EVRENİN GİZLİ BOYUTLARI 2

Arayışlar 2

Boşluk Boş Değil 5

Sonsuzluğun Sonu Yok. 9

Evrenin Gizli Boyutları 13

Bilincin Boyutsal Derinlikleri 16

Kozmik Bellek Bankaları 20

Sonsuz Bir Derya. 23

Mutlak Varlığın Gizemi 27

Çokluğun Esası Teklik. 30

Arş'a İnen Sıfatlar 33

Burdan Arş'a Bakınca. 37

Hayranlık Uyandıran Eserler 40

Perdeli Kişilik Düzeyleri 44

Küresel Kişilik Düzeyi 49

Evrensel Kişilik Düzeyleri 53

Yaratan'ın Yaşam Soluğu. 57


 

EVRENİN GİZLİ BOYUTLARI

 

Arayışlar

 

Önce kapkara bulutlar örttü gökyüzünü. Ortalık  ansızın karardı. Sonra bir şimşekle aydınlandı or­talık. Uzaklara, dağların kuytularına, yankılanan bir gürül­tüyle yıldırım düştü. Urpererek çevreme baktığımda, deh' şet içinde kaçışan insanları gördüm. Korunabilecekleri bir yer arıyorlardı. «Ben de kaçmahyım!» diye düşündüm.

Sonra gittikçe şiddetlenen bir rüzgâr başladı. Esintiye karşı yürümekte, hatta ayakta durmakta bile zorlanıyordum. Tüm gücümle direnmeye çalışırken, tam bu sırada kuvvetli bir fırtına koptu. Sonunda ben bu fırtınaya kapı­lıp, ülkemin dışına sürüklendim.

Kendimi ansızın başka bir ülkede; dilini, dinini, kültürü­nü bilmediğim yabancı bir Ülkede buldum. Yıllarca onlann dilini öğrenmeye çalıştım. Ve yıllarca iş aradım. Temizlikçi, bulaşıkçı, fabrika işçisi, muhabir, bahçıvan, yazar 'oldum. Yapmadığım hiçbir İş kalmadı. Hiçbirinde dikiş tutturama-dım. O sıralarda karşıma hiç tanımadığım biri çıktı ve «sana bir şey sormak İstiyorum» dedi. «Sor bakalım» dedim. «Eğer sen Allah olsaydın, evreni nasıl yaratırdın?» dedi.

Bütün varlığımla ürperdiğimi hatırlıyorum. Böyle bir şeyi kim düşünmüştür hayatında? Kimin aklına gelir bu soru? Biliyorum ki, böyle bir soruyu kimse aklından bile geçirme mistir. Biraz düşündüm. Kısa bir sessizlikten sorv ra, «bu sorunun yanıtını şimdi vermesem, daha sonra ver­sem olur mu?» dedim. «Elbette, ne demek, yanıtı istedi ğin zaman verebilirsin» dedi. Sonra çekip gitti. Ve ben müthiş rahatsız olmaya başladım. Hayata bakış açımı de^ ğiştirecek, beni tamamen dönüşüme uğratacak bir soruy-la karşı karşıya olduğumu hissediyordum.

O günden sonra düşündüm. Boşlukta dönen dünyayı düşündüm. Küçük bir tohumda evrimleşen hayatı düşün­düm. Ağacını genetik programında saklayan çekirdeği dü-şündüm. İnciri, üzümü, hurmayı, balı, arıyı düşündüm. Mevsimleri, yaprakların renk değişimini, rüzgârın uğultu-sunu düşündüm. Yağmuru, bulutu, gökyüzünü düşün­düm. Hayat ve ölüm... Her şey dengede, her şey olağa­nüstü, her şey mükemmeldi. Her şey amacına uygundu. Her şey çok muhteşemdi. Hiçbir şey, «eksik» ya da «faz­la» değildi. Eklenecek, çıkarılacak, yadırganacak, yadsına­cak hiçbir şey yoktu.

Uç gün, üç gece düşündüm. Kimi zaman durgun su­lar gibi aktım, kimi zaman çağlayanlar gibi coştum. Bazen girdaplara kapılıp döndüm. Gecelerim uykusuz, gündüz­lerim dalgın geçti. Yalnızlığım büyüdü, büyüdü, gecenin karanlığı gibi kuşattı beni. Issızlığın ortasında, karanlık bir kuyunun dibinde, yalnız ve çaresiz kaldım. Bir daha hiç göremedim onu. O yıllar, umutlarımı ve yaşama sevinci-

mi tamamen yitirdiğim yıllardı. O adamı aradım, çok ara­dım, ama bulamadım. Yoktu...

Kimdi bu adam? Niçin hayatın yükünü taşıyamaz ol­duğum bir anda çıkmıştı karşıma? Nasıl tanışmıştık, bilin­cimi uyandırdıktan sonra niçin çekip gitmişti? Yanıtsız so­rular çoğaldıkça, beni kuşatan ve derin bir yalnızlığa hap­seden çaresizliğim, yetersizliğim de çoğalıyordu. Kendimi çok mutsuz hissediyordum.

Bulunduğum ülkeye bir türlü alışamıyordum. Dili benim dilime benzemiyordu. Sokakları benim sokaklanma benze­miyordu. Adetleri, alışkanlıkları, gelenekleri başkaydı. Ta­rihleri, kültürleri, hayata bakış açılan başkaydı. Anadolu'nun bozkırlannı, tozlu yollarını Özlüyordum. 7'ürkülerimi özlü-yordum. Anamı özlüyordum. Anamın sıcaklığını, anamın patates böreğini çok Özlüyordum.

Mahkeme benim iltica istemimi reddetsin; bir celsede karar versin ve tutup kolumdan ülkeme göndersin, iste­dim. Siyasi belgelerimi evde bırakarak, mahkemeye hazır­lıksız gittim. Fakat mahkeme salonunun kapısında, hasta­lık nedeniyle avukatımın gelemediğini ve bu yüzden mah­kemenin bir ay sonraya ertelendiğini okudum. Hayat, be­nimle alay ediyordu sanki. Okyanusun dalgalarına kapıl­mış zavallı bir tekneden ne farkım vardı? Yapayalnız, ça­resiz ve yardımsız bırakılmıştım. Kendimi taşıyamayacak kadar güçsüzdüm. İntihar etmeyi düşündüğüm anlar olu­yordu.

Ve ertesi gün, anamdan bir mektup aldım. «Sakın Türkiye'ye dönme!» diyordu. Siyasi nedenlerle, kesinleş-miş hapis cezalarımın olduğunu söylüyordu ve «sakın gel­me!» diyordu. Ayrıca bir de asker kaçağıydım. Bu olaydan sonra, gizli bir elin, beni ülkeme dönmekten alıkoyduğu­nu farkettim.

Kader neydi? Her şey önceden mi yazılmıştı? Yazılmış bir senaryoyu mu oynuyorduk? Yoksa senaryoyu biz mi yazıyorduk? O gizli ve sihirli el, sadece tıkandığımız yer­lerde mi dokunuyordu bize? Sahi kader neydi? Nasıl açıklamıştı dinler bunu?

Hayatım giderek çekilmez olmuştu. Yıllardır ülkeme dönemiyordum. Artık ben bir kaçaktım. Onlara göre ben bir vatan haini... Ben bir anarşist, haydut, eşkıyaydım. Si­yasi nedenlerle kesinleşmiş hapis cezalarım vardı. Üstelik bir de asker kaçağıydım. Ve ben ülkeme hiçbir zaman dö­nemeyeceğimi düşünüyordum. Umutsuzluğum, bir çığ gibi giderek büyüyordu. Çıkışı olmayan bir labirentte do­laşıyordum sanki.

İdeolojik kimliğimle çatışmaya başladım. İnançlarım sarsılmıştı. Bir boşluğa düşmüştüm sanki. İşten eve dö­nünce, yüzüstü yatıp, çocuklar gibi ağladığımı hatırlıyo­rum. Saatlerce... Belli bir neden yokken, dolaysız, derin ve sessiz ağlayışlar...

O günlerde, ideolojime ters düşen kitaplar okumaya başladım. İncil okudum. Tevrat okudum. Buda'nm öğre­tilerini okudum. Kiliselerde, havralarda yaşanan din beni kucaklamıyordu.   Mağaralarda düzenlenen  meditasyon ayinleri beni kucaklamıyordu. Ben, ışığı, bu dinlerin yaşa­nan boyutunda aramıyordum. Bu dinlerin yaşanan boyu­tunda ışık yoktu. Bu dinler, kalıp uygulamalarla, gelenek­sel bir kimlik kazanmış, bir alışkanlık, bir kültür haline dö­nüşmüştü.

Hatta kapitalizm, onun pazarını bile yaratmıştı. No-vel'de, akıl almaz çam ticareti yapılıyordu. Paskalya'da, inanılmaz çikolata ticareti yapılıyordu. Ben bir ışık, bir umut arıyordum; fakat bu umudu, kilise çanlarında bula­mıyordum. Ben, ihtiyacım olan umudu ve ışığı, bu dinle­rin yaşanan ve uygulanan boyutunda değil, algılanmayan ve uygulanmayan arka boyutunda anyordum. İşte bu ne­denle, bu dinlerin kutsal kitaplannı okurken, o kitapların satır aralarında, bir sır, bir giz yakalamak istiyordum.

O gizi, önce İsa Mesih'in (as) yaşamında yakaladım. Giz, kilisede, kilisenin çanlarında değildi. Giz, İsa Me­sih'in (as) sırlarla dolu yaşamında ve hikmetli sözlerindey-di. Ve o hâlâ yaşıyordu. Çarpıcı sözleriyle ve tüm berraklığıyla, asırlara meydan okuyarak yaşıyordu. Kutsal kitabı bozmaya çalışanlar, satırları belki bozmuşlardı, ama onun ıkibin yıldır parlayan ışığını söndürememişlerdi. Ordaydı işte. Her zamanki yerinde... Ve güneş gibi parlıyordu.

