HZ. ALİ VARİSLERİ 2

Giriş. 2

Araplar'larda Reislik. 3

Haşim.. 3

Ebu Süfyan Daima Karşı Safta. 4

Hz. Ebu Talib. 5

Peygamber'e Destek. 5

Uhud Savaşı 7

Hendek Savaşı 8

Dönek Olabilecekler Listesi 9

Hz.Alinin İmameti Ve Hayatı 10

Muaviye'nin Haksızlık-Merhametsizlik-Gadir Tarafı 13

Alevi Ve Şiilikte İlk Şehit: 14

Dikta'nın Maşaları 14

Muaviye'nin Şer Zümresi 15

1-Muavtye'nın Doktoru "Zehir İmalcisi" Essal: 15

Meşhur 4 Arap Dahisinden Birincisi Amr Bin El'as: 15

Şer Unsurlarından Bir Başkası Arap Dahilerinden Biri; Ziyad Bin Ebih (Babasının Oğlu) 16

Muaviye'nîn Şer Unsurlarından Bir Başkası 17

Küfe Valisi Ubeydullah. 17

Abdullah Bin Sebe Ve Yaptığı İşler 19

Hz. Ali'nin İmameti Ve Sanolt Dönem.. 21

Sıffayn Çatışması 21

Cemel Vak'ası 22

Muavtyeye. 23

Hz. Hasan'abiat 24

Hz Hasanın Kısaca Hayatı 24

Hz. Hasan'in İmameti.. 25

Peki Bu Cesareti Nereden Alıyorlardı?. 26

Hz. Hasan Dönemi 26

Hz. Hasan'ın Bazı Özellikleri 27

Ehli Beyti Ve Onları Sevenlerin Takibi 28

Hz. Hasantn Vefatı 28

Hz. Hüseyn. 29

Peygamber'in Ön Sezileri 29

İmam: Kerbela Şehidi; Hz. Hüseyin. 29

Hz Hüseyn'nin Hazırlığı 31

Kerbelafaciası Nasıl Vuku1 Buldu?. 32

İslam Tarihinde Kerbela Faciası"Nin Etkileri 32

Hz. Ali'nin Veraseti 33

Kitab Hazırlanırken Baş Vuru Kaynak Kitablar: 35

Nesebim; 35

Hüsamettin Aydın; 37


HZ. ALİ VARİSLERİ

 

Ey ehli bey t muhibleri!

Sizler Allah'ın yeryüzündeki yegane habibi ve Resulü olan Muhammediyetiyle daim ve kaim olmak istiyorsanız onun ehli beytini gönlünüzde tutunuz ki, sahte muhabbetler o gönle girmesin!

Değerli Canlar!

Bilhassa meşhur olmuş bir zatın ilhamı hakiki ile beyan ettiği "EHLİ BEYT" bayraktarlığına olan açık işaretine binaen ve ondan sadır olan cüz-i ve örtülü muhabbeti zahiri beyanına rağmen, ona sâlik olmuş, o zatın efkârı mânevisi ile gıdalanmış sıddıkları, şakir-deri, ehli beyt'e teveccühten ziyade, ona medarı aidi­yetle ve iftiharla o kişiyi yalandan ehli beyt evlâdı ola­rak göstermekle, o zata karşı bir mânevi ihanet için­de bulunuyorlar. Onların bu yalan şehadetleriyle o zatı manen mahcub ediyorlar. Belki onu Resulü Kib­riya'nın sofrasından mahrum ediyorlar. Böyle tağyir ve tebdil edilmiş olan bir muhabbet, o zata gösterilen aşırı iltifat onun tarafından beyan edilen kısmı hik­metlerle ziyadeleşen bu teveccüh, muhakkak cenab-ı Risâletin bile mânevi şahsiyetine bir tecavüz haline dönüşüp, gelecekte ehli beyt muhabbetini tamamen zail edebilir. Çünkü bu taifede bir ehli beyt muhabbetinin bir heyecanına şimdiye kadar şahid olamadığımız gibi, bu zümrenin belki bir nasib eksikliği bu yukarda izah ettiğimiz şekilde, bir zata aşırı teveccühleri eseri olarak ve bilhassa bu konuda nefislerinde teşekkül eden bir mizacı muannid sebebiyle, ne yazık ki gerek ehli beyt muhabbetinden mahrum olarak idame-i hayat etmek­teler. Evet üzülüyorum ve dehşet duyuyorum; O zat ehli beyt himayesine girin kurtuluş oradadır! demesine rağmen onlar halen zata gösterdikleri fevkaladde tevec­cüh ve muhabbet sebebiyle Manen hazır olan ve nesebi hakikisiyle ve ehli beytiyle aramızda bulunan Cenabı Resulü Kibriya dahi, bu zümreye karşı bir inkisarı kalb içinde olabilir. İşte bu sebeple, imani hakikatlerle orta­ya atılan bu iddialı zümre, Muhammedi aşkı bütün lez­zetleriyle bihakkın tadamadıkları ve tanımadıkları için, ehli beytin hakiki fertlerine karşı adeta bir mânevi reka­betle ve muhtemelen bu ruhi mizaçlarının baskısıyla da ehli beyte karşı gizli bir muhalefet ve münafaret için­dedirler. Ey canlar!... Bunlara bakmaksızın ehli beyti sadece seviniz ve seviniz...

 

Giriş

 

Bir kitab yazılırken o kitabın içeriğini (mahiyeti­ni) niyetini açıklamak için daima Önsözler yazılır. Ger­çi bu Önsözler, son yıllarda bu özelliklerini kaybetmiş olsalar da, kitaba en azından bir tarif ve tanıtım özel­liği kazandırdığı için, yararlı gibi görünüyor.

Böyle bir kitabı ve bu konuyu niçin seçtim? Hz: Ali efendimiz hakkında yüzlerce, hatta binlerce kitab varken ve yazılmışken, niçin bu konuyu seçtim? Bu konuyu seçmemin en baş nedeni, başta Resulü ekrem efendimizi ve Hz. Ali efendimizi yeniden yad etmek, onun ehli beytini ve onları gerçek manada sevenleri yeniden gündeme getirmek ve bu sevgiyi bazı gör­meyen kimselere de anlatmak için.

Hz. Ali efendimiz gerçekten tanınıyor mu? Ve Resu­lü Ekrem efendimizin sulbünden gelen soyu ve genetiği gerçekten seviliyor mu? Bu konuda gerçekten ve üzülerek söyleyelimki, özellikle bu konuda Müslüman adını taşıyan­lar için; Gönül rahatlığı ile, onlar gerçekten, Peygamberin ehli beytini seviyorlar, diyemiyoruz. Bu sanırım bir haksız­lık değildir. Bu konuyu ilk defa yıllar önce Üsküdar Bala­banda, Emekli Tabib Albaylardan Dr. Hamdı Hizalan (HAMDİ BABA) gibi zatlara sorduğumda onlarda bu konuda haklı olduğumu, EM Beyt sevgisinin henüz bazı taifelerde teşekkül etmediğini beyan ettiler..

Ancak şunu ifade etmek borcundayım. Hamdi Baba ve meclisinde bulunan muhterem Zevat Ahmet Amiş Efendi Hz.leri, Ahmet Tahiri Maraşi Hz.leri ve Mustafa Özeren Hz.lerinden aldıkları dest-i himmet ile ehli beyti şartsız bir şekilde sevmektedirler.

Peygamberin ehli beytini sevmek peygambere tapmak veya o soydan gelenleri haşa ilahlaştirmak gi­bi bir teklif değildir. Ya nedir? Kur'an da da belirtil­diği ifadeyle, Allah'ın kelamiyla, Resulü ekrem efen­dimizin Müslümanlara hitaben; "Akrabalarıma, ben­den sonra gelecek soyuma sevgiden başka bir şey ve­ya her hangi bir ücret istemiyorum" demeleri teklifin­den başka bir şey değildir..

Hele bazılarının zannettiği gibi, ayrıcalık, üstünlük, hak­sız yere makam gasbı veya mal ve servet edinme hiç değil.. Ancak Müslüman geçinenler yıllarca dalga geçer gibi "Canım bizde Hz. Ali'yi seviyoruz, bizde onun ehli beytini seviyoruz" derler. Ancak hemen arkasın­dan şunu ilave etmeyi ihmal etmezler; İnsanlar eşit­tir. Biz de Hz. Ademin torunlarıyız.

Bu papağanvari şekilde bilinçaltına yerleşen, yer­siz mantık silsilesi, inanmış kitleleri peygamber so­yundan soyutlamakta, iş bununla kalmayarak, insan-

ları yanlış bir takını yollara götürebilmektedirler..

Elbettç İnsanlar hak ve adalet, tutum ve davranış­lara muhatab olmaları bakımından eşittirler. Siyahlın beyaza, beyaz'ın siyaha elbette üstünlüğü yoktur.

Resulü Ekrem efendimizin buyurdukları gibi "in­sanlar bir tarağın dişlen gibi eşittirler." Ancak burada mühim olan nefsin devreye girmeden olanca bir feda­karlıkla sadece akılla değil, aynı zamanda gönülle de, ehli beyti sevebilmek.

Şimdi ehli beyt sevgisi gündeme gelince, eşitliği öne süren kişiler kendilerini herhangi bir ülkenin ileri gelen bir kişisiyk eşit görebilirler mi? Elbette göremezler.

Çünkü onlar o göreve seçilmişlerdir. Elbette bu­rada bu mukayeseyi yaparken seçilmiş veya görevlen­dirilmişleri lanamak veya küçümsemek anlamında değil sadete ve sadece, bir rekabet anlamını ve nite­lisini bu in'san veriyorum.

Ehli Allah'm seçmiş olduğu peygamberin  Gerçek İbrahımliktir.

taşıdıkları için, Allah için ve  oniarı sevmek gerekir. Biz sadece bir   ayni zamant bir fıliozofun, bir  bırakan herkesin eğer varsa torunları,

 Onun Peygamber Peygamberi şairin bir onları da form, hatta kendine has çok özellikli bir yapı görülür.

Bu sevgiyle gönüller başka bir tarzda inşa edilir. Nitekim anadoluda yaşayan bir çok şair ve ozanla be­raber geçmişte yaşayan halk şairleri ile beraber görü­len Yunus emreler, Fuzuliler, Nesimiler, Karacaoğ-lanlar, Pir Sultan Abdallar, buna en güzel örnektir.

Öncelikle şu zümreler! Zalimler, haram yiyenler, ard düşünceli kişiler elbette ehli beyti sevemezler.

Ehli beyt sevgisini bir inanç demokrasisine ben­zetmek bile mümkündür. O sevgiyle gönüller, bozul­maktan kurtulur güzel korunur. Sevgiyle, aşkla, dost­lukla regüle olur inşaa edilir. Ehli Beyti sevmek sade­ce bununla da kalmıyor.. İbrahimilik özelliği taşıdığı için, aynı zamanda diğer dinleri ve onlara mensub toplumlarında, sevilmesini te'min eden bir zemindir..

Elbette nıinnetsiz söylemek gerekirse, ehli beyti sevip sevmemekte herkes özgürdür. Ehli Beyti zorla seviniz diyen olmadığı gibi, bu konuda, herhangi dinsel bir mecburiyet te getirilmiyor.

Seven kişi ile sevmeyen kişi arasındaki fark şudur: Ki­şiler nasıl bilinçleri oranında özgürlüklerden yararlanma hakkına sahiplerse, bunun gibi, sevgilerinin oranına göre Peygamberimize yakın veya uzak olacaklardır.

Sevgileri oranında, aşk ve sevgi sahibi olacaklar. Sevgileri ııisbetinde mutluluğun tadını alacaklar.

Evet, o bir tattır. O çok özel bir tat. O tadı alabilmek... O bizzat peygamberin ve torunlarının sevgi şerbetini bir parmak bal gibi insanlara tattırmaları...

Bunu anlayabilmek için, maharet, marifet, aşk ve hayattan zevk alabilme özelliği gerek.

Dahada ileriye gidecek olursak, çok özel anlayışlara, ince ve elenmiş görüşlere sahip olmak gerekiyor. O sevgiden sonra evrene, kozmoza açılan pencerelere, global win-dowslara erişebilmek gücünü yaşayabilmek gerekiyor...

 

Araplar'larda Reislik

 

Bugün bildiğimiz, Arap yarım adasında, çoğu ADNAN SOYUNDAN gelen, araplar yaşıyordu.

Bunlar daha ziyade, göbek, kol, taife kabile, şeklin­de ve dağınık bir biçimde yaşıyorlardı. Bu dağınık, ya­şama biçimlerinden dolayı, bugünkü anlamda sosyolo­jik tarife uygun bir Devlet haline de gelmemişlerdi.

Ancak Mekke, Medine ve Taif gibi yerlerde yaşa­yanlar, o günün şartlarına ve kendilerine göre bir me­deniyet kurmuşlardı. Bunda da en büyük etken, Ka­be'nin Mekke de bulunması ve yılın belirli zamanla­rında, hacıların bir araya gelmesinden ötürü, bu şehri aynı zamanda bir ticaret merkezi haline getirmişti...

Bundan dolayı, araplar o günün ananevi Turizmi diyeceğimiz, bu mekke şehri ve ka'be ye ayrı bir önem veriyorlardı.

Çünkü Ka'be'nin SİDANET (Muhafızlık-hiz-met)i kimde ise hem kabilenin başında oluyor, hem-de gelirlerden büyük pay sahibi oluyordu. Ancak bu sidanet işi, kabile ve zümrelerin bir araya gelip bir reis seçmesi ile gerçekleşiyor ve genelde o işi yürüten kişinin, ölümü ile babadan oğula intikal ediyordu.

Bu intikal esnasında, kabile'nin çoğunluğu, itiraz etmez ise, normal bir şekilde devam edip gidiyordu, şayet büyük çapta itirazlar olursa, zaman zaman kabi­leler arası çatışmalar da meydana geliyordu.

Ötedenberi, ka'benin sidaneti ADNANlı kabile­lerin elinde idi. Ancak kısa bir müddet için yemenden gelen ve KAHTANI araplar olarakda bilinen ki, asıl arapîar bulardır. İşte bu arap asıllı soydan gelen, BE­Nİ HÜZAA kabilesi, kabe'nin sidanetini ellerine ge­çirmişlerdi,

Ancak ADNAN soyundan gelen KUREYŞ kabi­lesinin toparlanması ile bu SİDANET işi yeniden el­lerine geçmişti.

Bu geçiş, Kurayş kabilesine mensub (KUSAY BİN KÎLAB)a nasip olmuştu. Çünkü Beni Huzaa kabilesinden olan, son muhafız, Kusay'ın aynı za­manda kayın pederi idi.

Onun için, bu devretme de ufak tefek çatışmalar olduysada, kısa zamanda barışla sonuçlandı.

Böylece, Ka'benin muhafızlığım, üstlenen Kusay, aynı zamanda Mekke şehrinin Reisi olmak sıfatıyla. Mekke'nin imarı ve günkü şartlarda, nisbeten medeni bir hüviyet kazandırılmasında, azami gayreti göstermiştir.

Kusay'yın vefatından sonra, Ka'be SİDANETİ (muhafizlığı)oğlu (ABDİ MENAF)A intkal etti. Abdi Menafin iki oğlu vardı. Bunlardan biri HAŞİM diğeri ABDİ ŞEMS...

 

Haşim

 

Haşim, peygamber imizin ve Hz. Ali nin dedesi ABDÜLMÜTTALÎB in babasıdır. Abdi şems ise,

(Muaviye'nin babası olan) Ebu Süfya'mn dedesidir. Abdi Menaf vefat etmeden önce Ka'be'nin muha­fızlığını oğlu Haşim e geçmesi için vasiyet etmiş, an­cak babasının vefatından sonra , Haşim in başa geç­mesi, Abdi Şems'in oğullarından ÜMEYYE'nin kıs­kançlığını tahrik ederek, öz amcasına karşı büyük bir kin ve nefret duymasına vesile olmuştur.

Ümeyye'de hem kıskançlık, hemde büyük bir nefsaniyet (ego) vardı. Riyasetin kendinde olmasını, her türlü yüksek makama kendisinin layık olduğunu, iddia ediyordu.

Umeyye zeki ve siyaset sahibi olan desise ve her türlü ayak oyunlarını bilen, bir kimse idi. Ve hakika­ten, adamın bu en bariz vasıfları, tamı tamına bütün Umeyye oğullarında görülür... Zeka, desise, siyaset ve saltanat hırsı,tarih boyunca, bütün Umeyye oğul­larında, hiç bir ölçü tanımadan sürüp gitmiştir.

Haşim ve Haşim oğullarında ise, rıza, tevekkül, teslimiyet, şefkat, merhamet kişiye saygı, insana say­gı, hakka riayet hasletlerini görüyoruz.

Haşininde bu özellikleri, genetik bir şifre gibi, çocuklarına aynen geçmiştir.

Ümeyye'nin karşı koyuşlarına karşı, amcası Ha-şim uzun müddet direnmiş, sabretmiş, ancak Ümey­ye'nin bu sevdadan vazgeçmeyeceğini anlayınca, Kurayşın ileri gelenleri de devreye girerek, yeğen ile am-ca arasında, bu işin kesin bir biçimde sonuçlanması için, bir müsabaka yapılması kararlaştırıldı.

Müsabaka sonunda, kaybeden taraf, elli deve ve­recek ve yirmi yıl müddetle, mekkeden uzaklaştırıla­caktı. Müsabaka da Umeyye kaybetti, ve yirmi yıl Mekkeden uzakta, Samda ikamete mecbur edildi. İş­te özellikle Muaviye'nin Şama Vali tayin edilmesinin arka planında yatan gerçek budur.

Bu olay, Tarih boyunca, Ümeyye oğullan tarafın­dan unutulmadı. Ve bu kin Islamdan öncede, sonra­da devam etti.

Hani deve kini derlerya, aynen öyle, zaten müsa­bakayı kaybeden, Umeyye hakikaten ceza olarak elli deve vermişti.

Bu kin ve Öfke, Umeyye oğullarında sürekli biçim­de devam etmiş ve bu babadan oğula, miras gibi geçen Haşimoğullarına karşı olan bu düşmanlık, Mekke'nin Resulü Ekrem efendimiz tarafından fethi ile, görünürde azaidıysada, bilahare yeniden alevlenmiştir..

Haşimden sonra, Ka'benin sidaneti Resulü Ek­rem efendimizle, Hz. Ali'nin öz dedeleri olan ABDÜLMÜTTALİB'e geçti.

Abdülmüttalib, ka'benin muhafızlığını ve mekke-nin reisliğini sürdürdüğü zaman zarfında, Mekke'nin imarı, büyümesi için azami gayreti sarfetmiş ve o gü­nün medeni seviyesine göre, şehri belirli bir noktaya getirmiştir.

 

Ebu Süfyan Daima Karşı Safta

 

Bilindiği gibi Ka'be Allah'ın emri ile Hz İbrahim-tarafından inşa edilmiştir.

Bu bakımdan Ka'be'nin kudsiyeti bütün araplar-ca paylaşılırdı. Onların Putları Ka'be'nin içinde olma­sı mekkeyi de çok önemli bir ticaret merkezi haline getirmişti. Ancak Kureyş soyundan gelenlerin bir kıs­mı, Peygamberimizin babası ve dedesi olan Hz. İbra­him'in dini olan HANIF dinine mensub idiler.

Bu bakımdan Ka'be ve Mekke, hem müşrikler için, hemde Hanif dinine mensub ehli tevhid için önemli ve anlamlı idi..

Evet, kainatın efendisi olan Hz. Muhammed. (Milyarca defa selat ve selam niyetine bir defa yazıyo­rum s. a. v.) bu ortamda, daha dedesi Abdülmüttalib hayatta iken, 570 yılında doğdu.

Sadece Dünya'nın değil bütün bir kainatın, onunla şereflendiği bir gerçektir.

Bunu niçin söylüyorum? Bugün insanlığın, asır­lardır tekamül ede ede geldiği, sosyal, siyasal, kültü­rel ve hukuksal boyutun çerçevesini, kendisine peygamberlik geldiği gün çizmişti.

Okuması, yazması olmayan, çöl ortasında yaşa­yan bir adama, hemde ümmi olan sade bir insana, günün birinde, Cebrail adındaki bir Melek şu ayetle, ilk defa görünecek ve ilk insanlık vahyini, en saf, en tabii, en doğrucu, en içten, en samimi, en güzel insa­na bildirecek "OKU! RABBİNİN EMRİYLE OKU! İNSANI YARATAN VE ONA BİLMEDİĞİNİ ÖĞRETEN RABBİNİN EMRİYLE OKU!"

Elbette, bu o günün şartlarına göre, insanın bu­günkü yukarda özelliklerini ve vasıflarını, saydığımız erişilebilirlik boyutunun net ve çok açık bir gösterge­sidir. Yani kültür, medeniyet, aşk, sevgi, incelik, zara­fet ve nitelikli insan olma Özelliği.. Bakımından Ön­cesini ve sonrasını kapsar.

Şimdi, bu kitabı okuyan çok saygıdeğer okuyucu­larımız, Hz. Ali'yi anlatacakken, peygamberi anlatı­yor diyebilirler.

Ancak şu bilinmeliki, Hz. Ali ile kainatın efendisi olan Resulü Ekrem efendimiz, yaşça olmasada beyin ve kalp olarak ikiz kardeştirler. Onun için, kainat elçi­sinden bahsederken, Hz. Ali'yi anlatmak, Hz. Ali'yi anlatırken, enbiyalar serdarından bahsetmemek olmaz.

İşte, Haşini oğlu Abdülmüttalib'in torunu Ab­dullah'ın oğlu Hz. Muhammed doğmadan iki ay ön­ce babasını, sonra annesini 8 yaşında ikende, dedesi Abdülmuttalibi kaybetti.

Böylece 8 yaşında hem anneden, hem babadan, hemde Mekke'nin reisi ve büyüğü oJan dedesi Abdül-müttalib den mahrum kalan kainat'ın övgü kaynağı HZ. MUHAMMED yaniız mı kaldı? Hayır. Zaten yanlız kalamazdı. Öylesine büyük bir kontrol altında idiki, onu terbiye edecek, yani büyütecek vasıta hazırdı, Allah Kur'ân'ı Kerim'in değişik ayetlerinde bunu açıkça ifade eder; "Biz seni büyütmedik ini? Senin ye­gane güç kaynağın Allah'tır."

 

Hz. Ebu Talib

 

Hz. Ali'nin babası ve Peygamberimizin öz amca­sı.. Hiç tereddütsüz bakımını üstlendi..

Son derece cömert, merhametli, fedakar, emin, gü­venilir, sözü ve özü bir, tam tamına adam gibi, adam olan bir zat.. Hz. Ali gibi şahı merdan olan, bir zatın babası olmak, Resulü Ekreme amca olmak kolayını?

Resulü Ekrem ef. daha yirmi beş yaşında iken, EL-EMİN lakabını aldı.

Adalet duygusu ve insan güvenirliği, hem bey­ninde, hem gönlünde yerleşmişti.

Ve onunda, Şahı velayet olan Hz. Ali'ninde, bü­tün davası, bu Adaleti ve güveni, bütün insanların gönlüne ve beynine yerleştirmek.

Çünkü Cenabı Hak Kur'anda "Biz bütün kainatı bir denge, bir adalet, bir terazi, bir mizan üzere kur­duk. Siz de bu mizanı, düzeni bozmayın, bu terazi­den, adaletten şaşmayın"

Daha yirmi beş yaşında iken, kendisini hakem yaptılar. Gördülerki beynindeki adil duygular çok ge­lişmiş, onun için adına EL-EMİN dediler.

Yine yirmi beş yaşında iken, Kurayş'ın tanınmış ailelerinden, Hz. Hadice annemizle evlendiler.

HADİCETÜL-KÜBRA en büyük anne lakabıy­la anılan, bu mübarek kadın, her şeyi ile örnek bir in­san.. İddiasız bir büyük kadın.. Resulü Ekrem ef. hem hanımı, hem sırdaşı, hem arkadaşı...

Hz. Fatıma annemize annelik ettiği kadar, Hz. Ali'ye de annelik etmiştir.

Aynı zamanda Fahriinnisa. Kadınların övünç kaynağı.. Eşi ona nasıl bir Peygamber ahlakı ile dav­ranmış ise, oda ona tam anlamıyla, bir peygamber zevcesi gibi davrandı..

Siyaset, desise, oyun, hırçınlık, kapris yok... Bu­na karşılık, alabildiğine samimiyet, sadelik, olduğu gibi görünme, göründüğü gibi olma tavrı, vefatına kadar devam etmiştir..

Şimdi bir tarafta, Haşimi soyunu temsil eden, Resulü Ekrem efendimiz, Ebu Talib Hz.leri, Hz. Ali ve Hadice annemiz. Diğer tarafta Beni ÜMEYYE so­yunu temsil eden Ebu SÜFYAN ve karısı HİND.. Bunlarda ise desise, oyun, siyaset, saltanat, zulüm, millete işkence, alabildiğine şöhret ve mal hırsı..

Kimi nasıl kiminle mukayese edebilirim ki? Hain ve zalim kişilerin sadece dinde değil, herhangi bir ideolojide de yerleri olamaz.

Bunlar, eski tas eski hamam gibi kabile anlayışı  ile, evrensel insani davranış ve anlayışların ilk ciddi tohumlarını atan, kainat efendisini, atalarından kalma eski bir kin ve ihanet hafızası ile karşılarına aldılar.

O kainat efendisi şöyle büyüdüğü için hoşlarına gitmedi "BÜTÜN İNSANLAR BİR TARAĞIN DİŞLERİ GİBİ EŞİTTİR. SİYAHIN BEYAZA, BEYAZIN SİYAHA ÜSTÜNLÜĞÜ YOKTUR." Bu söz ve davranış şekli, bu asil insani ve adil düşün­ce şekli, hoşlarına gitmemişti..

 

Peygamber'e Destek

 

Çabuk yoldan peygambere bir küçültme ve tahkir yaftası buldular. ABDÜLMUTTALİB YETİMİ.. Bu tabiri bulanlar, Ebu Cahil, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan.. Nihayet bilindiği gibi kırk yasında, HIRA dağın­da, büyük randevu.. İlahi randevu.. Taleb ve emir Al­lah'tan.. Yaniız daha öncesinden yavaş tarzda alıştır­ma ilhamları, yetiştirme, terbiye aşılan, manevi ilkah­larla başlayan bir süreç..

Omuzda, rahip buhayranın keşfettiği nübüvvet mührü.. En belirgin sıfatlan. Son derece açık insani ta­vırlar. Cömertlik, samimiyet, merhamet, doğruluk, çok gelişmiş bir adalet ve güven duygusu.. Daha son­radan Allah ona "Biz seni yetiştirmedikmi" diye hitab edecekti. Onu elbette yetiştirmeğe me'mur olarak ta-yjn ettiği kişi, Ebu Talib ten başkası olamazdı.. Ancak bugün bile bir çok kişi halen Ebu Talib Müslümanlığı­nın mana ve ehemmiyetini kavnyabilmiş değil..

O sözde değil, özde Müslümanlığı kabul etmiş sonuna kadar, vefatına kadar yeğenim desteklemiş, ancak bunuda, hiç bir zaman minnet etmemiş, yüzüne gözüne bulaştırmadan. Tam bir vakar örneği ola­rak bu davayı sürdürmüştür.

Onun yetiştirilme ve büyütülmesinde ilk vasıta EBU TALİB Hz.leri. O kadar güzel bir insan ki, an­latmakla bitmez. Yeğeninin bir dediğini iki etmez, kalbini kırmaz, onuruyla oynamaz, onu çocukların­dan ayırt etmez.

Bu güzel ahlak normal bir arap bedevisinde bulu­nabilir miydi? Resulü Ekrem efendimize ve Hz. Ali'ye ilk ahlaki ve davranış biçimlerini öğreten Ebu Talib Hz.leri.

Hala bu noktayı anlamayan, kavrayamayan Müs­lümanlar var. Halen kafaları karıştırıp duruyorlar.

Hz Ebu Talib Müslüman oldumu diye.. Bunu söylemek kadar ters, tuhaf, acaib ve yabancı bir dü­şünce olamaz. Ebu Talib Hz. lerinin Müslümanlığı ile sizin Müslümanlığınız bir olamaz beyler..

Hatta o devirde klasik tarzda kelime-i Şahadet getirip, Müslüman olan münafıklarla, Ebu Talib Hz.lerinin îmanı apayrı şeylerdir.

Hiç birgün yeğenini yaniız bırakmamış, oğulları­nı onun emrine vermiş ve Allah'ın bahşettiği büyük bir saadet ve imkanla resulü Ekrem efendimizin yetiş­tirilmesinde vasıta olmuş.. Bundan daha iyi İman mı olur? Elbette, bilenler bilirki bazı şeyler birden bire olmuyor.

Önce şartlar hazırlanıyor, önce işin uzayı hazırla­nıyor, sonra iş gerçekleşiyor.

Yoksa ulu Peygamber, durup dururken kendi kendine hira dağına çıkmış değil.. Çok daha önceden hafif tertip kalbe ilkah edilen aşıların motivasyonu ile dağa çıkma isteği gerçekleşiyor.

Nihayet günün birinde, kararlaştırılan gün ve za­manda, belirlenmiş saatte, CİBRİL I EMİN diğer adıyla CEBRAİL ilk buluşmayı gerçekleştiriyor. "KORKMA YA MUHAMMEDİ ALLAH'IN EM­RİYLE SANA İLK VAHYİ İNDİRİYORUM. OKU! RABBİNİN EMRİYLE OKU!"

Ve hiç yadırgamadan okuyuş. Elbette Peygamber efendimiz hem son peygamber hemde buna bitişik olarak ve insan naturasının bütün Özellikleri ile oldu­ğu gibi olma tavırlarıyla donatılmış bir yapıya sahib.. Netekim Allah yine ayetle şöyle cevab vermesini isteyecektir. "ENE BEŞERUN MİSLUKÜM" Bende sizin gibi bir insanım, aramızdaki fark bana vahiy in­dirilmiş olmasıdır." İşte bu insani sıfatla Peygamber­liği uzlaştıran Peygamber, ilk vahyin heyecanına ka­pılarak, bayılma, aşk ve vecd halleri içine girmiştir.

Eve gelir gelir gelmez Hadice annemize, başın­dan geçen bu emsalsiz olayı anlatır. Heyecandan üşüyordur.. Hemen kendisine yatak yorgan hazırlanır. Hiç sorgu sual, sormadan ve herhangi bir tuhaf davranışta bulunmadan vaziyeti bu özel durumu herkes­ten önce anlayabilen bir büyük kadın.

