KALEM SEVGİLİDEN YANA OLUNCA.. 2

Asıl Sevgi Allah'ı Sevmektir 2

Ney'in Ayrılıktan Şikayeti 2

Aşk Yapısı 3

Hak Aşıklarının Hayatı Ölümdedir. 3

Sen Benim Ona Borcumsun. 4

Înanırmı Allah. 4

Bir Güzelîn Aşkı 5

Sevgi Duası 5

Lokma Ve İlham.. 6

Kıssadan Hisse. 7

Sen Gidince Efendim... 7

Son Ufuk. 8

Baharın Gülleri Açtı 8

Aşk. 9

Gönül İsterse Neler Yapar 10

Aşk Ve Vuslat 10

Yusuflar Çirkin Kişilerin Hasedinden Korkarlar 11

Beni Yalnız Bırakma. 11

Söz Vardır, Keskin Kılıç Gibidir; Söz Vardır, İlkbahar Mevsimi Gibidir. 12

Herkes Bir Sevgili Uğruna Çalışır, Uğraşır, Didinir Durur. 12

Eski Günler 13

Sevgili, Gerçek Sevgili Ancak Allah'tır. 13

Çile. 14

Ağlamak Da Bir Zevktir, Bu Yüzden Çok Ağlayınız. 16

Dervişin Aşk Derdi 17

Akıllı Deli 17

Bir Güzelin Aşkı 17

Sevginin Sırrı 18

Ney Ve Raksa Dair 18

Kulluk Et De, Belki Sen De Âşık Olursun! 19

Hüsrev Île Şirin. 19

Muhuttin Deniz. 26

Neyle Gelen Hazin Öykü. 26

O'na. 27


KALEM SEVGİLİDEN YANA OLUNCA

 

Asıl Sevgi Allah'ı Sevmektir

 

Var, bir vardır. Güzel, bir güzeldir. Sevgi, bir sevgidir. Bizim ec­dadımız iyiyi-kötüyü, kötülüklerin alasını, daniskasını, her çeşidini Yunan felsefesinden, Roma felsefesinden, Eski insanlardan, İranlılar­dan Hindlilerden, biliyorlardı. Diyorlardı ki; "Aşk ve aşkı ilahidir, as­lında" Asıl sevgi Allahı sevmektir. Neden? Her türlü güzelliği yaratan, Allah; her türlü k sevgi; amil sıfata sahip olan, Allah; her şeye gücü yeten. Allah; her işi hikmetli olan, Allah; her şeyi bilen, Allah; Nere­sinden baksan güzel sıfatın zirvesi, en güzel tecellisi Allah'u teala haz­retlerinde onun İçinde en güzel Allah'tır. Onun için İnsan anlayabilirse, ulaşabilirse, görebilirse, müşahade edebilirse, en güzel Allah'tır. Allah sevgisi aşkı hakikidir.

"Aşk" kelimesi esrelidir Arapçasında asıl olarak "Işık"tır. Ama Türkçe'de aşk diye telafuz ediliyor. Işkı hakikidir. Peki bu dünyadaki insanların çeşitli sevgileri nedir?

Bu dünyadaki insanların bu çeşitli sevgileri aşkı mecazidir. Laf olsun diye söylenmiş bir sevgidir. Hakiki değildir. Sevilen şeyde sevil­meye layık değildir. Çünkü gelir geçer. Çünkü sevilen insan da sevil­meye layık değildir. Bir zaman sonra bakarsın nefret edersin. Millet şimdi para, para, para, diye peşinden koşuyor; onu arzuluyor ve isti­yor. Neyzen Tevfik bir şiirinde diyor ki: "Kirli ellerde görünce para­dan iğrendim." Kimisi paradan iğreniyor. Kimisi bir zaman geçiyor, anlaşarak, beğenerek, severek, aldığı eşinden soğuyor. Kimisi bir zaman geliyor; bir zamanlar elde etmek için her şeyini harcadığı şeyle­rin hiçliğini anlıyor. Ondan vazgeçiyor. Bir zaman geliyor; hayatı da sevmemeğe başlıyor.

"ilahi sevgiyi yaşayanın mutluluğu sonsuzdur.

Kalem   Sevgiliden   Yana   Olunca

Mevlana "Mesnevi"

 

Ney'in Ayrılıktan Şikayeti

 

Şu Ney'in neler söylediğini can kulacı ile dinle, o ayrılıklardan şikayet etmektedir.

Ney kendine has bir dille, hal dili ile diyor ki:

"Beni kamışlıktan kestiklerinden beri, feryadımdan, duygulu olan erkekte, kadında inlemekte, ağlamaktadır. Şu varki beni dinle­yen her insan, benim neler dediğimi anlayamaz.

Benim feryadımı duyamaz. Beni anlamak, Beni duymak İçin, ayrılık acısı çekmiş, gönlü yaralanmış, içli bir insan isterimki, acıları­nı, dertlerimi ona anlatayım. Aslında, vatanından ayrı düşmüş, ora­dan uzaklaşmış kişi, orada geçirmiş olduğu mutlu zaman arar, o za­manı tekrar yaşamak ister, ayrıldığı sevgiliye tekrar kavuşmak arzu eder.

Ben her mecliste, her toplulukta, İnledim, ağladım, durdum. Ben, huysuz insanlarlada, iyi insanlarla da düşüp kalktım.

Herkes, kendi anlayışına, zannına göre, benim dostum oldu. Ama, kinse benim gönlümdeki sırları araştırmadı, öğrenemedi.

Halbuki benim sırrım, feryadımdan uzak değildir.

Fakat her gözde onu görecek nur, her kulakta, onu işitecek, du­yacak güç yoktur.

Ten candan, can da ten dan gizli değildir. Fakat kimseye canı görmek izni verilmemiştir.

Ahmet   Selim

Ney'in şu sesi, gönlü yakan bir ayrılık, bir aşk ateşidir. Kimde bu ateş yoksa, o, maddi varlığından kurtulsun, yok olsun.

Ney'in sesindeki tesir, yakıcılık, onun içine düşen aşk ateşinden­dir. Hakikat şarabında bulunan, insanı mest eden halde, aşk coşkun-lugAindandır. Ney, sevgilisinden ayrılmış olanın arkadaşıdır, dostu­dur. Onun yakıcı sesi, bizim Hakk'a kavuşmamıza engel olan perde­lerimizi yırtınıştır.

Ney gibi bir zehri, ney gibi bir panzehiri, ney gibi bir dostu, ney gibi bir aşıkı kim görmüştür. Ney, kanlarla dolu bir yoldan, aşk yolun­dan bahsetmektedir. O, sevgi yüzünden çöllere düşen Mecnun'un aşk hikayelerini anlatmaktadır.

Bize, hak yolunu gösteren gerçek aşkın mahremi, dostu, aklını yitirmiş aşıklardan başkası değildir. Konuşan dille, kulaktan gayri müşteri, talip yoktur.

Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mutsuzluk acılar ve ayrılık ateşleri ile arkadaş oldu da, yandı, gitti.

Günler geçip gitti ise varsın geçsin. Gam yeme, onlara de ki: "Geçin, gidin... Sizin gidişlerinizden bizim korkumuz yoktur... Ey mü­barek ey temiz dost... Son kal, sen var o!".

Hak aşıkları, muhabbet deryasının balıklarıdır. Onlar vuslat su­yuna kanmazlar, bu sebeple balıktan başka herkes suya kandı, nasi­bi olmayanında günü, uzadıkça uzadı.

Ruhen yükselmemiş, ham kalmış kişi, yetişkin, olgun kişinin ha­linden anlamaz. Öyle ise sözü kısa kesmek gerekir.

"O ney'ki kamışlığa değer verdide, kamışlıkta aşıkların gönülle­rinin yaktı kendisi gibi."

Kalem   Sevgiliden   Yana   Olunca

Şeyh sadiŞirazi "Bostan"

 

Aşk Yapısı

 

Bir gün şibli, manevi sarhoşluğa düşmüştü.

Akıl hastahanesine götürdüler. Ziyaretine gelenlere sordu.

Siz kimsiniz"?

Dostunuz" diye cevapladılar. Eline bir taş geçirip onlara saldı­rınca kaçtılar.

Geri dönün!" Diye bağırdı, "dost dosttan kaçmaz, onun taşın­dan sakınmaz."

Gerçek sevgili, ne kadar çok düşmanlık görsede, sevdiğinden kaçmaz. Binlerce sitem taşıda gelse umursamaz, aşk yapısı, her taş­la biraz daha sağlamlasın

 

Hak Aşıklarının Hayatı Ölümdedir.

 

İnsanın hakikatini bilmeyen ve manevi zevkten habersiz olan ki­şi, her zaman mihnete derde aşıktır. Kalk da; And olsun ki şehre" ayetinden;

İnsan mihnet içinde yaratılmıştır." Ayetine kadar oku.

Senin Cemalinin nuru tecellisi ile dünyaya bağlılıktan, keder­den, mihnetten kurtuldum. Senin aşk ırmağında yıkandım da mane­vi kirlerden, kötülükten, korkudan arındım, tertemiz oldum.

Bu vah vah demeler, bu sızlanmalar, bu yanıp yakılmalar, ezeli sevginin güzelliğinin hayal edilmesinden ve her şeyde de devamlı ola­rak onun zat ve sıfatlarının tecelli nurlarının müşahade kılınmasın-dandır. Bu görüşe varmak, o tür her şeyde müşahade etmek zevkine ermek ise, sen seninle oldukça. "Beni göremezsin." Ayetinin sırrına ererek varlıktan ve benlikten ayrılışın bir ifadesidir.

Allah, bütün varlıkların garridir. O'nun nasıl üstün, büyük, ben­zeri olmayan bir varlık olduğu anlatılamaz. O, bütün tefsir ve söz ka­labalığından münezzehtir.

Ah, ne olurdu göz yaşlarım, denizler misali çok olsaydıda, onu sevgilimin yoluna saçabilseydim.

Ey teni uğruna canını yakan, ey nefsani arzular içi, canını veren kişi! Sen canım yaktında, bedeni aydınlattın, neşeler verdin. Sen ebe­di saadeti, ruhani zevki fani olan ten zevkine feda ettin.

Nasıl anlatayım? İçime yine hasret ateşi düştü. Gönül tutuştu. Ayrılık arslanı kükredi ve dan dökmeye başladı.

Hak aşıkları, aslında ayrılık ateşiyle mesttirler, üzgündürler. On­lar ellerine kadeh alıp sarhoş olurlarsa ne hale gelirler?

Manevi zevkinin, neşesinin anlatılmasına imkan bulunmayan mest arslan, yani illahi aşk ile kandinden geçmiş, kendi benliğinden kurtulmuş kamil insan, şu yeryüzüne, enine serilmiş çayırlığa, gülzarvahdeta gelince büsbütün mest olur.

Onun aşkıyla söylediğim "Mesnevi" beyitlerinin düzgün ve kafi­yeli olmasını düşünüyorum. Sevgilim ise, bana; "Benim yüzümden başka bir şey düşünme" diyor.

Ey benim kafiye düşünenim, Benim karşımda hoşça olur, sen benim İçin devlet ve saadet kafiyesisin.

Duyguların açığa vurulması İçin kafiyeye, harfe ne lüzum var? Harf, ne dir ki, sen onu düşünüyorsun? Harf nedir? Üzüm bağının, aşk bahçesinin dikenden duvarı.

Harfi de, sesi de, sözü de, bir birine vurup kırayım da bu üçü ol­madan seninle konuşayım, duygularımı sana açayım.

Ey sırlar dünyası olan sevgili "Hz.Adem'den bile gizlediğim sırrı, harfsiz, sessiz, sözsüz sana söyleyeyim.

Halil İbrahim'e söylediğim o sözü, Cebrail'in bile bilmediği o ga­mı, o aşk ıztırabını sana söyleyeyim. Hz. İsa'nın dem vurmadığı, hat­ta Cenabı Hakim bile kıskandığı, bizden başkasına söylemediği sırrı ben sana açayım.

Lügat bakımından biz ne demektir? Hem varlığı bildiren, hem-de yokluğu belirten bir söz; benimse, varlıyım, yok. Bana, ne var di­ye bir söz söylenebilir; ne de yok denilebilir.

Ben varlığı yoklukta buldum. Onun İçin varlığı, yokluğa feda et­tim. Bütün padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar.

Halk umumiyetle kendi uğrunda ölenin yolunda ölür. Padişah­ların hepside kendilerine karşı alçak gönüllü olanlara alçak gönüllü olurlar. Bütün insanlar aşkları ile mest olanların mesti olurlar.

Kendilerine gönül vermiş olanları dilberler can ve gönülden is­terler. Bütün sevilenlerin, kendilerini sevenlere bağlanmaları ondan­dır. Sevgililer, sevenlerin avı olmuşlardı.

Kimi aşık görürsen, bilki o, ma'şuktur.

Yani seven kişi aynı zamanda sevgilidir. Çünkü seven kişi, bir bakımdan aşık ise, bir bakımdanda maşuktur.

Bu dünyada, susamış kişilerin su aradıkları gibi, su da, dünyada susamışları arar.

Mademki aşık odur. Sen artık sus. Madem o sana gizli sır söyle­mek İçin kulağını kendine doğru çekerse sen de kulaktan ibaret ol.

Allah aşkının deryasına batmış olan kişi, daha fark batmak ister. Can denizinin dalgası gibi altüst olmayı diler.

Aşk denizinin altı mı daha hoştur? Yoksa üstü mü?

Sevgilinin oku mu daha güzeldir,? Kalkanı mı?

Ey gönül, eğer sen neşeyi beladan ayırdı edersen, vesvese tara­fından paramparça edilirsin.

Murada ermekte, şükür dadı bile olsa, murada erişmemek sev­gilinin muradı olunca, vazgeç murattan.

Ey dost, aşıkların hayatı Ölmektedir. Gönül vermeyince, sen gö­nül bulamazsın.

Ben, öyle bir aşka tutulmuşum, batmışımki, ben den önce gelen­lerin aşkları da, benden sonra geleceklerin aşkları da, hepsi benim aşkıma dalmış batmış gitmiştir.

Ben aşk sırlarını kısaca anlattım geçtim; tam anlatmadım, açık­lamadım. Açıklamış olsaydım anlayış da, akılda, dil de, dudakda yanar.

"Yağmur hasretini çektiği sevgilisine kavuşunca, bizim sevgimiz hayat bulur, yağmur tanecikleriyle."

 

Sen Benim Ona Borcumsun

 

Înanırmı Allah

 

Herşeyi bir görmedikçe,

Herşeyi Sevmedikçe,

İnanırmı Allah birbirimizi sevdiğimize.

Ah güzelim,

Nasıl unuturum seni

Kavuşmayı istemek olurmu şimdi

Ben sana kavuşabihrmiyim?

Ne kavuşmak isterim

Ne unutabilirim.

Sana ta başından "Aşk imkasızlar yumağıdır"

Demiştim.

Unuttun mu?

Unut mu diyorsun...

Ah güzelim...

Bu onun hükmü.

O kendi katma beni

Sensiz kabul etmiyorki.

Sen o'nun katında şefaatçim

Hediyem

Görülmez varlık Sırrımın

Kalem   Sevgiliden   Yana   Olunca

Benim kadar karmaşık

Öbür yarısın.

O,

Ne seni bensiz.

Ne beni sensiz kabul eder.

Biz olabilirsek açar kapılarım

Birbirimize kelepçeli mahkumlanz biz.

Göklerin hükmüdür bu

Yerde çözmeyiz onu

Yukarda takdir edilen yerde bozulmaz.

O dedi "Benim sözüm değişmez."

Biz ayıramayız birleştirileni

Biz çözemeyiz iler eliyle bağladığını

Kafirler hakkındaki sözü İşitme din mi?

"Onlar birleştirdiğimiz şeyleri birbirinden ayırıyorlar.

Anla güzelim

O'nun yanma elim boş gidemem.

Sen benim o'na borcumsun.

O'nun şu sözünü hatırla

"Kim Allah'a güzel bir borç verirse"

İşte sen

Benim o'na

Güzel borcumsun.

Sen bir zamanlar kaybettiğim

Vazgeçemediğim

Terkedemediğimsin.

O'na yalnızmı gideyim?

O beni istemiyorki? Biz o'nun

Boynu bükük köleleriyiz. Sen mi nesin?

Kaçmış kölesi, Kaybolmuş koyunusun.

Allah kaçanları ister...

Kurtuluşum elindedir ey sevgili!

Hatırla şu sözü

"Ruhlar çiftleştirildiği zaman"

Bu söz mahşerde yankılanırken

Sen olmazsan

Hangi yüzle bakarım o'nun yüzüne ben.

Anla sevgilim

Sen olmazsan O olmuyor

Bunu O biliyor

Ben biliyorum

Ama...

Sen unutmuşsun.

İşte Allah, iman edip saîih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: "Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum. "Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendır.[1]

Şeyh SadiŞirazi "Bostan"

 

Bir Güzelîn Aşkı

 

Su ile topraktan yaratılmış bir güzelin aşkı, gönül huzurunu ve sabrını kaçırıyor.

Yanağının benine bakıyor ve bağlanıyorsun uyanıkken.

Uyurken de onun hayaliyle birliktesin. Gözüne başka hayal gir­mesine izin vermiyorsun. Nereye baksan onu görüyorsun. Sanki dünyada Ondan başkası yok. Sanki cihan ondan ibarettir.

Alem gözüne doymuyor, aleme varlık vermiyorsun.

Ondan başkasıyla görüşmek istemiyorsun. Gönlün onunla dop­dolu, ruhun onunla çepeçevre, başkasına yer kalmıyor.

