir.
Ve böylesine güzel olan bu olay sende, bu olay bende, bu olay bizde,
bizimkimizde gerçekleşiyor.
Saliha'nın yürekten
söylediği bu sözler, sevgiye ve sevdaya önem veren Dilara'yı bir anda etkileyen
sözler olmuştu. Lise mezunu olan Saliha. birbirini seven iki insanın bebeğini
ne güzel tanımlamış ve anlam derinliği ne kadar güzel bir söz söylemişti
böyle!.
Bir insanın Ölümüne
hiç şahit oldun mu? Saliha'nın bu sorusuyla kendini toparlamaya çalışan
ve kaşlarını hafifçe
kaldırarak "Birkaç kez" cevabını veren Dilara, biraz duraksadıktan
sonra merakla sordu,,
İyi ama bunun
konumuzla ilgisi ne?
Bir insanın ölümüne
şahit olmak, bir insan için ne kadar acı, ne kadar hüzünlü bir olaysa: bir
insanın yaratılışına, bir insanın dirilişine şahit olmak da en az o kadar
güzel, o kadar sevinçli bir olay oluyor Dilara!.
Diriliş derken!.
Diriliş derken tabi ki
bebeği kastediyorum. Onu ilk kez içinde hissettiğinde, önce çok tuhaf oluyor ve
yavaş yavaş değiştiğini farkediyorsun.
Çünkü o zamana kadar "Ben, ben" derken sadece kendini, kendi
varlığını ve kendi duygularını kastederken, onu içinde hissettikten sonra
"Ben" kavramındaki bütün bencillikler parçalanıyor. Önceleri içinde
tek bir can, tek bir yürek hissederken, yavaş yavaş ikinci bir canı, ikinci
bir yüreği hissetmeye başlıyorsun. Artık "Ben'1 derken sadece kendini
değil, kendinden bir parça olan bebeğini de kastediyorsun. Ve bu bebek senden
hiç ayrılmıyor. Onunla beraber oturuyor, onunla kaikı-
yor, onunla yürüyor,
onunla yatıyorsun. Karnında dönmesi, hareket etmesi, hatta minicik ayağı ile
tekme atması bile sana büyük bir keyif veriyor. Kamını okşayarak 'İyi olmana
sevindim canım, sevindim hayatım"' diyorsun.
Dilara'nın kendisini
büyük bir dikkatle dinlediğini gören Saliha, kısa bir duraklamadan sonra aynı
içtenlikle anlatmaya devam etti.,
Onun an be an
büyümesini, an be an gelişmesini hissederken, kendine ait olan birçok şeyin
küçüldüğünü farkediyorsun. Çünkü kendin ile bebeğini mukayese ettiğin zaman,
bu masum ve tertemiz canlı karşısında kendine özel şeylerin küçüldüğünü,
Önemsizleştiğini görüyorsun. Bu öyle bir noktaya geliyor ki artık i:Ben"
derken kendini değil sadece onu. sadece bebeğini kastediyorsun. Sağlık ve
sıhhatine Öncelikle bebeğin için dikkat ediyor, bebeğin için yemek yiyor,
bebeğin için yaşıyorsun. Ona ve onunla birlikte yaşamaya o kadar alışmışsın ki,
hamileliğinin son zamanlarında gizli bir hüzne kapılıyorsun. Bebeğimi doğurduktan
sonra içim boşalacak, bende güzel ve değerli hiçbir şey kalmayacak diye
endişelendiğini hissediyorsun!. Fakat bununla beraber onu görmek, onu kucağına
almak, onu öpüp koklamak arzusu da büyüyor İçinde.
Saliha o güzel anları
yeniden yaşıyormuş gibi anlatmaya devam etti.,
Sonra canından can
çıkıyor Dilara!. Eksildiğini, bölündüğünü, İkiye ayrıldığını hissediyorsun.
Artık içinde sevgili bebeğinin değil, bu bebeğinden geriye kalan geniş ve
derin bir boşluk kaldığını görüyorsun. Önce seni üzüyor, seni korkutuyor bu
boşluk. Fakat bebeğine baktığın zaman içindeki bu geniş ve derin boşluğun, çok
daha geniş ve çok daha derin duygularla dolduğunu hissediyorsun. Sen daha
önceleri ben bebeğimi doğurduktan sonra bende güzel, bende değerli hiçbir şey
kalmayacak diye endişelenmene rağmen artık sende bir şeyin, sende yeni, yepyeni
bir şeyin kaldığını görüyorsun. İşte bu analık ve analık duyguları Dilara!. Ve
sen ilk kez tanıştığın bu analık duygularıyla, canından çıkan cana sarılıyor
ve "'Canım'' diyorsun.
Saliha'nın bu son
kısımları Dilara'nın şahsında anlatması, Dilara'yı da olayın içine çekmiş ve o
duyguları kısmen yaşatmış gibiydi. Daha önceleri uzaktan gördüğü, uzaktan
tanımladığı olağan bir hadisenin aslında ne kadar güzel ve sıradışı olduğunu
ilk kez farkediyor, ilk kez hissediyordu. O zamana kadar basit ve sıradan bir
kadın olarak gördüğü Saliha'ya artık daha farklı gözlerle, daha farklı
duygularla bakmaya başlamıştı. Küçük bir hayatı olmasına rağmen böylesine güzel
şeyleri hisseden, bu kadar güzel şeyleri yaşayan bir kadın, kendisine
açınılacak bir kadın olamazdı. İçinde hissettiği gizli hayranlık duygularıyla
Sali-ha'ya bakınca, bu olumlu bakışları hayra yorumlayan Saliha anlatmaya
devam etti.,
Sonra onu kucağına
alıyorsun Dilara!. Dokuz aydır hiç görmeden sevdiğin bebeğinin yumütk
gözlerine, küçücük bedenine bakıyorsun. Onu tekrar sevgiyle İçine almak,
içinde gizlemek istiyorsun. Bu duygularla ona sarılırken "Bizim ailemize,
bizim dünyamıza hoşgeldin canım, hoş-geldin hayatım" diyorsun. Onun ise
hiçbir şeyden haberi yok!. Açık ağzı ile başını iki tarafa salladığını ve bir
şeyler arandığını görünce, "Yavrum acıktı" diyorsun kendi kendine.
Önce unutuyorsun bazı şeyleri ve "Yavruma ne yedire-yim?'' sorusu geçiyor
içinden!. 0 an dünyanın en güzel, en temiz, en değerli yiyeceklerini billur
kaplar içinde sunmak istiyorsun yavruna!. Çünkü bu yavruna sunacağın gıdanın
yavrun kadar temiz, yavrun kadar saf olmasını istiyorsun. Fakat dünyada
yavruna layık böyle bir şeyin olmadığını düşünüp, olamayacağını farkedince,
çaresizlikten kalbinin daraldığını ve hüzünlendiğini hissediyorsun.
İşte içinde
hissettiğin bu çaresizlik dolu gizli hüzünle gözlerin değil, göğüslerin
ağlamaya başlıyor Dilara!. O an kendine geliyorsun. Rezzak olan Rabbinin
lutfuyla şişen ve rahmet gözyaşları döken göğüslerine bakıyorsun. Göğsünün
gözyaşları, yavruna vermek istediğin her güzel şeyin, en güzel bir Özüdür
sanki. Ve sen, İçindeki bu saf ve güzel Özü. yavruna billur bir tabak ve altın
bir kaşıkla değil, İçinden, içinden geldiği gibi veriyorsun. Seni nefes nefese
emen yavrun senin sütünü değil, senin içini ve içindeki tüm güzel şeyleri, tüm
güzel sevgileri emiyor Dilara. Ve sen bu güzellikleri ona verdikçe, ona içini,
ona sevgini akıttıkça, içindeki tüm güzelliklerin daha bir arttığını, daha bir
fazlalaştığını hissediyorsun. Sevgiyle bağrına basarak emzirdiğin küçücük
bebeğin, yarınlarda Allah'ın lutfuyla çok iyi bir insan olarak neler
yapabileceğini düşlüyor ve böyle bir kahramanı emzirmenin, böyle bir kahramanı
yetiştirmenin mutluluğunu yaşıyorsun.
Bunları söyledikten
sonra bir süre susan Saliha'ya ve Saiiha'nın gözlerine bakan Dilara, bir
tarafta Saliha'nın anlattıklarını diğer tarafta ise şimdiye kadar kendisi için
gereksiz bir aksesuar olarak gördüğü kendi göğüslerini düşünüyordu!. Göz
ucuyla göğüslerine bakınca, o zamana dek onları küçümsediğini, onlara haksızlık
ettiğini hissederek, onları usulca ellemek ve onlardan adeta özür dilemek
istedi!. Ancak yalnız olmadığını farkederek bundan vazgeçti ve kendisini
toparlamaya çalıştı. Bir süre susan ve dal-gınlaşan gözlerle sanki uzaklara
bakan Saliha ise bu kısa suskunluktan sonra sözlerine devam etti.
O an bir annenin ve
anneliğin önemini de fark edi yorsun Dilara. Kendini milyarlarca anneden bir
anne olarak değil, anneliğin öz makamındaki bütün anneler gibi gördüğün ve
kendini bu genel vasıfla tanımladığın zaman yaşadığın tüm olayların anlamı çok
daha derinleşip, çok daha güzelleşiyor. Bu gözle kendine, bu gözle yaşadıklarına
tekrar bakınca, bir bebeğe değil bütün bir insanlığa hamile kaldığını, bütün
bir insanlığı doğurduğunu, bütün bir insanlığı emzirdiğini ve bütün bir
insanlığı yetiştirdiğini hissediyorsun. Bu farkediş sana o kadar güzel
duygular veriyor ve kişiliğini öyle bir npktaya çıkarıyor ki kendi kendine
"İşte ben bunun için, böylesine güzel şeyler için yaratılmışım"
diyorsun. Ve sana bütün bu güzellikleri yaşatan Allah'a hamediyor, Allah'a
şükrediyorsun Dilara.
Saliha'nın yürekten
anlattığı herşeyi aynı yürek açıklığı ile dinleyen Dilara, içinde iik kez
hissettiği bazı kadınsı duygularla Saliha'yı anlamaya çalışıyordu. Saliha'yı
anladıkça bir kadın olarak ona yaklaştığını hissediyor ve bu hissediş İle iç
dünyasındaki kadın tanımını ilk kez sorgulamaya başlıyordu. Daha önceleri
sıradan gördüğü milyarlarca kadın karşısında kendisinin Özel bir konumunun,
özel bir duruşunun olduğunu düşünmesine rağmen şimdi bu düşüncesinin eskisi
kadar sağlam ve tartışılmaz olmadığını hissediyordu. Bir tarafta seminer
salonuna girince yüzlerce insanın ayağa kalktığı, büyük bir saygı ve
hayranlıkla dinledikleri Dilara; diğer tarafta ise küçük bir evin kuytu köşesinde
böylesi duygularla bütün bir insanlığı emzirdiğini hisseden ve böylesi
güzellikleri yaşayan bir anne!. Bunlardan hangisi daha doğru, hangisi daha
değerliydi? Daha önceleri bu soruyu düşünmeye bile gerek duymayan Dilara,
şimdi bu soruyu cevaplandırmakta zorlanıyordu. Meseleye iş dünyasının kimlik
ve kişiliği ile yaklaştığında birinci olasılık ağır basarken, kadınsı
fıtratıyla yaklaştığında her nedense Saiiha'nın anlattığı ve yaşadığı duygular
daha bir özel, daha bir yakın geliyordu kendisine!. Çünkü iş dünyasında
başarılı olmak, kadın erkek herkese açık genel -bir konum olmasına rağmen
annelik sadece kadınlara ait, sadece kadınlara özel bir konumdu.
Ve bunu şimdiye kadar
hiç hissetmemiş,
böylesi duygulan
şimdiye kadar hiç yaşamamıştı Dilara!. Kalbini çelişkilere düşüren bu
ikilemleri Saliha'ya hiç açmadan, onunla günlük yaşantısı hakkında bir süre
daha konuştu. Fazlaca bir tahsili olmadığı halde zeki ve akıllı bir insan
izlenimi veren Saliha, dışarıdan basit ve sıkıntılı gözüken oiağan bir hayatı,
Dilara'nın gördüğü ve anladığı kadarıyla olağan dışı bir mutlulukla yaşıyordu!.
Burada yaşamın şekli ve sınırları değil, bu yaşamı algılayış ve yorunv layış
biçimi çok önemliydi!. Belki de yaşamın farkına varmak ve gerçek anlamda
yaşamak, yaşayabilmek bu olmalıydı!.
Düşünceleri bu noktaya
gelince, Kadir'in son gelişindeki bir sözünü hatırladı. Beraber yaşadıkları
yıllar hakkında konuşurlarken. Kadir hüzünle kendisine bakmış ve "Biz
seninle birlikte yaşamamış, birlikte yaşlanmışız Dilara"' demişti. İlk
duyduğunda pek bir anlam veremediği bu söz, bu gece dinlediklerinden sonra
sanki yeni bir anlam kazanmıştı. Yaşamın farkına varmak ve gerçek anlamda
yaşamak bu ise, acaba onlar beraber oldukları yıllar boyunca Kadir'in söylediği
gibi birlikte yaşamamış, birlikte yaşlanmışlar mıydı?
Belki de haklıydı
Kadir, belki de onun farkedemediği bazı şeyleri önceden farketmiş ve bunları
anlatmak, bunları paylaşmak istemişti kendisiyle!. Gerçekten Kadir ile henüz
yaşamadıkları, henüz paylaşmadıkları çok güzellikler olmalıydı. Bunları düşününce
gönlünde kabaran Kadir sevgisiyle ''Kadir buraya gelseydi, ne iyi olurdu"
duygusuna kapıldı.
Fakat gelmemişti
Kadir!.
Aralarında geçen son
konuşmalardan sonra belki üzülmüş,
belki kırılmış olacaktı ki İstanbul'a gelmemiş ve köyde kalmayı tercih etmişti.
Divane'den ve Yakup hocadan çok olumlu bahsettiğine göre belki de onların
yanında kendisini daha iyi, daha rahat hissediyor olabilirdi. İyi ama şimdi ne
olacak, bunca yıllık beraberiik burada bitecek miydi? İstanbul'a gelirken köye
gitmek gibi bir düşüncesi olmayan Dilara, şimdi bir kararsızlık içindeydi!.
Almanya'ya gen dönse, Kadir'i
bir daha ne zaman görecek, onunla bir daha nasıl ve nerede konuşabilecekti?
Oysa Kadir'i görmek, onunla görüşmek ve uzun uzun onun gözlerine bakmak arzusu,
içindeki kadınsı gurura rağmen an be an artan bir arzu oluyordu. Duygu
yorgunluğu içinde bu arzusunu durdurmak ve sorgulamak istemeyen Dilara, hiç
düşünmeden köye gitmek, bir an önce köye gitmek istediğini hissetti zı işlerim
var" diyerek erken saatte evden ayrılan Dilara, öncelikle bir kafetaryaya
giderek kahvaltı etmiş ve neskafesini içerken dün gece verdiği kararı bir kez
daha gözden geçirmişti. İçinde bazı tereddütler ve nefsinin hoşlanmadığı bazı
duygular olmasına rağmen, Kadir'in bütün bunlara değecek bir insan olduğunu
düşünerek kararını yenilemiş ve kafeden ayrıldıktan sonra bir araba kirahyarak
köye doğru hareket etmişti.
Yol boyunca Kadir'i ve
kendisini düşünen Dilara, her nedense ilişkilerinin kurtulacağına dair kuvvetli
bir umud hissediyordu içinde. Belki de bu umudun nedeni, Dilara'nın kendisine
ve Kadir hakkındaki duygularına güvenmesinden kaynaklanıyordu. İyi ve güzel bir
insan olduğuna inanan Dilara, yüreğini Kadir'e açtığında ve onun kendisinden
istediği bazı şeyleri neden yapamayacağını açıkladığında, Kadir'in kendisini
anlayacağını ve bu meseleyi zamana bırakacağını düşünüyordu.
Zamanla Kadir'in
değişebileceğini ve ılımlı bir noktaya gelebileceğini umud eden Dilara, bu
süreç içinde kendisinde de bazı kısmi değişimlerin olabileceğine ihtimal veriyordu.
Nitekim eltisi Saliha ile dün gece yaptıkları konuşmalardan sonra kadın
dünyasına bakışı ciddi bir şekilde değişmiş ve o zamana kadar küçümseyerek
baktığı ev kadınlarını daha farklı bir gözle değerlendirmeye başlamıştı. Basit
ve rahat bir yaşam biçimi içinde olan bu kadınlar, erkeklerle çatışma ve
mücadele düzlemine hiç girmeden oldukça ucuza elde ettikleri kolay bir
mutluluğu yaşıyorlardı. Saliha'nın yaşadıklarını anladıktan sonra onu ve onun
gibi kadınları ekonomik özgürlük adına iş dünyasının mücadele ortamına davet
etmek ve onlara "Gelin bu düzlemde uzun yıllar çalışarak, çağdaş ve özgür
bir kadın kimliği kazanın" demek, onlar açısından ne kadar komik ve
gereksiz bir davet olurdu!.