Ve ilk defa yeni bir dini kabul eden bir çocuk Hz. ALİ ve gittikçe yayılan, bu yeni din müminlerin vası­tası ile yavaş yavaş genişliyordu, öte taraftan ona bil­hassa düşmanlıkta çok ileriye giden Ebu Cahil, Ebu Leheb ve onları iyiden iyiye tahrik eden Ebu Süfyan ve karısı Hind.. Bunlar, ilk önce Ebu Talib e gittiler. Onun kabile damarını okşamaya çalıştılar,. Ona da Peygamberede Reislik teklif ettiler.

Hz. Ebu Talib bu teklifleri kabul etmediği gibi, yeğenine karşı en ufak bir ihanet gördüğü takdirde, onu ve kabilesini karşılarında bulacakları uyarısnda bulundu. Daha ne yapsın? Hz. Ebu Talib bir çok yö­nü ve bu bakımdan, Müslümanların ve mü'minlerin namusudur.

Kurayş'ın o zamanki zalim yönetimi, başka çare kalmayınca resmen ambargo uygulamasına başladı­lar. Beni Haşini ailesine alış verişi, ticareti, başka ye­re gitmelerini yasaklayarak, onlara her türlü eza ve ce­fayı uyguladılar. Kız alıp vermeği dahi kestiler.

Bu durum karşısında, kendilerini koruyacak bü­yük kabilesi olmayanlara peygamberliğin beşinci yı­lında, mekkenin dışına çıkmaları tavsiye edildi. Böy­lece ilk hicret gerçekleşmiş oldu. Ve ilk hicret habe-şistana yapıldı.

Başlarında Hz. Ebu Talib'in oğlu Hz. Cafer ol­mak üzere 10 erkek 5 kadından ibaretti. Ancak bir müddet sonra, 83 erkek 18 kadından müteşekkil 101 kişi yine habeşistana hicret etti..

Haşimoğuları sülalesi, o denli sıkıntılarla karşı karşıya geldiki, üç yıl müddetle, dağlarda yaşamaya mecbur oldular. Bütün bu olup bitenlerden son dere­ce müteessir olan Hz. Ebu Talib, 619 yılında vefat et­ti.. Mü'min olarak vefat etti.

Bakın burada ince, çok ince bir nokta var.. Bazı araplar iman ettik demelerine karşılık, Cenabı Hak onlara şöyle cevab veriyordu "Ey arablar! iman ettik demeyin. Müslüman olduk deyin." İşte iman etmek­le, Müslüman olduk demek arasındaki farkı Öyle iyi bir şekilde tahlil etmek lazım.

Hz. Ebu Talib yaptıklarıyla ortadadır. Allah onun en büyük şahididir. Allah her şeyi en iyi bilen­dir. Hz. Ebu Talibin vefatından hemen sonra, büyük annemiz, Peygamber efendimizin biricik eşi Hz. Ha­tice de takriben bir ay sonra vefat etti.

Olayları çok özetleyerek anlatıyorum. Amcası ve hamisi, Ebu Talib Hz. leride vefat edince, peygambe­rin yanlız kaldığını zanneden müşrikler, açık ve gizli zulmün her çeşidini tatbikata koydular.

Bir taraftan inanç aykırılıkları olurken, öte taraf­ta çok despotik bir tarzda biri birine yan bakma ve düşmanlık besleme ilkelliği de hızla devam ediyordu. Daha ziyade Mekke-Medine gibi, o günün şartla­rında şehir düzeyine ulaşmış yerleşim birimlerinde,

Medine ve civarı yerleşim merkezlerinde Yahudi­ler, Mekke ve Medinede Kahtani araplarla Adnaniler yaşıyorlardı.. Adnaniler aslen ibranidir.

Aslen arap değil araplaşmış araplardır. Kahtanüer ise öz be öz has araplardır.

Tabii bu ayrılık sadece bunlardan ibaret değildi. Kabile ölçeğinde, insan faktörü açısından çok kalaba­lık ve malca zengin olan kuvvetli kabilelerde bu etnik ayrışmada yer almak istiyorlardı..

Bütün,bunlar Kurayş büyüklerinin fitlemesi ile daha tehlikeli boyutlara ulaşabiliyordu.. Kurayş'ın büyükleri, bilhassa beni Ümeyye den olan Ebu Süfyan ve onun arkadaştan , bu tip bir etnik ayrılığı körükle­yerek, hern Peygamberin yeni gücü olan inanmış grupları yok etmek, hemde bu kabilelerin ayrılığın­dan istifade ile hakimiyetini biraz daha fazla pekiştir­meğe çalışıyorlardı.

işte tam bu ortamda, peygamber ve sahabileri, büyük bir siyasi kararlılıkla mekkeden medineye hic­ret etmeye karar verdiler. Bu aynı zamanda son dere­ce riskli ve tehlikeli bir karardı..

Çünkü Medine ve çevresindeki yerleşim birimle­ri henüz tam anlamıyla, yeni dine karşı net bir tavır ortaya koymamışlardı. İpler, daha mekke yönetimi­nin elinde idi.

Ve mekkeden ayrılduktan sonra bir daha dönme­mek, insan planına göre yok olmak, söz konusu idi.

Ancak ,belirli bir bekleyiş sürecinden sonra, ayet­le hicret'e izin çıkınca, hicret için bütün gizli hazırlık­lar başladı. Daha Önce Medineye hicret eden ufak bir grup, gerekli temasları sağlıyor, peygamber ve arka­daşlarına hicret için müsait ortamı üretmeye çalışı­yorlardı.

Bu arada mekke yönetimi büsbütün bu olup bi­tenler karşısında sağır değildi. Onlar da hile ve desise yolunu benimseyerek, onları yok etme planlan içinde idiler. Bir tarafta dünyevi deha organizasyonu, diğer tarafta her şeyleri ile Allah'a ve onun elçisine teslim olmuş bir grubun adım adım tatbikata konan kararlı­lıkları..

Evren'in iddiasız ve güzel huylu elçisi, Ebu Süfyan gibi dahi geçinen o günkü mekke yönetiminin hile ve desiselerine karşılık "EN BÜYÜK HİLE BÜ­TÜN HİLELERİ TERKETMEKTİR." diyecektir. İşte bugünkü insanlığın çektiği zulüm ve işkencenin ilk sebebi, bu hileler ve siyasal etkinliklerdir.

Maalesef bugünde Müslüman geçinen ve bu siya­sete angaje olan bir grup insana da şahit oluyoruz.

işte zülüm sistemine kim alet olursa, ister man ister başka bir şey, bu işe alet olan herkes, o gü­nün Ebu Süfyan'ı gibi olacaktır eninde sonunda.

Ve nihayet Hicrete tam karar veriliyor. Yola çıkı­lıyor. Yine fedakar Hz. Ali Resulü Ekreme bir zarar gelmesin diye onun yatağında ve evinde kalıyor. Hat­ta fidye niyetine kalıyor.

Ve bilindiği gibi yolda çekilen eziyetler, yollara konan tuzaklar, amansız takibler sonunda, Medineye ayak basılıyor.. Medinede umulmadık çapta büyük bir topluluk tarafından karşılanıyor. "ÜZERİMİZE YENİ BİR AY DOĞDU" sadaları üe karşılanıyor.

Hz. Ali bilahare mekkeden Medineye geliyor ve Medineye de kapı oluyor. İlme ve medeniyete kapı oluyor.

"ENE MEDİNETÜL İLMİ VE ALÎYYUN BA-BUHA"; "BEN İLMİN ŞEHRİYİM VEYA MER-KEZİYİZİM ALİ DE ONUN KAPISIDIR."

Bir Şehre nerden girilir? Şüphesiz kapısından. Bu halde açık olarak belirtmek gerekirse, Resulü ekrem efendimizin büyük ilim şehrine, onun özel iklimine, onun kültür ve medeniyetine girmek için önce Hz. Ali'ye varmak lazım..

Hz Ali Şahı velayet, kerameti kübra, son derece çarpıcı hakikatlerin zirvesi olan bir kişilik Alevilik ise, en başta ona mensubiyet veya o soya iltihak olmak niyetiyle kurulmuş ve en başta nefis terbiyesinin elde edildiği, insanı kamil'in yetiştiği ocaklardır..

Orada insan numuneleri görülür. Evrensel boyut­ta, bütün kavramların hayatiyet bulduğu, alabildiğine geniş kapsamlı görüşlerin, ortak seslerle söylendiği, kimsenin kimseyi hor görmediği, azarlamadığı, ince görüşlerin tecrübelerin, süzüle süzüle arza sunulan, ge­niş ve tatbik edilebilir anlayışlara tanık olursunuz.

Orada Hanif dini üe Işkının sentezde doruğa çıkmış, bütün insanları kuşatan, çevreleyen, geniş, alabildiğine geniş görüşlerine şahit olursunuz.

Hz. Ali'nin buyurduğu gibi "MÜSLÜMAN­LAR, DİNDE KARDEŞİMDİR, DİĞER İNSAN­LAR İSE FITRATTA (YARADILIŞTA) KARDE­ŞİMDİR.

Bundan daha çarpıcı, daha güzel, daha kapsamlı bir mana olabilir mi?

Hz. Ali bir tarafıyla, Resulü Ekrem efendimizin, en son, en güzel, en hakiki tarafını tavarus ederken, başka bir yönü ilede evrensel bir anlam ifade eden, Bugünkü Dünya medeniyetinin asıl sahibi olan ve bütün semavi dinlerinde ortak noktasını oluşturan Hz. İBRAHİMİN HANİF dinini temsil ediyor.

Bu çok önemli bir noktadır. Sakın yanlış anlaşıl­masın, Hanif dini derken İslamın dışında başka, ayrı bir din olarak düşünmeyin.. Ama o din yani Hanif dini Kur'anda da belitildiği gibi Resulü Ekremin ve Hz. Ali'nin atalarının dini idi..

Ve Hanif dini vahdet dini idi... Bugünde bütün in­sanların beklediği tek şey, insanların yek vücud olma­sıdır. Çünkü artık günümüzde hala sürmekte olan et­nik ayrılıklar, dinsel aykırılıklar yüzünden çıkan savaş­lar, dökülen kanlar, artık bir cihad gibi görülmemeli. Aynı zamanda hiçbir anlamı kalmayan bu tür çatışma­lardan bir sonucada ulaşmak mümkün olmadığına gö­re, böyle bir durum Allah'ın da rızasının dışındadır.

Onun için diyorumki, Hz. Ali bir tarafıyla, Resu­lü Ekrem efendimizin hem maddi hem manevi mi­rasçısı, ilimde, takvada, ahlakta ve davranışlarının bü­tününde tam bir örnek olabilen bu zat, aynı zaman­da bütün peşin hükümlerin dikenini ayıklayan bir an-layışlada insanlığın tamamına rehber olabilir.

İşte bu bakımdanda Hanif anlayışını temsil eder. NOT: HANİF DİNİ İLE" BUGÜNÜN SÜNNİ DİYE BİLDİĞİMİZ HANEFİLER ARASINDA BİR BENZERLİK YOKTUR. HANİF DİNİ HZ. İBRAHİME İNDİRİLMİŞ DİNİN ADIDIR. HA­NEFİLİK İSE BİR MEZHEBTİR.

Bu konuyla ilgili olarak, kitabın sonunda daha te­ferruatlı bir bilgi olduğunu belirtmek, isterim.

H. Aydın

Ve Medinede geçen zaman içinde, İslam kuvvet­lendi. Medine ve etrafında yaşayan kabilelerle anlaşmalar yapıldı.

Derken, Mekkedeki Kurayş yönetimi buna daha fazla dayanamayacağını belirterek, Medinede bulu­nan Peygamberimiz ve arkadaşlarına savaş açtılar. Bu savaşın adı, BEDİR savaşıdır. Bu savaşta, Müslü­manların sayısı 313 kişiden ibaretken, Mekkeden ge­len Ebu Süfyanın 1000 kadar savaşanı vardı.

Savaşın sonunda Mekke yönetminin ileri gelenle­rinden biri ve en önemli kişisi sayılan Ebu Cehil la­kaplı EBUL HAKEM savaşta, EBU LEHEBte mek-kede üzüntüsünden öldü.

Mekkeden gelenler, bu savaşta arkalarında 70 ölü ile bir o kadar esir bırakarak gittiler. Bu savaş Müslü­manlara çok büyük bir prestij ve çok iyî fırsatların doğmasına sebeb olmuştur.

 

Uhud Savaşı

 

Doğrusu, Bedir savaşında,büyük bir zafer elde eden Müslümanlara biraz gurur gelmişti.. Oysa herke­sin ittifakla dile getirdiği gibi, bu savaşın zaferi, ALLAH'a ve RESULÜ ne itaat etmekle gerçekleşmişti... Ama burada kendine bir pay çıkaranlar olmuştu. Bedir yenilgisinden sonra, Mekke yönetimi, başta Ebu Süfyan olmak üzere, daha büyük bir kin ile yeni bir savaşa hazırlandı... Bu defa yedi yüzü zırhlı, 2 yüz kişi süvari atlı olmak üzere 3 bin kişiden oluşan bir ordu hazırlandı.

Mekke'nin despot yönetimi, giderek bir hürriyet ortamına giren insanları, yok etmek amacında idi. Bu bakımdan, savaşa katılan askerlerin savaştan kaçma­maları ve cesaretlerinin artması için, def çalan, şiir okuyan Kurayş büyüklerinin eşleride bu savaşa bizzat katılmışlardı.

Bunların başında, Muaviye'nin annesi ve Ebu Süfya'nın karısı HİND'te vardı. Hind askerlere ve halkına yemin etmişti.

Beni Haşimden kim vurulursa, ciğerini çiğ çiğyiyecekti. Beni Haşimden dediği kişilerde, Resulü Ek­rem efendimiz, Hz. Ali ve Hz. Hamza.

Uhud savaşı, hicretin üçüncü yılında, Medine'nin 4-5 kilometre kuzeyinde bulunan, Uhud isimli dağın eteklerinde meydana geldi.

Müslümanlar, bu savaşta, Peygamberden ziyade kendi bildiklerini yaptıkları için yenildiler. Müslüman ordusu aşırı kayıplar verdi. Peygamberin amcası Hz. Hamza şehid edildi. Kalleşçe öldürüldü. Hindin zen­ci bir kölesi olan Vahşi adında biri tarafından arkadan vurularak şehid edildi.

Ebu Süfyan'ın karısı HIND, gerçekten dediğini yaptı ve Hz. Hamza'nın ciğerini mekke askerlerinin önünde çiğ çiğ yedi...

Bu vahşet ordusu tarafından yapılan savaş, Beni Ümeyye'nin başı olan Ebu Süfyan'ın, Peygambere du­yduğu kin ve nefretin sonucu idi. O dönemin Ticare­tini elinde bulunduran Ebu Süfyan, çok büyük paralar harcayarak bilhassa, Beni Kenane ve tehame halkından elde ettiği askerleri Uhud savaşına sevketmiştir.

Peygamberimizin ve onun soyu olan Beni Haşi-min amansız bir Düşmanı olan bu adam, bu düşman­lığını ve öcalma duygusunu torunlarına kadar ilet­meyi başardılar.

 

Hendek Savaşı

 

Uhud savaşında tam aradığını bulamayan zalim mekke yönetimi, giderek azgmîaşiyor, her gün biraz daha, saldırgan oluyorlardı. Bu defa iki yıl aradan sonra, hicretin 5. yılında, para ve menfaatle satın alın­mış civar kabilelerden toplanmış on bin kişilik bir or­du ile medine kapılarına dayandılar.

Selmarii Farisi adında bir İranlı mü'minin buluşu sonucu medine şehrinin etrafı hendeklerle kazıldığı için bu savaşa hendek savaşı denmiştir.

Yine Ebu Süfyan başkanlığında yürütülen bu or­du, nasıl geldiyse öyle gitmiştir. Bu arada civar kabi­lelerden gelip Müslüman olanların sayısı, her gün bi­raz daha artarken, Mekkeden gelen ünlü kumandan­lardan Halid bin Velid ile, araplarca dahi diye anılan AMR bin ASda medineye gelerek müslüman oldular.

Böylece, "SEVKUL CEYŞ" Erkanı Harb denilen savaşın çok önemli bir kısmını temsil eden kabiliyetli ve zeki iki şahsiyetin katılmasıyla Medine biraz daha güçleniyor, mekke yönetimi ise sarsılıyordu.

Gerçi bu adam bilahare, Hz. Aliye karşı tavır alarak, Muaviye'ye destek olanlardan biri olacağını kim­se kestiremezdi.

Mekke yönetiminin zalimane ve hasmane davra­nışlarına karşılık, medine yönetiminin, hiç bir ayının yapmaksızın, dil din renk, Irk ayırımına gitmeden, insanları eşit ve hür bırakmaları, adalet kavramını sa­dece bilmeleri veya idrak etmeleri değil, bizzat tatbik etmeleri, bütün herkesi büyülüyor, herkesin enınu eman içinde yani tam bir güvenlik içinde olmasını te'min ettiği için, İslam toplumunu her gün biraz daha etkin hale getiriyor, sosyal statüsünü kuvvetlen­diriyordu.

Medineye her gün yüzlerce kişi geliyor, Müslü­man oluyor, adaleti, insafı, merhameti, örnek davra­nışları, görerek, yaşıyarak tadıyordu. Sayı her gün bi­raz daha artıyordu.

(Sakın bugünkü Müslüman efendiler, bugün içinde bulundukları durum ve zihniyetleri ile kendile­rini o günün saf ve katıksız din anlayışı ile hareket eden İslamlarla karıştırmasınlar.) Mekke yönetimi ise her gün biraz daha yıpranıyor, zulmün ve baskının iş­tahı kabardıkça kabarıyor, insanlar her gün biraz daha eziliyordu.

Medine yönetiminin kuvvetini farkeden Mekke yönetimi, başka çare kalmayınca, HUDAYBIYE BA­RIŞI veya anlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Müsiüman toplum sonuna kadar bu anlaşmaya bağlı kaldılar.

Bozmak için herhangi bir eylemleri olmadı, an­cak Hudeybiye anlaşmasıyla Mekke yönetiminin hi­mayesinde olan Kenanel ilerin, Müslümanların hima­yesinde olan Beni Huzaa kabilesine saldırması sonu­cu bu anlaşma bozulmuş oldu..

Bu arada hicretin 8. yılında inen bir ayet Mek­ke'nin fethine işaret ediyordu.

"EY MUHAMMEDİ DOĞRUSU BİZ SANA APAÇIK BİR ZAFER SAĞLADIK. ALLAH BÖY­LECE SENİN GEÇMİŞ VE GELECEK GÜNAH­LARINI BAĞIŞLAR, SANA OLAN NİMETİNİ TAMAMLAR, SENİ DOĞRU YOLA ERİŞTİ­RİR, BÖYLECE SANA KİMSENİN GÜÇ YETİ-REMEYECEĞİ BİR ŞEKİLDE YARDIM EDER." Fetih suresi ile nazil olan bu ayet üzerine, hemen Mekkenin fethi için hazırlıklara başlandı.

Ensar, muhacirin ve çeşitli arap kabilelerinden oluşan 10 bin kişilik bir ordu ile, Resulü Ekrem efen­dimizin komuta ve kontrolünde mekke önüne karar­gah kuran ve o zamanın şartlarına göre görkemli olan bu ordu kısa zamanda mekke şehrini kuşatma altına almış, giriş ve çıkışları kontrol altına almıştı.

Bu durumu gören Mekke yönetiminin başı olan Ebu Süfyan telaşa kapılmış ve hemen Resulü ekrem efendimizle temasa geçmiştir.

Bir kısım müşrikte, Ebu Cehlin oğlu Jkrime baş­ta olmak üzere, SafVan bin Ümeyye ve Süheyl bin Amr gibi ileri gelen kimselerin topladıkları bir ordu ile, İslam kuvvetlerine son bir saldırı yapmışlarsada, bu saldırı kısa zamanda İslam kuvvetlerince püskür­tülerek etkisiz hale getirilmiştir.

İslam ordusu, daha fazla beklemeden, kısa bir za­man içinde Mekkeye girerek, şehri fethetti. Yine Re­sulü ekremin şanına ve asaletine yakışır şekilde, mek-ke ahalisine gönderdiği bir haberle, Ebu Süfyan'ın evine Ka'beye sığınanların emnu eman (güvenlik) içinde olacakları belirtildi.

Resulü Ekremin bu tavrına şaşmamak lazım. Çünkü, bu jestiyle hem risalet hem asalet karakterini yansıtarak, hem af etmeyi öğretiyor, hemde yıllarca önce birikmiş, Ümeyye oğullarmn kin ve nefretini sil­mek istiyordu.

Acaba Ebu süfyan ve Çocukları bunu anlayabildi­ler mi?

Mekke fethedilir edilmez, Resulü Ekrem efendi­miz ilk önce Ka'beye girdiler. Onu her türlü, Allah'a ortak eden simgelerden temizlediler, ibadete açtılar.

Bu arada Ebu Süfyan ve oğlu MUAVİYEde müslüman oldu. Ancak Ebu Süfyan Müslüman olma­ya niyetlenince karısı Hind sendcmi Müslüman olu­yorsun Ya Ebu Süfyan? deyince Ebu Süfyan'ın cevabı çok ilginç olmuştur.

(BAŞKA ÇAREM VAR MIYDI?) demiştir.

Bunun ne anlama geldiğini bilenler bilir. Fetih­ten sonra, Resulü Ekrem efendimiz daha önce elde ettiği ganimet mallarını dağıtmaya karar verdi. Bu arada inen bir ayetle, (enfal suresi) elde edilen gani­met mallarının 5'te birinin, kalbleri İslama ısınsın di­ye bu zümreye dağıtılması emrediliyordu.

 

Dönek Olabilecekler Listesi

 

Bunlara MÜELLEFE-İKÜLUB Müslümanları denir. Kalbleri Islama ısınsın, yahut gönülleri Islama meyletsin diye ganimet alanlar şunlardır:

1- Akra' bin Habis

2- Cübeyr bin Mut'im

3- CED bin Kays 4-HARİS bin Hişam

5- HAKİM bin Hazzam

6- HAKİM bin Tulayk

7- HUVAYTAB bin Abdülizzi 8-HALİD bin üseyd

9- H ALİ D bin Kays

10- ZEYD ÜlhayI 11-SaidbinYerbu1

12- Sehl bin AMR El -Amiri

13- SÜHEYL bin Amr El-Cemhi

14- EBU SUFYAN HARB BİN ÜMEYYE

15- SafVan BİN ÜMEYYE

16- ABBAS bin Mürdas

17- Abdürrahman bin Yerbu'

18- Gala' bin Cariye

19- Alkame bin Hulase

20- Ebu's Senabik Amr

21- Amr bin Yardas

22- Umeyir bin Vehib

23- Üyeyne bin Husn

24- Kays bin Adiy

25- MUAVİYE BİN EBU SÜFYAN

26- Malik bin avf

27- Kays bin Mahzeme

28- Mugire bin El'Haris

29- Mahzeme bin Nevfel

30- Nuzayir bin Haris bin Alkame

31- Hişam bin amr..

Bu otuz bir kişiye, kalbleri imanla barışık olsun diye ganimet mallarından bol miktarda verildi. Bu şa­hısların çoğu daha sonra gelişen olaylara karşı kimisi olumlu ve kimsi de olumsuz davranışlarda bulun­muşlardır. Sonunda peygamberin öz torunlarını kat­ledenler bu kişilerdir.

YA RABBİ! HER TÜRLÜ AÇIK VE GİZLİ İHANETTEN SANA SIĞINIRIZ..

Bundan sonra, İslam gelişti, büyüdü, kıtalara yayıl­dı. Allah'ın son dini, yine Allah'ın kefaletinde olarak, Re­sulü Ekrem efendimizin, eşsiz güzel ahlakı ve son dere­ce insani olan davranışları ile, rahmet ve aydınlık sağa­nağı halinde, Dünyanın her tarafına yayıldı.

Sonuçta inen bir ayetin işareti ile, her insan gibi oda ölümü tadacaktı. "KÜLLÜ NEFSİN ZAİKATİL MEVT" Her nefis ölümü tadacaktır. Ve bu işarete bağlı olarak son veda hutbesi.. Bu Veda hutbesi, bütün in­sanların dinlemesi içindir.. Kısaca değinmek istiyorum:

1- Bütün kan davaları kaldırılmıştır. (Bu bütün insanlara kan dökmemeleri için bir uyandır.)

2- Zulmün ve işkencenin ortadan kaldırılması.

3- insanlar arasında adaletin te'mini ve yaygınlaş­tırılması.

4- İnsanlar arasında ırk ayırımının ortadan kaldı­rılması.

5- Kadın ve çocuk haklarının gözetilmesi ve bu­na riayet edilmesi.

6- Bütün insanların eşit olduğunun kavranması 7-Hayvanlara ve tabiata karşı şefkatli ve iyi davranış..

Ve çok önemli bir vasiyeti ve uyarısı... Size iki emanet bırakıyorum... Bunlardan birincisi Allah'ın Yüce Kitabı KUR'AN İkincisi soyumdan gelen EH­Lİ BEYTİM.. .

Üzülerek söylemek gerekirse, bu iki emanetede ihanet edilmiş, gereği yerine getirilmemiştir.

Veda hutbesinin kısaca Özeti budur. Hatta ve hatta Resulü Ekrem efendimiz özellikle "DUYAN DUYMAYANA, ANLAYAN ANLAMAYANA ANLATSIN" diye buyurmuşlardır.

Sonunda veda anı geldi çattı.. Evrene en büyük iz bırakan, en silinmez damgasını vuran, Allah'ın elçisi mi­ladi 633 yılında 63 yaşında beka alemine geçiş yaptı..

 

Hz.Alinin İmameti Ve Hayatı

 

Hz.Ali Abdülmuttalib'in oğlu olan Ebu Talib'in oğludur. Bu bakımdan künyesi şu şekilde de okunur; (ALİ BİN EBU TALİB bin ABDÜL MÜTTALİB bin HAŞİM EL KUREYŞİ-el-HAŞİMİ)

Peygamberimizin ilk sahabelerinden olup, AŞE-REİ MÜBEŞŞEREDEN (Dünya da iken cennetle müjdelenen 10 sahabeden biri) olup, aynı zamanda Peygamber efendimizin amcasının oğlu ve damadıdır. MURTEDA, HAYDAR, ESED'ULLAH GİBİ LAKAPLARI OLUP, EBU TURAB VE

PEYGAMBERİN KARDEŞİ GİBİ, künyeleri de vardır. Farisi dilinde de ŞAHIMERDAN-ŞÎRİ HUDAŞAHI VELAYET GİBİ isimlerlede meşhurdur.

Manada 1. görünürde peygamber efendimizin 4, halefidir. Biz ona Halifeden ziyade İmam diyoruz, Mekkede dünyaya gelmiştir. Ebu Talib Hz.lerinin 4. oğludur. Diğer 3 ağabeyi olan Talib, Akil ve caferi Tayyardan yaşça küçüktür. Annesi FATMA bint ESED bin HAŞİM olup, babasının amcasının kızı­dır. Bu bakımdan Hz. Ali hem baba, hem anne tara­fından haşimidir.

Hz. MUHAMMED'in peygamberliğinin ikinci günü, Hz. Hadice annemizden sonra ikinci, erkekler arasında birinci olarak iman getiren ilk Müslümandır. Peygamber efendimiz Medineye hicret ettiklerin­de, bazı emanetlerin yerine ulaşması ve bazı işlerini halletmesi için onu mekkede bırakmış ve yatakların­da yatması için tavsiyede bulunmuşlardı. Ertesi günü Medineye ailesi ile birlikte hicret eden Hz. Ali'nin ayakları şişmiş, ayaklarından kanlar akmıştı. Elbette bu görevi Hz. Ali'den başkası yerine getiremezdi. Çünkü peygambere siper olacak yegane zât Hz. Ali'nin dışında kimse olamazdı. Bu durum Hz. Ali efendimizin Peygamberi zişam efendimizde asıl veki­li olduğunun en bariz bir göstergesidir.

Bedir, Uhud, Hendek gibi, hemen hemen bütün savaşlara katılmış, bütün bu katıldığı savaşlarda, ola­ğanüstü fedakarlıklarda bulunmuş ve hepsinde yara almıştır.

Hz. Peygamberin sancağını daima dirayetle elin­de tutmuştur. Hakkında bir kaç ayet inmiş olup, ke­rem, cömertlik, merhamet, sadakat, adalet vs... gibi yüksek faziletlerle temayüz etmiştir.

Hz. Ali hakkında bir çok peygamber hadiside vardır. Bunlardan bir kaçı şunlardır;

1- ENA MEDİNETÜL İLMİ VE ALİYYUN BABUHA (BEN İLİM VE MEDENİYET ŞEHRİYİ M. ALİ'DE BU ŞEHRİN KAPISIDIR.)

2- MEN KÜNTÜ MEVLAHU, FE ALİYYUN MEVLAH VE ALİ MEN VELLAHU VE A'DAİ MEN ADAHU; (BEN KİMİN DOSTU VE SAHİ­Bİ İSEM, ALİ DE ONUN DOSTU VE SAHİBİ­DİR. EY ALLAH'IM! ALİ'Yİ DOST TUTAN DOST OL, ONA DÜŞMAN OLANADA DÜŞMAN OL)

Şimdi bunca söylenen Hadislere bakın, birde uy­gulamalara bakın... Arada çok büyük bir fark görecek ve siyasi ihtirasların insanı ne hale getirdiğine tarih açısından tanık olacaksınız.

Beni Ümeyye oğullarından olan üçüncü halife, Beni Ümeyye soyundan olan Affan Oğlu Osman, ha­life olduğu zaman bir hayli yaşlıydı. Seksen yaşında olduğunu söyleyen Tarihçiler vardır.

Mısır alimlerinden olan Seyyid Kutub, "İslamda adalet" isimli kitabında bu konuya şu yorumla bakı­yor. "Beni Ümeyye oğullarından olan OSMAN bin AFFAN halifeliğe seçildiği zaman, yaşı ilerlemiş bir insan olmasaydı ve yaptığı içtihatlarda yanlışlık yap­masaydı, İslam aleminin bugünkü çehresi başka türlü olurdu."