Açıkken gözüne yerleşiyor, gözünü kapatsan gönlüne sızıyor.

Rüsvay olmaktan çekinmiyorsun.

Bir an bile ayrılığa tahammül edemiyorsun.

Canını isteyecek olsa sevgilin, "buyur al" diyorsun.

Kılıçla kesmek istese, hemen uzatıyorsun başını.

 

Sevgi Duası

 

Ey Rabbim,

Görüyorum güçsüz ve zayıfım, kudretine ve marifetine ihtiyacım var. Bana bilgelik ver. Güzellikler içinde yürümemi sağla. Sevgiyle ya­rattığın her şeye bizi dost ve yardımcı kıl.

Senden güç ve bilgelik istiyorsam bu, kardeşimden büyük olmak için değil, içimdeki düşmanı yenmek ve onu terbiye etmek içindir.

Bana öyle bir kemal ver ki huzura ermiş bir kalple sana gelme­ye her zaman hazır olayım.

Kalbim sana öyle bagh olsunki değersiz ve aldatıcı sevgiler onu aşağı çekmesin. Hiçbir acı ve zorluk kalbimi tüketmesin.

Ey Rabbim, bize yardım et ki seni bilelim, seni bulalım, seni an­layalım ve imanla sana, kavuşalım.

Ey beni yaratan,

Ey seni unutanı unutmayan,

Ey yarattığı her güzellikten daha güzel olan; bana sevgini ver çünkü seni seviyorum. Sana olan aşkın zayıfsa seni daha mükemmel sevmemi sağla. Seni öyle seveyimki ölümüm senin kalbine sığındı­ğım an olsun.

Sana yakaran şu kulunu günahlarıyla başbaşa bırakma.

Evet, ben olmadan önce sen vardın ve senin tarafından var edil­meye layık değildim. Buna rağmen beni var ettin. Varlığından haberdar ettin. Bitki değil, hayvan değil, İnsan eyledin. Kendine muhatap kıldın. Ama görüyorum ki sana layık olamadım. Yarattığın varlıklara hizmet edemedim. Bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını yaratan, sen Ey Rabbim; beni hakikatine eriştir, alçak gönüllülükle in­sanlara hizmet etmemi sağla. Sen biliyorsunki, ben her şeyi göremi­yorum, ama sen beni doğru yola iletebilirsin.

Ey Kalbimin nuru, beni kaplayan karanlıkları, nurunla aydılat. Biliyorum, beni İçine düştüğüm karanlıklardan defalarca aydınlığa çı­kardın. Ancak tatmin edilmemiş tutkularımın gürültüsü, o çağrına uy­mamı engelledi.

Sen dünyayı bize hizmet etsin diye yarattın ama biz kendimizi öyle kaybettik ki dünyaya hizmet eder hale geldik.

Halbuki, sen insanı kendi sevgin İçin yarattın. İşte bu yüzden yü­reğimiz sende huzur bulana deli sıkıntılar içinde kalacaktır.

Ey sevgisiyle huzur bulduğumuz Rabbim, seni bilmeyi ve tanı­mayı sağla. Seni sevmeyi her sevgiden üstün kıl.

Şimdi ise sana susamış olarak senin İman pınarına koşuyorum. Beni nefsimin ve kötü İnsanların arkadaşlığından kurtar çünkü bili­yorum, sen bizi seviyorsun. Resulün Muhammed (a.s) aracılığıyla bi­zi buldun, ama biz seni aramıyorduk, seni arayalım diye bizi buldun, bize merhamet ettin.

Öyleyse biz, bu rahmetin ahirettsde devamını istiyoruz. Ey Rab­bim, senden altın istemiyoruz, Para istemiyoruz, şan ve mevkide iste­miyoruz. Ama yalnız, seni istiyoruz, senin sevgini istiyoruz. Ve biliyo­ruz ki seni bulan her şeyi bulur, seni kaybeden her şeyden mahrum olur.

Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyi­lik Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) ve­ren; namazı dostdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidle-rine vefa gösterenler ile zorda hastalıkta ve savaşın kızıştığı zaman­larda sabredenler (in tutum ve davranışlarıdır), işte bunlar, doğru olanlardır ve müttahi olanlarda bunlardır. [2]

 

Lokma Ve İlham

 

Dün gece ilham bize, başka türlü tecelli etti. Fakat mideye birkaç lokma girdide İlham yolunu kapadı.

Bir lokma uğruna, Lokman tabiatlı ilahi ruh, nefsani gıdalara esir oldu. Şimdi Lokman devridir, ey lokma sen çekil git.

Bu ızdırap dünyasında, bütün çektiklerimiz lokma yüzündendir. Lokmayı az yiyerek "Can Lokmanı'nın tabanına batmış olan dikeni çıkarıp atın.

Aslında "Can Lokmanı"nm ayağında diken değil, dikenin gölge­si bile yok. Fakat siz hırsa kapılmışsınız da gerçeği göremiyorsunuz.

Nefsinin arzu ettiği nefis yemekler, humalar, incirler; aslında, se­ni halı yolundan alıkoyan ayağına batmış dikenlerdir. Sen ilahi sevgi­yi göremeyen çok nankör birisin.

Can Lokmanı, Allah'ın gül bahçesidir bütün ilahi bilgiler, irfan, aşkı, hep oradan gelmektedir. Böyle mübarek bir varlığın (can Lok­manı'nın) ayağı niçin bir dikenle yaralansın?

Bu beden diken yiyen deve gibidir. Nur-ı Muhammedi'den olan ruhun bu deveye binmiştir. Ey deve, senin sırtında öyle bir dengi var-ki, onun çevreye yayılan güzel kokusundan, sende yüzlerce irfan ve marifet gülistanı meydana gelmiştir.

Ama senin gözün dünya dikeninde ve kumluktadır. Bakalım bu değersiz dikenlerden ne güller devşireceksin?

Ey bu dünya talebi uğruna, nefsani istekler İçin, diyar diyar do­laşan ve Allah'ın sıfatlarını; gücünü, büyüklüsünü göremeyen, gönlü körleşmiş kişi, ne vakte kadar. "Bu gülistan nerede, nerede? Deyip duracaksın.

Can ayağına batmış, nefsani istekleri dikenini, şehvet ve hiddet dikenini çıkarmadıkça gözün kararır, göremezsin. Bu halde nasıl dö­nüp dolaşacaksın?

İlahi emaneti taşıdığından çok üstün bir güce sahib olan ve dün­yalara sığmayan Ademoğlu, cismani zevkler dikeninin etrafında giz­lice dolaşır durur.

İnsanda bulunan bu ilahi emaneti bu can, ekmekle, yemekle semiren yahud kah şöyle, böyle olan can değildir ki...

Bu ilahi nefha, Haktan gelen bu ruh, yemeden içmeden hasıl olan hayvani ruh değildir. Bu, hayvani ruha, insan bedenince de boş­luk verir; hoştur. Hoşluğun ta kendisidir. Ey emelin ulaşmalı için ça­re arayan kişi, hoş olmaya bir şeyden İnsana hoşluk gelirmi?

İyi huyu ile şekerleşen aşık, şekeri de safi sevgi şarabında dışarı­da aramaz; onu kendinde, kendi varlığında bulur. O aşk ve hakikat şarabını kendi gönlünde içer. Ey dost, bu sırra akıl ermez. Bu durum­da aklın yolunu şaşırır, kaybolur gider.

Zaten cüz'i olan akıl, gizli şeyleri bilir görünmekle beraber, aşkı inkar eder.

Akıl anlayışlıdır, bilgindir ama, yok olmamıştır. Melek bile olsa yok olmadıkça, varlık iddia edince şeytan olur.

O; sözde ve işte bizim dostumuzdur ama, hal bahsine gelince orada, bir hiçten, bir yoktan ibarettir.

Akıl, varlıktan geçip yok olmadıkça yoktur. Zaten, o, dileyerek, İsteyerek yok olmazsa, zorla yok olacaktır, bu da ona layıktır.

 

Kıssadan Hisse

 

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: "Ey bilge insan! Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne gibi fark var­dır." Diye.

"Bakın göstereyim" demiş ermiş.

Önce, sevgiyi dillerinden gönüllerine İndirememiş olanları çağı­rarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuş yerlerine. Derken, derviş, tabaklar içinde sıcak çorbalar ve arkasındanda kaşıkları getir­miş. Fakat kaşıkların boyu bir metre imiş...

Ermiş, "Bu kaşıkların ucundan tutup Öyle içeceksiniz çorbanızı", diye bir şart koymuş.

Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat oda ne? Kaşık­lar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağız­larına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine "şimdi" demiş ermiş; "sevgiyi gerçekten bilenle­ri çağırdım yemeğe" yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmişler, Onlar oturmuş sofraya bu defa 'Buyurun' de­yince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısında­ki kardeşine uzatıp içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte" demiş ermiş, kim bu hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünürde doyurursa, o da kardeşi tarafından duyurulacaktır.

"Yağmurlar yağdıkça, Dereler Nehir oldukça, insanlar nefes al­dıkça, Senin sevgin kalbimin gıdası olmaya devam edecektir."

"Hayat, tan manasıyla istediğimiz gibi olsaydı hiç şüphesiz bir anlamı kalmazdı."

 

Sen Gidince Efendim...

 

Sevgili!

Sen gitmiştin... Koyup bir başımıza, bırakıp pak ellerimizi, gur­betlerine salmıştın bizi. Yetim kaldık, öksüz kaldık, ve ellerimiz kirlen­di yokluğunda... Sen gitmiştin.,. Ayrılıkların dilini hece hece ağlıyo­ruz şimdi. Akşamlar İniyor dağlara, ve hasretimiz yankılanıyor ya­maçlarda.

Sevgili!

Nasıl iltica edelim sana; huzuruna nasıl varalım, yalvaralım?!... Kemter karıncalar nice mümkün halini Süleyman'a arz?!.. Güneş hu­zurunda mumların okunmazken esamisi, pervaneler bahsetsin mi varlıktan? Ve duyurabilsin mi sesini?.. Efendim, duyar mısın sesi­mizi...

Sevgili!

Sen aşk ikliminde sultan, sen güzellik şahikasında dolunay, sen vefa göğünde hilal. Biz bir bakışının dilencisi, biz dolunay tutkunları, biz bayramı gözleyen oruçlar. Güzellik ordusunun hakanı sen, gam rüzgarında gedalar biz. Sen İmrenme, biz ayıplanma. Sen Özüsün varlığın ve biz varlık iddiasında küstah yoksullar. Sen sabah yıldızları­nın ışığı, biz gaflet uykusunda kervancı. Dert ve keder denizinde çıglık çıglıgayız biz, kumrular ve bülbüller seni bestelemekte oysa. Çığ­lıklarımızı bestelere kanştmver efendim, düşkünlerine, savrulmuşları­na kulak ver. İtivermezsin elinin tersiyle bizi, değil mi efendim...

Sevgili!

Sen gitmiştin... Yokluğunda kaybettik önce varlığımızı, ve sonra yok eyledik aklımızı da. Hasretinle akan zamanlarda cevherimiz öz­den, madenimiz mıknatıstan ayrıldı. Sen gitmiştin... Gönüllerimiz bil­lur kadehler gibi çalındı sengsarlara; ırmaklarımız mecralarında su­suzluğa mahkûm edildi. Sen gitmiştin... Çelik mermere çarptı, irade­ye ateş düştü yokluğunda. Hasretinden akıllar yitirildi efendim, gö­nüller gölgelere düştü. Kucak kucağa güneşlerimiz söndü, dudak du­dağa denizlerimiz kurudu, ve sen gitmiştin efendim.

Sen gitmiştin... Seninle birlikte her şeylerimiz gitti. Şehitlerimiz kefenlerinden sıyrıldı senden sonra; kanlarımız sahralar doldurdu. Kelimelerimiz anlamlarını yitirdi, kutlu erlerimiz tutsak oldu nefis or­dularına...

Hiçbir şey kazanmadık ayrılığında, efendim, hiç kar etde edeme­dik. Aldandık, hep aldandık. Delilimizi yitirdik, delillerimizi yitirdik. Dillerimiz dilim dilim edildi efendim. Bize sevmeyi unutturdular ilkin; sonra sevginin ne olduğunu... Kendi gönlüne ihanet edenlerimiz, gönlün kendisine ihanet ediyorlardı artık. Vurgunlar yedik peş peşe efendim... Ve sen gitmiştin.

Sevgili!

Sen gitmiştin... Biricik sığmağımız, varlığımızın övüncü, yüz akı-mızdın. Hayırlan söyleyip gitmiştin, biz şer işler olduk. Uzun uzun emellere kapıldık, kapılanıp kaldık umutların kapısında. Yolunda yü­rümekken üzerimize düşen, baş kaldırdık Önce ve sonra yıkılışlar gördük hep efendim. Ellerimiz vardı açıldıkça dolan, uzandıkça verilen; böğrümüzde kaldı ellerimiz. Hanım idik halayık olduk; bay idik köle edildik.

Sen gitmiştin... Yanmış igsilerle kara bahtımıza kara resimler çizdiler. Aşk dervişleri avare, pejmürde, hercayi rüzgarlara kapıldılar, dönüşlerinin ahengini kırdılar. Bölük bölük kadınlarımız, grup grup erlerimiz, demet demet çocuklarımız, kimi güler, kimi ağlarken yitir­diler kendilerini. Ve sen gitmiştin efendim...

Sevgili!

Hani bir aşk idin, bir güzellik İdin sen, güzellikle aşkın kesiştiği prizmada. Güzelliğin cihanı gösteren bir ayna; aşkın o aynanın cila­sı idi hani. Güzelliğin olmasa efendim, aşkı hiç bilmeyecekti cihan; aşkın olmasa güzelliği hiç anlamayacaktı. Aşk pazarında mezad hep güzelliğine; güzellik yurdunda yollar hep aşkına durmuştu efendim... Ve sen gitmiştin...

Sevgili!

Derd ile ağlayandın; hem derde salandın!.. Gönül yurdunda ça­resizlerin çaresi, hastaların merhemiydin. Saadetle yaşamış, saadet çağını yaşatmıştın. Suretleri ve canlan iman ile sen şekillendirmiş, "La" ile "îlla"yi i'caz ile sen dillendirmiştin.

Sen gidince, ey sevgililer sevgilisi, güvercinlerimiz tuzaklara esir düştü; Hüdhüdlerimİzin mil çekildi gözlerine. Artık düşmanlarımız dostlar arasında; dostumuz düşman içinde. Divanelere döndük, yaya kaldık yolunda. Kendimizi unuttuk, seni bilmez olduk...

 

Son Ufuk

 

Sevmek ve sevilmekten gaye o'yumuş meğer,

İç içe aşk ve hicran;

Seven gönül tıpkı buhurdanlık gibi tüter,

Aşk ateşiyle her an.

Uzat elini Ey Dost ruhum sevgine muhtaç!

Sensin derdime derman!

Hasretle yananlara vuslat yollannı aç!

Kalksın perde aradan!

Lütfunla her an gönlümde ayrı bir nevbahar,

Canım yoluna kurban!

Her yerde ağın aşikar, ruhum sana şikar;

Olsun katlime ferman!

Gerçi cürmüm çok ama, gönlüm de tutkun Sana;

Ben bir muhtac-ı ihsan..

İnayetinle al kalbimi kendinden yana!

Ey kulunu Yaratan!

Nefsim mavi, mor, pembe renklerle geceliyor,

Her halim Sana ayan...

Buruk vicdanım her zaman Seni heceliyor,

Yoktur ilmine pinhan...

Görsem şayet göreceğimi aklım dağılır,

Işığın mah-ı taban..

Hülyalarım rengini sırlı ufkundan alır,

Çağlar ruhumda ziyan.

Hep kara yalnızlık soluklar Sensiz sineler,

Hicranla yanar vicdan...

Nurunun lem'asına cihan verilse değer,

Işığın bize burhan..

Seninle güneş gibi parlar hayatın sonu,

Damlalar olur umman...

Duyarlar ufuk ötesi yaşayanlar bunu,

Bu ne yüce bir irfan!

Kalem   Sevgiliden   Yana   Oİunca

İskender Pala "Ayine"

 

Baharın Gülleri Açtı

 

Bahar... İlk-bahar, evvel-bahar, nev-bahar; mevsim-i gül, fasi-ı gül....

Dört mevsimin en güzeli; dört kitab içinde Kur'an gibi...

Zamana düğümlenmiş mükevvenatın zemine yansıdığı ideal va­kit; tohumun çiçeğe durduğu dem. İlık esintilerin kıvrak raksı ve bir silkiniş, bir uyanış...

Ferah-feza dönemi ömrün; tozpembe çağı...

Hızır'la İlyas'ın buluşmasıdır her yıl İskender şeddinde; Ergene-kon'dan çıkışıdır. Asena'nın, sekizinci oğulda zalim Dahhak'a baş kaldırışıdır yedi oğlunu feda eden demirci Gave'nin.

Bahar sevgilidir; nergis nergis gözleri, gül gül yanakları, sümbül demeti saçları ve gonca dudaklarıyla. Laleden kadehiyle mest eder. Bakışı şefkat, gülüşü rahmet kokar. Boğum boğum parlatır alevini sevda katarlarının... Türlü latifelerle gülüp açılmasıdır goncanın; gül ruhsarın ranahğıyla söyletmesidir şairleri. Ve bütün şairler bahara sevgiliye yazmıştır en güzel şiirlerini. Bahar sevgilidir.

Bahar şiirdir, kah bir papirüs tomarına, kah bir meteor taşına yazılmış güldesteler misali... Iydiyeler ve caizelerin saltanatından ge­riye kalan bir Lale Devri ezgisi. Bîr tenasüptür Fuzuli dilinde, kanlı göz yaşlarıyla çağlayıp bozbulanık sellere döner evvel, ve sonra yıkıp topraktan yapısını varlığın uçurur ötelere ötelere...

