YARATILIŞ VE İNSANLIK TARİHİ-1
Her Şeyin Evvelinde, Sadece Allah Vardı..
Yerlerin Ve Göklerin Yaratılması
İlk İnsan Olan Adem Aleyhisselam'in Yaratılması
İblisin, Adem Aleyhisselam'a Secde Etmemesi
Adem Aleyhisselam Ve Havva Validemizin Dünyaya
İndirilişleri
İnsanın Özellikleri Ve Kısa Bir Hikaye
Adem Aleyhisselam'ın Yeryüzü Hayatı Ve Habil İle Kabil
Kıssası
Geminin Yapılması Ve Büyük Tufan
Semud kavmi ve Salih Aleyhisselam
İbrahim Aleyhisselam'in Rabbini Arayışı
İbrahim Aleyhisselam Ve Babası Azer
İbrahim Aleyhisselam'm Putları Kırması
İbrahim Aleyhisselam'ın Ateşe Atılması
İbrahim Aleyhisseiam Ve Kuşlar
İsmail Aieyhisselam'in Kurban Edilmesi
Kabe Temellerinin Yükseltilmesi Ve İbrahim'in Hanif Dini
Lut Kavmine Giden Elçiler Ve İshak İle Yakup'un
Müjdelenmesi
Meleklerin Gelmesi Ve Lut Kavminin Helak Edilmesi
Euzubillahimineşşeytaniracim
Bismillahirrahmanirrahim
Halim ve Kerim olan
Allah'tan başka ilah yoktur, i Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir.
Hamd alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, rahmetine vesile olacak amelleri,
mağfiretini celbedecek esbabı taleb ediyor, her çeşit günahtan koruman için
yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik, her çeşit günahtan selamet
diliyoruz.
Ya Rabbil alemin, affetmediğin
hiçbir günahımızı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımızı bırakma! Her günahımızı
bağışlamanı, her kederimizi gidermeni, nzana uyan her duamızı görmeni diliyoruz.
Hangi amelden hoşnut isen onu bize lutfunla ver ve rahmetinle kolaylaştır ey
Rahman ve Rahim olan, bizlere lutfuyla rahmet eden Rabbim.
Allah 'im bizi
kendimiz için, bizi birbirimiz için, bizi insanlar için bir fitne konusu kılma.
Bizleri sapıtmayıp saptırmayan, hidayete ermiş, hidayet rehberleri olmamızı
nasib et.
Ya Rabbi, anlayışımız
kıt, amelimiz az da olsa, ihtiyaçlarımızı Senin kapına indiriyoruz. Rahmetine
muhtacız Ya Rahman, halimizi arzediyoruz...
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
Hamd, sena ve
övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri
yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren
Allah Celle Cela-luhu'ya mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin
Rabbi tarafından sevilen, İnsanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince
sevebildikleri tüm nebilere, resullere ve onların yolunu izlemeye çalışan
mü'minlerin üzerine olsun.
Yaratılış ve insanlık
tarihiyle ilgili bu kitab çalışması, günümüz insanlarına ve özellikle
müslü-manlara tarihi bir özgeçmiş vermeyi amaçlamaktadır Çünkü ister İstemez
herhangi bir dünya görüşünü tercih eden insanların, bu tercihlerini sağlıklı
ve bilinçli bir şekilde yapabilmeleri için üzerinde yürüdükleri bu dünyayı
tanımaları, içinde bulundukları şu kainatı farkedebilmeleri ve bir insan
olarak kendi tarihlerini, kendi özgeçmişlerini bilmeleri gerekmektedir. Zaten
başlı başına bir nur ve hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'in indiriliş
gayelerinden birisi de, inancı ve itikadı ne o/ursa olsun her insana geçmiş
tarihini hatırlatmak ve dosdoğru bir tarihi özgeçmiş verererek, bu İnsanlara ne
olduklarını, nereden gelip-nereye gittiklerini, ne yaparlarsa nelerle
karşılaşacaklarım tarihi örneklerle anlatmak ve onları böylesi açık bir
uyarıyla ikaz etmektir Hepimizin bildiği gibi insanlar yeyip içtikleriy-le
değil, yaşadıkları ve şahit oldukları olaylarla büyüyen, gelişen canlılardır. Yetmiş
yaşındaki bir insanın büyüklüğü ve
olgunluğu, bu insanın
yetmiş yıllık tecrübe ve birikimiyle anlam kazanan bir büyüklüktür.
Kur'an-ı Kerim ise bizlere yetmiş değil, binlerce yıllık tecrübe ve tarihi
birikim vererek, bizleri binlerce yıllık bir büyüklüğe ve olgunluğa davet
etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bizlere geçmiş tarihimizi kıssalar
halinde anlatan şanı yüce Rabbimiz "Onları görmedin mi, şunları
İşitmedin mi?.,."gibi İlahi hitablarla bizleri anlatılan olayların
içine çekmekte ve bu olayları bizzat kendimiz yaşamışız gibi iman etmemizi
İstemektedir.
Kur'an~ı Kerim'de
zikredilen kıssalara bu İlahi murad İle yaklaşan ve anlatılan kıssaları sanki
kendileri yaşamış gibi iman eden müslümanlar, hiç kuşkunuz olmasın kî
binlerce yıllık tarihi bir özgeçmişe sahip olacaklar ve böylesine derin bir
özgeçmişin verdiği olgunluk ile günümüze gelerek, dünyanın beklediği rahmani
bir sese, rabbani bir nefes verebileceklerdir. Zaten şaşkınlık ve sapıklık
içinde olan günümüz dünyası, fiziki yaşları ne olursa olsun binlerce yıllık
bir özgeçmişe ve tarihi bir tecrübeye sahip boy/esi gençleri bekleyen bir
dünyadır.
Ve bizler de bu önemli
kitab çalışmamızda, dünyanın beklediği bu müslümanlart muhatap almayı uygun
gördük. Asırlardır bekleyen müslümanlann değil, asırların beklediği müslümanlan
muhatap almamızın nedeni, dünyanın artık bekleyen değil, beklenen müslümanlara
ihtiyacı olduğu İçindir. Zaten bir mezarlığa dönen umud dünyamızda, hiç
ölmeyen ve ölmeyecek olan dipdiri umudla-rımız bu gençlerle, dünyanın beklediği
bu genç müslümanlarla ilgili umudlanmızdır.
Böylesi nedenlerle
Öncelikle onüç onyedi yaşları arasındaki gençlerimizi muhatap alan bu kitab çalışması,
içerik itibariyle İnşaallah hepimizin faydalanabileceği bir çalışma olacaktır.
Çünkü onüç onyedi yaş arası muhataplık, anlatılanlar ve anlatılması gerekenlerden
ziyade, üslup ve anlatım düzeyi ile ilgilidir. Üslup itibariyle küçük
kardeşlerimize yönelik bölümleri büyüklerimizin de, büyüklerimize yönelik
bölümleri küçüklerimizin de dikkatle takib etmelerini istiyoruz. Çünkü
küçüklere yönelik bölümlerde büyüklerîmizinde faydalanacağı gerçekler olduğu gibi, büyüklere yönelik
bölümlerde küçüklerimizin şimdi biraz, yarınlarda ise çok daha fazla anlayacakları
önemli gerçekler vardır. Küçük kardeşlerimizin bu gerçeklerle şimdiden tanış
olmaları ise onların kimlik ve kişiliklerine sağlam bir temel, doğru bir istikamet
verebilecektir. Çünkü yaratılışın öncesinden
başlayarak günümüze uzanan bu
çalışmada, her peygamber kıssasının günümüze uzanan çağdaş mesajlarına açıklık
getirilerek, gençlerimizin bu güncel mesajlarla donanım kazanmaları ve
bu mesajlardan kaynaklanan temel ilkelerle hayata daha bir donanımlı girmeleri
hedeflenmiştir.
Tabi ki imanı yönü çok
önemli olan böyle bir çalışmanın, sahih bir çalışma olması gerekmektedir. Sahih
bir çalışma yapmak istediğimizi belirtirken, elbetteki ismi sahih olan birçok
tefsir ve siyer kitablarında yer alan batıl rivayetleri esas alacağımızı veya
böylesi rivayetlere yer vereceğimizi söylemiyoruz. Çünkü bizim şahinlik
anlayışımızın temelinde Kur'an ve bu korunmuş Kur'an'ın tasdik ettiği sahih
hadisler vardır. Dolayısıyle hangi tarihçiye veya hangi önemli şahsın kitabına
nisbet edilirse edilsin, müslümanlann Kur'an anlayışı ile kesinlikle
onay-layamayacaklan rivayetleri makul veya makbul görmemiz mümkün değildir.
Zaten böyle bir çalışmayı gerekli görmemizin önemli bir nedeni de, tarihi özgeçmişlerini
öğrenebilmek için siyer ve tefsir kitaplarına yönelen kardeşlerimizin, ismi
sahih olan birçok kitapta karşılaştıkları batıl saçmalıklardır.
Evet, böylesi
saçmalıklarla beraber doğruluğu veya yanlışlığı tartışılır rivayetleri de bir
kenara bırakarak Kur'an ve sahih hadisler çerçevesinde yürütmek İstediğimiz
bu çalışma, umud ediyoruz ki itikadımızı hiç
gölgelendirmeden ona berrak
bir derinlik kazandıracak bir çalışma olacaktır. Kur'an ve sahih
hadisleri esas alarak gerçekleştirmek istediğimiz böyle bir çalışmaya
niyetlendiğimizde, önümüzde İki ayrı seçeneğimiz vardı. Ya söz konusu ayet ve bazı sahih rivayetlere
yer vererek bir nakil çalışması yapmak, ya da bizlere gelen bu nakilleri
düşünerek, kavrayarak o seçkin insanları anlamaya çalışmak ve bu anlayışı siz
kardeşlerimizle paylaşmak.
Kaynaklarda sıkça
karşılaşılan batıl rivayetleri reddederek sahih bir nakil çalışması yapmak,
tabi ki bizler için çok kolay bir çalışma olurdu. Ancak bu nakil ve sahih
rivayetlerin Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde düşünülmesi ue anlaşılması
gerektiğini dikkate aldığımızda, zor da olsa ikinci çalışmayı tercih ettik.
Kur'an'a iman eden bir müslüman kalbiyle, örnek birer müslüman olan
peygamberleri ve onların yaşadıkları olayları anlamaya çalışarak, bu anlayışı
sizlerle paylaşmak istedik.
Herhangi bir peygamber
hakkında 6-7 ayetlik bir malumatımız olsa da, bizlere 6-7 ayet-i kerimede
verilen bu malumatı gücümüz nisbetince tahlil ettik. Bu ayet-i kerimelerde
verilen en küçük ayrıntının bile gereksiz olmadığını, önemli hikmetler
İçerdiğini dikkate alarak, bu İlahi bilgileri Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde değerlendirdik.
Daha açık bir ifadeyle bizlere herhangi bir peygamber hakkında verilen çok kısa
bir haberi dahî; Kur'an-ı Kerim'de-ki peygamber tanımını, peygamberlerin nasıl
bir insan olduklarını, bu seçkin insanların ne yapıp-ne yapmayacaklarını,
tarihin değişik dönemlerinde hangi ortak şeytani yaklaşımlarla
karşılaştıklarını, Rabbimizin peygamberler hakkındaki vaadlerini ue tüm
peygamberlerin ısrarla takip ettikleri Sünnetul-lah çizgisini esas alarak
anlamaya çalıştık.
Bizler gibi bir insan
fakat bizlerden çok çok güzel bir mü'min ve müslüman olan peygamberleri,
anlayış ufuklarımızı zorlayarak tanımaya gayret ettik. Bizlere Kur'an-ı
Kerim'de bildirilen bir peygamber davranışıyla karşılaştığımız zaman
"i?fya ve gösterişten uzak olan bir insanın, böyle bir davranışı
samimiyetle gösterebilmesi için onun nasıl bir kimliğe, nasıl bir kişiliğe,
nasıl bir ahlaka, nasıl bir dünya görüşüne sahip olması gerekir?'7 gibi
sorularla, bu güzel insanların ahlaki kişiliklerini uzaktan da olsa görmeye ve
anlamaya çalıştık. Böyle bir anlayışla tanıdığımız peygamberleri ve bu
peygamberlerin yaşadıkları kıssaları değerlendirirken, İlahi haberler
arasında kalan boşlukları bizlere yine ilahi Kitab'ın verdiği bu peygamber
anlayışıyla dokuduk.
Ancak şu hususun
önemle akını çizmek isteriz ki, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen tüm peygamberler,
bizlerin onlara hüsnüzanla nisbet ettikleri bazı güzel hasletlerin ötesinde,
çok daha ötesinde olan insanlardır. Zaten bu kitap çalışması onların güzel
kişiliklerini bir çerçeve içinde tanımlamayı ve sınırlandırmayı değil, sadece
o güzel kişiliklerin anlaşılmasına doğru bir istikamet vermeyi amaçlamaktadır.
Hiç kuşku duymadan bilinmesi gerekir ki o seçkin ve seçilmiş insanlar,
verdiğimiz bu güzel istikametin iler-sinde, çok daha ilersinde bulunan güzel,
gerçekten Çok güzel insanlardır.
İnsanlık tarihini
aydınlatan birbirinden güzel bu insanlara derin bir gıptayla bakıyor ve
hayranlık duygularıyla Alemlerin Rabbi olan Allah'ın selam ve rahmeti sizlerin
üzerine olsun" diyoruz. Sonra kendimize, kendi durumumuza yöneliyor
bakışlarımız. Seçilmiş insanların büyüklüğü karşısındaki küçüklüğümüzü
farkedince, boynumuzun büküldüğünü ve başımızın omuzlarımız arasına gömüldüğünü
hissediyoruz. Acizlik duyguları içinde titreyen dudaklarımızı hafifçe açarak
"Rahman olan Rabbimİzin lutfu, hoşgörüsü ve yardımı da, küçücük boyları ve
bükülmüş boyunları ile böyle bir çalışmaya niyetlenen biz acizlerin, biz
gariplerin üzerine olsun" diyoruz. Titreyen ayaklarımızı dik tutan
umudumuzun yegane kaynağı İse,
sadece O'na sığınıp,
sadece O'na tevekkül
etmemizdir...
Mehmed ALAGAŞ İzmir -
2005
Merhaba gençler,
merhaba arkadaşlar...
Benim adım Mehmed
Alagaş. Bana Mehmed abi veya Mehmed hoca diyebilirsiniz. Bu kitab çalışmasına
sizlerle konuşmak, dünya ve yaratılış tarihiyle ilgili önemli gerçekleri
sizlere anlatmak ve yeri geldikçe bazı hikayeleri, kıssaları, fıkraları
sizlerle paylaşmak için başlıyorum.
Beni dinlerken yalnız
olmadığınızı, yalnız olmayacağınızı söylemek isterim. Oldukça önemli olan bu konuşmalarımıza,
sizinle birlikte bazı arkadaşlarınız da katılıyor. Herbirİnin kendine özgü
güzel özellikleri olan bu arkadaşlarınızı seveceğinizi umuyorum. İsterseniz
sizlere onüç ve onyedi yaş arasında olan bu arkadaşlarınızı kısaca tanıtayım.
Şu en önde oturarak
konuşmalarımızı pür dikkat dinleyen arkadaşınızın ismi Veli. Onbeş yaşında olan
bu arkadaşınızın en güzel özelliklerinden birisi, her şeye çok dikkat etmesi
ve birçok insanın farkedemediği şeyleri farkedebilmesidir. Geçenlerde Veliye
nasıl bu kadar dikkatli olabildiğini sordum. Bana "Hocam, herhangi bir
şeye bakarken veya bir anlatılanı dinlerken, hayretle bakıyor, hayretle
dinliyorum" dedi. Önce pek anlayamadım Veli'nin söylediklerini!. Sonra eve
gidince bunu denemeye karar verdim. On yıldır alışılmış gözlerle baktığım
çalışma odama, hayretle bakmaya başladım. Şaşırdığımı itiraf etmeliyim!. Çünkü
çalışma odama hayretle baktığımda, o zamana kadar hiç far-ketmediğim birçok
şeyi farketmeye, birçok ayrıntıyı görmeye başlamıştım. İşte o zaman anladım ki
Veli arkadaşınız doğru söylemiş. Bir şeye hayretle baktığımız veya bir şeyi
hayretle dinlediğimiz zaman, o şeylere alışılmış gözlerle bakan insanların
farketmedikleri birçok şeyi farketmemiz, birçok şeyi görmemiz mümkün oluyor.
Bana bu gerçeği gösterdiği için Veli arkadaşınıza tekrar teşekkür etmek
istiyorum. Teşekkür ederim Veli.
Estağfirullah hocam!.
Evet!. Veli'nin
yanında oturan arkadaşınızın ismi Fatih. Onyedi yaşında olan ve çok kitab
okuyan bu arkadaşınız, gerçekten birikimli bir insandır. Bir kitabı gereği
gibi okumanın, o kitabı keşfetmek, o kitabı fethetmek olduğunu dikkate
alırsak, bu arkadaşınızın gerçek bir kitap Fatihi olduğunu düşünebiliriz. Laf
aramızda aslında hepimizin birer kitab fatihi olması gerekir. Peygamber
efendimiz (sallallahu aleyhi vesseİlem) bütün müslümanlara "Birbirinizle
hediyeleşin" buyuruyor. Peki birbirimize vereceğimiz en güzel hediye, en
güzel armağan nedir?
Kitaptır, güzel bir
kitaptır hocam!. Doğru söyledin Fatih. Birbirimize verebileceğimiz en güzel
hediye, hiç kuşkusuz ki kitaptır. Çünkü güzel kitaplarda okuyarak öğreneceğimiz
gerçekler, bizleri birçok kötülüklerden koruyabilecek ve birçok iyilikleri
başarmamızı sağlayacak gerçeklerdir. Mesela insanian bazı hastalıklardan
koruyacak olan aşılar ne kadar önemliyse, kötülüklerden uzaklaştıracak ve
koruyacak olan kitaplar da o kadar önemlidir. Sevgili peygambe-
rimizin yeğeni ve
damadı olan Hazret-i Ali'ye "Dünya malı mı, yoksa ilim mi daha hayırlı,
daha faydalıdır" diye sorduklarında "İlim" diye cevap vermiştir.
Neden dediklerinde ise "Dünya malını sizin korumanız gerekir, İlim ve
bilgi ise sizi korur" demiştir. Gerçekten çok güzel bir cevaptır bu.
Hocam anlayamadım. Bir
örnek verir misiniz?
Tabi Hamdi!. Mesela
denize düştüğünüzde, yanında bin altın olan fakat yüzmesini bilmeyen bir insanın
yerinde mi olmak istersiniz, yoksa yanında hiç altın olmamasına rağmen
yüzmesini bilen bir insanın yerinde mî? Elbetteki yüzmesini bilen bir insanın
yerinde olmak istersiniz. Dikkat ederseniz bin altını değil, yüzmesini
bilmeyi tercih ettiniz. Çünkü altını sîzin kurtarmanız gerekir, yüzme bilgisi
İse sizi kurtarır. İşte biz insanları fırtınalı bir denize benzeyen bu hayatın
tehlikelerinden, bu hayatın kötülüklerinden koruyabilecek olan ilim ve bilgi,
çoğu zaman altından ve dünya malından daha değerlidir. Şimdi anlayabildin mi
Hamdi!.
Anladım Mehmed hoca.
Evet arkadaşlar, bana
bu soruyu soran kardeşinizin ismi Hamdi. Fatihi'nin yanında oturan ve henüz
onüç yaşında olan bu arkadaşınız, yaşına göre oldukça anlayışlı bir kardeşin
izdir. Meselelerin anlatım ve anlaşılmasında örneklere önem veren Hamdi, anlatılan
bir şeyi anlamadığı zaman hiç kimseden çekinmeden Örnek isteyen ve anladığı
şeyleri ise kendisi örneklendiren bir arkadaşınızdır. Örnek vermenin ne kadar
güzel ve önemli bir şey olduğunu dikkate alırsak, Hamdi arkadaşınızın bu
özelliğine gıpta etmemiz ve bizlerin de böyle güzel bir özelliğe sahip olmaya
çalışmamız gerekir.
Yan tarafta oturan kız
arkadaşlarınızın isimleri ise Seda ve Merve. Kendilerine yakışan kibar ve
nezaketli davranışlarıyla gerçek birer hanımefendi olan bu arkadaşlarınızın
aynı zamanda oldukça zeki ve akıllı olduklarını söyleyebilirim. Genel olarak
dinlemeyi seven, konuşmaktan çok düşünmeye ve anlamaya yoğunlaşan ondört
yaşındaki Seda kardeşiniz, bu güzel hasleteri İle gerçekten örnek alınması
gereken bir hanımefendidir.
Fatih arkadaşınız gibi
okumaya ve anlamaya çok düşkün olan Merve kardeşiniz ise oldukça meraklı bir
insandır. Ancak onbeş yaşında bir hanımefendi olan bu kardeşinizin merakı,
falanca filancaya ne demiş gibi dedikodulara ve lüzumsuz şeylere yönelik bir
merak değildir. Merve'nin merakı daha ziyade bilgi ve Öğrenmeye yönelik olduğu
için, gerçekten faydalı olan böylesi merakın hepimizde bulunması gerekir. İşte
arkadaşlarınız bunlar!.
Bu arkadaşlarınızın,
zamanlarını boş şeylerle harcayan sıradan kimseler olmadığını umarım anlamışsınızdır.
Öğrendikleri önemli gerçekleri arkadaşlarına ve kardeşlerine anlata anlata
konuşmalarını güzelleştiren bu arkadaşlarınız, umud ediyorum ki yarınlarda
İslam'ı en güzel yaşayan ve en güzel anlatan Önemli birer müslüman olacaklardır. Birlikte
sohbet edeceğimiz, çok önemli ve çok güzel gerçekleri birlikte konuşacağımız
bu arkadaşlarınızla beraber olmaktan, hiç kuşkum yok ki sizler de mutlu
olacaksınız. Öyle sanıyorum ki size şimdilik "Yeni arkadaş"
diyorlar. Belki sizi daha iyi tanıdıktan, konuşmaları dikkatle dinleyip nasıl
düşündüğünüzü ve ne kadar çok anladığınızı gördükten sonra, size sevinçle
bakacaklar ve siz kardeşlerine "Beklenen müslüman" gibi çok önemli
bir isim verebileceklerdir.
Bu kitabı elinize yeni
aldığınız için, önce kitab ve kitab okuma hakkında sizinle kısaca konuşmak
istiyorum. Çünkü gördüğüm kadarıyla birçok arkadaşınız, kitabların nasıl
okunması gerektiğini pek bilmiyor. Fatih, bu konuda arkadaşlarına bir şey
söylemek ister misin?
Tabi ki hocam. Kitap
okurken iki şeye çok dikkat etmeliyiz. Birincisi okuduğumuz kitabı fazla
açarak veya ikiye katlayarak yıpratmamaktır. İkincisi ise kitabı anlaya anlaya
okumak, gerekirse önemli yerlerinin yanına küçük bir işaret koymaktır.
Teşekkür ederim Fatih.
Gerçekten önemli olan iki hususa temas ettin. Akıllı ve düşünen insanların en
önemli hazineleri, hiç kuşkusuz ki kitablandır. Bir kitabı alıp-okuduktan
sonra onu temiz ve yıpranmamış bir şekilde hazine sandığımıza, yani kütüphane
rafımıza koymamız gerekir. Çünkü kitablar, nezle olduğumuz zaman kullandığımız
ve sonra buruşuk bir şekilde kenara attığımız kağıt mendiller gibi değildir.
Tekrar tekrar okunabilecek ve gerekirse kitab alamayan arkadaşlarımıza
okunması için verilebilecek olan bu kitablarımızı, elimizden geldiğince
korumaya çalışmamız gerekir. Kitabı çok açmak, ikiye katlayarak okumak,
sayfalan buruşturmak, kitablarımızı yıpratan şeylerdir.
Oysa bu kitablar
sizlere hem bugünlerde, hem de yarınlarda lazım olacaktır. Mesela yannlarda
çocuklarınız sizin yanınıza gelerek "Siz nasıl bu kadar güzel, bu kadar
iyi ve önemli insanlar oldunuz?" diye sorduklarında, onlara
kütüphanenizdeki bu kitablan göstererek "Biz bunlan okuyarak, bunlan
öğrenerek ve öğrendiklerimizi yaşayarak bu duruma geldik" diyeceksiniz. Ve
sonra bu kitablan çocuklarınıza da vererek, onların da çok güzel insanlar
olarak yetişmesini sağlayabileceksiniz.
Tabi ki her kitabın
güzel, her kitabın doğru olduğunu söyleyemeyiz. İnsanları gerçeklerden
uzaklaştıran, insanların aldanmasına, kandırılmasına neden olan kitaplar da
vardır. "Kötü bir kitab, kötü bir hayduttan daha tehlikelidir" sözü,
gerçekten çok doğru bir sözdür. Bakın size bu konuyla ilgili küçük bir fıkra anlatayım.,
Bir delikanlı kitapçı
dükkanına girerek sorar.,
Çalışmadan para
kazanmanın yollan" isimli kitab var mı?
Yaşlı kitapçı başını
iki yana salhyarak "Biz de böyle bir kitab yok" demiş.
İyi, o halde başka
kitapçılara bakarım
Yaşlı kitapçı
dükkandan çıkmakta olan genci durdurarak "Öyle bir kitap bulursan, bana
tekrar gel de sana ceza hukuku kitabını vereyim" demiş.
Neden?
Çünkü Öyle bir kitabı
okuyup, içindekileri yapmaya kalkarsan, nasıl bir ceza alacağını Öğrenmen için!.
Evet arkadaşlar,
okuyacağımız kitablann güzel ve faydalı kitablar olmasına özen göstereceğiz. En
doğru, en gerçek kitab. hepinizin bildiği gibi Kur'an-ı Ke-rim'dir. İçinde en
ufak bir yanlış, en ufak bir çelişki bulunmayan Kur'an-ı Kerim'i dikkate
almayan, Allah'ın bizlere bildirdiği İlahi gerçeklere aykırı görüşler beyan
eden bütün kitaplar, insanlar için zararlı kitaplardır. Gerçeklerle ilgisi
olmayan bu kitaplardan uzak duracak ve bizlere faydalı olabilecek doğru
kitabları okuyacağız.
Okumayla ilgili ikinci
önemli husus ise, Fatih arkadaşınızın söylediği gibi anlaya anlaya
okumanızdır. Çünkü önemli olan kitabları okumak değil, bu kitablar-daki
doğrulan ve gerçekleri anlayabilmektir. Atalarımız
"Açlık yemekle,
bilgisizlik okumakla giderilir" demişlerdir. Aç olan bir insanın
çantasına veya kütüphanesine iki ekmeği yan yana koysak, bu insanın açlığı
gider, karnı doyar mı?
Tabî ki doymaz!.
Karnının doyması için öncelikle ekmeği yemesi gerekir. İşte açlığı gidermek
için ekmeği yemek ne kadar önemliyse, bilgisizliği gidermek için okumak da o
kadar Önemlidir. Peki bir insan ekmekleri yiyerek karnını şişiriyor, fakat
yediklerini sindiremi-yorsa, o insana bu yediklerinin bir faydası var mıdır?
Yoktur hocam!.
Doğru söyledin Veli!.
Yediğimiz yemeği sindirmemiz, bu yemeğin içindeki faydalı besinleri almamız ve
bunları vücudumuzun gerekli organlarına göndermemiz ne kadar önemli ise,
okuduklarımızı anlamamız da o kadar önemlidir. Dolayısıyle elimize aldığımız
bir kitabı hiç acele etmeden yavaş yavaş ve anlaya anlaya okuyacak,
anlayamadığımız yerleri gerekirse üç-dört kere tekrar edeceğiz. Ayrıca daha
önce okuduğumuz bir kitabı "Ben bu kitabı nasıl olsa okudum" diyerek,
bir daha okumamazlık etmeyeceğiz. Çünkü önemli kitabları her okuyuşumuzda,
daha Önceleri okurken farkedemediğimiz veya yeterince anlayamadığımız bazı
gerçeklen farketmemiz ve daha iyi anlayabilmemiz mümkün olabilecektir.
Anladık ve anlaştık
değil mi?
Evet, artık
başlayabiliriz.
Sizinle yapacağımız
güzel konuşmalara, dünya ve insanlık tarihinin en başından başlayacağız. Şu an
Veli'nin bana el kaldırdığım görüyorum. Evet Veli!.
Mehmed hoca, madem ki
bir işe başlıyoruz, o halde besmele çekmemiz, besmeleyle başlamamız gerekmez
mi?
Çok doğru söyledin.
Allah'a İnanan herkesin, güzel bir işe başlayacağı zaman besmele çekmesi ve o
işe "Bismillah" yani "Allah'ın adıyla" diyerek başlaması gerekir.
Çünkü bir işe besmeleyle başlarsak Allah bize yardım edeceği için, o işimiz hem
daha kolay, hem de daha güzel olur. O halde yemek yerken, yatarken, kalkarken,
evden çıkarken besmele çektiğimiz gibi, bu güzel çalışmamıza başlarken de hep
birlikte besmele çekiyoruz.,
"Bismillahirrahmanirrahim"
Merve Hanım, bana bu
güzel sözün manasını söyler misin?
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla Çok güzel. Rahman ve Rahim, Rabbimizin iki ismidir. Rahman'ın
manası, dünya yaşantısında her canlıya merhamet eden demektir. Sizin de
bildiğiniz gibi Rahman olan Rabbimiz, bu dünya yaşantısında kendisine
inanmayan, namaz kılmayan, iyilikte bulunmayan insanları bile çeşitli
nimetlerle yaşatmakta, belki dönerler diye onların da İslam'a davet edilmesini
emretmektedir. Allah'ın bir
diğer ismi olan
Rahim ise mü'minlere merhamet
eden, onları bağışlayan manasına gelir.
Nitekim dünya yaşantısında her
canlıya merhamet eden Rabbimiz, ahirette sadece müminlere, kendisine inanan
müslümanlara merhamet edeçektir. Artık bundan sonra
"Bismillahirrahmanirrahim" derken, bu güzel sözün, bu güzel manasını
da bilerek söyleyeceğiz.
Evet,
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla başlıyoruz. Şimdi size sormak İstiyorum. Çok önemli bir konu
olan yaratılış meselesine başlarken, önce, ilk önce nereden başlamamız
gerekir?
Hazret-i Adem'den!.
Güzel bir cevap Veli.
Fakat daha önce nereden başlamamız gerekir?
Yerlerin ve göklerin
yaratılmasından!.
Bu da güzel bir cevap
Fatih. Fakat daha önce, ilk önce nereden başlamamız gerekir?
Allah'tan
Çok güzel Seda hanım!.
Çünkü her şeyin evvelinde ve Öncesinde Allah, sadece Allah vardı. Yerler, gökler,
melekler ve cinler yok iken, sadece Allah vardı. Yaratılmış hiçbir şey yok
iken, sadece Yaratıcı vardı. Şayet her şeye Kadir olan, her şeyi yaratan Allah
olmasaydı, ne yerler, ne gökler ve ne de diğer canlılar olmazdı. Çünkü
Allah'ın dışındaki her şey, kendisini yaratacak olan bir Yaratıcıya muhtaçtır.
Bir yaratıcıya muhtaç olmayan, doğmayan, doğurmayan yegane varlık, her şeyi
yoktan var eden Allah'tır. Her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç
değildir. İşte bu gerçekleri bilerek, yaratılış meselemize yegane Yaratıcı olan
Allah ile başlıyoruz.
Evet, her şeyin
evvelinde ve öncesinde sadece Allah vardı.
Ne küçücük bir taş, ne
canlı bir baş; ne bir yudum su, ne de bir nefes hava yok iken sadece Allah
vardı. Hiç ama hiçbir şey yok iken, bu yokların içindeki tek bir Var, sadece ve
sadece Allah idi.
Mehmed hoca, Alİah
nasıl var oldu? Allah var olmadı Hamdi. Allah önceden yok iken, sonra var
olmadı. O zaten hep vardı. Varhk nedenine muhtaç olan melekler ve cinler,
varlık nedenine muhtaç olan yerler ve gökler, varhk nedenine muhtaç olan bütün
yaratılmışlar yok iken; varlık nedenine muhtaç olmayan sadece Allah idi ve
sadece O vardı. Allah eski, çok eski zamanlardan önce, hatta zamanın ilk dakikasından.
İlk saniyesinden önce de vardı. Çünkü zamanı da Allah yaratmıştır. Zaman ve mekan
diye bir şey yok iken, zamana ve mekana muhtaç olan hiçbir şey yok iken, zamana
ve mekana muhtaç olmayan sadece Allah vardı.
Hocam, hiçbir şey yok
iken sadece Allah vardı dediniz. Allah bu yalnızlıktan sıkılmıyor muydu?
Teşekkür ederim Hamdi.
Bu soru İle hepimizi hem gülümsettin, hem de düşüncelere şevkettin!. Gerçi
küçük yaşlarda ben de bu soruyu sormuştum kendi kendime. Arkadaşa ve
arkadaşlığa çok Önem verdiğim o yaşlarda Allah'ın yalnız olduğunu düşününce çok
üzülmüş, çok hüzünlenmiş ve bu hüzünle gözlerimi semaya çevirerek "Üzülme
Allah'ım, ben de senin arkadaşın olurum" demiştim. İnanmanızı isterim ki
elli yaşıma gelinceye kadar Allah'a yönelik bu kadar saf, bu kadar temiz başka
bir seslenişim olmadı.
Evet,
Hamdi'nin sorusuna
dönecek olursak, sıkılmak veya üzülmek gibi bazı özellikler, biz yaratılmış
insanlara ait özelliklerdir. İstemediğimiz hadiselerle karşılaştığımızda veya
istediğimiz şeyler olmadığında hissettiğimiz eksikliğin, acizliğin verdiği
duygulardır bunlar. Allah Celi e Celaluhu ise böylesi eksikliklerden, böylesi
acizliklerden çok uzaktır, çok münezzehtir.
Allah Samed'dir
hocam.
Çok güzel hatırlattın
Fatih.
Namazlarda okuduğumuz
ihlas suresinde beyan edildiği gibi Ailah Samed'dir. Peki bize Allah'ın bir ismi,
bir esması olan Samed'in ne anlama geldiğini açıklar mısın?
Her şey O'na muhtaç, O
ise hiçbir şeye muhtaç değildir.
Teşekkür ederim. Bu
çok önemli konuyu, gerçekten çok dikkatli dinliyorsunuz. Hem size bir şey
söyleyeyim mi? Bu gerçekleri kendilerine bilim adamı veya profesör denilen
birçok insan ne yazık ki bilmiyor!. Zaten bunu bilmedikleri için, Yaratıcı ve
yaratılışla ilgili yalan yanlış birçok hikaye uyduruyorlar!. Tabi ki bu
gerçekleri bilmeyen insanlar da, İlahi kitab olan Kur'an-ı Kerim'i okumadıkları
ve bunları Öğrenmedikleri için onlara aldanıyorlar!.
Fakat sizler, sizler
inşaallah onlar gibi olmayacaksınız. Bizlere Allah'ın bildirdiği bu gerçekleri
öğrendikten sonra, kimlerin yalan, kimlerin doğru söylediğini çok rahat
anlayacaksınız. Bu gerçekleri bilmeyen insan bir Öğretmen dahi olsa,
arkadaşınız Veli gibi o öğretmene güzel bir cevap vereceksiniz. Veli, geçen sene
ingilizce öğretmeniyle aranızda geçen konuşmayı, arkadaşlarına anlatabilir
miyim?
Anlatabilirsiniz
hocam!.
Veli'nin ingilizce
öğretmeni sınıfta ders verirken "Bilim ve teknoloji, gördüğü şeylere
inanır. Çünkü gördüğümüz şeyler vardır. İlkel insanlar ise göremedikleri
şeylere İnanıp, göremedikleri bir tanrıya ibadet ederler!. Oysa modern ve
çağdaş insanlar, göremedikleri bir şeye İnanmazlar." demiş. Bu sözün ne
kadar yanlış ve çirkin bir söz olduğunu anlayan Veli kardeşiniz, elini
kaldırarak konuşmak için müsaade yani izin istemiş.
Ne söyleyeceksin Veli?
Öğretmenim, sadece
gördüğümüz şeyler vardır dediniz. Mesela biz sizin aklınızı görmüyoruz. Şimdi
sizin için "Öğretmenimizin aklı yoktur" diyebilir miyiz?
Veliye kızan fakat
kızdığını belli etmeyen İngilizce öğretmeni, biraz düşündükten sonra şöyle
cevap vermiş.
Benim aklımı
görmüyorsunuz ama akıllıca konuşmalarım, aklımın olduğunu gösteren bir delil,
bir
kanıt değil mi?
Veli arkadaşınız
"Doğru söylüyorsunuz öğretmenim" dedikten ve biraz düşündükten sonra
ilave etmiş.,
Peki sizin akıllıca
konuşmanız, göremediğimiz aklınızın olduğuna bir kanıt ise, yerlerin ve
göklerin yaratılması da göremediğimiz Yaratıcı'nın varlığına bir kanıt değil
mi?
Öğretmen susmuş, ne
cevap vereceğini bilememiş!. Veli'ye oturmasını işaret ettikten sonra öylece
düşüncelere dalmış. Yerine oturan Veli arkadaşınız ise içinden "Allah'ım,
öğretmenime doğru yolu göster. Öğretmenim bu gerçeği bilmiyor, onun bu gerçeği
anlamasını nasib et!." dîye dua etmeye başlamış.
İşte Veli
arkadaşınızın bu duası, benim çok hoşuma gitti. Çünkü biz müslümanlar
karşımızdaki insanı susturmak, karşımızdaki insanı mat etmek değil, bu insanın
gerçeklen anlamasını isteriz. Bunu istediğimiz için karşımızdaki insana hem
yumuşak ve nazik bir üslupla konuşur, hem de o insanın doğruları anlayabilmesi
için Allah'a dua ederiz.
Mehmed Hoca. Ben de
Veli arkadaşımız gibi yapardım.
Tabi ki Hamdi. Şu an
kitabı okuyan Yeni arkadaşınız da dahil, hepinizin böyle davranacağını umuyorum.
Çünkü daha önce de söylediğim gibi sizler akıllı ve düşünen insanlarsınız.
Hocam, Allah bazı
İnsanlara az, bazı insanlara çok akıl veriyor!.
Ben böyle düşünmüyorum
Hamdi. İstisna olan bazı akli rahatsızlıklar hariç, Allah bütün insanlara akıl
vermiştir. Büyüdükleri zaman kendilerine çok akıllı denilen insanlar, küçükken
kendilerine çok akıl verilen insanlar değil, kendilerine verilen aklı çok
kullanarak, bu akıllarını geliştiren insanlardır.
Hocam, örnek verir
misiniz?
Tabi ki Hamdi. Mesela
devamlı kürek çeken bir kayıkçının kollan nasıl gelişiyorsa, aklını kullanan insanların
da akılları gelişiyor. Dolayısıyle İlerki yıllarda çok akıllı olmak
istiyorsanız, karşılaştığınız olayların nedenlerini, karşılaştığınız sözlerin
doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünerek aklınızı çok kullanmanız gerekiyor.
Nasıl!.
Mesela üzerine
bastıkları kiremidin kırılmasıyla damdan aşağıya düşen iki insanı ele alalım.
Kendilerine halk arasında salak veya akılsız denilen düşünmeyen insanlar
"Aa aaaaa! Kiremit kırıldı" diyen ve düşme sebebi olarak gördükleri
kiremidi suçlayarak, kendi hatalarını hiç düşünmeyen insanlardır!. Aklını kullanan
ve kendilerine akıllı denilen insanlar İse neden düştüklerini düşündükten sonra
"Kiremidin kırılabileceğini dikkate almadım" diyerek kendilerine bu
kazadan bir ders, bir nasihat çıkaran insanlardır.
Peki, örnek olarak
verdiğim bu iki insandan daha akıllı olan insanlar kimlerdir?
Damın üzerine hiç
çıkmayanlardır!.
Güzel ve espiriii bir
cevab Seda hanım. Örnek olarak verdiğim bu iki insandan daha akıllı olan insanlar,
dama çıkmamalarına ve damdan düşmemelerine rağmen, düşen birisini
gördüklerinde, sanki kendileri damdan düşmüş gibi bu olayı düşünerek, bu
olaydan kendilerine bir ders, bir nasihat çıkaran insanlardır. Niye
gülümsüyorsun Veli?
Damdan düşme olayının,
damdan düşmelerine rağmen düşünmeyen insanlara değil de, damdan düşeni gören
düşünen İnsanlara faydası olduğunu farkettim de!.
Dikkatin için
teşekkürler. Fakat ben, bu önemli meseleyi daha fazla düşünmenizi ve bu
konuştuklarımızı ömrünüzün sonuna kadar hiç unutmamanızı istiyorum. Çünkü
hızlı büyümemiz, hızlı olgunlaşmamız ve kamil bir İnsan olabilmemiz, çok akıllı
insanlara özgü bu yaklaşımı yaşamamıza bağlı.
Hocam, hızlı büyümek
derken ne kastettiniz? Tabi ki fiziki büyümeyi kastetmedim Merve. Mesela
birçok olayı yaşamalarına rağmen bu olaylardan kendilerine bir ders, bir Öğüt
çıkarmayan insanlar, elli-altmış yaşlarına da gelseler bunlar büyümüş değil, sadece
yaşlanmış olurlar. Gerçekten büyümek ve büyük insan olmak ise kimlik ve kişilik
düzleminde gelişmekle, olgunlaşmakla mümkündür. Dolayısıyle kendi yaşadıkları
onlarca olaydan ders çıkaran insanlar yüzde onluk büyürken,
kendisinin yaşadığı onlarca
olayla beraber başkalarının yaşadığı yüzlerce olaydan da ders çıkaran
Özel insanlar, yüzde yüzlük büyümektedir.
Hocam bu
söyledikleriniz bizim için çok önemli. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?
Haklısın Fatih.
Özellikle sizler gibi güzel ve değerli kitabları okuyan arkadaşlarımızın, bu
konuyu çok iyi anlamaları gerekir. Çünkü bu gerçeği anladıkları ve dikkate
aldıkları zaman, yirmi günde okuyacakları bir kitab ile yirmi senelik bir
büyümeye, yirmi senelik bir olgunlaşmaya ulaşabileceklerdir.
Mehmed hoca, örnek
verirseniz daha iyi anlayabiliriz.
Örneği Kur'an-ı
Kerim'den vereceğim Hamdi. Sizlerin de bildiği gibi şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı
Ke-rim'de ilk insanın yaratılışından başlayarak bizlere tüm bir insanlığın
dünya tarihindeki serüveninden bahsetmektedir. Peygamberlerin nasıl bir
topluma gönderildikleri, Allah'ın emri ile neler yaptıkları ve nelerle karşılaştıkları
değişik kıssalarda anlatılmaktadır. Şimdi size sormak istiyorum. Alemlerin
Rabbi olan Allah Celle Celaluhu bizlere bu peygamber kıssalarını ve onların
yaşadıkları muhteşem olayları neden anlatıyor?
Bilmemiz için değil
mi?
Bu yeterli bir cevap
değil Merve. Çünkü Allah Celle Celaluhu bütün bunları bizlere bilgimize bilgi,
kültürümüze kültür katmak için anlatmıyor. Hesap gününde Allah'ın huzuruna
çıkarıldığımızda Rabbimiz bizlere "Söyleyin bakalım. Adem topraktan mı
yaratıldı? Nuh kaç sene yaşadı? İbrahim neden ateşe atıldı?" gibi sorular
sorarak, bu konulardaki bilgimizi ve kültürümüzü sınamayacak. O halde neden,
Alİah Celle Celaluhu bizlere bu peygamber kıssalarını neden anlatıyor?
Örnek ve ibret almamız
için.
Güzel bir cevap Hamdi.
Başka cevabı olan var mı? Evet, yeni arkadaşınızın elini kaldırdığını ve düşünceli
gözlerle "Tarihimizi bilmemiz ve bir müslüman olarak geçmişimizi,
özgeçmişimizi anlamamız için" dediğini duyuyor gibiyim!. İşte aradığımız
cevap budur arkadaşlar. Şanı yüce Rabbimiz Kur-an-ı Kerim'de İlk insanın
yaratılışından başlayarak bizlere tüm bir insanlığın dünya tarihinde yaşadığı
önemli olaylardan bahsederek, bizlere geçmiş tarihimizi bildirmekte ve birer
müslüman olan hepimize muhteşem bir özgeçmiş bilinçi vermektedir. Önemli oları
bu Özgeçmişimizi anlamamız ve buna sahip çıkmamızdır. - Hocam bu nasıl olacak?
Merve hanım, öncelikle
meselenin önemini anlamamız gerekiyor. Biraz önce belirttiğim gibi insanlar
yeyipiçtikleri şeylerle sadece fiziki bedenlerini büyütürler. Bir kişinin
insani düzlemde gerçekten büyümesi ve olgunlaşması ise bu kişinin yaşadığı
olaylarla, bu olaylardan aldığı derslerle ve anladığı gerçeklerle ilgili bir
meseledir. Daha açık bir ifadeyle insanlar yeyip-iç-tikleri şeylerle değil,
yaşadıkları ve şahit oldukları olaylarla büyürler. Nitekim bu gerçeği bilen ve
bizlere de bildiren Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'de geçmiş tarihimizi kıssalar
halinde anlatırken "Onları görmedin mi, şunları işitmedin mi?..."
gibi İlahi hitablarla bizleri bizzat olayın içine davet etmekte ve bu olayları
bizzat kendimiz yaşamışız gibi iman etmemizi istemektedir. İşte Kur'an-ı
Kerim'de zikredilen kıssalara bu İlahi murad ile yaklaşan ve bu şekilde iman
eden müslümanlar, hiç kuşkunuz olmasın ki bizzat yaşadıkları binlerce yıllık
bir tarihi birikime, tarihi köklere sahip olacaklar ve yaklaşık 6000 yaş
olgunluğu ile günümüze geleceklerdir. Bu önemli meseleyi daha iyi
anlayabilmeniz için isterseniz açık bir örnek daha verelim. İsteriz hocam.
İsteyeceğini
biliyordum Hamdi. Evet, örnek olarak Adem Aleyhisselam'ın oğlu olan Habil'i
ele alalım. Habil onbeş yaşında bir genç olarak hiç ölmeden ve hiç yaşlanmadan
günümüze kadar yaşamış olsaydı, günümüzdeki yetmiş-seksen yaşlarındaki
ihtiyarlar mı yoksa onbeş yaşında olmasına rağmen altıbin yıllık bir özgeçmişi
olan Habil mi daha büyük bir İnsan olurdu? - Onbeş yaşındaki Habil daha büyük
bir insan olurdu.
Çok güzel, hepbirlikte
verdiğiniz bu güzel cevap için, hepinize teşekkür ediyorum. Evet, sizin de
söylediğiniz gibi onbeş yaşındaki Habil, günümüzdeki bütün yaşlılardan çok
daha büyük bir insan olurdu. Çünkü günümüzdeki yaşlı insanların yetmiş-seksen
yıllık bir özgeçmişleri varken, önbeş yaşındaki Habil'in altıbin yıllık bir
özgeçmişi olacaktı. Altıbin yıllık olaylara şahit olan ve böyle bir yaşam
tecrübesine sahip olan Habil, günümüzdeki bütün yaşlılardan büyük, çok daha büyük
bir insan olurdu.
Hocam biz de bu kadar
büyüyebilir miyiz?
Tabî ki
büyüyebilirsiniz Merve . Bu kitab çalışmasında ele alacağımız bütün peygamber
kıssalarını sanki yeniden yaşıyormuşunuz gibi dinler ve bizzat kendiniz
yaşamış gibi iman ederseniz, hiç kuşkusuz ki fiziki yaşınız kaç olursa olsun,
olgunluk yaşınız altıbin olacaktır. Günümüz müslümanlarına altıbin yıllık
tarihi kökler veren Kur'an-ı Kerim kıssalarını yaşayarak okursanız, hiç kuşkum
yok ki elinizdeki bu kitabı altıbin yaşında bir İnsan olarak bitireceksiniz.
Size yaşınız ve özgeçmişiniz sorulduğunda "Bizler altıbin yaşında
müslümanlarız" diyerek söze başlayacak ve Hazret-i Adem Aleyhisselam'dan
Resulullah Sallallahu aleyhi vesselleme kadar tüm peygamberlerin mücadelelerini
bizzat kendiniz yaşamış ve şahit olmuş gibi anlatarak, günümüze geleceksiniz.
Zaten "Beklenen Müslümanlara" isimli bu kitab çalışmasının gerçek
muhatapları, elli-altmış yaşında olan ihtiyar küçükler değil, en az altıbin
yaşında olan genç büyükler olacaktır. Çünkü günümüz dünyası, altıbin yıllık
özgeçmişe ve tarihi tecrübeye sahip böylesi gençleri bekleyen bir dünyadır.
Bu söylediklerinizi
çok iyi anladık ve çok teşekkür ederiz hocam.
Bu Önemli meseleyi çok
iyi dinlediğiniz ve anladığınız için ben de teşekkür ederim. Bu arada anlatılanları
büyük bir ciddiyetle dinleyen yeni arkadaşınızın, elindeki kağıda bazı notlar
aldığını görüyorum. Umud ediyorum ki bu gerçekleri yaşarsa yarınlarda büyük,
gerçekten büyük bir insan olabilecektir. O halde sizler de not alın, sizler de
altını çizin bu gerçeklerin.
Evet, bu bölümdeki
konumuz, her şeyin evvelinde sadece Allah olduğu gerçeği idi. Daha Önce de belirttiğimiz
gibi ne küçücük bir taş, ne canlı bir baş, ne bir yudum su, ne de bir nefes
hava yok iken sadece Allah vardı. Çünkü yaratılmış her şey bir varlık nedenine
muhtaç olmasına rağmen, yegane Yaratıcı olan Allah, varlık nedenine muhtaç
değildi.
İşte bu nedenle hiç,
ama hiçbir şey yok iken, bu yokların içindeki tek bir Var, sadece ve sadece
Allah idi.
Artık yaratılış
tarihine başlıyoruz.
Tabi ki bu önemli
konularda kendimize esas alacağımız kaynaklar, Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimiz
Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem'in bizlere
bildirdiği sahih haberler
olacaktır. Çünkü din adına anlatılan gerçekleri bütün müslüman-ların
kabul edebilmesi için, bu anlatılan gerçeklerin bütün müslürnanlann ortaklaşa
kabul ettikleri iki temel kaynağa, yani Kur'an ve sünnete dayanması gerekir.
Falanca kitabta yazılan hikayeler veya filanca hocanın anlattığı kıssalar
Kur'an ve sünneti dikkate almıyorsa, müslümanlann inanmaları,
iman etmeleri gereken şeyler değildir.
Hocam işleyeceğimiz
kçnularda ve peygamber kıssalarında, sadece ayet ve hadisleri mi söyleyeceksiniz?
Temel kaynağımız
eîbetteki ayetler ve sahih hadisler olacaktır. Ancak iman eden, düşünen,
akieden, anlamaya çalışan birer rnüslüman olarak bu ayet ve hadisleri Kur'an-ı
Kerim bütünlüğünde düşünmeye, değerlendirmeye ve anlamaya gayret edeceğiz.
Seçilmiş ve övülmüş insanlar olan peygamberleri kendi ölçülerimize göre
tanımlamaya değil, Kur'an ölçüsüne göre tanımaya çalışacağız. Tabi ki bütün
bunları yaparken bizleri sapmaktan ve sapıklığa neden olmaktan koruyabilecek
yegane güç olan Allah'a sığınacak ve Allah'a tevekkül edeceğiz.
Evet, bu kısa girişten
sonra konumuza başlayabiliriz. Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği ve Peygamberimiz
Hazret-i Muhammed Mustafa Saliallahu aleyhi ve sellem'in bizlere bildirdiği
gibi, kendisinden önce ve kendisiyle beraber hiçbir şey yok iken Allah Celle
Celaluhu Önce suyu ve su üzerinde arşı yarattı. Ebediyete kadar vuku bulacak,
gerçekleşecek her şeyi yazdı, takdir etti ve tüm melekleri nurdan, cinleri ise
dumansız ateşten yarattı.
Hocam, Allah bütün
bunları niye yarattı?
Bu çok önemli bir soru
Merve!. Kendisinden önce ve kendisiyle beraber hiçbir şey yok iken, eîbetteki
Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı da yoktu. Sadece kendisi varken O yine Rahman'dı,
ancak rahmet edeceği bir şeye muhtaç değildi. Sadece kendisi varken O yine
Vedud'du, ancak sevmeye ve sevilmeye muhtaç değildi. Sadece kendisi varken O
yine Cebbar'dı, Kah-har'dı ancak bir şeyi cezalandırmaya ve kahretmeye muhtaç
değildi. Çünkü Allah'm bütün bu sıfatları, ispatlanmaya gerek duyan veya bir
muhataba muhtaç olan sıfatlar değildi. Bütün bunları dikkate aldığımız zaman
şanı yüce Rabbimizin hiçbir şeyi Öncelikle kendisi İçin yaratmadığını
anlayabiliriz.
O halde niye yarattı?
Bunun cevabını sizin
bulmanız gerekir Merve hanım. Rabbimiz bütün bunları kendisi için
yaratmamış-sa, yaratma nedenini yaratılanlarda aramamız gerekmez mi?
Rabbimiz Kur'an-ı
Kerim'de "Ben insanları ve cinleri Bana kulluk etsinler diye
yarattım" buyuruyor.
Bizlere çok güzel bir
gerçeği hatırlattın Fatih. Şimdi bu İlahi gerçeği biraz açıklayalım. İnsanları
ve cinleri kendisine kulluk etmeleri İçin yaratan Rabbimizin, insanların ve
cinlerin kulluğuna muhtaç olmadığını hepimiz biliyoruz. Demek ki Allah'a
kulluk etmeleri için yaratılan insanların ve cinlerin asıl yaratılma nedenleri
kendileriyle ilgili bir imtihandır. Bu imtihanın iki ayrı neticesi olduğunu
dikkate aldığımız zaman şanı yüce Rabbimizin insanları ve cinteri cennet veya
cehennem için yarattığını düşünebiliriz. Peki kendisiyle beraber hiçbir şey
yok İken, şanı yüce Rabbimiz bu yaratma işine niye başladı. Henüz yaratmadığı halde gayb ilmiyle çok iyi
bildiği Nemrud ve Firavun gibi zalimleri cehennemle azaplandırmak için mi,
yoksa henüz yaratmadığı halde gayb ilmiyle yine çok iyi bildiği İbrahim ve
Muhammed gibi salih kullarını cennetle mükafatlandırmak, onları hoşnut etmek
için mi?