Evet, bizde aynı kanaatteyiz, Halife olarak atan­dığı zaman, saf, temiz ve hayatı boyunca, Resulü Ekreme karşı itaat ve itilasında zerre kadar şüphe olma­yan, malıyla, canıyla, her şeyi ile Resulü Erkeme yardmcı olan bu zat, hakikaten halifeliğe getirildiği zaman, etrafının, siyasi kurtlarla çevrili olduğunu bel­ki yaşı gereği bilmiyordu.

Üçüncü halife olan Osman bin Aftan, dördüncü göbekte Resulü ekremle birleşirler..

Annesi (Arva) Hz. Peygamberin halasının kızıdır.

Mekke'nin sayılı zenginlerden olan bu aile, Isla-miyeti ilk kabul edenlerdendir. İslam'ın ilk neş'et etti­ği sıralarda, sıkıntıda olan Müslümanlara, 1000'e ya­kın deve, 50 at verdi.

Başka bir seferde, Resulü Ekrem efendimize 10 000 dinar gönderdiği zaman ulu peygamber'in şu du­ada bulunduğu mervidir "Bizi ne kadar sevindirdin ey Osman! Allah'ın rahmeti üzerine olsun ve bütün gü­nahlarını affetsin." Ayrıca bu cömert zat, bir su kuyu­sunu 35000 dinara satın alarak, Müslümanların em­rine vermiştir...

Bütün bunlara rağmen, bu zat halifeliğe getirildi­ği zaman çok yaşlı olduğu için, bazı akrabaları tara­fından istismar edilmekten kendini kurtaramadı. Öy­lesine bir tezgah hazırlandıki, Beni Ümeyyeden ol­mayan herkes o dönemin idaresine darıldı.

Halifeliğe getirildiği zaman, kendinden önceki halifenin vasiyetine uymayarak. Küfe şehrine Vali olarak atanan (SA'D bin EBU VAKKASI) azlederek onun yerine, anasından dolayı kardeşi olan (VELID bin Ukbe bin EBİ MUİT)i getirmesi, önemli yanlış­lardan sadece bir tanesi ve en önemlisidir.

Çünkü II: Halife vefatından önce Ebi Muit aile­sinden, herhangi bir kimsenin Devlet erkanında yer almaması konusunda özel bir uyarıda bulunmuştu.

Üstelik, yeni halife ataması yapılırken, Hakem olan (ABDURRAHMAN bin Avf) Ebi Muit'in Dev­let işlerine karışmayacağına dair kesin te'minat alın­mıştı.

Çünkü bu terkibin nereden yara alacağı ta geç­mişteki yöneticilerce bilinmesine rağmen, III. Halife bu acıklı durumu unutmuş gibiydi..

Böylece, Beni Ümeyye oğulları tarafından, rahat­lıkla oyuna getirilen yaşlı halife, akrabalarına tam an­lamıyla yenik düşerek, her gün biraz daha fazla kont­rolü elinden alınan bir acziyet içine girmişti. Bu su­retle adalete aykırı biçimde gelişen akraba kayırma kapısı açılıyor ve daha o zamanlar EMEVI SALTA-NAT'ının veya EMEVİ DİKTATÖRLÜĞÜNÜN temeli atılmış oluyordu.

Aşağı yukarı Kafkaslara kadar uzanan geniş bir me­sahayı içeren, İÜ. Halife dönemi, beni Ümeyye oğulla­rının hile ve desiseleri ile, her gün biraz daha kargaşaya sebeb olacak şekilde olaylara sahne oluyordu.

O dönemde Irak'ın merkezi olan Küfe şehri, siya­si ve idari konumu ile önemli bir şehirdi. Bu şehre Kur'an-ı Kerimin kendisinden Fasık olarak, bahsettiği VELİD bin Muit'i tayin etmesi, o günün Müslümanlarıni derinden yaralamıştı.

Ve BİN AFFAN'IN öldürülmesinde en büyük etkenlerden biride bu haksız tayinlerin bilerek yapıl­mış olmasıdır.

Bir parça merakınızı gidermek için, bu Velid Bin Muit, denilen adamın ne menem şey olduğunu bir nebze anlatmak gerekiyor; Velid bin Muit'in babası Ukbe bin Ebi Muit, Kureyş'in ileri gelenlerinden olup, puta tapan ve Peygamberimize eziyet etmesiyle tanınmış bir adamdır.

Bir gün Resulü Ekrem efendimiz namaz kılarlar­ken, önüne eziyet olsun diye, deve işkembesi koyan, son derece insani duygulardan uzak, bir kimse idi.

Velid bin Ukbe III. Halife'nin ana bir kardeşi olup, Ukben'in oğludur. Mekke fethinde, diğer bazı meşhur zevat gibi çaresizlikten müslüman olmuştur. Takriben Mekke fethinden bir yıl sonra, Peygam­berimizin emriyle Beni Mustalık kabilesinden zekat toplamak için gönderilen bu adam, Beni Mustalık ka­bilesi tarafından çok iyi karşılanmasına rağmen, eski­den kalma düşmanlık duygusu depreştiği için, onlar­dan zarar gelir düşüncesiyle geri dönerek Resulü Ek­rem efendimize yalan beyanda bulunarak "Beni Mus-talık kabilesi, İslamdan geri döndüğü için, zekat vermekten imtina ediyor" diyerek Peygamberi aldatma­ya kalkışmıştı..

Bunun üzerine yapılan tahkikat sonunda bu ada­mın yalan attığı ortaya çıkmış olup bu olay üzerine inen bir ayetle, sefih bir adamın herhangi bir kavim hakkında, getirdiği, bir haberi iyice araştırmadan pe­şin hükümle inanmamak lazım geldiği belirtilerek, Peygamber uyarılıyordu.

Peygamber efendimiz ise hemen bu yalancıyı ce­zalandırarak mekkeden uzak bir yerde ikamete mec­bur etti..

İşte yaşlı ve siyaset nedir bilmeyen üçüncü halife Osman bin Affan'ın, Peygamberi bile aldatmaya kal­kan, bu yalancıyı geniş yetkilerle Küfe valiliğine ge­tirmesi, Müslümanların hoşuna gitmemiş ve itirazlar­la karşılanmıştı. Bu adam tam beş sene halka zulmet­miştir.

Nihayet, şikayetler ayyuka çıkınca, aklı başında olan sahabelerinde gayret ve ikazları sonunda beş se­ne sonra azledilmiştir. Yerine atanan kişi de yine ha­lifenin amcazadesi olan, SAID bin asi bin Said Asi bin ÜMEYYE'dir.

Bu haksız ve adilane olmayan, tayinleri gören sa­habelerden biri ve eski küfe valisi olan, SA'D ibni ebi VAKKAS, hayretini gizlemeyerek, Velid bin Ukbeye "Ey Velid! Senmi bizden sonra akıllı oldun? Yoksa

biz mi senden sonra ahmak olduk" deyince Velidin verdiği cevab enteresandır. "Ya Ebu ishak, telaş etme ve üzülme, dediklerinin hiç biri değil, Ancak bu ma­kamlar ve mansıblar, öyle bir mülktür ki, bir zümre ve cemaat Sabah, başka bir zümrede akşam yemeği yapar." Vay be! Adamın verdiği cevab, batıl ve (na hak) bir sistemi tarif ediyor bile olsa, ne kadar doğru. Dentek oluyor ki, günümüzde görülen insan malz­emesinin bozukluğu, daha o dönemde başlamış..

Çünkü bugünde aynı siyaset, aynı tavır, aynı ka­fa halen devam ediyor. Ne fakir fukarayı düşünen var, ne de züefai Müslimine el atan var... Aynı tas ay­nı hamam.

Allah'ın istediği biçimde, onun muradına uygun kullar olmadıkça, iç ve dış dünyamızla, uyumlu olma­dıkça, kendimizi iyi tanıyıp başkalarına karşı samimi olmadıkça, başarılı olmamız mümkün değildir.

Dünkü insanların arızalı hali ne ise, bugünkü insan­ların da görüş ve düşüncelerindeki çarpıklıkları aynıdır. Üçüncü Halife zamanında olayların gelişmesine zemin hazırlayan sebeblerden biriside, Mısır fatihi olan ve dehasıyla ün yapan, AMR bin El-As'ın azle­dilerek onun yerine yine halifenin süt kardeşi olan, ABDULLAH bin Sa'd bin Ebi Serh'in getirilmesi..

Daha önce belirttiğimiz gibi, AMR İbni As, Mekke fethinden önce, Halid bin Velid ile Medineye gelerek, Müslüman olmuş bir zat idi..

Hz. Ali zamanında her ne kadar, Muaviye yanlısı tavırlar takınmış ise de, sonra geri adım atmış bir adamdır. Olayı ilerde anlatmak üzere, onun yerine Vali olarak tayin edilen Abdullah bin Sa'd denilen adamın cemaziyel evvelini anlatmak istiyorum.

Bu adam, hicretten önce güya Müslüman oldu. Hatta peygamber efendimizin Vahiy Katibliği yaptı­ğı iddia ediliyor.

Tıpkı Muaviye gibi. Bu adamlar ne menem şeyler ki, Peygamberin vahiy katibliği iddiasına rağmen Peygamber soyuna ihanet ediyorlar. Oysa bu adam bilahare irtidat etti.

Yani Müslümanlıktan dönüş yaptı. Mekke Fethi sırasında, Peygamberin emri gereği, görüldükleri yerde öldürülmeleri icab eden, 8 erkek 3'ü kadın olan hainler listesinin başında idi.

Mekke Fethinde süt kardeşi olan Osman bin Af-fana iltica ederek, af talebinde bulunmuş, bilahare, Resulü Ekrernin Osmana olan sevgisi sebebi ile affe-dilmiştir.

İşte bu ve bunun gibi adamlar, Ümeyye oğulları­nın tertib ve tezgahı ile, üçüncü Halife'nin ileri yaşın­dan ve akrabalarına olan aşırı sevgisinden yararlana­rak, Devletin her kademesine getirilmişlerdir.

Yine üçüncü Halifenin üçüncü yılında, Kuzey afrikadan, medineye gönderilen savaş ganimederinden olan çeşidi eşya ve hayvanların dağıtılmasında güçlük çekildiği için, gelen mallar toptan satılığa çıkarıldı. Bu satışın sonunda ihale, halifenin amcazadesi ve ka­tibi olan Mervan bin Hakemin üzerinde kaldı.

Ancak Mervan eşya ve hayvanları almasına rağ­men, Devlet hazinesine parayı ödemedi ve bir müd­det sonrada, bu paranın üzerine yattı. Bu durum, halk arasında büyük bir hoşnutsuzluğa yol açtı.

Yine Resulü Ekrem efendimizin vakfı olan FE-DEK arazilerini, Miri emlaktan sayan üçüncü Halife, bu arazileri çok cuz'i bir fiyatla Mervan'ın mülkiyeti­ne geçirdi.

Ayrıca bütün bunlar yetmezmiş gibi, üçüncü ha­lifenin amcası ve Mervan'ın Babası olan HAKEM bin Ebi'l As, Peygamber efendimiz zamanında, yaptığı bazı uygunsuz işler yüzünden, Rebze denilen yere sürgün olarak gönderilmiş, Birinci ve ikinci Halifeler, Resulü ekremin kararına olan en azından bu konuda ki saygılarından dolayı, bu yerde ikametine karar ver­dikleri halde, üçüncü Halife amcası olan bu adamı, yeniden medineye getirmiştir.

Elbette bu ve buna benzer olaylar, halkın gizliden gizliye tepksine sebeb olmuştur. Bütün bunları anla­tırken, sakın yanlış anlayıpta üçüncü Halfeye düşman olmanız için anlatmıyorum..

Aksine, Resulü ekrem efendimizin refiki olan bu zat üzerinde, bir nebze olsada Resulü Ekrem efendi­mizin tozu bile bulunsa hürmet etmenizi diliyorum.

Ayrıca Vahiy katibliği diye bir müessesenin olduğuda oldukça şüphelidir.

Araplar; sıkıntı, felaket ve mutlulukta ortak yakın arkadaşa (SAHİB) demektedirler. Hicretin sekizinci yılında Hz. Peygamberin vefatlarına kadar olan süre­de Mekke'den ayrılmamış ve sonradan (MÜELLE-FE-TÜL'KULUB) zümresine girmiş bulunan Mua-viye'nin Hz. Peygamberle yan yana gelip ayrılmaz bir şekilde arakadaşlık yapması, aklcnde örfende müm­kün gibi görünmemektedir.

Bu sebeple (Sahiplik) vasfını taşıyamaz. Kaldı ki, bu zat can ve malı ile müslümanlığa hizmet etmemiş­tir. Hz. Resul'ün merhametine sığınarak, hazıra ko­nup servet edinmek ve irsi ihtirası dolayısıyla makam kapmak için cinayetler tertip etmek dahil olmak üze­re, her çareye baş vurmuş, her yolu mubah görmüş bir kimsedir. Sadece Hz. Peygamberi görmekle Saha bilik payesine erişilmez. Muaviye, ne zaman Hz. Pey­gambere sahip çıkmış, ne vakit himaye etmiş, nerede müdafaa etmiş, prensiplerini ilkelerini, Kur'an-ı Ke­rim hükümlerini benimseyip iltizam ve bunlarla amel etmiş midir?

Bu adamı Sahabilerin derecesine getirmekte kim­senin hakkı olamaz. Kur'an-ı Kerim'ın HADİD süre­sinin 10. Ayetine de aykırıdır.

"Göklerin ve yerin mirası Allah için olduğu halde  size ne oluyorda Allah yolunda mallarınızdan harca­mıyorsunuz? Mekke'nin fethinden önce Allah yolun­da harcayıp savaşanlarınız daha sonra harcayıp sava-salarla bir değüdir.

EBU Süryan'ın kızı RAMLE ÜMMÜ HABİBE, kocası Ubeydullah bin Cahş ile birlikte ikinci Muha­cir kafılesiyle Habeşistan'da göçmen olarak yaşamak­ta iken kocasının İslam dininden dönerek Hıristiyan­lığı kabul etmesinden dolayı kocasından boşanmış ve yalnız kalmış olmasından Hz. Peygamber tarafından Zevcelik şerefine erdirilmiştir. Baba tarafı sahip çık­mamıştı.

Bu sebeple Muaviye Peygamber efendimizin ka­yınbiraderi olarak bilinir.

I Halifenin kızı Aişe hanımefendi; Yüce Pey­gamberin muhterem zevceleridir. Aişe'nin kardeşlen olan Abdullah, Abdurrahman ve Muhammed'de Yü­ce Peygamberin Muaviye'den daha üstün ve faziletli birer kayın biraderidirler. Bu mübarekler (HALUL-MU'MININ) yani mü'minlerin dayısı olamıyor da MUAVİYE'nin dayı olması garip değil midir?

II.  Halifenin kızı HAPSA; Yüce Peygamberin muhterem zevceleridir. Onun da 9 kardeşi vardı ve içlerinden 7 yaşında iken babasıyla birlikte müslüman olan Alim, içtihatçı,  ibadetinde Peygamberin emirlerine  tamamiyle bağlı, küçüklüğüne rağmen Bedir, Uhud ve HEN­DEK savaşlarında bulunmuş, 1000'de fazla köle azad etmiş 1630 Hadis nakletmiş, Müslümanlara daima nasihatçı olmuş ve babası gibi islam dini için hiçbir fedakarlıktan çekinmemiş bir yüce zat İdi,

(MÜMİNLERİN DAYILIĞINA) hakkıyla la­yık bu zat-i Şerife bile Muaviye'nin takdim edilmesi teveccühü; anlaşılacak bir davranış değildir.

MUAVİYE'nin VAHY Katipliğine gelince; bu tasvifte yanlış bir teveccühün sonucu olsa gerektir: Kur'an-ı Kerimi iceleyelim:

Kur'an-ı Kerim 114 Süreden, yaklaşık olarak ve ortalama 6.268 Ayetten ibaret olup 610 sahifede top­lanmıştır. 383 sahifede 86 Süresi MEKKE'de, 227 sahifede 28 Süresi de Medine'de nazil olmuştur.

Hz. Muhammed: ResuHüğünün (43-53 yaşlan arasındaki) 10 yıllık süresi Mekke Müşrikleriyle mü­cadelesinde geçen, (yani; Muaviye'nin 8 yaşındaki ça­ğında (Ebu Süfyan başta olmak üzere Mekkelilerden her an eziyet ve hakaretler, hatta mensup olduğu Ha-şim oğullarına uyguladıkları kuşatma, her türlü boy­kot ve ilişkilerin kesilmeleri ve düşman nazarile bakıl­dıkları bir zamanda, tarihin tescil ettiği 35'ten fazla en değerli, Emin ve bilhassa müslüman bulunan Sa­habelere Vahy Katipliği yaptırılırken, bu görev ise Resulü ekrem efendimize inen ayetlerin mutemet bir kişi tarafından kayıt altına alınmasıdır ki, çocuk ve henüz müslüman olmamış Peygamber düşmanı biri­sine Vahy katipliği diye ikide bir bu adamın tavsif edilmesini anlamak imkanı yoktur..

Muaviye, Tarihi gerçekler karşısında Vahy katibi olamaz.

Ancak şunu iyice biliyoruz ki, bu adam o zâlim ve gaddar biri imiş ki bugün bile Müslüman olan bazı taifeler, başka sahabelere, sahih olan Peygamber ar­kadaşlarına göstermedikleri saygıyı bu adama göste­riyorlar. Ona hazret diyerek, bugün bile Peygamber torunlarıyla, bu adam yüzünden düşman oluyorlar, Allah onları onunla hasretsin.

 

Muaviye'nin Haksızlık-Merhametsizlik-Gadir Tarafı

 

Muaviye, düşman sandığı birisinden korkupta onu para ve servetle fikrinden vaz geçirtmeyince, ya­hut kuvvetle baş erdiremeyeceğini anladığı zaman, o şahsı öldürtmekte tereddüt etmezdi.

Kurbanlarından bazıları şunlardır:

1- Büyük İslam kumandanı Halit bin El Velid'in oğlu Abdurrahman:

Soylarından ve özellikle babasından miras kalan büyük servet ve o derece üne sahip Halit oğlu Abdur­rahman, 18 yaşında iken YERMUK savaşında büyük bir birliğe komuta etmiş ve bu sebeple ün salmıştır.

MUAVİYE ile birlikte. Hz. Ali'ye karşı SİFFAYN'de savaşmış, Anadolu savaşlarına katılmış­tır. Babası Halit bin El Velid in beldesi olarak bugün dahi anılan ve tanınan (HOMS) şehrinde büyük bir nüfuza sahipti.

Halep-ŞAM yolunun ortasındaki bu şirin şehir için, hatta Şam civarına kadar uzanan Abdurrahman'ın nüfuzundan korktuğu için zehirlenmesine karar vererek, bu amaçla; hayata boyunca haraç vermemek şar-tıyle (HOMS) haraç nazırlığı karşılğında çalıştırdığı Doktora vasıtasiyle ve Abdurrah­man'ın kandırılan kölelerinden biri eliyle, zehirli bal şerbetini Abdurrahman'a içirerek hayatına son vermiş­tir.

2-Aynı bal şerbeti zehiriyle (TABİİN)in en ce­surlarından ve Hz. Ali'nin kumandanlarından, Hz. Ali'nin Mısır'a Vali tayin ettiği (Malik El'EŞTER NAH'İ)'yi Mısır yolunda zehirletmiştir. Esterin Hz. Ali tarafından Vali olarak tayin edilerek memuriyete başlaması halinde başarılı olacağı ve Muaviye'ye karşı duracağı muhakkak idi.

Bunu takdir eden Muaviye, Kızıldeniz kenarında (KULZUM: Eski Mısır'ın Kızıldeniz kenarında bir limanı olup Fıstas ile Mekke arasında miri eşyayı de­niz yolu ile nakledilmek için, II.Halife tarafından ta­mir edilen liman) şehri Esterin geçeceği yol üzerinde olduğundan, bu şehrin Haraç Reisine:

(Ester, Mısıra Vali tayin olunmuş, beni ondan kurtarırsan, sen ve ben sağ kaldıkça, senden Haraç al­mam.) diye haber gönderdi. Bunun üzerine Haraç reisi, Eşter'in yolunu beklemiş, gelince kendisini kar­şılamış ve evinde misafirliğe davet etmiş, yemekten sonra bir bardak zehirli bal şerbetini içirerek hayatına son vermiştir.[1]

Muaviye o esnada Şam halkına: (Ali, Esteri Mı­sır'a vali tayin etmiş, ona beddua ediniz.) dediğinden Şam halkı her gün Eşter'e bedduada- bulunurlardı. EŞTER'İ zehirleyen şahıs Muaviye'nin yanına gelerek Eşter'in ölümünü haber verince, Muaviye minbere çil kıp: (Alî'nin iki sağ kolu vardı. Biri (Yani AMMAR bin YASİR) SIFFEYN'de, diğeri (YANİ ESTER bu­gün adı dünyadan kalkmıştır) diye açıkça öldüğünü etmiştir.

Eşter'in vefat haberi (AMR bin El' AS)'a yetişin­ce bu zat: (ALLAH'ın baldan da ordusu vardır) de­mekten kendini alamamıştır.

3- Temas edileceği gibi, Yüce Peygamberin bü­yük torunu Hz. Hasan'm MUAVİYE tarafından ne şekilde bal şerbetiyle zehirlettirildiği hakkında yeterli bilgi verildiğinden tekrarlamaya gerek yoktur.

4-  Hz. Ali tarafından Mısır'a Vali tayin edilen Kurayşin en dindar bir zatı olan I. Halifenin oğlu MUHAMMED, Mısır'da vali olarak görevde iken, MUAVİYE tarafından Sıffayn Savaşı'nın düzenbazlı­ğının mükafatı olarak, AMR bin El'AS, Mısır valiliği­ne atanır ve bir ordu ile Mısır'a gönderilir.

Meşru olan vali Muhammed bin Ebu bekir'Ie sa­vaşır, yakalar ve ölü merkep çukurunda canlı olarak ve bir söylentiye göre, öldürüldükten sonra yakılır, [2] (Bu Mağ-

64

dur da Müminlerin Dayısı idi.)

5- ABDURRAHMAN bin EBU BEKİR Pey­gamber efendimizin II. zevcesi ana-baba bir kardeşi idi, Muaviye'ye yakıştırılan (Hal-ül MÜ'MİNİN) ya­ni mü'minlerin dayısı vasfına daha çok layıktı. Hu-deybiye'de Müslüman olmuştu. Adı Abdül -Kabe iken Hz. Peygamber tarafından Abdurrahman olarak değiştirilmişti.

Hz. Ali'ye karşı (CEMEL Vakasında) ablası ile birlikte bulunmuştu. (BEKKARoğlu ZÜBEYİR)'in söylediğine göre; Abdurrahman bin Ebu Bekir, Ye­zid'e biat etmeği reddettikten sonra Muaviye, onu yüz bin dirhem para ile Abdurrahman'a gönderir ve bu para karşılığında Yezid'e biat etmesini ister. Ab­durrahman para ve teklifi reddederek: (Ben dünyalık karşılığında dinimi satamam) diyerek Mekke'ye kaç­mıştır.

Ancak Yezid'e biat işi tamamlanmadan kısa bir süre önce ve ani olarak, Mekke'ye yakın on mü uzak­lıkta HABEŞİ dağında ölü bulunmuştur. Onun dahi zehirlettirildiği söylenmektedir.

Birinci Halife'nin bu imanlı oğlu Abdurrah-man'ın ölüsü omuzlarda taşınarak Mekke'ye nakledil­miştir. Vefat tarihi Hicretin 53. yılında vaki olmuş­tur.

 

Alevi Ve Şiilikte İlk Şehit:

 

Emeviler; Sahabe ve onu takibeden Tabiin'den ve Allah'a son derece bağlı dindar kimselerden çok adam idam etmişlerdir. Bu kanlı eylemlerinin sebepleri, yalnız kendi krallıklarının kuvvetiendirilmesi için Hz.

Ali ve taraftarlarını tahkir ve tamamiyle ezmekten ibaretti.

Bu amaçlarına uyarak Hz. Ali'ye Camilerin min­berlerinde lanet okudular ve okuttular. Halkı lanet okumakla  mecbur kıldılar.   Lanet etmeyenleri  de idam etiler. Bu uğurda ilk idam olunan zat; Kinde Kabilesinden Ulu bir Sahabi ve müslümanhk uğrun­da Kadisiye harbinde de savaşmış bulunan (HUCR) bin Adiy Kendi idi, ki; MUAVTYE'nin zamanında yakalanarak Şam yakınında (MERC-I AZRA) deni­len yerde öldürüldü.

Bu kutlu zat, Hz. Ali ile birlikte CEMEL ve SI-FAYN savaşlarında harbetmiş ve ondan ayrılmamış­tır. Emevilerin takibinden kurtulamıyarak nihayet onlar tarafından şehit edilmiştir.

 

Dikta'nın Maşaları

 

MUAVTYE; Halifeliği eline geçirince bağımsız dü­şünce ve konuşma hürriyetine sahip müslümanlara karşı şiddetli baskılar yapmaya başladı, yüce Sahabelerden El'Homk oğlu AMR'ı ve arkadaşlarının, minberlerde Hz. Ali'yi lanetlemenin doğru olmadığını açıkça belirte­rek vicdan özgürlüğü adına söyledikleri için onları öl­dürtmüştü. [3]

MUAVTYE; muarızlarını teker teker öldürmekle kalmamış, kendisine yakışır valileri vasıtasıyla halis mü'minleri toplu olarak imha etmelerini, çekinmeksi­zin açıktan açığa kan dökmelerini teşvik ederdi.

Özellikle Sıffayn'de hile ile elde edilen iki Hakemin kararından sonra işi azıtarak Hz. Ali'nin sağlığında bi­le, şer unsurlarından biri olan (Ebu Abdurrahman BÜSR bin ERTAD)'i bir ordu ile memleketi tarama­sını Hz. Ali tarafından Hicaz ve yemen'de bulunan va­lilerine karşı gönderip Hz, Ali tarafını güden her kime rast gelirse öldürmesini, hata kadın ve çocukların Öl­dürmesinden çekinmemesini emretmişti.

Bu emre uyan Gaddar Büsr, önce Medine'ye gitmış, orada Hz. Ali taraftarlarından birçok insan öldür-müş, evlerini yıkmış, zulüm ve hainlikler irtikab etmiştir. Sahabeden Ebu Eyyüb Ansari ve CABİR bin Ab­dullah bu adamın şerrinden Medine'yi terk ederek kaçmağa mecbur olanlardan ikisidir.

Müslüman kadınlarını Sebiy eden(esir alıp götü­ren) bu adam olup müteakiben Mekke'ye giderek Medine'de yaptıklarım aynen yaparak vahşetini Hare-meytvi Şerifeyn'de göstermekten çekinmemiştir. Bu barbarlığa doyamayan MUAVİYENİN KUMAN­DANI BÜSR, ayni vahşet için Yemen'e geçmişti.

O sırada, Hz. Ali tarafından Yemen Valiliği'nde istihdam edilen Hz. Peygamberin Amcazadesi Ab­dullah bulunuyordu. Vali, Büsrün gelişini işitir işit­mez öldürülmekten korkarak bir tarafa savuşmuştu. Büsr, jbn-i ABBAS'ı bulamayınca, onun oğullan olan Abdurrahman ve KUŞEM'ı yakalayarak taşıdığı bıçaJcla ikisini kendi eliyle kesmiştir.

Bir rivayete göre, bu iki çocuk, çölde yaşayan (KEKlANE) kabilesinden bir adamın yanında bulunuyorladı. BÜSR, çocukları öldürmek "isteyince, Kenaneli adam misafirperverlik haysıyat ve duygusu ile Büsre (Suçsuz ve masum bu iki çocuğu öldürmek mı istiyorsun? Onları öldüreceksen beni de birlikte öldür)  demiş.

Peygambere ve AL-İ beytine ve kutsal makarnlara karşı saygısını efendisi Muaviye gibi yitirmiş bu in­san kılıklı bir Cellad olan BÜSR mePunu çocuklarla birlikte ev sahibi Kenaneli müslümanı tereddüt etme­den öldürmekten çekinmemiştir.

Bu vahşete şahit olan Kenaneli bir kadın, Büsr'ün yüzüne bağırarak: (As zalim herif; büyükleri öldürü­yorsun, bunu anladık fakat çocuklara böyle kıyılır mı? Vallahi ne İslam'dan önceki Cahilliyet çağında, ne de Müslümanlık devrinde böyle cinayetler işlenmedi.

Ey Ertat'ın oğlu; Emin ol, bir hükümdarlık ki kü­çük çocukların ve yaşlıların öldürülmesiyle, şefkat ve merhameti çiğnemekle, akraba ve ilişkililere gadir ve zulüm icrasiyle ayakta duruyorsa, o hükümdarlık, ci­hanın en talihsiz, en kötü bir sultanlığıdır) demişti.

İleride görüleceği veçhile MUAVTYE'nin zulüm temeli üzerine kurduğu bu devletin hükümdarları da, gerek şahsen ve gerek BÜSR, ZİYAD bin EBİH, Ubeyduîlah bin Ziyad ve HACCAC-İ ZALİM gibi nice Cellad Valileri marifetile, daha vahşice Kitle Katliamlarına girişmişlerdir.

Bu facialar, mevki ve servet elde etme ihtiraslarını tatmin yolunda işlenmiştir ve ne gariptir ki; Allah'a ve Peygambere saygı duygularını kaybetmiş bu katilleri ha­la saygı ile anan ve yüceltme vasfı olan (Hazret) kelimesiyle adlarını birleştiren garip düşünceli zatlar: din kisve­si altında Ahkam çıkararak, kutsallaştırmaktadırlar.

İslam gibi Yüce bir din doğmuş, buna inanmış kimseleri kardeş yapmış, faziletten başka üstünlük ta­nımamış, hayatın her safha ve sınıfında yaşama im­kanlarını sağlamış, adaleti açıklamış, fakirliği ve tem­belliği reddetmiş, zulmü kökünden silmeye girişmiş ancak yirmi yıl geçmeden bu düzeni kökünden tahrip etmeye kalkışan bu insanlar, Peygamber soyuna her türden haksızlığı yapmalarına rağmen, bu gaddarlar, aksine olarak tapınılacak hale getirilmişlerdir. Allah; cümlemizi hatalardan muhafaza buyursun.

