Hak Aşıklarının Hayatı Ölümdedir.
Yusuflar Çirkin Kişilerin Hasedinden Korkarlar
Söz Vardır, Keskin Kılıç Gibidir; Söz Vardır, İlkbahar
Mevsimi Gibidir.
Herkes Bir Sevgili Uğruna Çalışır, Uğraşır, Didinir
Durur.
Sevgili, Gerçek Sevgili Ancak Allah'tır.
Ağlamak Da Bir Zevktir, Bu Yüzden Çok Ağlayınız.
Kulluk Et De, Belki Sen De Âşık Olursun!
Var, bir vardır.
Güzel, bir güzeldir. Sevgi, bir sevgidir. Bizim ecdadımız iyiyi-kötüyü,
kötülüklerin alasını, daniskasını, her çeşidini Yunan felsefesinden, Roma
felsefesinden, Eski insanlardan, İranlılardan Hindlilerden,
biliyorlardı. Diyorlardı ki; "Aşk ve aşkı ilahidir, aslında" Asıl
sevgi Allahı sevmektir. Neden? Her türlü güzelliği
yaratan, Allah; her türlü k sevgi; amil sıfata sahip olan, Allah; her şeye gücü
yeten. Allah; her işi hikmetli olan, Allah; her şeyi bilen, Allah; Neresinden
baksan güzel sıfatın zirvesi, en güzel tecellisi Allah'u
teala hazretlerinde onun İçinde en güzel Allah'tır.
Onun için İnsan anlayabilirse, ulaşabilirse, görebilirse, müşahade
edebilirse, en güzel Allah'tır. Allah sevgisi aşkı hakikidir.
"Aşk"
kelimesi esrelidir Arapçasında asıl olarak
"Işık"tır. Ama Türkçe'de aşk diye telafuz
ediliyor. Işkı hakikidir. Peki bu dünyadaki insanların çeşitli sevgileri nedir?
Bu dünyadaki
insanların bu çeşitli sevgileri aşkı mecazidir. Laf olsun diye söylenmiş bir
sevgidir. Hakiki değildir. Sevilen şeyde sevilmeye layık değildir. Çünkü gelir
geçer. Çünkü sevilen insan da sevilmeye layık değildir. Bir zaman sonra
bakarsın nefret edersin. Millet şimdi para, para, para, diye peşinden koşuyor;
onu arzuluyor ve istiyor. Neyzen Tevfik bir şiirinde
diyor ki: "Kirli ellerde görünce paradan iğrendim." Kimisi paradan
iğreniyor. Kimisi bir zaman geçiyor, anlaşarak,
beğenerek, severek, aldığı eşinden soğuyor. Kimisi bir zaman geliyor; bir
zamanlar elde etmek için her şeyini harcadığı şeylerin hiçliğini anlıyor.
Ondan vazgeçiyor. Bir zaman geliyor; hayatı da sevmemeğe başlıyor.
"ilahi sevgiyi yaşayanın
mutluluğu sonsuzdur.
Kalem Sevgiliden
Yana Olunca
Mevlana
"Mesnevi"
Şu Ney'in neler
söylediğini can kulacı ile dinle, o ayrılıklardan şikayet etmektedir.
Ney kendine has bir
dille, hal dili ile diyor ki:
"Beni kamışlıktan
kestiklerinden beri, feryadımdan, duygulu olan erkekte, kadında inlemekte,
ağlamaktadır. Şu varki beni dinleyen her insan,
benim neler dediğimi anlayamaz.
Benim feryadımı
duyamaz. Beni anlamak, Beni duymak İçin, ayrılık acısı çekmiş, gönlü yaralanmış,
içli bir insan isterimki, acılarını, dertlerimi ona
anlatayım. Aslında, vatanından ayrı düşmüş, oradan uzaklaşmış kişi, orada
geçirmiş olduğu mutlu zaman arar, o zamanı tekrar yaşamak ister, ayrıldığı
sevgiliye tekrar kavuşmak arzu eder.
Ben her mecliste, her
toplulukta, İnledim, ağladım, durdum. Ben, huysuz insanlarlada,
iyi insanlarla da düşüp kalktım.
Herkes, kendi
anlayışına, zannına göre, benim dostum oldu. Ama, kinse benim gönlümdeki
sırları araştırmadı, öğrenemedi.
Halbuki benim sırrım,
feryadımdan uzak değildir.
Fakat her gözde onu
görecek nur, her kulakta, onu işitecek, duyacak güç yoktur.
Ten candan, can da ten
dan gizli değildir. Fakat kimseye canı görmek izni verilmemiştir.
Ahmet Selim
Ney'in şu sesi, gönlü
yakan bir ayrılık, bir aşk ateşidir. Kimde bu ateş yoksa, o, maddi varlığından
kurtulsun, yok olsun.
Ney'in sesindeki
tesir, yakıcılık, onun içine düşen aşk ateşindendir. Hakikat şarabında
bulunan, insanı mest eden halde, aşk coşkun-lugAindandır.
Ney, sevgilisinden ayrılmış olanın arkadaşıdır, dostudur. Onun yakıcı sesi,
bizim Hakk'a kavuşmamıza engel olan perdelerimizi
yırtınıştır.
Ney gibi bir zehri,
ney gibi bir panzehiri, ney gibi bir dostu, ney gibi bir aşıkı
kim görmüştür. Ney, kanlarla dolu bir yoldan, aşk yolundan bahsetmektedir. O,
sevgi yüzünden çöllere düşen Mecnun'un aşk hikayelerini anlatmaktadır.
Bize, hak yolunu
gösteren gerçek aşkın mahremi, dostu, aklını yitirmiş aşıklardan başkası
değildir. Konuşan dille, kulaktan gayri müşteri, talip yoktur.
Gamlı geçen günlerimiz
uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mutsuzluk acılar ve ayrılık ateşleri
ile arkadaş oldu da, yandı, gitti.
Günler geçip gitti ise varsın geçsin. Gam yeme, onlara de ki:
"Geçin, gidin... Sizin gidişlerinizden bizim korkumuz yoktur... Ey mübarek
ey temiz dost... Son kal, sen var o!".
Hak aşıkları, muhabbet
deryasının balıklarıdır. Onlar vuslat suyuna kanmazlar, bu sebeple balıktan
başka herkes suya kandı, nasibi olmayanında günü, uzadıkça uzadı.
Ruhen yükselmemiş, ham
kalmış kişi, yetişkin, olgun kişinin halinden anlamaz. Öyle ise sözü kısa
kesmek gerekir.
"O ney'ki kamışlığa değer verdide, kamışlıkta aşıkların
gönüllerinin yaktı kendisi gibi."
Kalem Sevgiliden
Yana Olunca
Şeyh sadiŞirazi "Bostan"
Bir gün şibli, manevi sarhoşluğa düşmüştü.
Akıl hastahanesine götürdüler. Ziyaretine gelenlere sordu.
Siz kimsiniz"?
Dostunuz" diye
cevapladılar. Eline bir taş geçirip onlara saldırınca kaçtılar.
Geri dönün!" Diye
bağırdı, "dost dosttan kaçmaz, onun taşından sakınmaz."
Gerçek sevgili, ne
kadar çok düşmanlık görsede, sevdiğinden kaçmaz.
Binlerce sitem taşıda gelse umursamaz, aşk yapısı,
her taşla biraz daha sağlamlasın
İnsanın hakikatini
bilmeyen ve manevi zevkten habersiz olan kişi, her zaman mihnete derde
aşıktır. Kalk da; And olsun ki şehre" ayetinden;
İnsan mihnet içinde
yaratılmıştır." Ayetine kadar oku.
Senin Cemalinin nuru
tecellisi ile dünyaya bağlılıktan, kederden, mihnetten kurtuldum. Senin aşk
ırmağında yıkandım da manevi kirlerden, kötülükten, korkudan arındım, tertemiz
oldum.
Bu vah vah demeler, bu sızlanmalar, bu yanıp yakılmalar, ezeli
sevginin güzelliğinin hayal edilmesinden ve her şeyde de devamlı olarak onun
zat ve sıfatlarının tecelli nurlarının müşahade
kılınmasın-dandır. Bu görüşe varmak, o tür her şeyde müşahade
etmek zevkine ermek ise, sen seninle oldukça. "Beni göremezsin."
Ayetinin sırrına ererek varlıktan ve benlikten ayrılışın bir ifadesidir.
Allah, bütün
varlıkların garridir. O'nun nasıl üstün, büyük, benzeri
olmayan bir varlık olduğu anlatılamaz. O, bütün tefsir ve söz kalabalığından
münezzehtir.
Ah, ne olurdu göz
yaşlarım, denizler misali çok olsaydıda, onu
sevgilimin yoluna saçabilseydim.
Ey teni uğruna canını
yakan, ey nefsani arzular içi, canını veren kişi! Sen
canım yaktında, bedeni aydınlattın, neşeler verdin.
Sen ebedi saadeti, ruhani zevki fani olan ten zevkine feda ettin.
Nasıl anlatayım? İçime
yine hasret ateşi düştü. Gönül tutuştu. Ayrılık arslanı
kükredi ve dan dökmeye başladı.
Hak aşıkları, aslında
ayrılık ateşiyle mesttirler, üzgündürler. Onlar ellerine kadeh alıp sarhoş
olurlarsa ne hale gelirler?
Manevi zevkinin,
neşesinin anlatılmasına imkan bulunmayan mest arslan,
yani illahi aşk ile kandinden
geçmiş, kendi benliğinden kurtulmuş kamil insan, şu yeryüzüne, enine serilmiş
çayırlığa, gülzar-ı vahdeta
gelince büsbütün mest olur.
Onun aşkıyla
söylediğim "Mesnevi" beyitlerinin düzgün ve kafiyeli olmasını
düşünüyorum. Sevgilim ise, bana; "Benim yüzümden başka bir şey
düşünme" diyor.
Ey benim kafiye
düşünenim, Benim karşımda hoşça olur, sen benim İçin devlet ve saadet
kafiyesisin.
Duyguların açığa
vurulması İçin kafiyeye, harfe ne lüzum var? Harf, ne dir
ki, sen onu düşünüyorsun? Harf nedir? Üzüm bağının, aşk bahçesinin dikenden
duvarı.
Harfi de, sesi de, sözü
de, bir birine vurup kırayım da bu üçü olmadan seninle konuşayım, duygularımı
sana açayım.
Ey sırlar dünyası olan
sevgili "Hz.Adem'den bile gizlediğim sırrı,
harfsiz, sessiz, sözsüz sana söyleyeyim.
Halil İbrahim'e
söylediğim o sözü, Cebrail'in bile bilmediği o gamı, o aşk ıztırabını
sana söyleyeyim. Hz. İsa'nın dem vurmadığı, hatta
Cenabı Hakim bile kıskandığı, bizden başkasına söylemediği sırrı ben sana
açayım.
Lügat bakımından biz
ne demektir? Hem varlığı bildiren, hem-de yokluğu belirten bir söz; benimse,
varlıyım, yok. Bana, ne var diye bir söz söylenebilir; ne de yok denilebilir.
Ben varlığı yoklukta
buldum. Onun İçin varlığı, yokluğa feda ettim. Bütün padişahlar, kendilerine
kul olana kul olurlar.
Halk umumiyetle kendi
uğrunda ölenin yolunda ölür. Padişahların hepside kendilerine karşı alçak
gönüllü olanlara alçak gönüllü olurlar. Bütün insanlar aşkları ile mest
olanların mesti olurlar.
Kendilerine gönül
vermiş olanları dilberler can ve gönülden isterler. Bütün sevilenlerin,
kendilerini sevenlere bağlanmaları ondandır. Sevgililer, sevenlerin avı
olmuşlardı.
Kimi aşık görürsen, bilki o, ma'şuktur.
Yani seven kişi aynı
zamanda sevgilidir. Çünkü seven kişi, bir bakımdan aşık ise, bir bakımdanda maşuktur.
Bu dünyada, susamış
kişilerin su aradıkları gibi, su da, dünyada susamışları arar.
Mademki aşık odur. Sen
artık sus. Madem o sana gizli sır söylemek İçin kulağını kendine doğru çekerse
sen de kulaktan ibaret ol.
Allah aşkının
deryasına batmış olan kişi, daha fark batmak ister. Can denizinin dalgası gibi
altüst olmayı diler.
Aşk denizinin altı mı
daha hoştur? Yoksa üstü mü?
Sevgilinin oku mu daha
güzeldir,? Kalkanı mı?
Ey gönül, eğer sen
neşeyi beladan ayırdı edersen, vesvese tarafından
paramparça edilirsin.
Murada ermekte, şükür
dadı bile olsa, murada erişmemek sevgilinin muradı olunca, vazgeç murattan.
Ey dost, aşıkların
hayatı Ölmektedir. Gönül vermeyince, sen gönül bulamazsın.
Ben, öyle bir aşka
tutulmuşum, batmışımki, ben den önce gelenlerin
aşkları da, benden sonra geleceklerin aşkları da, hepsi benim aşkıma dalmış
batmış gitmiştir.
Ben aşk sırlarını
kısaca anlattım geçtim; tam anlatmadım, açıklamadım. Açıklamış olsaydım
anlayış da, akılda, dil de, dudakda yanar.
"Yağmur hasretini
çektiği sevgilisine kavuşunca, bizim sevgimiz hayat bulur, yağmur
tanecikleriyle."
Herşeyi bir görmedikçe,
Herşeyi Sevmedikçe,
İnanırmı Allah birbirimizi sevdiğimize.
Ah güzelim,
Nasıl unuturum seni
Kavuşmayı istemek olurmu şimdi
Ben sana kavuşabihrmiyim?
Ne kavuşmak isterim
Ne unutabilirim.
Sana ta başından
"Aşk imkasızlar yumağıdır"
Demiştim.
Unuttun mu?
Unut mu diyorsun...
Ah güzelim...
Bu onun hükmü.
O kendi katma beni
Sensiz kabul etmiyorki.
Sen o'nun katında
şefaatçim
Hediyem
Görülmez varlık
Sırrımın
Kalem Sevgiliden
Yana Olunca
Benim kadar karmaşık
Öbür yarısın.
O,
Ne seni bensiz.
Ne beni sensiz kabul
eder.
Biz olabilirsek açar
kapılarım
Birbirimize kelepçeli mahkumlanz biz.
Göklerin hükmüdür bu
Yerde çözmeyiz onu
Yukarda takdir edilen
yerde bozulmaz.
O dedi "Benim
sözüm değişmez."
Biz ayıramayız birleştirileni
Biz çözemeyiz iler
eliyle bağladığını
Kafirler hakkındaki
sözü İşitme din mi?
"Onlar
birleştirdiğimiz şeyleri birbirinden ayırıyorlar.
Anla güzelim
O'nun yanma elim boş
gidemem.
Sen benim o'na
borcumsun.
O'nun şu sözünü
hatırla
"Kim Allah'a
güzel bir borç verirse"
İşte sen
Benim o'na
Güzel borcumsun.
Sen bir zamanlar
kaybettiğim
Vazgeçemediğim
Terkedemediğimsin.
O'na yalnızmı gideyim?
O beni istemiyorki? Biz o'nun
Boynu bükük
köleleriyiz. Sen mi nesin?
Kaçmış kölesi,
Kaybolmuş koyunusun.
Allah kaçanları
ister...
Kurtuluşum elindedir
ey sevgili!
Hatırla şu sözü
"Ruhlar
çiftleştirildiği zaman"
Bu söz mahşerde
yankılanırken
Sen olmazsan
Hangi yüzle bakarım
o'nun yüzüne ben.
Anla sevgilim
Sen olmazsan O olmuyor
Bunu O biliyor
Ben biliyorum
Ama...
Sen unutmuşsun.
İşte Allah, iman edip saîih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir.
De ki: "Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret
istemiyorum. "Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği arttırırız.
Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendır.[1]
Şeyh SadiŞirazi "Bostan"
Su ile topraktan
yaratılmış bir güzelin aşkı, gönül huzurunu ve sabrını kaçırıyor.
Yanağının benine
bakıyor ve bağlanıyorsun uyanıkken.
Uyurken de onun
hayaliyle birliktesin. Gözüne başka hayal girmesine izin vermiyorsun. Nereye
baksan onu görüyorsun. Sanki dünyada Ondan başkası yok. Sanki cihan ondan
ibarettir.
Alem gözüne doymuyor,
aleme varlık vermiyorsun.
Ondan başkasıyla
görüşmek istemiyorsun. Gönlün onunla dopdolu, ruhun onunla çepeçevre,
başkasına yer kalmıyor.
Açıkken gözüne
yerleşiyor, gözünü kapatsan gönlüne sızıyor.
Rüsvay olmaktan çekinmiyorsun.
Bir an bile ayrılığa
tahammül edemiyorsun.
Canını isteyecek olsa
sevgilin, "buyur al" diyorsun.
Kılıçla kesmek istese,
hemen uzatıyorsun başını.
Ey Rabbim,
Görüyorum güçsüz ve
zayıfım, kudretine ve marifetine ihtiyacım var. Bana bilgelik ver. Güzellikler
içinde yürümemi sağla. Sevgiyle yarattığın her şeye bizi dost ve yardımcı kıl.
Senden güç ve bilgelik
istiyorsam bu, kardeşimden büyük olmak için değil, içimdeki düşmanı yenmek ve
onu terbiye etmek içindir.
Bana öyle bir kemal
ver ki huzura ermiş bir kalple sana gelmeye her zaman hazır olayım.
Kalbim sana öyle bagh olsunki değersiz ve aldatıcı
sevgiler onu aşağı çekmesin. Hiçbir acı ve zorluk kalbimi tüketmesin.
Ey Rabbim, bize yardım
et ki seni bilelim, seni bulalım, seni anlayalım ve imanla sana, kavuşalım.
