BEKLENEN MÜSLÜMANLARA.. 2

YARATILIŞ VE İNSANLIK TARİHİ-3. 2

Zalim Ve Mazlum Üzerine. 2

Mısır Tanesi!.. 6

Firavun Kavmine Tanınan Mühlet Ve Gerçekleşen Mucizeler 9

Denizin Yarılması Ve Firavun Hanedanının Boğuluşu. 13

Karun Gibi Olmak!. 18

İsrailoğullarının Alemlere Üstün Kılınmaları Ve Denizi Geçtikten Sonra Put İstemeleri 19

Allah İle Kırk Gece Sözieşerek Tur'a Çıkma Ve Tevrat Levhalarının Verilmesi 23

Samiri'nin Buzağı Ve Musa Aleyhisselam'ın Dönmesi 27

Samirî'nin Gördüğü Ayet Ve Buzağıdan Gelen Ses!. 29

İsrailoğullarımn Allah'ı Görmek İstemeleri 35

Oniki Pınar, Bulutla Gölgelenme, Kudret Helvası Ve Bıldırcın Nimetleri 36

Bakara Olayı 37

Arz-I Mukaddesin Kırk Yıl Haram Kılınması Ve Tih Dönemi 40

Salih bir kul (Hızır) ve Musa (a.s.) kıssası 41


BEKLENEN MÜSLÜMANLARA

 

YARATILIŞ VE İNSANLIK TARİHİ-3

 

Euzubillah im ineşşeytanirracim

Bismillahirrahmanirrahim

Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek esbabı taleb edi­yor, her çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik, her çeşit günahtan selamet diliyoruz.

Ya Rabbel alemin, affetmediğin hiçbir günahımızı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımızı bırakma! Her günahımızı bağışlamam, her ke­derimizi gidermem, rızana uyan her duamızı görmeni dili­yoruz. Hangi amelden hoşnut İsen onu bize lutfunia ver ve rahmetinle kolaylaştır ey Rahman ve Rahim olan, bizlere lutfuyla rahmet eden Rabbim.

Allah'ım bizi kendimiz için, bizi birbirimiz için, bizi insanlar için bir fitne konusu kılma. Bizleri sapıtmayıp saptırma­yan, hidayete ermiş, hidayet rehberleri olmamızı nasib et

Ya Rabbi, anlayışımız kıt, amelimiz az da olsa, ihtiyaçlarımızı Senin kapına indiriyoruz. Rahmetine muhtacız Ya Rahman, halimizi arzediyoruz...

 

Zalim Ve Mazlum Üzerine

 

Musa Aleyhisselam kıssasının önceki bölümünde, iman ettikten sonra Firavun'un tehdidiyle karşıla­şan büyücülerin, elleri ve ayakları çaprazlama kesilip, ağaçlarda sallandırılmak üzere şehit edildiklerini görür­ken; Firavun ailesinden olup da iman eden ve imanını gizleyen adamın, söylediği hak sözlerden sonra ateşle tehdit edildiğini ancak Rabbimiz tarafından kurtarıldı­ğına şahit olmuştuk. Aynı zalim Firavun'un, aynı acı­masız tehditleriyle karşılaşmalarına rağmen, araların­da dünyevi netice açısından belirgin bir farklılık olduğuna işaret ederek, bu durumu Kur'an-ı Kerim'e göre değerlendireceğimizi söylemiştik. Şimdi öncü ve örnek müslümanlar için çok önemli olan bu meseleye, zalim ve mazlum konusunu esas alarak açıklık getir­meye çalışacağız.

Kur'an-ı Kerim'de sık sık karşılaştığımız zulüm ifadesi, haksızlık, eziyet, işkence anlamına geldiği gibi; bir hakkı kendi yerinden alıp, başka bir yere koymak anlamına da gelir. Bir hakkı batıl yerine koymak ne kadar büyük bir zulüm ise, bir batılı hak yerine koymak da o kadar büyük bir zulümdür. Daha açık ve anlaşılır bir ifadeyle alemlerin yegane Rabbi, yegane îlah'ı olan

Allah'ın yerine bir devleti, bir parti başkanını, bir şey­hi veya bir hocayı koyarak şirk koşmak, onların emir ve hükümlerini, Allah'ın emir ve hükümlerine tercih etmek; "Hiç kuşkusuz ki şirk, büyük bir zulümdür[1] ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi, en bü­yük zulümdür.

Hepimizin bildiği gibi zalim zulmeden, mazlum ise zulme uğrayan kimse demektir. Zulmeden müsetekbirlerin ve zulme uğramasına rağmen zulme rıza gösteren mustazaflann hepsi zalimdir. Zulme uğrama­sına rağmen zulme rıza gösteren mustazaflar; zulme uğramakla mazlum, zulme rıza göstermekle zalim du­rumuna düşmektedirler. Çünkü "Zulme rıza göster­mek zulümdür" buyruğunda, kısaca ifade ettiğimiz bu gerçeğin altı çizilmektedir.

Zulmeden müstekbirler veya zulmeden zalimler ise, dünyevi bakış açısıyla sadece başkalarına zulmedi­yor gözükselerde; uhrevi bakış açısıyla kendilerine, asıl itibariyle kendi nefislerine zulmetmektedirler. Mesela bir kimse, başka bir kimsenin malını gasbetse; bu olay­daki görünür zalim malı gasbeden, görünür mazlum ise malı gasbedilen kimsedir. Oysa biliyoruz ki haksız­lıkla gasbedilen mallar, gasbeden kimseleri ateşe sü­rükleyecektir. Haksızlıkla başkasının malını gasbeden kimsenin durumu; başkasının bir bidon benzinini gas-bederek, gasbettiği bir bidon benzin ile kendisini ya­kan bir kimsenin durumu gibidir. Bu durumda gerçek­ten acınacak kişi, benzini gaspedilen mazlum değil, bu benzinle kendisini yakan zalimin ta kendisidir. Bu za­lim hem kendisine, hem de başkasına zulmetmekte, kendisine zulmeden zalim yine kendisi olmaktadır.

Biz müslümanlar İçin önemli olan, zulümle ilgili bu meseleye sadece dünyevi boyuttan değil, önemle ve öncelikle ahiret boyutundan da bakmamızdır. Me­sela Firavun kıssasını okurken ve bu Firavun'a "Zalim" derken, yeryüzünde haksız yere döktüğü kanları ve Öl­dürdüğü çocukları kastedebiliriz. Ancak ahiret yaşantı­sında bu Firavun tarafından öldürülen masum insanla­rın   ve   çocukların   Rabbimizîn   Iutfuyla   cennette olduklarını gördükten ve  Firavun'un cehennemdeki ebedi azabına şahit olduktan sonra; "Zalim" dediğimiz bu Firavun'un, en büyük zulmü öldürdüğü insanlara değil kendisine, kendi nefsine yaptığını anlayacağız. Tabi ki doğru bir anlayış olacaktır bu!. Çünkü insanlara bir saat kadar kısa olan dünya hayatında zulmeden Firavun, kendi nefsine ebedi bir hayat boyu zulmetmiş olacaktır. Meseleye asıl gerçek olan ahiret boyutundan bakıldığı ve Firavun'un cehen­nemdeki bu akibeti görüldükten sonra "Kendisini böy­le bir azaba sürükleyen insan, kendi nefsine karşı ne kadar zalim bir İnsanmış" denilecektir. Söz buraya gel­diği zaman Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam)'m Müs­lim'de rivayet edilen bir hadisini zikretmek istiyorum., Hz. Enes (Radıyallahü anh) anlatıyor: Resulullah (aleyhisselatü vesselam) buyurdular ki: "Kıyamet günü, cehennemliklerin, dünyada en müreffeh olanı getirile­rek ateşe bir kere batırılacak. Sonra: "Ey ademoğlu!. Hiç nimet gördün mü? Sana hiç hayır uğradı mı?" de­nilecek. O da "Hayır! Ey Rabbim, Vallahi hayır!" diye­cek. Sonra cennetliklerden dünyada en fakir olanı getirilecek. O da cennete bir sokulup çıkarılacak ve ken­disine: "Ey ademoğlu hiç fakirlik gördün mü, hiç sıkın­tı çektin mi?" denilecek. O da: "Hayır! Vallahi ya Rab-bi! Başımdan hiç fakirlik geçmedi, hiçbir sıkıntı çekmedim" diyecek."

Şanı yüce Rabbimizin helak ettiği kavimlerle ilgili olarak "Sanki orada, refah içinde hiç yaşamamışlar­dı!." buyruğuna paralel olan bu hadis-i şerif, bizlere cennet ve cehennem gerçeğini açıklamaktadır. Bütün bir ömrü boyunca en acı sıkıntıları çeken, en azgın zu­lümlere uğrayan mazlum bir müslüman, bir an için cennete girip-çıktıktan sonra öylesine engin bir huzu­ru yaşayacak ki "Vallahi Ya Rabbi!. Ben hiçbir zulüm görmedim, hiçbir sıkıntı çekmedim" diyecektir. Bütün bir ömrü boyunca güç ve iktidar sahibi olan, refah ve bolluk içinde yaşayan Firavun ise bir an için cehenne­me atıhp-çıkartıldıktan sonra öylesine acı bir azabı ya­şayacaktır ki; bu acı ile bütün geçmişini unutacak ve Allah'a andederek "Ben şimdiye kadar hiçbir nimet ve refah görmedim" diyecektir.

Evet, zulüm ve zalim hakkında bu genel açıklamayı yaptıktan, zalimlerin ve mazlumların uhrevî akıbetleri­ne kısaca dikkat çektikten sonra, konumuzla ilgili ola­rak şu soruyu cevaplandırmamız gerekir. İçinde bulunduğumuz dünya hayatında, bu dünya yaşantısında, zalim bir insan, kimlere zulmedebilir? Daha açık bir ifadeyle, zalimin zulmü kimleri kuşatabilir?

Realistlerin veya materyalistlerin bu soruya vere­cekleri cevap,  zalimlerin gücüyle ilgili ve bu güçle orantılı bir cevap olacaktır. Bu cevaba ve bu yaklaşıma göre zalimin gücü arttıkça, zalimin zulüm alanı da ge­nişleyecektir. Sahip oldukları güce göre zulüm alanları genişleyen zalimler ise, İstedikleri zaman zulüm alanla­rının içinde kalan herkese veya herşeye zulmedebileceklerdir.

Tabi ki realist ve materyalist bir yaklaşımdır bu!.

Allah'a inanan ve Ö'na tevekkül eden mü'minler için, bu önemli meselenin cevabı ve açıklaması böyle değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e iman eden bu mü'minler, Rabbimizin hiçbir insanı başıboş bırakma­dığını, insanlara istedikleri her şeyin verilmeyeceğini ve yine bu insanların istedikleri her şeyi yapamayacak­larını bilen mü'minlerdir. Bu mü'minlerin inanç ve itî-kadlerine göre herşey Allah'ın elinde ve Allah'ın izni­ne bağlıdır. Allah izin vermedikçe, kıyamet kopsa ve yüce dağlar un-ufak edilse dahi; kurumuş küçücük bir yaprak, incecik dalından düşmez, düşemez!.

Peki, herşeyin üzerinde yegane Hakim olan Rabbimi­zin, zalimlerin zulümleriyle ilgili sünneti nedir? Hiçbir insanı başıboş bırakmayan ve bırakmayacağını bildiren Rabbimiz, zalimlerin zulümleri ve zulüm alanlarıyla il­gili olarak nasıl bir Ölçü koymuştur? Zalimler güç ve ik­tidarlarına dayanarak, istedikleri zaman, istedikleri in­sana zulmedebilirler mi?

Elbetteki hayır!.

Şeytan Aieyhillane her insana müdahale etmek ve her insanı dalalete sürüklemek istemesine rağmen, şanı yüce Rabbimiz nasıl ki onu başıboş bırakmamış ve İlahi bir sınırla kısıtlandırmışsa; yaptıkları ve yapmak istedikleri zulümle şeytandan yana olan zalimleri de, aynı İlahi sınırla kısıtlandırmıştır. Peki, şeytan ve yan­daşları için konulan bu İlahi sınırın ölçüleri nedir? Şey­tan ve dostları hangi durumlarda, kimlere musallat ola­bilir? Bu sorularımızla ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de yüzlerce ayet olmasına rağmen, şimdilik bu ayetlerden sadece iki tanesini zikretmemiz yeterli olacaktır.,

"Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler  üzerinde  onun  hiçbir zorlayıcı gücü  yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenler ile onunla O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir.[2] İşte konuştuğumuz meselenin anahtar gerçeği, bu iki ayet-i kerimede beyan edildiği gibidir. Yüz­lerini ve gönüllerini inandıkları Allah'a yönelten ve O'na tevekkül eden mü'minler üzerinde, şeytan ve dostlarının hiçbir sultası, hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onların zorlayıcı gücü, ayet-i kerimelerde beyan edil­diği gibi iki ayrı grup üzerindedir. Bunlardan birincisi, İlahi gerçekleri inkar ve Allah'a isyan ederek yüzünü şeytana dönen, şeytanı dost kabul edenlerdir. Şeytan ve yandaşları kendilerini dost kabul eden bu gruptaki insanlar üzerinde, söz ve güç sahibidirler. Çünkü yüz­lerini şeytana dönen, şeytan ve yandaşlarını dost kabul ederek Allah'ın yardımından uzaklaşan bu insanlar, şeytan ve dostlarının müdahalelerine açık ve müstehak bir duruma gelmektedirler.

Şeytani müdahalelere maruz ve müstehak olan ikinci grup İse; Bir olan Allah'a inanmalarına ve şey­tanı dost kabul etmemelerine rağmen, şeytan ve dostlannı Allah'a ortak koşanlardır. Biz müslümanlar için önemli olan ve dikkate almamız gereken grup, bu ikin­ci gruptur. Çünkü Allah'a inanmalarına ve müslüman olduklarını ifade etmelerine rağmen, ne yazık ki bile­rek veya bilmeyerek bu İkinci gruba giren insanlar var­dır. Bu insanların temel yanılgısı, güç ve imkan sahibi olarak gördükleri şeytan ve dostlarını, birçok konuda Allah'a rağmen muktedir görmeleri, Allah'a rağmen muktedir zannetmeleridir. İşte şeytan ve dostlarını ya­pacakları işlerde muktedir zanneden bu anlayış, şeytan ve dostlarını gerçek muktedir olan Allah'a eş koşan bir anlayıştır. Oysa yaratılmış hiçbir mahluk, ne kadar güç ve imkana sahip olursa olsun, kainatta yegane yaratı­cı olan Allah'a rağmen muktedir değildir. Çünkü yapı­lan veya yapılacak her iş, mutlak Muktedir ve Hakim olan Allah'ın iznine bağlıdır.

Dolayısıyle böyle bir yanılgıya düşerek şeytan ve dostlarını yapacakları işlerde muktedir zanneden in­sanlar, mutlak muktedir olan Allah'a eş koşmak anla­mına gelen bu yaklaşımlarıyla, şeytan ve dostlarının müdahalelerine açık ve müstehak bir duruma gelmek­tedirler. Bu yaklaşımda olan insanlar Allah'a inandık­larını ve O'na tevekkül ettiklerini söyleseler de, durum ve akibetleri değişmez. Çünkü herhangi bir insan sadece Allah'a İnanmasına ve O'na tevekkül etmesine rağmen, şeytan ve dostlarının tehdidinden korkuyor-sa, duyduğu bu korku onun tevekkülünü bozmakta ve o insan Allah'a olan tevekkülünü yitirmektedir. Bir müstekbirin veya bir zalimin tehdidi karşısında "Ben Allah'a tevekkül ettim ama ne olacak, tehdidini ger-

çekleştirecek güç ve imkana sahip olan bu zalim aca­ba bana ne yapacak?" diyerek Allah'a olan tevekkülü­nü bozan ve O'nun yardımından uzaklaşan bu insan­lar, zalimin zulmüne açık bir duruma gelmektedirler. İki ayet-i kerime çerçevesinde yaptığımız bu kısa açıklamadan sonra,

"Zalimlerin zulmü, kimleri kuşatabilir?" sorumu­zu, daha rahat ve daha açık cevaplandırabiliriz. Güç ve imkan sahibi gözüken Firavun veya Nemrud gibi za­limler, herkese zulmetmek istemelerine rağmen; onla­rın bu şeytani istekleri İlahi ölçüler ile sınırlandırılmış ve kısıtlandınlmıştır. Allah'a gerçek anlamda tevekkül eden İbrahimlere ve Musalara zulmedemeyecek olan bu zalimler,  ancak ve ancak kendilerini dost kabul edenlere, kendileri ile Allah'a eş koşanlara zulmedebileceklerdir. Herhangi bir zalim ne kadar güç ve imkan sahibi gözükürse gözüksün, İlahi ölçülerle beyan edi­len bu hududlara mahkum olmakta ve sadece bu hu-dudlar içinde kalan insanlara zulmedebilmektedir. Zalimlerin zulüm alanı,

İlahi Ölçülerle kısıtlandırılan böyle bir alandır. Bu zulüm alanının içine zalimleri dost kabul eden ve za­limlere yandaş olan sapıklar girdiği gibi, Allah'a inan­malarına rağmen zalimleri zulmetmeye muktedir gö­ren şaşkın veya gafil insanlar da girmektedir. Çünkü mutlak Muktedir Allah'a rağmen zalimi zulmetmeye muktedir gören herkes, ne yazık ki bilerek veya bilme­yerek zalimin zulüm alanına dahil olmaktadır.

Bizler, biz müslümanlar için anahtar gerçek, Allah'a rağmen hiçbir zalimi zulmetmeye muktedir görmememiz ve hiçbir zalimin tehdidinden korkmamamızdır. Çünkü ayet-i kerimede beyan edildiği gibi; Allah'a iman eden­ler ve Rab'lerine tevekkül edenler üzerinde, şeytan ve dostlarının hiçbir hakimiyeti, hiçbir sultası, hiçbir zor­layıcı gücü yoktur.

Tağuti sistemlerde yaşadıkları için "Bizler tağutun hakimiyeti altındayız" gibi batıl ifadeler kullanan dün­ya müslümanlarının, bu ayet-i kerimeleri düşünmeleri ve bu İlahi gerçekliğe yakinen iman etmeleri gerekir. Çünkü tağutun hakimiyeti, bu hakimiyeti tanıyanlar üzerinedir. Tağut, ancak ve ancak kendisini dost kabul eden, kendisine bu hakimiyet hakkını tanıyan sapıklar ve zavallılar üzerinde hakimdir. Yegane Hakim ve ha­kimiyet Sahibi olarak Allah'ı tanıyan mü'minler üze­rinde, tağutun böyle bir hakimiyeti söz konusu değil­dir.

Herhangi bir ülkede Allah'ın hükümlerinin yürür­lükte olmaması, o ülkede Allah'ın değil, İslam'ın ha­kim olmaması anlamına gelir. Allah'ın hakimiyeti bir ülkede îslami hükümlerin yaşanıp-yaşanmamasına veya İslam'ın hakim olup-olmamasına bağlı bir haki­miyet değildir. Allah'ın 'Hakim' esması, diğer İlahi es­malar gibi bir başka şeye bağlı veya muhtaç olmaktan nasıl münezzeh ise; Rabbimİzİn îlahi hakimiyeti de be­şeri iktidarlara bağlı ve muhtaç olmaktan Öylece mü­nezzehtir. Yeryüzündeki beşeri iktidarlar ne olursa ol­sun, Allah (Celle Celaluhu) yerlerin ve göklerin yegane hakimidir. Bulundukları ülkede ne kadar güç ve imkan sahibi kimseler olarak gözükürlerse gözüksünler, firavunların veya nemrudların Allah'a rağmen bir iktidar­ları, Allah'a rağmen bir hakimiyetleri söz konusu de­ğildir. Her şeyin üzerindeki mutlak hakimiyet, sadece ve sadece Allah'a aittir.

Hakimiyet meselesini bu gerçeklikte anlayan, zalimleri Allah'a rağmen zulmetmeye muktedir görmeyen müslümanlar, şirk ve küfür kanunlarının yü­rürlükte olduğu ülkelerde bulunsalar dahi; bu müslü­manlar zalimlerin zulüm alanında değil, Allah'ın koru­duğu bu güven alanında yaşayan müslümanlardır. Ve Allah'ın koruduğu bu güven alanına, Allah'a rağmen hiçbir zalimin girmesi, Allah izin vermeden hiçbir zali­min girebilmesi mümkün değildir.

Allah'a inanan ve O'na tevekkül eden peygam­berler,

Allah'a ve Allah'ın yardımına yakın olan böyle bir güven alanında yaşıyorlardı. Bu güven alanının haki­miyeti, yegane Hakim olan Allah'a ait bir hakimiyetti. Sadece Allah'ın hakim olduğu bu güven alanında, korkup sakınılması ve dikkate alınması gereken yegane merci, yine Allah idi. Mesela putperest bir toplumda bulunduğu halde böyle bir güven alanında yaşayan ve Nemrud'un tehdidiyle karşılaşan İbrahim Aleyhisse-lam,  asla ve asla Nemrud'u kendisine zulmetmeye muktedir   görmedi.   Çünkü  Allah'a   sığınmasına   ve O'na tevekkül etmesine, rağmen, Nemrud'u kendisine zulmetmeye muktedir görseydi, Allah'a olan tevekkü­lü bozulacak ve O'nun yardımından uzaklaşarak, duy­duğu korku ve endişelerle başbaşa kalacaktı. Ancak o biliyor ve iman ediyordu ki,

karşısındaki Nemrud ne kadar güç ve imkan sahi­bi olarak gözükürse gözüksün, Allah'a rağmen hiçbir şey yapması, yapabîimesi mümkün değildi. Dolayısıy-le içine atıldığı ateş, kendisini yaksaydı, İbrahim Aleyhisselam yaşadığı bu durumu Nemrud'dan değil, sade­ce ve sadece Allah'tan bilecekti. Bu bilinçle "Nemrud'un ateşi beni A/aktı veya Nemrud beni yakı­yor" ifadesi yerine, "Rabbimin yarattığı ateş, Rabbi-min izniyie beni yakıyor" diyecekti. Çünkü bir iman ve teslimiyet sembolü olan İbrahim Aleyhisselam, nasıl bir Rabbe kul olduğunu biliyor ve inanarak tevekkül et­tiği Allah izin vermedikçe, hiçbir zalimin kendisine zul-medemeyeceğine yakinen iman ediyordu.

İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, iman eden büyücüler ile Firavun ailesinden olup da imanını gizleyen adamın akıbetlerini, daha aydınlık bir düzlemde değerlendirebiliriz. Bildiğiniz gibi her iki taraf da aynı zalim Firavunun, aynı acımasız tehdidiy­le karşılaşmasına rağmen; bir tarafın öldürülerek şehid edildiklerine, diğer tarafın ise Rabbimiz tarafından kur­tarıldığına şahit olmuştuk. Dünyanın beklediği öncü ve örnek müslümanlar için çok önemli olan bu iki olayı, zalim ve mazlum üzerine yaptığımız bu kısa açıklama­yı dikkate alarak tekrar yorumlayabiliriz.

Bildiğiniz gibi Firavunun tehdidiyle karşılaşan bü­yücüler, bu tehdit karşısında Firavuna dönmüşler ve "Artık neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt. Sen bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin" demişlerdi. Oysa Allah'ın iznine ve dile­mesine bağlanması gereken bu sözde, dikkatimizi çeken büyük bir eksiklik bulunuyordu. Çünkü daha Önce açıkladığımız gibi, Allah (Celle Celaluhu) bütün alem­ler üzerinde mutlak hakimdir. Bu Öylesine muhteşem bîr hakimiyettir ki, bu ilahi hakimiyeti kabul eden veya etmeyen bütün mahlukatı, bütün yaratılmışları kuşat­maktadır.

Herhangi bir ülkeyi yöneten Firavun veya Nemrud, Allah'ın hakimiyetini reddetse dahi; yine de o ül­kedeki mutlak hakimiyet Firavun'a veya Nemrud'a ait değildir. Çünkü biliyor ve iman ediyoruz ki Allah (Cel-le Celaluhu), kendi hakimiyetini reddeden firavunlar ve nemrudlar üzerinde de mutlak hakimdir. Dolayısıy-le parmağını kımıldatabilmesi için bile Allah'a muhtaç olan Firavun, dünya hayatında da hükmünü yürütme­ye muktedir değildir. Ancak henüz yeni iman etmiş olan büyücüler bu gerçeği bilmedikleri veya yaşadıkla­rı büyük olayın heyacanıyla dikkate almadıkları İçin "Sen bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin" di­yerek, Firavunu dünya hayatında hüküm yürütmeye muktedir görmüşler ve zalimleri zulmetmeye muktedir gören bu anlayış neticesinde,  mazlum olarak şehit edilmişlerdir.

Firavun'un aynı tehdidiyle karşılaşan iman eden adam ise ilmi birikimi ile "Sizin beni kendisine çağır­makta olduğunuz şeyin, dünyada da, ahirette de çağ­rıda bulunabilme hakkı ve yetkisi yoktur" diyerek Fira­vun'a böyle bir yetki tanımamış ve '"Artık ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kulları pek iyi görendir" diyerek de, Allah'a tevekkül etmiştir. Dolayısıyle iki farklı akıbetin farklı nedenlerini, öncelikle bir-

birinden ayrı bu yaklaşımlarda, bu cevaplarda görme­miz gerekir.

Tabi ki bu değerlendirmemizde, iman eden ancak bu gerçekleri henüz bilmeyen büyücüleri küçümsemek gibi saçma bir gayemiz yoktur. Çünkü onlara bildikleri gerçekler ve sahip oldukları yürekler yetmiştir. Çok kı­sa olan dünya hayatının, çok kısa olan bir aralığında gösterdikleri iman ve teslimiyet İle şehadet mertebesi­ne erişen bu insanlar, hiç kuşkusuz ki kendilerine gıp­ta ile selam gönderdiğimiz insanlardır.

Hocam, imanını gizleyen adamın ilmi, bu adamı şehitlik gibi bir mertebeden mi engelledi?

Güzel ve yerinde bir soru Fatih. Bunu daha önce ben de düşünmüş, kendisini sevdiğim ve ilmi çalışma­larını takdir ettiiğim İsmail kardeşime aynı soruyu sor­muştum. Rabbimin korumasını dilediğim bu güzel müslüman biraz düşündükten sonra, bana şu ayet-i ke­rimeleri hatırlattı.,

"Allah'a ve Resul'üne kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddık-lar, şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır on­lar. [3]

"Allah'a ve O'nun Rasulüne iman edenler; işte on­lar Rableri katında sıddıklar ve şehidlerdir. Onların ecir­leri ve nurları vardır.. [4]

İşte aradığımız cevap bu ayet-i kerimelerde beyan edilmekte, şehitlerden önce ve peygamberlerden he­men sonra zikredilen sıddıkların, şehitlerden daha yü­ce bir mertebede bulundukları belirtilmektedir. Dolayısıyle imanını gizleyen bu adam verdiği dosdoğru cevap ile şehitlik mertebesinin altına düşmemiş, peygamber­lerden sonra gelen sıddıklar ve sadıklar mertebesine

yükselmiştir.

Hocam, iman eden büyücüler de Firavun'u zul­metmeye muktedir görmeyip, Allah'a tevekkül etseler­di, onlar da asılmaz mıydı?

Merve hanım!. Bizim üzerinde önemle durduğu­muz ve biz müslümanları öncelikle ilgilendiren husus, zalimleri zulmetmeye muktedir görmememiz ve bir mazlum vasfıyla, zalimlerin zulüm alanına girmememizdir. Bunu yaptığımız ve bu bilinçli tavrı gösterdiği­miz zaman, İlahi yardıma açık ve yakın bir konuma gelmemize rağmen yine de sonuç itibariyle Rabbimi-zin takdir ve dilemesinin ne olacağını bilemeyiz. An­cak bildiğimiz ve iman ettiğimiz bir husus vardır ki, bu bilinçli yaklaşımı gösterdiğimiz zaman zalimlerin zulüm alanından çıkmakta ve Rabbimizin vadettiği güvenlik alanına girmekteyiz. Rabbimize ait bu güvenlik alanı-na girdiğimizde, karşılaşacağımız muhtemel akıbet ne olursa olsun, kesinlikle ve kesinlikle bizler için bir zu­lüm değildir. Çünkü bu güvenlik alanının Sahibi olan Allah, iman ve tevekkül ile bu alana giren kulları için zulüm dilemez. Dolay isiyle böyle bir iman ve tevekkül ile Rabbimizin güvenlik alanına giren bir müslümanın, zulme uğraması ve mazlum konumuna düşmesi düşü­nülemez.

Daha açık bir ifadeyle, zalimlerin itham ve tehditleriyle karşılaşmasına rağmen, aciz bir yaratık olan bu zalimleri zulmetmeye muktedir görmeyen, ilgisini ve tevekkülünü yegane yaratıcı Alİah (Celle Ceİaluhu)'ya yönelten bir mü'min-zalimlerin zulüm alanından çıkarak Allah'ın güvenlik alanına girmekte ve kulları için zulüm dilemeyen, kul­ları için zulüm dilemekten münezzeh olan Allah'ın rıza ve hoşnuttluğu iie teceÜİ edecek olaylarla karşılaşmak­tadır. Artık bu mü'minin ^Ilah'ın dilemesiyle karşılaşa­cağı olaylar ne olursa olsun, kesinlikle ve kesinlikle zu­lüm değildir. Herhangi bir müstekbir Allah'ın dilemesi ile bu müslümanın elini ayağını kesse veya onu öldür­se dahi, bu müslümana değil sadece kendisine zulmet­miş olur. Çünkü zalimi zulmetmeye muktedir görme­yen   ve   başına   gelen   herşeyi   Allah'tan   bilen   bu müslüman, kendisinin zulme uğradığını değil, Allah'ın izni ve muradı ile gerçekleşen bu musibetlerle imtihan edildiğini bilecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "An-dolsun biz sizi bir parça korku, açlık ve bir parça mal­lardan,  canlardan  ve ürünlerden  eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabir gösterenleri müjdele,[5] buyurulmaktadır. Dolayısıyle böyle bir iman ve tevekkül için­de bulunan bu müslüman, Rabbimizin dilemesiyle bir müstekbir tarafından öldürülse dahi; iman eden büyü­cüler gibi zulme uğrayan mazlum bir şehit değil, hakkı doğrulayan ve hakka şahitlik eden sıddık bir şehit ola­caktır.

Günümüz müslümanlannm, özellikle beklenen müslümanların, bizler için çok önemli olan bu meseleyi ve bu gerçekleri dikkate al­maları gerekir. Çünkü halkında müslüman olan ülke­lerde,  müslümanların sahiplenmeleri gereken İslami kişilik, ne yazık ki kayıp kıta gibidir. Asilerin, bağilerin, mürtecilerin, müşriklerin sahte bir onur ve sahte bir şe­refle yaşadıkları bu ülkelerde; İslam'a talip olan ve İs­lam'la şereflenen birçok müslürnanda, tuhaf bir aşağı­lık kompleski ve boynu bükük tavırlar görülmektedir.

Çaresiz ve sahipsiz insanlara Özgü bu mazlumluk psikolojisi, ne tuhaftır ki hiç tuhaf karşılanmaz!. Mese­la tağuti sistemlerde yaşayan ve yaşamaya mahkum olan müslümanlara; "Sizler mazlum musunuz?" soru­sunu yöneltsek "Evet mazlumuz.." diyecekler ve "Ne­den mazlumsunuz?" sorusuna ise "Zalimler bize zul­mettiği için mazlumuz!." karşılığını vereceklerdir. Tabi ki bu cevaba itiraz ederek "Sizler öncelikle, zalimleri zulmetmeye muktedir gördüğünüz İçin mazlumsunuz." diyeceğiz. Çünkü mazlum olan kimseler, zalimin zul­müne uğramazdan önce; zalimi zulmetmeye muktedir görerek, kendilerine, kendi nefislerine zulmeden kim­selerdir. Nitekim Kur'an'daki birçok ayet-i kerimede, bu gerçek açıkça beyan edilmektedir.,

"Gerçek şu ki Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmet­mez. Ancak İnsanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.[6]

Ayet-i kerimedeki "Hiçbir şey" ifadesi, herşeyi içine alan bir ifadedir. Herşeyi içine alan bu ifadenin içine; şirk ve küfür düzenleri, müstekbirler ve tüm ta-gutlar girdiği gibi, Nemrud ve Firavun gibi bütün za­limler de girmektedir. Dolayısıyle ayet-i kerimedeki "Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez" buyruğunu "Rahman ve Rahim olan Allah, İnsanlara hiçbir tağut-la, hiçbir küfür rejimiyle, hiçbir müstekbirle. Firavun veya Nemrud gibi hiçbir zalimle zulmetmez. Ancak in­sanlar, kendi kendilerine zulmediyorlar" şeklinde anla­mamız gerekir.

Ayet-i kerimeyi bu açıklıkta anladığımız, hiçbir zalimin, Allah'a rağmen bizlere zulmedemeyeceğini bildiğimiz ,zaman. hangi tağuti sistemde veya hangi cahili toplumda yaşıyorsak yaşıyalım, izzet ve onur sahibi birer müslüman olarak doğrulabilmemiz mümkün olacaktır. İslami kişiliğimize aydınlık veren bu izzet ve onuru, hiçbir tağutun veya hiçbir müstekbirin gölgelendirebilmesi mümkün değildir. Rabbimizin İlahi hakimiyeti, nasıl ki bir ülkede İslami hükümlerin yaşa-nıp-yaşanmamasına bağlı değilse; müslümanların izzet ve onuru da, yaşadıkları ülkede İslami hükümlerin ya-şanıp-yaşanmamasına bağlı değildir. Çünkü bu güzel müslümanlar sahiplendikleri izzet ve onuru, yaşadıkla­rı ülkelerin rejiminden değil, Kendisine kul oldukları Allah'tan almaktadırlar.

Gerçekten güç ve izzet sahibi müslümanlar, sahiplendikleri izzet ve onuru, sadece ve sadece Aziz ve Kerim olan Allah'tan alan böyiesi müslüman-lardır. Mesela şimdiye kadar hiç görmediğiniz, hiç ta­nımadığınız güzellikteki bir mü'min yanınıza gelse ve rahmet dolu gözlerle sizlere bakarak "Biz iki kişiyiz ve yeryüzündeki bu zulmü ortadan kaldırmak İstiyoruz" dese, bu güzel müslümana ne cevap verirsiniz? - İki kişiyle mümkün olamayacağını söyleriz!. Bu cevabını yadırgamıyorum Hamdi. Çünkü gü­nümüz müslümanlarının büyük çoğunluğu böyle bir soruya cevap dahi vermez, cevaba dahi gerek duymazdı!. Ancak ben böyle bir müslümanla ve böyle bir sözle karşılaşsaydım, Önce onun gözlerine dikkatlice bakar ve bu güzel müslümana ikincisinin kim olduğu­nu sorardım. Bu güzel müslüman şayet bana ikincisi­nin Allah olduğunu söylerse ve gözleri de, bu sözlerini doğrularsa, ona gıptayla bakar ve kalbi bir mutmain-likle "Aziz ve Kerim olan Allah'a andolsun ki, siz ger­çekten çok güçlü bir cemaatsiniz" cevabını verirdim. Ve Allah'a hamdetmeye,

Allah'a şükretmeye başlardım. Çünkü uzun asırla­rın hasretini ve yorgunluğunu taşıyan gözlerimiz için, gerçekten gözaydınhğı olacak mü'min işte budur. Nite­kim şirk ve küf üre bulanmış günümüz dünyası, ikincisi Allah olan böyle bir mü'mini, böyle bir müslümanı beklemektedir.

Beklenen müslüman, ikincisi Allah olan böyle bir müslümandır.

 

Mısır Tanesi!..

 

Kısa bir şekilde değerlendirdiğimiz zalim ve maz­lum meselesinde belirtitiğimiz gibi; izzet, güç ve onur konusunda   cahili   propagandanın   tesirinde   kalan dünya müslümanlannda, şeytan ve dostlarını zulmet­meye muktedir görme yanılgısı yaşanmaktadır. Mutlak güç ve İktidar sahibi zannedilen şeytan ve dostları zul­metmeye muktedir görülerek, gerçek ve mutlak muk­tedir olan Allah'a bilmeyerek eş koşulmakta; gafletten ve görünür hadiseleri yanlış yorumlamaktan kaynakla­nan bu ciddi yanılgı ile şeytan ve dostlarının nüfuzu al­tına girilmektedir.

Zihin ve yüreklerdeki bu batıl hakimiyetin, Kur'ani gerçeklerle bir an Önce yıkılması gerek­mektedir. Müslümanlar elbetteki havf ve reca yani kor­ku ve umud arasında yaşayan insanlardır. Ancak iç dünyamızda hissettiğimiz korku ve umudun, İlahi ölçü­ler çerçevesinde yaşanması gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle bilinçli bir müslüman, hakh nedenlere da­yanan bir korku ve yine haklı nedenlere dayanan bir umud arasında olmalıdır. Fakat ne gariptir ki günümüz dünyasında haksız yere umudlanan batıl fırka, grup ve meşrep mensupları olduğu gibi, haksız yere umudlarını yitiren müslümanlar da bulunmaktadır!.

Haksız yere umudlananlardan, batıl zanlar İle kendilerini ve çevresindekileri aldatanlardan tek tek örnek vermemize gerek yoktur. Çünkü bir gözümüzü hafifçe açmamız, hafifçe aralamamız dahi, bu örnek­lerden yüzlercesini görmemize yeterli olabilecektir. Uluslararası batıl değerlerle entegre olmalarına ve İs­tikballerini demokrasinin yargısına teslim etmelerine rağmen "İstikbal İslam'ındır ve zafer inananlarındır" di­yerek kendilerini aldatan insanlar ve bu insanların bi-raraya toplandıkları yapılar, ne yazık ki görmek iste­mediğimiz kadar çoktur. Dünya müstekbirlerinin gözetimindeki uzlaşma meralarında bulunan ve karşı­lıklı taviz hormonlarıyla geliştirilen bu yapılar, hor­monlu bir dana gibi her geçen gün daha bir irileşmek­tedir!.

Oysa bu gibi yapılar ne kadar İrileşirse irileşsin, bu yapılardaki insanların haksız umudları ne ka­dar büyütülürse büyütülsün, müstekbirlerin şeytani ta­vizlerini Allah'ın yardımına tercih eden böylesi yapıla­rın   ve   bu   yapılarda   bulunan   insanların,   İslam'ın istikbalinde söz sahibi olamayacakları açıktır. Yaşadığı­mız dünyada İslam'ın İstikbali, hiçbir kuşkunuz olmasın ki bu dünyadaki muvahhid müslümanların yaptıklarıy­la bir anlam, bu muvahhidlerin yapacaklanyla bir ay­dınlık kazanacaktır. Dolayısıyle batıl umutlarla derin bir aldanışı yaşayan kimselerin içinde bulundukları durum­dan ziyade, tevhid akidesine sahip olmakla beraber haklı nedenlere dayanmayan bazı endişeler ve yine haklı nedenlere dayanmayan bazı umudsuzluklar için­de olan kardeşlerimizin durumuna değinmek, bu mu­vahhidlerin durumunu değerlendirmek istiyoruz. Me­sela  din   olarak  İslam'ı   seçmelerine   ve   tevhidi   bir akideye sahip olmalarına rağmen yaşadığımız dünya­ya kendisinden kaynaklanan bir endişeyle bakan bir­çok kardeşimizin şu anlatımlarıyla sık sık karşılaşmak­tayız.,

"Kendilerini İslam'a nisbet eden bazı mezhebi devletler dışında, emperyalizm bütün bir dünyaya ha­kim olmuş durumdadır; bilim, sanayi ve teknoloji, em­peryalizme hizmet etmektedir. Silah sanayi onların elindedir, kapital onların elindedir, siyasi dizginler on­ların elindedir, ekonomik güç onların elindedir, tekno­loji onların elindedir, medya onların elindedir ve böy­lesi imkanlara sahip olamayan insanlar, toplumlar, kitleler onların elindedir!. Bütün bu güçleri görmemezlikten gelmek, yok kabul etmek mümkün müdür? lardan bir kısmı ele geçirilmeden, bilim ve teknoloji konularda aramızdaki uçurum kapatılmadan, onlara karşı nasıl bir üstünlük sağlanabilir?"

Evet, bütün bu endişeli ifadeler hakkın değil, görülen realitenin bir ifadesidir, bolayısıyle bu anlatım, hak ile yeterli ilişki kuramamış insanlar açısından reel yani gerçek bir anlatımdır. Nitekim yaşanan realiteyi sade­ce bu açıdan gözlemleyen insanlar, bu gerçekler karşı­sında umudsuz, bu gerçekler karşısında çaresizdirler!. Peki hakka ve hakkı esas alan müsîümanlara göre du­rum böyle midir veya böyle mi olmalıdır?

Elbetteki hayır.

Kur'an-ı Kerim ifadesiyle "Hiçbir nefse güç yeti-remeyeceğini yüklemeyen" Rabbimiz, iman eden hiç­bir nesile de güç yetiremeyeceğini yüklemez. Mesela belli bir güç ve imkana sahip olan islam Devletinin müntesiplerine "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düş­manı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bil-meyip Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup caydırasınız..[7]buyuran ve silahlanma konusunda bu müslümanların öne geçmesini dileyen Rabbimiz; cahiliyenin kitleselleştiği ve emperyalizmin küreselleş­tiği günümüz dünyasındaki müsîümanlara. böyle bir mükellefiyet yükiememektedir.

Daha açık bir ifadeyle, hiçbir nefse ve hiçbir nesile güç yetiremeyeceğini yüklemeyen Rabbimiz, güç dengelerinin emperyalizmlehine bozulduğu böylesi dönemlerde, hiçbir peygam­bere veya hiçbir mü'min nesline güç yetirerneyeceği şeyleri yüklememiş ve bu mü'minlere "Uzun yıllar ça­lışarak, bilim, teknoloji, silah ve kapital konularındaki bu farkı gidermeye çalışın" dememiştir. Çünkü güç dengelerinin açık bir şekilde müstekbirlerin ve emper­yalizmin lehine bozulduğu böylesi dönemlerde, İslami harekete yine Allah müdahil olmakta ve realiteyi alt­üst eden bu İlahi müdahale ile, güç dengeleri müslümanlann lehine değişmektedir.

Hakkı getirmek İçin Öncelikle batılı yok etmeye çalışan ve batılla uğraşan müslümanlarm, Kur'an-ı Ke-rim'deki "Hak geldi, batıl yok oldu; Hiç şüphesiz batıl yok olucudur. [8]buyruğunu düşünmeleri gere­kir. Bu İlahi buyruktan anlaşılacağı üzere batıl, hak gel­dikten sonra yok olmaktadır. Batılın yok olması için hakkın gelmesi şart olmasına rağmen; hakkın gelmesi için öncelikle batılın yok edilmesi söz konusu değildir. Dolayısıyle sınırlı olan güç ve imkanımızı batılla uğraş­mak, batılla yarışmak, batılı geçmek ve onu yok etmek için değil, öncelikle ve. öncelikle hakkı getirebilmek için kullanmalıyız.

Batılla uğraşmaktan ziyade hakkı getirmek için yapılacak bu mücadelede, müslümanlarm yanında ve müslümanlarm safında olan Allah (Celle Celaluhu), biz müslümanlarla rahmetli bir iş bölümü yapmaktadır. Rahmet ve merhamet dolu bu iş bölümüyle ilgili ola­rak Kur'an'da yüzlerce ayet-i kerime olmasına rağ­men, bunlardan küçük bir kısmını zikretmemiz yeterli olacaktır.,

"Allah, sizin düşmanlarınızı en iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter. [9]

"Yalanlamakta olan nimet (refah ve servet) sahih­lerini sen Bana bırak ve onlara az bir süre tanı. [10]

"Hani o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da Öl­dürmek veya seni sürgün etmek amacıyla, sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklara karşılık verenlerin) hayırhsıdır. [11]

"Gerçek şu ki, onlar hilelidüzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış (bambaşka bir) düzen vardır. [12]

"Size bir iyilik dokununca onları tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların 'hileli düzenleri' size hiç­bir şeyle zarar veremez. Allah hiç şüphesiz, onların yap­makta olduklarını kuşatandır. [13]

Ey iman edenler, siz kendi nefisleriniz (i ıslah et-mey) e bakın. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yap­makta olduklarınızı haber verecektir. [14]

Evet, hiçbir nefse ve hiçbir nesile güç yetiremeyeceğini yüklemeyen şanı yüce Rabbimiz, rahmet dolu bu İş bölümünde biz müslümanlara "Sizler bütün emperyalist­leri; onların bilim, teknoloji, kapital ve silahlanma konusundaki üstünlüklerini: sizlere yönelik tehditlerini ve tüm hileli düzenlerini BANA BIRAKIN. Sizler sadece

iman, sabır ve tevekkül ile kulluğunuzun ve doğru yo­lun gereğini yaşayın'1 buyurmaktadır.

Şimdi Kur'an-ı Kerim'e  İman  eden mü'minler olarak, Rabbimizin "Bana bırakın" buyurduğu konula­rı O'na bırakmamız, O'na tevekkül etmemiz ve bu ko­nularda  hiçbir  endişe  duymamamız  gerekmez  mi? MüstekbirSerin ve emperyalistlerin  sahip  gözüktüğü tüm şeylerin, Rabbimiz katında ne Önemi vardır ki? İn­sanları avutmak ve aldatmak için kullandıkları tüm medya onların elinde olsa dahi kalpler Allah'ın elinde değil mi? Dünyadaki bütün madenleri, bütün maddele­ri birer silah haline getirseler, şanı yüce Rabbimizin kuvvet ve kudreti yanında bunun ne anlamı vardır ki? Bu sözlerimi duyan ve düşünen bazı kardeşlerim başlarını sallayarak bana hak verecekler fakat diğer yandan kalplerindeki kuşku ve endişeyi şu cümleyle ifade edeceklerdir; "Ellerindeki güç ve silahlarla tabi ki Allah'a hiçbir şey yapamazlar, elbetteki hiçbir üstünlük sağlayamazlar, sağlayamazlar ama, bize gelince İş de­ğişir! Çünkü bizler insanız!."