Tevrat'ın satır aralarında, Hazreti Musa'nın (as), de­nizi ikiye ayıran düşünce gücü yatıyordu. Kibirli Fira-vun'un hazin sonu ürperti veriyordu insana. Kendi kitap­larını ne kadar bozarlarsa bozsunlar, bozulmayan bir şey kalıyordu. O bozulmayan şey, peygamberlerin ışığıydı. Onların ışığı asla söndürülemiyordu. Anladım ki, farklı

dinler yoktu aslında. Farklı dinleri ortaya çıkaran ve onla­rı birbirine düşman eden, insandı. Dini, çıkarları için bö­lüp parçalamakta hiçbir sakınca görmemişti. İnsan bugün eğer doğruyu bulmakta zorlanıyorsa, bunun tek nedeni yine insandı. Kendi elleriyle bulandırdığı suda şimdi balık avlamaya çalışıyordu. Yaratıcı'nın, farklı zamanlarda, farklı toplumlara gönderdiği din, aynı dindi, benzer me­sajlar taşıyordu.

Tüm bunların sentezinden bir sonuca vardım ki. hep-si aslında aynı şeyi söylüyordu. Ama ayn frekanslarda söylüyordu. Ben artık bir Yaratıcı'nın olduğuna kesin iman ediyor, hatta imanın da Ötesinde, sanki biliyordum. Ve O'nun her şeyi sevgiyle yarattığını biliyordum. Ama bu beni yine de tatmin etmiyordu.

Yaratıcı'yi bilmek, fakat sonra herkes gibi günlük yaşa­mın kaosunda ve karmaşasında kaybolup gitmek, bana hiçbir şey vermiyordu. Hayatımı değiştirmiyordu. Mutlu olamiyordum. Denizin ortasında zavallı bir varil gibi or-dan  oraya yalpalayıp duruyordum.   Niçin yaşadığımı, hangi amaçla hayata gönderildiğimi ve Yaratıcı'ya karşı nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Hayat bana çok anlamsız geliyordu. Yeniden bir umutsuzluğa ve ön­cekinden daha derin bir çukura düştüm. Benim yaşamım hep böyle mi geçecekti? Yaşama sarılmak için hangi dalı tutsam, çürüyüp dökülüyordu.  Elimi nereye uzatsam, boşluğu yakalıyordum. Yeniden okudum. Okuduklarımı çevirip yeniden okudum. Dönüp dolaşıp yine okudum.

Okuduğum kitaplar, hayata niçin geldiğim konusunda be­ni ikna edemiyordu. Sorulanma yanıt ararken, yanıtı olmayan başka sorularla karşılaşıyordum. Yaratıcı'ya karşı nasıl davran­mam gerektiği konusunda beni aydınlatacak hiçbir bilgiye rastlayamıyordum. Hayatım iyice çekilmez oldu ve ben artık hiçbir şeyden zevk almamaya başladım.

Her pazar ziyaretime gelen ve bana İsa Mesih'i (as) anlatan birine; «bana, onun ne yüce biri olduğunu anlat­ma. Bana, yaşamımı nasıl düzenlemem gerektiğini anlat» dedim. Umutla gözlerine bakarak, ondan tatmin edici bir yanıt bekledim. Fakat ben her zamanki gibi yine bir düş-kırıklığı yaşadım. Çünkü, onun da bildiği önemli bir şey yoktu. Artık her pazar bana gelmemesini söyledim. Ara­yışlarımı yalnız sürdürmek İstiyordum.

Yeni bir umutla İslamiyet'e yöneldim. Aradığım her şe­yi orda bulacağıma inanarak yöneldim. Bunu içtenlikle is­tedim, çok istedim. Çünkü, çevremdeki insanların İslami­yet anlayışları, İçimdeki bu son umut kıvılcımlarını da sön­dürüyordu. Fakat ben, onların İslamiyet'i nasıl anladıkla­rını değil, İslamiyet'in kendisini anlamak durumunday­dım. Bu umutla hayata yeniden tütündüm.

Ayrıntılarda yaşamayı bırakıp, hayatıma bir bütün ola­rak baktığımda, bir şeyin farkına vardım. Allah'a inandı­ğım zaman, hayata derin bir bağ ile bağlanıyordum. Her şey yeniden bir anlam kazanıyordu. İnancımı kaybettiğim­de ise, boyutlarını kavrayamadığım sonsuzlukta, kendimi terkedilmiş ve yalnız hissediyordum. Umutsuz, yorgun ve bitkin düşüyordum.  Her şeyden önce mutsuz oluyordum. Hayatın hiçbir anlamı kalmıyordu. Hayat, inançla­rımı kaybettiğimde, taşımakta zorlandığım ağır bir yüke dönüşüyor ve ben hiçbir şeyden zevk alamıyordum.

Çıkmazda olduğum böyie bir günümde kitaplarımı yaktım. Sol içerikli dev kütüphanemde, kendi yazdıklanm da dahil, hepsini yırttım, yaktım... Ben, aslında umutları-mı, beklentilerimi, Özlemlerimi, geçmişimi ateşe verdim. Yıkılan inançlanmı ve onunla birlikte gençliğimi verdim ateşe. Büyüyen alevlerin karşısına geçip, sarsıla sarsıla ağ­ladım. Alevler arasında yanan gençliğimi izlerken, kan damladı yüreğimden, kan'.. Bazı şeyler vardır ki, anlatıla­mıyor. Sadece yaşanıyor.

Okyanusun dalgaları gibi çalkanıyordu yüreğim, (çim­de çok şidde.li fırtınalar esiyordu. Oysa ben huzuru ve sessizliği arıycrdurn. Bu olaydan sonra, aradığım huzuru ve sessizliği bulamadım; ama en azından, geçici de olsa, onlardan kurtulmanın rahatlığını yaşadım. Nihayet kurtul­muştum onlardan. Yıllarca bana «madde» olduğumu, «maymun» olduğumu öğreten saçmalıkların hepsinden kurtulmuştum. Onları bilinçli olarak mı, yoksa bilincimi kaybettiğim bir anda mı yaktığımı bilemiyorum. Sadece yaktığımı ve ağladığımı hatırlıyorum.

Ben kimdim? Hayata niçin gelmiştim, niçin yaşıyor­dum? Yaratıcının benden beklentisi neydi? Bir ağaç, meyvesinden ne bekler? Kabuğunu kınp filizlenmesini ve kendini yaratan ağacı tekrar ortaya çıkarmasını mı? Bu doyumsuzluk, bu tatminsiz hayat, bu mutsuzluk, O'nun beklentilerine uymadığım için miydi? Bir ceza mıydı bu? Yoksa ben cezalandınlmiş mıydım!? Hayatıma nasıl bir yön vermem gerekiyor, hayatımın merkezine neyi koy­mam gerekiyordu? Yıllarca yazmıştım... Yazmayı koy­muştum hayatımın merkezine. Fakat ben aslında bundan hiçbir zaman pişman olmadım. Yazmayı sevdim. Okuma­yı ondan daha çok sevdim. Yazmak, elbette saygın bir iş­ti. Alkışlanmaya ve takdire değer bir çabaydı. Düğüm bel­ki de burdaydı; «takdire» ve «alkışlanmaya» değer bir ça­ba... Yıllarca niçin yazdım ben? Erdemli bir çaba olduğu için mi? Yoksa onunla doyuma mı ulaştım? Takdir ve al­kış mı bekledim?

Ben, acılarla ve hüzünlerle boğuşurken, zehirle mi, yoksa bir kurşunla mı hayatıma son vermeyi düşünürken, uzaklarda beni «alkışlayan» ve beni «takdir eden» okuru­mun takdiri bana ulaşmıyor, onun alkışları benim hayatı­mı değiştirmiyordu. Beni sevenlerin ve alkışlayanların, ba­na hiçbir yaran olmuyordu. O duygular onlarındı, benim değildi. O duygulan onlar yaşıyordu; seviyorlardı, kıska­nıyorlardı, coşuyorlardı, alkışlıyorlardı... Benim için önemli olan benim duygulanmdı. Benim yaşadıklarım, benim hissettiklerimdi. Ben seviyor muydum? Kimi? Ken­dimi seviyor muydum? Bütün düğüm burdaydı. Bu düğü­mün çözülmesi gerekiyordu. Kendimi seviyor muydum ben? Bir koşula mı bağlıydı bu sevgi, nasıl olursam seve­cektim kendimi? Kendimden beklentim neydi? Sorular bitmiyor, bir zincirin halkalan gibi uzayıp gidiyordu.

Eğer kendimi sevseydim, başkalarından sevgi dilen-mezdim. Değerli olduğuma inansaydım eğer, başkalarının bana değer vermesini beklemezdim. Eğer kendime saygı duysaydım, onuruma sahip çıksaydım, kendime bu kötü' lüğü yapmazdım. Meğer kendi değerimi bilememiş, de­ğersiz şeylerde aramışım değerimi!..

Eğer siz kendinizi sevemiyorsanız, eğer bir gülün de­rinleşen renginde aşkı ve coşkuyu yakalayarnıyorsanız, eğer küçük bir çocuğun gülüşü size yaşama sevinci ver­miyorsa, eğer artık heyecanlanmıyorsanız, eğer hayat an­lamını ve rengini yitirmişse, siz artık cehennemdesiniz. Bu cehennem, öyle bir cehennemdir ki, o cehennemin yakı­tı siz, acı çeken günahkârı da sizsiniz. Ve o cehennemin kendisi de sizsiniz.

Ben kendimi sevmiyordum, fakat nasıl olursam seve­cektim kendimi? Kendimden beklentim neydi? Ticareti ve zenginliği istemediğimi biliyordum. Beni, makam ve şöhret de çekmiyordu artık. Önemli makamlarda bulunan İnsanların, nasıl ikiyüzlü ve riyakâr olduklarını, birebir iliş­kilerde yaşadığım için, onlardan nefret ediyordum. Altın İşlemeli koltuklarda otursalar ve başlarına zümrüt taşlany-la süslenmiş altından taç taksalar, onlar benim sadece nefretimi artırıyordu. Onlar benim umutlarımın hırsızla-rıydı. Onlar ikiyüzlü, sahtekâr, yalancıydı.

Sahiplenme duygusu da yoktu bende. Son model bir araba beni mutlu edemezdi. Dışımdaki eşyaya hiçbir za­man itibar etmedim. «Sahip olmak» istemiyordum, ama «olmak» istiyordum. Bu arzum, sonradan farkettim ki, yıllarca yanıtsız kalan bir soruyu da açığa çıkarmıştı. Ne ol­mak istiyordum?