Hem onların böyle bir
istekleri,
böyle bir
gereksinimleri yoktu ki!. Onlar kadınsı fıtratlarına hoş ve uygun gelen bir
aile ortamı içinde erkeğinin hanımı ve çocuklarının annesi olarak yaşamaktan
oldukça mutlu gözüküyorlardı. Annelik hakkındaki düşünceleri ve yaşadıkları
duygular ise bir kadın olarak Dilara'yı da derinden etkileyen duygular
olmuştu. Gerçi Dilara onlardan çok farklı bir sosyal konumdaydı ama ilkel de
olsa aynı kadınsı dürtülerin tesirinde kaldığını ve doğal olarak aynı kadınsı
duyguları hissettiğini düşünüyordu!.
Köye on-onbeş
kilometre kala, direksiyonun sarsıldığını ve arabanın hafif yalpaladığını
farkeden Dilara, hızını keserek arabayı oldukça dar olan köy yolunun sağına
yanaştırdı. Arbadan inince sağ arka lastiğin indiğini gördüğünde kısa bir süre
ne yapacağını ve nereden yardım isteyeceğini düşündü. Önce Kadir geldi aklına.
Gerçi İstanbul'dan ayrılmadan önce geleceğini bildirmek için ona telefon etmiş
fakat Kadir'in cep telefonu kapalı olduğu için görüşememişti. Arabadan cep
telefonunu alan Dilara, belki şimdi açmıştır umuduyla Kadir'i tekrar aradıysa
da yine bir ses yoktu telefonda!.
Trafiğin pek işlek
olmadığı boş yola bakan Dilara, inik lastiği kendisinin
değiştirip-değiştiremeyeceğini düşündü!. Yıllar önce Kadir'in patlak lastiği
çıkarıp, stepneyi nasıl taktığını görmüştü ama pek de kolay olmayan bu işi
kendisinin yapıp-yapamayacağını bilemiyordu!. Bir karar vermeden önce stepneye
bakmak için bagaj kapağını açtı. Sağlam olan stepneyi bagajdan çıkararak yere
koyduğunda, yanından yavaşlayarak geçen bir arabanın on-onbeş metre ilerde
durduğunu gördü. Arabadan İnen orta yaşlı bir adam ağır adımlarla yanma gelip
selam verdikten sonra inik lastiğe baktı ve "Müsaade ederseniz yardım edebilirim"
dedi. Teşekkür ederek kenara çekilen Dilara, öndeki arabadan inen örtülü bir
hanımın "Kahve ister misiniz?" demesi üzerine onun yanma gitti.
Kadınla selamlaşrp,
üç-beş cümîe konuştuktan sonra onun şivesinden ve türkçede zorlanmasından bu
kadının bir yabancı olduğunu anlayan Dilara, nereli olduğunu sorunca onun bir
amerikalı olduğunu öğrenmiş ve daha sonra ingilizce olarak sürdürdükleri
konuşmalarla aralarında sıcak bir yakınlık oluşmuştu. Houstun'lu olan Angele,
bir türk olan kocasıyla evlendikten bir süre sonra müslüman olmuş ve Hatice
İsmini almıştı. Başörtüsü ve uzun elbiseler
İçinde oldukça rahat
ve sevimli gözüken Hatice, termostan doldurduğu kahveyi Dilara'ya ikram ederken
meraklı gözlerle ona bakmış ve "Siz de müslüman mısınız?" diye sormuştu.
Böyle bir soruya daha önceleri çok rahat bir şekilde "Evet"'
cevabını veren Diiara her nedense biraz duraksamış ve sonra kendisini
toparlamaya çalışarak kısık bir sesle 'Tabi ki Hatice!. Ben de müslümanım"
karşılığını vermişti. Dilara'nın verdiği bu cevab üzerine başını düşünceli bir
şekiide öne doğru sallıyan Hatice ise önce hafif bir tebessüm etmiş ve daha
sonra samimi bir ses tonuyla "în-şaallah daha güzel bir müslüman
olursunuz" demişti.
Bu sözü yeterince
anlamayan, anladığı kadarından da pek hoşlanmayan Dilara, konuşmayı
değiştirmek istercesine Almanya'da yaşadığını, bir iş kadını olduğunu ve
kocasının ailesini ziyaret etmek için buraya geldiğini söyleyince, onların da
aynı köye gittiğini öğrendi!. Kendisiyle birlikte kahve içen Hatice'ye tebessüm
ederek "Kocanızın ailesi de bu köyden mi?" diye sordu. Başını olumsuz
anlamda yukarı kaldıran Hatice ı:Hayir, biz Yakup hocaya'gidiyoruz'' deyince
bir anda şaşıran ancak duyduğu bu şaşkınlığı gizlemeye çalışan Dilara, o
zamana kadar ismini hiç duymamış gibi Yakup hocanın kim olduğunu ve oraya
neden gittiklerini sormuştu.
Önce arabanın
lastiğini değiştirmeye çalışan kocasına, daha sonra kendisinden bir cevap
bekleyen Dilara'ya bakan Hatice, biraz kısık bir sesle Yakup hocanın çok özel
ve önemli bir insan olduğunu, uzun yıllar önce dünya genelinde yılın biüm adamı
seçildiğini, Nobele aday gösterildiği sene özel nedenlerle Türkiye'ye
döndüğünü kısa bir şekilde anlattıktan sonra kocasının Yakup hocayı Houstun
üniversitesinden tanıdığını, onun talebesi olduğunu ve her yıi birkaç kez onu
ziyarete geldiklerini söyledi.
Hatice'nin bu
anlattıklarını gizli bir hayretle dinleyen
Dilara,
Kadir'in bütün
bunlardan haberi olmadığını ve Yakup hocanın da kendi özgeçmişi hakkında ona
hiçbir şey anlatmadığını düşündü. Çünkü Kadir Yakup hocanın bu özgeçmişini
bilse, Dilara'ya bundan mutlaka söz eder ve Yakup hocanın neleri terkederek
İslam'a yöneldiğini ciddi bir heyecanla anlatırdı. Önce bü duyduklarının
hepsini Kadir'e anlatmayı ve onunla paylaşmayı düşünen Dilara, daha sonra
duraksamış ve bu düşüncesinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Çünkü Yakup
hocayı zaten çok dikkate alan Kadir, bütün bunları öğrendikten sonra düşüncelerinde
daha katı, daha sabit olabilirdi!. Ama bütün bunları söylemeyip gizlemesi de,
dürüst bir insan için doğru olur muydu?
Kısa bir süre sonra
arabasına binen ve bu iyiliksever aileden teşekkür ederek ayrılan Dilara, yol
boyunca Yakup hocayı düşünüyor ve gerçekten merak ettiği bu adamın nasıl bir
insan olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ancak bu sıradışı insanı düşünerek anlamak
pek'mümkün değildi!. Aslında bu adamı görmek ve bu adamla görüşmek isterdi ama
Kadir'e bunu nasıl söyleyecekti? Çünkü Yakup hoca hakkında öğrendiklerini
Kadir'e söyleyipsoylememe konusunda, Dilara hala ciddi bir kararsızlık
içindeydi!. Böylesi çelişkili düşüncelerle köye doğru ilerlerken,
Kadir'in köyde
olmadığını tabi ki bilmiyordu!..
İki mısralık kısa bir
not yazdıktan sonra Dilara'nın evinden ayrılan Kadir, uzun bir süre taksiye
binmemiş ve sessiz kaldınmlarda ağır ağır yürümeyi tercih etmişti. Okyanuslar
gibi geniş o'an kalbinde, fırtınalar sonrası bir durgunluğu; bir sakinliği,
bir sessizliği yaşıyordu. Dilara'ya artık uzaklardan, çok uzaklardan bakan
Kadir, biraz kırgın ve hüzünlü bir ruh hali içinde hep aynı kelimeleri, ona söylediği
son sözleri tekrar ediyordu.
"Seni artık sen
kadar, ne kadarsan o kadar seveceğim."
Bu sözü her tekrar
edişinde yüreğindeki Dilara'nın da tekrar tekrar küçüldüğünü ve kendi
gerçekliğine yaklaştığını hissediyordu!. Bu hissediş ile Dilara'nın son sözlerini,
son tavırlarını hatırladığında ise tuhaf duygulara kapılıyor, Dilara'nın
kendisini çok abarttığım ve çok önemsediğini düşünüyordu. Oysa bir insandı
Dilara, bir damla nutfeden yaratılan ve her an Allah'a muhtaç olan küçük, küçücük
bir insan!.
Karşısında ise Allah, alemlerin
Rabbi olan Allah vardı. Bir insan Cebbar ve Kahhar olan Allah'a karşı nasıl
büyüklenebilir, O'nun emir ve hükümlerine nasıl karşı çıkabilirdi? Kaldı ki her
insan yaşadığı her saniye ile ölüme, aldığı her nefes İle hesap gününe
yaklaşıyordu!. O halde bu büyüklenmenin ve bu isyanın, şaşkınlık ve cahillikten
başka nasıl bir izahı olabilirdi!. Bu düşünceler içinde Dilara'ya kızmaktan
çok acıdığını hissederek "Onu affet ya Rabbi, ona hidayet et" duasını
yineledi.
Ve sonra Allah'ı, yine
Allah'ı düşünmeye başladı. Böylesi duygularla Rahman ve Rahim olan Allah'ı
düşünmeye başladığında. Dilara'nın küçüklüğünü dikkate alarak söylediği son
sözü, Allah'ın büyüklüğünü-dikkate alarak tekrarlamak istedi. Bu istek ile başını
göğe doğru kaldıran Kadir "Ey Rahman ve Rahim olan Rabbim. Artık Seni de
Sen kadar, ne kadarsan 0 kadar seveceğim" dedi.
Diliyle söylediği bu
söz gönlüne düştüğünde,
gönlündeki sakin
okyanusun derinden gelen gizli bir sarsıntı ile ürpermeye ve ürpererek
titremeye başladığını hissetti!. Gönlüyle birlikte titreyen dudaklarını zorla
açmaya çalışan Kadir bir kez daha "Artık Seni Sen kadar, ne kadarsan O
kadar seveceğim" dedikten sonra gözyaşları ve hıçkırıklar içinde. "Ne
kadarsan O kadar, ne kadarsan O kadar...."' sözlerini tekrarlamaya
başladı. Bir sayıklayışa benzeyen bu tekrarlayıslarla sözün anlamı çığ gibi
büyüyor ve içindeki titreşimler git djide artıyordu!. Gönlündeki okyanus
çılgın dalgalarla çalkalanıyor ve eceli gelmiş gibi çırpınıyordu!.
Sığmıyordu, diliyle
kolayca söyleyebildiği bu söz, Kadir'in gönlüne yaklaştıkça büyüyor ve onun
gönlüne bir türlü sığmıyordu!. Bu duygu seli içinde ne yapacağını şaşıran
Kadir, gizli bir panik ve açık bir çaresizlik içindeydi!. İçindeki okyanusa bir
güneş gibi yaklaşan ve İlk anlarda onun içini, onun gönlünü aydınlatan bu söz,
bir milim yaklaştıkça bin misli büyümeye ve nurdan bir sevda topu gibi etrafını
yakmaya başlamıştı!. Nitekim bir süre, c.ök kısa bir süre sonra içindeki
okyanusta bir damla su kalmamış,'içindeki okyanus yanıp kuruyuvermişti!.
İşte o an, içindeki
her şeyin yanıp-kavrulduğu o an Kadir yavaş yavaş kendine gelmiş, ne olduğunu
ve ne olmadığını ancak o zaman anlayabilmişti!. Ve bu anlayışla boynunu bükerek
tevbe etmiş, tekrar tekrar tevbe etmiş ve yürekten gelen hüzün dolu bir sesle
"Ben Seni, ancak ve ancak benim kadar, anlayışım ne kadarsa o kadar
sevebileceğim" demişti.
Böylesi bir duygu
yoğunluğu ve yorgunluğu içinde sessiz kaldırımlarda yürürken artık ne
yapacağını, nereye gideceğini düşünen Kadir, cevabını bulmakta zorlandığı bu
düşüncelerle kaldırımın kenarına oturdu. Yaşadığı bu ha-yak kırıklığı içinde
Türkiye'ye dönme fikri, her nedense
gönlüne pek hoş
gelmiyordu, Halbuki Almanya'ya ne güzel duygular, ne güzel umudlarla
gelmişti!.
Ama olmamıştı işte!.
0 Dilara'sına on adım
gelmiş, Dilara ise ona bir adım bile gelmemişti. Bunu düşündüğü an, Allah'ın
"Kulum Bana bir adım gelirse, Ben ona on adım gelirim"' sözünü
hatırladı. Rahmet ve merhamet dolu bu söz, ne kadar güzel bir sözdü. Tabi ki O
Allah'tı, merhamet edenlerin en merhametlîsiydi. Bir kul O'nun lutfuyla O'na
bir adım gidince; Rahman'in ta kendisi olan Alİah, engin rahmetiyle ona on adım
gidiyor, onun bir adımlık yaklaşma çabasını lutfuyla ona katlıyordu. Kul yeter
ki O'na gitmeye, O'na yaklaşmaya karar versin!.
Allah'a gitmek!.
Kadir'in şimdiye kadar
hiç düşünmediği bir soruydu bu'. Böyle bir sorunun dünya hayatındaki coğrafi
cevabı ise herhalde Kabe. Kabe-i Mükerreme olmalıydı. O zamana kadar sadece
fotoğraflarını gördüğü Kabe'yi düşünen, Kabe'yi hayal eden Kadir, gönlünün git
gide artan bir arzuyla heyecanlandığını hissetti. Artık ne yapacağım, nereye
gideceğini düşünmesine gerek var mıydı? "Yok, nereye gideceğimi düşünmeme
artık gerek yok" diyen Kadir, bu kararlılık içinde oturduğu yerden
besmeleyle kalktı.
Kabe'ye,
Kabe-i Mükerreme'ye
gidiyordu..
Köyde Kadir'i
bulamayan ve kayınvalidesi Nedime hanımla görüştükten sonra onun Kabe'ye
gittiğini öğrenen Dilara. Önce şaşırmış ve bu şaşkınlık içinde yüreğinin hızla
sıkıldığını hissetmişti. Müslümanların ihtiyarlayınca gittikleri Kabe'ye. Kadir
her nedense ihtiyarlığı beklemeden gitmişti!. Tabi ki Dilara için hiç de hoş
bir durum değildi bu!. Kadir'in bu yaşta Kabe'ye gitmesi, onun dinde ne kadar
koyulaştığını ve do-layısıyle Dilara'dan ne kadar uzaklaştığını gösteriyordu.
Kabe'ye gidenlere 'Hacı' denildiğine göre, herhalde kocasına da 'Hacı Kadir
veya Hacı efendi' denilecekti.
Hacı Kadir veya Hacı
efendi!.
Dilara'ya ne kadar
yabancı ve itici bir kimlikti bu böyle!. Aylar önce tercihini yapan Kadir,
tercih ettiği yolda arkasına bile bakmadan gidiyor ve Dilara'dan hızla
uzaklaşıyordu. Yaşanan ve görünen durum bu olduğuna göre Dilara Kadir'in
nesinden umutlanmış ve buralara kadar neden gelmişti ki? Bu cevapsız soru ile
içinin karardığını ve gülünç duruma düştüğünü hisseden Dilara, biraz yalnız
kalmak ve ne yapacağına karar vermek için evin ön terasına çıktı. Hafif
yüksekçe olan bu terastan, köyün büyük bir kısmını görebilmek mümkündü. Önce
yan bahçedeki ağaçlan budayan adama bakan Dilara, daha sonra dalgın gözlerle
köyü seyretmeye başladı. Daha önceleri kendisi için hiçbir anlamı olmayan bu
basit köye, şimdi oldukça farklı ve biraz kızgın gözlerle bakıyordu. Çünkü dünyalarını
alt üst eden herşey bu basit köyde olmuş, burada gerçekleşmişti.
Olay yeri burasıydı!.