Evet, yersiz bir kuşkuyu ifade eden, yerli yerinde bir itiraftır bu!.

Oysa bu batıl korku sarhoşluğundan kurtularak, bir an önce kendimize gelmemiz ve kendi gerçekliği­mizi farketmemiz gerekir. Çünkü Allah'ın dini söz ko­nusu olduğu zaman, müslümanlar olarak kendimizi ni­ye Allah'tan ayrı, Allah'tan gayrı düşünelim ki? Allah (Celle Celaluhu) bizlerin sahibi, bizlerin yardımcısı, biz­lerin koruyucusu değil mi? Tur-u Sina'da Musa ve Ha­run Aleyhisselam'a "Onlardan korkmayın. Çünkü Ben sizinle birlikteyim, her şeyi işitmekte ve herşeyi gör­mekteyim..." buyuran Rabbimizin bu muhteşem va­adi, bizleri, biz müslümanları da kuşatmıyor mu? Yok­sa bu İlahi vaad, sadece peygamberlerle ilgili ve onlara yönelik bir vaad mi? Halbuki kalplere kuşku veren bu gizli sorulara, Kuram Kerim apaçık bir şekilde cevap vermektedir.,               

Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder.[15]

"Hiç şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman eden­lere, dünya hayatında da, sahidlerin duracakları günde de elbette yardım edeceğiz. [16]

Dikkat edilirse Allah (Celle Celaluhu)'nun yardımı­na sadece peygamberler değil iman eden müslüman­lar da mazhar olmaktadır. Ayrıca altının çizilmesi ge­reken bir diğer gerçek, bu ilahi yardımın sadece ahiretle ilgili değil, dünya hayatında da gerçekleşeceği ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın, dünya hayatına da bizzat müdahil olduğudur. Bu ilahi yardıma mazhar olabilmek için iman ve tevekkül gerekmektedir. Allah'a iman ve tevekkül eden bu mü'minlerin, artık müstekbirlerin silahlarından ve zalimlerin zulümlerinden kork­maları söz konusu değildir.

Tasması sahibinin elinde olan bir köpek, ne kadar havlarsa havlasın ve ne kadar dişini gösterirse göster-sin, biliriz ki o köpeğin tasması sahibinin elindedir ve sahibinin izni olmadıkça, bize hiçbir zararı dokunma­yacaktır. Çağımızdaki müstekbirler de, müslümanları ne kadar tehdit ederlerse etsinler ve ne kadar dişlerini gösterirlerse göstersinler, müslümanîar bilmelidir ki bu müstekbirlerin nefes alması bile Allah'ın iznine bağlı­dır. Allah'ın izni olmadan, serçe parmaklarını kımılda­tacak güçleri ve takatları yoktur. Meseleyi böyle görmeli,

meseleye böyle iman etmeliyiz. Kuvvet ve kudret sahibi Rabbimiz bizleri işitmekte, bizleri görmekte ve bizlerle birliktedir. Dünyanın bütün müstekbirleri bira-raya gelse, Allah'ın İzni olmaksızın bizlere hiçbir zarar gelmeyecektir. Rahman olan ve Kendisine sığınan mü'minler için zulüm dilemeyen Rabbimizin izni olma­dan, tüm müminlerin ve müslümanlann velisi olan Rabbimizin dilemesi olmadan, onlar bize ne yaparlar, bizlere ne yapabilirler ki!.

Hiçbir şey yapamazlar hocam. Fakat Allah'ın iz­ni olmadan hiçbir şey yapamayacaklarını sadece biz biliyoruz!. Acaba onlar da biliyor mu?

Bu soruyu neden sorduğunu ve nasıl bir endişe duyduğunu anlıyorum Veli!. Seksenli yılların başların­da saf ve temiz kalpli bir kardeşimle bu mevzuyu ko­nuşurken, bu kardeşime de aynı mutmainlikle, aynı yaklaşımda bulunmuş ve "Allah'ın izni olmadan onlar bizlere hiçbir şey yapamazlar" demiştim. Bu kardeşim bir süre düşündükten sonra gözlerime endişeyle bak­mış ve "İyi, iyi de, onlar da bunu biliyor mu?" demiş­ti. Nedenini anladığım bu soru karşısında hem gülüm-semiş ve hem de bu temiz yürekli kardeşime şu fıkrayı anlatmıştım.,

Akli dengesini kaybeden bir adam, kendisini mı­sır tanesi yani darı zannediyor ve tavukların kendisini yiyeceğinden korkuyormuş!. Akıl hastanesinde uzun bir süre tedavi gördükten sonra artık İyileştiğini ifade ederek hastaneden taburcu edilmesini İstemiş. Kendi­siyle bu hususta görüşen doktorun "Sen darı mısın?" sorularına devamlı olarak "Ben darı değilim" cevabını verince; hastasının iyileştiğini kabul eden doktor, has­tanın taburcu edilmesine karar vermiş. Eşyalarını top­layan hasta doktoruna veda edeceği zaman, içini ke­mirmekte olan korkunç soruyu doktoruna sormaya karar vermiş. Hastanenin merdivenlerinde kendisini uğurlamak isteyen doktora dönerek "Doktor bey!. Ben darı değilim, değilim ama!.'1 dedikten sonra bir an susmuş. Korku ve endişe dolu gözlerle etrafına baktık­tan sonra kısık bir sesle ilave etmiş., "Bunu tavuklar biliyor mu?"

Evet, yenilecek ve yutulacak bir mısır tanesi olmadığı­mızı tavukların bilmesine gerek olmadığı gibi; Allah'ın müslümanlara yardımcı olduğunu. Allah'ın İzni olma­dan hiçbir şeyin müslümanîara en ufak bir zarar vere­meyeceğini dünya müstekbirlerinin bilmesine de gerek yoktur. Bu gerçeği müslümanlann bilmesi ve bu gerçe­ğe müslümanlann teslim olması yeterlidir. Böyle bir teslimiyetle Allah'a iman ve tevekkül eden bu müslü­manlara yapılan bütün tehditler, bu müslümanlann korkusunu değil, imanını arttıracaktır.,

"Onlar (öyle kimselerdir ki), insanlar kendilerine : "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan kor­kun" dediklerinde imanları ananlar ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. [17]

İşte öncü ve Örnek müslümanlar için, mazlumluğu ve mustazafhğı reddeden Rabbani yaklaşım budur. Nitekim tevhidi mücadeleyi başlatan peygamberlerde ve öncü müslümanlarda görülen gü­ven duygusu; maddi güç veya kemiyetten değil, böyle bir Rabbani ve Rahmani bilinçten kaynaklanmaktadır. Çünkü tevhidi mücadelenin İlk oluşumunda maddi güç veya kemiyet olmadığı gibi, bunların getirdiği basit gü­ven duygusu da yoktur.

Yaşadığımız dünyada hakka ve güzele öncü ol­mak isteyen kardeşlerimizin, zalimi zulmetmeye muk­tedir görerek mazlum durumuna düşmemeleri ve ön­cülük sıfatlarıyla bağdaşmayan bu mazlumluk sıfatını reddetmeleri   gerekmektedir.   Gerçi   müslümanlığm, mazlumlukla özdeş kabul edildiği böyle bir dünyada, bütün müslümanların bu meseleyi anlamalarını ve bu gerçeklerle şuurlanmalarını beklemiyoruz. Ayrıca maz­lum olmak veya mazlumluğu kabul etmek, müslüman-ları dinden çıkaran bir durum değildir. Ancak peygam­berlerin yolunda ve peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (Aleyhissalatu vesselam)'ın rehberliğinde öncü adımlara talip olan kardeşlerimizin, bu Önemli mesele­yi mutlaka İdrak etmeleri ve müstekbirlerle dolu evren­sel düzleme, böyle bir idrak ile adım atmaları gerekir. Meseleye bu bilinç ve bu imanla yaklaştığımız za­man, hiç kuşkunuz olmasın ki hem gerçek kimliğimize kavuşacak ve hem de müstekbirlerin tüm şeytani he­sapları bozulacak, tüm şeytani düzenleri yıkılacaktır. Çünkü kendilerini mısır tanesi zanneden müslümanla­rın, kolayca yenilip-yutulduğu bir dünyada yaşıyoruz.

Böyle bir durumda mısır tanesi olmaktan kurtulabil­mek ve tavuklarla aramızdaki mesafeyi kapatabilmek için bilim, teknoloji ve silâhlanma konularında uzun yıllar sürecek çalışmalara girmemize hiç gerek yoktur. Mısır tanesi olmaktan kurtulabilmemizin en kolay ve en kısa yolu, mısır tanesi olmadığımızı bilmektir. Bunu bildiğimiz ve Allah'ın sıfatlarına, hükümlerine, vaadle-rine, sünnetine yakinen iman edip, Allah'a gerektiği gibi tevekkül ettiğimiz zaman, şeytan ve dostlarının bizler üzerinde hiçbir hakimiyeti, hiçbir zorlayıcı gücü olmayacaktır. Yeter ki, yeter ki Kime kul olduğumuzu idrak edelim!.. Gerçek bir iman ve gerçek bir tevekkül sembolü olan  İbrahim Aleyhisselam'a  bu  idrak ile bakalım. Nemrud'un yaktığı ateşte oturan ve bizlere tebessüm eden bu Allah dostunu, bu Halil-ur Rahman'ı anlama­ya çalışalım. Çağdaş Nemrudlar'dan korkan gözleri­miz, çağlarüstü bir imam olan bu İbrahim'e bakarak yı­kansın, aydınlansın, yüreklensin... Ve anlayalım,

idrak ve iman edelim bu İlahi gerçekliğe. Çağdaş Firavunların veya Nemrudlann, Allah'a tevekkül eden müminlere kesinlikle zulmedemeyeceklerine ve zul­metmeye muktedir olmadıklarına. Asırlardır bekleyen müslümanlardan değil, asırların beklediği müslümanlardan olabilmek için tanış olalım böylesi kimliklerle, böylesi kimliği yaşayan kardeşlerimizle..

 

Firavun Kavmine Tanınan Mühlet Ve Gerçekleşen Mucizeler

 

Şanı yüce Rabbimiz,

Sünnetullah ile tehdit edilen her kavime mühlet tanıdığı gibi Firavun kavmine de mühlet tanımıştı. On­ları inkarları nedeniyle hemen helak etmemiş, iman edenlerin neye İman ettiklerini ve inkar edenlerin de neyi İnkar ettiklerini iyice bilmelerini murad etmişti. Bu mühlet ve sınama döneminde; daha önce neyi in­kar ettiklerini yeterince bilmeyen bazı kimseler İnkar­dan vazgeçerek iman ederlerken, iman eden İnsanlar da bu imanlarının imtihanım veriyorlardı. Bu mühlet ve sınama dönemi, safların birbirinden iyice ayrıldığı, iman ve inkarın netlik kazandığı bir dönem oluyordu. Musa Aleyhisselam, bu mühlet döneminde kav­mini iman ve sabıra davet ediyor "Ailah'tan yardım di­leyin ve sabredin. Gerçek şu ki yeryüzü Allah'ındır, ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç muttakilerindir"   diyordu.   Sünnetullah'in   bir   ifadesi olan bu İlahi gerçekliği yeterince anlamayan kavmi İse bir yılgınlık ve mü'minlere yakışmayacak bir şikayet duygusuyla "Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğradık" diyerek, ne kadar umudsuz olduklarını ifade ediyorlardı. Tabi ki Musa Aleyhisselaın kabul edebileceği bir yılgınlık ve umudsuzluk de­ğildi bu. Nitekim Allah'a ve Sünnetullah'a imandan kaynaklanan emin bir sesle "Umulur ki Rabbiniz düş­manınızı helak edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler kılacak, böylece nasıl davranacağınızı gözleyecek di­yor ve müjde dolu bu sözlerle onları mü'minlere yakı­şacak bir sabır ve tevekküle davet ediyordu. Rahman olan Rabbimiz,

Sünnetullah'la tehdit edilen her kavime mühlet zamanında belki öğüt ahp düşünürler, belki dönerler diye nasıl ki bazı mucize ve musibetler göndermişse; Firavun kavmine de bazı musibetler göndermiş ve on­ları uzun yıllar kuraklığa ve ürün kıtlığına uğratmıştı. Mühlet zamanında gerçekleşen bu mucizevi musibet­ler, hiç kuşkusuz ki Rahman olan Allah'ın bir rahmeti, bu musibetlerle karşılaşan insanlar için bir hidayet ve-silesiydi. Çünkü insan fıtratını hakkıyle bilen Rabbimiz; insanların bolluk ve refahta genellikle azgınlığa, darlık ve sıkıntıda da Kendi Zatına yöneldiklerini çok iyi bil­mektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu ör­nekler, insanların bu fıtri yönelişine açıklık getirmekte­dir.

"Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz, o gemilerde içindekileri güzel bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelen­dikleri sırada, o gemiye çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar kuşattverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını zannettikleri vakit, dinde Allah'a 'gönülden ve katıksız bağlılar (muhlisler)' olarak O'na dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bun­dan bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükreden-lerden olacağız" (derler.) [18]

"Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz, insan pek nankördür. [19]

İnsanların bu yönelişini hakkıyle bilen Rabbimiz "Biz hangi memlekete bir peygamber gö'nderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanıl­maz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz. buyruğunda da beyan ettiği gibi, bir hidayet vesilesi olması için söz konusu zorluk ve sıkıntıları gön­dermektedir. Dolayısıyle bu gerçekliği çok iyi bilen peygamberler de, batıl bir yaşantı içinde olan insanla­rın öncelikle dünyevi sıkıntılarından kurtuluşlarını de­ğil, asıl hayat olan uhrevi kurtuluşlarını önernsemişler-dir. Çünkü batıl ve cahili bir hayat içindeki toplumların öncelikle sosyal ve ekonomik durumlarını rahatlatma­ya çalışmak; Sünnetullah'a ve toplum psikolojisine uy­gun rahmetli bir yaklaşım değildir. Bunları söylerken,

cahili toplumlarda yaşayan Öncü ve Örnek müslü-manları, insanlar hidayete yaklaşsınlar diye toplumu sosyal ve ekonomik sıkıntılara sürükleyecek çalışmala­ra veya sabotajlara tabi ki teşvik etmiyoruz. Çünkü hayr ve rahmet elçisi olması gereken müslümanlar, böylesi girişimlerden sakınmakla mükellef oldukları gi­bi; meselenin bu boyutunu sadece ve sadece Allah'a bırakmakla da mükelleftirler.  Cahili yaşantı içindeki toplumlara, bir hidayet vesilesi olmak üzere zorluk ve sıkıntı gonderilecekse, bu sadece alemlerin Rabbine ait bir iş ve sadece O'na ait bir yetkidir. Bizim altını çizdiğimiz gerçek, yukarıda da belirttiğimiz gibi cahili ya­şantı içindeki insanların öncelikle dünyevi değil, uhre­vi kurtuluşlarını önemsememiz ve çalışmalarımızı ön­celikle bu boyutta yoğunlaştırmamızdır.

Hocam, asr-ı saadet döneminde müellefet-ül ku-lub olarak gayrimüslimlere yapılan yardımlar var. Bu yaklaşım ile sizin açıklamalarınızı biraraya getirmekte zorlanıyorum!.

Bu dikkatli ve önemli soruda, dikkat etmediğin bir husus var Fatih. Bizim Kur'an-ı Kerim'İ ve Sünnetul-lah'ı dikkate alarak yaptığımız açıklamalar, cahili top­lumlara genel yaklaşımlarla ilgili açıklamalardır. İnsan­larla olan özel ilişkilerimizde ise Sünnetullah merkezli bu genel yaklaşımı dikkate almakla birlikte, karşılaştı­ğımız insanın durumuna göre ona merhametle yaklaş­mak ve yardım etmekle mükellefiz. Çünkü "Mazlumun ve yoksulun dinine bakılmaz" prensibini benimseyen müslümanlar, sadece kendilerinden olana ciddi yar­dımlarda bulunan masonlar gibi değildir. Müslümanlar, müslümanlığa değer verdikleri gibi, birey olarak insa­na da değer verirler. Nitekim müslümanların diğer in­sanlara rahmetli yaklaşımlarından sadece bir tanesi olan müellefet-ül kulub, müslüman olmamalarına rağ­men toplumda dürüst olarak bilinen insanların kalple­rini İslam'da telif etmek, kalplerini İslam'a ısındırmak için onlara değer verilmesi ve lutufla yaklaşılmasıdır.

Özel durumlarda bu gibi insanların kalplerini İs­lam'a ısındırmak için onlara dünyevi yardımların yapıl­ması, sonuç olarak uhrevi kurtuluşu hedef aldığı için, elbetteki söz konusu genel yaklaşımı tekzip etmeyen

özel ve gerekli yaklaşımlarımızda. Zaten müslüman kimliğimizle herhangi bir yoksula veya mazluma Allah rızası   için   yardım   ederken,   aynı   uhrevi   kurtuluşu Önemsiyor ve yardım ettiğimiz kişinin tabi ki bize de­ğil Allah'a şükretmesini, bize değil Allah'a yakınlaşma­sını İstiyoruz. Ancak bu Özel yaklaşımlarımızın genele şamil kılınamayacağı, dünyevi yardımlarla kalplerin İs­lam'da telif edilemeyeceği ve biraraya getirilemeyece­ği, Kur'an-ı Kerim'deki "Ve (Allah) onların kalplerini birleştirdi. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalplerini birleştiremezdin. Ama Allah, on­ların aralarını bulup, kaynaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.[20] beya­nında açıkça belirtilmektedir. Evet, rahmet ve merhamet Sahibi Rabbimiz, belki öğüt alıp düşünürler, belki dönerler diye Firavun kavmine bazı musibetler göndermiş, onları uzun yıllar kuraklığa ve ürün kıtlığına uğratmıştı. O zamana kadar toprak­tan nzıklanmalannın, kendilerinin ve kendi çalışmala­rının doğal bir karşılığı olduğunu düşünen Firavun kav­mi,     "Ekmeden    biçilmez"     atasözüne    şüpheyle yaklaşmaya başlamışlardı!. Çünkü tarlalarını her yıl ek­melerine rağmen bekledikleri yağmurlar bir türlü gel­miyor, ektikleri tohumlar bir türlü bitmiyordu!. Şanı yüce Rabbimiz bu kuraklık yıllarında Firavun kavmine "Allah nasip etmezse, ekseniz de bitmez!." Allahsözü ile İlahi bir gerçekliği hatırlatıyordu. Fakat bu gerçeği anlamıyor, hiç anlamak istemiyordu Firavun kavmi!. Musa Aleyhisselam her ne kadar yaşanan bu şiddetli kurak­lığın Allah'ın bir ayeti, bir musibeti olduğunu söylese de, bu sözlere hiç İtibar etmiyorlardı!. Fakat yine de yaşanılan olaylar Musa Aleyhisselam'in söylediği gibi bir ayet ise, büyü olarak gördükleri bu ayetlerin devam etmemesi için küfürlerinde kesin bir tavır sergiliyorlar ve "Bizi büyülemek için bize ayet olarak her ne getirir-sen getir, yine de biz sana İnanacak değiliz" diyorlar­dı!.

Apaçık bir azgınlık içindeydi Firavun kavmi!.

Kendilerine bir iyilik geldiğinde "Bu bizim içindir, bizim İyiliğimizdendir" demelerine karşın, kendilerine bir kötülük isabet ettiğinde de bu kötülüğü Musa ve be­raberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumluyorlar­dı!. Oysa Allah katında asıl uğursuzun kendileri oldu­ğunu bilmiyorlar; uğursuzluk dedikleri şeylerin, kendi elleriyle yaptıklarının Allah katından bir karşılığı oldu­ğunu bilmek istemiyorlardı!. Şanı yüce Rabbimiz. Fira­vun kavminin küfür dolu bu azgın ve inkarcı yaklaşımı üzerine, her biri Ötekinden daha büyük olan ayrı ayrı ayetler, ayrı ayrı mucizevi musibetler gönderdi kendi­lerine.

Yaşadıklar! ürün kıtlığının nedenini Allah'tan  uzun yıllar süren kuraklıktan kaynaklandığını dü­şünen Firavun kavmi, bekledikleri yağmurlar ile bu kıt­lığın sona ereceğini umud ediyorlardı. Nitekim uzun yıllar bekledikleri yağmurlar başladıktan sonra "Geç­miş atalarımıza da şiddetli sıkıntılar ve sonra refah ve genişlikler dokunmuştu" diyerek, yaşanılan kuraklığı daha ziyade bir tabiat hadisesi olarak yorumlamışlardı. Zaten aynı coğrafyada yani Mısır'da hüküm süren geç­miş ataları da benzer bir kuraklık yaşamış, Yusuf za­manında da yedi yıl şiddetli kuraklıktan sonra yedi yıl bolluk ve bereket olmamış mıydı? Ancak bekledikleri bu yağışlar, ne tuhaftır ki Yusuf zamanında olduğu gibi bir bolluk ve bereket vesilesi olmamış, ortalığı birbirine katan ve azgın sellere neden olan bir tufan olarak ku­şatmıştı kendilerini!. Ektikleri tohumların bitmemesini Allah'tan değil, yağışların olmamasından bilen Firavun kavmine, Rabbimiz bu sefer "Allah nasip etmezse, yağmur yağsa  da  bitmez"   gerçeğini  hatırlatıyordu. Çünkü yaşanılan ürün kıtlığı sadece yağmurlarla değil, bu yağmurların, Rahman'in lutfu olan bir rahmet Ölçü­sünde yağmasına bağlıydı. Tabi ki bunu da anlamadı Firavun kavmi!.

Tufandan sonraki yıllarda nihayet istedikleri ger­çekleşmiş, ekinleri çıkmaya ve topraktan yükselmeye başlamıştı. Yemyeşil ekinlere şükürsüz gözlerle baka­rak artık uzun yıllar süren bu ürün kıtlığından kurtul­duklarını düşünüyorlardı!. Ancak hiç düşünmedikleri bir olayla karşılaşmışlar ve tarlalarını istila eden mil­yonlarca çekirgenin saldırısına uğramışlardı!. Yine ay­nı ziyan ve aynı hüsran vardı!. Daha açık bir ifadeyle "Allah izin vermezse, ekseniz de bitmez" sözü, "Allah nasip etmezse, bitse de biçilmez" gerçeğine ulaşmıştı. Bunu da, bu İlahi gerçekliği de anlamadı Firavun kav­mi!.

İnat ve küfürle geçen bu yıllardan sonra ekinlerini yine umudla büyütmüşler ve bu defa hiçbir İlahi ak­silik olmadan ekinleri biçerek, buğday ambarlarını dol­durmuşlardı. Anbarlarının kalın kapılarını güvenle ka­pattıkları zaman, artık kesin olarak ürün kıtlığından kurtulduklarını zannediyorlardı!. Ancak anbarlara yığ­dıkları buğdaylara duydukları 'güven', küçücük bir ın' harfini kaybetmiş ve aiibarlar 'güve' İle dolmuştu!. An-barlardaki buğdayları içi boş kabuklar haline getiren bu haşerat; "Allah nasip etmezse, bitse de biçilmez" gerçeğini, "Alİah nasip etmezse, biçilse de yenilmez" noktasına yükseltiyordu.

Fakat yine anlamıyordu, bu İlahi musibetleri ve bu İlahi gerçeklikleri bir türlü anlamak istemiyordu Firavun kavmi!. Kendilerine musallat olan her musibetten sonra çaresiz kalmaları­na rağmen her nedense Firavun'a secde ederek "Ey Firavun!. Madem ki ilahsın, şu azabı üstümüzden kal­dın ver!." demiyorlar ve ondan yardım istemiyorlardı!. Çünkü açıkça itiraf etmeseler de, yaşanan bu musibet­ler karşısında Firavunun da kendileri gibi çaresiz bir mahluk olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Bütün bu sıradışı musibetler Musa kendilerine geldikten sonra gerçekleştiği için onunla ilgisi olduğu­nu kabul ediyorlar ancak Musa Aleyhisselam'ı yine de gizli güçleri olan bir büyücü olarak görmek ve göster­mek İstiyorlardı. Nitekim her biri öncekinden büyük olan her musibetten sonra Musa Aleyhisselam'a gide­rek "Ey büyücü, sende olan ahdî adına bizim İçin Rabbine dua et (bu azabı kaldırsın); gerçekten biz hidaye­te gelmiş olacağız" diyorlar; fakat Rabbimiz onlardan azabı çekip-giderince, her zaman olduğu gibi hiç ge­cikmeden andlannı bozuyorlardı. Netice olarak yine büyüklük taslıyorlar ve gerçekten suçlu günahkar bir kavim oluyorlardı.

Bütün bu mucizevi musibetlerden sonra üzerleri­ne musallat olan milyonlarca kurbağa ve hayatın asıl kaynağı olan suların kana dönüşmesi musibetleri de, onların bu küfür dolu yaklaşımlarını değiştirmedi. An­cak başlarına çöken bu iğrenç azap üzerine, daha ön­celeri "Büyücü" dedikleri Musa'yı ilk kez Musa olarak kabullenmişler ve hoşlarına gitmese de iman edecek­lerini bildirerek "Ey Musa, sende olan ahdi, sana ver­diği söz adına bizim için Rabbine dua ediver de bu iğ­renç azabı üzerimizden kaldırsın. Andolsun sana iman edeceğiz ve hidayete gelmiş olacağız. Ayrıca İsrailoğullarını da seninle göndereceğiz" demişlerdi. Tabi ki verdikleri bu son söz, daha önce verdikleri sözlerden hiç farklı değildi. Nitekim Rabbimiz belli bir süreye kadar üzerlerindeki bu iğrenç azabı çekip kaldırınca, onlar yine bu sözleri­ni ve bu andlannı bozdular. Çünkü Musa Aleyhisse-lam'a iman ettikleri zaman sıradan bir insan olacakla­rını ve üstünlüğün Musa Aleyhisselam'a geçeceğini düşünüyorlardı!. Oysa Musa Aleyhisselam Firavun ile hiçbir zaman makam mücadelesi yapmamış,  günü­müzdeki siyasiler veya politikacılar gibi başkanlık ma­kamına hiçbir zaman talip olmamıştı. Musa Aleyhisse­lam   Firavun'un   makamına   oturmayı   değil,    o makamda oturan Firavun'un değişmesini ve hidayet bulmasını istiyordu.

Ancak olmuyordu, her biri Öncekinden daha büyük olan onca ayete rağmen, bir isyan ve azgınlık sembolü olan Firavun, inat dolu küfrünü sürdürmeye devam ediyordu. Kendi­sine güç ve iktidar yetkisini veren kavmini de peşinden sürüklüyor, bütün bu olup bitenleri şaşkınlık içinde İz­leyen insanların Musa Aleyhisselam'dan ve yaşanan olaylardan etkilenmemesi için onlara şöyle sesleniyor­du.,

"Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altında akmak­ta olan ırmaklar benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz? Yoksa ben, kendisi aşağı sınıftan olan ve ne­redeyse meramını anlatamayacak bir durumda bulu­nan şu zavallı adamdan daha hayırlı değil miyim? Bu zavallı şayet Allah'ın elçisi ise üzerine altından bilezik­ler atılmalı, ya da kendisiyle beraber yardımcı melek­ler gelmeli değil miydi?"

Hocam, Musa Aleyhisselam Tur'da "Ya Rabbi, dilimdeki düğümü çöz" duasında bulunmuş ve Rabbi­miz de "Ey Musa, istediğin sana verilmiştir" buyur­muştu. Ancak Firavun'un bu sözlerinden, Musa Aley-hisselam'ın dilindeki düğümün çözülmediği anlaşılıyor. Bu durumu nasıl anlamamız gerekir?

Bu dikkatli soru İçin teşekkür ederim Veli. Musa Aleyhisselam Tur'da Rabbîmizden bazı şeyler istemiş ve Rabbimiz de "İstediğin sana verilmiştir" buyurarak, bu duaya icabet ettiğini bildirmiştir. Ancak Rahman olan Rabbimizin dualarımıza rahmetiyle icabet etmesi demek, dualarımızda zikrettiğimiz her şeyi bizlere he­men verdiği veya vereceği anlamına gelmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim ifadesiyle biz insanlar bazen hayra dua eder gibi şerre de dua edebiliriz. Daha açık bir ifadey­le istediğimiz şeyin bizler için hayır mı, yoksa şer mi olduğunu anlayamayız.

Hocam, istediğimiz iyi ve güzel bir şey ise? Merve hanım, müslümanlar zaten kötü ve çirkin bir şey istemezler. Ancak hayt gerçeğinin, iyilik veya kötülük, güzellik veya çirkinlikle doğru orantılı bir bağ­lantısı yoktur. Bazen açık bir kötülükle veya çirkinlikle karşılaşmamız bizler için hayr olurken, apaçık bir iyi­likle veya güzellikle karşılaşmamız bizler için şer olabi­lir. İşte meselenin çok önemli olan bu hayır boyutunu bizler değil, hayrın gerçek Sahibi olan Rabbimiz bildi­ği için, bu hayrın tecellisi bazen beklediğimiz veya is­tediğimiz gibi olmayabilir. Dualarımızda ısrarla istediği­miz iyi ve güzel bir şeyin bizlere hayrı olmayacağı için verilmemesi; Rabbimizin bu duamıza icabet etmediği­nin değil, rahmetiyle icabet ettiğinin bir işaretidir.

Bazı durumlarda ise istediğimiz iyi ve güzel şeyle­rin bizler için hayırlara vesile olabilmesi, zaman ve me­kanla İlgili bir meseledir. Dolayısıyle bugün istediğimiz bir şeyin bizlere hemen verilmemesi, bu isteğimizin kabul olmadığı anlamına gelmez. Nitekim İbrahim Aleyhisselam'ın Sare validemizden evlat sahibi olabil­mek için yaptığı dua, Rabbimiz nezdinde kabul gören bir dua olmasına rağmen çok uzun yıllar sonra tecelli

etmiştir.

Dua hakkında bu kısa açıklamadan sonra Musa Aleyhisselam'ın konuşma zorluğu hakkındaki duasının kabul olup-olmadığmı, iki ayrı olasılıkla yorumlayabiliriz. Bunlardan birincisi Rabbimiz Musa Aleyhisse-iam'ın bu talebini kabul etmiş ancak tecellisini ilerki yıllara bırakmıştır. İkincisi ise Rabbimiz Musa Aleyhİs-selam'ın diğer taleplerini kabul etmiş fakat konuşma zorluğu konusundaki bu talebini İlahi hikmet ve hayr boyutundan gerekli görmemiştir. Bizim ağırlıklı kana­atimiz, ikinci olasılık istikametindedir. Çünkü Rabbimi­zin peygamberlerin seçimiyle ilgili sünnetini dikkate al­dığımız zaman, Rahman olan Rabbimiz insanlara gönderdiği İlahi davetin, genellikle davetçinin mal, makam, itibar ve belagat gibi beşeri özellikleri nede­niyle değil, davetin bizzat hak olan İlahi özelliği nede­niyle kabul edilmesini dilemektedir. Dolayjsıyle bu olayda da davetçinin hatırına davetin değil, davetin ha­tırına davetçinin kabul edilmesini murat etmiştir. Evet, konumuza dönecek olursak Firavun kendisini yü­celten, Musa Aleyhisselam'ı ise. kendince küçük düşü­ren o sözlerden sonra, şahit olduğu hakka sırtını döne­rek ve kavmini küçümseyerek "Sizin en yüce Rabbinîz benim!." diye seslendi insanlara!. Bu çirkin ses ve çir­kin sözle karşılaşan insanlar ise Firavun'un kendilerini belalara çarptıracağı korkusuyla, şahit oldukları onca ayete ve yaşadıkları onca musibete rağmen Firavuna itaat ederek, Musa ve Harun Aleyhisselam'a iman et­mediler. Çünkü Firavun, yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve ölçü tanımayan bir azgın olduğu gibi, ona ita­at edenler de fasık bir kavimdi.

Firavun ve öndegelen adamları. artık bu olağanüstü durumlardan,  bu  mucizevi musibetlerden de bıkmışlardı!. Musa Aleyhisselam'ın büyük bir inanrnışlık içinde söylediği sözleri de dinle­mek istemiyorlardı. Daha önceleri bir büyücü olarak gördükleri Musa Aleyhisselam'ın bu inanmışhğına ve bu samimiyetine baktıkları zaman, artık onun bir bü­yücü değil, büyülenmiş bir insan olduğunu düşünüyor­lardı. Nitekim bu düşünceden hoşlanan ve kendisi de aynı düşüncede olan Firavun, onları uzun yıllardır ıs­rarla hakka davet eden Musa Aleyhisselam'a alaycı gözlerle bakarak "Gerçekten ben seni büyülenmiş sa­nıyorum" demiş ve bu konuşmaların bitmesini istemiş­ti.

Firavun'un bu son sözü üzerine, Firavun'a son kez baktı Musa Aleyhisselam. Allah'ın seçtiği bir pey­gamber olarak Sünnetullah'ın ne olduğunu ve helak emrinin ne zaman gerekli kılındığım çok iyi bildiği için, İman dolu bu bilinçle onun gözlerine bakarak Andolsun ki bunları görülecek belgeler olarak göklerin ve ye­rin Rabbinden başkasının indirmediğini sen de bilmiş­sin. Artık ben de seni yıkılmış-harab olmuş sanıyorum" cevabını verdi. Bu dosdoğru cevap üzeri­ne herkes susmuş ve ortalığı sanki hızla yaklaşan bir ölüm sessizliği kaplamıştı.

Yıllar Önce Rabbisinin kendisine verdiği bir umudla Firavun'a ve önde gelen çevresine gelen, on­ları yumuşak sözle hakka davet eden Musa Aleyhisse­lam'ın, artık onlardan hiçbir umudu kalmamıştı. Bü­yük bir inat ve ısrar ile küfürde ayak direten bu İnsanlar, helak olacakları zamana kadar dönmezler, kesinlikle dönmezlerdi. Bu duygu ve düşüncelerle ellerini Rahman'a açarak "Rabbimiz. şüphesiz Sen, Fira­vuna ve önde gelen çevresine dünya hayatında zinetler ve mallar verdin; Ey Rabbimiz, Sen'in yolundan sapsınlar ve saptırsınlar diye mü. Rabbimiz, artık on­ların mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla, sıkıştır. Çünkü onlar, acıklı aza­bı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler. Ger­çekten bunlar, suçlu-günahkar bir kavimdirler" dedi. Musa ve Harun AleyhisselanVın bu ortak dualarına "İkinizin duası kabul olundu. Öyleyse dosdoğru yola devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın" cevabı geidi Rahman'dan.

Hocam!. Firavun'un sapması ve insanları saptır­ması, Rabbimizin kendisine verdiği zinetler ve mallar nedeniyle miydi?

Elbetteki değildi Merve!. Şayet böyle olsaydı, kendilerine İlahi takdir gereği verilen şeylerden dolayı, sadece ve sadece bunlardan dolayı azan ve küfreden kimseler, Rabbimiz nezdinde mazeret sahibi olurlar ve cezalandıramazlardı. Oysa zinet ve mal, İmtihan dün­yasındaki insanların imanlarını veya küfürlerini ortaya çıkarmak, kendilerine kendilerini göstermek için sade­ce bir vesiledir. Zinet ve mal gibi bir vesileyle iman ve şükürlerini ortaya çıkaranlar olduğu gibi, aynı vesiley­le küfür ve nankörlüklerini ortaya çıkaranlar da vardır. Bîr suyun içine termometrenin konulması ve su sıcak­lığının ortaya çıkarılması gibi bir hadisedir bu. Termo­metrenin kaynama noktasını göstermesi, içine termo­metre konulduğu için suyun kaynama noktasına geldiğini göstermez. Su zaten kaynama noktasındadır. ölçüye dayalı bir vesile olan termometre ise sadece bu gerçeği açığa çıkarmakta, bu gerçeği ortaya koymak­tadır.

Nitekim Musa ve Harun Aleyhisselanın ortak duası üzerine, Rabbimizîn bu duayı kabul etmekle be­raber zikrettiği "Bilgisizlerin yoluna uymayın!." buyru­ğu, genel bir ikaz içermektedir. Bu genel ikaz onların "Ey Rabbimiz, onlara bu zinetleri ve mallan, Sen'in yolundan sapsınlar ve saptırsınlar diye mi verdin?" so­rusunu kuşattığı ve bu sorunun İlahi hikmeti bilmeyen­lere özgü bir soru olduğunu belirttiği gibi; yaptığınız duanın tecellisinde "Bilgisizlerin yoluna uyarak aceleci davranmayın" uyarısı da bulunmaktadır. Netice olarak bu duanın kabul edilmesiyle, birer cehennem yolcusu olan Firavun ve kavmi için emir kesinleşmiş, gerisayım başlamıştı artık!.

 

Denizin Yarılması Ve Firavun Hanedanının Boğuluşu

 

Beklenen vakit gelmiş ve Allah'ın emrini gözleyen Musa Aleyhisselam'a "Kullarımı geceleyin denize doğ­ru yürüyüşe geçir ve onlara denizde kuru bir yol aç. Mutlaka izleneceksiniz ancak yetişilmekten korkma ve endişe duyma. Denizi kendi halinde açık bırak. Çünkü onlar, suda boğulacak bir ordudur." diye vahyedilmiş-ti. Tabi ki görünen ve yaşanan realiteye çok aykırı bir durumdu bu!. Çünkü hükmünde hikmet olan Rabbimiz, bir taraftan mutlaka izleneceklerini bildiriyor; di­ğer taraftan ise kendileri çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar yü­rürken, kendilerini atla ve binekle takip edecek olan Firavun ordusunun yetişmesinden korkup-endişe et­memelerini ve denizi geçtikten sonra bile yine yetişii-mek korkusuyla denizi kapatmaya kalkışmamasını, de­nizi kendi halinde açık bırakmasın! buyuruyordu!.

Tabi ki realiteyi dikkate alan ve somut olan reali­teden etkilenen insan aklının, anlamakta güçlük çeke­ceği bir buyruktu bu!. Çünkü Musa Aleyhisselam'ın gitmesi gereken istikamette koca bir deniz bulunmak­ta ve denizle karşılaşıldığı zaman "Denizde kuru bir yoİ açmak" gibi, beşeri aklın kavrayamayacağı bir olaydan bahsedilmekteydi!. Oysa insan aklına göre bir denizin geçilmesi, geçilebilmesi için, ya büyük gemiler veya çok  büyük  köprüler  olmalıydı!.  Ancak  biliyoruz  ki Kur'an-ı Kerim'deki birçok İlahi hükümde olduğu gibi; bu İlahi hükümde de söz konusu detaylar veya "Deniz­de kuru bir yolun, nasıi açılabileceği!." gibi söz konu­su ayrıntılar hiç yoktu. Gayet kısa bir emir buyurulmuş ve Musa Aleyhîsselam da hiç kuşku duymadan bu emi-re teslimiyet göstermişti. Çünkü peygamberlik göre­viyle Firavun'a gelip. Mısır'da yaşadığı olaylardan son­ra çok değişmiş, çok gelişmişti Musa Aleyhisseiam!.

Tur'daki ilk konuşmada, kendisine Firavun'a git­mesini emreden Rabbisine "Rabbim, gerçekten ben onlardan bir kişi Öldürdüm, beni öldürmelerinden kor­kuyorum." diyerek beşeri aciziyetini ve mazeretini İle­ri süren Musa Aleyhisseiam; Mısır'da yaşanan mucize ve musibetlerden sonra nasıl bir Rabbe kul olduğunu

çok daha iyi anlamış ve her şeye Kadir bu Rab ile, her şeyin mümkün olduğuna yakinen inanmıştı. Nitekim bu yakın iman İie İİahi hükme hiçbir itirazda bulunma­mış, "Ya Rabbi!. Ben koskoca denizde kuru bir yolu nasıl açacağım?" dememişti. Çünkü İlahi vahye iman etmek ve ona karşı kuşku duymamak, vahyin bildirdi­ği İstikamette koca bir deniz dahi olsa, bu denize doğ­ru hiç kuşku duymadan yürümek, yürüyebilmek de­mekti.

Musa Aleyhisseiam'da yaşanan mucize ve musi­betlere bizzat şahit olmakla gerçekleşen bu değişim ve gelişim, biz müslümanlarda aynı mucize ve musibetle­re iman ile gerçekleşmesi gereken bir değişim ve geli­şimdir. Çünkü bazı mucizeleri bizzat yaşamak ile, biz­lere Allah'ın bildirdiği bu mucizelere yakinen iman etmek arasında Önemü bir fark olmamalıdır. Zaten bu çalışmaların başında da ısrarla belirttiğimiz gibi bizlere bu kıssaları, bu olayları anlatan Rabbimiz, bu olayları bizzat kendimiz yaşamışız gibi iman etmemizi dilemek­tedir. Bunu yaptığımız zaman söz konusu bütün olay­ları özgeçmişimize dahil edecek ve içeriğinde bir Nuh, bir İbrahim, bir Yusuf, bir Musa, bir İsa ve bir Muham-med olan bu geniş özgeçmişimizle, bizleri bekleyen günümüz dünyasına doğru çok emin ve çok sağlam adımlarla yürüyebileceğiz.

Evet,

Rabbimizin İlahi emriyle karşılaşan Musa Aleyhis-selam. nedenini ve nasılını sormadan bu emire teslimi­yet göstermişti. Yaşanan realiteyi dikkate aldıkları ka­dar, bu realiteyi Yaratan Allah'ı dikkate almayan tek gözlü realistlere göre çılgınlık olan bu yaklaşım, gerçek düzlemde aklın İmanını ve teslimiyetini gösteren bir yaklaşımdır. Fakat ne yazık ki günümüzde müslüman olmalarını söylemelerine rağmen, İlahi hükümler kar­şısında imanı değiî aklı önceleyen realistler vardır. Ca­hili realiteden etkilenerek kirlenen akıllarıyla, hikmeti­ni anlayamadıkları bir hükümle karşılaştıkları zaman; "Dinimiz, akıl dinidir" prensibinden hareketle, akledemedikleri bu evrensel hükümleri ya geçmişe nisbet et­mekte, ya da bu hükümlere cahili realiteye uygun ba­tıl yorumlar getirmektedirler!.

Netice olarak yaşanan realiteyi değil hakkı önce fiyerek bir iman vesilesi oiması gereken akıl, realiteyi önceleyen bu insanlar için bir isyan ve sapıklık vesile­si olmaktadır. Müslüman olduklarını iddia eden bu tek gözlü realistler, Musa Aleyhisselam'ın gece yürüyüşüy­le İlgili emriyle karşılaşsalardı, hiç kuşkunuz olmasın ki "Bizler, dibini görmediğimiz kuyuya inmeyiz" gibi akli bir mazeretle bu kervana katılmazlar ve denize doğru bir adım biie atmazlardı. Hatta bununla da yetinmez­ler ve yürüyüşe geçecek olan mü'minlere "Firavun or­dularıyla peşinize düştüğü zaman ya önünüze çıkan denizde boğulacak, ya da hepiniz öldürüleceksiniz. Bu koskoca realiteyi görmüyormusunuz?'1 diyerek, onları da engellemeye çalışırlardı.

Hocam, günümüzdeki müslüman realistler bu olaya karşı çıkıp, "İsrailoğullarının denize doğru yürü­mesi, bir çılgınlıktı" demiyorlar!.

Bu olayın sonucunu yani İlahi yardımla denizin yarıldığını bildikleri için karşı çıkmıyorlar Fatih!. Oysa sonucun ne olacağını bilmeden Önce olayın içinde ol­salardı, şu an ki suskunluklarının aksine hepsi birden konuşmaya başlayacaklardı. Nitekim sonucunu bildik­leri bu sıradışı olaylar konusunda hiçbir akli yorum yapmayan bu tek gözlü realistler, güncel yaşamda çok sıradan hadiselerde dahi hükmü ve İlahi yardımı değil, yaşanan realiteyi dikkate almaktadırlar.  Oysa Musa Aleyhisselam'ı gemisiz ve köprüsüz bir şekilde deniz­den geçiren o İlahi yardım, İlahi vahyin gereğini yapan günümüz müslümanlan için de geçerlidir. Yeter ki hük­me talip olup, önlerinde koskoca bir deniz dahi olsa hiç kuşku duymadan bu denize doğru yürüyebilsinler. İlahi emirle karşılaşan Musa Aleyhisselam'ın, yetişilmekten korkmadan ve endişe etmeden kav­mine yönelmesi ve onları mutmain bir kalple yürüyü­şe davet etmesi ise bizlere çok gerekli bir öncülük vas­fını göstermektedir. İnsanları hak ve hakikate davet eden her öncü müslümanda bulunması gereken bu va­sıf, kuşkudan uzak bir iman ve teslimiyetle kazanılacak bir vasıftır. Şayet İlahi daveti gündeme getirecek olan davetçide böyie bir vasıf yoksa, yaptığı ve yapacağı da­vete karşı henüz kendi kalbi bile mutmain olmamışsa, bu davetçinin diğer insanlara götürmesi gereken böy­le bir davet yoktur. Bu davetçinin söz konusu daveti önce kendi kalbine götürmesi, iman ve teslimiyet ile önce kendi kalbini mutmain kılması gerekmektedir. Musa Aleyhisselam,

karşılaştığı İlahi emir ne kadar akla ve realiteye aykırı gözükse de, bu emire iman ve teslimiyetle yak­laşmış ve İsrailoğullannı kuşkudan uzak mutmain bir kalple Mısırdan ayrılmaya davet etmişti. Yerleşik bir düzenleri, malları ve topraklan olmayan İsrailoğulları, belki de Rabbimizin indirdiği bir sekinet veya güven duygusuyla tarihte ilk kez peygamberlerine hiç itiraz etmeden, ona tabi olmuşlardı!. Kaybedecekleri bir şey olmayan birer köle dururnundaydılar zaten!. Şayet ya­kalanırlarsa yine Musa Aleyhisselam'ı suçlayarak, kö­lelik zincirlerine geri dönebilirlerdi!. Dolayısıyle fazlaca bir itirazda bulunmaya gerek duymadan Musa Aleyhis­selam'ın emrine itaat etmişler ve gecenin karanlığında onunla birlikte yola çıkmışlardı.