«Olmak» istiyordum. Olmak; bir ordunun komutanı olmak değildi. Vali olmak, müdür olmak, müsteşar olmak değildi. Ben, makam ve kariyer istemiyordum. Sadece «olmak» istiyordum.

Kemalini bulmuş bir insan olmak istiyordum. Mutlu ol­mak istiyordum. Sevmek istiyordum. Anlamlı olmak ve dokunduğu her şeye anlam katmak istiyordum. Ben bunu istiyordum... Ellerimi açtım ve «Allahım, benim zihnimi aç ve beni aydınlat» dedim. Yeniden filizlenen yeni bir umutla. Kuran okudum. Tasavvuf okudum. Çevirdim yi­ne okudum. Döndüm bir daha okudum.

Tüm o acıları yaşamam gerekiyordu belki. Bir fırtına­nın kaldırıp beni yabana atması gerekiyordu. Gurbetin bana «okul» olması gerekiyordu. Birgün bir adamın karşı­ma çıkması gerekiyordu belki... Ve bilincimi uyandıran o soruyu bana sorması gerekiyordu. Bunların mutlaka ol­ması gerekiyordu.

Gurbeti kabul etmeyi Öğrendim. Ona karşı direnmeyi bıraktım. Onu, kaderim olarak kabul ettim. Onu benim­sedim, sevmeye çalıştım. Dilini, kültürünü, sokaklarını öğ­rendim. Dinini, tarihini, coğrafyasını ve halkını tanıdım. Yazarlarını okudum, müziklerini dinledim. Hayata karşı direnmeyi bıraktım ve onunla bütünleşmeye çalıştım. İşte o zaman, sınırlarımın genişlediğini, bilincimin açıldığını farkettim. Gurbet, işte o zaman «gurbet» olmaktan çıktı. Gurbet benim yurdum oldu...

«Gurbet Yurdumdun> adlı Öykümü o yıllarda yazmaya başladım. Gurbete götürdüğü militan kişiliğiye çatışmaya başlayan ve arayışlara giren bir devrimciyi anlattım. O yıl­larda, hakkımda verilen hapis cezalan da kaldırıldı. Bedelli askerliğimi yaptıktan sonra da, ülkeme özgürce girip çıkma­ya başladım. Bununla birlikte anladım ki, yaşanan hiçbir şey boşuna değildir! Ve hiçbir şey tesadüf değildir!

Yaşamınızın karelerine baktığınızda, kaderinizi anlaya­mıyorsunuz;  fakat yaşamınjzın  bütününe baktığınızda, neleri niçin yaşadığınızı görüyorsunuz. Neleri yaşamasay-diniz, nelere ulaşamayacağınızı anlıyorsunuz. Kaderiniz işte o zaman ortaya çıkıyor. Bu bakış açısını kazandıktan sonra, günahları ve sevaplanyla, doğrulan ve yanlişlany-la, yaşamınızı bir bütün olarak kabul ediyor ve kendinizi olduğunuz halinizle sevmeye başlıyorsunuz. Aynı bakış açısıyla hayatın geneline baktığınızda, tüm insanlan sev' meye ve hayatı bir bütün olarak sevmeye başlıyorsunuz. Parçalan birleştirdiğinizde, yaşam manzaranız tüm ber­raklığıyla ortaya çıkıyor. O zaman, hayatınızı oluşturan par­çalardan hiçbirinin gereksiz olmadığını görüyorsunuz. Yaşa­dığınız her anın değerli olduğuna ve gereksiz hiçbir şeyi ya' yamadığınıza  İnanıyorsunuz.  Yaptığınız  «yanlış»  işlerle, «doğru»ya nasıl yöneldiğinizi anlıyorsunuz. Yanlışlarınız, si­ze yeni çıkış kapılan açıyor ve sizi hiç beklemediğiniz uftik-lann ardına taşıyor. Bunu anladığınızda, hayatı olduğu gibi kabul etmeye ve kendinizi sevmeye başlıyorsunuz.

Kuran okumayı niçin sona bırakmıştım, bilmiyorum, ama böyle oldu. Düşününce, «iyi ki böyle oldu» diyorum.

Kuran'ı ve Tasavvufu daha önce okusaydim, diğerlerini belki okumayacaktım. Belki onlara gerek duymayacaktım. Belki kendimi şartlandıracaktım. Bazı kalıp yargılarla belki sınırlayacaktım kendimi. Ama ben onların bana bir zen­ginlik kattığına inanıyorum. Zenginliğin de ötesinde, beni evrenselleştirdiğini düşünüyorum.

Her geçen gün yeni bir şey öğreniyorsunuz. Yeni öğ­rendikleriniz, eskilerle kimi zaman çelişiyor, kimi zaman da onların karışımından yeni sentezler doğuyor. Ardınız-da renkli ışık kıvılcımları bırakarak, sürpriz buluşmalardan yeni sonuçlar çıkararak; karışarak, kaynaşarak, yoğrula yoğrula, kınla döküfe, kfvrıfa büküle, dolana dolana gidiyorsunuz. Sonsuzlukta kayan bir yıldız gibisiniz. Sizi kuşa­tan hiçbir şey yok. Özgürsünüz.

Kitabın ilerleyen sayfalannda, özgürlüğünüzü kısıtlayan olumsuz duygulann ayırdına varacaksınız. O duygulardan kurtulmayı içtenlikle istediğinizde, perdeler açılacak ve oyun başlayacak... Hayat sizin sahneniz olacak. Işıklar ya-nacak, ışıklar sönecek... Oynayan siz, ama izleyen de siz olacaksınız.

Yıllan kapsayan uzun çalışmalanm sırasında, zihnimde oluşan küçük kareler birleşerek bu manzarayı ortaya çıkar­dı. Elinizdeki kitap, ortaya çıkan bu manzaranın sözcükler­le anlatımıdır. Düşündüklerim, düşlediklerim, derinden et­kilenerek hissettiklerimdir. Tasavvufun ve bilimin ışığında; yaratılışa, evrenin görünen ve görünmeyen boyutlanna, ha­yata ve ölüme dair düşüncelerimi, saptamalarımı, gözlem­lerimi içermektedir.

Bu çalışma sürecinde kaybettiğim anama, canım ana-ma, ciğerim anama diyorum ki: «Ana!.. Yolun açık olsun, gülegüle git... Nur içinde yat, cennet mekânın olsun... Se-nin en küçüğün, küçük hayırsızın, ömrünü gurbetlerde geçiren hayırsız oğlun, bu hayırlı eserini sana adıyor. Senin olsun... Ruhun şad olsun.»

Vehbi Bardakçı Berlin, 22 Nisan 2005

 

Boşluk Boş Değil

 

Bilimsel verilerin, matematiksel hesapların ve labo-ratuvar deneylerinin, tek başına yetersiz kaldığı açıktır. Aydınlanmanın tek yolu, boşlukta yayınlanan dü­şünce dalgalarına açık olmaktır. Herkesin aklına, haklı olarak, «boşlukta düşünce dalgaları mı var?» diye bir so-ru takılabilir. Boşlukta, elektrik dalgalan, ışık dalgalan, gö' rüntü ve ses dalgaları varsa, düşünce dalgalan neden ol­masın? Boşluk, sanıldığı gibi boş değildir.

Beynin haritasını çizen bilimadamları, uyarılan sinir hücrelerinin fonksiyonlarını anladı, fakat o sinir hücreleri­ni uyaran düşüncenin kaynağını bulamadı. Beynin, dü' şünce üreten bir organ olmadığı tıp dünyasında artık bili­niyor. Beyin, safra salgılayan karaciğer gibi çalışmıyor. Yani düşünce üretmiyor. Fakat uyarılıyor. Dalgalar halin­de gelen düşüncelerle sürekli uyarılıyor.

Beyin hücrelerini uyaran bu düşünceler nerden geli-yor? Boşlukta yayınlanan düşünce dalgaları mı var? Yok­sa beş duyu organımızdan başka, o düşünce dalgalarını algılayan ve beyin hücrelerine ileten altıncı bir duyu organımız daha mı var? Görünmeyen bir algılama aracımız var da, bizim ondan haberimiz mi yok? Bunları düşünüyorsunuz, soruyorsunuz, karşılık arıyorsunuz. Ama bu so­rular beyninizde üretilmiyor. Beyin, bu soruların karşılığı-nı da üretmiyor. Siz, bu konuya odaklanıyorsunuz, yo-ğunlaşıyorsunuz ve böylece titreşiminizi bu düşünce dal' galarına ayarlıyorsunuz. Sonra da, aynı frekansta olan düşünce dalgalarını kendinize çekiyorsunuz.

Tercihleriniz ve eğilimleriniz, sizin frekansınızı belirti­yor. Ve bu frekansınıza uygun düşünceleri kendinize çe­kiyorsunuz. Kendinize çektiğiniz düşünceler, sizi harele-yen renkli ışık dalgalarıyla buluştuğunda, fotonlara dönü­şerek, ışık kıvılcımları şeklinde beyninize giriyor. Bu foton­lar, beyninizde elektrik akımlarına dönüşüyor. Bilgi içeren bu elektrik akımları, sinir sistemiyle, en ücra hücrelerinize kadar gidiyor.

Elektrik akımlarına dönüşen bilgi içerikli düşünceler, bedeninizin düşünce belleğine kodlanıyor. Bu elektrik akımları, aynı anda, beyninizin ilgili bölümlerinde, kendi frekanslarında, pozitif veya negatif enerjilere, yani oium-lu veya olumsuz duygulara dönüşüyor. Bu duygular da, sizi, ölüm-ötesi yaşamınızda, kendi frekanslarına uygun ortamlara (cennetlere veya cehennemlere) çekmek üze­re, ruhunuzun duygu belleğine kodlanıyor. Her şey, dü­şünce hızıyla oluyor.

Boşluk, insanın algılayamadığı ve değerlendiremediği düşünce dalgalarıyla doludur. Bu düşünce dalgalarının, aynı boyut içinde, mesela yaşadığınız evrende, sayısız ara titreşimleri (ara frekansları) vardır. Bu dalgaların sonu as^ la yoktur. Bitti sandığınız ve «son» dediğiniz yerde, yeni bir boyutsal derinlik başlıyor. Bu yeni boyutun ara fre­kansları yükseliyor ve bittiği yerde başka bir boyutun de­rinliği başlıyor. Boşluk, sizin sandığınız gibi «boş» değildir. Boşluk, «hiçlik» de değildir.

