BEKLENEN MÜSLÜMANLARA.. 2

YARATILIŞ VE İNSANLIK TARİHİ-1. 2

Önsöz. 2

Başlarken. 3

Her Şeyin Evvelinde, Sadece Allah Vardı.. 5

Yerlerin Ve Göklerin Yaratılması 8

İlk İnsan Olan Adem Aleyhisselam'in Yaratılması 12

İblisin, Adem Aleyhisselam'a Secde Etmemesi 14

Adem Aleyhisselam Ve Havva Validemizin Dünyaya İndirilişleri 17

İnsanın Özellikleri Ve Kısa Bir Hikaye. 19

Adem Aleyhisselam'ın Yeryüzü Hayatı Ve Habil İle Kabil Kıssası 21

Nuh Kavmi Ye İlahi Davet 25

Geminin Yapılması Ve Büyük Tufan. 28

Ad Kavmi Ve Hud Aleyhisselam.. 31

Semud kavmi ve Salih Aleyhisselam.. 33

Putperestlik Ve Nemrud Dönemi 38

İbrahim Aleyhisselam'in Rabbini Arayışı 40

İbrahim Aleyhisselam Ve Babası Azer 41

İbrahim Aleyhisselam'm Putları Kırması 43

İbrahim Aleyhisselam'ın Ateşe Atılması 44

İbrahim Aleyhisseiam Ve Kuşlar 47

Sare Ve Hacer Validemiz. 49

İsmail Aieyhisselam'in Kurban Edilmesi 53

Kabe Temellerinin Yükseltilmesi Ve İbrahim'in Hanif Dini 55

Lut Kavmine Giden Elçiler Ve İshak İle Yakup'un Müjdelenmesi 56

Lut Kavmi Ve Eşcinsellik. 57

Meleklerin Gelmesi Ve Lut Kavminin Helak Edilmesi 59


BEKLENEN MÜSLÜMANLARA

 

YARATILIŞ VE İNSANLIK TARİHİ-1

 

Euzubillahimineşşeytaniracim

Bismillahirrahmanirrahim

Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur, i Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek esbabı taleb edi­yor, her çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik, her çeşit günahtan selamet diliyoruz.

Ya Rabbil alemin, affetmediğin hiçbir günahımızı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımızı bırakma! Her günahımızı bağışlamanı, her ke­derimizi gidermeni, nzana uyan her duamızı görmeni dili­yoruz. Hangi amelden hoşnut isen onu bize lutfunla ver ve rahmetinle kolaylaştır ey Rahman ve Rahim olan, bizlere lutfuyla rahmet eden Rabbim.

Allah 'im bizi kendimiz için, bizi birbirimiz için, bizi insanlar için bir fitne konusu kılma. Bizleri sapıtmayıp saptırma­yan, hidayete ermiş, hidayet rehberleri olmamızı nasib et.

Ya Rabbi, anlayışımız kıt, amelimiz az da olsa, ihtiyaçlarımızı Senin kapına indiriyoruz. Rahmetine muhtacız Ya Rahman, halimizi arzediyoruz...

 

Önsöz

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah Celle Cela-luhu'ya mahsustur.

Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, İnsanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri tüm nebilere, resullere ve onların yolunu izlemeye çalışan mü'minlerin üzerine olsun.

Yaratılış ve insanlık tarihiyle ilgili bu kitab ça­lışması, günümüz insanlarına ve özellikle müslü-manlara tarihi bir özgeçmiş vermeyi amaçlamakta­dır Çünkü ister İstemez herhangi bir dünya görüşünü tercih eden insanların, bu tercihlerini sağ­lıklı ve bilinçli bir şekilde yapabilmeleri için üzerin­de yürüdükleri bu dünyayı tanımaları, içinde bulun­dukları şu kainatı farkedebilmeleri ve bir insan olarak kendi tarihlerini, kendi özgeçmişlerini bilme­leri gerekmektedir. Zaten başlı başına bir nur ve hi­dayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'in indiriliş gayelerinden birisi de, inancı ve itikadı ne o/ursa olsun her insana geçmiş tarihini hatırlatmak ve dosdoğru bir tarihi özgeçmiş verererek, bu İnsanlara ne olduk­larını, nereden gelip-nereye gittiklerini, ne yaparlar­sa nelerle karşılaşacaklarım tarihi örneklerle anlat­mak ve onları böylesi açık bir uyarıyla ikaz etmektir Hepimizin bildiği gibi insanlar yeyip içtikleriy-le değil, yaşadıkları ve şahit oldukları olaylarla bü­yüyen, gelişen canlılardır. Yetmiş yaşındaki bir insa­nın  büyüklüğü   ve  olgunluğu,   bu  insanın  yetmiş yıllık tecrübe ve birikimiyle anlam kazanan bir bü­yüklüktür. Kur'an-ı Kerim ise bizlere yetmiş değil, binlerce yıllık tecrübe ve tarihi birikim vererek, biz­leri binlerce yıllık bir büyüklüğe ve olgunluğa davet etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bizlere geç­miş tarihimizi kıssalar halinde anlatan şanı yüce Rabbimiz "Onları görmedin  mi, şunları  İşitmedin mi?.,."gibi İlahi hitablarla bizleri anlatılan olayların içine çekmekte ve bu olayları bizzat kendimiz yaşa­mışız gibi iman etmemizi İstemektedir.

Kur'an~ı Kerim'de zikredilen kıssalara bu İlahi murad İle yaklaşan ve anlatılan kıssaları sanki ken­dileri yaşamış gibi iman eden müslümanlar, hiç kuş­kunuz olmasın kî binlerce yıllık tarihi bir özgeçmişe sahip olacaklar ve böylesine derin bir özgeçmişin verdiği olgunluk ile günümüze gelerek, dünyanın beklediği rahmani bir sese, rabbani bir nefes verebi­leceklerdir. Zaten şaşkınlık ve sapıklık içinde olan günümüz dünyası, fiziki yaşları ne olursa olsun bin­lerce yıllık bir özgeçmişe ve tarihi bir tecrübeye sa­hip boy/esi gençleri bekleyen bir dünyadır.

Ve bizler de bu önemli kitab çalışmamızda, dünyanın beklediği bu müslümanlart muhatap almayı uygun gördük. Asırlardır bekleyen müslümanlann değil, asırların beklediği müslümanlan muhatap almamızın nedeni, dünyanın artık bekle­yen değil, beklenen müslümanlara ihtiyacı olduğu İçindir. Zaten bir mezarlığa dönen umud dünyamız­da, hiç ölmeyen ve ölmeyecek olan dipdiri umudla-rımız bu gençlerle, dünyanın beklediği bu genç müslümanlarla ilgili umudlanmızdır.

Böylesi nedenlerle Öncelikle onüç onyedi yaşla­rı arasındaki gençlerimizi muhatap alan bu kitab ça­lışması, içerik itibariyle İnşaallah hepimizin faydala­nabileceği bir çalışma olacaktır. Çünkü onüç onyedi yaş arası muhataplık, anlatılanlar ve anlatılması ge­rekenlerden ziyade, üslup ve anlatım düzeyi ile ilgi­lidir. Üslup itibariyle küçük kardeşlerimize yönelik bölümleri büyüklerimizin de, büyüklerimize yönelik bölümleri küçüklerimizin de dikkatle takib etmele­rini istiyoruz. Çünkü küçüklere yönelik bölümlerde büyüklerîmizinde faydalanacağı  gerçekler olduğu gibi, büyüklere yönelik bölümlerde küçüklerimizin şimdi biraz, yarınlarda ise çok daha fazla anlayacak­ları önemli gerçekler vardır. Küçük kardeşlerimizin bu gerçeklerle şimdiden tanış olmaları ise onların kimlik ve kişiliklerine sağlam bir temel, doğru bir is­tikamet verebilecektir.  Çünkü yaratılışın  öncesin­den  başlayarak günümüze uzanan  bu çalışmada, her peygamber kıssasının günümüze uzanan çağdaş mesajlarına   açıklık  getirilerek,   gençlerimizin   bu güncel mesajlarla donanım kazanmaları ve bu me­sajlardan kaynaklanan temel ilkelerle hayata daha bir donanımlı girmeleri hedeflenmiştir.

Tabi ki imanı yönü çok önemli olan böyle bir çalışmanın, sahih bir çalışma olması gerekmektedir. Sahih bir çalışma yapmak istediğimizi belirtirken, elbetteki ismi sahih olan birçok tefsir ve siyer kitablarında yer alan batıl rivayetleri esas alacağımızı ve­ya böylesi rivayetlere yer vereceğimizi söylemiyo­ruz. Çünkü bizim şahinlik anlayışımızın temelinde Kur'an ve bu korunmuş Kur'an'ın tasdik ettiği sa­hih hadisler vardır. Dolayısıyle hangi tarihçiye veya hangi önemli şahsın kitabına nisbet edilirse edilsin, müslümanlann Kur'an anlayışı ile kesinlikle onay-layamayacaklan rivayetleri makul veya makbul gör­memiz mümkün değildir. Zaten böyle bir çalışmayı gerekli görmemizin önemli bir nedeni de, tarihi öz­geçmişlerini öğrenebilmek için siyer ve tefsir kitap­larına yönelen kardeşlerimizin, ismi sahih olan bir­çok kitapta karşılaştıkları batıl saçmalıklardır.

Evet, böylesi saçmalıklarla beraber doğruluğu veya yanlışlığı tartışılır rivayetleri de bir kenara bı­rakarak Kur'an ve sahih hadisler çerçevesinde yü­rütmek İstediğimiz bu çalışma, umud ediyoruz ki iti­kadımızı hiç   gölgelendirmeden   ona   berrak   bir derinlik kazandıracak bir çalışma olacaktır. Kur'an ve sahih hadisleri esas alarak gerçekleştirmek iste­diğimiz böyle bir çalışmaya niyetlendiğimizde, önü­müzde İki ayrı seçeneğimiz vardı.  Ya söz konusu ayet ve bazı sahih rivayetlere yer vererek bir nakil çalışması yapmak, ya da bizlere gelen bu nakilleri düşünerek, kavrayarak o seçkin insanları anlamaya çalışmak ve bu anlayışı siz kardeşlerimizle paylaşmak.

Kaynaklarda sıkça karşılaşılan batıl rivayetleri reddederek sahih bir nakil çalışması yapmak, tabi ki bizler için çok kolay bir çalışma olurdu. Ancak bu nakil ve sahih rivayetlerin Kur'an-ı Kerim bütünlü­ğünde düşünülmesi ue anlaşılması gerektiğini dik­kate aldığımızda, zor da olsa ikinci çalışmayı tercih ettik. Kur'an'a iman eden bir müslüman kalbiyle, örnek birer müslüman olan peygamberleri ve onla­rın yaşadıkları olayları anlamaya çalışarak, bu anla­yışı sizlerle paylaşmak istedik.

Herhangi bir peygamber hakkında 6-7 ayetlik bir malumatımız olsa da, bizlere 6-7 ayet-i kerime­de verilen bu malumatı gücümüz nisbetince tahlil ettik. Bu ayet-i kerimelerde verilen en küçük ayrın­tının bile gereksiz olmadığını, önemli hikmetler İçerdiğini dikkate alarak, bu İlahi bilgileri Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde değerlendirdik. Daha açık bir ifadeyle bizlere herhangi bir peygamber hakkında verilen çok kısa bir haberi dahî; Kur'an-ı Kerim'de-ki peygamber tanımını, peygamberlerin nasıl bir in­san olduklarını, bu seçkin insanların ne yapıp-ne yapmayacaklarını, tarihin değişik dönemlerinde hangi ortak şeytani yaklaşımlarla karşılaştıklarını, Rabbimizin peygamberler hakkındaki vaadlerini ue tüm peygamberlerin ısrarla takip ettikleri Sünnetul-lah çizgisini esas alarak anlamaya çalıştık.

Bizler gibi bir insan fakat bizlerden çok çok gü­zel bir mü'min ve müslüman olan peygamberleri, anlayış ufuklarımızı zorlayarak tanımaya gayret et­tik. Bizlere Kur'an-ı Kerim'de bildirilen bir peygam­ber davranışıyla karşılaştığımız zaman "i?fya ve gös­terişten uzak olan bir insanın, böyle bir davranışı samimiyetle gösterebilmesi için onun nasıl bir kim­liğe, nasıl bir kişiliğe, nasıl bir ahlaka, nasıl bir dün­ya görüşüne sahip olması gerekir?'7 gibi sorularla, bu güzel insanların ahlaki kişiliklerini uzaktan da olsa görmeye ve anlamaya çalıştık. Böyle bir anla­yışla tanıdığımız peygamberleri ve bu peygamberle­rin yaşadıkları kıssaları değerlendirirken, İlahi ha­berler arasında kalan boşlukları bizlere yine ilahi Kitab'ın verdiği bu peygamber anlayışıyla dokuduk.

Ancak şu hususun önemle akını çizmek isteriz ki, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen tüm peygamberler, bizlerin onlara hüsnüzanla nisbet ettikleri bazı güzel hasletlerin ötesinde, çok daha ötesinde olan insan­lardır. Zaten bu kitap çalışması onların güzel kişilik­lerini bir çerçeve içinde tanımlamayı ve sınırlandır­mayı değil, sadece o güzel kişiliklerin anlaşılmasına doğru bir istikamet vermeyi amaçlamaktadır. Hiç kuşku duymadan bilinmesi gerekir ki o seçkin ve se­çilmiş insanlar, verdiğimiz bu güzel istikametin iler-sinde, çok daha ilersinde bulunan güzel, gerçekten Çok güzel insanlardır.

İnsanlık tarihini aydınlatan birbirinden güzel bu insanlara derin bir gıptayla bakıyor ve hayranlık duy­gularıyla Alemlerin Rabbi olan Allah'ın selam ve rahmeti sizlerin üzerine olsun" diyoruz. Sonra ken­dimize, kendi durumumuza yöneliyor bakışlarımız. Seçilmiş insanların büyüklüğü karşısındaki küçüklü­ğümüzü farkedince, boynumuzun büküldüğünü ve başımızın omuzlarımız arasına gömüldüğünü hisse­diyoruz. Acizlik duyguları içinde titreyen dudakları­mızı hafifçe açarak "Rahman olan Rabbimİzin lutfu, hoşgörüsü ve yardımı da, küçücük boyları ve bükül­müş boyunları ile böyle bir çalışmaya niyetlenen biz acizlerin, biz gariplerin üzerine olsun" diyoruz. Titre­yen ayaklarımızı dik tutan umudumuzun yegane kaynağı İse,

sadece O'na sığınıp,

sadece O'na tevekkül etmemizdir...

Mehmed ALAGAŞ İzmir - 2005

 

Başlarken

 

Merhaba gençler,

merhaba arkadaşlar...

Benim adım Mehmed Alagaş. Bana Mehmed abi veya Mehmed hoca diyebilirsiniz. Bu kitab çalışmasına sizlerle konuşmak, dünya ve yaratılış tarihiyle ilgili önemli gerçekleri sizlere anlatmak ve yeri geldikçe ba­zı hikayeleri, kıssaları, fıkraları sizlerle paylaşmak için başlıyorum.

Beni dinlerken yalnız olmadığınızı, yalnız olmaya­cağınızı söylemek isterim. Oldukça önemli olan bu konuşmalarımıza, sizinle birlikte bazı arkadaşlarınız da katılıyor. Herbirİnin kendine özgü güzel özellikleri olan bu arkadaşlarınızı seveceğinizi umuyorum. İsterseniz sizlere onüç ve onyedi yaş arasında olan bu arkadaşla­rınızı kısaca tanıtayım.

Şu en önde oturarak konuşmalarımızı pür dikkat dinleyen arkadaşınızın ismi Veli. Onbeş yaşında olan bu arkadaşınızın en güzel özelliklerinden birisi, her şe­ye çok dikkat etmesi ve birçok insanın farkedemediği şeyleri farkedebilmesidir. Geçenlerde Veliye nasıl bu kadar dikkatli olabildiğini sordum. Bana "Hocam, her­hangi bir şeye bakarken veya bir anlatılanı dinlerken, hayretle bakıyor, hayretle dinliyorum" dedi. Önce pek anlayamadım Veli'nin söylediklerini!. Sonra eve gidince bunu denemeye karar verdim. On yıldır alışılmış gözlerle baktığım çalışma odama, hayretle bakmaya başladım. Şaşırdığımı itiraf etmeliyim!. Çünkü çalışma odama hayretle baktığımda, o zamana kadar hiç far-ketmediğim birçok şeyi farketmeye, birçok ayrıntıyı görmeye başlamıştım. İşte o zaman anladım ki Veli ar­kadaşınız doğru söylemiş. Bir şeye hayretle baktığımız veya bir şeyi hayretle dinlediğimiz zaman, o şeylere alışılmış gözlerle bakan insanların farketmedikleri bir­çok şeyi farketmemiz, birçok şeyi görmemiz mümkün oluyor. Bana bu gerçeği gösterdiği için Veli arkadaşı­nıza tekrar teşekkür etmek istiyorum. Teşekkür ede­rim Veli.

Estağfirullah hocam!.

Evet!. Veli'nin yanında oturan arkadaşınızın ismi Fatih. Onyedi yaşında olan ve çok kitab okuyan bu ar­kadaşınız, gerçekten birikimli bir insandır. Bir kitabı gereği gibi okumanın, o kitabı keşfetmek, o kitabı fet­hetmek olduğunu dikkate alırsak, bu arkadaşınızın ger­çek bir kitap Fatihi olduğunu düşünebiliriz. Laf aramız­da aslında hepimizin birer kitab fatihi olması gerekir. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vesseİlem) bü­tün müslümanlara "Birbirinizle hediyeleşin" buyuruyor. Peki birbirimize vereceğimiz en güzel hediye, en güzel armağan nedir?

Kitaptır, güzel bir kitaptır hocam!. Doğru söyledin Fatih. Birbirimize verebileceğimiz en güzel hediye, hiç kuşkusuz ki kitaptır. Çünkü güzel kitaplarda okuyarak öğreneceğimiz gerçekler, bizleri birçok kötülüklerden koruyabilecek ve birçok iyilikleri başarmamızı sağlayacak gerçeklerdir. Mesela insanian bazı hastalıklardan koruyacak olan aşılar ne kadar önemliyse, kötülüklerden uzaklaştıracak ve koruyacak olan kitaplar da o kadar önemlidir. Sevgili peygambe-

rimizin yeğeni ve damadı olan Hazret-i Ali'ye "Dünya malı mı, yoksa ilim mi daha hayırlı, daha faydalıdır" di­ye sorduklarında "İlim" diye cevap vermiştir. Neden dediklerinde ise "Dünya malını sizin korumanız gere­kir, İlim ve bilgi ise sizi korur" demiştir. Gerçekten çok güzel bir cevaptır bu.     

Hocam anlayamadım. Bir örnek verir misiniz?

Tabi Hamdi!. Mesela denize düştüğünüzde, ya­nında bin altın olan fakat yüzmesini bilmeyen bir insa­nın yerinde mi olmak istersiniz, yoksa yanında hiç al­tın olmamasına rağmen yüzmesini bilen bir insanın yerinde mî? Elbetteki yüzmesini bilen bir insanın ye­rinde olmak istersiniz. Dikkat ederseniz bin altını de­ğil, yüzmesini bilmeyi tercih ettiniz. Çünkü altını sîzin kurtarmanız gerekir, yüzme bilgisi İse sizi kurtarır. İşte biz insanları fırtınalı bir denize benzeyen bu hayatın tehlikelerinden, bu hayatın kötülüklerinden koruyabi­lecek olan ilim ve bilgi, çoğu zaman altından ve dünya malından daha değerlidir. Şimdi anlayabildin mi Ham­di!.

Anladım Mehmed hoca.

Evet arkadaşlar, bana bu soruyu soran kardeşini­zin ismi Hamdi. Fatihi'nin yanında oturan ve henüz onüç yaşında olan bu arkadaşınız, yaşına göre olduk­ça anlayışlı bir kardeşin izdir. Meselelerin anlatım ve anlaşılmasında örneklere önem veren Hamdi, anlatı­lan bir şeyi anlamadığı zaman hiç kimseden çekinme­den Örnek isteyen ve anladığı şeyleri ise kendisi örnek­lendiren bir arkadaşınızdır. Örnek vermenin ne kadar güzel ve önemli bir şey olduğunu dikkate alırsak, Hamdi arkadaşınızın bu özelliğine gıpta etmemiz ve bizlerin de böyle güzel bir özelliğe sahip olmaya çalış­mamız gerekir.

Yan tarafta oturan kız arkadaşlarınızın isimleri ise Seda ve Merve. Kendilerine yakışan kibar ve nezaket­li davranışlarıyla gerçek birer hanımefendi olan bu ar­kadaşlarınızın aynı zamanda oldukça zeki ve akıllı ol­duklarını söyleyebilirim. Genel olarak dinlemeyi seven, konuşmaktan çok düşünmeye ve anlamaya yo­ğunlaşan ondört yaşındaki Seda kardeşiniz, bu güzel hasleteri İle gerçekten örnek alınması gereken bir ha­nımefendidir.

Fatih arkadaşınız gibi okumaya ve anlamaya çok düşkün olan Merve kardeşiniz ise oldukça meraklı bir insandır. Ancak onbeş yaşında bir hanımefendi olan bu kardeşinizin merakı, falanca filancaya ne demiş gi­bi dedikodulara ve lüzumsuz şeylere yönelik bir merak değildir. Merve'nin merakı daha ziyade bilgi ve Öğren­meye yönelik olduğu için, gerçekten faydalı olan böy­lesi merakın hepimizde bulunması gerekir. İşte arkadaşlarınız bunlar!.

Bu arkadaşlarınızın, zamanlarını boş şeylerle har­cayan sıradan kimseler olmadığını umarım anlamışsı­nızdır. Öğrendikleri önemli gerçekleri arkadaşlarına ve kardeşlerine anlata anlata konuşmalarını güzelleştiren bu arkadaşlarınız, umud ediyorum ki yarınlarda İslam'ı en güzel yaşayan ve en güzel anlatan Önemli birer müslüman  olacaklardır.   Birlikte  sohbet edeceğimiz, çok önemli ve çok güzel gerçekleri birlikte konuşaca­ğımız bu arkadaşlarınızla beraber olmaktan, hiç kuş­kum yok ki sizler de mutlu olacaksınız. Öyle sanıyo­rum ki size şimdilik "Yeni arkadaş" diyorlar. Belki sizi daha iyi tanıdıktan, konuşmaları dikkatle dinleyip nasıl düşündüğünüzü ve ne kadar çok anladığınızı gördük­ten sonra, size sevinçle bakacaklar ve siz kardeşlerine "Beklenen müslüman" gibi çok önemli bir isim verebi­leceklerdir.

Bu kitabı elinize yeni aldığınız için, önce kitab ve kitab okuma hakkında sizinle kısaca konuşmak istiyo­rum. Çünkü gördüğüm kadarıyla birçok arkadaşınız, kitabların nasıl okunması gerektiğini pek bilmiyor. Fa­tih, bu konuda arkadaşlarına bir şey söylemek ister mi­sin?

Tabi ki hocam. Kitap okurken iki şeye çok dik­kat etmeliyiz. Birincisi okuduğumuz kitabı fazla açarak veya ikiye katlayarak yıpratmamaktır. İkincisi ise kita­bı anlaya anlaya okumak, gerekirse önemli yerlerinin yanına küçük bir işaret koymaktır.

Teşekkür ederim Fatih. Gerçekten önemli olan iki hususa temas ettin. Akıllı ve düşünen insanların en önemli hazineleri, hiç kuşkusuz ki kitablandır. Bir kita­bı alıp-okuduktan sonra onu temiz ve yıpranmamış bir şekilde hazine sandığımıza, yani kütüphane rafımıza koymamız gerekir. Çünkü kitablar, nezle olduğumuz zaman kullandığımız ve sonra buruşuk bir şekilde ke­nara attığımız kağıt mendiller gibi değildir. Tekrar tek­rar okunabilecek ve gerekirse kitab alamayan arkadaş­larımıza okunması için verilebilecek olan bu kitablarımızı, elimizden geldiğince korumaya çalışma­mız gerekir. Kitabı çok açmak, ikiye katlayarak oku­mak, sayfalan buruşturmak, kitablarımızı yıpratan şey­lerdir.

Oysa bu kitablar sizlere hem bugünlerde, hem de yarınlarda lazım olacaktır. Mesela yannlarda çocukları­nız sizin yanınıza gelerek "Siz nasıl bu kadar güzel, bu kadar iyi ve önemli insanlar oldunuz?" diye sordukların­da, onlara kütüphanenizdeki bu kitablan göstererek "Biz bunlan okuyarak, bunlan öğrenerek ve öğrendiklerimizi yaşayarak bu duruma geldik" diyeceksiniz. Ve sonra bu kitablan çocuklarınıza da vererek, onların da çok güzel insanlar olarak yetişmesini sağlayabileceksiniz.

Tabi ki her kitabın güzel, her kitabın doğru oldu­ğunu söyleyemeyiz. İnsanları gerçeklerden uzaklaştı­ran, insanların aldanmasına, kandırılmasına neden olan kitaplar da vardır. "Kötü bir kitab, kötü bir hay­duttan daha tehlikelidir" sözü, gerçekten çok doğru bir sözdür. Bakın size bu konuyla ilgili küçük bir fıkra an­latayım.,

Bir delikanlı kitapçı dükkanına girerek sorar.,

Çalışmadan para kazanmanın yollan" isimli ki­tab var mı?

Yaşlı kitapçı başını iki yana salhyarak "Biz de böy­le bir kitab yok" demiş.

İyi, o halde başka kitapçılara bakarım

Yaşlı kitapçı dükkandan çıkmakta olan genci dur­durarak "Öyle bir kitap bulursan, bana tekrar gel de sana ceza hukuku kitabını vereyim" demiş.

Neden?

Çünkü Öyle bir kitabı okuyup, içindekileri yap­maya kalkarsan, nasıl bir ceza alacağını Öğrenmen için!.

Evet arkadaşlar, okuyacağımız kitablann güzel ve faydalı kitablar olmasına özen göstereceğiz. En doğru, en gerçek kitab. hepinizin bildiği gibi Kur'an-ı Ke-rim'dir. İçinde en ufak bir yanlış, en ufak bir çelişki bu­lunmayan Kur'an-ı Kerim'i dikkate almayan, Allah'ın bizlere bildirdiği İlahi gerçeklere aykırı görüşler beyan eden bütün kitaplar, insanlar için zararlı kitaplardır. Gerçeklerle ilgisi olmayan bu kitaplardan uzak dura­cak ve bizlere faydalı olabilecek doğru kitabları okuya­cağız.

Okumayla ilgili ikinci önemli husus ise, Fatih ar­kadaşınızın söylediği gibi anlaya anlaya okumanızdır. Çünkü önemli olan kitabları okumak değil, bu kitablar-daki doğrulan ve gerçekleri anlayabilmektir. Atalarımız

"Açlık yemekle, bilgisizlik okumakla giderilir" demişler­dir. Aç olan bir insanın çantasına veya kütüphanesine iki ekmeği yan yana koysak, bu insanın açlığı gider, karnı doyar mı?

Tabî ki doymaz!. Karnının doyması için öncelikle ekmeği yemesi gerekir. İşte açlığı gidermek için ekme­ği yemek ne kadar önemliyse, bilgisizliği gidermek için okumak da o kadar Önemlidir. Peki bir insan ekmekle­ri yiyerek karnını şişiriyor, fakat yediklerini sindiremi-yorsa, o insana bu yediklerinin bir faydası var mıdır?

Yoktur hocam!.

Doğru söyledin Veli!. Yediğimiz yemeği sindirme­miz, bu yemeğin içindeki faydalı besinleri almamız ve bunları vücudumuzun gerekli organlarına gönderme­miz ne kadar önemli ise, okuduklarımızı anlamamız da o kadar önemlidir. Dolayısıyle elimize aldığımız bir ki­tabı hiç acele etmeden yavaş yavaş ve anlaya anlaya okuyacak, anlayamadığımız yerleri gerekirse üç-dört kere tekrar edeceğiz. Ayrıca daha önce okuduğumuz bir kitabı "Ben bu kitabı nasıl olsa okudum" diyerek, bir daha okumamazlık etmeyeceğiz. Çünkü önemli ki­tabları her okuyuşumuzda, daha Önceleri okurken farkedemediğimiz veya yeterince anlayamadığımız bazı gerçeklen farketmemiz ve daha iyi anlayabilmemiz mümkün olabilecektir.

Anladık ve anlaştık değil mi?

 

Her Şeyin Evvelinde, Sadece Allah Vardı..

 

Evet, artık başlayabiliriz.

Sizinle yapacağımız güzel konuşmalara, dünya ve insanlık tarihinin en başından başlayacağız. Şu an Veli'nin bana el kaldırdığım görüyorum. Evet Veli!.

Mehmed hoca, madem ki bir işe başlıyoruz, o halde besmele çekmemiz, besmeleyle başlamamız ge­rekmez mi?

Çok doğru söyledin. Allah'a İnanan herkesin, gü­zel bir işe başlayacağı zaman besmele çekmesi ve o işe "Bismillah" yani "Allah'ın adıyla" diyerek başlaması ge­rekir. Çünkü bir işe besmeleyle başlarsak Allah bize yardım edeceği için, o işimiz hem daha kolay, hem de daha güzel olur. O halde yemek yerken, yatarken, kal­karken, evden çıkarken besmele çektiğimiz gibi, bu güzel çalışmamıza başlarken de hep birlikte besmele çekiyoruz.,

"Bismillahirrahmanirrahim"

Merve Hanım, bana bu güzel sözün manasını söyler misin?

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla Çok güzel. Rahman ve Rahim, Rabbimizin iki is­midir. Rahman'ın manası, dünya yaşantısında her can­lıya merhamet eden demektir. Sizin de bildiğiniz gibi Rahman olan Rabbimiz, bu dünya yaşantısında kendi­sine inanmayan, namaz kılmayan, iyilikte bulunmayan insanları bile çeşitli nimetlerle yaşatmakta, belki dö­nerler diye onların da İslam'a davet edilmesini emret­mektedir.   Allah'ın   bir   diğer   ismi   olan   Rahim   ise mü'minlere merhamet eden, onları bağışlayan mana­sına gelir.  Nitekim dünya yaşantısında  her canlıya merhamet eden Rabbimiz, ahirette sadece müminle­re, kendisine inanan müslümanlara merhamet edeçektir. Artık bundan sonra "Bismillahirrahmanirrahim" derken, bu güzel sözün, bu güzel manasını da bilerek söyleyeceğiz.

Evet,

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyoruz. Şimdi size sormak İstiyorum. Çok önemli bir konu olan yaratılış meselesine başlarken, önce, ilk önce ne­reden başlamamız gerekir?

Hazret-i Adem'den!.

Güzel bir cevap Veli. Fakat daha önce nereden başlamamız gerekir?

Yerlerin ve göklerin yaratılmasından!.

Bu da güzel bir cevap Fatih. Fakat daha önce, ilk önce nereden başlamamız gerekir?

Allah'tan

Çok güzel Seda hanım!. Çünkü her şeyin evvelin­de ve Öncesinde Allah, sadece Allah vardı. Yerler, gök­ler, melekler ve cinler yok iken, sadece Allah vardı. Yaratılmış hiçbir şey yok iken, sadece Yaratıcı vardı. Şayet her şeye Kadir olan, her şeyi yaratan Allah ol­masaydı, ne yerler, ne gökler ve ne de diğer canlılar olmazdı. Çünkü Allah'ın dışındaki her şey, kendisini yaratacak olan bir Yaratıcıya muhtaçtır. Bir yaratıcıya muhtaç olmayan, doğmayan, doğurmayan yegane varlık, her şeyi yoktan var eden Allah'tır. Her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. İşte bu ger­çekleri bilerek, yaratılış meselemize yegane Yaratıcı olan Allah ile başlıyoruz.

Evet, her şeyin evvelinde ve öncesinde sadece Allah vardı.

Ne küçücük bir taş, ne canlı bir baş; ne bir yudum su, ne de bir nefes hava yok iken sadece Allah vardı. Hiç ama hiçbir şey yok iken, bu yokların içindeki tek bir Var, sadece ve sadece Allah idi.

Mehmed hoca, Alİah nasıl var oldu? Allah var olmadı Hamdi. Allah önceden yok iken, sonra var olmadı. O zaten hep vardı. Varhk nedenine muhtaç olan melekler ve cinler, varlık nedenine muh­taç olan yerler ve gökler, varhk nedenine muhtaç olan bütün yaratılmışlar yok iken; varlık nedenine muhtaç olmayan sadece Allah idi ve sadece O vardı. Allah es­ki, çok eski zamanlardan önce, hatta zamanın ilk da­kikasından. İlk saniyesinden önce de vardı. Çünkü za­manı da Allah yaratmıştır. Zaman ve mekan diye bir şey yok iken, zamana ve mekana muhtaç olan hiçbir şey yok iken, zamana ve mekana muhtaç olmayan sa­dece Allah vardı.

Hocam, hiçbir şey yok iken sadece Allah vardı dediniz. Allah bu yalnızlıktan sıkılmıyor muydu?

Teşekkür ederim Hamdi. Bu soru İle hepimizi hem gülümsettin, hem de düşüncelere şevkettin!. Ger­çi küçük yaşlarda ben de bu soruyu sormuştum kendi kendime. Arkadaşa ve arkadaşlığa çok Önem verdiğim o yaşlarda Allah'ın yalnız olduğunu düşününce çok üzülmüş, çok hüzünlenmiş ve bu hüzünle gözlerimi se­maya çevirerek "Üzülme Allah'ım, ben de senin arka­daşın olurum" demiştim. İnanmanızı isterim ki elli ya­şıma gelinceye kadar Allah'a yönelik bu kadar saf, bu kadar temiz başka bir seslenişim olmadı.

Evet,

Hamdi'nin sorusuna dönecek olursak, sıkılmak veya üzülmek gibi bazı özellikler, biz yaratılmış insan­lara ait özelliklerdir. İstemediğimiz hadiselerle karşılaş­tığımızda veya istediğimiz şeyler olmadığında hissetti­ğimiz eksikliğin, acizliğin verdiği duygulardır bunlar. Allah Celi e Celaluhu ise böylesi eksikliklerden, böylesi acizliklerden çok uzaktır, çok münezzehtir.

Allah Samed'dir hocam.   

Çok güzel hatırlattın Fatih.

Namazlarda okuduğumuz ihlas suresinde beyan edildiği gibi Ailah Samed'dir. Peki bize Allah'ın bir is­mi, bir esması olan Samed'in ne anlama geldiğini açık­lar mısın?

Her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.

Teşekkür ederim. Bu çok önemli konuyu, gerçek­ten çok dikkatli dinliyorsunuz. Hem size bir şey söyle­yeyim mi? Bu gerçekleri kendilerine bilim adamı veya profesör denilen birçok insan ne yazık ki bilmiyor!. Zaten bunu bilmedikleri için, Yaratıcı ve yaratılışla ilgi­li yalan yanlış birçok hikaye uyduruyorlar!. Tabi ki bu gerçekleri bilmeyen insanlar da, İlahi kitab olan Kur'an-ı Kerim'i okumadıkları ve bunları Öğrenmedik­leri için onlara aldanıyorlar!.

Fakat sizler, sizler inşaallah onlar gibi olmayacak­sınız. Bizlere Allah'ın bildirdiği bu gerçekleri öğrendik­ten sonra, kimlerin yalan, kimlerin doğru söylediğini çok rahat anlayacaksınız. Bu gerçekleri bilmeyen in­san bir Öğretmen dahi olsa, arkadaşınız Veli gibi o öğ­retmene güzel bir cevap vereceksiniz. Veli, geçen se­ne ingilizce öğretmeniyle aranızda geçen konuşmayı, arkadaşlarına anlatabilir miyim?

Anlatabilirsiniz hocam!.

Veli'nin ingilizce öğretmeni sınıfta ders verirken "Bilim ve teknoloji, gördüğü şeylere inanır. Çünkü gör­düğümüz şeyler vardır. İlkel insanlar ise göremedikleri şeylere İnanıp, göremedikleri bir tanrıya ibadet eder­ler!. Oysa modern ve çağdaş insanlar, göremedikleri bir şeye İnanmazlar." demiş. Bu sözün ne kadar yanlış ve çirkin bir söz olduğunu anlayan Veli kardeşiniz, eli­ni kaldırarak konuşmak için müsaade yani izin istemiş.

Ne söyleyeceksin Veli?

Öğretmenim, sadece gördüğümüz şeyler vardır dediniz. Mesela biz sizin aklınızı görmüyoruz. Şimdi si­zin için "Öğretmenimizin aklı yoktur" diyebilir miyiz?

Veliye kızan fakat kızdığını belli etmeyen İngilizce öğretmeni, biraz düşündükten sonra şöyle cevap ver­miş.

Benim aklımı görmüyorsunuz ama akıllıca ko­nuşmalarım, aklımın olduğunu gösteren bir delil, bir

kanıt değil mi?

Veli arkadaşınız "Doğru söylüyorsunuz öğretme­nim" dedikten ve biraz düşündükten sonra ilave et­miş.,

Peki sizin akıllıca konuşmanız, göremediğimiz aklınızın olduğuna bir kanıt ise, yerlerin ve göklerin yaratılması da göremediğimiz Yaratıcı'nın varlığına bir kanıt değil mi?

Öğretmen susmuş, ne cevap vereceğini bileme­miş!. Veli'ye oturmasını işaret ettikten sonra öylece düşüncelere dalmış. Yerine oturan Veli arkadaşınız ise içinden "Allah'ım, öğretmenime doğru yolu göster. Öğretmenim bu gerçeği bilmiyor, onun bu gerçeği an­lamasını nasib et!." dîye dua etmeye başlamış.

İşte Veli arkadaşınızın bu duası, benim çok hoşu­ma gitti. Çünkü biz müslümanlar karşımızdaki insanı susturmak, karşımızdaki insanı mat etmek değil, bu in­sanın gerçeklen anlamasını isteriz. Bunu istediğimiz için karşımızdaki insana hem yumuşak ve nazik bir üs­lupla konuşur, hem de o insanın doğruları anlayabil­mesi için Allah'a dua ederiz.

Mehmed Hoca. Ben de Veli arkadaşımız gibi ya­pardım.

Tabi ki Hamdi. Şu an kitabı okuyan Yeni arkada­şınız da dahil, hepinizin böyle davranacağını umuyo­rum. Çünkü daha önce de söylediğim gibi sizler akıllı ve düşünen insanlarsınız.

Hocam, Allah bazı İnsanlara az, bazı insanlara çok akıl veriyor!.

Ben böyle düşünmüyorum Hamdi. İstisna olan bazı akli rahatsızlıklar hariç, Allah bütün insanlara akıl vermiştir. Büyüdükleri zaman kendilerine çok akıllı de­nilen insanlar, küçükken kendilerine çok akıl verilen insanlar değil, kendilerine verilen aklı çok kullanarak, bu akıllarını geliştiren insanlardır.

Hocam, örnek verir misiniz?

Tabi ki Hamdi. Mesela devamlı kürek çeken bir kayıkçının kollan nasıl gelişiyorsa, aklını kullanan in­sanların da akılları gelişiyor. Dolayısıyle İlerki yıllarda çok akıllı olmak istiyorsanız, karşılaştığınız olayların nedenlerini, karşılaştığınız sözlerin doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünerek aklınızı çok kullanmanız gereki­yor.

Nasıl!.

Mesela üzerine bastıkları kiremidin kırılmasıyla damdan aşağıya düşen iki insanı ele alalım. Kendileri­ne halk arasında salak veya akılsız denilen düşünme­yen insanlar "Aa aaaaa! Kiremit kırıldı" diyen ve düş­me sebebi olarak gördükleri kiremidi suçlayarak, kendi hatalarını hiç düşünmeyen insanlardır!. Aklını kulla­nan ve kendilerine akıllı denilen insanlar İse neden düştüklerini düşündükten sonra "Kiremidin kırılabileceğini dikkate almadım" diyerek kendilerine bu kaza­dan bir ders, bir nasihat çıkaran insanlardır.

Peki, örnek olarak verdiğim bu iki insandan daha akıllı olan insanlar kimlerdir?

Damın üzerine hiç çıkmayanlardır!.

Güzel ve espiriii bir cevab Seda hanım. Örnek olarak verdiğim bu iki insandan daha akıllı olan insan­lar, dama çıkmamalarına ve damdan düşmemelerine rağmen, düşen birisini gördüklerinde, sanki kendileri damdan düşmüş gibi bu olayı düşünerek, bu olaydan kendilerine bir ders, bir nasihat çıkaran insanlardır. Niye gülümsüyorsun Veli?

Damdan düşme olayının, damdan düşmelerine rağmen düşünmeyen insanlara değil de, damdan dü­şeni gören düşünen İnsanlara faydası olduğunu farkettim de!.

Dikkatin için teşekkürler. Fakat ben, bu önemli meseleyi daha fazla düşünmenizi ve bu konuştukları­mızı ömrünüzün sonuna kadar hiç unutmamanızı isti­yorum. Çünkü hızlı büyümemiz, hızlı olgunlaşmamız ve kamil bir İnsan olabilmemiz, çok akıllı insanlara öz­gü bu yaklaşımı yaşamamıza bağlı.

Hocam, hızlı büyümek derken ne kastettiniz? Tabi ki fiziki büyümeyi kastetmedim Merve. Me­sela birçok olayı yaşamalarına rağmen bu olaylardan kendilerine bir ders, bir Öğüt çıkarmayan insanlar, elli-altmış yaşlarına da gelseler bunlar büyümüş değil, sa­dece yaşlanmış olurlar. Gerçekten büyümek ve büyük insan olmak ise kimlik ve kişilik düzleminde gelişmek­le, olgunlaşmakla mümkündür. Dolayısıyle kendi yaşa­dıkları onlarca olaydan ders çıkaran insanlar yüzde on­luk   büyürken,   kendisinin   yaşadığı   onlarca   olayla beraber başkalarının yaşadığı yüzlerce olaydan da ders çıkaran Özel insanlar, yüzde yüzlük büyümektedir.

Hocam bu söyledikleriniz bizim için çok önem­li. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?

Haklısın Fatih. Özellikle sizler gibi güzel ve değer­li kitabları okuyan arkadaşlarımızın, bu konuyu çok iyi anlamaları gerekir. Çünkü bu gerçeği anladıkları ve dikkate aldıkları zaman, yirmi günde okuyacakları bir kitab ile yirmi senelik bir büyümeye, yirmi senelik bir olgunlaşmaya ulaşabileceklerdir.

Mehmed hoca, örnek verirseniz daha iyi anlaya­biliriz.

Örneği Kur'an-ı Kerim'den vereceğim Hamdi. Sizlerin de bildiği gibi şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Ke-rim'de ilk insanın yaratılışından başlayarak bizlere tüm bir insanlığın dünya tarihindeki serüveninden bahset­mektedir. Peygamberlerin nasıl bir topluma gönderil­dikleri, Allah'ın emri ile neler yaptıkları ve nelerle kar­şılaştıkları değişik kıssalarda anlatılmaktadır. Şimdi size sormak istiyorum. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu bizlere bu peygamber kıssalarını ve onların yaşadıkları muhteşem olayları neden anlatıyor?

Bilmemiz için değil mi?

Bu yeterli bir cevap değil Merve. Çünkü Allah Celle Celaluhu bütün bunları bizlere bilgimize bilgi, kültürümüze kültür katmak için anlatmıyor. Hesap gü­nünde Allah'ın huzuruna çıkarıldığımızda Rabbimiz bizlere "Söyleyin bakalım. Adem topraktan mı yaratıl­dı? Nuh kaç sene yaşadı? İbrahim neden ateşe atıldı?" gibi sorular sorarak, bu konulardaki bilgimizi ve kültü­rümüzü sınamayacak. O halde neden, Alİah Celle Ce­laluhu bizlere bu peygamber kıssalarını neden anlatı­yor?

Örnek ve ibret almamız için.

Güzel bir cevap Hamdi. Başka cevabı olan var mı? Evet, yeni arkadaşınızın elini kaldırdığını ve düşün­celi gözlerle "Tarihimizi bilmemiz ve bir müslüman olarak geçmişimizi, özgeçmişimizi anlamamız için" de­diğini duyuyor gibiyim!. İşte aradığımız cevap budur arkadaşlar. Şanı yüce Rabbimiz Kur-an-ı Kerim'de İlk insanın yaratılışından başlayarak bizlere tüm bir insan­lığın dünya tarihinde yaşadığı önemli olaylardan bah­sederek, bizlere geçmiş tarihimizi bildirmekte ve birer müslüman olan hepimize muhteşem bir özgeçmiş bilinçi vermektedir. Önemli oları bu Özgeçmişimizi anla­mamız ve buna sahip çıkmamızdır. - Hocam bu nasıl olacak?

Merve hanım, öncelikle meselenin önemini anla­mamız gerekiyor. Biraz önce belirttiğim gibi insanlar yeyipiçtikleri şeylerle sadece fiziki bedenlerini büyü­türler. Bir kişinin insani düzlemde gerçekten büyüme­si ve olgunlaşması ise bu kişinin yaşadığı olaylarla, bu olaylardan aldığı derslerle ve anladığı gerçeklerle ilgili bir meseledir. Daha açık bir ifadeyle insanlar yeyip-iç-tikleri şeylerle değil, yaşadıkları ve şahit oldukları olay­larla büyürler. Nitekim bu gerçeği bilen ve bizlere de bildiren Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'de geçmiş tarihimizi kıssalar halinde anlatırken "Onları görmedin mi, şun­ları işitmedin mi?..." gibi İlahi hitablarla bizleri bizzat olayın içine davet etmekte ve bu olayları bizzat kendi­miz yaşamışız gibi iman etmemizi istemektedir. İşte Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kıssalara bu İlahi murad ile yaklaşan ve bu şekilde iman eden müslümanlar, hiç kuşkunuz olmasın ki bizzat yaşadıkları binlerce yıllık bir tarihi birikime, tarihi köklere sahip olacaklar ve yaklaşık 6000 yaş olgunluğu ile günümüze gelecekler­dir. Bu önemli meseleyi daha iyi anlayabilmeniz için is­terseniz açık bir örnek daha verelim. İsteriz hocam.

İsteyeceğini biliyordum Hamdi. Evet, örnek ola­rak Adem Aleyhisselam'ın oğlu olan Habil'i ele alalım. Habil onbeş yaşında bir genç olarak hiç ölmeden ve hiç yaşlanmadan günümüze kadar yaşamış olsaydı, günümüzdeki yetmiş-seksen yaşlarındaki ihtiyarlar mı yoksa onbeş yaşında olmasına rağmen altıbin yıllık bir özgeçmişi olan Habil mi daha büyük bir İnsan olurdu? - Onbeş yaşındaki Habil daha büyük bir insan olurdu.

Çok güzel, hepbirlikte verdiğiniz bu güzel cevap için, hepinize teşekkür ediyorum. Evet, sizin de söyle­diğiniz gibi onbeş yaşındaki Habil, günümüzdeki bütün yaşlılardan çok daha büyük bir insan olurdu. Çünkü günümüzdeki yaşlı insanların yetmiş-seksen yıllık bir özgeçmişleri varken, önbeş yaşındaki Habil'in altıbin yıllık bir özgeçmişi olacaktı. Altıbin yıllık olaylara şahit olan ve böyle bir yaşam tecrübesine sahip olan Habil, günümüzdeki bütün yaşlılardan büyük, çok daha bü­yük bir insan olurdu.

Hocam biz de bu kadar büyüyebilir miyiz?

Tabî ki büyüyebilirsiniz Merve . Bu kitab çalışma­sında ele alacağımız bütün peygamber kıssalarını san­ki yeniden yaşıyormuşunuz gibi dinler ve bizzat kendi­niz yaşamış gibi iman ederseniz, hiç kuşkusuz ki fiziki yaşınız kaç olursa olsun, olgunluk yaşınız altıbin ola­caktır. Günümüz müslümanlarına altıbin yıllık tarihi kökler veren Kur'an-ı Kerim kıssalarını yaşayarak okursanız, hiç kuşkum yok ki elinizdeki bu kitabı altı­bin yaşında bir İnsan olarak bitireceksiniz. Size yaşınız ve özgeçmişiniz sorulduğunda "Bizler altıbin yaşında müslümanlarız" diyerek söze başlayacak ve Hazret-i Adem Aleyhisselam'dan Resulullah Sallallahu aleyhi vesselleme kadar tüm peygamberlerin mücadelelerini bizzat kendiniz yaşamış ve şahit olmuş gibi anlatarak, günümüze geleceksiniz. Zaten "Beklenen Müslüman­lara" isimli bu kitab çalışmasının gerçek muhatapları, elli-altmış yaşında olan ihtiyar küçükler değil, en az al­tıbin yaşında olan genç büyükler olacaktır. Çünkü gü­nümüz dünyası, altıbin yıllık özgeçmişe ve tarihi tecrü­beye sahip böylesi gençleri bekleyen bir dünyadır.

Bu söylediklerinizi çok iyi anladık ve çok teşek­kür ederiz hocam.

Bu Önemli meseleyi çok iyi dinlediğiniz ve anladığınız için ben de teşekkür ederim. Bu arada anlatılan­ları büyük bir ciddiyetle dinleyen yeni arkadaşınızın, elindeki kağıda bazı notlar aldığını görüyorum. Umud ediyorum ki bu gerçekleri yaşarsa yarınlarda büyük, gerçekten büyük bir insan olabilecektir. O halde sizler de not alın, sizler de altını çizin bu gerçeklerin.

Evet, bu bölümdeki konumuz, her şeyin evvelin­de sadece Allah olduğu gerçeği idi. Daha Önce de be­lirttiğimiz gibi ne küçücük bir taş, ne canlı bir baş, ne bir yudum su, ne de bir nefes hava yok iken sadece Allah vardı. Çünkü yaratılmış her şey bir varlık nede­nine muhtaç olmasına rağmen, yegane Yaratıcı olan Allah, varlık nedenine muhtaç değildi.

İşte bu nedenle hiç, ama hiçbir şey yok iken, bu yokların içindeki tek bir Var, sadece ve sadece Allah idi.

 

Yerlerin Ve Göklerin Yaratılması

 

Artık yaratılış tarihine başlıyoruz.

Tabi ki bu önemli konularda kendimize esas ala­cağımız kaynaklar, Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem'in  bizlere  bildirdiği  sahih  haberler  olacaktır. Çünkü din adına anlatılan gerçekleri bütün müslüman-ların kabul edebilmesi için, bu anlatılan gerçeklerin bü­tün müslürnanlann ortaklaşa kabul ettikleri iki temel kaynağa, yani Kur'an ve sünnete dayanması gerekir. Falanca kitabta yazılan hikayeler veya filanca hocanın anlattığı kıssalar Kur'an ve sünneti dikkate almıyorsa, müslümanlann   inanmaları,   iman   etmeleri   gereken şeyler değildir.

Hocam işleyeceğimiz kçnularda ve peygamber kıssalarında, sadece ayet ve hadisleri mi söyleyeceksi­niz?

Temel kaynağımız eîbetteki ayetler ve sahih ha­disler olacaktır. Ancak iman eden, düşünen, akieden, anlamaya çalışan birer rnüslüman olarak bu ayet ve hadisleri Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde düşünmeye, değerlendirmeye ve anlamaya gayret edeceğiz. Seçilmiş ve övülmüş insanlar olan peygamberleri ken­di ölçülerimize göre tanımlamaya değil, Kur'an ölçüsü­ne göre tanımaya çalışacağız. Tabi ki bütün bunları ya­parken bizleri sapmaktan ve sapıklığa neden olmaktan koruyabilecek yegane güç olan Allah'a sığınacak ve Allah'a tevekkül edeceğiz.

Evet, bu kısa girişten sonra konumuza başlaya­biliriz. Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği ve Peygam­berimiz Hazret-i Muhammed Mustafa Saliallahu aley­hi ve sellem'in bizlere bildirdiği gibi, kendisinden önce ve kendisiyle beraber hiçbir şey yok iken Allah Celle Celaluhu Önce suyu ve su üzerinde arşı yarattı. Ebedi­yete kadar vuku bulacak, gerçekleşecek her şeyi yaz­dı, takdir etti ve tüm melekleri nurdan, cinleri ise du­mansız ateşten yarattı.

Hocam, Allah bütün bunları niye yarattı?

Bu çok önemli bir soru Merve!. Kendisinden ön­ce ve kendisiyle beraber hiçbir şey yok iken, eîbetteki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı da yoktu. Sadece kendisi varken O yine Rahman'dı, ancak rahmet edeceği bir şeye muhtaç değildi. Sadece kendisi varken O yine Vedud'du, ancak sevmeye ve sevilmeye muhtaç değil­di. Sadece kendisi varken O yine Cebbar'dı, Kah-har'dı ancak bir şeyi cezalandırmaya ve kahretmeye muhtaç değildi. Çünkü Allah'm bütün bu sıfatları, is­patlanmaya gerek duyan veya bir muhataba muhtaç olan sıfatlar değildi. Bütün bunları dikkate aldığımız zaman şanı yüce Rabbimizin hiçbir şeyi Öncelikle ken­disi İçin yaratmadığını anlayabiliriz.

O halde niye yarattı?

Bunun cevabını sizin bulmanız gerekir Merve ha­nım. Rabbimiz bütün bunları kendisi için yaratmamış-sa, yaratma nedenini yaratılanlarda aramamız gerek­mez mi?

Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de "Ben insanları ve cinleri Bana kulluk etsinler diye yarattım" buyuruyor.