Başlarına çöken son iğrenç azaptan sonra "Ey Musa. sende olan ahdi, sana verdiği söz adına bizim için Rabbine dua ediver de bu iğrenç azabı üzerimiz­den kaldırsın. Andolsun sana iman edeceğiz ve hida­yete gelmiş olacağız. Ayrıca İsrailoğullarını da seninle göndereceğiz" diyerek, İsrailoğullannin gitmesine izin vereceğini söyleyen Firavun, her zaman olduğu gibi bu sözüne de ihanet etmiş ve bu sözünde de durmamıştı. Nitekim Musa ve Harun Aleyhisselam'ın İsrailoğulla-rıyla birlikte geceleyin Mısır'dan ayrıldığını haber aldı­ğında, öfkeden kudurmuş ve bütün şehirlere adamları­nı göndererek asker toplamaya başlamıştı!.

Zulüm üzerine yönettiği toplumu güçten düşür­mek için onları değişik gruplara ve fırkalara bölen Fî-ravun'a göre, önemli ve vahim bir durumdu bu!. Çün­kü kendisinin izni olmadan bir topluluğun başını ahp-gitmesi, diğer grup ve fırkalar için çok kötü bir ör­nek olabilirdi!. Böyle bir örnekliğe kesinlikle izin ver­memeli; isyan eden bu topluluğu, diğerlerine ders ve ibret  olacak  bir  şekilde  cezalandırmalıydı.   Nitekim böylesi düşüncelerle şehirlere toplayıcılar göndermiş ve parçalara ayırdığı halkın grup temsilcilerini biraraya getirerek "Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir top­luluktur ve hiç şüphesiz hepimize karsı da büyük bir öf­ke   beslemektedirler.    Biz   ise   onlara   bu   fırsatı vermeyecek olan uyanık bir toplumuz" dedi. Tabi ki çok dikkatli seçilmiş, çok maksatlı sözlerdi bunlar!. Birer azınlık olan grup   temsilcilerine,   İsrailoğulları   hakkında   "Bunlar azınlık bir toplumdur" denilerek; bütün azınlık toplu­lukların, Firavun'un gücü karşısında zayıflığına dikkat çekilmiş ve hepsi küçümsenerek, muhtemel bir muha­lefetin önü kesilmiştir. Daha sonra "Hepimize karşı büyük bir öfke beslemektedirler" sözüyle, asıl itibariy­le Allah adına ve Firavun'a karşı olan bu hareket; bir azınlık adına, diğer bütün azınlıklara karşı bir öfke ha­reketi olarak tanımlanmış ve ülkenin bütünlüğüne açık bir tehdit olarak gösterilmiştir. Son olarak "Biz İse on­lara bu fırsatı vermeyecek olan uyanık bir toplumuz" denilmesi ise, onlar her ne kadar fırkalara bölünerek parçalanmış gözükseler de, Firavun'un güçlü kanatları altında bütünleşen uyanık bir toplum oldukları ve ken­dilerine yönelik böyle bir azınlık tehdidine, hiçbir za­man fırsat vermeyecekleri belirtilmiştir.

Huzuruna topladığı bütün fırka temsilcilerini bu sözlerle zorunlu birer ittifak durumuna getireren Fira­vun, Musa Aleyhisselam'a ve İsrailoğullanna karşı hepsini biraraya topladı. Firavun'un teşvik ve tahriği ile biraraya gelen ordu, güneşin doğuş vaktinde yola çıktılar. Küfür asabiyetiyle Musa Aleyhisselam'a ve müminlere karşı duydukları düşmanlık, mal ve makam sevgisini bile geri bırakmıştı!. Nitekim hiç farkına var­madıkları bir İlahi takdir üzerine, bahçelerden ve pı­narlardan, hazinelerden ve soylu makamlardan ayrıla­rak, kendilerini bekleyen korkunç akibete doğru ilerlemeye başladılar!. Musa Aleyhisselam'ı ve İsrailo-ğullarını izleyen Firavun ordusu, bir an önce onlara ye­tişmek ve onları yakalamak istiyordu.

İki topluluk birbirini gördükleri zaman, Musa Aleyhisselam'ın en yakın adamları bile paniğe kapıla­rak "Gerçekten yakalandık" dediler. Tabi ki yanlış bir söz de değildi bu!. Çünkü önlerinde koca bir deniz, ar­kalarında İse kendilerine yaklaşmakta olan Firavun or­dusu bulunuyordu!. Yaşadıkları bu realitede, en ufak bir kurtuluş nedeni veya kurtuluş vesilesi gözükmüyor­du!. Bu durumda ne yapacaklar, nasıl kurtulabilecek­lerdi ki?

Musa ve Harun Aleyhisselam ise elbetteki böyle umudsuzluk içinde değillerdi. Gerçi Musa Aleyhisse­lam ne yapacağını, Rabbisinin kendisine emrettiği gi­bi kavmi için denizde kuru bir yolu nasıl açabileceğini henüz hiç bilmiyordu!. Ancak geldikleri bu dosdoğru yol, Allah'ın kendilerine emrettiği bir yol olduğuna gö­re, hiç kuşkusuz ki Allah onlara yardım edecek ve on­ları bir çaresizlik içinde yalnız bırakmayacaktı. Sırat-ı müstakim üzere yürürlerken, bu yolda karşılaştıkları engel koskoca bir deniz dahi olsa, bu yolun sahibi olan Allah elbetteki Kendisine inanan ve güvenen mü'minlere yardım edecekti.

Musa Aleyhisselam bu düşüncelerle önündeki de­nize baktı. Gözünün gördüğü koskoca deniz, gönlü­nün inandığı iman ve tevekküle bir kuşku, bir gölge düşürmedi. Firavun ordularını gördükten sonra kendi­sine "Gerçekten yakalandık1' diyen adamlarına, gön­lündeki böyle bir iman ve tevekkülle yönelerek, yolun­dan ve Rabbisinden emin bir sesle "Hayır, yakalanmayacağız!. Çünkü Rabbİm benimle beraber­dir ve hiç şüphesiz bana yol gösterecektir" dedi. Önündeki denizi ve arkasındaki Firavun ordusunu gör­mesine rağmen "Hayır yakalanmayacağız" diyen Mu­sa Aleyhisselam, elbetteki doğru söylüyordu. Çünkü Allah (Celle Celaluhu) kendisine "Mutlaka izleneceksi­niz. Ancak size yetişilmesinden korkma ve endişeye kapılma"' buyurmuştu. Bu buyruğa iman eden bir mü'min için, Firavun ordusu kendilerini izleyebilir ve çok yakınlarına bile gelebilirdi ama, onlara asla ve as­la yetişemezlerdi!.

Böylesi bir iman ve tevekkül ile "Rabbim benim­le beraberdir ve hiç şüphesiz bana yol gösterecektir" diyen Musa Aleyhisselam, hiç tereddüte düşmeyen emin adımlarla denize doğru yürümeye başladı. Çün­kü onun gibi güzel bir müslümana deniz kenarında durması, ayaklarını dahi ıslatmadan durup da bekle­mesi hiç yakışmazdı. Rabbisi kendisine "Kullanma de­nizde kuru bir yol aç" dediğine ve gitmeleri gereken yolun bu denizden geçtiğini bildirdiğine göre; bu Rab­bani yoİda gidebildiği kadar gidecek, yürüyebildiği ka­dar yürüyecekti. Belki de İsrailoğullan için denizde ku­ru bir yol açabilmesi, böyle bir iman ve tevekkül ile denize girmesine ve denizde yürümesine bağlıydı!.

Elindeki asa ile denize doğru yürüyen ve denizde ilerlemeye başlayan Musa Aieyhisselam'a, bütün İsrailoğulian hayret ve meraklı gözlerle bakıyorlardı!. Yarı beline kadar sulara gömülen fakat ufka bakan gözle­riyle ilerlemeye devam/eden Musa Aleyhisselam ne yapıyor, ne yapmak istiyordu ki? Yoksa Firavun korku­suyla veya çaresizlik duygusuyla kendisini öldürmeye, kendisini telef etmeye mi karar vermişti? Bütün bu so­rulara bir cevap veremeyen İsrailoğullan, dikkatli göz­lerle Musa Aleyhisselam'a bakmaya devam ediyorlar­dı!.

Musa Aleyhisselam ise kararlı adımlarla yürüyor, yürüdükçe anlaşılması güç duygular içine düşüyordu!. Çünkü denizde ne kuru bir yol açabilmiş, ne de sema­dan herhangi bir ses gelmişti!. Bütün dünya, bütün ka­inat susmuş, hepsi birden pür dikkaf kesilmişti sanki!. Vücuduna çarpan suların sesinden başka hiçbir ses duymayan Musa Aleyhisselam, şeytanın yaygarasına ve nefsinin feryatlarına rağmen durmadı, duraksama-di bu yolda. Yürüyordu, Rabbisinin kendisine gösterdi­ği yolda, bu yolun son noktasına kadar iman ve tevek­külle yürümeye devam ediyordu Musa Aleyhisselam.

Ve sular boğazına kadar yükselmeye başladığın­da, iman ve tevekkül İle hala yürümeye devam eden bu kulundan artık razı ve hoşnut olan Allah (Celle Ce­laluhu), pürdikkat kesilen kainatın beklediği sese, bek­lenen nefesi verdi ve "Ey Musa. Asanla denize vur" di­ye vahyetti.

Hocam, İlahi yardım yine son noktada geliyor!.

Doğru söylüyorsun Veli. Zaten şanı yüce Rabbimizin, peygamberlerine İlahi yardımla ilgili genel bir sünnetidir bu. İman ve tevekkül boyutundan bizlerin çok önünde olan peygamberler, karşılaştıkları imtiha­nın son noktasına kadar sabır ve sebat ile yapmaları gerekeni yapmışlar, güç ve imkanlarını sıfır noktasına kadar kullanmışlardır. Nitekim İlahi yardım, yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı bu sıfır noktasında kendilerine ulaşmaktadır. "Allah, dağına göre kar verir" sözünden hareket edersek, zirvelerini biie görmekte aciz kaldığı­mız bu yüce dağların yanında küçücük tepecikler olan bizlerin kaldıracağı bir kar, kaldırabileceği bir yük de­ğildir bu!.

"Rabbim benimle beraberdir ve hiç şüphesiz ba­na yol gösterecektir" diyerek, Rabbisinin kendisine gösterdiği yolda son noktaya kadar iman ve tevekkül­le yürüyen Musa Aleyhisselam, bu iman ve tevekkü­lünde hiç yanılmamıştı. Kendisini gören, kendisini işi­ten Rabbimiz, gerçekten onunla beraberdi. Nitekim çarelerin ve umudların tükenmeye başladığı son nok­tada "Ey Musa, asanla denize vur" diye vahyetmesi, Musa Ateyhisselam'a rahmet ve merhamet dolu bu İla­hi gerçekliği göstermişti.

Artık ne yapacağını biliyordu!. Çünkü Rahman olan Rabbimizin "Ey Musa, asanla denize vur" diye vahyetmesi, bu denizde kavmi için kuru bir yolu nasıl açacağını bilemeyen Musa Aleyhisselam için, bilin­mezlik karanlığını aydınlatan bir cevap olmuştu!. Rab­bimizin bu emri üzerine hemen duran Musa Aleyhisselam, hiç beklemeden sağ elindeki asayı havaya kal­dırdı.

Ve Allah'ın adıyla havaya kalkan asa, yine Allah'ın adıyla denizin üzerine indi!. Asanın denize vurmasıyla deniz ikiye yarılmış ve her parçası koskoca bir dağ gibi yükselivermişti!. Eşyanın tabiatı­na aykırı olan bu hadise;' ancak ve ancak bu eşyayı Ya­ratan Allah'ın dilemesiyle ve Allah'ın emriyle gerçekle­şebilecek bir hadiseydi. Yaşanan bu mucizenin Musa ile, Musa'nın koyun güttüğü ve koyunlarına yaprak dü­şürdüğü asa ile elbetteki bir ilgisi yoktu. Musa'yı da, asayı da Yaratan Allah'ın bir mucizesiydi bu!.

O zaman asa niye? Anlayamadım Merve!.

Denizin yarılması sadece Rabbimizin mucizesi olduğuna göre, asayla denize vurulmasına ne gerek vardı?                                              

Ciddi bir düşünceden kaynaklanan, önemli bir so­ru Merve hanım!. Dediğin gibi Musa Aleyhisselam son noktaya geldiğinde ellerini açarak Allah'a dua edebilir ve kendisinin hiçbir dahli veya hareketi olmadan deniz yarılabilirdi. Dolayısıyle düşünülmesi ve dikkate alın­ması gereken bir sorudur bu. Nitekim benzer bir soru­yu, Rabbimiz Musa Aleyhisselam'a "Onlar için deniz­de kuru bir yol aç" buyurduğunda düşünmüş ve anlaşılması gereken bazı hususlar olduğunu farketmiş-tim. Çünkü denizdeki bu kuru yolu asıl itibariyle aça­cak olan Rabbimiz olduğuna göre, şanı yüce Rabbimiz bu eylemi Musa Aleyhisselam'a nisbet etmez ve "On­lar için denizde kuru bir yol açacağım" diyebilirdi.

Ancak görüyoruz ki,

Rabbimiz bu mucizeyi bir peygamber vesilesine bağlamış ve İsrailoğulları nezdinde bu vesileyi ön pla­na çıkarmıştır. Bu İlahi yaklaşımın, hiç kuşkusuz ki bir­çok hikmetleri vardır. Bizim farkedebildiğimiz hikmet­lerden birisi, insanların birer hayır ve hidayet vesilesi olan peygamberlere yönelik iman ve teslimiyetlerini kuvvetlendirmek içindir. Allah'a kul olmak isteyen müsîümanların, insanlar arasından sadece ve sadece peygamberlere İman etmesini buyuran Rabbimiz; pey­gamberler vesilesiyle gerçekleştirdiği bu gibi mucize­lerle, insanların peygamberlere yönelik İman ve tesli­miyetlerini hem kolaylaştırmayı, hem de kuvvetlendirmeyi dilemiştir.

Peygamberler vesilesiyle gerçekleşen bu mucize­lere şahit olan mü'minler, hiç kuşkusuz ki bütün bu mucizeleri her şeye Kadir olan Allah'tan bilmekte ve O'na olan imanları kuvvetlenmektedirler. Ancak bu mucizelerin peygamberler eliyle veya onların vesilesiy­le gerçekleşmesi, bu mü'minler için peygamberlerimle Allah arasındaki bağa ve yakınlığa işaret etmekte, pey­gamberlerine yönelik iman ve teslimiyetlerini, sevgi ve saygılarını arttırmaktadır.

Benzer ilişkiler, biz mü'minler arasında da yaşan­maktadır. Bizler hidayetin veya her hayrın Allah'tan olduğunu bilmemize rağmen, bizlerin hayrına veya hi­dayetine vesile olan bir kardeşimize aynı şükran duy­gularıyla yaklaşırız. Hakikat düzleminde bütün bunları yaratan ve bu güzel kardeşimizi hayrımıza vesile kılan

Allah'a şükrederken; bizlerin hayrına veya hidayetine vesile olan bu kardeşimize de sevgi ve saygı duygula­rıyla teşekkür ederiz.

Hocam, bizler de size teşekkür ederiz.

Sağdasın Hamdi. Ancak nasıl bir dünyada yaşa­dığımızı dikkate alırsak, belki de sizlere asıl teşekkür etmesi gereken benim. Hz. AH Radyallahu anh "Bana bir harf öğretenin, kölesi olurum" diyerek, gerçek il­min ve ilim öğrenmenin önemine dikkat çekmiştir. Fa­kat ne yazık ki İlahi hakikatlerin arka plana atıldığı ve gerçek ilmin fazlaca önemsenmediği bir çağda yaşıyo­ruz. İlimle değer kazanmak ve kişiliğini yükseltmek de­ğil, mal ve makamla fiyatını yükseltmek isteyen insan kitleleri, herkesin duyabileceği çirkin bir sesle "Bana yüksek fiyat verenin, kulu kölesi olurum" diyebilmek­tedirler. Yaratılmışlara karşı özgürlükle ilgili insani de­ğerlerin değil, maddiyata kölelikle ilgili fiyatların ön plana çıktığı böyle bir dünyada, İlahi hakikatleri payla­şabilecek insanları bulmak için "Benden bir harf Öğre­nenin, kölesi olurum" denilecek bir duruma gelinmiş­tir!. Gelinen bu durum yine ne tuhaftır ki, yine hiç tuhaf karşılanmaz!. Oysa bütün bu dünya insanlığının akıbeti, bilim ve teknolojinin geldiği son versiyona gö­re değil, hiç önemsemedikleri ve öğrenmeye talip ol­madıkları İlahi Kitab'ın evrensel versiyonuna göre şe­killenecektir!.   Çünkü  şanı   yüce   Rabbimiz   Kur'an-ı Kerim'le ilgili olarak "De kv "Bu (Kur'an, geçmişinizle, şimdi yaptıklarınızla ve akıbetinizle ilgili) büyük bir ha­berdir. Sizler    ise,    ondan    yüz    çeviriyorsunuz. [21] buyurmaktadır.

Evet, biz yine Rabbimizin Kur'an'da zikrederek önem­sediği ve tarihten ders almak isteyen bizlerin de önemsemesi gereken bu kıssamıza devam ediyoruz. Musa Aleyhisselam'ın asasını vurmasıyla deniz yarılmış ve denizin dibinde balçık veya ıslak değil, kuru, kupkuru bir yol açılmıştı!.

Hocam, bir şey daha sormak istiyorum. Rabbimiz kendisine "Asanla denize vur" diye vahyetmeden önce, Musa Aleyhisselam asasıyla denize vursaydı, de­niz yarılır mıydı?

Bu da çok güzel bir soru Merve!. Rabbimiz ken­disine vahyetmeden önce Musa Aleyhisselam asasıyla denize vursaydı -ki belki de denizin içinde yürürken birçok kez vurmuştu- hiç kuşkunuz olmasın ki deniz yarılmak bir yana, oralı bile olmayacaktı!.

Tabi ki şaşırtıcı bir durum değildir bu!.

Çünkü bazı eylemlerin mucizevi sonuçlara dönüş­mesi, yapılan eylemlere değil, bu eylemlerin üst pla­nındaki İlahi emre ve İlahi iradeye bağlıdır. Mesela İb­rahim Aleyhisselam1 m yaptığı gibi dört kuş yakalasak, onları besleyerek kendimize ahştırsak, sonra hepsini parçalayarak, her parçasını bir dağın üstüne bıraksak ve daha sonra onları çağırsak, bu kuşların diriierek da­vetimize icabet etmesini bekleyemeyiz. Zaten İbrahim Aleyhisselam bile Rabbimiz kendisine emretmeden önce bunları yapsaydı ve parçaladığı kuşları çağırsay-dı, hiçbir kuş dirilmez ve onun davetine icabet etmez­di. Ancak Allah'ın sadece kendisine özel olan emrin­den sonra bunları yapması, yapılan bu eyleme İlahi bir üst plan kazandırmakta ve aynı İlahi İradeyle söz ko­nusu mucize gerçekleşmektedir. Dolayısıyie bazı amel­lerin sonucunda ortaya çıkan mucizevi sonuçların ne­denini ve hikmetini, amellerin kendisinde veya içeriğinde değil; bu amellerin hangi İlahi hükme bina­en işlendiğinde aramamız gerekir.

Nitekim Musa Aleyhisselam da Allah'ın emri ge­reği asasını denize vurmuş ve asanın şiddetiyle değil Allah'ın emriyle yarılan denizin dibinde kuru, kupkuru bir yol açılmıştı!. Musa Aleyhisselam'ın Önderliğinde rahmet ve merhamet dolu olan bu kupkuru yola yöne­len İsrailoğulları, korku ve heyecan içinde denizi geç­meye başlamışlardı. Her iki taraflarında koca bir dağ gibi yükselen su kütlesine bakarlarken ne kadar korku duyuyorlarsa, yürüdükleri yolun kuruluğuna bakarak da o kadar rahatlıyorlardı. Hiç kuşkusuz ki Allah'ın, Musa'nın ve Harun'un Rabbi olan Allah'ın bir işiydi bu!.

Firavun ve askerleri deniz kıyısına vardıklarında, Musa Aleyhisselam ve İsrailoğulları artık denizin öte yakasına yaklaşmışlar, karşı kıyıya çıkmaya başlamış­lardı. Deniz kıyısında kısa bir süre duran Firavun, iki­ye yarılan denize bakarak durumu anlamaya çalıştı. Fakat içindeki azgınlık ve düşmanlık duygulan ile gör­medi, göremedi görmesi gerekenleri!. Musalar ve mü'minler için açılan bir yoldan, Firavun kimliği ile kendisinin de geçeceğini, geçebileceğini zannetti!. Za­vallı bir çoban olan Musa ve daha düne kadar kendisi­nin birer kölesi olan şu sıradan insanlar buradan geç­tiğine göre, bizler hayda hayda geçeriz düşüncesiyle, ikiye yarılan denizin arasındaki kuru yola girerek onla­rın peşine düştüler!.

Denizin öteki kıyısındaki îsrailoğuiları ise peşleri­ne düşen Firavun ve askerlerine bakıyor, kendileri gibi onların da bu denizi geçip-geçemeyeceklerini merak ediyorlardı!. Çünkü Firavun ve ordusu bu denizi geçer­lerse, artık onlardan kurtulabilmeleri mümkün değildi. Kendilerine korku ve endişe veren bu düşüncelerle acele etmişler, kafilenin en arkasında kalanlarda hızlı adımlarla karşı kıyıya geçmişlerdi.

Hakka ve hakikate körlük içinde denizin diğer kı­yısına kadar yaklaşan Firavun ve askerleri, artık denizi geçtiklerini ve Musa Aleyhisselarru yakalayabilecekle­rini zannettikleri bir sırada olan oldu!. İkiye ayrılan ve yolun her iki tarafında koca bir dağ gibi yükselen su­lar, birbirine hasret iki sevdalı gibi birbirlerine akmaya, birbiriyle kucaklaşmaya başlayıvermişlerdü. Neler ol­duğunu anlamaya çalışan fakat hiçbir şey anlamayan Firavun, sular beline kadar yükselmesine rağmen kü­für dolu inkarından vazgeçmiyordu!. Ne zaman ki su­lar boğazına kadar gelip, boğulacağını anladığında, is­yan ve küfürden çirkinleşmiş ağzını açarak "İsrailoğullannın kendisine inandığı ilahtan başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım" dedi.

Fakat ne kadar gecikmiş.

ne kadar anlamsız ve faydasız bir imandı bu böy­le!. Nitekim Firavun'un bu anlamsız sözü ve faydasız imanı üzerine "Şimdi iman ettin öyle mi? Oysa sen, elinde fırsat varken isyan edip, fesat çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet olman için, se­nin yalnızca bedenini koruyacağız. Ancak insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler" cevabı veril­di.

Hocam, Firavun'un bozulmayan cesedi bulun­du. Şimdi İngiltere'nin British müzesinde!.

Seksenli yılların başlarında bütün İslami basın ta­rafından "Dörtbin yıllık mucize" başlığıyla gündeme getirilen bu habere ben de inanmış ve o yıllarda yazdı­ğım bir kitabımda "Günümüz müstekbirlerinin, Lond­ra British müzesinde teşhir edilen Firavun'un cesedine ibretle bakmaları gerekmektedir." ifadesini kullanmış­tım. Tabi ki müslüman çoğunluğa hiç düşünmeden inanmaktan ve Allah'ı yeterince dikkate almamaktan kaynaklanan bir hataydı bu!. Birçok yayın organında hala bir mucize gibi yayınlanan o görüntüyü hatırlarsa­nız; Firavun olduğu söylenen o kurumuş cesedin, mumyalanarak korunan binlerce yıllık diğer cesetler­den fazlaca bir farkı olmadığını görürsünüz. İyi ama Rabbİmİzin koruması ile, insanların mumyalayarak ko­ruması arasında bir fark olması gerekmez mi? Rabbimizin herhangi bir bedeni koruması, mumyacılann ko­rudukları kadar bir koruma mıdır?

Bu soruyu sorduğumuz an, hiç duraksamadan Allah'ı tenzih ve takdis etme­miz gerekir. Şanı yüce Rabbimiz Firavun'un cesedini sonraki nesiller için bir ayet olmak üzere koruyacağını bildirmîşse, hiç kuşkunuz olmasın ki o ceset boğuldu­ğu andaki tazeliğinde durmakta ve gözlerinde, boğul­duğu anın dehşetini taşımaktadır. Dünya müslümanları olarak bu İlahi gerçekliğe, bu açıklıkta imarı etmemiz gerekirken; şeytan aleyhillane yine yapacağını yapmış ve görüntülü bir batıl haber ile, henüz görüntüsüyle karşılaşmadığımız hak bir ayetin üzerini örtmeye çalış­mıştır.

Bize acı veren bir ses tonuyla "Herneyse" diyerek konumuza devam ediyoruz. Firavun'un su boğazına çıktığı zaman ki imanını kabul etmeyen ve sonrakiler için bir ayet olmak üzere onun bedenini koruyacağını bildiren Rabbimiz, Firavun ve yandaşlarının son duru­muyla ilgili olarak "Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü hiçbir yardım görmezler. Bu dün­ya hayatında Biz onların arkasına lanet düşürdük; kı­yamet gününde ise, onlar çirkinleştirilmiş olanlardır." buyurdu. Evet,

sular boğazına kadar çıkmasına rağmen imanın­dan vazgeçmeyen Musa Aleyhisselam salimen karşı kı­yıya çıkmış; sular boğazına çıkıncaya kadar küfründen vazgeçmeyen ancak boğazına gelince döneklik yapan Firavun ve askerleri ise kendilerini kaplayan sular ile İsrailoğullarının gözleri önünde boğulmuştu. İkinci dünya savaşı gibi binlerce insanın yaşadığı bu hadise, insanlık tarihi açısından elbetteki mütevatir bir hadise­dir. Ayrıca bazı şaşkınların zannettiği gibi bir sihir, bir hayal veya bir halisinasyon da değildir bu. Çünkü bu olayı yaşayan binlerce insan, sanal olarak denizin ya­nlışını görmemişler, gerçekten yarılan bu denizden ve kendilerine açılan kupkuru bir yoldan karşı kıyıya da geçmişlerdir.

Yeryüzünde   haksız   yere   büyüklenen,   Allah'ın ayetlerini inkar eden ve O'na dönmeyeceklerini zan­neden Firavun kavmi, İsrailoğullarının hayret dolu ba­kışları altında boğulmuşlardı. Onlar da Nuh kavmi gibi suda boğulup, ateşe sunulacak olanlardandı!. Tabi ki ne Musa Aleyhisselam'in ve ne de biz mü'minlerin ar­tık acıyacağı bir topluluk değildi bunlar!. Nitekim şanı yüce Rabbimiz "Onlar için ne gök, ne yer ağlamadı" buyurarak; içinde bulundukları göğün, üzerine bastık­ları ve üzerinde yaşadıkları yerin, onların akibetleri için üzülüp-ağlamadıklarını beyan etmiştir. Çünkü Firavun ve önde gelen çevresine, ayetlerle, mucizelerle gelmiş­ti Musa Aleyhisselam. Onları bu ayetlerle ve yumuşak sözlerle hakka davet etmiş, onları bu mucizelerle uya-rıp-korkutmak istemişti.

Fakat onlar Firavun'un emrine uymuşlardı!. Oysa Firavun'un emri, doğruya ve güzelliğe götü­rücü bir emir değildi. Dünya yaşantısında isteyerek Fi­ravun'un emrine tabi olanlar, kıyamet gününde isteme­seler de Firavun'un önderliğini kabul edecekler ve onun peşi sıra cehenneme gideceklerdi. Çünkü geçici dünya menfaatini gözeterek "Firavun'un izindeyiz!." diyen ve onun peşinden giden insanların bu yolculuğu, elbetteki Firavun'la birlikte ahirette de sürecek ve ce­henneme kadar devam edecekti.

Sonunda vardıkları ve varacakları yer, Rabbimizin buyurduğu gibi, ne kötü bir yerdir!..

 

Karun Gibi Olmak!.

 

Musa Aleyhisselam'ın döneminde yaşayan Ka­run, Musa Aleyhisselam'ın kavminden yani İsrailoğul-larındandı. İnsanları zenginlik ve fakirlik ile imtihan eden Rabbimiz, Karun'a öyle hazineler vermişti ki. bu hazinelerin sadece anahtarlarını taşımak bile birlikte davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Allah'ın kendisine verdiği bu büyük servet ile şımaran ve azgın­laşan Karun, bu mali gücü ile insanlara zulmediyordu.

Firavun döneminde birer köle durumunda bulu­nan İsrailoğullanndan olmasına rağmen, Karun'un böylesi büyük hazinelere sahip olması, elbetteki düşü­nülmesi gereken bir husustur. Çünkü ordulara yani as­keri güce sahip olan Firavun, şayet isteseydi Karun'un büyük çapta zenginleşmesine izin vermez veya onun hazinelerine el koyabilirdi. Firavun'un böyle bir giri­şimde bulunmaması, elbetteki onun merhametinden veya adaletinden kaynaklanan bir yaklaşım değildi. Yönettiği toplumu dini veya etnik kökenleri nedeniyle fırkalara ayıran Firavun için, kendisi gibi bir müstekbir olan Karun'un etnik kökeni hiç önemli değildi. Önem­li olan bu hazineleriyîe birlikte Firavun'un emrinde bu­lunması ve en yakın adamı olan Haman gibi. Ka­run'un da kendisine tabi olmasıydı.

Dolayısıyle Haman'dan sonra en yakın adamı olan Karun'un İsrailoğullanndan olması, Firavun için herhangi bir zararı olmadığı gibi önemli faydalan da vardı. Çünkü köleliştirilmiş toplumlar, içlerinden biri­nin çok zengin olduğunu veya önemli bir makama gei-diğini gördüklerinde, aynı imkan veya fırsatın kendile­ri için de geçerli olduğunu düşüneceklerdir!. Kendilerine umud veren bu düşünce, köleleştirilmiş toplumları müstekbirlere karşı isyan ve muhalefetten uzaklaştıran bir düşünce olmaktadır. Nitekim aynı em­peryalist yaklaşım günümüz müstekbirlerinde de bu­lunmakta, askeri gücü önceleyen bu müstekbirler, sö­mürdükleri toplumlardan bazı kişilerin veya ailelerin zenginleşmesine ve önemli makamlara gelmesine izin vermektedirler. Emperyalizmin küreselleştiği günümüz dünyasında, müstekbirlerin dini veya etnik kökenleri­nin fazlaca bir önemi yoktur. Önemli oian, dünya müs-tekbirlerinin öngördüğü emperyalist zihniyete ve yak­laşıma sahip olmalarıdır.

Karun da İsrailoğullarından olmasına rağmen, zihniyet ve yaklaşım olarak Firavun'dan yanaydı!. Çünkü sahip olduğu ve hiç kaybetmek istemediği ha­zinelerini koruyabilmesi, askeri güce sahip olan Fira-vun'la iyi geçinmesine ve onun her emrini yerine ge­tirmesine bağlıydı. Doİayısıyle çok zor şartlarda yaşayan ve kendisinden medet uman İsrailoğullarına hiçbir yardımda bulunmamasına rağmen, Firavun'un her emrini ve her isteğini yerine getiriyordu. Nitekim kendi kavminden olan ve onun kavmine karşı azgınla­şan bu durumunu gören İlim ve insaf sahibi kimseler

"Ey Karun!. Şımarma çünkü Allah şımaranları sev­mez. Allah'ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryü­zünde bozgunculuk çıkarma. Çünkü Allah, bozguncu­luk çıkaranları sevmez" diyerek kendisini uyarmak İs­tiyorlardı.

Ancak böylesi nasihatlere kalbi ve kulağı kapalı olan Karun "Bu gördükleriniz, bende olan bir bilgi dolayısıyle bana verilmiştir" diyerek, sahip olduğu büyük serveti kendisine, kendi bilgi ve becerisine nisbet edi­yordu!. Oysa dilediği kimselerin rızkını genişletip, dile­diği kimselerin rızkını daraltan Allah idi.

Helal rızka talip olunarak çalışıldığı zaman, her insan kendisine takdir olunan dar veya geniş rızıkla karşılaşacaktı. Az kazananın yerinip kahrolmasına, çok kazananın sevinip şımarmasına hiç gerek yoktu. Rızkı genişletilen insanların, sahip oldukları geçici dünya metaının çokluğuna bakarak "Bunu ben kazan­dım, bu işi ben becerdim"' diyerek büyüklenmeleri, hiç kuşkusuz ki Allah'a karşı bir sapıklık, nimete karşı bir nankörlük idi.

Böylesi kimselerin durumu,

herhangi bir tiyatro oyununda milyarder rolünü üstlenen fakat bunun sadece geçici bir rol olduğunu unutan kimselerin durumu gibiydi!. Oysa bir oyun ola­rak gördükleri dünya hayatı bittiği zaman perdeler ka­panacak ve perde arkasındaki yani ahiretteki gerçek mal varlıklarıyla karşılaşacaklardı!. Çok kısa olan dünya hayatında, çok kısa bir rolü oynamakla mükellef ol­duğunu unutan Karun da. sahip olduğu servet ile ken­disini gerçekten güçlü ve kuvvetli görüyordu!. Oysa Al­lah (Celle Celaluhu), kendisinden önceki kuşaklarda Karun'dan daha güçlü ve daha kalabalık nice kimsele­ri yıkıma uğratmıştı. Fakat dönüp de arkasına bakmı­yor, tarihte yaşananlardan bir türlü ibret almıyordu Ka­run!.

Dünyada yaşayan  hiçbir insan  olmasaydı,   Ka­run'un sahip olduğu servet elbetteki kendisine hiç an­lamlı gelmeyecekti. Herkes Karun olsaydı. Karun ol­manın bu durumda da önemli veya değerli bir anlamı olmayacaktı!.  Çünkü hemcinsleriyle bir yarış içinde olan insan, öne geçmenin sevincini, arkada kalanların gözyaşlarını ve tribündekilerin alkışlarını duyduğu za­man yaşayabiliyordu!. Ayrıca insanın para ile almak istediği en önemli ve en değerli şey, yine insan, yine insan emeği, yine insan onuru idil. Bu nedenle fakir­lerin yaşadığı bir dünyada zengin, acizlerin bulunduğu bir toplumda güçlü olmanın nefse çok hoş gelen bir anlamı, bir ayrıcalığı, bir zevki vardı Karun ve Karun gibiler için!.

Böylesi nefsi duygulara sahip olan ve fakirlerin karşısında zengin,1 acizlerin karşısında güçlü olmanın azdırıcı keyfini yaşayan Karun, sevgi dolu gözlerle bü­yük servetine bakmaktan ziyade, haset ve hayranlık dolu gözlerle kendisine bakılmasından hoşlanıyordu!. Binlerce insanın salaklaşmiş bir şekilde ağızlarını aç­ması ve hayranlık dolu gözlerle kendisine bakması ne güzel bir şeydi böyle!. Karun yine böylesi arzularla kavminin karşısına çıktı. İnsanları kendisine heveslendirecek görkemli bir ihtişam ve hayranlık uyandıracak bir zenginlik içindey­di!. Meseleye sadece dünyevi boyuttan bakanlar ve sa­dece dünyayı istemekte olanlar, Karun'u böylesine bü­yük bir ihtişam içinde görünce "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler. Kendilerine ilim veri­len ve meseleye ebedi gerçeklik boyutundan bakanlar ise "Yazıklar olsun size!. Oysa iman eden ve salih amellerde bulunanlar için, Allah'ın vereceği mükafat daha üstün ve daha hayırlıdır. Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" diyerek, Karun'a heves eden büyük çoğunluğu uyanp-İkaz etmek istediler.

Tabi ki faydalı ve anlaşılan bir nasihat olmamıştı bu!.

Çünkü en önemli meselelere dahi yaşadıkları za­man diliminden bakan ve şimdiki zamana göre değer­lendiren insanlar, nefislerine hoş gözüken boş şeylere değer veriyorlar ve böylesi şeylerin peşinden gidiyor­lardı!. Ancak Kahhar olan Rabbimiz, Karun'u ve kona­ğını yerin dibine geçirdiği zaman bütün bakışlar ve de­ğerlendirmeler bir anda değişivermişti!. Büyük servetinin ve kalabalık adamlarının hiçbir faydası ol­mamıştı Karun'a!. Bir güç ve kudret sahibi olarak gör­düğü Firavun ise onu değil, kendisini bile kurtaramamıştı. İlahi davete rağmen haklıya karşı güçlünün yanında yer alan ve güçlüye tabi olan Karun, güçlüyle beraber güçsüz bir şekilde helak oimuştu!.

Daha düne kadar onun yerinde olmak isteyenler.

"Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de ol­saydı..." diyenler, "Demek ki Allah, kullarından diledi­ğinin rızkını genişîetip-yaymakta ve dilediğinin rızkını da kısıp-daraltmaktadır. Şayet Allah bize lütfetmiş ol­masaydı, hiç şüphesiz bizi de batırırdı. Demek ki küf­re sapanlar, kesinlikle iflah olmaz, kurtuluş bulamaz" demeğe başladılar!. İlahi'gerçekliği nasihatle değil mu­sibetle anlayan bu insanlar, elbetteki doğru söylüyor­lardı. Çünkü asıl zenginlik, asıl ve ebedi olan ahiret zenginliği idi. Çok kısa olan fani dünyada koskoca bir okyonusa sahip olmak yerine, ebedi olan ahiret haya­tında damlayan bir musluğa sahip olmak, elbetteki çok daha büyük bir zenginlikti. Böyle bir ebedi zenginlik ise dünyadaki mal sahiplerine değil, takva sahiplerine vadedilmişti.

Ancak insanoğlu, yeterince düşünmüyor, yeterince akletmiyordu bu gerçekleri. Ölen veya helak edilen hiçbir Karun'un ye­rinde olmak istemeyen günümüz İnsanları, yaşayan Karun'lara yine heves ve hayranlıkla bakmaya devam ediyorlardı!. Oysa yaşayan Karun'ların akıbetleri, he­lak edilen Karun'dan hiç de farklı olmayacaktı. Çünkü ölmeyecek ve yaptıklarından hesaba çekilmeyecek hiçbir Karun yoktu!.

O halde yazıklar olsun, yazıklar olsun tüm Karun'lara, kendilerine Muhammedi, İsevi, Musevi veya Haruni diyen Karunilere..

 

İsrailoğullarının Alemlere Üstün Kılınmaları Ve Denizi Geçtikten Sonra Put İstemeleri

 

Firavun'a İlk geldiği zaman onu Allah'a kulluğa davet eden ve köle durumundaki İsrailoğullannı kendi­siyle göndermesini isteyen Musa Aleyhisselam, Mı­sır'da uzun yıllar süren tevhidi mücadelesinden sonra İsrailoğullarıyla birlikte oradan ayrılmış ve Allah'ın yar­dımıyla denizi geçerek, herkesin gözleri önünde boğu­lan Firavun'un zulmünden kurtulmuşlardı. Allah'ı dik­kate alan ve Allah'ın hükümleri istikametinde sürdürülen bir özgürlük hareketi, insanların esaretten kurtulmaları ve insanlara karşı özgürlük kazanmalarıy­la neticelenmişti.

Söz buraya geldiği zaman, M.Ö. 70 li yıllarda ya­şanan Spartaküs olayını çok kısa olarak hatırlamamız­da fayda vardır. Bilindiği üzere Roma'lı bir gladyatör olan Spartaküs, kendisi gibi birer köle durumunda olan diğer gladyatörlerle birlikte isyan etmiş ve bir öz­gürlük hareketi başlatmıştı. Roma imparatorluğunun başkenti olan Roma'dan kaçan Spartaküs ve diğer gladyatörler, geçtikleri yerlerde karşılaştıkları bütün köleleri de kurtarıp, kendilerine katarak, ciddi bir olu­şum meydana getirmişlerdi. Bu özgürlük hareketinin lideri olan Spartaküs, Romalılara karşı bazı kısmi ba­şarılar elde etse de, bu büyük güce karşı İtalya toprak­larında direnemeyeceğini çok iyi bildiğinden; kölelerle birlikte İtalya'nın güneyine inerek önce Sicilya'ya ve oradan da Afrika'nın kuzeyine geçmeyi planlamıştı. Nitekim bu plan istikametinde kölelerle birlikte İtal­ya'nın güney sahillerine doğru ilerlerken, bu hareketi kökünden kurutmak İsteyen Roma ordusu da kendile­rini takip ediyordu.

İşte bu aşamada düşüncelerimiz, M.Ö. 2000 li yıllarda yaşanan benzer bir hadise­ye gidiyor. Çünkü bir özgürlük hareketin lideri olan Spartaküs yanındaki kölelerle birlikte nasıl ki denize doğru gidiyor ve Roma ordusu kendilerini takip edi­yorsa; bir başka özgürlük hareketinin lideri olan Musa Aleyhisselam da yanındaki kölelerle birlikte denize doğru gidiyor ve Firavun ordusu kendilerini takip edi­yordu. Tabi ki bu iki özgürlük hareketi arasında çok önemli bir fark vardı. Spartaküs'ün hareketi realiteyi dikkate alan ve akli tedbirleri öncüleyen beşeri bir ha­reket iken; Musa Aleyhisselam'm hareketi hakkı dik­kate alan ve Allah'ın hükümlerini önceleyen İlahi bir hareketti.

Yaşanan realiteyi dikkate alan ve aklı Önceleyen Spartaküs, kölelerle birlikte denize doğru İlerlerken bu denizi nasıl geçebileceklerini düşünmüş ve çok sayıda gemiye sahip oîan Kilikyahlarla irtibata geçerek, önemli bir ücret karşılığında onlarla anlaşmıştı. Ancak bu anlaşma yarar sağlamamış, Kilikyalı korsanlar Ro­malıların daha yüksek bir ücret teklif etmeleri üzerine, köleleri taşıyacak olan gemileri açık denize çekmişler­di. Nitekim sahile geldiklerinde gemilerin açığa çekil­diğini gören Spartaküs ve köleler, arkalarından yetişen Roma ordusu tarafından topluca kılıçtan geçirilmişler­di.

İsrailoğullarıyla   birlikte   denize   doğru   ilerleyen Musa Aleyhisselam ise denizi nasıl geçeceğini bilme­mesine ve hiçbir gemiciyle anlaşmamasına rağmen, İlahi hüküm istikametinde ilerlemiş ve bu hükmün ya-nıbaşında olan İlahi yardıma mazhar olarak. Firavun ve ordularından kurtulmuştu. İşte beşeri hareketler ile İlahî hareketler arasındaki önemli fark budur. Günü­müz dünyasında köleleştirilmiş toplumları, köleieşüril-miş kitleleri bu esaretten kurtarmayı amaçlayan İyi ni­yetli İnsanların, tarihi birer Örnek niteliğindeki bu iki hareketi mutlaka dikkate almaları gerekir. Çünkü ismi özgürlük veya kurtuluş hareketi de olsa,  Allah'ı ve O'nun hükümlerini dikkate almayarak Allah'a karşı da bir özgürlük iddiasında bulunan her beşeri hareket, gerçek düzlemde insanlar için hiçbir zaman bir özgür­lük veya kurtuluş hareketi olamayacaktır. Nitekim in­sanlık tarihinde bir tane Musa Aleyhisselam olmasına rağmen, beşeri özgürlük hareketlerinde hem kendile­rini ve hem de çevresindeki insanları telef eden yüzler­ce Spartaküs bulunmaktadır. Evet,

şanı yüce Rabbimizin lutfuyla denizi geçen ve gözleri önünde Firavun hanedanının boğuluşunu izle­yen İsrailoğulları, çok uzun yıllar kendilerine dayanıl­maz işkenceler yapan, kadınlarını sağ bırakıp erkek çocuklarını öldüren Firavun ailesinden artık kurtarıl­mıştı. Elbetteki bütün bu yaşanan olaylarda, onlar için Rabbirnizden büyük bir imtihan vardı. Herşeyi hakkıyle gören ve hakkıyla bilen Rabbimiz, onları uzun yıllar­dır çektikleri bu büyük zulümden kurtarmış ve şükredil-mesi gereken büyük bir nimetle karşılaştırmıştı. İlahi bir lütuf la karşılaşan İsrailoğulları, acaba şimdi, şimdi ne yapacaklardı? Onların kar­şısına geçerek "Ben sizin en yüce Rabbinizim" diyen Firavun'a, yüreklerinde duydukları korku ile hiç itiraz etmeyen, dayanılmaz İşkenceler yapmasına ve erkek çocuklarını öldürülmesine rağmen çok uzun yıllar Fira­vun'a karşı kulluğa ve köleliğe devam eden bu İsrailo­ğulları; kendilerini zillet verici bu esaretten kurtaran Rahman'a karşı acaba nasıl bir kulluk yapacaklardı? Rahmetten ve merhametten uzak bir zalim olan Fira-vun'dan korkup-sakmdıkları gibi, rahmetin ve merha­metin ta kendisi olan Rahman'dan da korkup-sakına-caklar mıydı? Uzun yıllar kendilerine zillet veren çok zorlu bir kulluğu ve köleliği yaşayan İsraiioğulları, bü­tün bu mucizelerden ve İlahi yardımlardan sonra kendilerine izzet verecek koiay ve rahmetli bir kulluğu ya­şayacaklar mıydı?