Öncelikle zalimleri
azaplandırmak için değil, salih kullarını hoşnut etmek için hocam.
Bu doğru cevabı neye
dayanarak söylüyorsun Fatih.
Çünkü Rabbimiz
"Rahmetim, gazabımı geçmiştir" buyuruyor.
Allah senden razı
olsun Fatih. İşte İlahi gerçekleri çok okumanın faydalarıdır bunlar. Evet,
rahmeti gazabını geçen Rabbimiz, bütün bu yaratma işlerine öncelikle rahmet
etmek, salih kullarını hoşnut etmek mu-radıyla başlamıştır. Henüz yaratmadığı
halde gayb ilmiyle çok iyi bildiği İbrahim ve Muhammed gibi salih kullarım
sevdiği ve onları hoşnut etmeyi murat ettiği için bu alemleri yaratmıştır.
Hocam!. Allah önce
cinleri mi, yoksa melekleri mi yarattı?
Kur'an-ı Kerİm'den
anladığımıza göre önce melekleri, sonra yeri ve gökleri, daha sonra cinleri ve
insanı yaratmıştır Seda hanım. Daha Önce de belirttiğimiz gibi melekleri
nurdan, cinleri ise dumansız ateşten yaratmıştır.
Meleklerin cinsiyeti
yoktu, değil mi hocam!. Evet Merve. Meleklerin cinsiyeti yoktu. Onlar ne erkek,
ne de dişi idiler. Onlar üreyerek de çoğalmadılar. Onların hepsi yegane
yaratıcı olan Allah tarafından yaratılan, her türlü kötülük ve günahtan uzak
olan nurani yaratıklardır. Ayrıca biz İnsanların dünyevi yaratılışlarına göre
çok hızlı varlıklar olduklarından, bizlere göre ellibin yıl olan bir zaman dilimini,
melekler sadece bir gün olarak yaşamaktadırlar. Daha açık bir ifadeyle
meleklerin yaşadıkları bir gün, bizlerin dünyadaki zaman anlayışına göre
ellibin yıl gibidir. Ellibin yılı 365'îe çarparsak, meleklerin yaşam hızının
veya zaman algılayışının bizlerden 18.250.000 kat daha fazla olduğunu
anlayabiliriz.
Hocam öldükten sonra
hesap gününde bizlere dünyada ne kadar yaşadığımız sorulduğunda "Bir günün,
sadece bir saati kadar" cevabını vereceğiz.
Çok güzel Veli. Peki
hesaba çekileceğimiz, yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan
sorgulanacağımız o muhteşem hesap günü, şimdiki zaman anlayışımıza göre kaç
yıllık bir gündür.
Bin yıllık bir gündür.
Evet, bin yıllık bir
gündür Veli. İşte bin yılı bir günde yaşayacağımız o hesap gününde bile,
melekler bizden elli kat daha hızlı olacaklardır. Şimdi yine konumuza dönecek
olursak, su üzerinde arşı ve sonra melekleri yaratan Rabbimiz, daha sonra yeri
ve gökleri yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği gibi amel yani
yapacağımız işler ve yaşantı bakımından hangimizin daha iyi olduğunu denemek,
İmtihan etmek, açığa çıkarmak için yaratılan yer ve gökler, insanlar ve
cinler için bir imtihan yeri, bir imtihan mekanıdır.
Hocam, yerin
ve göklerin nasıl
yaratıldığı
Kur'an'da bildiriliyor
mu?
Bu konuda ne kadar
bilmemiz gerekiyorsa, elbet-tekî o kadar bildiriliyor Merve. Nitekim Kur'an'da
bildirildiğine göre yer ve gökler bir kitabın iki sayfası gibi bitişik iken
yani yer ve gökler arasında hiçbir şey yok iken, Allah Celle Celaluhu onları
ayırdı.
- Bizim bir kitabın
iki sayfasını açtığımız gibi mi? Hem Öyle, hem de o kadar basit değil Hamdi
Çünkü bizler hazır mekanın içindeki o iki sayfayı kolayca açabiliriz.
Rabbimizin çok boyutlu açtığı bu iki sayfa ise mekanın bulunmadığı kaskatı bir
yokluk içinde gerçekleşmiştir. Yani o iki sayfanın arasında ve dışında hiçbir
şey yok iken, demirden katı bu yokluk içinde iki sayfa açılmış ve Rabbimiz
tarafından açılan bu iki sayfanın arasında yeri ve gökleri içine alan bu
muazzam mekan varolmuştur. Bunun ne anlama geldiğini düşünen her insan için,
bu hadisenin tek bir tanımı vardır. Mucize..
Hocam big bang yani
büyük patlama teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hiçbir şey
düşünmüyorum sadece gülümsüyorum Fatih. Bu teori ile Kur'an-ı Kerim'de beyan
edilen "Yerler ve gökler bitişik iken Alİah onları ayırdı ve duman
halinde olan göğe yöneldi" buyruğu birbiriyle ör-tüştüğü için, bazı
çevreler bu bilimsel teorinin ışığında İlahi vahyin doğrulandığını düşünmekte
ve bu teoriye sımsıkı sarılmaktadırlar. Oysa herhangi bir bilimsel teorinin,
bazı boyutlarda İlahi vahiy ile örtüşmesi, İlahi vahyin doğruluğuna değil; söz
konusu bilimsel teorinin bu gibi boyutlarda kısmi olarak doğruluğa yaklaştığına
işarettir. Çünkü hak ve gerçek olan İlahi vahiy, bilimselliğin karşısında
ölçülecek bir nesne değil, ölçünün ta kendisidir.
Ayrıca şu hususa da
dikkat edilmelidir ki Big Bang teorisi, hak olan gerçeği arama kaygısıyla gündeme
getirilen bir teori değildir. Uzun asırlardır Allah'a inanmamak için Allah'ın
dışında bir yaratıcı unsur arayan İnsanlar, bu teoriye sarılarak yerlerin ve
göklerin yaratılışına bir açıklama getirebilme 'gayretindedirler. Sözü edilen
bu teoriye göre yerler, gökler ve bütün bunları içine alan mekan yok iken bir
şey patlamış ve yokluk içindeki bu patlama ile yerİeri ve gökleri içine alan
böyle bir mekan açılmıştır.
Hocam, o yokluk içinde
patlayan şey neymiş?
O patlayan şeyin ne
olduğu, kendiliğinden nasıl varolduğu, nasıl patladığı ve bu patlamayla yerleri
ve gökleri içine alan böyle bir mekanın öyle bir yokluk içinde nasıl açıldığı
hiç cevaplanmıyor ve hiçbir zaman da cevaplanamaz Merve. Çünkü bir yaratıcı
olarak Allah'ı dikkate almayan bu teori, ispatlanması mümkün olmayan bir
teoridir. Binlerce yıldır yegane yaratıcı olan Allah'ı inkar edebilmek için
Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur arayan insanlar, bu gibi sapık görüşlerini
hiçbir zaman kanıtlayamayacaklardır. Çünkü bunu kanıtlayabilmeleri için,
mutlaka ve mutlaka şu iki şeyden birisini bulmaları gerekecektir. Ya
kendiliğinden varolabilecek bir madde, ya da Allah'ın dışında bu maddeyi yoktan
varedebilecek yaratıcı bir güç!. Kendi olmadan, kendiliğinden varolabilecek bir
maddeyi bulamayacakları aşikardır. Bu maddeyi yoktan varedebilecek Yaratıcı
bir güç aradıklarında ise karşılarına Allah'dan başka bir İlah, Allah'dan başka
bir Yaratıcı çıkmayacaktır. Çünkü
Allah'tan başka hiçbir şeyde "Ben varolma nedenine muhtaç değilim ve diğer
her şeyi ben yarattım." gücü ve iddiası yoktur.
Evet, tekrar konumuza
dönecek olursak her şeye Kadir olan Rabbimizin bir kitabın iki sayfası gibi
ayırmasıyla yerin ve göklerin varolduğu mekan ortaya çıktı. Allah Celle
Celaluhu duman halinde olan göğe yönelerek, göklere ve yere "İsteyerek
veya istemeyerek emrime gelin" buyurdu. Bu İlahi buyruk*karşısında yer ve
gökler "İsteyerek geldik" cevabını verdiler.
Hocam, burada Allah'ın
emri neydi? Allah, yerin ve göklerin ne yapmasını, nereye gelmesini istedi?
Dikkatin için teşekkürler Veli. Hiç kuşkusuz ki yer ve gökler birbirinden
ayrıldığı zaman, big bang yani büyük patlama teorisini savunanların zannettiği
gibi kendiliklerinden böylesine muhteşem bir nizama gelmediler ve
gelemezlerdi. Bu nedenle Allah Celle Celaluhu, yerleri ve gökleri yaratmazdan
Önce, yerlerin ve göklerin nasıl bir ahenk, nasıl bir nizam ve nasıl bir ihtişam
içinde olması gerektiğini belirlemiş yani takdir etmişti. Dolayısıyle yerler ve
gökler birbirinden ayrıldığı zaman Rabbimizin henüz bir duman halinde olan
göğe yönelmesi, yere ve göğe bu emri vermesi, yerlerin ve göklerin söz konusu
ahenk ve nizama gelmesi içindi. Nitekim onlar da İlahi emri bu şekilde anlamışlar
ve "İsteyerek geldik" cevabını vererek, bugün de gözlemediğimiz bu
muhteşem yapıya ve nizama gelmişlerdir.
İsterseniz burada
yerlerin ve göklerin "İsteyerek geldik" cevabı üzerinde biraz
duralım. Bilmemiz gerekir ki yerlerin ve göklerin Allah'ın bu emrine karşı çıkma,
bu emrini kabul etmeme tercihleri yoktu. Onların yegane tercihi, bu emri
İsteyerek veya istemeyerek kabul etme noktasındaydı. Hiç kuşkunuz olmasın ki
bu emir onların korkmadıkları, sevmedikleri, büyük görmedikleri bir makamdan
gelen hoşlanmadıkları bir emir olsaydı, "İstemeyerek geldik"
diyebilirlerdi. Ancak onlar kendilerine verilen bu emrin muhteşemliğini ve emir
Sahibinin izzet ve keremini gördükleri için, hiç tereddüt etmeden
"İsteyerek geldik, emrine İsteyerek teslim olduk" cevabını
vermişlerdir. Şimdi size sormak istiyorum, Allah'ın emrine teslim olanlara ne
denir?
Müslim, müslüman..
Hepbir ağızdan
verdiğiniz bu cevab için, hepinize teşekkür ediyorum. Evet, yer ve gökler bu
İlahi emire karşı çıkma tercihine sahip olmamalarına rağmen, yegane
tercihlerini "İsteyerek geldik, emrine isteyerek teslim olduk"
noktasında kullanarak, isteyerek müslim, isteyerek müslüman olmuşlardır.
Niye durdunuz ve
gülümsediniz hocam!.
İnsanları düşünüyorum
Merve. Sizin de bildiğiniz gibi şöhretli bir insan, bir sporcu, bir artist, bir
bilim adamı müslüman olduğu zaman, bazı çevrelerde bir şamata, bir velvele
kopuyor. Sanki İslam, o kişinin müslüman olmasıyla bir değer, bir izzet
kazanmış gibi "O falanca bile müslüman olmuş!." demeye başlıyorlar.
Halbuki o kişinin müslüman olmasıyla İslam değil, İslam'a girmekle o kişinin
kendisi bir değer, o kişinin kendisi bir izzet kazanmıştır. Ayrıca yerlerin ve
göklerin teslimiyetini, onların müslimliğini dikkate aldığımız zaman, küçücük
bir canlı olan insanın teslimiyetini nasıl abartabiliriz ki!.
Peki ya müslüman
olmayanların, Allah'ın hükmüne karşı gelenlerin durumu hocam!.
Çok güze! Veli.
Anlattığımız bu olayda onların durumu çok daha komik, çok daha trajik oluyor.
Mesela yıldızlı bir gecede, yüksek bir tepenin üzerinde oturan böyle bir
kimseyi, böyle bir inkarcıyı düşünelim. Günümüzdeki uydulardan dünyanın genel
bir fotoğrafı çekilse, bu fotoğrafta o şaşkını görmemiz, görebilmemiz mümkün
müdür?
Değildir hocam.
Tabi ki değildir.
Çünkü bu kimse dünyanın genel fotoğrafı üzerinde görülemeyecek kadar ufak,
farkedilemeyecek kadar küçüktür. Hiç kuşkunuz olmasın ki yedi kat göklerin de
bir fotoğrafı çekilebilse, bu fotoğrafın içinde dünya ve dünyanın bulunduğu
güneş sistemi de görülemeyecek kadar ufak, farkedilemeyecek kadar küçük
olurdu. Daha açık bir ifadeyle dünya ve güneş sistemi yedi kat gökler içinde
bir zerre olduğu gibi, insanlar da bu zerrenin içinde bir zerre gibidir. İşte
zerrenin içinde bir zerre olan bu inkarcı insan, yıldızlı bir gecede yüksek
bir tepenin üzerinde otururken şaşkınca etrafına bakıyor. Üzerinde bir zerre
gibi gözüktüğü yer ve yeterince görmekten bile aciz olduğu bir ihtişamlık içindeki gökler
boyunlarını bükerek "Biz
Allah'ın emrine isteyerek, severek ve sevinerek teslim olduk" derlerken;
bu şaşkın insan küçücük burnunu havaya kaldırarak ben teslim olmadım, ben
Allah'ın hükmüne karşı çıkıyorum" diyebilmekte ve bu gülünç sözüyle
kendisinin özel, önemli ve özgür bir kişiliğe sahip olduğunu
zannedebilmektedir!..
Fakat bizler yine de
bu gibi insanların durumuna gülmeyelim arkadaşlar. Çünkü Allah bizlere hidayet
etmeseydi, bizler de öyle bir şaşkınlık ve sapıklık içinde olabilirdik. O
halde böylesi insanlar için de, bu insanların hidayet bulması için de dua
edelim.
Tekrar
konumuza/dönecek olursak, Alİah Celle Celaiuhu Kur'an-ı Kerim'de yeri ve
gökleri altı günde yarattığını bildiriyor. Tabi ki burada sözü edilen gün,
biraz önce de belirttiğimiz gibi bizim içinde bulunduğumuz zaman anlayışına
göre yirmidört saatlik bir gün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e göre zamanın
nicelik boyutundan tanımı, bu tanıma muhatap olan varlığın yaşam hızına ve
zaman algılayışına göre değişen bir tanımdır. Nitekim Kur'an'ın muhtelif
yerlerinde Allah katındaki bir günün, bizim yanımızdaki bin ya da eîli-bin yıla
karşılık olabileceği bildirilmekte ve zamana muhatap olan varlığın durumuna
göre çok daha fazla olabileceğine de işaret edilmektedir.
Hocam, Alİah yeryüzünü
milyarlarca yıl Önce yaratmış değil mi? Çünkü bilim adamlarının açıklamaları
böyle.
Bilmiyorum Fatih!.
Belki bilim adamlarının tahmininden çok daha fazla, belki de çok daha az,
bilmiyorum!.
Ama bu tesbitlerin
bilimsel olduğu söyleniyor!. Bilimin bu konudaki yaklaşımı, bazı maddelerin
kaç yılda
oluşabileceğinden hareketle ileri sürdükleri zan ve tahminlerdir. Ancak söz
konusu bilim adamları maddenin bu oluşumunu dikkate alırlarken, ne yazık ki her
şeye Kadir olan Allah'ı ve ilk yaratılışı hiç dikkate almıyorlar.
Nasıl?
Mesela karbon testiyle
inceledikleri bazı maddeleri bir kenara bırakıp, basit bir örnek olarak ceviz
ağaanı ele alalım. Bilim adamları bir ceviz ağacım görüp, onun gövde yapısını
ve gövdedeki dairemsi halkaları İnceledikleri zaman, "Ceviz ağacının bu duruma
gelebilmesi yüz yıl ister" diyerek, söz konusu ağacın yaklaşık yaşını
hesaplıyorlar. Yerin ve göklerin ilk yaratılışından sonraki dönemler İçin,
böylesi hesaplar elbctteki doğrudur. Ancak ilk yaratılış için böylesi hesaplar
yapılamaz. Dünyadaki ilk ceviz ağacına da aynı ölçüyle yaklaşan günümüz bilim
adamları, ilk yaratılışı ne sanıyorlar ki!. Allah önce bir ceviz yarattı,
sonra onu toprağa dikerek ve uzun yıllar sulayarak büyümesini mi bekledi!.
Oysa karşımızda ceviz ağacı yetiştiren bir çiftçi değil, bu ağacı yoktan
yaratan Allah vardır. Ve her şeye Kadir olan Allah bir şeyin olmasını dilediği
zaman ona sadece "Ol" der ve o da oluverir. Söz konusu diğer bütün
maddelerin de ilk oluşumu, bu İlahi gerçekliğin içine girer. Allah'ın
"Ol" emri karşısında, "Ya Rabbi bizim olmamız için milyon yıl,
milyar yıl gerekir" diye bir cevap vermez, veremez bu maddeler. Allah
"Ol" der, onlar da hemen oluverir. Dolayısıyle yaratılmış bütün
maddeleri bu İlahi gerçekliğin içine aldığımız zaman, dünyanın veya kainatın
yaşı hakkında söylenebilecek en doğru söz "Alllahualem" yani
"Allah bilir" olacaktır.
Evet arkadaşlar,
kendilerine bilim adamı denilen birçok insanın bile henüz kavrayamadığı bu
Önemli gerçekleri çok dikkatli bir şekilde dinlediğiniz ve anlamaya çalıştığınız
için sizlere teşekkür ediyorum.
Hazret-i Adem
Aleyhisselam'm yaratılması konusunda Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde
önemli ayetler zikredilmektedir. Fakat ne yazık ki Kur'an'da zikredilen bu
ayetler, bazı bilimsel çevrelerce yanlış anlaşılmakta, yanlış
yorumlanmaktadır. Elimde gördüğünüz bu kağıtta, konumuzla ilgili bazı ayet-i
kerimeler bulunmaktadır. Büyük insanların içine düştüğü bazı büyük yanılgılara
sizlerin de düşmemesi için, bir arkadaşınızın bu ayetleri yavaş yavaş
okumasını ve diğerlerinizin de dikkatlice dinlemesini istiyorum.
Evet, konumuzla ilgili
bu ayetleri kim okumak istiyor?
Ben okuyabilirim
hocam.
Peki Hamdi, kağıdı
alabilirsin. Ancak sana sormak istiyorum. Ayetleri okumaya başlamadan önce ne
söylemen gerektiğini biliyor musun?
Bismillahirrahmanirrahim
diyeceğim.
Doğru fakat eksik bir
cevab oldu. Çünkü şanı yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'i ve onun ayetlerini okumaya
başlamadan önce, kovulmuş şeytandan kendisine sığınmamızı emrediyor. Bu
nedenle sadece besmele değil, euzü besmele çekmemiz yani
"Euzubillahimineş-şeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim" dememiz gerekli
.
Neden acaba?
Güzel bir merak ve
güzel bir soru Merve hanım. Gerçekten Rabbimiz bunu niye emretti!. Mesela bir
insan Kuranı eline alsa ve euzü besmele çekmeden okumaya çalışsa, harfleri ve
kelimeleri göremez mi, bunları okuyamaz mı?
Okuyabilir hocam.
Tabi ki okuyabilir.
Çünkü euzübesmele çekmemesi, okumasına mani, okumasına engel değildir. Peki
söyleyin bakalım, euzübesmele çekmemesi okumasına engel olmaz ama neye engel
olur?
Cevab yoksa ben
söyleyeyim. Euzübesmele çekmemesi ayetleri
okumasına engel değildir ama bu ayetleri doğru anlamasına engeldir.
Çünkü kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmadığı zaman, şeytan aleyhilla-ne onun
okumasını değil, anlamasını engellemeye çalışır. Zaten şeytan aleyhillane bir insanın Kur'an
okumasından ziyade, okuduğu Kur'an'ı doğru anlamasından ve anladığı doğrulan yaşamasından korkar. Herhangi bir insan isterse günlerce,
isterce yıllarca Kur'an okusun fakat okuduğu Kur'an'ı hiç anlamasın veya yanlış
anlasın ister. İşte bunun için Kur'an okuyan herkese, her fırsatta müdahale
eder. Kur'an okuyan o kimse şayet euzübesmele çekerek şeytandan Allah'a
sığınmamışsa, o kimseye okuduğu ayetlerle ilgili öyle yanlış vesveseler, Öyle
yanlış manalar verir ki, o konudaki gerçeği bilmeyen insan, kalbine gelen bu
vesveseleri, bu manaları kendi düşüncesi zannederek bunları kabul eder.
Dolayısıyle hak olan ayetleri okuduğu zaman anladığı şeyler batıl, doğru olan
ayetleri okuduğu zaman anladığı şeyler yanlış olur. İşte bunun İçin, bizlerin
en büyük düşmanı olan şeytana böyle bir müdahale fırsatı vermemek için,
Kur'an-ı Kerim'i kovulmuş şeytandan Allah'a sığınarak okumamız gerekir.
- Hocam o halde
Kur'an'ı okurken olduğu gibi dinlerken de euzübesmele çekmemiz, kovulmuş şeytandan
Allah'a sığınmamız gerekir.
Çok güzel Veli.
Elbetteki okurken ayetleri yanlış anlamaktan Allah'a sığındığımız gibi,
dinlerken de sığınmamız gerekir. Artık bu güzel açıklamalardan son-
ra euzübesmele
çekerek, konumuzla iigili ayetleri okumaya ve dinlemeye başlayabiliriz. Haydi
Hamdi, şimdi bizlere Hazret-İ Adem Aleyhisselam'ın yaratılması konusundaki
ayetleri okuyabilirsin.
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmararrahim
Kovulmuş şeytandan Allah'a
sığınarak, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım.
Hani Rabbin meleklere
demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer
yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona
secde ederek kapanın.[1]
Hani Rabbin meleklere:
"Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar da "Biz
Seni övüp-yüceltir ve takdis ederken orada fesad çıkaracak ve kan dökecek
birini mi yaratacaksın?" dediler. (Allah) "Şüphesiz Ben sizin
bilmediğinizi( bilirim" dedi. Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra
onları meleklere yöneltip "Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları Bana
isimleriyle haber verin" dedi. Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, Senin
bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen her şeyi
bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Allah) "Ey Adem, bunları onlara
isimleriyle haber ver" dedi. O da isimleriyle haber verince, (Allah) dedi
ki: "Size göklerin ve yerlerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı
da, açığa vurduklarınızı da Ben bilirim diye söylememiş miydim? [2]
Teşekkür ederim Hamdi.
Allah'ın ayetlerini dinledikten sonra, müminler olarak "Amenna ve
sadakna" yani "Doğruladık ve inandık, iman ettik" dememiz gerekir.
Amenna ve sadakna,
doğruladık ve iman ettik.
Evet, şanı yüce
Rabbimiz meleklere "Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir
beşer, yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi.
Hocam, beşer İnsan
demek. Peki halife ne demek?
Bir dakika Merve, bunu
biraz sonra açıklayacağız. Ben önce sizin dikkatinizi bu konuşmaya ve bu konuşmanın
taraflarına çekmek istiyorum. Bildiğiniz gibi bu konuşmalar Allah ve melekler
arasında geçmektedir. Yani bir tarafta yaratılmış melekler, diğer tarafta ise
bu melekleri ve her şeyi yaratan Allah. O halde bu konuşmaların mahiyetini
anlayabilmemiz için, az da olsa Rabbimizin Kelam sıfatı üzerinde durmamız
gerekir.
. Kelam demek, bir
manayı, bir maksadı anlatan ifade, söz demektir. Bizlerdeki kelam ya da konuşma
sıfatı, belli bir çerçevede kalan sınırlı bir sıfattır. Mesela bizler
konuşabilmemiz için havaya ve sese muhtacız. Kelimelere ve cümlelere muhtacız.
Karşı tarafın bizi duymasına, bizim lisanımızı bilmesine, bizi anlamasına
muhtacız. Bütün bunlara muhtaç olduğumuz için dağlarla, taşlarla, bitkilerle,
hayvanlarla veya bizim lisanımızı bilmeyen insanlarla konuşamayız, onlara ne
demek istediğimizi anlatamayız.
Gerçek kelam sahibi
Allah ise böyle değildir. Bizim muhtaç olduğumuz hiçbir şeye muhtaç olmadığı
için dağlarla, taşlarla, bitkilerle, hayvanlarla konuşabilir, onlara istediği
emri, İstediği şekilde vahyedebilir. Allah'ın kelamına, Allah'ın vahyine
muhatab olan hiçbir yaratık,, hiçbir canlı "Ya Rabbi duymadım veya
anlayamadım, bu ne demekti?" diye sormaz. Çünkü Allah Celle Celaluhu o sözü,
o kelamı, manası ile birlikte iletir karşı tarafa.
Hocam, örnek verir
misiniz?
Tabi ki Hamdi. Mesela
ben biraz önce "Halife"
kelimesini kullanınca,
Merve arkadaşınız "Hocam, halife ne demek?" diye sordu. Yaratılmış
insanlar arasında geçen konuşmalarda, tabi ki çok doğal bir sorudur bu. Fakat
biliyoruz ki Allah Celle Celaluhu meleklere "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım" dediği zaman, meleklerden hiçbiri "Ya Rabbi, halife ne
demek?" diye sormadılar^ Çünkü benim gibi meramını anlatmaktan aciz olmayan,
meramını anlatabilmek için karşı tarafın bazı özelliklerine, bazı ön
bilgilerine muhtaç olmayan Allah Celle Celaluhu, meleklere yönelerek
"Halife" hitabında bulunduğu zaman, bu hitabın anlamını da iletti,
manasını da verdi meleklere. İşte bunun için meleklerden hiçbiri "Ya
Rabbi beşer ne demek, halife ne demek?" diye sormadılar Allah'a.
- Hocam, Rabbimiz yere
ve göklere "Emrime gelin" diye buyurduğu zaman da, yer ve gökler
"Ne emri, bu emrin içeriği ne?" gibi sorular sormamışlar, bu İlahi
hitapla kendilerinden ne istenildiğini anlamışlardı.
Dikkatin için
gerçekten teşekkür ederim Veli. Belirttiğin gibi yer ve gökler de
"İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin" buyruğu üzerine hiçbir
soru sormamışlar, mana ve anlamı içinde olan bu İlahi hitapla kendilerinden ne
istenildiğini, neyle emrolunduklarını hemen anlamışlardı.
Evet, bu kısa
açıklamadan sonra Rabbimizin bu Kelam sıfatını dikkate alarak ayetler üzerinde
düşünmeye, ayetlerde geçen konuşmaları anlamaya çalışabiliriz. Her şeyi
yaratan, yoktan yar eden Allah Celle Celaluhu, meleklere "Ben kuru bir
çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer, yeryüzünde bir halife yaratacağım"
dediği zaman; Kelam sahibi olan Rabbimiz insanın ne olduğu ve yaratıldıktan
sonra neler yapabileceği hakkında dilediği ölçüde kısa ve genel bir anlam,
bir mana. bir bilgi vermişti meleklere.
Halife, bir şeyin
yerine geçen vekil anlamına geliyordu. Melekler, kurumuş bir çamurdan,
şekillenmiş bir balçıktan yaratılacak olan insanın yeryüzünde halife olacağı
haberini aldıkları zaman, bu haberi biraz tereddütle karşıladılar.
Hikmetini
anlayamadıkları bir durumdu bu!. Çünkü kendilerine verilen genel insan
tanımında, bu İnsanın iki ayrı kutbu, iki ayrı özelliği bildirilmişti. Bu
kutuplardan, bu Özelliklerden olumlu olanı, İnsanın Allah'ı tenzih ve takdis
etmesi, Allah'ı her türlü eksiklikten uzak görerek, O'nu birleyip, yüceltmesi
idi. Fakat olumsuz olan diğer kutupta, bu insanların yeryüzünde fesad
çıkarması, kan dökmesi söz konusuydu. O halde neden, Allah neden böyle bir
insan yaratacak ve onu yeryüzünde neden halife kılacaktı ki!. Bu insanı olumlu
kutbu, Allah'ı tenzih ve takdis etmek gibi olumlu özelliği için yaratacaksa,
bunu zaten kendileri de yapıyordu. İşte bu tereddütlerini, biraz önce okuduğumuz
o ayetler ile bildirdiler Rabbirnize. Dediler ki "Biz Seni övüp-yüceltir
ve takdis ederken orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi
yaratacaksın?"
Meleklerin bu
itirazlarında Rabbimize söylemedikleri, içlerinde gizledikleri bir husus daha
vardı. Yeryüzünde bir vekil, bir halîfe murad edilmişse, çamurdan yaratılacak
olan ve yeryüzünde kan dökecek olan insanların değil de, nurdan yaratılmış olan
ve Öylesi kötülüklerden uzak olan kendilerinin seçilmesi gerekmez miydi!.
Meleklerin bir türlü anlamadıkları, anlayamadıkları bir durumdu bul.
Hamdİ, meleklerin bu
itirazlarına, bu tereddütlerine Rabbimiz ne cevap vermişti?
(Allah) "Şüphesiz Ben sizin bilmediğinizi
bilirim" dedi.
Evet, şanı yüce
Rabbimiz meleklerine "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" dedi. Bu İlahi
hitabın bir diğer manası "Ben size yaratacağım İnsan hakkında her şeyi
açıklamadım, her şeyi bildirmedim" demektir. Nitekim ayetlerin devamında,
insan hakkında bildirmediği şeyin ne olduğuna gizli bir açıklık
getirilmektedir. Okur musun Hamdı.
Ve (Allah) Adem'e
bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip "Eğer doğru
sözlüler iseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin" dedi. Dediler ki:
"Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz
yoktur. Şüphesiz Sen her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."
(Allah) "Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver" dedi. O da
isimleriyle haber verince, (Alİah) dedi ki: "Size göklerin ve yerlerin
gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı
da Ben bilirim diye söylememiş miydim?
İşte birçok büyük
insanın, hocaların, profesörlerin anlayamadıkları ayetler bunlardır
arkadaşlar. Okuduğumuz ayetlerde melekler, insan hakkında acaba hangi
gerçeklerle karşılaştılar ki, meleklerin tüm itirazları gitti, tüm
tereddütleri kayboldu!.
Bu ayetleri anlamaya
ve yorumlamaya çalışan bir çok müfessir, bu olayda Hazret-i Adem'e melekler karşısında
değer kazandıran gerçeğin, kendisine öğretilen isimleri bilmesi ve bu isimleri
meleklere haber vermesi olduğunu savunmuşlardır. Oysa kendilerine haber
verilen bir şeyi bilme ve öğrenme vasfı, meleklerde de vardı. Melekler de
Rabbimizin kendilerine bildirdiği her şeyi biliyor ve sorulunca haber
veriyorlardı. O halde Hazret-i Adem'e melekler karşısında değer kazandıran gerçek,
meleklere ne olduğu sorulan şeylerin isimlerini bilmesi ve bu isimleri
meleklere haber vermesi değildi. Bunu anladığımız zaman sorumuzla ilgili olarak
geriye tek bir cevabın .kaldığınızda .anlayabiliriz. Hazret-i Adem'e melekler
karşısında değer kazandıran gerçek, meleklere ne olduğu sorulan şeylerin
isimlerini bümesi ve bu isimleri meleklere haber vermesi, değil, isimlerini
bilciiği ve, haber verdiği şeylerin bizzat kendileriydi.
Tabi ki Hamdi. Şimdi
örnek olarak şanı yüce Rabbimizin meleklere insan nefsinin karanlık yüzünü ve
bunun yanı sıra salih kullarının rahmetle aydınlanan cemallerini göstererek "Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları Bana isimleriyle
haber verin" dediğini düşünebiliriz. Rabbimizin insanlara verdiği nefs ve
her türlü kötülüğe meyyal olan bu nefsin
kişiyi azdıran karanlık vasıflarıyla ilk kez karşılaşan melekler, o zamana
kadar hiç görmedikleri, hiç bilmedikleri bu azgın ve korkutucu şeyin ne
olduğunu elbetteki hiç anlayamadılar. Diğer, tarafta ise meleklerin, yine o
zamana kadar hiç görmedikleri, hiç bilmedikleri güzellikte nur ve rahmet dolu
simalar vardı. Melekler bunların da ne olduğunu anlayamadılar, bunların da ne
olduğunu söyleyemedi.
Rabbimize.. "Seni
tenzih ederiz, Senin bize .öğretti-amden başka bizim hiçbir diyerek
karşılaştıkları bu yepyeni şeylerin-ne olduğunu.
Öyle sanıyorum ki
itiraz etmezler, itiraz edemezlerdi Fatih. Çünkü Hazret-İ İbrahim
aleyhisselam, meleklere verilen İlk insan tanımının çok üstünde, çok ötesinde
bir kimliğe ve kişiliğe sahipti. Evet, bu önemli meseleyi şimdilik daha fazla
genişletmek İstemiyorum. Beni dikkatle dinlediğiniz ve anlamaya çalıştığınız
için hepinize teşekkür ediyorum. Gerçi bu anlattıkları-mm sizin için çok ağır
bir mesele olduğunu bilmeme rağmen yarınlarda bu konudaki yanlış görüşlerden etkilenmemeniz
için bu kısa açıklamayı gerekli gördüm. Gerekirse yarınlarda tekrar okur,
tekrar düşünürsünüz bu önemli meseleyi.
İnsan ve şeytan
arasındaki tarihi mücadele, ilk insan olan Adem Aleyhisselam'ın yaratılmasıyla
beraber başlamıştır. Nitekim şimdi okuyacağımız ayet-i kerimeler, bu
mücadelenin ne zaman ve nasıl başladığını beyan etmektedir.,
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim..
Hani Rabbin meleklere:
"Gerçekten Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım" demişti. "Onu
bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğimde siz onun için hemen secdeye
kapanın." Meleklerin hepsi topluca secde etti; Yalnız İblis hariç. O
büyüklük tasladı ve (böylece) kafirlerden oldu. (Allah) Dedi ki: "Ey
İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin
mi, yoksa (gerçekten) yüksekte olanlardan mı oldun?" Dedi ki: "Ben
ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."
(Allah) Dedi ki: "Öyleyse oradan çık, artık sen kovulmuş
bulunmaktasın." "Ve şüphesiz, din gününe kadar Benim lanetim senin
üzerindedir." Sad 71...78 Evet, bu ayet-i kerimelerde açıklandığı gibi her
şeyin yaratıcısı olan Allah Celle Celaluhu, tüm meleklere yönelerek "Ben,
çamurdan bir beşer yaratacağım. Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğimde
siz onun için hemen secdeye kapanın" buyurdu. Rabbimi-zin bu emri
karşısında İblis yani şeytan hariç, meleklerin hepsi secde etti.
Hocam, İblis bir melek
miydi?
Hayır Seda!. İblis
yani şeytan, kendisinin de ifade ettiği gibi nurdan yaratılan bir melek değil,
dumansız ateşten yaratılan bir cindi. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in bir başka
yerinde İblis'in cin taifesinden .olduğu açıkça beyan edilmektedir. ,
Ama Rabbimizin
meleklere verdiği emirin içine o da giriyor!.
Biliyorum Seda. Zaten
ben de size bunu açıklamaya çalışıyorum. İblis ateşten yaratılan bir cin olmasına
rağmen, Öyle sanıyorum ki çalışmaları ve bilgisi ile Rabbimiz tarafından bir
makama, meleklerle birlikte anılabileceği bir makama yükseltilmişti. İşte
meleklerle birlikte anılabileceği böyle bir makama yükseltildiği için,
Rabbimizin meleklere yönelik emrinin kapsamına o da girmişti. Bu emire karşı
gelip, bu emirin gereğini yapmayınca, ayetlerde de açıklandığı gibi bulunduğu
yerden kovulmuş, çıktığı makamdan indirilmişti.
Şimdi size bu önemli
konuyla ilgili bir soru sormak istiyorum. Hepinizin bildiği gibi alemlerin
yegane Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, Kendisinden başka secde eyle-
olacakları secde eymi, meleklerin
insanlara kul anlamına gelen böylesi İnsanların takva ile erişebilecekleri bir
üstünlüktür. Allah'a isyan'eden insanlar ise değil meleklerden üstün olmak,
hayvanlardan dahi daha aşağı bir duruma düşmektedirler.
Bu'kısa açıklamadan
sonra yirie'konumuza devam ediyoruz! Alİah Celle Celâluhu meleklere Adem
Aleyhisselam'a secde etmelerini'emrettikten sonra sadece İblis secde
edenlerden olmamıştı. Bunun .üzerine Alİah1 Cetle Celaluhu cin taifesinden olan
İblise "Saha' emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?"
diye sordu. Bu sorüdâ 'dikkatinizi çeken bir şey var mı? , - rfef seyî bilen
Allah'ın, böylö bir soruyu sorma
Çok güzel Veh.
Dikkatin ıçm teşekkürler. Hiç kuş-kuşuz ki.sanı yüce Rabbimte, iblisin neden
secde'etm.edigini, onu secde etmekten engelleyen şeyin ne olduğunu biliyordu.
Bütün bunları bilmesine rağmen İblise Söyle bir'soru" yöneltmesinden, iki
önemli ders çıkarmamız gerekir. Bunlardan birincisi karşı taraf ne kadar suçlu
olursa olsun, karşı tarafa bir söz hakkı ve kendisini" savunabilme,
fırsatı vermektir.
Yanı yargısız infaz
yok!.
Doğru söylüyorsun
Fatih, yargısız infaz, savunmasız cezalandırma yok. Rabbimiz şeytana bile söz hakkı
ve kendisini savunabilme fırsatı vererek bizlere örnek olmakta, düşüncesi ve
eylemi ne olursa olsun her insana bizlerin de böyle yaklaşmasını dilemektedir.
Çünkü karşı tarafı dinlemeden susturmaya kalkışanlar, sahiplendikleri fikir ve
görüşlere güvenmeyen insanlardır. Oysa hakka sahip olan ve hakkı savunan
müs-lümanların böyle bir endişesi yoktur. Bu müslümanlar Allah'ın ayetleriyle
alay edilmeyen her fikir ortamında, karşı tarafın düşünce ve eleştirisi ne
olursa olsun onları sonuna kadar dinlemekten ve bütün bunları cevaplandırmaktan
çekinmezler. Çünkü hakkı savunan bu müsiümanlann sahiplendikleri hak, fikri
tenkitlerden çekinen ve ciddi eleştirilerden gizlenmeye çalışan bir hak
değildir.
Evet, Rabbimiz ile
şeytan arasındaki bu konuşmalardan almamız gereken ilk ders budur. Aynı
konuşmalardan almamız gereken ikinci dersi anlayabilmemiz için ise, öncelikle
şu soruyu cevaplandırmamız gerekir. Rabbimiz şeytanla yapılan bu konuşmaları
bizlere niye iletti, niye bildirdi?
- İblis'i yani şeytanı
tanımamız için. Çok doğru söyledin Veli. Rabbimizin İblise bazı sorular
yöneltmesi ve bu sorulara verilen cevaplan bizlere iletmesi, en büyük
düşmanımız olan şeytanı iyi ta-nıyabilmemiz içindir. Çünkü sizlerin de bildiği
gibi en tehiikeli düşman, tanınmayan ve ne yapacağı bilinme-yen düşmandır.
Düşmanı önemsememek ise düşmandan daha tehlikeli bir körlük, bir sağırlıktır.
Nitekim bir Türkmen atasözünde "Kör olsun o göz, kendi düşmanını
tanımıyorsa" denilmektedir.
Hocam, bir Rus atasözü
de şöyle. "Çelimsiz düşman bir şey yapamaz" demek; kıvılcım yangın
çıkarmaz, sanmaktır.
Düşmanı önemsememek
konusunda, güzel bir söz Fatih.
Karınca kadar
düşmanını, karşında aslan bil! Bu söz de çok güzel Seda hanım. Ayrıca bir Arap
atasözünde de şöyle
deniliyor. "Dostunun düşmanından da, düşmanının dostundan da sakın."
Bunu anlayamadım
hocam!.
Herhalde yeterince
düşünmediğin için anlayama-dın Hamdi. Kusura bakma, ben de açıklamayacağım.
Çünkü bu sözü biraz düşününce anlayacağını umuyorum.
Ya anlayamazsam!.
Anlayamazsan işin
kötü. Çünkü yaşadığımız hayatta dostunun düşmanlarından ve düşmanının dostlarından
her an bir kötülükle karşılaşabilirsin.
Sanırım şimdi anlamaya
başladım.
Umarım çok daha fazla
anlayacak ve bu sözü ömrünün sonuna kadar unutmayacaksın. Çünkü herhangi bir
müslüman bu gerçeği unutarak düşman bildiği şeytandan sakındığı gibi, şeytanın
dostlarından da sakınmazsa, o kişi şeytanın müdahale sahası içine girmektedir.
Şeytan aleyhillane bizzat müdahale edemediği bu kişiye, dost edindiği insanlar
vasıtasıyla müdahale edebilmektedir. Netice olarak şeytandan ne kadar
sakınmamız gerekiyorsa, makamı veya unvanı ne olursa olsun şeytanın yolunu
izleyen insanlardan da o kadar sakınmamız gerekir.
Artık konumuza
dönebiliriz. Rabbimiz İblis'e "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten
engelleyen neydi?" sorusunu yönelttiği zaman, İblis secde etmeme nedenini
şöyle açıklıyor.,
"Ben ondan
hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."
Burada bir isyana
tanık oluyoruz. Elbetteki bir yaratığın diğer bir yaratığa secde .etmemesi
görünürde basit bir olaydır: Meselenin dehşeti i'ölân yonü yaratılmış olan bir varlığın,: Yaratıcı olan Aliah^n' hükmüne
karşı
Hocam, Adem
Aleyhisselarn ile Havva validemizin cennette ebedi kalmak istemeleri, onların
zayıf noktalan mıydı?
Bu güzel soru İçin
teşekkür ediyorum Veli. İnsanların zayıf noktalan derken, meseleyi sadece fiziki
boyuttan değerlendirmiyor ve bu insanların fiziki açıdan güçsüz olduğu
yönlerini kastetmiyoruz. Çünkü birçok insanın en zayıf yönleri, bu insanlardaki
en güçlü duygu ve isteklerin olduğu yönlerdir. İnsanlar arası ilişkilerde
nasıl ki bir arz talep boyutu varsa, insan ve şeytan arasındaki ilişkilerde de
buna benzer bir boyut vardır. Bu nedenle herhangi bir insanın hangi konuda çok
güçlü bir isteği, her şeye rağmen elde etmek istediği bir talebi varsa; şeytan
aleyhillane insanın bu yönüne İlgi duymakta ve onun her şeye rağmen elde etmek
istediği talebe karşı şeytani teklifler arzetmekte-dir. Çünkü bu insanların en
zayıf yönleri, en güçlü duygu ve isteklerin olduğu böylesi yönleridir,
Hocam, İnsanların bu
istekleri yanlış veya haram istekler mi?
Hayır Merve. Çoğu kez
bu istekler makul ve makbul istekler olarak gözükebilir. Ancak herhangi bir insan
makul ve makbul olan bu isteğini her şeye rağmen elde etmek gibi aşın bir arzu
içine girerse ve gözünü karartan bu arzu ile helal haram hudutlarından uzakla-şırsa,
hiç farkında olmadan yüzünü şeytana dönmekte ve şeytanın müdahale alanına
girmektedir. Bu nedenle şeytana karşı uyanık ve temkinli olmak isteyen insanların,
kendilerini doğru tanımaları ve aşın istek veya korkulardan kaynaklanan
böylesi zayıf yönlerini bilmeleri ve dikkate almaları gerekir.
Hocam, şeytan
insanlara hep zayıf yönlerinden mi yaklaşır?
İnsanların zayıf
yönleri, şeytanın elbetteki müdahale ettiği yönlerdir. Ancak şeytanın asıl
müdahale etmek istediği yönler, insanların kendilerine fazla güvendiği ve
benlikten kaynaklanan bu güvenle Allah'a tevekkülden uzaklaştığı yönleridir.
Çünkü insanlar zayıf yönleri konusunda samimi bir kalp ile Allah'a sığınıp,
Allah'tan yardım isterlerken; kendilerine güvendikleri konularda aynı samimiyet
ile Allah'a sığınıp, Allah'tan yardım dilemeye gerek duymayabilirler.
Do-layısıyle İnsanların kendilerine aşırı güven duydukları böylesi yönleri,
İlahi yardıma en uzak yönleri olduğu için, şeytan aleyhillaneye göre
kullanılması en kolay yönleridir.
Evet, bu kısa
açıklamadan sonra tekrar konumuza dönebiliriz. Cennet bahçesinde yaşayan ve
cennet nimetleriyle nimetlenen Adem Aleyhisselam İle Havva validemize, Rabbimiz
sadece bir ağacın meyvesini yasaklamıştı. Onlar bu ağacın kendilerine neden
yasaklandığını bilmiyorlar ancak çok mutiu oldukları bu cennette ebedi kalmak
istiyorlardı. İşte şeytan aleyhillane onlara bu zayıf noktalarından yaklaştı ve
şöyle dedi.,
"Rabbinizin size
bu ağacı yasaklaması, sadece, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan
kıhnmamanız içindir." Ve: "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim"
diye yemin etti. [3]
Dikkat ederseniz
şeytan aleyhillane onlara vesvese verirken "Allah'ın böyle bir hükmü,
böyle bir yasağı yok" diyerek, onları hükmü inkara davet etmemişti. Çünkü
Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz bu hükmü bildikleri için, bu hükmü inkar
etmezler, edemezlerdi. İşte şeytan aleyhillane bu hak hükmü inkar
ettiremeyeceğini bildiği için, onları hükmü inkar etmeye değil, doğru hükmü
yanlış anlamaya davet etti. Daha açık bir ifadeyle hak hükme batıl yorum
getirerek,
şeytani, amacına
ulaşmak İstedi.. Günümüzde müslü-man gözüken birçok; din düşmanları da,
Allah'ın, .hükümlerine', aynı şekilde yaklaşmaktadırlar. Ekınlar ın-sşnlârıri
phühde Kur'an-ı Kerim ı ve Allah'ın ayetlerjni inkar etmezler. Fa.kai hak ölari
ayetlere batıl yorumlar, batıl .açıklamalar getirerek, şeytanı, amaçlarına
ujşş-friak isterler. İşte müslüman gözüken by. münafıklara, 'kendilerini
gizleyen bu din düşmanlarına çok'dikkat et-menizgerekir özellikler
de vardır. Zaten bunun içindir ki insanların yaptığı iyi ve güzel davranışlar,
meleklerin yaptığı iyi ve güzel davranışlardan çok daha değerlidir. Çünkü
meleklerin fıtratında, meleklerin yaratılışında iyiliğin karşısında kötülük,
güzelliğin karşısında çirkinlik yoktur. Onlar sadece iyilik ve güzellik üzere
yaratılmışlardır. İnsanlar ise içlerinde hissettikleri kötülüğe rağmen
iyiliği, çirkinliğe rağmen güzelliği, isyana rağmen itaati tercih ederek,
gerçekten takdir edilecek bir duruma, övgüye layık bir makama gelmektedirler.
Böylesi insanlar, en hayırlı giysi olan takva elbisesini kuşanarak,
fıtratlarında bulunan çirkin ve kötü özellikleri örten insanlardır.
Hocam, takva elbisesi
ne demek?
Seda hanım!. Takva
demek, Allah'tan korkmak ve Allah'tan gereği gibi sakınmak demektir. Bir insan
Allah'tan korkar ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah'ın lutfuyla takva
elbisesini giymiş, bu güzel elbiseyi kuşanmış olur. Kumaş elbiselerimiz nasıl
ki bizleri soğuktan koruyor ve vücudumuzun ayıp yerlerini örtüyorsa; takva
elbisesi de bizleri kötülüklerden koruyup, manevi fıtratımızdaki ayıp
yerlerimizi örtmektedir. Nitekim Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, Allah'ın
emrine itaat ederek söz konusu meyveye yaklaşmadıkları sürece, fıtratlarında
yani yaratılışlarında bulunan bu çirkin özellikleri takva elbisesiyle örtmüş
oluyorlardı. Ne zaman ki o meyveyi yediler, işte o an üzerlerindeki takva
elbisesi açılmış, Allah'ın hükmüne karşı gelmek gibi çirkin vasıflan, Allah'a
isyan etmek gibi büyük ayıpları kendilerine açılı vermişti.
Hocam, teşekkür
ederiz.
Anladığınız için ben
de teşekkür ederim Hamdi. Ayrıca bu güzel soruyu sorarak, meselenin bu önemli
boyutunu konuşmamıza vesile olan Veli'ye de teşekkür ediyorum.
Evet, ayıp yerleri
kendilerine açüıveren Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, önce şaşırdılar!.
Çünkü şeytan aleyhillane kendilerine vesvese verirken "Allah'ın size bu
ağacı yasaklaması, sizin iki melek olmamanız için.." demişti.'Bu
vesveseye inanarak meyveyi yedikleri zaman iki melek olacaklarını zanneden
Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, meleklere benzemek ve melekler gibi güzel
olmak bir yana çok çirkin bir duruma gelmişlerdi!. Meyveyi yedikleri zaman
kendilerine açılıveren yerleri, kendilerinin bile görmek istemeyecekleri,
görmeye tahammül edemeyecekleri kadar ayıp ve çirkin yerleriydi!. Nitekim bu
ilk şaşkınlıkları geçtiği zaman cennet yapraklarıyla bu ayıp ve çirkin
yerlerini gizlemeye, bir an önce örtmeye çalıştılar. Oysa Allah'a isyan ile
ortaya çıkan bu çirkin ayıp, sadece cennet yapraklarıyla örtülebilecek bir
ayıp değildi!. Ne yapacaklarını bilmeyen Adem Aleyhisselam ve Havva
validemizin bu şaşkınlıklarını gören Rabbimiz, onlara şöyle hitap etti.,
Ben sizi bu ağaçtan
men etmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık düşmanınız olduğunu
söylememiş miydim? [4]
Burada önemle dikkat
etmemiz gereken bir husus vardır. Rableri kendilerine seslenince Adem Aleyhisselam
ve Havva validemiz; "Ya Rabbi şeytan bize geldi, şunları şunları söyledi
ve Senin adına da yemin etti" diyerek şeytanî suçlayıp kendi nefislerini
temize çıkarmaya çalışmamışlardır. Böyle bir mazeretle kendilerini
savunmaları, kendi nefislerini temize çıkarmaları mümkün değildi. Çünkü şanı
yüce Rabbimiz her ikisine de "Şeytanın onlar için apaçık bir düşman
olduğunu" Önceden bildirmiş ve şeytanın düşmanlığından, şeytanın vesveselerinden sakınmalarını emretmişti.
Dolayısıyle Adem
Aleyhisselam ve Havva validemiz suçu bizzat kendilerinde, kendi nefislerinde
görerek Rablerine şöyle yönelmişlerdi.,
Rabbimiz, biz
nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten
kayba uğrayanlardan olacağız. [5]
Allah'ın hükmüne
rağmen Adem Aleyhisselam'a secde etmeyen ve Allah'ın rahmetinden kovulan şeytan
aleyhillane, bildiğiniz gibi kendisini değil Adem Aleyhisselam'ı suçlamıştı.
Kendilerine yasaklanan meyveyi yiyen Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz ise
suçu kendilerini aldatan şeytanda değil bizzat kendi nefislerinde görerek
Allah'a tevbe ve istiğfarla yönelmişlerdir. Şimdi size sormak istiyorum. Benzer
olaylarla karşılaştığımız zaman bu iki tavınn hangisinden sakınmamız,
hangisini örnek almamız gerekmektedir?
Hocam bu çok kolay bir
soru oldu. Elbetteki şeytanı değil, Adem Aleyhisselam'ı örnek alacağız.
Bu sorunun cevabı
kolay olabilir Veli. Ancak bu kolay ve doğru cevabı dikkatlice yaşayabilmek, bu
dosdoğru yaklaşımı vazgeçilmez bir prensip olarak hayata geçirebilmek zordur.
Nasıl?
Bak Veli!. Başımıza
gelen bir hadisede karşı tarafın yüzde doksan, bizim ise yüzde on hatamız olsa
dahi, karşı tarafı suçlayarak yüzde onluk hatamızı gör-memezlikten gelemeyiz.
Çünkü biz karşı tarafın işlediği yüzde doksanlık hatadan değil, kendi yaptığımız
yüzde onluk hatadan sorguya çekileceğiz. Dolayısıyle kendi hatamızı görerek
kendimizi suçlamalı ve Öncelikle kendi hatamızı düzeltmeye çalışmalıyız.
Hocam anlıyorum,
anlıyorum da, müslümanlar zaten böyle yapmıyor mu?
Ne yazık ki bir çoğu
böyle yapmıyorlar, böyle yapmaları gerektiğini bilmiyorlar Veli. Şeytanın dostu
olan bir müstekbir, bir politikacı veya dindar gözüken bir din düşmanı
kendilerini aldattıklan zaman, suçu bu politikacılara ve aldatıcılara
yükleyerek kendilerini temize çıkartmaya çalışıyorlar. Oysa bu aldatıcılar
görevlerini yapmışlar ve hala yapmaktadırlar. Şayet müslümanlar bu
aldatıcıların tesirinde kalarak aldanmışlar ise, kendilerini aldattıklan için
aldatıcıları değil, bu aldatıcılara aldandıkları için kendilerini suçlamaları
gerekirdi. Çünkü bizler için bir uyarı, bir ikaz, bir hidayet rehberi olan
Kur'an-ı Kerim'de, şeytan ve dostlarının müslümanlar için apaçık düşmanlar
olduğu beyan edilmektedir. Bunların yaptıkları ve yapabilecekleri kötülüklere
işaret edilmekte ve tüm müslümanlara bunlardan sakınmaları emredilmektedir. O
halde Kur'an-ı Kerim'i dikkate alan mü'minlerin şeytan ve dostlarını apaçık birer
düşman olarak bilmeleri ve onlara karşı uyanık olmaları gerekmektedir.
Şayet düşman olarak
bildirilen ve düşman olarak bilinmeleri gereken müstekbirler, düşman olarak
bilinmeleri gereken aldatıcılar, cahili değer ölçüsüne göre dost kabul
edinilmiş ve onlann telkinleri ile aldanılmış ise, bu müstekbirleri veya bu
aldatıcıları suçlamanın bir faydası yoktur. Suçlu, aldatıcıları dost kabul eden
müslümanlardır. Suçlu, aldanan müslümanlardır. Nitekim cehenneme yalnız
aldatıcılar değil, İlahi vahiyle uyarılmalarına rağmen aklananlar da
girecektir.