Sessiz ve sakin
duruşuyla kendi halinde gözüken bu köy, Kadir gibi bir insanı Avrupa'dan, daha
doğrusu bütün bir dünyadan koparmıştı!. Sanki aklı tutulmuş, gözleri bü- yülenmişti
Kadir'in!. Divane'nin yaşadığı bu köyde, kendisi de ona benzemiş, kendisi de
bir divane oimuştu!. Belki de Divane'den değil, asıl itibariyle Yakup hocadan
etkilenmişti!. Nedensiz bir şekilde dünyayı ve ilmî kariyerini terke-den bu
adam. Kadir için gerçekten kötü, çok kötü bir örnek olmalıydı. Kadir böyle bir
insanla normal şartlarda karşılaşsaydı, hiç kuşkusuz ki bu kadar etkilenmez ve
bu adama böylesi bir yakınlık duymazdı. Ancak babasının ölümünden çok
etkilenmiş ve bu sıradışı insanla, duygularının en zayıf olduğu bir dönemde
karşılaşmıştı.
Bu düşünceler içinde
Kadir'e acıdığını, Yakup hocaya ise gizlice öfkelendiğini hisseden Dilara,
yolda karşılaştığı amerikah müslümanın Yakup hoca hakkında söylediklerini bir
kez daha hatırladı. Nobele aday gösterilen bir bilim adamının, bütün bunları terkederek
böyle bir köye yerleşmesinin elbetteki akli ve makul bir nedeni olamazdı. Peki
bu adamla aklı başında hiç kimse karşılaşmamış, bu adama nasıl bir çılgınlık
yaptığını anlatmamış mıydı?
Merak ediyordu,
Yakup hocanın nasıl
bir insan olduğunu gerçekten merak ediyordu!. Kadir köyde olsaydı, onunla Yakup
hocaya gitmek ve aklı başında bir insan olarak bu adamı hem tanımak, hem de
eleştirmek isterdi. Fakat Kadir yoktu ve oğluyla telefonda görüşen Nedime
hanımın söylediğine göre dört-beş gün sonra gelecekti. Açık bir kararsızlık
içindeydi Dilara!. Çünkü buradan dönüp gitse. Kadir'i bir daha ne zaman görecek
ve onunla nasıl görüşebilecekti!. Bunun yanı sıra böyle bir köyde dört-beş gün
kalmak ise. kendisi için hiç de kolay değildi. Gerçi Kadir'in etkilendiği ve
değişime uğradığı bu köyde dört-beş gün kalması, Kadir1 İ daha iyi
anlayabilmesi için iyi bir ortam ve güzel bir fırsat olabilirdi.
Acaba, acaba Kadir
olmadan da Yakup hocayı görebilir, onunla görüşebilir miydi? Böyle bir olasılık
mümkün ise şimdilik burada kalabilir ve kalmasının güzel sonuçlan olabilirdi.
Çünkü Yakup hocayla yalnız görüşebilir ve Kadir'in dünyasındaki Yakup hoca;
balonunu biraz söndürebilirse, Kadir'le görüşmesi elbetteki çok daha verimli
bir şekilde sonuçlanabilirdi!. Ayrıca Yakup hocayı yakından tanıması,
Kadir'deki sıradışı değişimin hiç akli gözükmeyen psikolojik nedenlerini
anlayabilmesine de yardımcı olabilirdi.
Bir karara varabilmek
için terastan içeriye giren Dilara, kendisi için yemek telaşında olan
kayınvalidesine Kadir'in Yakup hocadan çok bahsettiğini ve onunla
görüşüp-görüşemeyeceğini sordu. Bu soruya her nedense çok sevinen Nedime
hanım, kısa bir süre düşündükten sonra gözlerini açarak "Ahmed bugün
komşumuz Şerife hanımın bahçesini buduyor. Onunla Yakup hocaya haber gönderelim.
Umarım görüşürsünüz. dedi. Ellerini aceleyle yıkayıp kapıya doğru yürüyen
Nedime hanım, bir anda durarak Dilara'ya döndü ve "Ahmed'e bu köyde Divane
derler. Fakat ben Ahmed oğlumu çok severim, çok iyi bir insandır"
dedikten sonra kapıyı açarak dışarı çıktı.
Kayınvalidesinin bu
sözleri ile az önce yan bahçede gördüğü adamın Divane olduğunu anlayan Dilara,
içinde hızla uyanan bir merak ile tekrar terasa çıktı. Nedime hanım yan
bahçeye doğru yüyürken. bir ağacın üstüne çıkmış olan Divane büyük bir
ciddiyetle bazı dalları kesiyordu. Bu görüntüden aldığı ilk intiba, Dilara'yı
biraz şaşırtmıştı!. Çünkü Kadir'in heyecanla anlattığı Divane, çok basit ve sıradan
bir adama benziyordu!. Fakat yine de onun hakkında önyargılı bir yaklaşımda
bulunmak istemedi. Kayınvalidesini görünce ağaçtan inen ve onun ellerini
hürmetle Öpen Divane'ye, biraz merak ve biraz da sıcak duygularla öylece baktı.
Akşama doğru Yakup
hocadan gelen olumlu cevap üzerine köyde kalmaya karar veren Dilara, geceyi
Kadir'in odasında geçirmiş ve her nedense el dokuması kilimlerden, pamuk
minderlerden oluşan bu odada kendisini çok rahat hissetmişti. Fabrikasyon
hiçbir eşyanın bulunmadığı bu şirin oda, insanın içiyle bütünleşen bir
doğallığa, bir sıcaklığa sahipti. Kısa bir süre "Beş yıldızlı otellerde
böylesi odalar olsa!." diye düşünen Dilara, bu düşüncesinden gülümseyerek
uzaklaştı ve kendisini pamuk yatağın doğal yumuşaklığına bırakarak uyumayı
tercih etti,
Ertesi gün kendisini
almaya gelen Divane'yle ilk evin avlusunda karşılaşan Dilara, dalgın ve
düşünceli gözlerle kendisine bakan Divane'ye samimi bir sesle "Hoşgeldiniz"
dedi. Bu söz üzerine kendisini toparlayan ve başını öne eğerek LHoşbulduk yenge
hanım" diyen Divane, sıkılgan adımlarla kapının önüne çıktı. Arabayı
kullanacak olan Dilara, arabanın şoför kapısını açtıktan sonra Divane'ye ön
koltuğa oturabileceğini söylemesine rağmen bu söze hiçbir karşılık vermeyen
Divane belirgin bir utangaçlıkla arkaya oturmayı tercih etmişti.
Yola çıktıklarında hiç
konuşmayan, kısık bir sesle sadece yolu tarif eden Divane'yi biraz anlamaya,
biraz tanımaya çalışan Dilara, onu biraz açabilmek için 'Kadir bana sizden,
sizin dostluğunuzdan bahsetti. Sizi gerçekten çok seviyor"' dedi. Bu söze
uzun bir süre hiçbir cevap vermeyen Divane, Dilara'ya sıkıntılı gelen bu
suskunluktan sonra yumuşak bir sesle "Sizi daha çok seviyor"'
karşılığını verdi. Bir anda kendi özeline giren bu cevapla şaşıran Dilara,
şaşkınlığını gizlemeye çalışarak "Bunu biliyorum" dedi. Sonra konuyu
değiştirmek istercesine "Siz bu köyde mi doğdunuz?" diye sordu.
Siz de onu seviyor
musunuz?
Konuşmayı kendi
bildiğince sürdüren Divane'ye kısa bir süre dikiz aynasından bakan Dilara
''Tabi ki'' dedikten sonra ilave etti.,
Hem bunu niye
soruyorsunuz ki!. Sizin bunu bilmeniz gerekirdi.
Sesini bir anda
yükselterek "Ben bilmiyorum" diyen Divane, bir süre sustuktan sonra
daha yumuşak bir sesle "Ben bunu hiç anlamıyorum"' dedi.
Neden?
Ne.demek neden? Ben
uzun yıllardır hayalinin peşinden giderken, siz gerçeğine sırt
çeviriyorsunuz!. Ben bunu nasıl
anlayayim?
Bu sözler üzerine
Divane'yi düşünen ve ona ne diyeceğini şaşıran Dilara, hafif titreyen bir
sesle "Aramızda bazı sorunlar var. Siz bunu bilemezsiniz!." dedi.
Ben sorunları değil,
sevgiyi bilirim. Gerçek sevgiyi bilirim.
Kısa bir süre susan
Divane devam etti.,
Dünyanın birçok yerini
gezdiğinizi sanıyorum. Söyleyin bana, sevmekten ve sevilmekten daha güzel bir
şey gördünüz mü? Sorunlar diyorsunuz!. Sorunlarınız mı büyük, sevginiz mi?
Sevgi dediğiniz şey, dünyanın bütün sorunlarını hiç zorlanmadan aşamıyorsa,
siz bana sevgiden bahsetmeyin. Çünkü .sevgide engel, gerçek sevgide mazeret
yoktur.
Divane'nin bu
sözlerini tekrar tekrar düşünen ve dalgın gözlerle yola bakan Dilara, uzun
süre susmayı ve ona hiçbir şey söylememeyi tercih etti. Çünkü sevginin bedelini
bütün bir ömrüyle ödemekte olan bu adam, insanların ezbere ve çok ucuza
kullandıkları sevgi kelimelerinden değil, sevginin kendi özünden, kendi
gerçekliğinden bahsediyordu. Dün bahçede gördüğü ve basit bir insan zannettiği
Divane, Kadir'in söylediği gibi gerçek sevgiyle karşılaşan ve gerçekten seven
bir insan olmalıydı. Sevgiye dair çok düzgün cümleler kurması ise yaşadığı
sevgideki bilinci, farkın dalığı gösteriyordu.
Acaba böylesine seven
bir Divane mi,
yoksa böylesine
sevilen bir Gülbenaz mı olmak güzeldi? Meseleye kadınlar açısından
bakıldığında, her kadın sevdiği erkek tarafından böylesine sevilmeyi
isteyebilirdi. Çünkü sevilmek, çok çok sevilmek, kadınların gerçekten istedikleri,
gerçekten ihtiyaç duydukları bir şeydi. Fakat sevmek ve sevgiyi içten yaşamak,
sevilmekten ve sevgiyi dıştan yaşamaktan daha güzel, çok daha güzel bir şey olmalıydı.
Zaten kendisini de buraya, bu köye getiren bu değil miydi? Dilara öncelikle
sevildiği. Kadir kendisini sevdiği için değil, kendisi Kadir'i sevdiği için
buralara gelmemiş miydi?
Bir yol ayırımına
yaklaştığını farkeden Dilara, arkadan bir ses gelmeyince arabayı yavaşlatarak
"Simdi nereden?" diye sordu. Bu soru ile dalgınlıktan kurtulan Divane,
kendisini toparlayarak "Afedersin yenge hanım" dedikten sonra ilave
etti.,
Sağdan gideceğiz.
Zaten Yakup hocamın evi de az ilerde..
Dilara’yı samimi bir
tebessümle karşılayan Yakup hoca,
"Hoşgeldiniz"
dedikten sonra onları içeriye buyur etti. Köye gelirken yoldan aldığı şekerleme
paketlerinden birini Bu sizin için" diyerek tahta masanın üzerine bırakan
Dilara, teşekkür eden Yakup hocanın el işareti üzerine yerdeki geniş mindere
oturdu. Divane ise duvardaki kitaplıktan ciltli bir kitab aiarak, yüzü
dışarıya dönük bir şekilde açık oian kapının eşiğine oturmuş ve sanki
yalnız-mış gibi elindeki kitabı açarak okumaya başlamıştı. Diva-ne'yi bu
rahatlığı içinde bırakan Yakup hoca, üzerinde birkaç kitab bulunan yer
sehpasının arkasındaki mindere oturduktan sonra ':Köyümüze dün gelmişsiniz.
Tekrar hoş-geldiniz'' dedi.
Biraz zoraki bir
tebessümle "Hoşbulduk" diyen Dilara, kısa bir hal hatır soruştan
sonra meraklı gözlerle etrafa bakarak, ilk kez geldiği böyle bir ortamı
anlamaya çalıştı. Duvardaki kitablıklar olmasa, herhangi bir köylünün basit bir
evi gibiydi burası!. Gerçi kılık kıyafetiyle Yakup hocanın da sıradan bir
köylüden farkı yoktu ama kendinden emin yürüyüşü, soğukkanlı tavırları ve hiç
de normal olmayan çok sakin bakışları İle sıradışı bir insan olduğunu belli
ediyordu. Bir süre etrafına baktıktan sonra tekrar Yakup hocaya dönen Dilara
"Yaşamak için niye böyle bir yer seçtiniz?" diye sordu,
Burasını seviyorum.
İnsanlardan uzak
olduğu için mi?
Dilara'nın açıkça
söylediği bu söz üzerine kısa bir süre düşünen Yakup hoca "Doğru söylüyor
olabilirsin!. İnsan zaman zaman kendisi iie, sevdiği ile yalnız kalmak istiyor"
dedi. Bu cevabın ne anlama geldiğini anlayan Dilara
"Sevdiğiniz
kim?" diye sormadı Yakup hocaya. Çünkü son zamanlarda sıkça duyduğu
'"Allah"' cevabıyla karşılaşacağını tahmin ediyordu.
Hayattan ve
insanlardan kaçmadan, sevdiği ile birlikte yaşamak isteyenlerin işleri bu
kadar kolay değil!.
İçinde hem itham, hem
de şikayet olan bu söz üzerine hafifçe tebessüm eden Yakup hoca
'"Hayattan olmasa da. insanlardan kaçtığımı yani onlardan uzaklaştığımı kabul
edebilirim. Dediğiniz gibi bu kolay bir tercih ise ben kolayı seçtim'' dedikten
sonra düşünceli bir şekilde ilave etti.,
İnanır mısınız!. Ben
bu kolayda bile zorlanıyorum!. Bu dirençsiz cevap karşısında eleştiriye nasıl
devam
edeceğini şaşıran
Dilara, biraz düşündükten sonra "Tabi ki bu sizin tercihiniz. Önemli olan
bu gibi kişisel tercihlerinize başkalarını da davet etmemeniz'' dedi. Bu rahat
ve patavatsız söz üzerine bakışları biraz ciddileşen Yakup hoca. kısa bir
suskunluğun ardından "Endişelenmenize gerek yok. Burada yalnız
yaşıyorum" cevabını verdi.
Kendim için
endişelenmiyorum. Sadece Kadir1 deki değişimlerden kaygı duyuyorum.
Bildiğim kadarıyla
Kadir'in kaygılanılacak bir durumu yok.
Yakup hocanın bu
cevabı üzerine tebessüm eden Dilara yine aynı rahatlıkla 1LSizin bu cevabınıza
hiç şaşırmadım Çünkü siz de ondan farklı değilsiniz!." deyince, kaşlarını
hafifçe kaldıran Yakup hoca "Ne demek istediğinizi pek anlayamadım'' dedi.
Bu soru üzerine kısa bir süre tereddüt eden Dilara "Hatice hanım ve beyi
ile yolda karşılaştım" dedikten sonra onun geçmişi hakkında bütün Öğrendiklerini
kısaca anlatıverdi. Anlatılanları sakin ve tepkisiz bit şekilde dinleyen Yakup
hoca'dan herhangi bir karşılık
gelmediğini görünce L;Merak
ediyorum. Bunları Kadir'e niye
anlatmadınız?" diye sordu.
Önemli olsaydı
anlatabilirdim!.
Öyle bir kariyeri
terketmek, sizce önemsiz bir şey mi?
Yakup hoca bu
konuşmalardan sıkıldığını belirten bir yüz ifadesiyle "Önemli olsaydı,
zaten terketmezdim" cevabını verdikten sonra ayağa kalkarak ''Çay mı
istersiniz, yoksa neskafe mi?" diye sordu. Kendisine göre oldukça Önemli
olan bu meselenin çok kesin bir üslupla kapatıldığını gören ve bundan hiç
hoşlanmayan Dilara, kısık bir sesle cevap verdi.,
Varsa neskafe alayım.
"Olmasaydı zaten
teklif etmezdim" diyen Yakup hoca, köşedeki elektirikli semaverden
Divane'ye bir çay, kendilerine iki neskafe hazırladı. Divane'nin çayını verdikten
sonra Dilara'ya "Süt ister misiniz?" diye sordu.
Sade ve şekersiz
olsun.
Neskafeleri
getirdikten sonra aynı yerine oturan Yakup hoca. kapının önünde oturan
Divane'ye dalgın gözlerle bakarak kahvesini yudumlamaya başladı, önce Divane'ye
ardından Yakup hocaya bakan Dilara ise son konuşmalarla gerginleşen havayı
biraz yumuşatabilmek gayesiyle "Kadir Almanya'ya geldiğinde bana
sizlerden çok söz etti. Sizleri çok seviyor'' dedi. Bu söz üzerine tebessüm
eden Yakup hoca "'Biz de onu çok seviyoruz" dedikten sonra ilave
etti.,
Kadir çok iyi bir
insan. Umarım beraberliğiniz devam eder.
Düşünceli bir şekiide
kahvesinden birkaç yudum içen Dilara, biraz hüzünlü bir sesle "Bu daha çok
Kadir'in elinde, onun yapacaklarıyla ilgili!." dedi.