Baki dilinde bir kasidedir, gül bahçesine gümüş servilerden tuğ­lar dikerek ipeklerle döşer bağları bahçeleri. Bahar en eski sarkışıdır tabiatın, neşeyle bestelenen. Bahar şiirdir.

Bahar rahmettir, damla damla dökülür ufuklarımıza. Şükretme­yen de inkar eden de ıslanır bu yağmurdan. İstemeden gelir rahmet ikindi kuşlarının kanatlarında. Samed olanın adıyla değer toprağa ve hayata davet eder insanlığımı. Bahar rahmettir.

Bahar zaferdir, ordusuyla kış sultanını maglub etmiş egemenlik adına. Dil bir sultandır, sarraf terazisinde geceyi gündüzle, sogugu sı­cakla tartarak eşitleyen. Üç kıtanın kapılarına bu mevsimde varmış aşk erleri; bu mevsimde çıkmışlar uzak seferlere leventler, şıklar gibi tıpkı; hani sevgiliyi görünce dökülüp zorlu yollara, bir daha geri dön­meyen aşıklar... Bahar bir zaferdir, kırk gün kırk gece kutlanan yedi İklim dört bucakta... Ve zafernamelerde anlatılır en görkemli hikaye­leri... Bahar zaferdir.

Bahar berekettir, bulutlardan dökülen. Bir nisan damlasıdır isti­ridyenin ağzında inciye dönüşecek. Yakuttan bir İksir, zümrüt yu­dumluğunda goncanın. Buselik bestesidir bülbülün seher ıtırlarından ilham alan. Ve erik çiçekleridir o Hatayı kumaşlara desenlenmiş... Vişne dallarında ispinoz kuyrukları... Çoğaldıkça çoğalır, arttıkça ar­tar. Bahar berekettir...

Bahar bezmdir, sevinç taburunun en kıdemli askeri çalar tanburu o mecliste. Gül dallan altında gülgün kadehlerin, gül hareli lezzet­lere sızan gülendam salınışlarında çağlayan şetaret... Beyaz ellerde vuslatın mor çiçeklerini demetlendiren dizelerde salkım salkım esrar keşfeden dilara duygular. Kırkıncı kapının ardında asude bir uykuya dalmak ve aynı rüyayı aynı anda görmek canan ile. Bahar bezmdir.

Bahar hayattır, seher yelinin kınalı parmaklarından dökülen toprağa. Bir İsa nefesinin uyardığı bahür-ı Meryem ve bir Musa elinde parlayan zambak. Nuh'un gemisinden kanatlanan güvercin ve arıkta otu biten oğlaklar... Tarihin ve toprağın salkım saçak çig tane-leriyle dokunan haliçesinde yeşeren tohum. Rengarenk bir kelebeğin cılız kanadına yüklenmiş Kafdaglanndan savrulan can kafileleri ve ormanlardan yükselen lahüti ses. Bahar hayattır.

Ve ne zaman bahar gelse, hazırlıksız bulur beni...

O da demişti ki: "Gerçekten bey, mal (veya at) sevgisini rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar.[3]

 

Aşk

 

Aşk gönüllerde ateş, ruhlarımızda ışık,

Hicranla yanar aşık, ümitlerinde bahar..

Sinesinde gam, hüzün; ufku vuslata açık,

Gezer çölden çöle avare her zaman zar zar...

Feryadı sırrının sesi, sırrı kıpkızıl kor,

Dolaşır, dolaştığı gibi ahü peşinde.

Mest u mahmurdur dudağından bir kızıl fağfur,

Her gece bir visal yaşar Canan'la düşünde.

Hayaletler gibi sarar ruhunu kuşkular.

Simasında fecir sevinci, akşam tasası;

Yer yer meçhullere talih bir kapı aralar,

Firdevs'ten rengi ve Firdevs'ten suyu, havası.

Bazen kırılır yeisle, onulmaz kırığı,

Bazen ufku ışık, rayiha, renkle tüllenir;

Bazen ta ötelerde duyulur hıçkırığı,

Yapraklar gibi sararır, mumlar gibi erir.

Hep hazan yaşasa da hiç solmaz çiçekleri,

Dilinde her zaman hasret ü hicran bestesi;

Kederi çoktur ama, köpürür sevinçleri,

Hep aşk heyecanıyla tınlar çelikten sesi.

Gözlerinin içinde bir uhrevi enginlik,

Süzer çevresini, hemen herkese gülümser..

Duygularında sonsuzluk gibi bir zenginlik,

Kah çaylar gibi coşar, kah yeller gibi eser.

Ey aşk, artık anladım meğer sen her şeymişsin,

Hem öldüren bir zehir, hem dirilten bir iksir;

Allah'a götüren yollarda altından sesin,

Diriliş üflemekte ölü ruhlara bir bir...

Onda 'sükun bulup durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılmasıda, o'nun ayetlerindendir. Şüpheli bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.[4]

 

Gönül İsterse Neler Yapar

 

Gözlerimiz, bakışlarımız gönüle uymuştur. Gönül isterse göz ze-hire bakar, yılana bakar; gönül isterse göz ibret alacağı, ders alacağı şeye bakan.

Gönül isterse, göz görülecek şeylere, dünyaya, dünya nimetleri­ne bakar, gönül dilerse göz manaya, örtülü şeylere, ilahi sırlara ba­kar.

Gönül isterse, gözleri külliyat tarafına sürer götürür. Gönül is­terse onları cüz'iyyat'ta hapseder, bırakır.

Beş duygumuzun her biri, aynı su deposuna bağlı musluklar gi­bi, gönle bağlıdırlar. Gönlün dileği ile, emri İle iş görürler.

Gönül ne tarafa işaret ederse, beş duygu da eteklerini toplar o tarafa doğru koşar.

Gönül isterse, ayak raks eder, oyuna dalar yahut yavaş yürüyü­şü bırakn-, h\ı\ı yürüyüşe geçer.

Gönül dilerse el parmaklan ile hesap yapar, yahut o parmaklar­la kitap yazar.

Dikkat ediniz, bütün bu işleri yapan hünerli el, aslında içte bu­lunan gizli bir elin emrindedir. O gizli el bedenimizin şu görünen eli­ni maşa gibi kullanarak bu işleri yaptırmaktadır.

Eğer gizli el İsterse, şu görünen elf düşmana karşı yılan gibi öldü­rücü olur. Yine gönül isterse, o el bir dosta karşı yardımda bulunur.

Acaba gönül bizde bulanan bu beş duyguya neler söylüyor, on­larla aralarında ne de gizli, akıl almaz bir anlaşma, ne şaşılacak bir buluşma var?

Gönül acaba, Süleyman'ın mührünü mü buldu ki, bu beş duy­gunun yularını da eline almış, onları istediği tarafa çekip götürüyor.

Gönül, Süleyman'ın mührünü elde etmiş, beden diyarında ru­hani ve nefsani kuvvetlerin padişahı olmuş da bii'nen görünen beş duyguyu emri altına almış, içte bulunan, görünmez beş batini duygu da zaten onun emrinde.

On duygu, yedi uzuv, daha sayılamayacak, söylenemeyecek ne kadar çok şeylerin hepsi gönlüm emrinde.

Ey gönül, sen ululukta, sultanlıkta Süîeyman olmuşsun. Parma-gındaki yüzüğünle perilere, şeytanlara hükmet. Mademki beden diya­rının padişahı oldun, içte bulunan kötü duyguları, nefsani ve şeytani istekleri kov, gitsin.

Bu padişahlıkta, bu beden diyarında hiîeye sapmazsan, şu üç azılı şeytan; hırs, şehvet ve öfke şeytanları senin insanlık ve aşk yüzü­ğünü çalamaz.

Ondan sonra da adın sanın dünyayı batar, bedenin gibi iki dün­yaya hakim oiursun.

Eğer şeytan elinden aşk yüzüğünü, insanlık yüzüğünü alır gider­se, padişahlığın yok olur; bahtın, mutluluğun ölür.

"Getirdiğimiz turfanda meyveleri Lokman yemiştir." Diye köle­lerin ve kapı yoldaşlarının ona iftira etmeleri.

 

Aşk Ve Vuslat

 

Şahlanırken doludizgin mavi hülyalarla,

Duyar Canan'ı rûh sihirli râyihalarla.

Sardıkça her yanı o füsunlu hâtıralar,

Köpürür dalga dalga vuslat tüten duygular.

Uzaklaştıkça kendine âit sahillerden.

Ağarır az ötede ufuk, ağarır birden..

Derken sarar her yanı Mâşuk'un cazibesi,

Duyulur tasavvurlar üstü sihirli sesi..

Varlık aşkla gürleyen bir mûsikî kesilir,

Gittikçe düğüm düğüm bir âleme erilir.

Artık her yerde o sırla gezer ki, büyülü,

Her manzarayla tülîenir Cânân'ın kâkülü..

Hislerde işveyle tüten bir üslûp duyulur

Ve insan uhrevilige sırlı bir yol bulur.

Düşünceleriyle hummalı, ruhu pür neş'e,

Ziya püskürür, fecrin tepeleri peş peşe...

Rüya gibi bir iklime erilir ki; eşsiz,

Füsûnuyla kuşatır bir haz, her yanı sessiz.

Donakalır, sarı güller gibi alnında ter,

Sonra da bir ışığa erer ve her şey biter...

Solar bütün renkler; yeşil, mavi, pembe ve mor,

Mekân "lâ mekân" olur, zamanın nabzı durur.

Dökülür karanfil, yasemin, erguvan, zambak

Menekşe, papatya, lâle ve gül yaprak yaprak.

Görülen bu rüya bitince her yan ağarır,

Rûh da, vuslata ereceği rıhtıma varır..

Anlar o zaman gayenin Allah olduğunu;

Duyar, var olmanın zevkini duyanlar bunu...

îman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise,

Rahman, onlar İçin bir sevgi kılacaktır.[5]

Mesnevi

 

Yusuflar Çirkin Kişilerin Hasedinden Korkarlar

 

Yûsuflar çirkinlerin hasetlerinden, kıskançlıklarından gizlenirler.

-1405 zeller de düşman şerrinden adetâ ateş İçinde yaşarlar.

Yusûflar kardeşlerinin hilesi yüzünden kuyu içindedirler.

Çünkü o kardeşler haset yüzünden Yûsuf'u kurtlara verirler.

Haset yüzünden Mısır Yûsuf'unun başına neler geldi?

Haset in­sanların kalbinde pusuya yatmış iri bir kurt gibidir.

Çok yumuşak huylu olan Yâkup (a.s.) Bu haset kurdundan ötü­rü Yûsuf'un üstüne titredi.

Zahiri, gözle görülen kurt, Yûsuf'un etrafında dönüp dolaşmadı, fakat kardeşlerinin hasedi, yaptıkları kötülükler ve vicdansızlıklarla kurtlan da geçti.

Bu haset kurdu Yûsuf'u parçaladı da; "Biz onu elbiselerimizin yanına 1410 bırakmış gitmiştik. Onu kurt kapmış." Diye kardeşleri tatlı sözlerle özür dilediler.

Yüzbinlerce kurtta bu hile, bu düzen yoktur. Bu haset kurdu, so­nunda rüsvâ olacaktır. Sen sabret.

Herkesin kötülüğünün cezasını göreceği kıyamet gününde, ha-setçiler şüphe yok ki kurt şeklinde haşr edileceklerdir.

Haram yiyen, gözü hırsla dolu kişi de o hesap gününde domuz şeklinde görülecektir.

Zina edenlerin bedenleri, şarab içenlerin de ağızlan pis pis ko­karak dirilecektir.

Dünya'da yalnız gönül sahibi ariflerin hissettikleri, gizli kalan pis kokular mahşerde ortaya çıkacak, herkes tarafından duyula­caktır.

(fbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten, Aüah 'ı bırakıp dünya hayaün-da aranızda bir sevgi-bagı olarak putları (ilahlar) edindiniz sonra kı­yamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip tanımayacak ve kiminiz ki­minize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yar­dımcınız yoktur. [6]

 

Beni Yalnız Bırakma

 

Gönlüm gözüm Senin İle açılır,

Geçilmezler Senin ile geçilir,

Adın anılınca nurlar saçılır;

Doğ ruhuma beni hasretle yakma!

Hak aşkına kulun yalnız bırakma!

Ben bir kapıkulu, Sen de Sultansın,

Yolda kalmışlara Hak'tan emansm,

Ben bir ceset isem, Sen onda cansın;

Dog ruhuma beni hasretle yakma!

Dost aşkına kulun yalnız bırakma!

Âşıklar ararlar Seni her yerde,

Dudağın şerbeti dermandır derde..

Ben bir dertli İsem dermanım nerde?

Doğruhuma beni hasretle yakma!

Hak aşkına kulun yalnız bırakma!

Bir yüzü karayım pek çok vebâblim,

Düşe-kalka, kalmadı hiç mecalim..

Bilmem ki ötede ne olur hâlim..?

Dog ruhuma beni hasretle yakma!  .

Hak aşkına kulun yalnız bırakma!

Bir zaman mevsimler bütün bahardı,

Korkarım o günler bir bir karardı..

Merhamet! Yollarım bir sarpa sardı..

Dog ruhuma beni hasretle yakma!

Dost aşkına kulun yalnız bırakma!

İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır İd, onlar (bunlan), Allah 'ı sever gibi sever. İman edenlerin ise Allah 'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları za­man, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allahm olduğunu ve Al­lah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi (2A65)

 

Söz Vardır, Keskin Kılıç Gibidir; Söz Vardır, İlkbahar Mevsimi Gibidir.

 

Dostlarla konuşurken, çok dikkatli ve İhtiyatlı hareket etmelidir. Çünkü söz vardır, keskin kılıç gibidir; dostluğu keser, öldürür. Kalpte tedavisi İmkansız yaralar açar. Kalp bahçesindeki yeşillikleri, sevgi çi­çeklerini kış mevsimi gibi Öldürür.

Bir söz de vardır, ilkbahar mevsimi gibidir. Her tarafı süsler, -zelleştirir; sayısız yararlar sağlar.

 

Herkes Bir Sevgili Uğruna Çalışır, Uğraşır, Didinir Durur.

 

Acı söz, sevimli ve güzel dudaklardan çıkınca tathlaşır. Gül bah­çesinde diken göze batmaz; gönül çekici olur.

Nice nazlılar, nazeninler vardır; gül yanaklı, ay yüzlü bir güzele kavuşmak ümidi ile diken taşırlar.

Ay çehreli sevgilileri için hamallığa katlanmış, ağır yükler altın­da kendini ezdirmiş, sırtı yara bere olmuş ne kadar İnsan vardır?

Demirci geceleyin evine gelip ay yüzlüsünü öpmek için, gündüz kavurucu ateş karşısında, dumanlar içinde, demir döve döve kendi yüzünü kapkara eder.

Esnaftan biri, geceye kadar dükkânında çarmıha gerilmiş gibi oturur durur. Ve bütün gün dükkâna haps olup kalmak zahmetine katlanır. Bu sıkıntılar ona hoş gelir. Çünkü onun gönlünde bir selvi boylu yatmaktadır.

Bir tacir denizde, karada yolculuk eder. Kazancını artırmak İçin, memleketinden, yurdundan uzak düşer. Gurbet acılarım tadar. O bü­tün bu sıkıntılara, evinde oturan eşinin sevgili ile katlanır.

Kimin bir ölüye, yâni fâni bir varlığa sevdası varsa, o sevdayı canlı ve diri varlığa kavuşmak için besler. Böylece fânî bir varlığı sev­mek, aşka bir köprü olur da, onu ilâhî sevgiye ulaştırır.

Bir dülgerin, yüzünü keresteye çevirip, onunla meşgul olması, ter dökerek onu işlemesi de, ay yüzlü bir güzele yararlı olmak içindir.

Ey Hakk yolcusu, sen öyle bir diriye kavuşmak İçin, ona kavuş­mayı umarak çalış, çabala ki, o gönül verdiğin diri, bir müddet sonra cansız bir hâle gelip toprağa gömülmesin.

Hislerine kapılıp da bir saman çöpünü, yâni fânî bir güzeli ken­dine yakın bir dost olarak seçme. Çünkü ondaki sevgi ve yakınlık duygusu iğretidir. Sen kalıcı dostu ara.

Eğer Allah'tan başka senin gönül verdiklerinde vefa ve bağlılık olsaydı, senin en vefalı yakının olan annen ile babanın dostluğu ne­rede?

Eğer Hakk'tan başka biri dayanmaya ve güvenmeye lâyık olsay­dı, senin dadı ve lalana olan bağlılığın, dostluğun devam etmez mi idi?

Senin süte, memeye olan alışkanlığın kalmadı; mektepten nefret ederdin, yâni tiksinirdim; o da geçti gitti.

O dostluk, o alışkanlık onların varlık duvarlarına akseden ışıktı. O ışık güneşe döndü gitti.

Hakk güneşinin ışığı her neye aks ederse, her neye düşerse, ey yiğidim, sen ona âşık olursun.

Böylece, sevdiğin her varlıktaki güzellik Allah'tan geliyor. Sen, her neye âşık olursan, o şey İlâhî sıfatlardan biri ile yaldızlanmış, nûr-ianmış.

Gönül verdiğin şeyin yaldızı, aslına gidip de o şey çirkinleşince, bakırı meydana çıkınca, yâni sevdiğin güzelliğini kaybedince, tabiatın ona doyar, ondan hoşlanmaz, onu boşlayıverir.

