Muaviye'nin Haksızlık-Merhametsizlik-Gadir Tarafı
1-Muavtye'nın Doktoru "Zehir İmalcisi" Essal:
Meşhur 4 Arap Dahisinden Birincisi Amr Bin El'as:
Şer Unsurlarından Bir Başkası Arap Dahilerinden Biri;
Ziyad Bin Ebih (Babasının Oğlu)
Muaviye'nîn Şer Unsurlarından Bir Başkası
Abdullah Bin Sebe Ve Yaptığı İşler
Hz. Ali'nin İmameti Ve Sanolt Dönem
Peki Bu Cesareti Nereden Alıyorlardı?
Ehli Beyti Ve Onları Sevenlerin Takibi
İmam: Kerbela Şehidi; Hz. Hüseyin
Kerbelafaciası Nasıl Vuku1 Buldu?
İslam Tarihinde Kerbela Faciası"Nin Etkileri
Kitab Hazırlanırken Baş Vuru Kaynak Kitablar:
Ey ehli bey t
muhibleri!
Sizler Allah'ın
yeryüzündeki yegane habibi ve Resulü olan Muhammediyetiyle daim ve kaim olmak
istiyorsanız onun ehli beytini gönlünüzde tutunuz ki, sahte muhabbetler o gönle
girmesin!
Değerli Canlar!
Bilhassa meşhur olmuş
bir zatın ilhamı hakiki ile beyan ettiği "EHLİ BEYT" bayraktarlığına
olan açık işaretine binaen ve ondan sadır olan cüz-i ve örtülü muhabbeti zahiri
beyanına rağmen, ona sâlik olmuş, o zatın efkârı mânevisi ile gıdalanmış
sıddıkları, şakir-deri, ehli beyt'e teveccühten ziyade, ona medarı aidiyetle
ve iftiharla o kişiyi yalandan ehli beyt evlâdı olarak göstermekle, o zata
karşı bir mânevi ihanet içinde bulunuyorlar. Onların bu yalan şehadetleriyle o
zatı manen mahcub ediyorlar. Belki onu Resulü Kibriya'nın sofrasından mahrum
ediyorlar. Böyle tağyir ve tebdil edilmiş olan bir muhabbet, o zata gösterilen
aşırı iltifat onun tarafından beyan edilen kısmı hikmetlerle ziyadeleşen bu
teveccüh, muhakkak cenab-ı Risâletin bile mânevi şahsiyetine bir tecavüz haline
dönüşüp, gelecekte ehli beyt muhabbetini tamamen zail edebilir. Çünkü bu
taifede bir ehli beyt muhabbetinin bir heyecanına şimdiye kadar şahid
olamadığımız gibi, bu zümrenin belki bir nasib eksikliği bu yukarda izah
ettiğimiz şekilde, bir zata aşırı teveccühleri eseri olarak ve bilhassa bu
konuda nefislerinde teşekkül eden bir mizacı muannid sebebiyle, ne yazık ki
gerek ehli beyt muhabbetinden mahrum olarak idame-i hayat etmekteler. Evet
üzülüyorum ve dehşet duyuyorum; O zat ehli beyt himayesine girin kurtuluş
oradadır! demesine rağmen onlar halen zata gösterdikleri fevkaladde teveccüh
ve muhabbet sebebiyle Manen hazır olan ve nesebi hakikisiyle ve ehli beytiyle
aramızda bulunan Cenabı Resulü Kibriya dahi, bu zümreye karşı bir inkisarı kalb
içinde olabilir. İşte bu sebeple, imani hakikatlerle ortaya atılan bu iddialı
zümre, Muhammedi aşkı bütün lezzetleriyle bihakkın tadamadıkları ve
tanımadıkları için, ehli beytin hakiki fertlerine karşı adeta bir mânevi rekabetle
ve muhtemelen bu ruhi mizaçlarının baskısıyla da ehli beyte karşı gizli bir
muhalefet ve münafaret içindedirler. Ey canlar!... Bunlara bakmaksızın ehli
beyti sadece seviniz ve seviniz...
Bir kitab yazılırken o
kitabın içeriğini (mahiyetini) niyetini açıklamak için daima Önsözler yazılır.
Gerçi bu Önsözler, son yıllarda bu özelliklerini kaybetmiş olsalar da, kitaba
en azından bir tarif ve tanıtım özelliği kazandırdığı için, yararlı gibi
görünüyor.
Böyle bir kitabı ve bu
konuyu niçin seçtim? Hz: Ali efendimiz hakkında yüzlerce, hatta binlerce kitab
varken ve yazılmışken, niçin bu konuyu seçtim? Bu konuyu seçmemin en baş
nedeni, başta Resulü ekrem efendimizi ve Hz. Ali efendimizi yeniden yad etmek,
onun ehli beytini ve onları gerçek manada sevenleri yeniden gündeme getirmek ve
bu sevgiyi bazı görmeyen kimselere de anlatmak için.
Hz. Ali efendimiz
gerçekten tanınıyor mu? Ve Resulü Ekrem efendimizin sulbünden gelen soyu ve
genetiği gerçekten seviliyor mu? Bu konuda gerçekten ve üzülerek söyleyelimki,
özellikle bu konuda Müslüman adını taşıyanlar için; Gönül rahatlığı ile, onlar
gerçekten, Peygamberin ehli beytini seviyorlar, diyemiyoruz. Bu sanırım bir
haksızlık değildir. Bu konuyu ilk defa yıllar önce Üsküdar Balabanda, Emekli
Tabib Albaylardan Dr. Hamdı Hizalan (HAMDİ BABA) gibi zatlara sorduğumda
onlarda bu konuda haklı olduğumu, EM Beyt sevgisinin henüz bazı taifelerde
teşekkül etmediğini beyan ettiler..
Ancak şunu ifade etmek
borcundayım. Hamdi Baba ve meclisinde bulunan muhterem Zevat Ahmet Amiş Efendi
Hz.leri, Ahmet Tahiri Maraşi Hz.leri ve Mustafa Özeren Hz.lerinden aldıkları
dest-i himmet ile ehli beyti şartsız bir şekilde sevmektedirler.
Peygamberin ehli
beytini sevmek peygambere tapmak veya o soydan gelenleri haşa ilahlaştirmak gibi
bir teklif değildir. Ya nedir? Kur'an da da belirtildiği ifadeyle, Allah'ın kelamiyla,
Resulü ekrem efendimizin Müslümanlara hitaben; "Akrabalarıma, benden
sonra gelecek soyuma sevgiden başka bir şey veya her hangi bir ücret
istemiyorum" demeleri teklifinden başka bir şey değildir..
Hele bazılarının
zannettiği gibi, ayrıcalık, üstünlük, haksız yere makam gasbı veya mal ve
servet edinme hiç değil.. Ancak Müslüman geçinenler yıllarca dalga geçer gibi
"Canım bizde Hz. Ali'yi seviyoruz, bizde onun ehli beytini seviyoruz"
derler. Ancak hemen arkasından şunu ilave etmeyi ihmal etmezler; İnsanlar eşittir.
Biz de Hz. Ademin torunlarıyız.
Bu papağanvari şekilde
bilinçaltına yerleşen, yersiz mantık silsilesi, inanmış kitleleri peygamber soyundan
soyutlamakta, iş bununla kalmayarak, insan-
ları yanlış bir takını
yollara götürebilmektedirler..
Elbettç İnsanlar hak
ve adalet, tutum ve davranışlara muhatab olmaları bakımından eşittirler.
Siyahlın beyaza, beyaz'ın siyaha elbette üstünlüğü yoktur.
Resulü Ekrem
efendimizin buyurdukları gibi "insanlar bir tarağın dişlen gibi
eşittirler." Ancak burada mühim olan nefsin devreye girmeden olanca bir
fedakarlıkla sadece akılla değil, aynı zamanda gönülle de, ehli beyti
sevebilmek.
Şimdi ehli beyt
sevgisi gündeme gelince, eşitliği öne süren kişiler kendilerini herhangi bir
ülkenin ileri gelen bir kişisiyk eşit görebilirler mi? Elbette göremezler.
Çünkü onlar o göreve
seçilmişlerdir. Elbette burada bu mukayeseyi yaparken seçilmiş veya görevlendirilmişleri
lanamak veya küçümsemek anlamında değil sadete ve sadece, bir rekabet anlamını
ve nitelisini bu in'san veriyorum.
Ehli Allah'm seçmiş
olduğu peygamberin Gerçek İbrahımliktir.
taşıdıkları için,
Allah için ve oniarı sevmek gerekir. Biz
sadece bir ayni zamant bir fıliozofun,
bir bırakan herkesin eğer varsa
torunları,
Onun Peygamber Peygamberi şairin bir onları da
form, hatta kendine has çok özellikli bir yapı görülür.
Bu sevgiyle gönüller
başka bir tarzda inşa edilir. Nitekim anadoluda yaşayan bir çok şair ve ozanla
beraber geçmişte yaşayan halk şairleri ile beraber görülen Yunus emreler, Fuzuliler,
Nesimiler, Karacaoğ-lanlar, Pir Sultan Abdallar, buna en güzel örnektir.
Öncelikle şu zümreler!
Zalimler, haram yiyenler, ard düşünceli kişiler elbette ehli beyti sevemezler.
Ehli beyt sevgisini
bir inanç demokrasisine benzetmek bile mümkündür. O sevgiyle gönüller, bozulmaktan
kurtulur güzel korunur. Sevgiyle, aşkla, dostlukla regüle olur inşaa edilir.
Ehli Beyti sevmek sadece bununla da kalmıyor.. İbrahimilik özelliği taşıdığı
için, aynı zamanda diğer dinleri ve onlara mensub toplumlarında, sevilmesini
te'min eden bir zemindir..
Elbette nıinnetsiz
söylemek gerekirse, ehli beyti sevip sevmemekte herkes özgürdür. Ehli Beyti
zorla seviniz diyen olmadığı gibi, bu konuda, herhangi dinsel bir mecburiyet te
getirilmiyor.
Seven kişi ile
sevmeyen kişi arasındaki fark şudur: Kişiler nasıl bilinçleri oranında
özgürlüklerden yararlanma hakkına sahiplerse, bunun gibi, sevgilerinin oranına
göre Peygamberimize yakın veya uzak olacaklardır.
Sevgileri oranında,
aşk ve sevgi sahibi olacaklar. Sevgileri ııisbetinde mutluluğun tadını
alacaklar.
Evet, o bir tattır. O
çok özel bir tat. O tadı alabilmek... O bizzat peygamberin ve torunlarının
sevgi şerbetini bir parmak bal gibi insanlara tattırmaları...
Bunu anlayabilmek
için, maharet, marifet, aşk ve hayattan zevk alabilme özelliği gerek.
Dahada ileriye gidecek
olursak, çok özel anlayışlara, ince ve elenmiş görüşlere sahip olmak gerekiyor.
O sevgiden sonra evrene, kozmoza açılan pencerelere, global win-dowslara
erişebilmek gücünü yaşayabilmek gerekiyor...
Bugün bildiğimiz, Arap
yarım adasında, çoğu ADNAN SOYUNDAN gelen, araplar yaşıyordu.
Bunlar daha ziyade,
göbek, kol, taife kabile, şeklinde ve dağınık bir biçimde yaşıyorlardı. Bu
dağınık, yaşama biçimlerinden dolayı, bugünkü anlamda sosyolojik tarife uygun
bir Devlet haline de gelmemişlerdi.
Ancak Mekke, Medine ve
Taif gibi yerlerde yaşayanlar, o günün şartlarına ve kendilerine göre bir medeniyet
kurmuşlardı. Bunda da en büyük etken, Kabe'nin Mekke de bulunması ve yılın
belirli zamanlarında, hacıların bir araya gelmesinden ötürü, bu şehri aynı
zamanda bir ticaret merkezi haline getirmişti...
Bundan dolayı, araplar
o günün ananevi Turizmi diyeceğimiz, bu mekke şehri ve ka'be ye ayrı bir önem
veriyorlardı.
Çünkü Ka'be'nin
SİDANET (Muhafızlık-hiz-met)i kimde ise hem kabilenin başında oluyor, hem-de
gelirlerden büyük pay sahibi oluyordu. Ancak bu sidanet işi, kabile ve
zümrelerin bir araya gelip bir reis seçmesi ile gerçekleşiyor ve genelde o işi
yürüten kişinin, ölümü ile babadan oğula intikal ediyordu.
Bu intikal esnasında,
kabile'nin çoğunluğu, itiraz etmez ise, normal bir şekilde devam edip
gidiyordu, şayet büyük çapta itirazlar olursa, zaman zaman kabileler arası
çatışmalar da meydana geliyordu.
Ötedenberi, ka'benin
sidaneti ADNANlı kabilelerin elinde idi. Ancak kısa bir müddet için yemenden
gelen ve KAHTANI araplar olarakda bilinen ki, asıl arapîar bulardır. İşte bu
arap asıllı soydan gelen, BENİ HÜZAA kabilesi, kabe'nin sidanetini ellerine geçirmişlerdi,
Ancak ADNAN soyundan
gelen KUREYŞ kabilesinin toparlanması ile bu SİDANET işi yeniden ellerine
geçmişti.
Bu geçiş, Kurayş
kabilesine mensub (KUSAY BİN KÎLAB)a nasip olmuştu. Çünkü Beni Huzaa
kabilesinden olan, son muhafız, Kusay'ın aynı zamanda kayın pederi idi.
Onun için, bu devretme
de ufak tefek çatışmalar olduysada, kısa zamanda barışla sonuçlandı.
Böylece, Ka'benin
muhafızlığım, üstlenen Kusay, aynı zamanda Mekke şehrinin Reisi olmak
sıfatıyla. Mekke'nin imarı ve günkü şartlarda, nisbeten medeni bir hüviyet
kazandırılmasında, azami gayreti göstermiştir.
Kusay'yın vefatından
sonra, Ka'be SİDANETİ (muhafizlığı)oğlu (ABDİ MENAF)A intkal etti. Abdi Menafin
iki oğlu vardı. Bunlardan biri HAŞİM diğeri ABDİ ŞEMS...
Haşim, peygamber
imizin ve Hz. Ali nin dedesi ABDÜLMÜTTALÎB in babasıdır. Abdi şems ise,
(Muaviye'nin babası olan)
Ebu Süfya'mn dedesidir. Abdi Menaf vefat etmeden önce Ka'be'nin muhafızlığını
oğlu Haşim e geçmesi için vasiyet etmiş, ancak babasının vefatından sonra ,
Haşim in başa geçmesi, Abdi Şems'in oğullarından ÜMEYYE'nin kıskançlığını
tahrik ederek, öz amcasına karşı büyük bir kin ve nefret duymasına vesile
olmuştur.
Ümeyye'de hem
kıskançlık, hemde büyük bir nefsaniyet (ego) vardı. Riyasetin kendinde
olmasını, her türlü yüksek makama kendisinin layık olduğunu, iddia ediyordu.
Umeyye zeki ve siyaset
sahibi olan desise ve her türlü ayak oyunlarını bilen, bir kimse idi. Ve hakikaten,
adamın bu en bariz vasıfları, tamı tamına bütün Umeyye oğullarında görülür...
Zeka, desise, siyaset ve saltanat hırsı,tarih boyunca, bütün Umeyye oğullarında,
hiç bir ölçü tanımadan sürüp gitmiştir.
Haşim ve Haşim
oğullarında ise, rıza, tevekkül, teslimiyet, şefkat, merhamet kişiye saygı,
insana saygı, hakka riayet hasletlerini görüyoruz.
Haşininde bu
özellikleri, genetik bir şifre gibi, çocuklarına aynen geçmiştir.
Ümeyye'nin karşı
koyuşlarına karşı, amcası Ha-şim uzun müddet direnmiş, sabretmiş, ancak Ümeyye'nin
bu sevdadan vazgeçmeyeceğini anlayınca, Kurayşın ileri gelenleri de devreye
girerek, yeğen ile am-ca arasında, bu işin kesin bir biçimde sonuçlanması için,
bir müsabaka yapılması kararlaştırıldı.
Müsabaka sonunda,
kaybeden taraf, elli deve verecek ve yirmi yıl müddetle, mekkeden
uzaklaştırılacaktı. Müsabaka da Umeyye kaybetti, ve yirmi yıl Mekkeden uzakta,
Samda ikamete mecbur edildi. İşte özellikle Muaviye'nin Şama Vali tayin
edilmesinin arka planında yatan gerçek budur.
Bu olay, Tarih
boyunca, Ümeyye oğullan tarafından unutulmadı. Ve bu kin Islamdan öncede,
sonrada devam etti.
Hani deve kini
derlerya, aynen öyle, zaten müsabakayı kaybeden, Umeyye hakikaten ceza olarak
elli deve vermişti.
Bu kin ve Öfke, Umeyye
oğullarında sürekli biçimde devam etmiş ve bu babadan oğula, miras gibi geçen
Haşimoğullarına karşı olan bu düşmanlık, Mekke'nin Resulü Ekrem efendimiz
tarafından fethi ile, görünürde azaidıysada, bilahare yeniden alevlenmiştir..
Haşimden sonra,
Ka'benin sidaneti Resulü Ekrem efendimizle, Hz. Ali'nin öz dedeleri olan ABDÜLMÜTTALİB'e
geçti.
Abdülmüttalib,
ka'benin muhafızlığını ve mekke-nin reisliğini sürdürdüğü zaman zarfında,
Mekke'nin imarı, büyümesi için azami gayreti sarfetmiş ve o günün medeni
seviyesine göre, şehri belirli bir noktaya getirmiştir.
Bilindiği gibi Ka'be
Allah'ın emri ile Hz İbrahim-tarafından inşa edilmiştir.
Bu bakımdan Ka'be'nin
kudsiyeti bütün araplar-ca paylaşılırdı. Onların Putları Ka'be'nin içinde olması
mekkeyi de çok önemli bir ticaret merkezi haline getirmişti. Ancak Kureyş
soyundan gelenlerin bir kısmı, Peygamberimizin babası ve dedesi olan Hz. İbrahim'in
dini olan HANIF dinine mensub idiler.
Bu bakımdan Ka'be ve
Mekke, hem müşrikler için, hemde Hanif dinine mensub ehli tevhid için önemli ve
anlamlı idi..
Evet, kainatın
efendisi olan Hz. Muhammed. (Milyarca defa selat ve selam niyetine bir defa
yazıyorum s. a. v.) bu ortamda, daha dedesi Abdülmüttalib hayatta iken, 570
yılında doğdu.
Sadece Dünya'nın değil
bütün bir kainatın, onunla şereflendiği bir gerçektir.
Bunu niçin söylüyorum?
Bugün insanlığın, asırlardır tekamül ede ede geldiği, sosyal, siyasal, kültürel
ve hukuksal boyutun çerçevesini, kendisine peygamberlik geldiği gün çizmişti.
Okuması, yazması
olmayan, çöl ortasında yaşayan bir adama, hemde ümmi olan sade bir insana,
günün birinde, Cebrail adındaki bir Melek şu ayetle, ilk defa görünecek ve ilk
insanlık vahyini, en saf, en tabii, en doğrucu, en içten, en samimi, en güzel
insana bildirecek "OKU! RABBİNİN EMRİYLE OKU! İNSANI YARATAN VE ONA
BİLMEDİĞİNİ ÖĞRETEN RABBİNİN EMRİYLE OKU!"
Elbette, bu o günün
şartlarına göre, insanın bugünkü yukarda özelliklerini ve vasıflarını,
saydığımız erişilebilirlik boyutunun net ve çok açık bir göstergesidir. Yani
kültür, medeniyet, aşk, sevgi, incelik, zarafet ve nitelikli insan olma
Özelliği.. Bakımından Öncesini ve sonrasını kapsar.
Şimdi, bu kitabı okuyan
çok saygıdeğer okuyucularımız, Hz. Ali'yi anlatacakken, peygamberi anlatıyor
diyebilirler.
Ancak şu bilinmeliki,
Hz. Ali ile kainatın efendisi olan Resulü Ekrem efendimiz, yaşça olmasada beyin
ve kalp olarak ikiz kardeştirler. Onun için, kainat elçisinden bahsederken,
Hz. Ali'yi anlatmak, Hz. Ali'yi anlatırken, enbiyalar serdarından bahsetmemek
olmaz.
İşte, Haşini oğlu
Abdülmüttalib'in torunu Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed doğmadan iki ay önce
babasını, sonra annesini 8 yaşında ikende, dedesi Abdülmuttalibi kaybetti.
Böylece 8 yaşında hem
anneden, hem babadan, hemde Mekke'nin reisi ve büyüğü oJan dedesi
Abdül-müttalib den mahrum kalan kainat'ın övgü kaynağı HZ. MUHAMMED yaniız mı
kaldı? Hayır. Zaten yanlız kalamazdı. Öylesine büyük bir kontrol altında idiki,
onu terbiye edecek, yani büyütecek vasıta hazırdı, Allah Kur'ân'ı Kerim'in
değişik ayetlerinde bunu açıkça ifade eder; "Biz seni büyütmedik ini?
Senin yegane güç kaynağın Allah'tır."
Hz. Ali'nin babası ve
Peygamberimizin öz amcası.. Hiç tereddütsüz bakımını üstlendi..
Son derece cömert,
merhametli, fedakar, emin, güvenilir, sözü ve özü bir, tam tamına adam gibi,
adam olan bir zat.. Hz. Ali gibi şahı merdan olan, bir zatın babası olmak,
Resulü Ekreme amca olmak kolayını?
Resulü Ekrem ef. daha
yirmi beş yaşında iken, EL-EMİN lakabını aldı.
Adalet duygusu ve
insan güvenirliği, hem beyninde, hem gönlünde yerleşmişti.
Ve onunda, Şahı
velayet olan Hz. Ali'ninde, bütün davası, bu Adaleti ve güveni, bütün
insanların gönlüne ve beynine yerleştirmek.
Çünkü Cenabı Hak
Kur'anda "Biz bütün kainatı bir denge, bir adalet, bir terazi, bir mizan
üzere kurduk. Siz de bu mizanı, düzeni bozmayın, bu teraziden, adaletten
şaşmayın"
Daha yirmi beş yaşında
iken, kendisini hakem yaptılar. Gördülerki beynindeki adil duygular çok gelişmiş,
onun için adına EL-EMİN dediler.
Yine yirmi beş yaşında
iken, Kurayş'ın tanınmış ailelerinden, Hz. Hadice annemizle evlendiler.
HADİCETÜL-KÜBRA en
büyük anne lakabıyla anılan, bu mübarek kadın, her şeyi ile örnek bir insan..
İddiasız bir büyük kadın.. Resulü Ekrem ef. hem hanımı, hem sırdaşı, hem
arkadaşı...
Hz. Fatıma annemize
annelik ettiği kadar, Hz. Ali'ye de annelik etmiştir.
Aynı zamanda
Fahriinnisa. Kadınların övünç kaynağı.. Eşi ona nasıl bir Peygamber ahlakı ile
davranmış ise, oda ona tam anlamıyla, bir peygamber zevcesi gibi davrandı..
Siyaset, desise, oyun,
hırçınlık, kapris yok... Buna karşılık, alabildiğine samimiyet, sadelik,
olduğu gibi görünme, göründüğü gibi olma tavrı, vefatına kadar devam etmiştir..
Şimdi bir tarafta,
Haşimi soyunu temsil eden, Resulü Ekrem efendimiz, Ebu Talib Hz.leri, Hz. Ali
ve Hadice annemiz. Diğer tarafta Beni ÜMEYYE soyunu temsil eden Ebu SÜFYAN ve
karısı HİND.. Bunlarda ise desise, oyun, siyaset, saltanat, zulüm, millete işkence,
alabildiğine şöhret ve mal hırsı..
Kimi nasıl kiminle
mukayese edebilirim ki? Hain ve zalim kişilerin sadece dinde değil, herhangi
bir ideolojide de yerleri olamaz.
Bunlar, eski tas eski
hamam gibi kabile anlayışı ile, evrensel
insani davranış ve anlayışların ilk ciddi tohumlarını atan, kainat efendisini,
atalarından kalma eski bir kin ve ihanet hafızası ile karşılarına aldılar.
O kainat efendisi
şöyle büyüdüğü için hoşlarına gitmedi "BÜTÜN İNSANLAR BİR TARAĞIN DİŞLERİ
GİBİ EŞİTTİR. SİYAHIN BEYAZA, BEYAZIN SİYAHA ÜSTÜNLÜĞÜ YOKTUR." Bu söz ve
davranış şekli, bu asil insani ve adil düşünce şekli, hoşlarına gitmemişti..
Çabuk yoldan
peygambere bir küçültme ve tahkir yaftası buldular. ABDÜLMUTTALİB YETİMİ.. Bu
tabiri bulanlar, Ebu Cahil, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan.. Nihayet bilindiği gibi
kırk yasında, HIRA dağında, büyük randevu.. İlahi randevu.. Taleb ve emir Allah'tan..
Yaniız daha öncesinden yavaş tarzda alıştırma ilhamları, yetiştirme, terbiye
aşılan, manevi ilkahlarla başlayan bir süreç..
Omuzda, rahip
buhayranın keşfettiği nübüvvet mührü.. En belirgin sıfatlan. Son derece açık
insani tavırlar. Cömertlik, samimiyet, merhamet, doğruluk, çok gelişmiş bir
adalet ve güven duygusu.. Daha sonradan Allah ona "Biz seni yetiştirmedikmi"
diye hitab edecekti. Onu elbette yetiştirmeğe me'mur olarak ta-yjn ettiği kişi,
Ebu Talib ten başkası olamazdı.. Ancak bugün bile bir çok kişi halen Ebu Talib
Müslümanlığının mana ve ehemmiyetini kavnyabilmiş değil..
O sözde değil, özde
Müslümanlığı kabul etmiş sonuna kadar, vefatına kadar yeğenim desteklemiş,
ancak bunuda, hiç bir zaman minnet etmemiş, yüzüne gözüne bulaştırmadan. Tam
bir vakar örneği olarak bu davayı sürdürmüştür.
Onun yetiştirilme ve
büyütülmesinde ilk vasıta EBU TALİB Hz.leri. O kadar güzel bir insan ki, anlatmakla
bitmez. Yeğeninin bir dediğini iki etmez, kalbini kırmaz, onuruyla oynamaz, onu
çocuklarından ayırt etmez.
Bu güzel ahlak normal
bir arap bedevisinde bulunabilir miydi? Resulü Ekrem efendimize ve Hz. Ali'ye
ilk ahlaki ve davranış biçimlerini öğreten Ebu Talib Hz.leri.
Hala bu noktayı
anlamayan, kavrayamayan Müslümanlar var. Halen kafaları karıştırıp duruyorlar.
Hz Ebu Talib Müslüman
oldumu diye.. Bunu söylemek kadar ters, tuhaf, acaib ve yabancı bir düşünce
olamaz. Ebu Talib Hz. lerinin Müslümanlığı ile sizin Müslümanlığınız bir olamaz
beyler..
Hatta o devirde klasik
tarzda kelime-i Şahadet getirip, Müslüman olan münafıklarla, Ebu Talib
Hz.lerinin îmanı apayrı şeylerdir.
Hiç birgün yeğenini
yaniız bırakmamış, oğullarını onun emrine vermiş ve Allah'ın bahşettiği büyük
bir saadet ve imkanla resulü Ekrem efendimizin yetiştirilmesinde vasıta
olmuş.. Bundan daha iyi İman mı olur? Elbette, bilenler bilirki bazı şeyler
birden bire olmuyor.
Önce şartlar
hazırlanıyor, önce işin uzayı hazırlanıyor, sonra iş gerçekleşiyor.
Yoksa ulu Peygamber,
durup dururken kendi kendine hira dağına çıkmış değil.. Çok daha önceden hafif
tertip kalbe ilkah edilen aşıların motivasyonu ile dağa çıkma isteği
gerçekleşiyor.
Nihayet günün birinde,
kararlaştırılan gün ve zamanda, belirlenmiş saatte, CİBRİL I EMİN diğer adıyla
CEBRAİL ilk buluşmayı gerçekleştiriyor. "KORKMA YA MUHAMMEDİ ALLAH'IN EMRİYLE
SANA İLK VAHYİ İNDİRİYORUM. OKU! RABBİNİN EMRİYLE OKU!"
Ve hiç yadırgamadan
okuyuş. Elbette Peygamber efendimiz hem son peygamber hemde buna bitişik olarak
ve insan naturasının bütün Özellikleri ile olduğu gibi olma tavırlarıyla
donatılmış bir yapıya sahib.. Netekim Allah yine ayetle şöyle cevab vermesini
isteyecektir. "ENE BEŞERUN MİSLUKÜM" Bende sizin gibi bir insanım,
aramızdaki fark bana vahiy indirilmiş olmasıdır." İşte bu insani sıfatla
Peygamberliği uzlaştıran Peygamber, ilk vahyin heyecanına kapılarak, bayılma,
aşk ve vecd halleri içine girmiştir.
Eve gelir gelir gelmez
Hadice annemize, başından geçen bu emsalsiz olayı anlatır. Heyecandan üşüyordur..
Hemen kendisine yatak yorgan hazırlanır. Hiç sorgu sual, sormadan ve herhangi
bir tuhaf davranışta bulunmadan vaziyeti bu özel durumu herkesten önce
anlayabilen bir büyük kadın.
Ve ilk defa yeni bir
dini kabul eden bir çocuk Hz. ALİ ve gittikçe yayılan, bu yeni din müminlerin
vasıtası ile yavaş yavaş genişliyordu, öte taraftan ona bilhassa düşmanlıkta
çok ileriye giden Ebu Cahil, Ebu Leheb ve onları iyiden iyiye tahrik eden Ebu
Süfyan ve karısı Hind.. Bunlar, ilk önce Ebu Talib e gittiler. Onun kabile
damarını okşamaya çalıştılar,. Ona da Peygamberede Reislik teklif ettiler.
Hz. Ebu Talib bu
teklifleri kabul etmediği gibi, yeğenine karşı en ufak bir ihanet gördüğü
takdirde, onu ve kabilesini karşılarında bulacakları uyarısnda bulundu. Daha ne
yapsın? Hz. Ebu Talib bir çok yönü ve bu bakımdan, Müslümanların ve
mü'minlerin namusudur.