Ey beni yaratan,
Ey seni unutanı
unutmayan,
Ey yarattığı her
güzellikten daha güzel olan; bana sevgini ver çünkü seni seviyorum. Sana olan
aşkın zayıfsa seni daha mükemmel sevmemi sağla. Seni öyle seveyimki
ölümüm senin kalbine sığındığım an olsun.
Sana yakaran şu kulunu
günahlarıyla başbaşa bırakma.
Evet, ben olmadan önce
sen vardın ve senin tarafından var edilmeye layık değildim. Buna rağmen beni
var ettin. Varlığından haberdar ettin. Bitki değil, hayvan değil, İnsan
eyledin. Kendine muhatap kıldın. Ama görüyorum ki sana layık olamadım.
Yarattığın varlıklara hizmet edemedim. Bir incir çekirdeğinden koca bir incir
ağacını yaratan, sen Ey Rabbim; beni hakikatine eriştir, alçak gönüllülükle insanlara
hizmet etmemi sağla. Sen biliyorsunki, ben her şeyi
göremiyorum, ama sen beni doğru yola iletebilirsin.
Ey Kalbimin nuru, beni
kaplayan karanlıkları, nurunla aydılat. Biliyorum,
beni İçine düştüğüm karanlıklardan defalarca aydınlığa çıkardın. Ancak tatmin
edilmemiş tutkularımın gürültüsü, o çağrına uymamı engelledi.
Sen dünyayı bize
hizmet etsin diye yarattın ama biz kendimizi öyle kaybettik ki dünyaya hizmet
eder hale geldik.
Halbuki, sen insanı
kendi sevgin İçin yarattın. İşte bu yüzden yüreğimiz sende huzur bulana deli
sıkıntılar içinde kalacaktır.
Ey sevgisiyle huzur
bulduğumuz Rabbim, seni bilmeyi ve tanımayı sağla. Seni sevmeyi her sevgiden
üstün kıl.
Şimdi ise sana susamış
olarak senin İman pınarına koşuyorum. Beni nefsimin ve kötü İnsanların
arkadaşlığından kurtar çünkü biliyorum, sen bizi seviyorsun. Resulün Muhammed
(a.s) aracılığıyla bizi buldun, ama biz seni aramıyorduk, seni arayalım diye
bizi buldun, bize merhamet ettin.
Öyleyse biz, bu
rahmetin ahirettsde devamını istiyoruz. Ey Rabbim,
senden altın istemiyoruz, Para istemiyoruz, şan ve mevkide istemiyoruz. Ama
yalnız, seni istiyoruz, senin sevgini istiyoruz. Ve biliyoruz ki seni bulan
her şeyi bulur, seni kaybeden her şeyden mahrum olur.
Yüzlerinizi doğuya ve
batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen,
onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve
kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dostdoğru
kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidle-rine vefa gösterenler ile
zorda hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler (in tutum ve
davranışlarıdır), işte bunlar, doğru olanlardır ve müttahi
olanlarda bunlardır. [2]
Dün gece ilham bize,
başka türlü tecelli etti. Fakat mideye birkaç lokma girdide İlham yolunu
kapadı.
Bir lokma uğruna,
Lokman tabiatlı ilahi ruh, nefsani gıdalara esir
oldu. Şimdi Lokman devridir, ey lokma sen çekil git.
Bu ızdırap
dünyasında, bütün çektiklerimiz lokma yüzündendir. Lokmayı az yiyerek "Can
Lokmanı'nın tabanına batmış olan dikeni çıkarıp atın.
Aslında "Can Lokmanı"nm ayağında diken değil, dikenin gölgesi bile
yok. Fakat siz hırsa kapılmışsınız da gerçeği göremiyorsunuz.
Nefsinin arzu ettiği
nefis yemekler, humalar, incirler; aslında, seni
halı yolundan alıkoyan ayağına batmış dikenlerdir. Sen ilahi sevgiyi göremeyen
çok nankör birisin.
Can Lokmanı, Allah'ın
gül bahçesidir bütün ilahi bilgiler, irfan, aşkı, hep oradan gelmektedir. Böyle
mübarek bir varlığın (can Lokmanı'nın) ayağı niçin
bir dikenle yaralansın?
Bu beden diken yiyen
deve gibidir. Nur-ı Muhammedi'den olan ruhun bu deveye binmiştir. Ey deve,
senin sırtında öyle bir dengi var-ki, onun çevreye yayılan güzel kokusundan,
sende yüzlerce irfan ve marifet gülistanı meydana gelmiştir.
Ama senin gözün dünya
dikeninde ve kumluktadır. Bakalım bu değersiz dikenlerden ne güller
devşireceksin?
Ey bu dünya talebi
uğruna, nefsani istekler İçin, diyar diyar dolaşan ve Allah'ın sıfatlarını; gücünü, büyüklüsünü
göremeyen, gönlü körleşmiş kişi, ne vakte kadar. "Bu gülistan nerede,
nerede? Deyip duracaksın.
Can ayağına batmış, nefsani istekleri dikenini, şehvet ve hiddet dikenini
çıkarmadıkça gözün kararır, göremezsin. Bu halde nasıl dönüp dolaşacaksın?
İlahi emaneti
taşıdığından çok üstün bir güce sahib olan ve dünyalara
sığmayan Ademoğlu, cismani zevkler dikeninin etrafında gizlice dolaşır durur.
İnsanda bulunan bu
ilahi emaneti bu can, ekmekle, yemekle semiren yahud
kah şöyle, böyle olan can değildir ki...
Bu ilahi nefha, Haktan gelen bu ruh, yemeden içmeden hasıl olan
hayvani ruh değildir. Bu, hayvani ruha, insan bedenince de boşluk verir;
hoştur. Hoşluğun ta kendisidir. Ey emelin ulaşmalı için çare arayan kişi, hoş
olmaya bir şeyden İnsana hoşluk gelirmi?
İyi huyu ile
şekerleşen aşık, şekeri de safi sevgi şarabında dışarıda aramaz; onu kendinde,
kendi varlığında bulur. O aşk ve hakikat şarabını kendi gönlünde içer. Ey dost,
bu sırra akıl ermez. Bu durumda aklın yolunu şaşırır, kaybolur gider.
Zaten cüz'i olan akıl, gizli şeyleri bilir görünmekle beraber,
aşkı inkar eder.
Akıl anlayışlıdır,
bilgindir ama, yok olmamıştır. Melek bile olsa yok olmadıkça, varlık iddia
edince şeytan olur.
O; sözde ve işte bizim
dostumuzdur ama, hal bahsine gelince orada, bir hiçten, bir yoktan ibarettir.
Akıl, varlıktan geçip yok olmadıkça yoktur. Zaten, o, dileyerek, İsteyerek
yok olmazsa, zorla yok olacaktır, bu da ona layıktır.
Bir gün sormuşlar
ermişlerden birine: "Ey bilge insan! Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu
yaşayanlar arasında ne gibi fark vardır." Diye.
"Bakın
göstereyim" demiş ermiş.
Önce, sevgiyi
dillerinden gönüllerine İndirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra
hazırlamış. Hepsi oturmuş yerlerine. Derken, derviş, tabaklar içinde sıcak
çorbalar ve arkasındanda kaşıkları getirmiş. Fakat kaşıkların boyu bir metre
imiş...
Ermiş, "Bu
kaşıkların ucundan tutup Öyle içeceksiniz çorbanızı", diye bir şart
koymuş.
Peki demişler ve
içmeye teşebbüs etmişler. Fakat oda ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü
döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar,
öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine
"şimdi" demiş ermiş; "sevgiyi gerçekten bilenleri çağırdım
yemeğe" yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar
gelmişler, Onlar oturmuş sofraya bu defa 'Buyurun' deyince, her biri uzun
boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatıp içirmiş.
Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
"İşte" demiş
ermiş, kim bu hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç
kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünürde doyurursa, o da kardeşi tarafından
duyurulacaktır.
"Yağmurlar
yağdıkça, Dereler Nehir oldukça, insanlar nefes aldıkça, Senin sevgin kalbimin
gıdası olmaya devam edecektir."
"Hayat, tan
manasıyla istediğimiz gibi olsaydı hiç şüphesiz bir anlamı kalmazdı."
Sevgili!
Sen gitmiştin... Koyup
bir başımıza, bırakıp pak ellerimizi, gurbetlerine salmıştın bizi. Yetim
kaldık, öksüz kaldık, ve ellerimiz kirlendi yokluğunda... Sen gitmiştin.,.
Ayrılıkların dilini hece hece ağlıyoruz şimdi.
Akşamlar İniyor dağlara, ve hasretimiz yankılanıyor yamaçlarda.
Sevgili!
Nasıl iltica edelim
sana; huzuruna nasıl varalım, yalvaralım?!... Kemter
karıncalar nice mümkün halini Süleyman'a arz?!.. Güneş huzurunda mumların
okunmazken esamisi, pervaneler bahsetsin mi varlıktan? Ve duyurabilsin mi
sesini?.. Efendim, duyar mısın sesimizi...
Sevgili!
Sen aşk ikliminde
sultan, sen güzellik şahikasında dolunay, sen vefa göğünde hilal. Biz bir
bakışının dilencisi, biz dolunay tutkunları, biz bayramı gözleyen oruçlar.
Güzellik ordusunun hakanı sen, gam rüzgarında gedalar
biz. Sen İmrenme, biz ayıplanma. Sen Özüsün varlığın ve biz varlık iddiasında
küstah yoksullar. Sen sabah yıldızlarının ışığı, biz gaflet uykusunda
kervancı. Dert ve keder denizinde çıglık çıglıgayız biz, kumrular ve bülbüller seni bestelemekte
oysa. Çığlıklarımızı bestelere kanştmver efendim,
düşkünlerine, savrulmuşlarına kulak ver. İtivermezsin elinin tersiyle bizi,
değil mi efendim...
Sevgili!
Sen gitmiştin...
Yokluğunda kaybettik önce varlığımızı, ve sonra yok eyledik aklımızı da.
Hasretinle akan zamanlarda cevherimiz özden, madenimiz mıknatıstan ayrıldı.
Sen gitmiştin... Gönüllerimiz billur kadehler gibi çalındı sengsarlara;
ırmaklarımız mecralarında susuzluğa mahkûm edildi. Sen gitmiştin... Çelik mermere
çarptı, iradeye ateş düştü yokluğunda. Hasretinden akıllar yitirildi efendim,
gönüller gölgelere düştü. Kucak kucağa güneşlerimiz söndü, dudak dudağa
denizlerimiz kurudu, ve sen gitmiştin efendim.
Sen gitmiştin...
Seninle birlikte her şeylerimiz gitti. Şehitlerimiz kefenlerinden sıyrıldı
senden sonra; kanlarımız sahralar doldurdu. Kelimelerimiz anlamlarını yitirdi,
kutlu erlerimiz tutsak oldu nefis ordularına...
Hiçbir şey kazanmadık
ayrılığında, efendim, hiç kar etde edemedik.
Aldandık, hep aldandık. Delilimizi yitirdik, delillerimizi yitirdik. Dillerimiz
dilim dilim edildi efendim. Bize sevmeyi unutturdular
ilkin; sonra sevginin ne olduğunu... Kendi gönlüne ihanet edenlerimiz, gönlün
kendisine ihanet ediyorlardı artık. Vurgunlar yedik peş peşe efendim... Ve sen
gitmiştin.
Sevgili!
Sen gitmiştin...
Biricik sığmağımız, varlığımızın övüncü, yüz akı-mızdın.
Hayırlan söyleyip gitmiştin, biz şer işler olduk.
Uzun uzun emellere kapıldık, kapılanıp kaldık
umutların kapısında. Yolunda yürümekken üzerimize düşen, baş kaldırdık Önce ve
sonra yıkılışlar gördük hep efendim. Ellerimiz vardı açıldıkça dolan, uzandıkça
verilen; böğrümüzde kaldı ellerimiz. Hanım idik halayık olduk; bay idik köle
edildik.
Sen gitmiştin...
Yanmış igsilerle kara bahtımıza kara resimler
çizdiler. Aşk dervişleri avare, pejmürde, hercayi
rüzgarlara kapıldılar, dönüşlerinin ahengini kırdılar. Bölük bölük kadınlarımız, grup grup
erlerimiz, demet demet çocuklarımız, kimi güler, kimi
ağlarken yitirdiler kendilerini. Ve sen gitmiştin efendim...
Sevgili!
Hani bir aşk idin, bir
güzellik İdin sen, güzellikle aşkın kesiştiği prizmada. Güzelliğin cihanı
gösteren bir ayna; aşkın o aynanın cilası idi hani. Güzelliğin olmasa efendim,
aşkı hiç bilmeyecekti cihan; aşkın olmasa güzelliği hiç anlamayacaktı. Aşk
pazarında mezad hep güzelliğine; güzellik yurdunda
yollar hep aşkına durmuştu efendim... Ve sen gitmiştin...
Sevgili!
Derd ile ağlayandın; hem derde salandın!.. Gönül yurdunda
çaresizlerin çaresi, hastaların merhemiydin. Saadetle yaşamış, saadet çağını
yaşatmıştın. Suretleri ve canlan iman ile sen şekillendirmiş, "La"
ile "îlla"yi i'caz
ile sen dillendirmiştin.
Sen gidince, ey
sevgililer sevgilisi, güvercinlerimiz tuzaklara esir düştü; Hüdhüdlerimİzin
mil çekildi gözlerine. Artık düşmanlarımız dostlar arasında; dostumuz düşman
içinde. Divanelere döndük, yaya kaldık yolunda. Kendimizi unuttuk, seni bilmez
olduk...
Sevmek ve sevilmekten
gaye o'yumuş meğer,
İç içe aşk ve hicran;
Seven gönül tıpkı
buhurdanlık gibi tüter,
Aşk ateşiyle her an.
Uzat elini Ey Dost
ruhum sevgine muhtaç!
Sensin derdime derman!
Hasretle yananlara
vuslat yollannı aç!
Kalksın perde aradan!
Lütfunla her an gönlümde ayrı bir nevbahar,
Canım yoluna kurban!
Her yerde ağın aşikar,
ruhum sana şikar;
Olsun katlime ferman!
Gerçi cürmüm çok ama, gönlüm de tutkun Sana;
Ben bir muhtac-ı ihsan..
İnayetinle al kalbimi
kendinden yana!
Ey kulunu Yaratan!
Nefsim mavi, mor,
pembe renklerle geceliyor,
Her halim Sana ayan...
Buruk vicdanım her
zaman Seni heceliyor,
Yoktur ilmine pinhan...
Görsem şayet
göreceğimi aklım dağılır,
Işığın mah-ı taban..
Hülyalarım rengini
sırlı ufkundan alır,
Çağlar ruhumda ziyan.
Hep kara yalnızlık
soluklar Sensiz sineler,
Hicranla yanar
vicdan...
Nurunun lem'asına cihan verilse değer,
Işığın bize burhan..
Seninle güneş gibi
parlar hayatın sonu,
Damlalar olur umman...
Duyarlar ufuk ötesi
yaşayanlar bunu,
Bu ne yüce bir irfan!
Kalem Sevgiliden
Yana Oİunca
İskender Pala
"Ayine"
Bahar... İlk-bahar,
evvel-bahar, nev-bahar; mevsim-i gül, fasi-ı gül....
Dört mevsimin en
güzeli; dört kitab içinde Kur'an
gibi...
Zamana düğümlenmiş
mükevvenatın zemine yansıdığı ideal vakit; tohumun çiçeğe durduğu dem. İlık esintilerin kıvrak raksı ve bir silkiniş, bir
uyanış...
Ferah-feza dönemi
ömrün; tozpembe çağı...
Hızır'la İlyas'ın buluşmasıdır her yıl İskender şeddinde; Ergene-kon'dan çıkışıdır. Asena'nın,
sekizinci oğulda zalim Dahhak'a baş kaldırışıdır yedi
oğlunu feda eden demirci Gave'nin.
Bahar sevgilidir;
nergis nergis gözleri, gül gül
yanakları, sümbül demeti saçları ve gonca dudaklarıyla. Laleden kadehiyle mest
eder. Bakışı şefkat, gülüşü rahmet kokar. Boğum boğum
parlatır alevini sevda katarlarının... Türlü latifelerle gülüp açılmasıdır
goncanın; gül ruhsarın ranahğıyla
söyletmesidir şairleri. Ve bütün şairler bahara sevgiliye yazmıştır en güzel
şiirlerini. Bahar sevgilidir.
Bahar şiirdir, kah bir
papirüs tomarına, kah bir meteor taşına yazılmış güldesteler misali... Iydiyeler ve caizelerin saltanatından geriye kalan bir
Lale Devri ezgisi. Bîr tenasüptür Fuzuli dilinde, kanlı göz yaşlarıyla çağlayıp
bozbulanık sellere döner evvel, ve sonra yıkıp
topraktan yapısını varlığın uçurur ötelere ötelere...
Baki dilinde bir
kasidedir, gül bahçesine gümüş servilerden tuğlar dikerek ipeklerle döşer
bağları bahçeleri. Bahar en eski sarkışıdır tabiatın, neşeyle bestelenen. Bahar
şiirdir.
Bahar rahmettir, damla
damla dökülür ufuklarımıza. Şükretmeyen de inkar
eden de ıslanır bu yağmurdan. İstemeden gelir rahmet ikindi kuşlarının
kanatlarında. Samed olanın adıyla değer toprağa ve
hayata davet eder insanlığımı. Bahar rahmettir.
Bahar zaferdir,
ordusuyla kış sultanını maglub etmiş egemenlik adına.
Dil bir sultandır, sarraf terazisinde geceyi gündüzle, sogugu
sıcakla tartarak eşitleyen. Üç kıtanın kapılarına bu mevsimde varmış aşk
erleri; bu mevsimde çıkmışlar uzak seferlere leventler, şıklar gibi tıpkı; hani
sevgiliyi görünce dökülüp zorlu yollara, bir daha geri dönmeyen aşıklar...