Şimdi bazı muamnid kişiler güya ehli sünnet adı altında ısrarla bu adamı sürekli biz biçimde ta'ziz nu-tebcil etmektedirler. Halbuki bu işin gerçek ehli sün­net anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Peygamberimizin saygın sahabelerine, refiklerine ve öz torunlarına düş­manlık besleyen bu adama gösterilen bu sun'i saygı­da sanırım sahte etkilerin büyük payı vardır. Şu hadi­si dillerine dolamışlardır.

"SAHABELERİM YILDIZLAR GİBİDİR" Evet doğru. Onun sahabeleri, yani gerçek arkadaşla­rı, ona fedakarlık etmiş onu korumuş, kollamış. Saha­beleri elbette yıldızlar gibidir.

 

Muaviye'nin Şer Zümresi

 

1-Muavtye'nın Doktoru "Zehir İmalcisi" Essal:

 

Arapların eski doktorlarından olup Hıristiyan di­ninden idi. Muaviye bin Ebi Süfyan, Şam'da hüküm­darlığını ilan edince, bu zau Tabiplerinin başı olarak görevine getirilmiş gece ve gündüz kendisini yanın­dan ayırmıyarak çok iyilik ve bağışlarda bulunmuş, servete boğmuştu.

(UYÜNÜİ-EBATi TABAKAT il-ATTBBA) sahi­binin söylediğine göre; İBN-İ ESSAL'in Muaviye'ye intisap sebebini tıptaki ustalığı ile beraber, basit ve ka­rışık ilaçlara dair ve özellikle öldürücü zehirlerin kuvvet ve vasıfları hakkında olan bilgisinin mükemmel olması, sebebiyledir. Ne yazikki bu zaman zarfında, Eşraf ve müslüman büyüklerinden bir çok kişinin zehirlenerek vefat etmiştir. Acaba bu bir tesadüf müydü?

Muaviye tarafından oğlu Yezid'in Veliahdliği tek­lif olundukta, nüfuz sahiplerinden bir çok kimseler karşı gelmiş, Abdurrahman bin Halid bin Velid'i ter­cih ettiklerinden derhal Abdurrahman bin Halid, İBN-İ ESSAL'ın tertip ettiği bir şerbede zehirlenerek vefat etmiştir ve Mekkede bulunan Abdurrahman'in yeğeni (HALİD bin MUHACİR bin Halid bin Velid)e Amcasının zehirlendiğini işittiği zaman, akraba­lık duygusu ile Şam'a gidip İBN-İ ESSAL'ı öldür­müştür.

Tarihçi Vakidi'nin söylediğine göre, Hz. ALÎ ta­rafından Mısır Valiliğine tayin olunup (El'ARIŞ)'te vefat eden EŞTER'e ve Hz. İMAM HASAN'a içiri­len zehirler dahi İB-İ ESSAL'ın mel'unca tertiplerin­den yapılan zehirlerle gerçekleşmiştir. [4]

 

Meşhur 4 Arap Dahisinden Birincisi Amr Bin El'as:

 

(Ebu Abdullah bin VAİL bin Haşim... Bin lüey El' Küresi)

Sahabeden olup, İslamdan önce Kurayş put tapar­ları tarafından Habeşistan'daki İslam Muhacirlerini teslim etmesini teklif için, Habeş Hükümdarı (Neca-şi)'nin yanına gönderilmiş ve Necaşi bu teklifi kınadı­ğından Amr bin El'As Habeşte iken İslama gelip ora­dan Medine'ye hicret etmiş ve bir rivayette sekizinci Hicri yılda ve Mekke fethinden altı ay önce müslüman olmuştur. (Bir kaç esere göre en doğrusu budur.)

Halid biri El'VELİD ve OSMAN bin Talha'tül-Abdari ile birlikte Medine'ye giderek, geçmiş hare­ketleri Aff buyurulmak ricasiyle müslüman olmuştur. Daha sonra hz. Peygamber tarafından bir seriyye (500 kişiyi aşmayan süvari birliği) ile babasının dayıla­rı olan (Bin Lihaf) kabilesine karşı gönderilerek (Zattüselasil) mevkiine varınca, yardım istemekle, Ebu Ubeyde bin El'Cerrah'ın komutası altında ve Ebu be-kir ve Ömer dahi dahil olmak üzere Eski Muhacirlerden mürekkep bir Seriyye yardıma gönderilmişti.

Ondan sonra AMR binEl'As Amman'a Vali olup . Peygamberin vefatına kadar orada kalmış. Ebu Be­kir'in Şam fetihlerine memur edilmişti.

Ömer zamanında Filistin Valiliğine atanarak ve sonra Mısır'ı feth etmekle oranın Valiliğine tayin olunduktan sonra azlolunmakla Filistin'e çekilip ara sıra Medine'ye gider ve Halife Osman'a olan kızgınlı­ğını açıklayıp başkalarına çekiştirirdi. Osman'ın şehit edilmesinden sonra Şam'da Muaviye'nin yanına gi­dip, Muaviyenin, Hz. Ali'ye karşı kin ve düşmanlığı­nı şiddetlendirmiş ve nefret etmesine yardım etmiş, (SIFFAYN) savaşında birlikte bulunup, sonra Mua-viye tarafından (HAKEM) atanarak, Hz. Ali'nin Ha­kemi olan EBU MUSA El' AŞARİ'yi iğfal etmiştir.

Hz. Ali'nin Mısır Valisi bulunan Muhammed bin Ebu Bekir'i oradan çıkararak Mısır'ı idaresi altına al­mağa Muavİye tarafından memur edilmiş ve ömrü­nün sonuna kadar bu Valilikte kalmıştır.

Hicretin 43. yılında Ölmüştür. Oğlu Abdullah halefi olmuş ise de müteakiben MUAVTYE onu azle­dip kendi kardeşi olan (UTBE bin EBU SÜFYAN)'ı Mısır Valiliğine atamıştır.

Amr bin El'AS; kısa boylu, cesur, Dahilerden ,sayılacak derecede zeki ve o nisbette hilekar, fevkalade şüzel konuşkan ve şair idi, [5]AMR bin El'AS hakkında Tarih-ül Hamis 2. cilt 326 sahifesinde şu bilgiyi görmekteyiz: (Sağlam ve en doğ­ru fikir yürüten, çok hilekar Arap DAHTlerindendi.

Muazam servet terk etmiştir. Bu servetin içinde yetmiş deve yükü altınla dolu idi.

MUAVİYE, SIFFAYN Vak'asmda yardım ettiği­nin karşılığı olarak, altı yıl boyunca MISIR bölgesi­nin haracım anlaşma şartı olarak AMR'a bırakmıştı. Doksan yıla yakın yaşamıştır.)

EL'MÜNCİD FİTALAM Sahife 370'te AMR bin El'AS'ı şöyle tanıtmaktadır:

(Amr bin El'AS, ünlü bir Arap Kumandanıdır. Filistin Ecnadin'de Bizans ordusunu yenmiş, MISIR'ı fethetmiş ve "AYİN ŞEMS ve BABLİYON'da Bizans ordusunu perişan ederek İskenderuye'yi işgal etmiştir Mısır Valisi olmuş Fustat (Kahireye yakın) şehrini kurmuştur.

Sıffayn' olayını takiben yapılan Hakemlik işinde Dehasiyle, kurnazlıkla, Terazinin kefesini Muaviye tarafına ağır bastırmıştır.

 

Şer Unsurlarından Bir Başkası Arap Dahilerinden Biri; Ziyad Bin Ebih (Babasının Oğlu)

 

Ziyad, annesinin adına nisbetle (Sümeyye'nin Oğ­lu) denmekle tanınmış olup, Ebu Süfyanın Meşru' ol­mayan oğlu idi. Açıkça ifade edildiği gibi babası meç­hul olmakla (ÎBN-İ EBİH: Babasının oğlu) lakabı ile şöhret bulmuştu. Künyesi "EBÜL-MUGİRE"dır.

Hicretin 1. yılında doğmuş Hz. Peygamberi ne görmüş ne de sohbetine katılmıştır. Annesi (Haris bin kilde)'nin cariyesi idi. Kocası olan Ubeyd'ı ziyad, sonradan onu bin dirheme satın alarak azad etmiştir.

Ziyad, Arap Dahilerinden, topluluk karşısında açık, düzgün ve güzel söz söyleyenlerden olup, 2. Halife Ömer tarafından Basra Valiliğine atanmış, sonradan Hz. Ali'nin maiyetinde bulunup Iran Vali­liğinde istihdam edilmişti.

Hz. Ali şehit olduğu zaman Faris "İran" valisi bu­lunduğu cihetle, MUAVİYE bunun güç ve yeterlili­ğinden endişe ettiği için (ZİYAD)'e olan akrabalığını ilan ile kendisini kendi tarafına çekerek BASRA Valiliğine atamış ve sonra (KÜFE)'yi de bu Valiliğin emri altına vermişti.

Ziyad; son derece güçlü, tuttuğunu koparan, de­diğini yaptıran, yönetimde disiplinli bir adam olup, ancak davranışlarında çok şiddet gösterdiği için çoğu zaman, adalet sinirini aşarak zulm ederdi.

Bundan  dolayıdır  ki,  MUAVİYE'YE   (SOL ELİM 1RAK1 İDARE EDİP, SAĞ ELİM BOŞ KALDIĞI İÇİN HİCAZ'I DA EMRİME VERİN) diye yazdığında; Hicazlılar haber alıp Zübeyir oğlu Abdullah ile bu karara isyan etmişlerdi. Hatta İBN-İ ZÜBEYİR: (Ey ALLAH'ım; ZİYAD'ın BOŞ KAL­MIŞ OLAN SAĞ ELİNİ KURUT) diye beddua ey­lediği ve çok geçmeden Ziyad'ın sağ elinde bir çıban çıkıp, bu çıbandan öldüğü söylenmektedir. Hz. Hü­seyin'e karşı gönderilen askerin kumandanı Ubeydul-lah, nam Harici işte bu adamın oğludur. [6]

İBN-İ HALDUN TARİHÎ 3. CİLT 7-14 SAHİ-FELERİNDE ZİYAD bin EBİH'ten şöyle bahsedil­mektedir:

"Hz. Ali vefat ettiği zaman, Ziyad bin Ebih Hz. Ali'nin valisi olarak FARİS1 (İran'ın Güney Batı Eyale-ti)'te bulunuyordu. Bu eyalet Basra Valiliğine bağlı idi. Vali de; Irak bölgesi Genel Valisi Küfe Emiri Mugire bin ŞUBE tarafindan atanmış olan BÜSR bin ERTATidi.

Muaviye, Ziyad bin Ebih'e haber göndererek böl­gesinden aldığı haraçların (vergilerin) hesabım istedi. Ziyad, yaptığı tahsilatın bir kısmını harcadığını, bir kısmım ihtiyaç vukuunda harcanmak üzeri Valilik maliyesinde topladığını ve bir kısmını da Allah'ın rahmetine kavuşmuş bulunan Halife Hz. Ali'ye gön­derdiğini bildirdi. Bunun üzerine Muaviye hesaplaş­mak üzere Şam'a gelmesini yazdı...

Ziyad gitmeği reddedince Muaviye tarafından Basra'ya atadığı Basra Valisi BÜSR'e Ziyad'ın getirtilmesini istedi. BÜSR, Ziyadı getirtmek için çocuk­larım yakalayarak, gelmediği takdirde çocuklarını öl­düreceğini bildirdi.

Ziyad, kan dökücü olan Büsr'ün elinden çocukla­rını kurtarmak için Muaviye'nin emrine uydu ve hiz­metine girdi. Bu olaydan sonra Büsr azledildi.

Muaviye'nin Ziyadla barışmasından sonra, baba-sı belli olmayan bu DAHİ idareciyi kendine bağla­mak için, (Ziyad'ın babasının Ebu Süfyan'ın olduğu-ıu) uydurma veya korkutma yolu ile bulduğu şahit-erle (Babasının oğlu) diye bilinen Ziyad'ı, Ebu Süfranm oğlu Ziyad diye ilan etti, yani kendi nesebien nal etti ve Hicri tarihin 45. yılında yani Hz. Ali'nin efatmdan dört yıl sonra Basra Valiliğine atadı.

Basra Valiliğine, Buhara ve Semerkand sınırına adar uzanan HORASAN, bugün İRANLA Afganistan arasında paylaşılmış olan SİCİSTAN, Hind sı­nırına kadar SİND (bugünkü PAKİSTAN) Bas­ra'dan HADRAMUT'a kadar uzanan BAHRAYN ve UMMAN Eyaletlerini de katarak Ziyad'ın emri altına verdi ki, yüz binlerce kilometre karelik koca bir mem­leket büyüklüğündedir ve bu toprakların idaresini da­hi küçümsemeyerek şu müracaatı yaptı: (Ben Irak'ı sol elimle tutmaktayım, sağ elim boştur. Hicaz'ı sağ elime vermek suretiyle işlet) Muaviye bu kutsal böl­geyi de emrine vermekten çekinmedi.

Ancak, bu tayini duyan Hicazlılar ürkerek telaşa düştü.

Toparlanarak, büyük tefsirci, büyük Hadisçi ve büyük bir yasama uzmanı olan Abdullah bin Ömer İbn-İ' HATTAB'ın yanına gelip inanç kudretiyle, kut­luluğu hasebiyle buna bir çare bulmasını dilediler. Bu mübarek zat'ın elinden gelen tek şey; Yüce Allah'a yalvarmaktı. Kıbleye dönerek ve: (Ey ALLAH'ım bu adamın şerrinden bizi koru;) diye beddua etti.

O yıl husule gelmiş olan (VEBA) hastalığına tu­tularak sağ tarafına gelen felç sonucunda Hicri 53 yı­lının Ramazan ayında öldü.

Ziyad, işe başladığı gün minbere çıkarak ünlü hutbesine besmelesiz başladı. Basra'nın bozulmuş olan güvenlik işlerim düzeltmek, daha doğrusu Hz. Ali taraftarlarını sindirmek için kendisi gibi zalim bir şahıs olan Abdullah bin HUSAYN'ı Zabıta Müdür­lüğüne atayarak gece dışarı çıkmayı yasakladı ve geç vakitlerde ona getirilecek gezgincinin kanını mutlaka akıtacağı tehdidinde bulundu.

Şüpheli insanların sefahate düşkün olanların kati­yetle takip edilmesini emreti. Yolda düşürülmüş bir mala, sahibi çıkmadıkça el sürülmemesini, evlerin ka­pılarının kilitlenmemesini bildirdi. Asayişi bu tarzda dikta iradesi ve dehasiyle sağlamış oldu.

Muaviye'ye son derce bağlandı, emirlerine harfi­yen baş eğdi.

Emevi oğullarının, maksatlarına ulaşmak için, hiç bir hukuk ilkesine önem verilmemesi sonucu, şiddet­li ve kan dökücü valilerin başında yer aldı.

Yezid'in Valisi Ubeydullah'ta babası Ziyd'in yo­lunu tuttu, Abdülmelik bin Mervan'm Valisi Halit Kasri de bu zulüm yolunu tutmuştu.

Muaviye' Ziyad'e haber göndererek; (Altın ve Gümüş olarak haraç paralarını benim için ayır) diye emir göndermişti. Ziyad'da aldığı bu emri maiyetin­deki eyaletler amirlerine duyurarak, nakden tahsil olunan paralardan hiç bir kimseye aylık verilmemesi­ni emreti.

Hz. Ali'nin bir valisi iken, bu yüce zatın şehit ol­masından sonra Valisinin, taraftarlarına yaptığı iha­netlerle hakikaten MUAVİYE'ye yakışır ve (BABASININ OĞLU) olduğunu isbatlarmş bir kimse ola­rak göçüp gitmiştir. Bütün bunlara rağmen halen gü­nümüzde bile bazı Müslümanlar, MUAVİYE uğru­na, EHLİ BEYT soyundan gelen zatlarla cedelleş-mekte ve onlara düşmanlık baslemektedirler.

 

Muaviye'nîn Şer Unsurlarından Bir Başkası

 

ARAP DAHÎLERİN MUGİRE Bin ŞUBE; "HALİFELİĞİN, BABADAN EVLADA GEÇME­SİNDE İLK FİKRİ İLERİ SÜREREK MUAVİ-YE'Yİ TEŞVİK VE KANDIRMAK SURETİYLE HAŞİM OĞULLARINI YÖNETİMDEN UZAK­LAŞTIRMAYA BİRİNCİ ETKİSİ OLAN, KARŞI­LIĞINDA KÜFE VALİLİĞİ VE IRAK GELİR­LERİNE KONARAK, BU DÖNEMDE İLK SAH­TE  MADENΠ PARAYI  BASAN ve   RÜŞVET ALAN TİLKİ HİLEKARLIĞINDA BİR ADAM­DIR. KAMUS'UL-ALAM 6. Cilt 4358. sahifede bu zatın hal tercümesi şöyledir:

(EBU ABDULLAH MUGİRE bin ŞU'BE bin EBİ AMİR ES~SAKAFİ)ki, Arap Dahilerinden sayı­lır. YEMAME vak'asmda ve Şam fetihlerinde bulun­muş ve Yermük savaşında bir gözü yaralanmıştı. Ka-disiye savaşında, Nihavend ve HEMEDAN fethinde de bulunmuştur.

II. Halife tarafından Basra ve sonra Küfe Valiliğine atanmış ve Halife Osman tarafından azlolun-muş, Büyük halifenin şehit edilmesinden sonra, çıkan ayrılık ve anlaşmazlıklara karışmaktan çekinmiş ve Hz. Hasan tarafından Halifelik Muaviye'ye terk olun­duğu zaman Muaviye, AMR bin El'AS'ın oğlu Ab­dullah'ı Küfe'ye tayın etmiştir. MUAVÎYE, daha sonra işine gelmediği için Abdullahı azlederek MU-GİRE'yi KÜFE valiliğine tayin etmiş ve Ömrünün sonuna kadar bu görevde kalıp 50. Hicri tarihinde vefat etmiştir. İslamda ilk önce divan kuran bu adam olup bu işi Basra'da yapmıştır.

İSLAM MEDENİYETİ TARİHİ 4. Cilt, 136-137. sahifelerinde bu adam hakkında şu bilgi veril­miştir: (Küfe Valisi Mugire bin Şu'be, memuriyetin­den azlolunacağım hisseder etmez, Muaviye ve oğlu Yezide yaranmak ve bu sayede mevkiini korumak üzere yaptığı teşvikler etkisiyle (Muaviye,) tarafından oğlu YEZİD Veliahd atanınca, Yezid kırmızı bir ça­dırda oturtturulmuş, halk, topluluklar halinde akarak Halife Muaviye ve Veliahde tebriklerde bulunmuş ve sonra Muaviyeye dönerek: (EY EMİR'ül-Mü'minin; oğlunu Veliahd etmeseydin, İslamlar perişan olacak­tı:) gibi riyakar sözleri söylemiştir.

Küfe Valisi Ubeydullah

 

Hicri 53. yılında Küfe'de Veba hastalığından Ölen ZİYAD'ın oğlu Ubeydullah, 25 yaşında iken Muaviye tarafından HORASAN Valiliğine atanır. İki yıl valilikten sonra Hicri 55. yılda BASRA Valili­ğine getirildi.

Esasında bu işlem Emevi saltanatının tamamlan­ması için stratejik mahiyette bir atama idi... Onlar he­deflerine böylece sinsi sinsi ulaşmayı amaçlıyorlardı..

VALİLERİN YETKİ VE SINIRLARI GENİŞ­LETİLİYOR.

Başta Şam Valisi MUAVİYE olmak üzere, Küfe, Basra ve Mısır Valiliklerine getirilen beni Ümeyye oğullarının, o zamanın siyaset arenasında daha rahat hareket etmelerini te'min etmek için, kendilerine ala­bildiğine geniş yetkiler, selahiyetler verildi.

Böylece uzakta bulunan Medine yönetimi ve iş başında bulunan ve çok yaşlı olan üçüncü halifenin, müdahale imkanı ortadan kaldırılarak, ümeyye oğul­larının saltanat kurma ve halkı diledikleri şekilde ida­re etme fırsatı geçiyordu ellerine.

Daha önce Şam Valisi olan EBU SÜFYAN'ın oğlu YEZİD ölünce, onun yerine kardeşi Muaviye getirildi.

Bu Ölen Yezid'le, MUAVİYE'nin oğlu olan ve ondan sonra gelen Yezidi biribirine karıştırmamak la­zım.. Neyse Muaviye Şam Valisi olarak iş başı yapın­ca, Ürdün, Filistin ve Suriye topraklan, Şam Valiliği­nin nüfuz sahasına girmiş oldu.

Gerçeği ifade etmek gerekirse, üçüncü halife za­manı, geniş çaplı bir fütuhat çağıdır. Daha önce be­lirttiğim gibi üçüncü halife yaşlı ve iyi niyet taşıyan bir zat idi.

Akraba sevgisi elbetteki dinimizin şiarındandır. Ama üçüncü halife, kendisini beldeyen bir kurtlar sofrasının varlığından ne yazık ki habersizdi.

Fethedilen yerlerden, büyük gelirler elde edili­yordu. Büyük çapta bir servet birikimi, meydana gel­mişti.

Araplar, o zamana kadar görmedikleri, yaşama­dıkları bir refah toplumu haline geldiler. Normal mesken yerine, saraylar köşkler inşa edildi. Yemek sofraları görülmemiş bir zenginliğe ulaştı. Şımaran bir kitle meydana geldi.

Peygamber dönemindeki, sade ve herşeye kanaat eden her hareketi ile ALLAH korkusu ve Allah say­gısı olan, insani duyguları son derece gelişmiş, şefkatti, merhametli, fedakar,. paylaşmasını bilen, bütün duygu ve düşünceleri ile insani vasflara sahip Müslü­man tipi gitti.

Yerine bugün batı dünyası'nm isabetli teşhisi ve adlandırması ile, Kapitalist tip dediğimiz, sadece ken­dini ve mal varlığını düşünen, bunun dışında hiç bir ölçü tanımayan, bir Müslüman tip geldi..

İşte, bugünde yaşayan bu tip Müslümamn gene­tik yapı bozukluğunun ilk Örnekleri ve temeli, o za­man atılmış oluyordu. Ne tuhaftır ki, dün kuvvetlinin yanında yer alan ve peygamberin torunlarını gözle­riyle gördükleri halde sevmeyen bu tipler, ne yazık ki günümüzde çokça bulunup gerçekten yine ehli beyt soyundan gelenleri sevmemektedirler. Daha çok zen­gin ve şöhretli kişileri benimsemektedirler.

İşte bu durumu farkeden, iyi niyetli Müslüman­lar, daha doğrusu o günün gerçek alevileri olan ehli beyt muhibleri gidişattan pek memnun değillerdi. Son derece afif ve nezih olan bu Müslümanlarla, (aJe-vilerle) her şeyi servet ve saman uğruna feda eden, uyanık geçinen Müslümanlar arasında bir çatışma or­tamı meydana geldi.

İşte kendi halinde olan dindarla, dini siyasete alet eden ve bugün adına (siyasi İslam) demlen iki ayrı sos­yal görüşün ayrışması bu dönemde su yüzüne çıktı.

Saf İslamı, her şeyi ile rızaya dayanan Müslümanla, servet ve mal avcılığı uğruna siyaset yapan Müslü­manların farkı böylece daha iyi açığa çıkmış oldu.

Belli başlı şahıslarda, servet toplamak, iyi mal mülk sahibi olmak, hem bir Özellik haline geldi hem-de bir iftihar vesilesi oldu. Böylece ilim ve hikmet ikinci plana atıldı. Çünkü saltanata, hakim kuvvet ol­maya götüren tek yol, para ve servetten geçiyordu.

Demek oluyorki ve daha iyi aniıyoruzki, bugün­kü Müslümanlar da görülen karaktersizlik, zayıflık, daha doğru bir deyimle kuvvete meyil ile, mala, mül­ke, makama karşı gösterilen zaaf esasında bir yenilgi-ninde işaretidir. Bu yenilgi hakkı ört bas edilmesidir.

Yani dokunan kumaş aynıdır. Dünkü Müslüman-la bugünkü Müslüman arasında hiç bir fark yoktur.

Hakimiyet ve saltanatın servet ve para ile müm­kün olabileceğini ilk farkedenlerin başında MUAVİ­YE bin EBU SÜFYAN gelir.

Şam valisi olan bu adam, Peygamber efendimize güya vahiy katipliği yapmıştır. Bu iddia tamamen yalan ve asılsız bir iddiadır. Çünkü Muaviye Mekke fethinde Müslüman olmuştur. Bu adam Resulü ekrem efendi­mizden zerre kadar etkilenmemiş olacakki, aşırı mal ve mülkü kifafi hale, makam ve şöhreti rızaya, saltanatı hilafete, desiseyi samimiyete, siyaseti sadeliğe, kurnaz­lığı ve akıllı geçinmeyi hikmete, dünya için mücadele­yi, şan ve şöhreti, rıza ve şefkate tercih etmiştir.

Bugünde aynı fotoğraf bütün kareleriyle ortada­dır. Dini bir kurnazlık aracı görüp, dalga geçer gibi, din ve ibadet ortamından yararlanarak, birde buna si­yaset ekleyerek, holding kuranların sayısı bir hayli fazladır..

Elimizdeki tarihi bilgilere göre, en çok serveti toplayan Muaviye idi. İsraf ve saltanat bonkörlüğü­nü, Müslümamn kanına enjekte edenlerin başında ge­lir. Oğlu Yezid, ondan bin beterdi.

Oysa haksız yere toplanan servetlerde, fakirlerin, düşük kimselerin, zuafai Müsliminin haklan vardır.

Bu konuda, Cenabı hakkın, Tevbe süresinde, 35-36 ayetlerinde "Allah yolunda, hayır işlerinde harcan­mayan, zekatı verilmeyerek toplanan servet sahibleri-ne yakıcı bir azap vardır" uyarısı vardır.

Muaviye'nin inşa ettirdiği lüks sarayları, teııkid ederek yüzüne vuran, büyük fakihlerden EBU ZERR- GİFARİ hz.leri, Emevi valisi Muaviyenin emriyle, Şamdan Medineye, Medineden de Rebze köyüne sürgün edilmiştir.

Bu köy bilindiği gibi, Resulü Ekrem efendimizin, beni Ümeyye oğullarından, Hakem bin ebul As'ın sürgün edildiği bir yerdi.

Demek oluyorki; Emevilerde, sevmediklerini ve­ya intikam almak istedikleri, şahısları buraya sürgün ediyorlardı. Adeta Peygamberin inadına...

Bütün bu olayların kareleri bir araya geldiği za­man çok net bir fotoğraf ortaya çıkıyor. Çok açık olan bir niyet beliriyor. Oda Emevilerin devleti ele geçirip hakimiyetlerini te'sis etmeleri ve saltanata ge­çişi elde etmiş olmaları.

Daha Önce belirttiğimiz gibi 3. halife seksen kü­sur yaşım geçtiği için elinden bütün yetkileri alınmış, bütün yetkiler ve misyon, halife'nin kaübi ve amcaza­desi olan Mervan'm eline geçmişti.

Bunu yakinen gören ve hisseden gerçek sahabe­ler, (o günün ilk alevi öncüleri yani Hz. Ali mensup­ları) bu durum karşısında üzülüyor, hatta kimisi yö­netimle alakasını kesiyordu.

Emeviler, o derece azıttılarki, o derece şımardı-larki, sokakta normal insanlara yapmadık eziyet kal­madı. Onların taraflısı olan ve gününü gün eden uya­nık ve kurnazlar takımı, olmadık şahıslara, Peygam­berimizin afif ve nezih olan arkadaşlarına, bile yap­madıklarını bırakmadılar.

Sahabeden, Fakih, bilgin ve son derece yüce bir zat olan AMMAR BİN YASİR Hz.lerini Peygamber mescidinde, bir gün bayılıncaya kadar dayak attılar.

Babası Yasir ve Annesi Sümeyye ilk Müslüman olanlardandır.

İslam uğruna şehid edilen ilk kadın Müslüman bu zatın annesi Sümeyye hatun hz.leridir. işte Emevi çetesinin dayak attığı zat böyle bir zattı.

Dayak atmalarının tek sebebi ve amili ise bu za­tın Ehli Beyte olan muhabbeti, Hz. Ali efendimize gösterdiği sevgi ve alakadandır.

İşte bütün bunlar, Halifenin yaşlı ve güçsüz ol­ması, vali ve idari kademelerin paylaşılması, servet bi­riktirilerek yaşantının saltanat ve debdebeye dönüş­mesi, bazı arazilerin oyun ve tertiblerle halkın elinden alınarak, miri arazi diye arada bölüşülmesi, zulmün, dayağın, sürgünün olması..

Peygamber efendimizin çok değerli arkadaşları­nın, kenarda kıyıda bırakılarak etkisiz hale getirilme­si ve halkın genel hoşnutsuzluğu sonucu, münafık ve bozguncuları harekete geçirmiş ve fitne kapısının açılmasına vesile olmuştur.

 

Abdullah Bin Sebe Ve Yaptığı İşler

 

Yahudi orijinlidir. Yahudi asıllıdır diye kimseyi suçlamak gibi bir emelimizin olmadığım peşinen be­lirtelim. Çünkü masum olduktan sonra ne olursa ol­sun bizim için bütün insanlar aynıdır ve kötülüğü ve­sika niteliğinde olmadıkça o insan iyi bir insandır..

Ancak fitne çıkaran, kötülük yapan kişilerinde hoş karşılanması elbette beklenemez..

Müslüman olarak Basrada ortaya çıkmış ve "Hz. İsa nasıl tekrar dünya'ya çıkacaksa, Hz. Muham-med'te öyle çıkacaktır" fikrini öne sürerek ve uydur­ma bir iddia ile, Hz Ali'yi diline dolayarak "Ali, Mu-hammedin vasisidir, Osman hilafeti gasbetmiştir" di­yerek ortalığı biribirine katmıştır.

Ve bu akide ile (SEBEIYE) mezhebini kurmuş­tur. Bu adam'ın kötü niyeti anlaşılınca, Basradaıı ko­vularak küfe'ye gönderildi. Ancak buradada bir takım karışıklıklar çıkarınca şama gönderildi.

Samda da rahat durmayan bu numune, Mısır'a sürüldü. Mısırda'da icrai faaliyette bulunan bu herif, halkı zorla Hz. Ali'ye biat ettirmeye çalıştı.

Hz. Ali bu adamın kötü niyetlerini sezdiği için bu biatian kabul etmemiş ve bu adamı bir çok defa uyarmıştı.