Kurayş'ın o zamanki
zalim yönetimi, başka çare kalmayınca resmen ambargo uygulamasına başladılar.
Beni Haşini ailesine alış verişi, ticareti, başka yere gitmelerini
yasaklayarak, onlara her türlü eza ve cefayı uyguladılar. Kız alıp vermeği
dahi kestiler.
Bu durum karşısında,
kendilerini koruyacak büyük kabilesi olmayanlara peygamberliğin beşinci yılında,
mekkenin dışına çıkmaları tavsiye edildi. Böylece ilk hicret gerçekleşmiş
oldu. Ve ilk hicret habe-şistana yapıldı.
Başlarında Hz. Ebu
Talib'in oğlu Hz. Cafer olmak üzere 10 erkek 5 kadından ibaretti. Ancak bir
müddet sonra, 83 erkek 18 kadından müteşekkil 101 kişi yine habeşistana hicret
etti..
Haşimoğuları sülalesi,
o denli sıkıntılarla karşı karşıya geldiki, üç yıl müddetle, dağlarda yaşamaya
mecbur oldular. Bütün bu olup bitenlerden son derece müteessir olan Hz. Ebu
Talib, 619 yılında vefat etti.. Mü'min olarak vefat etti.
Bakın burada ince, çok
ince bir nokta var.. Bazı araplar iman ettik demelerine karşılık, Cenabı Hak
onlara şöyle cevab veriyordu "Ey arablar! iman ettik demeyin. Müslüman
olduk deyin." İşte iman etmekle, Müslüman olduk demek arasındaki farkı
Öyle iyi bir şekilde tahlil etmek lazım.
Hz. Ebu Talib
yaptıklarıyla ortadadır. Allah onun en büyük şahididir. Allah her şeyi en iyi
bilendir. Hz. Ebu Talibin vefatından hemen sonra, büyük annemiz, Peygamber
efendimizin biricik eşi Hz. Hatice de takriben bir ay sonra vefat etti.
Olayları çok
özetleyerek anlatıyorum. Amcası ve hamisi, Ebu Talib Hz. leride vefat edince,
peygamberin yanlız kaldığını zanneden müşrikler, açık ve gizli zulmün her
çeşidini tatbikata koydular.
Bir taraftan inanç
aykırılıkları olurken, öte tarafta çok despotik bir tarzda biri birine yan
bakma ve düşmanlık besleme ilkelliği de hızla devam ediyordu. Daha ziyade
Mekke-Medine gibi, o günün şartlarında şehir düzeyine ulaşmış yerleşim
birimlerinde,
Medine ve civarı
yerleşim merkezlerinde Yahudiler, Mekke ve Medinede Kahtani araplarla
Adnaniler yaşıyorlardı.. Adnaniler aslen ibranidir.
Aslen arap değil
araplaşmış araplardır. Kahtanüer ise öz be öz has araplardır.
Tabii bu ayrılık
sadece bunlardan ibaret değildi. Kabile ölçeğinde, insan faktörü açısından çok
kalabalık ve malca zengin olan kuvvetli kabilelerde bu etnik ayrışmada yer
almak istiyorlardı..
Bütün,bunlar Kurayş
büyüklerinin fitlemesi ile daha tehlikeli boyutlara ulaşabiliyordu.. Kurayş'ın
büyükleri, bilhassa beni Ümeyye den olan Ebu Süfyan ve onun arkadaştan , bu tip
bir etnik ayrılığı körükleyerek, hern Peygamberin yeni gücü olan inanmış
grupları yok etmek, hemde bu kabilelerin ayrılığından istifade ile
hakimiyetini biraz daha fazla pekiştirmeğe çalışıyorlardı.
işte tam bu ortamda,
peygamber ve sahabileri, büyük bir siyasi kararlılıkla mekkeden medineye hicret
etmeye karar verdiler. Bu aynı zamanda son derece riskli ve tehlikeli bir
karardı..
Çünkü Medine ve
çevresindeki yerleşim birimleri henüz tam anlamıyla, yeni dine karşı net bir
tavır ortaya koymamışlardı. İpler, daha mekke yönetiminin elinde idi.
Ve mekkeden
ayrılduktan sonra bir daha dönmemek, insan planına göre yok olmak, söz konusu
idi.
Ancak ,belirli bir
bekleyiş sürecinden sonra, ayetle hicret'e izin çıkınca, hicret için bütün
gizli hazırlıklar başladı. Daha Önce Medineye hicret eden ufak bir grup,
gerekli temasları sağlıyor, peygamber ve arkadaşlarına hicret için müsait
ortamı üretmeye çalışıyorlardı.
Bu arada mekke
yönetimi büsbütün bu olup bitenler karşısında sağır değildi. Onlar da hile ve
desise yolunu benimseyerek, onları yok etme planlan içinde idiler. Bir tarafta
dünyevi deha organizasyonu, diğer tarafta her şeyleri ile Allah'a ve onun
elçisine teslim olmuş bir grubun adım adım tatbikata konan kararlılıkları..
Evren'in iddiasız ve
güzel huylu elçisi, Ebu Süfyan gibi dahi geçinen o günkü mekke yönetiminin hile
ve desiselerine karşılık "EN BÜYÜK HİLE BÜTÜN HİLELERİ
TERKETMEKTİR." diyecektir. İşte bugünkü insanlığın çektiği zulüm ve
işkencenin ilk sebebi, bu hileler ve siyasal etkinliklerdir.
Maalesef bugünde
Müslüman geçinen ve bu siyasete angaje olan bir grup insana da şahit oluyoruz.
işte zülüm sistemine
kim alet olursa, ister man ister başka bir şey, bu işe alet olan herkes, o günün
Ebu Süfyan'ı gibi olacaktır eninde sonunda.
Ve nihayet Hicrete tam
karar veriliyor. Yola çıkılıyor. Yine fedakar Hz. Ali Resulü Ekreme bir zarar
gelmesin diye onun yatağında ve evinde kalıyor. Hatta fidye niyetine kalıyor.
Ve bilindiği gibi
yolda çekilen eziyetler, yollara konan tuzaklar, amansız takibler sonunda,
Medineye ayak basılıyor.. Medinede umulmadık çapta büyük bir topluluk
tarafından karşılanıyor. "ÜZERİMİZE YENİ BİR AY DOĞDU" sadaları üe
karşılanıyor.
Hz. Ali bilahare
mekkeden Medineye geliyor ve Medineye de kapı oluyor. İlme ve medeniyete kapı
oluyor.
"ENE MEDİNETÜL
İLMİ VE ALÎYYUN BA-BUHA"; "BEN İLMİN ŞEHRİYİM VEYA MER-KEZİYİZİM ALİ
DE ONUN KAPISIDIR."
Bir Şehre nerden
girilir? Şüphesiz kapısından. Bu halde açık olarak belirtmek gerekirse, Resulü
ekrem efendimizin büyük ilim şehrine, onun özel iklimine, onun kültür ve
medeniyetine girmek için önce Hz. Ali'ye varmak lazım..
Hz Ali Şahı velayet,
kerameti kübra, son derece çarpıcı hakikatlerin zirvesi olan bir kişilik
Alevilik ise, en başta ona mensubiyet veya o soya iltihak olmak niyetiyle
kurulmuş ve en başta nefis terbiyesinin elde edildiği, insanı kamil'in
yetiştiği ocaklardır..
Orada insan numuneleri
görülür. Evrensel boyutta, bütün kavramların hayatiyet bulduğu, alabildiğine
geniş kapsamlı görüşlerin, ortak seslerle söylendiği, kimsenin kimseyi hor
görmediği, azarlamadığı, ince görüşlerin tecrübelerin, süzüle süzüle arza
sunulan, geniş ve tatbik edilebilir anlayışlara tanık olursunuz.
Orada Hanif dini üe
Işkının sentezde doruğa çıkmış, bütün insanları kuşatan, çevreleyen, geniş,
alabildiğine geniş görüşlerine şahit olursunuz.
Hz. Ali'nin buyurduğu
gibi "MÜSLÜMANLAR, DİNDE KARDEŞİMDİR, DİĞER İNSANLAR İSE FITRATTA
(YARADILIŞTA) KARDEŞİMDİR.
Bundan daha çarpıcı,
daha güzel, daha kapsamlı bir mana olabilir mi?
Hz. Ali bir tarafıyla,
Resulü Ekrem efendimizin, en son, en güzel, en hakiki tarafını tavarus ederken,
başka bir yönü ilede evrensel bir anlam ifade eden, Bugünkü Dünya medeniyetinin
asıl sahibi olan ve bütün semavi dinlerinde ortak noktasını oluşturan Hz.
İBRAHİMİN HANİF dinini temsil ediyor.
Bu çok önemli bir
noktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın, Hanif dini derken İslamın dışında başka,
ayrı bir din olarak düşünmeyin.. Ama o din yani Hanif dini Kur'anda da
belitildiği gibi Resulü Ekremin ve Hz. Ali'nin atalarının dini idi..
Ve Hanif dini vahdet
dini idi... Bugünde bütün insanların beklediği tek şey, insanların yek vücud
olmasıdır. Çünkü artık günümüzde hala sürmekte olan etnik ayrılıklar, dinsel
aykırılıklar yüzünden çıkan savaşlar, dökülen kanlar, artık bir cihad gibi
görülmemeli. Aynı zamanda hiçbir anlamı kalmayan bu tür çatışmalardan bir
sonucada ulaşmak mümkün olmadığına göre, böyle bir durum Allah'ın da rızasının
dışındadır.
Onun için diyorumki,
Hz. Ali bir tarafıyla, Resulü Ekrem efendimizin hem maddi hem manevi mirasçısı,
ilimde, takvada, ahlakta ve davranışlarının bütününde tam bir örnek olabilen
bu zat, aynı zamanda bütün peşin hükümlerin dikenini ayıklayan bir
an-layışlada insanlığın tamamına rehber olabilir.
İşte bu bakımdanda
Hanif anlayışını temsil eder. NOT: HANİF DİNİ İLE" BUGÜNÜN SÜNNİ DİYE
BİLDİĞİMİZ HANEFİLER ARASINDA BİR BENZERLİK YOKTUR. HANİF DİNİ HZ. İBRAHİME
İNDİRİLMİŞ DİNİN ADIDIR. HANEFİLİK İSE BİR MEZHEBTİR.
Bu konuyla ilgili
olarak, kitabın sonunda daha teferruatlı bir bilgi olduğunu belirtmek,
isterim.
H. Aydın
Ve Medinede geçen
zaman içinde, İslam kuvvetlendi. Medine ve etrafında yaşayan kabilelerle
anlaşmalar yapıldı.
Derken, Mekkedeki
Kurayş yönetimi buna daha fazla dayanamayacağını belirterek, Medinede bulunan
Peygamberimiz ve arkadaşlarına savaş açtılar. Bu savaşın adı, BEDİR savaşıdır.
Bu savaşta, Müslümanların sayısı 313 kişiden ibaretken, Mekkeden gelen Ebu
Süfyanın 1000 kadar savaşanı vardı.
Savaşın sonunda Mekke
yönetminin ileri gelenlerinden biri ve en önemli kişisi sayılan Ebu Cehil lakaplı
EBUL HAKEM savaşta, EBU LEHEBte mek-kede üzüntüsünden öldü.
Mekkeden gelenler, bu
savaşta arkalarında 70 ölü ile bir o kadar esir bırakarak gittiler. Bu savaş
Müslümanlara çok büyük bir prestij ve çok iyî fırsatların doğmasına sebeb
olmuştur.
Doğrusu, Bedir
savaşında,büyük bir zafer elde eden Müslümanlara biraz gurur gelmişti.. Oysa
herkesin ittifakla dile getirdiği gibi, bu savaşın zaferi, ALLAH'a ve RESULÜ
ne itaat etmekle gerçekleşmişti... Ama burada kendine bir pay çıkaranlar
olmuştu. Bedir yenilgisinden sonra, Mekke yönetimi, başta Ebu Süfyan olmak
üzere, daha büyük bir kin ile yeni bir savaşa hazırlandı... Bu defa yedi yüzü
zırhlı, 2 yüz kişi süvari atlı olmak üzere 3 bin kişiden oluşan bir ordu
hazırlandı.
Mekke'nin despot
yönetimi, giderek bir hürriyet ortamına giren insanları, yok etmek amacında
idi. Bu bakımdan, savaşa katılan askerlerin savaştan kaçmamaları ve
cesaretlerinin artması için, def çalan, şiir okuyan Kurayş büyüklerinin eşleride
bu savaşa bizzat katılmışlardı.
Bunların başında,
Muaviye'nin annesi ve Ebu Süfya'nın karısı HİND'te vardı. Hind askerlere ve
halkına yemin etmişti.
Beni Haşimden kim
vurulursa, ciğerini çiğ çiğyiyecekti. Beni Haşimden dediği kişilerde, Resulü Ekrem
efendimiz, Hz. Ali ve Hz. Hamza.
Uhud savaşı, hicretin
üçüncü yılında, Medine'nin 4-5 kilometre kuzeyinde bulunan, Uhud isimli dağın
eteklerinde meydana geldi.
Müslümanlar, bu
savaşta, Peygamberden ziyade kendi bildiklerini yaptıkları için yenildiler. Müslüman
ordusu aşırı kayıplar verdi. Peygamberin amcası Hz. Hamza şehid edildi.
Kalleşçe öldürüldü. Hindin zenci bir kölesi olan Vahşi adında biri tarafından
arkadan vurularak şehid edildi.
Ebu Süfyan'ın karısı
HIND, gerçekten dediğini yaptı ve Hz. Hamza'nın ciğerini mekke askerlerinin
önünde çiğ çiğ yedi...
Bu vahşet ordusu
tarafından yapılan savaş, Beni Ümeyye'nin başı olan Ebu Süfyan'ın, Peygambere
duyduğu kin ve nefretin sonucu idi. O dönemin Ticaretini elinde bulunduran
Ebu Süfyan, çok büyük paralar harcayarak bilhassa, Beni Kenane ve tehame
halkından elde ettiği askerleri Uhud savaşına sevketmiştir.
Peygamberimizin ve
onun soyu olan Beni Haşi-min amansız bir Düşmanı olan bu adam, bu düşmanlığını
ve öcalma duygusunu torunlarına kadar iletmeyi başardılar.
Uhud savaşında tam
aradığını bulamayan zalim mekke yönetimi, giderek azgmîaşiyor, her gün biraz
daha, saldırgan oluyorlardı. Bu defa iki yıl aradan sonra, hicretin 5. yılında,
para ve menfaatle satın alınmış civar kabilelerden toplanmış on bin kişilik
bir ordu ile medine kapılarına dayandılar.
Selmarii Farisi adında
bir İranlı mü'minin buluşu sonucu medine şehrinin etrafı hendeklerle kazıldığı
için bu savaşa hendek savaşı denmiştir.
Yine Ebu Süfyan
başkanlığında yürütülen bu ordu, nasıl geldiyse öyle gitmiştir. Bu arada civar
kabilelerden gelip Müslüman olanların sayısı, her gün biraz daha artarken,
Mekkeden gelen ünlü kumandanlardan Halid bin Velid ile, araplarca dahi diye
anılan AMR bin ASda medineye gelerek müslüman oldular.
Böylece, "SEVKUL
CEYŞ" Erkanı Harb denilen savaşın çok önemli bir kısmını temsil eden
kabiliyetli ve zeki iki şahsiyetin katılmasıyla Medine biraz daha güçleniyor,
mekke yönetimi ise sarsılıyordu.
Gerçi bu adam
bilahare, Hz. Aliye karşı tavır alarak, Muaviye'ye destek olanlardan biri
olacağını kimse kestiremezdi.
Mekke yönetiminin
zalimane ve hasmane davranışlarına karşılık, medine yönetiminin, hiç bir
ayının yapmaksızın, dil din renk, Irk ayırımına gitmeden, insanları eşit ve hür
bırakmaları, adalet kavramını sadece bilmeleri veya idrak etmeleri değil,
bizzat tatbik etmeleri, bütün herkesi büyülüyor, herkesin enınu eman içinde
yani tam bir güvenlik içinde olmasını te'min ettiği için, İslam toplumunu her
gün biraz daha etkin hale getiriyor, sosyal statüsünü kuvvetlendiriyordu.
Medineye her gün
yüzlerce kişi geliyor, Müslüman oluyor, adaleti, insafı, merhameti, örnek
davranışları, görerek, yaşıyarak tadıyordu. Sayı her gün biraz daha
artıyordu.
(Sakın bugünkü
Müslüman efendiler, bugün içinde bulundukları durum ve zihniyetleri ile kendilerini
o günün saf ve katıksız din anlayışı ile hareket eden İslamlarla
karıştırmasınlar.) Mekke yönetimi ise her gün biraz daha yıpranıyor, zulmün ve
baskının iştahı kabardıkça kabarıyor, insanlar her gün biraz daha eziliyordu.
Medine yönetiminin
kuvvetini farkeden Mekke yönetimi, başka çare kalmayınca, HUDAYBIYE BARIŞI
veya anlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Müsiüman toplum sonuna kadar bu
anlaşmaya bağlı kaldılar.
Bozmak için herhangi
bir eylemleri olmadı, ancak Hudeybiye anlaşmasıyla Mekke yönetiminin himayesinde
olan Kenanel ilerin, Müslümanların himayesinde olan Beni Huzaa kabilesine
saldırması sonucu bu anlaşma bozulmuş oldu..
Bu arada hicretin 8.
yılında inen bir ayet Mekke'nin fethine işaret ediyordu.
"EY MUHAMMEDİ
DOĞRUSU BİZ SANA APAÇIK BİR ZAFER SAĞLADIK. ALLAH BÖYLECE SENİN GEÇMİŞ VE
GELECEK GÜNAHLARINI BAĞIŞLAR, SANA OLAN NİMETİNİ TAMAMLAR, SENİ DOĞRU YOLA
ERİŞTİRİR, BÖYLECE SANA KİMSENİN GÜÇ YETİ-REMEYECEĞİ BİR ŞEKİLDE YARDIM
EDER." Fetih suresi ile nazil olan bu ayet üzerine, hemen Mekkenin fethi
için hazırlıklara başlandı.
Ensar, muhacirin ve
çeşitli arap kabilelerinden oluşan 10 bin kişilik bir ordu ile, Resulü Ekrem
efendimizin komuta ve kontrolünde mekke önüne karargah kuran ve o zamanın
şartlarına göre görkemli olan bu ordu kısa zamanda mekke şehrini kuşatma altına
almış, giriş ve çıkışları kontrol altına almıştı.
Bu durumu gören Mekke
yönetiminin başı olan Ebu Süfyan telaşa kapılmış ve hemen Resulü ekrem
efendimizle temasa geçmiştir.
Bir kısım müşrikte,
Ebu Cehlin oğlu Jkrime başta olmak üzere, SafVan bin Ümeyye ve Süheyl bin Amr
gibi ileri gelen kimselerin topladıkları bir ordu ile, İslam kuvvetlerine son
bir saldırı yapmışlarsada, bu saldırı kısa zamanda İslam kuvvetlerince püskürtülerek
etkisiz hale getirilmiştir.
İslam ordusu, daha
fazla beklemeden, kısa bir zaman içinde Mekkeye girerek, şehri fethetti. Yine
Resulü ekremin şanına ve asaletine yakışır şekilde, mek-ke ahalisine
gönderdiği bir haberle, Ebu Süfyan'ın evine Ka'beye sığınanların emnu eman
(güvenlik) içinde olacakları belirtildi.
Resulü Ekremin bu
tavrına şaşmamak lazım. Çünkü, bu jestiyle hem risalet hem asalet karakterini
yansıtarak, hem af etmeyi öğretiyor, hemde yıllarca önce birikmiş, Ümeyye
oğullarmn kin ve nefretini silmek istiyordu.
Acaba Ebu süfyan ve
Çocukları bunu anlayabildiler mi?
Mekke fethedilir
edilmez, Resulü Ekrem efendimiz ilk önce Ka'beye girdiler. Onu her türlü,
Allah'a ortak eden simgelerden temizlediler, ibadete açtılar.
Bu arada Ebu Süfyan ve
oğlu MUAVİYEde müslüman oldu. Ancak Ebu Süfyan Müslüman olmaya niyetlenince
karısı Hind sendcmi Müslüman oluyorsun Ya Ebu Süfyan? deyince Ebu Süfyan'ın
cevabı çok ilginç olmuştur.
(BAŞKA ÇAREM VAR
MIYDI?) demiştir.
Bunun ne anlama
geldiğini bilenler bilir. Fetihten sonra, Resulü Ekrem efendimiz daha önce
elde ettiği ganimet mallarını dağıtmaya karar verdi. Bu arada inen bir ayetle,
(enfal suresi) elde edilen ganimet mallarının 5'te birinin, kalbleri İslama
ısınsın diye bu zümreye dağıtılması emrediliyordu.
Bunlara
MÜELLEFE-İKÜLUB Müslümanları denir. Kalbleri Islama ısınsın, yahut gönülleri
Islama meyletsin diye ganimet alanlar şunlardır:
1- Akra' bin
Habis
2- Cübeyr
bin Mut'im
3- CED bin
Kays 4-HARİS bin Hişam
5- HAKİM bin
Hazzam
6- HAKİM bin
Tulayk
7- HUVAYTAB
bin Abdülizzi 8-HALİD bin üseyd
9- H ALİ D
bin Kays
10- ZEYD
ÜlhayI 11-SaidbinYerbu1
12- Sehl bin
AMR El -Amiri
13- SÜHEYL
bin Amr El-Cemhi
14- EBU
SUFYAN HARB BİN ÜMEYYE
15- SafVan
BİN ÜMEYYE
16- ABBAS
bin Mürdas
17-
Abdürrahman bin Yerbu'
18- Gala'
bin Cariye
19- Alkame
bin Hulase
20- Ebu's
Senabik Amr
21- Amr bin
Yardas
22- Umeyir
bin Vehib
23- Üyeyne
bin Husn
24- Kays bin
Adiy
25- MUAVİYE
BİN EBU SÜFYAN
26- Malik
bin avf
27- Kays bin
Mahzeme
28- Mugire
bin El'Haris
29- Mahzeme
bin Nevfel
30- Nuzayir
bin Haris bin Alkame
31- Hişam
bin amr..
Bu otuz bir kişiye,
kalbleri imanla barışık olsun diye ganimet mallarından bol miktarda verildi. Bu
şahısların çoğu daha sonra gelişen olaylara karşı kimisi olumlu ve kimsi de
olumsuz davranışlarda bulunmuşlardır. Sonunda peygamberin öz torunlarını katledenler
bu kişilerdir.
YA RABBİ! HER TÜRLÜ
AÇIK VE GİZLİ İHANETTEN SANA SIĞINIRIZ..
Bundan sonra, İslam
gelişti, büyüdü, kıtalara yayıldı. Allah'ın son dini, yine Allah'ın
kefaletinde olarak, Resulü Ekrem efendimizin, eşsiz güzel ahlakı ve son derece
insani olan davranışları ile, rahmet ve aydınlık sağanağı halinde, Dünyanın
her tarafına yayıldı.
Sonuçta inen bir
ayetin işareti ile, her insan gibi oda ölümü tadacaktı. "KÜLLÜ NEFSİN ZAİKATİL
MEVT" Her nefis ölümü tadacaktır. Ve bu işarete bağlı olarak son veda
hutbesi.. Bu Veda hutbesi, bütün insanların dinlemesi içindir.. Kısaca
değinmek istiyorum:
1- Bütün kan
davaları kaldırılmıştır. (Bu bütün insanlara kan dökmemeleri için bir uyandır.)
2- Zulmün ve
işkencenin ortadan kaldırılması.
3- insanlar
arasında adaletin te'mini ve yaygınlaştırılması.
4- İnsanlar
arasında ırk ayırımının ortadan kaldırılması.
5- Kadın ve
çocuk haklarının gözetilmesi ve buna riayet edilmesi.
6- Bütün
insanların eşit olduğunun kavranması 7-Hayvanlara ve tabiata karşı şefkatli ve
iyi davranış..
Ve çok önemli bir
vasiyeti ve uyarısı... Size iki emanet bırakıyorum... Bunlardan birincisi
Allah'ın Yüce Kitabı KUR'AN İkincisi soyumdan gelen EHLİ BEYTİM.. .
Üzülerek söylemek
gerekirse, bu iki emanetede ihanet edilmiş, gereği yerine getirilmemiştir.
Veda hutbesinin kısaca
Özeti budur. Hatta ve hatta Resulü Ekrem efendimiz özellikle "DUYAN
DUYMAYANA, ANLAYAN ANLAMAYANA ANLATSIN" diye buyurmuşlardır.
Sonunda veda anı geldi
çattı.. Evrene en büyük iz bırakan, en silinmez damgasını vuran, Allah'ın
elçisi miladi 633 yılında 63 yaşında beka alemine geçiş yaptı..
Hz.Ali
Abdülmuttalib'in oğlu olan Ebu Talib'in oğludur. Bu bakımdan künyesi şu şekilde
de okunur; (ALİ BİN EBU TALİB bin ABDÜL MÜTTALİB bin HAŞİM EL
KUREYŞİ-el-HAŞİMİ)
Peygamberimizin ilk
sahabelerinden olup, AŞE-REİ MÜBEŞŞEREDEN (Dünya da iken cennetle müjdelenen 10
sahabeden biri) olup, aynı zamanda Peygamber efendimizin amcasının oğlu ve
damadıdır. MURTEDA, HAYDAR, ESED'ULLAH GİBİ LAKAPLARI OLUP, EBU TURAB VE
PEYGAMBERİN KARDEŞİ
GİBİ, künyeleri de vardır. Farisi dilinde de ŞAHIMERDAN-ŞÎRİ HUDAŞAHI VELAYET
GİBİ isimlerlede meşhurdur.
Manada 1. görünürde
peygamber efendimizin 4, halefidir. Biz ona Halifeden ziyade İmam diyoruz,
Mekkede dünyaya gelmiştir. Ebu Talib Hz.lerinin 4. oğludur. Diğer 3 ağabeyi
olan Talib, Akil ve caferi Tayyardan yaşça küçüktür. Annesi FATMA bint ESED bin
HAŞİM olup, babasının amcasının kızıdır. Bu bakımdan Hz. Ali hem baba, hem
anne tarafından haşimidir.
Hz. MUHAMMED'in
peygamberliğinin ikinci günü, Hz. Hadice annemizden sonra ikinci, erkekler
arasında birinci olarak iman getiren ilk Müslümandır. Peygamber efendimiz
Medineye hicret ettiklerinde, bazı emanetlerin yerine ulaşması ve bazı
işlerini halletmesi için onu mekkede bırakmış ve yataklarında yatması için
tavsiyede bulunmuşlardı. Ertesi günü Medineye ailesi ile birlikte hicret eden
Hz. Ali'nin ayakları şişmiş, ayaklarından kanlar akmıştı. Elbette bu görevi Hz.
Ali'den başkası yerine getiremezdi. Çünkü peygambere siper olacak yegane zât
Hz. Ali'nin dışında kimse olamazdı. Bu durum Hz. Ali efendimizin Peygamberi
zişam efendimizde asıl vekili olduğunun en bariz bir göstergesidir.
Bedir, Uhud, Hendek
gibi, hemen hemen bütün savaşlara katılmış, bütün bu katıldığı savaşlarda, olağanüstü
fedakarlıklarda bulunmuş ve hepsinde yara almıştır.
Hz. Peygamberin
sancağını daima dirayetle elinde tutmuştur. Hakkında bir kaç ayet inmiş olup,
kerem, cömertlik, merhamet, sadakat, adalet vs... gibi yüksek faziletlerle
temayüz etmiştir.
Hz. Ali hakkında bir
çok peygamber hadiside vardır. Bunlardan bir kaçı şunlardır;
1- ENA
MEDİNETÜL İLMİ VE ALİYYUN BABUHA (BEN İLİM VE MEDENİYET ŞEHRİYİ M. ALİ'DE BU
ŞEHRİN KAPISIDIR.)
2- MEN KÜNTÜ
MEVLAHU, FE ALİYYUN MEVLAH VE ALİ MEN VELLAHU VE A'DAİ MEN ADAHU; (BEN KİMİN
DOSTU VE SAHİBİ İSEM, ALİ DE ONUN DOSTU VE SAHİBİDİR. EY ALLAH'IM! ALİ'Yİ
DOST TUTAN DOST OL, ONA DÜŞMAN OLANADA DÜŞMAN OL)
Şimdi bunca söylenen
Hadislere bakın, birde uygulamalara bakın... Arada çok büyük bir fark görecek
ve siyasi ihtirasların insanı ne hale getirdiğine tarih açısından tanık
olacaksınız.
Beni Ümeyye
oğullarından olan üçüncü halife, Beni Ümeyye soyundan olan Affan Oğlu Osman, halife
olduğu zaman bir hayli yaşlıydı. Seksen yaşında olduğunu söyleyen Tarihçiler
vardır.
Mısır alimlerinden
olan Seyyid Kutub, "İslamda adalet" isimli kitabında bu konuya şu
yorumla bakıyor. "Beni Ümeyye oğullarından olan OSMAN bin AFFAN
halifeliğe seçildiği zaman, yaşı ilerlemiş bir insan olmasaydı ve yaptığı
içtihatlarda yanlışlık yapmasaydı, İslam aleminin bugünkü çehresi başka türlü olurdu."
Evet, bizde aynı
kanaatteyiz, Halife olarak atandığı zaman, saf, temiz ve hayatı boyunca,
Resulü Ekreme karşı itaat ve itilasında zerre kadar şüphe olmayan, malıyla,
canıyla, her şeyi ile Resulü Erkeme yardmcı olan bu zat, hakikaten halifeliğe
getirildiği zaman, etrafının, siyasi kurtlarla çevrili olduğunu belki yaşı
gereği bilmiyordu.
Üçüncü halife olan
Osman bin Aftan, dördüncü göbekte Resulü ekremle birleşirler..
Annesi (Arva) Hz.
Peygamberin halasının kızıdır.
Mekke'nin sayılı
zenginlerden olan bu aile, Isla-miyeti ilk kabul edenlerdendir. İslam'ın ilk
neş'et ettiği sıralarda, sıkıntıda olan Müslümanlara, 1000'e yakın deve, 50
at verdi.