Bahar bir zaferdir, kırk gün kırk gece kutlanan yedi İklim dört bucakta... Ve zafernamelerde anlatılır en görkemli hikayeleri... Bahar
zaferdir.
Bahar berekettir,
bulutlardan dökülen. Bir nisan damlasıdır istiridyenin ağzında inciye
dönüşecek. Yakuttan bir İksir, zümrüt yudumluğunda goncanın. Buselik
bestesidir bülbülün seher ıtırlarından ilham alan. Ve erik çiçekleridir o
Hatayı kumaşlara desenlenmiş... Vişne dallarında
ispinoz kuyrukları... Çoğaldıkça çoğalır, arttıkça artar. Bahar berekettir...
Bahar bezmdir, sevinç taburunun en kıdemli askeri çalar tanburu o mecliste. Gül dallan altında gülgün
kadehlerin, gül hareli lezzetlere sızan gülendam
salınışlarında çağlayan şetaret... Beyaz ellerde vuslatın mor çiçeklerini
demetlendiren dizelerde salkım salkım esrar keşfeden dilara duygular. Kırkıncı kapının ardında asude bir uykuya
dalmak ve aynı rüyayı aynı anda görmek canan ile. Bahar bezmdir.
Bahar hayattır, seher
yelinin kınalı parmaklarından dökülen toprağa. Bir İsa nefesinin uyardığı bahür-ı Meryem ve bir Musa elinde parlayan zambak. Nuh'un
gemisinden kanatlanan güvercin ve arıkta otu biten oğlaklar... Tarihin ve
toprağın salkım saçak çig tane-leriyle
dokunan haliçesinde yeşeren tohum. Rengarenk bir
kelebeğin cılız kanadına yüklenmiş Kafdaglanndan
savrulan can kafileleri ve ormanlardan yükselen lahüti
ses. Bahar hayattır.
Ve ne zaman bahar
gelse, hazırlıksız bulur beni...
O da demişti ki:
"Gerçekten bey, mal (veya at) sevgisini rabbimi zikretmekten dolayı tercih
ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına
saklandılar.[3]
Aşk gönüllerde ateş,
ruhlarımızda ışık,
Hicranla yanar aşık,
ümitlerinde bahar..
Sinesinde gam, hüzün;
ufku vuslata açık,
Gezer çölden çöle
avare her zaman zar zar...
Feryadı sırrının sesi,
sırrı kıpkızıl kor,
Dolaşır, dolaştığı
gibi ahü peşinde.
Mest u mahmurdur
dudağından bir kızıl fağfur,
Her gece bir visal
yaşar Canan'la düşünde.
Hayaletler gibi sarar
ruhunu kuşkular.
Simasında fecir
sevinci, akşam tasası;
Yer yer meçhullere talih bir kapı aralar,
Firdevs'ten rengi ve Firdevs'ten suyu,
havası.
Bazen kırılır yeisle,
onulmaz kırığı,
Bazen ufku ışık,
rayiha, renkle tüllenir;
Bazen ta ötelerde
duyulur hıçkırığı,
Yapraklar gibi
sararır, mumlar gibi erir.
Hep hazan yaşasa da
hiç solmaz çiçekleri,
Dilinde her zaman
hasret ü hicran bestesi;
Kederi çoktur ama,
köpürür sevinçleri,
Hep aşk heyecanıyla
tınlar çelikten sesi.
Gözlerinin içinde bir
uhrevi enginlik,
Süzer çevresini, hemen
herkese gülümser..
Duygularında sonsuzluk
gibi bir zenginlik,
Kah çaylar gibi coşar,
kah yeller gibi eser.
Ey aşk, artık anladım
meğer sen her şeymişsin,
Hem öldüren bir zehir,
hem dirilten bir iksir;
Allah'a götüren
yollarda altından sesin,
Diriliş üflemekte ölü
ruhlara bir bir...
Onda 'sükun bulup
durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir
sevgi ve merhamet kılmasıda, o'nun ayetlerindendir.
Şüpheli bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.[4]
Gözlerimiz,
bakışlarımız gönüle uymuştur. Gönül isterse göz ze-hire bakar, yılana bakar;
gönül isterse göz ibret alacağı, ders alacağı şeye bakan.
Gönül isterse, göz
görülecek şeylere, dünyaya, dünya nimetlerine bakar, gönül dilerse göz manaya,
örtülü şeylere, ilahi sırlara bakar.
Gönül isterse, gözleri
külliyat tarafına sürer götürür. Gönül isterse onları cüz'iyyat'ta
hapseder, bırakır.
Beş duygumuzun her
biri, aynı su deposuna bağlı musluklar gibi, gönle bağlıdırlar. Gönlün dileği
ile, emri İle iş görürler.
Gönül ne tarafa işaret
ederse, beş duygu da eteklerini toplar o tarafa doğru koşar.
Gönül isterse, ayak
raks eder, oyuna dalar yahut yavaş yürüyüşü bırakn-,
h\ı\ı yürüyüşe geçer.
Gönül dilerse el
parmaklan ile hesap yapar, yahut o parmaklarla kitap yazar.
Dikkat ediniz, bütün
bu işleri yapan hünerli el, aslında içte bulunan gizli bir elin emrindedir. O
gizli el bedenimizin şu görünen elini maşa gibi kullanarak bu işleri
yaptırmaktadır.
Eğer gizli el İsterse,
şu görünen elf düşmana karşı yılan gibi öldürücü
olur. Yine gönül isterse, o el bir dosta karşı yardımda bulunur.
Acaba gönül bizde
bulanan bu beş duyguya neler söylüyor, onlarla aralarında ne de gizli, akıl
almaz bir anlaşma, ne şaşılacak bir buluşma var?
Gönül acaba,
Süleyman'ın mührünü mü buldu ki, bu beş duygunun yularını da eline almış,
onları istediği tarafa çekip götürüyor.
Gönül, Süleyman'ın
mührünü elde etmiş, beden diyarında ruhani ve nefsani
kuvvetlerin padişahı olmuş da bii'nen görünen beş
duyguyu emri altına almış, içte bulunan, görünmez beş batini duygu da zaten
onun emrinde.
On duygu, yedi uzuv,
daha sayılamayacak, söylenemeyecek ne kadar çok şeylerin hepsi gönlüm emrinde.
Ey gönül, sen
ululukta, sultanlıkta Süîeyman olmuşsun. Parma-gındaki yüzüğünle perilere,
şeytanlara hükmet. Mademki beden diyarının padişahı oldun, içte bulunan kötü
duyguları, nefsani ve şeytani istekleri kov, gitsin.
Bu padişahlıkta, bu beden
diyarında hiîeye sapmazsan, şu üç azılı şeytan; hırs,
şehvet ve öfke şeytanları senin insanlık ve aşk yüzüğünü çalamaz.
Ondan sonra da adın
sanın dünyayı batar, bedenin gibi iki dünyaya hakim oiursun.
Eğer şeytan elinden
aşk yüzüğünü, insanlık yüzüğünü alır giderse, padişahlığın yok olur; bahtın,
mutluluğun ölür.
"Getirdiğimiz
turfanda meyveleri Lokman yemiştir." Diye kölelerin ve kapı yoldaşlarının
ona iftira etmeleri.
Şahlanırken doludizgin
mavi hülyalarla,
Duyar Canan'ı rûh
sihirli râyihalarla.
Sardıkça her yanı o
füsunlu hâtıralar,
Köpürür dalga dalga vuslat tüten duygular.
Uzaklaştıkça kendine
âit sahillerden.
Ağarır az ötede ufuk,
ağarır birden..
Derken sarar her yanı
Mâşuk'un cazibesi,
Duyulur tasavvurlar
üstü sihirli sesi..
Varlık aşkla gürleyen
bir mûsikî kesilir,
Gittikçe düğüm düğüm bir âleme erilir.
Artık her yerde o
sırla gezer ki, büyülü,
Her manzarayla tülîenir Cânân'ın kâkülü..
Hislerde işveyle tüten
bir üslûp duyulur
Ve insan uhrevilige sırlı bir yol bulur.
Düşünceleriyle
hummalı, ruhu pür neş'e,
Ziya püskürür, fecrin
tepeleri peş peşe...
Rüya gibi bir iklime erilir ki; eşsiz,
Füsûnuyla kuşatır bir
haz, her yanı sessiz.
Donakalır, sarı güller
gibi alnında ter,
Sonra da bir ışığa
erer ve her şey biter...
Solar bütün renkler;
yeşil, mavi, pembe ve mor,
Mekân "lâ
mekân" olur, zamanın nabzı durur.
Dökülür karanfil,
yasemin, erguvan, zambak
Menekşe, papatya, lâle
ve gül yaprak yaprak.
Görülen bu rüya
bitince her yan ağarır,
Rûh da, vuslata
ereceği rıhtıma varır..
Anlar o zaman gayenin
Allah olduğunu;
Duyar, var olmanın
zevkini duyanlar bunu...
îman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise,
Rahman, onlar İçin bir
sevgi kılacaktır.[5]
Mesnevi
Yûsuflar çirkinlerin
hasetlerinden, kıskançlıklarından gizlenirler.
Gü-1405 zeller de düşman
şerrinden adetâ ateş İçinde yaşarlar.
Yusûflar kardeşlerinin
hilesi yüzünden kuyu içindedirler.
Çünkü o kardeşler
haset yüzünden Yûsuf'u kurtlara verirler.
Haset yüzünden Mısır
Yûsuf'unun başına neler geldi?
Haset insanların
kalbinde pusuya yatmış iri bir kurt gibidir.
Çok yumuşak huylu olan
Yâkup (a.s.) Bu haset kurdundan ötürü Yûsuf'un üstüne titredi.
Zahiri, gözle görülen
kurt, Yûsuf'un etrafında dönüp dolaşmadı, fakat kardeşlerinin hasedi,
yaptıkları kötülükler ve vicdansızlıklarla kurtlan da geçti.
Bu haset kurdu Yûsuf'u
parçaladı da; "Biz onu elbiselerimizin yanına 1410 bırakmış gitmiştik. Onu
kurt kapmış." Diye kardeşleri tatlı sözlerle özür dilediler.
Yüzbinlerce kurtta bu hile, bu düzen yoktur. Bu haset kurdu, sonunda
rüsvâ olacaktır. Sen sabret.
Herkesin kötülüğünün
cezasını göreceği kıyamet gününde, ha-setçiler şüphe yok ki kurt şeklinde haşr edileceklerdir.
Haram yiyen, gözü
hırsla dolu kişi de o hesap gününde domuz şeklinde görülecektir.
Zina edenlerin
bedenleri, şarab içenlerin de ağızlan pis pis kokarak dirilecektir.
Dünya'da yalnız gönül
sahibi ariflerin hissettikleri, gizli kalan pis kokular mahşerde ortaya
çıkacak, herkes tarafından duyulacaktır.
(fbrahim)
Dedi ki: "Siz gerçekten, Aüah 'ı bırakıp dünya hayaün-da aranızda bir sevgi-bagı
olarak putları (ilahlar) edindiniz sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar
edip tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz
ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur. [6]
Gönlüm gözüm Senin İle
açılır,
Geçilmezler Senin ile geçilir,
Adın anılınca nurlar
saçılır;
Doğ ruhuma beni
hasretle yakma!
Hak aşkına kulun
yalnız bırakma!
Ben bir kapıkulu, Sen
de Sultansın,
Yolda kalmışlara Hak'tan
emansm,
Ben bir ceset isem,
Sen onda cansın;
Dog ruhuma beni hasretle yakma!
Dost aşkına kulun
yalnız bırakma!
Âşıklar ararlar Seni
her yerde,
Dudağın şerbeti
dermandır derde..
Ben bir dertli İsem
dermanım nerde?
Doğruhuma beni hasretle yakma!
Hak aşkına kulun
yalnız bırakma!
Bir yüzü karayım pek
çok vebâblim,
Düşe-kalka, kalmadı
hiç mecalim..
Bilmem ki ötede ne
olur hâlim..?
Dog ruhuma beni hasretle yakma! .
Hak aşkına kulun
yalnız bırakma!
Bir zaman mevsimler
bütün bahardı,
Korkarım o günler bir bir karardı..
Merhamet! Yollarım bir
sarpa sardı..
Dog ruhuma beni hasretle yakma!
Dost aşkına kulun
yalnız bırakma!
İnsanlar içinde,
Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır İd, onlar (bunlan), Allah 'ı sever gibi sever. İman edenlerin ise
Allah 'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman,
muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allahm olduğunu ve Allah'ın
vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi (2A65)
Dostlarla konuşurken,
çok dikkatli ve İhtiyatlı hareket etmelidir. Çünkü söz vardır, keskin kılıç
gibidir; dostluğu keser, öldürür. Kalpte tedavisi İmkansız yaralar açar. Kalp
bahçesindeki yeşillikleri, sevgi çiçeklerini kış mevsimi gibi Öldürür.
Bir söz de vardır,
ilkbahar mevsimi gibidir. Her tarafı süsler, gü-zelleştirir; sayısız yararlar sağlar.
Acı söz, sevimli ve
güzel dudaklardan çıkınca tathlaşır. Gül bahçesinde
diken göze batmaz; gönül çekici olur.
Nice nazlılar,
nazeninler vardır; gül yanaklı, ay yüzlü bir güzele kavuşmak ümidi ile diken
taşırlar.
Ay çehreli sevgilileri
için hamallığa katlanmış, ağır yükler altında kendini ezdirmiş, sırtı yara
bere olmuş ne kadar İnsan vardır?
Demirci geceleyin
evine gelip ay yüzlüsünü öpmek için, gündüz kavurucu ateş karşısında, dumanlar
içinde, demir döve döve kendi yüzünü kapkara eder.
Esnaftan biri, geceye
kadar dükkânında çarmıha gerilmiş gibi oturur durur. Ve bütün gün dükkâna haps olup kalmak zahmetine katlanır. Bu sıkıntılar ona hoş
gelir. Çünkü onun gönlünde bir selvi boylu
yatmaktadır.
Bir tacir denizde,
karada yolculuk eder. Kazancını artırmak İçin, memleketinden, yurdundan uzak
düşer. Gurbet acılarım tadar. O bütün bu sıkıntılara, evinde oturan eşinin
sevgili ile katlanır.
Kimin bir ölüye, yâni
fâni bir varlığa sevdası varsa, o sevdayı canlı ve diri varlığa kavuşmak için
besler. Böylece fânî bir varlığı sevmek, aşka bir köprü olur da, onu ilâhî
sevgiye ulaştırır.
Bir dülgerin, yüzünü
keresteye çevirip, onunla meşgul olması, ter dökerek onu işlemesi de, ay yüzlü
bir güzele yararlı olmak içindir.
Ey Hakk
yolcusu, sen öyle bir diriye kavuşmak İçin, ona kavuşmayı umarak çalış, çabala
ki, o gönül verdiğin diri, bir müddet sonra cansız bir hâle gelip toprağa
gömülmesin.
Hislerine kapılıp da
bir saman çöpünü, yâni fânî bir güzeli kendine yakın bir dost olarak seçme.
Çünkü ondaki sevgi ve yakınlık duygusu iğretidir. Sen kalıcı dostu ara.
Eğer Allah'tan başka
senin gönül verdiklerinde vefa ve bağlılık olsaydı, senin en vefalı yakının
olan annen ile babanın dostluğu nerede?
Eğer Hakk'tan başka biri dayanmaya ve güvenmeye lâyık olsaydı,
senin dadı ve lalana olan bağlılığın, dostluğun devam etmez mi idi?
Senin süte, memeye olan
alışkanlığın kalmadı; mektepten nefret ederdin, yâni tiksinirdim; o da geçti
gitti.
O dostluk, o
alışkanlık onların varlık duvarlarına akseden ışıktı. O ışık güneşe döndü
gitti.
Hakk güneşinin ışığı her neye aks ederse, her neye
düşerse, ey yiğidim, sen ona âşık olursun.
Böylece, sevdiğin her
varlıktaki güzellik Allah'tan geliyor. Sen, her neye âşık olursan, o şey İlâhî
sıfatlardan biri ile yaldızlanmış, nûr-ianmış.
Gönül verdiğin şeyin
yaldızı, aslına gidip de o şey çirkinleşince, bakırı meydana çıkınca, yâni
sevdiğin güzelliğini kaybedince, tabiatın ona doyar, ondan hoşlanmaz, onu
boşlayıverir.
Sevgilinin seni
büyüleyen, o yaldızlı sıfatlarından, o yaldızlı güzelliğinden elini, ayağını
çek; bilgisizlik yüzünden kalp bir madeni altın sanıp da hoş deme.
Çünkü kalp şeylerdeki
hoşluk, güzellik iğretidir. Görünüşte süslü pusludur, ama altında süssüzlük,
çirkinlik vardır.
Fânî varlıklarda
görülen güzellik, ilâhî güzelliğin iğreti olarak onlara aksetmesinden
ibarettir. Akseden o nûr, günün birinde aslına geri dönecektir. Bu yüzden ey sâlik, iğreti güzelliklere bakma da, sen onun aslını, yâni
ve o güzelliği vereni ara!
Güneşin duvara düşen
nuru, yine güneşe gider. Sen duvara düşen nura değil de, o nuru düşürene, yâni
güneşe git; sana lâyık olan odur.
Mademki oluktan su
akmadı, yâni güzellerden vefa görmedin; bundan sonra suyu, sen göklerden elde
et.
Hep eski yamaçlarda
yeni güller,
Arayıp durmuştun bir
ömür boyu..
Çiçeklerde geçmiş
günlerin buyu,
Maziden renkleri,
maziden suyu,
Gelir sanmıştın o mâmavi dünler...