Ancak bazı kabileler, beni Ümeyye oğullarının kötü idaresinden yıldıkları için, Halife'ye kin bağladı­lar. Bu kabileler; Beni Hüzeyl, Beni Zümre, Beni Gı-far, Beni kinde gibi kabileler olup, bunlar yavaş yavaş halkın arasında halifeye ve beni ümeyye oğullarına karşı mırıldanmaya başladılar.

Tehlikeyi yaşlı halifeye bildiren idare, Valileri Medineye çağırarak onlarla görüşmeler yapmayı ka­rarlaştırdı.

Medineye gelen Valiler şunlardı

1- ŞAM VALİSİ ümeyyeden MUAVİYE BİN EBU SÜFYAN

2- MISIR VALİSİ ümeyyeden ABDULLAH BİN SA'D

3- KÜFE VALİSİ beni ümeyyeden SA'D BİN EL ASİ

4- BASRA VALİSİ dayıoğlu ABDUL­LAH BİN AMİR

Amr bin el-As; Arap dahisi, siyasetin akıl hocası..

Bu gelen Valilerin tek bir gayesi vardı. Halk ve halife üzerinde biraz daha etkin olmak ve oluşacak muhalefeti ne pahasına olursa olsun yıldırmak.

Ancak halkın çoğunluğu durumdan memnun ol­madığı için bütün halkı yıldırmaları mümkün değildi.

Bu valilerin hükümran olduğu alan çok geniş bir mesahayı kapladığı için, olayları kontrol altında tut­ma güçlüğü yaşanıyordu.

Şam Valisi Muaviye; Toroslardan-Suriye, Lüb­nan, Filistin, Ürdün ve akabe körfezine kadar olan topraklan kontrol ediyordu.

Mısır Valisi; Mısır dahil cezayir sınırına ve Suda­na kadar hükmediyordu. Küfe Valisi; Irak toprakları,

Doğu anadolu, Azerbeycan ve kafkaslan yönetiyordu Küfe Valisi, taraftarlarıyla beraber gece yaptığı eğlence ve sohbetlerde sık sık şunu TEKRAR EDİ­YORDU; " Irak'ın verimli topraklan Kurayş'in bah­çesidir." Böyle sohbetlerin birinde Hz. Ali'nin taraf­tarlarından olan Malik bin Ester hiddetlenerek "Biz burayı Allah için fethettik, siz Beni ümeyye oğulları­na bahçe olsun diye fethetmedik" deyince, Vali Sa'd tıp­kı bugün de örneklerini bol bol gördüğümüz gizli em­niyet sahipleri olan Müslüman tipler gibi hiddetlenmiş ve elinden gelen kötülükleri tertib ederek bu zatları, üçüncü halifenin emriyle, Şam'a sürgün ettirmiştir.

Beni Ümeyye oğulları bu ve buna benzer zatları mimlemişlerdi bir kere. Tıpkı bugünkü siyasi islam­cılar gibi bir davranışla, istediklerini mimliyorlar ve onlara adeta hayat hakkı tanımıyorlardı.

Örneğin, iktidar ve siyasal etkinliği kullanarak iş­siz bırakıyorlardı.

Yani yapıcılıkta değil, ihanette organizasyonları mükemmeldir. Bu adamlar, dünkü örnekleriyle bera­ber, nasıl oluyorda, insanların karşısına çıkıp, biz Müslüman ve Mü'min kimseleriz diyebiliyorlar? Pes doğrusu! Yüzsüzlüğün böylesi görülmemiştir.

Bütün bu olup bitenler, İslam toplumunu sosyal bir bunalıma sürüklemişti. Bu genel bunalım, başta adalet duygusunun zedelenmesi, kitleleri harekete geçiriyordu. El altından hazırlıklar yapılıyordu. Herkes­te bir değişiklik beklentisi vardı.

Elbette bu organizeyi yapanlar arasında, halis mü'minler olduğu kadar münafıklarda vardı.

Bunlar, vicdanlarda yanan haksızlık ateşini her gün biraz daha alevlendiriyorlardı. Halifeden, onun iyi ni­yetinden ümitler kesilmişti. İpler Mervan'ın ve diğer beni Ümeyye oğullarından olan valilerin elinde idi..

Şikayetçi olanların sayısı ordu kuracak kadar bü­yümüştü ve nitekimde öyle oldu.

İyi niyetli kişilerin ve bu arada işe direkt olarak girmiş bulunan kötü niyetlilerinde gayreti ile üç bü­yük kafile veya ufak ordu kuruldu. Bunlar Mısırda, Küfede ve Basrada toplanarak, Medineye doğru yol aldılar. Bunlar Medineye doğru yol alırken haccı ba­hane etmişlerdi.

Mısır'dan gelenler Hz. Ali'yi halife yapmak ister­lerken, Küfeliler Zübeyr'i, Basralılar ise Talha'yı hali­fe yapmak istiyorlardı. Küfe Basralı kafilelerin baş­kanları medineye üç konak mesafede yerleştiler.

Bu arada Medine'den gelen haberlere göre olay duyulmuş ve yönetim gerekli tedbirler alarak, bunla­rın medineye alınmaması için hazırlıklar yapılmıştı. Bunun üzerine, kafile temsilcileri Medineye adam gönderip, Hz. Ali, Talha ve Zübeyr ve aynı zamanda Peygamberimizin eşiyle görüştüler.

Hepsi, bu olayın örtbas edilmesini ve hilafet is­temediklerini beyan ettikleri gibi, bu kafilelerin Me-dineye sokulmayacaklarını bildirdiler.

Hatta Hz. Ali kendisini halife yapmak isteyen ta­raftarlarını kovdu.

Görüldüğü gibi, bu üç mübarek zat, halka uygu­lanan adaletsiz tutuma rağmen, fitne çıkmasın, düzen bozulmasın diye hilafeti reddetiler. Hatta bu ihtilal girişimini önlemek üzere Hz. Ali tarafından belli bir kuvvet toplanmış bekliyordu.

Şu mübarek asalete bakın, Beni Haşimden olan Hz. Ali, bütün haksızlıklara rağmen, beni Ümeyyeden olan üçüncü Halifeyi bizzat topladığı askerleriy­le koruyordu.

Ancak Beni Ümeyye oğulları bu asil jesti hiç bir zaman anlayamadı. İhtilalci gruplar Medine yöneti­mine dağılmış havasını verdiler.

Böyle oluncada Medinede alınan tedbirler tama­men kaldırıldı. Bunu duyan ihtilalciler hiç vakit kay­betmeden Medine'ye girdiler ve Halife'nin sarayını kuşattılar.

Kendilerine karşı gelmeyen kimselere dokunmaya­caklarını vad ettiler. Üçüncü Halife'nin çekilmesi için kuşatmayı uzun müddet sürdürdüler. Halife göz altın­da tutuluyordu. Mescide gidip namaz kılmasını dahi yasakladılar. Halk ise tedirgin bir şekilde bekliyordu.

Halife ise Mervan'ın telkinleri ile bütün bu olup bi­tenleri Hz Ali'den biliyordu. Hz. Ali bu töhmetten do­layı çok üzülmüş ve üzüntüsünden dolayı evine çekil­meyi tercih etmişti. Kuşatma uzadıkça bunalım artıyor­du. Büyük bir kargaşa yaşanacağından korkuluyordu.. Sonuçta Peygamber efendimizin eşi, Hz. Ali ve Talha devreye girerek bu işin kansız bitmesi için, Ha­life'nin çekilmesini istediler. Ancak bu teklif kabul edilmedi.

İhtilalcilerin en çok üzerinde durdukları nokta Valilerin değişmesi idi... Araya giren hatırı sayılır ki­şiler, şimdilik Mısır Valisi olan ve halka yaptığı eziyetleriyle tanınmış olan ABDULLAH bin SA'D bin Ebi Serh'in Azledilerek, yerine ilk halifenin oğlu Mu-hammed Mısıra Vali olarak tayin edildi.

Böylece ortalık yatışmış, ihtilalciler kuşatmayı gev-şetmişlerdi. Yeni Vali Mısıra gitmek üzere hazırlığını yaptı ve bir kafile eşliğinde Mısıra doğru yola çıktı.

Daha bu kafile yolda iken, Halife'nin devesine binmiş bir kölenin süratle aynı yöne gittiği görülün­ce, bu köleyi durdurup üzerini aradılar. Kölenin üze­rinde bir Mektup çıkmıştı.

Mektup bir hayli ilginçti ve Halife'nin mührünü taşıyordu. Mektupta özetle şunlar yazılıydı; "Mu-hammed bin Ebi Bekr ve beraberindekiler, sana gel­dikleri zaman, bir bahane bularak onları idam et. Ellerinde bulunan tayin emrini etkisiz hale getir! Yeni bir emre kadar görevine devam et. Ve senden şikayet edenleri, tutukla!".

Bu mektubu okuyan yeni Vali ve beraberindeki­ler hiç vakit kaybetmeden, Medineye geri döndüler. Büyük bir oyunla karşı karşıya idiler.

İhtilalciler, yaşlı halifeyi sorguya çektiler. Gerçek­ten halife'nin bundan haberi yoktu. Olayı tezgahla­yan Mervandı. Bu anlaşılınca, Halife'nin ikametgahı yeniden kuşa­tıldı. Artık yönetimi devirmek kaçınılmaz olmuştu. Ha­life akrabası olan Mervanı vermemekte direniyordu.

Hatta Halife'nin hanımı olan Naile hanım, halife­ye "Mervana kimsenin itimadı kalmadı onu teslim et ve Hz. Ali'ye sığın" dediyse de sözünü dinletemedi..

Hz. Ali, Mervan'ında etkisiyle halife'nin töhmeti altında bulunmasına rağmen, Hz. Hasanla, Hz. Hü­seyni Halifeyi korumakla görevlendirmişti..

Halife ile yönetimi değiştirmek isteyen taraf arasın­da gergin münakaşalar oluyordu. Sonuçta günlerden bir gün, halife'nin ikametgahında çatışmalar çıktı. Hz Hasan ve Kanber bu çatışmada yaralandılar. Nihayet Halife Kur'an okuduğu bir anda, ihtilal­ciler tarafından Öldürüldü. Bu olay gerçekleştiğinde etraf toz dumandı. Durum karma karışıktı. Hilafet merkezi ile yönetim birimleri arasında kopukluklar meydana geldi.

Olayı duyan Beni Umeyye mensublan hem şaş­kın hem suçlu hem de yeni tezgahlar ve planlar kur­mak için çaba sarfediyorlardı. izi ve etkisi asırlarca sürecek bir tarih sürecinin sancılı anları yaşanıyordu. Bu süreç islam dinine mensup bütün Ulusların dinsel inançları bakımından, Müslümanları ikiye ayı­racaktı.   ALEVİLER   YANİ   HALİS   VE   ÖZ MÜ'MİNLER ve ONLARA KARŞI OLANLAR... Ancak bunu söylerken, biz ve ötekiler gibi bir ayırımı asla düşünmüyor ve kastetmiyoruz.. Bu ayırı­mı yapanlar gerçekte başkalarıdır. Din facirleridir. Siyaset bezirganlarıdır. Dini kendi tasarrufuna alıp, pa­rayı, mal, servet ve makamları putlaştırarak, bunlar nâmına ve din adını kullanarakdilenen ve bu yollarla büyük holdingler, tekeller kuranlardır. Bunlar hiçbir zaman iflah olmazlar. Dinde halis olanlar ise gerçek saadeti elde edeceklerdir.

 

Hz. Ali'nin İmameti Ve Sanolt Dönem

 

Soy ve Karekter bakımından son derece yüce; Dav­ranışlarında tam ve mükemmel. Evrensel anlamda olgun ve her bakımdan adaletli. Kişiliği ile en ideal misyonları yüklenmiş bir ruha sahip, beyin ve akıl bakımından ilim ve hikmetle meknuz, şefkatli, merhametli, emin, güveni­lir, hem akılcı hem duygulu. Hem kuvvetli ve zayıfın yanında. Vakar sahibi bütün bunlara denk bir tevazu...

Resulü ekrem efendimizin, bütün ahlakını daha çok küçük yaşta almış, içine sindirmiş. Tek kelimeyle Muhammedi bir mizaca bürünmüş.

Allah'ın Elçisinin yanından bir an olsun ayrılma­yan Hz. Ali, Resulü Ekrem efendimizin yap dediğini anında yapmış, üstün kişiliğine rağmen, onun huzu­runda kendi başına hiçbir şeye teşebbüs etmemiştir. Benim kanaatime göre, üstün ahlak ve feragat ör­neği olan Hz. Ali ile diğerleri arasındaki fark, diğer­lerinin Resulü Ekrem efendimize akıl hocalığı yap­masına karşılık, Hz Ali sadece Kur'anda da emredildiği gibi sadece ve sadece itaat etmiştir.

Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşların hemen he­men hepsinde bulunmuş, bütün bu savaşlarda olağanüstü fedakarlıklarda bulunarak, aşağı yukarı savaşla­rın hepsinde yara almıştır.

Aynı zamanda Allah elçisinin sancağını sürekli ta­şımış hiç elinden düşürmemiştir.

Üçüncü halife'nin vefatından sonra, hicri 35 yı­lında genel bir ittifakla Peygambere halife insanlara (İMAM) seçilmiştir. Zübeyr ve Talha, Hz Ali'nin üçüncü halifeyi, fedakârane bir şekilde onu korudu­ğunu görmüşler, Hz. Ali efendimiz imanı Halife ol­duktan sonra biat etmişler, bilâhare mekkeye gittik­ten sonra, nasıl olduysa üçüncü halife'nin kanını talep etmeye kalkışmışlardır..

Elbette bu zatlar, fitnecilerin etkisiyle, Hz. Ali'ye karşı muhalefete geçmişler ve Basra taraflarına gitmiş­lerdir. Hz. Ali bunu duyunca çok üzülmüş ve arkala­rından ta Iraka kadar gitmiş, Basra dışında kendilerine kavuşmuş, kendilerine nasihat ve ricada bulunmuş ise-de sözünü dinletememiş ve bu sebeple bir savaş mey­dana gelmiş ve bu iki zat savaşta kaybedilmiştir.

Ayrıca bu savaşa katılan Resulü ekrem efendimi­zin eşi de, Hz Ali tarafından büyük bir saygı ile zarar­sız hale getirilerek, medine'ye gönderilmişlerdir.

Hicri 36. yılında vukubulan ve adına CEMEL VA­KASI denilen bu olaydan sonra, Samda vali olan Mua-viye bin. Ebi Süfyan, üçüncü halife'nin kanını istemey devam etmiş ve Hz. Ali'yi sürekli rahatsız etmiştir.

 

Sıffayn Çatışması

 

KÜFE ŞEHRİNİ İDARE merkezi olarak kullan­maya başlayan Hz. Ali, mü'min kanı akmasın diye elin­den gelen her türlü çabayı göstermesine rağmen, Şam Valisi, her fırsatta ve sürekli biçimde onu rahatsız et­miş, aleyhinde bulunmuş ve sürekli ikilik yaratmıştır. Hz. Ali ise, bu ikiliğe son vermek amacıyla onu uyaran mektuplar göndermiş ancak bu vali, Resulü ekremin hem amcasının oğlu, hem damadı, hemde en yakın arkadaşı olan Hz. Ali'ye biat etmeyerek, so­nu Peygambere ve Allah'a itaatsizliğe kadar giden is­yan yolunu tercih etmiştir.

Bu durum yeni oluşturulan bir zemindi. Bu ze­min, daha sonra asırlarca sürecek olan ve İslamı asli hüvyetinden koparan bir zemindi. Tahripkâr ve alt üst eden bir zemin..

Demek kader böyleymiş, Allah böyle murad et­miş demekten başka çaremiz yok. Yoksa, Muaviye'nin oğlu Yezidin yerine, Hasan ve Hüseyin efendile­rimiz gelselerdi daha mı iyi olurdu? Elbette görünüş­te daha iyi olurdu diyenleriniz olacaktır. Ancak mazlum olmaları bence daha iyi olmuştur.

Onun için gerçek mü'minler asırlardır, bu sülale­den olanları büyük bir aşkla sevmişlerdir.

Yezid'in zulmü olmasaydı, gelecek zamanların kurtarıcıları olur muydu? Bunlar hep iç içe geçmiş kader düzeneklerinin birer şifresidir.

Zulüm olmasaydı adalette olmazdı... Bütün bu olup bitenler elbette Allanın iradesiyle olduğu gibi, Resulü Ekrem Efendimizin ve onun en büyük sırda­şı olan Hz. Ali efendimizin bilgisi dışında değildir.

Sonuçta Hz. Ali'yi takmayan ve takmamakla gö­revli olan Muaviye, Ebu El AVar'ın komutasında, bir ordu hazırlayarak fırat vadisine göndermiş ve Hz. Ali askerleriyle (Alevilerle) büyük bir çatışma gerçekleş­miştir.

Bu savaş yüz gün sürmüş ve doksana yakın çar­pışma meydana gelmiştir. Bu savaşın sonunda iki ta­rafın kayıp sayısı 70 000 (Yetmiş bin) kişi.. Bugünün rakamlarına göre bile çok büyük bir rakam.

Bu adla tarihe geçen bu vak'a gerçekten büyük bir olaydır.

 

Cemel Vak'ası

 

Binlerce Müslümanm telef olmasına sebeb ol­muştur.

Daha doğrusu bir isyan, hakka karşı boş yere bir başkaldırıştir. İhtiras ve kin ile yoğrulmuş Ümeyye oğullarından (Peygamberlik gibi herkese nasib olma­yan bir kainat risaletinin Beni Hişam soyuna Allahın bir şerefbahş olarak verilmesi bile) bu kin ve nefreti silememiştir.

Beni Haşim soyu, Beni Ümeyye sülalesine oran­la insan sayısı bakımından az olmasına rağmen bu mübarek soyun ahlak ve fazileti, bütün halk kitleleri-de büyük bir sevgiye dönüşmüş ve hiç bir servet ve saltanatın elde edemeyeceği bir nüfuz elde etmiş ol-masıda, Ümeyye oğullarını daima rahatsız etmiştir.

Kerhen ve ölüm korkusu ile Müslümanlığı kabul etmiş olan bu aile fertleri, çok siyasi ve sinsi bir tarz­da önemli yerleri ele geçirmeyi İslamdan sonrada de­vam ettirmişler ve bilhassa üçüncü halife zamanında servet üzerine servet yapıp kuvvetli.olmayı bu şekilde anlayarak, Hak, edep, terbiye, gerçek iman, tevekkül ve sabra tercih etmişlerdir. "Ve tavasev bilhakki, ve tavasev bissabri" ayetinin ruhuna aykırı bir tutum iz­lemişlerdir.

Aynen bugünkü Müslüman anlayışı gibi. Hakkı ve hakikati kuvvette aramak, daima kuvvetlinin ya­nında olmak, kuvvete esir düşmek, kuvvetliyi haklı görmek, kuvvetin yanında gerçeği unutmak,yani ha­şa Allah'a değil kuvvete tapmak. Onunla yatıp onun­la kalkmak. Kuvveti meşru görmek ve kendince meş-ruivetini kuvvetten almak.

Bu kuvvet konusu belli başlı sosyolojik bir olay­dır. Dünde bugünde insanların ve müslümanların içi­ne düştükleri en büyük hata ve yanılgı noktası bu ol­muştur. Basiretleri bağlayan, hakikatlerin örtbas edil­mesine vesile olan ve insanları en büyük yanılgıya gö­türen bu kuvvetle hükmetme konusudur.

Bakın bu öyle bir cazibe ve öylesine bir tuzaktır ki, her karakter kolay kolay kendini bu kuvvet mani­velasından kurtaramıyor.

Allah'ın murad ettiği şey adalettir. Dengedir, Muvazenedir. Hatta kelamcılar, insanı kamil muvaze­nesini üç esas kuvvetle ifade etmişlerdir. Kuvvei akli-yye, Kuvvei gadabiyye, Kuvvei şeheviyye.

İşte bütün bu kuvvetlerin kumandası adalet esası üzerinde inşa edilmesi gerekmektedir.

Dikkat edilirse insanda meknuz (saklı) bulunan  bu kuvvetler hiç bir zaman kurnazlıkla veya para, şan şöhret ve makamla elde edilen şeyler olmayıp tama­men insan fıtratına dayanan ve ondan neş'et eden is­tidat ve kabiliyetlerdir.

Yoksa dün Ernevilerin ve bugün bazı zayıf Müs­lümanların zannettiği gibi; "Önce kuvvetli olayım da sonra adaleti icra edeyim," gibi bir düşünce külliyen yanlış ve pratikte tatbiki mümkün olmayan bir dü­şüncedir.

Çünkü; Kuvvetin tadını aldıkça daha beter kuv­vetlenmeye, biraz daha kuvvetleneyim derken kuvve­te karşı esir olmaya, haksızda olsa kuvvetliyi haklı görmeye ve insan mizacını riya ve münafıklığa alıştır­maya ve sonuçta kuvvete karşı Öylesine bir teslimiyet oluşuyor ve o kişiyi bütün hakikatlere karşı kör ve sa­ğır yapmaya doğru götüren bir mecra oluyor ki, in­sanı "EDDÜNYA CİFETUN TALİBUHA KİLA-BÜN" noktasına götürüyor.

"Dünyada ki haksız servetler bir cifedir isteklileri köpek mizaçlılardır" manasında.

Şimdi bazı uyanık ve son derece kurnaz bir kişili­ğe sahib olan ve dindarlık iddiasında olan kişiler, he­men şu soruyu sorabilirler; Kuvvetlenmek İslama ay­arı mıdır?

Kuvvetlenmek ve düşmana karşı mücehhez ol-nak fena mı? diye muhtemel bir soruyu gündeme getirebilirler. Oysa bizim kasdımız bu değil. Bizim an­latmak istediğimiz meşru olmayan yollardan para ka­zanmanın çirkinliğidir.

Millet olarak kuvvetlenmek, ceman kuvvetlenme­ğe hiç itirazım yok. Ben ferd ve aile bazında, insanla­rı ezmek, istibdad kurmak ve kuvvetle insana tahak­küm etmek amacıyla, elde edilen kuvvetin, yani kötü niyetlerle elde edilen kuvvetin, paranın, servetin, şöh­retin doğru olmadığını söylüyorum. Ve bu tip niyet­lerin insanlığı hızla bir felâkete doğru sürüklendiğini belirtiyorum.

Elbette tevekkül ve rıza ile oluşan, para ve servet, bunun dışındadır. Sözün kısası Ümeyye oğullan Rızıktan öte. mal ve mülkü servet ve samanı tahakküm etmek için kazanma yolunu seçmişlerdir.

İşte bu sebeple para ve servete alışan bir kitleyi azgınlıktan alıkoymak zordur ve fitne doğurur. Bu sebeple Küfeyi idare merkezi olarak edinen Hz. Ali efendimiz, bütün çabalarına rağmen uyanmış bulu­nan fitneyi söndüremiyordu.

Hatta Muaviye safında yer alan bazı kişiler bile düştükleri hatayı çok kısa bir zamanda anlamışlardı.

Bunların başında arap siyasi dahilerinden olan AMR BİN AS., bazı hakikatlerin farkına vardı, Amr bin As'm bu hakikatleri öğrenmesinin nedeni, mey­dana gelen AMMAR BİN YASER Hz.lerinin şehadetiyle ortaya çıktı. 90 küsur yaşında bulunan bu zatsın şehid edilmesinden hemen sonra, AMR bin el As çarpışmaktan hemen vazgeçince, Muaviye bunun sebebini sordu.

Bunun üzerine çok üzgün olan AMR binu AS şu hakikat dolu olan cevabı verdi "Biz bu zatı şehid ettik.

Halbuki HZ. Peygamberden İşittim ki; AM-MAR BİN YASERİ ASİ BİR ZÜMRE ÖLDÜRE­CEKTİR.

Dolayısıyla bu olayın vukuu ile, asi zümrenin biz olduğuna İşaret etmektedir." Bu haber ve söz Muavi­ye ordusunda büyük bir moral çöküntüsüne sebeb ol­muştur. [7]

Hz Ali Ccmel vak'asından sonra Şam harekanna başlamak üzere Küfeye döndüğü zaman, Üçüncü Ha­lifenin Valileri olarak Hemedan Valisi CÜREYR bin ABDULLAH EL-BECELİ ve Azerbeycan Valisi EL AŞ-AS bin KAYS gibi kimselere birer mektup gönde­rerek, halktan kendi adına biat almalarının sağlanma­sından sonra, onlardan yanına gelmelerini emretti.

Gelen bu iki Validen, Hemedan Valisi Cüreyr Bin Abdullah El-Beceliye yazdığı emir şu idi: Cureyr bin Abdullah El-Beceliye, Mektubum sana vardığı zaman, Möaviye'niri ya­nına git, Halifelik hakkında kesin karar vermesi için tazyikte bulun ve razı etmeye çalış. Kabul etmezse ya vatandan çıkarılmasına vesile olacak bir harbi veya mecburi bir barış yolunu seçmesi konusunda tercihi ona bırak. Şayet harbi seçecek olursa, itaatsizlik ve serkeşlikte devam ettiğini ihtar ederek bırak. Barış is­terse ondan biat al. Vesselam.

Hz. Ali ayrıca bu vali vasıtası ile Muaviye'ye gön­derdiği mektubun aslıda şudur;

 

Muavtyeye

 

Ebu Bekir, Ömer ve Osman'a biat eden cemaat, hangi neden ve sebeble ve ne şekilde biat etmişlerse, bana da aynı sebeb ve şekilde biat etmişlerdir.

Biatta hazır olanlar, başka kimseyi seçemez, hazır bulunmayanlar ise biattan istiııkaf edemez. Şûra kara­rı Muhacirin ve Ensara aittir.

Bu Meclis bir şahıs hakkında karar verir ve İMAM olarak tayin etmişse Allah'ın rızasına uyulmuştur. (İmam seçilen zat şayet bu seçime itiraz, muhalefet, direnme suretiyle veya yeni bir mezhep ve yola şura­nın isteği dışına çıkarsa, geldiği yere geri çevrilir.

Buna rağmen kabul etmezse, Müslümanların yü­rüdüğü yoldan başka bir yola sapmış olması ve Allah yolunda kendisine yükletilen görevi yapmaması sebe­biyle onunla savaşılır.) Ey muaviye!

Mukaddesatımla yemin ederimki, şayet nefsinin lavaşına ve keyfinin isteklerine uymadan, öldürülme vak'asında, aklının yolu ile tetkik dersen, bu işte, insanların en masumu olduğuma ve suçsuzluğumu göreceksin. Onunla tam bir uzlet "bir köşeye çekilmek" halinde bulunduğumu bilirsin.

Buna rağmen cinayeti yapmayanın üstüne atma iddiasında bulunuyorsan, arzu ettiğin gibi ister açığa vur. İstersen gizle "Vesselam. [8]

Cüreyc Beceli, Samda kaldığı müddet zarfında, Muaviyeyi, ikna etmek için çok uğraştı. Ancak Muavi­ye de Cüreyci hem oyalıyor, hemde onu etkilemek isti­yordu. Cüreyc ise, bir an önce cevabın verilmesini isti­yor ve Muaviye'ninde Hz. Aliye biat etmesini istiyordu. Sonunda Muaviye yeni bir taktikle, Cuma günü halkı toplayarak, üçüncü halifenin kanlı gömleğini, cami minberinde halka göstermek suretiyle, halkı ga­leyana getirmeye çalışıyordu. Sonuçta Muaviye mu­halefeti aklına koymuştu. Hz. Ali ve çocuklarını bir düşman olarak görmeyi bir görev görüyordu. Hz. Ali efendimiz, Küfede Eba Mes'ud El-Ensariyi vekil bıra­karak, harekete geçti.

Açıkça anlaşılıyorduki, Muaviye ve akrabaları, Hz. Ali efendimizin, İmametini, Önderliğini istemi­yorlardı.

Üçüncü halifenin katledilmesi tamamen bir baha­neden ibaretti. Muaviye tarafından, daha doğrusu Beni Ümeyye oğulları tarafından istenmeyen, Haşi-milerden, Peygamber efendimizin damadı ve biricik

Böyle bir ba^ane karşısında ne yapılabilirdi? Ko­ca bir erVıaneti' kendisine emanet edilen insanları, Be­ni Ümeyye saltanatının zulmüne mi terkedecekti? Yoksa nc pahasına olursa olsun bu zalim zümre ile mücadele mi edecekti? Elbette o yüceliğine yakışır tarzda  olan yolu seçti..

KenJisinin ve çocuklarının, mazlum durumuna düşeceği! bilerek, Adalet adına, insanlık adına, Allah için  öncu birliği hazırlayarak, bu birliğin Wına Zivad bin En Nuzar El Harisi'yi getirdi.

AyrlCa dört bin kişilik-başka bir kuvvet oluştura­rak başİ3fina kumadan olarak Şurayh bin Hani'yi getirerek harekete geçti.

Hz yUi bizzat, toplanma yeri olarak kararlaştırı­lan Nuhayle'den Mcdaine geldi. Kendisine iltihak eden kuşetlerle (alevi öncülerle) birlikte Rakka'ya geldiler, oradan da Fırat nehrini geçtiler.

Hz Şii'nin 70.000 kişilik alevi mü'min ordusuna mukabil, Muaviye'nin 60. 000 kişilik paralı bir kuv­veti vardı Neys esasmda bu teferruat ve yer isirnleride pek önemli değW- Önemli olan işin özü..

Hz. Afc geçekten Muaviye ile savaşmak mı isti­yordu? Y°ksa' tek gayesi ve niyeti, gelecekte, bütün

Mü'minler için tehlike oluşturması muhtemel, yanlış ve çok sakat bir İslam anlayışının önüne, set çekme çabasımıydı? Bana birinci şık görünürde bir isyanı bastırmak hareketi gibi gömnsede, asıl gaye şahı ve­layet efendimizin tefhimi esrara vakıf olması hasebiy­le, Yani sırlara, gizemlere kaynak olması nedeniyle, Muaviye adına taşıdığı endişeden kaynaklanıyordu.

Nitekim, velayeti kübra ve kerameti uzma sahibi olan Hz. Şah efendimiz, Resulü ekrem efendimizin kendisine bıraktığı imamet ve vekaletinde bilinciyle, meydanı eski aktörlere bırakamazdı.

Bu eski aktörler ne yapıp ne edip, bu mümtaz di­ni tanınmaz hale getirmek için, ellerinden gelen bü­tün marifetleri göstereceklerdi.