Allah bizleri korusun
hocam.
Allah'ın emirlerini,
Allah'ın ikazlarını dikkate alırsak, Allah hiç kuşkusuz ki hepimizi
koruyacaktır Seda hanım.
Adem Aleyhisselam ile
Havva validemizin dünyaya indirilişleriyle ilgili kıssa, Kur'an-ı Kerim'in
muhtelif bölümlerinde zikredilmektedir. Bakara suresinde bu olay şu şekilde
anlatılmaktadır.,
Ve dedik ki: "Ey
Adem! Sen ve eşin cennette yerleş, orada olandan istediğiniz yerde bol bol
yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." Fakat
şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı ve onları bulundukları yerden
çıkardı. Biz de "Kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin için
yeryüzünde belli bir vakte kadar yerleşim ve meta vardır" dedik. Derken
Adem, Rabbinden kelimeler aldı (O'na yalvardı). O da tevbesini kabul etti.
Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. Dedik ki: "Oradan
hepiniz inin. Artık size Benden bir yol gösteren geldiğinde bu doğru yola
uyanlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.
"Küfredip, ayetlerimizi yalan sayanlar İse, onlar ateşin halkıdırlar ve
orada devamlı kalacaklardır.[6]
Evet, okuduğumuz bu
ayetlerde de gördüğümüz gibi Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz yaptıkları
hatayı anlayarak suçu kendilerinde görmüşler ve Allah'a tevbe ederek, Allah'tan
af dilemişlerdir. Tevvab ve Rahim olan, yani tevbeleri kabul ederek kullarını
esirgeyen Allah Celle Celaluhu, Adem Aleyhisselam ve Havva validemizin
tevbelerini kabui ederek, onlara ikinci bir fırsat daha vermiştir. Fakat bu
fırsat artık cennette değil, dünyada yaşanacak bir fırsattır. Çünkü secde
hükmünü yerine getirmeyen İblis denilen şeytanı rahmetinden uzaklaştıran ve
kıyamet gününe kadar onu lanetleyen şanı yüce Rabbimiz, yaşanan bu olaylardan
sonra hem şeytanın, hem de Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin yeryüzüne
İnmelerini emretmiştir.
Artık şeytan ile
insanoğlu arasındaki tarihi mücadele, bundan sonra yeryüzünde devam edecekti.
İnsanoğluna yeryüzünde kısa bir hayat verilecek, bu kısacık hayatta şeytanın
vesveselerine rağmen Allah'a itaat eder, Allah'a kulluk yaparsa, bir daha hiç
çıkmamak üzere cennete dönecekti. Çünkü bundan sonra şeytanın cennettekilere
müdahale edebilmesi, onları cennetten çıkarabilmesi mümkün değildi. Tabi ki bu
durumun tam aksi de söz konusuydu. Şayet İnsanoğlu şeytanın vesveselerine
aldanarak Allah'a isyan eder ve bu hal üzere ölürse, şeytanla birlikte ebedi
cehenneme sürüklenecek ve oradan hiç çıkmayacaktı. Dolayısıyle insanoğlunun
dünya hayatı, ebedi karşılığı cennet ya da cehennem olabilecek müthiş bir
İmtihan hayatıydı.
İşte yeryüzündeki
insanlık tarihi, böylesine muazzam bir imtihanla başlayan tarihtir. Bu imtihan
tabi ki sadece Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz için geçerli bir imtihan
değildi. Karşılığı ebedi cennet ya da ebedi cehennem olabilecek bu muazzam
imtihan, Adem Aîeyhisselam ve Havva validemizin bütün çocuklarını ve onlar
vesilesiyle dünyaya gelecek olan bütün bir İnsanlığı da içine alıyordu.
- Hocam. Adem
Aleyhisselam ve Hava validemiz nasıl bir hata yaptıklarını ve dünyaya nasıl bir
imtihan için gönderildiklerini biliyorlardı. Her şeyden önemlisi Rabbimize ve
Rabbimizin emirlerine açıkça şahit olmuşlardı. Oysa yeryüzünde doğacak diğer
insanlar için böyle bir durum, böyle bir açıklık söz konusu değil. Onlar ne
Rabbimiz ile ve ne de Rabbimizin emirleri ile açıkça karşı karşıya gelmediler.
Niye sustun Merve,
lütfen devam et.
O halde nasıl oluyor
da, aynı imtihanın içine giriyorlar?
Güzel bir merak ve
güzel bir soru Merve hanım. Bu soru İle Kur'an-ı Kerim'e yöneldiğimiz zaman,
A'raf suresinde şöyle bir cevapla karşılaşıyoruz.,
Hani Rabbin, Adem
oğullarının sırtlarından zürri-yetlerini almış ve onları kendi nefislerine
karşı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti
de) onlar: "Evet (Rabbimizsin), şahid olduk" demişlerdi. (Bunun
nedeni,) Kıyamet günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir Ya
da: "Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise pnlardan sonra
gelme bir kuşağız; İşleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi
edeceksin?" dememeniz İçin. [7]
Bu açık cevaptan
anlamamız gereken açık gerçek, Adem Aleyhisselam ile Havva validemiz nasıl ki
İlahi gerçeklikle bizzat karşı karşıya gelmişlerse, kıyamete kadar onlardan
üreyecek olan tüm insanlar da aynı İlahi gerçeklikle karşı karşıya
gelmişlerdir. Şanı yüce Rabbimiz kıyamete kadar dünyaya gelecek bütün insanları
huzurunda toplamış ve biz insanlara apaçık olan bu İlahi gerçekliğini
göstererek "Ben sizin Rabbiniz deği miyim?" diye sormuştur.
Rabbimizin İlahi gerçekliğini Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz gibi açıkça
gören, açıkça müşahade eden bizler, hiçbir kuşku duymadan "Evet, Sen
bizim yegane Rabbimizsin" cevabını vermiş ve verdiğimiz bu cevaba kendimiz
de şahit olmuştuk. Dünya yaşantısına geldikten sonra Ka-lu bela denilen bu
olayı bizatihi hatırlamasak bile bu olaydaki şehadetimiz, her insanın
fıtratında bulunan, her insanın yaratılışında yer eden bir şehadettir.
İşte bu nedenle dünya
yaşantısına gelen her İnsanın fıtratında, her insanın yaratılışında, her
insanın içinde bu İlahi gerçeklik vardır. Nitekim büyük bir tehlikeyle
karşılaşan bütün insanlar, fıtratlarında hissettikleri bu İlahi gerçeklikle
"Allah" demekte ve Allah'tan yardım İstemektedirler. Çünkü her
İnsanın fıtratında, her insanın içinde Allah ve Allah'a iman gerçeği vardır.
Zaten Allah'ı inkar eden insanlar, yaratılışlarında bulunan bu İlahi gerçekliğe
rağmen inkar ettikleri için, bu inkarlarından sorumlu birer kafir durumuna düşmektedirler.
Hocam akibetleri
cehennem olan bu kafirler, keşke dünyaya hiç gelmeseydik, keşke bu imtihana hiç
girmeseydik diyebilirler mi?
Diyemezler Fatih.
Çünkü dünya yaşantısına gelen her insan, sonucu cennet ya da cehennem olan bu
imtihana kendileri talip olmuşlar, bu imtihanın sorumluluğunu bilerek ve
isteyerek kendileri yüklenmişlerdir.
Bunu biraz açıklar
mısınız!.
Tabi ki Fatih. Şanı
yüce Rabbimiz Kur'an-ı Ke-rim'in Ahzab suresinde bu meseleyle ilgili olarak şunları
beyan etmekte, şu gerçekleri bildirmektedir.,
Gerçek şu ki, Biz
emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten
kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim,
çok cahildir. Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik
erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak; mü'min erkeklerin ve mü'min
kadınların da tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir. [8]
Hocam, bu ayetteki
emanet ne anlama geliyor?
Lütfen acele etme
Merve. Emanetin kelime anlamı, emin ve güvenilir olunması istenilen bir kişiye
belli bir süre korunup-muhafaza edildikten sonra geri alınması için bırakılan
şeydir. Okuduğumuz ayette geçen emaneti yüklenmek ifadesi ise, karşılığı
cennet ya da cehennem olan bir sorumluluğu kabul etmek anlamına gelmektedir.
Kendilerine teklif edilen emaneti yüklenerek bu sorumluluğun altına girenler;
söz konusu emanetin gereğini yapıp, bu emaneti korudukları zaman cennetle
mükafatlandırılacaklar! gibi, bu emanete hainlik ettikleri zaman da cehennemle
cezalandırılacaklardır. İşte dünyaya gelen bütün insanlar, yerlerin ve
göklerin bile yüklenmekten kaçındıkları böyle bir emaneti yüklenerek, böyle bir
imtihanı kendileri kabul ederek dünyaya gelmektedirler.
Yerler ve gökler, bu
emaneti veya bu sorumluluğu yüklenmekten niye kaçındılar?
Güzel bir soru Veli!.
Öyle sanıyorum ki yerler ve gökler bu sorumluluğun muhtemel karşılıklarından biri
olan mükafatı değil, bir diğer karşılığı olan ebedi azabı dikkate alarak
korkmuşlar ve böyle bir sorumluluktan kaçınmışlardır.
O halde insanlar, bu
sorumluluğun ebedi azap karşılığını değil, ebedi mükafat karşılığını dikkate
alarak emaneti yüklendiler!.
Ben de aynı şekilde
düşünüyorum Veli. Bu emanete riayet edildiği, bu emanet korunduğu zaman öylesine
muhteşem bir mükafat vardı ki, tüm ilgilerini bu muhteşem mükafata çeviren
insanlar, meselenin bir diğer karşılığı olan azabı yeterince dikkate almadan
emaneti yüklendiler, yükleniverdiler!. Meseleyi tek taraflı düşünen bu
insanların kendilerine karşı bir zalimliği, nefislerine karşı bir cahilliği
idi bu!.
- Yüklendikleri bu
emanet neleri içeriyordu?
Bu soruya tek bir
cevap veremeyiz Seda hanım. Dünya yaşantısına gelen her insanın, korumakla ve
muhafaza etmekle yükümlü olduğu her şey bu emanet kavramının içine girebilir.
Vücudumuz bize bir emanettir,
onun doğal ihtiyaçlarını
karşılamak ve onu zararlı şeylerden korumaya çalışmalıyız.
Nefsimiz bize bir emanettir, onun sınır tanımaz isteklerine dur demeli, onu
haramlardan uzak tutmalı ve onu cehennem azabından korumalıyız. Eşlerimiz ve
çocuklarımız bizlere bir emanettir, onlara İyiliği emretmeli ve onları kötülüklerden
uzak tutmaya çalışmalıyız. Bizlere verilen akıl, bizlere verilen bilgi, bizlere
verilen mal birer emanettir, bunları yerli yerinde kullanmalı ve bunları cehenneme
değil, cennete birer vesile kılmalıyız.
Hocam en önemli-emanet
hangisidir?
Hepsinin kendine göre
önemi vardır Fatih. Ancak en önemlisi alemlerin Rabbi olan Allah'a verdiğimiz
sözdür. Kalu belada "Evet, Sen bizim yegane Rab-bimizsin" diyerek
verdiğimiz bu söze vefa göstermemiz ve dünya hayatında bu söze sadık kalarak
yaşamamız-dır. Daha açık bir ifadeyle yegane Rab ve hüküm koyucu olarak
Allah'ı bilmemiz, Allah'ı birlememiz ve O'nun hükmüne rağmen hüküm koyarak
ilahlaşmaya çalışan tüm tağutlan reddederek, yüzümüzü sadece Allah'a dönmemiz
ve yegane ilah olarak Allah'ı dikkate alarak, Allah'a göre yaşamamızdır.
Hocam, insanlar için
böyle yaşamak zor mu?
Elbetteki zor ve kolay
yönleri vardır Merve hanım. Ancak bu soruya yeterli bir cevap verebilmemiz
için, öncelikle genel olarak insanı ve insanın özelliklerini tanımamız
gerekecektir.
İnsanın yaratılışına
şahit olan meleklerin de ifade ettikleri gibi, insanlar birbirine zıd iki ayrı
kutuba, iki ayrı özelliğe sahip varlıklardır. İnsanlarda Allah'a kulluk etmek,
iyi ve güzel davranışlarda bulunmak, fakirlere yardım etmek, zayıflara acımak
ve merhamet etmek gibi iyi ve güzel özelliklerin aksine; küfretmek, isyan
etmek, zulmetmek, cimrilik yapmak, yalan söylemek, fesat çıkarmak, kan dökmek
gibi kötü özellikler de vardır.
Allah insanlara, iyi
özelliklerin yanısıra niye kötü özellikler de vermiş?
Güzel bir soru Seda
hanım. Allah insanlara sadece iyi özellikler verseydi, insanlar melek gibi
olur, insanların işlediği iyilik ve güzelliklerin imtihan dünyasında fazlaca
bir değeri, fazlaca bir anlamı olmazdı. Fakat herhangi bir insan içinde
hissettiği, şeytanın devamlı dürtmek istediği bu kötü özelliklere rağmen
Allah'tan korkarak bu kötülüğü yapmaz ve iyi davranışları tercih ederse, Allah
katında bu İyi davranışların çok büyük bir değeri, çok büyük bir mükafatı
vardır. Çünkü nefsin arzulanna ve şeytanın vesveselerine rağmen iyiliği ve
güzelliği tercih etmek, gerçekten kahramanlık isteyen zor ve değerli bir
iştir.
Veli, anlattıklarımı
çok dikkatli dinliyorsun. Söylediklerimi yeterince anlayabildin mi?
Anladım hocam.
O halde bizlere
bununla ilgili bir örnek verebilir misin?
Hocam, mesela
hoşlanmadığımız bir sözle, bir davranışla, bir olayla karşılaştığımız zaman
içimizde bir öfke, bir kızgınlık, bir nefret hissedebiliyoruz. İşte içimizde
hissettiğimiz bu duygulara rağmen sabreder ve
karşı tarafı
affedersek, Alİah bu davranışımızı seviyor ve mükafatlandırıyor.
Çok güzel, gerçekten
çok güzel bir örnek verdin Veli.
Hocam, bir örnek de
ben verebilir miyim? Tabi ki Hamdi, seni dinliyoruz..
Allah insanlara mal ve
para sevgisi vermiştir. İnsanlar içlerinde hissettikleri bu mal ve para
sevgisine rağmen fakirlere ve muhtaçlara yardım ettikleri, onlara para veya
mal verdikleri zaman, dünya imtihanının bir sınavından geçmiş ve Allah'ı hoşnut
etmiş oluyorlar.
Allah sizlere rahmet
etsin. Konuyu ne güzel anlıyor ve ne güzel örneklendiriyorsunuz.
Elhamdülillah
Allah'a niye hamdettin
Veli?
Güzel bir özelliğimiz
varsa, bizlere bu güzel özelliği veren Allah'a hamdetmemiz gerekmez mi?
Çok doğru söylüyorsun.
Her güzel özelliğinizi, her iyi davranışınızı Allah'ın lutfundan, Allah'ın
yardımından bilerek Allah'a hamdetmeniz gerekir ki, Allah sizlerdeki bu
iyiliği ve güzelliği fazlalaştırsın.
Şimdi sizin verdiğiniz
bu güzel örneklerden sonra ben de sizlere bu konuyla ilgili olarak kısa bir
hikaye anlatayım.,
Geçmiş zamanlarda
ihtiyar bir adam ve bu adamın beş oğlu varmış. Bunlar geniş bir çiftlikte
yaşıyorlar ve çiftliğin gündelik işleriyle uğraşıyorlarmış. Oğulların hepsi
babalarına karşı saygılı olduklarından, babalarına itaat ediyorlar ve
birbirleriyle uyum içinde geçiniyorlarmış. İhtiyar adam bir gün rahatsızlanıp
öleceğini hissettiği zaman, bütün oğullarını yanına çağırarak onlara şöyle
demiş.,
Oğullarım, ben oldukça
yaşlandım ve kendimi eskisi gibi iyi hissetmiyorum. Öyle sanıyorum ki, bizleri
yaratan Rabbimize dönme zamanım yaklaştı. Allah'a hamdolsun ki, bana sizler
gibi oğullar nasib etti. Hepiniz Allah'a inanan ve sadece Allah'a kulluk yapan
insanlarsınız. Ben öldükten sonra şeytanın aranıza fitne ve fesad sokmaması
için, birinizin benim yerime geçmesini ve aynı düzeni devam ettirmesini
diliyorum. Tabi ki benim için kolay bir seçim değil bu!.
İhtiyar babalarının bu
sözlerini dinleyen oğullar oldukça hüzünlenmişler. Ve hepsi birden
"Babacığım, sen hangi kardeşimizi seçersen seç, bizler ona İtaat ederiz.
Şeytanın aramızı ayırmasına, izin vermeyiz" demişler. İhtiyar baba,
oğullarının bu cevabından duyduğu hoşnutluk ile sözlerine devam etmiş.,
Sizden Allah razı
olsun. Elbetteki bu görevi hanginize verirsem vereyim, Allah korkusuyla bu
görevi yerine getireceğine ve diğer kardeşlerinizin de yine aynı Alİah
korkusuyla ona itaat edeceğine ben de inanıyorum. Ancak yine de Allah'ın
hoşnut olabileceği hayırlı bir karar verebilmek için sizlere bir soru sormak
ve bu soruya vereceğiniz cevaplara göre bir sonuca ulaşmak istiyorum. Şimdi
beni iyi dinleyin. Sizlere üç gün mühlet veriyorum. Bu üç günün sonunda, bana
dünyadaki hem en iyi, hem de en kötü olabilecek bir şeyi getirmenizi istiyorum.
Haydi Allah yardımcınız olsun.
İhtiyar babalarının
yanından ayrılan oğullar, bu sorunun cevabını düşünmeye başlamışlar. Tabî ki bu
küçük imtihanın bir gereği olarak birbirleriyle konuşmuyorlar, dünyada hem en
iyi, hem de en kötü olabilecek şeyin ne olduğunu kendi kendilerine
araştınyor-larmış.
Üç gün geçtikten sonra
hepsi ihtiyar babalarının
yanına gelmişler. Önce
küçük oğlu elindekilerini göstermiş babasına. Elindeki yanan bir çırayı
babasına uzatarak şöyle demiş.,
Babacığım. Dünyadaki
en iyi ve en kötü şeyin ateş olduğunu sanıyorum. Çünkü bu ateş dikkatlice
kullanıldığı zaman büyük faydalar sağladığı gibi, dikkatsizlik durumlarında
büyük kötülüklere, büyük zararlara sebeb olabiliyor.
İhtiyar baba küçük
oğluna tebessüm ederek "Doğru ve güzel bir cevab" dedikten sonra
diğer oğluna dönmüş. Elindeki kitabı babasına gösteren bu oğul şöyle demiş.,
Babacığım. Dünyadaki
hem en iyi, hem de en kötü olan şeyin kitab olduğunu sanıyorum. İçinde doğru
ve gerçek bilgiler olan kitablar, insanların dünya ve ahiret mutluluklarına
sebeb olduğu gibi, içinde yalan ve yanlış bilgiler olan kitablar ise insanların
dünya ve ahiret felaketlerine sebeb olmaktadır!
Başını sallıyarak bu
oğluna teşekkür eden ihtiyar baba, elinde altın bir para tutan diğer oğluna
dönmüş. Elindeki parayı gösteren bu oğul şöyle demiş.,
Babacığım. Ben
dünyadaki en iyi ve en kötü şeyin, para olduğuna inanıyorum. Helalından kazanarak,
hayırlarda kullandığımız para bizler için en iyi bir şey iken, helal haram
demeyip onun peşine düşüldüğü ve onu üst üste yığmak için insanlara
zulmedildiği zaman, bizler için dünyadaki en kötü şey durumuna gelmektedir. Bir
başka deyişle para bizim için hayırlarda bir hizmetçi durumunda ise en iyi, bizler
İçin peşinden koştuğumuz bir efendi durumunda ise en kötü şeydir.
İhtiyar baba bu oğluna
da tebessümle bakarak "Bu da doğru ve güzel bir cevab" demiş. Sonra
büyük oğlu elindeki paketi açarak, paketin içindeki koyun difini göstermiş
babasına ve şöyle demiş.,
Babacığım. Ben
İnsanlar için en iyi ve en kötü olan şeyin, bu insanların dili olduğunu
düşünüyorum. Çünkü insanların başına ne geliyorsa, dilleri yüzünden geliyor.
Yeri geldiği zaman hak ve hakikati konuşan dilleriyle bir çok hayırlar
kazandıkları gibi, susması gereken yerde susmayan, gıybet ve dedikodu eden
dilleriyle de ciddi sıkıntılara ve büyük günahlara girebiliyorlar.
İhtiyar babanın
yüzünde yine bir tebessüm belirmiş. Büyük oğluna başını sallıyarak "Bu da
çok güzel ve çok doğru bir cevab" demiş. Henüz bir cevap vermeyen diğer
oğluna bakınca, onun ellerinde hiçbir şey olmadığını farketmiş. Hayretle sormuş
bu oğluna.,
Senin bir cevabın yok
mu, sen bir şey getirmedin mi?
Ben kendimi getirdim
babacığım!.
Nasıl?
Bence dünyadaki en iyi
ve en kötü şey, insanın bizzat kendisidir. İnsan Allah'ın emirlerine itaat
ederek Allah'a gerçek anlamda kulluk yaparsa, zulüm ve haksızlıklardan
kaçınarak hak ve adaletten yana olursa, kendisini insanlardan alacaklı bir
efendi olarak değil, insanlara borçlu bir hizmetçi gibi görerek onlara yardım
ve merhamet duygularıyla yaklaşırsa, hiç kuşkusuz ki bu insan dünyadaki en iyi
şey durumuna gelir. Fakat aynı insan Allah'a isyan eder, insanlara zulmeder,
yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırsa, dünyanın en kötü şeyi durumuna da
gelebilmektedir.
Aradığı cevabı
bulmuşçasına yüzü aydınlanan ihtiyar baba, hiçbir şey söylemeden diğer
oğullarına bakmış. Diğer oğulları da son cevabı veren kardeşlerine hayranlıkla
bakarak "Babacığım, en güzel cevab, bu kardeşimizin cevabıdır"
demişler. İhtiyar baba başını sallıyarak "Ben de öyle düşünüyorum. Umarım
ki verdiği bu cevabı hiç unutmayarak, ben öldükten sonra sizlere sevgi ve
merhametle yaklaşır" demiş.
Evet, hikayemiz burada
bitiyor. Kısa ve basit olmasına rağmen anlamlı bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Umud ederim ki ateş, kitab, para, dil veya insan söz konusu olduğu zaman bu
kısa hikayeyi hatırlar, bu kısa hikayedeki doğru yaklaşımları birer prensip
edinirsiniz kendinize. Artık Adem Aleyhisselam'ın yeryüzünde devam edecek olan
kıssasına dönebiliriz.
Allah'ın emri ve
dilemesi gereği yeryüzünün iki ayrı yerine indirilen Adem Aleyhisselam ve Havva
validemiz, uzun bir süre birbirlerinden ayrı kaldılar. Bazı rivayetlerde Adem
Aleyhisselam'ın Hindistan bölgesine, Havva validemizin ise Mekke
yakınlarındaki Cidde'ye indirildiği bildirilir. Cennetten ve hanımından ayrılarak
yeryüzüne indirilen Adem Aleyhisselam, dünyaya yeni gelmiş bir bebek gibi
ağlamaya başlamış ve bu ağlaması çok uzun yıllar sürmüştür.
Hocam, Hazreti Adem de
dünyaya bebek olarak mı geldi? Dünyaya bebek olarak gelen bizler gibi, nereden
geldiklerini, Allah'a nasıl bir söz verdiklerini hatırlamıyorlar mıydı?
Adem Aleyhisselam ve
Havva validemiz dünyaya yetişkin insanlar olarak gelmişlerdi Merve. Çünkü onları
koruyacak, onları yetiştirecek büyükleri yoktu baş-' larında. Bu nedenle sadece
onlar, sadece Adem Aleyhisseiam ve Havva validemiz yetişkin insanlar olarak
gelmişlerdi dünyaya. Daha önce yaptıkları hatanın ve Rabbimize verdikleri sözün
ne kadarını hatırlayıp-ha-tırlayamadıklarını ise Allah bilir.
Fakat Hazreti Adem'in
ağladığını, uzun yıllar ağladığını söylediniz!.
Bunu ben değil,
Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem bildiriyor Merve!. Efendimiz Sallallahu
aleyhi ve sellem "Eğer Davud ve tüm yeryüzü ehlinin ağlamaları ile
Adem'in ağlaması karşılaştırılsaydı, Adem'inki daha fazla gelirdi."
buyuruyor.
Adem Aleyhisselam niye
bu kadar çok ağlamış? Bu sorunun cevabını biraz düşünmenizi istiyorum
Seda hanım. Sizce
neden, neden bu kadar çok ağlamıştır Adem Aieyhisselam!.
Havva validemizden
ayrı kaldığı için.
Cevaplardan birisi bu
olabilir. Adem Aleyhisselam hiç kuşkusuz ki Havva validemize düşkün ve onu
seven bir insandı. Sevdiği eşinden ayrı kaldığı için ağlıyor olabilir.
Fakat Havva validemiz
fazla ağlamamıştır. Niye böyle söyledin Hamdi?
Kadınların böylesi
ayrılık durumlarında genellikle kıskançlık nedeniyle ağladığı söyleniyor.
Yeryüzünde kendisinden başka kadın olmayan Havva validemiz, Adem Aleyhisselam'ı
kimden kıskanacaktı ki!.
Bizleri gülümseten bu
sözünü bir cevaptan ziyade, hoş bir nükte olarak kabul ediyoruz Hamdi. Çünkü
eşlerini gerçekten seven kadınlar, kıskançlığın Ötesinde sadece eşleri için,
eşlerinin dayanılmaz yokluğu için ağlayabilirler. Evet, Adem Aleyhisselam'ın
çok uzun yıllar neden ağladığı konusunda başka sözü olan var mı?
Hocam, yeryüzüne
indirildiğinde şayet cenneti ve cennette yaptığı hatayı az da olsa
hatırlıyorsa, bunun İçin ağlamış olabilir?
Çok güzel bir cevab
Fatih, Şayet Adem Aleyhisselam kendisine özel bir imtihan gereği, yeryüzüne inmezden
önce içinde bulunduğu cenneti ve cennetteki yaratılış biçimini az da olsa
hatırlıyorsa, uzun yıllar bunun için ağlamış olabilir. Çünkü en güze! bir
biçimde yaratılıp, her güzel şeyin, en güzel bir şekilde yer aldığı cenneti
gördükten, cennette bir süre yaşadıktan sonra, yeryüzünde durabilmek,
yeryüzünde yaşayabilmek hiç kolay değildir. Cennette iken hiç üşümeyen, hiç
terlemeyen, hiç yorulmayan, hiç aç kalmayan, istediği yeri gören, istediği
sözü duyan, istediği her nimetten kolayca yararlanan ve tuvalet ihtiyacı
hissetmeyen Adem Aleyhisselam, yeryüzüne indirildiğinde herhalde büyük bir
şok, büyük bir şaşkınlık yaşamıştır. Çünkü yeryüzü bir cennet olmadığı gibi,
kendisi de cennetteki yaratılışından farklı bir yaratılıştadır. Görebilme
özelliği gözle, duyabilme özelliği kulakla sınırlandırılan bir özelliktir
artık. Yeryüzünde olan hanımını görmek istese de göremiyor, duymak istese de
duya-mıyordu!. Bir yerden bir yere gidebilmesi için nerede olduğunu bilmesi,
gideceği yönü tesbit edebilmesi, uzun uzun yürümesi ve her türlü meşakkate
katlanması gerekiyordu. Büyük bir boşluk içinde, bomboş bir canlı durumundaydı
sanki!. Artık üşüyünce örtünmesi, acıkınca yiyecek bulması, yemek yiyince
çömeşerek tuvaletini yapması gerekiyordu.
Hocam, bazı
belgesellerde gösterildiği gibi İlk insanlar çok ilkel miydiler?
Hiç sanmıyorum Merve.
O gibi belgesellerde ilk insanlar, insan ile hayvan arası bir canlı gibi
gösteriliyor. Oysa Ahsen-i takvim üzere yanı en güzel bir şekilde yaratılan
insanın ilk hali de, evrim ve tekamüle gerek duymayan Önemli özelliklere,
önemli güzelliklere sahip bir yaratılıştı. Ayrıca şanı yüce Rabbimizin Adem
Aleyhisselam'a öğreticilik yaptığını ve ona birçok şeyin isimlerini
öğrettiğini dikkate alırsak, Adem Aleyhisselam'ın Rabbimizden öğrendiği bu
bilgi ile insanı ve insanlığı en iyi tanıyan kişilerden birisi olduğunu da
söyleyebiliriz.
- Hocam, Adem
Aleyhisselam'daki bu bilgi, fıtri veya genetik olarak diğer insanlara da geçmiş
midir? Diğer insanların fıtratında da bu bilgi var mıdır?
Zor ve önemli bir soru
Fatih. Bu önemli soruyu Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde düşündüğümüz zaman, bizlere
bu konuda yol gösterebilecek iki gerçekle karşılaşıyoruz. Bunlardan birincisi
Allah ve Resulleri tarafından İlahi tebliğ ile tüm insanlara bazı gerçeklerin
hatırlatılması; ikincisi ise yine Allah ve Resulleri tarafından bu insanlara
bilmedikleri gerçeklerin öğretilme-sidir. Kur'an-ı Kerim'de sık sık
karşılaştığımız bu iki yaklaşımı dikkate aldığımız zaman, İlahi tebliğe muhatap
olan insanlann bilgilenme konusunda iki ayrı özelliğe sahip olduklarını
anlayabiliriz. Bunlardan birincisi bu insanların fıtraten bilmelerine rağmen
unuttukları veya değişik nedenlerle örttükleri gerçeklerdir. İlahi tebliğin
insanların bu yönüne yaklaşımı, insanlara bilmediklerini bildirme değil; bu
insanlann bilmelerine rağmen unuttukları veya örttükleri gerçekleri sadece
hatırlatma niteliğindedir. İkinci yaklaşım ise insanların zaten bilmedikleri,
hiç öğrenmedikleri gerçekler olup, İlahi tebliğin insanların bu yönüne
yaklaşımı hatırlatma olarak değil, bu İnsanlara bilmediklerini öğretme niteliğindedir.
İlahi tebliğin bu iki yaklaşımını ve bu tebliğ karşısında insanların bu iki
ayrı durumunu dikkate aldığımız zaman, insanların fıtraten bildikleri ve
bilmedikleri İlahi gerçekler olduğunu söyleyebiliriz.
Hocam, bilgi ve
bilgilenme konusunda önemli ipuçları elde etmeme rağmen ben yine biraz önceki
soruma döneceğim. İnsanların fıtraten bildiği İlahi gerçekler, bu insanlann Kalu
Bela'da gördükleri ve şehadet ettikleriyle sınırlı mı; yoksa Adem
Aleyhisselam'a Öğretilen isimlerle de irsi veya genetik olarak bir İlgisi var
mı?
Bu konuda kesin bir
görüşe, kesin bir kanaate sahip değilim Fatih. Ancak Kur'an-ı Kerim sınırları
içinde insan gerçeğini düşündüğüm zaman ulaştığım noktayı şu cümle ile
açıklayabilirim. Adem Aleyhisselam'a Rabbimiz tarafından isimlerin bildirilmesi
veya öğretilmesi, Adem'den sonra gelecek olan insanlann fıtratında bu
bilginin bizzat olduğuna değil; tüm insanlarda bu bilgilerin yerlerinin veya
karşılığının olduğuna, bu bilgileri Öğrenmeye meyyal ve yetenekli olduklarına
işarettir.
Hocam, ben
anlayamadım!.
Biliyorum Hamdi. Zaten
ben de anlamakta ve anlatmakta zorlanıyorum. İsterseniz meseleyi basit bir
örnekle açıklamaya çalışalım. İnsanların herhangi bir bilgiyi tanıma ve anlama
düzlemini, çok geniş ve pürüzsüz bir mermer düzlem olarak düşünelim. Bu mermerdeki
sert ve düz zemine, bir A bilgisi mermer oyularak yerleştirildiği zaman, o
mermer zeminde hem A bilgisinin yeri ve hem de kendisi oluşmuş olur. İşte bu
Rabbimizin öğretmesidir. Daha açık bir ifadeyle biz insanların bilgiyi tanıma
ve anlama düzleminde, herhangi bir bilginin yeri ve karşılığı olmasa dahi; her
şeye Kadir olan Rabbimizin Öğretmesiyle bizlerde bu bilginin hem yeri, hem de
kendisi oluşmuş olur.
Daha sonra bu mermer
düzlemden A bilgisi alındığı zaman, bu düzlemde A bilgisinin kendisi yoktur ancak
yeri vardır. Öyle sanıyorum ki bilgiyi tanıma ve anlama düzlemindeki bu yer, bu
bilgi boşluğu, insanların zihninde sorular oluşturmakta ve insanları bu soruların
cevabını bulmaya yöneltmektedir. İşte insanlar arası öğretme ve öğrenme
ilişkisi bu sahada gerçekleşir. Daha açık bir ifadeyle herhangi bir insanın
bilgiyi tanıma ve anlama düzleminde A bilgisinin yeri, A bilgisinin karşılığı
varsa, bu bilgiye sahip olan diğer bir insan, bu kişiye söz konusu bilgiyi
verebilir. Çünkü peygamberlerde dahil olmak üzere tüm öğretici insanlar,
muhatap aldıkları insanların bilgiyi tanıma ve anlama düzleminde bir bilginin
yeri ve karşılığı yoksa; bu insanlara söz konusu bilgiyi vermeleri,
verebilmeleri mümkün değildir.
Öyle sanıyorum ki bu
kısa ve basit açıklamamız, biraz önce söylediğimiz "Adem Aleyhisselam'a
Rabbi-miz tarafından isimlerin öğretilmesi, Adem'den sonra gelecek olan
insanların fıtratında bu bilginin bizzat olduğuna değil; tüm insanlarda bu
bilgilerin yerlerinin veya karşılığının olduğuna, bu bilgileri öğrenmeye meyyal
ve yetenekli olduklarına işarettir" sözümüze kısmi bir açıklık
getirmiştir.
- Teşekkür ederim
hocam. Yeterince anladığımı sanıyorum.
Ben de teşekkür ederim
Fatih. Sadece basit bir yorum olan bu yaklaşımı, ilerki yıllarda diğer arkadaşlarının
da yeterince anlayabileceğini umuyorum.
Evet, tekrar konumuza
dönecek olursak Adem Aleyhisselam'ın yeryüzüne indikten sonra çok uzun yıllar
ağladığını belirtmiş ve ağlama nedenleri üzerinde durmuştuk. Daha önce de
söylediğimiz gibi Adem Aleyhisselam kendisine özel bir imtihan gereği, yeryüzüne
inmezden önce içinde bulunduğu cenneti ve cennetteki yaratılış biçimini
hatırlıyorsa, nasıl bir hata yaparak bu cennetten çıkarıldığını biliyorsa, hiç
kuşkusuz ki bunun için ağlamış, uzun yıllar bunun için ağlayarak tevbe etmiştir
Rabbimize!. Tabi ki meselenin bu yönünü yeterince bilmediğimiz için, bu
konudaki son sözümüz yine "Allahualem" yani "Allah bilir"
olacaktır.
Hocam, Rabbimiz
ftazreti Adem'i yeryüzüne indirirken "Dedik ki: "Oradan hepiniz
inin. Artık size Benden bir yol gösteren geldiğinde bu doğru yola uyanlar için
hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. Küfredip,
ayetlerimizi yalan sayanlar ise, onlar ateşin halkıdırlar ve orada devamlı
kalacaklardır." buyurmuştu. Yani Adem Aleyhisselam, dünya imtihanını
başaramazsa nasıl bir ceza ile karşılaşacağını biliyordu. Ebedi cehenneme
girme korkusuyla da uzun yıllar ağlamış olamaz mı?
Bu önemli gerçekleri
sizlerle konuşmak ne güzel. Teşekkür ederim Veli, senden ve arkadaşlarından
Allah razı olsun. Söylediğin husus elbetteki çok önemli. Adem Aleyhisselam'ın
uzun yıllar ağlamasının önemli bir nedeni de, hiç kuşkusuz ki ebedi cehennem
korkusudur. Ya şeytana tekrar aklanırsam, ya Allah'a itaatten tekrar
uzaklaşırsam, ya Allah'a kulluğu unutur ve şeytanla birlikte ebedi cehenneme
sürüklenirsem korkusu, Adem Aleyhisselam için gerçekten büyük, çok büyük bir
korkudur. Bu korkuyla ağlaması, bu korkuyla ağlayarak Allah'a sığınması, hiç
kuşkusuz ki bizlere de örnek olması gereken bir durumdur. Çünkü aynı imtihan
ve aynı akibetlerle bizler de, biz insanlar da karşı karşıyayız. Sana tekrar
teşekkür ediyorum Veli.
Evet, büyük bir
imtihan gereği yeryüzüne inen Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz uzun süre
birbirlerinden ayrı kaldılar. Görmek isteseler de göremediler, bulmak
isteseler de bulamadılar birbirlerini. Çok uzun süren ve dualarla geçen bu
hasret döneminden sonra Allah'ın yardımı gelmiş ve O'nun lutfuyla birbirleriyle
karşılaşmışlar, birbirlerini bulmuşlardır.
Hocam, hiç kuşkusuz ki
birbirlerini bulmaları Allah'ın yardımıyla olmuştur.
Doğru bir söz Hamdi.
Ancak bu doğru cevaba nasıl vardın?
Hocam, geçenlerde bir
arkadaşla fuara gitmiştik. Nasıl olduysa birbirimizi kaybettik. Bir süre
birbirimizi aradıksa da, bulamayacağımızı anlayarak vazgeçtik. Bizler küçücük fuarda birbirimizi
bulamıyorsak, hazreti Adem ile Havva validemiz Allah'ın yardımı olmadan
koskoca dünyada birbirlerini nasıl bulacaklar?
Teşekkür ederim Hamdi,
gerçekten güzel açıkladın. Evet, birçok rivayete göre Adem Aleyhisselam ve
Havva validemiz Mekke yakınlarındaki Müzdelife bölgesinde karşılaşmışlar,
Allah'ın yardımıyla Müzdeiife'de birbirlerine kavuşmuşlardır. Allah'ın emri
gereği Mekke'ye giden Adem Aleyhisselam, bugün bütün dünya müslümanlarının
ziyaret ettiği Kabe-i Muazzamayı ilk İnşa eden ve Kabe'yi ilk tavaf eden
insandır. Daha sonra hanımıyla birlikte Hindistan'a dönmesine rağmen her yılın
muayyen zamanında Mekke'ye gelerek Kabe-i Muazzamayı ziyaret eder, hac görevini
yerine getirirdi.
Yine rivayetlere göre
Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin, birisi kız diğeri erkek olmak üzere
genellikle ikiz çocukları olurdu. Şanı yüce Rabbimiz İnsan neslinin
üreyebilmesi için, sadece Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin bu
çocuklarına birbirleriyle evlenme izni vermişti. Fakat yine de İkiz
"kardeşlerin birbiriyle evlenmesine izin verilmiyor, ikiz kardeşlerden bir
erkek, diğer ikiz kardeşlerden bir kız ile evlenebiliyordu.
Ve böylece
yeryüzündeki insan nesli çoğalmaya başladı. Uzun yıllar ömür süren Adem
Aleyhisselam, çocuklarının babası, torunlarının dedesi, torunlarının
torunlarının büyük büyük dedesi olmasıyla beraber, hızla genişleyen bu ailenin
aynı zamanda bir peygamberi idi. Çocuklarını, torunlarını ve torunlarının
torunlarını Allah'a kulluğa davet ediyor, onları şeytandan ve şeytana
aldanmaktan sakındırmaya çalışıyordu.
Bütün bu uyarılara
rağmen ademoğullan arasındaki İlk ciddi ihtilaf, Habil ve Kabil arasında
yaşanmıştı. Evlenecekleri kız ya da birbirlerine karşı üstünlük hususunda
çıkan bu ihtilaf büyümüş, iki kardeşi karşı karşıya getirmişti. Mesele babalan
ve peygamberleri olan Adem Aleyhisselam'a intikal edince, Adem Aleyhisselam
her ikisinin de Allah'a bir kurban sunmalarını ve Allah hangisinin kurbanını
kabul ederse, diğerinin bu iddiadan vazgeçmesini söylemişti.
Rivayetlere göre
çiftçilik yapan Kabil, cimrilik yaparak mahsulünün kötü tarafından bir demet
buğday almış ve adak olarak bunları sunmuştu Allah'a. Hayvancılık yapan Habil
ise Allah'a bir adak, bir kurban olarak koyunlarından en güzelini seçmişti.
Netice olarak Rabbimiz Habil'in kendisine sunduğu kurbanı kabul edince,
Kabil'in kıskançlığı daha da artmış ve şeytanın körüklediği bu kıskançlık ve
hased ile "Seni mutlaka öldüreceğim" diyerek Habİl'i tehdit etmişti.
Habil önce nasihat
etmek istedi kardeşi Kabil'e. "Allah ancak muttakilerin kurbanını kabul
eder" diyerek, kardeşi Kabil'i muttaki olmaya, yani Allah'tan
kor-kup-sakınmaya davet etti. Fakat Kabil'e tesir etmemişti bu sözler.
Kardeşini öldürmek için onun üzerine yürürken, Habil yine şunları söyledi kendisine.,
"Eğer sen beni
öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana
uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ancak sen
Allah'tan korkmaz ve beni öldürürsen, hem kendi günahını ve hem de benim günahımı
yüklenerek ateşin halkından olmanı isterim. Çünkü zulmedenlerin cezası
budur."
Kardeşinin bu güzel
sözlerini değil, içindeki şeytanın kışkırtmalarım dinleyen Kabil, nefsindeki
kin ve kıskançlık duygularıyla yerden bir taş alarak kardeşi Habil'i öldürdü.
İşte bu an, insanlık için ilk utanç anıydı. Allah'a kulluk için yaratılan ve
diğer insanlara merhametle yaklaşması gereken bir insan, nefsine uyarak ve
şeytana aldanarak bir insanı öldürmüş, bir İnsanı öl-dürüvermiştî. Yeryüzünde
akan ilk kan, insanlığın alnına sürülen ilk kanlı lekeydi bu!.
Kardeşinin kanlar
içindeki cesediyle başbaşa kalan Kabil, bu cesedi ne yapacağını, ne yapması
gerektiğini bilemedi!. Çünkü yeryüzündeki ilk ölüm olayı idi bu. Yeryüzünde
ölen ilk insan, hastalanarak ölen değil, öz kardeşi tarafından kanı akıtılarak
öldürülen Ha-bil'di. Hırs ve Öfke ile kardeşini öldüren Kabil, uzun süre böyle
bir şaşkınlık, böyle bir acizlik içinde kaldı. Yerde boylu boyunca yatan ve hiç
hareket etmeyen kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemiyordu. Rabbi-miz bu
şaşkınlık içindeki Kabil'e, yeri eşeleyerek cesedi nasıl Örteceğini gösteren
bir kargayı gönderdi. Daha önceleri kendisiyle Övünen, kendisiyle büyüklenen
Kabil, kendisine yol gösteren bu kargayı görünce "Bana yazıklar olsun.
Kardeşimin ölü cesedini örtmek İçin bu kargadan bile daha aciz kaldım?"
diyerek, pişmanlık duyanlardan olmuştu.
Şimdi bana söyler
misiniz. Kur'an-ı Kerim'de bizlere bu hadiseyi bildiren Rabbimiz, Kabil ve
Habil arasında geçen bu hadiseyi bizlere niye bildiriyor?
Böylesine kötü bir
olayı, bizler de yaşamayalım diye.
Doğru söylüyorsun
Hamdİ. Allah bizleri böyle bir olaydan, böyle bir olayı yaşamaktan korusun.
Ancak hiç istemememize rağmen buna benzer bir olayla karşılaşırsak, Efendimiz
Salîallahu aleyhi ve sellem'in nasihatini dinlememiz ve böyle bir olayda Habil
gibi davranmamız yani bir kardeşimize, bir müslümana öldürmek kastıyla elimizi
kaldırmamamız gerekir.
Karşımızdaki
kardeşimiz bizi öldürmek istiyorsa!.
Zaten böyle bir
olaydan bahsediyoruz Fatih. Karşımızdaki kardeşimiz bizi öldürmek istese bile,
bizler ancak onu engellemeye çalışabiliriz, onu öldürmeye değil!. Çünkü iki
müslüman birbirlerini öldürmek kastıyla vuruşurlarsa, ölen de, öldüren de
cehenneme gitmektedir.
Öldürenin neden
cehenneme gittiği belli. Fakat ölen kimse niye cehenneme gidiyor?
Aynı soru Efendimiz
Sallallahu, aleyhi ve sellem'e sorulduğu zaman "Çünkü ölen kimse de,
karşısındaki kardeşini öldürmek istiyordu" buyurmuştur. Böylesi durumlarda
bir insanın kardeşini Öldürmesi ile, kardeşini öldürmek kastıyla ona vurması,
onunla vuruşması aynı şeydir. Bütün müslümanlann kardeş olduğunu bilmemiz ve
böylesi bir duruma düşmekten Allah'a sığınmamız gerekir.
Dünya hayatında bir
oğlunun diğer oğlunu öldürmesi gibi büyük üzüntüleri yaşayan Adem Aleyhisselam,
Allah'a kulluk ile dolu bin yıl civarında bir ömür sürdükten sonra vefat
etmiştir.
Hocam, Adem
Aleyhisselam bin sene kadar mı yaşamış?
Evet Merve,
rivayetlere göre bin sene kadar. Ancak Adem Aleyhisselam'ın bin senelik bu
uzun ömüre pek sevindiğini zannetmiyorum. Çünkü nasıl bir cennetten
çıkarıldığını ve müslüman olarak ölünce nasıl bir cennete döneceğini bilen bir
insan için, gerçekten çok uzun bir ömürdür bu!. Adem Aleyhisselam bizler gibi
altmış-yetmiş yıllık bir ömrü olmasını ve bu kısa ömrü Allah'a kulluk ile
geçirip cennete dönüvermeyi herhalde daha çok isterdi.
Biz insanlar ise hep
uzun yaşamak istiyoruz!. Müslüman olarak öldüğümüzde Allah'ın lutfuyla gireceğimiz
cenneti bilsek, bizler de uzun yaşayabilmek için bu kadar tutkulu, bu kadar
ısrarlı olmazdık Merve. Kaldı ki uzun ömür sahibi olmak demek, uzun yıllar
Allah'a kullukta sebat etmek, bu kulluğu uzun yıllar sabırla yaşamak demektir.
Altmış-yetmiş yıllık kısacık ömürlerinde bile Allah'a kullukta sebat edemeyen
günümüz insanlarına Rabbimiz bin yıllık bir ömür verseydi, hiç kuşkum yok ki
bu bin yıllık ömür sonunda azim ve sebat ile doğru yolda kalabilen müslüman sayısı
yok denecek kadar az, çok çok az olurdu!.
Hocam, bu
söyledikleriniz doğru olmasına rağmen, müslümanlar da dahil olmak üzere
insanlar yine de uzun yaşamak istiyorlar!. İnsanlardaki bu uzun yaşama isteği
nereden kaynaklanıyor?
Bunun fıtri ve nefsi
olduğunu düşünüyorum Fatih. Bizler Rabbimizin lutfuyla ebedilikle tanışan, ebediliğin
ne olduğunu bilen ve bu nedenle ebedi yaşamak isteyen canlılarız. Ebedi hayata
karşı bu vazgeçilmez düşkünlük Adem Aleyhisselam ve Havva validemizde de olduğu
için şeytan aleyhillane onlara bu yönlerinden yaklaşmış ve "Rabbinizin bu
ağacı size yasaklaması, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan
kılınmamanız içindir" vesvesesini vermiştir. Nitekim nefislerine cazip
gelen bu vesveseye inanan Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin, ebedi
yaşayanlardan olabilmek için yasaklanmış ağaca yaklaşmışlar ve o ağacın
meyvesinden' yemişlerdir. Çünkü ebedi yaşayanlardan olma tutkusu, onlar için
vazgeçilmesi mümkün olmayan bir tutkuydu.
İlk iki insandaki bu
ebedilik tutkusu, fıtri olarak diğer bütün insanlarda da vardır. Özellikle
ruhlarımızın yakinen tanıdığı ve derinlemesine anladığı bu ebedilik duygusu,
her insanda bulunan bir duygudur. Böyle bir ebedilik duygusuna sahip olmalarına
rağmen kendilerini sadece toprak bir bedenle tanımlayan ve yeniden dirilişi
dikkate almayan insanlar; ölüm hadisesiniiii bir yokoluş olarak görmekte ve bu
yokluk düşüncesinden güçleri nisbetince kaçmaya çalışmaktadırlar. Bu insanlar
aslında Ölümden değil, ölüme yükledikleri yokluk düşüncesinden, yokoluş
duygusundan kaçmaktadırlar. Çünkü frtraten ebedilikle tanıştıkları ve ebedi
yaşamaya çok düşkün oldukları için, böyle bir yokluk düşüncesini ve yokoluş
duygusunu benimseyebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle güçleri .nisbetince
ölümden uzaklaşmak ve hiç ölmeyecekmiş duygusuyla uzun yıllar yaşamak
isterler!.
Zaten bu nedenledir ki
İlahi hakikatleri ısrarla inkar eden kafirler, şeytan aleyhillanenin "Sizin
hayatınız, sadece bu dünya hayatıdır" vesvesesine inanarak yeniden
dirilişi de inkar etmelerine rağmen, ebedilikten bir türlü vazgeçemeyen
kalplerinin gizli bir köşesinde bu düşünceye yer vermekte ve kendi kendilerine
"Ben ölümle birlikte yok olacağımızı sanıyorum. Ancak bu müslümanların
yeniden dirilişle ilgili olarak söyledikleri doğru ise bu benim İçin de güzel
bir şans olur. Çünkü her nerede olursam olayım, varolmaya devam
edeceğim!." diyebilmektedirler. Tabi ki şaşırtıcı bir durum değildir bu!.
Çünkü bu insanlardaki yokluk korkusu ve ebedilik tutkusu, inanmadıkları
cehennem korkusundan çok daha fazladır. Oysa bu insanlar cehennemle
karşılaştıkları zaman ebedi varoluş tutkusundan hemen uzaklaşacaklar ve
feryatlar içinde "Ya Rabbi bizi helak et, bizi yok et" diye
yalvaracaklardır.
Hocam, bizler ömür ve
ölüm hadisesine nasıl yaklaşmalıyız?
Öncelikle kendimizi
doğru tanımlamalıyız Fatih. Bizler ezeli olmasak da, ebedi varlıklarız.
Önümüzde hiç kuşku duymayacağımız ebedi bir hayat vardır. Bu ebedi hayatın bir
saat kadarlık bölümünü, şu an ki geçici ve ölümlü bedenimizle bu dünyada
yaşıyoruz. Ruhlarımızın tanış olduğu ebedilik duygusu, beşeri nefislerimize
ebedilik tutkusu olarak yansımaktadır. Ne-fislerimizdeki bu ebedilik tutkusu,
geçici ve ölümlü bedenimize bakarak bizleri ebedi varoluşla ilgili bir
endişeye, yokoluşla ilgili bir korkuya sevketmemelidir. Çünkü bizler istesek
de, istemesek de ebedi bir hayatla karşı karşıyayız. Rabbimizin bizlere apaçık
vaadi bulunan bu konuda en ufak bir endişeye, en ufak bir kuşkuya
kapılmamalıyız. Bizler İçin önemli olan ve önemsememiz gereken husus,
önümüzdeki ebedi hayatın nasıl olacağıdır. İşte mesele bu noktaya geldiği
zaman, şu an geçici bedenimizle yaşadığımız kısacık dünya hayatı büyük bir önem
kazanmaktadır. Çünkü bir saat kadarlık bu dünya yaşantımız, bizlerin ebedi
akibetini belirleyen bir yaşantı olacaktır. Her müslü-man gibi bizler de bu
kısacık dünya hayatını Allah'a kullukla geçirmek ve şanı yüce Rabbimize açık
bir alınla kavuşmak isteriz. Bizler için bu ömürü nerede geçirdiğimiz değil,
nasıl geçirdiğimiz önemlidir. Allah'ın emirlerini dikkate alan bir müslüman
gibi yaşıyorsak, her an beklediğimiz ölüm meleği, bizler için bir müjde meleği
olacaktır.
Allah'tan uzun ömür
isteyebilir miyiz?
Yaşadığımız ömür,
Allah'a kullukla geçirmek istediğimiz hayırlı bir ömür ise bu ömürün uzun olmasını
dilememizde hiçbir sakınca yoktur. Nitekim Resu-lullah Sallallahu aleyhi ve
sellem Efendimiz de "Allah'dan hayırlı ve uzun ömür dileyin" buyurmuşlardır.
Tabi ki doğru bir temenni ve doğru bir duadır bu. Hepinizin bildiği gibi
cennet, mü'minlerin Allah'ın lutfuyla hoşnut olacakları bir yerdir. Dünya ise
bu mü'minlerin Allah'ı hoşnut edebilecekleri bir yerdir. Dolayısıyle Allah
tarafından hoşnut olmanın Ötesinde, Allah'ı hoşnut etmeyi dileyen müslümanlar
için, dünya vakitleri cennet vakitlerinden çok daha değerlidir. Çünkü her
güzel şeyin en güzel bir biçimde olduğu cennette dahi, Allah'ı hoşnut
edebileceğimiz böylesi vakitler yoktur. Umud ediyorum ki sizler de meseleye bu
rahmetli açıdan bakacak ve şanı yüce Rabbimizi daha çok hoşnut edebilmek için
"Hayırlı ve uzun ömür dileyen" müslümanlardan olacaksınız. Bu güzel
temenni ile bu bölümü bitiriyoruz.
Alemler içinde selam
olsun Adem Aleyhisselam'a ve onun iman eden evladlarına..
Adem Aleyhisselam'ın
vefatından sonra oğlu Şit Aleyhisselam'ın ve daha sonra İdris Aleyhisselam'ın
peygamberlik dönemleri vardır. İdris Aleyhisseiam'ın, terzilerin piri yani
üstadı olduğu da söylenir.