Bizlere çok güzel bir gerçeği hatırlattın Fatih. Şimdi bu İlahi gerçeği biraz açıklayalım. İnsanları ve cinleri kendisine kulluk etmeleri İçin yaratan Rabbimi­zin, insanların ve cinlerin kulluğuna muhtaç olmadığı­nı hepimiz biliyoruz. Demek ki Allah'a kulluk etmeleri için yaratılan insanların ve cinlerin asıl yaratılma ne­denleri kendileriyle ilgili bir imtihandır. Bu imtihanın iki ayrı neticesi olduğunu dikkate aldığımız zaman şa­nı yüce Rabbimizin insanları ve cinteri cennet veya ce­hennem için yarattığını düşünebiliriz. Peki kendisiyle beraber hiçbir şey yok İken, şanı yüce Rabbimiz bu ya­ratma işine niye başladı.  Henüz yaratmadığı halde gayb ilmiyle çok iyi bildiği Nemrud ve Firavun gibi za­limleri cehennemle azaplandırmak için mi, yoksa he­nüz yaratmadığı halde gayb ilmiyle yine çok iyi bildiği İbrahim ve Muhammed gibi salih kullarını cennetle mükafatlandırmak, onları hoşnut etmek için mi?

Öncelikle zalimleri azaplandırmak için değil, sa­lih kullarını hoşnut etmek için hocam.

Bu doğru cevabı neye dayanarak söylüyorsun Fa­tih.

Çünkü Rabbimiz "Rahmetim, gazabımı geçmiş­tir" buyuruyor.

Allah senden razı olsun Fatih. İşte İlahi gerçekleri çok okumanın faydalarıdır bunlar. Evet, rahmeti ga­zabını geçen Rabbimiz, bütün bu yaratma işlerine ön­celikle rahmet etmek, salih kullarını hoşnut etmek mu-radıyla başlamıştır. Henüz yaratmadığı halde gayb ilmiyle çok iyi bildiği İbrahim ve Muhammed gibi salih kullarım sevdiği ve onları hoşnut etmeyi murat ettiği için bu alemleri yaratmıştır.

Hocam!. Allah önce cinleri mi, yoksa melekleri mi yarattı?

Kur'an-ı Kerİm'den anladığımıza göre önce me­lekleri, sonra yeri ve gökleri, daha sonra cinleri ve in­sanı yaratmıştır Seda hanım. Daha Önce de belirttiği­miz gibi melekleri nurdan, cinleri ise dumansız ateşten yaratmıştır.

Meleklerin cinsiyeti yoktu, değil mi hocam!. Evet Merve. Meleklerin cinsiyeti yoktu. Onlar ne erkek, ne de dişi idiler. Onlar üreyerek de çoğalmadılar. Onların hepsi yegane yaratıcı olan Allah tarafın­dan yaratılan, her türlü kötülük ve günahtan uzak olan nurani yaratıklardır. Ayrıca biz İnsanların dünyevi ya­ratılışlarına göre çok hızlı varlıklar olduklarından, biz­lere göre ellibin yıl olan bir zaman dilimini, melekler sadece bir gün olarak yaşamaktadırlar. Daha açık bir ifadeyle meleklerin yaşadıkları bir gün, bizlerin dünya­daki zaman anlayışına göre ellibin yıl gibidir. Ellibin yı­lı 365'îe çarparsak, meleklerin yaşam hızının veya za­man algılayışının bizlerden 18.250.000 kat daha fazla olduğunu anlayabiliriz.

Hocam öldükten sonra hesap gününde bizlere dünyada ne kadar yaşadığımız sorulduğunda "Bir gü­nün, sadece bir saati kadar" cevabını vereceğiz.

Çok güzel Veli. Peki hesaba çekileceğimiz, yap­tıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıkları­mızdan sorgulanacağımız o muhteşem hesap günü, şimdiki zaman anlayışımıza göre kaç yıllık bir gündür.

Bin yıllık bir gündür.

Evet, bin yıllık bir gündür Veli. İşte bin yılı bir gün­de yaşayacağımız o hesap gününde bile, melekler biz­den elli kat daha hızlı olacaklardır. Şimdi yine konu­muza dönecek olursak, su üzerinde arşı ve sonra melekleri yaratan Rabbimiz, daha sonra yeri ve gökle­ri yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de de beyan edildiği gibi amel yani yapacağımız işler ve yaşantı bakımından hangimizin daha iyi olduğunu denemek, İmtihan et­mek, açığa çıkarmak için yaratılan yer ve gökler, in­sanlar ve cinler için bir imtihan yeri, bir imtihan me­kanıdır.

Hocam,   yerin   ve   göklerin   nasıl   yaratıldığı

Kur'an'da bildiriliyor mu?

Bu konuda ne kadar bilmemiz gerekiyorsa, elbet-tekî o kadar bildiriliyor Merve. Nitekim Kur'an'da bildi­rildiğine göre yer ve gökler bir kitabın iki sayfası gibi bitişik iken yani yer ve gökler arasında hiçbir şey yok iken, Allah Celle Celaluhu onları ayırdı.

- Bizim bir kitabın iki sayfasını açtığımız gibi mi? Hem Öyle, hem de o kadar basit değil Hamdi Çünkü bizler hazır mekanın içindeki o iki sayfayı ko­layca açabiliriz. Rabbimizin çok boyutlu açtığı bu iki sayfa ise mekanın bulunmadığı kaskatı bir yokluk için­de gerçekleşmiştir. Yani o iki sayfanın arasında ve dı­şında hiçbir şey yok iken, demirden katı bu yokluk içinde iki sayfa açılmış ve Rabbimiz tarafından açılan bu iki sayfanın arasında yeri ve gökleri içine alan bu muazzam mekan varolmuştur. Bunun ne anlama gel­diğini düşünen her insan için, bu hadisenin tek bir ta­nımı vardır. Mucize..

Hocam big bang yani büyük patlama teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hiçbir şey düşünmüyorum sadece gülümsüyorum Fatih. Bu teori ile Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen "Yerler ve gökler bitişik iken Alİah onları ayırdı ve du­man halinde olan göğe yöneldi" buyruğu birbiriyle ör-tüştüğü için, bazı çevreler bu bilimsel teorinin ışığında İlahi vahyin doğrulandığını düşünmekte ve bu teoriye sımsıkı sarılmaktadırlar. Oysa herhangi bir bilimsel te­orinin, bazı boyutlarda İlahi vahiy ile örtüşmesi, İlahi vahyin doğruluğuna değil; söz konusu bilimsel teorinin bu gibi boyutlarda kısmi olarak doğruluğa yaklaştığına işarettir. Çünkü hak ve gerçek olan İlahi vahiy, bilim­selliğin karşısında ölçülecek bir nesne değil, ölçünün ta kendisidir.

Ayrıca şu hususa da dikkat edilmelidir ki Big Bang teorisi, hak olan gerçeği arama kaygısıyla gün­deme getirilen bir teori değildir. Uzun asırlardır Allah'a inanmamak için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur ara­yan İnsanlar, bu teoriye sarılarak yerlerin ve göklerin yaratılışına bir açıklama getirebilme 'gayretindedirler. Sözü edilen bu teoriye göre yerler, gökler ve bütün bunları içine alan mekan yok iken bir şey patlamış ve yokluk içindeki bu patlama ile yerİeri ve gökleri içine alan böyle bir mekan açılmıştır.

Hocam, o yokluk içinde patlayan şey neymiş?

O patlayan şeyin ne olduğu, kendiliğinden nasıl varolduğu, nasıl patladığı ve bu patlamayla yerleri ve gökleri içine alan böyle bir mekanın öyle bir yokluk içinde nasıl açıldığı hiç cevaplanmıyor ve hiçbir zaman da cevaplanamaz Merve. Çünkü bir yaratıcı olarak Allah'ı dikkate almayan bu teori, ispatlanması müm­kün olmayan bir teoridir. Binlerce yıldır yegane yaratı­cı olan Allah'ı inkar edebilmek için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur arayan insanlar, bu gibi sapık görüşleri­ni hiçbir zaman kanıtlayamayacaklardır. Çünkü bunu kanıtlayabilmeleri için, mutlaka ve mutlaka şu iki şey­den birisini bulmaları gerekecektir. Ya kendiliğinden varolabilecek bir madde, ya da Allah'ın dışında bu maddeyi yoktan varedebilecek yaratıcı bir güç!. Kendi olmadan, kendiliğinden varolabilecek bir maddeyi bu­lamayacakları aşikardır. Bu maddeyi yoktan varedebi­lecek Yaratıcı bir güç aradıklarında ise karşılarına Allah'dan başka bir İlah, Allah'dan başka bir Yaratıcı çıkmayacaktır.  Çünkü Allah'tan başka hiçbir şeyde "Ben varolma nedenine muhtaç değilim ve diğer her şeyi ben yarattım." gücü ve iddiası yoktur.

Evet, tekrar konumuza dönecek olursak her şeye Kadir olan Rabbimizin bir kitabın iki sayfası gibi ayırmasıyla yerin ve göklerin varolduğu mekan ortaya çık­tı. Allah Celle Celaluhu duman halinde olan göğe yö­nelerek, göklere ve yere "İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin" buyurdu. Bu İlahi buyruk*karşısında yer ve gökler "İsteyerek geldik" cevabını verdiler.

Hocam, burada Allah'ın emri neydi? Allah, ye­rin ve göklerin ne yapmasını, nereye gelmesini istedi? Dikkatin için teşekkürler Veli. Hiç kuşkusuz ki yer ve gökler birbirinden ayrıldığı zaman, big bang yani büyük patlama teorisini savunanların zannettiği gibi kendiliklerinden böylesine muhteşem bir nizama gel­mediler ve gelemezlerdi. Bu nedenle Allah Celle Cela­luhu, yerleri ve gökleri yaratmazdan Önce, yerlerin ve göklerin nasıl bir ahenk, nasıl bir nizam ve nasıl bir ih­tişam içinde olması gerektiğini belirlemiş yani takdir etmişti. Dolayısıyle yerler ve gökler birbirinden ayrıldı­ğı zaman Rabbimizin henüz bir duman halinde olan göğe yönelmesi, yere ve göğe bu emri vermesi, yerle­rin ve göklerin söz konusu ahenk ve nizama gelmesi içindi. Nitekim onlar da İlahi emri bu şekilde anlamış­lar ve "İsteyerek geldik" cevabını vererek, bugün de gözlemediğimiz bu muhteşem yapıya ve nizama gel­mişlerdir.

İsterseniz burada yerlerin ve göklerin "İsteyerek geldik" cevabı üzerinde biraz duralım. Bilmemiz gere­kir ki yerlerin ve göklerin Allah'ın bu emrine karşı çık­ma, bu emrini kabul etmeme tercihleri yoktu. Onların yegane tercihi, bu emri İsteyerek veya istemeyerek ka­bul etme noktasındaydı. Hiç kuşkunuz olmasın ki bu emir onların korkmadıkları, sevmedikleri, büyük gör­medikleri bir makamdan gelen hoşlanmadıkları bir emir olsaydı, "İstemeyerek geldik" diyebilirlerdi. Ancak onlar kendilerine verilen bu emrin muhteşemliğini ve emir Sahibinin izzet ve keremini gördükleri için, hiç tereddüt etmeden "İsteyerek geldik, emrine İsteyerek teslim olduk" cevabını vermişlerdir. Şimdi size sormak istiyorum, Allah'ın emrine teslim olanlara ne denir?

Müslim, müslüman..

Hepbir ağızdan verdiğiniz bu cevab için, hepinize teşekkür ediyorum. Evet, yer ve gökler bu İlahi emire karşı çıkma tercihine sahip olmamalarına rağmen, ye­gane tercihlerini "İsteyerek geldik, emrine isteyerek teslim olduk" noktasında kullanarak, isteyerek müslim, isteyerek müslüman olmuşlardır.

Niye durdunuz ve gülümsediniz hocam!.

İnsanları düşünüyorum Merve. Sizin de bildiğiniz gibi şöhretli bir insan, bir sporcu, bir artist, bir bilim adamı müslüman olduğu zaman, bazı çevrelerde bir şamata, bir velvele kopuyor. Sanki İslam, o kişinin müslüman olmasıyla bir değer, bir izzet kazanmış gibi "O falanca bile müslüman olmuş!." demeye baş­lıyorlar. Halbuki o kişinin müslüman olmasıyla İslam değil, İslam'a girmekle o kişinin kendisi bir değer, o ki­şinin kendisi bir izzet kazanmıştır. Ayrıca yerlerin ve göklerin teslimiyetini, onların müslimliğini dikkate aldı­ğımız zaman, küçücük bir canlı olan insanın teslimiye­tini nasıl abartabiliriz ki!.

Peki ya müslüman olmayanların, Allah'ın hük­müne karşı gelenlerin durumu hocam!.

Çok güze! Veli. Anlattığımız bu olayda onların du­rumu çok daha komik, çok daha trajik oluyor. Mesela yıldızlı bir gecede, yüksek bir tepenin üzerinde oturan böyle bir kimseyi, böyle bir inkarcıyı düşünelim. Günü­müzdeki uydulardan dünyanın genel bir fotoğrafı çekil­se, bu fotoğrafta o şaşkını görmemiz, görebilmemiz mümkün müdür?

Değildir hocam.

Tabi ki değildir. Çünkü bu kimse dünyanın genel fotoğrafı üzerinde görülemeyecek kadar ufak, farkedilemeyecek kadar küçüktür. Hiç kuşkunuz olmasın ki yedi kat göklerin de bir fotoğrafı çekilebilse, bu fotoğ­rafın içinde dünya ve dünyanın bulunduğu güneş siste­mi de görülemeyecek kadar ufak, farkedilemeyecek kadar küçük olurdu. Daha açık bir ifadeyle dünya ve güneş sistemi yedi kat gökler içinde bir zerre olduğu gibi, insanlar da bu zerrenin içinde bir zerre gibidir. İş­te zerrenin içinde bir zerre olan bu inkarcı insan, yıl­dızlı bir gecede yüksek bir tepenin üzerinde otururken şaşkınca etrafına bakıyor. Üzerinde bir zerre gibi gö­züktüğü yer ve yeterince görmekten bile aciz olduğu bir  ihtişamlık içindeki  gökler  boyunlarını  bükerek "Biz Allah'ın emrine isteyerek, severek ve sevinerek teslim olduk" derlerken; bu şaşkın insan küçücük bur­nunu havaya kaldırarak ben teslim olmadım, ben Allah'ın hükmüne karşı çıkıyorum" diyebilmekte ve bu gülünç sözüyle kendisinin özel, önemli ve özgür bir kişiliğe sahip olduğunu zannedebilmektedir!..

Fakat bizler yine de bu gibi insanların durumuna gülmeyelim arkadaşlar. Çünkü Allah bizlere hidayet et­meseydi, bizler de öyle bir şaşkınlık ve sapıklık içinde olabilirdik. O halde böylesi insanlar için de, bu insan­ların hidayet bulması için de dua edelim.

Tekrar konumuza/dönecek olursak, Alİah Celle Celaiuhu Kur'an-ı Kerim'de yeri ve gökleri altı günde yarattığını bildiriyor. Tabi ki burada sözü edilen gün, biraz önce de belirttiğimiz gibi bizim içinde bulunduğu­muz zaman anlayışına göre yirmidört saatlik bir gün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e göre zamanın nicelik boyutundan tanımı, bu tanıma muhatap olan varlığın yaşam hızına ve zaman algılayışına göre değişen bir tanımdır. Nitekim Kur'an'ın muhtelif yerlerinde Allah katındaki bir günün, bizim yanımızdaki bin ya da eîli-bin yıla karşılık olabileceği bildirilmekte ve zamana muhatap olan varlığın durumuna göre çok daha fazla olabileceğine de işaret edilmektedir.

Hocam, Alİah yeryüzünü milyarlarca yıl Önce yaratmış değil mi? Çünkü bilim adamlarının açıklama­ları böyle.

Bilmiyorum Fatih!. Belki bilim adamlarının tah­mininden çok daha fazla, belki de çok daha az, bilmi­yorum!.

Ama bu tesbitlerin bilimsel olduğu söyleniyor!. Bilimin bu konudaki yaklaşımı, bazı maddelerin

kaç yılda oluşabileceğinden hareketle ileri sürdükleri zan ve tahminlerdir. Ancak söz konusu bilim adamları maddenin bu oluşumunu dikkate alırlarken, ne yazık ki her şeye Kadir olan Allah'ı ve ilk yaratılışı hiç dikkate almıyorlar.

Nasıl?

Mesela karbon testiyle inceledikleri bazı maddele­ri bir kenara bırakıp, basit bir örnek olarak ceviz ağaanı ele alalım. Bilim adamları bir ceviz ağacım görüp, onun gövde yapısını ve gövdedeki dairemsi halkaları İnceledikleri zaman, "Ceviz ağacının bu duruma gele­bilmesi yüz yıl ister" diyerek, söz konusu ağacın yakla­şık yaşını hesaplıyorlar. Yerin ve göklerin ilk yaratılışın­dan sonraki dönemler İçin, böylesi hesaplar elbctteki doğrudur. Ancak ilk yaratılış için böylesi hesaplar ya­pılamaz. Dünyadaki ilk ceviz ağacına da aynı ölçüyle yaklaşan günümüz bilim adamları, ilk yaratılışı ne sanı­yorlar ki!. Allah önce bir ceviz yarattı, sonra onu top­rağa dikerek ve uzun yıllar sulayarak büyümesini mi bekledi!. Oysa karşımızda ceviz ağacı yetiştiren bir çift­çi değil, bu ağacı yoktan yaratan Allah vardır. Ve her şeye Kadir olan Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece "Ol" der ve o da oluverir. Söz konusu di­ğer bütün maddelerin de ilk oluşumu, bu İlahi gerçek­liğin içine girer. Allah'ın "Ol" emri karşısında, "Ya Rabbi bizim olmamız için milyon yıl, milyar yıl gerekir" diye bir cevap vermez, veremez bu maddeler. Allah "Ol" der, onlar da hemen oluverir. Dolayısıyle yaratıl­mış bütün maddeleri bu İlahi gerçekliğin içine aldığı­mız zaman, dünyanın veya kainatın yaşı hakkında söy­lenebilecek en doğru söz "Alllahualem" yani "Allah bilir" olacaktır.

Evet arkadaşlar, kendilerine bilim adamı denilen birçok insanın bile henüz kavrayamadığı bu Önemli gerçekleri çok dikkatli bir şekilde dinlediğiniz ve anla­maya çalıştığınız için sizlere teşekkür ediyorum.

İlk İnsan Olan Adem Aleyhisselam'in Yaratılması

 

Hazret-i Adem Aleyhisselam'm yaratılması konu­sunda Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde önemli ayetler zikredilmektedir. Fakat ne yazık ki Kur'an'da zikredilen bu ayetler, bazı bilimsel çevrelerce yanlış an­laşılmakta, yanlış yorumlanmaktadır. Elimde gördüğü­nüz bu kağıtta, konumuzla ilgili bazı ayet-i kerimeler bulunmaktadır. Büyük insanların içine düştüğü bazı bü­yük yanılgılara sizlerin de düşmemesi için, bir arkada­şınızın bu ayetleri yavaş yavaş okumasını ve diğerleri­nizin de dikkatlice dinlemesini istiyorum.

Evet, konumuzla ilgili bu ayetleri kim okumak is­tiyor?

Ben okuyabilirim hocam.

Peki Hamdi, kağıdı alabilirsin. Ancak sana sor­mak istiyorum. Ayetleri okumaya başlamadan önce ne söylemen gerektiğini biliyor musun?

Bismillahirrahmanirrahim diyeceğim.

Doğru fakat eksik bir cevab oldu. Çünkü şanı yü­ce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'i ve onun ayetlerini oku­maya başlamadan önce, kovulmuş şeytandan kendisi­ne sığınmamızı emrediyor. Bu nedenle sadece besmele değil, euzü besmele çekmemiz yani "Euzubillahimineş-şeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim" dememiz ge­rekli .

Neden acaba?

Güzel bir merak ve güzel bir soru Merve hanım. Gerçekten Rabbimiz bunu niye emretti!. Mesela bir in­san Kuranı eline alsa ve euzü besmele çekmeden oku­maya çalışsa, harfleri ve kelimeleri göremez mi, bun­ları okuyamaz mı?

Okuyabilir hocam.

Tabi ki okuyabilir. Çünkü euzübesmele çekmeme­si, okumasına mani, okumasına engel değildir. Peki söyleyin bakalım, euzübesmele çekmemesi okumasına engel olmaz ama neye engel olur?

Cevab yoksa ben söyleyeyim. Euzübesmele çek­memesi ayetleri  okumasına engel değildir ama bu ayetleri doğru anlamasına engeldir. Çünkü kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmadığı zaman, şeytan aleyhilla-ne onun okumasını değil, anlamasını engellemeye ça­lışır.  Zaten şeytan aleyhillane bir insanın Kur'an okumasından ziyade, okuduğu Kur'an'ı doğru anlama­sından ve  anladığı doğrulan yaşamasından  korkar. Herhangi bir insan isterse günlerce, isterce yıllarca Kur'an okusun fakat okuduğu Kur'an'ı hiç anlamasın veya yanlış anlasın ister. İşte bunun için Kur'an okuyan herkese, her fırsatta müdahale eder. Kur'an okuyan o kimse şayet euzübesmele çekerek şeytandan Allah'a sığınmamışsa, o kimseye okuduğu ayetlerle ilgili öyle yanlış vesveseler, Öyle yanlış manalar verir ki, o konu­daki gerçeği bilmeyen insan, kalbine gelen bu vesve­seleri, bu manaları kendi düşüncesi zannederek bunla­rı kabul eder. Dolayısıyle hak olan ayetleri okuduğu zaman anladığı şeyler batıl, doğru olan ayetleri okudu­ğu zaman anladığı şeyler yanlış olur. İşte bunun İçin, bizlerin en büyük düşmanı olan şeytana böyle bir mü­dahale fırsatı vermemek için, Kur'an-ı Kerim'i kovul­muş şeytandan Allah'a sığınarak okumamız gerekir.

- Hocam o halde Kur'an'ı okurken olduğu gibi dinlerken de euzübesmele çekmemiz, kovulmuş şey­tandan Allah'a sığınmamız gerekir.

Çok güzel Veli. Elbetteki okurken ayetleri yanlış anlamaktan Allah'a sığındığımız gibi, dinlerken de sı­ğınmamız gerekir. Artık bu güzel açıklamalardan son-

ra euzübesmele çekerek, konumuzla iigili ayetleri oku­maya ve dinlemeye başlayabiliriz. Haydi Hamdi, şim­di bizlere Hazret-İ Adem Aleyhisselam'ın yaratılması konusundaki ayetleri okuyabilirsin.

Euzubillahimineşşeytanirracim

Bismillahirrahmararrahim

Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınarak, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım.

Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yarata­cağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek kapanın.[1]

Hani Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar da "Biz Seni övüp-yüceltir ve takdis ederken orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?" dediler. (Allah) "Şüphesiz Ben sizin bilmediğinizi( bilirim" dedi. Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip "Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin" dedi. Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bil­gimiz yoktur. Şüphesiz Sen her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Allah) "Ey Adem, bunları on­lara isimleriyle haber ver" dedi. O da isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: "Size göklerin ve yerlerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da Ben bilirim diye söylememiş miydim? [2]

Teşekkür ederim Hamdi. Allah'ın ayetlerini dinle­dikten sonra, müminler olarak "Amenna ve sadakna" yani "Doğruladık ve inandık, iman ettik" dememiz ge­rekir.

Amenna ve sadakna, doğruladık ve iman ettik.

Evet, şanı yüce Rabbimiz meleklere "Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer, yeryü­zünde bir halife yaratacağım" dedi.

Hocam, beşer İnsan demek. Peki halife ne de­mek?

Bir dakika Merve, bunu biraz sonra açıklayacağız. Ben önce sizin dikkatinizi bu konuşmaya ve bu konuş­manın taraflarına çekmek istiyorum. Bildiğiniz gibi bu konuşmalar Allah ve melekler arasında geçmektedir. Yani bir tarafta yaratılmış melekler, diğer tarafta ise bu melekleri ve her şeyi yaratan Allah. O halde bu konuş­maların mahiyetini anlayabilmemiz için, az da olsa Rabbimizin Kelam sıfatı üzerinde durmamız gerekir.

. Kelam demek, bir manayı, bir maksadı anlatan ifade, söz demektir. Bizlerdeki kelam ya da konuşma sıfatı, belli bir çerçevede kalan sınırlı bir sıfattır. Mese­la bizler konuşabilmemiz için havaya ve sese muhta­cız. Kelimelere ve cümlelere muhtacız. Karşı tarafın bizi duymasına, bizim lisanımızı bilmesine, bizi anla­masına muhtacız. Bütün bunlara muhtaç olduğumuz için dağlarla, taşlarla, bitkilerle, hayvanlarla veya bizim lisanımızı bilmeyen insanlarla konuşamayız, onlara ne demek istediğimizi anlatamayız.

Gerçek kelam sahibi Allah ise böyle değildir. Bizim muhtaç olduğumuz hiçbir şeye muhtaç ol­madığı için dağlarla, taşlarla, bitkilerle, hayvanlarla ko­nuşabilir, onlara istediği emri, İstediği şekilde vahyede­bilir. Allah'ın kelamına, Allah'ın vahyine muhatab olan hiçbir yaratık,, hiçbir canlı "Ya Rabbi duymadım veya anlayamadım, bu ne demekti?" diye sormaz. Çünkü Allah Celle Celaluhu o sözü, o kelamı, manası ile bir­likte iletir karşı tarafa.

Hocam, örnek verir misiniz?

Tabi ki Hamdi. Mesela ben biraz önce "Halife"

kelimesini kullanınca, Merve arkadaşınız "Hocam, ha­life ne demek?" diye sordu. Yaratılmış insanlar arasın­da geçen konuşmalarda, tabi ki çok doğal bir sorudur bu. Fakat biliyoruz ki Allah Celle Celaluhu meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dediği za­man, meleklerden hiçbiri "Ya Rabbi, halife ne de­mek?" diye sormadılar^ Çünkü benim gibi meramını anlatmaktan aciz olmayan, meramını anlatabilmek için karşı tarafın bazı özelliklerine, bazı ön bilgilerine muhtaç olmayan Allah Celle Celaluhu, meleklere yö­nelerek "Halife" hitabında bulunduğu zaman, bu hita­bın anlamını da iletti, manasını da verdi meleklere. İş­te bunun için meleklerden hiçbiri "Ya Rabbi beşer ne demek, halife ne demek?" diye sormadılar Allah'a.

- Hocam, Rabbimiz yere ve göklere "Emrime ge­lin" diye buyurduğu zaman da, yer ve gökler "Ne em­ri, bu emrin içeriği ne?" gibi sorular sormamışlar, bu İlahi hitapla kendilerinden ne istenildiğini anlamışlardı.

Dikkatin için gerçekten teşekkür ederim Veli. Be­lirttiğin gibi yer ve gökler de "İsteyerek veya istemeye­rek emrime gelin" buyruğu üzerine hiçbir soru sorma­mışlar, mana ve anlamı içinde olan bu İlahi hitapla kendilerinden ne istenildiğini, neyle emrolunduklarını hemen anlamışlardı.

Evet, bu kısa açıklamadan sonra Rabbimizin bu Kelam sıfatını dikkate alarak ayetler üzerinde düşün­meye, ayetlerde geçen konuşmaları anlamaya çalışabi­liriz. Her şeyi yaratan, yoktan yar eden Allah Celle Celaluhu, meleklere "Ben kuru bir çamurdan, şekillen­miş bir balçıktan bir beşer, yeryüzünde bir halife yara­tacağım" dediği zaman; Kelam sahibi olan Rabbimiz insanın ne olduğu ve yaratıldıktan sonra neler yapabi­leceği hakkında dilediği ölçüde kısa ve genel bir an­lam, bir mana. bir bilgi vermişti meleklere.

Halife, bir şeyin yerine geçen vekil anlamına ge­liyordu. Melekler, kurumuş bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yaratılacak olan insanın yeryüzünde hali­fe olacağı haberini aldıkları zaman, bu haberi biraz te­reddütle karşıladılar.

Hikmetini anlayamadıkları bir durumdu bu!. Çünkü kendilerine verilen genel insan tanımında, bu İnsanın iki ayrı kutbu, iki ayrı özelliği bildirilmişti. Bu kutuplardan, bu Özelliklerden olumlu olanı, İnsanın Allah'ı tenzih ve takdis etmesi, Allah'ı her türlü eksik­likten uzak görerek, O'nu birleyip, yüceltmesi idi. Fa­kat olumsuz olan diğer kutupta, bu insanların yeryü­zünde fesad çıkarması, kan dökmesi söz konusuydu. O halde neden, Allah neden böyle bir insan yaratacak ve onu yeryüzünde neden halife kılacaktı ki!. Bu insa­nı olumlu kutbu, Allah'ı tenzih ve takdis etmek gibi olumlu özelliği için yaratacaksa, bunu zaten kendileri de yapıyordu. İşte bu tereddütlerini, biraz önce okudu­ğumuz o ayetler ile bildirdiler Rabbirnize. Dediler ki "Biz Seni övüp-yüceltir ve takdis ederken orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?"

Meleklerin bu itirazlarında Rabbimize söyleme­dikleri, içlerinde gizledikleri bir husus daha vardı. Yer­yüzünde bir vekil, bir halîfe murad edilmişse, çamur­dan yaratılacak olan ve yeryüzünde kan dökecek olan insanların değil de, nurdan yaratılmış olan ve Öylesi kötülüklerden uzak olan kendilerinin seçilmesi gerek­mez miydi!. Meleklerin bir türlü anlamadıkları, anlaya­madıkları bir durumdu bul.

Hamdİ, meleklerin bu itirazlarına, bu tereddütleri­ne Rabbimiz ne cevap vermişti?

 (Allah) "Şüphesiz Ben sizin bilmediğinizi bilirim" dedi.

Evet, şanı yüce Rabbimiz meleklerine "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" dedi. Bu İlahi hitabın bir diğer manası "Ben size yaratacağım İnsan hakkında her şe­yi açıklamadım, her şeyi bildirmedim" demektir. Nite­kim ayetlerin devamında, insan hakkında bildirmediği şeyin ne olduğuna gizli bir açıklık getirilmektedir. Okur musun Hamdı.

Ve (Allah) Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip "Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin" dedi. Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bi­zim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Allah) "Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver" dedi. O da isimle­riyle haber verince, (Alİah) dedi ki: "Size göklerin ve yerlerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttukları­nızı da, açığa vurduklarınızı da Ben bilirim diye söyle­memiş miydim?

İşte birçok büyük insanın, hocaların, profesörle­rin anlayamadıkları ayetler bunlardır arkadaşlar. Oku­duğumuz ayetlerde melekler, insan hakkında acaba hangi gerçeklerle karşılaştılar ki, meleklerin tüm itiraz­ları gitti, tüm tereddütleri kayboldu!.

Bu ayetleri anlamaya ve yorumlamaya çalışan bir çok müfessir, bu olayda Hazret-i Adem'e melekler kar­şısında değer kazandıran gerçeğin, kendisine öğretilen isimleri bilmesi ve bu isimleri meleklere haber verme­si olduğunu savunmuşlardır. Oysa kendilerine haber verilen bir şeyi bilme ve öğrenme vasfı, meleklerde de vardı. Melekler de Rabbimizin kendilerine bildirdiği her şeyi biliyor ve sorulunca haber veriyorlardı. O hal­de Hazret-i Adem'e melekler karşısında değer kazan­dıran gerçek, meleklere ne olduğu sorulan şeylerin isimlerini bilmesi ve bu isimleri meleklere haber ver­mesi değildi. Bunu anladığımız zaman sorumuzla ilgili olarak geriye tek bir cevabın .kaldığınızda .anlayabiliriz. Hazret-i Adem'e melekler karşısında değer kazandıran gerçek, meleklere ne olduğu sorulan şeylerin isimleri­ni bümesi ve bu isimleri meleklere haber vermesi, de­ğil, isimlerini bilciiği ve, haber verdiği şeylerin bizzat kendileriydi.

Tabi ki Hamdi. Şimdi örnek olarak şanı yüce Rabbimizin meleklere insan nefsinin karanlık yüzünü ve bunun yanı sıra salih kullarının rahmetle aydınlanan cemallerini  göstererek "Eğer doğru  sözlüler iseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin" dediğini düşüne­biliriz. Rabbimizin insanlara verdiği nefs ve her türlü  kötülüğe meyyal olan bu nefsin kişiyi azdıran karanlık vasıflarıyla ilk kez karşılaşan melekler, o zamana kadar hiç görmedikleri, hiç bilmedikleri bu azgın ve korkutu­cu şeyin ne olduğunu elbetteki hiç anlayamadılar. Di­ğer, tarafta ise meleklerin, yine o zamana kadar hiç görmedikleri, hiç bilmedikleri güzellikte nur ve rahmet dolu simalar vardı. Melekler bunların da ne olduğunu anlayamadılar, bunların da ne olduğunu söyleyemedi.

Rabbimize.. "Seni tenzih ederiz, Senin bize .öğretti-amden başka bizim hiçbir diyerek karşılaştıkları bu yepyeni şeylerin-ne olduğunu.

Öyle sanıyorum ki itiraz etmezler, itiraz edemez­lerdi Fatih. Çünkü Hazret-İ İbrahim aleyhisselam, me­leklere verilen İlk insan tanımının çok üstünde, çok ötesinde bir kimliğe ve kişiliğe sahipti. Evet, bu önem­li meseleyi şimdilik daha fazla genişletmek İstemiyo­rum. Beni dikkatle dinlediğiniz ve anlamaya çalıştığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Gerçi bu anlattıkları-mm sizin için çok ağır bir mesele olduğunu bilmeme rağmen yarınlarda bu konudaki yanlış görüşlerden et­kilenmemeniz için bu kısa açıklamayı gerekli gördüm. Gerekirse yarınlarda tekrar okur, tekrar düşünürsünüz bu önemli meseleyi.

 

İblisin, Adem Aleyhisselam'a Secde Etmemesi

 

İnsan ve şeytan arasındaki tarihi mücadele, ilk insan olan Adem Aleyhisselam'ın yaratılmasıyla bera­ber başlamıştır. Nitekim şimdi okuyacağımız ayet-i ke­rimeler, bu mücadelenin ne zaman ve nasıl başladığını beyan etmektedir.,

Euzubillahimineşşeytanirracim

Bismillahirrahmanirrahim..

Hani Rabbin meleklere: "Gerçekten Ben, çamur­dan bir beşer yaratacağım" demişti. "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğimde siz onun için hemen secdeye kapanın." Meleklerin hepsi topluca secde etti; Yalnız İblis hariç. O büyüklük tasladı ve (böylece) kafirlerden oldu. (Allah) Dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan ney­di? Büyüklendin mi, yoksa (gerçekten) yüksekte olanlardan mı oldun?" Dedi ki: "Ben ondan daha hayırlı­yım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan ya­rattın." (Allah) Dedi ki: "Öyleyse oradan çık, artık sen kovulmuş bulunmaktasın." "Ve şüphesiz, din gününe kadar Benim lanetim senin üzerindedir." Sad 71...78 Evet, bu ayet-i kerimelerde açıklandığı gibi her şeyin yaratıcısı olan Allah Celle Celaluhu, tüm melek­lere yönelerek "Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım. Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğimde siz onun için hemen secdeye kapanın" buyurdu. Rabbimi-zin bu emri karşısında İblis yani şeytan hariç, melekle­rin hepsi secde etti.

Hocam, İblis bir melek miydi?

Hayır Seda!. İblis yani şeytan, kendisinin de ifade ettiği gibi nurdan yaratılan bir melek değil, dumansız ateşten yaratılan bir cindi. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in bir başka yerinde İblis'in cin taifesinden .olduğu açıkça beyan edilmektedir.                            ,

Ama Rabbimizin meleklere verdiği emirin içine o da giriyor!.

Biliyorum Seda. Zaten ben de size bunu açıkla­maya çalışıyorum. İblis ateşten yaratılan bir cin olma­sına rağmen, Öyle sanıyorum ki çalışmaları ve bilgisi ile Rabbimiz tarafından bir makama, meleklerle birlik­te anılabileceği bir makama yükseltilmişti. İşte melek­lerle birlikte anılabileceği böyle bir makama yükseltil­diği için, Rabbimizin meleklere yönelik emrinin kapsamına o da girmişti. Bu emire karşı gelip, bu emi­rin gereğini yapmayınca, ayetlerde de açıklandığı gibi bulunduğu yerden kovulmuş, çıktığı makamdan indiril­mişti.

Şimdi size bu önemli konuyla ilgili bir soru sor­mak istiyorum. Hepinizin bildiği gibi alemlerin yegane Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, Kendisinden başka secde eyle- olacakları  secde eymi, meleklerin insanlara kul anlamına gelen böylesi İnsanların takva ile erişebilecekleri bir üstünlüktür. Allah'a isyan'eden insanlar ise değil meleklerden üstün olmak, hayvanlardan dahi daha aşağı bir duruma düşmektedirler.

Bu'kısa açıklamadan sonra yirie'konumuza de­vam ediyoruz! Alİah Celle Celâluhu meleklere Adem Aleyhisselam'a secde etmelerini'emrettikten sonra sa­dece İblis secde edenlerden olmamıştı. Bunun .üzerine Alİah1 Cetle Celaluhu cin taifesinden olan İblise "Saha' emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?" diye sordu. Bu sorüdâ 'dikkatinizi çeken bir şey var mı? , - rfef seyî bilen Allah'ın, böylö bir soruyu sorma

Çok güzel Veh. Dikkatin ıçm teşekkürler. Hiç kuş-kuşuz ki.sanı yüce Rabbimte, iblisin neden secde'etm.edigini, onu secde etmekten engelleyen şeyin ne ol­duğunu biliyordu. Bütün bunları bilmesine rağmen İblise Söyle bir'soru" yöneltmesinden, iki önemli ders çıkarmamız gerekir. Bunlardan birincisi karşı taraf ne kadar suçlu olursa olsun, karşı tarafa bir söz hakkı ve kendisini" savunabilme, fırsatı vermektir.

Yanı yargısız infaz yok!.

Doğru söylüyorsun Fatih, yargısız infaz, savun­masız cezalandırma yok. Rabbimiz şeytana bile söz hakkı ve kendisini savunabilme fırsatı vererek bizlere örnek olmakta, düşüncesi ve eylemi ne olursa olsun her insana bizlerin de böyle yaklaşmasını dilemektedir. Çünkü karşı tarafı dinlemeden susturmaya kalkışanlar, sahiplendikleri fikir ve görüşlere güvenmeyen insan­lardır. Oysa hakka sahip olan ve hakkı savunan müs-lümanların böyle bir endişesi yoktur. Bu müslümanlar Allah'ın ayetleriyle alay edilmeyen her fikir ortamında, karşı tarafın düşünce ve eleştirisi ne olursa olsun onla­rı sonuna kadar dinlemekten ve bütün bunları cevap­landırmaktan çekinmezler. Çünkü hakkı savunan bu müsiümanlann sahiplendikleri hak, fikri tenkitlerden çekinen ve ciddi eleştirilerden gizlenmeye çalışan bir hak değildir.

Evet, Rabbimiz ile şeytan arasındaki bu konuşma­lardan almamız gereken ilk ders budur. Aynı konuşma­lardan almamız gereken ikinci dersi anlayabilmemiz için ise, öncelikle şu soruyu cevaplandırmamız gerekir. Rabbimiz şeytanla yapılan bu konuşmaları bizlere niye iletti, niye bildirdi?

- İblis'i yani şeytanı tanımamız için. Çok doğru söyledin Veli. Rabbimizin İblise bazı sorular yöneltmesi ve bu sorulara verilen cevaplan biz­lere iletmesi, en büyük düşmanımız olan şeytanı iyi ta-nıyabilmemiz içindir. Çünkü sizlerin de bildiği gibi en tehiikeli düşman, tanınmayan ve ne yapacağı bilinme-yen düşmandır. Düşmanı önemsememek ise düşman­dan daha tehlikeli bir körlük, bir sağırlıktır. Nitekim bir Türkmen atasözünde "Kör olsun o göz, kendi düşma­nını tanımıyorsa" denilmektedir.

Hocam, bir Rus atasözü de şöyle. "Çelimsiz düş­man bir şey yapamaz" demek; kıvılcım yangın çıkar­maz, sanmaktır.

Düşmanı önemsememek konusunda,  güzel bir söz Fatih.

Karınca kadar düşmanını, karşında aslan bil! Bu söz de çok güzel Seda hanım. Ayrıca bir Arap

atasözünde de şöyle deniliyor. "Dostunun düşmanın­dan da, düşmanının dostundan da sakın."

Bunu anlayamadım hocam!.

Herhalde yeterince düşünmediğin için anlayama-dın Hamdi. Kusura bakma, ben de açıklamayacağım. Çünkü bu sözü biraz düşününce anlayacağını umuyo­rum.

Ya anlayamazsam!.

Anlayamazsan işin kötü. Çünkü yaşadığımız ha­yatta dostunun düşmanlarından ve düşmanının dostla­rından her an bir kötülükle karşılaşabilirsin.

Sanırım şimdi anlamaya başladım.

Umarım çok daha fazla anlayacak ve bu sözü öm­rünün sonuna kadar unutmayacaksın. Çünkü herhan­gi bir müslüman bu gerçeği unutarak düşman bildiği şeytandan sakındığı gibi, şeytanın dostlarından da sa­kınmazsa, o kişi şeytanın müdahale sahası içine gir­mektedir. Şeytan aleyhillane bizzat müdahale edeme­diği bu kişiye, dost edindiği insanlar vasıtasıyla müdahale edebilmektedir. Netice olarak şeytandan ne kadar sakınmamız gerekiyorsa, makamı veya unvanı ne olursa olsun şeytanın yolunu izleyen insanlardan da o kadar sakınmamız gerekir.

Artık konumuza dönebiliriz. Rabbimiz İblis'e "Sa­na emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?" sorusunu yönelttiği zaman, İblis secde etme­me nedenini şöyle açıklıyor.,

"Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

Burada bir isyana tanık oluyoruz. Elbetteki bir yaratığın diğer bir yaratığa secde .etmemesi görünürde basit bir olaydır: Meselenin dehşeti i'ölân yonü yaratıl­mış olan  bir varlığın,: Yaratıcı olan Aliah^n' hükmüne karşı

Hocam, Adem Aleyhisselarn ile Havva validemi­zin cennette ebedi kalmak istemeleri, onların zayıf noktalan mıydı?

Bu güzel soru İçin teşekkür ediyorum Veli. İnsan­ların zayıf noktalan derken, meseleyi sadece fiziki bo­yuttan değerlendirmiyor ve bu insanların fiziki açıdan güçsüz olduğu yönlerini kastetmiyoruz. Çünkü birçok insanın en zayıf yönleri, bu insanlardaki en güçlü duy­gu ve isteklerin olduğu yönlerdir. İnsanlar arası ilişki­lerde nasıl ki bir arz talep boyutu varsa, insan ve şey­tan arasındaki ilişkilerde de buna benzer bir boyut vardır. Bu nedenle herhangi bir insanın hangi konuda çok güçlü bir isteği, her şeye rağmen elde etmek istediği bir talebi varsa; şeytan aleyhillane insanın bu yönüne İlgi duymakta ve onun her şeye rağmen elde etmek istediği talebe karşı şeytani teklifler arzetmekte-dir. Çünkü bu insanların en zayıf yönleri, en güçlü duy­gu ve isteklerin olduğu böylesi yönleridir,

Hocam, İnsanların bu istekleri yanlış veya ha­ram istekler mi?

Hayır Merve. Çoğu kez bu istekler makul ve mak­bul istekler olarak gözükebilir. Ancak herhangi bir in­san makul ve makbul olan bu isteğini her şeye rağmen elde etmek gibi aşın bir arzu içine girerse ve gözünü karartan bu arzu ile helal haram hudutlarından uzakla-şırsa, hiç farkında olmadan yüzünü şeytana dönmekte ve şeytanın müdahale alanına girmektedir. Bu neden­le şeytana karşı uyanık ve temkinli olmak isteyen in­sanların, kendilerini doğru tanımaları ve aşın istek ve­ya korkulardan kaynaklanan böylesi zayıf yönlerini bilmeleri ve dikkate almaları gerekir.

Hocam, şeytan insanlara hep zayıf yönlerinden mi yaklaşır?

İnsanların zayıf yönleri, şeytanın elbetteki müda­hale ettiği yönlerdir. Ancak şeytanın asıl müdahale et­mek istediği yönler, insanların kendilerine fazla güven­diği ve benlikten kaynaklanan bu güvenle Allah'a tevekkülden uzaklaştığı yönleridir. Çünkü insanlar za­yıf yönleri konusunda samimi bir kalp ile Allah'a sığı­nıp, Allah'tan yardım isterlerken; kendilerine güven­dikleri konularda aynı samimiyet ile Allah'a sığınıp, Allah'tan yardım dilemeye gerek duymayabilirler. Do-layısıyle İnsanların kendilerine aşırı güven duydukları böylesi yönleri, İlahi yardıma en uzak yönleri olduğu için, şeytan aleyhillaneye göre kullanılması en kolay yönleridir.

Evet, bu kısa açıklamadan sonra tekrar konumu­za dönebiliriz. Cennet bahçesinde yaşayan ve cennet nimetleriyle nimetlenen Adem Aleyhisselam İle Havva validemize, Rabbimiz sadece bir ağacın meyvesini ya­saklamıştı. Onlar bu ağacın kendilerine neden yasak­landığını bilmiyorlar ancak çok mutiu oldukları bu cen­nette ebedi kalmak istiyorlardı. İşte şeytan aleyhillane onlara bu zayıf noktalarından yaklaştı ve şöyle dedi.,

"Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, sadece, si­zin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kıhnmamanız içindir." Ve: "Gerçekten ben size öğüt ve­renlerdenim" diye yemin etti. [3]

Dikkat ederseniz şeytan aleyhillane onlara vesve­se verirken "Allah'ın böyle bir hükmü, böyle bir yasağı yok" diyerek, onları hükmü inkara davet etmemişti. Çünkü Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz bu hükmü bildikleri için, bu hükmü inkar etmezler, ede­mezlerdi. İşte şeytan aleyhillane bu hak hükmü inkar ettiremeyeceğini bildiği için, onları hükmü inkar etme­ye değil, doğru hükmü yanlış anlamaya davet etti. Da­ha açık bir ifadeyle hak hükme batıl yorum getirerek,

şeytani, amacına ulaşmak İstedi.. Günümüzde müslü-man gözüken birçok; din düşmanları da, Allah'ın, .hü­kümlerine', aynı şekilde yaklaşmaktadırlar. Ekınlar ın-sşnlârıri phühde Kur'an-ı Kerim ı ve Allah'ın ayetlerjni inkar etmezler. Fa.kai hak ölari ayetlere batıl yorumlar, batıl .açıklamalar getirerek, şeytanı, amaçlarına ujşş-friak isterler. İşte müslüman gözüken by. münafıklara, 'kendilerini gizleyen bu din düşmanlarına çok'dikkat et-menizgerekir    özellikler de vardır. Zaten bunun içindir ki insanların yaptığı iyi ve güzel davranışlar, meleklerin yaptığı iyi ve güzel davranışlardan çok daha değerlidir. Çünkü meleklerin fıtratında, meleklerin yaratılışında iyiliğin karşısında kötülük, güzelliğin karşısında çirkinlik yok­tur. Onlar sadece iyilik ve güzellik üzere yaratılmışlar­dır. İnsanlar ise içlerinde hissettikleri kötülüğe rağmen iyiliği, çirkinliğe rağmen güzelliği, isyana rağmen itaati tercih ederek, gerçekten takdir edilecek bir duruma, övgüye layık bir makama gelmektedirler. Böylesi in­sanlar, en hayırlı giysi olan takva elbisesini kuşanarak, fıtratlarında bulunan çirkin ve kötü özellikleri örten in­sanlardır.

Hocam, takva elbisesi ne demek?

Seda hanım!. Takva demek, Allah'tan korkmak ve Allah'tan gereği gibi sakınmak demektir. Bir insan Allah'tan korkar ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah'ın lutfuyla takva elbisesini giymiş, bu güzel elbi­seyi kuşanmış olur. Kumaş elbiselerimiz nasıl ki bizleri soğuktan koruyor ve vücudumuzun ayıp yerlerini örtü­yorsa; takva elbisesi de bizleri kötülüklerden koruyup, manevi fıtratımızdaki ayıp yerlerimizi örtmektedir. Nitekim Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, Allah'ın emrine itaat ederek söz konusu meyveye yak­laşmadıkları sürece, fıtratlarında yani yaratılışlarında bulunan bu çirkin özellikleri takva elbisesiyle örtmüş oluyorlardı. Ne zaman ki o meyveyi yediler, işte o an üzerlerindeki takva elbisesi açılmış, Allah'ın hükmüne karşı gelmek gibi çirkin vasıflan, Allah'a isyan etmek gibi büyük ayıpları kendilerine açılı vermişti.

Hocam, teşekkür ederiz.

Anladığınız için ben de teşekkür ederim Hamdi. Ayrıca bu güzel soruyu sorarak, meselenin bu önemli boyutunu konuşmamıza vesile olan Veli'ye de teşekkür ediyorum.

Evet, ayıp yerleri kendilerine açüıveren Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, önce şaşırdılar!. Çünkü şeytan aleyhillane kendilerine vesvese verirken "Allah'ın size bu ağacı yasaklaması, sizin iki melek ol­mamanız için.." demişti.'Bu vesveseye inanarak mey­veyi yedikleri zaman iki melek olacaklarını zanneden Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz, meleklere benzemek ve melekler gibi güzel olmak bir yana çok çirkin bir duruma gelmişlerdi!. Meyveyi yedikleri za­man kendilerine açılıveren yerleri, kendilerinin bile görmek istemeyecekleri, görmeye tahammül edeme­yecekleri kadar ayıp ve çirkin yerleriydi!. Nitekim bu ilk şaşkınlıkları geçtiği zaman cennet yapraklarıyla bu ayıp ve çirkin yerlerini gizlemeye, bir an önce örtme­ye çalıştılar. Oysa Allah'a isyan ile ortaya çıkan bu çir­kin ayıp, sadece cennet yapraklarıyla örtülebilecek bir ayıp değildi!. Ne yapacaklarını bilmeyen Adem Aley­hisselam ve Havva validemizin bu şaşkınlıklarını gören Rabbimiz, onlara şöyle hitap etti.,

Ben sizi bu ağaçtan men etmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık düşmanınız olduğu­nu söylememiş miydim? [4]

Burada önemle dikkat etmemiz gereken bir husus vardır. Rableri kendilerine seslenince Adem Aleyhisse­lam ve Havva validemiz; "Ya Rabbi şeytan bize geldi, şunları şunları söyledi ve Senin adına da yemin etti" di­yerek şeytanî suçlayıp kendi nefislerini temize çıkar­maya çalışmamışlardır. Böyle bir mazeretle kendilerini savunmaları, kendi nefislerini temize çıkarmaları mümkün değildi. Çünkü şanı yüce Rabbimiz her ikisi­ne de "Şeytanın onlar için apaçık bir düşman olduğu­nu" Önceden bildirmiş ve şeytanın düşmanlığından, şeytanın   vesveselerinden   sakınmalarını   emretmişti.

Dolayısıyle Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz suçu bizzat kendilerinde, kendi nefislerinde görerek Rablerine şöyle yönelmişlerdi.,

Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten kayba uğ­rayanlardan olacağız. [5]

Allah'ın hükmüne rağmen Adem Aleyhisselam'a secde etmeyen ve Allah'ın rahmetinden kovulan şey­tan aleyhillane, bildiğiniz gibi kendisini değil Adem Aleyhisselam'ı suçlamıştı. Kendilerine yasaklanan meyveyi yiyen Adem Aleyhisselam ve Havva valide­miz ise suçu kendilerini aldatan şeytanda değil bizzat kendi nefislerinde görerek Allah'a tevbe ve istiğfarla yönelmişlerdir. Şimdi size sormak istiyorum. Benzer olaylarla karşılaştığımız zaman bu iki tavınn hangisin­den sakınmamız, hangisini örnek almamız gerekmek­tedir?

Hocam bu çok kolay bir soru oldu. Elbetteki şeytanı değil, Adem Aleyhisselam'ı örnek alacağız.

Bu sorunun cevabı kolay olabilir Veli. Ancak bu kolay ve doğru cevabı dikkatlice yaşayabilmek, bu dos­doğru yaklaşımı vazgeçilmez bir prensip olarak haya­ta geçirebilmek zordur.

Nasıl?

Bak Veli!. Başımıza gelen bir hadisede karşı tara­fın yüzde doksan, bizim ise yüzde on hatamız olsa da­hi, karşı tarafı suçlayarak yüzde onluk hatamızı gör-memezlikten gelemeyiz. Çünkü biz karşı tarafın işlediği yüzde doksanlık hatadan değil, kendi yaptığı­mız yüzde onluk hatadan sorguya çekileceğiz. Dolayı­sıyle kendi hatamızı görerek kendimizi suçlamalı ve Öncelikle kendi hatamızı düzeltmeye çalışmalıyız.

Hocam anlıyorum, anlıyorum da, müslümanlar zaten böyle yapmıyor mu?

Ne yazık ki bir çoğu böyle yapmıyorlar, böyle yapmaları gerektiğini bilmiyorlar Veli. Şeytanın dostu olan bir müstekbir, bir politikacı veya dindar gözüken bir din düşmanı kendilerini aldattıklan zaman, suçu bu politikacılara ve aldatıcılara yükleyerek kendilerini te­mize çıkartmaya çalışıyorlar. Oysa bu aldatıcılar görev­lerini yapmışlar ve hala yapmaktadırlar. Şayet müslü­manlar bu aldatıcıların tesirinde kalarak aldanmışlar ise, kendilerini aldattıklan için aldatıcıları değil, bu al­datıcılara aldandıkları için kendilerini suçlamaları gere­kirdi. Çünkü bizler için bir uyarı, bir ikaz, bir hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'de, şeytan ve dostlarının müslümanlar için apaçık düşmanlar olduğu beyan edil­mektedir. Bunların yaptıkları ve yapabilecekleri kötü­lüklere işaret edilmekte ve tüm müslümanlara bunlar­dan sakınmaları emredilmektedir. O halde Kur'an-ı Kerim'i dikkate alan mü'minlerin şeytan ve dostlarını apaçık birer düşman olarak bilmeleri ve onlara karşı uyanık olmaları gerekmektedir.