Kadir'in ne yapmasını
istiyorsunuz?
Herşeyden Önce beni
anlamasını!.
Bir süre Dilara'nın
gözlerine bakan Yakup hoca, hiçbir söylemeden kahvesini alarak ağır ağır
yudumlamaya devam etti. Onun bu sessiliğinden rahatsız olan Dilara "Niye
susuyorsunuz!. Bunu beklemeye hakkım yok mu?" diye sordu. Bakışlarını
tekrar Dilara'ya çeviren Yakup hoca ı!Var, elbetteki var" dedikten sonra
devam etti.,
Bir insan kendisini
doğru anladıktan, doğru tanıdıktan sonra, bunu tabi ki yakınındaki insanlardan
da isteyebilir.
Bu imalı söze biraz
alındığını hisseden Dilara, alınganlığını gizlemeye hiç gerek duymadan
"Siz benim kendimi doğru anlamadığımı, doğru tanımadığımı mı düşünüyorsunuz"
diye sordu.
Sadece sizinle ilgili
değil. Ben batı toplumunda yetişen insanların, genel olarak kendilerini doğru
tanımadıkları, tanıyamadıkları kanaatindeyim.
Neden?
Batı dünyasındaki
kapitalist kültür, insan fıtratını tanımaktan
ziyade kendi beklentilerine
göre tanımlamayı esas alan bir
kültürdür. Yegane beklentisi üretim ve tüketim grafiğinin yükselmesi olan bu
kültür, insanların çok sınırlı olan doğal ihtiyaçlarını- karşılamakla
yetinemeyeceği için, bu insanlara her geçen gün artan sınırsız ihtiyaçlar
üretmeyi esas almıştır. Dünya insanlarını çok kaba bir tabirle üreten ve
tüketen bir hayvan gibi tanımlayan kapitalist kültür, insana getirdiği bu
aşağılayıcı tanımı, tüm imkanları ile çağdaşlık ve modernlik adına empoze
etmeye çalışır. Şimdi soruyorum size!. Kendisini küçük yaşlardan beri
kapitalist kültürün bu aynasında gören, bu aynasında farkeden, bu aynasında
tanımlayan hangi insan, kendisini
yani kendi
gerçekliğini doğru olarak anlamış veya tanımış olabilir?
Yakup hocanın
anlattıklarını doğru bulan ancak onu tasdik etmek istemeyen Dilara,
duyduklarını hiç önemsememiş bir yüz ifadesiyle ;ıBu söyledikleriniz yeni
şeyler değil" dedikten sonra ilave etti.,
Zaman zaman bizler de
böylesi eleştiriler yapıyoruz. Fakat bu gibi eleştirileri yapmakla, ortadaki
gerçeklik değişmiyor!.
Ve kapitalizm gerçeği
değişmeyince, bu gerçeğe göre siz
değişiyorsunuz!. Öyle mi?
Bu dünyada yaşıyorsak,
hoşumuza gitmese de hayatın bazı gerçeklerini kabul etmemiz gerekir.
Hoşunuza gitmese de
bazı akıbetleri kabul edeceğiniz gibi mi?
Şaşırmış bir yüz
ifadesiyle kaşlarını kaldıran Dilara, meraklı bir ses tonuyla "Ne demek
istediğinizi anlıyamadım!."' dedi.
Bakın Dilara hanım!.
Allah her insana elbetteki bir tercih hakkı vermiştir. Ancak her tercihin bir
karşılığı, bir bedeli vardır. Hoşlanmadıklan halde batılı ve zulmü tercih
edenler, ne yazık ki hoşlanmadıkları bir akibetle karşılaşacaklardır.
Bunu siz
bilemezsiniz!.
Ben bildiğimi'değil,
Allah'ın bize bildirdiğini söylüyorum.
Sıkıntılı gözlerle
Yakup hocaya bakan Dilara "Herkesin sizin gibi toplumdan uzaklaşmasını,
böyle bir yalnızlığa çekilmesini mi istiyorsunuz?" diye sordu. Başını
hafifçe iki yana sallıyan Yakup hoca 'Tabi ki hayır" dedikten sonra ilave
etti.,
Müslümanlığı
yaşamanın, zaman ve mekanla bir ilgisi yoktur. Önemli olan her insanın kendi
gerçekliğini anlayabilmesi, yaptığı tercihlerle hangi kervanın peşine takıldığını,
hangi yolun yolcusu olduğunu farkedebilmesidir.
Dilara'nın düşünceli
bir şekilde sustuğunu gören Ya-kup hoca, yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya
devam etti,.
Çam ağaçlarında
yaşayan ve ipekböceklerine benzeyen tırtıllar vardır. Bunlar yere düştükleri
zaman birbirlerinin peşine takılarak uzun bir ip meydana getirirler. Yüzlerce
tırtıldan oluşan bu yolcu kafilesinde, en öndeki tırtıl hariç diğer tırtılların
hiçbirinde "Nereye gideceğiz?" endişesi yoktur. Çünkü her biri
önündeki tırtılın arkasına tutunmuş bir şekilde ilerlemekte, önündeki tırtıl
nereye giderse onu izlemektedir. Bu yolcu kafilesindeki en şaşkın, en
sıkıntılı tırtıl, en öndeki tırtıldır. Nereye gideceğini bilemeyen bu tırtıl
aslında bir yol değil, arkasına tutunacağı bir başka tırtıl aramaktadır. Bu
arayış içinde bazen geniş bir kavis çizerek kafilenin en arkasındaki tırtıla
yetişir ve onun arkasına tutunuverir. Geniş bir çember oluşturan bu yolcu
kafilesinde artık bütün tırtıllar rahattır. Bir yerlere gittikleri ve ilerledikleri
zannıyla, aynı çember etrafında dönüp durmaya başlarlar!.
Yakup hoca
neskafesinden birkaç yudum içtikten sonra sakin bir yüz ifadesiyle devam etti.,
Ben ormanda
tırtılların bu halini gördüğümde, dünyadaki milyarlarca insanın içinde
bulunduğu durumu hatırlıyorum. İlgi duydukları değişik konularda birbirlerinin
peşine takılan ve bir .adım önündekini takip eden insanlar, tırtıllarınkine
benzeyen yüzlerce ayrı kervan oluşturmaktadır!. Oysa herhangi bir kervana
takılmak isteyen akıllı bir insanın, bir adım önündekinden ziyade en öndekinin
nereye gittiğini bilmesi ve bunu dikkate alması gerekir. En öndekilerin
gittikleri yer. şayet gitmek gitmek istedikleri güzel bir yer ise bu kervana
dahil olmaları elbetteki akıllıca bir iştir. Ancak kervana öncüiük edenlerin
gittikleri yer yani akıbetleri, hoşlandıkları bir akibet değilse: bu kervana
takılmak nefse ne kadar hoş gelirse gelsin, böyle bir kervanın yolcusu
olmaktan sakınmaları gerekir. Öyle değil mi?
Tırtıl örneğini ve
jfısanların içinde bulunduğu genel durumu çok iyi anlayan Diiara, kendisine
aniden yöneltilen bu soruya kısık bir sesle "Öyle gibi" demekle
yetindi.
Ama insanlar ne yazık
ki bunun farkında değil. İnsanlara Hz. Musa'nın akibetini mi, yoksa firavun'un
akıbetini mi istersiniz?" şeklinde bir soru yöneltilse, hepbir ağızdan
"Hz. Musa'nın akibetini İsteriz' diyeceklerdir. Saf ve samimi bir şekilde
bu cevabı veren insanların büyük bir çoğunluğu, Hz. Musa'nın akibetini
istemelerine rağmen nefsi nedenlerle firavunlara Özgü yaşam tarzlarının, firavunlara
özgü yolların, firavunlara özgü kervanların peşine takılmaktadırlar!. Oysa
-selam ve rahmet üzerine olsun-Hz. Musa'nın akibetine ulaşabilmek, ancak ve
ancak Hz. Musa'nın yoluna girmekie, nefsimize hoş gelmese de onun kervanına
katılmakla mümkündür.
Anlatılanları dikkatle
dinleyen ve çok iyi anlayan Dilara, Yakup hocanın durumunu ve yıllar önce yaptığı
tercihin nedenini de anlamış gibiydi!. Demek ki Yakup hoca söz konusu
kervanların şimdiki haline, şimdiki popülerliğine değil, önemle ve öncelikle
akibetlerine bakıyordu!. Nitekim yıllar önce o kervandan ayrılmasının nedeni
de, o kervanın gittiği yeri görmesi ve böyle bir akibeti istemediği için o
kervandan ayrılmak istemesiydi.
Yakup hocanın
söylediklerini tekrar düşünen Dilara, son sözler ile meselenin kulluk ve
teslimiyet konusuna geldiğini de çok iyi anlamıştı. Bu durumdan pek hoşlanmayan
fakat yine de dürüst ve açıksözlü olması gerektiğine inanan Dilara, kendisinden
bir karşılık bekleyen Yakup hocaya "Bu zor bir tercih, zor bir
imtihan"' cevabını verdi.
Karşılığı ebedi cennet
olan bir imtihan, elbetteki kolay bir imtihan değildir.
Yakup hocanın her şeye
rağmen bir erkek rahatlığı içinde konuştuğunu düşünen Dilara, biraz asabi bir
ses tonuyla "Erkekler için fazlaca zor olduğunu düşünmüyorum. Kadınlar
için, biz kadınlar için çok daha zor" dedikten sonra kadınların ve
erkeklerin teslimiyetleri konusundaki farklılıkları anlattı. İslam'ı kabul eden
bir erkeğin, kendisine verilen liderlik konumuyla kimlik ve kişiliğinin daha
da kuvvetlendiğini, kocasına itaat ederek ikinci sınıf bir canlı durumuna düşen
kadının ise korkunç bir hiçliğe sürüklendiğini ve böyle bir durumu kesinlikle
kabul edemeyeceğini söyledikten sonra ilave etti.,
Her ikisi de aklı
başında birer insan olduğuna göre, kadının erkeğe neden itaat etmesi
gerektiğini anlayamıyorum!.
Anlatılanları sakin
bir ciddiyetle dinleyen Yakup hocanın hiçbir cevap vermediğini gören Dilara
"Belki bunun nedenini siz de yani erkekler de bilmiyorsunuz ama erkek
tarafında olduğunuz için itiraz etmiyorsunuz?" dedi.
Kaşları bir anda
çatılan Yakup hoca "Diyelim ki bu hükmün-nedenini, bu hükmün hikmetini
bilmiyoruz. Kime ve ne hakla itiraz edeceğiz Dilara hanım!." diye sordu.
Ortamın bir anda gerginleştiğini gören ve Yakup hocanın sorusuna ne cevap
vereceğini bilemeyen Dilara, biraz tedirgin bir ses tonuyla "Lütfen sakin
olun. Ben sadece düşündüklerimi söyledim"' dedi.
Kısa bir suskunluktan
sonra bakışları sakinleşen Yakup hoca halde ben de düşündüklerimi
söyleyeyim" dedikten sonra devam etti.,
Allah (c.c.) meleklere
"Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Çamurdan yaratacağım bu beşere
secde edin" buyurduğunda; Adem (a.s.) kendisine neden secde edileceğini,
melekler de Adem (a.s.)'a neden secde edeceklerini bilmiyorlardı. Cinlerden
olan İblis hariç, bütün melekler secde etti. Çünkü sözkonusu emir, Allah'ın emriydi.
İblis ise emir Sahibini dikkate almadan, kendi değer ölçülerine göre emrin
içeriğini değerlendirdi ve ateşten yaratılan kendisini, çamurdan yaratılan
Adem'den daha üstün gördüğü için secde etmedi. Oysa mesele, Adem (a.s.)'ın
İblıs'ten veya diğer meleklerden üstün olup-olmama meselesi değildi. Allah
(c.c.) onlara ı:Adem sizlerden üstündür. O halde ona secde edin" dememiş,
kısa ve kesin bir şekilde "Adem'e secde edin"' buyurmuştu. Bu emrin
gereğini yaparak Adem'e secde eden melekler, nasıl ki Adem'e değil, Allah'a
itaat etmiş oluyorlarsa; emre karşı çıkan İblis de Adem'e değil Allah'a karşı
çıkmış, Ona isyan etmiş oluyordu.
Verilen bu örnek ile
İlahi hükme İtiraz eden kimselerin şeytanınkine benzer bir hata içinde
olduğunu anlayan fakat bunu hiç belli etmek istemeyen Dilara, dikkatli bir
suskunluk içinde dinlemeye devam etti.,
Dinde olduğu gibi aile
yaşantısında da birliği dileyen Rabbimiz, kadın ve erkek arasında bir tercih
yapmış ve liderlik görevini erkeğe vermiştir. Kadın ve erkek fıtratını yani
onların duygularını, nefsi eğilimlerini, zayıf ve kuvvetli yönlerini bizlerden'
çok daha iyi bilen Rabbimizin bu takdiri, hiç kuşkum yok ki bir aile için en
hayırlı takdirdir. Ayrıca şunu da bilmemiz gerekir ki kadınların erkeklere
itaat etmesiyle ilgili hükümler, erkekler İçin bir üstünlük veya kadınlar için
aşağılanma vesilesi değildir. Bu durum sadece Rabbimizin kadın ve erkeğe
verdiği iki ayrı konumdur. Burada önemli olan hangi konumda olunduğu değil, bu
konumların gereğini yapıp yapmamaktir. Çünkü aile yaşantısı içinde emir sahibi
gibi gözüken erkek de, asıl itibariyle bir emir kuludur. Kadın veya erkek tüm
müslümanlar gibi Allah'ın hükümlerini yaşamakla ve bunun da ötesinde ailesine
yaşatmaya çalışmakla yükümlüdür. Meseleye bu açıdan bakıldığında kadın
müslümanlar sadece kendilerinden sorumlu iken erkek müslümanlar hem
kendilerinden, hem de hanımlarından sorumludur.
Bu sorumlulukla
kadınlarım döven, kadınlarına zulmeden erkekler var!.
Allah'ın bir emaneti
olan kadınlarına zulmeden erkekler, asıl itibariyle kendilerine
zulmetmektedir.
Ama yine de dayak
yiyenler, acınacak duruma düşenler, kadınlar oluyor!.
Meseleye hesap günü
boyutundan bakacak olursanız, kadınlarına zulmeden erkeklerin gerçekten
acınacak duruma düştüklerini görebilirsiniz. Zulme
uğrayıp Allah için sabreden
kadınların durumu ise ebedi hayatta acınacak değil, gıpta edilecek bir durum
olacaktır.
Meseleye din açısından
bakıldığında her soruya cevap verilebileceğini düşünen fakat bu cevaplan yine
de içine sindiremeyen Dilara, sıkıldığını hissettiği bu konuşmalara ara
vermek düşüncesiyle 1LBir kahve daha alabilir miyim?" diye sordu.
"Tabi ki" diyerek yerinden kalkan Yakup hoca, Divane'nin de boşalan
bardağım alarak her ikisine yeni çay ve neskafe koydu.
Kahveyi seviyorum.
Dilara'nın bu sözüne
tebessüm ederek ';Ben de seviyorum" diyen Yakup hoca, yerine otururken
ilave etti.,
Yılların
alışkanlığından kaynaklansa gerek, sabahları kahve içmeden kendime
gelemiyorum.
Sıcak kahvesinden
birkaç yudum içen Dilara, kahvesini içip-bitirdikten sonra kalkıp gitmeyi
düşünüyordu. Söyledikleri doğru olsa bile olaylara sadece dinsel açıdan bakan
ve hayatın gerçeklerini fazlaca dikkate almak istemeyen bu ihtiyar adamla,
bundan fazla konuşmanın pek bir anlamı yoktu. Qilara buraya çok özel bir
insanla karşılaşacağı umuduyla gelmesine rağmen bu beklentisinden oldukça
farklı bir kişilikle karşılaşmıştı. Acaba Kadir bu ihtiyar adamda ne bulmuş, bu
adamın nesinden etkilenmişti kî? Çünkü çok Özel sanılan bu adamın geçmiş
kariyeri ne olursa olsun, şu anki durumu sıradan bir müslümandan farklı
değildi.
Bunları düşünürken
tekrar Yakup hocanın gözlerine bakan Dilara, kendisine sakin bir şekilde bakan
bu gözlerden yine de etkilendiğini hissetti. Çünkü nedenini bilmediği derin
bir sakinlik ve insana güven veren belirgin bir huzur vardı bu yaşlı adamın
gözlerinde!. Acaba yaptıkları bu kısa konuşmadan sonra Yakup hoca »kendisini
nasıl görmüş, nasıl tanımlamıştı? Yakup hocanın gözlerinde bu soruya cevap arayan
fakat bulamayan Dilara, her nedense kendisini biraz tanıtmak için Allah'a olan
inancını açıkça söylemek istedi.,
Bilmenizi isterim ki,
küçük yaşlardan beri Allah'a inanan bir insanım.