İdris Aİeyhisselam'dan
sonraki dönemlerde ade-moğullan ilk kez toplu bir şekilde doğru yoldan ayrılmaya,
Vedd, Suva, Yeğus, Ye'uk ve Nesr adını verdikleri putlara tapmaya başlamışlardı. Aslında bu put
isimleri, geçmişte
yaşayan salih kimselere aitti. Bu salih kimseler ölünce şeytan aleyhillane
onların kavimlerine "Salih kişilerinizin oturmuş oldukları yerlere, onların
hatırasına dikitler dikin ve bunlara onların isimlerini verin" telkininde
bulundu. Halk bir sevgi ve saygı ifadesi olarak gördükleri bu telkine uyarak,
söyleneni yaptılar. Önceleri bu dikitlere, bu taşlara karşı bir tapınma yoktu.
Ancak sonraki nesiller bu dikitlere, bu taşlara manevi güçler nisbet etmeye ve
onlara adaklarda bulunmaya başladılar. Tarihsel süreç Nuh kavmi zamanına
gelince, bu tapınma toplumsal bir çoğunluk ile en üst noktasına ulaşmıştı.
İnsanlar ve insanlık
için en tehlikeli dönemler, birer batıl olan putlara insanların topluca
yöneldikleri böylesi dönemlerdir. Çünkü bir yalanı veya bir putu topluca kabul
eden İnsanlar, artık çoğunluğun kabul ettiği bu yalanı veya bu putu hiç
sorgulamazlar. Herkesin kabul ettiği bu putlar, bu yalanlar, tartışmasız doğru
kabul edilen bir realitedir artık!. Toplumun büyük bir çoğunluğu "Şu gördüğünüz
kutsal abide, bizim dünyamızı aydınlatan, bizi ısıtan, bizim ürünlerimizi
büyüten, bizi hastalıklardan koruyan güneş tanrımız-dır!.." dediği zaman,
çoğunluğun bu görüşüne karşı çıkmak adeta mümkün değildir. Tabi ki mesele bu
noktaya geldiği zaman şeytan aleyhillanenin, şeytani bir yaklaşımını da
dikkate almamız gerekir. Sapıtan ve sapıklığa davet eden insanların akıl
hocası olan şeytan aleyhillane, bu putlara Rabbimizin bazı vasıflarını yani
insanların en doğal ihtiyaçlarını giderme özelliğini yüklemektedir. Ara sıra
hastalanan ve değişik zorluklarla tarlalarını eken insanlar, hiç kuşkusuz ki
sağlıklı olmanın yanı sıra ürünlerinin de büyümesini ve bereketli olmasını
isterler. Bir puta toplum tarafından böyle bir misyon yüklendiği zaman, bu
misyon akıllarına pek yatmasa dahi putlara karşı çıkarak kendi sağlıklarını ve
ürünlerini riske atmak istemezler. Çünkü onlara göre putlara inanmanın veya
inanır gözükmenin değil, koskoca toplumun İnandığı bu putları inkar etmenin
bir riski vardır. Dolayısıyle böyle bir riske girmeden, çoğunluğun peşinden
gitmeyi tercih ederler. Bu kimseler İçin doğruluk ölçüsü, çoğunluğun görüşüdür
artık!.
Demokrasilerde olduğu
gibi!.
Evet Fatih, çoğunluğun
görüşünü esas alan demokrasilerde olduğu gibi!. Zaten Allah'ın hükmünü esas
alan müslümanlar ile, çoğunluğun görüşünü esas alan demokratlar arasındaki fark
da budur. Müslümanlar için doğruluk ölçüsü, çoğunluğun görüşü değil Allah'ın
hükmüdür. Çünkü müslümanlar, bir kişiyi aldatabilen şeytanın, zaman içinde
toplumsal bir çoğunluğu da al-databileceğini bilirler. Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır.,
(Şeytan) Dedi ki:
"Madem öyle, beni azgınlığa uğratmana karşılık, ben de onlar(ı saptırmak)
İçin mutlaka Sen'in dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra da onlara
önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların
çoğunu şükredici bulmayacaksın.[9]
Rabbimiz, şeytan
aleyhillanenin "Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın" sözüne itiraz
etmemiştir. Çünkü ne yarattığını hakkıyle bilen Rabbimiz, insanların ve
cinlerin büyük bir çoğunluğunun cehennemlik olduğunu da bilmektedir. Bunu
bildiği için çoğunluğu temize çıkarmamış ve Efendimiz Sallallahu aleyhi ve
sellem'in şahsında tüm müslümanları şu ayet-İ kerime ile çoğunluktan ve
çoğunluk düşüncesinden sakınmaya davet etmiştir.
Yeryüzünde olanların
çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp saptınrlar. Onlar ancak
zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle' yalan söylerler. [10]
Rabbimizin bu apaçık
uyarısını dikkate alan müs-lümanlar için doğruluk ölçüsü, elbetteki çoğunluğun
görüşü değil Allah'ın hükmüdür. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i ve Rabbimizin İlahi
uyarılarını esas alan bu müslümanlar, az önce de belirtiğimiz gibi bir kişiyi
aldata-bilen şeytanın, zaman içinde toplumsal bir çoğunluğu da aldatabileceğim
bilirler. Nitekim toplumsal bir çoğunluk ile putlara yönelen Nuh kavmi,
binlerce tarihsel örnekten sadece bir tanesidir.
İşte insanların
topluca azdığı, sapıklığı doğru yol zannettiği böyle bir dönemde, Rahman olan
Rabbimiz yeni bir peygamber olarak Nüh Aleyhîsseiam'ı gönderdi. Bir peygamber
oiarak seçilen ve görevlendirilen Nuh Aleyhisselam, gece ve gündüz, gizli ve
açık olarak kavmini uyarmaya başladı. Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğine göre,
Nuh Aleyhisselam şöyle sesleniyordu kavmine.,
"Ey kavmim,
gerçek şu ki ben size alemlerin Rab-binden gönderilmiş apaçık bir uyarıcı, bir
korkutucuyum. Sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur.
Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım. Çünkü Allah'a
eş koşmak, Allah'tan başkasına tapmak, büyük bir zulümdür. Artık tevbe edin,
Rabbinizden mağfiret isteyin, Allah hiç kuşkusuz ki çok bağışlayandır, çok
yücedir. Görmüyor musunuz, yedi göğü birbirleriyle bir uyum içinde yaratan
sadece Allah'tır. Ve ayı da bunlar içinde bir nur olarak kılmış, güneşi de bir
kandil yapmıştır. Yeryüzünü sizin İçin bir yaygı kılmış ve içinde gezip
doİa-şabilmeniz için geniş yollar bırakmıştır. Toprağa ektiğiniz bir tohumu
topraktan bitirmesi ve yetiştirmesi gibi, sizleri de farklı güzelliklerde,
farklı tavırlarda yaratan
ve yetiştiren
Allah'tır. Sonra sizi Öldürecek ve tekrar dirilterek hesaba çekecektir. O
halde beni dinleyerek, bana itaat ederek Rabbinizden mağfiret dileyin ve sadece
Allah'a kulluk edin ki sizi bağışlasın, üzerinize gökten bol miktarda yağmur
yağdırsın. Size mallar ve çocuklarla yardımda bulunsun. Size ürün yüklü baglar bahçeler
versin, ırmaklar akıtsın.."
Güzel bir davet.
Gerçekten çok güzel ve
çok açık bir davet Fatih. Zaten günümüz müslümanlarının da dünya insanlarına
götürmesi gereken davet, bu içerikteki bir davettir. Öyle değıil mi Fatih?
Evet hocam.
Evet dediğin için sana
şu soruyu sormak istiyorum. Her ülkenin ileri gelen delegelerinin katıldığı
Birleşmiş Milletler genel kuruluna konuşmacı olarak çağ-nlsan, Nuh
Aleyhisselam'ın yaptığı bu daveti, kalbi bir mutmainlikle o İnsanlara yapabilir
misin?
Şu an
bilemiyorum!.
Bilemiyorum cevabını
bile, olumlu bir cevap olarak algılıyorum. Çünkü kendilerine müslüman aydın,
müslüman entelektüel denilen birçok kimse, Birleşmiş Milletlerde böyle bir
daveti yapmaktan utanırlar. Aşağılık kompleksiyle kızaran yüzleriyle bize
bakarak "Üst seviyedeki o delegelere böyle basit bir davet yapılır
mı?" derler. Oysa basit dedikleri bu davet, her çağdaki insanlara
götürülmesi gereken evrensel bir davettir. Herhangi bir insan müslümanım
demesine rağmen böyle bir daveti yapmaktan ne kadar çekiniyor veya utanıyorsa,
o insan İlahi hakikatlerden ve yapılması gereken İlahi tebliğden o kadar uzak
demektir.
Fatih, şimdi meselenin
öteki yönüne geçelim. Diyelim ki Nuh Aleyhisselam güdümüzde yaşıyordu ve
Rabbimizin verdiği bir imkan ile Birleşmiş Milletler genel kuruluna giderek bu
daveti yaptı. Sana göre muhtemel tepki ne olurdu?
Her halde gülüp-geçerlerdü.
Hiç kuşkun olmasın ki
gülüp-geçerlerdi Fatih. "Bizler bilimle, teknolojiyle, modern tıpla,
genetikle, uzayla uğraşıyorken; bizlere topraktan, ekinden, yağmurdan bahseden
bu adam da neyin nesi?" derlerdi. "Bizler bu gibi basit işleri üçüncü
dünya ülkelerinin çiftçilerine bırakmışken, bu adam bize ne diyor, bizi neye
davet ediyor" diyerek, Nuh Aleyhisselam'm genel kurul salonundan
çıkarılmasını isterlerdi. Oysa bu şaşkınlar bilmezler ki bilim ve teknoloji,
insanların temel ve doğal ihtiyaçları değildir. Rabbimiz dünya geneline
birkaç yıl kuraklık verse, dünya insanlarının genel gündeminde yağmurdan,
topraktan ve ekinden başka bir şey olmayacaktır. Ama böyle bir olasılığı hiç
dikkate almadıkları için, Nuh Aleyhisselam'm apaçık davetini, apaçık bir alay
ile karşılarlar. Hatta kendilerine müslüman denilen ülkelerin temsilcileri, Nuh
Aleyhis-selam adına genel kuruldan özür dileyerek "Nuh denilen bu
kişinin, biz müslümanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu mecnun adam, ne dediğini
bilmemektedir" derler. Tabî ki bu duruma hiç şaşırmamamız gerekir. Çünkü
binlerce yıl önce yaşayan Nuh kavmi nasıl bir sapıklık içindeyse, günümüz
dünyasındaki insanların büyük çoğunluğu da aynı sapıklık içindedir.
Evet, konumuza dönecek
olursak,
insanların topluca
azdığı, sapıklığı doğru yol zannettiği böyle bir dönemde, Rahman olan Rabbimiz
yeni bir peygamber göndermiş ve İlahi davet ile görevlendirilen Nuh
Aleyhisselam. gece ve gündüz, gizli ve açık olarak kavmini uyarmaya başlamıştı.
Kavminin mai ve makam sahibi olan önde gelen insanları, Nuh Aleyhisselam'm
yaptığı bu davet karşısında önce çok şaşırdılar!. Kendisine Nuh denilen bu
sıradan adama ne oluyordu ki, hiç korkmadan kendileriyle böyle konuşabiliyordu!.
Diğer ilahları terkederek sadece Allah'a kulluk etmek de neyin nesiydü. Allah'a
İnanıyorlardı ama Allah'ın yardımcıları olan diğer ilahları niye inkar
edeceklerdi ki!. Oysa Vedd, Suva, Yeğus gibi diğer ilahlar, şimdiye kadar
onlardı çok yardım etmiş, birçok isteklerini gerçekleştirmişti.
Hocam o putlar, onlara
gerçekten yardım etmiş miydi?
Elbettekî hayır Hamdi.
Fakat onlar bu sahte ilahlardan bir dilekte bulunduklarında, mesela yağmur
yağdırmasını istediklerinde, bu İstekleri gerçekleşerek yağmur yağmazsa
"İlahlarımız bize kızdı" dedikleri gibi, yağmur yağdığında ise
"Haah İşte, ilahlarımız bizim dileğimizi duyarak yağmur yağdırdı"
diyerek, yağmurun yağmasını Allah'tan değil, bu sahte İlahlardan biliyorlar,
bu sahte ilahlara daha çok bağlanıyorlardı. Günümüzde türbelere ya da cinci
hocalara giderek bazı dileklerde bulunan ve bu dilekleri bazen gerçekleşince,
cinci hocaları ya da o türbede yatan cansız cesetleri Allah'a eş koşan İnsanlar
gibi!.
Hocam, Nuh kavminin
içinde putlara tapmanın yanlış olduğunu düşünebilen akıllı insanlar yok muydu?
Akıl tek başına hidayet
vesilesi değildir Seda hanım. Herhangi bir insan aklını nefsi istekleri
İstikametinde kullanırsa, böyle bir yolda kullanılan kirlenmiş akıl bu insanı
hidayete değil, sapıklığa götürür. Hiç kuşkusuz ki Nuh kavminin önde gelen
yönetici insanları arasında, bu cansız putların hiçbir gücü olmadığını bilen
kişiler olabilir. Ancak hiç konuşamayan bu putlar adına kendileri konuştukları,
bu putların ne isteyip-ne İstemediklerine kendileri karar verdikleri için: bu
put-
lan inkar etmek bir
yana, bunların daha da yüceltilmesini isterler. Çünkü halkı yönlendirmenin ve
halktan çıkar sağlamanın en kolay yolu, bütün bu işlerin yüceltilmiş ilahlar
adına yapılmasıdır.
Nuh kavminin mal ve
makam sahibi önde gelen insanları öncelikle böylesi nedenlerden dolayı sahte
ilahlarını bırakmak, onlardan vazgeçmek istemiyorlardı. Ayrıca iç dünyalarında
küfürden kaynaklanan bir kuşkuyu da hissediyorlardı. Uzun yıllardır yüceltilen
bu ilahları bıraktıkları zaman, belki de ilahlar gerçekten kızacak ve belki de
hiç yağmur yağdırmayacaklardı!. O halde bu ilahlar hiç kızdırmamalı, ne
söylediğini bilmeyen bu adam hemen sustur malıydı!
Şeytanın kendilerine
süslü gösterdiği bu düşüncelerle karşı çıktılar Nuh Aleyhisselam'ın davetine.
Kendilerini sadece Allah'a kulluğa davet eden Nuh Aley-hisselam'ı yalanlayarak
"Biz seni açıkça bir şaşkınlık ve sapıklık içinde görüyoruz. Alİah bizi
yanlış yolda görseydi, hiç itirazda bulunmayacağımız melekler indirirdi. Oysa
sen bizim gibi bir beşer, bizim gibi bir insansın. Hem biz geçmiş atalarımızdan
da böyle bir şey işitmedik." dediler.
Bağırsaklarında pislik
taşıyan birer mahluk olmalarına rağmen kibirli bir şekilde "Allah bizi
yanlış yolda görseydi, hiç itirazda bulunmayacağımız melekler indirirdi"
diyerek gülünç bir büyüklenme duygusuna kapılan bu kişiler; Nuh Aleyhisselam'ı
dinleyen herkese "O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası
değildir, onu belli bir süre gözetleyin ve ilahlarımızın onu nasıl
cezalandıracağını görün" diyerek, insanları bu İlahi davetten
uzaklaştırmak istediler. Bu haksız sözler ve hakaretler üzerine Nuh
Aleyhisselam kavmine şöyle seslendi.,
"Ey kavmim, bende
bir şaşırmışhk ve sapmışlık yoktur. Ben size alemlerin Rabbi tarafından gönderilen
güvenilir bir peygamberim. Sizin bilmediğiniz gerçekleri ben Allah'tan
biliyorum ve bana bildirilen bu gerçeklerle size öğüt veriyorum. Peki size ne
oluyor ki, sizi uyarı p-korkutarak sakınmanız ve belki rahmete kavuşturulmanız
için aranızdari bir adam aracılığıyla Rab-binizden bir hatırlatmanın gelmesine
şaşırıyorsunuz!. Kullarını sapıklıkta bırakmak istemeyen Allah'tan böyle bir
lutfu, böyle bir yardımı niye ummuyorsunuz? Alemlerin Rabbi olan Allah'ın
kendisine eş koşulmasına aldırmayacağını ve sizleri başı boş bırakacağını mı
zannettiniz? Rabbiniz sizleri sadece Kendisine kulluk etmeye davet ediyor ve bu
daveti kabul etmezseniz, sizleri helak edeceğini bildiriyor. Yine de
korkup-sakın-mayacak mısınız?"
Hocam, Hazret-i Nuh'un
bu davetini kimse kabul etmedi mi?
Nuh Aleyhisselam'ın
gizli ve açık yürüttüğü bu İlahi davete sadece bazı fakirler, toplum nezdinde
malı, makamı ve itibarı olmayan bazı kimseler icabet etmişti Seda hanım.
Nitekim toplumdaki mal ve makam sahipleri bu fakirler nedeniyle de İlahi
davete karşı çıkmışlar ve kendisi de fakir olan Nuh Aleyhisselam'a şöyle
demişlerdi.,
"Sen herhalde bu
anlattıklarınla bir karşılık kazanmak ve bizlere karşı üstün bir makama geçmek
İstiyorsun. Fakat senin ve seninle beraber olanların bize karşı hiçbir
üstünlüğünüzü görmüyoruz. Çünkü senin bu davetine, basit görüşlü olan en
fakirlerimizden başkası uymuyor. Şimdi sana böylesine sıradan aşağılık insanlar
uymuşken ve sen onları yanından kovmazken, biz sana hiç inanır mıyız?"
Bu sözler, hiç
kuşkusuz ki Nuh Aleyhisselam'ı hü-zünlendiren, derinden üzen sözler oluyordu.
Çünkü Malik ül mülk yani herşeyin yegane sahibi olan Alİah Celle Celaİuhu
nezdinde, kullarının fakir veya zengin, makamlı veya makamsız oİmasmın ne önemi
vardı ki!. Bu kulların hepsi ölecek ve malsız, makamsız bir şekilde İiahi
huzurda toplanmayacak mıydı? Bir insanı zengin yapabilen küçük bir toprak
parçasının, Allah katında en ufak bir önemi, en ufak bir değeri olabilir
miydi?
Nuh Aleyhisselam bütün
bunları bilmesine rağmen kavminin insanlarına yine de merhametle yaklaşıyor,
onların sapıklıklardan vazgeçerek sadece Allah'a kulluk etmelerini istiyordu.
Ayrıca böyle bir davette bulunurken, onlardan ne mal, ne de para talep ediyordu.
Tek isteği onların bu daveti kabul etmeleri ve kurtuluş bulmalarıydı. Nitekim
bu duygularla tekrar seslendi kavmine.,
"Ey kavmim, ben
sizden bu davetime karşılık bir mal, bir ücret istemiyorum. Benim ücretim,
benim ecrim yainızca alemlerin Rabbine aittir. Ben size Allah'ın hazineleri
yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Ben sadece müslümanlardan olmakla
emrolun-dum. Ayrıca iman edenieri de yanımdan kovacak değilim. Şayet onları
kovarsam, Allah'tan gelecek azaba karşı bana kim yardım edecek, hiç düşünmez
misiniz? Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar ve onların hesabı yalnızca
Allah'a ait olacaktır. Ben ise sadece bir uyarıcı, apaçık bir
korkutucuyum."
Nuh Aleyhisselam
bunları söyledi kavmine. Uzun yıllar süren davetinde, her şeyin yegane
yaratıcısı olan Allah'ı ve Allah'ın nimetlerini hatırlattı kendilerine. Bu
daveti kabullenmezler ve küfürlerinde ısrar ederlerse, topluca helak
edileceklerini bildirdi. Uzun uzun anlattı, izah etti bu gerçekleri onlara.
Kavminin Önde gelenleri. Nuh Aleyhisselarmn bu sözlerine bir yanıt, bir
karşılık veremiyorlardı artık. Çünkü apaçık doğruları. apaçık örneklerle gözler
Önüne seriyordu Nuh Aley-hisselam. Böylesine hak ve doğru sözlere ne diyecekler,
nasıl karşılık vereceklerdi ki!. Nitekim Nuh Aleyhis-selam'ın sözlerine sözle,
fikirlerine fikirle karşılık veremeyeceklerini anladıklarından, günümüzdeki zalim
yöneticiler gibi kaba; güçlerini ortaya koydular. Hepsi bir araya gelerek bu
kaba güçleriyle tehdit ettiler Nuh Aieyhisselam'ı ve kızgın gözler, öfkeli
sözler ile "Eğer bu söylediklerine bir son vermeyecek olursan, gerçekten
taşa tutulanlardan olacaksın" dediler.
Tabi ki bu tehdit île
Nuh Aleyhisselam'ın susmasını, hemen susuvermesini bekliyorlardı. Çünkü bu
zayıf ve kimsesiz adam, kendi güçleri karşısında başka ne yapabilirdi ki!.
Fakat ne gariptir ki Nuh Aleyhisselam bu tehditler karşısında ne korkmuş, ne de
susmuştu. Kendisini taşlayarak öldürmekle tehdit eden kavminin karşısına
korkusuz gözlerle dikilmiş ve hiç çekinmeden şu cevabı vermişti kendilerine..
"Ey kavmim,
Rabbimin bana verdiği makam ve Allah'ın ayetleriyie sizleri uyarıp-korkutmam
eğer sizlere ağır geliyorsa, ben şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz
Allah'a eş koştuğunuz bütün ortaklarınızla toplanıp, bana ne yapacağınızı bir
hükme bağlayın da, içinizdeki bu arzu size bir dert. bir üzüntü olmasın. Sonra
hakkımdaki bu hükmünüzü, bana hiç mühlet vermeden uygulayın. Çünkü ben sizin
bana vermek istediğiniz cezadan değil, Allah'ın size vadettiği azaptan, bu
azap ile helak edilmenizden korkuyorum."
Kavminin ileri
gelenleri çıldırtan sözler oluyordu bunlar. Onlar Nuh Aieyhisselam'ı korkutmak
istemelerine rağmen. Nuh Aleyhisseîam hiç korkmuyor ve bir de kendilerini
korkutmaya kalkışıyordu. İşin tuhaf tarafı bir tehdit olarak kendisini değil.
Allah'ı getiriyordu karşılarına!.
Kendilerini Allah ile, Allah'ın vaat ettiği azap ile korkutuyordu.
Oysa uzun yıllardır aynı sözleri söylemesine rağmen ne böyle bir azap gelmiş,
ne de helak edilmişlerdi. İçlerinde kabaran bu öfke ile "Ey Nuh, bizimle
uzun yıllardır hep çekişip-durdun ve bu çekişmelerde çok da ileri gittin. Eğer
doğru söyleyenlerden isen, bize ne zamandır va'dettiğin şu azabı getir de
görelim" dediler.
Hocam, ne büyük
cesaret!.
Bu cahillere özgü bir
cesarettir Hamdü. Tarih boyunca şeytanın vesveseleri ve yalan vaadleriyle azan
insan nefsi, kendilerini helaka götürecek böylesi cahilliklerde çok bulunmuştur.
Cahillere Özgü bir cesaret sahibi olan böylesi kimselerin korkmadan
söyledikleri bu sözler, hiç kuşkusuz ki Nuh Aleyhisselam'ı korkudan titreten
sözlerdi. Çünkü bu insanlar ne istediklerini, nasıl bir azabı çabuklaştırmaya
çalıştıklarını bilmiyorlardı!. Yoksa onlar bu İlahi vaadin bir yalan olduğunu
veya bu vaadin sahibi olan Allah'ı aciz bırakacaklarını mı sanıyorlardı!. Nuh
Aleyhisselam bu duygu ve düşüncelerle çok açık bir şekilde cevap verdi
kavmine.,
"Ey kavmim. Allah
dilediği zaman vadettiği o azabı size getirecektir ve sizler O'nu aciz
bırakacak değilsiniz. Bu küfürlerinizden dolayı Rabbim sizleri hidayete layık
görmüyorsa, benîm vereceğim öğütlerin sizlere hiçbir yararı olmaz. Fakat yine
de söylemek isterim ki O sizin Rabbinizdir ve sizler isteseniz de, istemeseniz
de O'na döndürüleceksiniz."
Ne var ki bu anlamlı
sözler, kör gözler ve sağır kulaklar için yine hiçbir şey ifade etmiyordu!.
Kavmine bir peygamber
olarak gönderilen Nuh Aleyhisselam, kavminin içinde dokuzyüzelli sene yaşamıştı.
Nice yeni nesiller doğmuş, nice insanlar küfürlerinde ısrar ede ede
ölmüşlerdi. Çok uzun yıllar kavmini sadece Allah'a ve Allah'a kulluğa davet
eden Nuh Aleyhisselam artık yorulmuş ve küfürde inat eden bu kavimden ümidini
kesmeye başlamıştı. Kendisine inanan az sayıdaki müminlere eziyet eden, hileli
düzenler kuran bu kafirler, hiç kuşkusuz ki artık dönmezler, dönemezlerdi.
Bunlardan doğan yeni nesiller de, toplumsal çoğunluğun ve küfürde ileri giden
kimselerin tesirinde kalarak, onlar da kötülükte sınırı aşan bir facir, bir
kafir olarak yetişiyorlardı. Nuh Aleyhisselam yüzyılların verdiği bir
yorgunluk ve açıkça gördüğü bu umud-suzluk ile Allah'a yönelerek şöyle dua
etti.,
"Ey Rabbim,
gerçekten ben lavmimi gece ve gündüz davet edip durdum. Fakat benim davet etmem,
onlarda bir kaçıştan başkasını arttırmadı. Sen'in onları bağışlaman için her
davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına
çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösteri p-diretti-ler. Sonra ben
onları açıktan açığa davet ederek, davamı hepsine ilan ettim. Etraftan
çekinerek bu daveti kabul etmeyenler bulunabilir düşüncesiyle, onlara gizli
gizli davetlerde de bulundum. Seni ve Senin nimetlerini hatırlattım hepsine.
Fakat onlar bana isyan ettiler; mal, makam ve çocuklarıyla azan kimselere
özendiler. Kendilerine "İlahlarınız olan Vedd'i, Suva'ı, Yeğus'u, Ye'uk'u
ve Nesr'i sakın bırakmayın" diyen kimselere uydular. Kavmim beni yalanladı
Rabbim. Bu yalanlamalarına karşılık, bana yardım et. Çünkü ben, yenik düşmüş
durumdayım. Artık Sen intikam al ve yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiçbir
kimseyi bırakma. Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Sen'in kullarını
şaşırtıp-saptırırlar ve onlar kötülükte sınırı aşan kafirlerden başkasını
doğurup-yetiştirmezler. Ya Rabbim, benimle onların arasını açık bir hükümle ayırarak
beni ve benimle birlikte olan mü'minleri kurtar. Beni. annemi-babamı, mümin
olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla. Zalim
olanlara da yıkımdan başkasını arttırma."
Nuh Aleyhisselam'ın
tarihe geçen bu duası, alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu katında kabul
gören bir dua olmuştu. Nitekim yüzyılların mücadelesini, yorgunluğunu, hüznünü
ve umudsuzluğunu ifade eden bu yakarıştan sonra, Rabbimiz Nuh Aîeyhisse-lam'a
şöyle vahyetti.,
"Ey Nuh. Şimdiye
kadar iman edenlerin dışında, kesin oiarak başka hiç kimse inanmayacak. Artık
ateş ehli oldukları kesinlik kazanan bu sapıkların yaptıklarından dolayı hiç
üzülme. Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Bizim emrimiz
gelip de tandır kızışınca, geminin içine her {tür hayvandan) ikişer çift ile,
azabı hakedenlerin dışında kalan aileni de yerleştir. İhanet edenler ve zulme
sapanlar konusunda da bana hitapta bulunma. Çünkü onlar boğulacak olanlardır."
Hocam, buradaki tandır
kelimesinden veya tandırın kızışmasından neyi anlamamız gerekir?
Merve hanım. Tandır
kelimesi, içinde ateş olan üstü kapalı fırına denilmektedir. Ben bu söz ile
magma tabakalarında ateş bulunan yeryüzünün kastedildiğini sanıyorum. Bu sözün
tufan ile ilgisini anlayabilmemiz için, Rabbimizin "Suyu yerin altına
kaçırsak, onu çıkarmaya hanginizin gücü yeter" hitabını düşünmemiz
gerekir. Bildiğiniz gibi yer ve gök arasında devrialem yapan, devamlı bir şekilde
dolaşan su, yeryüzünün belli bir derinliğine indikten sonra buharlaşarak
tekrar yüzeye çıkmaktadır. Çünkü yerin altına doğru inildikçe, sıcaklık her
otuzüç metrede bir derece artmaktadır.
Jeoterm derecesi.
Evet Fatih. Bilirfî
adamlarının jeoterm derecesi dedikleri bu sıcaklık artışı, beili bir derinlikte
suyu buharlaştı rarak, bu suyun yerin altına kaçmasını engellemektedir. Zaten
şanı yüce Rabbimiz de bizlere bu gerçeği işaret etmekte ve "Ben yer
kabuğunu biraz soğutur ve suyu yerin altına kaçırırsam, bu suyu artık kim
çıkarabilir?" diyerek bizleri iman dolu bir şüküre davet etmektedir.
Şükürler olsun
Rabbîmize.
Evet, hepbirlikte
"Rabbimize şükürler olsun" diyerek konumuza devam edelim Hamdi.
Yaptığımız bu -kısa açıklamadan sonra tufan öncesi tandırın kızıştırıl-ması
ifadesinden, yeryüzü katmanlarındaki bu sıcaklığın arttırıldığını anlamamız
gerekir. Çünkü bu sıcaklık arttırıldığında yeraltındaki bütün sular yer üstüne
çıkacak ve göklerde bulunan bulutların da sularını boşalt-masıyla, gerçek bir tufan
yaşanacaktır.
Rabbimizin
""Ey Nuh. Şimdiye kadar iman edenlerin dışında, kesin olarak başka
hiç kimse inanmayacak. Artık ateş ehli oldukları kesinlik kazanan bu sapıkların
yaptıklarından dolayı hiç üzülme" emriyle karşılaşan Nuh Aleyhisselam.
kavmine yönelik tüm davetlerine artık son vermişti. Çünkü Allah Celle Celaluhu
kendisine, kesin bir ifade ile bundan sonra başka hiç kimsenin inanmayacağını
bildirmişti. O halde artık bunlaria uğraşmasına, bunları doğru yola getirebilmek
için çırpınmasına hiç gerek yoktu. Bu İlahi gerçeklerle karşılaşan Nuh
Aleyhisselam, ateş ehli oldukları kesinlik kazanan bu kimselere artık
öfkelenmiyor ve bunların yaptıkları için artık üzülmüyordu da!. Nasıl olsa
kendilerine vadedilen azaba kavuşacaklar, kavuşuvereceklerdi bu sapıklar!.
Nuh Aleyhisselam
Rabbimizin gözetimi altında ve peyderpey inen vahiy ile gemiyi yapmaya
başlamıştı. O zamana kadar hiç gemi görmeyen ve geminin ne olduğunu bilmeyen
Nuh Aleyhisselam, yaptığı şeyin ne olduğunu, bittiği zaman neye benzeyeceğini
ve bu acaip şeyin kendilerini tufandan nasıl koruyacağını da hiç bilmiyordu.
Çünkü geminin ne olduğu ve nasıl ya-pacaklanyla ilgili emirler kendisine
peyderpey geliyor, kendisi de kuşkudan uzak bir iman ve teslimiyet ile bu
emirlerin gereğini yapıyordu.
Allah'a ve Allah'ın
gönderdiği peygambere inanan az sayıdaki mümin de yardım ediyordu Nuh Aleyhisselam'a.
Gerçi o zamana kadar hiç gemi görmeyen bu müminler de ne yaptıklarını pek
bilmiyorlar ancak iman ettikleri peygamberlerine itaat ederek çalışmaya devam
ediyorlardı. Tahtaları Nuh Aleyhisselam'ın söylediği şekilde birer birer
kesiyorlar ve bu tahtaları çivi dedikleri şeylerle birbirine çakıyorlardı!.
Nuh kavminin Önde
gelenleri için mü'minlerin yaptığı bu çalışmalar bir alay ve eğlence konusu oluyordu!.
Her gün Nuh Aleyhisselam ile birlikte çalışan mü'minlerin yanına uğruyorlar ve
acayip bir şey yapmaya çalışan bu tuhaf insanlarla uzun uzun alay ediyorlardı.
Nuh Aleyhisselam'ın bu haline bakarak "Gördünüz mü bak! Vedd, Suva, Yeğus
sizlere aşağılatıcı bir azap göndererek, sizleri ne duruma düşürdü!."
diyerek gülüşüyorlardı. Nuh Aleyhisselam ise büyük bir ciddiyetle gemiyi
yapmaya devam ediyor ve kendileriyle alay eden kimselere şu kısa cevabı
veriyordu.,
"Eğer bizimle
alay ederseniz, bizle alay ettiğiniz gibi çok yakında bizler de sizinle alay
edeceğiz. Çünkü aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve sürekli azabın kimin
üstüne çökeceğini çok yakında göreceksiniz."
Alay edenlere hiç
aldırış etmeden geminin yapımına devam eden müminler, bir süre sonra bu işi bitirmişlerdi.
Nuh Aleyhisselam'a inanan mü'minler bu işi bitirmişlerdi ama yaptıkları acaip
şeyin ne olduğunu ve nasıl yüzeceğini' henüz anlamış değillerdi. Çünkü
denizden ve dalgalardan uzak bir karada bile ağaç desteklerle ayakta durabilen
bu acaip şey, dalgalı sularda nasıl ayakta kalabilecek ve nasıl yüzecekti ki!.
Akıllarını hayrete düşüren bu durum karşısında imanları ile direnmeye çalışan
bu mü'minler, nefsi ve şeytani tüm vesveselere rağmen iman ve teslimiyetten
uzaklaşmak istemiyorlardı. Çünkü onlar akıllarına değil, akılları da dahil
herşeyi yaratan Allah'a iman etmişlerdi.
Evet, dünya
tarihindeki bu ilk geminin yapımı tamamlanınca, Rabbimizin Nuh kavmine
vadettiği azabın vakti gelmişti. Nitekim İlahi emir gereği tandırın kızıştığı,
yer altındaki suların coşkun kaynaklar halinde fışkırmaya başladığı sırada
Rabbimiz Nuh Aleyhisse-lam'a "Herbirinden ikişer çift (hayvan) ile azabı
hake-denlerin dışında kalan aileni ve iman edenleri gemiye yükle" buyurdu.
Nuh Aleyhisselam hemen bu emirin gereğini yaptı ve etrafındaki müminlere
"Hemen gemiye binin. Bu geminin yüzmesi de, demir atıp durması da
Allah'ın adıyladır. Şüphe yok, benim Rabbim bağışlayandır, esirgeyendir"
dedi. Zaten kendisiyle beraber çok az kimse iman etmişti.
Rabbimiz daha sonra
göğün kapılarını da açmış, gökyüzündeki bütün bulutlar olanca yüklerini yeryüzüne
boşaltmaya başlamışlardı. Ve yeraltından coşkun kaynaklar halinde fışkıran
sular ile gökyüzünden boşalan bu sular, takdir edilmiş bir işi gerçekleştirmek
üzere birleşmeye yöneldi. Yükselen bu sular ile gemi de yükselmeye, Rabbimîzin
gözetimi altında akıp-gitmeye başladığında Nuh Aleyhisselam "Bizi o
zulmeden kavimden kurtaran Allah'a hamdolsun. Rabbim, beni kutlu bir konakta
indir. Sen konuklayanlann en hayır-lısısın" duasında bulundu.
Nuh Aleyhisselam'ın
gemisi vadileri ve ovaları dolduran suların dağ gibi dalgaları içinde yüzmekteyken,
Nuh Aleyhisselam yüksek bir kenara çekilmiş olan oğlunu gördü. Büyük bir
şaşkınlık ve üzüntü hissetti içinde. Çünkü mü'min zannettiği bu oğlunun kendisiyle
beraber gemiye bindiğini sanıyordu. Fakat gemide değildi, gemiye binmemişti
sevgili oğlu!. Üzüntü ve şaşkınlık ile önce ne yapacağını bilemedi!. Sonra
yüreğini titreten derin merhamet duygularıyla seslendi oğluna..
"Ey oğulcağızım,
bizimle birlikte gemiye bin ve sakın kafirlerle birlikte olma."
Bir baba, bir
peygamber merhametinin kelimelere dönüştüğü bu sözler, Nuh Aleyhisselam'ın
oğluna hiç tesir etmemişti. Tahtalardan yaptığı acayip bir şeyin üzerine binen
bu ihtiyar babası, herhalde ne söylediğini bilmiyordu!. Önce dalgalar arasında
sallanıp duran gemiye, sonra hiç sallanmadan durmakta olan yüksek dağlara
baktı. Hiç kuşkusuz ki bu yüksek ve sağlam dağlar, dalgalar arasında sallanan
şu acayip şeyden çok daha güvenliydi!. İşte kendisine göre gerçekçi ve akılcı
olan böylesi düşüncelerle babasına dönerek "Ben bir dağa sığınacağım, o
beni sudan korur!." dedi.
Nuh Aleyhisselam.
kendisine bu cevabı veren oğlunun ne demek istediğini gayet iyi anlamıştı.
Allah'ı ve Allah'ın hükmünü bir tarafa bırakan bu realist oğul, kendi aklıyla
bir kurtuluş yolu bulduğunu zannediyordu! Oysa Allah'ı ve Allah'ın hükmünü
gözardi edecek büyük bir akılsızlıkta bulunduktan sonra, geriye kalan küçücük
akih kullanmaya çalışmanın ne faydası vardı ki!. Yine de acıyarak, yine de
merhamet ederek cevap verdi oğluna.,
"Ey oğlum!.
Allah'ın emri ile gerçekleşen bu tufandan, bizleri esirgeyen" Allah'dan
başka sığınılacak bir yer, bir koruyucu yoktur."
Ancak bu sözü de
dinlemedi oğlu!. Ve oğlunu kurtarabilmek için çırpınan böyle bir baba ile
isyanında inat eden böyle bir oğulun arasına büyük bir dalga giriverdi. Artık
yapılacak hiçbir şey yoktu. Oğlunun bu dalga ile boğulmak üzere olduğunu gören
Nuh Aleyhisselam hemen Allah'a yöneldi ve 'Ya Rabbim, şüphesiz benim oğlum
ailemdendir ve Sen'in ailemi kurtaracağına dair vaadin de haktır. Sen
hakimlerin hakimisin" diyerek, Rabbimizden oğlunu kurtarmasını diledi. Nuh
Aleyhisselam'ın bu duası üzerine şanı yüce Rabbimiz "Ey Nuh, kesinlikle o
senin ailenden değildir. Çünkü o. salih olmayan bir İş yapmıştır, öyleyse hakkında
bilgin olmayan şeyi Ben'den isteme. Gerçekten Ben, cahillerden olmayasın diye
sana öğüt veriyorum" buyurdu.
Nuh Aleyhisselam bu
İlahi hitab karşısında korkudan büzülüverdi. Kan bağı ile değil, iman ve
İtikat bağı ile müsiümanlann gerçek bir aile, gerçek bir kardeş olduklarını
farketti. Peygamber oğlu dahi oîsa, bir kimsenin mümin bir aiieden olabilmesi
için, iman ve salih amel sahibi olması gerektiğini anladı. İşte bu anlayış ile
"Ya Rabbim, bilgim olmayan şeyi Sen'den istemekten Sana sığınırım. Ve eğer
beni bağışlamaz ve beni esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum"
diyerek, teslimiyetini ve acizliğini bildirdi Rabbimize.
Sonra oğlunu yutan
dalgalara ve derin sulara tekrar baktı. Acaba oğlumun da boğulanlar arasında
olacağını bilseydim, "Artık Sen intikam al ve yeryüzünde kafirlerden yurt
edinen hiçbir kimseyi bırakma... Zalim olanlara da yıkımdan başkasını
arttırma" duasında bulunur muydum sorusunu sordu kendisine. Kalbinin derin
bir köşesinde hissettiği "Bulunmazdım, biraz daha sabreder, biraz daha
anlatırdım" cevabını, her nedense açığa çıkarmak istemedi. Çünkü oğlu
kendisi için ne kadar önemliyse, diğer insanlar da Allah için o kadar önemli
değil miydi? O halde insanları Allah'a kulluğa davet eden bir müslüman,
sevdiği bir hanıma veya evladına ne kadar merhametle yaklaşacak ve onlara ne
kadar sabredecekse, diğer insanlara da o kadar merhametle yaklaşması ve
sabretmesi gerekiyordu. Bütün bunları düşünmesine ve bilmesine rağmen yine de
kendisini suçlamadı, kendisini suçlayamadı Nuh Aleyhisselam. Çünkü oğlu da
dahil olmak üzere herkese büyük bir sabırla yaklaşmış, İlahi gerçekleri çok
uzun yıllar gece ve gündüz, gizli ve açık olarak anlatmıştı!. Artık onlar için
üzülmenin hiçbir gereği ve anlamı yoktu.
Netice olarak Allah'ın
ayetlerini yalanlayan bu kötü kavimle beraber gizli inkarında ısrar eden bu
oğlu da boğulanlardan olmuştu. Babasının peygamber olması, ona bir yarar
sağlamamış, onu kurtaramamıştı. Çünkü İnsanlar ancak ve ancak kendi amelleriyle
kurtulabilirlerdi. İnkar ve küfürlerinde ısrar eden Nuh kavmi ise ebedi
kurtuluş fırsatlarını kaçırmışlardı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz bu kimseler
hakkında "Onlar inkarları dolayısıyla önce suda boğuldular, sonra ateşe
sokuldular" buyurarak, onların acıklı akibetini bizlere bildirmektedir.
Allah'ın bu inkarcı
kavim üzerindeki sözü gerçekleştikten ve tüm kafirler helak edildikten sonra,
Rabbimiz "Ey yer suyunu yut ve ey gök sen de suyunu tut" emrini
verdi. Bu İlahi emir üzerine sular çekildi ve tufanın yüksek dağları dahi
kuşattığının bir işareti olarak gemi Cudi dağı üstünde karaya oturdu. Rabbimiz
Nuh Aleyhisselam'a "Sana ve seninle birlikte olan ümmetler üzerine bizden
selam ve bereketlerle gemiden in. Yeryüzünde yine çoğalacak ve nimetlerimizden
yine yararlanacaksınız. Daha sonra yoldan çıkanlara ise bizden yine acıklı bir
azab dokunacaktır" buyurdu. Böylece insanlık için yeni bir sayfa açılmış,
yeni bir dönem başlamış oldu..
Hocam bu Cudi dağı
nerede? Bilmiyorum Merve!.
Nuh'un gemisini
arayanlar, nerede arıyorlar? Onu da bilmiyorum Merve!. Çünkü biz Nuh'un gemisini
değil, Nuh gibi müminleri arıyoruz. O gerçekten Allah'ın seçkin kullarındandı.
Büyük bir sebat ve merhamet ile uzun asırlar davette bulunmuş bir sabır
timsali, büyük bir ihsan ve İhlas sahibi idi.
Alemler İçinde selam
olsun Nuh Aleyhisselam'a ve ona İman eden müminlere..
Büyük tufandan sonra
insanoğlu yine yeryüzünde çoğalmaya başlamışlardı. Tufanın gerçekleşmesinden
üç- dört nesil sonra Yemen'in Ahkaf bölgesinde ortaya çıkan Ad kavmi, bu adı
İsmi Ad olan bir kişiden alıyordu. Rivayetlere göre Ad denilen bu kişinin
babası İvaz, İvaz'ın babası Sam, Şam'ın babası ise Nuh Aley-hisselamdır.
Ad denilen bu kişinin
bir araya getirdiği ve geliştirdiği bu topluluğa, Ad kavmi deniliyordu. Ad
kavmi, Rabbimizin lutfu ile İnsan neslinin yaratılış bakımından en güçlü, en
kuvvetli nesillerinden birisiydi. Bulundukları yerleri imar ediyorlar, yüksek
sütunlar üzerinde binalar yapıyorlar, tarihte benzeri görülmemiş bir şehir
inşa ediyorlar, birbirinden güzei bağlar ve bahçeler meydana getiriyorlardı.
Ahireti ve cenneti
unutmuş gibiydiler!. Hiç ölme-yecekmiş gibi dünya için çalışarak, dünyayı bir
cennet haline getirmek ve bu cennet ile avunmak istiyorlardı. Nitekim tarihe
geçen meşhur İrem bağları, Ad kavminin böyle bir cennet arzusuyla ve dünyayı
cennete benzetmek hevesiyle meydana getirdikleri bağlardı.
Hocam, insanların
yeryüzünü imar etmeleri ve bir cennete benzetmek İstemeleri yanlış mı?
Bu meseleye itidalli
yaklaşılır ve gerçek cennet ile insanları bu cennete götürecek ameller ihmal
edilmezse, elbetteki yanlış değildir Merve!. Ne var ki çok kısa bir süre
yaşayacakları yeri bir cennet haline getirmeye çalışan insanlar, ölümsüz olarak
yaşayacakları ebedi cenneti ve kendilerini bu ebedi cennete götürebilecek
amelleri unuturlarsa, bu insanlar büyük bir şaşkınlık ve sapıklık içine girmiş
olurlar. Çünkü bir saat kadar yaşayacakları fani bir dünyayı cennete
benzetmeye çalışırlarken, ebedi hayatlarını geçirecekleri yeri cehennem
durumuna getirmektedirler.
Böylesi bir yaklaşımla
dünyayı küçücük bir cennete benzetebileceklerini düşünsek bile, ebedi cehenneme
razı olarak bu kısacık cennete talip olmak, elbetteki akıllıca bir iş,
akıllıca bir tercih değildir. Kur'an-ı Kerim ifadesine göre bir saatlik olan
dünya hayatımızı, kısa bir otobüs yolculuğuna benzetecek olursak: bu otobüste
ne derece eğlendiğimiz veya ne derece rahat ettiğimiz mi önemlidir, yoksa hangi
durakta ineceğimiz ve hangi akıbetle karşılaşacağımız mı?
Elbetteki ikincisi
hocam.
Tabi ki öyle Hamdi.
Mesela bir saatlik mesafede büyük bir çiftliğinizin ve, bu çiftliğin içinde
muhteşem köşklerinizin olduğunu düşünelim. Size vadedilen bu geniş çiftliğe
gitmek ve orada huzur içinde yaşayabilmek için bir otobüse biniyorsunuz.
Otobüsün içindeki büyük bir kavga, büyük bir itişip-kakışma dikkatinizi
çekiyor. Herkes daha iyi bir yere oturabilmek, bu yolculuğu daha iyi
geçirebilmek için birbiriyle mücadele ediyor. Ayaktakiler tahta bir sandalyeye
oturmaya, tahta sandalyeye oturanlar koltuğa geçmeye, koltuğa geçenler kuştüyü
divanlara yatmaya çalışıyorlar!. Siz ise yolcuların büyük bir çoğunluğu gibi
ayakta yolculuk ediyorsunuz. Yolcular arasında sıkışarak ve biryerlere tutunup
düşmemeye çalışarak bu yolculuğu yaparken, hiç tanımadığınız birisi geliyor
yanınıza. Sizin bir dos-tunuzmuş gibi size gülümseyerek "Gideceğiniz
yerdeki çiftliğinizi ve köşklerinizi bana verirseniz, sizi bir sandalyeye veya
bir koltuğa oturtabilirim" diyor. Şimdi söyleyin bana. böyle bir teklife
ne cevap verirsiniz?
Ben o adamı döverim
hocam!.
Onu tutabileceğini ve
dövebileceğini zannetmiyorum Hamdi!. Çünkü kısa bir ahiret yolculuğu olan bir
saatlik dünya hayatında, insanlara böyle bir teklifte bulunan kimse şeytanın
ta kendisidir. Ve ne yazık ki bir saatlik bu yolculuk ile nereye gittiklerini,
neyle karşılaşacaklarını unutan milyarlarca insan, şeytanın bu sinsi teklifini
kabul etmekte ve kısacık dünya hayatları için ebedi ahiret güzelliklerini
satmaktadırlar!.
Ne kötü bir ahş veriş!.
Doğru söylüyorsun
Veli. Gerçekten çok kötü bir alış-veriştir bu!. Nitekim Ad kavmi de, şeytana
aldanarak böyle bir ahş-verişte bulunmuşlardı. Ahireti ve ahi-ret akıbetlerini
unutarak dünyaya yönelmişler, her insanın fıtratında yani yaratılışında
bulunan ebedi cennet arzusunu, geçici dünya hayatı ile tatmin etmeye çalışmışlardı.
Din adına yaptıkları ibadetler ise kendilerine Allah'tan bir kanıt, bir delil
olmaksızın yüce anlamlar vererek isimlendirdikleri şeylere yönelmek ve bunları
Allah'a eş koşarak, onlara tapınmak idi.
İşte böylesi bir
şaşkınlık ve sapıklık döneminde, Rahman olan Ra-bbimiz Ad kavmine kardeşleri
Hud'u gönderdi. Peygamberlikle görevlendirilen Hud Aley-hisselam, rahmet ve
merhamet dolu duygularla şöyle seslendi kavmine.,
"Ey kavmim. Gerçek
şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Sadece Allah'a kulluk
edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Nuh kavminden sonra sizi yeryüzünde
halifeler kılan, sizin yaratılışta gelişmenizi arttıran Allah'ın nimetlerini
hatırlayın. Size hayvanlar ve çocuklar ile, bahçeler ve pınarlar ile yardım
eden Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya
İle oyalanmaktan, İnsanlara zorbaca davranmaktan ve kendi uydurduğunuz şeylere
tapınmaktan vazgeçin. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından
korkmaktayım. Çünkü Rabbiniz sizleri sadece kendisine kulluk etmeye davet
ediyor ve bu İlahi daveti kabul etmezseniz, sizleri helak edeceğini
bildiriyor. Yine de korkup-sakmmayacak mısınız?"
Güçlü ve gelişmiş
bedenleriye azgınlaşan Ad kavmini şaşırtan bir davet olmuştu bu!. Sanki
kendilerini hor gören, kendilerini küçümseyen sözlerdi bunlar. Oysa onlar
kendilerini yeryüzünün en kuvvetli ve en gelişmiş insanları olarak
görüyorlardı. Hud denilen bu kişi ilahlarına bir ilah daha katmak isteseydi,
tabi ki buna karşı çıkmazlardı. Fakat Allah'ın yardımcıları olan diğer bütün
ilahları reddetmek ve sadece Allah'a kulluk etmek de neyin nesiydi!. Diğer
ilahlara inanmayan, yerlerdeki ve göklerdeki bütün işleri Allah'ın yaptığını
zanneden bu adam, herhalde aklını yitirmiş olmalıydı!. İşte bu düşünceler ile
Hud Aleyhisselam'a şu cevabı verdiler.,
"Ey Hud.
Gerçekten biz seni akli bir yetersizlik içinde görmekteyiz. Belli ki bazı
ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır. Bu sözlerinle bir üstünlük elde etmek
istiyorsan, şunu bil ki biz senin yalancılardan olduğunu sanmaktayız. Çünkü sen
bize apaçık bir mucize ile gelmiş değilsin. Biz senin bu boş sözlerinle
ilahlarımızı terkedecek ve sana iman edecek değiliz."
Hocam, bu insanlar
yaptıkları her İşte dünyevi bir menfaat bekledikleri için, peygamberleri de
kendileri gibi zannediyorlar!.
Güzel bir noktaya
temas ettin Velî. Karşılıksız bir iş yapmayan ve birbirleriyle devamlı bir
üstünlük mücadelesinde bulunan bu insanlar, kendilerini dünyevi bir karşılık
beklemeden Allah'a davet eden peygamberleri ve aynı davette bulunan diğer
müminleri de böyle itham etmektedirler.
Oysa mü'minler bir
karşılık beklemiyorlar!. Yine de böyle
söylemeyelim Hamdi!. Çünkü mü'minler bu davetleri için
insanlardan küçük ve geçici bir karşılık değil, alemlerin Rabbi olan Allah'tan
büyük ve kalıcı bir karşılık bekliyorlar. Mesela bir padişah size kölesini
göndererek bir ekmek İstese, bu ekmek karşılığında kölenin vereceği bir kuruşu
mu, yoksa padişahın vereceği bin altını mı istersiniz?
Teşekkür ederim hocam.
Şimdi anladım.
Bu güzel gerçeği
anladığın için ben de teşekkür ederim Hamdi. Tekrar konumuza dönecek olursak, kavminin
bu sözleriyle ve böylesi ithamlarıyla karşılaşan Hud Aîeyhisselam, Allah'tan
sabır ve yardım dileyerek şöyle seslendi kavmine.
"Ey kavmim, sizi
uyarıp-korkutmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden bir
hatırlatmanın gelmesine mi şaşırıyorsunuz!. Bunun için mi beni akli yetersizlik
içinde görüyorsunuz. Oysa sizler hiç düşünmeden düzmece şeyler uyduruyor ve
yine hiç düşünmeden onlara tapıyorsunuz. Allah'ı şahid tutarım ve sizler de
şahidler olun ki, gerçekten ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.
Çünkü bende akli yetersizlik yoktur. Çünkü ben alemlerin Rabbinden bir peygamberim
ve size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum. Ayrıca buna karşılık sizden bir
ücret de istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratan Rabbimden başkasına ait
değildir. Artık bu gerçekleri aklederek Allah'tan korkup-sakımn ve bana itaat
edin."
Ne yazık ki insanları
ebedi kurtuluşa çağıran bu apaçık davet, Ad kavmi tarafından inkar ve alayla
karşılandı. Hud Aîeyhisselam ise kavminin böylesi alay, iftira ve
eziyetlerine rağmen bu apaçık davetini uzun süre devam ettirdi. Ancak Ad kavmi
inkarında yine ısrar ediyor ve kendilerini Allah'ın azabıyla tehdit eden Hud
Aîeyhisselam'a gülerek baktıktan sonra "Şayet doğru söylüyorsan, o azabı
bize getir" diyorlardı. Tabi ki sabır ve merhamet sahibi Rabbimiz onlara
bu azabı hemen göndermedi. Çünkü şanı yüce Rabbimiz Sünne-tullah ile tehdit
ettiği hiçbir kavmi hemen helak etmemiş, her kavme İlahi daveti anlayabilmeleri
için bir süre, bir mühlet vermiştir. Nitekim İlahi davetle alay eden ve
inanmadıkları azabın bir an önce gönderilmesini isteyen Ad kavmine de, belki
akıllarını başlarına toplarlar ve belki düşünürler diye bir mühİet verdi
Rabbimiz. Verdiği bu mühlet döneminde umulur ki dönerler ve İlahi gerçekliği
anlarlar diye bazı musibetler gönderdi Ad kavmine. Bu nedenle yıllarca yağmur
yağmadı Ad kavminin bağ ve bahçelerine, uzun süren bu kuraklık ile dereler ve
pınarlar kurumaya başladı.