Görme, işitme, duyma gibi algılama araçlarıyla gelen bilgiler, beyinde nasıl değerlendiriliyorsa, dalgalar halinde gelen düşünceler de öyle değerlendiriliyor. Beş duyu or­ganıyla gelen bu bilgilerin, hangi kanallarla beyin hücre­lerine ulaştığı açıktır. Gözlerinizle görüyorsunuz, kulakla­rınızla işitiyorsunuz, burnunuzla kokluyorsunuz, dilinizle tadıyorsunuz ve teninizle dokunuyorsunuz. Beyin hücre­leri bu bilgilerle uyarılıyor, bu bilgiler beynin ilgili bölüm­lerinde değerlendiriliyor ve elektrik akımları halinde bel­leğe kodlanıyor.

Beyin, sinir hücrelerinden oluşmuş bir kütledir. Genel olarak bakıldığında, büyük bir cevizi andırır. Kıvrımları olan bu gri kütlenin kimyasal yapı maddesi, proteindir. Ama öyle muhteşem bir işletim sistemine sahiptir ki, tek­nolojinin son harikası olan süper bilgisayarlar, onun ya­nında çok mekanik ve ilkel kalır. Beyniniz, sözcüğün tam anlamıyla, kozmik bir bilgisayar gibi çalışıyor. Onu çalıştı­ran program, boşlukta yayınlanan düşünce dalgalarıdır. Siz beyninize nasıl bir program yüklerseniz, yani hangi frekansta düşünce dalgalarını algılarsanız, beyniniz o ka­pasiteyle çalışıyor, işletim sisteminizi beğenmediniz mi? Hiç sorun değil. İstediğinizde, beyninizin işletim sistemi­ni (kaderinizi) yeniden programlayabiliyorsunuz. O za­man, daha yüksek titreşimli düşünce dalgalarını beynini­ze yükleyebiliyorsunuz.

Bilincin, içgüdülerin ve deneyimle kazanılan bilgilerin, beyinde biçimlendiğini artık biliyoruz.  Sinir sisteminin merkezi olan beyin, bedenin bütün hareketlerini ve tep­kilerini yönettiği gibi, duyguların, belleğin ve kişiliğin de merkezidir. Bunlar artık biliniyor. Sesle, görüntüyle, ko­kuyla, tadla uyarılan hücrelerin nasıl çalıştıkları biliniyor. Düşünce dalgalarıyla uyanlan hücrelerin nasıl çalıştıkları da biliniyor. Fakat, bu düşünce dalgalan nerden geliyor? Beyin, «nöron» adı verilen milyarlarca sinir hücresin­den oluşmuştur. Sinir hücresinin, çekirdekli bir gövdesi ve anatomide «dendrit» adı verilen ipliksi uzamdan var­dır.  Bunlann dışında, merkezi sinir sisteminden çıkıp, omurilik kanalından geçerek, ayak parmaklarının ucuna kadar giden ve «akson» adı verilen, tek veya ana bir uzan­tısı vardır.

Sinir hücreleri, uyanlabilir bir Özelliğe sahiptir. Bir sinir hücresi uyarıldığı zaman, ortaya çıkan uyan dalgası, birbi­rini ateşleyen barut fıçıları gibi hücreden hücreye yayılır. Ağaç dallannı andıran ipliksi uzantılar, örneğin başka bir sinir hücresinden gelen uyanları, "nöronların hücre göv­desine taşır. Akson ise, hücre gövdesinden aldığı bu uya­rıları, komşu nöronların dendritlerine iletir. Böylece, be­yin merkezinden çıkan bir uyarı, parmak uçlarına kadar gelir. Parmak uçları da, kendine gelen uyannın içeriğine göre tepki verir. Bunlar artık biliniyor. Fakat, düşünceler nerden geliyor ve hangi kanalla beyin hücrelerine ulaşı­yor? Beyin, eğer düşünce Üretmiyorsa, bu düşünceler nerden geliyor?

Radyonun veya televizyonun, görüntü ve ses ürettiği­ni söyleyebilir misiniz? Teknolojiyle tanışmamış ilkel bir insan, radyo veya televizyonun, boşlukta yayınlanan gö­rüntü ve ses dalgalannı değerlendiren bir aygıt olduğunu düşünemeyecektir. Onların, görüntü ve ses üreten bir ay­gıt olduğunu sanacaktır.

İnsan, gelişen son teknolojiyle, aslında madde duvan-nın ötesine geçti. Ses ve görüntü dalgalannt, geliştirdiği cihazlarla okuyabiliyor. Yazışarak bilgi aktarabiliyor. Ama neyi kullandığının farkında değil. İnsan, madde ötesinden aldığı bu bilgilerle, insanlığı maddeye hapsediyor. Bu ci­hazların, neyi nasıl yaptıkları değil, kendisi daha önemli ve daha çekici bulunuyor. Onları «satmak» ya da onlara «sahip olmak» tek amaç haline geliyor.

Bu maddeci yaklaşım, madde ötesinden aldığı bilgiyi sermayeye dönüştürerek ticaretini yapıyor. Ticaretini el­bette yapacak, ama insanlığı, maddeyle sınırlı daracık bir evrene hapsediyor. Onlar eğer cennetlerin ve cehen­nemlerin bilgisini taşıyan düşünce dalgalannı da yakala-yabilselerdî, onunla mutlaka nasıl para kazanacaklarını düşünürlerdi. Çünkü, boşluk boş değil. Boşluk, görünen ve görünmeyen boyutlarıyla, evrenin bilgisini taşıyan dü­şünce dalgalanyla dolu. Bu dalgaların sayısız frekansları ve içice boyutsal derinlikleri var. Beyninizi o dalgalarla buluşturduğunuz zaman, sizi sınırlayan mekânın ve za­manın ötesine geçip, evrenin görünmeyen boyutlarını gö-rebilirsiniz. Gaybi bilen peygamberler, o düşünce dalga-larını algılayan ve değerlendiren kişilerdi. Miraca nasıl çı­kıldı sanıyorsunuz?

Beyin, asırlar boyunca, böyle düşünce üreten bir or-gan sanıldı. Sonunda bilimadamları beynin içine girip baktılar; ince kıvrımlanyla büyük bir cevizi andıran o gri kütlenin,  sinir hücrelerinden  oluştuğunu  gördüler.   O hücrelerden, tüm bedene yayılan ince kablolar, elektrik akımları ve sıvı maddelerden başka hiçbir şeye rastlayamadılar. Düşünce salgılayan bir merkez yoktu. Sadece, uyarılma özelliği taşıyan hücreler vardı. Kimyasal yapı maddesi protein olan sinir hücreleri...

İnsan düşünüyor, hayal kuruyor, kimyasal tepkimeleri, fizik kanunlarını ve matematiksel verileri ortaya çıkarıyor, ışı--ğm hızını hesaplıyor, güneş sisteminin çapını ölçüyor. Bun­lar nasıl oluyor? Bu düşünceleri, onun beyni mi üretiyor, yoksa onlar insana dışardan mı geliyor? Acaba boşlukta sü­rekli yayınlanan düşünce dalgalan mı var? O düşünce dal' galannı algılayan altıncı bir duyu organı mı var insanda? İn­san, böyle bir algılama aracına mı sahiptir? Böyle bir duyu organı var da, insanın bundan haberi mi yok?

Akıllara hemen «hissetmek» gelecektir. Hissedilen şey­ler, kesinlikle doğru şeylerdir. Bilimadamları Önce hissedi­yor, düşünüyor, tasarımlıyor, sonra deneyimliyor. Galileo, uzaya çıkıp bakmadığı halde, dünyanın yuvarlak olduğunu ve boşlukta döndüğünü hissetti. Böyie olabileceğini düşün­dü.  İnsan,  aya gitmeden önce, oraya gitmeyi düşledi. Einstein, maddenin alt boyutları olabileceğini düşündü. Atoma ulaşmadan Önce, atomun evrenini hayal etti. Bilim, boşluktaki ses dalgalarını, görüntü dalgalarını yakalayan araçlar geliştirdi. Bütün bunlar acaba nasıl oldu?

Bunlara «zekâ» dendi. Ama beynin zekâ üreten bir merkezi de yok. Bu soyut kavramın ortaya çıkardığı somut işlere bakarak, onu tanımlamaya çalışıyoruz. Aslına ba­karsanız zekânın kendisi yok. Hiçbir mikroskop onu göremiyor. Hangi boyutsat derinliklerde gizli olduğu bilinmi­yor. Ama onun yaptığı işler apaçık ortada.

İnsan beyni; bilindiği gibi, sesi, kokuyu, tadı üretmiyor. Duyu organlanyla gelen bu bilgileri alıyor ve değerlendiriyor. Beynin beyaz perdesinde veya ışıklı sahnesinde oynayan gö­rüntüler de yok. Beş duyu organından biri olan göz, görün­tüyü beyin hücrelerine iletiyor, beyin hücreleri bu görüntü­leri elektrik sinyalleri şeklinde alıyor ve değerlendiriyor.

Beyin, düşünceyi de üretmiyor. Basit görünümlü sinir hücreleri, kendine ışık dalgalan halinde gelen düşünce dalgalarıyla uyarılıyor. Sadece uyarılıyor. Bu ışık dalgala­rı, beynin ilgili bölümlerinde elektrik akımlarına çevriliyor. Bilgiyle yüklü olan bu elektrik akımları, madde bedenin düşünce belleğine İşleniyor. Bunlar beynin ilgili bölümle­rinde duyguya dönüştürüldükten sonra da, mikrodalga bedenin duygu belleğine kodlanıyor.

İstediğiniz anda bu bilgilere ulaşabiliyorsunuz. Belleği­nizde arşivlenmiş olan bu bilgiler, hem «düşünce» olarak, hem de «duygu» olarak açığa çıkıyor. Bir olayın sadece pe­riyodik sıralanışını ve aynntılı örgüsünü hatırlamıyorsunuz; onunla ilgili tüm duygulan da açığa çıkanyorsunuz. Bir ola­yı anlatırken; dehşete kapılıyor, korkuyor, heyecanlanıyor, hüzünleniyorsunuz. Demek ki, düşünce depolayan belleği­nizden başka, bir de duygu depolayan belleğiniz var.