Başka bir seferde,
Resulü Ekrem efendimize 10 000 dinar gönderdiği zaman ulu peygamber'in şu duada
bulunduğu mervidir "Bizi ne kadar sevindirdin ey Osman! Allah'ın rahmeti
üzerine olsun ve bütün günahlarını affetsin." Ayrıca bu cömert zat, bir
su kuyusunu 35000 dinara satın alarak, Müslümanların emrine vermiştir...
Bütün bunlara rağmen,
bu zat halifeliğe getirildiği zaman çok yaşlı olduğu için, bazı akrabaları
tarafından istismar edilmekten kendini kurtaramadı. Öylesine bir tezgah
hazırlandıki, Beni Ümeyyeden olmayan herkes o dönemin idaresine darıldı.
Halifeliğe getirildiği
zaman, kendinden önceki halifenin vasiyetine uymayarak. Küfe şehrine Vali
olarak atanan (SA'D bin EBU VAKKASI) azlederek onun yerine, anasından dolayı
kardeşi olan (VELID bin Ukbe bin EBİ MUİT)i getirmesi, önemli yanlışlardan
sadece bir tanesi ve en önemlisidir.
Çünkü II: Halife
vefatından önce Ebi Muit ailesinden, herhangi bir kimsenin Devlet erkanında
yer almaması konusunda özel bir uyarıda bulunmuştu.
Üstelik, yeni halife
ataması yapılırken, Hakem olan (ABDURRAHMAN bin Avf) Ebi Muit'in Devlet
işlerine karışmayacağına dair kesin te'minat alınmıştı.
Çünkü bu terkibin
nereden yara alacağı ta geçmişteki yöneticilerce bilinmesine rağmen, III. Halife
bu acıklı durumu unutmuş gibiydi..
Böylece, Beni Ümeyye
oğulları tarafından, rahatlıkla oyuna getirilen yaşlı halife, akrabalarına tam
anlamıyla yenik düşerek, her gün biraz daha fazla kontrolü elinden alınan bir
acziyet içine girmişti. Bu suretle adalete aykırı biçimde gelişen akraba
kayırma kapısı açılıyor ve daha o zamanlar EMEVI SALTA-NAT'ının veya EMEVİ
DİKTATÖRLÜĞÜNÜN temeli atılmış oluyordu.
Aşağı yukarı
Kafkaslara kadar uzanan geniş bir mesahayı içeren, İÜ. Halife dönemi, beni
Ümeyye oğullarının hile ve desiseleri ile, her gün biraz daha kargaşaya sebeb
olacak şekilde olaylara sahne oluyordu.
O dönemde Irak'ın
merkezi olan Küfe şehri, siyasi ve idari konumu ile önemli bir şehirdi. Bu
şehre Kur'an-ı Kerimin kendisinden Fasık olarak, bahsettiği VELİD bin Muit'i
tayin etmesi, o günün Müslümanlarıni derinden yaralamıştı.
Ve BİN AFFAN'IN
öldürülmesinde en büyük etkenlerden biride bu haksız tayinlerin bilerek yapılmış
olmasıdır.
Bir parça merakınızı
gidermek için, bu Velid Bin Muit, denilen adamın ne menem şey olduğunu bir
nebze anlatmak gerekiyor; Velid bin Muit'in babası Ukbe bin Ebi Muit, Kureyş'in
ileri gelenlerinden olup, puta tapan ve Peygamberimize eziyet etmesiyle
tanınmış bir adamdır.
Bir gün Resulü Ekrem
efendimiz namaz kılarlarken, önüne eziyet olsun diye, deve işkembesi koyan,
son derece insani duygulardan uzak, bir kimse idi.
Velid bin Ukbe III. Halife'nin
ana bir kardeşi olup, Ukben'in oğludur. Mekke fethinde, diğer bazı meşhur zevat
gibi çaresizlikten müslüman olmuştur. Takriben Mekke fethinden bir yıl sonra,
Peygamberimizin emriyle Beni Mustalık kabilesinden zekat toplamak için
gönderilen bu adam, Beni Mustalık kabilesi tarafından çok iyi karşılanmasına
rağmen, eskiden kalma düşmanlık duygusu depreştiği için, onlardan zarar gelir
düşüncesiyle geri dönerek Resulü Ekrem efendimize yalan beyanda bulunarak
"Beni Mus-talık kabilesi, İslamdan geri döndüğü için, zekat vermekten
imtina ediyor" diyerek Peygamberi aldatmaya kalkışmıştı..
Bunun üzerine yapılan
tahkikat sonunda bu adamın yalan attığı ortaya çıkmış olup bu olay üzerine
inen bir ayetle, sefih bir adamın herhangi bir kavim hakkında, getirdiği, bir
haberi iyice araştırmadan peşin hükümle inanmamak lazım geldiği belirtilerek,
Peygamber uyarılıyordu.
Peygamber efendimiz
ise hemen bu yalancıyı cezalandırarak mekkeden uzak bir yerde ikamete mecbur
etti..
İşte yaşlı ve siyaset
nedir bilmeyen üçüncü halife Osman bin Affan'ın, Peygamberi bile aldatmaya kalkan,
bu yalancıyı geniş yetkilerle Küfe valiliğine getirmesi, Müslümanların hoşuna
gitmemiş ve itirazlarla karşılanmıştı. Bu adam tam beş sene halka zulmetmiştir.
Nihayet, şikayetler
ayyuka çıkınca, aklı başında olan sahabelerinde gayret ve ikazları sonunda beş
sene sonra azledilmiştir. Yerine atanan kişi de yine halifenin amcazadesi
olan, SAID bin asi bin Said Asi bin ÜMEYYE'dir.
Bu haksız ve adilane
olmayan, tayinleri gören sahabelerden biri ve eski küfe valisi olan, SA'D ibni
ebi VAKKAS, hayretini gizlemeyerek, Velid bin Ukbeye "Ey Velid! Senmi
bizden sonra akıllı oldun? Yoksa
biz mi senden sonra ahmak
olduk" deyince Velidin verdiği cevab enteresandır. "Ya Ebu ishak,
telaş etme ve üzülme, dediklerinin hiç biri değil, Ancak bu makamlar ve
mansıblar, öyle bir mülktür ki, bir zümre ve cemaat Sabah, başka bir zümrede
akşam yemeği yapar." Vay be! Adamın verdiği cevab, batıl ve (na hak) bir
sistemi tarif ediyor bile olsa, ne kadar doğru. Dentek oluyor ki, günümüzde
görülen insan malzemesinin bozukluğu, daha o dönemde başlamış..
Çünkü bugünde aynı
siyaset, aynı tavır, aynı kafa halen devam ediyor. Ne fakir fukarayı düşünen
var, ne de züefai Müslimine el atan var... Aynı tas aynı hamam.
Allah'ın istediği
biçimde, onun muradına uygun kullar olmadıkça, iç ve dış dünyamızla, uyumlu
olmadıkça, kendimizi iyi tanıyıp başkalarına karşı samimi olmadıkça, başarılı
olmamız mümkün değildir.
Dünkü insanların
arızalı hali ne ise, bugünkü insanların da görüş ve düşüncelerindeki
çarpıklıkları aynıdır. Üçüncü Halife zamanında olayların gelişmesine zemin
hazırlayan sebeblerden biriside, Mısır fatihi olan ve dehasıyla ün yapan, AMR
bin El-As'ın azledilerek onun yerine yine halifenin süt kardeşi olan, ABDULLAH
bin Sa'd bin Ebi Serh'in getirilmesi..
Daha önce
belirttiğimiz gibi, AMR İbni As, Mekke fethinden önce, Halid bin Velid ile
Medineye gelerek, Müslüman olmuş bir zat idi..
Hz. Ali zamanında her
ne kadar, Muaviye yanlısı tavırlar takınmış ise de, sonra geri adım atmış bir
adamdır. Olayı ilerde anlatmak üzere, onun yerine Vali olarak tayin edilen
Abdullah bin Sa'd denilen adamın cemaziyel evvelini anlatmak istiyorum.
Bu adam, hicretten
önce güya Müslüman oldu. Hatta peygamber efendimizin Vahiy Katibliği yaptığı
iddia ediliyor.
Tıpkı Muaviye gibi. Bu
adamlar ne menem şeyler ki, Peygamberin vahiy katibliği iddiasına rağmen
Peygamber soyuna ihanet ediyorlar. Oysa bu adam bilahare irtidat etti.
Yani Müslümanlıktan
dönüş yaptı. Mekke Fethi sırasında, Peygamberin emri gereği, görüldükleri yerde
öldürülmeleri icab eden, 8 erkek 3'ü kadın olan hainler listesinin başında idi.
Mekke Fethinde süt
kardeşi olan Osman bin Af-fana iltica ederek, af talebinde bulunmuş, bilahare,
Resulü Ekrernin Osmana olan sevgisi sebebi ile affe-dilmiştir.
İşte bu ve bunun gibi
adamlar, Ümeyye oğullarının tertib ve tezgahı ile, üçüncü Halife'nin ileri
yaşından ve akrabalarına olan aşırı sevgisinden yararlanarak, Devletin her
kademesine getirilmişlerdir.
Yine üçüncü Halifenin
üçüncü yılında, Kuzey afrikadan, medineye gönderilen savaş ganimederinden olan
çeşidi eşya ve hayvanların dağıtılmasında güçlük çekildiği için, gelen mallar
toptan satılığa çıkarıldı. Bu satışın sonunda ihale, halifenin amcazadesi ve katibi
olan Mervan bin Hakemin üzerinde kaldı.
Ancak Mervan eşya ve
hayvanları almasına rağmen, Devlet hazinesine parayı ödemedi ve bir müddet
sonrada, bu paranın üzerine yattı. Bu durum, halk arasında büyük bir
hoşnutsuzluğa yol açtı.
Yine Resulü Ekrem
efendimizin vakfı olan FE-DEK arazilerini, Miri emlaktan sayan üçüncü Halife,
bu arazileri çok cuz'i bir fiyatla Mervan'ın mülkiyetine geçirdi.
Ayrıca bütün bunlar
yetmezmiş gibi, üçüncü halifenin amcası ve Mervan'ın Babası olan HAKEM bin
Ebi'l As, Peygamber efendimiz zamanında, yaptığı bazı uygunsuz işler yüzünden,
Rebze denilen yere sürgün olarak gönderilmiş, Birinci ve ikinci Halifeler,
Resulü ekremin kararına olan en azından bu konuda ki saygılarından dolayı, bu
yerde ikametine karar verdikleri halde, üçüncü Halife amcası olan bu adamı,
yeniden medineye getirmiştir.
Elbette bu ve buna
benzer olaylar, halkın gizliden gizliye tepksine sebeb olmuştur. Bütün bunları
anlatırken, sakın yanlış anlayıpta üçüncü Halfeye düşman olmanız için
anlatmıyorum..
Aksine, Resulü ekrem
efendimizin refiki olan bu zat üzerinde, bir nebze olsada Resulü Ekrem efendimizin
tozu bile bulunsa hürmet etmenizi diliyorum.
Ayrıca Vahiy katibliği
diye bir müessesenin olduğuda oldukça şüphelidir.
Araplar; sıkıntı,
felaket ve mutlulukta ortak yakın arkadaşa (SAHİB) demektedirler. Hicretin
sekizinci yılında Hz. Peygamberin vefatlarına kadar olan sürede Mekke'den
ayrılmamış ve sonradan (MÜELLE-FE-TÜL'KULUB) zümresine girmiş bulunan
Mua-viye'nin Hz. Peygamberle yan yana gelip ayrılmaz bir şekilde arakadaşlık
yapması, aklcnde örfende mümkün gibi görünmemektedir.
Bu sebeple (Sahiplik)
vasfını taşıyamaz. Kaldı ki, bu zat can ve malı ile müslümanlığa hizmet etmemiştir.
Hz. Resul'ün merhametine sığınarak, hazıra konup servet edinmek ve irsi
ihtirası dolayısıyla makam kapmak için cinayetler tertip etmek dahil olmak üzere,
her çareye baş vurmuş, her yolu mubah görmüş bir kimsedir. Sadece Hz.
Peygamberi görmekle Saha bilik payesine erişilmez. Muaviye, ne zaman Hz. Peygambere
sahip çıkmış, ne vakit himaye etmiş, nerede müdafaa etmiş, prensiplerini
ilkelerini, Kur'an-ı Kerim hükümlerini benimseyip iltizam ve bunlarla amel
etmiş midir?
Bu adamı Sahabilerin
derecesine getirmekte kimsenin hakkı olamaz. Kur'an-ı Kerim'ın HADİD süresinin
10. Ayetine de aykırıdır.
"Göklerin ve
yerin mirası Allah için olduğu halde size
ne oluyorda Allah yolunda mallarınızdan harcamıyorsunuz? Mekke'nin fethinden
önce Allah yolunda harcayıp savaşanlarınız daha sonra harcayıp sava-salarla
bir değüdir.
EBU Süryan'ın kızı
RAMLE ÜMMÜ HABİBE, kocası Ubeydullah bin Cahş ile birlikte ikinci Muhacir
kafılesiyle Habeşistan'da göçmen olarak yaşamakta iken kocasının İslam
dininden dönerek Hıristiyanlığı kabul etmesinden dolayı kocasından boşanmış ve
yalnız kalmış olmasından Hz. Peygamber tarafından Zevcelik şerefine
erdirilmiştir. Baba tarafı sahip çıkmamıştı.
Bu sebeple Muaviye
Peygamber efendimizin kayınbiraderi olarak bilinir.
I Halifenin
kızı Aişe hanımefendi; Yüce Peygamberin muhterem zevceleridir. Aişe'nin
kardeşlen olan Abdullah, Abdurrahman ve Muhammed'de Yüce Peygamberin
Muaviye'den daha üstün ve faziletli birer kayın biraderidirler. Bu mübarekler
(HALUL-MU'MININ) yani mü'minlerin dayısı olamıyor da MUAVİYE'nin dayı olması
garip değil midir?
II. Halifenin kızı HAPSA; Yüce Peygamberin
muhterem zevceleridir. Onun da 9 kardeşi vardı ve içlerinden 7 yaşında iken
babasıyla birlikte müslüman olan Alim, içtihatçı, ibadetinde Peygamberin emirlerine tamamiyle bağlı, küçüklüğüne rağmen Bedir,
Uhud ve HENDEK savaşlarında bulunmuş, 1000'de fazla köle azad etmiş 1630 Hadis
nakletmiş, Müslümanlara daima nasihatçı olmuş ve babası gibi islam dini için
hiçbir fedakarlıktan çekinmemiş bir yüce zat İdi,
(MÜMİNLERİN DAYILIĞINA)
hakkıyla layık bu zat-i Şerife bile Muaviye'nin takdim edilmesi teveccühü;
anlaşılacak bir davranış değildir.
MUAVİYE'nin VAHY
Katipliğine gelince; bu tasvifte yanlış bir teveccühün sonucu olsa gerektir:
Kur'an-ı Kerimi iceleyelim:
Kur'an-ı Kerim 114 Süreden,
yaklaşık olarak ve ortalama 6.268 Ayetten ibaret olup 610 sahifede toplanmıştır.
383 sahifede 86 Süresi MEKKE'de, 227 sahifede 28 Süresi de Medine'de nazil
olmuştur.
Hz. Muhammed:
ResuHüğünün (43-53 yaşlan arasındaki) 10 yıllık süresi Mekke Müşrikleriyle mücadelesinde
geçen, (yani; Muaviye'nin 8 yaşındaki çağında (Ebu Süfyan başta olmak üzere
Mekkelilerden her an eziyet ve hakaretler, hatta mensup olduğu Ha-şim
oğullarına uyguladıkları kuşatma, her türlü boykot ve ilişkilerin kesilmeleri
ve düşman nazarile bakıldıkları bir zamanda, tarihin tescil ettiği 35'ten
fazla en değerli, Emin ve bilhassa müslüman bulunan Sahabelere Vahy Katipliği
yaptırılırken, bu görev ise Resulü ekrem efendimize inen ayetlerin mutemet bir kişi
tarafından kayıt altına alınmasıdır ki, çocuk ve henüz müslüman olmamış
Peygamber düşmanı birisine Vahy katipliği diye ikide bir bu adamın tavsif
edilmesini anlamak imkanı yoktur..
Muaviye, Tarihi
gerçekler karşısında Vahy katibi olamaz.
Ancak şunu iyice
biliyoruz ki, bu adam o zâlim ve gaddar biri imiş ki bugün bile Müslüman olan
bazı taifeler, başka sahabelere, sahih olan Peygamber arkadaşlarına
göstermedikleri saygıyı bu adama gösteriyorlar. Ona hazret diyerek, bugün bile
Peygamber torunlarıyla, bu adam yüzünden düşman oluyorlar, Allah onları onunla
hasretsin.
Muaviye, düşman
sandığı birisinden korkupta onu para ve servetle fikrinden vaz geçirtmeyince,
yahut kuvvetle baş erdiremeyeceğini anladığı zaman, o şahsı öldürtmekte tereddüt
etmezdi.
Kurbanlarından
bazıları şunlardır:
1- Büyük
İslam kumandanı Halit bin El Velid'in oğlu Abdurrahman:
Soylarından ve
özellikle babasından miras kalan büyük servet ve o derece üne sahip Halit oğlu
Abdurrahman, 18 yaşında iken YERMUK savaşında büyük bir birliğe komuta etmiş
ve bu sebeple ün salmıştır.
MUAVİYE ile birlikte.
Hz. Ali'ye karşı SİFFAYN'de savaşmış, Anadolu savaşlarına katılmıştır. Babası
Halit bin El Velid in beldesi olarak bugün dahi anılan ve tanınan (HOMS)
şehrinde büyük bir nüfuza sahipti.
Halep-ŞAM yolunun
ortasındaki bu şirin şehir için, hatta Şam civarına kadar uzanan Abdurrahman'ın
nüfuzundan korktuğu için zehirlenmesine karar vererek, bu amaçla; hayata
boyunca haraç vermemek şar-tıyle (HOMS) haraç nazırlığı karşılğında çalıştırdığı
Doktora vasıtasiyle ve Abdurrahman'ın kandırılan kölelerinden biri eliyle,
zehirli bal şerbetini Abdurrahman'a içirerek hayatına son vermiştir.
2-Aynı bal
şerbeti zehiriyle (TABİİN)in en cesurlarından ve Hz. Ali'nin kumandanlarından,
Hz. Ali'nin Mısır'a Vali tayin ettiği (Malik El'EŞTER NAH'İ)'yi Mısır yolunda
zehirletmiştir. Esterin Hz. Ali tarafından Vali olarak tayin edilerek
memuriyete başlaması halinde başarılı olacağı ve Muaviye'ye karşı duracağı
muhakkak idi.
Bunu takdir eden
Muaviye, Kızıldeniz kenarında (KULZUM: Eski Mısır'ın Kızıldeniz kenarında bir
limanı olup Fıstas ile Mekke arasında miri eşyayı deniz yolu ile nakledilmek
için, II.Halife tarafından tamir edilen liman) şehri Esterin geçeceği yol
üzerinde olduğundan, bu şehrin Haraç Reisine:
(Ester, Mısıra Vali
tayin olunmuş, beni ondan kurtarırsan, sen ve ben sağ kaldıkça, senden Haraç almam.)
diye haber gönderdi. Bunun üzerine Haraç reisi, Eşter'in yolunu beklemiş,
gelince kendisini karşılamış ve evinde misafirliğe davet etmiş, yemekten sonra
bir bardak zehirli bal şerbetini içirerek hayatına son vermiştir.[1]
Muaviye o esnada Şam
halkına: (Ali, Esteri Mısır'a vali tayin etmiş, ona beddua ediniz.) dediğinden
Şam halkı her gün Eşter'e bedduada- bulunurlardı. EŞTER'İ zehirleyen şahıs
Muaviye'nin yanına gelerek Eşter'in ölümünü haber verince, Muaviye minbere çil
kıp: (Alî'nin iki sağ kolu vardı. Biri (Yani AMMAR bin YASİR) SIFFEYN'de,
diğeri (YANİ ESTER bugün adı dünyadan kalkmıştır) diye açıkça öldüğünü
etmiştir.
Eşter'in vefat haberi
(AMR bin El' AS)'a yetişince bu zat: (ALLAH'ın baldan da ordusu vardır) demekten
kendini alamamıştır.
3- Temas
edileceği gibi, Yüce Peygamberin büyük torunu Hz. Hasan'm MUAVİYE tarafından
ne şekilde bal şerbetiyle zehirlettirildiği hakkında yeterli bilgi
verildiğinden tekrarlamaya gerek yoktur.
4- Hz. Ali tarafından Mısır'a Vali tayin edilen
Kurayşin en dindar bir zatı olan I. Halifenin oğlu MUHAMMED, Mısır'da vali
olarak görevde iken, MUAVİYE tarafından Sıffayn Savaşı'nın düzenbazlığının
mükafatı olarak, AMR bin El'AS, Mısır valiliğine atanır ve bir ordu ile
Mısır'a gönderilir.
Meşru olan vali
Muhammed bin Ebu bekir'Ie savaşır, yakalar ve ölü merkep çukurunda canlı
olarak ve bir söylentiye göre, öldürüldükten sonra yakılır, [2] (Bu
Mağ-
64
dur da Müminlerin
Dayısı idi.)
5- ABDURRAHMAN bin EBU
BEKİR Peygamber efendimizin II. zevcesi ana-baba bir kardeşi idi, Muaviye'ye
yakıştırılan (Hal-ül MÜ'MİNİN) yani mü'minlerin dayısı vasfına daha çok
layıktı. Hu-deybiye'de Müslüman olmuştu. Adı Abdül -Kabe iken Hz. Peygamber
tarafından Abdurrahman olarak değiştirilmişti.
Hz. Ali'ye karşı
(CEMEL Vakasında) ablası ile birlikte bulunmuştu. (BEKKARoğlu ZÜBEYİR)'in
söylediğine göre; Abdurrahman bin Ebu Bekir, Yezid'e biat etmeği reddettikten
sonra Muaviye, onu yüz bin dirhem para ile Abdurrahman'a gönderir ve bu para
karşılığında Yezid'e biat etmesini ister. Abdurrahman para ve teklifi
reddederek: (Ben dünyalık karşılığında dinimi satamam) diyerek Mekke'ye kaçmıştır.
Ancak Yezid'e biat işi
tamamlanmadan kısa bir süre önce ve ani olarak, Mekke'ye yakın on mü uzaklıkta
HABEŞİ dağında ölü bulunmuştur. Onun dahi zehirlettirildiği söylenmektedir.
Birinci Halife'nin bu
imanlı oğlu Abdurrah-man'ın ölüsü omuzlarda taşınarak Mekke'ye nakledilmiştir.
Vefat tarihi Hicretin 53. yılında vaki olmuştur.
Emeviler; Sahabe ve
onu takibeden Tabiin'den ve Allah'a son derece bağlı dindar kimselerden çok
adam idam etmişlerdir. Bu kanlı eylemlerinin sebepleri, yalnız kendi
krallıklarının kuvvetiendirilmesi için Hz.
Ali ve taraftarlarını
tahkir ve tamamiyle ezmekten ibaretti.
Bu amaçlarına uyarak
Hz. Ali'ye Camilerin minberlerinde lanet okudular ve okuttular. Halkı lanet
okumakla mecbur kıldılar. Lanet etmeyenleri de idam etiler. Bu uğurda ilk idam olunan
zat; Kinde Kabilesinden Ulu bir Sahabi ve müslümanhk uğrunda Kadisiye harbinde
de savaşmış bulunan (HUCR) bin Adiy Kendi idi, ki; MUAVTYE'nin zamanında
yakalanarak Şam yakınında (MERC-I AZRA) denilen yerde öldürüldü.
Bu kutlu zat, Hz. Ali
ile birlikte CEMEL ve SI-FAYN savaşlarında harbetmiş ve ondan ayrılmamıştır.
Emevilerin takibinden kurtulamıyarak nihayet onlar tarafından şehit edilmiştir.
MUAVTYE; Halifeliği
eline geçirince bağımsız düşünce ve konuşma hürriyetine sahip müslümanlara
karşı şiddetli baskılar yapmaya başladı, yüce Sahabelerden El'Homk oğlu AMR'ı
ve arkadaşlarının, minberlerde Hz. Ali'yi lanetlemenin doğru olmadığını açıkça
belirterek vicdan özgürlüğü adına söyledikleri için onları öldürtmüştü. [3]
MUAVTYE; muarızlarını
teker teker öldürmekle kalmamış, kendisine yakışır valileri vasıtasıyla halis
mü'minleri toplu olarak imha etmelerini, çekinmeksizin açıktan açığa kan
dökmelerini teşvik ederdi.
Özellikle Sıffayn'de
hile ile elde edilen iki Hakemin kararından sonra işi azıtarak Hz. Ali'nin
sağlığında bile, şer unsurlarından biri olan (Ebu Abdurrahman BÜSR bin
ERTAD)'i bir ordu ile memleketi taramasını Hz. Ali tarafından Hicaz ve
yemen'de bulunan valilerine karşı gönderip Hz, Ali tarafını güden her kime
rast gelirse öldürmesini, hata kadın ve çocukların Öldürmesinden çekinmemesini
emretmişti.
Bu emre uyan Gaddar
Büsr, önce Medine'ye gitmış, orada Hz. Ali taraftarlarından birçok insan
öldür-müş, evlerini yıkmış, zulüm ve hainlikler irtikab etmiştir. Sahabeden Ebu
Eyyüb Ansari ve CABİR bin Abdullah bu adamın şerrinden Medine'yi terk ederek
kaçmağa mecbur olanlardan ikisidir.
Müslüman kadınlarını
Sebiy eden(esir alıp götüren) bu adam olup müteakiben Mekke'ye giderek
Medine'de yaptıklarım aynen yaparak vahşetini Hare-meytvi Şerifeyn'de
göstermekten çekinmemiştir. Bu barbarlığa doyamayan MUAVİYENİN KUMANDANI BÜSR,
ayni vahşet için Yemen'e geçmişti.
O sırada, Hz. Ali
tarafından Yemen Valiliği'nde istihdam edilen Hz. Peygamberin Amcazadesi Abdullah
bulunuyordu. Vali, Büsrün gelişini işitir işitmez öldürülmekten korkarak bir
tarafa savuşmuştu. Büsr, jbn-i ABBAS'ı bulamayınca, onun oğullan olan
Abdurrahman ve KUŞEM'ı yakalayarak taşıdığı bıçaJcla ikisini kendi eliyle
kesmiştir.
Bir rivayete göre, bu
iki çocuk, çölde yaşayan (KEKlANE) kabilesinden bir adamın yanında bulunuyorladı.
BÜSR, çocukları öldürmek "isteyince, Kenaneli adam misafirperverlik
haysıyat ve duygusu ile Büsre (Suçsuz ve masum bu iki çocuğu öldürmek mı
istiyorsun? Onları öldüreceksen beni de birlikte öldür) demiş.
Peygambere ve AL-İ
beytine ve kutsal makarnlara karşı saygısını efendisi Muaviye gibi yitirmiş bu
insan kılıklı bir Cellad olan BÜSR mePunu çocuklarla birlikte ev sahibi
Kenaneli müslümanı tereddüt etmeden öldürmekten çekinmemiştir.
Bu vahşete şahit olan
Kenaneli bir kadın, Büsr'ün yüzüne bağırarak: (As zalim herif; büyükleri öldürüyorsun,
bunu anladık fakat çocuklara böyle kıyılır mı? Vallahi ne İslam'dan önceki
Cahilliyet çağında, ne de Müslümanlık devrinde böyle cinayetler işlenmedi.
Ey Ertat'ın oğlu; Emin
ol, bir hükümdarlık ki küçük çocukların ve yaşlıların öldürülmesiyle, şefkat
ve merhameti çiğnemekle, akraba ve ilişkililere gadir ve zulüm icrasiyle ayakta
duruyorsa, o hükümdarlık, cihanın en talihsiz, en kötü bir sultanlığıdır)
demişti.
İleride görüleceği
veçhile MUAVTYE'nin zulüm temeli üzerine kurduğu bu devletin hükümdarları da,
gerek şahsen ve gerek BÜSR, ZİYAD bin EBİH, Ubeyduîlah bin Ziyad ve HACCAC-İ
ZALİM gibi nice Cellad Valileri marifetile, daha vahşice Kitle Katliamlarına
girişmişlerdir.
Bu facialar, mevki ve
servet elde etme ihtiraslarını tatmin yolunda işlenmiştir ve ne gariptir ki;
Allah'a ve Peygambere saygı duygularını kaybetmiş bu katilleri hala saygı ile
anan ve yüceltme vasfı olan (Hazret) kelimesiyle adlarını birleştiren garip
düşünceli zatlar: din kisvesi altında Ahkam çıkararak,
kutsallaştırmaktadırlar.
İslam gibi Yüce bir
din doğmuş, buna inanmış kimseleri kardeş yapmış, faziletten başka üstünlük tanımamış,
hayatın her safha ve sınıfında yaşama imkanlarını sağlamış, adaleti açıklamış,
fakirliği ve tembelliği reddetmiş, zulmü kökünden silmeye girişmiş ancak yirmi
yıl geçmeden bu düzeni kökünden tahrip etmeye kalkışan bu insanlar, Peygamber
soyuna her türden haksızlığı yapmalarına rağmen, bu gaddarlar, aksine olarak
tapınılacak hale getirilmişlerdir. Allah; cümlemizi hatalardan muhafaza
buyursun.
Şimdi bazı muamnid
kişiler güya ehli sünnet adı altında ısrarla bu adamı sürekli biz biçimde
ta'ziz nu-tebcil etmektedirler. Halbuki bu işin gerçek ehli sünnet anlayışıyla
hiçbir ilgisi yoktur. Peygamberimizin saygın sahabelerine, refiklerine ve öz
torunlarına düşmanlık besleyen bu adama gösterilen bu sun'i saygıda sanırım
sahte etkilerin büyük payı vardır. Şu hadisi dillerine dolamışlardır.
"SAHABELERİM
YILDIZLAR GİBİDİR" Evet doğru. Onun sahabeleri, yani gerçek arkadaşları,
ona fedakarlık etmiş onu korumuş, kollamış. Sahabeleri elbette yıldızlar
gibidir.
