Bir varmış, bir
yokmuş. Bir terzi ve üç oğlu varmış, Onların, bir keçileri varmış. Bu keçinin
sütüyle karınlarını doyururlarmış. Bu yüzden onu, her gün çayıra götürüp, otlatmaları
gerekiyormuş. Çocuklar, bu işi sırayla yapıyorlarmış.
Bir gün çocukların en
büyüğü, keçiyi kilise meydanına götürmüş. Çünkü, en güzel otlar buradaymış.
Rahatça otlaması için, keçiyi serbest bırakmış,
Akşam, sormuş:
Karnını doyurdun mu,
güzel keçi? Keçi:
O kadar doydum ki, bir
yaprak daha yiyemem. Me, Me,
Me...
Oğlan:
Öyleyse haydi eve,
demiş,
Keçiyi ipinden tutup,
eve getirmiş; ahıra bağlamış. İhtiyar terzi, sormuş:
E, oğlum. Keçinin
karnını iyice doyurdun mu bari? Oğlu:
Elbette baba, demiş.
Yedi, içti; karnı tok, Tek yaprak bile yiyesi yok, demiş,
İhtiyar terzi, ahıra
gitmiş; sevimli hayvanı okşamış:
Karnın doydu, değil mi
güzel keçi? Keçi:
Bütün gün dağ, tepe demeden dolaştım;
ağzıma koymadım bir yaprak bile. M e, Me, Me, Me,...
Terzi:
Bunu da mı duyacaktım?
diye bağırıp, öfkeyle yukarı fırlamış.
Oğluna:
Seni gidi yalancı
seni!
Keçinin karnı doydu,
demiştin! Halbuki, hayvanı aç bırakmışsın!
Yaşlı terzi, bu
sinirle eline bir sopa alıp, oğlunu kovalamaya başlamış; döverek, dışarı
atmış.
Ertesi gün, sıra
ortanca oğlundaymış. Çocuk, bahçe çitlerinin kenarında, otların bol olduğu bir yer
bulmuş. Keçi, akşama kadar bütün otları silip süpürmüş, Kırlarda zıplayıp,
oynamış. Akşam olunca çocuk, sormuş:
Keçi, karnın doydu mu?
Keçi:
Yedim, içtim karnım
tok; bir tek yaprak bile yiye-mem. Me, Me, Me,...
Öyleyse haydi eve!
demiş çocuk. Keçiyi götürüp, ahıra bağlamış. Eve döndüğünde babası sormuş:
E, keçi iyice karnını
doyurdu mu bari? Oğlu:
Elbette, demiş. Yedi,
içti; karnı tok. Tek yaprak yiyesi yok, demiş.
Terzinin içi rahat
etmemiş; ahıra gidip, keçiye sormuş:
Keçi, demiş. Sahiden
karnın doydu mu? Keçi:
Atladım, zıpladım
bütün gün sadece; tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım bir yaprak
bile. Me, Me, Me, Me,..
Terzi:
Seni dinsiz imansız
seni! diye bağırmış. Dilsiz, ağızsız hayvancağızı aç bırakırsın ha?
Hemen yukarı fırlamış.
Sopayla oğlunu kovalayarak, kapı dışarı etmiş.
Sıra, en küçük oğluna
gelmiş. Oğlan, işini sağlam tutmak istemiş. En güzel yaprakların olduğu fundalığı
arayıp, bulmuş. Keçiyi fundalığın arasına salmış, Akşam, eve dönerken sormuş:
Karnın doydu mu?
Keçi:
Yedim, içtim karnım
tok; bir yaprak daha yiye-mem, M e, Me, Me...
Oğlan:
Öyleyse haydi eve!
demiş. Keçiyi ahıra götürüp, bağlamış. İhtiyar terzi, eve dönen oğluna sormuş:
E, keçi iyice karnını
doyurdu mu bari?
Oğlu:
Elbette, demiş. Yedi,
içti karnı tok. Tek yaprak yiye-si yok.
Terzi, bu söze
inanmamış. Gitmiş, keçiye sormuş:
Keçi, demiş. Sahiden
karnın doydu mu? Yalancı keçi:
Bütün gün dağ, dere
demeden dolandım durdum; tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım
bir yaprak bile. Me, me, me...
Terzi:
Seni yalancı köpek
seni! Demek sen de ötekiler gibi Allah'tan korkmaz, sana verdiğim işi
yapmazsın ha! Bundan sonra beni bir daha kandıramayacaksınız! diye bağırmış.
Sinirinden çılgına dönerek yukarı fırlamış, oğlanın sırtına sopayı öyle
kuvvetli indirmiş ki, çocuk kendini evden dışarı zor atmış.
Sonunda ihtiyar terzi,
keçisiyle yapayalnız kalmış, Ertesi sabah ahıra inmiş, keçiyi okşamış:
Gel benim sevgili
keçim, demiş. Seni çayıra kendim götüreceğim.
Keçinin ipinden tutup,
onu keçilerin en çoksevdikie-ri
otların olduğu yere götürmüş:
İşte, burada istediğin
gibi karnını doyurabilirsin, demiş. Keçiyi akşama kadar otlaması için, serbest
bırakmış. Akşam olunca sormuş:
Keçi, karnın doydu mu?
Keçi:
Yedim, içtim karnım
tok; daha fazla yiyemem, Me, Me,
Me...
Terzi:
Öyleyse haydi eve!
demiş. Keçiyi ahıra götürüp bağlamış. Tam çıkıp gidecekken, dönüp keçiye
sormuş:
E, bu sefer karnın
herhalde doymuştur, değil mi?
Keçi, yine:
Tok olur muyum hiç?
Ağzıma koymadım bir yaprak bile. Me, me, me, me...
Bu sözleri duyunca,
terzinin aklı başından gitmiş. Oğullarını, boşu boşuna evden kovduğunu anlamış:
Alacağın olsun senin
nankör keçi! diye bağırmış. Seni evden kovmak, çok hafif bir ceza olur! Diğer
keçilerin arasında dolaşamayacak hale koyayım da seni bir gör!
Koşarak yukarı çıkmış;
usturasını alıp getirmiş, Keçinin kafasını sabunladıktan sonra bir güzel tıraş
etmiş. Daha sonra eline bir kamçı alıp, keçiyi öyle pataklamış ki hayvan, can
havliyle bir sıçrayışta kaçıp kurtulmuş. dan uzun bir zaman geçmiş. Artık marangozluğu öğrenip
ayrılma vakti gelince ustası, ona küçük bir masa hediye etmiş. Görünüşte diğer
masalardan farklı bir tarafı yokmuş, Tahtadan yapılmış basit bir masaymış, Ama,
bu masa sihirliymiş, Masayı yere koyup da:
Kurul sofram kurul!
deyince masa: Üzerinde bembeyaz bir masa örtüsü, içleri çeşitli yiyecek ve
içeceklerle dolu tabak ve bardaklarla kuruluverirmiş, Görenlerin ağızları
sulanırmış.
Masayı gören çocuk, o
kadar şaşırmış ve o kadar mutlu olmuş ki, Ustasına teşekkür etmiş, Dünyayı
dolaşmaya başlamış, Yiyecek aramak ya da parayla
almak zorunda değilmiş. Canı ne zaman isterse kırda, ormanda, bir çayırlıkta,
nerede olursa masasını sırtından indirir, önüne koyar, sonra da:
Kurul safram kurul,
dermiş. İstediği her şey sofraya geliverirmlş.
Günün birinde aklına
babası gelmiş: Herhalde babam beni atfetmiştir. Hem de bu masayı görünce beni
evine alır, diye düşünmüş. Evine doğru yola koyulmuş, Saatlerce yürümüş. Hava
kararıp, çok da yorulduğu İçin yol kenarında gördüğü bir handa geceyi geçirmeye
karar vermiş. İçerisi çok kalabalıkmış.
Birkaç adam, ona:
Hoş geldin, demişler.
Buyur, bizimle yemek ye. Yoksa bu kalabalıkta ne yer bulursun, ne de yemek. Çocuk:
Hayır, teşekkür
ederim, demiş. Sizin yemeğinize ortak olmak istemem. En iyisi, siz benim
soframa buyurun.
Hepsi gülüşmüşler.
Kendileriyle dalga geçiyor sanmışlar. Fakat çocuk,
masasını ortaya koymuş:
Kurul sofram kurul!
der demez masanın üstü çeşitli yemeklerle doiuvermiş,
Herkes çok şaşırmış. Bu kadar güzel ve çeşitli yemek şu handa bile yokmuş.
Yemeklerden yayılan mis gibi kokular her tarafa dağılıyormuş.
Çocuk:
Sofraya buyurun
arkadaşlar! demiş. Bu güzel kokulara dayanamayan herkes, sofranın etrafına
toplanmış. İştahla yemeklerini yemeye başlamışlar, En çok şaşırdıkları da:
Tabakları boşalınca yerine kendiliğinden bir başka tabağın gelişi olmuş,
Hancı, bir köşede durmuş; bu işin nasıl olduğunu anlamaya çalışıyormuş. Ne
söyleyeceğini şaşırmış. Aklından şunları geçirmiş: "Böyle bir masa ne
çok işime yarardı?"
Çocuk, arkadaşları ile
gece geç saatlere kadar gülüp eğlenmiş. Sonra yatıp, uyumuşlar. Çocuk, sihirli
masasını duvarın kenarına dayamış ve uyumuş, Fakat hancının gözüne, bir türlü
uyku girmiyormuş. Eski eşyaları koyduğu odada, eski bir masa varmış; tıpkı
çocuğun masasına benziyormuş, Gidip, yavaşça o masayı çıkarmış. Oğlanın
masasını almış, yerine bunu bırakmış.
Ertesi sabah çocuk,
hancıya parasını ödeyip, yola çıkmış. Masasının değiştiğinin farkına bile
varmamış. Öğlene doğru, babasının evine varmış. Adamcağız, oğlunu büyük bir
sevinçle karşılamış:
Sevgili yavrum, neler
öğrendin bakayım? diye sormuş,
Marangoz oldum,
babacığım.
İyi bir sanat. E,
gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım?
İşte, şu masayı
babacığım.
Terzi, masayı evirip
çevirerek iyice gözden geçirmiş;
sonra:
Bu işte pek başarılı
olamamışsın anlaşılan. Çünkü, hem eski, hem de kötü bir masa bu, demiş.
Çocuk:
Ama, bu sihirli bir
masadır. Yere koyup, kurulmasını söyledim mi, üzerine en güzel yemekler hemen
diziliverir. Bütün komşularımızı, arkadaşlarımızı çağırıp onlara bir ziyafet
verelim, demiş.
Akşam yemeğine,
herkesi çağırmışlar. Davetliler toplanınca çocuk, masasını odanın ortasına
koymuş:
Kurul sofram kurul!
demiş. Ama, hiçbir şey olmamış. Tekrar denemiş ama, masa hala bomboş
duruyormuş.
O zaman zavallı çocuk,
masasının değiştirildiğini anlamış. Herkesin önünde yalancı durumuna düştüğü
için utanmış. Komşuları ve akrabaları, onunla alay etmişler. Aç susuz evlerine
dönmüşler. Bunun üzerine babası, tekrar terzilik yapmaya, oğlu da bir ustanın
yanında iş bularak çalışmaya başlamış.
Ortanca çocuk ise, bir
değirmencinin yanında çıraklık yapmaya başlamış. Bir sene sonra ustası, onu yanına
çağırıp demiş ki:
Bugüne kadar çok
çalıştın, Saygılı ve terbiyeli dav-randın, Ben de
sana bir eşek hediye ediyorum. Bu hayvan ne araba çeker, ne de çuval taşır.
Çocuk sormuş:
O halde ne işe yarar?
Değirmenci:
Ağzından altın
dökülür, demiş. Eşeğin altına bir örtü serip, "briklebrit"
dedin mi, eşeğin ağzından istediğin kadar altın dökülmeye başlar,
Oğlan:
Teşekkür ederim! Bu
şimdiye kadar gördüğüm en güzel hediye! demiş. Ustası ile vedalaşıp yola
çıkmış.
Oğlana para lâzım oldu
mu eşeğe "brikiebrit" demesi yeterli
oluyormuş. Hemen bir altın yağmuru başlıyormuş, O sadece eğilip, ışıl ışıl parlayan altınları topluyormuş, İşte, bu kadar
kolaymış. Oğlan, nereye gitse her şeyin en iyisini ucuzuna, pahalısına
bakmadan- olabilirmiş. Kesesi her zaman dopdolu olurmuş. Uzun zaman gezip
tozmuş.
Günün birinde kendi
kendine demiş ki:
Babamı çok özledim.
Acaba beni affetmiş midir? Bu sihirli eşekle gidersem siniri geçer. Beni
affeder.
Ortanca çocuk, evine
dönmeye karar vermiş. Eve giderken ağabeysinin sofrasını çaldırdığı hana
uğramış. Eşeğinin yularını da elinden bırakmıyormuş. Hancı, eşeği bağlamak
istemiş.
Oğlan:
Size zahmet olmasın;
eşeğimi ahıra kendim götürürüm, Onun kalacağı yeri görmem lâzım, demiş.
Hancı, bu duruma
şaşırmış:
Kendi eşeğine kendisi
bakan adamdan, fazla para çıkmaz, demiş,
Çocuk, kesesini açıp
da iki altın çıkarmış ve:
Bir şeyler satın almak
istiyorum, demiş.
Bunu duyan hancının
gözleri, fal taşı gibi açılmış. Hemen koşmuş; satabileceği en güzel şeyleri
aramaya koyulmuş, Yemekten sonra çocuk, parayı ödemek istemiş. Altınları gören
açgözlü hancı, çocuktan iki kat daha fazla para istemiş.
Birkaç altın daha vereceksiniz,
demiş.
Çocuk, elini cebine atmış,
Kesesini açıp da içine bakınca altınlarının bittiğini görmüş.
Hay aksi! Hiç param
kalmamış. Müsaade edersen gidip getireyim, demiş.
Çocuk, dışarı çıkarken
sofra örtüsünü yanında götürmüş. Hancı, buna bir anlam verememiş, merak etmiş;
gizlice oğlanın peşine düşmüş. Çocuk, ahırın kapısını arkasından sürgüleyince
bir delikten içerisini gözetlemeye başlamış. Çocuk, eşeğin altına örtüyü serip,
"Briklebrit" der demez hayvanın ağzından
yere pıtır pıtır altınlar dökülmeye başlamış. Hancı,
kendi kendine:
Vay canına! demiş. Bu
nasıl bir şey böyie? Bu eşek mutlaka benim olmalı!
Çocuk, örtünün üzerine
dökülen altınlarını toplayıp, sihirli eşeğini sevgiyle okşamış. Hancı da bu
arada görünmeden hana geri dönmüş, Çocuk, hancıya hesabını ödeyip, uyumak
için odasına gitmiş.
Açgözlü hancı, gece
yarısı olup da herkes uyuyunca, sessizce aşağıya, ahıra inmiş. Sihirli eşeği
çözmüş, yerine başka bir eşek bağlamış.
Ertesi sabah çocuk,
erkenden eşeğiyle birlikte yola çıkmış. Bu hayvanı kendi eşeği sanıyormuş. Öğle
vakti, babasının evine
varmış. Adamcağız, ortanca oğlunu karşısında görünce çok sevinmiş; onu çok iyi
karşılamış:
Nerelerdeydin, neler yaptın
oğlum? Anlat bakalım! diye sormuş.
Oğlan:
Değirmenci oldum
babacığım! Deyip, başından geçenleri bir bir
anlatmış.
E, gezip dolaştığın
yerlerden ne getirdin bakayım?
Bir eşekten başka bir
şey getirmedim. Babası:
Burada istemediğin
kadar eşek var zaten, Keşke iyi bir keçi getirseydin. Daha çok işimize yarardı
doğrusu! demiş.
Oğlu:
Öyle ama, bu senin
bildiğin eşeklerden değil, demiş, Altın yapan bir eşek bu. Ona "Briklebrit" dedim mi eşek, ağzından bir çuval dolusu
altın çıkarıyor, Bütün komşuları ve akrabalarımızı buraya çağırın. Hepsini zengin
edeyim!
Babası:
Hele şükür, demek
artık çalışmama gerek kalmayacak, demiş.
Hemen fırlayıp gitmiş;
herkesi evine çağırmış. Bütün davetliler, bir araya geldiğinde değirmenci, örtüsünü yere sermiş ve
eşeği ortaya getirmiş:
Şimdi dikkat edin!
demiş. Sonra "briklebrit" diye bağırmış,
Gel gelelim yere dökülenler altın değilmiş. Eşek, örtünün üstüne pisliğini
döküyormuş. Bunu gören zavallı değirmenci, neye uğradığını şaşırmış. Dolandırıldığını anlamış. Evlerine yine eli
boş dönen komşularından özür dilemiş. Bunun üzerine ihtiyar terzi, tekrar
iğneyi eline almış. Çocuk da, bir değirmencinin yanında çalışmak zorunda
kalmış, İhtiyar terzinin en küçük oğlu, evden ayrıldıktan sonra bir tornacının
yanında çalışmaya başlamış, Çok zor bir sanat olduğu için, çok uzun bir süre
çalışmak zorunda kalmış, Günün birinde, ağabeylerinden ona bir mektup gelmiş,
İşlerinin kötü gittiğini, eve dönerken gece kaldıkları handa başlarına
gelenleri kardeşlerine, bir bir anlatmışlar. Küçük
kardeş, işini iyice öğrenip, usta olmuş. Artık evine geri dönebilirmiş.
Ustası, ona bir torba vermiş, demiş ki:
İçinde bir sopa var.
Oğlan:
Torbaya eşyalarımı
koyabilirim. Herhalde çok işime yarar. Ama, içindeki sopa ne işime yarayacak
ki? Sadece bana yük olur.
Ustası:
Bak oğlum, beni iyi
dinle, demiş. Biri sana kötülük ederse, hemen "sopam çık torbadan!" diye bağır. Bunu söyler
söylemez sopa dışarı fırlayıp sana zarar vermek isteyenlere öyle bir sopa çeker
ki, neye uğradıklarını şaşırırlar. Sen "sopam torbaya" deyinceye
kadar pataklayıp durur.
Oğlan, ustasına
teşekkür etmiş; torbayı sırtlamış. Biri kendisine zarar vermek için yaklaşırsa:
Sopam çık torbadan!
dermiş. Sopa hemen dışan fırlar, hızla onların
enselerine, sırtlarına vurmaya başiarmış,
Toparlanıp kaçmaya
fırsat bile bulamaziarmış. Akşama doğru çocuk,
ağabeylerinin dolandırıldığı hana . varmış. İçeri girip, bir masaya oturmuş.
Torbasını da masanın üstüne koymuş. Gördüğü, ilginç şeyleri anlatmaya
başlamış:
Evet, dünyada neler
var, Meselâ "kurul sofram kurul" deyince üzeri çeşitli yiyeceklerle
dolan sihirli bir masa ve "altın çıkaran eşek", Ama, benim elime
geçen hazinenin yanında bunlar beş para etmez. Bu hazine işte, şu torbanın
içinde duruyor.
Hancı da çocuğun
anlattıklarını dinliyormuş:
Kim bilir, şu torbada
ne kadar kıymetli bir hazine var. Torbayı da ele geçirmeliyim, diye içinden
planlar yapıyormuş, Herkes uyumak için odalarına çekilmiş, Çocuk da yatağına
uzanmış; torbasını da başının altına koymuş. Hancı, çocuğun uykuya daldığını
sanmış, Yavaş yavaş yatağa doğru yaklaşmış. Torbayı alıp, yerine baş
kasını koymayı düşünüyormuş. Aç gözlü hancı, tam torbaya uzandığı sırada çocuk:
Sopam çık torbadan!
deyince sopa dışarı fırlamış; hancıyı bir güzel pataklamaya başlamış. Hancı,
"aman" diye bağırdıkça sopa daha hızlı vuruyormuş. Nihayet bitkin bir
halde yere yıkılmış, O zaman çocuk demiş ki:
Eğer, çaldığın sihirli
masa ve eşeği getirip geri vermezsen dayak yemeye devam edersin. Neye uğradığını
şaşıran hancı, yalvararak:
Aman! Aman! Hepsini
çıkarıp vereceğim! Yeter ki, şu lanet sopayı durdur!
Bunun üzerine oğlan:
Eğer, başkalarının
mallarını çalmayacağına söz verirsen seni bırakırım, demiş.
Hancı, o kadar çok
korkmuş ki hemen söz vermiş, Bunun üzerine çocuk:
Sopam torbaya! diye
bağırmış. Hancıyı da bırakmış.
Ertesi sabah, çocuk
sihirli masayı ve eşeği de yanına alarak evine, babasının yanına gitmiş. Terzi,
oğlunu tekrar görünce çok sevinmiş. Yabancı memleketlerde neler öğrendiğini
ona da sormuş,
Oğlan:
Torbacı oldum
babacığım, demiş.
Babası:
İnce bir sanat, demiş.
E, gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım?
Oğlu:
Çok değerli bir şey
babacığım, demiş. Torbamda ki sopayı getirdim!
Babası bağırmış:
Ne! Bir sopa mı?
Doğrusu boşuna taşımışsın, Böyle bir sopayı hangi ağaçtan istesen kesebilirsin
yahu!
Ama bu sihirli bir
sopa babacığım, "Sopam çık torbadan", dedim mi sopa hemen torbadan
fırlayıp, bana kötülük etmek isteyenlere cezasını verir. Yere düşüp
"aman" diyene kadar da durmaz. Bakın, bu sopa sayesinde hem sihirli
masayı, hem de altın çıkaran eşeği alıp buraya getirdim. Hırsız hancı, bunları
kardeşlerimden çalmış. Haydi, onları çağırın! Komşuları ve akrabalarımızı da
davet edin. Hepsinin karınlarını
doyuracağım. Ceplerini altınla dolduracağım! demiş.
İhtiyar terzi, bu
sözlere pek inanmamış ama, yine de gidip komşularını ve akrabaları toplamış.
Çocuk, odanın ortasına bir bez yaymış. Eşeği içeri getirmiş. Sonra kardeşine
demiş ki:
Haydi ağabeyciğim,
konuş bakalım eşeğinle!
Değirmenci:
Briklebrit! der demez altınlar bir yağmur gibi, bezin üzerine
dökülmeye başlamış, Herkes taşıyacağı kadar altın toplamadan da altınların
dökülmesi durmamış. Çocuk gitmiş, küçük masayı da getirmiş:
Ağabeyciğim, haydi
konuş masanla!
Marangozun "kurul
sofram kurul" demesiyle beraber sofra kuruluvermiş. Üzerinde her çeşit
yiyecekten bol bol varmış, Bunun üzerine öyle bir
yemek yenmiş ki, o güne kadar terzinin evinde böyle bir ziyafet verilmemişmiş.
Bütün davetliler, gece geç vakitlere kadar öyle çok eğlenmişler ki. Hepsi
neşeli, hepsi çok mutluymuş.
İhtiyar terzi
iğnesini, ipliğini ve ütüsünü bir dolaba kaldırıp kilitlemiş. O günden sonra da
üç oğlu ile birlikte mutlu ve rahat yaşamış.
Terzinin, üç oğlunu da
kovmasına neden olan keçiye, ne olduğunu merak ediyorsanız durun, size onu da anlatayım:
Yaşlı terzinin, yalancı
keçinin başını ceza olarak tıraş ettiğini hatırlıyorsunuz değil mi? Keçi, bu
halde ortalıkta dolaşmaktan
utanmış. Gitmiş,
bir tilkinin inine
girmiş. Tilki, inine döndüğünde karanlıkta iki kocaman gözün parladığını
görmüş, çok korkmuş; oradan hemen kaçmış. Yolda ayıya rastlamış, Tilkinin bir
şeyden korktuğu, yüzünden belli oluyormuş,
Ayı:
Ne oldu sana tilki
kardeş? Bu ne hal böyle? Tilki:
Ah sorma, inimde
korkunç bir hayvan var. Alev gibi gözleriyle bana öyle bir bakış baktı ki!
Ayı:
Onu şimdi kovarız
ininden; merak etme, demiş. Ayı, tilkinin inine gitmiş, içeri bakmış. Alev alev parlayan bu gözleri görünce o da çok korkmuş.
Bu korkunç hayvan,
beni ilgilendirmiyor! Başının çaresine bak! diye arkasına bile bakmadan kaçmış.
Yolda karşısına arı çıkmış. Arı, ayının yüzünden bir şeyler
olduğunu anlamış.
Ayı, neler oluyor? Hep
neşeli olan yüzün neden asık? demiş,
Ayı:
E, söylemesi kolay
tabii. Tilkinin ininde korkunç bir yabani hayvan var, Onu oradan çıkaramadık.
Arı:
Yazıklar olsun sana.
Şu kocaman gövdene rağmen hala korkuyorsun. Bak şimdi ben, şu ufak tefek halimle
o yabani hayvanı kaçırayım da görün.
Bunları söyledikten
sonra uçarak tilkinin inine varmış. Keçinin tıraşlı, dazlak kafasına konmuş.
Öyle bir sokmuş ki, keçi: "Me, Me, Me..." diye bağırarak
yerinden fırlamış; deli gibi kaçmaya başlamış. O günden beri de nerelerde
olduğunu bilen kimse çıkmamış.
Bir zamanlar, sevimli
mi sevimli küçük bir kız yaşarmış. Herkes onu çok severmiş. Küçük kızın, bir büyükannesi
varmış. Büyükannesi, torununu o kadar çok severmiş ki, küçük kızı sevindirmek
için ne yapacağını bilemezmiş. Günün birinde, ona kırmızı kadifeden bir şapka
hediye etmiş. Bu şapka küçük kıza çok yakışmış. Küçük kız, şapkayı başından
hiç çıkarmaz, başka bir şapka da giymek istemezmiş. Bu yüzden küçük kıza
"kırmızı şapkalı kız" adını takmışlar.
Annesi, bir gün
kırmızı şapkalı kızı yanına çağırmış.
Demiş ki:
Gel kızım, büyükannen
çok hasta, Yaptığım şu çörekleri, büyükannene götür! Sakın yabancılarla konuşma.
Oyalanmadan, doğruca büyükannenin evine git. Ona "günaydın" demeyi
unutma. Büyükanneni de üzme sakın,
Kırmızı şapkalı kız:
Tamam anneciğim, sen
merak etme, demiş. Annesini öpüp, yola çıkmış.
Büyükannesi, köyden
yarım saat uzakta bir ormanda yaşıyormuş, Kırmızı şapkalı kız, ormanda m
yürürken karşısına bir kurt çıkmış. Küçük kız, kurdun çok tehlikeli bir hayvan
olduğunu bilmiyormuş. Bunun için ondan korkmamış.
Kurt:
Günaydın kırmızı
şapkalı kız! demiş.
Günaydın kurt!
Sabah sabah nereye gidiyorsun?
Büyükanneme!
Sepetinin içinde ne
var küçük kız?
Çörek var. Büyükannem
çok hasta. Bunları ona götürüyorum.
Kırmızı şapkalı kız!
Büyükannen nerede oturuyor?
Hani, ormanda üç tane
meşe ağacı var ya. İşte, onların altında ki evde.
Orayı biliyorsun değil mi? Aşağısında da ceviz ağaçları var.
Kurt, içinden şöyle
düşünmüş: "Bu küçük kızı kolayca kandırabilirim. Kurnazca davranmalıyım.
Sonra ikisini de afiyetle yiyebilirim."
Bir süre küçük kızla
beraber yürüdükten sonra:
Kırmızı şapkalı kız
bak, şu çiçekler ne kadar güzel, Ormanın ne kadar güzel olduğunun farkında
değil misin? Kuşların cıvıltılarını duymuyor musun? Bu ne acele? Burası orman;
her tarafı eğlence dolu, demiş.
Kırmızı şapkalı kız,
başını kaldırmış. Güneşin, yaprakların arasından süzülüşünü, çevresinin güzel
çiçeklerle dolu olduğunu görünce, kendi kendine:
Şu çiçeklerden bir
demet toplayıp, büyükanneme gotürürsem kim bilir ne
kadar hoşuna gider? Daha çok erken. Nasıl olsa büyükannemin evine yaklaştım,
diye düşünmüş.
Yoldan ayrılıp,
ormanın içine dalmış; çiçek toplamaya koyulmuş. Kız, çiçeklerden birini
koparınca az ileride daha güzelini görüyormuş. Büyükannesini mutlu edecek çok
güzel bir çiçek demeti yapmak istiyormuş. Böylece farkına varmadan ta ormanın içlerine kadar ilerlemiş.
Bu arada kurnaz kurt,
büyükannenin evine varmış. Kapıyı çalmış:
Kim o?
Benim büyükanne,
kırmızı şapkalı kız! Sana çörek getirdim, aç kapıyı!
Büyükanne:
Tokmağı çeviriver,
halim yok, ayağa kalkamıyorum! diye seslenmiş.
Kurt, tokmağı
çevirmiş; kapı açılmış, Sesini çıkarmadan içeri girmiş. Doğru büyükannenin
yatağına gitmiş; kadıncağızı yutmuş, Sonra elbiselerini giymiş, başörtüsünü
örtmüş, yatağına girmiş, cibinliği kapamış.
Bu arada kırmızı
şapkalı kız, büyükannesine çiçek toplamaya devam ediyormuş. Bir kucak dolusu çiçek
topladıktan sonra, aklına büyükannesi gelmiş. Aceleyle geri dönüp,
büyükannesinin evine doğru yola koyulmuş. Eve geldiği zaman, kapıyı açık
görünce şaşırmış. Odaya girince de ortalıkta bir gariplik olduğunu görmüş. Nedense
bugün, eve girince içine bir korku girmiş.
Günaydın büyükanne!
Ben geldim! diye seslenmiş. Karşılık alamamış. Yatağa yaklaşıp, yorganın bir
ucunu kaldırmış. Büyükannesi yatakta yatıyormuş. Başörtüsünü burnuna kadar
çekmiş:
Aman büyükanneciğim,
kulakların niçin bu kadar kocaman? diye sormuş, küçük kız.
Sesini daha iyi duymak
için, yavrum.
Ya, gözlerin neden bu kadar iri?
Seni daha iyi görmek
için yavrum!
Ellerin neden o kadar
büyük?
Seni daha iyi
kucaklamak için yavrum!
Peki, ya ağzın neden bu kadar kocaman ve böyle korkunç?
Seni yemek için! der
demez yataktan fırlamış, zavallı kızcağızı yutuvermiş.
Kurt, karnını
doyurunca tekrar yatağa uzanmış; uykuya dalmış ve horlamaya başlamış. O sırada
evin önünden bir avcı geçiyormuş. Kendi kendine:
İhtiyar kadıncağız ne
kadar çok horluyor? Dur bir baka-yım. Belki bir şeye
ihtiyacı vardır, demiş. Eve girmiş. Yatağın yanına geldiği
zaman, içinde yatan kurdu görmüş:
İşte, seni elime
geçirdim, koca canavar! Uzun zamandır
seni arayıp, duruyordum zaten! demiş.
Av tüfeğini kurda
doğrulttuğu sırada, aklına büyükanne gelmiş, "Belki de kurt, yaşlı kadını
yutmuştur. Onu; beiki de kurtarabilirim." diye
kurdu vurmamış. Eline bir makas almış. Uyuyan kurdun karnını yarmaya başlamış.
Kurdun karnı açılınca, kırmızı şapkalı kız dışarı fırlamış:
Aman öyle çok korktum
ki! Kurdun karnı ne kadar karanlıkmış! demiş.
Arkasından büyükanne
de dışarı çıkmış. Fakat kadıncağız, neredeyse bayılacakmış.
Kırmızı şapkalı kız,
dışarı koşup kocaman taşlar toplamış.Bunları kurdun karnına doldurmuşlar. Kurt,
uyanıp onları görünce neye uğradığını şaşırmış. Hemen oradan kaçmaya çalışmış.
