YARATILIŞ VE İNSANLIK TARİHİ-3
Firavun Kavmine Tanınan Mühlet Ve Gerçekleşen Mucizeler
Denizin Yarılması Ve Firavun Hanedanının Boğuluşu
İsrailoğullarının Alemlere Üstün Kılınmaları Ve Denizi
Geçtikten Sonra Put İstemeleri
Allah İle Kırk Gece Sözieşerek Tur'a Çıkma Ve Tevrat
Levhalarının Verilmesi
Samiri'nin Buzağı Ve Musa Aleyhisselam'ın Dönmesi
Samirî'nin Gördüğü Ayet Ve Buzağıdan Gelen Ses!.
İsrailoğullarımn Allah'ı Görmek İstemeleri
Oniki Pınar, Bulutla Gölgelenme, Kudret Helvası Ve
Bıldırcın Nimetleri
Arz-I Mukaddesin Kırk Yıl Haram Kılınması Ve Tih Dönemi
Salih bir kul (Hızır) ve Musa (a.s.) kıssası
Euzubillah im
ineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim
Halim ve Kerim olan
Allah'tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azam'ın Rabbi noksan sıfatlardan
münezzehtir. Hamd alemlerin Rabbine aittir. Allah'ım, rahmetine vesile olacak
amelleri, mağfiretini celbedecek esbabı taleb ediyor, her çeşit günahtan
koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik, her çeşit günahtan
selamet diliyoruz.
Ya Rabbel alemin, affetmediğin
hiçbir günahımızı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımızı bırakma! Her günahımızı
bağışlamam, her kederimizi gidermem, rızana uyan her duamızı görmeni diliyoruz.
Hangi amelden hoşnut İsen onu bize lutfunia ver ve rahmetinle kolaylaştır ey
Rahman ve Rahim olan, bizlere lutfuyla rahmet eden Rabbim.
Allah'ım bizi kendimiz
için, bizi birbirimiz için, bizi insanlar için bir fitne konusu kılma. Bizleri
sapıtmayıp saptırmayan, hidayete ermiş, hidayet rehberleri olmamızı nasib et
Ya Rabbi, anlayışımız
kıt, amelimiz az da olsa, ihtiyaçlarımızı Senin kapına indiriyoruz. Rahmetine
muhtacız Ya Rahman, halimizi arzediyoruz...
Musa Aleyhisselam
kıssasının önceki bölümünde, iman ettikten sonra Firavun'un tehdidiyle karşılaşan
büyücülerin, elleri ve ayakları çaprazlama kesilip, ağaçlarda sallandırılmak
üzere şehit edildiklerini görürken; Firavun ailesinden olup da iman eden ve
imanını gizleyen adamın, söylediği hak sözlerden sonra ateşle tehdit edildiğini
ancak Rabbimiz tarafından kurtarıldığına şahit olmuştuk. Aynı zalim Firavun'un,
aynı acımasız tehditleriyle karşılaşmalarına rağmen, aralarında dünyevi
netice açısından belirgin bir farklılık olduğuna işaret ederek, bu durumu
Kur'an-ı Kerim'e göre değerlendireceğimizi söylemiştik. Şimdi öncü ve örnek
müslümanlar için çok önemli olan bu meseleye, zalim ve mazlum konusunu esas
alarak açıklık getirmeye çalışacağız.
Kur'an-ı Kerim'de sık
sık karşılaştığımız zulüm ifadesi, haksızlık, eziyet, işkence anlamına geldiği
gibi; bir hakkı kendi yerinden alıp, başka bir yere koymak anlamına da gelir.
Bir hakkı batıl yerine koymak ne kadar büyük bir zulüm ise, bir batılı hak
yerine koymak da o kadar büyük bir zulümdür. Daha açık ve anlaşılır bir
ifadeyle alemlerin yegane Rabbi, yegane îlah'ı olan
Allah'ın yerine bir
devleti, bir parti başkanını, bir şeyhi veya bir hocayı koyarak şirk koşmak,
onların emir ve hükümlerini, Allah'ın emir ve hükümlerine tercih etmek;
"Hiç kuşkusuz ki şirk, büyük bir zulümdür[1]
ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi, en büyük zulümdür.
Hepimizin bildiği gibi
zalim zulmeden, mazlum ise zulme uğrayan kimse demektir. Zulmeden müsetekbirlerin
ve zulme uğramasına rağmen zulme rıza gösteren mustazaflann hepsi zalimdir.
Zulme uğramasına rağmen zulme rıza gösteren mustazaflar; zulme uğramakla
mazlum, zulme rıza göstermekle zalim durumuna düşmektedirler. Çünkü
"Zulme rıza göstermek zulümdür" buyruğunda, kısaca ifade ettiğimiz
bu gerçeğin altı çizilmektedir.
Zulmeden müstekbirler
veya zulmeden zalimler ise, dünyevi bakış açısıyla sadece başkalarına zulmediyor
gözükselerde; uhrevi bakış açısıyla kendilerine, asıl itibariyle kendi
nefislerine zulmetmektedirler. Mesela bir kimse, başka bir kimsenin malını
gasbetse; bu olaydaki görünür zalim malı gasbeden, görünür mazlum ise malı
gasbedilen kimsedir. Oysa biliyoruz ki haksızlıkla gasbedilen mallar, gasbeden
kimseleri ateşe sürükleyecektir. Haksızlıkla başkasının malını gasbeden
kimsenin durumu; başkasının bir bidon benzinini gas-bederek, gasbettiği bir
bidon benzin ile kendisini yakan bir kimsenin durumu gibidir. Bu durumda
gerçekten acınacak kişi, benzini gaspedilen mazlum değil, bu benzinle
kendisini yakan zalimin ta kendisidir. Bu zalim hem kendisine, hem de
başkasına zulmetmekte, kendisine zulmeden zalim yine kendisi olmaktadır.
Biz müslümanlar İçin
önemli olan, zulümle ilgili bu meseleye sadece dünyevi boyuttan değil, önemle
ve öncelikle ahiret boyutundan da bakmamızdır. Mesela Firavun kıssasını
okurken ve bu Firavun'a "Zalim" derken, yeryüzünde haksız yere
döktüğü kanları ve Öldürdüğü çocukları kastedebiliriz. Ancak ahiret yaşantısında
bu Firavun tarafından öldürülen masum insanların ve
çocukların Rabbimizîn Iutfuyla
cennette olduklarını gördükten ve
Firavun'un cehennemdeki ebedi azabına şahit olduktan sonra;
"Zalim" dediğimiz bu Firavun'un, en büyük zulmü öldürdüğü insanlara
değil kendisine, kendi nefsine yaptığını anlayacağız. Tabi ki doğru bir anlayış
olacaktır bu!. Çünkü insanlara bir saat kadar kısa olan dünya hayatında
zulmeden Firavun, kendi nefsine ebedi bir hayat boyu zulmetmiş olacaktır. Meseleye
asıl gerçek olan ahiret boyutundan bakıldığı ve Firavun'un cehennemdeki bu
akibeti görüldükten sonra "Kendisini böyle bir azaba sürükleyen insan,
kendi nefsine karşı ne kadar zalim bir İnsanmış" denilecektir. Söz buraya
geldiği zaman Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam)'m Müslim'de rivayet edilen
bir hadisini zikretmek istiyorum., Hz. Enes (Radıyallahü anh) anlatıyor:
Resulullah (aleyhisselatü vesselam) buyurdular ki: "Kıyamet günü,
cehennemliklerin, dünyada en müreffeh olanı getirilerek ateşe bir kere
batırılacak. Sonra: "Ey ademoğlu!. Hiç nimet gördün mü? Sana hiç hayır
uğradı mı?" denilecek. O da "Hayır! Ey Rabbim, Vallahi hayır!"
diyecek. Sonra cennetliklerden dünyada en fakir olanı getirilecek. O da
cennete bir sokulup çıkarılacak ve kendisine: "Ey ademoğlu hiç fakirlik
gördün mü, hiç sıkıntı çektin mi?" denilecek. O da: "Hayır! Vallahi
ya Rab-bi! Başımdan hiç fakirlik geçmedi, hiçbir sıkıntı çekmedim"
diyecek."
Şanı yüce Rabbimizin
helak ettiği kavimlerle ilgili olarak "Sanki orada, refah içinde hiç
yaşamamışlardı!." buyruğuna paralel olan bu hadis-i şerif, bizlere cennet
ve cehennem gerçeğini açıklamaktadır. Bütün bir ömrü boyunca en acı sıkıntıları
çeken, en azgın zulümlere uğrayan mazlum bir müslüman, bir an için cennete
girip-çıktıktan sonra öylesine engin bir huzuru yaşayacak ki "Vallahi Ya
Rabbi!. Ben hiçbir zulüm görmedim, hiçbir sıkıntı çekmedim" diyecektir.
Bütün bir ömrü boyunca güç ve iktidar sahibi olan, refah ve bolluk içinde
yaşayan Firavun ise bir an için cehenneme atıhp-çıkartıldıktan sonra öylesine
acı bir azabı yaşayacaktır ki; bu acı ile bütün geçmişini unutacak ve Allah'a
andederek "Ben şimdiye kadar hiçbir nimet ve refah görmedim"
diyecektir.
Evet, zulüm ve zalim
hakkında bu genel açıklamayı yaptıktan, zalimlerin ve mazlumların uhrevî
akıbetlerine kısaca dikkat çektikten sonra, konumuzla ilgili olarak şu soruyu
cevaplandırmamız gerekir. İçinde bulunduğumuz dünya hayatında, bu dünya
yaşantısında, zalim bir insan, kimlere zulmedebilir? Daha açık bir ifadeyle,
zalimin zulmü kimleri kuşatabilir?
Realistlerin veya
materyalistlerin bu soruya verecekleri cevap,
zalimlerin gücüyle ilgili ve bu güçle orantılı bir cevap olacaktır. Bu
cevaba ve bu yaklaşıma göre zalimin gücü arttıkça, zalimin zulüm alanı da genişleyecektir.
Sahip oldukları güce göre zulüm alanları genişleyen zalimler ise, İstedikleri
zaman zulüm alanlarının içinde kalan herkese veya herşeye zulmedebileceklerdir.
Tabi ki realist ve
materyalist bir yaklaşımdır bu!.
Allah'a inanan ve Ö'na
tevekkül eden mü'minler için, bu önemli meselenin cevabı ve açıklaması böyle
değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e iman eden bu mü'minler, Rabbimizin hiçbir
insanı başıboş bırakmadığını, insanlara istedikleri her şeyin verilmeyeceğini
ve yine bu insanların istedikleri her şeyi yapamayacaklarını bilen
mü'minlerdir. Bu mü'minlerin inanç ve itî-kadlerine göre herşey Allah'ın elinde
ve Allah'ın iznine bağlıdır. Allah izin vermedikçe, kıyamet kopsa ve yüce
dağlar un-ufak edilse dahi; kurumuş küçücük bir yaprak, incecik dalından
düşmez, düşemez!.
Peki, herşeyin
üzerinde yegane Hakim olan Rabbimizin, zalimlerin zulümleriyle ilgili sünneti
nedir? Hiçbir insanı başıboş bırakmayan ve bırakmayacağını bildiren Rabbimiz,
zalimlerin zulümleri ve zulüm alanlarıyla ilgili olarak nasıl bir Ölçü koymuştur?
Zalimler güç ve iktidarlarına dayanarak, istedikleri zaman, istedikleri insana
zulmedebilirler mi?
Elbetteki hayır!.
Şeytan Aieyhillane her
insana müdahale etmek ve her insanı dalalete sürüklemek istemesine rağmen, şanı
yüce Rabbimiz nasıl ki onu başıboş bırakmamış ve İlahi bir sınırla
kısıtlandırmışsa; yaptıkları ve yapmak istedikleri zulümle şeytandan yana olan
zalimleri de, aynı İlahi sınırla kısıtlandırmıştır. Peki, şeytan ve yandaşları
için konulan bu İlahi sınırın ölçüleri nedir? Şeytan ve dostları hangi
durumlarda, kimlere musallat olabilir? Bu sorularımızla ilgili olarak Kur'an-ı
Kerim'de yüzlerce ayet olmasına rağmen, şimdilik bu ayetlerden sadece iki
tanesini zikretmemiz yeterli olacaktır.,
"Gerçek şu ki,
iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler
üzerinde onun hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli
edinenler ile onunla O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir.[2] İşte
konuştuğumuz meselenin anahtar gerçeği, bu iki ayet-i kerimede beyan edildiği
gibidir. Yüzlerini ve gönüllerini inandıkları Allah'a yönelten ve O'na
tevekkül eden mü'minler üzerinde, şeytan ve dostlarının hiçbir sultası, hiçbir
zorlayıcı gücü yoktur. Onların zorlayıcı gücü, ayet-i kerimelerde beyan edildiği
gibi iki ayrı grup üzerindedir. Bunlardan birincisi, İlahi gerçekleri inkar ve
Allah'a isyan ederek yüzünü şeytana dönen, şeytanı dost kabul edenlerdir.
Şeytan ve yandaşları kendilerini dost kabul eden bu gruptaki insanlar üzerinde,
söz ve güç sahibidirler. Çünkü yüzlerini şeytana dönen, şeytan ve yandaşlarını
dost kabul ederek Allah'ın yardımından uzaklaşan bu insanlar, şeytan ve
dostlarının müdahalelerine açık ve müstehak bir duruma gelmektedirler.
Şeytani müdahalelere
maruz ve müstehak olan ikinci grup İse; Bir olan Allah'a inanmalarına ve şeytanı
dost kabul etmemelerine rağmen, şeytan ve dostlannı Allah'a ortak koşanlardır.
Biz müslümanlar için önemli olan ve dikkate almamız gereken grup, bu ikinci
gruptur. Çünkü Allah'a inanmalarına ve müslüman olduklarını ifade etmelerine
rağmen, ne yazık ki bilerek veya bilmeyerek bu İkinci gruba giren insanlar vardır.
Bu insanların temel yanılgısı, güç ve imkan sahibi olarak gördükleri şeytan ve
dostlarını, birçok konuda Allah'a rağmen muktedir görmeleri, Allah'a rağmen
muktedir zannetmeleridir. İşte şeytan ve dostlarını yapacakları işlerde
muktedir zanneden bu anlayış, şeytan ve dostlarını gerçek muktedir olan Allah'a
eş koşan bir anlayıştır. Oysa yaratılmış hiçbir mahluk, ne kadar güç ve imkana
sahip olursa olsun, kainatta yegane yaratıcı olan Allah'a rağmen muktedir
değildir. Çünkü yapılan veya yapılacak her iş, mutlak Muktedir ve Hakim olan
Allah'ın iznine bağlıdır.
Dolayısıyle böyle bir
yanılgıya düşerek şeytan ve dostlarını yapacakları işlerde muktedir zanneden insanlar,
mutlak muktedir olan Allah'a eş koşmak anlamına gelen bu yaklaşımlarıyla,
şeytan ve dostlarının müdahalelerine açık ve müstehak bir duruma gelmektedirler.
Bu yaklaşımda olan insanlar Allah'a inandıklarını ve O'na tevekkül ettiklerini
söyleseler de, durum ve akibetleri değişmez. Çünkü herhangi bir insan sadece
Allah'a İnanmasına ve O'na tevekkül etmesine rağmen, şeytan ve dostlarının
tehdidinden korkuyor-sa, duyduğu bu korku onun tevekkülünü bozmakta ve o insan
Allah'a olan tevekkülünü yitirmektedir. Bir müstekbirin veya bir zalimin
tehdidi karşısında "Ben Allah'a tevekkül ettim ama ne olacak, tehdidini
ger-
çekleştirecek güç ve
imkana sahip olan bu zalim acaba bana ne yapacak?" diyerek Allah'a olan
tevekkülünü bozan ve O'nun yardımından uzaklaşan bu insanlar, zalimin zulmüne
açık bir duruma gelmektedirler. İki ayet-i kerime çerçevesinde yaptığımız bu
kısa açıklamadan sonra,
"Zalimlerin
zulmü, kimleri kuşatabilir?" sorumuzu, daha rahat ve daha açık
cevaplandırabiliriz. Güç ve imkan sahibi gözüken Firavun veya Nemrud gibi zalimler,
herkese zulmetmek istemelerine rağmen; onların bu şeytani istekleri İlahi
ölçüler ile sınırlandırılmış ve kısıtlandınlmıştır. Allah'a gerçek anlamda
tevekkül eden İbrahimlere ve Musalara zulmedemeyecek olan bu zalimler, ancak ve ancak kendilerini dost kabul
edenlere, kendileri ile Allah'a eş koşanlara zulmedebileceklerdir. Herhangi bir
zalim ne kadar güç ve imkan sahibi gözükürse gözüksün, İlahi ölçülerle beyan
edilen bu hududlara mahkum olmakta ve sadece bu hu-dudlar içinde kalan
insanlara zulmedebilmektedir. Zalimlerin zulüm alanı,
İlahi Ölçülerle
kısıtlandırılan böyle bir alandır. Bu zulüm alanının içine zalimleri dost kabul
eden ve zalimlere yandaş olan sapıklar girdiği gibi, Allah'a inanmalarına
rağmen zalimleri zulmetmeye muktedir gören şaşkın veya gafil insanlar da
girmektedir. Çünkü mutlak Muktedir Allah'a rağmen zalimi zulmetmeye muktedir
gören herkes, ne yazık ki bilerek veya bilmeyerek zalimin zulüm alanına dahil
olmaktadır.
Bizler, biz
müslümanlar için anahtar gerçek, Allah'a rağmen hiçbir zalimi zulmetmeye
muktedir görmememiz ve hiçbir zalimin tehdidinden korkmamamızdır. Çünkü ayet-i
kerimede beyan edildiği gibi; Allah'a iman edenler ve Rab'lerine tevekkül
edenler üzerinde, şeytan ve dostlarının hiçbir hakimiyeti, hiçbir sultası,
hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.
Tağuti sistemlerde
yaşadıkları için "Bizler tağutun hakimiyeti altındayız" gibi batıl
ifadeler kullanan dünya müslümanlarının, bu ayet-i kerimeleri düşünmeleri ve
bu İlahi gerçekliğe yakinen iman etmeleri gerekir. Çünkü tağutun hakimiyeti, bu
hakimiyeti tanıyanlar üzerinedir. Tağut, ancak ve ancak kendisini dost kabul
eden, kendisine bu hakimiyet hakkını tanıyan sapıklar ve zavallılar üzerinde
hakimdir. Yegane Hakim ve hakimiyet Sahibi olarak Allah'ı tanıyan mü'minler üzerinde,
tağutun böyle bir hakimiyeti söz konusu değildir.
Herhangi bir ülkede
Allah'ın hükümlerinin yürürlükte olmaması, o ülkede Allah'ın değil, İslam'ın
hakim olmaması anlamına gelir. Allah'ın hakimiyeti bir ülkede îslami
hükümlerin yaşanıp-yaşanmamasına veya İslam'ın hakim olup-olmamasına bağlı bir
hakimiyet değildir. Allah'ın 'Hakim' esması, diğer İlahi esmalar gibi bir
başka şeye bağlı veya muhtaç olmaktan nasıl münezzeh ise; Rabbimİzİn îlahi
hakimiyeti de beşeri iktidarlara bağlı ve muhtaç olmaktan Öylece münezzehtir.
Yeryüzündeki beşeri iktidarlar ne olursa olsun, Allah (Celle Celaluhu)
yerlerin ve göklerin yegane hakimidir. Bulundukları ülkede ne kadar güç ve
imkan sahibi kimseler olarak gözükürlerse gözüksünler, firavunların veya
nemrudların Allah'a rağmen bir iktidarları, Allah'a rağmen bir hakimiyetleri
söz konusu değildir. Her şeyin üzerindeki mutlak hakimiyet, sadece ve sadece
Allah'a aittir.
Hakimiyet meselesini
bu gerçeklikte anlayan, zalimleri Allah'a rağmen zulmetmeye muktedir görmeyen
müslümanlar, şirk ve küfür kanunlarının yürürlükte olduğu ülkelerde bulunsalar
dahi; bu müslümanlar zalimlerin zulüm alanında değil, Allah'ın koruduğu bu
güven alanında yaşayan müslümanlardır. Ve Allah'ın koruduğu bu güven alanına,
Allah'a rağmen hiçbir zalimin girmesi, Allah izin vermeden hiçbir zalimin
girebilmesi mümkün değildir.
Allah'a inanan ve O'na
tevekkül eden peygamberler,
Allah'a ve Allah'ın
yardımına yakın olan böyle bir güven alanında yaşıyorlardı. Bu güven alanının
hakimiyeti, yegane Hakim olan Allah'a ait bir hakimiyetti. Sadece Allah'ın
hakim olduğu bu güven alanında, korkup sakınılması ve dikkate alınması gereken
yegane merci, yine Allah idi. Mesela putperest bir toplumda bulunduğu halde
böyle bir güven alanında yaşayan ve Nemrud'un tehdidiyle karşılaşan İbrahim
Aleyhisse-lam, asla ve asla Nemrud'u
kendisine zulmetmeye muktedir
görmedi. Çünkü Allah'a
sığınmasına ve O'na tevekkül
etmesine, rağmen, Nemrud'u kendisine zulmetmeye muktedir görseydi, Allah'a olan
tevekkülü bozulacak ve O'nun yardımından uzaklaşarak, duyduğu korku ve
endişelerle başbaşa kalacaktı. Ancak o biliyor ve iman ediyordu ki,
karşısındaki Nemrud ne
kadar güç ve imkan sahibi olarak gözükürse gözüksün, Allah'a rağmen hiçbir şey
yapması, yapabîimesi mümkün değildi. Dolayısıy-le içine atıldığı ateş, kendisini
yaksaydı, İbrahim Aleyhisselam yaşadığı bu durumu Nemrud'dan değil, sadece ve
sadece Allah'tan bilecekti. Bu bilinçle "Nemrud'un ateşi beni A/aktı veya
Nemrud beni yakıyor" ifadesi yerine, "Rabbimin yarattığı ateş,
Rabbi-min izniyie beni yakıyor" diyecekti. Çünkü bir iman ve teslimiyet
sembolü olan İbrahim Aleyhisselam, nasıl bir Rabbe kul olduğunu biliyor ve
inanarak tevekkül ettiği Allah izin vermedikçe, hiçbir zalimin kendisine
zul-medemeyeceğine yakinen iman ediyordu.
İşte mesele bu noktaya
geldiği zaman, iman eden büyücüler ile Firavun ailesinden olup da imanını
gizleyen adamın akıbetlerini, daha aydınlık bir düzlemde değerlendirebiliriz.
Bildiğiniz gibi her iki taraf da aynı zalim Firavunun, aynı acımasız tehdidiyle
karşılaşmasına rağmen; bir tarafın öldürülerek şehid edildiklerine, diğer
tarafın ise Rabbimiz tarafından kurtarıldığına şahit olmuştuk. Dünyanın
beklediği öncü ve örnek müslümanlar için çok önemli olan bu iki olayı, zalim ve
mazlum üzerine yaptığımız bu kısa açıklamayı dikkate alarak tekrar
yorumlayabiliriz.
Bildiğiniz gibi
Firavunun tehdidiyle karşılaşan büyücüler, bu tehdit karşısında Firavuna
dönmüşler ve "Artık neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü
yürüt. Sen bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin" demişlerdi. Oysa
Allah'ın iznine ve dilemesine bağlanması gereken bu sözde, dikkatimizi çeken
büyük bir eksiklik bulunuyordu. Çünkü daha Önce açıkladığımız gibi, Allah
(Celle Celaluhu) bütün alemler üzerinde mutlak hakimdir. Bu Öylesine muhteşem
bîr hakimiyettir ki, bu ilahi hakimiyeti kabul eden veya etmeyen bütün
mahlukatı, bütün yaratılmışları kuşatmaktadır.
Herhangi bir ülkeyi
yöneten Firavun veya Nemrud, Allah'ın hakimiyetini reddetse dahi; yine de o ülkedeki
mutlak hakimiyet Firavun'a veya Nemrud'a ait değildir. Çünkü biliyor ve iman
ediyoruz ki Allah (Cel-le Celaluhu), kendi hakimiyetini reddeden firavunlar ve
nemrudlar üzerinde de mutlak hakimdir. Dolayısıy-le parmağını kımıldatabilmesi
için bile Allah'a muhtaç olan Firavun, dünya hayatında da hükmünü yürütmeye
muktedir değildir. Ancak henüz yeni iman etmiş olan büyücüler bu gerçeği
bilmedikleri veya yaşadıkları büyük olayın heyacanıyla dikkate almadıkları
İçin "Sen bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin" diyerek,
Firavunu dünya hayatında hüküm yürütmeye muktedir görmüşler ve zalimleri
zulmetmeye muktedir gören bu anlayış neticesinde, mazlum olarak şehit edilmişlerdir.
Firavun'un aynı
tehdidiyle karşılaşan iman eden adam ise ilmi birikimi ile "Sizin beni
kendisine çağırmakta olduğunuz şeyin, dünyada da, ahirette de çağrıda
bulunabilme hakkı ve yetkisi yoktur" diyerek Firavun'a böyle bir yetki
tanımamış ve '"Artık ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah,
kulları pek iyi görendir" diyerek de, Allah'a tevekkül etmiştir. Dolayısıyle
iki farklı akıbetin farklı nedenlerini, öncelikle bir-
birinden ayrı bu
yaklaşımlarda, bu cevaplarda görmemiz gerekir.
Tabi ki bu
değerlendirmemizde, iman eden ancak bu gerçekleri henüz bilmeyen büyücüleri
küçümsemek gibi saçma bir gayemiz yoktur. Çünkü onlara bildikleri gerçekler ve
sahip oldukları yürekler yetmiştir. Çok kısa olan dünya hayatının, çok kısa
olan bir aralığında gösterdikleri iman ve teslimiyet İle şehadet mertebesine
erişen bu insanlar, hiç kuşkusuz ki kendilerine gıpta ile selam gönderdiğimiz
insanlardır.
Hocam, imanını
gizleyen adamın ilmi, bu adamı şehitlik gibi bir mertebeden mi engelledi?
Güzel ve yerinde bir
soru Fatih. Bunu daha önce ben de düşünmüş, kendisini sevdiğim ve ilmi çalışmalarını
takdir ettiiğim İsmail kardeşime aynı soruyu sormuştum. Rabbimin korumasını
dilediğim bu güzel müslüman biraz düşündükten sonra, bana şu ayet-i kerimeleri
hatırlattı.,
"Allah'a ve
Resul'üne kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği
peygamberler, sıddık-lar, şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır
onlar. [3]
"Allah'a ve O'nun
Rasulüne iman edenler; işte onlar Rableri katında sıddıklar ve şehidlerdir.
Onların ecirleri ve nurları vardır.. [4]
İşte aradığımız cevap
bu ayet-i kerimelerde beyan edilmekte, şehitlerden önce ve peygamberlerden hemen
sonra zikredilen sıddıkların, şehitlerden daha yüce bir mertebede bulundukları
belirtilmektedir. Dolayısıyle imanını gizleyen bu adam verdiği dosdoğru cevap ile
şehitlik mertebesinin altına düşmemiş, peygamberlerden sonra gelen sıddıklar
ve sadıklar mertebesine
yükselmiştir.
Hocam, iman eden
büyücüler de Firavun'u zulmetmeye muktedir görmeyip, Allah'a tevekkül etselerdi,
onlar da asılmaz mıydı?
Merve hanım!. Bizim
üzerinde önemle durduğumuz ve biz müslümanları öncelikle ilgilendiren husus,
zalimleri zulmetmeye muktedir görmememiz ve bir mazlum vasfıyla, zalimlerin
zulüm alanına girmememizdir. Bunu yaptığımız ve bu bilinçli tavrı gösterdiğimiz
zaman, İlahi yardıma açık ve yakın bir konuma gelmemize rağmen yine de sonuç
itibariyle Rabbimi-zin takdir ve dilemesinin ne olacağını bilemeyiz. Ancak
bildiğimiz ve iman ettiğimiz bir husus vardır ki, bu bilinçli yaklaşımı
gösterdiğimiz zaman zalimlerin zulüm alanından çıkmakta ve Rabbimizin vadettiği
güvenlik alanına girmekteyiz. Rabbimize ait bu güvenlik alanı-na girdiğimizde,
karşılaşacağımız muhtemel akıbet ne olursa olsun, kesinlikle ve kesinlikle
bizler için bir zulüm değildir. Çünkü bu güvenlik alanının Sahibi olan Allah,
iman ve tevekkül ile bu alana giren kulları için zulüm dilemez. Dolay isiyle
böyle bir iman ve tevekkül ile Rabbimizin güvenlik alanına giren bir
müslümanın, zulme uğraması ve mazlum konumuna düşmesi düşünülemez.
Daha açık bir
ifadeyle, zalimlerin itham ve tehditleriyle karşılaşmasına rağmen, aciz bir
yaratık olan bu zalimleri zulmetmeye muktedir görmeyen, ilgisini ve tevekkülünü
yegane yaratıcı Alİah (Celle Ceİaluhu)'ya yönelten bir mü'min-zalimlerin zulüm
alanından çıkarak Allah'ın güvenlik alanına girmekte ve kulları için zulüm
dilemeyen, kulları için zulüm dilemekten münezzeh olan Allah'ın rıza ve
hoşnuttluğu iie teceÜİ edecek olaylarla karşılaşmaktadır. Artık bu mü'minin
^Ilah'ın dilemesiyle karşılaşacağı olaylar ne olursa olsun, kesinlikle ve
kesinlikle zulüm değildir. Herhangi bir müstekbir Allah'ın dilemesi ile bu
müslümanın elini ayağını kesse veya onu öldürse dahi, bu müslümana değil
sadece kendisine zulmetmiş olur. Çünkü zalimi zulmetmeye muktedir görmeyen ve
başına gelen herşeyi
Allah'tan bilen bu müslüman, kendisinin zulme uğradığını
değil, Allah'ın izni ve muradı ile gerçekleşen bu musibetlerle imtihan
edildiğini bilecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "An-dolsun biz sizi bir
parça korku, açlık ve bir parça mallardan,
canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabir
gösterenleri müjdele,[5]
buyurulmaktadır. Dolayısıyle böyle bir iman ve tevekkül içinde bulunan bu
müslüman, Rabbimizin dilemesiyle bir müstekbir tarafından öldürülse dahi; iman
eden büyücüler gibi zulme uğrayan mazlum bir şehit değil, hakkı doğrulayan ve
hakka şahitlik eden sıddık bir şehit olacaktır.
Günümüz müslümanlannm,
özellikle beklenen müslümanların, bizler için çok önemli olan bu meseleyi ve bu
gerçekleri dikkate almaları gerekir. Çünkü halkında müslüman olan ülkelerde, müslümanların sahiplenmeleri gereken İslami kişilik,
ne yazık ki kayıp kıta gibidir. Asilerin, bağilerin, mürtecilerin, müşriklerin
sahte bir onur ve sahte bir şerefle yaşadıkları bu ülkelerde; İslam'a talip
olan ve İslam'la şereflenen birçok müslürnanda, tuhaf bir aşağılık kompleski
ve boynu bükük tavırlar görülmektedir.
Çaresiz ve sahipsiz
insanlara Özgü bu mazlumluk psikolojisi, ne tuhaftır ki hiç tuhaf karşılanmaz!.
Mesela tağuti sistemlerde yaşayan ve yaşamaya mahkum olan müslümanlara;
"Sizler mazlum musunuz?" sorusunu yöneltsek "Evet
mazlumuz.." diyecekler ve "Neden mazlumsunuz?" sorusuna ise
"Zalimler bize zulmettiği için mazlumuz!." karşılığını
vereceklerdir. Tabi ki bu cevaba itiraz ederek "Sizler öncelikle,
zalimleri zulmetmeye muktedir gördüğünüz İçin mazlumsunuz." diyeceğiz.
Çünkü mazlum olan kimseler, zalimin zulmüne uğramazdan önce; zalimi zulmetmeye
muktedir görerek, kendilerine, kendi nefislerine zulmeden kimselerdir. Nitekim
Kur'an'daki birçok ayet-i kerimede, bu gerçek açıkça beyan edilmektedir.,
"Gerçek şu ki
Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak İnsanlar kendi kendilerine
zulmediyorlar.[6]
Ayet-i kerimedeki
"Hiçbir şey" ifadesi, herşeyi içine alan bir ifadedir. Herşeyi içine
alan bu ifadenin içine; şirk ve küfür düzenleri, müstekbirler ve tüm ta-gutlar
girdiği gibi, Nemrud ve Firavun gibi bütün zalimler de girmektedir.
Dolayısıyle ayet-i kerimedeki "Allah, insanlara hiçbir şeyle
zulmetmez" buyruğunu "Rahman ve Rahim olan Allah, İnsanlara hiçbir
tağut-la, hiçbir küfür rejimiyle, hiçbir müstekbirle. Firavun veya Nemrud gibi
hiçbir zalimle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi kendilerine
zulmediyorlar" şeklinde anlamamız gerekir.
Ayet-i kerimeyi bu
açıklıkta anladığımız, hiçbir zalimin, Allah'a rağmen bizlere zulmedemeyeceğini
bildiğimiz ,zaman. hangi tağuti sistemde veya hangi cahili toplumda yaşıyorsak
yaşıyalım, izzet ve onur sahibi birer müslüman olarak doğrulabilmemiz mümkün
olacaktır. İslami kişiliğimize aydınlık veren bu izzet ve onuru, hiçbir tağutun
veya hiçbir müstekbirin gölgelendirebilmesi mümkün değildir. Rabbimizin İlahi
hakimiyeti, nasıl ki bir ülkede İslami hükümlerin yaşa-nıp-yaşanmamasına bağlı
değilse; müslümanların izzet ve onuru da, yaşadıkları ülkede İslami hükümlerin
ya-şanıp-yaşanmamasına bağlı değildir. Çünkü bu güzel müslümanlar
sahiplendikleri izzet ve onuru, yaşadıkları ülkelerin rejiminden değil,
Kendisine kul oldukları Allah'tan almaktadırlar.
Gerçekten güç ve izzet
sahibi müslümanlar, sahiplendikleri izzet ve onuru, sadece ve sadece Aziz ve
Kerim olan Allah'tan alan böyiesi müslüman-lardır. Mesela şimdiye kadar hiç
görmediğiniz, hiç tanımadığınız güzellikteki bir mü'min yanınıza gelse ve
rahmet dolu gözlerle sizlere bakarak "Biz iki kişiyiz ve yeryüzündeki bu
zulmü ortadan kaldırmak İstiyoruz" dese, bu güzel müslümana ne cevap
verirsiniz? - İki kişiyle mümkün olamayacağını söyleriz!. Bu cevabını
yadırgamıyorum Hamdi. Çünkü günümüz müslümanlarının büyük çoğunluğu böyle bir
soruya cevap dahi vermez, cevaba dahi gerek duymazdı!. Ancak ben böyle bir
müslümanla ve böyle bir sözle karşılaşsaydım, Önce onun gözlerine dikkatlice
bakar ve bu güzel müslümana ikincisinin kim olduğunu sorardım. Bu güzel
müslüman şayet bana ikincisinin Allah olduğunu söylerse ve gözleri de, bu
sözlerini doğrularsa, ona gıptayla bakar ve kalbi bir mutmain-likle "Aziz
ve Kerim olan Allah'a andolsun ki, siz gerçekten çok güçlü bir
cemaatsiniz" cevabını verirdim. Ve Allah'a hamdetmeye,
Allah'a şükretmeye
başlardım. Çünkü uzun asırların hasretini ve yorgunluğunu taşıyan gözlerimiz
için, gerçekten gözaydınhğı olacak mü'min işte budur. Nitekim şirk ve küf üre
bulanmış günümüz dünyası, ikincisi Allah olan böyle bir mü'mini, böyle bir
müslümanı beklemektedir.
Beklenen müslüman, ikincisi
Allah olan böyle bir müslümandır.
Kısa bir şekilde
değerlendirdiğimiz zalim ve mazlum meselesinde belirtitiğimiz gibi; izzet, güç
ve onur konusunda cahili propagandanın tesirinde
kalan dünya müslümanlannda, şeytan ve dostlarını zulmetmeye muktedir
görme yanılgısı yaşanmaktadır. Mutlak güç ve İktidar sahibi zannedilen şeytan
ve dostları zulmetmeye muktedir görülerek, gerçek ve mutlak muktedir olan
Allah'a bilmeyerek eş koşulmakta; gafletten ve görünür hadiseleri yanlış
yorumlamaktan kaynaklanan bu ciddi yanılgı ile şeytan ve dostlarının nüfuzu altına
girilmektedir.
Zihin ve yüreklerdeki
bu batıl hakimiyetin, Kur'ani gerçeklerle bir an Önce yıkılması gerekmektedir.
Müslümanlar elbetteki havf ve reca yani korku ve umud arasında yaşayan
insanlardır. Ancak iç dünyamızda hissettiğimiz korku ve umudun, İlahi ölçüler
çerçevesinde yaşanması gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle bilinçli bir
müslüman, hakh nedenlere dayanan bir korku ve yine haklı nedenlere dayanan bir
umud arasında olmalıdır. Fakat ne gariptir ki günümüz dünyasında haksız yere
umudlanan batıl fırka, grup ve meşrep mensupları olduğu gibi, haksız yere
umudlarını yitiren müslümanlar da bulunmaktadır!.
Haksız yere
umudlananlardan, batıl zanlar İle kendilerini ve çevresindekileri aldatanlardan
tek tek örnek vermemize gerek yoktur. Çünkü bir gözümüzü hafifçe açmamız,
hafifçe aralamamız dahi, bu örneklerden yüzlercesini görmemize yeterli
olabilecektir. Uluslararası batıl değerlerle entegre olmalarına ve İstikballerini
demokrasinin yargısına teslim etmelerine rağmen "İstikbal İslam'ındır ve
zafer inananlarındır" diyerek kendilerini aldatan insanlar ve bu
insanların bi-raraya toplandıkları yapılar, ne yazık ki görmek istemediğimiz
kadar çoktur. Dünya müstekbirlerinin gözetimindeki uzlaşma meralarında bulunan
ve karşılıklı taviz hormonlarıyla geliştirilen bu yapılar, hormonlu bir dana
gibi her geçen gün daha bir irileşmektedir!.
Oysa bu gibi yapılar
ne kadar İrileşirse irileşsin, bu yapılardaki insanların haksız umudları ne kadar
büyütülürse büyütülsün, müstekbirlerin şeytani tavizlerini Allah'ın yardımına
tercih eden böylesi yapıların ve bu
yapılarda bulunan insanların,
İslam'ın istikbalinde söz sahibi olamayacakları açıktır. Yaşadığımız
dünyada İslam'ın İstikbali, hiçbir kuşkunuz olmasın ki bu dünyadaki muvahhid
müslümanların yaptıklarıyla bir anlam, bu muvahhidlerin yapacaklanyla bir aydınlık
kazanacaktır. Dolayısıyle batıl umutlarla derin bir aldanışı yaşayan kimselerin
içinde bulundukları durumdan ziyade, tevhid akidesine sahip olmakla beraber
haklı nedenlere dayanmayan bazı endişeler ve yine haklı nedenlere dayanmayan
bazı umudsuzluklar içinde olan kardeşlerimizin durumuna değinmek, bu muvahhidlerin
durumunu değerlendirmek istiyoruz. Mesela
din olarak İslam'ı
seçmelerine ve
tevhidi bir akideye sahip
olmalarına rağmen yaşadığımız dünyaya kendisinden kaynaklanan bir endişeyle
bakan birçok kardeşimizin şu anlatımlarıyla sık sık karşılaşmaktayız.,
"Kendilerini
İslam'a nisbet eden bazı mezhebi devletler dışında, emperyalizm bütün bir
dünyaya hakim olmuş durumdadır; bilim, sanayi ve teknoloji, emperyalizme
hizmet etmektedir. Silah sanayi onların elindedir, kapital onların elindedir,
siyasi dizginler onların elindedir, ekonomik güç onların elindedir, teknoloji
onların elindedir, medya onların elindedir ve böylesi imkanlara sahip olamayan
insanlar, toplumlar, kitleler onların elindedir!. Bütün bu güçleri
görmemezlikten gelmek, yok kabul etmek mümkün müdür? lardan bir kısmı ele
geçirilmeden, bilim ve teknoloji konularda aramızdaki uçurum kapatılmadan,
onlara karşı nasıl bir üstünlük sağlanabilir?"
Evet, bütün bu
endişeli ifadeler hakkın değil, görülen realitenin bir ifadesidir, bolayısıyle
bu anlatım, hak ile yeterli ilişki kuramamış insanlar açısından reel yani
gerçek bir anlatımdır. Nitekim yaşanan realiteyi sadece bu açıdan gözlemleyen
insanlar, bu gerçekler karşısında umudsuz, bu gerçekler karşısında
çaresizdirler!. Peki hakka ve hakkı esas alan müsîümanlara göre durum böyle
midir veya böyle mi olmalıdır?
Elbetteki hayır.
Kur'an-ı Kerim
ifadesiyle "Hiçbir nefse güç yeti-remeyeceğini yüklemeyen" Rabbimiz,
iman eden hiçbir nesile de güç yetiremeyeceğini yüklemez. Mesela belli bir güç
ve imkana sahip olan islam Devletinin müntesiplerine "Onlara karşı
gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın
düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bil-meyip Allah'ın bildiği
diğer (düşmanları) korkutup caydırasınız..[7]buyuran
ve silahlanma konusunda bu müslümanların öne geçmesini dileyen Rabbimiz;
cahiliyenin kitleselleştiği ve emperyalizmin küreselleştiği günümüz
dünyasındaki müsîümanlara. böyle bir mükellefiyet yükiememektedir.
Daha açık bir
ifadeyle, hiçbir nefse ve hiçbir nesile güç yetiremeyeceğini yüklemeyen
Rabbimiz, güç dengelerinin emperyalizmlehine bozulduğu böylesi dönemlerde,
hiçbir peygambere veya hiçbir mü'min nesline güç yetirerneyeceği şeyleri
yüklememiş ve bu mü'minlere "Uzun yıllar çalışarak, bilim, teknoloji,
silah ve kapital konularındaki bu farkı gidermeye çalışın" dememiştir.
Çünkü güç dengelerinin açık bir şekilde müstekbirlerin ve emperyalizmin lehine
bozulduğu böylesi dönemlerde, İslami harekete yine Allah müdahil olmakta ve
realiteyi altüst eden bu İlahi müdahale ile, güç dengeleri müslümanlann lehine
değişmektedir.
Hakkı getirmek İçin
Öncelikle batılı yok etmeye çalışan ve batılla uğraşan müslümanlarm, Kur'an-ı
Ke-rim'deki "Hak geldi, batıl yok oldu; Hiç şüphesiz batıl yok olucudur. [8]buyruğunu
düşünmeleri gerekir. Bu İlahi buyruktan anlaşılacağı üzere batıl, hak geldikten
sonra yok olmaktadır. Batılın yok olması için hakkın gelmesi şart olmasına
rağmen; hakkın gelmesi için öncelikle batılın yok edilmesi söz konusu değildir.
Dolayısıyle sınırlı olan güç ve imkanımızı batılla uğraşmak, batılla yarışmak,
batılı geçmek ve onu yok etmek için değil, öncelikle ve. öncelikle hakkı
getirebilmek için kullanmalıyız.
Batılla uğraşmaktan
ziyade hakkı getirmek için yapılacak bu mücadelede, müslümanlarm yanında ve
müslümanlarm safında olan Allah (Celle Celaluhu), biz müslümanlarla rahmetli
bir iş bölümü yapmaktadır. Rahmet ve merhamet dolu bu iş bölümüyle ilgili olarak
Kur'an'da yüzlerce ayet-i kerime olmasına rağmen, bunlardan küçük bir kısmını
zikretmemiz yeterli olacaktır.,
"Allah, sizin
düşmanlarınızı en iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah
yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter. [9]
"Yalanlamakta
olan nimet (refah ve servet) sahihlerini sen Bana bırak ve onlara az bir süre
tanı. [10]
"Hani o küfre
sapanlar, seni tutuklamak ya da Öldürmek veya seni sürgün etmek amacıyla, sana
tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir
karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklara karşılık verenlerin)
hayırhsıdır. [11]
"Gerçek şu ki,
onlar hilelidüzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden
oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış (bambaşka bir) düzen
vardır. [12]
"Size bir iyilik
dokununca onları tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla
sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların 'hileli düzenleri' size
hiçbir şeyle zarar veremez. Allah hiç şüphesiz, onların yapmakta olduklarını
kuşatandır. [13]
Ey iman edenler, siz
kendi nefisleriniz (i ıslah et-mey) e bakın. Siz doğru yola erişirseniz, sapan
size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yapmakta
olduklarınızı haber verecektir. [14]
Evet, hiçbir nefse ve
hiçbir nesile güç yetiremeyeceğini yüklemeyen şanı yüce Rabbimiz, rahmet dolu
bu İş bölümünde biz müslümanlara "Sizler bütün emperyalistleri; onların
bilim, teknoloji, kapital ve silahlanma konusundaki üstünlüklerini: sizlere
yönelik tehditlerini ve tüm hileli düzenlerini BANA BIRAKIN. Sizler sadece
iman, sabır ve
tevekkül ile kulluğunuzun ve doğru yolun gereğini yaşayın'1 buyurmaktadır.
Şimdi Kur'an-ı
Kerim'e İman eden mü'minler olarak, Rabbimizin "Bana
bırakın" buyurduğu konuları O'na bırakmamız, O'na tevekkül etmemiz ve bu
konularda hiçbir endişe
duymamamız gerekmez mi? MüstekbirSerin ve emperyalistlerin sahip
gözüktüğü tüm şeylerin, Rabbimiz katında ne Önemi vardır ki? İnsanları
avutmak ve aldatmak için kullandıkları tüm medya onların elinde olsa dahi
kalpler Allah'ın elinde değil mi? Dünyadaki bütün madenleri, bütün maddeleri
birer silah haline getirseler, şanı yüce Rabbimizin kuvvet ve kudreti yanında
bunun ne anlamı vardır ki? Bu sözlerimi duyan ve düşünen bazı kardeşlerim
başlarını sallayarak bana hak verecekler fakat diğer yandan kalplerindeki kuşku
ve endişeyi şu cümleyle ifade edeceklerdir; "Ellerindeki güç ve silahlarla
tabi ki Allah'a hiçbir şey yapamazlar, elbetteki hiçbir üstünlük sağlayamazlar,
sağlayamazlar ama, bize gelince İş değişir! Çünkü bizler insanız!."