Bu düşünceleri hatırlayan, sizin hücresel yapınızdır; onlan duygu boyutunda yaşayan ise, ruhunuzdur. Suçu işleyen, madde varlığınızdır. Ama suçluluk duyan ruhu-nuzdur. Acı çeken, ruhunuzdur. Sevinen, özleyen, mut­lu olan, korku ve dehşete kapılan, ruhunuzdur. Bundan da anlaşılıyor ki, ruh, madde varlığın algıladığı düşüncelerden ve onun eylemlerinden sorumludur. Onun sonuç­larıyla karşılaşmakta ve bu sonuçları duygu boyutunda, «sevinerek» ya da «üzülerek» yaşamaktadır.

Eğilimleriniz ve tercihleriniz, sizin frekansınızı belirli-yor. Size özgür irade verilmiştir. Onunla her şeyi isteye­biliyorsunuz. Mesela birine yardım etmek istiyorsanız, si­ze, bu isteğin frekansına uygun düşünceler geliyor. Daha doğrusu, sizin bu isteğiniz, eğiliminiz, tercihiniz, kendine uygun düşünce dalgalarıyla buluşuyor ve onu kendine çekiyor. Bunu isteyen, dileyen, tercih eden, sizin maddi varlığınızdır. Bu eylemin sonuçlannı, duygu boyutunda «his» olarak yaşayan, hisseden de ruhunuzdur. Bu eyle­minizden (iyi amelinizden) dolayı huzurlu olan, mutlu olan, ruhunuzdur.

Aynı şekilde, çalmayı da isteyebilirsiniz. Buna ruhsat (izin) verilmiştir. Çünkü, serbest iradeniz var. Sizin bu eğiliminiz, kendi titreşimine uygun düşünce dalgalarıyla buluşur ve o düşünce dalgalarını size çeker. Düşünen siz değilsiniz. Düşünce size dışardan gelir. Siz sadece iste­yensiniz. Özgür iradesiniz. Maddi varlığınızla çalarsınız; fakat, o eylemin sonuçlarını duygu boyutunda ruhunuzla yaşarsınız. Acı çeken ve suçluluk duyan, ruhunuzdur.

Ruh ve madde, sizin iki ayrı varlığınız değildir. Aynı varlı­ğın, farklı boyut realiteleridir. Bunlar birbirine göre sanal­dır; ama kendi boyutlarında somut realitelerdir. Bedeni­nizle ne kadar gerçekseniz, ruhunuzla da o kadar gerçek­siniz.

Madde ve ruh arasındaki ilişki böyledir. Bir elinizle ve­rirsiniz, öbür elinizle alırsınız. Evrenin bir boyutunda ekersiniz, öbür boyutunda biçersiniz. Kendinize çektiğiniz düşünceleri, eyleme dünÜştürürsünüz. O düşüncelerle ne yaparsanız, o düşüncelerin frekanslanna uygun duy­guları ruhunuza kodlayıp, ahiret azığı olarak diğer boyuta götürürsünüz. Beyin böyle çalışıyor. Beyin hücreleri uya­rılıyor ve algılıyor. Ama bu düşünceler beyin hücrelerine nerden geliyor?

Bu soru, akla başka sorulan getiriyor. Acaba boşlukta yayınlanan düşünce dalgalan mı var? İnsanın, o dalgalan algılayan bir iletişim aracı mı var? Öyleyse neden bazıla­rı yüksek titreşimli düşünce dalgalarını kendine çekerken, bazıları düşük titreşimli düşünceleri kendine çekiyor? Ba­zıları neden hiç düşünmüyor? Acaba, bunların alıcı an­tenlerinde bir arıza mı var?

İradenin, isteyen ve istediğini kendine çeken bir gücü vardır. Dağların ve taşların kabul etmediği emanet İşte budur. Bu emaneti insan kabul etmiştir. İnsan, isteyen bir varlıktır. Maddenin çekici gücüne ve cazibesine kapılarak, zenginlik ister. Makam ister. Şöhret ister. Bu istekler, onu belli bir frekansa ayarlar. Sonra da, bu frekansa uy­gun düşünceleri kendine çekmeye başlar.

Düşünmeyen İnsanlar, perdelidir. Bu perdelerle çepe­çevre kuşatılmıştır. Algılamalarını kısıtlayan ve sınırlayan, bu perdelerdir. Bunlara, «düşünmüyor» demek yanlıştır. Bu insanlar, algılamalarını kısıtlayan perdelerden dolayı, düşük frekanslı düşünceleri kendilerine çekmektedir. Bu­nu, odaya hiç ışık sızdırmayan veya çok az ışık sızdıran bir «perde» gibi düşünebilirsiniz. Perdeli insanla konuştuğu­nuzda, frekanslarınızın birbirine uymadığını farkedersiniz. Araya sanki parazitler girer. Öyle ki, siz «kapı» deseniz, o «pencere» anlar. Siz ne söylerseniz söyleyin, o kendi iste­diği biçimde anlar. Ne yapsanız, düşüncelerinizle ona bir türlü ulaşamazsınız.

İkizlerden birine gelen düşünce dalgalarını ve o dalga­ların oluşturduğu duyguları, diğeri kolaylıkla algılayabiliyor. Birdenbire sevdiğiniz bir kişiyi hatırlıyorsunuz.  Telefon açıp hatırını sorduğunuzda, aynı dakikalarda, onun da sizi düşündüğünü Öğreniyorsunuz. Bu gerçekler, insanın sade--ce «alıcı» olmadığını, aynı zamanda düşünce yayınlayan bir «verici» olduğunu da düşündürüyor. Peki, insan düşünce yayınlıyorsa, sürekli yayınlanan bu düşünceler nereye gidi­yor? Boşlukta acaba düşünce dalgaları mı var?

Evet, var... Boşlukta, sizin algılayamadığınız düşünce dalgalan var. Bu dalgaların frekans farklılık lan nı açıklaya­bilecek bir sözcük yoktur. O frekansların sayılannı belirte­bilecek bir rakam da yoktur. Fakat şöyle söylenebilir; var­lıkların sayısınca dalga boylan vardır. Varlıkları birbirin­den ayıran ve onlara boyutsal derinlikler veren, zaten bu dalga boyları (frekans) farklılıklarıdır.

Eğer bu frekans farklılıkları olmasaydı, her şeyi, tüm varlıkları, tek yapı olarak görürdünüz ve tek boyut içinde görürdünüz. Varlığın esası budur. Farklı titreşim dalgalan olmasaydı, farklı görüntüler ve farklı boyutlar da olmazdı.

Nesneleri bir milyon defa büyüten bir dürbünle bile baktığınızda, çevrenizde birbirinden ayrı varlıklar göremezsiniz. Sadece boşlukta dönen atomik bir yapı görür­sünüz. Çok sevdiğiniz biricik evladınızı, henüz borcunu bile ödeyemediğiniz sevgili lacivert arabanızı, bir de şu hiç sevmediğiniz komşunuzu, bunlann hepsini, boşlukta dönen atomik yapılar olarak görürsünüz. Maddenin, madde boyutunda algılanan formu veya biçimi görün­mez. Bu, artık deneysel bir bilgidir. Ama sezgisel bilgiyi doğrulayan ve destekleyen önemli bir bilgidir.

Daha ileri süreçte, bunları foton olarak algılarsınız. Daha iteri süreçte ise, bunların bilgisini (tasarımını) taşı­yan düşünce dalgalarını algılarsınız. Sevmediğiniz kom­şunuzu, sizde negatif duyguları açığa çıkaran düşük titre­şimli bir düşünce dalgası olarak algılarsınız. Bu süreçte o, beden gözüyle gördüğünüz bir madde değildir. Algılanan bir düşünce dalgasıdır. Sinir hücreleriniz tarafından de­ğerlendirilen işte bu programdır. Sizin frekansınıza uyar veya uymaz. Fakat o, sizin sahip olduğunuz işletim sis­teminin çalıştırdığı bir programdır.

Varlığın esası ve özü budur. Temele inildiğinde, öz olarak hepsi birdir. Varlığın tamamı, düşünce dalgaların­dan ibarettir. Tek özden yapılmış olmalarına karşın, bir­birine karışmayan varlıkların, ayn birimler halinde var olmalarının nedeni, onların, kendi dalga boylarına, kendi îitreşim hızlanna ya da kendi frekanslarına sahip olmala­rıdır. Esasında, «tek» olan evrenin yapısında ortaya çıkan çokluk görüntüsü, bu titreşim dalgalarının yarattığı bir il-lüzyondur.  Öyleyse, madde, titreşim hızı yavaşlatılmış (frekansı düşürülmüş) bir düşüncedir. Yani, düşüncenin yoğunlaşmış biçimidir.

Maddeden atoma, atomdan ışık dalgalarına, ışıktan düşünce dalgalarına kadar her tonda titreşen frekansların, gittikçe yükselen ara katmanları vardır. Bu katmanların so-nuna asla son yoktur. Bittiği sanılan yerde, başka bir bo­yutun derinliği başlar. Beyin, başka boyutsal derinlikleri de algılayıp değerlendirebilecek bir kapasitede yaratılmış' tır. Fakat, perdeli olduğu için, beynin büyük bir bölümü uykudadır. Uyandığı zaman, nasıl bir illüzyon içinde ol­duğunu anlayacaktır.

Kendi frekansınıza uygun düşünceleri kendinize çeki­yorsunuz. Aynı zamanda düşünceyi boşluğa yayınlayan bir vericisiniz. Eğer boşlukta dalgalar halinde akışan bu düşünceleri okuyabilseydiniz, o düşünceleri çözebilseydinız, kimsenin gizlisi saklısı kalmazdı. O düşünce dalgala--nnı yakalayıp, kime ait olduklarını ve ne düşündüklerini öğrenebilirdiniz. Ama buna izin verilmemiştir. Kişilik hak­lan saklıdır. Günahlar ve sevaplar gizlidir. Herkes, kendi yaptığından sorumludur.