Bağ ve bahçelerinin
şiddetli susuzluktan kuruduğunu, hayvanlarının telef/olduğunu gören Ad kavminin
önde gelenleri, şeytanın vesveseleri ile yine akıllanmadılar!. Yaşadıkları bu
durumu içinde bulundukları küfüre değil ilahların kızgınlığına yorumlayarak, bu
sahte ilahlara adaklarda bulundular!. Ayrıca babalarından kalan bir geleneğe
uyarak, Kabe'ye de kurban gönderdiler ve Allah'tan yardım istediler.
Hocam gerçekten çok
garip. Bir tarafta Allah'ın gönderdiği peygambere ve bu peygamberin davetine
karşı çıkıyorlar, diğer tarafta Kabe'ye kurban göndererek Allah'tan yardım
istiyorlar!.
Bu gibi gariplikler,
insanlık tarihinin her döneminde olduğu gibi günümüzde de oluyor Seda hanım.
Kendi ülkelerinde peygamberi davete ve Allah'ın şeriatına karşı çıkan nice
insan, hiç utanmadan Kabe'ye gitmekte ve şirke bulaşmış pis ellerini Allah'a
açarak, liberal demokrasi dualannda bulunmaktadırlar!. Namazda müsİüman,
yönetimde demokrat, ticarette kapitalist olmaya çalışan bu hacılar(!), aşırı
dinci dedikleri normal müslümanlara da büyük bir düşmanlık duymaktadırlar.
Dolayısıyle bu gibi insanlar ile, kendi ülkelerindeki Hud Aleyhisselam'ın
davetini inkar etmelerine rağmen Kabe'ye kurban göndererek Allah'tan yardım
dileyen Ad kavminin ileri gelenleri arasında önemli bir fark yoktur. Hepsi aynı
şaşkınlık ve aynı sapıklık içindedirler.
Evet, bunca musibete
rağmen inkarcılığa devam eden kavminin bu şaşkınlığını ve sapıklığını gören Hud
Aîeyhisselam yine de "Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk ederek Rabbinizden
bağışlanma dileyin ve sadece O'ndan yardım isteyin. Yalnızca O'na tevekkül edin
ki, üstünüze gökten sağanak yağmurlar yağdırsın ve gücünüze güç katsın."
diyerek onlara tekrar tekrar nasihat ediyordu.
Fakat merhamet dolu bu
sözler onların küfrüne küfür, öfkelerine öfke katmaktan başka bir işe yaramadı.
Şeytanın körüklediği bu öfke İle Hud Aleyhisse-lam'a dönerek "Sen bize
öğüt versen de, Öğüt verenlerden olmasan da bizim için farketmez. Biz senin
sözlerine uyarak atalarımızın tapmakta olduklarını bırakacak değiliz."
dedikten sonra şayet bu konuşmalara devam ederse onu şiddetle
cezalandıracaklarını söylediler. Aynı tehditle karşılaşan Nuh Aleyhisselam,
kendisini tehdit eden kavmine ne cevap vermişse; Hud Aleyhisselam da İmandan
kaynaklanan aynı cesaretle, aynı cevabı verdi kavmine.,
"Allah'ın dışında
bütün taptıklarınızı biraraya getirerek bana dilediğiniz tuzağı kurun. Sonra
bana hiç süre de tanımayın. Ben sizden ve sizin hileli düzenlerinizden
korkmuyorum. Çünkü ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a
tevekkül ettim. Muhakkak ki yeryüzünde debelenen her canlıyı denetim altında tutan
Rabbim, dosdoğru bir yo! üzerinde olanı korumaktadır. Artık ben size Allah'ın
davetini ve hükümlerini tebliğ ettim. Buna rağmen yüz çevirirseniz, Rabbim
sizleri helak ederek sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir
şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi
gözetleyip-koruyandır."
Uzun yıllardır hep
aynı tehditle karşılaşan Ad kavmi "Biz azap görecek değiliz. Bu
tehditlerin, geçmişte kalan geleneksel sözlerdir. Eğer gerçekten doğru sözlülerden
isen, bize va'dettiğin şeyi getir bakalım" demeye devam ettiler.
Hud Aleyhisselam
cahillere özgü bu cesareti şaşkınlıkla karşılayarak "Ben sizinle
alemlerin yegane Rabbi olan Allah adına mücadele ederken, siz benimle
kendinizin ve babalarınızın uydurduğu putlar adına mı mücadele
ediyorsunuz?" dedikten sonra "Andolsun ki Rabbinizden üzerinize
İğrenç bîr azab ve gazab gerekli kılındı. Öyleyse bekleyedurun, şüphesiz ben
de sizlerle birlikte bekleyenlerdenim." diyerek, onları küfür dolu
hayatlarına terketti. Çünkü peygamberlerine isyan eden ve küfürlerinde inatçı
zorbaların emirleri ardınca yürüyen bu kavim için, artık yapılabilecek hiçbir
şey yoktu!.
Nitekim kısa bir süre
sonra Allah'ın emri gerçekleşmişti. Hem Allah'tan ve hem de yalancı tanrılarından
yağmur isteyen Ad kavmi, kopkoyu bulutların kendilerine doğru yaklaştığını
görünce bir anda sevinmişler, bu bulutların kendilerine bekledikleri yağmuru
getireceğini sanmışlardı!. Oysa sevinç çığlıklarıyla karşıladıkları bu
bulutlar, onlar için rahmet değil, azap bulutlarıydı. Nitekim bu azap
bulutları Ad kavminin üzerine gelince, korkunç uğultularla beraber azgın bir
kasırga başlamıştı. Azabı ve intikamı şiddetli olan Rab-bimiz, azgınlaşan Ad
kavmini hemen helak etmemiş, onları bir anda öldürmeyi murad etmemişti. Bu müthiş
kasırgayı, yedi gece ve sekiz gün aralıksız olarak onların üzerine musallat
etti. Gelişmiş fıtratları, güç ve kuvvetleri ile büyükîenen, kibirlenen Ad
kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oradan oraya savruluyor, bir yerden diğer
bir yere çarptırılıyorlardı.
Ölmüyorlardı, bir an
önce ölmek istemelerine rağmen bir türlü ölemiyorlardı!. 7-8 saniyelik veya 7-8
dakikalık bir can çekişme değildi bu!. Acı ve azap yüklü dakikalar geçiyor, acı
ve azap yüklü saatler geçiyor, acı ve azap yüklü günler geçiyor fakat bitmiyor,
bitmiyordu bu korkunç can çekişmeler!. Pınar kenarlarındaki bağ ve bahçelerde
geçirdikleri güzel günlerini, güzel yıllarını çoktan unutmuşlardı!. Sanki bu
azgın kasırganın içinde doğmuşlar, bu azgın kasırganın içinde büyümüşler ve
bütün bir ömürlerini bu azgın kasırga ile oradan oraya savrularak
geçirmişlerdi!.
Sabır sahibi olan ve
İnsanların yaptıklarına uzun yıllar müdahale etmeden izleyen Rabbimizin, bu
sabır yıllarından sonra gelen intikamı, böylesine şiddetli bir intikam oluyordu
işte!. Bunu anlamıştı, bunu çok iyi anlamıştı Ad kavmi. Nitekim bu anlayış ile
Hud'u, kardeşleri Hud'u arıyordu gözleri. Hiç dinlemek istemedikleri,
yanlarından kovdukları Hud'u görmek ve "Ey Hud, inandık. Vallahi inandık,
Billahi inandık" çığhkla-rıyla haykırmak istiyorlardı ona!. Fakat Hud'u,
fakat Hud ile beraber iman eden müminleri göremiyorlardı aralarında!. Çünkü
Rahman olan Rabbimiz, Hud Aley-hisselam'ı ve onunla birlikte iman edenleri bu
inkarcı kavimden uzaklaştırmış ve kendi katından bir rahmet ile onları
kurtarmıştı.
İnananları kurtaran
Rabbimiz, gönderdiği ayetleri yalanlayan Ad kavmini ise böylesine büyük bir
azap ile helak etmiş, onları dünyada da, kıyamet gününde de lanete tabi
tutmuştur. Çok iyi anlıyor ve hiç kuşku duymadan iman ediyoruz ki va'dettiği
her şey hak olan Rabbimiz güçlü ve üstün olandır, yerlerin ve göklerin yegane
hakimidir.
Alemler içinde selam
olsun Hud Aieyhtsselam'a ve ona iman eden müminlere..
Ad kavminden yaklaşık
ikiyüz yıl sonra tarih sahnesine çıkan Semud kavmi de, bu ismi ataları ve beyleri
olan Semud'dan alıyorlardı. Ad kavmine mensup kimselere Adiler denildiği gibi
Semud kavmine mensup kişilere de Semudiler denilmektedir. Şam ile Hicaz
arasındaki Hicr bölgesine yerleşen ve burada gelişen Semud kavmi, Kur'an-ı
Kerim'de Ashabu'i Hicr ismiyle de anılmıştır.
Kendilerini yeryüzünün
halifeleri kılan Allah'ın verdiği güç ve İmkan ile bulundukları yeri imar eden,
pınar kenarlarındaki bahçelerin içinde köşkler kuran, dağlardaki ve vadiİerdeki
kayaları ustaca oyup-biçerek evler meydana getiren Semud kavmi de, bir müddet
sonra ahireti unutmuş ve uydurdukları sahte tanrılarla Allah'a eş koşmaya
başlamışlardı.
Tüm insanları ve
insanlığı kapkara bir gölge gibi takip eden şeytan aleyhillane, boş vaadler ve
vesveseler ile Semud kavmini de yoldan çıkarmıştı. Kendilerinden önceki Ad
kavmi gibi azgınlaşan Semud kavmi, şehirlerde fesadı yaygınlaştırmalar, zulmü
arttırmışlardı. Dünyadaki her şeye sahip olmak isteyen insanoğlu, kendi
hemcinslerine de bu hırsla yaklaşmış ve zayıf gördükleri her insanı
kendilerinin bir malı gibi kabul ederek onları ezmekten, onları sömürmekten
çekinmemişlerdir. Allah'a ve insanlara karşı kibirlenerek büyüklük taslayan
müstekbirler ile zayıf düşürülen muşta-zaflar arasındaki bu zulüm İlişkisi, ne
yazık ki tarihin her döneminde karşımıza çıkmaktadır.
İşte yeryüzünde fesat
ve bozgunculuğun çıktığı, dirlik ve düzenliğin kalmadığı böyle bir dönemde, kullarına
karşı çok merhametli olan Rabbimiz, kavmini uyanp-korkutması için Salih
Aleyhisselam'ı peygamberlikle görevlendirdi. Salih Aleyhisselam peygamberlikle
görevlendirilmezden önce kavmi içinde güvenilen ve takdir edüen özel bir
insandı. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde güzel ahlakı ve saygın kişiliği ile
dikkatleri üzerine çekmiş, kavmin ileri gelenleri "Salih ileride büyük
bir insan olacak" demeye başlamışlardı. Çocukluk yıllarında bile Allah'ın
lutfu ile putlara hiç tapmaması ise pek hoş karşılanmasa da yine de onun bu
durumuna iyimser yaklaşmışlar ve "Büyüyünce anlar ve ilahlarımıza
tapar" demişlerdi.
Hiç kuşkusuz ki
gelişmeler bekledikleri gibi olmamıştır. Salih Aleyhisselam büyüdükten sonra
da putlara tapmamış ve bunun da ötesinde bir peygamber olduğunu belirterek
hiç kimsenin Allah'tan başkasına tapmaması gerektiğini söylemeye başlamıştı.
Tabi ki herkesi şaşırtan bir açıklama, herkesin hayretle karşıladığı bir davet
oluyordu bu!. Peygamber olduğunu açıklayan Salih Aîeyhisselam, şirk içinde
azgınlaşan Semud kavmine şöyle sesleniyordu.,
"Ey kavmim,
sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Allah'ın sizi
topraktan yarattığını, Ad kavminden sonra sizi yeryüzünde halifeler kıldığını
ve çeşitli nimetler içinde size bir ömür verdiğini hatırlayın. Peki sizler
Allah'ın bütün bu nimetlerine nankörlük etmenize ve kendi uydurduğunuz putlara
taparak yegane İlah olan Allah'a eş koşmanıza rağmen; pınar kenarındaki hurma
bahçelerinde, düzlüklerde yaptığınız köşklerde ve dağlarda ustaca yonttuğunuz
evlerde güvende olacağınızı ve başıboş bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?
Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan
korkup-sakının ve bana itaat edin. Allah'ın nimetlerini hatırlayın da,
yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Ölçüsüzce davranan ve
yeryüzünde fesat çıkaranların emrine itaat etmeyin. Allah'tan bağışlanma
dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim her insana yakın olandır,
duaları duyan ve kabul edendir."
Ne kadar açık ve güzel
bir davet!. Gerçekten çok açık ve çok güzel bir davet Veli.
Nitekim İnsanı insan
yetine koyan, insanın insana ve putlara kulluğunu reddeden bu açık davet,
toplumda zayıf düşürülmüş insanlar yani mustazaflar arasında kabul görmeye
başlamıştı. Ancak Semud kavminin ileri gelenleri, kibirlenerek büyüklenen
müstekbirleri için hiç de hoş bir davet değildi bul. Çünkü bu daveti kabullendikleri
zaman aşağılık olarak gördükleri yoksul ve zayıf insanlarla aynı seviyeye
gelecekler, sahte İlahların kendilerine verdiği itibar ve büyüklüğü yitireceklerdi.
Salih Aleyhisselam'ı
bu davasından vazgeçirebil-mek ve kendi saflarına çekebilmek İçin, öncelikle yumuşak
bir üslup kullandılar. Salih Ale.yhisselam'a samimi bir dost gibi yaklaşarak
"Ey Salih, sen bizim içimizde güvendiğimiz ve takdir ettiğimiz birisiydin.
Biz senden çok güzel ve çok iyi şeyler umuyorduk. Şimdi sen bizleri
atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin
bu davetini ciddi bir şüpheyle karşılıyoruz" dediler. Bu sözleri dikkatle
dinleyen Salih Aleyhisselam "Allah hakkında mı şüphe etmektesiniz? Gökleri
ve yeri yaratan Allah, günahlarınızı bağışlamak için sizi sadece kendisine
kulluğa davet etmekte ve bu daveti kabul etmezseniz, Nuh ve Ad kavimleri gibi
sizleri de helak edeceğini bildirmektedir" cevabını verdi.
Hocam, yine aynı davet
ve yine aynı tehdit. Evet Fatih. Rabbimiz bütün peygamberlerini aynı
İlahi davet ve aynı
İlahi tehdit ile göndermiştir. Kavimlerini Allah'a kulluğa davet eden bütün
peygamberler, kavimlerini kendileriyle değil Allah ile karşı karşıya getirerek,
Allah'ın helak emriyle tehdit etmişlerdir. Çünkü bu kıyamete kadar sürecek olan
Allah'ın bir sünneti, Allah'ın bir kanunudur. Toplumların akıbetiyle ilgili
bu kanunlar Sünnetullah olup, Kur'an-ı Kerim'de Sünnetullah'ın kıyamete kadar
kesinlikle değişmeyeceği ve hiçbir güç tarafından kesinlikle değiştirilemeyeceği
çok açık bir şekilde beyan edilmektedir.
Semud kavmi,
kendilerinden önce aynı Sünne-tuilah ile tehdit edilen Nuh ve Ad kavminin helak
edildiklerini bilmiyorlar mıydı?
Etbetteki biliyorlardı
Merve. Ancak aradan zaman geçtikçe şeytanın vesveseleri ile kendilerinin helak
edilen insanlar gibi sapık olmadıklarını sanıyorlar veya bu helakların İlahi
değil doğal afet gibi başka nedenlerden kaynaklandığı zannına kapılıyorlardı!.
Nitekim kendilerinden önceki Ad kavminin büyük bir kasırga ve sarsıntı ile
helak edilmelerini Allah'dan değil, tabiattan bildikleri için, bütün
önlemlerini tabiata karşı almışlardı. Dağlardaki ve vadilerdeki kayaları ustaca
oyup-biçerek evler meydana getirmişler ve kayaların içindeki bu sapasağlam
evlerde kendilerinin güvende olacaklarını zannetmişlerdi!.
Kendilerinden önce
İlahi daveti reddeden Ad kavminin helak edilmesini Allah'tan değil, birer put
yerine koydukları tabiattan kaynaklandığına inandıkları için; bu inanışlarına
göre gerekli önlemleri almışlar ve deprem sarsıntılarında en müstakim, en
sağlam yerler olarak gördükleri dağlarda kendilerine güvenli evler
yontmuşlardı. Çok büyük kayaların içini yontarak yaptıkları kaya gibi sağlam
bu evlerde, artık ne depremden ne de sarsıntılardan korkmalarına gerek vardı!.
Günümüzde de sekiz
şiddetinde depreme dayanıkh binalar yaparak, kendilerini güvende hissedenler
var!.
Evlerin sağlam
yapılması elbetteki bir tedbir, gerekli bir tedbirdir Seda hanım. Ancak
depremleri Hayy'dan değil faydan bilen, fayları dikkate aldıkları kadar Hayy
olan Allah'ı dikkate almayan kimselerin tedbiri, çok boş bir tedbirdir. Çünkü
Allah'a yönelmeden, Allah'a teslim olmadan ve Allah'ı tekbir etmeden alman her
tedbir, hiç kuşkusuz ki güvensiz ve anlamsız bir tedbirdir. Tekbirsiz tedbirin
ne anlamı ve ne değeri olabilir ki!. Sekiz şiddetinde depreme dayanıklı binalar
yapan kimseler, herşeye kadir olan ve kıyamet emriyle yeri ve gökleri helak
edecek olan Allah'ın, yeryüzünü dokuz veya on şiddetinde sarsmayacağını,
sarsa-mayacağını mı zannetmektedirler!. Yoksa onlar, Allah'tan dokuz veya on
şiddetinde bir deprem olmayacağına dair bir söz, bir vaad mi almışlardır?
Tabi ki hayır!.
Evet, inkarda direnen
Semud1 kavmi de önceki kavimlerin helak edilmelerini Allah'dan bilmedikleri
için, Salih Aleyhİsselam'ın davetine karşı çıkmışlar ve kendilerini Allah'ın
helak emriyle tehdit eden Salih Aieyhisselam'a bu davetten mutlaka vazgeçmesi
gerektiğini söylemişlerdir. Hiç kuşkusuz ki ki Salih Aley-hisselam'ın böylesi
sözlerle bu davetten vazgeçmesi, vazgeçebilmesi olacak şey değildi. Çünkü
güneşi apaçık bir şekilde gören bir insan, gözlerini ısrarla kapatan
kalabalıkların "Güneş yoktur" sözlerini ne kadar dikkate alabilir
ki!. Nitekim hak ve hakikate böylesi bir yakınlığı yaşayan Salih Aleyhisselam,
Semud kavminin ileri gelenlerine şu cevabı verdi.,
"Ey kavmim, bu
davetten vazgeçmemi istiyorsunuz. Bu davet, benim uydurduğum bir davet
olsaydı, elbetteki böylesi dayatmalar karşısında bu davetten vazgeçebilirdim.
Fakat Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve Rabbim bana tarafından bir
rahmet vermişse, benim ne yapmamı bekliyorsunuz? Rabbimin bu davetinden
vazgeçerek O'na İsyan edecek olursam, Allah'a karşı bana hanginiz yardım
edecektir? Sizleri dinlediğim zaman, bana kaybımı artırmaktan başka ne
sağlayabileceksiniz? Bana bu konudaki görüşünüzü söyler misiniz?"
Semud kavminin ileri
gelenleri, Salih Aleyhisse-larn'ın bu apaçık sözlerine ne cevap vereceklerini
bilemediler. Çünkü doğru sözleri dosdoğru bir kimlikle söyleyen Salih
Aleyhisselam'ın hal ve tavırlarında da en ufak bir kuşku, en ufak bir endişe
yoktu. Onun kendinden emin davranışlarına ve inanmış gözlerine bakarak
"Sen ancak büyülenmiş birisin" dediler.
İlerleyen zaman içinde
Salih Aleyhisselam'ın devam eden apaçık daveti, toplum içinde horlanan ve
zayıf bırakılan mustazaf insanlar arasında ciddi bir kabul görmüştü. Mal ve
makam sahibi oldukları için kendilerini hor gören, kendilerini ezen
müstekbirlerin zulmü altında yaşayan bu rnustazaflar; kendilerine bir insan
olarak değer veren ve kendilerine rahmetle yaklaşan Salih Aleyhisselam'ın
davetine fazla zorlanmadan icabet ediyorlardı.
Hocam, İlahi daveti
neden mal ve makam sahibi kimseler değil de, özellikle zayıf ve fakir olan
insanlar kabul ediyor?
Güzel h: boru Veli.
İnsanların birbirlerini ezdikleri, birbirlerine zulmettikleri toplumlarda,
mazlumlardan ziyade zalimlerin kalpleri katılaşmakta, haksızlığı bîr yaşam
şekli haline getiren bu zalimler insani ve vicdani duygulardan
uzaklaşmaktadırlar. Buna karşılık zulme uğrayan ve yaşanan durumdan hiç hoşnut
olmayan mazlumlar ise ezilerek kuvvetlenen insani duygulanyla haksızlıktan
nefret eden ve hakka yaklaşmak isteyen kimseler durumuna gelmektedir.
Dolayısıyle haksızlığa uğrayan, haksızlık altında ezilen insanlardaki hak
arayışı, gerçekten kuvvetli ve samimi bir arayış olduğu için, bu insanların
hakka yaklaşımı ve hakkı ka-bu! edişleri daha kolay olmaktadır.
Evet, zayıf ve fakir
oîan bu insanların İlahi daveti kabul etmeleriyle toplumun ikiye bölünmeye
başladığını gören ve bu durumdan hiç hoşnut olmayan kavmin ileri gelenleri,
daveti kabul eden mustazaflara "Salih'in gerçekten Rabbi tarafından
gönderiidiğini biliyor musunuz?" dediler. Tabi ki bilimsel gözüken bu
soru ile müminleri şaşırtmak, onları şüpheye düşürmek ve İmanlarına kuşku
katmak istiyorlardı. Böyle bir soru ile karşılaşan müminler ise Allah'ın yardımıyla
hiçbir şüpheye düşmeden "Biz gerçekten ona ve onun getirdiği gerçeklere
inananlarız" dediler.
Bilmek ile iman etmek
arasındaki tercihlerini bilmekten yana koyan ve bilmediğimiz şeye iman etmeyiz
anlayışında olan müstekbirler ise "Biz de, sizin İnandığınızı şeyleri
gerçekten tanımayanlarız" diyerek karşılık verdiler. Bilimsellik adına
yaptıkları bu itiraz, elbetteki nefislerine hoş gelen, kibirlerine kibir katan
bir itirazdı. Aşağı sınıflardaki insanlar inanmak, bizler ise bilmek isteriz"
cümlesiyle kendisini ifade eden ve bilemediği her şeyi inkar eden bu yaklaşım;
sınırlı olan İnsan aklını mutlak hakim görerek, bu akılı ilahlaştırmaya çalışan
bir yaklaşımdır.
Hocam, günümüzde de
böylesi yaklaşımlar var!.
Günümüzde de var ve
kıyamete kadar da olacaktır Fatih. Oysa yaratılmış bir nesne olan akılı, her
şeyi kuşatıcı görerek ilahlaştırmaya çalışmak, en büyük akılsızlıktır. Aklını
doğru kullanabilen kimseler, görünür gerçeklerden hareket ederek, bu
gerçeklerin görünmeyen nedenlerini, görünmeyen hikmetlerini algılayan ve
bunlara İman eden kimselerdir. Bir heykeli gördüğü zaman, hiç görmediği
heykeltraşın varlığını kabul eden akıl; yaratılmış bir kainatı gördüğü zaman,
hiç kuşkusuz ki bu kainatı yaratan Yaratıcıyı da kabul edecek ve bu Yaratıcıya
da iman edecektir.
İmandan değil
bilmekten yana tavır koyarak bü-yüklenen Semud kavminin müstekbirleri,
bilimsellik adına ileri sürdükleri bu itirazı Salih Aleyhisselam'a da
söylediler. "Ey Salih. Biz senin davetinden kuşku verici bir tereddüt
içindeyiz. Sen ve seninle birlikte iman edenier, bizlerden babalarımızın
taptığı şeyleri terket-memizi istiyorsunuz. Oysa siz, bizim benzerimiz olan bir
beşerden başkası da değilsiniz. Eğer doğru sözlülerden iseniz, bu durumda
bizlere bir ayet getirin de görelim" diyerek Salih Aleyhisselam'dan
apaçık bir kanıt, bir delil, bir mucize İstediler.
Atalarının uydurduğu
putlara taparken, her nedense bir delil, bir mucize istemiyorlar!:
Çok dikkatlisin ve çok
doğru söylüyorsun Veli. Evet, kardeşinizin de belirttiği gibi en ufak bir şey
yaratmayan cansız putlara hiçbir delil olmadan tapınmakta olan bu akılcı(!)
müstekbirler; herşeyi yaratan Allah'a yönelmek için apaçık bir kanıt, bir
mucize istemektedirler!.
Salih Aleyhisselam,
kavmin ileri gelen müstekbirlerinin bu cahilce istekleri karşısında
"Elbetteki bizler, sizin gibi bir beşeriz. Ancak Alİah kullarından
dilediğine lutufta bulunur. Allah'ın izni olmaksızın size bir ayet, bir delil
getirmemiz ise bizim için olacak şey değildir" cevabını verdi. Bunu duyan
müstekbirİer, Salih Aleyhisselam'ın aciz bir yalancı olduğunu zannederek, onu
ve onunla birlikte olan müminleri daha fazla alaya almaya başladılar.
Rahman olan Rabbimiz,
bu gelişmeler üzerine Semud kavmine apaçık bir mucize gönderdi. Gönderilen bu
mucize büyük bir kayanın yanlmasıyla, bu kayanın içinden çıkan dişi bir
deveydi!. Uzun yıllardır dağlan yontarak, kayalan oyup-biçerek bu kayaların ne
olduğunu çok iyi bilen Semud kavmi, gördükleri bu mucize karşısında
şaşırmışlar, şaşkınlığa düşmüşlerdi!. Bu dişi deve gökten gelseydi, belki de bu
kadar şaşırmayacaklardı!. Fakat bu dişi deve bir boşluktan, bir bilinmezden
değil, içinde hava, su ve boşluk bulunmayan büyük bir kayanın içinden
çıkmıştı!.
Onlar bu sert kayaları
yontarak, oyarak, şekil vererek bu kayalann içinden İlah dedikleri cansız
putları çıkarırlarken; Salih'in Rabbi olan Allah, aynı kayalann içinden canlı
bir deve çıkarmıştı.
Bir büyü, bir sihir de
değildi bu!.
Çünkü gerçekten canlı,
capcanlı bir deve duruyordu karşılarında. Ve bu dişi deve onların şaşkın bakışları
arasında yürüyerek su başına gitmiş ve su içmeye başlamıştı. Bu görünür mucize
karşısında Salih'e baktılar ve onun ne diyeceğini merak ettiler. Salih
Aleyhisselam kendilerine "İşte bu sizin Rabbinizdir, hemen ona secde
edin" deseydi, hiç düşünmeden secde edebilirlerdi. Çünkü kayalardan
yontarak ortaya çıkardıkları cansız putlara tapman bu şaşkınlar, aynı kayaların
İçinden çıkan bu mucizevi canlıya neden secde etmeyeceklerdi ki?
Tabi ki Salih
Aleyhisselam böyle bir şey söylemez, böyle bir şey söyleyemezdi onlara. Çünkü
Allah'a iman eden ve Allah'a hiçbir şeyi eş koşmayan Salih Aleyhisselam,
insanları canlı veya cansız bütün putlardan sakındırmakla ve sadece Allah'a
kulluğa davet etmekle görevliydi. Nitekim bu bilinç ve duygular içinde mucizevi
deveye bakarak Allah'a hamdeden Salih Aleyhis selam, kendisinden bir açıklama
bekleyen kavmine Allah'ın vahyi istikametinde şöyle seslendi.,
"Ey kavmim,
sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. İşte sizlere
Rabbinizden apaçık bir ayet, bir belge gelmiştir. Onu salıverin, serbest
bırakın da Allah'ın arzında otlasın. Allah'ın size gönderdiği bu deveye ve onun
su içme-sırasına dikkat edin. Su içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir.
Sakın ona bir kötülükle dokunmayın, sonra sizi acıklı ve yakın bir azab
sarıverir."
Semud kavminin ileri
gelen müstekbirleri, Salih Aleyhisselam'ın bu sözlerini hayret ve şaşkınlık
içinde dinlediler. Ona ne diyeceklerini, ne söyleyeceklerini bilemediler.
Ancak zaman geçtikçe bu sözlerden ve karşılaştıkları bu yeni durumdan hiç
hoşlanmadıklarını hissettiler. Çünkü dişi deve gelmezden önce her gün rahatça
kullandıkları suya, artık bir ortak çıkmıştı!. Oysa bu su, hem kendileri, hem
de ekinleri ve hayvanları İçin çok önemliydi. Su alabilmek için ertesi günü
beklemek, Semud kavmi için hiç de kolay bir şey değildi.
Günler geçtikçe, bu
dişi deve yüzünden hayatlarının çekilmez olduğunu hissetmeye başiadîlar.
Doymak ve durmak bilmeyen bu dişi deve, istediği yerde serbestçe otlanıyor,
istediği ekine giriyor ve istediği kadar su içiyordu!. Salih'in Rabbi olan
Allah, suyu bir gün deveye, bir gün kendilerine vererek, onları bu dişi deve
ile eşit tutmuştu!. Halbuki bu deve, haftalarca su içmeden yaşayabilirdi. O
halde neden, Salih'in Rabbi olan Allah neden böyle bir taksim yapmıştı?
Hiç kuşkusuz ki bir
uğursuzluk çökmüştü üzerlerine ve bu uğursuzluğun en büyük sebebi Salih idi.
Çünkü Salih denilen bu genç davete başladıktan sonra toplumda bölücülük
olmuş, koskoca Semud kavmi, inananlar ve
inanmayanlar diye ikiye ayrılmıştı. Mucize diye gelen bu dişi deve ise, başlı
başına bir musibet olmuştu kendilerine!. Dişi olan bu devenin doğuracağı ve
başlarındaki musibetin artacağı endişesi ifher gece rüyalarına giren bir kabus
oluyordu!.
Yaşadıkları bu durumu'
açık bir uğursuzluğa yorumlayan böylesi düşüncelerle Salih Aleyhisselam'a giderek
"Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık. Artık
yeter. Ya bizim dinimize geri döneceksiniz, ya da sizi kendi toprağımızdan
süreceğiz" dediler. Salih Aleyhisselam ise bu sözler karşısında onları
yine de yumuşatmak, yine de ikaz etmek istedi. Çünkü şeytani bir asabiyet ile
gözleri dönmüş olan bu insanlar, ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Rahmet dolu bir
kalpten yükselen, merhamet dolu cümlelerle şöyle cevap verdi kavmine.,
"Ey kavmim, neden
iyilikten önce, kötülük konusunda acele davranıyorsunuz? Allah'tan bağışlanma
dilemeniz gerekmez mi? Umulur ki esirgenirsiniz. Dişi deve ve onun getirdiği
sıkıntılar konusunda bizi niye suçluyorsunuz ki!. Allah'tan bir ayet, bir
mucize isteyenler sizlerdiniz!. Şimdi ise uğursuzluk dediğiniz bu İlahi takdir
ile denenmekte olan bir kavimsiniz. Bizleri tehdit etmenize gelince, bu
tehditler karşısında müminler elbetteki Allah'a tevekkül edeceklerdir. Hem bize
ne oluyor ki, Allah'a tevekkül etmeyelim? Çünkü bize doğru olan yollarımızı O
göstermiştir ve Allah doğru yolda bulunan kullarını koruyacaktır. Bizlere
yapmakta olduğunuz işkencelere de sabredeceğiz. Tevekkül edenler, Allah'a
tevekkül etmelidirler."
Rahmet ve merhamet
dolu bu sözler, azgınlıktan gözleri dönmüş olan müstekbirlere hiç tesir etmedi.
Hayatlarını çekilmez hale getiren Salih Aleyhisse-lanYdan kurtulabilmek için ne
yapmaları gerektiğini
düşünmeye başladılar.
Çünkü eski günlerine geri dönmek, refah ve azgınlık içindeki hayatlarına
tekrar kavuşmak istiyorlardı.
Semud kavminin
yaşadığı şehirde, dokuzlu bir çete vardı. Bunlar uzun bir süredir yeryüzünde
bozgun çıkarıyorlar, dirlik ve düzenlik bırakmıyorlardı. Gelişen olaylar
üzerine bir araya gelen ve ne yapacaklarını tartışan müstekbirler, uzun uzun
konuştuktan sonra en nihayet bir karara vardılar. Salih Aleyhisselam'ı ailesiyle
birlikte öldürmeye ve suçu bu dokuzlu çetenin üzerine atmaya karar
vermişlerdi. Nitekim kendi aralarında Allah adına and içerek "Gece olunca
Salih'e ve ailesine bir baskın düzenleyerek hepsini öldürelim. Daha sonra bize
soran yakınlarına 'Bu ailenin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten
bizler doğruyu söyleyenleriz' diyelim." dediler.
Hocam, Allah'ın
peygamberine tuzak kurarlarken, Allah adına and içiyorlar!.
Dikkatin için teşekkür
ederim Veli. Tarihin her döneminde müslümanlara eziyet ve işkence eden müstekbirler,
genel olarak Allah'ı inkar eden ateistler yani tanrıtanımazlar değil, Allah'a
inanan ancak inandıkları Allah'a eş koşan müşriklerdir. Nitekim Semud kavminin
ileri gelenlerinden oluşan bu müstekbirler de, Allah'a inanmalarına rağmen
atalarının uydurdukları şeylere de taparak Allah'a eş koşan azgın müşriklerden
oluşuyordu.
Bu azgın müşrikler
gizlice tuzak kurarlarken, Salih Aleyhisselam elbetteki onların t?u
konuşmalarını duymadı. Gizli istihbaratlar ile onların nasıl bir tuzak
hazırladıklannı öğrenerek, bu tuzaklar karşısında ne yapabileceklerini uzun
uzadıya düşünmedi. Çünkü böylesi gizli tuzaklardan, gizliyi ve aşikarı bilen
Allah'a tevekkül etmişlerdi. İnandıkları ve tevekkül ettikleri
Alİah bütün
müslümanlara "Ben o azgınların ne yaptıklarını, size karşı nasıl tuzaklar
hazırladıklarını biliyorum. Siz onları Bana bırakın ve doğru yolunuzun gereğini
yaşayın. Çünkü sizler doğru yolda olursanız, sapanlar size bir zarar
veremez" buyuruyordu.
Bütün mü'minleri ve
müslümanlan kuşatan bu İlahi vaad nedeniyle Salih Aleyhisselam ve onunla
bir-likte olan müminler, Allah'ın kendilerine gösterdiği dosdoğru yolda,
Allah'a tevekkül ederek yürümeye devam ediyorlardı. Hiçbir korku ve endişeleri
de yoktu. Çünkü tevekkül ettikleri Allah, hiç kuşkusuz ki bu müs-tekbîrlerin ne
yapmak istediğini biliyor, onların hileli düzenine karşı, hilesiz bir düzen
kuruyordu. Nitekim bu müstekbirlerin yaptıkları bütün hesaplar boşa çıkmış,
kurdukları tuzaklar, kendilerinin zararına neden olmuştu.
Hileli düzenleri boşa
çıkan ve azgınlıktan gözleri dönen Semud kavmi, artık hem Salih'ten hem de bu
dişi deveden bir an önce kurtulmaya karar verdiler. Kendilerini engellemeye
çalışan Salih Aleyhisselam'm bütün ikazlarına rağmen, dişi deveyi yere yıkarak
öldürdüler. O zamana kadar kalplerine korku ve endişe veren bu deveyi
öldürdükleri zaman kendilerini çok iyi hissettiler. Mucize dedikleri bu deve, diğer
develer gibi ölmüş, oluvermişti işte!. Salih'in Rabbi onları ne durdurabilmiş,
ne de deveyi koruyabilmişti!. Kendilerine uzak ve umudsuz gözlerle bakan Salih
Aleyhisselam'a dönerek ve kanlı elleriyle yerdeki dişi deveyi göstererek
"Ey Salih, işte deveyi öldürdük. Eğer gerçekten gönderilen bir peygamber
isen, bize va'dettiğin şeyi getir de görelim" dediler.
Salih Aleyhisselam,
öylece durdu. Uzun yıllardır hidayete davet ettiği kavmini ve bu kavminin yine
uzun yıllardır devam eden inkarını düşündü. Apaçık ayet ve mucizelere rağmen
hidayet yerine körlüğü tercih eden bu inkarcı kavmi için, artık yapabileceği
bir şey kalmadığını anladı. Bu hüzünlü duygular İçinde onların yanından
uzaklaştı ve yüreğini Rahman olan Allah'a açarak, Allah'tan müzminler için
yardım ve fetih istedi. Salih Aleyhisselam'ın rahmet dolu bu duasına,
rahmetin gerçek sahibi olan Rahman'dan çok açık bir cevap geldi. Alemlerin
Rabbi olan Allah Celle Ce-laluhu Salih Aleyhisselam'a "Biz, hiç şüphesiz
zulmedenleri helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka
yerleştireceğiz. İşte bu ikram, makamımdan ve va'dimden korkanlara aittir"
diye vahyetti.
Rabbimizden bu İlahi
uyarıyı alan Salih Aleyhisse-lam "Ey Salih, işte deveyi öldürdük. Eğer
gerçekten gönderilen bir peygamber isen, bize va'dettiğin şeyi getir de
görelim" diyen inkarcı kavminin karşısına çıkarak "Yurdunuzda üç gün
daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir" cevabını verdi. Tabi ki
bu tehdit karşısında hiç korkmadı, hiç korkup kaçışmadı Semud kavmi.
Kendilerinden Önceki Ad kavminin yüksek sütunlu evleri, şiddetli bir kasırga
İİe yıkılmıştı, yıkılmıştı ama kendi evlerine bir şey olmazdı. Çünkü Semud
kavminin kayalardan oydukları, kaya gibi sağlam evleri vardı. Her tarafı kaya
olan bu evlerde, onlara ne olabilirdi ki!.
Ve üç gün geçti.
Ve Allah'ın emri
geldi.
Ve Semud kavmi gecenin
karanlığında yıldırımlarla gelen korkunç bir ses ve dayanılmaz sarsıntılar ile
kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Ne ayağa kalkmaya güç
yetirebildiler, ne de Allah'tan ve Allah'a eş koştukları putlarından bir yardım
bulabildiler. Kendilerine boş vaadler veren, çirkin yollarını süslü gösteren
şeytan da yoktu yanlarında!. Korku ve acizlikten dizüstü çökmüş cansız
cesetler, dehşetten açılmış gözlerle bir noktaya bakıyorlar ve sessiz feryatlarla
"Biz ne yaptık, bizler ne yaptık" diye haykırıyorlardı. Sanki orada
hiç bulunmamışlar, yurîarında refah içinde hiç yaşamamışlardı!. Kaya gibi
sağlam zannettikleri evleri yerle bir olmuş, Allah'ın emriyle ıssız birer
enkaza dönüşmüştü. Artık Semud kavmi diye bir kavim yoktu, böyle bir kavim
yoktu yeryüzünde!. Uzun yıllar süren inkarları ve küfürleri nedeniyle, hepsi helak
edilmiş ve hepsine Allah'ın rahmetinden uzaklık verilmişti.
Semud kavmini helak
eden Rabbimİz, katından bir rahmet ile Salih Aleyhisselam'ı ve onunla birlikte
iman edenleri kurtarmıştı. Müminlerle birlikte bu müthiş günün azabından
kurtulan Salih Aleyhisselam, inkarcı kavmi helak edilirken dönmedi, dönüp
bakmadı onlara. Onlardan uzaklaşırken Alİah korkusuyla titreyen dudaklarını
açarak "Ey kavmim, andolsun ki size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve
size öğüt verdim. Ama siz, Öğüt verenleri sevmiyorsunuz" dedi.
Bu sözü kavmi duydu
mu?
Duymadılar,
duyamadılar Seda hanım. Fakat bu hak ve güzel sözleri Rabbimizin iutfuyla
bizler duyduk. Ve istiyoruz ki bizlerin şu sözünü de yine Rabbimizin iutfuyla
onlar, o güzel mü'minler duysunlar.,
"Alemler içinde
selam olsun Salih Aleyhisselam'a ve ona iman eden müminlere.."
Nuh Aleyhisselam'dan
yaklaşık on asır sonra, insanlık tarihi yine kara, yine kapkara bir döneme
girmişti!. İnsanlar Allah'ı ve Allah'ın birliğini unutmuşlar, kendi elleriyle
yaptıkları ve yüce isimler verdikleri putlara tapmaya başlamışlardı. İnsanın ve
tüm insanlı* ğın en büyük düşmanı olan Şeytan için, elbetteki altın bir dönemdi
bu!. Yeryüzündeki bütün insanları Allah'a kulluktan engellemek isteyen şeytan
aleyhillane, insanlara bizzat gözükerek "Ey insanlar!. Allah'ı bırakıp,
bana secde edin!." demediği ve diyemeyeceği için, bu insanları tarihin her
döneminde taş ve tahtalardan yapılan sembollere yöneltmiş ve kutsal güçler
nisbet ettiği bu putlara ibadet ettirmiştir. Şimdi sizlere sormak istiyorum.
İnsanların neden putperest olduklarını, taşlardan yapılmış heykellere neden
taptıklarını hiç düşündünüz mü?
Affedersiniz hocam.
Herhalde akılsızlıktan olsa gerek!.
Merve hanım, sizler
kadar akıllı olmadıkları açık bir gerçek. Ancak ben yine de bütün
putperestlerin, bu cansız putlara ibadet edecek kadar akılsız oldukları
kanaatinde değilim. Çünkü putperestlik merasimlerinin ön saflarında, toplumda
ileri gelen kimselerin yer aldığını görüyoruz. Zaten arka saflardaki şaşkınlar,
bu ön saflardaki ileri gelenleri izleyerek putperest oluyorlar. Benim sorum bu
ön saftakilerle ilgili. Yaşadıkları çağlarda kendilerine aydın, düşünür,
yönetici denilen . bu Ön saftakiler neden putperest oluyorlar veya niye
putperest gözüküp, arka saflardaki insanları putperestliğe davet ediyorlar?
Evet hocam. Burası çok
önemli!.
Tabi ki önemli Veli.
İşte insanla ilgili bu önemli sorunun cevabını bulabilmemiz için yine insana
yönelmemiz ve bu cevabı insanın fıtratında aramamız gerekir. Daha önce de
konuştuğumuz gibi her insanın fıtratında Allah gerçeği vardır. Tüm yaratılışın
bu kutsal gerçekle ilgisi olduğunu yakinen hisseden insanlar, fıtri olarak bu
kutsalı bulma ve bu kutsala yönelme arzusuna sahiptirler. İnsanlara hükmetmek
isteyen yöneticiler, toplumdaki bu kutsala yönelme arzusunu, yegane İlah olan
Allah ile karşılamak ve bu fıtri boşluğu Allah gerçeği ile doldurmak
istemezler. Çünkü Allah konuşan, hüküm koyan, insanların nasıl ve ne şekilde
yönetilmeleri gerektiğine müdahale eden, zalim liderlerin haksız çıkarlarına
engel olan bir Rabdır. Çünkü Allah bütün kullarını aynı hükümlerle karşı karşıya
getiren, devlet başkanından çobanına kadar her insanın bu hükümler karşısında
eşit olduğunu beyan eden ve yarattığı bütün kullarına adil davranan bir Rabdır.
Tabi ki hiçbir
müstekbir, hiçbir emperyalist, kendilerini diğer insanlarla eşit tutan ve
hiçbir insana zulmedilmemesi için hükümler beyan eden böylesine adil bir İlah
adına insanları yönetmek istemezler. Onların istedikleri ilahlar, kendilerini
kayıran, onların zulümlerine karışmayan, insanların yönetimiyle ilgili kanun
ve hüküm yetkisini kendilerine bırakan Vedd, Suva, Ye-ğus gibi sahte
ilahlardır. Bu nedenle zalim liderler ve zalim yöneticiler, insanların Allah'a
ve Allah'ın adil hükümlerine yönelmelerini istemezler.
Bütün bunları dikkate
alan emperyalistler, insanların fıtratında bulunan kutsalı bulma ve kutsala
yönelme arzularını, kendilerine göre en uygun olan bir alternatifle gidermek
isterler. Ölmüş bir insanı, bir lideri veya tabiattaki bir kudreti sembolize
eden putlar yaparak, bildikleri bütün kutsal vasıfları bu putlara nisbet ederler.
Halka öncülük yaparak, batıl isnatlarla yücelttikleri bu putların önünde tazim
ve hürmetle dururlar. Önemli olan halkın bu putlara yönelmesi, kutsala yönelme
arzusunu bu putlarla gidermesidir.
Yöneticilerin tabi ki
bu putlardan hiçbir rahatsızlıkları yoktur. Hem neden rahatsız olsunlar ki!.
Çünkü bu suskun putların yerine kendileri konuşmakta, bu putların ne isteyip,
ne istemediğine kendileri karar vermektedir. Doiayısıyle kendilerine kutsal bir
yönetim gücü veren bu sahte ilahları, var güçleriyle yüceltmek isterler.
İnsanları ve toplumları hem maddi, hem de manevi yönden ellerine geçirmişlerdir
artık!. Toplumun bir kesimini kendileri adına cezalandırdıkları zaman
toplumsa! bir düşmanlık ve muhalefet ile karşılaşmaları sözkonusu iken;
yücelttikleri putlar adına cezalandırdıkları zaman böyle bir düşmanlık ve muhalefet
sözkonusu değildir. Çünkü her şey yüce putlar adına yapılmakta, akıtılan
kanlar, yine bu putlar adına akıtılmaktadır!. Putlar adına kurban alan
cellatlar ise bu putperestliğin en dindar, en muttaki, en samimi savunucuları
olarak kabul edilmektedir!.
Dünya tarihinin
değişik dönemlerinde gönderilen peygamberler, bu putperestlik vakıasıyla
karşılaşmışlar ve bütün insanları putperestlikten menederek, onları sadece ve
sadece Allah'a kulluğa davet etmişlerdir.
- Hocam, günümüzde de
putperestlik var mı?
Dünyanın en eski
sapıklığı olan putperestliği sadece geçmişe nisbet etmek ve günümüzde böylesi
sapıklıklar yoktur demek, ne yazık ki mümkün değildir Hamdı. İlahi değerlerin.
İlahi hakikatlerin önüne geçirilen her ilke, her prensip, İslam itikadına göre
müşriklere veya putperestlere özgü ilke ve prensiplerdir. İlahi hakikatlerin
önüne geçirilen bu ilke ve prensipler bir kişiye veya bir heykele nisbet
edilerek, insanlar bu kişinin veya heykelin önünde, tazim ve hürmetle
durdukları zaman, bu kişileri veya heykelleri birer put durumuna getirmiş ve
putperestlik yapmış olurlar.
Hocam, müslümanlann
arasında da böyle insanlar var mı?
Gerçek müslümanlann
arasında elbetteki böylesi insanlar yoktur Merve^ Ancak kendilerini İslam
dinine nisbet etmelerine rağmen, İslam'ın dünya görüşüne ve yaşam tarzına karşı
çıkan insanlar arasında böylesi kimseler çoktur. Bir gücü veya bir İnsanı
sembolize eden heykeller önünde tazim ve hürmetle duran bu insanlar, bilerek
veya bilmeyerek putperestliğe bulaşan insanlardır. Söz ve konuşma meydanlarında
"Ben de müslümanım, bizler de müslümanız!." diyen bu şaşkınların
karşısına elinize bir Kur'an-i Kerim alarak çıktığınızda ve bütün bu şaşkınlara
"Madem ki müslümansı, Allah sizleri taşlara tapmaktan menediyor; madem ki
müslümansınız, Allah sizleri Kur'an'a davet ediyor; madem ki müslümansmız,
Allah sizlere şunları emrediyor..." dediğinizde surat astıklarını,
sözlerinizden hiç hoşlanmadıklarını ve üzerinize çullanarak sizi susturmaya
çalıştıklarını görürsünüz!.
Hocam, niye böyle
yapıyorlar?
Bunun nedeni çok
açıktır Merve hanım. Çünkü bu kimseler, "Bizler de müslümanız, bizler de
Allah'ın kuluyuz!." demelerine rağmen, kendilerine müdahale eden,
kendilerini hakka davet eden, daha açık, çok daha açık bîr ifadeyle
"Konuşan bir Allah" istemiyorlar!. Nitekim kendilerine Allah'ın
ayetlerini hatırlattığınız zaman üzerinize çullanarak susturmaya çalıştıkları
gerçek, sizin sözleriniz değil, Allah'ın kelamıdır. Sîze veya sizin şahsınıza
değil, konuşan bir Allah'a, konuşan bir tanrıya tahammülleri yoktur bunların!.
Özellikle toplumun
elit tabakasına mensup olan bu kimseler "Görmedim, duymadım,
söylemedim" diyen üç maymun heykelinde ifade edildiği gibi kendilerini
görmeyen, kendilerini işitmeyen ve kendilerine konuşmayan bir tanrı, yani bir
put istemektedirler!. Az önce anlattığımız putperestler, taştan veya tahtadan
yapılmış heykellere put gibi yaklaşırlarken; bu kendini bilmezler alemlerin
Rabbi olan Allah'a put gibi yaklaşmak istemektedirler. Var dedikleri Alİah
susacak, Allah'ın yerine bunlar konuşacak!. Neyin iyi, neyin kötü olduğuna bu
beyler karar verecek!. Alemlerin Rabbi olan Allah Cefle Celaluhu yarattığı ve
sayısız nimetlerle yaşattığı insanları bu beylerin emrine vererek "Alın
bu insanları, istediğiniz gibi yönetin, istediğiniz gibi kullanın, istediğiniz
gibi sömürün" diyecek!. Bu zalimler insanları ezecekler, insanları
sömürecekler fakat Allah bunlara hiç karışmayacak!. "Keyfinize göre yaptığınız
işler, nefsinize göre çıkardığınız kanunlara uygunsa, ne mutlu size!."
diyecek!. Çünkü bunlar, İslam dinine bir putperest mantığı ile yaklaşan bu
beyler, böyle istiyorlar!.
Hocam, sinirlendiniz!.
Bir insan olarak
sinirlenmemek ve böylesi müşriklerin ezdiği, sömürdüğü milyarlarca insan için
üzülmemek mümkün mü Fatih!. İnsanların karşısına çıkarak "Bizler de
Allah'a inanıyoruz1' diyen bu münafıklar, günümüz dünyasının modern ve çağdaş
putperestleridir. Tarihin her döneminde karşımıza çıkan putperestlik olayı, şekil
veya biçim olarak değişse de. mantık olarak hiç değişmemektedir. Aynı şeytani
mantığın, farklı görüntüleridir bütün bunlar.
Hocam, çok tehlikeli
bir dünyada yaşıyoruz!.
Doğru söylüyorsunuz
Seda hanım. İnsanların yararına bir araç olması gereken bilim ve teknolojinin
bile emperyalistler tarafından putlaştırıldığı, dünya insanlarının demokrasi
kavalından çıkan hoş ve boş nağmelerle uyutulduğu bu çağ, düşünen insanların
gerçekten dikkatle yaşamaları ve kendilerini özenle korumaları gereken bir
çağdır. Bu korunma İse hiç kuşkusuz ki Allah'a sığınmamızla ve O'nun
hükümlerine sımsıkı sarılmamızla mümkün olacaktır.
Evet putperestlik
konusunda bu kısa bilgiyi verdikten sonra .aşıl konumuza dönebiliriz. Nuh
Aleyhisselam'dan yaklaşık on asır sonra, insanlık tarihinin yine kara, yine
kapkara bir döneme girdiğini söylemiştik. Gökyüzüne bakarak Allah'ın azametini
düşünmesi gereken insanlar, bu gökyüzündeki yıldızları, ayı ve güneşi birer
yardımcı tanrı yerine koyarak, bütün bunları yaratah Allah'a eş koşmaya başlamışlardı.
Değişik isimler, verdikleri bu tanrıların sembolik heykellerini yapıyorlar ve
kendi elleriyle yaptıkları bu putlara tapınıyorlardı!.
Bu tapınmanın merkezi
ise Irak bölgesinde kurulan Babil şehri idi. O karanlık dönemin, karanlık yüzlü
kralı, olan Nemrud, Babil'de büyük bir ibadethane yaptırmış ve burasını
kıymetli taşlarla süslediği en büyük, en değerli putlarıyla doldurmuştu.
Buraya gelen insanlar, kendilerine çok yüce manevi değerler nisbet edilen bu
değerli ve görkemli putlara tapınıyorlardı.
Tabi ki bu durumdan
Nemrud ve Nemrud'un ileri gelen çevresi çok memnundu. Çünkü bu cansız putların,
yeryüzündeki en canlı ifadesi kendileriydi. Bu putların bütün manevi gücünü,
bütün kudretini onlar temsil ediyorlar ve bu putlar adına sadece onlar konuşuyorlardı.
Yapılmasını istedikleri her şeyi, sanki tanrıların bir isteği imiş gibi halka
sunuyorlar ve bu isteğe karşı çıkan insanları, tanrılara karşı çıkmış gibi
cezalandırıyorlardı.
Dolayısıyle Nemrud'un
bir emrine, bir isteğine karşı çıkmak, tanrılara karşı çıkmak anlamına geliyordu.
Çünkü putperestlere göre Nemrud bir insan değil, bütün tanrıların gücünü
kendisinde toplayan ve bu kudreti dilediği gibi kullanan yüce bir varlık İdi!.