Esasında, gerçek manada olaylara bakılacak olur­sa, şahı velayet efendimizin zihninde oluşan, Müslü­man kavramıyla, Resulü Ekrem efendimizin Allah adına ibraz ettiği Müslüman tipinin ayniyetine muka­bil, (o günkü Muaviyecilerle, bugünün Müslüman geçinen menfaatperestleri) arasında büyük bir farklı­lık göze çarpar.

Hz. Ali efendimiz, hiç şüphesiz zatıyla ve her yö­nüyle, Allah'ın ve Resulü Ekrem efendimizin muradı­na uygun bir şahsiyet olmasıyla birlikte, etrafından ayrı bir misyona sahipti..

Bu bakımdan ve elbette ya birilerini kendine ben zetecek veya birilerine benzeyecekti.. O mübarek mü­nafıklara benzeyemezdi.

Bu geçmişte olduğu gibi, günümüzde ve gelecektede yaşanması mukadder bir yazgıdır. O başka birilerine benzeyemezdi. O dini siyasete alet eden, din adına hegemonya­lar kurup, saltanatlar inşa eden ve halkına ve dünya'ya zulmeden zalimlerden olamazdı.

O iddiasız, gösterişsiz, riyasız, olduğu gibi görü­nen ve göründüğü gibi olan ve son derece sade olan bir Allah kulu idi...

Ve o bu sebeble, Siyaset ve Din... Bu iki şeyi bi-ribirine karıştırmadığı için, aşırı olmadığı ve Peygam­berden aldığı temiz dini duygulan koruduğu için... Korumak istediği için, İbni Mülcem adında bir hain tarafından Şehid edildi...

Bugünde aynı şey aynı zihniyet devam etmekte., insanlar istismar edilerek dini duygular vasıtası ile saltanat ve makamlar elde edilmek gayesi ile insanlar güdülerek bilhassa mü'minler kontrol altında tutul­maktadırlar.

Bunun tek ve çıkar yolu, din ile gerçek demokra­sinin iyi bir süreç içinde uzlaşması ve dinin siyasal sü­reçten tamamen uzak bırakılmasıdır.

Dinin siyasal süreci başladımi, onun devamı ve tehlikeler hemen kendini gösterir... İşin kötü tarafı dinin devreye girmesi diğer dinlerin de tahrik olma­sını beraberinde getirir. Ve bununla beraber ona he­men bitişik olan etnik ayırım ve düşmanlıklarda bu süreçle birlikte boy gösterir...

Bugün Orta-Doğu ve genelde İslam Dünyası de­diğimiz coğrafyada, etnik kimlik giderek ön plana çı­karılarak, coğrafyalarda değişkliğe doğru adımlar atıl­mak istenmektedir. Bu coğrafyanın yeni ve sun'i ayı­rımlara tahammülü olmadığı gibi, Müslümanları böl­menin bu bölgelerde yaşayan hiç bir kavme faydası olamaz. Böyle bir coğrafyada bütün ülkelerde, birliğe aykırı bir yapılanma veya yapana hakimiyeti söz ko­nusu olsa, yıllarca sürecek bir savaş başlar ve bu sava­şın galibi veya mağlubu da olmaz.

İşte ta bidayette Hz. Ali efendimizin üstlendiği misyon bu olmuştur. İslam'ın siyasallaşmasını önle­mek ve İnsanları dağıtmadan, üzmeden, kırmadan aynı Dünya semasının altında toplamak...

Bu ise iddiasız ve gösterişsiz bir kulluk amacıdır ve göstermenin hiç bir yararı yoktur.

ANCAK BU KÖTÜ ÖRNEKLERİ BENİ ÜMEYYE SALTANATINDA GÖREBİLİRSİNİZ.

 

Hz. Hasan'abiat

 

Hz. Hasan'ın İmamet bahsine, onun dedesi olan Hz. Peygamberimizin bir hadisi ile başlamak istiyo­rum. Hadisi nakleden yine kendisi yani Hz. Hasan, Resulü Ekrem efendimiz bana okumam için şu dua­yı öğretti" Allahım! Daima hidayet ettiğin kişiler gi­bi, benide hidayete erdir.

Afiyet verdiklerinle beraber benide afiyet eyle! Gözettiklerinin arasında benide gözet! Verdiğin her nimet için bana bereket ver! Takdir ettiğin serlerden beni koru! Elbette takdir ettiğin şeyler gerçekleşir ve ona karşı gelinmez. Gözettiğin kişi zelil olmaz. Ya Rabbi senin adı ve şanın yücedir!"

Peygamber efendimizin ise bizzat Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için söylediği övünçleri de vardır.

"Bu benim oğlum Hasandır. Şeref sahibi bir efen­didir. Umulurki, geç olmayan bir zamanda, oğlum se­bebiyle, Allah iki fırkanın arasını ıslah eder. "Başka bir övünçte ise, Peygamber şöyle buyuruyor; "Allah'ım! Hasanla Hüseyni sev! Bende onları seviyorum."

"Hasan ve Hüseyn Cennet ehli gençlerinin efen­dileridir."

"Hasan ve Hüseyn benim için Dünya'daki iki revhanımdırlar."

"Hasan ve Hüseyni seven beni sevmiş olur. On­lardan nefret eden benden nefret etmiş olur."

Zeyd bin Erkandan nakledilen bir başka hadiste ise Peygamber efendimiz; Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyne hitaben "Sizin barıştığınızla barışır, savaş­tı klarınızlada savaşırım."

Hz Hasanın Kısaca Hayatı

 

Peygamberimizin göz bebeği olan Hazreti Ha­san, çok sevdiği dedesi, Resulü ekrem efendimizi kaybettikten çok kısa bir zaman sonra, biricik anne­miz olan annesi Fatıma anayıda kaybetti...

Hz. Hasan, bir çok rivayetlere göre, Resulü Ek­rem efendimize çokça benzediği, belirtilir. Son dere­ce keremli, cömert ve kadirşinas bir zat olduğu konu­sunda ittifak vardır.

Malını ve elde ettiği edimleri iki defa bütünüyle fakir fuaraya, son kuruşuna kadar dağıttığı bütün ta­rih kitaplarında belirtilir.

Hz. Hasan efendimizin aile ve çocuklarının bir hayli kalabalık olduğu biliniyor.

Çocukları şunlardır; Muhammed el-asgar, Cafer, Hamza, Muhammed el Ekber, Zeyd, El-Müsenna, Fatıma, Ummul-Hasan, Ummul-Hayr, Um al Ab-durrahrnan, Um Seleme, Um Abdullah, İsmail, Ya-kub, Kasım, Ebi Beki', Talha.

Hz. Hasan ayrıca son derece, yumuşak ahlaklı, hilm sahibi barışsever ve insancıl olduğunda herkes hem fikirdir.

Hz. Hasan, Halifeler döneminde pekte rahat ol­mayan bir hayat yaşadı... Rivayetlere göre her askeri seferde görev aldı...

Bilhassa üçüncü Halife Osman Bin Affanın bizzat korumasını yaptı... Ona ilişılmemesi konusunda, Hz. Ali'den aldığı direktif doğrultusunda, III. Halifeye fe­dakar bir şekilde siper oldu... Günler ve gecelerce ge­len ihtilalcilere karşı, onun muhafızlığını bile yaptı...

Çünkü Hz. Ali ve çocukları, gelen kişilerin ken­dilerini bahane ederek, bir taşkınlık yapmasından ve büyük bir fitnenin doğmasından çekiniyorlardı...

Babası Hz. Ali zamanında da çok Önemli mis­yonlar üstlendi... Ailenin dostu Ammar bin Yasirle birlikte, bizzat babası tarfından küfeye gitmek için görevlendirildi. Ammar bin Yasirle birlikte, bazı riva­yetlere göre 7000 veya daha fazla alevi topladı.. Ba­basının emrine verdi.

Bazı valilerin ve Müslümanların dönekliğine ba­karak, üzüldüğü ve Babası şah-ı velayet Hz. Ali efen­dimizden şu mealde bir teselli aldığı rivayet edeilir. "Sevgili oğlum! Yaptıklarımızdan dolayı üzülme, şa­yet ben bu davaya kalkışmamış olsaydım, islamlar, başsız ve biçare kalacaklardı. Yaptığımız her işte bir­lik için bir isabet vardır."

 

Hz. Hasan'in İmameti..

 

İmamet konusunda Hz. Peygamberin şu vasiyet­lerini hiç bir zaman unutmamak lazım ; "Hasan ve Hüseyn İmamet görevlerini ister ifa etsinler, yahut bazı engellerden dolayı ister ifa etmesinler, ikiside mü'minlere imamdır."

Hazreti Ali'nin kendisinden sonra oğlu Hasan'ın İmameti konusunda bazı telmihleri ve vasiyetleri ol­duğu bir gerçektir."

Hz. Hasana ilk biat eden yani bağlananlar Küfeli Aleviler olup, bunlar Muaviye ile savaşmak şartıyla Hz Hasan'a biat etmişlerdir.

Hz. Hasan İmamete seçilir seçilmez, onu öldüren Abdurrahman bin rnülcem haini affedilmek koşuluy­la, Muaviyeyi öldürmeyi teklif etmiştir Hz. Hasan'a.. Ancak yeni İmam, bu hareketin kendilerine yakışma­dığım belirterek, Ibni mülcem adlı hainin cezalandı­rılmasını istemiştir.

Hz. Ali'nin şehadetinden sonra, Muaviye kurnaz-ık üzere kurduğu saltanat ve parasal olanaklarla bazı ıjanlarını, Basra ve Küfeye gönderdiği ve bilahare, bunların durumu açığa çıkınca yakalanıp cezalandıl-dığı ortada iken hala bu adamın iyi niyetinden söz edilebilir mi? Bunu bırakın bu fırsatçı zihniyet, Hz. Ali'nin şehadetinden hemen sonra harekete geçerek küfeye asker göndermesi, kötü niyetinin ve saltanat hırsının en önemli göstergesidir.

Muaviye'nin bu saldırma ihtimalini göz Önünde tutan Hz. Hasanda ordusunu oluşturan alevileri top­layarak harekete geçti..

Ancak bu esnada Hz. Hasan1 in Muaviye'ye oran­la bir dezavantajı vardı.. Oda para ve servetti;.

Muaviye Şam Valiliği boyunca ve üçüncü Halife­nin zamanında bir hayli Para mal mülk sahibi olmuş­tu. Bu durumu, Hz. Hasan zamanında onu oyalaya­rak ve Hz. Hasanın güya sözde bazı komutanlarını satın alarak, gizli ve çok sinsi bir yola başvurdu.. Ve bunu gerçekleştirdi..

Bu satın alınanlar arasında, Ubeydullah bin Abbas gelir. Bu öyle bir oyundurki, kanmamak için tam bir karakter sahibi olmak lazım...

O donem de olduğu gibi bu zanıandada insanla­rın çoğu maalesef maddeye karşı çok büyük bir zaaf içindedirler...

Böylece, Abbasoğulanndan, ilk Önemli karekter tezahür etmiş oluyor.. Halen de ve geçmiştede Ab-basgillerden (çok azı müstesna) hiç kimse, Peygamber soyundan olan ehli beyti samimiyetle ve içtenlik­le sevmem işlerdir.

Hatta bazıları, yalandan ehli beyt adım kirletmek için bizde ehli beytteniz derler... Yok öyle şey.. Abbas oğullan ehli beytten değillerdir. Ne mensubiyetleri vardır.. Nede iltihakları... Ve ne de ehli beyte karşı bir muhabbetleri ve bağlılıkları olmamıştır. Hz. Ha­san ve Hz. Hüseynin çocuk ve torunları Abbasgiiler saltanatı döneminde en olmadık meşakkat görmüşler ve beldeden beldeye sürgün edilmişlerdir., işte Ubey-dullah bin Abbasin para uğruna Muaviyeye iltihak et­miş olması, Hz. Hasan tarftarlarında bir moral çö­küntüye sebeb olmuştur. Zaten ehli beyt sevgisi bu noktada kendini belli eder. Paramı samimiyet mi ? Bu en belirgin bir özellik olup kişilerin ve toplumla­rında bir aynasıdır.

Ne acıdırki, Hz. Aliyi şehid eden zalim ve cahil zihniyet, güya Hz. Ali'nin kafirliği sebebiyle bunu id­dia edecek kadar yobaz, softa ve bir o kadar karanlık /e nankör bir zihniyettir. Aynı zihniyet maalesef Hz. basanında karşısına çıkıyor..

Muaviye'nin kışkırttığı cahillerden biri olan Beni ised kabilesinden olduğu bilinen: Cerrah bin Sinan dlı bir mel'un utanmadan Hz. Hasan'ın bindiği atın ularından tutar ve haysız herif tekbir getirerek; "Ey lasan sende Baban gibi kafir mi oldun?" Diyecek kadar gaflet bataklığına girmişlerdir...

Maalesef bugünde aynı cahillik devam etmekte ve irtica ile beraber, örtülü bir karanlık olarak yaşamını sürdürebilmektedir.

Böyle olmasaydı, bugünkü aynı zihniyet, alevi aydınlığına sapıklık diyebilirmiydi? Haşa bunlar her­halde Allah'ın yetkil, vekilleri değillerdir.

 

Peki Bu Cesareti Nereden Alıyorlardı?

 

Yeri gelmişken sormak isterim. Acaba kendileri­ne sunni diyen ve kendi kafalarınca bir mezheb peşin­de gidenlere sormak lazım.

Kur'an da veya herhangi bir hadisi şerifte, bir mezhebe bağlanmak zorunludur, diye bir emir var-mı? Varsa bu mezheblerin adlan ve vasıfları Kur'anda veya hadislerde zikrediliyor mu?

Benim anladığım kadarıyla bu mezhebi oluştu­ran, Fakihler ve Alimler; "Ey nas gelin biz bir mez­heb kurduk, bu mezhebe girmeyenler sapıklardır, de­memişlerdir. Veya bu işe kaynaklık yapanlar biz sün-ni ve hak mezhebiz dememişlerdir.

Zannederim, onlar tıpkı felsefe ekollerinde oldu­ğu gibi, bir ekol kurmuşlar ve bunu bir prensib hali­ne sokmuşlardır. Sonradan gelenler bunları mezheb-leştirmişler ve hayali olarakta adlarına hak mezhebler diyede, hayali bir yafta yapıştırmışlardır. Hatta ve hatta bu mezhebi kuranlar olarak vasıflandırılanlar o dönemin zalim saltanatların zulmüne bile uğratılmış­lardır.

Mezheb zaten gidilen, belirlenen yol manasında-dır. Ve bunlar bir ekolden başka bir şey değildir. Yoksa hakmış yegane doğru yolmuş diye bir şey yok. Sadece ibadetlerin bir prensib ve belirgin bir şeması­nı çizdikleri için adına mezheb denilmiştir. Yoksa hiçbir mezhep İmamı "EY AHALİ GELİN BEN HANEFİ VEYA ŞAFİİ ADIN DA BİR MEZHEP KURDUM" dememiştir.

Alevilik ise bir mezhep olmayıp, ehli beyt sevgisi ile me'luf ve yolunu yordamını direkt olarak, şah-ı Merdan Hz. Ali den alan yolun adı dır.

Gerçek Aleviliğin yolu sevgi, merhamet, şefkat ve insanı kamil olma çabasıdır. Bu bakımdan alevilikte din iddiası yoktur.. Sade ve gösterişsiz bir şekilde Al­lah'a kulluktan başka bir gaye yoktur...

İşte Hacı Bektaşi Veli Hz.leri Mevlana gibi, Yu­nus ve Pir Sultan Abdal gibi erenlerin yolu yordamı, edeb ve terbiyesi sadece budur..

Allah'a karşı, kullara karşı, canlı ve cansız herşeye her yaratılmışa karşı, sorumlu olduğunun farkına var­mak ve bunu bihakkın yerine getirmek..

Bazıları Dîni veya İslamı yaşamayı ibadet olarak algılıyor. Öyle zannediyor. Mesela diyorlarki falan ki­şi veya cemaat İslamı yaşıyor, ne yapıyor diye soru­yorsunuz veya nasıl yaşıyor diye soruyorsunuz. Ver­dikleri cevab enteresan.. İşte diyorlarki; "Namaz külyor, oruç tutuyor, zenginse hacca gidiyor..." Elbette bunlar güzel ve farz ibadetler olup ama gerçek kulluk için sadece bunlarla iktifa ederek, hayatta kaba ve ham kalmak doğru değildir.

Oysa o kişi veya kişilerin dibini biraz eşelediğiniz zaman, o kişilerin hakka riayet etmediğim, adil dü­şünmediğini, insan hak ve özgürlüğüne değer verme­diğini, dürüst olmadığını, yalan attığını, menfaat için her türlü ölçüyü altüst edebilecek bir tipte olduğunu öğreniyorsunuz. Ve kendinize soruyorsunuz.

Bu gerçekten Allah'ın rızasına uygun yaşamak mı? İşte o yaşıyor diyen insanlar, esasında belirli bir alışkanlık halinde bir dinsel ayinin alışkanlığını, evet sadece alışkanlığım yerine getiriyorlar.

Meselâ bu kitle neyin uğruna ve hangi inatla ehli sevmiyorlar.  Onlara sorduğunuz zaman ehli sevdiklerini söyleyecekler. Ama bu konuda he-nen mantık üretecekler. Ne diyecekler? İşte diyeceki; Biz İslamı seven herkesi severiz. Peygambere ıensubiyet demek, Peygamberin emrini yerine getir-ıek demektir, diyecekler. Yani açık açık şunu ima iecekîerdir, namaz kılmayan, oruç tutmayan, ibadet rneyen Peygamber torunu bile olsa bizi ırgalamaz.. Bakın.' bakın.' nereye gitti şimdi bunlar? İşte bu-ı söyleyen bu kişiler, Hz. Ali'yi şehid eden ibni ülçem Mel'unu gibi, Hz. Ali'nin Kafir olduğunu iddia edenler gibidirler. Veya Cerrah Bin Sinan zali­mi gibi, Hz. Hasan'ın, bineğinin yularını tutarak; "Ya Hasan sende Baban gibi Kafir mi oldun?" diye soran­lar gibi oluyor ve mantık yapılan ta oraya kadar gidi­yor. Böyle ibadetleriyle mağrur olanlardan Allah'a sı­ğınırız.

 

Hz. Hasan Dönemi

 

Hz. Ali'nin hunharca öldürülmesinin ardından, paftadan olan aleviler, en büyük oğlu Hz. Hasana biat ederek, onu imamete getirdiler. Ve sevenleri ona biat ettiler.

İlk biat edenler arasında Hz Ali'nin kumandanla­rdan Kays bin Sa'd oldu. Elbette Hz. Ali'yi tanıma­yan Şam zihniyeti, oğlu Hz. Hasanı hiçmi hiç tanı­mazdı.

Nitekim Hz.Ali'nin şehadet haberi Şam'da duyu­lunca, emevi hanedanlığında sevinç naraları atılmış, uaviye'ye hilafet biati yapılmıştır. Buda bize göste-fiyorki, kurulmak istenen saltanatla birlikte, Peygamber ve ailesine tam bir düşmanlık sergilenmiştir. birlice Muaviye ye emirul-mü'rmnin denmeye baş­lanmıştır.

Peygamber damadım, peygamber torununu ödiirtene, emimi mü'mının diyecek kişi veya kişiler itasil insanlardı, ne biçim Müslümaniardi acaba? Çok mcrak ediyorum. Belkide bugünün müslümanları gi-Ijjım Aynısı ve tıpkısı...

Menfaatini seven, menfaati için herşeyi yapan, eden ve sonra hiçbir şey olmamışçasına, son derece rahat bir şekilde hareket de bulunan.. Mesela hem ya­lan atıp milleti dolandırıp, hiçbir nedamet duymadan ve hiç bir kimseye yardım etmeyip hacca giden bu­günkü Müslümanlar gibi..

Sadece bu kadarını? Elbette sadece bu kadar de­ğil. Gerekirse menfaati için adam öldüren veya öldür­ten. Cinayet işleyen veya azmettiren bir tip. İşte dün­külerde öyleydi zahir... Oysa, Kur'an ve Hadislerdeki islam tipi hiçte böyle değil.

Demek oluyorki, daha ilk asırlardan başlayan bir süreçle, Müslüman dediğimiz topluluk, kendi öz ki­tabının ve peygamberinin çizdiği, standart iyi insan tipinin dışına çıkmışlardı. Bu yaklaşıma şu mantıkla cevab verilemez.

Diğer dinlere mensup insanlar çokmu iyiki sen Müslümanları tenkid ediyorsun? Elbette böyle bir şey olamaz. Yani elbette böyle sakat bir mukayese ola­maz.. Yani diğer insanlar iyi, Müslümanlar kötü gibi bir yaklaşım içinde olamayız.

Ancak ben ve öteki ayırımını yapmadan söyle­mek gerekirse, herkesten çok ve önce Müslümanların iyi olması gerekir. Ancak İslam dini gerçekten en son ve en mükemmel din olması hasebiyle, kendisine mensub kişilerinde bu bütünlüğüne uygun olmasını istemek son derece normal bir beşeriyet beklentisi olarak her kesin hakkı değil midir?..

Bunu niçin söylüyorum? Şunun için söylüyorum: Bazıları samyorlarki, Müslüman taifeleri, grupları ve­ya genel anlamda bugünkü Müslüman profilini ten-kid edenler, Müslümanların, hatasız, hata yapmayan kullar olarak, görmek istediğimizi zanediyorlar. Ha­yır, bu şekilde algılamamak lazım.

Müslümanların hata yapamayacaklarını söyle­mek, büyük bir yanlışlık olur. Hayır, problem bu de­ğil. Önemli olan Müslümanların hain olmaması..

Hatalarını kabul etmeleri ve haince tavırlar sergi-lememesidir. Sonuçta beynini ve niyetlerini iyi bir di­siplin altına alabilmesi,. Yoksa hata ve günah işleye­bilir. Ancak yalan atamaz ve hain olamaz. Geçmişte böyle olmuş mudur? Evet geçmişte, islam toplumla­rı hep biribirlerine karşı haince ve zalimce tavırlar sergilemişlerdir.

Onları sütten çıkmış kaşık gibi hatasız görmenin ağır faturalarını toplumsal dengesizlik olarak hala ağır bir şekilde Ödemekteyiz. Sırf diğer ehli kitab din­lerine karşı, hatasız görünelim diye, Müslümanları kusursuz görmenin yaran değil zararı çok ve çok gö­rülmüştür.

İşte Örnekler ortada.. Muaviye ve Yezid gibi iki hain, Öz be öz Peygamber torunlarını öldürecekler, her türlü desise ve siyasal oyunlar oynayacaklar, İsla-mı özünden ayırıp, siyasal bir model haline dönüştü­recekler.

Menfaat ve mal birikimi için her türlü herzeyi yi­yip hattta ve hatta fıkıh kitaplarına kadar "HİLE-İ ŞER'İYYE" diye hileyi şeriat gibi, gösterip bu yapı­lanları da din diye, gösterecekler ve bütün bunlara rağmen, biz bunları kusursuz göreceğiz öylemi?

Ehli Beyt torunlarına, namaz kılmıyor diye, İslamı yaşamıyor diye kin bağlayan, bu çok mantıklı kitle, aca­ba neden Muaviye ve Yezid gibiler; tenkit etmiyorlar, haksızlık, zülüm yaptıklarını ve na hak yere mal mülk, saltanat edindikleri ve Peygamber torunlarına karşı cina­yet işlemelerini nasıl ve hangi gerekçeyle hoş görüyor­lar? Doğrusu bu noktayı anlayabilmiş değilim.

Birde Muaviye için şu meşhur Peygamberin va­hiy katibliği konusunu, icad edib duruyorlar... Bir ke­re muaviye denilen adam, babası Ebu Süfyanla birlik­te mekke fethinde Müslüman olmuş ve Kalbi İslama ısınsın diye kendisine ganimet verilmiş bir adamdır.

Vahiy Katibliği diyede bir müessese yok Pey­gamber zamanında... Belki ve büyük bir ihtimalle, Peygamber efendimiz bu adamlar fazla ihanet etme­sin diye bir kaç şey yazdırmış olabilir...

Ayrıca Peygamber efendimiz, zaten Mekke fet­hinden iki yıl sonrada, alemi bekaya göçüyorlar..

 

Hz. Hasan'ın Bazı Özellikleri

 

Esas itibariyle Hz. Hasan efendimiz soyuna yakı­şır tarzda çok barış sever ve insancıl bir insandı..

Hatta kan dökülmesin diye Muaviye'ye karşı bir barış ortamı bile düşünüyordu.

Hatta bazı rivayetlere göre, Muaviye barış ama­cıyla, Hz. Hasaıı'a boş bir (varaka) kağıt gönderdiği ve İmam'ın istediği şartları buna yazabileceği ve barı­şın sağlanabileceği bir vakıadır.

Hz. Hasan bu varakaya bakın neler yazmış

1- Muaviye kendisinden sonra veliaht tayin veya tesbit etmeyecek.

2- Bundan böyle her türlü iş ve eylemin şura ile belirlenmesi..

3- Bundan böyle bütün İnsanların mallan, can­ları ve soylarının, çoluk çocuklarının güvenlik içinde olmalarını...

4- Hz. Hasan ve arkadaşlarına bu barıştan son­ra, herhangi bir suikast tertiblenemiyeceğinin garan­ti akına alma şartı koşulmuştur.

Acaba Muaviye bu şartların hangisini uygulamıştır? Şübhesiz hiç birini... Aksine, Muaviye bu şartlan tersinden işletiyor... Ne kadar ihanet varsa hepsini iş­liyor.

Bir anlatıma göre Süryan Bin Leyi adında bir zat, Hz. Hasan'ın Muaviye ile barışma meylini görünce, Hz. Hasanla karşılaştığı bir yerde,

"Anam babam sana, feda olsun... Senin uğrunda ölmeye hazır 100. 000 (yüz bin kişi ) varken, Allah insanların işini sana tevdi etmişken, ciğer yiyen bu la­netli oğlu lanetliye el uzatıp, kendini ve bizi zelil dü­şürme."

Buna mukabil Hz. Hasan son derece nezih ve İn­sancıl bir insan olduğu için; "Ya Süryan kendi çıka­rım için bu kadar insan kanının akmasını hoş göremem." diye cevab vermiştir.

Ancak Muaviye ve Yezid gibilerin bu insani dav­ranışlardan zerre kadar etkilendikleri söylenemez..

 

Ehli Beyti Ve Onları Sevenlerin Takibi

 

Maalesef üzülerek söyleyelim ki, Muaviye'nin zorla hilafeti gasbetmesi ve saltanatla birleştirmesi so­nucunda, camilerde ve cuma günü ile, sabah namaz­larında okunan ve adına kunut duası denilen, bu dua esnasında, Hz Ali efendimize sebbediliyor (haşa) la­netleniyordu.

İşte barış yapmak isteyen, iyi kalpli Hz. Hasan efendimiz, Peygamberimizin reyhanlarından olan o kutlu zat, barış yapmak isterken, bu adetin, bu kerih ve dinde yeri olmayan adetin kaldırılmasını istemesi­ne rağmen, Muaviye bunu kabul etmemiş ve maale­sef bu adet ve sövgüler, Ömer bîri Abdülaziz döne­mine kadar devam etmiştir. Bu bakımdan gerçek mü'minler bu gösterişli camileri bırakarak, ehli beyt mescitlerini, alevi dergahlarını tercih etmişlerdir.

İşte camiye, mescide, siyasetin sokulmasının ne ka­dar vahim sonuçlar doğuraeağmada en büyük emsaldir bu... İşte bu sebeble aydınlar ve vatanseverler, mescit ve camilerin siyasetten uzak kalması gerektiğine inanı­yorlar. Ve bu konuda yerden göğe kadar haklıdırlar...

Hz. Hasan'ın o dönemde giderek zayıflayan ira­delerin ve paraya teslim olan insan sayısının arttığını farkederek, bilhassa komutanının bile, Muaviye tara­fından parayla satın alındığını görünce, insanları daha fazla bir savaş ortamında, bırakılamayacağını anlamış, sonuçta insanlarında bir noktaya kadar bağ­lı kalabileceklerini anladığı için, barışa zorlanmıştır.

Barış yaparkende, mübareğin işi zordu.. Çünkü karşısında olanların ne derece sinsi ve hain olduğunu bildiği için, hiç değilse hem savaşla Mü'min kanı dö­külmesin, hemde Atasını Babasını kendisini ve kardeş­lerini seven, ehli beyt muhiblerinin (sevenlerinin) taki­be ve zulme uğnnamasını te'min etmeye çalışıyordu..

O dönemin bir çok tarihçisininde belirttiği gibi, Irak, Hicaz ve Medine halkının, ehli Beyte olan mu­habbetlerinden dolayı bu masum kitlelere zulmedil-memesi. Emevi saltanatından istemiş olmasına rağ­men bu yerine getirilmemiştir.

Bilhassa, Emevi valilerinden Ziyad, Ehli beyt se­venlerinin amansız bir takibçisi ve düşmanı idi..

Bu zalim Vali, bir çok kereler, Muaviye'nin de di­rektifleri doğrultusunda, ehli Beyt sevenlerinin evle­rine gece baskınları yaptığı evlerini yerle bir edib ço­luk çocuklarını, telef ettiği belirtilir...

 

Hz. Hasantn Vefatı

 

Hz. Hasan efendimiz, bazı rivayetlere göre, 53 veya yahutta 55 yaşında olarak vefat ettiği konusun­da değişik görüşler vardır.

Yaşından çok vefat nedeni önemiidir. Büyük ço­ğunlukla, sahih derecesindeki Tarihçilerin nakillerine göre, Hz. Hasan zehirlenerek, yani bir suikasd sonu­cu vefat etmiştir.

Katade bin Bbu Beki" ve daha başkaları, Mervan'm marifetiyle ESAS BİN KAYS'ın kızı olan (Ca'de) adın­daki karısı vasıtası ile zehirletilerek, vefat etmiştir.

Ayrıca, Muaviye'nin de, bizzat onun bazı kadın hiz­metçileri de kullanarak ve onlarla ilişkiye girerek, Hz. Hasan'ı zehirlettiği de gelen rivayetler arasında.. Her ne olursa olsun, bu işte Benu Umeyyenin parmağı vardır. Karısı Ca'de 1000 dirhem karşılığında ve Muavi-yenin oğlu Yezid ile evlenme vadiyle kandırılarak Hz. Hasan zehirletilmiştir.