Evet, yersiz bir
kuşkuyu ifade eden, yerli yerinde bir itiraftır bu!.
Oysa bu batıl korku
sarhoşluğundan kurtularak, bir an önce kendimize gelmemiz ve kendi gerçekliğimizi
farketmemiz gerekir. Çünkü Allah'ın dini söz konusu olduğu zaman, müslümanlar
olarak kendimizi niye Allah'tan ayrı, Allah'tan gayrı düşünelim ki? Allah
(Celle Celaluhu) bizlerin sahibi, bizlerin yardımcısı, bizlerin koruyucusu
değil mi? Tur-u Sina'da Musa ve Harun Aleyhisselam'a "Onlardan korkmayın.
Çünkü Ben sizinle birlikteyim, her şeyi işitmekte ve herşeyi görmekteyim..."
buyuran Rabbimizin bu muhteşem vaadi, bizleri, biz müslümanları da kuşatmıyor
mu? Yoksa bu İlahi vaad, sadece peygamberlerle ilgili ve onlara yönelik bir
vaad mi? Halbuki kalplere kuşku veren bu gizli sorulara, Kuram Kerim apaçık bir
şekilde cevap vermektedir.,
Allah kendi dinine
yardım edenlere kesin olarak yardım eder.[15]
"Hiç şüphesiz biz
peygamberlerimize ve iman edenlere, dünya hayatında da, sahidlerin duracakları
günde de elbette yardım edeceğiz. [16]
Dikkat edilirse Allah
(Celle Celaluhu)'nun yardımına sadece peygamberler değil iman eden müslümanlar
da mazhar olmaktadır. Ayrıca altının çizilmesi gereken bir diğer gerçek, bu
ilahi yardımın sadece ahiretle ilgili değil, dünya hayatında da gerçekleşeceği
ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın, dünya hayatına da bizzat müdahil olduğudur.
Bu ilahi yardıma mazhar olabilmek için iman ve tevekkül gerekmektedir. Allah'a
iman ve tevekkül eden bu mü'minlerin, artık müstekbirlerin silahlarından ve
zalimlerin zulümlerinden korkmaları söz konusu değildir.
Tasması sahibinin
elinde olan bir köpek, ne kadar havlarsa havlasın ve ne kadar dişini gösterirse
göster-sin, biliriz ki o köpeğin tasması sahibinin elindedir ve sahibinin izni
olmadıkça, bize hiçbir zararı dokunmayacaktır. Çağımızdaki müstekbirler de,
müslümanları ne kadar tehdit ederlerse etsinler ve ne kadar dişlerini
gösterirlerse göstersinler, müslümanîar bilmelidir ki bu müstekbirlerin nefes
alması bile Allah'ın iznine bağlıdır. Allah'ın izni olmadan, serçe
parmaklarını kımıldatacak güçleri ve takatları yoktur. Meseleyi böyle görmeli,
meseleye böyle iman
etmeliyiz. Kuvvet ve kudret sahibi Rabbimiz bizleri işitmekte, bizleri görmekte
ve bizlerle birliktedir. Dünyanın bütün müstekbirleri bira-raya gelse, Allah'ın
İzni olmaksızın bizlere hiçbir zarar gelmeyecektir. Rahman olan ve Kendisine
sığınan mü'minler için zulüm dilemeyen Rabbimizin izni olmadan, tüm müminlerin
ve müslümanlann velisi olan Rabbimizin dilemesi olmadan, onlar bize ne
yaparlar, bizlere ne yapabilirler ki!.
Hiçbir şey yapamazlar
hocam. Fakat Allah'ın izni olmadan hiçbir şey yapamayacaklarını sadece biz
biliyoruz!. Acaba onlar da biliyor mu?
Bu soruyu neden
sorduğunu ve nasıl bir endişe duyduğunu anlıyorum Veli!. Seksenli yılların
başlarında saf ve temiz kalpli bir kardeşimle bu mevzuyu konuşurken, bu
kardeşime de aynı mutmainlikle, aynı yaklaşımda bulunmuş ve "Allah'ın izni
olmadan onlar bizlere hiçbir şey yapamazlar" demiştim. Bu kardeşim bir
süre düşündükten sonra gözlerime endişeyle bakmış ve "İyi, iyi de, onlar
da bunu biliyor mu?" demişti. Nedenini anladığım bu soru karşısında hem
gülüm-semiş ve hem de bu temiz yürekli kardeşime şu fıkrayı anlatmıştım.,
Akli dengesini
kaybeden bir adam, kendisini mısır tanesi yani darı zannediyor ve tavukların
kendisini yiyeceğinden korkuyormuş!. Akıl hastanesinde uzun bir süre tedavi
gördükten sonra artık İyileştiğini ifade ederek hastaneden taburcu edilmesini
İstemiş. Kendisiyle bu hususta görüşen doktorun "Sen darı mısın?"
sorularına devamlı olarak "Ben darı değilim" cevabını verince;
hastasının iyileştiğini kabul eden doktor, hastanın taburcu edilmesine karar
vermiş. Eşyalarını toplayan hasta doktoruna veda edeceği zaman, içini kemirmekte
olan korkunç soruyu doktoruna sormaya karar vermiş. Hastanenin merdivenlerinde
kendisini uğurlamak isteyen doktora dönerek "Doktor bey!. Ben darı
değilim, değilim ama!.'1 dedikten sonra bir an susmuş. Korku ve endişe dolu
gözlerle etrafına baktıktan sonra kısık bir sesle ilave etmiş., "Bunu
tavuklar biliyor mu?"
Evet, yenilecek ve
yutulacak bir mısır tanesi olmadığımızı tavukların bilmesine gerek olmadığı
gibi; Allah'ın müslümanlara yardımcı olduğunu. Allah'ın İzni olmadan hiçbir
şeyin müslümanîara en ufak bir zarar veremeyeceğini dünya müstekbirlerinin
bilmesine de gerek yoktur. Bu gerçeği müslümanlann bilmesi ve bu gerçeğe
müslümanlann teslim olması yeterlidir. Böyle bir teslimiyetle Allah'a iman ve
tevekkül eden bu müslümanlara yapılan bütün tehditler, bu müslümanlann
korkusunu değil, imanını arttıracaktır.,
"Onlar (öyle
kimselerdir ki), insanlar kendilerine : "Size karşı insanlar
topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dediklerinde imanları ananlar ve
"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. [17]
İşte öncü ve Örnek
müslümanlar için, mazlumluğu ve mustazafhğı reddeden Rabbani yaklaşım budur.
Nitekim tevhidi mücadeleyi başlatan peygamberlerde ve öncü müslümanlarda
görülen güven duygusu; maddi güç veya kemiyetten değil, böyle bir Rabbani ve
Rahmani bilinçten kaynaklanmaktadır. Çünkü tevhidi mücadelenin İlk oluşumunda
maddi güç veya kemiyet olmadığı gibi, bunların getirdiği basit güven duygusu
da yoktur.
Yaşadığımız dünyada hakka
ve güzele öncü olmak isteyen kardeşlerimizin, zalimi zulmetmeye muktedir
görerek mazlum durumuna düşmemeleri ve öncülük sıfatlarıyla bağdaşmayan bu
mazlumluk sıfatını reddetmeleri
gerekmektedir. Gerçi müslümanlığm, mazlumlukla özdeş kabul edildiği
böyle bir dünyada, bütün müslümanların bu meseleyi anlamalarını ve bu
gerçeklerle şuurlanmalarını beklemiyoruz. Ayrıca mazlum olmak veya mazlumluğu
kabul etmek, müslüman-ları dinden çıkaran bir durum değildir. Ancak peygamberlerin
yolunda ve peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (Aleyhissalatu vesselam)'ın
rehberliğinde öncü adımlara talip olan kardeşlerimizin, bu Önemli meseleyi
mutlaka İdrak etmeleri ve müstekbirlerle dolu evrensel düzleme, böyle bir
idrak ile adım atmaları gerekir. Meseleye bu bilinç ve bu imanla yaklaştığımız
zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki hem gerçek kimliğimize kavuşacak ve hem de
müstekbirlerin tüm şeytani hesapları bozulacak, tüm şeytani düzenleri
yıkılacaktır. Çünkü kendilerini mısır tanesi zanneden müslümanların, kolayca
yenilip-yutulduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Böyle bir durumda
mısır tanesi olmaktan kurtulabilmek ve tavuklarla aramızdaki mesafeyi
kapatabilmek için bilim, teknoloji ve silâhlanma konularında uzun yıllar
sürecek çalışmalara girmemize hiç gerek yoktur. Mısır tanesi olmaktan
kurtulabilmemizin en kolay ve en kısa yolu, mısır tanesi olmadığımızı
bilmektir. Bunu bildiğimiz ve Allah'ın sıfatlarına, hükümlerine, vaadle-rine,
sünnetine yakinen iman edip, Allah'a gerektiği gibi tevekkül ettiğimiz zaman,
şeytan ve dostlarının bizler üzerinde hiçbir hakimiyeti, hiçbir zorlayıcı gücü
olmayacaktır. Yeter ki, yeter ki Kime kul olduğumuzu idrak edelim!.. Gerçek bir
iman ve gerçek bir tevekkül sembolü olan
İbrahim Aleyhisselam'a bu idrak ile bakalım. Nemrud'un yaktığı ateşte
oturan ve bizlere tebessüm eden bu Allah dostunu, bu Halil-ur Rahman'ı anlamaya
çalışalım. Çağdaş Nemrudlar'dan korkan gözlerimiz, çağlarüstü bir imam olan bu
İbrahim'e bakarak yıkansın, aydınlansın, yüreklensin... Ve anlayalım,
idrak ve iman edelim bu
İlahi gerçekliğe. Çağdaş Firavunların veya Nemrudlann, Allah'a tevekkül eden
müminlere kesinlikle zulmedemeyeceklerine ve zulmetmeye muktedir
olmadıklarına. Asırlardır bekleyen müslümanlardan değil, asırların beklediği
müslümanlardan olabilmek için tanış olalım böylesi kimliklerle, böylesi kimliği
yaşayan kardeşlerimizle..
Şanı yüce Rabbimiz,
Sünnetullah ile tehdit
edilen her kavime mühlet tanıdığı gibi Firavun kavmine de mühlet tanımıştı. Onları
inkarları nedeniyle hemen helak etmemiş, iman edenlerin neye İman ettiklerini
ve inkar edenlerin de neyi İnkar ettiklerini iyice bilmelerini murad etmişti.
Bu mühlet ve sınama döneminde; daha önce neyi inkar ettiklerini yeterince
bilmeyen bazı kimseler İnkardan vazgeçerek iman ederlerken, iman eden İnsanlar
da bu imanlarının imtihanım veriyorlardı. Bu mühlet ve sınama dönemi, safların
birbirinden iyice ayrıldığı, iman ve inkarın netlik kazandığı bir dönem
oluyordu. Musa Aleyhisselam, bu mühlet döneminde kavmini iman ve sabıra davet
ediyor "Ailah'tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki yeryüzü
Allah'ındır, ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç
muttakilerindir" diyordu. Sünnetullah'in bir
ifadesi olan bu İlahi gerçekliği yeterince anlamayan kavmi İse bir
yılgınlık ve mü'minlere yakışmayacak bir şikayet duygusuyla "Sen bize
gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğradık" diyerek, ne kadar
umudsuz olduklarını ifade ediyorlardı. Tabi ki Musa Aleyhisselaın kabul
edebileceği bir yılgınlık ve umudsuzluk değildi bu. Nitekim Allah'a ve
Sünnetullah'a imandan kaynaklanan emin bir sesle "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı
helak edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler kılacak, böylece nasıl
davranacağınızı gözleyecek diyor ve müjde dolu bu sözlerle onları mü'minlere
yakışacak bir sabır ve tevekküle davet ediyordu. Rahman olan Rabbimiz,
Sünnetullah'la tehdit
edilen her kavime mühlet zamanında belki öğüt ahp düşünürler, belki dönerler
diye nasıl ki bazı mucize ve musibetler göndermişse; Firavun kavmine de bazı
musibetler göndermiş ve onları uzun yıllar kuraklığa ve ürün kıtlığına
uğratmıştı. Mühlet zamanında gerçekleşen bu mucizevi musibetler, hiç kuşkusuz
ki Rahman olan Allah'ın bir rahmeti, bu musibetlerle karşılaşan insanlar için bir
hidayet ve-silesiydi. Çünkü insan fıtratını hakkıyle bilen Rabbimiz; insanların
bolluk ve refahta genellikle azgınlığa, darlık ve sıkıntıda da Kendi Zatına
yöneldiklerini çok iyi bilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu örnekler,
insanların bu fıtri yönelişine açıklık getirmektedir.
"Karada ve
denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz, o gemilerde
içindekileri güzel bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri
sırada, o gemiye çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar
kuşattverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını
zannettikleri vakit, dinde Allah'a 'gönülden ve katıksız bağlılar (muhlisler)'
olarak O'na dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan,
muhakkak Sana şükreden-lerden olacağız" (derler.) [18]
"Size denizde bir
sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider;
fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz, insan pek
nankördür. [19]
İnsanların bu
yönelişini hakkıyle bilen Rabbimiz "Biz hangi memlekete bir peygamber
gö'nderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz
bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz. buyruğunda da beyan
ettiği gibi, bir hidayet vesilesi olması için söz konusu zorluk ve sıkıntıları
göndermektedir. Dolayısıyle bu gerçekliği çok iyi bilen peygamberler de, batıl
bir yaşantı içinde olan insanların öncelikle dünyevi sıkıntılarından
kurtuluşlarını değil, asıl hayat olan uhrevi kurtuluşlarını önernsemişler-dir.
Çünkü batıl ve cahili bir hayat içindeki toplumların öncelikle sosyal ve
ekonomik durumlarını rahatlatmaya çalışmak; Sünnetullah'a ve toplum
psikolojisine uygun rahmetli bir yaklaşım değildir. Bunları söylerken,
cahili toplumlarda
yaşayan Öncü ve Örnek müslü-manları, insanlar hidayete yaklaşsınlar diye
toplumu sosyal ve ekonomik sıkıntılara sürükleyecek çalışmalara veya
sabotajlara tabi ki teşvik etmiyoruz. Çünkü hayr ve rahmet elçisi olması
gereken müslümanlar, böylesi girişimlerden sakınmakla mükellef oldukları gibi;
meselenin bu boyutunu sadece ve sadece Allah'a bırakmakla da
mükelleftirler. Cahili yaşantı içindeki
toplumlara, bir hidayet vesilesi olmak üzere zorluk ve sıkıntı gonderilecekse,
bu sadece alemlerin Rabbine ait bir iş ve sadece O'na ait bir yetkidir. Bizim
altını çizdiğimiz gerçek, yukarıda da belirttiğimiz gibi cahili yaşantı
içindeki insanların öncelikle dünyevi değil, uhrevi kurtuluşlarını önemsememiz
ve çalışmalarımızı öncelikle bu boyutta yoğunlaştırmamızdır.
Hocam, asr-ı saadet
döneminde müellefet-ül ku-lub olarak gayrimüslimlere yapılan yardımlar var. Bu
yaklaşım ile sizin açıklamalarınızı biraraya getirmekte zorlanıyorum!.
Bu dikkatli ve önemli
soruda, dikkat etmediğin bir husus var Fatih. Bizim Kur'an-ı Kerim'İ ve
Sünnetul-lah'ı dikkate alarak yaptığımız açıklamalar, cahili toplumlara genel
yaklaşımlarla ilgili açıklamalardır. İnsanlarla olan özel ilişkilerimizde ise
Sünnetullah merkezli bu genel yaklaşımı dikkate almakla birlikte, karşılaştığımız
insanın durumuna göre ona merhametle yaklaşmak ve yardım etmekle mükellefiz.
Çünkü "Mazlumun ve yoksulun dinine bakılmaz" prensibini benimseyen
müslümanlar, sadece kendilerinden olana ciddi yardımlarda bulunan masonlar
gibi değildir. Müslümanlar, müslümanlığa değer verdikleri gibi, birey olarak
insana da değer verirler. Nitekim müslümanların diğer insanlara rahmetli
yaklaşımlarından sadece bir tanesi olan müellefet-ül kulub, müslüman
olmamalarına rağmen toplumda dürüst olarak bilinen insanların kalplerini
İslam'da telif etmek, kalplerini İslam'a ısındırmak için onlara değer verilmesi
ve lutufla yaklaşılmasıdır.
Özel durumlarda bu
gibi insanların kalplerini İslam'a ısındırmak için onlara dünyevi yardımların
yapılması, sonuç olarak uhrevi kurtuluşu hedef aldığı için, elbetteki söz
konusu genel yaklaşımı tekzip etmeyen
özel ve gerekli
yaklaşımlarımızda. Zaten müslüman kimliğimizle herhangi bir yoksula veya
mazluma Allah rızası için yardım
ederken, aynı uhrevi
kurtuluşu Önemsiyor ve yardım ettiğimiz kişinin tabi ki bize değil
Allah'a şükretmesini, bize değil Allah'a yakınlaşmasını İstiyoruz. Ancak bu
Özel yaklaşımlarımızın genele şamil kılınamayacağı, dünyevi yardımlarla
kalplerin İslam'da telif edilemeyeceği ve biraraya getirilemeyeceği, Kur'an-ı
Kerim'deki "Ve (Allah) onların kalplerini birleştirdi. Sen,
yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalplerini birleştiremezdin.
Ama Allah, onların aralarını bulup, kaynaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü
olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.[20] beyanında
açıkça belirtilmektedir. Evet, rahmet ve merhamet Sahibi Rabbimiz, belki öğüt
alıp düşünürler, belki dönerler diye Firavun kavmine bazı musibetler göndermiş,
onları uzun yıllar kuraklığa ve ürün kıtlığına uğratmıştı. O zamana kadar
topraktan nzıklanmalannın, kendilerinin ve kendi çalışmalarının doğal bir
karşılığı olduğunu düşünen Firavun kavmi,
"Ekmeden
biçilmez" atasözüne şüpheyle yaklaşmaya başlamışlardı!. Çünkü
tarlalarını her yıl ekmelerine rağmen bekledikleri yağmurlar bir türlü gelmiyor,
ektikleri tohumlar bir türlü bitmiyordu!. Şanı yüce Rabbimiz bu kuraklık
yıllarında Firavun kavmine "Allah nasip etmezse, ekseniz de bitmez!."
Allahsözü ile İlahi bir gerçekliği hatırlatıyordu. Fakat bu gerçeği anlamıyor,
hiç anlamak istemiyordu Firavun kavmi!. Musa Aleyhisselam her ne kadar yaşanan
bu şiddetli kuraklığın Allah'ın bir ayeti, bir musibeti olduğunu söylese de,
bu sözlere hiç İtibar etmiyorlardı!. Fakat yine de yaşanılan olaylar Musa
Aleyhisselam'in söylediği gibi bir ayet ise, büyü olarak gördükleri bu
ayetlerin devam etmemesi için küfürlerinde kesin bir tavır sergiliyorlar ve
"Bizi büyülemek için bize ayet olarak her ne getirir-sen getir, yine de
biz sana İnanacak değiliz" diyorlardı!.
Apaçık bir azgınlık
içindeydi Firavun kavmi!.
Kendilerine bir iyilik
geldiğinde "Bu bizim içindir, bizim İyiliğimizdendir" demelerine
karşın, kendilerine bir kötülük isabet ettiğinde de bu kötülüğü Musa ve beraberindekilerin
bir uğursuzluğu olarak yorumluyorlardı!. Oysa Allah katında asıl uğursuzun
kendileri olduğunu bilmiyorlar; uğursuzluk dedikleri şeylerin, kendi elleriyle
yaptıklarının Allah katından bir karşılığı olduğunu bilmek istemiyorlardı!.
Şanı yüce Rabbimiz. Firavun kavminin küfür dolu bu azgın ve inkarcı yaklaşımı
üzerine, her biri Ötekinden daha büyük olan ayrı ayrı ayetler, ayrı ayrı
mucizevi musibetler gönderdi kendilerine.
Yaşadıklar! ürün
kıtlığının nedenini Allah'tan uzun
yıllar süren kuraklıktan kaynaklandığını düşünen Firavun kavmi, bekledikleri
yağmurlar ile bu kıtlığın sona ereceğini umud ediyorlardı. Nitekim uzun yıllar
bekledikleri yağmurlar başladıktan sonra "Geçmiş atalarımıza da şiddetli
sıkıntılar ve sonra refah ve genişlikler dokunmuştu" diyerek, yaşanılan
kuraklığı daha ziyade bir tabiat hadisesi olarak yorumlamışlardı. Zaten aynı
coğrafyada yani Mısır'da hüküm süren geçmiş ataları da benzer bir kuraklık
yaşamış, Yusuf zamanında da yedi yıl şiddetli kuraklıktan sonra yedi yıl
bolluk ve bereket olmamış mıydı? Ancak bekledikleri bu yağışlar, ne tuhaftır ki
Yusuf zamanında olduğu gibi bir bolluk ve bereket vesilesi olmamış, ortalığı
birbirine katan ve azgın sellere neden olan bir tufan olarak kuşatmıştı
kendilerini!. Ektikleri tohumların bitmemesini Allah'tan değil, yağışların
olmamasından bilen Firavun kavmine, Rabbimiz bu sefer "Allah nasip
etmezse, yağmur yağsa da bitmez"
gerçeğini hatırlatıyordu. Çünkü
yaşanılan ürün kıtlığı sadece yağmurlarla değil, bu yağmurların, Rahman'in
lutfu olan bir rahmet Ölçüsünde yağmasına bağlıydı. Tabi ki bunu da anlamadı
Firavun kavmi!.
Tufandan sonraki
yıllarda nihayet istedikleri gerçekleşmiş, ekinleri çıkmaya ve topraktan
yükselmeye başlamıştı. Yemyeşil ekinlere şükürsüz gözlerle bakarak artık uzun
yıllar süren bu ürün kıtlığından kurtulduklarını düşünüyorlardı!. Ancak hiç
düşünmedikleri bir olayla karşılaşmışlar ve tarlalarını istila eden milyonlarca
çekirgenin saldırısına uğramışlardı!. Yine aynı ziyan ve aynı hüsran vardı!.
Daha açık bir ifadeyle "Allah izin vermezse, ekseniz de bitmez" sözü,
"Allah nasip etmezse, bitse de biçilmez" gerçeğine ulaşmıştı. Bunu
da, bu İlahi gerçekliği de anlamadı Firavun kavmi!.
İnat ve küfürle geçen
bu yıllardan sonra ekinlerini yine umudla büyütmüşler ve bu defa hiçbir İlahi
aksilik olmadan ekinleri biçerek, buğday ambarlarını doldurmuşlardı.
Anbarlarının kalın kapılarını güvenle kapattıkları zaman, artık kesin olarak
ürün kıtlığından kurtulduklarını zannediyorlardı!. Ancak anbarlara yığdıkları
buğdaylara duydukları 'güven', küçücük bir ın' harfini kaybetmiş ve aiibarlar
'güve' İle dolmuştu!. An-barlardaki buğdayları içi boş kabuklar haline getiren
bu haşerat; "Allah nasip etmezse, bitse de biçilmez" gerçeğini,
"Alİah nasip etmezse, biçilse de yenilmez" noktasına yükseltiyordu.
Fakat yine
anlamıyordu, bu İlahi musibetleri ve bu İlahi gerçeklikleri bir türlü anlamak
istemiyordu Firavun kavmi!. Kendilerine musallat olan her musibetten sonra
çaresiz kalmalarına rağmen her nedense Firavun'a secde ederek "Ey
Firavun!. Madem ki ilahsın, şu azabı üstümüzden kaldın ver!." demiyorlar
ve ondan yardım istemiyorlardı!. Çünkü açıkça itiraf etmeseler de, yaşanan bu
musibetler karşısında Firavunun da kendileri gibi çaresiz bir mahluk olduğunu
çok iyi biliyorlardı.
Bütün bu sıradışı
musibetler Musa kendilerine geldikten sonra gerçekleştiği için onunla ilgisi
olduğunu kabul ediyorlar ancak Musa Aleyhisselam'ı yine de gizli güçleri olan
bir büyücü olarak görmek ve göstermek İstiyorlardı. Nitekim her biri
öncekinden büyük olan her musibetten sonra Musa Aleyhisselam'a giderek
"Ey büyücü, sende olan ahdî adına bizim İçin Rabbine dua et (bu azabı
kaldırsın); gerçekten biz hidayete gelmiş olacağız" diyorlar; fakat
Rabbimiz onlardan azabı çekip-giderince, her zaman olduğu gibi hiç gecikmeden
andlannı bozuyorlardı. Netice olarak yine büyüklük taslıyorlar ve gerçekten
suçlu günahkar bir kavim oluyorlardı.
Bütün bu mucizevi
musibetlerden sonra üzerlerine musallat olan milyonlarca kurbağa ve hayatın
asıl kaynağı olan suların kana dönüşmesi musibetleri de, onların bu küfür dolu
yaklaşımlarını değiştirmedi. Ancak başlarına çöken bu iğrenç azap üzerine,
daha önceleri "Büyücü" dedikleri Musa'yı ilk kez Musa olarak
kabullenmişler ve hoşlarına gitmese de iman edeceklerini bildirerek "Ey
Musa, sende olan ahdi, sana verdiği söz adına bizim için Rabbine dua ediver de
bu iğrenç azabı üzerimizden kaldırsın. Andolsun sana iman edeceğiz ve hidayete
gelmiş olacağız. Ayrıca İsrailoğullarını da seninle göndereceğiz"
demişlerdi. Tabi ki verdikleri bu son söz, daha önce verdikleri sözlerden hiç
farklı değildi. Nitekim Rabbimiz belli bir süreye kadar üzerlerindeki bu iğrenç
azabı çekip kaldırınca, onlar yine bu sözlerini ve bu andlannı bozdular. Çünkü
Musa Aleyhisse-lam'a iman ettikleri zaman sıradan bir insan olacaklarını ve
üstünlüğün Musa Aleyhisselam'a geçeceğini düşünüyorlardı!. Oysa Musa
Aleyhisselam Firavun ile hiçbir zaman makam mücadelesi yapmamış, günümüzdeki siyasiler veya politikacılar
gibi başkanlık makamına hiçbir zaman talip olmamıştı. Musa Aleyhisselam Firavun'un
makamına oturmayı değil,
o makamda oturan Firavun'un değişmesini ve hidayet bulmasını istiyordu.
Ancak olmuyordu, her
biri Öncekinden daha büyük olan onca ayete rağmen, bir isyan ve azgınlık
sembolü olan Firavun, inat dolu küfrünü sürdürmeye devam ediyordu. Kendisine
güç ve iktidar yetkisini veren kavmini de peşinden sürüklüyor, bütün bu olup
bitenleri şaşkınlık içinde İzleyen insanların Musa Aleyhisselam'dan ve yaşanan
olaylardan etkilenmemesi için onlara şöyle sesleniyordu.,
"Ey kavmim,
Mısır'ın mülkü ve şu altında akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Yine de
görmeyecek misiniz? Yoksa ben, kendisi aşağı sınıftan olan ve neredeyse
meramını anlatamayacak bir durumda bulunan şu zavallı adamdan daha hayırlı
değil miyim? Bu zavallı şayet Allah'ın elçisi ise üzerine altından bilezikler
atılmalı, ya da kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil
miydi?"
Hocam, Musa
Aleyhisselam Tur'da "Ya Rabbi, dilimdeki düğümü çöz" duasında
bulunmuş ve Rabbimiz de "Ey Musa, istediğin sana verilmiştir" buyurmuştu.
Ancak Firavun'un bu sözlerinden, Musa Aley-hisselam'ın dilindeki düğümün
çözülmediği anlaşılıyor. Bu durumu nasıl anlamamız gerekir?
Bu dikkatli soru İçin
teşekkür ederim Veli. Musa Aleyhisselam Tur'da Rabbîmizden bazı şeyler istemiş
ve Rabbimiz de "İstediğin sana verilmiştir" buyurarak, bu duaya
icabet ettiğini bildirmiştir. Ancak Rahman olan Rabbimizin dualarımıza
rahmetiyle icabet etmesi demek, dualarımızda zikrettiğimiz her şeyi bizlere hemen
verdiği veya vereceği anlamına gelmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim ifadesiyle biz insanlar
bazen hayra dua eder gibi şerre de dua edebiliriz. Daha açık bir ifadeyle
istediğimiz şeyin bizler için hayır mı, yoksa şer mi olduğunu anlayamayız.
Hocam, istediğimiz iyi
ve güzel bir şey ise? Merve hanım, müslümanlar zaten kötü ve çirkin bir şey istemezler.
Ancak hayt gerçeğinin, iyilik veya kötülük, güzellik veya çirkinlikle doğru
orantılı bir bağlantısı yoktur. Bazen açık bir kötülükle veya çirkinlikle
karşılaşmamız bizler için hayr olurken, apaçık bir iyilikle veya güzellikle
karşılaşmamız bizler için şer olabilir. İşte meselenin çok önemli olan bu
hayır boyutunu bizler değil, hayrın gerçek Sahibi olan Rabbimiz bildiği için,
bu hayrın tecellisi bazen beklediğimiz veya istediğimiz gibi olmayabilir.
Dualarımızda ısrarla istediğimiz iyi ve güzel bir şeyin bizlere hayrı
olmayacağı için verilmemesi; Rabbimizin bu duamıza icabet etmediğinin değil,
rahmetiyle icabet ettiğinin bir işaretidir.
Bazı durumlarda ise
istediğimiz iyi ve güzel şeylerin bizler için hayırlara vesile olabilmesi,
zaman ve mekanla İlgili bir meseledir. Dolayısıyle bugün istediğimiz bir şeyin
bizlere hemen verilmemesi, bu isteğimizin kabul olmadığı anlamına gelmez.
Nitekim İbrahim Aleyhisselam'ın Sare validemizden evlat sahibi olabilmek için
yaptığı dua, Rabbimiz nezdinde kabul gören bir dua olmasına rağmen çok uzun
yıllar sonra tecelli
etmiştir.
Dua hakkında bu kısa
açıklamadan sonra Musa Aleyhisselam'ın konuşma zorluğu hakkındaki duasının
kabul olup-olmadığmı, iki ayrı olasılıkla yorumlayabiliriz. Bunlardan birincisi
Rabbimiz Musa Aleyhisse-iam'ın bu talebini kabul etmiş ancak tecellisini ilerki
yıllara bırakmıştır. İkincisi ise Rabbimiz Musa Aleyhİs-selam'ın diğer
taleplerini kabul etmiş fakat konuşma zorluğu konusundaki bu talebini İlahi
hikmet ve hayr boyutundan gerekli görmemiştir. Bizim ağırlıklı kanaatimiz,
ikinci olasılık istikametindedir. Çünkü Rabbimizin peygamberlerin seçimiyle
ilgili sünnetini dikkate aldığımız zaman, Rahman olan Rabbimiz insanlara
gönderdiği İlahi davetin, genellikle davetçinin mal, makam, itibar ve belagat
gibi beşeri özellikleri nedeniyle değil, davetin bizzat hak olan İlahi
özelliği nedeniyle kabul edilmesini dilemektedir. Dolayjsıyle bu olayda da
davetçinin hatırına davetin değil, davetin hatırına davetçinin kabul
edilmesini murat etmiştir. Evet, konumuza dönecek olursak Firavun kendisini yücelten,
Musa Aleyhisselam'ı ise. kendince küçük düşüren o sözlerden sonra, şahit
olduğu hakka sırtını dönerek ve kavmini küçümseyerek "Sizin en yüce
Rabbinîz benim!." diye seslendi insanlara!. Bu çirkin ses ve çirkin sözle
karşılaşan insanlar ise Firavun'un kendilerini belalara çarptıracağı
korkusuyla, şahit oldukları onca ayete ve yaşadıkları onca musibete rağmen
Firavuna itaat ederek, Musa ve Harun Aleyhisselam'a iman etmediler. Çünkü
Firavun, yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve ölçü tanımayan bir azgın olduğu
gibi, ona itaat edenler de fasık bir kavimdi.
Firavun ve öndegelen
adamları. artık bu olağanüstü durumlardan,
bu mucizevi musibetlerden de
bıkmışlardı!. Musa Aleyhisselam'ın büyük bir inanrnışlık içinde söylediği
sözleri de dinlemek istemiyorlardı. Daha önceleri bir büyücü olarak gördükleri
Musa Aleyhisselam'ın bu inanmışhğına ve bu samimiyetine baktıkları zaman, artık
onun bir büyücü değil, büyülenmiş bir insan olduğunu düşünüyorlardı. Nitekim
bu düşünceden hoşlanan ve kendisi de aynı düşüncede olan Firavun, onları uzun
yıllardır ısrarla hakka davet eden Musa Aleyhisselam'a alaycı gözlerle bakarak
"Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum" demiş ve bu konuşmaların
bitmesini istemişti.
Firavun'un bu son sözü
üzerine, Firavun'a son kez baktı Musa Aleyhisselam. Allah'ın seçtiği bir peygamber
olarak Sünnetullah'ın ne olduğunu ve helak emrinin ne zaman gerekli kılındığım
çok iyi bildiği için, İman dolu bu bilinçle onun gözlerine bakarak Andolsun ki
bunları görülecek belgeler olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının
indirmediğini sen de bilmişsin. Artık ben de seni yıkılmış-harab olmuş
sanıyorum" cevabını verdi. Bu dosdoğru cevap üzerine herkes susmuş ve
ortalığı sanki hızla yaklaşan bir ölüm sessizliği kaplamıştı.
Yıllar Önce Rabbisinin
kendisine verdiği bir umudla Firavun'a ve önde gelen çevresine gelen, onları
yumuşak sözle hakka davet eden Musa Aleyhisselam'ın, artık onlardan hiçbir
umudu kalmamıştı. Büyük bir inat ve ısrar ile küfürde ayak direten bu
İnsanlar, helak olacakları zamana kadar dönmezler, kesinlikle dönmezlerdi. Bu
duygu ve düşüncelerle ellerini Rahman'a açarak "Rabbimiz. şüphesiz Sen,
Firavuna ve önde gelen çevresine dünya hayatında zinetler ve mallar verdin; Ey
Rabbimiz, Sen'in yolundan sapsınlar ve saptırsınlar diye mü. Rabbimiz, artık onların
mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla,
sıkıştır. Çünkü onlar, acıklı azabı görecekleri zamana kadar iman
etmeyecekler. Gerçekten bunlar, suçlu-günahkar bir kavimdirler" dedi.
Musa ve Harun AleyhisselanVın bu ortak dualarına "İkinizin duası kabul
olundu. Öyleyse dosdoğru yola devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın"
cevabı geidi Rahman'dan.
Hocam!. Firavun'un
sapması ve insanları saptırması, Rabbimizin kendisine verdiği zinetler ve
mallar nedeniyle miydi?
Elbetteki değildi
Merve!. Şayet böyle olsaydı, kendilerine İlahi takdir gereği verilen şeylerden
dolayı, sadece ve sadece bunlardan dolayı azan ve küfreden kimseler, Rabbimiz
nezdinde mazeret sahibi olurlar ve cezalandıramazlardı. Oysa zinet ve mal,
İmtihan dünyasındaki insanların imanlarını veya küfürlerini ortaya çıkarmak,
kendilerine kendilerini göstermek için sadece bir vesiledir. Zinet ve mal gibi
bir vesileyle iman ve şükürlerini ortaya çıkaranlar olduğu gibi, aynı vesileyle
küfür ve nankörlüklerini ortaya çıkaranlar da vardır. Bîr suyun içine
termometrenin konulması ve su sıcaklığının ortaya çıkarılması gibi bir
hadisedir bu. Termometrenin kaynama noktasını göstermesi, içine termometre
konulduğu için suyun kaynama noktasına geldiğini göstermez. Su zaten kaynama
noktasındadır. ölçüye dayalı bir vesile olan termometre ise sadece bu gerçeği
açığa çıkarmakta, bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Nitekim Musa ve Harun
Aleyhisselanın ortak duası üzerine, Rabbimizîn bu duayı kabul etmekle beraber
zikrettiği "Bilgisizlerin yoluna uymayın!." buyruğu, genel bir ikaz
içermektedir. Bu genel ikaz onların "Ey Rabbimiz, onlara bu zinetleri ve
mallan, Sen'in yolundan sapsınlar ve saptırsınlar diye mi verdin?" sorusunu
kuşattığı ve bu sorunun İlahi hikmeti bilmeyenlere özgü bir soru olduğunu
belirttiği gibi; yaptığınız duanın tecellisinde "Bilgisizlerin yoluna
uyarak aceleci davranmayın" uyarısı da bulunmaktadır. Netice olarak bu
duanın kabul edilmesiyle, birer cehennem yolcusu olan Firavun ve kavmi için
emir kesinleşmiş, gerisayım başlamıştı artık!.
Beklenen vakit gelmiş
ve Allah'ın emrini gözleyen Musa Aleyhisselam'a "Kullarımı geceleyin denize
doğru yürüyüşe geçir ve onlara denizde kuru bir yol aç. Mutlaka izleneceksiniz
ancak yetişilmekten korkma ve endişe duyma. Denizi kendi halinde açık bırak.
Çünkü onlar, suda boğulacak bir ordudur." diye vahyedilmiş-ti. Tabi ki
görünen ve yaşanan realiteye çok aykırı bir durumdu bu!. Çünkü hükmünde hikmet
olan Rabbimiz, bir taraftan mutlaka izleneceklerini bildiriyor; diğer taraftan
ise kendileri çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar yürürken, kendilerini atla ve binekle
takip edecek olan Firavun ordusunun yetişmesinden korkup-endişe etmemelerini
ve denizi geçtikten sonra bile yine yetişii-mek korkusuyla denizi kapatmaya
kalkışmamasını, denizi kendi halinde açık bırakmasın! buyuruyordu!.
Tabi ki realiteyi
dikkate alan ve somut olan realiteden etkilenen insan aklının, anlamakta
güçlük çekeceği bir buyruktu bu!. Çünkü Musa Aleyhisselam'ın gitmesi gereken
istikamette koca bir deniz bulunmakta ve denizle karşılaşıldığı zaman
"Denizde kuru bir yoİ açmak" gibi, beşeri aklın kavrayamayacağı bir
olaydan bahsedilmekteydi!. Oysa insan aklına göre bir denizin geçilmesi,
geçilebilmesi için, ya büyük gemiler veya çok
büyük köprüler olmalıydı!.
Ancak biliyoruz ki Kur'an-ı Kerim'deki birçok İlahi hükümde
olduğu gibi; bu İlahi hükümde de söz konusu detaylar veya "Denizde kuru
bir yolun, nasıi açılabileceği!." gibi söz konusu ayrıntılar hiç yoktu.
Gayet kısa bir emir buyurulmuş ve Musa Aleyhîsselam da hiç kuşku duymadan bu
emi-re teslimiyet göstermişti. Çünkü peygamberlik göreviyle Firavun'a gelip.
Mısır'da yaşadığı olaylardan sonra çok değişmiş, çok gelişmişti Musa
Aleyhisseiam!.
Tur'daki ilk
konuşmada, kendisine Firavun'a gitmesini emreden Rabbisine "Rabbim,
gerçekten ben onlardan bir kişi Öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum."
diyerek beşeri aciziyetini ve mazeretini İleri süren Musa Aleyhisseiam;
Mısır'da yaşanan mucize ve musibetlerden sonra nasıl bir Rabbe kul olduğunu
çok daha iyi anlamış
ve her şeye Kadir bu Rab ile, her şeyin mümkün olduğuna yakinen inanmıştı.
Nitekim bu yakın iman İie İİahi hükme hiçbir itirazda bulunmamış, "Ya
Rabbi!. Ben koskoca denizde kuru bir yolu nasıl açacağım?" dememişti.
Çünkü İlahi vahye iman etmek ve ona karşı kuşku duymamak, vahyin bildirdiği
İstikamette koca bir deniz dahi olsa, bu denize doğru hiç kuşku duymadan
yürümek, yürüyebilmek demekti.
Musa Aleyhisseiam'da
yaşanan mucize ve musibetlere bizzat şahit olmakla gerçekleşen bu değişim ve
gelişim, biz müslümanlarda aynı mucize ve musibetlere iman ile gerçekleşmesi
gereken bir değişim ve gelişimdir. Çünkü bazı mucizeleri bizzat yaşamak ile,
bizlere Allah'ın bildirdiği bu mucizelere yakinen iman etmek arasında Önemü
bir fark olmamalıdır. Zaten bu çalışmaların başında da ısrarla belirttiğimiz
gibi bizlere bu kıssaları, bu olayları anlatan Rabbimiz, bu olayları bizzat
kendimiz yaşamışız gibi iman etmemizi dilemektedir. Bunu yaptığımız zaman söz
konusu bütün olayları özgeçmişimize dahil edecek ve içeriğinde bir Nuh, bir
İbrahim, bir Yusuf, bir Musa, bir İsa ve bir Muham-med olan bu geniş
özgeçmişimizle, bizleri bekleyen günümüz dünyasına doğru çok emin ve çok sağlam
adımlarla yürüyebileceğiz.
Evet,
Rabbimizin İlahi
emriyle karşılaşan Musa Aleyhis-selam. nedenini ve nasılını sormadan bu emire
teslimiyet göstermişti. Yaşanan realiteyi dikkate aldıkları kadar, bu
realiteyi Yaratan Allah'ı dikkate almayan tek gözlü realistlere göre çılgınlık
olan bu yaklaşım, gerçek düzlemde aklın İmanını ve teslimiyetini gösteren bir
yaklaşımdır. Fakat ne yazık ki günümüzde müslüman olmalarını söylemelerine
rağmen, İlahi hükümler karşısında imanı değiî aklı önceleyen realistler
vardır. Cahili realiteden etkilenerek kirlenen akıllarıyla, hikmetini
anlayamadıkları bir hükümle karşılaştıkları zaman; "Dinimiz, akıl
dinidir" prensibinden hareketle, akledemedikleri bu evrensel hükümleri ya
geçmişe nisbet etmekte, ya da bu hükümlere cahili realiteye uygun batıl
yorumlar getirmektedirler!.
Netice olarak yaşanan
realiteyi değil hakkı önce fiyerek bir iman vesilesi oiması gereken akıl,
realiteyi önceleyen bu insanlar için bir isyan ve sapıklık vesilesi
olmaktadır. Müslüman olduklarını iddia eden bu tek gözlü realistler, Musa
Aleyhisselam'ın gece yürüyüşüyle İlgili emriyle karşılaşsalardı, hiç kuşkunuz
olmasın ki "Bizler, dibini görmediğimiz kuyuya inmeyiz" gibi akli bir
mazeretle bu kervana katılmazlar ve denize doğru bir adım biie atmazlardı.
Hatta bununla da yetinmezler ve yürüyüşe geçecek olan mü'minlere "Firavun
ordularıyla peşinize düştüğü zaman ya önünüze çıkan denizde boğulacak, ya da
hepiniz öldürüleceksiniz. Bu koskoca realiteyi görmüyormusunuz?'1 diyerek,
onları da engellemeye çalışırlardı.
Hocam, günümüzdeki
müslüman realistler bu olaya karşı çıkıp, "İsrailoğullarının denize doğru
yürümesi, bir çılgınlıktı" demiyorlar!.
Bu olayın sonucunu
yani İlahi yardımla denizin yarıldığını bildikleri için karşı çıkmıyorlar
Fatih!. Oysa sonucun ne olacağını bilmeden Önce olayın içinde olsalardı, şu an
ki suskunluklarının aksine hepsi birden konuşmaya başlayacaklardı. Nitekim
sonucunu bildikleri bu sıradışı olaylar konusunda hiçbir akli yorum yapmayan
bu tek gözlü realistler, güncel yaşamda çok sıradan hadiselerde dahi hükmü ve
İlahi yardımı değil, yaşanan realiteyi dikkate almaktadırlar. Oysa Musa Aleyhisselam'ı gemisiz ve köprüsüz
bir şekilde denizden geçiren o İlahi yardım, İlahi vahyin gereğini yapan
günümüz müslümanlan için de geçerlidir. Yeter ki hükme talip olup, önlerinde
koskoca bir deniz dahi olsa hiç kuşku duymadan bu denize doğru yürüyebilsinler.
İlahi emirle karşılaşan Musa Aleyhisselam'ın, yetişilmekten korkmadan ve endişe
etmeden kavmine yönelmesi ve onları mutmain bir kalple yürüyüşe davet etmesi
ise bizlere çok gerekli bir öncülük vasfını göstermektedir. İnsanları hak ve
hakikate davet eden her öncü müslümanda bulunması gereken bu vasıf, kuşkudan
uzak bir iman ve teslimiyetle kazanılacak bir vasıftır. Şayet İlahi daveti
gündeme getirecek olan davetçide böyie bir vasıf yoksa, yaptığı ve yapacağı davete
karşı henüz kendi kalbi bile mutmain olmamışsa, bu davetçinin diğer insanlara
götürmesi gereken böyle bir davet yoktur. Bu davetçinin söz konusu daveti önce
kendi kalbine götürmesi, iman ve teslimiyet ile önce kendi kalbini mutmain
kılması gerekmektedir. Musa Aleyhisselam,
karşılaştığı İlahi
emir ne kadar akla ve realiteye aykırı gözükse de, bu emire iman ve
teslimiyetle yaklaşmış ve İsrailoğullannı kuşkudan uzak mutmain bir kalple
Mısırdan ayrılmaya davet etmişti. Yerleşik bir düzenleri, malları ve topraklan
olmayan İsrailoğulları, belki de Rabbimizin indirdiği bir sekinet veya güven
duygusuyla tarihte ilk kez peygamberlerine hiç itiraz etmeden, ona tabi
olmuşlardı!. Kaybedecekleri bir şey olmayan birer köle dururnundaydılar zaten!.