Elbetteki onlar için büyük bir imtihan, Önemli bir denemeydi bu. Gerçi temiz akıl ve temiz vicdan sahibi herkes için, bu imtihanın gereğini yapmak hiç de zor olmamalıydı. Çünkü Firavun'a karşı duydukları korku­nun yarısını Allah'a karşı duysalar ve Allah'tan kor-kup-sakınsalar, Rahman olan Allah'ın rahmet ve mağfiretiyle karşılaşabilirlerdi. Ayrıca bunu yapmamaları için de hiçbir sebeb yoktu. Kendilerini Firavun'un zulmünden kurtaran Allah (Celle Celaluhu), zaten kendi­lerine zalim Firavun gibi yaklaşmıyor ve onlara güç yetiremeyecekleri hiçbir şeyi yüklemiyordu. Dolayısıyle Rahman'a yüzlerini dönmeleri ve bu İlahi rahmetin farkına varmaları, kendilerinden istenilen kulluğu ko­layca yaşamaları İçin fazlasıyla yeterliydi. Ancak du­rum böyle olmasına rağmen, İsrailoğullarınm bu Önemli imtihanda ne yapıp-ne yapmadıklarını bundan sonraki bölümlerde daha iyi göreceğiz.

Rabbimİzin lutfuyla denizi geçen ve gözleri önün­de Firavun hanedanının boğuluşunu izleyen İsrailoğulları, artık kendileri için yeni ve diğer insanlara karşı öz­gür bir döneme girmişlerdi. Firavun hanedanının zuİüm dolu gölgesinde geçen esaret yıllan artık geride kalmış ve İsrailoğullarınm bağımsız bir kavim oiarak ta­rih sahnesine çıktıkları yepyeni bir dönem başlamıştı. Denizi geçtikten sonra Musa Aleyhisselam'ın li­derliğinde İlerleyen îsrailoğulları. deniz kenarındaki Rakka kasabasından geçerlerken, bu kasaba halkının taştan ve ağaçtan yapılmış İnek heykellerine tapın­makta oldukların) gördüİer. Gördükleri şeye tapan ve taptıkları şeyi gören bu putperest kavmin durumu, he­nüz iman ve tevhidin ne olduğunu yeterince bilmeyen İsrailoğullarınm hoşuna gitti!.

Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bu put­perestlere bir süre baktıktan sonra. Musa Aleyhisselan yanına giderek "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap1" dediler. Peygamberlerinden bir put değil, bir iîah yapmasını isteyerek, putu İlah ye­rine koyan ve ilah olarak isimlendiren bu şaşkınlar, taştan ve ağaçtan da olsa görülebilir bir ilah talep ediyorlardı!. Belki de alemlerin Rabbi olan Allah'ın, taş veya ağaç heykellerle şekillendirilmesin) ve görülebilir bu putlarla sembolize edilmesini istiyorlardı!.

Musa Aleyhisselam'ın tabi ki hiç beklemediği bir istekti bu!.

Mısır'da yaşanan onca mucizeden ve Firavun or­duları Allah'ın emriyle halak edildikten sonra, bütün bunları açıkça gören İsraîloğullarının İmanlarına iman katacaklarını ve hiç kuşku duymadan doğru yola tabi olacaklarını zanneden Musa Aleyhisselarn, bu İsrailo­ğullarınm yapacakları azgınlıklar ile Firavun'u bile geri­de bırakacaklarını nereden bilebilirdi ki!. Nitekim duy­duğu öfke dolu bu şaşkınlık ile kendisinden bir ilah yapmasını İsteyen şaşkınlara dönerek "Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz. Onların içinde bu­lundukları din, yokolmaya mahkumdur ve onların bü­tün yaptıkları da batıldır." dedi.

îsrailoğullanm küfürle değil cahillikle suçlayan ve putlara yönelen o kavmin durumuna açıklık getiren Musa Aleyhisseİam, onların içinde bulundukları dinin yokolacağını ve niyetleri ne olursa olsun bütün yaptık­larının batıl olduğunu belirttikten sonra sözlerine şöyle devam etti..

"Allah sizi alemlere üstün kılmışken, ben size O'ndan başka bir ilah mı arayayım?"

Musa Aleyhisselam'ın bu sözlerinde, hiç kuşkusuz ki Allah'tan başka bir ilah arama kaygısı ve düşüncesi yoktur. Meseleye kendisinden bir İlah isteyen kavmi­nin boyutundan yaklaşan Musa Aleyhisseİam, onların bu batıl isteğini hem imani ve hem de akli açıdan sorgulamaktadır. Yegane İlah olan Allah, yarattığı kulları­na nasıl yaklaşırsa yaklaşsın ve onlara ne yaparsa yap­sın, O'nun bu yaklaşımını sorgulayacak veya O'nu bundan engelleyebilecek başka hiçbir İlah yoktur. İlahi gerçeklik bu olmasına ve O'ndan başka sığınabileceği­niz bir İlah olmamasına rağmen, size ne oluyor ki bun­ca yaşananlardan sonra O'ndan başka bir İlah arıyor­sunuz?

O sizleri zelil ve hakir kılsaydı, sizleri yarsız ve yardımsız bıraksaydı, yine de O'ndan başka sığınacağınız bir Rab, yardım alabilece­ğiniz bir İlah yoktur. Kaldı ki O Rahman ve Rahim olan Allah, sizlere lütfetmiş ve sizleri alemlere üstün kılmıştır. O halde ne oluyor, size ne oluyor ki Allah'tan başka bir İlah istiyorsunuz? Allah'ın büyük bir Iutuf ile sizlere yardım etmesine ve sizleri alemlere üstün kıl­masına böyle mi karşılık vereceksiniz?

Hocam, İsrailoğullarmın alemlere üstün tutulma­sını nasıl anlamamız gerekir?

Önemli bir soru Fatih. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde zikredilen bu gerçek, kavmiyetçilik duygusundan kurtulamayan bazı müslümanları ciddi İs­tifhamlara sürüklerken, bu hitaba muhatab olan İsra-iloğullarını da ne yazık ki şüküre değil, nankörlüğe ve azgınlığa sevketmiştir. Oysa şanı yüce Rabbİmiz aEy Israüoğulları! Size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir za­manlar) alemlere üstün kıldığımı anın. buyurur­ken, bu durumun onlar için bobürlenilmesi gereken bir ayrıcalık değil, şükrediimesi gereken bir nimet olduğu­nu belirtmektedir.

İsrailoğullarının alemlere üstün tutulmasının ne­den ve hikmetlerini anlayabilmek için Kur'an-ı Ke-rim'e yöneldiğimiz zaman; bu İlahi nimetin İsrailoğul­larının Allah'a karşı duruşlarıyla, yönelişİeriyle, iman ve teslîmiyetleriyle hiçbir ilgisinin olmadığını görürüz. Nitekim şanı yüce Rabbimiz "Andolsun, Biz onları bir ilim üzere (kıyamete kadar ki tutumlarım, ne yapıpne yapmayacaklarını çok iyi bilmemize rağmen) alemlere karşı üstün kıldık.[22] buyurarak, İsrailoğullarmın alemlere üstün kılınmasının bu kavmin kendisiyle veya kendi kalitesiyle ilgili bir durum olmadığına işaret et­mektedir. O halde Adil ve Rahman olan Rabbimizin, bu kavmi alemlere üstün kılmasının neden ve hikmeti nedir? İşte bu sorunun cevabını, çok uzun yıllar önce yaşamış olan İbrahim Aleyhissefam'ın şu kalbi duala­rında görmemiz mümkündür.,

"İbrahim, İsmail'le birlikte Evin (Ka'be'nin) sütunla­rını yükseltiyor (ve şöyle dua ediyordu;) "Rabbimiz biz­den (bunu) kabul et, şüphe yok, Sen işiten ve bilensin, Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (Müslüman) bir üm­met (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et Şüphe yok, Sen tevbeleri ka­bul eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara peygamber gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Hiç şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.[23]

Rabbimiz nezdinde kabul gören bu dua, Hz. İshak soyundan gelen İsrailoğullarını da rahmetli kapsamına

alarak, onları alemlerdeki diğer ins ve cin kavimlerin­den farklı ve üstün bir konuma yükseltmiştir. İsraiİoğul-larını alemlerdeki diğer kavimlerden üstün bir konuma yükselten bu en büyük nimet; İbrahimi duada belirtil­diği gibi kendi içlerinden peygamberler gönderilmesi, kitabın ve hikmetin öğretilerek onların arındırılmak is-tenmesiydi. Nitekim bu İbrahimi duanın bir tecellisi olarak binlerce yıl İsrailoğullarına kendi içlerinden bir­çok peygamberler gönderilmiş, apaçık ayetlerle hakka ve hakikate davet edilmişlerdir.

Alemlerin Rabbi olan Allah'ın, rahmet ve hidayeti, mağfiret ve inayeti, hiç kuş­kusuz ki yüzlerini Allah'a yönelten her kavme karşı açık ve her kavmi kuşatmaktadır. Mesela şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de, devlet olmuş ve yeterli bir güce ulaşmış olan müslümanlara "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ül­keden çıkar; bize katından bir veli (koruyucu sahib) gön­der, bize katından bir yardım eden yolla" diyen kadınlar, çocuklar ve erkeklerden zayıf bırakılmışlar adına savaş­mıyorsunuz?[24] buyurmaktadır. Zayıf ve çaresiz bir durumda yüzlerine Allah'a dönen bu insanlar için müzminlerin savaşmasını emreden Rabbimiz. yeterli bir güce ulaşmış bulunan bu mü'minlerin olmadığı dö­nemlerde, Kendisinden yardım isteyen o mustazafları yardımsız mı bırakacaktı?

Elbetteki hayır!.

Yeterli güce ulaşan mü'minlerin olmadığı dönem­lerde, Rabbimiz bu duaya Kendisi karşılık verecek ve hangi kavimden olursa olsun o insanları hiç kuşkusuz ki yardımsız bırakmayacaktı. İşte İsrailoğullannın -yüz­lerini Allah'a dönerek O'ndan yardım isteyen- bu ka­vimlerden farkı, onlar iman doiu bu samimi duayı yap­masalar da Allah katından bir yardım ve yardımcıyla karşılaşmış olmalarıdır. Çünkü onların yapmadığı bu duayı, ataları İbrahim Aleyhisselam yapmış ve Rabbi­miz "Halilim" diyerek dost edindiği İbrahim'in bu du­asını kabul etmişti. Nitekim Firavun dönemindeki İsrailoğullarında   ne   böyle   bir   imanı,   ne   de   imandan kaynaklanan böyle bir samimi duayı genei düzlemde görmememize rağmen; onların layık olmasından de­ğil, İbrahimi duayı kabul eden Rahman'ın lutfundan kaynaklanan İlahi bir yardıma mazhar olduklarını gö­rüyoruz. Tabi ki kabul gören bu İbrahimi duanın sade­ce dünya hayatını kuşattığı ve hesap gününe uzanma­dığı,   konuyla   ilgili   ayetlerin   devamında   açıkça zikredilmektedir.,

"Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir zamanlar) alemlere üstün kıldığımı anın. Hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden bir şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korkun. [25]

Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, alemlere üstün kılınan bütün İsrailoğullarına "Atanız kim olursa olsun, soyunuz kime dayanırsa dayansın, bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceğiniz o büyük günde hiçbir üstünlüğünüz ve hiçbir ayrıcalığınız yok­tur. Hiçbir kimseden fidye alınmayacağı ve hiçbir yar­dım görülmeyeceği o günde; atanız olan İbrahim değil sizin için, şefaate layık olmayan babası için bile şefaat etmeyecek ve ona yardımcı olmayacaktır. Soy bağları­nın kesileceği ve hiç kimsenin soyuna veya kavmine bakılmayacağı o gün, herkes kendi amellerinin hesabı­nı verecektir." buyurulmaktadır.

İbrahim Aleyhisselam'ın kabul gören duası vesile­siyle alemlere üstün kılınan İsrailoğullarının bu duru­mu, elbetteki günümüze kadar gelen bir durum değil­dir. Çünkü asırlar boyu İçlerinden peygamberler gönderilmesine ve arındırılmak istenilmelerine rağ­men isyan eden ve haddi aşan İsraİloğuilarına Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. İsrailoğullarından küfredenler artık İbrahim gibi bir peygamberin duasını değil, kendilerine gönderilen Davud ve Mer­yem oğlu İsa gibi iki peygamberin lanetini taşımakta­dırlar. ,

"İsrailoğullarından küfredenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve had­di aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münker (çirkin iş)lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmak­ta oldukları şey ne kötü idi!. Onlardan çoğunun küfre sa­panlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür, Allah onlara ga-zablandı ve onlar azabda ebedi kalacaklardır.[26]

Bir zamanlar alemlere üstün kılınan İsrailoğulları­nın Rabbimiz katındaki daha sonraki durumları, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu ayetlerle açıklık kazan­maktadır. ,

Onların üzerine korluk ve yoksulluk (damgası)

vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinden ve peygamberleri haksız yere öldürmelenndendk (yine) bu, isyan etmele­rinden ve sının çiğnemelerindendi

Şüphesiz iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiiler(den her kim) Allafy 'a ve ahiret gününe iman eder, salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. [27]

Dikkat edilirse 61. ayet-i kerimede İsrailoğulları­nın hem Musa dönemindeki isyan ve azgınlıklarına, hem de sonraki asırlarda öldürecekleri peygamberlere dikkat çekilerek gazaba uğratıldıkları belirtilmektedir. Devamında zikredilen 62. ayet-i kerimede ise bu genel gazabın fert fert bütün İsrailoğullarını kuşatmayacağı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanların Allah katında ecirlerinin olduğu bildiril­mektedir. Artık İsrailoğulları için kavmi kuşatan genel bir gazap söz konusu iken, kişileri muhatap alan özel bir müjde söz konusuydu. Bu müjdenin muhatabı olanlar ise hangi kavime mensup olursa olsun Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunan­lardı.

Evet. bu kısa açıklamadan sonra tekrar konumuza dö­nüyoruz. İsrailoğullarını karanlıklardan nura çıkarması ve onlara Allah'ın günierini hatırlatması için ayetlerle gönderilen Musa Aleyhisselam, kendisinden bir İlah yapmasını isteyen kavmine "Ailah sizi alemlere üstün kılmışken, ben size O'ndan başka bir ilah mı arayayım?" dedikten sonra onlara Allah'ın nimetlerini bir kez daha hatırlatmak istedi.,

"Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı, onlar sizi en daya­nılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınız! boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir sınav vardır. Rabbiniz "Andol-sun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, hiç şüphesiz Benim aza­bım pek şiddetlidir." buyurmuştur." Bu apaçık sözîerle kavmini uyarıpkorkutmak isteyen Musa Aleyhisse-lam, hiçbir İsrailoğlunun inkar edemeyeceği bu nimet­leri hatırlatarak Allah'ın üzerinizdeki bu nimetlerine rağmen, siz şimdi putlara mı yöneleceksiniz?" diyor ve onları Bir olan Allah'a kulluğa ve binlerce kez şükre davet ediyordu.

Fakat bir gariplik, bir tuhaflık İçindeydi bu İsrailoğulları!. Sanki on­lar Allah'ın yardımına ve nimetlerine muhtaç değiller de, Allah onların şükrüne muhtaçmış gibi kibirli ve suskun bir havaya girmişlerdi!. Gönülleri daraltan bu suskunluğa daha fazla dayanamayan Musa Aleyhisse-lam, iman ve öfke dolu bir sesle "Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü küfredecek olsanız bile, şüphesiz Aİlah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür. diyerek; yegane İlah olan Allah'ın kullara değil, kulların Allah'a muhtaç olduğunu açık bir şekilde dile getirdi.

Musa Aleyhisselam'ın öfkelendiğini hisseden İsrailoğulları, bu sözler üzerine hiçbir itirazda bulunmadı­lar. Çünkü Alemlerin Rabbi olan Allah'ı yeterince dikkate almasalar da, kızdığı zaman çok hiddetlenen Mu­sa Aleyhisselam'ı dikkate alıyorlar ve onun elinde tut­tuğu o esrarengiz asadan oldukça çekmiyorlardı!. İçin­de yılanları, ejderhaları barındıran ve denizleri ikiye ayıran bu asa, İsrailoğullarına göre çok sıradışı bir asaydı!. Musa Aleyhisselam'dan görülebilir bir İlah is­teyen bu şaşkın ve sapıklara bir fırsat verilse, belki de bu asayı yüksek bir yere dikecekler ve birçok mucize­sine şahit oldukları bu asaya tapınmak isteyeceklerdi!. Çünkü onlar,

doğruyu yalanlayan ve yanlışlayan, yalanı yaldızlayan ve alkışlayan şaşkınlardı..

 

Allah İle Kırk Gece Sözieşerek Tur'a Çıkma Ve Tevrat Levhalarının Verilmesi

 

Musa Aleyhisselam uzun yıllar sonra Allah İle tek­rar konuşmak, O'na münacaatta bulunmak ve îsrailo-ğulları için hakkı batıldan ayıracak hükümleri içeren Tevrat levhalarını almak için Rabbimizle sözleşmişti. Bu çok önemli sözleşmenin ve vaidleşmenin yeri, yine Tur-u Sina yani Rabbimizin ilk buluşmada mübarek kıl­dığı Sina dağı idi. Musa Aîeyhisselam ile otuz gece ola­rak sözleşen ve buna on daha İlave eden Rabbimiz, böylelikle bu kutlu süreyi kırk geceye tamamlamış olu­yordu.

Musa Aleyhisselam İsrailoğullarıyla birlikte Sina dağının eteklerine geldiği zaman, kardeşi Harun Aley-hisseİanVa "Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma" dedikten sonra onlardan aceleyle ayrıldı. Çünkü bir an önce Tur'a çıkmak ve bir an Önce Rabbisiyle buluşmak istiyordu.

Hocam, kardeşine "Bozguncuların yolunu tut­ma'1 diyen Musa Aleyhisselam, kardeşinin bozguncu­luk yapacağından mı endişe ediyordu?

Hayır Hamdü. Musa Aleyhisselam'ın elbetteki kardeşinden bir şüphesi, kardeşinden bir endişesi yok­tu. Onun bozgunculuk konusundaki bütün endişesi, kendilerine bir türlü güvenemediği İsrailoğullarıyla ilgi­liydi. Denizi geçtikten ve Firavun hanedanının gözler Önünde boğuluşunu açıkça izledikten hemen sonra bi­le kendisinden bir İlah yapmasını isteyen bu kavim, ne yazık ki her türlü fesat ve bozgunculuğa çok yakın bir kavimdi. Dolayısıyle kardeşi Harun Aleyhisselam'ı bu önemli konuda uyarıyor ve bu sözlerle ona "Bunların arasında her an bozgunculuk çıkaranlar olabilir. Sen onların yolunu kesinlikle izleme ve onları ıslah et." di­yordu.

Kardeşine bu nasihati yaptıktan ve onu kendi ye­rine vekil tayin ettikten sonra kavminden aceleyle ay­rılan Musa Aleyhisselam, hızlı adımlarla Tur'u Sina'ya yöneldi. Uzun yıllar önce gördüğü bir ateş üzerine dünyevi nedenlerle bu dağa çıkan ve neyle karşılaşaca­ğını hiç bilemeyen Musa Aleyhisseİam. şimdi bambaş­ka bir durumda ve bambaşka bir yürüyüş içindeydi. Bu dağa ilk çıkışında bir bilinmezliğin verdiği tedirginlikle yürümek istemeyen ayaklan, geride kalan o yıllara gö­re yaşlanmış olmasına rağmen şimdi durmak ve din­lenmek istemiyordu. Çünkü bu güzel ayakların taşıdığı bu çok güzel yürek, artık ne için-nereye gittiğini ve git­tiği yerde nasıl bir Rahman ve bu Rahman'ın nasıl bir rahmettyle karşılaşacağını çok iyi biliyordu.

Rabbimizin tayin ve takdir ettiği vakitte sözleşme yerinde olan Musa Aleyhisselam, kendisi İçin büyük bir ayrıcalık olan İlahi lutufla yine karşılaşmış ve Rah­man olan Rabbİmiz onunla yine konuşmaya başlamış­tı. Uzun yıllar sona tekrar kulağına ve gönlüne ulaşan bu İlahi kelam, artık çok başka bir hoşluk veriyordu yü­reğine. Yıllar Önce korku, heyecan ve ürkeklik içinde duyduğu ve dinlediği bu İlahi kelamı, şimdi sevgi ve şü­kür duyguları içinde dinliyordu. Çünkü Rahman olan Rabbi bütün vaadlerini gerçekleştirmiş, onları bu dava­da hiç yalnız ve yardımsız bırakmamış, kavmini Fira­vun hanedanından ve onların zulmünden kurtarmıştı. Uzun yıllardır bu İlahi yardım ve İlahi yakınlıkla iç içe yaşayan Musa Aleyhisselam'ın gönlündeki Rab sevgi­si, hiç kuşkusuz ki tarif olunmaz bir şekilde artmıştı. İşte şimdi bu Rabbisinin huzurunda, bu Rabbisiyle konuşuyordu Musa Aleyhisselam. Kalbine muhteşem bir hoşnutluk ve mutmainlik veren bu konuşmayı yaparken, gönlünde hissettiği bir başka isteği, bir başka arzusu daha vardı Musa Aleyhisse­lam'ın. Sevdiği, çok sevdiği Rabbisini görme arzusuy-du bu!. Duyduğu bu arzunun temelinde Rabbe karşı bir kuşku, bir şüphe değil, Allah'a duyduğu sevgi ve sevda vardı. Dünya kulağı ile duyduğu Rabbisini, dünya gözüyle de görmek İstiyordu!.

Musa Aleyhisselam'a göre zor veya imkansız bir şey değildi bu!. Çünkü Rabbisi yıllar önce kendisine "Seni görmekteyim, seni işitmekteyim ve seninle be­raberim" buyurmuştu. Bu İlahi gerçekliği bildiren Rab­bisi hiç kuşkusuz ki şimdi de kendisini görmekte, ken­disini işitmekte ve kendisiyle beraberdi. Zaten bu gerçekliği Musa Aleyhisselam da yaşıyor, Rabbisini görmenin dışında O'nu işitiyor ve O'nunia beraber ol­duğunu yakinen hissediyordu. Buradaki tek eksiklik, kendisini gören Rabbisini, kendisinin görememesiydü. Bunun da yegane nedeni, Musa ASeyhisselam'ın Rab­bisini görememesi değil, Rabbisinin Kendisini göster­memesi olmalıydı!.

Kendisini gören Rabbisi,

her ne hikmettense şimdiye kadar Kendisini gös­termemişti!. Bunun nedenini veya hikmetini anlaya­mayan Musa Aleyhisselam, gönlündeki Rab sevgisiyle ve Rab sevdasıyla çığ gibi büyüyen bu arzuyu daha faz­la içinde tutamayarak "Rabbim, göster Kendini, göre­yim Seni" dedi. Açıkça dile getirdiği bu temenni ile perdelerin kalkacağını ve çok sevdiği Rabbisini görebi­leceğini umud ediyordu!.

Musa Aleyhisseİam saf bir yürekten kaynaklanan bu tertemiz temennisini günümüzdeki vahdet-i vücut­çulara veya kitablanndan tanıdığımız (umarız ki o batıl görüşlerden beridir) Muhiddin Arabi'ye iletseydi, hiç kuşkusuz ki ona gülümseyerek bakacaklar ve "Ey Mu­sa!. Zaten O'ndan gayrı bir şey görmüyorsun!. Gördü­ğün her şey Odur" diyeceklerdi. Bu sözlerle Musa Aleyhisselam gibi bir peygamberi irşat ettiklerini zan­neden bu şaşkınlar, elbetteki irşat edilmeye bizzat ken­dileri muhtaç olan kimselerdir.

Kelime-i tevhidde beyan edilen "Allah'tan başka ilah yoktur" gerçeğini, "Allah'tan başka hiçbir şey yoktur" görüşüne indiren ve bu görüşten hareketle ya­ratılmış her şeye İlahilik nisbet eden vahdet-i vücutçu­lar, ne yazık ki çok ciddi bir aldanış ve şaşkınlık İçinde­dirler. Dilediği her şeyi yoktan yaratmaya muktedir olan Allah'ı, Kendi zatından veya nurundan yaratma­ya mecbur kılan bu anlayış, netice olarak Yaratıcı ile yaratılmışı aynı kefeye koyarak büyük bir zulüm içine girmektedirler.

Hocam, naşı! böyle bir hataya düşüyorlar?

Elbetteki durdukları yerde düşmüyorlar Fatih!. Hatta bu hataya düşmeleri ve bu hatayı benimseyebil-meleri için, çok uzun yıllar düşündüklerini de söyleye­biliriz. Çünkü bu görüşü savunabilmeleri; bu görüşe aykırı gözüken yüzlerce ayet-i kerime üzerinde yıllarca çalışmalarına, bu ayetleri tevil edebilmelerine ve bu ayetlere batın ve batıl yorumlar getirebilmelerine bağ­lıdır. Zor ve yanlış bir yola talip olan bu insanların te­mel hatası; Yaratıcıyı ve yaratılmış alemi tanımak yeri­ne, Yaratıcıyı ve yaratılmış alemi tanımlamayı tercih etmeleridir.

Oysa herhangi bir şeyi tanımak.İlahi ölçüleri dikkate alan mü'minler İçin o şeyi tanımlamaktan hem daha doğru, hem de daha kolay bir yoldur. Çünkü bir şeye karşı tanıma yönelişinde, o şeyin gerçekliğine ait bir olasılık vardır ve insanoğlu bu  hak olasılığı bulmaya ve anlamaya çalışır. Tanımlama yönelişinde ise bu olasılıklar, insan düşüncesinin sevi­ye ve keyfiyetine göre bazen onlarca, bazen yüzlercedir. Tabi ki nefsi ve şeytani vesveselere rağmen bu yüz­lerce olasılık içinden hak olan tek olasılığı bulmak veya bu tek olasılığı bulsa bile -kendilerini, bu konuda fazla­ca düşünmeden iman eden diğer inananlarla aynı se­viyeye düşüreceğinden- bu olasılığı kabul etmek hiç kolay değildir. Çünkü sıradan insanlardan farklı ve özel olmak kaygısı, böylesi durumlarda iman ve teslimiye­tin önüne geçebilmektedir.

Tanımlama hatası, insanlık tarihi boyunca, insanların tarihi bir hata­sı olmuştur. Bir insanın haksız yere büyüklenmesinde, kibirlenmesinde, kendisini müstağni görerek azmasın­da ve azgınlaşmasında, bu insanın kendisini yanlış ta­nımlaması vardır. Şeytanın apaçık bir düşman olarak fazlaca dikkate alınmamasında, bir heykelin, bir lide­rin, bir şeyhin veya bir devletin ilah edinilmesinde de, bütün bunların yanlış tanımlanması vardır.

Tanımlama hatasının en vahimi ve en tehlikelisi ise ne yazık ki alemlerin Rabbi olan Allah'a karşı ya­pılmış ve Allah'a karşı yapılmaktadır. Nitekim birçok kavmi şirk ve küfüre düşüren, onların helak edilmesi­ne neden olan en büyük hata, alemlerin yegane Rab­bi olan Allah'ın yanlış tanımlanmasıdır.

Bu tarihi hata, ne yazık ki sinsi ve bulaşıcı bir has­talık gibi Muhammed ümmetinin de içine girmiş, bazı ekol ve meşreplerle varlığını günümüze kadar sürdür­müştür. Bunların içinde önemli bir yer tutan vahdet-i vücutçular, söz konusu tarihi hatayı günümüzde de de­vam ettiren kimselerdir. Bunları dinlediğinizde veya Muhiddin Arabiye nisbet edilen eserleri okuduğunuz­da, inatla ve ısraria Allah'ın tanımlanmaya çalışıldığını görürsünüz.

Hocam, o eserlerde güzel gerçekler de varî. Elbetteki var Fatih!./Çünkü hakka muhtaç olan batıl, batıla muhtaç olmayan hak gibi değildir. Batıl, haktan alıntı yapmasa ve içine hakkı karıştırmasa, bu batıla zaten müşteri çıkmaz. Burada önemli olan söz konusu eserlerdeki doğru ve gerçek bilgiler değil, bu eserlerin insanlara vermek istediği ana fikirdir. Eserler­deki bu ana fikrin temelinde ise ne yazık ki Allah'ı ta­nımlama hatası bulunmakta ve bu eserleri okuyan in­sanlar, Muhiddin Arabi'nin tanımladığı Allah telakkisinden hareketle söz konusu yanılgılara düş­mektedirler. Ayrıca şu hususu da belirtmek isterim ki, herhangi bir görüş, kendisini İfade edebilmek için ne kadar uzun anlatımlara ihtiyaç duyuyorsa, o görüşe o kadar ihtiyatlı yaklaşmamız gerekir. Çünkü hak ve hak görüşler, herkesin anlayabileceği çok kısa cümle ve anlatımlarla bile kendisini ifade edebilirken; insanları haktan döndürmeyi amaçlayan batıl görüşlerin, insan­ların farkedemeyecekleri kadar geniş virajlar alabilme­leri için çok uzun anlatımlara, çok geniş tevil ve yo­rumlara ihtiyaçları vardır.

Batıl bir görüşü etkin kılmanın en kısa yolu ise, bu görüşü peygamberlerde dahil olmak üzere sa­lih insanlara nisbet etmek ve söz konusu görüşe akli veya Kur'ani değil, imani bir yaklaşım sağlamaktır. Zaten Muhammed ümmetinin saf bir samimiyetle hiç sorgulamadan kabul ettiği yanlış görüşler, geçmişteki salih kimselere nisbet edilen görüşler değil midir? Me­sela "İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifesidir!." görüşü, ne yazıktır ki uzun asırlardır müslümanlar arasında ka­bul gören bir görüş olmuştur. Geleneksel din kültürü­nü yeterince sorgulamadığım yıllarda, benim de doğru zannettiğim bu görüşü kimler ve hangi delile dayana­rak ortaya atmışlardır, hiç bilmiyorum. Oysa Kur'an-ı Kerim'i dikkate aîan, kendilerini ve Allah'ı doğru tanı­yan mü'minieri, Allah korkusuyla titretmesi gereken bir görüştür bu!. Çünkü yeryüzünde halef ve halife ola­rak yaratılan İnsanlar, yeryüzünde Allah'ın değil, ken­dilerinden öncekilerin halefidir. Yeryüzünde Allah'ın halefi olma ve O'nun yerine geçme iddiasıyla karşımı­za çıkanlar, Firavunlar, NemrudSar ve onlar gibi azgın­laşan müstekbirlerdir.

Önemli bir kimsenin halefi olmak, aynı kimsenin elçisi olmaktan elbetteki çok daha büyük bir makam­dır. Çünkü haleflikte, önemli kimsenin sadece elçiliği­ni yapmak değil, bizzat onun yerine geçmek, onun ye­rini almak ve onun yerine söz sahibi olmak keyfiyeti vardır. Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki şanı yüce Rab-bimiz en sevdiği peygamberlerine dahi yeryüzünde "Allah'ın halifesi" gibi İlahlıkla İlgili bir makamı değil, "Allah'ın elçisi" gibi kullukla ilgili şerefli bir makam vermektedir. Fakat ne gariptir ki Kur'an-ı Kerim gibi muazzam bir Kitab'ın korunmuşluğuna ve bu Kitab'da-ki İlahi gerçekliklere rağmen böylesi batıl görüşler ka­bul görebilmektedir!.

İtikad ve amelle ilgili bu gibi ciddi hatalar, insanların kendilerini ve Allah'ı yanlış tammiamalarından kaynaklanmaktadır, Tanımlama hatasının ye­gane çaresi İse gerçeği tanımak ve İlahi gerçeklikle ta­nış olmaktır. Kendisini, yaşadığı alemi ve bu alemleri yaratan Allah'ı doğru tanıyan bir insan, bütün bunlara karşı doğru bir anlayış ye doğru bir duruş içinde ola­caktır. Doğru tanımanın biricik Ölçüsü ise ölçünün ta kendisi olan Kur'an-ı Kerim'e iman ve ihlasla yönel­mek, tanımak istediğimiz her şeyde bu İlahi Kitab'ın hükümlerini -tevil ve yorumlarla esnetmeye hiç kalkış­madan- hak ve değişmez bir Ölçü olarak kabul etmek­tir. Allah'a karşı anlayış ve duruşumuzda da, esas al­mamız gereken bir yaklaşımdır bu. Yaratılmış bir mahluk olarak, bizleri Yaratan Allah'ı tanımlamaya kalkışmanın, haddi aşmak anlamına geldiğini bilerek bundan sakın­mamız ve şanı yüce Rabbimizi, tanıyabildiğimiz kadar Kur'an-ı Kerim'den tanımamız gerekir.  Bir mü'min olarak Rabbimizi bir sayfalık Kur'ani bilgi ile tanıma­mız ve haddi aşan İnsanların binlerce sayfalık tanımla­masından kaçınmamız, bizler için hem daha güvenli, hem daha hayırlıdır. Rabbimizi tanımlamak için değil, daha iyi tanıyabilmek için göstereceğimiz çabalarda, konuyla ilgili bütün ayetleri dikkate almalı, bu ayetler­de gücümüz nisbetince derinleşmeli ve bunları yapar­ken hiçbir ayetin açık manasından uzaklaşmamalıyız. Bu çok kısa açıklamayı şimdilik yeterli görerek, vahdet-i vücud görüşünü benimseyenlerin veya bu görüşe ilgi duyanların, Kur'an-ı Kerim'i esas alarak kendilerine gelmelerini temenni ediyoruz. Gerçi bu teslimiyetin onlar için zor olduğunu bihyorum. Çünkü sıradışı ve ayetdışı bu itikat ile kendilerini çok ayrıca­lıklı gördüklerini, biz sıradan müslümanlar gibi inanmadıklarını biliyor ve batıl da olsa bu itikadın onlara gizli ve coşkulu bir heyacan verdiğini hissedebiliyo­rum. Ayrıca kendilerine yapılan hak nasihatler karşı­sında, Muhiddin Arabinin verdiği ayna örneğine sığın­dıklarını ve cesetteriyle birlikte akıllarını da bizden tarafta bırakarak, kupkuru bir görüntü olarak aynanın içine kaçıverdiklerini de görüyorum.

Hocam, ayna örneği ne?

Somut tenkitlerle karşılaşan vahdet-i vücutçulara, Muhiddin Arabinin gösterdiği soyut bir kaçış noktası­dır bu!. Yaratılmış her şeye İlahilik nisbet eden Muhid­din Arabi, ayetlere dayanan görünür tenkitlerden ken­disini koruyabilmek için bu ayna örneğini vermiş ve yaratılmış alemi -Sümme haşa- Allah'ın aynadaki gö­rüntüsüne benzettikten sonra, aynadaki bu görüntü için "Hem O, hem O değil!.'1 demiştir. Nitekim üzerin­deki cüppeyi göstererek "Cübbemin içindeki hem O, hem O değil!." demesi de, aynı bulanık görüşün bir başka bulanık İfadesidir.

En küçük ihtimaldeki, en büyük iyimserlikle, Rabbimiz nezdinde "Hem mü'min, hem mü'min değil!. Hem müslim, hem müslim değil" durumuna düşecek olan bu şaşkınlar, asıl iti­bariyle korkutucu bir yanlışlık ve akibeti elem bir sa­pıklık içindedirler. Çünkü ağaçtan veya taştan yapılmış birkaç şeye ilahilik nisbet ederek, birkaç şeyi Allah'a eş koşanlar, ebedi cehennem İle tehdit ediliyorsa; her şeye İlahilik nisbet ederek, her şeyi Allah'a eş koşanları acaba nasıl bir akibet beklemektedir? Dü­şünen bütün mü'minler için bu insanların akibetleri, felsefi yorumlarda değil, bu küçücük sorunun kısacık cevabındadır.

Evet, bu dosyayı şimdilik kapatıyor ve hak olan konu­muza, hakkı açıklayan ayetleri dikkate alarak devam ediyoruz. Gönlündeki Rab sevdasıyla "Rabbim, göster Kendini, göreyim Seni" diyen Musa Aleyhisselam, açıkça dile getirdiği bu temenni ile perdelerin kalkaca­ğını ve çok sevdiği Rabbisini görebileceğini umud edi­yordu!. Çünkü kendisini gören, kendisini işiten, kendi­siyle beraber olan Rabbi, hiç kuşkusuz ki orada, hemen oralarda olmalıydı!.

Tabi ki biz yaratılmışlara özgü bir yanılgıdır bu!. Rabbimize ait bazı esma ve sıfatların, farklı ve sınırlı bir içerikte bizlerde de bulunmasının, bizler açısından hem müsbet ve hem de menfi sonuçları vardır. Bu Özelliklerin sınırlı da olsa bizlerde olmasının müsbet sonucu, Rabbimizin esma ve sıfatlarının bizim için çok genel anlamda anlaşılabilir olmasıdır. Mesela Rabbimiz bizlere görme, işitme veya sabır özelliklerini vermeseydi, Rabbimizin Basİr, Semi ve Sabır sıfatfannın en genel anlamda bile ne olduğunu anlayamaz ve bu anlaşılmazlık İçinde "'Görmek, işitmek ve sabretmek de neyin nesidir?" derdik- Ancak benzer özellikler sınırlı bir içerikte bizlerde de oİduğu için, Rabbimizin bu es­ma ve sıfatlan hakkında genel ve doğru bir anlayışa sahip olabiliyoruz. Meselenin müsbet yönünde atılan İİk adım ve bu ilk adımın müsbet sonucu budur.

Bu özelliklerin bizlerde de olmasının menfi sonu­cu ise, bu müsbet yönde ikinci adımı atmamız ve ken­dimizden hareketle Allah'ın esma ve sıfatlarının mahi­yetini özel olarak tanımlamaya kaikışmamızdır. İşte durmamız ve haddimizi bilerek duraksamamız gereken nokta budur. Çünkü iİk adımı atmamız ve kendimizden hareketle Rabbimizin esma ve sıfatları hakkında çok genel bir anlayışa sahip olmamız ne kadar doğru ise; aynı istikamette ikinci adımı atarak yine kendimizden hareketle Rabbimizin esma ve sıfatlarını özel bir içerik­te tanımlamaya kalkışmamız, o kadar yanlıştır. Bu yak­laşım Allah'ı Kendi Zatına göre tanımak değil, alemle­rin Rabbi olan Allah'ı kendimize göre tanımlamak olur!. Oysa Allah bizlerden ve bizlerin böylesi tanımla­malarından çok yüce ve çok münezzehtir.

Fakat ne yazık ki böylesi yanılgılara düşülebilmek-te ve insanlara Rabbimizi tanıtmayı amaçlayan esma-ül hüsna kitablarında bile, Allah'a ait birçok esma, bu esmanın insanlara yansıyış biçimine göre tarif edil­mektedir. Mesela Es Sabr olan Rabbirniz, hiç kuşkusuz ki sabır sahibidir. Ancak Rabbimizin sabrını, kendi sa­bır anlayışımıza göre açıklayıp, kendi sabrımıza göre tanımlayamayız. Çünkü bizim sabır anlayışımız ve sa­bır amelimiz, zaman ve mekan içinde gerçekleşmekte­dir. Bir örnek vermek gerekirse, Mısır dönemindeki İs-railoğulları Firavun'a ve Fİravun'un zulmüne uzun yıllar sabretmişlerdir. Şimdi bundan hareketle "Rabbİ-miz de Firavun'a ve Firavun'un zulmüne uzun yıllar sabretmiştir" diyemeyiz. Çünkü zamandan ve mekan­dan münezzeh olan, Firavun'un doğumunu, helakim ve cehennemdeki akibetini aynı anda gören Rabbimi-zîn Sabır esması, bizlerdeki bu sabır anlayışının çok ötesinde ve çok farklı ufukları ndadır.

Hocam!. Rabbimizin zamandan ve mekandan münezzeh olduğu, Kur'an-ı Kerİm'de açıkça yazıyor mu?

Kur'an'da açıkça  yazmıyor  fakat  bizler  birçok ayet-i kerimeden bu gerçeği açıkça anlıyoruz Fatih. Mesela dünyevi fırsatlarını yitirmiş olan cehennemlik­ler, kıyamet kopmasına, dünya hayatı çok gerilerde kalmasına ve her şey yepyeni bir yaratılışla yeniden varolmasına rağmen İlahi huzurda başları Öne eğilmiş olarak "Rabbimiz gördük ve işittik; şimdi bizi geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bil­giyle inananlarız [28]diyerek, dünya ha­yatına geri döndürülmeleri için yalvaracaklardır. Bu is­tek ile karşılaşan Rabbimiz, zamandan ve mekandan münezzeh olmasaydı, bu İsteğin gerçekleşemeyeceği­ni buyururdu. Oysa şanı yüce Rabbimiz "Geri çevrilseler bile, kendisinden sakındınldıklan şeylere şüphesiz yi­ne döneceklerdir.   Çünkü onlar,  gerçekten  kafirlerdir.[29] buyurarak, bu talebin Kendisi için mümkün ol­duğunu ancak onların geri çevrilmeyeceğini belirtmiş­tir. Karşısındaki yaratılmış insanların bile zaman ve makanda geriye dönme taleplerini yerine getirebilecek olan Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki Kendi Zatında zaman­dan ve mekandan münezzeh bir Rabdır.

Sabır sıfatında olduğu gibi Rabbimizin Basir sıfatı da, hiç kuşkusuz ki bizlerin görme özelliğinden çok farklı bir içerikte ve çok farklı bir münezzehliktedir. Mesela bizler deniz kenarındaki bir orman manzarası­na baktığımız zaman "Gördük" diyerek görüntüden kastettiğimiz şey, karşımızdaki varlık aleminin en yüze­yindeki, en ince zardır. Basİr olan Rabbimizİn nazarın­da ise makrodan mikroya külli bir görüş ve külli bir gö­rüntü vardır. Bir denize nazar edildiğinde hem denizin, hem denizin içindekilerin, hem içindekilerin içindekile-rinin, hem de içindekilerin, içindekilerin, içindekilerin aynı anda görülmesi, çok sınırlı ve yüzeysel bir görme imkanına sahip olan bizlerin anlamaktan dahi aciz olacağı bir durumdur.

Ayrıca Basir olan Rabbimizİn, herhangi bir şeyi görebilmesi için karanlığa veya aydınlığa, somutluğa veya soyutluğa, yakınlığa veya uzaklığa hiçbir İhtiyacı yoktur. İşte Tur-u Sina'da kendisiyle beraber olan, kendisiyle konuşan ve kendisini gören Rabbisini oralarda veya oralara yakın zanneden Musa Aleyhisselam'in, belki de zanni yanılgısı buydu!. Bu zanni yanıl­gıyla Rabbisini görme arzusunu dile getirmiş ve oralarda olup da onu gören ancak Kendisini göster­meyen Rabbisine t:Ey Rabbim, göster Kendini,, göre­yim Seni" demiştir.

Musa Aieyhisselam'ın, Kendisini hangi niyetle ve hangi güzel duygularla görmek istediğini çok iyi bilen Rabbimiz, onu hiç suçlamadan ve hiç azarlamadan "Beni asla göremezsin" diyerek, dünya gözüyle bunun mümkün olmadığını beyan etti. Nitekim ''Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi başka. Ger Çekten   O,  yüce olandır,   hüküm  ve  hikmet sahibidir.

[30]buyuran Rabbimizİn, Musa Aleyhisselam ile aracısız değil de, vadinin sağ yanındaki bir ağaçtan seslenilerek konuştuğunu beyan etmesi, aynı gerçekli­ğin bir başka ifadesiydi.

Ancak meseleye kendi acziyetinden değil. Rabbi-sinin kudretinden bakmaya devam eden Musa Aley­hisselam için, yeterince açık bir cevap değildi bu? Çünkü inandığı ve İman ettiği Rabbisi, her şeye Kadir olan bir Rab idi. Dolayısıyle her şeya Kadir olan bu Rab dilerse, Musa Aleyhisselam O'nu hiç kuşkusuz gö­receğini, görebileceğini umuyordu!. Oysa dikkate al­madığı husus; dünya gözüyle Allah'ı göremeyeceği gerçeği, her şeye Kadir olan Allah'ın kudretiyle değil, kendisinin aciz yaratılışiyla ilgili olup-bu yaratılışın dün­ya hayatında değişmeyeceği ve değiştirilmeyeceği idi.