Şayet düşman olarak bildirilen ve düşman olarak bilinmeleri gereken müstekbirler, düşman olarak bilin­meleri gereken aldatıcılar, cahili değer ölçüsüne göre dost kabul edinilmiş ve onlann telkinleri ile aldanılmış ise, bu müstekbirleri veya bu aldatıcıları suçlamanın bir faydası yoktur. Suçlu, aldatıcıları dost kabul eden müslümanlardır. Suçlu, aldanan müslümanlardır. Nitekim cehenneme yalnız aldatıcılar değil, İlahi vahiyle uyarıl­malarına rağmen aklananlar da girecektir.

Allah bizleri korusun hocam.

Allah'ın emirlerini, Allah'ın ikazlarını dikkate alır­sak, Allah hiç kuşkusuz ki hepimizi koruyacaktır Seda hanım.

 

Adem Aleyhisselam Ve Havva Validemizin Dünya­ya İndirilişleri

 

Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin dünya­ya indirilişleriyle ilgili kıssa, Kur'an-ı Kerim'in muhtelif bölümlerinde zikredilmektedir. Bakara suresinde bu olay şu şekilde anlatılmaktadır.,

Ve dedik ki: "Ey Adem! Sen ve eşin cennette yer­leş, orada olandan istediğiniz yerde bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." Fakat şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı ve on­ları bulundukları yerden çıkardı. Biz de "Kiminiz kimi­nize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar yerleşim ve meta vardır" dedik. Derken Adem, Rabbinden kelimeler aldı (O'na yalvardı). O da tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul eden­dir, esirgeyendir. Dedik ki: "Oradan hepiniz inin. Artık size Benden bir yol gösteren geldiğinde bu doğru yo­la uyanlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. "Küfredip, ayetlerimizi yalan sayan­lar İse, onlar ateşin halkıdırlar ve orada devamlı kala­caklardır.[6]

Evet, okuduğumuz bu ayetlerde de gördüğümüz gibi Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz yaptık­ları hatayı anlayarak suçu kendilerinde görmüşler ve Allah'a tevbe ederek, Allah'tan af dilemişlerdir. Tevvab ve Rahim olan, yani tevbeleri kabul ederek kullarını esirgeyen Allah Celle Celaluhu, Adem Aleyhisselam ve Havva validemizin tevbelerini kabui ederek, onlara ikinci bir fırsat daha vermiştir. Fakat bu fırsat artık cen­nette değil, dünyada yaşanacak bir fırsattır. Çünkü secde hükmünü yerine getirmeyen İblis denilen şeyta­nı rahmetinden uzaklaştıran ve kıyamet gününe kadar onu lanetleyen şanı yüce Rabbimiz, yaşanan bu olaylardan sonra hem şeytanın, hem de Adem Aleyhisse­lam ile Havva validemizin yeryüzüne İnmelerini emret­miştir.

Artık şeytan ile insanoğlu arasındaki tarihi müca­dele, bundan sonra yeryüzünde devam edecekti. İnsa­noğluna yeryüzünde kısa bir hayat verilecek, bu kısa­cık hayatta şeytanın vesveselerine rağmen Allah'a itaat eder, Allah'a kulluk yaparsa, bir daha hiç çıkmamak üzere cennete dönecekti. Çünkü bundan sonra şeyta­nın cennettekilere müdahale edebilmesi, onları cen­netten çıkarabilmesi mümkün değildi. Tabi ki bu duru­mun tam aksi de söz konusuydu. Şayet İnsanoğlu şeytanın vesveselerine aldanarak Allah'a isyan eder ve bu hal üzere ölürse, şeytanla birlikte ebedi cehenneme sürüklenecek ve oradan hiç çıkmayacaktı. Dolayısıyle insanoğlunun dünya hayatı, ebedi karşılığı cennet ya da cehennem olabilecek müthiş bir İmtihan hayatıydı.

İşte yeryüzündeki insanlık tarihi, böylesine muaz­zam bir imtihanla başlayan tarihtir. Bu imtihan tabi ki sadece Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz için geçerli bir imtihan değildi. Karşılığı ebedi cennet ya da ebedi cehennem olabilecek bu muazzam imtihan, Adem Aîeyhisselam ve Havva validemizin bütün ço­cuklarını ve onlar vesilesiyle dünyaya gelecek olan bü­tün bir İnsanlığı da içine alıyordu.

- Hocam. Adem Aleyhisselam ve Hava validemiz nasıl bir hata yaptıklarını ve dünyaya nasıl bir imtihan için gönderildiklerini biliyorlardı. Her şeyden önemlisi Rabbimize ve Rabbimizin emirlerine açıkça şahit ol­muşlardı. Oysa yeryüzünde doğacak diğer insanlar için böyle bir durum, böyle bir açıklık söz konusu değil. Onlar ne Rabbimiz ile ve ne de Rabbimizin emirleri ile açıkça karşı karşıya gelmediler.

Niye sustun Merve, lütfen devam et.

O halde nasıl oluyor da, aynı imtihanın içine gi­riyorlar?

Güzel bir merak ve güzel bir soru Merve hanım. Bu soru İle Kur'an-ı Kerim'e yöneldiğimiz zaman, A'raf suresinde şöyle bir cevapla karşılaşıyoruz.,

Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürri-yetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin), şahid olduk" demişlerdi. (Bunun nedeni,) Kıyamet günü: "Biz bundan habersiz­dik" dememeniz içindir Ya da: "Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise pnlardan sonra gelme bir kuşağız; İşleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin?" dememeniz İçin. [7]

Bu açık cevaptan anlamamız gereken açık ger­çek, Adem Aleyhisselam ile Havva validemiz nasıl ki İlahi gerçeklikle bizzat karşı karşıya gelmişlerse, kıya­mete kadar onlardan üreyecek olan tüm insanlar da aynı İlahi gerçeklikle karşı karşıya gelmişlerdir. Şanı yüce Rabbimiz kıyamete kadar dünyaya gelecek bütün insanları huzurunda toplamış ve biz insanlara apaçık olan bu İlahi gerçekliğini göstererek "Ben sizin Rabbi­niz deği miyim?" diye sormuştur. Rabbimizin İlahi ger­çekliğini Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz gibi açıkça gören, açıkça müşahade eden bizler, hiçbir kuş­ku duymadan "Evet, Sen bizim yegane Rabbimizsin" cevabını vermiş ve verdiğimiz bu cevaba kendimiz de şahit olmuştuk. Dünya yaşantısına geldikten sonra Ka-lu bela denilen bu olayı bizatihi hatırlamasak bile bu olaydaki şehadetimiz, her insanın fıtratında bulunan, her insanın yaratılışında yer eden bir şehadettir.

İşte bu nedenle dünya yaşantısına gelen her İnsa­nın fıtratında, her insanın yaratılışında, her insanın içinde bu İlahi gerçeklik vardır. Nitekim büyük bir teh­likeyle karşılaşan bütün insanlar, fıtratlarında hissettik­leri bu İlahi gerçeklikle "Allah" demekte ve Allah'tan yardım İstemektedirler. Çünkü her İnsanın fıtratında, her insanın içinde Allah ve Allah'a iman gerçeği var­dır. Zaten Allah'ı inkar eden insanlar, yaratılışlarında bulunan bu İlahi gerçekliğe rağmen inkar ettikleri için, bu inkarlarından sorumlu birer kafir durumuna düş­mektedirler.

Hocam akibetleri cehennem olan bu kafirler, keşke dünyaya hiç gelmeseydik, keşke bu imtihana hiç girmeseydik diyebilirler mi?

Diyemezler Fatih. Çünkü dünya yaşantısına gelen her insan, sonucu cennet ya da cehennem olan bu im­tihana kendileri talip olmuşlar, bu imtihanın sorumlu­luğunu bilerek ve isteyerek kendileri yüklenmişlerdir.

Bunu biraz açıklar mısınız!.

Tabi ki Fatih. Şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Ke-rim'in Ahzab suresinde bu meseleyle ilgili olarak şun­ları beyan etmekte, şu gerçekleri bildirmektedir.,

Gerçek şu ki, Biz emanetleri göklere, yere ve dağ­lara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir. Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların da tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. [8]

Hocam, bu ayetteki emanet ne anlama geliyor?

Lütfen acele etme Merve. Emanetin kelime anla­mı, emin ve güvenilir olunması istenilen bir kişiye bel­li bir süre korunup-muhafaza edildikten sonra geri alınması için bırakılan şeydir. Okuduğumuz ayette ge­çen emaneti yüklenmek ifadesi ise, karşılığı cennet ya da cehennem olan bir sorumluluğu kabul etmek anla­mına gelmektedir. Kendilerine teklif edilen emaneti yüklenerek bu sorumluluğun altına girenler; söz konu­su emanetin gereğini yapıp, bu emaneti korudukları zaman cennetle mükafatlandırılacaklar! gibi, bu ema­nete hainlik ettikleri zaman da cehennemle cezalandı­rılacaklardır. İşte dünyaya gelen bütün insanlar, yerle­rin ve göklerin bile yüklenmekten kaçındıkları böyle bir emaneti yüklenerek, böyle bir imtihanı kendileri kabul ederek dünyaya gelmektedirler.

Yerler ve gökler, bu emaneti veya bu sorumlulu­ğu yüklenmekten niye kaçındılar?

Güzel bir soru Veli!. Öyle sanıyorum ki yerler ve gökler bu sorumluluğun muhtemel karşılıklarından bi­ri olan mükafatı değil, bir diğer karşılığı olan ebedi azabı dikkate alarak korkmuşlar ve böyle bir sorumlu­luktan kaçınmışlardır.

O halde insanlar, bu sorumluluğun ebedi azap karşılığını değil, ebedi mükafat karşılığını dikkate ala­rak emaneti yüklendiler!.

Ben de aynı şekilde düşünüyorum Veli. Bu ema­nete riayet edildiği, bu emanet korunduğu zaman öy­lesine muhteşem bir mükafat vardı ki, tüm ilgilerini bu muhteşem mükafata çeviren insanlar, meselenin bir diğer karşılığı olan azabı yeterince dikkate almadan emaneti yüklendiler, yükleniverdiler!. Meseleyi tek ta­raflı düşünen bu insanların kendilerine karşı bir zalim­liği, nefislerine karşı bir cahilliği idi bu!.

- Yüklendikleri bu emanet neleri içeriyordu?

Bu soruya tek bir cevap veremeyiz Seda hanım. Dünya yaşantısına gelen her insanın, korumakla ve muhafaza etmekle yükümlü olduğu her şey bu emanet kavramının içine girebilir. Vücudumuz bize bir ema­nettir,   onun  doğal  ihtiyaçlarını  karşılamak  ve  onu zararlı şeylerden korumaya çalışmalıyız. Nefsimiz bize bir emanettir, onun sınır tanımaz isteklerine dur deme­li, onu haramlardan uzak tutmalı ve onu cehennem azabından korumalıyız. Eşlerimiz ve çocuklarımız biz­lere bir emanettir, onlara İyiliği emretmeli ve onları kö­tülüklerden uzak tutmaya çalışmalıyız. Bizlere verilen akıl, bizlere verilen bilgi, bizlere verilen mal birer ema­nettir, bunları yerli yerinde kullanmalı ve bunları ce­henneme değil, cennete birer vesile kılmalıyız.

Hocam en önemli-emanet hangisidir?

Hepsinin kendine göre önemi vardır Fatih. An­cak en önemlisi alemlerin Rabbi olan Allah'a verdiği­miz sözdür. Kalu belada "Evet, Sen bizim yegane Rab-bimizsin" diyerek verdiğimiz bu söze vefa göstermemiz ve dünya hayatında bu söze sadık kalarak yaşamamız-dır. Daha açık bir ifadeyle yegane Rab ve hüküm ko­yucu olarak Allah'ı bilmemiz, Allah'ı birlememiz ve O'nun hükmüne rağmen hüküm koyarak ilahlaşmaya çalışan tüm tağutlan reddederek, yüzümüzü sadece Allah'a dönmemiz ve yegane ilah olarak Allah'ı dikka­te alarak, Allah'a göre yaşamamızdır.

Hocam, insanlar için böyle yaşamak zor mu?

Elbetteki zor ve kolay yönleri vardır Merve ha­nım. Ancak bu soruya yeterli bir cevap verebilmemiz için, öncelikle genel olarak insanı ve insanın özellikle­rini tanımamız gerekecektir.

 

İnsanın Özellikleri Ve Kısa Bir Hikaye

 

İnsanın yaratılışına şahit olan meleklerin de ifade ettikleri gibi, insanlar birbirine zıd iki ayrı kutuba, iki ayrı özelliğe sahip varlıklardır. İnsanlarda Allah'a kulluk etmek, iyi ve güzel davranışlarda bulunmak, fakirlere yardım etmek, zayıflara acımak ve merhamet etmek gibi iyi ve güzel özelliklerin aksine; küfretmek, isyan etmek, zulmetmek, cimrilik yapmak, yalan söylemek, fesat çıkarmak, kan dökmek gibi kötü özellikler de vardır.

Allah insanlara, iyi özelliklerin yanısıra niye kö­tü özellikler de vermiş?

Güzel bir soru Seda hanım. Allah insanlara sade­ce iyi özellikler verseydi, insanlar melek gibi olur, in­sanların işlediği iyilik ve güzelliklerin imtihan dünyasın­da fazlaca bir değeri, fazlaca bir anlamı olmazdı. Fakat herhangi bir insan içinde hissettiği, şeytanın devamlı dürtmek istediği bu kötü özelliklere rağmen Allah'tan korkarak bu kötülüğü yapmaz ve iyi davranışları tercih ederse, Allah katında bu İyi davranışların çok büyük bir değeri, çok büyük bir mükafatı vardır. Çünkü nef­sin arzulanna ve şeytanın vesveselerine rağmen iyiliği ve güzelliği tercih etmek, gerçekten kahramanlık iste­yen zor ve değerli bir iştir.

Veli, anlattıklarımı çok dikkatli dinliyorsun. Söyle­diklerimi yeterince anlayabildin mi?

Anladım hocam.

O halde bizlere bununla ilgili bir örnek verebilir misin?

Hocam, mesela hoşlanmadığımız bir sözle, bir davranışla, bir olayla karşılaştığımız zaman içimizde bir öfke, bir kızgınlık, bir nefret hissedebiliyoruz. İşte içi­mizde hissettiğimiz bu duygulara rağmen sabreder ve

karşı tarafı affedersek, Alİah bu davranışımızı seviyor ve mükafatlandırıyor.

Çok güzel, gerçekten çok güzel bir örnek verdin Veli.

Hocam, bir örnek de ben verebilir miyim? Tabi ki Hamdi, seni dinliyoruz..

Allah insanlara mal ve para sevgisi vermiştir. İn­sanlar içlerinde hissettikleri bu mal ve para sevgisine rağmen fakirlere ve muhtaçlara yardım ettikleri, onla­ra para veya mal verdikleri zaman, dünya imtihanının bir sınavından geçmiş ve Allah'ı hoşnut etmiş oluyor­lar.

Allah sizlere rahmet etsin. Konuyu ne güzel anlı­yor ve ne güzel örneklendiriyorsunuz.

Elhamdülillah

Allah'a niye hamdettin Veli?

Güzel bir özelliğimiz varsa, bizlere bu güzel özel­liği veren Allah'a hamdetmemiz gerekmez mi?

Çok doğru söylüyorsun. Her güzel özelliğinizi, her iyi davranışınızı Allah'ın lutfundan, Allah'ın yardı­mından bilerek Allah'a hamdetmeniz gerekir ki, Allah sizlerdeki bu iyiliği ve güzelliği fazlalaştırsın.

Şimdi sizin verdiğiniz bu güzel örneklerden sonra ben de sizlere bu konuyla ilgili olarak kısa bir hikaye anlatayım.,

Geçmiş zamanlarda ihtiyar bir adam ve bu ada­mın beş oğlu varmış. Bunlar geniş bir çiftlikte yaşıyor­lar ve çiftliğin gündelik işleriyle uğraşıyorlarmış. Oğul­ların hepsi babalarına karşı saygılı olduklarından, babalarına itaat ediyorlar ve birbirleriyle uyum içinde geçiniyorlarmış. İhtiyar adam bir gün rahatsızlanıp öleceğini hissettiği zaman, bütün oğullarını yanına ça­ğırarak onlara şöyle demiş.,

Oğullarım, ben oldukça yaşlandım ve kendimi eskisi gibi iyi hissetmiyorum. Öyle sanıyorum ki, bizle­ri yaratan Rabbimize dönme zamanım yaklaştı. Allah'a hamdolsun ki, bana sizler gibi oğullar nasib etti. Hepi­niz Allah'a inanan ve sadece Allah'a kulluk yapan in­sanlarsınız. Ben öldükten sonra şeytanın aranıza fitne ve fesad sokmaması için, birinizin benim yerime geç­mesini ve aynı düzeni devam ettirmesini diliyorum. Tabi ki benim için kolay bir seçim değil bu!.

İhtiyar babalarının bu sözlerini dinleyen oğullar oldukça hüzünlenmişler. Ve hepsi birden "Babacığım, sen hangi kardeşimizi seçersen seç, bizler ona İtaat ederiz. Şeytanın aramızı ayırmasına, izin vermeyiz" demişler. İhtiyar baba, oğullarının bu cevabından duy­duğu hoşnutluk ile sözlerine devam etmiş.,

Sizden Allah razı olsun. Elbetteki bu görevi han­ginize verirsem vereyim, Allah korkusuyla bu görevi yerine getireceğine ve diğer kardeşlerinizin de yine ay­nı Alİah korkusuyla ona itaat edeceğine ben de inanı­yorum. Ancak yine de Allah'ın hoşnut olabileceği ha­yırlı bir karar verebilmek için sizlere bir soru sormak ve bu soruya vereceğiniz cevaplara göre bir sonuca ulaşmak istiyorum. Şimdi beni iyi dinleyin. Sizlere üç gün mühlet veriyorum. Bu üç günün sonunda, bana dünyadaki hem en iyi, hem de en kötü olabilecek bir şeyi getirmenizi istiyorum. Haydi Allah yardımcınız olsun.

İhtiyar babalarının yanından ayrılan oğullar, bu sorunun cevabını düşünmeye başlamışlar. Tabî ki bu küçük imtihanın bir gereği olarak birbirleriyle konuş­muyorlar, dünyada hem en iyi, hem de en kötü olabi­lecek şeyin ne olduğunu kendi kendilerine araştınyor-larmış.

Üç gün geçtikten sonra hepsi ihtiyar babalarının

yanına gelmişler. Önce küçük oğlu elindekilerini gös­termiş babasına. Elindeki yanan bir çırayı babasına uzatarak şöyle demiş.,

Babacığım. Dünyadaki en iyi ve en kötü şeyin ateş olduğunu sanıyorum. Çünkü bu ateş dikkatlice kullanıldığı zaman büyük faydalar sağladığı gibi, dik­katsizlik durumlarında büyük kötülüklere, büyük zarar­lara sebeb olabiliyor.

İhtiyar baba küçük oğluna tebessüm ederek "Doğru ve güzel bir cevab" dedikten sonra diğer oğlu­na dönmüş. Elindeki kitabı babasına gösteren bu oğul şöyle demiş.,

Babacığım. Dünyadaki hem en iyi, hem de en kötü olan şeyin kitab olduğunu sanıyorum. İçinde doğ­ru ve gerçek bilgiler olan kitablar, insanların dünya ve ahiret mutluluklarına sebeb olduğu gibi, içinde yalan ve yanlış bilgiler olan kitablar ise insanların dünya ve ahiret felaketlerine sebeb olmaktadır!

Başını sallıyarak bu oğluna teşekkür eden ihtiyar baba, elinde altın bir para tutan diğer oğluna dönmüş. Elindeki parayı gösteren bu oğul şöyle demiş.,

Babacığım. Ben dünyadaki en iyi ve en kötü şe­yin, para olduğuna inanıyorum. Helalından kazana­rak, hayırlarda kullandığımız para bizler için en iyi bir şey iken, helal haram demeyip onun peşine düşüldü­ğü ve onu üst üste yığmak için insanlara zulmedildiği zaman, bizler için dünyadaki en kötü şey durumuna gelmektedir. Bir başka deyişle para bizim için hayırlar­da bir hizmetçi durumunda ise en iyi, bizler İçin peşin­den koştuğumuz bir efendi durumunda ise en kötü şeydir.

İhtiyar baba bu oğluna da tebessümle bakarak "Bu da doğru ve güzel bir cevab" demiş. Sonra büyük oğlu elindeki paketi açarak, paketin içindeki koyun difini göstermiş babasına ve şöyle demiş.,

Babacığım. Ben İnsanlar için en iyi ve en kötü olan şeyin, bu insanların dili olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanların başına ne geliyorsa, dilleri yüzünden geliyor. Yeri geldiği zaman hak ve hakikati konuşan dilleriyle bir çok hayırlar kazandıkları gibi, susması ge­reken yerde susmayan, gıybet ve dedikodu eden dille­riyle de ciddi sıkıntılara ve büyük günahlara girebiliyor­lar.

İhtiyar babanın yüzünde yine bir tebessüm belir­miş. Büyük oğluna başını sallıyarak "Bu da çok güzel ve çok doğru bir cevab" demiş. Henüz bir cevap ver­meyen diğer oğluna bakınca, onun ellerinde hiçbir şey olmadığını farketmiş. Hayretle sormuş bu oğluna.,

Senin bir cevabın yok mu, sen bir şey getirme­din mi?

Ben kendimi getirdim babacığım!.

Nasıl?

Bence dünyadaki en iyi ve en kötü şey, insanın bizzat kendisidir. İnsan Allah'ın emirlerine itaat ederek Allah'a gerçek anlamda kulluk yaparsa, zulüm ve hak­sızlıklardan kaçınarak hak ve adaletten yana olursa, kendisini insanlardan alacaklı bir efendi olarak değil, insanlara borçlu bir hizmetçi gibi görerek onlara yar­dım ve merhamet duygularıyla yaklaşırsa, hiç kuşkusuz ki bu insan dünyadaki en iyi şey durumuna gelir. Fakat aynı insan Allah'a isyan eder, insanlara zulmeder, yer­yüzünde fitne ve fesat çıkarırsa, dünyanın en kötü şe­yi durumuna da gelebilmektedir.

Aradığı cevabı bulmuşçasına yüzü aydınlanan ih­tiyar baba, hiçbir şey söylemeden diğer oğullarına bak­mış. Diğer oğulları da son cevabı veren kardeşlerine hayranlıkla bakarak "Babacığım, en güzel cevab, bu kardeşimizin cevabıdır" demişler. İhtiyar baba başını sallıyarak "Ben de öyle düşünüyorum. Umarım ki ver­diği bu cevabı hiç unutmayarak, ben öldükten sonra sizlere sevgi ve merhametle yaklaşır" demiş.

Evet, hikayemiz burada bitiyor. Kısa ve basit olmasına rağmen anlamlı bir hikaye olduğunu düşünüyorum. Umud ederim ki ateş, kitab, para, dil veya insan söz konusu olduğu zaman bu kısa hikayeyi hatırlar, bu kı­sa hikayedeki doğru yaklaşımları birer prensip edinir­siniz kendinize. Artık Adem Aleyhisselam'ın yeryüzün­de devam edecek olan kıssasına dönebiliriz.

 

Adem Aleyhisselam'ın Yeryüzü Hayatı Ve Habil İle Kabil Kıssası

 

Allah'ın emri ve dilemesi gereği yeryüzünün iki ayrı yerine indirilen Adem Aleyhisselam ve Havva va­lidemiz, uzun bir süre birbirlerinden ayrı kaldılar. Bazı rivayetlerde Adem Aleyhisselam'ın Hindistan bölgesi­ne, Havva validemizin ise Mekke yakınlarındaki Cid­de'ye indirildiği bildirilir. Cennetten ve hanımından ay­rılarak yeryüzüne indirilen Adem Aleyhisselam, dünyaya yeni gelmiş bir bebek gibi ağlamaya başlamış ve bu ağlaması çok uzun yıllar sürmüştür.

Hocam, Hazreti Adem de dünyaya bebek ola­rak mı geldi? Dünyaya bebek olarak gelen bizler gibi, nereden geldiklerini, Allah'a nasıl bir söz verdiklerini hatırlamıyorlar mıydı?

Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz dünyaya yetişkin insanlar olarak gelmişlerdi Merve. Çünkü on­ları koruyacak, onları yetiştirecek büyükleri yoktu baş-' larında. Bu nedenle sadece onlar, sadece Adem Aleyhisseiam ve Havva validemiz yetişkin insanlar olarak gelmişlerdi dünyaya. Daha önce yaptıkları hatanın ve Rabbimize verdikleri sözün ne kadarını hatırlayıp-ha-tırlayamadıklarını ise Allah bilir.

Fakat Hazreti Adem'in ağladığını, uzun yıllar ağ­ladığını söylediniz!.

Bunu ben değil, Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem bildiriyor Merve!. Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem "Eğer Davud ve tüm yeryüzü ehlinin ağlamala­rı ile Adem'in ağlaması karşılaştırılsaydı, Adem'inki da­ha fazla gelirdi." buyuruyor.

Adem Aleyhisselam niye bu kadar çok ağlamış? Bu sorunun cevabını biraz düşünmenizi istiyorum

Seda hanım. Sizce neden, neden bu kadar çok ağla­mıştır Adem Aieyhisselam!.

Havva validemizden ayrı kaldığı için.

Cevaplardan birisi bu olabilir. Adem Aleyhisse­lam hiç kuşkusuz ki Havva validemize düşkün ve onu seven bir insandı. Sevdiği eşinden ayrı kaldığı için ağ­lıyor olabilir.

Fakat Havva validemiz fazla ağlamamıştır. Niye böyle söyledin Hamdi?

Kadınların böylesi ayrılık durumlarında genellik­le kıskançlık nedeniyle ağladığı söyleniyor. Yeryüzünde kendisinden başka kadın olmayan Havva validemiz, Adem Aleyhisselam'ı kimden kıskanacaktı ki!.

Bizleri gülümseten bu sözünü bir cevaptan ziya­de, hoş bir nükte olarak kabul ediyoruz Hamdi. Çün­kü eşlerini gerçekten seven kadınlar, kıskançlığın Öte­sinde sadece eşleri için, eşlerinin dayanılmaz yokluğu için ağlayabilirler. Evet, Adem Aleyhisselam'ın çok uzun yıllar neden ağladığı konusunda başka sözü olan var mı?

Hocam, yeryüzüne indirildiğinde şayet cenneti ve cennette yaptığı hatayı az da olsa hatırlıyorsa, bu­nun İçin ağlamış olabilir?

Çok güzel bir cevab Fatih, Şayet Adem Aleyhis­selam kendisine özel bir imtihan gereği, yeryüzüne in­mezden önce içinde bulunduğu cenneti ve cennetteki yaratılış biçimini az da olsa hatırlıyorsa, uzun yıllar bu­nun için ağlamış olabilir. Çünkü en güze! bir biçimde yaratılıp, her güzel şeyin, en güzel bir şekilde yer aldı­ğı cenneti gördükten, cennette bir süre yaşadıktan sonra, yeryüzünde durabilmek, yeryüzünde yaşayabil­mek hiç kolay değildir. Cennette iken hiç üşümeyen, hiç terlemeyen, hiç yorulmayan, hiç aç kalmayan, is­tediği yeri gören, istediği sözü duyan, istediği her ni­metten kolayca yararlanan ve tuvalet ihtiyacı hisset­meyen Adem Aleyhisselam, yeryüzüne indirildiğinde herhalde büyük bir şok, büyük bir şaşkınlık yaşamıştır. Çünkü yeryüzü bir cennet olmadığı gibi, kendisi de cennetteki yaratılışından farklı bir yaratılıştadır. Göre­bilme özelliği gözle, duyabilme özelliği kulakla sınırlan­dırılan bir özelliktir artık. Yeryüzünde olan hanımını görmek istese de göremiyor, duymak istese de duya-mıyordu!. Bir yerden bir yere gidebilmesi için nerede olduğunu bilmesi, gideceği yönü tesbit edebilmesi, uzun uzun yürümesi ve her türlü meşakkate katlanma­sı gerekiyordu. Büyük bir boşluk içinde, bomboş bir canlı durumundaydı sanki!. Artık üşüyünce örtünmesi, acıkınca yiyecek bulması, yemek yiyince çömeşerek tuvaletini yapması gerekiyordu.

Hocam, bazı belgesellerde gösterildiği gibi İlk in­sanlar çok ilkel miydiler?

Hiç sanmıyorum Merve. O gibi belgesellerde ilk insanlar, insan ile hayvan arası bir canlı gibi gösterili­yor. Oysa Ahsen-i takvim üzere yanı en güzel bir şekilde yaratılan insanın ilk hali de, evrim ve tekamüle ge­rek duymayan Önemli özelliklere, önemli güzelliklere sahip bir yaratılıştı. Ayrıca şanı yüce Rabbimizin Adem Aleyhisselam'a öğreticilik yaptığını ve ona bir­çok şeyin isimlerini öğrettiğini dikkate alırsak, Adem Aleyhisselam'ın Rabbimizden öğrendiği bu bilgi ile in­sanı ve insanlığı en iyi tanıyan kişilerden birisi olduğu­nu da söyleyebiliriz.

- Hocam, Adem Aleyhisselam'daki bu bilgi, fıtri veya genetik olarak diğer insanlara da geçmiş midir? Diğer insanların fıtratında da bu bilgi var mıdır?

Zor ve önemli bir soru Fatih. Bu önemli soruyu Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde düşündüğümüz zaman, bizlere bu konuda yol gösterebilecek iki gerçekle kar­şılaşıyoruz. Bunlardan birincisi Allah ve Resulleri tara­fından İlahi tebliğ ile tüm insanlara bazı gerçeklerin hatırlatılması; ikincisi ise yine Allah ve Resulleri tara­fından bu insanlara bilmedikleri gerçeklerin öğretilme-sidir. Kur'an-ı Kerim'de sık sık karşılaştığımız bu iki yaklaşımı dikkate aldığımız zaman, İlahi tebliğe muha­tap olan insanlann bilgilenme konusunda iki ayrı özel­liğe sahip olduklarını anlayabiliriz. Bunlardan birincisi bu insanların fıtraten bilmelerine rağmen unuttukları veya değişik nedenlerle örttükleri gerçeklerdir. İlahi tebliğin insanların bu yönüne yaklaşımı, insanlara bil­mediklerini bildirme değil; bu insanlann bilmelerine rağmen unuttukları veya örttükleri gerçekleri sadece hatırlatma niteliğindedir. İkinci yaklaşım ise insanların zaten bilmedikleri, hiç öğrenmedikleri gerçekler olup, İlahi tebliğin insanların bu yönüne yaklaşımı hatırlatma olarak değil, bu İnsanlara bilmediklerini öğretme nite­liğindedir. İlahi tebliğin bu iki yaklaşımını ve bu tebliğ karşısında insanların bu iki ayrı durumunu dikkate al­dığımız zaman, insanların fıtraten bildikleri ve bilmedikleri İlahi gerçekler olduğunu söyleyebiliriz.

Hocam, bilgi ve bilgilenme konusunda önemli ipuçları elde etmeme rağmen ben yine biraz önceki soruma döneceğim. İnsanların fıtraten bildiği İlahi ger­çekler, bu insanlann Kalu Bela'da gördükleri ve şehadet ettikleriyle sınırlı mı; yoksa Adem Aleyhisselam'a Öğretilen isimlerle de irsi veya genetik olarak bir İlgisi var mı?

Bu konuda kesin bir görüşe, kesin bir kanaate sa­hip değilim Fatih. Ancak Kur'an-ı Kerim sınırları için­de insan gerçeğini düşündüğüm zaman ulaştığım nok­tayı şu cümle ile açıklayabilirim. Adem Aleyhisselam'a Rabbimiz tarafından isimlerin bildirilmesi veya öğretil­mesi, Adem'den sonra gelecek olan insanlann fıtratın­da bu bilginin bizzat olduğuna değil; tüm insanlarda bu bilgilerin yerlerinin veya karşılığının olduğuna, bu bil­gileri Öğrenmeye meyyal ve yetenekli olduklarına işa­rettir.                                              

Hocam, ben anlayamadım!.

Biliyorum Hamdi. Zaten ben de anlamakta ve an­latmakta zorlanıyorum. İsterseniz meseleyi basit bir örnekle açıklamaya çalışalım. İnsanların herhangi bir bilgiyi tanıma ve anlama düzlemini, çok geniş ve pü­rüzsüz bir mermer düzlem olarak düşünelim. Bu mer­merdeki sert ve düz zemine, bir A bilgisi mermer oyu­larak yerleştirildiği zaman, o mermer zeminde hem A bilgisinin yeri ve hem de kendisi oluşmuş olur. İşte bu Rabbimizin öğretmesidir. Daha açık bir ifadeyle biz in­sanların bilgiyi tanıma ve anlama düzleminde, herhan­gi bir bilginin yeri ve karşılığı olmasa dahi; her şeye Kadir olan Rabbimizin Öğretmesiyle bizlerde bu bilgi­nin hem yeri, hem de kendisi oluşmuş olur.

Daha sonra bu mermer düzlemden A bilgisi alın­dığı zaman, bu düzlemde A bilgisinin kendisi yoktur ancak yeri vardır. Öyle sanıyorum ki bilgiyi tanıma ve anlama düzlemindeki bu yer, bu bilgi boşluğu, insanla­rın zihninde sorular oluşturmakta ve insanları bu soru­ların cevabını bulmaya yöneltmektedir. İşte insanlar arası öğretme ve öğrenme ilişkisi bu sahada gerçekle­şir. Daha açık bir ifadeyle herhangi bir insanın bilgiyi tanıma ve anlama düzleminde A bilgisinin yeri, A bil­gisinin karşılığı varsa, bu bilgiye sahip olan diğer bir insan, bu kişiye söz konusu bilgiyi verebilir. Çünkü peygamberlerde dahil olmak üzere tüm öğretici insan­lar, muhatap aldıkları insanların bilgiyi tanıma ve anla­ma düzleminde bir bilginin yeri ve karşılığı yoksa; bu insanlara söz konusu bilgiyi vermeleri, verebilmeleri mümkün değildir.

Öyle sanıyorum ki bu kısa ve basit açıklamamız, biraz önce söylediğimiz "Adem Aleyhisselam'a Rabbi-miz tarafından isimlerin öğretilmesi, Adem'den sonra gelecek olan insanların fıtratında bu bilginin bizzat ol­duğuna değil; tüm insanlarda bu bilgilerin yerlerinin veya karşılığının olduğuna, bu bilgileri öğrenmeye meyyal ve yetenekli olduklarına işarettir" sözümüze kısmi bir açıklık getirmiştir.

- Teşekkür ederim hocam. Yeterince anladığımı sanıyorum.

Ben de teşekkür ederim Fatih. Sadece basit bir yorum olan bu yaklaşımı, ilerki yıllarda diğer arkadaş­larının da yeterince anlayabileceğini umuyorum.

Evet, tekrar konumuza dönecek olursak Adem Aleyhisselam'ın yeryüzüne indikten sonra çok uzun yıllar ağladığını belirtmiş ve ağlama nedenleri üzerinde durmuştuk. Daha önce de söylediğimiz gibi Adem Aleyhisselam kendisine özel bir imtihan gereği, yeryü­züne inmezden önce içinde bulunduğu cenneti ve cennetteki yaratılış biçimini hatırlıyorsa, nasıl bir hata ya­parak bu cennetten çıkarıldığını biliyorsa, hiç kuşkusuz ki bunun için ağlamış, uzun yıllar bunun için ağlayarak tevbe etmiştir Rabbimize!. Tabi ki meselenin bu yönü­nü yeterince bilmediğimiz için, bu konudaki son sözü­müz yine "Allahualem" yani "Allah bilir" olacaktır.

Hocam, Rabbimiz ftazreti Adem'i yeryüzüne in­dirirken "Dedik ki: "Oradan hepiniz inin. Artık size Benden bir yol gösteren geldiğinde bu doğru yola uyanlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da ola­cak değillerdir. Küfredip, ayetlerimizi yalan sayanlar ise, onlar ateşin halkıdırlar ve orada devamlı kalacak­lardır." buyurmuştu. Yani Adem Aleyhisselam, dünya imtihanını başaramazsa nasıl bir ceza ile karşılaşacağı­nı biliyordu. Ebedi cehenneme girme korkusuyla da uzun yıllar ağlamış olamaz mı?

Bu önemli gerçekleri sizlerle konuşmak ne güzel. Teşekkür ederim Veli, senden ve arkadaşlarından Allah razı olsun. Söylediğin husus elbetteki çok önem­li. Adem Aleyhisselam'ın uzun yıllar ağlamasının önemli bir nedeni de, hiç kuşkusuz ki ebedi cehennem korkusudur. Ya şeytana tekrar aklanırsam, ya Allah'a itaatten tekrar uzaklaşırsam, ya Allah'a kulluğu unutur ve şeytanla birlikte ebedi cehenneme sürüklenirsem korkusu, Adem Aleyhisselam için gerçekten büyük, çok büyük bir korkudur. Bu korkuyla ağlaması, bu kor­kuyla ağlayarak Allah'a sığınması, hiç kuşkusuz ki biz­lere de örnek olması gereken bir durumdur. Çünkü ay­nı imtihan ve aynı akibetlerle bizler de, biz insanlar da karşı karşıyayız. Sana tekrar teşekkür ediyorum Veli.

Evet, büyük bir imtihan gereği yeryüzüne inen Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz uzun süre bir­birlerinden ayrı kaldılar. Görmek isteseler de göreme­diler, bulmak isteseler de bulamadılar birbirlerini. Çok uzun süren ve dualarla geçen bu hasret döneminden sonra Allah'ın yardımı gelmiş ve O'nun lutfuyla birbir­leriyle karşılaşmışlar, birbirlerini bulmuşlardır.

Hocam, hiç kuşkusuz ki birbirlerini bulmaları Allah'ın yardımıyla olmuştur.

Doğru bir söz Hamdi. Ancak bu doğru cevaba nasıl vardın?

Hocam, geçenlerde bir arkadaşla fuara gitmiş­tik. Nasıl olduysa birbirimizi kaybettik. Bir süre birbiri­mizi aradıksa da, bulamayacağımızı anlayarak vazgeç­tik.  Bizler küçücük fuarda birbirimizi bulamıyorsak, hazreti Adem ile Havva validemiz Allah'ın yardımı ol­madan koskoca dünyada birbirlerini nasıl bulacaklar?

Teşekkür ederim Hamdi, gerçekten güzel açıkla­dın. Evet, birçok rivayete göre Adem Aleyhisselam ve Havva validemiz Mekke yakınlarındaki Müzdelife böl­gesinde karşılaşmışlar, Allah'ın yardımıyla Müzdeiife'de birbirlerine kavuşmuşlardır. Allah'ın emri gereği Mek­ke'ye giden Adem Aleyhisselam, bugün bütün dünya müslümanlarının ziyaret ettiği Kabe-i Muazzamayı ilk İnşa eden ve Kabe'yi ilk tavaf eden insandır. Daha son­ra hanımıyla birlikte Hindistan'a dönmesine rağmen her yılın muayyen zamanında Mekke'ye gelerek Kabe-i Muazzamayı ziyaret eder, hac görevini yerine getirir­di.

Yine rivayetlere göre Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin, birisi kız diğeri erkek olmak üzere genellikle ikiz çocukları olurdu. Şanı yüce Rabbimiz İn­san neslinin üreyebilmesi için, sadece Adem Aleyhis­selam ile Havva validemizin bu çocuklarına birbirleriy­le evlenme izni vermişti. Fakat yine de İkiz "kardeşlerin birbiriyle evlenmesine izin verilmiyor, ikiz kardeşlerden bir erkek, diğer ikiz kardeşlerden bir kız ile evlenebili­yordu.

Ve böylece yeryüzündeki insan nesli çoğalmaya başladı. Uzun yıllar ömür süren Adem Aleyhisselam, çocuklarının babası, torunlarının dedesi, torunlarının torunlarının büyük büyük dedesi olmasıyla beraber, hızla genişleyen bu ailenin aynı zamanda bir peygam­beri idi. Çocuklarını, torunlarını ve torunlarının torun­larını Allah'a kulluğa davet ediyor, onları şeytandan ve şeytana aldanmaktan sakındırmaya çalışıyordu.

Bütün bu uyarılara rağmen ademoğullan arasın­daki İlk ciddi ihtilaf, Habil ve Kabil arasında yaşanmış­tı. Evlenecekleri kız ya da birbirlerine karşı üstünlük hususunda çıkan bu ihtilaf büyümüş, iki kardeşi karşı karşıya getirmişti. Mesele babalan ve peygamberleri olan Adem Aleyhisselam'a intikal edince, Adem Aley­hisselam her ikisinin de Allah'a bir kurban sunmaları­nı ve Allah hangisinin kurbanını kabul ederse, diğeri­nin bu iddiadan vazgeçmesini söylemişti.

Rivayetlere göre çiftçilik yapan Kabil, cimrilik ya­parak mahsulünün kötü tarafından bir demet buğday almış ve adak olarak bunları sunmuştu Allah'a. Hay­vancılık yapan Habil ise Allah'a bir adak, bir kurban olarak koyunlarından en güzelini seçmişti. Netice ola­rak Rabbimiz Habil'in kendisine sunduğu kurbanı ka­bul edince, Kabil'in kıskançlığı daha da artmış ve şey­tanın körüklediği bu kıskançlık ve hased ile "Seni mutlaka öldüreceğim" diyerek Habİl'i tehdit etmişti.

Habil önce nasihat etmek istedi kardeşi Kabil'e. "Allah ancak muttakilerin kurbanını kabul eder" diye­rek, kardeşi Kabil'i muttaki olmaya, yani Allah'tan kor-kup-sakınmaya davet etti. Fakat Kabil'e tesir etmemiş­ti bu sözler. Kardeşini öldürmek için onun üzerine yürürken, Habil yine şunları söyledi kendisine.,

"Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ancak sen Allah'tan korkmaz ve beni öldürürsen, hem kendi günahını ve hem de benim günahı­mı yüklenerek ateşin halkından olmanı isterim. Çünkü zulmedenlerin cezası budur."

Kardeşinin bu güzel sözlerini değil, içindeki şeyta­nın kışkırtmalarım dinleyen Kabil, nefsindeki kin ve kıskançlık duygularıyla yerden bir taş alarak kardeşi Habil'i öldürdü. İşte bu an, insanlık için ilk utanç anıy­dı. Allah'a kulluk için yaratılan ve diğer insanlara mer­hametle yaklaşması gereken bir insan, nefsine uyarak ve şeytana aldanarak bir insanı öldürmüş, bir İnsanı öl-dürüvermiştî. Yeryüzünde akan ilk kan, insanlığın alnı­na sürülen ilk kanlı lekeydi bu!.

Kardeşinin kanlar içindeki cesediyle başbaşa ka­lan Kabil, bu cesedi ne yapacağını, ne yapması gerek­tiğini bilemedi!. Çünkü yeryüzündeki ilk ölüm olayı idi bu. Yeryüzünde ölen ilk insan, hastalanarak ölen de­ğil, öz kardeşi tarafından kanı akıtılarak öldürülen Ha-bil'di. Hırs ve Öfke ile kardeşini öldüren Kabil, uzun sü­re böyle bir şaşkınlık, böyle bir acizlik içinde kaldı. Yerde boylu boyunca yatan ve hiç hareket etmeyen kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemiyordu. Rabbi-miz bu şaşkınlık içindeki Kabil'e, yeri eşeleyerek cese­di nasıl Örteceğini gösteren bir kargayı gönderdi. Da­ha önceleri kendisiyle Övünen, kendisiyle büyüklenen Kabil, kendisine yol gösteren bu kargayı görünce "Ba­na yazıklar olsun. Kardeşimin ölü cesedini örtmek İçin bu kargadan bile daha aciz kaldım?" diyerek, pişman­lık duyanlardan olmuştu.

Şimdi bana söyler misiniz. Kur'an-ı Kerim'de biz­lere bu hadiseyi bildiren Rabbimiz, Kabil ve Habil ara­sında geçen bu hadiseyi bizlere niye bildiriyor?

Böylesine kötü bir olayı, bizler de yaşamayalım diye.

Doğru söylüyorsun Hamdİ. Allah bizleri böyle bir olaydan, böyle bir olayı yaşamaktan korusun. Ancak hiç istemememize rağmen buna benzer bir olayla kar­şılaşırsak, Efendimiz Salîallahu aleyhi ve sellem'in na­sihatini dinlememiz ve böyle bir olayda Habil gibi dav­ranmamız yani bir kardeşimize, bir müslümana öldürmek kastıyla elimizi kaldırmamamız gerekir.

Karşımızdaki kardeşimiz bizi öldürmek istiyor­sa!.

Zaten böyle bir olaydan bahsediyoruz Fatih. Kar­şımızdaki kardeşimiz bizi öldürmek istese bile, bizler ancak onu engellemeye çalışabiliriz, onu öldürmeye değil!. Çünkü iki müslüman birbirlerini öldürmek kas­tıyla vuruşurlarsa, ölen de, öldüren de cehenneme git­mektedir.

Öldürenin neden cehenneme gittiği belli. Fakat ölen kimse niye cehenneme gidiyor?

Aynı soru Efendimiz Sallallahu, aleyhi ve sellem'e sorulduğu zaman "Çünkü ölen kimse de, karşısındaki kardeşini öldürmek istiyordu" buyurmuştur. Böylesi durumlarda bir insanın kardeşini Öldürmesi ile, karde­şini öldürmek kastıyla ona vurması, onunla vuruşması aynı şeydir. Bütün müslümanlann kardeş olduğunu bil­memiz ve böylesi bir duruma düşmekten Allah'a sığın­mamız gerekir.

Dünya hayatında bir oğlunun diğer oğlunu öldür­mesi gibi büyük üzüntüleri yaşayan Adem Aleyhisselam, Allah'a kulluk ile dolu bin yıl civarında bir ömür sürdükten sonra vefat etmiştir.

Hocam, Adem Aleyhisselam bin sene kadar mı yaşamış?

Evet Merve, rivayetlere göre bin sene kadar. An­cak Adem Aleyhisselam'ın bin senelik bu uzun ömüre pek sevindiğini zannetmiyorum. Çünkü nasıl bir cen­netten çıkarıldığını ve müslüman olarak ölünce nasıl bir cennete döneceğini bilen bir insan için, gerçekten çok uzun bir ömürdür bu!. Adem Aleyhisselam bizler gibi altmış-yetmiş yıllık bir ömrü olmasını ve bu kısa ömrü Allah'a kulluk ile geçirip cennete dönüvermeyi herhalde daha çok isterdi.

Biz insanlar ise hep uzun yaşamak istiyoruz!. Müslüman olarak öldüğümüzde Allah'ın lutfuyla gireceğimiz cenneti bilsek, bizler de uzun yaşayabil­mek için bu kadar tutkulu, bu kadar ısrarlı olmazdık Merve. Kaldı ki uzun ömür sahibi olmak demek, uzun yıllar Allah'a kullukta sebat etmek, bu kulluğu uzun yıl­lar sabırla yaşamak demektir. Altmış-yetmiş yıllık kısa­cık ömürlerinde bile Allah'a kullukta sebat edemeyen günümüz insanlarına Rabbimiz bin yıllık bir ömür ver­seydi, hiç kuşkum yok ki bu bin yıllık ömür sonunda azim ve sebat ile doğru yolda kalabilen müslüman sa­yısı yok denecek kadar az, çok çok az olurdu!.

Hocam, bu söyledikleriniz doğru olmasına rağ­men, müslümanlar da dahil olmak üzere insanlar yine de uzun yaşamak istiyorlar!. İnsanlardaki bu uzun ya­şama isteği nereden kaynaklanıyor?

Bunun fıtri ve nefsi olduğunu düşünüyorum Fa­tih. Bizler Rabbimizin lutfuyla ebedilikle tanışan, ebe­diliğin ne olduğunu bilen ve bu nedenle ebedi yaşamak isteyen canlılarız. Ebedi hayata karşı bu vazgeçilmez düşkünlük Adem Aleyhisselam ve Havva validemizde de olduğu için şeytan aleyhillane onlara bu yönlerin­den yaklaşmış ve "Rabbinizin bu ağacı size yasaklama­sı, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlar­dan kılınmamanız içindir" vesvesesini vermiştir. Nitekim nefislerine cazip gelen bu vesveseye inanan Adem Aleyhisselam ile Havva validemizin, ebedi yaşayanlardan olabilmek için yasaklanmış ağaca yaklaş­mışlar ve o ağacın meyvesinden' yemişlerdir. Çünkü ebedi yaşayanlardan olma tutkusu, onlar için vazgeçil­mesi mümkün olmayan bir tutkuydu.

İlk iki insandaki bu ebedilik tutkusu, fıtri olarak di­ğer bütün insanlarda da vardır. Özellikle ruhlarımızın yakinen tanıdığı ve derinlemesine anladığı bu ebedilik duygusu, her insanda bulunan bir duygudur. Böyle bir ebedilik duygusuna sahip olmalarına rağmen kendile­rini sadece toprak bir bedenle tanımlayan ve yeniden dirilişi dikkate almayan insanlar; ölüm hadisesiniiii bir yokoluş olarak görmekte ve bu yokluk düşüncesinden güçleri nisbetince kaçmaya çalışmaktadırlar. Bu insan­lar aslında Ölümden değil, ölüme yükledikleri yokluk düşüncesinden, yokoluş duygusundan kaçmaktadırlar. Çünkü frtraten ebedilikle tanıştıkları ve ebedi yaşama­ya çok düşkün oldukları için, böyle bir yokluk düşün­cesini ve yokoluş duygusunu benimseyebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle güçleri .nisbetince ölüm­den uzaklaşmak ve hiç ölmeyecekmiş duygusuyla uzun yıllar yaşamak isterler!.

Zaten bu nedenledir ki İlahi hakikatleri ısrarla in­kar eden kafirler, şeytan aleyhillanenin "Sizin hayatı­nız, sadece bu dünya hayatıdır" vesvesesine inanarak yeniden dirilişi de inkar etmelerine rağmen, ebedilik­ten bir türlü vazgeçemeyen kalplerinin gizli bir köşe­sinde bu düşünceye yer vermekte ve kendi kendilerine "Ben ölümle birlikte yok olacağımızı sanıyorum. An­cak bu müslümanların yeniden dirilişle ilgili olarak söy­ledikleri doğru ise bu benim İçin de güzel bir şans olur. Çünkü her nerede olursam olayım, varolmaya devam edeceğim!." diyebilmektedirler. Tabi ki şaşırtıcı bir du­rum değildir bu!. Çünkü bu insanlardaki yokluk korku­su ve ebedilik tutkusu, inanmadıkları cehennem korkusundan çok daha fazladır. Oysa bu insanlar cehen­nemle karşılaştıkları zaman ebedi varoluş tutkusundan hemen uzaklaşacaklar ve feryatlar içinde "Ya Rabbi bi­zi helak et, bizi yok et" diye yalvaracaklardır.

Hocam, bizler ömür ve ölüm hadisesine nasıl yaklaşmalıyız?

Öncelikle kendimizi doğru tanımlamalıyız Fatih. Bizler ezeli olmasak da, ebedi varlıklarız. Önümüzde hiç kuşku duymayacağımız ebedi bir hayat vardır. Bu ebedi hayatın bir saat kadarlık bölümünü, şu an ki ge­çici ve ölümlü bedenimizle bu dünyada yaşıyoruz. Ruhlarımızın tanış olduğu ebedilik duygusu, beşeri ne­fislerimize ebedilik tutkusu olarak yansımaktadır. Ne-fislerimizdeki bu ebedilik tutkusu, geçici ve ölümlü be­denimize bakarak bizleri ebedi varoluşla ilgili bir endişeye, yokoluşla ilgili bir korkuya sevketmemelidir. Çünkü bizler istesek de, istemesek de ebedi bir hayat­la karşı karşıyayız. Rabbimizin bizlere apaçık vaadi bu­lunan bu konuda en ufak bir endişeye, en ufak bir kuş­kuya kapılmamalıyız. Bizler İçin önemli olan ve önemsememiz gereken husus, önümüzdeki ebedi ha­yatın nasıl olacağıdır. İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, şu an geçici bedenimizle yaşadığımız kısacık dünya hayatı büyük bir önem kazanmaktadır. Çünkü bir saat kadarlık bu dünya yaşantımız, bizlerin ebedi akibetini belirleyen bir yaşantı olacaktır. Her müslü-man gibi bizler de bu kısacık dünya hayatını Allah'a kullukla geçirmek ve şanı yüce Rabbimize açık bir alın­la kavuşmak isteriz. Bizler için bu ömürü nerede geçir­diğimiz değil, nasıl geçirdiğimiz önemlidir. Allah'ın emirlerini dikkate alan bir müslüman gibi yaşıyorsak, her an beklediğimiz ölüm meleği, bizler için bir müjde meleği olacaktır.

Allah'tan uzun ömür isteyebilir miyiz?

Yaşadığımız ömür, Allah'a kullukla geçirmek is­tediğimiz hayırlı bir ömür ise bu ömürün uzun olma­sını dilememizde hiçbir sakınca yoktur. Nitekim Resu-lullah Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de "Allah'dan hayırlı ve uzun ömür dileyin" buyurmuş­lardır. Tabi ki doğru bir temenni ve doğru bir duadır bu. Hepinizin bildiği gibi cennet, mü'minlerin Allah'ın lutfuyla hoşnut olacakları bir yerdir. Dünya ise bu mü'minlerin Allah'ı hoşnut edebilecekleri bir yerdir. Dolayısıyle Allah tarafından hoşnut olmanın Ötesinde, Allah'ı hoşnut etmeyi dileyen müslümanlar için, dün­ya vakitleri cennet vakitlerinden çok daha değerlidir. Çünkü her güzel şeyin en güzel bir biçimde olduğu cennette dahi, Allah'ı hoşnut edebileceğimiz böylesi vakitler yoktur. Umud ediyorum ki sizler de meseleye bu rahmetli açıdan bakacak ve şanı yüce Rabbimizi daha çok hoşnut edebilmek için "Hayırlı ve uzun ömür dileyen" müslümanlardan olacaksınız. Bu güzel temenni ile bu bölümü bitiriyoruz.