Arapların eski
doktorlarından olup Hıristiyan dininden idi. Muaviye bin Ebi Süfyan, Şam'da
hükümdarlığını ilan edince, bu zau Tabiplerinin başı olarak görevine
getirilmiş gece ve gündüz kendisini yanından ayırmıyarak çok iyilik ve
bağışlarda bulunmuş, servete boğmuştu.
(UYÜNÜİ-EBATi TABAKAT
il-ATTBBA) sahibinin söylediğine göre; İBN-İ ESSAL'in Muaviye'ye intisap
sebebini tıptaki ustalığı ile beraber, basit ve karışık ilaçlara dair ve
özellikle öldürücü zehirlerin kuvvet ve vasıfları hakkında olan bilgisinin
mükemmel olması, sebebiyledir. Ne yazikki bu zaman zarfında, Eşraf ve müslüman
büyüklerinden bir çok kişinin zehirlenerek vefat etmiştir. Acaba bu bir tesadüf
müydü?
Muaviye tarafından
oğlu Yezid'in Veliahdliği teklif olundukta, nüfuz sahiplerinden bir çok
kimseler karşı gelmiş, Abdurrahman bin Halid bin Velid'i tercih ettiklerinden
derhal Abdurrahman bin Halid, İBN-İ ESSAL'ın tertip ettiği bir şerbede
zehirlenerek vefat etmiştir ve Mekkede bulunan Abdurrahman'in yeğeni (HALİD bin
MUHACİR bin Halid bin Velid)e Amcasının zehirlendiğini işittiği zaman, akrabalık
duygusu ile Şam'a gidip İBN-İ ESSAL'ı öldürmüştür.
Tarihçi Vakidi'nin
söylediğine göre, Hz. ALÎ tarafından Mısır Valiliğine tayin olunup
(El'ARIŞ)'te vefat eden EŞTER'e ve Hz. İMAM HASAN'a içirilen zehirler dahi
İB-İ ESSAL'ın mel'unca tertiplerinden yapılan zehirlerle gerçekleşmiştir. [4]
(Ebu Abdullah bin VAİL
bin Haşim... Bin lüey El' Küresi)
Sahabeden olup,
İslamdan önce Kurayş put taparları tarafından Habeşistan'daki İslam Muhacirlerini
teslim etmesini teklif için, Habeş Hükümdarı (Neca-şi)'nin yanına gönderilmiş
ve Necaşi bu teklifi kınadığından Amr bin El'As Habeşte iken İslama gelip oradan
Medine'ye hicret etmiş ve bir rivayette sekizinci Hicri yılda ve Mekke
fethinden altı ay önce müslüman olmuştur. (Bir kaç esere göre en doğrusu
budur.)
Halid biri El'VELİD ve
OSMAN bin Talha'tül-Abdari ile birlikte Medine'ye giderek, geçmiş hareketleri
Aff buyurulmak ricasiyle müslüman olmuştur. Daha sonra hz. Peygamber tarafından
bir seriyye (500 kişiyi aşmayan süvari birliği) ile babasının dayıları olan
(Bin Lihaf) kabilesine karşı gönderilerek (Zattüselasil) mevkiine varınca,
yardım istemekle, Ebu Ubeyde bin El'Cerrah'ın komutası altında ve Ebu be-kir ve
Ömer dahi dahil olmak üzere Eski Muhacirlerden mürekkep bir Seriyye yardıma
gönderilmişti.
Ondan sonra AMR
binEl'As Amman'a Vali olup . Peygamberin vefatına kadar orada kalmış. Ebu Bekir'in
Şam fetihlerine memur edilmişti.
Ömer zamanında
Filistin Valiliğine atanarak ve sonra Mısır'ı feth etmekle oranın Valiliğine
tayin olunduktan sonra azlolunmakla Filistin'e çekilip ara sıra Medine'ye gider
ve Halife Osman'a olan kızgınlığını açıklayıp başkalarına çekiştirirdi.
Osman'ın şehit edilmesinden sonra Şam'da Muaviye'nin yanına gidip, Muaviyenin,
Hz. Ali'ye karşı kin ve düşmanlığını şiddetlendirmiş ve nefret etmesine yardım
etmiş, (SIFFAYN) savaşında birlikte bulunup, sonra Mua-viye tarafından (HAKEM)
atanarak, Hz. Ali'nin Hakemi olan EBU MUSA El' AŞARİ'yi iğfal etmiştir.
Hz. Ali'nin Mısır Valisi
bulunan Muhammed bin Ebu Bekir'i oradan çıkararak Mısır'ı idaresi altına almağa
Muavİye tarafından memur edilmiş ve ömrünün sonuna kadar bu Valilikte
kalmıştır.
Hicretin 43. yılında
Ölmüştür. Oğlu Abdullah halefi olmuş ise de müteakiben MUAVTYE onu azledip
kendi kardeşi olan (UTBE bin EBU SÜFYAN)'ı Mısır Valiliğine atamıştır.
Amr bin El'AS; kısa
boylu, cesur, Dahilerden ,sayılacak derecede zeki ve o nisbette hilekar,
fevkalade şüzel konuşkan ve şair idi, [5]AMR
bin El'AS hakkında Tarih-ül Hamis 2. cilt 326 sahifesinde şu bilgiyi
görmekteyiz: (Sağlam ve en doğru fikir yürüten, çok hilekar Arap
DAHTlerindendi.
Muazam servet terk
etmiştir. Bu servetin içinde yetmiş deve yükü altınla dolu idi.
MUAVİYE, SIFFAYN
Vak'asmda yardım ettiğinin karşılığı olarak, altı yıl boyunca MISIR bölgesinin
haracım anlaşma şartı olarak AMR'a bırakmıştı. Doksan yıla yakın yaşamıştır.)
EL'MÜNCİD FİTALAM
Sahife 370'te AMR bin El'AS'ı şöyle tanıtmaktadır:
(Amr bin El'AS, ünlü
bir Arap Kumandanıdır. Filistin Ecnadin'de Bizans ordusunu yenmiş, MISIR'ı
fethetmiş ve "AYİN ŞEMS ve BABLİYON'da Bizans ordusunu perişan ederek
İskenderuye'yi işgal etmiştir Mısır Valisi olmuş Fustat (Kahireye yakın)
şehrini kurmuştur.
Sıffayn' olayını
takiben yapılan Hakemlik işinde Dehasiyle, kurnazlıkla, Terazinin kefesini
Muaviye tarafına ağır bastırmıştır.
Ziyad, annesinin adına
nisbetle (Sümeyye'nin Oğlu) denmekle tanınmış olup, Ebu Süfyanın Meşru' olmayan
oğlu idi. Açıkça ifade edildiği gibi babası meçhul olmakla (ÎBN-İ EBİH:
Babasının oğlu) lakabı ile şöhret bulmuştu. Künyesi "EBÜL-MUGİRE"dır.
Hicretin 1. yılında
doğmuş Hz. Peygamberi ne görmüş ne de sohbetine katılmıştır. Annesi (Haris bin
kilde)'nin cariyesi idi. Kocası olan Ubeyd'ı ziyad, sonradan onu bin dirheme
satın alarak azad etmiştir.
Ziyad, Arap
Dahilerinden, topluluk karşısında açık, düzgün ve güzel söz söyleyenlerden
olup, 2. Halife Ömer tarafından Basra Valiliğine atanmış, sonradan Hz. Ali'nin
maiyetinde bulunup Iran Valiliğinde istihdam edilmişti.
Hz. Ali şehit olduğu
zaman Faris "İran" valisi bulunduğu cihetle, MUAVİYE bunun güç ve
yeterliliğinden endişe ettiği için (ZİYAD)'e olan akrabalığını ilan ile
kendisini kendi tarafına çekerek BASRA Valiliğine atamış ve sonra (KÜFE)'yi de
bu Valiliğin emri altına vermişti.
Ziyad; son derece
güçlü, tuttuğunu koparan, dediğini yaptıran, yönetimde disiplinli bir adam
olup, ancak davranışlarında çok şiddet gösterdiği için çoğu zaman, adalet
sinirini aşarak zulm ederdi.
Bundan dolayıdır
ki, MUAVİYE'YE (SOL ELİM 1RAK1 İDARE EDİP, SAĞ ELİM BOŞ
KALDIĞI İÇİN HİCAZ'I DA EMRİME VERİN) diye yazdığında; Hicazlılar haber alıp
Zübeyir oğlu Abdullah ile bu karara isyan etmişlerdi. Hatta İBN-İ ZÜBEYİR: (Ey
ALLAH'ım; ZİYAD'ın BOŞ KALMIŞ OLAN SAĞ ELİNİ KURUT) diye beddua eylediği ve
çok geçmeden Ziyad'ın sağ elinde bir çıban çıkıp, bu çıbandan öldüğü
söylenmektedir. Hz. Hüseyin'e karşı gönderilen askerin kumandanı Ubeydul-lah,
nam Harici işte bu adamın oğludur. [6]
İBN-İ HALDUN TARİHÎ 3.
CİLT 7-14 SAHİ-FELERİNDE ZİYAD bin EBİH'ten şöyle bahsedilmektedir:
"Hz. Ali vefat
ettiği zaman, Ziyad bin Ebih Hz. Ali'nin valisi olarak FARİS1 (İran'ın Güney
Batı Eyale-ti)'te bulunuyordu. Bu eyalet Basra Valiliğine bağlı idi. Vali de;
Irak bölgesi Genel Valisi Küfe Emiri Mugire bin ŞUBE tarafindan atanmış olan
BÜSR bin ERTATidi.
Muaviye, Ziyad bin
Ebih'e haber göndererek bölgesinden aldığı haraçların (vergilerin) hesabım
istedi. Ziyad, yaptığı tahsilatın bir kısmını harcadığını, bir kısmım ihtiyaç
vukuunda harcanmak üzeri Valilik maliyesinde topladığını ve bir kısmını da
Allah'ın rahmetine kavuşmuş bulunan Halife Hz. Ali'ye gönderdiğini bildirdi.
Bunun üzerine Muaviye hesaplaşmak üzere Şam'a gelmesini yazdı...
Ziyad gitmeği reddedince
Muaviye tarafından Basra'ya atadığı Basra Valisi BÜSR'e Ziyad'ın getirtilmesini
istedi. BÜSR, Ziyadı getirtmek için çocuklarım yakalayarak, gelmediği takdirde
çocuklarını öldüreceğini bildirdi.
Ziyad, kan dökücü olan
Büsr'ün elinden çocuklarını kurtarmak için Muaviye'nin emrine uydu ve hizmetine
girdi. Bu olaydan sonra Büsr azledildi.
Muaviye'nin Ziyadla
barışmasından sonra, baba-sı belli olmayan bu DAHİ idareciyi kendine bağlamak
için, (Ziyad'ın babasının Ebu Süfyan'ın olduğu-ıu) uydurma veya korkutma yolu
ile bulduğu şahit-erle (Babasının oğlu) diye bilinen Ziyad'ı, Ebu Süfranm oğlu
Ziyad diye ilan etti, yani kendi nesebien nal etti ve Hicri tarihin 45. yılında
yani Hz. Ali'nin efatmdan dört yıl sonra Basra Valiliğine atadı.
Basra Valiliğine, Buhara
ve Semerkand sınırına adar uzanan HORASAN, bugün İRANLA Afganistan arasında
paylaşılmış olan SİCİSTAN, Hind sınırına kadar SİND (bugünkü PAKİSTAN) Basra'dan
HADRAMUT'a kadar uzanan BAHRAYN ve UMMAN Eyaletlerini de katarak Ziyad'ın emri
altına verdi ki, yüz binlerce kilometre karelik koca bir memleket
büyüklüğündedir ve bu toprakların idaresini dahi küçümsemeyerek şu müracaatı
yaptı: (Ben Irak'ı sol elimle tutmaktayım, sağ elim boştur. Hicaz'ı sağ elime
vermek suretiyle işlet) Muaviye bu kutsal bölgeyi de emrine vermekten
çekinmedi.
Ancak, bu tayini duyan
Hicazlılar ürkerek telaşa düştü.
Toparlanarak, büyük
tefsirci, büyük Hadisçi ve büyük bir yasama uzmanı olan Abdullah bin Ömer
İbn-İ' HATTAB'ın yanına gelip inanç kudretiyle, kutluluğu hasebiyle buna bir
çare bulmasını dilediler. Bu mübarek zat'ın elinden gelen tek şey; Yüce Allah'a
yalvarmaktı. Kıbleye dönerek ve: (Ey ALLAH'ım bu adamın şerrinden bizi koru;)
diye beddua etti.
O yıl husule gelmiş
olan (VEBA) hastalığına tutularak sağ tarafına gelen felç sonucunda Hicri 53
yılının Ramazan ayında öldü.
Ziyad, işe başladığı
gün minbere çıkarak ünlü hutbesine besmelesiz başladı. Basra'nın bozulmuş olan
güvenlik işlerim düzeltmek, daha doğrusu Hz. Ali taraftarlarını sindirmek için
kendisi gibi zalim bir şahıs olan Abdullah bin HUSAYN'ı Zabıta Müdürlüğüne
atayarak gece dışarı çıkmayı yasakladı ve geç vakitlerde ona getirilecek
gezgincinin kanını mutlaka akıtacağı tehdidinde bulundu.
Şüpheli insanların
sefahate düşkün olanların katiyetle takip edilmesini emreti. Yolda düşürülmüş
bir mala, sahibi çıkmadıkça el sürülmemesini, evlerin kapılarının
kilitlenmemesini bildirdi. Asayişi bu tarzda dikta iradesi ve dehasiyle
sağlamış oldu.
Muaviye'ye son derce
bağlandı, emirlerine harfiyen baş eğdi.
Emevi oğullarının,
maksatlarına ulaşmak için, hiç bir hukuk ilkesine önem verilmemesi sonucu,
şiddetli ve kan dökücü valilerin başında yer aldı.
Yezid'in Valisi
Ubeydullah'ta babası Ziyd'in yolunu tuttu, Abdülmelik bin Mervan'm Valisi
Halit Kasri de bu zulüm yolunu tutmuştu.
Muaviye' Ziyad'e haber
göndererek; (Altın ve Gümüş olarak haraç paralarını benim için ayır) diye emir
göndermişti. Ziyad'da aldığı bu emri maiyetindeki eyaletler amirlerine
duyurarak, nakden tahsil olunan paralardan hiç bir kimseye aylık verilmemesini
emreti.
Hz. Ali'nin bir valisi
iken, bu yüce zatın şehit olmasından sonra Valisinin, taraftarlarına yaptığı
ihanetlerle hakikaten MUAVİYE'ye yakışır ve (BABASININ OĞLU) olduğunu
isbatlarmş bir kimse olarak göçüp gitmiştir. Bütün bunlara rağmen halen günümüzde
bile bazı Müslümanlar, MUAVİYE uğruna, EHLİ BEYT soyundan gelen zatlarla
cedelleş-mekte ve onlara düşmanlık baslemektedirler.
ARAP DAHÎLERİN MUGİRE
Bin ŞUBE; "HALİFELİĞİN, BABADAN EVLADA GEÇMESİNDE İLK FİKRİ İLERİ SÜREREK
MUAVİ-YE'Yİ TEŞVİK VE KANDIRMAK SURETİYLE HAŞİM OĞULLARINI YÖNETİMDEN UZAKLAŞTIRMAYA
BİRİNCİ ETKİSİ OLAN, KARŞILIĞINDA KÜFE VALİLİĞİ VE IRAK GELİRLERİNE KONARAK,
BU DÖNEMDE İLK SAHTE MADENÎ PARAYI
BASAN ve RÜŞVET ALAN TİLKİ
HİLEKARLIĞINDA BİR ADAMDIR. KAMUS'UL-ALAM 6. Cilt 4358. sahifede bu zatın hal
tercümesi şöyledir:
(EBU ABDULLAH MUGİRE
bin ŞU'BE bin EBİ AMİR ES~SAKAFİ)ki, Arap Dahilerinden sayılır. YEMAME
vak'asmda ve Şam fetihlerinde bulunmuş ve Yermük savaşında bir gözü
yaralanmıştı. Ka-disiye savaşında, Nihavend ve HEMEDAN fethinde de bulunmuştur.
II. Halife
tarafından Basra ve sonra Küfe Valiliğine atanmış ve Halife Osman tarafından
azlolun-muş, Büyük halifenin şehit edilmesinden sonra, çıkan ayrılık ve anlaşmazlıklara
karışmaktan çekinmiş ve Hz. Hasan tarafından Halifelik Muaviye'ye terk olunduğu
zaman Muaviye, AMR bin El'AS'ın oğlu Abdullah'ı Küfe'ye tayın etmiştir.
MUAVÎYE, daha sonra işine gelmediği için Abdullahı azlederek MU-GİRE'yi KÜFE
valiliğine tayin etmiş ve Ömrünün sonuna kadar bu görevde kalıp 50. Hicri
tarihinde vefat etmiştir. İslamda ilk önce divan kuran bu adam olup bu işi
Basra'da yapmıştır.
İSLAM MEDENİYETİ
TARİHİ 4. Cilt, 136-137. sahifelerinde bu adam hakkında şu bilgi verilmiştir:
(Küfe Valisi Mugire bin Şu'be, memuriyetinden azlolunacağım hisseder etmez,
Muaviye ve oğlu Yezide yaranmak ve bu sayede mevkiini korumak üzere yaptığı
teşvikler etkisiyle (Muaviye,) tarafından oğlu YEZİD Veliahd atanınca, Yezid
kırmızı bir çadırda oturtturulmuş, halk, topluluklar halinde akarak Halife
Muaviye ve Veliahde tebriklerde bulunmuş ve sonra Muaviyeye dönerek: (EY
EMİR'ül-Mü'minin; oğlunu Veliahd etmeseydin, İslamlar perişan olacaktı:) gibi
riyakar sözleri söylemiştir.
Hicri 53. yılında
Küfe'de Veba hastalığından Ölen ZİYAD'ın oğlu Ubeydullah, 25 yaşında iken
Muaviye tarafından HORASAN Valiliğine atanır. İki yıl valilikten sonra Hicri
55. yılda BASRA Valiliğine getirildi.
Esasında bu işlem
Emevi saltanatının tamamlanması için stratejik mahiyette bir atama idi...
Onlar hedeflerine böylece sinsi sinsi ulaşmayı amaçlıyorlardı..
VALİLERİN YETKİ VE
SINIRLARI GENİŞLETİLİYOR.
Başta Şam Valisi
MUAVİYE olmak üzere, Küfe, Basra ve Mısır Valiliklerine getirilen beni Ümeyye
oğullarının, o zamanın siyaset arenasında daha rahat hareket etmelerini te'min
etmek için, kendilerine alabildiğine geniş yetkiler, selahiyetler verildi.
Böylece uzakta bulunan
Medine yönetimi ve iş başında bulunan ve çok yaşlı olan üçüncü halifenin,
müdahale imkanı ortadan kaldırılarak, ümeyye oğullarının saltanat kurma ve
halkı diledikleri şekilde idare etme fırsatı geçiyordu ellerine.
Daha önce Şam Valisi
olan EBU SÜFYAN'ın oğlu YEZİD ölünce, onun yerine kardeşi Muaviye getirildi.
Bu Ölen Yezid'le,
MUAVİYE'nin oğlu olan ve ondan sonra gelen Yezidi biribirine karıştırmamak lazım..
Neyse Muaviye Şam Valisi olarak iş başı yapınca, Ürdün, Filistin ve Suriye
topraklan, Şam Valiliğinin nüfuz sahasına girmiş oldu.
Gerçeği ifade etmek
gerekirse, üçüncü halife zamanı, geniş çaplı bir fütuhat çağıdır. Daha önce belirttiğim
gibi üçüncü halife yaşlı ve iyi niyet taşıyan bir zat idi.
Akraba sevgisi
elbetteki dinimizin şiarındandır. Ama üçüncü halife, kendisini beldeyen bir
kurtlar sofrasının varlığından ne yazık ki habersizdi.
Fethedilen yerlerden,
büyük gelirler elde ediliyordu. Büyük çapta bir servet birikimi, meydana gelmişti.
Araplar, o zamana
kadar görmedikleri, yaşamadıkları bir refah toplumu haline geldiler. Normal
mesken yerine, saraylar köşkler inşa edildi. Yemek sofraları görülmemiş bir
zenginliğe ulaştı. Şımaran bir kitle meydana geldi.
Peygamber dönemindeki,
sade ve herşeye kanaat eden her hareketi ile ALLAH korkusu ve Allah saygısı
olan, insani duyguları son derece gelişmiş, şefkatti, merhametli, fedakar,. paylaşmasını
bilen, bütün duygu ve düşünceleri ile insani vasflara sahip Müslüman tipi
gitti.
Yerine bugün batı
dünyası'nm isabetli teşhisi ve adlandırması ile, Kapitalist tip dediğimiz,
sadece kendini ve mal varlığını düşünen, bunun dışında hiç bir ölçü tanımayan,
bir Müslüman tip geldi..
İşte, bugünde yaşayan
bu tip Müslümamn genetik yapı bozukluğunun ilk Örnekleri ve temeli, o zaman
atılmış oluyordu. Ne tuhaftır ki, dün kuvvetlinin yanında yer alan ve
peygamberin torunlarını gözleriyle gördükleri halde sevmeyen bu tipler, ne
yazık ki günümüzde çokça bulunup gerçekten yine ehli beyt soyundan gelenleri
sevmemektedirler. Daha çok zengin ve şöhretli kişileri benimsemektedirler.
İşte bu durumu
farkeden, iyi niyetli Müslümanlar, daha doğrusu o günün gerçek alevileri olan
ehli beyt muhibleri gidişattan pek memnun değillerdi. Son derece afif ve nezih
olan bu Müslümanlarla, (aJe-vilerle) her şeyi servet ve saman uğruna feda eden,
uyanık geçinen Müslümanlar arasında bir çatışma ortamı meydana geldi.
İşte kendi halinde
olan dindarla, dini siyasete alet eden ve bugün adına (siyasi İslam) demlen iki
ayrı sosyal görüşün ayrışması bu dönemde su yüzüne çıktı.
Saf İslamı, her şeyi
ile rızaya dayanan Müslümanla, servet ve mal avcılığı uğruna siyaset yapan
Müslümanların farkı böylece daha iyi açığa çıkmış oldu.
Belli başlı
şahıslarda, servet toplamak, iyi mal mülk sahibi olmak, hem bir Özellik haline
geldi hem-de bir iftihar vesilesi oldu. Böylece ilim ve hikmet ikinci plana
atıldı. Çünkü saltanata, hakim kuvvet olmaya götüren tek yol, para ve
servetten geçiyordu.
Demek oluyorki ve daha
iyi aniıyoruzki, bugünkü Müslümanlar da görülen karaktersizlik, zayıflık, daha
doğru bir deyimle kuvvete meyil ile, mala, mülke, makama karşı gösterilen zaaf
esasında bir yenilgi-ninde işaretidir. Bu yenilgi hakkı ört bas edilmesidir.
Yani dokunan kumaş
aynıdır. Dünkü Müslüman-la bugünkü Müslüman arasında hiç bir fark yoktur.
Hakimiyet ve
saltanatın servet ve para ile mümkün olabileceğini ilk farkedenlerin başında
MUAVİYE bin EBU SÜFYAN gelir.
Şam valisi olan bu
adam, Peygamber efendimize güya vahiy katipliği yapmıştır. Bu iddia tamamen
yalan ve asılsız bir iddiadır. Çünkü Muaviye Mekke fethinde Müslüman olmuştur.
Bu adam Resulü ekrem efendimizden zerre kadar etkilenmemiş olacakki, aşırı mal
ve mülkü kifafi hale, makam ve şöhreti rızaya, saltanatı hilafete, desiseyi
samimiyete, siyaseti sadeliğe, kurnazlığı ve akıllı geçinmeyi hikmete, dünya
için mücadeleyi, şan ve şöhreti, rıza ve şefkate tercih etmiştir.
Bugünde aynı fotoğraf
bütün kareleriyle ortadadır. Dini bir kurnazlık aracı görüp, dalga geçer gibi,
din ve ibadet ortamından yararlanarak, birde buna siyaset ekleyerek, holding
kuranların sayısı bir hayli fazladır..
Elimizdeki tarihi
bilgilere göre, en çok serveti toplayan Muaviye idi. İsraf ve saltanat
bonkörlüğünü, Müslümamn kanına enjekte edenlerin başında gelir. Oğlu Yezid,
ondan bin beterdi.
Oysa haksız yere
toplanan servetlerde, fakirlerin, düşük kimselerin, zuafai Müsliminin haklan
vardır.
Bu konuda, Cenabı
hakkın, Tevbe süresinde, 35-36 ayetlerinde "Allah yolunda, hayır işlerinde
harcanmayan, zekatı verilmeyerek toplanan servet sahibleri-ne yakıcı bir azap
vardır" uyarısı vardır.
Muaviye'nin inşa
ettirdiği lüks sarayları, teııkid ederek yüzüne vuran, büyük fakihlerden EBU
ZERR- GİFARİ hz.leri, Emevi valisi Muaviyenin emriyle, Şamdan Medineye,
Medineden de Rebze köyüne sürgün edilmiştir.
Bu köy bilindiği gibi,
Resulü Ekrem efendimizin, beni Ümeyye oğullarından, Hakem bin ebul As'ın sürgün
edildiği bir yerdi.
Demek oluyorki;
Emevilerde, sevmediklerini veya intikam almak istedikleri, şahısları buraya
sürgün ediyorlardı. Adeta Peygamberin inadına...
Bütün bu olayların
kareleri bir araya geldiği zaman çok net bir fotoğraf ortaya çıkıyor. Çok açık
olan bir niyet beliriyor. Oda Emevilerin devleti ele geçirip hakimiyetlerini
te'sis etmeleri ve saltanata geçişi elde etmiş olmaları.
Daha Önce
belirttiğimiz gibi 3. halife seksen küsur yaşım geçtiği için elinden bütün
yetkileri alınmış, bütün yetkiler ve misyon, halife'nin kaübi ve amcazadesi
olan Mervan'm eline geçmişti.
Bunu yakinen gören ve
hisseden gerçek sahabeler, (o günün ilk alevi öncüleri yani Hz. Ali mensupları)
bu durum karşısında üzülüyor, hatta kimisi yönetimle alakasını kesiyordu.
Emeviler, o derece
azıttılarki, o derece şımardı-larki, sokakta normal insanlara yapmadık eziyet
kalmadı. Onların taraflısı olan ve gününü gün eden uyanık ve kurnazlar
takımı, olmadık şahıslara, Peygamberimizin afif ve nezih olan arkadaşlarına,
bile yapmadıklarını bırakmadılar.
Sahabeden, Fakih,
bilgin ve son derece yüce bir zat olan AMMAR BİN YASİR Hz.lerini Peygamber
mescidinde, bir gün bayılıncaya kadar dayak attılar.
Babası Yasir ve Annesi
Sümeyye ilk Müslüman olanlardandır.
İslam uğruna şehid
edilen ilk kadın Müslüman bu zatın annesi Sümeyye hatun hz.leridir. işte Emevi çetesinin
dayak attığı zat böyle bir zattı.
Dayak atmalarının tek
sebebi ve amili ise bu zatın Ehli Beyte olan muhabbeti, Hz. Ali efendimize
gösterdiği sevgi ve alakadandır.
İşte bütün bunlar,
Halifenin yaşlı ve güçsüz olması, vali ve idari kademelerin paylaşılması,
servet biriktirilerek yaşantının saltanat ve debdebeye dönüşmesi, bazı
arazilerin oyun ve tertiblerle halkın elinden alınarak, miri arazi diye arada
bölüşülmesi, zulmün, dayağın, sürgünün olması..
Peygamber efendimizin
çok değerli arkadaşlarının, kenarda kıyıda bırakılarak etkisiz hale getirilmesi
ve halkın genel hoşnutsuzluğu sonucu, münafık ve bozguncuları harekete geçirmiş
ve fitne kapısının açılmasına vesile olmuştur.
Yahudi orijinlidir.
Yahudi asıllıdır diye kimseyi suçlamak gibi bir emelimizin olmadığım peşinen belirtelim.
Çünkü masum olduktan sonra ne olursa olsun bizim için bütün insanlar aynıdır
ve kötülüğü vesika niteliğinde olmadıkça o insan iyi bir insandır..
Ancak fitne çıkaran,
kötülük yapan kişilerinde hoş karşılanması elbette beklenemez..
Müslüman olarak
Basrada ortaya çıkmış ve "Hz. İsa nasıl tekrar dünya'ya çıkacaksa, Hz.
Muham-med'te öyle çıkacaktır" fikrini öne sürerek ve uydurma bir iddia
ile, Hz Ali'yi diline dolayarak "Ali, Mu-hammedin vasisidir, Osman
hilafeti gasbetmiştir" diyerek ortalığı biribirine katmıştır.
Ve bu akide ile
(SEBEIYE) mezhebini kurmuştur. Bu adam'ın kötü niyeti anlaşılınca, Basradaıı
kovularak küfe'ye gönderildi. Ancak buradada bir takım karışıklıklar çıkarınca
şama gönderildi.
Samda da rahat
durmayan bu numune, Mısır'a sürüldü. Mısırda'da icrai faaliyette bulunan bu
herif, halkı zorla Hz. Ali'ye biat ettirmeye çalıştı.
Hz. Ali bu adamın kötü
niyetlerini sezdiği için bu biatian kabul etmemiş ve bu adamı bir çok defa
uyarmıştı.
Ancak bazı kabileler,
beni Ümeyye oğullarının kötü idaresinden yıldıkları için, Halife'ye kin bağladılar.
Bu kabileler; Beni Hüzeyl, Beni Zümre, Beni Gı-far, Beni kinde gibi kabileler
olup, bunlar yavaş yavaş halkın arasında halifeye ve beni ümeyye oğullarına
karşı mırıldanmaya başladılar.
Tehlikeyi yaşlı
halifeye bildiren idare, Valileri Medineye çağırarak onlarla görüşmeler yapmayı
kararlaştırdı.