Buna sevindim. Umarım
bu inancınıza göre yaşarsınız!.
Bu sözün yine bir
eleştiri içerdiğini hisseden Dilara, gizli bir kızgınlık içinde "Zaten bu
inancıma göre yaşıyorum." dedikten sonra ilave etti.,
Allah'ı seviyorum.
Allah'ı seven insanların. Allah tarafından sevildiğine inanıyorum.
Hafifçe omuzlarını
kaldıran Yakup hoca "Bilemiyorum!." dedi.
Neden böyle dediniz?
Sevginin karşılığı sevgi değil midir?
Gerçek bir İlahi
sevginin karşılığı elbetteki sevgidir. Ancak gerçek İlahi sevgide teklik ve
bütünlük vardır. Allah'ı gerçek anlamda seven mü'minierin kalbi, her sevginin
sergilendiği bir sevgi pazarı gibi değildir!. Bu kalplerdeki sevgi çınarının
geniş gövdesi, sadece ve sadece Allah sevgisidir. Dalları ve yaprakları ise Allah'ın sevdiği
tüm şeylerin. Allah için sevilmesidir. Böyle bir İlahi sevgi iİe tanışan
kalplerde, bu İlahi sevgiye aykırı hiçbir sevgiye, hiçbir hevese, hiçbir
isteğe yer yoktur. Bu sevgiyi kalplerinde yaşatan mü'minierin tek isteği,
kalplerindeki tek Sevgili'yi hoşnut etmektir. Tek ve en büyük korkulan ise bu
Sevgili'ye karşı gelmeleri ve bu Sevgili'den uzaklaşmalarıdır.
Kısa bir süre susan ve
soru dolu gözlerle Dilara'ya bakan Yakup hoca, sakin bir sesle sordu.,
Yüreğinizdeki Allah
sevgisi böyle bir sevgi ise dışınıza hiç taşmayan, kimliğinize, kişiliğinize
ve gözlerinize hiç yansımayan böyle bir sevgiyi nasıl gizleyebildiğiniz* öğrenmek
isterim!.
Hızla kullandığı
arabayı aniden bir direğe vurmuş gibi sarsıldığını hisseden Dilara, ne
diyeceğini bilmez bir şekilde öylece Yakup hocaya baktı. Bir ilkokul çocuğuna
sesle-niyormuş gibi ıLKüçük hanım, lütfen kendine gel!'1 diyen bu ihtiyar adam,
Dilara'yı büyük bir aynanın önüne getirmiş ve aynadaki küçücük görüntü ile onu
bir anda aşağıla-yıvermiştü. İyi ama bu adama ne diyecek, nasıl bir cevap
verecekti ki? Ayrıca Yakup hocanın yürekten söylediği sözler. Dilara'nın da
yüreğine işleyen sözler olmuştu. İlahi sevgiden bahseden Yakup hocanın sesi ve
bakışları bir anda' değişmiş, sevgi kelimelerine ses veren nefesi sanki yüreğinden
gelmiş, yüreğinden yükselmiş gibiydi!.
Dilara'nın şaşkınca
bir suskunluk içinde sendelediğini ve ne diyeceğini bilmeyen gözlerle kendisine
baktığını far-keden Yakup hoca, teşhiste netletmiş bir doktor sakinliği içinde
konuyla ilgili son sözlerini söyledi.,
Şayet yüreğinizdeki
Allah sevgisi, sizi hiç düşünmeden Allah'ı hoşnut etmeye yani O'na teslim
olmaya, O'na kulluk etmeye teşvik eden bir sevgi değil ise; ben böyle bir
sevgiden umudlanmayı ve umudlandırmayı gereksiz görüyorum.
Sözün nereye geldiğini
çok iyi anlayan Dilara, kısa bir süre düşündükten sonra Yakup hocaya cevap verdi.,
Ben sizin nereye
varmak islediğinizi biliyorum. Siz insanların Allah'ı sevmesini değil,
Allah'tan korkmalarını istiyorsunuz!.
Yanılıyorsunuz
hanımefendi!. Ben insanların Allah'ı Jıem sevmelerini, hem de Allah'tan gereği
gibi korkmalarını istiyorum.
Korku bu kadar gerekli
mi? Allah bir insanın kendisine severek mi itaat etmesini ister, yoksa
korkarak mı?
Bir insanın Allah'a
severek ve sevinerek itaat etmesi elbetteki çok daha güzeldir. Ancak Allah
(c.c.) özellikle kulluğun İlk dönemlerinde insanların severek itaat edemeyeceklerini
çok iyi bildiği için, korkarak itaat etmelerini emretmektedir.
Ben bunu
anlayamıyorum!.
Bakın Dilara hanım!.
Her insanda bir nefis vardır. Her türlü kötülüğe ve isyana meyyal olan bu
nefsin disipline edilmesinde öncelikle sevgi değil korku etkendir. Sevgi ile
gevşekliğe meyleden ve "Sevdiğim
Allah, ben sevgili kulunu nasıl olsa
affeder" umuduyla birçok İlahi hükmü yaşamayan nefis ancak ve ancak korku
ile disipline edilebilir.
Dikkatie dinlediği bu
sözlerden çok şey anlayan Dilara, yine de omuzlarını hafifçe kaldırarak
ı!Bilemiyorum" dedi.
Ben bileceğinizi
sanıyorum!. Mesela kendilerini güze! yemeklerden uzak tutarak rejim yapan
kadınlar, bunu şişmanlık korkusuyla yapmıyorlar mı? Böyle bir korku yok mu,
böyle bir korku gerekli değil mi onlar için?
Yakup hocanın sorusunu
cevapsız bırakarak kahvesinden birkaç yudum alan Dilara, bu konuşmalarla
içinin daraldığını, yüreğinin sıkıldığını hissediyordu. Kendisine sıkıntı
veren şey, Yakup hocanın fazlaca derin olmayan sözlerinden ziyade kendisinin
bu sözlere makul bir cevap, yerinde bir karşılık vermemiş, verememiş
olmasıydı!. Bu ihtiyar adam karşısında biraz basit ve sıradan bir kadın durumuna
düştüğünü hisseden Dilara, İçine sindiremediği bu durumu değiştirebilmek için
biraz kendisinden, özgeçmişinden ve iş dünyasındaki durumundan kısaca
bahsettikten sonra çok ciddi bir yüz ifadesiyle devam etti..
Bunları söylememin
nedeni, beni biraz anlamanız içindir. Zaten Kadir'den de böyle bir anlayış
bekliyorum. Din adına söylediğiniz birçok şey doğru olabilir. Ancak insanların
yaşadıkları ortamlar ve içinde bulundukları konumlar birbirinden çok farklıdır.
Mesela böyle bir köyde yaşayıp büyüyen bir kadın İçin mümkün olan bazı şeyler,
ne yazık ki benim için kesinlikle mümkün değildir, Kadir'in de bunu anlamasını
ve bana bu anlayışla yaklaşmasını umuyorum
Dilara bunları
söyledikten sonra kendisini oidukça rahatlamış hissetti. Zaten uzun sözün
kısası ve meselenin özü buydu, bu kadardı!. Daha fazla tartışmaya ve bu faydasız
konuşmaları daha fazla uzatmaya hiç gerek yoktu. Bu düşünceler içinde Yakup
hocaya baktı. Onun suskun ve sakin halini görünce "Beni anladığınıza
sevindim" diyerek. bu sıkıcı konuşmaları bitirmek ve bu yaşlı adamın yanından
ayrılmak istedi.
Sizi anladığımı, çok
iyi anladığımı sanıyorum. Ancak anladıklarımdan hoşlandığımı söyleyemem. Siz
ne istiyorsunuz Dilara hanım!. Kadir'in sizin adınıza Allah iie pazarlık
etmesini ve kulluğa1'1 ilişkin hükümleri değiştirmesini mi? Farklı bir ortamda,
farklı bir konumda olduğunuzu söylüyorsunuz. İnsanlar nezdinde sıradan bir
kimse olmadığınızı kabul edebilirim. Ancak Rabbimizin nezdinde. böyle bir
köyde yaşayıp büyüyen herhangi bir kadından hiç de önemli bir farkınız yok!.
Hepimiz Allah'ın yarattığı aciz kullarız. Dünyevi kariyerimiz ne olursa olsun,
tuvalette iki büklüm oturan mahluklarız. Def-i hacetin bir köy helasında
yapılması ile altın işlemeli porselen tuvaletlere yapılması arasında bir fark
var mıdır? Ortamın ve konumun farklı olmasıyla, failler farklı oluyor mu? Siz
nasıl ki birçok kadınsı dürtülere sahip olarak bu hayatın imtihanını
veriyorsanız, böylesi köylerde yaşayan kadınlar da ay,nı kadınsı dürtülere
sahip olarak bu hayatın imtihanını vermektedirler. Ve bu dinin, bu yüce dinin
kapısından giriş, yaşadığı ortam ve konumu ne olursa olsun herkes için aynıdır.
Bu dine girmek isteyen herkes Allah karşısında eğilecek, boynunu bükecek ve
bu yüce dinin kapısından ancak bu şekilde içeri girebilecektir.
Kalkmayı düşünürken
oturduğu yere adeta çakılıve-ren Dilara, şaşkın gözlerle Yakup hocaya
bakıyordu. Karşısındaki ihtiyar adam, sanki oturduğu minderden bir anda
yükselmiş ve Dilara'ya yukarılardan, çok yukarılardan seslenmeye başlamıştı.
Fakat bununla beraber sakin ve boynu bükük bir şekilde minderinde oturmakta
olan Yakup hoca da, yükseklere çıkmış havası hiç yoktu!. Yoksa bu ihtiyar adam
hiç yükselmemiş, hiç yükselmemiş de. Dilara mı kendisini aşağılara düşmüş
hissetmişti!.
Böylesi karmaşık
duygular içinde kendisini toparlamaya çalışan Dilara, Yakup hocanın sözlerini
tekrar düşündü. Kendisini oldukça rahatsız eden bu sözler, meseleye din
açısından bakıldığında doğru olabilirdi. Ancak yine de bu sözleri haketmediğini
düşünerek, kendisine çok yüksekten konuşan bu ihtiyara kızdığını hissetti. Ona
aynı yükseklikten cevap vermeyi uygun görerek bakışlarını değiştirdi ve
"Ben size sadece durumumu anlattım" dedikten sonra hafifçe arkasına
yaslanarak ilave etti.,
Böyle bir şey benim
için mümkün değil!.
Kendisine yukarılardan
bakan Dilara'nın biraz da kasılarak söylediği bu söz üzerine hafifçe
gülümseyen Yakup hoca, biraz düşündükten sonra sakin ve yumuşak bir ses tonuyla
sordu.,
Peki arkanıza
yaslanarak bunu söyledikten sonra ne
olacağını zannediyorsunuz? Siz bu dine
girmişsiniz veya girmemişsiniz ne farkedecek? Kainattaki İlahi düzen mi
bozulacak, yüce İslam dini siz bu dine girmediğiniz İçin eksik mi kalacak?
Yoksa alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) uzun uzun düşünecek ve sizin
konumunuza, sizin isteklerinize yani sizin nefsinize uygun bir din mi
indirecek?
Yüzünün kızardığını
hisseden ve bu hissediş ile biraz daha fazla utanan Dilara, ne yapacağını ve ne
söyleyeceğini bilmez bir şekilde bakışlarını Öne eğdi. Boş bakışlarla boşalan
kahve fincanına bakarken, kendisinin de bir anda boşaldığını, boş bir fincana
benzediğini düşündü. Dilara'nın bu durumunu faziaca dikkate almayan Yakup hoca
ise kısa bir suskunluktan sonra aynı yumuşak ses tonuyla konuşmasına devam
etti.,
Bakın Dilara
hanimi. Siz Allah'a kulluğa muhtaç
değilseniz, çok iyi bilin ki Alİah sizin kulluğunuza hiç muhtaç değildir.
Üç-beş yıllık hayatınızda istediğiniz tercihte bulunabilir, istediğiniz gibi
yaşayabilirsiniz. Bu sizin hayatınız, sizin imtihanınızdır!. Fakat unutmayın ki
dönüşünüz O'na, dönüşünüz Allah'a olacaktır. Sevdiğinizi söylediğiniz Allah'a
nasıl bir yüzle dönmek istiyorsanız, Öy!e bir yüzle yaşamaya devam ediniz.
Yakup hocanın sakince
söylediği bu sözleri her nedense kulakları ile değil yüreği ile duyan ve bu
sözlerin anlamını yüreğinde hisseden' Dilara, içindeki gizli bir endişenin
büyüdüğünü ve hiç hoşlanmadığı bir duyguya, yani korkuya dönüştüğünü farketti.
O yaşına kadar kendisine güvenen, kendisine değer veren, kendisini önemseyen Dilara,
ihtiyar adamın bu sözlerinden sonra kendisini gecenin karanlığında kapının
önüne bırakılan küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordu!.
İyi ama ne olmuş, neden
böyle bir duruma düşmüştü ki? 0 Yakup hocaya durumunu ve kararını söylemiş.
Yakup hoca da bu karara hiç karşı çıkmadan sakin bir şekilde bu kararın din ve
Allah nezdinde fazlaca önemli olmadığını belirttikten sonra muhtemel
sonuçlarından söz etmişti. Peki kendisi başka bir cevap, başka bir karşılık mı
bekliyordu? Herhalde öyle olmalıydı!. Çünkü Yakup hoca onun bu kararını
eleştirse ve davetinde ısrar etse, belki de kendisinin önemsendiğini düşünen Dilara
için hiç sorun olmayacaktı!. Ama bu da çok basit ve çocukça bir yorum değil
miydi?
Kendisini derin ve
ürkütücü bir yalnızlığın içinde hisseden Dilara, artık Yakup hocaya ne cevap
vereceğini değil, kendisini, kendisinin bu durumunu düşünüyordu!. Oysa daha
önceleri böyle bir sorunu, böyle bir sıkıntısı yoktu!. İnandığı Allah'ı seviyor
ve Allah tarafından sevildiğine inanıyordu!. Daha önceleri kalbinde yaşattığı
bu duygulara tekrar dönmek isteyen Dilara, bu çabalayış içinde Yakup hocaya
dönerek Allah beni bu şekilde neden kabul etmesin?" diye sordu. İhtiyar
adamın bu soruya sakince verdiği cevap. Dilara'nın daralan yüreğine sanki bir
balyoz gibi inen bir cevap olmuştu..
Siz Allah'ı bu şekilde
neden kabul etmiyorsunuz?
Yakup hocanın
getirdiği üçüncü kahveyi içmekte olan Dilara, uzun süredir hiç konuşmadan
susmayı tercih etmişti. Kendilerinden habersiz bir şekilde kitab okumakta olan
Divane'ye bakarken, onun ne kadar rahat ve huzurlu olduğunu düşündü. Yakup
hoca hakkında ise olumlu veya olumsuz bir yorumda bulunmak istemiyordu. Oldukça
tuhaf ve sıradışı bir ihtiyardı bu!. Her meseleye genellikle Allah boyutundan
bakıyor ve bu boyutun kendisine verdiği güvenli bir rahatlık içinde
konuşuyordu!.
Yakup hocanın bu
söylediklerini. bir başka insan söyleseydi, Dilara belki de "Dünyaya uzak
olan bu adam benim konumumu bilmiyor, benim kariyerimin ne anlama geldiğini hiç
anlamıyor"' diyerek bu sözleri fazlaca dikkate almayacak ve bu kadar
etkilenmeyecekti!. Ancak karşısındaki bu adam, onun ulaşamadığı önemli bir
konumu, önemli bir kariyeri terkederek bu köye gelen, bu basit köyde yaşamayı
göze alan bir adamdı!. Zaten sözlerindeki güçlü etki de, bu söylediklerine kesinlikle
inanmasından ve hiç kuşku duymadan yaşamasından kaynaklanıyordu.
Bu düşünceler içinde
tekrar Yakup hocaya bakan Dilara,
bütün söylediklerine
rağmen ona kızmadığını ve bunun da ötesinde bu yaşlı adamı sevmeye başladığını
hissetti. Çok açıksözlü olan bu adam, her insanın kendisine güvenebileceği ve
sorunlarını paylaşabileceği bir kişiliğe sahipti. Bu duygular içinde Yakup
hocaya bakarken, göz
göze geldiği Yakup
hocaya zoraki bir şekilde tebessüm etti.