Sevgilinin seni büyüleyen, o yaldızlı sıfatlarından, o yaldızlı gü­zelliğinden elini, ayağını çek; bilgisizlik yüzünden kalp bir madeni al­tın sanıp da hoş deme.

Çünkü kalp şeylerdeki hoşluk, güzellik iğretidir. Görünüşte süs­lü pusludur, ama altında süssüzlük, çirkinlik vardır.

Fânî varlıklarda görülen güzellik, ilâhî güzelliğin iğreti olarak on­lara aksetmesinden ibarettir. Akseden o nûr, günün birinde aslına geri dönecektir. Bu yüzden ey sâlik, iğreti güzelliklere bakma da, sen onun aslını, yâni ve o güzelliği vereni ara!

Güneşin duvara düşen nuru, yine güneşe gider. Sen duvara dü­şen nura değil de, o nuru düşürene, yâni güneşe git; sana lâyık olan odur.

Mademki oluktan su akmadı, yâni güzellerden vefa görmedin; bundan sonra suyu, sen göklerden elde et.

 

Eski Günler

 

Hep eski yamaçlarda yeni güller,

Arayıp durmuştun bir ömür boyu..

Çiçeklerde geçmiş günlerin buyu,

Maziden renkleri, maziden suyu,

Gelir sanmıştın o mâmavi dünler...

Mecnun gibi hep bir âhû peşinde,

Çölden çöle koştun tâ doğuşundan,

Çıkmadı asla hayalinden cânân;

Hayatın bir nişan, ölümün bin şan,

Varı aüp da yoku seçişinde...

Sessizdi ruhun derinliklerinde,

Hayalindeki o mavi dünyalar,

Yol gösteriyordu sana semalar,

Hele ruhunu haykıran sadalar,

Ne ra'şeler vardı akislerinde..!

Sen coşkun, mevsim de tam müsaitti,

Çiçek koklamak İçin her bucakta..

Ve ak horoz ötüyordu şafakta,

Yankılandı nağmesi her dudakta,

Gökler de bu armoniye şahitti...

Bitmedin hayatta bahan-güzü,

Zevk u safa bir yanda, sen bir yanda,

Herkes serâzâd olduğu zamanda,

Âdeta esir yaşadın cihanda,

Gece gibi geçirmiştin gündüzü...

 

Sevgili, Gerçek Sevgili Ancak Allah'tır.

 

Gerçek sevgili; tek olan, benzeri olmayan sevgilidir. Senin bu dünyaya gelişin de o'ndandır. Gidişin de o'nadtr. Sen, o'ndan geldin, o'na gideceksin.

O'nu bulunca, artık başkasını beklemezsin. O hem apaçık mey­dandadır, hem de gizlidir, görünmez.

Gerçek aşık, hâllere hâkimdir. O; hâle kapılıp kalmaz, hâle mah­kûm olmaz. Aylarda, yıllarda o ay gibi nûrlu, parlak olan üstün varlı­ğa kul, köle olmuşlardır.

O söyleyince, hâl, onun buyruğu altına girer. O isteyince, gölge varlık olan bedenleri can hâline getirir.

Hakk yolunda oturup kalmış, hâli beklemekte olan kişi, işin so­nuna varmamıştır.

Hâle hâkim olan kâmil insanın eli, hâl kimyasıdır. Elini oynatın­ca bakır, onun sarhoşu olur, yâni altına çevrilir.

Kâmil insan dilerse, ölüm bile tatlılaşır; diken ile neşter onun elinde nergis ve beyaz gül olur.

Hâle bağlı kalan insan ise, hâl gelince yücelir, yükselir; hâl gel­meyince eksilir, aşağılara düşer.

"Sûfi", "hâle" kavuşup değeri arttığı için "vaktin oğlu" olmuştur. Yâni, geçmişi geleceği düşünmez, bulunduğu vaktin gereğini yapar. Fakat "safi" olan kişi, "vakf'ten de, "hal"den de kurtulmuştur.

Hâller, vakitler onun azmine, dileğine; onun isteğine uyarlar ve onun İsa'nın nefesine benzeyen nefesi ile diridirler.

Sevgili âşıkina dedi ki: "Sen; benim âşıkım değil, hâl âşıkısm; hâl ümidi île benim etrafımda dolaşıp duruyorsun.

Bir an eksilen, bir an kemâl bulan hâl; Halil İbrahim(a.s.)'in ma­budu değildir. Çünkü batmaktadır.

Bazen batan, bazen şöyle, bazen böyle olan şey; gönül bağlana­cak güzel değildir.

Bazen hoş, bazen nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş olan; böylece değişip duran varlık;

Ayın burcudur ama ay değildir. Görünüşte güzeldir, fakat güzel­liğinden ve kendini yaratandan haberi bile yoktur.

Gönlü tertemiz olan "sûfî" kşi, vaktin oğludur, ama babası imiş gibi vakti avucu içine almıştır. Onu sımsıkı tutmuştur.

"Safî" olan kâmil insan ise, tamamıyla Allah'ın aşk denizine bat­mıştır. Aslında o, kimsenin oğlu (yânî kimseye bağlı) değildir. Vakit­lerden de, hâllerden de kurtulmuştur.

O, doğurmayan bir nura batmıştır. Doğmamak, doğurmamak ise Allah'ın vasfıdır.

Eğer diri isen, git de böyle bir aşkı ara! Yoksa sen, çeşitli (deği­şip duran) vakitlerin kulusun, kölecisin.

Sen kendi şeklinin, bedeninin çirkin ve güzel olmasına bakma da, kendinin aşkına ve isteğine bak!

Ey azîz varlık! Sen kendinin hakîr, yahut zayıf olmasına değil de, kendi himmetine, kendi gayretine bak!

Sen ne hâlde olursan ol, İstekten vazgeçme ey susamış, dudak­ları kurumuş kişi, durmadan su ara!

Kalem   Sevgiliden   Yana    Olunca

Susuzluktan kurumuş olan o dudak, sahibinin çeşme başına eri­şeceğine şahitlik eder.

"Dudakların kurumuş olması, bu ıztırap, bu çırpınma; seni bize ulaştıracaktır." Diye suyun gönderdiği müjdeli bir haberdir.

Bu arayış, mübarek ve kutlu bir harekettir. Bu candan isteyiş, Al­lah yolundaki bütün engelleri kırar döker.

Bu isteyiş, isteklerinin anahtarıdır; senin ordundur, sancakların ve zaferlerindir.

Bu isteyiş, sabaha karşı horozun; "Sabah oluyor." Diye ötmesi­ne benzer.

Âletin yoksa, yâni Hakk'a yaklaşmak için İyi İşlerin, ibâdetin yoksa da, ümitsizliği kapılma, yine de istekte bulun! Allah yolunda ibâdete ihtiyaç yoktur; yalvarış, yakarış ibâdete yol açar.

Eğer bir karınca Süleymanlık isteğinde bulunursa, şaşma; onun isteğini hor görme! Sen ondaki himmete, gayrete, cesarete imrene­rek bak!

Elinde mala, sanata ve hünere dair ne varsa, onları İsteyerek, düşünerek, çalışarak elde etmedin mi?

 

Çile

 

Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!

Ve uçtu tepemden birdenbire dam;

Gök devrildi, künde üstüne künde...

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!

Dediklerin çıktı, İhtiyar bacı!

Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,

Ok çekti yukardan, üstüme avcı.

Ateşten zehrini tatüm bu okun.

Bir anda kül etti can elmasımı.

Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,

Kustum, Öz ağzımdan kafatasını.

Bir bardak su gibi çalkandı dünya;

Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.

Al sana hakikat, al sana rüya!

İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,

Yepyeni bir dünya etti hediye.

Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;

Mekânı bir satıh, zamanı vehim.

Bütün bir kâinat muşamba dekor,

Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!

Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!

Otursun yerine bende her şekli;

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.

Deliler köyünden bir menzil aşkın.,

Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eya uzakta?

özsüz görüyorum rüyada, nasıl?

Zamanın raksı ne, bîr yuvarlakta?

Sonum varmış, onu öğrensem asıl?

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!

Ey yedinci kat gök, esrarını aç!

Annemin duası, düş de perde ol!

Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;

Yorgan. Allahsızca kadar sığmak.

Teselli pınarı, sabır memesi;

Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,

Sırrım, ararken patlayan gülle?

Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;

Karınca sarayı, kupkuru kelle...

Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,

Fikir çilesinden büyük işkence.

Evet, her şey bende bir o'zli düğüm;

Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!

Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

Yertişir çektiğim mesafelerden!

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;

Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.

Her gece rüyamı yazan sihirbaz,

Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?

Bu kükürtlü duman, nedir inimde?

Camdan keskin, kıldan İnce kılıcın,

Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.

Lügat, bir isim ver bana halimden;

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden;

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,

Arzı boynuzunda taşıyan öküz?

Belâ mimarının seçtiği arsa;

Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,

Minicik gövdeme yüklü Kafdagı,

Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim,

Dev sancılarımın budur kaynağı!

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Gece bir hendeğe düşercesine,

Birden kucağına düştüm gerçeğin.

Sanki erdim çetin bilmecesine,

Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.

Açıl susam açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde mâverâ dede.

Yandı sırça saray, ilâhî yapı,

Binbir avizeyle uçsuz maddede.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

İçice mimarî, içice benlik;

Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

Öteler öteler, gayemin mali;

Mesafe ekinim, zaman madenim.

Gökte saman yolu benim olmalı;

Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

Sen, bütün dallann birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...

Katmadan ona biz sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi birfydt. [7]

Kalem   Sevgiliden   Yana   Olunca

 

Ağlamak Da Bir Zevktir, Bu Yüzden Çok Ağlayınız.

 

Bulut ağlamayınca, yâni yağmur yağmayınca, yerdeki çimenler nasıl !er? Çocuk ağlamayınca anasının sütü nasıl coşar?

Bir günlük çocuk bile, yolunu bilir, "Ağlayayım da şefkatli dadım yetişsin gelsin." Der.

Sen bilmiyor musun ki, dadıların dadısı olan "Kerim Allah" ağ­lamayınca, bedavaca sütünü az verir.

CenâbHakk; "Çok ağlayın." Diye buyurmuştur. Bu söze kulak ver de, Allah'ın İhsanı ve kerem sütü aksın.

Buludun ağlayışı, güneşin harareti dünyanın, dünyadaki hayatın direğidir. Bunlar bükülmüş iki ip gibidir. Sen de bu iki ipe iyi sarıl.

Güneşin yakışı, buludun ağlayışı olmasaydı; cisimle a'râ nasıl gelişirdi.

Bu hararetle, bu ağlayış temel olmasaydı, bu dört mevsim nasıl olur da ma'mûr bir hâle gelirdi?

Güneşin sıcaklığı, dünya bulutlarının ağlayışı, dünyanın ağzını tatlılaştınyor, dünyayı güldürüyorsa,

Öyle İse, sen de akıl güneşini yak, parlat; gözlerinden bulut gibi yaşlar saç.

Küçük bir çocuk gibi, sana da bir ağlar göz gerekir. Şerefini ve mânevi zevkini yok eden ekmeği az ye.

Aksine, birisi imanla can verdi de, din hususunda derecesi yücet di mi, iki çeşit şeytan da feryada, ağlayıp sızlanmaya koyulurlar.

Edep sahibi biri, bir kimseye akıl verdi mi, onu doğru yola getir­di mi, iki grup şeytan da haset dişlerini gıcırdatmaya başlar.

Kalem   Sevgiliden   Yana   Olunca

Mevtana "Mesnevi"

Bir âşığın sevgilisine ettiği hizmetleri, gösterdiği vefayı, uzun ge­celer yanının yatak görmediğini, uzun günlerde ise aç kaldığını, su­suz kaldığını, çok ızdırap çektiğini anlatıp da; "Ben bundan fazlasını yapamıyorum, eğer yapılacak başka bir hizmet varsa haber ver, gös­ter ne buyurursan yapayım. Hattâ dilersen Halil (a.s.) Gibi ateşe an­layım, Yûnus (a.s.) Gibi kendimi deniz canavarının ağzına atayım. Circis (a.s.) Gibi yetmiş kere öldürülmem lazımsa öldürüleyim. Şu-ayb(a.s.) Gibi ağlaya, ağlaya kör olmam gerekse kör olayım." Deme­si ve sevgilinin de ona cevap vermesi. Zaten peygamberlerin vefala­rını, Hakk yolunda ölümü göze alarak canlan ile oynamalarını say­maya imkân yoktur.

Bir âşık, sevgilisinin huzurunda yaptığı hizmetleri sayıp döküyor ve ona diyordu ki:

"Senin için şunlan yaptım, bunları yaptım, bu aşk savaşı meyda­nını da kılıç yaraları aldım, oklara hedef oldum.

Mal gitti, güç gitti, namus gitti. Senin aşkından nice muratsızhk-lara uğradım.

Hiçbir sabah beni uyurken bulmadı, gülerken görmedi. Hiçbir akşam beni varlıklı karşılamadı. Dâima yoksul olarak buldu."

Ne acılar tattıysa, ne dertler çektiyse onları bir bir etraflıca say­makta idi.

Bunlan sevgilisinin başına kakmak için değil, aşkına yüzlerce şa­hit olarak sayıp duruyordu.

Aklı olanlara bir işaret yeter de, artar bile. Ama âşıklardaki o su­suzluk nasıl giderilebilir?

Âşık yorulmadan, usanmadan sözünü tekrarlar durur. Hiç balık bir işaretle duru suya kanar mı?

Âşık o eski derdi, temiz, tükenmez olan o aşk derdini, yüzlerce defa anlattığı hâlde; "Ne söyledim ki? Ben bir söz bile söylemedim." Diye şikâyette bulunuyordu.

Sanki bîr ateş içine düşmüştü, yanıyordu. Fakat neden yandığı­nı bilemiyordu. Ancak, o ateşin harareti ile mum gibi eriyor, ağlıyor­du.

Sevgilisi; "Evet." Dedi. Doğru söylüyorsun, bütün söylediklerini yaptın, yerine getirdin ama, kulağını aç da şimdi beni dinle...

Aşkın ve sevginin aslının aslı olan bir şey var kî, sen onu yapma­dın. Bu yaptığın teferruattan, ayrıntılardan ibarettir." Dedi.

Âşık; "O bahsettiğin sevginin aslının aslı olan nedir?" Diye sor­du. Sevgilisi de; "Ölmektir, yok olmaktır." Diye cevap verdi.

"Sen dediklerinin hepsini yaptın, fakat ölmedin, hâlâ dirisin. Ca­nı ile oynayan, aşk uğrunda ölümü göze alan bir âşık isen, hemen kendini öldür."

Âşık sevgilisinin bu dokunaklı sözlerini duyunca, o anda uzanıp can verdi. Gül gibi gülerek, başı ile oynadı. Şikâyet etmeden, neşeli bir hâlde Ölüp gitti.

Arif kişinin zahmet nedir bilmeyen aklı ve canı gibi, o gülüş on­da ebedî olarak kaldı.

 

Dervişin Aşk Derdi

 

Dervişin biri, mezhebi cefa olan bir dilbere tutulmuştu.

Onun aşkıyla sürekli ağlar, acı çeker, bir kez olsun görebilmek ümidiyle yolunu gözlerdi.

Oysa sevgilisi acıyan bir bakışını bile esirgiyordu.

Bir gün dostları, derviş'e,

'Senin' dediler, 'Uğrunda cefa çektiğin güzel, sabah akşam sar­hoşlarla, ayyaşlarla birliktedir. Allah dostlarıyla küçücük bir yakınlığı yok. Senin gibileri yalanlamaktan başka bir şey yapmıyor.

Onu seven onun gibi olmalı. Senin için ondan yüz çevirmekten başka yol görünmüyor.

Derviş güldü,

Benim ondan beklediğim sadece aşk derdidir. Başkaları ondan güzellik veya zevk dileyebilir, ne gam! O, güzelliğin gül bahçesidir. Ki­mi gül ister kimi diken, buna şaşmamalı.'

 

Akıllı Deli

 

Adamın biri cezbeye düşmüş, aşk ateşiyle kendinden geçmiş ve çöle doğru koşmuş.

Çöl aşıkların ülkesidir.

Adam da çöle düşmüş orada yaşamaya başlamış.

Tanıyanlar onu ayıplamışlar.

Zavallı yaşlı babanı bıraktın, onu üzüyorsun bu davranışlarınla' demişler.

Adam aldırmamış.

Birisi sormuş: 'Neden böyle yapıyorsun?'

Allah sevgisiyle gönlü cezbe ateşine düşen adam şöyle cevap vermiş: 'Sevgilimin sevgisini yüreğimde hissettiğimden bu yana kim­seyle yakınlığım kalmadı. Bana gül yüzünü göstereli beri gözüm hiç­bir şeyi görmüyor. Herşey gözüme hayal gibi görünüyor.'

Aşka düşerek insanlardan yüz çeviren ve çöllere düşen kaybet­mez. Belki yitirdiğini bulur.

Hakikat'e aşık olanlar, gökkubbenin altında sağa sola dağılmış olan insanlardır.

Onlara vahşi dense de olur, melek dense de.

Onlar sürekli Allah'ı anar ve o'na yakanrlar tıpkı melekler gibi.

Gece gündüz vahşiler gibi insanlardan kaçarlar.

Kolları güçlü, elleri kısadır onların.

Akıllı delidir onlar, aklı başında olan sarhoşlardır. Kimi zaman bir köşede sessizce oturur, nırkalannı dikerler, kimi zaman bir toplu­lukta cezbelenir hırkalarını yakarlar. Ne kendilerini düşünür, ne de kimseden korkarlar.

Elleri boş, gönülleri doludur onların.