Musa Aieyhisselam'ın bu zannını ve bu düşünce­lerini çok iyi bilen Rabbimiz, ona yaratılmış dünya ha­yatından bir örnek vermeyi dileyerek "Yine de şu da­ğa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de Beni göreceksin" buyurdu. Bu İlahi buyruk üzerine Rabbi­mizİn azamet ve kudret dolu nazarından belki de çok uzak ve çok küçük bir nebze dağa tecelli edince, müs­takim olan dağ bir anda param parça oldu. Gördükle­ri karşısında bayılarak yere düşen Musa Aleyhisselam, kendine geldiğinde görmesi gereken her şeyi görmüş ve anlaması gereken her şeyi anlamış gibiydi. Kalbin­deki dünya gözüyle görülebilir Rab telakkisi dağ ile birlikte param parça olmuş, onun yerini izzet ve yüceliği­ni idrak etmede aciz kaldığı muazzam bir Rab telakki­si almıştı. Gönlüne sığmayan bu Rab telakkisi ve bu Rab anlayışı ile, az önceki isteğinin beşeri yaratılışını aşan bir İstek olduğunu farketmişti. Güneşe bile bak­maktan aciz olan gözleriyle, alemlerin Rabbİ olan Al­lah'a bakmak ve Allah'ı görmek istemişti!. Huşu ve haşyetle dolan gönlünden yükselen bir sesle ''Rabbim, Sen ne yücesin. Sana tevbe ettim ve ben iman eden­lerin ilkiyim" dedi.

Hocam!. Daha önceki imanı, iman değil miydi?

Elbetteki makbul ve sahih bir imandı Merve ha­nım. Çünkü her müslüman Allah gerçeği hakkında, bildiği doğrulardan ve bildiği kadarıyla sorumludur. Dolayısıyle Musa Aleyhisselam'ın önceki imanı, yine biİdiklerini tümüyle kapsayan sahih ve salih bir iman­dı. Bu olayı yaşadıktan sonra ise gönlündeki Rab te­lakkisi muazzam bir yükseklik kazanmış ve "Ben iman edenlerin iikiyim" derken, gönlündeki bu yepyeni Rab telakkisini kastetmişti. Bu yepyeni Rab telakkisi ile sanki Allah'ı yeni tanımış ve Allah'a yeni iman etmiş gibiydi!.

Yanlış veya yersiz de olsa bir isteğinin geri çevril­mesinden dolayı kulunun üzülmesini ve hüzünlenmesi­ni istemeyen Rabbimiz, kendisine verilmeyeni değil verilenleri dikkate almasını dileyerek "Ey Musa. Sana verdiğim risaletimle ve seninle konuşmamla seni in­sanlar üzerinde seçkin kıldım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol" buyurdu. Bu İlahi buyruk ile aciz bir mahluk olmasına rağmen nasıl bir nimet ile şereflendiğini çok iyi anlayan Musa Aleyhisselam, şükrüne şükür katarak hamd-ü senalarda bulundu.

Musa Aleyhisselam'a rahmet ve merhametle yak­laşan Rabbimiz, ona Levhaları vererek "Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki hükümlerin en gü­zeline sarılsınlar. Size fatsıklann yurdunu pek yakında göstereceğim" buyurdu. Musa Aleyhisselam'a verilen bu Levhalarda, her şeyden bir öğüt ve kullan için ge­rekli olan her şeyin yeterli bir açıklaması vardı. Levha­ları alan Musa Aîeyhisselam, İsrailoğullannın bu İlahi hükümlere, bu İlahi Kitaba nasıl yaklaşacaklarını dü­şündü!. Uzun yıllardır yaşanan olaylardan ve açıkça görülen onca mucizeden sonra, hiç kuşkusuz ki hepsi­nin inanacağını, hepsinin iman edeceğini, hepsinin teslim olacağı hükümlerdi bunlar. Musa Aleyhisse­lam'ın asıl itibariyle çok doğru ve çok yerinde olan bu umud dolu beklentilerine, her şeyi hakkıyle bilen Rab­bimiz şu cevabı verdi.,

"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar. Dosdoğru yolu da görseler, onu yol olarak benimsemezler. Azgınlık yolunu gördükle­rinde ise, onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayet­lerimizi yalan saymaları ve onlardan gafil olmaları do-îayısıyladır. Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalan sayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar ancak yap­makta oldukları amellerle cezalandırılırlar."

Ayetleri yalanlayan bu inkarcıların kimler olduğu­nu düşünen Musa Aleyhisselam, Tur'a çıktığında Rab-bimizle yaptığı ilk konuşmaları hatırladı.  Şanı yüce Rabbimiz, kavminden aceleyle ayrılan ve durmak bil­meyen hızlı adımlarla Tur'a gelen Musa Aleyhisse-lam'a "Ey Musa, seni kavminden 'çarçabuk ayrılmaya iten' nedir?" diye sormuştu. Musa Aleyhisselam bu so­ru üzerine, gönlündeki Rab sevgisiyle "Onlar arkamda İzim üzerindedirler. Hoşnut kalman için, Sana gelmek­te acele ettim Rabbim" diyerek cevap vermişti. "On­lar, arkamda izim üzerindedirler" derken, onların sap­madıklarını ve aralarında cahiller veya şaşkınlar olsa da doğru yolda kendisini takip ettiklerini belirtmek is­temişti.

Acaba verdiği bu cevap doğru değil miydi? Kardeşini kendi yerine vekil bırakarak araların­dan ayrıldıktan sonra kavminde bir değişiklik veya doğru yoldan bir sapma mı olmuştu? Musa Aleyhisse-lam'ı endişe ve kuşkulara düşüren bütün bu sorular, Rabbimizin "Ey Musa!. Biz senden sonra kavmini de­nemeden geçirdik. Samiri onları şaşırtıp-saptırdı" ha­beriyle cevabını buldu. Hiç beklemediği bu haberi alan ve kavminin yaptıklarından dolayı Rabbisinden utandı­ğını hisseden Musa Aİeyhisselam, kavmine oldukça kızgın ve üzgün olarak dönmeye başladı.

 

Samiri'nin Buzağı Ve Musa Aleyhisselam'ın Dönmesi

 

İsrailoğulları Musa Aleyhisselam'dan tapınmak için görebilecekleri bir İlah yani bir put yapmasını iste­diklerinde, bir heykel ve döküm ustası olan Samiri'nin içinde küfür dolu bir ateş tutuşuvermiştiî. Böyle bir is­tekte bulunan İsrailoğullanna, bu istediklerini verebile­cek yegane kişi elbetteki kendisi olmalıydı!. Fakat Mu­sa Aleyhisselam'ın yanında bunu nasıl söyleyebilir, böyle bir şeye nasıl cesaret edebilirdi ki!. Dolayısıyle küfür dolu bu arzusunu gizledi, kapkaranlık bir gölge ve İğrenç bir leke gibi gizli tuttu kalbinde!.

Musa Aleyhisselam'm bir müddet sonra Rabbisiy-le münacaat için Tur-u Sina'ya çıkması, küfrünü ve us­talığını göstermek isteyen Samiri için güzel bir fırsat olmuştu. Musa Aleyhisselam kendi yerine Harun Aley­hisselam 'ı bırakmış olsa da, İsrailoğullannın onu yete­rince dikkate almadıklarını ve fazlaca dinlemeyecekle­rini çok iyi biliyordu. Ancak yine de Harun Aleyhisselam'ın engellemesinden endişe ederek, ya­pacağı işin ilk aşamasında şirk ve küfür dolu bu ama­cını gizlemeyi tercih etmişti.

Görülebilir bir üah isteyen şaşkın ve sapıkların önde gelenleriyle gizlice konuşarak, onlara bu istekle­rini yerine getirebileceğini ve yolculukları esnasında yüklendikleri zinetleri ateşe atmalarını istedi. Normal şartlarda mala ve zinete çok düşkün olan bu sapıklar, mal sevgisini de aşan bir küfür arzusu ile zinetlerini ateşe atıverdiler. Bir başka kavime ait olan bu zinetle-rin, Musa Aleyhisselam'dan habersiz olarak bir ema­net veya gasp yoluyla yüklenilmiş olması, put amacıy­la zinetlerini ateşe atanların dışında kalan İsrailoğuilarını da rahatsız eden bir durumdu. Bu ra­hatsızlığı hisseden İsrailoğullan, sapıklıkta önde giden­lerin bu zinetleri haramdan kurtulmak için ateşe attık­larını zannederek, onlar da haksız yere yüklendikleri zinetleri ne yapılacağını bilmeksizin- ateşe atmaya başladılar. Dolayısıyle İsrailoğullanndan bir kısmı hara­mı inşa etmek İçin zinetlerîni ateşe atarlarken, aynı zi-neti yüklenen diğerleri de bu haramdan kurtulmak için atıyorlardı!.

İsrailoğulları bu zinetleri ateşe attıklarında, Sami-ri de aynı ateşin içine, kendisine göre çok Özel olan bir avuç toprağı attı. Küfürde olduğu gibi döküm ustalığın­da da ileri giden Samiri, bir müddet sonra bu erimiş madenden bir buzağı heykeli döküp-çıkardı!. Ancak işin garip ve sıradışı tarafı, bu buzağı heykelinin böğür­mesi veya böğürtüye benzeyen bir inleme sesi çıkarmasıydı!. Bu sıradışı durumu küfrİ bir heyacanla karşı­layan ve sapıklıkta Öne geçen İsrailoğulları, bir hayret ve şaşkınlık içinde olan kavimlerine "İşte, sizin de İla­hınız, Musa'nın da İlahı budur. Ancak o unuttu!  de­diler.

İman ve tefekkürün dışında, sadece gördükleri mucizelerle bulundukları nokta­ya gelen fakat onca mucizeye rağmen Allah'a karşı gerekli teslimiyeti göstermeyen İsrailoğulları, gördük­leri bu sıradışı olayı olağanüstü bir durum olarak ta­nımlamışlar ve hiç düşünmeden buzağı heykelini ken­dilerine  ilah  edinmişlerdi!.   Her  şeyi  hakkıyle  bilen Rabbimizin.   Musa   Aleyhisselam'a   Tur'da   söylediği "Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar. Dos­doğru yolu da görseler, pnu yol olarak benimsemezler. Azgınlık yolunu gördüklerinde ise, onu yol olarak be­nimserler...'' buyruğu, bu olay ile gözle görülebilir bir açıklık kazanmıştı. Çünkü gördükleri onca mucizeye rağmen doğru yolu, yol olarak benimsemeyen İsrailo­ğulları, buzağı heykelinin önünde saygıyla durmaya ve hürmetle  eğilmeye  başlamışlar,   böğüren  bu  buzağı heykelini kendilerine ilah edinmişlerdi!. Hocam, bir heykel nasıl böğürüyor? Bunu şimdilik bilmiyoruz Merve!. Fakat ayet-i kerimelerdeki önemli işaretleri dikkate alarak İnşaallah anlamaya çalışacağız. Buzağının böğürmesi konusun­daki en meşhur yorum, Samiri tarafından heykelin bir­kaç tarafına rüzgarı toplayarak ağız boşluğuna veren hava oluklarının konulması ve bu oluklardan giren rüz­garın bir inek böğürtüsü gibi ağızdan çıkmasıdır!. Kıs­mi bir akla ve çelişkili bir mantığa dayanan bu basit varsayımın, zorlama bir yorum olduğunu düşünüyo­rum. Çünkü buzağı heykeli sadece rüzgar estiği zaman oluklarından giren ve ağızdan çıkan bir hava akımıyla böğürseydi. koskoca bir kavim sebebini bildikleri ve gördükleri bir sesten elbetteki etkilenmezlerdi. Yaşa­nan olay bu kadar basit olsaydı, herkesten önce Ha­run Aleyhisselam yerden bir tutam ot alır ve bu otu buzağının ağzına tıkarak onu susturduktan sonra "Bir tu­tam ota muhtaç olan ve bir tutam otla susan bir buza­ğı, hiçbir rızka muhtaç olmayan ve size devamlı rızık veren İlahınız olabilir mi?" diyebilirdi.

Ancak durum bu kadar basit değildi!. Yaşanan olay, Harun Aleyhisselam'm dahi hayret ve şaşkınlıkla karşıladığı sıradışı bir olaydı!. Çünkü ola­yı yakından izleyen Harun Aleyhisselam bile buzağının böğürmesine İtiraz edememiş ve bu böğürtünün bir al­datmaca olduğunu söyleyememişti. Daha açık bir ifa­deyle buzağının böğürdüğünü veya böğürtüye benze­yen bir ses çıkardığını Harun Aleyhisselam da kabul etmiş ancak bu sıradışı durumu Rabbimizin apaçık bir imtihanı ve denemesi olarak gördüğü için "Ey kav­mim, gerçekten siz bununla denendiniz. Hiç kuşkusuz ki sizin Rabbinİz Rahman'dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin1' demişti.

Harun Aleyhisselam7m buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması konusunda nasıl ki bir itirazı olmamışsa, bizlere bu olayı bildiren şanı yü­ce Rabbimiz de "Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı" ifadesiyle yaşanan ola­yın bu boyutunu doğrulamıştır. Nitekim Rahman olan Rabbimizin buzağıyı ilah edinen İsrailoğullarına rah­met dolu uyarısı "Onun kendileriyle konuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları bir yola yöneltip-iletmediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?" şeklinde olmuştun Dikkat edilirse bu İlahi ikaz ve İlahi uyan, buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bir ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları yanlışta olsa herhangi bir yola çağırmadığı, böy­le bir yola iletmediği noktasında gerçekleşmiştir: Ancak bu apaçık gerçeği görmemiş, bu apaçık gerçeği anlamamıştı İsrailoğullan!. Bü­tün bu olup-bitenler karşısında şaşkına dönen Harun Aleyhisselam ise devamlı olarak kendilerini ikaz ediyor "Ey kavmim, gerçekten siz bununla deneniyorsunuz. Sizin Rabbiniz Rahman olan Allah'dır. Şu halde bana uyun ve emrime itaat edin" diyerek, onları bu sapıklık­tan uzaklaştırmak istiyordu. Küfür sarhoşluğu içinde olan israiloğullan ise o zamana kadar fazlaca önemse­medikleri Harun Aleyhisselam'ın bu sözlerini de hiç dikkate almıyorlar ve ;'Musa bize geri gelinceye kadar bu ilahımıza karşı bel büküp, onun önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız" diyorlardı!.

İsrailoğullarının küfür dolu bu kesin tavırları karşı­sında derin bir çaresizliğe düşen Harun Aîeyhisselarn, kardeşi Musa Aleyhisselam'a verdiği söz olmasa hiç kuşkusuz ki bu kavimi terk eder ve onları kendi sapık­lıkları içinde bırakabilirdi. Ancak kardeşi kendisine "Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncu­ların yolunu tutma" dediği için bu sapıkları terketmi-yor, terkedemiyordu Harun Aîeyhisselam!. Söz dinle­meyen kavminin İçine düştüğü bu sapıklığa eliyle müdahale etmek İstediğinde ise onu öyle hırpalamış­lardı ki. az daha öldürüvereceklerdi!. Artık kavmi gibi o da Musa'yı, o da Musa Aleyhisselam'ı bekliyordu!.

Sevinçli bir aceleyle çıktığı Turdan, üzüntü ve kızgınlık dolu bir aceleyle geri dönen Musa Aleyhisselam, elindeki levhalarla kavminin karşı­sına çıkarak "Ey kavmim, beni arkamdan, ne kadar kötü temsil ettiniz? Oysa Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmadı mı? Bana verdiğiniz söz. sizlere çok mu uzun geldi? Yoksa bana verdiğiniz sözden cayarak, Rabbinizden kaçınılmaz bir gazabın üzerinize inmesini çabuklaştırmak mı istediniz?" diye seslendi. Üzüntü ve Öfke dolu bu hitap karşısında, sapıklıkta önde giden ve bir haramın inşası için zinetlerini ateşe atan İsrailoğul-ları sustular. Ancak zinetlerini haramdan kurtulmak için ateşe atan İsraİlogulları, kendilerini mazur göste­rebilmek ve Musa Aleyhisselam'in kabaran öfkesinden kurtulabilmek için "Biz sana verdiğimiz sözden kendi­liğimizden dönmedik. Ancak daha Önce (senden ha­bersiz) o kavmin süs eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece Samİri de attı. Böylece böğürmesi olan bir buzağıyı ortaya çıkardı. Sonra kav-mimizdeki şu kimseler bizlere böğüren buzağıyı göste­rerek "İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahı budur; fakat o unuttu!." dediler." diyerek, onları suçlayıp-ken-dilerini temize çıkarmak istediler!.

Durumu anlamaya başlayan fakat anladıkça kız­gınlığı daha da artan Musa Aleyhisselam, duyduğu kız­gınlıkla ve "Bu kavim, bu İlahi lutfa layık değildir!." dü­şüncesiyle, elindeki levhaları bıraktı. Sonra öfke dolu bakışlarını kardeşi Harun Aleyhisselam1 a çevirdi. Kar­deşine "Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve boz­guncuların yolunu tutma"  demesine rağmen bütün bunlara neden, neden enge! olmamıştı ki!. Harun Aleyhisselam'ı başından, saçından ve sakalından yakalayarak kendine doğ­ru çekiştirirken, öfkenin açığa çıktığı bir sesle "Ey Ha­run!. Onların saptıklarını gördüğün zaman seni oniara müdahale etmekten alıkoyan neydi? Niye bana uyma­dın, emrime baş mı kaldırclın?" diye haykırdı. Derin bir üzüntü içinde olan Harun Aleyhisseİam, hüzün dolu bir sesle "Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma!. Bu topluluk beni (hırpalayarak) zayıflattı ve neredeyse beni öldüreceklerdi. Hiç olmazsa sen, düş­manları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalim kavimle bir tutma. Ben (bana tabi olanlarla birlikte bunlardan ayrılabilirdim), ancak senin '"İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin"' de­menden korktum!." cevabını verdi.

Kardeşinin hüzün dolu bu yumuşak cevabı karşı­sında sakinleşen ve ona merhametle bakan Musa Aleyhisselam "Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merha­metli olanısın" duasında bulundu. Rahman olan Rab-bimiz bu güzel duaya "Şüphesiz, buzağıyı put edinen­lere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırı­rız. Kötülük işleyip de bunun ardından tevbe edenler ve iman edenler ise; hiç şüphesiz senin Rabbin, bun­dan sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir" karşılı­ğını verdi.

Bu İlahi buyruğun ne anlama geldiğini ve Samiri gibilerini neyle müjdelediğini çok iyi anlayan  Musa Aleyhisselam, o zamana kadar hiç konuşmayan Samiri'ye dönerek "Ya senin amacın nedir ey Samiri?" di­ye sordu. Dikkat edilirse Musa Aleyhisselam Samiri'ye buzağıyı nasıl yaptığını veya buzağının nasıl böğürdü günü hiç sormamıştı!. Çünkü kavmini dinledikten, bögüren buzağıyı gördükten ve onun sesini duyduktan sonra birçok şeyi anlamıştı Musa Aleyhisselam. Nite­kim bu anlayışla Samiri'ye buzağıyı nasıl yaptığını ve­ya buzağının nasıl boğürdüğünü sormamış, sadece "Amacın nedir?" diyerek bunu yapmaktaki amaç ve gayesini Öğrenmek istemişti. Yaptığı işin hala arkasın­da duran Samiri ise "Ben onların görmediklerini gör­düm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıver-dim. Böylelikle nefsim, bana bu yaptığımı hoş gösterdi" cevabını verdi.

Musa Aleyhisselam hiç İtiraz etmedi, hiç tartış­mak istemedi Samiri'nin bu cevabını. Bu kıssa üzerin­de binlerce yıldır düşünen herkesin merakla sormak is­teyeceği "Onların görmediği neyi gördün? Hangi elçinin izinden, ne aldın?" diye, bir soru da sormadı kendisine!. Çünkü Musa Aleyhisselam anlaması gere­ken şeyin, anlaması gerektiği kadarını zaten anlamıştı. Rabbimizİn Samiri'ye ne vadettiğini çok iyi bildiği için, . kendisinden bir cevap bekleyen ve belki de kendisiyle tartışmak İsteyen Samiri'ye "Defol git!." dedikten son­ra ilave etti.,

"Artık sen, bütün hayatın boyunca "Bana dokun­mayın, ne olur benimle temas etmeyin" diye yalvara­caksın. Ayrıca senin için, kendisinden asla kaçınama­yacağın   bir   ceza   günü   vardır.   Önünde   eğildiğin, kendisine kulluk yaptığın ilahına da bir bak, biz onu mutlaka yakacağız ve sonra (toz zerreleri gibi) darma­dağın edip denize savuracağız."

Evet,

Samiri ve Samiri'nin yaptığı buzağıyla ilgili olarak bizlere Rabbimizİn Kur'an-ı KerirrTde verdiği malumat bu kadardır. Zaten iman'etmemiz gereken husus da, meselenin bu genel hatlarıdır.

 

Samirî'nin Gördüğü Ayet Ve Buzağıdan Gelen Ses!.

 

Samiri kıssasını genel bir şekilde vermemize rağ­men, meselenin bu genel hatlarında bizlere sır gibi gö­züken ve müslümanlann ondört asırdır üzerinde ko­nuştukları gizemli boyutlar olduğunu elbetteki biliyo­ruz. Ancak İlahi kelamda anlayamadığımız bir hususu, illa ki anlaşılabilir kılmak için İlahi kelamın zahirinden ve Kur'an'm bütünlüğünden koparak tevil veya yo­rumlara girişmek, şiddetle sakınmamız gereken bir hu­sus olmalıdır. Mesela bu kıssayla ilgili olarak ileri sürü­len ve birçok çevre tarafından kabul gören "Buzağı heykelinin böğürmesi, heykeldeki hava olukları ve rüz­gar nedeniyledir!". "Samiri, İsrailoğullannın görmedi­ği Cebrail'i görmüş ve onun atının izinden bir avuç al­mıştır!" veya "Samiri Musa'nın izinden yani onun öğretisinden bir avuç almış ve sonra bu ilimle veya bu ilmi terkederek böğüren buzağıyı yapmıştır!" gibi ayet­lerin zahirinden, olayın keyfiyetinden ve Kur'an'ın bü­tünlüğünden kopuk yorumlar, bir mü'min ve müslü-man olarak sakınmamız gereken yorumlardır.

Hocam!. Kur'an-ı Kerim apaçık bir Kitab oldu­ğuna göre, bu kıssaları anlamamız veya anlamaya ça­lışmamız gerekmez mi?

Elbetteki gerekir Fatih!. Ancak benim sözünü et­tiğim husus, Kur'an'ın bütünlüğünden ve ayetlerin za­hirinden ayrılarak zoraki yorum veya tevillere girilme­sidir. Herhangi bir ayete getirilen yorum veya tevil, Kur'an-ı Kerim'in bir başka yerindeki sadece bir ayet­le bile çelişiyorsa, bu yorum ve tevili hemen terketme-miz gerekir. Çünkü çelişkisiz bir Kitab olan Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine getireceğimiz yorumların da, her­hangi bir ayetle veya bu ayetlerin hak yorumlarıyla çe­lişmemesi şarttır. Böyle bir duruma düşmemenin en doğru ve en kolay yolu ise ayetlerin tefsir hakkını, bu hakkı öncelikle kendisinde gören ve mufassal olan Kur'an-ı Kerim'e vermektir. Allah'a tevekkül ederek düşünmek ve ayetlerin zahirinden kopmadan Kur'an bütünlüğünde derinleşmek ise biz mü'minler için vaz­geçilmez bir yaklaşım olmalıdır.

O halde bu kıssayı nasıl anlayabiliriz?

İlla ki anlayacağız veya açıklayacağız diye bir şart yok Merve hanım!. Bizler ayet-i kerimelere iman et­mekle ve Allah'tan yardım isteyerek düşünmekle ve araştırmakla mükellefiz. Bu çalışmalarımız karşılığında bazen bir yıl, bazen on yıl sonra netice alabileceğimiz gibi, ömrümüzün sonuna kadar hiçbir netice de ala-

mayabiliriz. Ancak şuna iman etmeliyiz ki ayetlerin za­hirinden kopmayan ve Kur'ani istikametten ayrılma­yan bu çalışmalarımızla bir neticeye veya İlahi gerçek­liğe ulaşamasak dahi, Rabbimiz nezdinde bu çalışmalarımızın çok ciddi ecirleri vardır. Zaten bizlerin asıl gayesi de İlahi gerçekliğe uiaşamasak bile İlahi ecre nail olmak değil midir? Evet,

bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra böğüren buza­ğı kıssası konusunda, hep birlikte düşünmeye ve araş­tırmaya başlayabiliriz. Tabi ki öncelikle kıssayla ilgili olarak bizlere verilen her malumatı en küçük ayrıntısı­na kadar çok iyi almamız, çok iyi algılamamız gerekir. Çünkü bizlere bu kıssayı bildiren şanı yüce Rabbimiz, bizlere kesinlikle gereksiz veya fazla bilgi vermemiş, en küçük ayrıntıda bile anlaşılması gereken büyük hik­metler olduğuna işaret etmiştir. Şimdi böyle bir dikkat ve özen ile Rabbimizin bize verdiği malumata yani eli­mizde ne olduğuna bakalım.,

1. İsrailoğulları kendilerine öfkeyle seslenen Mu­sa Aleyhisselam'a "Biz sana verdiğimiz sözden kendi­liğimizden dönmedik. Ancak daha önce o kavmin süs eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece Samiri de attı. Böylece böğürmesi olan bîr bu­zağıyı ortaya çıkardı." diyerek, kendilerine göre çok makul olan mazeretlerini bildirmişlerdi. Bu makul ma­zeret elbetteki heykelin değerli madenlerden yapılma­sı, güzel veya görkemli olması değil, bu buzağı heyke­linin böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasıydı!.

2. Harun Aleyhisselam'ın bu böğürtüye itiraz et­memesi, bunun bir aldatmaca olduğunu söylememesi ve kavmine "Siz bununla deneniyorsunuz" demesi, bu­zağıdan böyle bir böğürtü sesinin çıktığını kendisinin de kabul ettiğini göstermektedir. Ayrıca bizlere bu ola­yı  bildiren  Rabbimizin   "Böylece   onlara  böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı" ifadesiyle yaşa­nan olayın bu boyutunu doğrulamış olması ve buzağı­yı ilah edinen İsrailoğullanna "Onun kendileriyle ko­nuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları bir yola yöneitip iletmediğini ve onlara bir zarar veya fay­da sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı?" bu­yurarak, İlahi ikazını buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bîr ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları bir yola iletme­diği noktasında gerçekleştirmiştir.

3. İlk iki başlıktan buzağının gerçekten böğürdü-ğünü veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkardığım ka­bul ettiğimiz zaman, bunun nasıl olabileceğini ve bin­lerce İsrailoglunun şahit olduğu bu sesin nereden veya nasıl çıktığını düşünmemiz gerekir. Bu soruya en genel anlamda verebileceğimiz iki ayrı cevap vardır.,

a. Buzağının böğürmesi, Allah'ın izin vermesiyle Samiri'ye ait bir iştir!. Buzağı gerçekten böğürüyorsa, bu işi bir ilim veya yetenekle; buzağı gerçekten böğur-müyor fakat insanlara böğürüyormuş gibi geliyorsa, bu işi Mısır'da öğrendiği büyü veya sihir ile gerçekleş­tirmiştir!. Tabi ki Rabbimizin bizlere olayı veriş şeklini ve ayrıntılarını dikkate aldığımız zaman, bu iki olasılığı da kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü ayet-

lerde bu işin Samiri'nİn ilmine değil nefsine dayanan bir iş olduğu açıkça belirtildiği gibi, büyü veya sihir ola­sılığı da yoktur. Şayet böyle bir şey söz konusu olsay­dı, Musa Aleyhisselam ile karşılaşan büyücülerin orta­ya attıkları ipler hakkında "Onlara debeleniyormuş gibi gözüktü"' diyerek, olaya açıklık kazandıran Rabbi-miz; bizlere bu olayı "Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı" ifadesiyle değil, "On­lara buzağıyı böğürüyormuş gibi gösterdi" ifadesiyle verirdi. Dolayısıyle buzağının böğürmesinin veya bö­ğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasının, Samiri'nİn il­miyle veya büyü ile herhangi bir ilgisi yoktur.

b. Harun Aleyhisselam kavmine "Siz bununla de­neniyorsunuz" derken, hiç kuşkusuz ki kavminin Alİah tarafından denendiğini ve sınandığını bildiriyordu. Za­ten şanı yüce Rabbimiz de Musa Aleyhisselam'a "Biz senden sonra kavmini denemeden geçirdik." buyura­rak, bu olayın İlahi bir deneme olduğunu beyan edi­yordu. Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin İlahi denemelerini incelediğimiz zaman, Rahman olan Rab­bimiz hiçbir kimseyi veya hiçbir toplumu sadece batıl­la başbaşa bırakmadığını ve sadece batılla denemedi­ğini görürüz. Daha açık bir ifadeyle kişilere veya toplumlara yönelik bu İlahi denemelerin içinde, mutla­ka ve mutlaka hak olan bir çok gerçeklik bulunmakta­dır. Zaten bir kimsenin veya bir toplumun sapması da. bilinen ve görülen hak gerçekliklere rağmen batıla meyletmesi değil midir? Dolayısıyle meselenin çok önemli olan İlahi deneme boyutunu dikkate aldığımız zaman, Sünnetullah'a çok uygun olan şu yaklaşımda bulunabiliriz.,

"Bu olay gerçekleşinceye kadar onlarca büyük mucize İle İsrailoğuilannın iman ve teslimiyetini dene­yen Rabbimizin, bu olayda onlara gösterdiği bir ayet ile İsrailoğuilannın isyan ve küfrünü denemiştir. Bu ne­denle buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması, İsrailoğullarını denemek isteyen Rabbi­mizin gösterdiği bir ayet, bir işarettir."

Sünnetullah'a çok uygun olan bu İiahİ deneme anlayışı, elbetteki kabul edilmesi gereken bir anlayıştır. Ancak burada cevaplamamız gereken bir soru vardır. İsrailoğullarına Rabbîmiz tarafından gösterilen bu ayet; hiçbir sebeb veya illete dayanmadan, Rabbimizin sadece "Ol" hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi midir? Bunun muhal olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Rahman olan Rabbimiz put yerine konulan bir heykele "Ol" hükmüyle böğürme sesi vermekten münezzeh olduğu gibi; şayet buzağının böğürmesi sadece "Ol" hükmün­den kaynaklansaydı, Samirİ'nin elçinin izinden bir avuç alması ve onu ateşe atması gibi verilen bilgilerin hiçbir önemi kalmazdı. Dolayısıyle buzağının böğür­mesi veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarması, Rab­bimizin "Ol" hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi değil; İlahi gerçekliğini kendi içinde barındıran ilmi bir ayet veya sıradışı bir hadiseydi.

Hocam, bu ilmi ayet neydi?

İşte cevaplamamız gereken soru budur Fatih. Bu­nun cevabıyla ilgili olarak bize verilen ayrıntılar ise Samîri'nin "Ben onların görmediğini gördüm, böylece elçinin İzinden bir avuç aldım. Sonra onu ateşe attım ve bunu bana nefsim hoş gösterdi." sözleridir. Yani aradığımız cevap, Rabbimizin bizlere Önemle ve ısrar­la bildirdiği bu sözlerde, bu ayrıntılarda gizlidir. Tabi ki aradığımız cevabı Rabbimizin izni ve İutfuyla bulmaya çalışırken, kavmine dönen ve kavmini dinledikten son­ra buzağı heykelini gören, onun sesini duyan Musa AleyhisselanVın sıradışı'bu olaydan niye etkilenmediği­ni, Samiri'ye "Sen ne gördün? Hangi elçinin izinden ne aldın ve bunu nasıl yaptın?" gibi soruları neden sor­madığını, buzağıyı niye tekrar ateşte eritip, onu parça­larına ayırdığını ve olay deniz kenarında geçmemesine rağmen toz haline getirilen bu parçaların niye denize götürülüp,  denize savurduğunu da dikkate almamız gerekir.

Evet, bütün bunları Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde dik­kate alarak, Samiri'nin "Ben onların, görmediğini gör­düm ve elçinin izinden bir avuç aldım" sözünü düşün­meye başlayalım. Farklı bir kıraatle okunduğu zaman "Ben sizin görmediğinizi gördüm" anlamını kazanarak Musa Aleyhisselam'ı da kapsayabilecek olan bu ifa­deyle, Samîri ne demek İstemişti? İsrailoğuilannın gör­mediği neyi görmüş ve hangi elçinin izinden bir avuç ne almıştı? Burada hiçbir delile dayanmadan er-resul kelimesiyle kastedilen elçinin Cebrail Aleyhisseiam ol­duğunu söylemek ve Hz. Ali Radyallahu anha veya İbn Abbas'a   nisbet   edilen   rivayetleri   kabul   edebilmek mümkün değildir. Çünkü -Rabbim rahmet eylesin Razi'nin de belirttiği üzere Cebrail Aleyhisselam'ın Resul ismiyle anılması yaygın olmadığı gibi, olayın Öncesinde ondan bahsedilmemiştir ki er-resul kelimesinin ba­şındaki lam-ı tarif, ona bir işaret veya ona bir gönder­me sayılabilsin. Dolayısıyle er-resul (malum veya bili­nen resul) ifadesiyle, bu olayın içindeki resul yani Musa Aleyhisselam kastedilmektedir. Peki Samiri,

Musa   Aleyhisselam'in   İzinde,   Israiioğullarının görmediği neyi görmüş ve bir avuç ne almıştı? Ra-zi'nin desteklediği ve günümüzdeki birçok araştırmacı­nın kabul ettiği Ebu Müslim'in görüşüne göre; ayette­ki "Elçinin izinden bir avuç aldım'1 ifadesiyle, "Musa Ateyhisselam'm izinden, onun Öğretisinden yani onun sünnetinden ve kendisiyle emrolunduğu şeylerden bir avuç aldığı"  kastedilmiştir.  Dolayısıyle Samiri Musa AleyhisseianVa verdiği cevapta "Ey Resul. Ben senin izinden yani senin sünnetinden ve dininden bir şeyler kaptım ve onu attım" demek istemiştir. Tabi ki bize göre çok muallakta kalan ve ayetlerin zahirinden ko­puk olan bu görüşü de kabul edemeyiz. Çünkü ayet-i kerimelerin açık anlamlarında resulün izinden avuçla bir şey alındığı ve elle tutulabilen bu somut şeyin ate­şe atıldığı bildirilmektedir.

Şimdi ayetlerin zahirine ve Kur'an'm bütünlüğü­ne uygun görmediğimiz bütün bu yaklaşımları bir ke­nara bırakarak, söz konusu ayetlerin açık ve zahir ma­naları üzerinde düşünelim. Samiri resulün izinde yani Musa Aleyhisselam'm ayağıyla bastığı bir yerde, İsra-iloğullarının görmediği sıradışı bir şey görmüş ve o iz­den bir avuç almıştır. Bizler gibi yerde yürüyen bir in­san   olan   Musa   Aleyhisselam'm,   Samirî'nin   "Ben onların görmediğini gördüm" dediği an bastığı yer bir kaya olsa. o kayadaki izinden bir avuç alınamayacağı için, o an bastığı yerin avuçla alınabilecek toprak veya kum olduğunu anlayabiliriz. Tabi ki cevaplamamız ge­reken soru. Musa Aleyhisselam'ın bastığı bu toprakta Samiri'nin nasıl bir şey gördüğüdür. Çünkü Samiri "Ben onların görmediğini gördüm" derken, Musa Aleyhisselam7m bastığı ve iz bıraktığı bu toprakta ola­ğanüstü bir şey gördüğünü bildirmektedir. Kur'an-ı Ke-rim'de Rabbİmizin de "O, Öyle gördüğünü zannetti!." diyerek tekzip etmediği bir gerçek olan bu sıradışı du­rum neydi? Samiri'nin yerin her tarafında değil, sade­ce Musa Aleyhîsselam'ın bastığı yerde gördüğü bu ola­ğanüstü durum neyin nesiydi?

Musa Aleyhisselam'ın bastığı toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal varsa; Kur'an-ı Ke-rinrdeki peygamber tanımını dikka,te alan mü'minler olarak, topraktaki bu olağanüstü durumu Musa Aley­hisselam'ın bu toprağa ayağıyla basmasına bağlama­mamız gerekir. Çünkü her insan gibi yeryüzünde gezi­nen bir beşer olan peygamberlerin bastığı yerlerin, ayak basma ile olağanüstü bir hal veya mucizevi bir özellik kazanacağını düşünemeyiz. Dolayısıyle Musa Aleyhisselam'ın bastığı toprakta sadece Samiri'nin gördüğü bu olağanüstü durum, Musa Aleyhisselam'dan veya onun basmasından değil, toprağın bizzat kendisinden kaynaklanması gereken bir durumdur.

Rabbimizin yardımıyla düşüncelerimiz bu noktaya geldiği zaman, Kur'an-ı Kerim'deki Musa Aleyhisse­lam kıssasını baştan sona tekrar gözden geçiriyor ve Musa Aleyhİsselam "m bu kıssa boyunca bastığı hangi toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Musa Aleyhİsselam Tur-u Sina'ya ilk çıktığında, şanı yüce Rabbİmiz "Ey Musa, ben senin Rabbinim. Ateşte olanlar da, çevre­sinde bulunanlar da mübarek kılınmıştır. Ayakkabıları­nı çıkar, çünkü kutsal vadi olan Tuva'dasın." buyur­muştu. Bu İlahi hitaptan söz konusu yerin kutsal olduğunu hiç kuşkusuz kabul etmemize rağmen, Sami-ri'nin gördüğü mucizevi toprağın burada olamayacağı­nı çünkü Musa Aieyhisselam'ın Tur-u Sina'ya tek başı­na çıktığını biliyoruz.

Musa Aleyhİsselam kıssasını bir bütün oîarak tek­rar gözden geçirirken "Musa Aleyhİsselam'm bastığı ve Samirİ'nin gördüğü bu mucizevi toprak neresidir?" sorumuzun, tek bir cevapla karşılaştığını görüyoruz.

Hocam, ben buldum!. Neresidir Veli?

Deniz yarıldıktan sonra denizin dibinde açılan kupkuru yoldaki toprak.

Gerçekten çok güzel bir cevap ve çok güzel bir tesbit Veli. Peki bu sonuca nasıl vardın veya o toprak­ta Samiri'nin gördüğü mucizevi durum neydi?

Orada bir mucize yaşandığını dikkate alarak bu sonuca vardım. Ama Samiri'nİn ne gördüğünü bilmi­yorum!.

Bu da güzel!. Şimdi Samirİ'nin ne gördüğünü hep birlikte anlamaya çalışalım. Bu önemli sorumuzun, önemli cevabını bulabilmemiz için, yine Kur'an-ı Ke­rim bütünlüğünde Rabbimizin tüm mucizelerini gözden geçirmemiz gerekir. Rabbimizin Kur'an'da zikret­tiği mucizelerin bir kısmı ilime, sebeb ve illete dayanır­ken; maddenin tabiatına aykırı mucizeler İse sadece Rabbimizin söz konusu maddeye yönelttiği kesin emi-re dayanmaktadır. Mesela ateş, yaratılışı icabı yakıcı olmasına rağmen Rabbimizin "İbrahim'e karşı serin ve esenlik ol" emriyle, asıl itibariyle yakıcı olan ateş, İbra­him Aleyhisselam'a karşı serin olmuştur. Ayna şekilde Nuh tufanında da. Rabbimizin yere ve göğe yönelik emirleri vardır. Nitekim tufanın bitiminde de yere ve göğe iıEy yer suyunu yut, ey gök sen de tut" emrinin verilmesi, bizlere bu gibi mucizelerin üst planını gös­termektedir. Bazen de söz konusu mucizelere ilişkin yaratılmış maddeye yönelik bu gibi emirler; İsa Aley­hİsselam Örneğinde görüleceği gibi Rabbimizin izin ve dilemesiyle peygamberler tarafından verilmektedir.

Bunlardan hareketle denizin yarılması ve kupku­ru bir yol açılması mucizesine geldiğimiz zaman, bu mucizelerin gerçekleşmesinde denize ve toprağa veri­len İki ayrı emir vardır. Denize yarılmasını ve arasında güvenli bir boşluk bırakarak ikiye ayrılması emredilir-ken; deniz suyunu içine çektiği için bir çamur halinde olan toprağa da, kupkuru olabilmesi İçin suyunu he­men bırakması emredilmiştir. Denize ve deniz dibinde­ki toprağa yönelik bu iki ayrı emirin; dolaysız olarak Rabbimiz tarafından mı, yoksa Rabbimizin izniyle Mu­sa Aleyhİsselam tarafından mı verildiği, ayet-i kerime­lerde açıkça belirtilmemektedir. Ancak şanı yüce Rab­bimizin, Musa Aleyhisselam'a "Kullanma denizde kuru bir yol aç. (Denizi geçtikten sonra bile) Mutlaka izleneçeksiniz. Yetişilmekten korkma. Denizi kendi halinde açık bırak. Çünkü onlar boğulacak olanlardır." buyru­ğunu düşündüğümüzde; denizin yarılmasına ve kuru bir yol açılmasına yönelik emirlerin, Rabbimizin izniy­le Musa Aleyhisselam'a verildiği kanaati ciddi bir ağır-lık kazanmaktadır. Evet,

gerçekleşen bu mucizelerin Kur'an-ı Kerim'de be­lirtilen üst planını dikkate aldığımızda, denize ve deniz dibindeki toprağa yönelik bu emirlerin verildiğini anla­yabiliyoruz. Şimdi bu anlayışla, mucizenin gerçekleşti­ği o zamana geri dönelim. Bildiğiniz gibi mevcut tari­hi  rivayetlerin  aksine,   Musa  Aîeyhisselam'm  deniz kenarına gelince durmadığını, orada durup "Asanla denize vur" hitabını beklemediğini ve denize girerek su boğazına gelesiye kadar yürüdüğünü söylemiştik. Bu­nu söylerken hem Kur'an-ı Kerim'deki peygamber ta­nımından hareketle peygamberlerin kendilerine göste­rilen  yolda  son   noktaya  kadar  gittiklerini  ve  İlahi yardımın bu son noktada geldiğini dikkate almış, hem de bu Samiri olayını göz Önünde tutmuştuk. Çünkü Musa Aleyhisselam denize girip, su boğazına gelesiye kadar denizde yürümeseydi,  Samiri îsrailoğullannın görmediği o şeyi göremeyecekti!. Zaten söz konusu tarihi rivayetleri doğru kabul ettiğim dönemlerde, Sa-miri'nin göremeyeceği şeyi ben de görememiş ve bu tarihi olayın mahiyetini anlayamamıştım.

Şimdi mucize anma tekrar geri dönüyoruz. Rab­bimizin gösterdiği yolda son noktaya kadar yürüyen ve suların boğaza geldiği bu son noktada kendisinden razı ve hoşnut olan Rabbimizin denize vur" em­riyle karşılaşan Musa Aleyhisselam, asasıyia denize vurmuş ve söz konusu mucizeler gerçekleşmişti. Deniz yarılmış ve her parçası bir dağ gibi olmuştu. Firavun ordularının yetişeceği korkusuyla, kendileri İçin açılan bu kupkuru yola giren İsrailoğulları, bir yandan yürü­yorlar ve bir yandan da üzerlerine kapanıvereceğinden korktukları, her parçası koca bir dağ gibi olan su küt-İesine bakıyorlardı!. Çünkü koskoca bir dağ gibi olan bu su kütlelerinin önünde, bunları tutabilecek olan hiç­bir set, hiçbir enge! yoktu!.

Suların kapanıvereceğinden korkup-endişe eden bu İsrailoğuİları arasındaki bir kişide yani Samiri'de, bu büyüklükte bir korku ve endîşe yoktu!. Mısır'da gördü­ğü ayet ve mucizelerle Musa Aleyhisselam'a bakışı de­ğişen Samiri, tedbirli bir İnsan olarak kendisine göre en güvenli bir yerde, yani Musa Aleyhisselam'm he­men arkasında yürüyordu. Çünkü ikiye yarılan denizin herhangi bir yeri kapanacak bile olsa; denizin kapana­cağı bu yer, denizi asasıyia ikiye ayıran Musa Aİeyhis-selam'ın bulunduğu yer olmazdı!.

Kendisine çok akıllıca gözüken böyle bir tedbir ile Musa AleyhisselanVın hemen arkasından yürüyen Sa­miri, herkes gibi iki tarafta birer dağ gibi yükselen de­nizden ziyade, yaşanan mucizenin bir diğer boyutu olan kupkuru toprağa da bakıyordu. Normal şartlarda bîr balçık, bir çamur deryası olması gereken toprak, gerçekten kupkuruydu!. Samiri'nin hayretle toprağa bakan gözleri, daha büyük bir hayretle büyümeye baş­ladı. Çünkü Musa Aleyhisselam'in bastığı toprakta ve topraktaki izinde, Harun Aleyhisselam da dahil olmak üzere diğer îsrailoğullarıntn izlerinde olmayan olağa­nüstü bir hal, siradışı bir durum vardı!.

Bu sıradışı durumun ne olduğunu anlayabilmemiz için, deniz yanldığı ve mucizeler gerçekleştiği an, Mu­sa Aleyhisselam'in nerede ve nasıl bir durumda oldu­ğunu dikkate almamız gerekir. Mucize gerçekleştiği an denizin içinde olan Musa Aleyhisselam, deniz yarıhp-kupkuru bir yol açıldığı zaman elbetteki boğazına ka­dar bir ıslaklık içindeydi. Böyle bir durumda kupkuru yolda yürürken, vücudundan ve elbiselerinden süzülen sular nedeniyle bastığı yer ıslanıyordu. Ancak denizin dibinde kupkuru bir yol açılabilmesi için "Suyunu bı­rak" emrine muhatap olan toprak, Musa Aİeyhisse-lanVın izindeki bu ıslaklığı da kabul etmiyor ve üzerin­deki bu suyu da çok sıradışı bir şekilde dışına gönderiyordu. Dolayısıyle ayak izlerinin hemen üzerinde toprakla temas etmeyen, toprağın itici gücüyle titreşen ve güneşle ışıldayan ince bir su tabakası oluşuyordu. İşte hiç kimsenin görmediği veya farkedemediği bu sıradışı durumu, şanı yüce Rabbimiz Samiri'ye göstermişti. Samiri her ne kadar "Ben onla­rın görmediğini gördüm" diyerek, bunu kendi nefsine nisbet etse de, ona bu ayeti gösteren ve görmesini na­sip eden Rabbimizdi. Çünkü A'raf süresindeki Bel'am zihniyetiyle ilgili ayet-i kerimelerde kastedilen öncelik­li kişi, Samiri'nin ta kendisidir.,

"Onlara (îsrailoğuHarına), kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıynltp-ıtzaklaşmış, şeytan da onu arkasına takmıştı. O da so­nunda azgınlardan oluvermişti.