Alemler içinde selam olsun Adem Aleyhisselam'a ve onun iman eden evladlarına..

 

Nuh Kavmi Ye İlahi Davet

 

Adem Aleyhisselam'ın vefatından sonra oğlu Şit Aleyhisselam'ın ve daha sonra İdris Aleyhisselam'ın peygamberlik dönemleri vardır. İdris Aleyhisseiam'ın, terzilerin piri yani üstadı olduğu da söylenir.

İdris Aİeyhisselam'dan sonraki dönemlerde ade-moğullan ilk kez toplu bir şekilde doğru yoldan ayrıl­maya, Vedd, Suva, Yeğus, Ye'uk ve Nesr adını verdik­leri  putlara tapmaya başlamışlardı.  Aslında bu put

isimleri, geçmişte yaşayan salih kimselere aitti. Bu sa­lih kimseler ölünce şeytan aleyhillane onların kavimle­rine "Salih kişilerinizin oturmuş oldukları yerlere, onla­rın hatırasına dikitler dikin ve bunlara onların isimlerini verin" telkininde bulundu. Halk bir sevgi ve saygı ifadesi olarak gördükleri bu telkine uyarak, söy­leneni yaptılar. Önceleri bu dikitlere, bu taşlara karşı bir tapınma yoktu. Ancak sonraki nesiller bu dikitlere, bu taşlara manevi güçler nisbet etmeye ve onlara adaklarda bulunmaya başladılar. Tarihsel süreç Nuh kavmi zamanına gelince, bu tapınma toplumsal bir ço­ğunluk ile en üst noktasına ulaşmıştı.

İnsanlar ve insanlık için en tehlikeli dönemler, bi­rer batıl olan putlara insanların topluca yöneldikleri böylesi dönemlerdir. Çünkü bir yalanı veya bir putu topluca kabul eden İnsanlar, artık çoğunluğun kabul ettiği bu yalanı veya bu putu hiç sorgulamazlar. Her­kesin kabul ettiği bu putlar, bu yalanlar, tartışmasız doğru kabul edilen bir realitedir artık!. Toplumun bü­yük bir çoğunluğu "Şu gördüğünüz kutsal abide, bizim dünyamızı aydınlatan, bizi ısıtan, bizim ürünlerimizi büyüten, bizi hastalıklardan koruyan güneş tanrımız-dır!.." dediği zaman, çoğunluğun bu görüşüne karşı çıkmak adeta mümkün değildir. Tabi ki mesele bu nok­taya geldiği zaman şeytan aleyhillanenin, şeytani bir yaklaşımını da dikkate almamız gerekir. Sapıtan ve sa­pıklığa davet eden insanların akıl hocası olan şeytan aleyhillane, bu putlara Rabbimizin bazı vasıflarını yani insanların en doğal ihtiyaçlarını giderme özelliğini yük­lemektedir. Ara sıra hastalanan ve değişik zorluklarla tarlalarını eken insanlar, hiç kuşkusuz ki sağlıklı olma­nın yanı sıra ürünlerinin de büyümesini ve bereketli ol­masını isterler. Bir puta toplum tarafından böyle bir misyon yüklendiği zaman, bu misyon akıllarına pek yatmasa dahi putlara karşı çıkarak kendi sağlıklarını ve ürünlerini riske atmak istemezler. Çünkü onlara göre putlara inanmanın veya inanır gözükmenin değil, kos­koca toplumun İnandığı bu putları inkar etmenin bir riski vardır. Dolayısıyle böyle bir riske girmeden, ço­ğunluğun peşinden gitmeyi tercih ederler. Bu kimseler İçin doğruluk ölçüsü, çoğunluğun görüşüdür artık!.

Demokrasilerde olduğu gibi!.

Evet Fatih, çoğunluğun görüşünü esas alan de­mokrasilerde olduğu gibi!. Zaten Allah'ın hükmünü esas alan müslümanlar ile, çoğunluğun görüşünü esas alan demokratlar arasındaki fark da budur. Müslümanlar için doğruluk ölçüsü, çoğunluğun görüşü değil Allah'ın hükmüdür. Çünkü müslümanlar, bir kişiyi aldatabilen şeytanın, zaman içinde toplumsal bir çoğunluğu da al-databileceğini bilirler. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır.,

(Şeytan) Dedi ki: "Madem öyle, beni azgınlığa uğ­ratmana karşılık, ben de onlar(ı saptırmak) İçin mutla­ka Sen'in dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra da onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.[9]

Rabbimiz, şeytan aleyhillanenin "Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın" sözüne itiraz etmemiştir. Çünkü ne yarattığını hakkıyle bilen Rabbimiz, insanla­rın ve cinlerin büyük bir çoğunluğunun cehennemlik olduğunu da bilmektedir. Bunu bildiği için çoğunluğu temize çıkarmamış ve Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem'in şahsında tüm müslümanları şu ayet-İ kerime ile çoğunluktan ve çoğunluk düşüncesinden sakınma­ya davet etmiştir.

Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olur­san, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp saptınrlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle' yalan söylerler. [10]

Rabbimizin bu apaçık uyarısını dikkate alan müs-lümanlar için doğruluk ölçüsü, elbetteki çoğunluğun görüşü değil Allah'ın hükmüdür. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i ve Rabbimizin İlahi uyarılarını esas alan bu müslümanlar, az önce de belirtiğimiz gibi bir kişiyi aldata-bilen şeytanın, zaman içinde toplumsal bir çoğunluğu da aldatabileceğim bilirler. Nitekim toplumsal bir ço­ğunluk ile putlara yönelen Nuh kavmi, binlerce tarih­sel örnekten sadece bir tanesidir.

İşte insanların topluca azdığı, sapıklığı doğru yol zannettiği böyle bir dönemde, Rahman olan Rabbimiz yeni bir peygamber olarak Nüh Aleyhîsseiam'ı gönder­di. Bir peygamber oiarak seçilen ve görevlendirilen Nuh Aleyhisselam, gece ve gündüz, gizli ve açık ola­rak kavmini uyarmaya başladı. Kur'an-ı Kerim'de bildi­rildiğine göre, Nuh Aleyhisselam şöyle sesleniyordu kavmine.,

"Ey kavmim, gerçek şu ki ben size alemlerin Rab-binden gönderilmiş apaçık bir uyarıcı, bir korkutucu­yum. Sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir gü­nün azabından korkmaktayım. Çünkü Allah'a eş koş­mak, Allah'tan başkasına tapmak, büyük bir zulümdür. Artık tevbe edin, Rabbinizden mağfiret isteyin, Allah hiç kuşkusuz ki çok bağışlayandır, çok yücedir. Gör­müyor musunuz, yedi göğü birbirleriyle bir uyum için­de yaratan sadece Allah'tır. Ve ayı da bunlar içinde bir nur olarak kılmış, güneşi de bir kandil yapmıştır. Yer­yüzünü sizin İçin bir yaygı kılmış ve içinde gezip doİa-şabilmeniz için geniş yollar bırakmıştır. Toprağa ektiği­niz bir tohumu topraktan bitirmesi ve yetiştirmesi gibi, sizleri de farklı güzelliklerde, farklı tavırlarda yaratan

ve yetiştiren Allah'tır. Sonra sizi Öldürecek ve tekrar di­rilterek hesaba çekecektir. O halde beni dinleyerek, bana itaat ederek Rabbinizden mağfiret dileyin ve sa­dece Allah'a kulluk edin ki sizi bağışlasın, üzerinize gökten bol miktarda yağmur yağdırsın. Size mallar ve çocuklarla yardımda bulunsun. Size ürün yüklü baglar bahçeler versin, ırmaklar akıtsın.."

Güzel bir davet.

Gerçekten çok güzel ve çok açık bir davet Fatih. Zaten günümüz müslümanlarının da dünya insanlarına götürmesi gereken davet, bu içerikteki bir davettir. Öyle değıil mi Fatih?

Evet hocam.

Evet dediğin için sana şu soruyu sormak istiyo­rum. Her ülkenin ileri gelen delegelerinin katıldığı Bir­leşmiş Milletler genel kuruluna konuşmacı olarak çağ-nlsan, Nuh Aleyhisselam'ın yaptığı bu daveti, kalbi bir mutmainlikle o İnsanlara yapabilir misin?

Şu an bilemiyorum!.            

Bilemiyorum cevabını bile, olumlu bir cevap ola­rak algılıyorum. Çünkü kendilerine müslüman aydın, müslüman entelektüel denilen birçok kimse, Birleşmiş Milletlerde böyle bir daveti yapmaktan utanırlar. Aşa­ğılık kompleksiyle kızaran yüzleriyle bize bakarak "Üst seviyedeki o delegelere böyle basit bir davet yapılır mı?" derler. Oysa basit dedikleri bu davet, her çağda­ki insanlara götürülmesi gereken evrensel bir davettir. Herhangi bir insan müslümanım demesine rağmen böyle bir daveti yapmaktan ne kadar çekiniyor veya utanıyorsa, o insan İlahi hakikatlerden ve yapılması gereken İlahi tebliğden o kadar uzak demektir.

Fatih, şimdi meselenin öteki yönüne geçelim. Di­yelim ki Nuh Aleyhisselam güdümüzde yaşıyordu ve Rabbimizin verdiği bir imkan ile Birleşmiş Milletler genel kuruluna giderek bu daveti yaptı. Sana göre muh­temel tepki ne olurdu?

Her halde gülüp-geçerlerdü.

Hiç kuşkun olmasın ki gülüp-geçerlerdi Fatih. "Bizler bilimle, teknolojiyle, modern tıpla, genetikle, uzayla uğraşıyorken; bizlere topraktan, ekinden, yağ­murdan bahseden bu adam da neyin nesi?" derlerdi. "Bizler bu gibi basit işleri üçüncü dünya ülkelerinin çiftçilerine bırakmışken, bu adam bize ne diyor, bizi neye davet ediyor" diyerek, Nuh Aleyhisselam'm ge­nel kurul salonundan çıkarılmasını isterlerdi. Oysa bu şaşkınlar bilmezler ki bilim ve teknoloji, insanların te­mel ve doğal ihtiyaçları değildir. Rabbimiz dünya gene­line birkaç yıl kuraklık verse, dünya insanlarının genel gündeminde yağmurdan, topraktan ve ekinden başka bir şey olmayacaktır. Ama böyle bir olasılığı hiç dikka­te almadıkları için, Nuh Aleyhisselam'm apaçık daveti­ni, apaçık bir alay ile karşılarlar. Hatta kendilerine müslüman denilen ülkelerin temsilcileri, Nuh Aleyhis-selam adına genel kuruldan özür dileyerek "Nuh deni­len bu kişinin, biz müslümanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu mecnun adam, ne dediğini bilmemektedir" derler. Tabî ki bu duruma hiç şaşırmamamız gerekir. Çünkü binlerce yıl önce yaşayan Nuh kavmi nasıl bir sapıklık içindeyse, günümüz dünyasındaki insanların büyük ço­ğunluğu da aynı sapıklık içindedir.

Evet, konumuza dönecek olursak,

insanların topluca azdığı, sapıklığı doğru yol zan­nettiği böyle bir dönemde, Rahman olan Rabbimiz ye­ni bir peygamber göndermiş ve İlahi davet ile görev­lendirilen Nuh Aleyhisselam. gece ve gündüz, gizli ve açık olarak kavmini uyarmaya başlamıştı. Kavminin mai ve makam sahibi olan önde gelen insanları, Nuh Aleyhisselam'm yaptığı bu davet karşısında önce çok şaşırdılar!. Kendisine Nuh denilen bu sıradan adama ne oluyordu ki, hiç korkmadan kendileriyle böyle ko­nuşabiliyordu!. Diğer ilahları terkederek sadece Allah'a kulluk etmek de neyin nesiydü. Allah'a İnanıyorlardı ama Allah'ın yardımcıları olan diğer ilahları niye inkar edeceklerdi ki!. Oysa Vedd, Suva, Yeğus gibi diğer ilahlar, şimdiye kadar onlardı çok yardım etmiş, birçok isteklerini gerçekleştirmişti.

Hocam o putlar, onlara gerçekten yardım etmiş miydi?

Elbettekî hayır Hamdi. Fakat onlar bu sahte ilah­lardan bir dilekte bulunduklarında, mesela yağmur yağdırmasını istediklerinde, bu İstekleri gerçekleşerek yağmur yağmazsa "İlahlarımız bize kızdı" dedikleri gi­bi, yağmur yağdığında ise "Haah İşte, ilahlarımız bizim dileğimizi duyarak yağmur yağdırdı" diyerek, yağmu­run yağmasını Allah'tan değil, bu sahte İlahlardan bili­yorlar, bu sahte ilahlara daha çok bağlanıyorlardı. Gü­nümüzde türbelere ya da cinci hocalara giderek bazı dileklerde bulunan ve bu dilekleri bazen gerçekleşince, cinci hocaları ya da o türbede yatan cansız cesetleri Allah'a eş koşan İnsanlar gibi!.

Hocam, Nuh kavminin içinde putlara tapmanın yanlış olduğunu düşünebilen akıllı insanlar yok muy­du?

Akıl tek başına hidayet vesilesi değildir Seda ha­nım. Herhangi bir insan aklını nefsi istekleri İstikame­tinde kullanırsa, böyle bir yolda kullanılan kirlenmiş akıl bu insanı hidayete değil, sapıklığa götürür. Hiç kuşkusuz ki Nuh kavminin önde gelen yönetici insan­ları arasında, bu cansız putların hiçbir gücü olmadığını bilen kişiler olabilir. Ancak hiç konuşamayan bu putlar adına kendileri konuştukları, bu putların ne isteyip-ne İstemediklerine kendileri karar verdikleri için: bu put-

lan inkar etmek bir yana, bunların daha da yüceltilme­sini isterler. Çünkü halkı yönlendirmenin ve halktan çı­kar sağlamanın en kolay yolu, bütün bu işlerin yücel­tilmiş ilahlar adına yapılmasıdır.

Nuh kavminin mal ve makam sahibi önde gelen insanları öncelikle böylesi nedenlerden dolayı sahte ilahlarını bırakmak, onlardan vazgeçmek istemiyorlar­dı. Ayrıca iç dünyalarında küfürden kaynaklanan bir kuşkuyu da hissediyorlardı. Uzun yıllardır yüceltilen bu ilahları bıraktıkları zaman, belki de ilahlar gerçekten kızacak ve belki de hiç yağmur yağdırmayacaklardı!. O halde bu ilahlar hiç kızdırmamalı, ne söylediğini bil­meyen bu adam hemen sustur malıydı!

Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bu düşünce­lerle karşı çıktılar Nuh Aleyhisselam'ın davetine. Ken­dilerini sadece Allah'a kulluğa davet eden Nuh Aley-hisselam'ı yalanlayarak "Biz seni açıkça bir şaşkınlık ve sapıklık içinde görüyoruz. Alİah bizi yanlış yolda gör­seydi, hiç itirazda bulunmayacağımız melekler indirir­di. Oysa sen bizim gibi bir beşer, bizim gibi bir insan­sın. Hem biz geçmiş atalarımızdan da böyle bir şey işitmedik." dediler.

Bağırsaklarında pislik taşıyan birer mahluk olma­larına rağmen kibirli bir şekilde "Allah bizi yanlış yol­da görseydi, hiç itirazda bulunmayacağımız melekler indirirdi" diyerek gülünç bir büyüklenme duygusuna kapılan bu kişiler; Nuh Aleyhisselam'ı dinleyen herke­se "O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin ve ilahlarımızın onu nasıl cezalandıracağını görün" diyerek, insanları bu İlahi davetten uzaklaştırmak istediler. Bu haksız sözler ve hakaretler üzerine Nuh Aleyhisselam kavmi­ne şöyle seslendi.,

"Ey kavmim, bende bir şaşırmışhk ve sapmışlık yoktur. Ben size alemlerin Rabbi tarafından gönderi­len güvenilir bir peygamberim. Sizin bilmediğiniz ger­çekleri ben Allah'tan biliyorum ve bana bildirilen bu gerçeklerle size öğüt veriyorum. Peki size ne oluyor ki, sizi uyarı p-korkutarak sakınmanız ve belki rahmete ka­vuşturulmanız için aranızdari bir adam aracılığıyla Rab-binizden bir hatırlatmanın gelmesine şaşırıyorsunuz!. Kullarını sapıklıkta bırakmak istemeyen Allah'tan böy­le bir lutfu, böyle bir yardımı niye ummuyorsunuz? Alemlerin Rabbi olan Allah'ın kendisine eş koşulması­na aldırmayacağını ve sizleri başı boş bırakacağını mı zannettiniz? Rabbiniz sizleri sadece Kendisine kulluk etmeye davet ediyor ve bu daveti kabul etmezseniz, sizleri helak edeceğini bildiriyor. Yine de korkup-sakın-mayacak mısınız?"

Hocam, Hazret-i Nuh'un bu davetini kimse ka­bul etmedi mi?

Nuh Aleyhisselam'ın gizli ve açık yürüttüğü bu İla­hi davete sadece bazı fakirler, toplum nezdinde malı, makamı ve itibarı olmayan bazı kimseler icabet etmiş­ti Seda hanım. Nitekim toplumdaki mal ve makam sa­hipleri bu fakirler nedeniyle de İlahi davete karşı çık­mışlar ve kendisi de fakir olan Nuh Aleyhisselam'a şöyle demişlerdi.,

"Sen herhalde bu anlattıklarınla bir karşılık kazan­mak ve bizlere karşı üstün bir makama geçmek İstiyor­sun. Fakat senin ve seninle beraber olanların bize kar­şı hiçbir üstünlüğünüzü görmüyoruz. Çünkü senin bu davetine, basit görüşlü olan en fakirlerimizden başkası uymuyor. Şimdi sana böylesine sıradan aşağılık insan­lar uymuşken ve sen onları yanından kovmazken, biz sana hiç inanır mıyız?"

Bu sözler, hiç kuşkusuz ki Nuh Aleyhisselam'ı hü-zünlendiren, derinden üzen sözler oluyordu. Çünkü Malik ül mülk yani herşeyin yegane sahibi olan Alİah Celle Celaİuhu nezdinde, kullarının fakir veya zengin, makamlı veya makamsız oİmasmın ne önemi vardı ki!. Bu kulların hepsi ölecek ve malsız, makamsız bir şekil­de İiahi huzurda toplanmayacak mıydı? Bir insanı zen­gin yapabilen küçük bir toprak parçasının, Allah katın­da en ufak bir önemi, en ufak bir değeri olabilir miydi?

Nuh Aleyhisselam bütün bunları bilmesine rağ­men kavminin insanlarına yine de merhametle yakla­şıyor, onların sapıklıklardan vazgeçerek sadece Allah'a kulluk etmelerini istiyordu. Ayrıca böyle bir davette bulunurken, onlardan ne mal, ne de para talep ediyor­du. Tek isteği onların bu daveti kabul etmeleri ve kur­tuluş bulmalarıydı. Nitekim bu duygularla tekrar ses­lendi kavmine.,

"Ey kavmim, ben sizden bu davetime karşılık bir mal, bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, benim ec­rim yainızca alemlerin Rabbine aittir. Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyo­rum. Ben sadece müslümanlardan olmakla emrolun-dum. Ayrıca iman edenieri de yanımdan kovacak de­ğilim. Şayet onları kovarsam, Allah'tan gelecek azaba karşı bana kim yardım edecek, hiç düşünmez misiniz? Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar ve onların he­sabı yalnızca Allah'a ait olacaktır. Ben ise sadece bir uyarıcı, apaçık bir korkutucuyum."

Nuh Aleyhisselam bunları söyledi kavmine. Uzun yıllar süren davetinde, her şeyin yegane yaratıcısı olan Allah'ı ve Allah'ın nimetlerini hatırlattı kendilerine. Bu daveti kabullenmezler ve küfürlerinde ısrar ederlerse, topluca helak edileceklerini bildirdi. Uzun uzun anlat­tı, izah etti bu gerçekleri onlara. Kavminin Önde gelen­leri. Nuh Aleyhisselarmn bu sözlerine bir yanıt, bir karşılık veremiyorlardı artık. Çünkü apaçık doğruları. apaçık örneklerle gözler Önüne seriyordu Nuh Aley-hisselam. Böylesine hak ve doğru sözlere ne diyecek­ler, nasıl karşılık vereceklerdi ki!. Nitekim Nuh Aleyhis-selam'ın sözlerine sözle, fikirlerine fikirle karşılık veremeyeceklerini anladıklarından, günümüzdeki za­lim yöneticiler gibi kaba; güçlerini ortaya koydular. Hepsi bir araya gelerek bu kaba güçleriyle tehdit etti­ler Nuh Aieyhisselam'ı ve kızgın gözler, öfkeli sözler ile "Eğer bu söylediklerine bir son vermeyecek olursan, gerçekten taşa tutulanlardan olacaksın" dediler.

Tabi ki bu tehdit île Nuh Aleyhisselam'ın susması­nı, hemen susuvermesini bekliyorlardı. Çünkü bu zayıf ve kimsesiz adam, kendi güçleri karşısında başka ne yapabilirdi ki!. Fakat ne gariptir ki Nuh Aleyhisselam bu tehditler karşısında ne korkmuş, ne de susmuştu. Kendisini taşlayarak öldürmekle tehdit eden kavminin karşısına korkusuz gözlerle dikilmiş ve hiç çekinmeden şu cevabı vermişti kendilerine..

"Ey kavmim, Rabbimin bana verdiği makam ve Allah'ın ayetleriyie sizleri uyarıp-korkutmam eğer sizle­re ağır geliyorsa, ben şüphesiz Allah'a tevekkül etmi­şim. Artık siz Allah'a eş koştuğunuz bütün ortaklarınız­la toplanıp, bana ne yapacağınızı bir hükme bağlayın da, içinizdeki bu arzu size bir dert. bir üzüntü olmasın. Sonra hakkımdaki bu hükmünüzü, bana hiç mühlet vermeden uygulayın. Çünkü ben sizin bana vermek is­tediğiniz cezadan değil, Allah'ın size vadettiği azaptan, bu azap ile helak edilmenizden korkuyorum."

Kavminin ileri gelenleri çıldırtan sözler oluyordu bunlar. Onlar Nuh Aieyhisselam'ı korkutmak istemele­rine rağmen. Nuh Aleyhisseîam hiç korkmuyor ve bir de kendilerini korkutmaya kalkışıyordu. İşin tuhaf tara­fı bir tehdit olarak kendisini değil. Allah'ı getiriyordu karşılarına!.   Kendilerini  Allah ile,  Allah'ın vaat ettiği azap ile korkutuyordu. Oysa uzun yıllardır aynı sözleri söylemesine rağmen ne böyle bir azap gelmiş, ne de helak edilmişlerdi. İçlerinde kabaran bu öfke ile "Ey Nuh, bizimle uzun yıllardır hep çekişip-durdun ve bu çekişmelerde çok da ileri gittin. Eğer doğru söyleyen­lerden isen, bize ne zamandır va'dettiğin şu azabı getir de görelim" dediler.

Hocam, ne büyük cesaret!.

Bu cahillere özgü bir cesarettir Hamdü. Tarih bo­yunca şeytanın vesveseleri ve yalan vaadleriyle azan insan nefsi, kendilerini helaka götürecek böylesi cahil­liklerde çok bulunmuştur. Cahillere Özgü bir cesaret sahibi olan böylesi kimselerin korkmadan söyledikleri bu sözler, hiç kuşkusuz ki Nuh Aleyhisselam'ı korku­dan titreten sözlerdi. Çünkü bu insanlar ne istedikleri­ni, nasıl bir azabı çabuklaştırmaya çalıştıklarını bilmi­yorlardı!. Yoksa onlar bu İlahi vaadin bir yalan olduğunu veya bu vaadin sahibi olan Allah'ı aciz bıra­kacaklarını mı sanıyorlardı!. Nuh Aleyhisselam bu duy­gu ve düşüncelerle çok açık bir şekilde cevap verdi kavmine.,

"Ey kavmim. Allah dilediği zaman vadettiği o azabı size getirecektir ve sizler O'nu aciz bırakacak de­ğilsiniz. Bu küfürlerinizden dolayı Rabbim sizleri hida­yete layık görmüyorsa, benîm vereceğim öğütlerin siz­lere hiçbir yararı olmaz. Fakat yine de söylemek isterim ki O sizin Rabbinizdir ve sizler isteseniz de, is­temeseniz de O'na döndürüleceksiniz."

Ne var ki bu anlamlı sözler, kör gözler ve sağır kulaklar için yine hiçbir şey ifade etmiyordu!.

 

Geminin Yapılması Ve Büyük Tufan

 

Kavmine bir peygamber olarak gönderilen Nuh Aleyhisselam, kavminin içinde dokuzyüzelli sene yaşa­mıştı. Nice yeni nesiller doğmuş, nice insanlar küfürle­rinde ısrar ede ede ölmüşlerdi. Çok uzun yıllar kavmi­ni sadece Allah'a ve Allah'a kulluğa davet eden Nuh Aleyhisselam artık yorulmuş ve küfürde inat eden bu kavimden ümidini kesmeye başlamıştı. Kendisine ina­nan az sayıdaki müminlere eziyet eden, hileli düzenler kuran bu kafirler, hiç kuşkusuz ki artık dönmezler, dö­nemezlerdi. Bunlardan doğan yeni nesiller de, toplum­sal çoğunluğun ve küfürde ileri giden kimselerin tesi­rinde kalarak, onlar da kötülükte sınırı aşan bir facir, bir kafir olarak yetişiyorlardı. Nuh Aleyhisselam yüzyıl­ların verdiği bir yorgunluk ve açıkça gördüğü bu umud-suzluk ile Allah'a yönelerek şöyle dua etti.,

"Ey Rabbim, gerçekten ben lavmimi gece ve gündüz davet edip durdum. Fakat benim davet et­mem, onlarda bir kaçıştan başkasını arttırmadı. Sen'in onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar par­maklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çek­tiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösteri p-diretti-ler. Sonra ben onları açıktan açığa davet ederek, davamı hepsine ilan ettim. Etraftan çekinerek bu da­veti kabul etmeyenler bulunabilir düşüncesiyle, onlara gizli gizli davetlerde de bulundum. Seni ve Senin ni­metlerini hatırlattım hepsine. Fakat onlar bana isyan ettiler; mal, makam ve çocuklarıyla azan kimselere özendiler. Kendilerine "İlahlarınız olan Vedd'i, Suva'ı, Yeğus'u, Ye'uk'u ve Nesr'i sakın bırakmayın" diyen kimselere uydular. Kavmim beni yalanladı Rabbim. Bu yalanlamalarına karşılık, bana yardım et. Çünkü ben, yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen intikam al ve yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiçbir kimseyi bı­rakma. Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Sen'in kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar kötülükte sınırı aşan kafirlerden başkasını doğurup-yetiştirmezler. Ya Rabbim, benimle onların arasını açık bir hükümle ayı­rarak beni ve benimle birlikte olan mü'minleri kurtar. Beni. annemi-babamı, mümin olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla. Zalim olanlara da yıkımdan başkasını arttırma."

Nuh Aleyhisselam'ın tarihe geçen bu duası, alem­lerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu katında kabul gören bir dua olmuştu. Nitekim yüzyılların mücadele­sini, yorgunluğunu, hüznünü ve umudsuzluğunu ifade eden bu yakarıştan sonra, Rabbimiz Nuh Aîeyhisse-lam'a şöyle vahyetti.,

"Ey Nuh. Şimdiye kadar iman edenlerin dışında, kesin oiarak başka hiç kimse inanmayacak. Artık ateş ehli oldukları kesinlik kazanan bu sapıkların yaptıkla­rından dolayı hiç üzülme. Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Bizim emrimiz gelip de tan­dır kızışınca, geminin içine her {tür hayvandan) ikişer çift ile, azabı hakedenlerin dışında kalan aileni de yer­leştir. İhanet edenler ve zulme sapanlar konusunda da bana hitapta bulunma. Çünkü onlar boğulacak olan­lardır."

Hocam, buradaki tandır kelimesinden veya tan­dırın kızışmasından neyi anlamamız gerekir?

Merve hanım. Tandır kelimesi, içinde ateş olan üstü kapalı fırına denilmektedir. Ben bu söz ile magma tabakalarında ateş bulunan yeryüzünün kastedildiğini sanıyorum. Bu sözün tufan ile ilgisini anlayabilmemiz için, Rabbimizin "Suyu yerin altına kaçırsak, onu çı­karmaya hanginizin gücü yeter" hitabını düşünmemiz gerekir. Bildiğiniz gibi yer ve gök arasında devrialem yapan, devamlı bir şekilde dolaşan su, yeryüzünün bel­li bir derinliğine indikten sonra buharlaşarak tekrar yü­zeye çıkmaktadır. Çünkü yerin altına doğru inildikçe, sıcaklık her otuzüç metrede bir derece artmaktadır.

Jeoterm derecesi.

Evet Fatih. Bilirfî adamlarının jeoterm derecesi dedikleri bu sıcaklık artışı, beili bir derinlikte suyu bu­harlaştı rarak, bu suyun yerin altına kaçmasını engelle­mektedir. Zaten şanı yüce Rabbimiz de bizlere bu ger­çeği işaret etmekte ve "Ben yer kabuğunu biraz soğutur ve suyu yerin altına kaçırırsam, bu suyu artık kim çıkarabilir?" diyerek bizleri iman dolu bir şüküre davet etmektedir.

Şükürler olsun Rabbîmize.

Evet, hepbirlikte "Rabbimize şükürler olsun" di­yerek konumuza devam edelim Hamdi. Yaptığımız bu -kısa açıklamadan sonra tufan öncesi tandırın kızıştırıl-ması ifadesinden, yeryüzü katmanlarındaki bu sıcaklı­ğın arttırıldığını anlamamız gerekir. Çünkü bu sıcaklık arttırıldığında yeraltındaki bütün sular yer üstüne çıka­cak ve göklerde bulunan bulutların da sularını boşalt-masıyla, gerçek bir tufan yaşanacaktır.

Rabbimizin ""Ey Nuh. Şimdiye kadar iman eden­lerin dışında, kesin olarak başka hiç kimse inanmaya­cak. Artık ateş ehli oldukları kesinlik kazanan bu sa­pıkların yaptıklarından dolayı hiç üzülme" emriyle karşılaşan Nuh Aleyhisselam. kavmine yönelik tüm davetlerine artık son vermişti. Çünkü Allah Celle Ce­laluhu kendisine, kesin bir ifade ile bundan sonra baş­ka hiç kimsenin inanmayacağını bildirmişti. O halde artık bunlaria uğraşmasına, bunları doğru yola getire­bilmek için çırpınmasına hiç gerek yoktu. Bu İlahi ger­çeklerle karşılaşan Nuh Aleyhisselam, ateş ehli olduk­ları kesinlik kazanan bu kimselere artık öfkelenmiyor ve bunların yaptıkları için artık üzülmüyordu da!. Nasıl olsa kendilerine vadedilen azaba kavuşacaklar, kavuşuvereceklerdi bu sapıklar!.

Nuh Aleyhisselam Rabbimizin gözetimi altında ve peyderpey inen vahiy ile gemiyi yapmaya başlamıştı. O zamana kadar hiç gemi görmeyen ve geminin ne olduğunu bilmeyen Nuh Aleyhisselam, yaptığı şeyin ne olduğunu, bittiği zaman neye benzeyeceğini ve bu acaip şeyin kendilerini tufandan nasıl koruyacağını da hiç bilmiyordu. Çünkü geminin ne olduğu ve nasıl ya-pacaklanyla ilgili emirler kendisine peyderpey geliyor, kendisi de kuşkudan uzak bir iman ve teslimiyet ile bu emirlerin gereğini yapıyordu.

Allah'a ve Allah'ın gönderdiği peygambere ina­nan az sayıdaki mümin de yardım ediyordu Nuh Aleyhisselam'a. Gerçi o zamana kadar hiç gemi görmeyen bu müminler de ne yaptıklarını pek bilmiyorlar ancak iman ettikleri peygamberlerine itaat ederek çalışmaya devam ediyorlardı. Tahtaları Nuh Aleyhisselam'ın söy­lediği şekilde birer birer kesiyorlar ve bu tahtaları çivi dedikleri şeylerle birbirine çakıyorlardı!.

Nuh kavminin Önde gelenleri için mü'minlerin yaptığı bu çalışmalar bir alay ve eğlence konusu olu­yordu!. Her gün Nuh Aleyhisselam ile birlikte çalışan mü'minlerin yanına uğruyorlar ve acayip bir şey yap­maya çalışan bu tuhaf insanlarla uzun uzun alay edi­yorlardı. Nuh Aleyhisselam'ın bu haline bakarak "Gör­dünüz mü bak! Vedd, Suva, Yeğus sizlere aşağılatıcı bir azap göndererek, sizleri ne duruma düşürdü!." diyerek gülüşüyorlardı. Nuh Aleyhisselam ise büyük bir ciddi­yetle gemiyi yapmaya devam ediyor ve kendileriyle alay eden kimselere şu kısa cevabı veriyordu.,

"Eğer bizimle alay ederseniz, bizle alay ettiğiniz gibi çok yakında bizler de sizinle alay edeceğiz. Çünkü aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve sürekli azabın ki­min üstüne çökeceğini çok yakında göreceksiniz."

Alay edenlere hiç aldırış etmeden geminin yapı­mına devam eden müminler, bir süre sonra bu işi bi­tirmişlerdi. Nuh Aleyhisselam'a inanan mü'minler bu işi bitirmişlerdi ama yaptıkları acaip şeyin ne olduğu­nu ve nasıl yüzeceğini' henüz anlamış değillerdi. Çün­kü denizden ve dalgalardan uzak bir karada bile ağaç desteklerle ayakta durabilen bu acaip şey, dalgalı su­larda nasıl ayakta kalabilecek ve nasıl yüzecekti ki!. Akıllarını hayrete düşüren bu durum karşısında iman­ları ile direnmeye çalışan bu mü'minler, nefsi ve şeyta­ni tüm vesveselere rağmen iman ve teslimiyetten uzaklaşmak istemiyorlardı. Çünkü onlar akıllarına de­ğil, akılları da dahil herşeyi yaratan Allah'a iman et­mişlerdi.

Evet, dünya tarihindeki bu ilk geminin yapımı ta­mamlanınca, Rabbimizin Nuh kavmine vadettiği aza­bın vakti gelmişti. Nitekim İlahi emir gereği tandırın kı­zıştığı, yer altındaki suların coşkun kaynaklar halinde fışkırmaya başladığı sırada Rabbimiz Nuh Aleyhisse-lam'a "Herbirinden ikişer çift (hayvan) ile azabı hake-denlerin dışında kalan aileni ve iman edenleri gemiye yükle" buyurdu. Nuh Aleyhisselam hemen bu emirin gereğini yaptı ve etrafındaki müminlere "Hemen ge­miye binin. Bu geminin yüzmesi de, demir atıp dur­ması da Allah'ın adıyladır. Şüphe yok, benim Rabbim bağışlayandır, esirgeyendir" dedi. Zaten kendisiyle be­raber çok az kimse iman etmişti.

Rabbimiz daha sonra göğün kapılarını da açmış, gökyüzündeki bütün bulutlar olanca yüklerini yeryüzü­ne boşaltmaya başlamışlardı. Ve yeraltından coşkun kaynaklar halinde fışkıran sular ile gökyüzünden boşa­lan bu sular, takdir edilmiş bir işi gerçekleştirmek üzere birleşmeye yöneldi. Yükselen bu sular ile gemi de yükselmeye, Rabbimîzin gözetimi altında akıp-gitmeye başladığında Nuh Aleyhisselam "Bizi o zulmeden ka­vimden kurtaran Allah'a hamdolsun. Rabbim, beni kutlu bir konakta indir. Sen konuklayanlann en hayır-lısısın" duasında bulundu.

Nuh Aleyhisselam'ın gemisi vadileri ve ovaları dolduran suların dağ gibi dalgaları içinde yüzmektey­ken, Nuh Aleyhisselam yüksek bir kenara çekilmiş olan oğlunu gördü. Büyük bir şaşkınlık ve üzüntü his­setti içinde. Çünkü mü'min zannettiği bu oğlunun ken­disiyle beraber gemiye bindiğini sanıyordu. Fakat ge­mide değildi, gemiye binmemişti sevgili oğlu!. Üzüntü ve şaşkınlık ile önce ne yapacağını bilemedi!. Sonra yüreğini titreten derin merhamet duygularıyla seslendi oğluna..

"Ey oğulcağızım, bizimle birlikte gemiye bin ve sakın kafirlerle birlikte olma."

Bir baba, bir peygamber merhametinin kelimele­re dönüştüğü bu sözler, Nuh Aleyhisselam'ın oğluna hiç tesir etmemişti. Tahtalardan yaptığı acayip bir şe­yin üzerine binen bu ihtiyar babası, herhalde ne söyle­diğini bilmiyordu!. Önce dalgalar arasında sallanıp du­ran gemiye, sonra hiç sallanmadan durmakta olan yüksek dağlara baktı. Hiç kuşkusuz ki bu yüksek ve sağlam dağlar, dalgalar arasında sallanan şu acayip şeyden çok daha güvenliydi!. İşte kendisine göre ger­çekçi ve akılcı olan böylesi düşüncelerle babasına dö­nerek "Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan ko­rur!." dedi.

Nuh Aleyhisselam. kendisine bu cevabı veren oğ­lunun ne demek istediğini gayet iyi anlamıştı. Allah'ı ve Allah'ın hükmünü bir tarafa bırakan bu realist oğul, kendi aklıyla bir kurtuluş yolu bulduğunu zannediyordu! Oysa Allah'ı ve Allah'ın hükmünü gözardi edecek büyük bir akılsızlıkta bulunduktan sonra, geriye kalan küçücük akih kullanmaya çalışmanın ne faydası vardı ki!. Yine de acıyarak, yine de merhamet ederek cevap verdi oğluna.,

"Ey oğlum!. Allah'ın emri ile gerçekleşen bu tu­fandan, bizleri esirgeyen" Allah'dan başka sığınılacak bir yer, bir koruyucu yoktur."

Ancak bu sözü de dinlemedi oğlu!. Ve oğlunu kurtarabilmek için çırpınan böyle bir baba ile isyanın­da inat eden böyle bir oğulun arasına büyük bir dalga giriverdi. Artık yapılacak hiçbir şey yoktu. Oğlunun bu dalga ile boğulmak üzere olduğunu gören Nuh Aley­hisselam hemen Allah'a yöneldi ve 'Ya Rabbim, şüp­hesiz benim oğlum ailemdendir ve Sen'in ailemi kurta­racağına dair vaadin de haktır. Sen hakimlerin hakimisin" diyerek, Rabbimizden oğlunu kurtarmasını diledi. Nuh Aleyhisselam'ın bu duası üzerine şanı yüce Rabbimiz "Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o. salih olmayan bir İş yapmıştır, öyleyse hak­kında bilgin olmayan şeyi Ben'den isteme. Gerçekten Ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum" buyurdu.

Nuh Aleyhisselam bu İlahi hitab karşısında korku­dan büzülüverdi. Kan bağı ile değil, iman ve İtikat ba­ğı ile müsiümanlann gerçek bir aile, gerçek bir kardeş olduklarını farketti. Peygamber oğlu dahi oîsa, bir kim­senin mümin bir aiieden olabilmesi için, iman ve salih amel sahibi olması gerektiğini anladı. İşte bu anlayış ile "Ya Rabbim, bilgim olmayan şeyi Sen'den istemekten Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve beni esir­gemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum" diyerek, teslimiyetini ve acizliğini bildirdi Rabbimize.

Sonra oğlunu yutan dalgalara ve derin sulara tekrar baktı. Acaba oğlumun da boğulanlar arasında ola­cağını bilseydim, "Artık Sen intikam al ve yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiçbir kimseyi bırakma... Zalim olanlara da yıkımdan başkasını arttırma" duasında bu­lunur muydum sorusunu sordu kendisine. Kalbinin de­rin bir köşesinde hissettiği "Bulunmazdım, biraz daha sabreder, biraz daha anlatırdım" cevabını, her neden­se açığa çıkarmak istemedi. Çünkü oğlu kendisi için ne kadar önemliyse, diğer insanlar da Allah için o ka­dar önemli değil miydi? O halde insanları Allah'a kul­luğa davet eden bir müslüman, sevdiği bir hanıma ve­ya evladına ne kadar merhametle yaklaşacak ve onlara ne kadar sabredecekse, diğer insanlara da o ka­dar merhametle yaklaşması ve sabretmesi gerekiyor­du. Bütün bunları düşünmesine ve bilmesine rağmen yine de kendisini suçlamadı, kendisini suçlayamadı Nuh Aleyhisselam. Çünkü oğlu da dahil olmak üzere herkese büyük bir sabırla yaklaşmış, İlahi gerçekleri çok uzun yıllar gece ve gündüz, gizli ve açık olarak an­latmıştı!. Artık onlar için üzülmenin hiçbir gereği ve anlamı yoktu.

Netice olarak Allah'ın ayetlerini yalanlayan bu kö­tü kavimle beraber gizli inkarında ısrar eden bu oğlu da boğulanlardan olmuştu. Babasının peygamber ol­ması, ona bir yarar sağlamamış, onu kurtaramamıştı. Çünkü İnsanlar ancak ve ancak kendi amelleriyle kur­tulabilirlerdi. İnkar ve küfürlerinde ısrar eden Nuh kav­mi ise ebedi kurtuluş fırsatlarını kaçırmışlardı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz bu kimseler hakkında "Onlar in­karları dolayısıyla önce suda boğuldular, sonra ateşe sokuldular" buyurarak, onların acıklı akibetini bizlere bildirmektedir.

Allah'ın bu inkarcı kavim üzerindeki sözü gerçek­leştikten ve tüm kafirler helak edildikten sonra, Rabbimiz "Ey yer suyunu yut ve ey gök sen de suyunu tut" emrini verdi. Bu İlahi emir üzerine sular çekildi ve tu­fanın yüksek dağları dahi kuşattığının bir işareti olarak gemi Cudi dağı üstünde karaya oturdu. Rabbimiz Nuh Aleyhisselam'a "Sana ve seninle birlikte olan ümmet­ler üzerine bizden selam ve bereketlerle gemiden in. Yeryüzünde yine çoğalacak ve nimetlerimizden yine yararlanacaksınız. Daha sonra yoldan çıkanlara ise bizden yine acıklı bir azab dokunacaktır" buyurdu. Böylece insanlık için yeni bir sayfa açılmış, yeni bir dö­nem başlamış oldu..

Hocam bu Cudi dağı nerede? Bilmiyorum Merve!.

Nuh'un gemisini arayanlar, nerede arıyorlar? Onu da bilmiyorum Merve!. Çünkü biz Nuh'un gemisini değil, Nuh gibi müminleri arıyoruz. O ger­çekten Allah'ın seçkin kullarındandı. Büyük bir sebat ve merhamet ile uzun asırlar davette bulunmuş bir sa­bır timsali, büyük bir ihsan ve İhlas sahibi idi.

Alemler İçinde selam olsun Nuh Aleyhisselam'a ve ona İman eden müminlere..

 

Ad Kavmi Ve Hud Aleyhisselam

 

Büyük tufandan sonra insanoğlu yine yeryüzünde çoğalmaya başlamışlardı. Tufanın gerçekleşmesinden üç- dört nesil sonra Yemen'in Ahkaf bölgesinde orta­ya çıkan Ad kavmi, bu adı İsmi Ad olan bir kişiden alı­yordu. Rivayetlere göre Ad denilen bu kişinin babası İvaz, İvaz'ın babası Sam, Şam'ın babası ise Nuh Aley-hisselamdır.

Ad denilen bu kişinin bir araya getirdiği ve geliş­tirdiği bu topluluğa, Ad kavmi deniliyordu. Ad kavmi, Rabbimizin lutfu ile İnsan neslinin yaratılış bakımından en güçlü, en kuvvetli nesillerinden birisiydi. Bulundukları yerleri imar ediyorlar, yüksek sütunlar üzerinde bi­nalar yapıyorlar, tarihte benzeri görülmemiş bir şehir inşa ediyorlar, birbirinden güzei bağlar ve bahçeler meydana getiriyorlardı.

Ahireti ve cenneti unutmuş gibiydiler!. Hiç ölme-yecekmiş gibi dünya için çalışarak, dünyayı bir cennet haline getirmek ve bu cennet ile avunmak istiyorlardı. Nitekim tarihe geçen meşhur İrem bağları, Ad kavmi­nin böyle bir cennet arzusuyla ve dünyayı cennete benzetmek hevesiyle meydana getirdikleri bağlardı.

Hocam, insanların yeryüzünü imar etmeleri ve bir cennete benzetmek İstemeleri yanlış mı?

Bu meseleye itidalli yaklaşılır ve gerçek cennet ile insanları bu cennete götürecek ameller ihmal edilmez­se, elbetteki yanlış değildir Merve!. Ne var ki çok kısa bir süre yaşayacakları yeri bir cennet haline getirmeye çalışan insanlar, ölümsüz olarak yaşayacakları ebedi cenneti ve kendilerini bu ebedi cennete götürebilecek amelleri unuturlarsa, bu insanlar büyük bir şaşkınlık ve sapıklık içine girmiş olurlar. Çünkü bir saat kadar ya­şayacakları fani bir dünyayı cennete benzetmeye çalı­şırlarken, ebedi hayatlarını geçirecekleri yeri cehen­nem durumuna getirmektedirler.

Böylesi bir yaklaşımla dünyayı küçücük bir cenne­te benzetebileceklerini düşünsek bile, ebedi cehenne­me razı olarak bu kısacık cennete talip olmak, elbette­ki akıllıca bir iş, akıllıca bir tercih değildir. Kur'an-ı Kerim ifadesine göre bir saatlik olan dünya hayatımı­zı, kısa bir otobüs yolculuğuna benzetecek olursak: bu otobüste ne derece eğlendiğimiz veya ne derece rahat ettiğimiz mi önemlidir, yoksa hangi durakta ineceğimiz ve hangi akıbetle karşılaşacağımız mı?

Elbetteki ikincisi hocam.

Tabi ki öyle Hamdi. Mesela bir saatlik mesafede büyük bir çiftliğinizin ve, bu çiftliğin içinde muhteşem köşklerinizin olduğunu düşünelim. Size vadedilen bu geniş çiftliğe gitmek ve orada huzur içinde yaşayabil­mek için bir otobüse biniyorsunuz. Otobüsün içindeki büyük bir kavga, büyük bir itişip-kakışma dikkatinizi çekiyor. Herkes daha iyi bir yere oturabilmek, bu yol­culuğu daha iyi geçirebilmek için birbiriyle mücadele ediyor. Ayaktakiler tahta bir sandalyeye oturmaya, tahta sandalyeye oturanlar koltuğa geçmeye, koltuğa geçenler kuştüyü divanlara yatmaya çalışıyorlar!. Siz ise yolcuların büyük bir çoğunluğu gibi ayakta yolculuk ediyorsunuz. Yolcular arasında sıkışarak ve biryerlere tutunup düşmemeye çalışarak bu yolculuğu yaparken, hiç tanımadığınız birisi geliyor yanınıza. Sizin bir dos-tunuzmuş gibi size gülümseyerek "Gideceğiniz yerdeki çiftliğinizi ve köşklerinizi bana verirseniz, sizi bir san­dalyeye veya bir koltuğa oturtabilirim" diyor. Şimdi söyleyin bana. böyle bir teklife ne cevap verirsiniz?

Ben o adamı döverim hocam!.

Onu tutabileceğini ve dövebileceğini zannetmiyo­rum Hamdi!. Çünkü kısa bir ahiret yolculuğu olan bir saatlik dünya hayatında, insanlara böyle bir teklifte bu­lunan kimse şeytanın ta kendisidir. Ve ne yazık ki bir saatlik bu yolculuk ile nereye gittiklerini, neyle karşıla­şacaklarını unutan milyarlarca insan, şeytanın bu sinsi teklifini kabul etmekte ve kısacık dünya hayatları için ebedi ahiret güzelliklerini satmaktadırlar!.

Ne kötü bir ahş veriş!.

Doğru söylüyorsun Veli. Gerçekten çok kötü bir alış-veriştir bu!. Nitekim Ad kavmi de, şeytana aldanarak böyle bir ahş-verişte bulunmuşlardı. Ahireti ve ahi-ret akıbetlerini unutarak dünyaya yönelmişler, her in­sanın fıtratında yani yaratılışında bulunan ebedi cennet arzusunu, geçici dünya hayatı ile tatmin etmeye çalış­mışlardı. Din adına yaptıkları ibadetler ise kendilerine Allah'tan bir kanıt, bir delil olmaksızın yüce anlamlar vererek isimlendirdikleri şeylere yönelmek ve bunları Allah'a eş koşarak, onlara tapınmak idi.

İşte böylesi bir şaşkınlık ve sapıklık döneminde, Rahman olan Ra-bbimiz Ad kavmine kardeşleri Hud'u gönderdi. Peygamberlikle görevlendirilen Hud Aley-hisselam, rahmet ve merhamet dolu duygularla şöyle seslendi kavmine.,

"Ey kavmim. Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Nuh kavminden sonra sizi yeryüzünde halifeler kılan, sizin yaratılışta gelişmenizi arttıran Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Size hayvanlar ve çocuklar ile, bahçeler ve pınarlar ile yar­dım eden Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya İle oyalanmaktan, İnsan­lara zorbaca davranmaktan ve kendi uydurduğunuz şeylere tapınmaktan vazgeçin. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım. Çünkü Rabbiniz sizleri sadece kendisine kulluk etmeye davet ediyor ve bu İlahi daveti kabul etmezseniz, sizleri he­lak edeceğini bildiriyor. Yine de korkup-sakmmayacak mısınız?"

Güçlü ve gelişmiş bedenleriye azgınlaşan Ad kav­mini şaşırtan bir davet olmuştu bu!. Sanki kendilerini hor gören, kendilerini küçümseyen sözlerdi bunlar. Oysa onlar kendilerini yeryüzünün en kuvvetli ve en gelişmiş insanları olarak görüyorlardı. Hud denilen bu kişi ilahlarına bir ilah daha katmak isteseydi, tabi ki buna karşı çıkmazlardı. Fakat Allah'ın yardımcıları olan diğer bütün ilahları reddetmek ve sadece Allah'a kulluk etmek de neyin nesiydi!. Diğer ilahlara inanmayan, yerlerdeki ve göklerdeki bütün işleri Allah'ın yaptığını zanneden bu adam, herhalde aklını yitirmiş olmalıydı!. İşte bu düşünceler ile Hud Aleyhisselam'a şu cevabı verdiler.,

"Ey Hud. Gerçekten biz seni akli bir yetersizlik içinde görmekteyiz. Belli ki bazı ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır. Bu sözlerinle bir üstünlük elde etmek istiyorsan, şunu bil ki biz senin yalancılardan olduğunu sanmaktayız. Çünkü sen bize apaçık bir mucize ile gel­miş değilsin. Biz senin bu boş sözlerinle ilahlarımızı terkedecek ve sana iman edecek değiliz."

Hocam, bu insanlar yaptıkları her İşte dünyevi bir menfaat bekledikleri için, peygamberleri de kendi­leri gibi zannediyorlar!.

Güzel bir noktaya temas ettin Velî. Karşılıksız bir iş yapmayan ve birbirleriyle devamlı bir üstünlük mü­cadelesinde bulunan bu insanlar, kendilerini dünyevi bir karşılık beklemeden Allah'a davet eden peygam­berleri ve aynı davette bulunan diğer müminleri de böyle itham etmektedirler.

Oysa mü'minler bir karşılık beklemiyorlar!. Yine   de   böyle   söylemeyelim   Hamdi!.   Çünkü mü'minler bu davetleri için insanlardan küçük ve geçi­ci bir karşılık değil, alemlerin Rabbi olan Allah'tan bü­yük ve kalıcı bir karşılık bekliyorlar. Mesela bir padişah size kölesini göndererek bir ekmek İstese, bu ekmek karşılığında kölenin vereceği bir kuruşu mu, yoksa pa­dişahın vereceği bin altını mı istersiniz?

Teşekkür ederim hocam. Şimdi anladım.

Bu güzel gerçeği anladığın için ben de teşekkür ederim Hamdi. Tekrar konumuza dönecek olursak, kavminin bu sözleriyle ve böylesi ithamlarıyla karşıla­şan Hud Aîeyhisselam, Allah'tan sabır ve yardım dile­yerek şöyle seslendi kavmine.

"Ey kavmim, sizi uyarıp-korkutmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden bir hatırlatmanın gelmesine mi şaşırıyorsunuz!. Bunun için mi beni akli yetersizlik içinde görüyorsunuz. Oysa sizler hiç düşün­meden düzmece şeyler uyduruyor ve yine hiç düşün­meden onlara tapıyorsunuz. Allah'ı şahid tutarım ve sizler de şahidler olun ki, gerçekten ben sizin şirk koş­makta olduklarınızdan uzağım. Çünkü bende akli ye­tersizlik yoktur. Çünkü ben alemlerin Rabbinden bir peygamberim ve size Rabbimin risaletini tebliğ ediyo­rum. Ayrıca buna karşılık sizden bir ücret de istemiyo­rum. Benim ücretim, beni yaratan Rabbimden başka­sına ait değildir. Artık bu gerçekleri aklederek Allah'tan korkup-sakımn ve bana itaat edin."