Çölü yalnız geçerler. Akıllan fikirleri perişan, nasihat edene ku­lakları kapalıdır. Ördek gibi denizde batmaz, semender gibi ateşte yanmazlar.

İnsanların gözlerinden ırak azizlerdir aşıklar. Sırtına hırka giyip, gizli papaz kuşamı taşımaz onlar. Ama gibi meyveli ve gölgelidirler. Bizim gibi dışı derviş, içi iki­yüzlü değildir.

Sedef gibi başlarım içeri çekmişlerdir, deniz gibi köpürmezler. İkiyüzlülerden uzak dur, onlar insan şeklindeki şeytanlardır. Yalnız deri ve kemikten ibaret değildir insan. Her görünümün İçinde can bulunmaz. Padişah her köleyi satın almaz. Her yamalı elbisenin örttüğü diri değildir. Her nisan yağmurunun damlası inci olsaydı çarşılar, katırboncuğu gibi inciyle dolup taşardı.

Cambaz gibi kendilerime tahtadan ibreti ayaklar takmaz aşıklar.

Ruhların Allah'a bağlılık yemini ettiği Elest Meclisi'nin girilmesi yasak olan odasına girmişlerdir onlar. Orada içtikleri bir yudum şer­bet, oniarı kıyamete değin kendilerinden geçirmiştir.

Başlarının üstünde kılıç yükselse de arzularından vazgeçmez aşıklar.

Aşkla korku, şişeyle taşa benzer.

 

Bir Güzelin Aşkı

 

Su ile topraktan yaratılmış bir güzelin aşkı, gönül huzurunu ve sabrını kaçırıyor.

Yanağının benine bakıyor ve bağlanıyorsun uyanıkken. Uyur­ken de onun hayaliyle birliktesin. Gözüne başka hayalin girmesine izin vermiyorsun, nereye baksan onu görüyorsun. Sanki dünyada ondan başkası yok. Sanki cihan ondan ibarettir. Alem gözüne dol­muyor, aleme varlık vermiyorsun.

Ondan başkasıyla görüşmek istemiyorsun. Gönlün onunla dop­dolu, ruhun onunla çepeçevre, başkasına yer kalmıyor.

Açıkken gözüne yerleşiyor, gözünü kapasan gönlüne sızıyor.

Rüsvay olmaktan çekinmiyorsun.

Bir an bile ayrılığa tahammül edemiyorsun.

Canını isteyecek olsa sevgilin, "buyur al" diyorsun.

Kılıçla kesmek İstese, hemen uzatıyorsun başını.

 

Sevginin Sırrı

 

Köyün soylu ailelerinden bir genç amcasının kızıyla evlenmişti.

Damat da gelin de dünyalar güzeliydi.

Yanyana durduklarında biri güneş, öteki ay gibi ışıldardı.

Güzellikte benzerken huy ve yaratılışta apayrı iki insandılar.

Kızın gönlü ne kadar yüce, sevgi ve şefkatle doluysa, kocası o denli hırçın ve geçimsizdi.

Durumu gören ve genç kadının üzüntüsünü gidermek İsteyen köy büyükleri kocasını çağırıp köy odasında, 'eşine zulmediyorsun, neden böyle yapıyorsun, onu sevmiyor musun?" Diye sordular.

Sevmiyorum' dedi adam.

O halde nikah teminatı olan yüz koyununu ver de kadının ya­kasından düş.

Tamam' dedi adam, sevinç içinde, 'bu ağdan kurtulmak için yüz koyun nedir ki...

Eşine durumu ilettiler, 'hayır' dedi kadın, 'ben ayrılmak istemi­yorum, o beni sevmiyor olabilir, fakat ben onu çok seviyorum, yok­luğuna dayanamam yüz değil, üçyüzbin koyun verseler bırakmam onu' diye sızlandı.

Seni sevgilinden uzaklaştıran ve alıkoyan şey, yüreğinde gerçek­ten yer edinmiş olandır.

 

Ney Ve Raksa Dair

 

Genç adam ney üflemeyi öğrenmeye çalışıyor, gönülleri ney gi­bi dağlıyordu.

Babası çoğu kez onu azarlamış, ney'ini ateşe atmış, engel olma­ya çalışmış fakat bir türlü bu tutkudan vazgeçirememişti.

Bir gece oğlunun üflediği ney nağmelerini dinledi, kendisinden geçti. Yüreğindeki hüzün arttı.

Aşka düştü.

Kaç kezdir ney'İ ben ateşe atıyordum, şimdi ney beni ateşe dü­şürüyor' dîye geçirdi aklından.

Allah aşkıyla raksedenlerin ellerini neden açtıklarını biliyor mu­sun?

Aşıkların gönüllerine Allah'ın sonsuz feyzinden bir kapı açılır.

Oradan engin ve sonsuz bir sevgi akar yüreklerine.

Aşkla katılırlar kainatın müziğine, varlıkların zikirlerine.

Bu İlahî ateşle kendilerinden geçer ve kainatı terk ettikilerini el­leriyle anlatırlar.

Onların dostu anarak yaptıkları raks meşrudur.

Çünkü raksederken her yerinde bir can vardır.

Baştan ayağa can olmuşlardır.

Yüzerken çıplak olmalı.

Riya giysisinden soyun.

Elbiseyle suya geren yüzmede zorlanır.

Dünyaya bağlanan vuslatın sırrına eremez. Dünya hırsı en bü­yük perdedir Dost'la aranda... Dünya ağırlıklarından kurtulmadan Sevgili'nİn yolunda hız kazanamazsın.

Bir suda hurma fidanı yahut hurmanın eğilmiş, hilal biçimine dönmüş dalı görünse, o akis, dışardaki fidanın, dışardaki dalın aksi­dir!

Ey yiğit, durgun bir suda bir suret, bir akis görürsen o, dışarda bulunan kişinin aksidir!

Fakat, suyun duru olması, içinde pisliğin bulunmaması için de, beden ırmağının kötü huylardan temizlenmesi şarttır!

Suda bulanıklık, kirlilik, çerçöp kalmamalı ki, o suya insanın yü­zü aksetsin, görünsün!

Ey mânâdan yoksul zavallı, bedeninde toprakla karışmış sudan başka ne var? Ey gönül düşmanı, suyu topraktan, pislikten, çerçöp-ten temizle!

Hâlbuki sen, her an uyku ile, yumuk ve içmekle, şu hayat ırma­ğına daha fazla toprak serpmekte, bulanıklığını artırmaktasın!

O suyun içinde bunlar yok da onun için dışardaki yüzler ona ak­sediyor, orada görünüyor!

Hâlbvki s-înin için, gönlür temizlenmemiş; görül evin şeytanla, maymunla, canavarlarla dolu!

Orada bir hayâl başgösterse, görünse, o hayâlin hangi pusudan baş çıkardığını nereden anlayacaksın?

İçteki hayâllerin süpürülmesi, gönlün temizlenmesi için bedenin zâhidlikle, riyâzatla zayıflaması, hayâle dönmesi gerekir!"

Kulluk Et De, Belki Sen De Âşık Olursun!

 

Allah aşkı ile gıdalanan âşıka, yüzlerce beden, bir dut yaprağına değmez!

Anlayışlı, kâmil insanın bedeni bambaşka bir şey olur; artık sen ona pek beden deme!

Hem Allah âşığı olmak, hem de o'ndan karşılık beklemek olur mu? Kendisine emniyet edilen Cebrail hırsızlık eder mi?

O yaslara bürünmüş Leylâ'nın âşıkma bile dünya saltanatı, an­cak değersiz bir yaprak gibi göründü!

Aşk söze sığmaz, istemekle anlaşılamaz, aşk bir denizdir ki dibi görünmez.

Denizin katreleri, damlaları sayılamaz; buna imkân yoktur! Ye­di deniz de, aşk denizinin önünde küçücük bir göl gibi kalır!

Aşk, denizi bir tencere gibi kaynatır; aşk, dağı ezer, kum gibi ufaltır!

Aşk, gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar; aşk, sebepsiz olarak yeryüzünü titretir!

Pâk, temiz aşk, Hz. Muhammed'e eş oldu, dost oldu. Allah, bu aşk yüzünden Peygamber Efendimiz'e; "Sen olmasaydın bu gökleri, bu kâinatı yaratmazdım!" Diye buyurdu.

Hâsılı, son söz şu ki: Hz. Muhammed aşkta, Allah'ın habîbi, sev­gilisi olmak hususunda eşsizdi. Bu yüzden CenâbHakk; onu pey-gamberlar arasından seçti!

Hakk onun hakkında; "Tertemiz aşk olmasaydı, sen benim ha-bibim olmasaydın hiç gökleri yaratır mı idim?" Diye buyurdu.

Ben; aşkın yüceliğini, yüksekliğini anlayasın diye yüksek gökleri yücelttim!

Gökten daha başka faydalar da gelir! Gök, yumurta gibidir; yer-yüzüde civciv gibi ona tâbidir, ona uymuştur!

Onun nazarında toprakla altının bir farkı yoktu! Altın da nedir ki? O aşk uğrunda canını bile tehlikeden esirgemiyordu!

Arslan, kurt ve yırtıcı canavarlar bunu anlamışlardı da, akrabası gibi onun etrafında dolanmışlardı.

Çünkü, Leylâ'nın âşığı olan Mecnûn aşkla dolmuş, hayvanlık huyundan kurtulmuştu. Aşkla dolunca, onun yağı, eti zehirli bir hâl almıştı!

Aklın şekerler dökmesi, ballar sızdırması canavarlara zehir olur! Çünkü, İyinin de iyisi, fenanın ve kötünün zıddıdır!

Canavarlar, âşığın etini yiyemez; aşk, iyilerce de bilinir, kötüler­ce de!

Öyle düşünelim ki, canavarlar bir âşığı parçalayıp yese, onun eti canavarları zehirler, öldürür!

Aşk, aşktan başka ne varsa yer yutar! İki dünya da, aşk kuşunun gagası öcünde bir yem tanesinden ibarettir!

Bir yem tanesi kuşu hiç yiyebilir mi? Samanlık, hiç atı otlayabi-lir mi?

Kulluk et de, belki sen de âşık olursun! Kulluk nedir? Kulluk da, ibâdetle, iyi işlerle elde edilen bir kazançtır; yâni lâfla kulluk olmaz!

Kul, köle; canla başla âzad olmayı, kulluktan kurtulmayı diler! Âşık ise, ebedî olarak kullukta kalmayı İster; âzad olmayı hiç istemez!

Kul vardır, dâîmâ elbise ister, bahşiş ister; âşıktn elbisesi ise sev­gilinin yüzüdür, sevgili ile buluşmaktır!

Aynı zamanda âşıkların hor görülmelerinden bir koku alsın di­ye, toprağı tamamıyla hor ettim, alçaktım, ayaklar altına serdim!

Aşkla bir yoksul nasıl değişir, yenilenir, tazelenir? Bunu anla­man için toprağa yeşillikler, tazelikler verdim!

Şu yerinden kımıldamayan dağlar; sana âşıkların sebatını, aşk­larında nasıl ayak dirediklerini söyler dururlar!

Aşkın hakikati cansız dağlara bile tesir ederken, bilen ve anlayan bir kişinin gönlüne dokunsa şaşılır mı?

Musa'nın hakikati, asaya ve dağa tesir etti; hattâ o, sonsuz deni­zi bile tesir! altında bıraktı!

Hz. Ahmed'in hakikati ayın yüzüne tesir etti, ay ikiye bölündü; hattâ güneşin bile yolunu kesti!

 

Hüsrev Île Şirin

 

Şapur gece boyunca genç prens Hüsrev ile uğraşmaktan yor­gun düşmüştü. Hüsrev'i evlendirmeyi planlıyor, aklını çelmeye çalışı­yordu ve geceki uğraşları galiba işe yarayacaktı. "Bilinen en eski nu­marayı yaptım" diye geçirdi içinden, kendi kendine gülerek ve "Hüs­rev ikna oldu. Onun için böylesi daha iyiydi. Artık kendisine birini bulmanın ve yerleşmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Böyle zevk peşinde sorumsuzca koşarak daha ne kadar devam edebilirdi?" Diye düşündü.

Prens'in bu sadık kuzeni bütün gece boyunca Ermenistan'a git­tiğinde gördüğü genç bir prensesi anlamıştı ona. Ama o kadar güzel, o kadar gerçek gibi çizmişti ki genç prensesi gece sonunda Hüsrev anlatılanlardan oldukça etkilenmişti ve adeta imaja aşık olmuştu. Işın daha da ilginç tarafı şapur bile kendi söyledikleri karşısında şa­şırmış bizzat kendisinin çizdiği bu büyüleyici görüntüye hayran ol­muştu.

Öte yandan artık Hüsrev'in hayallerini süsleyen şirin, şapur'un tasarladıklarından bihaberdi. Zaten genç prensese bu konuda birşey­ier söylense de fark eden birşeyier olmazdı. Çünkü şirin evlilik gibi bir şeyi hayatına alamayacak kadar özgür yaşıyordu. Belki de onu bu de­rece çekici kılan da bu yakalanamaz özgür ruhuydu. Şirin Ermenis­tan tahtının tek varisi olarak yetiştirilmişti Halası büyük melike Mahin'in hiç çocuğu yoktu ve tahtını şirin'e devredecekti. İşte biraz da bu sebeple bütün enerjisini kadınların hiç ilgilenmediği alanlara sev-ketmiş, iyi bir avcı, iyi bir binici ve savaşçı olmuştu. Fakat bütün bun­lar şirin'in yine de etkileyici bir kadın olmasını engellemiyordu. Tam aksine genç prenses, sevgi dolu, utangaç, masmavi gözleri ve kıpkır­mızı yanaklanyla bir taş bebek gibiydi. Öylesine büyüleyici bir güzel­liği vardı ki, aslında şapur'un onun için söylediği hiçbir şey abartı sa­yılmazdı. Bütün bunlardan dolayı Prens şirin'i görmeyi şiddetle arzu­lar olmuştu ve bu yüzden şapur Ermenistan'a gidip prensesi almaya karar vermişti.

Ermenistan büyüleyici havası ve rengarenk çiçekleriyle yazı ya­şıyordu. Yazla birlikte bütün Ermenistan capcanlı bir havaya bürün­müştü. Şirin alışkanlık olarak bu mevsimde bütün gününü şehir dı­şındaki ormanlık bir yerde geçirirdi. Buradaki özel yeri etrafı yaprak­larla çevrilmiş, küçük bir şelale altına gizlenmiş bir mekandı. Gözle-yebilmek için neler yapabileceğini tasarlamıştı. Şapur nihayet öğle­den sonra kampa vardı ve kimsenin görmesine fırsat vermeden ora­ya doğru ilerledi. Bir süre çevreyi İnceledikten sonra ağaçların yanın­da eğlenen bir grup gördü ve nihayet biraz ilerde de tıpkı aklından geçirdiği kadar görkemli bir ceviz ağacı. Atından indi, çantasından bükülmüş bir resim çıkardı. Oldukça yetenekli bir sanatçının çizdiği bir portre; safirlerle ve elmaslarla süslenmiş, koyu mavi saten bir kaf­tan içinde, sağ eliyle belini saran saten kemerinin içindeki kılıcını tu­tar bir halde yakışıklı prensin adeta canlı gibi görünen portresi ve Hüsrev'in direk karşıdakine bakan kapkara, anlamlı gözleri. Alnına doğru dikkatsizce düşmüş zülüfünün verdiği çapkın eda, kusursuz bu­run ve dudaklarla bu resim inanılmaz çekicilikteydi.

Planı gereği, şapur portreyi ağaca astı ve gözden uzak bir yerler­de beklemeye başladı. Nihayet bir süre sonra şirin arkadaşlarından ayrılıp etrafı yalnız başına gezmeye başladı. Derin nefesler alıp yaprak kokularını içine çekiyor, bir yandan da yavaş yavaş yürüyordu. Sonra birden kocaman ceviz ağacının üzerindeki resmi farketti. Ağa-cm yanma geldi, durdu, gözlerini kapattı ve zihnini bütün düşünce­lerden arındırmaya çalıştı. Sonra yüzünde bir tebessümle gözlerini açtı ve resmi incelemeye başladı. Hayatında şimdiye dek gördüğü en yakışıklı adamın resmiydi bu. Peki kimdi, kim olabilirdi? Resmi akaç­tan söküp birkaç dakika daha baktı ki içinde tuhaf birşeyler hissetme­ye başladı. Ona ne olmuştu böyle! Sonra bu esrarengiz portreyi elbi­sesinin içine saklayıp kampa geri döndü. Yapmayı planladığı gezin­tiyi çoktan unutmuştu bile. Döndüğünde gün boyunca nehrin kena­rında suya bakıp düşündü. Ne kimseyle konuşuyor ne de arkadaşla­rının sorularına cevap veriyordu. Yanındakiler ise prensesteki deği­şikliği farketmiş neler olduğunu merak etmeye başlamışlardı, "şirin, kendine gel, ne oldu sana böyle, hayalet görmüş gibisin." Fakat şirin bunların hiçbirine cevap vermemiş akşam olduğunda resmi de yanı­na alarak odasına kapanmıştı. Şirin'in en yakın yardımcısı, onun bu farklı hallerine alışkındı fakat bu kez işlerin biraz daha ciddi olduğu­nu anlamıştı. Bu nedenle şirin'i çadırına giderken takip etmiş, çadırı­nı gözetlemiş ve onun gözlerini hiç ayırmadan bir resme baktığını görmüştü. Bir süre sonra da prenses uykuya dalınca yavaşça çadırın içine girip, hanımının yatağının altından resmi almıştı. Sonra ayakla­rının ucuna basarak dışarı çıkmış ve arkadaşlarına gördüğü herşeyi anlatıp resmi göstermişti. Aralarında biraz konuştuktan sonra arka­daşları şirin'in bu adama aşık olmuş olabileceğine karar verdiler. Ay­nı gün öğleden sonra hepsi bir araya gelip bütün olanları unutması için onu iknaya çalıştılar: "Halan bunları duyarsa neler olur? Ona ne cevap vereceksin, bir resme aşık olduğunu mu söyleyeceksin?" Fakat bu resim şirin'in kalbine öylesine hükmediyordu genç kız söylenenle­rin hiçbirini duymuyordu.