Şayet yakalanırlarsa yine Musa Aleyhisselam'ı suçlayarak, kölelik
zincirlerine geri dönebilirlerdi!. Dolayısıyle fazlaca bir itirazda bulunmaya
gerek duymadan Musa Aleyhisselam'ın emrine itaat etmişler ve gecenin
karanlığında onunla birlikte yola çıkmışlardı.
Başlarına çöken son
iğrenç azaptan sonra "Ey Musa. sende olan ahdi, sana verdiği söz adına
bizim için Rabbine dua ediver de bu iğrenç azabı üzerimizden kaldırsın.
Andolsun sana iman edeceğiz ve hidayete gelmiş olacağız. Ayrıca
İsrailoğullarını da seninle göndereceğiz" diyerek, İsrailoğullannin
gitmesine izin vereceğini söyleyen Firavun, her zaman olduğu gibi bu sözüne de
ihanet etmiş ve bu sözünde de durmamıştı. Nitekim Musa ve Harun Aleyhisselam'ın
İsrailoğulla-rıyla birlikte geceleyin Mısır'dan ayrıldığını haber aldığında,
öfkeden kudurmuş ve bütün şehirlere adamlarını göndererek asker toplamaya
başlamıştı!.
Zulüm üzerine
yönettiği toplumu güçten düşürmek için onları değişik gruplara ve fırkalara
bölen Fî-ravun'a göre, önemli ve vahim bir durumdu bu!. Çünkü kendisinin izni
olmadan bir topluluğun başını ahp-gitmesi, diğer grup ve fırkalar için çok kötü
bir örnek olabilirdi!. Böyle bir örnekliğe kesinlikle izin vermemeli; isyan
eden bu topluluğu, diğerlerine ders ve ibret
olacak bir şekilde
cezalandırmalıydı. Nitekim
böylesi düşüncelerle şehirlere toplayıcılar göndermiş ve parçalara ayırdığı halkın
grup temsilcilerini biraraya getirerek "Gerçek şu ki bunlar azınlık olan
bir topluluktur ve hiç şüphesiz hepimize karsı da büyük bir öfke beslemektedirler. Biz
ise onlara bu
fırsatı vermeyecek olan uyanık bir toplumuz" dedi. Tabi ki çok
dikkatli seçilmiş, çok maksatlı sözlerdi bunlar!. Birer azınlık olan grup temsilcilerine, İsrailoğulları hakkında
"Bunlar azınlık bir toplumdur" denilerek; bütün azınlık toplulukların,
Firavun'un gücü karşısında zayıflığına dikkat çekilmiş ve hepsi küçümsenerek,
muhtemel bir muhalefetin önü kesilmiştir. Daha sonra "Hepimize karşı
büyük bir öfke beslemektedirler" sözüyle, asıl itibariyle Allah adına ve
Firavun'a karşı olan bu hareket; bir azınlık adına, diğer bütün azınlıklara
karşı bir öfke hareketi olarak tanımlanmış ve ülkenin bütünlüğüne açık bir
tehdit olarak gösterilmiştir. Son olarak "Biz İse onlara bu fırsatı
vermeyecek olan uyanık bir toplumuz" denilmesi ise, onlar her ne kadar
fırkalara bölünerek parçalanmış gözükseler de, Firavun'un güçlü kanatları
altında bütünleşen uyanık bir toplum oldukları ve kendilerine yönelik böyle
bir azınlık tehdidine, hiçbir zaman fırsat vermeyecekleri belirtilmiştir.
Huzuruna topladığı
bütün fırka temsilcilerini bu sözlerle zorunlu birer ittifak durumuna getireren
Firavun, Musa Aleyhisselam'a ve İsrailoğullanna karşı hepsini biraraya
topladı. Firavun'un teşvik ve tahriği ile biraraya gelen ordu, güneşin doğuş
vaktinde yola çıktılar. Küfür asabiyetiyle Musa Aleyhisselam'a ve müminlere
karşı duydukları düşmanlık, mal ve makam sevgisini bile geri bırakmıştı!.
Nitekim hiç farkına varmadıkları bir İlahi takdir üzerine, bahçelerden ve pınarlardan,
hazinelerden ve soylu makamlardan ayrılarak, kendilerini bekleyen korkunç
akibete doğru ilerlemeye başladılar!. Musa Aleyhisselam'ı ve İsrailo-ğullarını
izleyen Firavun ordusu, bir an önce onlara yetişmek ve onları yakalamak
istiyordu.
İki topluluk birbirini
gördükleri zaman, Musa Aleyhisselam'ın en yakın adamları bile paniğe kapılarak
"Gerçekten yakalandık" dediler. Tabi ki yanlış bir söz de değildi
bu!. Çünkü önlerinde koca bir deniz, arkalarında İse kendilerine yaklaşmakta
olan Firavun ordusu bulunuyordu!. Yaşadıkları bu realitede, en ufak bir
kurtuluş nedeni veya kurtuluş vesilesi gözükmüyordu!. Bu durumda ne
yapacaklar, nasıl kurtulabileceklerdi ki?
Musa ve Harun
Aleyhisselam ise elbetteki böyle umudsuzluk içinde değillerdi. Gerçi Musa
Aleyhisselam ne yapacağını, Rabbisinin kendisine emrettiği gibi kavmi için
denizde kuru bir yolu nasıl açabileceğini henüz hiç bilmiyordu!. Ancak
geldikleri bu dosdoğru yol, Allah'ın kendilerine emrettiği bir yol olduğuna göre,
hiç kuşkusuz ki Allah onlara yardım edecek ve onları bir çaresizlik içinde
yalnız bırakmayacaktı. Sırat-ı müstakim üzere yürürlerken, bu yolda
karşılaştıkları engel koskoca bir deniz dahi olsa, bu yolun sahibi olan Allah
elbetteki Kendisine inanan ve güvenen mü'minlere yardım edecekti.
Musa Aleyhisselam bu
düşüncelerle önündeki denize baktı. Gözünün gördüğü koskoca deniz, gönlünün
inandığı iman ve tevekküle bir kuşku, bir gölge düşürmedi. Firavun ordularını
gördükten sonra kendisine "Gerçekten yakalandık1' diyen adamlarına, gönlündeki
böyle bir iman ve tevekkülle yönelerek, yolundan ve Rabbisinden emin bir sesle
"Hayır, yakalanmayacağız!. Çünkü Rabbİm benimle beraberdir ve hiç
şüphesiz bana yol gösterecektir" dedi. Önündeki denizi ve arkasındaki
Firavun ordusunu görmesine rağmen "Hayır yakalanmayacağız" diyen Musa
Aleyhisselam, elbetteki doğru söylüyordu. Çünkü Allah (Celle Celaluhu)
kendisine "Mutlaka izleneceksiniz. Ancak size yetişilmesinden korkma ve
endişeye kapılma"' buyurmuştu. Bu buyruğa iman eden bir mü'min için,
Firavun ordusu kendilerini izleyebilir ve çok yakınlarına bile gelebilirdi ama,
onlara asla ve asla yetişemezlerdi!.
Böylesi bir iman ve
tevekkül ile "Rabbim benimle beraberdir ve hiç şüphesiz bana yol
gösterecektir" diyen Musa Aleyhisselam, hiç tereddüte düşmeyen emin
adımlarla denize doğru yürümeye başladı. Çünkü onun gibi güzel bir müslümana
deniz kenarında durması, ayaklarını dahi ıslatmadan durup da beklemesi hiç
yakışmazdı. Rabbisi kendisine "Kullanma denizde kuru bir yol aç"
dediğine ve gitmeleri gereken yolun bu denizden geçtiğini bildirdiğine göre; bu
Rabbani yoİda gidebildiği kadar gidecek, yürüyebildiği kadar yürüyecekti.
Belki de İsrailoğullan için denizde kuru bir yol açabilmesi, böyle bir iman ve
tevekkül ile denize girmesine ve denizde yürümesine bağlıydı!.
Elindeki asa ile
denize doğru yürüyen ve denizde ilerlemeye başlayan Musa Aieyhisselam'a, bütün
İsrailoğulian hayret ve meraklı gözlerle bakıyorlardı!. Yarı beline kadar
sulara gömülen fakat ufka bakan gözleriyle ilerlemeye devam/eden Musa
Aleyhisselam ne yapıyor, ne yapmak istiyordu ki? Yoksa Firavun korkusuyla veya
çaresizlik duygusuyla kendisini öldürmeye, kendisini telef etmeye mi karar
vermişti? Bütün bu sorulara bir cevap veremeyen İsrailoğullan, dikkatli gözlerle
Musa Aleyhisselam'a bakmaya devam ediyorlardı!.
Musa Aleyhisselam ise
kararlı adımlarla yürüyor, yürüdükçe anlaşılması güç duygular içine düşüyordu!.
Çünkü denizde ne kuru bir yol açabilmiş, ne de semadan herhangi bir ses
gelmişti!. Bütün dünya, bütün kainat susmuş, hepsi birden pür dikkaf
kesilmişti sanki!. Vücuduna çarpan suların sesinden başka hiçbir ses duymayan
Musa Aleyhisselam, şeytanın yaygarasına ve nefsinin feryatlarına rağmen
durmadı, duraksama-di bu yolda. Yürüyordu, Rabbisinin kendisine gösterdiği
yolda, bu yolun son noktasına kadar iman ve tevekkülle yürümeye devam ediyordu
Musa Aleyhisselam.
Ve sular boğazına
kadar yükselmeye başladığında, iman ve tevekkül İle hala yürümeye devam eden
bu kulundan artık razı ve hoşnut olan Allah (Celle Celaluhu), pürdikkat
kesilen kainatın beklediği sese, beklenen nefesi verdi ve "Ey Musa.
Asanla denize vur" diye vahyetti.
Hocam, İlahi yardım
yine son noktada geliyor!.
Doğru söylüyorsun
Veli. Zaten şanı yüce Rabbimizin, peygamberlerine İlahi yardımla ilgili genel
bir sünnetidir bu. İman ve tevekkül boyutundan bizlerin çok önünde olan
peygamberler, karşılaştıkları imtihanın son noktasına kadar sabır ve sebat ile
yapmaları gerekeni yapmışlar, güç ve imkanlarını sıfır noktasına kadar
kullanmışlardır. Nitekim İlahi yardım, yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı bu
sıfır noktasında kendilerine ulaşmaktadır. "Allah, dağına göre kar
verir" sözünden hareket edersek, zirvelerini biie görmekte aciz kaldığımız
bu yüce dağların yanında küçücük tepecikler olan bizlerin kaldıracağı bir kar,
kaldırabileceği bir yük değildir bu!.
"Rabbim benimle
beraberdir ve hiç şüphesiz bana yol gösterecektir" diyerek, Rabbisinin
kendisine gösterdiği yolda son noktaya kadar iman ve tevekkülle yürüyen Musa
Aleyhisselam, bu iman ve tevekkülünde hiç yanılmamıştı. Kendisini gören,
kendisini işiten Rabbimiz, gerçekten onunla beraberdi. Nitekim çarelerin ve
umudların tükenmeye başladığı son noktada "Ey Musa, asanla denize
vur" diye vahyetmesi, Musa Ateyhisselam'a rahmet ve merhamet dolu bu İlahi
gerçekliği göstermişti.
Artık ne yapacağını
biliyordu!. Çünkü Rahman olan Rabbimizin "Ey Musa, asanla denize vur"
diye vahyetmesi, bu denizde kavmi için kuru bir yolu nasıl açacağını bilemeyen
Musa Aleyhisselam için, bilinmezlik karanlığını aydınlatan bir cevap olmuştu!.
Rabbimizin bu emri üzerine hemen duran Musa Aleyhisselam, hiç beklemeden sağ
elindeki asayı havaya kaldırdı.
Ve Allah'ın adıyla
havaya kalkan asa, yine Allah'ın adıyla denizin üzerine indi!. Asanın denize
vurmasıyla deniz ikiye yarılmış ve her parçası koskoca bir dağ gibi
yükselivermişti!. Eşyanın tabiatına aykırı olan bu hadise;' ancak ve ancak bu
eşyayı Yaratan Allah'ın dilemesiyle ve Allah'ın emriyle gerçekleşebilecek bir
hadiseydi. Yaşanan bu mucizenin Musa ile, Musa'nın koyun güttüğü ve koyunlarına
yaprak düşürdüğü asa ile elbetteki bir ilgisi yoktu. Musa'yı da, asayı da
Yaratan Allah'ın bir mucizesiydi bu!.
O zaman asa niye?
Anlayamadım Merve!.
Denizin yarılması
sadece Rabbimizin mucizesi olduğuna göre, asayla denize vurulmasına ne gerek
vardı?
Ciddi bir düşünceden
kaynaklanan, önemli bir soru Merve hanım!. Dediğin gibi Musa Aleyhisselam son
noktaya geldiğinde ellerini açarak Allah'a dua edebilir ve kendisinin hiçbir
dahli veya hareketi olmadan deniz yarılabilirdi. Dolayısıyle düşünülmesi ve
dikkate alınması gereken bir sorudur bu. Nitekim benzer bir soruyu, Rabbimiz
Musa Aleyhisselam'a "Onlar için denizde kuru bir yol aç"
buyurduğunda düşünmüş ve anlaşılması gereken bazı hususlar olduğunu
farketmiş-tim. Çünkü denizdeki bu kuru yolu asıl itibariyle açacak olan
Rabbimiz olduğuna göre, şanı yüce Rabbimiz bu eylemi Musa Aleyhisselam'a nisbet
etmez ve "Onlar için denizde kuru bir yol açacağım" diyebilirdi.
Ancak görüyoruz ki,
Rabbimiz bu mucizeyi
bir peygamber vesilesine bağlamış ve İsrailoğulları nezdinde bu vesileyi ön plana
çıkarmıştır. Bu İlahi yaklaşımın, hiç kuşkusuz ki birçok hikmetleri vardır.
Bizim farkedebildiğimiz hikmetlerden birisi, insanların birer hayır ve hidayet
vesilesi olan peygamberlere yönelik iman ve teslimiyetlerini kuvvetlendirmek
içindir. Allah'a kul olmak isteyen müsîümanların, insanlar arasından sadece ve
sadece peygamberlere İman etmesini buyuran Rabbimiz; peygamberler vesilesiyle
gerçekleştirdiği bu gibi mucizelerle, insanların peygamberlere yönelik İman ve
teslimiyetlerini hem kolaylaştırmayı, hem de kuvvetlendirmeyi dilemiştir.
Peygamberler
vesilesiyle gerçekleşen bu mucizelere şahit olan mü'minler, hiç kuşkusuz ki
bütün bu mucizeleri her şeye Kadir olan Allah'tan bilmekte ve O'na olan
imanları kuvvetlenmektedirler. Ancak bu mucizelerin peygamberler eliyle veya
onların vesilesiyle gerçekleşmesi, bu mü'minler için peygamberlerimle Allah
arasındaki bağa ve yakınlığa işaret etmekte, peygamberlerine yönelik iman ve
teslimiyetlerini, sevgi ve saygılarını arttırmaktadır.
Benzer ilişkiler, biz
mü'minler arasında da yaşanmaktadır. Bizler hidayetin veya her hayrın
Allah'tan olduğunu bilmemize rağmen, bizlerin hayrına veya hidayetine vesile
olan bir kardeşimize aynı şükran duygularıyla yaklaşırız. Hakikat düzleminde
bütün bunları yaratan ve bu güzel kardeşimizi hayrımıza vesile kılan
Allah'a şükrederken;
bizlerin hayrına veya hidayetine vesile olan bu kardeşimize de sevgi ve saygı
duygularıyla teşekkür ederiz.
Hocam, bizler de size
teşekkür ederiz.
Sağdasın Hamdi. Ancak
nasıl bir dünyada yaşadığımızı dikkate alırsak, belki de sizlere asıl teşekkür
etmesi gereken benim. Hz. AH Radyallahu anh "Bana bir harf öğretenin,
kölesi olurum" diyerek, gerçek ilmin ve ilim öğrenmenin önemine dikkat
çekmiştir. Fakat ne yazık ki İlahi hakikatlerin arka plana atıldığı ve gerçek
ilmin fazlaca önemsenmediği bir çağda yaşıyoruz. İlimle değer kazanmak ve
kişiliğini yükseltmek değil, mal ve makamla fiyatını yükseltmek isteyen insan
kitleleri, herkesin duyabileceği çirkin bir sesle "Bana yüksek fiyat
verenin, kulu kölesi olurum" diyebilmektedirler. Yaratılmışlara karşı
özgürlükle ilgili insani değerlerin değil, maddiyata kölelikle ilgili
fiyatların ön plana çıktığı böyle bir dünyada, İlahi hakikatleri paylaşabilecek
insanları bulmak için "Benden bir harf Öğrenenin, kölesi olurum"
denilecek bir duruma gelinmiştir!. Gelinen bu durum yine ne tuhaftır ki, yine
hiç tuhaf karşılanmaz!. Oysa bütün bu dünya insanlığının akıbeti, bilim ve
teknolojinin geldiği son versiyona göre değil, hiç önemsemedikleri ve
öğrenmeye talip olmadıkları İlahi Kitab'ın evrensel versiyonuna göre şekillenecektir!. Çünkü
şanı yüce Rabbimiz
Kur'an-ı Kerim'le ilgili olarak "De kv "Bu (Kur'an, geçmişinizle,
şimdi yaptıklarınızla ve akıbetinizle ilgili) büyük bir haberdir. Sizler ise,
ondan yüz çeviriyorsunuz. [21]
buyurmaktadır.
Evet, biz yine
Rabbimizin Kur'an'da zikrederek önemsediği ve tarihten ders almak isteyen
bizlerin de önemsemesi gereken bu kıssamıza devam ediyoruz. Musa
Aleyhisselam'ın asasını vurmasıyla deniz yarılmış ve denizin dibinde balçık
veya ıslak değil, kuru, kupkuru bir yol açılmıştı!.
Hocam, bir şey daha
sormak istiyorum. Rabbimiz kendisine "Asanla denize vur" diye
vahyetmeden önce, Musa Aleyhisselam asasıyla denize vursaydı, deniz yarılır
mıydı?
Bu da çok güzel bir
soru Merve!. Rabbimiz kendisine vahyetmeden önce Musa Aleyhisselam asasıyla
denize vursaydı -ki belki de denizin içinde yürürken birçok kez vurmuştu- hiç
kuşkunuz olmasın ki deniz yarılmak bir yana, oralı bile olmayacaktı!.
Tabi ki şaşırtıcı bir
durum değildir bu!.
Çünkü bazı eylemlerin
mucizevi sonuçlara dönüşmesi, yapılan eylemlere değil, bu eylemlerin üst planındaki
İlahi emre ve İlahi iradeye bağlıdır. Mesela İbrahim Aleyhisselam1 m yaptığı
gibi dört kuş yakalasak, onları besleyerek kendimize ahştırsak, sonra hepsini
parçalayarak, her parçasını bir dağın üstüne bıraksak ve daha sonra onları
çağırsak, bu kuşların diriierek davetimize icabet etmesini bekleyemeyiz. Zaten
İbrahim Aleyhisselam bile Rabbimiz kendisine emretmeden önce bunları yapsaydı
ve parçaladığı kuşları çağırsay-dı, hiçbir kuş dirilmez ve onun davetine icabet
etmezdi. Ancak Allah'ın sadece kendisine özel olan emrinden sonra bunları
yapması, yapılan bu eyleme İlahi bir üst plan kazandırmakta ve aynı İlahi
İradeyle söz konusu mucize gerçekleşmektedir. Dolayısıyie bazı amellerin
sonucunda ortaya çıkan mucizevi sonuçların nedenini ve hikmetini, amellerin
kendisinde veya içeriğinde değil; bu amellerin hangi İlahi hükme binaen
işlendiğinde aramamız gerekir.
Nitekim Musa
Aleyhisselam da Allah'ın emri gereği asasını denize vurmuş ve asanın
şiddetiyle değil Allah'ın emriyle yarılan denizin dibinde kuru, kupkuru bir yol
açılmıştı!. Musa Aleyhisselam'ın Önderliğinde rahmet ve merhamet dolu olan bu
kupkuru yola yönelen İsrailoğulları, korku ve heyecan içinde denizi geçmeye
başlamışlardı. Her iki taraflarında koca bir dağ gibi yükselen su kütlesine
bakarlarken ne kadar korku duyuyorlarsa, yürüdükleri yolun kuruluğuna bakarak
da o kadar rahatlıyorlardı. Hiç kuşkusuz ki Allah'ın, Musa'nın ve Harun'un
Rabbi olan Allah'ın bir işiydi bu!.
Firavun ve askerleri
deniz kıyısına vardıklarında, Musa Aleyhisselam ve İsrailoğulları artık denizin
öte yakasına yaklaşmışlar, karşı kıyıya çıkmaya başlamışlardı. Deniz kıyısında
kısa bir süre duran Firavun, ikiye yarılan denize bakarak durumu anlamaya
çalıştı. Fakat içindeki azgınlık ve düşmanlık duygulan ile görmedi, göremedi
görmesi gerekenleri!. Musalar ve mü'minler için açılan bir yoldan, Firavun
kimliği ile kendisinin de geçeceğini, geçebileceğini zannetti!. Zavallı bir
çoban olan Musa ve daha düne kadar kendisinin birer kölesi olan şu sıradan
insanlar buradan geçtiğine göre, bizler hayda hayda geçeriz düşüncesiyle, ikiye
yarılan denizin arasındaki kuru yola girerek onların peşine düştüler!.
Denizin öteki
kıyısındaki îsrailoğuiları ise peşlerine düşen Firavun ve askerlerine bakıyor,
kendileri gibi onların da bu denizi geçip-geçemeyeceklerini merak ediyorlardı!.
Çünkü Firavun ve ordusu bu denizi geçerlerse, artık onlardan kurtulabilmeleri
mümkün değildi. Kendilerine korku ve endişe veren bu düşüncelerle acele
etmişler, kafilenin en arkasında kalanlarda hızlı adımlarla karşı kıyıya
geçmişlerdi.
Hakka ve hakikate
körlük içinde denizin diğer kıyısına kadar yaklaşan Firavun ve askerleri,
artık denizi geçtiklerini ve Musa Aleyhisselarru yakalayabileceklerini
zannettikleri bir sırada olan oldu!. İkiye ayrılan ve yolun her iki tarafında
koca bir dağ gibi yükselen sular, birbirine hasret iki sevdalı gibi
birbirlerine akmaya, birbiriyle kucaklaşmaya başlayıvermişlerdü. Neler olduğunu
anlamaya çalışan fakat hiçbir şey anlamayan Firavun, sular beline kadar
yükselmesine rağmen küfür dolu inkarından vazgeçmiyordu!. Ne zaman ki sular
boğazına kadar gelip, boğulacağını anladığında, isyan ve küfürden çirkinleşmiş
ağzını açarak "İsrailoğullannın kendisine inandığı ilahtan başka ilah olmadığına
inandım ve ben de müslümanlardanım" dedi.
Fakat ne kadar
gecikmiş.
ne kadar anlamsız ve
faydasız bir imandı bu böyle!. Nitekim Firavun'un bu anlamsız sözü ve faydasız
imanı üzerine "Şimdi iman ettin öyle mi? Oysa sen, elinde fırsat varken
isyan edip, fesat çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet
olman için, senin yalnızca bedenini koruyacağız. Ancak insanlardan çoğu, bizim
ayetlerimizden habersizdirler" cevabı verildi.
Hocam, Firavun'un
bozulmayan cesedi bulundu. Şimdi İngiltere'nin British müzesinde!.
Seksenli yılların
başlarında bütün İslami basın tarafından "Dörtbin yıllık mucize"
başlığıyla gündeme getirilen bu habere ben de inanmış ve o yıllarda yazdığım
bir kitabımda "Günümüz müstekbirlerinin, Londra British müzesinde teşhir
edilen Firavun'un cesedine ibretle bakmaları gerekmektedir." ifadesini
kullanmıştım. Tabi ki müslüman çoğunluğa hiç düşünmeden inanmaktan ve Allah'ı
yeterince dikkate almamaktan kaynaklanan bir hataydı bu!. Birçok yayın
organında hala bir mucize gibi yayınlanan o görüntüyü hatırlarsanız; Firavun
olduğu söylenen o kurumuş cesedin, mumyalanarak korunan binlerce yıllık diğer
cesetlerden fazlaca bir farkı olmadığını görürsünüz. İyi ama Rabbİmİzin
koruması ile, insanların mumyalayarak koruması arasında bir fark olması
gerekmez mi? Rabbimizin herhangi bir bedeni koruması, mumyacılann korudukları
kadar bir koruma mıdır?
Bu soruyu sorduğumuz
an, hiç duraksamadan Allah'ı tenzih ve takdis etmemiz gerekir. Şanı yüce
Rabbimiz Firavun'un cesedini sonraki nesiller için bir ayet olmak üzere
koruyacağını bildirmîşse, hiç kuşkunuz olmasın ki o ceset boğulduğu andaki
tazeliğinde durmakta ve gözlerinde, boğulduğu anın dehşetini taşımaktadır.
Dünya müslümanları olarak bu İlahi gerçekliğe, bu açıklıkta imarı etmemiz
gerekirken; şeytan aleyhillane yine yapacağını yapmış ve görüntülü bir batıl
haber ile, henüz görüntüsüyle karşılaşmadığımız hak bir ayetin üzerini örtmeye
çalışmıştır.
Bize acı veren bir ses
tonuyla "Herneyse" diyerek konumuza devam ediyoruz. Firavun'un su
boğazına çıktığı zaman ki imanını kabul etmeyen ve sonrakiler için bir ayet
olmak üzere onun bedenini koruyacağını bildiren Rabbimiz, Firavun ve
yandaşlarının son durumuyla ilgili olarak "Biz, onları ateşe çağıran
önderler kıldık; kıyamet günü hiçbir yardım görmezler. Bu dünya hayatında Biz
onların arkasına lanet düşürdük; kıyamet gününde ise, onlar çirkinleştirilmiş
olanlardır." buyurdu. Evet,
sular boğazına kadar
çıkmasına rağmen imanından vazgeçmeyen Musa Aleyhisselam salimen karşı kıyıya
çıkmış; sular boğazına çıkıncaya kadar küfründen vazgeçmeyen ancak boğazına
gelince döneklik yapan Firavun ve askerleri ise kendilerini kaplayan sular ile
İsrailoğullarının gözleri önünde boğulmuştu. İkinci dünya savaşı gibi binlerce
insanın yaşadığı bu hadise, insanlık tarihi açısından elbetteki mütevatir bir
hadisedir. Ayrıca bazı şaşkınların zannettiği gibi bir sihir, bir hayal veya
bir halisinasyon da değildir bu. Çünkü bu olayı yaşayan binlerce insan, sanal
olarak denizin yanlışını görmemişler, gerçekten yarılan bu denizden ve
kendilerine açılan kupkuru bir yoldan karşı kıyıya da geçmişlerdir.
Yeryüzünde haksız
yere büyüklenen, Allah'ın ayetlerini inkar eden ve O'na
dönmeyeceklerini zanneden Firavun kavmi, İsrailoğullarının hayret dolu bakışları
altında boğulmuşlardı. Onlar da Nuh kavmi gibi suda boğulup, ateşe sunulacak
olanlardandı!. Tabi ki ne Musa Aleyhisselam'in ve ne de biz mü'minlerin artık
acıyacağı bir topluluk değildi bunlar!. Nitekim şanı yüce Rabbimiz "Onlar
için ne gök, ne yer ağlamadı" buyurarak; içinde bulundukları göğün,
üzerine bastıkları ve üzerinde yaşadıkları yerin, onların akibetleri için
üzülüp-ağlamadıklarını beyan etmiştir. Çünkü Firavun ve önde gelen çevresine,
ayetlerle, mucizelerle gelmişti Musa Aleyhisselam. Onları bu ayetlerle ve
yumuşak sözlerle hakka davet etmiş, onları bu mucizelerle uya-rıp-korkutmak
istemişti.
Fakat onlar Firavun'un
emrine uymuşlardı!. Oysa Firavun'un emri, doğruya ve güzelliğe götürücü bir
emir değildi. Dünya yaşantısında isteyerek Firavun'un emrine tabi olanlar,
kıyamet gününde istemeseler de Firavun'un önderliğini kabul edecekler ve onun
peşi sıra cehenneme gideceklerdi. Çünkü geçici dünya menfaatini gözeterek
"Firavun'un izindeyiz!." diyen ve onun peşinden giden insanların bu
yolculuğu, elbetteki Firavun'la birlikte ahirette de sürecek ve cehenneme
kadar devam edecekti.
Sonunda vardıkları ve
varacakları yer, Rabbimizin buyurduğu gibi, ne kötü bir yerdir!..
Musa Aleyhisselam'ın
döneminde yaşayan Karun, Musa Aleyhisselam'ın kavminden yani
İsrailoğul-larındandı. İnsanları zenginlik ve fakirlik ile imtihan eden
Rabbimiz, Karun'a öyle hazineler vermişti ki. bu hazinelerin sadece
anahtarlarını taşımak bile birlikte davranan güçlü bir topluluğa ağır
geliyordu. Allah'ın kendisine verdiği bu büyük servet ile şımaran ve azgınlaşan
Karun, bu mali gücü ile insanlara zulmediyordu.
Firavun döneminde
birer köle durumunda bulunan İsrailoğullanndan olmasına rağmen, Karun'un
böylesi büyük hazinelere sahip olması, elbetteki düşünülmesi gereken bir
husustur. Çünkü ordulara yani askeri güce sahip olan Firavun, şayet isteseydi
Karun'un büyük çapta zenginleşmesine izin vermez veya onun hazinelerine el
koyabilirdi. Firavun'un böyle bir girişimde bulunmaması, elbetteki onun
merhametinden veya adaletinden kaynaklanan bir yaklaşım değildi. Yönettiği
toplumu dini veya etnik kökenleri nedeniyle fırkalara ayıran Firavun için,
kendisi gibi bir müstekbir olan Karun'un etnik kökeni hiç önemli değildi. Önemli
olan bu hazineleriyîe birlikte Firavun'un emrinde bulunması ve en yakın adamı
olan Haman gibi. Karun'un da kendisine tabi olmasıydı.
Dolayısıyle Haman'dan
sonra en yakın adamı olan Karun'un İsrailoğullanndan olması, Firavun için
herhangi bir zararı olmadığı gibi önemli faydalan da vardı. Çünkü
köleliştirilmiş toplumlar, içlerinden birinin çok zengin olduğunu veya önemli
bir makama gei-diğini gördüklerinde, aynı imkan veya fırsatın kendileri için
de geçerli olduğunu düşüneceklerdir!. Kendilerine umud veren bu düşünce,
köleleştirilmiş toplumları müstekbirlere karşı isyan ve muhalefetten
uzaklaştıran bir düşünce olmaktadır. Nitekim aynı emperyalist yaklaşım günümüz
müstekbirlerinde de bulunmakta, askeri gücü önceleyen bu müstekbirler, sömürdükleri
toplumlardan bazı kişilerin veya ailelerin zenginleşmesine ve önemli makamlara
gelmesine izin vermektedirler. Emperyalizmin küreselleştiği günümüz dünyasında,
müstekbirlerin dini veya etnik kökenlerinin fazlaca bir önemi yoktur. Önemli
oian, dünya müs-tekbirlerinin öngördüğü emperyalist zihniyete ve yaklaşıma
sahip olmalarıdır.
Karun da
İsrailoğullarından olmasına rağmen, zihniyet ve yaklaşım olarak Firavun'dan
yanaydı!. Çünkü sahip olduğu ve hiç kaybetmek istemediği hazinelerini
koruyabilmesi, askeri güce sahip olan Fira-vun'la iyi geçinmesine ve onun her
emrini yerine getirmesine bağlıydı. Doİayısıyle çok zor şartlarda yaşayan ve
kendisinden medet uman İsrailoğullarına hiçbir yardımda bulunmamasına rağmen,
Firavun'un her emrini ve her isteğini yerine getiriyordu. Nitekim kendi
kavminden olan ve onun kavmine karşı azgınlaşan bu durumunu gören İlim ve
insaf sahibi kimseler
"Ey Karun!.
Şımarma çünkü Allah şımaranları sevmez. Allah'ın sana verdikleriyle ahiret
yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan
ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarma. Çünkü
Allah, bozgunculuk çıkaranları sevmez" diyerek kendisini uyarmak İstiyorlardı.
Ancak böylesi
nasihatlere kalbi ve kulağı kapalı olan Karun "Bu gördükleriniz, bende
olan bir bilgi dolayısıyle bana verilmiştir" diyerek, sahip olduğu büyük
serveti kendisine, kendi bilgi ve becerisine nisbet ediyordu!. Oysa dilediği
kimselerin rızkını genişletip, dilediği kimselerin rızkını daraltan Allah idi.
Helal rızka talip
olunarak çalışıldığı zaman, her insan kendisine takdir olunan dar veya geniş
rızıkla karşılaşacaktı. Az kazananın yerinip kahrolmasına, çok kazananın
sevinip şımarmasına hiç gerek yoktu. Rızkı genişletilen insanların, sahip
oldukları geçici dünya metaının çokluğuna bakarak "Bunu ben kazandım, bu
işi ben becerdim"' diyerek büyüklenmeleri, hiç kuşkusuz ki Allah'a karşı
bir sapıklık, nimete karşı bir nankörlük idi.
Böylesi kimselerin
durumu,
herhangi bir tiyatro
oyununda milyarder rolünü üstlenen fakat bunun sadece geçici bir rol olduğunu
unutan kimselerin durumu gibiydi!. Oysa bir oyun olarak gördükleri dünya
hayatı bittiği zaman perdeler kapanacak ve perde arkasındaki yani ahiretteki
gerçek mal varlıklarıyla karşılaşacaklardı!. Çok kısa olan dünya hayatında, çok
kısa bir rolü oynamakla mükellef olduğunu unutan Karun da. sahip olduğu servet
ile kendisini gerçekten güçlü ve kuvvetli görüyordu!. Oysa Allah (Celle
Celaluhu), kendisinden önceki kuşaklarda Karun'dan daha güçlü ve daha kalabalık
nice kimseleri yıkıma uğratmıştı. Fakat dönüp de arkasına bakmıyor, tarihte
yaşananlardan bir türlü ibret almıyordu Karun!.
Dünyada yaşayan hiçbir insan
olmasaydı, Karun'un sahip
olduğu servet elbetteki kendisine hiç anlamlı gelmeyecekti. Herkes Karun
olsaydı. Karun olmanın bu durumda da önemli veya değerli bir anlamı
olmayacaktı!. Çünkü hemcinsleriyle bir
yarış içinde olan insan, öne geçmenin sevincini, arkada kalanların gözyaşlarını
ve tribündekilerin alkışlarını duyduğu zaman yaşayabiliyordu!. Ayrıca insanın
para ile almak istediği en önemli ve en değerli şey, yine insan, yine insan
emeği, yine insan onuru idil. Bu nedenle fakirlerin yaşadığı bir dünyada
zengin, acizlerin bulunduğu bir toplumda güçlü olmanın nefse çok hoş gelen bir
anlamı, bir ayrıcalığı, bir zevki vardı Karun ve Karun gibiler için!.
Böylesi nefsi
duygulara sahip olan ve fakirlerin karşısında zengin,1 acizlerin karşısında
güçlü olmanın azdırıcı keyfini yaşayan Karun, sevgi dolu gözlerle büyük
servetine bakmaktan ziyade, haset ve hayranlık dolu gözlerle kendisine
bakılmasından hoşlanıyordu!. Binlerce insanın salaklaşmiş bir şekilde
ağızlarını açması ve hayranlık dolu gözlerle kendisine bakması ne güzel bir
şeydi böyle!. Karun yine böylesi arzularla kavminin karşısına çıktı. İnsanları
kendisine heveslendirecek görkemli bir ihtişam ve hayranlık uyandıracak bir
zenginlik içindeydi!. Meseleye sadece dünyevi boyuttan bakanlar ve sadece
dünyayı istemekte olanlar, Karun'u böylesine büyük bir ihtişam içinde görünce
"Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o,
büyük bir pay sahibidir" dediler. Kendilerine ilim verilen ve meseleye
ebedi gerçeklik boyutundan bakanlar ise "Yazıklar olsun size!. Oysa iman
eden ve salih amellerde bulunanlar için, Allah'ın vereceği mükafat daha üstün
ve daha hayırlıdır. Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" diyerek,
Karun'a heves eden büyük çoğunluğu uyanp-İkaz etmek istediler.
Tabi ki faydalı ve
anlaşılan bir nasihat olmamıştı bu!.
Çünkü en önemli
meselelere dahi yaşadıkları zaman diliminden bakan ve şimdiki zamana göre
değerlendiren insanlar, nefislerine hoş gözüken boş şeylere değer veriyorlar
ve böylesi şeylerin peşinden gidiyorlardı!. Ancak Kahhar olan Rabbimiz,
Karun'u ve konağını yerin dibine geçirdiği zaman bütün bakışlar ve değerlendirmeler
bir anda değişivermişti!. Büyük servetinin ve kalabalık adamlarının hiçbir
faydası olmamıştı Karun'a!. Bir güç ve kudret sahibi olarak gördüğü Firavun
ise onu değil, kendisini bile kurtaramamıştı. İlahi davete rağmen haklıya karşı
güçlünün yanında yer alan ve güçlüye tabi olan Karun, güçlüyle beraber güçsüz
bir şekilde helak oimuştu!.
Daha düne kadar onun
yerinde olmak isteyenler.
"Ah keşke,
Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı..." diyenler, "Demek
ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişîetip-yaymakta ve dilediğinin
rızkını da kısıp-daraltmaktadır. Şayet Allah bize lütfetmiş olmasaydı, hiç
şüphesiz bizi de batırırdı. Demek ki küfre sapanlar, kesinlikle iflah olmaz,
kurtuluş bulamaz" demeğe başladılar!. İlahi'gerçekliği nasihatle değil musibetle
anlayan bu insanlar, elbetteki doğru söylüyorlardı. Çünkü asıl zenginlik, asıl
ve ebedi olan ahiret zenginliği idi. Çok kısa olan fani dünyada koskoca bir
okyonusa sahip olmak yerine, ebedi olan ahiret hayatında damlayan bir musluğa
sahip olmak, elbetteki çok daha büyük bir zenginlikti. Böyle bir ebedi
zenginlik ise dünyadaki mal sahiplerine değil, takva sahiplerine vadedilmişti.
Ancak insanoğlu, yeterince
düşünmüyor, yeterince akletmiyordu bu gerçekleri. Ölen veya helak edilen hiçbir
Karun'un yerinde olmak istemeyen günümüz İnsanları, yaşayan Karun'lara yine
heves ve hayranlıkla bakmaya devam ediyorlardı!. Oysa yaşayan Karun'ların
akıbetleri, helak edilen Karun'dan hiç de farklı olmayacaktı. Çünkü ölmeyecek
ve yaptıklarından hesaba çekilmeyecek hiçbir Karun yoktu!.
O halde yazıklar
olsun, yazıklar olsun tüm Karun'lara, kendilerine Muhammedi, İsevi, Musevi veya
Haruni diyen Karunilere..
Firavun'a İlk geldiği
zaman onu Allah'a kulluğa davet eden ve köle durumundaki İsrailoğullannı kendisiyle
göndermesini isteyen Musa Aleyhisselam, Mısır'da uzun yıllar süren tevhidi
mücadelesinden sonra İsrailoğullarıyla birlikte oradan ayrılmış ve Allah'ın yardımıyla
denizi geçerek, herkesin gözleri önünde boğulan Firavun'un zulmünden
kurtulmuşlardı. Allah'ı dikkate alan ve Allah'ın hükümleri istikametinde
sürdürülen bir özgürlük hareketi, insanların esaretten kurtulmaları ve
insanlara karşı özgürlük kazanmalarıyla neticelenmişti.
Söz buraya geldiği
zaman, M.Ö. 70 li yıllarda yaşanan Spartaküs olayını çok kısa olarak
hatırlamamızda fayda vardır. Bilindiği üzere Roma'lı bir gladyatör olan
Spartaküs, kendisi gibi birer köle durumunda olan diğer gladyatörlerle birlikte
isyan etmiş ve bir özgürlük hareketi başlatmıştı. Roma imparatorluğunun
başkenti olan Roma'dan kaçan Spartaküs ve diğer gladyatörler, geçtikleri
yerlerde karşılaştıkları bütün köleleri de kurtarıp, kendilerine katarak, ciddi
bir oluşum meydana getirmişlerdi. Bu özgürlük hareketinin lideri olan
Spartaküs, Romalılara karşı bazı kısmi başarılar elde etse de, bu büyük güce
karşı İtalya topraklarında direnemeyeceğini çok iyi bildiğinden; kölelerle birlikte
İtalya'nın güneyine inerek önce Sicilya'ya ve oradan da Afrika'nın kuzeyine
geçmeyi planlamıştı. Nitekim bu plan istikametinde kölelerle birlikte İtalya'nın
güney sahillerine doğru ilerlerken, bu hareketi kökünden kurutmak İsteyen Roma
ordusu da kendilerini takip ediyordu.
İşte bu aşamada
düşüncelerimiz, M.Ö. 2000 li yıllarda yaşanan benzer bir hadiseye gidiyor.
Çünkü bir özgürlük hareketin lideri olan Spartaküs yanındaki kölelerle birlikte
nasıl ki denize doğru gidiyor ve Roma ordusu kendilerini takip ediyorsa; bir
başka özgürlük hareketinin lideri olan Musa Aleyhisselam da yanındaki kölelerle
birlikte denize doğru gidiyor ve Firavun ordusu kendilerini takip ediyordu.
Tabi ki bu iki özgürlük hareketi arasında çok önemli bir fark vardı.
Spartaküs'ün hareketi realiteyi dikkate alan ve akli tedbirleri öncüleyen
beşeri bir hareket iken; Musa Aleyhisselam'm hareketi hakkı dikkate alan ve
Allah'ın hükümlerini önceleyen İlahi bir hareketti.
Yaşanan realiteyi
dikkate alan ve aklı Önceleyen Spartaküs, kölelerle birlikte denize doğru
İlerlerken bu denizi nasıl geçebileceklerini düşünmüş ve çok sayıda gemiye
sahip oîan Kilikyahlarla irtibata geçerek, önemli bir ücret karşılığında
onlarla anlaşmıştı. Ancak bu anlaşma yarar sağlamamış, Kilikyalı korsanlar Romalıların
daha yüksek bir ücret teklif etmeleri üzerine, köleleri taşıyacak olan gemileri
açık denize çekmişlerdi. Nitekim sahile geldiklerinde gemilerin açığa çekildiğini
gören Spartaküs ve köleler, arkalarından yetişen Roma ordusu tarafından topluca
kılıçtan geçirilmişlerdi.
İsrailoğullarıyla birlikte
denize doğru ilerleyen Musa Aleyhisselam ise denizi nasıl
geçeceğini bilmemesine ve hiçbir gemiciyle anlaşmamasına rağmen, İlahi hüküm
istikametinde ilerlemiş ve bu hükmün ya-nıbaşında olan İlahi yardıma mazhar
olarak. Firavun ve ordularından kurtulmuştu. İşte beşeri hareketler ile İlahî
hareketler arasındaki önemli fark budur. Günümüz dünyasında köleleştirilmiş
toplumları, köleieşüril-miş kitleleri bu esaretten kurtarmayı amaçlayan İyi niyetli
İnsanların, tarihi birer Örnek niteliğindeki bu iki hareketi mutlaka dikkate almaları
gerekir. Çünkü ismi özgürlük veya kurtuluş hareketi de olsa, Allah'ı ve O'nun hükümlerini dikkate
almayarak Allah'a karşı da bir özgürlük iddiasında bulunan her beşeri hareket,
gerçek düzlemde insanlar için hiçbir zaman bir özgürlük veya kurtuluş hareketi
olamayacaktır. Nitekim insanlık tarihinde bir tane Musa Aleyhisselam olmasına
rağmen, beşeri özgürlük hareketlerinde hem kendilerini ve hem de çevresindeki
insanları telef eden yüzlerce Spartaküs bulunmaktadır. Evet,
şanı yüce Rabbimizin
lutfuyla denizi geçen ve gözleri önünde Firavun hanedanının boğuluşunu izleyen
İsrailoğulları, çok uzun yıllar kendilerine dayanılmaz işkenceler yapan,
kadınlarını sağ bırakıp erkek çocuklarını öldüren Firavun ailesinden artık
kurtarılmıştı. Elbetteki bütün bu yaşanan olaylarda, onlar için Rabbirnizden
büyük bir imtihan vardı. Herşeyi hakkıyle gören ve hakkıyla bilen Rabbimiz,
onları uzun yıllardır çektikleri bu büyük zulümden kurtarmış ve şükredil-mesi
gereken büyük bir nimetle karşılaştırmıştı. İlahi bir lütuf la karşılaşan
İsrailoğulları, acaba şimdi, şimdi ne yapacaklardı? Onların karşısına geçerek
"Ben sizin en yüce Rabbinizim" diyen Firavun'a, yüreklerinde
duydukları korku ile hiç itiraz etmeyen, dayanılmaz İşkenceler yapmasına ve
erkek çocuklarını öldürülmesine rağmen çok uzun yıllar Firavun'a karşı kulluğa
ve köleliğe devam eden bu İsrailoğulları; kendilerini zillet verici bu
esaretten kurtaran Rahman'a karşı acaba nasıl bir kulluk yapacaklardı?
Rahmetten ve merhametten uzak bir zalim olan Fira-vun'dan korkup-sakmdıkları
gibi, rahmetin ve merhametin ta kendisi olan Rahman'dan da
korkup-sakına-caklar mıydı? Uzun yıllar kendilerine zillet veren çok zorlu bir
kulluğu ve köleliği yaşayan İsraiioğulları, bütün bu mucizelerden ve İlahi
yardımlardan sonra kendilerine izzet verecek koiay ve rahmetli bir kulluğu yaşayacaklar
mıydı?
Elbetteki onlar için
büyük bir imtihan, Önemli bir denemeydi bu. Gerçi temiz akıl ve temiz vicdan
sahibi herkes için, bu imtihanın gereğini yapmak hiç de zor olmamalıydı. Çünkü
Firavun'a karşı duydukları korkunun yarısını Allah'a karşı duysalar ve
Allah'tan kor-kup-sakınsalar, Rahman olan Allah'ın rahmet ve mağfiretiyle
karşılaşabilirlerdi. Ayrıca bunu yapmamaları için de hiçbir sebeb yoktu.