Ve bu adamlar, yani Emevi hanedanlığı, Parayla herşeyi satın almışlardır da, soylarının Dünya'daki devamını satın alamamışlardır.

Peygamberin öz torunu ve Peygamber efendimi­zin göz bebeği olan Hz. Hasan Medinede zehirletil­mek suretiyle, şehid edilirken, Samda bulunan Mua-viye ise, ona Hz. Hasan efendimizin vefat haberini duyunca, sarayında , tekbir getirmiş ve Şam halkıda beraberinde tekbir getirmiştir.

İşte buyrun size Müslüman tipolojisi... Öz be öz Peygamberin torunu haince, hemde zehirletilmek sure­tiyle vefat edince, bu Müslümanlarda tekbir getirecek..

O tekbir getirenlerin dilleri kurusun! O tekbir ge­tirenleri Allah şafaatinden mahrum etsin.. Ve büyük olan Allah onları, Peygamber ve onun aziz soyunun düşmanları ile beraber hasretsin..

Muaviye bununla da kalmamış, etrafında bulu­nanlara şunu demiştir;" Vay zavallı Hasan!

Rume kuyususundan hazırlanan bal şerbetiyle ecelini getirdi." Pes doğrusu ihanetinde bu kadarı olurmuymuş? Vay zavallı Müslümanlar! bu hain ada­mın uğruna yıllarca, ehli Beyt e ve onları sevenlere bilhassa alevi camiasına karşı kin ve adavet güttünüz. Yazıklar olsun böyle zihniyete...

Gerçekte çok şaşmıyorum. Çünkü aynı tipoloji bugünde vardır. Ve hala devam etmektedir.. Bu id­diama çok kızanlar çıkabilir. Ancak gerçekler orta­da... Gerçekleri daha fazla saklamanın hiç bir yararı yok...

Bugün bana Müslüman Dünyasmda ve hJ toplumlarında,  sevgiden merhametten,  anlayıştan bahsedilemez. Toplusal bir dayanışma veya kurum­sallaşmış bir yardım, dayamşma veya kollekrif bir şu-urdan bahsedilemez.

 

Hz. Hüseyn

 

Hz. Hüseyn efendimiz bilindiği gibi, Hz. Ali efen­dimizle Fatıma anamızdan olma, ikinci çocuğudur.

Hz. Hasanla Hz. Hüseyn efendilerimizin adları­nı bizzat koyan Hz. Muhammed Mustafadır.

Hatta bir rivayete göre Hz. Ali birininin adını Hamza ve diğerinin adını Cafer olarak koymuş, an­cak Peygamber efendimiz bizzat onlara Hasan ve Hüseyn adını vermiştir.

Daha enteresan olan başka bir hikmetlede, Pey­gamber efendimizin, Hz. Ali efendimize defalarca söylediği meşhur benzetme ile "Harun'un, Musaya nisbeti ne ise, seninde bana nisbetin odur." Bu mana­ya binaen ve bizzat Cebrail'in teklifi ile, Hazreti Ha­run'un çocukları olan Şeber ve Şebir isimlerine ben­zer olarak, Hz. Ali'nin çocuklarına HASAN ve HÜ­SEYN adlarını vermişlerdir..

Hz Hüseyn efendimizin çok önemli bir lakabla-rından biriside ES-SIBT lakabı olup, Peygamber efendimizin bu konuda da bir hadisleri vardır;

"Hüseyn bendendir. Bende Hüseyndenim. Allah Hüseyn'i sevenleri sevsin. Hüseyn bir millet olup sıbti bir millettir."

Bu noktada şunu belirtmekte fayda vardır. Sıbtile-rin kurtulmuşlar sınıfından olan bir millet olduğu de­ğişik din kaynaklarında da zikredilmekte olup mana bakımından torun anlamına geldiğide bilinmektedir.

Yani bu nokta açıkça Hz. Hüseyne Mensubiyeti olan veya ona iltihak edenlerin kurtulmuşlar kitlesi anlamında bir işaret olarak algılamak mümküdür..

Çünkü saf ve menfaate dayalı olmayan bir sevgi­nin nelere muktedir olabileceğini iyi bilmek zorunda­yız.. Allah'ı sevmek, Peygamberleri ve onların torun­larını sevmek elbette bütün sevgilere bir kapı olması, bir antre niteliği taşıması nedeniyle boşuna giden bir sevgi değildir.

 

Peygamber'in Ön Sezileri

 

Peygamber efendimizin kerbela'da şehid edil Hz. Hüseynle ilgili peygamber efendimizin, ikaz haber niteliğinde bir çok hadisleri vardır; Bunlard bir kaçı şunlardır: İlk önce toplu olarak, söz konu hadisleri nakleden -Rivayet eden zatları sayalım, sc rada hadis metinlerine bir göz atalım:

Ahmed bin Hambel, Şurahil bin Müdrik, Er bin Haris, Muhammed bin Ubeyd, Ümmü Selen Abdullah bin Neca, Ebul Kasım .Bağavi, ibrahim t errakki, Enes bin Malik.. Gibi ve buna ilave olac bir çok isimlerde vardır.. Hadislerin metinleri ise;

"Cebrail, Resululiah'a Hüseyn'in Öldürüleceğ haber vermiş, hatta resululiah'a öldürüleceği yeri gemek istediği takdirde, ona bu yeri gösterebileceğ bile söylemiştir."

"Yine Peygamber efendimiz bir gün oğlum E seyn, Kerbela denilen yerde öldürülecektir. Sizd kim buna şahid olursa ona yardım etsin"

Yine başka bir hadisde Peygamberimizin, "Toı num Hüseyn Babil de öldürülecektir" dediği vakid

Hz. Hüseynin başka başka lakablarıda varc Mesela bazıları şunlardır;

 

İmam: Kerbela Şehidi; Hz. Hüseyin

 

Hz. Aliyyül-Murtaza ile Fatımatüz1 Zehra'nın ikinci oğlu ve Hz, Peygamberin torunu olup 12'nci İmamın üçüncüsü ve EHLİ-Beyt-i Nebevi'nin beşincisidir.

Hicretin altıncı yılında ve Hz. Hasan'm doğu­mundan 22 ay sonra dünyaya, gelip babası Hz. Ali tarafından (HARB) adı verilmiş iken Hz. Peygamber (HÜSEYİN) adını bizzat kendisi koymuştur.

İmam Hasanla beraber Peygamberin fevkalade sevgilileri olup mübarek dizlerinden ayırmazlardı. Peygamber efendimiz bu iki torununu anlatılmaz bir sevgi ile daima sevmişlerdir.Peygamberin vefatından sonra babalarının yanında bulunup Hz. Ali tarafın­dan okutulup terbiye edilmişlerdir.

Hz. Ali'nin şehit olmasından sonra Hicri 41 tari­hinde Medineye dönerek İmam oldu.

Sonradan Muaviye, kendi oğlu (YEZİD)'i VE-LİAHD tanıttırarak, namına biat istemesi üzerine, Hz. Hüseyin; Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman, Ömer'in oğlu Abdullah ve Abdullah bin Zübeyir ile biat etmekten çekinmişlerdir, Muaviye'den sonra da­hi Yezid'e biat etmemişlerdi.

O sırada Hz. İmam Hüseyin efendimiz, Mekke-de bulunduğu halde Küfelilerden birçok kimselerin mektup ve hey'etler vasıtasıyla kendilerine biat ederek soydan gelme Hak ile, ehliyet ve yeterlik bakımından hakkı olan imameti almaya davet etmekle, her ne ka­dar küçük kardeşi Muhammed bin Haııefıye ile İbn-i Ömer ve Tbn-i Abbas ve diğer bazı kişiler mani ol­mak istemişlerse de Müslümanlara hizmet etmek ça-basiyle,   bunların  öğütlerini  dinlemiyerek  EHL-I Beyt'inden ve sair Yüce Sahabe ve Tabiin (Peygam­beri göremeyen ikinci kuşak yakınları) dan 70 kişi ile IRAK'a doğru hareket etmişlerdi.

Bu esnada Yezid, Şamdan haber almakla Irak Va­lisi bulunan Ubeyd'u-llah bin Ziyad'a, karşı koyma emrini vermiş bu Vali de Sa'd bin Ebi Vakkas'ın oğ­lu Ömer'in komutası altında bir askeri birlik hazırla­tarak Hazret-i İMama karşı göndermişti.

Küfe halkı korkularından verdikleri sözden caya­rak Hz. Hüseyin'i maiyetindeki birkaç adamla bırak­mışlar ve o halde Ömer bin Sa'd, Zeyyad'ın oğlu Ubeydullahın emrine baş eğmeği teklif etmiş ise de Hz. Hüseyin, kararında kesin olduğu için ve sağlam, gayretli ve ölümden korkmaz bir zat olmakla ölümü seçerek (KERBELA) çölünde beraberindeki az top­lulukla birlikte Sa'd Vakkas'ın oğlu Ömer'in askerine karşı durmayı kararlaştırmış ve düşman askeri Fırat nehri kenarım tutup suyu kestiği halde, o sıcak yerde susuzluğa dayanarak, şehit oluncaya kadar sebat et­mişlerdir.

Hz. Hüseyin Efendimiz, kendi akrabalarından olan oğul ve torunlarından müteşekkil bulunan zat­larla onları sevenlere canlarım feda etmekten çekin­meyen o zamanki alevi canlara, Sahabe çocuklarından maiyetinde bulunan kişilere defalarca teslim olmaları­nı, teklif etmiş ise de, bunların hiç birisi kabul etme­yip Hz. Peygamberin torunlarıyla beraber şehit ol­mayı yeğlemişlerdir.

Kerbela denilen mekanda, Hz. Ali Ehl-i Beytin­den (19) ve toplam olarak 75 zat, bu elemli olayda şehit olmuşlardır.

Hanımlar ve küçük çocukların çektikleri eziyetler ve sıkıntılar ve gördükleri hakaretlerin de tarifi gönül parçalayıcıdır.

Hazret-i İmam'ın kaatili (ŞİMR Zilcoşen) adlı kişi vardı. Şimr denilen bu herif, aynı zamanda şama­ta çıkarmak içinde gönderilmişti. Bu esnada Ömer bin sa'da olduğu dahi söylenmekte ise de IBN-UL' ESİR'in araştırmalarına göre; bu söylenti, askere ku­manda etmes indendir.

Bu bile, bu adamı haklı çıkarmaz. ŞIMR'in halkı çar­pışmaya heyecanlandırma ve kışkırtmasıyla beraber (Ye­zid El'Asbahi) adında birinin oğlu olan Havli'yi, Hz.

İmamın başını kesmeğe göndermişlerdi.

Doğrusu ihanetin bu kadarına pes denir. Ve bun­lar, bu katiller maalesef Müslüman idi.

Başka bir kaynak ise, asıl kaatil Enes Nah'i oğlu Sinan adlı bir mel'un imiş. Üzülerek söyleyelimki bu adamların hepsi niyetlerini gerçekleştirmişler .

Lanetli Havli de İmamın kesik başını Ziyad oğlu Ubeydullah'a götürdüğünde, bu Habis de herkesin huzurunda, elindeki değnekle Hz. Hüseyin'in Du­daklarına vurmağa cür'et etmiş ve hazır bulunan Sa­habeden Erkanı oğlu Zeyd, bu hareketi görünce ağ­layarak: (Bu senin vurduğun dudaklara Hazret-i Pey­gamberin mübarek dudakları temas eylediğini defa­larca gördüm.) demiştir.

Ancak katı kalpli ve son derece zalim bir kişi olan Ubeydullah, bu zata kızarak, ancak ihtiyarlığına vere­rek, onu bu sözünden dolayı, nerdeyse öldürecekken sonradan başka bir nedenle, vaz geçmişti.

Öyle anlaşılıyorki, Peygamber dönemine son de­rece yakın bir çağda bile bu tip zulümler, haksızlıklar rahatlıkla işlenebiliyordu

Kıyamet gününe kadar Müslüman kalplerini dağ­layan bu feci olay, Hicri tarihin 61'inci yılı Muhar-rem'inin 10'uncu günü vuku bulmuştur. Hz. İmam şehit olduğu esnada 55 yaşında idi.

Hz. Hüseyin ve diğer şehitlerin kesik başları ve  Hz. Peygamberin torunu Zeynep bint Ali ile diğer EHL-İ BEYT hanımları ve küçük yaşta bulunan Hz. Hüseyin'in oğlu İMAM ZEYNÜL'ABİDİN; Allanın rahmetinden koğulmuş Ziyad oğlu Ubeydullah tara­fından alay ile ve birçok yakışıksız hareketler ve mu­amelelerle Irak'tan Şam'a gönderilip orada dahi (YEZİD-İ PELİD: Murdar, Pis) tarafından eziyet ve tah­kir edilmişlerdir.

İMAM Hüseyin'in Kerbela'da Mezar-ı şerifleri İslam halkının ziyaret yeri olup, olağanüstü bakımlı ve süslüdür. Gönül yakan kerbela oiayı muhtelif İs­lam literatüründe pek çok Edib ve Şairler; şiirler ve yazılarla dile getirmişlerdir ve bu konuda pek çok gö­nül yakıcı ağıtlar da şiir haline getirilmiştir.

İslam toplumlarının eski ve yeni nesilleri arasın­da, Geçmişte ve bugünde halen, Muaviye'nin yaptığı işler ve takip ettiği siyasal tavır ve saltanatım, İslam geleneğine yerleştirmiş olması, daima bir münakaşa konusu olmuştur.

Günün birinde Muaviye çevresindekilere kendini anlatırken: (Kendi nefsimle sizler hakkındaki kanaat­lerimi anlatayım mı? diye sormuş ve istek üzerine: "Sizin düşüşlerinizde ben uçarım, uçtuğunuz zaman da ben düşerim, uçuşlarımız birbirine uyduğu takdir­de hepimiz düşeriz.

Bana fırsat düştüğü zaman cesurum ve fırsat bu kınadığım takdirde korkağım." anlatımı ile kendi va­sıflarını ve izlediği siyasal modeli, bu şekilde anlatmış olduğu bir gerçektir.

Bugün Siayasal İslamı benimseyen bir çok kişi, kendisini en büyük Islahatçı olarak saymakta, İslam .Hükümet şeklini dini idare tarzından Dünyevi Sul­tanlığa çevirdiğini, İslami hüküm düzenine, İran ve Bizans'tan aktardığı birçok düzen ve kurallar getirdi­ğini dahi bilmeden bütün bunları BÎR DİN KURA-' LI OLARAK görmektedir.

Bazı tarafsız gölemciler ise; Devlet gücünü eline geçirmek ve Halifelik makamını kendinden sonra çocuklanna geçirmek üzere haksızlığı rehber edinmiş bir kişi olan ve bu zihniyetle iş gören bir şahıs olarak görmüşlerdir, ki; bu doğru bir tesbittir.

"(Muaviye'nin, Oğlu ve Veliahdı YEZİD'e vasi­yeti ve ölümü)

Rivayet edilirki: Ölüm döşeğinde yatan Muaviye, çevresindekilerle yaptığı son konuşmasında: (Biçilme aşamasına gelen bir ekin gibiyim.

Size hükmettiğim zaman dilimi; Sizin benden ve benim sizden bıkkınlık getirecek kadar uzamıştır.

Sizden ayrılmayı dilemekte olduğum gibi, siz de, benden ayrılmayı temenni ettiğinizi görür gibiyim, ancak benden sonra başınıza gelecek kimseden daha hayırlıyım. Demiş ve hazır bulunan ve çok güvendiği

Kays oğlu numan ve Ukbatül-Meri oğlu Müslim ad­lı şahıslara, o esnada Şam'da bulunmayan oğlu Ye-zid'e verilmek üzere hazırlamış olduğu vasiyetnameyi vermiş ve bu vasiyetin yerine getirilmesini kendilerin­den istemiştir

Vasiyetname şöyle idi.

(Ey oğulcağızım; eziyet ve sıkıntılara düşmemen için gereken her işi yaptım, işlerini kolaylaştırdım, düşmanları hor hale soktum, bütün Arapların boyun­larım sana eğdirdim, hiçbir kimsenin toplayamayaca-ğı serveti senin için topladım.

Hicaz halkını iyi gözet; onlar, senin soyundur, bunlardan kapma gelen olursa ikram et ve sana gel­meyenden bağlılık andlaşmasını sağla.

Irak halkına iyi dikkat et: Senden, her gün bir va­linin azlini isteseler, derhal azlet, zira; bir valinin az­li, yüzüne karşı sıyrılacak yüz bin kılıçtan çok daha kolaydır.

Şam halkına iyi bak, bunlar senin hakiki dostların olacaklardır.. Halifelik için seninle mücadele edecek şu dört Kurayşliden başka kimseden korkmam:

Ali'nin oğlu Hüseyin, Ömer'in oğlu Abdullah, Zübeyir'in oğlu Abdullah ve Ebu Bekir'in oğlu Ab-dur rahman'dır.

Ömer'in oğlu, kendini ibadete vermiştir. Kendi­sinden başka kimse kalmazsa sana biat eder.

Ali oğJu Hüseyin ise; düşünmeden hareket eden, ağırlığını bilmeyen hafif adamdır. Irak halkı kendisi­ni isyana sevk edinceye kadar rahat bırakmazlar.

Irak'tan Medine'ye gelen mektuplar aynı tele do­kunmakta, kendisine biat etmeleri için ya Halifeliğini bu şehirde ilan veya kendisine biat ettikten sonra çev­resinde toplanmak üzere Irak'a gelmesini istemekte idiler.

 

Hz Hüseyn'nin Hazırlığı

 

Hz. Hüseyin, fikirlerine güvendiği yakınları ile danıştı, hepsi de taraftarlarının güçlenmelerine kadar şimdilik Yezid'e karşı gelmemesini Halifelikten azlet­me teşebbüslerine girişmekte acele etmemesi, Irak'a hareketinin geciktirilmesini, zira;  Iraklıların,  daha önce babası"ve ağabeysini felakete iten vaadlerinden sonra bu defa kendisine vaki olan vaadlerinde sadık kalıp kalmayacaklarının anlaşılamayacağını söyediler. Amcazadesi Abdullah bin Abbasta, Iraklıların, memleketlerindeki Emevi Valilirine karşı isyan edip istiklallerini  kazanmadıkça,  Emevilere  başeğMeğe son vermek için bütün güçlerini toplamadıkça Irak'a gitmemesini, Emevi ordusu Küfe'de bulundukça, Ye-zid'in valisi bu şehirde emretme ve yasaklama yetkile­rine sahip iken, Küfelilerin yezid'e yaptıkları biate baş eğip tanıdıkça, Hüseyin için hiçbir ümidin bulunma­dığını ve ancak kendisinin sonucu belli olmayan bir savaşa sürüklendiği takdirde kendisine yardım ede­cekler miydi, yoksa Muaviyeye karşı savaşa giren kar­deşi Hz. Hasan'ı yenik halde terk ettikleri gibi, kendişini de terk etmeyeceklerinin belli olmadığı husus­larında birçok öğütlerde bulundu.

Hüseyin'in Mekke'yi terk edip Irak'a gitmesinde şahsi çıkarları bakımından uygun bulan ve Halifeliği elde etme fırsatım kollamakta olup Emevilerin elin­den kaçıp Mekke'de ikamet eden Zübeyir'in oğlu Ab­dullah'ın kışkırtmalarına kapılmaktan kendini alama­yan Hz. Hüseyin; bütün akrabalarının öğütlerini bir tarafa bırakarak, Küfe'ye getmeyi kararlaştırdı ve ken­disini karşılamaları için, amcası Akil'in oğlu Müslim'i, vekil sıfatiyle adına biat almak ve taraftarlarını topar­lamak üzere ve bu işlerin bitirilmesinde kendilerine katılacağını bildirerek Küfe'ye gönderdi.

Görüldüğü üzere yanlı arap tarihçileri Peygam­berin torunu olan Hz.Hüseyin efendimizi suçlar ni­telikte bir ifade kullanmakatadır.

Hakikaten Küfe'lilerin çoğu emir altına girdiler ve Hüseyinin uğrunda Ümeyye oğullan ile savaşa gi­receklerini bildirdiler.

Gün geçtikçe Müslim'in hareketleri önem kazan­dı. Taraftarlarının sayısı sekiz bin kişiyi geçti ve Kü­fedeki Ümeyye oğullarının nüfuzu için bir tehlike ol­maya başladı.

Yezid, Küfeden gelecek tehlikeyi sezerek yakınla­rıyla yaptığı görüşmeler sonunda, isyanları bastırma hususunda  acımasızlığı  ile ün yapmış  Ziyad  bin Ebih'in oğlu ve Emevilerin Basra Valisi Ubeydül-lah'ın Küfe Valiliğine atanması kararlaştırıldı.

Müslim; Yezid'e karşı isyan etmek üzere giriştiği hazırlıkları bitireceği anda iken Ubeydullah bin Zi­yad Basra'dan Küfe'ye geliverdi. Vakit kaybetmeden Küfe camiinde yaptığı tehditkar konuşmada, babası­nın Basra'da Muaviye'nin valisi olarak yaptığı konuş­mayı hatırlatarak fitnecilik ve bozgunculuk karşısında kendisinin izleyeceği şiddet yolunu anlattı, sonunda: (Ben size itaatli bir kardeş olacğım ama, kılıcım ve kırbacım buyruğuma uymayanların başlarının üze­rinden eksik etmeyeceğim) tehdidinde bulundu ve Küfede bulunan bütün yabancıların ve özellikle Akil oğlu Müslim'i yakalamak maksadiyle saklandıkları yerlerin kendisine bildirmelerini emretti. Küfe'nin içine ve dışına casuslar saldı.

Müslim; kovuşturulmakta olduğunu ve yakalana­cağını anlayınca Küfe'nin ileri gelenlerinden büyük bir kabileye mensup Urve'tül-Muradi oğlu Hani adındaki bir zatın evine sığındı.

Hani, Ubeydullah için hazırlattığı Suikasd'ın uy­gulanmasında Müslimin korkakça davranışı yüzün­den ortaya çıktı ve Hani yakalanarak zindana atıldı.

Ancak, kabilesinin Valilik konağını kuşatmalarını sonuçlandırdı ise de Ubeydulah'ın hileye baş vurma­sı Hani'nin kabilesinin geri dönmesi sağlanınca Hani veMüslim Ubeydullah'ın emriyle öldürüldü, görülü­yor ki; Ebu Süfyan'ın meşru' olmayan oğlu Ziyad'm bu insafsız ve kan dökücü oğlu Ubeydullah'ta üvey Amcası Muaviye'nin hile ve cinayet yollarını izlemek­te hiçbir sakınca ve sorumluluk duymamıştır.

Bu ailenin ezelden dostu olan Şamlıların torunla­rına geçmiş çağların olaylarını öğreten Suriyeli Arap tarihleri ise, her zaman Muaviye ve onun çocukları­nın övgüleri ile doludur.

 

Kerbelafaciası Nasıl Vuku1 Buldu?

 

Akıl oğlu Müslim, Öldürülmesinden önce, amca­sının oğlu Hüseyinin, ev halkından ve Al-i Resul' dostlarından meydana gelmiş az sayılı bir kafile ile Küfe'ye hareket ettiğini haber almış, ancak o esnada yakalanmış ve idam yerine sevk edilmişti.

Bu durumu Hüseyin'e bildirmek ve Mekke'ye dönmesini sağlamak üzere çevresindeki şahıslar arası­na tamdık birisini gözleriyle araştırırken Hz. Pey-gamber'in Sahabelerinden Sa'd bin Ebu Vakkas'ın oğlu Ömer'i görür ve güvenebileceğini sanarak gizli­ce ona, Hüseyin'in küfe'ye gelmekte olduğunu söyler ve başına gelenleri Hüseyin'e anlatmak ve Mekke'ye dönmesini Öğütlemek için Hüseyin'e hemen haber göndermesini rica eder.

Ancak Sa'd oğlu Ömer; Müslim'den aldığı gizli haberi hemen Vali Ubeydullah'a bildirince, Vali, Hü­seyin'in Küfe'ye girmesi sanılan bütün kapıları gözal­tına aldırır, ki; Hüseyin'in şehre girmesini ve elinder kurtumaması imkanını sağlamış olur.

Diğer taraftan, Irak topraklarına giren Hüseyin

Müslim'in ölüm haberini alınca Irak halkından ve bu~ işin sonucundan şüphe etmeğe başlar ve geri dönme­ye teşebbüs ederse de kafilesinde bulunan Müslimin kardeşleri, kendi azınlıklarını unutarak ve Ubeydu-lah'in emrindeki güçlü Emevi ordusunu hatırlamaya­rak, intikam alma isteğiyle Küfeye harekete devam olunmasını istediler.

Kafile, zorunlu olarak yoluna devamla Kerbelal ya vararak oraya kondular.

Hüseyin, Kerbela'run adının arapçadaki anlamın­dan uğursuzluk ve şomluğa yordu, ürperdi. Ne çare, ki; oradan başka yere konmasına imkan kalma­mıştı. Zira; bu esnada Ziyad oğlu Ubeydullah'ın or­dusu karşısına çıkıp dikildi.

Hz. Hüseyin'den Yezid'e biat etmei istendi. Biat etmeği kabul etmeyerek reddetti ve kendisinin Hi­caz'a dönmesine veya Allah yolunda savaşmak üzere Müslüman memleketleri sınırlarına gitmesine müsaa­de etmelerini istedi.

Bütün ısrarlarına rağmen isteğinin hiç birisi ka­bul edilmedi ve savaşa girmeğe zorlandı, ama; 72 şahsa karşı bir ordunun tecavüzü şeklinde, Hicretin 61'inci yılı Muharrem ayının onuncu gününde cere-yen aden savaşta, Ülkü ve inançlarını savunma uğ­runda, Ali'nin oğlu HÜSEYİN ile ailesi ferdlerinden bir çoğununinsafsızca şehit edilmesini sonuçlandırdı.

İşte, (KEBJBELA VAK'ASI) diye ün salan bu Faciada, Yüce Peygamberin sevgili torunu, Hz. Hü­seyin'in ve oğulları ile kardeşlerinin, vahşice kesilen mübarek başlan, Küfe Valisi Ubeydulah'a götürüldü. Bu zalim şahısta kesik başlar ve hayatta kalabilmiş olan memedeki çocuklar ve hanımları hakaretlerle Şam'da bulunan YEZİD'e gönderdi.

 

İslam Tarihinde Kerbela Faciası"Nin Etkileri

 

Güçlü bir ordu eliyle, sayılan yüzden aşağı bulu­nan küçük bir kafilenin maruz kaldıkları "Kerbela" fa­ciası; genel olarak müslümanların vicdan ve şuurla­rında derin bir nefret uyandırdı.

Bu facianın, ayrı düşüncelere sahip olan insanlar üzerindeki tepkisi ve yorumu pek değişik olmuştur. Hz. Ali'nin ve kendisinden sonra iki oğlunun uğ­radıkları bu hüzünlü sonuç ve Hz. Hüseyin'in Umey-ye oğullarının egemenliğine karşı isyan ederek, kendi­sini koruyacak bir askeri gücü olmadan, hayatını hiçe sayarak, Hicazdan Irak'a yürümesinin tek nedeni Eme-vi Hanedanlığının zulmüne son vermek çabasiydı.

Ancak onu bu fikrinden, Hicazdan ayrılma fikrin­den vazgeçmesi için öğüt verenlerin çok olduğu. Özellikle Ziyad oğlu Ubeydullah'm, Müslimi yakala­tarak öldürtmesi haberini aldığı halde, Yezid'in Hali­fe olup, işin bittiğini kabul etmesi ve Yezid'in güçlü ordusuna baş eğerek davasında ısrar etmemesi gerek­tiğini ileri sürenlere karşı; ALEVİLER bu faciaya başka bir gözle bakarak, bu olayın Müslüman!arca uğranılan en büyük musibet ve felaket olarak say­maktadırlar.

Bu olay üçüncü halifenin öldürülme olayını kat kat aşmıştır.

Hz. Ali'nin, hayatta olmasına rağmen Halifelikte hakkı olmadığı halde, Halifeliği gasbetmiş bulunan üçüncü halifenin, Halifeliğini tanımamış bulunan Alevi veŞiiler, öldürülmesini de haklı olarak bir facia şeklinde tanımamışlardır.

Bugüne kadar her yıl (AŞURA) gününün yıl dö­nümü, gözyaşı, ağlama ve hıçkırmalarla Hüseyin'i an­maktadırlar.

Kerbela olayının, Şiiler üzerindeki etkisi, derhal görülmüş, güçlerini birleştirmiş ve bundan sonra Şii­lik ve Alevilik zihinlerinde ve ruhlarında, küvetle yer­leşen bir inanç haline gelmiştir. İranlılar da bu züm­reye katılarak Şİİ hareketinin temel direkleri haline geldiler.

İranlıların Şiilere katılmalarının sebebi; Ali oğlu Hüseyin'in; İran'ın son kralının Müslümanların eline düşen esir kızlarından birisiyle evlenmiş olmasıdır.

Bu bakımdan İranlıların nazarında; Hz. Hüseyin ve kendisinden sonra çocuklarının, İmamete en haklı ve yaraşır kimselerdir. Zira; bunlar Ali bin Ebu talip ile Fatıınatüz' Zehra'nin kanını taşıyan en şerefli bir kanı ile krallarından birisinin kızanın en şerefli Iran kanını birleştirmeleridir.

Türk Alevileri ile diğer şii mezhepler, hepsi olma-şada, bazılarıyla olan farklı tarafı şudur: Ahmet Yese-vi ve Hacı Bektaşi Veli gibi zatların, himmet ve gö­rüşleriyle oluşmuş ve sırf ehli Beyt sevgisiyle rne'luf (meydana gelmiş bir) sevgi ve aşk ocaklarıdır.

(Şu açıklamayıda yapmak zorundayız; Hz. Ali ve onun soyu olan Haşimiler ise, Arap değil, arahlaşmış arab olarak mütalaa edilmelidir.) Muhtemeldir ki, İranlılar; Ancak mukaddes ve şerefli bir aile olarak gördükleri bu kutlu aileyi, aynı zamanda kendilerini temsil açısından geleneksel bir yapı olarak görmekte ve başka kimselerin bu haklara tecavüz etmemesi ge­rektiğine inanmaktadırlar.

Bu sebeple İmametin yalnız Hüseyin'in çocukla­rına inhisar etmesi Hz. Peygamber imametine miras­çı olmalarındandır.