Hüsrev ve şirin'in birbirlerini görmeden sadece imajlarına aşık olmaları kulağa nasıl da ironik geliyor değil mi?

Şirin sonraki günlerde resimdeki kişi hakkında birkaç şey öğre­nebilmek umuduyla defalarca resmi bulduğu yere gitmişti. Hatta hizmetçisine de ağacın çevresine gidip ne bulursa getirmesini söy­lemişti.

İşte bu zamanlardan birinde şirin'in hizmetçisi şapur'u o ceviz ağacının altında uzanırken buldu ve prensesin yanına götürdü. Şirin şapur'dan kim olduğunu ve kampın bu kadar yakınında ne yaptığını öğrenmek istedi. Şapur prensese karşı son derece saygılı davranıp sadece oradan geçen bir yolcu olduğunu söyledi. Şirin pek inandırı­cı gelmeyen bu yalana karşı resim hakkındaki herşeyi anlattı ve res­mi gösterdi. Şapur resme ilk kez görüyormuş gibi bakıp "Aman Alîa-hım, bu İran Prensi Hüsrev'in resmi" diye hayretler içinde haykırdı. Sonra da heyecanla devam etti: "O bu güne kadar gördüğüm en ce­sur, en mert insandır. Onun topraklarında ve yıllardır onunla birlikte olmaktan gurur duyuyorum. Aynı zamanda da onunla akraba olmak­tan." Şirin bu sözler üzerine asıl amacını yani resmin nereden geldi­ğini araştırmayı unutup, Prens hakkında sorular sormaya başladı. Şapur da övgü dolu sözlerle kuzeni Prens Hüsrev'i şirin'e anlattı. Sonra da şirin'i İran'a prensle tanışmaya davet etti: "Size garanti ve­riyorum ki; prens de sizinle tanışmaktan şeref duyacaktır Prense­sim." Şirin bu teklifi çabucak düşünmeye çalıştı, iran'a gitmek... Fa­kat bunu halasına nasıl açıklardı? Hangi sebeple tek başına İran'a gi­decekti. Belki de önce İran'a gitmeli oradan da halasına haber gön­dermeliydi. Hatta belki de iyi haberlerini gönderirdi. Sonunda engel olurlar korkusuyla hiç kimseye haber vermeden gitmeye karar verdi. Şapur'un yaptığı plana göre şirin erkek kılığına girecek, şapur da hiz­metçisinin dikkatini başka yöne çekecekti. Sonra şirin yörenin en

Kalem   Sevgiliden   Yana   Olunca

hızlı atı şebdiz'e binip hızla yol alacaktı. Kararlaştırdıkları gibi de ol­du. Şebdiz öylesine hızlı bir attı ki, şirin onun üzerindeyken yetişebi­lecek hiç kimse yoktu. Hatta şapur onlardan az bîr zaman sonra yo­la çıkmış olmasına rağmen şimdi kilometrelerce uzakta kalmıştı. Ma­nin Hala şirin'in yokluğunu fark ettiğinde genç kadın artık çok uzak­lardaydı ve onun ne tarafa gittiğini bilen tek kimse bile yoktu.

Bu sırada İran'da Sultan Hürmüz kısa bir seyahatteydi. Prens Hüsrev de babasının yokluğunu fırsat bilerek kendi adına bir para bastırmıştı. Sultan Hürmüz de başkent Medain'e döndüğünde oğlu­nun bu davranışını küstahlık olarak kabul edip öfkesinden deliye döndü. "Bu ne demek böyle!!! Babam gitti, artık İran'ın sultanı be­nim, ha!" Ve bununla da kalmayıp adamlarına prensi başkentin dışı­na çıkarmalarım ve geri dönmesinin kesinlikle yasak olduğunu bu­yurdu. Sultanın emri daha yerini bulmadan, zaten Hüsrev Ermenis­tan" doğru yola çıkmıştı. Arkadaşları her ne kadar bu davranışının sultanı öfkelendireceğini söyleyip vazgeçirmeye çalıştılarsa da, Hüs­rev'in artık beklemeye tahammülü kalmamış ve gitmeye karar ver­mişti.

Hüsrev biraz yol alıp da yorulunca bir nehrin kenarında mola verdiğinde ilginçtir ki, orada yalnız olmadığını hissetti. Sanki ondan başka birileri de oradaydı. Böyle bir merakla atım çalılıklarını arkası­na bağlayıp çevreye bakındı ve nehirde yüzen bir kız gördüğünde çok şaşırdı. Suyun içinde adeta balık gibi dansederek yüzmekteydi kız. Saçlarının yüzüne, omuzlarına savrulmuş hali inanılmaz bir masumi­yeti simgeliyordu sanki. Hüsrev bu görüntü karşısında soluğu tutul­muş öylece kalakaldı. Fakat tuhaf bir şekilde bu kusursuz güzelliği da­ha önce gördüğünü hissediyordu. Fakat ne zaman ve nerede? Genç kız sudan çıkıp giyinmeye başlayınca, tabii ki erkek kıyafetlerini, Hüs­rev bu çıplak bedene bakmaya utanıp başını çevirmişti. Sonra da bir at sesiyle irkilip tekrar baktığında şimşek gibi bir hızla kızın atıyla bir­likte gözden kaybolduğunu görebildi sadece. Daha sonra bir İz bula­bilmek umuduyla oralarda dolaştıysa da hiçbirşey göremedi. Böylesi­ne hızlı, rüzgar gibi bir at. Bu İmkansız bir şeydi... Daha sonra yolu­na devam etmeye başladı. Bir süre sonra Ermenistan'a varmasına birkaç kilometre kala bir atlıya daha rastladı. Bu da dostu ve akraba­sı şapur'du. Hüsrev şapur'u gördüğüne çok sevindi ve o yokken olanları bir çırpıda anlaîıverdi ve Mahİn'e sığınma talebinde buluna­cağını söyledi. Şapur İse şirinle birlikteyken olanları ve şu anda da İran yollarında olduğunu kadar herşeyi anlattı. Hüsrev bunu duyar k    duymaz nehirde yüzen kızım kim olduğunu anladı.

Fakat ne yazık ki, Hüsrev babasını çok kızdırdığı için artık geri dönmeye yüzü yoktu ve ve babasının koruması olmadan da hayatı tehlike altındaydı. Zaten bir süredir sultanlığa karşı çevrilen entrika­lar gündemdeydi ve Hüsrev'in elinde babasına gösterebileceği hiçbir rahatlatıcı kanıt yoktu. Daha da kötüsü Hüsrev'in yokluğu entrikacı­ların işini kolaylaştırmış ve sultanı zor durumda bırakabilecek atakla­ra meydan vermişti. Fakat bütün bunlara rağmen Hüsrev'in babası­nın Öfkesi yatışıncaya kadar oradan uzakta kalması gerekiyordu. Do­layısıyla da Ermenistan yolculuğuna devam etmek zorundaydı.

Öte yandan şirin İran'a varmış ve prensin şehri terkettiğini öğ­renmişti bile. Peki ne olacaktı şimdi? Bir tarafta geldiğine pişman ol­muş öte tarafta halası ile yüzleşmeye yüzü kalmamıştı. Sultan Hür­müz Ermenistan prensesinin şehre geldiğini daha da önemlisi geliş sebebini Öğrendiğinde her şeye rağmen ona çok ince davranmıştı. Hatta Hüsrev'in köşkünün yanında bir konak tertip ettirmişti. Bu ko­caman konakta bir sürü hizmetçi Prenses'e hizmet ediyordu. Şirin onlarca hizmetçiyle birlikte kocaman bir konağa yerleşmişti fakat ya­payalnızdı.

Medain'de bütün bunlar olurken, Ermenistan'da ise Hüsrev ve şapur da Mahin tarafından hürmetle karşılanmıştı. Mahin onları lüks bir köşke yerleştirmişti. Hüsrev bu sırada İran'daki şİrin'İn kendi ken­dine geri dönmeyeceğini düşünmüş ve şapur'u onu alıp gelmesi için İran'a göndermişti. Fakat ne yazık ki herşey talihsiz aşıkların aleyhin­de işliyordu. Henüz şapur'un yola çıkmasının üzerinden bir gün geç­mişti ki İrkat şimdi genç prenses Sultan'm desteğinden ve sevgisin­den mahrum kalmıştı ve eskisinden çok daha yalnızdı. Ölüm üzerine Hüsrev'in hizmetçilerinden birkaçı şİrin'İn konağına gönderildiyse de bu yanhzlığı giderici ve teselli edici olmamıştı. Zaten Prens'i her zaman baştan çıkarmaya çalışan bu kadınlar, Hüsrev'in şirin'le kar­şılaştığında ona aşık olma İhtimaliyle kahroluyor ve bu yüzden şi-rin'den nefret ediyorlardı. Şaka süsü verilmiş fakat Prenses'in canını sıkacak bir sürü şey yapıyorlar ve böylece İçten içe intikam alıyorlar­dı. Kimi zaman kazara banyo suyunu ya çok sıcak ya da soğuk yapı­yorlar, kimi zaman da fare Ölüsünü ayaklarına atarak korkutuyorlar­dı. Bu şakaların ardında hiçbir kötü niyet aramayan şirin ise durumu kontrol altıda tutmaya çalışsa da günden güne daha perişan oluyor ve kendini çok mutsuz hissediyordu. Böyle zamanlann birinde, şirin halasına nerelerde olduğunu ya da Ermenistan'dan ani ayrılışını açıklamayarak ne kadar yanlış davrandığını fark etmişti. Fakat şimdi, hele de prens İran'da değilken hala burada bulunmasını neye dayan-dırabilirdi. Şimdi bildiği tek şey evinden hiç ayrılmaması gerektiğiydi. Dolayısıyla şapur onu Ermenistan'a götürmek için geldiğinde, Pren­ses geri dönmeye her zamankinden daha fazla hazırlıklıydı.

Fakat ne yazık ki İkisi de Hüsrev'in bu o sırada İran yolunda ol­duğundan habersizdi. Hüsrev'in ana yoldan değil de kestirmeden git­mesi de karşılaşma ihtimallerini ortadan kaldırmıştı. Bu da başlı ba­şına bir talihsizlikti.

Ermenistan'a geldiğinde Mahin şirin'i bir kez daha sağ salim gördüğü için çok sevinmişti. Şirin ise apansız gidişinin sebebini açık­lamıştı. Mahin kaderin şirin için komik bir oyun oynadığını söylemiş ve yorum getirmişti: "Prensi aradığında o buradaydı. Ve şimdi sen buradasın o İran'da." Birkaç saniye düşündükten sonra da "Bir şey, yalnızca bir şey için bana söz vermeni istiyorum." Şirin boynunu bü­küp dinlemeye devam etti: "Gün gelip de onunla karşılaştığında ken­dini kaybetmemeye dikkat edeceksin. O hayatın bütün zevklerini tat­mış bir insan, İşte beni endişelendiren de bu." Eliyle şirin'in söze gir­mesini engelleyerek devam eder: "Evet biliyorum o son derece yakı­şıklı, etkileyici ve güçlü bir adam fakat karşılaştığında onunla birlikte olmayı aklından bile geçirrneyeceksîn." Mahin sözlerinde Öyle cid­di görünüyordu ki şirin tek kelime bile edemeden halasına söz verecekti.

Öte yandan Hüsrev Medain'e vardıktan kısa bir süre sonra tacı­nı giymişti. Fakat Hüsrev ne başındaki taçla ne de onun getirdiği ih­tişamla ilgileniyordu. Şirin'in düşüncesi Öylesine ruhunu sarmıştı ki başka hiçbir şey düşün emiyordu. "Onu ne zaman görebilecekti?"

Devlet görevlileri arasında Hüsrev'in saltanatını ve tahta geliş bi­çimini onaylamayan Behram adında bir general vardı. Behram or­dunun üst düzey görevlilerine bir mektup yazıp Hüsrev'in tahtı ele geçirmek hiç acımadan babasını öldürdüğünü ve şu anda da ülkeyi yönetmek İçin yeterli deneyime sahip olmadığını iddia etti. Ayrıca söylentilere göre genç olması sebebiyle bir kızla duygusal bir İlişki ya­şamakta olduğunu, üstelik bu kızın da yabancı olduğunu da ekler. Bütün bunlardan dolayı ordunun bir an önce yönetimi ele almasını ve ülkeyi bu tehlikeden kurtarmasını önerir. Ordu Berham'ın iddiala­rını dikkate alıp Hüsrev'in tacını alır ve yine Behram'ın önderliğinde başkenti ele geçirir. Bütün bunlardan sonra babasının arkadaşlarının desteğinden de yoksun katan Hüsrev yapılacak tek şey iyi karşılana­cağını umduğu Ermenistan'a gitmektir. Tabii ki tahtını da kaçınılmaz olarak Behram'a bırakarak.

İran'da kaynayan kazanların haberi Ermenistan'a ulaşmış ve şi­rin Hüsrev için endişelenmeye başlamıştı bile. Fakat şapur artık sa­dık bir dostu olarak şirin'i rahatlamaya çalışıyordu. "Korkma efendi­miz kendisini her türlü tehlikeden koruyacak kadar akıllıdır. Onun için endişelenme."

Şapur şirin'i biraz olsun bu kötü günlerin etkisinden kurtarabil­mek için ona bir geyik avına çıkmayı önermişti. Biliyordu ki genç prensesin önceden çok zevk aldığı bir şeydi av. Şirin ve şapur birkaç hizmetçisiyle birlikte başkent Ermenistan'a onbeş kilometre uzakta bir yerde kamp kurmuştu. Kampın ikinci gününde şirin kamplarının biraz ötesinde bir atılının onlara doğru yaklaşmakta olduğunu gördü. Atlı iyice yanaştığında şapur köylü elbiseleri içinde gelenin Hüsrev ol­duğunu anladı. Nihayet uzun bir hasret döneminden sonra, şirin ve Hüsrev karşı karşıyaydı. Fakat bu karşılaşma öylesine beklenmedik ve ani olmuştu ki, ikisi de utangaç mınldanmalardan başka hiçbir şey söyleyemiyorlardı.

Hüsrev grubun dışında başka bir yerde (şirin'in gözle yerinde) kamp kurdu. Şirin'in kampındaki müzisyenler ve hizmetçiler bütün günü dans edip şarkı söyleyerek oyunlar oynayarak geçiriyorlardı. Hüsrev ise bütün gün onları izliyordu. Tabii ki kendini iyice bırakmış­tı. Genç aşık zamanın nasıl geçtiğini hiç farkında değildi.

Nihayet günler sonra iki aşık diğerlerinin gözünden uzakta bir yerde yalnız kalırlar. Şirin'in Hüsrev'in resmini bulduğu o ceviz ağa­cının altında birbirlerine İlanı aşk edip, birbirlerini öperler. Fakat Hüsrev şirin'e geceyi birlikte geçirmeyi teklif ettiğinde şirin bir adım geri çekilip, "Beni sevdiğini zannetmiştim" diyerek sitem eder. Hüsrev ise "Seviyorum; İşte bunun için de seninle birlikte olmak istiyo­rum." Diye cevap verir. Şirin öfkesini gizlemek için dişini sıkıyor, fa­kat sesindeki siteme hakim olamıyordu. "Bu aşk değil, sadece şehvet. Eğer beni gerçekten seviyor olsaydın önce gidip Behram'dan aslın­da senin olan ülkeni geri alır, sonra beni İsterdin." Hüsrev bu kırıcı sözler karşısında donakalmış sadece şöyle cevap verebilmişti: "Beni ülkemden çıkarıp buralara getirenin, sana duyduğum aşk olduğunu bilmiyor musun?" Sonra da kamptan ayrılıp atına binmiş ve gider.

Hüsrev Roma'ya ulaşıncaya kadar hiç ara vermeden yolculuk eder. Roma'ya gider, çünkü imparatorun ülkesini Behram'dan geri almasında ona yardım edeceğini ummaktadır. İmparator Hüsrev'in gençliğinden ve yeteneklerinden öylesine etkilenir ki kızı Meryem'le evlendirmeyi düşünmüş, askerleriyle birlikte kızını da Hüsrev'e ver­miştir. Birkaç gün sonra Hüsrev İran'ı ele geçirir ve Behram'ı ve yan­daşlarını öldürtür. Tekrar tahtına oturur.

Öte yandan Hüsrev'in bu sert ayrılışı, şirin'i çok üzmüştü ve şim­di çok pişmandı. Binlerce kez sevdiğine daha şefkatli davranmış ol­mayı dilemişti. Fakat artık çok geçti. Şimdi yine yalnızdı şirin. Sade­ce şapur vardı hayatında. Şapur şirin'in sızlanmalarını sabırla dinli­yor ve üzüntüsünü hafifletmeye çalışıyordu. Ki bu üzüntüsü annesi gibi yakın olduğu teyzesi Mahİn zatürreden ölünce kat be kat art­mıştı.