Dilara'nın bu zoraki
ve biraz da hüzünlü tebessümüne, hafif bir tebessümle karşılık veren Yakup
hoca, bu genç hanıma acıdığını hissediyordu. Gerçi acınacak durumda olan
sadece Dilara değildi. Çünkü Dilara gibi milyonlarca kadın, bu soğuk ;ve
acımasız hayatın, açınılacak duruma düşen kurbanları gibiydi!. Hayata yönelik hedeflerini
hiçbir zaman kendileri belirlemeyen, özellikle erkeklerin belirlediği üç-beş
hedeften birini tercih etmek zorunda kalan bu kadınlar, zarif ve narin yapılan
iie bu hedeflere yönelmekte ve fıtratlarına hiç de uygun olmayan böylesi
yönelişler içinde kendilerini telef etmekteydiler!.
Bu duygular içinde
Dilara'ya bakan Yakup hoca, yüreğinde hissettiği merhameti gözlerinden ve
sözlerinden uzak tutmaya hiç gerek duymadan konuşmaya başladı.,
Bakın Dilara hanım!.
Belki sizinle bir daha karşılaşmamız ve görüşmemiz mümkün olmayabilir. Biz bir
insanı sevdiğimiz, bir insanı dost edindiğimiz zaman, dostumuzun sevdiği
insanları da severiz. Dolayısıyle beni sizi seven, size değer veren bir abiniz
veya bir büyüğünüz olarak dikkatle dinlemenizi istiyorum. Öncelikle şunu
söyleyeyim ki, kendisiyle ilgili doğru bir karar vermek isteyen insanın,
herşeyden önce kendisini doğru anlaması, doğru tanıması gerekir. Bu konuda
cevaplanması gereken en önemli soru, bir insanın bu dünyadaki varoluş
nedenidir? Ben hem size, hem de dünyadaki bütün kadınlara, altını önemle
çizerek şunu söylemek istiyorum.
Yakup hocanın
konuşmasını büyük bir dikkatle dinleyen Dilara, nefesini tutmuş bir şekilde
söylenecek son cümleyi bekliyordu.
Siz kadınlar, bu
dünyaya erkekler için gelmediniz.
Duyduğu son cümle İle
bir anda irkilen Dilara, kulağına ve kalbine hoş gelen bu sözü bir an önce
anlamaya çalıştı. Neydi bu sözün anlamı ve Yakup hoca bu söz üe ne demek
istemişti? Dilara'nın dalgınlaştığını gören ve bir düşünce kargaşasına
girdiğini hisseden Yakup hoca, konuşmasına devam etti.,
Dünyaya geliş
nedenlerini erkeklere bağlayan kadınlar, varoluşlarındaki hikmeti hiçbir zaman
anlayamayacak ve gerçek anlamda bir varoluş bilincine hiçbir zaman
ulaşamayacak olan kadınlardır. Fakat bütün bir insanlık tarihi boyunca
kendilerini erkeğin yanında değil, erkeğin arkasında gören kadınlar; hayata
karşı tutum ve davranışlarını, önlerinde kabul ettikleri erkeklere göre
belirlemişlerdir. Kadınları gerçekten ikinci sınıf bir canlı durumuna düşüren
bu aşağılayıcı durum, ne yazık ki günümüzde de değişmemiştir. Kendilerine
modern veya çağdaş denilen günümüz kadınlarının da yöneldikleri kıblede,
erkekler vardır. Erkekler kendileri için giyinirlerken, kadınlar erkekler için
giyinmekte, erkekler için süslenmekte, kimlik ve kişiliklerini erkek
beğenisine göre şekillendirmektedirler. Bazı kadınlar bütün bunları erkekler
tarafından beğenilmek ve sevilmek için yaparlarken, bazı kadınlar erkeği
etkilemek, erkeği esir almak, erkeği tesirsiz hale getirmek veya erkekten intikam
almak gibi değişik nedenlerle yapmaktadır. Ancak bütün bu nedenler değişik olsa
da, değişmeyen asıl unsur yöneldikleri kıblede dost veya düşman vasfıyla
erkeğin bulunmasıdır. Kadınların binlerce yıldır aşmadığı engel, aşamadığı
handikap budur.
Yakup hoca dalgınlaşan
gözlerle kısa bir süre düşündükten sonra tekrar konuşmaya başladı..
Geleneksel kültürden
kaynaklansa gerek, erkekler için böyle bir engel veya böyle bir handikap
olmamıştır. Çünkü geleneksel kültürün
kendilerine verdiği 'erkekler kadınlardan üstündür' fikrini hiç
sorgulamadan kabul eden erkekler, dünyaya geliş nedenlerini kendilerinden
aşağıda gördükleri kadınlarda aramayı ve "Biz bu dünyaya kadınlar için
geldik" demeyi bir küçüklük kabul ederek, yüzlerini hayata ve hayatın
gerçekliğine çevirmişlerdir. Yöneldikleri kıbleye hayatı ve hayatın gerçekliğini
alan. tutum ve davranışlarını hayatın bu gerçekliğine göre belirleyen
erkekler, kadınlara endeksli olmayan bir kimlik ve kişilik gelişimini
gerçekleştirmişlerdir.
Kendisini büyük bir
dikkatle dinleyen Dilara'nın meseleyi çok iyi anladığını hisseden Yakup hoca,
kısa bir suskunluktan sonra devam etti.,
Geleneksel kültür
erkeklere bu imtiyazı tanırken, kadınların binlerce yıllık statükosunu korumaya
ve kadınları bu ilkel statükonun içinde tutmaya devam etmektedir. Küçük
yaşlardan beri bir erkeğe hanım olma hedefiyle yetiştirilen ve tüm idealleri
erkek merkezli olan kız çocukları, yetişkinlik yıllarında feminist dahi olsa
yöneldikleri kıbledeki erkek gerçeği değişmemektedir. Kıblelerine dost veya
düşman olarak yerleştirdikleri erkeği dikkate almaktalar, erkeğe endeksli bir
mücadele ve yarışma içine girmektedirler. Yüzlerini erkeğe dönen, kıbleyi
erkek olarak algılayan feministler dahi, hiçbir zaman kazanamayacakları komik
ve trajik bir yarışma içindedirler. Çünkü erkek fıtratına uygun olan bu
yarışma düzleminde, sinsi bir kurnazlık içinde olan erkekler kendilerini
kadınlarla değil, kadınlar kendilerini erkeklerle aynileştirmeye
çalışmaktadırlar. Tabi ki adil bir yarışma değildir bu!. Çünkü adil ve olumlu
yarışma, hemcinsler arasında ve hemcinslerin fıtratına uygun düzlemlerde
yapılan yarışmalardır. Zaten gerçek gelişim, gerçek tekamül de, böylesi adil
yarışmalarla gerçekleşir,
Dinlediklerini çok iyi
anlayan ve anladıkları karşısında şaşkına dönen Dilara, kendisim uzun yıllardan
sonra gözleri ilk kez açılan bir kör gibi hissediyordu!. İşin garip tarafı
duyduğu herşey doğru, gördüğü herşey gerçekti!. Uluslararası kadın
derneklerinde dinlediği konferansları, yaptığı konuşmaları hatırladı!. Dünyadan
habersiz küçük kız çocuklarının evcilik oyunlarından, çocuksu bir ciddiyetle
yaptıkları komik konuşmalardan farklı değildi bütün bunlar!. İyi ama toplumsal
hayatın çok dışında gözüken bu ihtiyar adam, bütün bunları naşı! bu kadar net
görebiliyor, bu kadar net anlayabiliyordu?
Bu soruya bir cevap
bulabilmek umuduyla Yakup hocaya ve onun gözlerine baktı. Sanki sıradışı
hiçbir şey söylememiş gibi derin bir sakinlik içinde olan bu adam, Dilara'nın
şimdiye kadar karşılaştığı hiçbir insana benzemiyordu. Kadir'in bu ihtiyar
adamda ne bulduğunu ve onu neden sevdiğini artık çok iyi anlayabiliyordu Dilara.
Çünkü çok özel bir insan olan bu ihtiyar adama karşı, kendisi de aynı duygulan
hissedebiliyordu.
Dilara bütün bu
anlattıklarından sonra kendisinden bir katılım, bir karşılık beklemekte olan
Yakup hocaya sıcak ve samimi bir sesle "Size teşekkür ederim. Bu konuşmalar
benim için çok faydalı oldu" dedikten sonra İlave etti.,
Yani yüzümüzü hayata
dönüp, kıblemize hayatı ve hayatın gerçekliğini koyacağız?
Böyle bir yöneliş,
yüzünüzü erkeklere dönmenizden ve stratejinizi
erkeklere göre belirlemenizden
çok daha olumlu olsa da, yine de doğru bir yöneliş olmayacaktır. Çünkü dünyaya
geliş nedeninizde ne erkekler, ne de dünyanın ve hayatın kendisi vardır. Daha
açık bir ifadeyle geçici olan dünya ve dünya hayatı bir amaç değil, sadece bir
araçtır. Yüzlerini hayata dönen ve bunun için yaşayan insanlar, hayat için
hayatlarını veren ve sonuç itibariyle hayatsız kalan insanlardır.
Bir an duraksayan ve
başını hafifçe sallıyarak "Tabi ki doğru ve kazançlı bir alış veriş
değildir bu!."' diyen Yakup hoca, bir süre sustuktan sonra derinden gelen
bir sesle devam etti.,
Çünkü kadınların ve
erkeklerin dünyaya geliş nedenleri Allah'tır, Allah'a kulluktur. Bunu idrak
ederek yüzlerini Allah'a dönen, kıblelerine sadece Allah'ı koyan insanlar,
böyle bir yönelişle gerçek kimlik ve kişiliklerini bulan insanlardır. Herşeyin
yaratıcısı olan Allah'a yönelen bu insanlar, herşeye karşı Allah'ın yardımını
yanlarına alan ve yaratılmış hiçbir şeyden korkmayan İnsanlardır. Bu insanlar
dünya için değil, dünya bu insanlar için vardır. Kıblelerine Allah'ı, sadece
Allah'ı alarak O'na yönelen kadınlar, kısa sürecek bir imtihan gereği erkeğe
itaat etmekle yükümlü olsalar dahi, bu kadınlar erkeğin arkasında değil,
erkeğin yanındadırlar. Her ikisi de öncelikle Allah'ı dikkate almakta ve Alİah
için yaşamaktadırlar. Varlık ve varoluş nedenlerini çok iyi bilen bu insanlar
dünya ve dünya hayatının karşısında değil, dünya ve dünya hayatı bu insanların
karşısında eğilir. Çünkü ebedi bir cennet hayatıyla müjdelenen bu insanlar,
geçici olan dünyadan da, dünya hayatından da çok daha değerlidir.
Yakup hocanın
susmasıyla derin bir nefes alan Dilara, boş gözlerle etrafına bakındı. Sanki
tutunabileceği, tutunarak ayakta durabileceği bir şey arıyordu. Çünkü iyi değildi,
kendisini ve psikolojik durumunu hiç iyi hissetmiyordu!. Duydukları ve
anladıkları karşısında ciddi bir şekilde sarsıldığını, sendelediğini görüyor
ve şimdiye kadar direndiği bir boşluğa, dinsel bir boşluğa düşüvereceğini hissediyordu!.
Kendisini toparlamaya
çalışarak ııBu ihtiyar adamın yanından ayrılmam, hemen ayrılmam gerekir"
diye düşündü. Ve bir can simidi gibi gördüğü bu isteğine, titreyen bir nefesle
ses verdi.
Ben artık müsaadenizi
isteyim!.
Yemekten sonra odasına
çekilen Dilara, geç vakitlere kadar Yakup hocanın söylediklerini düşündü.
Bütün bu konuşmaları sadece bilgilenmeyi amaçlayan entelektüel bir gözle
değerlendirdiği zaman, bu konuşmalardan fazlaca etkilenmediğini hissediyordu.
Ancak Yakup hocanın bütün anlattıklarını Allah'a inanan bir kalple ve
"İnandığım Allah benden ne istiyor?" sorusuyla dinlediği ve
değerlendirdiği zaman, Dilara'nın iç dünyası alt üst oluyordu!.
Akıllı bir insan
oiarak her sözü anlayan, dürüst bir insan olarak da anladığı gerçekleri kabul
eden Dilara, bu kabulden sonra ne yapacağını bilemiyordu!. Gerçi anladığı
bunca gerçekten sonra dinin yasakladığı birçok haramdan uzak durabilir ve
kapalı mekanlarda namaz dahi kılabilirdi ama Allah'a kulluğun sadece bunlar
olmadığını ve bunlarla bitmediğini artık çok iyi biliyordu. Bir kısmını yapıp,
bir kısmını yapmamak ise o yaşma kadar herşeyi eksiksiz yapmayı vazgeçilmez
bir prensip haline getiren Dilara için mümkün değildi.
Herşeyi terkederek
Allah'a yönelmek. İlahi hükümlere göre Allah'a kul olmak ve bu kulluğu uzun giysiler
içinde bütün bir dünyaya ilan etmek, gerçekten kahramanlık isteyen başlıbaşma
bir devrim olmalıydı. Gecenin çok geç vakitlerine kadar bunları düşünen Dilara,
kısır bir döngü içinde dolaşıp duruyor ve hiçbir sonuca ulaşamıyordu. Çünkü
Yakup hocanın söylediklerini anladığı kadar kendisini de anlıyor, kendisini de
tanıyordu Dilara. Bu yüzden kendisini kandırmasına veya dinlediği gerçekleri
çarpıtmasına hiç gerek yoktu. Bütün dinledikleri doğru olsa bile Dilara bu
doğrulara teslim olacak, bu doğruları yaşayabilecek bir insan değildi.
Kadir'i çok sevmesine
rağmen Kadir için de yapabileceği ve yapmak isteyeceği şeyler değildi bunlar.
Çünkü böylesine önemli bir konuda bir insanı dikkate alarak karar vermek,
Dilara'nın prensiplerine çok aykırı bir durum olurdu. Ayrıca Alİah için
yapmadığı veya yapamayacağı bir şeyi. Kadir İçin nasıl yapabilirdi ki!.
Bu düşünceler içinde
"'İşte ben buyum" diyen Dilara'nın artık yapabileceği bir şey yoktu.
İstese de, istemese de bu gerçeği kabul etmesi gerekiyordu.
Ve bu kabul ile
uyumaya çalıştı.
Yataktan öğleye doğru
kalkan Dilara. sofrayı hazırlayan ve kendisine çok sevecen davranan
kayınvalidesine teşekkür ederek kahvaltısını yaptı. Kahvesini içerken
Almanya'dan aranan ve cep telefonuyla kısa bir süre konuştuktan sonra bir an
duraksayan Dilara "Tamam, yarın geliyorum" diyerek telefonu kapattı.
Bu sözü duyan ve kendisine şaşkın gözlerle bakan kayınvalidesine tebessüm
ederek "Ne yazık ki yarın gitmem gerekiyor"' dedi. Gelininin bu kesin
cevabı karşısında ne yapacağını bilemeyen Nedime hanım "Biz kalmanı
isterdik. Ama yine de sen bilirsin kızım" diyerek mutfağa geçti.
Dilara aniden verdiği
bu karardan gayet memnundu. Kadir gelmeden Önce buradan, bu köyden ayrılmak
istediği için bu telefon görüşmesi iyi bir fırsat, iyi bir vesile olmuştu.
Yakup hocayla dünkü konuşmalarından sonra artık
Kadirle karşılaşmak,
Kadirle görüşmek istemiyordu. Çünkü doğrularla karşılaşan ve bu doğrulara
teslim olan Kadir'e ne diyecek, ne söyleyecekti ki? Aralarındaki ilişkide
çözülmesi gereken bir sorun, bîr problem var ise, artık bu sorun Kadir'le değil
sadece Dilara'yla ilgiliydi. Ve Dilara buna, böyle bir sorunu çözmeye
kesinlikle hazır değiidi!. Telefonla uçak rezervasyonunu yaptıran Dilara,
evin terasında birkaç
kahve daha içtikten sonra arabasına binerek biraz dolaşmak istedi. Köyün
çıkışındaki mezarlığın yanından geçerken, arabayı durdurarak bir süre mezarlığa
baktı. Kabir başlarına selvi ve çam ağaçlarının dikili olduğu bu küçük
mezarlığa öylece baktıktan sonra arabadan inmek ve kayınpederi Mehmed efendinin
kabrini ziyaret etmek duygusuna kapıldı.
Kabirler arasında
sakin adımlarla yürürken, yaşayan insanlardaki fikri kargaşaların, hırs ve
koşuşturmaların burada sona erdiğini hissediyordu. Artık burada "Şunu mu
yapayım, yoksa bunu mu? Onu mu tercih edeyim, yoksa bunu mu?"' ikilemleri
hiç yoktu. Tabi ki kendisi de, kendisi de öldükten sonra bunlar gibi olacak,
bütün bu sorulardan kurtulacaktı. Bu düşüncenin karamsar yüreğine hafif bir
rahatlık verdiğini hisseden Dilara, bir anda olduğu yerde kalakaldı!.