Ama, karnındaki koca taşlar o kadar ağırmış ki, yere düşüp ölmüş, Kırmızı
şapkalı kız, koşup büyükannesinin boynuna sarılmış. Kurtuldukları için çok
sevinmişler. Avcıya teşekkür etmişler. Avcı, kurdun derisini yüzmüş; alıp
evine götürmüş. Büyükanne, kırmızı şapkalı kızın getirdiği çöreklerden yemiş,
su içmiş, kendine gelmiş.
Kırmızı şapkalı kız:
Bundan sonra bir daha
annemin sözünden dışarı çıkmayacağım. Doğru yoldan ayrılarak, yalnız başıma
ormanların içinde dolaşmayacağım, demiş,
Soğuk bir kış
günüymüş. Kar taneleri gökten yere tüy gibi düşüyormuş. Bir kraliçe, siyah,
abanoz çerçeveli bir pencerenin önünde oturmuş, dikiş dikiyormuş. Pencere hafif
aralıkmış. Bir ara pencereden dışarı bakarken, parmağına iğne batmış. Üç damla
kan karların üzerine damlamış. Beyaz karların üzerindeki kırmızı damlalar,
kraliçenin gözüne çok güzel görünmüş, Kraliçe, aklından şunları geçirmiş:
"Ah keşke, böyle kar gibi beyaz, kan gibi kırmızı, abanoz gibi siyah saçlı
bir çocuğum olsaydı." demiş.
Aradan çok geçmemiş; kraliçe, bir kız çocuğu doğurmuş, Bu kız kar
gibi beyaz, kan gibi al yanaklı ve siyah saçlıymış. Bu yüzden adını
"pamuk prenses" koymuş-lar, Pamuk prenses,
doğar doğmaz kraliçe hastalanıp,ölmüş, Aradan bir sene geçmiş. Kral, başka
biriyle evi lenmiş, Bu kadın, çok güzelmiş ama
kendini çok beğeniyormuş, Kimsenin kendinden daha güzel olmasına
da-yanamıyormuş. Kadının, sihirli bir aynası varmış, Karşısına geçip de aynaya bakarak:
Ayna ayna, söyle bana; var mı bu dünyada benden daha güzel bir
kadın? diye sorunca ayna cevap verirmiş:
Bu dünyadaki, en güzel
kadın sizsiniz kraliçe hazretleri.
Kraliçe, bu sözleri
duyunca mutlu olur, içi rahat; edermiş. Çünkü, ay Gel zaman, git zaman.,. Pamuk prenses,
büyüyüp gelişiyor; gittikçe güzelleşiyormuş. Yedi yaşına girdiğinde kraliçeden
bile güzel, ayın on dördü gibi bir kız olmuş. Kadın, günün birinde yine
aynasına sormuş:
Ayna ayna, söyle bana;
var mı bu dünyada benden daha güzeli? Ayna dile gelmiş:
Buranın en güzel
kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama pamuk prenses sizden bin kat daha
güzel.
Kraliçe, bunu duyunca
şaşırmış; kıskançlıktan yüzü sapsarı kesilmiş. O günden sonra pamuk prensesi,
ne zaman görse kıskanırmış. Küçük kızdan, öylesine nefret etmeye başlamış ki;
kıskançlıkla, kendini beğenmişlik, bir yabani ot gibi yüreğinde büyümüş,
büyümüş. Artık geceleri uyuyamıyor, gündüz ise huzursuz bir şekilde dolanıyormuş,
Kıskanç kraliçenin aklına, çok kötü bir plan gelmiş, Bunun üzerine bir avcıyı,
yanına çağırtmış ve ona:
Pamuk prensesi, ormana
götürüp, orada öldüreceksin, Ciğerlerini de bana getireceksin, demiş,
Avcı, küçük kızı alıp,
ormana götürmüş, Pamuk prensesin kalbini, oyup çıkarmak için bıçağını eline
alınca, kızcağız ağlamaya başlamış:
Avcı amca, ben sana ne
kötülük yaptım? Ne olursun öldürme beni. Canımı bağışla! Şu ormanda saklanırım,
bir daha da eve dönmem! diye yalvarmış. Avcı, küçük kıza kıyamamış.
Ona acımış:
Haydi, öyleyse git
zavallı çocuk! demiş, Avcı, zaten küçük kızı öldürmeyi hiç istemiyormuş. Ama,
kraliçenin emirlerine de karşı geiemezmiş. Bu
yüzden, pamuk prensesi serbest bırakınca, rahat bir nefes almış.
Tam bu sırada, oradan
geçen bir yavru ceylanı avlamış; ciğerlerini çıkarmış. Kraliçeye bunları
götürmüş. Kraliçe, aşçısına onları tuzlatıp pişirtmiş, sonra da yemiş.
Pamuk prenses, iyi
kalpli avcının yanından ayrıldıktan sonra, koca ormanın içinde yapayalnız
kalmış. Çok korkuyormuş. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyormuş. Koşmaya
başlamış. Ağaçların ve dikenlerin arasından, nereye gittiğini bilmeden sadece
koşuyormuş. Koşarken; bir geyiğe, bir yılana ve kocaman bir ayıya rastlamış.
Ama ona bir şey yapmamışlar. Çocuk, olanca gücüyle akşama kadar koşmuş.
Nihayet küçük bir kulübe görmüş; dinlenmek için içeri girmiş. Bu evde her şey o
kadar küçük, o kadar sevimli, o kadar temizmiş ki. Kulübenin ortasında,
üzerinde bembeyaz örtüsü ile, yedi tabak olan bir masa duruyormuş. Her tabağın
yanında minicik kaşıklar, yedi küçük bıçakla çatal, yedi tane de ufacık bardak
varmış. Duvarın kenarında yan yana dizili yedi tane de küçük yatak varmış.
Yatakların örtüle-i kar gibi beyazmış. Pamuk prenses, hem çok aç, hem de susuz
olduğu için her tabaktan bir parça yemek ve skmek
alıp yemiş; her bardaktan birer yudum su içmiş, Bütün yemekleri yiyip, bitirmek
istemiyormuş. Çok yordun olduğu için, küçük yataklardan birine uzanmak işemiş.
Fakat, hiçbiri boyuna uymuyormuş. Biri çok uzun, 3iri çok kısa geliyormuş.
Yedinci yatak, tam ona göreymiş. İçine girip yatmış ve uykuya dalmış.
Hava kararınca,
kulübenin sahipleri evlerine dönmüş. Bunlar yedi cücelermiş. Dağlardan maden
çıkarırlarmış. Hepsi lâmbalarını yakmışlar. Küçücük evin içi aydınlanınca,
içeriye birinin girdiğini hemen anlamışlar. Çünkü evleri bıraktıkları gibi
durmuyormuş.
Birincisi:
Sandalyeme kim
oturmuş?
İkinci;
Tabağımdan kim yemiş?
Üçüncü:
Ekmeğimden kim
koparmış?
Dördüncü:
Sebzemden kim yemiş?
Beşinci:
Çatalımı kim
kullanmış?
Altıncı:
Bıçağımla kim kesmiş?
Yedinci:
Bardağımdan kim içmiş?
diye telaşla, söyleniyormuş.
Sonra birinci cüce,
etrafına bakınmış. Yatağının bozulduğunun farkına varmış;
Yatağıma kim girmiş?
diye seslenmiş. Diğerleri de koşarak gelmişler. Altısı birden:
Benim yatağımda da
biri yatmış! diye bağrışmışlar. Yedinci cüce, yatağında uyuyan pamuk prensesi
görmüş, Arkadaşlarını çağırmış. Hepsi koşup gelmiş; şaşkınlıkla, pamuk
prensesi seyretmeye başlamışlar:
O kadar hoşlarına
gitmiş ki, onu uyandırmaya kıyamamışlar. Yedinci cüce, her yatakta bir saat
uyuyarak sabahı etmiş.
Ertesi sabah, Pamuk
prenses uyanmış, Yedi cüceleri görünce, birdenbire korkmuş, ama cücelerin ona
tatlı tatlı baktığını görünce, bütün korkusu
silinmiş,
Adın ne senin? diye
sormuşlar. Kız:
Benim adım pamuk
prenses, demiş,
Buraya nereden geldin?
Pamuk prenses, başına
gelenleri anlatmış. Üvey annesinin kendisini öldürtmek istediğini, avcının ona
acıdığı için serbest bıraktığını, küçücük evlerini buluncaya kadar bütün gün
koştuğunu bir bir anlatmış,
Cüceler:
Zavallı pamuk prenses,
sen de bizimle beraber yasayabilirsin. Ama, bir şartla: Evimizi temizleyip,
yemek piiirirsen, yatakları yaparsan, çamaşır
yıkarsan, dikiş dikersen ve yama yaparsan bizim yanımızda kalabilirsin, demişler.
Pamuk prenses:
Peki, hepsini seve seve yapacağım, demiş.
Sabah, erkenden cüceler
dağlara gider, madende altın ararlarmış, Akşam olunca eve dönerlermiş. O zaman
yemekleri hazır olmalıymış. Kız, bütün gün evde tek başına otururmuş. Bunun
için iyi kalpli cüceler, ona:
Üvey annenden kendini
koru, Senin burada olduğunu, nasıl olsa yakında öğrenir. Hiç kimseyi içeri
alma sakın! demişler.
Kraliçe, pamuk
prensesin ciğerlerini yediğini sanıp, artık ondan kurtulduğunu düşünüyormuş,
Dünyanın en güzel kadını benim, diyor mutlu oluyormuş. Bir gün aynasının
karşısına geçip:
Ayna ayna söyle bana, Bu dünyanın en güzel kadını kim? diye
sormuş,
Ayna dile gelmiş:
Buranın en güzel
kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri, Ama, dağlarda yedi cücelerin yanında
yaşayan pamuk prenses, sizden bin kat daha güzel, demiş,
Kadın, bunu duyunca
şaşırmış. Çünkü, aynanın her zaman gerçeklen söylediğini biliyormuş. O zaman
avcının kendisini aldattığını, pamuk prensesin sağ olduğunu anlamış. Kızı,
öldürmek için yeni bir çare düşünmeye başlamış. Çünkü, bu kız yaşadıkça, ona rahat yokmuş.
Nihayet aklına bir fikir gelmiş: Yüzünü boyayıp, ihtiyar bir satıcı kadın
kılığına girmiş. Bu kılıkta yedi dağlara, yedi cücelerin yaşadığı yere gitmiş;
kapıyı çalmış:
Pamuk prenses,
pencereden bakmış:
Günaydın teyzeciğim.
Neler satıyorsun bakayım? Kadın:
Çok güzel şeyler. Her
renkte kuşaklarım var, demiş. Alaca renkli ipeklerden örülmüş bir kuşak
çıkarmış. Pamuk prenses:
Bu yaşlı kadın
zararsız görünüyor, Onu içeri alabilirim, diye düşünmüş. Kapının sürgüsünü
çekmiş; o güzel kuşağı satın almış, Kocakarı:
Aman ne kadar güzel
bir kızsın sen yavrum! demiş. Kuşağı beline ben bağlayayım, Pamuk prensesin
aklına, bir kötülük gelmemiş. Kadının, kuşağı beline sarmasına izin vermiş.
Kocakarı, o kadar çabuk, o kadar sıkı dolamış ki, Pamuk prenses nefes alamaz
olmuş; ölü gibi yere yığılmış. Kötü kalpli kraliçe, kaçıp gitmiş.
Akşam, yedi cüceler
eve dönmüşler, Sevgili pamuk Drenseslerini yerde
cansız yatarken görünce, akılları maşlarından gitmiş. Kız, sanki ölü gibiymiş;
hiç kıpırdamı ormuş,
Cüceler, pamuk prensesi kaldırıp, yatağa yatır-nışlar.
Etrafına toplanıp, güzel prensesleri için ağlıyorlarnış.
Sonra, küçük kızın belindeki kuşağın sımsıkı bağlanmış olduğunu görünce,
ortasından kesip açmışlar. Kız, nefes almaya başlamış. Gittikçe canlanıyormuş.
Cüceler, olup
bitenleri öğrenince:
O ihtiyar satıcı
kadın, kötü kalpii kraliçeden başka biri değildi,
demişler. Biz evde yokken sakın bir daha kimseyi içeri alma!
Kıskanç kraliçe, eve
döner dönmez aynanın karşısına geçip:
Ayna ayna, söyle bana var mı dünyada güzel, benden başka? diye
sormuş. Ayna her zamanki gibi:
Buranın en güzel
kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri. Ama, dağlarda yedi cücelerin yanında
yaşayan pamuk prenses, sizden bin kat daha güzei,
demiş,
Kadın, bu sözleri
duyunca kıskançlıktan çılgına dönmüş. Çünkü, pamuk prensesin yine ölmediğini
anlamış:
Öyle bir şey yapacağım
ki, bu sefer asla kurtulamayacaksın!
Zehirli bir tarak
yapmış, Sonra başka bir kocakarı kılığına girmiş. Sonra da yedi dağlara, yedi
cücelerin bulunduğu yere gitmiş.
Kapıyı çalmış. Pamuk
prenses dışarı bakmış:
Haydi yolunuza gidin.
Kimseyi içeri alamam. Kocakarı:
Bakman da yasak değil ya? diye zehirli tarağı çıkarıp kıza uzatmış. Tarak o
kadar hoşuna gitmiş ki, pamuk prenses her şeyi unutarak kapıyı açmış. Parayı
uzatınca, kocakarı:
Gel şu saçlarını
güzelce tarayayım, demiş. Zavallı Pamuk prensesin aklına bir kötülük gelmemiş,
kocakarıya güvenmiş. Kadın, daha tarağı saçlarına değdirir değdirmez zehir
etkisini göstermiş; kız kendinden geçerek yere
düşmüş,
Kötü kalpli kraliçe:
Artık senden
kurtuldum! demiş, kaçıp gitmiş,
O gün yedi cüceler,
eve erken dönmüşler. Pamuk prensesi ölü gibi yerde yatar görünce, ilk
akıllarına gelen şey üvey anne olmuş, Arayıp, zehirli tarağı bulmuşlar.
Saçlarının arasından çıkarır çıkarmaz pamuk prenses kendine gelivermiş. O gün
olup bitenleri bir bir anlatmış, Cüceler, kendini
üvey annesinden koruması gerektiğini, kapıyı kimseye açmamasını bir daha
tembih etmişler küçük kıza,
Kraliçe, eve döner
dönmez aynanın karşısına geçmiş:
Ayna ayna, söyle bana var mı dünyada benden daha güzeli? diye
sormuş.
Ayna:
Buranın en güzel
kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri.
Ama, dağlarda yedi
cücelerin yanında yaşayan pamuk prenses sizder bin
kat daha güzel, demiş.
Kadın, aynanın
sözlerini du- Jjp yunca, hırsından zangır zangır
titremiş, yerlerde tepinmiş:
Hayatım pahasına da olsa
pamuk prenses mutlaka ölmelidir! diye bağırmış,
Sonra da odasına
kapanıp, çok zehirli bir elma yapmış. Bu elma görünüşte çok güzelmiş.
Kabuğunun bir tarafı kırmızı, bir tarafı beyazmış, Bu elmayı kim görse hemen
alıp yemek istermiş. Fakat ondan bir lokma ısıran hemencecik ölürmüş. Kraliçe,
yüzünü boyamış; bir köylü kadını kılığına girmiş. Yedi dağlara, yedi cücelerin
yaşadığı yere gitmiş. Kapıyı çalmış. Pamuk prenses başını pencereden çıkarmış:
Kimseyi içeri alamam.
Yedi cüceler, sıkı tembih etti! demiş,
Köylü kadın:
Peki, öyle olsun, Ama,
şu elmaları boşu boşuna köye kadar taşımak istemiyorum. Al bir tanesini de
sana vereyim, demiş. Pamuk prenses:
Hayır, hiçbir şey
kabul edemem, demiş. Kocakarı:
Zehirlenmekten mi
korkuyorsun yoksa? diye sormuş, Bak işte, ortasından kesiyorum. Kırmızı
tarafını sen ye. Ben de beyaz tarafını yiyeyim.
Elma öyle ustalıklı
yapılmış ki, yalnız kırmızı tarafı ze-hirliymiş. Pamuk prenses, ışıl ışıl
parlayan kırmızı elmaya bakmış, Köylü kadının da bir parçasını yediğini görünce
daha fazla dayanamamış; elini dışarı uzatıp zehirli elmayı almış. Fakat, daha
ilk ısırdığı parça ağzındayken ölü gibi yere yıkılıvermiş. Kraliçe, olanları
hain bakışlarla seyretmiş. Sonra bir kahkaha atmış:
Bu sefer cüceler seni
tekrar diriltemeyecekler! demiş,
Kadın eve döner dönmez
aynaya sormuş:
Ayna ayna, söyle bana var mı dünyada benden güzeli?
Ayna dile gelmiş:
Bu dünyanın en güzel
kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri, demiş.
Bunu duyan kadının,
kıskanç yüreğine su serpilmiş ama, kıskançlar ne kadar rahat edebilirlerse o
kadar,
Akşam, cüceler eve
döndükleri zaman, pamuk prensesi yerde, cansız yatarken görmüşler, Kızcağız ölmüş,
nefes almıyormuş. Onu kaldırmışlar. Pamuk prensesi, zehirleyen şeyi bulmak
için, etrafı araştırmışlar, Pamuk prensesin kuşağını çözmüşler, saçlarını
taramışlar, onu suyla
yıkamışlar. Ama, hiçbir işe yaramamış, Zavallı prenses canlanmamış.
Cüceler, kızı bir
tabuta koymuşlar. Yedisi de etrafına oturmuş. Üç gün, üç gece göz yaşı
dökmüşler, ağlamışlar, Kızı gömmek istiyorlarmış ama, kız hâlâ canlı gibi
görünüyormuş, Yanaklarının al rengi hala solmamış:
Güzel prensesi bu
halde bırakamayız, demişler.
Camdan bir tabut
yaptırmışlar. Nereden bakıisa içi görünüyormuş.
Prensesi, içine yatırmışlar; üzerine altın harflerle hem adını, hem de bir
prenses olduğunu yazmışlar. Tabutu dağın üzerine koymuşlar, içlerinden biri
tabutun yanında nöbet bekliyormuş, Hayvanlar da gelir, pamuk prenses için
gözyaşı dökerlermiş. Önce bir baykuş gelmiş; sonra bir karga, sonra da bir
güvercin. Pamuk prenses uzun, çok uzun zaman tabutun içinde yatmış, ama
güzelliği hiç bozulmamış. Görenler uyuyor sanırlarmış. Çünkü, hâlâ kar gibi
beyaz, kan gibi kırmızı yanaklı ve saçları simsiyah duruyormuş.
Gel zaman, git
zaman.., Günün birinde bir prensin yolu bu ormana düşmüş. Geceyi geçirmek için,
cücelerin evine gelmiş, Dağın üzerindeki tabutu, içinde yatan güzel pamuk
prensesi görmüş. Altın harflerle tabutun üzerinde yazılan yazıyı okumuş.
Cücelere:
Ne isterseniz size
veririm, Bu tabutu bana verin! demiş.
Fakat cüceler:
Dünyanın bütün
altınlarını verseler, yine de onu vermeyiz, demişler.
Oğlan:
Pamuk prensesi
görmeden yaşayamam. Ona çok iyi bakarım. Onu bu dünyada her şeyden çok seveceğim!
diye yalvarmış. Prensin bu sözlerini duyan iyi kalpli cüceler, ona acımışlar;
tabutu ona vermişler, Prens, uşaklarının
da yardımıyla tabutu alıp, yola çıkmış, Yolda giderlerken, uşakların ayağı bir
çalıya takılmış, sendelemişler. Pamuk prensesin ısırdığı zehirli elma parçası,
bu sarsıntıyla boğazından fırlamış. Aradan çok geçmeden
de pamuk prenses, kendine gelmiş ve tabutun kapağını açıp, etrafına bakmış:
Ben neredeyim? diye
seslenmiş. Prens sevinçle:
Yanımdasın güzel
prensesim! demiş, Olup bitenleri kıza anlattıktan sonra:
Seni dünyada her şeyden
fazla seviyorum. Benimle evlenip, sonsuza kadar benimle yaşamak ister misin?
demiş.
Pamuk prenses, bu
teklifi kabul etmiş; prens ile beraber sarayına gitmiş. Düğünleri çok güzel,
çok eğlenceli olmuş.
Düğüne, pamuk prensesin
hain üvey annesi de davetliymiş. Kadın, en güzel elbiselerini giydikten sonra,
aynanın karşısına geçmiş:
Ayna ayna, söyle bana var mı bu dünyada benden daha güzeli?
diye sormuş.
Ayna dile gelmiş:
Buranın en güzel
kadını sizsiniz, kraliçe hazretleri. Ama, genç kraliçe sizden bin kat daha
güzel, demiş.
Bunu duyar duymaz hain
kraliçenin içine öyle bîr korku girmiş ki, ne yapacağını bilememiş. Önce düğüne
gitmek istememiş, ama içi rahat etmemiş, Gidip genç kraliçeyi görmek
istiyormuş. İçeri girince pamuk prensesi tanımış. Korkudan ve şaşkınlıktan
olduğu yerde donakalmış. Kötü kalpli kraliçeyi cezalandırmak için, demirden
terlik yaptırıp, ateşin içinde bekletmişler, Ateşin içinde durmaktan
kıpkırmızı olan terlikleri, maşalarla tutarak, kadının önüne koymuşlar. Hain
kraliçe, terlikleri giymek zorunda kalmış. Ayakları yandığı için oradan oraya
zıplayan kadın, böylece cezasını bulmuş.
Bir varmış, bir
yokmuş. Mutlu insanların yaşadığı güzel bir ülkenin, bir kralı ve kraliçesi
varmış. Birbirlerini çok seviyorlarmış. Onları üzen tek şey, bir çocuklarının
olma-masıymış. Bir çocukları olması için, her gün Tann'ya dua ediyorlarmış. Ama, bir türlü çocukları
olmuyormuş. Günün birinde kraliçe, sarayın bahçesinde dolaşıyormuş. Yorulunca,
bahçedeki gölün kenarında dinlenmek istemiş. Dalgın dalgın
otururken, bir kurbağa gölden çıkıp
anına kadar zıplamış.
Kraliçe, bu sevimli kurbağaya gülümseyerek bakmış, O sırada kurbağa, dile
gelmiş:
Duaların kabul olacak,
demiş, Bir yıl sonra bir kız çocuğu dünyaya getireceksin!
Kurbağa geldiği gibi,
bir zıplayışta göle
dalmış, Kraliçe, çok şaşırmış ama kurbağanın sözlerine inanmış. Gerçekten de
tam bir sene sonra kraliçe, bir kız çocuğu doğurmuş. Bu kız o kadar güzelmiş
ki, kral sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Büyük bir davet vermiş. Bu davete;
yalnız akrabalarını, dostların.!, tanıdıklarını çağırmakla kalmamış; ülkesindeki,
bütün büyücü kadınları da davet etmiş. Büyücüler, on üç kişiymiş; ama onların
yemek yiyecekleri altın tabaklardan on iki tane varmış sadece, Kral,
kadınlardan birini davet etmemiş. Davet çok güzel geçmiş, Davetin sonunda
büyücü kadınlar, bebeğe sihirli hediyelerini vermişler: biri namus, diğeri
güzellik, üçüncüsü zenginlik, kısaca her biri dünyada istenen iyi ve güzel
şeyleri bağışlamış. On birinci, duasını bitirir bitirmez, aniden içeriye davet
edilmeyen büyücü girmiş, Törene çağırılmadığı için, intikam almaya gelmiş.
Kadın, kimsenin yüzüne bile bakmadan yüksek sesle:
Prenses on beş yaşına
girince eline bir iğne batsın, ölsün! demiş, Başka bir söz söylemeden geri dönmüş,
salondan çıkmış. Herkes donakalmış,
Duasını henüz yapmamış olan on ikinci büyücü ortaya çıkmış. Büyücü, bu kötü
büyüyü tamamen bozamazmış ama, hafiflete-bilirmiş.
On ikinci büyücü:
Prenses ölmesin; yüz
yıllık derin bir uykuya dalsın! demiş.
Sevgili kızını, bu
büyüden korumak isteyen kral, her tarafa haberciler yollamış; krallık
toprakları üzerinde ne kadar iğne varsa hepsinin yakılmasını emretmiş. Yıllar geçtikçe, büyücülerin dilekleri birer birer
gerçekleşmiş. Prenses; o kadar güzel, o kadar ahlâklı, güler yüzlü, akıllı
olmuş ki, onu görenler hayran kalıyormuş.
Gel zaman, git zaman,
Prensesin on beş yaşına girdiği gün kral ve kraliçe, evde yoklarmış. Kız,
sarayda yalnız kalmış. Canı sıkılan prenses, sarayda dolaşmaya başlamış.
Canının istediği odaya girip çıkıyormuş. Nihayet eski bir kuleye gelmiş.
Kulenin, dar ve tozlu merdivenlerinden yukarı çıkarken, "Bu kuleye
yıllardır hiç kimse çıkmamış galiba" diye içinden geçiriyormuş, Merdivenlerin
sonunda, küçük bir kapı varmış. Kapının kilidinde paslı bir anahtar
duruyormuş. Kız, anahtarı çevirince kapı açılıvermiş. Burası küçük bir odaymış
ve odanın içinde ihtiyar bir kadın oturuyormuş. Elindeki iğle durmadan bez
dokuyormuş.
Prenses:
Günaydın nineciğim! Ne
yapıyorsun orada? demiş. Kocakarı:
Bez dokuyorum, diye
başıyla işaret etmiş.
Kız:
Nineciğim, şu elinde
tuttuğun şey de ne? Bakabilir miyim? diye iğneyi almış. O da bez dokumak
istemiş ama, daha iğneye dokunur dokunmaz kadının büyüsü tutmuş; iğneyi
parmağına batırmış. Kız, odadaki yatağın üzerine düşüvermiş. O andan itibaren
prenses, tam yüz yıl sürecek derin bir uykuya dalmış. Bu uyku bütün sarayı
kaplamış. Tam bu sırada saraya dönerek, prensesi arayan kral ve kraliçe de
uyuyormuş. Onlarla birlikte bütün saray halkı da uyuyormuş. Ahırdaki atlar, avludaki
köpekler, damdaki güvercinler, duvardaki sinekler, hatta ocakta alev alev yanan ateş de uyuyakalmışlar. Kızartmanın cızırtısı
kesilmiş. Sakarlık yapan yamağını kovalayan aşçı, yamağıyla beraber uykuya
dalmış, Rüzgâr dinmiş, Sarayın önündeki ağaçların tek yaprağı bile kımıldamaz
olmuş. Sarayın etrafındaki sarmaşıklar, dikenler büyümüş, büyümüş ve sarayın
etrafını kaplamışlar. Yıllar sonra dışarıdan bakıldığında, koca saray görünmez
olmuş, Hattâ, kuledeki bayrak bile,..
Zaman geçtikçe uyuyan güzelin hikayesi, dilden dile dolaşmaya
başlamış. Anlatılanları dinleyen diğer ülkelerin prensleri, saraya girip
prensesi kurtarıp, onunla evlenmek istemişler, Fakat hiçbiri bunu başaramamış.
Çünkü bu dikenler,
zamanla o kadar sık ve keskin olmuşlar ki, oraya girmeye çalışan bir daha
çıkamıyor-muş. Delikanlılar burada takılı kalmışlar, kendilerini kurta-ramamışlar. Aradan uzun
yıllar geçmiş. Günün birinde, o ülkeye çok yakışıklı bir prens gelmiş. İhtiyar
bir adam, dikenli çit hakkında bir hikaye anlatıyormuş. Adamı merakla dinlemiş.
Adam:
Çitlerin arkasında bir
saray var. Çok güzel bir kız, yüz yıldan beri sarayda uyuyor, Onunla birlikte
kral, kraliçe ve bütün saray halkı da uyuyorlar. Büyükbabamın anlattığına
göre, eskiden buraya birçok prens gelmiş. Dikenli çitten geçmek
istemişler. Fakat takılıp kalmışlar, ilerleyememişler. Bir daha da geri
dönmemişler, demiş. Anlatılanları sessizce dinleyen delikanlı:
Ben korkmam, gidip
uyuyan güzeli göreceğim! demiş, İyi kalpli ihtiyar, prense gitmemesi için
yalvarmış, Ama prens kararlıymış. İhtiyarı dinlememiş. O sırada yüz yıl geçip, uyuyan güzelin uyanma zamanı yaklaşıyormuş. Prens,
dikenli çite yaklaşınca, birdenbire kocaman, rengarenk, güzel çiçeklere
dönüşüp, kendiliklerinden iki yana açılmışlar. Prens, rahatça içeri girmiş.
Arkasından tekrar kapanmışlar, eskisi gibi diken olmuşlar.
Sarayın avlusunda
serilip yatan atları, renk renk av köpeklerini, küçük
başlarını kanatlarının altına sokmuş çatıdaki güvercinleri, duvardaki sinekleri
saray aşçısını, yukarıda
tahtlarında uyuyan kral ve kraliçeyi görmüş. Prens, biraz daha ilerlemiş. Koca
saraydan tek ses çıkmı-yormuş. Nihayet kuleye varmış.
Kızın uyuduğu küçük odanın kapısını açmış. Kız, burada yatıyormuş. O kadar
güzelmiş ki, oğlan gözünü kızdan ayıramamış, eğilmiş
kızı öpmüş. Dudağı kızın yüzüne dokunur dokunmaz uyuyan güzel gözlerini açmış
ve prense gülümseyerek bakmış. İkisi birlikte aşağı inmişler, Kralla kraliçe,
bütün saray halkı birdenbire uyanmış. Birbirlerine şaşkın şaşkın
bakıyorlarmış.
Avludaki atlar, ayağa
kalkarak silkinmişler, Av köpekleri, yerlerinden fırlayıp kuyruklarını
sallamışlar. Damdaki güvercinler, başlarını kanatlarının altından çıkarmışlar,
etraflarına bakıp, kırlara uçmuşlar. Duvarlardaki sinekler uçuşmaya
başlamışlar. Ocaktaki ateş yeniden parlamış, yemeği pişirmiş, Kızartma tekrar
cızırdamaya başlamış. Aşçı, yamağına öyle bir tokat atmış ki, oğlan bar bar bağırmış. Hizmetçi kız, tavuğun tüylerini temizlemeye
devam etmiş. Prens, uyuyan güzel ile evlenmiş, Düğünleri kırk gün, kırk gece sürmüş.
Hep beraber ömürlerinin sonuna kadar mutluluk içinde yaşamışlar,
Çok uzak bir ülkede,
bir adam yaşıyormuş. Adamın bir de eşeği varmış, Bu eşek, un çuvallarını
bıkmadan usanmadan yıllarca değirmene taşımış. Fakat yıllar geçtikçe yaşlanmış, artık gücü kalmamış. Hiçbir şey
taşıyamayacak hale gelmiş. Sahibi, onu boş yere beslemek istemiyormuş. Eskisi gibi ona bakmıyormuş.
Eşek:
Ölmeden önce, özgürce
dünyayı dolaşayım bari. Sahibim artık bana eskisi gibi bakmıyor, demiş. Yıllarca
yaşadığı ahırdan ayrılmış. Bremen'in yolunu tutmuş.
Orada şehir çalgıcılığı yapmaya karar vermiş. Eşek, az gitmiş, uz gitmiş, dere
tepe düz gitmiş; bir ağacın altında yatan bir av köpeğiyle karşılaşmış, Köpek,
nefes nefeseymiş.
Eşek sormuş:
Ne oldu sana böyle?
Köpek:
Sorma, ihtiyarladım.