Kendilerini Firavun'un zulmünden kurtaran Allah (Celle Celaluhu), zaten kendilerine
zalim Firavun gibi yaklaşmıyor ve onlara güç yetiremeyecekleri hiçbir şeyi
yüklemiyordu. Dolayısıyle Rahman'a yüzlerini dönmeleri ve bu İlahi rahmetin
farkına varmaları, kendilerinden istenilen kulluğu kolayca yaşamaları İçin
fazlasıyla yeterliydi. Ancak durum böyle olmasına rağmen, İsrailoğullarınm bu
Önemli imtihanda ne yapıp-ne yapmadıklarını bundan sonraki bölümlerde daha iyi
göreceğiz.
Rabbimİzin lutfuyla
denizi geçen ve gözleri önünde Firavun hanedanının boğuluşunu izleyen
İsrailoğulları, artık kendileri için yeni ve diğer insanlara karşı özgür bir
döneme girmişlerdi. Firavun hanedanının zuİüm dolu gölgesinde geçen esaret
yıllan artık geride kalmış ve İsrailoğullarınm bağımsız bir kavim oiarak tarih
sahnesine çıktıkları yepyeni bir dönem başlamıştı. Denizi geçtikten sonra Musa
Aleyhisselam'ın liderliğinde İlerleyen îsrailoğulları. deniz kenarındaki Rakka
kasabasından geçerlerken, bu kasaba halkının taştan ve ağaçtan yapılmış İnek
heykellerine tapınmakta oldukların) gördüİer. Gördükleri şeye tapan ve
taptıkları şeyi gören bu putperest kavmin durumu, henüz iman ve tevhidin ne
olduğunu yeterince bilmeyen İsrailoğullarınm hoşuna gitti!.
Putları önünde bel
büküp eğilmekte olan bu putperestlere bir süre baktıktan sonra. Musa
Aleyhisselan yanına giderek "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize
bir ilah yap1" dediler. Peygamberlerinden bir put değil, bir iîah
yapmasını isteyerek, putu İlah yerine koyan ve ilah olarak isimlendiren bu
şaşkınlar, taştan ve ağaçtan da olsa görülebilir bir ilah talep ediyorlardı!.
Belki de alemlerin Rabbi olan Allah'ın, taş veya ağaç heykellerle
şekillendirilmesin) ve görülebilir bu putlarla sembolize edilmesini
istiyorlardı!.
Musa Aleyhisselam'ın
tabi ki hiç beklemediği bir istekti bu!.
Mısır'da yaşanan onca
mucizeden ve Firavun orduları Allah'ın emriyle halak edildikten sonra, bütün
bunları açıkça gören İsraîloğullarının İmanlarına iman katacaklarını ve hiç
kuşku duymadan doğru yola tabi olacaklarını zanneden Musa Aleyhisselarn, bu
İsrailoğullarınm yapacakları azgınlıklar ile Firavun'u bile geride
bırakacaklarını nereden bilebilirdi ki!. Nitekim duyduğu öfke dolu bu
şaşkınlık ile kendisinden bir ilah yapmasını İsteyen şaşkınlara dönerek
"Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz. Onların içinde bulundukları
din, yokolmaya mahkumdur ve onların bütün yaptıkları da batıldır." dedi.
îsrailoğullanm küfürle
değil cahillikle suçlayan ve putlara yönelen o kavmin durumuna açıklık getiren
Musa Aleyhisseİam, onların içinde bulundukları dinin yokolacağını ve niyetleri
ne olursa olsun bütün yaptıklarının batıl olduğunu belirttikten sonra
sözlerine şöyle devam etti..
"Allah sizi
alemlere üstün kılmışken, ben size O'ndan başka bir ilah mı arayayım?"
Musa Aleyhisselam'ın
bu sözlerinde, hiç kuşkusuz ki Allah'tan başka bir ilah arama kaygısı ve
düşüncesi yoktur. Meseleye kendisinden bir İlah isteyen kavminin boyutundan
yaklaşan Musa Aleyhisseİam, onların bu batıl isteğini hem imani ve hem de akli
açıdan sorgulamaktadır. Yegane İlah olan Allah, yarattığı kullarına nasıl
yaklaşırsa yaklaşsın ve onlara ne yaparsa yapsın, O'nun bu yaklaşımını
sorgulayacak veya O'nu bundan engelleyebilecek başka hiçbir İlah yoktur. İlahi
gerçeklik bu olmasına ve O'ndan başka sığınabileceğiniz bir İlah olmamasına
rağmen, size ne oluyor ki bunca yaşananlardan sonra O'ndan başka bir İlah
arıyorsunuz?
O sizleri zelil ve
hakir kılsaydı, sizleri yarsız ve yardımsız bıraksaydı, yine de O'ndan başka
sığınacağınız bir Rab, yardım alabileceğiniz bir İlah yoktur. Kaldı ki O
Rahman ve Rahim olan Allah, sizlere lütfetmiş ve sizleri alemlere üstün
kılmıştır. O halde ne oluyor, size ne oluyor ki Allah'tan başka bir İlah
istiyorsunuz? Allah'ın büyük bir Iutuf ile sizlere yardım etmesine ve sizleri
alemlere üstün kılmasına böyle mi karşılık vereceksiniz?
Hocam,
İsrailoğullarmın alemlere üstün tutulmasını nasıl anlamamız gerekir?
Önemli bir soru Fatih.
Çünkü Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde zikredilen bu gerçek, kavmiyetçilik
duygusundan kurtulamayan bazı müslümanları ciddi İstifhamlara sürüklerken, bu
hitaba muhatab olan İsra-iloğullarını da ne yazık ki şüküre değil, nankörlüğe
ve azgınlığa sevketmiştir. Oysa şanı yüce Rabbİmiz aEy Israüoğulları! Size
bağışladığım nimetimi ve sizi (bir zamanlar) alemlere üstün kıldığımı anın.
buyururken, bu durumun onlar için bobürlenilmesi gereken bir ayrıcalık değil,
şükrediimesi gereken bir nimet olduğunu belirtmektedir.
İsrailoğullarının
alemlere üstün tutulmasının neden ve hikmetlerini anlayabilmek için Kur'an-ı
Ke-rim'e yöneldiğimiz zaman; bu İlahi nimetin İsrailoğullarının Allah'a karşı
duruşlarıyla, yönelişİeriyle, iman ve teslîmiyetleriyle hiçbir ilgisinin
olmadığını görürüz. Nitekim şanı yüce Rabbimiz "Andolsun, Biz onları bir
ilim üzere (kıyamete kadar ki tutumlarım, ne yapıpne yapmayacaklarını çok iyi
bilmemize rağmen) alemlere karşı üstün kıldık.[22]
buyurarak, İsrailoğullarmın alemlere üstün kılınmasının bu kavmin kendisiyle
veya kendi kalitesiyle ilgili bir durum olmadığına işaret etmektedir. O halde
Adil ve Rahman olan Rabbimizin, bu kavmi alemlere üstün kılmasının neden ve
hikmeti nedir? İşte bu sorunun cevabını, çok uzun yıllar önce yaşamış olan
İbrahim Aleyhissefam'ın şu kalbi dualarında görmemiz mümkündür.,
"İbrahim,
İsmail'le birlikte Evin (Ka'be'nin) sütunlarını yükseltiyor (ve şöyle dua
ediyordu;) "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et, şüphe yok, Sen işiten ve
bilensin, Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan
da sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (kıl). Bize ibadet yöntemlerini (yer
veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et Şüphe yok, Sen tevbeleri kabul
eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara peygamber gönder, onlara
ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Hiç
şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.[23]
Rabbimiz nezdinde
kabul gören bu dua, Hz. İshak soyundan gelen İsrailoğullarını da rahmetli
kapsamına
alarak, onları
alemlerdeki diğer ins ve cin kavimlerinden farklı ve üstün bir konuma
yükseltmiştir. İsraiİoğul-larını alemlerdeki diğer kavimlerden üstün bir konuma
yükselten bu en büyük nimet; İbrahimi duada belirtildiği gibi kendi içlerinden
peygamberler gönderilmesi, kitabın ve hikmetin öğretilerek onların arındırılmak
is-tenmesiydi. Nitekim bu İbrahimi duanın bir tecellisi olarak binlerce yıl
İsrailoğullarına kendi içlerinden birçok peygamberler gönderilmiş, apaçık
ayetlerle hakka ve hakikate davet edilmişlerdir.
Alemlerin Rabbi olan
Allah'ın, rahmet ve hidayeti, mağfiret ve inayeti, hiç kuşkusuz ki yüzlerini
Allah'a yönelten her kavme karşı açık ve her kavmi kuşatmaktadır. Mesela şanı
yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de, devlet olmuş ve yeterli bir güce ulaşmış olan
müslümanlara "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve "Rabbimiz, bizi
halkı zalim olan bu ülkeden çıkar; bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder,
bize katından bir yardım eden yolla" diyen kadınlar, çocuklar ve
erkeklerden zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?[24]
buyurmaktadır. Zayıf ve çaresiz bir durumda yüzlerine Allah'a dönen bu insanlar
için müzminlerin savaşmasını emreden Rabbimiz. yeterli bir güce ulaşmış bulunan
bu mü'minlerin olmadığı dönemlerde, Kendisinden yardım isteyen o mustazafları
yardımsız mı bırakacaktı?
Elbetteki hayır!.
Yeterli güce ulaşan
mü'minlerin olmadığı dönemlerde, Rabbimiz bu duaya Kendisi karşılık verecek ve
hangi kavimden olursa olsun o insanları hiç kuşkusuz ki yardımsız
bırakmayacaktı. İşte İsrailoğullannın -yüzlerini Allah'a dönerek O'ndan yardım
isteyen- bu kavimlerden farkı, onlar iman doiu bu samimi duayı yapmasalar da
Allah katından bir yardım ve yardımcıyla karşılaşmış olmalarıdır. Çünkü onların
yapmadığı bu duayı, ataları İbrahim Aleyhisselam yapmış ve Rabbimiz
"Halilim" diyerek dost edindiği İbrahim'in bu duasını kabul etmişti.
Nitekim Firavun dönemindeki İsrailoğullarında
ne böyle bir
imanı, ne de
imandan kaynaklanan böyle bir samimi duayı genei düzlemde görmememize
rağmen; onların layık olmasından değil, İbrahimi duayı kabul eden Rahman'ın
lutfundan kaynaklanan İlahi bir yardıma mazhar olduklarını görüyoruz. Tabi ki
kabul gören bu İbrahimi duanın sadece dünya hayatını kuşattığı ve hesap gününe
uzanmadığı, konuyla ilgili
ayetlerin devamında açıkça zikredilmektedir.,
"Ey
İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir zamanlar) alemlere
üstün kıldığımı anın. Hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç
kimseden bir şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye alınmayacağı
ve yardım görülmeyeceği günden korkun. [25]
Bu ayet-i kerimelerden
de anlaşılacağı üzere, alemlere üstün kılınan bütün İsrailoğullarına
"Atanız kim olursa olsun, soyunuz kime dayanırsa dayansın, bütün
yaptıklarınızdan hesaba çekileceğiniz o büyük günde hiçbir üstünlüğünüz ve
hiçbir ayrıcalığınız yoktur. Hiçbir kimseden fidye alınmayacağı ve hiçbir yardım
görülmeyeceği o günde; atanız olan İbrahim değil sizin için, şefaate layık
olmayan babası için bile şefaat etmeyecek ve ona yardımcı olmayacaktır. Soy
bağlarının kesileceği ve hiç kimsenin soyuna veya kavmine bakılmayacağı o gün,
herkes kendi amellerinin hesabını verecektir." buyurulmaktadır.
İbrahim
Aleyhisselam'ın kabul gören duası vesilesiyle alemlere üstün kılınan
İsrailoğullarının bu durumu, elbetteki günümüze kadar gelen bir durum değildir.
Çünkü asırlar boyu İçlerinden peygamberler gönderilmesine ve arındırılmak
istenilmelerine rağmen isyan eden ve haddi aşan İsraİloğuilarına Davud ve
Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. İsrailoğullarından küfredenler artık
İbrahim gibi bir peygamberin duasını değil, kendilerine gönderilen Davud ve Meryem
oğlu İsa gibi iki peygamberin lanetini taşımaktadırlar. ,
"İsrailoğullarından
küfredenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan
etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münker (çirkin iş)lerden
birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!. Onlardan
çoğunun küfre sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için
nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür, Allah onlara ga-zablandı ve onlar
azabda ebedi kalacaklardır.[26]
Bir zamanlar alemlere
üstün kılınan İsrailoğullarının Rabbimiz katındaki daha sonraki durumları,
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu ayetlerle açıklık kazanmaktadır. ,
Onların üzerine korluk
ve yoksulluk (damgası)
vuruldu ve Allah'tan
bir gazaba uğradılar. Bu kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinden ve
peygamberleri haksız yere öldürmelenndendk (yine) bu, isyan etmelerinden ve
sının çiğnemelerindendi
Şüphesiz iman edenler,
yahudiler, hıristiyanlar ve sabiiler(den her kim) Allafy 'a ve ahiret gününe
iman eder, salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri
vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. [27]
Dikkat edilirse 61.
ayet-i kerimede İsrailoğullarının hem Musa dönemindeki isyan ve azgınlıklarına,
hem de sonraki asırlarda öldürecekleri peygamberlere dikkat çekilerek gazaba
uğratıldıkları belirtilmektedir. Devamında zikredilen 62. ayet-i kerimede ise
bu genel gazabın fert fert bütün İsrailoğullarını kuşatmayacağı, Allah'a ve
ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanların Allah katında ecirlerinin
olduğu bildirilmektedir. Artık İsrailoğulları için kavmi kuşatan genel bir
gazap söz konusu iken, kişileri muhatap alan özel bir müjde söz konusuydu. Bu
müjdenin muhatabı olanlar ise hangi kavime mensup olursa olsun Allah'a ve
ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanlardı.
Evet. bu kısa
açıklamadan sonra tekrar konumuza dönüyoruz. İsrailoğullarını karanlıklardan
nura çıkarması ve onlara Allah'ın günierini hatırlatması için ayetlerle gönderilen
Musa Aleyhisselam, kendisinden bir İlah yapmasını isteyen kavmine "Ailah
sizi alemlere üstün kılmışken, ben size O'ndan başka bir ilah mı
arayayım?" dedikten sonra onlara Allah'ın nimetlerini bir kez daha
hatırlatmak istedi.,
"Allah'ın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı,
onlar sizi en dayanılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp
erkek çocuklarınız! boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir
sınav vardır. Rabbiniz "Andol-sun, eğer şükrederseniz gerçekten size
arttırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, hiç şüphesiz Benim azabım pek
şiddetlidir." buyurmuştur." Bu apaçık sözîerle kavmini uyarıpkorkutmak
isteyen Musa Aleyhisse-lam, hiçbir İsrailoğlunun inkar edemeyeceği bu nimetleri
hatırlatarak Allah'ın üzerinizdeki bu nimetlerine rağmen, siz şimdi putlara mı
yöneleceksiniz?" diyor ve onları Bir olan Allah'a kulluğa ve binlerce kez
şükre davet ediyordu.
Fakat bir gariplik, bir
tuhaflık İçindeydi bu İsrailoğulları!. Sanki onlar Allah'ın yardımına ve
nimetlerine muhtaç değiller de, Allah onların şükrüne muhtaçmış gibi kibirli ve
suskun bir havaya girmişlerdi!. Gönülleri daraltan bu suskunluğa daha fazla
dayanamayan Musa Aleyhisse-lam, iman ve öfke dolu bir sesle "Eğer siz ve
yeryüzündekilerin tümü küfredecek olsanız bile, şüphesiz Aİlah hiçbir şeye
muhtaç değildir, övülmüştür. diyerek; yegane İlah olan Allah'ın kullara değil,
kulların Allah'a muhtaç olduğunu açık bir şekilde dile getirdi.
Musa Aleyhisselam'ın
öfkelendiğini hisseden İsrailoğulları, bu sözler üzerine hiçbir itirazda
bulunmadılar. Çünkü Alemlerin Rabbi olan Allah'ı yeterince dikkate almasalar
da, kızdığı zaman çok hiddetlenen Musa Aleyhisselam'ı dikkate alıyorlar ve
onun elinde tuttuğu o esrarengiz asadan oldukça çekmiyorlardı!. İçinde
yılanları, ejderhaları barındıran ve denizleri ikiye ayıran bu asa,
İsrailoğullarına göre çok sıradışı bir asaydı!. Musa Aleyhisselam'dan
görülebilir bir İlah isteyen bu şaşkın ve sapıklara bir fırsat verilse, belki
de bu asayı yüksek bir yere dikecekler ve birçok mucizesine şahit oldukları bu
asaya tapınmak isteyeceklerdi!. Çünkü onlar,
doğruyu yalanlayan ve
yanlışlayan, yalanı yaldızlayan ve alkışlayan şaşkınlardı..
Musa Aleyhisselam uzun
yıllar sonra Allah İle tekrar konuşmak, O'na münacaatta bulunmak ve
îsrailo-ğulları için hakkı batıldan ayıracak hükümleri içeren Tevrat levhalarını
almak için Rabbimizle sözleşmişti. Bu çok önemli sözleşmenin ve vaidleşmenin yeri,
yine Tur-u Sina yani Rabbimizin ilk buluşmada mübarek kıldığı Sina dağı idi.
Musa Aîeyhisselam ile otuz gece olarak sözleşen ve buna on daha İlave eden
Rabbimiz, böylelikle bu kutlu süreyi kırk geceye tamamlamış oluyordu.
Musa Aleyhisselam
İsrailoğullarıyla birlikte Sina dağının eteklerine geldiği zaman, kardeşi Harun
Aley-hisseİanVa "Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların
yolunu tutma" dedikten sonra onlardan aceleyle ayrıldı. Çünkü bir an önce
Tur'a çıkmak ve bir an Önce Rabbisiyle buluşmak istiyordu.
Hocam, kardeşine
"Bozguncuların yolunu tutma'1 diyen Musa Aleyhisselam, kardeşinin
bozgunculuk yapacağından mı endişe ediyordu?
Hayır Hamdü. Musa
Aleyhisselam'ın elbetteki kardeşinden bir şüphesi, kardeşinden bir endişesi yoktu.
Onun bozgunculuk konusundaki bütün endişesi, kendilerine bir türlü güvenemediği
İsrailoğullarıyla ilgiliydi. Denizi geçtikten ve Firavun hanedanının gözler
Önünde boğuluşunu açıkça izledikten hemen sonra bile kendisinden bir İlah
yapmasını isteyen bu kavim, ne yazık ki her türlü fesat ve bozgunculuğa çok
yakın bir kavimdi. Dolayısıyle kardeşi Harun Aleyhisselam'ı bu önemli konuda
uyarıyor ve bu sözlerle ona "Bunların arasında her an bozgunculuk
çıkaranlar olabilir. Sen onların yolunu kesinlikle izleme ve onları ıslah
et." diyordu.
Kardeşine bu nasihati
yaptıktan ve onu kendi yerine vekil tayin ettikten sonra kavminden aceleyle ayrılan
Musa Aleyhisselam, hızlı adımlarla Tur'u Sina'ya yöneldi. Uzun yıllar önce
gördüğü bir ateş üzerine dünyevi nedenlerle bu dağa çıkan ve neyle karşılaşacağını
hiç bilemeyen Musa Aleyhisseİam. şimdi bambaşka bir durumda ve bambaşka bir
yürüyüş içindeydi. Bu dağa ilk çıkışında bir bilinmezliğin verdiği
tedirginlikle yürümek istemeyen ayaklan, geride kalan o yıllara göre yaşlanmış
olmasına rağmen şimdi durmak ve dinlenmek istemiyordu. Çünkü bu güzel
ayakların taşıdığı bu çok güzel yürek, artık ne için-nereye gittiğini ve gittiği
yerde nasıl bir Rahman ve bu Rahman'ın nasıl bir rahmettyle karşılaşacağını çok
iyi biliyordu.
Rabbimizin tayin ve
takdir ettiği vakitte sözleşme yerinde olan Musa Aleyhisselam, kendisi İçin
büyük bir ayrıcalık olan İlahi lutufla yine karşılaşmış ve Rahman olan
Rabbİmiz onunla yine konuşmaya başlamıştı. Uzun yıllar sona tekrar kulağına ve
gönlüne ulaşan bu İlahi kelam, artık çok başka bir hoşluk veriyordu yüreğine.
Yıllar Önce korku, heyecan ve ürkeklik içinde duyduğu ve dinlediği bu İlahi
kelamı, şimdi sevgi ve şükür duyguları içinde dinliyordu. Çünkü Rahman olan
Rabbi bütün vaadlerini gerçekleştirmiş, onları bu davada hiç yalnız ve
yardımsız bırakmamış, kavmini Firavun hanedanından ve onların zulmünden
kurtarmıştı. Uzun yıllardır bu İlahi yardım ve İlahi yakınlıkla iç içe yaşayan
Musa Aleyhisselam'ın gönlündeki Rab sevgisi, hiç kuşkusuz ki tarif olunmaz bir
şekilde artmıştı. İşte şimdi bu Rabbisinin huzurunda, bu Rabbisiyle konuşuyordu
Musa Aleyhisselam. Kalbine muhteşem bir hoşnutluk ve mutmainlik veren bu
konuşmayı yaparken, gönlünde hissettiği bir başka isteği, bir başka arzusu daha
vardı Musa Aleyhisselam'ın. Sevdiği, çok sevdiği Rabbisini görme arzusuy-du
bu!. Duyduğu bu arzunun temelinde Rabbe karşı bir kuşku, bir şüphe değil,
Allah'a duyduğu sevgi ve sevda vardı. Dünya kulağı ile duyduğu Rabbisini, dünya
gözüyle de görmek İstiyordu!.
Musa Aleyhisselam'a
göre zor veya imkansız bir şey değildi bu!. Çünkü Rabbisi yıllar önce kendisine
"Seni görmekteyim, seni işitmekteyim ve seninle beraberim"
buyurmuştu. Bu İlahi gerçekliği bildiren Rabbisi hiç kuşkusuz ki şimdi de
kendisini görmekte, kendisini işitmekte ve kendisiyle beraberdi. Zaten bu
gerçekliği Musa Aleyhisselam da yaşıyor, Rabbisini görmenin dışında O'nu
işitiyor ve O'nunia beraber olduğunu yakinen hissediyordu. Buradaki tek
eksiklik, kendisini gören Rabbisini, kendisinin görememesiydü. Bunun da yegane
nedeni, Musa ASeyhisselam'ın Rabbisini görememesi değil, Rabbisinin Kendisini
göstermemesi olmalıydı!.
Kendisini gören
Rabbisi,
her ne hikmettense
şimdiye kadar Kendisini göstermemişti!. Bunun nedenini veya hikmetini anlayamayan
Musa Aleyhisselam, gönlündeki Rab sevgisiyle ve Rab sevdasıyla çığ gibi büyüyen
bu arzuyu daha fazla içinde tutamayarak "Rabbim, göster Kendini, göreyim
Seni" dedi. Açıkça dile getirdiği bu temenni ile perdelerin kalkacağını ve
çok sevdiği Rabbisini görebileceğini umud ediyordu!.
Musa Aleyhisseİam saf
bir yürekten kaynaklanan bu tertemiz temennisini günümüzdeki vahdet-i vücutçulara
veya kitablanndan tanıdığımız (umarız ki o batıl görüşlerden beridir) Muhiddin
Arabi'ye iletseydi, hiç kuşkusuz ki ona gülümseyerek bakacaklar ve "Ey Musa!.
Zaten O'ndan gayrı bir şey görmüyorsun!. Gördüğün her şey Odur"
diyeceklerdi. Bu sözlerle Musa Aleyhisselam gibi bir peygamberi irşat
ettiklerini zanneden bu şaşkınlar, elbetteki irşat edilmeye bizzat kendileri
muhtaç olan kimselerdir.
Kelime-i tevhidde
beyan edilen "Allah'tan başka ilah yoktur" gerçeğini, "Allah'tan
başka hiçbir şey yoktur" görüşüne indiren ve bu görüşten hareketle yaratılmış
her şeye İlahilik nisbet eden vahdet-i vücutçular, ne yazık ki çok ciddi bir
aldanış ve şaşkınlık İçindedirler. Dilediği her şeyi yoktan yaratmaya muktedir
olan Allah'ı, Kendi zatından veya nurundan yaratmaya mecbur kılan bu anlayış,
netice olarak Yaratıcı ile yaratılmışı aynı kefeye koyarak büyük bir zulüm
içine girmektedirler.
Hocam, naşı! böyle bir
hataya düşüyorlar?
Elbetteki durdukları
yerde düşmüyorlar Fatih!. Hatta bu hataya düşmeleri ve bu hatayı
benimseyebil-meleri için, çok uzun yıllar düşündüklerini de söyleyebiliriz.
Çünkü bu görüşü savunabilmeleri; bu görüşe aykırı gözüken yüzlerce ayet-i
kerime üzerinde yıllarca çalışmalarına, bu ayetleri tevil edebilmelerine ve bu
ayetlere batın ve batıl yorumlar getirebilmelerine bağlıdır. Zor ve yanlış bir
yola talip olan bu insanların temel hatası; Yaratıcıyı ve yaratılmış alemi
tanımak yerine, Yaratıcıyı ve yaratılmış alemi tanımlamayı tercih etmeleridir.
Oysa herhangi bir şeyi
tanımak.İlahi ölçüleri dikkate alan mü'minler İçin o şeyi tanımlamaktan hem
daha doğru, hem de daha kolay bir yoldur. Çünkü bir şeye karşı tanıma
yönelişinde, o şeyin gerçekliğine ait bir olasılık vardır ve insanoğlu bu hak olasılığı bulmaya ve anlamaya çalışır.
Tanımlama yönelişinde ise bu olasılıklar, insan düşüncesinin seviye ve
keyfiyetine göre bazen onlarca, bazen yüzlercedir. Tabi ki nefsi ve şeytani vesveselere
rağmen bu yüzlerce olasılık içinden hak olan tek olasılığı bulmak veya bu tek
olasılığı bulsa bile -kendilerini, bu konuda fazlaca düşünmeden iman eden
diğer inananlarla aynı seviyeye düşüreceğinden- bu olasılığı kabul etmek hiç
kolay değildir. Çünkü sıradan insanlardan farklı ve özel olmak kaygısı, böylesi
durumlarda iman ve teslimiyetin önüne geçebilmektedir.
Tanımlama hatası, insanlık
tarihi boyunca, insanların tarihi bir hatası olmuştur. Bir insanın haksız yere
büyüklenmesinde, kibirlenmesinde, kendisini müstağni görerek azmasında ve
azgınlaşmasında, bu insanın kendisini yanlış tanımlaması vardır. Şeytanın
apaçık bir düşman olarak fazlaca dikkate alınmamasında, bir heykelin, bir liderin,
bir şeyhin veya bir devletin ilah edinilmesinde de, bütün bunların yanlış
tanımlanması vardır.
Tanımlama hatasının en
vahimi ve en tehlikelisi ise ne yazık ki alemlerin Rabbi olan Allah'a karşı yapılmış
ve Allah'a karşı yapılmaktadır. Nitekim birçok kavmi şirk ve küfüre düşüren,
onların helak edilmesine neden olan en büyük hata, alemlerin yegane Rabbi
olan Allah'ın yanlış tanımlanmasıdır.
Bu tarihi hata, ne
yazık ki sinsi ve bulaşıcı bir hastalık gibi Muhammed ümmetinin de içine
girmiş, bazı ekol ve meşreplerle varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Bunların
içinde önemli bir yer tutan vahdet-i vücutçular, söz konusu tarihi hatayı
günümüzde de devam ettiren kimselerdir. Bunları dinlediğinizde veya Muhiddin
Arabiye nisbet edilen eserleri okuduğunuzda, inatla ve ısraria Allah'ın
tanımlanmaya çalışıldığını görürsünüz.
Hocam, o eserlerde
güzel gerçekler de varî. Elbetteki var Fatih!./Çünkü hakka muhtaç olan batıl,
batıla muhtaç olmayan hak gibi değildir. Batıl, haktan alıntı yapmasa ve içine
hakkı karıştırmasa, bu batıla zaten müşteri çıkmaz. Burada önemli olan söz
konusu eserlerdeki doğru ve gerçek bilgiler değil, bu eserlerin insanlara
vermek istediği ana fikirdir. Eserlerdeki bu ana fikrin temelinde ise ne yazık
ki Allah'ı tanımlama hatası bulunmakta ve bu eserleri okuyan insanlar,
Muhiddin Arabi'nin tanımladığı Allah telakkisinden hareketle söz konusu
yanılgılara düşmektedirler. Ayrıca şu hususu da belirtmek isterim ki, herhangi
bir görüş, kendisini İfade edebilmek için ne kadar uzun anlatımlara ihtiyaç
duyuyorsa, o görüşe o kadar ihtiyatlı yaklaşmamız gerekir. Çünkü hak ve hak
görüşler, herkesin anlayabileceği çok kısa cümle ve anlatımlarla bile kendisini
ifade edebilirken; insanları haktan döndürmeyi amaçlayan batıl görüşlerin,
insanların farkedemeyecekleri kadar geniş virajlar alabilmeleri için çok uzun
anlatımlara, çok geniş tevil ve yorumlara ihtiyaçları vardır.
Batıl bir görüşü etkin
kılmanın en kısa yolu ise, bu görüşü peygamberlerde dahil olmak üzere salih
insanlara nisbet etmek ve söz konusu görüşe akli veya Kur'ani değil, imani bir
yaklaşım sağlamaktır. Zaten Muhammed ümmetinin saf bir samimiyetle hiç
sorgulamadan kabul ettiği yanlış görüşler, geçmişteki salih kimselere nisbet
edilen görüşler değil midir? Mesela "İnsan, yeryüzünde Allah'ın
halifesidir!." görüşü, ne yazıktır ki uzun asırlardır müslümanlar arasında
kabul gören bir görüş olmuştur. Geleneksel din kültürünü yeterince
sorgulamadığım yıllarda, benim de doğru zannettiğim bu görüşü kimler ve hangi
delile dayanarak ortaya atmışlardır, hiç bilmiyorum. Oysa Kur'an-ı Kerim'i
dikkate aîan, kendilerini ve Allah'ı doğru tanıyan mü'minieri, Allah
korkusuyla titretmesi gereken bir görüştür bu!. Çünkü yeryüzünde halef ve
halife olarak yaratılan İnsanlar, yeryüzünde Allah'ın değil, kendilerinden
öncekilerin halefidir. Yeryüzünde Allah'ın halefi olma ve O'nun yerine geçme
iddiasıyla karşımıza çıkanlar, Firavunlar, NemrudSar ve onlar gibi azgınlaşan
müstekbirlerdir.
Önemli bir kimsenin
halefi olmak, aynı kimsenin elçisi olmaktan elbetteki çok daha büyük bir makamdır.
Çünkü haleflikte, önemli kimsenin sadece elçiliğini yapmak değil, bizzat onun
yerine geçmek, onun yerini almak ve onun yerine söz sahibi olmak keyfiyeti
vardır. Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki şanı yüce Rab-bimiz en sevdiği
peygamberlerine dahi yeryüzünde "Allah'ın halifesi" gibi İlahlıkla
İlgili bir makamı değil, "Allah'ın elçisi" gibi kullukla ilgili
şerefli bir makam vermektedir. Fakat ne gariptir ki Kur'an-ı Kerim gibi muazzam
bir Kitab'ın korunmuşluğuna ve bu Kitab'da-ki İlahi gerçekliklere rağmen böylesi
batıl görüşler kabul görebilmektedir!.
İtikad ve amelle
ilgili bu gibi ciddi hatalar, insanların kendilerini ve Allah'ı yanlış tammiamalarından
kaynaklanmaktadır, Tanımlama hatasının yegane çaresi İse gerçeği tanımak ve
İlahi gerçeklikle tanış olmaktır. Kendisini, yaşadığı alemi ve bu alemleri
yaratan Allah'ı doğru tanıyan bir insan, bütün bunlara karşı doğru bir anlayış
ye doğru bir duruş içinde olacaktır. Doğru tanımanın biricik Ölçüsü ise
ölçünün ta kendisi olan Kur'an-ı Kerim'e iman ve ihlasla yönelmek, tanımak
istediğimiz her şeyde bu İlahi Kitab'ın hükümlerini -tevil ve yorumlarla
esnetmeye hiç kalkışmadan- hak ve değişmez bir Ölçü olarak kabul etmektir.
Allah'a karşı anlayış ve duruşumuzda da, esas almamız gereken bir yaklaşımdır
bu. Yaratılmış bir mahluk olarak, bizleri Yaratan Allah'ı tanımlamaya
kalkışmanın, haddi aşmak anlamına geldiğini bilerek bundan sakınmamız ve şanı
yüce Rabbimizi, tanıyabildiğimiz kadar Kur'an-ı Kerim'den tanımamız
gerekir. Bir mü'min olarak Rabbimizi bir
sayfalık Kur'ani bilgi ile tanımamız ve haddi aşan İnsanların binlerce
sayfalık tanımlamasından kaçınmamız, bizler için hem daha güvenli, hem daha
hayırlıdır. Rabbimizi tanımlamak için değil, daha iyi tanıyabilmek için
göstereceğimiz çabalarda, konuyla ilgili bütün ayetleri dikkate almalı, bu
ayetlerde gücümüz nisbetince derinleşmeli ve bunları yaparken hiçbir ayetin
açık manasından uzaklaşmamalıyız. Bu çok kısa açıklamayı şimdilik yeterli
görerek, vahdet-i vücud görüşünü benimseyenlerin veya bu görüşe ilgi
duyanların, Kur'an-ı Kerim'i esas alarak kendilerine gelmelerini temenni
ediyoruz. Gerçi bu teslimiyetin onlar için zor olduğunu bihyorum. Çünkü
sıradışı ve ayetdışı bu itikat ile kendilerini çok ayrıcalıklı gördüklerini,
biz sıradan müslümanlar gibi inanmadıklarını biliyor ve batıl da olsa bu
itikadın onlara gizli ve coşkulu bir heyacan verdiğini hissedebiliyorum.
Ayrıca kendilerine yapılan hak nasihatler karşısında, Muhiddin Arabinin
verdiği ayna örneğine sığındıklarını ve cesetteriyle birlikte akıllarını da
bizden tarafta bırakarak, kupkuru bir görüntü olarak aynanın içine
kaçıverdiklerini de görüyorum.
Hocam, ayna örneği ne?
Somut tenkitlerle
karşılaşan vahdet-i vücutçulara, Muhiddin Arabinin gösterdiği soyut bir kaçış
noktasıdır bu!. Yaratılmış her şeye İlahilik nisbet eden Muhiddin Arabi,
ayetlere dayanan görünür tenkitlerden kendisini koruyabilmek için bu ayna
örneğini vermiş ve yaratılmış alemi -Sümme haşa- Allah'ın aynadaki görüntüsüne
benzettikten sonra, aynadaki bu görüntü için "Hem O, hem O değil!.'1 demiştir.
Nitekim üzerindeki cüppeyi göstererek "Cübbemin içindeki hem O, hem O
değil!." demesi de, aynı bulanık görüşün bir başka bulanık İfadesidir.
En küçük ihtimaldeki, en
büyük iyimserlikle, Rabbimiz nezdinde "Hem mü'min, hem mü'min değil!. Hem
müslim, hem müslim değil" durumuna düşecek olan bu şaşkınlar, asıl itibariyle
korkutucu bir yanlışlık ve akibeti elem bir sapıklık içindedirler. Çünkü
ağaçtan veya taştan yapılmış birkaç şeye ilahilik nisbet ederek, birkaç şeyi
Allah'a eş koşanlar, ebedi cehennem İle tehdit ediliyorsa; her şeye İlahilik
nisbet ederek, her şeyi Allah'a eş koşanları acaba nasıl bir akibet
beklemektedir? Düşünen bütün mü'minler için bu insanların akibetleri, felsefi
yorumlarda değil, bu küçücük sorunun kısacık cevabındadır.
Evet, bu dosyayı
şimdilik kapatıyor ve hak olan konumuza, hakkı açıklayan ayetleri dikkate
alarak devam ediyoruz. Gönlündeki Rab sevdasıyla "Rabbim, göster Kendini,
göreyim Seni" diyen Musa Aleyhisselam, açıkça dile getirdiği bu temenni
ile perdelerin kalkacağını ve çok sevdiği Rabbisini görebileceğini umud ediyordu!.
Çünkü kendisini gören, kendisini işiten, kendisiyle beraber olan Rabbi, hiç
kuşkusuz ki orada, hemen oralarda olmalıydı!.
Tabi ki biz
yaratılmışlara özgü bir yanılgıdır bu!. Rabbimize ait bazı esma ve sıfatların,
farklı ve sınırlı bir içerikte bizlerde de bulunmasının, bizler açısından hem
müsbet ve hem de menfi sonuçları vardır. Bu Özelliklerin sınırlı da olsa
bizlerde olmasının müsbet sonucu, Rabbimizin esma ve sıfatlarının bizim için
çok genel anlamda anlaşılabilir olmasıdır. Mesela Rabbimiz bizlere görme,
işitme veya sabır özelliklerini vermeseydi, Rabbimizin Basİr, Semi ve Sabır
sıfatfannın en genel anlamda bile ne olduğunu anlayamaz ve bu anlaşılmazlık
İçinde "'Görmek, işitmek ve sabretmek de neyin nesidir?" derdik-
Ancak benzer özellikler sınırlı bir içerikte bizlerde de oİduğu için,
Rabbimizin bu esma ve sıfatlan hakkında genel ve doğru bir anlayışa sahip
olabiliyoruz. Meselenin müsbet yönünde atılan İİk adım ve bu ilk adımın müsbet
sonucu budur.
Bu özelliklerin
bizlerde de olmasının menfi sonucu ise, bu müsbet yönde ikinci adımı atmamız
ve kendimizden hareketle Allah'ın esma ve sıfatlarının mahiyetini özel olarak
tanımlamaya kaikışmamızdır. İşte durmamız ve haddimizi bilerek duraksamamız gereken
nokta budur. Çünkü iİk adımı atmamız ve kendimizden hareketle Rabbimizin esma
ve sıfatları hakkında çok genel bir anlayışa sahip olmamız ne kadar doğru ise;
aynı istikamette ikinci adımı atarak yine kendimizden hareketle Rabbimizin esma
ve sıfatlarını özel bir içerikte tanımlamaya kalkışmamız, o kadar yanlıştır.
Bu yaklaşım Allah'ı Kendi Zatına göre tanımak değil, alemlerin Rabbi olan
Allah'ı kendimize göre tanımlamak olur!. Oysa Allah bizlerden ve bizlerin
böylesi tanımlamalarından çok yüce ve çok münezzehtir.
Fakat ne yazık ki
böylesi yanılgılara düşülebilmek-te ve insanlara Rabbimizi tanıtmayı amaçlayan
esma-ül hüsna kitablarında bile, Allah'a ait birçok esma, bu esmanın insanlara
yansıyış biçimine göre tarif edilmektedir. Mesela Es Sabr olan Rabbirniz, hiç
kuşkusuz ki sabır sahibidir. Ancak Rabbimizin sabrını, kendi sabır
anlayışımıza göre açıklayıp, kendi sabrımıza göre tanımlayamayız. Çünkü bizim
sabır anlayışımız ve sabır amelimiz, zaman ve mekan içinde gerçekleşmektedir.
Bir örnek vermek gerekirse, Mısır dönemindeki İs-railoğulları Firavun'a ve
Fİravun'un zulmüne uzun yıllar sabretmişlerdir. Şimdi bundan hareketle
"Rabbİ-miz de Firavun'a ve Firavun'un zulmüne uzun yıllar sabretmiştir"
diyemeyiz. Çünkü zamandan ve mekandan münezzeh olan, Firavun'un doğumunu,
helakim ve cehennemdeki akibetini aynı anda gören Rabbimi-zîn Sabır esması,
bizlerdeki bu sabır anlayışının çok ötesinde ve çok farklı ufukları ndadır.
Hocam!. Rabbimizin
zamandan ve mekandan münezzeh olduğu, Kur'an-ı Kerİm'de açıkça yazıyor mu?
Kur'an'da açıkça yazmıyor
fakat bizler birçok ayet-i kerimeden bu gerçeği açıkça
anlıyoruz Fatih. Mesela dünyevi fırsatlarını yitirmiş olan cehennemlikler,
kıyamet kopmasına, dünya hayatı çok gerilerde kalmasına ve her şey yepyeni bir
yaratılışla yeniden varolmasına rağmen İlahi huzurda başları Öne eğilmiş olarak
"Rabbimiz gördük ve işittik; şimdi bizi geri çevir, salih bir amelde
bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız [28]diyerek,
dünya hayatına geri döndürülmeleri için yalvaracaklardır. Bu istek ile
karşılaşan Rabbimiz, zamandan ve mekandan münezzeh olmasaydı, bu İsteğin
gerçekleşemeyeceğini buyururdu. Oysa şanı yüce Rabbimiz "Geri çevrilseler
bile, kendisinden sakındınldıklan şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar,
gerçekten kafirlerdir.[29]
buyurarak, bu talebin Kendisi için mümkün olduğunu ancak onların geri çevrilmeyeceğini
belirtmiştir. Karşısındaki yaratılmış insanların bile zaman ve makanda geriye
dönme taleplerini yerine getirebilecek olan Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki Kendi
Zatında zamandan ve mekandan münezzeh bir Rabdır.
Sabır sıfatında olduğu
gibi Rabbimizin Basir sıfatı da, hiç kuşkusuz ki bizlerin görme özelliğinden
çok farklı bir içerikte ve çok farklı bir münezzehliktedir. Mesela bizler deniz
kenarındaki bir orman manzarasına baktığımız zaman "Gördük" diyerek
görüntüden kastettiğimiz şey, karşımızdaki varlık aleminin en yüzeyindeki, en
ince zardır. Basİr olan Rabbimizİn nazarında ise makrodan mikroya külli bir
görüş ve külli bir görüntü vardır. Bir denize nazar edildiğinde hem denizin,
hem denizin içindekilerin, hem içindekilerin içindekile-rinin, hem de
içindekilerin, içindekilerin, içindekilerin aynı anda görülmesi, çok sınırlı ve
yüzeysel bir görme imkanına sahip olan bizlerin anlamaktan dahi aciz olacağı
bir durumdur.
Ayrıca Basir olan
Rabbimizİn, herhangi bir şeyi görebilmesi için karanlığa veya aydınlığa,
somutluğa veya soyutluğa, yakınlığa veya uzaklığa hiçbir İhtiyacı yoktur. İşte
Tur-u Sina'da kendisiyle beraber olan, kendisiyle konuşan ve kendisini gören
Rabbisini oralarda veya oralara yakın zanneden Musa Aleyhisselam'in, belki de
zanni yanılgısı buydu!. Bu zanni yanılgıyla Rabbisini görme arzusunu dile
getirmiş ve oralarda olup da onu gören ancak Kendisini göstermeyen Rabbisine
t:Ey Rabbim, göster Kendini,, göreyim Seni" demiştir.
Musa Aieyhisselam'ın,
Kendisini hangi niyetle ve hangi güzel duygularla görmek istediğini çok iyi
bilen Rabbimiz, onu hiç suçlamadan ve hiç azarlamadan "Beni asla
göremezsin" diyerek, dünya gözüyle bunun mümkün olmadığını beyan etti.
Nitekim ''Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak
bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine
vahyetmesi başka. Ger Çekten O, yüce olandır, hüküm ve
hikmet sahibidir.
[30]buyuran Rabbimizİn, Musa Aleyhisselam ile aracısız
değil de, vadinin sağ yanındaki bir ağaçtan seslenilerek konuştuğunu beyan
etmesi, aynı gerçekliğin bir başka ifadesiydi.
Ancak meseleye kendi
acziyetinden değil. Rabbi-sinin kudretinden bakmaya devam eden Musa Aleyhisselam
için, yeterince açık bir cevap değildi bu? Çünkü inandığı ve İman ettiği
Rabbisi, her şeye Kadir olan bir Rab idi. Dolayısıyle her şeya Kadir olan bu
Rab dilerse, Musa Aleyhisselam O'nu hiç kuşkusuz göreceğini, görebileceğini
umuyordu!. Oysa dikkate almadığı husus; dünya gözüyle Allah'ı göremeyeceği
gerçeği, her şeye Kadir olan Allah'ın kudretiyle değil, kendisinin aciz
yaratılışiyla ilgili olup-bu yaratılışın dünya hayatında değişmeyeceği ve
değiştirilmeyeceği idi.
Musa Aieyhisselam'ın
bu zannını ve bu düşüncelerini çok iyi bilen Rabbimiz, ona yaratılmış dünya hayatından
bir örnek vermeyi dileyerek "Yine de şu dağa bak; eğer o yerinde karar
kılabilirse, sen de Beni göreceksin" buyurdu. Bu İlahi buyruk üzerine
Rabbimizİn azamet ve kudret dolu nazarından belki de çok uzak ve çok küçük bir
nebze dağa tecelli edince, müstakim olan dağ bir anda param parça oldu.
Gördükleri karşısında bayılarak yere düşen Musa Aleyhisselam, kendine
geldiğinde görmesi gereken her şeyi görmüş ve anlaması gereken her şeyi anlamış
gibiydi. Kalbindeki dünya gözüyle görülebilir Rab telakkisi dağ ile birlikte
param parça olmuş, onun yerini izzet ve yüceliğini idrak etmede aciz kaldığı
muazzam bir Rab telakkisi almıştı. Gönlüne sığmayan bu Rab telakkisi ve bu Rab
anlayışı ile, az önceki isteğinin beşeri yaratılışını aşan bir İstek olduğunu
farketmişti. Güneşe bile bakmaktan aciz olan gözleriyle, alemlerin Rabbİ olan
Allah'a bakmak ve Allah'ı görmek istemişti!. Huşu ve haşyetle dolan gönlünden
yükselen bir sesle ''Rabbim, Sen ne yücesin. Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin
ilkiyim" dedi.
Hocam!. Daha önceki
imanı, iman değil miydi?