İnsanın yayınladığı bu düşünceler, kendi frekansına uygun bir ortamda sahibini beklemektedir. O ortam ner-de midir? Hayır... Yaşadığınız evrenin uzak bir köşesinde değil- O ortam, içinde yaşadığınız evrenin görünmeyen boyutunda; cennetlerde veya cehennemlerdedir. Yayın­ladığınız düşünceler, kaybolup gitmiyor. Sizin titreşimini­ze uygun dalga boylarında birikiyor. Ve orda sizi bekliyor. Ölümle geçtiğiniz diğer boyutta, sizi kendine çekecek olan güç budur. Kendi frekansınıza uygun ortamlara çe­kileceksiniz. Benzer enerjiler birbirini çeker.

Sîzinle aynı frekansta olan başkası da, yayınladığınız o düşünce dalgalarını kendine çekebilir. Sizin yayınladığınız düşük frekanslı düşünceleri kendine çekip, onları, negatif enerjilere, yani olumsuz duygulara dönüştürebilir. Bun­lar, sizinle aynı dalga boyunda olan insanlardır. Genellik­le birlikte olduğunuz, çok sevdiğiniz ve birlikte kadeh to­kuşturduğunuz insanlardır. Birçok insanın, bir odanın içinde aynı havayı soluması gibidir. Yayınladığınız enerji­nin benzeri de size gelir.

Ne İsterseniz, onu alırsınız. Ne alırsanız, onu verirsi­niz. Ne verirseniz, onunla kalırsınız. Neyle kalırsanız, onunla gidersiniz. Beyninizdeki düşünce programını ça­lıştıran işletim sisteminin yasası budur. Beyninize gelen düşünce dalgalan bu yasaya veya kurala göre programla­nır. Biraz kapalı mı oldu? O halde açalım.

Ne isterseniz, eğilimleriniz ve tercihleriniz ne yöndey-se, ona uygun düşünceleri alırsınız. Hangi düşünceleri alırsanız, ona uygun tepkiler (eylem, davranış) verirsiniz. Nasıl tepki (eylem, davranış) verirseniz, ona uygun duy­guları ruhunuza kodiayıp, onunla kalırsınız. Hangi duy­gularla kalırsanız, evrenin diğer boyutlarına (ahirete) onunla gidersiniz. Söylemeye çalıştığımız bu kadar basit­tir. Daha mı zor olmasını istiyordunuz?

Peki niçin bazı insanların frekansı düşük? Bazılarının frekansı niçin yüksek? 8u adaletsizlik midir? Hayır, değil, dır... İlâhi yasalarda adaletsizlik olmaz. Her şey, olması gerektiği gibidir. Kusursuz ve tamdır. Düşük düşünce dal­galarını size kim çekiyor? Frekansınız... Frekansınız nasıl ortaya çıkıyor? Eğilimleriniz, arzularınız, özgür iradeniz, tercihleriniz, isteklerinizle...

Kiminiz «çalmayı» istiyor, kiminiz «üretmeyi» istiyor. İnsan,  «çalma» veya «üretme» düşüncelerini  kendine böyle çekiyor. Fakat, «çalma» veya «üretme»yi isteyen sizsiniz. Size sadece isteklerinize uygun düşünceler geliyor. Yani bu dünyada deneniyorsunuz. Sınanıyorsunuz. Düşük ve yüksek frekanslı insan ayrımı böyle ortaya çıkı­yor. Her insan, kendi frekansını, Özgür iradesiyle ortaya çıkarıyor, işte bu nedenle, davranışlarınızdan ve eylemle­rinizden sorumlu tutuluyorsunuz.

İnsanın sahip olduğu bilinç katı, onun frekansını belir-liyor. Çünkü, iradenizin istemi, hangi bilinç katında olduğunuza bağlıdır. Düşük bilinç katlarında, maddeye yöne­lik istemleriniz oluyor. Bu istemlerinizin frekansı da, renk' li ışık dalgalarıyla sizi hareleyen Özünüzü oluşturuyor. İş­te sizi kuşatan ve çevreleyen bu öz. sizin frekansın izdir. Kendi frekansına uygun düşünce dalgalarını kendine çe--ken odur. Bu nedenle, siz eğer düşük bilinç katlannda ya­şıyorsanız, maddeye yönelik istemlerinizden dolayı, dü­şük titreşimli düşünceleri kendinize çekiyorsunuz. Yüksek bilinç katlannda yaşıyorsanız, iradenizin madde-ötesi is­temlerinden dolayı, madde duvarını ortadan tamamen çeşitli boyutsal derinlikleri olan yüksek titre-' 1' düşünce dalgalarına ulaşıyorsunuz. Bu düşünce dal­galarını algılamaya başladığınızda, madde boyutunun fi­zik yasaları sizin için artık geçerli olmuyor. Suda yürüye­biliyor, uçabiliyor, başka boyutlara ölmeden geçebiliyor ve madde varlığın programını okuyarak, onları çözebili­yorsunuz.

İlâhi adalette, kişilik haklan saklıdır. Buna rağmen, eğer size bir istisna olarak, başkalarının düşünce dalgalarını okuma ruhsatı (izni) verilmişse, onlann zihninde nelerin döndüğünü, hangi düşünceleri algıladıklarını, niçin o dü­şünceleri algıladıklarını ve bunların sonucu olarak, hangi zorluklarla karşılaştıklarını, hangi sıkıntılar içinde oldukla­rını rahatlıkla biliyorsunuz.

Peygamberlerin algıladıkları yüksek titreşimli düşünce dalgaları, onlann gaybı görmelerini sağlamıştır. Evrenin gizli boyutlarına inerek, insanlara, cennetlerden ve ce­hennemlerden böyle haber vermişlerdir. Normal insanla­rın algılayamadıkları ses dalgalarını algılayarak, meleklerle konuşmuşlardır.

Onlann, güzel huylu ve güzel ahlâklı olmalan, algıla-dıklan yüksek titreşimli düşünce dalgalannın, onlann beyninde, yüksek titreşimli pozitif enerjilere, yani olumlu duy­gulara dönüşmesinden dolayıdır. Duygu bellekleri, bu yüksek enerji dalgalanyla (olumlu duygular) kodlanmakta ve bunun doğal sonucu olarak, frekansı yüksek ortamlara, yani cennetlere çekilmektedirler.

Serbest iradesiyle herhangi bir nesneye yönelen insan, istediği şeyin frekansına uygun düşünce dalgalarını çeker. Algılanan bu «yüksek» veya «düşük» düşünce dalgalan, beynin ilgili bölümlerinde, ruha yüklenmek üzere, «pozi' tif» veya «negatif» enerjilere (duygulara) dönüşür. Beyne giren düşünce dalgalan,  eğer duygulara dönüşmezse, «his» olarak yaşanmazsa, hissedilmezse, yaşam realiteleri haline gelmez.   Bu  düşünceler,  duyguya dönüşmediği için, mikrodalga bedenin (ruhun) duygu belleğine de kodlanmaz. Sadece bir rüzgâr gibi gelir ve geçer. Siz eğer beyninizden rüzgâr gibi gelip geçen bu düşünceleri yaka­layıp duyguya dönüştürürseniz, işte o zaman, o duygula-nnizdan ve duygularınızın ortaya çıkardığı eylemleriniz­den (amelinizden) sorumlu tutulursunuz. Sizi sorumlu tu­tan ve sizi yargılayan mekanizma, sizde mevcuttur.

 

Sonsuzluğun Sonu Yok

 

Güneş sisteminin oluşumuyla ilgili çok çeşitli ku­ramlar vardır. Bazı görüşler, düzenli bir değişim­le bunların ortaya çıktığını söylerken, bazıları da, ansızın bir patlamayla ortaya çıktığını söylemektedir. En son ku­ramlarda bile, söylenmiş yeni bir şey yoktur. Soğuk gaz kütlesinin, gaz bulutlarına bölündüğü ve büzülmelerle yoğunlaşarak ısındığı söylenmektedir. Evrenin oluşumu, çağımızda da bir «sır» olarak kalmaya devam etmektedir.

Güneş sistemine, onu görebileceğiniz bir konumdan baktığınızda, olağanüstü bir büyüklük ve genişlikle karşıla­şırsınız. En geniş yörüngede yüzen donmuş buz gezege­ni Plüton, güneşe yaklaşık altı milyar kilometre uzaklıkta­dır. Bu uzaklığı mutlaka anlamak zorunda değilsiniz; fakat anlamak istiyorsanız, sekiz dakika ile altı saat arasındaki far­kı düşünün. Altı saat, sekiz dakikadan ne kadar uzundur?

Uzay boşluğunda, saniyede üçyüz bin kilometre hız yapan ışık, yüz elli milyon kilometreyi katederek, dünyaya sekiz dakikada geliyor; fakat o uzak ve esrarengiz gezege­ne altı saatte vanyor. Saatte ellibin kilometre hız yapan bir uzay aracınız olsaydı, bu aracınızla, Plüton'a on dört yıl­da varırdınız. Bir o kadar da dönüşünüz süreceğine göre, giderken kundakta bıraktığınız bebeğiniz, siz döndüğü­nüzde ömrünü yarılamış olurdu. Belki on yaşlarında bir de torununuz olurdu.

Güneş sistemi, kendi içinde böyle dev bir büyüklüğe ve genişliğe sahiptir. Sekizinci yörüngede donen Neptün, ortalama olarak güneşe dörtbuçuk milyar kilometre uzak­lıktadır. Güneş, ışığını bu mesafeye dört saatte ulaştırıyor. Uzay aracınızla oraya ancak on bir yılda varabilirsiniz. Yedinci yörüngede donen Uranüs, ortalama olarak güne-şe iki milyar sekizyüz milyon kilometredir. Uzay aracınız­la bu gezegen yedi yıl sürer. Güneş ışığı için, burası üç sa­atlik bir yoldur.

Uzayda her şey, başka bir şeyin içindedir. Hiçbir şe­yin içinde olmayan bir şey yoktur. Bu demektir ki, bu muazzam büyüklük, bu dev güneş sistemi de, mutlaka başka bir şeyin içindedir. Bir katman dışa çıktığınızda, muhte­şem bir manzarayla karşılaşırsınız.