Eğer dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve kendi nevasına uydu. Onun durumu, üs­tüne varsan da-biraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpe­ğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalan/ayan toplulu­ğun durumu budur. Artık sen kıssaları anlat, belki iyice düşünürler. [31]

İsraİİoğullanyla birlikte birçok ayete gene! olarak şahit olan Samiri, toprakta gerçekleşen bu mucizevi duruma da özel olarak şahit olmuştu. Böyle bir ayete şahit olan temiz vicdan ve temiz akıl sahibi bir insanın, hiç kuşkusuz ki iman dolu bir kalple Allah'a yönelme­si ve Allah'ı tenzih etmesi gerekirdi. Çünkü Allah'ın emri karşısında -cansız ve şuursuz gözüken- toprak bi­le görevini yerine getiriyor, aldığı İlahi emirden sonra üzerindeki en küçük bir ıslaklığa veya hafif bir neme dahi tahammül etmiyor, edemiyordu.

Topraktaki bu teslimiyeti gördükten sonra iman dolu bir kalple Allah'a yönelmesi ve Allah'a hamdet-mesi gereken Samiri, ne yazık ki hevasina uymuş ve kendisini yüceltecek böyle bir imandan sıyrılıp-uzaklaş-mıştı!. Musa Aleyhisselam'in izindeki mucizevi durumu gördükten sonra yüzünü semaya dönerek ve bu muci­zeyi yaratan Allah'ı tenzih ederek kendisini, kendi kul­luğunu, kendi kimlik ve kişiliğini yüceltmesi gerekir­ken, ayet-î kerimede de belirtildiği gibi yüzünü mucizeye dönmüş ve nevasına uyarak avucuyla yere saplanıvermişti!.

Mucizeyi yaratan Allah'a değil.

mucizenin yaşandığı toprağa yönelerek, akhnı ve fikrini bu olağanüstü toprağa saplayan Samiri, kendi­sine göre çok sıradışı olan bu mucizevi topraktan bir avuç almış ve büyük bir olasılıkla bu toprağı bir kese­ye veya bir çıkma koymuştu. Daha sonra deniz geçil­miş ve kendilerini takip eden Firavun orduları bu deni­zin içine tamemen girince, ikinci bir emir ile deniz kapanıvermiştiL Tabi ki denizin yarılmasında olduğu gibi kapanmasında da, denize ve toprağa verilen ikin­ci bir emir vardı. Daha açık bir ifadeyle denize kapan­ması emredilirken, toprağa da artık suyunu yutması ve tutması emredilmişti. Nitekim bu İlahi emir ile deniz kapanmış ve denizin dibindeki toprak da suyunu yut­muştu.

Ancak, aldığı bu İlahi emri yerine getiremeyen bir avuç­luk bir toprak vardı. Samiri'nin kesesinde veya çıkının­da bulunan bu toprak, söz konusu İlahi emri almasına rağmen kendi yerinden, kendi bütünlüğünden koparıl-dığı için bu İlahi emiri yerine getiremiyordu!. İşin daha tuhaf ve daha hazin tarafı, İlahi emri yerine getireme­menin safiyane sıkıntısını yaşayan bu toprak, Samiri tarafından eriyen bir madenin içine atılmış ve insanla­rın tapındığı bir put olarak dökülmüştü!. İman ve ihlas ile kendilerini bu bir avuçluk toprağın yerine koyanlar, hiç kuşkum yok ki buzağı heykelinden gelen sesi duy­maya ve Tur'dan dönen Musa Aleyhisselam gibi bu se­sin o topraktan gelen bir feryat, bir inilti olduğunu an­lamaya başlamışlardır. Toprak ağlar mı,

toprak inler mi gibi sorular, Kur'an-ı Kerim'de açıkça cevabını bulan sorulardır. Mesela şanı yüce Rabbimiz, Firavun ve orduları boğulduktan sonra "Onların haline yer ve gök ağlamadı" buyurarak, salih in­sanlar İçin yerin ve göğün ağladığına, ağlayabileceğine açıkça işaret etmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de çok sayıda ayet vardır. Nitekim Musa Aleyhisselam kıssasının yoğunlukta olduğu İsra suresinde de "Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu teşbih etmektedir; O'nıı övgü ile teşbih etmeyken hiçbir şey yoktur, ancak siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Şüphe yok, O hakim olandır, bağışlayandır.[32] buyuran Rabbimiz, yeryüzündeki yaratılmış her şey,gibi dağların ve taşla­rın bile Allah'ı teşbih ettiklerini ancak biz İnsanların bu tesbihatı duymadığımızı bildirmektedir.

Davud ve Süleyman Aleyhisselam gibi bazı seçkin kullarına bu tesbihatı duyuran Rabbimiz, İlahi bir dene­me gereği topraktan gelen bu feryat ve iniltiyi de İsra-iloğullarına duyurmuştur. Dikkat edilirse şanı yüce Rabbimiz İsrailoğuIIannı bir batıl ile değil, yine bir hak ile denemekte ve onlara hak olan bu feryadı duyur­maktadır. Fakat onlar eşyanın tabiatına aykırı gözüken bu hakkı, bu ayeti, bu mucizeyi, eşyayı yaratan ve mu­cizelerin yegane Sahibi olan Allah'tan bilmeleri gere­kirken; bu mucizeyi kendileriyle konuşmayan, kendile­rini bir yola yöneltip-iletmeyen buzağıdan bilmişler ve "İşte sizin İlahınız ye Musa'nın İlahi budur"' diyen sa-pıkiara uyarak, bu buzağıya ibadet etmeye başlamış­lardır.

Ortaya konulan buzağı böğürdüğü veya böğürtü­ye benzer bir ses çıkardığı zaman, hiç kuşkunuz olma­sın ki bu durumun olağanüstü bir ayet. bir işaret oldu­ğunu en iyi anlayan kişi, yine Samirfnin ta kendisiydi.

Çünkü Samiri, buzağıdan gelen sesin kendisiyle, ken­di ilmiyle veya kendi yeteneğiyle hiçbir ilgisinin olma­dığını çok İyi biliyordu. Ancak nefs ve hevasına uyan Samiri. Rabbimizin kendisine gösterdiği bu ayeti de anlamak istememiş ve kendisini, sapıklıkta önde gi­denlerin küfri tezahüratına bırakmıştı!. Herkesin hay­ret ve hayranlıkla baktığı boğüren buzağı kendisine, kendi ustalığına nisbet ediliyor ve bu nisbet haksız ye­re büyüklenen Samirİ'nin nefs ve hevasına çok hoş ge­liyordu!. Hem Samiri'nin ve hem de İsrailoğullanmn bu sapkınlığı üzerine, şanı yüce Rabbimizin " Yeryü­zünde haksız yere büyüklük taslayanlan ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inan­mazlar; dosdoğru yolu da görseler, onu yol olarak be­nimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalan say­maları ve onlardan gafil olmaları dolay ısıyladır. [33] buyruğu gerçekleşmiş oluyordu.

Rabbisiyle görüştükten sonra kavmine dönen Musa Aleyhisselam'ın, kardeşi Harun Aleyhisse-lam'dan farklı olarak buzağıdan gelen bu sesi nasıl ta­nıdığı ve olayın mahiyetini nasıl anladığı ise elbetteki dikkate alınması gereken bir diğer hususdur. Bildiğiniz gibi şanı yüce Rabbimiz Musa Aleyhisselam iie bir per­de arkasından konuşmuş ve Musa Aİeyhisselam'a ağaçtan seslenilmişti. Tabi ki bu konuşmanın nasıl ol­duğunu, kendisine ağaçtan seslenilen Musa Aleyhisse-lam'ın bu sesi nasıl duyup-nasıl anlayabildiğini bilmiyo­ruz. Musa Aleyhisselam ya bu konuşma ile Harun Aleyhisselam'dan farklı bir duyuma ulaşmış; ya da deniz mucizesi, gerçekleşirken, denize ve toprağa yönelik emirler Rabbimizin İzniyle Musa Aleyhisselam tarafın­dan verildiği için, şanı yüce Rabbimiz deniz ve toprak ile Musa Aleyhisselam arasında olması gerekli böyle bir duyumsal ilişkiyi gerçekleştirmiştir.

Çünkü olayın sonucuna baktığımız zaman, Musa Aleyhisselam'ın bütün olup-biteni çok iyi anladığını ve ne yapılması gerektiğini çok iyi bildiğini görüyoruz. Nitekim tekrar ateş yakması,, heykeli erit­mesi ve içindekileri ayrıştırdıktan sonra olayın yaşan­dığı yerdeki çöle değil, özellikle deniz kenarına dönü­lerek denize savrulması ve (bunlar yapılmasaydı belki de kıyamete kadar inleyecek olan) bu bir avuç topra­ğın Allah'ın emrini yerine getirebileceği kendi bütünlü­ğüne  kavuşturması,   Musa  Aleyhisselam'ın  yaşanan olaya ne derece vakıf olduğunu göstermektedir. Elbet­teki "Onların yapmakta oldukları her işin önüne geçtik, böylece onu savurulmuş toz zen eleri kıltverdik. [34] buyuran Rabbimizin de yol gösterdiği ve onayladığı bir eylemdir bu.

Samiri'nin dünyevi azabı konusunda Rabbimiz köpek örneğini vermiş ve "Onun durumu, üstüne var-san da-bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin du­rumu gibidir."' buyurmuştu. Köpeklerin dillerini dışarı sarkıtarak solumaları, derisinden terleyemeyen köpek­lerin, vücutlarını serinletebilmek için ağız yoluyla terle­meleridir. Normaî şartlarda üzerlerine gidilip-koşturul-duklan zaman dillerini dışarı sarkıtıp solumaya başlayan köpeklerin, üzerlerine varılmadığı yani dur­dukları yerde de dillerini dışarı sarkıtıp soluyorlarsa, bunun yegane nedeni şiddetli sıcak ve vücutta hissedi­len yüksek harerettir. Rabbimizin verdiği bu örnekten hareketle Musa Aleyhisselarn'ın Samirİ'ye söylediği "Defol git!. Artık sen, bütün hayatın boyunca "Bana dokunmayın, ne olur benimle temas etmeyin" diye yalvaracaksın." sözlerini dikkate aldığımız zaman, Sa­miri'nin gerçekten yakıcı bir hareret içinde olduğunu ve kendisine temas edildiği zaman bu hareretin çok daha fazla yükseldiğini anlamamız zor olmayacaktır.

Peki Samiri'nin karşılaştığı bu dünyevi azabın, acaba kendi eliyle yaptıklarıyla ve özellikle söz konusu toprakla bîr ilgisi var mıydı? Bu soruya kesin bir cevap vermemekle beraber, Samiri'nin eriyen madenin içine söz konusu toprağı eliyle atarken, "Suyunu yuf emri­ne muhatap olan bu toprağa cildinin temas ettiğini ve İlahi emri yerine getirememenin şiddetli zorluğunu ya­şayan bu toprağın, temas ettiği vücuda nasıl bir etki yapabileceğini ve vücudun nemini nasıl etkileyebilece­ğini dikkate almamızda fayda vardır. Bunları söyledik­ten sonra son söz olarak "Allah-u alem" diyor ve kıs­sayla ilgili bu sözlerimizi bitiriyoruz.

- Hocam, asırlardır anlaşılmayan bir kıssayı anla­mış olduk.

Evet Fatih!. Rabbimizin lutfuyla Samiri'nin gördü­ğü ayetleri, sizler de görmüş oldunuz. Ancak bu du­rumda geçmiş müslümanları ve müfessirleri kastede­rek "Biz onların görmediğini gördük" demekten ve nefsi bir büyüklenmekle Samiri'ye benzemekten Rabbinize sığınmanız gerekir. Hiç kuşkusuz ki bu ayetleri sizlere ve bizlere gösteren, görmemizi ve anlamamızı nasip eden Rabbimizdir. Ayrıca bu ayetleri görmeniz, sevinmeniz gereken bir durum da değildir. Çünkü Sa­miri'nin de gördüğü bu ayetlerden sonra yüzünüzü tam bir iman ve teslimiyetle Allah'a dönerek kulluğu­nuzu yüceltmeniz söz konusu olduğu gibi, sadece gör­düklerinize saplanarak zelil ve hakir bir duruma düş­meniz de söz konusudur. Zaten Samiri kıssasını iyice anlamışsanız, Allah'ın ayetlerini görmenin bir üstünlük olmadığını ve ası! imtihanın bu ayetleri gördükten son­ra başladığını anlamanız gerekir.

Samiri'nin ve İsrailoğullarının imtihanını dikkate aldığımız zaman, açıkça şahit oldukları ayet ve muci­zelerle Tur-u Sina'nın eteklerine kadar gelen bu insan­ların, şahit oldukları ayetlere karşı büyüklenerek ge­rekli iman ve teslimiyeti göstermediklerinde, bir başka ayetle yoldan çıktıklarını görüyoruz. Çünkü iman ve teslimiyet. Allah'a kullukla mükellef olan biz müslü-manlarda birbirinden ayrılmaması gereken hasletler­dir. Gördükleri ayetlerle iman eden ancak teslim olma­yanlar ile, gördükleri ayetlerle teslim olup iman etmeyenler, ne yazık ki gördükleri ancak batıl bir şekil­de yorumlayacakları bir başka ayet ile bu tek taraflı İman veya teslimiyetlerini kaybedebilmektedirler.

Allah'tan korkan bir mü'min, bir müsiüman olarak, bu çok önemli konuda ger­çekten çok dikkatli olmalıyız. Çünkü Rabbimizin izniy­le anladığımız ve az da olsa hikmetini kavradığımız bu kıssada, biz müslümanlara verilen en önemli mesaj bu­dur. Ayetlerle hidayet bulanlar, bu hidayete gerekli tes­limiyeti göstermedikleri zaman bir başka ayetle yoldan çıkabilmektedirler. Bu çok tehlikeli ve çok riskli du­rum, hem toplumlar ve hem de kişiler için geçerlidir. Özellikle Kur'an araştırmalarında buİunan ve Rabbimizin izniyle birçok ayetin hak anlamına vakıf olan müslümanların, anladıkları bu hakka mutlaka ve mutlaka tesüm olmaları ve yaşamaya çalışmaları gere­kir. Diğer insanların bilmediklerini bilme, görmedikle­rini görme sevdasıyla sadece ilmi araştırmalara yönelenler ve kendilerini kurtaracak yegane şey olan iman ve salih ameli unutanlar, her an karşılaşabilecekleri ve hak veçhesini anlayamayacakları veya batıla yorumla­yacakları bir başka ayet ile Samiri durumuna düşebile­cek insanlardır. Ahir zamandaki ismi Deccal olan bu Samiri'ler, İnsanlara gösterecekleri sıradışı olaylarla kendileri saptıkları gibi, ne yazık ki geniş halk kitleleri­ni de saptırabileceklerdir.

Bu kıssanın Rabbimizin lutfuyla günümüzde açık­lık kazanması, belki de günümüz insanlarının yakın za­manda karşılaşabilecekleri çağdaş Samiri'lere yani Deccal'e karşı uyanık ve tedbirli olmalarını amaçla­maktadır. Ahir zamanda çıkacağı bildirilen Deccal ne yaparsa yapsın, insanlara hangi sıradışı olayları göste­rirse göstersin, Allah'a ve Allah'ın ayetlerine iman eden insanların dikkat etmeleri gereken husus, bu ki­şinin hangi yolda olduğu ve insanları hangi yola davet ettiği olmalıdır. Zaten şanı yüce Rabbimizin de, bu sı­radışı olayla karşılaşan İsrailoğuilarına söylediği söz ve buyurduğu İlahi nasihat bu değil miydi?

Evet, böğüren buzağı hakkındaki bu çok kısa açıklama­dan sonra Samiri olayındaki ayetleri görme sevinciyle

değil, Samiri ve takipçilerinin durumuna düşme korku­suyla salih amellere daha sıkı sarılıyor ve İman dolu yüreğimizle Rabbimİze yönelerek "Yedi kat gök ve onla­rın örttüklerinin, yedi kat yer ve onların yükselttiklerinin, şeytanlar ve onların saptırdıklarının Rabbi olan Allah'ım. Samiri ve takipçilerinin durumu­na düşmekten bizleri körü. Senin himayen güçlü, şa­nın yücedir. Senden başka İlah yoktur" diyoruz. Elhamdülillahirabbilalemin..

 

İsrailoğullarımn Allah'ı Görmek İstemeleri

 

Samiri'ye gereken cevabı ve gereken cezayı ve­ren Musa Aleyhisselam, biraz sakinleşince ve kabaran öfkesi yatışınca, yere bıraktığı levhaları aidi. Levhalar­da yazılı olan "Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve bîr rahmet vardır" buyruğuna düşünceli gözlerle baktı. Bu İlahi buyruktaki rahmet, gözlerinden gönlü­ne doğru akmaya başlamıştı. Gönlünde bir çığ gibi bü­yüyen bu rahmet ve merhamet ile şaşkınlık ve sapıklık içinde olan İsrailoğuilarına dönerek "Ey kavmim! Siz buzağıyı put edinmekle kendi kendinize zulmettiniz. Sizi Yaratan Rabbinize hemen tevbe ederek, nefisleri­nizi öldürün. Böyle yapmanız, yegane Yaratıcınız ka­tında sizin için hayırlıdır. Çünkü sizin İlahınız yalnızca Allah'tır. O'nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır" dedi.

İsrailoğullarını tevbeye ve azgınlaşan nefislerini öldürmeye, ıslah etmeye davet eden Musa Aleyhisse-lam, belirlenen sürede Allah'a hep birlikte tevbe ve rnünacaatta bulunmak için kavminden yetmiş adam seçip-ayırdı. Bunlar hem kendileri tevbe edecekler ve hem de geride kalanların tevbelerinin kabul edilmesi için Musa Aleyhisselam ile birlikte niyazda bulunacak­lardı. Ancak İsraİİoğulları arasındaki fitne ve fesat, hiç de bitmiş gibi gözükmüyordu!. Kalplerine buzağı sev­gisi sinenler ve gözle görülür İlahlarını yitirenler, kara­ran kalplerindeki kibir dolu bir istekle Musa Aleyhisse-lam'a bakarak "Ey Musa! Bize Allah'ı açıkça göster. Çünkü biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmaya­cağız" dediler. Çünkü kendi nefislerinde büyüklüğe ka­pılarak, büyük bir azgınlığa yönelen bu şaşkın ve sa­pıklara göre; meselenin ve yaşanan ihtilafların yegane çözümü, ya gözle görülür bir ilahlarının olması, ya da yegane İlah olan Allah'ın gözle görülebilmesiydi!. Kibir dolu bu istek karşısında sustu, hayrete düştü ve hadlerini aşan bu şaşkınlara ne cevap vereceğini bilemedi Musa Aleyhisselam!. Gerçi onlara bir cevap vermesi de gerekmiyordu. Çünkü böyle bir istekte bulunarak zulmedenlerden olan bu şaşkınları, bakınıp dururlarken yıldırım çarpmış ve on­ları dayanılmaz bir sarsıntı tutmuştu!. Kibir ve azgınlık dolu bir küstahlıkla Allah'ı görmek isteyen bu şaşkın­lar, bu yıldırımın şiddetiyle bir ölüm baygınlığına gir­mişlerdi!. Yegane Yaratıcı olan Allah'ı görmek isteyen gözler, yaratılmış bir yıldırım neticesinde yuvalarından dehşetle dışarı fırlamış ve bu dehşet içinde sabit bir noktaya küitleniverrniştü.

Dayanılmaz sarsıntı devam ederken, Musa Aleyhisselam yüzünü ve gönlünü Rahmana yönelterek "Rabbim, eğer dileseydin, onları da, benî de daha önceden helak ederdin." dedi. Musa Aleyhis selam1 m bu ifadeye kendisini de dahil etmesi ve ken­disini de suçlaması, daha önce kendisinin de Allah'ı görmek istemesinden kaynaklanıyordu. Oysa îsrailo-gulları inanmak için Allah'ı görmek isterlerken, Musa Aleyhisselam7in öncesinde inkar veya kuşku olan böy­le bir talebi olmamıştı. Musa Aleyhisselam gönlündeki sevgi ve sevda ile zaten öncesinde de inandığı ve tes­lim olduğu Allah'ı görmek istemişti.

Dua ve yakarışına devam eden Musa Aleyhisse­lam "Şimdi içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından do­layı bizi helak mı edeceksin? Gerçi o da, Sen'in dene­menden başka bir şey değildir. Onunla Sen dilediğini saptırır, dilediğini hidayete eriştirirsin. Bizim velimiz, bizim mevlamız Sensin. Bizi bağışla, bizi esirge, bize rahmet et. Sen bağışlayanların en haytrlısısm. Dünya­da da, ahirette de bizim için iyilik yaz. Biz gerçekten Sana tevbe ettik, Sana döndük" niyazında bulundu.

Musa Aleyhisselam'in bu samimi duasına lutfuyla karşılık veren Rabbimiz "Azabımı, dilediğime veririm. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da sakınanla­ra, zekatını verenlere ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım" buyurdu. Tabi ki anlayabilen gönüller için, rahmet ve müjde dolu bir hitaptır bu!. Rahmeti gadabını geçen ve "Azabımı, dilediğime veririm. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır." buyuran Rabbimiz, engin rahmetinin çok genel, azabının ise çok Özel olduğunu beyan etmektedir.

Rahman olan Rabbimizin lutfuyla ölüm baygınlı­ğından sonra tekrar diriltilen İsrailoğulları, yaşanan bu olaylardan sonra kendilerinin gerçekten şaşırıp-saptık-larını anlamışlardı. Her biri olduğu yere çöküvermiş ve bükülmüş boyunlarının taşımak istemediği başlarını el­leri arasında tutmaya çalışarak "Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa kesin olarak hüsrana uğrayanlardan olacağız" demeye başlamışlar­dı.

Tevvab ve Rahim olan.

yani tevbeleri kabul eden ve kullarını çok esirge­yen Rabbimiz, umulur ki şükrederler diye onları tekrar dirilttikten ve tevbelerini kabul ederek bağışladıktan sonra, onlarla Tur'un sağ yanında vaidleşti ve hakkı batıldan ayıran bir furkan olan Tevrat'a sımsıkı sarıla­caklarına dair onlardan söz aldı. Tevbe eden, tevbele­ri kabul edilen ve kendilerine verilen Tevrat'ın hüküm­lerine sarılacaklarına dair söz veren bu kavime, Rahman olan Rabbimizin lutfundan kaynaklanan ik­ramları tekrar başlamıştı.

 

Oniki Pınar, Bulutla Gölgelenme, Kudret Helvası Ve Bıldırcın Nimetleri

 

Bir yerde meskun olmayan, içine girip barınabilecekleri evleri bulunmayan İs-railoğullan, iklim ve geçim şartları itibariyle sıkıntılı bir durumdaydılar. Rabbimizin ayrı ayrı oymaklar halinde oniki topluluğa böldüğü bu İsrailoğullarından, hakkı ileten ve onunla adaleti yerine getiren bir topluluk var­dı. Kavminin ihtiyaçlarını çok iyi bilen Musa Aleyhis-selam, yanına gelerek "Ey Musa, bize su lazım, bizim için su bul" diyen kavmi için, en öncelikli İhtiyaç olan suyu aramaya başladı. Ancak kum ve kayalardan olu­şan böyle bir yerde suyu nerede ve nasıl bulacaktı ki!. Fakat yine de aradı,                  

kavminden sorumlu bir kul olarak elinden geleni yaptı Musa Aleyhisselam. Nitekim uzak arayışların ne­ticesinde yakın olan yardım gelmiş ve bir kayanın "di­binde yorgun düşen Musa Aieyhîsselam'a "'Asanla ta­şa vur" diye vahyedilmişti. Yine Allah'ın adıyla havaya kalkan asa taşa vurunca, bu büyük taştan Allah'ın iz­niyle oniki pınar fışkırmış ve her oymak, her insan topluluğu nereden su içeceğini bilmişti. Taştan ayrı ay­rı oniki pınarın fışkırması ve her topluluğun nereden su içeceğinin belirlenmesi, elbetteki bu topluluklar içindeki hakkı ileten ve adaleti yerine getiren bir top­luluk için başh başına bir rahmetti. Çünkü diğer onbir pınar başında hırs ve tamahtan kaynaklanan su tartışmaları yaşanırken, adaleti gözeten bu topluluğa ait olan pınarın başında böylesi tartışmalardan uzak bir rahmet ve sakinlik yaşanıyordu.

Kullarına karşı çok merhametli olan Rabbimiz, güneşin altında yanıp-kavrulan İsrailoğullarını da­ha sonra bulutla gölgelendirmiş ve onlara yiyecek ola­rak kudret helvası ve bıldırcın indirerek "Size rızık ola­rak verdiklerimizin iyilerinden, güzellerinden ve temiz olanlarından yiyin. Yeryüzünde fesad çıkararak azgın­lık yapmayın, yoksa gazabım üzerinize kaçınılmaz ola­rak iner. Benim gazabım kimin üzerine inerse, muhak­kak o tepetaklak olmuştur. Gerçekten Ben, tevbe eden, inanan ve salih amellerde bulunarak doğru yol­da giden kimseyi elbette ki bağışlayıcıyım" buyurdu.

Hocam, burasını anlayamadım!. Neresini Veli!.

Allah'ın İsrailoğullarına lütfettiği kudret helvası ve bıldırcın gibi nimetler zaten temiz olmasına rağ­men, Rabbimiz niye "Size nzık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin" buyuruyor.

Teşekkür ederim Veli. Bu konuda sorulması gere­ken, güzel bir sorudur bu. Birçok önemli konuda so­rulması gereken Rahmani soruyu bulmak, cevabı bul­maktan hem daha zor, hem daha önemlidir. Çünkü bazı Rahmani cevapları bulabilmemiz için en önemli anahtar, sorulması gereken Rahmani sorulardır. Şimdi de Veli kardeşimizin bu güzel sorusunu cevaplayabilmemiz için, bu konuyla ilgili olarak bir başka soru sor­mamız gerekecektir.,

"Rabbimiz, kudret helvası ve bıldırcın gibi nimetleri ne kadar indiriyordu?"

Aziz ve Kerim olan Rabbimiz ihtiyaçtan az indir­meyeceğine göre, geriye "İhtiyaçları kadar veya ihti­yaçlarından fazlası" olmak üzere iki cevap kalmakta­dır. Acaba bu nimetler İsrailoğuilanna ihtiyaçlarından fazla olarak indiriliyor ve İsrailoğullarının yedikleri mi­delerinde, yiyemedikleri'yerlerde mi kalıyordu!.

Elbetteki hayır!.

Çünkü bizlere "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemistir, O'na mülkünde ortak yoktur, her şe­yi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir Ölçüyle takdir etmiştir.[35] buyurarak, herşeyi bir ölçü ile takdir ettiğini beyan eden ve "Ey Ademoğullan, her mescide gidişinizde zinetli (güzel elbiselerinizi) giyin. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.[36] buyurarak israftan sakınmamızı emreden Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bizleri sakındırdığı israfa Kendisi yönelmiyor ve bu nimetleri belli bir ölçüde indiriyordu.,

"Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; biz onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz. [37]

Ne var ki oniki pınar örneğinde olduğu gibi bu ni­metler oniki ayrı yere inmiyor ve her topluluk yiyece­ği yeri bilmiyordu!: Bütün bir kavime inen, genel ve ortak bir nimetti bu. Rabbimizin lutfuyla herkese ra­hatlıkla yetecek kadar olan bu nimetlere, herkesin kendi ihtiyacına göre yaklaşması isteniyordu. Zaten oniki pınar örneği İle İsrailoğullarına adaletli paylaşım­daki rahmet dolu gerçeklik gösterilmiş, onbir pınar ba­şında hırs ve tamahtan kaynaklanan bir su tartışması yapılırken, hakkı ve adaleti gözeten topluluğun su al­dığı pınar başında, rahmetli ve huzurlu bir paylaşım yaşanmıştı.

İsrailoğuliannı her gün bir kuş gibi besleyen Rab-bimiz, onların da hiç olmazsa küçük bir kuş kadar te­vekkül sahibi olmalarını ve bu nzkı stoklamaya kalk­mamalarını diliyordu. Çünkü "Yarın ne yiyeceğiz?" endişesiyle rızkın stoklanması demek, bugün o rızka muhtaç olan kimselerin hakkına tecavüz etmek de­mektir. Bir başkasının hakkına tecavüz yoluyla alınan yiyecekler ise; tecavüz eden kimseler için kesinlikle ve kesinlikle temiz değildir. Daha açık bir ifadeyle bir baş­kasının hakkına tecavüz edilerek yenilen şeyler, şanı yüce Rabbimizin lutfuyla indirdiği bıldırcın ve kudret helvası da olsa, hakka tecavüz eden kimseler için ke­sinlikle temiz, iyi ve güzel yiyecekler değildir.

Nitekim bu gerçeği bilen ve bu gerçeğe iman eden Musa Aleyhisselam, her nimetin ardından taşgın-hğa ve azgınlığa yönelen kavminin bu durumunu gör­düğü için "Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin, için. An­cak yeryüzünde fesad çıkararak taşkınlık yapmayın" diyerek, onları çok ciddi bir şekilde ikaz ediyordu. Yar­dıma muhtaç oldukları zor şartlarda uysal bir kavim olan İsrailoğullan, söz konusu İlahi buyruğa ve Musa Aleyhisselam1 in bu nasihatina hiç itiraz etmediler.

Fakat bunlar İsraİloğlu İdi!.

Karşılaştıkları İlahi nimetleri, İlahi lutuftan ziyade, alemlere üstün kılınan kendilerinin liyakatından, kendi üstün özelliklerinden biliyorlardı. Çünkü alemlerin Rabbi olan Alİah, böylesi sıradışı nimetleri niye başka kavimlere değil de onlara, sadece onlara veriyordu!. Demek ki bu durumun kendileriyle, kendi üstün Özellikleriyie ilgisi olmalıydı!. Böylesi düşüncelerle kendile­rini gölgelendiren buluta bakarlarken, küçük bir kısmı bu İlahi nimet için Allah'a hamdediyor, büyük bir kıs­mı ise üstünlük duygusuyla kibirine kibir katıyor ve bu kibirle kalkan burunlarını sanki buluta değdiriyorlardı!. Bıldırcın ve kudret helvası konusunda da İlahi uyarıla­rı dikkate almamışlar, haddi aşan bir hırs ve tamah içi­ne girmişlerdi. Tabi ki onlar bu yönelişleri ile Rabbimi-ze   ve   Rabbimizle   beraber   olan   mü'minlere  değil. sadece ve sadece kendi nefislerine zulmediyorlardı. Çünkü onların bu tecavüzleri nedeniyle mü'minler yi­ne   de      kalmamış.   Rahman   olan   Rabbimiz   bu mü'minlerî yine nimetlendirmişti. Aradan zaman geçtikçe,

İsrailoğullan arasındaki bu hakka tecavüz olayı, git gide önemini kaybetmeye başladı. Çünkü her gün inmeye devam eden bıldırcın ve kudret helvası, onlar­daki rızk endişesini ve stoklama ihtiyacını ortadan kal­dırmış gibiydi!. Her gün inen ve herkesin yiyebildiği bıldırcın ve kudret helvasına yönelik bakışları da değiş­meye başlamıştı. Başkaları açken bu yiyeceğe sahip olsalardı veya başkaları sıradan şeyler yerken, onlar bu güzel  nimetleri  yeselerdi,   hiç  kuşkunuz  olmasın  ki uzun yıllar boyu bu İlahi nimetlerden bıkip-usanmaz-lardı!. Ancak bu İlahi nimetin hergün inmesi ve herkes tarafından yenilebilmesi. kendilerini sıradan insanlar­dan farklı görenler için tahammülü zor bir durum olu­yordu!. Dolayısıyle bu sıradanlıktan ve hiçbir ayrıcalığı

olmayan bu sıradan nimetlerden bıkmaya başlamışlar­dı!.

Elbetteki daha farklı nedenlerle bu nimetlere ba­kışı değişen insanlar da vardı. Bazıları uzun süredir ya­şadıkları bu göçebelikten kurtulup-yerleşik şehir haya­tına geçmek ve nefislerindeki mülkiyet arzusuyla sahiplenmek istedikleri toprakları ekip-biçmek istiyor­lardı. Netice olarak hangi nefsi nedenlere dayanırsa dayansın, İlahi bir ikram olan kudret helvası ve bıldır­cından artık bıktıklarını hissediyorlardı!. En nihayet dayanamıyarak Musa Aleyhisselam'a geldiler ve ':Ey Mu­sa, biz bir çeşit yemeğe asla katlanmayacağız. Rabbine yalvar da bize toprağın bitirdiği şeylerden, yetiştirdiği sebzelerden kabak, acur, sarmısak, mercimek ve soğa­nından çıkarıversin" dediler. îsrailoğullarının ne istediklerini gayet iyi anlayan Musa Aleyhisselam, onlara "Üstün ve hayırlı olan bir nimeti, daha aşağı bir şeyle değiştirmek mi istiyorsu­nuz?" diyerek düşünmelerini ve bundan vazgeçmeleri­ni istedi. Çünkü kimsenin hakkına tecavüz etmeden yi­yebilecekleri bıldırcın ve kudret helvası, bu insanlar için en helal, en temiz ve en hayırlı bir yiyecekti. Çalı­şılarak kazanılan rızıklarda ise insanların yapabilecek­leri hata ve yanlışların bu rızıklara olumsuz olarak yan­sıması, bu rızıkları haramla gölgelendirmesi veya lekelemesi söz konusuydu. Oysa Rahman'ın lutfuyla İnen ve adil olarak paylaşılan bu hayırlı yiyeceklerde, böyle bir tehlike ve olumsuzluk yoktu.

Ancak dinlemediler, dinlemek istemediler Musa Aleyhisselam1!.  Zaten onların peygamber anlayışları ve peygamberlere bakışı çok farklıydı. İsrailoğulları Musa Aleyhisseiam'ı, Allah'tan kendilerine gelen bir elçi gibi görmek yerine, sıkıştıkları zaman kendilerinin Allah'a gönderdikleri bir elçi olarak görmek istiyorlar­dı!. Musa Aîeyhisselam Allah'ın emir ve isteklerini on­lara getirmeyecek, onların emir ve İsteklerini Allah'a götürecekti!. Çünkü alemlere üstün kılınan(!) bu kavim böyle diliyor ve her fırsatta da böyle olmasını istiyor­du!.

Musa Aleyhisselam bunlarla uğraşmanın faydasız olduğunu anlayınca, yerleşik bir düzene geçmek iste­yen bu Israiloğullanna "O halde şehire ininiz. Çünkü orada istediğiniz şey vardır" cevabını verdi. Bu cevabı ve bu haberi sevinçle karşılayan İsrailoğullari, Musa Aleyhisseiam'm önderiiğinde yerleşecekleri şehre doğ­ru ilerlemeye başladılar. Şehre yaklaştıklarında, Musa Aleyhisselam Allah'ın şu emrini iletti kendilerine.,

"Bu şehirde oturun, dilediğiniz yerden bol bol yi­yin. Ancak kapısından secde ederek girin ve "Dileği­miz bağışlanmadır" deyin ki, Allah hatalarınızı bağışla­sın ve iyilik yapanların ecirlerini arıtırsın." Ancak bu güzel sözler, bu güzel nasihatler ne yazık ki her muhatabı tara­fından anlaşılmadı. Çünkü zulme sapanlar, kendilerine söylenen bu sözü bir başkasıyla değiştirdiler!. Yoldan çıkmalarından dolayı Allah'tan bir gazaba uğrayan bu zalimlerin üzerine gökten iğrenç bir azap İndirildi.

Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinden, isyan ede­rek sınırı çiğnemelerinden dolayı üzerierine horluk ve yoksulluk bırakıldı. Hiç kuşkusuz ki onlar Allah'a değil

kendilerine, kendi nefislerine zulmediyorlardı.

 

Bakara Olayı

 

Rahman olan Rabbimiz,

Musa Aİeyhisselam'ı bir peygamber olarak "Kav­mini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın gün­lerini hatırlat" diyerek İsrailoğullarına göndermişti. Asıl gaye özgürlüğe kavuşan İsrailoğullarının azgınla-şarak birer Firavun olmaları değil, iman ve salih amel ile Allah'a kul olmalarıydı. Çünkü uhrevi kurtuluş, dün­yevi kurtulaştan çok daha önemli, çok daha önemsen­mesi gereken bir kurtuluştu. Bu nedenle Musa ve Ha­run Aleyhisselam her fırsatta kavimlerine Allah'ın emirlerini ve ahiret gününü hatırlatıyor, bıkıp-usanma-dan onları İman ve salih amele davet ediyorlardı.

Musa Aleyhisselam1 m bu sözlerini dikkatle dinle­yen, iman ederek salih amellerde bulunan İsrailoğulla-n elbetteki vardı. Ancak büyük çoğunluğu gerçeklere sırtını dönen, yersiz tartışmalar ile hak ve hakikate di­renen insanlardı. Bu nedenle toplum genelinde tevhi­di bir iman ve teslimiyet yerleşmemiş, insanlarda bir­birlerine karşı yeterli bir güven oluşmamıştı. Nitekim İsraiİoğullarından bir kişinin öldürülmesi üzerine, toplumda Önemli karışıklıklar çıkmış ve İnsanlar birbirleri­ni cinayetle suçlar hale gelmişti. Bu durumdan haber­dar olan Musa Aleyhisselam Rabbimize münacaatta bulunmuş ve daha sonra İsra i loğu 1ları İle Musa Aley­hisselam arasında, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu ko­nuşmalar geçmiştir.,

''Hani Musa kavmine ''Alİah, muhakkak sizin bir inek kesmenizi emrediyor" demişti Onlar "Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi (O da) "Cahillerden olmak­tan Allah'a sığınırım" demişti. (Kavmi) "Rabbine bizim için dua et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıkla­sın" demişlerdi (Musa da) "Allah diyor ki: O ne pek yaş­lı, ne de pek genç, ikisi arası dinç bir inektir. Artık emro-lunduğunuz şeyi yerine getirin." demişti (Kavmi yine) "Rabbine bizim için dua et de, bize rengini bildirsin, " de­mişlerdi. O da: "( Rabbim) diyor ki O, bakanların içine ferahlatacak san bir inektir" demişti, (Onlaryine:) "Rab­bine bizim için dua et de, bize onun niteliklerini açıkla­sın. Çünkü bize göre (birçok) inek birbirinin benzeridir. İnşaallah (Allah dilerse, ) başarırız" demişlerdi. (Bunun üzerine Musa) "(Rabbim) diyor ki: O, yeri sürmek ve eki­ni sulamak için boyunduruğa alınmayan, salıverilmiş ve hiçbir alacası olmayan bir inektir." dedi. (İşte o zaman) : "Şimdi gerçeği getirdin " dediler ve böylece ineği boğaz­ladılar. Fakat neredeyse (bunu) yapamayacaklardı. Ha­ni siz bir kişiyi öldürmüştünüz de bu konuda birbirinize düşmüştünüz. Oysa Allah, sizin gizlediklerinizi açığa çı­karacaktı. Biz bunun için "Ona (ölü cesede, kestiğiniz ineğin) bir parçasıyla vurun" demiştik. İşte Allah böyle­ce ölüleri diriltir ve belki akledersiniz diye size ayetlerini gösterir. [38]

Musa Aleyhisselam İsrailoğullanna "Allah mutla­ka  sizin  bir inek kesmenizi  emrediyor"   dediğinde, ayet-i kerimedeki lafızdan "Bir inek" ifadesinin özel mi yoksa genel bir ifade mi olduğu konusunda alimlerin ihtilafları vardır. Arapçaya ve gramere vakıf bir kısım alimler bu lafzın özel olduğunu söylerlerken, diğer bir kısmı umumi yani genel olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kur'an-ı Kerim çalışmalarında derinleşmeye başladığı­nız yıllarda, böylesi durumlarla karşılaşacak ve hatta bazı kelimelerin kıraat yani okunuş farklılıklarından, farklı anlamlara geldiğini göreceksiniz. Karşılaşacağı­nız böylesi durumlar, sakın ola ki siz müslümanları, çe­lişkisiz bir Kitab olan Kur'an-ı Kerim karşısında, çeliş­kili bir anlayışa düşürmesin. Çünkü meselelere vakıf olduğunuz zaman, kıraatten kaynaklanan anlam fark­lılıklarının başlı başına bir rahmet olduğunu, söz konu­su ayet-i kerimelere farklı fakat çelişkisiz bir anlam de­rinliği kazandırdığını göreceksiniz. Nitekim bu bakara olayında da "Bir inek" lafzının, umumi yani genel bir lafız olmasından çıkaracağımız anlamlar olduğu gibi, özel bir lafız olmasından da çıkaracağımız güzel an­lamlar vardır. Ayrıca bu anlamlar birbiriyle çeiişen de­ğil, birbirini bütünleyen anlamlardır.

önce bu lafzın umumi yani genel bir lafız olduğu üzerinde duralım. Musa Aleyhisselam kavmine "Allah sizin mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor" dediğinde ve İsrailogulları "Bir inek"' lafzını umumi manada anladıklarında, sahip oldukları ineklerden herhangi bir İneği kesselerdi. Allah'ın bu emrini yerine getirmiş ola­caklardı. Ancak teslimiyetten ziyade tartışmaya me­raklı olan İsrailogulları, Musa Aleyhisselam'a dönerek "Çok tuhaf!. Sen bizimle alay mı ediyorsun?" demiş­lerdi. Çünkü onlara göre bir katilin bulunması ile bir ineğin boğazlanmasının ne ilgisi olabilirdi!.

Musa Aleyhisselarn kavminin bu sözleri üzerine "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" diye cevap verince, bir süre birbirlerine baktıktan sonra "O halde bizim için Rabbine dua et de, onun nasıl bir inek oldu­ğunu bize açıklasın" demişlerdi. Allah'a münacatta bu­lunan Musa Aleyhisselam daha sonra kavmine gelerek "Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek yaşlı ve ne de pek genç, ikisi ortasında dinç bir inektir. Artık emrolunduğunuz şeyi yerine getirin" dedi.

Tartışmaktan hoşlanan ve işi yokuşa sürmek iste­yen îsrailoğulları "Bizim adımıza Rabbine dua et de, bize onun rengini bildiriversin" dediler. Musa Aleyhis­selam Allah'a tekrar münacatta bulunduktan sonra "Rabbim buyuruyor ki, o bakanların içini ferahlatacak, bakanların gözünü ve gönlünü açacak sarı bir sığır" cevabını verdi. Fakat bu cevabı da yeterli görmeyen İs­railogulları "Rabbine bizim adımıza bir kere daha dua et de, bize onun başka özelliklerini açıklasın. Çünkü bize göre birçok inek birbirinin benzeridir. İnşaallah getireceğin cevapla biz başarıya varırız" dediler.

Sabır sahibi Rabbimizin, sabırlı bir kulu olan Mu­sa Aleyhisselam, Allah'a tekrar münacatta bulunduk­tan sonra "Rabbim buyuruyor ki; O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan, salınmış olan ve kendisinde hiçbir ayıp, hiçbir leke bulunmayan bîr sığırdır" dedi. Artık sorabilecekleri bir soru kalma­yan İsrailoğulları '"İşte şimdi gerçeği getirdin" diyerek, meseleyi anladıklarını ve hangi ineğin kastedildiğini ar­tık bildiklerini ifade ettiler.

Bu ineği aramalarına gerek yoktu!.

Çünkü Musa Aleyhisselam'ın getirdiği sıradışı özelliklere sahip bir inek, sadece bir inek vardı. Fakat sahiplerinin çok değer verdiği bu ineği nasıl alacaklar ve nasıl keseceklerdi ki!. Nitekim çok uzun uğraşlar­dan ve büyük masraflardan sonra bu ineği alabilmişler ve emir gereği boğazlamtşlardı. Fakat az kaİsın bunu yapamayacaklardı!. Halbuki ilk emirle karşılaştıkları zaman yaşlı veya genç, san veya siyah, alacalı veya alacasız herhangi bir ineği kesiverseİerdi, bu İlahi emir yerine gelmiş olacaktı. Ancak Rabbimizin açıklamadı­ğı detayları, gereksiz sorularla açmak istemişler ve kendi kulluklarını, kendi gereksiz soruları ile zorlaştır­mışlardır.

Bu önemli konuda müslümanlan uyaran şanı yü­ce Rabbimiz "Ey iman edenler, size açıklandığında ho­şunuza gitmeyecek şeyleri sormayın; Kur'an indirilirken (onları) sorarsanız, size açıklanır. (Oysa açıklanmadığı­na göre) Allah onları affetti. Allah bağışlayandır, (kulla­ra) yumuşak olandır.[39] buyurmaktadır. Zaten bakara olayının bu açılımından, almamız ve anlama­mız gereken Önemli gerçek budur. Teslimiyetten ziya­de tartışmaya meraklı olan İsraiioğullarının, Musa Aleyhisselam'ın işini yokuşa sürmek için sordukları bü­tün sorular, netice olarak kendilerinin İşini yokuşa sürmüş, kendilerinin İşini zorlaştırmıştı!.