Mecnun gibi hep bir
âhû peşinde,
Çölden çöle koştun tâ
doğuşundan,
Çıkmadı asla
hayalinden cânân;
Hayatın bir nişan,
ölümün bin şan,
Varı aüp da yoku seçişinde...
Sessizdi ruhun
derinliklerinde,
Hayalindeki o mavi
dünyalar,
Yol gösteriyordu sana
semalar,
Hele ruhunu haykıran sadalar,
Ne ra'şeler
vardı akislerinde..!
Sen coşkun, mevsim de
tam müsaitti,
Çiçek koklamak İçin
her bucakta..
Ve ak horoz ötüyordu
şafakta,
Yankılandı nağmesi her
dudakta,
Gökler de bu armoniye
şahitti...
Bitmedin hayatta
bahan-güzü,
Zevk u safa bir yanda,
sen bir yanda,
Herkes serâzâd olduğu zamanda,
Âdeta esir yaşadın
cihanda,
Gece gibi geçirmiştin
gündüzü...
Gerçek sevgili; tek
olan, benzeri olmayan sevgilidir. Senin bu dünyaya gelişin de o'ndandır.
Gidişin de o'nadtr. Sen, o'ndan geldin, o'na
gideceksin.
O'nu bulunca, artık
başkasını beklemezsin. O hem apaçık meydandadır, hem de gizlidir, görünmez.
Gerçek aşık, hâllere
hâkimdir. O; hâle kapılıp kalmaz, hâle mahkûm olmaz. Aylarda, yıllarda o ay
gibi nûrlu, parlak olan üstün varlığa kul, köle olmuşlardır.
O söyleyince, hâl,
onun buyruğu altına girer. O isteyince, gölge varlık olan bedenleri can hâline
getirir.
Hakk yolunda oturup kalmış, hâli beklemekte olan kişi,
işin sonuna varmamıştır.
Hâle hâkim olan kâmil
insanın eli, hâl kimyasıdır. Elini oynatınca bakır, onun sarhoşu olur, yâni
altına çevrilir.
Kâmil insan dilerse,
ölüm bile tatlılaşır; diken ile neşter onun elinde nergis ve beyaz gül olur.
Hâle bağlı kalan insan
ise, hâl gelince yücelir, yükselir; hâl gelmeyince eksilir, aşağılara düşer.
"Sûfi", "hâle" kavuşup değeri arttığı için
"vaktin oğlu" olmuştur. Yâni, geçmişi geleceği düşünmez, bulunduğu
vaktin gereğini yapar. Fakat "safi" olan kişi, "vakf'ten de, "hal"den de kurtulmuştur.
Hâller, vakitler onun
azmine, dileğine; onun isteğine uyarlar ve onun İsa'nın nefesine benzeyen
nefesi ile diridirler.
Sevgili âşıkina dedi ki: "Sen; benim âşıkım
değil, hâl âşıkısm; hâl ümidi île benim etrafımda
dolaşıp duruyorsun.
Bir an eksilen, bir an
kemâl bulan hâl; Halil İbrahim(a.s.)'in mabudu değildir. Çünkü batmaktadır.
Bazen batan, bazen
şöyle, bazen böyle olan şey; gönül bağlanacak güzel değildir.
Bazen hoş, bazen nahoş
olan, bir zaman su, bir zaman ateş olan; böylece değişip duran varlık;
Ayın burcudur ama ay
değildir. Görünüşte güzeldir, fakat güzelliğinden ve kendini yaratandan haberi
bile yoktur.
Gönlü tertemiz olan
"sûfî" kşi,
vaktin oğludur, ama babası imiş gibi vakti avucu içine almıştır. Onu sımsıkı
tutmuştur.
"Safî" olan
kâmil insan ise, tamamıyla Allah'ın aşk denizine batmıştır. Aslında o,
kimsenin oğlu (yânî kimseye bağlı) değildir. Vakitlerden de, hâllerden de
kurtulmuştur.
O, doğurmayan bir nura
batmıştır. Doğmamak, doğurmamak ise Allah'ın vasfıdır.
Eğer diri isen, git de
böyle bir aşkı ara! Yoksa sen, çeşitli (değişip duran) vakitlerin kulusun,
kölecisin.
Sen kendi şeklinin,
bedeninin çirkin ve güzel olmasına bakma da, kendinin aşkına ve isteğine bak!
Ey azîz varlık! Sen
kendinin hakîr, yahut zayıf olmasına değil de, kendi himmetine, kendi gayretine
bak!
Sen ne hâlde olursan
ol, İstekten vazgeçme ey susamış, dudakları kurumuş kişi, durmadan su ara!
Kalem Sevgiliden
Yana Olunca
Susuzluktan kurumuş
olan o dudak, sahibinin çeşme başına erişeceğine şahitlik eder.
"Dudakların
kurumuş olması, bu ıztırap, bu çırpınma; seni bize
ulaştıracaktır." Diye suyun gönderdiği müjdeli bir haberdir.
Bu arayış, mübarek ve
kutlu bir harekettir. Bu candan isteyiş, Allah yolundaki bütün engelleri kırar
döker.
Bu isteyiş,
isteklerinin anahtarıdır; senin ordundur, sancakların ve zaferlerindir.
Bu isteyiş, sabaha
karşı horozun; "Sabah oluyor." Diye ötmesine benzer.
Âletin yoksa, yâni Hakk'a yaklaşmak için İyi İşlerin, ibâdetin yoksa da,
ümitsizliği kapılma, yine de istekte bulun! Allah yolunda ibâdete ihtiyaç
yoktur; yalvarış, yakarış ibâdete yol açar.
Eğer bir karınca
Süleymanlık isteğinde bulunursa, şaşma; onun isteğini hor görme! Sen ondaki
himmete, gayrete, cesarete imrenerek bak!
Elinde mala, sanata ve
hünere dair ne varsa, onları İsteyerek, düşünerek, çalışarak elde etmedin mi?
Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense
kökünde!
Ve uçtu tepemden
birdenbire dam;
Gök devrildi, künde
üstüne künde...
Pencereye koştum:
Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı,
İhtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir
mavi tülbent,
Ok çekti yukardan,
üstüme avcı.
Ateşten zehrini tatüm bu okun.
Bir anda kül etti can
elmasımı.
Sanki burnum, değdi
burnuna (yok)un,
Kustum, Öz ağzımdan
kafatasını.
Bir bardak su gibi
çalkandı dünya;
Söndü istikamet,
yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al
sana rüya!
İşte akıllılık, işte
sarhoşluk!
Ensemin örsünde bir
demir balyoz,
Kapandım yatağa son
çare diye.
Bir kanlı şafakta,
bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti
hediye.
Bu nasıl bir dünya
hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh,
zamanı vehim.
Bütün bir kâinat
muşamba dekor,
Bütün bir insanlık
yalana teslim.
Nesin sen, hakikat
olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş,
takma gözde cam!
Otursun yerine bende
her şekli;
Vatanım, sevgilim, dostum
ve hocam!
Aylarca gezindim,
yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve
aklım kepçe.
Deliler köyünden bir
menzil aşkın.,
Her fikir içimde bir
çift kelepçe.
Niçin küçülüyor eya uzakta?
özsüz görüyorum
rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bîr
yuvarlakta?
Sonum varmış, onu
öğrensem asıl?
Bir fikir ki, sıcak
yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin
zarında sülük.
Selâm, selâm sana
haşmetli azap;
Yandıkça gelişen
tılsımlı kütük.
Yalvardım: Gösterin
bilmeceme yol!
Ey yedinci kat gök,
esrarını aç!
Annemin duası, düş de
perde ol!
Bir asâ kes bana,
ihtiyar ağaç!
Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;
Yorgan. Allahsızca
kadar sığmak.
Teselli pınarı, sabır
memesi;
Size şerbet, bana kum
dolu çanak.
Bu mu, rüyalarda
içtiğim cinnet,
Sırrım, ararken
patlayan gülle?
Yeşil asmalarda
depreniş, şehvet;
Karınca sarayı,
kupkuru kelle...
Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime
girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte,
cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük
işkence.
Evet, her şey bende
bir o'zli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm,
nelerden!
Dibi yok göklerden
yeter ürktüğüm,
Yertişir çektiğim mesafelerden!
Ufuk bir tilkidir,
kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır,
uzun, dolaşık.
Her gece rüyamı yazan
sihirbaz,
Tutuyor önümde bir
mavi ışık.
Büyücü, büyücü ne bana
hıncın?
Bu kükürtlü duman,
nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan
İnce kılıcın,
Bir zehirli kıymık
gibi, beynimde.
Lügat, bir isim ver
bana halimden;
Herkesin bildiği
dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun
elimden;
Aynalar, söyleyin
bana, ben kimim?
Söyleyin, söyleyin,
ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda
taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği
arsa;
Hayattan muhacir,
eşyadan öksüz?
Ben ki, toz kanatlı
bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdagı,
Bir zerreciğim ki,
Arş'a gebeyim,
Dev sancılarımın budur
kaynağı!
Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça
gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok
tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve
çıkış.
Gece bir hendeğe
düşercesine,
Birden kucağına düştüm
gerçeğin.
Sanki erdim çetin
bilmecesine,
Hem geçmiş zamanın,
hem geleceğin.
Açıl susam açıl!
Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mâverâ
dede.
Yandı sırça saray,
ilâhî yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.
Atomlarda cümbüş,
donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçice mimarî, içice
benlik;
Bildim seni ey Rab,
bilinmez meşhur!
Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta
çenemde su.
Suda bir gizli yol,
pırıltılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.
Kaçır beni ahenk, al
beni birlik;
Artık barınamam gölge
varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun
şairlik,
Şimdi gözüm, büyük
sanatkârlıkta.
Öteler öteler, gayemin mali;
Mesafe ekinim, zaman
madenim.
Gökte saman yolu benim
olmalı;
Dipsizlik gölünde,
inciler benim.
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu,
deste ve yumak.
Sen, bütün dallann birleştiği kök;
Biricik meselem,
Sonsuza varmak...
Katmadan ona biz sevgi
duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi birfydt.
[7]
Kalem Sevgiliden
Yana Olunca
Bulut ağlamayınca,
yâni yağmur yağmayınca, yerdeki çimenler nasıl gü!er?
Çocuk ağlamayınca anasının sütü nasıl coşar?
Bir günlük çocuk bile,
yolunu bilir, "Ağlayayım da şefkatli dadım yetişsin gelsin." Der.
Sen bilmiyor musun ki,
dadıların dadısı olan "Kerim Allah" ağlamayınca, bedavaca sütünü az
verir.
Cenâb-ı Hakk; "Çok
ağlayın." Diye buyurmuştur. Bu söze kulak ver de, Allah'ın İhsanı ve kerem
sütü aksın.
Buludun ağlayışı, güneşin harareti dünyanın, dünyadaki
hayatın direğidir. Bunlar bükülmüş iki ip gibidir. Sen de bu iki ipe iyi sarıl.
Güneşin yakışı, buludun ağlayışı olmasaydı; cisimle a'râ
nasıl gelişirdi.
Bu hararetle, bu
ağlayış temel olmasaydı, bu dört mevsim nasıl olur da ma'mûr
bir hâle gelirdi?
Güneşin sıcaklığı,
dünya bulutlarının ağlayışı, dünyanın ağzını tatlılaştınyor,
dünyayı güldürüyorsa,
Öyle İse, sen de akıl
güneşini yak, parlat; gözlerinden bulut gibi yaşlar saç.
Küçük bir çocuk gibi,
sana da bir ağlar göz gerekir. Şerefini ve mânevi zevkini yok eden ekmeği az
ye.
Aksine, birisi imanla
can verdi de, din hususunda derecesi yücet di mi, iki
çeşit şeytan da feryada, ağlayıp sızlanmaya koyulurlar.
Edep sahibi biri, bir
kimseye akıl verdi mi, onu doğru yola getirdi mi, iki grup şeytan da haset
dişlerini gıcırdatmaya başlar.
Kalem Sevgiliden
Yana Olunca
Mevtana
"Mesnevi"
Bir âşığın sevgilisine
ettiği hizmetleri, gösterdiği vefayı, uzun geceler yanının yatak görmediğini,
uzun günlerde ise aç kaldığını, susuz kaldığını, çok ızdırap
çektiğini anlatıp da; "Ben bundan fazlasını yapamıyorum, eğer yapılacak
başka bir hizmet varsa haber ver, göster ne buyurursan yapayım. Hattâ dilersen
Halil (a.s.) Gibi ateşe anlayım, Yûnus (a.s.) Gibi kendimi deniz canavarının
ağzına atayım. Circis (a.s.) Gibi yetmiş kere
öldürülmem lazımsa öldürüleyim. Şu-ayb(a.s.) Gibi
ağlaya, ağlaya kör olmam gerekse kör olayım." Demesi ve sevgilinin de ona
cevap vermesi. Zaten peygamberlerin vefalarını, Hakk
yolunda ölümü göze alarak canlan ile oynamalarını saymaya imkân yoktur.
Bir âşık, sevgilisinin
huzurunda yaptığı hizmetleri sayıp döküyor ve ona diyordu ki:
"Senin için şunlan yaptım, bunları yaptım, bu aşk savaşı meydanını da
kılıç yaraları aldım, oklara hedef oldum.
Mal gitti, güç gitti,
namus gitti. Senin aşkından nice muratsızhk-lara uğradım.
Hiçbir sabah beni
uyurken bulmadı, gülerken görmedi. Hiçbir akşam beni varlıklı karşılamadı.
Dâima yoksul olarak buldu."
Ne acılar tattıysa, ne
dertler çektiyse onları bir bir etraflıca saymakta
idi.
Bunlan sevgilisinin başına kakmak için değil, aşkına
yüzlerce şahit olarak sayıp duruyordu.
Aklı olanlara bir işaret
yeter de, artar bile. Ama âşıklardaki o susuzluk nasıl giderilebilir?
Âşık yorulmadan,
usanmadan sözünü tekrarlar durur. Hiç balık bir işaretle duru suya kanar mı?
Âşık o eski derdi,
temiz, tükenmez olan o aşk derdini, yüzlerce defa anlattığı hâlde; "Ne
söyledim ki? Ben bir söz bile söylemedim." Diye şikâyette bulunuyordu.
Sanki bîr ateş içine
düşmüştü, yanıyordu. Fakat neden yandığını bilemiyordu. Ancak, o ateşin
harareti ile mum gibi eriyor, ağlıyordu.
Sevgilisi;
"Evet." Dedi. Doğru söylüyorsun, bütün söylediklerini yaptın, yerine
getirdin ama, kulağını aç da şimdi beni dinle...
Aşkın ve sevginin
aslının aslı olan bir şey var kî, sen onu yapmadın. Bu yaptığın teferruattan,
ayrıntılardan ibarettir." Dedi.
Âşık; "O
bahsettiğin sevginin aslının aslı olan nedir?" Diye sordu. Sevgilisi de;
"Ölmektir, yok olmaktır." Diye cevap verdi.
"Sen dediklerinin
hepsini yaptın, fakat ölmedin, hâlâ dirisin. Canı ile oynayan, aşk uğrunda
ölümü göze alan bir âşık isen, hemen kendini öldür."
Âşık sevgilisinin bu
dokunaklı sözlerini duyunca, o anda uzanıp can verdi. Gül gibi gülerek, başı
ile oynadı. Şikâyet etmeden, neşeli bir hâlde Ölüp gitti.
Arif kişinin zahmet
nedir bilmeyen aklı ve canı gibi, o gülüş onda ebedî olarak kaldı.
Dervişin biri, mezhebi
cefa olan bir dilbere tutulmuştu.
Onun aşkıyla sürekli
ağlar, acı çeker, bir kez olsun görebilmek ümidiyle yolunu gözlerdi.
Oysa sevgilisi acıyan
bir bakışını bile esirgiyordu.
Bir gün dostları,
derviş'e,
'Senin' dediler,
'Uğrunda cefa çektiğin güzel, sabah akşam sarhoşlarla, ayyaşlarla birliktedir.
Allah dostlarıyla küçücük bir yakınlığı yok. Senin gibileri yalanlamaktan başka
bir şey yapmıyor.
Onu seven onun gibi
olmalı. Senin için ondan yüz çevirmekten başka yol görünmüyor.
Derviş güldü,
Benim ondan beklediğim
sadece aşk derdidir. Başkaları ondan güzellik veya zevk dileyebilir, ne gam! O,
güzelliğin gül bahçesidir. Kimi gül ister kimi diken, buna şaşmamalı.'
Adamın biri cezbeye
düşmüş, aşk ateşiyle kendinden geçmiş ve çöle doğru koşmuş.
Çöl aşıkların
ülkesidir.
Adam da çöle düşmüş
orada yaşamaya başlamış.
Tanıyanlar onu
ayıplamışlar.
Zavallı yaşlı babanı
bıraktın, onu üzüyorsun bu davranışlarınla' demişler.
Adam aldırmamış.
Birisi sormuş: 'Neden
böyle yapıyorsun?'
Allah sevgisiyle gönlü
cezbe ateşine düşen adam şöyle cevap vermiş: 'Sevgilimin sevgisini yüreğimde
hissettiğimden bu yana kimseyle yakınlığım kalmadı. Bana gül yüzünü göstereli
beri gözüm hiçbir şeyi görmüyor. Herşey gözüme hayal
gibi görünüyor.'
Aşka düşerek
insanlardan yüz çeviren ve çöllere düşen kaybetmez. Belki yitirdiğini bulur.
Hakikat'e aşık
olanlar, gökkubbenin altında sağa sola dağılmış olan
insanlardır.
Onlara vahşi dense de
olur, melek dense de.
Onlar sürekli Allah'ı
anar ve o'na yakanrlar tıpkı melekler gibi.
Gece gündüz vahşiler
gibi insanlardan kaçarlar.
Kolları güçlü, elleri
kısadır onların.