Gördüğünüz bu muhteşem manzara, bizim güneş sis­temi gibi yaklaşık dörtyüz elli milyar güneş sisteminden oluşmuş dev bir galaksidir. Bizim güneş sistemimiz, bu dev yapının içinde kaybolup gitmiştir. Öyle kaybolup git­miştir ki, belli belirsiz parlayan bir nokta gibi görünmekte--dir. İşte gördüğünüz o küçük nokta, aslında bizim çok büyük olan güneş sistemimizdir. Ama, olağanüstü büyüklü­ğünden iz bile kalmamıştır.

Kendi sisteminin merkezinde yer alan ve kendi sistemi­nin sultanı olan güneşimiz, içinde bulunduğu galaksi mer­kezine otuzbin ışık yılı uzaklıkta, sarmal kollann birinde, sanki kentin kenar ve yoksul varoşlarındadır. Bu, akıldışı bir uzaklıktır.

Bu uzaklığı şöyle düşünün; şu anda galaksi merkezin­de bir güneş sönse, bu sönme görüntüsü size ancak otuz-bİn ışık yılı sonra ulaşacaktır...

Ya da şöyle düşünün; o güneş, otuzbin ışık yılı önce sönüp gitmiş, kendi İçine çöküp yoğunlaşmış ve çoktan bir karadelik haline gelmiştir, ama siz o yıldızı hâlâ ışıl ışıl ışıldarken görüyorsunuz. Onun şimdisini değil, geçmişini görüyorsunuz. Işık yılı budur.

Bir ışık yılı, saniyede üçyüz bin kilometre hızla giden bir ışığın, bir yılda aldığı yoldur. Güneşten çıkıp, yüz elli milyon kilometre katederek, dünyaya sekiz dakikada ge­len ışık, galaksi merkezinden bize otuzbin ışık yılında gelir. Galaksinin, bir baştan diğer başa büyüklüğü, yüzbin ışık yılıdır. Bir ışık yılının on trilyon kilometre olduğunu düşünecek olursanız, bunlar, insanın aklına sığacak ölçü­ler değildir. Fakat insan bunu imgeleyerek hayalinde can­landırabilir.

Veya şöyle düşünün; uzayın öyle bir noktasından ba­kılsın ki, orda görünen' dünya, isa Mesih'i (as) çarmıha geriyor olsun! Dünyanın İkibİn yıl Öncesini görebilir misi­niz? Evet, ilk oluşum devresini de görebilirsiniz. Bunlar boyut farklılıkları değildir. Aynı boyut içinde, milim milim yükselen ara frekanslardır. Somut bir ifadeyle, «bir» ve «iki» sayılarının arasındaki kesirli sayılar gibidir. Güneş sis­temini oluşturan her gezegen, bu ara frekanslardan birin-dedir. Bu nicel birikimler sonunda, nitel bir patlamayla yeni bir birime geçilir. Bu yeni birim, kendinden önceki nicel birikimlerin sıçramasıyla oluşmuş «iki» sayısıdır, O i§te yeni bir güneş sistemidir. Bizim güneş sistemi «iki» bi­rimini temsil ediyorsa, aynı galaksi içinde bize en yakın güneş sistemi de, «üç» birimini ifade ediyor. Bu iki sayı arasındaki kesirler, üst birimi oluşturan nicel birikimlerdir. Bize en yakın güneş sistemi, Sirius Yıldızıdır. Yaklaşık olarak 8 ışık yılı uzağımızda bulunan bu sistem, sadece «mesafe» olarak değil, aynı zamanda «frekans» olarak da bize en yakın sistemdir.

Bu birimlerden oluşan daha büyük bir birim ise, galak­siyi oluşturur. Galaksiyi, «yüz» sayısıyla ifade edilen bir bi­rim olarak düşünürseniz, bu sayıyı oluşturan ara birimleri ve onların kesirlerini zihninizde imgeleyebilirsiniz. Kesir­lerin, birimlerin, üst birimlerin ve daha üst birimlerin her-biri bir dalga boyundadır ve bunlar aynı boyutun nicel bi­rikimleridir.

Nicel birikimler sonucu oluşan ufak birimler ve bu ufak birimlerden oluşan üst birimler, daha yüksek birim­ler için daima nicel birikimlerdir. Yükselen, oluşan, derin­leşen, yeniden yükselen bu süreç, nitel bir patlamayla bo­yut d eğişti rinceye kadar gider. Orda, bu yeni boyutun ye-nİ derinlikleri başlar.

Kesirlerden oluşan ara frekanslar, gezegenleri; ufak bi­rimler güneş sistemlerini; daha büyük birimler de galaksi­leri ifade ediyor derken, onların maddesel varlıklanndan bahsetmiyorum. Onların temsil ettikleri dalga boyların­dan, onları oluşturan, onların bilgisiyle yüklü düşünce dalgalarından, onların titreşim hızlarından, frekansların­dan bahsediyorum.

Şöyle düşünün; Plüton, Neptün, Uranüs gezegenleri­ni oluşturan düşünce dalgalannı yakaladığınızda, sizin al­gıladığınız dünya, Nuh (as) tufanını yaşayan bir dünya değildir. Neden? Çünkü, bu gezegenleri oluşturan dü­şünce frekanslarıyla, dünyayı oluşturan düşünce frekansı, bir tam sayının, sanki peşpeşe gelen iki kesiri gibidir. Ne­dir bu? Bir virgül bir... Bir virgül iki.:. Bir şeyi, sınırsız ola­rak, veya genişletilmiş sınırlanyla algılayabilmeniz için, katman katman dışa çıkmanız gerekir. «Yüz» sayısının bu­lunduğu konumdan baktığınız zaman, «bir virgül bir» fre­kansının geçmişini ve geleceğini okursunuz. O, sizin ya­şayıp geçtiğiniz, bildiğiniz bir süreçtir. Ama nereye kadar bilirsiniz? Bulunduğunuz konuma, yani «yüz» sayısına ka­dar... Sonrası? Sonrası, sizin için gayb! Ama sizin için gayb olan, «bin» sayısının ifade ettiği frekans için gayb de­ğildir. Bu böyle sonsuza, yani Arş'a kadar devam eder. Artık o noktada «gayb» yoktur. Allah için gayb yoktur. Geçmiş yok, gelecek yoktur. Allah, her şeyi bir «an»da görür, bir «an»da yaşar, bir «an»da yaratır. O an, içinde sonsuz zaman süreçlerini taşıyan bir andır. O'nun indin­de kimsenin geçmişi geleceği yoktur. Sizin bir illüzyon olarak algıladığınız tüm zaman süreçleri, onun ezeli bilgi­sinde vardır ve tek bir «an» olarak vardır.

Zaman süreçlerini yaratan, İçinde bulunduğunuz dal' ga boyunun bakış açısıdır. Herkesin kaderi yazılmış, kıya' met kopmuştur aslında. Hesaplar görülmüş, defterler dürülmüştür. Bütün bunlar, kozmik belleğe (Levh) ayrıntıla­rıyla yazılmıştır. Siz, dünyanın temsil ettiği dalga boylann-dan, sözgelimi «yetmiş virgül dokuz dokuz» noktasından baktığınızda, «milyon» sayısıyla ifade edilen bir dalga bo-yu için, çoktan olmuş bitmiş bir şeyi, yani «yüz» sayısının temsil ettiği dalga boyunu, sanki «gelecek zamanda» ola­cakmış gibi algılıyorsunuz. Siz aslında o süreci yaşadınız. O süreçten, bilimsel tasarımlar halinde geçtiniz.

Bunun anlamı şudur; yüksek frekanslı düşünce dalga-larıyla iletişim kurduğunuzda, örneğin şimdi hayata «on» sayısının konumundan bakarak, hayatı kesİtsel algılıyorsa­nız, o zaman, «yüz» sayısının konumundan bakarak, şu anda algılayamadığınız ve sizin için gayb olan şeyleri algı-lamaya başlayacaksınız.

Düşünce dalgalarından fotonlara, fotonlardan atomla­ra, atomlardan maddeye uzanan süreçte, bu kesirli sayı­lar, madde boyutunu oluşturan ara frekanslardır. Fakat bu nicel birikimler sonucu, öyle bir yerde, öyle bir patla­ma olur ki, birdenbire başka boyuta inersiniz. Onu da ko­num olarak «bin» rakamı gibi düşünün.

Bu «yüz» ve «bin» sayılan arasında bulunan ara birim­ler ve onların kesirleri, aynı boyut içindeki nicel birikim­lerdir. Suyun, doksan dokuz dereceye kadar su olarak kalması ve yüz derecede birdenbire nitel bir patlamayla buhar olması gibidir. Su, nicel birikimler sonunda, bir boyuttan diğer boyuta geçmiştir. Bu nicel birikimler, aşağı doğru inerek, sıfır noktasında da nitel bir değişikliğe uğrar ve buz olur. Su, İster «buhar» olsun, ister «buz» olsun, hep kendisi olarak kalır. Oz aynıdır. Değişen sadece ka­buğu, bedenidir.

Aşağı doğru inen nicel birikimler (kesirler) zamanda geriye doğru gider. Yukarı doğru çıkan kesirler, geleceği temsil eder. Her ikisinin de sonu yoktur. Çünkü, Ehad olan Allah'ın, evveli ve ahiri yoktur. O, tüm zamanların Ötesinde, bir «an»dadır, her şeyi o «an»da yaratmıştır ve

an hâlâ o «an»dır.

Bu nicel birikimler, insanı sonsuzluğa taşır. Nitel pat­lamalarla değişik boyutlara inilir. O boyutun nicel birikim­leri sizi tekrar sonsuzluğa taşır. Nitel patlamayla tekrar başka bir boyuta inilir. Çıkılır, inilir... Bunun bir sonu var mıdır? Hayır... Hayır, yoktur. Her şeyin bir sonu vardır, fakat Uluhiyyet denizinin sonu yoktur. Aynı boyut içinde bile sizin aklınıza sığmayan zaman süreçleri vardır. Siz dünyada üç kuşak eskitirken, Neptün'lü bebek daha emekleme dönemini yaşar. Bir de siz vann, galaksi içinde­ki zaman illüzyonlarını düşünün. Bir de galaksiler arasın­daki zaman illüzyonlarına bakın. Bunlar, aynı boyut İçin­de nicel birikimlerdir. Sizi, kendinden sonraki boyuta ta­şıyacak olan nicel birikimler... Bir de, değişik boyutlarda­ki zaman süreçlerini düşünün. Zamanın durduğu noktayı düşünün. Zaman yoktur artık, sadece bîr «an» vardır. Ama bu an, öyle bir andır ki, hâlâ o andır. Sonsuzluğu ta­şır içinde. Tıpkı çekirdeğin genetik programında bir ağa­cın saklı olması gibidir.