Ne yazık ki insanları ebedi kurtuluşa çağıran bu apaçık davet, Ad kavmi tarafından inkar ve alayla kar­şılandı. Hud Aîeyhisselam ise kavminin böylesi alay, if­tira ve eziyetlerine rağmen bu apaçık davetini uzun sü­re devam ettirdi. Ancak Ad kavmi inkarında yine ısrar ediyor ve kendilerini Allah'ın azabıyla tehdit eden Hud Aîeyhisselam'a gülerek baktıktan sonra "Şayet doğru söylüyorsan, o azabı bize getir" diyorlardı. Tabi ki sa­bır ve merhamet sahibi Rabbimiz onlara bu azabı he­men göndermedi. Çünkü şanı yüce Rabbimiz Sünne-tullah ile tehdit ettiği hiçbir kavmi hemen helak etmemiş, her kavme İlahi daveti anlayabilmeleri için bir süre, bir mühlet vermiştir. Nitekim İlahi davetle alay eden ve inanmadıkları azabın bir an önce gönde­rilmesini isteyen Ad kavmine de, belki akıllarını başla­rına toplarlar ve belki düşünürler diye bir mühİet verdi Rabbimiz. Verdiği bu mühlet döneminde umulur ki dönerler ve İlahi gerçekliği anlarlar diye bazı musibetler gönderdi Ad kavmine. Bu nedenle yıllarca yağmur yağmadı Ad kavminin bağ ve bahçelerine, uzun süren bu kuraklık ile dereler ve pınarlar kurumaya başladı.

Bağ ve bahçelerinin şiddetli susuzluktan kurudu­ğunu, hayvanlarının telef/olduğunu gören Ad kavmi­nin önde gelenleri, şeytanın vesveseleri ile yine akıl­lanmadılar!. Yaşadıkları bu durumu içinde bulundukları küfüre değil ilahların kızgınlığına yorumlayarak, bu sahte ilahlara adaklarda bulundular!. Ayrıca babaların­dan kalan bir geleneğe uyarak, Kabe'ye de kurban gönderdiler ve Allah'tan yardım istediler.

Hocam gerçekten çok garip. Bir tarafta Allah'ın gönderdiği peygambere ve bu peygamberin davetine karşı çıkıyorlar, diğer tarafta Kabe'ye kurban göndere­rek Allah'tan yardım istiyorlar!.

Bu gibi gariplikler, insanlık tarihinin her döne­minde olduğu gibi günümüzde de oluyor Seda hanım. Kendi ülkelerinde peygamberi davete ve Allah'ın şeri­atına karşı çıkan nice insan, hiç utanmadan Kabe'ye gitmekte ve şirke bulaşmış pis ellerini Allah'a açarak, liberal demokrasi dualannda bulunmaktadırlar!. Namaz­da müsİüman, yönetimde demokrat, ticarette kapitalist olmaya çalışan bu hacılar(!), aşırı dinci dedikleri nor­mal müslümanlara da büyük bir düşmanlık duymakta­dırlar. Dolayısıyle bu gibi insanlar ile, kendi ülkelerin­deki Hud Aleyhisselam'ın davetini inkar etmelerine rağmen Kabe'ye kurban göndererek Allah'tan yardım dileyen Ad kavminin ileri gelenleri arasında önemli bir fark yoktur. Hepsi aynı şaşkınlık ve aynı sapıklık için­dedirler.

Evet, bunca musibete rağmen inkarcılığa devam eden kavminin bu şaşkınlığını ve sapıklığını gören Hud Aîeyhisselam yine de "Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk ederek Rabbinizden bağışlanma dileyin ve sadece O'ndan yardım isteyin. Yalnızca O'na tevekkül edin ki, üstünüze gökten sağanak yağmurlar yağdırsın ve gü­cünüze güç katsın." diyerek onlara tekrar tekrar nasi­hat ediyordu.

Fakat merhamet dolu bu sözler onların küfrüne küfür, öfkelerine öfke katmaktan başka bir işe yarama­dı. Şeytanın körüklediği bu öfke İle Hud Aleyhisse-lam'a dönerek "Sen bize öğüt versen de, Öğüt veren­lerden olmasan da bizim için farketmez. Biz senin sözlerine uyarak atalarımızın tapmakta olduklarını bı­rakacak değiliz." dedikten sonra şayet bu konuşmala­ra devam ederse onu şiddetle cezalandıracaklarını söy­lediler. Aynı tehditle karşılaşan Nuh Aleyhisselam, kendisini tehdit eden kavmine ne cevap vermişse; Hud Aleyhisselam da İmandan kaynaklanan aynı cesa­retle, aynı cevabı verdi kavmine.,

"Allah'ın dışında bütün taptıklarınızı biraraya geti­rerek bana dilediğiniz tuzağı kurun. Sonra bana hiç sü­re de tanımayın. Ben sizden ve sizin hileli düzenleriniz­den korkmuyorum. Çünkü ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Muhakkak ki yeryüzünde debelenen her canlıyı denetim altında tu­tan Rabbim, dosdoğru bir yo! üzerinde olanı korumak­tadır. Artık ben size Allah'ın davetini ve hükümlerini teb­liğ ettim. Buna rağmen yüz çevirirseniz, Rabbim sizleri helak ederek sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip-koruyandır."

Uzun yıllardır hep aynı tehditle karşılaşan Ad kav­mi "Biz azap görecek değiliz. Bu tehditlerin, geçmişte kalan geleneksel sözlerdir. Eğer gerçekten doğru söz­lülerden isen, bize va'dettiğin şeyi getir bakalım" de­meye devam ettiler.

Hud Aleyhisselam cahillere özgü bu cesareti şaş­kınlıkla karşılayarak "Ben sizinle alemlerin yegane Rabbi olan Allah adına mücadele ederken, siz benim­le kendinizin ve babalarınızın uydurduğu putlar adına mı mücadele ediyorsunuz?" dedikten sonra "Andolsun ki Rabbinizden üzerinize İğrenç bîr azab ve gazab ge­rekli kılındı. Öyleyse bekleyedurun, şüphesiz ben de sizlerle birlikte bekleyenlerdenim." diyerek, onları kü­für dolu hayatlarına terketti. Çünkü peygamberlerine isyan eden ve küfürlerinde inatçı zorbaların emirleri ardınca yürüyen bu kavim için, artık yapılabilecek hiç­bir şey yoktu!.

Nitekim kısa bir süre sonra Allah'ın emri gerçek­leşmişti. Hem Allah'tan ve hem de yalancı tanrıların­dan yağmur isteyen Ad kavmi, kopkoyu bulutların kendilerine doğru yaklaştığını görünce bir anda sevin­mişler, bu bulutların kendilerine bekledikleri yağmuru getireceğini sanmışlardı!. Oysa sevinç çığlıklarıyla kar­şıladıkları bu bulutlar, onlar için rahmet değil, azap bu­lutlarıydı. Nitekim bu azap bulutları Ad kavminin üze­rine gelince, korkunç uğultularla beraber azgın bir kasırga başlamıştı. Azabı ve intikamı şiddetli olan Rab-bimiz, azgınlaşan Ad kavmini hemen helak etmemiş, onları bir anda öldürmeyi murad etmemişti. Bu müt­hiş kasırgayı, yedi gece ve sekiz gün aralıksız olarak onların üzerine musallat etti. Gelişmiş fıtratları, güç ve kuvvetleri ile büyükîenen, kibirlenen Ad kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oradan oraya savruluyor, bir yer­den diğer bir yere çarptırılıyorlardı.

Ölmüyorlardı, bir an önce ölmek istemelerine rağmen bir türlü ölemiyorlardı!. 7-8 saniyelik veya 7-8 dakikalık bir can çekişme değildi bu!. Acı ve azap yüklü dakikalar geçiyor, acı ve azap yüklü saatler geçiyor, acı ve azap yüklü günler geçiyor fakat bitmiyor, bitmiyordu bu korkunç can çe­kişmeler!. Pınar kenarlarındaki bağ ve bahçelerde ge­çirdikleri güzel günlerini, güzel yıllarını çoktan unut­muşlardı!. Sanki bu azgın kasırganın içinde doğmuşlar, bu azgın kasırganın içinde büyümüşler ve bütün bir ömürlerini bu azgın kasırga ile oradan oraya savrula­rak geçirmişlerdi!.

Sabır sahibi olan ve İnsanların yaptıklarına uzun yıllar müdahale etmeden izleyen Rabbimizin, bu sabır yıllarından sonra gelen intikamı, böylesine şiddetli bir intikam oluyordu işte!. Bunu anlamıştı, bunu çok iyi anlamıştı Ad kavmi. Nitekim bu anlayış ile Hud'u, kar­deşleri Hud'u arıyordu gözleri. Hiç dinlemek isteme­dikleri, yanlarından kovdukları Hud'u görmek ve "Ey Hud, inandık. Vallahi inandık, Billahi inandık" çığhkla-rıyla haykırmak istiyorlardı ona!. Fakat Hud'u, fakat Hud ile beraber iman eden müminleri göremiyorlardı aralarında!. Çünkü Rahman olan Rabbimiz, Hud Aley-hisselam'ı ve onunla birlikte iman edenleri bu inkarcı kavimden uzaklaştırmış ve kendi katından bir rahmet ile onları kurtarmıştı.

İnananları kurtaran Rabbimiz, gönderdiği ayetleri yalanlayan Ad kavmini ise böylesine büyük bir azap ile helak etmiş, onları dünyada da, kıyamet gününde de lanete tabi tutmuştur. Çok iyi anlıyor ve hiç kuşku duy­madan iman ediyoruz ki va'dettiği her şey hak olan Rabbimiz güçlü ve üstün olandır, yerlerin ve göklerin yegane hakimidir.

Alemler içinde selam olsun Hud Aieyhtsselam'a ve ona iman eden müminlere..

 

Semud kavmi ve Salih Aleyhisselam

 

Ad kavminden yaklaşık ikiyüz yıl sonra tarih sah­nesine çıkan Semud kavmi de, bu ismi ataları ve bey­leri olan Semud'dan alıyorlardı. Ad kavmine mensup kimselere Adiler denildiği gibi Semud kavmine men­sup kişilere de Semudiler denilmektedir. Şam ile Hicaz arasındaki Hicr bölgesine yerleşen ve burada gelişen Semud kavmi, Kur'an-ı Kerim'de Ashabu'i Hicr ismiy­le de anılmıştır.

Kendilerini yeryüzünün halifeleri kılan Allah'ın verdiği güç ve İmkan ile bulundukları yeri imar eden, pınar kenarlarındaki bahçelerin içinde köşkler kuran, dağlardaki ve vadiİerdeki kayaları ustaca oyup-biçerek evler meydana getiren Semud kavmi de, bir müddet sonra ahireti unutmuş ve uydurdukları sahte tanrılarla Allah'a eş koşmaya başlamışlardı.

Tüm insanları ve insanlığı kapkara bir gölge gibi takip eden şeytan aleyhillane, boş vaadler ve vesvese­ler ile Semud kavmini de yoldan çıkarmıştı. Kendile­rinden önceki Ad kavmi gibi azgınlaşan Semud kavmi, şehirlerde fesadı yaygınlaştırmalar, zulmü arttırmışlar­dı. Dünyadaki her şeye sahip olmak isteyen insanoğ­lu, kendi hemcinslerine de bu hırsla yaklaşmış ve zayıf gördükleri her insanı kendilerinin bir malı gibi kabul ederek onları ezmekten, onları sömürmekten çekin­memişlerdir. Allah'a ve insanlara karşı kibirlenerek bü­yüklük taslayan müstekbirler ile zayıf düşürülen muşta-zaflar arasındaki bu zulüm İlişkisi, ne yazık ki tarihin her döneminde karşımıza çıkmaktadır.

İşte yeryüzünde fesat ve bozgunculuğun çıktığı, dirlik ve düzenliğin kalmadığı böyle bir dönemde, kul­larına karşı çok merhametli olan Rabbimiz, kavmini uyanp-korkutması için Salih Aleyhisselam'ı peygamberlikle görevlendirdi. Salih Aleyhisselam peygamber­likle görevlendirilmezden önce kavmi içinde güvenilen ve takdir edüen özel bir insandı. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde güzel ahlakı ve saygın kişiliği ile dikkat­leri üzerine çekmiş, kavmin ileri gelenleri "Salih ileri­de büyük bir insan olacak" demeye başlamışlardı. Ço­cukluk yıllarında bile Allah'ın lutfu ile putlara hiç tapmaması ise pek hoş karşılanmasa da yine de onun bu durumuna iyimser yaklaşmışlar ve "Büyüyünce an­lar ve ilahlarımıza tapar" demişlerdi.

Hiç kuşkusuz ki gelişmeler bekledikleri gibi olma­mıştır. Salih Aleyhisselam büyüdükten sonra da putla­ra tapmamış ve bunun da ötesinde bir peygamber ol­duğunu belirterek hiç kimsenin Allah'tan başkasına tapmaması gerektiğini söylemeye başlamıştı. Tabi ki herkesi şaşırtan bir açıklama, herkesin hayretle karşı­ladığı bir davet oluyordu bu!. Peygamber olduğunu açıklayan Salih Aîeyhisselam, şirk içinde azgınlaşan Semud kavmine şöyle sesleniyordu.,

"Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Allah'ın sizi topraktan yarattığını, Ad kavminden sonra sizi yeryüzünde hali­feler kıldığını ve çeşitli nimetler içinde size bir ömür verdiğini hatırlayın. Peki sizler Allah'ın bütün bu nimet­lerine nankörlük etmenize ve kendi uydurduğunuz put­lara taparak yegane İlah olan Allah'a eş koşmanıza rağmen; pınar kenarındaki hurma bahçelerinde, düz­lüklerde yaptığınız köşklerde ve dağlarda ustaca yont­tuğunuz evlerde güvende olacağınızı ve başıboş bırakı­lacağınızı mı sanıyorsunuz? Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Ölçüsüzce davranan ve yeryüzünde fesat çıkaranların emrine itaat etmeyin. Allah'tan bağışlan­ma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim her insana yakın olandır, duaları duyan ve ka­bul edendir."

Ne kadar açık ve güzel bir davet!. Gerçekten çok açık ve çok güzel bir davet Veli.

Nitekim İnsanı insan yetine koyan, insanın insana ve putlara kulluğunu reddeden bu açık davet, toplumda zayıf düşürülmüş insanlar yani mustazaflar arasında kabul görmeye başlamıştı. Ancak Semud kavminin ile­ri gelenleri, kibirlenerek büyüklenen müstekbirleri için hiç de hoş bir davet değildi bul. Çünkü bu daveti ka­bullendikleri zaman aşağılık olarak gördükleri yoksul ve zayıf insanlarla aynı seviyeye gelecekler, sahte İlah­ların kendilerine verdiği itibar ve büyüklüğü yitirecek­lerdi.

Salih Aleyhisselam'ı bu davasından vazgeçirebil-mek ve kendi saflarına çekebilmek İçin, öncelikle yu­muşak bir üslup kullandılar. Salih Ale.yhisselam'a sami­mi bir dost gibi yaklaşarak "Ey Salih, sen bizim içimizde güvendiğimiz ve takdir ettiğimiz birisiydin. Biz senden çok güzel ve çok iyi şeyler umuyorduk. Şimdi sen bizleri atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan en­gelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bu davetini ciddi bir şüpheyle karşılıyoruz" dediler. Bu sözleri dikkatle dinleyen Salih Aleyhisselam "Allah hakkında mı şüphe etmektesiniz? Gökleri ve yeri yaratan Allah, günahla­rınızı bağışlamak için sizi sadece kendisine kulluğa da­vet etmekte ve bu daveti kabul etmezseniz, Nuh ve Ad kavimleri gibi sizleri de helak edeceğini bildirmektedir" cevabını verdi.

Hocam, yine aynı davet ve yine aynı tehdit. Evet Fatih. Rabbimiz bütün peygamberlerini aynı

İlahi davet ve aynı İlahi tehdit ile göndermiştir. Kavimlerini Allah'a kulluğa davet eden bütün peygamberler, kavimlerini kendileriyle değil Allah ile karşı karşıya getirerek, Allah'ın helak emriyle tehdit etmişlerdir. Çünkü bu kıyamete kadar sürecek olan Allah'ın bir sün­neti, Allah'ın bir kanunudur. Toplumların akıbetiyle ilgi­li bu kanunlar Sünnetullah olup, Kur'an-ı Kerim'de Sünnetullah'ın kıyamete kadar kesinlikle değişmeyece­ği ve hiçbir güç tarafından kesinlikle değiştirilemeyece­ği çok açık bir şekilde beyan edilmektedir.

Semud kavmi, kendilerinden önce aynı Sünne-tuilah ile tehdit edilen Nuh ve Ad kavminin helak edil­diklerini bilmiyorlar mıydı?

Etbetteki biliyorlardı Merve. Ancak aradan zaman geçtikçe şeytanın vesveseleri ile kendilerinin helak edi­len insanlar gibi sapık olmadıklarını sanıyorlar veya bu helakların İlahi değil doğal afet gibi başka nedenlerden kaynaklandığı zannına kapılıyorlardı!. Nitekim kendi­lerinden önceki Ad kavminin büyük bir kasırga ve sar­sıntı ile helak edilmelerini Allah'dan değil, tabiattan bil­dikleri için, bütün önlemlerini tabiata karşı almışlardı. Dağlardaki ve vadilerdeki kayaları ustaca oyup-biçerek evler meydana getirmişler ve kayaların içindeki bu sapasağlam evlerde kendilerinin güvende olacaklarını zannetmişlerdi!.

Kendilerinden önce İlahi daveti reddeden Ad kav­minin helak edilmesini Allah'tan değil, birer put yerine koydukları tabiattan kaynaklandığına inandıkları için; bu inanışlarına göre gerekli önlemleri almışlar ve deprem sarsıntılarında en müstakim, en sağlam yerler olarak gördükleri dağlarda kendilerine güvenli evler yontmuşlardı. Çok büyük kayaların içini yontarak yap­tıkları kaya gibi sağlam bu evlerde, artık ne deprem­den ne de sarsıntılardan korkmalarına gerek vardı!.

Günümüzde de sekiz şiddetinde depreme dayanıkh binalar yaparak, kendilerini güvende hissedenler var!.

Evlerin sağlam yapılması elbetteki bir tedbir, ge­rekli bir tedbirdir Seda hanım. Ancak depremleri Hayy'dan değil faydan bilen, fayları dikkate aldıkları kadar Hayy olan Allah'ı dikkate almayan kimselerin tedbiri, çok boş bir tedbirdir. Çünkü Allah'a yönelme­den, Allah'a teslim olmadan ve Allah'ı tekbir etmeden alman her tedbir, hiç kuşkusuz ki güvensiz ve anlamsız bir tedbirdir. Tekbirsiz tedbirin ne anlamı ve ne değeri olabilir ki!. Sekiz şiddetinde depreme dayanıklı binalar yapan kimseler, herşeye kadir olan ve kıyamet emriy­le yeri ve gökleri helak edecek olan Allah'ın, yeryüzü­nü dokuz veya on şiddetinde sarsmayacağını, sarsa-mayacağını mı zannetmektedirler!. Yoksa onlar, Allah'tan dokuz veya on şiddetinde bir deprem olma­yacağına dair bir söz, bir vaad mi almışlardır?

Tabi ki hayır!.

Evet, inkarda direnen Semud1 kavmi de önceki kavimlerin helak edilmelerini Allah'dan bilmedikleri için, Salih Aleyhİsselam'ın davetine karşı çıkmışlar ve kendilerini Allah'ın helak emriyle tehdit eden Salih Aieyhisselam'a bu davetten mutlaka vazgeçmesi ge­rektiğini söylemişlerdir. Hiç kuşkusuz ki ki Salih Aley-hisselam'ın böylesi sözlerle bu davetten vazgeçmesi, vazgeçebilmesi olacak şey değildi. Çünkü güneşi apa­çık bir şekilde gören bir insan, gözlerini ısrarla kapa­tan kalabalıkların "Güneş yoktur" sözlerini ne kadar dikkate alabilir ki!. Nitekim hak ve hakikate böylesi bir yakınlığı yaşayan Salih Aleyhisselam, Semud kavmi­nin ileri gelenlerine şu cevabı verdi.,

"Ey kavmim, bu davetten vazgeçmemi istiyorsu­nuz. Bu davet, benim uydurduğum bir davet olsaydı, elbetteki böylesi dayatmalar karşısında bu davetten vazgeçebilirdim. Fakat Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve Rabbim bana tarafından bir rahmet vermişse, benim ne yapmamı bekliyorsunuz? Rabbimin bu davetinden vazgeçerek O'na İsyan edecek olur­sam, Allah'a karşı bana hanginiz yardım edecektir? Sizleri dinlediğim zaman, bana kaybımı artırmaktan başka ne sağlayabileceksiniz? Bana bu konudaki görü­şünüzü söyler misiniz?"

Semud kavminin ileri gelenleri, Salih Aleyhisse-larn'ın bu apaçık sözlerine ne cevap vereceklerini bile­mediler. Çünkü doğru sözleri dosdoğru bir kimlikle söyleyen Salih Aleyhisselam'ın hal ve tavırlarında da en ufak bir kuşku, en ufak bir endişe yoktu. Onun ken­dinden emin davranışlarına ve inanmış gözlerine baka­rak "Sen ancak büyülenmiş birisin" dediler.

İlerleyen zaman içinde Salih Aleyhisselam'ın de­vam eden apaçık daveti, toplum içinde horlanan ve zayıf bırakılan mustazaf insanlar arasında ciddi bir ka­bul görmüştü. Mal ve makam sahibi oldukları için ken­dilerini hor gören, kendilerini ezen müstekbirlerin zul­mü altında yaşayan bu rnustazaflar; kendilerine bir insan olarak değer veren ve kendilerine rahmetle yak­laşan Salih Aleyhisselam'ın davetine fazla zorlanma­dan icabet ediyorlardı.

Hocam, İlahi daveti neden mal ve makam sahi­bi kimseler değil de, özellikle zayıf ve fakir olan insan­lar kabul ediyor?

Güzel h: boru Veli. İnsanların birbirlerini ezdikle­ri, birbirlerine zulmettikleri toplumlarda, mazlumlar­dan ziyade zalimlerin kalpleri katılaşmakta, haksızlığı bîr yaşam şekli haline getiren bu zalimler insani ve vic­dani duygulardan uzaklaşmaktadırlar. Buna karşılık zulme uğrayan ve yaşanan durumdan hiç hoşnut ol­mayan mazlumlar ise ezilerek kuvvetlenen insani duygulanyla haksızlıktan nefret eden ve hakka yaklaşmak isteyen kimseler durumuna gelmektedir. Dolayısıyle haksızlığa uğrayan, haksızlık altında ezilen insanlarda­ki hak arayışı, gerçekten kuvvetli ve samimi bir arayış olduğu için, bu insanların hakka yaklaşımı ve hakkı ka-bu! edişleri daha kolay olmaktadır.

Evet, zayıf ve fakir oîan bu insanların İlahi daveti kabul etmeleriyle toplumun ikiye bölünmeye başladığı­nı gören ve bu durumdan hiç hoşnut olmayan kavmin ileri gelenleri, daveti kabul eden mustazaflara "Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderiidiğini biliyor mu­sunuz?" dediler. Tabi ki bilimsel gözüken bu soru ile müminleri şaşırtmak, onları şüpheye düşürmek ve İmanlarına kuşku katmak istiyorlardı. Böyle bir soru ile karşılaşan müminler ise Allah'ın yardımıyla hiçbir şüp­heye düşmeden "Biz gerçekten ona ve onun getirdiği gerçeklere inananlarız" dediler.

Bilmek ile iman etmek arasındaki tercihlerini bil­mekten yana koyan ve bilmediğimiz şeye iman etme­yiz anlayışında olan müstekbirler ise "Biz de, sizin İnandığınızı şeyleri gerçekten tanımayanlarız" diyerek karşılık verdiler. Bilimsellik adına yaptıkları bu itiraz, elbetteki nefislerine hoş gelen, kibirlerine kibir katan bir itirazdı. Aşağı sınıflardaki insanlar inanmak, bizler ise bilmek isteriz" cümlesiyle kendisini ifade eden ve bilemediği her şeyi inkar eden bu yaklaşım; sınırlı olan İnsan aklını mutlak hakim görerek, bu akılı ilahlaştırmaya çalışan bir yaklaşımdır.

Hocam, günümüzde de böylesi yaklaşımlar var!.

Günümüzde de var ve kıyamete kadar da olacak­tır Fatih. Oysa yaratılmış bir nesne olan akılı, her şeyi kuşatıcı görerek ilahlaştırmaya çalışmak, en büyük akılsızlıktır. Aklını doğru kullanabilen kimseler, görü­nür gerçeklerden hareket ederek, bu gerçeklerin görünmeyen nedenlerini, görünmeyen hikmetlerini algı­layan ve bunlara İman eden kimselerdir. Bir heykeli gördüğü zaman, hiç görmediği heykeltraşın varlığını kabul eden akıl; yaratılmış bir kainatı gördüğü zaman, hiç kuşkusuz ki bu kainatı yaratan Yaratıcıyı da kabul edecek ve bu Yaratıcıya da iman edecektir.

İmandan değil bilmekten yana tavır koyarak bü-yüklenen Semud kavminin müstekbirleri, bilimsellik adına ileri sürdükleri bu itirazı Salih Aleyhisselam'a da söylediler. "Ey Salih. Biz senin davetinden kuşku veri­ci bir tereddüt içindeyiz. Sen ve seninle birlikte iman edenier, bizlerden babalarımızın taptığı şeyleri terket-memizi istiyorsunuz. Oysa siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası da değilsiniz. Eğer doğru sözlüler­den iseniz, bu durumda bizlere bir ayet getirin de gö­relim" diyerek Salih Aleyhisselam'dan apaçık bir kanıt, bir delil, bir mucize İstediler.

Atalarının uydurduğu putlara taparken, her ne­dense bir delil, bir mucize istemiyorlar!:

Çok dikkatlisin ve çok doğru söylüyorsun Veli. Evet, kardeşinizin de belirttiği gibi en ufak bir şey ya­ratmayan cansız putlara hiçbir delil olmadan tapın­makta olan bu akılcı(!) müstekbirler; herşeyi yaratan Allah'a yönelmek için apaçık bir kanıt, bir mucize is­temektedirler!.

Salih Aleyhisselam, kavmin ileri gelen müstekbirlerinin bu cahilce istekleri karşısında "Elbetteki bizler, sizin gibi bir beşeriz. Ancak Alİah kullarından dilediği­ne lutufta bulunur. Allah'ın izni olmaksızın size bir ayet, bir delil getirmemiz ise bizim için olacak şey de­ğildir" cevabını verdi. Bunu duyan müstekbirİer, Salih Aleyhisselam'ın aciz bir yalancı olduğunu zannederek, onu ve onunla birlikte olan müminleri daha fazla ala­ya almaya başladılar.

Rahman olan Rabbimiz, bu gelişmeler üzerine Semud kavmine apaçık bir mucize gönderdi. Gönde­rilen bu mucize büyük bir kayanın yanlmasıyla, bu ka­yanın içinden çıkan dişi bir deveydi!. Uzun yıllardır dağlan yontarak, kayalan oyup-biçerek bu kayaların ne olduğunu çok iyi bilen Semud kavmi, gördükleri bu mucize karşısında şaşırmışlar, şaşkınlığa düşmüşlerdi!. Bu dişi deve gökten gelseydi, belki de bu kadar şaşırmayacaklardı!. Fakat bu dişi deve bir boşluktan, bir bi­linmezden değil, içinde hava, su ve boşluk bulunma­yan büyük bir kayanın içinden çıkmıştı!.

Onlar bu sert kayaları yontarak, oyarak, şekil ve­rerek bu kayalann içinden İlah dedikleri cansız putları çıkarırlarken; Salih'in Rabbi olan Allah, aynı kayalann içinden canlı bir deve çıkarmıştı.

Bir büyü, bir sihir de değildi bu!.

Çünkü gerçekten canlı, capcanlı bir deve duru­yordu karşılarında. Ve bu dişi deve onların şaşkın ba­kışları arasında yürüyerek su başına gitmiş ve su içme­ye başlamıştı. Bu görünür mucize karşısında Salih'e baktılar ve onun ne diyeceğini merak ettiler. Salih Aleyhisselam kendilerine "İşte bu sizin Rabbinizdir, he­men ona secde edin" deseydi, hiç düşünmeden secde edebilirlerdi. Çünkü kayalardan yontarak ortaya çıkar­dıkları cansız putlara tapman bu şaşkınlar, aynı kaya­ların İçinden çıkan bu mucizevi canlıya neden secde etmeyeceklerdi ki?

Tabi ki Salih Aleyhisselam böyle bir şey söylemez, böyle bir şey söyleyemezdi onlara. Çünkü Allah'a iman eden ve Allah'a hiçbir şeyi eş koşmayan Salih Aleyhis­selam, insanları canlı veya cansız bütün putlardan sakındırmakla ve sadece Allah'a kulluğa davet etmekle görevliydi. Nitekim bu bilinç ve duygular içinde muci­zevi deveye bakarak Allah'a hamdeden Salih Aleyhis selam, kendisinden bir açıklama bekleyen kavmine Allah'ın vahyi istikametinde şöyle seslendi.,

"Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. İşte sizlere Rabbinizden apaçık bir ayet, bir belge gelmiştir. Onu salıverin, ser­best bırakın da Allah'ın arzında otlasın. Allah'ın size gönderdiği bu deveye ve onun su içme-sırasına dikkat edin. Su içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir. Sakın ona bir kötülükle dokunmayın, sonra sizi acıklı ve yakın bir azab sarıverir."

Semud kavminin ileri gelen müstekbirleri, Salih Aleyhisselam'ın bu sözlerini hayret ve şaşkınlık içinde dinlediler. Ona ne diyeceklerini, ne söyleyeceklerini bi­lemediler. Ancak zaman geçtikçe bu sözlerden ve karşılaştıkları bu yeni durumdan hiç hoşlanmadıklarını hissettiler. Çünkü dişi deve gelmezden önce her gün rahatça kullandıkları suya, artık bir ortak çıkmıştı!. Oysa bu su, hem kendileri, hem de ekinleri ve hay­vanları İçin çok önemliydi. Su alabilmek için ertesi gü­nü beklemek, Semud kavmi için hiç de kolay bir şey değildi.

Günler geçtikçe, bu dişi deve yüzünden hayatları­nın çekilmez olduğunu hissetmeye başiadîlar. Doymak ve durmak bilmeyen bu dişi deve, istediği yerde ser­bestçe otlanıyor, istediği ekine giriyor ve istediği kadar su içiyordu!. Salih'in Rabbi olan Allah, suyu bir gün deveye, bir gün kendilerine vererek, onları bu dişi de­ve ile eşit tutmuştu!. Halbuki bu deve, haftalarca su iç­meden yaşayabilirdi. O halde neden, Salih'in Rabbi olan Allah neden böyle bir taksim yapmıştı?

Hiç kuşkusuz ki bir uğursuzluk çökmüştü üzerleri­ne ve bu uğursuzluğun en büyük sebebi Salih idi. Çün­kü Salih denilen bu genç davete başladıktan sonra toplumda bölücülük olmuş,  koskoca Semud kavmi, inananlar ve inanmayanlar diye ikiye ayrılmıştı. Muci­ze diye gelen bu dişi deve ise, başlı başına bir musibet olmuştu kendilerine!. Dişi olan bu devenin doğuracağı ve başlarındaki musibetin artacağı endişesi ifher ge­ce rüyalarına giren bir kabus oluyordu!.

Yaşadıkları bu durumu' açık bir uğursuzluğa yo­rumlayan böylesi düşüncelerle Salih Aleyhisselam'a gi­derek "Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık. Artık yeter. Ya bizim dinimize ge­ri döneceksiniz, ya da sizi kendi toprağımızdan sürece­ğiz" dediler. Salih Aleyhisselam ise bu sözler karşısın­da onları yine de yumuşatmak, yine de ikaz etmek istedi. Çünkü şeytani bir asabiyet ile gözleri dönmüş olan bu insanlar, ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Rahmet dolu bir kalpten yükselen, merhamet dolu cümlelerle şöyle cevap verdi kavmine.,

"Ey kavmim, neden iyilikten önce, kötülük konu­sunda acele davranıyorsunuz? Allah'tan bağışlanma di­lemeniz gerekmez mi? Umulur ki esirgenirsiniz. Dişi deve ve onun getirdiği sıkıntılar konusunda bizi niye suçluyorsunuz ki!. Allah'tan bir ayet, bir mucize iste­yenler sizlerdiniz!. Şimdi ise uğursuzluk dediğiniz bu İlahi takdir ile denenmekte olan bir kavimsiniz. Bizleri tehdit etmenize gelince, bu tehditler karşısında mü­minler elbetteki Allah'a tevekkül edeceklerdir. Hem bi­ze ne oluyor ki, Allah'a tevekkül etmeyelim? Çünkü bi­ze doğru olan yollarımızı O göstermiştir ve Allah doğru yolda bulunan kullarını koruyacaktır. Bizlere yapmakta olduğunuz işkencelere de sabredeceğiz. Te­vekkül edenler, Allah'a tevekkül etmelidirler."

Rahmet ve merhamet dolu bu sözler, azgınlıktan gözleri dönmüş olan müstekbirlere hiç tesir etmedi. Hayatlarını çekilmez hale getiren Salih Aleyhisse-lanYdan kurtulabilmek için ne yapmaları gerektiğini

düşünmeye başladılar. Çünkü eski günlerine geri dön­mek, refah ve azgınlık içindeki hayatlarına tekrar ka­vuşmak istiyorlardı.

Semud kavminin yaşadığı şehirde, dokuzlu bir çe­te vardı. Bunlar uzun bir süredir yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar, dirlik ve düzenlik bırakmıyorlardı. Gelişen olaylar üzerine bir araya gelen ve ne yapacaklarını tar­tışan müstekbirler, uzun uzun konuştuktan sonra en nihayet bir karara vardılar. Salih Aleyhisselam'ı ailesiy­le birlikte öldürmeye ve suçu bu dokuzlu çetenin üze­rine atmaya karar vermişlerdi. Nitekim kendi araların­da Allah adına and içerek "Gece olunca Salih'e ve ailesine bir baskın düzenleyerek hepsini öldürelim. Da­ha sonra bize soran yakınlarına 'Bu ailenin yok oluşu­na biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söy­leyenleriz' diyelim." dediler.

Hocam, Allah'ın peygamberine tuzak kurarlar­ken, Allah adına and içiyorlar!.

Dikkatin için teşekkür ederim Veli. Tarihin her döneminde müslümanlara eziyet ve işkence eden müs­tekbirler, genel olarak Allah'ı inkar eden ateistler yani tanrıtanımazlar değil, Allah'a inanan ancak inandıkları Allah'a eş koşan müşriklerdir. Nitekim Semud kav­minin ileri gelenlerinden oluşan bu müstekbirler de, Allah'a inanmalarına rağmen atalarının uydurdukları şeylere de taparak Allah'a eş koşan azgın müşrikler­den oluşuyordu.

Bu azgın müşrikler gizlice tuzak kurarlarken, Sa­lih Aleyhisselam elbetteki onların t?u konuşmalarını duymadı. Gizli istihbaratlar ile onların nasıl bir tuzak hazırladıklannı öğrenerek, bu tuzaklar karşısında ne yapabileceklerini uzun uzadıya düşünmedi. Çünkü böylesi gizli tuzaklardan, gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a tevekkül etmişlerdi. İnandıkları ve tevekkül ettikleri

Alİah bütün müslümanlara "Ben o azgınların ne yap­tıklarını, size karşı nasıl tuzaklar hazırladıklarını biliyo­rum. Siz onları Bana bırakın ve doğru yolunuzun ge­reğini yaşayın. Çünkü sizler doğru yolda olursanız, sapanlar size bir zarar veremez" buyuruyordu.

Bütün mü'minleri ve müslümanlan kuşatan bu İlahi vaad nedeniyle Salih Aleyhisselam ve onunla bir-likte olan müminler, Allah'ın kendilerine gösterdiği dosdoğru yolda, Allah'a tevekkül ederek yürümeye de­vam ediyorlardı. Hiçbir korku ve endişeleri de yoktu. Çünkü tevekkül ettikleri Allah, hiç kuşkusuz ki bu müs-tekbîrlerin ne yapmak istediğini biliyor, onların hileli düzenine karşı, hilesiz bir düzen kuruyordu. Nitekim bu müstekbirlerin yaptıkları bütün hesaplar boşa çık­mış, kurdukları tuzaklar, kendilerinin zararına neden olmuştu.

Hileli düzenleri boşa çıkan ve azgınlıktan gözleri dönen Semud kavmi, artık hem Salih'ten hem de bu dişi deveden bir an önce kurtulmaya karar verdiler. Kendilerini engellemeye çalışan Salih Aleyhisselam'm bütün ikazlarına rağmen, dişi deveyi yere yıkarak öl­dürdüler. O zamana kadar kalplerine korku ve endişe veren bu deveyi öldürdükleri zaman kendilerini çok iyi hissettiler. Mucize dedikleri bu deve, diğer develer gibi ölmüş, oluvermişti işte!. Salih'in Rabbi onları ne dur­durabilmiş, ne de deveyi koruyabilmişti!. Kendilerine uzak ve umudsuz gözlerle bakan Salih Aleyhisselam'a dönerek ve kanlı elleriyle yerdeki dişi deveyi göstere­rek "Ey Salih, işte deveyi öldürdük. Eğer gerçekten gönderilen bir peygamber isen, bize va'dettiğin şeyi getir de görelim" dediler.              

Salih Aleyhisselam, öylece durdu. Uzun yıllardır hidayete davet ettiği kavmini ve bu kavminin yine uzun yıllardır devam eden inkarını düşündü. Apaçık ayet ve mucizelere rağmen hidayet yerine körlüğü ter­cih eden bu inkarcı kavmi için, artık yapabileceği bir şey kalmadığını anladı. Bu hüzünlü duygular İçinde onların yanından uzaklaştı ve yüreğini Rahman olan Allah'a açarak, Allah'tan müzminler için yardım ve fe­tih istedi. Salih Aleyhisselam'ın rahmet dolu bu duası­na, rahmetin gerçek sahibi olan Rahman'dan çok açık bir cevap geldi. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Ce-laluhu Salih Aleyhisselam'a "Biz, hiç şüphesiz zulme­denleri helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu ikram, makamımdan ve va'dimden korkanlara aittir" diye vahyetti.

Rabbimizden bu İlahi uyarıyı alan Salih Aleyhisse-lam "Ey Salih, işte deveyi öldürdük. Eğer gerçekten gönderilen bir peygamber isen, bize va'dettiğin şeyi getir de görelim" diyen inkarcı kavminin karşısına çı­karak "Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalan­lanmayacak bir vaaddir" cevabını verdi. Tabi ki bu teh­dit karşısında hiç korkmadı, hiç korkup kaçışmadı Semud kavmi. Kendilerinden Önceki Ad kavminin yüksek sütunlu evleri, şiddetli bir kasırga İİe yıkılmıştı, yıkılmıştı ama kendi evlerine bir şey olmazdı. Çünkü Semud kavminin kayalardan oydukları, kaya gibi sağlam evleri vardı. Her tarafı kaya olan bu evlerde, onlara ne olabilirdi ki!.

Ve üç gün geçti.

Ve Allah'ın emri geldi.

Ve Semud kavmi gecenin karanlığında yıldırım­larla gelen korkunç bir ses ve dayanılmaz sarsıntılar ile kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Ne ayağa kalkmaya güç yetirebildiler, ne de Allah'tan ve Allah'a eş koştukları putlarından bir yardım bulabil­diler. Kendilerine boş vaadler veren, çirkin yollarını süslü gösteren şeytan da yoktu yanlarında!. Korku ve acizlikten dizüstü çökmüş cansız cesetler, dehşetten açılmış gözlerle bir noktaya bakıyorlar ve sessiz feryat­larla "Biz ne yaptık, bizler ne yaptık" diye haykırıyorlardı. Sanki orada hiç bulunmamışlar, yurîarında refah içinde hiç yaşamamışlardı!. Kaya gibi sağlam zannet­tikleri evleri yerle bir olmuş, Allah'ın emriyle ıssız birer enkaza dönüşmüştü. Artık Semud kavmi diye bir ka­vim yoktu, böyle bir kavim yoktu yeryüzünde!. Uzun yıllar süren inkarları ve küfürleri nedeniyle, hepsi he­lak edilmiş ve hepsine Allah'ın rahmetinden uzaklık verilmişti.

Semud kavmini helak eden Rabbimİz, katından bir rahmet ile Salih Aleyhisselam'ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtarmıştı. Müminlerle birlikte bu müt­hiş günün azabından kurtulan Salih Aleyhisselam, in­karcı kavmi helak edilirken dönmedi, dönüp bakmadı onlara. Onlardan uzaklaşırken Alİah korkusuyla titre­yen dudaklarını açarak "Ey kavmim, andolsun ki size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Ama siz, Öğüt verenleri sevmiyorsunuz" dedi.

Bu sözü kavmi duydu mu?

Duymadılar, duyamadılar Seda hanım. Fakat bu hak ve güzel sözleri Rabbimizin iutfuyla bizler duyduk. Ve istiyoruz ki bizlerin şu sözünü de yine Rabbimizin iutfuyla onlar, o güzel mü'minler duysunlar.,

"Alemler içinde selam olsun Salih Aleyhisselam'a ve ona iman eden müminlere.."

 

Putperestlik Ve Nemrud Dönemi

 

Nuh Aleyhisselam'dan yaklaşık on asır sonra, insanlık tarihi yine kara, yine kapkara bir döneme girmişti!. İnsanlar Allah'ı ve Allah'ın birliğini unutmuş­lar, kendi elleriyle yaptıkları ve yüce isimler verdikleri putlara tapmaya başlamışlardı. İnsanın ve tüm insanlı* ğın en büyük düşmanı olan Şeytan için, elbetteki altın bir dönemdi bu!. Yeryüzündeki bütün insanları Allah'a kulluktan engellemek isteyen şeytan aleyhillane, in­sanlara bizzat gözükerek "Ey insanlar!. Allah'ı bırakıp, bana secde edin!." demediği ve diyemeyeceği için, bu insanları tarihin her döneminde taş ve tahtalardan ya­pılan sembollere yöneltmiş ve kutsal güçler nisbet etti­ği bu putlara ibadet ettirmiştir. Şimdi sizlere sormak is­tiyorum. İnsanların neden putperest olduklarını, taşlardan yapılmış heykellere neden taptıklarını hiç düşündünüz mü?

Affedersiniz hocam. Herhalde akılsızlıktan olsa gerek!.

Merve hanım, sizler kadar akıllı olmadıkları açık bir gerçek. Ancak ben yine de bütün putperestlerin, bu cansız putlara ibadet edecek kadar akılsız oldukları kanaatinde değilim. Çünkü putperestlik merasimleri­nin ön saflarında, toplumda ileri gelen kimselerin yer aldığını görüyoruz. Zaten arka saflardaki şaşkınlar, bu ön saflardaki ileri gelenleri izleyerek putperest oluyor­lar. Benim sorum bu ön saftakilerle ilgili. Yaşadıkları çağlarda kendilerine aydın, düşünür, yönetici denilen . bu Ön saftakiler neden putperest oluyorlar veya niye putperest gözüküp, arka saflardaki insanları putpe­restliğe davet ediyorlar?

Evet hocam. Burası çok önemli!.

Tabi ki önemli Veli. İşte insanla ilgili bu önemli sorunun cevabını bulabilmemiz için yine insana yönel­memiz ve bu cevabı insanın fıtratında aramamız gere­kir. Daha önce de konuştuğumuz gibi her insanın fıt­ratında Allah gerçeği vardır. Tüm yaratılışın bu kutsal gerçekle ilgisi olduğunu yakinen hisseden insanlar, fıt­ri olarak bu kutsalı bulma ve bu kutsala yönelme arzu­suna sahiptirler. İnsanlara hükmetmek isteyen yöneti­ciler, toplumdaki bu kutsala yönelme arzusunu, yegane İlah olan Allah ile karşılamak ve bu fıtri boş­luğu Allah gerçeği ile doldurmak istemezler. Çünkü Allah konuşan, hüküm koyan, insanların nasıl ve ne şekilde yönetilmeleri gerektiğine müdahale eden, za­lim liderlerin haksız çıkarlarına engel olan bir Rabdır. Çünkü Allah bütün kullarını aynı hükümlerle karşı kar­şıya getiren, devlet başkanından çobanına kadar her insanın bu hükümler karşısında eşit olduğunu beyan eden ve yarattığı bütün kullarına adil davranan bir Rabdır.

Tabi ki hiçbir müstekbir, hiçbir emperyalist, ken­dilerini diğer insanlarla eşit tutan ve hiçbir insana zulmedilmemesi için hükümler beyan eden böylesine adil bir İlah adına insanları yönetmek istemezler. Onların istedikleri ilahlar, kendilerini kayıran, onların zulümle­rine karışmayan, insanların yönetimiyle ilgili kanun ve hüküm yetkisini kendilerine bırakan Vedd, Suva, Ye-ğus gibi sahte ilahlardır. Bu nedenle zalim liderler ve zalim yöneticiler, insanların Allah'a ve Allah'ın adil hü­kümlerine yönelmelerini istemezler.

Bütün bunları dikkate alan emperyalistler, insan­ların fıtratında bulunan kutsalı bulma ve kutsala yönel­me arzularını, kendilerine göre en uygun olan bir al­ternatifle gidermek isterler. Ölmüş bir insanı, bir lideri veya tabiattaki bir kudreti sembolize eden putlar yapa­rak, bildikleri bütün kutsal vasıfları bu putlara nisbet ederler. Halka öncülük yaparak, batıl isnatlarla yücelt­tikleri bu putların önünde tazim ve hürmetle dururlar. Önemli olan halkın bu putlara yönelmesi, kutsala yö­nelme arzusunu bu putlarla gidermesidir.

Yöneticilerin tabi ki bu putlardan hiçbir rahatsız­lıkları yoktur. Hem neden rahatsız olsunlar ki!. Çünkü bu suskun putların yerine kendileri konuşmakta, bu putların ne isteyip, ne istemediğine kendileri karar vermektedir. Doiayısıyle kendilerine kutsal bir yönetim gücü veren bu sahte ilahları, var güçleriyle yüceltmek isterler. İnsanları ve toplumları hem maddi, hem de manevi yönden ellerine geçirmişlerdir artık!. Toplu­mun bir kesimini kendileri adına cezalandırdıkları za­man toplumsa! bir düşmanlık ve muhalefet ile karşılaş­maları sözkonusu iken; yücelttikleri putlar adına cezalandırdıkları zaman böyle bir düşmanlık ve muha­lefet sözkonusu değildir. Çünkü her şey yüce putlar adına yapılmakta, akıtılan kanlar, yine bu putlar adına akıtılmaktadır!. Putlar adına kurban alan cellatlar ise bu putperestliğin en dindar, en muttaki, en samimi sa­vunucuları olarak kabul edilmektedir!.

Dünya tarihinin değişik dönemlerinde gönderilen peygamberler, bu putperestlik vakıasıyla karşılaşmışlar ve bütün insanları putperestlikten menederek, onları sadece ve sadece Allah'a kulluğa davet etmişlerdir.

- Hocam, günümüzde de putperestlik var mı?

Dünyanın en eski sapıklığı olan putperestliği sadece geçmişe nisbet etmek ve günümüzde böylesi sapıklıklar yoktur demek, ne yazık ki mümkün değil­dir Hamdı. İlahi değerlerin. İlahi hakikatlerin önüne geçirilen her ilke, her prensip, İslam itikadına göre müşriklere veya putperestlere özgü ilke ve prensipler­dir. İlahi hakikatlerin önüne geçirilen bu ilke ve pren­sipler bir kişiye veya bir heykele nisbet edilerek, insanlar bu kişinin veya heykelin önünde, tazim ve hürmet­le durdukları zaman, bu kişileri veya heykelleri birer put durumuna getirmiş ve putperestlik yapmış olurlar.

Hocam, müslümanlann arasında da böyle in­sanlar var mı?

Gerçek müslümanlann arasında elbetteki böylesi insanlar yoktur Merve^ Ancak kendilerini İslam dinine nisbet etmelerine rağmen, İslam'ın dünya görüşüne ve yaşam tarzına karşı çıkan insanlar arasında böylesi kimseler çoktur. Bir gücü veya bir İnsanı sembolize eden heykeller önünde tazim ve hürmetle duran bu in­sanlar, bilerek veya bilmeyerek putperestliğe bulaşan insanlardır. Söz ve konuşma meydanlarında "Ben de müslümanım, bizler de müslümanız!." diyen bu şaşkın­ların karşısına elinize bir Kur'an-i Kerim alarak çıktığı­nızda ve bütün bu şaşkınlara "Madem ki müslümansı, Allah sizleri taşlara tapmaktan menediyor; madem ki müslümansınız, Allah sizleri Kur'an'a davet ediyor; madem ki müslümansmız, Allah sizlere şunları emrediyor..." dediğinizde surat astıklarını, sözleriniz­den hiç hoşlanmadıklarını ve üzerinize çullanarak sizi susturmaya çalıştıklarını görürsünüz!.

Hocam, niye böyle yapıyorlar?

Bunun nedeni çok açıktır Merve hanım. Çünkü bu kimseler, "Bizler de müslümanız, bizler de Allah'ın kuluyuz!." demelerine rağmen, kendilerine müdahale eden, kendilerini hakka davet eden, daha açık, çok da­ha açık bîr ifadeyle "Konuşan bir Allah" istemiyorlar!. Nitekim kendilerine Allah'ın ayetlerini hatırlattığınız zaman üzerinize çullanarak susturmaya çalıştıkları ger­çek, sizin sözleriniz değil, Allah'ın kelamıdır. Sîze veya sizin şahsınıza değil, konuşan bir Allah'a, konuşan bir tanrıya tahammülleri yoktur bunların!.

Özellikle toplumun elit tabakasına mensup olan bu kimseler "Görmedim, duymadım, söylemedim" di­yen üç maymun heykelinde ifade edildiği gibi kendile­rini görmeyen, kendilerini işitmeyen ve kendilerine konuşmayan bir tanrı, yani bir put istemektedirler!. Az önce anlattığımız putperestler, taştan veya tahtadan yapılmış heykellere put gibi yaklaşırlarken; bu kendini bilmezler alemlerin Rabbi olan Allah'a put gibi yak­laşmak istemektedirler. Var dedikleri Alİah susacak, Allah'ın yerine bunlar konuşacak!. Neyin iyi, neyin kö­tü olduğuna bu beyler karar verecek!. Alemlerin Rab­bi olan Allah Cefle Celaluhu yarattığı ve sayısız nimet­lerle yaşattığı insanları bu beylerin emrine vererek "Alın bu insanları, istediğiniz gibi yönetin, istediğiniz gibi kullanın, istediğiniz gibi sömürün" diyecek!. Bu za­limler insanları ezecekler, insanları sömürecekler fakat Allah bunlara hiç karışmayacak!. "Keyfinize göre yap­tığınız işler, nefsinize göre çıkardığınız kanunlara uy­gunsa, ne mutlu size!." diyecek!. Çünkü bunlar, İslam dinine bir putperest mantığı ile yaklaşan bu beyler, böyle istiyorlar!.

Hocam, sinirlendiniz!.

Bir insan olarak sinirlenmemek ve böylesi müş­riklerin ezdiği, sömürdüğü milyarlarca insan için üzülmemek mümkün mü Fatih!. İnsanların karşısına çıkarak "Bizler de Allah'a inanıyoruz1' diyen bu mü­nafıklar, günümüz dünyasının modern ve çağdaş put­perestleridir. Tarihin her döneminde karşımıza çıkan putperestlik olayı, şekil veya biçim olarak değişse de. mantık olarak hiç değişmemektedir. Aynı şeytani mantığın, farklı görüntüleridir bütün bunlar.

Hocam, çok tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz!.

Doğru söylüyorsunuz Seda hanım. İnsanların ya­rarına bir araç olması gereken bilim ve teknolojinin bi­le emperyalistler tarafından putlaştırıldığı, dünya insanlarının demokrasi kavalından çıkan hoş ve boş nağ­melerle uyutulduğu bu çağ, düşünen insanların gerçek­ten dikkatle yaşamaları ve kendilerini özenle koruma­ları gereken bir çağdır. Bu korunma İse hiç kuşkusuz ki Allah'a sığınmamızla ve O'nun hükümlerine sımsıkı sarılmamızla mümkün olacaktır.

Evet putperestlik konusunda bu kısa bilgiyi verdikten sonra .aşıl konumuza dönebiliriz. Nuh Aleyhisselam'dan yaklaşık on asır sonra, insanlık tarihinin yine kara, yine kapkara bir döneme girdiğini söylemiştik. Gökyüzüne bakarak Allah'ın azametini düşünmesi ge­reken insanlar, bu gökyüzündeki yıldızları, ayı ve güne­şi birer yardımcı tanrı yerine koyarak, bütün bunları yaratah Allah'a eş koşmaya başlamışlardı. Değişik isimler, verdikleri bu tanrıların sembolik heykellerini yapıyorlar ve kendi elleriyle yaptıkları bu putlara tapı­nıyorlardı!.

Bu tapınmanın merkezi ise Irak bölgesinde kuru­lan Babil şehri idi. O karanlık dönemin, karanlık yüz­lü kralı, olan Nemrud, Babil'de büyük bir ibadethane yaptırmış ve burasını kıymetli taşlarla süslediği en bü­yük, en değerli putlarıyla doldurmuştu. Buraya gelen insanlar, kendilerine çok yüce manevi değerler nisbet edilen bu değerli ve görkemli putlara tapınıyorlardı.

Tabi ki bu durumdan Nemrud ve Nemrud'un ileri gelen çevresi çok memnundu. Çünkü bu cansız putların, yeryüzündeki en canlı ifadesi kendileriydi. Bu putların bütün manevi gücünü, bütün kudretini onlar temsil ediyorlar ve bu putlar adına sadece onlar konuşuyor­lardı. Yapılmasını istedikleri her şeyi, sanki tanrıların bir isteği imiş gibi halka sunuyorlar ve bu isteğe karşı çıkan insanları, tanrılara karşı çıkmış gibi cezalandırı­yorlardı.

Dolayısıyle Nemrud'un bir emrine, bir isteğine karşı çıkmak, tanrılara karşı çıkmak anlamına geliyor­du. Çünkü putperestlere göre Nemrud bir insan değil, bütün tanrıların gücünü kendisinde toplayan ve bu kudreti dilediği gibi kullanan yüce bir varlık İdi!. Bu yü­ce varlığa kim karşı çıkacak, onun karşısında kim du­rabilecekti ki!.