Günden güne kuvvetten düşüyorum. Avda koşamıyorum, diye sahibim beni öldürmek
istedi. Ben de kaçıp kurtuldum. Bundan sonra karnımı nasıl doyuracağım bilmem?
Eşek:
Ben Bremen'e gidiyorum, Şehir çalgıcısı olacağım. Benimle gel,
sen de bandoya gir! Ben lavta çalarım, sen de davul.
Bu teklif, köpeğin
hoşuna gitmiş; birlikte yola çıkmışlar. Aradan uzun zaman geçmemiş.
Yolun kenarında bir kedi görmüşler. Kedinin suratından düşen bin parçay-mış.
Eşek:
Ne o? İşlerin yolunda gitmedi
mi yoksa, ihtiyar kedi? demiş.
Başıma gelenlerden
sonra nasıl neşeli olayım? Artık yaşım ilerledi, Farelerin peşinde koşacak
gücüm kalmadı. Sobanın arkasında oturup pinekliyorum, Bu yüzden hanımım beni
suya atıp boğmak istedi. Elinden zor kurtuldum. Şimdi ben nereye gideyim?
Bizimle beraber gel.
Müzikten anladığın belli oluyor. Oraya varınca şehir mızıkacısı olursun.
Kedi, sevinçle kabul
edip, onlarla beraber yola çıkmış.
Bu üç kaçak, bir
çiftliğin önünden geçerlerken çitin üstünde, ciyak ciyak
öten bir horoz görmüşler.
Eşek:
Neden böyle acı acı ötüp duruyorsun. Neyin var
kuzum? demiş,
Horoz:
Hanımıma, havanın
güzel olacağını haber verdim. Bugün, sevgili kocasının gömleğini yıkamıştı. Onu
kurutmak istiyor. Ama, yarın pazar; misafirleri gelecek. Onun için hanımım,
hiç acımadan aşçı kadına söyledi. Yarın misafirlerine benim çorbamı ikram
edecekmiş. Nasıl olsa bu akşam kellem uçacak. Bari ben de gırtlağım yırtılıncaya
kadar bağırayım, demiş.
Eşek:
Zavallı, öyleyse
bizimle gel daha iyi. Biz Bremen'e gidiyoruz, Sesin
güzel; hep beraber çalıp, söylersek herkesin hoşuna gider.
Horoz, bu teklifi
beğenmiş. Dördü birlikte yola çıkmışlar.
Akşam olunca bir
ormana gelmişler; geceyi burada geçirmeye karar vermişler. Eşek ve köpek, büyük
bir ağacın altına uzanmış. Kedi ile horoz, ağacın dallarına
çıkmış. Ama horoz en
tepedeki k dalları daha güvenli bulmuş,
oraya tünemiş. Horoz, uykuya dalmadan önce bir kere daha
etrafına bakınmış. Uzakta bir
ışık görür gibi ol-BBİ muş. Arkadaşlarına seslenil mîş:
Hey, ilende ışık
görüyorum, yakınlarda bir ev var! demiş.
Eşek:
O halde kalkalım,
hemen oraya gidelim. Burada rahat uyuyamayız, demiş.
Köpek orada birkaç
parça kemik, biraz et bulabileceğini düşünmüş, Hep beraber ışığın olduğu
tarafa doğru yola koyulmuşlar, Yaklaştıkça ışığın parıltısı artmış.
Bu evde bir hırsız
çetesi saklaniyormuş, İçlerinde en irisi eşek olduğu
için pencereye o yaklaşmış, içeriye bakmış.
Horoz sormuş:
Neler görüyorsun eşek
kardeş? Eşek:
Neler görüyorum neler!
demiş. Bir sofra ki, tam ağzımıza layık. Üstünde her türlü yiyecek, içecek var.
Haydutlar oturmuş, keyif çatıyorlar.
Horoz:
Ay, dayanamayacağım!
demiş. Eşek:
Ah sorma birader,
demiş. Şu sofranın başında biz olsaydık ne olurdu sanki?
Toplanıp, haydutları
buradan nasıl kaçıracaklarını düşünmeye başlamışlar. Her kafadan bir ses
çıkıyormuş. Nihayet bir çare bulmuşlar:
Eşek, ön ayaklarını
kaldırıp pencereye dayamış. Köpek, eşeğin sırtına çıkmış. Kedi, köpeğin üstüne
tırmanmış,
Horoz da uçarak,
köpeğin tepesine konmuş. Sonra da hep bir ağızdan şarkı söylemeye başlamışlar:
Eşek anırmış, köpek
havlamış, kedi miyaviamış, horoz da ötmüş. Ardından
da paldır küldür pencereden içeri dalıvermişier,
Haydutlar, bu korkunç
sesleri duyunca oldukları yerde havaya fırlamışlar. İçeriye bir canavarın girdiğini
sanmışlar. Zor bela kendilerini evden dışarı atıp, ormana doğru kaçmaya
başlamışlar.
Dört ahbap, sofranın
başına kurulup haydutlardan kalan bütün yiyecekleri silip, süpürmüşler, Dört
çalgıcı, yemeklerini yedikten sonra, ışığı söndürmüşler, Herkes kendi keyfine göre rahat edebileceği bir yer aramış;
Eşek, gübrelerin üzerine uzanmış, köpek, kapı arkasına, kedi ocakta sıcak külün
yanına, horoz da bir tüneğin üstüne,
Çok yorgun oldukları
için, hepsi uykuya dalmış. Vakit gece yarısını geçmiş, Haydutlar, evin biraz
ilerisinde bekliyorlarmış. Işık söndükten sonra, sesler de kesilince elebaşıları:
Boş bulunup, korkaklar
gibi kaçtık, demiş.
İçlerinden birini
kontrol etmesi için eve göndermiş, Eve bakmaya giden adam, önce bekleyip etrafı
dinlemiş. Hiç ses çıkmıyormuş, Çok karanlıkmış. Hiçbir şey gö-remiyormuş. Mutfağa girip, lâmbayı yakmak istemiş. Kedinin,
partayan gözlerini ocakta kalan ateş sanmış. Bir
kibritle ocağı tutuşturmak istemiş. Ama kedi, hemen adamın suratına atılmış,
tırmık içinde bırakmış.
Haydudun korkudan ödü
patlamış, arka kapıdan fırlayıp kaçmak istemiş ama, oracıkta yatan köpek, üstüne
saldırmış ve bacağını ısırmış. Adam, avludan kaçarken eşek de arka
bacaklarıyla hatırı sayılır bir çifte sa-vurmuş, Bu
gürültülere uyanan horoz da:
Üüüürü üüü... diye avazı çıktığı
kadar ötmeye başlamış, Haydut can havliyle dışarı fırlamış. Koşarak arkadaşlarının
yanına gelmiş. Nefes nefeseymiş. Korkudan zorlukla konuşarak;
Sormayın, evde korkunç
bir cadı var. Suratıma doğru tısladı, uzun tırnaklarıyla yüzümü gözümü tırmaladı.
Kapının önünde bir herif duruyordu, Elinde bir bıçak vardı. Bacağıma sapladı.
Avluda bekleyen biri, beni meşe sopasıyla patakladı. Damda da elebaşıları oturuyordu: "Getirin şu haydudu
bana!" diye bas bas bağırıyordu.
Zor kaçıp kurtuldum
ellerinden, demiş. Arkadaşlarının anlattıklarından çok korkan haydutlar, bir
daha o eve girmeye cesaret edememişler, Oradan uzaklaşıp gitmişler. Bu güzel ev
de Bremen mızıkacılarına kalmış, Bu evde sonsuza
kadar hep birlikte, mutlu yaşamışlar.
Bir adamın, yedi tane
oğlu varmış. O kadar çok istemesine rağmen bir kızı olmamış, Günün birinde
karısı, ona bir müjde vermiş: Hamile olduğunu söylemiş. Çocuk dünyaya gelmiş.
Bu seferki kızmış, Buna çok sevinmişler ama, çocuk pek cılız, pek ufacık bir
şeymiş. Bu yüzden de evde vaftiz etmek zorunda kalmışlar. Adam, vaftiz suyu
getirmesi için, oğullarından birini kuyuya yollamış. Diğer altı oğlan da onun
peşinden gitmişler. Suyu önce kimin dolduracağı konusunda aralarında
tartışırken, testiyi kuyuya düşürmüşler. Çocuklar, babalarının kızacağından
korkmuşlar; ne yapacaklarını şaşırmışlar.
Hiçbiri eve dönmeye cesaret edememiş.
Oğullarının hâlâ
dönmediklerini gören babalan: - Ah yaramazlar, gene oyuna daldılar! demiş,
Kızının vaftiz
yapılmadan öleceğinden korkuyormuş. Canı çok sıkılmış:
İnşallah, hepiniz
karga olursunuz! diye beddua etmiş. Daha sözünü bitirmeden başının üstünde bir
hışırtı duymuş. Havaya bakmış; kömür gibi kara, yedi tane karganın uçup
gittiğini görmüş. Anne ve baba, bu bedduayı bir daha geri alamamışlar.
Oğullarının yedisini de kaybettiklerine çok üzülüyorlarmış. Bütün sevgilerini
biricik kızlarına vermişler, onunla bir parça olsun avunmuşlar.
Kız, çok geçmeden kendini toplamış, gün geçtikçe
güzelleşmiş ama, başka kardeşleri de olduğunu bilmiyormuş. Annesi ve babası,
bunu ondan saklamışlar. Kız, günün birinde, komşularının kendisinden
bahsettiklerini duymuş. Diyorlarmış ki:
Kız güzel ama, yedi
ağabeysinin başlarına gelen felâket onun yüzünden oldu,
Bunları duyunca kız
çok üzülmüş. Koşarak eve gitmiş. Anne ve babasına, sormuş:
Benim ağabeylerim var
mıydı? Onlara ne oldu? demiş.
Ana ve babası, bu
sırrı daha fazla saklayamayacak-larını anlamışlar,
Onun bir suçunun olmadığını anlatmışlar, Ama kızcağızın içine kurt düşmüş bir
kez. Kardeşlerini kurtarmayı kafasına koymuş, Öğrendiklerinden sonra bir şey
yapmadan duramazmış. Nihayet bir gün, gizlice yola çıkmış. Ağabeylerinin izini
bulmaya, ne pahasına olursa olsun onları kurtarmaya karar vermiş.
Evden çıkarken, anne
ve babasını unutmamak için bir yüzük, karnım acıkırsa yerim diye bir dilim
ekmek, susarsam içerim diye bir testi su, yorulursam otururum diye de bir
sandalye almış.
Az gitmiş, uz gitmiş,
dere tepe düz gitmiş, Nihayet dünyanın öbür ucuna, güneşin yanına varmış, Ama
güneş çok sıcakmış, Dayanılır gibi değilmiş, Hem de küçük çocukları yermiş.
Kız, hemen buradan kaçmış; doğru aya gitmiş, Ay da çok soğukmuş. Hem de kötü huyluy-muş,
Küçük kızın orada
olduğunu anlayınca:
Burnuma insan kokusu
geliyor! diye bağırmaya başlamış.
Kız, oradan da çabucak
kaçmış; yıldızlara gitmiş. Yıldızlar, küçük kıza çok iyi davranmışlar. Her
yıldız, ayrı bir sandalyede oturuyormuş. Seher yıldızı, ayağa kalkmış ve ona
bir aşık kemiği vermiş:
Bu kemik, sırça
sarayın anahtarıdır. Kardeşlerin, orada yaşıyor, demiş.
Kız, bu küçük kemiği
almış ve bir mendile sarıp, yola çıkmış, Yürümüş, yürümüş sırça saraya varmış,
Büyük kapı kilitliymiş. Kız, aşık kemiğini çıkarmak için mendili açmış. Bir
de ne görsün? Mendil bomboş değil mi? Kız, iyi kalpli yıldızın hediyesini
kaybetmiş. Şimdi ne yapacak? Üzüntüsünden ağlamaya başlamış. Kızcağız,
ağabeylerini kurtarmak istiyormuş. Bir bıçak almış. Küçük parmağını kesmiş ve
kapıya sokmuş. Kapı açılıvermiş.
Kız, içeri girince
karşısına çıkan cüce:
Yavrum, ne arıyorsun
burada? Kız:
Ağabeylerimi, yedi
kargaları arıyorum! Cüce:
Yedi kargalar evde
değiller. Onlar dönünceye kadar beklemek istersen, buyur gir içeriye,
Bunun üzerine cüce
yedi tabak, yedi bardak, içinde kargaların yemeklerini içeri getirmiş. Küçük
kız, her tabaktan birer lokma yemiş, her bardaktan birer yudum içmiş. Sonuncu
bardağın içine de yüzüğü koymuş.
Birdenbire havada bir
ses, bir kanat hışırtısı duymuş. Cüce:
Yedi kargalar eve
geliyor, demiş,
Kargalar içeriye
girmişler, Karınları çok acıkmış. Tabaklarını, bardaklarını görünce arka
arkaya söylenmeye başlamışlar:
Tabağımdan kim yemiş?
Bardağımdan kim içmiş?
Buna bir insan ağzı
değmiş!
Yedinci karga,
bardakta ki suyu içerken ağzına yüzük gelmiş. Annesinin yüzüğünü tanımış;
İnşallah, kız
kardeşimiz buraya gelmiştir. Öyleyse kurtulduk sayılır! demiş.
Kapının arkasında
durup bu sözleri işiten kız, meydana çıkmış. Tam bu sırada yedi karga, tekrar
insan olmuş, Sarmaş dolaş olmuşlar. Hep birlikte evlerinin yolunu tutmuşlar.
Dul bir kadının iki
kızı varmış, Biri hem güzel, hem de çalışkanmış, Öteki ise hem çirkin, hem de
tembelmiş. Ama, kendi öz kızı olduğu için tembelti
daha çok severmiş. Evdeki ütün işleri güzel kıza yaptırırmış. Zavallı
kızcağız, her gün bir kuyunun başında
oturup, bez dokurmuş. Hem
de o Kadar fazla çalışırmış
ki, parmakları
konarmış.
Günün birinde,
iplik sardığı makara kan içinde W
kalmış. Kız, kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. Fakat, makara elinden
kayıp kuyuya düşmüş.
Kızcağız, ağlayarak üvey annesine koşmuş. Başına gelen kazayı anlatmış, Kadın,
çocuğu adamakıllı azarlamış, sonra da hiç acımadan:
O makarayı kuyuya
nasıl düşürdüysen, öyle de çıkaracaksın. Sonra karışmam ha! diye bağırmış.
Bunun üzerine kız,
kuyunun başına dönmüş. Ne yapacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için "ne
olursa olsun" diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az
sonra uyandığı zaman, kendisini güzel bir çayırlıkta bulmuş.
Rengarenk binlerce
çiçekle dolu, yumuşacık bir halı gibiymiş çimenler. Güneşte pırıl pırıl parlayıp, içini ısıtıyormuş. Kalkıp yürümeye
başlamış, Yolda karşısına bir fırın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş.
Ekmek, kıza seslenmiş:
Ne olursun beni
fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım; çoktan piştim ben!
Kız, fırına koşup
ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı
çıkarmış. Sonra yoiuna devam etmiş, Karşısına bir
ağaç çıkmış, Ağacın üzerinde kırmızı elmalar sallanıyor-muş. Ağaç, kıza
seslenmiş:
Beni silkele, beni
silkele. Biz elmalar hep olduk!
Kız, ağacı sallamış;
elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız, ağacın üzerinde hiç elma
kalmayınca-ya kadar silkelemiş, Sonra elmaları bir
araya toplayarak koca
bir yığın yapmış, yoluna devam etmiş.
Nihayet küçük bir eve
varmış. Pencereden, bir kocakarı bakıyormuş. Kadının dişlen çok büyükmüş. Kız,
kocakarıyı görünce çok korkmuş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat ihtiyar kadın,
arkasından seslenmiş:
Güzel kız! Neden
korkuyorsun? Gel burada kal; evdeki bütün işleri doğru yaparsan sana bir
fenalığım dokunmaz. En çok dikkat etmen gereken şey yatağımı güzelce
düzeltmek, iyice silkelemektir. Silkelediğinde, yatağın içindeki kuş tüyleri
uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle kadındır.
Kocakarı, böyle tatlı tatlı konuşunca kızın korkusu gitmiş; orada kalmaya karar
vermiş. İçeri girerek işe başlamış. Bütün işleri seve seve
yapıyormuş. Yatağı, her zaman o kadar kuvvetle silkeliyormuş ki, tüyler kar
taneleri gibi uçuyormuş. Bu yüzden yaşlı kadının evinde çok mutluymuş. Hiç
kötü söz işitmiyor, her gün istediği kadar yemek yiyormuş. Küçük kız, uzun bir
süre Holle Kadın'ın yanında kalmış. Ama, daima içinde bir üzüntü duyuyor, bunun
sebebini bilmiyormuş. Sonunda evini özlediğini anlamış. Holle Kadın'ın yanında
çok daha rahatmış ama, o yine de evine dönmek istiyormuş. Bir gün, dayanamamış.
Kocakarıya, demiş ki:
Evimi çok özledim.
Burada, yerin altında geçen hayatım çok iyi, ama artık daha fazla
kalamayacağım. Tekrar yukarıya dönmek istiyorum,
Holle Kadın:
Evine dönmek isteyişin
hoşuma gitti, Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni kendi elimle
yukarı çıkaracağım, demiş.
Kızı, elinden tutmuş;
büyük bir kapıya doğru götürmüş. Kapı açılmış. Kız, tam kapının altına geldiği
zaman kuvvetli bir altın yağmuru başlamış. Kapıyla annesinin evi arasında çok
az bir mesafe varmış. Kız, evin bahçesine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine
çıkmış, ötmeye başlamış: altından
küçük kızımız yine geldi!
Kız, eve gidip
annesine koşmuş. Her tarafı altınla kaplı olduğu için onu hem annesi, hem üvey
kız kardeşi güler yüzle karşılamışlar.
Kız, başına gelenleri
bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nereden
geldiğini duyunca çirkin, tembel kızının da bu altınlara sahip olmasını
istemiş. Üvey kardeşi de kuyunun başına oturarak bez dokumaya başlamış.
Makarasına kan bulaşması için, parmağına iğne batırmış.
Elini dikenli çitlere sürmüş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış.
O da kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürümeye başlamış. Fırına vardığı
zaman ekmek yine bağırmış:
Ne olursun beni dışarı
çıkar, beni dışarı çıkar! Yoksa yanacağım. Çoktan piştim benî Fakat tembel
kız:
Doğrusu üstümü başımı
kirletemem! demiş, yoluna devam etmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış.
Ağaç, seslenmiş:
Ne olursun, beni sükele! Beni silkele! Biz elmalar artık olduk!
Kız:
Ya, çok bilmişsin. Seni silkeleyeyim de kafama elmalar
düşsün değil mi? demiş, Holle Kadının evine vardığı zaman hiç korkmamış.
Çünkü, onun koca dişlerini kız kardeşi ona anlatmış. Hemen, kadının evinde
çalışmaya başlamış. İlk gün, çok çalışmış. Holle Kadının her , dediğini
yapmış. Kocakarının, kendisine vereceği altınları düşünüyormuş. Fakat ikinci
gün tembelliğe, işleri başından savmaya başlamış. Üçüncü gün, bu tembellik bir
kat daha artmış. Sabahları kalkmak istemiyormuş. Tembel kız. Holle Kadın'ın
yatağını da düzeltmiyormuş. Bu yüzden, tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın'ı kızdırmış. Kızı, işten
çıkarmış.
Tembei kız, buna seviniyormuş, Holle Kadın, onu da büyük
kapıya kadar götürmüş. Fakat kız, kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift başından
aşağı boşalmış. Holle Kadın:
İşte, bu da senin
hizmetlerinin mükâfatı! demiş. Kapıyı kapamış. Tembel kız , eve dönmüş. Her
tarafı zifte bulanmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:
Ö ö
rö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi! diye ötmeye
başlamış, Zift, ömrü boyunca kızın üzerinde kalmış.
İhtiyar bir keçinin
yedi tane yavrusu varmış, Yavrularını öyle çok severmiş ki, onlar için canını
bile verirmiş. Günün birinde, yavrularına yiyecek bulmak için ormana gitmesi
gerekmiş. Gitmeden önce yavrularını etrafına toplamış:
Sevgili çocuklarım,
ben ormana gidiyorum. Ben yokken, kendinizi kurttan korumalısınız, Eğer kurt
eve girerse, hepinizi kıtır kıtır yer. Çok
kurnazdır. Sizi kandırmak için türlü kılıklara girer ama, onu kaba sesinden ve
kapkara ayaklarından hemen tanıyabilirsiniz, demiş.
Küçük oğlaklar:
Sevgili annemiz, gözün
arkada kalmasın. Güle güle git, güle güle gel, Biz
kendimizi koruruz, demişler. Keçi, yavrularıyla vedalaşıp, yola çıkmış.
Küçük oğlaklar,
aralarında oyun oynarken, kapı çalınmış:
Sevgili çocuklar,
kapıyı açın bakayım. Anneniz geldi, hepinize yiyecek getirdim.
Fakat oğlaklar, kurdun
kalın sesini tanımışlar; içerden seslenmişler:
Sen annemiz değilsin.
Onun sesi hem ince, hem de tatlıdır. Senin sesin kalın. Sen kurtsun!
Bunun üzerine kurt bir
dükkâna gitmiş, büyük bir tebeşir parçası satın almış. Onu yemiş, sesini
inceltmiş. Sonra geri dönerek tekrar kapıyı çalmış:
Sevgili çocuklar,
kapıyı açın, anneniz geldi; size çok güzel hediyeler getirdim, demiş,
Oğlaklar, koşup
pencereden dışarıya bakmışlar. Kurdun, pencereye dayadığı kapkara ayaklarını
görmüşler. Oğlaklar bağırmışlar:
Sana kapıyı açmayız,
Annemizin ayakları seninki gibi kara değil. Sen kurtsun!
Kurt yine geri dönmüş,
Bir fırıncıya gitmiş:
Ayağımı bir taşa
çarptım, demiş; üzerine biraz hamur sürer misin?
Fırıncı kurdun
ayaklarına hamuru sürmüş, Kurt bu sefer değirmenciye koşmuş:
Ayaklanma bir parça un
serper misiniz? demiş, Değirmenci kendi kendine:
Kurt, yine birini
aldatmak istiyor, demiş. Unu vermek istememiş. Fakat kurt:
Dediğimi yapmazsan
seni yerim! diye bağırınca değirmenci korkmuş, hemen bir avuç un alarak kurdun
ayaklarına serpmiş.
Bunun üzerine hain
kurt, üçüncü defa eve gitmiş, kapıyı çalmış:
Sevgili çocuklar,
kapıyı açın; anneniz geldi, hepinize ormandan bir şeyler getirdim,
Oğlaklar bağrışmışlar:
Önce ayaklarını göster
de annemiz olup olmadığını anlayalım! demişler,
Kurt ayaklarını
pencereye dayamış, Oğlaklar, kurdun beyaz ayaklarını görünce inanıp, kapıyı açmışlar. Bir
de ne görsünler? Bu giren kurt değil mi? Oğlaklar ne yapacaklarını
şaşırmışlar, saklanacak yer aramışlar. Biri, masanın altına kaçmış. İkincisi,
yatağa sokulmuş. Üçüncüsü, sobanın içine girmiş. Dördüncüsü, mutfağa saklanmış,
Beşincisi, dolaba girmiş, Altıncısı, çamaşır sepetinin altına saklanmış.
Yedincisi de duvar saatinin içine girmiş. Fakat kurt, vakit kaybetmeden birer birer hepsini yakalayıp yutmaya başlamış, Yalnız saatin
içindeki yedinciyi bulamamış. Karnı da oldukça doyduğu için onu aramaktan
vazgeçmiş, çıkıp gitmiş.
Evin önünde geniş bir
çimenlik varmış. Orada, bir ağacın altına sırt üstü yatmış, uyumaya başlamış.
Aradan çok zaman geçmeden anne keçi eve dönmüş. Bir
de ne görsün? Evin kapısı ardına kadar açık! Masa ve sandalyeler devrilmiş.
Çamaşır sepeti paramparça olmuş. Yastıklarla yorganlar yerlere atılmış. Anne
keçi, yavrularını aramış; hiçbir yerde bulamamış. Birer birer
adlarını çağırmaya başlamış. Hiçbirinden karşılık alamamış. Nihayet sıra
sonuncunun adına gelmiş. O zaman ince bir ses duyulmuş:
Duvar saatinin
içindeyim, anneciğim!
Keçi, yavrusunu oradan
çıkarmış. Küçük oğlak kurdun gelişini, kardeşlerinin hepsini yediğini
anlatmış. Anne keçi, zavallı yavruları için çok gözyaşı dökmüş, çok üzülmüş,
Nihayet bu acı ile dışarı çıkmış, Küçük oğlak da yanındaymış. Çayırlığa
vardıkları zaman kurdu, bir ağacm altında uyurken
bulmuşlar. Öyle horluyormuş ki, ağacın dalları titriyormuş. Anne keçi, kurdu
uzun uzun seyretmiş. Karnında bir şeylerin
kıpırdadığını, oradan oraya hareket ettiğini görmüş.
Aman Allah'ım! Yoksa
yavrularım hâlâ sağ mı? demiş.
Anne keçi ve küçük
oğlak, bir çare bulmuşlar. Küçük oğlak, eve kadar koşa koşa
giderek makası, iğne ve ipliği getirmiş. Anne keçi, canavarın karnını yarmış.
Daha küçük bir yarık açılır açılmaz oğlaklardan biri, kafasını dışarı
çıkarmış. Bir parça daha yarınca altısı da arka arkaya fırlayıp çıkmışlar.
Hepsi de canlı ve sapasağlammışlar, Meğer kurt, aç gözlülüğü yüzünden onları
çiğnemeden yutmuş. Hepsi sevgili annelerinin boynuna sarılmışlar. Sevinçle
hoplayıp, sıçramaya başlamışlar. Anne keçi, demiş ki:
Haydi bakalım, şimdi
gidin ve taş toplayıp getirin. Uyanmadan şu kötü kalpli kurdun karnına
dolduralım.
Yedi oğlak, çabucak
taşları bulup getirmişler; kurdun karnını tıka basa taşlarla doldurmuşlar.
Sonra
Anne keçi, hemen
kurdun karnını dikmiş. Bu arada kurt hiçbir şey fark etmemiş, uykusundan
uyanmamış, Bir süre sonra kurt, uyanmış ve ayağa kalkmış, Karnı taşla dolu
olduğu için çok susamış. Bir pınarın başına gidip, su içmek istemiş. Yürürken
karnındaki taşlar çarpışmaya, takır tukur sesler çıkarmaya başlamış. Kurt:
Çok garip! Karnımda
bir şeyler oluyor. Yuttuğum oğlaklar sanki birer taş olmuş! demiş. Pınar başına
varınca, suya doğru eğilip içmek istemiş. Fakat, karnındaki taşlar yüzünden
suya yuvarlanmış. Boğulup gitmiş. Yedi oğlak, bunu görünce koşa koşa gelmişler:
Kurt öldü! Kurt öldü!
diye bağırıp, anneleriyle beraber el ele tutuşup, pınarın etrafında hoplayıp
dans etmişler.
Bir varmış bir yokmuş.
Çok eskiden, bir kral yaşarmış. Bu kralın, birbirinden güzel kızları varmış,
Ama en küçüğü o kadar güzelmiş ki, gökyüzündeki güneş bile ne zaman bu kızı
görse, hayran olurmuş.
Kralın sarayının
yakınlarında büyük, karanlık bir orman varmış. Bu ormandaki yaşlı bir ıhlamur
ağacının altında, bir kuyu varmış. Havanın çok sıcak olduğu günlerde prenses,
ormana gider; bu serin kuyunun başına otururmuş. Canı sıkıldığında oynamak
için de yanına bir altın top alırmış. Bu topu, havaya atıp tutarmış. Bu, kızın
en sevdiği oyunmuş,
Gel zaman, git zaman.
Günün birinde prenses, havaya attığı altın topu yakalayamamış, Top, yere çarpmış
ve yuvarlana yuvarlana doğruca kuyuya düşmüş.
Prenses, topun arkasından baka kalmış. Top gözden kaybolmuş, Kuyu o kadar derin, o kadar derinmiş ki, dibi
görünmüyormuş. Kız, ağlamaya başlamış. Ağladıkça ağlıyor, bir türlü üzüntüsü geçmiyormuş. Kız, böyle hıçkı-ra hıçkıra ağlarken, biri seslenmiş:
Neyin var, güzel
prenses? Öyle acı acı ağlıyorsun ki, kim duysa
dayanamazdı hıçkırıklarına.
Kız, sesin nereden
geldiğini anlamak için etrafına bakmış; ıslak, çirkin kafasını sudan çıkarmış
bir kurbağa görmüş:
Ooo! Sen miydin kurbağa? demiş. Altın topum suya düştü
de ona ağlıyorum.
Kurbağa:
Artık ağlama! demiş,
Ben,topunu kuyudan çıkarabilirim, ama topu çıkarıp getirirsem bana ne
verirsin?
Kız:
Ne istersen sevgili
kurbağa, demiş. Elbiselerimi, incilerimi, elmaslarımı hattâ basımdaki altın
tacı bile veririm.
Kurbağa:
Elbiselerini,
incilerini, elmaslarını, altın tacını istemem. Sadece beni sevmeni ve benimle
arkadaş olmanı istiyorum. Masanda yanında oturup, altın tabağından seninle
beraber yemek yememe, bardağından içmeme ve seninle aynı yatakta uyumama izin
verirsen kuyuya iner, altın
topunu çıkarırım, demiş. Kız:
Elbette! Topu bana
getirirsen istediklerinin hepsi için, söz veriyorum! demiş.
İçirîden de şunları geçirmiş: "Ahmak kurbağanın
saçmalıklarına da bak! Kurbağa ile insan, hiç arkadaş olur muymuş?"
Kurbağa, prensesin
verdiği sözü duyunca, kuyuya
dalmış. Biraz sonra ağzındaki
topla yukarı çıkmış ve topu çayıra fırlatmış.
Prenses, en sevdiği
oyun-i cağını tekrar görünce çok sevinmiş. Topu alıp, koşarak
evine gitmiş,
Kurbağa arkasından bağırmış:
Bekie, beni de götür! Ben senin gibi koşamam ki!
Fakat kurbağanın, var
gücüyle kuvak kuvak diye bağırması
hiçbir işe yaramamış, Kız kulak bile asmamış, arkasına bile bakmadan eve
koşmuş. Zavallı kurbağayı unutuvernniş. Kurbağacık da
tekrar kuyunun dibine inmiş.
Ertesi sabah prenses,
bütün ailesiyle birlikte sofrada oturup altın tabağından yemeğini yerken mermer merdivenlerden
şırıp şırap, şırıp şırap diye birinin
çıktığını duymuşlar. Az sonra, kapı çalınmış:
Küçük prenses, kapıyı
aç! diye seslenmiş kapıdaki,
Kız, gelenin kim
olduğunu görmek istemiş ve kapıya koşmuş. Kapıyı açar açmaz karşısında
kurbağayı görmüş. Kapıyı hızla kapamış ve sofraya dönüp yerine oturmuş.
Korkudan tir tir tiîriyormuş,
Kral, kızının çok korktuğunu görünce:
Neden korktun kızım?
demiş. Yoksa kapının önünde ki bir dev mi? Seni alıp götürmek mi istiyor? diye
sormuş.
Kız:
Hayır, demiş. Bir dev
değil; pis bir kurbağa!
Kurbağa senden ne
istiyor kızım?
Ah babacığım! Dün,
ormanda kuyunun başında oturup oynuyordum, Altın topum suya düştü. Çok ağladım.
Bu kurbağa, onu çıkarıp bana getirdi. Çok ısrar ettiği için, ben de onunla
arkadaş olacağıma söz verdim. Onun sudan çıkabileceğini hiç ummamıştım. İşte,
şimdi dışarıda ve içeri girmek istiyor!