Şimdi bu kıssanın ikinci açılımına gelelim. Musa Aleyhisselam kavmine "Allah sizin mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor" dediğinde ve bir kısım İsrailoğulları "Bir inek" Jafzmı özel manada anladıkla­rında; Rabbimizin herhangi bir ineği değil, kendileri­nin de çok iyi tanıdığı Özel bir ineği kastettiğini çok iyi bilmişlerdi. Çünkü işlenen cinayet ve cinayet nedeni, büyük bir olasılıkla bu inekle ilgiliydi!. Musa Aleyhisse­lam'ın kesinlikle bilmediği bu durumu Rabbimiz biliyor ve özellikle bu cürümden haberdar olan İsrailoğulları-na "Allah sizin mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor" buyruğunu iletiyordu.

Meselenin farkında olan bu İsrailoğullan, bu İlahi buyruk ile hangi ineğin kastedildiğini çok iyi bilmelerine ve çok iyi anlamalarına rağmen, söz ko­nusu ineği kesinlikle boğazlamak istemiyorlardı. Dola-yısıyle işi yokuşa sürmek ve Musa Aley hisse lam'ı bun­dan vazgeçirebilmek için "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. İnekle ilgili İşlenen cürümden ve hangi ineğin kastedildiğinden haberdar olmayan İsra-iloğullarına da "Bu belirsiz bir emirdir. Biz hangi ineği keseceğimizi nereden bileceğiz ki!." diyerek, onları da kendi saflarına çekmeye çalışmışlardı.

Şüphe ve kuşkuya açık olan İsrailoğullan, bu itirazı makul görmüşler ve Musa Aîeyhisselam'a inekle ilgili soruları yöneltmeye başlamışlardı.

Hangi ineğin kastedildiğini çok iyi bilenler İçin, hiç ummadıkları ve hiç hoşlanmadıkları bir gelişmeydi bu!.

Çünkü kesinlikle ve kesinlikle sorulmaması gereken bu sorulara gelen her cevap, aynı adresi yani aynı ineği işaret ediyordu, Musa Aleyhisselam'ın getirdiği her ce­vabı geçiştirmeye çalışmalarına rağmen, hangi ineğin kastedildiğini henüz anlamayan İsrailoğulları, yeni so­rular sormaya devam ediyorlardı. Rabbimizden gelen son cevap, bütün İsrailoğullannın meseleyi görmelerine ve hangi ineğin kastedildiğini anlamalarına neden olmuş­tu. Rabbimiz inekle ilgili son açıklamada "O, yeri sür­mek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan, salıverilmiş ve hiçbir alacası olmayan bir inektir.1' ceva­bını verdiğinde, bütün İsrailoğulları hangi ineğin kaste­dildiğini anlamış ve hepbir ağızdan "İşte şimdi hakika­ti getirdin v demişlerdi. Çünkü İsrailoğulları arasında yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa hiç alınmayan, Salih Aleyhisselam'm mucizevi devesi gibi salıverilen ve istediği yerde dolaşan tek bir inek vardı. İstediği yerde, dilediği gibi dolaşan bu inek. elbetteki sahipsiz değildi. Zaten hangi ineğin kastedildiğini son cevapla anlayan İsrailoğullannın, bu inekle ilgili daha Önce anlayamadıkları husus da, bu ineğin rengi veya güzelliği değiL sahihleri tarafından neden tarlaya sürül­mediği ve kendi haline bırakıldığı idi!. Evet. bizim de sormamız. bizim de anlamamız gereken bir durumdur bu!. Öküzden bile süt sağmaya çalışan genel yahudi zihniyetini dikkate aldığımız zaman, böy­le bir ineğin sahibi olan bir yahudi, nasıl olur da sahip olduğu dinç ve kuvvetli bir inekten faydalanmaz, bu ineği yeri sürmek ve ekini sulamak için kullanmaz ve onu kendi halinde salıverirdü. İşte burada mal ve men­faat sevgisinin önüne geçen sevgi, bu kimselerin gü­nahları nedeniyle kaiblerine sinen buzağı sevgisiydi!. Çünkü görenlerin içini ferahlatacak bir sarılıkta olan bu İnek, kalplerine buzağı sevgisi sinenler için kesinlik­le sıradan bir inek değildi!.

Hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimiz, günahları nedeniyle kalplerine buzağı sevgisi si­nenleri ortaya çıkarmak için, bu ineği çok sıradışı ve parlak bir sanlıkta yaratmıştı. Bu ineği henüz buzağı halinde görenler, kalplerine sinen buzağı sevgisinin bîr anda depreştiğini ve kabardığını hissetmişlerdi. Yıllar önce gözleriyle görmelerine ve hem de böğürmesini duymalarına rağmen Musa Aleyhisselam'ın öfkesiyle ellerinden alınan ve yakılan İlahları, şimdi aynı altın sa­nlığında ve canlı olarak karşılarına gelmişti!. Kalplerine buzağı sevgisi sinenler, en kısa zamanda bu buzağıyı sahiplenmişler ve bu buzağı orta yaşlı bir inek durumuna gelesiye kadar ta­zim ve hürmette bulunmuşlardı. Her türlü batıl karşı­sında tavizsiz ve öfkeli bir tutum takman Musa Aleyhis­selam'ın,    elbetteki    toplum    içinde   yaşanan   bu durumdan haberi yoktu. Kendi haline bırakıldığı için zaman zaman başkalarının ekinlerine ve bahçelerine zarar veren bu inekten, hiç kuşkusuz ki rahatsız olan­lar da vardı. Ciddi bir olasılıkla bu zararlardan bıkıp-usanan bir kişi, kalplerine buzağı sevgisi sinen bu in­sanlara "Sizin bu durumunuzu Musa'ya söyleyeceğim" dediği için öldürülmüştü. Bu İneğe tazim ve hürmette bulunulduğunu öğrendiği zaman, Musa Aleyhisse­lam'm hiç düşünmeden ineklerini boğazlayıvereceğini bilen bu sapıklar, ilah yerine koydukları ineklerini ko­ruyabilmek için öncelikİe bu kişiyi öldürmüşler ve üzer­lerindeki şüpheyi dağıtmak için, Musa Aleyhisse-lam'dan katili bulmasını istemişlerdir.

Tabi ki gelişmeler, hiç de istedikleri gibi olmamıştır. İneklerini kurtar­mak için kurdukları onca düzenden sonra gelen ilk İla­hi emir, canlan gibi korumak istedikleri bu ineğin ke-sîlip-boğazlanması olmuştu!. Mesele Allah'ın hükmü olduğu zaman Salih Aleyhisselam'ın mucizevi devesini illa ki boğazlamak isteyen küfür zihniyeti, mesele şirk ve küfür olduğu zaman rengi alacasız san olan sıradan bir ineği bile kesmek ve kestirmek istememişlerdi!.

Bu konuda uzun tartışmalara,

uzun cedelieşmelere girmişler ve bu kargaşaya fazlaca tahammülü olmayan Musa Aleyhisselam'dan çekindikleri için ineği yüksek bir ücret karşılığında ver­mek zorunda kalmışlardı. Ayrıca bu ineğin kesilmesi ile katillerin bulunması arasında görünür hiçbir ilişki de yoktu!. Ancak İnek boğazlanmış ve boğazlanan ineğin bir parçasıyla öldürülen kişiye vurulduğunda, bu kişi Allah'ın bir ayeti olarak dirilmiş ve kendisini öldüren katillerin kim olduğunu ve neden öldürüldüğünü haber vermişti!. Elbetteki bu olaya şahit olan bütün İsrailo-ğulları için açık bir ayet, açık bir mucizeydi bu!. Şanı yüce Rabbimiz düşünerek akletmeleri ve içlerinde giz­ledikleri şüphelerden kurtulabilmeleri için, ölülerin di rütilmesiyle ilgili olarak apaçık bir Örnek göstermişti kendilerine!.

Ancak daha sonra kalbleri yine katilaştt bu kuşku­cuların!. Kalbleri bir taş gibi, hatta daha katı olduî. Çünkü Rahman olan Rabbimizin bildirdiği gibi "Öyle taşlar vardır ki, yarılır ve içlerinden pınarlar fışkırır. Yi­ne Öyle taşlar vardır ki,,Alİah korkusuyla parçalanıp-yuvarlanırlar". Kaldı ki İsrailoğullan bu ayetleri gör­müşler, bu ayetlere şahit olmuşlar ve taşa asanın vurmasıyla fışkıran oniki pınardan uzun süre su içmiş­lerdi.

Onlar bunca ayete rağmen gaflete düşerlerken, Allah onların bu yaptıklarından elbetteki gafil de­ğildi...

 

Arz-I Mukaddesin Kırk Yıl Haram Kılınması Ve Tih Dönemi

 

Musa Aleyhisselam bir süre sonra,

İsrailoğullarıyla beraber arz-ı mukaddese girmek­le ve savaşarak orasını ele geçirmekle emrolunrnuştu. Temiz ve mübarek yer anlamına gelen arz-ı mukad­des, Kudüs'de Mescid-ül Aksa'nm bulunduğu bölgeydi. Bu İlahi emirle karşılaşan Musa Aleyhisselam, İsrailo-ğullarına "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yönetici­ler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi" diyerek,  onlara Öncelikle Allah'm nimetlerini hatırlattı. Şükre vesile olması gereken bu güzel hatır­latmadan sonra "Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdı­ğı kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin. Yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz" diyerek, savaşla emrolunduklarım bildirdi.

Bu haberle ük karşılaştıkları zaman. Önce İlahi bir lutufa mazhar olduklarını zannede­rek sevinen İsrailoğulları, orada zorba ve güçlü bir kav­min olduğunu haber aldıklarında korku dolu bir endi­şeye kapıldılar. Bu onların hiç alışık olmadıkları bir durumdu!. O zamana kadar hiçbir düşmana karşı ken­dileri direnmemişler ve hiçbir düşmanla kendileri sa-vaşmamışîardı. Çünkü aiemlere üstün kılman bu kav­min rahat edebilmesi için yapılması gereken ne varsa, Musa ve Musa'nın Rabbi tarafından zaten yapılıyor­du!. Ayrıca her şeye Kadir olduğu söylenen Allah'a göre, bütün bu işler elbetteki çok kolay olmalıydı. O halde Allah'a göre kolay olan bu işleri niye kendileri üstlenecek ve kendilerini niye zora sokacaklardı ki!. Kendilerini zor işler karşısında aciz bir kul, nimet ve ikram karşısında üstün bir kavim olarak gören İsrailoğulları, bu düşüncelerle Musa Aleyhisse-lam'ın emrine itiraz ederek "Ey Musa, orada zorba bir kavim vardır, onlar oradan çıkmadıkları sürece biz ora­ya kesinlikle girmeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz" dediler. Verdikleri bu cevapla Musa AleyhisselanYın emrine tamemen karşı çıkmadıklarını, sadece o zorba kavimle savaşmak istemediklerini, şa­yet o kavim oradan çıkarılırsa Aüah'ın emri gereği o kutsal beldeye mutlaka ve seve seve gireceklerini söylemektedirler!.

Norma! insan ilişkilerinde bile, karşı tarafı bilmez, görmez ve anlamaz yerine ko­yan bu yaklaşımı, İsrailoğulları ne yazık ki Allah ve Re­sulüne karşı göstermektedirler!. O zorba kavimle sa­vaşmayacaklarını fakat onîar oradan çıkarılırsa, o kutsal beldeye girme lutfunda bulunacaklarını söyleye­rek, bu İlahi nimeti kabul etmelerinin bile takdire şa­yan bir durum olduğunu belirtmektedirler!. Çünkü kendileri gibi alemlere üstün kılınan bir kavim olmasa, alemlerin Rabbi olan Allah kime nimet verecek, kime lütfedecek ve onlar gibi bir kavimi nasıl bulacaktı ki!.

Şaşkınlıkta ve sapıklıkta haddi aşan İsrailoğullannin bu cevabı üzerine, Musa Aİeyhîsselam kavminin diğer İnsanlarını görmeye, diğer insanlarıyla görüşme­ye başladı. Herkeste aynı korku, aynı endişe vardı. Gerçi Musa ve Harun Aleyhisselam» da çok zorba ve çok güçlü olan bu kavimden hiç korkmadıklarını, hiç çekinmediklerini söyleyemezlerdi. Ancak Firavun ve orduları, bu kavimden daha zorba ve daha güçlü değil miydi? Kendilerine bu kavimle savaşmalarını emreden Allah (Celle Celaluhu), yine kendilerini görecek ve yi­ne kendileriyle beraber olmayacak mıydı? O halde korkulması gereken bu zorba kavim değil, Allah'ın emrine rağmen o kutsaİ beldeye gitmemek ve Allah'ın bu emrine sırt çevirmek olmalıydı. Musa Aleyhisselam bütün bunları anlatıyor fakat kavmi her nedense anla­mıyor, anlamak istemiyordu bu gerçekleri!. Korkanlar arasında olup da. Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi ki bunlar, Musa ve Harun Aleyhisselam da olabilir-, duyduk­ları korkuyla bîr türlü savaşmak istemeyen İsrailoğullana "Onların üzerlerine kapıdan girin. Şayet oradan girerseniz, şüphesiz sizler galipsiniz. Eğer mü'minler-denseniz, yalnızca Allah'a tevekkül edin" diyerek, on­ları cesaretlendirmek istediler. Allah'ın hoşnutluğu ve vadedilen ebedi cennet hayatı için bile kendilerini hiç riske atmak istemeyen İsrailoğuHarı, alaycı bir gülüm­semeyle karşıladılar bu sözleri!.

Musa Aleyhisselam'a dikkatlice baktıktan sonra, birçok şeyi anladığını zanneden bu peygamberin, kendilerini hiç anlamadığı kanaatine vardılar. İşte bu duruma açıklık getirmek ve bu belirsizliği ortadan kal­dırmak için, kalplerinde gizledikleri kesin kanaati dile getirerek "Ey Musa, onlar orada olduğu sürece, biz hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada durup-bekleyeceğiz" dediler. İsrailoğuHarı, Musa Aleyhisselarn'a bu cevabı ve­rirken elbetteki hiç utanmamışlar, utanıp-sıkılrnamış-lar!. Çünkü kendilerine göre çok akli ve çok mantıklı bir yaklaşımdı bu!. Firavun ve ordularına helak eden Allah, elbetteki bu zorba kavimi de helak edebilirdi. O halde niye kendilerini riske atacaklar, Allah'a göre çok kolay fakat kendilerine göre çok zorlu olan bir işi, ni­ye kendileri üstleneceklerdi ki!. Nitekim Musa Aleyhis-selam'a da bunu, bu gerçeği söylemek istemişlerdi. Kendilerini   savaşa   zorlayan   Musa   Aleyhisselam'a 41 Sen bizim gibi acizleri, bizim gibi güçsüzleri bırak!. Gerçek kuvvet ve güç sahibi olduğunu söylediğin Rab-binle beraber git ve ikiniz savaşın. Biz burada durup bekleyecek ve siz onları yenip-o beldeden uzaklaştırın-ca, mutlaka oraya geleceğiz.." demişlerdi!. Bu cevap karşısında öylece durdu, Öylece durakaldı Musa Aleyhisselam!.  Nasıl bir kavime peygamber olarak gönderildiğini ve bu kavmin ne menem bir kavim olduğunu anladıkça, öfke dolu bir hayrete düşüyordu!. Firavuna pazarlıksız köle olan ve Firavun'un işkenceleri karşısında hiçbir direnç gös­termeyen bu şaşkınlar; kendilerini Firavun'dan ve Fira-vun'un zulmünden kurtaran Allah'a kulluk konusunda pazarlık ediyorlar, Firavun'a ve Firavun'un emirlerine gösterdikleri teslimiyeti, Aİlah'a ve Allah'ın emirlerine karşı göstermiyorlardı!. Şimdi ne denir,

şimdi ne denilebilirdi ki bu insanlara!. Yüreğine hüzün ve öfke veren bu düşünceler içinde, denizin iki­ye yarıldığı o muhteşem olayı hatırladı Musa Aleyhis­selam. İsrailoğuHarı denizin ortasına geldiklerinde, de­nizin niye birleşmediğini ve bu azgın insanların niye kurtarıldığını düşündü!. Fakat düşünse de anlayamadı, istese de bulamadı bu zor sorunun zor cevabını!. Umudsuz gözlerle öylece kavmine, öylece İsrailoğulla-rina baktı. Onları kendisinden, kendisini onlardan uzaklaşmış görüyor, uzaklaşmış hissediyordu!.

Hüzünlü bir yüz ifadesiyle "Ey Musa, ey anne-moğlu!. Şimdi ne yapacağız" dercesine kendisine ba­kan Harun Aleyhisselam'a takıldı gözleri. Kendisini tutmasa ağlayacak, kardeşi Harun'a sarılarak belki de uzun uzun ağlayacaktı Musa Aleyhisselam. İçinden yükselen hıçkırıkları bir bir yutmaya çalışarak, öksüz

ve yetim bir çocuk gibi omuzlarını kaldırdı. Omuzlan arasına gömülen başını yana eğerek, hüzün ve çaresiz­lik dolu bir sesle "Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bi­zimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır, Sen ayır, Sen ayır" deyiverdi!. Kavminin İsyan ve sapıklıkları karşısında birçok kez dilinin ucuna gelen bu duayı, en sonunda yapmış, yapıvermiş, yapmak zorunda kalmış­tı Musa Aleyhisselam.

Tabi ki hemen kabul görmüştü bu dua. Musa Aleyhisselam'a asasından ve şah damarın­dan daha yakın olan Allah (Celle Celaluhu), bu duaya icabet etmiş ve çok uzun yıllar kavminin dünyevi ve uhrevi kurtuluşu için mücadele veren Musa Aleyhisse-lam'a "Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmış­tır.   Onlar yeryüzünde  şaşkınca  dönüp-dolaşacaklar. Sen de o fasık kavim için artık üzülme" buyurdu. Bu İlahi buyrukla beraber,

Allah ve Resulüne isyan eden İsrailoğulları ile peygamberlerinin yolları ayrılmış ve bu isyankar kavi­me arz-ı mukaddes kırk yıl haram kılınmıştı. Allah'ın emri gereği kutsal beldeye girmeyen ve zorba kavimi oradan çıkarmayan İsrailoğulları, Rabbimizin bir vesi­lesiyle -ki belki de kendilerine saldırılacağım duyan bu zorba kavim tarafından- kendi yurtlarından çıkarıimış ve yeryüzünde şaşkınca dönüp-dolaşmaya başlamışlar­dı!. İsrailoğullannın zillet ve horluk içinde şaşkınca do­laştıkları bu döneme, Tih dönemi denilmiştir. Tih keli­mesi isim olarak içinden çıkılmaz, yol bulunmaz ova, çöl demektir. Dolayısıyle İsrailoğullannın şaşırıp hayrete düşecekleri, uzun yıllar dönüp-dolaşmalarına rağ­men İçinden çıkıp-yol bulamayacakları bu çöle de Sahray-ı Tih yani Tih çölü denilmektedir.

Artık bu olayia ve bu sözlerle ayrılıyoruz Musa ve Harun Aleyhisselam'dan. Rabbimizin bizlere bildirdiği bu kıssaya iman eden rriü'minler olarak, bu kıssanın en önemli iki karakterine yani Musa Aleyhisselam ile Firavun'a tekrar bakıyoruz. Ölüm gerçeğini dikkate al­dığımız zaman, bu iki ayrı kişinin bir saatlik dünya ha­yatında nasıl ve hangi şartlarda yaşadıklarının değil, kendileri için nasıl bir akibeti tercih ettiklerinin çok da­ha Önemli olduğunu görüyoruz. Nitekim meselenin bu önemli boyutunu farkeden herkese "Musa'nın akibeti-ni mi, yoksa Firavun'un akibetini mi istersiniz?" şeklin­de bir soru yönelttiğimizde, hepbir ağızdan ''Musa'nın akibetini isteriz'" dediklerini duyuyoruz. Elbetteki doğru bir cevap, çok doğru bir tercihtir bu!. Ancak bu cevabı ve­ren insanların büyük bir çoğunluğu sonuç olarak Hz. Musa'nın akibetini istemelerine rağmen, nefsi neden­lerle firavunlara Özgü yaşam tarzlarının, firavunlara öz­gü yolların, firavunlara özgü kervanların peşine takıl­maktadırlar!. Oysa , Musaların akibetine ulaşabilmek, ancak ve ancak Musaların yoluna girmekle ve nefsimi­ze hoş gelmese de onların kervanına katılmakla müm­kündür. Bu anlayışla iman ve ihsan sahibi olan bu pey­gamberlere daha yakından bakıyor, bu güzel insanları daha iyi tanıdıkça, onların ne olduğunu ve bizlerin ne olmadığını çok daha iyi anlıyoruz. İşte bu gerçek bu anlayışla onları sevgi ve rahmetle anıyor,

"Alemler  içinde  selam  olsun  Musa  ve  Harun Aleyhisselam'a" diyoruz..

 

Salih bir kul (Hızır) ve Musa (a.s.) kıssası

 

Musa Aleyhisselam ile Rabbimizin katından ilim verdiği salih bir kul arasında yaşanan bu kıssa, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen güzel ve gizemli kıssalardan biri­sidir. Tefsirlerde yeterince açıklanmayan ve bunun da Ötesinde bazı şüpheli rivayetlerle daha da çarpıtılan bu kıssa, ne olduğundan ziyade ne olmadığı konusunda açıklık getirilmesi gereken bir kıssadır. Çünkü Samiri olayındaki hak ayet, İsraüoğullan tarafından nasıl batıl bir şekilde yorumlanmışsa, bu hak kıssa da kendilerini İslam'a nisbet eden birçok çevre tarafından aynı şekil­de çarpıtılmış ve batıl yorumların hak delili durumu­na getirilmiştir.

Mesela Kur'an-ı Kerim'de hayr ve şerle ilgili ola­rak "Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir serdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. [40]buyurul-maktadır. İşte bu ayet-i kerime, ne yazık ki birçok grup tarafından bu kıssa ve bu kıssadaki olaylarla bütünleş­tirilerek batıl bir şekilde yorumlanmaktadır. "Şer görü­lende hayır, hayır görülende şer olabileceği" şeklinde

ifadelendirilen bu yorum ve bu anlayış öyle noktalara vardırılmıştır ki; şer üzere gördüğünüz bir insanı, bir grubu şeriata göre eleştirmeniz, hakka ve hayıra davet edebilmeniz kesinlikle mümkün değildir. Gördüğünüz ve eleştirdiğiniz olayın zahirde şer olduğunu izah etse­niz bile, meselenin zahirini değil, batınını önemseyen bu İnsanları serden uzaklaştırıp hayra davet edemezsi­niz. Çünkü bu kimseler görülen olayın zahirde şer ol­duğunu kabul etmekle beraber batıl ve batini umudlarla    "Şer   görülende   hayır,    hayır   görülende   şer olabileceği'1 anlayışını sahiplendikleri için apaçık olan serde hayır aramaya ve bu hayn beklemeye devam edeceklerdir.

Oysa yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kertme, böylesi anlayışlara kapı aralayan bir ayet-i kerime değildir. Çünkü bu ayet-İ kerimede hayır görülende şer, şer gö­rülende hayır olabileceği değil, hoşumuza gitmeyen bir şeyde hayır, sevdiğimiz bir şey de ise şer olabileceği buyurulmaktadır. Daha açık bir ifadeyle hoş görülen veya hoş görülmeyen şeyler, naklin yani İlahi vahyin değil, bizlerde bulunan nefsin veya cahili realiteden et­kilenen aklın hoş görüp, görmediği şeylerdir. Dolayı-sıyle hayrın ta kendisi olan Kur'an-ı Kerim penceresin­den  bakarak  hayr  gördüğümüz her şey hayır,   şer gördüğümüz her şey serdir. Mesela aşağıdaki ayet-i ke­rimelerde, şanı yüce Rabbimiz bazı hayırların ne oldu­ğunu şöyle beyan etmektedir.,

'Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.[41]

"Eğer mü'minseniz, Allah'ın (helalinden) bıraktığı (kazanç, az da olsa) sizin için daha hayırlıdır. Ben (sa­dece tebliğ ediyorum), sizin üzerinize bir bekçi değilim.[42]

"Allah, hidayeti kabul edenlerin hidayetini arttınr. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır. [43]

"Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Öyleyse ateşin içine bırakılan mı da­ha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O, yapmakta olduklarınızı gerçekten görendir.[44]

Şimdi bu ayet-i kerimelerle beyan edilen hayırlar­da, şer arayabilir miyiz? "Bunlar hayır olarak bildiril­miştir ama, bu hayırlarda şer olabilir!." diyebilir miyiz? Elbetteki hayır!. Çünkü biraz önce söylediğimiz gibi, şanı yüce Rabbimizin hayır olarak beyan ettiği her şey hayrın ta kendisi, şer olarak beyan ettiği her şey de şerrin ta kendisidir. "Şer görülende hayır, hayır görü­lende şer olabileceği" anlayışını İlahi vahye nisbet et­mek, İlahi vahyin şer bildirdiğinde hayır, hayır bildirdi­ğinde şer olabileceğini zannetmek, kendi nefislerimizde bulunan bu çelişkiyi Allah'a nisbet etmektir!.

Rabbimizin hayır bildirdiğinde şer, şer bildirdiğin­de hayır olabileceğini düşünmek, inancında mutmain olması gereken bir müslümanın itikadında, kesinlikle bulunmaması gereken bir düşünce şeklidir. Meseleyi bu şekilde anlamamız gerektiği halde, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ve Musa Aleyhisselam ile salih bir ku­lun yol arkadaşlığını içeren kıssa tevii edilerek, bu me­sele şeriatın da fevkinde değerlendirilmekte ve şeriat ile hakikatin, zahir ile batının bazı durumlarda çelişebi­leceği ve batini ilimlere göre doğru olan bir davranışın, zahiri ilimlere yani şeriata göre yanlış görülebileceği ileri sürülmektedir. Özellikle birçok tasavvuf çevresin­de yaygınlaşan bu anlayışa şimdilik bir kenara bıraka­rak, kıssanın mahiyetine geçiyoruz. Bu güzel ve gi­zemli kıssa, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir., "Hani Musa genç-yardımasına demişti: 'İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar (gideceğim ve bu yoldan) hiç ayrılmayacağım, ya da uzun zamanlar geçireceğim. " Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıkla­rını unuttular; (balık da) denizde bir akıntıya doğru (ve­ya bir menfez bulup) kendi yolunu tutup-gitti (Varma­ları  gereken  yeri)  Geçtiklerinde  (Musa) genç-yardımcısına  "Kuşluk yemeğimizi getir, andolsun bu  yaptığunız-yokıduktan  gerçekten  yorulduk.''  dedi. "(Genç-yardtmcısı, başımıza geleni) Gördün mü, kayaya sığındığımız vakit, ben balığı unutmuşum. Onu bana şey­tandan başkası unutturmadı; o da şaşılacak tarzda de­nizde kendi yolunu tuttu ve gitti. " dedi. (Musa) "İşte, bi­zim de aradığımız buydu." dedi ve izleri üzerinde gerisin geriye döndüler.

Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. Musa ona dedi ki: "Allah'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da Öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" Dedi ki: "Gerçekten sen, benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemezsin. Özünü (içyüzü­nü) kavrayamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?" (Musa:) "İnşaattan, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiç­bir işte sana karşı gelmeyeceğim " dedi. Dedi ki: "Eğer ba­na uyacak olursan, ben sana bir açıklamada bulunma­dıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma. "

Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir gemiye bi­nince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: "İçin­dekiler boğulsun diye mi onu deldin? Andolsun, sen şa­şırtıcı bir iş yaptın." Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olmaya kesinlikle sabır gösteremeyeceğini ben sana söy­lemedim mi?" (Musa:) "Beni, unuttuğumdan dolayı sor­gulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma" de­di

Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nihayet bir ço­cukla karşılaştıkları zaman, o hemen bunu Öldürüverdi. (Musa) Dedi kû "Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın, masum bir cam mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın." Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olmaya ke­sinlikle sabredemeyeceğini ben sana söylemedim mî?" (Musa:) "Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana mazur (ye­terli bir özre ulaşmış) olursun" dedi.

Böylece ikisi (tekrar) yola koyuldu. Nihayet bir ka­sabaya gelip onlardan yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamakdan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu doğrultuverdi. (Musa) Dedi ki: "Eğer isteseydin, buna karşılık (onlardan) bir ücret alabilirdin." Dedi ki: "İşte bu, birbirimizden ayrılma zamanımız. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü (hakikatini) haber verece­ğim. "

"Gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Ben onu ku­surlu yapmak istedim,   (çünkü) onların ilerisinde,   her (sağlam) gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Er­kek çocuğa gelince, onun, anne ve babası mü'min kimselerdi. Bunun onlan azginlık ve inkara sürüklemesinden (onlar adına)  korktuk.   Rablerinin  onlara,   temizlikçe daha hayırlı ve daha merhametli birini vermesini diledik. Duvar ise şehirde iki yetim oğlana ait idi ve altında on­lara ait bir define vardı. Babalan da salih biriydi. Rab-bin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbin-den bir rahmet olarak kendi definelerini çıkarsınlar. Ve ben bunu kendiliğimden (kendi görüşüm) olarak yap­madım.   İşte,   senin  sabredemediğin  şeylerin   içyüzü (hakikati) budur. [45]

Musa Aîeyhisselam ile salih kulun kıssasını an­latan ayet-i kerimeler bu kadardır. İslam'ı daha iyi yaşayabilmemiz ve daha iyi bir kul olabilmemiz için bizlere gerekli olan her şeyi, gerektiği kadar açıklayan Kur'an-ı Kerim, söz konusu kıssayı da yukarıda zikret­tiğimiz ayet-i kerimeler çerçevesinde vermiştir. Dolayısıyle bu kıssadan faydalanabilmemiz için, bu kıs­sayı sadece ayet-i kerimeler çerçevesinde değerlendir­memiz bizler için yeterli olabilecektir.

Musa Aleyhisselam'm yol arkadaşı kimdir, karşılaşılan salih kulun  ismi Hızır mıdır,  Hazır mıdır. bu salih kul, insan mıdır, cin midir, melek midir, bu   salih   kulun   mertebesi,   peygamber   mertebesinin üstünde midir, altında mıdır?., gibi sorular, kıssayla ilgili olarak mutlaka cevaplanması gereken sorular değildir. Salih kulun ismi ve cismi zikrediî-rnemişse, bu bizler için önemli ve gerekli olmadığı içindir. Çünkü kıssadan almamız dilenen gerçekleri alabilmemiz için bunların bilinmesine de gerek olsay­dı, hiç şüpheniz olmasın ki kıssada bunlar da zikredilirdi.

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssanın, asr-ı saadet dönemindeki müslümanlar tarafından nasıl algılandığına baktığımız zaman, bu kıssanın her­hangi bir fitne veya karışıklığa neden olmadığını görüyoruz. Asr-ı saadet dönemi müslümanlan, bu kıs­sadan almaları gerekeni almışlar ve alabildikleri kadarıyla yetinmişlerdir. Efendimiz (Aleyh issalatu ves-selam)'a bu kıssaya ait yüzlerce soru sorulmamış, zahiri ilimler-batıni ilimler tasnifi yapılmamış ve zahiri ilimler küçümsenerek batini ilimlerin peşine düşül-memiştir!.

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssadan almamız gereken ilim ve hikmet, elbetteki çok geniştir. Ancak bu ilim ve hikmetleri elde etmek için kırk batıl anah­tarla, kırk batini kapıyı zorlamamıza veya şeriatten bihaber sufi çilingir çağırmamıza hiç gerek yoktur. Çünkü iman edenler, sabredenler, Rablerine tevekkül ederek düşünüpakledenler için apaçık bir beyan olan Kur'an-ı Kerim, bu müslümanların anlaması gereken ilim ve hikmeti batini bohçalara sarmamış ve zan dolu vadilere gîzlememiştir.

Kur'an-ı   Kerim'de   elbetteki   anlayamadığımız ayetler, anlayamadığımız hikmetler, anlayamadığımız kıssalar olabilir. Bunları anlayamamamız, ayetlerin an-laşılmazlığından veya yeterince açıklanmamasından değil, bizlerdeki anlayışın yetersizliğinden veya söz konusu ayetlerin dünya insanlarına açılacağı zaman, mekan ve şartların henüz oluşmadığındandır. Böylesi durumlarda anlaşılamayan ayet veya kıssaları illa ki anlaşılır kılmak için, ayetlerin zahir manalarından kop­mak ve Kur'an-ı Kerimle bütünleşmeyen zanni yorumlarda bulunmak, şiddetle sakmılmasi gereken bir durumdur. Çünkü herhangi bir ayeti bilmemek veya anlamamak, o ayet hakkında yalan yanlış yorumlara kapılmaktan çok daha iyi, çok daha güvenli bir konumdur.

Bir ayeti veya kıssayı anlamayan ve anlamadığını bilen müslümanların, yarınlarda bu ayet veya kıssayı anlayabilme olasılıkları bulunurken; anlamadıklarını bilmeyen veya yanlış anlayan kimseler, bu olumlu olasılığa kendilerini kapatan kimselerdir. Ayrıca dik­kate almamız gereken en önemli husus, ayet veya kıs­salarla ilgili olarak anlamamız gereken İlahi gerçekler, kesinlikle ve kesinlikle ayetlerin zahirine bağlı kalarak ulaşabileceğimiz gerçeklerdir. Nitekim daha önce de belirttiğimiz gibi ' iman ve teslimiyet iie ayetlerin zahirine sadık kalarak düşünen her müslüman için "Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sîzin İçin bir serdir.." ayet-i kerimesinin dosdoğru bir yorumu ve açıklaması olan bu kıssa; ayetlerin zahirinden koparak batini vadilerde, batıl yorumlarda bulunan kimseler için ne yazık ki aynı hakikatin çarpıtılmasında kullanılmakta ve bu çarpık anlayışa bir delil olarak ileri sürülmektedir!. Zahirdeki koskoca dağı göremeyen bu kimseler, bu dağın yamaçlarında dolaşarak batini tepecikler aramakta ve çoğu kez bu tehlikeli yamaçlardan aşağı yuvarlanmak­tadırlar!.

Bizler gibi  sıradan müslümanların  görmediğini görme, bilmediğini bilme sevdasına kapılarak bu kıs­saya görünür zahirinden değil, görünmeyen batının­dan yaklaşan kimseler, Kur'an-ı Kerimde zikredilen bu kıssadaki ilime, "Olmadan önce olacakları biimek ve ona göre tedbir almak ilmidir" demişler ve bu ilmi "Batın ilmi, Gayb ilmi, Ledünni ilim" olarak isimlen­dirmişlerdir. Bu yaklaşıma itibar eden büyük çoğun-Iuğu icma zannederek bunlara katılmamız ve Ledünni denilen böylesi üimlerin(!) peşine düşmemiz tabi ki söz konusu değildir. Çünkü "Olmadan Önce olacakları bil­mek ve ona göre tedbir almak" ifadesiyle tanımlanan böyle bir Gayb ilmi, şanı yüce Rabbimizin en sevgili peygamberlerine dahi vermediği bir ilimdir. Nitekim Efendimiz   (Aleyhissalatu  vesselam)   Kur' an-ı   Kerim ifadesiyle "De ki: "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç bir şeye) malik değilim. Eğer gaybı  bilebilseydim  muhakkak  hayırdan  yaptıklarımı arttıracaktım ve bana bir kötülük de dokunmazdı. Ben, iman edecek bir topluluk için, bir uyarıp korkutucu ve bir müjde vericiden başkası değilim, [46]buyurmak­tadır.

Dikkat edilirse bütün bu ifadeler. şanı yüce Rabbimizin, alemlere rahmet olarak gönderdiği Efendimiz {Aleyhissalatu vesselamca "De ki" buyruğuyla ikrar ettirdiği ifadelerdir. Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) bu ifadeyle bütün müslümanlara "Eğer gaybı biiebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttıracaktım, ve bana bir kötülük de dokunmazdı.." derken; gaybe duydukları merakla gay-bi ilimlerin peşine düşenlere de "Büyük bir merakla peşine düştüğünüz gayb ilmini, ben bile bilmiyorum!.'" demektedir.

Meseleyi bu şekilde dile getirişimizi hoş kar­şılamayan bazı kimseler "Efendim, gaybı elbetteki sadece Allah bilir. Ancak Allah dilediği kullarına bazı gaybi haberler verebilir" derlerse. Kur'an-ı Kerim'e mutabık olan bu ifadeleri tabi ki kabul ederiz. Mü'min-leri bağlayıcı olan ve bütün müminlerin iman etmesi gereken bu gibi gaybi haberler, hiç kuşkusuz ki şanı yüce Rabbimizin seçtiği peygamberlerine ilettiği haberlerdir. Peygamber vasıtasıyla kendilerine iletilen bu gibi gaybi haberlere şahit olan bütün müminler, "Peygambere iman edin" hükmü gereğince, peygam­berin getirdiği bu haberlere de iman etmekle yüküm­lüdürler.

Gaybi haberlerin peygamberler dışındaki kim­selere bildiriîip bildirilmemesi ise, konuşmamıza bile gerek olmayan bir husustur. Mesela peygamber ol­mayan bir insan. "Bana bazı gaybi haberler verildi veya veriliyor!." derse, bu şaşkın kimse gayb değil, fit­ne ve fesat habercisidir. Çünkü bu habere İslam'ın ve imanın gereğini bilmeyen bir takım zavallılar inanır­ken; peygamber olmayan kimselere karşı imani bir mükellefiyetleri olmadığını ve bunlara iman et­memeleri gerektiğini bilen müminler ise imanlarının bir gereği olarak karşı çıkacaklardır. Dolayısıyle bu haber müslümanlann tevhidine değil, yeterince ak-ledemeyen kimselerin tefrikasına neden olacaktır.

Oysa İslam,

İslam'a talip olan tüm insanların amelde ve inanç­ta birliğini gözeten bir tevhid dinidir. Tevhid dininin sahibi olan Allah İse, peygamber olmayan bu gibi şaş­kınlara bazı gaybi haberler vererek, İslam'a talip olan insanların   tefrikaya   düşmesini   dilemez.   Ayrıca   bu önemli meselede dikkate aimamız gereken bir diğer husus, Allah'ın dilediği bir kuluna bazı gaybi haberler vermesi demek, o kulun gayba veya gayb ilmine vakıf olması demek değildir. Çünkü herhangi bir konuyla il­gili kısmi haberler, o konuyla ilgili ilim yerine geçmez. İlimde bir bütünlük ve yeterlilik vardır. Her ilim, kendi sahasındaki bütünlüğe ve yeterliliğe sahiptir. Dolayısıy­le peygamberlere dahi gayb ilmi değil, sadece bazı gaybi haberler verilmiştir. Gaybi ve gayb ilmini ise an­cak ve ancak Rabbimiz bilmektedir. Böyle bir ilim ne peygamberlere ve ne de Musa Aleyhisselam'm yol ar­kadaşı olan salih kula verilmiştir.

Artık bu kısa açıklamadan sonra Batıni veya Ledünni denilen bu gibi gaybi ilimleri(!). bu ilimlerle uğraşmaya rnüstehak kişilere bırakıyor ve apaçık hakikatlere talip müminler olarak, Musa Aleyhisselam île salih kulun kıssasından çok az da olsa şimdilik ne anladığımıza ve ne anlamamız gerektiğine geçiyoruz. Bu kıssayla ilgili olarak zikredilen ayet-i kerimelerden anlaşılacağı üzere, Musa Aleyhisselam'ın iki denizin birleştiği yerdeki buluşma yerine yönelmesi, söz konusu salih kuİu bulmak ve ona Rabbimizin katından verdiği bir ilmi öğrenmek içindir.

Yaşanan bir olay veya sorulan bir soru nedeniyle Allah'ın kulları arasında kendisinden daha alim bir kimsenin olduğunu öğrenen ve bu İlme talip olan Musa Aleyhisselam, Rabbimizin verdiği ön bilgilerle buluşma yerine yönelmiş ve genç yardımcısına "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, ya da uzun yıllar, çok uzun zamanlar yürüyeceğim" diy­erek, buluşmaya yönelik İstek ve kararlılığını belirtmiş­tir. Ancak sonucu belirsiz bu ifadeyi ve bir tercihi belir­ten söyleniş şeklini dikkate aldığımız zaman, bu buluşmanın Rabbimizin kesin emri olmadığını ve Musa Aleyhisselam'ın kendi isteğiyle bu kararı verdiğini an­layabiliriz. Çünkü Rabbimizin müslumanlara yönelik tüm emirlerinde bir belirsizlik olmadığı gibi, herhangi bir tercih hakkı da yoktur.

Ayrıca Musa Aleyhisselam'ın ayet-i kerimelerde yer alan bu sözlerini dikkate aldığımız zaman, kıssanın yaşandığı zaman dilimiyle ilgili olarak Efendimiz (Aley-hissalatu vesselamca nisbet edilen ';Musa Aleyhis­selam bir gün İsr.ailoğullarına vaaz ve nasihatta bulunurken, kendisine, "İnsanların en alimi kimdir?" diye soruldu. Bu soruyu fazlaca düşünmeyen Musa Aleyhisselam "Benim"' diye cevap verdi. "Allahu a'lem" yani "Bunu en iyi bilen Allah'dır" demediği için, Rabbimiz Musa Aleyhisselam'ı azarladı ve ona "İki denizin birleştiği yerde  bulunan bir kulum,  senden daha alimdir" diye vahyettî. Musa Aleyhisselam "Ey Rabbim, ben onu nasıl bulabilirim?" diye sorduğunda, kendisine "Zenbile balık koy ve onu sırtına alarak yola çık. Balığı nerede yitirirsen, o zat oradadır" buyurul-du..." gibi rivayetlere de biraz itiyatlı yaklaşıyor ve bu kıssanın yaşandığı zaman diliminin, Musa Aieyhis-selam'm İsrailoğuilarıyla yollarının ayrıldığı Tih döneminde gerçekleşmiş olabileceğini düşünüyoruz. Çünkü kavmine karşı sorumlu bir peygamber olan ve başlarından ayrıldığı zaman onların Harun Aleyhis-selam'a rağmen ne yaptıklarını ve nasıl yoldan çıktık­larını çok iyi bilen Musa Aleyhisselam, İsrailoğullarının başında olduğu bir dönemde "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, ya da uzun yıllar, çok uzun zamanlar yürüyeceğim" demezdi, diyemezdi.

Bu gerçeği dikkate aldığımız zaman, söz konusu kıssanın İsrailoğuiları ile Musa Aleyhisselam'm yollan ayrıldıktan sonra yaşanmış olabileceği kanaatine ulaşıyoruz. Ayet-i kerimedeki "Genç yardımcı" ifadesi de, Musa Aleyhisselam'm gençliği ve dinçliği geride bırakan bir yaşlılığa ulaştığına işaret ettiği için, bu kanaatimizi kuvvetlendiren bir ifade olmaktadır. Ayrıca boyler bir kanaate ulaşırken, İsraiİoğullarıyla yollan ay­rılan Musa Aleyhisselam1 in kalbi durumunu ve hüzün dolu duyguiarını da dikkate alıyoruz. İnsanların ve kav­minin kurtuluşunu dileyen, bu amaçla çok uzun yıllar mücadele eden bir peygamber için, gerçekten katlanıl­ması zor ve hazin bir neticedir bu!. Mücadeleyle geçen uzun yıllardan sonra yaşlı ve yaşlanmış gözlerle geriye bakan   Musa   Aleyhisselam,   ne   yazık   ki   küfürleri nedeniyle denizde helak edilmiş bir toplum ile isyan ve azgınlıkları nedeniyle çöle terkedilmiş kavminden baş­ka bir şey görmüyordu!. iyi ama onca mücadele, onca ayet, onca mucize böyle bir sonuç için miy­di? Musa AleyhisselanYm sahip olduğu ilimle yeterin­ce anlayamadığı, yaşadığı olaylara o an ki zaman diliminden bakınca hikmetini yeterince kavrayamadığı İlahi bir takdirdi bu!. Çünkü İlahi takdirlerdeki ilim ve hikmet, çoğu kez olayın yaşandığı şimdiki zamanda değil, yaşanan olaylardan daha sonra ortaya çıkan ve anlaşılan bir ilim ve hikmettir. Nitekim Musa Aleyhis-selam'a kıssadaki yolculuğu sonunda açılan İlim ve hikmet de, İlahi takdir gereği yaşanan olaylardan son­ra anlaşılabilen bir ilim ve hikmet değil miydi? Dolayısıyle Musa Aleyhisselam'a kıssadaki bu olayları yaşatan ve daha sonra hikmetini açıklayan Rabbimiz; böylelikle Musa Aleyhisselam'a İlahi takdire yönelik güzel bir bakış vermiş ve bu takdir gereği gerçekleşen olaylara karşı ufkunu hem genişletmiş, hem de derin­leştirmiştir.

Evet, dikkate alınmasında fayda gördüğümüz bu kısa açıklamadan sonra kıssaya dönüyoruz. Genç yardım­cısıyla yola çıkan Musa Aleyhisselam, iki denizin bir­leştiği yeri bulabilmek için nereden gitmesi gerektiğini biliyor ancak varacağı menzilin neresi olduğunu ve ne kadar gideceğini hiç bilmiyordu. Zaten sözleri arasın­da yer alan "'İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar hiç  ayrılmayacağım"  ifadesi  de,   sahilden hiç ayrılmayacağım anlamına geliyordu. Çünkü iki denizin bir­leştiği yer sahilde olduğuna göre, bu yeri bulabilmesi için kesinlikle sahil boyundan gitmesi ve sahilden hiç ayrılmaması gerekiyordu.