Artık şirin melike tacını giymişti. Böylesi bir sorumluluk şu anda istediği son şey olsa da başka bir şansı yoktu maalesef. Ülkenin işle­rine kendini yeni yeni alıştırmaya başlamıştı ki İran'dan gelen son haber patlak vermişti. Hüsrev tahtını geri almıştı fakat şirin'in yerin­de başka bir kadın vardı artık; Roma prensesi Meryem Hüsrev'in ka­rısıydı şimdi. Şirin harap olmuştu ama bir yandan da Hüsrev'in İran sultanı olarak hak ettiği yerde olmasına seviniyordu.

Sonunda şirin Hüsrev'den ayrılmanın kendisi İçin dayanılmaz olduğunu anlamıştı. Ne ülke meseleleri ne de başka bir şey bu mut­suzluğunu giderebiliyordu. Kendini kendi öz yurdunda yabancı hisse­diyor, halkına karşı yükümlülüklerini bile yerine getiremiyordu. Bu sebeple, şapur'la görüşüp ülkeden ayrılmaya karar vermişti, ülke iş­lerini kuzenine devretmiş ardından da İran'ın yolunu tutmuştu. Ken­disine Medain'e yakın bir yerde bir konak yaptırıp orada yaşamaya başladı. Bu yer Hüsrev'in haberlerini alabileceği yakınlıktaydı. Şapur ise İran'la ilişkide olmasını sağlayacak ayrı bir yerde kalıyordu.

Hüsrev şirin'in yakınlarda bir yerde yaşamaya başladığını Öğre­nir öğrenmez aşkı alevlenmiş ve içi bir kez daha burkulmuştu. Yaptı­ğı araştırmayla şirin'in hayatındaki bütün detayları öğrendikten son­ra karısıyla konuşmaya karar vermişti. "Melike şirin'in saraya taşın­masını istiyorum, hayatım." Hüsrev karısıyla ciddi bir konuşma yap­mış derin hislerine İhanet etmemek için uğraşmıştı. "Biliyorum bir avuç dolusu hizmetçisi var. Fakat onun mertebesindeki birisi için kal­dığı yer hiç uygun değü." Meryem'in şüphe dolu bakışları altında Hüsrev devam etti: "Bir melikenin böyie bir yerde yaşamasına izin vermek benim için konuk sevmezlik olarak algılanabilir. O kraliyet ai­lesinden birisi ve böyle bir konuğu da layık olduğundan daha aşağı bir yerde ağırlamak beni çok rahatsız edecek." Hüsrev son sözleriyle tek amacının onurunu korumak olduğuna eşini inandıracağı umu­duyla söylemiş ve içten içe mutlu olmuştu.

Meryem ise, kocasının şirin'le yaşadığı aşka dair bazı söylentiler duymuş olduğundan Hüsrev'in bu başarısız rolüne inanmamıştı. Hüsrev'i kendisini sevmemekle ve Ermenistan melikesine dair gizli hayaller içinde olmakla suçlamış, ağlamaya başlamıştı. "Orada yaşa­mayı kendisi seçmiş. Orada yaşamasına izin vermekte onur zedeleyi­ci ne varmış. Eğer melikeler gibi yaşamak İsteseydi ülkesi edercesine "Eğer şirin'İ görmek için bir adım bile attığını duyarsam sana yemin ediyorum kendimi öldürürüm" diye ant içmişti. Bunun üzerine Hüsrev bir daha karısının yanında şirin'in adını bile arzına almamıştı. Fakat sevgilisine gizlice haberler göndererek bir kez olsun görüşmek için yalvarıyordu. Şirin ise bütün bu tekliflere tek bir şekil­de cevap veriyordu. "Senin İçin karına sadık kalmak daha faydalı."

Sultanı düşünerek ve acı çekerek geçirdiği geceler maalesef şi-rin'i elden ayaktan düşürmüştü artık. Devlet tabepleri, şirin'in eski sağlığına kavuşması için keçi sütünü tavsiye ediyorlardı. Fakat o sü­tü bulabilecek çoban uzaktaki bir dağın zirvesindeydi. "Bu kadar uzaktan bu sütü getirebilecek kim var?" Bu soruya yanıt bulabilmek için kara kara düşünürlerken şapur'un aklına, bu civarlarda yaşayan Ferhat adında bir mimarın çıkar yol bulabileceği fikri geldi. Bu umut­la şapur Ferhat'ı şirin'in köşküne davet etti ve durumu açıkladı. Fer­hat tek ilaç olan keçi sütünü şirin'e çabucak ulaştırabilecek bir yol bu­labilecek miydi? Genç mimar şirîn'i görür görmez kalbi ona karşı aşkla doldu ve teklif edilen bu görevi ne pahasına olursa olsun kabul edip şirin'e sütü getirmeye söz verdi.

Ferhat uzun boylu yakışıklı bir gençti ve ayrıca da o civarların en dürüst erkeğiydi. Hayatında dünyanın malına mülküne yer yoktu. Herhangi bir bina ya da benzeri bir şey imar ederse bunu sadece işi­ni sevdiği için ya da onun yeteneklerine ihtiyaç duyan İnsanlara fay­dalı olmak için yapardı. Artık yeni bir tutkusu vardı. Bunun için mal­zemelerini alıp, hiç vakit kaybetmeden doğruca dağa çıktı. Birkaç hafta gibi kısa bir zamanda dağdan şirin'in köşküne uzanan muhte­şem bir kanal yapkı. Çobanlar bu kanal sayesinde direk şirin'in köş­küne sütü akıtabiliyorlardı.

Bunun üzerine şirin duyduğu memnuniyeti Ferhat'a ifade ede­bilmek için onu konağına davet edip bizzat kendisi teşekkürlerini sunar. Yardımından duyduğu memnuniyeti anlattıktan sonra küpeleri­ni çıkarıp Ferhat'a verir ve şöyle der: "Benim için her zaman değeri­ni koruyacaksın. Ve seni hiçbir zaman unutmayacağım. Lütfen Er­menistan'dan ayrılırken kendime bıraktığım tek kıymetli eşyam olan bu küpelerimi arkadaşlığımızın bir simgesi olarak kabul et."

Ferhat için, aldığı bu değerli hediye hayal edebileceğinden bile fazlaydı. Bu küpeleri gittiği her yerde götürür. Şirin'e duyduğu aşk had safhasına çoktan ulaşmıştır bile ve o günlerde şirin'in sütünün geldiği dağda tek başına yaşamaktadır. Zaman zaman şirin'in evinin yakınlarında "Belki bir kez daha görürüm" umuduyla dolanmakta ve hislerini saklama gereği duymadan herrese anlatmaktadır. Dolayısıy­la çok geçmeden bütün Medain Ferhat'ın şirin'e duyduğu aşkı bilir olmuştu.

Tabii ki bu söylentileri duyan Hüsrev de adamlarına Ferhat'ı ya­nma çağırmalarını söylemişti. Şimdi genç mimarla görüşeceği salon­da sabırsızca dolanıyor, şîrin'i biraz sonra göreceği bu adama kaptı-rabileceği düşüncesini aklından çıkaramıyordu. Kapıdaki görevli Fer­hat'ı içeri çağırdığında Ferhat odaya girer ve başıyla hafifçe selam ve­rir. Hüsrev "Ferhat olmalısın, mimar Ferhat" der ve başıyla oturacak bir yer gösterir. Sonra da minderde oturan Ferhat'ın başında dola­narak "Hakkınızda birkaç şey duydum" der ve can sıkıcı bir ifadeyle "Nerelisin?" Diye sorar.

Sultan'da bariz olarak farkedilen gergin halin aksine Ferhat her­hangi bir rahatsızlık duymamaktadır. Aslında hükümdarının, İran sul­tanının önüne bulunuyor olmak onu çok da fazla etkilememiştir. Ga­yet sakin bir tavırla başını kaldırıp, Hüsrev'e bakar ve "Eğer efendi­miz nerede doğduğumu soruyorsa Medain'de doğdum. Fakat aşık ol­duğum andan itibaren benim yerim de yurdum da sevgilimin yaşadı­ğı yerdir." Bu sözler üzerine Sultan'ın gözlerinden adeta bir ok kadar keskin bir bakış kayar Ferhat'a do§ru. Sultan'ın bu bakışı karşısında aslında kimsenin tek kelime bile söyleyecek gücü yoktur. Fakat genç adam yine oldukça mert bir tavır göstermiştir. Hüsrev devam eder:

"Ermenistan melikesi İçin yaptırınız hizmet hakkında birşeyler işittim. Peki, ya melikeye karşı duyduğunuz sevgi doğru mu?" Ferhat başıyla onaylayarak "Evet onu seviyorum ve bu sevgi bütün hayatını ona adamak için yeterli." Diye cevap verir. "Bu çok saçma!!!" Diye hiddetlenir Hüsrev ve dişlerini sıkıp direk Ferhat'ın gözlerinin içine bakarak "Bu saplantının bir sonuca ulaşacağını umuyor olamazsın" der. "Efendimize bu sadece bir saplantı gibi görünüyor olabilir belki, fakat benim için bu aşkın ta kendisidir." Diye karşılık verir Ferhat. "Ve gerçek aşkın asla sonu yoktur. Evet belki aşığın bedeninin ölü­müyle bir son gibi algılanabiliyor olabilir, fakat o ebedi bir duygu­dur."

Hüsrev ilk etapta Ferhat'ın söylediklerinden dengiyle karşı kar­şıya olduğunu düşünür. Fakat sonra bu adamla rekabete girmenin gerçekte bir meydan okuma olduğunu düşünür ve derin bir nefes alıp öfkesine hakim olmaya çalışır.

"Pekiyi ya onun hisleri hiç bunu düşündün mü? Melike hazret­leri ne istiyor? Ayrıca ya senin gücünün yetmediği, senin sahip olma­dığın bir şey isterse; o zaman ne olacak?" Diye sorar. Ferhat oturdu­ğu yerden şöyle cevap verir: "Ben onun aşkıma karşılık vermesini beklemiyorum ki benim tek istediğim onu sevmeme İzin vermesidir. Dünyadaki tek malım artık yalnızca ona ait olan şu kalbimdir. Ve şa­yet daha fazlasını isterse bunları gerçekleştirmek için ihtiyacım olan gücü Allah'dan istemekten başka yapacak bir şeyim yoktur."

Hüsrev hizmetçilerinden içecek birşeyler getirmesini isteyip ge­len içeceklerden birini de, Ferhat'a ikram eder. "Dostum" diye tebes­sümle devam eder "Bana öyle geliyor ki şu anda çok acı verici ve kahredici bir çıkmaza saplanmış durumdasın." İçkisinden bir yudum alır, elini Ferhat'ın omzuna koyup, bahçeyi gören büyük bir pence­reye dönüp devam eder: "Neden sevgilinin senin varlığından haber­dar olduğu, seni kabul ettiği bir hayatın peşinde değilsin? Böyle bir şeyi seçtiğinde bunu sana sağlayabilecek bir sürü kadın varken üste­lik. Neden dilediğin vakit bir sürü mala mülke sahip olma imkanın varken sefalet içinde yaşıyorsun?"

Ferhat Hüsrev'in ne Önerdiğini çok iyi anlamış olmasına rağ­men kendisine hakim olarak tepkisel bir davranış göstermemeye ça­lışıyordu. Soğukkanlılıkla sultana dönüp "Hayatımın sefalatle geçtiği­ni düşünmüyorum. Çünkü gerçekten aşık olan kişi için yara da mer­hem de tektir. Ayrıca sevgilimin beni kabul edip etmemesi de hiç önemli değil. Ben kendi nefsim için ona sevmiyorum ki; onu o oldu­ğu İçin seviyorum sadece. Benim hayatım bu noktaya odaklandığı sürece hayata dair bir arzuya nasıl sahip olabilirim sence." Diyerek karşılık verir, "Fakat ya sultanın melike hazretlerinin peşini bırakma­nı ve bu anlamsız aşka bir son vermeni emrederse?" Diye zor bir so­ru sorar Hüsrev. Ferhat Hüsrev'in bir zamanlar şirin'e aşık olduğu­nu ve aralarında geçenleri duymuştu. Bu sebeple yüreği sultana kar­şı şefkatle dolup "Bu emrinize itaat edemem." Diyerek gözlerinde hüzünle cevap verir.

Konuşma uzadığında Hüsrev, gittikçe yenilmekte olduğunu his­sedip Ferhat'ı huzurundan kovar ve adamlarına "Bu tehlikeli bir adam. Herhangi bir noktada uzlaşmak mümkün değil" der ve kaşla­rını çatıp ''Onu bu yoldan döndürecek bir çıkış bulamayız." Diye dü­şünmeye başlar.

Nihayet danışmanları Hüsrev'e bir çıkar yol bulurlar. Hüsrev Ferhat'ı bir kez daha yanına çağırır ve Ferhat'a böyle bir şeye müsa­ade etmelî için bir şarttı olduğunu söyler. Bunu duyan genç mimar seviçten kendini kaybedercesine "Büyük sultanımız ne emrederse" diye buyruğunu söylemesini ister. Sultan Bistun dağının içinden kar­şıya hızlıca ve kolayca ulaşılmasını sağlayacak bir geçit ister.

Yıllardan beri Bistun dağı aşılması çok güç, ürkütücü bir dağ olarak bilinirdi. Bu dağdan tünel açma çabalan yıllardan beri topra­ğının sert yapısından dolayı başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Hiç kimsenin cesaret edemediği öyle bir projeyi Ferhat'a şart koşmuş ol­manın mutluluğunu yaşıyordu. Hüsrev Ferhat'ın böyle bir işe kalkı­şırsa bir daha geri dönüşünün mümkün olmayacağını, sag salim ge­ri dönemeyeceğini bilmekteydi. Bütün bu kötü niyetlerini açığa vur­madan, Ferhat'a dönüp "Eğer bu işi bizim İstediğimiz gibi tamam-layabiİirsen, artık şirin senindir." Diye ekler. Ferhat ise "Yarın bu projeye başlayıp elimden gelenin en iyisini yapacağım" mutlulukla kabul eder, şirin'in er geç kendisinin olacağını düşünerek.

Ferhat için Bistun projesi hiç dayanılmaz değildi çünkü o yorul­dukça sevgilisini düşünüyor ve işi bu hayalin yanında çok basit kalıyordu. Öyle düşündükçe ne güneşin yakıcılığı ne kollarının yor­gunluğu ne de sırtının ağrısı aklına geliyordu. Çekici dağa her vuruşu sanki aşkından kendisine söylenen tatlı birer söz gibi yansıyordu onun için. Nihayet İşinin son gününe geldiğinde şirin'in Hüsrev'in ve kendisinin taştan heykelini oymuştu. Onun oymacılıktaki bu başarısı da aynı zamanda dağdaki emeğinin bir göstergesiydi adeta.

Öte yandan şirin Ferhat'ın şu anda yapmakta olduğu işi duymuş ve bunun onun ölümü için planlanmış olduğunu hemen anlamıştı. Bunun üzerine ilk fırsatta arkadaşımnde kendi kazdığı kuyuya ken­disi düşecek, Ferhat'ın başarısından sonra ciddi bir yenilgiye uğraya­caktı."

Aynı gün sonunda, şirin evine kesin bir zafer kanaatine vararak geri döner. Fakat tahmin edilebileceği gibi onun bu ziyareti farkedilmiş ve sultana da haberler çoktan uçurulmuştu. Bunun üzerine paniğe kapılan sultan, danışmanlarını toplar. Sultan için İşin kah­redici tarafı şirin'in de Ferhat'a aşık olma ihtimaliydi. "Ferhat'ı ziyaret etmeyi neden göze almış olabilirdi ki. Öte yandan Bistun dağı planı da bitmek üzereydi. O zaman verdiği söz ne olacaktı. Galiba Hüsrev bu azimli aştığı hafife almakla hata etmişti."

Nihayet yine danışmanları sultanın yardımına yetişmiş ve yeni bir fikir vermişlerdi. Onların bu önerisiyle sultan planı uygulamak için Bistun dağına yaşlı bir adam gönderir. Planın geri kalan kısmı aynen şöyledir: Adam Ferhat'ın yanına gidip selam verir ve ne yap­tığını sorar. Ferhat yapmakta olduğu tüneli anlatır ve "Aşkım için yaptığım hiçbir iş zor değildir." Der ve çekiçle dağı oymaya devam ederek ''Eğer gerekseydi bu dağı ile başka bir yere taşırdım" diye de ekler. Yaşlı adam başını yalancı bir hüzünle sallayıp "Ne acı..." Diye söyleyip Ferhat'tan gözyaşlarını saklıyormuşcasma başını öbür tarafa çevirir. Bu ifade Ferhat'ın gözünden kaçmaz ve çekici elinden bırakıp "Dilinin altıdaki nedir, ne demek istiyorsun" diye endişeyle sorar. Adam "hiçbir şey" diyerek söylemek istemiyorcasma başını sallar. Fakat Ferhat adamın omuzlarına yapışıp ısrar edince yaşlı adam ağzından kaçırmış numarası yaparak "Sevgilin Öldü. Şirin bir­kaç gün önce aramızdan ayrıldı." Diye hüzünle başını önüne eğer. Ferhat bu haberi duyar duymaz, elleri iki yana düşer ve olduğu yere yığılır kalır. Yaşlı adam çekip gider fakat Ferhat hiç kıpırdamadan öy­lesine yatmaktadır. Yavaş yavaş içten içe ölmektedir Ferhat. Ayağa kalkacak dermanı bile kalmamış, sanki bütün kanı damarlarından çekilmişti. Kendi elleriyle yaptığı şirin'in heykeline doğru sürünerek zar zor gider. Taştan oyma heykeli okşadıkça elleri yara bere İçinde kalır. Sonra da bu kanlar şirin'in yüzüne gözüne bulaşır. Artık daha fazîa gücü kalmayınca çaresizlik içinde yüzünü bu cansız heykele dayayıp öylece kalır.