Medineye gelen Valiler
şunlardı
1- ŞAM
VALİSİ ümeyyeden MUAVİYE BİN EBU SÜFYAN
2- MISIR
VALİSİ ümeyyeden ABDULLAH BİN SA'D
3- KÜFE
VALİSİ beni ümeyyeden SA'D BİN EL ASİ
4- BASRA
VALİSİ dayıoğlu ABDULLAH BİN AMİR
Amr bin el-As; Arap
dahisi, siyasetin akıl hocası..
Bu gelen Valilerin tek
bir gayesi vardı. Halk ve halife üzerinde biraz daha etkin olmak ve oluşacak
muhalefeti ne pahasına olursa olsun yıldırmak.
Ancak halkın çoğunluğu
durumdan memnun olmadığı için bütün halkı yıldırmaları mümkün değildi.
Bu valilerin hükümran
olduğu alan çok geniş bir mesahayı kapladığı için, olayları kontrol altında tutma
güçlüğü yaşanıyordu.
Şam Valisi Muaviye;
Toroslardan-Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün ve akabe körfezine kadar olan
topraklan kontrol ediyordu.
Mısır Valisi; Mısır
dahil cezayir sınırına ve Sudana kadar hükmediyordu. Küfe Valisi; Irak
toprakları,
Doğu anadolu,
Azerbeycan ve kafkaslan yönetiyordu Küfe Valisi, taraftarlarıyla beraber gece
yaptığı eğlence ve sohbetlerde sık sık şunu TEKRAR EDİYORDU; " Irak'ın
verimli topraklan Kurayş'in bahçesidir." Böyle sohbetlerin birinde Hz.
Ali'nin taraftarlarından olan Malik bin Ester hiddetlenerek "Biz burayı
Allah için fethettik, siz Beni ümeyye oğullarına bahçe olsun diye
fethetmedik" deyince, Vali Sa'd tıpkı bugün de örneklerini bol bol
gördüğümüz gizli emniyet sahipleri olan Müslüman tipler gibi hiddetlenmiş ve
elinden gelen kötülükleri tertib ederek bu zatları, üçüncü halifenin emriyle,
Şam'a sürgün ettirmiştir.
Beni Ümeyye oğulları
bu ve buna benzer zatları mimlemişlerdi bir kere. Tıpkı bugünkü siyasi islamcılar
gibi bir davranışla, istediklerini mimliyorlar ve onlara adeta hayat hakkı
tanımıyorlardı.
Örneğin, iktidar ve
siyasal etkinliği kullanarak işsiz bırakıyorlardı.
Yani yapıcılıkta
değil, ihanette organizasyonları mükemmeldir. Bu adamlar, dünkü örnekleriyle
beraber, nasıl oluyorda, insanların karşısına çıkıp, biz Müslüman ve Mü'min
kimseleriz diyebiliyorlar? Pes doğrusu! Yüzsüzlüğün böylesi görülmemiştir.
Bütün bu olup
bitenler, İslam toplumunu sosyal bir bunalıma sürüklemişti. Bu genel bunalım,
başta adalet duygusunun zedelenmesi, kitleleri harekete geçiriyordu. El
altından hazırlıklar yapılıyordu. Herkeste bir değişiklik beklentisi vardı.
Elbette bu organizeyi
yapanlar arasında, halis mü'minler olduğu kadar münafıklarda vardı.
Bunlar, vicdanlarda
yanan haksızlık ateşini her gün biraz daha alevlendiriyorlardı. Halifeden, onun
iyi niyetinden ümitler kesilmişti. İpler Mervan'ın ve diğer beni Ümeyye
oğullarından olan valilerin elinde idi..
Şikayetçi olanların
sayısı ordu kuracak kadar büyümüştü ve nitekimde öyle oldu.
İyi niyetli kişilerin
ve bu arada işe direkt olarak girmiş bulunan kötü niyetlilerinde gayreti ile üç
büyük kafile veya ufak ordu kuruldu. Bunlar Mısırda, Küfede ve Basrada
toplanarak, Medineye doğru yol aldılar. Bunlar Medineye doğru yol alırken haccı
bahane etmişlerdi.
Mısır'dan gelenler Hz.
Ali'yi halife yapmak isterlerken, Küfeliler Zübeyr'i, Basralılar ise Talha'yı
halife yapmak istiyorlardı. Küfe Basralı kafilelerin başkanları medineye üç
konak mesafede yerleştiler.
Bu arada Medine'den
gelen haberlere göre olay duyulmuş ve yönetim gerekli tedbirler alarak, bunların
medineye alınmaması için hazırlıklar yapılmıştı. Bunun üzerine, kafile
temsilcileri Medineye adam gönderip, Hz. Ali, Talha ve Zübeyr ve aynı zamanda
Peygamberimizin eşiyle görüştüler.
Hepsi, bu olayın
örtbas edilmesini ve hilafet istemediklerini beyan ettikleri gibi, bu
kafilelerin Me-dineye sokulmayacaklarını bildirdiler.
Hatta Hz. Ali
kendisini halife yapmak isteyen taraftarlarını kovdu.
Görüldüğü gibi, bu üç
mübarek zat, halka uygulanan adaletsiz tutuma rağmen, fitne çıkmasın, düzen
bozulmasın diye hilafeti reddetiler. Hatta bu ihtilal girişimini önlemek üzere
Hz. Ali tarafından belli bir kuvvet toplanmış bekliyordu.
Şu mübarek asalete
bakın, Beni Haşimden olan Hz. Ali, bütün haksızlıklara rağmen, beni Ümeyyeden
olan üçüncü Halifeyi bizzat topladığı askerleriyle koruyordu.
Ancak Beni Ümeyye
oğulları bu asil jesti hiç bir zaman anlayamadı. İhtilalci gruplar Medine
yönetimine dağılmış havasını verdiler.
Böyle oluncada
Medinede alınan tedbirler tamamen kaldırıldı. Bunu duyan ihtilalciler hiç
vakit kaybetmeden Medine'ye girdiler ve Halife'nin sarayını kuşattılar.
Kendilerine karşı
gelmeyen kimselere dokunmayacaklarını vad ettiler. Üçüncü Halife'nin çekilmesi
için kuşatmayı uzun müddet sürdürdüler. Halife göz altında tutuluyordu.
Mescide gidip namaz kılmasını dahi yasakladılar. Halk ise tedirgin bir şekilde
bekliyordu.
Halife ise Mervan'ın
telkinleri ile bütün bu olup bitenleri Hz Ali'den biliyordu. Hz. Ali bu
töhmetten dolayı çok üzülmüş ve üzüntüsünden dolayı evine çekilmeyi tercih
etmişti. Kuşatma uzadıkça bunalım artıyordu. Büyük bir kargaşa yaşanacağından
korkuluyordu.. Sonuçta Peygamber efendimizin eşi, Hz. Ali ve Talha devreye
girerek bu işin kansız bitmesi için, Halife'nin çekilmesini istediler. Ancak
bu teklif kabul edilmedi.
İhtilalcilerin en çok
üzerinde durdukları nokta Valilerin değişmesi idi... Araya giren hatırı sayılır
kişiler, şimdilik Mısır Valisi olan ve halka yaptığı eziyetleriyle tanınmış
olan ABDULLAH bin SA'D bin Ebi Serh'in Azledilerek, yerine ilk halifenin oğlu
Mu-hammed Mısıra Vali olarak tayin edildi.
Böylece ortalık
yatışmış, ihtilalciler kuşatmayı gev-şetmişlerdi. Yeni Vali Mısıra gitmek üzere
hazırlığını yaptı ve bir kafile eşliğinde Mısıra doğru yola çıktı.
Daha bu kafile yolda iken,
Halife'nin devesine binmiş bir kölenin süratle aynı yöne gittiği görülünce, bu
köleyi durdurup üzerini aradılar. Kölenin üzerinde bir Mektup çıkmıştı.
Mektup bir hayli
ilginçti ve Halife'nin mührünü taşıyordu. Mektupta özetle şunlar yazılıydı;
"Mu-hammed bin Ebi Bekr ve beraberindekiler, sana geldikleri zaman, bir
bahane bularak onları idam et. Ellerinde bulunan tayin emrini etkisiz hale
getir! Yeni bir emre kadar görevine devam et. Ve senden şikayet edenleri,
tutukla!".
Bu mektubu okuyan yeni
Vali ve beraberindekiler hiç vakit kaybetmeden, Medineye geri döndüler. Büyük
bir oyunla karşı karşıya idiler.
İhtilalciler, yaşlı
halifeyi sorguya çektiler. Gerçekten halife'nin bundan haberi yoktu. Olayı
tezgahlayan Mervandı. Bu anlaşılınca, Halife'nin ikametgahı yeniden kuşatıldı.
Artık yönetimi devirmek kaçınılmaz olmuştu. Halife akrabası olan Mervanı
vermemekte direniyordu.
Hatta Halife'nin
hanımı olan Naile hanım, halifeye "Mervana kimsenin itimadı kalmadı onu
teslim et ve Hz. Ali'ye sığın" dediyse de sözünü dinletemedi..
Hz. Ali, Mervan'ında
etkisiyle halife'nin töhmeti altında bulunmasına rağmen, Hz. Hasanla, Hz. Hüseyni
Halifeyi korumakla görevlendirmişti..
Halife ile yönetimi
değiştirmek isteyen taraf arasında gergin münakaşalar oluyordu. Sonuçta
günlerden bir gün, halife'nin ikametgahında çatışmalar çıktı. Hz Hasan ve
Kanber bu çatışmada yaralandılar. Nihayet Halife Kur'an okuduğu bir anda,
ihtilalciler tarafından Öldürüldü. Bu olay gerçekleştiğinde etraf toz dumandı.
Durum karma karışıktı. Hilafet merkezi ile yönetim birimleri arasında
kopukluklar meydana geldi.
Olayı duyan Beni
Umeyye mensublan hem şaşkın hem suçlu hem de yeni tezgahlar ve planlar kurmak
için çaba sarfediyorlardı. izi ve etkisi asırlarca sürecek bir tarih sürecinin
sancılı anları yaşanıyordu. Bu süreç islam dinine mensup bütün Ulusların dinsel
inançları bakımından, Müslümanları ikiye ayıracaktı. ALEVİLER
YANİ HALİS VE
ÖZ MÜ'MİNLER ve ONLARA KARŞI OLANLAR... Ancak bunu söylerken, biz ve
ötekiler gibi bir ayırımı asla düşünmüyor ve kastetmiyoruz.. Bu ayırımı
yapanlar gerçekte başkalarıdır. Din facirleridir. Siyaset bezirganlarıdır. Dini
kendi tasarrufuna alıp, parayı, mal, servet ve makamları putlaştırarak, bunlar
nâmına ve din adını kullanarakdilenen ve bu yollarla büyük holdingler, tekeller
kuranlardır. Bunlar hiçbir zaman iflah olmazlar. Dinde halis olanlar ise gerçek
saadeti elde edeceklerdir.
Soy ve Karekter
bakımından son derece yüce; Davranışlarında tam ve mükemmel. Evrensel anlamda
olgun ve her bakımdan adaletli. Kişiliği ile en ideal misyonları yüklenmiş bir
ruha sahip, beyin ve akıl bakımından ilim ve hikmetle meknuz, şefkatli,
merhametli, emin, güvenilir, hem akılcı hem duygulu. Hem kuvvetli ve zayıfın
yanında. Vakar sahibi bütün bunlara denk bir tevazu...
Resulü ekrem
efendimizin, bütün ahlakını daha çok küçük yaşta almış, içine sindirmiş. Tek
kelimeyle Muhammedi bir mizaca bürünmüş.
Allah'ın Elçisinin
yanından bir an olsun ayrılmayan Hz. Ali, Resulü Ekrem efendimizin yap
dediğini anında yapmış, üstün kişiliğine rağmen, onun huzurunda kendi başına
hiçbir şeye teşebbüs etmemiştir. Benim kanaatime göre, üstün ahlak ve feragat
örneği olan Hz. Ali ile diğerleri arasındaki fark, diğerlerinin Resulü Ekrem
efendimize akıl hocalığı yapmasına karşılık, Hz Ali sadece Kur'anda da emredildiği
gibi sadece ve sadece itaat etmiştir.
Bedir, Uhud, Hendek
gibi savaşların hemen hemen hepsinde bulunmuş, bütün bu savaşlarda olağanüstü
fedakarlıklarda bulunarak, aşağı yukarı savaşların hepsinde yara almıştır.
Aynı zamanda Allah
elçisinin sancağını sürekli taşımış hiç elinden düşürmemiştir.
Üçüncü halife'nin
vefatından sonra, hicri 35 yılında genel bir ittifakla Peygambere halife
insanlara (İMAM) seçilmiştir. Zübeyr ve Talha, Hz Ali'nin üçüncü halifeyi,
fedakârane bir şekilde onu koruduğunu görmüşler, Hz. Ali efendimiz imanı
Halife olduktan sonra biat etmişler, bilâhare mekkeye gittikten sonra, nasıl
olduysa üçüncü halife'nin kanını talep etmeye kalkışmışlardır..
Elbette bu zatlar,
fitnecilerin etkisiyle, Hz. Ali'ye karşı muhalefete geçmişler ve Basra
taraflarına gitmişlerdir. Hz. Ali bunu duyunca çok üzülmüş ve arkalarından ta
Iraka kadar gitmiş, Basra dışında kendilerine kavuşmuş, kendilerine nasihat ve
ricada bulunmuş ise-de sözünü dinletememiş ve bu sebeple bir savaş meydana
gelmiş ve bu iki zat savaşta kaybedilmiştir.
Ayrıca bu savaşa
katılan Resulü ekrem efendimizin eşi de, Hz Ali tarafından büyük bir saygı ile
zararsız hale getirilerek, medine'ye gönderilmişlerdir.
Hicri 36. yılında
vukubulan ve adına CEMEL VAKASI denilen bu olaydan sonra, Samda vali olan
Mua-viye bin. Ebi Süfyan, üçüncü halife'nin kanını istemey devam etmiş ve Hz.
Ali'yi sürekli rahatsız etmiştir.
KÜFE ŞEHRİNİ İDARE
merkezi olarak kullanmaya başlayan Hz. Ali, mü'min kanı akmasın diye elinden
gelen her türlü çabayı göstermesine rağmen, Şam Valisi, her fırsatta ve sürekli
biçimde onu rahatsız etmiş, aleyhinde bulunmuş ve sürekli ikilik yaratmıştır.
Hz. Ali ise, bu ikiliğe son vermek amacıyla onu uyaran mektuplar göndermiş
ancak bu vali, Resulü ekremin hem amcasının oğlu, hem damadı, hemde en yakın
arkadaşı olan Hz. Ali'ye biat etmeyerek, sonu Peygambere ve Allah'a
itaatsizliğe kadar giden isyan yolunu tercih etmiştir.
Bu durum yeni oluşturulan
bir zemindi. Bu zemin, daha sonra asırlarca sürecek olan ve İslamı asli
hüvyetinden koparan bir zemindi. Tahripkâr ve alt üst eden bir zemin..
Demek kader böyleymiş,
Allah böyle murad etmiş demekten başka çaremiz yok. Yoksa, Muaviye'nin oğlu Yezidin
yerine, Hasan ve Hüseyin efendilerimiz gelselerdi daha mı iyi olurdu? Elbette
görünüşte daha iyi olurdu diyenleriniz olacaktır. Ancak mazlum olmaları bence
daha iyi olmuştur.
Onun için gerçek
mü'minler asırlardır, bu sülaleden olanları büyük bir aşkla sevmişlerdir.
Yezid'in zulmü
olmasaydı, gelecek zamanların kurtarıcıları olur muydu? Bunlar hep iç içe
geçmiş kader düzeneklerinin birer şifresidir.
Zulüm olmasaydı
adalette olmazdı... Bütün bu olup bitenler elbette Allanın iradesiyle olduğu
gibi, Resulü Ekrem Efendimizin ve onun en büyük sırdaşı olan Hz. Ali
efendimizin bilgisi dışında değildir.
Sonuçta Hz. Ali'yi
takmayan ve takmamakla görevli olan Muaviye, Ebu El AVar'ın komutasında, bir
ordu hazırlayarak fırat vadisine göndermiş ve Hz. Ali askerleriyle (Alevilerle)
büyük bir çatışma gerçekleşmiştir.
Bu savaş yüz gün
sürmüş ve doksana yakın çarpışma meydana gelmiştir. Bu savaşın sonunda iki tarafın
kayıp sayısı 70 000 (Yetmiş bin) kişi.. Bugünün rakamlarına göre bile çok büyük
bir rakam.
Bu adla tarihe geçen
bu vak'a gerçekten büyük bir olaydır.
Binlerce Müslümanm
telef olmasına sebeb olmuştur.
Daha doğrusu bir
isyan, hakka karşı boş yere bir başkaldırıştir. İhtiras ve kin ile yoğrulmuş
Ümeyye oğullarından (Peygamberlik gibi herkese nasib olmayan bir kainat
risaletinin Beni Hişam soyuna Allahın bir şerefbahş olarak verilmesi bile) bu
kin ve nefreti silememiştir.
Beni Haşim soyu, Beni
Ümeyye sülalesine oranla insan sayısı bakımından az olmasına rağmen bu mübarek
soyun ahlak ve fazileti, bütün halk kitleleri-de büyük bir sevgiye dönüşmüş ve
hiç bir servet ve saltanatın elde edemeyeceği bir nüfuz elde etmiş ol-masıda,
Ümeyye oğullarını daima rahatsız etmiştir.
Kerhen ve ölüm korkusu
ile Müslümanlığı kabul etmiş olan bu aile fertleri, çok siyasi ve sinsi bir
tarzda önemli yerleri ele geçirmeyi İslamdan sonrada devam ettirmişler ve
bilhassa üçüncü halife zamanında servet üzerine servet yapıp kuvvetli.olmayı bu
şekilde anlayarak, Hak, edep, terbiye, gerçek iman, tevekkül ve sabra tercih
etmişlerdir. "Ve tavasev bilhakki, ve tavasev bissabri" ayetinin
ruhuna aykırı bir tutum izlemişlerdir.
Aynen bugünkü Müslüman
anlayışı gibi. Hakkı ve hakikati kuvvette aramak, daima kuvvetlinin yanında
olmak, kuvvete esir düşmek, kuvvetliyi haklı görmek, kuvvetin yanında gerçeği
unutmak,yani haşa Allah'a değil kuvvete tapmak. Onunla yatıp onunla kalkmak.
Kuvveti meşru görmek ve kendince meş-ruivetini kuvvetten almak.
Bu kuvvet konusu belli
başlı sosyolojik bir olaydır. Dünde bugünde insanların ve müslümanların içine
düştükleri en büyük hata ve yanılgı noktası bu olmuştur. Basiretleri bağlayan,
hakikatlerin örtbas edilmesine vesile olan ve insanları en büyük yanılgıya götüren
bu kuvvetle hükmetme konusudur.
Bakın bu öyle bir
cazibe ve öylesine bir tuzaktır ki, her karakter kolay kolay kendini bu kuvvet
manivelasından kurtaramıyor.
Allah'ın murad ettiği
şey adalettir. Dengedir, Muvazenedir. Hatta kelamcılar, insanı kamil muvazenesini
üç esas kuvvetle ifade etmişlerdir. Kuvvei akli-yye, Kuvvei gadabiyye, Kuvvei
şeheviyye.
İşte bütün bu
kuvvetlerin kumandası adalet esası üzerinde inşa edilmesi gerekmektedir.
Dikkat edilirse
insanda meknuz (saklı) bulunan bu
kuvvetler hiç bir zaman kurnazlıkla veya para, şan şöhret ve makamla elde
edilen şeyler olmayıp tamamen insan fıtratına dayanan ve ondan neş'et eden istidat
ve kabiliyetlerdir.
Yoksa dün Ernevilerin
ve bugün bazı zayıf Müslümanların zannettiği gibi; "Önce kuvvetli olayım
da sonra adaleti icra edeyim," gibi bir düşünce külliyen yanlış ve pratikte
tatbiki mümkün olmayan bir düşüncedir.
Çünkü; Kuvvetin tadını
aldıkça daha beter kuvvetlenmeye, biraz daha kuvvetleneyim derken kuvvete
karşı esir olmaya, haksızda olsa kuvvetliyi haklı görmeye ve insan mizacını
riya ve münafıklığa alıştırmaya ve sonuçta kuvvete karşı Öylesine bir
teslimiyet oluşuyor ve o kişiyi bütün hakikatlere karşı kör ve sağır yapmaya
doğru götüren bir mecra oluyor ki, insanı "EDDÜNYA CİFETUN TALİBUHA
KİLA-BÜN" noktasına götürüyor.
"Dünyada ki
haksız servetler bir cifedir isteklileri köpek mizaçlılardır" manasında.
Şimdi bazı uyanık ve
son derece kurnaz bir kişiliğe sahib olan ve dindarlık iddiasında olan
kişiler, hemen şu soruyu sorabilirler; Kuvvetlenmek İslama ayarı mıdır?
Kuvvetlenmek ve
düşmana karşı mücehhez ol-nak fena mı? diye muhtemel bir soruyu gündeme
getirebilirler. Oysa bizim kasdımız bu değil. Bizim anlatmak istediğimiz meşru
olmayan yollardan para kazanmanın çirkinliğidir.
Millet olarak
kuvvetlenmek, ceman kuvvetlenmeğe hiç itirazım yok. Ben ferd ve aile bazında,
insanları ezmek, istibdad kurmak ve kuvvetle insana tahakküm etmek amacıyla,
elde edilen kuvvetin, yani kötü niyetlerle elde edilen kuvvetin, paranın,
servetin, şöhretin doğru olmadığını söylüyorum. Ve bu tip niyetlerin
insanlığı hızla bir felâkete doğru sürüklendiğini belirtiyorum.
Elbette tevekkül ve
rıza ile oluşan, para ve servet, bunun dışındadır. Sözün kısası Ümeyye oğullan
Rızıktan öte. mal ve mülkü servet ve samanı tahakküm etmek için kazanma yolunu
seçmişlerdir.
İşte bu sebeple para
ve servete alışan bir kitleyi azgınlıktan alıkoymak zordur ve fitne doğurur. Bu
sebeple Küfeyi idare merkezi olarak edinen Hz. Ali efendimiz, bütün çabalarına
rağmen uyanmış bulunan fitneyi söndüremiyordu.
Hatta Muaviye safında
yer alan bazı kişiler bile düştükleri hatayı çok kısa bir zamanda anlamışlardı.
Bunların başında arap
siyasi dahilerinden olan AMR BİN AS., bazı hakikatlerin farkına vardı, Amr bin
As'm bu hakikatleri öğrenmesinin nedeni, meydana gelen AMMAR BİN YASER
Hz.lerinin şehadetiyle ortaya çıktı. 90 küsur yaşında bulunan bu zatsın şehid
edilmesinden hemen sonra, AMR bin el As çarpışmaktan hemen vazgeçince, Muaviye
bunun sebebini sordu.
Bunun üzerine çok
üzgün olan AMR binu AS şu hakikat dolu olan cevabı verdi "Biz bu zatı
şehid ettik.
Halbuki HZ.
Peygamberden İşittim ki; AM-MAR BİN YASERİ ASİ BİR ZÜMRE ÖLDÜRECEKTİR.
Dolayısıyla bu olayın
vukuu ile, asi zümrenin biz olduğuna İşaret etmektedir." Bu haber ve söz
Muaviye ordusunda büyük bir moral çöküntüsüne sebeb olmuştur. [7]
Hz Ali Ccmel vak'asından
sonra Şam harekanna başlamak üzere Küfeye döndüğü zaman, Üçüncü Halifenin
Valileri olarak Hemedan Valisi CÜREYR bin ABDULLAH EL-BECELİ ve Azerbeycan
Valisi EL AŞ-AS bin KAYS gibi kimselere birer mektup göndererek, halktan kendi
adına biat almalarının sağlanmasından sonra, onlardan yanına gelmelerini
emretti.
Gelen bu iki Validen,
Hemedan Valisi Cüreyr Bin Abdullah El-Beceliye yazdığı emir şu idi: Cureyr bin
Abdullah El-Beceliye, Mektubum sana vardığı zaman, Möaviye'niri yanına git,
Halifelik hakkında kesin karar vermesi için tazyikte bulun ve razı etmeye
çalış. Kabul etmezse ya vatandan çıkarılmasına vesile olacak bir harbi veya
mecburi bir barış yolunu seçmesi konusunda tercihi ona bırak. Şayet harbi
seçecek olursa, itaatsizlik ve serkeşlikte devam ettiğini ihtar ederek bırak.
Barış isterse ondan biat al. Vesselam.
Hz. Ali ayrıca bu vali
vasıtası ile Muaviye'ye gönderdiği mektubun aslıda şudur;
Ebu Bekir, Ömer ve
Osman'a biat eden cemaat, hangi neden ve sebeble ve ne şekilde biat etmişlerse,
bana da aynı sebeb ve şekilde biat etmişlerdir.
Biatta hazır olanlar,
başka kimseyi seçemez, hazır bulunmayanlar ise biattan istiııkaf edemez. Şûra
kararı Muhacirin ve Ensara aittir.
Bu Meclis bir şahıs
hakkında karar verir ve İMAM olarak tayin etmişse Allah'ın rızasına uyulmuştur.
(İmam seçilen zat şayet bu seçime itiraz, muhalefet, direnme suretiyle veya
yeni bir mezhep ve yola şuranın isteği dışına çıkarsa, geldiği yere geri
çevrilir.
Buna rağmen kabul
etmezse, Müslümanların yürüdüğü yoldan başka bir yola sapmış olması ve Allah
yolunda kendisine yükletilen görevi yapmaması sebebiyle onunla savaşılır.) Ey
muaviye!
Mukaddesatımla yemin
ederimki, şayet nefsinin lavaşına ve keyfinin isteklerine uymadan, öldürülme
vak'asında, aklının yolu ile tetkik dersen, bu işte, insanların en masumu
olduğuma ve suçsuzluğumu göreceksin. Onunla tam bir uzlet "bir köşeye
çekilmek" halinde bulunduğumu bilirsin.
Buna rağmen cinayeti
yapmayanın üstüne atma iddiasında bulunuyorsan, arzu ettiğin gibi ister açığa
vur. İstersen gizle "Vesselam. [8]
Cüreyc Beceli, Samda
kaldığı müddet zarfında, Muaviyeyi, ikna etmek için çok uğraştı. Ancak Muaviye
de Cüreyci hem oyalıyor, hemde onu etkilemek istiyordu. Cüreyc ise, bir an
önce cevabın verilmesini istiyor ve Muaviye'ninde Hz. Aliye biat etmesini
istiyordu. Sonunda Muaviye yeni bir taktikle, Cuma günü halkı toplayarak,
üçüncü halifenin kanlı gömleğini, cami minberinde halka göstermek suretiyle,
halkı galeyana getirmeye çalışıyordu. Sonuçta Muaviye muhalefeti aklına
koymuştu. Hz. Ali ve çocuklarını bir düşman olarak görmeyi bir görev görüyordu.
Hz. Ali efendimiz, Küfede Eba Mes'ud El-Ensariyi vekil bırakarak, harekete
geçti.
Açıkça
anlaşılıyorduki, Muaviye ve akrabaları, Hz. Ali efendimizin, İmametini,
Önderliğini istemiyorlardı.
Üçüncü halifenin
katledilmesi tamamen bir bahaneden ibaretti. Muaviye tarafından, daha doğrusu
Beni Ümeyye oğulları tarafından istenmeyen, Haşi-milerden, Peygamber
efendimizin damadı ve biricik
Böyle bir ba^ane
karşısında ne yapılabilirdi? Koca bir erVıaneti' kendisine emanet edilen
insanları, Beni Ümeyye saltanatının zulmüne mi terkedecekti? Yoksa nc pahasına
olursa olsun bu zalim zümre ile mücadele mi edecekti? Elbette o yüceliğine
yakışır tarzda olan yolu seçti..
KenJisinin ve
çocuklarının, mazlum durumuna düşeceği! bilerek, Adalet adına, insanlık adına,
Allah için öncu birliği hazırlayarak, bu
birliğin Wına Zivad bin En Nuzar El Harisi'yi getirdi.
AyrlCa dört bin
kişilik-başka bir kuvvet oluşturarak başİ3fina kumadan olarak Şurayh bin
Hani'yi getirerek harekete geçti.
Hz yUi bizzat,
toplanma yeri olarak kararlaştırılan Nuhayle'den Mcdaine geldi. Kendisine
iltihak eden kuşetlerle (alevi öncülerle) birlikte Rakka'ya geldiler, oradan da
Fırat nehrini geçtiler.
Hz Şii'nin 70.000
kişilik alevi mü'min ordusuna mukabil, Muaviye'nin 60. 000 kişilik paralı bir
kuvveti vardı Neys esasmda bu teferruat ve yer isirnleride pek önemli değW-
Önemli olan işin özü..
Hz. Afc geçekten
Muaviye ile savaşmak mı istiyordu? Y°ksa' tek gayesi ve niyeti, gelecekte,
bütün
Mü'minler için tehlike
oluşturması muhtemel, yanlış ve çok sakat bir İslam anlayışının önüne, set
çekme çabasımıydı? Bana birinci şık görünürde bir isyanı bastırmak hareketi
gibi gömnsede, asıl gaye şahı velayet efendimizin tefhimi esrara vakıf olması
hasebiyle, Yani sırlara, gizemlere kaynak olması nedeniyle, Muaviye adına
taşıdığı endişeden kaynaklanıyordu.
Nitekim, velayeti
kübra ve kerameti uzma sahibi olan Hz. Şah efendimiz, Resulü ekrem efendimizin
kendisine bıraktığı imamet ve vekaletinde bilinciyle, meydanı eski aktörlere
bırakamazdı.
Bu eski aktörler ne
yapıp ne edip, bu mümtaz dini tanınmaz hale getirmek için, ellerinden gelen bütün
marifetleri göstereceklerdi.
Esasında, gerçek
manada olaylara bakılacak olursa, şahı velayet efendimizin zihninde oluşan,
Müslüman kavramıyla, Resulü Ekrem efendimizin Allah adına ibraz ettiği
Müslüman tipinin ayniyetine mukabil, (o günkü Muaviyecilerle, bugünün Müslüman
geçinen menfaatperestleri) arasında büyük bir farklılık göze çarpar.