Kurbağa, kapıyı
yeniden çalmış ve seslenmiş:
Kralın küçük kızı, aç
kapıyı gireyim! Dün, kuyunun başında bana verdiğin sözü yerine getir! Kralın
küçük kızı, aç kapıyı gireyim!
Bunun üzerine kral:
Verdiğin sözü
tutmalısın, demiş, Git, ona kapıyı aç!
Kız, gitmiş ve kapıyı
açmış, Kurbağa, zıplayarak içeri dalmış. Kızın peşinden masaya kadar gelmiş;
orada bekleyip:
Kaldır beni, yanına
al! demiş. Prenses, babasının bakışlarını görünce, kurbağayı sandalyeye
çıkartmış. Kurbağa, masanın üstüne çıkmak isteyince mecburen onu da yapmış,
Kurbağa, kıza:
Altın tabağını
yanaştır, beraber yiyelim demiş.
Kız, mecburen yapmış.
Kurbağa , şapur şupur yemeğini ye'miş.
Fakat, prenses onunla aynı tabaktan yemekten iğreniyormuş. Lokmalar kızın
boğazına dizilmiş, Kurbağa, demiş ki:
Karnımı tıka basa
doyurdum, yorgunum. Haydi, beni odana götür, İpek yatağını düzelt de yatıp
uyuyalım,
Prenses, ağlayarak:
Baba! Bu yapış yapış ve ıslak kurbağadan tiksiniyorum! Ona dokunmaya bile
cesaret edemezken, nasıl olur da bu kurbağayı o güzel ve temiz yatağımda yatırabilirim?
Bu sözleri duyan kral,
sinirlenmiş:
Başın beladayken sana
yardım eden birinden tiksinmemelisin! demiş. Kız, İstemeye istemeye
kurbağayı iki parmağıyla tutup, odasına götürmüş; bir köşeye bırakmış. Kız,
yatağa girince kurbağa da yanına gelmiş:
Yorgunum, demiş. Ben
de senin gibi rahat rahat uyumak istiyorum. Beni
yatağına al, yoksa gidip babana söylerim.
O zaman kız, çok sinirlenmiş.
Kurbağayı tutup, bütün gücüyle duvara fırlatmış:
Al sana rahatlık! Seni
pis kurbağa seni! demiş.
Fakat kurbağa yere
düşer düşmez; çok yakışıklı ve güler yüzlü bir prense dönüşmüş. Yakışıklı
prens, kötü kalpli bir cadı tarafından büyülenerek bir kurbağaya çevrildiğini
kıza anlatmış, Güzel prensesten başka kimsenin kendisini kuyudan
kurtaramayacağını söylemiş, Sabah olunca, birlikte prensin ülkesine gitmeye
karar vermişler. Sonra da uyumuşlar.
Ertesi sabah, güneş
onları uyandırdığı sırada sekiz beyaz at koşulu bir araba gelmiş. Atların
başlarında beyaz devekuşu tüyleri varmış. Altın zincirlerle arabaya bağlıy-mışlar. Arkada genç
prensin uşağı sadık Heinrich duruyormuş. Efendisi,
bir kurbağaya döndüğünden beri sadık Heinrich'in
kalbi, acı içindeymiş. Yüreği acıdan, kederden çatlayıp dağılmasın, diye
kalbinin etrafına demirden üç tane çember koydurmuş,
Araba, genç prensi
ülkesine geri götürmek için gelmiş. Sadık Heinrich, ikisini de kucaklayıp
arabaya yerleştirmiş. Kendisi de arkaya oturmuş. Prensi sağ salim gördüğü için
çok mutluymuş. Yolculukları sırasında Prens, arkasında bir çatırtı duymuş;
sanki bir şey parça-lanıyormuş. Bunun üzerine
arkasına dönüp seslenmiş:
Heinrich, araba mı kırıldı? Bir baksana!
Merak etmeyin sevgili
prensim, sakın korkmayın! Siz, kuyunun dibinde iğrenç bir kurbağa olarak yaşarken,
dayanılmaz acılarla kıvranırken kaibim; yüreğime
sardığım çemberlerden biriydi bu kırılan!
Yolda ilerlerlerken bu
çatırtı bir daha, bir daha olmuş. Her defasında prens, araba kırıldı sanmış.
Halbuki bunlar, sadık Heinrich'in yüreğindeki
çemberlerin kopup parçalanışıymış. Çünkü efendisi kurtulmuş.
Prens ve prenses,
saraya vardığında herkesin onları
karşılamaya geldiğini
görmüşler.
Evlenip, sonsuza kadar
mutlu yaşamışlar.
Zengin bir adamın
karısı, hastalanmış. Kadın ölmek üzere olduğunu anlayınca, biricik kızını
yanına çağırmış:
Yavrum, demiş. İyi
kalpli ve uslu olursan, Allah daima seninle beraber olacaktır. Ben seni
cennetten seyredeceğim, seni koruyacağım!
Bunları söyledikten
sonra da gözlerini kapamış ve ölmüş. Kız, her gün annesinin mezarına gider,
gözyaşı dö-kermiş; iyi
kalpli ve uslu bir kız olmaya çalışırmış.
Kış gelince karlar,
mezarlığın üzerini beyaz bir örtü ile kaplamış. İlkbaharda güneş bu kardan örtüyü kaldırdığı
sırada babası bir başka kadın ile evlenmiş.
Kadının, iki kızı
varmış. Kızlar görünüşte güzellermiş ama, kalpleri hem kötü, hem de karaymış.
Kız için, kötü günler başlamış.
Kızlar, her zaman:
Bu aptal kız, hep
yanımızda mı oturacak böyle? İnsan yediği ekmeği hak etmeli! Cehennem olsun
buradan şu hizmetçi kılıklı şey! diyorlarmış. Kızın güzel elbiselerini
üzerinden çıkarıp almışlar. Soluk, eski bir elbise giydirmişler. Ayaklarına
birer takunya geçirmişler:
Aman şu prensese de
bakın! Ne de süslüymüş! diye onunla alay etmişler, Kızcağıza mutfakta,
sabahtan akşama kadar en ağır işleri yaptırıyorlarmış. Gün doğmadan kalkar, su
taşır, ateşi yakar, yemek pişirir, bulaşıkları yıkarmış. Üstelik üvey
kardeşleri, ona türlü eziyetler yapar, onunla dalga geçerlermiş. Küllerin içine
bezelyeleri, mercimekleri dökerler; kız da şikayet etmeden oturup, bunları
ayıklarmış. Akşamları yorgun argın düşünce de ona bir lokma ekmek vermezlermiş.
Zavallı kız, ocağın başında küllerin arasına uzanıp yatarmış. Bu yüzden üstü
başı her zaman tozlu, kirli olduğu için ona "kül kedisi" adını
takmışlar,
Gel zaman, git zaman.
Bir gün babaları panayıra gidecekmiş, Üvey kızlarına "Size ne
alayım?" diye sormuş, Büyük kız:
Süslü elbiseler
isterim! demiş. Diğeri:
İnciler, elmaslar!
demiş.
Ya sen ne istersin, kül kedisi?
Babacığım, eve
dönerken şapkanıza takılan ilk dal parçasını bana getirir misiniz?
Adam iki üvey kızına
süslü elbiseler, inciler, elmaslar almış. Dönüşte bir korudan atla geçerken
şapkasına bir fındık dalı takılmış, Bu dalı kırmış ve yanına almış. Eve gelince
üvey kızlarına istedikleri şeyleri vermiş, Kül kedisine de fındıklıktan
kopardığı dalı vermiş, Kül kedisi, teşekkür etmiş. Doğru annesinin mezarına
gitmiş; bu dalı mezarın üstüne dikmiş. Sonra gözyaşlarıyla o dalı sulamış, Da!
gittikçe büyüyüp, güzel bir ağaç olmuş.
Kül kedisi, günde üç
defa bu ağacın altına gider, gözyaşlarını akıtarak dua edermiş.
kuş gelip dallara
konarmış, Kiz, bir şey isterse kuş daldan aşağı
atarmış.
Günün birinde kral, üç gün, üç gece süren bir
eğlence düzenlemiş
Bu eğlenceye, ülkedeki
bütün güzel kızlar davetliymiş. Kralın oğiu, bu kızların arasından birini seçip, onunla
evlenecekmiş, İki kız kardeş, kendilerinin de bu törene davet edildiğini
duyunca sevinmişler. Hemen kül kedisini çağırmışlar:
Saçlarımızı tara!
Pabuçlarımızı fırçala! Tokalarımızı tak! Kralın sarayındaki eğlenceye
gidiyoruz! demişler.
Kül kedisi, onların
istediklerini ağlaya ağlaya yapmış. Çünkü o da bu
eğlenceye gitmek istiyormuş. Üvey annesine gidip yalvarmış, yakarmış, izin
istemiş, Kadın:
Hayır kül kedisi!
demiş. Şu kirin pasınla eğlenceye mi gideceksin? Ne elbisen var, ne de pabucun!
Bir de dans mı etmek istiyorsun?
Kız, durmadan yalvarıp
yakarınca:
Bak, bir tencere
dolusu bezelyeyi küle döktüm. İki saat içinde bunları ayıklayıp toplarsan
eğlenceye gidebilirsin! demiş.
Kız, arka kapıdan
bahçeye çıkmış:
Sevgili güvercinler!
Kumrular! Gökyüzünün bütün kuşları gelin, bana yardım edin! Şunları
ayıklayalım. İyileri şu kaba! Kötüleri de çöpe! diye bağırmış.
Mutfağın penceresinden
içeriye önce iki beyaz güvercin girmiş; arkalarından kumrular, onlardan sonra
da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler,
külün etrafına dizilmişler. Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık
diye işe koyulmuşlar, Diğer kuşlar da tık tık tık tık
diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp
tencereye doldurmuşlar, Daha bir saat bile geçmeden
bitirmişler. Kuşlar uçup gittikten sonra, kız tencereyi üvey annesine götürmüş.
Artık düğüne gidebileceği için seviniyormuş.
Fakat kadın:
Hayır, kül kedisi, demiş.
Elbisen yok! Dans edemezsin! Herkes seninle alay eder!
Külkedisi ağlayınca:
İki tencere dolusu
bezelyeyi bir saat içinde küllerin arasından ayıklayabilirsen gidersin! demiş.
Kadın, iki tencere
bezelyeyi küllerin içine boşaltırken, "Nasıl olsa başaramayacak."
diye düşünüyormuş. Kız, arka kapıdan bahçeye çıkmış:
Sevgili güvercinler!
Kumrular! Gökyüzünün bütün kuşları! Gelin bana yardım edin de şunları
ayıklayalım! İyileri şu kaba! Kötüleri çöpe!
Mutfağın penceresinden
içeriye, önce iki beyaz güvercin girmiş, Arkalarından kumrular, onlardan sonra
da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler,
külün etrafına dizilmişler.
Güvercinler küçücük
kafalarını eğerek tık tık tık
tık diye işe koyulmuşlar. Diğer kuşlar da tık tık tık tık,
diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencerelere doldurmuşlar. Daha yarım saat
bile geçmeden is bitmiş, kuşlar uçup gitmişler. Kız,
tencereleri üvey annesine götürmüş. Artık eğlenceye gidebileceği için seviniyormuş. Fakat kadın:
Bunların hiçbiri işe
yaramaz. Gidemezsin! Çünkü elbisen yok, dans edemezsin. Yanımızdayken senden
utanırız! demiş.
Sonra da arkasını
dönmüş; İki kibirli kızıyla birlikte çıkıp, gitmiş.
Kül kedisi, evde
yalnız kalınca annesinin mezarına, fındık ağacının altına gitmiş:
Sallan, silkin minik
ağaç! Üstüme altın, gümüş saç! demiş. Kuş, ağaçtan aşağı sırma işlemeli bir Bk elbise
ve gümüş bir ayakkabı atmış. Kız, aceleyle giyinmiş ve eğlenceye gitmiş. Kül
kedisini bada kızın elini bırakmamış. O gece sadece kül kedisi ile dans etmek
İstemiş. Kız, akşama kadar prens ile dans etmiş. Eve dönme zamanı gelince,
Prens:
Ben de seninle
birlikte geleceğim! demiş,
Kimin kızı olduğunu
öğrenmek istiyormuş. Kız, bir kolayını bulup oradan, kaçmış. Güvercinliğe
saklanmış. Prens, kızın çıkmasını bekliyormuş. Tam o sırada kül kedisinin
babası gelmiş. Prens, ona yabancı bir kızın güvercinliğe girdiğini söylemiş,
ihtiyar içinden "Sakın bu kız kül kedisi olmasın?" diye geçirmiş.
Güvercinliği yıkmak için kazmayla balta getirmişler ama, içinde kimseyi
bulamamışlar.
Üvey annesi, kızları
ile eve döndüğünde, kül kedisini kirli elbiseleriyle küller içinde yatar
bulmuşlar. Bacanın içinde donuk ışıklı bir yağ lâmbası yanıyormuş. Küi kedisi, güvercinliğin arkasından atlayıp kaçmış. Koşa koşa doğru fındık ağacına gitmiş. Orada güzel elbiseleri çıkarmış,
mezarın üzerine koymuş. Kuş da bunları alıp götürmüş. Sonra soluk renkli
entarisini giymiş, mutfağa girip küllerin yanına oturmuş.
Ertesi gün, eğlence
tekrar başlayıp da evdekiler gidince, kül kedisi yine fındık ağacına koşmuş:
Sallan, silkin minik
ağaç! Üstüme altın, gümüş saç! demiş. Kuş, dünkünden daha gösterişli bir elbise
atmış. Kız, bu elbiseyi giyip eğlenceye gidince, herkes güzelliğine hayran kaimış. Prens de onu bekiiyormuş.
Hemen
elinden tutmuş. Sadece
onunla dans etmiş. Başkaları da onunla dans etmek istediğinde:
O benim dans
arkadaşım! diyormuş,
Akşam olunca kız
gitmek istemiş. Prens tekrar peşine takılmış. Hangi eve girdiğini görmek
istiyormuş, Fakat kız, yine kaçmış; evin arkasındaki bahçeye girivermiş. Bahçede
güzel, kocaman bir ağaç varmış. Üzerinde nefis armutlar salianıyormuş.
Kız, tıpkı dallar arasındaki bir sincap gibi, ağaca tırmanmış, Prens, onun
nereye gittiğini anlayamamış. Kül kedisinin babası da bahçede dolaşıyormuş,
Prens, onu görünce:
Yabancı kız, kaçıp gitti.
Galiba armut ağacının tepesine çıktı! demiş,
Babası-, içinden:
"Bu kül kedisi olmasın sakın!" demiş. Balta getirtmiş ve
ağacı kesmiş. Ağacın
üzerinde kimse yokmuş.
Mutfağa leri
baloya gitmiş. Kül kedisi, koşarak annesinin mezarına gitmiş ve ağaca
seslenmiş:
Silkin, sallan minik
ağaç! Üstüme altın gümüş saç!
Kuş, o gece kül
kedisine öyle bir elbise atmış ki, o güne kadar böyle süslü ve böyle göz
kamaştırıcı bir elbise kimsede görülmemiş. Pabuçları da som altından işleme-liymiş, Onu görenler, şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş.
Prens, o gece de yalnız onunla dans etmiş. Akşam olunca kül kedisi, birdenbire
kaçıp gitmiş. Prens, yine peşinden koşmuş, ama yetişememiş, Prens, bu son gece
bir kurnazlık düşünmüş. Bütün merdivenlere zift sürdürmüş, Kız, merdivenlerden
koşarak inerken, sol ayağındaki pabucu yapışıp kalmış. Prens, eğilip bu tek pabucuyerden almış.
Prens, ertesi sabah bu
pabuçla birlikte kül kedisinin babasına gitmiş:
Bu pabuç hangi kızın
ayağına uyarsa onunla evleneceğim! demiş.
Bu sözleri işitince
kız kardeşlerin ikisi de çok sevinmiş, Çünkü ayaklan çok güzelmiş. Büyük kız
pabuçla birlikte odaya gitmiş, ayağına giymek istemiş. Annesi de yanındaymış.
Fakat kızın baş parmağı bir türlü pabuca sığmamış. Bunun üzerine annesi kızına
bir bıçak vermiş:
Parmağını kes! demiş.
Kraliçe olursan yürümene gerek kalmayacak!
Kız, parmağını kesmiş.
Ayağını zorla pabuca sokmuş, Acıdan, dişlerini sıkarak dışarı çıkmış, Prens,
onu atına bindirmiş. Yolları mezarlığın yanından geçiyormuş.
Fındık ağacının dallarına konmuş, iki güvercin seslenmişler:
Pabuç çok dar! İçi kan
dolu! Evde bekler seni asıl nişanlın!
Prens, kızın ayağına
bakmış. Gerçekten de kanların aktığını görmüş. Geri dönmüş ve kızı evine
götürüp bırakmış. Asıl nişanlısının bu kız olmadığını söylemiş. Bu sefer diğer
kız kardeşe pabucu giydirmek istemişler. Kızın parmakları, rahatça pabuca
girmiş ama topuğu fazla gelmiş, Bunun üzerine annesi, bir bıçak vermiş:
Topuğundan bir
parçasını kes! Kraliçe olunca yürümene gerek kalmayacak zaten! demiş.
Kız, topuğundan bir
parça kesmiş, Ayağını zorla pabuca sokmuş. Dişlerini sıkarak, prensin
karşısına çıkmış. Ayakkabıların olduğunu gören prens, kızı atına bindirip yola
çıkmış. Fındık ağacının önünden geçerlerken, dallardaki iki güvercin seslenmiş:
Pabuç çok dar, içi kan
dolu. Evde bekler öz nişanlı!
Oğlan, kızın ayağına
bakmış. Pabuçtan kanların aktığını, beyaz çorabı kıpkızıl boyadığını görmüş.
Geri dönüp, onu da evine bırakmış:
Bu da nişanlım değil;
başka kızınız yok mu? demiş. Adam:
Hayır, demiş, Yalnız,
ölen karımdan olan küçük bir kül kedim var. Ama, o sizin nişanlınız olamaz ki!
Prens, kül kedisini de
yukarı yollamalarını istemiş. Fakat, üvey anne:
Hayır, hayır, demiş.
Üstü başı çok kirli! Bu kılıkla görünmesi doğru değil!
Fakat, prens ısrar edince
kül kedisini çağırmışlar, Kk, içeri girip, yerlere
kadar eğilerek, prensi selâmlamış. Oğlan, kıza sırmalı pabucu uzatmış, Kız,
bir iskemleye oturmuş. Ayağındaki kaba takunyaları çıkarmış ve som altından
işlemeli pabucu giymiş. Pabuç, tam kül kedisinin ayağına göreymiş.
Prens, onun dans
ettiği kız olduğunu anlamış:
İşte asıl nişanlım!
demiş.
Üvey annesi ve kız
kardeşleri çok şaşırmışlar, Öfkelerinden sapsarı olmuşlar.Prens, kül kedisini
atına bindirmiş. Birlikte fındık ağacının önünden geçerlerken iki beyaz
güvercin seslenmiş:
Pabuç uydu, İçi de
kansız. Nişanlındır işte bu kız.
Kuşlar, uçup kül
kedisinin omuzlarına konmuşlar. Kül kedisi ve prensin düğünü, çok güzel olmuş.
Düğüne, kül kedisinin babası ve üvey annesi de gelmiş. Genç nişanlılar kiliseye
giderlerken, üvey kız kardeşlerden büyüğü sağda, küçüğü solda vuruyormuş,
Güvercinler ve kumrular da arkalarında mutlulukla uçuşuyorlarmış.
Büyük ve yemyeşil bir
ormanın kenarında bir kulübe varmış, Bu kulübede yaşayan oduncu ile karısının,
iki tane de çocuğu varmış. Oğullarının adı Henzel,
kızlarının adı da Gretel'miş. Oduncu çok fakirmiş.
Günün birinde, ülkede kıtlık olmuş. Oduncu kuru ekmeği bile bulup getiremez
olmuş,
Bir akşam, yatağına
uzanıp kendi kendine düşüncelere dalmış. Üzüntüsünden, yatağın içinde dönüp
durduğu sırada içini çekip karısına demiş ki:
Ne yapacağız? Bu
zavallı yavrularımızı nasıl besleyeceğiz?
Kadın cevap vermiş:
Yarın sabah erkenden
çocukları, ormanın en sık yerine götürürüz, Bir ateş yakarız, ellerine birer
parça ekmek veririz. Sonra da eve döneriz; onları yalnız başlarına ormanda
bırakırız. Çocuklar kendi başlarına evin yolunu bulamazlar, Böylece onlardan
kurtulmuş oluruz.
Adam:
Hayır, ben bunu
yapamam! Çocuklarımı, ormanda yalnız bırakmaya içim nasıl dayansın? Çok geçmeden yabani hayvanlar onları parçalar.
Kadın kocasına:
Hadi oradan budala!
Eğer yapmazsak dördümüz de açlıktan öleceğiz! O zaman biçtiğin tahtaları bize
tabut yapmakta kullanırsın, demiş, Bu fikri, kocasına kabul ettirinceye kadar
ona rahat vermemiş.
Adamcağız:
Fakat zavallı
yavrulara acıyorum! demiş.
Açlık yüzünden
çocukların da gözlerine uyku girmemiş; üvey annelerinin, babalarına söylediği
sözleri duymuşlar. Gretel ağlayarak:
Şimdi biz ne
yapacağız? demiş. Henzel:
Sus Gretel, demiş, üzülme! Ben ne yapacağımı biliyorum.
Karı koca, uykuya
dalar dalmaz Henzel, ceketini giymiş ve yavaşça
kapıyı açmış dışarı çıkmış, Ay ışığı her tarafı aydınlatıyormuş. Evin önündeki
çakıl taşlan pırıl pırıl parıldıyorlarmış. Henzel, eğilmiş
ve çakıl taşlarını toplamış. Ceketinin cebini bu taşlarla tıka basa doldurmuş.
Eve dönmüş ve Gretel'e:
Üzülme sevgili
kardeşim, rahat rahat uyu, Allah bizi yalnız
bırakmaz, demiş; yatağına uzanmış. Sabah, ortalık ağarmaya başlarken kadın
gelmiş ve çocukları uyandırmış:
Kalkın bakalım
miskinler! demiş. Ormana gidip, odun toplayacağız.
Sonra ellerine birer
dilim ekmek vermiş:
İşte, öğlen
yiyeceğiniz ekmek, Öğlen olmadan bunları yiyip bitirirseniz karışmam. Sonra
akşama kadar aç dolaşırsınız! demiş.
Gretel, ekmekleri cebine saklamış. Çünkü, Henzel'in cepleri taşla doluymuş, Ondan sonra hep birlikte
ormana doğru yürümeye başlamışlar. Biraz gittikten sonra Henzel
durup durup, başını arkaya çevirerek evlerine
bakmaya başlamış. Bunu gören babası:
Ne diye durup durup arkana bakıyorsun Henzel?
Dikkat et, taşlara takılıp düşeceksin, demiş.
Henzel:
Beyaz kedime bakıyorum
babacığım, demiş, Damın üstüne oturmuş bana "güle güle"
diyor da.
Kadın, bunu duyunca:
Budala! demiş. O
gördüğün kedi değil; doğan güneş, bacanın arkasından görünüyor.
Aslına bakılırsa Henzel de kediye bakmıyormuş. Cebindeki parlak çakıl
taşlarını tek tek yola bırakıyormuş.
Ormana girdikleri
zaman baba:
Haydi bakalım
çocuklar, odun toplayın. Üşümeyin diye size bir ateş yakayım!
Henzel ile Gretel, çalı çırpı
toplayıp getirmişler; kocaman bir yığın yapmışlar. Çalıları tutuşturmuşlar.
Alevler yükselmeye başlayınca kadın, çocuklara demiş ki:
Haydi ateşin başına
oturun da dinlenin bakayım çocuklar! Biz ormana gidip odun keseceğiz. İşimiz
bitince gelir, sizleri alıp götürürüz.
Henzel ile Gretel, ateşin
karşısına oturmuşlar. Öğlen olunca ekmeklerini yemişler. Ormandan gelen balta
seslerini duydukları için babalarının yakın bir yerde olduğunu
sanmışlar, Halbuki duydukları bu ses
balta sesi değilmiş. Bu bir dalmış. Babalan bu dalı kuru bir ağaca bağlamış.
Rüzgâr estikçe dal sallanıyor, ağaca çarptıkça "tak, tak" diye sesler
çıkarıyormuş. Çocuklar, uzun zamandır bekledikleri için uykuları gelmiş,
Yorgunluktan gözleri kapanmış. İkisi de derin bir uykuya dalmışlar.
Uyandıkları zaman
ortalık kapkaranlıkmış. Gece olmuş.
Gretel, ağlayarak:
Şimdi ne yapacağız;
ormandan nasıl çıkacağız? demeye başlamış. Henzel,
onu yatıştırmaya çalışarak:
Ay doğuncaya kadar
bekleyelim, Ondan sonra yolumuzu buluruz, demiş.
Ay gökte yükselince Henzel, küçük kız kardeşinin elinden tutmuş; çakıl
taşlarına baka baka yürümeye başlamış. Taşlar,
karanlıkta pırıl pırıl parlayarak, çocuklara yol
gösteriyormuş. Çocuklar, bütün gece yürümüşler. Ortalık ağarırken evlerine
varmışlar. Kapıyı çalmışlar. Kadın kapıyı açıp da karşısında Henzel ile Gretel'i görünce:
Sizi yaramazlar sizi!
demiş. Şimdiye kadar ormanda ne yaptınız bakayım? Artık sizin dönmeyeceğinizi
sanmıştık, Fakat, babaları çok sevinmiş. Çünkü, onları ormanda bıraktığına çok
pişman olmuş. Aradan çok zaman geçmemiş. Kuraklık
devam ediyormuş; yoksullukları daha da artıyormuş. Çocuklar, bir gece
annelerinin
babalarına şöyle
dediğini duymuşlar:
Yine kıtlık başladı.
Evde yarım ekmekten başka bir şey kalmadı. Yakında hepimiz açlıktan öleceğiz, Bu
çocukları başımızdan atmalıyız. Onları bu sefer ormanın daha kuytu yerine
götürelim. O zaman yolu bulamazlar. Başka çaremiz kalmadı.
Bu sözler adamın içini
sızlatmış. Kendi kendine:
Son lokmamı da
çocuklarımla paylaşacağım, diye düşünmüş. Fakat kadın, dediğinden dönmüyor,
adamı durmadan zorluyormuş. Adam, daha fazla dayanamamış, kabul etmiş.
Çocuklar, bütün
konuşulanları duymuşlar. Anne ve babaları, uykuya dalınca Henzel
yine yataktan kalkmış. Dışarı çıkıp, çakıl taşlan toplamak istiyormuş. Fakat
kapı kilitliymiş. Henzel, dışarı çıkamamış. Kız
kardeşini teselli etmiş:
Ağlama Gretel, rahat uyu. Tanrı bize yardım eder, demiş.
Sabah, erkenden kadın
gelmiş ve çocukları yataktan kaldırmış. Ellerine birer parça ekmek vermiş. Bu
sefer verdiği ekmek daha azmış. Ormana giden yolda Henzel,
cebindeki ekmeği ufalayıp geçtiği yerlere dökmeye
başlamış.
Babası:
Henzel, neden duruyorsun? Yürüsene!
Henzel:
Kuşuma bakıyorum,
demiş, Damın üstüne oturmuş; bana "güle güle"
diyor da.
Kadın:
Budala! O gördüğün
güvercin değil; doğan güneş!
Fakat Henzel, ekmek kırıntılarını yola serpmeye devam etmiş.
Kadın, çocukları ormanın
ta içlerine kadar götürmüş. Bugüne kadar buralara hiç gelmemişler. Odun
toplayıp, büyük bir ateş yakmışlar.
Anne:
Burada oturup, bizi
bekleyin. Yorulursanız uyuyabilirsiniz. Biz ormanda odun keseceğiz. Akşam
üzeri gelir, sizi alıp götürürüz, demiş.
Öğle vakti Gretel, ekmeğini ortasından bölmüş ve kardeşine vermiş,
Bir parçasını da kendisi yemiş. Sonra uykuya dalmışlar.
Çocuklar, ancak
ortalık karardıktan sonra uyanmışlar. Henzel, küçük
kız kardeşine:
Ay doğuncaya kadar
bekle Gretel, O zaman serptiğim ekmek kırıntılarını
görürüz ve evimizin yolunu buluruz, demiş.
Ay doğunca çocuklar
ayağa kalkmışlar, fakat ekmek kırıntılarını bulamamışlar. Çünkü ormanlarda,
kırlarda dolaşan binlerce kuş kırıntıları yemiş,
Henzel:
Korkma, nasıl olsa
yolumuzu buluruz, demiş. Bütün gece ve ertesi gün sabahtan akşama kadar
dolaşmışlar. Ama, ormandan dışarı çıkamamışlar, Karınları çok acıkmış. Yerde
buldukları birkaç yemiş tanesinden başka yiyecek bir şeyleri yokmuş, Çok
yorgun oldukları için yürüyecek halleri de kalmamış. Bir ağacın altına uzanmışlar,
uykuya dalmışlar.
Çocuklar, üç günden
beri evlerinden ayrılarmış. Tekrar yürümeye başlamışlar. Fakat gittikçe ormanın
derinliklerine gidiyorlarmış. Öğle vakti bir ağacın dalına konmuş güzel,
bembeyaz bir kuş görmüşler. Bu kuş o kadar güzel ötüyormuş ki çocuklar, durup
onu dinlemişler. Kuş, kanatlarını çırpmış; önlerinden geçmiş. Çocuklar, kuşu
takip etmeye başlamışlar. Kuş, uçup bir dala konuyor ve bekliyormuş. Çocuklar,
koşup kendisine yetişince yeniden kanatlanıyormuş. Nihayet kuş, küçük bir evin
önüne varmış, damına konmuş, Çocuklar, eve yaklaşınca
bu evin duvarlarının ekmeklerden,
çatısının ise çöreklerden yapıldığını görmüşler. Evin pencerelerinde cam yerine
akide şekerleri varmış.
Henzel:
Haydi içeriye girelim
ve karnımızı doyuralım! demiş. Ben çatının bir parçasını yiyeceğim Gretel, istersen pencerelerden birini de sen ye!
Henzel uzanmış ve tadına bakmak üzere, saçaktan bir parça
koparmış. Gretel ise pencereye yaklaşarak camını
kırmaya başlamış. Onlar böyle uğraşırken içerden ince bir ses duyulmuş:
Evimi kim
kemiriyor?.Bu tıkırtı da ne? Çocuklar:
Rüzgâr! Rüzgâr!
demişler. Ellerindeki parçaları iştahla yemeye devam etmişler. Çatıdan aldığı
parça çok hoşuna gittiği için Henzel, iri bir dilim
daha koparmış. Gretel de pencereden ikinci bir parça
daha sökmüş ve yere oturarak, yemeye başlamış. Bu sırada kapı birdenbire
açılmış: Çok ihtiyar bir kadın, koltuk değneklerine dayanarak dışarı çıkmış. Henzel ile Gretel, o kadar çok
korkmuşlar ki, ellerindekiler yere düşmüş. Kocakarı, başını sallayarak:
Aman ne sevimli
çocuklar! demiş. Sizi buraya kim getirdi bakayım? Haydi, içeriye gelin. Size
benden hiçbir zarar gelmez, korkmayın! Çocukları, ellerinden tutup,
eve götürmüş. Evde onlara güzel
yiyecekler ikram etmiş: Süt, sekerli çörekler, elmalar, cevizler.,. Sonra bembeyaz
örtülü iki güzel yatak sermiş. Henzel ile Gretel, yataklarına uzanmışlar. O kadar rahatmış ki,
çocuklar kendilerini cennette sanmışlar.