Akıllı delidir onlar,
aklı başında olan sarhoşlardır. Kimi zaman bir köşede sessizce oturur, nırkalannı dikerler, kimi zaman bir toplulukta cezbelenir hırkalarını
yakarlar. Ne kendilerini düşünür, ne de kimseden korkarlar.
Elleri boş, gönülleri
doludur onların.
Çölü yalnız geçerler.
Akıllan fikirleri perişan, nasihat edene kulakları kapalıdır. Ördek gibi
denizde batmaz, semender gibi ateşte yanmazlar.
İnsanların gözlerinden
ırak azizlerdir aşıklar. Sırtına hırka giyip, gizli papaz kuşamı taşımaz onlar.
Ama gibi meyveli ve gölgelidirler. Bizim gibi dışı derviş, içi ikiyüzlü
değildir.
Sedef gibi başlarım
içeri çekmişlerdir, deniz gibi köpürmezler. İkiyüzlülerden uzak dur, onlar
insan şeklindeki şeytanlardır. Yalnız deri ve kemikten ibaret değildir insan.
Her görünümün İçinde can bulunmaz. Padişah her köleyi satın almaz. Her yamalı
elbisenin örttüğü diri değildir. Her nisan yağmurunun damlası inci olsaydı çarşılar,
katırboncuğu gibi inciyle dolup taşardı.
Cambaz gibi
kendilerime tahtadan ibreti ayaklar takmaz aşıklar.
Ruhların Allah'a
bağlılık yemini ettiği Elest Meclisi'nin girilmesi
yasak olan odasına girmişlerdir onlar. Orada içtikleri bir yudum şerbet, oniarı kıyamete değin kendilerinden geçirmiştir.
Başlarının üstünde
kılıç yükselse de arzularından vazgeçmez aşıklar.
Aşkla korku, şişeyle
taşa benzer.
Su ile topraktan
yaratılmış bir güzelin aşkı, gönül huzurunu ve sabrını kaçırıyor.
Yanağının benine
bakıyor ve bağlanıyorsun uyanıkken. Uyurken de onun hayaliyle birliktesin.
Gözüne başka hayalin girmesine izin vermiyorsun, nereye baksan onu görüyorsun.
Sanki dünyada ondan başkası yok. Sanki cihan ondan ibarettir. Alem gözüne dolmuyor,
aleme varlık vermiyorsun.
Ondan başkasıyla
görüşmek istemiyorsun. Gönlün onunla dopdolu, ruhun onunla çepeçevre,
başkasına yer kalmıyor.
Açıkken gözüne
yerleşiyor, gözünü kapasan gönlüne sızıyor.
Rüsvay olmaktan çekinmiyorsun.
Bir an bile ayrılığa
tahammül edemiyorsun.
Canını isteyecek olsa
sevgilin, "buyur al" diyorsun.
Kılıçla kesmek İstese,
hemen uzatıyorsun başını.
Köyün soylu
ailelerinden bir genç amcasının kızıyla evlenmişti.
Damat da gelin de
dünyalar güzeliydi.
Yanyana durduklarında biri güneş, öteki ay gibi ışıldardı.
Güzellikte benzerken
huy ve yaratılışta apayrı iki insandılar.
Kızın gönlü ne kadar
yüce, sevgi ve şefkatle doluysa, kocası o denli hırçın ve geçimsizdi.
Durumu gören ve genç
kadının üzüntüsünü gidermek İsteyen köy büyükleri kocasını çağırıp köy
odasında, 'eşine zulmediyorsun, neden böyle yapıyorsun, onu sevmiyor
musun?" Diye sordular.
Sevmiyorum' dedi adam.
O halde nikah teminatı
olan yüz koyununu ver de kadının yakasından düş.
Tamam' dedi adam,
sevinç içinde, 'bu ağdan kurtulmak için yüz koyun nedir ki...
Eşine durumu
ilettiler, 'hayır' dedi kadın, 'ben ayrılmak istemiyorum, o beni sevmiyor
olabilir, fakat ben onu çok seviyorum, yokluğuna dayanamam yüz değil, üçyüzbin koyun verseler bırakmam onu' diye sızlandı.
Seni sevgilinden
uzaklaştıran ve alıkoyan şey, yüreğinde gerçekten yer edinmiş olandır.
Genç adam ney üflemeyi
öğrenmeye çalışıyor, gönülleri ney gibi dağlıyordu.
Babası çoğu kez onu
azarlamış, ney'ini ateşe atmış, engel olmaya çalışmış fakat bir türlü bu
tutkudan vazgeçirememişti.
Bir gece oğlunun
üflediği ney nağmelerini dinledi, kendisinden geçti. Yüreğindeki hüzün arttı.
Aşka düştü.
Kaç kezdir ney'İ ben
ateşe atıyordum, şimdi ney beni ateşe düşürüyor' dîye geçirdi aklından.
Allah aşkıyla raksedenlerin ellerini neden açtıklarını biliyor musun?
Aşıkların gönüllerine
Allah'ın sonsuz feyzinden bir kapı açılır.
Oradan engin ve sonsuz
bir sevgi akar yüreklerine.
Aşkla katılırlar
kainatın müziğine, varlıkların zikirlerine.
Bu İlahî ateşle kendilerinden
geçer ve kainatı terk ettikilerini elleriyle
anlatırlar.
Onların dostu anarak
yaptıkları raks meşrudur.
Çünkü raksederken her yerinde bir can vardır.
Baştan ayağa can
olmuşlardır.
Yüzerken çıplak
olmalı.
Riya giysisinden
soyun.
Elbiseyle suya geren
yüzmede zorlanır.
Dünyaya bağlanan
vuslatın sırrına eremez. Dünya hırsı en büyük perdedir Dost'la aranda... Dünya
ağırlıklarından kurtulmadan Sevgili'nİn yolunda hız
kazanamazsın.
Bir suda hurma fidanı
yahut hurmanın eğilmiş, hilal biçimine dönmüş dalı görünse, o akis, dışardaki fidanın, dışardaki
dalın aksidir!
Ey yiğit, durgun bir
suda bir suret, bir akis görürsen o, dışarda bulunan
kişinin aksidir!
Fakat, suyun duru
olması, içinde pisliğin bulunmaması için de, beden ırmağının kötü huylardan
temizlenmesi şarttır!
Suda bulanıklık,
kirlilik, çerçöp kalmamalı ki, o suya insanın yüzü aksetsin, görünsün!
Ey mânâdan yoksul
zavallı, bedeninde toprakla karışmış sudan başka ne var? Ey gönül düşmanı, suyu
topraktan, pislikten, çerçöp-ten temizle!
Hâlbuki sen, her an
uyku ile, yumuk ve içmekle, şu hayat ırmağına daha fazla toprak serpmekte,
bulanıklığını artırmaktasın!
O suyun içinde bunlar
yok da onun için dışardaki yüzler ona aksediyor,
orada görünüyor!
Hâlbvki s-înin için, gönlür
temizlenmemiş; görül evin şeytanla, maymunla, canavarlarla dolu!
Orada bir hayâl başgösterse, görünse, o hayâlin hangi pusudan baş
çıkardığını nereden anlayacaksın?
İçteki hayâllerin
süpürülmesi, gönlün temizlenmesi için bedenin zâhidlikle,
riyâzatla zayıflaması, hayâle dönmesi gerekir!"
Allah aşkı ile gıdalanan âşıka, yüzlerce beden,
bir dut yaprağına değmez!
Anlayışlı, kâmil
insanın bedeni bambaşka bir şey olur; artık sen ona pek beden deme!
Hem Allah âşığı olmak,
hem de o'ndan karşılık beklemek olur mu? Kendisine emniyet edilen Cebrail
hırsızlık eder mi?
O yaslara bürünmüş
Leylâ'nın âşıkma bile dünya saltanatı, ancak
değersiz bir yaprak gibi göründü!
Aşk söze sığmaz,
istemekle anlaşılamaz, aşk bir denizdir ki dibi görünmez.
Denizin katreleri, damlaları sayılamaz; buna imkân yoktur! Yedi
deniz de, aşk denizinin önünde küçücük bir göl gibi kalır!
Aşk, denizi bir
tencere gibi kaynatır; aşk, dağı ezer, kum gibi ufaltır!
Aşk, gökyüzünü
çatlatır, yüzlerce yarık açar; aşk, sebepsiz olarak yeryüzünü titretir!
Pâk, temiz aşk, Hz. Muhammed'e eş oldu, dost oldu. Allah, bu aşk yüzünden
Peygamber Efendimiz'e; "Sen olmasaydın bu
gökleri, bu kâinatı yaratmazdım!" Diye buyurdu.
Hâsılı, son söz şu ki:
Hz. Muhammed aşkta, Allah'ın habîbi,
sevgilisi olmak hususunda eşsizdi. Bu yüzden Cenâb-ı
Hakk; onu pey-gamberlar
arasından seçti!
Hakk onun hakkında; "Tertemiz aşk olmasaydı, sen
benim ha-bibim olmasaydın hiç gökleri yaratır mı idim?" Diye buyurdu.
Ben; aşkın yüceliğini,
yüksekliğini anlayasın diye yüksek gökleri yücelttim!
Gökten daha başka
faydalar da gelir! Gök, yumurta gibidir; yer-yüzüde
civciv gibi ona tâbidir, ona uymuştur!
Onun nazarında
toprakla altının bir farkı yoktu! Altın da nedir ki? O aşk uğrunda canını bile
tehlikeden esirgemiyordu!
Arslan, kurt ve yırtıcı canavarlar bunu anlamışlardı da,
akrabası gibi onun etrafında dolanmışlardı.
Çünkü, Leylâ'nın âşığı
olan Mecnûn aşkla dolmuş, hayvanlık huyundan kurtulmuştu. Aşkla dolunca, onun
yağı, eti zehirli bir hâl almıştı!
Aklın şekerler
dökmesi, ballar sızdırması canavarlara zehir olur! Çünkü, İyinin de iyisi,
fenanın ve kötünün zıddıdır!
Canavarlar, âşığın
etini yiyemez; aşk, iyilerce de bilinir, kötülerce de!
Öyle düşünelim ki,
canavarlar bir âşığı parçalayıp yese, onun eti canavarları zehirler, öldürür!
Aşk, aşktan başka ne
varsa yer yutar! İki dünya da, aşk kuşunun gagası öcünde bir yem tanesinden
ibarettir!
Bir yem tanesi kuşu
hiç yiyebilir mi? Samanlık, hiç atı otlayabi-lir mi?
Kulluk et de, belki
sen de âşık olursun! Kulluk nedir? Kulluk da, ibâdetle, iyi işlerle elde edilen
bir kazançtır; yâni lâfla kulluk olmaz!
Kul, köle; canla başla
âzad olmayı, kulluktan kurtulmayı diler! Âşık ise,
ebedî olarak kullukta kalmayı İster; âzad olmayı hiç
istemez!
Kul vardır, dâîmâ
elbise ister, bahşiş ister; âşıktn elbisesi ise sevgilinin
yüzüdür, sevgili ile buluşmaktır!
Aynı zamanda âşıkların
hor görülmelerinden bir koku alsın diye, toprağı tamamıyla hor ettim,
alçaktım, ayaklar altına serdim!
Aşkla bir yoksul nasıl
değişir, yenilenir, tazelenir? Bunu anlaman için toprağa yeşillikler,
tazelikler verdim!
Şu yerinden
kımıldamayan dağlar; sana âşıkların sebatını, aşklarında nasıl ayak
dirediklerini söyler dururlar!
Aşkın hakikati cansız
dağlara bile tesir ederken, bilen ve anlayan bir kişinin gönlüne dokunsa
şaşılır mı?
Musa'nın hakikati,
asaya ve dağa tesir etti; hattâ o, sonsuz denizi bile tesir! altında bıraktı!
Hz. Ahmed'in hakikati ayın
yüzüne tesir etti, ay ikiye bölündü; hattâ güneşin bile yolunu kesti!
Şapur gece boyunca genç prens Hüsrev
ile uğraşmaktan yorgun düşmüştü. Hüsrev'i
evlendirmeyi planlıyor, aklını çelmeye çalışıyordu ve geceki uğraşları galiba
işe yarayacaktı. "Bilinen en eski numarayı yaptım" diye geçirdi
içinden, kendi kendine gülerek ve "Hüsrev ikna
oldu. Onun için böylesi daha iyiydi. Artık kendisine birini bulmanın ve
yerleşmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Böyle zevk
peşinde sorumsuzca koşarak daha ne kadar devam edebilirdi?" Diye düşündü.
Prens'in bu sadık
kuzeni bütün gece boyunca Ermenistan'a gittiğinde gördüğü genç bir prensesi
anlamıştı ona. Ama o kadar güzel, o kadar gerçek gibi çizmişti ki genç prensesi
gece sonunda Hüsrev anlatılanlardan oldukça
etkilenmişti ve adeta imaja aşık olmuştu. Işın daha da ilginç tarafı şapur bile kendi söyledikleri karşısında şaşırmış bizzat
kendisinin çizdiği bu büyüleyici görüntüye hayran olmuştu.
Öte yandan artık Hüsrev'in hayallerini süsleyen şirin, şapur'un
tasarladıklarından bihaberdi. Zaten genç prensese bu konuda birşeyier
söylense de fark eden birşeyier olmazdı. Çünkü şirin
evlilik gibi bir şeyi hayatına alamayacak kadar özgür yaşıyordu. Belki de onu
bu derece çekici kılan da bu yakalanamaz özgür ruhuydu. Şirin Ermenistan
tahtının tek varisi olarak yetiştirilmişti Halası büyük melike Mahin'in hiç çocuğu yoktu ve tahtını şirin'e devredecekti.
İşte biraz da bu sebeple bütün enerjisini kadınların hiç ilgilenmediği alanlara
sev-ketmiş, iyi bir avcı, iyi bir binici ve savaşçı olmuştu. Fakat bütün bunlar
şirin'in yine de etkileyici bir kadın olmasını engellemiyordu. Tam aksine genç
prenses, sevgi dolu, utangaç, masmavi gözleri ve kıpkırmızı yanaklanyla bir taş bebek gibiydi. Öylesine büyüleyici bir
güzelliği vardı ki, aslında şapur'un onun için
söylediği hiçbir şey abartı sayılmazdı. Bütün bunlardan dolayı Prens şirin'i
görmeyi şiddetle arzular olmuştu ve bu yüzden şapur
Ermenistan'a gidip prensesi almaya karar vermişti.
Ermenistan büyüleyici
havası ve rengarenk çiçekleriyle yazı yaşıyordu. Yazla birlikte bütün
Ermenistan capcanlı bir havaya bürünmüştü. Şirin alışkanlık olarak bu mevsimde
bütün gününü şehir dışındaki ormanlık bir yerde geçirirdi. Buradaki özel yeri
etrafı yapraklarla çevrilmiş, küçük bir şelale altına gizlenmiş bir mekandı.
Gözle-yebilmek için neler yapabileceğini
tasarlamıştı. Şapur nihayet öğleden sonra kampa
vardı ve kimsenin görmesine fırsat vermeden oraya doğru ilerledi. Bir süre
çevreyi İnceledikten sonra ağaçların yanında eğlenen bir grup gördü ve nihayet
biraz ilerde de tıpkı aklından geçirdiği kadar görkemli bir ceviz ağacı.
Atından indi, çantasından bükülmüş bir resim çıkardı. Oldukça yetenekli bir
sanatçının çizdiği bir portre; safirlerle ve elmaslarla süslenmiş, koyu mavi
saten bir kaftan içinde, sağ eliyle belini saran saten kemerinin içindeki
kılıcını tutar bir halde yakışıklı prensin adeta canlı gibi görünen portresi
ve Hüsrev'in direk karşıdakine bakan kapkara, anlamlı
gözleri. Alnına doğru dikkatsizce düşmüş zülüfünün
verdiği çapkın eda, kusursuz burun ve dudaklarla bu resim inanılmaz
çekicilikteydi.
Planı gereği, şapur portreyi ağaca astı ve gözden uzak bir yerlerde
beklemeye başladı. Nihayet bir süre sonra şirin arkadaşlarından ayrılıp etrafı
yalnız başına gezmeye başladı. Derin nefesler alıp yaprak kokularını içine
çekiyor, bir yandan da yavaş yavaş yürüyordu. Sonra
birden kocaman ceviz ağacının üzerindeki resmi farketti.
Ağa-cm yanma geldi, durdu, gözlerini kapattı ve zihnini bütün düşüncelerden
arındırmaya çalıştı. Sonra yüzünde bir tebessümle gözlerini açtı ve resmi
incelemeye başladı. Hayatında şimdiye dek gördüğü en yakışıklı adamın resmiydi
bu. Peki kimdi, kim olabilirdi? Resmi akaçtan söküp birkaç dakika daha baktı
ki içinde tuhaf birşeyler hissetmeye başladı. Ona ne
olmuştu böyle! Sonra bu esrarengiz portreyi elbisesinin içine saklayıp kampa
geri döndü. Yapmayı planladığı gezintiyi çoktan unutmuştu bile. Döndüğünde gün
boyunca nehrin kenarında suya bakıp düşündü. Ne kimseyle konuşuyor ne de
arkadaşlarının sorularına cevap veriyordu. Yanındakiler ise prensesteki değişikliği
farketmiş neler olduğunu merak etmeye başlamışlardı,
"şirin, kendine gel, ne oldu sana böyle, hayalet görmüş gibisin."
Fakat şirin bunların hiçbirine cevap vermemiş akşam olduğunda resmi de yanına
alarak odasına kapanmıştı. Şirin'in en yakın yardımcısı, onun bu farklı
hallerine alışkındı fakat bu kez işlerin biraz daha ciddi olduğunu anlamıştı.
Bu nedenle şirin'i çadırına giderken takip etmiş, çadırını gözetlemiş ve onun
gözlerini hiç ayırmadan bir resme baktığını görmüştü.