Hz. Ali efendimiz, hiç
şüphesiz zatıyla ve her yönüyle, Allah'ın ve Resulü Ekrem efendimizin muradına
uygun bir şahsiyet olmasıyla birlikte, etrafından ayrı bir misyona sahipti..
Bu bakımdan ve elbette
ya birilerini kendine ben zetecek veya birilerine benzeyecekti.. O mübarek münafıklara
benzeyemezdi.
Bu geçmişte olduğu
gibi, günümüzde ve gelecektede yaşanması mukadder bir yazgıdır. O başka
birilerine benzeyemezdi. O dini siyasete alet eden, din adına hegemonyalar
kurup, saltanatlar inşa eden ve halkına ve dünya'ya zulmeden zalimlerden
olamazdı.
O iddiasız,
gösterişsiz, riyasız, olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan ve son derece
sade olan bir Allah kulu idi...
Ve o bu sebeble,
Siyaset ve Din... Bu iki şeyi bi-ribirine karıştırmadığı için, aşırı olmadığı
ve Peygamberden aldığı temiz dini duygulan koruduğu için... Korumak istediği
için, İbni Mülcem adında bir hain tarafından Şehid edildi...
Bugünde aynı şey aynı
zihniyet devam etmekte., insanlar istismar edilerek dini duygular vasıtası ile
saltanat ve makamlar elde edilmek gayesi ile insanlar güdülerek bilhassa
mü'minler kontrol altında tutulmaktadırlar.
Bunun tek ve çıkar
yolu, din ile gerçek demokrasinin iyi bir süreç içinde uzlaşması ve dinin
siyasal süreçten tamamen uzak bırakılmasıdır.
Dinin siyasal süreci
başladımi, onun devamı ve tehlikeler hemen kendini gösterir... İşin kötü tarafı
dinin devreye girmesi diğer dinlerin de tahrik olmasını beraberinde getirir.
Ve bununla beraber ona hemen bitişik olan etnik ayırım ve düşmanlıklarda bu
süreçle birlikte boy gösterir...
Bugün Orta-Doğu ve
genelde İslam Dünyası dediğimiz coğrafyada, etnik kimlik giderek ön plana çıkarılarak,
coğrafyalarda değişkliğe doğru adımlar atılmak istenmektedir. Bu coğrafyanın
yeni ve sun'i ayırımlara tahammülü olmadığı gibi, Müslümanları bölmenin bu
bölgelerde yaşayan hiç bir kavme faydası olamaz. Böyle bir coğrafyada bütün
ülkelerde, birliğe aykırı bir yapılanma veya yapana hakimiyeti söz konusu
olsa, yıllarca sürecek bir savaş başlar ve bu savaşın galibi veya mağlubu da
olmaz.
İşte ta bidayette Hz.
Ali efendimizin üstlendiği misyon bu olmuştur. İslam'ın siyasallaşmasını önlemek
ve İnsanları dağıtmadan, üzmeden, kırmadan aynı Dünya semasının altında
toplamak...
Bu ise iddiasız ve
gösterişsiz bir kulluk amacıdır ve göstermenin hiç bir yararı yoktur.
ANCAK BU KÖTÜ
ÖRNEKLERİ BENİ ÜMEYYE SALTANATINDA GÖREBİLİRSİNİZ.
Hz. Hasan'ın İmamet
bahsine, onun dedesi olan Hz. Peygamberimizin bir hadisi ile başlamak istiyorum.
Hadisi nakleden yine kendisi yani Hz. Hasan, Resulü Ekrem efendimiz bana okumam
için şu duayı öğretti" Allahım! Daima hidayet ettiğin kişiler gibi,
benide hidayete erdir.
Afiyet verdiklerinle
beraber benide afiyet eyle! Gözettiklerinin arasında benide gözet! Verdiğin her
nimet için bana bereket ver! Takdir ettiğin serlerden beni koru! Elbette takdir
ettiğin şeyler gerçekleşir ve ona karşı gelinmez. Gözettiğin kişi zelil olmaz.
Ya Rabbi senin adı ve şanın yücedir!"
Peygamber efendimizin
ise bizzat Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için söylediği övünçleri de vardır.
"Bu benim oğlum
Hasandır. Şeref sahibi bir efendidir. Umulurki, geç olmayan bir zamanda, oğlum
sebebiyle, Allah iki fırkanın arasını ıslah eder. "Başka bir övünçte ise,
Peygamber şöyle buyuruyor; "Allah'ım! Hasanla Hüseyni sev! Bende onları
seviyorum."
"Hasan ve Hüseyn
Cennet ehli gençlerinin efendileridir."
"Hasan ve Hüseyn
benim için Dünya'daki iki revhanımdırlar."
"Hasan ve Hüseyni
seven beni sevmiş olur. Onlardan nefret eden benden nefret etmiş olur."
Zeyd bin Erkandan
nakledilen bir başka hadiste ise Peygamber efendimiz; Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve
Hüseyne hitaben "Sizin barıştığınızla barışır, savaştı klarınızlada
savaşırım."
Peygamberimizin göz
bebeği olan Hazreti Hasan, çok sevdiği dedesi, Resulü ekrem efendimizi
kaybettikten çok kısa bir zaman sonra, biricik annemiz olan annesi Fatıma
anayıda kaybetti...
Hz. Hasan, bir çok
rivayetlere göre, Resulü Ekrem efendimize çokça benzediği, belirtilir. Son
derece keremli, cömert ve kadirşinas bir zat olduğu konusunda ittifak vardır.
Malını ve elde ettiği
edimleri iki defa bütünüyle fakir fuaraya, son kuruşuna kadar dağıttığı bütün
tarih kitaplarında belirtilir.
Hz. Hasan efendimizin
aile ve çocuklarının bir hayli kalabalık olduğu biliniyor.
Çocukları şunlardır;
Muhammed el-asgar, Cafer, Hamza, Muhammed el Ekber, Zeyd, El-Müsenna, Fatıma,
Ummul-Hasan, Ummul-Hayr, Um al Ab-durrahrnan, Um Seleme, Um Abdullah, İsmail,
Ya-kub, Kasım, Ebi Beki', Talha.
Hz. Hasan ayrıca son
derece, yumuşak ahlaklı, hilm sahibi barışsever ve insancıl olduğunda herkes
hem fikirdir.
Hz. Hasan, Halifeler
döneminde pekte rahat olmayan bir hayat yaşadı... Rivayetlere göre her askeri
seferde görev aldı...
Bilhassa üçüncü Halife
Osman Bin Affanın bizzat korumasını yaptı... Ona ilişılmemesi konusunda, Hz.
Ali'den aldığı direktif doğrultusunda, III. Halifeye fedakar bir şekilde siper
oldu... Günler ve gecelerce gelen ihtilalcilere karşı, onun muhafızlığını bile
yaptı...
Çünkü Hz. Ali ve
çocukları, gelen kişilerin kendilerini bahane ederek, bir taşkınlık yapmasından
ve büyük bir fitnenin doğmasından çekiniyorlardı...
Babası Hz. Ali
zamanında da çok Önemli misyonlar üstlendi... Ailenin dostu Ammar bin Yasirle
birlikte, bizzat babası tarfından küfeye gitmek için görevlendirildi. Ammar bin
Yasirle birlikte, bazı rivayetlere göre 7000 veya daha fazla alevi topladı..
Babasının emrine verdi.
Bazı valilerin ve
Müslümanların dönekliğine bakarak, üzüldüğü ve Babası şah-ı velayet Hz. Ali
efendimizden şu mealde bir teselli aldığı rivayet edeilir. "Sevgili
oğlum! Yaptıklarımızdan dolayı üzülme, şayet ben bu davaya kalkışmamış
olsaydım, islamlar, başsız ve biçare kalacaklardı. Yaptığımız her işte birlik
için bir isabet vardır."
İmamet konusunda Hz.
Peygamberin şu vasiyetlerini hiç bir zaman unutmamak lazım ; "Hasan ve
Hüseyn İmamet görevlerini ister ifa etsinler, yahut bazı engellerden dolayı
ister ifa etmesinler, ikiside mü'minlere imamdır."
Hazreti Ali'nin
kendisinden sonra oğlu Hasan'ın İmameti konusunda bazı telmihleri ve
vasiyetleri olduğu bir gerçektir."
Hz. Hasana ilk biat
eden yani bağlananlar Küfeli Aleviler olup, bunlar Muaviye ile savaşmak
şartıyla Hz Hasan'a biat etmişlerdir.
Hz. Hasan İmamete
seçilir seçilmez, onu öldüren Abdurrahman bin rnülcem haini affedilmek koşuluyla,
Muaviyeyi öldürmeyi teklif etmiştir Hz. Hasan'a.. Ancak yeni İmam, bu hareketin
kendilerine yakışmadığım belirterek, Ibni mülcem adlı hainin cezalandırılmasını
istemiştir.
Hz. Ali'nin
şehadetinden sonra, Muaviye kurnaz-ık üzere kurduğu saltanat ve parasal
olanaklarla bazı ıjanlarını, Basra ve Küfeye gönderdiği ve bilahare, bunların
durumu açığa çıkınca yakalanıp cezalandıl-dığı ortada iken hala bu adamın iyi
niyetinden söz edilebilir mi? Bunu bırakın bu fırsatçı zihniyet, Hz. Ali'nin
şehadetinden hemen sonra harekete geçerek küfeye asker göndermesi, kötü
niyetinin ve saltanat hırsının en önemli göstergesidir.
Muaviye'nin bu
saldırma ihtimalini göz Önünde tutan Hz. Hasanda ordusunu oluşturan alevileri
toplayarak harekete geçti..
Ancak bu esnada Hz.
Hasan1 in Muaviye'ye oranla bir dezavantajı vardı.. Oda para ve servetti;.
Muaviye Şam Valiliği
boyunca ve üçüncü Halifenin zamanında bir hayli Para mal mülk sahibi olmuştu.
Bu durumu, Hz. Hasan zamanında onu oyalayarak ve Hz. Hasanın güya sözde bazı
komutanlarını satın alarak, gizli ve çok sinsi bir yola başvurdu.. Ve bunu
gerçekleştirdi..
Bu satın alınanlar
arasında, Ubeydullah bin Abbas gelir. Bu öyle bir oyundurki, kanmamak için tam
bir karakter sahibi olmak lazım...
O donem de olduğu gibi
bu zanıandada insanların çoğu maalesef maddeye karşı çok büyük bir zaaf
içindedirler...
Böylece,
Abbasoğulanndan, ilk Önemli karekter tezahür etmiş oluyor.. Halen de ve
geçmiştede Ab-basgillerden (çok azı müstesna) hiç kimse, Peygamber soyundan
olan ehli beyti samimiyetle ve içtenlikle sevmem işlerdir.
Hatta bazıları,
yalandan ehli beyt adım kirletmek için bizde ehli beytteniz derler... Yok öyle
şey.. Abbas oğullan ehli beytten değillerdir. Ne mensubiyetleri vardır.. Nede
iltihakları... Ve ne de ehli beyte karşı bir muhabbetleri ve bağlılıkları
olmamıştır. Hz. Hasan ve Hz. Hüseynin çocuk ve torunları Abbasgiiler saltanatı
döneminde en olmadık meşakkat görmüşler ve beldeden beldeye sürgün
edilmişlerdir., işte Ubey-dullah bin Abbasin para uğruna Muaviyeye iltihak etmiş
olması, Hz. Hasan tarftarlarında bir moral çöküntüye sebeb olmuştur. Zaten
ehli beyt sevgisi bu noktada kendini belli eder. Paramı samimiyet mi ? Bu en
belirgin bir özellik olup kişilerin ve toplumlarında bir aynasıdır.
Ne acıdırki, Hz. Aliyi
şehid eden zalim ve cahil zihniyet, güya Hz. Ali'nin kafirliği sebebiyle bunu
iddia edecek kadar yobaz, softa ve bir o kadar karanlık /e nankör bir
zihniyettir. Aynı zihniyet maalesef Hz. basanında karşısına çıkıyor..
Muaviye'nin
kışkırttığı cahillerden biri olan Beni ised kabilesinden olduğu bilinen: Cerrah
bin Sinan dlı bir mel'un utanmadan Hz. Hasan'ın bindiği atın ularından tutar ve
haysız herif tekbir getirerek; "Ey lasan sende Baban gibi kafir mi
oldun?" Diyecek kadar gaflet bataklığına girmişlerdir...
Maalesef bugünde aynı cahillik
devam etmekte ve irtica ile beraber, örtülü bir karanlık olarak yaşamını
sürdürebilmektedir.
Böyle olmasaydı,
bugünkü aynı zihniyet, alevi aydınlığına sapıklık diyebilirmiydi? Haşa bunlar
herhalde Allah'ın yetkil, vekilleri değillerdir.
Yeri gelmişken sormak
isterim. Acaba kendilerine sunni diyen ve kendi kafalarınca bir mezheb peşinde
gidenlere sormak lazım.
Kur'an da veya
herhangi bir hadisi şerifte, bir mezhebe bağlanmak zorunludur, diye bir emir
var-mı? Varsa bu mezheblerin adlan ve vasıfları Kur'anda veya hadislerde
zikrediliyor mu?
Benim anladığım
kadarıyla bu mezhebi oluşturan, Fakihler ve Alimler; "Ey nas gelin biz
bir mezheb kurduk, bu mezhebe girmeyenler sapıklardır, dememişlerdir. Veya bu
işe kaynaklık yapanlar biz sün-ni ve hak mezhebiz dememişlerdir.
Zannederim, onlar
tıpkı felsefe ekollerinde olduğu gibi, bir ekol kurmuşlar ve bunu bir prensib
haline sokmuşlardır. Sonradan gelenler bunları mezheb-leştirmişler ve hayali
olarakta adlarına hak mezhebler diyede, hayali bir yafta yapıştırmışlardır.
Hatta ve hatta bu mezhebi kuranlar olarak vasıflandırılanlar o dönemin zalim
saltanatların zulmüne bile uğratılmışlardır.
Mezheb zaten gidilen,
belirlenen yol manasında-dır. Ve bunlar bir ekolden başka bir şey değildir.
Yoksa hakmış yegane doğru yolmuş diye bir şey yok. Sadece ibadetlerin bir
prensib ve belirgin bir şemasını çizdikleri için adına mezheb denilmiştir.
Yoksa hiçbir mezhep İmamı "EY AHALİ GELİN BEN HANEFİ VEYA ŞAFİİ ADIN DA
BİR MEZHEP KURDUM" dememiştir.
Alevilik ise bir
mezhep olmayıp, ehli beyt sevgisi ile me'luf ve yolunu yordamını direkt olarak,
şah-ı Merdan Hz. Ali den alan yolun adı dır.
Gerçek Aleviliğin yolu
sevgi, merhamet, şefkat ve insanı kamil olma çabasıdır. Bu bakımdan alevilikte
din iddiası yoktur.. Sade ve gösterişsiz bir şekilde Allah'a kulluktan başka
bir gaye yoktur...
İşte Hacı Bektaşi Veli
Hz.leri Mevlana gibi, Yunus ve Pir Sultan Abdal gibi erenlerin yolu yordamı,
edeb ve terbiyesi sadece budur..
Allah'a karşı, kullara
karşı, canlı ve cansız herşeye her yaratılmışa karşı, sorumlu olduğunun farkına
varmak ve bunu bihakkın yerine getirmek..
Bazıları Dîni veya
İslamı yaşamayı ibadet olarak algılıyor. Öyle zannediyor. Mesela diyorlarki
falan kişi veya cemaat İslamı yaşıyor, ne yapıyor diye soruyorsunuz veya
nasıl yaşıyor diye soruyorsunuz. Verdikleri cevab enteresan.. İşte diyorlarki;
"Namaz külyor, oruç tutuyor, zenginse hacca gidiyor..." Elbette
bunlar güzel ve farz ibadetler olup ama gerçek kulluk için sadece bunlarla
iktifa ederek, hayatta kaba ve ham kalmak doğru değildir.
Oysa o kişi veya
kişilerin dibini biraz eşelediğiniz zaman, o kişilerin hakka riayet etmediğim,
adil düşünmediğini, insan hak ve özgürlüğüne değer vermediğini, dürüst
olmadığını, yalan attığını, menfaat için her türlü ölçüyü altüst edebilecek bir
tipte olduğunu öğreniyorsunuz. Ve kendinize soruyorsunuz.
Bu gerçekten Allah'ın
rızasına uygun yaşamak mı? İşte o yaşıyor diyen insanlar, esasında belirli bir
alışkanlık halinde bir dinsel ayinin alışkanlığını, evet sadece alışkanlığım
yerine getiriyorlar.
Meselâ bu kitle neyin
uğruna ve hangi inatla ehli sevmiyorlar.
Onlara sorduğunuz zaman ehli sevdiklerini söyleyecekler. Ama bu konuda
he-nen mantık üretecekler. Ne diyecekler? İşte diyeceki; Biz İslamı seven
herkesi severiz. Peygambere ıensubiyet demek, Peygamberin emrini yerine
getir-ıek demektir, diyecekler. Yani açık açık şunu ima iecekîerdir, namaz
kılmayan, oruç tutmayan, ibadet rneyen Peygamber torunu bile olsa bizi
ırgalamaz.. Bakın.' bakın.' nereye gitti şimdi bunlar? İşte bu-ı söyleyen bu
kişiler, Hz. Ali'yi şehid eden ibni ülçem Mel'unu gibi, Hz. Ali'nin Kafir
olduğunu iddia edenler gibidirler. Veya Cerrah Bin Sinan zalimi gibi, Hz.
Hasan'ın, bineğinin yularını tutarak; "Ya Hasan sende Baban gibi Kafir mi
oldun?" diye soranlar gibi oluyor ve mantık yapılan ta oraya kadar gidiyor.
Böyle ibadetleriyle mağrur olanlardan Allah'a sığınırız.
Hz. Ali'nin hunharca
öldürülmesinin ardından, paftadan olan aleviler, en büyük oğlu Hz. Hasana biat
ederek, onu imamete getirdiler. Ve sevenleri ona biat ettiler.
İlk biat edenler
arasında Hz Ali'nin kumandanlardan Kays bin Sa'd oldu. Elbette Hz. Ali'yi
tanımayan Şam zihniyeti, oğlu Hz. Hasanı hiçmi hiç tanımazdı.
Nitekim Hz.Ali'nin
şehadet haberi Şam'da duyulunca, emevi hanedanlığında sevinç naraları atılmış,
uaviye'ye hilafet biati yapılmıştır. Buda bize göste-fiyorki, kurulmak istenen
saltanatla birlikte, Peygamber ve ailesine tam bir düşmanlık sergilenmiştir. birlice
Muaviye ye emirul-mü'rmnin denmeye başlanmıştır.
Peygamber damadım,
peygamber torununu ödiirtene, emimi mü'mının diyecek kişi veya kişiler itasil
insanlardı, ne biçim Müslümaniardi acaba? Çok mcrak ediyorum. Belkide bugünün
müslümanları gi-Ijjım Aynısı ve tıpkısı...
Menfaatini seven,
menfaati için herşeyi yapan, eden ve sonra hiçbir şey olmamışçasına, son derece
rahat bir şekilde hareket de bulunan.. Mesela hem yalan atıp milleti
dolandırıp, hiçbir nedamet duymadan ve hiç bir kimseye yardım etmeyip hacca
giden bugünkü Müslümanlar gibi..
Sadece bu kadarını?
Elbette sadece bu kadar değil. Gerekirse menfaati için adam öldüren veya öldürten.
Cinayet işleyen veya azmettiren bir tip. İşte dünkülerde öyleydi zahir...
Oysa, Kur'an ve Hadislerdeki islam tipi hiçte böyle değil.
Demek oluyorki, daha
ilk asırlardan başlayan bir süreçle, Müslüman dediğimiz topluluk, kendi öz kitabının
ve peygamberinin çizdiği, standart iyi insan tipinin dışına çıkmışlardı. Bu
yaklaşıma şu mantıkla cevab verilemez.
Diğer dinlere mensup
insanlar çokmu iyiki sen Müslümanları tenkid ediyorsun? Elbette böyle bir şey
olamaz. Yani elbette böyle sakat bir mukayese olamaz.. Yani diğer insanlar
iyi, Müslümanlar kötü gibi bir yaklaşım içinde olamayız.
Ancak ben ve öteki
ayırımını yapmadan söylemek gerekirse, herkesten çok ve önce Müslümanların iyi
olması gerekir. Ancak İslam dini gerçekten en son ve en mükemmel din olması
hasebiyle, kendisine mensub kişilerinde bu bütünlüğüne uygun olmasını istemek
son derece normal bir beşeriyet beklentisi olarak her kesin hakkı değil
midir?..
Bunu niçin söylüyorum?
Şunun için söylüyorum: Bazıları samyorlarki, Müslüman taifeleri, grupları veya
genel anlamda bugünkü Müslüman profilini ten-kid edenler, Müslümanların,
hatasız, hata yapmayan kullar olarak, görmek istediğimizi zanediyorlar. Hayır,
bu şekilde algılamamak lazım.
Müslümanların hata
yapamayacaklarını söylemek, büyük bir yanlışlık olur. Hayır, problem bu değil.
Önemli olan Müslümanların hain olmaması..
Hatalarını kabul
etmeleri ve haince tavırlar sergi-lememesidir. Sonuçta beynini ve niyetlerini
iyi bir disiplin altına alabilmesi,. Yoksa hata ve günah işleyebilir. Ancak
yalan atamaz ve hain olamaz. Geçmişte böyle olmuş mudur? Evet geçmişte, islam
toplumları hep biribirlerine karşı haince ve zalimce tavırlar sergilemişlerdir.
Onları sütten çıkmış
kaşık gibi hatasız görmenin ağır faturalarını toplumsal dengesizlik olarak hala
ağır bir şekilde Ödemekteyiz. Sırf diğer ehli kitab dinlerine karşı, hatasız
görünelim diye, Müslümanları kusursuz görmenin yaran değil zararı çok ve çok görülmüştür.
İşte Örnekler ortada..
Muaviye ve Yezid gibi iki hain, Öz be öz Peygamber torunlarını öldürecekler, her
türlü desise ve siyasal oyunlar oynayacaklar, İsla-mı özünden ayırıp, siyasal
bir model haline dönüştürecekler.
Menfaat ve mal
birikimi için her türlü herzeyi yiyip hattta ve hatta fıkıh kitaplarına kadar
"HİLE-İ ŞER'İYYE" diye hileyi şeriat gibi, gösterip bu yapılanları
da din diye, gösterecekler ve bütün bunlara rağmen, biz bunları kusursuz
göreceğiz öylemi?
Ehli Beyt torunlarına,
namaz kılmıyor diye, İslamı yaşamıyor diye kin bağlayan, bu çok mantıklı kitle,
acaba neden Muaviye ve Yezid gibiler; tenkit etmiyorlar, haksızlık, zülüm
yaptıklarını ve na hak yere mal mülk, saltanat edindikleri ve Peygamber
torunlarına karşı cinayet işlemelerini nasıl ve hangi gerekçeyle hoş görüyorlar?
Doğrusu bu noktayı anlayabilmiş değilim.
Birde Muaviye için şu
meşhur Peygamberin vahiy katibliği konusunu, icad edib duruyorlar... Bir kere
muaviye denilen adam, babası Ebu Süfyanla birlikte mekke fethinde Müslüman
olmuş ve Kalbi İslama ısınsın diye kendisine ganimet verilmiş bir adamdır.
Vahiy Katibliği diyede
bir müessese yok Peygamber zamanında... Belki ve büyük bir ihtimalle,
Peygamber efendimiz bu adamlar fazla ihanet etmesin diye bir kaç şey yazdırmış
olabilir...
Ayrıca Peygamber
efendimiz, zaten Mekke fethinden iki yıl sonrada, alemi bekaya göçüyorlar..
Esas itibariyle Hz.
Hasan efendimiz soyuna yakışır tarzda çok barış sever ve insancıl bir
insandı..
Hatta kan dökülmesin
diye Muaviye'ye karşı bir barış ortamı bile düşünüyordu.
Hatta bazı rivayetlere
göre, Muaviye barış amacıyla, Hz. Hasaıı'a boş bir (varaka) kağıt gönderdiği
ve İmam'ın istediği şartları buna yazabileceği ve barışın sağlanabileceği bir
vakıadır.
Hz. Hasan bu varakaya
bakın neler yazmış
1- Muaviye
kendisinden sonra veliaht tayin veya tesbit etmeyecek.
2- Bundan
böyle her türlü iş ve eylemin şura ile belirlenmesi..
3- Bundan
böyle bütün İnsanların mallan, canları ve soylarının, çoluk çocuklarının
güvenlik içinde olmalarını...
4- Hz. Hasan
ve arkadaşlarına bu barıştan sonra, herhangi bir suikast tertiblenemiyeceğinin
garanti akına alma şartı koşulmuştur.
Acaba Muaviye bu
şartların hangisini uygulamıştır? Şübhesiz hiç birini... Aksine, Muaviye bu
şartlan tersinden işletiyor... Ne kadar ihanet varsa hepsini işliyor.
Bir anlatıma göre
Süryan Bin Leyi adında bir zat, Hz. Hasan'ın Muaviye ile barışma meylini
görünce, Hz. Hasanla karşılaştığı bir yerde,
"Anam babam sana,
feda olsun... Senin uğrunda ölmeye hazır 100. 000 (yüz bin kişi ) varken, Allah
insanların işini sana tevdi etmişken, ciğer yiyen bu lanetli oğlu lanetliye el
uzatıp, kendini ve bizi zelil düşürme."
Buna mukabil Hz. Hasan
son derece nezih ve İnsancıl bir insan olduğu için; "Ya Süryan kendi çıkarım
için bu kadar insan kanının akmasını hoş göremem." diye cevab vermiştir.
Ancak Muaviye ve Yezid
gibilerin bu insani davranışlardan zerre kadar etkilendikleri söylenemez..
Maalesef üzülerek
söyleyelim ki, Muaviye'nin zorla hilafeti gasbetmesi ve saltanatla
birleştirmesi sonucunda, camilerde ve cuma günü ile, sabah namazlarında
okunan ve adına kunut duası denilen, bu dua esnasında, Hz Ali efendimize
sebbediliyor (haşa) lanetleniyordu.
İşte barış yapmak
isteyen, iyi kalpli Hz. Hasan efendimiz, Peygamberimizin reyhanlarından olan o
kutlu zat, barış yapmak isterken, bu adetin, bu kerih ve dinde yeri olmayan
adetin kaldırılmasını istemesine rağmen, Muaviye bunu kabul etmemiş ve maalesef
bu adet ve sövgüler, Ömer bîri Abdülaziz dönemine kadar devam etmiştir. Bu
bakımdan gerçek mü'minler bu gösterişli camileri bırakarak, ehli beyt
mescitlerini, alevi dergahlarını tercih etmişlerdir.
İşte camiye, mescide,
siyasetin sokulmasının ne kadar vahim sonuçlar doğuraeağmada en büyük emsaldir
bu... İşte bu sebeble aydınlar ve vatanseverler, mescit ve camilerin siyasetten
uzak kalması gerektiğine inanıyorlar. Ve bu konuda yerden göğe kadar
haklıdırlar...
Hz. Hasan'ın o dönemde
giderek zayıflayan iradelerin ve paraya teslim olan insan sayısının arttığını
farkederek, bilhassa komutanının bile, Muaviye tarafından parayla satın
alındığını görünce, insanları daha fazla bir savaş ortamında,
bırakılamayacağını anlamış, sonuçta insanlarında bir noktaya kadar bağlı
kalabileceklerini anladığı için, barışa zorlanmıştır.
Barış yaparkende,
mübareğin işi zordu.. Çünkü karşısında olanların ne derece sinsi ve hain
olduğunu bildiği için, hiç değilse hem savaşla Mü'min kanı dökülmesin, hemde
Atasını Babasını kendisini ve kardeşlerini seven, ehli beyt muhiblerinin
(sevenlerinin) takibe ve zulme uğnnamasını te'min etmeye çalışıyordu..
O dönemin bir çok
tarihçisininde belirttiği gibi, Irak, Hicaz ve Medine halkının, ehli Beyte olan
muhabbetlerinden dolayı bu masum kitlelere zulmedil-memesi. Emevi
saltanatından istemiş olmasına rağmen bu yerine getirilmemiştir.
Bilhassa, Emevi
valilerinden Ziyad, Ehli beyt sevenlerinin amansız bir takibçisi ve düşmanı
idi..
Bu zalim Vali, bir çok
kereler, Muaviye'nin de direktifleri doğrultusunda, ehli Beyt sevenlerinin
evlerine gece baskınları yaptığı evlerini yerle bir edib çoluk çocuklarını,
telef ettiği belirtilir...
Hz. Hasan efendimiz,
bazı rivayetlere göre, 53 veya yahutta 55 yaşında olarak vefat ettiği konusunda
değişik görüşler vardır.
Yaşından çok vefat
nedeni önemiidir. Büyük çoğunlukla, sahih derecesindeki Tarihçilerin
nakillerine göre, Hz. Hasan zehirlenerek, yani bir suikasd sonucu vefat
etmiştir.
Katade bin Bbu
Beki" ve daha başkaları, Mervan'm marifetiyle ESAS BİN KAYS'ın kızı olan
(Ca'de) adındaki karısı vasıtası ile zehirletilerek, vefat etmiştir.
Ayrıca, Muaviye'nin
de, bizzat onun bazı kadın hizmetçileri de kullanarak ve onlarla ilişkiye
girerek, Hz. Hasan'ı zehirlettiği de gelen rivayetler arasında.. Her ne olursa
olsun, bu işte Benu Umeyyenin parmağı vardır. Karısı Ca'de 1000 dirhem
karşılığında ve Muavi-yenin oğlu Yezid ile evlenme vadiyle kandırılarak Hz.
Hasan zehirletilmiştir.
Ve bu adamlar, yani
Emevi hanedanlığı, Parayla herşeyi satın almışlardır da, soylarının Dünya'daki
devamını satın alamamışlardır.
Peygamberin öz torunu
ve Peygamber efendimizin göz bebeği olan Hz. Hasan Medinede zehirletilmek
suretiyle, şehid edilirken, Samda bulunan Mua-viye ise, ona Hz. Hasan
efendimizin vefat haberini duyunca, sarayında , tekbir getirmiş ve Şam halkıda
beraberinde tekbir getirmiştir.