Kocakarı çocuklara çok
iyi davranıyormuş ama, aslında kötü bir cadıymış, Çocukları kandırıp, onları
yermiş. Bu şeker ve çörekten yapılmış kulübeyi de, onları avlamak için
yaptırmış, Yakaladığı çocukları öldürür, sonra pişirip yermiş. Cadıların
gözleri kırmızı olur, O yüzden uzağı göremezler. Fakat hayvanlar gibi, bir
insanın yaklaştığını sezerler.
Henzel ile Gretel, eve
yaklaştıkları zaman cadı kahkahalar atıp:
Bu akşamki yemeğim
geliyor! demiş.
Sabah erkenden, daha
çocuklar uyanmadan yataktan kalkmış, Çocukların mışıl mışıl
uyuyuşlarını, al al olmuş tombul yanaklarını
seyretmiş. Kendi kendine mırıldanmış:
Bunlar tam dişime göre
birer lokma olacaklar!
Sonra Henzel'i kuru elleriyle yakalamış; küçük bir kümese
götürmüş ve kümesin kapısını kilitlemiş. Sonra da Gretel'
in yanına gitmiş ve kızcağızı sarsarak uyandırmış:
Kalk bakayım miskin!
diye bağırmış. Kalk da eve su taşı! Kümese kapattığım kardeşine bir şeyler
pişir de biraz semirsin.
fyice yağlandıktan sonra onu yiyeceğim,
Bunları duyan Gretei, ağlamaya başlamış. Fakat elinden bir şey geimiyormuş. Kötü kalpli cadı, ne derse yapmak zorundaymış,
Zavallı Henzel'e en güzel yemekler pişirîliyormuş. Gretel'e de artıklardan başka bir şey vermiyormuş. Her
sabah cadı kümesin yanına gidip:
Henzel, parmağını dışarı çıkar da bakayım, semir-din mi?
diye sesleniyormuş.
Fakat Henzel, kümesin içinde bulduğu bir kemik parçasını
uzatıyormuş. Gözleri iyi görmeyen kocakarı, bunu Henzel'in
parmağı sanıyormuş. Çocuğun bir türlü yağlanmadığını görerek şaşırıyormuş,
Aradan dört hafta geçtiği halde Henzel'in hâlâ se-mirmediğini gören cadının
sabrı tükenmiş. Artık daha fazla beklemek istemiyormuş. Bir sabah:
Gretef, çabuk ol! Su taşı! Henzel
ister zayıf olsun, ister semiz. Yarın onu kesip pişireceğim, demiş.
Zavallı gretei, mecburen su taşımış. İçi parça parça
oluyor, gözlerinden yaşlar boşanıyor ve yanaklarından aşağı dökülüyormuş:
Tanrım bize yardım et!
diye dua ediyormuş, Keşke, bizi ormandaki yabani hayvanlar yeseydiler de kardeşimle
beraber ölseydik!
Cadı, bunları duymuş:
Boşuna konuşma! diye
bağırmış. Sana kimse yardım edemez!
Ertesi sabah, erkenden
Gretei dışarı çıkarak su dolu kazanı ocağa koyup,
ateşi yakmış.
Kocakarı:
Önce ekmek pişirelim.
Ben fırını kızdırdım, hamuru da yoğurdum! demiş. Zavallı Gretet'i
fırına doğru itmiş. Fırının ağzından alevler çıkıyormuş. Cadı kadın:
Gir içeri bakalım,
fırın iyice ısınmış mı? Ekmekleri sürebilir miyiz?
Cadı, Gretei fırına girince kapısını örtüp, zavallı kızcağızı
kızartmak istiyormuş, Fakat Gretei, cadının ne yapmak
istediğini anlamış:
Fırına nasıl
girileceğini bilmiyorum ki! demiş. Cadı:
Aptal kız! diye
bağırmış. Fırının ağzı o kadar büyük ki, ben bile içeri girebilirim. İşte, bak!
demiş ve fırına yaklaşarak kafasını içeri sokmuş.
Bunu fırsat bilen Gretei, kadının arkasına geçip
öyle bir tekme atmış ki, cadı fırının içine düşmüş. Gretei,
hemen fırının demirden kapağını kapayıp sürgülemiş. Kadının acı çığlıklarını
umursamayan Gretei, koşarak oradan uzaklaşmış. Hain
cadı, cayır cayır yanarak cezasını bulmuş, Gretei, hemen kümesin kapısını açıp bağırmış:
Henzel, kurtulduk! İhtiyar cadı öldü! Henzei,
kapısı açılan kafesten bir kuş gibi, hemen dışarı fırlamış. Çocuklar sevinçten
çılgına dönmüşler. Birbirlerinin boynuna sarılıp, öpüşmüşler,
Artık cadıdan
korkmalarına gerek kalmamış, Cadının evine girmişler. Evin her köşesinde
inciler, değerli taşlarla dolu sandıklar varmış. Ceplerini bunlarla doldurmuşlar,
Gretei de önlüğünü doldurmuş.
Henzel:
Hemen buradan
gitmeliyiz. Bu cadılar ormanından çıkmalıyız, demiş.
Birkaç saat yürüdükten
sonra büyük bir nehrin kenarına gelmişler, Henzel:
Karşıya geçemeyiz ki, demiş. Ne bir köprü, ne de bir geçit var. Bir
sandal bile yok!
Gretei:
Bak şurada bir ördek
yüzüyor. Rica edersek belki bizi karşıya geçirir, demiş. Ördeğe seslenmiş:
Kuzum ördek, canım
ördek, Ne köprü var, ne de geçit. Bizi beyaz sırtına alır mısın?
Ördek yanlarına
gelmiş,
Henzel, hayvanın sırtına binmiş.
Kız kardeşini de
kucağına oturtacakmış, Gretei:
Hayır, demiş, Ördek
ikimizi birden taşıyamaz. En iyisi bizi teker teker
karşıya geçirsin.
İyi kalpli ördek, öyle
yapmış. İkisi de sağ salim karşıya geçince, ördeğe teşekkür edip, yollarına
devam etmişler, Uzun bir zaman yürüdükten sonra ormanda, geçtikleri
yerleri gitgide tanımaya başlamışlar. Nihayet uzaktan babalarının evini görünce
koşmaya başlamışlar. Eve girince hemen babalarının boynuna atılmışlar. Zavallı
adam, çocuklarını ormanda bırakıp döndüğü günden beri hiç rahat yüzü görmemiş.
Bu arada karısı da ölmüş,
Gretei, önlüğünü açınca inciler ve değerii
taşlar odanın ortasına yayılmış. Henzel de cebindekilerı avuç avuç
boşaltmış. Babaları, gözlerine inanamamış. Çok şaşırmış, Çocuklar, başlarından
geçen her şeyi anlatmışlar.
O günden sonra bütün
üzüntüleri, bütün sıkıntıları sona ermiş. Baba ile çocukları bir daha hiç
ayrılmamış. Neşe içinde bir arada yaşamışlar.
Kral ve kraliçenin, on
iki tane oğullan varmış. Günün birinde kral, karısına demiş ki:
Eğer doğuracağın on
üçüncü çocuk kız olursa, on iki oğlumuzu öldürmeliyiz. O zaman kızımız daha
zengin olur ve krallık da
yalnız ona kalır,
Tam on iki tane de
tabut yaptırmış. Kral, tabutları bir odaya koydurup, kapısını kilitlemiş.
Anahtarı da kraliçeye vermiş. Bu sırrı kimseye söylememesi için sıkı sıkı tembih etmiş.
Kraliçe, üzüntüsünden
bütün gün oturup gözyaşı döküyormuş. Annesinin yanından hiç ayrılmayan en küçük
oğlu Ben amin, annesine sormuş:
Anneciğim, neden bu
kadar üzgünsün? Annesi;
Sevgili çocuğum,
demiş. Sebebini söyleyemem, Fakat Benjamin, o kadar
çok ısrar etmiş ki, kadın odanın kapısını açarak, her şeyi oğluna anlatmış.
Sevgili Benjamin'im, demiş. Bu tabutları, baban seninle
ağabeylerin için yaptırdı. Eğer bir kız doğurursam hepiniz öldürüleceksiniz.
Kadın, anlatırken
durmadan ağlıyormuş. Küçük oğlan, annesini teselli etmek için:
Sevgili anneciğim,
ağlama! demiş. Biz başımızın çaresine bakarız. Buradan kaçıp gideriz.
Kadın:
Ağabeylerinle beraber
ormana git ve saklan. Her gün, sırayla yüksek bir ağaca çıkıp sarayın kulesini
gözleyin. Eğer, bir oğlan doğurursam kuleye beyaz bir bayrak çektiririm. Beyaz
bayrağı görünce saraya dönebilirsiniz. Ama, bir kız çocuğum olursa, kırmızı
bayrak çektiririm. O zaman buralarda hiç durmayın, kaçıp kurtulun. Allah
yardımcınız olsun! Her gece sizler için dua edeceğim. Kışın sıcak bir yer
bulmanız için, yazın sıcaklardan hastalanmamanız için Allah'a yalvaracağım!
demiş.
Kraliçe, bütün
oğullarıyla vedalaştıkfan sonra, on iki kardeş ormana
gitmişler, Yüksek bir meşe ağacına nöbetleşe tırmanarak sarayın kulesini
gözetlemeye başlamışlar.
Aradan on bir gün
geçmiş. O gün sıra Benjamin'deymiş. Kulede bir
bayrağın dalgalandığını görmüş. Bayrağın rengi beyaz değil, kırmızıymış. Bu,
hepsinin ölmesi anlamına geliyormuş.
Ağabeyleri bunu
duyunca çok üzülmüş.
Bir kız yüzünden
hepimizin ölmesi gerekiyor, öyle mi? O halde biz de intikam almak için yemin
ediyoruz; nerede bir kız bulursak kanını akıtacağız, demişler.
Bu yemini ettikten
sonra, ormana kaçmışlar. Ormanın en karanlık yerine geldikleri zaman sihirli,
bomboş bir kulübe bulmuşlar:
İşte, burada kalacağız!
demişler, Kardeşleri Benjamin'e dönerek:
Benjamin, sen içimizde en küçük ve en zayıf olanımızsın. Bunun
için evde kalacaksın; ev işlerini sen yapacaksın, Bizler de ormanda avlanırız!
demişler.
O günden sonra
oğlanlar, ormanda avlanmış; tavşan, yabani geyik, kuş, güvercin ne bulurlarsa
vurup, eve getiriyorlarmış. Benjamin de bu
yiyecekleri güzelce pişiriyormuş ve karınlarını doyuruyorlarmiş.
On iki kardeş, tam on yıl bu kulübede yaşamışlar,
Kraliçenin dünyaya
getirdiği kız, bu arada büyümüş; iyi
kalpli, güzel bir kız olmuş. Alnının ortasında altın bir yıldız varmış. Bir
gün, sarayda dolaşırken eski bir sandık bulmuş. Merak edip, sandığın kapağını
açmış, Sandığın içinde on iki tane erkek gömleği varmış, Gidip, annesine
sormuş:
Bu on iki gömlek kimin?
Babama göre çok küçük.
Annesi içini çekerek
demiş ki:
Sevgili yavrum, bu
gömlekler senin on iki ağabeyinin gömlekleridir.
Kız sormuş:
On İki ağabeyim
nerede? Bugüne kadar onlardan bahsettiğinizi hiç duymamıştım.
Anne:
Onların nerede
olduklarını ancak Allah bilir. Herhalde dünyanın bir köşesinde dolaşıp
duruyorlardır! demiş.
Kızı elinden tutarak
bir kapının önüne götürmüş. Kapının kilidini açmış ve on iki tane tabutu
göstererek:
Bu tabutlar
ağabeylerin için yapılmıştı ama, onlar daha sen doğmadan gizlice kaçtılar,
demiş.
Sonra da her şeyi
başından sonuna kadar anlatmış. Kız:
Sevgili anneciğim
ağlama! Gidip ağabeylerimi arayacağım, demiş,
Kız, on iki gömleği
almış ve yola çıkmış. Büyük ormana girmiş. Bütün gün, ormanda yol aldıktan
sonra akşam üzeri sihirli kulübeye varmış. Kapıyı açıp, içeri girmiş.
Kulübenin içinde bir oğlan varmış. Çocuk sormuş:
Nereden geliyorsun?
Sen kimsin?
Kızın güzelliğini,
üzerinde güzel elbiseleri ve alnında parlayan yıldızı görerek şaşırmış.
Kız:
Ben bir prensesim. On
iki ağabeyimi arıyorum. Onları bulmak için dünyanın öbür ucuna bile gideceğim,
demiş. Ağabeylerinin on iki gömleğini oğlana göstermiş,
Benjamin, kızın kendi kardeşleri olduğunu anlamış:
Ben senin en küçük
ağabeyin Benjamin'im, demiş.
Kız, sevinçten
ağlamaya başlamış. Benjamin de ağlamış. Büyük bir
sevgi ile kucaklaşmışlar, öpüşmüşler.
Benjamin:
Sevgili kardeşim,
dikkatli olmamız gerek, Biz aramızda sözleşmiştik: Karşımıza çıkacak her kızı
öldürecektik. Çünkü, bir kız yüzünden krallığımızdan ayrılmak zorunda
kalmıştık,
Kız:
Eğer on iki ağabeyimi
kurtarabileceksem seve seve ölmeye hazırım! demiş.
Oğlan:
Hayır, sen
ölmemelisin, demiş. Ağabeylerim gelince şu fıçının içine girersin. Ben onları
ikna ederim, demiş.
Kız, ağabeysinin
dediğini yapmış, Gece diğerleri avdan dönmüşler, yemekleri hazırmış. Oturup
yemek yerlerken sormuşlar:
Ne var, ne yok? Benjamin:
Hiçbir şeyden
haberiniz yok mu?
Hayır!
Siz ormandasınız. Ben
ise evde kalıyorum. Ama ben sizden fazla şey biliyorum.
Ağabeyleri
bağırmışlar:
Hadi anlatsana! Benjamin:
Karşınıza çıkan kızı
öldürmeyeceğinize söz verir misiniz? diye sormuş.
Ağabeyleri:
Peki Benjamin, tamam söz. Hadi ama anlat bakalım! dermişler.
O zaman oğlan:
Kız kardeşimiz burada,
demiş. Fıçının kapağını açıp, kızı çıkarmış. Prenses, süslü elbiseleri ve
alnındaki yıldızla ortaya çıkmış, Bu kız çok güzel ve zarifmiş. Onu görünce
hepsi çok sevinmiş. Kardeşlerinin boynuna sarılarak öpmüşler; onu çok
sevmişler,
O günden sonra kız da Benjamin'le evde kalmış. Ona yardım etmiş. Diğer kardeşleri
de ormana gider, yemek için geyikler, kuşlar, güvercinler tutarak
getirirlermiş. Benjamin ile kız bunları
pişirirlermiş, Kız, yemek pişirmek için odun toplar, ot toplarmış. On bir
kardeş dönüp geldikleri zaman, yemek hazır olurmuş. Kız evi siler, süpürür ve
temizlermiş. Bir arada mutlu yaşıyorlarmış. Günün birinde, gene iki kardeş evde
güzel bir yemek pişirmişler, Bütün kardeşler toplanınca sofra başına
oturmuşlar, yemişler, içmişler. Hepsi neşe içindeymiş. Oturdukları sihirli
kulübenin önünde küçük bir bahçe varmış. Bu bahçede on iki tane zambak
açarmış. Kız, ağabeylerini sevindirmek için bu on iki zambağı koparmış.
Yemekten sonra her birine bu çiçeklerden birer tane vermeyi düşünüyormuş, Fakat
kız bunları koparır koparmaz on iki kardeş birer karga oluvermiş, ormandan uçup
gitmişler. Oturdukları kulübe İle bahçe de ortadan kayboluvermiş. Zavallı
kızcağız, bu ıssız ormanda yapayalnız kalmış. Etrafına şaşkın şaşkın bakınırken,
bir kocakarı ortaya çıkmış. Kadın:
Yavrum, ne yaptın sen?
Niçin on iki zambağı kopardın? Onlar senin ağabeylerindi. Şimdi birer kargaya
dönüştüler. Bundan sonra da hep karga olarak kalacaklar! demiş.
Kız ağlayarak demiş
ki:
Onları kurtarmak için
hiçbir çare yok mu? Kocakarı:
Hayır, demiş. Dünyada
bunun bir tek çaresi var ama, onu da sen beceremezsin.
Kardeşlerini kurtarmak
için tam yedi yıl dilsiz kalman lâzım. Bu yedi yıl içinde ne konuşacaksın, ne
de güleceksin. Yedi yıl boyunca bir tek kelime bile konuşursan, bütün emeklerin
boşa gider. Ağabeylerin, bu tek kelime yüzünden derhal ölürler.
Kız, kardeşlerini
kurtarmak için her şeyi yaparmış. Yola çıkmış ve yüksek bir ağaç arayıp,
bulmuş. Ağaca çıkıp, oturmuş. Eline aldığı örgüyü örmeye başlamış. Ne konuşuyor,
ne de gülüyormuş.
Gel zaman, git zaman.
Günün birinde bir krai, ormanda avlanıyormuş.
Kralın, iri bir tazısı varmış. Köpek, kızın oturduğu ağaca doğru koşmuş.
Etrafında zıplayarak dolaşmaya, havlayıp uiumaya başlamış.
Krai ve adamları da köpeğin peşinden ağacın altına
gelmişler. Alnında altın bir yıldız parıldayan prensesi gören kral, ona aşık
olmuş, Kıza, kendisine eş olmak isteyip istemediğini sormuş. Kız, hiç karşılık
vermemiş ama, başını hafifçe sallamış. Bunun üzerine kral, ağaca çıkmış ve kızı
aşağı indirmiş. Atına bindirerek evine
götürmüş. Kral ve
kızın düğünleri, çok güzel olmuş, Fakat gelin ne gülüyor, ne de konuşuyormuş.
Kral ve kız, birkaç yıl boyunca çok güzei günler
geçirmişler. Kralın kötü kalpli annesi, genç kraliçeyi çekiştirmeye, kötülemeye
başlamış.
Günün birinde oğluna:
Bu gelin ahlâksız,
terbiyesiz bir dilenci kızıymış, İçinde gizli bir kötülük olmadığı ne malûm?
Haydi diyelim ki dilsizdir, konuşamıyor, Anladık ama hiç olmazsa gülse bari,
Gülmeyen insanın kalbi kötülükle dolu olur.
Önceleri kral, bunlara
inanmak istememiş. Ama annesi hiç durmadan oğlunun başının etini yiyor,
kızcağıza o kadar çok iftiralar atıyormuş ki!
Sonunda kral da bu
sözlere kanmış. Kızı öldürtmeye karar vermiş, Sarayın avlusunda büyük bir ateş
yakılmış.
Kızı bu ateşte
yakacaklarmış, Kral, sarayın
penceresinden yaşlı l gözlerle bakıyormuş, Çünkü, kızı hâlâ
seviyormuş, Kızı ateşin ortasındaki direğe bağ-I lamışlar.
Ateş, kızın elbise-I lerini tutuşturduğu sırada,
yedinci yıl tamamlanmış. Birdenbire havada kanat jf
sesleri duyulmuş. On iki t karga gelip yere konmuşlar. Ayakları
toprağa değer değmez on iki tane erkek oluvermişler, Oğlanlar koşarak ateşi
dağıtıp söndürmüşler. Sevgili kız kardeşlerini kurtarmışlar. Onu kucaklamışlar,
öpmüşler. Kız, ağzını açarak konuşmaya başlayınca niçin dilsiz olduğunu, niçin
gülmediğini krala anlatmış.
Kral, kızın suçsuz
olduğunu öğrenince çok sevinmiş. Ondan sonra hepsi bir arada, ölünceye kadar
mutluluk içinde yaşamışlar.
Bir kralın,
birbirinden güzel on iki tane kızı varmış. Kızlar, büyük bir odada hep
birlikte kalıyoriarmış. Yatakları yan yanaymış,
Akşam olup, kızlar odalarına çekilince kral, kızlarının kapısını kilitlermiş,
Fakat, sabah kapıyı açtığı zaman pabuçlarının dans etmekten paramparça
olduklarını görürmüş. Bunun nasıl
olduğuna
Günün birinde kral,
kızlarının geceleri nerede dans ettiklerini bulana kızlarından birini
vereceğini, ölümünden sonra da kendi yerine kral yapacağını ilân etmiş, Fakat üç
gün, üç gece içinde bunu öğrenemeyeni de öldüreceğini bildirmiş,
Çok geçmeden bir prens ortaya çıkmış.
Kızların, nereye
gittiğini öğrenebilirim, demiş. Akşam olunca, kızların odasının hemen
yanındaki odada beklemeye başlamış. Kızların, odasını da kilitlememişler.
Saatler geçmiş ama, ortalıkta ne bir ses, ne de bir hareket varmış. Çok geçmeden oğlanın göz kapakları o kadar ağırlaşmış ki,
dayanamayıp uyuyakalmış, Ertesi sabah uyandığı zaman, on iki kızın yine dans
ettiği anlaşılmış. Çünkü pabuçlarının altlarında yine delikler varmış.
İkinci, üçüncü
akşamlar da böyle geçmiş, Bunun üzerine krai, hfç acımadan prensi öldürtmüş. Ondan
sonra da birçok kişi kızların nereye
gittiğini öğrenmeye çalışmış, Fakat bir türlü öğrenememişler. Bu yolda can
vermişler,
Gel zaman, git
zaman.,. Aradan yıllar geçmiş. Günün birinde bir askerin yolu kralın bulunduğu
şehre düşmüş. Savaşta yaralandığı için, artık askerlik yapamıyormuş. Yolda
karşısına bir kocakarı çıkmış, Nereye gittiğini sormuş:
Doğrusunu istersen ben
de bilmiyorum, demiş. Şakadan:
Prenseslerin nerede
dans ettiklerini öğrenerek, kral olmak istiyorum! demiş.
Kocakarı:
Bu, o kadar da zor
değil, demiş. Yalnız, akşamları sana verilen şaraptan içmemelisin. Uyuyormuş
gibi yapmalısın! Sonra ona küçük bir manto vermiş:
Bu mantoyu giyince
görünmez olursun. On iki kızın arkasından her yere gidebilirsin!
Asker, kocakarının bu
öğütlerini dinledikten sonra, cesaretlenmiş. Doğru krala gitmiş. Bu işi yapmak
istediğini ona bildirmiş, Onu da diğerleri gibi hoş karşılamışlar. Güzel
elbiseler giydirmişler. Akşam olunca da odasına götürmüşler. Yatağa gireceği
sırada kızların en büyüğü, ona bir bardak şarap getirmiş. Asker, daha önceden
çenesinin altına bir sünger bağlamış. Şarabı, ağzına götürüp içermiş gibi
yaparak, bu süngere dökmüş. Yatağına uzanmış. Bir süre sonra, derin bir
uykudaymış gibi horlamaya başlamış. Kralın on iki kızı, bu horultuyu duyup,
gülüşmüşler,
Büyük kız:
Adamcağızın emeklerine
yazık oldu, demiş, Bu da tatlı canından olacak.
Kızlar, dolapları ve
sandıkları karıştırıp, en güzel elbiselerini çıkarmışlar. Aynanın önüne geçerek süslenmişler. Bu akşam da dansa gidebileceklerine
sevinmişler. Yalnız kızların en küçüğü:
Siz seviniyorsunuz
ama, bu akşam içimde bir sıkıntı var. Sanki bir aksilik olacak gibime geliyor!
demiş.
Ablaları:
Sen çok korkak bir
kızsın zaten. Unuttun mu? Kaç tane prens bu uğurda, canlarından oldu. Bu askere
uyku ilâcı bile içirmeme lüzum yoktu. Budala, bir kere uyuduktan sonra nasıl
olsa uyanamaz.
Kızlar, hazırlandıktan
sonra önce askerîn odasına girip bakmışlar. Askerin gözleri sımsıkı
kapalıymış. Hiç kıpırdamıyormuş.
Kızlar, her şeyin
yolunda olduğuna inanmışlar. Bunun üzerine, kızların en büyüğü yatağına gidip,
eliyle vurmuş. Yatak hemen yerin altına inmiş. Açılan delikten içeri önce büyük
kız girmiş. Arkasından öbür kızlar da girerek gözden kaybolmuşlar.
Kızları gizlice
gözetleyen asker, daha fazla beklememiş. Mantosunu omzuna almış; sonuncu kızın
arkasından o da deliğe girmiş. Asker, merdivenlerden inerken en arkadan giden
küçük kızın eteğine basmış. Kız korkarak bağırmış:
O da ne? Eteğimden kim
çekiyor? Büyük ablası:
Ne kadar da korkaksın,
demiş. Eteğin bir taşa takılmıştır,
Kızlar yollarına devam
etmişler. Merdivenin altındaki çok güzel bir ağaçlık yola varmışlar. Bu
ağaçların yaprakları gümüştenmiş. Pırıl pırıl parlıyorlarmiş. Asker, buraya geldiğini ispat edecek bir
işaret olsun diye ağaçtan bir. dalkoparmış. Dalı
koparırken ağaçtan, korkunç bir ses çıkmış. Kızların en küçüğü, yine bir çığlık
atmış;
Bu da ne? Gürültüyü
duymadınız mı? Büyük ablası:
Prenslerimizi yakında
kurtaracağımız için şenlik fişekleri atılıyor galiba! demiş.
Başka bir ağaçlık yola
gelmişler. Buradaki ağaçların yapraklan ise altındanmış. Nihayet üçüncü bir
ağaçlık yola varmışlar. Bunların yaprakları elmastanmış. Asker, her ağaçtan
birer dal koparmış, Her defasında da büyük bir gürültü duyuluyormuş,
Gide gide büyük bir gölün kenarına varmışlar. Gölde, on iki tane
küçük kayık duruyormuş, Her kayıkta güzel bir prens oturuyormuş. Prensler, on
iki kız kardeşi bekliyorlarmış. Prenslerden her biri, kızlardan birini almış.
Asker, en küçük kızın kayığa atlamış.
Prens, kıza sormuş:
Anlayamadım, bugün
kayık neden bu kadar ağır-laştı? Kürekleri çok zor
çekiyorum.
Kız sormuş:
Acaba neden? Sanki
hava sicakmış gibi, yanıyorum.
Göiün karşı tarafında güzel, pırıl pırıl
bir şato görünü-yormuş, Bu şatodan, neşeli müzik sesleri geliyormuş. Kayıkla
karsıya geçmişler, şatoya girmişler. Prenslerden her biri sevgilisiyle dans
etmeye başlamış. Asker de görünmeden onlarla birlikte dans etmiş. Kızlardan
biri şarap kadehini eline alınca asker, bu şarabı içiyormuş. En küçük kiz, kadehi ağzına götürünce içinde şarap olmadığını
görüp, yine korkmuş. Fakat en büyük ablası onu hemen susturmuş. Kızlar, sabahın
saat üçüne kadar dans etmişler. Hepsinin pabuçları parçalanmış. Bu yüzden dansı
bırakmışlar. Prensler, kızları tekrar kayıklara bindirerek karşıya
geçirmişler. Asker, bu sefer en büyük kızın kayığına binmiş.
Kendi kıyılarına
varınca kızlar prenslere veda etmişler. Ertesi akşam tekrar buluşmak üzere
sözleşmişler. Sarayın merdivenlerine geldikleri zaman asker en önden koşup.
yatağına girmiş. On iki kız yorgun argın
yukarı ç,k,nca asker, tekrar horlamaya başlamış.
Bunu duyan kızlar:
Bundan da korkumuz
kalmadı! demişler.
Sonra güzel elbiselerini
çıkarıp, dolaplarına asmışlar Dans ederken parçalanan pabuçlarını yataklarının
altına bırakmışlar, uykuya dalmışlar.
Ertesi sabah asker,
hiçbir şey söylemek istememiş Bu acayip oyunu bir daha görmek istiyormuş. Bunun
için ikinci, üçüncü geceler de kızlarla birlikte gitmiş. Her şey bınncı gecedeki gibi olmuş. Kızlar, her gece pabuçlar,
parçalanıncaya kadar dans etmişler. Üçüncü gece asker, kanıtlamak için, oradan
bir de kadeh alıp getirmiş, Üçüncü günün sonunda kral, askeri huzuruna ça-ğırtmış. Asker, ağaçlardan
kopardığı üç dalla, prenslerin sarayından getirdiği kadehi yanına alarak
kralın huzuruna çıkmış. On iki kız, kapının arkasından içeriyi dinliyormuş.
Kral:
Kızlarımın geceleri
nereye gittiklerini öğrendin mi? diye sormuş.
Asker:
Evet, kral hazretleri,
Yeraltındaki şatoda oturan on iki prensle dans etmeye gidiyorlar! diye cevap
ver-
miş. Gördüklerini bir bir
anlatmış. Sözlerini ispat etmek için getirdiği şeyleri göstermiş.
Bunun üzerine kral,
kızlarını çağırtmış. Askerin sözlerinin doğru olup olmadığını sormuş. Kızlar,
inkâr etmenin bir faydasının olmayacağını anlamışlar. Hepsi doğruyu
söylemişler. O zaman kral, kızla- ::i: rından hangisiyle
Ben artık genç biri değilim. Kızlarınızın en büyüğüyie
evlenmek istiyorum! demiş.
Aynı gün,
kız ve
askerin düğünleri
yapılmış. Kralın ölümünden sonra askerin kral olacağı da herkese duyurulmuş,
Prenslere gelince;
onlar da, kızlarla dans ettikleri gece sayısı kadar cezalandırılmışlar.
Yaşlı terzinin bir
oğlu varmış. Bu çocuk o kadar küçük, o küçükmüş ki, boyu bir elin baş parmağı
kadarmış. Bu yüzden ona
"parmak çocuk" derlermiş. Ama parmak çocuk çok cesurmuş.
Bir gün babasına demiş
ki:
Babacığım, ben dünyayı
dolaşmak istiyorum. Bunun için uzaklara gideceğim!
Babası;
Sen küçük bir
çocuksun. Yabancı ülkelerde tek başına nasıl yaşarsın? demiş. Ama parmak çocuğu
kararından döndürememiş. Kendini koruması için, uzun bir iğneden kılıç yapmış.
Yolculuğa çıkarken bu
kılıcı da yanına al! demiş.
Parmak çocuk, yola
çıkmadan önce anne ve babası ile birlikte son defa akşam yemeği yemek istemiş,
Annesinin akşam yemeği için neler pişirdiğini merak edip mutfağa gitmiş. Yemek
hazırmış. Tencere ocağın üzerinde duruyormuş. Parmak çocuk annesine sormuş:
Neler pişirdin
anneciğim? Annesi:
Git, kendin bak işte!
demiş.
Parmak çocuk, ocağa
tırmanmış ve tencerenin içine bakmış. Fakat, aniden yemeğin buharı onu almış,
yukarı doğru uçurmuş. Bacadan dışarı çıkarmış. Buhar ile günlerce havada uçmuş uçmuş. Sonra tekrar yere inmiş. Artık başka bir ülkedeymiş.
Günlerce gezmiş, dolaşmış. Bir adamın yanında iş bulup, çalışmaya başlamış.
Ama, ustanın karısının yaptığı yemekleri pek beğenmiyormuş.
Bir gün kadına demiş
ki;
Bayan, bize daha iyi
yemek vermezseniz çıkıp giderim. Hem de yarın sabah erkenden evinizin kapısına
tebeşirle yazarım:
"Bol patates, bir
parça et, Kalın burada sağ, selâmet!" Ustanın karısı çok kızmış:
Daha ne istiyorsun
sanki bücür? demiş.
Bir sopayı kapıp,
çocuğa vurmak istemiş, Fakat parmak çocuk, hemen bir yüksüğün altına kaçmış.