Bu yüce varlığa kim karşı çıkacak, onun karşısında kim durabilecekti ki!.
Putİaşmış krallara ve
putperest yöneticilere göre, meydan ve ibadethanelerdeki bu putlar yine de
yeterli değildi. İnsanlar ev ve işyerlerinde de bu putların küçük örneklerini
görmeli, ev ve iş yaşantılarında da bu yüce putları dikkate almalıydı!.
Dolayısıyle böylesi dönemlerde o kadar çok puta ihtiyaç vardı kiT putçuluk
önemli ve gelir getiren bir sanat haline gelmişti. Nitekim böyle bir çağda
putçuluk yapan Azer. Nemrud döneminin önemli put ustalarından biriydi. Kendi
aklınca helalından olsun diyerek el emeğinin karşılığını yiyen Azer, bu el
emeği iie devamlı put yapmakla, put üretmekle meşguldü!.
İşte insanlık
böylesine karanlık bir zulmün içinde iken, Rahman ve Rahim olan Rabbimiz
insanlara acıdı. Şeytana aldanarak Allah'ı ve ahireti unutan insanlara, bu
İlahi gerçekleri hatırlatmayı murad etti. İnsanlık böylesine karanlık bir
dönemi yaşarken; sabrı ve tevekkülü, inancı ve tevhid akidesi ile asırlar boyu
bütün bir kainatı aydınlatacak olan İbrahim'i gönderdi. Evet,
yeryüzü ismi İbrahim
olan bir çocuk ile tanışmıştı. Put yapan Azer'in evinde, putkıran bir yiğit,
putkı-ran bir kahraman, putkıran bir İbrahim doğmuştu!. Rahmet ve bereket yüklü
bu küçücük bebeğin nurlu yüzüne bakıyor, gözlerimizi ve gönüllerimizi
aydınlatan bu küçücük bebeğe "Putlara ve putperestlere hoş gelmedinse de,
sen bizlere, sen insanlara, sen insanlık tarihine hoş geldin, çok hoş geldin
İbrahim"' diyoruz.
Putperest bir kavmin,
putçu bir ailesinde doğan İbrahim, daha küçük yaşlarda iken yaratılışı ve
Yaratı-cı'yı düşünmeye başlamıştı. İbrahim'in bu güzel düşüncelerine, Rahman
olan Rabbimiz de yol gösteriyordu. Onun ciddi sorularına doğru cevaplar ilham
ediyor, yerlerin ve göklerin sadece bir Hakim'in, her şeye gücü yeten mutlak
bir Hakim'in hükümranlığı altında olduğuna işaret ediyordu.
Küçük yaşlardaki
İbrahim bu düşünceler ile bir Yaratıcı'nın varlığına inanıyor ve bu
Yaratıcı'nın bütün bir kainata hükmettiğinden hiçbir kuşku duymuyordu. İyi ama
kimdi bu Yaratıcı, kimdi bu i"kürndar, kimdi İbrahim'in Rabbi? Babası ve
kavminin ..eri gelenleri, yerleri ve gökleri idare eden bu hükümdarların yıldızlar,
ay ve güneş olduğunu iddia ediyorlardı!. Yeryüzünde meydana gelen her olayın
bunlara bağlı olduğunu, insanları iyileştiren, hastalandıran ve öldüren bütün
güçlerin bunlarda olduğunu söylüyorlardı!.
Babasının ve kavminin
ileri gelenlerinin anlattıkları bu gibi şeyleri büyük bir dikkatle dinledi
İbrahim. Bu dinlediklerinin hiçbirini yalanlamadı, hiçbirine itiraz etmedi.
Çünkü kendisine bunları anlatan kimseler, herkesin kendilerine saygı
gösterdikleri koca koca insanlardı!. Bu yaşlı ve saygın insanların yanılması
veya yalan söylemesi, elbetteki mümkün değildi.
İç dünyasındaki
gerçekler ile kavminden duyduğu sözleri birleştirerek bir sonuca varmak isteyen
İbrahim, gecenin karanlığında bir yıldız görmüş ve kendisine söylenenleri
hatırlayarak "İşte bu benim Rabbim" demişti. Ancak içine sinen,
kalbine mutmainlik veren bîr söz olmamıştı bu!. Kalbindeki bu tereddütler ile
yıldıza bakıp, insanların Rab dedikleri bu yıldızı düşünmeye başladı. Bir
süre sonra yıldız batıp, gökyüzünde kaybolunca "Ben kaybolup-gidenleri
sevmem" diyen İbrahim, bir yıldızın bir Rab olamayacağını kesinlikle
anlamıştı. Çünkü kendi batışını bile engelleyemeyen bu yıldız, hiç batmadan
kainattaki doğuş ve batışları İdare eden, onlara düzen veren bir Rab olamazdı.
Bunun ardından Ay'ı,
etrafa aydınlık saçarak doğmakta olan Ay'ı görünce, yine kendisine
söylenenleri hatırlayarak "İşte bu benim Rabbim" demişti. Fakat daha
sonra Ay da batmış, Ay da kaybolu ver misti!. İbrahim için ikinci bir hüsran,
ikinci bir hayal kırıklığı idi bu!. Babasına ve kavminin İleri gelenlerine
karşı da güvenini yitirmeye başlamıştı. Ay ve yıldız konusunda yanıldıkları,
apaçık bir sapıklığa girdikleri belliydi. Bu duygular ve düşünceler içinde
umudsuzluğa düşmüş ve "Andolsun, eğer Rabbim beni doğru yola erîştirmezse
gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum" demişti.
Sonra güneş doğmaya
başladı. Etrafa ışıklar saçarak ve tüm karanlıkları delip gidererek doğmakta
olan güneşe bakan İbrahim, babasına ve kavmine son bir fırsat vermek
istercesine "İşte bu benim Rabbim, bu en büyük" diye seslendi
kalbine. Fakat kaîbi yine doğrulamadı, yine kuşkuyla karşıladı bu sözü!.
Nitekim bir süre sonra güneş de batmış, güneş de kayboluvermişti!. Yıldızı,
Ay'ı ve güneşi tekrar tekrar düşünen İbrahim, bütün bunların kainatı idare
eden bir Rab, bir Yaratıcı değil, kainatta idare edilen birer yaratılmış olduklarını
anlamıştı. İç dünyasındaki gerçekler ile kavminden duyduğu yalanlan bir araya
getiremeyen, bunları uyuşturamayan İbrahim, son tercihini kalbindeki aydınlık
gerçeklerden yana yapmaya karar vermişti. Hiç kimsenin bulunmadığı sessiz bir
tenhalıkta kavminin söylediklerini tekrar tekrar düşünen İbrahim, kararlı bir
şekilde ayağa kalkmış ve "Ben kavmimin şirk koşmakta olduklarından
uzağım" diyerek, kavminin boş sözlerle yücelttiği ve şaşkınca tapındığı
bütün putları inkar etmişti.
Demek ki ilk önce
"La İlahe" demiş.
Dikkatin için teşekkür
ederim. Evet, Veli kardeşinizin de işaret ettiği gibi bir İnsanın Allah'ın
razı olacağı dine girebilmesi için öncelikle kelime-i tevhid gerçeğini
söylemesi ve bu güzel sözün gereğini yapması şarttır. Kelime-i tevhid yani
"La İlahe illaallah" ifadesi, "Allah'tan başka İlah yoktur, ilah
olarak sadece Allah vardır" anlamına gelir. Dikkat ederseniz bu güzel sözün
ilk yarısı inkar, ikinci yansı tasdîkdir. Bu güzel sözdeki Allah'ı tasdik ne
kadar önemliyse, sahte ilahların inkarı da o kadar Önemlidir. Çünkü "La
ilahe" diyerek sahte İlahları inkar etmeyen ve şirkten temizlenmeyen bir
kalbin; "İlla Allah" demesinin veya Allah'ı tasdik etmesinin hiçbir
anlamı yoktur. İslam'a girmek isteyen bir insan önce "La ilahe" yani
"Allah'tan başka ilah yoktur" diyerek, içinde yaşadığı toplumda
insanlara ilahlık taslayan her şeyi inkar edecek ve sahte ilahları İnkar ederek
temizlenen kalbi ile "İlla Allah" diyerek, tertemiz kalbine ilah
olarak sadece Allah gerçeğini yerleştirecektir.
Nitekim İbrahim
Aleyhisselam da önce "La İlahe" yani "Allah'tan başka ilah
yoktur" ifadesinin gereğini yapmış, içinde yaşadığı kavmin yücelttiği
putları ve putperestliği çok açık bir şekilde inkar etmiştir. Çok Önemli olan
bu inkar ile putperestliğe sırtını dönmüş ve bu çok önemli inkar île
temizlenen, aydınlanan kalbini yegane İlah olan Allah'a yöneltmişti. Ancak böylesi
bir yöneliş ile mü'min ve muvahhid olan İbrahim, Allah'a inandıktan sonra ne
yapacağını ve ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu. Bu Önemli bilmezlik içinde
kendisini boşlukta hisseden İbrahim, tenhalara çekiliyor ve meraklı gözlerle
kainata bakarak, kainatı yaratan Allah için ne yapması gerektiğini
düşünüyordu.
Alemlerin yegane Rabbi
olan Allah için ne yapacak ve Allah'a nasıl teslim olacaktı? Küçük yaşta büyük
bir işi başaran İbrahim, kainata bakan merak dolu gözleri ve Allah'a
yönelttiği dua dolu sözleri ile bu arayışına devam ediyordu. Nitekim tenhalarda
sürdürdüğü bu güzel yönelişi cevapsız kalmamış ve hiç kuşku duymadan inandığı
Rabbi "Teslim ol ya İbrahim" diyerek ona seslenmiş, ona
seslenivermişti.
İbrahim durdu, hemen
cevap vermedi bu seslenişe!. Çünkü bu sesin kimden geldiğini bilmiyor, bilemiyordu!.
"Teslim ol ya İbrahim" diyen ve ondan tam bir teslimiyet isteyen bu
ses kendisini tanıyordu ama, kendisi bu sesin sahibini tanımıyordu. Bu nedenle
"Teslim oldum" demiyor, diyemiyordu. Çünkü alemlerin Rabbi olan
Allah'tan başka hiç kimseye, ama hiç kimseye teslim olmaya niyeti yoktu
İbrahim'in. İşte bu düşüncelerle biraz tereddüt eden İbrahim, anlamında hem
tedbir, hem de teslimiyet bulunan şu cevabı verdi.,
"Alemlerin
Rabbine teslim oldum"
Evet, artık teslim
olmuştu, artık müslim olmuştu İbrahim. Ve onun için bu teslimiyet, dünya
yasantısındaki son nefesine kadar sürmesi gereken ve sürecek olan bir
teslimiyet idi.
Alemlerin Rabbi olan
Allah'a kalbi bir teslimiyet gösteren İbrahim Aleyhisselam, iç dünyasındaki bu
temiz duygular ile büyüyor,,bu tertemiz düşünceler ile yetişiyordu. Put
yapmakla meşgul olan babası Azer, İbrahim'i çocukluk yıllarında birkaç kere put
satması için zorladıysa da, bu İsteğinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Çünkü
kavmindeki diğer çocuklara hiç benzemeyen İbrahim, Azer'in anlayamayacağı bir
şekilde putlardan ve putperestlikten uzak duruyordu.
Tabi ki hem babasının,
hem de kavminin hiç hoşlanmadığı bir durum oluyordu bu!. Kendi kendilerine
"Bu çocukta bir tuhaflık var!." demelerine rağmen yine de büyüyünce
akıllanacağını ve düzeleceğini umuyorlardı. Fakat yıllar geçmesine ve İbrahim
genç bir delikanlı olmasına rağmen, babasının ve kavminin istediği bir duruma
gelmemişti. Yine putlara tapmıyor, yine putlar hakkında ileri geri
konuşuyordu!. Nitekim bir gün babasının karşısına geçerek, merhamet dolu
yumuşak bir sesle ona şunları söylemişti.,
"Babacığım,
işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan bu şeylere niye tapıyorsun?
Yoksa sen bu cansız putian ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini
apaçık bir sapıklık içinde görüyorum. Çünkü bütün bunlar. Rahman olan Allah'a
baş-kaldıran şeytanın İşidir. Babacığım gerçek şu ki bana, sana gelmeyen bir
ilim geldi. Artık şeytana kulluk etme ve bana tabi ol ki seni düzgün bir yola
ulaştırayım. Şayet bu gerçekleri dinlemezsen, sana Rahman tarafından bir
azabın dokunacağından korkmaktayım. O zaman şeytanın velisi olursun."
Mesleği ve mezhebi
putçuluk olan Azer, yıllarca yedirip-içirdiği oğlunun bu sözleri üzerine adeta
çıldırmıştı!. Ne diyordu bu oğlu, ne diyordu bu İbrahim!. Kendisi İbrahim'in
akıllanmasını ve putlarına tapmasını beklerken, oğlu artık başkalarına da
karışıyor, başkalarının da putlara tapmasını İstemiyordu!. Daha dün bacak
kadar bir çocuk iken şimdi karşısına geçmiş "Baba, sana gelmeyen bir ilim
bana geldi. Artık bana tabi ol ki seni düzgün bir yola ulaştırayım!."
diyordu. Bu sözleriyle kendisini büyük ve ilim sahibi bir baba, babasını ise
küçük ve cahil bir oğul gibi gören bu İbrahim delirmiş olmalıydı!.
Yüzyıllardır atalarının ve kendilerinin taptıkları putlardan, nasıl oluyor da
hiç korkmadan yüz çeviriyordu!.
Yüreğindeki öfke ve
gözlerindeki kızgınlık ile oğluna bakarak ""İbrahim, sen benim
ilahlarımdan yüz mü çevirmektesin? Eğer bu tutumuna ve bu söylediklerine bir
son vermeyecek olursan, andolsun ki seni taşa tutarım." dedi. Fakat
İbrahim'de ve İbrahim'in bakışlarında hiçbir değişiklik yoktu. Babasına yine
başka alemlerden ve bambaşka bir merhametle bakıyor gibiydi. İbrahim'in bu
kararlı bakışları karşısında ne diyeceğini şaşıran Azer, İbrahim'i belli bir
süre kendi haline bırakmak istedi.
İbrahim'in putlara
karşı bu isyankar tavrı, kavmini ve kavminin ileri gelenlerini de
kızdırıyordu. Artık genç bir delikanlı olan İbrahim, kavimdeki diğer gençler
için çok kötü bir örnek oluyordu. Ya diğer gençler de İbrahim'den etkilenerek,
putları inkar ederlerse durum ne olacaktı!. Ayrıca bu genç delikanlı putları
inkar ederek ne elde etmek ve nereye varmak istiyordu? İşte bu endişelerle
İbrahim'i yanlarına çağırarak "Ey İbrahim sen tanrılarımızı inkar ederek
ne yapmak istiyorsun?" diye sordular. Genç İbrahim bu sözler üzerine hiç
duraksamadan "Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta
olduklarınızdan uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri
ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim" cevabını verdi.
Hocam. Muvahhid,
Allah'a inanan kimseye mi deniliyor?
Güzel bir soru Seda
hanım. Bu güzel sorunun cevabını lütfen iyi dinleyin. Allah'a inanan tüm
insanlar, muvahhid ve müşrik olmak üzere ikiye ayrılır. Muvahhid, inandığı
Allah'ı birleyen, Allah inancına şirk karıştırmayan kimse demektir. Müşrik ise
Allah'a inanmalarına rağmen inandıkları Allah'a eş koşan insanlardır. Bir
insan Allah'a inandığını söylemesine rağmen, Rab-bimizin herhangi bir sıfatını
bir puta, bir insana, bir topluma veya bir devlete nisbet ederse, o kişi müşrik
durumuna düşmüş olur. Elini kaldırdığım göre herhalde örnek istiyorsun Hamdi!.
Evet hocam.
Mesela Allah'ın
hakimiyet sıfatını ele aİalım. Allah Celle Celaluhu, yerlerin ve göklerin
yegane hakimidir. Yedi kat gökleri idare ettiği ve onlara ahenkli bir nizam
verdiği gibi, yeryüzündeki insanların da birer halife olarak böylesine adil ve
ahenkli bir nizam kurmalarını ister. Bizler için böylesine adil bir nizam
dileyen ve bizleri bizden daha iyi tanıyan Rabbimiz, insan ve toplum
ilişkilerindeki temel esaslarda hüküm koyma yetkisini biz insanlara bıraktığı
zaman, bizlerin kesinlikle tarafsız olmayacağını, tarafsız olamayacağını
bilmektedir. Çünkü kanun koyma yetkisi insanlardan hangi sınıfa veya hangi
zümreye ait ise; bu kimseler bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya
istemeyerek kendilerini kayıracaklar ve böylesi bir nefsi eğilimle adalet
çizgisinden az veya çok uzaklaşacaklardır. İşte şanı yüce Rab-bimiz bu
nedenle temel, konularda hüküm
koyma yetkisini, peygamber dahi olsa hiçbir insana vermez. Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de "Göklerin ve yerin yegane hakimi Benim ve bu gibi temel
konularda hüküm koyma yetkisi sadece Bana aittir" gerçeğini sık sık beyan
eder. Şimdi herhangi bir insan veya herhangi bir kurum Allah'ın bu yetkisini
kendilerinde görür ve Allah'ın hükümlerine rağmen hüküm koymaya kalkışırlarsa,
hem bunlar ve hem de bunların hüküm koyma yetkisini meşru kabul edenler müşrik
durumuna düşmüş olurlar. Ne diyorsun Hamdi, anlaşıldı mı?
Çok şey anlaşıldı
hocam. Demek ki birçok insanın "Biz de Allah'a inanıyoruz"
demelerinin fazlaca bir değeri yok. Önemli olan İnandıkları Allah'a eş koşmamaları
yani muvahhid oimaları.
Bu Önemli gerçeği
anladığın ve anladığını güzel bir şekilde açıkladığın için teşekkür ederim
Hamdi.
Asıl biz teşekkür ederiz
hocam. Size borçlu olan biziz ve bu borcumuzu nasıl ödeyeceğimizi de bilmiyoruz!.
Bana olan borcunuzu
bir teşekkür ve bir dua ile zaten ödemiş oluyorsunuz. Ancak sizleri bu
gerçeklerle karşılaştıran ve bu gerçekleri anlamanızı nasib eden Allah'a olan
borcunuzu çok daha fazla önemsemeniz gerekir. Bu borcu ödeyebilmeniz için
yapmanız gereken şey ise, karşılaştığınız gerçeklere iman ederek bunları
yaşamanız ve bu gerçekleri henüz bilmeyen diğer insanlara da uygun koşullarda
anlatmanızdır. înşaallah hocam.
înşaaüah arkadaşlar.
Evet, İbrahim Aleyhisse-lam'ın kavmi de, müşrik bir kavimdi. Göklerin ve yerin
yegane yaratıcısı olarak Allah'a inanıyorlar, ancak diğer işlerde putlara ve yalancı
tanrılarına yöneliyorlardı. Tabi ki bir şirk, apaçık bir şirkti bu. Nitekim
genç bir delikanlı olan İbrahim "Ey kavmim, tartışmasız ben
sizin şirk koşmakta
olduklarınızdan uzağım" diyerek, böylesi bir şirkten ve müşriklerden uzak
olduğunu açıklamıştı. Kendisini tanımlamak için söylediği "Ben bir
muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim" ifadesi ise,
Allah'ın yaratma sıfatı ile hakimiyet sıfatını birbirinden ayırmadığını beyan
ediyordu. Gökleri ve yeri yaratan Allah olduğuna göre, hakimiyet de Allah'ın
olmalı ve sadece Allah'a yönelip, sadece Allah'a kulluk edilmeliydi.
İbrahim
Aleyhisselam'ın bu apaçık sözleri, kavmi tarafından öfke ve şaşkınlık ile
karşılandı. Tanrıları hakkında böyle konuşan bir delikanlı, hiç kuşkusuz ki
delirmiş olmalıydı ve ne olduğunu anlayamadan tanrıların gazabına uğrayacaktı.
Çünkü şimdiye kadar tanrılarına ibadette gevşeklik gösteren nicelerinin
başına, ne büyük aksilikler, ne büyük felaketler gelmişti!. Kendi aralarında
yetişen bu delikanlıya yine de nasihat etmek, onu böyle bir büyük hatadan
vazgeçîrebilmek için İbrahim'le konuşmaya ve onunla çekişîp tartışma-ya
başladılar. Bu söylediklerinden vazgeçmezse, tanrılarının büyük bir azabına
uğrayacağını söylediler. Kendisine yönelik bütün bu tebliğ ve tehditleri
sessiz bir sakinlikle dinleyen İbrahim ise, etrafını çeviren kavmine baktı ve
insanlık tarihine nurdan harflerle geçecek olan şu cevabı verdi kendilerine.,
"Alİah beni doğru
yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip-tartışmaya mı
giriyorsunuz? Sizin O'na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum, ancak Allah'ın
benim hakkımda bir şey dilemesi başka. Şayet Rabbimin dilemesi ile başıma bir
şey gelirse, başıma gelen bu şeyi sizin yalancı putlarınızdan değil, yine
Rabbimden bilirim. Çünkü Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır, O'nun izni
olmaksızın hiçbir şey olmaz, olamaz. Hem siz, O'nun kendileri hakkında hiçbir
ispatlayıcı delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaktan korkmuyorken,
ben sizin şirk koştuklarınızdan nasıl korkarım? Eğer biliyorsanız söyleyin,
güvenlik içinde olmayı hangi taraf hak ediyor? Hiç kuşkusuz ki iman edenler ve
şirkten uzak durarak imanlarına zulüm katmayanlar hidayete ermişlerdir ve
onlar güvende olacaklardır. Yine de öğüt ahp-düşünmeyecek misiniz?"
Hüküm ve hikmet sahibi
olan Rabbimizin hidayeti ile bu apaçık cevabı veren genç İbrahim, kavminin bu
gerçekleri anlamasını ve bu sapıklıktan vazgeçmesini istiyordu. Fakat olmadı,
bu rahmet dolu sözlere rağmen putlara tapmaktan ve Allah'a eş koşmaktan
vazgeçmedi kavmi.
İbrahim'in babası Azer
ise bütün bu olup-bitenler-den sonra oğlundan umudunu kesmeye başlamıştı. Böyle
bir oğul ile aynı çatı altında yaşamak, artık hem istemediği ve hem de korktuğu
bir durumdu. Çünkü oğluna gelecek olan bir azap, kendisine de dokunabilirdi.
Nitekim tanrılarını gazaplandırmamak ve oğlunun getireceği bir uğursuzluktan
kurtulabilmek için, İbrahim'i karşısına alarak "Uzun bir süre yani aklın
başına gelinceye kadar benden uzaklaş ve git" dedi.
Oğluna "Benden
ayni ve git" diyen Azer, oğlunun Babil'e gitmesini İstiyordu. Şayet oğlu
Babil'e gider ve orada binlerce insanın ibadet ettiği muhteşem putları görürse,
belki onlardan ve oradaki çoğunluktan etkilenerek bu düşüncelerinden
vazgeçebilirdi!. Çünkü daha önceleri Babil'e giden Azer, büyük ibadethanedeki o
görkemli putlardan ve hep birlikte ibadet eden o kitlesel çoğunluktan çok
etkilenmişti. İşte bu nedenle git, git dedi oğlu İbrahim'e!.
Doğup büyüdüğü evden,
baba ocağından ayrılması istenilen genç İbrahim, elbetteki çok üzülmüş.
çok hüzünlenmişti.
Babası niye böyle söylemiş ve niye böyle davranmıştı ki kendisine!. Onlara Bir
olan Allah'ı anlatmaktan ve sadece Allah'a kulluğa davet etmekten başka ne
yapmıştı, hangi suçu işiemişti ki İbrahim!. O halde bir suçlu gibi hakarete
uğramasının ve baba evinden kovulmasının anlamı neydi? Genç bir delikanlı olan
İbrahim için cevapsız kalan, henüz cevabını bulamayan sorulardı bunlar.
Artık babasının isteği
üzerine gitmekten, gitmekten başka yapacak birşey yoktu. "Uzun bir süre
benden uzaklaş" diyen babasına son bir kez baktı. Her şeye rağmen babası
olan Azer'e, yine de acıdığını, yine de merhamet ettiğini hissetti. Ve
yüreğinde hissettiği bu merhamet duygularıyla "Selam üzerinde olsun
babacığım. Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü O, bana pek
lutufkardır" dedi. Çok duyarlı ve yumuşak huylu bir insan olan İbrahim
Aleyhisselam, babasına verdiği bu, sözü büyük hesap gününde de unutmadı. Babası
için bağışlanma dileyerek, ona şefaat etmek istedi. Ancak kendisine babasının
gerçekten bir Allah'a düşman olduğu açıklanınca hemen ondan ve yaptığı bu
duadan uzaklaştı.
Evet, içinde
hissettiği derin bir hüzün ile babasından ve baba ocağından ayrılan genç
İbrahim, nelerle karşılaşacağını bilemediği bir şehire doğru yürüyordu.
Kendisinİ alaycı gözlerle izleyen kavmine "Sizden ve Allah'tan başka
taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime
dua etmekle mutsuz olmayacağım." diyerek yoluna devam etti.
Alemlerin Rabbi olan
Alİah Celle Celaluhu'm dilemesiyle Babil'e gelen genç İbrahim, burada daha büyük
bir putperestlik olayıyla karşılaştı. Nemrud'un yaptırdığı büyük puthaneye
gelen binlerce insan, buradaki değerli taşlardan yapılmış değersiz putlar
önünde saygıyla durarak ve bel büküp eğilerek, bu putlara İbadet
etmekteydiler.
Puttan ve putperestlikten
nefret eden İbrahim Aleyhisselam, gördüğü bu cehaleti elbetteki sessiz ve
tepkisiz karşılayamazdı. Çünkü putiara yönelen bu insanların İlahi gerçekleri
bilmediğini düşünüyor ve bu gerçeklerle karşılaştıkları zaman, putperestlikten
uza-klaşabileceklerini umud ediyordu. Nitekim kopkoyu bir küfür uykusunda
bulunan insanlara bu duygularla yaklaşarak "Karşılarında bel büküp
eğildiğiniz bu temsili heykeller de nedir? Sizler neye tapıyor, neye kulluk
ediyorsunuz?" diye sordu. Şimdiye kadar böyle bir soruyla hiç
karşılaşmamış olan insanlar "Bu putlara tapıyoruz. Zaten bunun için
devamlı buraya gelerek onların önünde bel büküp eğiliyoruz." dediler.
İbrahim Aleyhisselam ne yaptıklarını bilmeyen bu insanların biraz
düşünmelerini ve akletmelerini sağlayabilmek için "Çağırdığınız zaman
onlar sizi işitiyorlar mı? Ya da sizlere bir yararları veya zararları
dokunuyor mu?" diye sordu. Bu soru üzerine birbirlerine bakan insanlar
"Hayır. Fakat biz atalarımızı böyle yaparlarken, bunlara taparlarken
bulduk ve bizler atalarımızın İzinde gidenleriz" dediler.
Genç bir delikanlı
olan İbrahim Aleyhisselam, bütün bir toplumu ve toplumun öfkesini üzerine
çekme pahasına "Andolsun ki, sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık
İçindesiniz. Birtakım uydurma yalanlar için mi
Allah'tan başka
ilahlar istiyorsunuz? Gökleri ve yeri yaratan Allah sizlere yetmiyor mu? Hem
böyle yaparken, alemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir? Sizi hoşgöreceğini
veya affedeceğini mi zannediyorsunuz?" dedi.
Bu müthiş sözleri
clinieyen insanlar, bir anda şaşırmışlar, ne olduğunu 'anlayamamışlardı!.
Karşılarındaki bu genç, nasıl bir cüretle, neler söylüyordu böyle!.
İbrahim'in sözlerini dikkatle dinleyenlerden birisi "Ey delikanlı, sen
bize gerçeği mi getirdin, yoksa bizim bu durumumuzla alay eden, bizlerle oyun
oynayanlardan mısın?" diye sordu.
İbrahim Aleyhisselam
ciddi fakat yumuşak bir üslup ile "Hayır, ben sizinle oyun oynamıyorum.
Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları Kendisi yaratmıştır ve ben
de buna şehadet edenlerdenim." diye cevap verdi.
Biz de buna şehadet
edenlerdeniz hocam.
Güzel bir noktada,
güzel bir müdahalede bulundun Merve hanım. Elbetteki bizler de bu gerçeğe şehadet
edenlerdeniz. Ne var ki İbrahim Aleyhisselam'ı dinleyenler, bu apaçık gerçeğe
şehadet etmediler. Bazıları ona kim olduğunu sorunca, karşılarındaki delikanlı
kısaca "İbrahim" diye cevap verdi bu soruya. Birçoğu ise bu
söylediklerinden hemen vazgeçmesi gerektiğini yoksa tanrıların gazabına
uğrayacağını söylediler. İbrahim Aleyhisselam tebessüm ederek karşıladı bu
sözleri. Eliyle putları göstererek "Ben bu cansız putlardan niye korkayım
ki!." dedikten sonra "Allah'a andolsun, sizler arkanızı dönüp
gittikten sonra, ben sizin bu putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım"
diye ilavede bulundu.
İbrahim Aleyhisselam'm
bu cüretkar sözlerine kızan bazı insanlar, bu genç delikanlıya ne
söyleyeceklerini, ne yapacaklarını bilemediler!. Güneş batmasına rağmen onu
burada, bu büyük puthanede yalnız bırakmak da istemiyorlardı!. Bu durumu gören
İbrahim Aleyhisselam, dikkatli bir şekilde yıldızlara baktıktan sonra
"Bende bîr şeyler oluyor, ben hastayım" dedi. Yıldızların gücüne
inanan etrafındaki insanlar "İşte tanrılarımızın gazabı geliyor"
diyerek, bu gazap mahallini hemen terkedebilmek için puthaneden hızla uzaklaşmaya
başladılar.
İstediği olmuştu
İbrahim Aleyhisselam'ın. Puthanede yalnız kalınca, bütün putları birer birer
gözden geçirdi. Putların önüne bir adak olarak konulan yemekleri onlara
uzatarak "Yemek yemiyor musunuz?" diye sordu. Kendisine bir ses, bir
cevap gelmeyince "Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?" dedikten sonra
kenarda duran baltayı eline aldı. Sakin adımlarla putların üzerine yürüyerek,
sağ eliyle bir darbe indirdi onlara. Sonra birbiri ardınca diğer balta
darbeleri inmeye başladı. Bu büyük puthanede dua ve yakarış sesleri değil,
birbiri ardınca İnen balta sesleri yankılanıyordu artık. Koskoca bir toplumun
saygı göstererek taptıkları putlar, genç bir müslümanın balta darbeleriyle parçalanıyor,
birer birer paramparça oluyordu. İbrahim Aleyhisselam'ın insanlık tarihine
aydınlık bir ses veren bu balta darbeleri, en büyükleri hariç olmak üzere diğer
bütün putlar paramparça oluncaya kadar sürdü. En büyük putun önünde bir süre
duran İbrahim Aleyhisselam, her nedense bu putu kırmadı ve elindeki baltayı
onun koluna takarak, sakin adımlarla oradan uzaklaştı.
Gün doğusuyla birlikte
puthaneye gelenler, gördükleri put enkazı karşısında dehşete kapıldılar. Büyük
bir özen gösterdikleri puthaneleri, sanki bir put mezarlığına, sanki bir put
çöplüğüne dönmüştü. İnsanları hayrete düşüren bu sıradışı haber, şehirde bir
anda yayılıverdi. Bütün şehir puthaneye gelerek "Bizim ilahlarımıza bunu
kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir" demeye başladılar. Bir gün
öncesi İbrahim Aleyhisselam ile konuşmuş olanlar "Kendisine İbrahim
denilen bir gencin bunların sözünü ettiğini işittik" dediler. Toplumun
ileri gelenleri "Öyleyse onu insanların gözü önüne getirin ki, onun
durumuna ve ona ne olacağına şahid olsunlar" diyerek, İbrahim Aleyhisselam'ın
hemen bulunmasını ve getirilmesini istediler.
İbrahim Aleyhisselam
tabi ki kaçmamış, tabi ki kaçıp gizlenmemişti. Çünkü genç olmasına rağmen
söylediği sözlerin, yaptığı eylemlerin arkasında durabilecek bir insandı
İbrahim Aleyhisselam. Halk birbirine girmiş bir durumda kendisine gelince, hiç
itiraz etmeden onlara tabi oldu ve onlarla birlikte puthaneye doğru yürüdü.
Puthanede bütün insanların toplanmış olması, İbrahim Aleyhisselam için
elbetteki iyi bir durumdu. Çünkü İlahi gerçekleri bütün insanlar duysun, bütün
insanlar anlasın istiyordu. '
Kendisine "Ey
İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?" diye sorduklarında, kolunda
balta asılı olan büyük putu göstererek "Hayır, bu yapmıştır, baksanıza bu
onların en büyükleridir. Eğer konuşabiliyorsa ona soruverin" dedi. İbrahim
Aleyhisselam'm bir çocuk saflığı ile söylediği bu sözler, etrafındaki
insanların bir anda şaşırmasına neden olmuştu. Çünkü genç delikanlının
sorduğu bu akıllıca soruya, akıllıca verilebilecek hiçbir cevap yoktu. Kısa bir
süre birbirlerinin şaşkın yüzlerine bakarak bu anlamlı sözleri düşünmeye başlamaları,
meseleyi az da olsa görmelerine ve anlamalarına sebeb olmuştu. Anladıkları ve
vicdanlarında hissettikleri bu açık gerçek ile birbirlerini suçlayarak
"Asıl sizsiniz, zalim olanlar gerçekten sizlersiniz" dediler kendi
kendilerine.
Fakat bu uzun
sürmedi!.
Tepeleri üstüne ters
dönerek, yani akıllarını ayaklar altına alarak yine sapıklığı tercih ettiler.
Karşılarında duran İbrahim Aleyhisselam'ın, bu soruyu kendilerine bir çocuk
saflığı ile değil, olgun bir insanın bilgeliği ile sorduğunu anlayarak
"Andolsun ki, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin"
dediler.
İnsanların bu ani
dönüşleri karşısında hem kızan ve hem de üzülen İbrahim Aleyhisselam "O
halde sizler Allah'ı bırakıp da ellerinizle yonttuğunuz ve sizleri duymayan,
sizlerle konuşmayan, sizlere yararı ve zararı dokunmayan şeylere mî
tapmaktasınız? Yuh size ve sizin Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de
aklet-miyecek misiniz?" diyerek; insanların anlayışlarını, Kitabındaki bu
sertlik ile sarsmak, sarsarak açmak istedi. Bu söylediklerini açık bir
şaşkınlık içinde dinleyen insanların öylece kendisine baktıklarını görünce,
sesini yumuşatarak devam etti rahmet dolu sözlerine.,
"Şimdi hem sizin
ve hem de eski atalarınızın neye tapmakta olduğunu gördünüz mü? Oysa sizleri
de. yonttuğunuz şu taş ve tahtaları da, birer tanrı yerine koyarak tapındığınız
ayı, güneşi ve yıldızları da Allah yaratmıştır. İşte rızık, şifa ve uzun ömür
dilekleriyle tapındığınız bu gibi şeyler benim düşmanımdır, yalnızca alemlerin
Rabbi olan Allah Celle Celaluhu hariç. Çünkü beni yaratan ve bana hidayet
veren O'dur; Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şifa veren
O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur; Din (ceza) günü
hatalarımı bağışlayacağını ummakta olduğum da O'dur. Bunun içindir ki ben yalnızca
O'na kulluk eder. ben yalnızca O'ndan yardım dilerim."
Allah İbrahim
Aleyhisselam'a rahmet etsin. Genç ve gerçek bir müslümamn. cahili bir toplum
karşısında nasıl durması gerektiğini, Rahman olan Allah'ı nasıl tanıması ve
O'na nasıl yönelmesi gerektiğini ne güzel ifade etmiş.
Çok doğru söylüyorsun
Fatih. Bu güzel duruşun, bu güzel yönelişin, bu güzel sözlerin sahibi olan İbrahim
Aleyhisselam'a Alİah rahmet etsin. Fakat ne var ki nurdan harflerle tarihe
geçen ve binlerce yıl ötesine ulaşan bu aydınlık dolu sözler, bu sözleri bizzat
dinleyen sağır kulaklara hiç ulaşmamış, hiç ulaşamamıştı.
İbrahim Aieyhisselam'm
sözlerini büyük bir dikkatle dinleyen İnsanlar, ona ne söyleyeceklerini, nasıl
bir cevap vereceklerini bilemediler. Çünkü bu küçük delikanlı, onları büyük
olan Allah ile karşı karşıya getirmiş ve onları en büyük yaratıcı olan Allah'a
davet etmişti. Gökleri ve yeri yaratan Allah'a elbetteki onlar da
inanıyorlardı. Fakat Allah'a yardım eden diğer tanrıların inkar edilmesi de
neyin nesiydü. Böyle bir şey yaptıkları zaman, onları bu tanrıların gazabından
ve bu tanrıların gücünü elinde bulunduran Nemrud'un azabından kim koruyacaktı!.
Küfürde ileri giden
toplumun önde gelen kimseleri, bu delikanlıyı daha fazla konuşturmadan olaya
hemen müdahale etmek istediler. Çünkü bu genç delikanlı biraz daha konuşursa,
insanların ilahlarına karşı hem imanları zayıflayacak ve hem de güvenleri sarsılacaktı.
Bu kaygılar içinde İbrahim Aleyhisselam'ı hemen yakalıyarak Nemrud'un huzuruna
götürdüler ve kendilerini büyük bir dikkatle dinleyen Nemrud'a bütün olup biteni
anlattılar.
Allah kendisine mülk
ve makam verdi diye azgınlaşan, kendisini tüm ilahların yeryüzündeki
temsilcisi yerine koyan Nemrud, kibirli ve düşünceli bir yüz ifadesiyle
İbrahim Aleyhisselam'a kısa bir süre baktı. İlahlara ve kendisine karşı gelme
cesaretini gösteren bu genç delikanlının, gerçekten bir sapık mı, yoksa ne
söylediğini bilmeyen bir deli mi olduğunu anlamak İstiyordu. Bunu anlayabilmek
İçin İbrahim Aleyhisselam'a Rabbiyle ilgili sorular sormaya ve onunla Rabbi
hakkında tartışmaya başladı. İbrahim Aleyhisselam "Benim Rabbİm diriltir
ve öldürür" deyince, ilahların gücünü elinde bulunduran bir kral olarak
"Ben de Öldürür ve diriltirim" cevabını verdi. Sonra da bu sözünü
yani ilahların gücüne sahip olduğunu kanıtlayabilmek için zindandan İki esir
getirterek, birisini öldürmüş diğerini ise salıvermişti. Aciz bir mahluk
olduğunu unutan Nemrud, küçücük aklınca diri olanı öldürmüş ve ölüm mahkumu
olan diğerini serbest bırakarak diriltmişti!.
İbrahim Aleyhisselam
bunun üzerinde durmak, bu basit ve kaçamak örnek üzerinde tartışmak İstemedi.
Çünkü Rabbiyle ilgili olarak Nemrud'a verebileceği birçok tartışmasız örnek
vardı. Nitekim güneşi bir İlah yerine koyan ve bu ilahın gücüne sahip olduğunu
söyleyen Nemrud'a dönerek "Şüphe yok ki benim Rab-bim olan Alİah güneşi
doğudan getirir, (haydi, iddianda samimi isen) sen de onu batıdan getir"
deyince, küfre sapan Nemrud ve çevresindekiler bu soru karşısında afallayıp
kalmışlardı. Çünkü bir ilah yerine koydukları güneşin, kendi isteği ile
batıdan gelmeyeceğini ve Nemrut'un da onu batıdan getiremeyeceğini onlar da
biliyorlardı. Fakat yine de küfürlerinde inat ettiler ve bu doğru söze, doğru
bir karşılık vermeden inkar yolunu seçtiler.Allah hiç kuşkusuz ki, zalimler
topluluğunu hidayete erdirmeyecekti.
Nemrud ve Nemrud'un
ileri gelen çevresi, bütün itibarlarını yoketmek isteyen bu genç delikanlı ile
daha fazla tartışmak, daha fazla konuşmak istemediler. Çünkü iman dolu gözlerle
kendilerine bakan bu genç delikanlı, ne söylediğini ve ne yaptığını gayet iyi
biliyordu!. Derin bir şaşkınlık ile İbrahim Aleyhisselam'ın sözlerini
düşünmekte olan insanlara dönerek "Niye duruyor ve niye düşünüyorsunuz
ki!. Sizlere şimdiye kadar hep yardım eden ilahlarınız için bir şey yapmak
istiyorsanız, ne dediğini bilmeyen bu genci yakıh ve ilahlarınıza yardımda
bulunun" dediler.
Kalplerindeki şeytani
vesveseler ve yüreklerinde-ki Nemrud korkusu ile bu emir etrafında birleşen insanlar,
geniş bir alanda toplanarak ateş yakacakları yerin önüne yüksek bir duvar
örmeye başladılar. Yüksek duvarın inşası tamamlanınca, ateş yakacakları yeri
odunla, kalplerini ise küfürle dolduran bu insanlar için artık geri dönüş
yoktu. Kendilerine her fırsatta Allah'ı hatırlatan bu genci çılgınca yanan bir
ateşe atacaklar ve bu genç delikanlıyla birlikte, bu delikanlının söylediği
bütün sözleri de bu ateşte yakacaklardı.
Hiç kuşkusuz ki
İbrahim'in Rabbi, İbrahim'e yardım etmeyecekti. Çünkü putperest kavmin önde
ge-lenİerî itiraf etmeseler ve açıkça söylemeseler de, kendi ilahlarının
kendilerine yardım etmediklerini onlar da biliyorlardı. Birçok adaklarda
bulundukları kendi ilahları, kendilerine nasıl yardım etmiyorsa; İbrahim'in
ilahı da, hiç kuşkusuz İbrahim'e yardım etmeyecekti!. Dolayısıyle hiçbir
yardımcısı olmayan bu genç delikanlıyı ateşe atıp, ateşte yaktıkları zaman; bu
gencin sözleriyle şüpheye düşen ve zihinleri bulanan halk da görecek, halk da
anlayacaktı İbrahim denilen bu gencin ne kadar aciz ve ne kadar yalancı
olduğunu!.
Bütün bunlar
yapılırken sessiz ve sakin bir bekleyiş içinde olan İbrahim Aleyhisselam,
insanların kendisine ne yapmak istediklerini biliyor fakat kendisi İçin değil,
bu insanlar için endişe ediyordu. Çünkü Allah'ın davetini inkar ederek
kendisine böyle davranan insanlar, İbrahim'i değil, kendilerini tehlikeye
atıyorlardı. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, dilerse el-betteki
kendisini koruyacak, elbetteki kendisine yardım edecekti. İbrahim
Aleyhisselam'ın bu İlahi yardımdan en ufak bir şüphesi, en ufak bir kuşkusu
yoktu. Çünkü İbrahim Aleyhisselam muhtemel kaderinin Nemrud ve adamlarının
elinde değil, Allah'ın elinde olduğunu biliyor, çok iyi biliyordu. Zaten bu
nedenle "Allah ne dilerse, Rabbim ne isterse o olacak, sadece o
olacak" diyordu. Allah'ın kendisi hakkında ne dileyeceğini bilmeyen ancak
bu İlahi dileme ne olursa olsun pazarlıksız ve itirazsız bir şekilde peşinen
"Eyvallah" diyerek teslimiyet gösteren İbrahim Aleyhisselam, bu
teslimiyet ile ellerini semaya açıyor ve İbrahimi bir yüreğe yakışan sabır
dolu bir tevekkül ile şöyle sesleniyordu Rabbine.,
"Ya Rabbim,
hakkımda hayırlı bir hüküm ver ve beni salih olanlara kat. Benden sonra
gelecekler arasında, bana insanların tehditleri karşısında durmayacak,
duraksamayacak ve gerçeklerden vazgeçmeyecek bir doğruluk dili (lisan-i sıdk)
ver. Beni nimetierle-dona-tılmış cennetin mirasçılarından kıl. Babamı da
bağışla, çünkü o şaşırıp sapanlardandır. Ve beni (insanların) di-riltilecekleri
ve malın da, çocukların da bir yarar sağlayamadığı günde küçük düşürme.
Cennetin takva sahiplerine yaklaştırılacağı o günde, Sana selim bir kalp ile
gelmemi nasib et..."
Bu duaya hepimiz amin
diyelim hocam.
Babasıyla ilgili kısmı
hariç, diğer bütün kısımlarına elbetteki hep birlikte amin diyelim Merve. Çünkü
daha önce de belirttiğimiz gibi, İbrahim Aleyhisselam babasının gerçekten bir
Allah düşmanı olduğunu anlayınca, kendisi de babasından ve babası için yaptığı
bu duadan uzaklaşmıştı.
Evet. odunlar dağ gibi
yığılıp, ateş tutuşturulunca İbrahim Aleyhisselam getirildi. Nemrud ve adamları
çılgınca yanan ateşi görünce bu genç delikanlının korkmasını, duyduğu korku ile
söylediklerinden vazgeçmesini ve kendilerinden af dilenmesini bekliyorlardı.
Tabi ki boş bir umud, boş bir bekleyişti bu. Yüreğinde korku, bakışlarında
kuşku olmayan İbrahim Aleyhisselam, kendisi için hazırlanan ateşi ve kendisini
ateşe atmak için sabırsızlanan insanları hiç görmüyor gibiydi. Sanki bir başka
dünyada yaşıyor, sanki bir başka aleme bakıyordu bu genç delikanlı.
Bir insanın çılgınca
alevler arasında yanmasını seyretmeye gelen insanlar arasında, İbrahim Aleyhisselam'ın
hak sözlerini vicdanen kabul eden fakat Nemrud korkusu ile bunu açığa vurmayan
insanlar da vardı. Bu insanlar hüzünlü gözlerle İbrahim Aleyhisse-lam'a
bakıyor, kısa bir süre sonra cayır cayır yanacak olan bu genç delikanlı için
üzülüyorlardı. Fakat koskoca bir topluma ve acımasız bir Nemrud'a karşı ne yapabilirlerdi
ki!.
Mesele bu noktaya
geldiği zaman, halk arasında anlatılan ve benim de hoşuma giden bir hikayeyi
sizinle paylaşmak isterim. İbrahim Aleyhisselam'ı yakmak için dağ gibi yığılan
odunlar tutuşturulduğu ve alevler göğe doğru yükseldiği zaman, küçük bir kuş
ağzına su alarak havalanmış ve ağzındaki bu bir damla suyu alevlerin üzerine
bırakmış. Alevlere daha yaklaşamadan buharlaşacak olan bu bir damlacık su ile
ne yapmak istediğini soranlara "Bir damla su ile de olsa, İbrahim'e olan
dostluğumu göstermek istedim" demiş.
Çok güzel hocam.
Evet Hamdi, benim de
çok hoşuma gitti bu hikaye. Bu hikayenin doğruluğunu veya yanlışlığını
bilme-sek de, hikayedeki mesajın hak ve güzel bir mesaj olduğuna inanıyorum.
Hepimiz biliyoruz ki, Allah Celle Celaluhu hiçbirimize güç yetireceğimizden
fazlasını yüklemez. Dolayısıyle gücümüz bir damla suya yetiyorsa, bir damla su
ile de olsa İbrahim'e olan dostluğumuzu ve Allah'a olan kulluğumuzu
göstermemiz gerekir.
Evet, ateş git gide
kızışıyor, alevler sanki gökle birleşiyordu.
Alevleri göğe doğru
yükselen ateşe bir türlü yak-laşamayan Nemrud'un adamları, İbrahim Aleyhlsse-lam'ı
bu çılgınca yanan ateşe bir mancınık ile atmaya karar verdiler. Büyük bir
sapana benzeyen bu mancınık hazırlandıktan ve yeterince gerildikten sonra, kendilerine
hiçbir zorluk çıkarmayan İbrahim Aleyhisselam'ı mancınığın içine
yerleştirdiler. Artık bütün gözler Nemrud'a, Nemrud'un vereceği işarete çevrilmişti.
Sadece İbrahim Aleyhisselam hiç bakmıyor ve hiç ilgilenmiyordu Nemrud ile!.
Çünkü bir sabır ve tevekkül timsali olan bu güzel müslüman, gözünü ve gönlünü
sadece Allah'a yöneltmişti. Her şeye Kadir olan Allah'a dua ediyor ve Allah'ın
kendisi hakkında vereceği hükmü bekliyordu.
Önündeki dağ gibi
ateşe rağmen söylediği sözlerin arkasında duran ve kendisinden af dilemeyen
genç delikanlıya hayret dolu gözlerle bakan Nemrud, kısa bir süre sonra
kararını vermiş ve karanlık elini havaya kaldırmıştı. İnsanları öldürdüğünü ve
dirilttiğini iddia eden Nemrud, şimdi de kirli ve küçük bir el işaretiyle
İbrahim'in ölüm emrini vermişti!. Nitekim Nemrud'un bu karanhk işaretiyle
mancınığı geren ip kesilmiş ve İb-
rahim Aleyhisselam
ateşe doğru fırlatılmıştı.
Melekler
inanamıyorlardı gördüklerine!.
"Ya Rabbi, biz
Seni tenzih ve takdis ederken, yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak
birisini mi yaratacaksın" diyerek, insanın yaratılışını ve halifeliğini
kuşkuyla karşılayan melekler, bir türlü inanamıyorlardı gördüklerine. Nefsi
endişelere ve insani korkulara rağmen ne müthiş bir teslimiyet ve ne görkemli
bir tevekküldü bu!. "Hasbinallahu ve nimel vekil" diyen İbrahim
Aleyhisselam, Allah'ı kendisine vekil kıldıktan sonra gözünü ve gönlünü hiç
kırpmadan ateşe, ateşin ta ortasına doğru gidiyordu.
Ve bu gidişte bir
korku, bu gidişte bir pişmanlık, bu gidişte bir kuşku yoktu. Çünkü Allah'a
sığınmış, Allah'a tevekkül etmişti İbrahim Aleyhisselam. Bu ateş şayet
kendisini yakarsa "Ben Nemrud'un emriyle değil, Rabbimin izniyle
yanıyorum" diyecekti. Ateşin kendisini yakmasını Nemrut'tan ve kavminin yücelttiği
putlardan bilmeyecekti. Çünkü her şeyi Allah'tan biliyor ve her şeyin Allah'ın
izniyle gerçekleştiğine yakinen iman ediyordu İbrahim Aleyhisselam.
Bizlere de makul ve
makbul gelen bazı tarihi rivayetlerde bildirildiğine göre, İbrahim Aleyhisselam
hızla ateşe yaklaşırken, Allah'ın dilemesi ile Cebrail Aleyhisselam gözüktü
kendisine ve zamanın durgun-laştığı o anda "Ey İbrahim, ben Cebrail'im.
Benden bir isteğin, bir hacetin varsa hemen söyle yerine getireyim" dedi.
İbrahim Aleyhisselam, büyük meleklerden olan Cebrail'in, Rabbimiz katında
şerefli bir makamı olduğunu biliyordu. Fakat makamı yüksek bir melek dahi olsa,
Alİah İle arasına niye bir aracı koyacak ve Allah'tan başkasına niye hacetini
bildirecekti ki!. Zaten kendi kavmiyle de, Allah'tan başka şeylerden medet
umdukları için mücadele etmemiş miydi? Ayrıca İbrahim Aleyhisselam Rabbisine
öylesine sığınmış, öylesine tevekkül etmişti kî, Rabbisiyle arasına Cebrail
dahi olsa hiçbir kimsenin, meşru da olsa hiçbir vesilenin girmesini
istemiyordu.
O halde neydi, neydi
bu durumun nedeni? Yaklaştığı ateşin sıcaklığını bedeninde hisseden İbrahim
Aleyhisselam, hüzünle burkulan yüreğinde daha büyük bir ateş, daha büyük bir
yangın hissetti. Yoksa "Rabbim, Rabbİm" diye yalvardığı Alİah Celle
Celaluhu, bir hatasından dolayı ona darılmış ve ondan uzaklaşmış mıydı!. Bu
nedenle mi Cebrail gelmiş ve bu nedenle mi ona acıyarak bu sözleri söylemişti
kendisine!. Şayet Rabbi ondan hoşnut değil ise, şayet Rahman'ın ilgisi ve
rahmeti İbrahim'den uzak ise, bu ateşten kurtulmasının ne anlamı vardı!.
İbrahim Aleyhisselam böyiesi duygular içinde Cebrail Aleyhisse-lam'a döndü ve
"Benim hacetim sana değil, Allah'adır. Ben O'nun kuluyum, bu ateş de
O'nundur. Artık benim hakkımda neyi dilerse, onu yapsın" cevabını vererek;
hüzünle bükülen boynunu, tam bir teslimiyet ile İlahi takdire uzattı.
İşte tüm kainatı
rahmetle titreten bu sözler üzerine. Rahman olan Rabbimiz meleklerin
şahitliğinde "Halilim, Dostum" dedi İbrahim Aleyhisselam'a. Çünkü bu
genç delikanlı ateşle burun buruna gelmesine rağmen Cebrail'in dahi araya
girmesini İstememiş, tevekkülle aydınlanan yüzünü Allah'a, sadece Allah'a
yöneltmişti. Netice olarak babasının taşlamak, kavminin yakmak istediği bu
genç delikanlı, sabrı ve tevekkülü ile Halîlullah makamına yükselmiş;
kralların veya sultanların değil, alemlerin Rabbi olan Allah'ın dostu olmuştu.
Ve bu İlahi hoşnutluk
ile İlahi emir geldi.
Ateşi yaratan Rabbimiz
"Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol" emrini verdi. Ateşin
ve alevlerin ortasına düşen İbrahim Aleyhisselam, her tarafını kuşatan ateşin
kendisine karşı soğuk ve zararsız olduğunu görünce, bunun apaçık bir İlahi
yardım olduğunu anlamakta gecikmedi. Demek ki Rahman olan Rabbi ona darılmamış,
Rabbi onu terketmemişti. Ağlamaya başladı İbrahim Aleyhisselam. Ateşten
kurtulduğu için değil, Allah'ın yardımına ve hoşnutluğuna kavuştuğu için
ağlıyordu. Şükür duyguları içinde Allah'ı tenzih ve takdis etmeye başladı.
Hocam halk arasında,
yakılan ateşin Allah'ın emrinden sonra gül bahçesine dönüştüğü ve odunların da
ateşi söndüren suda birer balık oldukları söyleniyor!.