İşte buyrun size
Müslüman tipolojisi... Öz be öz Peygamberin torunu haince, hemde zehirletilmek
suretiyle vefat edince, bu Müslümanlarda tekbir getirecek..
O tekbir getirenlerin
dilleri kurusun! O tekbir getirenleri Allah şafaatinden mahrum etsin.. Ve
büyük olan Allah onları, Peygamber ve onun aziz soyunun düşmanları ile beraber
hasretsin..
Muaviye bununla da
kalmamış, etrafında bulunanlara şunu demiştir;" Vay zavallı Hasan!
Rume kuyususundan
hazırlanan bal şerbetiyle ecelini getirdi." Pes doğrusu ihanetinde bu
kadarı olurmuymuş? Vay zavallı Müslümanlar! bu hain adamın uğruna yıllarca,
ehli Beyt e ve onları sevenlere bilhassa alevi camiasına karşı kin ve adavet güttünüz.
Yazıklar olsun böyle zihniyete...
Gerçekte çok
şaşmıyorum. Çünkü aynı tipoloji bugünde vardır. Ve hala devam etmektedir.. Bu
iddiama çok kızanlar çıkabilir. Ancak gerçekler ortada... Gerçekleri daha
fazla saklamanın hiç bir yararı yok...
Bugün bana Müslüman
Dünyasmda ve hJ toplumlarında, sevgiden
merhametten, anlayıştan bahsedilemez.
Toplusal bir dayanışma veya kurumsallaşmış bir yardım, dayamşma veya kollekrif
bir şu-urdan bahsedilemez.
Hz. Hüseyn efendimiz
bilindiği gibi, Hz. Ali efendimizle Fatıma anamızdan olma, ikinci çocuğudur.
Hz. Hasanla Hz. Hüseyn
efendilerimizin adlarını bizzat koyan Hz. Muhammed Mustafadır.
Hatta bir rivayete
göre Hz. Ali birininin adını Hamza ve diğerinin adını Cafer olarak koymuş, ancak
Peygamber efendimiz bizzat onlara Hasan ve Hüseyn adını vermiştir.
Daha enteresan olan
başka bir hikmetlede, Peygamber efendimizin, Hz. Ali efendimize defalarca
söylediği meşhur benzetme ile "Harun'un, Musaya nisbeti ne ise, seninde
bana nisbetin odur." Bu manaya binaen ve bizzat Cebrail'in teklifi ile,
Hazreti Harun'un çocukları olan Şeber ve Şebir isimlerine benzer olarak, Hz.
Ali'nin çocuklarına HASAN ve HÜSEYN adlarını vermişlerdir..
Hz Hüseyn efendimizin
çok önemli bir lakabla-rından biriside ES-SIBT lakabı olup, Peygamber
efendimizin bu konuda da bir hadisleri vardır;
"Hüseyn
bendendir. Bende Hüseyndenim. Allah Hüseyn'i sevenleri sevsin. Hüseyn bir
millet olup sıbti bir millettir."
Bu noktada şunu
belirtmekte fayda vardır. Sıbtile-rin kurtulmuşlar sınıfından olan bir millet
olduğu değişik din kaynaklarında da zikredilmekte olup mana bakımından torun
anlamına geldiğide bilinmektedir.
Yani bu nokta açıkça
Hz. Hüseyne Mensubiyeti olan veya ona iltihak edenlerin kurtulmuşlar kitlesi
anlamında bir işaret olarak algılamak mümküdür..
Çünkü saf ve menfaate
dayalı olmayan bir sevginin nelere muktedir olabileceğini iyi bilmek zorundayız..
Allah'ı sevmek, Peygamberleri ve onların torunlarını sevmek elbette bütün
sevgilere bir kapı olması, bir antre niteliği taşıması nedeniyle boşuna giden
bir sevgi değildir.
Peygamber efendimizin
kerbela'da şehid edil Hz. Hüseynle ilgili peygamber efendimizin, ikaz haber
niteliğinde bir çok hadisleri vardır; Bunlard bir kaçı şunlardır: İlk önce
toplu olarak, söz konu hadisleri nakleden -Rivayet eden zatları sayalım, sc
rada hadis metinlerine bir göz atalım:
Ahmed bin Hambel,
Şurahil bin Müdrik, Er bin Haris, Muhammed bin Ubeyd, Ümmü Selen Abdullah bin
Neca, Ebul Kasım .Bağavi, ibrahim t errakki, Enes bin Malik.. Gibi ve buna
ilave olac bir çok isimlerde vardır.. Hadislerin metinleri ise;
"Cebrail,
Resululiah'a Hüseyn'in Öldürüleceğ haber vermiş, hatta resululiah'a
öldürüleceği yeri gemek istediği takdirde, ona bu yeri gösterebileceğ bile
söylemiştir."
"Yine Peygamber
efendimiz bir gün oğlum E seyn, Kerbela denilen yerde öldürülecektir. Sizd kim
buna şahid olursa ona yardım etsin"
Yine başka bir hadisde
Peygamberimizin, "Toı num Hüseyn Babil de öldürülecektir" dediği
vakid
Hz. Hüseynin başka
başka lakablarıda varc Mesela bazıları şunlardır;
Hz. Aliyyül-Murtaza
ile Fatımatüz1 Zehra'nın ikinci oğlu ve Hz, Peygamberin torunu olup 12'nci
İmamın üçüncüsü ve EHLİ-Beyt-i Nebevi'nin beşincisidir.
Hicretin altıncı
yılında ve Hz. Hasan'm doğumundan 22 ay sonra dünyaya, gelip babası Hz. Ali
tarafından (HARB) adı verilmiş iken Hz. Peygamber (HÜSEYİN) adını bizzat
kendisi koymuştur.
İmam Hasanla beraber
Peygamberin fevkalade sevgilileri olup mübarek dizlerinden ayırmazlardı.
Peygamber efendimiz bu iki torununu anlatılmaz bir sevgi ile daima
sevmişlerdir.Peygamberin vefatından sonra babalarının yanında bulunup Hz. Ali
tarafından okutulup terbiye edilmişlerdir.
Hz. Ali'nin şehit
olmasından sonra Hicri 41 tarihinde Medineye dönerek İmam oldu.
Sonradan Muaviye,
kendi oğlu (YEZİD)'i VE-LİAHD tanıttırarak, namına biat istemesi üzerine, Hz.
Hüseyin; Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman, Ömer'in oğlu Abdullah ve Abdullah bin
Zübeyir ile biat etmekten çekinmişlerdir, Muaviye'den sonra dahi Yezid'e biat
etmemişlerdi.
O sırada Hz. İmam
Hüseyin efendimiz, Mekke-de bulunduğu halde Küfelilerden birçok kimselerin
mektup ve hey'etler vasıtasıyla kendilerine biat ederek soydan gelme Hak ile,
ehliyet ve yeterlik bakımından hakkı olan imameti almaya davet etmekle, her ne
kadar küçük kardeşi Muhammed bin Haııefıye ile İbn-i Ömer ve Tbn-i Abbas ve
diğer bazı kişiler mani olmak istemişlerse de Müslümanlara hizmet etmek
ça-basiyle, bunların öğütlerini
dinlemiyerek EHL-I Beyt'inden ve
sair Yüce Sahabe ve Tabiin (Peygamberi göremeyen ikinci kuşak yakınları) dan
70 kişi ile IRAK'a doğru hareket etmişlerdi.
Bu esnada Yezid,
Şamdan haber almakla Irak Valisi bulunan Ubeyd'u-llah bin Ziyad'a, karşı koyma
emrini vermiş bu Vali de Sa'd bin Ebi Vakkas'ın oğlu Ömer'in komutası altında
bir askeri birlik hazırlatarak Hazret-i İMama karşı göndermişti.
Küfe halkı
korkularından verdikleri sözden cayarak Hz. Hüseyin'i maiyetindeki birkaç
adamla bırakmışlar ve o halde Ömer bin Sa'd, Zeyyad'ın oğlu Ubeydullahın
emrine baş eğmeği teklif etmiş ise de Hz. Hüseyin, kararında kesin olduğu için
ve sağlam, gayretli ve ölümden korkmaz bir zat olmakla ölümü seçerek (KERBELA)
çölünde beraberindeki az toplulukla birlikte Sa'd Vakkas'ın oğlu Ömer'in
askerine karşı durmayı kararlaştırmış ve düşman askeri Fırat nehri kenarım
tutup suyu kestiği halde, o sıcak yerde susuzluğa dayanarak, şehit oluncaya
kadar sebat etmişlerdir.
Hz. Hüseyin Efendimiz,
kendi akrabalarından olan oğul ve torunlarından müteşekkil bulunan zatlarla
onları sevenlere canlarım feda etmekten çekinmeyen o zamanki alevi canlara,
Sahabe çocuklarından maiyetinde bulunan kişilere defalarca teslim olmalarını,
teklif etmiş ise de, bunların hiç birisi kabul etmeyip Hz. Peygamberin
torunlarıyla beraber şehit olmayı yeğlemişlerdir.
Kerbela denilen
mekanda, Hz. Ali Ehl-i Beytinden (19) ve toplam olarak 75 zat, bu elemli
olayda şehit olmuşlardır.
Hanımlar ve küçük
çocukların çektikleri eziyetler ve sıkıntılar ve gördükleri hakaretlerin de
tarifi gönül parçalayıcıdır.
Hazret-i İmam'ın
kaatili (ŞİMR Zilcoşen) adlı kişi vardı. Şimr denilen bu herif, aynı zamanda
şamata çıkarmak içinde gönderilmişti. Bu esnada Ömer bin sa'da olduğu dahi
söylenmekte ise de IBN-UL' ESİR'in araştırmalarına göre; bu söylenti, askere kumanda
etmes indendir.
Bu bile, bu adamı
haklı çıkarmaz. ŞIMR'in halkı çarpışmaya heyecanlandırma ve kışkırtmasıyla
beraber (Yezid El'Asbahi) adında birinin oğlu olan Havli'yi, Hz.
İmamın başını kesmeğe
göndermişlerdi.
Doğrusu ihanetin bu
kadarına pes denir. Ve bunlar, bu katiller maalesef Müslüman idi.
Başka bir kaynak ise,
asıl kaatil Enes Nah'i oğlu Sinan adlı bir mel'un imiş. Üzülerek söyleyelimki
bu adamların hepsi niyetlerini gerçekleştirmişler .
Lanetli Havli de
İmamın kesik başını Ziyad oğlu Ubeydullah'a götürdüğünde, bu Habis de herkesin
huzurunda, elindeki değnekle Hz. Hüseyin'in Dudaklarına vurmağa cür'et etmiş
ve hazır bulunan Sahabeden Erkanı oğlu Zeyd, bu hareketi görünce ağlayarak:
(Bu senin vurduğun dudaklara Hazret-i Peygamberin mübarek dudakları temas eylediğini
defalarca gördüm.) demiştir.
Ancak katı kalpli ve
son derece zalim bir kişi olan Ubeydullah, bu zata kızarak, ancak ihtiyarlığına
vererek, onu bu sözünden dolayı, nerdeyse öldürecekken sonradan başka bir
nedenle, vaz geçmişti.
Öyle anlaşılıyorki, Peygamber
dönemine son derece yakın bir çağda bile bu tip zulümler, haksızlıklar
rahatlıkla işlenebiliyordu
Kıyamet gününe kadar
Müslüman kalplerini dağlayan bu feci olay, Hicri tarihin 61'inci yılı
Muhar-rem'inin 10'uncu günü vuku bulmuştur. Hz. İmam şehit olduğu esnada 55
yaşında idi.
Hz. Hüseyin ve diğer
şehitlerin kesik başları ve Hz.
Peygamberin torunu Zeynep bint Ali ile diğer EHL-İ BEYT hanımları ve küçük
yaşta bulunan Hz. Hüseyin'in oğlu İMAM ZEYNÜL'ABİDİN; Allanın rahmetinden
koğulmuş Ziyad oğlu Ubeydullah tarafından alay ile ve birçok yakışıksız
hareketler ve muamelelerle Irak'tan Şam'a gönderilip orada dahi (YEZİD-İ
PELİD: Murdar, Pis) tarafından eziyet ve tahkir edilmişlerdir.
İMAM Hüseyin'in
Kerbela'da Mezar-ı şerifleri İslam halkının ziyaret yeri olup, olağanüstü
bakımlı ve süslüdür. Gönül yakan kerbela oiayı muhtelif İslam literatüründe
pek çok Edib ve Şairler; şiirler ve yazılarla dile getirmişlerdir ve bu konuda
pek çok gönül yakıcı ağıtlar da şiir haline getirilmiştir.
İslam toplumlarının
eski ve yeni nesilleri arasında, Geçmişte ve bugünde halen, Muaviye'nin
yaptığı işler ve takip ettiği siyasal tavır ve saltanatım, İslam geleneğine
yerleştirmiş olması, daima bir münakaşa konusu olmuştur.
Günün birinde Muaviye
çevresindekilere kendini anlatırken: (Kendi nefsimle sizler hakkındaki kanaatlerimi
anlatayım mı? diye sormuş ve istek üzerine: "Sizin düşüşlerinizde ben
uçarım, uçtuğunuz zaman da ben düşerim, uçuşlarımız birbirine uyduğu takdirde
hepimiz düşeriz.
Bana fırsat düştüğü
zaman cesurum ve fırsat bu kınadığım takdirde korkağım." anlatımı ile
kendi vasıflarını ve izlediği siyasal modeli, bu şekilde anlatmış olduğu bir
gerçektir.
Bugün Siayasal İslamı
benimseyen bir çok kişi, kendisini en büyük Islahatçı olarak saymakta, İslam
.Hükümet şeklini dini idare tarzından Dünyevi Sultanlığa çevirdiğini, İslami
hüküm düzenine, İran ve Bizans'tan aktardığı birçok düzen ve kurallar getirdiğini
dahi bilmeden bütün bunları BÎR DİN KURA-' LI OLARAK görmektedir.
Bazı tarafsız
gölemciler ise; Devlet gücünü eline geçirmek ve Halifelik makamını kendinden
sonra çocuklanna geçirmek üzere haksızlığı rehber edinmiş bir kişi olan ve bu
zihniyetle iş gören bir şahıs olarak görmüşlerdir, ki; bu doğru bir tesbittir.
"(Muaviye'nin,
Oğlu ve Veliahdı YEZİD'e vasiyeti ve ölümü)
Rivayet edilirki: Ölüm
döşeğinde yatan Muaviye, çevresindekilerle yaptığı son konuşmasında: (Biçilme
aşamasına gelen bir ekin gibiyim.
Size hükmettiğim zaman
dilimi; Sizin benden ve benim sizden bıkkınlık getirecek kadar uzamıştır.
Sizden ayrılmayı
dilemekte olduğum gibi, siz de, benden ayrılmayı temenni ettiğinizi görür
gibiyim, ancak benden sonra başınıza gelecek kimseden daha hayırlıyım. Demiş ve
hazır bulunan ve çok güvendiği
Kays oğlu numan ve
Ukbatül-Meri oğlu Müslim adlı şahıslara, o esnada Şam'da bulunmayan oğlu
Ye-zid'e verilmek üzere hazırlamış olduğu vasiyetnameyi vermiş ve bu vasiyetin
yerine getirilmesini kendilerinden istemiştir
Vasiyetname şöyle idi.
(Ey oğulcağızım;
eziyet ve sıkıntılara düşmemen için gereken her işi yaptım, işlerini
kolaylaştırdım, düşmanları hor hale soktum, bütün Arapların boyunlarım sana
eğdirdim, hiçbir kimsenin toplayamayaca-ğı serveti senin için topladım.
Hicaz halkını iyi
gözet; onlar, senin soyundur, bunlardan kapma gelen olursa ikram et ve sana gelmeyenden
bağlılık andlaşmasını sağla.
Irak halkına iyi
dikkat et: Senden, her gün bir valinin azlini isteseler, derhal azlet, zira;
bir valinin azli, yüzüne karşı sıyrılacak yüz bin kılıçtan çok daha kolaydır.
Şam halkına iyi bak,
bunlar senin hakiki dostların olacaklardır.. Halifelik için seninle mücadele
edecek şu dört Kurayşliden başka kimseden korkmam:
Ali'nin oğlu Hüseyin,
Ömer'in oğlu Abdullah, Zübeyir'in oğlu Abdullah ve Ebu Bekir'in oğlu Ab-dur
rahman'dır.
Ömer'in oğlu, kendini
ibadete vermiştir. Kendisinden başka kimse kalmazsa sana biat eder.
Ali oğJu Hüseyin ise;
düşünmeden hareket eden, ağırlığını bilmeyen hafif adamdır. Irak halkı kendisini
isyana sevk edinceye kadar rahat bırakmazlar.
Irak'tan Medine'ye
gelen mektuplar aynı tele dokunmakta, kendisine biat etmeleri için ya
Halifeliğini bu şehirde ilan veya kendisine biat ettikten sonra çevresinde
toplanmak üzere Irak'a gelmesini istemekte idiler.
Hz. Hüseyin,
fikirlerine güvendiği yakınları ile danıştı, hepsi de taraftarlarının
güçlenmelerine kadar şimdilik Yezid'e karşı gelmemesini Halifelikten azletme
teşebbüslerine girişmekte acele etmemesi, Irak'a hareketinin geciktirilmesini,
zira; Iraklıların, daha önce babası"ve ağabeysini felakete
iten vaadlerinden sonra bu defa kendisine vaki olan vaadlerinde sadık kalıp
kalmayacaklarının anlaşılamayacağını söyediler. Amcazadesi Abdullah bin
Abbasta, Iraklıların, memleketlerindeki Emevi Valilirine karşı isyan edip
istiklallerini kazanmadıkça, Emevilere
başeğMeğe son vermek için bütün güçlerini toplamadıkça Irak'a
gitmemesini, Emevi ordusu Küfe'de bulundukça, Ye-zid'in valisi bu şehirde
emretme ve yasaklama yetkilerine sahip iken, Küfelilerin yezid'e yaptıkları
biate baş eğip tanıdıkça, Hüseyin için hiçbir ümidin bulunmadığını ve ancak
kendisinin sonucu belli olmayan bir savaşa sürüklendiği takdirde kendisine
yardım edecekler miydi, yoksa Muaviyeye karşı savaşa giren kardeşi Hz.
Hasan'ı yenik halde terk ettikleri gibi, kendişini de terk etmeyeceklerinin
belli olmadığı hususlarında birçok öğütlerde bulundu.
Hüseyin'in Mekke'yi
terk edip Irak'a gitmesinde şahsi çıkarları bakımından uygun bulan ve
Halifeliği elde etme fırsatım kollamakta olup Emevilerin elinden kaçıp
Mekke'de ikamet eden Zübeyir'in oğlu Abdullah'ın kışkırtmalarına kapılmaktan
kendini alamayan Hz. Hüseyin; bütün akrabalarının öğütlerini bir tarafa
bırakarak, Küfe'ye getmeyi kararlaştırdı ve kendisini karşılamaları için,
amcası Akil'in oğlu Müslim'i, vekil sıfatiyle adına biat almak ve
taraftarlarını toparlamak üzere ve bu işlerin bitirilmesinde kendilerine
katılacağını bildirerek Küfe'ye gönderdi.
Görüldüğü üzere yanlı
arap tarihçileri Peygamberin torunu olan Hz.Hüseyin efendimizi suçlar nitelikte
bir ifade kullanmakatadır.
Hakikaten Küfe'lilerin
çoğu emir altına girdiler ve Hüseyinin uğrunda Ümeyye oğullan ile savaşa gireceklerini
bildirdiler.
Gün geçtikçe Müslim'in
hareketleri önem kazandı. Taraftarlarının sayısı sekiz bin kişiyi geçti ve Küfedeki
Ümeyye oğullarının nüfuzu için bir tehlike olmaya başladı.
Yezid, Küfeden gelecek
tehlikeyi sezerek yakınlarıyla yaptığı görüşmeler sonunda, isyanları bastırma
hususunda acımasızlığı ile ün yapmış
Ziyad bin Ebih'in oğlu ve
Emevilerin Basra Valisi Ubeydül-lah'ın Küfe Valiliğine atanması kararlaştırıldı.
Müslim; Yezid'e karşı
isyan etmek üzere giriştiği hazırlıkları bitireceği anda iken Ubeydullah bin Ziyad
Basra'dan Küfe'ye geliverdi. Vakit kaybetmeden Küfe camiinde yaptığı tehditkar
konuşmada, babasının Basra'da Muaviye'nin valisi olarak yaptığı konuşmayı
hatırlatarak fitnecilik ve bozgunculuk karşısında kendisinin izleyeceği şiddet
yolunu anlattı, sonunda: (Ben size itaatli bir kardeş olacğım ama, kılıcım ve
kırbacım buyruğuma uymayanların başlarının üzerinden eksik etmeyeceğim)
tehdidinde bulundu ve Küfede bulunan bütün yabancıların ve özellikle Akil oğlu
Müslim'i yakalamak maksadiyle saklandıkları yerlerin kendisine bildirmelerini
emretti. Küfe'nin içine ve dışına casuslar saldı.
Müslim;
kovuşturulmakta olduğunu ve yakalanacağını anlayınca Küfe'nin ileri
gelenlerinden büyük bir kabileye mensup Urve'tül-Muradi oğlu Hani adındaki bir
zatın evine sığındı.
Hani, Ubeydullah için
hazırlattığı Suikasd'ın uygulanmasında Müslimin korkakça davranışı yüzünden
ortaya çıktı ve Hani yakalanarak zindana atıldı.
Ancak, kabilesinin
Valilik konağını kuşatmalarını sonuçlandırdı ise de Ubeydulah'ın hileye baş
vurması Hani'nin kabilesinin geri dönmesi sağlanınca Hani veMüslim
Ubeydullah'ın emriyle öldürüldü, görülüyor ki; Ebu Süfyan'ın meşru' olmayan
oğlu Ziyad'm bu insafsız ve kan dökücü oğlu Ubeydullah'ta üvey Amcası
Muaviye'nin hile ve cinayet yollarını izlemekte hiçbir sakınca ve sorumluluk
duymamıştır.
Bu ailenin ezelden
dostu olan Şamlıların torunlarına geçmiş çağların olaylarını öğreten Suriyeli
Arap tarihleri ise, her zaman Muaviye ve onun çocuklarının övgüleri ile
doludur.
Akıl oğlu Müslim,
Öldürülmesinden önce, amcasının oğlu Hüseyinin, ev halkından ve Al-i Resul'
dostlarından meydana gelmiş az sayılı bir kafile ile Küfe'ye hareket ettiğini
haber almış, ancak o esnada yakalanmış ve idam yerine sevk edilmişti.
Bu durumu Hüseyin'e
bildirmek ve Mekke'ye dönmesini sağlamak üzere çevresindeki şahıslar arasına
tamdık birisini gözleriyle araştırırken Hz. Pey-gamber'in Sahabelerinden Sa'd
bin Ebu Vakkas'ın oğlu Ömer'i görür ve güvenebileceğini sanarak gizlice ona,
Hüseyin'in küfe'ye gelmekte olduğunu söyler ve başına gelenleri Hüseyin'e
anlatmak ve Mekke'ye dönmesini Öğütlemek için Hüseyin'e hemen haber
göndermesini rica eder.
Ancak Sa'd oğlu Ömer;
Müslim'den aldığı gizli haberi hemen Vali Ubeydullah'a bildirince, Vali, Hüseyin'in
Küfe'ye girmesi sanılan bütün kapıları gözaltına aldırır, ki; Hüseyin'in şehre
girmesini ve elinder kurtumaması imkanını sağlamış olur.
Diğer taraftan, Irak
topraklarına giren Hüseyin
Müslim'in ölüm
haberini alınca Irak halkından ve bu~ işin sonucundan şüphe etmeğe başlar ve
geri dönmeye teşebbüs ederse de kafilesinde bulunan Müslimin kardeşleri, kendi
azınlıklarını unutarak ve Ubeydu-lah'in emrindeki güçlü Emevi ordusunu
hatırlamayarak, intikam alma isteğiyle Küfeye harekete devam olunmasını
istediler.
Kafile, zorunlu olarak
yoluna devamla Kerbelal ya vararak oraya kondular.
Hüseyin, Kerbela'run
adının arapçadaki anlamından uğursuzluk ve şomluğa yordu, ürperdi. Ne çare,
ki; oradan başka yere konmasına imkan kalmamıştı. Zira; bu esnada Ziyad oğlu
Ubeydullah'ın ordusu karşısına çıkıp dikildi.
Hz. Hüseyin'den
Yezid'e biat etmei istendi. Biat etmeği kabul etmeyerek reddetti ve kendisinin
Hicaz'a dönmesine veya Allah yolunda savaşmak üzere Müslüman memleketleri
sınırlarına gitmesine müsaade etmelerini istedi.
Bütün ısrarlarına
rağmen isteğinin hiç birisi kabul edilmedi ve savaşa girmeğe zorlandı, ama; 72
şahsa karşı bir ordunun tecavüzü şeklinde, Hicretin 61'inci yılı Muharrem
ayının onuncu gününde cere-yen aden savaşta, Ülkü ve inançlarını savunma uğrunda,
Ali'nin oğlu HÜSEYİN ile ailesi ferdlerinden bir çoğununinsafsızca şehit
edilmesini sonuçlandırdı.
İşte, (KEBJBELA
VAK'ASI) diye ün salan bu Faciada, Yüce Peygamberin sevgili torunu, Hz. Hüseyin'in
ve oğulları ile kardeşlerinin, vahşice kesilen mübarek başlan, Küfe Valisi
Ubeydulah'a götürüldü. Bu zalim şahısta kesik başlar ve hayatta kalabilmiş olan
memedeki çocuklar ve hanımları hakaretlerle Şam'da bulunan YEZİD'e gönderdi.
Güçlü bir ordu eliyle,
sayılan yüzden aşağı bulunan küçük bir kafilenin maruz kaldıkları
"Kerbela" faciası; genel olarak müslümanların vicdan ve şuurlarında
derin bir nefret uyandırdı.
Bu facianın, ayrı
düşüncelere sahip olan insanlar üzerindeki tepkisi ve yorumu pek değişik
olmuştur. Hz. Ali'nin ve kendisinden sonra iki oğlunun uğradıkları bu hüzünlü
sonuç ve Hz. Hüseyin'in Umey-ye oğullarının egemenliğine karşı isyan ederek,
kendisini koruyacak bir askeri gücü olmadan, hayatını hiçe sayarak, Hicazdan
Irak'a yürümesinin tek nedeni Eme-vi Hanedanlığının zulmüne son vermek
çabasiydı.
Ancak onu bu
fikrinden, Hicazdan ayrılma fikrinden vazgeçmesi için öğüt verenlerin çok olduğu.
Özellikle Ziyad oğlu Ubeydullah'm, Müslimi yakalatarak öldürtmesi haberini
aldığı halde, Yezid'in Halife olup, işin bittiğini kabul etmesi ve Yezid'in
güçlü ordusuna baş eğerek davasında ısrar etmemesi gerektiğini ileri sürenlere
karşı; ALEVİLER bu faciaya başka bir gözle bakarak, bu olayın Müslüman!arca uğranılan
en büyük musibet ve felaket olarak saymaktadırlar.
Bu olay üçüncü
halifenin öldürülme olayını kat kat aşmıştır.
Hz. Ali'nin, hayatta
olmasına rağmen Halifelikte hakkı olmadığı halde, Halifeliği gasbetmiş bulunan
üçüncü halifenin, Halifeliğini tanımamış bulunan Alevi veŞiiler, öldürülmesini
de haklı olarak bir facia şeklinde tanımamışlardır.
Bugüne kadar her yıl
(AŞURA) gününün yıl dönümü, gözyaşı, ağlama ve hıçkırmalarla Hüseyin'i anmaktadırlar.
Kerbela olayının,
Şiiler üzerindeki etkisi, derhal görülmüş, güçlerini birleştirmiş ve bundan
sonra Şiilik ve Alevilik zihinlerinde ve ruhlarında, küvetle yerleşen bir
inanç haline gelmiştir. İranlılar da bu zümreye katılarak Şİİ hareketinin
temel direkleri haline geldiler.
İranlıların Şiilere
katılmalarının sebebi; Ali oğlu Hüseyin'in; İran'ın son kralının Müslümanların
eline düşen esir kızlarından birisiyle evlenmiş olmasıdır.
Bu bakımdan
İranlıların nazarında; Hz. Hüseyin ve kendisinden sonra çocuklarının, İmamete
en haklı ve yaraşır kimselerdir. Zira; bunlar Ali bin Ebu talip ile Fatıınatüz'
Zehra'nin kanını taşıyan en şerefli bir kanı ile krallarından birisinin kızanın
en şerefli Iran kanını birleştirmeleridir.
Türk Alevileri ile
diğer şii mezhepler, hepsi olma-şada, bazılarıyla olan farklı tarafı şudur:
Ahmet Yese-vi ve Hacı Bektaşi Veli gibi zatların, himmet ve görüşleriyle
oluşmuş ve sırf ehli Beyt sevgisiyle rne'luf (meydana gelmiş bir) sevgi ve aşk
ocaklarıdır.
(Şu açıklamayıda yapmak
zorundayız; Hz. Ali ve onun soyu olan Haşimiler ise, Arap değil, arahlaşmış
arab olarak mütalaa edilmelidir.) Muhtemeldir ki, İranlılar; Ancak mukaddes ve
şerefli bir aile olarak gördükleri bu kutlu aileyi, aynı zamanda kendilerini
temsil açısından geleneksel bir yapı olarak görmekte ve başka kimselerin bu
haklara tecavüz etmemesi gerektiğine inanmaktadırlar.
Bu sebeple İmametin
yalnız Hüseyin'in çocuklarına inhisar etmesi Hz. Peygamber imametine mirasçı
olmalarındandır.
Hind Şii
Tarihçilerinden biri; "Hz. Hüseyin'in Kerbelada Öldürülmesi; Emeviler
tahtının yıkılması ve devletlerinin çökmesini
sonuçlandıran Abbas oğullarına
yardım eden İran halkının, ruhlarında milli heyecanı tutuşturmaya en mühim
amil oldu." Diye ifade etmektedir...