Bir süre sonra da prenses uykuya dalınca yavaşça çadırın içine girip, hanımının
yatağının altından resmi almıştı. Sonra ayaklarının ucuna basarak dışarı
çıkmış ve arkadaşlarına gördüğü herşeyi anlatıp resmi
göstermişti. Aralarında biraz konuştuktan sonra arkadaşları şirin'in bu adama
aşık olmuş olabileceğine karar verdiler. Aynı gün öğleden sonra hepsi bir
araya gelip bütün olanları unutması için onu iknaya
çalıştılar: "Halan bunları duyarsa neler olur? Ona ne cevap vereceksin,
bir resme aşık olduğunu mu söyleyeceksin?" Fakat bu resim şirin'in kalbine
öylesine hükmediyordu genç kız söylenenlerin hiçbirini duymuyordu.
Hüsrev ve şirin'in birbirlerini görmeden sadece imajlarına
aşık olmaları kulağa nasıl da ironik geliyor değil
mi?
Şirin sonraki günlerde
resimdeki kişi hakkında birkaç şey öğrenebilmek umuduyla defalarca resmi
bulduğu yere gitmişti. Hatta hizmetçisine de ağacın çevresine gidip ne bulursa
getirmesini söylemişti.
İşte bu zamanlardan
birinde şirin'in hizmetçisi şapur'u o ceviz ağacının
altında uzanırken buldu ve prensesin yanına götürdü. Şirin şapur'dan
kim olduğunu ve kampın bu kadar yakınında ne yaptığını öğrenmek istedi. Şapur prensese karşı son derece saygılı davranıp sadece
oradan geçen bir yolcu olduğunu söyledi. Şirin pek inandırıcı gelmeyen bu
yalana karşı resim hakkındaki herşeyi anlattı ve resmi
gösterdi. Şapur resme ilk kez görüyormuş gibi bakıp
"Aman Alîa-hım, bu İran Prensi Hüsrev'in resmi" diye hayretler içinde haykırdı. Sonra
da heyecanla devam etti: "O bu güne kadar gördüğüm en cesur, en mert
insandır. Onun topraklarında ve yıllardır onunla birlikte olmaktan gurur
duyuyorum. Aynı zamanda da onunla akraba olmaktan." Şirin bu sözler
üzerine asıl amacını yani resmin nereden geldiğini araştırmayı unutup, Prens
hakkında sorular sormaya başladı. Şapur da övgü dolu
sözlerle kuzeni Prens Hüsrev'i şirin'e anlattı. Sonra
da şirin'i İran'a prensle tanışmaya davet etti: "Size garanti veriyorum
ki; prens de sizinle tanışmaktan şeref duyacaktır Prensesim." Şirin bu
teklifi çabucak düşünmeye çalıştı, iran'a gitmek...
Fakat bunu halasına nasıl açıklardı? Hangi sebeple tek başına İran'a gidecekti.
Belki de önce İran'a gitmeli oradan da halasına haber göndermeliydi. Hatta
belki de iyi haberlerini gönderirdi. Sonunda engel olurlar korkusuyla hiç
kimseye haber vermeden gitmeye karar verdi. Şapur'un
yaptığı plana göre şirin erkek kılığına girecek, şapur
da hizmetçisinin dikkatini başka yöne çekecekti. Sonra şirin yörenin en
Kalem Sevgiliden
Yana Olunca
hızlı atı şebdiz'e binip hızla yol alacaktı. Kararlaştırdıkları gibi
de oldu. Şebdiz öylesine hızlı bir attı ki, şirin
onun üzerindeyken yetişebilecek hiç kimse yoktu. Hatta şapur
onlardan az bîr zaman sonra yola çıkmış olmasına rağmen şimdi kilometrelerce
uzakta kalmıştı. Manin Hala şirin'in yokluğunu fark ettiğinde genç kadın artık
çok uzaklardaydı ve onun ne tarafa gittiğini bilen tek kimse bile yoktu.
Bu sırada İran'da
Sultan Hürmüz kısa bir seyahatteydi. Prens Hüsrev de
babasının yokluğunu fırsat bilerek kendi adına bir para bastırmıştı. Sultan
Hürmüz de başkent Medain'e döndüğünde oğlunun bu
davranışını küstahlık olarak kabul edip öfkesinden deliye döndü. "Bu ne
demek böyle!!! Babam gitti, artık İran'ın sultanı benim, ha!" Ve bununla
da kalmayıp adamlarına prensi başkentin dışına çıkarmalarım ve geri dönmesinin
kesinlikle yasak olduğunu buyurdu. Sultanın emri daha yerini bulmadan, zaten Hüsrev Ermenistan" doğru yola çıkmıştı. Arkadaşları
her ne kadar bu davranışının sultanı öfkelendireceğini söyleyip vazgeçirmeye
çalıştılarsa da, Hüsrev'in artık beklemeye tahammülü
kalmamış ve gitmeye karar vermişti.
Hüsrev biraz yol alıp da yorulunca bir nehrin kenarında mola
verdiğinde ilginçtir ki, orada yalnız olmadığını hissetti. Sanki ondan başka
birileri de oradaydı. Böyle bir merakla atım çalılıklarını arkasına bağlayıp
çevreye bakındı ve nehirde yüzen bir kız gördüğünde çok şaşırdı. Suyun içinde
adeta balık gibi dansederek yüzmekteydi kız.
Saçlarının yüzüne, omuzlarına savrulmuş hali inanılmaz bir masumiyeti
simgeliyordu sanki. Hüsrev bu görüntü karşısında
soluğu tutulmuş öylece kalakaldı. Fakat tuhaf bir şekilde bu kusursuz
güzelliği daha önce gördüğünü hissediyordu. Fakat ne zaman ve nerede? Genç kız
sudan çıkıp giyinmeye başlayınca, tabii ki erkek kıyafetlerini, Hüsrev bu çıplak bedene bakmaya utanıp başını çevirmişti.
Sonra da bir at sesiyle irkilip tekrar baktığında şimşek gibi bir hızla kızın
atıyla birlikte gözden kaybolduğunu görebildi sadece. Daha sonra bir İz bulabilmek
umuduyla oralarda dolaştıysa da hiçbirşey göremedi.
Böylesine hızlı, rüzgar gibi bir at. Bu İmkansız bir şeydi... Daha sonra yoluna
devam etmeye başladı. Bir süre sonra Ermenistan'a varmasına birkaç kilometre
kala bir atlıya daha rastladı. Bu da dostu ve akrabası şapur'du.
Hüsrev şapur'u gördüğüne
çok sevindi ve o yokken olanları bir çırpıda anlaîıverdi
ve Mahİn'e sığınma talebinde bulunacağını söyledi. Şapur İse şirinle birlikteyken olanları ve şu anda da İran
yollarında olduğunu kadar herşeyi anlattı. Hüsrev bunu duyar k
duymaz nehirde yüzen kızım kim olduğunu anladı.
Fakat ne yazık ki, Hüsrev babasını çok kızdırdığı için artık geri dönmeye yüzü
yoktu ve ve babasının koruması olmadan da hayatı
tehlike altındaydı. Zaten bir süredir sultanlığa karşı çevrilen entrikalar
gündemdeydi ve Hüsrev'in elinde babasına
gösterebileceği hiçbir rahatlatıcı kanıt yoktu. Daha da kötüsü Hüsrev'in yokluğu entrikacıların işini kolaylaştırmış ve
sultanı zor durumda bırakabilecek ataklara meydan vermişti. Fakat bütün
bunlara rağmen Hüsrev'in babasının Öfkesi
yatışıncaya kadar oradan uzakta kalması gerekiyordu. Dolayısıyla da Ermenistan
yolculuğuna devam etmek zorundaydı.
Öte yandan şirin
İran'a varmış ve prensin şehri terkettiğini öğrenmişti
bile. Peki ne olacaktı şimdi? Bir tarafta geldiğine pişman olmuş öte tarafta
halası ile yüzleşmeye yüzü kalmamıştı. Sultan Hürmüz Ermenistan prensesinin
şehre geldiğini daha da önemlisi geliş sebebini Öğrendiğinde her şeye rağmen
ona çok ince davranmıştı. Hatta Hüsrev'in köşkünün
yanında bir konak tertip ettirmişti. Bu kocaman konakta bir sürü hizmetçi
Prenses'e hizmet ediyordu. Şirin onlarca hizmetçiyle birlikte kocaman bir
konağa yerleşmişti fakat yapayalnızdı.
Medain'de bütün bunlar olurken, Ermenistan'da ise Hüsrev ve şapur da Mahin tarafından hürmetle karşılanmıştı. Mahin onları lüks bir köşke yerleştirmişti. Hüsrev bu sırada İran'daki şİrin'İn
kendi kendine geri dönmeyeceğini düşünmüş ve şapur'u
onu alıp gelmesi için İran'a göndermişti. Fakat ne yazık ki herşey
talihsiz aşıkların aleyhinde işliyordu. Henüz şapur'un
yola çıkmasının üzerinden bir gün geçmişti ki İrkat
şimdi genç prenses Sultan'm desteğinden ve sevgisinden
mahrum kalmıştı ve eskisinden çok daha yalnızdı. Ölüm üzerine Hüsrev'in hizmetçilerinden birkaçı şİrin'İn
konağına gönderildiyse de bu yanhzlığı giderici ve
teselli edici olmamıştı. Zaten Prens'i her zaman baştan çıkarmaya çalışan bu
kadınlar, Hüsrev'in şirin'le karşılaştığında ona
aşık olma İhtimaliyle kahroluyor ve bu yüzden şi-rin'den nefret ediyorlardı. Şaka süsü verilmiş fakat
Prenses'in canını sıkacak bir sürü şey yapıyorlar ve böylece İçten içe intikam
alıyorlardı. Kimi zaman kazara banyo suyunu ya çok
sıcak ya da soğuk yapıyorlar, kimi zaman da fare
Ölüsünü ayaklarına atarak korkutuyorlardı. Bu şakaların ardında hiçbir kötü
niyet aramayan şirin ise durumu kontrol altıda tutmaya çalışsa da günden güne
daha perişan oluyor ve kendini çok mutsuz hissediyordu. Böyle zamanlann birinde, şirin halasına nerelerde olduğunu ya da Ermenistan'dan ani ayrılışını açıklamayarak ne kadar
yanlış davrandığını fark etmişti. Fakat şimdi, hele de prens İran'da değilken
hala burada bulunmasını neye dayan-dırabilirdi. Şimdi
bildiği tek şey evinden hiç ayrılmaması gerektiğiydi. Dolayısıyla şapur onu Ermenistan'a götürmek için geldiğinde, Prenses
geri dönmeye her zamankinden daha fazla hazırlıklıydı.
Fakat ne yazık ki
İkisi de Hüsrev'in bu o sırada İran yolunda olduğundan
habersizdi. Hüsrev'in ana yoldan değil de kestirmeden
gitmesi de karşılaşma ihtimallerini ortadan kaldırmıştı. Bu da başlı başına
bir talihsizlikti.
Ermenistan'a
geldiğinde Mahin şirin'i bir kez daha sağ salim
gördüğü için çok sevinmişti. Şirin ise apansız gidişinin sebebini açıklamıştı.
Mahin kaderin şirin için komik bir oyun oynadığını
söylemiş ve yorum getirmişti: "Prensi aradığında o buradaydı. Ve şimdi sen
buradasın o İran'da." Birkaç saniye düşündükten sonra da "Bir şey,
yalnızca bir şey için bana söz vermeni istiyorum." Şirin boynunu büküp
dinlemeye devam etti: "Gün gelip de onunla karşılaştığında kendini
kaybetmemeye dikkat edeceksin. O hayatın bütün zevklerini tatmış bir insan,
İşte beni endişelendiren de bu." Eliyle şirin'in söze girmesini
engelleyerek devam eder: "Evet biliyorum o son derece yakışıklı,
etkileyici ve güçlü bir adam fakat karşılaştığında onunla birlikte olmayı
aklından bile geçirrneyeceksîn." Mahin sözlerinde Öyle ciddi görünüyordu ki şirin tek kelime
bile edemeden halasına söz verecekti.
Öte yandan Hüsrev Medain'e vardıktan kısa
bir süre sonra tacını giymişti. Fakat Hüsrev ne
başındaki taçla ne de onun getirdiği ihtişamla ilgileniyordu. Şirin'in
düşüncesi Öylesine ruhunu sarmıştı ki başka hiçbir şey düşün emiyordu.
"Onu ne zaman görebilecekti?"
Devlet görevlileri
arasında Hüsrev'in saltanatını ve tahta geliş biçimini
onaylamayan Behram adında bir general vardı. Behram ordunun üst düzey görevlilerine bir mektup yazıp Hüsrev'in tahtı ele geçirmek hiç acımadan babasını
öldürdüğünü ve şu anda da ülkeyi yönetmek İçin yeterli deneyime sahip
olmadığını iddia etti. Ayrıca söylentilere göre genç olması sebebiyle bir kızla
duygusal bir İlişki yaşamakta olduğunu, üstelik bu kızın da yabancı olduğunu
da ekler. Bütün bunlardan dolayı ordunun bir an önce yönetimi ele almasını ve
ülkeyi bu tehlikeden kurtarmasını önerir. Ordu Berham'ın
iddialarını dikkate alıp Hüsrev'in tacını alır ve
yine Behram'ın önderliğinde başkenti ele geçirir.
Bütün bunlardan sonra babasının arkadaşlarının desteğinden de yoksun katan Hüsrev yapılacak tek şey iyi karşılanacağını umduğu
Ermenistan'a gitmektir. Tabii ki tahtını da kaçınılmaz olarak Behram'a bırakarak.
İran'da kaynayan
kazanların haberi Ermenistan'a ulaşmış ve şirin Hüsrev
için endişelenmeye başlamıştı bile. Fakat şapur artık
sadık bir dostu olarak şirin'i rahatlamaya çalışıyordu. "Korkma efendimiz
kendisini her türlü tehlikeden koruyacak kadar akıllıdır. Onun için
endişelenme."
Şapur şirin'i biraz olsun bu kötü günlerin etkisinden
kurtarabilmek için ona bir geyik avına çıkmayı önermişti. Biliyordu ki genç
prensesin önceden çok zevk aldığı bir şeydi av. Şirin ve şapur
birkaç hizmetçisiyle birlikte başkent Ermenistan'a onbeş
kilometre uzakta bir yerde kamp kurmuştu. Kampın ikinci gününde şirin
kamplarının biraz ötesinde bir atılının onlara doğru yaklaşmakta olduğunu
gördü. Atlı iyice yanaştığında şapur köylü elbiseleri
içinde gelenin Hüsrev olduğunu anladı. Nihayet uzun
bir hasret döneminden sonra, şirin ve Hüsrev karşı
karşıyaydı. Fakat bu karşılaşma öylesine beklenmedik ve ani olmuştu ki, ikisi
de utangaç mınldanmalardan başka hiçbir şey
söyleyemiyorlardı.
Hüsrev grubun dışında başka bir yerde (şirin'in gözle
yerinde) kamp kurdu. Şirin'in kampındaki müzisyenler ve hizmetçiler bütün günü
dans edip şarkı söyleyerek oyunlar oynayarak geçiriyorlardı. Hüsrev ise bütün gün onları izliyordu. Tabii ki kendini
iyice bırakmıştı. Genç aşık zamanın nasıl geçtiğini
hiç farkında değildi.
Nihayet günler sonra
iki aşık diğerlerinin gözünden uzakta bir yerde yalnız kalırlar. Şirin'in Hüsrev'in resmini bulduğu o ceviz ağacının altında
birbirlerine İlanı aşk edip, birbirlerini öperler. Fakat Hüsrev
şirin'e geceyi birlikte geçirmeyi teklif ettiğinde şirin bir adım geri çekilip,
"Beni sevdiğini zannetmiştim" diyerek sitem eder. Hüsrev
ise "Seviyorum; İşte bunun için de seninle birlikte olmak istiyorum."
Diye cevap verir. Şirin öfkesini gizlemek için dişini sıkıyor, fakat sesindeki
siteme hakim olamıyordu. "Bu aşk değil, sadece şehvet. Eğer beni gerçekten
seviyor olsaydın önce gidip Behram'dan aslında senin
olan ülkeni geri alır, sonra beni İsterdin." Hüsrev
bu kırıcı sözler karşısında donakalmış sadece şöyle cevap verebilmişti:
"Beni ülkemden çıkarıp buralara getirenin, sana duyduğum aşk olduğunu
bilmiyor musun?" Sonra da kamptan ayrılıp atına binmiş ve gider.
Hüsrev Roma'ya ulaşıncaya kadar hiç ara vermeden yolculuk
eder. Roma'ya gider, çünkü imparatorun ülkesini Behram'dan
geri almasında ona yardım edeceğini ummaktadır. İmparator Hüsrev'in
gençliğinden ve yeteneklerinden öylesine etkilenir ki kızı Meryem'le
evlendirmeyi düşünmüş, askerleriyle birlikte kızını da Hüsrev'e
vermiştir. Birkaç gün sonra Hüsrev İran'ı ele
geçirir ve Behram'ı ve yandaşlarını öldürtür. Tekrar
tahtına oturur.
Öte yandan Hüsrev'in bu sert ayrılışı, şirin'i çok üzmüştü ve şimdi
çok pişmandı. Binlerce kez sevdiğine daha şefkatli davranmış olmayı dilemişti.
Fakat artık çok geçti. Şimdi yine yalnızdı şirin. Sadece şapur
vardı hayatında. Şapur şirin'in sızlanmalarını
sabırla dinliyor ve üzüntüsünü hafifletmeye çalışıyordu. Ki bu üzüntüsü annesi
gibi yakın olduğu teyzesi Mahİn zatürreden
ölünce kat be kat artmıştı.