Bilmiyorum Merve
hanım!. Asırlardır süregelen bu söylentileri kimlerin çıkardığını ve Kur'an-ı
Kerim'deki açık beyanlara rağmen bâzı müslümanların böylesi söylentilere nasıl
inanabiîdiklerini hiç bilmiyorum. Oysa Rabbimizin "Ey ateş, İbrahim'e
karşı soğuk ve esenlik ol" emri, çok açık bir emirdir. Rabbimiz bu İlahi
buyruk ile ateşe, ateşten başka bir şey olmasını emretmemiş; ateş vasfını devam
ettirmesine rağmen, sadece İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik olmasını dilemiştir.
Ayrıca şu hususu da
dikkate almamız gerekir ki,
şanı yüce Rabbimiz,
yakılan bu ateşe sadece "Soğuk ve esenlik ol" emrini verseydi, bu
ateş elbetteki herkes için soğuk ve zararsız olabilecekti. Ancak Rabbimiz bu
ateşin İbrahim'e, sadece İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik olmasını emretmişti.
İşte bu nedenle İnsanlar korkunç ateşe yaklaşamıyorlar fakat ateşin içindeki
genç delikanlının durumunu büyük bir şaşkınlıkla izliyorlardı. Ateş bildikleri
türden bir ateş olmasına rağmen, ateşin her nedense yakmadığı, yakamadığı bu
genç delikanlı bildikleri türden bir insan değildi!.
İbrahim Aleyhisseİam
bir müddet sonra ateşten çıkarak insanların yanına geldi. Herkes büyük bir dikkatle
ona bakıyor fakat hiç kimse ona yaklaşmaya, ona bir şey yapmaya cesaret
edemiyordu. İbrahim Aleyhisseİam Nemrud'a ve onun küfürde ileri gitmiş
elebaşlarına dönerek "Siz gerçekten, dünya hayatında Allah'ı bırakarak
putları ve birbirinizi ilahlar edindiniz. Fakat kıyamet günü, bir kısmınız bir
kısmınızı inkar edip-tanımayacak ve bir kısmınız bir kısmınıza lanet
edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız da
yoktur" dedi.
Sonra rahmetle
yumuşayan bakışlarını halka çevirerek "Siz yalnızca Allah'tan başka bir
takım putlara tapmakta ve birtakım yalanlar uydurmaktasınız. Gerçek şu ki,
sizin Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, size rızık vermeye güç
yeüremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na
şükredin. Siz hiç kuşkusuz O'na döndürüleceksiniz" ikazında bulundu.
Bu rahmetli ikaz
üzerine Lut ona iman etti. Hak ve hakikate karşı gözleri kör olan kimseler,
birkaç kişinin daha iman etmeye başlaması üzerine, insanlar nezdindeki
itibarlarını yitirmemek için olaya yine müdahale ettiler. Başkalarının iman
etmesini engellemek için, iman edenlere tehdit ve hakaretlerde bulundular.
İbrahim Aleyhisselam'ın davetine icabet eden ancak küfürde ısrar eden böyle bir
kavim içinde banamaya cağını anlayan Lut Aleyhisseİam "Gerçekten ben,
Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve
hikmet sahibidir" dedi.
Gördükleri mucizelere
ve duydukları ilahi gerçeklere rağmen hakkı inkardan vazgeçmeyen bu azgınlar,
iman edenlere hileli bir düzen, bir tuzak kurmak istediler. Bunun üzerine şanı
yüce Rabbimiz, İbrahim ve Lut Aleyhisselam'ı onların arasından kurtararak, geride
kalanları hüsrana uğrattı. Allah'a karşı büyüklenen-ler, büyüklük taslayanlar,
bir sinek, bir sivrisinek karşısında dahi aciz duruma düşerek alçalmışlar,
aşağılık kılınmışlardı.
Katından bir rahmet
ile İbrahim ve Lut Aleyhisselam'ı bu kavimden kurtaran ve içinde alemler için
bereketli kılınan bir ülkeye çıkaran Rabbimiz, onları hidayete yönelten imamlar
kıldı. Onlara iman ve salih ameli, namaz ve zekatı vahyetti. Onlar gerçekten
Allah'a, sadece ve sadece Allah'a ibadet eden salih kimselerdi.
Evet, sözümü hiç
kesmeden ve bu muazzam olayı sanki yeniden yaşıyormuş gibi beni dinlediğiniz
için size teşekkür ediyorum. Hiç kuşkum yok ki bizzat kendiniz yaşamış,
kendiniz şahit olmuşunuz gibi iman ettiğiniz bu olayları, kendi özgeçmişinize
dahil edecek ve dağ gibi büyüyen bu özgeçmişinizle birlikte sizler de bir
İbrahim gibi yükseleceksiniz.
Babil den ve putperest
kavminden ayrılan İbrahim Aleyhisseİam, bir gün Nemrutla yaptığı konuşmaları
hatırladı. İbrahim Aleyhisseİam Nemrud'a "Benim Rabbim diriltir ve
öldürür" deyince, ilahların gücünü elinde bulundurduğunu iddia eden zalim
kral "Ben de öldürür ve diriltirim" cevabını vermişti. Sonra da bu
sözünü yani ilahların gücüne sahip olduğunu kanıtlayabilmek İçin zindandan iki
esir getirterek, birisini öldürmüş diğerini ise salıvermişti. Kendi aklınca
diri olanı öldürmüş ve ölecek olan diğerini serbest bırakarak diriltmiştü.
Tabi ki saçma bir iddia idi bu!. Çünkü dirilttiğini söylediği mahkum, zaten
diriydi. Oysa alemlerin Rabbi olan Alİah Celle Celaluhu insanlar ölü iken onları
dirilten, sonra öldürecek ve tekrar diriltecek olan bir Rab idi.
İyi ama bu nasıl
olacak, insanlar öldükten, kemikleri çürüdükten sonra Alİah bu insanları nasıl
diriltecekti? İbrahim Aleyhisselam yeniden dirilmeye iman ediyor, hiç kuşku
duymadan iman ediyordu ama bunun nasıl olacağını hiç bilmiyordu. Allah'a ve
ahiret gününe yakinen iman eden İbrahim Aleyhisselam, kendi kendisine sorduğu
fakat bir türlü cevaplandıramadığı bu soruyu Rabbimİze sorarak, "Ya
Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" demişti. Şanı yüce
Rabbimiz İbrahim Aleyhisselam'ın iman ettiğini bilmesine rağmen, böyle bir
sorunun kuşkudan veya imani zayıflıktan kaynaklanabileceğini belirtmek
istercesine "İbrahim, yoksa inanmıyor musun" dedi. İbrahim
Aleyhisselam bu İlahi soru üzerine hiç durmadan ve duraksamadan "Hayır
inanıyorum, ancak kalbimim tatmin bulması, mutmain olması için istiyorum"
cevabını verdi.
Bunun üzerine Rabbimiz
"Öyleyse dört kuş tut ve onları kendine alıştır. Sonra onları
parçalayarak, her-bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Daha sonra da onları
çağır. Kuşların hepsi sana koşarak gelirler. Hiç kuşku duymadan bil ki Allah
üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir" dedi.
Hocam, İbrahim
Aleyhisselam bunu yaptı mı?
Elbetteki yapmıştır
Merve. Çünkü Rabbimizin bu buyruğunda İbrahim Aleyhisselam'a "İstersen
bunları yapabilirsin" şeklinde bir muhayyerlik, bir tercih hakkı
verilmemiş, söylenilenleri yapması emredilmiştir. Tabi ki biraz üzerinde
durmamız, düşünmemiz gereken bir olaydır bu!.
Neresini düşünmemiz
gerekir hocam? Meselenin şu yönünü düşünebiliriz Fatih. Allah Celle Celaluhu
İbrahim Aleyhisselam'a neden dört kuş tutmasını, onları kendisine alıştırmasını
ve sonra parçalayarak, her parçasını bir dağın üzerine bırakmasını emretti!.
Mesela İsa Aleyhisselam'a verdiği mucize gibi İbrahim Aleyhisselam'ı eski bir
kabirin başına gönderebilir ve İbrahim Aleyhisselam da "Her şeye kadir
olan Rabbimin izniyle kalk ve diril" diyerek, kabirdeki insanın dirilişine
şahit olabilirdi. Öyle değil mi?
- Çok doğru hocam.
Peki Allah Celle Celaluhu İbrahim Aleyhisselam için daha kolay ve daha kısa
olacak böyle bir şeyi değilde, neden belli bir zamana ve uğraşıya gerek duyan
diğer olayı emretti?
İşte Fatih, sormamız
ve üzerinde düşünmemiz gereken soru bu. Nitekim Rabbimizi ve İbrahim
Aleyhİs-selam'ı dikkate alarak bu önemli soruyu düşündüğümüz zaman, şu
gerçekle karşılaşıyoruz. Rabbimiz ile İbrahim Aleyhisselam arasındaki
konuşmaları dikkate alırsak, Rabbimiz kendisinden bir talepte bulunan İbrahim
Aleyhisselam'a "Yoksa inanmıyor musun" diye sorduğunda, İbrahim
Aleyhisselam hiç duraksamadan "Hayır inanıyorum" cevabını vermişti.
Kalplerdekİni hakkıyle bilen Allah Celle Celaluhu, elbetteki İbrahim
Aleyhisselam'in doğru söylediğini biliyordu. Fakat Rahman olan Rabbimiz yine-de
İbrahim Aleyhisse-lam'ı bu sözü ile sınamak, bu cevabı ile imtihan etmek
istedi.
İbrahim Aleyhisselam'ı
eski bir kabirin başına gönderip, kabirdekine ''Allah'ın izniyle kalk ve
diril" demesini emretseydi, böyle bir imtihan İbrahim Aleyhisselam için
elbetteki daha kolay olurdu. Fakat Rab-bimiz İbrahim Aleyhisselam için bu kolay
imtihanı dilemedi. Ona dört kuş tutmasını, bu kuşları kendisine alıştırmasını,
sonra elleriyle bu kuşları parçalamasını ve her parçasını bir dağın üzerine
bırakmasını emretti. Şimdi bütün bu olayları İbrahim Aleyhisselam ile birlikte
yaşamaya çalışalım.,
Allah'ın emrettiği
gibi dört kuş tutan, tuttuğu kuşları eliyle besleyip kendisine alıştıran, bu
kuşların hayat dolu hareketlerini gören, cıvıl cıvıl seslerini duyan İbrahim
Aleyhisselam, sonra bu kuşları kendi elleriyle boğazlamış, kanlarının akışına
ve titrek titrek can çekişmelerine şahit olmuş, bu şekilde can veren kuşları
yine kendi elleriyle parçalamıştı. Bu dört kuş parçalandıktan sonra, ortada
kuş parçalarından oluşan küçük bir yığın vardı. İbrahim Aleyhisselam bir an
durdu, birbiri içine giren ve birbirine karışan kuş parçalarına baktı. Acaba
bu parçalar birbirine hiç karışmayacak, her kuşun kendi parçalan bir dağa mı
bırakılacaktı? Ama Allah böyle bir şey tenbih etmemiş, "Her kuşun kendi
parçalarını bir dağa bırak" dememişti ki!. Rabbi-si İbrahim Aleyhisselam'a
kuşları parçalamasını ve her parçasını bir dağa bırakmasını emretmişti. İbrahim
Aleyhisselam bu İlahi emir istikametinde birbirine karışan kuş parçalarını
gelişi güzel alarak, her parçasını bir dağa bırakmaya başladı.
Bu işi bitirdikten
sonra bulunduğu yere dönen İbrahim Aleyhisselam'm, artık yapması gereken tek
bir iş kalmıştı.. Ay ağa kalkacak ve Allah'ın kendisine emrettiği gibi
parçaladığı ve her parçasını bir dağa bıraktığı bu kuşları çağıracaktı. Bu
düşünceyle ayağa kalkan İbrahim Aleyhisselam, önce uzaktaki dağlara baktı.
Seslenmek için ağzını açmadan önce "Böyle bir uzaklıktan, canlı bir insan
veya kulakları çok hassas canlı bir hayvan bile sesimi duyamaz" düşüncesi
geçti içinden. Aslında bu bir düşünce değil, şeytan aleyhillane-nin vermek
istediği bir vesveseydi. Çürîkü şeytan aley-hillane çok iyi biliyordu ki,
İbrahim Aleyhisselam en ufak bir kuşku duysa ve duyduğu bu küçücük kuşku ile
kuşları çağırsa, kuşlar kesinlikle dirilmeyecek, kesinlikle İbrahim
Aleyhisselam'a doğru gelmeyeceklerdi.
Şeytan aleyhillane
bunu çok iyi bildiği için İbrahim Aleyhisselam'a bir kuşku, küçücük bir kuşku
verebilmek için adeta çırpınıyordu. Bunun için İbrahim Aleyhisselam'm aklını,
İbrahim Aleyhfsselam'ın duyu organlarını muhatap alıyor ve "Kendi
ellerinle parçaladığın, can çekişmelerini kendi kulağınla duyduğun, ölümlerine
ve öldükten sonra hiçbir şey duymayan, hiçbir şey hissetmeyen birer et parçası
olduklarına kendi gözünle şahit olduğun bu kuşlara şimdi bu kadar uzak
mesafeden sesini duyuracağını mı sanıyorsun!. Kanadının bir parçası bir dağda,
diğer parçalan öteki dağlarda olan bu kuşların bir araya geleceğini ve dirileceğini
mi zannediyorsun" gibi gayet akli gözüken vesveseler vermeye çalışıyordu.
İçinden bu gibi
düşünceler geçen İbrahim Aleyhisselam ise bütün bu vesveselere "Rabbim
böyle yapmamı emretti." cevabını veriyor ve içinden bu vesveseleri söküp
atıyordu. İlahi hükme 'sımsıkı sarılan İbrahim Aleyhisselam'a, şeytan
aleyhillanenin verebileceği son bir vesvese vardı. Nitekim hak hükme batıl
yorum getirmeyi amaçlayan bu vesveseyi de vererek "Anlamıyor musun
İbrahim!. Allah bütün bu olaylarla senin imanını değil, akıllı olup-olmadığmı
sınıyor. "Ben kuluma akıl verdini, bakalım bunu akledecek mi?"
buyuruyor. Öyleyse bunu görmüyor musun, bunu akletmiyor musun İbrahim"
dedi.
Tabi ki İbrahim Aleyhisselam
bu son vesveseyi de dinlemedi. Çünkü o aklı değil, imanı önceleyen bîr
müslümandı. Ayrıca mevcut aklın ufukları dışında da olsa İlahi hükmün gereğini
yapmamak, büyük bir akılsızlık değil miydi? İçinden geçen bu düşünceler hiç
kuşkusuz ki şeytanın, rahmetten kovulmuş şeytanın, rahmetten uzak vesveseleri
olmalıydı. İbrahim Aleyhisselam bu düşünceler ile şeytandan ve şeytanın vesveselerinden
Allah'a, tekrar tekrar Allah'a sığındı. Ayaklan üzerinde dik,
dimdik duran İbrahim
Aleyhisselam, kısa bir süre uzaktaki dağlara tekrar baktı. İman ile tebessüm
eden gözlerinde en ufak bir kuşku, en ufak bir tereddüt yoktu. Sonra
dudaklarını hafifçe açtı ve içinde hiçbir kuşku olmadan ve iman dolu sesini
yükseltmeye bile gerek duymadan kuşları çağırdı. Kuşkudan uzak büyük imanın
ifadesi olan böyle bir çağrı ile di-rilen kuşlar, Rabbimizin rahmeti ve
hoşnutluğu ile İbrahim Aleyhisselam'a doğru koştururken; "İnanıyorum"
diyen İbrahim Aleyhisselam artık hem bu sözünü doğrulamış, hem de kalbi tatmin
bulmuş, kalbi mutmain olmuştu.
Çok güzel hocam.
Elbettekİ çok güzel
Veli. "İnanıyorum" diyen bir mü'minin, her türlü vesveseye rağmen bu
imanının imtihanını aydınlık bir yüzle vermesi tabi ki çok güzel. Bu arada
Fatih arkadaşınızın düşüncelere daldığını görüyorum. Hayrola Fatih, ne
düşünüyorsun?
Hocam Kur'an-ı
Kerim'de Rabbimiz, Kabe'nin duvarlarını yükselten İbrahim Aleyhisselam'a
"İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin
vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer
üstünde sana gelsinler." buyuruyor.
Bu İlahi buyrukta da İbrahim
Aieyhisselam'm açık bir daveti, açık bir çağrısı var.
Evet Fatih, niye
sustun lütfen devam et.
Parça parça olan
kuşlar İbrahim Aieyhisselam'm çağrısına hemen gelirlerken, güçleri yetmesine
rağmen İbrahim Aieyhisselam'm çağrısına icabet ederek hacca gitmeyen veya
hacca gitmeyi yaşlılığa erteleyen müslümanları düşünüyorum. Onlar bu
parçalanmış kuşlardan daha mı ölü, daha mı duyarsız, daha mı çok
parçalanmışlar?
Bu güzel sorun ve bu
güzel tesbitin için teşekkür ediyorum Fatih. Sorduğun bu sorunun cevabını biz
yine de kendilerine bırakalım. Rızk için dünyanın her tarafına giden ve
gidebilecek olan bu gibi insanlar aynaya bakarak, Rezzak olan Alİah için
Kabe'ye neden gitmediklerine bir cevap, yüzlerini kızartmayacak doğru bir
cevap versinler.
Tabi ki böyle bir
cevaplan varsa!..
Kendisine iman eden ve
ilk mü'minelerden olan Sare validemizle evlenen İbrahim Aleyhisselam, Şam
dolaylarında bir süre kaldıktan sonra Mısır'a geldi. Kendi zamanının en güzel
kadınlarından birisi olan Sare validemizi gören kralın adamları, hemen zalim
krala giderek "Senin memleketine Öyle güzel bir kadın girdi ki, sizden
başkasının olması münasib değildir" dediler. Kral derhal adamlar
gönderip, Sare validemizi yanına getirtmek ve onunla konuşmak istedi.
Kralın emri ile tek
başına saraya getirilen Sare validemizi gören zalim kral, Sare validemize kısa
bir süre baktıktan sonra şehirde yanında bulunan adamın yani İbrahim
Aleyhisselam'ın kim olduğunu sordu. Bu zalim kral tarafından birçok evli
kadının alıkonduğunu ve kocalarının öldürüldüğünü duyan Sare validemiz, ciddi
bir sıkıntıyla karşı karşıya olduğunu anlamış ve o günün şartlarına göre bu
sıkıntıyı daha fazla büyütmemek için İbrahim Aieyhisselam ile evli olduğunu
gizlemek istemişti. Nitekim kendisine İbrahim Aleyhisselam'ın kim olduğunu
soran zalim krala, "Mü'minler birbirinin kardeşidir" gerçeğinden
hareket ederek "Kardeşimdir" cevabını verdi.
Bu cevap üzerine
"O kardeşin İse ben kardeşin değilim" diyerek Sare validemize elini
uzatan kral, bir anda elinin tutulduğunu adeta kuruduğunu gördü. Elini
kıpırdatmaya mecali kalmayan kral "Sen bir cadı mısın? Elimi sihirle mi
böyle yaptın?" diye sordu. Rab-bimizin bu yakın yardımı ile tüm korkulan
ve endişeleri bir anda gidiveren Sare validemiz, rahatlamış bir ses tonuyla
"Ben cadı değilim. Allahu Tealanın peygamberlerinden bir peygamberin
hatunuyum" cevabını verdi. Kral "O halde elimi salması için Allah'a
dua et! Sana zarar vermeyeceğim!" dedi. Sare validemizin duasıyla eli
açılınca, inat ve ısrar ile iki kere daha elini uzatmak istedi. Fakat her
seferinde eli tekrar tutulup, Sare validemizin duasıyla açılınca artık bu
işten vazgeçti. Pişmanlık duyguiarı içinde Sare validemize ismi Hacer olan bir
cariye hediye edip, onu izzet ve ikramla uğurladı.
Bütün bunlardan
habersiz bir şekilde Sare validemizi dua ve tevekkül içinde bekleyen İbrahim
Aieyhisselam, sağ salim geri dönen Sare validemize "Nasılsın?" diye sordu.
Şükür duygulan içinde tebessüm eden Sare validemiz "Allah o zalimin
elini tuttu ve bana bir de yardımcı verdi!" diyerek, Allah'a hamdetti. Bu
olaydan sonra Mısır'dan ayrılan ve Filistin civarına gelen İbrahim aüesi. Lut
Aleyhisselam'ın bulunduğu yere yakın olan Sebu bölgesine yerleştiler.
Hem Sare validemiz
ve-hem de İbrahim Aleyhis-selam'a iman eden Hacer validemiz burasını çok sevmişti.
Koyun, kuzu ve keçi edinen İbrahim Aieyhisselam, buranın dört yanında
ekinlikler yaptı. Allah'ın bereketi ile hayvanlar çoğalıyor, Allah'ın lutfu ile
mahsuller çok verimli oluyordu. Burası o kadar bereketli bir yer olmuştu ki,
dört bir taraftan gelen insanlar buraya yerleşerek İbrahim Aieyhisselam'a
komşu oldular. Kendilerini hak ve hakikate davet eden İbrahim Aleyhisselam'a
iman etmeye başladılar.
ibrahim Aleyhisselam'ın
tek özlemi çocuk idi. Uzun yıllardır dua etmelerine rağmen, Sare validemizin
henüz bir çocuğu olmamıştı. İbrahim Aleyhisselam'ın çocuklara yönelik
sevgisini ve Özlemini bilen Sare validemiz, bir hizmetçiden ziyade bir kardeş,
bir arkadaş olarak gördüğü cariyesi Hacer validemizi, İbrahim Aleyhisselam'a
hanım olarak teklif etti. Bir süre düşündükten sonra hanımının bu samimi
isteğini kabul eden İbrahim Aieyhisselam, Hacer validemizi nikahı altına aldı.
Ve bu kutlu nikahtan bir oğlan çocuğu, bir İsmail doğmuştu.
İbrahim ailesine bir
rahmet, ona bakan gözlere bir sevinç getirmişti İsmail Aleyhisselam'ın doğumu.
Fakat İbrahim Aieyhisselam doya doya bakamadı, doya doya sevemedi bu oğlunu.
Çünkü Allah'ın bir emri, apaçık bir emri üzerine, bu güzel oğlunu ve oğlunun
annesini buradan götürmesi, Kabe temellerinin bulunduğu Mekke topraklarına
bırakması gerekiyordu. Bu İlahi emrin nedenini soramaz ve bu emre itiraz edemezdi
İbrahim Aleyhisselam. Çünkü bu dünya hayatı mü'minler için. Özellikle İbrahim
Aleyhisselam gibi tarihe destan yazan mü'minler için bir imtihan hayatıydı.
Hocam birçok kitabta,
çocuğu olmayan Sare validemizin Hacer'i kıskandığı ve bu kıskançlık duygularıyla
İbrahim Aleyhisselam'a dönerek "Ey İbrahim!. Hacer'i ve oğlunu buradan uzaklara
götür" dediği söyleniyor.
Merve hanım, bunların
hepsi çirkin ve batıl söylentilerdir. Değil İbrahim Aleyhisselam, herhangi bir
müslüman bile hanımının isteği üzerine böyle bir şey yapmaz, yapamaz. Çünkü
hasetlik alanına giren gibi duygular, Rabbimizin hoş gördüğü ve makul bir mazeret
olarak kabul ettiği duygular değildir. Dolayısıyle karşılaştığı her meseleye
Rabbani ve Rahmani ölçülerle bakan İbrahim Aleyhisselam, Sare validemizi ne kadar
çok severse sevsin, onun isteği üzerine bir karıncayı bile kendi yuvasından
uzaklara götürmez, bir karıncayı bile uzaklara götürüp bırakmazdı. Kaldı ki
böylesi çirkin söylentilerden uzak bir kimliğe ve kişiliğe sahip olan Sare
validemiz, kendi hizmetine verilen Hacer validemizi, yine kendi isteği ile
İbrahim Aleyhis-selam'a vermişti. Çünkü Mısır'daki zalim kral tarafından Sare
validemize verilen ve onun tasarrufunda olan Hacer validemizi, İbrahim
Aleyhisselam'in zorla alma ve kendisine nikahlama hakkı yoktu.
Hocam, Sare validemiz
İbrahim Aleyhisselam'ı sevmiyor muydu? Şayet seviyorsa, Hacer ile
nikahlan-masına neden izin verdi?
Elbetteki seviyordu
Seda hanım? Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi kendisinden bir çocuğu olmayan
İbrahim Aleyhisselam'in bir evlad sahibi olmasını da istiyordu. Çünkü bir
insanı gerçekten sevmek demek, o insanın sevinmesini ve mutlu olmasını da istemek
demektir. Nitekim bencillikten uzak böylesi bir sevgiye sahip olan Sare
validemiz, hizmetçisini kendi isteği ile İbrahim Aleyhisselam'a nikahlamış ve
bu evlilikten doğan masum bebeği, en az İbrahim Aleyhis-selam kadar sevmiştir.
Kadınsı duygulara ve
zafiyetlere rağmen böylesine güzel bîr davranışta bulanan Sare validemizi
sevgi, selam ve rahmetle anmak istiyoruz. Çünkü Sare validemiz bir rastlantı
sonucu İbrahim Aleyhisselam'a hanım olmamış, tesadüfi bir şekilde 'İbrahim
ailesine', Rabbimizin ve meleklerin selamla andığı 'İbrahim ailesine' dahil
olmamıştır. Çünkü o, İbrahim Aleyhisselam'ın rabbani ve rahmani ölçülerle
sevdiği Sare idi, bu kısaca anlatmaya çalıştıklarımızdan çok daha güzel bir
kişiliğe sahip olan Sare validemizdi.
Evet, bu kısa
açıklamadan sonra tekrar konumuza dönüyoruz. Bütün Ömrü boyunca bir İmtihandan
diğer bir imtihana, bir destandan diğer bir destana yol alan İbrahim
Aleyhisselam, Allah'ın emri gereği oğlunu ve oğlunun anasını yanma alarak
yollara düştü. İbrahim Aleyhisselam'ın cemalinde, merhametle hüznün, hüzünle
teslimiyetin birbirine girdiği, birbiriyle kaynaştığı görülüyordu. Kucağındaki
biricik oğluyla yürüyen ve nereye gittiklerini henüz bilmeyen Hacer validemizin
siyah yüzü ise şefkat ve teslimiyet duygularıyla güneş gibi parlıyordu.
İbrahim
Aleyhisselam'ın cemalindeki hüzün, Kabe mahalline yaklaşıldıkça daha bir
koyulaşmakta, daha bir belirginleşmekteydi!. Derin duygular, büyük hüzünler
içindeydi İbrahim Aleyhisselam. Çünkü Rabbimizin uzun yıllar sonra nasib ettiği
sevgili oğlunu ve oğlunun anası olan değerli hanımı Hacer'i, yine Rabbimizin
bir emri ve işareti gereği bu ıssız yere bırakacaktı!.
Kabe temellerinin
yukarı kısmında bulunan büyük ağacın altına geldiklerinde durdular. Allah'dan
yardım isteyen ve tekrar tekrar Allah'a tevekkül eden İbrahim Aleyhisselam,
değerli ailesini Devha denilen büyük ağacın dibine bıraktıktan sonra oradan
uzaklaşmaya başladı!. Bu susuz, bu çorak, bu ıssız yerde henüz bir bebek olan
yavrusuyla kalakalan Hacer validemiz ise şaşkınlık içindeydi ve bu şaşkınlıkla
İbrahim Aleyhisselam'ın arkasından seslendi.,
"Ey İbrahim, bizi
burada, hiçbir insanın, hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye
gidiyorsun?"
İbrahim Aleyhisselam
hiç dönmedi, hiç dönemedi, hiç cevap veremedi bu soruya!. Hacer validemiz ise
"Ey İbrahim, bizi burada bırakıp nereye, nereye gidiyorsun? diyerek
birkaç kez tekrarladı bu sorusunu. Fakat yine dönmedi, yine cevap vermedi
İbrahim aleyhisselam!. Çünkü dönmek, çünkü arkasında bıraktığı acı tabloyu bir
kez daha görmek istemiyordu. Çünkü Rabbimizin de Kur'an-ı Kerim'de beyan ettiği
gibi yüreği çok yumuşak, çok duyarlı, çok merhametli bir insandı İbrahim
aleyhisselam. Çorak ve ıssız bir yere bıraktığı ailesine tekrar dönüp
bakabilecek, onların masum ve mahsun yüzlerini tekrar görebilecek, yüreğindeki
hüzün ateşini tekrar körükleyebilecek bir qücü hissetmiyordu içinde!. Bu
nedenle dönmedi, dönüp bakamadı ailesine!.
Sorularına cevap alamayan
Hacer validemiz "Ey İbrahim!. Böyle yapmanı Allah mı emretti?"
diyerek son kez seslendi İbrahim AleyhisselanYa.
Bu soru üzerine durdu,
kurşun yemiş bir ceylan
gibi durakaldı İbrahim
aleyhisselam!. Çünkü bu soru suskunlukla karşılanabilecek, bu soru cevabsız
bırakılabilecek bir soru değildi. Her şartta hakka şahitlik eden, hakka
şahitlik etmesi gereken bir peygamber olarak durdu ve döndü baktı Hacer
validemize!. Rahmet dolu bakışlarıyla "Ey Hacer, bu nasıl soru, bu nasıl
bir soru?" derken, merhametten yaşaran gözleriyle "Allah Celle
Celaluhu emretmiş olmasa, ben sizleri hiç burada bırakır, hiç burada
bırakabilir miyim? Öpüp-koklamaya doyamadığım yavrumu, hiç terkedebilir
miyim?" diyordu. Gönlüne ağır gelen, hüznüne hüzün, gözyaşlarına yaş
katan bu soruya kısaca cevap verdi.,
Evet Ya Hacer. Allah
emretti.
Bu cevap ile bakışları
değişen, bu cevap ile yüreğindeki korku ve endişeden uzaklaşan Hacer validemiz,
hüzün içindeki Hazret-i İbrahim Aleyhisselam'ı da rahatlatmak istercesine
"O halde git, git ya İbrahim!. Rabbimiz koruyucumuzdur, O b'izi burada
perişan etmez!." dedi.
Büyük imtihanların,
büyük kahramanı Hazret-i İbrahim Aleyhisselam bu cevap ile yoluna devam etti.
Ailesinin kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince, Beyt-i Haram'a
yönelerek ve ellerini alemlerin Rabbi olan Allah'a açarak şu duayı yaptı.,
"Rabbimiz,
ailemden bir kısmını dosdoğru namazı kılsınlar diye Beyt-i Haram yanında ekini
olmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık Sen, İnsanların bir kısmının kalplerini
onlara meyledici kıl ve onları bir takım ürünlerden rızıklandır. Onlar da
(nimetlerinin kadrini bilip) şükretsinler."
Hacer validemiz ise
tam bir tevekkül ile İsmail'ini kucaklamış, henüz çok küçük olan oğluna
şefkatle sarılmıştı. Yanlarında içinde hurma buiunan eski bir azık dağarcığı
ile içinde su bulunan bir tuluk vardı. Yalnızdı, oğluyla beraber yapayalnızdı
bu issiz ve çorak yerde. Her insan için apaçık bir düşman olan şeytan
aley-hillane ise tabi ki boş durmuyor ve Hacer validemizin kadınlık duygularını
dikkate alarak ona değişik vesveseler vermeye çalışıyordu.,
"Ey Hacer!.
İbrahim seni ve çocuğunu Sare için terketti. Çünkü hiç çocuğu olmayan Sare seni
kıskan-mıştı. İbrahim seni ve çocuğunu terkederek, senden çok daha güzel olan
hanımı Sare'nin yanına gitti."
Hacer validemiz
böylesi vesveselere hiç itibar etmeden Allah'a yöneliyor ve şeytan
aieyhillaneden Allah'a sığınıyordu. Çünkü İbrahim Aleyhisselam'ı ve Sare
validemizi çok iyi tanıyor, böylesi vesveselerin şeytandan geldiğini, şeytandan
gelebileceğini çok iyi biliyordu. Kaldı ki bir rahmet, bir merhamet, bir doğruluk
timsali olan eşi İbrahim Aleyhisselam, burada bırakılmalar ıy la ilgili olarak
"Evet ya Hacer, bunu Allah emretti" cevabını vermişti.
Günler geçiyordu!.
Hacer validemiz yanlarında bulunan sudan içiyor, çocuğunu emziriyordu. Her an
teşbih ettiği, her an dualarda bulunduğu Alİah Celle Celaluhu'dan, bir yardım,
bir işaret bekliyordu. Fakat gelmiyordu böyle bir yardım, gelmiyordu böyle bir
işaret!.
Tuluktaki su bitmiş,
susuzluktan sütü de kesilmişti Hacer validemizin!. Olup-bitenden habersiz olan
İsmail ise susuzluktan kurumuş dudaklar ile annesine bakıyor, mahsun bakışları
ile "Anne bana ne zaman süt, anne bana ne zaman su vereceksin?"
diyordu!. Bu mahsun bakışlar ve yakarışlar perişan ediyordu Hacer validemizi!.
Bir anne buna nasıl dayanır, nasıl dayanabilirdi?
Dudaklarını çatlatan,
dilini kurutan susuzluktan değil, İsmail'in susuzluğundan kavruluyordu Hacer validemiz!.
Etrafına bakındı, binlerce umudla yüzlerce kez etrafına bakındı!. Allah'tan bir
vesile, Allah'tan bir işaret, Allah'tan bir yardım bekliyordu!. Susuzluktan
kıvranıp acı çeken oğulçağızına gözyaşlarıyla bakıyor ve bu gözyaşlarını
oğlunun dudaklarına sürerek "Dayan, dayan oğulcağizım, dayan yavrum!
Allah'ın yardımı gelecektir, elbette gelecektir" diyordu. Bu umudla
tekrar etrafına bakıyor, tekrar tekrar etrafına bakmıyordu Hacer validemiz!.
Fakat yoktu, yoktu bir
İşaret, yoktu bir gelen!. Bu durumu gören ve bu durumu bir ganimet telakki eden
şeytan ise lanetli bir yılan gibi vesvese zehirini akıtmaya devam ediyordu.
"İşte Hacer!.
İşte İbrahimin'in Rabbi, işte İbrahim'in söyledikleri!. Şimdi anladın mı bu
sözlerin, şimdi anladın mı bu vaadlerin ne kadar boş olduğunu. Şimdi anladın
mı burada kimsesiz ve yardımsız kaldığını!. Haydi al çocuğunu, al çocuğunu ve
hemen ayrıl buradan. İlerlerde bir su, ilerlerde birilerini bulabilirsin!.
İsmail'e hiç acımıyor musun? Haydi çocuğun telef olmadan hemen ayrıl, çocuğunu
al ve hemen ayrıl buradan!.
Yine Allah'a sığmıyor,
bütün susuzluğuna ve bütün çaresizliğine rağmen iç dünyasında bu vesveselere
bir yer, tek bir yer vermiyordu Hacer validemiz!. Kurumuş dudakları ile
"Alemlerin Rabbi olan Allah var, Vallahi de var, Billahi de var"
demekten, "İbrahim'in söyledikleri doğru, Vallahi de doğru. Billahi de
doğru" demekten vazgeçmiyor, bir an bile vazgeçmiyordu Hacer validemiz!.
Ve tüm susuzluğuna ve tüm çaresizliğine rağmen "Allah'ım yardım et.
Allah'ım yardım et!." diyerek içindeki umudu sulamaya devam ediyordu.
Tekrar İsmail'e
bakınca, Hacer validemizin gözlerini bir alev, kızgın bir alev yalıyordu!.
Çünkü İsmail susuz, İsmail bitkin, İsmail perişandı!. İsmail'in susuzluğa
susuzluk katılmış gözlerinde sanki bir ateş, sanki bir orman yangını vardı!.
Artık dayanamıyor,
susuzluktan kıvranıp acı çeken oğulcağızına bakamıyor, bakmaya tahammül edemiyordu
Hacer validemiz!. Peki ama ne yapacaktı ki!. İsmail'i alıp, başka yerlere de
gidemezdi!. Çünkü kocası, çünkü peygamberi, çünkü oğlunun babası olan İbrahim
Aleyhisselam onları buraya bırakmıştı. Ne yüz metre batıya, xıe yüz metre
doğuya, buraya, tam buraya bırakmıştı onları!.
Fakat artık duramaz, artık
bekleyemezdi Hacer validemiz. İsmail'i bu yere, İbrahim Aleyhisselam'ın tayin
ettiği bu yere bıraktıktan sonra, kendisine en yakın tepe olan Safa'ya baktı.
Acaba Safa tepesinin arkalarından gelen bir insan, gelen bir kervan, gelen bir
yardım var mıydı? Bu umudla yerinden kalktı ve Safa tepesine çıkmaya başladı.
Tepenin arkalarında gelen bir yolcu, gelen bir kervan görürse, hiç durmadan,
hiç duraksamadan onlara koşturacak ve "Yavrum susuz, yavrum yanıyor, ne
olur su, birazcık su!." diyerek aldığı suyu bir solukta İsmail'e, bir
solukta yavrusuna yetiştirecekti!.
Safa tepesinin üzerine
geldiğinde görmüyor, göremiyordu görmek istediklerini. Bir de karşı tepeye çıkayım,
bir de karşı tepeden bakayım diyerek Merve'ye yöneldi. Merve tepesine çıkınca
yine kimseyi, yine hiç kimseyi göremedi!. Etraf yine boş, etraf yine ıssızdı!.
Tekrar Safa tepesine,
tekrar Merve'ye..
Tekrar Safa tepesine,
tekrar Merve'ye.. İki tepe arasında gidip gelen Hacer validemiz hiç bıkmadan,
hiç usanmadan Rahman'm rahmet kapısını çalıyordu. "Ya Rabbi yavrum susuz,
yavrum kavruluyor!. Ya Rahman rahmet kapını aç, ne olur aç.." diye
yakarıyordu.
Ne var ki açmıyordu
Rahman, açılmıyordu rahmet kapısı!. Fakat Safa. ve Merve arasında gidip gelmekten
bıkmayan Hacer validemiz, yine de ayrılmıyordu Rahman'm kapısından,
dualarıyla, zikirleriyle, yalvarışlarıyla Rahman'm rahmet kapısını çalmaya devam
ediyordu.
Hacer validemizin bu
münacaatı, gözyaşlarıyla sulanan bu duaları karşısında öfkesinden kuduran şeytan
aleyhillane ise, Hacer validemize sadece bir kuşku, küçücük bir kuşku vermek
istiyerek "Ey Hacer!. Ağlaya ağlaya, çırpma çırpma çalman bu rahmet kapısı
neden açılmıyor ve sana neden yardım edilmiyor ki!. Acaba içerde kimse yok mu?
İbrahim'e aldanarak Rahman Rahman dediğin Rab, acaba yok mu?" ves-vesenini
fısıldadı!.
İşte kainatın sustuğu,
İşte kainatın pür dikkat kesildiği an!.
Acaba ne yapacaktı
Hacer validemiz? Uzun süredir yaşadığı çaresizlik duygulan içinde bu vesveseye
nasıl bir tavır alacaktı. Hacer validemiz bu şeytani vesveseye, bu kuşkuya iç
dünyasında küçük, küçücük bir yer verseydi, hiç şüphesiz ki Hacer bitecek,
Hacer kaybolacak, insanlık tarihinde dağ gibi bir Hacer olamayacaktı!. Ancak
bu şeytani vesvese karşısında, Rahmani bir feryat yükseldi Hacer validemizden
ve onun her hücresinden.,
"Hayır, var, var,
var, VAR... Rahmet kapısını çaldığım Rahman VAR!. Bu kapı sahipsiz, bu kapı
kimsesiz değil. Bu rahmet kapısı şimdiye kadar açılmadıy-sa, şimdiye kadar
açılmıyorsa, bu kapının açılmama
nedeni benim!. Bu
rahmet kapısının açılmama nedeni benim yanlışlarım, benim günahlarım!."
Şeytanı susturan ve
şeytani vesveseleri yerle yeksan eden bu feryattan sonra tekrar kapıya baktı,
tekrar kapıyı çaldı, tekrar ağlamaya başladı Hacer validemiz!. Tertemiz
ellerindeki kiri(!) temizlemek için derisini dahi yüzebilecek bir yönelişle
tevbe eden, tev-beler eden, mağfiret dileyen Hacer validemiz, Safa ve Merve
arasında gidip-gelmeye, Rahman'ın rahmet kapısını dua ve yakarışlarla çalmaya
devam etti.,
"Ey tevbeleri
kabul eden, ey Rahman olan Rab-bim. Beni affet, beni bağışla. Benim
günahlarımdan dolayı İsmail'i susuz, İsmail'i yardımsız bırakma!. Ey İbrahim'e
merhamet eden, ey İbrahim'i yakmayan Rab-bim. İbrahim'in oğlu susuz, İbrahim'in
oğlu susuzluktan yanıyor. Yardım et, yardım et, yardım et, ne olur yardım et
Ya Rabbü.
Ve Allah ve alemlerin
Rabbi olan Alİah Celle Celaluhu, bu muhteşem tabloyu meleklerine göstererek
"Siyahi bir köle, aciz bir kadın olan şu kulumun Bana nasıl mü-nacaatta
bulunduğunu, Bana nasıl dua ettiğini. Bana nasıl yakardığını ve rahmet kapımı
nasıl çaldığını görüyor musunuz!." buyurdu. Meleklerin gıptayla baktıkları
Hacer validemizden artık hoşnuttur, artık hoşnut olmuştur Rabbimİz.
Tevbelerle, dualarla,
yakarışlarla Safa ve Merve arasında gidip-gelen ve bu gidiş-gelişi yedi kere
yapan Hacer validemiz, son kez Merve'ye yaklaşınca rahmet kapılarının
açıldığına şahit oidu. Çünkü çölün sessizliğinde bir su, bir su sesi
duyuluyordu!. İsmail'in bulunduğu yerde, yani kocasının, yani peygamberinin,
yani İbrahim Aleyhisselam'ın kendilerini bıraktıkları tam o yerde, zemzem
fışkırmaya, zemzem akmaya başlamış,
dünya zemzem ile tanışmıştı artık!.
Bir İsmail için
ağlayan, bir İsmail için "Su, su" diye yakaran Hacer validemiz,
Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuş, Rahman'ın rahmet kapısını öylesine
çalmıştır ki, bu muhteşem münacaat neticesinde binlerce yıldır, milyarlarca
İsmail'in susuzluğunu gideren Zemzemle tanışmamız mümkün olmuştur!. Ve Hacer
validemiz. Rahman olan Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuştur ki, bu
muhteşem münacaat hac ve umrenin vazgeçilmez bir rüknü haline gelmiştir.
Merve sen ağlıyorsun!.
İyisin değil mi?
Ağlıyorum hocam.
Şimdiye kadar okuduğum her peygamber kıssasında, içimde erkek olma isteği,
erkek olma özlemi hissederdim. Fakat sizin bu anlattıklarınızı dinledikten ve
Hacer validemizi tanıdıktan sonra, onu tanıdıktan sonra, Kendini daha fazla
zorlama, seni anlıyorum Merve. Dünyaya erkek veya kadın olarak gelmenin,
elbet-teki fazlaca bir önemi yoktur. Önemli olan ne yapıldığı, nasıl bir
kulluğun yaşandığıdır. Mesela siyahi bir cariye olan Hacer validemiz, Allah'a
gösterdiği bu teslimiyet ile milyarlarca müslüman erkeği gerilerde, kendisinden
çok çok gerilerde bırakmıştır. Çünkü insanların farklı dillerde, farklı
renklerde yaratılmaları bir üstünlük vesilesi olmadığı gibi, farklı
cinsiyetlerde yaratılmaları da bir üstünlük vesilesi değildir. Allah katında
üstünlük, sadece ve sadece takva iledir.
Evet, Hacer validemiz
artık yalnız değildi. Zemzemin çıkmasından sonra ticaret kervanlarıyla buradan
gelip geçen insanlardan bir kısmı, suyun tasarrufunu Hacer validemize vermek
şartıyla bu bölgeye yerleş-
meye ve burasını bir
şehir haline getirmeye başlamışlardı. İbrahim Aİeyhisselam İse belli
zamanlarda onların yanına geliyor, durumlarını öğreniyor ve ihtiyaçlarını
giderdikten sonra Sebu bölgesine tekrar geri dönüyordu.
Evlad sevgisiyle İlk
imtihanı ayrılık hükmüyle olan İbrahim Aİeyhisselam, bu imtihana teslimiyet
göstermişti!. Nitekim hiç çırpınmadan, hiç direnmeden ve hiç isyan etmeden
ailesiyle birlikte yollara düşmüş ve onları ıssız bir yer olan Kabe'nin yanına
kendi elceği-ziyle bırakmıştı!. Çünkü o, büyük İmtihanların, büyük
kahramanıydı!. Çünkü o, küçük yaşlardan beri Allah'a teslim olmuş ve bu
teslimiyeti kendisine şiar edinmiş biriydi!. Çünkü o, her hükümde Allah'a
tesiim olan ve bu teslimiyeti İle şeytanı tesiim alan İbrahim Aleyhis-selam
idi!.
Fakat ne var ki
bitmemiş, sona ermemişti İlahi imtihan!. İbrahim Aİeyhisselam arka arkaya
gördüğü rüyalarda, kendisini elinde bir bıçakla oğlunu, oğlu İsmail'i
boğazlarken görüyordu!. Peygamberler dışındaki insanlar gördüğü zaman hiçbir
bağlayıcılığı olmayan ve şeytani bir kabus olarak nitelendirerek şerrinden
Allah'a sığınılması gereken böyle bir rüya, hak peygamber İbrahim Aİeyhisselam
için İlahi bir işaret, İlahi bir emir niteliğinde idi. Alemlerin Rabbi olan
Allah Celle Celaluhu, İbrahim Aleyhisselam'dan bu rüyayı doğrulamasını, bunun
gereğini yapmasını emrediyordu!.
Hocam, okuduğum bazı
tefsirlerde "İbrahim Aleyhisselam daha önceden oğlunu kurban olarak adamış
fakat bu adağını unutmuştu. Gördüğü bu rüya ile adağı kendisine
hatırlatıldı!." deniliyor.
Fatih, böylesi batıl
yaklaşımlarından, İbrahim Aleyhisselam'ı hiç düşürtmeden tenzih etmemiz gerekir.
Çünkü hiçbir peygamber ve hiçbir müslüman, bir insanı kurban olarak adama ve
kurban etme hakkını kendinde göremez. Doğmuş ya da doğacak çocuğumuzu
elbetteki Allah'a adayabiliriz. Ancak Hazret-i Meryem örneğinde de olduğu gibi
bu adağın ve adanmışlığın, Allah için kesilen bir kurban olarak değil, Allah
yoluna adanan ve Allah'a emanet edilen bir kul olarak gerçekleştiğini görürüz.
Nitekim doğru ve hak olan da budur.
- Hocam,
söylediklerinizi çok iyi anlıyoruz. Peki bu durumda İbrahim Aleyhisselam'm
gördüğü rüyayı ve bu rüyanın arka planını nasıl anlamamız, nasıl tefsir
etmemiz gerekir?
Fatih, bu konuyu
fazlaca zorlamamıza, olayın arka plana ait bilmediğimiz boşlukları,
bilmediğimiz varsayımlarla doldurmaya çalışmamıza gerek yoktur. Konuyla
ilgili ayet-i kerimeleri incelediğimiz zaman, İbrahim Aleyhisselam'm -bir
kefaret veya bir şükür vesilesi olarak- Allah'a söz verdiği bir adağı olduğunu
anlayabiliriz.
Evet, bir adağı vardı
İbrahim Aleyhisselam'm. Rabbi için bir kan akıtarak, bir kefaret veya bir şükür
vesilesi olan bu adağını yerine getirecekti. Ancak kendisi için oldukça önemli
olan bu adak kpnusunda, sadece bir şeyi bilmiyor, sadece bir konuda
kararsızlığa düşüyordu İbrahim Aleyhisselam.
"Rabbi için ne
kesmeliydi?"
Alemlerin Rabbi olan
Allah Celle Celaluhu için büyük ve değerli bir kurban kesmek istiyor, büyük ve
değerli bir kurban kesmek istiyordu ama bu ne. olmalıydı?
Koyun mu, keçi mi,
sığır mı, deve mi? İbrahim Aleyhisselam bu sorularla istihare yaptı mı -
yapmadı mı, bu konuda Allah'tan bir işaret bekledi mi - beklemedi mi
bilmiyoruz. Bize bildirilen gerçek, İbrahim Aleyhisselam'a bu cevabın ve bu
İlahi işaretin rüyada verildiğidir. İbrahim Aleyhisselam arka arkaya gördüğü
rüyalarda, kendisini oğlu İsmail'i bo-ğazlıyorken görmektedir!.
Hükmünde hikmet,
hikmetinde rahmet olan Rabbimiz "Ey İbrahim!. Madem ki Benim için büyük,
Benim için değerli bir kurban kesmek istiyorsun, bu kurban senin için de büyük,
senin için de değerli olan İsmail'dir" Duyuruyordu!.
Açık seçik bir şekilde
bu rüyayı gören İbrahim Aleyhisselam, yattığı yerde usul usul gözlerini açtı!.
Hiç hareket etmiyor, hiç hareket edemiyordu!. Uzaklara, çok uzaklara dalıp giden
hareketsiz gözleriyle öylece duruyor, bütün duyu ve duygularının donduğunu
hissediyordu!. Kendisinde bir hata, kendisinde bir suç arayarak "Neden
yattım, neden uyudum" diyordu kendi kendisine!. Çünkü böyle bir rüyayı
göreceğini bilseydi, belki de ömrünün sonuna kadar hiç yatmaz, ömrünün sonuna
kadar hiç uyumak istemezdi İbrahim Aleyhisselam!.
Oğlunu düşündü ve
biricik oğlu geliverdi gözlerinin önüne!.
İçinde sessiz bir
patlamayla, sessiz bir ateş harlayıverdü. Nemrut'un kendisi için yaktığı ve
kendisinin içine atıldığı ateş, bu sefer dışında değil içinde tutuşmuş, çok
daha büyük alevlerle içinde tutuşuvermiştü.
Bu ateş sönmüyoi. t
ateş söndürülmüyordu!. İbrahim Aİeyhisselam'ın içini kavuran bu ateş,
Nemrut'un yaktığı ateş gibi serin ve soğuk olmuyordu!.
Ağlamaya başladı
İbrahim Aleyhisselam!.
"Ya Rabbi ben
bunu nasıl yaparım, nasıl yapabilirim?" diye ağlamaya baöladı. Elbetteki
her canlı gibi İsmail de, sevgili oğlu ismail de ölebilirdi. Ve buna dayanır,
buna dayanabilirdi İbrahim Aleyhisselam!. Fakat neden bu iş kendisine
verilmişti!. O bu işi nasıl yapar, o sevgili oğulcağızım kendi elleriyle nasıl
boğazlayabiiirdi!.
Bu acıyla günler, bu
acıyla haftalar geçiren İbrahim Aleyhisselam bir çıkış, bir kurtuluş yolu arar
gibiydi!. Kendisine kesin bir zaman, kesin bir mühlet verilmemekle beraber,
rüyasında gördüğü çocuk İsmail'in şimdiki halinden daha büyük, daha gelişmiş
bir durumdaydı. Bu nedenle hiç acele etmedi ve İçinde her geçen gün daha da
mayalanan bu acı ile İsmail'in biraz büyümesini bekledi!. Ayrıca içindeki acı
ne kadar büyük olursa olsun, bu geçen süre zarfında gönlünde besleyip büyüttüğü
bir de umudu vardı İbrahim Aİeyhisselam'ın. Bu umudunun gerçekleşebilmesi için
İsmail'in büyümesini, ge-zip-koşabilecek bir çağa gelmesini bekliyordu. Nitekim
biricik oğlu kendi başına gezip-koşabilecek çağa erişince onu yanına çağırdı ve
"Oğlum!. Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken görüyorum. Bir düşün,
sen ne dersin" dedi İsmail Aleyhisselam'a.
İbrahim Aleyhisselam.
böyle bir yaklaşım ile oğlu İsmail'e tercih hakkı veriyordu. "Oğlum, ben
boğazlamakla emrolundum fakat sen boğazlanmakla emro-lunmadınL Tercihin
nedir" diyordu. Yumuşacık yüreği rahmet depremlerîyle sarsılarak bu soruyu
soran İbrahim Aleyhisselam, gezip-koşabilecek çağa gelen İsmail'în, belki de
koşarak kendisinden uzaklaşmasını, uzaklaşıvermesini umud ediyordu. Çünkü böyle
bir durumda ne kendisini boğazlatmayan İsmail, ne de İsmail'i boğ az laya
madiği için kendisi sorumlu olmayacaktı.
Fakat olmadı, gençlik
duygulan ve yaşama heyacanı ile kaçıp gitmedi İsmail!. Çünkü İbrahim
Aleyhisselam'm oğlu, İbrahim Aleyhisselam'a yakışan bir evlad, bir İsmail idi!.
Nitekim hiç durmadan, hiç duraksamadan "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap.
İnşaalİah, beni sabredenlerden bulacaksın." cevabını verdi babasına.
Artık her şey bitmiş,
bütün çıkış yolları kapanmıştı İbrahim Aleyhisselam için!. İsmail'in bu muhteşem
cevabı karşısında öylece kalakaldı!. Kendisine "Babacığım" diyerek
sevgisini, "Emroîunduğun şeyi yap" diyerek saygısını,
"İnşaalİah" diyerek tevekkülünü. "Beni sabredenlerden
bulacaksın" diyerek teslimiyetini ifade eden oğluna bakakaldıî. Üzülmesi
mi. yoksa böylesine salih bir evlad ile gurur duyması mı gerekiyordu,
bilemedi!. Ne var ki yapılması gereken iş, yapılacaktı artık!.
Rivayetlere göre oğlu
İsmail'i yanma alıp Mina'ya doğru giderken. Şeytan aleyhillane üç kere
karşısına çıkmış ve İbrahim Aieyhisselam vesveselerle kendisini engellemeye
çalışan bu şeytanı, üç keresinde de taşlayarak uzaklaştırmıştir. Ve Mina'ya
geldiklerinde oğlu gibi kendisi de Allah'ın hükmüne teslim olmuş ve İsmail'i
alnı üzerine yatırmıştı.
Bu müthiş olayı
yaşarcasına düşünürken, tüm duygularınızın titrediğini hissediyorsunuz!.