Başını uzatıp, kadına dil çıkarmış. Kadın, yüksüğü kaldırmış; çocuğu yakalamak
istemiş ama, parmak çocuk bir bez parçasının arasına saklanmış. Kadın bezin
kıvrımlarını açıp onu ararken oğlan, masanın yarığına girmiş. Başını dışarı
çıkarıp:
Ustanın karısı ceeee! demiş.
Kadın, başına vurmaya
uğraşırken parmak çocuk, çekmecenin altına kaçmış, Sonunda kadın, onu yakalayıp,
kapı dışarı atmış.
Parmak çocuk, yola
çıkmış. Günlerce yürüdükten sonra, büyük bir ormana varmış. Karşısına
haydutlar çıkmış, Haydutlar, kralın hazinesini çalmak istiyorlarmış..
Parmak çocuğu gören
bir haydut:
Bu küçücük çocuk
anahtar deliğinden girebilir. Bize kapıları açar, demiş. İçlerinden biri
seslenmiş:
Hey bana bak ufaklık!
Bizimle birlikte kralın hazinesini çalmak ister misin? Anahtar deliğinden
içeri dalıp, paraları dışarı atabilirsin!
Parmak çocuk düşünmüş,
taşınmış; sonunda:
Evet! demiş.
Onlaria beraber saraya gitmiş. Kapının altını üstünü gözden
geçirmiş. Aralık bir yer olup olmadığını araştırmış. Az sonra, geçebileceği kadar genişlikte bir aralık bulmuş. Hemen
içeri girmek istemiş, ama kapının önünde duran nöbetçilerden biri onu görmüş.
Arkadaşına seslenmiş:
Şurada sürünüp duran
çirkin örümceğe de bakın! Dur şunu çiğneyivereyim.
Diğeri:
Bırak zavallı hayvanı!
demiş.
Nöbetçilerden kurtulan
parmak çocuk, kapının aralığından sürünerek hazineye ulaşmış. Pencereyi açmış,
Haydutlar bu pencerenin altında bekliyorlarmış. Paraları birer birer aşağıya atmaya başlamtş. Bu
sırada kralın, hazinesini görmek için geldiğini görmüş. Hemen bir yere saklanmış.
Kral paralarının eksildiğinin farkına varmış.
Paralarını kimin ve
nasıl çaldığını anlayamamış. Çünkü kilitler ve sürgüler yerli yerlerinde
duruyorlarmış.
Kral dışarıdaki iki nöbetçiye:
Dikkat edin! Paralarımı
çalmak isteyen biri var! demiş.
Parmak çocuk, yeniden
işe koyulunca nöbetçiler içeriden firing, tiring ti-ring, tiring diye
sesler geldiğini duymuşlar. Hırsızı yakalamak için, hemen içeri koşmuşlar.
Fakat onların geldiğini duyan parmak çocuk, hemen üstünü altın paralarla
örtmüş, Bir taraftan da nöbetçilerle alay ediyormuş:
Buradayım! Buradayım!
diye sesleniyormuş. Nöbetçiler, sesin geldiği tarafa koşarken o da başka bir
köşeye kaçıp, başka bir paranın altına saklanıp:
Hey! Buradayım ben!
diye bağırıyormuş. Nöbetçiler de oraya koşuyorlarmış. Böylece onları deliye
çevirmiş, yorulup gidinceye kadar, adamları oradan oraya koşturmuş, durmuş.
Sonra da paraların hepsini birer birer dışarı atmış. Sonuncuyu olanca
kuvvetiyle fırlatmış, kendisi de bu paranın üzerine sıçramış; parayla birlikte
pencereden aşağı inmiş.
Sen çok büyük bir
kahramansın, bizim elebaşımız olur musun? demişler.
Parmak çocuk, onlara
teşekkür etmiş. Fakat önce dünyayı görmek istediğini söylemiş. Paraları
bölüşmüşler. Parmak çocuk, onlardan bir tek altın istemiş. Çünkü daha fazlasını
taşıyamıyormuş. Sonra kılıcını tekrar beline bağlamış ve haydutlara veda edip,
yola koyulmuş. Yolculuğu boyunca, birkaç işe girmiş. Fakat, hiçbirini sevmemiş.
Nihayet bir handa uşak olmuş ama, hizmetçi kızlar ondan hoşlanmamışlar. Çünkü
onlar kendisini göremedikleri halde, parmak çocuk onların gizlice yaptıkları
her şeyi görüyormuş. Kilerden bir şeyler çaldıklarını hancıya haber verirmiş.
Hizmetçi kızlar, ona bir oyun oynamaya karar vermişler.
Bir gün,
hizmetçilerden biri bahçede otları biçerken parmak çocuğu otların arasında
oynarken görmüş. Onu da beraber biçmiş, otlarla birlikte büyük bir torbaya
koyup, gizlice ineklerin önüne atmış. İri ve siyah bir inek, parmak çocuğu
otlarla beraber yutmuş. İneğin midesine inen çocuk, çok korkmuş. Çünkü, burası
kap-karanlıkmış ve ısiakmış. İneği sağarlarken parmak
çocuk, içerden seslenmiş:
Fıstık fıstık fişte. Doldu kova İşte!
Ama süt sağılırken
çıkan gürültüden bu ses duyulmamış. O sırada ev sahibi ahıra girmiş:
Yarın şuradaki inek
kesilecek! demiş.
Bunu duyunca parmak
çocuk korkmuş. Avazı çıktığı kadar bağırmış:
Önce beni çıkarın!
İneğin içindeyim!
Adam, bu sesi duymuş
ama, nereden geldiğini anlayamamış:
Neredesin? demiş,
Parmak çocuk:
Siyah ineğin
içindeyim! demiş.
Adam bundan bir şey
anlayamamış, çıkıp gitmiş.
Ertesi sabah, inek
kesilmiş, Parmak çocuk, çok şanslıymış, Çünkü, inek parçalanırken bıçak ona
değmemiş. Ama, sucukluk etlerin arasına karışmış. Kasap, gelip işe başlarken
oğlan avazı çıktığı kadar bağırmış:
Çok fazla kesme! O
kadar çok kesme! Etlerin arasında ben varım!
Kıyma bıçaklarının
gürültüsünden bu sesi duyan olmamış. Zavallı parmak çocuk, büyük bir tehlike
içindeymiş, Fakat tehlike insanların kuvvetini artırır, derler. Çocuk, kıyma
bıçaklarının arasından öyle bir fırlayış fırlamış ki kendisine bir şey olmamış.
Ama, kaçıp gidememiş. Yağlarla birlikte bir sucuğun içine tıkılmış. Burası çok
darmış. İslenip, kuruması için sucuğu bacanın içine asmışlar. Burada beklerken
çok sıkılmış. Nihayet kış gelince
onu bacadan
indirmişler. Çünkü müşterilerden biri sucuk istiyormuş. Hancı kadın sucuğu
dilimlerken parmak çocuk, boynu kesilmesin diye başını uzatmayarak kendini
korumuş. Sonra da dışarı fırlamış. Kırlarda dolaşırken, karşısına bir tilki
çıkmış. Tilki, onu bir nefeste yutuvermiş.
Parmak çocuk:
Aman Bay tilki! diye
seslenmiş. Beni serbest bırakın ne olur? Beni yemekle doymazsın ki!
Doğru söylüyorsun, demiş. Sen
karnımı doyur-mazsın. Babanın evinde-i ki
tavukları bana verir-j sen, seni bırakırım!
Parmak çocuk:
Seve seve, demiş. Tavukların hepsi senin olan. Yemin ediyorum!
Bunun üzerine tilki,
onu bırakmış; evine kadar götürmüş. Babası, sevgili minik oğlunu tekrar
görünce bütün tavuklarını seve seve tilkiye vermiş.
Parmak çocuk:
Babacığım sana güzel
bir altın getirdim! demiş. Altını babasına uzatmış,
Peki ama, zavallı
tavukları tilkiye niçin verdin sanki?
Hay budala hay!
Babalar için çocuğu, evdeki tavuklardan daha kıymetlidir de ondan!
Issız bir ormanın
kenarındaki küçük bir kulübede, fakir bir oduncu yaşarmış. Oduncunun, karısı ve
üç de kızı varmış. Bir sabah yine ormana giderken karısına demiş ki;
Bugün öğle yemeğimi,
büyük kızla gönder. Çünkü öğleye kadar işimi bitiremem.
Kız yolunu şaşırmasın
diye, bir torba darı alıp yollara serpeceğim, demiş.
Güneş ormanın tepesine
kadar yükselince kız, bir tas çorbayla yola çıkmış. Fakat ormanda, kırlarda
uçuşan serçeler, çayır kuşları, ispinozlar, kara tavuklar, kanaryalar darı
tanelerini çoktan toplayıp yemişler bile. Bu yüzden kız yolu bulamamış. Gün
batıp, gece oluncaya kadar yoluna devam etmiş. Gecenin karanlığında ağaçlar
uğulduyor, baykuşlar ötüyormuş. Kız, korkmaya başlamış.
O sırada uzakta,
ağaçların arasında parlayan bir ışık görmüş: demek burada yaşayan birileri var! Geceyi burada
geçirebilirim! diye düşünmüş; ışığa doğru ilerlemiş.
Çok geçmeden evin önüne varmış, kapıyı çalmış. İçeriden boğuk
bir ses:
Gel! diye bağırmış,
Kız, evin karanlık
sofasına girmiş. Odanın kapısını vurmuş.
Aynı ses:
Gir içeri gir! demiş.
Kız, kapıyı açıp içeri girmiş. Beyaz saçlı, uzun beyaz sakallı bir adam,
masanın başında oturuyormuş. Adam, elleriyle yüzünü kapamış.
Ak sakalı, masanın
üzerinden yere kadar uzanıyor-muş, Sobanın yanında bir horoz, küçük bir tavuk,
alaca tüylü bir inek yatıyormuş. Kız, başından geçenleri ihtiyar adamg anlatmış, Geceyi burada geçirmek için, ondan izin
istemiş. Adam hayvanlara seslenmiş:
Güzel tavuk, güzel
horoz, alacalı güzel inek! Siz ne dersiniz?
Hayvanlar:
Duks! diye cevap vermişler. Bunun anlamı, "Bizim için
sakıncası yok." demekmiş,
Bunun üzerine ihtiyar,
kıza dönerek:
Burada her şey var!
Haydi ocağa git, bize akşam yemeği pişir! demiş. Kız, mutfakta ne aradıysa
bulmuş. Güzel bir yemek pişirmiş, ama hayvanları hiç düşünmemiş, Doldurduğu
tabaklan, masaya getirip koymuş, Ak saçlı ihtiyarın yanına oturmuş, karnını iyice
doyurduktan sonra:
O kadar yorgunum ki,
demiş. Uyumak istiyorum, yatak nerede?
Hayvanlar
seslenmişler:
Yedin, içtin.
Bizleri,hiç düşünmedin. Geceyi nerede geçirirsen geçir!
Bunun üzerine ihtiyar adam:
Merdivenlerden yukarı
çık. Orada iki yataklı bir oda
göreceksin, O yatakları
düzelt, beyaz keten çarşafları yay. Biraz
sonra ben de gelip yatarım! demiş.
Kız yukarı çıkmış.
Yatakları düzeltip çarşaflarını yaydıktan sonra ihtiyarı beklemeden, birinin
içine girip uzanmış, Biraz sonra ak saçlı adam da, yukarı çıkmış. Elindeki mumu
kızın yüzüne tutmuş ve başını sallamış, Kızın derin uykuda olduğunu görünce
yerdeki kapağı açmış, Kızı, odanın altındaki mahzene indirmiş.
Akşam olunca, oduncu
evine dönmüş, Bütün gün aç kaldığı için karısına çıkışmaya başlamış.
Kadın:
Benim suçum yok!
elemiş, Büyük kızla, sana yemeR göndermiştim.
Herhalde yolunu kaybetti. Sabah dönüp gelir.
Oduncu, güneş doğmadan
kalkmış. Yine ormana gidecekmiş. Bugün de öğle yemeğini ortanca kızın getirmesini
istemiş:
Yanıma bir torba
mercimek alıyorum. Taneleri daha iridir. Kız, bunları daha iyi görür, yolunu
şaşırmaz! demiş.
Öğle üzeri kız, yemeği
alıp yola çıkmış. Fakat mercimekler ortada yokmuş. Ormandaki kuşlar bunları
da, yiyip bitirmişler. Kızcağız, bütün gün ormanda dolaşıp durmuş. Akşam
olunca o da ihtiyar adamın evine varmış. İçeri girmiş ve yiyecek bir şeyler,
yatacak bir yer istemişi Ak saçlı adam yine hayvanlara sormuş:
Güzel tavuk, güzel
horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz?
Hayvanlar, aynı cevabı
vermişler:
Duks!
Ak saçlı adam, ondan
da yemek yapmasını istemiş, Kız, güzel yemekler pişirmiş. ihtiyar adamla
birlikte yemiş, içmiş; fakat hayvanları düşünmemiş.
Yatacağı yeri sorunca
hayvanlar:
Yedin, içtin! Bizleri
düşünmedin! Geceyi nerede geçirirsen geçir! demişler.
Kız, uykuya dalınca ihtiyar adam gelmiş.
Onu da mahzene indirmiş.
Üçüncü gün, sabah
oduncu karısına demiş ki:
Bugün bana yemeği
küçük kızla gönder! Küçük kızım her zaman usludur, söz dinler. Herhalde
dosdoğru yolunda gider. Diğer haylaz kardeşleri gibi ormanda dolaşıp durmaz.
Fakat annesi, küçük
kızını göndermek istemiyormuş:
Sevgili yavrumu da mı
kaybedeyim? demiş. Adam:
Merak etme, demiş. O
yolunu kaybetmez! Bu sefer yollara bezelye serpeceğim. Bunlar mercimekten daha
iridirler. Yolunu kaybetmez.
Fakat kız, kolunda bir
sepetle yola çıktığı zaman kuşlar, bezelyeleri yiyip bitirmişler bile.
Kızcağız, nereye gideceğini şaşırmış, Üzüntü içindeymiş, Babasının acıkacağını,
yiyecek bir şey bulamayacağını, gecikirse anneciğinin merak edeceğini düşünüyormuş.
Nihayet ortalık
kararınca uzaktaki ışığı görmüş. Ormandaki evin yanına varmış. Geceyi orada
geçirmesini güler yüzle rica etmiş, Ak sakailı adam,
yine hayvanlara sormuş:
Güzel tavuk, güzel
horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz. Onlar, hep bir ağızdan Duks!
demişler,
Bunun üzerine kız,
önünde hayvanların yattığı sobaya doğru gitmiş. Tavukla horozun parlak
tüylerini okşamış; alaca İneğin alnını hafif hafif kasımış. İhtiyarın isteği üzerine güzel bir çorba pişirmiş.
Tasa koymuş ve sofraya getirmiş.
Kız:
Ben karnımı doyururken
bu hayvancıklar aç mı kalsın? Dışarıdan onlara yiyecek getireyim! demiş.
Dışarı çıkmış; arpa getirerek tavukla horozun önüne serpmiş. İneğe de bir kucak
dolusu güzel kokulu saman vermiş:
Afiyetle yiyin sevgili
hayvanlar! Susadığınız zaman içersiniz diye size serin su da getireyim! demiş.
Bir kova su getirmiş.
Tavukİa horoz hemen kovanın kenarına sıçramışlar, gagalarını
suya daldırmışlar; sonra kafalarını havaya kaldırmışlar. Alaca inek de sudan
kana kana içmiş. Hayvanlar, yemlerini yiyince kız,
ihtiyar adamın yanına giderek sofraya oturmuş. Ondan artan yemekleri yemiş.
Çok geçmeden tavukla horoz başlarını kanatlarının
arasına sokmuş, Alaca inek de gözlerini kapamış.
Bunun üzerine kız:
Artık biz de uyuyalım
mı? Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz? diye sormuş.
Hayvanlar cevap
vermişler:
Duks! Sen bizimle birlikte yedin, içtin. Bizim iyiliğimizi,
rahatımızı düşündün, Sana güzel geceler, rahat uykular dileriz! demişler.
Kız, üst kattaki odaya
çıkmış, Yatakları düzeltmiş ve tertemiz örtüler örtmüş. İşi bitince ihtiyar
adam gelmiş, yataklardan birine yatmış. Ak sakalı, ayaklarına kadar
uzanıyormuş. Kız, ikinci yatağa girmiş, duasını etmiş ve uykuya dalmış. Küçük
kız, gece yarısına doğru uyanmış, Evin içinden bazı gürültüler geliyormuş.
Kapılar kendiliğinden açılıyor, duvarlar yumruklanıyormuş. Tavanın kirişleri
yerlerinden fırlayacak gibi sallanıyormuş. Dışarıda, sanki merdiven
yıkılıyormuş gibi büyük bir gürültü olmuş, Az sonra daha kuvvetli bir çatırtı
duyulmuş. Bu sefer de evin damı çöker gibi olmuş. Nihayet sesler kesilmiş. Kıza
hiçbir şey olmamış. Yatağından hiç çıkmamış, tekrar uykuya dalmış.
Sabah, uyandığı zaman
bir de ne görsün? Büyük bir salonun ortasında yatıyormuş, Etrafındaki bütün eşyalar
pırıl pırıl parlıyormuş. Kız bîr saraydaymış, Duvarlarda
yeşil ipekten perdelerin üzerinde altından çiçekler, fışkırıyormuş. Yatak
fildişindenmiş. Üstündeki yorgan kırmızı kadifedenmiş. Yanında incilerle
işlenmiş bir çiftterlik duruyormuş. Kız, bütün bunların
rüya olduğunu sanmış, İçeriye çok şık giyinmiş üç uşak girmiş. Ne emrettiğini
sormuşlar,
Kız:
Gidin, demiş. Şimdi
kalkıp, ihtiyara bir çorba pişireceğim. Güzel tavuğa, güzel horoza ve alacalı
güzel ineğe de yem vereceğim,
Kız, ihtiyarın
kalktığını sanıyormuş. Onun yatağına bakmış, Fakat, yatakta ihtiyar adamın
yerinde yabancı bir erkek yatıyormuş. Dikkatle bakınca bu adamın hem genç, hem
de çok yakışıklı olduğunu görmüş.
Adam uyanmış ve kıza
gülümseyip:
Ben bir prensim,
demiş. Kötü bir cadı beni ak saç-iı, ak sakallı bir
ihtiyara döndürdü. Bir tavuk, bir horoz ve alacalı bir ineğe dönüşen üç
uşağımdan başka hiç kimsem yoktu. Eski halime dönmem için yalnız insanlara değil;
hayvanlara karşı da iyi davranan temiz kalpli bir kızın yanıma gelmesi gerekiyordu,
İşte, o kız sensin. Bu gece yarısı cadının yaptığı büyü, senin yardımınla
bozuldu, Ormandaki küçük kulübe tekrar saraya dönüştü, demiş. Prens, üç uşağını
kızın anne ve babasına yollamış. Onları düğüne davet etmiş.
Kız:
Kız kardeşlerim
kayboldu. Nerede olduklarını biliyor musun? diye sormuş,
Prens cevap vermiş:
Onları mahzene
kilitledim. Sabah, ormana götürülecekler. Kötü huylarını düzeltinceye kadar
bir kömürcüye hizmet edecekler, demiş.
Bir terzi ve bir
kuyumcu, seyahat ediyorlarmış. Bir akşam, güneş dağların arkasında kaybolunca
uzaktan bir müzik sesi duymuşlar. Ses gittikçe yaklaşıyormuş. İlk defa
duydukları halde bu müzik o kadar hoşlarına gitmiş ki, bütün yorgunluklarını
unutmuşlar; hızla yollarına devam etmişler. Ay doğduğunda bir tepeye varmışlar.
Tepenin üzerinde bir sürü cüce varmış. Cüceler, el ele tutuşmuşlar neşe içinde
dans ediyorlarmış. Dans ederlerken, bir yandan da şarkı söylüyorlarmış. Az önce
duydukları müzik buymuş. Dans edenlerin ortasında, cücelerden daha büyük bir
ihtiyar oturuyormuş, Üzerinde rengarenk bir ceket varmış. Kar gibi ak sakalı
göbeğine kadar uzanı-yormuş. İki yolcu, şaşkınlıkla
oldukları yerde, dans eden neşeli cüceleri seyrediyorlarmış. İhtiyar cüce,
onları görüp yanlarına çağırmış. Dans eden cüceler, onlara yol vermişler.
Kambur olan kuyumcu, çok cesur bir adammış. Hemen onlara yaklaşmış, Fakat
terzi, biraz korkuyor-muş, geride durmuş. Ama bakmış ki herkes keyfinde,
eğlencesinde, Ona da cesaret gelmiş, o da aralarına karışmış,
Cüceler, tekrar el ele
tutuşup, şarkılar söyleyerek çılgın gibi hoplaya zıplıya dans etmeye
başlamışlar, Bu sırada ihtiyar, kemerindeki bir bıçağı çıkarmış ve bilemiş.
Yabancılara bakmaya başlamış. Adamlar, korkmuşlar ama kaçıp gidememişler,
İhtiyar cüce, kuyumcuyu yakalamış. Büyük bir el çabukluğu ile saçını sakalını
tıraş etmiş.
Aynı şey terzinin de
başına gelmiş. İhtiyar, güler yüzle ikisinin de sırtlarını okşamış. Adamların
korkusu geçmiş. İhtiyar, bir kenarda duran kömür yığınını parmağıyla göstermiş;
ceplerini bunlarla doldurmalarını işaretle anlatmış. İkisi de bunların ne İşe
yarayacağını bilmedikleri halde; ihtiyarın dediğini yapmışlar. Sonra geceyi
geçirecek bir yer aramak üzere yola çıkmışlar. Bir dereye geldikleri zaman
manastırın saati gecenin on ikisini çalıyormuş.
Birdenbire müziğin
sesi kesilmiş, Cüceler ortadan kaybolmuş. Tepe, ay ışığı içinde sessiz ve
bomboş kalmış, İki yolcu yatacak bir yer bulmuşlar. Kuru otların üzerine
uzanarak paltolarını üstlerine örtmüşler, O kadar yorgunlarmış ki, ceplerindeki
kömürleri boşaltmayı bile unutmuşlar. Bir gürültü duyup, erkenden uyanmışlar.
Ellerini ceplerine soktukları zaman gözlerine inanamamışlar. Çünkü cepleri
kömür yerine altınla doluymuş, Saçları, sakalları da tekrardan uzamış. Artık
ikisi de zengin olmuş. Kuyumcu, aç gözlü bir adammış. Bunun için, ceplerine
daha çok kömür doldurmuş. Altınları da terzinin-kinden daha çokmuş.
Açgözlü kuyumcu,
terziye:
Burada bir gün daha
kalalım, Akşam olunca tepeye gidelim, ihtiyarın yanından bu sefer daha çok altın
alalım! demiş. Terzi, buna razı olmamış:
Bu kadarı bana yeter.
Ben memnunum. Şimdi eve dönüp, nişanlımla evleneceğim, demiş.
Fakat, arkadaşının
ısrarlarına dayanamayıp bir gün daha orada kalmaya razı olmuş. Akşam kuyumcu,
omzuna birkaç torba daha asmış. Tepeye giden yola koyulmuş. Cüceleri şarkı
söyleyerek dans ederken bulmuş. İhtiyar, gene onun saçını sakalını tıraş etmiş,
kömürlerden almasını işaretle anlatmış. Fakat, o yalnız ceplerini doldurmakla
kalmamış. Sevinç içinde geri dönmüş ve üzerine paltosunu örtüp yatmış. Sabah
çok zengin bir adam olarak uyanmak hayaliyle uykuya dalmış. Gözlerini açar
açmaz I ceplerini yoklamak için, yerinden fırlamış. Bir de ne görsün? Ceplerinde
kömürden başka bir şey yokmuş! Dünkü altınların da tekrar kömür olduklarını
görünce kuyumcunun aklı başından gitmiş. Kömürleri karıştı-ra
karıştıra simsiyah olan ellerini alnına götürmüş. Saçının da, sakalının da
yerinde olmadıklarını görmüş. Sırtındaki kambur da daha çok büyümüş. Aç
gözlülüğünün cezasını çekiyormuş, Hüngür hüngür
ağlamaya başlamış. Bu gürültülere uyanan iyi kalpli terzi, talihsiz arkadaşını tatlı sözlerle
yatıştırmış:
Sen bu yolculukta bana
arkadaşlık ettin, demiş. Bu parayı bölüşelim, demiş.
Zavallı kuyumcu,
hayatının sonuna kadar o koca kamburunu sırtında taşımış. Çıplak kafasından
kasketini çıkaramamış,
Fakir ve dul bir
kadın, iki küçük kızı ile birlikte küçük bir kulübede yaşıyormuş. Kulübelerinin
önünde, bir bahçe varmış. Bahçede de iki gül fidanı dikiliymiş, Bunlardan
biri beyaz, diğeri kırmızı güller açarmış. Kadının iki kızı, bu gül fidanlarına
benzermiş. Birinin adı Akgül, diğerinin de Algüimüş, Bu kızlar çok uslu, çok çalışkan, çok terbiyeliymişler.
Yalnız Akgül, kardeşinden daha sessiz, daha
ağırbaşlıymış. Algül kırlarda, tarlalarda koşup oynamayı,
çiçek toplamayı kuş tutmayı daha çok severmiş. Fakat Akgül
evde, annesinin yanında oturur, ev işlerine yardım eder, işi bitince annesine
kitap okurmuş.
İki kardeş,
birbirlerini çok severlermiş, Bir yere gittikleri zaman hiç ayrılmazlar, el
ele tutuşarak dolaşırlarmış.
Akgül, kardeşine:
Birbirimizden hiç
ayrılmayalım! dermiş. Algül, hemen cevap verirmiş:
Ömrümüzün sonuna
kadar.
Yavrularının böyle
konuştuğunu duyan anneleri: - Her şeyi aranızda bölüşün, dermiş.
İki kardeş, yalnız başlarına
ormanda dolaşırlar, ağaçlardan meyve toplarlarmış. Ormandaki hayvanlar onlara
dokunmazmış. Hattâ onları görünce koşarak yanlarına gelirlermiş. Küçük tavşana,
topladıkları otları elleriyle yedirirlermiş. Karaca, onların yanında otlarmış,
Geyik, önlerinden sıçrayarak geçermiş. Kuşlar, dallara konup ötüşürlermiş.
Ormanda oyalanıp da eve gecikirlerse, hava kararınca yosunların üzerine yan
yana uzanarak sabaha kadar uyurlarmış. Anneleri, bunu bildiği için hiç merak
etmezmiş.
Günün birinde, geceyi
yine ormanda geçirmişler. Sabahın ilk pembeliği onları uyandırdığı zaman yanlarında
oturan beyaz, parlak elbiseler giyinmiş güzel bir çocuk görmüşler. Çocuk, ayağa
kalkmış ve gülümseyerek onlara bakmış; bir şey söylemeden ormana dalmış,
kaybolmuş.'Çocuklar, etraflarına bakındıkları zaman korkunç bir uçurumun
kenarında uyuya kaldıklarını görmüşler. Eğer karanlıkta bir iki adım daha
atsalarmış bu uçuruma düşerek paramparça olacaklarmış. Anneleri, gördükleri
çocuğun iyi çocukları koruyan bir melek olduğunu söylemiş.
Akgül ile Algül, kulübelerini o
kadar temiz tutarlarmış ki, bakanların içi açılırmış. Yaz günleri Algül, evi düzeltir; her sabah, annesi kalkmadan yatağının
yanına bir çiçek demeti
koyarmış. Bu demetin içine, her gülden | bir tane koyarmış. Kış günleri Akgül, ateşi yakar, tencereyi ocağa koyarmış. Bu tencere,
sarı bakırdanmış. Fakat, her gün temizlendiği için altın gibi pariarmış. Akşamları kar yağarken annesi ona:
Haydi Akgül, git kapıyı kilitle! dermiş.
Sonra ocağın karşısına
otururlarmış. Anne gözlüğünü takar, büyük bir kitap alır, onlara okurmuş.
Kızlar, annelerini can kulağıyla dinler, oturdukları yerde örgü örerlermiş.
Yanlarında yavru bir kuzu yatarmış. Arkalarında bir tüneğin üstünde beyaz bir
güvercin durur, başını kanatlarının altına sokarak uyufmuş.
Bir akşam yine böyle
otururlarken biri: . - Beni içeri alın! der gibi kapıyı çalmış, Anne:
Algül, kapıyı aç. Herhalde, yatacak yer arayan bir
yolcudur! demiş.
Algül, sürgüyü çekip kapıyı açmış. Gelenin fakir bir insan
olduğunu sanıyormuş. Ama karşısında iri siyah kafasını, kapının aralığından
içeriye sokmaya çalışan bir ayı varmış. Algül, avazı
çıktığı kadar bağırıp kaçmış. Kuzu, acı acı melemeye,
güvercin uçmaya başlamış. Akgül, annesinin yatağının
arkasına saklanmış.
Ayı, dile gelmiş:
Korkmayın! Sizlere
zararım dokunmaz! Dışarısı çok soğuk. Odanızda biraz ısınmaya geldim!
Anne:
Zavallı ayı! Ocağın
yanına uzan ama, dikkat et de postun tutuşmasın! demiş. Sonra kızlarına
seslenmiş:
Akgül! Algül! Çıkın, ayı size bir
şey yapmaz! Niyeti kötü değil!
Bunun üzerine kızlar
gelmişler. Onları gören kuzu ile güvercin de yanlarına yanaşmış, Artık hiçbiri
ayıdan korkmuyorlarmış.
Ayı çocuklara:
Haydi çocuklar, demiş, Kürkümdeki
karları süpürün bakayım!
Kızlar, süpürge getirmişler;
ayının kürkünü iyice
temizlemişler, Ayı, ocağın
önüne serilmiş, keyifli keyifli homurdanıyormuş.
Aradan çok geçmeden birbirlerine alışmışlar. Çocuklar, ayının
tüylerini karma karışık ediyorlar, sırtına çıkıyorlar, küçük bir fındık
değneğiyle bacaklarına vuruyorlar, ayı homurdandıkça katıla katıla gülüyorlarmış, Ayı, şakalara ses çıkarmıyormuş. Ara
sıra canı fazla yanarsa:
Aman Akgül, canım Algül! Nişanlını
döve döve öl duruyorsun! diye bağırıyormuş.
Uykuları gelince,
yataklarına yatmışlar. Anneleri, ayıya:
Sen, ocağın yanında
yatabilirsin. Böylece soğuktan korunmuş olursun! demiş.
Ayı, sabah olunca
teşekkür edip karların üzerinde yürüyerek ormana gitmiş. Artık her akşam aynı
saatte eve gelip, çocuklarla oynuyormuş. Onlar da kendisine o kadar alışmışlar
ki, kara tüylü arkadaşları eve dönmeden kapıyı sürgülemiyorlarmış. İlkbahar
gelip ortalık yemyeşil olunca ayı, bir sabah Akgül'e
demiş ki:
Artık gitmeliyim.
Bütün yaz gelemem. Akgül sormuş:
Nereye gideceksin
sevgili ayı?
Ormana. Hazinelerimi
kötü huylu cücelerden korumalıyım. Kışın yeryüzü donunca cüceler, toprağı
delip yeryüzüne çıkamazlar. Güneş yeryüzünü ısıtınca onlar da toprağı delerler
ve yeryüzüne çıkarlar. Hırsızlığa başlarlar. Ellerine geçirdiklerini bir daha
bulmak mümkün değildir.
Akgül, ayının gitmesine çok üzülmüş. Ayı dışarı çıkarken,
kürkü kapıya takılmış; bir tutam tüyü çivide kalmış. Akgül,
bu tüylerin altın gibi parladıklarını görerek şaşırmış. Fakat buna önem
vermemiş. Ayı, az sonra ağaçların arkasında kaybolmuş.