Artık şirin melike
tacını giymişti. Böylesi bir sorumluluk şu anda istediği son şey olsa da başka
bir şansı yoktu maalesef. Ülkenin işlerine kendini yeni yeni
alıştırmaya başlamıştı ki İran'dan gelen son haber patlak vermişti. Hüsrev tahtını geri almıştı fakat şirin'in yerinde başka
bir kadın vardı artık; Roma prensesi Meryem Hüsrev'in
karısıydı şimdi. Şirin harap olmuştu ama bir yandan da Hüsrev'in
İran sultanı olarak hak ettiği yerde olmasına seviniyordu.
Sonunda şirin Hüsrev'den ayrılmanın kendisi İçin dayanılmaz olduğunu
anlamıştı. Ne ülke meseleleri ne de başka bir şey bu mutsuzluğunu giderebiliyordu.
Kendini kendi öz yurdunda yabancı hissediyor, halkına karşı yükümlülüklerini
bile yerine getiremiyordu. Bu sebeple, şapur'la
görüşüp ülkeden ayrılmaya karar vermişti, ülke işlerini kuzenine devretmiş
ardından da İran'ın yolunu tutmuştu. Kendisine Medain'e
yakın bir yerde bir konak yaptırıp orada yaşamaya başladı. Bu yer Hüsrev'in haberlerini alabileceği yakınlıktaydı. Şapur ise İran'la ilişkide olmasını sağlayacak ayrı bir
yerde kalıyordu.
Hüsrev şirin'in yakınlarda bir yerde yaşamaya başladığını
Öğrenir öğrenmez aşkı alevlenmiş ve içi bir kez daha burkulmuştu. Yaptığı
araştırmayla şirin'in hayatındaki bütün detayları öğrendikten sonra karısıyla
konuşmaya karar vermişti. "Melike şirin'in saraya taşınmasını istiyorum,
hayatım." Hüsrev karısıyla ciddi bir konuşma yapmış
derin hislerine İhanet etmemek için uğraşmıştı. "Biliyorum bir avuç dolusu
hizmetçisi var. Fakat onun mertebesindeki birisi için kaldığı yer hiç uygun değü." Meryem'in şüphe dolu bakışları altında Hüsrev devam etti: "Bir melikenin böyie
bir yerde yaşamasına izin vermek benim için konuk sevmezlik olarak
algılanabilir. O kraliyet ailesinden birisi ve böyle bir konuğu da layık
olduğundan daha aşağı bir yerde ağırlamak beni çok rahatsız edecek." Hüsrev son sözleriyle tek amacının onurunu korumak olduğuna
eşini inandıracağı umuduyla söylemiş ve içten içe mutlu olmuştu.
Meryem ise, kocasının
şirin'le yaşadığı aşka dair bazı söylentiler duymuş olduğundan Hüsrev'in bu başarısız rolüne inanmamıştı. Hüsrev'i kendisini sevmemekle ve Ermenistan melikesine dair
gizli hayaller içinde olmakla suçlamış, ağlamaya başlamıştı. "Orada yaşamayı
kendisi seçmiş. Orada yaşamasına izin vermekte onur zedeleyici ne varmış. Eğer
melikeler gibi yaşamak İsteseydi ülkesi edercesine "Eğer şirin'İ görmek
için bir adım bile attığını duyarsam sana yemin ediyorum kendimi
öldürürüm" diye ant içmişti. Bunun üzerine Hüsrev
bir daha karısının yanında şirin'in adını bile arzına almamıştı. Fakat
sevgilisine gizlice haberler göndererek bir kez olsun görüşmek için yalvarıyordu.
Şirin ise bütün bu tekliflere tek bir şekilde cevap veriyordu. "Senin
İçin karına sadık kalmak daha faydalı."
Sultanı düşünerek ve
acı çekerek geçirdiği geceler maalesef şi-rin'i elden ayaktan düşürmüştü artık. Devlet tabepleri, şirin'in eski sağlığına kavuşması için keçi
sütünü tavsiye ediyorlardı. Fakat o sütü bulabilecek çoban uzaktaki bir dağın
zirvesindeydi. "Bu kadar uzaktan bu sütü getirebilecek kim var?" Bu
soruya yanıt bulabilmek için kara kara düşünürlerken şapur'un aklına, bu civarlarda yaşayan Ferhat adında bir
mimarın çıkar yol bulabileceği fikri geldi. Bu umutla şapur
Ferhat'ı şirin'in köşküne davet etti ve durumu açıkladı. Ferhat tek ilaç olan
keçi sütünü şirin'e çabucak ulaştırabilecek bir yol bulabilecek miydi? Genç
mimar şirîn'i görür görmez kalbi ona karşı aşkla doldu ve teklif edilen bu
görevi ne pahasına olursa olsun kabul edip şirin'e sütü getirmeye söz verdi.
Ferhat uzun boylu
yakışıklı bir gençti ve ayrıca da o civarların en dürüst erkeğiydi. Hayatında
dünyanın malına mülküne yer yoktu. Herhangi bir bina ya
da benzeri bir şey imar ederse bunu sadece işini sevdiği için ya da onun yeteneklerine ihtiyaç duyan İnsanlara faydalı
olmak için yapardı. Artık yeni bir tutkusu vardı. Bunun için malzemelerini
alıp, hiç vakit kaybetmeden doğruca dağa çıktı. Birkaç hafta gibi kısa bir
zamanda dağdan şirin'in köşküne uzanan muhteşem bir kanal yapkı.
Çobanlar bu kanal sayesinde direk şirin'in köşküne sütü akıtabiliyorlardı.
Bunun üzerine şirin
duyduğu memnuniyeti Ferhat'a ifade edebilmek için onu konağına davet edip
bizzat kendisi teşekkürlerini sunar. Yardımından duyduğu memnuniyeti
anlattıktan sonra küpelerini çıkarıp Ferhat'a verir ve şöyle der: "Benim
için her zaman değerini koruyacaksın. Ve seni hiçbir zaman unutmayacağım. Lütfen
Ermenistan'dan ayrılırken kendime bıraktığım tek kıymetli eşyam olan bu
küpelerimi arkadaşlığımızın bir simgesi olarak kabul et."
Ferhat için, aldığı bu
değerli hediye hayal edebileceğinden bile fazlaydı. Bu küpeleri gittiği her
yerde götürür. Şirin'e duyduğu aşk had safhasına çoktan ulaşmıştır bile ve o
günlerde şirin'in sütünün geldiği dağda tek başına yaşamaktadır. Zaman zaman şirin'in evinin yakınlarında "Belki bir kez daha
görürüm" umuduyla dolanmakta ve hislerini saklama gereği duymadan herrese anlatmaktadır. Dolayısıyla çok geçmeden
bütün Medain Ferhat'ın şirin'e duyduğu aşkı bilir
olmuştu.
Tabii ki bu
söylentileri duyan Hüsrev de adamlarına Ferhat'ı yanma
çağırmalarını söylemişti. Şimdi genç mimarla görüşeceği salonda sabırsızca
dolanıyor, şîrin'i biraz sonra göreceği bu adama kaptı-rabileceği
düşüncesini aklından çıkaramıyordu. Kapıdaki görevli Ferhat'ı içeri
çağırdığında Ferhat odaya girer ve başıyla hafifçe selam verir. Hüsrev "Ferhat olmalısın, mimar Ferhat" der ve
başıyla oturacak bir yer gösterir. Sonra da minderde oturan Ferhat'ın başında
dolanarak "Hakkınızda birkaç şey duydum" der ve can sıkıcı bir
ifadeyle "Nerelisin?" Diye sorar.
Sultan'da bariz olarak
farkedilen gergin halin aksine Ferhat herhangi bir
rahatsızlık duymamaktadır. Aslında hükümdarının, İran sultanının önüne
bulunuyor olmak onu çok da fazla etkilememiştir. Gayet sakin bir tavırla
başını kaldırıp, Hüsrev'e bakar ve "Eğer efendimiz
nerede doğduğumu soruyorsa Medain'de doğdum. Fakat
aşık olduğum andan itibaren benim yerim de yurdum da sevgilimin yaşadığı
yerdir." Bu sözler üzerine Sultan'ın gözlerinden adeta bir ok kadar keskin
bir bakış kayar Ferhat'a do§ru. Sultan'ın bu bakışı
karşısında aslında kimsenin tek kelime bile söyleyecek gücü yoktur. Fakat genç
adam yine oldukça mert bir tavır göstermiştir. Hüsrev
devam eder:
"Ermenistan
melikesi İçin yaptırınız hizmet hakkında birşeyler
işittim. Peki, ya melikeye karşı duyduğunuz sevgi
doğru mu?" Ferhat başıyla onaylayarak "Evet onu seviyorum ve bu sevgi
bütün hayatını ona adamak için yeterli." Diye cevap verir. "Bu çok
saçma!!!" Diye hiddetlenir Hüsrev ve dişlerini
sıkıp direk Ferhat'ın gözlerinin içine bakarak "Bu saplantının bir sonuca
ulaşacağını umuyor olamazsın" der. "Efendimize bu sadece bir saplantı
gibi görünüyor olabilir belki, fakat benim için bu aşkın ta kendisidir."
Diye karşılık verir Ferhat. "Ve gerçek aşkın asla sonu yoktur. Evet belki
aşığın bedeninin ölümüyle bir son gibi algılanabiliyor olabilir, fakat o ebedi
bir duygudur."
Hüsrev ilk etapta Ferhat'ın söylediklerinden dengiyle karşı
karşıya olduğunu düşünür. Fakat sonra bu adamla rekabete girmenin gerçekte bir
meydan okuma olduğunu düşünür ve derin bir nefes alıp öfkesine hakim olmaya
çalışır.
"Pekiyi ya onun hisleri hiç bunu düşündün mü? Melike hazretleri ne
istiyor? Ayrıca ya senin gücünün yetmediği, senin
sahip olmadığın bir şey isterse; o zaman ne olacak?" Diye sorar. Ferhat
oturduğu yerden şöyle cevap verir: "Ben onun aşkıma karşılık vermesini
beklemiyorum ki benim tek istediğim onu sevmeme İzin vermesidir. Dünyadaki tek
malım artık yalnızca ona ait olan şu kalbimdir. Ve şayet daha fazlasını
isterse bunları gerçekleştirmek için ihtiyacım olan gücü Allah'dan
istemekten başka yapacak bir şeyim yoktur."
Hüsrev hizmetçilerinden içecek birşeyler
getirmesini isteyip gelen içeceklerden birini de, Ferhat'a ikram eder.
"Dostum" diye tebessümle devam eder "Bana öyle geliyor ki şu
anda çok acı verici ve kahredici bir çıkmaza saplanmış durumdasın."
İçkisinden bir yudum alır, elini Ferhat'ın omzuna koyup, bahçeyi gören büyük
bir pencereye dönüp devam eder: "Neden sevgilinin senin varlığından haberdar
olduğu, seni kabul ettiği bir hayatın peşinde değilsin? Böyle bir şeyi
seçtiğinde bunu sana sağlayabilecek bir sürü kadın varken üstelik. Neden
dilediğin vakit bir sürü mala mülke sahip olma imkanın varken sefalet içinde
yaşıyorsun?"
Ferhat Hüsrev'in ne Önerdiğini çok iyi anlamış olmasına rağmen
kendisine hakim olarak tepkisel bir davranış göstermemeye çalışıyordu.
Soğukkanlılıkla sultana dönüp "Hayatımın sefalatle
geçtiğini düşünmüyorum. Çünkü gerçekten aşık olan
kişi için yara da merhem de tektir. Ayrıca sevgilimin beni kabul edip etmemesi
de hiç önemli değil. Ben kendi nefsim için ona sevmiyorum ki; onu o olduğu
İçin seviyorum sadece. Benim hayatım bu noktaya odaklandığı sürece hayata dair
bir arzuya nasıl sahip olabilirim sence." Diyerek karşılık verir,
"Fakat ya sultanın melike hazretlerinin peşini
bırakmanı ve bu anlamsız aşka bir son vermeni emrederse?" Diye zor bir soru
sorar Hüsrev. Ferhat Hüsrev'in
bir zamanlar şirin'e aşık olduğunu ve aralarında geçenleri duymuştu. Bu
sebeple yüreği sultana karşı şefkatle dolup "Bu emrinize itaat
edemem." Diyerek gözlerinde hüzünle cevap verir.
Konuşma uzadığında Hüsrev, gittikçe yenilmekte olduğunu hissedip Ferhat'ı
huzurundan kovar ve adamlarına "Bu tehlikeli bir adam. Herhangi bir
noktada uzlaşmak mümkün değil" der ve kaşlarını çatıp ''Onu bu yoldan
döndürecek bir çıkış bulamayız." Diye düşünmeye başlar.
Nihayet danışmanları Hüsrev'e bir çıkar yol bulurlar. Hüsrev
Ferhat'ı bir kez daha yanına çağırır ve Ferhat'a böyle bir şeye müsaade etmelî
için bir şarttı olduğunu söyler. Bunu duyan genç mimar seviçten
kendini kaybedercesine "Büyük sultanımız ne emrederse" diye buyruğunu
söylemesini ister. Sultan Bistun dağının içinden karşıya
hızlıca ve kolayca ulaşılmasını sağlayacak bir geçit ister.
Yıllardan beri Bistun dağı aşılması çok güç, ürkütücü bir dağ olarak
bilinirdi. Bu dağdan tünel açma çabalan yıllardan beri toprağının sert
yapısından dolayı başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Hiç kimsenin cesaret
edemediği öyle bir projeyi Ferhat'a şart koşmuş olmanın mutluluğunu yaşıyordu.
Hüsrev Ferhat'ın böyle bir işe kalkışırsa bir daha
geri dönüşünün mümkün olmayacağını, sag salim geri
dönemeyeceğini bilmekteydi. Bütün bu kötü niyetlerini açığa vurmadan, Ferhat'a
dönüp "Eğer bu işi bizim İstediğimiz gibi tamam-layabiİirsen,
artık şirin senindir." Diye ekler. Ferhat ise "Yarın bu projeye
başlayıp elimden gelenin en iyisini yapacağım" mutlulukla kabul eder,
şirin'in er geç kendisinin olacağını düşünerek.
Ferhat için Bistun projesi hiç dayanılmaz değildi çünkü o yoruldukça
sevgilisini düşünüyor ve işi bu hayalin yanında çok basit kalıyordu. Öyle
düşündükçe ne güneşin yakıcılığı ne kollarının yorgunluğu ne de sırtının
ağrısı aklına geliyordu. Çekici dağa her vuruşu sanki aşkından kendisine
söylenen tatlı birer söz gibi yansıyordu onun için. Nihayet İşinin son gününe
geldiğinde şirin'in Hüsrev'in ve kendisinin taştan
heykelini oymuştu. Onun oymacılıktaki bu başarısı da aynı zamanda dağdaki
emeğinin bir göstergesiydi adeta.
Öte yandan şirin
Ferhat'ın şu anda yapmakta olduğu işi duymuş ve bunun onun ölümü için
planlanmış olduğunu hemen anlamıştı. Bunun üzerine ilk fırsatta arkadaşımnde kendi kazdığı kuyuya kendisi düşecek,
Ferhat'ın başarısından sonra ciddi bir yenilgiye uğrayacaktı."
Aynı gün sonunda,
şirin evine kesin bir zafer kanaatine vararak geri döner. Fakat tahmin
edilebileceği gibi onun bu ziyareti farkedilmiş ve
sultana da haberler çoktan uçurulmuştu. Bunun üzerine paniğe kapılan sultan,
danışmanlarını toplar. Sultan için İşin kahredici tarafı şirin'in de Ferhat'a
aşık olma ihtimaliydi. "Ferhat'ı ziyaret etmeyi neden göze almış
olabilirdi ki. Öte yandan Bistun dağı planı da bitmek
üzereydi. O zaman verdiği söz ne olacaktı. Galiba Hüsrev
bu azimli aştığı hafife almakla hata etmişti."
Nihayet yine
danışmanları sultanın yardımına yetişmiş ve yeni bir fikir vermişlerdi. Onların
bu önerisiyle sultan planı uygulamak için Bistun
dağına yaşlı bir adam gönderir. Planın geri kalan kısmı aynen şöyledir: Adam
Ferhat'ın yanına gidip selam verir ve ne yaptığını sorar. Ferhat yapmakta
olduğu tüneli anlatır ve "Aşkım için yaptığım hiçbir iş zor
değildir." Der ve çekiçle dağı oymaya devam ederek ''Eğer gerekseydi bu
dağı ile başka bir yere taşırdım" diye de ekler. Yaşlı adam başını yalancı
bir hüzünle sallayıp "Ne acı..." Diye söyleyip Ferhat'tan
gözyaşlarını saklıyormuşcasma başını öbür tarafa
çevirir. Bu ifade Ferhat'ın gözünden kaçmaz ve çekici elinden bırakıp
"Dilinin altıdaki nedir, ne demek istiyorsun" diye endişeyle sorar.
Adam "hiçbir şey" diyerek söylemek istemiyorcasma
başını sallar. Fakat Ferhat adamın omuzlarına yapışıp ısrar edince yaşlı adam
ağzından kaçırmış numarası yaparak "Sevgilin Öldü. Şirin birkaç gün önce
aramızdan ayrıldı." Diye hüzünle başını önüne eğer. Ferhat bu haberi duyar
duymaz, elleri iki yana düşer ve olduğu yere yığılır kalır. Yaşlı adam çekip
gider fakat Ferhat hiç kıpırdamadan öylesine yatmaktadır. Yavaş yavaş içten içe ölmektedir Ferhat. Ayağa kalkacak dermanı
bile kalmamış, sanki bütün kanı damarlarından çekilmişti. Kendi elleriyle
yaptığı şirin'in heykeline doğru sürünerek zar zor gider. Taştan oyma heykeli
okşadıkça elleri yara bere İçinde kalır. Sonra da bu kanlar şirin'in yüzüne
gözüne bulaşır. Artık daha fazîa gücü kalmayınca
çaresizlik içinde yüzünü bu cansız heykele dayayıp öylece kalır.