Meleklerie, cinlerle ve bütün kainat ehliyle birlikte, İsmail Aieyhis-selam'ın
yere uzanışına, boynunu hafifçe uzatışına bakıyorsunuz. Kalbiniz duruyor fakat
yaşıyorsunuz, yine de yaşayabiliyorsunuz bu yaşanan hadise karşısında!.
İsmail'in anası olan
Hacer validemizi düşünüyorsunuz!. Yıllar önceki hadiseye dönüyor ve Hacer validemizin
"Ya Rabbi İsmail susuz, İsmail susuzluktan kavruluyor!." diyerek
yaptığı yakarışları hatırlıyorsunuz. Böyle bir olayın duygu yüklü bir kadın,
yüreği merhamet dolu bir anne' için büyük bir imtihan olduğunu biliyorsunuz.
Sonra İbrahim
Aleyhisselam'a bakıyorsunuz!.
Yüreğinde evlad
sevgisi ve elinde bıçak ile İsmail'in başucunda duran İbrahim Aleyhisselam'a
bakıyorsunuz!. Söylenecek bir söz, konuşulacak bir kelime kalmıyor!.
Gözleriniz doluyor ve ağlamaya başlıyorsunuz!. "Ya Rabbi nasıl, nasıl
dayanabildi buna!. Nasıl üstesinden gelebildi böyle bir imtihanın!"
diyerek ağlıyorsunuz!. Biricik oğlu İsmail'in başucunda öylece duran İbrahim
Aleyhisselam'm gözlerine bakıyor, rahmet ve merhamet yüklü bu gözlerde bir
gözyaşı gibi eridiğinizi, bir gözyaşı gibi akıp-gittiğinizi Hissediyorsunuz!.
İsmail'i
boğazlamaktansa, dünyevi ateşlere binlerce kez atılmaya razı olabilecek olan
İbrahim Aleyhisseİam, ağır ağır İsmail'in boğazına doğru eğiliyor!. Bir an
duruyor, sağ eline ve sağ elindeki bıçağa bakıyor!. Bıçak, titreyen ellerinden
düşecek gibi!. Son bir güçle ellerini sıkıyor, ellerini sıkarak bıçağı
kavramaya çalışıyor!.
İbrahim Aleyhisselam
henüz İsmail'i kesmemiş, İsmail'i boğazlamamıştır ama bu kısacık sürede içindeki
binlerce İbrahim kesilmiş, binlerce İbrahim parçalanmış gibidir!. İçi kan
olmuştur, içi kan dolmuştur, içi kandan bir derya olmuştur İbrahim
Aleyhisselam'm. Gözlerinden artık yaş değil sanki kan, kıpkırmızı bir kan
boşanıyordur!.
Dayamlası bir hal
değildir bu!.
Eiindeki bıçağı atarak
geri dönmesi, geri dönü-vermesi de mümkün değildir!. Çünkü Allah'ın, alemlerin
Rabbi olan Allah Celle Ceİaluhu'ın emridir bu!. İlahi emre teslim olmaktan
başka ne yapabilir, ne yapabilirdi kü.
İbrahim Aleyhisselam
titreyen ellerindeki bıçak ile İsmail'in, yüzünü ve gözierini görmediği
oğlunun, önünde boyîu boyunca yatan sevgili oğulcağızımn boğazına tekrar
eğildi!. Hiçbir şey düşünmek, hiçbir şey hissetmek istemiyordu. "Bitsin,
artık bitsin, artık bitiversin" duyguları içinde "Bismillahİ Allahu
ekber" diyerek bıçağı İsmail'in boğazına çaldı. İşte o an, bıçağın tene
değdiği o an, rahmet kapıları açılmış ve İbrahim'e büyük bir kurbanı fidye
olarak gönderen Rahman'ın sesi duyulmuştu.,
"Ey İbrahim.
Gerçekten sen, rüyayı doğruiadın. Hiç şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle
ödüllendiririz."
Rüyasında gördüğü
oiayı aynen yaşayan ve tüm hücrelerindeki titremesi henüz geçmeyen İbrahim
Aleyhisselam anlaşılmaz duygular içindeydi!. İnanılmaz bir darlıktan
çıkarılmış, inanılmaz bir genişliğe bırakılmış gibiydi!. Şaşkın gözierle
elindeki bıçağa ve önündeki İsmail'e baktı!. Önündeki İsmail yaşıyordu,
yaşıyordu ama, bıçağın tene değdiği o unutulmaz anda, İbrahim Aleyhisselam
gönlündeki İsmail'i boğazlamış, İsmail'ini boğazlayıvermişti!.
Artık gönlünde bir
İsmail değil, İsmail'i kendisine bağışlayan Allah, sadece Allah Ceİle Celaluhu
vardı!. Engin bir huzuru yaşayan İbrahim Aleyhisselam'm gönlünde, sadece ve
sadece Rahman, sadece ve sadece Rahman sevgisi kalmıştı!.
Selam olsun, tekrar
selam olsun, tekrar tekrar selam olsun İbrahim Aleyhisse-lam'a!. Ve yine selam
olsun İsmail'e ve Hacer validemize..
Biz de bu güzel
müslümanlara selam ediyoruz hocam. Ayrıca size de teşekkür ediyoruz. Sizi
dinlerken bu olayı sanki yeniden gördük, sanki yeniden yaşadık.
Anlatmak kadar anlamak
ve iman etmek de önemlidir arkadaşlar. Zaten bizlerden istenen de bu gibi
olayları gözlerimizle görüyormuşuz gibi anlamamız ve kendimiz yaşjyormuşuz
gibi iman etmemiz değil miydi!. İman dolu bu anlayışınız için ben de teşekkür
ederim.
İbrahim Aleyhisselam'm
duası ve zemzemin bereketi ile bir yerleşim yeri olmayan başlayan Mekke, her
kervanın uğramak istediği bir yer durumuna gelmişti. Burada annesi Hacer ile
birlikte yaşayan İsmail Aleyhisselam büyümüş ve evlenmişti.
O zamana kadar
peygamberlerin ziyaret ettikleri Kabe'yi, bir rahmet mekanı olarak mü'minlere
açmayı dileyen ve duvarlarının yükseltilmesini isteyen Rab-bimiz, bu kutlu
görevi İbrahim Aleyhisselam ve oğlu İsmail'e verdi. İsmail Aleyhisselam taş
getiriyor, İbrahim Aleyhisselam da bu taşlarla duvarları örüyordu. Duvarlar
yükselmeye başlayınca, İsmail Aleyhisselam bugün makam-ı İbrahim olarak bilinen
büyük taşı getirdi. İbrahim Aleyhisselam bu taşın üzerine çıkarak duvarı
örmeye devam ediyor ve namazını da burada kılıyordu. Oğluyla birlikte Kabe'nin
duvarlarını yükselten ve İsmail Aleyhisselam'ın getirdiği taşları büyük bir
özenle örmeye çalışan İbrahim Aleyhisselam, arasıra boynu bükük bir şekilde
duruyor ve gönlünü Allah'a yönelterek "Rabbimiz bizden bu amelimizi kabul
et, şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin" diyordu.
Hocam, İbrahim
Aleyhisselam böylesine şerefli bir işi yaparken dahi çok mütevazı, çok
alçakgönüllü.
Dikkatin için teşekkür
ederim Veli. Gerçekten örnek alınması gereken bir davranıştır bu. Çünkü
Allah'ın lutfu ve nasip etmesi ile bir fakiri doyurduktan veya bir yoksula
yardım ettikten sonra büyüklenme duygusuna kapılan insanlar, bu çirkin duygu
ile kibirlenerek '"Ben şunu doyurdum veya buna yardım ettim"
diyebilmektedirler. Oysa İbrahim Aleyhisselam Kabe-i Muazzamanın duvarlarını
yükseltmek gibi çok şerefli bir işi yapmasına rağmen boynunu bükmekte ve
korkuyla titreyen yüreğinde "Rabbimiz acaba bu amelimizi kabul eder
mi?"' endişesini taşımaktadır. Bu endişe ile "Rabbimiz bizden bu
amelimizi kabul et" diyen İbrahim Aleyhisselam, hiç kuşkusuz ki yaptığı
işi, yaptığı ameli küçümsemiyordu. Çünkü Kabe-i Muazzamanın duvarlarını
yükseltmek gibi bir işin, Allah'a inanan her müslüman için çok şerefli bir iş
olduğunu kendisi de biliyordu. Ancak yapılan iş ne kadar şerefli ve değerli
bir iş olursa olsun, önemli olan bir insanın bu işi nasıl yaptığı, hangi niyet
ve duygularla yerine getirdiği idi. Meseleye bu gerçeklik açısından yaklaşıldığı
zaman bir insanın Allah rızası ve merhamet duyguları ile susuz bir köpeğe su
vermesi, büyüklenme duygusu iie Kabe'nin duvarlarını yükseltmesinden çok daha
hayırlı ve değerli bir iş oluyordu. Nitekim yaptığı işe bu gerçeklik boyutundan
bakan İbrahim Aleyhisselam. yüreğini titreten bir endişe ile "Rabbimiz
bizden bu amelimizi kabul et, şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin" diyor
ve bu güzel duasına şöyle devam ediyordu.,
"Rabbimiz,
ikimizi Sana teslim olmuş kullanndan kıl ve soyumuzdan da Sana tçsiim olmuş bir
ümmet çıkar. Bize ibadet yöntemlerini göster ve tevbemizi kabul et. Şüphe yok
ki Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin. Ey Rabbimiz, onlara içlerinden
bir peygamber gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve
onları arındırsın. Hiç şüphesiz ki Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet
sahibisin."
Bu kalbi duaları
hakkıyle işiten ve bu samimi yakarışlara icabet eden Rabbimiz ise
"İnsanlar için ilk kurulan ev olan Kabe, insanlar İçin kutiu bir toplanma
ve güvenli bir hidayet yeridir. Burada apaçık ayetler ile müminler için bir
namaz yeri olan İbrahim'in makamı vardır. Kim buraya girerse, o güvenliktedir.
Buraya gelmeye güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki
hakkıdır. Ey İbrahim, İnsanlar içinde haccı duyur, ilan et. Gerek yaya olarak,
gerekse uzak yollardan ve derin vadilerden gelen yorgun düşmüş develer üstünde
sana gelsinler. Evimi, tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve secde
edenier için temizleyin" buyurdu.
O zamana kadar
peygamberlerin ziyaret ettiği Kabe-i muazzama, bu İlahi buyruk ile rahmet
kapılarını artık bütün müminlere, bütün müslümanlara açmıştı. İbrahim
Aleyhisselam'ın "Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından
Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle nzıklandır" duasına da
icabet eden "Rabbimiz, nzıklandırmada mümin kafir ayırımı yapmayacağını
beyan ederek "Küfredeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin
azabına uğratırım, o ne kötü bir dönüştür" demişti.
İman ve teslimiyeti
ile birçok imtihandan yüz akıyla çıkan İbrahim Aleyhisselam, Rabbimizin
"Ey İbrahim, seni insanlara imam kılacağım" buyruğu ile birçok
peygamberin ulaşamayacağı bir makama yükseltilmişti. İbrahim Aleyhisselam bu
İlahi buyruk üzerine "Ya soyumdan olanlar?" diyerek, kendi soyundan
gelecek olanların da böyle bir makama ulaşıp, ulaşamayacağını sordu. Rahman
olan Rabbimiz "Zalimler benim ahdime erişemez" cevabını vererek,
iman veya küfürün irsi yani soy bağı ile ilgili bir hadise olmadığını beyan
etti. Çünkü mü'min bir babadan kafir, kafir bir babadan mümin bir oğlun olması
mümkündü.
- Hocam, mesela Nuh
Aleyhisselam'ın oğlu!.
Çok güzel Hamdı. Nuh
Aleyhisselam gibi bir peygamberin oğlu kafir olurken, Azer gibi kafir bir
putçunun oğlu da İbrahim gibi bir mü'min olmuştu. Dolayısıyla iman ve küfür,
soyla ilgili bir hadise değildi. Eskilerin deyişiyle nice alimden bir zaiim,
nice za-iimden bir alim doğabilirdi. Zaten bunun içindir ki İs-lami yönetim
biçiminde, babadan oğula geçen bir sultanlık, bir saltanat yoktur.
Müslümanların başına geçecek olan kimsenin kimin oğlu olduğuna değil, ilmi
ehliyetine ve takvasına bakılır, buna göre bir seçim yapılır.
Nitekim Rabbimizin
"Zalimİer benim ahdime erişemez" cevabıyla karşılaşan İbrahim
Aleyhisselam, kendisi de dahil olmak üzere hiç kimsenin akıbetinden emin
olmaması gerektiğini anlayarak "Ya Rabbi, beni ve çocuklarımı putlara
kulluk etmekten uzak tut. Yalanlar ile yüceltilen o putlar, gerçekten
insanlardan birçoğunu şaşırtıp-saptırdı" duasında bulundu. Dikkat
ederseniz putlara karşı destansı bir mücadele veren İbrahim Aleyhisselam,
kendisine güvenerek ve şeytan küçümseyerek "Ben nasıl olsa putlara tapmam,
putlara meyletmem" demiyor, diyemiyordu. Çünkü son nefesine kadar
Allah'a ve Allah'ın yardımına muhtaç olduğunu biliyor, kendisine değil Allah'a
güvenmeye ve sadece Allah'a tevekkül etmeye devam ediyordu.
Kabe'nin inşaatını
tamamlayan ve insanlar arasında haccı ilan eden İbrahim Aleyhisselam, gözünü
ve gönlünü Rahman'a yönelterek "Ya Rabbi. bundan böyle kim bana uyarsa,
artık o bendendir. Kim de bana isyan ederse kuşkusuz Sen, bağışlayansın,
esirgeyensin" dedi. Bu güzel duada dikkatinizi çeken bir husus, bir
incelik var mı?
Kendisine isyan
edenlere, beddua etmemesi.
Teşekkür ederim Veli.
Birçok mucizeleri yaşayan, kafir ve müşriklerin birçok eziyetleriyle karşılaşan
İbrahim Aleyhisselam, hak bir peygamber olmasına rağmen kendisine isyan
edenleri Allah'ın lanetine değil, Allah'ın bağışlamasına ve esirgemesine
terkediyor-du. Günümüzde kendi mezheplerinden veya kendi guruplarından olmayanlara
merhametsiz bir şekilde yaklaşan kimselerin, bu duadan almaları gereken çok
önemli dersler vardır.
Evet, İbrahim
Aleyhisselam böylesine güzel bir insan, böylesine seçkin bir peygamber idi.
Nitekim Efendimiz Sallaliahu aleyhi ve seliem'e bir adam gelip "Ey
yaratılmışların en hayırlısı" diye hitab edince, Re-sulullah Saliallahu
aleyhi ve sellem bu söze hemen müdahale etmiş ve "Bu söylediğin İbrahim
aleyhise-lam'ın vasfıdır" demişti. İbrahim Aleyhisselam'ın hanif dini,
tarihin her döneminde makbul bir din olarak zikredilmiş, birbirleriyle
şiddetli bir rekabet içinde olan yahudiler ve hıristiyanlar bile, büyük bir
ısrar ve inat ile İbrahim Aleyhisselam'ın kendilerinden, kendi dinlerinden
olduklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa Musa ve İsa aleyhisselamdan çok daha Önce
yaşamış oları İbrahim Aleyhisselarn, ne yahudi ve ne de hıristiyan idi. Bizlere
bu gerçekleri bildiren Rabbimiz, İbrahim Aleyhisse-lam'ın hanif diniyle ilgili
olarak şöyle buyurmuştur.,
"Kendi nefsini
aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? AndoSsun, biz onu
dünyada seçtik. Şüphesiz ki o. ahirette de salihlerdendir. Öyleyse Allah'ı
birleyen muvahhidler olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.
İyiiik yaparak kendini AİIah'a teslim eden ve hanif olan İbrahim'in dinine
uyandan, dince daha güzel kim olabilir?"
Nitekim Rabbimizin bu
buyruğunu esas alan Re-sulullah Sallallahu aleyhi ve sellem ve müslümanlar,
yahudi ve hıristiyanların yaptıkları gibi "İbrahim bizdendir"
diyerek onu kendilerine değiİ, "Biz İbrahim'deniz, İbrahim'in hanif
dinindeniz" diyerek kendilerini İbrahim Aleyhisselam'a nisbet
etmişlerdir. Zaten güzel olan yaklaşım da, doğruyu kendimize değil, kendimizi
doğruya nisbet etmemizdir.
Kur'an-ı Kerim beyanı
ile "Rabbim beni dosdoğru bir yola iletti, dimdik duran bir dine,
İbrahim'in hanif dinine. O, müşriklerden değildi" diyen Resulullah
Sallallahu aleyhi ve sellem "Her peygamberin peygamberlerden dostları
vardır. Benim dostum da, ceddim ve Rabbimin halili olan İbrahim'dir"
buyurmuştur. Allah'ın dostunu dost edinen Resulullah Sallaîlahu aleyhi ve
sellem, bu sözlerinden sonra Al-i İmran süresindeki şu ayet-i kerimeyi
okumuştur.,
"Doğrusu,
insanların İbrahim'e en yakın olanı ona uyanlar ile bu peygamber ve iman
edenlerdir. Allah, müminlerin velisidir."
İman edenler
denilirken, biz mi kastediliyoruz hocam?
Elbetteki Merve.
İnandıkları Allah'a eş koşmayan ve Allah'ı birleyen muvahhidler olarak
yüzlerini İbrahim'in hanif dinine çeviren bütün mü'minler, kıyamete kadar
dünyaya gelecek olan bütün müslümanlar kastediliyor. Ne mutlu Resulullah
Sallallahu aleyhi ve sellem iie birlikte İbrahim'in hanif dinine uyan
mü'minlere, ne mutlu böyle müslümanlara..
İbrahim Aleyhissetam
ve Sare validemiz oldukça yaşlanmışlardı. Bütün bir gençliğini çocuk özlemiyle
ve çocuk umuduyla geçiren Sare validemiz, artık böyle bir umuddan uzaklaşmış gibiydi.
İbrahim Aleyhisselam ise ilerlemiş yaşma rağmen evine gelen her misafire hizmet
ediyor, onlara güzel nasihatlarda bulunuyordu.
Bir gün İbrahim
Aleyhisselam'ın evine hiç tanımadığı kimseler gelerek "Selam"
dediler. İbrahim Aleyhisselam'ın şimdiye kadar hiç görmediği bu insanlarda,
insanın içini ürperten bir tuhaflık vardı. Onların selamını alarak içeriye
buyur eden İbrahim Aley-hisseiam. adeti olduğu üzere aç olup-olmadıklarını hiç
sormadan yemek hazırlığına başladı. Ve hiç gecikmeden kızartılmış bir buzağıyı
getirerek, misafirlerinin önüne koydu.
Misafirlerinin yemek
yemesini bekleyen İbrahim Aleyhisselam, onların öylece oturduklarını ve yemeğe
hiç el uzatmadıklarını görünce bu durumdan hoşlanmadı. Önce ayakta duran
hanımına ve daha sonra içlerine gizli bir korku, gizli bir ürperti veren
misafirlerine dikkatlice bakarak "Siz kimsiniz, biz sizden korkmaktayız"
dedi.
İbrahim Aleyhisselam
endişe dolu bu sözleri üzerine tebessüm eden misafirler "Korkma, biz
Allah'ın elçileriyiz" dedikten sonra Sare validemize dönerek "Sana
bilgin bir çocuk müjdelemekteyiz" buyurdular. Misafirlere hizmet edebilmek
için ayakta olan Sare validemiz, bu söz üzerine güldü ve "Bana ihtiyarlık
gelip-çökmüşken mi müjdeliyorsunuz? Beni ne ile müjdelemektesiniz?" dedi.
Elçiler "Seni
gerçekle müjdeledik; öyleyse umud kesenlerden olma" deyince, İbrahim
Aleyhisselam imani bir heyecanla söze girerek "Sapıklar dışında Rabbinin
rahmetinden kim umud keser ki?" cevabını verdi. Bu konuşmalar üzerine
meselenin gerçekten ciddi olduğunu anlayan Sare validemiz "Vay başıma
gelene!. Şimdi ben kocamış bir kadın iken ve şu kocam da bir ihtiyar iken
doğuracak mıyım? Gerçekten bu, şaşırtıcı bir şey!." dedi. Birer elçi olan
melekler "Allah'ın emrine mi şaşırıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri
sizin üzerinizdedir. Ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye layık olandır,
Mecid'tir" dediler.
Bu İlahi müjde üzerine
Allah'a hamdü senada bulunan İbrahim Aleyhisselam, misafiri olan elçilere dikkatlice
baktıktan sonra meraklı bir sesle "Ey elçiler, sizin bunun dışındaki
işiniz ne?" diye sordu. Allah'ın elçileri olan melekler "Gerçekten
biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğa. Lut kavmine gönderildik." dediler.
Bu gönderilişin azapla ilgili olduğunu hisseden İbrahim Aleyhisselam'ın aklına
hemen Lut, kendisine iman eden bir kardeşi olan Lut Aleyhisselam geldi ve
"O topluluğun içinde Lut da vardır" dedi. İnsan suretindeki melekler
gayet sakin bir ses tonuyla "Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi
bilmekteyiz. Kendi karısı dışında, onu da, ailesini de muhakkak kurtaracağız.
Karısı ise arkada kalacak olanlardandır" karşılığını verdiler.
Sünnetullah gereği bir
toplumun helak edilmesinin, ne kadar şiddetli bir azap olduğunu çok iyi bilen
İbrahim Aleyhisseiam, Lut kavmi konusunda elçilerle tartışmaya başladı. Çünkü
İbrahim Aleyhisselam yumuşak huylu, oldukça duyarlı ve Allah'a gönülden yönelen
merhamet dolu bir insandı. Yüreğinde hissettiği bu merhamet duygularıyla Lut
kavmine biraz daha zaman, biraz daha fırsat verilmesini istiyordu.
Kesin bir emirle
görevlendirilmiş olan melekler ise "Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü
gerçek şu ki. Rabbinin emri gelmiştir ve gerçekten onlara geri çevrilmeyecek
bir azab gelmiştir" diyerek bu tartışmaya bir son verdiler. Ve İbrahim
ailesine önce İshak'ı, İs-hak'ın arkasından da Yakub'u müjdelediler.
İlerlemiş yaşına
rağmen İshak'a kavuşan Sare validemiz, Allah'tan hiçbir zaman umud kesilmemesi
gerektiğini anlamış, artık çok iyi anlamıştı artık. "Hamd, AIlah:a aittir
ki; O, bana ihtiyarlığa rağmen İsmail'i ve İshak'ı armağan etti. Şüphesiz benim
Rabbim, gerçekten duayı işitendir" diyen İbrahim Aleyhisselam ise , çok
uzun yıllar sonra kabul olan bu duasının hamd ve şükrünü eda ediyordu. Herbiri
peygamber olan İsmail, İshak ve İshak'ın oğlu Yakup Aleyhisselam, sadece
Allah'a ibadet eden ve yüce bir doğruluk dili ile insanları hidayete yönelten
salih müslümanlardı. Örnek güzellikteki bu seçkin müslümanların hepsine salat
ve selam olsun diyoruz.
Ve söz İbrahim'e, nurlu
bir güneş gibi dünyadan gelip geçen İbrahim Aleyhisseiam'a gelince, ona ne
diyeceğimizi, sevgi ve saygımızı nasıl ifade edebileceğimizi bilmiyoruz.
Ellerimizi semaya
açıyor ve "Ya Rabbim, beni namazımda sürekli olanlardan kıl, soyumdan
olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün.
beni, anne-babamı ve müminleri bağışla" diye diye dünyadan ayrılan İbrahim
Aleyhisselam'm bu duasına, iman dolu gönüllerimizle amin diyoruz.
Alemler içinde selam
olsun bu güzel müslümana, selam olsun Haliîullah'a, selam olsun İbrahim'e ve
İbrahim ailesine..
İbrahim Aleyhisselam'a
ilk iman eden müslüman-lardan olan Lut Aleyhisselam. kavminin baskıları üzerine
"Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün
olandır, hüküm ve hikmet sahibidir" diyerek Babil'den ayrılmıştı.
Hocam, "Ben
Rabbime hicret edeceğim" sözünü nasıl anlamamız gerekir?
Merve hanım. Hicret
kelimesi, bir yerden ayrılarak başka bir yere göç etmek anlamındadır. Lut Aleyhisselam'm
kavmine karşı "Ben Rabbime hicret edeceğim" demesi, ben sizin
Allah'a şirk koştuklarınızdan uzaklaşarak yüzümü Rabbime cevriyor ve sadece
O'na kulluk edeceğim bir yere gidiyorum anlamına gelir. Tabi ki Lut
Aleyhisselam bu sözü söylerken, nereye gidebileceğini ve Allah'ın kendisini
neyle karşılaştıracağını bilmiyordu. Dolayısıyie Lut Aleyhisselam'm "Ben
Rabbime hicret edeceğim" sözünü,
"Sadece
Allah'a kulluk
niyetiyle, Rabbimin takdirine yönelip^ o takdire doğru yürüyeceğim"
şeklinde de anlayabiliriz.
"Bana bir adım
gelene. Ben on adım giderim" buyuran Rabbimiz, Lut Aleyhisselam'm bu
hicretini kabul etmiş ve onu peygamberlikle görevlendirmişti. Kendisine hüküm
ve ilim yerilen Lut Aleyhisselam, İbrahim Aleyhisselam'm yerleştiği Sebu
bölgesine yakın bir şehir olan Sodom'a gitmişti. Bu şehirden bir kızia evlenen
ve bu hanımından çocukları olan Lut Aleyhisselam, bu şehir halkını uzun yıliar
Allah'a kulluğa davet etti. Şehir halkını putlara tapmaktan menetmeye çalışan
ve onları sadece Allah'a kulluğa çağıran Lut Aleyhisselam'm bu daveti, ne yazık
ki onlara hiç tesir etmiyor, onların küfürlerine küfür katıyordu!. Çünkü onlar
gerçekten bozulmuş, gerçekten haddi aşmış bir kavimdi.
Bu şehir halkı
kötülükte o kadar ileri gitmişti ki. açıkça yol keserler, haramilik ederler ve
her türlü ahlaksızlıktan hiç utanmazlardı. Cinsel' özgürlük adına erkeklerin
erkeklerle ve oğlan çocuklarla düşüp kalkmaya başlamaları gibi bir rezalet,
tarihte ilk kez bu kavim tarafından işlenmiştir. Hayvanlar dahi böyîe bir
cinsel sapıklıktan uzak iken, hayvanlardan çok daha aşağılık bir duruma düşen
bu şehir haikı, böyle bir utanmazlığı sanki bir eğlence durumuna getirmişlerdi.
Hocam, bazı kimseler
eşcinselliğin insan genleriyle ilgili bîr hastalık olduğunu söylüyorlar. Yani
o kişilerin, eşcinsel olarak doğduklarını iddia ediyorlar!.
Böylesi iddiaları ben
de duyuyorum Fatih!. Bu iddiada bulunan kimseler, eşcinselliği insanın
istemeyerek karşılaştığı bir hastalık gibi göstererek, toplumsal düzlemde bu
rezaleti meşrulaştırmak istemektedirler. Nitekim dünyanın birçok ülkesinde
eşcinselliğe böyle bakıldığı için. böylesi cinsel sapıklıklar hoşgörüyle
karşılanmakta ve bunun da ötesinde eşcinsellerin evlenmesine.dahi İzin
verilmektedir.
Oysa insaniar, fiziki
olarak kadın ve erkek oiarak yaratılmışlardır. İnsanlardaki cinsel sapmalar,
insanların fiziki yapılarından ziyade nefisleriyie ilgili bir sapmadır.
Kur'an-i Kerim'de beyan edildiği gibi hem iyiliğe ve hem de kötülüğe meyyal
olarak yaratılan insan nefsi, kendi haline bırakıldığı ve disipline edilmediği
zaman doğruca kötülüğe yönelmektedir. Çünkü nefse hoş gelen kötülükler,
nefisler için yokuş aşağı ve kolay bir iş gibi gözükürken; nefislere zor gelen iyilikler,
nefisler İçin yokuş yukarı ve çetin bir iş gibi gözükmektedirler.
İnsan nefsi hakkında
bu kısa tanımlamayı yaptıktan sonra konumuza dönecek olursak, insan nefsinin
dizginlenmesi veya disipline edilmesi en zor düzlem, cinsel ilişkiler
düzlemidir. İnsanları cinsel düzlemdeki sapıklıklardan engelleyebilecek iki
şey. öncelikle kişilerin sahip olduğu ahlaki ilkeler ve daha sonra toplumsal
çevrenin ahlaki baskısıdır. Bir insan için sahiplendiği ahlaki ilke başlı
başına yeterli olmasına rağmen, toplumsal çevrenin ahlaki baskısının da büyük
önemi vardır. Çünkü ahlaki ilkeler noktasında zayıf olan birçok insan,
toplumsal çevrenin ahlaki baskısını dikkate alarak böyle bîr sapıklıktan ve
rezaletten kendisini koruyabilmektedir.
Ancak insanlar ahlaki
ilkelerini yitirirler ve toplum düzleminde de böylesi sapıklıklar hoşgörüyle
karşılanırsa, bu rezaletin çığ gibi büyüdüğü görülecektir. Çünkü harama ve
haddi aşmaya çok düşkün olan insan nefsi, ahlaki Ölçülerini yitirdiği ve
toplum tarafından da yadırganmadığı zaman bu cinsel düzlemde her türlü
sapıklığa yönelebilecektir. Geri dönüşü de zordur bu kimselerin. Çünkü bu gibi
sapıklıklar ile şeytanı
hoşnut eden bu
kimseleri tabi ki şeytan da hoşnut etmekte ve böylesi rezaletleri onlara süslü
ve zevkli göstermektedir.
Dolayısıyie
eşcinsellik bir hastalık değil, başlı başına bir sapıklıktır. Çünkü hastalıkta
bir tercih hakkı yoktur ve tüm insanlar istemedikleri halde hasta olabilirler.
Eşcinsellik ise sapıkça bîr tercihin neticesidir. Böylesi tercihte bulunan
kimselerin söyledikleri "Ben erkek olmama rağmen içimde kadınsı dürtüler
hissediyordum" veya "Ben kadın olmama rağmen içimde erkeksi dürtüler
hissediyordum" gibi sözlerini doğru kabul etsek bile; nefs ve şeytan
kaynaklı böylesi dürtüler sapıkça bir tercih için geçerli neden değildir.
Çünkü yanlış dürtüler, bu dürtülerden kaynaklanan eylemleri mazur göstermez.
Mesela her insan iç dünyasında çok kızdığı bir insanı Öldürme, öldürüverme dürtüsünü hissedebilir. Ancak
biliyoruz ki böyle
bir dürtüyü hissetmek, bu dürtüden kaynaklanabilecek cinayeti mazur ve
meşru göstermez. Önemli olan içimizde hissedebileceğimiz tüm şeytani dürtüleri
imtihan bilinciyle bastırabilmek ve
Allah korkusu ile böylesi kötülüklerden uzak
durabilmektir.
Bu sapıklığı bir
hastalık gibi görerek makul karşılayan ve eşcinselleri gülerek alkışlayan
toplumlar, bu sapıklığa kendi ailelerinden de kurban verecek ve git gide
artacak olan bu sapıklık içinde boğulacak toplumlardır. Çünkü daha Önce de
belirttiğim gibi, İnsanlar ahlaki ilkelerini yitirir ve toplum düzleminde de
böylesi sapıklıklar hoşgörüyle karşılanırsa, bu rezaletin çığ gibi büyüdüğü
görülecektir. Nitekim tarihte ilk kez böyle bir sapıklığı yaşayan ve bu
sapıklığı hoşgörüyle karşılayan Lut kavmi, bütün bir şehir halkı olarak bu
rezaletin İçine sürüklenmişti.
İslami birer kaynak
oiarak gösterilen birçok eserde dahi, Lut kavminin bu sapıklığına Lutilik
denilmesi ise tarihi bir yanılgıdır. Oysa erkekler arasındaki sapık cincel
ilişkiye, livata denilmektedir. Söz konusu tarihi yanılgıyı sürdürerek Hvataya
Lutilik denilmesi, günümüz müslümanlann ağızlarına yakışmayacak bir tanımlamadır.
Geçmiş kavimlerin birçok sapıklıklarını, o kavimlere gönderilen peygamberlerin
isimleriyle tanımlamaktan sakındığımız gibi, elbetteki bu sapıklığı da Lut
Aleyhisselam'ın ismiyle tanımlamaktan sakınmalıyız. Çünkü bu iğrenç
sapıklığın, Lut Aleyhisselam veya onun tertemiz ismiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Evet, ismi ve cismi
temiz olan Lut Aleyhisselam, böylesine azgınlaşan bir şehir halkını İslam'a
çağırıyordu. Yaptıkları kötülük ne olursa olsun, onları yine de tev-beye ve
Allah'a kulluğa davet ediyordu. Çünkü tevbe ederek Allah'a yöneldikleri zaman,
Rahman olan Rab-bimizi hiç kuşkusuz ki affedici olarak bulacaklardı. İşlenen
kötülükler ne kadar geniş olursa olsun, Rahmanın rahmeti elbetteki daha geniş,
çok daha genişti. Affedilmeyecek yegane kötülük, kötülüklerden vazgeçmemek ve
tevbe etmemek idi. Önemli olan yaşama fırsatını yitirmeden, tevbe fırsatını
kullanmak, kullanıvermekti.
İşte Lut Aleyhisselam
merhamet dolu bu umudla onları tevbeye, onları kurtuluşa çağırıyordu. Her fırsatta
onlarla konuşuyor, onları ikaz ediyor ve onlara şöyle sesleniyordu.,
"Sizler, sizden
önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir utanmazlığı, bir çirkinliği mi
yapıyorsunuz? Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi,
kadınlarınızı bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Sizler ne
yaptığınızı, Allah'ı nasıl gazaplandırdığınızı bilmeyen ve sının çiğneyen bir
kavimsiniz. Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık
Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret
istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbi-ne aittir. Sizden
istediğim bu İlahi daveti kabul etme-nizdir. Çünkü Allah'ın dayetini inkar
ederseniz, İlahi daveti inkar eden geçmiş kavimler gibi helak olacaksınız. Bu
bir İlahi kanun, bu bir İlahi sünnettir ve Allah'ın sünnetinde hiçbir
değişiklik yoktur. Artık korkmayacak mısınız, korkup sakınmayacak mısınız?
Allah'ın apaçık davetine rağmen siz yine de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek
ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler yapacak mısınız? Oysa Allah sizleri
tertemiz bir hayata ve ebedi kurtuluşa davet etmektedir."
Lut Aleyhisselam'ın bu
apaçık daveti, sapıklıktan gözleri dönmüş şehir halkı tarafından ne yazık ki inkarla
karşılandı. Kendi aralarında alaycı konuşmalar yaparak "Lut ailesini
şehrimizden sürüp çıkaralım, çünkü bunlar çokça temizlenen ve temiz kalmak isteyen
insaniarmış!." demeye başladılar. Lut Aleyhisselam ise onları yine ikaz
ediyor ve onlara bir insan olarak değer vermesine ve merhametle yaklaşmasına
rağmen "Gerçekten ben sizin bu yapmakta olduğunuza öfke ile karşı
olanlardanım" diyerek, yaptıkları çirkin işlere karşı gerçek duruşunu da
beyan ediyordu.
Hocam, niye böyle
yapıyordu?
Anlıyamadım Veli!.
Yaptıkları kötü işlere
nefretle yaklaşırken, bu kötülükleri işleyenlere neden merhametle yaklaşıyordu?
Çok güzel bir soru
Veli. Tüm peygamberler ve davasının bilincinde olan tüm müslümaniar, cahili toplumlarda
fül-fail ayırımı yaparlar. Allah'ın hoşlanmadığı fiillere yani yanlış olan iş
ve eylemlere, kesin bir tavırla karşı dururlarken: bu fiilleri işleyen faillere
merhametle yaklaşırlar. Çünkü Allah'ın hoşlanmadığı fiilleri işleyen bu faillerin,
yanlış ve çirkin işier yapan bu kimselerin, ne yaptıklarını bilmeyen cahil
kimseler olması söz konusudur. Bu nedenle cahili toplumlarda insanlara hakkı
tebliğ eden bütün müslümanlar, insanlara yaklaşımlarında fiil-fail ayırımı
yaparlar. Allah'ın hoşlanmadığı filleri kesin bir tavırla reddederlerken, bu
filleri bilinçsizce işleyen insanlara merhametle yaklaşarak, onlara yaptıkları
işin ne kadar kötü ve çirkin olduğunu anlatırlar.
Fiil-fail ayırımı
yapan bu bilinçli müslümanlar. yanlış fiille birlikte, bu fiili işleyen faili
reddetmedikleri gibi; merhametle yaklaştıkları faili hoşgormek adına, bu
faillerin yanlış fiillerini de hoşgörmezler. Çünkü hoşgörü adına insanların
yanlış ve çirkin fiillerini de hoşgördükleri zaman, kendileri de onlara yani o
çirkin işleri yapanlara dahil olmuş olurlar. Nitekim Allah'tan ve Allah'ın
azabından korkan Lut Aleyhisselam "Gerçekten ben sizin bu yapmakta
olduğunuza öfke ile karşı olanlardanım" derken, bu sözü sadece kendisi
için, kendi duruşunu beyan etmek İçin söylüyordu. Çünkü bir kötülüğü işlemek
ile, o kötülüğü hoş görmek arasında önemli bir fark yoktur. Bu İlahi gerçeği
çok iyi bilen Lut Aleyhisselam. kavminin yaptığı kötülüklere öfkeyle karşı
olduğunu beyan ederek, o kötülükler iie kendisi arasına uzak bir mesafe
koymaktadır.
Günümüzde böyle
yapılmıyor!.
Ne yazık ki böyle
yapılmıyor, cinsel sapıklıklara ve türlü rezaletlere karşı Lut Aleyhisselam
gibi davra-nılmıyor Veli. Senin de farkettiğin gibi bir tarafta cinsel
sapıklıklara karşı "Ben sizin bu yapmakta olduğunuza öfke ile karşı
olanlardanım" diyen Lut Aleyhisselam. diğer tarafta ise müslüman
olduklarını söylemelerine rağmen cinsel sapıkları gülerek alkışlayan
şaşkınlar!. Şimdi.soruyorum sizlere. Bu cinsel sapıklara gelebilecek olan
İlahi azaptan, bu sapıkları hoşgörüyle karşılayan şaşkınlar ayrı tutulur mu? Sapıklara
gelecek azap, bunlara da gelmez mi?
Gelir, elbetteki gelir
hocam.
Doğru söylüyorsunuz.
Çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi bir kötülüğü işlemek ile. o kötülüğü
hoş görmek arasında Önemli bir fark yoktur. Bu gerçeği çok iyi bilen Lut
Aieyhisselam, kavmiyle bir arada yaşamasına ve kavmine merhametle yaklaşmasına
rağmen, bu kötülüklere karşı duruşunun nasıl olduğunu da açıkça beyan
etmektedir. Tabi ki Lut Aleyhisse-lam'ın bu sözlerine karşı şehir halkı gît
gide daha çok kızıyorlar, daha çok öfkeleniyorlardı!. Nitekim kendilerini her
fırsatta ikaz etmeye kalkışan ve Allah'ın aza-bıyla tehdit eden Lut
Aleyhisselam'a şöyle dediler.,
"Ey Lut, eğer bu
söylediklerine h,ir son vermeyecek olursan, gerçekten buradan sürülüp
çıkarılanlardan olacaksın. Bizimle artık bu konuda tartışma. Biz senin bu
söylediklerine ve Allah'ın bizleri bir azap ile helak edeceğine inanmıyoruz.
Şayet doğru söylüyor-san, bize hemen Allah'ın azabını getir!."
Uzun yıllardır uğraş
veren, kavmini sabır ve merhametle Allah'a davet eden Lut Aleyhisselam, bu İnkarcı
kavme karşı artık konuşulacak bir sözün kalmadığını anlamış gibiydi.
Çaresizlik içinde boynunu bükerek, Rahman ve Rahim olan Rabbimize yöneldi.
Hüzün veren bir umudsuzluk ile sıkışan gönlünden "Rabbim. fesat çıkarmakta
olan bu kavme karşı bana yardım et" duası yükseldi.
Önce İbrahim
Aleyhisselam'a uğrayan ve İbrahim ailesine İshak'ı ve ondan da Yakub'u müjdeleyen
elçiler, daha sonra Lut ailesine gelmişlerdi. Birer melek olan elçiler Lut
Aleyhisselam'ın evine geldiklerinde, şimdiye kadar hiç görmediği bir
toplulukla karşılaşan Lut Aleyhisselam bir anda kaygılandı ve gönlünü daraltan
bir sıkıntı hissetti içinde. Çünkü bu gelen misafirlerin herbiri, çok güzel
birer delikanlı suretinde idi. Şehir halkı bu misafirlerden haberdar olurlarsa,
hiç kuşkusuz ki bunları rahat bırakmazlardı.
Lut Aleyhisselam, bu
gençleri hemen içeriye buyur etti. Kapıyı endişeyle kapatırken, içindeki kaygı
ve sıkıntı ile "Bu, oldukça zorlu bir gün" dedi kendi kendine. Bu
misafirlerin geldiğini hiç kimse bilsin, hiç kimse duysun istemiyordu. Fakat ne
yazık ki haber gitmişti şehir halkına ve bir rivayete göre karısı, bizzat kendi
karısı haber yollamıştı şehrin Önde gelen azgınlarına!.
Lut Aleyhisselam'ın
evine birbirinden güzel delikanlıların geldiğini duyan şehir halkı, bu haberi
büyük bir müjde gibi birbirlerine iletmeye başladılar. Ve koşa koşa,
birbirleriyle yanşa yarışa Lut Aleyhisselam'ın evine geldiler. Ne yapacağını
şaşıran Lut Aleyhisselam, yeterince açılamadığını hissettiği koruyucu kanatlarını
misafirlerinin üzerine germeye çalışarak "Bunlar benim konuğumdur, bunlar
benim misafirim-dir. Ne olur Allah'tan korkup-sakınm ve misafirlerimin önünde
beni utandırıp, küçük düşürmeyin" dedi.
Misafirlere hayran
hayran bakan sapıklar, Lut Aleyhisselam'a dönerek "Biz seni herkesin işine
karışmaktan alıkoymamış mıydık?" dediler. Yine durdu, yine ne yapacağını
şaşırdı Lut Aleyhisselam. Bu gözü dönmüş İnsanlara ne söyleyeceğini, ne
söylemesi gerektiğini bilemedi. Onlara kızlarını işaret ederek "İşte
bunlar benim kızlarım. Eğer (nikahlamak) istiyorsanız, bunlar sizler için daha
temizdir. İçinizde hiç aklı başında olan bir adam yok mu?" dedi.
Yoktu, Lut
Aleyhisselam'ın evini basan azgınlar arasında, ne yazık ki aklı başında hiçbir
adam yoktu. Nitekim Lut Aleyhisselam'a dönerek "Andolsun ki, senin
kızlarında bir hakkımız veya bir talebimiz olmadığını sen de biliyorsun.
Ayrıca bizim ne istemekte olduğumuzu da biliyorsun" dediler. Biliyordu,
bu azgınların ne istediklerini elbetteki çok İyi biliyordu Lut Aleyhisselam..
Bir kenarda oturmakta
olan misafirlerine baktı. İnsanın gönlüne bir aydınlık veren güzel yüzlerinde,
her nedense bir korku veya bir endişe yoktu. Ciddi bir sakinlik İle olup-biteni
seyrediyorlardı. Lut Aleyhisselam misafirlerinin korku ve endişeden uzak bu
sakinliğini, onların saflığına ve masumluğuna yorumladı. Bu tertemiz gençler
bilmiyorlardı, herhalde bilmiyorlardı bu azgınların ne yapmak istediklerini.
Azgınların elebaşîan,
misafHerlere doğru yürümeye başlayınca hemen araya girdi Lut Aleyhisselam.
Diliyle engelleyemediği bu azgınları, eliyle durdurmaya, eliyle engellemeye
çalıştı. Fakat sert ve acımasız bir hareketle kenara ittiler, bir kenara
savurdular Lut Aleyhisselam'ı. Düştüğü yerde ölümden beter bir çaresizliği
yaşayan Lut Aleyhisselam'ın dudaklarından "Size yetecek cjücüm olsaydı
veya sağlam bir yere sığma-bilseydim" sözleri döküldü.
Hocam, her şeye kadir
olan Allah'ın bir peygamberi, niye böyle söylüyor?
Doğru söylüyorsun
Seda. Tabi ki bir peygamberin veya Allah'a tevekkül eden herhangi bir
müslümanın söylememesi gereken bir sözdür bu. Nitekim Re-suiullah Salİallâhu
aleyhi ve sellem efendimiz. Lut Aleyhisseîam'jn bu sözüyle ilgili olarak
"Alİah, Lut'a rahmetini bol kılsın, aslında o çok muhkem, çok sağlam bir
kaleye sığınmıştı" buyurarak, meseleye açıklık getirmektedir. Elbetteki
Lut Aieyhisseîam'ın da bildiği ve iman ettiği bir gerçekti bu. Ancak kendisine
gelen misafirleri koruma işini, sadece kendisine ait bir mükellefiyet olarak
gördüğü için, bu mükellefiyeti yerine getirememe yani misafirlerini koruyamama
üzüntüsü ve kederiyle o kadar sarsılmıştı ki: derinden duyduğu böylesine bir
acı ile o sözleri söyleyiverdi.
Hüzün ve çaresizlik
duyguları içinde bu sözleri söyleyen Lut Aleyhisselam, bütün hayatının en zor
anını yaşıyordu. Misafirlerini koruyamamış, onlara ka-natiannı gerememişti!. Bu
çaresizlik içinde misafirlerine bakarken, şimdiye kadar ki olup biteni ciddi
bir sakinlik içinde seyreden bu gençlerde bir değişiklik oimaya başladığını
farketti. Bu gençlerin iri ve masum gözlerinde, insanın içine korku veren bir
öfke alevlenmeye başlamıştı. Hiç korkmayan, fakat karşı tarafı korkutan bir
bakış belirmişti bunların gözlerinde!.
Fakat gözü dönmüş
azgınlar, yine de durmadılar, duraksamadılar bu bakışlar karşısında!.
İstediklerini elde edebilmek İçin, misafirlerin üzerine yürüyerek onları
tutmak, onları yakalamak istediler. İşte o an, Lut Aieyhisseîam'ın 'Artık
yenildim, artık yapabileceğim bir şey yok" dediği o an, İiahi işaret
gelmiş ve misafirlere tecavüz etmek isteyen bütün azgınların gözleri silinerek
kör edilivermişti. Ortalık karışmış, neye uğradıklarını şaşıran azgınlar
kaçışmaya başlamışlardı.
Olup biteni şaşkınlık
içinde seyreden Lut Aleyhisselam, misafirlerine dönerek "Sizler benim
bilmediğim yabancı bir topluluksunuz!." dedi ve onların kim olduklannı
öğrenmek istedi. Misafirlerin güzel gözlerindeki öfke gitmiş, yerini sıcak bir
rahmet almıştı. Çok büyük sıkıntılar çeken Lut Aleyhisselam'a rahmet ve
merhamet dolu gözlerle bakarak "Ey Lut, biz Rabbinin elçileriyiz ve
suçlu-günahkar olan bir topluluğa gönderildik. Fasıklık yapmalarımdan dolayı,
bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azab İndireceğiz. Sana gerçeği
getirdik, biz hiç şüphesiz ki doğru söyleyenleriz" dediler.
Lut Aleyhisselam o an
meseleyi ve meselenin ciddiyetini anladı. Demek ki kavminin birbiriyle
müjdeleşmelerine neden olan bu elçiler, kavmi için bir azap müjdecisi olan
elçilerdi. Demek ki Allah'ın emri gelmiş, demek ki bu azgın toplum helak
edilecekti. Gönlünün korku ve haşyet ile zangır zangır titrediğini hissetti.
Elçiler ise sakindi ve aynı sakinlikle sözlerine devam ettiler.,
"Korkuya düşme ve
hüzne kapılma. Karın dışında, seni de, aileni de muhakkak kurtaracağız. O İse,
arkada kalacak olanlardandır. Gecenin bir bölümünde, emrolunduğunuz yere doğru
aileni yola çıkar ve sen de onların ardından git. Sakın sizden hiç kimse arkasına
dönüp bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isabet edecek olan, ona
da isabet edecektir. Onlara va'dolunan helak, sabah vakti gerçekleşecektir.
Sabah da yakın değil mi?"
Evet, sabah gerçekten
yakındı. Lut Aleyhisselam hemen ailesini hazırlayarak, ernrolunduğu yere doğru
yola çıkardı. Elçilerin söylediği gibi ailesi önden yürüyor, o ise ailesini
arkalarından takib ediyordu. Karısı da dahil olmak üzere hepsini, hepsini ayrı
ayrı ikaz etmiş ve ne olursa olsun kesinlikle arkalarına bakmamalarını tenbih
etmişti.
Ailesi önde, kendisi
arkada yürürken, uzun yıllardır birlikte olduğu yaşlı karısına bakıyor, yaşlı
karısını düşünüyordu. Kendisine İnandığını söyleyen ve genel olarak ona itaat
eden karısı, demek ki müsîime gibi gözükmesine rağmen mu minelerden değildi.
Geçmişe doğru gitti düşünceleri. İnanmadığı halde İnandım diyerek onunla
evlenen karısı, herhalde
alemlerin Rabbine kul olmak değil, sevdiği ve beğendiği bir erkeğe
hanım olmak istemişti. Gerçi kendisi de sevmişti hanımını. Zaten bu sevgi ile
onun yaptıklarını hep hayra yorumlamış, onu olduğu gibi değil, görmek istediği
gibi görmüştü. İyi ama şimdi ayrılacak mıydı, ayrılacak mıydı uzun yıllardır
beraber olduğu bu hanımından!. Her şeye rağmen çocuklarına küfrü aşılamayan,
çocuklarını küfre davet etmeyen bu yaşlı karısının yine de hakkı görmesi,
hakka teslim olması söz konusu değil miydi? "Belki", ufak bir
"Belki" dedi içinden? Zaten içindeki bu küçücük umudu büyütebilmek
için karısını, özellikle karısını tekrar tekrar ikaz etmiş ve "Ne olursa
olsun sakın arkana bakma, sakın arkana bakma" demişti. Ve Allah'a
hamdolsun ki şimdiye kadar hiç dönmemiş, hiç dönüp bakmamıştı arkasına. Ortalık
hafif hafif aydınlanmaya başladığında Allah'ın emri gelmiş ve Lut kavmini
korkunç bir çığlık yakalayıvermişti!. Bir yağmur, sağanak bir yağmur yağıyordu
Lut kavminin üzerine!. Fakat bu yağmur, yeryüzüne hayat veren bir yağmur
değildi!. Uyanhp-kor-kutulmalanna rağmen Allah'ın davetini inkar eden bir kavim
üzerine yağan bu sağanak, kızgın taşlar yağdıran bir azap sağanağı, bir azap
kasırgası idi!.
"Uyarılıp
korkutulanların yağmuru ne kadar kötüdür" buyuran Rabbimiz, azgınlaşan
Lut kavminin üzerlerine balçıktan pişirilmiş ve istif edilmiş taşlar yağdırarak
onları yerle bir etmişti. O
çirkince sapıklığı işleyenlerle
beraber, bu sapıklığa hoşgörüyle bakanlar da helak olmuş, helak edilmişlerdi.
Artık öyle bir şehir ve öyle bir şehir halkı yoktu yeryüzünde!. Oysa onlar
Rabbimizin toplumlarla ilgili bu sünneti ile uyarılmışlar, kesin ve
değişmeyecek olan bu Sünnetullah ile ikaz edilmişlerdi!.
Ailesiyle birlikte
yürümekte olan Lut Aleyhisse-lam, tabi ki bu korkunç çığlığı ve bu çığlığın
ardından gelen azap kasırgasını duymuştu. Fakat dönmedi, dönüp bakmadı
arkasına. Ve önünde yürümekte olan ailesine de "Dönmeyin, sakın dönüp
bakmayın" diye seslendi. Allah'ı tenzih ve takdis ede ede yürümeye devam
etti. Uzaklaşmak, bir an önce uzaklaşmak istiyordu buradan. Önünde yürümekte
olan ailesine bakarken, karısının bir anda durduğunu gördü. Kendisi de durdu
ister istemez. Karısı belki de şehirde kalan akrabalarını, yakınlarını merak
etmişti. Ağzını açarak "Dönme, sakın dönme" diye haykırmak istedi
karısına. Fakat bunu diyemeden döndü, donuverdi yaşlı karısı!.
Azap şehrine yönelen
yüzü, azap toplumuna bakan gözleri, benzer bir azap ile kaplanıvermiştü.
Önünde duran yaşlı karısının bu durumunu yani gerçek yüzünü gören Lut
Aleyhisselam, karısıyla ilgili bütün duygularından, bütün umudlarından
sıyrılarak tekrar yürümeye başladı. Bir azap yumağı haline gelen karısının
yanından geçerken, bir daha bakmadı, bakmak istemedi karısına. Evladlanyla
birlikte yürümeye, Allah'ın rahmet ve bereketine doğru yürümeye devam etti.
Geride helak olmuş bir
şehir ve helak olmuş bir yaşlı kadın kalmıştı!. Bu kadın, bir peygamber hanımı
idi. Çok uzun yıllar bir peygambere hizmet etmesine, bir peygamberle aynı çatı
altında yaşamasına rağmen.
kocası onu
kurtarmamış, kurtaramamıştı!. Nuh Aley-hisselam'ın eşi ve oğlu nasıl helak
olduysa. Lut Aleyhisselam'ın eşi de aynı şekilde helak olmuştu. Çünkü bir insan
peygamber oğlu veya peygamber hanımı dahi olsa, bu insanın ebedi kurtuluşu
ancak ve ancak kendisinin iman etmesi ve salih amellerde bulunmasıyla
mümkündü. Aksi halde babalan veya kocaları peygamber dahi olsa, onlara
gelebilecek azabı durduramazlar, onlardan bu azabı uzaklaştıramazlardı. Çünkü
İlahi adaiette. böyle bir iitimas, böyle bir kayırmacılık kesinlikle yoktu.
İnsaniar sadece ve sadece kendi amelleriyle cennete veya cehenneme
gideceklerdi.
Evet, selam olsun. alemler
içinde selam olsun Lut Aleyhisselam'a ve onun mü'min ailesine...