Putİaşmış krallara ve putperest yöneticilere göre, meydan ve ibadethanelerdeki bu putlar yine de yeter­li değildi. İnsanlar ev ve işyerlerinde de bu putların kü­çük örneklerini görmeli, ev ve iş yaşantılarında da bu yüce putları dikkate almalıydı!. Dolayısıyle böylesi dö­nemlerde o kadar çok puta ihtiyaç vardı kiT putçuluk önemli ve gelir getiren bir sanat haline gelmişti. Nite­kim böyle bir çağda putçuluk yapan Azer. Nemrud dö­neminin önemli put ustalarından biriydi. Kendi aklın­ca helalından olsun diyerek el emeğinin karşılığını yiyen Azer, bu el emeği iie devamlı put yapmakla, put üretmekle meşguldü!.

İşte insanlık böylesine karanlık bir zulmün içinde iken, Rahman ve Rahim olan Rabbimiz insanlara acı­dı. Şeytana aldanarak Allah'ı ve ahireti unutan insan­lara, bu İlahi gerçekleri hatırlatmayı murad etti. İnsan­lık böylesine karanlık bir dönemi yaşarken; sabrı ve tevekkülü, inancı ve tevhid akidesi ile asırlar boyu bü­tün bir kainatı aydınlatacak olan İbrahim'i gönderdi. Evet,

yeryüzü ismi İbrahim olan bir çocuk ile tanışmış­tı. Put yapan Azer'in evinde, putkıran bir yiğit, putkı-ran bir kahraman, putkıran bir İbrahim doğmuştu!. Rahmet ve bereket yüklü bu küçücük bebeğin nurlu yüzüne bakıyor, gözlerimizi ve gönüllerimizi aydınlatan bu küçücük bebeğe "Putlara ve putperestlere hoş gelmedinse de, sen bizlere, sen insanlara, sen insanlık ta­rihine hoş geldin, çok hoş geldin İbrahim"' diyoruz.

 

İbrahim Aleyhisselam'in Rabbini Arayışı

 

Putperest bir kavmin, putçu bir ailesinde doğan İbrahim, daha küçük yaşlarda iken yaratılışı ve Yaratı-cı'yı düşünmeye başlamıştı. İbrahim'in bu güzel düşün­celerine, Rahman olan Rabbimiz de yol gösteriyordu. Onun ciddi sorularına doğru cevaplar ilham ediyor, yerlerin ve göklerin sadece bir Hakim'in, her şeye gü­cü yeten mutlak bir Hakim'in hükümranlığı altında ol­duğuna işaret ediyordu.

Küçük yaşlardaki İbrahim bu düşünceler ile bir Yaratıcı'nın varlığına inanıyor ve bu Yaratıcı'nın bütün bir kainata hükmettiğinden hiçbir kuşku duymuyordu. İyi ama kimdi bu Yaratıcı, kimdi bu i"kürndar, kimdi İbrahim'in Rabbi? Babası ve kavminin ..eri gelenleri, yerleri ve gökleri idare eden bu hükümdarların yıldız­lar, ay ve güneş olduğunu iddia ediyorlardı!. Yeryüzün­de meydana gelen her olayın bunlara bağlı olduğunu, insanları iyileştiren, hastalandıran ve öldüren bütün güçlerin bunlarda olduğunu söylüyorlardı!.

Babasının ve kavminin ileri gelenlerinin anlattık­ları bu gibi şeyleri büyük bir dikkatle dinledi İbrahim. Bu dinlediklerinin hiçbirini yalanlamadı, hiçbirine itiraz etmedi. Çünkü kendisine bunları anlatan kimseler, herkesin kendilerine saygı gösterdikleri koca koca in­sanlardı!. Bu yaşlı ve saygın insanların yanılması veya yalan söylemesi, elbetteki mümkün değildi.

İç dünyasındaki gerçekler ile kavminden duyduğu sözleri birleştirerek bir sonuca varmak isteyen İbrahim, gecenin karanlığında bir yıldız görmüş ve kendi­sine söylenenleri hatırlayarak "İşte bu benim Rabbim" demişti. Ancak içine sinen, kalbine mutmainlik veren bîr söz olmamıştı bu!. Kalbindeki bu tereddütler ile yıl­dıza bakıp, insanların Rab dedikleri bu yıldızı düşün­meye başladı. Bir süre sonra yıldız batıp, gökyüzünde kaybolunca "Ben kaybolup-gidenleri sevmem" diyen İbrahim, bir yıldızın bir Rab olamayacağını kesinlikle anlamıştı. Çünkü kendi batışını bile engelleyemeyen bu yıldız, hiç batmadan kainattaki doğuş ve batışları İdare eden, onlara düzen veren bir Rab olamazdı.

Bunun ardından Ay'ı, etrafa aydınlık saçarak doğ­makta olan Ay'ı görünce, yine kendisine söylenenleri hatırlayarak "İşte bu benim Rabbim" demişti. Fakat da­ha sonra Ay da batmış, Ay da kaybolu ver misti!. İbra­him için ikinci bir hüsran, ikinci bir hayal kırıklığı idi bu!. Babasına ve kavminin İleri gelenlerine karşı da güvenini yitirmeye başlamıştı. Ay ve yıldız konusunda yanıldıkları, apaçık bir sapıklığa girdikleri belliydi. Bu duygular ve düşünceler içinde umudsuzluğa düşmüş ve "Andolsun, eğer Rabbim beni doğru yola erîştirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum" demişti.

Sonra güneş doğmaya başladı. Etrafa ışıklar saça­rak ve tüm karanlıkları delip gidererek doğmakta olan güneşe bakan İbrahim, babasına ve kavmine son bir fırsat vermek istercesine "İşte bu benim Rabbim, bu en büyük" diye seslendi kalbine. Fakat kaîbi yine doğrula­madı, yine kuşkuyla karşıladı bu sözü!. Nitekim bir sü­re sonra güneş de batmış, güneş de kayboluvermişti!. Yıldızı, Ay'ı ve güneşi tekrar tekrar düşünen İbra­him, bütün bunların kainatı idare eden bir Rab, bir Ya­ratıcı değil, kainatta idare edilen birer yaratılmış olduk­larını anlamıştı. İç dünyasındaki gerçekler ile kavminden duyduğu yalanlan bir araya getiremeyen, bunları uyuşturamayan İbrahim, son tercihini kalbin­deki aydınlık gerçeklerden yana yapmaya karar ver­mişti. Hiç kimsenin bulunmadığı sessiz bir tenhalıkta kavminin söylediklerini tekrar tekrar düşünen İbrahim, kararlı bir şekilde ayağa kalkmış ve "Ben kavmimin şirk koşmakta olduklarından uzağım" diyerek, kavmi­nin boş sözlerle yücelttiği ve şaşkınca tapındığı bütün putları inkar etmişti.

Demek ki ilk önce "La İlahe" demiş.

Dikkatin için teşekkür ederim. Evet, Veli kardeşi­nizin de işaret ettiği gibi bir İnsanın Allah'ın razı olaca­ğı dine girebilmesi için öncelikle kelime-i tevhid gerçe­ğini söylemesi ve bu güzel sözün gereğini yapması şarttır. Kelime-i tevhid yani "La İlahe illaallah" ifadesi, "Allah'tan başka İlah yoktur, ilah olarak sadece Allah vardır" anlamına gelir. Dikkat ederseniz bu güzel sö­zün ilk yarısı inkar, ikinci yansı tasdîkdir. Bu güzel söz­deki Allah'ı tasdik ne kadar önemliyse, sahte ilahların inkarı da o kadar Önemlidir. Çünkü "La ilahe" diyerek sahte İlahları inkar etmeyen ve şirkten temizlenmeyen bir kalbin; "İlla Allah" demesinin veya Allah'ı tasdik et­mesinin hiçbir anlamı yoktur. İslam'a girmek isteyen bir insan önce "La ilahe" yani "Allah'tan başka ilah yoktur" diyerek, içinde yaşadığı toplumda insanlara ilahlık taslayan her şeyi inkar edecek ve sahte ilahları İnkar ederek temizlenen kalbi ile "İlla Allah" diyerek, tertemiz kalbine ilah olarak sadece Allah gerçeğini yerleştirecektir.

Nitekim İbrahim Aleyhisselam da önce "La İlahe" yani "Allah'tan başka ilah yoktur" ifadesinin gereğini yapmış, içinde yaşadığı kavmin yücelttiği putları ve putperestliği çok açık bir şekilde inkar etmiştir. Çok Önemli olan bu inkar ile putperestliğe sırtını dönmüş ve bu çok önemli inkar île temizlenen, aydınlanan kalbini yegane İlah olan Allah'a yöneltmişti. Ancak böy­lesi bir yöneliş ile mü'min ve muvahhid olan İbrahim, Allah'a inandıktan sonra ne yapacağını ve ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu. Bu Önemli bilmezlik içinde kendisini boşlukta hisseden İbrahim, tenhalara çekili­yor ve meraklı gözlerle kainata bakarak, kainatı yara­tan Allah için ne yapması gerektiğini düşünüyordu.

Alemlerin yegane Rabbi olan Allah için ne yapa­cak ve Allah'a nasıl teslim olacaktı? Küçük yaşta bü­yük bir işi başaran İbrahim, kainata bakan merak do­lu gözleri ve Allah'a yönelttiği dua dolu sözleri ile bu arayışına devam ediyordu. Nitekim tenhalarda sürdür­düğü bu güzel yönelişi cevapsız kalmamış ve hiç kuş­ku duymadan inandığı Rabbi "Teslim ol ya İbrahim" di­yerek ona seslenmiş, ona seslenivermişti.

İbrahim durdu, hemen cevap vermedi bu sesleni­şe!. Çünkü bu sesin kimden geldiğini bilmiyor, bilemi­yordu!. "Teslim ol ya İbrahim" diyen ve ondan tam bir teslimiyet isteyen bu ses kendisini tanıyordu ama, ken­disi bu sesin sahibini tanımıyordu. Bu nedenle "Teslim oldum" demiyor, diyemiyordu. Çünkü alemlerin Rab­bi olan Allah'tan başka hiç kimseye, ama hiç kimseye teslim olmaya niyeti yoktu İbrahim'in. İşte bu düşünce­lerle biraz tereddüt eden İbrahim, anlamında hem ted­bir, hem de teslimiyet bulunan şu cevabı verdi.,

"Alemlerin Rabbine teslim oldum"

Evet, artık teslim olmuştu, artık müslim olmuştu İbrahim. Ve onun için bu teslimiyet, dünya yasantısındaki son nefesine kadar sürmesi gereken ve sürecek olan bir teslimiyet idi.

 

İbrahim Aleyhisselam Ve Babası Azer

 

Alemlerin Rabbi olan Allah'a kalbi bir teslimiyet gösteren İbrahim Aleyhisselam, iç dünyasındaki bu te­miz duygular ile büyüyor,,bu tertemiz düşünceler ile yetişiyordu. Put yapmakla meşgul olan babası Azer, İbrahim'i çocukluk yıllarında birkaç kere put satması için zorladıysa da, bu İsteğinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Çünkü kavmindeki diğer çocuklara hiç ben­zemeyen İbrahim, Azer'in anlayamayacağı bir şekilde putlardan ve putperestlikten uzak duruyordu.

Tabi ki hem babasının, hem de kavminin hiç hoşlanmadığı bir durum oluyordu bu!. Kendi kendilerine "Bu çocukta bir tuhaf­lık var!." demelerine rağmen yine de büyüyünce akıl­lanacağını ve düzeleceğini umuyorlardı. Fakat yıllar geçmesine ve İbrahim genç bir delikanlı olmasına rağ­men, babasının ve kavminin istediği bir duruma gel­memişti. Yine putlara tapmıyor, yine putlar hakkında ileri geri konuşuyordu!. Nitekim bir gün babasının kar­şısına geçerek, merhamet dolu yumuşak bir sesle ona şunları söylemişti.,

"Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan bu şeylere niye tapıyorsun? Yoksa sen bu cansız putian ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyo­rum. Çünkü bütün bunlar. Rahman olan Allah'a baş-kaldıran şeytanın İşidir. Babacığım gerçek şu ki bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık şeytana kulluk et­me ve bana tabi ol ki seni düzgün bir yola ulaştırayım. Şayet bu gerçekleri dinlemezsen, sana Rahman tara­fından bir azabın dokunacağından korkmaktayım. O zaman şeytanın velisi olursun."

Mesleği ve mezhebi putçuluk olan Azer, yıllarca yedirip-içirdiği oğlunun bu sözleri üzerine adeta çıldır­mıştı!. Ne diyordu bu oğlu, ne diyordu bu İbrahim!. Kendisi İbrahim'in akıllanmasını ve putlarına tapması­nı beklerken, oğlu artık başkalarına da karışıyor, baş­kalarının da putlara tapmasını İstemiyordu!. Daha dün bacak kadar bir çocuk iken şimdi karşısına geçmiş "Baba, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Artık bana tabi ol ki seni düzgün bir yola ulaştırayım!." diyordu. Bu sözleriyle kendisini büyük ve ilim sahibi bir baba, babasını ise küçük ve cahil bir oğul gibi gören bu İbra­him delirmiş olmalıydı!. Yüzyıllardır atalarının ve ken­dilerinin taptıkları putlardan, nasıl oluyor da hiç kork­madan yüz çeviriyordu!.

Yüreğindeki öfke ve gözlerindeki kızgınlık ile oğ­luna bakarak ""İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çevirmektesin? Eğer bu tutumuna ve bu söyledik­lerine bir son vermeyecek olursan, andolsun ki seni ta­şa tutarım." dedi. Fakat İbrahim'de ve İbrahim'in bakış­larında hiçbir değişiklik yoktu. Babasına yine başka alemlerden ve bambaşka bir merhametle bakıyor gi­biydi. İbrahim'in bu kararlı bakışları karşısında ne diye­ceğini şaşıran Azer, İbrahim'i belli bir süre kendi hali­ne bırakmak istedi.

İbrahim'in putlara karşı bu isyankar tavrı, kavmi­ni ve kavminin ileri gelenlerini de kızdırıyordu. Artık genç bir delikanlı olan İbrahim, kavimdeki diğer genç­ler için çok kötü bir örnek oluyordu. Ya diğer gençler de İbrahim'den etkilenerek, putları inkar ederlerse du­rum ne olacaktı!. Ayrıca bu genç delikanlı putları inkar ederek ne elde etmek ve nereye varmak istiyordu? İş­te bu endişelerle İbrahim'i yanlarına çağırarak "Ey İb­rahim sen tanrılarımızı inkar ederek ne yapmak isti­yorsun?" diye sordular. Genç İbrahim bu sözler üzerine hiç duraksamadan "Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Ger­çek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim" cevabını verdi.

Hocam. Muvahhid, Allah'a inanan kimseye mi deniliyor?                   

Güzel bir soru Seda hanım. Bu güzel sorunun ce­vabını lütfen iyi dinleyin. Allah'a inanan tüm insanlar, muvahhid ve müşrik olmak üzere ikiye ayrılır. Muvah­hid, inandığı Allah'ı birleyen, Allah inancına şirk karış­tırmayan kimse demektir. Müşrik ise Allah'a inanmala­rına rağmen inandıkları Allah'a eş koşan insanlardır. Bir insan Allah'a inandığını söylemesine rağmen, Rab-bimizin herhangi bir sıfatını bir puta, bir insana, bir topluma veya bir devlete nisbet ederse, o kişi müşrik durumuna düşmüş olur. Elini kaldırdığım göre herhal­de örnek istiyorsun Hamdi!.

Evet hocam.                          

Mesela Allah'ın hakimiyet sıfatını ele aİalım. Allah Celle Celaluhu, yerlerin ve göklerin yegane hakimidir. Yedi kat gökleri idare ettiği ve onlara ahenkli bir nizam verdiği gibi, yeryüzündeki insanların da birer halife olarak böylesine adil ve ahenkli bir nizam kurmalarını ister. Bizler için böylesine adil bir nizam dileyen ve biz­leri bizden daha iyi tanıyan Rabbimiz, insan ve toplum ilişkilerindeki temel esaslarda hüküm koyma yetkisini biz insanlara bıraktığı zaman, bizlerin kesinlikle taraf­sız olmayacağını, tarafsız olamayacağını bilmektedir. Çünkü kanun koyma yetkisi insanlardan hangi sınıfa veya hangi zümreye ait ise; bu kimseler bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek kendilerini ka­yıracaklar ve böylesi bir nefsi eğilimle adalet çizgisin­den az veya çok uzaklaşacaklardır. İşte şanı yüce Rab-bimiz  bu  nedenle  temel, konularda  hüküm  koyma yetkisini, peygamber dahi olsa hiçbir insana vermez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "Göklerin ve yerin yegane hakimi Benim ve bu gibi temel konularda hüküm koy­ma yetkisi sadece Bana aittir" gerçeğini sık sık beyan eder. Şimdi herhangi bir insan veya herhangi bir ku­rum Allah'ın bu yetkisini kendilerinde görür ve Allah'ın hükümlerine rağmen hüküm koymaya kalkışırlarsa, hem bunlar ve hem de bunların hüküm koyma yetki­sini meşru kabul edenler müşrik durumuna düşmüş olurlar. Ne diyorsun Hamdi, anlaşıldı mı?

Çok şey anlaşıldı hocam. Demek ki birçok insa­nın "Biz de Allah'a inanıyoruz" demelerinin fazlaca bir değeri yok. Önemli olan İnandıkları Allah'a eş koşma­maları yani muvahhid oimaları.

Bu Önemli gerçeği anladığın ve anladığını güzel bir şekilde açıkladığın için teşekkür ederim Hamdi.

Asıl biz teşekkür ederiz hocam. Size borçlu olan biziz ve bu borcumuzu nasıl ödeyeceğimizi de bilmiyo­ruz!.

Bana olan borcunuzu bir teşekkür ve bir dua ile zaten ödemiş oluyorsunuz. Ancak sizleri bu gerçekler­le karşılaştıran ve bu gerçekleri anlamanızı nasib eden Allah'a olan borcunuzu çok daha fazla önemsemeniz gerekir. Bu borcu ödeyebilmeniz için yapmanız gere­ken şey ise, karşılaştığınız gerçeklere iman ederek bunları yaşamanız ve bu gerçekleri henüz bilmeyen di­ğer insanlara da uygun koşullarda anlatmanızdır. înşaallah hocam.

înşaaüah arkadaşlar. Evet, İbrahim Aleyhisse-lam'ın kavmi de, müşrik bir kavimdi. Göklerin ve yerin yegane yaratıcısı olarak Allah'a inanıyorlar, ancak di­ğer işlerde putlara ve yalancı tanrılarına yöneliyorlardı. Tabi ki bir şirk, apaçık bir şirkti bu. Nitekim genç bir delikanlı olan İbrahim "Ey kavmim, tartışmasız ben

sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım" diyerek, böylesi bir şirkten ve müşriklerden uzak olduğunu açıklamıştı. Kendisini tanımlamak için söylediği "Ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim" ifadesi ise, Allah'ın yaratma sıfatı ile hakimi­yet sıfatını birbirinden ayırmadığını beyan ediyordu. Gökleri ve yeri yaratan Allah olduğuna göre, hakimi­yet de Allah'ın olmalı ve sadece Allah'a yönelip, sade­ce Allah'a kulluk edilmeliydi.

İbrahim Aleyhisselam'ın bu apaçık sözleri, kavmi tarafından öfke ve şaşkınlık ile karşılandı. Tanrıları hakkında böyle konuşan bir delikanlı, hiç kuşkusuz ki delirmiş olmalıydı ve ne olduğunu anlayamadan tanrı­ların gazabına uğrayacaktı. Çünkü şimdiye kadar tan­rılarına ibadette gevşeklik gösteren nicelerinin başına, ne büyük aksilikler, ne büyük felaketler gelmişti!. Ken­di aralarında yetişen bu delikanlıya yine de nasihat et­mek, onu böyle bir büyük hatadan vazgeçîrebilmek için İbrahim'le konuşmaya ve onunla çekişîp tartışma-ya başladılar. Bu söylediklerinden vazgeçmezse, tanrı­larının büyük bir azabına uğrayacağını söylediler. Ken­disine yönelik bütün bu tebliğ ve tehditleri sessiz bir sakinlikle dinleyen İbrahim ise, etrafını çeviren kavmi­ne baktı ve insanlık tarihine nurdan harflerle geçecek olan şu cevabı verdi kendilerine.,

"Alİah beni doğru yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip-tartışmaya mı giriyorsunuz? Sizin O'na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum, ancak Allah'ın benim hakkımda bir şey dilemesi başka. Şayet Rabbimin dilemesi ile başıma bir şey gelirse, ba­şıma gelen bu şeyi sizin yalancı putlarınızdan değil, yi­ne Rabbimden bilirim. Çünkü Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır, O'nun izni olmaksızın hiçbir şey olmaz, olamaz. Hem siz, O'nun kendileri hakkında hiçbir ispatlayıcı delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmak­tan korkmuyorken, ben sizin şirk koştuklarınızdan na­sıl korkarım? Eğer biliyorsanız söyleyin, güvenlik için­de olmayı hangi taraf hak ediyor? Hiç kuşkusuz ki iman edenler ve şirkten uzak durarak imanlarına zu­lüm katmayanlar hidayete ermişlerdir ve onlar güven­de olacaklardır. Yine de öğüt ahp-düşünmeyecek misi­niz?"

Hüküm ve hikmet sahibi olan Rabbimizin hidaye­ti ile bu apaçık cevabı veren genç İbrahim, kavminin bu gerçekleri anlamasını ve bu sapıklıktan vazgeçme­sini istiyordu. Fakat olmadı, bu rahmet dolu sözlere rağmen putlara tapmaktan ve Allah'a eş koşmaktan vazgeçmedi kavmi.

İbrahim'in babası Azer ise bütün bu olup-bitenler-den sonra oğlundan umudunu kesmeye başlamıştı. Böyle bir oğul ile aynı çatı altında yaşamak, artık hem istemediği ve hem de korktuğu bir durumdu. Çünkü oğluna gelecek olan bir azap, kendisine de dokunabi­lirdi. Nitekim tanrılarını gazaplandırmamak ve oğlu­nun getireceği bir uğursuzluktan kurtulabilmek için, İb­rahim'i karşısına alarak "Uzun bir süre yani aklın başına gelinceye kadar benden uzaklaş ve git" dedi.

Oğluna "Benden ayni ve git" diyen Azer, oğlunun Babil'e gitmesini İstiyordu. Şayet oğlu Babil'e gider ve orada binlerce insanın ibadet ettiği muhteşem putları görürse, belki onlardan ve oradaki çoğunluktan etkile­nerek bu düşüncelerinden vazgeçebilirdi!. Çünkü daha önceleri Babil'e giden Azer, büyük ibadethanedeki o görkemli putlardan ve hep birlikte ibadet eden o kitle­sel çoğunluktan çok etkilenmişti. İşte bu nedenle git, git dedi oğlu İbrahim'e!.

Doğup büyüdüğü evden, baba ocağından ayrıl­ması istenilen genç İbrahim, elbetteki çok üzülmüş.

çok hüzünlenmişti. Babası niye böyle söylemiş ve niye böyle davranmıştı ki kendisine!. Onlara Bir olan Allah'ı anlatmaktan ve sadece Allah'a kulluğa davet et­mekten başka ne yapmıştı, hangi suçu işiemişti ki İb­rahim!. O halde bir suçlu gibi hakarete uğramasının ve baba evinden kovulmasının anlamı neydi? Genç bir delikanlı olan İbrahim için cevapsız kalan, henüz ceva­bını bulamayan sorulardı bunlar.

Artık babasının isteği üzerine gitmekten, git­mekten başka yapacak birşey yoktu. "Uzun bir süre benden uzaklaş" diyen babasına son bir kez baktı. Her şeye rağmen babası olan Azer'e, yine de acıdığı­nı, yine de merhamet ettiğini hissetti. Ve yüreğinde hissettiği bu merhamet duygularıyla "Selam üzerinde olsun babacığım. Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü O, bana pek lutufkardır" dedi. Çok duyarlı ve yumuşak huylu bir insan olan İbrahim Aleyhisselam, babasına verdiği bu, sözü büyük hesap gününde de unutmadı. Babası için bağışlanma dile­yerek, ona şefaat etmek istedi. Ancak kendisine ba­basının gerçekten bir Allah'a düşman olduğu açıkla­nınca hemen ondan ve yaptığı bu duadan uzaklaştı.

Evet, içinde hissettiği derin bir hüzün ile babasın­dan ve baba ocağından ayrılan genç İbrahim, nelerle karşılaşacağını bilemediği bir şehire doğru yürüyordu. Kendisinİ alaycı gözlerle izleyen kavmine "Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua et­mekle mutsuz olmayacağım." diyerek yoluna devam etti.

 

İbrahim Aleyhisselam'm Putları Kırması

 

Alemlerin Rabbi olan Alİah Celle Celaluhu'm di­lemesiyle Babil'e gelen genç İbrahim, burada daha bü­yük bir putperestlik olayıyla karşılaştı. Nemrud'un yap­tırdığı büyük puthaneye gelen binlerce insan, buradaki değerli taşlardan yapılmış değersiz putlar önünde say­gıyla durarak ve bel büküp eğilerek, bu putlara İbadet etmekteydiler.

Puttan ve putperestlikten nefret eden İbrahim Aleyhisselam, gördüğü bu cehaleti elbetteki sessiz ve tepkisiz karşılayamazdı. Çünkü putiara yönelen bu insanların İlahi gerçekleri bilmediğini düşünüyor ve bu gerçeklerle karşılaştıkları zaman, putperestlikten uza-klaşabileceklerini umud ediyordu. Nitekim kopkoyu bir küfür uykusunda bulunan insanlara bu duygularla yaklaşarak "Karşılarında bel büküp eğildiğiniz bu tem­sili heykeller de nedir? Sizler neye tapıyor, neye kulluk ediyorsunuz?" diye sordu. Şimdiye kadar böyle bir so­ruyla hiç karşılaşmamış olan insanlar "Bu putlara tapı­yoruz. Zaten bunun için devamlı buraya gelerek onla­rın önünde bel büküp eğiliyoruz." dediler. İbrahim Aleyhisselam ne yaptıklarını bilmeyen bu insanların bi­raz düşünmelerini ve akletmelerini sağlayabilmek için "Çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Ya da siz­lere bir yararları veya zararları dokunuyor mu?" diye sordu. Bu soru üzerine birbirlerine bakan insanlar "Hayır. Fakat biz atalarımızı böyle yaparlarken, bunla­ra taparlarken bulduk ve bizler atalarımızın İzinde gi­denleriz" dediler.

Genç bir delikanlı olan İbrahim Aleyhisselam, bü­tün bir toplumu ve toplumun öfkesini üzerine çekme pahasına "Andolsun ki, sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık İçindesiniz. Birtakım uydurma yalanlar için mi

Allah'tan başka ilahlar istiyorsunuz? Gökleri ve yeri ya­ratan Allah sizlere yetmiyor mu? Hem böyle yapar­ken, alemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir? Sizi hoşgöreceğini veya affedeceğini mi zannediyorsu­nuz?" dedi.

Bu müthiş sözleri clinieyen insanlar, bir anda şa­şırmışlar, ne olduğunu 'anlayamamışlardı!. Karşıların­daki bu genç, nasıl bir cüretle, neler söylüyordu böy­le!. İbrahim'in sözlerini dikkatle dinleyenlerden birisi "Ey delikanlı, sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa bizim bu durumumuzla alay eden, bizlerle oyun oynayanlar­dan mısın?" diye sordu.

İbrahim Aleyhisselam ciddi fakat yumuşak bir üs­lup ile "Hayır, ben sizinle oyun oynamıyorum. Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları Kendisi ya­ratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim." diye cevap verdi.

Biz de buna şehadet edenlerdeniz hocam.

Güzel bir noktada, güzel bir müdahalede bulun­dun Merve hanım. Elbetteki bizler de bu gerçeğe şeha­det edenlerdeniz. Ne var ki İbrahim Aleyhisselam'ı din­leyenler, bu apaçık gerçeğe şehadet etmediler. Bazıları ona kim olduğunu sorunca, karşılarındaki delikanlı kı­saca "İbrahim" diye cevap verdi bu soruya. Birçoğu ise bu söylediklerinden hemen vazgeçmesi gerektiğini yoksa tanrıların gazabına uğrayacağını söylediler. İbra­him Aleyhisselam tebessüm ederek karşıladı bu sözle­ri. Eliyle putları göstererek "Ben bu cansız putlardan niye korkayım ki!." dedikten sonra "Allah'a andolsun, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin bu put­larınıza muhakkak bir tuzak kuracağım" diye ilavede bulundu.

İbrahim Aleyhisselam'm bu cüretkar sözlerine kı­zan bazı insanlar, bu genç delikanlıya ne söyleyeceklerini, ne yapacaklarını bilemediler!. Güneş batmasına rağmen onu burada, bu büyük puthanede yalnız bırak­mak da istemiyorlardı!. Bu durumu gören İbrahim Aleyhisselam, dikkatli bir şekilde yıldızlara baktıktan sonra "Bende bîr şeyler oluyor, ben hastayım" dedi. Yıldızların gücüne inanan etrafındaki insanlar "İşte tanrılarımızın gazabı geliyor" diyerek, bu gazap mahal­lini hemen terkedebilmek için puthaneden hızla uza­klaşmaya başladılar.

İstediği olmuştu İbrahim Aleyhisselam'ın. Putha­nede yalnız kalınca, bütün putları birer birer gözden geçirdi. Putların önüne bir adak olarak konulan ye­mekleri onlara uzatarak "Yemek yemiyor musunuz?" diye sordu. Kendisine bir ses, bir cevap gelmeyince "Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?" dedikten sonra kenarda duran baltayı eline aldı. Sakin adımlarla put­ların üzerine yürüyerek, sağ eliyle bir darbe indirdi on­lara. Sonra birbiri ardınca diğer balta darbeleri inme­ye başladı. Bu büyük puthanede dua ve yakarış sesleri değil, birbiri ardınca İnen balta sesleri yankılanıyordu artık. Koskoca bir toplumun saygı göstererek taptıkla­rı putlar, genç bir müslümanın balta darbeleriyle par­çalanıyor, birer birer paramparça oluyordu. İbrahim Aleyhisselam'ın insanlık tarihine aydınlık bir ses veren bu balta darbeleri, en büyükleri hariç olmak üzere di­ğer bütün putlar paramparça oluncaya kadar sürdü. En büyük putun önünde bir süre duran İbrahim Aley­hisselam, her nedense bu putu kırmadı ve elindeki bal­tayı onun koluna takarak, sakin adımlarla oradan uzaklaştı.

Gün doğusuyla birlikte puthaneye gelenler, gör­dükleri put enkazı karşısında dehşete kapıldılar. Büyük bir özen gösterdikleri puthaneleri, sanki bir put mezar­lığına, sanki bir put çöplüğüne dönmüştü. İnsanları hayrete düşüren bu sıradışı haber, şehirde bir anda yayılıverdi. Bütün şehir puthaneye gelerek "Bizim ilahla­rımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biri­dir" demeye başladılar. Bir gün öncesi İbrahim Aley­hisselam ile konuşmuş olanlar "Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunların sözünü ettiğini işittik" dedi­ler. Toplumun ileri gelenleri "Öyleyse onu insanların gözü önüne getirin ki, onun durumuna ve ona ne ola­cağına şahid olsunlar" diyerek, İbrahim Aleyhisse­lam'ın hemen bulunmasını ve getirilmesini istediler.

İbrahim Aleyhisselam tabi ki kaçmamış, tabi ki kaçıp gizlenmemişti. Çünkü genç olmasına rağmen söylediği sözlerin, yaptığı eylemlerin arkasında durabi­lecek bir insandı İbrahim Aleyhisselam. Halk birbirine girmiş bir durumda kendisine gelince, hiç itiraz etme­den onlara tabi oldu ve onlarla birlikte puthaneye doğ­ru yürüdü. Puthanede bütün insanların toplanmış ol­ması, İbrahim Aleyhisselam için elbetteki iyi bir durumdu. Çünkü İlahi gerçekleri bütün insanlar duy­sun, bütün insanlar anlasın istiyordu.  '

Kendisine "Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?" diye sorduklarında, kolunda balta asılı olan büyük putu göstererek "Hayır, bu yapmıştır, baksanıza bu onların en büyükleridir. Eğer konuşabiliyorsa ona soruverin" dedi. İbrahim Aleyhisselam'm bir çocuk saf­lığı ile söylediği bu sözler, etrafındaki insanların bir an­da şaşırmasına neden olmuştu. Çünkü genç delikanlı­nın sorduğu bu akıllıca soruya, akıllıca verilebilecek hiçbir cevap yoktu. Kısa bir süre birbirlerinin şaşkın yüzlerine bakarak bu anlamlı sözleri düşünmeye başla­maları, meseleyi az da olsa görmelerine ve anlamala­rına sebeb olmuştu. Anladıkları ve vicdanlarında his­settikleri bu açık gerçek ile birbirlerini suçlayarak "Asıl sizsiniz, zalim olanlar gerçekten sizlersiniz" dediler kendi kendilerine.

Fakat bu uzun sürmedi!.

Tepeleri üstüne ters dönerek, yani akıllarını ayak­lar altına alarak yine sapıklığı tercih ettiler. Karşıların­da duran İbrahim Aleyhisselam'ın, bu soruyu kendile­rine bir çocuk saflığı ile değil, olgun bir insanın bilgeliği ile sorduğunu anlayarak "Andolsun ki, bunla­rın konuşamayacaklarını sen de bilmektesin" dediler.

İnsanların bu ani dönüşleri karşısında hem kızan ve hem de üzülen İbrahim Aleyhisselam "O halde siz­ler Allah'ı bırakıp da ellerinizle yonttuğunuz ve sizleri duymayan, sizlerle konuşmayan, sizlere yararı ve zara­rı dokunmayan şeylere mî tapmaktasınız? Yuh size ve sizin Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de aklet-miyecek misiniz?" diyerek; insanların anlayışlarını, Ki­tabındaki bu sertlik ile sarsmak, sarsarak açmak istedi. Bu söylediklerini açık bir şaşkınlık içinde dinleyen in­sanların öylece kendisine baktıklarını görünce, sesini yumuşatarak devam etti rahmet dolu sözlerine.,

"Şimdi hem sizin ve hem de eski atalarınızın ne­ye tapmakta olduğunu gördünüz mü? Oysa sizleri de. yonttuğunuz şu taş ve tahtaları da, birer tanrı yerine koyarak tapındığınız ayı, güneşi ve yıldızları da Allah yaratmıştır. İşte rızık, şifa ve uzun ömür dilekleriyle ta­pındığınız bu gibi şeyler benim düşmanımdır, yalnızca alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu hariç. Çün­kü beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur; Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şi­fa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur; Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını ummakta olduğum da O'dur. Bunun içindir ki ben yal­nızca O'na kulluk eder. ben yalnızca O'ndan yardım di­lerim."

Allah İbrahim Aleyhisselam'a rahmet etsin. Genç ve gerçek bir müslümamn. cahili bir toplum karşısında nasıl durması gerektiğini, Rahman olan Allah'ı nasıl tanıması ve O'na nasıl yönelmesi gerektiğini ne güzel ifade etmiş.

Çok doğru söylüyorsun Fatih. Bu güzel duruşun, bu güzel yönelişin, bu güzel sözlerin sahibi olan İbra­him Aleyhisselam'a Alİah rahmet etsin. Fakat ne var ki nurdan harflerle tarihe geçen ve binlerce yıl ötesine ulaşan bu aydınlık dolu sözler, bu sözleri bizzat dinle­yen sağır kulaklara hiç ulaşmamış, hiç ulaşamamıştı.

 

İbrahim Aleyhisselam'ın Ateşe Atılması

 

İbrahim Aieyhisselam'm sözlerini büyük bir dik­katle dinleyen İnsanlar, ona ne söyleyeceklerini, nasıl bir cevap vereceklerini bilemediler. Çünkü bu küçük delikanlı, onları büyük olan Allah ile karşı karşıya ge­tirmiş ve onları en büyük yaratıcı olan Allah'a davet et­mişti. Gökleri ve yeri yaratan Allah'a elbetteki onlar da inanıyorlardı. Fakat Allah'a yardım eden diğer tanrıla­rın inkar edilmesi de neyin nesiydü. Böyle bir şey yap­tıkları zaman, onları bu tanrıların gazabından ve bu tanrıların gücünü elinde bulunduran Nemrud'un aza­bından kim koruyacaktı!.

Küfürde ileri giden toplumun önde gelen kimse­leri, bu delikanlıyı daha fazla konuşturmadan olaya he­men müdahale etmek istediler. Çünkü bu genç deli­kanlı biraz daha konuşursa, insanların ilahlarına karşı hem imanları zayıflayacak ve hem de güvenleri sarsı­lacaktı. Bu kaygılar içinde İbrahim Aleyhisselam'ı he­men yakalıyarak Nemrud'un huzuruna götürdüler ve kendilerini büyük bir dikkatle dinleyen Nemrud'a bü­tün olup biteni anlattılar.

Allah kendisine mülk ve makam verdi diye azgın­laşan, kendisini tüm ilahların yeryüzündeki temsilcisi yerine koyan Nemrud, kibirli ve düşünceli bir yüz ifa­desiyle İbrahim Aleyhisselam'a kısa bir süre baktı. İlahlara ve kendisine karşı gelme cesaretini gösteren bu genç delikanlının, gerçekten bir sapık mı, yoksa ne söylediğini bilmeyen bir deli mi olduğunu anlamak İs­tiyordu. Bunu anlayabilmek İçin İbrahim Aleyhisse­lam'a Rabbiyle ilgili sorular sormaya ve onunla Rabbi hakkında tartışmaya başladı. İbrahim Aleyhisselam "Benim Rabbİm diriltir ve öldürür" deyince, ilahların gücünü elinde bulunduran bir kral olarak "Ben de Öl­dürür ve diriltirim" cevabını verdi. Sonra da bu sözünü yani ilahların gücüne sahip olduğunu kanıtlayabilmek için zindandan İki esir getirterek, birisini öldürmüş di­ğerini ise salıvermişti. Aciz bir mahluk olduğunu unu­tan Nemrud, küçücük aklınca diri olanı öldürmüş ve ölüm mahkumu olan diğerini serbest bırakarak diriltmişti!.

İbrahim Aleyhisselam bunun üzerinde durmak, bu basit ve kaçamak örnek üzerinde tartışmak İsteme­di. Çünkü Rabbiyle ilgili olarak Nemrud'a verebileceği birçok tartışmasız örnek vardı. Nitekim güneşi bir İlah yerine koyan ve bu ilahın gücüne sahip olduğunu söy­leyen Nemrud'a dönerek "Şüphe yok ki benim Rab-bim olan Alİah güneşi doğudan getirir, (haydi, iddian­da samimi isen) sen de onu batıdan getir" deyince, küfre sapan Nemrud ve çevresindekiler bu soru karşı­sında afallayıp kalmışlardı. Çünkü bir ilah yerine koy­dukları güneşin, kendi isteği ile batıdan gelmeyeceğini ve Nemrut'un da onu batıdan getiremeyeceğini onlar da biliyorlardı. Fakat yine de küfürlerinde inat ettiler ve bu doğru söze, doğru bir karşılık vermeden inkar yolunu seçtiler.Allah hiç kuşkusuz ki, zalimler topluluğunu hidayete erdirmeyecekti.

Nemrud ve Nemrud'un ileri gelen çevresi, bütün itibarlarını yoketmek isteyen bu genç delikanlı ile daha fazla tartışmak, daha fazla konuşmak istemediler. Çünkü iman dolu gözlerle kendilerine bakan bu genç delikanlı, ne söylediğini ve ne yaptığını gayet iyi bili­yordu!. Derin bir şaşkınlık ile İbrahim Aleyhisselam'ın sözlerini düşünmekte olan insanlara dönerek "Niye duruyor ve niye düşünüyorsunuz ki!. Sizlere şimdiye kadar hep yardım eden ilahlarınız için bir şey yapmak istiyorsanız, ne dediğini bilmeyen bu genci yakıh ve ilahlarınıza yardımda bulunun" dediler.

Kalplerindeki şeytani vesveseler ve yüreklerinde-ki Nemrud korkusu ile bu emir etrafında birleşen in­sanlar, geniş bir alanda toplanarak ateş yakacakları ye­rin önüne yüksek bir duvar örmeye başladılar. Yüksek duvarın inşası tamamlanınca, ateş yakacakları yeri odunla, kalplerini ise küfürle dolduran bu insanlar için artık geri dönüş yoktu. Kendilerine her fırsatta Allah'ı hatırlatan bu genci çılgınca yanan bir ateşe atacaklar ve bu genç delikanlıyla birlikte, bu delikanlının söyledi­ği bütün sözleri de bu ateşte yakacaklardı.

Hiç kuşkusuz ki İbrahim'in Rabbi, İbrahim'e yar­dım etmeyecekti. Çünkü putperest kavmin önde ge-lenİerî itiraf etmeseler ve açıkça söylemeseler de, ken­di ilahlarının kendilerine yardım etmediklerini onlar da biliyorlardı. Birçok adaklarda bulundukları kendi ilah­ları, kendilerine nasıl yardım etmiyorsa; İbrahim'in ila­hı da, hiç kuşkusuz İbrahim'e yardım etmeyecekti!. Dolayısıyle hiçbir yardımcısı olmayan bu genç delikan­lıyı ateşe atıp, ateşte yaktıkları zaman; bu gencin söz­leriyle şüpheye düşen ve zihinleri bulanan halk da gö­recek, halk da anlayacaktı İbrahim denilen bu gencin ne kadar aciz ve ne kadar yalancı olduğunu!.

Bütün bunlar yapılırken sessiz ve sakin bir bekle­yiş içinde olan İbrahim Aleyhisselam, insanların kendi­sine ne yapmak istediklerini biliyor fakat kendisi İçin değil, bu insanlar için endişe ediyordu. Çünkü Allah'ın davetini inkar ederek kendisine böyle davranan insan­lar, İbrahim'i değil, kendilerini tehlikeye atıyorlardı. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, dilerse el-betteki kendisini koruyacak, elbetteki kendisine yar­dım edecekti. İbrahim Aleyhisselam'ın bu İlahi yardım­dan en ufak bir şüphesi, en ufak bir kuşkusu yoktu. Çünkü İbrahim Aleyhisselam muhtemel kaderinin Nemrud ve adamlarının elinde değil, Allah'ın elinde olduğunu biliyor, çok iyi biliyordu. Zaten bu nedenle "Allah ne dilerse, Rabbim ne isterse o olacak, sadece o olacak" diyordu. Allah'ın kendisi hakkında ne dileye­ceğini bilmeyen ancak bu İlahi dileme ne olursa olsun pazarlıksız ve itirazsız bir şekilde peşinen "Eyvallah" diyerek teslimiyet gösteren İbrahim Aleyhisselam, bu teslimiyet ile ellerini semaya açıyor ve İbrahimi bir yü­reğe yakışan sabır dolu bir tevekkül ile şöyle sesleni­yordu Rabbine.,

"Ya Rabbim, hakkımda hayırlı bir hüküm ver ve beni salih olanlara kat. Benden sonra gelecekler ara­sında, bana insanların tehditleri karşısında durmaya­cak, duraksamayacak ve gerçeklerden vazgeçmeyecek bir doğruluk dili (lisan-i sıdk) ver. Beni nimetierle-dona-tılmış cennetin mirasçılarından kıl. Babamı da bağışla, çünkü o şaşırıp sapanlardandır. Ve beni (insanların) di-riltilecekleri ve malın da, çocukların da bir yarar sağla­yamadığı günde küçük düşürme. Cennetin takva sa­hiplerine yaklaştırılacağı o günde, Sana selim bir kalp ile gelmemi nasib et..."

Bu duaya hepimiz amin diyelim hocam.

Babasıyla ilgili kısmı hariç, diğer bütün kısımlarına elbetteki hep birlikte amin diyelim Merve. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, İbrahim Aleyhisselam babasının gerçekten bir Allah düşmanı olduğunu anla­yınca, kendisi de babasından ve babası için yaptığı bu duadan uzaklaşmıştı.

Evet. odunlar dağ gibi yığılıp, ateş tutuşturulunca İbrahim Aleyhisselam getirildi. Nemrud ve adamları çılgınca yanan ateşi görünce bu genç delikanlının korkmasını, duyduğu korku ile söylediklerinden vaz­geçmesini ve kendilerinden af dilenmesini bekliyorlar­dı. Tabi ki boş bir umud, boş bir bekleyişti bu. Yüre­ğinde korku, bakışlarında kuşku olmayan İbrahim Aleyhisselam, kendisi için hazırlanan ateşi ve kendisi­ni ateşe atmak için sabırsızlanan insanları hiç görmü­yor gibiydi. Sanki bir başka dünyada yaşıyor, sanki bir başka aleme bakıyordu bu genç delikanlı.

Bir insanın çılgınca alevler arasında yanmasını seyretmeye gelen insanlar arasında, İbrahim Aley­hisselam'ın hak sözlerini vicdanen kabul eden fakat Nemrud korkusu ile bunu açığa vurmayan insanlar da vardı. Bu insanlar hüzünlü gözlerle İbrahim Aleyhisse-lam'a bakıyor, kısa bir süre sonra cayır cayır yanacak olan bu genç delikanlı için üzülüyorlardı. Fakat kosko­ca bir topluma ve acımasız bir Nemrud'a karşı ne ya­pabilirlerdi ki!.

Mesele bu noktaya geldiği zaman, halk arasında anlatılan ve benim de hoşuma giden bir hikayeyi sizin­le paylaşmak isterim. İbrahim Aleyhisselam'ı yakmak için dağ gibi yığılan odunlar tutuşturulduğu ve alevler göğe doğru yükseldiği zaman, küçük bir kuş ağzına su alarak havalanmış ve ağzındaki bu bir damla suyu alev­lerin üzerine bırakmış. Alevlere daha yaklaşamadan buharlaşacak olan bu bir damlacık su ile ne yapmak is­tediğini soranlara "Bir damla su ile de olsa, İbrahim'e olan dostluğumu göstermek istedim" demiş.

Çok güzel hocam.

Evet Hamdi, benim de çok hoşuma gitti bu hika­ye. Bu hikayenin doğruluğunu veya yanlışlığını bilme-sek de, hikayedeki mesajın hak ve güzel bir mesaj ol­duğuna inanıyorum. Hepimiz biliyoruz ki, Allah Celle Celaluhu hiçbirimize güç yetireceğimizden fazlasını yüklemez. Dolayısıyle gücümüz bir damla suya yetiyor­sa, bir damla su ile de olsa İbrahim'e olan dostluğumu­zu ve Allah'a olan kulluğumuzu göstermemiz gerekir.

Evet, ateş git gide kızışıyor, alevler sanki gökle birleşiyordu.

Alevleri göğe doğru yükselen ateşe bir türlü yak-laşamayan Nemrud'un adamları, İbrahim Aleyhlsse-lam'ı bu çılgınca yanan ateşe bir mancınık ile atmaya karar verdiler. Büyük bir sapana benzeyen bu mancı­nık hazırlandıktan ve yeterince gerildikten sonra, ken­dilerine hiçbir zorluk çıkarmayan İbrahim Aleyhisselam'ı mancınığın içine yerleştirdiler. Artık bütün gözler Nemrud'a, Nemrud'un vereceği işarete çevril­mişti. Sadece İbrahim Aleyhisselam hiç bakmıyor ve hiç ilgilenmiyordu Nemrud ile!. Çünkü bir sabır ve te­vekkül timsali olan bu güzel müslüman, gözünü ve gönlünü sadece Allah'a yöneltmişti. Her şeye Kadir olan Allah'a dua ediyor ve Allah'ın kendisi hakkında vereceği hükmü bekliyordu.

Önündeki dağ gibi ateşe rağmen söylediği sözle­rin arkasında duran ve kendisinden af dilemeyen genç delikanlıya hayret dolu gözlerle bakan Nemrud, kısa bir süre sonra kararını vermiş ve karanlık elini havaya kaldırmıştı. İnsanları öldürdüğünü ve dirilttiğini iddia eden Nemrud, şimdi de kirli ve küçük bir el işaretiyle İbrahim'in ölüm emrini vermişti!. Nitekim Nemrud'un bu karanhk işaretiyle mancınığı geren ip kesilmiş ve İb-

rahim Aleyhisselam ateşe doğru fırlatılmıştı.

Melekler inanamıyorlardı gördüklerine!.

"Ya Rabbi, biz Seni tenzih ve takdis ederken, yer­yüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak birisini mi ya­ratacaksın" diyerek, insanın yaratılışını ve halifeliğini kuşkuyla karşılayan melekler, bir türlü inanamıyorlardı gördüklerine. Nefsi endişelere ve insani korkulara rağ­men ne müthiş bir teslimiyet ve ne görkemli bir tevek­küldü bu!. "Hasbinallahu ve nimel vekil" diyen İbrahim Aleyhisselam, Allah'ı kendisine vekil kıldıktan sonra gözünü ve gönlünü hiç kırpmadan ateşe, ateşin ta or­tasına doğru gidiyordu.

Ve bu gidişte bir korku, bu gidişte bir pişmanlık, bu gidişte bir kuşku yoktu. Çünkü Allah'a sığın­mış, Allah'a tevekkül etmişti İbrahim Aleyhisselam. Bu ateş şayet kendisini yakarsa "Ben Nemrud'un emriyle değil, Rabbimin izniyle yanıyorum" diyecekti. Ateşin kendisini yakmasını Nemrut'tan ve kavminin yücelttiği putlardan bilmeyecekti. Çünkü her şeyi Allah'tan bili­yor ve her şeyin Allah'ın izniyle gerçekleştiğine yakinen iman ediyordu İbrahim Aleyhisselam.

Bizlere de makul ve makbul gelen bazı tarihi rivayetlerde bildirildiğine göre, İbrahim Aleyhisselam hızla ateşe yaklaşırken, Allah'ın dilemesi ile Cebrail Aleyhisselam gözüktü kendisine ve zamanın durgun-laştığı o anda "Ey İbrahim, ben Cebrail'im. Benden bir isteğin, bir hacetin varsa hemen söyle yerine getire­yim" dedi. İbrahim Aleyhisselam, büyük meleklerden olan Cebrail'in, Rabbimiz katında şerefli bir makamı olduğunu biliyordu. Fakat makamı yüksek bir melek dahi olsa, Alİah İle arasına niye bir aracı koyacak ve Allah'tan başkasına niye hacetini bildirecekti ki!. Zaten kendi kavmiyle de, Allah'tan başka şeylerden medet umdukları için mücadele etmemiş miydi? Ayrıca İbrahim Aleyhisselam Rabbisine öylesine sığınmış, öylesine tevekkül etmişti kî, Rabbisiyle arasına Cebrail dahi olsa hiçbir kimsenin, meşru da olsa hiçbir vesilenin girmesini istemiyordu.

O halde neydi, neydi bu durumun nedeni? Yaklaştığı ateşin sıcaklığını bedeninde hisseden İbrahim Aleyhisselam, hüzünle burkulan yüreğinde daha büyük bir ateş, daha büyük bir yangın hissetti. Yoksa "Rabbim, Rabbİm" diye yalvardığı Alİah Celle Celaluhu, bir hatasından dolayı ona darılmış ve on­dan uzaklaşmış mıydı!. Bu nedenle mi Cebrail gelmiş ve bu nedenle mi ona acıyarak bu sözleri söylemişti kendisine!. Şayet Rabbi ondan hoşnut değil ise, şayet Rahman'ın ilgisi ve rahmeti İbrahim'den uzak ise, bu ateşten kurtulmasının ne anlamı vardı!. İbrahim Aley­hisselam böyiesi duygular içinde Cebrail Aleyhisse-lam'a döndü ve "Benim hacetim sana değil, Allah'adır. Ben O'nun kuluyum, bu ateş de O'nundur. Artık benim hakkımda neyi dilerse, onu yapsın" cevabını ve­rerek; hüzünle bükülen boynunu, tam bir teslimiyet ile İlahi takdire uzattı.

İşte tüm kainatı rahmetle titreten bu sözler üzeri­ne. Rahman olan Rabbimiz meleklerin şahitliğinde "Halilim, Dostum" dedi İbrahim Aleyhisselam'a. Çün­kü bu genç delikanlı ateşle burun buruna gelmesine rağmen Cebrail'in dahi araya girmesini İstememiş, te­vekkülle aydınlanan yüzünü Allah'a, sadece Allah'a yöneltmişti. Netice olarak babasının taşlamak, kavmi­nin yakmak istediği bu genç delikanlı, sabrı ve tevek­külü ile Halîlullah makamına yükselmiş; kralların veya sultanların değil, alemlerin Rabbi olan Allah'ın dostu olmuştu.

Ve bu İlahi hoşnutluk ile İlahi emir geldi.

Ateşi yaratan Rabbimiz "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol" emrini verdi. Ateşin ve alevlerin ortasına düşen İbrahim Aleyhisselam, her tarafını ku­şatan ateşin kendisine karşı soğuk ve zararsız olduğu­nu görünce, bunun apaçık bir İlahi yardım olduğunu anlamakta gecikmedi. Demek ki Rahman olan Rabbi ona darılmamış, Rabbi onu terketmemişti. Ağlamaya başladı İbrahim Aleyhisselam. Ateşten kurtulduğu için değil, Allah'ın yardımına ve hoşnutluğuna kavuştuğu için ağlıyordu. Şükür duyguları içinde Allah'ı tenzih ve takdis etmeye başladı.

Hocam halk arasında, yakılan ateşin Allah'ın emrinden sonra gül bahçesine dönüştüğü ve odunların da ateşi söndüren suda birer balık oldukları söyleni­yor!.

Bilmiyorum Merve hanım!. Asırlardır süregelen bu söylentileri kimlerin çıkardığını ve Kur'an-ı Kerim'deki açık beyanlara rağmen bâzı müslümanların böylesi söylentilere nasıl inanabiîdiklerini hiç bilmiyo­rum. Oysa Rabbimizin "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol" emri, çok açık bir emirdir. Rabbimiz bu İlahi buyruk ile ateşe, ateşten başka bir şey olmasını emretmemiş; ateş vasfını devam ettirmesine rağmen, sadece İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik olmasını dile­miştir.