Ertesi gün Hüsrev Ferhat'ın cansız bedenini Bistun
dağından aldırıp defnettirir. Şirin ise günlerce Ferhat7ın yasını tututp Hüsrev'e şöyle bir mektup
gönderir: "Bizleri çok değerli bir dosttan mahrum bıraktın. Allah'a seni
bağışlaması için dua edeceğim."
Bu olanların üzerinden
fazla zaman geçmemişti ki Ferhat unutulmuştu artık.
Hayat kaldığı yerden devam ediyordu. Şirin'in Hüsrev'e
duyduğu sevgi hâlâ tüm gücüyle devam ediyordu. Hatta şirin Ferhat'a yaptıkları
için onu çoktan affetmişti bile. Yani şirin Hüsrev'e,
Hüsrev de şirin'e deliler gibi aşıktı. Birbirlerini
hiç görmeseler de sürekli arkadaşlarından haberlerini alıyorlardı. Herşey bu haliyle devam ederken öyle bir gelişme oldu ki
bir kez daha düzen bozuldu. Melike Meryem amansız bir hastalığın pençesine
düşüp kısa bir süre sonra da ölür. Cenazenin kalkmasının üzerinden az bir süre
sonra şirin Hüsrev'e bir başsağlığı mesajı gönderir.
Bu mesajın sonunda şöyle yazıyordu. "Melike seni bırakıp Ölmüş olsa da
sultanın endişelenmesine hiç gerek yok. Şuna eminim ki sultan hazretleri istediği
zaman kollarında rahat edebileceği bir süre genç bayan bulabilir." Hüsrev alay dolu bu ifadeye çok öfkelense de hiçbir cevap
vermez aksine aynen Önerildiği gibi davranır. Birkaç yıl boyunca bir sürü
güzel kadınla gönlünü eğlendirir. Fakat en sonunda öfkesi dinince, bu davranışı
yüzünden kendisine çok kızar. İşte bu sırada, şirin'in yıllardan beri yakm arkadaşı olduğunu bildiği şapur
aklına gelir ve ona şirin'i görmek istediğinden bahseder. Bunun üzerine şapur şirin'i yan odaya alıp sultanla konuşurken
beklemesini söyler. Bu sırada şapur Hüsrev'e şirin'in hâlâ kendisini sevdiğini yıllardan beri
kalbini yalnızca ona ayırdığını anlatır. Şirinin
sürekli kendisinden haberler almak için çırpındığını, artık sadece aşkını bir
kerecik görebilmek için yaşadığını; herşeyi bir bir anlatır ve "biliyorum ki sen aslında böyle
değilsin. Lütfen kendine gel." Der. "Biliyorum ki sen de ona çılgınca
aşıksın fakat tıpkı onun gibi bunu itiraf etmeye cesaret edemediğinden,
gururundan ve inandından böyle davranıyorsun."
Deyip sultanın yanına yaklaşır. "Gel şimdi şirin'i görme zamanı; ona bir
özür borçlusun." Der. Sultan henüz ağzını açmaya fırsat bulamadan şirin
odaya girer ve şapur usulca iki aşığı yalnız bırakır.
Yılların hasreti ve
öfkesi iki aşığın kucakîaşmasıyla son bulur. Hüsrev ve şirin birbirlerinden ayrı düştükleri yıllarda
neler yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını herşeyi
konuşurlar. Sonra da Hüsrev beklenileni yapar ve
şirin'e melikesi olmayı teklif eder.
Ertesi gün şirin
başkente getirilir. Altı tane hizmetçi yeni melikeyi muhteşem bir düğüne
hazırlarlar. Bütün şehir şirin'le Hüs-rev'in seneler sonra vuku bulan vuslatına şahitlik etmek için
davet edilir. Nihayet günlerce süren düğün töreniyle yılların aşıkları en
sonunda evlenirler.
Şirin Ermenistan tahünı şapur'a emanet edip
kendisi de Sultan Hüsrev'in en gözde danışmanlarından
biri olur. Halk yeni melikeyi çok sevmiştir. En küçük bir rahatsızlıklarını
bile ona anlatıp sultana arzetmesini İstemektedirler.
Şirin de bütün gün onların dertlerini dinleyip sonra da sultana bir sürü ıslah
Önerileri sunmaktadır. Sözün kısası îran tarihinin en
başarılı, en huzurlu günlerini yaşamaktadır.
Ancak bu parıltılı
tabloda ne acıdır ki bir kara leke vardır. O da Hüsrev'in
Meryem'le evliliğinden olma oğlu şiruh'tur. Şiruh çocukluğundan beri kötü niyetli bir insandı ve Hüsrev da onun bu yanından korkuyordu. Zaten bu yüzden de
tahtının varisi olmadığını vasiyet etmişti. Şiruh
annesinin öiümünün sebebi olarak babasının ilgisizliğini
görüyor, ona karşı içten İçe kin besliyor ve onun halk tarafından sevilmesini,
mutlu bir evlilik yapmış olmasını haz-medemiyordu bir
türlü. İşin daha da tehlikeli tarafı şiruh şirin'in
güzelliğine direnemiyordu ve genç kadına aşık olmuştu. Netice İtibariyle genç adam babasının
kuyusunu kazmak için fırsat kol-luyordu.
Bu sebeple şirııh sultanın maiyetindeki birkaç adama para yedirmiş ve
bu adamlara bütün hayatları boyunca uğraşsalar bile edinemeyecekleri makam ve
zenginlik vaadinde bulunmuştu. Ayrıca halkın arasına onlardan biriymişcesine sızıp kendisine taraftarlar toplamaya
çalışmıştı. Her ne kadar Sultan Hüsrev böyle bir
izlenim vermemişse de, şiruh kendisini sarayda fakir haikın hakkını savunan ve onların durumunu iyileştirmek
için çabalayan biri olarak tanıttı. Böylece kendisine hem saray içinden hem de
halktan taraftarlar toplamış, entrikalarına ortak olabilecek yandaşlar
edinmişti. Sonunda birgün yandaşlarıyla birleşip sultan
ve melikeyi kendi saraylarında mahkum etti. İşin şaşılacak tarafı Hüsrev tacını geri alabilmek için hiçbir çaba sarfetmiyordu; melikesi şirin'le birlikte hapsedildiği
sıradan bir odada yaşamaya rıza göstermişti.
Öte yandan şiruh ezici bir galibiyetin mutluluğunu yaşamaktaydı. Onun
planlarına göre şirin melike olmayı tercih edecek ve yeni sultanın kollarına
atlayacaktı. Fakat herşey onun umduğu gibi gelişmiyor;
şirin Hüsrev'e bağlılığını sürdürüyordu. Şiruh için şirin'i hâlâ babasının kollarında görmek
dayanılmaz bir acıydı ve bunun için sonu gelmez entrikalarına bir yenisini daha
ekledi.
Geceyansı olmuştu. Dolunayh bir
geceydi. Etrafta sarayı dehşet verici bir sessizliğin kapladığı bir gece
yarısı. Şiruh tutsakların bulunduğu odanın kapısını
usulca açtı. Şirin ve Hüsrev herşeyden
habersiz uyuyorlardı. Genç adam birkaç dakika donuk bir ifadeyle babasının
yüzüne baktı. Ona karşı duyduğu kini ta içinde hissediyordu. Kendisine hakim
olabilmek için dişlerini kenetlemişti. Fakat daha fazla dayanamayıp hançerini
kınından çıkarıp Hüsrev'e yöneltti ve birkaç saniye
bile geçirmeden babasının kalbine hançerini saplayıp odayı terketti.
Hüsrev göğsündeki bıçağın acısıyla uyandı. Yavaş yavaş ölüyor olduğunu anladığı halde şirin'i uyandırıp
korkutmamak için dişlerini sıkıyordu, dudaklarını ısınyordu.
Fakat bu acıya daha fazla dayanamayıp gözlerini kapadı. Şirin birkaç dakika
sonra Hüsrev'İn kanının ısîakhğıyla
uyandığında artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Sevgilisi, kocası herşeyi Ölmüştü, daha doğrusu haince öldürülmüştü.
Şirin için bu cinayet
kimin İşlediğini tahmin etmek çok zor olmasa da kimseye tek kelime bile
söylemedi. Bu ölümü kabullenmiş gibi görünüyordu. Zaten bu sebeple de şiruh'in evlenme teklifini kabul etmemiş miydi? Fakat Hüsrev'e hak ettiği gibi bir cenaze töreni hazırlamak için
biraz zaman İstedi yeni sultandan.
Bu sırada bütün
mallarını herkesten habersiz fakirlere bağışladı. Kendisi için sadece cenaze
töreninde giyeceği elbisesini ve takılarını ayırdı.
Cenaze günü geldiğinde bütün kalabalık şirin'i gördüğünde çok şaşırmıştı. Şirin
son derece şık bir elbise giymiş takmış takıştırmıştı. "Yeni dul kalmış
bir kadından hem de kocasının cenazesinde beklenen bir davranış mıydı bu?"
Hatta işin daha da ilginç tarafı melike mezarlığa kadar oynaya oynaya, dansederek gitmişti.
Bütün bunların yalnızca İki açıklaması olabilirdi. Kadın ya
kocasının ölümüne çok sevinmişti ya da üzüntüsünden
aklın; yitirmişti. Nihayet defin vakti geldiğinde şirin yanındakilerden
kocasına veda edebilmek için yalnız kalmayı İstedi. Herkes odadan çıktığı zaman
Hüsrev'İn cansız bedeninin yanına gelip kocasının bir
daha hiç açılmamak üzere kapanmış gözlerine öylece baktı. Ardından büyük bir
soğukkanlılıkla elbisesinin içine sakladığı hançerini çıkardı ve gözlerini
kapayıp bir saniye bile tereddüt etmeden kalbine sapladı. Maalesef kocasının
bedeni üzerine yığılmış, başı onun göğsünde, yüzünde tebessümle Ölmüştü artık.
Ben şair olamadım,
Yaremi bulamadım,
Nice diyorlar gezdim,
Yunusa rastlamadım.
Ben şair olamadım,
Destanlar yazamadım.
Köroğluyla beraber,
Kır-at koşturamadırn.
Ben şair olamadım,
Aşıkta olamadım,
Mecnun gibi çöllerde
Leyiam, bulamadım.
Bu gün hava biraz
sıkıntılı, bununla beraber serin ve latif idi. Ben de her zamanki gibi koyunlar,
bir ağaç topluluğuna doğru ilerlettim ve kendimde bir ağacın gölgesine gidip
oturdum. Benim diğer, koyun çobanlarından farkh olmam
yanımda her zaman ney bulun-durmamdı. Koyunları otlatırken devamlı ney
üflerdim. Ney hem bana hemde koyunlarıma bir
rahatlık, ki bunun tarifi imkansız bir rahatlık veriyordu. Bundan dolayı neyi
hiçbir zaman yanımdan ayırmazdım. Çünkü o benim
hayatımın bir parçası haline gelmişti artık.
Ağacın gölgesine
geçince ney'e üflemeye başladım, ve ney'in, sanki inleyerek çıkardığı ses
ruhuma serîn yeller gibi esiyordu.
Ben ney üflemeye öyle dalmıştımki birinin selamıyla birden İrkildim. Gelen, bu
çevredeki insanlar tarafından deli diye anılan biriydi. Selamı hemen aldım ve
ney üflemeye ara verdim. Deli diye andızımız Yusuf Ney'e üflememe devam etmemi
istedi. Bende Yusuf'un dediği gibi Ney'e üflemeye devam ettim. Kısa bir süre
sonra onu uykuya, gülümseyen çehresiyle daldığını gördüm. Onun yüzünü öyle
görünce, ney üflemeye kendimi kaptırdım. Bir süre sonra bende dalmış olmalıyım
ki, kendimi, daha önce hiç görmediğini, büyük bir dağda buldum. Yolumu
şaşırmıştım. Ne yapacağımı nereye gideceğimi bilemiyordum biraz dağın
yamaçlarında gezinip durdum ama nafile nerede olduğumu nereye hangi yöne
gideceğimi bilmiyordum. İçimden bir sesin, biraz aşağı doğru inmen gerektiğini
söylemesi benim aşağı doğru İnmeme sebep oldu. Uzun süre yürümüştüm ki artık
ümidimi yitirmek üzereydim, çünkü akşam olmak üzereydi. Tam ben bunları
düşünürken, bir de göreyim ki birden yere yığıldım. Kendime geldiğimde,
başucunda deîi diye andığımız, Yusuf, etrafımda, İse
on, onbeş kişi ayakta başları, özünde saygıyla
duruyorlardı. Yusuf'u bayılmadan Önce gördüğüm için zaten bayılmıştım. Yusuf'a
iyice baktım, ona birşeyler söylemek istedim ama
beceremedim çünkü konuşamıyordum.
İçerisinde
bulunduğumuz oda o kadar sessiz İdi ki, dışarda öten
kuşların sesi net geliyordu. Bu sessizliği Yusuf'un buna yönelttiği şu soru
bozdu.
İnsanlar tarafında
deli yaftası takılan herkes deîi değildir. Bize göre
ise bize deli diyen kimseler delidir. Yani kendilerini dünyanın güzelliğiyle aldatan insanlar, degilmi? Ahmet.
Ben böyle bir soru
karşısında şaşırıp kalmıştım. Nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyordum. Birden
ağzımdan şöyle bir cevap çıktı "söylediklerin doğrudur, insanlar yani bizİer deliyiz çünkü bizler nefsimizin kölesi
olmuşuz." Verdiğim bu cevap karşısında ben de şaşırmıştım. Göz göre göre kendimi deli diye iİan
ediyordum.
Benim derin
düşüncelere daldığını aniayan Yusuf yanındakilere
yatmam için yer hazırlamalarını söyledi, ve bana dönüp, "Haydi Ahmet
yatma vaktin geldi. Sen şimdi uyu sabah yorgunluğunu atmış bir şekilde seninle
konuşuruz." Diyip oradan ayrıldı,
Evde sadece iki kişi
kalmıştık. Biri ben digeride yanımda bana yardımcı
olacak olan ak sakallı ve yaşıda epey ilerlemiş olan
Osman adında biri. Beni yatacağım yem götürüp ve artık yatmam gerektiğini
söyledi. Bende içinde bulunduğum durumu meraktan dolayı, dayanamayan yaralı ona
bir şeyler sormaya başladım.
Yusuf ney'in nesi,
burada ne arıyor?
Efendim sizin deli Yusa dediğimiz kişi bizim efendimizdir.
Ama efendim, o bir deil.
Hayır... Hayır... Dün
sizde onun deli olmadığını kendi ağzınızla söyîemedinizin?
Evet söyledim.
Haydi siz yatın artık
yarın kendisiyle konuşursunuz deyiş odadan ayrıldı.
Sabah uyandığımda
hemen yanı başımda oturan Yusuf'un şu sorusuyla karşılaştım, "şimdi
gerçekleri öğrendin Bende evet mahiyetinde başımı salladım. Başımı salladım ama
Yusuf'un hangi gerçekten bahsettiğini, "gerçeği öğrendin mi?"
Demesiyle ne demek istediğini anlamış değildim.
Bu sorunun ardından
öyle bir düşünce yumağına dalmıştım ki, artık düşündüğüm her şey karma
karışıktı.
Yusuf daldığımı
görünce yanındakilerle beraber dışarı çıktı. İçeride ben tek kalmıştım. Uyku
tekrar gözlerimi yalamaya başlamıştı. Daha fazla dayanamayıp uykuya dalmışım.
Rüyamda kendimi bir
savaşın içinde gördüm.
Ben de yanımdakiler
gibi karşımızdaki düşman askerleri ile savaşıyordum.... Düşman askeri ile uzun bi< süre çapıştık savaşın sonunda ise biz esir düştük.
Düşman askerleri bizi
esir aldıktan sonra hükümdarlarının huzuruna çıkardılar. Hükümdarın huzuruna
varınca ve hükümdarı görür görmez yere yığıldım.
Yere yığılman
etkisiyle kendime gelmiş olmalıyım herhalde. Çünkü kendime geldiğimde, elimde
Ney, yanımda da Yusuf duruyordu. Yusuf gülümseyerek.
Gerçeklerle yüzleşmek
nasıl bir duygu Ahmet?
Bu soru karşısında
verecek cevap bulamadığım ve de gerçeklerle yüzleştigimin
bir ifadesi olarak Yusuf'un ayaklarına kapandım çünkü bütün gerçekleri onun
sayesinde öğrendim. Savaşta esir alınmamda ve hükümdarın huzuruna çıkmca bayılmam, ki hükümdarda Yusuf idi, bunlar gerçeğin
ta kendisidir.
Ondan sana yar olmaz
dediler,
Beni benden aldılar
Kimse anlamadı derdimi
Kimse görmedi yaramı
Çünkü yara İçimdeydi
Sevgim sevgilideydi
Sevgili ise yüregimdeydi
Ben kar oldum dağda,
Güneş doğdu yüzüme
Ama bu güneş
Gün yüzü göstermedi
bana
Eridim su oldum
Çağladım derelerde
Aktım sevg: yatağından ırmaklara
Oysa yüreğime akan gözyaşlanm idi.
"Kalbimde bir
ateş yakün, ruhumun derinliklerini alevlendirdin, ve
ardından bana şöyle seslendin. Sırrımızı gizli tut.."
Aynel Küdat Hemedani
"Bazen herşeyi anlayabildiğimi sanıyorum.
Herşey normale dönüyor
Her zaman olduğu 0bi
işler yolunda girince
Bir şeyler ters
gidiyor ve başım büyük belalara giriyor.