Elbetteki makbul ve
sahih bir imandı Merve hanım. Çünkü her müslüman Allah gerçeği hakkında,
bildiği doğrulardan ve bildiği kadarıyla sorumludur. Dolayısıyle Musa
Aleyhisselam'ın önceki imanı, yine biİdiklerini tümüyle kapsayan sahih ve salih
bir imandı. Bu olayı yaşadıktan sonra ise gönlündeki Rab telakkisi muazzam
bir yükseklik kazanmış ve "Ben iman edenlerin iikiyim" derken,
gönlündeki bu yepyeni Rab telakkisini kastetmişti. Bu yepyeni Rab telakkisi ile
sanki Allah'ı yeni tanımış ve Allah'a yeni iman etmiş gibiydi!.
Yanlış veya yersiz de
olsa bir isteğinin geri çevrilmesinden dolayı kulunun üzülmesini ve
hüzünlenmesini istemeyen Rabbimiz, kendisine verilmeyeni değil verilenleri
dikkate almasını dileyerek "Ey Musa. Sana verdiğim risaletimle ve seninle
konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım. Sana verdiklerimi al ve
şükredenlerden ol" buyurdu. Bu İlahi buyruk ile aciz bir mahluk olmasına
rağmen nasıl bir nimet ile şereflendiğini çok iyi anlayan Musa Aleyhisselam,
şükrüne şükür katarak hamd-ü senalarda bulundu.
Musa Aleyhisselam'a
rahmet ve merhametle yaklaşan Rabbimiz, ona Levhaları vererek "Şimdi
bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki hükümlerin en güzeline
sarılsınlar. Size fatsıklann yurdunu pek yakında göstereceğim" buyurdu.
Musa Aleyhisselam'a verilen bu Levhalarda, her şeyden bir öğüt ve kullan için
gerekli olan her şeyin yeterli bir açıklaması vardı. Levhaları alan Musa
Aîeyhisselam, İsrailoğullannın bu İlahi hükümlere, bu İlahi Kitaba nasıl yaklaşacaklarını
düşündü!. Uzun yıllardır yaşanan olaylardan ve açıkça görülen onca mucizeden
sonra, hiç kuşkusuz ki hepsinin inanacağını, hepsinin iman edeceğini, hepsinin
teslim olacağı hükümlerdi bunlar. Musa Aleyhisselam'ın asıl itibariyle çok
doğru ve çok yerinde olan bu umud dolu beklentilerine, her şeyi hakkıyle bilen
Rabbimiz şu cevabı verdi.,
"Yeryüzünde
haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti
görseler bile ona inanmazlar. Dosdoğru yolu da görseler, onu yol olarak
benimsemezler. Azgınlık yolunu gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler.
Bu, onların ayetlerimizi yalan saymaları ve onlardan gafil olmaları
do-îayısıyladır. Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalan sayanların amelleri
boşa çıkmıştır. Onlar ancak yapmakta oldukları amellerle
cezalandırılırlar."
Ayetleri yalanlayan bu
inkarcıların kimler olduğunu düşünen Musa Aleyhisselam, Tur'a çıktığında
Rab-bimizle yaptığı ilk konuşmaları hatırladı.
Şanı yüce Rabbimiz, kavminden aceleyle ayrılan ve durmak bilmeyen hızlı
adımlarla Tur'a gelen Musa Aleyhisse-lam'a "Ey Musa, seni kavminden
'çarçabuk ayrılmaya iten' nedir?" diye sormuştu. Musa Aleyhisselam bu soru
üzerine, gönlündeki Rab sevgisiyle "Onlar arkamda İzim üzerindedirler.
Hoşnut kalman için, Sana gelmekte acele ettim Rabbim" diyerek cevap
vermişti. "Onlar, arkamda izim üzerindedirler" derken, onların sapmadıklarını
ve aralarında cahiller veya şaşkınlar olsa da doğru yolda kendisini takip
ettiklerini belirtmek istemişti.
Acaba verdiği bu cevap
doğru değil miydi? Kardeşini kendi yerine vekil bırakarak aralarından
ayrıldıktan sonra kavminde bir değişiklik veya doğru yoldan bir sapma mı
olmuştu? Musa Aleyhisse-lam'ı endişe ve kuşkulara düşüren bütün bu sorular,
Rabbimizin "Ey Musa!. Biz senden sonra kavmini denemeden geçirdik. Samiri
onları şaşırtıp-saptırdı" haberiyle cevabını buldu. Hiç beklemediği bu
haberi alan ve kavminin yaptıklarından dolayı Rabbisinden utandığını hisseden
Musa Aİeyhisselam, kavmine oldukça kızgın ve üzgün olarak dönmeye başladı.
İsrailoğulları Musa
Aleyhisselam'dan tapınmak için görebilecekleri bir İlah yani bir put yapmasını
istediklerinde, bir heykel ve döküm ustası olan Samiri'nin içinde küfür dolu
bir ateş tutuşuvermiştiî. Böyle bir istekte bulunan İsrailoğullanna, bu
istediklerini verebilecek yegane kişi elbetteki kendisi olmalıydı!. Fakat Musa
Aleyhisselam'ın yanında bunu nasıl söyleyebilir, böyle bir şeye nasıl cesaret
edebilirdi ki!. Dolayısıyle küfür dolu bu arzusunu gizledi, kapkaranlık bir
gölge ve İğrenç bir leke gibi gizli tuttu kalbinde!.
Musa Aleyhisselam'm
bir müddet sonra Rabbisiy-le münacaat için Tur-u Sina'ya çıkması, küfrünü ve ustalığını
göstermek isteyen Samiri için güzel bir fırsat olmuştu. Musa Aleyhisselam kendi
yerine Harun Aleyhisselam 'ı bırakmış olsa da, İsrailoğullannın onu yeterince
dikkate almadıklarını ve fazlaca dinlemeyeceklerini çok iyi biliyordu. Ancak
yine de Harun Aleyhisselam'ın engellemesinden endişe ederek, yapacağı işin ilk
aşamasında şirk ve küfür dolu bu amacını gizlemeyi tercih etmişti.
Görülebilir bir üah
isteyen şaşkın ve sapıkların önde gelenleriyle gizlice konuşarak, onlara bu
isteklerini yerine getirebileceğini ve yolculukları esnasında yüklendikleri
zinetleri ateşe atmalarını istedi. Normal şartlarda mala ve zinete çok düşkün
olan bu sapıklar, mal sevgisini de aşan bir küfür arzusu ile zinetlerini ateşe
atıverdiler. Bir başka kavime ait olan bu zinetle-rin, Musa Aleyhisselam'dan
habersiz olarak bir emanet veya gasp yoluyla yüklenilmiş olması, put amacıyla
zinetlerini ateşe atanların dışında kalan İsrailoğuilarını da rahatsız eden bir
durumdu. Bu rahatsızlığı hisseden İsrailoğullan, sapıklıkta önde gidenlerin
bu zinetleri haramdan kurtulmak için ateşe attıklarını zannederek, onlar da
haksız yere yüklendikleri zinetleri ne yapılacağını bilmeksizin- ateşe atmaya
başladılar. Dolayısıyle İsrailoğullanndan bir kısmı haramı inşa etmek İçin
zinetlerîni ateşe atarlarken, aynı zi-neti yüklenen diğerleri de bu haramdan
kurtulmak için atıyorlardı!.
İsrailoğulları bu
zinetleri ateşe attıklarında, Sami-ri de aynı ateşin içine, kendisine göre çok
Özel olan bir avuç toprağı attı. Küfürde olduğu gibi döküm ustalığında da
ileri giden Samiri, bir müddet sonra bu erimiş madenden bir buzağı heykeli
döküp-çıkardı!. Ancak işin garip ve sıradışı tarafı, bu buzağı heykelinin böğürmesi
veya böğürtüye benzeyen bir inleme sesi çıkarmasıydı!. Bu sıradışı durumu küfrİ
bir heyacanla karşılayan ve sapıklıkta Öne geçen İsrailoğulları, bir hayret ve
şaşkınlık içinde olan kavimlerine "İşte, sizin de İlahınız, Musa'nın da
İlahı budur. Ancak o unuttu! dediler.
İman ve tefekkürün
dışında, sadece gördükleri mucizelerle bulundukları noktaya gelen fakat onca
mucizeye rağmen Allah'a karşı gerekli teslimiyeti göstermeyen İsrailoğulları,
gördükleri bu sıradışı olayı olağanüstü bir durum olarak tanımlamışlar ve hiç
düşünmeden buzağı heykelini kendilerine
ilah edinmişlerdi!. Her
şeyi hakkıyle bilen Rabbimizin. Musa
Aleyhisselam'a Tur'da söylediği "Onlar her ayeti görseler
bile ona inanmazlar. Dosdoğru yolu da görseler, pnu yol olarak benimsemezler.
Azgınlık yolunu gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler...'' buyruğu, bu
olay ile gözle görülebilir bir açıklık kazanmıştı. Çünkü gördükleri onca
mucizeye rağmen doğru yolu, yol olarak benimsemeyen İsrailoğulları, buzağı
heykelinin önünde saygıyla durmaya ve hürmetle
eğilmeye başlamışlar, böğüren
bu buzağı heykelini kendilerine
ilah edinmişlerdi!. Hocam, bir heykel nasıl böğürüyor? Bunu şimdilik bilmiyoruz
Merve!. Fakat ayet-i kerimelerdeki önemli işaretleri dikkate alarak İnşaallah
anlamaya çalışacağız. Buzağının böğürmesi konusundaki en meşhur yorum, Samiri
tarafından heykelin birkaç tarafına rüzgarı toplayarak ağız boşluğuna veren
hava oluklarının konulması ve bu oluklardan giren rüzgarın bir inek böğürtüsü
gibi ağızdan çıkmasıdır!. Kısmi bir akla ve çelişkili bir mantığa dayanan bu
basit varsayımın, zorlama bir yorum olduğunu düşünüyorum. Çünkü buzağı heykeli
sadece rüzgar estiği zaman oluklarından giren ve ağızdan çıkan bir hava
akımıyla böğürseydi. koskoca bir kavim sebebini bildikleri ve gördükleri bir
sesten elbetteki etkilenmezlerdi. Yaşanan olay bu kadar basit olsaydı,
herkesten önce Harun Aleyhisselam yerden bir tutam ot alır ve bu otu buzağının
ağzına tıkarak onu susturduktan sonra "Bir tutam ota muhtaç olan ve bir
tutam otla susan bir buzağı, hiçbir rızka muhtaç olmayan ve size devamlı rızık
veren İlahınız olabilir mi?" diyebilirdi.
Ancak durum bu kadar
basit değildi!. Yaşanan olay, Harun Aleyhisselam'm dahi hayret ve şaşkınlıkla
karşıladığı sıradışı bir olaydı!. Çünkü olayı yakından izleyen Harun
Aleyhisselam bile buzağının böğürmesine İtiraz edememiş ve bu böğürtünün bir aldatmaca
olduğunu söyleyememişti. Daha açık bir ifadeyle buzağının böğürdüğünü veya
böğürtüye benzeyen bir ses çıkardığını Harun Aleyhisselam da kabul etmiş ancak
bu sıradışı durumu Rabbimizin apaçık bir imtihanı ve denemesi olarak gördüğü
için "Ey kavmim, gerçekten siz bununla denendiniz. Hiç kuşkusuz ki sizin
Rabbinİz Rahman'dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin1' demişti.
Harun Aleyhisselam7m
buzağının böğürmesi veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması konusunda nasıl ki
bir itirazı olmamışsa, bizlere bu olayı bildiren şanı yüce Rabbimiz de
"Böylece onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı"
ifadesiyle yaşanan olayın bu boyutunu doğrulamıştır. Nitekim Rahman olan
Rabbimizin buzağıyı ilah edinen İsrailoğullarına rahmet dolu uyarısı
"Onun kendileriyle konuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları bir
yola yöneltip-iletmediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü
olmadığını görmüyorlar mı?" şeklinde olmuştun Dikkat edilirse bu İlahi
ikaz ve İlahi uyan, buzağının böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bir
ses çıksa da bu sesin asıl itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları yanlışta
olsa herhangi bir yola çağırmadığı, böyle bir yola iletmediği noktasında
gerçekleşmiştir: Ancak bu apaçık gerçeği görmemiş, bu apaçık gerçeği
anlamamıştı İsrailoğullan!. Bütün bu olup-bitenler karşısında şaşkına dönen
Harun Aleyhisselam ise devamlı olarak kendilerini ikaz ediyor "Ey kavmim,
gerçekten siz bununla deneniyorsunuz. Sizin Rabbiniz Rahman olan Allah'dır. Şu
halde bana uyun ve emrime itaat edin" diyerek, onları bu sapıklıktan
uzaklaştırmak istiyordu. Küfür sarhoşluğu içinde olan israiloğullan ise o
zamana kadar fazlaca önemsemedikleri Harun Aleyhisselam'ın bu sözlerini de hiç
dikkate almıyorlar ve ;'Musa bize geri gelinceye kadar bu ilahımıza karşı bel
büküp, onun önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız" diyorlardı!.
İsrailoğullarının
küfür dolu bu kesin tavırları karşısında derin bir çaresizliğe düşen Harun
Aîeyhisselarn, kardeşi Musa Aleyhisselam'a verdiği söz olmasa hiç kuşkusuz ki
bu kavimi terk eder ve onları kendi sapıklıkları içinde bırakabilirdi. Ancak
kardeşi kendisine "Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların
yolunu tutma" dediği için bu sapıkları terketmi-yor, terkedemiyordu Harun
Aîeyhisselam!. Söz dinlemeyen kavminin İçine düştüğü bu sapıklığa eliyle
müdahale etmek İstediğinde ise onu öyle hırpalamışlardı ki. az daha
öldürüvereceklerdi!. Artık kavmi gibi o da Musa'yı, o da Musa Aleyhisselam'ı
bekliyordu!.
Sevinçli bir aceleyle
çıktığı Turdan, üzüntü ve kızgınlık dolu bir aceleyle geri dönen Musa
Aleyhisselam, elindeki levhalarla kavminin karşısına çıkarak "Ey kavmim,
beni arkamdan, ne kadar kötü temsil ettiniz? Oysa Rabbiniz size güzel bir vaidde
bulunmadı mı? Bana verdiğiniz söz. sizlere çok mu uzun geldi? Yoksa bana
verdiğiniz sözden cayarak, Rabbinizden kaçınılmaz bir gazabın üzerinize
inmesini çabuklaştırmak mı istediniz?" diye seslendi. Üzüntü ve Öfke dolu
bu hitap karşısında, sapıklıkta önde giden ve bir haramın inşası için
zinetlerini ateşe atan İsrailoğul-ları sustular. Ancak zinetlerini haramdan
kurtulmak için ateşe atan İsraİlogulları, kendilerini mazur gösterebilmek ve
Musa Aleyhisselam'in kabaran öfkesinden kurtulabilmek için "Biz sana
verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Ancak daha Önce (senden habersiz)
o kavmin süs eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece
Samİri de attı. Böylece böğürmesi olan bir buzağıyı ortaya çıkardı. Sonra
kav-mimizdeki şu kimseler bizlere böğüren buzağıyı göstererek "İşte,
sizin de ilahınız, Musa'nın da ilahı budur; fakat o unuttu!."
dediler." diyerek, onları suçlayıp-ken-dilerini temize çıkarmak
istediler!.
Durumu anlamaya
başlayan fakat anladıkça kızgınlığı daha da artan Musa Aleyhisselam, duyduğu
kızgınlıkla ve "Bu kavim, bu İlahi lutfa layık değildir!." düşüncesiyle,
elindeki levhaları bıraktı. Sonra öfke dolu bakışlarını kardeşi Harun
Aleyhisselam1 a çevirdi. Kardeşine "Kavmimde benim yerime geç, ıslah et
ve bozguncuların yolunu tutma"
demesine rağmen bütün bunlara neden, neden enge! olmamıştı ki!. Harun Aleyhisselam'ı
başından, saçından ve sakalından yakalayarak kendine doğru çekiştirirken,
öfkenin açığa çıktığı bir sesle "Ey Harun!. Onların saptıklarını gördüğün
zaman seni oniara müdahale etmekten alıkoyan neydi? Niye bana uymadın, emrime
baş mı kaldırclın?" diye haykırdı. Derin bir üzüntü içinde olan Harun
Aleyhisseİam, hüzün dolu bir sesle "Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı
tutup-yolma!. Bu topluluk beni (hırpalayarak) zayıflattı ve neredeyse beni
öldüreceklerdi. Hiç olmazsa sen, düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni
bu zalim kavimle bir tutma. Ben (bana tabi olanlarla birlikte bunlardan
ayrılabilirdim), ancak senin '"İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın,
sözümü önemsemedin"' demenden korktum!." cevabını verdi.
Kardeşinin hüzün dolu
bu yumuşak cevabı karşısında sakinleşen ve ona merhametle bakan Musa
Aleyhisselam "Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen
merhamet edenlerin en merhametli olanısın" duasında bulundu. Rahman olan
Rab-bimiz bu güzel duaya "Şüphesiz, buzağıyı put edinenlere Rablerinden
bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. İşte biz, iftiracıları
böyle cezalandırırız. Kötülük işleyip de bunun ardından tevbe edenler ve iman
edenler ise; hiç şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra elbette bağışlayandır,
esirgeyendir" karşılığını verdi.
Bu İlahi buyruğun ne
anlama geldiğini ve Samiri gibilerini neyle müjdelediğini çok iyi anlayan Musa Aleyhisselam, o zamana kadar hiç
konuşmayan Samiri'ye dönerek "Ya senin amacın nedir ey Samiri?" diye
sordu. Dikkat edilirse Musa Aleyhisselam Samiri'ye buzağıyı nasıl yaptığını
veya buzağının nasıl böğürdü günü hiç sormamıştı!. Çünkü kavmini dinledikten,
bögüren buzağıyı gördükten ve onun sesini duyduktan sonra birçok şeyi anlamıştı
Musa Aleyhisselam. Nitekim bu anlayışla Samiri'ye buzağıyı nasıl yaptığını veya
buzağının nasıl boğürdüğünü sormamış, sadece "Amacın nedir?" diyerek
bunu yapmaktaki amaç ve gayesini Öğrenmek istemişti. Yaptığı işin hala arkasında
duran Samiri ise "Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin
izinden bir avuç alıp onu atıver-dim. Böylelikle nefsim, bana bu yaptığımı hoş
gösterdi" cevabını verdi.
Musa Aleyhisselam hiç
İtiraz etmedi, hiç tartışmak istemedi Samiri'nin bu cevabını. Bu kıssa üzerinde
binlerce yıldır düşünen herkesin merakla sormak isteyeceği "Onların
görmediği neyi gördün? Hangi elçinin izinden, ne aldın?" diye, bir soru da
sormadı kendisine!. Çünkü Musa Aleyhisselam anlaması gereken şeyin, anlaması
gerektiği kadarını zaten anlamıştı. Rabbimizİn Samiri'ye ne vadettiğini çok iyi
bildiği için, . kendisinden bir cevap bekleyen ve belki de kendisiyle tartışmak
İsteyen Samiri'ye "Defol git!." dedikten sonra ilave etti.,
"Artık sen, bütün
hayatın boyunca "Bana dokunmayın, ne olur benimle temas etmeyin"
diye yalvaracaksın. Ayrıca senin için, kendisinden asla kaçınamayacağın bir
ceza günü vardır.
Önünde eğildiğin, kendisine
kulluk yaptığın ilahına da bir bak, biz onu mutlaka yakacağız ve sonra (toz
zerreleri gibi) darmadağın edip denize savuracağız."
Evet,
Samiri ve Samiri'nin
yaptığı buzağıyla ilgili olarak bizlere Rabbimizİn Kur'an-ı KerirrTde verdiği
malumat bu kadardır. Zaten iman'etmemiz gereken husus da, meselenin bu genel
hatlarıdır.
Samiri kıssasını genel
bir şekilde vermemize rağmen, meselenin bu genel hatlarında bizlere sır gibi
gözüken ve müslümanlann ondört asırdır üzerinde konuştukları gizemli boyutlar
olduğunu elbetteki biliyoruz. Ancak İlahi kelamda anlayamadığımız bir hususu,
illa ki anlaşılabilir kılmak için İlahi kelamın zahirinden ve Kur'an'm
bütünlüğünden koparak tevil veya yorumlara girişmek, şiddetle sakınmamız
gereken bir husus olmalıdır. Mesela bu kıssayla ilgili olarak ileri sürülen
ve birçok çevre tarafından kabul gören "Buzağı heykelinin böğürmesi,
heykeldeki hava olukları ve rüzgar nedeniyledir!". "Samiri,
İsrailoğullannın görmediği Cebrail'i görmüş ve onun atının izinden bir avuç almıştır!"
veya "Samiri Musa'nın izinden yani onun öğretisinden bir avuç almış ve
sonra bu ilimle veya bu ilmi terkederek böğüren buzağıyı yapmıştır!" gibi
ayetlerin zahirinden, olayın keyfiyetinden ve Kur'an'ın bütünlüğünden kopuk
yorumlar, bir mü'min ve müslü-man olarak sakınmamız gereken yorumlardır.
Hocam!. Kur'an-ı Kerim
apaçık bir Kitab olduğuna göre, bu kıssaları anlamamız veya anlamaya çalışmamız
gerekmez mi?
Elbetteki gerekir
Fatih!. Ancak benim sözünü ettiğim husus, Kur'an'ın bütünlüğünden ve ayetlerin
zahirinden ayrılarak zoraki yorum veya tevillere girilmesidir. Herhangi bir
ayete getirilen yorum veya tevil, Kur'an-ı Kerim'in bir başka yerindeki sadece
bir ayetle bile çelişiyorsa, bu yorum ve tevili hemen terketme-miz gerekir.
Çünkü çelişkisiz bir Kitab olan Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine getireceğimiz
yorumların da, herhangi bir ayetle veya bu ayetlerin hak yorumlarıyla çelişmemesi
şarttır. Böyle bir duruma düşmemenin en doğru ve en kolay yolu ise ayetlerin
tefsir hakkını, bu hakkı öncelikle kendisinde gören ve mufassal olan Kur'an-ı
Kerim'e vermektir. Allah'a tevekkül ederek düşünmek ve ayetlerin zahirinden
kopmadan Kur'an bütünlüğünde derinleşmek ise biz mü'minler için vazgeçilmez
bir yaklaşım olmalıdır.
O halde bu kıssayı
nasıl anlayabiliriz?
İlla ki anlayacağız
veya açıklayacağız diye bir şart yok Merve hanım!. Bizler ayet-i kerimelere
iman etmekle ve Allah'tan yardım isteyerek düşünmekle ve araştırmakla
mükellefiz. Bu çalışmalarımız karşılığında bazen bir yıl, bazen on yıl sonra
netice alabileceğimiz gibi, ömrümüzün sonuna kadar hiçbir netice de ala-
mayabiliriz. Ancak
şuna iman etmeliyiz ki ayetlerin zahirinden kopmayan ve Kur'ani istikametten
ayrılmayan bu çalışmalarımızla bir neticeye veya İlahi gerçekliğe ulaşamasak
dahi, Rabbimiz nezdinde bu çalışmalarımızın çok ciddi ecirleri vardır. Zaten
bizlerin asıl gayesi de İlahi gerçekliğe uiaşamasak bile İlahi ecre nail olmak
değil midir? Evet,
bu kısa açıklamayı
yaptıktan sonra böğüren buzağı kıssası konusunda, hep birlikte düşünmeye ve
araştırmaya başlayabiliriz. Tabi ki öncelikle kıssayla ilgili olarak bizlere
verilen her malumatı en küçük ayrıntısına kadar çok iyi almamız, çok iyi
algılamamız gerekir. Çünkü bizlere bu kıssayı bildiren şanı yüce Rabbimiz,
bizlere kesinlikle gereksiz veya fazla bilgi vermemiş, en küçük ayrıntıda bile
anlaşılması gereken büyük hikmetler olduğuna işaret etmiştir. Şimdi böyle bir
dikkat ve özen ile Rabbimizin bize verdiği malumata yani elimizde ne olduğuna
bakalım.,
1.
İsrailoğulları kendilerine öfkeyle seslenen Musa Aleyhisselam'a "Biz sana
verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Ancak daha önce o kavmin süs
eşyalarından bazı zinetler almıştık ve onları ateşe attık, böylece Samiri de
attı. Böylece böğürmesi olan bîr buzağıyı ortaya çıkardı." diyerek,
kendilerine göre çok makul olan mazeretlerini bildirmişlerdi. Bu makul mazeret
elbetteki heykelin değerli madenlerden yapılması, güzel veya görkemli olması
değil, bu buzağı heykelinin böğürmesi veya böğürtüye benzeyen bir ses
çıkarmasıydı!.
2. Harun
Aleyhisselam'ın bu böğürtüye itiraz etmemesi, bunun bir aldatmaca olduğunu
söylememesi ve kavmine "Siz bununla deneniyorsunuz" demesi, buzağıdan
böyle bir böğürtü sesinin çıktığını kendisinin de kabul ettiğini
göstermektedir. Ayrıca bizlere bu olayı
bildiren Rabbimizin "Böylece onlara
böğürmesi olan bir buzağı heykeli döküp-çıkardı" ifadesiyle yaşanan
olayın bu boyutunu doğrulamış olması ve buzağıyı ilah edinen İsrailoğullanna
"Onun kendileriyle konuşmadığını, kendilerine bir cevap vererek onları
bir yola yöneitip iletmediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü
olmadığını görmüyorlar mı?" buyurarak, İlahi ikazını buzağının
böğürüp-böğürmediği noktasında değil, ondan bîr ses çıksa da bu sesin asıl
itibariyle onlarla konuşmadığı ve onları bir yola iletmediği noktasında
gerçekleştirmiştir.
3. İlk iki
başlıktan buzağının gerçekten böğürdü-ğünü veya böğürtüye benzeyen bir ses
çıkardığım kabul ettiğimiz zaman, bunun nasıl olabileceğini ve binlerce
İsrailoglunun şahit olduğu bu sesin nereden veya nasıl çıktığını düşünmemiz
gerekir. Bu soruya en genel anlamda verebileceğimiz iki ayrı cevap vardır.,
a. Buzağının
böğürmesi, Allah'ın izin vermesiyle Samiri'ye ait bir iştir!. Buzağı gerçekten
böğürüyorsa, bu işi bir ilim veya yetenekle; buzağı gerçekten böğur-müyor fakat
insanlara böğürüyormuş gibi geliyorsa, bu işi Mısır'da öğrendiği büyü veya
sihir ile gerçekleştirmiştir!. Tabi ki Rabbimizin bizlere olayı veriş şeklini
ve ayrıntılarını dikkate aldığımız zaman, bu iki olasılığı da kabul edebilmemiz
mümkün değildir. Çünkü ayet-
lerde bu işin
Samiri'nİn ilmine değil nefsine dayanan bir iş olduğu açıkça belirtildiği gibi,
büyü veya sihir olasılığı da yoktur. Şayet böyle bir şey söz konusu olsaydı,
Musa Aleyhisselam ile karşılaşan büyücülerin ortaya attıkları ipler hakkında
"Onlara debeleniyormuş gibi gözüktü"' diyerek, olaya açıklık
kazandıran Rabbi-miz; bizlere bu olayı "Böylece onlara böğürmesi olan bir
buzağı heykeli döküp-çıkardı" ifadesiyle değil, "Onlara buzağıyı
böğürüyormuş gibi gösterdi" ifadesiyle verirdi. Dolayısıyle buzağının
böğürmesinin veya böğürtüye benzeyen bir ses çıkarmasının, Samiri'nİn ilmiyle
veya büyü ile herhangi bir ilgisi yoktur.
b. Harun
Aleyhisselam kavmine "Siz bununla deneniyorsunuz" derken, hiç
kuşkusuz ki kavminin Alİah tarafından denendiğini ve sınandığını bildiriyordu.
Zaten şanı yüce Rabbimiz de Musa Aleyhisselam'a "Biz senden sonra kavmini
denemeden geçirdik." buyurarak, bu olayın İlahi bir deneme olduğunu beyan
ediyordu. Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin İlahi denemelerini
incelediğimiz zaman, Rahman olan Rabbimiz hiçbir kimseyi veya hiçbir toplumu
sadece batılla başbaşa bırakmadığını ve sadece batılla denemediğini görürüz.
Daha açık bir ifadeyle kişilere veya toplumlara yönelik bu İlahi denemelerin
içinde, mutlaka ve mutlaka hak olan bir çok gerçeklik bulunmaktadır. Zaten
bir kimsenin veya bir toplumun sapması da. bilinen ve görülen hak gerçekliklere
rağmen batıla meyletmesi değil midir? Dolayısıyle meselenin çok önemli olan
İlahi deneme boyutunu dikkate aldığımız zaman, Sünnetullah'a çok uygun olan şu
yaklaşımda bulunabiliriz.,
"Bu olay
gerçekleşinceye kadar onlarca büyük mucize İle İsrailoğuilannın iman ve
teslimiyetini deneyen Rabbimizin, bu olayda onlara gösterdiği bir ayet ile
İsrailoğuilannın isyan ve küfrünü denemiştir. Bu nedenle buzağının böğürmesi
veya böğürtüye benzer bir ses çıkarması, İsrailoğullarını denemek isteyen Rabbimizin
gösterdiği bir ayet, bir işarettir."
Sünnetullah'a çok
uygun olan bu İiahİ deneme anlayışı, elbetteki kabul edilmesi gereken bir
anlayıştır. Ancak burada cevaplamamız gereken bir soru vardır. İsrailoğullarına
Rabbîmiz tarafından gösterilen bu ayet; hiçbir sebeb veya illete dayanmadan,
Rabbimizin sadece "Ol" hükmüyle gerçekleşen bir mucizesi midir? Bunun
muhal olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Rahman olan Rabbimiz put yerine konulan bir
heykele "Ol" hükmüyle böğürme sesi vermekten münezzeh olduğu gibi;
şayet buzağının böğürmesi sadece "Ol" hükmünden kaynaklansaydı,
Samirİ'nin elçinin izinden bir avuç alması ve onu ateşe atması gibi verilen
bilgilerin hiçbir önemi kalmazdı. Dolayısıyle buzağının böğürmesi veya
böğürtüye benzeyen bir ses çıkarması, Rabbimizin "Ol" hükmüyle
gerçekleşen bir mucizesi değil; İlahi gerçekliğini kendi içinde barındıran ilmi
bir ayet veya sıradışı bir hadiseydi.
Hocam, bu ilmi ayet
neydi?
İşte cevaplamamız
gereken soru budur Fatih. Bunun cevabıyla ilgili olarak bize verilen
ayrıntılar ise Samîri'nin "Ben onların görmediğini gördüm, böylece elçinin
İzinden bir avuç aldım. Sonra onu ateşe attım ve bunu bana nefsim hoş
gösterdi." sözleridir. Yani aradığımız cevap, Rabbimizin bizlere Önemle ve
ısrarla bildirdiği bu sözlerde, bu ayrıntılarda gizlidir. Tabi ki aradığımız
cevabı Rabbimizin izni ve İutfuyla bulmaya çalışırken, kavmine dönen ve kavmini
dinledikten sonra buzağı heykelini gören, onun sesini duyan Musa
AleyhisselanVın sıradışı'bu olaydan niye etkilenmediğini, Samiri'ye "Sen
ne gördün? Hangi elçinin izinden ne aldın ve bunu nasıl yaptın?" gibi
soruları neden sormadığını, buzağıyı niye tekrar ateşte eritip, onu parçalarına
ayırdığını ve olay deniz kenarında geçmemesine rağmen toz haline getirilen bu
parçaların niye denize götürülüp, denize
savurduğunu da dikkate almamız gerekir.
Evet, bütün bunları
Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde dikkate alarak, Samiri'nin "Ben onların,
görmediğini gördüm ve elçinin izinden bir avuç aldım" sözünü düşünmeye
başlayalım. Farklı bir kıraatle okunduğu zaman "Ben sizin görmediğinizi
gördüm" anlamını kazanarak Musa Aleyhisselam'ı da kapsayabilecek olan bu
ifadeyle, Samîri ne demek İstemişti? İsrailoğuilannın görmediği neyi görmüş
ve hangi elçinin izinden bir avuç ne almıştı? Burada hiçbir delile dayanmadan
er-resul kelimesiyle kastedilen elçinin Cebrail Aleyhisseiam olduğunu söylemek
ve Hz. Ali Radyallahu anha veya İbn Abbas'a
nisbet edilen rivayetleri
kabul edebilmek mümkün değildir.
Çünkü -Rabbim rahmet eylesin Razi'nin de belirttiği üzere Cebrail
Aleyhisselam'ın Resul ismiyle anılması yaygın olmadığı gibi, olayın Öncesinde
ondan bahsedilmemiştir ki er-resul kelimesinin başındaki lam-ı tarif, ona bir
işaret veya ona bir gönderme sayılabilsin. Dolayısıyle er-resul (malum veya
bilinen resul) ifadesiyle, bu olayın içindeki resul yani Musa Aleyhisselam
kastedilmektedir. Peki Samiri,
Musa Aleyhisselam'in İzinde,
Israiioğullarının görmediği neyi görmüş ve bir avuç ne almıştı? Ra-zi'nin
desteklediği ve günümüzdeki birçok araştırmacının kabul ettiği Ebu Müslim'in
görüşüne göre; ayetteki "Elçinin izinden bir avuç aldım'1 ifadesiyle,
"Musa Ateyhisselam'm izinden, onun Öğretisinden yani onun sünnetinden ve
kendisiyle emrolunduğu şeylerden bir avuç aldığı" kastedilmiştir. Dolayısıyle Samiri Musa AleyhisseianVa
verdiği cevapta "Ey Resul. Ben senin izinden yani senin sünnetinden ve
dininden bir şeyler kaptım ve onu attım" demek istemiştir. Tabi ki bize
göre çok muallakta kalan ve ayetlerin zahirinden kopuk olan bu görüşü de kabul
edemeyiz. Çünkü ayet-i kerimelerin açık anlamlarında resulün izinden avuçla bir
şey alındığı ve elle tutulabilen bu somut şeyin ateşe atıldığı
bildirilmektedir.
Şimdi ayetlerin
zahirine ve Kur'an'm bütünlüğüne uygun görmediğimiz bütün bu yaklaşımları bir
kenara bırakarak, söz konusu ayetlerin açık ve zahir manaları üzerinde
düşünelim. Samiri resulün izinde yani Musa Aleyhisselam'm ayağıyla bastığı bir
yerde, İsra-iloğullarının görmediği sıradışı bir şey görmüş ve o izden bir
avuç almıştır. Bizler gibi yerde yürüyen bir insan olan
Musa Aleyhisselam'm, Samirî'nin
"Ben onların görmediğini gördüm" dediği an bastığı yer bir
kaya olsa. o kayadaki izinden bir avuç alınamayacağı için, o an bastığı yerin
avuçla alınabilecek toprak veya kum olduğunu anlayabiliriz. Tabi ki
cevaplamamız gereken soru. Musa Aleyhisselam'ın bastığı bu toprakta Samiri'nin
nasıl bir şey gördüğüdür. Çünkü Samiri "Ben onların görmediğini
gördüm" derken, Musa Aleyhisselam7m bastığı ve iz bıraktığı bu toprakta
olağanüstü bir şey gördüğünü bildirmektedir. Kur'an-ı Ke-rim'de Rabbİmizin de
"O, Öyle gördüğünü zannetti!." diyerek tekzip etmediği bir gerçek
olan bu sıradışı durum neydi? Samiri'nin yerin her tarafında değil, sadece
Musa Aleyhîsselam'ın bastığı yerde gördüğü bu olağanüstü durum neyin nesiydi?
Musa Aleyhisselam'ın
bastığı toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal varsa; Kur'an-ı
Ke-rinrdeki peygamber tanımını dikka,te alan mü'minler olarak, topraktaki bu
olağanüstü durumu Musa Aleyhisselam'ın bu toprağa ayağıyla basmasına bağlamamamız
gerekir. Çünkü her insan gibi yeryüzünde gezinen bir beşer olan peygamberlerin
bastığı yerlerin, ayak basma ile olağanüstü bir hal veya mucizevi bir özellik
kazanacağını düşünemeyiz. Dolayısıyle Musa Aleyhisselam'ın bastığı toprakta
sadece Samiri'nin gördüğü bu olağanüstü durum, Musa Aleyhisselam'dan veya onun
basmasından değil, toprağın bizzat kendisinden kaynaklanması gereken bir
durumdur.
Rabbimizin yardımıyla
düşüncelerimiz bu noktaya geldiği zaman, Kur'an-ı Kerim'deki Musa Aleyhisselam
kıssasını baştan sona tekrar gözden geçiriyor ve Musa Aleyhİsselam "m bu
kıssa boyunca bastığı hangi toprakta olağanüstü bir durum veya mucizevi bir hal
olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Musa Aleyhİsselam Tur-u Sina'ya ilk çıktığında,
şanı yüce Rabbİmiz "Ey Musa, ben senin Rabbinim. Ateşte olanlar da, çevresinde
bulunanlar da mübarek kılınmıştır. Ayakkabılarını çıkar, çünkü kutsal vadi
olan Tuva'dasın." buyurmuştu. Bu İlahi hitaptan söz konusu yerin kutsal
olduğunu hiç kuşkusuz kabul etmemize rağmen, Sami-ri'nin gördüğü mucizevi
toprağın burada olamayacağını çünkü Musa Aieyhisselam'ın Tur-u Sina'ya tek
başına çıktığını biliyoruz.
Musa Aleyhİsselam
kıssasını bir bütün oîarak tekrar gözden geçirirken "Musa Aleyhİsselam'm
bastığı ve Samirİ'nin gördüğü bu mucizevi toprak neresidir?" sorumuzun,
tek bir cevapla karşılaştığını görüyoruz.
Hocam, ben buldum!.
Neresidir Veli?
Deniz yarıldıktan
sonra denizin dibinde açılan kupkuru yoldaki toprak.
Gerçekten çok güzel
bir cevap ve çok güzel bir tesbit Veli. Peki bu sonuca nasıl vardın veya o
toprakta Samiri'nin gördüğü mucizevi durum neydi?
Orada bir mucize
yaşandığını dikkate alarak bu sonuca vardım. Ama Samiri'nİn ne gördüğünü bilmiyorum!.
Bu da güzel!. Şimdi Samirİ'nin
ne gördüğünü hep birlikte anlamaya çalışalım. Bu önemli sorumuzun, önemli
cevabını bulabilmemiz için, yine Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde Rabbimizin tüm
mucizelerini gözden geçirmemiz gerekir. Rabbimizin Kur'an'da zikrettiği
mucizelerin bir kısmı ilime, sebeb ve illete dayanırken; maddenin tabiatına
aykırı mucizeler İse sadece Rabbimizin söz konusu maddeye yönelttiği kesin
emi-re dayanmaktadır. Mesela ateş, yaratılışı icabı yakıcı olmasına rağmen
Rabbimizin "İbrahim'e karşı serin ve esenlik ol" emriyle, asıl
itibariyle yakıcı olan ateş, İbrahim Aleyhisselam'a karşı serin olmuştur. Ayna
şekilde Nuh tufanında da. Rabbimizin yere ve göğe yönelik emirleri vardır.
Nitekim tufanın bitiminde de yere ve göğe iıEy yer suyunu yut, ey gök sen de
tut" emrinin verilmesi, bizlere bu gibi mucizelerin üst planını göstermektedir.
Bazen de söz konusu mucizelere ilişkin yaratılmış maddeye yönelik bu gibi
emirler; İsa Aleyhİsselam Örneğinde görüleceği gibi Rabbimizin izin ve
dilemesiyle peygamberler tarafından verilmektedir.
Bunlardan hareketle
denizin yarılması ve kupkuru bir yol açılması mucizesine geldiğimiz zaman, bu
mucizelerin gerçekleşmesinde denize ve toprağa verilen İki ayrı emir vardır.
Denize yarılmasını ve arasında güvenli bir boşluk bırakarak ikiye ayrılması
emredilir-ken; deniz suyunu içine çektiği için bir çamur halinde olan toprağa
da, kupkuru olabilmesi İçin suyunu hemen bırakması emredilmiştir. Denize ve
deniz dibindeki toprağa yönelik bu iki ayrı emirin; dolaysız olarak Rabbimiz
tarafından mı, yoksa Rabbimizin izniyle Musa Aleyhİsselam tarafından mı
verildiği, ayet-i kerimelerde açıkça belirtilmemektedir. Ancak şanı yüce Rabbimizin,
Musa Aleyhisselam'a "Kullanma denizde kuru bir yol aç. (Denizi geçtikten
sonra bile) Mutlaka izleneçeksiniz. Yetişilmekten korkma. Denizi kendi halinde
açık bırak. Çünkü onlar boğulacak olanlardır." buyruğunu düşündüğümüzde;
denizin yarılmasına ve kuru bir yol açılmasına yönelik emirlerin, Rabbimizin
izniyle Musa Aleyhisselam'a verildiği kanaati ciddi bir ağır-lık
kazanmaktadır. Evet,
gerçekleşen bu
mucizelerin Kur'an-ı Kerim'de belirtilen üst planını dikkate aldığımızda,
denize ve deniz dibindeki toprağa yönelik bu emirlerin verildiğini anlayabiliyoruz.
Şimdi bu anlayışla, mucizenin gerçekleştiği o zamana geri dönelim. Bildiğiniz
gibi mevcut tarihi rivayetlerin aksine,
Musa Aîeyhisselam'm deniz kenarına gelince durmadığını, orada
durup "Asanla denize vur" hitabını beklemediğini ve denize girerek su
boğazına gelesiye kadar yürüdüğünü söylemiştik. Bunu söylerken hem Kur'an-ı
Kerim'deki peygamber tanımından hareketle peygamberlerin kendilerine gösterilen yolda
son noktaya kadar
gittiklerini ve İlahi yardımın bu son noktada geldiğini
dikkate almış, hem de bu Samiri olayını göz Önünde tutmuştuk. Çünkü Musa
Aleyhisselam denize girip, su boğazına gelesiye kadar denizde yürümeseydi, Samiri îsrailoğullannın görmediği o şeyi
göremeyecekti!. Zaten söz konusu tarihi rivayetleri doğru kabul ettiğim
dönemlerde, Sa-miri'nin göremeyeceği şeyi ben de görememiş ve bu tarihi olayın
mahiyetini anlayamamıştım.
Şimdi mucize anma
tekrar geri dönüyoruz. Rabbimizin gösterdiği yolda son noktaya kadar yürüyen
ve suların boğaza geldiği bu son noktada kendisinden razı ve hoşnut olan
Rabbimizin denize vur" emriyle karşılaşan Musa Aleyhisselam, asasıyia
denize vurmuş ve söz konusu mucizeler gerçekleşmişti. Deniz yarılmış ve her
parçası bir dağ gibi olmuştu. Firavun ordularının yetişeceği korkusuyla,
kendileri İçin açılan bu kupkuru yola giren İsrailoğulları, bir yandan yürüyorlar
ve bir yandan da üzerlerine kapanıvereceğinden korktukları, her parçası koca
bir dağ gibi olan su küt-İesine bakıyorlardı!. Çünkü koskoca bir dağ gibi olan
bu su kütlelerinin önünde, bunları tutabilecek olan hiçbir set, hiçbir enge!
yoktu!.
Suların
kapanıvereceğinden korkup-endişe eden bu İsrailoğuİları arasındaki bir kişide
yani Samiri'de, bu büyüklükte bir korku ve endîşe yoktu!. Mısır'da gördüğü
ayet ve mucizelerle Musa Aleyhisselam'a bakışı değişen Samiri, tedbirli bir
İnsan olarak kendisine göre en güvenli bir yerde, yani Musa Aleyhisselam'm hemen
arkasında yürüyordu. Çünkü ikiye yarılan denizin herhangi bir yeri kapanacak
bile olsa; denizin kapanacağı bu yer, denizi asasıyia ikiye ayıran Musa
Aİeyhis-selam'ın bulunduğu yer olmazdı!.
Kendisine çok akıllıca
gözüken böyle bir tedbir ile Musa AleyhisselanVın hemen arkasından yürüyen Samiri,
herkes gibi iki tarafta birer dağ gibi yükselen denizden ziyade, yaşanan
mucizenin bir diğer boyutu olan kupkuru toprağa da bakıyordu. Normal şartlarda
bîr balçık, bir çamur deryası olması gereken toprak, gerçekten kupkuruydu!.
Samiri'nin hayretle toprağa bakan gözleri, daha büyük bir hayretle büyümeye başladı.
Çünkü Musa Aleyhisselam'in bastığı toprakta ve topraktaki izinde, Harun
Aleyhisselam da dahil olmak üzere diğer îsrailoğullarıntn izlerinde olmayan
olağanüstü bir hal, siradışı bir durum vardı!.
Bu sıradışı durumun ne
olduğunu anlayabilmemiz için, deniz yanldığı ve mucizeler gerçekleştiği an, Musa
Aleyhisselam'in nerede ve nasıl bir durumda olduğunu dikkate almamız gerekir.
Mucize gerçekleştiği an denizin içinde olan Musa Aleyhisselam, deniz
yarıhp-kupkuru bir yol açıldığı zaman elbetteki boğazına kadar bir ıslaklık
içindeydi. Böyle bir durumda kupkuru yolda yürürken, vücudundan ve
elbiselerinden süzülen sular nedeniyle bastığı yer ıslanıyordu. Ancak denizin
dibinde kupkuru bir yol açılabilmesi için "Suyunu bırak" emrine
muhatap olan toprak, Musa Aİeyhisse-lanVın izindeki bu ıslaklığı da kabul
etmiyor ve üzerindeki bu suyu da çok sıradışı bir şekilde dışına gönderiyordu.
Dolayısıyle ayak izlerinin hemen üzerinde toprakla temas etmeyen, toprağın
itici gücüyle titreşen ve güneşle ışıldayan ince bir su tabakası oluşuyordu.