Ayrıca şu hususu da dikkate almamız gerekir ki,

şanı yüce Rabbimiz, yakılan bu ateşe sadece "So­ğuk ve esenlik ol" emrini verseydi, bu ateş elbetteki herkes için soğuk ve zararsız olabilecekti. Ancak Rab­bimiz bu ateşin İbrahim'e, sadece İbrahim'e karşı so­ğuk ve esenlik olmasını emretmişti. İşte bu nedenle İn­sanlar korkunç ateşe yaklaşamıyorlar fakat ateşin içindeki genç delikanlının durumunu büyük bir şaşkınlıkla izliyorlardı. Ateş bildikleri türden bir ateş olması­na rağmen, ateşin her nedense yakmadığı, yakamadığı bu genç delikanlı bildikleri türden bir insan değildi!.

İbrahim Aleyhisseİam bir müddet sonra ateşten çıkarak insanların yanına geldi. Herkes büyük bir dik­katle ona bakıyor fakat hiç kimse ona yaklaşmaya, ona bir şey yapmaya cesaret edemiyordu. İbrahim Aleyhisseİam Nemrud'a ve onun küfürde ileri gitmiş elebaşlarına dönerek "Siz gerçekten, dünya hayatında Allah'ı bırakarak putları ve birbirinizi ilahlar edindiniz. Fakat kıyamet günü, bir kısmınız bir kısmınızı inkar edip-tanımayacak ve bir kısmınız bir kısmınıza lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yar­dımcınız da yoktur" dedi.

Sonra rahmetle yumuşayan bakışlarını halka çe­virerek "Siz yalnızca Allah'tan başka bir takım putlara tapmakta ve birtakım yalanlar uydurmaktasınız. Ger­çek şu ki, sizin Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, size rızık vermeye güç yeüremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şük­redin. Siz hiç kuşkusuz O'na döndürüleceksiniz" ika­zında bulundu.

Bu rahmetli ikaz üzerine Lut ona iman etti. Hak ve hakikate karşı gözleri kör olan kimseler, birkaç kişi­nin daha iman etmeye başlaması üzerine, insanlar nezdindeki itibarlarını yitirmemek için olaya yine mü­dahale ettiler. Başkalarının iman etmesini engellemek için, iman edenlere tehdit ve hakaretlerde bulundular. İbrahim Aleyhisselam'ın davetine icabet eden ancak küfürde ısrar eden böyle bir kavim içinde banamaya cağını anlayan Lut Aleyhisseİam "Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir" dedi.

Gördükleri mucizelere ve duydukları ilahi gerçeklere rağmen hakkı inkardan vazgeçmeyen bu azgınlar, iman edenlere hileli bir düzen, bir tuzak kurmak iste­diler. Bunun üzerine şanı yüce Rabbimiz, İbrahim ve Lut Aleyhisselam'ı onların arasından kurtararak, geri­de kalanları hüsrana uğrattı. Allah'a karşı büyüklenen-ler, büyüklük taslayanlar, bir sinek, bir sivrisinek karşı­sında dahi aciz duruma düşerek alçalmışlar, aşağılık kılınmışlardı.

Katından bir rahmet ile İbrahim ve Lut Aleyhis­selam'ı bu kavimden kurtaran ve içinde alemler için bereketli kılınan bir ülkeye çıkaran Rabbimiz, onları hidayete yönelten imamlar kıldı. Onlara iman ve sa­lih ameli, namaz ve zekatı vahyetti. Onlar gerçekten Allah'a, sadece ve sadece Allah'a ibadet eden salih kimselerdi.

Evet, sözümü hiç kesmeden ve bu muazzam ola­yı sanki yeniden yaşıyormuş gibi beni dinlediğiniz için size teşekkür ediyorum. Hiç kuşkum yok ki bizzat ken­diniz yaşamış, kendiniz şahit olmuşunuz gibi iman et­tiğiniz bu olayları, kendi özgeçmişinize dahil edecek ve dağ gibi büyüyen bu özgeçmişinizle birlikte sizler de bir İbrahim gibi yükseleceksiniz.

 

İbrahim Aleyhisseiam Ve Kuşlar

 

Babil den ve putperest kavminden ayrılan İbra­him Aleyhisseİam, bir gün Nemrutla yaptığı konuşma­ları hatırladı. İbrahim Aleyhisseİam Nemrud'a "Benim Rabbim diriltir ve öldürür" deyince, ilahların gücünü elinde bulundurduğunu iddia eden zalim kral "Ben de öldürür ve diriltirim" cevabını vermişti. Sonra da bu sözünü yani ilahların gücüne sahip olduğunu kanıtlayabilmek İçin zindandan iki esir getirterek, birisini öl­dürmüş diğerini ise salıvermişti. Kendi aklınca diri ola­nı öldürmüş ve ölecek olan diğerini serbest bırakarak diriltmiştü. Tabi ki saçma bir iddia idi bu!. Çünkü dirilt­tiğini söylediği mahkum, zaten diriydi. Oysa alemlerin Rabbi olan Alİah Celle Celaluhu insanlar ölü iken on­ları dirilten, sonra öldürecek ve tekrar diriltecek olan bir Rab idi.

İyi ama bu nasıl olacak, insanlar öldükten, kemikleri çürüdükten sonra Alİah bu insanları nasıl diriltecekti? İbrahim Aleyhisselam yeniden dirilmeye iman ediyor, hiç kuşku duyma­dan iman ediyordu ama bunun nasıl olacağını hiç bil­miyordu. Allah'a ve ahiret gününe yakinen iman eden İbrahim Aleyhisselam, kendi kendisine sorduğu fakat bir türlü cevaplandıramadığı bu soruyu Rabbimİze so­rarak, "Ya Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" demişti. Şanı yüce Rabbimiz İbrahim Aleyhisselam'ın iman ettiğini bilmesine rağmen, böyle bir sorunun kuşkudan veya imani zayıflıktan kaynaklanabileceğini belirtmek istercesine "İbrahim, yoksa inanmıyor mu­sun" dedi. İbrahim Aleyhisselam bu İlahi soru üzerine hiç durmadan ve duraksamadan "Hayır inanıyorum, ancak kalbimim tatmin bulması, mutmain olması için istiyorum" cevabını verdi.

Bunun üzerine Rabbimiz "Öyleyse dört kuş tut ve onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayarak, her-bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Daha sonra da onları çağır. Kuşların hepsi sana koşarak gelirler. Hiç kuşku duymadan bil ki Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir" dedi.

Hocam, İbrahim Aleyhisselam bunu yaptı mı?

Elbetteki yapmıştır Merve. Çünkü Rabbimizin bu buyruğunda İbrahim Aleyhisselam'a "İstersen bunları yapabilirsin" şeklinde bir muhayyerlik, bir tercih hakkı verilmemiş, söylenilenleri yapması emredilmiştir. Tabi ki biraz üzerinde durmamız, düşünmemiz gereken bir olaydır bu!.

Neresini düşünmemiz gerekir hocam? Meselenin şu yönünü düşünebiliriz Fatih. Allah Celle Celaluhu İbrahim Aleyhisselam'a neden dört kuş tutmasını, onları kendisine alıştırmasını ve sonra par­çalayarak, her parçasını bir dağın üzerine bırakmasını emretti!. Mesela İsa Aleyhisselam'a verdiği mucize gi­bi İbrahim Aleyhisselam'ı eski bir kabirin başına gön­derebilir ve İbrahim Aleyhisselam da "Her şeye kadir olan Rabbimin izniyle kalk ve diril" diyerek, kabirdeki insanın dirilişine şahit olabilirdi. Öyle değil mi?

- Çok doğru hocam. Peki Allah Celle Celaluhu İb­rahim Aleyhisselam için daha kolay ve daha kısa ola­cak böyle bir şeyi değilde, neden belli bir zamana ve uğraşıya gerek duyan diğer olayı emretti?

İşte Fatih, sormamız ve üzerinde düşünmemiz ge­reken soru bu. Nitekim Rabbimizi ve İbrahim Aleyhİs-selam'ı dikkate alarak bu önemli soruyu düşündüğü­müz zaman, şu gerçekle karşılaşıyoruz. Rabbimiz ile İbrahim Aleyhisselam arasındaki konuşmaları dikkate alırsak, Rabbimiz kendisinden bir talepte bulunan İbra­him Aleyhisselam'a "Yoksa inanmıyor musun" diye sorduğunda, İbrahim Aleyhisselam hiç duraksamadan "Hayır inanıyorum" cevabını vermişti. Kalplerdekİni hakkıyle bilen Allah Celle Celaluhu, elbetteki İbrahim Aleyhisselam'in doğru söylediğini biliyordu. Fakat Rahman olan Rabbimiz yine-de İbrahim Aleyhisse-lam'ı bu sözü ile sınamak, bu cevabı ile imtihan etmek istedi.

İbrahim Aleyhisselam'ı eski bir kabirin başına gönderip, kabirdekine ''Allah'ın izniyle kalk ve diril" demesini emretseydi, böyle bir imtihan İbrahim Aley­hisselam için elbetteki daha kolay olurdu. Fakat Rab-bimiz İbrahim Aleyhisselam için bu kolay imtihanı di­lemedi. Ona dört kuş tutmasını, bu kuşları kendisine alıştırmasını, sonra elleriyle bu kuşları parçalamasını ve her parçasını bir dağın üzerine bırakmasını emret­ti. Şimdi bütün bu olayları İbrahim Aleyhisselam ile birlikte yaşamaya çalışalım.,

Allah'ın emrettiği gibi dört kuş tutan, tuttuğu kuş­ları eliyle besleyip kendisine alıştıran, bu kuşların ha­yat dolu hareketlerini gören, cıvıl cıvıl seslerini duyan İbrahim Aleyhisselam, sonra bu kuşları kendi elleriyle boğazlamış, kanlarının akışına ve titrek titrek can çe­kişmelerine şahit olmuş, bu şekilde can veren kuşları yine kendi elleriyle parçalamıştı. Bu dört kuş parçalan­dıktan sonra, ortada kuş parçalarından oluşan küçük bir yığın vardı. İbrahim Aleyhisselam bir an durdu, bir­biri içine giren ve birbirine karışan kuş parçalarına baktı. Acaba bu parçalar birbirine hiç karışmayacak, her kuşun kendi parçalan bir dağa mı bırakılacaktı? Ama Allah böyle bir şey tenbih etmemiş, "Her kuşun kendi parçalarını bir dağa bırak" dememişti ki!. Rabbi-si İbrahim Aleyhisselam'a kuşları parçalamasını ve her parçasını bir dağa bırakmasını emretmişti. İbrahim Aleyhisselam bu İlahi emir istikametinde birbirine ka­rışan kuş parçalarını gelişi güzel alarak, her parçasını bir dağa bırakmaya başladı.

Bu işi bitirdikten sonra bulunduğu yere dönen İb­rahim Aleyhisselam'm, artık yapması gereken tek bir iş kalmıştı.. Ay ağa kalkacak ve Allah'ın kendisine em­rettiği gibi parçaladığı ve her parçasını bir dağa bırak­tığı bu kuşları çağıracaktı. Bu düşünceyle ayağa kalkan İbrahim Aleyhisselam, önce uzaktaki dağlara baktı. Seslenmek için ağzını açmadan önce "Böyle bir uzaklıktan, canlı bir insan veya kulakları çok hassas canlı bir hayvan bile sesimi duyamaz" düşüncesi geçti için­den. Aslında bu bir düşünce değil, şeytan aleyhillane-nin vermek istediği bir vesveseydi. Çürîkü şeytan aley-hillane çok iyi biliyordu ki, İbrahim Aleyhisselam en ufak bir kuşku duysa ve duyduğu bu küçücük kuşku ile kuşları çağırsa, kuşlar kesinlikle dirilmeyecek, kesinlik­le İbrahim Aleyhisselam'a doğru gelmeyeceklerdi.

Şeytan aleyhillane bunu çok iyi bildiği için İbra­him Aleyhisselam'a bir kuşku, küçücük bir kuşku vere­bilmek için adeta çırpınıyordu. Bunun için İbrahim Aleyhisselam'm aklını, İbrahim Aleyhfsselam'ın duyu organlarını muhatap alıyor ve "Kendi ellerinle parça­ladığın, can çekişmelerini kendi kulağınla duyduğun, ölümlerine ve öldükten sonra hiçbir şey duymayan, hiçbir şey hissetmeyen birer et parçası olduklarına kendi gözünle şahit olduğun bu kuşlara şimdi bu kadar uzak mesafeden sesini duyuracağını mı sanıyorsun!. Kanadının bir parçası bir dağda, diğer parçalan öteki dağlarda olan bu kuşların bir araya geleceğini ve diri­leceğini mi zannediyorsun" gibi gayet akli gözüken vesveseler vermeye çalışıyordu.

İçinden bu gibi düşünceler geçen İbrahim Aley­hisselam ise bütün bu vesveselere "Rabbim böyle yap­mamı emretti." cevabını veriyor ve içinden bu vesve­seleri söküp atıyordu. İlahi hükme 'sımsıkı sarılan İbrahim Aleyhisselam'a, şeytan aleyhillanenin verebi­leceği son bir vesvese vardı. Nitekim hak hükme batıl yorum getirmeyi amaçlayan bu vesveseyi de vererek "Anlamıyor musun İbrahim!. Allah bütün bu olaylarla senin imanını değil, akıllı olup-olmadığmı sınıyor. "Ben kuluma akıl verdini, bakalım bunu akledecek mi?" buyuruyor. Öyleyse bunu görmüyor musun, bu­nu akletmiyor musun İbrahim" dedi.

Tabi ki İbrahim Aleyhisselam bu son vesveseyi de dinlemedi. Çünkü o aklı değil, imanı önceleyen bîr müslümandı. Ayrıca mevcut aklın ufukları dışında da olsa İlahi hükmün gereğini yapmamak, büyük bir akıl­sızlık değil miydi? İçinden geçen bu düşünceler hiç kuşkusuz ki şeytanın, rahmetten kovulmuş şeytanın, rahmetten uzak vesveseleri olmalıydı. İbrahim Aleyhis­selam bu düşünceler ile şeytandan ve şeytanın vesve­selerinden Allah'a, tekrar tekrar Allah'a sığındı. Ayaklan üzerinde dik,

dimdik duran İbrahim Aleyhisselam, kısa bir sü­re uzaktaki dağlara tekrar baktı. İman ile tebessüm eden gözlerinde en ufak bir kuşku, en ufak bir tered­düt yoktu. Sonra dudaklarını hafifçe açtı ve içinde hiçbir kuşku olmadan ve iman dolu sesini yükseltme­ye bile gerek duymadan kuşları çağırdı. Kuşkudan uzak büyük imanın ifadesi olan böyle bir çağrı ile di-rilen kuşlar, Rabbimizin rahmeti ve hoşnutluğu ile İb­rahim Aleyhisselam'a doğru koştururken; "İnanıyo­rum" diyen İbrahim Aleyhisselam artık hem bu sözünü doğrulamış, hem de kalbi tatmin bulmuş, kal­bi mutmain olmuştu.

Çok güzel hocam.

Elbettekİ çok güzel Veli. "İnanıyorum" diyen bir mü'minin, her türlü vesveseye rağmen bu imanının imtihanını aydınlık bir yüzle vermesi tabi ki çok güzel. Bu arada Fatih arkadaşınızın düşüncelere daldığını gö­rüyorum. Hayrola Fatih, ne düşünüyorsun?

Hocam Kur'an-ı Kerim'de Rabbimiz, Kabe'nin duvarlarını yükselten İbrahim Aleyhisselam'a "İnsan­lar içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yol­lardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş deve­ler   üstünde   sana   gelsinler."   buyuruyor.   Bu   İlahi buyrukta da İbrahim Aieyhisselam'm açık bir daveti, açık bir çağrısı var.

Evet Fatih, niye sustun lütfen devam et.

Parça parça olan kuşlar İbrahim Aieyhisselam'm çağrısına hemen gelirlerken, güçleri yetmesine rağ­men İbrahim Aieyhisselam'm çağrısına icabet ederek hacca gitmeyen veya hacca gitmeyi yaşlılığa erteleyen müslümanları düşünüyorum. Onlar bu parçalanmış kuşlardan daha mı ölü, daha mı duyarsız, daha mı çok parçalanmışlar?

Bu güzel sorun ve bu güzel tesbitin için teşekkür ediyorum Fatih. Sorduğun bu sorunun cevabını biz yi­ne de kendilerine bırakalım. Rızk için dünyanın her ta­rafına giden ve gidebilecek olan bu gibi insanlar ayna­ya bakarak, Rezzak olan Alİah için Kabe'ye neden gitmediklerine bir cevap, yüzlerini kızartmayacak doğ­ru bir cevap versinler.

Tabi ki böyle bir cevaplan varsa!..

 

Sare Ve Hacer Validemiz

 

Kendisine iman eden ve ilk mü'minelerden olan Sare validemizle evlenen İbrahim Aleyhisselam, Şam dolaylarında bir süre kaldıktan sonra Mısır'a geldi. Kendi zamanının en güzel kadınlarından birisi olan Sa­re validemizi gören kralın adamları, hemen zalim kra­la giderek "Senin memleketine Öyle güzel bir kadın girdi ki, sizden başkasının olması münasib değildir" de­diler. Kral derhal adamlar gönderip, Sare validemizi yanına getirtmek ve onunla konuşmak istedi.

Kralın emri ile tek başına saraya getirilen Sare validemizi gören zalim kral, Sare validemize kısa bir süre baktıktan sonra şehirde yanında bulunan adamın yani İbrahim Aleyhisselam'ın kim olduğunu sordu. Bu zalim kral tarafından birçok evli kadının alıkonduğunu ve kocalarının öldürüldüğünü duyan Sare validemiz, ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya olduğunu anlamış ve o günün şartlarına göre bu sıkıntıyı daha fazla büyütme­mek için İbrahim Aieyhisselam ile evli olduğunu gizle­mek istemişti. Nitekim kendisine İbrahim Aleyhisse­lam'ın kim olduğunu soran zalim krala, "Mü'minler birbirinin kardeşidir" gerçeğinden hareket ederek "Kardeşimdir" cevabını verdi.

Bu cevap üzerine "O kardeşin İse ben kardeşin değilim" diyerek Sare validemize elini uzatan kral, bir anda elinin tutulduğunu adeta kuruduğunu gördü. Eli­ni kıpırdatmaya mecali kalmayan kral "Sen bir cadı mısın? Elimi sihirle mi böyle yaptın?" diye sordu. Rab-bimizin bu yakın yardımı ile tüm korkulan ve endişe­leri bir anda gidiveren Sare validemiz, rahatlamış bir ses tonuyla "Ben cadı değilim. Allahu Tealanın pey­gamberlerinden bir peygamberin hatunuyum" cevabı­nı verdi. Kral "O halde elimi salması için Allah'a dua et! Sana zarar vermeyeceğim!" dedi. Sare validemizin duasıyla eli açılınca, inat ve ısrar ile iki kere daha eli­ni uzatmak istedi. Fakat her seferinde eli tekrar tutu­lup, Sare validemizin duasıyla açılınca artık bu işten vazgeçti. Pişmanlık duyguiarı içinde Sare validemize ismi Hacer olan bir cariye hediye edip, onu izzet ve ikramla uğurladı.

Bütün bunlardan habersiz bir şekilde Sare valide­mizi dua ve tevekkül içinde bekleyen İbrahim Aieyhis­selam, sağ salim geri dönen Sare validemize "Nasıl­sın?"  diye sordu.  Şükür duygulan içinde tebessüm eden Sare validemiz "Allah o zalimin elini tuttu ve ba­na bir de yardımcı verdi!" diyerek, Allah'a hamdetti. Bu olaydan sonra Mısır'dan ayrılan ve Filistin civarına gelen İbrahim aüesi. Lut Aleyhisselam'ın bulunduğu yere yakın olan Sebu bölgesine yerleştiler.

Hem Sare validemiz ve-hem de İbrahim Aleyhis-selam'a iman eden Hacer validemiz burasını çok sev­mişti. Koyun, kuzu ve keçi edinen İbrahim Aieyhisse­lam, buranın dört yanında ekinlikler yaptı. Allah'ın bereketi ile hayvanlar çoğalıyor, Allah'ın lutfu ile mah­suller çok verimli oluyordu. Burası o kadar bereketli bir yer olmuştu ki, dört bir taraftan gelen insanlar bu­raya yerleşerek İbrahim Aieyhisselam'a komşu oldu­lar. Kendilerini hak ve hakikate davet eden İbrahim Aleyhisselam'a iman etmeye başladılar.

ibrahim Aleyhisselam'ın tek özlemi çocuk idi. Uzun yıllardır dua etmelerine rağmen, Sare validemi­zin henüz bir çocuğu olmamıştı. İbrahim Aleyhisse­lam'ın çocuklara yönelik sevgisini ve Özlemini bilen Sare validemiz, bir hizmetçiden ziyade bir kardeş, bir arkadaş olarak gördüğü cariyesi Hacer validemizi, İb­rahim Aleyhisselam'a hanım olarak teklif etti. Bir sü­re düşündükten sonra hanımının bu samimi isteğini kabul eden İbrahim Aieyhisselam, Hacer validemizi nikahı altına aldı. Ve bu kutlu nikahtan bir oğlan ço­cuğu, bir İsmail doğmuştu.

İbrahim ailesine bir rahmet, ona bakan gözlere bir sevinç getirmişti İsmail Aleyhisselam'ın doğumu. Fakat İbrahim Aieyhisselam doya doya bakamadı, do­ya doya sevemedi bu oğlunu. Çünkü Allah'ın bir em­ri, apaçık bir emri üzerine, bu güzel oğlunu ve oğlu­nun annesini buradan götürmesi, Kabe temellerinin bulunduğu Mekke topraklarına bırakması gerekiyor­du. Bu İlahi emrin nedenini soramaz ve bu emre itiraz edemezdi İbrahim Aleyhisselam. Çünkü bu dünya ha­yatı mü'minler için. Özellikle İbrahim Aleyhisselam gi­bi tarihe destan yazan mü'minler için bir imtihan ha­yatıydı.

Hocam birçok kitabta, çocuğu olmayan Sare validemizin Hacer'i kıskandığı ve bu kıskançlık duygu­larıyla İbrahim Aleyhisselam'a dönerek "Ey İbrahim!. Hacer'i ve oğlunu buradan uzaklara götür" dediği söy­leniyor.

Merve hanım, bunların hepsi çirkin ve batıl söy­lentilerdir. Değil İbrahim Aleyhisselam, herhangi bir müslüman bile hanımının isteği üzerine böyle bir şey yapmaz, yapamaz. Çünkü hasetlik alanına giren gibi duygular, Rabbimizin hoş gördüğü ve makul bir maze­ret olarak kabul ettiği duygular değildir. Dolayısıyle karşılaştığı her meseleye Rabbani ve Rahmani ölçüler­le bakan İbrahim Aleyhisselam, Sare validemizi ne ka­dar çok severse sevsin, onun isteği üzerine bir karın­cayı bile kendi yuvasından uzaklara götürmez, bir karıncayı bile uzaklara götürüp bırakmazdı. Kaldı ki böylesi çirkin söylentilerden uzak bir kimliğe ve kişili­ğe sahip olan Sare validemiz, kendi hizmetine verilen Hacer validemizi, yine kendi isteği ile İbrahim Aleyhis-selam'a vermişti. Çünkü Mısır'daki zalim kral tarafın­dan Sare validemize verilen ve onun tasarrufunda olan Hacer validemizi, İbrahim Aleyhisselam'in zorla alma ve kendisine nikahlama hakkı yoktu.

Hocam, Sare validemiz İbrahim Aleyhisselam'ı sevmiyor muydu? Şayet seviyorsa, Hacer ile nikahlan-masına neden izin verdi?

Elbetteki seviyordu Seda hanım? Ancak daha ön­ce de belirttiğimiz gibi kendisinden bir çocuğu olma­yan İbrahim Aleyhisselam'in bir evlad sahibi olmasını da istiyordu. Çünkü bir insanı gerçekten sevmek demek, o insanın sevinmesini ve mutlu olmasını da iste­mek demektir. Nitekim bencillikten uzak böylesi bir sevgiye sahip olan Sare validemiz, hizmetçisini kendi isteği ile İbrahim Aleyhisselam'a nikahlamış ve bu ev­lilikten doğan masum bebeği, en az İbrahim Aleyhis-selam kadar sevmiştir.

Kadınsı duygulara ve zafiyetlere rağmen böylesi­ne güzel bîr davranışta bulanan Sare validemizi sevgi, selam ve rahmetle anmak istiyoruz. Çünkü Sare vali­demiz bir rastlantı sonucu İbrahim Aleyhisselam'a ha­nım olmamış, tesadüfi bir şekilde 'İbrahim ailesine', Rabbimizin ve meleklerin selamla andığı 'İbrahim aile­sine' dahil olmamıştır. Çünkü o, İbrahim Aleyhisselam'ın rabbani ve rahmani ölçülerle sevdiği Sare idi, bu kısaca anlatmaya çalıştıklarımızdan çok daha güzel bir kişiliğe sahip olan Sare validemizdi.

Evet, bu kısa açıklamadan sonra tekrar konumu­za dönüyoruz. Bütün Ömrü boyunca bir İmtihandan diğer bir imtihana, bir destandan diğer bir destana yol alan İbrahim Aleyhisselam, Allah'ın emri gereği oğlu­nu ve oğlunun anasını yanma alarak yollara düştü. İb­rahim Aleyhisselam'ın cemalinde, merhametle hüz­nün, hüzünle teslimiyetin birbirine girdiği, birbiriyle kaynaştığı görülüyordu. Kucağındaki biricik oğluyla yürüyen ve nereye gittiklerini henüz bilmeyen Hacer validemizin siyah yüzü ise şefkat ve teslimiyet duygu­larıyla güneş gibi parlıyordu.

İbrahim Aleyhisselam'ın cemalindeki hüzün, Ka­be mahalline yaklaşıldıkça daha bir koyulaşmakta, da­ha bir belirginleşmekteydi!. Derin duygular, büyük hü­zünler içindeydi İbrahim Aleyhisselam. Çünkü Rabbimizin uzun yıllar sonra nasib ettiği sevgili oğlu­nu ve oğlunun anası olan değerli hanımı Hacer'i, yine Rabbimizin bir emri ve işareti gereği bu ıssız yere bı­rakacaktı!.

Kabe temellerinin yukarı kısmında bulunan bü­yük ağacın altına geldiklerinde durdular. Allah'dan yardım isteyen ve tekrar tekrar Allah'a tevekkül eden İbrahim Aleyhisselam, değerli ailesini Devha denilen büyük ağacın dibine bıraktıktan sonra oradan uzaklaş­maya başladı!. Bu susuz, bu çorak, bu ıssız yerde he­nüz bir bebek olan yavrusuyla kalakalan Hacer valide­miz ise şaşkınlık içindeydi ve bu şaşkınlıkla İbrahim Aleyhisselam'ın arkasından seslendi.,

"Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın, hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyor­sun?"

İbrahim Aleyhisselam hiç dönmedi, hiç döneme­di, hiç cevap veremedi bu soruya!. Hacer validemiz ise "Ey İbrahim, bizi burada bırakıp nereye, nereye gi­diyorsun? diyerek birkaç kez tekrarladı bu sorusunu. Fakat yine dönmedi, yine cevap vermedi İbrahim aleyhisselam!. Çünkü dönmek, çünkü arkasında bı­raktığı acı tabloyu bir kez daha görmek istemiyordu. Çünkü Rabbimizin de Kur'an-ı Kerim'de beyan ettiği gibi yüreği çok yumuşak, çok duyarlı, çok merhamet­li bir insandı İbrahim aleyhisselam. Çorak ve ıssız bir yere bıraktığı ailesine tekrar dönüp bakabilecek, onla­rın masum ve mahsun yüzlerini tekrar görebilecek, yüreğindeki hüzün ateşini tekrar körükleyebilecek bir qücü hissetmiyordu içinde!. Bu nedenle dönmedi, dö­nüp bakamadı ailesine!.

Sorularına cevap alamayan Hacer validemiz "Ey İbrahim!. Böyle yapmanı Allah mı emretti?" diyerek son kez seslendi İbrahim AleyhisselanYa.

Bu soru üzerine durdu, kurşun yemiş bir ceylan

gibi durakaldı İbrahim aleyhisselam!. Çünkü bu soru suskunlukla karşılanabilecek, bu soru cevabsız bırakı­labilecek bir soru değildi. Her şartta hakka şahitlik eden, hakka şahitlik etmesi gereken bir peygamber olarak durdu ve döndü baktı Hacer validemize!. Rah­met dolu bakışlarıyla "Ey Hacer, bu nasıl soru, bu na­sıl bir soru?" derken, merhametten yaşaran gözleriyle "Allah Celle Celaluhu emretmiş olmasa, ben sizleri hiç burada bırakır, hiç burada bırakabilir miyim? Öpüp-koklamaya doyamadığım yavrumu, hiç terkedebilir miyim?" diyordu. Gönlüne ağır gelen, hüznüne hü­zün, gözyaşlarına yaş katan bu soruya kısaca cevap verdi.,

Evet Ya Hacer. Allah emretti.

Bu cevap ile bakışları değişen, bu cevap ile yüre­ğindeki korku ve endişeden uzaklaşan Hacer valide­miz, hüzün içindeki Hazret-i İbrahim Aleyhisselam'ı da rahatlatmak istercesine "O halde git, git ya İbra­him!. Rabbimiz koruyucumuzdur, O b'izi burada peri­şan etmez!." dedi.

Büyük imtihanların, büyük kahramanı Hazret-i İbrahim Aleyhisselam bu cevap ile yoluna devam etti. Ailesinin kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesi­ne) gelince, Beyt-i Haram'a yönelerek ve ellerini alemlerin Rabbi olan Allah'a açarak şu duayı yaptı.,

"Rabbimiz, ailemden bir kısmını dosdoğru nama­zı kılsınlar diye Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık Sen, İnsanların bir kısmı­nın kalplerini onlara meyledici kıl ve onları bir takım ürünlerden rızıklandır. Onlar da (nimetlerinin kadrini bilip) şükretsinler."

Hacer validemiz ise tam bir tevekkül ile İsmail'ini kucaklamış, henüz çok küçük olan oğluna şefkatle sarılmıştı. Yanlarında içinde hurma buiunan eski bir azık dağarcığı ile içinde su bulunan bir tuluk vardı. Yalnız­dı, oğluyla beraber yapayalnızdı bu issiz ve çorak yer­de. Her insan için apaçık bir düşman olan şeytan aley-hillane ise tabi ki boş durmuyor ve Hacer validemizin kadınlık duygularını dikkate alarak ona değişik vesve­seler vermeye çalışıyordu.,

"Ey Hacer!. İbrahim seni ve çocuğunu Sare için terketti. Çünkü hiç çocuğu olmayan Sare seni kıskan-mıştı. İbrahim seni ve çocuğunu terkederek, senden çok daha güzel olan hanımı Sare'nin yanına gitti."

Hacer validemiz böylesi vesveselere hiç itibar etmeden Allah'a yöneliyor ve şeytan aieyhillaneden Allah'a sığınıyordu. Çünkü İbrahim Aleyhisselam'ı ve Sare validemizi çok iyi tanıyor, böylesi vesveselerin şeytandan geldiğini, şeytandan gelebileceğini çok iyi biliyordu. Kaldı ki bir rahmet, bir merhamet, bir doğ­ruluk timsali olan eşi İbrahim Aleyhisselam, burada bı­rakılmalar ıy la ilgili olarak "Evet ya Hacer, bunu Allah emretti" cevabını vermişti.

Günler geçiyordu!. Hacer validemiz yanlarında bulunan sudan içiyor, çocuğunu emziriyordu. Her an teşbih ettiği, her an dualarda bulunduğu Alİah Celle Celaluhu'dan, bir yardım, bir işaret bekliyordu. Fakat gelmiyordu böyle bir yardım, gelmiyordu böyle bir işaret!.

Tuluktaki su bitmiş, susuzluktan sütü de kesilmiş­ti Hacer validemizin!. Olup-bitenden habersiz olan İs­mail ise susuzluktan kurumuş dudaklar ile annesine bakıyor, mahsun bakışları ile "Anne bana ne zaman süt, anne bana ne zaman su vereceksin?" diyordu!. Bu mahsun bakışlar ve yakarışlar perişan ediyordu Hacer validemizi!. Bir anne buna nasıl dayanır, nasıl dayana­bilirdi?

Dudaklarını çatlatan, dilini kurutan susuzluktan değil, İsmail'in susuzluğundan kavruluyordu Hacer va­lidemiz!. Etrafına bakındı, binlerce umudla yüzlerce kez etrafına bakındı!. Allah'tan bir vesile, Allah'tan bir işaret, Allah'tan bir yardım bekliyordu!. Susuzluktan kıvranıp acı çeken oğulçağızına gözyaşlarıyla bakıyor ve bu gözyaşlarını oğlunun dudaklarına sürerek "Da­yan, dayan oğulcağizım, dayan yavrum! Allah'ın yar­dımı gelecektir, elbette gelecektir" diyordu. Bu umud­la tekrar etrafına bakıyor, tekrar tekrar etrafına bakmıyordu Hacer validemiz!.

Fakat yoktu, yoktu bir İşaret, yoktu bir gelen!. Bu durumu gören ve bu durumu bir ganimet telakki eden şeytan ise lanetli bir yılan gibi vesvese zehirini akıtma­ya devam ediyordu.

"İşte Hacer!. İşte İbrahimin'in Rabbi, işte İbra­him'in söyledikleri!. Şimdi anladın mı bu sözlerin, şim­di anladın mı bu vaadlerin ne kadar boş olduğunu. Şimdi anladın mı burada kimsesiz ve yardımsız kaldı­ğını!. Haydi al çocuğunu, al çocuğunu ve hemen ayrıl buradan. İlerlerde bir su, ilerlerde birilerini bulabilir­sin!. İsmail'e hiç acımıyor musun? Haydi çocuğun te­lef olmadan hemen ayrıl, çocuğunu al ve hemen ayrıl buradan!.

Yine Allah'a sığmıyor, bütün susuzluğuna ve bütün çaresizliğine rağmen iç dünyasında bu vesveselere bir yer, tek bir yer vermi­yordu Hacer validemiz!. Kurumuş dudakları ile "Alem­lerin Rabbi olan Allah var, Vallahi de var, Billahi de var" demekten, "İbrahim'in söyledikleri doğru, Vallahi de doğru. Billahi de doğru" demekten vazgeçmiyor, bir an bile vazgeçmiyordu Hacer validemiz!. Ve tüm susuzluğuna ve tüm çaresizliğine rağmen "Allah'ım yardım et. Allah'ım yardım et!." diyerek içindeki umudu sulamaya devam ediyordu.

Tekrar İsmail'e bakınca, Hacer validemizin gözle­rini bir alev, kızgın bir alev yalıyordu!. Çünkü İsmail susuz, İsmail bitkin, İsmail perişandı!. İsmail'in susuz­luğa susuzluk katılmış gözlerinde sanki bir ateş, sanki bir orman yangını vardı!.

Artık dayanamıyor, susuzluktan kıvranıp acı çe­ken oğulcağızına bakamıyor, bakmaya tahammül ede­miyordu Hacer validemiz!. Peki ama ne yapacaktı ki!. İsmail'i alıp, başka yerlere de gidemezdi!. Çünkü ko­cası, çünkü peygamberi, çünkü oğlunun babası olan İbrahim Aleyhisselam onları buraya bırakmıştı. Ne yüz metre batıya, xıe yüz metre doğuya, buraya, tam bu­raya bırakmıştı onları!.

Fakat artık duramaz, artık bekleyemezdi Hacer validemiz. İsmail'i bu yere, İbrahim Aleyhisselam'ın tayin ettiği bu yere bı­raktıktan sonra, kendisine en yakın tepe olan Safa'ya baktı. Acaba Safa tepesinin arkalarından gelen bir in­san, gelen bir kervan, gelen bir yardım var mıydı? Bu umudla yerinden kalktı ve Safa tepesine çıkmaya baş­ladı. Tepenin arkalarında gelen bir yolcu, gelen bir kervan görürse, hiç durmadan, hiç duraksamadan on­lara koşturacak ve "Yavrum susuz, yavrum yanıyor, ne olur su, birazcık su!." diyerek aldığı suyu bir solukta İs­mail'e, bir solukta yavrusuna yetiştirecekti!.

Safa tepesinin üzerine geldiğinde görmüyor, göremiyordu görmek istediklerini. Bir de karşı tepeye çı­kayım, bir de karşı tepeden bakayım diyerek Merve'ye yöneldi. Merve tepesine çıkınca yine kimseyi, yine hiç kimseyi göremedi!. Etraf yine boş, etraf yine ıssızdı!.

Tekrar Safa tepesine, tekrar Merve'ye..

Tekrar Safa tepesine, tekrar Merve'ye.. İki tepe arasında gidip gelen Hacer validemiz hiç bıkmadan, hiç usanmadan Rahman'm rahmet kapısını çalıyordu. "Ya Rabbi yavrum susuz, yavrum kavruluyor!. Ya Rah­man rahmet kapını aç, ne olur aç.." diye yakarıyordu.

Ne var ki açmıyordu Rahman, açılmıyordu rah­met kapısı!. Fakat Safa. ve Merve arasında gidip gel­mekten bıkmayan Hacer validemiz, yine de ayrılmı­yordu Rahman'm kapısından, dualarıyla, zikirleriyle, yalvarışlarıyla Rahman'm rahmet kapısını çalmaya de­vam ediyordu.

Hacer validemizin bu münacaatı, gözyaşlarıyla sulanan bu duaları karşısında öfkesinden kuduran şey­tan aleyhillane ise, Hacer validemize sadece bir kuş­ku, küçücük bir kuşku vermek istiyerek "Ey Hacer!. Ağlaya ağlaya, çırpma çırpma çalman bu rahmet ka­pısı neden açılmıyor ve sana neden yardım edilmiyor ki!. Acaba içerde kimse yok mu? İbrahim'e aldanarak Rahman Rahman dediğin Rab, acaba yok mu?" ves-vesenini fısıldadı!.

İşte kainatın sustuğu, İşte kainatın pür dikkat ke­sildiği an!.

Acaba ne yapacaktı Hacer validemiz? Uzun süre­dir yaşadığı çaresizlik duygulan içinde bu vesveseye nasıl bir tavır alacaktı. Hacer validemiz bu şeytani ves­veseye, bu kuşkuya iç dünyasında küçük, küçücük bir yer verseydi, hiç şüphesiz ki Hacer bitecek, Hacer kaybolacak, insanlık tarihinde dağ gibi bir Hacer ola­mayacaktı!. Ancak bu şeytani vesvese karşısında, Rahmani bir feryat yükseldi Hacer validemizden ve onun her hücresinden.,

"Hayır, var, var, var, VAR... Rahmet kapısını çal­dığım Rahman VAR!. Bu kapı sahipsiz, bu kapı kim­sesiz değil. Bu rahmet kapısı şimdiye kadar açılmadıy-sa, şimdiye kadar açılmıyorsa, bu kapının açılmama

nedeni benim!. Bu rahmet kapısının açılmama nede­ni benim yanlışlarım, benim günahlarım!."

Şeytanı susturan ve şeytani vesveseleri yerle yek­san eden bu feryattan sonra tekrar kapıya baktı, tek­rar kapıyı çaldı, tekrar ağlamaya başladı Hacer valide­miz!. Tertemiz ellerindeki kiri(!) temizlemek için derisini dahi yüzebilecek bir yönelişle tevbe eden, tev-beler eden, mağfiret dileyen Hacer validemiz, Safa ve Merve arasında gidip-gelmeye, Rahman'ın rahmet ka­pısını dua ve yakarışlarla çalmaya devam etti.,

"Ey tevbeleri kabul eden, ey Rahman olan Rab-bim. Beni affet, beni bağışla. Benim günahlarımdan dolayı İsmail'i susuz, İsmail'i yardımsız bırakma!. Ey İb­rahim'e merhamet eden, ey İbrahim'i yakmayan Rab-bim. İbrahim'in oğlu susuz, İbrahim'in oğlu susuzluk­tan yanıyor. Yardım et, yardım et, yardım et, ne olur yardım et Ya Rabbü.

Ve Allah ve alemlerin Rabbi olan Alİah Celle Celaluhu, bu muhteşem tabloyu meleklerine göstererek "Siyahi bir köle, aciz bir kadın olan şu kulumun Bana nasıl mü-nacaatta bulunduğunu, Bana nasıl dua ettiğini. Bana nasıl yakardığını ve rahmet kapımı nasıl çaldığını gö­rüyor musunuz!." buyurdu. Meleklerin gıptayla baktık­ları Hacer validemizden artık hoşnuttur, artık hoşnut olmuştur Rabbimİz.

Tevbelerle, dualarla, yakarışlarla Safa ve Merve arasında gidip-gelen ve bu gidiş-gelişi yedi kere yapan Hacer validemiz, son kez Merve'ye yaklaşınca rahmet kapılarının açıldığına şahit oidu. Çünkü çölün sessizli­ğinde bir su, bir su sesi duyuluyordu!. İsmail'in bulun­duğu yerde, yani kocasının, yani peygamberinin, yani İbrahim Aleyhisselam'ın kendilerini bıraktıkları tam o yerde, zemzem fışkırmaya,  zemzem akmaya başlamış, dünya zemzem ile tanışmıştı artık!.

Bir İsmail için ağlayan, bir İsmail için "Su, su" di­ye yakaran Hacer validemiz, Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuş, Rahman'ın rahmet kapısını öylesine çalmıştır ki, bu muhteşem münacaat netice­sinde binlerce yıldır, milyarlarca İsmail'in susuzluğunu gideren Zemzemle tanışmamız mümkün olmuştur!. Ve Hacer validemiz. Rahman olan Rabbimize öylesi­ne bir münacaatta bulunmuştur ki, bu muhteşem mü­nacaat hac ve umrenin vazgeçilmez bir rüknü haline gelmiştir.

Merve sen ağlıyorsun!. İyisin değil mi?

Ağlıyorum hocam. Şimdiye kadar okuduğum her peygamber kıssasında, içimde erkek olma isteği, erkek olma özlemi hissederdim. Fakat sizin bu anlat­tıklarınızı dinledikten ve Hacer validemizi tanıdıktan sonra, onu tanıdıktan sonra, Kendini daha fazla zorlama, seni anlıyorum Mer­ve. Dünyaya erkek veya kadın olarak gelmenin, elbet-teki fazlaca bir önemi yoktur. Önemli olan ne yapıldı­ğı, nasıl bir kulluğun yaşandığıdır. Mesela siyahi bir cariye olan Hacer validemiz, Allah'a gösterdiği bu tes­limiyet ile milyarlarca müslüman erkeği gerilerde, kendisinden çok çok gerilerde bırakmıştır. Çünkü in­sanların farklı dillerde, farklı renklerde yaratılmaları bir üstünlük vesilesi olmadığı gibi, farklı cinsiyetlerde yaratılmaları da bir üstünlük vesilesi değildir. Allah ka­tında üstünlük, sadece ve sadece takva iledir.

Evet, Hacer validemiz artık yalnız değildi. Zemze­min çıkmasından sonra ticaret kervanlarıyla buradan gelip geçen insanlardan bir kısmı, suyun tasarrufunu Hacer validemize vermek şartıyla bu bölgeye yerleş-

meye ve burasını bir şehir haline getirmeye başlamış­lardı. İbrahim Aİeyhisselam İse belli zamanlarda onla­rın yanına geliyor, durumlarını öğreniyor ve ihtiyaçla­rını giderdikten sonra Sebu bölgesine tekrar geri dönüyordu.

 

İsmail Aieyhisselam'in Kurban Edilmesi

 

Evlad sevgisiyle İlk imtihanı ayrılık hükmüyle olan İbrahim Aİeyhisselam, bu imtihana teslimiyet göster­mişti!. Nitekim hiç çırpınmadan, hiç direnmeden ve hiç isyan etmeden ailesiyle birlikte yollara düşmüş ve onları ıssız bir yer olan Kabe'nin yanına kendi elceği-ziyle bırakmıştı!. Çünkü o, büyük İmtihanların, büyük kahramanıydı!. Çünkü o, küçük yaşlardan beri Allah'a teslim olmuş ve bu teslimiyeti kendisine şiar edinmiş biriydi!. Çünkü o, her hükümde Allah'a tesiim olan ve bu teslimiyeti İle şeytanı tesiim alan İbrahim Aleyhis-selam idi!.

Fakat ne var ki bitmemiş, sona ermemişti İlahi imtihan!. İbrahim Aİeyhisse­lam arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini elinde bir bıçakla oğlunu, oğlu İsmail'i boğazlarken görüyor­du!. Peygamberler dışındaki insanlar gördüğü zaman hiçbir bağlayıcılığı olmayan ve şeytani bir kabus ola­rak nitelendirerek şerrinden Allah'a sığınılması gere­ken böyle bir rüya, hak peygamber İbrahim Aİeyhis­selam için İlahi bir işaret, İlahi bir emir niteliğinde idi. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, İbrahim Aleyhisselam'dan bu rüyayı doğrulamasını, bunun ge­reğini yapmasını emrediyordu!.

Hocam, okuduğum bazı tefsirlerde "İbrahim Aleyhisselam daha önceden oğlunu kurban olarak adamış fakat bu adağını unutmuştu. Gördüğü bu rüya ile adağı kendisine hatırlatıldı!." deniliyor.

Fatih, böylesi batıl yaklaşımlarından, İbrahim Aleyhisselam'ı hiç düşürtmeden tenzih etmemiz gere­kir. Çünkü hiçbir peygamber ve hiçbir müslüman, bir insanı kurban olarak adama ve kurban etme hakkını kendinde göremez. Doğmuş ya da doğacak çocuğu­muzu elbetteki Allah'a adayabiliriz. Ancak Hazret-i Meryem örneğinde de olduğu gibi bu adağın ve adanmışlığın, Allah için kesilen bir kurban olarak de­ğil, Allah yoluna adanan ve Allah'a emanet edilen bir kul olarak gerçekleştiğini görürüz. Nitekim doğru ve hak olan da budur.

- Hocam, söylediklerinizi çok iyi anlıyoruz. Peki bu durumda İbrahim Aleyhisselam'm gördüğü rüyayı ve bu rüyanın arka planını nasıl anlamamız, nasıl tef­sir etmemiz gerekir?

Fatih, bu konuyu fazlaca zorlamamıza, olayın ar­ka plana ait bilmediğimiz boşlukları, bilmediğimiz var­sayımlarla doldurmaya çalışmamıza gerek yoktur. Ko­nuyla ilgili ayet-i kerimeleri incelediğimiz zaman, İbrahim Aleyhisselam'm -bir kefaret veya bir şükür ve­silesi olarak- Allah'a söz verdiği bir adağı olduğunu an­layabiliriz.

Evet, bir adağı vardı İbrahim Aleyhisselam'm. Rabbi için bir kan akıtarak, bir kefaret veya bir şükür vesilesi olan bu adağını yerine getirecekti. Ancak ken­disi için oldukça önemli olan bu adak kpnusunda, sa­dece bir şeyi bilmiyor, sadece bir konuda kararsızlığa düşüyordu İbrahim Aleyhisselam.

"Rabbi için ne kesmeliydi?"

Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu için büyük ve değerli bir kurban kesmek istiyor, büyük ve değerli bir kurban kesmek istiyordu ama bu ne. olma­lıydı?

Koyun mu, keçi mi, sığır mı, deve mi? İbrahim Aleyhisselam bu sorularla istihare yaptı mı - yapmadı mı, bu konuda Allah'tan bir işaret bek­ledi mi - beklemedi mi bilmiyoruz. Bize bildirilen ger­çek, İbrahim Aleyhisselam'a bu cevabın ve bu İlahi işaretin rüyada verildiğidir. İbrahim Aleyhisselam arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini oğlu İsmail'i bo-ğazlıyorken görmektedir!.

Hükmünde hikmet, hikmetinde rahmet olan Rabbimiz "Ey İbrahim!. Madem ki Benim için büyük, Benim için değerli bir kurban kesmek istiyorsun, bu kurban senin için de büyük, senin için de değerli olan İsmail'dir" Duyuruyordu!.

Açık seçik bir şekilde bu rüyayı gören İbrahim Aleyhisselam, yattığı yerde usul usul gözlerini açtı!. Hiç hareket etmiyor, hiç hareket edemiyordu!. Uzak­lara, çok uzaklara dalıp giden hareketsiz gözleriyle öy­lece duruyor, bütün duyu ve duygularının donduğunu hissediyordu!. Kendisinde bir hata, kendisinde bir suç arayarak "Neden yattım, neden uyudum" diyordu ken­di kendisine!. Çünkü böyle bir rüyayı göreceğini bil­seydi, belki de ömrünün sonuna kadar hiç yatmaz, ömrünün sonuna kadar hiç uyumak istemezdi İbrahim Aleyhisselam!.

Oğlunu düşündü ve biricik oğlu geliverdi gözleri­nin önüne!.

İçinde sessiz bir patlamayla, sessiz bir ateş harlayıverdü. Nemrut'un kendisi için yaktığı ve kendisinin içine atıldığı ateş, bu sefer dışında değil içinde tutuş­muş, çok daha büyük alevlerle içinde tutuşuvermiştü.

Bu ateş sönmüyoi. t ateş söndürülmüyordu!. İbra­him Aİeyhisselam'ın içini kavuran bu ateş, Nemrut'un yaktığı ateş gibi serin ve soğuk olmuyordu!.

Ağlamaya başladı İbrahim Aleyhisselam!.

"Ya Rabbi ben bunu nasıl yaparım, nasıl yapabi­lirim?" diye ağlamaya baöladı. Elbetteki her canlı gi­bi İsmail de, sevgili oğlu ismail de ölebilirdi. Ve buna dayanır, buna dayanabilirdi İbrahim Aleyhisselam!. Fakat neden bu iş kendisine verilmişti!. O bu işi na­sıl yapar, o sevgili oğulcağızım kendi elleriyle nasıl boğazlayabiiirdi!.

Bu acıyla günler, bu acıyla haftalar geçiren İbrahim Aleyhisselam bir çıkış, bir kurtuluş yolu arar gibiydi!. Kendisine ke­sin bir zaman, kesin bir mühlet verilmemekle beraber, rüyasında gördüğü çocuk İsmail'in şimdiki halinden daha büyük, daha gelişmiş bir durumdaydı. Bu neden­le hiç acele etmedi ve İçinde her geçen gün daha da mayalanan bu acı ile İsmail'in biraz büyümesini bekle­di!. Ayrıca içindeki acı ne kadar büyük olursa olsun, bu geçen süre zarfında gönlünde besleyip büyüttüğü bir de umudu vardı İbrahim Aİeyhisselam'ın. Bu umu­dunun gerçekleşebilmesi için İsmail'in büyümesini, ge-zip-koşabilecek bir çağa gelmesini bekliyordu. Nite­kim biricik oğlu kendi başına gezip-koşabilecek çağa erişince onu yanına çağırdı ve "Oğlum!. Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken görüyorum. Bir dü­şün, sen ne dersin" dedi İsmail Aleyhisselam'a.

İbrahim Aleyhisselam. böyle bir yaklaşım ile oğlu İsmail'e tercih hakkı veriyordu. "Oğlum, ben boğazla­makla emrolundum fakat sen boğazlanmakla emro-lunmadınL Tercihin nedir" diyordu. Yumuşacık yüreği rahmet depremlerîyle sarsılarak bu soruyu soran İbra­him Aleyhisselam, gezip-koşabilecek çağa gelen İsmail'în, belki de koşarak kendisinden uzaklaşmasını, uzaklaşıvermesini umud ediyordu. Çünkü böyle bir durumda ne kendisini boğazlatmayan İsmail, ne de İs­mail'i boğ az laya madiği için kendisi sorumlu olmaya­caktı.

Fakat olmadı, gençlik duygulan ve yaşama heyacanı ile kaçıp gitmedi İsmail!. Çünkü İbrahim Aleyhisselam'm oğlu, İbrahim Aleyhisselam'a yakışan bir evlad, bir İsmail idi!. Nitekim hiç durmadan, hiç duraksamadan "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaalİah, beni sabre­denlerden bulacaksın." cevabını verdi babasına.

Artık her şey bitmiş, bütün çıkış yolları kapan­mıştı İbrahim Aleyhisselam için!. İsmail'in bu muhte­şem cevabı karşısında öylece kalakaldı!. Kendisine "Babacığım" diyerek sevgisini, "Emroîunduğun şeyi yap" diyerek saygısını, "İnşaalİah" diyerek tevekkülü­nü. "Beni sabredenlerden bulacaksın" diyerek teslimi­yetini ifade eden oğluna bakakaldıî. Üzülmesi mi. yok­sa böylesine salih bir evlad ile gurur duyması mı gerekiyordu, bilemedi!. Ne var ki yapılması gereken iş, yapılacaktı artık!.

Rivayetlere göre oğlu İsmail'i yanma alıp Mina'ya doğru giderken. Şeytan aleyhillane üç kere karşısına çıkmış ve İbrahim Aieyhisselam vesveselerle kendisini engellemeye çalışan bu şeytanı, üç keresinde de taşla­yarak uzaklaştırmıştir. Ve Mina'ya geldiklerinde oğlu gibi kendisi de Allah'ın hükmüne teslim olmuş ve İs­mail'i alnı üzerine yatırmıştı.

Bu müthiş olayı yaşarcasına düşünürken, tüm duygularınızın titrediğini hissediyorsunuz!. Meleklerie, cinlerle ve bütün kainat ehliyle birlikte, İsmail Aieyhis-selam'ın yere uzanışına, boynunu hafifçe uzatışına ba­kıyorsunuz. Kalbiniz duruyor fakat yaşıyorsunuz, yine de yaşayabiliyorsunuz bu yaşanan hadise karşısında!.