Tabi ki gelişi güzel bir gitme, gelişi güzel bir yürüyüş olmayacaktı bu!. Çünkü İki denizin birleştiği yerde görünür bir sancak veya bir sınır işareti olmayacağına göre; birleşen iki deniz hak­kında en az bizlerdeki kadar bir bilgi sahibi olan Musa Aleyhisselam'ın, bu bilgilere dayalı bir gözlem veya denemeler yaparak ilerlemesi gerekiyordu.

Hocam, biraz önce sizin de söz ettiğiniz bazı rivayetlerde, Rabbimizîn Musa Aleyhisselam'a "Zen-bile balık koy ve onu sırtına alarak yola çık. Balığı nerede yitirirsen, o zat oradadır" buyurulduğu belir­tiliyor.

Biliyorum Fatih!. Ancak yine de böylesi rivayet­lere itiyatlı yaklaşmamız gerettiğine inanıyorum. Çün­kü Kur'an-ı Kerim'i tahrif edemeyecek olan şeytan aleyhillane, önemli İlahi gerçekliklerin müsiümanlar tarafından araştırılmasını ve anlaşılmasını istemediği zaman, ilk bakışta makul ve mantıklı gözüken cevap­lar uydurarak, bu cevapları peygamberler de dahil ol­mak üzere salih kimselere nisbet edebilir. Yüreklerin-deki samimi peygamber sevgisiyle bu rivayetleri doğru kabul eden müsiümanlar, artık Kur'an-ı Kerim'deki İlahi gerçeklikle ilgili olarak sormaları gereken sorulan değil, bu soruya bir cevap niteliğindeki böylesi rivayet­leri düşünmeye başlarlar. Nitekim bu kıssayla ilgili olarak "Musa Aleyhisselam iki denizin birleştiği yeri hangi bilgi ve tecrübeyle tesbit edebilmiştir?" sorusunu düşünmeleri gereken dünya müslümanları, bu rivayet­ten hareket ederek bin yılı aşkın bir süredir "Zenbil-deki tuzlu balık, nasıl dirilmiştir?" sorusunu düşünmek­tedirler!.

Zaten lanetli şeytanın istediği de budur!. Önemli olan dünya müslümanlannm ayetler ve ayetlerdeki İlahi gerçeklikler üzerinde düşünmelerini engellemek ve ilk bakışta makul ve mantıklı gözüken böylesi rivayetlerle Önemli İlahi gerçekliklerin üzerini örtmektir. Çünkü Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam)'a dahi nisbet edilebilen böylesi rivayetlerle karşılaşan müsiümanlar, cevabını bulduklarını zannettikleri bu İlahi gerçeklik konusunda artık düşünmeye ve gerçek cevabı bulmaya çalışmayacaklardır. Özellikle Kur'an araştırmalarında bulunan müslümanların bu önemli konuya çok dikkat etmeleri ve sahih denilen kitablara girmiş olsa bile Kur'an-ı Kerim bütünlüğü ile uyuş­mayan böylesi rivayetlerden, Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) Efendimizi tenzih etmeleri gerekir.

Bunları söylerken, Resulullah (Aleyhissalatu ves­selam) bu kıssayla İlgili olarak hiçbir şey söylememiştir veya rivayette yer alan haberlerin hepsi yanlıştır gibi bir iddiada tabi ki bulunmuyoruz. Önemle altını çiz­diğimiz gerçek, Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam) bu kıssayla ilgili öz ve önemli açıklamalarda bulunmuş ol­sa dahi, bu açıklamaların İlave ve eksiltmelerle tahrif edilmiş bir şekilde günümüze gelmiş olduğudur. Sadece Kur'an-ı Kerimi tahrif edemeyecek olan şey­tan aleyhillane için, zor olsa da imkansız bir iş değildir bu!. Ayrıca "Söz, söz sahibine göre değerlendirilir" prensibinden hareket eden şeytan aİeyhillane için, batıl görüşlerin Allah'a veya peygamberine nisbet edil­mesi, ulaşılması gereken çok Önemli bir zirvedir. Çün­kü böylesi nisbetlerle söz konusu batıl görüş ayet veya hadis niteliğini kazanmakta ve tüm inananlar tarafın­dan akli değil, imani bir kabul görmektedir!. Evet, iki denizin birleştiği yerde aranmadan buîunabile-cek bir işaret olmadığına veya olamayacağına göre; birleşen İki deniz hakkında en az bizlerdeki kadar bir bilgi sahibi olan Musa Aleyhisselam, bu bilgilere dayalı bir gözlem veya denemeler yaparak ilerliyordu.

Hocam, belki de böyle bir gözlem ve deneme yapmasına hiç gerek yoktu. İki denizin birleştiği yerde o salih kulla karşılaşacağına göre, salih kulu bulduğu ve onunla karşılaştığı yer, iki denizin birleştiği yer olacaktı!.

Genelde dikkatli olmana rağmen, şimdi mantıklı gözükse de dikkatsiz bir söz söyledin Veli!. Şayet Musa Aleyhisselam'm iki denizin birleştiği yeri bulabilme işareti salih kul olsaydı, genç yardımcısına "Salih kulla karşılaşıncaya kadar gideceğim" der ve iki denizin bir­leştiği yere geldiğinde İse bu salih kulla karşılaşırdı. Oysa biliyoruz ki İki denizin birleştiği yere varmalarına rağmen bu kulu görmemişler ve orasını geîîp-geçmişlerdir. Çünkü iki denizin birleştiği yeri bulabilmelerinin sebeb ve illeti salih kulu bulmaları değil; salih kulu bulabilmelerinin sebeb ve İlleti, iki denizin birleştiği yeri  bulmalarıdır.   Dolayısıyle   Musa  Aleyhisselam'in

salih kulu bulabilmesi, öncelikle ve Öncelikle iki denizin birleştiği yeri bulmasına ve bulduğunu farketmesine bağlıydı. Nitekim bu tesbiti yaparak geri döndüğünde, salih kulu bulması ve onunla buluşması mümkün olmuştur.

Hocam, şimdi anladım.

Anladığına sevindim Veli.  Ayrıca  şunu da an­lamanızı isterim ki bir kıssa ne kadar gizemliyse, her ayrıntı   konusunda   ayetlerin   zahirine   bağlı   kalarak iman ve ihlas ile o kadar çok düşünmeniz, o kadar çok derinleşmeniz   gerekir.   Elbetteki   mutlaka  yapmanız veya   kendi   sınırlarınızı   aşarak   gerçekleştirmeniz gereken bir çalışma değildir bu.  Çünkü anlaşılması bizim için güç olan bazı ayetlere sadece iman ve tes­limiyetle yaklaşmak, bu ayetlere düşünce mahsulü ol­sa dahi ilginç ve yanlış manalar vermekten çok daha güzel ve güvenilir bir konumdur. Daha açık bir ifadey­le   ayet   ve   kıssalara   karşı   öncelikli   kulluk   mükel­lefiyetimiz, bunları illa ki anlamak veya hikmetlerini açıklamak değil, hiçbir hikmetini anlayamazsak bile bu ayet ve kıssalara iman ve teslimiyetle yaklaşmamızdır. - İman ve teslimiyetle yaklaştıktan sonra yine de hükmü ve hikmeti anlamaya çalışmamız daha güzel değil mi?

Elbetteki daha güzel Fatih. Ancak daha önce de belirttiğim gibi iman ve ihlas ile ayetlerin zahirine sadık kalarak, istikametten hiç ayrılmayarak sabır ve sebat ile yürütmeniz gereken bir çalışmadır bu. Ayrıca bu çalışmaları yaparken "İlla ki bulacağım, illa ki an­layacağım!/' iddiasından uzak olmanız gerekir. Sizin yapmanız gereken Rabbinizin rızasını gözeterek çalış­mak ve neticeyi Allah'ın takdirine bırakarak, bu çalış­malarınızdan ecir ummaktır. Zaten önemli olan da çalışmalarımızda illa ki başarıya ulaşmak değil, muhtaç olduğumuz İlahi ecire nail olmaktır.

Hocam, ayetlerdeki hüküm ve hikmeti anlamak, bu ayetlerde derinleşmek için ne yapmalıyız?

Öncelikle bu ayetlerin yani bu kelamın Sahibini çok iyi tanıyacak ve İlahi kelamı, Kelam Sahibine göre değerlendireceksiniz Merve hanım. Biz insanların söz­lerinde ve konuşmalarında, boş ve gereksiz bir çok kelime yer alabilir. Ancak İlahi kelamın böyle ol­madığını bilecek ve hiçbir kelimenin, hiçbir ayrıntının gereksiz olmadığına iman edeceksiniz. Sonra bütün bunları dikkate alaraka, bir ayete yüzlerce soru gön­derecek ve Kur'an- Kerim bütünlüğünde bu sorulan cevaplamaya başlayacaksınız.

Anladığımız   bir   ayete   de   soru   gönderecek miyiz?

Bir ayeti yeterince anladığımızı zannetmemiz, bizler gibi araştırmacı müslümanların önünü tıkayacak olan ciddi bir yanılgıdır. Birçok ayet-i kerimeden, bir­çok İlahi gerçeklikleri anlayabiliriz. Ancak bunları an-lamamız, bizleri kesinlikle ve kesinlikle "Artık bu ayet­leri yeterince anladım!." noktasına getirmemelidir. Çünkü herhangi bir ayet-i kerimeyi yeterince an­ladığımızı zannettiğimiz zaman, bu ayete başka soru yöneltmiyor ve bu ayetteki diğer İlahi gerçekliklere an­layış kapımızı kapatmış oluyoruz. Mesela bu kıssadaki İlk ayetin, ilk sözleri olan "Musa genç yardımcısına dedi ki" ifadesi, genellikle bu ifadeyle karşılaşan bütün müslümanların rahatça anladıkları bir ifadedir.

Hocam,  zaten bunda anlaşılmayacak bir şey yok!.

Doğru söylüyorsun HamdÜ. Zaten insanlar bu ifadede yer alan hangi kelimenin, hangi manalara gel­diğini anlıyorlarsa, bu'kelimelerden oluşan ifadeyi de rahatça anlayabiliyorlar!. Ancak herkesin rahatça an­layabildiği bu ifadede, benim cevabını bulmakta zor­landığım üç-dört soru var. Mesela bu sorulardan bir tanesi, niye "Genç yardımcı" denilmiş?

Genç olduğu için "Genç yardımcı denilmiş, yaş­lı olsaydı Rabbİmiz "Yaşiı yardımcı" derdi.

Bak Veli!. Yardımcının genç veya yaşlı olmasının bir Önemi olmasaydı, ayetteki "Genç" eklemesi, boş ve gereksiz bir ekleme olacağı için, Rabbimiz "Musa genç yardımcısına dedi ki" ifadesi yerine "Musa yar­dımcısına dedi ki" ifadesini kullanırdı. Ancak Rabbimiz yardımcının genç olduğunu özellikle belirtiyorsa ve bunu iki kere tekrarlıyorsa, yardımcının genç ol­masının bir önemi ve hikmeti var demektir. İşte ben bunu soruyor, bu yolculukta yardımcının genç ol­masının nasıl bir önemi olduğunu öğrenmek is­tiyorum.

Güzel ve önemli bir soru!. Peki nasıl bir sonuca vardınız!.

Önce düşünmeye başladım Seda. Yardımcının genç olmasının ciddi bir Önemi ve hikmeti varsa, bu önem ve hikmetin yardımcının yapacağı işle ilgili olacağı sonucuna vardım. Peki yardımcının yolculuk boyunca yapacağı İş neydi ki, bu önemli işin yapılabil­mesi, onun genç olmasını gerekli kılsın!.

Yiyecekleri olan tuzlu balıkları taşımak ve sofra hazırlamak!.

Bunları genç olmayan yardımcılar da yapabilir veya bunlar bir deveye de yüklenebilirdi Merve hanım. Ayrıca bu sözlerinizden, zenbildeki tuzlu balıklan hala bırakmadığınızı anlıyorum.

Balık, onların yiyeceği değil miydi? Musa Aley-hisselam acıkınca, balığı istemedi mi?

Diyelim ki zenbildeki tuzlu balıklar, onların yiyecekleriydi!. Bu yolda gerekirse "Uzun zamanlar, uzun yıllar yürüyeceğim" diyen Musa Aleyhisselam'a, ne kadar tuzlu balık lazımdı?

Çok fazla!.

Musa Aleyhisselam'in yapacağı yolculuk çölde ol­saydı, bu cevabınızı makul karşılayabilirdim. Ancak biliyoruz ki Musa Aleyhİsselam bu yolculuğu boyunca, sahilden hiç ayrılmayacağını bildirmişti. Peki balığın bol olduğu bir dönemde ve sahil boyunca devam ede­cek bir yolculukta, yiyecek olarak taze balık varken yanına kim tuzlu balık alır veya Musa Aleyhisselam'ın yanına tuzlu balık aldığına kim inanır?

Biz inanmıştık!.

Sizler, düşündüğünüz için değil, hiç düşünmeden bu rivayetleri doğru kabul ettiğiniz için inanmıştınız!. Bakın arkadaşlar, Musa Aleyhisselam'ın bu yolculuğu, menzili belli kısa bir yolculuk olsaydı ve bu yolculuğa tek başına çıksaydı, yiyecek olarak yanma tuzlu balık ve aldığına inanabilirdik. Çünkü o dönemlerde misina olta ile kıyı balıkçılığı olmadığı için, özellikle yaşlı in­sanların denize girmesi ve balık yakalayabilmesi müm­kün değildi. "Musa, genç yardımcısına dedi ki" ifadesinden, Musa Aleyhisseİam'm artık genç ol­madığını anladığımız için, tek başına balık yakalayabil­mesi pek mümkün değildi. Peki balık tutabilecek kadar genç olmayan Musa Aleyhisselam, sahil boyunca devam edecek olan menzili belirsiz bu uzun yol­culuğunda yanına bin tane tuzlu balık alması mı akıl­lıcadır, yoksa bir tane balıkçı alması mı? - Bir balıkçı alması!..

Elbetteki bin balık yerine, bir balıkçı alması çok daha akıllıcadır. İşte bîr peygambere nisbet edilen rivayeti doğru kabul ederek, diğer bir peygamberi böy­le bir akıldan uzak konuma düşürmememiz gerekir. Çünkü yolculuğu boyunca sahilden hiç ayrıl­mayacağını bildiren Musa Aleyhisselam, taze balığın bolca bulunduğu bir yol güzergahında, zenbiline tuzlu balık koymazdı!. Peki Musa Aleyhisselam'ın yanına al­dığı ve zaman zaman balık tutması gereken bu yardım­cının, nasıl olması gerekiyordu? - Genç olması.

İşte az önceki sorumuzun sadece bir cevabıyla karşılaşmış olduk. "Sadece bir cevabıyla" diyorum çünkü yardımcının genç olmasının Önemi, yolculuk boyunca balık tutabîlmesiyle ilgiliyse, İlahi vahyin dik­kat çektiği bu önem, balığa da yansımaktadır. Balığa da yansıyan bu önemi dikkate aldığımız ve bu öneme açıklık getirmek istediğimiz zaman "Yolculuk boyunca bahk tutulabilmesinin önemi, sadece yiyecek ihtiyacını karşılamak için miydi yoksa bunun daha farklı ve daha önemli başka bir nedeni var mıydı?" sorusunu soruyo­ruz. Bu sorunun cevabını düşünmeye başladığımız za­man, balığa yansıyan önemin, sadece yiyecekle ilgili olmadığı sonucuna varıyoruz. Musa Aleyhisselam'ın yolculukta ne yediği, karnını nasıl doyurduğu veya me-nüde ne olduğu bizler için Önemli bir soru değildir ki, "Yolculuk boyunca karınlarını balıkla doyurdular" ce­vabı Önemli olsun!. Mesela Musa Aleyhisselam kıptiyi Öldürdükten sonra Mısır'dan Medyen'e gelesiye kadar ne yiyip-içtiği bizlere hiç bildirilmemiş ve bizler de bu­nu hiç merak etmemişizdir. Çünkü Allah'ın Rezzak ol­duğunu bilen ve ömrü olan her yolcunun bir vesileyle rızıklanacağına iman eden biz mü'minler için. önemli bir ayrıntı değildir bu. Dolayısıyle İlahi vahiy, yolculuk boyunca bahk tutulabilmesine ve balığın önemine işa­ret ediyorsa, bu Önem sadece yiyecekle ilgili değildir.

İşte meseleyi bu genişlikte düşünürken, Rab-bimizin iki denizin birleşmesiyle ilgili olarak "Birbir­leriyle kavuşup karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırım geçmezler. [47] buyruğunu hatırlıyoruz. "Birbirinin sınırını geçmezler" buyruğunda bir istisna olmadığı için, bu İlahi buyruğun hem denizi ve hem de denizin İçindekilerin! kapsadığını anlıyoruz. Olayın dışındaki müslümanlar olarak bizim anladığımız bu gerçeği, olayın bizzat içinde olan Musa Aleyhis-selam'ın fazlasıyla anladığını dikkate alıyor ve iki denizin birleştiği yeri bulmak isteyen Musa Aleyhis-selam'm, farklı yerlerde tutulan balıklarla ne yaptığını, neyi denediğini ve hangi olayı gözlediğini fark etmeye başlıyoruz.

Hocam, çok güzel!.

Anladığına sevindim Fatih!. Zaten güzel dediğin şey, ayetler ve ayetlerdeki İlahi gerçekliklerdir. Mesela ayet-i kerimeler çerçevesinde değerlendirdiğimiz bu güzel ve gizemli kıssa, hiç kuşkunuz olmasın ki Kehf süresindeki diğer iki kıssa gibi zaman, mekan ve yaşam boyutu açısından dünya insanlarının henüz ulaşamadığı Önemli gerçekliklere işaret eden ve bazı Önemli ayetleri ortaya çıkaracak olan bir kıssadır. An­cak bizler bu çalışmamızda, meselenin çok geniş olan o boyutlarına hiç girmeyecek ve bu kıssayı, kıssanın temel amacı olan ilim ve ilim öğrenme boyutundan değerlendireceğiz.

Evet.

genç yardımcısının yanına alan ve birleşen iki deniz hakkında en az bizlerdeki kadar bir bilgi sahibi olan Musa Aleyhisselam, bu bilgiiere dayalı ciddi göz­lemler yaparak ilerlemiş ve iki denizin birleştiği yere kadar gelmişti.

Hocam, iki denizin birleştiği bu yer, kaptan Kus-to'nun bulduğu Cebel-i tarik boğazındaki yer, Öyle değil mi?

Orası olduğunu hiç sanmıyorum Veli!. Oradaki hadiseyi, farklı yoğunluk ve özellikteki iki denizin, bir­biriyle temas etse ve çok az da olsa bir ara bölgede bir­birinin içine girse de, eşyanın tabiatına uygun bir şekil­de   kitlesel   olarak   karışmadığı,   kanşamayacağı   bir hadise olarak görüyorum. Oysa şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı  Kerim'de   işaret  ettiği   hadise,   iki   denizin arasına konulan bir perde, bir berzahla gerçekleşen ve eşyanın  tabiatına  aykırı  olan  bir  ayet,   bir  mucize niteliğindeki bir hadisedir. Daha sonra balık örneğinde de anlayacağımız gibi iki deniz arasındaki bu berzahta, iki denizin çok çok az da olsa birbirine girebildiği bir ara bölge yoktur. İki denizin arasındaki bu görünmez perde, görülemeyecek kadar ince ve geçilemeyecek kadar İlahi bir perdedir. Dolayısıyle iki denizin birleş­tiği yerin Cebel-i tank olduğunu söyleyenler ve bütün dünyaya bunu bir mucize olarak lanse edenler, bu İd­dialarını   kanıtlamak   zorundadırlar.   Bunu   kanıt­lamalarının en açık ve en kolay yolu ise bu incecik ber­zahı   bir   çizgi   olarak  tesbit   etmeleri   ve   yapılması gereken küçücük bir deneyle, bu büyük ayeti tüm dün­yaya göstermeleridir.

Ben bunu yapmadığım ve yapma imkanına sahip olmadığım için "Allah-u alem" diyor fakat Kur'an-ı Kerim'deki konuyla iigili ayetleri dikkate aldığım zaman, dünya insanlarının farklı ayetlere de şahit olabilecekleri bir başka yerin kastedildiğini anlıyorum. Ancak Rabbimizin işaret ettiği bu ayetlerin bulun­masını ve görülmesini istemeyen şeytan aleyhillane, tarihin her döneminde yaptığı gibi doğru sorulara yan­lış cevaplar üretmekte ve bu cevaplan bazen salih kim­selere, bazen de bilim adamlarına nisbet edebilmek­tedir. Çünkü şeytan aleyhillanenin Önemsediği husus; sorularının cevabını bulduklarını zanneden dünya müs-lümanlarının, artık bu sorulan sormamaları ve sorulannın gerçek cevabını araştırmamalarıdır. Evet,

bizler yine de "Allah-u alem" diyerek, konumuza devam ediyoruz. İki denizin birleştiği yere gelen ancak bu tesbiti henüz yapamadan yağmur, fırtına veya sıradışı bir başka olayla karşılaşan Musa Aleyhisselam . ve genç yardımcısı, balıklarını (sahilde) unutarak bir kayaya sığındılar. Balık da Rabbimizin ifadesiyle deniz­deki akıntıya doğru bir menfez, bir delik bularak, ken­di yolunu tuttu gitti.

Kayaya sığındıktan sonra sahildeki yürüyüş ve arayışlarına çok az da olsa biraz ilerden başlayarak, iki denizin birleştiği yeri farkında olmadan geçen Musa Aleyhisselam, yolculuğun beyhude olan bu bölümünde Rabbimizin lutfuyla yorgunluk hissetmiş ve genç yar­dımcısına "Kuşluk yemeğimizi getir, andolsun bu yol­culukta gerçekten yorulduk" demişti. Musa Aleyhis-selam'ın   bu   sözleri   üzerine   balığı   hatırlayan   genç yardımcısı "Gördün mü bak!. Hani kayanın yanında mola verdiğimiz zaman ben balığı unuttum. Onu hatır­lamamı,   bana  mutlaka şeytan  unutturdu.   Balık da şaşılacak bir şekilde kendine bir yol, bir menfez, bir delik bulup-gitti" diye cevap verdi. Musa Aleyhisselam "Bizim de aradığımız buydu" dedi ve hemen sahildeki izleri üzerine geri döndüler.

Hocam, balık şaşılacak bir şekilde nasıl dirildi?

Hamdi, balık şaşılacak bir şekilde diriimedi, şaşılacak bir şekilde kendine tünel gibi bir delik, bir yol bularak gitti. Ayrıca balığın bu gidişini şaşkınlıkla kar­şılayan yegane kişi, bu genç yardımcıdır. Musa Aley-hisselam genç yardımcısını dinledikten sonra "Balık nasıl bir yoldan, nasıl gitti?" gibi bir şaşkınlığa düşmez iken, şanı yüce Rabbimiz de bizlere olayı anlatırken balığın dirildiğini değil, doğal ve ilmi bir gerçeklik İçin­de, kendi yoluna gittiğini bildirmektedir.

Peki, anlamak istediğimiz bu olaya, bu olayı şaşkınlıkla karşılayan genç yardımcı boyutundan mı, yoksa bu olayı ilmi bir sükuı ıetle karşılayan Allah ve Resulünün boyutundan mı bakmamız gerekir? Çok iyi biliyoruz ki bu olaya asırlardır genç yardımcının şaşırdığı boyuttan bakanlar, ne yazık ki bin yıldır bu şaşkınlıktan kur­tulamamışlardır.   Dolayısıyle  herhangi  bir  şaşkınlığa kapılmadan olaydaki gerçekliği görebilmemiz için, bu olaya   Allah   ve   Resulünün   boyutundan   bakmamız gerekmektedir.   Çünkü  yaşanan  bu  olay,   meseleye vakıf müslümanlann, Musa Aleyhisselam gibi hiçbir şaşkınlığa düşmeden anlamaları gereken bir olaydır. Mesela Fatih arkadaşınızın az Önceki sözlerinden ve şu an ki sakin bakışlarından, bu meseleyi anladığını his­sediyorum. Fatih, bu sözlerimde yanılmıyorsam, biz­lere balığın nasıl bir yol bulduğunu ve nasıl gittiğini açıklayabilir misin?

Hocam, siz zaten daha önce bunun cevabını verdiniz. İki denizin birbirine karışmamasında bir istis­na yoksa ve bu karışmamaya, denizin İçindekiler de dahilse, bu olayda şaşıracak hiçbir şey yoktur. Çünkü bu hadise, Rabbimizin bildirdiği gibi iki denizin birleş­tiği yerde gerçekleşmektedir. İki denizin birleştiği yere gelen genç yardımcı, berzahın önceki tarafında tut­tuğu bir balığı, berzahın öteki tarafındaki sahile bırak­mıştı. Kayaya sığınmalarına neden olan yağmur veya fırtına nedeniyle deniz dalgalanarak yükselmeye baş­ladığında, henüz canlı olan bu balık elbetteki kendisine ait olmayan denize gitmeyecek ve İlahi sınırlamanın bir gereği olarak kendisine açılan bir delikten kendi yolunu tutacak, berzahın öteki tarafındaki kendi denizine gidecekti.

Teşekkür ederim Fatih. Düşünen insanlar için güzel ve yeterli olan bu cevabına bir kelime dahi ilave etmeyi gerekli görmüyorum. Bu önemli konuya baş­larken "Tefsirlerde yeterince açıklanmayan ve bunun da ötesinde bazı şüpheli rivayetlerle daha da çarpıtılan bu kıssa, ne olduğundan ziyade ne olmadığı konusun­da açıklık getirilmesi gereken bir kıssadır. Çünkü Samiri olayındaki hak ayet, İsrailoğullan tarafından nasıl batıl bir şekilde yorumlanmışsa, bu hak kıssa da kendilerini İslam'a nisbet eden birçok çevre tarafından aynı şekilde çarpıtılmış ve batıl yorumların hak delili{!) durumuna getirilmiştir." demiştik. İşte bu gibi yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırabilmek için, kıssanın giriş bölümüne bu kısa açıklamayı getirmeyi gerekli gör­dük. Kısa diyorum .çünkü kıssanın bu giriş bölümüyle ilgili olarak sormamız ve cevaplamamız gereken onlar­ca soruyu, bize şimdilik gerekli olmadığı için atlamış bulunuyoruz.

Artık bu kıssayı, kıssanın temel amaçlarından birisi olan ilim ve ilim  öğrenme  boyutundan  değerlendirmeye  devam edebiliriz. Musa Aleyhisselam genç yardımcısının ver­diği cevap üzerine "Bizim de aradığımız buydu dedi ve hemen (sahildeki) izlerinin üzerine geri döndüler. Kayanın yanına geldiklerinde, orada Örtüsüne bürünmüş salih bir kul ile karşılaştılar. Rabbimizin kendisine katından bir rahmet verdiği ve kendisine ilim Öğrettiği kullarından bir kul idi bu. Ayet-i kerimede zikredilen rahmetin mahiyetini ve ne olduğunu bilmemekle beraber, bu rahmetin bütün kullara verilen genel bir rahmetten ziyade, Zu'1-Karneyn gibi bazı özel kullara verilen özel bir rahmet oiduğunu anlayabiliriz. Bu salih kula öğretilen ilimin ise, Rabbimiz tarafından öğretilen bir ilim olduğu beyan edilmektedir.

Hadis-i şeriflerde isminin Hızır Aleyhisselam ol­duğu beyan edilen bu salih kul ile karşılaşan Musa Aleyhisselam, ilerliyen yaşına ve peygamberlik gibi bir konuma sahip olmasına rağmen ilmi bir ağırbaşlılık içinde "Allah'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" diye sor­du. Zaten Musa Aleyhisselam'ın bu salih kul ile buluş­mak istemesi, bu salih kula Rabbimiz tarafından öğ­retilen ilim ve hikmete talip olduğu içindi.

Musa Aleyhisselam'la buluşması tesadüfi ol­mayan ve Allah'ın kendisine öğrettiği ilim ve hikmeti gerekirse ona da öğretmekle görevlendirilen salih kul "Gerçekten sen, benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemezsin. Aslını ve hikmetini bilmediğin .bir şeye nasıl sabredebilirsin ki?" diyerek, bu ilim ve hikmeti öğrenmedeki en önemli zorluğu belirtti.

Oldukça uzun yollardan gelen ve bu ilimi öğrenmeye kararlı olan Musa Aleyhisselam ise "İnşaallah ben. sabredenlerden bulacaksın. Hem hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim" diyerek, Allah'ın izniyle sab­redeceğini ve bu ilimi kendisine öğretecek olan salih kula hiç karşı çıkmayacağını ifade etti. Musa Aleyhis­selam'ın bu kesin ve kararlı cevabını yine de itiyatla karşılayan salih kul "Eğer bana uyacak olursan, ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma." ikazında bulunarak, söz konusu ilim ve hikmeti öğrenmedeki Önemli bir şartı bildirmiş oldu.

Çok Önemli ve çok gerekli olan bu konuşmalar­dan sonra her ikisi yola koyuldular. Deniz kenarında bir süre ilerledikten sonra bir gemiye bindiler. Salih ku! Musa Aleyhisselam'la birlikte gemiye bindikten sonra, geminin tahtalarından birini deliverdi. Bunu gören ve hayretle karşılayan Musa Aleyhisseiam "îçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun ki sen şaşırtıcı bir iş yaptın" dedi. Heyecan dolu bu itirazı derin bir sakinlik içinde karşılayan salih kul "Gerçekten benim­le birlikte olmaya sabır gösteremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" deyince, yaptığı hatayı anlayan Musa Aleyhisselam "Unuttuğumdan dolayı beni sor­gulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma" cevabını verdi.

Bir süre sonra gemiden inerek tekrar yola koyul­dular. Nihayet bir çocukla karşılaştıklarında, salih kul bu çocuğu hemen öldürüverdü. Gördüğü olay karşısın­da tüyleri diken diken olan Musa Aleyhisselam "Kısas yani bir cana karşılık olmaksızın, masum bir canı mı öldürdün? Andolsun ki sen kötü bir iş yaptın" dedi.

Salih kul yine aynı sakinlik içinde "Gerçekten benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemeyeceğini ben sana söylemedim mi?" cevabını verdi. İkinci kez aynı hataya düştüğünü farkeden Musa Aleyhisselam "Bun­dan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benim­le arkadaşlık etme. Benim nazarımda mazur ve haklı sayılacaksın" dedi.

Sonra bir kez daha yola koyuldular. Bir kasabaya geldiklerinde, onlardan yiyecek bir şeyler istediler. An­cak hiç kimse onları misafir edip, ağırlamak istemedi. Kasabada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarla karşılaşan salih   kul,   bu   duvarı   hemen   doğrultuverdi.   Biraz yiyeceğe veya paraya ihtiyaçları olmasına rağmen, yaptığı bu işe karşılık hiç kimseden de birşey istemedi. Yine şaşırmıştı Musa Aleyhisselam ve kendini haklı gördüğü bu şaşkınlık içinde "Eğer isteseydin,  buna karşılık onlardan bir ücret alabilirdin" dedi. Bu son iti­raz ile bu yolculuğun sona erdiğini anlayan salih kul "Artık ayrılma  zamanımız  geldi.   Şimdi  sana,   sab-redemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim" diy­erek, yaşanan olaylara şu açıklamayı getirdi.,

"Gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) onların ilerisinde, her (sağlam) gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun anne ve babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkara sürük­lemesinden (onlar adına) korktuk. Rablerinin onlara, temizlikçe daha hayırlı ve daha merhametli birini ver­mesini diledik. Duvar ise, şehirde iki yetim oğlana ait idi, altında (ise) onlara ait bir define vardı, babalan da salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak kendi definelerini çıkarsınlar."

Bu cevapları dikkatle dinleyen Musa Aleyhis­selam, karşısındaki salih kula öylece bakmaya devam ediyordu. Anlaması gereken gerçekleri, yeterince an­lamamış gibiydi!. Anlayamadığı en önemli şey ise, bu salih kulun bütün bunları nereden ve nasıl bildiği idi!. Geminin zorba kralın bulunduğu yere kadar gidip-gidemeyeceği, öldürülen çocuğun yarınlarda ne olup-ne yapacağı, yetimlerin söz konusu defineyi çıkarıp-çıkaramayacağı, yaratılmış kuliar için gaybi bilgiler değil miydi? Gaybı ise sadece Allah bildiğine göre, bu salih kul böylesi kesin bilgilere nasıl ulaşmış ve bütün bunları nasıl yapabilmişti!. Ve kendini.

kendi itirazlarını düşündü Musa Aleyhisselam!. Yaptığı bütün itirazlar, her müslümanın, müslüman vasfıyla mutlaka yapması gereken itirazlardı. Zaten yolculuğa çıkarken "Beni İnşaallah sabredenlerden bulacaksın" diyerek "İnşaallah" kaydını koymuş ve bütün itirazlarını İlahi hükümlere bağlı bir müslüman olarak Allah'ın izniyle yapmıştı. O halde bu durumu nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalıydı!. Bütün bu soru ve İstifhamların cevapları, salih kulun kısa bir suskun­luktan sonra ilave ettiği şu son sözlerde bulunuyordu., "Ey Musa. Ben bunu kendiliğimden, kendi görüşüm olarak yapmadım. İşte, senin sab-redemediğin şeylerin içyüzü budur."

Salih kulun bu son sözleri ile önemli sorularının cevaplanmış olduğunu hisseden Musa Aleyhisselam, birçok gerçeği anlamış gibiydi. Vermiş olduğu ilk cevapta gemiyi delme işini kendisine, çocuğu öldürme işini istişareye ve duvarın düzeltilmesini ise tamamen Allah'a nisbet eden bu salih kul, verdiği son cevapta alemlerin Rabbi olan Allah'ı olayların merkezine almış ve bütün bu olup-bitenlerin O'nun izni ve dilemesiyle gerçekleştiğine işaret etmişti. Zaten akli ve imani olan gerçeklikte buydu. Çünkü bu salih kul yaptığı ve yapacağı işlerde muhayyer ve İlahi takdir üzerinde mukadder olsa, gemiyi delmek yerine gemi sahiplerini ikaz edebilirdi!. İman ve teslimiyet ile bütün bu gerçek­likleri anlamaya başlayan Musa Aleyhisselam, yüzün­de ve gözlerinde beliren açık bir aydınlıkla bu salih kula baktıktan sonra, selam ve dualarla onun yanından ayrıldı.

Evet,

Musa Aleyhisselam açısından bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra, şimdi de yaşanan bu olayları kendi açımızdan değerlendirmeye başlayalım. Hepimizin bil­diği gibi Musa Aleyhisseîam'ın öğrenmek istediği bir ilim ve hikmet vardı. Şanı yüce Rabbimiz bu ilim ve hikmeti sadece Musa Aleyhisselam'ın öğrenmesini dileseydi, Musa Aleyhisselam bu olayları yaşar ve bu olaylar bizlere hiç bildirilmezdi. Fakat Rahman olan Rabbimiz bu olayları bir kıssa halinde bizlere bildirmiş ve söz konusu ilim ve hikmetten bizlerin de nasiplen­mesini dilemiştir. Dolayısıyle bu kıssayı sadece Musa Aleyhisselam\n şahsına göre değil, kendimize göre de değerlendirmemiz   gerekir.   Çünkü   Musa   Aleyhis-selam'ın talip olduğu iiim ve hikmet, bu kıssayı okuyan mü'minlerin de talip olması gereken ilim ve hikmettir. Kıssanın  temeİ  konusu  olan  ilim  ve  hikmete, Musa Aleyhisselam gibi bizler de talip olduktan sonra, talip olduğumuz bu ilim ye hikmeti öncelikle doğru bir şekilde tanımlamalıyız. Musa Aleyhisselam ve bizler, nasıl bir ilim ve hikmete talip olduk? Kur'an-ı Kerim'de zikredildiği kadarıyla, bu ilim ve hikmetin ne olduğu ve nasıl elde edileceği açıklık kazanmış mıdır? Bu kıs­sadaki ilime "Olmadan önce olacakları bilmek ve ona göre tedbir almak İlmidir" diyen ve salih kula bu gayb ilmini   nisbet   eden   kimselere,    zikredilen   ayet-i kerimelerde Ledünni dedikleri bu İlimle ve bu ilimin el­de edilişiyle ilgili olarak ne Öğrendiklerini sormak is­teriz!. Tabi ki cevapsız kalan ve cevapsız kalacak bir sorudur bu. Çünkü bu kıssada ne Musa Aleyhisselam'a ve ne de bizlere böyle bir ilim{!) verilmemektedir. Peki nedir,

bu kıssada bize verilen veya verilmesi dilenen İlim nedir? Bu önemli soruya açıklık kazandırmak için, siz­lere bir başka soru sormak istiyorum. Doğruluğundan hiçbir kuşku duymadığımız ilimler, elbetteki İlahi yani kaynağı Allah'a ait olan ilimlerdir. Peki biz müslüman-lar, bu İlahi ilimleri nerden ve nasıl Öğrenebiliriz?

Kur'an-ı Kerim'den,.

Hepbirlikte verdiğiniz bu cevap, elbetteki dosdoğ­ru bir cevaptır. İlahi ilimlerden nasiplenmenin en açık ve en kolay yolu, İlahi vahyi yani Alİah (Celle Ce!aiuhu)'yu iman ile dinlemek, düşünmek ve akletmektir. Peki başka, İlahi ilimleri Öğrenmenin bundan başka bir  usulü,  bundan başka bir  mümkünü  yok mudur?

Vardır, elbetteki vardır. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin bizlere lütfettiği iümleri Öğrenmenin bir yolu Rabbimizİ dinlemek, diğer bir yolu ise Rabbimizin yaptıklarını gözlemektir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin her kelamı ilim ve hikmet üzere olduğu gibi, yaptığı ve yaptırdığı her iş de ilim ve hikmet üzeredir. Nitekim zikredilen kıssada bizlere bu usul, bu yöntem gösteril­mektedir.

Rabbimizin kendisine rahmet ettiği salih kulun sahip olduğu İlim ve hikmet, bu salih kulun okuyarak değil, Rabbimizin işlerini gözleyerek elde ettiği ilim ve hikmettir. Çünkü bu ilim ve hikmeti kendisinin tahsil etme yöntemi ne ise, bu ilim ve hikmete talip olan Musa Aleyhisselam'a teklif ettiği yöntem de aynıdır. Nitekim Musa Aleyhisselam ile oturup okumayı veya konuşmayı tercih etmemiş, söz konusu ilim ve hik­metin, Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen olaylarda olduğuna işaret etmiştir. Rabbimizin dilemesiyle ger­çekleşen bu olaylar karşısında nasıl bir tavır takınması gerektiğini ise "Eğer bana uyacak olursan, ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma." sözleriyle ifade etmiştir.

Çünkü, bu ilmi ve hikmeti öğrenmenin yöntemi buydu!. Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen olayları gözlemek, bu olaylar ne kadar şaşırtıcı olursa olsun, bu olaylarda mutlaka ve mutlaka hayırlarla dolu bir ilim ve hikmet olduğuna inanmak, bu ilim ve hikmete vakıf oluncaya, bu ilim ve hikmet kendisine açılınca veya açıklanıncaya kadar sabretmek, birer kuşku, birer merak ve acelecilik ifadesi olan sorulardan kaçınmak. Tabi ki ay­nı yol, aynı yöntem, bütün mü'rninler için de geçer­lidir. Allah'tan gelen her şeye sabır ve tahammül gös­termek, bu şeylerin İçyüzüne vakıf olmasa ve hoşuna gitmese bile bunlarda mutlaka ve mutlaka hayırlar ol­duğuna inanmak ve bu inançla olayları ve olaylann hikmetli sonucunu gözlemek.

Kıssayla ve kıssadaki ilimle ilgili olarak önemle dikkate almamız gereken bir diğer husus; kıssada zik­redilen salih kul söz konusu ilim ve hikmeti Allah'tan öğrenirken, Musa Aleyhisselam ve bizlerin aynı ilim ve hikmeti öğrenmek için yöneldiği kişinin bir kul olduğu­dur. Bu çok önemli fark, kıssadaki ilim ve hikmete va­kıf olabilmemiz için mutlaka ve mutlaka dikkate alma­mız gereken bir farktır. Musa Aleyhisselam'in bu ilim ve hikmeti Öğrenebilmek için yöneldiği merci Allah (Celle Celaluhu) olsaydı; tabi ki bütün bu fiiller, Allah'ın birer fiili olarak karşısına çıkacak ve Musa Aleyhis-selam'ın hiçbir itirazı olmayacaktı. Ancak şanı yüce Rabbimiz bütün bu işleri daha açık ve müşahhas olarak görebilmemiz için, Musa Aleyhisselam'ı ve biz­leri öncelikle bu salih kuluna yöneltmiş ve İlahi tak­diriyle gerçekleşen bu işleri, bütün bu işlerde sadece bir vesile olan bu salih kuluna işletmiştir.

Bu salih kulu ön plana çıkararak. bu salih kulun çok üzerinde olan Allah'ı ve İlahi takdiri gözardı eden kimselerin, Kur'an-ı Kerim'de zik­redilen bu kıssadan alacakları hiçbir ilim ve hikmet yoktur. Yapılan işleri bu salih kuldan bilerek, kendi koydukları engeli kendileri aşamayan bu kimseler, ne yazık ki anlayamadıkları apaçık haktan uzaklaşmakta ve bu kıssayı delil göstererek, şeriata aykın gözüken bazı fiillerin caiz olabileceğini iddia etmektedirler!. Oy­sa kıssada zikredilen bu fiiller, kıssanın sonuna kadar salih kulun işlediği fiiller gibi gözükmesine rağmen, kıssanın sonunda tümüyle Allah'ın ilim ve takdirine nisbet edilen fiiller olmaktadır. Dolayısıyle kendisini selam ve sevgiyle andığımız (ve ismini bilmediğimiz) ölüm meleğinin Allah'ın izniyle bir canı almasını nasıl yorumluyor isek; salih kulun kıssada zikredilen oğlan çocuğunu Allah'ın izniyle öldürmesini de aynı şekilde yorumlamamız gerekir. Çünkü her iki fiil de, Allah'ın izni ve dilemesiyle gerçekleşen fiillerdir. Allah ise şeriatın sahibidir ve yaptıklarından veya yaptırdıkların­dan dolayı hiçbir kimseye hesap verecek değildir.

Evet, bu güzel ve gizemli kıssada biz mü'minlere verilen ilim ve hikmetle ilgili olarak, Çinlilere nisbet edilen bir olayı anlatmak istiyorum. Zengin bir Çinli balıkçı, her-gün kapısına gelen fakire bir balık veriyormuş. Bu durumu gören bilge bir kişi, zengin balıkçıya hitaben "Bu fakire hergün bir balık vereceğine, balık tutmasını öğret!." demiş. İşte bu güzel nasihat, bu kıssayı an­lamaya çalışan biz müslümanların da dikkate alması gereken bir nasihattir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği bu kıssada, bizlere ilim ve hikmet okyonusundan hem üç balık verilmekte ve hem de diğer balıkların nasıl tutulacağı anlatılmaktadır. Nitekim kıssanın sonunda Musa Aleyhisselam'a "Ben bunu kendiliğimden, kendi görüşüm olarak yap­madım." diyen salih kul, bu apaçık sözler İle Musa Aleyhisselam'a şöyle demektedir.

"Bir ilim ve hikmet üzere olan bütün bu işler, asıl itibariyle benim değil, Allah'ın işleridir. Allah (Celle Celaluhu) bu işlerini sana, daha açık görmen ve farket-men için benim vesilemle göstermiştir. Ben bu üç olayda da bir amir değil, bir memur idim. Dolayısıyle bu işleri benden bilirsen, benden ve yaşadığın bu olay­lardan öğreneceğin hiçbir şey yoktur. Ancak, Allah'ın takdir ve dilemesiyle gerçekleşen bütün işleri Allah'tan bilir ve sabrederek sonucunu gözlersen, her işinde ilim ve hikmet sahibi olan Rabbimizin, her işinden ilim ve hikmet öğrenebilirsin. Çünkü talip olduğun ilim ve hik­met, sadece bu kısa yolculuğumuz esnasında gör­düğün üç olayda değil, Allah'ın bütün işlerinde bula­bileceğin ilim ve hikmettir..."

Hamdımız ve şükrümüz, her işinde ilim ve hikmet olan Allah'adır..



[1] 31/13

[2] 16/99-100

[3] 4/69

[4] 57/19

[5] a/155

[6] 10/44

[7] 8/60

[8] 17/81

[9] 4/45

[10] 73/11

[11] 8/30

[12] 14/46

[13] 3/120

[14] 5/105

[15] 22/40

[16] 40/51

[17] 3/173

[18] 10/22

[19] 17/67

[20] 8/63

[21] 38/67.68

[22] 44/32

[23] 2/127....129

[24] 4/75

[25] 2-47.48 ve 2-122.123

[26] 5/78...80

[27] 2/61.62

[28] 6/27 - 32/12

[29] 6/28

[30] 42/51

[31] 7/175.176

[32] 17/44

[33] 7/146

[34] 25/23

[35] 25/2

[36] 7/31

[37] 15/21

[38] 2/67...73

[39] 5/101

[40] 2/216

[41] 2/263

[42] 11/86

[43] 19/76

[44] 41/40

[45] 18/60...82

[46] 7/188

[47] 55/19.20