O gün anneleri,
çocuklarını çalı çırpı toplamaları için ormana göndermiş. Ormanda, yere
yıkılmış kocaman bir ağaç kökü görmüşler. Bu kütüğün bir kenarında otlar
arasında bir şey hoplayıp zıplıyormuş Çocuklar, uzaktan bunun ne olduğunu
anlayamamışlar. Kütüğe yaklaştıkları zaman ihtiyar, buruşuk yüzlü, uzun beyaz
sakallı bir cüce görmüşler. Cücenin sakalı ağacın çatlaklarından birine
sıkışmış. Cüce, küçük bir köpek yavrusu gibi oradan oraya sıçrıyormuş.
Kırmızı, ateş gibi
gözleriyle küçük kızlara dik dik bakıp seslenmiş:
Ne duruyorsunuz! Gelip
de beni kurtarsanıza!
Algül sormuş:
Küçük adam, ne oldu
sana? Cüce, cevap vermiş:
Meraklı! Mutfak için
şu ağaçtan bir parça yonga kesmek istedim, Bıçağımı kütüğe güzelce sokmuştum.
Farkında olmadan güzel beyaz sakalımı sıkıştırdım, Kurtulamıyorum! Şunlara
bak! Bir de aptal aptal gülüyorlar. Ne zalim şeysiniz
siz?
Çocuklar, çok
uğraşmışlar; fakat sakalı bir türlü çekip çıkaramamışlar.
Bunun üzerine Algüi:
Of olmuyor İşte!
Gidip, annemi çağırayım! demiş. Cüce, öfkeden köpürerek:
Hay kuş beyinli budala
hay! diye bağırmış. Annenizi ne diye çağıracaksınız? Siz ne güne duruyorsunuz?
Beni kurtarmak için aklınıza başka çare gelmiyor mu?
Akgül:
Dur, biraz sabırlı ol,
demiş. Aklıma bir çare geldi.
Hemen cebinden
makasını çıkarmış, sakalın ucundan kesmiş. Cüce kurtulur kurtulmaz, ağacın
kökleri arasında duran altın dolu bir torbayı almış; dışarı çıkarmış:
Hödükler! Güzel
sakalımı kestiniz ha! Bunun için size bir de teşekkür mü edeceğim
sanıyorsunuz! diye bağırmış. Sonra torbasını sırtlamış; çocukların yüzlerine
bile bakmadan uzaklaşıp gitmiş.
Bir gün Akgül ile Algül, yemek pişirmek
için balık tutmaya gitmişler, Derenin kenarına yaklaştıkları sırada, çekirgeye
benzer bir şeyin suya hopladığını görmüşler, Koşa koşa
yanına gitmişler. Geçen gün kurtardıkları sinirli cüceymiş.
Algül sormuş:
Ne yapıyorsun?
Balıklar gibi suyun dibine mi dalmayı düşünüyorsun? Cüce bağırmış:
Aklımı oynatmadım çok
şükür! Görmüyor musunuz? Lanet balık beni suyun dibine çekmek istiyor. Dalga geçmeyi bırakın da beni kurtarın!
Meğer küçük cüce
derenin kenarında balık tutuyormuş. Aksilik bu ya!
Rüzgâr sakalını oltanın ipine dolamış. Tam o sırada iğneyi yutan iri bir balık,
cüceyi yakalamış ve kendine doğru çekmeye başlamış. Cüce sazlara, otlara
tutunuyorsa da faydası olmuyormuş. Balık nereye çekerse o tarafa doğru
sürüklenip duruyormuş.
Kızlar, tam zamanında
yetişmişler, Cüceyi sımsıkı tutmuşlar. Sakalını oltadan kurtarmaya
çalışmışlar. Fakat, sakalı oltaya öyle bir dolanmış ki çözmek mümkün değilmiş.
Yine makası çıkarıp sakalın ucunu kesmekten başka çare yokmuş. Cüce, bunu
görünce bağırmaya başlamış:
Benim gibi yakışıklı
bir adamın yüzünü, berbat ederek bir işe yaradığınızı mı sanıyorsunuz? Sizi
gidi sersemler! Keşke defolup gitseydiniz de beni bu hale sok-masaydınız!
Cücenin, öfkeyle tepinip bağırdığını gören kızlar çok şaşırmışlar, Onun bu
haline gülmeye başlamışlar, Cüce, sazların arasında duran bir torba inciyi
almış. Söylene söylene boyundan büyük torbayı
sürükleyerek gitmiş. Bir kayanın arkasında kaybolmuş.
Ertesi gün anneleri, iğne,
iplik, kordon, kurdele almak üzere kızları kasabaya göndermiş. Kasabaya giden yol, ormanın
kenarındaki geniş bir çayırlıktan geçiyormuş. Güneş,
gökyüzünde pırıi pırıl parlıyormuş. Kızlar, el ele tutuşup,
neşeyle şarkılar söyleyerek kasabaya doğru yürüyorlarmış, Çocuklar, havada
büyük bir kartalın stızüldüğünü görmüşler. Kartal,
yakınlarındaki kayalardan birine konmuş. Tam o sırada birinin bağırdığını
duymuşlar. Sesin geldiği tarafa doğru koşmuşlar. Bir de ne görsünler? Kartal,
huysuz cüceyi yakalamış, götürmeye çalışıyor. Çocuklar hemen cüceyi
bacaklarından yakalamışlar. Kartal, cüceyi bırakıncaya kadar çekmişler. Az
sonra cüce kendine gelince çatlak sesiyle bağırmaya, başlamış:
Siz benden ne
istiyorsunuz? Güzelim elbiselerimi paramparça ettiniz. Sizler ne utanmaz, ne
kepaze şeylermişsiniz!
Sonra çok değerli
taşlarla dolu bir torbayı alarak, kayaların arasından, mağarasına girmiş.
Kızlar, onun bu nankörlüklerine alışık olduklarından, yollarına devam etmişler.
Kasabadaki işlerini bitirip, eve dönerlerken yine aynı yere gelmişler.
Ortalıkta kimsenin olmadığını sanan cüce, torbasını açmış, içindeki değerli
taşları yere yaymış. Batmakta olan güneşin son ışıkları bu taşlara vuruyor,
onları pırıl pırıl parlatıyormuş. Her taş bir başka
renkte parlıyormuş, Çocuklar, oldukları yerde kala kalmışlar. Bunları
seyretmeye başlamışlar.
Cüce:
Ne bakıyorsunuz öyle?
Maymun mu oynatıyoruz? diye bağırmış.
Kirli yüzü, öfkeden
kıpkırmızı olmuş, Daha bir sürü küfürler de savuracakmış ama, birdenbire
kuvvetli bir homurtu duyulmuş. Ormandan kara bir ayı, koşa koşa
onlara doğru geliyormuş. Cüce, korkudan hoplamış. Fakat mağarasına kaçmaya
fırsat bulamamış. Çünkü ayı yanına gelmiş bile.
Bunun üzerine korkuyla
bağırmış:
Aman ayı, canım ayı!
Ne olur bana acıyın! Canıma kıymayın! Neyim varsa vereyim. Bakın şu değerli
taşlara. Benim gibi ufacık, çelimsiz bir cüceyi öldürmekle elinize ne geçer?
Beni yemek isteseniz dişinizin kovuğuna bile girmem. Şu iki hain çocuğu
yakalayın. Sizin için iyi birer lokma olurlar. İkisi de, taze bıldırcınlara
benziyorlar. Onları yiyin Allah aşkına!
Ayı, cücenin lâflarına
kulak asmamış. Bu kötü kalpli, nankör cüceye pençesiyle bir vurmuş, Cüce
kıpırdayamaz olmuş. Çocuklar kaçışmışlar.
Ayı, arkalarından
seslenmiş:
Algül! Akgül! Korkmayın! Durun!
Beni bekleyin!
Kızlar, ayıyı sesinden
tanımışlar. Oldukları yerde durmuşlar. Ayı yanlarına gelir gelmez üzerindeki
kürk sıyrılıp yere düşmüş. O zaman kızlar karşılarında çok güzel bir delikanlı
görmüşler.
Oğlan:
Ben bir prensim!
demiş. Hazinelerimi çalan bu lanet cüce, beni yabani bir ayı kılığına
sokmuştu. Onu öldürünce ne eski halime döndüm. O da hak ettiği cezasını buldu
işte!
Akgül prensle, Algül de prensin
kardeşiyle evlenmiş, Cücenin mağarasına taşıdığı hazineleri aralarında
paylaşmışlar, Anneleri de, çocuklarının
yanında uzun yıllar mutlu, rahat yaşamış. İki gül fidanını da, yanında
getirmiş, Fidanları, penceresinin önüne dikmiş; her yıl al, beyaz güller
açmış.
Evvel zaman içinde
fakir bir hizmetçi kız, efendileriy-le birlikte büyük bir ormandan geçiyormuş.
Ormanın ortasına geldikleri zaman, ağaçların arasından eşkıyalar çıkmış;
ellerine geçirdiklerini öldürmüşler. Hizmetçi kız, korku ile kendini arabadan
aşağı atarak bir ağacın arkasına saklandığı için, ölümden kurtulmuş, Eşkıyalar,
değerli eşyaları toplayıp gitmişler,
Kız, bu korkunç
felâketi görmüş. Bunun üzerine ağlamaya başlamış:
Şimdi ben ne
yapacağım? Bu ormandan nasıl çıkacağım? Burada in yok, cin yok, Tek başıma
açlıktan ölüp gideceğim!
Ormanın içinde dolanıp
durmuş, kendine bir yo aramış, fakat bulamamış.
Akşam olunca, bir
ağacın altına oturmuş. Ne olursa olsun, bir daha buradan kalkmamaya karar
vermiş.
O sırada güzel bir
güvercin, uçarak kızın omzuna konmuş, Gagasında küçücük bir altın anahtar
varmış. Anahtarı kızın eline bırakmış ve demiş ki:
Şurada ki büyük ağacı
görüyor musun? İşte, onun üzerinde küçük bir kilit asılıdır. Bu anahtarla o
kilidi aç, İçerde bol bol yemek bulacaksın. Bundan
sonra da açlık çekmeyeceksin!
Kız, ağacın yanına
gitmiş ve kilidi açmış; küçük bir tas sütle, içine doğramak için beyaz ekmek
bulmuş, Bunlarla güzelce karnını doyurmuş. Sonra:
Çok yorgunum. Yatağım
olsaydı ben de rahatça uyurdum! demiş,
Bu sözleri söyler
söylemez beyaz güvercin tekrar gelmiş. Gagasında bir altın anahtar daha getirmiş:
Ağacın arkasındaki
kilidi aç, Uyuman için bir yatak var! demiş. Kız, koca ağacın arkasına dolanıp,
karanlıkta el yordamıyla kilidi bulup, açmış: Güzel, yumuşacık bir yatak
varmış içeride. Duasını etmiş, yatağa uzanıp uykuya dalmış.
Sabah beyaz güvercin,
tekrar gelmiş. Bir anahtar daha getirerek:
Ağacın yanındaki
kilidi aç. Güzel elbiseler bulacaksın! demiş.
Kız, kilidi açınca
sırma işlemeli, elmaslarla, zümrütlerle, yakutlarla süslü elbiseler bulmuş.
Bunlar o kadar göz kamaştırıcıymış ki, prenseslerin bile bu kadar güzel elbiseleri
yokmuş.
Kız, bu ormanda uzun
zaman yaşamış. Beyaz güvercini, her gün gelir; ona ne isterse verirmiş.
Kızcağız, çok rahat ve mutluymuş, Günün birinde güvercin yine gelmiş:
Benim için bir şey
yapar mısın?
Kız:
Elbette, seve seve yaparım! demiş.
Bunun üzerine güvercin
demiş ki:
Seni küçük bir
kulübeye götüreceğim. İçeri gireceksin, Orada, ocağın başında oturan ihtiyar
bir kadın göreceksin. Sana "günaydın" diyecek. Sakın ona karşılık
verme, Bırak istediğini yapsın, hiç aldırış etme! Kadının sağından geç. Bir
kapı göreceksin. Bu kapıyı aç ve odaya gir. Odadaki masanın üzerinde, yığınla
yüzük göreceksin. Pırıl pırıl parlayan, güzel taşlı
yüzüklerin arasından en kötüsünü, en değersizini bulup al. Sonra da olanca
hızınla koşarak bana getir!
Kız, kulübeye gitmiş
ve içeri girmiş, içeride ihtiyar bir kadın oturuyormuş. Kızı görünce şaşırmış;
Günaydın yavrum,
demiş. Fakat kız karşılık vermemiş. Doğru, odanın kapısına gitmiş.
İhtiyar:
Nereye gidiyorsun hey!
diye bağırmış. Kızın eteğini tutmuş, durdurmak istemiş:
Burası benim evim.
Oraya kimse giremez! diye bağırmış,
Ama kız, hiç sesini
çıkarmamış ve ihtiyar kadının elinden kurtulup doğruca odaya girmiş. İçeride,
masanın üzerinde bir yığın yüzük duruyormuş. Yüzükleri görünce kızın, gözleri
kamaşmış, Kız, yüzükleri eliyle masaya yaymış; içlerinden en kötüsünü, en
gösterişsizini aramış ama bulamamış.
Kız, böyle aranıp
dururken kocakarının dışarıda sessizce dolaştığını görmüş, Kadının elinde bir
kuş katesi varmış. Evden kaçmak üzereymiş.
Kız, kocakarının
yanına gitmiş. Kafesi elinden almış. Kız, kafesin içinde bir kuş olduğunu
görmüş. Kuşun gagasında bir yüzük duruyormuş. Değersiz, çirkin bir yüzükmüş.
Kız bu yüzüğü almış,
koşarak evden çıkmış,
Yüzüğü, beyaz
güvercine vermek için ağaca koşmuş. Beklemiş, beklemiş ama gelen, giden
olmamış. Yorulup, ağaca yaslanmış. Bu sırada ağacın yumuşamaya, dallarının
yere doğru sarkmaya başladığını fark etmiş. Dallar birdenbire onu
sarıvermişler; iki kol olmuşlar. Kız, hayretle arkasına dönüp, bakınca ağacın
yakışıklı bir Prens'e döndüğünü görmüş.
Prens:
Sen beni o kocakarının
elinden kurtardın. O, kötü bir cadıydı, Beni, uşaklarımı ve atlarımı birer
ağaca döndürmüştü, Her gün birkaç saatliğine beyaz bir güvercin oluyordum. O
yüzük kocakarının elinde oldukça asla yeniden bir insan olamayacaktım,
Prens'in uşakları da, atları da kurtulmuşlar. Hepsi Prens'in etrafına
toplanmışlar.
Sonra da hep birlikte
ülkelerine dönmüşler. Kızla oğlan evlenmişler, sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.
Bir çoban köpeğinin,
kötü kalpli bir sahibi varmış. Onu her zaman aç bırakırmış. Köpek, bu adamın
yanında kalmaya daha fazla dayanamamış. Günün birinde başını alıp gitmiş,
Yolda karşısına bir serçe çıkmış.
Ona demiş ki:
Köpek kardeş, niçin bu
kadar üzgünsün?
Köpek:
Karnım aç. Yiyecek bir
şeyim yok! demiş. Serçe:
Sevgili köpek,
birlikte şehre gidelim. Orada karnını doyururum! demiş.
Bunun üzerine ikisi
birlikte şehre gitmişler. Bir kasap dükkânının önüne geldikleri zaman serçe,
köpeğe demiş ki:
Sen burada dur, beni
bekle. Sana şimdi bir parça et koparıp atarım,
Uçup, dükkânın içine
girmiş. Bir gören olup olmadığını anlamak için etrafına bakınmış. Küçük bir et
parçasını, düşürünceye kadar gagalamış, durmuş. Köpek, et parçasını kapmış,
yiyip bitirmiş,
Serçe:
Şimdi de öbür dükkâna
gidelim. Oradan sana bir parça et atayım, Onu da ye, karnını iyice doyur!
Köpek, ikinci et
parçasını da yiyince serçe sormuş:
Köpek kardeş, doydun
mu? Köpek:
Evet, demiş. Ete
doydum ama bir de ekmek olsa, Serçe;
Pekâlâ, demiş. Şimdi
onu da bulurum. Gel benimle.
Köpeği, bir fırının
önüne götürmüş, Birkaç ekmek parçasını aşağı duşürünceye
kadar, gagalamış, Köpek, biraz daha isteyince onu bir başka fırına götürmüş.
Orada da birkaç ekmek parçası, gagalayarak düşürmüş, Köpek, bunları yedikten
sonra serçe demiş ki:
Köpek kardeş, artık
karnın doydu mu? Köpek:
Evet, demiş. Şimdi
biraz da şehrin dışında dolaşalım.
Bunun üzerine ikisi de
yola çıkmışlar; hava çok sıcak-mış, Bir müddet yol
aldıktan sonra köpek demiş ki:
Yoruldum. O kadar çok
uykum geidi ki. Serçe:
Pekâlâ, demiş. Haydi
uyu. Ben de bir dala konayım.
Köpek, yolun üzerine
boylu boyunca uzanmış; derin bir uykuya dalmış. Uzaktan, iki fıçı şarap yüklü
üç atlı bir araba, köpeğe doğru yaklaşmaya başlamış. Serçe, köpeğin
kımıldamadığını, nerdeyse ezileceğini görüp haykırmış:
Arabacı! Köpeği
çiğneme! Yoksa seni cezalandırırım!
Arabacı gülerek:
Sen mi beni
cezalandıracaksın, demiş, Serçeyi küçümsemiş. Kamçısını şaklatıp, arabasını
köpeğin üzerine sürmüş.
Köpek, tekerleklerin
altında ezilmiş. Serçe, üzüntü içinde ağlayarak, bağırmış:
Sen, benim arkadaşımı
çiğneyip öldürdün ama bu sana çok pahalıya mal olacak,
Arabacı:
Senin gibi zavallı,
küçük bir serçenin bana ne zararı dokunabilir ki? demiş. Yoluna devam etmiş.
Serçe, gizlice
arabanın tentesinin altına saklanmış; fıçılardan birinin mantarını gagalamaya
başlamış. Sonunda
Dur bakalım daha bitmedi,
demiş. Atlardan birinin, kafasına konarak gagalamaya başlamış. Arabacı, bunu
görünce kazmayla serçeye vurmak istemiş. Fakat serçe, uçunca kazma atın ipini
koparmış. At, var gücüyle kaçmaya başlamış.
Arabacı:
Aman Allah'ım,
mahvoldum! diye bağırmış. Serçe:
Daha bitmedi, dur!
demiş. Arabacı, iki atıyla yoluna devam ederken serçe, tekrar tentenin altına
sokulmuş. İkinci fıçının tıpasını da gagalamış. Fıçının içindeki şarap akıp
gitmiş. Arabacı, bunun farkına varınca yine bağırmış:
Bittim Allah'ım!
Serçe:
Dahası da var!
Bu sefer ikinci atın
kafasına konarak, gagalamaya başlamış. Neye uğradığını şaşıran at, ipini
koparıp kaçmfş. Arabacı:
Ah başıma gelenler!
diye bağırmış, Kuş:
Dahası da var, demiş.
Üçüncü atın başına konup, gagalamış. Arabacı öfkeyle oraya koşunca üçüncü at
acı içinde sahibine bir çifte atıp, kaçıp kurtulmuş.
Arabacı öfkeyle:
Bittim ben artık! diye
bağırmış. Kuş:
Dahası da var! Şimdi
evini de yıkacağım! demiş.
Uçup gitmiş.
Arabacı, arabasını
bırakarak, öfkeden köpürmüş bir halde evine koşmuş. Karısına:
Ah başıma gelenleri
sorma! demiş. Bütün şaraplar akıp gitti! Atlarımın üçü de kaçtı!
Karısı:
Aman kocacığım, demiş.
Evimize öyle kötü bir kuş geldi ki sorma. Dünyada ne kadar kuş varsa hepsini
toplayıp getirmiş. Yukarda buğdaylarımızın üstüne kondular. Hepsini yiyip
bitirdiler.
Adam, yukarıya çıkmış.
Binlerce, yüz binlerce kuş tavan arasında ki buğdayları, yiyip
bitiriyorlarmış. Bu kuşların arasında serçe de varmış.
Arabacı:
Bittim, mahvoldum
artık! diye bağırmış. Serçe:
Daha bitmedi, Yaptığın
kötülüğü hayatınla ödeyeceksin! demiş,
Arabacı, bütün malını
mülkünü kaybetmiş, Aşağıya, odasına inmiş. Dişlerini gıcırdata gıcırdata sobanın arkasına oturmuş.
Fakat serçe,
pencerenin önüne gelerek ona seslenmiş:
Arabacı, yaptığının
cezasını hayatınla ödeyeceksin!
Arabacı öfkeyle,
kazmasını almış ve serçeye fırlatmış. Fakat kazma pencerenin camını paramparça
etmiş; kuşa değmemiş. Serçe, içeri girmiş ve sobanın üstüne konmuş:
Arabacı, yaptığının
cezasını hayatınla ödeyeceksin! diye bağırmış, Arabacı, büsbütün çileden
çıkmış. Sobayı paramparça etmiş. Odanın içinde serçeyi kovalamaya başlamış.
Serçe, nereye konduysa arabacı oraya vurup, bütün eşyaları parçalamış. Aynalar,
sandalyeler, masalar, en sonunda evin duvarları yıkılmış. Ama kuşa vuramamış.
Sonunda kuşu eliyle yakalamış.
Karısı:
Şu kuşu öldüreyim mi?
demiş. Arabacı:
Hayır, diye bağırmış.
Kolayca ölmemeli, inleye inleye can vermeli, Onu yutacağım!
Kuşu almış, bir nefeste
yutmuş. Fakat serçe arabacının karnında çırpınmaya, uçmaya başlamış;
adamın ağzına gelmiş, Başını dışarı
kararak bağırmış:
Arabacı, yaptığının
cezasını hayatınla ödeyeceksin! Arabacı
kazmayı karısına uzatmış:
Şu ağzımdaki kuşa vur
da öldür!
Kadın, kazmayı kuşa
vurmak için indirince; kazma arabacının kafasına gelmiş; adam, ölmüş. Serçe de
uçup gitmiş.
Günün birinde iki
prens, dünyayı dolaşmak için yola çıkmışlar. Başlarına öyle şeyler gelmiş ki,
bir daha evlerine dönememişler. Küçük kardeşleri Dummling,
ağabeylerini bulmak için aramaya çıkmış. Günlerce yürümüş; dağları, nehirleri
ve ormanları aşmış. Nihayet onları bulmuş. Ağabeyleri, kardeşlerini görünce
çok sevinip, boynuna sarılmışlar.
Dummling:
Annem ve babam sizi
çok merak ediyor. Haydi evimize geri dönelim, demiş.
Ağabeyleri:
Dolaşıp, görmemiz
gereken daha çok yer var. Haydi kardeşim, sen eve dönüp, anne ve babamıza bizi
merak etmemelerini söyle, demişler.
Dummling:
O halde ben de sizinle
geliyorum. Ağabeyleri onunla alaya başlamışlar:
Biz senden daha akıllı
olduğumuz halde bir iş başaramadık. Sen, bu budalalığınla dünyayı dolaşmak
istiyorsun öyle mi? demişler.
Sonunda, Dummling'in de kendileriyle gelmesini kabul etmişler. Üçü
birlikte yola çıkmışlar. Bir karınca yuvasının başına gelmişler. Büyük
oğlanlar, yuvayı bozarak karıncaların korkuyla nasıl kaçıştıklarını,
yumurtalarını nasıl kaçırdıklarını görmek istemişler.
Fakat Dummling:
Hayvancağızlara
dokunmayın! Onların yuvalarını bozmanızı istemiyorum! demiş. Tekrar yola
çıkmışlar. Bir gölün kenarına varmışlar. Bu gölde çok, hem de pek çok ördek
yüzüyormuş. İki büyük kardeş, bunlardan birkaçını tutup kızartmak istiyormuş.
Fakat Dummling razı olmamış:
Zavallı ördeklere
dokunmayın. Onları öldürmenizi doğru bulmuyorum! demiş.
Biraz ileride bîr arı
yuvası görmüşler. Bu yuvanın içinde o kadar çok bal varmış ki, dışarı
taşıyormuş. Ağabeyleri, ağacın altına ateş yakarak arıları dumanla boğmak, balları
almak isteyince Dummling, buna engel olmuş:
Siz ne yapıyorsunuz?
Sakın onlara zarar vermeyin! demiş.
Sonunda bir saraya
varmışlar. Bu sarayın ahırlarında bir sürü at varmış, Ama hepsi taş kesilmiş.
Ortalıkta hiç kimseler görünmüyormuş. Üç kardeş, \sarayın bütün salonlarını
dolaşmışlar. hayet en alt katta bir kapının önüne
gelmişler. Bu kapının üzerinde üç tane kilit asılıymış. Kapının ortasında küçük bir
pencere varmış. Bu delikten içeri bakmışlar. Oğlanlar, odanın içinde ak saçlı
bir cüce görmüşler. Cüce, bir masa nın başında
oturuyormuş. Oğlanlar, iki defa seslenmişler, Cüce duymamış. Nihayet üçüncü
defa seslendikleri zaman cüce, ayağa kalkıp kilidi açmış. Ağzını açıp tek bir
söz söylemeden onları, bir odaya götürmüş. Odanın ortasında üzerinde çeşitli
yiyecekler olan büyük bir masa kuruluymuş, Yiyip içmişler. Sonra cüce, onlara
ayrı yatak odaları göstermiş. Yatıp uyumuşlar. Ertesi sabah, ak sakallı cüce
büyük oğlanın yanına gelmiş. Eliyle işaret ederek çağırmış. Onu taştan bir
levhanın karşısına götürmüş. Bu levhanın üzerinde üç emir yazılıymış. Eğer bunlar
yapılırsa büyü bozulacakmış.
Birinci emir şuymuş:
"Ormanda,
yosunların altında prensesin incileri saklı, İnciler, bin tane. Bugün, güneş
batmadan önce incilerin tamamının bulunup, getirilmesi gerekiyor. Eğer, bir
tanesi bile eksik olursa, onları arayan taş kesilecektir!"
Büyük oğlan, çıkıp
gitmiş. Bütün gün aradığı halde, gün batarken ancak yüz tane inci bulabilmiş.
Levhada yazılı olduğu gibi, taş kesilmiş. Ertesi sabah, ortanca oğlan gitmiş.
Ancak iki yüz tane inci bulabilmiş ve o da taş kesilmiş. Sıra Dummling'e gelmiş, O da yosunların altında incileri aramış.
Fakat, incileri bulmak çok zormuş. Neredeyse akşam olmak üzereymiş. Bir taşın
üzerine oturmuş ve ağlamaya başlamış, Bu sırada, yolculukları sırasında
hayatlarını kurtardığı karıncaların kralı, beş bin tane karınca ile birlikte
gelmiş. Çok geçmeden karıncalar, bütün incileri
toplayıp getirmişler. Dummlimg'in önüne yığmışlar.
İkinci emir şuymuş:
"Prensesin
yattığı odanın anahtarını gölün dibinden bulup çıkarmak."
Dummling, gölün kenarına gelince hayatlarını kurtardığı
ördekler yüzerek gelmişler. Suyun dibine dalmışlar; anahtarı bulup
getirmişler.
Üçüncü emir ise
bunların en zoruymuş:
"Uyumakta olan üç
prensesten en gencini, en sevimlisini tanımak."
Fakat, birbirlerine o
kadar çok benziyorlarmiş ki, bu çok zormuş. Onları ayırmanın tek bir yolu varmış: Uykuya dalmadan önce, üçü de
ayrı ayrı tatlılar yerlermiş. Biri bir şeker parçası
yemiş. Ortancası, bir bardak şurup içmiş. En küçüğü de, bir kaşık bal yemiş. Bu
sırada ateşten kurtardığı arıların beyi, içeri girmiş, Üç kızın da ağızlarını
koklamış. Bal yiyen kızın dudağına konmuş. Böylece Prens, aradığı kızı bulmuş.
Büyü bozulmuş. Uyuyan prensesler uyanmışlar, Taş kesilenler tekrar canlanmış. Dummling, en küçük ve en güzel prensesle evlenmiş, Kralın
ölümünden sonra tahta geçmiş, Ağabeyleri de diğer prenseslerle evlenmişler.
Bir varmış, bir
yokmuş, Bir adamın, üç oğlu varmış. En küçüğünün adı, Dummling'miş.
Herkes onu hor görür; itip kakar, onunla alay edermiş.
Günün birinde büyük oğian, odun kesmek için ormana gitmek istemiş. Acıkınca
yesin diye annesi, yola çıkmadan önce çok lezzetli çörekler yapmış,
Oğlan, ormana gelince
karşısına ak saçlı, ihtiyar bir cüce çıkmış. Selâm verdikten sonra:
Torbandaki çörekten
bir parça verir misin? Suyundan bir yudum içeyim ne olur? Karnım çok aç, hem
de çok susadım! demiş. Fakat akıllı oğlan:
Çörekle suyumu sana
verirsem bana bir şey kalmaz. Haydi çek arabanı buradan! demiş.
Cüceyi, orada bırakıp
yoluna devam etmiş. Bir ağacı kesmeye başlamış. Çok geçmeden
balta koluna çarpmış. Oğlan
mecburen eve dönmüş. Kolunu sardırmış,
Ormana gitme sırası
ortanca oğlandaymış, Annesi ona da, çörekle bir şişe su vermiş, Onun da
karşısına ak sakallı, ihtiyar cüce çıkmış; bir parça çörekle bir yudum su
istemek için durdurmuş.
Ortanca oğlan,
tedbirli davranarak:
Sana verirsem bana
kalmaz: haydi çek arabanı! demiş.
Cüceyi olduğu yerde
bırakmış, geçip gitmiş ama bu sözleri cezasız
kalmamış. Ağaca birkaç defa vurur vurmaz baltayı ayağına çarpmış. Onu kaldırıp
evine götürmüşler.
Bunun üzerine Dummling demiş ki:
Baba, bırak bir sefer
de ben gidip odun keseyim! Babası:
Ağabeylerin bile
sakatlandılar, Vazgeç, sen bunu beceremezsin! demiş. Fakat Dummling
o kadar yalvarmış ki, nihayet adam:
Haydi git öyleyse,
demiş, başına bir iş gelsin de akıllan!
Annesi ona, bir ekmek
ve bir şişe su vermiş. Oğlan, ormana varınca ak saçlı, ihtiyar cüce onun da
karşısına çıkmış, selâm vermiş:
Çöreğinden bir
parçasını versene, Şişenden bir yudum içirsene, Karnım çok aç, hem de çok
susadım, demiş. Dummling:
Yanımda ekmek ve sudan
başka bir şey yok. İstersen şuracıkta oturup yiyelim,
Beraber oturmuşlar, Dummling, ekmeğini çıkarınca ne görsün? Âlâ bir çörek!
Yemişler, içmişler.
Sonra cüce:
Hem iyi bir kalbin
olduğu için, hem de kendinde olanı başkalarıyla paylaştığın için seni
ödüllendireceğim. Şurada yaşlı bir ağaç var. Onu kesip devir, köklerinde bir
şey bulacaksın! demiş ve gitmiş.
Dummling, ağacı kesmiş. Ağaç devrilince köklerinin arasında
oturan bir kaz görmüş, Bu kazın tüyleri som altındanmış. Oğlan, kazı kucağına
almış ve bir hana gitmiş. Geceyi burada geçirecekmiş, Hancının, üç kızı
varmış. Kızlar, kazı görünce bu acayip kuşun ne olduğunu merak etmişler. Altın
tüylerinden birer tane almak için can atmışlar.