Bütün bu sorulardan
kurtulacaktı,
kurtulacaktı ama bu
kabire söz konusu sorulara verdiği cevaplarla birlikte gelmeyecek miydi?
Yaptığı tercih ve sorulara verdiği cevaplarla, bu kabirde başbaşa kalmayacak
mıydı? Karamsar yüreğini daha da karartan bu düşüncelerden bir an önce
uzaklaşmak isteyen Dilara, dikkatini mezartaşlarına vererek kayınpederinin
kabrini bir an Önce bulmak istedi. Kabirler arasında dolaşırken, bu kabirlerde
yatan bütün insanların artık rahat ve huzurlu olduklarım düşünmüyordu. Bazı
kabirlerden sanki "Keşke, keşke"
haykırışları ve
faydasız pişmanlık çığlıkları geliyordu!. Kendisini oidukça kötü hisseden
Dilara, hiç hoşlanmadığı böylesi duygular İçinde mezarlıktan çıkmayı düşünürken
Mehmed efendinin kabriyle karşılaştı. Kabirin başında durup, dalgın gözlerle
kabirdeki kayınpederini düşündüğünde, her nedense kendisini yine iyi hissetmeye
başladı. Çünkü bildiği kadarıyla çok iyi bir insan ve güzel bir müslümandı
Mehmed efendi. Temiz ve huzurlu bir yaşantısı olan bu insan, bu kabirde de
rahat ve huzurlu olmalıydı. Bunları düşünerek Mehmed efendinin kabrine bakan
Dilara, bir huzur mekanı olarak gördüğü bu kabirin içinde olmak, bu kabrin
içine girivermek istediğini hissetti. İşte o an yandaki boş kabiri ve kabirin
baş ucuna dikilen levhayı farketti ve meraktan açılmış gözlerle levhadaki
yazıyı okumaya başladı.,
"Bu kabir belki
senin için hazırlandı. Sen bu kabir için hazırlandın mı?"
Dilara durmuş. Dilara
susmuş, Dilara donmuştu!. Levhada okuduğu bir söz, levhada okuduğu bir cümle değildi
bu!. Sanki gök yarılmış ve Dilara'nın iliklerine İşleyen İlahi bir ses "Bu
kabir belki senin için hazırlandı. Sen bu kabir için hazırlandın mı?"'
diye haykırmıştı!. Uzun süre olduğu yerde kalakalan ve bu söze ne cevap
vereceğini bilmeyen, bilemeyen Dilara, ani bir kararla bu mezarlıktan çıkmak
istedi. Aceleci adımlarla mezarlığın dışına doğru yürürken, kendi kendisine
"Keşke gelmeseydim, keşke bu mezarlığa hiç girmeseydim" diyordu.
Bunları derken kalbine küçük bir ateş gibi düşen ilİstemesen de bir gün geleceksin,
bir gün gireceksin" fısıltısını ise cevaplamak bir yana, duymak bile
istemiyordu!.
Arabasıyla bir saat
kadar gezip-dolaşan Dilara, ne gezdiği yerlerden, ne de gördüklerinden keyif alabilmişti!.
Bu köyü ve bu ortamı hiç sevmediğini düşündü. Bir an önce Almanya'ya dönmek
istiyordu. Bu ortamdan uzaklaşıp, Almanya'ya döndüğünde eski haline gelebileceğini
ve gönlünü daraltan bütün bu duygulardan kurtulabileceğini umud ediyordu.
Bunun doğruluğunu veya yanlışlığını da düşünmek istemiyordu Dilara!. Çünkü
içinde bulunduğu sıkıntılı ve çelişkili durum, Dilara'nın bir an önce kurtulmak
istediği bir durumdu.
Arabasıyla köye doğru
dönerken, Yakup hocaya dönen yolun yanından geçtiğini farketti. Herşeye rağmen
iyi ve güzel bir insandı bu ihtiyar adam. Kendisine vakit ayırmış ve
kendisiyle çok samimi bir şekilde konuşmuştu. Arabayı yavaşlatan Dilara, bu
ihtiyar adama "Hoşçakalın" bile demeden köyden ayrılmanın, kendi
kişiliği için hiç de doğru olmayacağını düşündü. Bu düşünce hoşuna gitmese de
arabayı durduran Dilara, kısa bir duraksamadan sonra arabayı döndürerek Yakup
hocaya giden yola saptı,
Evde yalnız olan Yakup
hoca,
Dilara'yı güleryüzle
karşılamış ve kapının önüne koyduğu iki sandalyeden birisine oturmasını
söyledikten sonra "Size kahve yapayım" diyerek içeriye girmişti.
Kahveler geldikten sonra karşılıklı oturmuşlar ve çok kısa bir şekilde
birbirlerinin halini, hatırını sormuşlardı. Meseleye hemen girmek isteyen
Dilara "Ben yarın gidiyorum. Size hem Allahaısmarladık demek, hem de dünkü
konuşmalarınız için teşekkür etmek için uğradım"' dedikten sonra bir süre
sustu. Kendisine biraz hayretle bakan Yakup hocanın gözlerinde "Kadir'i
beklemeden mi gideceksiniz?" sorusunu hissederek, bu soruyu
cevaplandırmak İstedi..
Sizinle konuştuktan
sonra Kadirle görüşmemin bence bir önemi kalmadı. Çünkü Kadir'i artık çok daha
iyi anlıyorum. Ve anladığım kadarıyla birlikteliğimiz için değişmesi gereken o
değil, benim!.
Bir süre duraksayan ve
omuzlarını hafifçe kaldıran Dilara "Ne yazık ki ben buna hiç hazır
değilim" dedikten sonra ilave etti.,
Çünkü bu dinin,
ucundan tutulacak ve sadece birkaç parçası yaşanacak bir din olmadığını
sanıyorum. Zaten benim mizacım, benim karakterim de böyle yapmaya uygun değil.
Teslim olunacaksa, sizin de söylediğiniz gibi pazarlıksız teslim olmak
gerekir. Ancak bu, benim durumumda birisinin yapabileceği bir şey değil.
Dilara'nın açık
yüreklilikle söylediklerini dikkatle din-İeyen Yakup hoca, olumlu veya olumsuz
hiçbir şey söylemeden susmayı ve düşünmeyi tercih etti. Dilara kendisine
oldukça uzun gelen bu suskunluktan sıkıldığını hissederek "Bazı şeyleri
zamana bırakmak istiyorum"' dedi.
İnsanların sıkça
söylediği bu sözü artık ezberleyen ve doğru kararı zamana bırakan milyonlarca
insanın pişmanlık çığlıkları içinde kabire bırakıldığını çok iyi bilen Yakup
hoca, omuzlarını hafifçe kaldırarak "Umarım yeterli zamanınız olur"
dedi. Zamana gerçekten-çok ihtiyacı olduğu için bu temenniye olumlu bir yanıt
vermek isteyen Dilara ise, biraz düşününce bunun mümkün olmadığını hissetti!.
Çünkü yarınki araba veya uçak yolculuğunda dahi ölmesi, ölüvermesi mümkündü!.
Söyleşi düşünceler içinde derin bir sıkıntıyla nefes alan Dilara, kalbi
dünyasında yeterince cevaplayamadığı bir soruyu Yakup hocaya yöneltti.,
Örtünme hükmünü yaşamayan
bir kadının, namaz kılmasının bir değeri var mı?
Tevhidi bir inancı
varsa ve örtünme hükmünü de inkar etmiyorsa, elbetteki vardır.
Boş gözlerle Yakup
hocaya bakan Dilara, onun verdiği bu cevabı düşünüyordu. Örtünme hükmünü kabul
etmek fakat örtünmemek!. Her nedense
Dilara'nın kabul edebileceği, içine sindirebileceği bir yaklaşım değildi bu!.
Yüreğini daraltan bir sıkıntı içinde tekrar sordu. Allah bizim örtünmemizi
neden emrediyor? "Bu İlahi emrin hem kadınlarla ve hem de toplumla ilgili
boyutu vardır" diyerek söze başlayan Yakup hoca, kadınları cinsel bir obje
olarak görmek isteyen erkek zihniyetinden,
bu zihniyetin modaya nasıl
yön verdiğinden, modanın başlıbaşına bir din ve modacıların bu dinin hüküm
koyucuları olduğundan, ahleken düzgün o!an hanımların bile kadınları etten bir
manken gibi gören bu teşhirci akımdan nasıl etkilendiğinden söz ettikten sonra
İslam'ın tüm kadınları fiziki değil insani değerlerle tanımlamak istediğini, bu
nedenle Örtünmelerini emrederek
erkeklerin kendilerine şehvetle değil saygıyla bakacakları onurlu bir
kimliğe davet ettiğini kısa ve özlü bir şekilde anlattı. Bir süre düşündükten
sonra ise ilave etti..
Tabi ki bütün bunlar,
açıkça görülebildiği için bilinen şeylerdir. Hükmün hikmetiyle ilgili olarak bilemediklerimizin,
bildiklerimizden çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Mesela kadınların
yabancı erkeklerle tokalaşmasındaki fiziki temasın, iki beden arasında çok
olumsuz ve zararlı bir enerji akımına neden olduğu daha yeni anlaşılmıştır.
Ondört asır önce müslümanlan bundan sakındıran İslam, mü'mine kadınların
örtünmeleriyle ilgili olarak da "Bu sizin eziyet görmemeniz, bu sizin
korunmanız için daha uygundur" buyurmaktadır. Bu İlahi buyruktaki
"Korunma" ifadesinin, bildiklerimizin dışında çok daha geniş bir
anlamı olduğunu düşünüyorum. Belki de henüz başlangıç döneminde olan frekans
ilmi belli bir noktaya gelince, başa ve bedene yönelen binlerce frekansın. Allah'ın
emri olan kumaş bir örtü ile nasıl filtrelize ve bazen de nötrölize edildiği
anlaşılabilecektir.
Kısa bir süre
duraksayan Yakup hoca "Ebetteki bu hikmetleri bilip bilmemek, müminler
için fazlaca önemli değildir. Çünkü hüküm, Allah'ın hükmü ise, inananlar için
bunu bilmeleri yeterlidir" dedi.
Anlatılanları dikkatle
dinleyen ve çok İyi anlayan Dilara, sadece Yakup hocanın son söylediği cümleye
katılmadığını hissetti. "İnananlar için bunu bilmeleri yeterlidir"
diyen Yakup hoca, hiç kuşkusuz ki bir kadın için bu hükme inanmanın yeterli
olamadığını bilmiyordu!. Çünkü İnanan, Allah'a ve Kur'an'a gerçekten inanan
bir insandı Dilara!. Fakat Allah'a inandığını ne kadar iyi biliyorsa, bazı
şeyleri yapamayacağını ve bazı hükümleri yaşayamayacağını da o kadar iyi
biliyordu. O halde bu durumunu Yakup hocaya açmalı ve açıklamalıydı. Kısa bir
süre düşünüp "Beni yeterince anladığınızı sanmıyorum" dedikten sonra
konuşmasına devam etti.,
- Kadir bana sizden
önce birçok şey anlattı. Din ve tevhidle ilgili anlattığı gerçekleri hem
dinledim, hem de kabul ettim. Yani ben inanması gerektiği gibi inanan bir insanım.
Benim inançla ilgili bir problemim olmadı. Benim karşılaştığım sorun, bu dinin
yaşanmasıyla ilgiliydi. Çünkü bu din kulluğun gizli kalmasını ve dört duvar
arasında yaşanmasını istemiyordu!. Benim gibi bir kadından çağımıza çok
yabancı olan uzun giysiler İçinde sokağa çıkmamı ve adeta bütün bir dünyaya
meydan okumamı emrediyordu!.
Gözleri dalgınlaşan
Dilara "Ben bunu düşündüm, gerçekten düşündüm"' dedikten sonra devam
etti.,
Uzun giysiler ve
başörtüsü içinde sokağa çıktığımı, Frankfurt kaldınmlarında bu kıyafetle
yürüdüğümü hayal ettim!, İnanır mısınız bunun hayaline bile tahammül edemedim.
Öyle bir kıyafetle sokağa çıktığımda, o kıyafetin içinde ben olmazdım,
olamazdım. İçi boş, bomboş bir kıyafet olurdu o!. Çünkü ben o kıyafetin içinde
başımı bile kaldıramaz, şu an sahip olduğum kişilik değerlerinden hiçbirinin
varlığını hissedemezdim!.
Bir çocuk saflığı
içinde omuzlarını kaldıran Dilara, yumuşak bir sesle ilave etti.,
İşte kendimi bildiğim,
kendimi çok iyi tanıdığım için ''Bu benim için mümkün değil, kesinlikle mümkün
değil" diyorum.
Sakin ve dikkatli
gözlerle Dilara'yı dinleyen Yakup hoca, herşeyi çok iyi anlamış gibi başını
hafifçe sallıyarak "Doğru söylüyorsunuz. Bu sizin için gerçekten mümkün
değil" dedi. Hiç beklemediği bu cevaba oldukça şaşıran Dilara, biraz
düşündükten sonra "O halde niye, Allah bunu benden niye istiyor?"
diye sordu.
Allah sizden
öncelikle örtünmenizi değil,
"Ben, ben" derken kastettiğiniz
kimlik ve kişiliği terketmenizi yani batı kültüründen aldığınız
cahili kimlik kartvizitini yırtmanızı istiyor. Çünkü "Ben" derken
kastettiğiniz kimlik ve kişilikle örtünemeyeceğinizi, Örtünmenizin mümkün olmadığını,
zaten Allah da biliyor.
Büyük bir kapıyı açan
küçük bir anahtar niteliğindeki bu sözler, Dilara'nın İç dünyasını bir anda alt
üst etmişti!. Duygu ve düşüncelerinin bir anda donduğunu hisseden Dilara,
karşılaştığı bu yeni durumu anlamaya çalışıyordu. Artık mesele
örtünüp-örtünmeme meselesi değildi. Dilara için bu mesele, o yaşına kadar
geliştirdiği ve sahip çıktığı bir kişiliği, Allah için terketmek meselesiydi.
Fakat bu da kabul edilebilir bir durum değildi ki!. Çünkü sahip olduğu yegane
kimlik ve kişiliğini yırtıp atması, Dilara için bir yokluk, yokluk içinde bir
yokoluş olmayacak mıydı?
Dikkatli gözlerle
Dilara'ya bakan Yakup hoca, Dilara'nın bu düşüncelerini sanki çok iyi
hissetmiş gibi tekrar konuşmaya başladı.
Tabi ki kolay bir adım
değildir bu!. Birçok kadın bunu yaptığı zaman boşluğa düşeceğini, kimliksiz ve
kişiliksiz kalacağını zanneder!. Onlar için gerçekten zor, gerçekten
korkutucu bir adımdır bu!. Bunu yaptıkları zaman kendilerine ait hiçbir şeyin
kalmayacağını yani yokolacaklanm hissederler!.
Dilara'nın gözlerine
bakan Yakup hoca, kısa bir suskunluktan sonra devam etti.,
Gerçi bu hissedikleri
şeyler, genel olarak doğru şeylerdir. Böyle yaptıkları zaman gerçekten birçok
yönleri yokolacaktır ama bu yokoluşla birlikte bir şey. yepyeni bir şey
kalacaktır. Bu kalan yepyeni şey, cahili daralardan kurtulan insanın aslı.
insanın özüdür. Böyle bir durumda önce düştüğünü, önce küçüldüğünü zanneder
insan!. Çünkü bir gökdelenin yetmişinci katında yaşarken, kendisini bir anda
tek katlı küçücük bir evin içinde hissediverir!. Bu düşmüşlük ve küçülmüşlük
duygusunu yaşarken yavaş yavaş dışarılara bakmaya başlar. İşte o an bu tek
katlı küçücük evin. çok yüksek ve çok güzel bir tepe üzerinde olduğunu farkeder.
Vadinin derin çukurlarında inşa
edilen gökdelenlerin yetmişinci ve yüzyetmişinci katlarında yaşayan
insanlar ise artık aşağılarda, çok aşağılardadır.
Dilara yüreğine
işleyen bu sözler ile öylece Yakup hocaya baktı. Ne diyeceğini, ne
söyleyeceğini bilemiyordu!. Karşısındaki bu ihtiyar adam, söylediği gibi
yüksek, gerçekten yüksek bir yerde yaşıyordu!. Tek katlı bu mütevazı ev,
Dilara'nın şimdiye kadar dünyada gördüğü en yüksek evdi. Saygı ve minnet
duygulan içinde Yakup hocaya bakarak 'Teşekkür ederim. Yine meseleyi anlamama
yardımcı oldunuz"' dedi.