Daha doğrusu bu
mezbaha; Emevilerin yaptığı bu korkunç katliam, ve onların diğer ulusları hor
ve hakir görmeleri, hatta bütün ulusları acemi olarak adlandırmaları, İranlıları
Abbasilere yaklaştırmış, Emevilere karşi Abbasiler tarafına, İranlıların
katılmasına tek sebep olmuştur.
Çağdaş tarihçiler ise
ve özellikle Avrupalılar'dan bir kısmı da; Bu olaya, Müslümanların kalplerinde,
Hz. Hüseyin'e karşı duyulan saygı ve dini duyguların, bu cinayetlerle rencide
edilmesi ve dinin hemen Peygamberden sonra, siyasallasmsımn bir göstergesi,
olarak yorumlamışlardır.
Bugün bile mezhepler
ve cemaatler, dinin Önüne geçirilerek, bu şablonlar dinin vazgeçilmez unsurları
olarak gösterilmekte ve kendilerinden olmayanlara sapık ve hatta dinsiz yaftası
vurularak, saf ve temiz olan bu insanlar, alabildiğine küçük düşürülmektedir.
Bu tür hareketlerin Yüce İslamla bir ilgisi olamaz.
Geçmişte kalan, mezhep
ve tarikat taassuplarını bir tarafa bırakarak, herkese "İBADULLAH"
Allah'ın kulu gözüyle bakmamız gerektiğini unutmamalıyız.
Alevilik ise ne bir
mezhep ne de katı bir tarikattır. O kendisine has bir sevgi yolu, sevgi ve aşk
ocağı ve bu yolların, marifetlerinin, adab erkan ve adabı muaşeretinin
öğretildiği, ocaklardır. Şahı velayet Hz. Ali efendimizin gerçek temsilciliği
ve Resulü Ekrem efendimizin aşkıyla müheyya olmuş ve harifetullahla bütünleşmiş
güzel bir kitledir. Bu kitle asla ayrımcı olmamıştır.
Cenab-ı hakkı mutlak,
elbette ehJi beyte hem Resulü Ekrem efendimize hem de İbrahim Aleyhisse-Jam'a
varis kıldı. Çünkü İsrail'e verilen ve sonra geri alman ehemmiyet ehli beyte
raci oldu. Aslına döndü. Cenab-ı Mevla'nın şu ayette bildirdiği vecihle
"VE ÎZİBTELÂ İBRAHİME RABBÜHU BİKELİMÂ-TTN EEETEMME HÜNNE" Bakara 124
"Allah İbrahim Aleyhisselam-ı kalbi mutmain, .sırrı billah vahdet ve
ruhi melekelerle donatarak, ona ruhaniyet mertebeleri vererek ve bu mertebeleri
aşmaya müsait ve kabiliyetle mücehhez kılarak bunu yapması için de sebepler
halk ederek, ona teslimiyet tevekkül, rıza ve bunların bilgisini vererek bu
hallerle ona makamat bahşetti ve onu bununla ibtila ve imtihan ederek, ibrahim
aleyhisselamı son nefesine kadar Allah'a bağlılığı ve bununla fenafillah bir
şekilde bu kelimati tamamladığını hatırlayınız." İşte ehli beytin
veraseti maneviye olarak aldığı Özellikler burada tek tek belirtilmiştir.
Allah'ın nurundan ehli beyde tecellisine işaret vardır. Ehli Beyt millete
Ibrahimin ta kendisidir.
Ancak hâlen bunu fark
edemeyenler var. Bu olmadıkça İslâm Dünya'sının yamukluğu devam edecektir.
"KALE İNNİ CA'İLÜKE LİNNASİ İMAMA" Ayet 124'ün devamı "Ben seni
fenadan sonra beka ve Hak'dan halka döndürmek suretiyle insanlara imam
eyledim." Yani senin soyunu imam eyledim. Burada ifade edilen ifna
eyledikten sonra baki kılmaktan kasıt beni İsrail'in ifnasından sonra ehli
Beyfin ibkası ve imametidir. Bu zaviyeden bakıldığında İmam Ali aleyhisselamın
niçin halife değil de imam olduğunu daha iyi idrâk edebiliriz. Çünkü cenab-ı
mevlâyı mü-teal Hz.leri burada imametle insanların hak yola girebileceğini
açıkça belirtmektedir.
Bakara suresi 124.
ayet sunuda teyid etmektedir. "KAALE-M'İN ZÜRRİYETİ" İbrahim
Aleyhisselam dedi ki:
"Benim
zürriyetimin bazısımda benim gibi imam kıl" İşte bu işareti nebevi ile ve
bir mucizeî İbrahim olarak, ehli Beyt'in imametle kati bir şekilde ayeti ce-lile
ile ispat edilmiş ve tahakkuku mutlaka ile ehli beyt müjdelenmiş oluyor. Bütün
bunları görmeyip, halen gaflet derecesinde ve muannidce bu hakikati ilahiyi
perdeler biçimde ehli beyti görmezlikten gelmek ne büyük bir talihsizliktir.
Ne büyük bir körlüktür. Cenab-ı hak ilk önce Beni İsrail'i tecrübe etti. Ancak
onlar Allah'a layık kullar olamadılar. Kendileririe zulmettiler. Yoldan
saptılar. Peygamberlerine eziyet ettiler, 124. ayet buna şu şekilde açıklık getiriyor.
"KALE-LA YENALÜ AHDİZZALİMİN"
"Onların bazısı
zâlim olurlar, benim ahdim onlara ait değil, onlar benim temsilcim olamazlar.
Zâlim olanlar asla imametime lâyık değiller. Ahdim onlar için değildir."
Burada cenabı mevlâ beni İsrail'in nasıl de tard edildiğini açıkça belirtmekle
beraber, zâlimlerin asla iflah olamayacaklarını da belirtiyorç Yani Beni
İsrail'le beraber Ümmeye oğullarından Mua-viye ve onun Zalim olan ahfadınında
Cenab-ı hakkın hilafetine asla ve asla layık olamayacaklarına dair işaretler
vermesine rağmen halen bazı Müslümanlar güya hakkaniyet adına Muavİye sevgisi
uğuna icabında ehlibeytten olan kişilerle günümüzde bile cedelleşme-ye varacak
şekilde bir tavır sergilemektedirler. Böyle-lerine YA ESEFA! demekten başka
çare kalmıyor. Hakîki Natık olan Kur'ân devam ediyor. "VE İZ CÂELNAL BEYTE
MESABETEN LİNNASI VE EMNA ayet 125 "Ve aynı zamanda kalb beytini, gönül
evini insanlara bir nevi rücü mahalli, emnu selamet melcei kıldığımızı
anımsayın. Böylece bu kalbi emine vasıl olmakla onda insanlar sükun bulurlar
nefsin verdiği gaile ve vesveselerden, kuvvayi ta'biyyenin şerlerinden,
şeytanın iğvasından vehim ve heyulalardan emin olurlar." Burada işaret
edildiği üzere kalbi mütmainni elde ederler. Gönül sefasına ermiş olurlar. Peki
ya nasıl? Bu nasıl elde edilir? İşte bu ayetin devamı "VETTEHİZÜMİN
MAKAMI İBRAHİME MAUSALLA" "Buna ermek için yani kalbi mutmaine ermek
için makamı İBRAHİM ittihaz ederek, onun salatı ile selâmet buluruz."
ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED KEMA SALLAYTA ALA İBRAHİME VE ALA ALİ İBRAHİME
İNNEKE HAMİDÜN MECİD.
Yine Bakara suresi
Ayet 128, "RABBENA VECALNA MÜSLİMEYNİ LEKE" (Ey Rabbi-miz! Bizi
nefsimizle başbaşa komayıp, senin rızan cihetinde bizi Müslim kıl) Burada
Allah'ın tecelliyatıy-la ikimizi Müslim eyle! ve hemen buna bitişik 129. ayetle
"RABBENA VEB'AS FİHIM RESÛLEN" (Ey Rabbimiz! bizim zürriyetimiden
olacak, onları tezkiye edecek Resul gönder!) İşte biradaki incelik, asliyet ve
işaret şudur ki; Hz. İbrahim ve Hz. İSmail önce Allah'a bizi iki Müslim eyle
dedikten sonra (tabii ayeti celile diliyle) zürriyetimizden bir Resul gönder!
diye temenni etmeleri ve bekledikleri Resul, kâinatın efendisi Hz. Muhammed
Aleyhisselatu vesselamdır. Bu ayeti Kur'âniye ile de Hz. İbrahim ve İsmail
Peygamberlerin dini olan Haniflik ile Ehli Beyt tasdik edilmekte ve geçmişte
olduğu gibi gelecekte de İlahi ve Nebevi bir beşaretin mührünü tasdik ve teid
etmektedir. Zaten Resulü kibriya efendimizde bir hadislerinde "Ben babam,
atam İbrahimin duası, İsa PEygarn-berin müjdesi ve Annaemin riiyasiyim"
diye buyurmuşlardır.
Bakın Bakara suresi
130. ayetinde Ehl Beyt nasıl da açıkça te'yid ediliyor. (VE MEN YERĞABU AN
MİLLETİ İBRAHİME)"KİM Kİ İBRAHİM MİLLETİNE RAĞBET EDER VE ONU
TERCİH İLE VAHDETE ERERSE..." ayeti altındaki mâna ile kurtuluşa erer.
Necat ile felah bulur. Peki Milleti İBRAHİM artık beni İsrail olmadığına ve
olamayacağına göre bu millet, ehli Beyt olup Resul Ekrem efendimizin âli beyti
ve soyudur. Peki buna karşı kim gelir? Veya ehli Beyti kim sevmez ve rağbet etmez?
(İLLA MEN SEFİHE NEFSEHU) "Nefsinde son derece sefih oJup, enaniyete
mübtelâ olanlar onlara yüz çevirerek, bu nura bigâne kalırlar." Evet,
aynen öyledir. Ce- ' nab-ı Hakkı Mutlak
bu mizacı çok güzel tarif ediyor. Yani dün Resulü Ekrem efendimizi sevenlerin
karakteri de tevarüs ettiği gibi, bugün nasıl bazı mü'minler de tecelli etmişse...
Ve bu mübareklerin devamı olanlar bugün bile nasıl ehli beyti seviyorsa... Dün
Resulü Kibriya efendimizi bir türlü içine sindiremeyen muannid mizaçlar,
bugünün bazı Müslümanlanna da yansıyarak onları bu kutsal soydan (Ehli
Beyrten) uzaklaştırmiştır. Onun için aytette (NEFSİYLE SEFİH OLANLAR) diyerek
kullanılmıştır.
Bu ayetin devamında
"VELEKED İSTAFAYNAHU FİDDÜNYA" Biz onu Dünya'da sabıka-i ezeliyedle
mümtaz ve temizlemiş olarak seçtik! Yani Resulü muhammediyeti Hz. İbrahime bir
nimet olarak verdik.
Çünkü bu Hz. İbrahim
ve İsmail aleyhisselama verilen bir in'amı ilahidir. Cenab-ı Mevlâ ayeti şu
müjde ile bitiriyor. (VE İNNEHÜ FPL AHİRETİ LEMİNESSALİHİN) (EY İBRAHİM O
SEÇTİĞİMİZ RESUL AHİRETTE DE SALİHLERDEN-DİR)
Bu sebeple Allah 131.
ayette Hz. İbrahime İslâmlığı müjdeleyerek (İZ KALE LEHU RABBU-HÜ ESLİM KALE
ESLEMTÜ Lİ RABBİL-ÂLEMİN)
"Allah, İbrahime
dedi ki; Bu halde Müslüman ol! İbrahim de dedi ki; Bütün Alemlerin RAbbine
teslim oldum. Müslüman oldum. Bakın şu ilâhi nimet çok açıktır. Onu dünyada
Mustafa ile mükafatlandırdık Yani ona Muhammediyeti ve soyunu mükafatlandırdık.
Yani ona Muhammediyeti ve soyunu mükafai olarak (ehli beytini) seçtik verdik.
İşte cenab-ı Rab bül 'alemin Hz. İbrahim'e ve İsmail aleyhisselam so yuna ayrı
bir mümtaziyet, başka bir mazhariyet vere rek ve onları Muhammediyetle
tamamlayarak Ehl Beytimde bütün bir beşeriyete melâmet ve onların di rayeti ile
velayeti kübrayı vermek suretiyle mükafatlandinyor.
Aleviler, Hz. Ali'nin
gerçek varisleri onun soyundan gelen ehli beyti olan yani zürriyeti olan alevi
yani Ali soyundan olanlarla, ona sadakatle bağlı olan Alevi kitlesidir. Bugün
Türkiye'de yaşayan Alevi kardeşlerimiz Hz. Ali'yi biraz daha iyi tanıyıp onu
anla-yabilseler, mümtaz ve güzel bir kitle olurlar. Barışçı ve olgun
tutumlarıyla, kendilerini yeterince tanımayan, toplum veya cemaat veya mezheb
mensubların-dan, daima samimiyet, ince anlayış ve medeni bir davranış,
beklemişlerdir.
Bugün Türkiye'nin
içine girdiği süreçte sanırım bunu gerektiriyor. Karşılıklı anlayış; Allah'a
saygı, Dine saygı, Cumhuriyet ilkeleri ve Anayasa ya saygı...
Bu olduğu takdirde,
ülkenin birlik ve beraberliği te'min edildiği milli ve çağdaş yaklaşımlarla
olaylar iyi analiz edildiği zaman görüş ve düşünceler daha iyi anlaşılacaktır..
Bugün daha iyi
anlaşılıyorki, Kur'anın her hangi bir ayetinde veya Peygamberimizin her hangi
bir hadisinde falan veya filan mezhebe gireceksiniz diye bir emir olmadığı
gibi, bir mezhebe girmek imanın ge-reklerindende değildir.
Bu açıdanda
bakıldığında, Hz. Aliye ve onun ehli beytine merbut ve mensub (aidiyet)
olmakla iftihar eden aleviler, hiç bir zaman ayrılıkçı bir düşünce içinde
olmamışlar ve ayrılıkçı ve mezhebçi düşünceleri benimsememişlerdir.
Anadoluda yıllarca yaşayan
bu alevi mizacının kimseye bir zararı olmadığı gibi bu sade insanlar daima
yalandan, sahtekarlıktan aldatmaktan uzak yaşamışlardır.
Şu noktaya temas
etmeden bu kitabı bitirmek istemiyorum. Hz. Ali ve Ehli Beyti'ni ve alevileri
seven sünni kardeşlerimizde bir bakıma alevi yani Ali evinden sayılırlar. Bu
bakımdan hiç bir zaman bir ayrıma gitmeden birbirimizi tam bir kardeşlik
ilkesiyle sevmemiz, vatanımızın birliği için şarttır.
1- İbni
Haldun Tarihi
2-
İstilahatı Fıkhıyye Kamusu
3- Ahmet
Cevdet Paşa Kısas-i Enbiya
4- Corci
Zeydan. İslam Medeniyeti Tarihi
5- TeVilati Kâsaniye Arabacı İsmail Ankaravi (M.
Vehbi Güloğlu)
6- Yusuf Ziya Inan:Ebu Turab Hz. Ali
7-
Kemaleddin Şükrürislam Tarihinde Nifak
8- Abdülbaki
Gölpinarli. Nehcüi Belağa
9- Belazuri:
Ensabül-Eşraf
10-
Şemseddîn Sami: Ali Bin Ebi Talibin Eş'ari
11- Selami
Münir Yurdatap:Hz. AJi De Dgili Kitaplan
12-
Umdetut-Talib:Fi Ensab Ali Bin Ebi Talîb
13- Seypd
Alımed Muhtar; Hanedanı Seyyidul Beser
14- Nesip
Yusuf Dede-;Rişte-I Cevahir
15- İbnul
Esir.ÜsdüI Gabe
16- İbnul
Hacer: El Isabe
17-
Hayrullah Hamdi Aievicilik Sünnîlik
HZ. ALİ ALEYHtSSELAM:
Nesebi Cenab-ı Nübüvvetin yegane varisi olan, efendimiz aleyhisselatu vesselam
efendimizin Amcasının oğlu olmakla birlikte Resulü Ekrem efendimizin manada
ikizi ve aynel yakın ve hakkel yakın özü ve temsilcisidir "İNNALLAHE VE
MELEİ-KETEHU YUSELLUNE ALANNABİ" (ALLAH VE MELEKLERİ O YÜCE NEBİYE SELAT
VE SELAM EDİP DURMAKTLAR.) ALLAHÜMME SALLİ ALA SAYYİDİNA MUHAMMEDİN VE ALA ALİ
SEYYİ-DİNAMUHAMMED.
HZ. HÜSEYİN
ALEYHtSSELAM: Beşeriyetin Hak ve adalet namına bir Kurbanı ve Ehli Beytinin
Kevser kaynağıdır.Bu mübarek ceddimizi binlerce zat anlatmışlardır. Bizim
söyleyeceklerimiz zait olur.
Kerbela Şehidine
sayısız selam ve salat olsun
SEYYİD ZEYNELABİDİN
ALİ ASĞAR (KÜÇÜK ALİ) Hz: Hüseyin Aleyisselamin Kerbela da Şehidi İnsaniyet
olan o mübarek ceddi pakimin hayatta kalan tek evladıdır. Yani Kur1 an
manasıyla Resulü Kibriya efendimizin Kevseridir. Birçok tarih kitablarmda bu
ceddimizle ilgili yüzlerce kitab ve kayıtlar vardır.
SEYYİD HÜSEYİN ASĞAR
(KÜÇÜK HÜSEYİN) Bir künyesi de "EBU UBEYDULLAH EL MEDE-NI"dir. Bu
ceddimin soyu daha çok Hicaz, İrak, Mağrib, Şam ve İran-Horasan taraflarında
münteşir olmuştur. Hicri 150 yılında Darı saadete intikal eden bu mübarek
Seyyid Medine de Bak'i mezarlığında medfundur.
SEYYİD UBEYDULLAH EL-A'RAC; Birinci Ubeydullah olup,
Eşreful Beşer bir Seyyidul Necib olan Hz. Zeynel Abidin aleyhisselamın öz
torunudur. Kendisi topal olduğundan bu isim (Al-a'rae) lakabıyla tesmiye
edilmiştir. Son derece kerum ve Ali cenab bir şahsiyet olup döneminde Ebu
Müslim El Horasaniyi ziyaret ederek bu zatla karşılıklı muhabbet içinde olmuştur.
Şeceremize göre soy itibariyle Irak'ta meşhur olan "Al-Saduıı"
aksiyle ve Medine şerifleri ile bu Atamızda birleşiyoruz.
SEYYİD ALÎ ES-SAIİH;
Salih Ali diye meşhur olmuştur. Bu ceddimde Küfe de doğup orda vefat etmiştir.
SEYYİD UBEYDULLAH ES SANI; İkinci Ubeydullah olup Ebul Hasarıdır.
SEYYİD ALİ EL-ALİM;
Yüksek manalara sahib bir zat. Bu zatta küfede doğup orda vefat etmiştir.
SEYYİD
UBEYDULLAHES-SALİS;Bu aynı zamanda 3. Ubeydullah olup bir lakabida "EBUL
ALA" dır,
SEYYİD MUHAMMED EL
ESTER; Son derece güzel vasıflara ve erdemlere sahib olan bu zat mana
Dünya'sında bir yıldız gibidir. Kendisi aynı zamanda Küfe Emiri olmakla beraber
Nakibul Eşraf idi.
SEYYİD MUHAMMED EMİR
UL HAC; Bu zat Hac emiri ve Nakibdir.
SEYYİD MÜSLİM: Adının
bir devamıda Ahval olup, Hac Emiri idi. Başka bir künyesi de "EBU ALA'dır.
Güzel bir Seyyid olup soyunun koçu idi..
Tarihler bu zatın
hicri 389 miladi 999 yılında öldürüldüğünü belirtmektedirler.
SEYYİD ALİ; Aynı
zamanda "EBU ABDULLAH" künyesinin de sahibi olan bu erdemli ve Ulu
Seyyid aynı zamanda kendi döneminde Diyarbekir vilayetinin "Nakibul
Eşrafı idi.
SEYYİD MUHAMMED; Bu
zatın bir künyesi de Ebul Hasan olup cedleri gibi lütufkar idi.
SEYYİD ŞİHABUDDİNEL
MÜHTEDİ; Alim ve faziletlere malik aynı zamanda muktedir bir şahsiyet.
SEYYİD MUHAMMED;
Din'in ulularından manasına gelen "Hümamüd-din" lakabı ile meşhur
olmuş bir zat olup, gerçekten ehli himmet bir zat idi. Aynı zamanda hamiyet
sahibi, kamil bir insan.
SEYYİD UBEYDULLAH; Bu
mübarek zatta muhterem Pederi gibi aynı beldenin Emiriydi.
SEYYİD MUHAMMED; Bu
zat yukarda belirttiğimiz gibi, Memlukler zamanının Padişahlarından olan
"Ka-lun Padişah" döneminde SULTANİYE şehrinin
"NAKİ-BUN-NÜKEBA"sı Yani türkçesi; Nakiplerin nakibi yani başındaki
kimse olup o beldenin Hakimi ve Emiri idi..
SEYYİD YUSUF; Bu zatta
aynı yörede Nakibul Eşraf ve devrinin ünlü kadısı idi..
SEYYİD MUHAMMED;
Memluklar zamanında bugünkü Hazar denizi kenarında olduğu belirtilen Sultaniye
şehrinin Emiri idi. Başka bir adıda Kemaleddindir. SEYYİD ALI; Son derece güzel
ve manada ermiş bir zat olup manada himmet sahibi olup, cedlerine mü-nasib bir
seciyeye sahib bir mürşid..
SEYYİD C£BRA2L;Bu
zatta son derece ileri seviyede alim ve ehli kemal bir zat olmakla etranna
faydalı olmuştur. SEYYİD AHMED; Bu ceddimizle bir çok seyyid aile ile aynı
nesebte birJeşiyoruz.
SEYYİD MUHAMMED; Asıl
künyesi Ebu İbra-İlimdir. Doğum ve ölüm tarihi belli değildir.
SEYYİD İBRAHİM;¥>u
mübarek seyyid Sultan 1. Ah~ med zamanında Istanbulda yaşamıştır. Bilindiği
üzere maneviyat düşkünü olan bu Padişah birçok Seyyid ve meşayihi etrafına
toplamış ve onlardan himmet almış bir zamr. O derece İd Aziz Mahmud Hüdai
hz,lerinin havlusunu tutacak kadar mahviyetkar bir Padişahtır. Bizim ceddimiz
olan seyyid ibraiıim hz.leride bu vesileyle bu topraklarda bulunmuş ve hicri
997 miladi 1589 yılında ıstanbulda vefat etmiştir. SEYYİD MUSA; Kadiri ve
Rufai olmak üzere her iki yolunda büyüklerinden ve pillerinden olan bu muhterem
şahsiyyet, özü ve sözü biı-, zalıiri ilimleri batini ilimlerde terakki etmek için
öğrenmiş ve bu sebeple tevazu göstererek kendi çocuklarıyla beraber yeniden
ilim ve feyiz almayı bir yol ve kendini setretme tarzı olarak görmüş ve bu
bahane ile Kur'anı kerimi ileri yaşına rağmen hıfz etmeğe azmetmiş bir zamr.
SEYYİD İBRAHİM; Yaşadığı zamanın ölçülerine göre mana Deryasına sahib, kendi
döneminin fesahat ve belağatini icra ettiğinden "EL-HATİF'ünvanını da
almıştır SEYYİD AHMED; Erdemli ve himayetkar bir şahsiyyet olup, 121 sene bu
fâni Dünya'da ömür sünnüş ve mübarek zihniyetini, yüce fitrau-nı (beşeri
hafizasım) bozmadan koruyabilmiştir.
SEYYİD MUHAMMED;
Ceddine münasib olan bir ilmi hayat sahibi Kadiri yolunun mesayihi olup, bilhassa
tecvid ilmi üzerinde araştırmada bulunmuş ve ki-tab yazmış bir zat.. Buradan
anlıyoruz ki Kur'an tilavetine önem veren bir mübarek..
SEYYİD MİRZA; Zahiri
ilimlerde ayan olduğu kadar, batini ilimlerle de kesbi marifet eyleyen bir
zat.. Kadiri yolunun postnişini..
SEYYİD ABDULLAH; Bu
mübarek ceddimiz Kadiri yolunun büyüklerinden olup, bu yolun rehberliğini
bizzat Bağdatta bulunan Şeyh Abdül kadiri Geylani Hz.lerinin torunlarından
olan, Seyyid Abdurrahman ve Seyyid Feyzullah EI-Kadiri-EI Bağdadiden almıştır.
SEYİD ŞEYHHAMİD; Büyük
Cedlerimden biri olup Ulu bir zattır. Devrinin Allamesi idi.. En Başta Kadiri
yolunun Piri iken, sanırım yaşadığı 2. Mahmud dönem- -ı 3 edilen Bektaşiliğe
alternatif olarak semirtilen Kr ir i Yo'unca kendisine Mürşid olması için
icazet verilmiş vc istanbula Çağrılmıştır. Devrinin bir Çok alimini icazetler
almıştır.
Mesela Samda
"Şeyh Hasan EI-Baytar" "Şeyh Ah-med El Küzberi" "Şeyh
Salim el-Attar" Medine de "Şeyh Yusuf eLsavi el Medeni" Halep
şehrinde "Şeyh ebul Vefa EI-Halebi" ve Bağdad ta "Şeyh Davud
EI-Bağdadi" gibi zatlardan icazet ve ilim almıştır.
SEYYİD ABDÜLHALİM;
Alim bir zat olup babasından kendisine nakl olmuş bulunan Nakşi geleneğin bir
temsilcisi ve Postnişini idi. Zahiri ilimlerde fev-kaladde otoriter olup, büyük
bir müderris idi..
SEYYİD NECİM; Dinin
yıldızı manasında ismiyle müsemma bir zat olup, Öz dedem Celakddin hz.leriy-le,
Bektaşi meşrep Seyyid Fahri efendimiz Hz.lerinin muhterem babası idi. Bu
mükerrem ve ulu zat çok cesaret sahibi bir zat imiş. Mesela gece yarısı
karanlıkta atına biner gecenin karanlık bir zamanında rahatlıkla seyahate
çıkarmış. Güneydoğu da kendi zamanında bilhassa Çerkez ve Çeçenlerden bir hayli
bağlısı vardı. SEYYİD FAHREDDİN; (ŞEYH FAHRİ) Bu zatın manen evladı olduğum
için, böylesi mübarek ve ulu bir insanı anmadan geçemezdim. 1901 yılında doğan
bu zatın Erkek evladı yoktu. Sadece bir kızı vardı. Bu bakımdan, bazı cahil ve
tasavvufun inceliklerinden yoksun ve hikmet erbabı olamayan bazı akrabalar bu
mükerrem insanı ters ve hor görürlerdi. Oysa tam anlamıyla bir Bektaşi ereni
olan bu zat, tam anlamıyla bir Allah dostu idi, Kendi yaşantısında kendine ait
kalendermeşrep bir tavır sergilediğinden, o dönemin medrese geleneğinden gelen
ailemiz onun bu- Bektaşi-meşrep tavırlarından rahatsız oluyorlardı. Fazla
mal-mülk sahibi olmadığı ve olduğu gibi olan olduğu gibi davranan bu güzel ve
samimi gönülden olan halleri zahiri hayata önem veren, bazı kimseleri
gereğinden fazla rahatsız ediyordu. Oysa o kadar çok güzel hasletleri vardı ki;
bütün bunlar görülmeyip hep bu mübarek zatlarda kusur aramak her nedense bir
gelenek olmuştur. Son derece cesur, atılgan, mütevazi, cömert ve dediğini
yapabilen bir zat olup bir çok kerametleri görülmüştür. 1965 yılında Hakka
vasıl oldu. Rabbimin izniyle, Mekanı cennet olsun..
SEYYİD CELALEDDİN;
Debem olup cesaret timsali bir zat idi.
MEHMET CEMİL (SEYYİD
CEMALEDDİN) Rahmetli babam şefkat ve merhamet menbaı bir zat idi.
Buraya Nesebim
yazmanın sebebi, bazı şüpheleri izah etmek içindir. Şecerem ilmül ENSAB
(Neseb-ler) ilmine göre yazılmış olup, batı dünyasında da bilinen ve kabul
edilen bir ilim dalıdır.
1952 Doğumlu, Hayatını
ve tahsilini güzel Anadolu'nun değişik illerinde sürdürdü. Anadolu'nun her yöresinden
ayrı bir bereket ve manevi himmet gördü, İstanbul Üsküdar Lisesinden mc'zun
olduktan sonra, açık öğretim Sosyal-Bilimler fakültesini bitirdi.
1969 yıkıda Babıalide
Sabah gazetesiyle başlayan yazarlık hayatından sonra, kısa bir müddet ticari
bir denemeye giriştiyse de başarılı olamadı. Kısaca; Yeni istanbul-Kanal 7-
Orta-doğu gazetelerinde ve en son Star gazetesinde kısa bir müddet çalıştı..
10a yakın kitab yazdı. 15'e yalan kitabı da Türkçeye çevirip redakte etti..
Yazdığı kitablar;
1- Hz. Ali
ve Sonrası
2- KutsaI
hadis yorumları
3- Gericiliğin
tarifi (tükendi)
4- Muhtemel
somlar 5-50 yıl önceki hayat
6- Global
enfeksiyon
7- Bu
zalimin sonu ne olacak?
8- Dış
ilişkiler tahminleri
9- Eskiye
dönüş
10- Modern
masallar
[1] BN'ül-ESİR cilt: 3, sahife: 229
[2] Tarih'ül-Hamis cilt: 2, sahife: 264-265
[3] İslam Medeniyeti Tarihi 5. cilt sahife 97
[4] Kamus 1 ul Alam 1. cilt 598. sahife
[5] KAMUS'UL-ALAM; 5. cilt-sahife 3220-3221
[6] Kamus'ul-Alam Cilt: 4, Sahife: 2436
[7] Tarihulhamis cilt 2 sahife 309
[8] Nehcül Belağa; Cilt 3 sahife 8. 6. Mektub.