İsmail'in anası olan Hacer validemizi düşünüyor­sunuz!. Yıllar önceki hadiseye dönüyor ve Hacer vali­demizin "Ya Rabbi İsmail susuz, İsmail susuzluktan kavruluyor!." diyerek yaptığı yakarışları hatırlıyorsu­nuz. Böyle bir olayın duygu yüklü bir kadın, yüreği merhamet dolu bir anne' için büyük bir imtihan oldu­ğunu biliyorsunuz.

Sonra İbrahim Aleyhisselam'a bakıyorsunuz!.

Yüreğinde evlad sevgisi ve elinde bıçak ile İsma­il'in başucunda duran İbrahim Aleyhisselam'a bakıyor­sunuz!. Söylenecek bir söz, konuşulacak bir kelime kalmıyor!. Gözleriniz doluyor ve ağlamaya başlıyorsu­nuz!. "Ya Rabbi nasıl, nasıl dayanabildi buna!. Nasıl üstesinden gelebildi böyle bir imtihanın!" diyerek ağlı­yorsunuz!. Biricik oğlu İsmail'in başucunda öylece du­ran İbrahim Aleyhisselam'm gözlerine bakıyor, rahmet ve merhamet yüklü bu gözlerde bir gözyaşı gibi eridi­ğinizi, bir gözyaşı gibi akıp-gittiğinizi Hissediyorsunuz!.

İsmail'i boğazlamaktansa, dünyevi ateşlere binlerce kez atılmaya razı olabi­lecek olan İbrahim Aleyhisseİam, ağır ağır İsmail'in boğazına doğru eğiliyor!. Bir an duruyor, sağ eline ve sağ elindeki bıçağa bakıyor!. Bıçak, titreyen ellerinden düşecek gibi!. Son bir güçle ellerini sıkıyor, ellerini sı­karak bıçağı kavramaya çalışıyor!.

İbrahim Aleyhisselam henüz İsmail'i kesmemiş, İsmail'i boğazlamamıştır ama bu kısacık sürede içinde­ki binlerce İbrahim kesilmiş, binlerce İbrahim parça­lanmış gibidir!. İçi kan olmuştur, içi kan dolmuştur, içi kandan bir derya olmuştur İbrahim Aleyhisselam'm. Gözlerinden artık yaş değil sanki kan, kıpkırmızı bir kan boşanıyordur!.

Dayamlası bir hal değildir bu!.

Eiindeki bıçağı atarak geri dönmesi, geri dönü-vermesi de mümkün değildir!. Çünkü Allah'ın, alemle­rin Rabbi olan Allah Celle Ceİaluhu'ın emridir bu!. İla­hi emre teslim olmaktan başka ne yapabilir, ne yapabilirdi kü.

İbrahim Aleyhisselam titreyen ellerindeki bıçak ile İsmail'in, yüzünü ve gözierini görmediği oğlunun, önünde boyîu boyunca yatan sevgili oğulcağızımn boğazına tekrar eğildi!. Hiçbir şey düşünmek, hiçbir şey hissetmek istemiyordu. "Bitsin, artık bitsin, artık bitiversin" duyguları içinde "Bismillahİ Allahu ekber" diyerek bıçağı İsmail'in boğazına çaldı. İşte o an, bı­çağın tene değdiği o an, rahmet kapıları açılmış ve İbrahim'e büyük bir kurbanı fidye olarak gönderen Rahman'ın sesi duyulmuştu.,

"Ey İbrahim. Gerçekten sen, rüyayı doğruiadın. Hiç şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllen­diririz."

Rüyasında gördüğü oiayı aynen yaşayan ve tüm hücrelerindeki titremesi henüz geçmeyen İbrahim Aleyhisselam anlaşılmaz duygular içindeydi!. İnanıl­maz bir darlıktan çıkarılmış, inanılmaz bir genişliğe bı­rakılmış gibiydi!. Şaşkın gözierle elindeki bıçağa ve önündeki İsmail'e baktı!. Önündeki İsmail yaşıyordu, yaşıyordu ama, bıçağın tene değdiği o unutulmaz an­da, İbrahim Aleyhisselam gönlündeki İsmail'i boğazla­mış, İsmail'ini boğazlayıvermişti!.

Artık gönlünde bir İsmail değil, İsmail'i kendisine bağışlayan Allah, sadece Allah Ceİle Celaluhu vardı!. Engin bir huzuru yaşayan İbrahim Aleyhisselam'm gönlünde, sadece ve sadece Rahman, sadece ve sade­ce Rahman sevgisi kalmıştı!.

Selam olsun, tekrar selam olsun, tekrar tekrar selam olsun İbrahim Aleyhisse-lam'a!. Ve yine selam olsun İsmail'e ve Hacer valide­mize..

Biz de bu güzel müslümanlara selam ediyoruz hocam. Ayrıca size de teşekkür ediyoruz. Sizi dinler­ken bu olayı sanki yeniden gördük, sanki yeniden ya­şadık.

Anlatmak kadar anlamak ve iman etmek de önemlidir arkadaşlar. Zaten bizlerden istenen de bu gibi olayları gözlerimizle görüyormuşuz gibi anlama­mız ve kendimiz yaşjyormuşuz gibi iman etmemiz de­ğil miydi!. İman dolu bu anlayışınız için ben de teşek­kür ederim.

 

Kabe Temellerinin Yükseltilmesi Ve İbrahim'in Hanif Dini                                         

 

İbrahim Aleyhisselam'm duası ve zemzemin bere­keti ile bir yerleşim yeri olmayan başlayan Mekke, her kervanın uğramak istediği bir yer durumuna gelmişti. Burada annesi Hacer ile birlikte yaşayan İsmail Aley­hisselam büyümüş ve evlenmişti.

O zamana kadar peygamberlerin ziyaret ettikleri Kabe'yi, bir rahmet mekanı olarak mü'minlere açma­yı dileyen ve duvarlarının yükseltilmesini isteyen Rab-bimiz, bu kutlu görevi İbrahim Aleyhisselam ve oğlu İsmail'e verdi. İsmail Aleyhisselam taş getiriyor, İbra­him Aleyhisselam da bu taşlarla duvarları örüyordu. Duvarlar yükselmeye başlayınca, İsmail Aleyhisselam bugün makam-ı İbrahim olarak bilinen büyük taşı ge­tirdi. İbrahim Aleyhisselam bu taşın üzerine çıkarak duvarı örmeye devam ediyor ve namazını da burada kılıyordu. Oğluyla birlikte Kabe'nin duvarlarını yüksel­ten ve İsmail Aleyhisselam'ın getirdiği taşları büyük bir özenle örmeye çalışan İbrahim Aleyhisselam, arasıra boynu bükük bir şekilde duruyor ve gönlünü Allah'a yönelterek "Rabbimiz bizden bu amelimizi kabul et, şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin" diyordu.

Hocam, İbrahim Aleyhisselam böylesine şerefli bir işi yaparken dahi çok mütevazı, çok alçakgönüllü.

Dikkatin için teşekkür ederim Veli. Gerçekten örnek alınması gereken bir davranıştır bu. Çünkü Allah'ın lutfu ve nasip etmesi ile bir fakiri doyurduktan veya bir yoksula yardım ettikten sonra büyüklenme duygusuna kapılan insanlar, bu çirkin duygu ile kibir­lenerek '"Ben şunu doyurdum veya buna yardım et­tim" diyebilmektedirler. Oysa İbrahim Aleyhisselam Kabe-i Muazzamanın duvarlarını yükseltmek gibi çok şerefli bir işi yapmasına rağmen boynunu bükmekte ve korkuyla titreyen yüreğinde "Rabbimiz acaba bu amelimizi kabul eder mi?"' endişesini taşımaktadır. Bu endişe ile "Rabbimiz bizden bu amelimizi kabul et" di­yen İbrahim Aleyhisselam, hiç kuşkusuz ki yaptığı işi, yaptığı ameli küçümsemiyordu. Çünkü Kabe-i Muaz­zamanın duvarlarını yükseltmek gibi bir işin, Allah'a inanan her müslüman için çok şerefli bir iş olduğunu kendisi de biliyordu. Ancak yapılan iş ne kadar şeref­li ve değerli bir iş olursa olsun, önemli olan bir insa­nın bu işi nasıl yaptığı, hangi niyet ve duygularla yeri­ne getirdiği idi. Meseleye bu gerçeklik açısından yaklaşıldığı zaman bir insanın Allah rızası ve merha­met duyguları ile susuz bir köpeğe su vermesi, büyük­lenme duygusu iie Kabe'nin duvarlarını yükseltmesin­den çok daha hayırlı ve değerli bir iş oluyordu. Nitekim yaptığı işe bu gerçeklik boyutundan bakan İbrahim Aleyhisselam. yüreğini titreten bir endişe ile "Rabbimiz bizden bu amelimizi kabul et, şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin" diyor ve bu güzel duasına şöy­le devam ediyordu.,

"Rabbimiz, ikimizi Sana teslim olmuş kullanndan kıl ve soyumuzdan da Sana tçsiim olmuş bir ümmet çıkar. Bize ibadet yöntemlerini göster ve tevbemizi kabul et. Şüphe yok ki Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyen­sin. Ey Rabbimiz, onlara içlerinden bir peygamber gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğ­retsin ve onları arındırsın. Hiç şüphesiz ki Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin."

Bu kalbi duaları hakkıyle işiten ve bu samimi ya­karışlara icabet eden Rabbimiz ise "İnsanlar için ilk ku­rulan ev olan Kabe, insanlar İçin kutiu bir toplanma ve güvenli bir hidayet yeridir. Burada apaçık ayetler ile müminler için bir namaz yeri olan İbrahim'in makamı vardır. Kim buraya girerse, o güvenliktedir. Buraya gelmeye güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın in­sanlar üzerindeki hakkıdır. Ey İbrahim, İnsanlar içinde haccı duyur, ilan et. Gerek yaya olarak, gerekse uzak yollardan ve derin vadilerden gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Evimi, tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve secde edenier için temiz­leyin" buyurdu.

O zamana kadar peygamberlerin ziyaret ettiği Kabe-i muazzama, bu İlahi buyruk ile rahmet kapıları­nı artık bütün müminlere, bütün müslümanlara açmış­tı. İbrahim Aleyhisselam'ın "Rabbim, bu şehri bir gü­venlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle nzıklandır" duasına da icabet eden "Rabbimiz, nzıklandırmada mümin kafir ayırımı yapmayacağını beyan ederek "Küfredeni de az bir sü­re yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım, o ne kötü bir dönüştür" demişti.

İman ve teslimiyeti ile birçok imtihandan yüz akıyla çıkan İbrahim Aleyhisselam, Rabbimizin "Ey İb­rahim, seni insanlara imam kılacağım" buyruğu ile bir­çok peygamberin ulaşamayacağı bir makama yüksel­tilmişti. İbrahim Aleyhisselam bu İlahi buyruk üzerine "Ya soyumdan olanlar?" diyerek, kendi soyundan ge­lecek olanların da böyle bir makama ulaşıp, ulaşama­yacağını sordu. Rahman olan Rabbimiz "Zalimler be­nim ahdime erişemez" cevabını vererek, iman veya küfürün irsi yani soy bağı ile ilgili bir hadise olmadığı­nı beyan etti. Çünkü mü'min bir babadan kafir, kafir bir babadan mümin bir oğlun olması mümkündü.

- Hocam, mesela Nuh Aleyhisselam'ın oğlu!.

Çok güzel Hamdı. Nuh Aleyhisselam gibi bir peygamberin oğlu kafir olurken, Azer gibi kafir bir putçunun oğlu da İbrahim gibi bir mü'min olmuştu. Dolayısıyla iman ve küfür, soyla ilgili bir hadise değil­di. Eskilerin deyişiyle nice alimden bir zaiim, nice za-iimden bir alim doğabilirdi. Zaten bunun içindir ki İs-lami yönetim biçiminde, babadan oğula geçen bir sultanlık, bir saltanat yoktur. Müslümanların başına geçecek olan kimsenin kimin oğlu olduğuna değil, il­mi ehliyetine ve takvasına bakılır, buna göre bir seçim yapılır.

Nitekim Rabbimizin "Zalimİer benim ahdime eri­şemez" cevabıyla karşılaşan İbrahim Aleyhisselam, kendisi de dahil olmak üzere hiç kimsenin akıbetinden emin olmaması gerektiğini anlayarak "Ya Rabbi, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut. Ya­lanlar ile yüceltilen o putlar, gerçekten insanlardan birçoğunu şaşırtıp-saptırdı" duasında bulundu. Dikkat ederseniz putlara karşı destansı bir mücadele veren İb­rahim Aleyhisselam, kendisine güvenerek ve şeytan küçümseyerek "Ben nasıl olsa putlara tapmam, putla­ra meyletmem" demiyor, diyemiyordu. Çünkü son ne­fesine kadar Allah'a ve Allah'ın yardımına muhtaç ol­duğunu biliyor, kendisine değil Allah'a güvenmeye ve sadece Allah'a tevekkül etmeye devam ediyordu.

Kabe'nin inşaatını tamamlayan ve insanlar ara­sında haccı ilan eden İbrahim Aleyhisselam, gözünü ve gönlünü Rahman'a yönelterek "Ya Rabbi. bundan böyle kim bana uyarsa, artık o bendendir. Kim de ba­na isyan ederse kuşkusuz Sen, bağışlayansın, esirge­yensin" dedi. Bu güzel duada dikkatinizi çeken bir hu­sus, bir incelik var mı?

Kendisine isyan edenlere, beddua etmemesi.

Teşekkür ederim Veli. Birçok mucizeleri yaşayan, kafir ve müşriklerin birçok eziyetleriyle karşılaşan İb­rahim Aleyhisselam, hak bir peygamber olmasına rağmen kendisine isyan edenleri Allah'ın lanetine de­ğil, Allah'ın bağışlamasına ve esirgemesine terkediyor-du. Günümüzde kendi mezheplerinden veya kendi gu­ruplarından olmayanlara merhametsiz bir şekilde yaklaşan kimselerin, bu duadan almaları gereken çok önemli dersler vardır.

Evet, İbrahim Aleyhisselam böylesine güzel bir insan, böylesine seçkin bir peygamber idi. Nitekim Efendimiz Sallaliahu aleyhi ve seliem'e bir adam gelip "Ey yaratılmışların en hayırlısı" diye hitab edince, Re-sulullah Saliallahu aleyhi ve sellem bu söze hemen müdahale etmiş ve "Bu söylediğin İbrahim aleyhise-lam'ın vasfıdır" demişti. İbrahim Aleyhisselam'ın hanif dini, tarihin her döneminde makbul bir din olarak zik­redilmiş, birbirleriyle şiddetli bir rekabet içinde olan yahudiler ve hıristiyanlar bile, büyük bir ısrar ve inat ile İbrahim Aleyhisselam'ın kendilerinden, kendi dinle­rinden olduklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa Musa ve İsa aleyhisselamdan çok daha Önce yaşamış oları İbrahim Aleyhisselarn, ne yahudi ve ne de hıristiyan idi. Bizle­re bu gerçekleri bildiren Rabbimiz, İbrahim Aleyhisse-lam'ın hanif diniyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur.,

"Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? AndoSsun, biz onu dünyada seçtik. Şüphesiz ki o. ahirette de salihlerdendir. Öy­leyse Allah'ı birleyen muvahhidler olarak İbrahim'in di­nine uyun. O, müşriklerden değildi. İyiiik yaparak kendini AİIah'a teslim eden ve hanif olan İbrahim'in dinine uyandan, dince daha güzel kim olabilir?"

Nitekim Rabbimizin bu buyruğunu esas alan Re-sulullah Sallallahu aleyhi ve sellem ve müslümanlar, yahudi ve hıristiyanların yaptıkları gibi "İbrahim biz­dendir" diyerek onu kendilerine değiİ, "Biz İbrahim'de­niz, İbrahim'in hanif dinindeniz" diyerek kendilerini İb­rahim Aleyhisselam'a nisbet etmişlerdir. Zaten güzel olan yaklaşım da, doğruyu kendimize değil, kendimizi doğruya nisbet etmemizdir.

Kur'an-ı Kerim beyanı ile "Rabbim beni dosdoğ­ru bir yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim'in ha­nif dinine. O, müşriklerden değildi" diyen Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem "Her peygamberin pey­gamberlerden dostları vardır. Benim dostum da, ced­dim ve Rabbimin halili olan İbrahim'dir" buyurmuştur. Allah'ın dostunu dost edinen Resulullah Sallaîlahu aleyhi ve sellem, bu sözlerinden sonra Al-i İmran sü­resindeki şu ayet-i kerimeyi okumuştur.,

"Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı ona uyanlar ile bu peygamber ve iman edenlerdir. Allah, müminlerin velisidir."

İman edenler denilirken, biz mi kastediliyoruz hocam?

Elbetteki Merve. İnandıkları Allah'a eş koşmayan ve Allah'ı birleyen muvahhidler olarak yüzlerini İbra­him'in hanif dinine çeviren bütün mü'minler, kıyame­te kadar dünyaya gelecek olan bütün müslümanlar kastediliyor. Ne mutlu Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem iie birlikte İbrahim'in hanif dinine uyan mü'minlere, ne mutlu böyle müslümanlara..

 

Lut Kavmine Giden Elçiler Ve İshak İle Yakup'un Müjdelenmesi

 

İbrahim Aleyhissetam ve Sare validemiz oldukça yaşlanmışlardı. Bütün bir gençliğini çocuk özlemiyle ve çocuk umuduyla geçiren Sare validemiz, artık böyle bir umuddan uzaklaşmış gibiydi. İbrahim Aleyhisselam ise ilerlemiş yaşma rağmen evine gelen her misafire hizmet ediyor, onlara güzel nasihatlarda bu­lunuyordu.

Bir gün İbrahim Aleyhisselam'ın evine hiç tanı­madığı kimseler gelerek "Selam" dediler. İbrahim Aleyhisselam'ın şimdiye kadar hiç görmediği bu in­sanlarda, insanın içini ürperten bir tuhaflık vardı. On­ların selamını alarak içeriye buyur eden İbrahim Aley-hisseiam. adeti olduğu üzere aç olup-olmadıklarını hiç sormadan yemek hazırlığına başladı. Ve hiç gecikme­den kızartılmış bir buzağıyı getirerek, misafirlerinin önüne koydu.

Misafirlerinin yemek yemesini bekleyen İbrahim Aleyhisselam, onların öylece oturduklarını ve yemeğe hiç el uzatmadıklarını görünce bu durumdan hoşlan­madı. Önce ayakta duran hanımına ve daha sonra içlerine gizli bir korku, gizli bir ürperti veren misafirleri­ne dikkatlice bakarak "Siz kimsiniz, biz sizden kork­maktayız" dedi.

İbrahim Aleyhisselam endişe dolu bu sözleri üze­rine tebessüm eden misafirler "Korkma, biz Allah'ın elçileriyiz" dedikten sonra Sare validemize dönerek "Sana bilgin bir çocuk müjdelemekteyiz" buyurdular. Misafirlere hizmet edebilmek için ayakta olan Sare va­lidemiz, bu söz üzerine güldü ve "Bana ihtiyarlık gelip-çökmüşken mi müjdeliyorsunuz? Beni ne ile müjdele­mektesiniz?" dedi.

Elçiler "Seni gerçekle müjdeledik; öyleyse umud kesenlerden olma" deyince, İbrahim Aleyhisselam imani bir heyecanla söze girerek "Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim umud keser ki?" cevabını verdi. Bu konuşmalar üzerine meselenin gerçekten ciddi olduğunu anlayan Sare validemiz "Vay başıma gelene!. Şimdi ben kocamış bir kadın iken ve şu ko­cam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Gerçekten bu, şaşırtıcı bir şey!." dedi. Birer elçi olan melekler "Allah'ın emrine mi şaşırıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye layık olandır, Mecid'tir" dediler.

Bu İlahi müjde üzerine Allah'a hamdü senada bu­lunan İbrahim Aleyhisselam, misafiri olan elçilere dik­katlice baktıktan sonra meraklı bir sesle "Ey elçiler, si­zin bunun dışındaki işiniz ne?" diye sordu. Allah'ın elçileri olan melekler "Gerçekten biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğa. Lut kavmine gönderildik." dediler. Bu gönderilişin azapla ilgili olduğunu hisseden İbra­him Aleyhisselam'ın aklına hemen Lut, kendisine iman eden bir kardeşi olan Lut Aleyhisselam geldi ve "O topluluğun içinde Lut da vardır" dedi. İnsan sure­tindeki melekler gayet sakin bir ses tonuyla "Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi bilmekteyiz. Kendi karısı dışında, onu da, ailesini de muhakkak kurtara­cağız. Karısı ise arkada kalacak olanlardandır" karşılı­ğını verdiler.

Sünnetullah gereği bir toplumun helak edilmesi­nin, ne kadar şiddetli bir azap olduğunu çok iyi bilen İbrahim Aleyhisseiam, Lut kavmi konusunda elçilerle tartışmaya başladı. Çünkü İbrahim Aleyhisselam yu­muşak huylu, oldukça duyarlı ve Allah'a gönülden yö­nelen merhamet dolu bir insandı. Yüreğinde hissetti­ği bu merhamet duygularıyla Lut kavmine biraz daha zaman, biraz daha fırsat verilmesini istiyordu.

Kesin bir emirle görevlendirilmiş olan melekler ise "Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü gerçek şu ki. Rabbinin emri gelmiştir ve gerçekten onlara geri çev­rilmeyecek bir azab gelmiştir" diyerek bu tartışmaya bir son verdiler. Ve İbrahim ailesine önce İshak'ı, İs-hak'ın arkasından da Yakub'u müjdelediler.

İlerlemiş yaşına rağmen İshak'a kavuşan Sare va­lidemiz, Allah'tan hiçbir zaman umud kesilmemesi ge­rektiğini anlamış, artık çok iyi anlamıştı artık. "Hamd, AIlah:a aittir ki; O, bana ihtiyarlığa rağmen İsmail'i ve İshak'ı armağan etti. Şüphesiz benim Rabbim, gerçek­ten duayı işitendir" diyen İbrahim Aleyhisselam ise , çok uzun yıllar sonra kabul olan bu duasının hamd ve şükrünü eda ediyordu. Herbiri peygamber olan İsma­il, İshak ve İshak'ın oğlu Yakup Aleyhisselam, sadece Allah'a ibadet eden ve yüce bir doğruluk dili ile insan­ları hidayete yönelten salih müslümanlardı. Örnek gü­zellikteki bu seçkin müslümanların hepsine salat ve se­lam olsun diyoruz.

Ve söz İbrahim'e, nurlu bir güneş gibi dünyadan gelip geçen İbra­him Aleyhisseiam'a gelince, ona ne diyeceğimizi, sevgi ve saygımızı nasıl ifade edebileceğimizi bilmiyoruz.

Ellerimizi semaya açıyor ve "Ya Rabbim, beni na­mazımda sürekli olanlardan kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapı­lacağı gün. beni, anne-babamı ve müminleri bağışla" diye diye dünyadan ayrılan İbrahim Aleyhisselam'm bu duasına, iman dolu gönüllerimizle amin diyoruz.

Alemler içinde selam olsun bu güzel müslümana, selam olsun Haliîullah'a, selam olsun İbrahim'e ve İbrahim ailesine..

 

Lut Kavmi Ve Eşcinsellik

 

İbrahim Aleyhisselam'a ilk iman eden müslüman-lardan olan Lut Aleyhisselam. kavminin baskıları üze­rine "Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çün­kü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir" diyerek Babil'den ayrılmıştı.

Hocam, "Ben Rabbime hicret edeceğim" sözü­nü nasıl anlamamız gerekir?

Merve hanım. Hicret kelimesi, bir yerden ayrıla­rak başka bir yere göç etmek anlamındadır. Lut Aley­hisselam'm kavmine karşı "Ben Rabbime hicret edece­ğim" demesi, ben sizin Allah'a şirk koştuklarınızdan uzaklaşarak yüzümü Rabbime cevriyor ve sadece O'na kulluk edeceğim bir yere gidiyorum anlamına gelir. Tabi ki Lut Aleyhisselam bu sözü söylerken, nereye gidebileceğini ve Allah'ın kendisini neyle karşılaştıra­cağını bilmiyordu. Dolayısıyie Lut Aleyhisselam'm "Ben Rabbime  hicret edeceğim"  sözünü,  "Sadece

Allah'a kulluk niyetiyle, Rabbimin takdirine yönelip^ o takdire doğru yürüyeceğim" şeklinde de anlayabiliriz.

"Bana bir adım gelene. Ben on adım giderim" buyuran Rabbimiz, Lut Aleyhisselam'm bu hicretini kabul etmiş ve onu peygamberlikle görevlendirmişti. Kendisine hüküm ve ilim yerilen Lut Aleyhisselam, İb­rahim Aleyhisselam'm yerleştiği Sebu bölgesine yakın bir şehir olan Sodom'a gitmişti. Bu şehirden bir kızia evlenen ve bu hanımından çocukları olan Lut Aleyhis­selam, bu şehir halkını uzun yıliar Allah'a kulluğa da­vet etti. Şehir halkını putlara tapmaktan menetmeye çalışan ve onları sadece Allah'a kulluğa çağıran Lut Aleyhisselam'm bu daveti, ne yazık ki onlara hiç tesir etmiyor, onların küfürlerine küfür katıyordu!. Çünkü onlar gerçekten bozulmuş, gerçekten haddi aşmış bir kavimdi.

Bu şehir halkı kötülükte o kadar ileri gitmişti ki. açıkça yol keserler, haramilik ederler ve her türlü ah­laksızlıktan hiç utanmazlardı. Cinsel' özgürlük adına erkeklerin erkeklerle ve oğlan çocuklarla düşüp kalk­maya başlamaları gibi bir rezalet, tarihte ilk kez bu ka­vim tarafından işlenmiştir. Hayvanlar dahi böyîe bir cinsel sapıklıktan uzak iken, hayvanlardan çok daha aşağılık bir duruma düşen bu şehir haikı, böyle bir utanmazlığı sanki bir eğlence durumuna getirmişlerdi.

Hocam, bazı kimseler eşcinselliğin insan genle­riyle ilgili bîr hastalık olduğunu söylüyorlar. Yani o ki­şilerin, eşcinsel olarak doğduklarını iddia ediyorlar!.

Böylesi iddiaları ben de duyuyorum Fatih!. Bu id­diada bulunan kimseler, eşcinselliği insanın istemeye­rek karşılaştığı bir hastalık gibi göstererek, toplumsal düzlemde bu rezaleti meşrulaştırmak istemektedirler. Nitekim dünyanın birçok ülkesinde eşcinselliğe böyle bakıldığı için. böylesi cinsel sapıklıklar hoşgörüyle karşılanmakta ve bunun da ötesinde eşcinsellerin evlen­mesine.dahi İzin verilmektedir.

Oysa insaniar, fiziki olarak kadın ve erkek oiarak yaratılmışlardır. İnsanlardaki cinsel sapmalar, insanla­rın fiziki yapılarından ziyade nefisleriyie ilgili bir sap­madır. Kur'an-i Kerim'de beyan edildiği gibi hem iyili­ğe ve hem de kötülüğe meyyal olarak yaratılan insan nefsi, kendi haline bırakıldığı ve disipline edilmediği zaman doğruca kötülüğe yönelmektedir. Çünkü nefse hoş gelen kötülükler, nefisler için yokuş aşağı ve kolay bir iş gibi gözükürken; nefislere zor gelen iyilikler, ne­fisler İçin yokuş yukarı ve çetin bir iş gibi gözükmek­tedirler.

İnsan nefsi hakkında bu kısa tanımlamayı yaptık­tan sonra konumuza dönecek olursak, insan nefsinin dizginlenmesi veya disipline edilmesi en zor düzlem, cinsel ilişkiler düzlemidir. İnsanları cinsel düzlemdeki sapıklıklardan engelleyebilecek iki şey. öncelikle kişi­lerin sahip olduğu ahlaki ilkeler ve daha sonra top­lumsal çevrenin ahlaki baskısıdır. Bir insan için sahip­lendiği ahlaki ilke başlı başına yeterli olmasına rağmen, toplumsal çevrenin ahlaki baskısının da bü­yük önemi vardır. Çünkü ahlaki ilkeler noktasında za­yıf olan birçok insan, toplumsal çevrenin ahlaki baskı­sını dikkate alarak böyle bîr sapıklıktan ve rezaletten kendisini koruyabilmektedir.

Ancak insanlar ahlaki ilkelerini yitirirler ve top­lum düzleminde de böylesi sapıklıklar hoşgörüyle kar­şılanırsa, bu rezaletin çığ gibi büyüdüğü görülecektir. Çünkü harama ve haddi aşmaya çok düşkün olan in­san nefsi, ahlaki Ölçülerini yitirdiği ve toplum tarafın­dan da yadırganmadığı zaman bu cinsel düzlemde her türlü sapıklığa yönelebilecektir. Geri dönüşü de zordur bu kimselerin. Çünkü bu gibi sapıklıklar ile şeytanı

hoşnut eden bu kimseleri tabi ki şeytan da hoşnut et­mekte ve böylesi rezaletleri onlara süslü ve zevkli göstermektedir.

Dolayısıyie eşcinsellik bir hastalık değil, başlı ba­şına bir sapıklıktır. Çünkü hastalıkta bir tercih hakkı yoktur ve tüm insanlar istemedikleri halde hasta ola­bilirler. Eşcinsellik ise sapıkça bîr tercihin neticesidir. Böylesi tercihte bulunan kimselerin söyledikleri "Ben erkek olmama rağmen içimde kadınsı dürtüler hisse­diyordum" veya "Ben kadın olmama rağmen içimde erkeksi dürtüler hissediyordum" gibi sözlerini doğru kabul etsek bile; nefs ve şeytan kaynaklı böylesi dür­tüler sapıkça bir tercih için geçerli neden değildir. Çünkü yanlış dürtüler, bu dürtülerden kaynaklanan ey­lemleri mazur göstermez. Mesela her insan iç dünya­sında çok kızdığı bir insanı Öldürme, öldürüverme dür­tüsünü   hissedebilir.   Ancak   biliyoruz   ki   böyle   bir dürtüyü hissetmek, bu dürtüden kaynaklanabilecek ci­nayeti mazur ve meşru göstermez. Önemli olan içi­mizde hissedebileceğimiz tüm şeytani dürtüleri imti­han   bilinciyle   bastırabilmek   ve   Allah   korkusu   ile böylesi kötülüklerden uzak durabilmektir.

Bu sapıklığı bir hastalık gibi görerek makul karşı­layan ve eşcinselleri gülerek alkışlayan toplumlar, bu sapıklığa kendi ailelerinden de kurban verecek ve git gide artacak olan bu sapıklık içinde boğulacak top­lumlardır. Çünkü daha Önce de belirttiğim gibi, İnsan­lar ahlaki ilkelerini yitirir ve toplum düzleminde de böylesi sapıklıklar hoşgörüyle karşılanırsa, bu rezale­tin çığ gibi büyüdüğü görülecektir. Nitekim tarihte ilk kez böyle bir sapıklığı yaşayan ve bu sapıklığı hoşgö­rüyle karşılayan Lut kavmi, bütün bir şehir halkı ola­rak bu rezaletin İçine sürüklenmişti.

İslami birer kaynak oiarak gösterilen birçok eserde dahi, Lut kavminin bu sapıklığına Lutilik denilmesi ise tarihi bir yanılgıdır. Oysa erkekler arasındaki sapık cincel ilişkiye, livata denilmektedir. Söz konusu tarihi yanılgıyı sürdürerek Hvataya Lutilik denilmesi, günü­müz müslümanlann ağızlarına yakışmayacak bir ta­nımlamadır. Geçmiş kavimlerin birçok sapıklıklarını, o kavimlere gönderilen peygamberlerin isimleriyle ta­nımlamaktan sakındığımız gibi, elbetteki bu sapıklığı da Lut Aleyhisselam'ın ismiyle tanımlamaktan sakın­malıyız. Çünkü bu iğrenç sapıklığın, Lut Aleyhisselam veya onun tertemiz ismiyle hiçbir ilgisi yoktur.

Evet, ismi ve cismi temiz olan Lut Aleyhisselam, böy­lesine azgınlaşan bir şehir halkını İslam'a çağırıyordu. Yaptıkları kötülük ne olursa olsun, onları yine de tev-beye ve Allah'a kulluğa davet ediyordu. Çünkü tevbe ederek Allah'a yöneldikleri zaman, Rahman olan Rab-bimizi hiç kuşkusuz ki affedici olarak bulacaklardı. İş­lenen kötülükler ne kadar geniş olursa olsun, Rah­manın rahmeti elbetteki daha geniş, çok daha genişti. Affedilmeyecek yegane kötülük, kötülüklerden vaz­geçmemek ve tevbe etmemek idi. Önemli olan yaşa­ma fırsatını yitirmeden, tevbe fırsatını kullanmak, kullanıvermekti.

İşte Lut Aleyhisselam merhamet dolu bu umudla onları tevbeye, onları kurtuluşa çağırıyordu. Her fır­satta onlarla konuşuyor, onları ikaz ediyor ve onlara şöyle sesleniyordu.,

"Sizler, sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir utanmazlığı, bir çirkinliği mi yapıyorsu­nuz? Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşleri­nizi, kadınlarınızı bırakıp şehvetle erkeklere mi yakla­şıyorsunuz? Sizler ne yaptığınızı, Allah'ı nasıl gazaplandırdığınızı bilmeyen ve sının çiğneyen bir kavimsiniz. Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret is­temiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbi-ne aittir. Sizden istediğim bu İlahi daveti kabul etme-nizdir. Çünkü Allah'ın dayetini inkar ederseniz, İlahi daveti inkar eden geçmiş kavimler gibi helak olacaksı­nız. Bu bir İlahi kanun, bu bir İlahi sünnettir ve Al­lah'ın sünnetinde hiçbir değişiklik yoktur. Artık kork­mayacak mısınız, korkup sakınmayacak mısınız? Allah'ın apaçık davetine rağmen siz yine de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çir­kinlikler yapacak mısınız? Oysa Allah sizleri tertemiz bir hayata ve ebedi kurtuluşa davet etmektedir."

Lut Aleyhisselam'ın bu apaçık daveti, sapıklıktan gözleri dönmüş şehir halkı tarafından ne yazık ki in­karla karşılandı. Kendi aralarında alaycı konuşmalar yaparak "Lut ailesini şehrimizden sürüp çıkaralım, çünkü bunlar çokça temizlenen ve temiz kalmak iste­yen insaniarmış!." demeye başladılar. Lut Aleyhisse­lam ise onları yine ikaz ediyor ve onlara bir insan ola­rak değer vermesine ve merhametle yaklaşmasına rağmen "Gerçekten ben sizin bu yapmakta olduğunu­za öfke ile karşı olanlardanım" diyerek, yaptıkları çir­kin işlere karşı gerçek duruşunu da beyan ediyordu.

Hocam, niye böyle yapıyordu?

Anlıyamadım Veli!.

Yaptıkları kötü işlere nefretle yaklaşırken, bu kötülükleri işleyenlere neden merhametle yaklaşıyor­du?

Çok güzel bir soru Veli. Tüm peygamberler ve davasının bilincinde olan tüm müslümaniar, cahili top­lumlarda fül-fail ayırımı yaparlar. Allah'ın hoşlanmadı­ğı fiillere yani yanlış olan iş ve eylemlere, kesin bir tavırla karşı dururlarken: bu fiilleri işleyen faillere mer­hametle yaklaşırlar. Çünkü Allah'ın hoşlanmadığı fiil­leri işleyen bu faillerin, yanlış ve çirkin işier yapan bu kimselerin, ne yaptıklarını bilmeyen cahil kimseler ol­ması söz konusudur. Bu nedenle cahili toplumlarda in­sanlara hakkı tebliğ eden bütün müslümanlar, insanla­ra yaklaşımlarında fiil-fail ayırımı yaparlar. Allah'ın hoşlanmadığı filleri kesin bir tavırla reddederlerken, bu filleri bilinçsizce işleyen insanlara merhametle yak­laşarak, onlara yaptıkları işin ne kadar kötü ve çirkin olduğunu anlatırlar.

Fiil-fail ayırımı yapan bu bilinçli müslümanlar. yanlış fiille birlikte, bu fiili işleyen faili reddetmedikleri gibi; merhametle yaklaştıkları faili hoşgormek adına, bu faillerin yanlış fiillerini de hoşgörmezler. Çünkü hoşgörü adına insanların yanlış ve çirkin fiillerini de hoşgördükleri zaman, kendileri de onlara yani o çirkin işleri yapanlara dahil olmuş olurlar. Nitekim Allah'tan ve Allah'ın azabından korkan Lut Aleyhisselam "Ger­çekten ben sizin bu yapmakta olduğunuza öfke ile karşı olanlardanım" derken, bu sözü sadece kendisi için, kendi duruşunu beyan etmek İçin söylüyordu. Çünkü bir kötülüğü işlemek ile, o kötülüğü hoş gör­mek arasında önemli bir fark yoktur. Bu İlahi gerçeği çok iyi bilen Lut Aleyhisselam. kavminin yaptığı kötü­lüklere öfkeyle karşı olduğunu beyan ederek, o kötü­lükler iie kendisi arasına uzak bir mesafe koymaktadır.

Günümüzde böyle yapılmıyor!.

Ne yazık ki böyle yapılmıyor, cinsel sapıklıklara ve türlü rezaletlere karşı Lut Aleyhisselam gibi davra-nılmıyor Veli. Senin de farkettiğin gibi bir tarafta cin­sel sapıklıklara karşı "Ben sizin bu yapmakta olduğu­nuza öfke ile karşı olanlardanım" diyen Lut Aleyhisselam. diğer tarafta ise müslüman olduklarını söylemelerine rağmen cinsel sapıkları gülerek alkışla­yan şaşkınlar!. Şimdi.soruyorum sizlere. Bu cinsel sa­pıklara gelebilecek olan İlahi azaptan, bu sapıkları hoşgörüyle karşılayan şaşkınlar ayrı tutulur mu? Sa­pıklara gelecek azap, bunlara da gelmez mi?

Gelir, elbetteki gelir hocam.

Doğru söylüyorsunuz. Çünkü biraz önce de be­lirttiğimiz gibi bir kötülüğü işlemek ile. o kötülüğü hoş görmek arasında Önemli bir fark yoktur. Bu gerçeği çok iyi bilen Lut Aieyhisselam, kavmiyle bir arada ya­şamasına ve kavmine merhametle yaklaşmasına rağ­men, bu kötülüklere karşı duruşunun nasıl olduğunu da açıkça beyan etmektedir. Tabi ki Lut Aleyhisse-lam'ın bu sözlerine karşı şehir halkı gît gide daha çok kızıyorlar, daha çok öfkeleniyorlardı!. Nitekim kendi­lerini her fırsatta ikaz etmeye kalkışan ve Allah'ın aza-bıyla tehdit eden Lut Aleyhisselam'a şöyle dediler.,

"Ey Lut, eğer bu söylediklerine h,ir son vermeye­cek olursan, gerçekten buradan sürülüp çıkarılanlar­dan olacaksın. Bizimle artık bu konuda tartışma. Biz senin bu söylediklerine ve Allah'ın bizleri bir azap ile helak edeceğine inanmıyoruz. Şayet doğru söylüyor-san, bize hemen Allah'ın azabını getir!."

Uzun yıllardır uğraş veren, kavmini sabır ve mer­hametle Allah'a davet eden Lut Aleyhisselam, bu İn­karcı kavme karşı artık konuşulacak bir sözün kalma­dığını anlamış gibiydi. Çaresizlik içinde boynunu bükerek, Rahman ve Rahim olan Rabbimize yöneldi. Hüzün veren bir umudsuzluk ile sıkışan gönlünden "Rabbim. fesat çıkarmakta olan bu kavme karşı bana yardım et" duası yükseldi.

 

Meleklerin Gelmesi Ve Lut Kavminin Helak Edilmesi

 

Önce İbrahim Aleyhisselam'a uğrayan ve İbra­him ailesine İshak'ı ve ondan da Yakub'u müjdeleyen elçiler, daha sonra Lut ailesine gelmişlerdi. Birer me­lek olan elçiler Lut Aleyhisselam'ın evine geldiklerin­de, şimdiye kadar hiç görmediği bir toplulukla karşıla­şan Lut Aleyhisselam bir anda kaygılandı ve gönlünü daraltan bir sıkıntı hissetti içinde. Çünkü bu gelen mi­safirlerin herbiri, çok güzel birer delikanlı suretinde idi. Şehir halkı bu misafirlerden haberdar olurlarsa, hiç kuşkusuz ki bunları rahat bırakmazlardı.

Lut Aleyhisselam, bu gençleri hemen içeriye bu­yur etti. Kapıyı endişeyle kapatırken, içindeki kaygı ve sıkıntı ile "Bu, oldukça zorlu bir gün" dedi kendi ken­dine. Bu misafirlerin geldiğini hiç kimse bilsin, hiç kimse duysun istemiyordu. Fakat ne yazık ki haber gitmişti şehir halkına ve bir rivayete göre karısı, bizzat kendi karısı haber yollamıştı şehrin Önde gelen azgın­larına!.

Lut Aleyhisselam'ın evine birbirinden güzel deli­kanlıların geldiğini duyan şehir halkı, bu haberi büyük bir müjde gibi birbirlerine iletmeye başladılar. Ve koşa koşa, birbirleriyle yanşa yarışa Lut Aleyhisselam'ın evine geldiler. Ne yapacağını şaşıran Lut Aleyhisse­lam, yeterince açılamadığını hissettiği koruyucu ka­natlarını misafirlerinin üzerine germeye çalışarak "Bunlar benim konuğumdur, bunlar benim misafirim-dir. Ne olur Allah'tan korkup-sakınm ve misafirlerimin önünde beni utandırıp, küçük düşürmeyin" dedi.

Misafirlere hayran hayran bakan sapıklar, Lut Aleyhisselam'a dönerek "Biz seni herkesin işine karış­maktan alıkoymamış mıydık?" dediler. Yine durdu, yi­ne ne yapacağını şaşırdı Lut Aleyhisselam. Bu gözü dönmüş İnsanlara ne söyleyeceğini, ne söylemesi ge­rektiğini bilemedi. Onlara kızlarını işaret ederek "İşte bunlar benim kızlarım. Eğer (nikahlamak) istiyorsanız, bunlar sizler için daha temizdir. İçinizde hiç aklı başın­da olan bir adam yok mu?" dedi.

Yoktu, Lut Aleyhisselam'ın evini basan azgınlar arasında, ne yazık ki aklı başında hiçbir adam yoktu. Nitekim Lut Aleyhisselam'a dönerek "Andolsun ki, se­nin kızlarında bir hakkımız veya bir talebimiz olmadı­ğını sen de biliyorsun. Ayrıca bizim ne istemekte oldu­ğumuzu da biliyorsun" dediler. Biliyordu, bu azgınların ne istediklerini elbetteki çok İyi biliyordu Lut Aleyhis­selam..

Bir kenarda oturmakta olan misafirlerine baktı. İnsanın gönlüne bir aydınlık veren güzel yüzlerinde, her nedense bir korku veya bir endişe yoktu. Ciddi bir sakinlik İle olup-biteni seyrediyorlardı. Lut Aleyhisse­lam misafirlerinin korku ve endişeden uzak bu sakinli­ğini, onların saflığına ve masumluğuna yorumladı. Bu tertemiz gençler bilmiyorlardı, herhalde bilmiyorlardı bu azgınların ne yapmak istediklerini.

Azgınların elebaşîan, misafHerlere doğru yürü­meye başlayınca hemen araya girdi Lut Aleyhisselam. Diliyle engelleyemediği bu azgınları, eliyle durdurma­ya, eliyle engellemeye çalıştı. Fakat sert ve acımasız bir hareketle kenara ittiler, bir kenara savurdular Lut Aleyhisselam'ı. Düştüğü yerde ölümden beter bir çare­sizliği yaşayan Lut Aleyhisselam'ın dudaklarından "Si­ze yetecek cjücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığma-bilseydim" sözleri döküldü.

Hocam, her şeye kadir olan Allah'ın bir pey­gamberi, niye böyle söylüyor?

Doğru söylüyorsun Seda. Tabi ki bir peygambe­rin veya Allah'a tevekkül eden herhangi bir müslümanın söylememesi gereken bir sözdür bu. Nitekim Re-suiullah Salİallâhu aleyhi ve sellem efendimiz. Lut Aleyhisseîam'jn bu sözüyle ilgili olarak "Alİah, Lut'a rahmetini bol kılsın, aslında o çok muhkem, çok sağ­lam bir kaleye sığınmıştı" buyurarak, meseleye açıklık getirmektedir. Elbetteki Lut Aieyhisseîam'ın da bildiği ve iman ettiği bir gerçekti bu. Ancak kendisine gelen misafirleri koruma işini, sadece kendisine ait bir mü­kellefiyet olarak gördüğü için, bu mükellefiyeti yerine getirememe yani misafirlerini koruyamama üzüntüsü ve kederiyle o kadar sarsılmıştı ki: derinden duyduğu böylesine bir acı ile o sözleri söyleyiverdi.

Hüzün ve çaresizlik duyguları içinde bu sözleri söyleyen Lut Aleyhisselam, bütün hayatının en zor anını yaşıyordu. Misafirlerini koruyamamış, onlara ka-natiannı gerememişti!. Bu çaresizlik içinde misafirleri­ne bakarken, şimdiye kadar ki olup biteni ciddi bir sa­kinlik içinde seyreden bu gençlerde bir değişiklik oimaya başladığını farketti. Bu gençlerin iri ve masum gözlerinde, insanın içine korku veren bir öfke alevlen­meye başlamıştı. Hiç korkmayan, fakat karşı tarafı korkutan bir bakış belirmişti bunların gözlerinde!.

Fakat gözü dönmüş azgınlar, yine de durmadılar, duraksamadılar bu bakışlar karşısında!. İstediklerini el­de edebilmek İçin, misafirlerin üzerine yürüyerek on­ları tutmak, onları yakalamak istediler. İşte o an, Lut Aieyhisseîam'ın 'Artık yenildim, artık yapabileceğim bir şey yok" dediği o an, İiahi işaret gelmiş ve misafir­lere tecavüz etmek isteyen bütün azgınların gözleri si­linerek kör edilivermişti. Ortalık karışmış, neye uğra­dıklarını şaşıran azgınlar kaçışmaya başlamışlardı.

Olup biteni şaşkınlık içinde seyreden Lut Aleyhis­selam, misafirlerine dönerek "Sizler benim bilmediğim yabancı bir topluluksunuz!." dedi ve onların kim olduklannı öğrenmek istedi. Misafirlerin güzel gözlerin­deki öfke gitmiş, yerini sıcak bir rahmet almıştı. Çok büyük sıkıntılar çeken Lut Aleyhisselam'a rahmet ve merhamet dolu gözlerle bakarak "Ey Lut, biz Rabbinin elçileriyiz ve suçlu-günahkar olan bir topluluğa gönde­rildik. Fasıklık yapmalarımdan dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azab İndireceğiz. Sana ger­çeği getirdik, biz hiç şüphesiz ki doğru söyleyenleriz" dediler.

Lut Aleyhisselam o an meseleyi ve meselenin ciddiyetini anladı. Demek ki kavminin birbiriyle müjdeleşmelerine neden olan bu elçiler, kavmi için bir azap müjdecisi olan elçilerdi. Demek ki Allah'ın emri gelmiş, demek ki bu azgın toplum helak edilecekti. Gönlünün korku ve haşyet ile zangır zangır titrediğini hissetti. Elçiler ise sakindi ve aynı sakinlikle sözlerine devam ettiler.,

"Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışın­da, seni de, aileni de muhakkak kurtaracağız. O İse, arkada kalacak olanlardandır. Gecenin bir bölümün­de, emrolunduğunuz yere doğru aileni yola çıkar ve sen de onların ardından git. Sakın sizden hiç kimse ar­kasına dönüp bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isabet edecek olan, ona da isabet ede­cektir. Onlara va'dolunan helak, sabah vakti gerçekle­şecektir. Sabah da yakın değil mi?"

Evet, sabah gerçekten yakındı. Lut Aleyhisselam he­men ailesini hazırlayarak, ernrolunduğu yere doğru yola çıkardı. Elçilerin söylediği gibi ailesi önden yürü­yor, o ise ailesini arkalarından takib ediyordu. Karısı da dahil olmak üzere hepsini, hepsini ayrı ayrı ikaz et­miş ve ne olursa olsun kesinlikle arkalarına bakmama­larını tenbih etmişti.

Ailesi önde, kendisi arkada yürürken, uzun yıllar­dır birlikte olduğu yaşlı karısına bakıyor, yaşlı karısını düşünüyordu. Kendisine İnandığını söyleyen ve genel olarak ona itaat eden karısı, demek ki müsîime gibi gözükmesine rağmen mu minelerden değildi. Geçmi­şe doğru gitti düşünceleri. İnanmadığı halde İnandım diyerek  onunla  evlenen  karısı,   herhalde  alemlerin Rabbine kul olmak değil, sevdiği ve beğendiği bir er­keğe hanım olmak istemişti. Gerçi kendisi de sevmiş­ti hanımını. Zaten bu sevgi ile onun yaptıklarını hep hayra yorumlamış, onu olduğu gibi değil, görmek is­tediği gibi görmüştü. İyi ama şimdi ayrılacak mıydı, ayrılacak mıydı uzun yıllardır beraber olduğu bu hanı­mından!. Her şeye rağmen çocuklarına küfrü aşılama­yan, çocuklarını küfre davet etmeyen bu yaşlı karısı­nın yine de hakkı görmesi, hakka teslim olması söz konusu değil miydi? "Belki", ufak bir "Belki" dedi için­den? Zaten içindeki bu küçücük umudu büyütebilmek için karısını, özellikle karısını tekrar tekrar ikaz etmiş ve "Ne olursa olsun sakın arkana bakma, sakın arka­na bakma" demişti. Ve Allah'a hamdolsun ki şimdiye kadar hiç dönmemiş, hiç dönüp bakmamıştı arkasına. Ortalık hafif hafif aydınlanmaya başladığında Allah'ın emri gelmiş ve Lut kavmini korkunç bir çığlık yakalayıvermişti!. Bir yağmur, sağanak bir yağmur ya­ğıyordu Lut kavminin üzerine!. Fakat bu yağmur, yer­yüzüne hayat veren bir yağmur değildi!. Uyanhp-kor-kutulmalanna rağmen Allah'ın davetini inkar eden bir kavim üzerine yağan bu sağanak, kızgın taşlar yağdı­ran bir azap sağanağı, bir azap kasırgası idi!.

"Uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kadar kötü­dür" buyuran Rabbimiz, azgınlaşan Lut kavminin üzer­lerine balçıktan pişirilmiş ve istif edilmiş taşlar yağdı­rarak onları  yerle bir etmişti.   O  çirkince  sapıklığı işleyenlerle beraber, bu sapıklığa hoşgörüyle bakanlar da helak olmuş, helak edilmişlerdi. Artık öyle bir şehir ve öyle bir şehir halkı yoktu yeryüzünde!. Oysa onlar Rabbimizin toplumlarla ilgili bu sünneti ile uyarılmış­lar, kesin ve değişmeyecek olan bu Sünnetullah ile ikaz edilmişlerdi!.

Ailesiyle birlikte yürümekte olan Lut Aleyhisse-lam, tabi ki bu korkunç çığlığı ve bu çığlığın ardından gelen azap kasırgasını duymuştu. Fakat dönmedi, dö­nüp bakmadı arkasına. Ve önünde yürümekte olan ai­lesine de "Dönmeyin, sakın dönüp bakmayın" diye seslendi. Allah'ı tenzih ve takdis ede ede yürümeye devam etti. Uzaklaşmak, bir an önce uzaklaşmak isti­yordu buradan. Önünde yürümekte olan ailesine ba­karken, karısının bir anda durduğunu gördü. Kendisi de durdu ister istemez. Karısı belki de şehirde kalan akrabalarını, yakınlarını merak etmişti. Ağzını açarak "Dönme, sakın dönme" diye haykırmak istedi karısı­na. Fakat bunu diyemeden döndü, donuverdi yaşlı ka­rısı!.

Azap şehrine yönelen yüzü, azap toplumuna ba­kan gözleri, benzer bir azap ile kaplanıvermiştü. Önünde duran yaşlı karısının bu durumunu yani ger­çek yüzünü gören Lut Aleyhisselam, karısıyla ilgili bü­tün duygularından, bütün umudlarından sıyrılarak tek­rar yürümeye başladı. Bir azap yumağı haline gelen karısının yanından geçerken, bir daha bakmadı, bak­mak istemedi karısına. Evladlanyla birlikte yürümeye, Allah'ın rahmet ve bereketine doğru yürümeye devam etti.

Geride helak olmuş bir şehir ve helak olmuş bir yaşlı kadın kalmıştı!. Bu kadın, bir peygamber hanımı idi. Çok uzun yıllar bir peygambere hizmet etmesine, bir peygamberle aynı çatı altında yaşamasına rağmen.

kocası onu kurtarmamış, kurtaramamıştı!. Nuh Aley-hisselam'ın eşi ve oğlu nasıl helak olduysa. Lut Aleyhisselam'ın eşi de aynı şekilde helak olmuştu. Çünkü bir insan peygamber oğlu veya peygamber hanımı da­hi olsa, bu insanın ebedi kurtuluşu ancak ve ancak kendisinin iman etmesi ve salih amellerde bulunma­sıyla mümkündü. Aksi halde babalan veya kocaları peygamber dahi olsa, onlara gelebilecek azabı durdu­ramazlar, onlardan bu azabı uzaklaştıramazlardı. Çün­kü İlahi adaiette. böyle bir iitimas, böyle bir kayırma­cılık kesinlikle yoktu. İnsaniar sadece ve sadece kendi amelleriyle cennete veya cehenneme gideceklerdi.

Evet, selam olsun. alemler içinde selam olsun Lut Aleyhisselam'a ve onun mü'min ailesine...



[1] Hicr 28.29

[2] Bakara 30...33

[3] A'raf 20.21

[4] A'raf 22

[5] A'raf 23

[6] Bakara 35...39

[7] A'raf 172.173

[8] Ahzab 72.73

[9] 7 A'raf 16-17

[10] 6 En'am 116