Sanki "Ben hiçbir
şey yapmadım" dercesine omuzlarını kaldıran Yakup hoca, sakin ve yumuşak
bir sesle cevap verdi.,
İnsanların yardımı bir
noktaya kadardır Dilara hamm!. İnsanlar bazen küçük adımlarıyla aşamayacakları
büyük engellerle karşılaşabilirler. Meseleyi anlayabilen insanlar, nasihat
anlamındaki söz ve konuşmalarıyla bu engeller üzerindeki küçük basamaklara
işaret ederler. Artık gerisi insanın kendisine kalmıştır. İsterse bu
basamaklara basarak engeli aşar, isterse engelin gerisinde yaşamaya devam
eder. Tercih kendisinindir.
Bunun son söz olduğunu
hisseden Dilara, başını hafifçe salhyarak "Doğru söylüyorsunuz" dedikten
sonra müsaade isteyerek ayağa kalktı. Yakup hocaya Almanya'dan istediği bir
şey varsa, memnuniyetle gönderebileceğini söyledi. Teşekkür ederek Dilara'yla
birlikte arabaya doğru yürüyen Yakup hoca, yavaşça durdu. Aynı şekilde durup
kendisine saygı ve hüzün dolu gözlerle bakan Dilara'ya çok samimi bir sesle
"Bırak kendini Dilara" dedikten sonra devam etti.,
Kendini bıraktığın
zaman kendi gerçekliğinden daha aşağıya düşmezsin!. Bir
insanın kendi gerçekliğine düşmekten korkmaması
gerekir. Çünkü gerçek huzuru, düşerek
yükseleceğin o noktada bulacaksın. Eski kimliğini yırttığın zaman, yepyeni bir
kimlikle tanışacaksın.
Bunun hiç de kolay
olmadığını düşünen fakat bu düşüncesini söylemek istemeyen Dilara "Benim
için dua edin" dedikten sonra kısa bir süre düşündü ve daha açık bir
şekilde cevaplanmasını istediği son bir soru olarak "Peki o yeni kimlik,
nasıl bir kimlik olacak?" diye sordu. Başını hafifçe salhyarak "'Bunu
görmenizin, bunu anlamanızın tek bir yolu var" diyen Yakup hoca, sakin ve
ciddi bir sesle İlave etti.,
Eski kimliğinizi
yırtmanız!. yemeğinden sonra terasa çıkan ve hafif serin oîan terasta
kayınvalidesiyle bir süre görüşen Dilara, Nedime hanımı tanıdıkça onu daha çok
sevdiğini hissetti. Kadir'den ve Kadir'le aralarındaki ilişkiden hiç bahsetmeyen
bu anlayışlı kadın, dünya hayatının gelip-geçici olduğundan söz etmiş ve bu
kısa hayatı huzurlu bir şekilde yaşamanın önemine değinmişti. Dilara'nın
"Siz bunu başarabildiniz mi? Şimdiye kadar ki yaşamınız gerçekten huzurlu
muydu?'7 sorusuna ise Allah'a hamdederek huzurlu olduğunu söylemişti.
Tabi ki Dilara'nın
hala yeterince anlayabildiği, makul görse de makbul karşıladığı bir durum
değildi bu!. Yıllar önce Hz. Meryem'le ilgili olarak "Allah onu güzel bir
bitki gibi yetiştirdi" ayetiyle karşılaştığında, tüm gençliğini bir odada
ibadetle geçiren Hz. Meryem için bu bitki benzetmesinin çok doğru olduğunu
düşünmüş fakat bu örneği çağdaş bir kadın Sarak içine sindirememişti!.
Çünkü tüm bitkiler, kökleriyle
yere bağlı olan ve istedikleri yere doğru tek bir adım dahi atamayan, hiçbir
yere gidemeyen canlılardı!. Toprağa bağlı ve tutsak olan bu bitkiler,
gerçekten evlerine bağlı ve tutsak olan müslüman kadınlara ne kadar çok
benziyordu!. Dilara bu benzetmeyi yaptıktan sonra artık her ağaçta müslüman
bir kadını, her müslüman kadında yere kök salmış bir ağacı görüyordu!.
Peki hangi özgür,
hangi çağdaş kadın
böyle bir bağımlılığa razı olabilirdi? Ve böyle bir bağımlılığa razı olan
hangi kadın yeterince mutlu ve huzurlu olabilirdi? Dilara belki anlayabilir
umuduyla bu düşüncelerini Nedime hanıma anlattı. Yere kök salmış bir ağaç gibi
yaşantılarını sürdüren kadınların, böyle bir yaşantı ile nasıl mutlu ve huzurlu
olabildiklerini sorarak, kayınvalidesinin bu konudaki düşüncelerini öğrenmek
istedi. Dilara'nın söylediklerini çok iyi anlayan Nedime hanım, biraz şaşırmış
gözlerle "Dışarıdan belki böyle gözükebilir" dedikten sonra eliyle
bahçedeki büyük ağacı göstererek devam etti.,
Mesela bu ağaca
dışarıdan bakıldığı zaman birçok insan yere bağlı olan bu ağacın sıkıldığını,
hiçbir yere gidemeyen bu hareketsiz ağacın gizli bir üzüntü içinde olduğunu
sanabilir!.
Rüzgar olmadığı için
yaprakları dahi kıpırdamayan ağaca öylece bakan Dilara, başını hafifçe
salhyarak "Evet öyle" cevabını verdi. Çünkü anlattığı her şeyi.
hüzünlü bir durgunluk içinde olan bu ağaçta rahatça görüyor, görebiliyordu
Dilara!. Kırk-elli yaşlarında olan bu ağaç. kırk-elli yıllık bir esareti ve bu
esaretin verdiği derin bir hüznü yaşıyor gibiydi!.
Aynı dalgın ve
düşünceli gözlerle ağaca bakan Nedime hanım "Tabi ki bu bizim dıştan
gördüğümüz bir şeydir'1 dedikten sonra konuşmasını sürdürdü..
Hareketsiz gördüğümüz
bu ağacın içinde neler olup bittiğini ise ya bilmiyor, ya da dikkate
almıyoruz!. Oysa bu ağacın içinde bir dünya, bir alem vardır. Hareketsiz görerek
hüzünlendiğini sandığımız bu ağacın köklerinden yapraklarına doğru bir bayram
sevinciyle gidip gelmeler, bir bayram
heyecanıyla koşuşturmalar
vardır. Zaten içinde böylesi güzellikleri yaşamasa, dışına
böylesi güzellikteki çiçekleri ve meyveleri veremezdi öyle değil mi, öyle
değil mi Dilara kızım!.
Bu soruya hiçbir cevap
vermeden düşüncelere dalan Dilara, ağaç ve bitkilerle ilgili olarak izlediği
bazı belgeselleri hatırladı. Gerçekten de bu bitkilerin iç dünyasında canlı
bir hareketlilik, bu ağaçların içinde bambaşka bir alem vardı. Şaşkın gözlerle
Nedime hanıma bakan Dilara, "Acaba bu köyde herkes bilge mi?" diye
düşündü. Çünkü bilimden ve bilimsellikten haberi olmayan bu yaşlı kadın. Dilara'nın
uzun yıllardır düşündüğü bir meseleye çok doğru ve çok güzel bir yaklaşımda
bulunmuştu!. Mütevazi bir şekilde konuşan kayınvalidesine sevgi ve saygı
duyduğunu hisseden Dilara, Nedime hanımla bir süre daha konuştuktan sonra
müsaade isteyerek odasına çekildi.
Yatağının baş ucunda
oturarak, iki gündür yaşadıklarım ve dinlediklerini düşünen Dilara, artık
kendisini tanıyamıyordu!. Daha Önceleri doğrulara açık olan ve doğrulardan
kaçmayan bir kişiliğe sahip iken; bu son iki gündür kabul ettiği doğrular karşısında
de-vamh yan dönen, küçük ve şımarık bir kız çocuğu gibi yan çizen bir insan
haline gelmişti!.
Ne olmuştu kendisine. ne
olmuştu Dilara'ya böyle? "Keşke bu köye hiç gel-meseydim" diye
düşündü. Yatağın yan1 tarafındaki geniş aynaya yüzünü dönerek, kendisine
bakmaya başladı. Aynada gördüğü kadın, Dilara'nın daha önceleri sevdiği, beğendiği,
güvendiği ve gurur duyduğu bir kadın değildi artık!. Yenik düştüğü bir
savaştan çıkan fakat yenilgiyi hiç kabul etmeyen bir askere, askersiz kalan bir
komutana benziyordu sanki!.
İyi ama bu kadınla
birlikte nasıl yaşayacak, bu kadını artık içine nasıl sindirecekti Dilara? Bir
türlü cevaplayamadığı bu sorularla aynaya bakan Dilara, her nedense aynadaki
bu kadından git gide uzaklaştığını hissediyordu. Aynaya daha fazla bakmaya
tahammül edemeyerek, yatağın üzerine bıraktı kendisini. Uyumak, hemen uyumak
ve bu düşüncelerden uzaklaşmak istiyordu. Almanya'ya gittiğinde naşı! olsa
herşey bitecek, herşey eski haline gelebilecekti.
"Acaba?"
dedi kendi kendine, acaba gerçekten herşey bitecek, herşey eski haline gelecek
miydi? Hiç sanmıyordu, herşeyin eskisi gibi olacağını hiç umud etmiyordu
Dilara!. Çünkü böyle olabilmesi için bütün duyduklarını unutması, bütün
yaşadıklarını yok sayması gerekiyordu. Dürüst bir insan olarak bunu nasıl
yapacak, bunu nasıl başarabilecekti?
Bu düşünceler içinde
uyuyamayacağmı çok iyi bilen Dilara, yataktan kalkarak valizini hazırlamak
istedi. Çünkü erkenden, sabah erkenden bu evden ve bu köyden aynl-mak
istiyordu. Tozlanmasın diye elbiselerinin üzerine örtülen büyük beyaz çarçafı
çekip-aldıktan sonra bir süre elindeki çarçafa baktı. Müslüman kadınlara
yakıştırılan "Çarşaflı kadınlar" deyimini hatırlayınca, elindeki
çarşafı hiç düşünmeden başının üzerine koyarak, vücudunu çarşafa sardı.
Sonra tekrar aynaya, tekrar
aynanın karşısına geçti Dilara!. Aynada bu sefer bir başka, bambaşka bir kadın
duruyordu!. Beyazlar içindeki bu kadında hiçbir fiziki organ ön plana çıkmıyor,
sadece bir yüz, küçük bir yüz kendisini gösteriyordu!. Kısa bir süre bu yüze
bakan Dilara ''Görmem gerekeni gördüm" düşüncesiyle aynanın karşısından
çekileceği sırada, bakışlarının bu küçük yüze takıldığını hissetti. Birşeyler,
Dilara'nın gördüğü fakat anlayamadığı birşeyler vardı bu yüzde!.
Aynanın yakınına gelen
ve daha sonra aynanın önüne oturan Dilara, öylece aynadaki küçük yüze ve bu
küçük yüzün büyük gözlerine bakıyordu, önceleri basit ve sıradan gözüken bu
yüzde, dikkat edildikçe büyüyen gizemli bir şey vardı. Modern ve çağdaş
kadınların yüzlerinde birçok şey, birçok anlam olmasına rağmen, aynadaki bu küçük
yüzde sanki tek bir şey vardı!. Boş ve sakin gözlerle aynaya bakan Dilara,
aynadaki bu kadını anlamaya, bu kadını tanımaya çalışıyordu.
Sonra kısık bir sesle
"Bu Dilara" dedi kendi kendine!.
Evet bu Dilara'ydı,
Dilara'ydı ama Dilara'nın kendisi değildi ki!. Bembeyaz Örtüler içinde
kendisine bakan bu kadın, Dilara'nın bunca yıldır beraber yaşadığı ve birlikte
olduğu kadından farklı, çok farklı bir kadındı!. Küçük bir kız çocuğunun masumiyetini
hatırlatan bu yüz, Almanya'ya dönme hazırlığında olan ve yüzünü Almanya'ya dönen
Dilara'nın değil, küçücük yüzünü Allah'a dönen bir Dilara'nın yüzüydü!.
Öylece aynaya bakan
Dilara, duygu ve düşüncelerinin donduğunu hisediyordu. Artık bu küçük yüzdeki
tek ve gizemli şeyin ne olduğunu da anlamaya başlamıştı. Beyaz örtüler içinde
bembeyaz gözüken bu kadın, sahip olduğu birçok şeyi terkederek Allah'a yüzünü
dönen, kıblesine Allah'ı yerleştiren bir kadındı. Aynaya ve aynanın içini
aydınlatan bu kadına Öylece bakan Dilara, bir anda hıçkırıklar içinde ağlamaya
başladı. Çünkü aynadaki bu masum kadın yalvaran gözlerle kendisine bakıyor ve
insanın yüreğini parçalayan sessiz çığlıklarla şöyle haykırıyordu.,
Ne olur beni ve
kendini yok etme"
Dünya herzamanki gibi
dönmeye devam etmiş, dünyada üç gün daha geride kalmıştı. Sabah namazını köye
yakın bir yerde mola vererek kiian Kadir, tekrar arabasına binerek yola
koyuldu. Bir an önce eve varmak, anacağızına sarılmak ve yatıp uyumak
istiyordu. Yorucu olmasına rağmen kutsal beldelerde hayatının en güzel anlarını,
en güzel günlerini yaşamıştı. "Kulum Bana bir adım gelirse, Ben ona on
adım giderim" buyruğunu bire bir yaşamış, Mekke'de veya Medine'de olsun
Allah'ı her an yanında, yanıbaşında hissetmişti.
Kabe-i mükerreme ise
ayrı bir yer. ayrı bir mekandı Kadir için. Mana boyutundan muazzam olan bu
mekanda, birçok kez tavaf etmiş, namaz kılmış ve uzun uzun dualarda
bulunmuştu. Kutsal beldelerden ayrılırken çok hüzün-lenmişti Kadir. Bir süredir
nefes nefese yaşamakta olduğu bir ahiret hayatından, dünya hayatına dönüyormuş
gibi hissetmişti kendisini!. Ve içindeki gizli hüzün dünyaya döndüğü için
değil, unutmak istese de unutamadığı Dila-ra'sız bir dünyaya döndüğü içindi.
Yaptığı bütün dualarda
Dilara'ya da yer vermesine,
Dilara için de dua
etmesine rağmen artık bu isteğinde ısrarcı değildi. İlahi takdir ne ise o
olacak ve herkes kendi tercihini yaşayacaktı. Dilara Allah'a sırt çeviriyorsa.
Kadir hiç düşünmeden binlerce Dilara'ya sırt çevirebilirdi. Çünkü yegane Rabbi
Allah için gönlünün sevdiğini değil, gönlünü bile terkede bil irdi Kadir.
Allah'ı sevmenin bedeli diğer sevgililerden vazgeçmek ise bu küçücük bedeli
elbet-teki severek ve sevinerek verirdi.
Çünkü O Rahman'dı, O
Rahim'di, O kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametliydi. Vedud olan.
gerçek sevgilerin gerçek kıblesi olan sadece O'ydu. Ve Kadir, Rabbisini
tanıdıkça Rabbisi-ne olan sevgi ve sevdası çığ gibi büyüyen Kadir, artık O'nsuz
hiçbir şey dilemiyor, O'ndan uzak olan hiçbir şeye yaklaşmak istemiyordu.
Araba evin önüne
geldiğinde. günün ilk ışıkları ile ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı.
Arabasını evin önüne bıraktıktan sonra "Valizleri alayım mı?" diye
düşünen Kadir, daha sonra alırım düşüncesiyle eve doğru yürüdü. Tahta kapının
demir tokmağını iki kez vurduktan sonra heyecanla beklemeye başladı. Çünkü
anasını görecek, anacağızının boynuna sarılacaktı Kadir. Kısa bir süre sonra
içeriden ayak sesleri gelince ":Anacağızım geliyor" diye düşündü.
Ayak sesleri kapıya yaklaşmış- ve kapı açılmıştı. Kapıyı açan uzun giysiler
içindeki kadına sarılmak için bir adım atan Kadir, hayretten açılmış gözlerle
olduğu yerde durakaldı.
Bu güzel ve örtülü
kadın annesi değildi ki!.
Kapıdaki güzel kadının
güzel yüzüne bakan Kadir, yüreğinden bir anda yükselen hıçkırıklar içinde
ağlamaya başladı. Aydınlık bir yüz ve sevgi dolu gözlerle kendisine bakan bu
kadın Kadir'in canı, Kadir'in cananı, Kadir'in Di-lara'sıydı. Hıçkırık ve
gözyaşları İçinde önce Dilara'ya sonra Rahman olan Rabbisine bakan ve ne
diyeceğini bilemeyen Kadir'in kulağına, yeni bir güne başlayan Divane'nin,
yeni bir haykırışı ulaştı.,
Vedud, Vedud, Ya
Vedud"