İşte hiç kimsenin görmediği veya farkedemediği bu sıradışı durumu, şanı yüce Rabbimiz
Samiri'ye göstermişti. Samiri her ne kadar "Ben onların görmediğini
gördüm" diyerek, bunu kendi nefsine nisbet etse de, ona bu ayeti gösteren
ve görmesini nasip eden Rabbimizdi. Çünkü A'raf süresindeki Bel'am
zihniyetiyle ilgili ayet-i kerimelerde kastedilen öncelikli kişi, Samiri'nin
ta kendisidir.,
"Onlara
(îsrailoğuHarına), kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O,
bundan sıynltp-ıtzaklaşmış, şeytan da onu arkasına takmıştı. O da sonunda
azgınlardan oluvermişti.
Eğer dileseydik, onu
bununla yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve kendi nevasına uydu. Onun
durumu, üstüne varsan da-biraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu
gibidir. İşte ayetlerimizi yalan/ayan topluluğun durumu budur. Artık sen
kıssaları anlat, belki iyice düşünürler. [31]
İsraİİoğullanyla
birlikte birçok ayete gene! olarak şahit olan Samiri, toprakta gerçekleşen bu
mucizevi duruma da özel olarak şahit olmuştu. Böyle bir ayete şahit olan temiz
vicdan ve temiz akıl sahibi bir insanın, hiç kuşkusuz ki iman dolu bir kalple
Allah'a yönelmesi ve Allah'ı tenzih etmesi gerekirdi. Çünkü Allah'ın emri
karşısında -cansız ve şuursuz gözüken- toprak bile görevini yerine getiriyor,
aldığı İlahi emirden sonra üzerindeki en küçük bir ıslaklığa veya hafif bir
neme dahi tahammül etmiyor, edemiyordu.
Topraktaki bu
teslimiyeti gördükten sonra iman dolu bir kalple Allah'a yönelmesi ve Allah'a
hamdet-mesi gereken Samiri, ne yazık ki hevasina uymuş ve kendisini yüceltecek
böyle bir imandan sıyrılıp-uzaklaş-mıştı!. Musa Aleyhisselam'in izindeki
mucizevi durumu gördükten sonra yüzünü semaya dönerek ve bu mucizeyi yaratan
Allah'ı tenzih ederek kendisini, kendi kulluğunu, kendi kimlik ve kişiliğini
yüceltmesi gerekirken, ayet-î kerimede de belirtildiği gibi yüzünü mucizeye
dönmüş ve nevasına uyarak avucuyla yere saplanıvermişti!.
Mucizeyi yaratan
Allah'a değil.
mucizenin yaşandığı
toprağa yönelerek, akhnı ve fikrini bu olağanüstü toprağa saplayan Samiri,
kendisine göre çok sıradışı olan bu mucizevi topraktan bir avuç almış ve büyük
bir olasılıkla bu toprağı bir keseye veya bir çıkma koymuştu. Daha sonra deniz
geçilmiş ve kendilerini takip eden Firavun orduları bu denizin içine tamemen
girince, ikinci bir emir ile deniz kapanıvermiştiL Tabi ki denizin yarılmasında
olduğu gibi kapanmasında da, denize ve toprağa verilen ikinci bir emir vardı.
Daha açık bir ifadeyle denize kapanması emredilirken, toprağa da artık suyunu
yutması ve tutması emredilmişti. Nitekim bu İlahi emir ile deniz kapanmış ve
denizin dibindeki toprak da suyunu yutmuştu.
Ancak, aldığı bu İlahi
emri yerine getiremeyen bir avuçluk bir toprak vardı. Samiri'nin kesesinde
veya çıkınında bulunan bu toprak, söz konusu İlahi emri almasına rağmen kendi
yerinden, kendi bütünlüğünden koparıl-dığı için bu İlahi emiri yerine
getiremiyordu!. İşin daha tuhaf ve daha hazin tarafı, İlahi emri yerine
getirememenin safiyane sıkıntısını yaşayan bu toprak, Samiri tarafından eriyen
bir madenin içine atılmış ve insanların tapındığı bir put olarak dökülmüştü!.
İman ve ihlas ile kendilerini bu bir avuçluk toprağın yerine koyanlar, hiç
kuşkum yok ki buzağı heykelinden gelen sesi duymaya ve Tur'dan dönen Musa
Aleyhisselam gibi bu sesin o topraktan gelen bir feryat, bir inilti olduğunu
anlamaya başlamışlardır. Toprak ağlar mı,
toprak inler mi gibi
sorular, Kur'an-ı Kerim'de açıkça cevabını bulan sorulardır. Mesela şanı yüce
Rabbimiz, Firavun ve orduları boğulduktan sonra "Onların haline yer ve gök
ağlamadı" buyurarak, salih insanlar İçin yerin ve göğün ağladığına,
ağlayabileceğine açıkça işaret etmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de çok sayıda
ayet vardır. Nitekim Musa Aleyhisselam kıssasının yoğunlukta olduğu İsra
suresinde de "Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu teşbih
etmektedir; O'nıı övgü ile teşbih etmeyken hiçbir şey yoktur, ancak siz onların
teşbihlerini anlamazsınız. Şüphe yok, O hakim olandır, bağışlayandır.[32]
buyuran Rabbimiz, yeryüzündeki yaratılmış her şey,gibi dağların ve taşların
bile Allah'ı teşbih ettiklerini ancak biz İnsanların bu tesbihatı duymadığımızı
bildirmektedir.
Davud ve Süleyman
Aleyhisselam gibi bazı seçkin kullarına bu tesbihatı duyuran Rabbimiz, İlahi
bir deneme gereği topraktan gelen bu feryat ve iniltiyi de İsra-iloğullarına
duyurmuştur. Dikkat edilirse şanı yüce Rabbimiz İsrailoğuIIannı bir batıl ile
değil, yine bir hak ile denemekte ve onlara hak olan bu feryadı duyurmaktadır.
Fakat onlar eşyanın tabiatına aykırı gözüken bu hakkı, bu ayeti, bu mucizeyi,
eşyayı yaratan ve mucizelerin yegane Sahibi olan Allah'tan bilmeleri gerekirken;
bu mucizeyi kendileriyle konuşmayan, kendilerini bir yola yöneltip-iletmeyen
buzağıdan bilmişler ve "İşte sizin İlahınız ye Musa'nın İlahi budur"'
diyen sa-pıkiara uyarak, bu buzağıya ibadet etmeye başlamışlardır.
Ortaya konulan buzağı
böğürdüğü veya böğürtüye benzer bir ses çıkardığı zaman, hiç kuşkunuz olmasın
ki bu durumun olağanüstü bir ayet. bir işaret olduğunu en iyi anlayan kişi,
yine Samirfnin ta kendisiydi.
Çünkü Samiri,
buzağıdan gelen sesin kendisiyle, kendi ilmiyle veya kendi yeteneğiyle hiçbir
ilgisinin olmadığını çok İyi biliyordu. Ancak nefs ve hevasına uyan Samiri.
Rabbimizin kendisine gösterdiği bu ayeti de anlamak istememiş ve kendisini,
sapıklıkta önde gidenlerin küfri tezahüratına bırakmıştı!. Herkesin hayret ve
hayranlıkla baktığı boğüren buzağı kendisine, kendi ustalığına nisbet ediliyor
ve bu nisbet haksız yere büyüklenen Samirİ'nin nefs ve hevasına çok hoş geliyordu!.
Hem Samiri'nin ve hem de İsrailoğullanmn bu sapkınlığı üzerine, şanı yüce
Rabbimizin " Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanlan ayetlerimden
engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu da
görseler, onu yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise,
onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalan saymaları ve
onlardan gafil olmaları dolay ısıyladır. [33]
buyruğu gerçekleşmiş oluyordu.
Rabbisiyle görüştükten
sonra kavmine dönen Musa Aleyhisselam'ın, kardeşi Harun Aleyhisse-lam'dan
farklı olarak buzağıdan gelen bu sesi nasıl tanıdığı ve olayın mahiyetini
nasıl anladığı ise elbetteki dikkate alınması gereken bir diğer hususdur.
Bildiğiniz gibi şanı yüce Rabbimiz Musa Aleyhisselam iie bir perde arkasından
konuşmuş ve Musa Aİeyhisselam'a ağaçtan seslenilmişti. Tabi ki bu konuşmanın
nasıl olduğunu, kendisine ağaçtan seslenilen Musa Aleyhisse-lam'ın bu sesi
nasıl duyup-nasıl anlayabildiğini bilmiyoruz. Musa Aleyhisselam ya bu konuşma
ile Harun Aleyhisselam'dan farklı bir duyuma ulaşmış; ya da deniz mucizesi,
gerçekleşirken, denize ve toprağa yönelik emirler Rabbimizin İzniyle Musa
Aleyhisselam tarafından verildiği için, şanı yüce Rabbimiz deniz ve toprak ile
Musa Aleyhisselam arasında olması gerekli böyle bir duyumsal ilişkiyi
gerçekleştirmiştir.
Çünkü olayın sonucuna
baktığımız zaman, Musa Aleyhisselam'ın bütün olup-biteni çok iyi anladığını ve
ne yapılması gerektiğini çok iyi bildiğini görüyoruz. Nitekim tekrar ateş
yakması,, heykeli eritmesi ve içindekileri ayrıştırdıktan sonra olayın yaşandığı
yerdeki çöle değil, özellikle deniz kenarına dönülerek denize savrulması ve
(bunlar yapılmasaydı belki de kıyamete kadar inleyecek olan) bu bir avuç toprağın
Allah'ın emrini yerine getirebileceği kendi bütünlüğüne kavuşturması, Musa
Aleyhisselam'ın yaşanan olaya ne
derece vakıf olduğunu göstermektedir. Elbetteki "Onların yapmakta
oldukları her işin önüne geçtik, böylece onu savurulmuş toz zen eleri
kıltverdik. [34] buyuran Rabbimizin de yol
gösterdiği ve onayladığı bir eylemdir bu.
Samiri'nin dünyevi
azabı konusunda Rabbimiz köpek örneğini vermiş ve "Onun durumu, üstüne
var-san da-bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir."'
buyurmuştu. Köpeklerin dillerini dışarı sarkıtarak solumaları, derisinden
terleyemeyen köpeklerin, vücutlarını serinletebilmek için ağız yoluyla terlemeleridir.
Normaî şartlarda üzerlerine gidilip-koşturul-duklan zaman dillerini dışarı
sarkıtıp solumaya başlayan köpeklerin, üzerlerine varılmadığı yani durdukları
yerde de dillerini dışarı sarkıtıp soluyorlarsa, bunun yegane nedeni şiddetli
sıcak ve vücutta hissedilen yüksek harerettir. Rabbimizin verdiği bu örnekten
hareketle Musa Aleyhisselarn'ın Samirİ'ye söylediği "Defol git!. Artık
sen, bütün hayatın boyunca "Bana dokunmayın, ne olur benimle temas
etmeyin" diye yalvaracaksın." sözlerini dikkate aldığımız zaman, Samiri'nin
gerçekten yakıcı bir hareret içinde olduğunu ve kendisine temas edildiği zaman
bu hareretin çok daha fazla yükseldiğini anlamamız zor olmayacaktır.
Peki Samiri'nin
karşılaştığı bu dünyevi azabın, acaba kendi eliyle yaptıklarıyla ve özellikle
söz konusu toprakla bîr ilgisi var mıydı? Bu soruya kesin bir cevap vermemekle
beraber, Samiri'nin eriyen madenin içine söz konusu toprağı eliyle atarken,
"Suyunu yuf emrine muhatap olan bu toprağa cildinin temas ettiğini ve
İlahi emri yerine getirememenin şiddetli zorluğunu yaşayan bu toprağın, temas
ettiği vücuda nasıl bir etki yapabileceğini ve vücudun nemini nasıl
etkileyebileceğini dikkate almamızda fayda vardır. Bunları söyledikten sonra
son söz olarak "Allah-u alem" diyor ve kıssayla ilgili bu
sözlerimizi bitiriyoruz.
- Hocam, asırlardır
anlaşılmayan bir kıssayı anlamış olduk.
Evet Fatih!.
Rabbimizin lutfuyla Samiri'nin gördüğü ayetleri, sizler de görmüş oldunuz.
Ancak bu durumda geçmiş müslümanları ve müfessirleri kastederek "Biz
onların görmediğini gördük" demekten ve nefsi bir büyüklenmekle Samiri'ye
benzemekten Rabbinize sığınmanız gerekir. Hiç kuşkusuz ki bu ayetleri sizlere
ve bizlere gösteren, görmemizi ve anlamamızı nasip eden Rabbimizdir. Ayrıca bu
ayetleri görmeniz, sevinmeniz gereken bir durum da değildir. Çünkü Samiri'nin
de gördüğü bu ayetlerden sonra yüzünüzü tam bir iman ve teslimiyetle Allah'a
dönerek kulluğunuzu yüceltmeniz söz konusu olduğu gibi, sadece gördüklerinize
saplanarak zelil ve hakir bir duruma düşmeniz de söz konusudur. Zaten Samiri
kıssasını iyice anlamışsanız, Allah'ın ayetlerini görmenin bir üstünlük
olmadığını ve ası! imtihanın bu ayetleri gördükten sonra başladığını anlamanız
gerekir.
Samiri'nin ve
İsrailoğullarının imtihanını dikkate aldığımız zaman, açıkça şahit oldukları
ayet ve mucizelerle Tur-u Sina'nın eteklerine kadar gelen bu insanların,
şahit oldukları ayetlere karşı büyüklenerek gerekli iman ve teslimiyeti
göstermediklerinde, bir başka ayetle yoldan çıktıklarını görüyoruz. Çünkü iman
ve teslimiyet. Allah'a kullukla mükellef olan biz müslü-manlarda birbirinden
ayrılmaması gereken hasletlerdir. Gördükleri ayetlerle iman eden ancak teslim
olmayanlar ile, gördükleri ayetlerle teslim olup iman etmeyenler, ne yazık ki
gördükleri ancak batıl bir şekilde yorumlayacakları bir başka ayet ile bu tek
taraflı İman veya teslimiyetlerini kaybedebilmektedirler.
Allah'tan korkan bir
mü'min, bir müsiüman olarak, bu çok önemli konuda gerçekten çok dikkatli
olmalıyız. Çünkü Rabbimizin izniyle anladığımız ve az da olsa hikmetini
kavradığımız bu kıssada, biz müslümanlara verilen en önemli mesaj budur.
Ayetlerle hidayet bulanlar, bu hidayete gerekli teslimiyeti göstermedikleri
zaman bir başka ayetle yoldan çıkabilmektedirler. Bu çok tehlikeli ve çok
riskli durum, hem toplumlar ve hem de kişiler için geçerlidir. Özellikle
Kur'an araştırmalarında buİunan ve Rabbimizin izniyle birçok ayetin hak
anlamına vakıf olan müslümanların, anladıkları bu hakka mutlaka ve mutlaka
tesüm olmaları ve yaşamaya çalışmaları gerekir. Diğer insanların
bilmediklerini bilme, görmediklerini görme sevdasıyla sadece ilmi
araştırmalara yönelenler ve kendilerini kurtaracak yegane şey olan iman ve
salih ameli unutanlar, her an karşılaşabilecekleri ve hak veçhesini
anlayamayacakları veya batıla yorumlayacakları bir başka ayet ile Samiri
durumuna düşebilecek insanlardır. Ahir zamandaki ismi Deccal olan bu
Samiri'ler, İnsanlara gösterecekleri sıradışı olaylarla kendileri saptıkları
gibi, ne yazık ki geniş halk kitlelerini de saptırabileceklerdir.
Bu kıssanın Rabbimizin
lutfuyla günümüzde açıklık kazanması, belki de günümüz insanlarının yakın zamanda
karşılaşabilecekleri çağdaş Samiri'lere yani Deccal'e karşı uyanık ve tedbirli
olmalarını amaçlamaktadır. Ahir zamanda çıkacağı bildirilen Deccal ne yaparsa
yapsın, insanlara hangi sıradışı olayları gösterirse göstersin, Allah'a ve
Allah'ın ayetlerine iman eden insanların dikkat etmeleri gereken husus, bu kişinin
hangi yolda olduğu ve insanları hangi yola davet ettiği olmalıdır. Zaten şanı
yüce Rabbimizin de, bu sıradışı olayla karşılaşan İsrailoğuilarına söylediği
söz ve buyurduğu İlahi nasihat bu değil miydi?
Evet, böğüren buzağı
hakkındaki bu çok kısa açıklamadan sonra Samiri olayındaki ayetleri görme
sevinciyle
değil, Samiri ve
takipçilerinin durumuna düşme korkusuyla salih amellere daha sıkı sarılıyor ve
İman dolu yüreğimizle Rabbimİze yönelerek "Yedi kat gök ve onların
örttüklerinin, yedi kat yer ve onların yükselttiklerinin, şeytanlar ve onların
saptırdıklarının Rabbi olan Allah'ım. Samiri ve takipçilerinin durumuna
düşmekten bizleri körü. Senin himayen güçlü, şanın yücedir. Senden başka İlah
yoktur" diyoruz. Elhamdülillahirabbilalemin..
Samiri'ye gereken
cevabı ve gereken cezayı veren Musa Aleyhisselam, biraz sakinleşince ve
kabaran öfkesi yatışınca, yere bıraktığı levhaları aidi. Levhalarda yazılı
olan "Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve bîr rahmet vardır"
buyruğuna düşünceli gözlerle baktı. Bu İlahi buyruktaki rahmet, gözlerinden
gönlüne doğru akmaya başlamıştı. Gönlünde bir çığ gibi büyüyen bu rahmet ve
merhamet ile şaşkınlık ve sapıklık içinde olan İsrailoğuilarına dönerek
"Ey kavmim! Siz buzağıyı put edinmekle kendi kendinize zulmettiniz. Sizi
Yaratan Rabbinize hemen tevbe ederek, nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız,
yegane Yaratıcınız katında sizin için hayırlıdır. Çünkü sizin İlahınız
yalnızca Allah'tır. O'nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi
kuşatmıştır" dedi.
İsrailoğullarını
tevbeye ve azgınlaşan nefislerini öldürmeye, ıslah etmeye davet eden Musa
Aleyhisse-lam, belirlenen sürede Allah'a hep birlikte tevbe ve rnünacaatta
bulunmak için kavminden yetmiş adam seçip-ayırdı. Bunlar hem kendileri tevbe
edecekler ve hem de geride kalanların tevbelerinin kabul edilmesi için Musa
Aleyhisselam ile birlikte niyazda bulunacaklardı. Ancak İsraİİoğulları
arasındaki fitne ve fesat, hiç de bitmiş gibi gözükmüyordu!. Kalplerine buzağı
sevgisi sinenler ve gözle görülür İlahlarını yitirenler, kararan
kalplerindeki kibir dolu bir istekle Musa Aleyhisse-lam'a bakarak "Ey
Musa! Bize Allah'ı açıkça göster. Çünkü biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana
inanmayacağız" dediler. Çünkü kendi nefislerinde büyüklüğe kapılarak,
büyük bir azgınlığa yönelen bu şaşkın ve sapıklara göre; meselenin ve yaşanan
ihtilafların yegane çözümü, ya gözle görülür bir ilahlarının olması, ya da
yegane İlah olan Allah'ın gözle görülebilmesiydi!. Kibir dolu bu istek
karşısında sustu, hayrete düştü ve hadlerini aşan bu şaşkınlara ne cevap
vereceğini bilemedi Musa Aleyhisselam!. Gerçi onlara bir cevap vermesi de
gerekmiyordu. Çünkü böyle bir istekte bulunarak zulmedenlerden olan bu
şaşkınları, bakınıp dururlarken yıldırım çarpmış ve onları dayanılmaz bir
sarsıntı tutmuştu!. Kibir ve azgınlık dolu bir küstahlıkla Allah'ı görmek
isteyen bu şaşkınlar, bu yıldırımın şiddetiyle bir ölüm baygınlığına girmişlerdi!.
Yegane Yaratıcı olan Allah'ı görmek isteyen gözler, yaratılmış bir yıldırım
neticesinde yuvalarından dehşetle dışarı fırlamış ve bu dehşet içinde sabit bir
noktaya küitleniverrniştü.
Dayanılmaz sarsıntı
devam ederken, Musa Aleyhisselam yüzünü ve gönlünü Rahmana yönelterek
"Rabbim, eğer dileseydin, onları da, benî de daha önceden helak
ederdin." dedi. Musa Aleyhis selam1 m bu ifadeye kendisini de dahil etmesi
ve kendisini de suçlaması, daha önce kendisinin de Allah'ı görmek istemesinden
kaynaklanıyordu. Oysa îsrailo-gulları inanmak için Allah'ı görmek isterlerken,
Musa Aleyhisselam7in öncesinde inkar veya kuşku olan böyle bir talebi
olmamıştı. Musa Aleyhisselam gönlündeki sevgi ve sevda ile zaten öncesinde de
inandığı ve teslim olduğu Allah'ı görmek istemişti.
Dua ve yakarışına
devam eden Musa Aleyhisselam "Şimdi içimizdeki beyinsizlerin
yaptıklarından dolayı bizi helak mı edeceksin? Gerçi o da, Sen'in denemenden
başka bir şey değildir. Onunla Sen dilediğini saptırır, dilediğini hidayete
eriştirirsin. Bizim velimiz, bizim mevlamız Sensin. Bizi bağışla, bizi esirge,
bize rahmet et. Sen bağışlayanların en haytrlısısm. Dünyada da, ahirette de
bizim için iyilik yaz. Biz gerçekten Sana tevbe ettik, Sana döndük"
niyazında bulundu.
Musa Aleyhisselam'in
bu samimi duasına lutfuyla karşılık veren Rabbimiz "Azabımı, dilediğime
veririm. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da sakınanlara, zekatını
verenlere ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım" buyurdu. Tabi ki
anlayabilen gönüller için, rahmet ve müjde dolu bir hitaptır bu!. Rahmeti gadabını
geçen ve "Azabımı, dilediğime veririm. Rahmetim ise her şeyi
kuşatmıştır." buyuran Rabbimiz, engin rahmetinin çok genel, azabının ise
çok Özel olduğunu beyan etmektedir.
Rahman olan Rabbimizin
lutfuyla ölüm baygınlığından sonra tekrar diriltilen İsrailoğulları, yaşanan
bu olaylardan sonra kendilerinin gerçekten şaşırıp-saptık-larını anlamışlardı.
Her biri olduğu yere çöküvermiş ve bükülmüş boyunlarının taşımak istemediği
başlarını elleri arasında tutmaya çalışarak "Eğer Rabbimiz bize merhamet
etmez ve bizi bağışlamazsa kesin olarak hüsrana uğrayanlardan olacağız"
demeye başlamışlardı.
Tevvab ve Rahim olan.
yani tevbeleri kabul
eden ve kullarını çok esirgeyen Rabbimiz, umulur ki şükrederler diye onları
tekrar dirilttikten ve tevbelerini kabul ederek bağışladıktan sonra, onlarla
Tur'un sağ yanında vaidleşti ve hakkı batıldan ayıran bir furkan olan Tevrat'a
sımsıkı sarılacaklarına dair onlardan söz aldı. Tevbe eden, tevbeleri kabul
edilen ve kendilerine verilen Tevrat'ın hükümlerine sarılacaklarına dair söz
veren bu kavime, Rahman olan Rabbimizin lutfundan kaynaklanan ikramları tekrar
başlamıştı.
Bir yerde meskun
olmayan, içine girip barınabilecekleri evleri bulunmayan İs-railoğullan, iklim
ve geçim şartları itibariyle sıkıntılı bir durumdaydılar. Rabbimizin ayrı ayrı
oymaklar halinde oniki topluluğa böldüğü bu İsrailoğullarından, hakkı ileten ve
onunla adaleti yerine getiren bir topluluk vardı. Kavminin ihtiyaçlarını çok
iyi bilen Musa Aleyhis-selam, yanına gelerek "Ey Musa, bize su lazım,
bizim için su bul" diyen kavmi için, en öncelikli İhtiyaç olan suyu aramaya
başladı. Ancak kum ve kayalardan oluşan böyle bir yerde suyu nerede ve nasıl
bulacaktı ki!. Fakat yine de aradı,
kavminden sorumlu bir
kul olarak elinden geleni yaptı Musa Aleyhisselam. Nitekim uzak arayışların neticesinde
yakın olan yardım gelmiş ve bir kayanın "dibinde yorgun düşen Musa
Aieyhîsselam'a "'Asanla taşa vur" diye vahyedilmişti. Yine Allah'ın
adıyla havaya kalkan asa taşa vurunca, bu büyük taştan Allah'ın izniyle oniki
pınar fışkırmış ve her oymak, her insan topluluğu nereden su içeceğini
bilmişti. Taştan ayrı ayrı oniki pınarın fışkırması ve her topluluğun nereden
su içeceğinin belirlenmesi, elbetteki bu topluluklar içindeki hakkı ileten ve
adaleti yerine getiren bir topluluk için başh başına bir rahmetti. Çünkü diğer
onbir pınar başında hırs ve tamahtan kaynaklanan su tartışmaları yaşanırken,
adaleti gözeten bu topluluğa ait olan pınarın başında böylesi tartışmalardan
uzak bir rahmet ve sakinlik yaşanıyordu.
Kullarına karşı çok
merhametli olan Rabbimiz, güneşin altında yanıp-kavrulan İsrailoğullarını daha
sonra bulutla gölgelendirmiş ve onlara yiyecek olarak kudret helvası ve
bıldırcın indirerek "Size rızık olarak verdiklerimizin iyilerinden,
güzellerinden ve temiz olanlarından yiyin. Yeryüzünde fesad çıkararak azgınlık
yapmayın, yoksa gazabım üzerinize kaçınılmaz olarak iner. Benim gazabım kimin
üzerine inerse, muhakkak o tepetaklak olmuştur. Gerçekten Ben, tevbe eden,
inanan ve salih amellerde bulunarak doğru yolda giden kimseyi elbette ki
bağışlayıcıyım" buyurdu.
Hocam, burasını
anlayamadım!. Neresini Veli!.
Allah'ın
İsrailoğullarına lütfettiği kudret helvası ve bıldırcın gibi nimetler zaten
temiz olmasına rağmen, Rabbimiz niye "Size nzık olarak verdiklerimizin
temiz olanlarından yiyin" buyuruyor.
Teşekkür ederim Veli.
Bu konuda sorulması gereken, güzel bir sorudur bu. Birçok önemli konuda sorulması
gereken Rahmani soruyu bulmak, cevabı bulmaktan hem daha zor, hem daha
önemlidir. Çünkü bazı Rahmani cevapları bulabilmemiz için en önemli anahtar,
sorulması gereken Rahmani sorulardır. Şimdi de Veli kardeşimizin bu güzel
sorusunu cevaplayabilmemiz için, bu konuyla ilgili olarak bir başka soru sormamız
gerekecektir.,
"Rabbimiz, kudret
helvası ve bıldırcın gibi nimetleri ne kadar indiriyordu?"
Aziz ve Kerim olan
Rabbimiz ihtiyaçtan az indirmeyeceğine göre, geriye "İhtiyaçları kadar
veya ihtiyaçlarından fazlası" olmak üzere iki cevap kalmaktadır. Acaba
bu nimetler İsrailoğuilanna ihtiyaçlarından fazla olarak indiriliyor ve
İsrailoğullarının yedikleri midelerinde, yiyemedikleri'yerlerde mi kalıyordu!.
Elbetteki hayır!.
Çünkü bizlere
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemistir, O'na mülkünde ortak
yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir Ölçüyle takdir
etmiştir.[35] buyurarak, herşeyi bir
ölçü ile takdir ettiğini beyan eden ve "Ey Ademoğullan, her mescide
gidişinizde zinetli (güzel elbiselerinizi) giyin. Yiyin, için ve israf etmeyin.
Çünkü O, israf edenleri sevmez.[36]
buyurarak israftan sakınmamızı emreden Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bizleri sakındırdığı
israfa Kendisi yönelmiyor ve bu nimetleri belli bir ölçüde indiriyordu.,
"Hiçbir şey
yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; biz onu belirlenmiş bir miktar
olarak indiririz. [37]
Ne var ki oniki pınar
örneğinde olduğu gibi bu nimetler oniki ayrı yere inmiyor ve her topluluk
yiyeceği yeri bilmiyordu!: Bütün bir kavime inen, genel ve ortak bir nimetti
bu. Rabbimizin lutfuyla herkese rahatlıkla yetecek kadar olan bu nimetlere,
herkesin kendi ihtiyacına göre yaklaşması isteniyordu. Zaten oniki pınar örneği
İle İsrailoğullarına adaletli paylaşımdaki rahmet dolu gerçeklik gösterilmiş,
onbir pınar başında hırs ve tamahtan kaynaklanan bir su tartışması yapılırken,
hakkı ve adaleti gözeten topluluğun su aldığı pınar başında, rahmetli ve
huzurlu bir paylaşım yaşanmıştı.
İsrailoğuliannı her
gün bir kuş gibi besleyen Rab-bimiz, onların da hiç olmazsa küçük bir kuş kadar
tevekkül sahibi olmalarını ve bu nzkı stoklamaya kalkmamalarını diliyordu.
Çünkü "Yarın ne yiyeceğiz?" endişesiyle rızkın stoklanması demek,
bugün o rızka muhtaç olan kimselerin hakkına tecavüz etmek demektir. Bir
başkasının hakkına tecavüz yoluyla alınan yiyecekler ise; tecavüz eden kimseler
için kesinlikle ve kesinlikle temiz değildir. Daha açık bir ifadeyle bir başkasının
hakkına tecavüz edilerek yenilen şeyler, şanı yüce Rabbimizin lutfuyla
indirdiği bıldırcın ve kudret helvası da olsa, hakka tecavüz eden kimseler için
kesinlikle temiz, iyi ve güzel yiyecekler değildir.
Nitekim bu gerçeği
bilen ve bu gerçeğe iman eden Musa Aleyhisselam, her nimetin ardından
taşgın-hğa ve azgınlığa yönelen kavminin bu durumunu gördüğü için
"Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin, için. Ancak yeryüzünde fesad
çıkararak taşkınlık yapmayın" diyerek, onları çok ciddi bir şekilde ikaz
ediyordu. Yardıma muhtaç oldukları zor şartlarda uysal bir kavim olan
İsrailoğullan, söz konusu İlahi buyruğa ve Musa Aleyhisselam1 in bu nasihatina
hiç itiraz etmediler.
Fakat bunlar
İsraİloğlu İdi!.
Karşılaştıkları İlahi
nimetleri, İlahi lutuftan ziyade, alemlere üstün kılınan kendilerinin
liyakatından, kendi üstün özelliklerinden biliyorlardı. Çünkü alemlerin Rabbi
olan Alİah, böylesi sıradışı nimetleri niye başka kavimlere değil de onlara,
sadece onlara veriyordu!. Demek ki bu durumun kendileriyle, kendi üstün Özellikleriyie
ilgisi olmalıydı!. Böylesi düşüncelerle kendilerini gölgelendiren buluta
bakarlarken, küçük bir kısmı bu İlahi nimet için Allah'a hamdediyor, büyük bir
kısmı ise üstünlük duygusuyla kibirine kibir katıyor ve bu kibirle kalkan
burunlarını sanki buluta değdiriyorlardı!. Bıldırcın ve kudret helvası
konusunda da İlahi uyarıları dikkate almamışlar, haddi aşan bir hırs ve tamah
içine girmişlerdi. Tabi ki onlar bu yönelişleri ile Rabbimi-ze ve
Rabbimizle beraber olan
mü'minlere değil. sadece ve
sadece kendi nefislerine zulmediyorlardı. Çünkü onların bu tecavüzleri
nedeniyle mü'minler yine de aç
kalmamış. Rahman olan
Rabbimiz bu mü'minlerî yine
nimetlendirmişti. Aradan zaman geçtikçe,
İsrailoğullan
arasındaki bu hakka tecavüz olayı, git gide önemini kaybetmeye başladı. Çünkü
her gün inmeye devam eden bıldırcın ve kudret helvası, onlardaki rızk
endişesini ve stoklama ihtiyacını ortadan kaldırmış gibiydi!. Her gün inen ve
herkesin yiyebildiği bıldırcın ve kudret helvasına yönelik bakışları da değişmeye
başlamıştı. Başkaları açken bu yiyeceğe sahip olsalardı veya başkaları sıradan
şeyler yerken, onlar bu güzel
nimetleri yeselerdi, hiç
kuşkunuz olmasın ki uzun yıllar boyu bu İlahi nimetlerden
bıkip-usanmaz-lardı!. Ancak bu İlahi nimetin hergün inmesi ve herkes tarafından
yenilebilmesi. kendilerini sıradan insanlardan farklı görenler için tahammülü
zor bir durum oluyordu!. Dolayısıyle bu sıradanlıktan ve hiçbir ayrıcalığı
olmayan bu sıradan
nimetlerden bıkmaya başlamışlardı!.
Elbetteki daha farklı
nedenlerle bu nimetlere bakışı değişen insanlar da vardı. Bazıları uzun
süredir yaşadıkları bu göçebelikten kurtulup-yerleşik şehir hayatına geçmek
ve nefislerindeki mülkiyet arzusuyla sahiplenmek istedikleri toprakları
ekip-biçmek istiyorlardı. Netice olarak hangi nefsi nedenlere dayanırsa
dayansın, İlahi bir ikram olan kudret helvası ve bıldırcından artık
bıktıklarını hissediyorlardı!. En nihayet dayanamıyarak Musa Aleyhisselam'a
geldiler ve ':Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe asla katlanmayacağız. Rabbine
yalvar da bize toprağın bitirdiği şeylerden, yetiştirdiği sebzelerden kabak,
acur, sarmısak, mercimek ve soğanından çıkarıversin" dediler. îsrailoğullarının
ne istediklerini gayet iyi anlayan Musa Aleyhisselam, onlara "Üstün ve
hayırlı olan bir nimeti, daha aşağı bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz?"
diyerek düşünmelerini ve bundan vazgeçmelerini istedi. Çünkü kimsenin hakkına
tecavüz etmeden yiyebilecekleri bıldırcın ve kudret helvası, bu insanlar için
en helal, en temiz ve en hayırlı bir yiyecekti. Çalışılarak kazanılan
rızıklarda ise insanların yapabilecekleri hata ve yanlışların bu rızıklara
olumsuz olarak yansıması, bu rızıkları haramla gölgelendirmesi veya lekelemesi
söz konusuydu. Oysa Rahman'ın lutfuyla İnen ve adil olarak paylaşılan bu
hayırlı yiyeceklerde, böyle bir tehlike ve olumsuzluk yoktu.
Ancak dinlemediler,
dinlemek istemediler Musa Aleyhisselam1!.
Zaten onların peygamber anlayışları ve peygamberlere bakışı çok
farklıydı. İsrailoğulları Musa Aleyhisseiam'ı, Allah'tan kendilerine gelen bir
elçi gibi görmek yerine, sıkıştıkları zaman kendilerinin Allah'a gönderdikleri
bir elçi olarak görmek istiyorlardı!. Musa Aîeyhisselam Allah'ın emir ve
isteklerini onlara getirmeyecek, onların emir ve İsteklerini Allah'a
götürecekti!. Çünkü alemlere üstün kılınan(!) bu kavim böyle diliyor ve her
fırsatta da böyle olmasını istiyordu!.
Musa Aleyhisselam
bunlarla uğraşmanın faydasız olduğunu anlayınca, yerleşik bir düzene geçmek
isteyen bu Israiloğullanna "O halde şehire ininiz. Çünkü orada
istediğiniz şey vardır" cevabını verdi. Bu cevabı ve bu haberi sevinçle
karşılayan İsrailoğullari, Musa Aleyhisseiam'm önderiiğinde yerleşecekleri
şehre doğru ilerlemeye başladılar. Şehre yaklaştıklarında, Musa Aleyhisselam
Allah'ın şu emrini iletti kendilerine.,
"Bu şehirde
oturun, dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Ancak kapısından secde ederek girin
ve "Dileğimiz bağışlanmadır" deyin ki, Allah hatalarınızı bağışlasın
ve iyilik yapanların ecirlerini arıtırsın." Ancak bu güzel sözler, bu
güzel nasihatler ne yazık ki her muhatabı tarafından anlaşılmadı. Çünkü zulme
sapanlar, kendilerine söylenen bu sözü bir başkasıyla değiştirdiler!. Yoldan
çıkmalarından dolayı Allah'tan bir gazaba uğrayan bu zalimlerin üzerine gökten
iğrenç bir azap İndirildi.
Allah'ın ayetlerini
inkar etmelerinden, isyan ederek sınırı çiğnemelerinden dolayı üzerierine
horluk ve yoksulluk bırakıldı. Hiç kuşkusuz ki onlar Allah'a değil
kendilerine, kendi
nefislerine zulmediyorlardı.
Rahman olan Rabbimiz,
Musa Aİeyhisselam'ı
bir peygamber olarak "Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara
Allah'ın günlerini hatırlat" diyerek İsrailoğullarına göndermişti. Asıl
gaye özgürlüğe kavuşan İsrailoğullarının azgınla-şarak birer Firavun olmaları
değil, iman ve salih amel ile Allah'a kul olmalarıydı. Çünkü uhrevi kurtuluş,
dünyevi kurtulaştan çok daha önemli, çok daha önemsenmesi gereken bir
kurtuluştu. Bu nedenle Musa ve Harun Aleyhisselam her fırsatta kavimlerine
Allah'ın emirlerini ve ahiret gününü hatırlatıyor, bıkıp-usanma-dan onları İman
ve salih amele davet ediyorlardı.
Musa Aleyhisselam1 m
bu sözlerini dikkatle dinleyen, iman ederek salih amellerde bulunan
İsrailoğulla-n elbetteki vardı. Ancak büyük çoğunluğu gerçeklere sırtını dönen,
yersiz tartışmalar ile hak ve hakikate direnen insanlardı. Bu nedenle toplum
genelinde tevhidi bir iman ve teslimiyet yerleşmemiş, insanlarda birbirlerine
karşı yeterli bir güven oluşmamıştı. Nitekim İsraiİoğullarından bir kişinin
öldürülmesi üzerine, toplumda Önemli karışıklıklar çıkmış ve İnsanlar
birbirlerini cinayetle suçlar hale gelmişti. Bu durumdan haberdar olan Musa
Aleyhisselam Rabbimize münacaatta bulunmuş ve daha sonra İsra i loğu 1ları İle
Musa Aleyhisselam arasında, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu konuşmalar
geçmiştir.,
''Hani Musa kavmine
''Alİah, muhakkak sizin bir inek kesmenizi emrediyor" demişti Onlar
"Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi (O da) "Cahillerden
olmaktan Allah'a sığınırım" demişti. (Kavmi) "Rabbine bizim için dua
et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın" demişlerdi (Musa da)
"Allah diyor ki: O ne pek yaşlı, ne de pek genç, ikisi arası dinç bir
inektir. Artık emro-lunduğunuz şeyi yerine getirin." demişti (Kavmi yine)
"Rabbine bizim için dua et de, bize rengini bildirsin, " demişlerdi.
O da: "( Rabbim) diyor ki O, bakanların içine ferahlatacak san bir
inektir" demişti, (Onlaryine:) "Rabbine bizim için dua et de, bize
onun niteliklerini açıklasın. Çünkü bize göre (birçok) inek birbirinin
benzeridir. İnşaallah (Allah dilerse, ) başarırız" demişlerdi. (Bunun
üzerine Musa) "(Rabbim) diyor ki: O, yeri sürmek ve ekini sulamak için
boyunduruğa alınmayan, salıverilmiş ve hiçbir alacası olmayan bir
inektir." dedi. (İşte o zaman) : "Şimdi gerçeği getirdin "
dediler ve böylece ineği boğazladılar. Fakat neredeyse (bunu)
yapamayacaklardı. Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de bu konuda birbirinize
düşmüştünüz. Oysa Allah, sizin gizlediklerinizi açığa çıkaracaktı. Biz bunun
için "Ona (ölü cesede, kestiğiniz ineğin) bir parçasıyla vurun" demiştik.
İşte Allah böylece ölüleri diriltir ve belki akledersiniz diye size ayetlerini
gösterir. [38]
Musa Aleyhisselam
İsrailoğullanna "Allah mutlaka
sizin bir inek kesmenizi emrediyor" dediğinde, ayet-i kerimedeki lafızdan
"Bir inek" ifadesinin özel mi yoksa genel bir ifade mi olduğu
konusunda alimlerin ihtilafları vardır. Arapçaya ve gramere vakıf bir kısım
alimler bu lafzın özel olduğunu söylerlerken, diğer bir kısmı umumi yani genel
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kur'an-ı Kerim çalışmalarında derinleşmeye
başladığınız yıllarda, böylesi durumlarla karşılaşacak ve hatta bazı
kelimelerin kıraat yani okunuş farklılıklarından, farklı anlamlara geldiğini
göreceksiniz. Karşılaşacağınız böylesi durumlar, sakın ola ki siz
müslümanları, çelişkisiz bir Kitab olan Kur'an-ı Kerim karşısında, çelişkili
bir anlayışa düşürmesin. Çünkü meselelere vakıf olduğunuz zaman, kıraatten
kaynaklanan anlam farklılıklarının başlı başına bir rahmet olduğunu, söz konusu
ayet-i kerimelere farklı fakat çelişkisiz bir anlam derinliği kazandırdığını
göreceksiniz. Nitekim bu bakara olayında da "Bir inek" lafzının,
umumi yani genel bir lafız olmasından çıkaracağımız anlamlar olduğu gibi, özel
bir lafız olmasından da çıkaracağımız güzel anlamlar vardır. Ayrıca bu
anlamlar birbiriyle çeiişen değil, birbirini bütünleyen anlamlardır.
önce bu lafzın umumi
yani genel bir lafız olduğu üzerinde duralım. Musa Aleyhisselam kavmine
"Allah sizin mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor" dediğinde ve
İsrailogulları "Bir inek"' lafzını umumi manada anladıklarında, sahip
oldukları ineklerden herhangi bir İneği kesselerdi. Allah'ın bu emrini yerine
getirmiş olacaklardı. Ancak teslimiyetten ziyade tartışmaya meraklı olan
İsrailogulları, Musa Aleyhisselam'a dönerek "Çok tuhaf!. Sen bizimle alay
mı ediyorsun?" demişlerdi. Çünkü onlara göre bir katilin bulunması ile
bir ineğin boğazlanmasının ne ilgisi olabilirdi!.
Musa Aleyhisselarn
kavminin bu sözleri üzerine "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım"
diye cevap verince, bir süre birbirlerine baktıktan sonra "O halde bizim
için Rabbine dua et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın"
demişlerdi. Allah'a münacatta bulunan Musa Aleyhisselam daha sonra kavmine
gelerek "Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek yaşlı ve ne de pek genç, ikisi
ortasında dinç bir inektir. Artık emrolunduğunuz şeyi yerine getirin"
dedi.
Tartışmaktan hoşlanan
ve işi yokuşa sürmek isteyen îsrailoğulları "Bizim adımıza Rabbine dua et
de, bize onun rengini bildiriversin" dediler. Musa Aleyhisselam Allah'a
tekrar münacatta bulunduktan sonra "Rabbim buyuruyor ki, o bakanların
içini ferahlatacak, bakanların gözünü ve gönlünü açacak sarı bir sığır"
cevabını verdi. Fakat bu cevabı da yeterli görmeyen İsrailogulları
"Rabbine bizim adımıza bir kere daha dua et de, bize onun başka özelliklerini
açıklasın. Çünkü bize göre birçok inek birbirinin benzeridir. İnşaallah
getireceğin cevapla biz başarıya varırız" dediler.
Sabır sahibi
Rabbimizin, sabırlı bir kulu olan Musa Aleyhisselam, Allah'a tekrar münacatta
bulunduktan sonra "Rabbim buyuruyor ki; O, yeri sürmek ve ekini sulamak
için boyunduruğa alınmayan, salınmış olan ve kendisinde hiçbir ayıp, hiçbir
leke bulunmayan bîr sığırdır" dedi. Artık sorabilecekleri bir soru kalmayan
İsrailoğulları '"İşte şimdi gerçeği getirdin" diyerek, meseleyi
anladıklarını ve hangi ineğin kastedildiğini artık bildiklerini ifade ettiler.
Bu ineği aramalarına
gerek yoktu!.
Çünkü Musa
Aleyhisselam'ın getirdiği sıradışı özelliklere sahip bir inek, sadece bir inek
vardı. Fakat sahiplerinin çok değer verdiği bu ineği nasıl alacaklar ve nasıl
keseceklerdi ki!. Nitekim çok uzun uğraşlardan ve büyük masraflardan sonra bu
ineği alabilmişler ve emir gereği boğazlamtşlardı. Fakat az kaİsın bunu
yapamayacaklardı!. Halbuki ilk emirle karşılaştıkları zaman yaşlı veya genç,
san veya siyah, alacalı veya alacasız herhangi bir ineği kesiverseİerdi, bu
İlahi emir yerine gelmiş olacaktı. Ancak Rabbimizin açıklamadığı detayları,
gereksiz sorularla açmak istemişler ve kendi kulluklarını, kendi gereksiz
soruları ile zorlaştırmışlardır.
Bu önemli konuda
müslümanlan uyaran şanı yüce Rabbimiz "Ey iman edenler, size
açıklandığında hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın; Kur'an indirilirken
(onları) sorarsanız, size açıklanır. (Oysa açıklanmadığına göre) Allah onları
affetti. Allah bağışlayandır, (kullara) yumuşak olandır.[39]
buyurmaktadır. Zaten bakara olayının bu açılımından, almamız ve anlamamız
gereken Önemli gerçek budur. Teslimiyetten ziyade tartışmaya meraklı olan
İsraiioğullarının, Musa Aleyhisselam'ın işini yokuşa sürmek için sordukları bütün
sorular, netice olarak kendilerinin İşini yokuşa sürmüş, kendilerinin İşini
zorlaştırmıştı!.
Şimdi bu kıssanın
ikinci açılımına gelelim. Musa Aleyhisselam kavmine "Allah sizin mutlaka
bir inek kesmenizi emrediyor" dediğinde ve bir kısım İsrailoğulları
"Bir inek" Jafzmı özel manada anladıklarında; Rabbimizin herhangi
bir ineği değil, kendilerinin de çok iyi tanıdığı Özel bir ineği kastettiğini
çok iyi bilmişlerdi. Çünkü işlenen cinayet ve cinayet nedeni, büyük bir
olasılıkla bu inekle ilgiliydi!. Musa Aleyhisselam'ın kesinlikle bilmediği bu
durumu Rabbimiz biliyor ve özellikle bu cürümden haberdar olan
İsrailoğulları-na "Allah sizin mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor"
buyruğunu iletiyordu.