Hind Şii Tarihçilerinden biri; "Hz. Hüseyin'in Kerbelada Öldürülmesi; Emeviler tahtının yıkılması ve  devletlerinin  çökmesini  sonuçlandıran  Abbas oğullarına yardım eden İran halkının, ruhlarında mil­li heyecanı tutuşturmaya en mühim amil oldu." Diye ifade etmektedir...

Daha doğrusu bu mezbaha; Emevilerin yaptığı bu korkunç katliam, ve onların diğer ulusları hor ve hakir görmeleri, hatta bütün ulusları acemi olarak ad­landırmaları, İranlıları Abbasilere yaklaştırmış, Emevilere karşi Abbasiler tarafına, İranlıların katılmasına tek sebep olmuştur.

Çağdaş tarihçiler ise ve özellikle Avrupalılar'dan bir kısmı da; Bu olaya, Müslümanların kalplerinde, Hz. Hüseyin'e karşı duyulan saygı ve dini duygula­rın, bu cinayetlerle rencide edilmesi ve dinin hemen Peygamberden sonra, siyasallasmsımn bir göstergesi, olarak yorumlamışlardır.

Bugün bile mezhepler ve cemaatler, dinin Önüne geçirilerek, bu şablonlar dinin vazgeçilmez unsurları olarak gösterilmekte ve kendilerinden olmayanlara sapık ve hatta dinsiz yaftası vurularak, saf ve temiz olan bu insanlar, alabildiğine küçük düşürülmektedir. Bu tür hareketlerin Yüce İslamla bir ilgisi olamaz.

Geçmişte kalan, mezhep ve tarikat taassuplarını bir tarafa bırakarak, herkese "İBADULLAH" Allah'ın kulu gözüyle bakmamız gerektiğini unutmamalıyız.

Alevilik ise ne bir mezhep ne de katı bir tarikattır. O kendisine has bir sevgi yolu, sevgi ve aşk ocağı ve bu yolların, marifetlerinin, adab erkan ve adabı muaşeretinin öğretildiği, ocaklardır. Şahı velayet Hz. Ali efendimizin gerçek temsilciliği ve Resulü Ekrem efendimizin aşkıyla müheyya olmuş ve harifetullahla bütünleşmiş güzel bir kitledir. Bu kitle asla ayrımcı olmamıştır.

 

Hz. Ali'nin Veraseti

 

Cenab-ı hakkı mutlak, elbette ehJi beyte hem Re­sulü Ekrem efendimize hem de İbrahim Aleyhisse-Jam'a varis kıldı. Çünkü İsrail'e verilen ve sonra geri alman ehemmiyet ehli beyte raci oldu. Aslına döndü. Cenab-ı Mevla'nın şu ayette bildirdiği vecihle "VE ÎZİBTELÂ İBRAHİME RABBÜHU BİKELİMÂ-TTN EEETEMME HÜNNE" Bakara 124 "Allah İb­rahim Aleyhisselam-ı kalbi mutmain, .sırrı billah vah­det ve ruhi melekelerle donatarak, ona ruhaniyet mertebeleri vererek ve bu mertebeleri aşmaya müsait ve kabiliyetle mücehhez kılarak bunu yapması için de sebepler halk ederek, ona teslimiyet tevekkül, rıza ve bunların bilgisini vererek bu hallerle ona makamat bahşetti ve onu bununla ibtila ve imtihan ederek, ib­rahim aleyhisselamı son nefesine kadar Allah'a bağlı­lığı ve bununla fenafillah bir şekilde bu kelimati ta­mamladığını hatırlayınız." İşte ehli beytin veraseti maneviye olarak aldığı Özellikler burada tek tek belir­tilmiştir. Allah'ın nurundan ehli beyde tecellisine işa­ret vardır. Ehli Beyt millete Ibrahimin ta kendisidir.

Ancak hâlen bunu fark edemeyenler var. Bu olmadık­ça İslâm Dünya'sının yamukluğu devam edecektir. "KALE İNNİ CA'İLÜKE LİNNASİ İMAMA" Ayet 124'ün devamı "Ben seni fenadan sonra beka ve Hak'dan halka döndürmek suretiyle insanlara imam eyledim." Yani senin soyunu imam eyledim. Burada ifade edilen ifna eyledikten sonra baki kılmaktan ka­sıt beni İsrail'in ifnasından sonra ehli Beyfin ibkası ve imametidir. Bu zaviyeden bakıldığında İmam Ali aleyhisselamın niçin halife değil de imam olduğunu daha iyi idrâk edebiliriz. Çünkü cenab-ı mevlâyı mü-teal Hz.leri burada imametle insanların hak yola gire­bileceğini açıkça belirtmektedir.

Bakara suresi 124. ayet sunuda teyid etmektedir. "KAALE-M'İN ZÜRRİYETİ" İbrahim Aleyhisselam dedi ki:

"Benim zürriyetimin bazısımda benim gibi imam kıl" İşte bu işareti nebevi ile ve bir mucizeî İbrahim olarak, ehli Beyt'in imametle kati bir şekilde ayeti ce-lile ile ispat edilmiş ve tahakkuku mutlaka ile ehli beyt müjdelenmiş oluyor. Bütün bunları görmeyip, halen gaflet derecesinde ve muannidce bu hakikati ilahiyi perdeler biçimde ehli beyti görmezlikten gel­mek ne büyük bir talihsizliktir. Ne büyük bir körlük­tür. Cenab-ı hak ilk önce Beni İsrail'i tecrübe etti. Ancak onlar Allah'a layık kullar olamadılar. Kendileririe zulmettiler. Yoldan saptılar. Peygamberlerine eziyet ettiler, 124. ayet buna şu şekilde açıklık getiri­yor. "KALE-LA YENALÜ AHDİZZALİMİN"

"Onların bazısı zâlim olurlar, benim ahdim onla­ra ait değil, onlar benim temsilcim olamazlar. Zâlim olanlar asla imametime lâyık değiller. Ahdim onlar için değildir." Burada cenabı mevlâ beni İsrail'in na­sıl de tard edildiğini açıkça belirtmekle beraber, zâ­limlerin asla iflah olamayacaklarını da belirtiyorç Ya­ni Beni İsrail'le beraber Ümmeye oğullarından Mua-viye ve onun Zalim olan ahfadınında Cenab-ı hakkın hilafetine asla ve asla layık olamayacaklarına dair işa­retler vermesine rağmen halen bazı Müslümanlar gü­ya hakkaniyet adına Muavİye sevgisi uğuna icabında ehlibeytten olan kişilerle günümüzde bile cedelleşme-ye varacak şekilde bir tavır sergilemektedirler. Böyle-lerine YA ESEFA! demekten başka çare kalmıyor. Hakîki Natık olan Kur'ân devam ediyor. "VE İZ CÂELNAL BEYTE MESABETEN LİNNASI VE EMNA ayet 125 "Ve aynı zamanda kalb beytini, gö­nül evini insanlara bir nevi rücü mahalli, emnu sela­met melcei kıldığımızı anımsayın. Böylece bu kalbi emine vasıl olmakla onda insanlar sükun bulurlar nef­sin verdiği gaile ve vesveselerden, kuvvayi ta'biyyenin şerlerinden, şeytanın iğvasından vehim ve heyulalar­dan emin olurlar." Burada işaret edildiği üzere kalbi mütmainni elde ederler. Gönül sefasına ermiş olurlar. Peki ya nasıl? Bu nasıl elde edilir? İşte bu ayetin de­vamı "VETTEHİZÜMİN MAKAMI İBRAHİME MAUSALLA" "Buna ermek için yani kalbi mutmai­ne ermek için makamı İBRAHİM ittihaz ederek, onun salatı ile selâmet buluruz." ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED KEMA SALLAYTA ALA İBRAHİME VE ALA ALİ İB­RAHİME İNNEKE HAMİDÜN MECİD.

Yine Bakara suresi Ayet 128, "RABBENA VECALNA MÜSLİMEYNİ LEKE" (Ey Rabbi-miz! Bizi nefsimizle başbaşa komayıp, senin rızan ci­hetinde bizi Müslim kıl) Burada Allah'ın tecelliyatıy-la ikimizi Müslim eyle! ve hemen buna bitişik 129. ayetle "RABBENA VEB'AS FİHIM RESÛLEN" (Ey Rabbimiz! bizim zürriyetimiden olacak, onları tezkiye edecek Resul gönder!) İşte biradaki incelik, asliyet ve işaret şudur ki; Hz. İbrahim ve Hz. İSmail önce Allah'a bizi iki Müslim eyle dedikten sonra (ta­bii ayeti celile diliyle) zürriyetimizden bir Resul gön­der! diye temenni etmeleri ve bekledikleri Resul, kâi­natın efendisi Hz. Muhammed Aleyhisselatu vesse­lamdır. Bu ayeti Kur'âniye ile de Hz. İbrahim ve İs­mail Peygamberlerin dini olan Haniflik ile Ehli Beyt tasdik edilmekte ve geçmişte olduğu gibi gelecekte de İlahi ve Nebevi bir beşaretin mührünü tasdik ve teid etmektedir. Zaten Resulü kibriya efendimizde bir ha­dislerinde "Ben babam, atam İbrahimin duası, İsa PEygarn-berin müjdesi ve Annaemin riiyasiyim" diye buyurmuşlar­dır.

Bakın Bakara suresi 130. ayetinde Ehl Beyt nasıl da açıkça te'yid ediliyor. (VE MEN YERĞABU AN MİLLE­Tİ  İBRAHİME)"KİM  Kİ İBRAHİM MİLLETİNE RAĞBET EDER VE ONU TERCİH İLE VAHDETE ERERSE..." ayeti altındaki mâna ile kurtuluşa erer. Necat ile felah bulur. Peki Milleti İBRAHİM artık beni İsrail ol­madığına ve olamayacağına göre bu millet, ehli Beyt olup Resul Ekrem efendimizin âli beyti ve soyudur. Peki buna karşı kim gelir? Veya ehli Beyti kim sevmez ve rağbet et­mez? (İLLA MEN SEFİHE NEFSEHU) "Nefsinde son derece sefih oJup, enaniyete mübtelâ olanlar onlara yüz çe­virerek, bu nura bigâne kalırlar." Evet, aynen öyledir. Ce-  ' nab-ı Hakkı Mutlak bu mizacı çok güzel tarif ediyor. Yani dün Resulü Ekrem efendimizi sevenlerin karakteri de teva­rüs ettiği gibi, bugün nasıl bazı mü'minler de tecelli etmiş­se... Ve bu mübareklerin devamı olanlar bugün bile nasıl ehli beyti seviyorsa... Dün Resulü Kibriya efendimizi bir türlü içine sindiremeyen muannid mizaçlar, bugünün bazı Müslümanlanna da yansıyarak onları bu kutsal soydan (Eh­li Beyrten) uzaklaştırmiştır. Onun için aytette (NEFSİYLE SEFİH OLANLAR) diyerek kullanılmıştır.

Bu ayetin devamında "VELEKED İSTAFAYNAHU FİDDÜNYA" Biz onu Dünya'da sabıka-i ezeliyedle mümtaz ve temizlemiş olarak seçtik! Yani Resulü muhammediyeti Hz. İbrahime bir nimet olarak ver­dik.

Çünkü bu Hz. İbrahim ve İsmail aleyhisselama verilen bir in'amı ilahidir. Cenab-ı Mevlâ ayeti şu müjde ile bitiriyor. (VE İNNEHÜ FPL AHİRETİ LEMİNESSALİHİN) (EY İBRAHİM O SEÇTİĞİ­MİZ RESUL AHİRETTE DE SALİHLERDEN-DİR)

Bu sebeple Allah 131. ayette Hz. İbrahime İs­lâmlığı müjdeleyerek (İZ KALE LEHU RABBU-HÜ ESLİM KALE ESLEMTÜ Lİ RABBİL-ÂLEMİN)

"Allah, İbrahime dedi ki; Bu halde Müslüman ol! İbrahim de dedi ki; Bütün Alemlerin RAbbine teslim oldum. Müslüman oldum. Bakın şu ilâhi nimet çok açıktır. Onu dünyada Mustafa ile mükafatlandırdık Yani ona Muhammediyeti ve soyunu mükafatlandır­dık. Yani ona Muhammediyeti ve soyunu mükafai olarak (ehli beytini) seçtik verdik. İşte cenab-ı Rab bül 'alemin Hz. İbrahim'e ve İsmail aleyhisselam so yuna ayrı bir mümtaziyet, başka bir mazhariyet vere rek ve onları Muhammediyetle tamamlayarak Ehl Beytimde bütün bir beşeriyete melâmet ve onların di rayeti ile velayeti kübrayı vermek suretiyle mükafatlandinyor.

Aleviler, Hz. Ali'nin gerçek varisleri onun soyun­dan gelen ehli beyti olan yani zürriyeti olan alevi ya­ni Ali soyundan olanlarla, ona sadakatle bağlı olan Alevi kitlesidir. Bugün Türkiye'de yaşayan Alevi kar­deşlerimiz Hz. Ali'yi biraz daha iyi tanıyıp onu anla-yabilseler, mümtaz ve güzel bir kitle olurlar. Barışçı ve olgun tutumlarıyla, kendilerini yeterince tanıma­yan, toplum veya cemaat veya mezheb mensubların-dan, daima samimiyet, ince anlayış ve medeni bir davranış, beklemişlerdir.

Bugün Türkiye'nin içine girdiği süreçte sanırım bu­nu gerektiriyor. Karşılıklı anlayış; Allah'a saygı, Dine saygı, Cumhuriyet ilkeleri ve Anayasa ya saygı...

Bu olduğu takdirde, ülkenin birlik ve beraberliği te'min edildiği milli ve çağdaş yaklaşımlarla olaylar iyi analiz edildiği zaman görüş ve düşünceler daha iyi anlaşılacaktır..

Bugün daha iyi anlaşılıyorki, Kur'anın her hangi bir ayetinde veya Peygamberimizin her hangi bir ha­disinde falan veya filan mezhebe gireceksiniz diye bir emir olmadığı gibi, bir mezhebe girmek imanın ge-reklerindende değildir.

Bu açıdanda bakıldığında, Hz. Aliye ve onun eh­li beytine merbut ve mensub (aidiyet) olmakla iftihar eden aleviler, hiç bir zaman ayrılıkçı bir düşünce içinde olmamışlar ve ayrılıkçı ve mezhebçi düşünceleri benimsememişlerdir.

Anadoluda yıllarca yaşayan bu alevi mizacının kimseye bir zararı olmadığı gibi bu sade insanlar dai­ma yalandan, sahtekarlıktan aldatmaktan uzak yaşa­mışlardır.

Şu noktaya temas etmeden bu kitabı bitirmek is­temiyorum. Hz. Ali ve Ehli Beyti'ni ve alevileri seven sünni kardeşlerimizde bir bakıma alevi yani Ali evin­den sayılırlar. Bu bakımdan hiç bir zaman bir ayrıma gitmeden birbirimizi tam bir kardeşlik ilkesiyle sev­memiz, vatanımızın birliği için şarttır.

 

Kitab Hazırlanırken Baş Vuru Kaynak Kitablar:

 

1- İbni Haldun Tarihi

2- İstilahatı Fıkhıyye Kamusu

3- Ahmet Cevdet Paşa Kısas-i Enbiya

4- Corci Zeydan. İslam Medeniyeti Tarihi

5-  TeVilati Kâsaniye Arabacı İsmail Ankaravi (M. Vehbi Güloğlu)

6-  Yusuf Ziya Inan:Ebu Turab Hz. Ali

7- Kemaleddin Şükrürislam Tarihinde Nifak

8- Abdülbaki Gölpinarli. Nehcüi Belağa

9- Belazuri: Ensabül-Eşraf

10- Şemseddîn Sami: Ali Bin Ebi Talibin Eş'ari

11- Selami Münir Yurdatap:Hz. AJi De Dgili Kitaplan

12- Umdetut-Talib:Fi Ensab Ali Bin Ebi Talîb

13- Seypd Alımed Muhtar; Hanedanı Seyyidul Beser

14- Nesip Yusuf Dede-;Rişte-I Cevahir

15- İbnul Esir.ÜsdüI Gabe

16- İbnul Hacer: El Isabe

17- Hayrullah Hamdi Aievicilik Sünnîlik

 

Nesebim;

 

HZ. ALİ ALEYHtSSELAM: Nesebi Cenab-ı Nü­büvvetin yegane varisi olan, efendimiz aleyhisselatu vesse­lam efendimizin Amcasının oğlu olmakla birlikte Resulü Ekrem efendimizin manada ikizi ve aynel yakın ve hakkel yakın özü ve temsilcisidir "İNNALLAHE VE MELEİ-KETEHU YUSELLUNE ALANNABİ" (ALLAH VE MELEKLERİ O YÜCE NEBİYE SELAT VE SELAM EDİP DURMAKTLAR.) ALLAHÜMME SALLİ ALA SAYYİDİNA MUHAMMEDİN VE ALA ALİ SEYYİ-DİNAMUHAMMED.

HZ. HÜSEYİN ALEYHtSSELAM: Beşeriyetin Hak ve adalet namına bir Kurbanı ve Ehli Beytinin Kevser kaynağıdır.Bu mübarek ceddimizi binlerce zat anlatmışlardır. Bizim söyleyeceklerimiz zait olur.

Kerbela Şehidine sayısız selam ve salat olsun

SEYYİD ZEYNELABİDİN ALİ ASĞAR (KÜ­ÇÜK ALİ) Hz: Hüseyin Aleyisselamin Kerbela da Şe­hidi İnsaniyet olan o mübarek ceddi pakimin hayatta ka­lan tek evladıdır. Yani Kur1 an manasıyla Resulü Kibriya efendimizin Kevseridir. Birçok tarih kitablarmda bu ced­dimizle ilgili yüzlerce kitab ve kayıtlar vardır.

SEYYİD HÜSEYİN ASĞAR (KÜÇÜK HÜSEYİN) Bir künyesi de "EBU UBEYDULLAH EL MEDE-NI"dir. Bu ceddimin soyu daha çok Hicaz, İrak, Mağrib, Şam ve İran-Horasan taraflarında münteşir olmuştur. Hic­ri 150 yılında Darı saadete intikal eden bu mübarek Seyyid Medine de Bak'i mezarlığında medfundur.

SEYYİD  UBEYDULLAH EL-A'RAC; Birinci Ubeydullah olup, Eşreful Beşer bir Seyyidul Necib olan Hz. Zeynel Abidin aleyhisselamın öz torunudur. Kendisi topal olduğundan bu isim (Al-a'rae) lakabıyla tesmiye edilmiştir. Son derece kerum ve Ali cenab bir şahsiyet olup döneminde Ebu Müslim El Horasaniyi ziyaret ederek bu zatla karşılıklı muhabbet içinde ol­muştur. Şeceremize göre soy itibariyle Irak'ta meşhur olan "Al-Saduıı" aksiyle ve Medine şerifleri ile bu Ata­mızda birleşiyoruz.

SEYYİD ALÎ ES-SAIİH; Salih Ali diye meşhur ol­muştur. Bu ceddimde Küfe de doğup orda vefat etmiştir. SEYYİD   UBEYDULLAH ES SANI;  İkinci Ubeydullah olup Ebul Hasarıdır.

SEYYİD ALİ EL-ALİM; Yüksek manalara sahib bir zat. Bu zatta küfede doğup orda vefat etmiştir.

SEYYİD UBEYDULLAHES-SALİS;Bu aynı zaman­da 3. Ubeydullah olup bir lakabida "EBUL ALA" dır,

SEYYİD MUHAMMED EL ESTER; Son derece güzel vasıflara ve erdemlere sahib olan bu zat mana Dünya'sında bir yıldız gibidir. Kendisi aynı zamanda Küfe Emiri olmakla beraber Nakibul Eşraf idi.

SEYYİD MUHAMMED EMİR UL HAC; Bu zat Hac emiri ve Nakibdir.

SEYYİD MÜSLİM: Adının bir devamıda Ahval olup, Hac Emiri idi. Başka bir künyesi de "EBU ALA'dır. Güzel bir Seyyid olup soyunun koçu idi..

Tarihler bu zatın hicri 389 miladi 999 yılında öldü­rüldüğünü belirtmektedirler.

SEYYİD ALİ; Aynı zamanda "EBU ABDUL­LAH" künyesinin de sahibi olan bu erdemli ve Ulu Seyyid aynı zamanda kendi döneminde Diyarbekir vi­layetinin "Nakibul Eşrafı idi.

SEYYİD MUHAMMED; Bu zatın bir künyesi de Ebul Hasan olup cedleri gibi lütufkar idi.

SEYYİD ŞİHABUDDİNEL MÜHTEDİ; Alim ve faziletlere malik aynı zamanda muktedir bir şahsiyet.

SEYYİD MUHAMMED; Din'in ulularından ma­nasına gelen "Hümamüd-din" lakabı ile meşhur olmuş bir zat olup, gerçekten ehli himmet bir zat idi. Aynı za­manda hamiyet sahibi, kamil bir insan.

SEYYİD UBEYDULLAH; Bu mübarek zatta muhterem Pederi gibi aynı beldenin Emiriydi.

SEYYİD MUHAMMED; Bu zat yukarda belirttiği­miz gibi, Memlukler zamanının Padişahlarından olan "Ka-lun Padişah" döneminde SULTANİYE şehrinin "NAKİ-BUN-NÜKEBA"sı Yani türkçesi; Nakiplerin nakibi yani başındaki kimse olup o beldenin Hakimi ve Emiri idi..

SEYYİD YUSUF; Bu zatta aynı yörede Nakibul Eşraf ve devrinin ünlü kadısı idi..

SEYYİD MUHAMMED; Memluklar zamanında bugünkü Hazar denizi kenarında olduğu belirtilen Sulta­niye şehrinin Emiri idi. Başka bir adıda Kemaleddindir. SEYYİD ALI; Son derece güzel ve manada ermiş bir zat olup manada himmet sahibi olup, cedlerine mü-nasib bir seciyeye sahib bir mürşid..

SEYYİD C£BRA2L;Bu zatta son derece ileri seviyede alim ve ehli kemal bir zat olmakla etranna faydalı olmuştur. SEYYİD AHMED; Bu ceddimizle bir çok seyyid aile ile aynı nesebte birJeşiyoruz.

SEYYİD MUHAMMED; Asıl künyesi Ebu İbra-İlimdir. Doğum ve ölüm tarihi belli değildir.

SEYYİD İBRAHİM;¥>u mübarek seyyid Sultan 1. Ah~ med zamanında Istanbulda yaşamıştır. Bilindiği üzere mane­viyat düşkünü olan bu Padişah birçok Seyyid ve meşayihi et­rafına toplamış ve onlardan himmet almış bir zamr. O dere­ce İd Aziz Mahmud Hüdai hz,lerinin havlusunu tutacak ka­dar mahviyetkar bir Padişahtır. Bizim ceddimiz olan seyyid ibraiıim hz.leride bu vesileyle bu topraklarda bulunmuş ve hicri 997 miladi 1589 yılında ıstanbulda vefat etmiştir. SEY­YİD MUSA; Kadiri ve Rufai olmak üzere her iki yolunda büyüklerinden ve pillerinden olan bu muhterem şahsiyyet, özü ve sözü biı-, zalıiri ilimleri batini ilimlerde terakki etmek için öğrenmiş ve bu sebeple tevazu göstererek kendi çocukla­rıyla beraber yeniden ilim ve feyiz almayı bir yol ve kendini setretme tarzı olarak görmüş ve bu bahane ile Kur'anı kerimi ileri yaşına rağmen hıfz etmeğe azmetmiş bir zamr. SEYYİD İBRAHİM; Yaşadığı zamanın ölçülerine göre mana Derya­sına sahib, kendi döneminin fesahat ve belağatini icra ettiğin­den "EL-HATİF'ünvanını da almıştır SEYYİD AHMED; Erdemli ve himayetkar bir şahsiyyet olup, 121 sene bu fâni Dünya'da ömür sünnüş ve mübarek zihniyetini, yüce fitrau-nı (beşeri hafizasım) bozmadan koruyabilmiştir.

SEYYİD MUHAMMED; Ceddine münasib olan bir ilmi hayat sahibi Kadiri yolunun mesayihi olup, bil­hassa tecvid ilmi üzerinde araştırmada bulunmuş ve ki-tab yazmış bir zat.. Buradan anlıyoruz ki Kur'an tilave­tine önem veren bir mübarek..

SEYYİD MİRZA; Zahiri ilimlerde ayan olduğu kadar, batini ilimlerle de kesbi marifet eyleyen bir zat.. Kadiri yolunun postnişini..

SEYYİD ABDULLAH; Bu mübarek ceddimiz Ka­diri yolunun büyüklerinden olup, bu yolun rehberliğini bizzat Bağdatta bulunan Şeyh Abdül kadiri Geylani Hz.lerinin torunlarından olan, Seyyid Abdurrahman ve Seyyid Feyzullah EI-Kadiri-EI Bağdadiden almıştır.

SEYİD ŞEYHHAMİD; Büyük Cedlerimden biri olup Ulu bir zattır. Devrinin Allamesi idi.. En Başta Kadiri yolunun Piri iken, sanırım yaşadığı 2. Mahmud dönem- -ı 3 edilen Bektaşiliğe alternatif olarak se­mirtilen Kr ir i Yo'unca kendisine Mürşid olması için icazet verilmiş vc istanbula Çağrılmıştır. Devrinin bir Çok alimini icazetler almıştır.

Mesela Samda "Şeyh Hasan EI-Baytar" "Şeyh Ah-med El Küzberi" "Şeyh Salim el-Attar" Medine de "Şeyh Yusuf eLsavi el Medeni" Halep şehrinde "Şeyh ebul Vefa EI-Halebi" ve Bağdad ta "Şeyh Davud EI-Bağdadi" gibi zatlardan icazet ve ilim almıştır.

SEYYİD ABDÜLHALİM; Alim bir zat olup ba­basından kendisine nakl olmuş bulunan Nakşi gelene­ğin bir temsilcisi ve Postnişini idi. Zahiri ilimlerde fev-kaladde otoriter olup, büyük bir müderris idi..

SEYYİD NECİM; Dinin yıldızı manasında ismiyle müsemma bir zat olup, Öz dedem Celakddin hz.leriy-le, Bektaşi meşrep Seyyid Fahri efendimiz Hz.lerinin muhterem babası idi. Bu mükerrem ve ulu zat çok cesa­ret sahibi bir zat imiş. Mesela gece yarısı karanlıkta atı­na biner gecenin karanlık bir zamanında rahatlıkla seya­hate çıkarmış. Güneydoğu da kendi zamanında bilhassa Çerkez ve Çeçenlerden bir hayli bağlısı vardı. SEYYİD FAHREDDİN; (ŞEYH FAHRİ) Bu zatın manen ev­ladı olduğum için, böylesi mübarek ve ulu bir insanı an­madan geçemezdim. 1901 yılında doğan bu zatın Erkek evladı yoktu. Sadece bir kızı vardı. Bu bakımdan, bazı cahil ve tasavvufun inceliklerinden yoksun ve hikmet erbabı olamayan bazı akrabalar bu mükerrem insanı ters ve hor görürlerdi. Oysa tam anlamıyla bir Bektaşi ereni olan bu zat, tam anlamıyla bir Allah dostu idi, Kendi yaşantısında kendine ait kalendermeşrep bir tavır sergi­lediğinden, o dönemin medrese geleneğinden gelen ai­lemiz onun bu- Bektaşi-meşrep tavırlarından rahatsız oluyorlardı. Fazla mal-mülk sahibi olmadığı ve olduğu gibi olan olduğu gibi davranan bu güzel ve samimi gö­nülden olan halleri zahiri hayata önem veren, bazı kim­seleri gereğinden fazla rahatsız ediyordu. Oysa o kadar çok güzel hasletleri vardı ki; bütün bunlar görülmeyip hep bu mübarek zatlarda kusur aramak her nedense bir gelenek olmuştur. Son derece cesur, atılgan, mütevazi, cömert ve dediğini yapabilen bir zat olup bir çok kera­metleri görülmüştür. 1965 yılında Hakka vasıl oldu. Rabbimin izniyle, Mekanı cennet olsun..

SEYYİD CELALEDDİN; Debem olup cesaret timsali bir zat idi.

MEHMET CEMİL (SEYYİD CEMALEDDİN) Rahmetli babam şefkat ve merhamet menbaı bir zat idi.

Buraya Nesebim yazmanın sebebi, bazı şüpheleri izah etmek içindir. Şecerem ilmül ENSAB (Neseb-ler) ilmine göre yazılmış olup, batı dünyasında da bi­linen ve kabul edilen bir ilim dalıdır.

 

Hüsamettin Aydın;

 

1952 Doğumlu, Hayatını ve tahsilini güzel Anado­lu'nun değişik illerinde sürdürdü. Anadolu'nun her yö­resinden ayrı bir bereket ve manevi himmet gördü, İs­tanbul Üsküdar Lisesinden mc'zun olduktan sonra, açık öğretim Sosyal-Bilimler fakültesini bitirdi.

1969 yıkıda Babıalide Sabah gazetesiyle başlayan ya­zarlık hayatından sonra, kısa bir müddet ticari bir dene­meye giriştiyse de başarılı olamadı. Kısaca; Yeni istanbul-Kanal 7- Orta-doğu gazetelerinde ve en son Star gazete­sinde kısa bir müddet çalıştı.. 10a yakın kitab yazdı. 15'e yalan kitabı da Türkçeye çevirip redakte etti..

Yazdığı kitablar;

1- Hz. Ali ve Sonrası

2- KutsaI hadis yorumları

3- Gericiliğin tarifi (tükendi)

4- Muhtemel somlar 5-50 yıl önceki hayat

6- Global enfeksiyon

7- Bu zalimin sonu ne olacak?

8- Dış ilişkiler tahminleri

9- Eskiye dönüş

10- Modern masallar



[1] BN'ül-ESİR cilt: 3, sahife: 229

[2] Tarih'ül-Hamis cilt: 2, sahife: 264-265

[3] İslam Medeniyeti Tarihi 5. cilt sahife 97

[4] Kamus 1 ul Alam 1. cilt 598. sahife

[5] KAMUS'UL-ALAM; 5. cilt-sahife 3220-3221

[6] Kamus'ul-Alam Cilt: 4, Sahife: 2436

[7] Tarihulhamis cilt 2 sahife 309

[8] Nehcül Belağa; Cilt 3 sahife 8. 6. Mektub.