Büyük kız:
Nasıl olsa bir fırsatını
bulup, bir tüy koparabilirim, demiş, Dummling, bir
ara dışarı çıkınca kazı, kanatlarından yakalamış ama, parmakları yapışıp kalmış. Az sonra ortanca
kız gelmiş. Onun da aklında bir altın tüy koparmaktan başka bir şey yokmuş,
Fakat ablasına dokunur dokunmaz o da takılıp kalmış. Nihayet üçüncü kız da
gelmiş. Ablaları, onu görünce bağırmaya başlamışlar.
Çekil! Allah aşkına,
yaklaşma! Ama kız bir şey anlamamış:
Siz alıyorsunuz! Ben
neden almayacakmışım? demiş. Ablalarına dokunur dokunmaz o da takılıp kalmış.
Bütün geceyi kazın yanında geçirmişler.
Ertesi sabah Dummling, kazı koltuğunun altına almış. Kaza takılı duran
üç kız kardeşe aldırış bile etmeden çıkıp gitmiş. Oğlan nereye gitse, kızlar
da peşinden sürüklenip duruyorlarmış, Kırların ortasında, karşılarına bir papaz
çıkmış. Çocuğun peşine takılmış, giden kızları görünce:
- Terbiyesiz kızlar!
demiş. Ayıp değil mi? Kırların ortasında, bu delikanlının peşine takılmak size
yakışır mı?
Böyle diyerek küçük
kızın elinden tutmuş. Geri çekmek istemiş ama, kıza dokunur dokunmaz o da
onlara takılı kalmış. O da, kızlar gibi oğlanın peşine düşmüş.
Çok geçmeden karşılarına kilisenin temizlikçisi çıkmış, Papaz
efendiyi, üç kızın peşine takılıp giderken görmüş, şaşırıp kalmış:
Aman papaz efendi,
böyle telâşlı telâşlı nereye?
Bugün bir çocuğu
vaftiz edeceğimizi unutmayın sakın! demiş,
Papaza doğru koşmuş, Cübbesinden yakalamış ve o da onlara takılı kalmış.
Bu beş kişi, böyle
arka arkaya giderlerken iki köylü kazmalarıyla tarladan dönüyorlarmış.
Papaz, köylülere
seslenerek:
Lütfen bizi kurtarın!
Yapışıp kaldık, demiş. Fakat köylüler, hademeye dokunur dokunmaz onlar da
takılıp kalmışlar. Böylece yedi kişi, Dummling ile
kazın peşinden gitmeye başlamışlar.
Dummling, bir şehre varmış. Bu şehrin kralın bir kızı varmış.
Bu kız, o kadar somurtkanmış ki, kimse onu güldüremezmiş, Bunun için kral bir
ferman çıkarmış. Kızı kim güldürürse onunla evlendirecekmiş. Dummling, bunu duyunca kazını kucaklamış; peşindekilerle
birlikte prensesin karşısına çıkmış. Kız, onları bu halde görünce kahkahayla
gülmeye başlamış. O kadar çok gülmüş ki, Bunun üzerine kız, Dummling'le evlenmek istemiş ama Kral Dummling'den
hoşlanmamış. Türlü bahaneler bulmuş.
Bana öyle birini getir
ki, bir mahzen dolusu şarabı içebilsin, demiş. Dummling'in
aklına ak saçlı cüce gelmiş, Ondan yardım isteyebileceğini düşünmüş, Ormana
geri dönmüş. Ağacı kesip devirdiği yerde, bir adamın suratını asarak oturduğunu
görmüş,
Neden böyle üzgünsün?
diye sormuş. Adam:
Çok susadım. Soğuk
suyu midem kaldırmıyor. Bir fıçı şarabı içip bitirdim ama, kızgın taşa bir
damla su ne yapar ki?
Dummiing:
Öyleyse ben sana
yardım edebilirim. Haydi, benimle gel, Kana kana
içecek şarap bulacaksın! demiş. Onu, kralın mahzenine götürmüş. Adam, o kadar
çok içmiş ki, karnı ağrımış. Daha akşam olmadan, mahzendeki bütün şarapları
içip bitirmiş.
Fakat kralın, buna
canı sıkılmış. Bu pis oğlanın kızını alıp götürmesini hiç istemiyormuş. Bu
yüzden, yeni şartlar koşmuş. Bir tepe yüksekliğindeki ekmeği yiyip bitirecek
bir adam bulmasını istemiş, Dummiing, hemen ormana
gitmiş, Aynı yerde biriyle karşılaşmış, Adam, karnına bir ip sarıp duruyormuş.
Çok üzgün görünüyormuş.
Bir fırın dolusu ekmek
yedim ama insan benim kadar aç olursa yeter mi? Midem hâlâ bomboş; Açlıktan
ölmemek için karnımı iple sarıp, sıkıştırıyorum! demiş. Dummiing,
buna çok sevinmiş:
Kalk benimle gel! Tıka
basa karnını doyuracaksın! demiş. Onu, saraya götürmüş. Kral, ülkesindeki bütün
unları toplatıp, ekmek yaptırmış,
Yapılan ekmekler, meydana yığıldığı zaman kocaman bir tepe oluşmuş.
Adam, ekmek tepesinden
alıp yemeye başlamış, Gün sona ermeden, o koca tepe ortadan kaybolmuş. Dummiing, kraldan kızını istemiş. Fakat kral, kızını bu çocuğa
vermemek için bir yol arıyormuş. Düşünmüş, taşınmış ve Dummling'e:
Hem karada hem de denizde
giden bir gemi yapıp getirirsen, kızım eşin olacaktır! demiş.
Dummiing, tekrar ormana gitmiş. Çöreğini verdiği ak saçlı
cüce, orada oturuyormuş:
Senin iyiliğin için o
kadar şarabı içtim; yığınla ekmeği yedim. Şimdi sana gemiyi de vereceğim. Bana
karşı merhametli davrandığın için bunları yapıyorum! demiş. Oğlana, hem karada,
hem denizde giden bir gemi vermiş. Kral, gemiyi görünce çok şaşırmış, Artık kızını
vermemek için bir bahane bulamamış, Düğünleri çok muhteşem olmuş. Kral öldükten
sonra memleket Dummling'e kaimış.
Eşiyle birlikte huzur içinde uzun zaman yaşamış,
Bir adam, karısı ve
çocuklarıyla birlikte öğle vakti sofrada oturuyormuş. Bir arkadaşı da
misafirliğe gelmiş. Hep beraber yemek yiyorlarmış. Saat on ikiyi vurunca yabancı,
kapının açıldığını, beyazlar içinde, soluk yüzlü bir küçük çocuğun içeri
girdiğini görmüş. Çocuk, çevresine bakmadan, hiçbir söz söylemeden, doğru yandaki odaya
girmiş. Az sonra odadan çıkıp , geldiği gibi sessizce kapıdan çıkıp gitmiş.
Aynı durum, ikinci ve üçüncü gün de olmuş.
Sonunda yabancı adam,
her öğle vakti odaya giden güzel çocuğun kim olduğunu sormuş, Adam:
Görmedim, kim olduğunu
da bilmiyorum, demiş.
Ertesi gün, çocuk yine
gelince yabancı onu babaya göstermiş; fakat adam çocuğu görmemiş. Anneyle
çocuklar da bir şey görmemişler,
Bunun üzerine yabancı
ayağa kalkmış, odanın kapısına gitmiş. Kapıyı, hafifçe aralayıp, içeriye
bakmış.
O zaman çocuğun yere
oturup, parmaklarıyla döşemenin aralıklarını kazdığını görmüş. Fakat
yabancının kendisini izlediğini anlayınca kaybolmuş.
Yabancı, içeri dönüp
gördüklerini anlatmış, çocuğu iyice tarif etmiş. O zaman anne onu tanımış.
Eyvah! Dört hafta önce
ölen sevgili yavrum o!
Döşemeleri sökmüşler,
iki heller bulmuşlar. Çocuk, paraları yoksul bir
adama vermek için annesinden almış. Fakat "Bunlarla kendime bir simit
alabilirim." diye düşünerek paraları saklamış. Şimdi mezarda rahat yüzü
görmüyor, her öğle vakti paraları aramaya geliyormuş.
Anne ve babası, parayı
bir yoksula vermişler, Ondan sonra çocuk bir daha görünmemiş.
Hans, efendisine yedi yıl hizmet ettikten sonra demiş ki:
Efendim, yıllardır
sizin yanınızda çalışıyorum. Artık eve, annemin yanına dönmek istiyorum,
Adam:
Bana dürüstçe,
namusunla hizmet ettin. Nasıl ça-lıştıysan
öyie de para alacaksın! demiş.
Hans'a, kocaman bir altın vermiş. Hans,
mendilini çıkarmış ve külçeyi içine sarmış. Çıkını omzuna vurmuş ve evinin
yolunu tutmuş,
Evine dönerken, yolda
bir atlı görmüş. Adam, güzel ve çevik bir atın üzerinde dimdik oturuyormuş,
Keyfi de yerindeymiş. Hans bağırmış:
Ah ata binmek ne hoş
şey! demiş. İnsan sandalyeye oturur gibi ata biner. Ayakları hiç taşa
takılmaz, Hem pabuç parasından kurtulur, hem de evine nasıl vardığını anlamaz.
Bunları duyan atlı durmuş:
Bana bak Hans, demiş. Öyleyse neden yaya yürüyorsun?
Hans:
Ne yapayım, demiş. Eve
kadar taşımam gereken bir külçem var. Hem de altın. Bu yüzden belimi de doğrultamıyorum.
Omuzlarım acıyor.
Atlı:
Sana bir teklifim var,
demiş. Ben sana atımı vereyim, sen de bana külçeni.
Hans:
Kabul, ama baştan
söyleyeyim ki, bunu taşımak çok zordur!
Adam, atından inmiş,
altını almış, Hans'ın ata binmesine yardım etmiş;
yuları sıkıca eline tutturmuş,
Hızlanmasını istedin
mi dilini şapırdatıp hop, hop! demelisin, diye tembih etmiş.
Hans, ata binip de alabildiğine atı koşturmaya başlayınca
sevinçten içi içine sığmamış. Daha hızlı gitmek istemiş, Dilini şapırdatıp hop!
hop! demiş, At tırısa kalk-mış. Hans,
gözünü açıp kapayıncaya kadar kendini yerde, bir çukurun içinde bulmuş. Bu
çukur, tarlalarla yolu ayırıyormuş. Bu sırada ineğini
sürerek yoldan geçen bir köylü, koşup da tutmasaymış at Hans'ı
çiğneyip geçecekmiş. Hans,
kendini toplamış ve ayağa kalkmış, Fakat canı pek sıkılmış. Köylüye demiş ki:
Ata binmek hiç de
güzel değilmiş. Hele de bunun gibi bir yabaniye binerse, Hem insanı sarsıyor,
hem de öyle bir yere atıyor ki neredeyse boynunu kıracaktı. Bundan sonra bir
daha biner miyim hiç, İneğiniz öyle mi ya! İnsan onun
arkasından rahat rahat yürür. Ayrıca yağı, peyniri de
cabası. Böyle bir ineği almak istersem ne vermem lazım?
Köylü:
Mademki bu kadar
istiyorsunuz, atınızla bu ineği değişirim, demiş.
Hans, kabul etmiş, Köylü, atın üzerine atlayıp, uzaklaşıp
gitmiş. Hans, ineğini önüne katarak ağır ağır sürmeye başlamış. Bu alışverişten kârlı çıktığını
düşünüyormuş:
Bir parça ekmek buldum
mu tamam! İstediğim kadar süt ve tereyağı da yiyebilirim artık. Susadım mı ineğimi
sağarım, sütünü içerim, İnsan dünyada daha ne ister? diyormuş.
Bir hana varmış.
Yanında getirdiği yiyeceklerin hepsini, büyük bir iştah ile yemiş. Öğle
yemeğini de, akşamınkini de silip süpürmüş. Cebindeki son birkaç parayla da
yarım bardak bira ısmarlamış, Sonra ineğini çekerek annesinin köyüne doğru yol
almaya başlamış, Öğle vakti, hava iyice ısınmış, Hans'ın
daha bir saatlik yolu varmış, Hava o kadar sıcakmış ki susuzluktan Hans'ın dili damağına yapışmış:
Şimdi ineğimi sağarım,
sütünü içerim, demiş,
İneği cılız bir ağaca
bağlamış. Yanında kova yokmuş. Deriden kasketini çıkarıp hayvanın altına
tutmuş.
Uğraşmış ama, bir
damla süt bile gelmemiş, Hans, bu sağma işinde
beceriksiz olduğu için sabırsızlanan inek, kafasına öyle bir çifte savurmuş ki oğian tepe taklak yere yuvarlanmış. Zavallı hans, ne olduğunu anlayamamış. Tam o sırada yoldan, çekçek
arabasıyla küçük bir domuz götüren bir kasap geçiyormuş:
Bu gürültüler de ne?
diye gelmiş. Zavallı Hans'ın kalkmasına yardım etmiş.
Hans, olup bitenleri anlatmış. Kasap ona şişesini
uzatmış:
Alın, için de bir
parça kendinize gelin! demiş. Anlaşılan inek süt vermek İstemiyor. Zaten yaşlı
bir hayvan. Böylesi olsa olsa ya
koşuma yarar, ya kasaba!
Hans:
Tamam, tamam! Ne güzel
bir fikir! demiş. Böyle bir
hayvanı eve götürüp
keser-' sem kim bilir ne kadar et
çıkar? Ama ben
inek etinden pek hoşlanmam. Bana yavan gelir. Ah insanın şöyle genç,
körpe bir domuzu olsa. Onun lezzeti başkadır, Hele içine baharat da karışırsa.
Kasap:
Hatırınız için
değiştirmeye razıyım. İneğe karşılık domuzu size bırakacağım. Hans:
Hay Allah sizden razı
olsun! demiş. İneği adama vermiş. Küçük domuzu almış. İpinden tutup, yola koyulmuş.
İşinin, hep yolunda gittiğini düşünüyormuş. Nerede canını sıkacak bir şeyle karşıiaşsa çok geçmeden işleri
tekrar yoluna giriyormuş, Az sonra bir delikanlı ile karşılaşmış. Koltuğunun
altında güzel, beyaz bir kaz varmış. Birbirlerine selâm vermişler, Hans, çok şanslı olduğunu, kârlı değiş tokuşlar yaptığını
anlatmış. Delikanlı da kazı bir ziyafet için götürdüğünü söylemiş:
Tutup da kaldırsanıza
hele, diye kazı kanatlarından yakalamış. Bakın ne kadar ağır! Tam aitı hafta beside kaldı. Kızartmasını kim ısırsa ağzının
iki yanından yağlar fışkıracak.
Hans, kazı bir efiyle tartarak:
Evet, bayağı ağır,
demiş. Ama, benim domuzum da yabana atılır cinsten değildir ha!
Bu sırada delikanlı,
etrafına çekine çekine bakınmış. Sonra da:
Size bir şey
söyleyeyim mi, demiş. Demin geçtiğim köyde muhtarın
domuzlarından biri ahırdan çalınmış. Galiba bu o domuz. Etrafa adam salmışlar.
Sizi domuzla birlikte ele geçirirlerse kötü olur. Sizi hapse atarlar,
Zavallı Hans'ı bir korku almış:
Aman Allah'ım! demiş.
Ne olur bana yardım edin! Buraları siz daha iyi tanırsınız. Domuzumu alın da
kazınızı bana verin!
Delikanlı:
Doğrusu, başınıza bir
felâket gelmesine sebep olmak istemiyorum! Tamam, demiş.
Domuzu, ipinden tutup
yan yolların birine sürüp götürmüş. Zavallı Hans,
rahatlamış bir halde koltuğunun altındaki kazla memleketinin yolunu tutmuş.
Kendi kendine:
İyice düşünecek
olursam bu işten kârlı çıkan benim. Bir kere güzel bir kızartma, sonra bol bol yağ. Öyle hcrf bir uyku çekerim.
Kim bilir annem ne kadar sevinecek?
Son köye vardığı
zaman, orada bir bileyici görmüş. Adam bir taraftan çarkı çeviriyor,
bir taraftan da şarkı söylüyormuş:
Makasları bilerken
ince sesler duyarım; zaman bana uymazsa ben zamana uyarım!
Hans, durup adamı seyretmiş. Şarkısı bitince demiş ki:
İşiniz yolunda
anlaşılan. Çalışırken ne kadar keyiflisiniz!
Bileyici:
Elbette, demiş, Sanat
elde altın bir bileziktir, İyi bir bileyici ne zaman elini cebine atsa içinde
para bulan bir adamdır. Bu güzel kazı nereden satın aldınız?
Satın almadım. Domuzla
değiştim.
Ne, domuzu?
Bir ineğe karşılık
aldım.
Peki, ineği?
Bir at verdim de
aldım. -Atı?
Onun için de kocaman
bir altın verdim.
Öyle ise altını?
Yedi yıllık hizmetimin
ücretiydi. Bileyici:
O halde siz, her zaman
işinizi bilen bir adammışsı-nız,
demiş. Siz o kadar şanslısınız ki ayağa kaktığınızda cebinizden paralar
dökülür.
Hans sormuş:
Bunun için ne
yapmalıyım?
Benim gibi bir
bileyici olmalısınız. Bunun İçin bir bi-leyi taşından
başka bir şey lâzım değii, Gerisi kendiliğinden
gelir, jşte bende bir tane var, ama biraz bozuk. Buna
karşılık bana kazınızı verebilirsiniz. Olmaz mı?
Hans:
Bu da sorulur mu?
demiş. Dünyanın en talihli adamı ben olacağım. Elimi cebime attıkça para
bulacak olduktan sonra daha fazla ne düşüneyim?
Hemen kazı adama
uzatmış, biieyi taşını almış. Bileyici, yanında
duran kocaman bir âdi taşı yakalamış:
İşte, demiş, Size
gereken bir taş daha. Taşın üstüne istediğiniz kadar vurur, eski çivileri döve döve düzeltebilirsiniz. Bunu alın güzelce saklayın.
Hans, taşlan yüklenmiş ve sevinçle yola çıkmış. Gözleri
neşeden parlıyormuş:
- Galiba ben çok
şanslıyım. Ne istesem oluyor, demiş,
Hans, uzun zamandan beri ayakta olduğu için çok yorulmuş.
Çok da acıkmış. Çünkü çantasında ne varsa, ineğin sevinciyle yiyip bitirmiş,
Güçlükle yürüyebiliyormuş. Neredeyse olduğu yere yığılmak üzereymiş. Üstelik
taşlar da gittikçe ağırlaşmaya başlamış, Salyangoz gibi
sürünerek bir kuyunun başına gelebilmiş.
Burada dinlenip- su içmek istiyormuş. Taşları, dikkatle kuyunun kenarına
koymuş. Sonra yere oturmuş; su içmek için kuyuya eğilmiş. Bu sırada eğilirken
taşlara değmiş. Taşların ikisi de kuyuya yuvarlanıvermiş. Hans,
taşların kuyunun dibine düştüklerini görünce sevinçle hoplamış. Hemen diz
çökmüş. Başına belâ olan bu ağır taşlardan kendisini kurtardığı için,
gözyaşlarıyla Tanrı'ya dualar etmiş:
Dünyada benim kadar
talihli bir adam yoktur! diye bağırmış.
İçi rahat, bütün
yüklerden kurtulmuş olarak fırlamış; eve, annesinin yanına varıncaya kadar
koşmuş.
Bir zamanlar, çok
fakir bir karı koca yaşarmış, Küçücük bir kulübelerinden başka şeyleri yokmuş.
Tuttukları balıklarla karınlarını doyururlarmış. Günün birinde adam, balık
avlamaya gitmiş; ağlarını suya atmış. Beklemeye başlamış. Biraz sonra ağına
bir balığın takıldığını görmüş. Ağını, hızla sandalına çekmeye başlamış. Çekerken,
çok heyecanlıymış. İçinden:
Bayağı ağır. Bu
balıkla birkaç gün karnımızı doyurabiliriz, deyip seviniyormuş, Ağını
sandalına çektiği zaman, içinden som altın bir balık çıkmasın mı? Adam şaşkın şaşkın balığa bakarken, balık dile gelmiş ve demiş ki:
Balıkçı, beni tekrar
suya atarsan, oturduğun kulübeyi koskocaman bir saraya çeviririm!
Balıkçı şöyle demiş:
Yiyecek bir şeyim
olmadıktan sonra sarayı ne yapayım?
Altın balık:
Sarayın içi güzel
yiyeceklerle dolu olacak. Yeter ki beni suya bırak.
Adam:
Tamam, istediğini
yapacağım! demiş. Balık:
Ama bunun için bir
şartım var: Bunu dünyada hiç kimseye söylemeyeceksin. Ağzından bir kelime bile
kaçırırsan, hepsi yok olup gider.
Balıkçı, sihirli
balığı suya bırakmış, evine dönmüş. Kulübesinin durduğu yerde kocaman ve güzel
bir saray duru
Nasıl oldu da her şey
birdenbire değişiverdi? diye sormuş. O kadar mutluyum ki!
Adam:
Evet, demiş. Ben de
çok mutluyum. Ama, karnım çok acıktı. Haydi, bana yiyecek bir şeyler hazırla!
Kadın:
Yiyecek bir şeyimiz
yok ki, demiş. Adam:
Merak etme, Şu büyük
dolabı aç bakalım,
Kadın dolabı açmış:
içinde çeşitli yemekler varmış, Kadın, sevincinden bir kahkaha atmış. Kocasına:
Canın ne istiyorsa
söyle, şekerim, demiş.
Sofraya oturmuşlar,
yemişler, içmişler. Karınları doyunca, kadın sormuş,
Bütün bunlar nasıl
oldu? Gözlerime inanamıyorum! Kocası demiş ki:
Bunu bana sorma.
Söyleyemem, Eğer birine anlatırsam her şey bir anda yok ofup
gider.
Bunun üzerine kadın:
Pekâlâ, demiş. Güzel
bir evimiz, yiyecek dolu bir dolabımız var, Ben de bunları kaybetmek
istemiyorum. Fakat kadın, bu sözleri içinden gelerek söylememiş. Gece, gündüz
bunu düşünüyormuş, Kocasını durmadan sıkıştırıyormuş, Nihayet adam dayanamamış;
başından geçenleri olduğu gibi anlatmış. Fakat balıkçı, sözlerinibitirir
bitirmez o güzel sarayla, içindeki dolap ortadan kayboluvermiş. Karı koca
kendilerini, tekrar o eski kulübelerinin içinde bulmuşlar.
Adamcağız, tekrar
balık tutmaya başlamış. Fakat talih kendisine bir daha yardım etmiş. Günün
birinde altın balık tekrar ağına düşmüş. Balık, dile gelerek:
Beni, yine suya
atarsan hem o sarayı, hem de yiyeceklerle dolu dolabı geri veririm. Ama dilini
tutacaksın, bundan kimseye bahsetmeyeceksin. Sözünde durmazsan her şeyi
elinden alırım!
Balıkçı:
Bu sefer dilimi
tutacağım, demiş. Balığı sgya atmış,
Evde her şey eski
haline dönmüş. Kadın, sevincinden ne yapacağını bilemiyormuş. Ancak her şeyi
öğrenme merakı ona yine rahat vermiyormuş. Birkaç gün sonra bu işin nasıl olduğunu
kocasına sormaya başlamış; adamcağız uzun zaman dayanmış, Fakat kadın, o kadar
çok ısrar etmiş ki dayanamamış, her şeyi anlatmış. Anlatmış ama o anda saray
ortadan kayboluvermiş. İkisi de kendilerini yine eski kulübelerinde buimuşlar.
Adam:
İşte, demiş, yaptığını
beğendin mi? Şimdi yine aç kalıp, yokluk içinde yaşayacağız.
Karısı;
Nereden geldiğini
bilmediğim bir zenginliği ne yapayım. İçim rahat olmadıktan sonra, demiş.
Adamcağız, yine balık
tutmaya gitmiş. Şans bu ya, altın balığı tekrar
yakalamış. Balık yine dile gelerek:
- Anlaşıldı, senin
elinden kurtulamayacağım. Ne yapalım, bari beni evine götür. Aitı parçaya böl. Bu parçalardan ikisini karına ver,
yesin. İkisini atına ver, iki parçamı da toprağa göm. Bunu yaparsan sana
faydası dokunur,
Adam balığı almış, eve
götürmüş ve dediklerini yapmış.
Gel zaman, git zaman,
toprağa gömdüğü iki parça büyüyüp, iki altın zambak olmuş. At, altından iki tay
doğurmuş, Karısı da, som altından iki çocuk dünyaya getirmiş.
Çocuklar büyümüş uzun
boylu, yakışıklı birer delikanlı olmuşlar. Zambaklarla taylar da onlarla
büyümüşler.
Günün birinde
çocuklar:
Baba, demişler. Biz
altın atlarımıza binerek dünyayı dolaşmak istiyoruz!
Balıkçının buna biraz
canı sıkılarak:
Siz gittikten sonra,
sizden haber alamazsam buna nasıl dayanırım? demiş.
Bunun üzerine
çocuklar:
Şu iki altın zambak
burada kalıyor. Onlara bakın; bizim durumumuzu öğrenirsiniz. Eğer, taptaze dururlarsa iyi olduğumuzu
anlarsınız. Solarlarsa anlayın ki hastayız. Eğer, çiçekler kuruyup dökülürse
öldüğümüzü anlarsınız! demişler. Çocuklar, atlarına atlayıp gitmişler. Bir hana
varmışlar. Han kalabalıkmış, Handakiier, iki altın
çocuğu görünce gülüşmeye, alay etmeye başlamışlar. İnsanların, onlarla alay
ettiklerini gören delikanlılardan biri çok üzülmüş ve gitmekten vazgeçmiş; geri
dönerek eve, babasının yanına gelmiş. Fakat, diğer oğlan atına atlayarak
yoluna devam etmiş. Gide gide nihayet büyük bir
ormana varmış, Atını ormana sürmek istediği sırada birileri ona seslenmiş:
Bu ormandan geçemezsiniz, demişler. Burası haydutlarla dolu, Size
zarar verirler, Hem sizin, hem de atınızın altından olduğunuzu görürlerse sizi
sağ bırakmazlar,
Oğlan, bu sözlere
kulak asmamış:
Bu ormandan mutlaka geçmeliyim, demiş.
Birkaç ayı postu
alarak üstüne sarmış. Atını da postlarla sarmış, Artık ikisinin de, altından
olduklarını kimse anlayamazmış. Oğlan, ormana dalmış. Ormanda, uzun zaman yol
aldıktan sonra, çalıların arasında bir hışırtı duymuş. Birkaç kişi, aralarında
konuşuyormuş.
Biri:
İşte biri geliyor!
diye seslenmiş. Diğeri de:
Bırak yoluna gitsin.
Baksana, sırtında ayı postu var. Yoksulun, çulsuzun biri. Nesini alacağız
sanki?
Altın çocuk, atını
sürmüş. Kimseden zarar görmeden ormandan çıkmış, Günün birinde bir köye gelmiş,
Köyde dolaşırken, bir kız görmüş. Bu kız, o kadar güzelmiş ki, altın çocuk
dünyada ondan daha güzel bir kız olamaz sanmış. Kıza aşık olmuş. Yanına gitmiş:
Seni çok sevdim,
demiş. Benim karım oiur musun? Kız da, altın çocuğu
görür görmez çok beğenmiş:
Olurum! demiş. Ömrümün
sonuna kadar da sana sadık kalırım!
Hemen düğün
hazırlıklarına başlamışlar. Kızın babası, uzun zamandır evinden uzaklarda
çalışıyormuş. O sırada eve dönmüş. Kızının düğün hazırlıkları yaptığını görünce
şaşırıp kalmış:
Damat nerede? diye
sormuş.
Kendisine altın çocuğu
göstermişler. Fakat oğlanın üzerinde, hâlâ ayı postu duruyormuş. Baba, onu
görünce çok kızmış:
Ayı postlu bir adam
benim kızımla evlenemez! diye bağırmış. Oğlanı öldürmeye kalkmış,
Kız, babasına
yalvarmaya başlamış:
Aman babacığım! demiş,
O artık benim kocam oldu! Hem onu öyle çok seviyorum ki!
Nihayet adam biraz
yatışmış. Fakat bu işe bir türlü aklı yatmamış, Ertesi gün, erkenden kalkmış.
Kızının kocasını bir daha görmek, onun bir serseri olup olmadığını anlamak
istemiş. Sessizce, çocuğun yattığı odaya girmiş.
Yatakta yakışıklı,
altından bir delikanlının yattığını, ayı postunun da odanın bir köşesine
atılmış olduğunu görünce geri dönmüş:
İyi ki dün, kendimi
tutmuşum. Yoksa çok pişman olurdum! demiş.
Altın çocuk, o gece
rüyasında ava gittiğini ve güzel bir geyiği kovaladığını görmüş. Ertesi sabah,
uyanınca nişanlısına:
Ben ava gidiyorum!
demiş.
Kızın içine bir korku
düşmüş, Gitmemesi için oğlana yalvarmış:
Başına büyük bir
felâket gelebilir! Gitmeni hiç istemiyorum, demiş,
Fakat oğlan:
Muhakkak gitmem lâzım!
demiş. Hazırlanıp, ormanın yolunu tutmuş. Aradan çok geçmeden
karşısına rüyada gördüğüne benzer, güzel bir geyik çıkmış. Hemen, silâhına
davranmış. Fakat, geyik bir sıçrayışta oradan kaçmış. Oğlan hendekler, çalılar
aşarak bütün gün geyiği kovalamış ama, her defasında geyik kaçmış. Altın
çocuk, geyiği ararken küçük bir kulübe görmüş. Bu evde bir cadı yaşıyormuş.
Oğlan, kapıyı çalmış. İhtiyar bir kadın, kapıyı açıp sormuş:
Bu koca ormanın
ortasında, böyle geç vakit ne arıyorsun?
Oğlan:
Bir geyik gördünüz mü?
demiş. Kadın:
Evet, demiş.
İhtiyar kadının
arkasından çıkan bir köpek, vahşice havlayıp, saldırmak istemiş.
Oğlan köpeğe:
Dur! Yoksa seni
öldürürüm, diye bağırmış. Cadı, bunu duyunca kızmış.
Ne? Köpeğimi mi
öldüreceksin? diye haykırmış; o anda delikanlıyı taşa çevirmiş. Oğlanın zavallı
nişanlısı boş yere günlerce yolunu beklemiş,
Aklıma gelen başıma
geldi işte! demiş. Günlerce ağlamış.
Eve dönen diğer çocuk,
altın zambaklara bakmaya gitmiş. Zambaklardan birinin birdenbire kopup düştüğünü
görmüş:
Aman Allah'ım! diye
bağırmış. Kardeşimin başına büyük bir felâket gelmiş! Hemen yola çıkmalıyım.
Belki onu kurtarabilirim!
Babası:
Gitme, demiş, Seni de
kaybedersek ne yaparız sonra?
Fakat oğlan:
Mutlaka gitmeliyim
baba. Belki kardeşimi kurtarabilirim! demiş.
Altın atına atlayarak
yola çıkmış; kardeşinin taş kesilerek yattığı büyük ormana varmış. Cadı,
evinden çıkmış; oğlana seslenmiş. Onu da kardeşi gibi taşa çevirecekmiş ama,
delikanlı cadıya yaklaşmamış:
Kardeşimi diriltmezsen
seni öldürürüm! demiş.
Cadı, korkup taşa
dönen delikanlının yanına gitmiş, Parmağıyla dokununca oğlan canlanmış.
İki kardeş,
birbirlerine kavuştukları için çok sevinmişler; kucaklaşmışlar, öpüşmüşler.
Sonra atlarına binerek ormandan çıkmışlar.
Oğlanlardan biri,
nişanlısının yanına, diğeri de babasının evine dönmüş. Daha sonra Hans, nişanlısıyla evlenerek mutlu bir hayat sürmüş.