Meselenin farkında
olan bu İsrailoğullan, bu İlahi buyruk ile hangi ineğin kastedildiğini çok iyi
bilmelerine ve çok iyi anlamalarına rağmen, söz konusu ineği kesinlikle
boğazlamak istemiyorlardı. Dola-yısıyle işi yokuşa sürmek ve Musa Aley hisse
lam'ı bundan vazgeçirebilmek için "Sen bizimle alay mı ediyorsun?"
dediler. İnekle ilgili İşlenen cürümden ve hangi ineğin kastedildiğinden
haberdar olmayan İsra-iloğullarına da "Bu belirsiz bir emirdir. Biz hangi
ineği keseceğimizi nereden bileceğiz ki!." diyerek, onları da kendi
saflarına çekmeye çalışmışlardı.
Şüphe ve kuşkuya açık
olan İsrailoğullan, bu itirazı makul görmüşler ve Musa Aîeyhisselam'a inekle
ilgili soruları yöneltmeye başlamışlardı.
Hangi ineğin
kastedildiğini çok iyi bilenler İçin, hiç ummadıkları ve hiç hoşlanmadıkları
bir gelişmeydi bu!.
Çünkü kesinlikle ve
kesinlikle sorulmaması gereken bu sorulara gelen her cevap, aynı adresi yani
aynı ineği işaret ediyordu, Musa Aleyhisselam'ın getirdiği her cevabı
geçiştirmeye çalışmalarına rağmen, hangi ineğin kastedildiğini henüz anlamayan
İsrailoğulları, yeni sorular sormaya devam ediyorlardı. Rabbimizden gelen son
cevap, bütün İsrailoğullannın meseleyi görmelerine ve hangi ineğin
kastedildiğini anlamalarına neden olmuştu. Rabbimiz inekle ilgili son
açıklamada "O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan,
salıverilmiş ve hiçbir alacası olmayan bir inektir.1' cevabını verdiğinde,
bütün İsrailoğulları hangi ineğin kastedildiğini anlamış ve hepbir ağızdan
"İşte şimdi hakikati getirdin v demişlerdi. Çünkü İsrailoğulları arasında
yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa hiç alınmayan, Salih
Aleyhisselam'm mucizevi devesi gibi salıverilen ve istediği yerde dolaşan tek
bir inek vardı. İstediği yerde, dilediği gibi dolaşan bu inek. elbetteki
sahipsiz değildi. Zaten hangi ineğin kastedildiğini son cevapla anlayan
İsrailoğullannın, bu inekle ilgili daha Önce anlayamadıkları husus da, bu
ineğin rengi veya güzelliği değiL sahihleri tarafından neden tarlaya sürülmediği
ve kendi haline bırakıldığı idi!. Evet. bizim de sormamız. bizim de anlamamız
gereken bir durumdur bu!. Öküzden bile süt sağmaya çalışan genel yahudi
zihniyetini dikkate aldığımız zaman, böyle bir ineğin sahibi olan bir yahudi,
nasıl olur da sahip olduğu dinç ve kuvvetli bir inekten faydalanmaz, bu ineği
yeri sürmek ve ekini sulamak için kullanmaz ve onu kendi halinde salıverirdü.
İşte burada mal ve menfaat sevgisinin önüne geçen sevgi, bu kimselerin günahları
nedeniyle kaiblerine sinen buzağı sevgisiydi!. Çünkü görenlerin içini
ferahlatacak bir sarılıkta olan bu İnek, kalplerine buzağı sevgisi sinenler
için kesinlikle sıradan bir inek değildi!.
Hükmünde hikmet sahibi
olan Rabbimiz, günahları nedeniyle kalplerine buzağı sevgisi sinenleri ortaya
çıkarmak için, bu ineği çok sıradışı ve parlak bir sanlıkta yaratmıştı. Bu ineği
henüz buzağı halinde görenler, kalplerine sinen buzağı sevgisinin bîr anda
depreştiğini ve kabardığını hissetmişlerdi. Yıllar önce gözleriyle görmelerine
ve hem de böğürmesini duymalarına rağmen Musa Aleyhisselam'ın öfkesiyle
ellerinden alınan ve yakılan İlahları, şimdi aynı altın sanlığında ve canlı
olarak karşılarına gelmişti!. Kalplerine buzağı sevgisi sinenler, en kısa
zamanda bu buzağıyı sahiplenmişler ve bu buzağı orta yaşlı bir inek durumuna
gelesiye kadar tazim ve hürmette bulunmuşlardı. Her türlü batıl karşısında
tavizsiz ve öfkeli bir tutum takman Musa Aleyhisselam'ın, elbetteki
toplum içinde yaşanan
bu durumdan haberi yoktu. Kendi haline bırakıldığı için zaman zaman
başkalarının ekinlerine ve bahçelerine zarar veren bu inekten, hiç kuşkusuz ki
rahatsız olanlar da vardı. Ciddi bir olasılıkla bu zararlardan bıkıp-usanan
bir kişi, kalplerine buzağı sevgisi sinen bu insanlara "Sizin bu
durumunuzu Musa'ya söyleyeceğim" dediği için öldürülmüştü. Bu İneğe tazim
ve hürmette bulunulduğunu öğrendiği zaman, Musa Aleyhisselam'm hiç düşünmeden
ineklerini boğazlayıvereceğini bilen bu sapıklar, ilah yerine koydukları
ineklerini koruyabilmek için öncelikİe bu kişiyi öldürmüşler ve üzerlerindeki
şüpheyi dağıtmak için, Musa Aleyhisse-lam'dan katili bulmasını istemişlerdir.
Tabi ki gelişmeler, hiç
de istedikleri gibi olmamıştır. İneklerini kurtarmak için kurdukları onca
düzenden sonra gelen ilk İlahi emir, canlan gibi korumak istedikleri bu ineğin
ke-sîlip-boğazlanması olmuştu!. Mesele Allah'ın hükmü olduğu zaman Salih
Aleyhisselam'ın mucizevi devesini illa ki boğazlamak isteyen küfür zihniyeti,
mesele şirk ve küfür olduğu zaman rengi alacasız san olan sıradan bir ineği
bile kesmek ve kestirmek istememişlerdi!.
Bu konuda uzun
tartışmalara,
uzun cedelieşmelere
girmişler ve bu kargaşaya fazlaca tahammülü olmayan Musa Aleyhisselam'dan
çekindikleri için ineği yüksek bir ücret karşılığında vermek zorunda
kalmışlardı. Ayrıca bu ineğin kesilmesi ile katillerin bulunması arasında
görünür hiçbir ilişki de yoktu!. Ancak İnek boğazlanmış ve boğazlanan ineğin
bir parçasıyla öldürülen kişiye vurulduğunda, bu kişi Allah'ın bir ayeti olarak
dirilmiş ve kendisini öldüren katillerin kim olduğunu ve neden öldürüldüğünü
haber vermişti!. Elbetteki bu olaya şahit olan bütün İsrailo-ğulları için açık
bir ayet, açık bir mucizeydi bu!. Şanı yüce Rabbimiz düşünerek akletmeleri ve
içlerinde gizledikleri şüphelerden kurtulabilmeleri için, ölülerin di rütilmesiyle
ilgili olarak apaçık bir Örnek göstermişti kendilerine!.
Ancak daha sonra
kalbleri yine katilaştt bu kuşkucuların!. Kalbleri bir taş gibi, hatta daha
katı olduî. Çünkü Rahman olan Rabbimizin bildirdiği gibi "Öyle taşlar
vardır ki, yarılır ve içlerinden pınarlar fışkırır. Yine Öyle taşlar vardır
ki,,Alİah korkusuyla parçalanıp-yuvarlanırlar". Kaldı ki İsrailoğullan bu
ayetleri görmüşler, bu ayetlere şahit olmuşlar ve taşa asanın vurmasıyla
fışkıran oniki pınardan uzun süre su içmişlerdi.
Onlar bunca ayete
rağmen gaflete düşerlerken, Allah onların bu yaptıklarından elbetteki gafil değildi...
Musa Aleyhisselam bir
süre sonra,
İsrailoğullarıyla
beraber arz-ı mukaddese girmekle ve savaşarak orasını ele geçirmekle
emrolunrnuştu. Temiz ve mübarek yer anlamına gelen arz-ı mukaddes, Kudüs'de
Mescid-ül Aksa'nm bulunduğu bölgeydi. Bu İlahi emirle karşılaşan Musa
Aleyhisselam, İsrailo-ğullarına "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini
anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç
kimseye vermediğini size verdi" diyerek,
onlara Öncelikle Allah'm nimetlerini hatırlattı. Şükre vesile olması
gereken bu güzel hatırlatmadan sonra "Ey kavmim, Allah'ın sizin için
yazdığı kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin. Yoksa kayba
uğrayanlar olarak çevrilirsiniz" diyerek, savaşla emrolunduklarım
bildirdi.
Bu haberle ük
karşılaştıkları zaman. Önce İlahi bir lutufa mazhar olduklarını zannederek
sevinen İsrailoğulları, orada zorba ve güçlü bir kavmin olduğunu haber
aldıklarında korku dolu bir endişeye kapıldılar. Bu onların hiç alışık
olmadıkları bir durumdu!. O zamana kadar hiçbir düşmana karşı kendileri
direnmemişler ve hiçbir düşmanla kendileri sa-vaşmamışîardı. Çünkü aiemlere
üstün kılman bu kavmin rahat edebilmesi için yapılması gereken ne varsa, Musa
ve Musa'nın Rabbi tarafından zaten yapılıyordu!. Ayrıca her şeye Kadir olduğu
söylenen Allah'a göre, bütün bu işler elbetteki çok kolay olmalıydı. O halde
Allah'a göre kolay olan bu işleri niye kendileri üstlenecek ve kendilerini niye
zora sokacaklardı ki!. Kendilerini zor işler karşısında aciz bir kul, nimet ve
ikram karşısında üstün bir kavim olarak gören İsrailoğulları, bu düşüncelerle
Musa Aleyhisse-lam'ın emrine itiraz ederek "Ey Musa, orada zorba bir kavim
vardır, onlar oradan çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet
oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz" dediler. Verdikleri bu cevapla
Musa AleyhisselanYın emrine tamemen karşı çıkmadıklarını, sadece o zorba
kavimle savaşmak istemediklerini, şayet o kavim oradan çıkarılırsa Aüah'ın
emri gereği o kutsal beldeye mutlaka ve seve seve gireceklerini söylemektedirler!.
Norma! insan
ilişkilerinde bile, karşı tarafı bilmez, görmez ve anlamaz yerine koyan bu
yaklaşımı, İsrailoğulları ne yazık ki Allah ve Resulüne karşı
göstermektedirler!. O zorba kavimle savaşmayacaklarını fakat onîar oradan
çıkarılırsa, o kutsal beldeye girme lutfunda bulunacaklarını söyleyerek, bu
İlahi nimeti kabul etmelerinin bile takdire şayan bir durum olduğunu
belirtmektedirler!. Çünkü kendileri gibi alemlere üstün kılınan bir kavim
olmasa, alemlerin Rabbi olan Allah kime nimet verecek, kime lütfedecek ve onlar
gibi bir kavimi nasıl bulacaktı ki!.
Şaşkınlıkta ve sapıklıkta
haddi aşan İsrailoğullannin bu cevabı üzerine, Musa Aİeyhîsselam kavminin diğer
İnsanlarını görmeye, diğer insanlarıyla görüşmeye başladı. Herkeste aynı
korku, aynı endişe vardı. Gerçi Musa ve Harun Aleyhisselam» da çok zorba ve çok
güçlü olan bu kavimden hiç korkmadıklarını, hiç çekinmediklerini
söyleyemezlerdi. Ancak Firavun ve orduları, bu kavimden daha zorba ve daha
güçlü değil miydi? Kendilerine bu kavimle savaşmalarını emreden Allah (Celle
Celaluhu), yine kendilerini görecek ve yine kendileriyle beraber olmayacak
mıydı? O halde korkulması gereken bu zorba kavim değil, Allah'ın emrine rağmen
o kutsaİ beldeye gitmemek ve Allah'ın bu emrine sırt çevirmek olmalıydı. Musa
Aleyhisselam bütün bunları anlatıyor fakat kavmi her nedense anlamıyor,
anlamak istemiyordu bu gerçekleri!. Korkanlar arasında olup da. Allah'ın kendilerine
nimet verdiği iki kişi ki bunlar, Musa ve Harun Aleyhisselam da olabilir-,
duydukları korkuyla bîr türlü savaşmak istemeyen İsrailoğullana "Onların
üzerlerine kapıdan girin. Şayet oradan girerseniz, şüphesiz sizler galipsiniz.
Eğer mü'minler-denseniz, yalnızca Allah'a tevekkül edin" diyerek, onları
cesaretlendirmek istediler. Allah'ın hoşnutluğu ve vadedilen ebedi cennet
hayatı için bile kendilerini hiç riske atmak istemeyen İsrailoğuHarı, alaycı
bir gülümsemeyle karşıladılar bu sözleri!.
Musa Aleyhisselam'a
dikkatlice baktıktan sonra, birçok şeyi anladığını zanneden bu peygamberin,
kendilerini hiç anlamadığı kanaatine vardılar. İşte bu duruma açıklık getirmek
ve bu belirsizliği ortadan kaldırmak için, kalplerinde gizledikleri kesin
kanaati dile getirerek "Ey Musa, onlar orada olduğu sürece, biz hiçbir
zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada
durup-bekleyeceğiz" dediler. İsrailoğuHarı, Musa Aleyhisselarn'a bu cevabı
verirken elbetteki hiç utanmamışlar, utanıp-sıkılrnamış-lar!. Çünkü
kendilerine göre çok akli ve çok mantıklı bir yaklaşımdı bu!. Firavun ve
ordularına helak eden Allah, elbetteki bu zorba kavimi de helak edebilirdi. O
halde niye kendilerini riske atacaklar, Allah'a göre çok kolay fakat
kendilerine göre çok zorlu olan bir işi, niye kendileri üstleneceklerdi ki!.
Nitekim Musa Aleyhis-selam'a da bunu, bu gerçeği söylemek istemişlerdi.
Kendilerini savaşa zorlayan
Musa Aleyhisselam'a 41 Sen bizim
gibi acizleri, bizim gibi güçsüzleri bırak!. Gerçek kuvvet ve güç sahibi
olduğunu söylediğin Rab-binle beraber git ve ikiniz savaşın. Biz burada durup bekleyecek
ve siz onları yenip-o beldeden uzaklaştırın-ca, mutlaka oraya geleceğiz.."
demişlerdi!. Bu cevap karşısında öylece durdu, Öylece durakaldı Musa Aleyhisselam!. Nasıl bir kavime peygamber olarak
gönderildiğini ve bu kavmin ne menem bir kavim olduğunu anladıkça, öfke dolu
bir hayrete düşüyordu!. Firavuna pazarlıksız köle olan ve Firavun'un
işkenceleri karşısında hiçbir direnç göstermeyen bu şaşkınlar; kendilerini
Firavun'dan ve Fira-vun'un zulmünden kurtaran Allah'a kulluk konusunda pazarlık
ediyorlar, Firavun'a ve Firavun'un emirlerine gösterdikleri teslimiyeti,
Aİlah'a ve Allah'ın emirlerine karşı göstermiyorlardı!. Şimdi ne denir,
şimdi ne denilebilirdi
ki bu insanlara!. Yüreğine hüzün ve öfke veren bu düşünceler içinde, denizin
ikiye yarıldığı o muhteşem olayı hatırladı Musa Aleyhisselam. İsrailoğuHarı
denizin ortasına geldiklerinde, denizin niye birleşmediğini ve bu azgın
insanların niye kurtarıldığını düşündü!. Fakat düşünse de anlayamadı, istese de
bulamadı bu zor sorunun zor cevabını!. Umudsuz gözlerle öylece kavmine, öylece
İsrailoğulla-rina baktı. Onları kendisinden, kendisini onlardan uzaklaşmış
görüyor, uzaklaşmış hissediyordu!.
Hüzünlü bir yüz
ifadesiyle "Ey Musa, ey anne-moğlu!. Şimdi ne yapacağız" dercesine
kendisine bakan Harun Aleyhisselam'a takıldı gözleri. Kendisini tutmasa
ağlayacak, kardeşi Harun'a sarılarak belki de uzun uzun ağlayacaktı Musa
Aleyhisselam. İçinden yükselen hıçkırıkları bir bir yutmaya çalışarak, öksüz
ve yetim bir çocuk
gibi omuzlarını kaldırdı. Omuzlan arasına gömülen başını yana eğerek, hüzün ve
çaresizlik dolu bir sesle "Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden
başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen
ayır, Sen ayır, Sen ayır" deyiverdi!. Kavminin İsyan ve sapıklıkları
karşısında birçok kez dilinin ucuna gelen bu duayı, en sonunda yapmış,
yapıvermiş, yapmak zorunda kalmıştı Musa Aleyhisselam.
Tabi ki hemen kabul
görmüştü bu dua. Musa Aleyhisselam'a asasından ve şah damarından daha yakın
olan Allah (Celle Celaluhu), bu duaya icabet etmiş ve çok uzun yıllar kavminin
dünyevi ve uhrevi kurtuluşu için mücadele veren Musa Aleyhisse-lam'a
"Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca
dönüp-dolaşacaklar. Sen de o fasık kavim için artık üzülme"
buyurdu. Bu İlahi buyrukla beraber,
Allah ve Resulüne
isyan eden İsrailoğulları ile peygamberlerinin yolları ayrılmış ve bu isyankar
kavime arz-ı mukaddes kırk yıl haram kılınmıştı. Allah'ın emri gereği kutsal
beldeye girmeyen ve zorba kavimi oradan çıkarmayan İsrailoğulları, Rabbimizin
bir vesilesiyle -ki belki de kendilerine saldırılacağım duyan bu zorba kavim
tarafından- kendi yurtlarından çıkarıimış ve yeryüzünde şaşkınca
dönüp-dolaşmaya başlamışlardı!. İsrailoğullannın zillet ve horluk içinde
şaşkınca dolaştıkları bu döneme, Tih dönemi denilmiştir. Tih kelimesi isim
olarak içinden çıkılmaz, yol bulunmaz ova, çöl demektir. Dolayısıyle İsrailoğullannın
şaşırıp hayrete düşecekleri, uzun yıllar dönüp-dolaşmalarına rağmen İçinden
çıkıp-yol bulamayacakları bu çöle de Sahray-ı Tih yani Tih çölü denilmektedir.
Artık bu olayia ve bu
sözlerle ayrılıyoruz Musa ve Harun Aleyhisselam'dan. Rabbimizin bizlere
bildirdiği bu kıssaya iman eden rriü'minler olarak, bu kıssanın en önemli iki
karakterine yani Musa Aleyhisselam ile Firavun'a tekrar bakıyoruz. Ölüm
gerçeğini dikkate aldığımız zaman, bu iki ayrı kişinin bir saatlik dünya hayatında
nasıl ve hangi şartlarda yaşadıklarının değil, kendileri için nasıl bir akibeti
tercih ettiklerinin çok daha Önemli olduğunu görüyoruz. Nitekim meselenin bu
önemli boyutunu farkeden herkese "Musa'nın akibeti-ni mi, yoksa Firavun'un
akibetini mi istersiniz?" şeklinde bir soru yönelttiğimizde, hepbir
ağızdan ''Musa'nın akibetini isteriz'" dediklerini duyuyoruz. Elbetteki
doğru bir cevap, çok doğru bir tercihtir bu!. Ancak bu cevabı veren insanların
büyük bir çoğunluğu sonuç olarak Hz. Musa'nın akibetini istemelerine rağmen, nefsi
nedenlerle firavunlara Özgü yaşam tarzlarının, firavunlara özgü yolların,
firavunlara özgü kervanların peşine takılmaktadırlar!. Oysa , Musaların
akibetine ulaşabilmek, ancak ve ancak Musaların yoluna girmekle ve nefsimize
hoş gelmese de onların kervanına katılmakla mümkündür. Bu anlayışla iman ve
ihsan sahibi olan bu peygamberlere daha yakından bakıyor, bu güzel insanları
daha iyi tanıdıkça, onların ne olduğunu ve bizlerin ne olmadığını çok daha iyi
anlıyoruz. İşte bu gerçek bu anlayışla onları sevgi ve rahmetle anıyor,
"Alemler içinde
selam olsun Musa
ve Harun Aleyhisselam'a"
diyoruz..
Musa Aleyhisselam ile
Rabbimizin katından ilim verdiği salih bir kul arasında yaşanan bu kıssa,
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen güzel ve gizemli kıssalardan birisidir.
Tefsirlerde yeterince açıklanmayan ve bunun da Ötesinde bazı şüpheli
rivayetlerle daha da çarpıtılan bu kıssa, ne olduğundan ziyade ne olmadığı
konusunda açıklık getirilmesi gereken bir kıssadır. Çünkü Samiri olayındaki hak
ayet, İsraüoğullan tarafından nasıl batıl bir şekilde yorumlanmışsa, bu hak
kıssa da kendilerini İslam'a nisbet eden birçok çevre tarafından aynı şekilde
çarpıtılmış ve batıl yorumların hak delili durumuna getirilmiştir.
Mesela Kur'an-ı
Kerim'de hayr ve şerle ilgili olarak "Savaş, hoşunuza gitmediği halde
üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için
hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir serdir. Allah bilir de
siz bilmezsiniz. [40]buyurul-maktadır.
İşte bu ayet-i kerime, ne yazık ki birçok grup tarafından bu kıssa ve bu
kıssadaki olaylarla bütünleştirilerek batıl bir şekilde yorumlanmaktadır.
"Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği" şeklinde
ifadelendirilen bu
yorum ve bu anlayış öyle noktalara vardırılmıştır ki; şer üzere gördüğünüz bir
insanı, bir grubu şeriata göre eleştirmeniz, hakka ve hayıra davet edebilmeniz
kesinlikle mümkün değildir. Gördüğünüz ve eleştirdiğiniz olayın zahirde şer
olduğunu izah etseniz bile, meselenin zahirini değil, batınını önemseyen bu
İnsanları serden uzaklaştırıp hayra davet edemezsiniz. Çünkü bu kimseler
görülen olayın zahirde şer olduğunu kabul etmekle beraber batıl ve batini
umudlarla "Şer görülende
hayır, hayır görülende
şer olabileceği'1 anlayışını sahiplendikleri için apaçık olan serde
hayır aramaya ve bu hayn beklemeye devam edeceklerdir.
Oysa yukarıda
zikrettiğimiz ayet-i kertme, böylesi anlayışlara kapı aralayan bir ayet-i
kerime değildir. Çünkü bu ayet-İ kerimede hayır görülende şer, şer görülende
hayır olabileceği değil, hoşumuza gitmeyen bir şeyde hayır, sevdiğimiz bir şey
de ise şer olabileceği buyurulmaktadır. Daha açık bir ifadeyle hoş görülen veya
hoş görülmeyen şeyler, naklin yani İlahi vahyin değil, bizlerde bulunan nefsin
veya cahili realiteden etkilenen aklın hoş görüp, görmediği şeylerdir.
Dolayı-sıyle hayrın ta kendisi olan Kur'an-ı Kerim penceresinden bakarak
hayr gördüğümüz her şey
hayır, şer gördüğümüz her şey serdir.
Mesela aşağıdaki ayet-i kerimelerde, şanı yüce Rabbimiz bazı hayırların ne
olduğunu şöyle beyan etmektedir.,
'Güzel bir söz ve
bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir
şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.[41]
"Eğer
mü'minseniz, Allah'ın (helalinden) bıraktığı (kazanç, az da olsa) sizin için
daha hayırlıdır. Ben (sadece tebliğ ediyorum), sizin üzerinize bir bekçi
değilim.[42]
"Allah, hidayeti
kabul edenlerin hidayetini arttınr. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin
katında sevap bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha
hayırlıdır. [43]
"Bizim
ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Öyleyse ateşin
içine bırakılan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz
dilediğinizi yapın. Çünkü O, yapmakta olduklarınızı gerçekten görendir.[44]
Şimdi bu ayet-i
kerimelerle beyan edilen hayırlarda, şer arayabilir miyiz? "Bunlar hayır
olarak bildirilmiştir ama, bu hayırlarda şer olabilir!." diyebilir miyiz?
Elbetteki hayır!. Çünkü biraz önce söylediğimiz gibi, şanı yüce Rabbimizin
hayır olarak beyan ettiği her şey hayrın ta kendisi, şer olarak beyan ettiği
her şey de şerrin ta kendisidir. "Şer görülende hayır, hayır görülende
şer olabileceği" anlayışını İlahi vahye nisbet etmek, İlahi vahyin şer
bildirdiğinde hayır, hayır bildirdiğinde şer olabileceğini zannetmek, kendi
nefislerimizde bulunan bu çelişkiyi Allah'a nisbet etmektir!.
Rabbimizin hayır
bildirdiğinde şer, şer bildirdiğinde hayır olabileceğini düşünmek, inancında
mutmain olması gereken bir müslümanın itikadında, kesinlikle bulunmaması
gereken bir düşünce şeklidir. Meseleyi bu şekilde anlamamız gerektiği halde,
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ve Musa Aleyhisselam ile salih bir kulun yol
arkadaşlığını içeren kıssa tevii edilerek, bu mesele şeriatın da fevkinde
değerlendirilmekte ve şeriat ile hakikatin, zahir ile batının bazı durumlarda
çelişebileceği ve batini ilimlere göre doğru olan bir davranışın, zahiri
ilimlere yani şeriata göre yanlış görülebileceği ileri sürülmektedir. Özellikle
birçok tasavvuf çevresinde yaygınlaşan bu anlayışa şimdilik bir kenara bırakarak,
kıssanın mahiyetine geçiyoruz. Bu güzel ve gizemli kıssa, Kur'an-ı Kerim'de
şöyle zikredilmektedir., "Hani Musa genç-yardımasına demişti: 'İki denizin
birleştiği yere ulaşıncaya kadar (gideceğim ve bu yoldan) hiç ayrılmayacağım,
ya da uzun zamanlar geçireceğim. " Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği
yere ulaşınca balıklarını unuttular; (balık da) denizde bir akıntıya doğru (veya
bir menfez bulup) kendi yolunu tutup-gitti (Varmaları gereken
yeri) Geçtiklerinde (Musa) genç-yardımcısına "Kuşluk yemeğimizi getir, andolsun
bu yaptığunız-yokıduktan gerçekten
yorulduk.'' dedi.
"(Genç-yardtmcısı, başımıza geleni) Gördün mü, kayaya sığındığımız vakit,
ben balığı unutmuşum. Onu bana şeytandan başkası unutturmadı; o da şaşılacak
tarzda denizde kendi yolunu tuttu ve gitti. " dedi. (Musa) "İşte, bizim
de aradığımız buydu." dedi ve izleri üzerinde gerisin geriye döndüler.
Derken, katımızdan
kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz
kullarımızdan bir kulu buldular. Musa ona dedi ki: "Allah'ın sana
öğrettiği ilim ve hikmetten bana da Öğretmen için sana tabi olabilir
miyim?" Dedi ki: "Gerçekten sen, benimle birlikte olmaya kesinlikle
sabredemezsin. Özünü (içyüzünü) kavrayamadığın şeye nasıl
sabredebilirsin?" (Musa:) "İnşaattan, beni sabreden (biri olarak)
bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim " dedi. Dedi ki:
"Eğer bana uyacak olursan, ben sana bir açıklamada bulunmadıkça, hiçbir şey
hakkında bana soru sorma. "
Böylece ikisi yola
koyuldu. Nihayet bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi
ki: "İçindekiler boğulsun diye mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı
bir iş yaptın." Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olmaya
kesinlikle sabır gösteremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" (Musa:)
"Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk
çıkarma" dedi
Böylece ikisi (yine)
yola koyuldular. Nihayet bir çocukla karşılaştıkları zaman, o hemen bunu Öldürüverdi.
(Musa) Dedi kû "Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın, masum bir cam mı
öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın." Dedi ki: "Gerçekten
benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemeyeceğini ben sana söylemedim
mî?" (Musa:) "Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık
benimle arkadaşlık etme. Benden yana mazur (yeterli bir özre ulaşmış)
olursun" dedi.
Böylece ikisi (tekrar)
yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip onlardan yemek istediler, fakat
(kasaba halkı) onları konuklamakdan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz
tutmuş bir duvar buldular, hemen onu doğrultuverdi. (Musa) Dedi ki: "Eğer
isteseydin, buna karşılık (onlardan) bir ücret alabilirdin." Dedi ki:
"İşte bu, birbirimizden ayrılma zamanımız. Şimdi sana, sabredemediğin
şeylerin içyüzünü (hakikatini) haber vereceğim. "
"Gemi, denizde
çalışan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) onların ilerisinde, her (sağlam) gemiyi zorbalıkla ele geçiren
bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun, anne ve babası mü'min kimselerdi.
Bunun onlan azginlık ve inkara sürüklemesinden (onlar adına) korktuk.
Rablerinin onlara, temizlikçe daha hayırlı ve daha merhametli
birini vermesini diledik. Duvar ise şehirde iki yetim oğlana ait idi ve altında
onlara ait bir define vardı. Babalan da salih biriydi. Rab-bin diledi ki,
onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbin-den bir rahmet olarak kendi
definelerini çıkarsınlar. Ve ben bunu kendiliğimden (kendi görüşüm) olarak yapmadım. İşte,
senin sabredemediğin şeylerin
içyüzü (hakikati) budur. [45]
Musa Aîeyhisselam ile
salih kulun kıssasını anlatan ayet-i kerimeler bu kadardır. İslam'ı daha iyi
yaşayabilmemiz ve daha iyi bir kul olabilmemiz için bizlere gerekli olan her
şeyi, gerektiği kadar açıklayan Kur'an-ı Kerim, söz konusu kıssayı da yukarıda
zikrettiğimiz ayet-i kerimeler çerçevesinde vermiştir. Dolayısıyle bu kıssadan
faydalanabilmemiz için, bu kıssayı sadece ayet-i kerimeler çerçevesinde
değerlendirmemiz bizler için yeterli olabilecektir.
Musa Aleyhisselam'm
yol arkadaşı kimdir, karşılaşılan salih kulun
ismi Hızır mıdır, Hazır mıdır. bu
salih kul, insan mıdır, cin midir, melek midir, bu salih
kulun mertebesi, peygamber
mertebesinin üstünde midir, altında mıdır?., gibi sorular, kıssayla
ilgili olarak mutlaka cevaplanması gereken sorular değildir. Salih kulun ismi
ve cismi zikrediî-rnemişse, bu bizler için önemli ve gerekli olmadığı içindir.
Çünkü kıssadan almamız dilenen gerçekleri alabilmemiz için bunların bilinmesine
de gerek olsaydı, hiç şüpheniz olmasın ki kıssada bunlar da zikredilirdi.
Kur'an-ı Kerim'de
zikredilen bu kıssanın, asr-ı saadet dönemindeki müslümanlar tarafından nasıl
algılandığına baktığımız zaman, bu kıssanın herhangi bir fitne veya
karışıklığa neden olmadığını görüyoruz. Asr-ı saadet dönemi müslümanlan, bu kıssadan
almaları gerekeni almışlar ve alabildikleri kadarıyla yetinmişlerdir. Efendimiz
(Aleyh issalatu ves-selam)'a bu kıssaya ait yüzlerce soru sorulmamış, zahiri
ilimler-batıni ilimler tasnifi yapılmamış ve zahiri ilimler küçümsenerek batini
ilimlerin peşine düşül-memiştir!.
Kur'an-ı Kerim'de
zikredilen bu kıssadan almamız gereken ilim ve hikmet, elbetteki çok geniştir.
Ancak bu ilim ve hikmetleri elde etmek için kırk batıl anahtarla, kırk batini
kapıyı zorlamamıza veya şeriatten bihaber sufi çilingir çağırmamıza hiç gerek
yoktur. Çünkü iman edenler, sabredenler, Rablerine tevekkül ederek düşünüpakledenler
için apaçık bir beyan olan Kur'an-ı Kerim, bu müslümanların anlaması gereken
ilim ve hikmeti batini bohçalara sarmamış ve zan dolu vadilere gîzlememiştir.
Kur'an-ı Kerim'de
elbetteki anlayamadığımız ayetler,
anlayamadığımız hikmetler, anlayamadığımız kıssalar olabilir. Bunları
anlayamamamız, ayetlerin an-laşılmazlığından veya yeterince açıklanmamasından
değil, bizlerdeki anlayışın yetersizliğinden veya söz konusu ayetlerin dünya
insanlarına açılacağı zaman, mekan ve şartların henüz oluşmadığındandır.
Böylesi durumlarda anlaşılamayan ayet veya kıssaları illa ki anlaşılır kılmak
için, ayetlerin zahir manalarından kopmak ve Kur'an-ı Kerimle bütünleşmeyen
zanni yorumlarda bulunmak, şiddetle sakmılmasi gereken bir durumdur. Çünkü
herhangi bir ayeti bilmemek veya anlamamak, o ayet hakkında yalan yanlış
yorumlara kapılmaktan çok daha iyi, çok daha güvenli bir konumdur.
Bir ayeti veya kıssayı
anlamayan ve anlamadığını bilen müslümanların, yarınlarda bu ayet veya kıssayı
anlayabilme olasılıkları bulunurken; anlamadıklarını bilmeyen veya yanlış
anlayan kimseler, bu olumlu olasılığa kendilerini kapatan kimselerdir. Ayrıca
dikkate almamız gereken en önemli husus, ayet veya kıssalarla ilgili olarak
anlamamız gereken İlahi gerçekler, kesinlikle ve kesinlikle ayetlerin zahirine
bağlı kalarak ulaşabileceğimiz gerçeklerdir. Nitekim daha önce de belirttiğimiz
gibi ' iman ve teslimiyet iie ayetlerin zahirine sadık kalarak düşünen her
müslüman için "Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve
olur ki, sevdiğiniz şey de sîzin İçin bir serdir.." ayet-i kerimesinin
dosdoğru bir yorumu ve açıklaması olan bu kıssa; ayetlerin zahirinden koparak
batini vadilerde, batıl yorumlarda bulunan kimseler için ne yazık ki aynı
hakikatin çarpıtılmasında kullanılmakta ve bu çarpık anlayışa bir delil olarak
ileri sürülmektedir!. Zahirdeki koskoca dağı göremeyen bu kimseler, bu dağın
yamaçlarında dolaşarak batini tepecikler aramakta ve çoğu kez bu tehlikeli
yamaçlardan aşağı yuvarlanmaktadırlar!.
Bizler gibi sıradan müslümanların görmediğini görme, bilmediğini bilme
sevdasına kapılarak bu kıssaya görünür zahirinden değil, görünmeyen batınından
yaklaşan kimseler, Kur'an-ı Kerimde zikredilen bu kıssadaki ilime,
"Olmadan önce olacakları biimek ve ona göre tedbir almak ilmidir"
demişler ve bu ilmi "Batın ilmi, Gayb ilmi, Ledünni ilim" olarak
isimlendirmişlerdir. Bu yaklaşıma itibar eden büyük çoğun-Iuğu icma zannederek
bunlara katılmamız ve Ledünni denilen böylesi üimlerin(!) peşine düşmemiz tabi
ki söz konusu değildir. Çünkü "Olmadan Önce olacakları bilmek ve ona göre
tedbir almak" ifadesiyle tanımlanan böyle bir Gayb ilmi, şanı yüce
Rabbimizin en sevgili peygamberlerine dahi vermediği bir ilimdir. Nitekim
Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam)
Kur' an-ı Kerim ifadesiyle
"De ki: "Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan
(hiç bir şeye) malik değilim. Eğer gaybı
bilebilseydim muhakkak hayırdan
yaptıklarımı arttıracaktım ve bana bir kötülük de dokunmazdı. Ben, iman
edecek bir topluluk için, bir uyarıp korkutucu ve bir müjde vericiden başkası
değilim, [46]buyurmaktadır.
Dikkat edilirse bütün
bu ifadeler. şanı yüce Rabbimizin, alemlere rahmet olarak gönderdiği Efendimiz
{Aleyhissalatu vesselamca "De ki" buyruğuyla ikrar ettirdiği
ifadelerdir. Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) bu ifadeyle bütün müslümanlara
"Eğer gaybı biiebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttıracaktım, ve
bana bir kötülük de dokunmazdı.." derken; gaybe duydukları merakla gay-bi
ilimlerin peşine düşenlere de "Büyük bir merakla peşine düştüğünüz gayb
ilmini, ben bile bilmiyorum!.'" demektedir.
Meseleyi bu şekilde
dile getirişimizi hoş karşılamayan bazı kimseler "Efendim, gaybı
elbetteki sadece Allah bilir. Ancak Allah dilediği kullarına bazı gaybi
haberler verebilir" derlerse. Kur'an-ı Kerim'e mutabık olan bu ifadeleri
tabi ki kabul ederiz. Mü'min-leri bağlayıcı olan ve bütün müminlerin iman
etmesi gereken bu gibi gaybi haberler, hiç kuşkusuz ki şanı yüce Rabbimizin
seçtiği peygamberlerine ilettiği haberlerdir. Peygamber vasıtasıyla kendilerine
iletilen bu gibi gaybi haberlere şahit olan bütün müminler, "Peygambere
iman edin" hükmü gereğince, peygamberin getirdiği bu haberlere de iman
etmekle yükümlüdürler.
Gaybi haberlerin
peygamberler dışındaki kimselere bildiriîip bildirilmemesi ise, konuşmamıza
bile gerek olmayan bir husustur. Mesela peygamber olmayan bir insan.
"Bana bazı gaybi haberler verildi veya veriliyor!." derse, bu şaşkın
kimse gayb değil, fitne ve fesat habercisidir. Çünkü bu habere İslam'ın ve
imanın gereğini bilmeyen bir takım zavallılar inanırken; peygamber olmayan
kimselere karşı imani bir mükellefiyetleri olmadığını ve bunlara iman etmemeleri
gerektiğini bilen müminler ise imanlarının bir gereği olarak karşı
çıkacaklardır. Dolayısıyle bu haber müslümanlann tevhidine değil, yeterince
ak-ledemeyen kimselerin tefrikasına neden olacaktır.
Oysa İslam,
İslam'a talip olan tüm
insanların amelde ve inançta birliğini gözeten bir tevhid dinidir. Tevhid
dininin sahibi olan Allah İse, peygamber olmayan bu gibi şaşkınlara bazı gaybi
haberler vererek, İslam'a talip olan insanların tefrikaya
düşmesini dilemez. Ayrıca
bu önemli meselede dikkate aimamız gereken bir diğer husus, Allah'ın
dilediği bir kuluna bazı gaybi haberler vermesi demek, o kulun gayba veya gayb
ilmine vakıf olması demek değildir. Çünkü herhangi bir konuyla ilgili kısmi
haberler, o konuyla ilgili ilim yerine geçmez. İlimde bir bütünlük ve
yeterlilik vardır. Her ilim, kendi sahasındaki bütünlüğe ve yeterliliğe
sahiptir. Dolayısıyle peygamberlere dahi gayb ilmi değil, sadece bazı gaybi
haberler verilmiştir. Gaybi ve gayb ilmini ise ancak ve ancak Rabbimiz
bilmektedir. Böyle bir ilim ne peygamberlere ve ne de Musa Aleyhisselam'm yol
arkadaşı olan salih kula verilmiştir.
Artık bu kısa
açıklamadan sonra Batıni veya Ledünni denilen bu gibi gaybi ilimleri(!). bu
ilimlerle uğraşmaya rnüstehak kişilere bırakıyor ve apaçık hakikatlere talip müminler
olarak, Musa Aleyhisselam île salih kulun kıssasından çok az da olsa şimdilik
ne anladığımıza ve ne anlamamız gerektiğine geçiyoruz. Bu kıssayla ilgili
olarak zikredilen ayet-i kerimelerden anlaşılacağı üzere, Musa Aleyhisselam'ın
iki denizin birleştiği yerdeki buluşma yerine yönelmesi, söz konusu salih kuİu
bulmak ve ona Rabbimizin katından verdiği bir ilmi öğrenmek içindir.
Yaşanan bir olay veya
sorulan bir soru nedeniyle Allah'ın kulları arasında kendisinden daha alim bir
kimsenin olduğunu öğrenen ve bu İlme talip olan Musa Aleyhisselam, Rabbimizin
verdiği ön bilgilerle buluşma yerine yönelmiş ve genç yardımcısına "İki
denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, ya da uzun yıllar, çok uzun
zamanlar yürüyeceğim" diyerek, buluşmaya yönelik İstek ve kararlılığını
belirtmiştir. Ancak sonucu belirsiz bu ifadeyi ve bir tercihi belirten
söyleniş şeklini dikkate aldığımız zaman, bu buluşmanın Rabbimizin kesin emri
olmadığını ve Musa Aleyhisselam'ın kendi isteğiyle bu kararı verdiğini anlayabiliriz.
Çünkü Rabbimizin müslumanlara yönelik tüm emirlerinde bir belirsizlik olmadığı
gibi, herhangi bir tercih hakkı da yoktur.
Ayrıca Musa
Aleyhisselam'ın ayet-i kerimelerde yer alan bu sözlerini dikkate aldığımız
zaman, kıssanın yaşandığı zaman dilimiyle ilgili olarak Efendimiz
(Aley-hissalatu vesselamca nisbet edilen ';Musa Aleyhisselam bir gün
İsr.ailoğullarına vaaz ve nasihatta bulunurken, kendisine, "İnsanların en
alimi kimdir?" diye soruldu. Bu soruyu fazlaca düşünmeyen Musa
Aleyhisselam "Benim"' diye cevap verdi. "Allahu a'lem" yani
"Bunu en iyi bilen Allah'dır" demediği için, Rabbimiz Musa
Aleyhisselam'ı azarladı ve ona "İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum, senden daha alimdir" diye vahyettî. Musa
Aleyhisselam "Ey Rabbim, ben onu nasıl bulabilirim?" diye sorduğunda,
kendisine "Zenbile balık koy ve onu sırtına alarak yola çık. Balığı nerede
yitirirsen, o zat oradadır" buyurul-du..." gibi rivayetlere de biraz
itiyatlı yaklaşıyor ve bu kıssanın yaşandığı zaman diliminin, Musa
Aieyhis-selam'm İsrailoğuilarıyla yollarının ayrıldığı Tih döneminde
gerçekleşmiş olabileceğini düşünüyoruz. Çünkü kavmine karşı sorumlu bir
peygamber olan ve başlarından ayrıldığı zaman onların Harun Aleyhis-selam'a
rağmen ne yaptıklarını ve nasıl yoldan çıktıklarını çok iyi bilen Musa
Aleyhisselam, İsrailoğullarının başında olduğu bir dönemde "İki denizin
birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, ya da uzun yıllar, çok uzun
zamanlar yürüyeceğim" demezdi, diyemezdi.
Bu gerçeği dikkate
aldığımız zaman, söz konusu kıssanın İsrailoğuiları ile Musa Aleyhisselam'm
yollan ayrıldıktan sonra yaşanmış olabileceği kanaatine ulaşıyoruz. Ayet-i
kerimedeki "Genç yardımcı" ifadesi de, Musa Aleyhisselam'm gençliği
ve dinçliği geride bırakan bir yaşlılığa ulaştığına işaret ettiği için, bu
kanaatimizi kuvvetlendiren bir ifade olmaktadır. Ayrıca boyler bir kanaate
ulaşırken, İsraiİoğullarıyla yollan ayrılan Musa Aleyhisselam1 in kalbi
durumunu ve hüzün dolu duyguiarını da dikkate alıyoruz. İnsanların ve kavminin
kurtuluşunu dileyen, bu amaçla çok uzun yıllar mücadele eden bir peygamber
için, gerçekten katlanılması zor ve hazin bir neticedir bu!. Mücadeleyle geçen
uzun yıllardan sonra yaşlı ve yaşlanmış gözlerle geriye bakan Musa
Aleyhisselam, ne yazık
ki küfürleri nedeniyle denizde
helak edilmiş bir toplum ile isyan ve azgınlıkları nedeniyle çöle terkedilmiş
kavminden başka bir şey görmüyordu!. iyi ama onca mücadele, onca ayet, onca
mucize böyle bir sonuç için miydi? Musa AleyhisselanYm sahip olduğu ilimle
yeterince anlayamadığı, yaşadığı olaylara o an ki zaman diliminden bakınca
hikmetini yeterince kavrayamadığı İlahi bir takdirdi bu!. Çünkü İlahi
takdirlerdeki ilim ve hikmet, çoğu kez olayın yaşandığı şimdiki zamanda değil,
yaşanan olaylardan daha sonra ortaya çıkan ve anlaşılan bir ilim ve hikmettir.
Nitekim Musa Aleyhis-selam'a kıssadaki yolculuğu sonunda açılan İlim ve hikmet
de, İlahi takdir gereği yaşanan olaylardan sonra anlaşılabilen bir ilim ve
hikmet değil miydi? Dolayısıyle Musa Aleyhisselam'a kıssadaki bu olayları
yaşatan ve daha sonra hikmetini açıklayan Rabbimiz; böylelikle Musa
Aleyhisselam'a İlahi takdire yönelik güzel bir bakış vermiş ve bu takdir gereği
gerçekleşen olaylara karşı ufkunu hem genişletmiş, hem de derinleştirmiştir.
Evet, dikkate
alınmasında fayda gördüğümüz bu kısa açıklamadan sonra kıssaya dönüyoruz. Genç
yardımcısıyla yola çıkan Musa Aleyhisselam, iki denizin birleştiği yeri
bulabilmek için nereden gitmesi gerektiğini biliyor ancak varacağı menzilin
neresi olduğunu ve ne kadar gideceğini hiç bilmiyordu. Zaten sözleri arasında
yer alan "'İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar hiç ayrılmayacağım" ifadesi
de, sahilden hiç ayrılmayacağım
anlamına geliyordu. Çünkü iki denizin birleştiği yer sahilde olduğuna göre, bu
yeri bulabilmesi için kesinlikle sahil boyundan gitmesi ve sahilden hiç
ayrılmaması gerekiyordu.