Ertesi gün Hüsrev Ferhat'ın cansız bedenini Bistun dağından al­dırıp defnettirir. Şirin ise günlerce Ferhat7ın yasını tututp Hüsrev'e şöyle bir mektup gönderir: "Bizleri çok değerli bir dosttan mahrum bıraktın. Allah'a seni bağışlaması için dua edeceğim."

Bu olanların üzerinden fazla zaman geçmemişti ki Ferhat unutulmuştu artık. Hayat kaldığı yerden devam ediyordu. Şirin'in Hüsrev'e duyduğu sevgi hâlâ tüm gücüyle devam ediyordu. Hatta şirin Ferhat'a yaptıkları için onu çoktan affetmişti bile. Yani şirin Hüsrev'e, Hüsrev de şirin'e deliler gibi aşıktı. Birbirlerini hiç gör­meseler de sürekli arkadaşlarından haberlerini alıyorlardı. Herşey bu haliyle devam ederken öyle bir gelişme oldu ki bir kez daha düzen bozuldu. Melike Meryem amansız bir hastalığın pençesine düşüp kısa bir süre sonra da ölür. Cenazenin kalkmasının üzerinden az bir süre sonra şirin Hüsrev'e bir başsağlığı mesajı gönderir. Bu mesajın sonunda şöyle yazıyordu. "Melike seni bırakıp Ölmüş olsa da sultanın endişelenmesine hiç gerek yok. Şuna eminim ki sultan hazretleri is­tediği zaman kollarında rahat edebileceği bir süre genç bayan bulabi­lir." Hüsrev alay dolu bu ifadeye çok öfkelense de hiçbir cevap ver­mez aksine aynen Önerildiği gibi davranır. Birkaç yıl boyunca bir sürü güzel kadınla gönlünü eğlendirir. Fakat en sonunda öfkesi dinince, bu davranışı yüzünden kendisine çok kızar. İşte bu sırada, şirin'in yıllardan beri yakm arkadaşı olduğunu bildiği şapur aklına gelir ve ona şirin'i görmek istediğinden bahseder. Bunun üzerine şapur şirin'i yan odaya alıp sultanla konuşurken beklemesini söyler. Bu sırada şapur Hüsrev'e şirin'in hâlâ kendisini sevdiğini yıllardan beri kalbini yalnızca ona ayırdığını anlatır. Şirinin sürekli kendisin­den haberler almak için çırpındığını, artık sadece aşkını bir kerecik görebilmek için yaşadığını; herşeyi bir bir anlatır ve "biliyorum ki sen aslında böyle değilsin. Lütfen kendine gel." Der. "Biliyorum ki sen de ona çılgınca aşıksın fakat tıpkı onun gibi bunu itiraf etmeye cesaret edemediğinden, gururundan ve inandından böyle davranıyorsun." Deyip sultanın yanına yaklaşır. "Gel şimdi şirin'i görme zamanı; ona bir özür borçlusun." Der. Sultan henüz ağzını açmaya fırsat bula­madan şirin odaya girer ve şapur usulca iki aşığı yalnız bırakır.

Yılların hasreti ve öfkesi iki aşığın kucakîaşmasıyla son bulur. Hüsrev ve şirin birbirlerinden ayrı düştükleri yıllarda neler yaptık­larını, nasıl yaşadıklarını herşeyi konuşurlar. Sonra da Hüsrev bek­lenileni yapar ve şirin'e melikesi olmayı teklif eder.

Ertesi gün şirin başkente getirilir. Altı tane hizmetçi yeni melikeyi muhteşem bir düğüne hazırlarlar. Bütün şehir şirin'le Hüs-rev'in seneler sonra vuku bulan vuslatına şahitlik etmek için davet edilir. Nihayet günlerce süren düğün töreniyle yılların aşıkları en sonunda evlenirler.

Şirin Ermenistan tahünı şapur'a emanet edip kendisi de Sultan Hüsrev'in en gözde danışmanlarından biri olur. Halk yeni melikeyi çok sevmiştir. En küçük bir rahatsızlıklarını bile ona anlatıp sultana arzetmesini İstemektedirler. Şirin de bütün gün onların dertlerini din­leyip sonra da sultana bir sürü ıslah Önerileri sunmaktadır. Sözün kısası îran tarihinin en başarılı, en huzurlu günlerini yaşamaktadır.

Ancak bu parıltılı tabloda ne acıdır ki bir kara leke vardır. O da Hüsrev'in Meryem'le evliliğinden olma oğlu şiruh'tur. Şiruh çocuk­luğundan beri kötü niyetli bir insandı ve Hüsrev da onun bu yanın­dan korkuyordu. Zaten bu yüzden de tahtının varisi olmadığını vasiyet etmişti. Şiruh annesinin öiümünün sebebi olarak babasının il­gisizliğini görüyor, ona karşı içten İçe kin besliyor ve onun halk tarafından sevilmesini, mutlu bir evlilik yapmış olmasını haz-medemiyordu bir türlü. İşin daha da tehlikeli tarafı şiruh şirin'in güzelliğine direnemiyordu ve genç kadına aşık olmuştu.  Netice İtibariyle genç adam babasının kuyusunu kazmak için fırsat kol-luyordu.

Bu sebeple şirııh sultanın maiyetindeki birkaç adama para yedirmiş ve bu adamlara bütün hayatları boyunca uğraşsalar bile edinemeyecekleri makam ve zenginlik vaadinde bulunmuştu. Ayrıca halkın arasına onlardan biriymişcesine sızıp kendisine taraftarlar toplamaya çalışmıştı. Her ne kadar Sultan Hüsrev böyle bir izlenim vermemişse de, şiruh kendisini sarayda fakir haikın hakkını savunan ve onların durumunu iyileştirmek için çabalayan biri olarak tanıttı. Böylece kendisine hem saray içinden hem de halktan taraftarlar top­lamış, entrikalarına ortak olabilecek yandaşlar edinmişti. Sonunda birgün yandaşlarıyla birleşip sultan ve melikeyi kendi saraylarında mahkum etti. İşin şaşılacak tarafı Hüsrev tacını geri alabilmek için hiçbir çaba sarfetmiyordu; melikesi şirin'le birlikte hapsedildiği sıradan bir odada yaşamaya rıza göstermişti.

Öte yandan şiruh ezici bir galibiyetin mutluluğunu yaşamaktay­dı. Onun planlarına göre şirin melike olmayı tercih edecek ve yeni sultanın kollarına atlayacaktı. Fakat herşey onun umduğu gibi geliş­miyor; şirin Hüsrev'e bağlılığını sürdürüyordu. Şiruh için şirin'i hâlâ babasının kollarında görmek dayanılmaz bir acıydı ve bunun için sonu gelmez entrikalarına bir yenisini daha ekledi.

Geceyansı olmuştu. Dolunayh bir geceydi. Etrafta sarayı dehşet verici bir sessizliğin kapladığı bir gece yarısı. Şiruh tutsakların bulun­duğu odanın kapısını usulca açtı. Şirin ve Hüsrev herşeyden haber­siz uyuyorlardı. Genç adam birkaç dakika donuk bir ifadeyle babasının yüzüne baktı. Ona karşı duyduğu kini ta içinde hissediyor­du. Kendisine hakim olabilmek için dişlerini kenetlemişti. Fakat daha fazla dayanamayıp hançerini kınından çıkarıp Hüsrev'e yöneltti ve birkaç saniye bile geçirmeden babasının kalbine hançerini saplayıp odayı terketti.

Hüsrev göğsündeki bıçağın acısıyla uyandı. Yavaş yavaş ölüyor olduğunu anladığı halde şirin'i uyandırıp korkutmamak için dişlerini sıkıyordu, dudaklarını ısınyordu. Fakat bu acıya daha fazla daya­namayıp gözlerini kapadı. Şirin birkaç dakika sonra Hüsrev'İn kanının ısîakhğıyla uyandığında artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Sevgilisi, kocası herşeyi Ölmüştü, daha doğrusu haince öldürülmüştü.

Şirin için bu cinayet kimin İşlediğini tahmin etmek çok zor ol­masa da kimseye tek kelime bile söylemedi. Bu ölümü kabullenmiş gibi görünüyordu. Zaten bu sebeple de şiruh'in evlenme teklifini kabul etmemiş miydi? Fakat Hüsrev'e hak ettiği gibi bir cenaze töreni hazırlamak için biraz zaman İstedi yeni sultandan.

Bu sırada bütün mallarını herkesten habersiz fakirlere bağışladı. Kendisi için sadece cenaze töreninde giyeceği elbisesini ve takılarını ayırdı. Cenaze günü geldiğinde bütün kalabalık şirin'i gördüğünde çok şaşırmıştı. Şirin son derece şık bir elbise giymiş takmış takıştır­mıştı. "Yeni dul kalmış bir kadından hem de kocasının cenazesinde beklenen bir davranış mıydı bu?" Hatta işin daha da ilginç tarafı melike mezarlığa kadar oynaya oynaya, dansederek gitmişti. Bütün bunların yalnızca İki açıklaması olabilirdi. Kadın ya kocasının ölümüne çok sevinmişti ya da üzüntüsünden aklın; yitirmişti. Nihayet defin vakti geldiğinde şirin yanındakilerden kocasına veda edebilmek için yalnız kalmayı İstedi. Herkes odadan çıktığı zaman Hüsrev'İn cansız bedeninin yanına gelip kocasının bir daha hiç açılmamak üzere kapanmış gözlerine öylece baktı. Ardından büyük bir soğuk­kanlılıkla elbisesinin içine sakladığı hançerini çıkardı ve gözlerini kapayıp bir saniye bile tereddüt etmeden kalbine sapladı. Maalesef kocasının bedeni üzerine yığılmış, başı onun göğsünde, yüzünde tebessümle Ölmüştü artık.

 

Muhuttin Deniz

 

Ben şair olamadım,

Yaremi bulamadım,

Nice diyorlar gezdim,

Yunusa rastlamadım.

Ben şair olamadım,

Destanlar yazamadım.

Köroğluyla beraber,

Kır-at koşturamadırn.

Ben şair olamadım,

Aşıkta olamadım,

Mecnun gibi çöllerde

Leyiam, bulamadım.

 

Neyle Gelen Hazin Öykü

 

Bu gün hava biraz sıkıntılı, bununla beraber serin ve latif idi. Ben de her zamanki gibi koyunlar, bir ağaç topluluğuna doğru iler­lettim ve kendimde bir ağacın gölgesine gidip oturdum. Benim diğer, koyun çobanlarından farkh olmam yanımda her zaman ney bulun-durmamdı. Koyunları otlatırken devamlı ney üflerdim. Ney hem bana hemde koyunlarıma bir rahatlık, ki bunun tarifi imkansız bir ra­hatlık veriyordu. Bundan dolayı neyi hiçbir zaman yanımdan ayır­mazdım. Çünkü o benim hayatımın bir parçası haline gelmişti artık.

Ağacın gölgesine geçince ney'e üflemeye başladım, ve ney'in, sanki inleyerek çıkardığı ses ruhuma serîn yeller gibi esiyordu.

Ben ney üflemeye öyle dalmıştımki birinin selamıyla birden İrkil­dim. Gelen, bu çevredeki insanlar tarafından deli diye anılan biriydi. Selamı hemen aldım ve ney üflemeye ara verdim. Deli diye andızı­mız Yusuf Ney'e üflememe devam etmemi istedi. Bende Yusuf'un dediği gibi Ney'e üflemeye devam ettim. Kısa bir süre sonra onu uy­kuya, gülümseyen çehresiyle daldığını gördüm. Onun yüzünü öyle görünce, ney üflemeye kendimi kaptırdım. Bir süre sonra bende dal­mış olmalıyım ki, kendimi, daha önce hiç görmediğini, büyük bir dağda buldum. Yolumu şaşırmıştım. Ne yapacağımı nereye gidece­ğimi bilemiyordum biraz dağın yamaçlarında gezinip durdum ama nafile nerede olduğumu nereye hangi yöne gideceğimi bilmiyordum. İçimden bir sesin, biraz aşağı doğru inmen gerektiğini söylemesi benim aşağı doğru İnmeme sebep oldu. Uzun süre yürümüştüm ki artık ümidimi yitirmek üzereydim, çünkü akşam olmak üzereydi. Tam ben bunları düşünürken, bir de göreyim ki birden yere yığıldım. Kendime geldiğimde, başucunda deîi diye andığımız, Yusuf, etrafım­da, İse on, onbeş kişi ayakta başları, özünde saygıyla duruyorlardı. Yusuf'u bayılmadan Önce gördüğüm için zaten bayılmıştım. Yusuf'a iyice baktım, ona birşeyler söylemek istedim ama beceremedim çün­kü konuşamıyordum.

İçerisinde bulunduğumuz oda o kadar sessiz İdi ki, dışarda öten kuşların sesi net geliyordu. Bu sessizliği Yusuf'un buna yönelttiği şu soru bozdu.

İnsanlar tarafında deli yaftası takılan herkes deîi değildir. Bize göre ise bize deli diyen kimseler delidir. Yani kendilerini dünyanın   güzelliğiyle aldatan insanlar, degilmi? Ahmet.

Ben böyle bir soru karşısında şaşırıp kalmıştım. Nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyordum. Birden ağzımdan şöyle bir cevap çıktı "söylediklerin doğrudur, insanlar yani bizİer deliyiz çünkü bizler nef­simizin kölesi olmuşuz." Verdiğim bu cevap karşısında ben de şaşır­mıştım. Göz göre göre kendimi deli diye iİan ediyordum.

Benim derin düşüncelere daldığını aniayan Yusuf yanındakilere yatmam için yer hazırlamalarını söyledi, ve bana dönüp, "Haydi Ah­met yatma vaktin geldi. Sen şimdi uyu sabah yorgunluğunu atmış bir şekilde seninle konuşuruz." Diyip oradan ayrıldı,

Evde sadece iki kişi kalmıştık. Biri ben digeride yanımda bana yardımcı olacak olan ak sakallı ve yaşıda epey ilerlemiş olan Osman adında biri. Beni yatacağım yem götürüp ve artık yatmam gerektiğini söyledi. Bende içinde bulunduğum durumu meraktan dolayı, dayanamayan yaralı ona bir şeyler sormaya başladım.

Yusuf ney'in nesi, burada ne arıyor?

Efendim sizin deli Yusa dediğimiz kişi bizim efendimizdir.

Ama efendim, o bir deil.

Hayır... Hayır... Dün sizde onun deli olmadığını kendi ağzınızla söyîemedinizin?

Evet söyledim.

Haydi siz yatın artık yarın kendisiyle konuşursunuz deyiş odadan ayrıldı.

Sabah uyandığımda hemen yanı başımda oturan Yusuf'un şu sorusuyla karşılaştım, "şimdi gerçekleri öğrendin Bende evet mahiyetinde başımı salladım. Başımı salladım ama Yusuf'un hangi gerçekten bahsettiğini, "gerçeği öğrendin mi?" Demesiyle ne demek istediğini anlamış değildim.

Bu sorunun ardından öyle bir düşünce yumağına dalmıştım ki, artık düşündüğüm her şey karma karışıktı.

Yusuf daldığımı görünce yanındakilerle beraber dışarı çıktı. İçeride ben tek kalmıştım. Uyku tekrar gözlerimi yalamaya başlamış­tı. Daha fazla dayanamayıp uykuya dalmışım.

Rüyamda kendimi bir savaşın içinde gördüm.

Ben de yanımdakiler gibi karşımızdaki düşman askerleri ile savaşıyordum.... Düşman askeri ile uzun bi< süre çapıştık savaşın sonunda ise biz esir düştük.

Düşman askerleri bizi esir aldıktan sonra hükümdarlarının huzuruna çıkardılar. Hükümdarın huzuruna varınca ve hükümdarı görür görmez yere yığıldım.

Yere yığılman etkisiyle kendime gelmiş olmalıyım herhalde. Çünkü kendime geldiğimde, elimde Ney, yanımda da Yusuf duruyor­du. Yusuf gülümseyerek.

Gerçeklerle yüzleşmek nasıl bir duygu Ahmet?

Bu soru karşısında verecek cevap bulamadığım ve de gerçekler­le yüzleştigimin bir ifadesi olarak Yusuf'un ayaklarına kapandım çün­kü bütün gerçekleri onun sayesinde öğrendim. Savaşta esir alın­mamda ve hükümdarın huzuruna çıkmca bayılmam, ki hükümdarda Yusuf idi, bunlar gerçeğin ta kendisidir.

 

O'na

 

Ondan sana yar olmaz dediler,

Beni benden aldılar

Kimse anlamadı derdimi

Kimse görmedi yaramı

Çünkü yara İçimdeydi

Sevgim sevgilideydi

Sevgili ise yüregimdeydi

Ben kar oldum dağda,

Güneş doğdu yüzüme

Ama bu güneş

Gün yüzü göstermedi bana

Eridim su oldum

Çağladım derelerde

Aktım sevg: yatağından ırmaklara

Oysa yüreğime akan gözyaşlanm idi.

"Kalbimde bir ateş yakün, ruhumun derinliklerini alevlendirdin, ve ardından bana şöyle seslendin. Sırrımızı gizli tut.."

Aynel Küdat Hemedani

"Bazen herşeyi anlayabildiğimi sanıyorum.

Herşey normale dönüyor

Her zaman olduğu 0bi işler yolunda girince

Bir şeyler ters gidiyor ve başım büyük belalara giriyor.



[1] 42/23

[2] 2/177

[3] 38/32

[4] 30/21

[5] 19/96

[6] 29/25

[7] 19/13