Tabi ki gelişi güzel
bir gitme, gelişi güzel bir yürüyüş olmayacaktı bu!. Çünkü İki denizin
birleştiği yerde görünür bir sancak veya bir sınır işareti olmayacağına göre;
birleşen iki deniz hakkında en az bizlerdeki kadar bir bilgi sahibi olan Musa
Aleyhisselam'ın, bu bilgilere dayalı bir gözlem veya denemeler yaparak
ilerlemesi gerekiyordu.
Hocam, biraz önce
sizin de söz ettiğiniz bazı rivayetlerde, Rabbimizîn Musa Aleyhisselam'a
"Zen-bile balık koy ve onu sırtına alarak yola çık. Balığı nerede
yitirirsen, o zat oradadır" buyurulduğu belirtiliyor.
Biliyorum Fatih!.
Ancak yine de böylesi rivayetlere itiyatlı yaklaşmamız gerettiğine inanıyorum.
Çünkü Kur'an-ı Kerim'i tahrif edemeyecek olan şeytan aleyhillane, önemli İlahi
gerçekliklerin müsiümanlar tarafından araştırılmasını ve anlaşılmasını
istemediği zaman, ilk bakışta makul ve mantıklı gözüken cevaplar uydurarak, bu
cevapları peygamberler de dahil olmak üzere salih kimselere nisbet edebilir.
Yüreklerin-deki samimi peygamber sevgisiyle bu rivayetleri doğru kabul eden
müsiümanlar, artık Kur'an-ı Kerim'deki İlahi gerçeklikle ilgili olarak
sormaları gereken sorulan değil, bu soruya bir cevap niteliğindeki böylesi
rivayetleri düşünmeye başlarlar. Nitekim bu kıssayla ilgili olarak "Musa
Aleyhisselam iki denizin birleştiği yeri hangi bilgi ve tecrübeyle tesbit
edebilmiştir?" sorusunu düşünmeleri gereken dünya müslümanları, bu rivayetten
hareket ederek bin yılı aşkın bir süredir "Zenbil-deki tuzlu balık, nasıl
dirilmiştir?" sorusunu düşünmektedirler!.
Zaten lanetli şeytanın
istediği de budur!. Önemli olan dünya müslümanlannm ayetler ve ayetlerdeki
İlahi gerçeklikler üzerinde düşünmelerini engellemek ve ilk bakışta makul ve
mantıklı gözüken böylesi rivayetlerle Önemli İlahi gerçekliklerin üzerini
örtmektir. Çünkü Efendimiz (Aleyhissalatu vesselam)'a dahi nisbet edilebilen
böylesi rivayetlerle karşılaşan müsiümanlar, cevabını bulduklarını
zannettikleri bu İlahi gerçeklik konusunda artık düşünmeye ve gerçek cevabı
bulmaya çalışmayacaklardır. Özellikle Kur'an araştırmalarında bulunan
müslümanların bu önemli konuya çok dikkat etmeleri ve sahih denilen kitablara
girmiş olsa bile Kur'an-ı Kerim bütünlüğü ile uyuşmayan böylesi rivayetlerden,
Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) Efendimizi tenzih etmeleri gerekir.
Bunları söylerken,
Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) bu kıssayla İlgili olarak hiçbir şey
söylememiştir veya rivayette yer alan haberlerin hepsi yanlıştır gibi bir
iddiada tabi ki bulunmuyoruz. Önemle altını çizdiğimiz gerçek, Efendimiz
(Aleyhissalatu vesselam) bu kıssayla ilgili öz ve önemli açıklamalarda bulunmuş
olsa dahi, bu açıklamaların İlave ve eksiltmelerle tahrif edilmiş bir şekilde
günümüze gelmiş olduğudur. Sadece Kur'an-ı Kerimi tahrif edemeyecek olan şeytan
aleyhillane için, zor olsa da imkansız bir iş değildir bu!. Ayrıca "Söz,
söz sahibine göre değerlendirilir" prensibinden hareket eden şeytan
aİeyhillane için, batıl görüşlerin Allah'a veya peygamberine nisbet edilmesi,
ulaşılması gereken çok Önemli bir zirvedir. Çünkü böylesi nisbetlerle söz
konusu batıl görüş ayet veya hadis niteliğini kazanmakta ve tüm inananlar
tarafından akli değil, imani bir kabul görmektedir!. Evet, iki denizin
birleştiği yerde aranmadan buîunabile-cek bir işaret olmadığına veya
olamayacağına göre; birleşen İki deniz hakkında en az bizlerdeki kadar bir
bilgi sahibi olan Musa Aleyhisselam, bu bilgilere dayalı bir gözlem veya
denemeler yaparak ilerliyordu.
Hocam, belki de böyle
bir gözlem ve deneme yapmasına hiç gerek yoktu. İki denizin birleştiği yerde o
salih kulla karşılaşacağına göre, salih kulu bulduğu ve onunla karşılaştığı
yer, iki denizin birleştiği yer olacaktı!.
Genelde dikkatli
olmana rağmen, şimdi mantıklı gözükse de dikkatsiz bir söz söyledin Veli!.
Şayet Musa Aleyhisselam'm iki denizin birleştiği yeri bulabilme işareti salih
kul olsaydı, genç yardımcısına "Salih kulla karşılaşıncaya kadar
gideceğim" der ve iki denizin birleştiği yere geldiğinde İse bu salih
kulla karşılaşırdı. Oysa biliyoruz ki İki denizin birleştiği yere varmalarına
rağmen bu kulu görmemişler ve orasını geîîp-geçmişlerdir. Çünkü iki denizin
birleştiği yeri bulabilmelerinin sebeb ve illeti salih kulu bulmaları değil;
salih kulu bulabilmelerinin sebeb ve İlleti, iki denizin birleştiği yeri bulmalarıdır. Dolayısıyle
Musa Aleyhisselam'in
salih kulu
bulabilmesi, öncelikle ve Öncelikle iki denizin birleştiği yeri bulmasına ve
bulduğunu farketmesine bağlıydı. Nitekim bu tesbiti yaparak geri döndüğünde,
salih kulu bulması ve onunla buluşması mümkün olmuştur.
Hocam, şimdi anladım.
Anladığına sevindim
Veli. Ayrıca şunu da anlamanızı isterim ki bir kıssa ne
kadar gizemliyse, her ayrıntı
konusunda ayetlerin zahirine
bağlı kalarak iman ve ihlas ile
o kadar çok düşünmeniz, o kadar çok derinleşmeniz gerekir.
Elbetteki mutlaka yapmanız veya kendi
sınırlarınızı aşarak gerçekleştirmeniz gereken bir çalışma
değildir bu. Çünkü anlaşılması bizim
için güç olan bazı ayetlere sadece iman ve teslimiyetle yaklaşmak, bu ayetlere
düşünce mahsulü olsa dahi ilginç ve yanlış manalar vermekten çok daha güzel ve
güvenilir bir konumdur. Daha açık bir ifadeyle ayet
ve kıssalara karşı
öncelikli kulluk mükellefiyetimiz, bunları illa ki anlamak
veya hikmetlerini açıklamak değil, hiçbir hikmetini anlayamazsak bile bu ayet
ve kıssalara iman ve teslimiyetle yaklaşmamızdır. - İman ve teslimiyetle
yaklaştıktan sonra yine de hükmü ve hikmeti anlamaya çalışmamız daha güzel
değil mi?
Elbetteki daha güzel
Fatih. Ancak daha önce de belirttiğim gibi iman ve ihlas ile ayetlerin zahirine
sadık kalarak, istikametten hiç ayrılmayarak sabır ve sebat ile yürütmeniz
gereken bir çalışmadır bu. Ayrıca bu çalışmaları yaparken "İlla ki
bulacağım, illa ki anlayacağım!/' iddiasından uzak olmanız gerekir. Sizin yapmanız
gereken Rabbinizin rızasını gözeterek çalışmak ve neticeyi Allah'ın takdirine
bırakarak, bu çalışmalarınızdan ecir ummaktır. Zaten önemli olan da
çalışmalarımızda illa ki başarıya ulaşmak değil, muhtaç olduğumuz İlahi ecire
nail olmaktır.
Hocam, ayetlerdeki
hüküm ve hikmeti anlamak, bu ayetlerde derinleşmek için ne yapmalıyız?
Öncelikle bu ayetlerin
yani bu kelamın Sahibini çok iyi tanıyacak ve İlahi kelamı, Kelam Sahibine göre
değerlendireceksiniz Merve hanım. Biz insanların sözlerinde ve konuşmalarında,
boş ve gereksiz bir çok kelime yer alabilir. Ancak İlahi kelamın böyle olmadığını
bilecek ve hiçbir kelimenin, hiçbir ayrıntının gereksiz olmadığına iman
edeceksiniz. Sonra bütün bunları dikkate alaraka, bir ayete yüzlerce soru gönderecek
ve Kur'an- Kerim bütünlüğünde bu sorulan cevaplamaya başlayacaksınız.
Anladığımız bir
ayete de soru
gönderecek miyiz?
Bir ayeti yeterince
anladığımızı zannetmemiz, bizler gibi araştırmacı müslümanların önünü tıkayacak
olan ciddi bir yanılgıdır. Birçok ayet-i kerimeden, birçok İlahi gerçeklikleri
anlayabiliriz. Ancak bunları an-lamamız, bizleri kesinlikle ve kesinlikle
"Artık bu ayetleri yeterince anladım!." noktasına getirmemelidir.
Çünkü herhangi bir ayet-i kerimeyi yeterince anladığımızı zannettiğimiz zaman,
bu ayete başka soru yöneltmiyor ve bu ayetteki diğer İlahi gerçekliklere anlayış
kapımızı kapatmış oluyoruz. Mesela bu kıssadaki İlk ayetin, ilk sözleri olan
"Musa genç yardımcısına dedi ki" ifadesi, genellikle bu ifadeyle
karşılaşan bütün müslümanların rahatça anladıkları bir ifadedir.
Hocam, zaten bunda anlaşılmayacak bir şey yok!.
Doğru söylüyorsun
HamdÜ. Zaten insanlar bu ifadede yer alan hangi kelimenin, hangi manalara geldiğini
anlıyorlarsa, bu'kelimelerden oluşan ifadeyi de rahatça anlayabiliyorlar!.
Ancak herkesin rahatça anlayabildiği bu ifadede, benim cevabını bulmakta zorlandığım
üç-dört soru var. Mesela bu sorulardan bir tanesi, niye "Genç
yardımcı" denilmiş?
Genç olduğu için
"Genç yardımcı denilmiş, yaşlı olsaydı Rabbİmiz "Yaşiı
yardımcı" derdi.
Bak Veli!. Yardımcının
genç veya yaşlı olmasının bir Önemi olmasaydı, ayetteki "Genç"
eklemesi, boş ve gereksiz bir ekleme olacağı için, Rabbimiz "Musa genç
yardımcısına dedi ki" ifadesi yerine "Musa yardımcısına dedi
ki" ifadesini kullanırdı. Ancak Rabbimiz yardımcının genç olduğunu
özellikle belirtiyorsa ve bunu iki kere tekrarlıyorsa, yardımcının genç olmasının
bir önemi ve hikmeti var demektir. İşte ben bunu soruyor, bu yolculukta
yardımcının genç olmasının nasıl bir önemi olduğunu öğrenmek istiyorum.
Güzel ve önemli bir
soru!. Peki nasıl bir sonuca vardınız!.
Önce düşünmeye
başladım Seda. Yardımcının genç olmasının ciddi bir Önemi ve hikmeti varsa, bu
önem ve hikmetin yardımcının yapacağı işle ilgili olacağı sonucuna vardım. Peki
yardımcının yolculuk boyunca yapacağı İş neydi ki, bu önemli işin yapılabilmesi,
onun genç olmasını gerekli kılsın!.
Yiyecekleri olan tuzlu
balıkları taşımak ve sofra hazırlamak!.
Bunları genç olmayan
yardımcılar da yapabilir veya bunlar bir deveye de yüklenebilirdi Merve hanım.
Ayrıca bu sözlerinizden, zenbildeki tuzlu balıklan hala bırakmadığınızı
anlıyorum.
Balık, onların
yiyeceği değil miydi? Musa Aley-hisselam acıkınca, balığı istemedi mi?
Diyelim ki zenbildeki
tuzlu balıklar, onların yiyecekleriydi!. Bu yolda gerekirse "Uzun
zamanlar, uzun yıllar yürüyeceğim" diyen Musa Aleyhisselam'a, ne kadar
tuzlu balık lazımdı?
Çok fazla!.
Musa Aleyhisselam'in
yapacağı yolculuk çölde olsaydı, bu cevabınızı makul karşılayabilirdim. Ancak
biliyoruz ki Musa Aleyhİsselam bu yolculuğu boyunca, sahilden hiç
ayrılmayacağını bildirmişti. Peki balığın bol olduğu bir dönemde ve sahil
boyunca devam edecek bir yolculukta, yiyecek olarak taze balık varken yanına
kim tuzlu balık alır veya Musa Aleyhisselam'ın yanına tuzlu balık aldığına kim
inanır?
Biz inanmıştık!.
Sizler, düşündüğünüz
için değil, hiç düşünmeden bu rivayetleri doğru kabul ettiğiniz için
inanmıştınız!. Bakın arkadaşlar, Musa Aleyhisselam'ın bu yolculuğu, menzili
belli kısa bir yolculuk olsaydı ve bu yolculuğa tek başına çıksaydı, yiyecek
olarak yanma tuzlu balık ve aldığına inanabilirdik. Çünkü o dönemlerde misina
olta ile kıyı balıkçılığı olmadığı için, özellikle yaşlı insanların denize
girmesi ve balık yakalayabilmesi mümkün değildi. "Musa, genç yardımcısına
dedi ki" ifadesinden, Musa Aleyhisseİam'm artık genç olmadığını
anladığımız için, tek başına balık yakalayabilmesi pek mümkün değildi. Peki
balık tutabilecek kadar genç olmayan Musa Aleyhisselam, sahil boyunca devam edecek
olan menzili belirsiz bu uzun yolculuğunda yanına bin tane tuzlu balık alması
mı akıllıcadır, yoksa bir tane balıkçı alması mı? - Bir balıkçı alması!..
Elbetteki bin balık
yerine, bir balıkçı alması çok daha akıllıcadır. İşte bîr peygambere nisbet
edilen rivayeti doğru kabul ederek, diğer bir peygamberi böyle bir akıldan
uzak konuma düşürmememiz gerekir. Çünkü yolculuğu boyunca sahilden hiç ayrılmayacağını
bildiren Musa Aleyhisselam, taze balığın bolca bulunduğu bir yol güzergahında,
zenbiline tuzlu balık koymazdı!. Peki Musa Aleyhisselam'ın yanına aldığı ve
zaman zaman balık tutması gereken bu yardımcının, nasıl olması gerekiyordu? -
Genç olması.
İşte az önceki
sorumuzun sadece bir cevabıyla karşılaşmış olduk. "Sadece bir
cevabıyla" diyorum çünkü yardımcının genç olmasının Önemi, yolculuk
boyunca balık tutabîlmesiyle ilgiliyse, İlahi vahyin dikkat çektiği bu önem,
balığa da yansımaktadır. Balığa da yansıyan bu önemi dikkate aldığımız ve bu
öneme açıklık getirmek istediğimiz zaman "Yolculuk boyunca bahk
tutulabilmesinin önemi, sadece yiyecek ihtiyacını karşılamak için miydi yoksa
bunun daha farklı ve daha önemli başka bir nedeni var mıydı?" sorusunu
soruyoruz. Bu sorunun cevabını düşünmeye başladığımız zaman, balığa yansıyan
önemin, sadece yiyecekle ilgili olmadığı sonucuna varıyoruz. Musa
Aleyhisselam'ın yolculukta ne yediği, karnını nasıl doyurduğu veya me-nüde ne
olduğu bizler için Önemli bir soru değildir ki, "Yolculuk boyunca
karınlarını balıkla doyurdular" cevabı Önemli olsun!. Mesela Musa
Aleyhisselam kıptiyi Öldürdükten sonra Mısır'dan Medyen'e gelesiye kadar ne
yiyip-içtiği bizlere hiç bildirilmemiş ve bizler de bunu hiç merak
etmemişizdir. Çünkü Allah'ın Rezzak olduğunu bilen ve ömrü olan her yolcunun
bir vesileyle rızıklanacağına iman eden biz mü'minler için. önemli bir ayrıntı
değildir bu. Dolayısıyle İlahi vahiy, yolculuk boyunca bahk tutulabilmesine ve
balığın önemine işaret ediyorsa, bu Önem sadece yiyecekle ilgili değildir.
İşte meseleyi bu
genişlikte düşünürken, Rab-bimizin iki denizin birleşmesiyle ilgili olarak
"Birbirleriyle kavuşup karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi
arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırım geçmezler. [47]
buyruğunu hatırlıyoruz. "Birbirinin sınırını geçmezler" buyruğunda
bir istisna olmadığı için, bu İlahi buyruğun hem denizi ve hem de denizin
İçindekilerin! kapsadığını anlıyoruz. Olayın dışındaki müslümanlar olarak bizim
anladığımız bu gerçeği, olayın bizzat içinde olan Musa Aleyhis-selam'ın
fazlasıyla anladığını dikkate alıyor ve iki denizin birleştiği yeri bulmak
isteyen Musa Aleyhis-selam'm, farklı yerlerde tutulan balıklarla ne yaptığını,
neyi denediğini ve hangi olayı gözlediğini fark etmeye başlıyoruz.
Hocam, çok güzel!.
Anladığına sevindim
Fatih!. Zaten güzel dediğin şey, ayetler ve ayetlerdeki İlahi gerçekliklerdir.
Mesela ayet-i kerimeler çerçevesinde değerlendirdiğimiz bu güzel ve gizemli
kıssa, hiç kuşkunuz olmasın ki Kehf süresindeki diğer iki kıssa gibi zaman,
mekan ve yaşam boyutu açısından dünya insanlarının henüz ulaşamadığı Önemli
gerçekliklere işaret eden ve bazı Önemli ayetleri ortaya çıkaracak olan bir
kıssadır. Ancak bizler bu çalışmamızda, meselenin çok geniş olan o boyutlarına
hiç girmeyecek ve bu kıssayı, kıssanın temel amacı olan ilim ve ilim öğrenme
boyutundan değerlendireceğiz.
Evet.
genç yardımcısının
yanına alan ve birleşen iki deniz hakkında en az bizlerdeki kadar bir bilgi
sahibi olan Musa Aleyhisselam, bu bilgiiere dayalı ciddi gözlemler yaparak
ilerlemiş ve iki denizin birleştiği yere kadar gelmişti.
Hocam, iki denizin
birleştiği bu yer, kaptan Kus-to'nun bulduğu Cebel-i tarik boğazındaki yer,
Öyle değil mi?
Orası olduğunu hiç
sanmıyorum Veli!. Oradaki hadiseyi, farklı yoğunluk ve özellikteki iki denizin,
birbiriyle temas etse ve çok az da olsa bir ara bölgede birbirinin içine
girse de, eşyanın tabiatına uygun bir şekilde
kitlesel olarak karışmadığı, kanşamayacağı bir hadise olarak görüyorum. Oysa şanı yüce
Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de işaret
ettiği hadise, iki
denizin arasına konulan bir perde, bir berzahla gerçekleşen ve
eşyanın tabiatına aykırı
olan bir ayet,
bir mucize niteliğindeki bir
hadisedir. Daha sonra balık örneğinde de anlayacağımız gibi iki deniz
arasındaki bu berzahta, iki denizin çok çok az da olsa birbirine girebildiği
bir ara bölge yoktur. İki denizin arasındaki bu görünmez perde, görülemeyecek
kadar ince ve geçilemeyecek kadar İlahi bir perdedir. Dolayısıyle iki denizin
birleştiği yerin Cebel-i tank olduğunu söyleyenler ve bütün dünyaya bunu bir
mucize olarak lanse edenler, bu İddialarını
kanıtlamak zorundadırlar. Bunu
kanıtlamalarının en açık ve en kolay yolu ise bu incecik berzahı bir
çizgi olarak tesbit
etmeleri ve yapılması gereken küçücük bir deneyle, bu
büyük ayeti tüm dünyaya göstermeleridir.
Ben bunu yapmadığım ve
yapma imkanına sahip olmadığım için "Allah-u alem" diyor fakat
Kur'an-ı Kerim'deki konuyla iigili ayetleri dikkate aldığım zaman, dünya
insanlarının farklı ayetlere de şahit olabilecekleri bir başka yerin kastedildiğini
anlıyorum. Ancak Rabbimizin işaret ettiği bu ayetlerin bulunmasını ve
görülmesini istemeyen şeytan aleyhillane, tarihin her döneminde yaptığı gibi
doğru sorulara yanlış cevaplar üretmekte ve bu cevaplan bazen salih kimselere,
bazen de bilim adamlarına nisbet edebilmektedir. Çünkü şeytan aleyhillanenin
Önemsediği husus; sorularının cevabını bulduklarını zanneden dünya
müs-lümanlarının, artık bu sorulan sormamaları ve sorulannın gerçek cevabını
araştırmamalarıdır. Evet,
bizler yine de
"Allah-u alem" diyerek, konumuza devam ediyoruz. İki denizin
birleştiği yere gelen ancak bu tesbiti henüz yapamadan yağmur, fırtına veya
sıradışı bir başka olayla karşılaşan Musa Aleyhisselam . ve genç yardımcısı,
balıklarını (sahilde) unutarak bir kayaya sığındılar. Balık da Rabbimizin
ifadesiyle denizdeki akıntıya doğru bir menfez, bir delik bularak, kendi
yolunu tuttu gitti.
Kayaya sığındıktan
sonra sahildeki yürüyüş ve arayışlarına çok az da olsa biraz ilerden
başlayarak, iki denizin birleştiği yeri farkında olmadan geçen Musa
Aleyhisselam, yolculuğun beyhude olan bu bölümünde Rabbimizin lutfuyla
yorgunluk hissetmiş ve genç yardımcısına "Kuşluk yemeğimizi getir,
andolsun bu yolculukta gerçekten yorulduk" demişti. Musa
Aleyhis-selam'ın bu sözleri
üzerine balığı hatırlayan
genç yardımcısı "Gördün mü bak!. Hani kayanın yanında mola
verdiğimiz zaman ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana
mutlaka şeytan unutturdu. Balık da şaşılacak bir şekilde kendine bir
yol, bir menfez, bir delik bulup-gitti" diye cevap verdi. Musa
Aleyhisselam "Bizim de aradığımız buydu" dedi ve hemen sahildeki
izleri üzerine geri döndüler.
Hocam, balık şaşılacak
bir şekilde nasıl dirildi?
Hamdi, balık şaşılacak
bir şekilde diriimedi, şaşılacak bir şekilde kendine tünel gibi bir delik, bir
yol bularak gitti. Ayrıca balığın bu gidişini şaşkınlıkla karşılayan yegane
kişi, bu genç yardımcıdır. Musa Aley-hisselam genç yardımcısını dinledikten
sonra "Balık nasıl bir yoldan, nasıl gitti?" gibi bir şaşkınlığa
düşmez iken, şanı yüce Rabbimiz de bizlere olayı anlatırken balığın dirildiğini
değil, doğal ve ilmi bir gerçeklik İçinde, kendi yoluna gittiğini
bildirmektedir.
Peki, anlamak
istediğimiz bu olaya, bu olayı şaşkınlıkla karşılayan genç yardımcı boyutundan
mı, yoksa bu olayı ilmi bir sükuı ıetle karşılayan Allah ve Resulünün
boyutundan mı bakmamız gerekir? Çok iyi biliyoruz ki bu olaya asırlardır genç
yardımcının şaşırdığı boyuttan bakanlar, ne yazık ki bin yıldır bu şaşkınlıktan
kurtulamamışlardır. Dolayısıyle herhangi
bir şaşkınlığa kapılmadan
olaydaki gerçekliği görebilmemiz için, bu olaya Allah
ve Resulünün boyutundan
bakmamız gerekmektedir.
Çünkü yaşanan bu
olay, meseleye vakıf
müslümanlann, Musa Aleyhisselam gibi hiçbir şaşkınlığa düşmeden anlamaları
gereken bir olaydır. Mesela Fatih arkadaşınızın az Önceki sözlerinden ve şu an
ki sakin bakışlarından, bu meseleyi anladığını hissediyorum. Fatih, bu
sözlerimde yanılmıyorsam, bizlere balığın nasıl bir yol bulduğunu ve nasıl
gittiğini açıklayabilir misin?
Hocam, siz zaten daha
önce bunun cevabını verdiniz. İki denizin birbirine karışmamasında bir istisna
yoksa ve bu karışmamaya, denizin İçindekiler de dahilse, bu olayda şaşıracak
hiçbir şey yoktur. Çünkü bu hadise, Rabbimizin bildirdiği gibi iki denizin
birleştiği yerde gerçekleşmektedir. İki denizin birleştiği yere gelen genç
yardımcı, berzahın önceki tarafında tuttuğu bir balığı, berzahın öteki
tarafındaki sahile bırakmıştı. Kayaya sığınmalarına neden olan yağmur veya
fırtına nedeniyle deniz dalgalanarak yükselmeye başladığında, henüz canlı olan
bu balık elbetteki kendisine ait olmayan denize gitmeyecek ve İlahi
sınırlamanın bir gereği olarak kendisine açılan bir delikten kendi yolunu
tutacak, berzahın öteki tarafındaki kendi denizine gidecekti.
Teşekkür ederim Fatih.
Düşünen insanlar için güzel ve yeterli olan bu cevabına bir kelime dahi ilave
etmeyi gerekli görmüyorum. Bu önemli konuya başlarken "Tefsirlerde
yeterince açıklanmayan ve bunun da ötesinde bazı şüpheli rivayetlerle daha da
çarpıtılan bu kıssa, ne olduğundan ziyade ne olmadığı konusunda açıklık
getirilmesi gereken bir kıssadır. Çünkü Samiri olayındaki hak ayet,
İsrailoğullan tarafından nasıl batıl bir şekilde yorumlanmışsa, bu hak kıssa da
kendilerini İslam'a nisbet eden birçok çevre tarafından aynı şekilde
çarpıtılmış ve batıl yorumların hak delili{!) durumuna getirilmiştir."
demiştik. İşte bu gibi yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırabilmek için,
kıssanın giriş bölümüne bu kısa açıklamayı getirmeyi gerekli gördük. Kısa
diyorum .çünkü kıssanın bu giriş bölümüyle ilgili olarak sormamız ve
cevaplamamız gereken onlarca soruyu, bize şimdilik gerekli olmadığı için
atlamış bulunuyoruz.
Artık bu kıssayı, kıssanın
temel amaçlarından birisi olan ilim ve ilim
öğrenme boyutundan değerlendirmeye devam edebiliriz. Musa Aleyhisselam genç
yardımcısının verdiği cevap üzerine "Bizim de aradığımız buydu dedi ve
hemen (sahildeki) izlerinin üzerine geri döndüler. Kayanın yanına geldiklerinde,
orada Örtüsüne bürünmüş salih bir kul ile karşılaştılar. Rabbimizin kendisine
katından bir rahmet verdiği ve kendisine ilim Öğrettiği kullarından bir kul idi
bu. Ayet-i kerimede zikredilen rahmetin mahiyetini ve ne olduğunu bilmemekle
beraber, bu rahmetin bütün kullara verilen genel bir rahmetten ziyade,
Zu'1-Karneyn gibi bazı özel kullara verilen özel bir rahmet oiduğunu
anlayabiliriz. Bu salih kula öğretilen ilimin ise, Rabbimiz tarafından
öğretilen bir ilim olduğu beyan edilmektedir.
Hadis-i şeriflerde
isminin Hızır Aleyhisselam olduğu beyan edilen bu salih kul ile karşılaşan
Musa Aleyhisselam, ilerliyen yaşına ve peygamberlik gibi bir konuma sahip
olmasına rağmen ilmi bir ağırbaşlılık içinde "Allah'ın sana öğrettiği ilim
ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" diye sordu.
Zaten Musa Aleyhisselam'ın bu salih kul ile buluşmak istemesi, bu salih kula
Rabbimiz tarafından öğretilen ilim ve hikmete talip olduğu içindi.
Musa Aleyhisselam'la
buluşması tesadüfi olmayan ve Allah'ın kendisine öğrettiği ilim ve hikmeti
gerekirse ona da öğretmekle görevlendirilen salih kul "Gerçekten sen,
benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemezsin. Aslını ve hikmetini
bilmediğin .bir şeye nasıl sabredebilirsin ki?" diyerek, bu ilim ve
hikmeti öğrenmedeki en önemli zorluğu belirtti.
Oldukça uzun yollardan
gelen ve bu ilimi öğrenmeye kararlı olan Musa Aleyhisselam ise "İnşaallah
ben. sabredenlerden bulacaksın. Hem hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim"
diyerek, Allah'ın izniyle sabredeceğini ve bu ilimi kendisine öğretecek olan
salih kula hiç karşı çıkmayacağını ifade etti. Musa Aleyhisselam'ın bu kesin
ve kararlı cevabını yine de itiyatla karşılayan salih kul "Eğer bana
uyacak olursan, ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru
sorma." ikazında bulunarak, söz konusu ilim ve hikmeti öğrenmedeki Önemli
bir şartı bildirmiş oldu.
Çok Önemli ve çok
gerekli olan bu konuşmalardan sonra her ikisi yola koyuldular. Deniz kenarında
bir süre ilerledikten sonra bir gemiye bindiler. Salih ku! Musa Aleyhisselam'la
birlikte gemiye bindikten sonra, geminin tahtalarından birini deliverdi. Bunu
gören ve hayretle karşılayan Musa Aleyhisseiam "îçindekilerini batırmak
için mi onu deldin? Andolsun ki sen şaşırtıcı bir iş yaptın" dedi. Heyecan
dolu bu itirazı derin bir sakinlik içinde karşılayan salih kul "Gerçekten
benimle birlikte olmaya sabır gösteremeyeceğini ben sana söylemedim mi?"
deyince, yaptığı hatayı anlayan Musa Aleyhisselam "Unuttuğumdan dolayı
beni sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma" cevabını verdi.
Bir süre sonra gemiden
inerek tekrar yola koyuldular. Nihayet bir çocukla karşılaştıklarında, salih
kul bu çocuğu hemen öldürüverdü. Gördüğü olay karşısında tüyleri diken diken
olan Musa Aleyhisselam "Kısas yani bir cana karşılık olmaksızın, masum bir
canı mı öldürdün? Andolsun ki sen kötü bir iş yaptın" dedi.
Salih kul yine aynı
sakinlik içinde "Gerçekten benimle birlikte olmaya kesinlikle
sabredemeyeceğini ben sana söylemedim mi?" cevabını verdi. İkinci kez aynı
hataya düştüğünü farkeden Musa Aleyhisselam "Bundan sonra sana bir şey
soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benim nazarımda mazur ve haklı
sayılacaksın" dedi.
Sonra bir kez daha
yola koyuldular. Bir kasabaya geldiklerinde, onlardan yiyecek bir şeyler
istediler. Ancak hiç kimse onları misafir edip, ağırlamak istemedi. Kasabada
yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarla karşılaşan salih kul,
bu duvarı hemen
doğrultuverdi. Biraz yiyeceğe
veya paraya ihtiyaçları olmasına rağmen, yaptığı bu işe karşılık hiç kimseden
de birşey istemedi. Yine şaşırmıştı Musa Aleyhisselam ve kendini haklı gördüğü
bu şaşkınlık içinde "Eğer isteseydin,
buna karşılık onlardan bir ücret alabilirdin" dedi. Bu son itiraz
ile bu yolculuğun sona erdiğini anlayan salih kul "Artık ayrılma zamanımız
geldi. Şimdi sana,
sab-redemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim" diyerek,
yaşanan olaylara şu açıklamayı getirdi.,
"Gemi, denizde
çalışan birkaç yoksulundu, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) onların
ilerisinde, her (sağlam) gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Erkek
çocuğa gelince, onun anne ve babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık
ve inkara sürüklemesinden (onlar adına) korktuk. Rablerinin onlara, temizlikçe
daha hayırlı ve daha merhametli birini vermesini diledik. Duvar ise, şehirde
iki yetim oğlana ait idi, altında (ise) onlara ait bir define vardı, babalan da
salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbinden
bir rahmet olarak kendi definelerini çıkarsınlar."
Bu cevapları dikkatle
dinleyen Musa Aleyhisselam, karşısındaki salih kula öylece bakmaya devam
ediyordu. Anlaması gereken gerçekleri, yeterince anlamamış gibiydi!.
Anlayamadığı en önemli şey ise, bu salih kulun bütün bunları nereden ve nasıl
bildiği idi!. Geminin zorba kralın bulunduğu yere kadar gidip-gidemeyeceği,
öldürülen çocuğun yarınlarda ne olup-ne yapacağı, yetimlerin söz konusu
defineyi çıkarıp-çıkaramayacağı, yaratılmış kuliar için gaybi bilgiler değil
miydi? Gaybı ise sadece Allah bildiğine göre, bu salih kul böylesi kesin
bilgilere nasıl ulaşmış ve bütün bunları nasıl yapabilmişti!. Ve kendini.
kendi itirazlarını
düşündü Musa Aleyhisselam!. Yaptığı bütün itirazlar, her müslümanın, müslüman
vasfıyla mutlaka yapması gereken itirazlardı. Zaten yolculuğa çıkarken
"Beni İnşaallah sabredenlerden bulacaksın" diyerek
"İnşaallah" kaydını koymuş ve bütün itirazlarını İlahi hükümlere
bağlı bir müslüman olarak Allah'ın izniyle yapmıştı. O halde bu durumu nasıl
anlamalı, nasıl yorumlamalıydı!. Bütün bu soru ve İstifhamların cevapları,
salih kulun kısa bir suskunluktan sonra ilave ettiği şu son sözlerde
bulunuyordu., "Ey Musa. Ben bunu kendiliğimden, kendi görüşüm olarak
yapmadım. İşte, senin sab-redemediğin şeylerin içyüzü budur."
Salih kulun bu son
sözleri ile önemli sorularının cevaplanmış olduğunu hisseden Musa Aleyhisselam,
birçok gerçeği anlamış gibiydi. Vermiş olduğu ilk cevapta gemiyi delme işini
kendisine, çocuğu öldürme işini istişareye ve duvarın düzeltilmesini ise
tamamen Allah'a nisbet eden bu salih kul, verdiği son cevapta alemlerin Rabbi
olan Allah'ı olayların merkezine almış ve bütün bu olup-bitenlerin O'nun izni
ve dilemesiyle gerçekleştiğine işaret etmişti. Zaten akli ve imani olan
gerçeklikte buydu. Çünkü bu salih kul yaptığı ve yapacağı işlerde muhayyer ve
İlahi takdir üzerinde mukadder olsa, gemiyi delmek yerine gemi sahiplerini ikaz
edebilirdi!. İman ve teslimiyet ile bütün bu gerçeklikleri anlamaya başlayan
Musa Aleyhisselam, yüzünde ve gözlerinde beliren açık bir aydınlıkla bu salih
kula baktıktan sonra, selam ve dualarla onun yanından ayrıldı.
Evet,
Musa Aleyhisselam
açısından bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra, şimdi de yaşanan bu olayları
kendi açımızdan değerlendirmeye başlayalım. Hepimizin bildiği gibi Musa
Aleyhisseîam'ın öğrenmek istediği bir ilim ve hikmet vardı. Şanı yüce Rabbimiz
bu ilim ve hikmeti sadece Musa Aleyhisselam'ın öğrenmesini dileseydi, Musa
Aleyhisselam bu olayları yaşar ve bu olaylar bizlere hiç bildirilmezdi. Fakat
Rahman olan Rabbimiz bu olayları bir kıssa halinde bizlere bildirmiş ve söz
konusu ilim ve hikmetten bizlerin de nasiplenmesini dilemiştir. Dolayısıyle bu
kıssayı sadece Musa Aleyhisselam\n şahsına göre değil, kendimize göre de değerlendirmemiz gerekir.
Çünkü Musa Aleyhis-selam'ın talip olduğu iiim ve
hikmet, bu kıssayı okuyan mü'minlerin de talip olması gereken ilim ve
hikmettir. Kıssanın temeİ konusu
olan ilim ve
hikmete, Musa Aleyhisselam gibi bizler de talip olduktan sonra, talip
olduğumuz bu ilim ye hikmeti öncelikle doğru bir şekilde tanımlamalıyız. Musa
Aleyhisselam ve bizler, nasıl bir ilim ve hikmete talip olduk? Kur'an-ı Kerim'de
zikredildiği kadarıyla, bu ilim ve hikmetin ne olduğu ve nasıl elde edileceği
açıklık kazanmış mıdır? Bu kıssadaki ilime "Olmadan önce olacakları
bilmek ve ona göre tedbir almak İlmidir" diyen ve salih kula bu gayb
ilmini nisbet eden
kimselere, zikredilen ayet-i kerimelerde Ledünni dedikleri bu
İlimle ve bu ilimin elde edilişiyle ilgili olarak ne Öğrendiklerini sormak isteriz!.
Tabi ki cevapsız kalan ve cevapsız kalacak bir sorudur bu. Çünkü bu kıssada ne
Musa Aleyhisselam'a ve ne de bizlere böyle bir ilim{!) verilmemektedir. Peki
nedir,
bu kıssada bize
verilen veya verilmesi dilenen İlim nedir? Bu önemli soruya açıklık kazandırmak
için, sizlere bir başka soru sormak istiyorum. Doğruluğundan hiçbir kuşku
duymadığımız ilimler, elbetteki İlahi yani kaynağı Allah'a ait olan ilimlerdir.
Peki biz müslüman-lar, bu İlahi ilimleri nerden ve nasıl Öğrenebiliriz?
Kur'an-ı Kerim'den,.
Hepbirlikte verdiğiniz
bu cevap, elbetteki dosdoğru bir cevaptır. İlahi ilimlerden nasiplenmenin en
açık ve en kolay yolu, İlahi vahyi yani Alİah (Celle Ce!aiuhu)'yu iman ile
dinlemek, düşünmek ve akletmektir. Peki başka, İlahi ilimleri Öğrenmenin bundan
başka bir usulü, bundan başka bir mümkünü
yok mudur?
Vardır, elbetteki
vardır. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin bizlere lütfettiği iümleri Öğrenmenin
bir yolu Rabbimizİ dinlemek, diğer bir yolu ise Rabbimizin yaptıklarını
gözlemektir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin her kelamı ilim ve hikmet üzere olduğu
gibi, yaptığı ve yaptırdığı her iş de ilim ve hikmet üzeredir. Nitekim
zikredilen kıssada bizlere bu usul, bu yöntem gösterilmektedir.
Rabbimizin kendisine
rahmet ettiği salih kulun sahip olduğu İlim ve hikmet, bu salih kulun okuyarak
değil, Rabbimizin işlerini gözleyerek elde ettiği ilim ve hikmettir. Çünkü bu
ilim ve hikmeti kendisinin tahsil etme yöntemi ne ise, bu ilim ve hikmete talip
olan Musa Aleyhisselam'a teklif ettiği yöntem de aynıdır. Nitekim Musa
Aleyhisselam ile oturup okumayı veya konuşmayı tercih etmemiş, söz konusu ilim
ve hikmetin, Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen olaylarda olduğuna işaret
etmiştir. Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen bu olaylar karşısında nasıl bir
tavır takınması gerektiğini ise "Eğer bana uyacak olursan, ben sana
sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma." sözleriyle
ifade etmiştir.
Çünkü, bu ilmi ve
hikmeti öğrenmenin yöntemi buydu!. Rabbimizin dilemesiyle gerçekleşen olayları
gözlemek, bu olaylar ne kadar şaşırtıcı olursa olsun, bu olaylarda mutlaka ve
mutlaka hayırlarla dolu bir ilim ve hikmet olduğuna inanmak, bu ilim ve hikmete
vakıf oluncaya, bu ilim ve hikmet kendisine açılınca veya açıklanıncaya kadar
sabretmek, birer kuşku, birer merak ve acelecilik ifadesi olan sorulardan
kaçınmak. Tabi ki aynı yol, aynı yöntem, bütün mü'rninler için de geçerlidir.
Allah'tan gelen her şeye sabır ve tahammül göstermek, bu şeylerin İçyüzüne
vakıf olmasa ve hoşuna gitmese bile bunlarda mutlaka ve mutlaka hayırlar olduğuna
inanmak ve bu inançla olayları ve olaylann hikmetli sonucunu gözlemek.
Kıssayla ve kıssadaki
ilimle ilgili olarak önemle dikkate almamız gereken bir diğer husus; kıssada
zikredilen salih kul söz konusu ilim ve hikmeti Allah'tan öğrenirken, Musa
Aleyhisselam ve bizlerin aynı ilim ve hikmeti öğrenmek için yöneldiği kişinin
bir kul olduğudur. Bu çok önemli fark, kıssadaki ilim ve hikmete vakıf
olabilmemiz için mutlaka ve mutlaka dikkate almamız gereken bir farktır. Musa
Aleyhisselam'in bu ilim ve hikmeti Öğrenebilmek için yöneldiği merci Allah
(Celle Celaluhu) olsaydı; tabi ki bütün bu fiiller, Allah'ın birer fiili olarak
karşısına çıkacak ve Musa Aleyhis-selam'ın hiçbir itirazı olmayacaktı. Ancak
şanı yüce Rabbimiz bütün bu işleri daha açık ve müşahhas olarak görebilmemiz
için, Musa Aleyhisselam'ı ve bizleri öncelikle bu salih kuluna yöneltmiş ve
İlahi takdiriyle gerçekleşen bu işleri, bütün bu işlerde sadece bir vesile
olan bu salih kuluna işletmiştir.
Bu salih kulu ön plana
çıkararak. bu salih kulun çok üzerinde olan Allah'ı ve İlahi takdiri gözardı
eden kimselerin, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssadan alacakları hiçbir
ilim ve hikmet yoktur. Yapılan işleri bu salih kuldan bilerek, kendi koydukları
engeli kendileri aşamayan bu kimseler, ne yazık ki anlayamadıkları apaçık
haktan uzaklaşmakta ve bu kıssayı delil göstererek, şeriata aykın gözüken bazı fiillerin
caiz olabileceğini iddia etmektedirler!. Oysa kıssada zikredilen bu fiiller,
kıssanın sonuna kadar salih kulun işlediği fiiller gibi gözükmesine rağmen,
kıssanın sonunda tümüyle Allah'ın ilim ve takdirine nisbet edilen fiiller
olmaktadır. Dolayısıyle kendisini selam ve sevgiyle andığımız (ve ismini
bilmediğimiz) ölüm meleğinin Allah'ın izniyle bir canı almasını nasıl
yorumluyor isek; salih kulun kıssada zikredilen oğlan çocuğunu Allah'ın izniyle
öldürmesini de aynı şekilde yorumlamamız gerekir. Çünkü her iki fiil de,
Allah'ın izni ve dilemesiyle gerçekleşen fiillerdir. Allah ise şeriatın
sahibidir ve yaptıklarından veya yaptırdıklarından dolayı hiçbir kimseye hesap
verecek değildir.
Evet, bu güzel ve
gizemli kıssada biz mü'minlere verilen ilim ve hikmetle ilgili olarak,
Çinlilere nisbet edilen bir olayı anlatmak istiyorum. Zengin bir Çinli balıkçı,
her-gün kapısına gelen fakire bir balık veriyormuş. Bu durumu gören bilge bir
kişi, zengin balıkçıya hitaben "Bu fakire hergün bir balık vereceğine,
balık tutmasını öğret!." demiş. İşte bu güzel nasihat, bu kıssayı anlamaya
çalışan biz müslümanların da dikkate alması gereken bir nasihattir. Çünkü şanı
yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği bu kıssada, bizlere ilim ve hikmet
okyonusundan hem üç balık verilmekte ve hem de diğer balıkların nasıl
tutulacağı anlatılmaktadır. Nitekim kıssanın sonunda Musa Aleyhisselam'a
"Ben bunu kendiliğimden, kendi görüşüm olarak yapmadım." diyen salih
kul, bu apaçık sözler İle Musa Aleyhisselam'a şöyle demektedir.
"Bir ilim ve
hikmet üzere olan bütün bu işler, asıl itibariyle benim değil, Allah'ın
işleridir. Allah (Celle Celaluhu) bu işlerini sana, daha açık görmen ve
farket-men için benim vesilemle göstermiştir. Ben bu üç olayda da bir amir
değil, bir memur idim. Dolayısıyle bu işleri benden bilirsen, benden ve
yaşadığın bu olaylardan öğreneceğin hiçbir şey yoktur. Ancak, Allah'ın takdir
ve dilemesiyle gerçekleşen bütün işleri Allah'tan bilir ve sabrederek sonucunu
gözlersen, her işinde ilim ve hikmet sahibi olan Rabbimizin, her işinden ilim
ve hikmet öğrenebilirsin. Çünkü talip olduğun ilim ve hikmet, sadece bu kısa
yolculuğumuz esnasında gördüğün üç olayda değil, Allah'ın bütün işlerinde bulabileceğin
ilim ve hikmettir..."
Hamdımız ve şükrümüz, her
işinde ilim ve hikmet olan Allah'adır..
[1] 31/13
[2] 16/99-100
[3] 4/69
[4] 57/19
[5] a/155
[6] 10/44
[7] 8/60
[8] 17/81
[9] 4/45
[10] 73/11
[11] 8/30
[12] 14/46
[13] 3/120
[14] 5/105
[15] 22/40
[16] 40/51
[17] 3/173
[18] 10/22
[19] 17/67
[20] 8/63
[21] 38/67.68
[22] 44/32
[23] 2/127....129
[24] 4/75
[25] 2-47.48 ve 2-122.123
[26] 5/78...80
[27] 2/61.62
[28] 6/27 - 32/12
[29] 6/28
[30] 42/51
[31] 7/175.176
[32] 17/44
[33] 7/146
[34] 25/23
[35] 25/2
[36] 7/31
[37] 15/21
[38] 2/67...73
[39] 5/101
[40] 2/216
[41] 2/263
[42] 11/86
[43] 19/76
[44] 41/40
[45] 18/60...82
[46] 7/188
[47] 55/19.20