Kozmik bellek bankalarından (Levh) çıkarak, evreni-mize ulaşan düşünce dalgalan, güneş sistemleri ve galak' silerin oluşum bilgilerini ve yasalanni içeren yüksek titre' simli programlardır. Güneş sistemleri ve galaksiler, pro­gramlanmış bu bilgilerle oluşur. Bu bilgiler; kesirli sayılar-la bir birim oluşturan ve bu birimlerle sürekli bir sıçrama yaparak daha üst birimleri oluşturan sayılar gibi, sayısız frekanslarda düşünce dalgalarıdır. Bu dalgalar birbirinin içinden rahatlıkla geçebilir. Birbirinin içinden geçerken, bu bilgiler kesinlikle karışmaz, bozulmaz, değişmez, yok olmaz.

Rüzgân düşünün. Boşluktaki ses dalgalannı bir düşü­nün. Karışıp bozulmadan ekranlarınıza gelen ses dalgala­rını, görüntü dalgalarını düşünün. Kuşlar, cıyak cıyak öte­rek, bu ses dalgalarının içinden geçerler, fakat kuşlann ötüşleri bu ses dalgalarına kanşmaz. Bu sesler birbirini bozup deforme etmez.

Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, sadece madde bo­yutunda değil, hiçbir boyutta, düşünceyi bozacak ve onun programını değiştirecek bir güç yoktur. Düşüncenin programını, ancak ondan daha güçlü olan başka bir dü­şünce bozabilir. Ama düşünce tektir; onun dışında başka bir düşünce yoktur. Eğer bu teklik yasasına ters düşecek olursanız, kendinizi bir birim olarak kabul edip, dışınızda­ki başka bir birimin düşüncelerini deforme etmeye kalkı­şırsanız (büyü), bedelini ödersiniz. Bu, bedeninizde bü­yüyen ve tüm diğer hücrelere zarar veren bir kanser de­mektir. Kesip atarlar.

Düşünce dalgalarının bozultnamasınm ikinci nedeni ise, herbirinin ayrı dalga boylarına, titreşime (frekansa) sahip olmalarıdır. Bu, onları koruyan en büyük özelliktir. Tıpkı, tam sayılar ve onların kesirleri gibi farklı dalga boy­larında titreşen bu düşünceler, evrenin ve yaratılışın bilgi­sini taşıyan programlardır. «Ol!» emriyle harekete geçen bu programlanmış bilgiler, içice tüm evrenleri yaratan dü­şünce dalgalarıdır. Sonsuz sayıda frekansları ve ara fre­kansları vardır. Herbir frekans, bir varlığı ortaya çıkarır. Bu nedenle, her varlığın, kendine ait bir dalga boyu var­dır. Ona özellik veren, kişilik ve kimlik veren budur. Hiç kimse, diğerinin aynı değildir.

Bu düşünce dalgaları varlığı nasıl mı ortaya çıkarır? Frekanslarını düşürerek... Düşünceden fotonlara, foton-lardan elektromanyetik alanlara, ordan atomlara inerek, hızını yavaşlatarak... İndiği her boyutta, daha da yoğunla­şarak... Nihayet atomlardan maddeye indiğinde, varlığı meydana getiren düşünce dalgası, artık en yoğun biçimi­ni almıştır. Fakat, maddeye ininceye kadar, sayısız ara frekanslardan, yani tam sayılan oluşturan kesirlerden (ni­cel birikimlerden) geçerek maddeye gelmiştir. Madde ne­dir? Yoğunlaşmış düşünce...

Evrende gördüğünüz her şey, bu dalgaların oiuşturdu-ğu görüntülerdir. Madde olarak algıladığınız her şey, bu düşünce dalgalarının yoğunlaşmış biçimleridir. Madde, freknası yavaşlamış düşüncedir.

Bir boyutun, mesela madde boyutunun nicel derinlik­lerine inildiğinde, kesirli sayılarla ifade edilen ara titreşimler birer birer aşıldığında, nitel bir patlamayla birdenbire onu oluşturan başka bir boyuta inilir. Bu tür boyutsal de­rinlikler, sayısal sıralamada, «bin, milyon, milyar» gibi bü--yük birimlerle ifade edilir. Bu, kesin olarak böyle değildir. Frekanslann, matematiksel olarak inip çıkmaları ve belli bir noktadan sonra nitel bir patlamayla boyut değiştirme­leri...  f§te bütün söylemek istediğim budur. Bu sayılar, söylemeye çalıştığım soyut bilgilerin, daha somut bir ifade kazanabilmesi için, örnek olarak verilmektedir.

Bir boyuta inildiğinde, uzayıp giden nicel birikimler ya-sanır. Bunlar; kesirli sayılarla derinleşen frekanslar, tam sayıyla başlayan yeni bir birim, kesirli sayılarla yeniden derinleşen frekanslar... Ortaya çıkan her yeni birimle süreklilik kazanan ve üst birimleri oluşturan yeni derinlik­ler... Ve son noktada nitel bir patlamayla açılan başka bir boyut...

Güneşimiz, gezegeni eriyle birlikte, galaksi merkezinin çevresinde, kendi yörüngesinde yavaş yavaş ilerleyerek, iki-yüz yirmi beş milyon yılda turunu tamamlar. Beş milyar ya­şında olan güneş sistemimiz, bu süre içinde, Samanyo-lu'nun merkezi çevresinde, gezegenleriyle birlikte yirmi üç defa dolanmıştır. Yirmi üç defa, ikiyüz yirmi beş milyon yıl yaşamıştır. Yani galaktik yıl olarak, yirmi üç yaşındadır.

Merkeze yakın sistemlerin dönüş hızı daha büyüktür. Bizim güneş sistemimiz, galaksi merkezine otuzbin ışık yılı uzaklıkta olduğu için, galaksi merkezi çevresinde, sani­yede ikiyüz elli kilometrehızla dönmektedir. Bunu altmış­la çarparsanız, dakikada on beşbin kilometre yapar. Güneş sistemimiz, galaksi merkezini, ikiyüz yirmi beş milyon yılda dolanır. Bu esrarengiz kozmik seyahati, saatte do-kuzyüzbin kilometrelik bir hızla yapar.

Galaksiyi oluşturan güneş sistemlerinin içinde, güneşi' mizden daha büyük yıldızlar bulunmaktadır. Bunlar, uzayın karanlıklarını ışıklarıyla delerek, milyarlarca kilometere uzaklıktaki gezegenlerini aydınlatan muhteşem yıldızlardır. Fakat Samanyolu'nu oluşturan yapıya bir bütün olarak ba­kıldığında, herbiri ancak inci parlaklığında ışıldayan küçük birer noktacıklardır. Onlara katman katman yaklaştığınızda, muhteşem büyüklükleri ortaya çıkmaya başlar.

Uydular, ait oldukları gezegenin çevresinde dönüyor. Gezegenler de, uydularıyla birlikte, ait olduklan güneşin çevresinde dönüyor. Güneşler İse, tüm ailesiyle birlikte, Samanyolu merkezinin çevresinde dönüyor. Her şey dö­nüyor. Her şey birbirinin etrafında dönüyor. Samanyo­lu'nu oluşturan güneş sistemleri, galaksi merkezinin çevre­sinde sarhoş gibi dönüyor. Tüm boyutlarıyla evren dönü­yor, o evrenlerde hayatlar dönüyor, hayatlar genişliyor, ha­yatlar derinleşiyor, sonsuzlaşiyor, süreklilik kazanıyor.

Bir katman daha dışa çıkıp baktığınızda, Samanyolu gi­bi yüzlerce, galaksi görürsünüz. Bunlar kendi aralarında galaksi kümeleri oluşturmuşlardır. Bizim galaksimizin, yir­mi kadar galaksiyle birlikte oluşturduğu küme, Samanyo­lu kümesidir. Bunun dışında, en çok bilinen küme, Virgo kümesidir. Bu küme, Samanyolu'nun oluşturduğu küme­ye, milyonlarca uzaklıktadır.

Samanyolu'nu baştan sona geçmek için, yüzbin ışık yi' h gideceksiniz. Daha sonra bu galaksiden çıkıp, iki milyon ıştkyıh gittiğinizde, Andromeda'ya varırsınız. Hayır, o ka--dar uzaklara gitmediniz! Başka bir kümede, mesela Virgo kümesinde bulunan uzak bir galaksiye gitmediniz. Andro--meda, bize en yakın galaksidir! Ugyüz milyar güneş sis-temiyle, Samanyolu kümesindendir. îki milyon ışık yılı uzaklıkta olmasına rağmen, bize en yakın galaksi budur. Bu kümenin başka galaksilerini de düşünün.

Samanyolu kümesinden çıkın, Virgo kümesine doğru akmaya başlayın. Virgo kümesinde yer alan Sombrero, bizim kümeye elli milyon ışık yılı uzaklıktadır. Dikkat eder­seniz, «ellibin» demiyorum! Milyon... Elli milyon ışık yılı gittiğinizde, selametle Sombrero'ya varırsınız. Bu galaksi nerde mi? Virgo kümesinde. Samanyolu'nun da İçinde bulunduğu kümenin dışında, başka galaksilerin oluşturdu­ğu başka bir kümede.

Uzay boşluğunda böyle kaç galaksi kümesi var, bu kü­melerde ne kadar galaksi var, bu galaksilerde kaç güneş sistemi var, o sistemlerde ne kadar gezegen var? Bunlann sayısını söyleyebilecek bir rakam mevcut değildir. Bunla­rın sayısını, Allah'dan başka söyleyebilecek bir kimse de yoktur. Fakat bilim, uzay boşluğunda ikiyüz milyar galak­si olduğunu söylüyor.

Siz en iyisi şöyle yapın; düşünce hızıyla bir galaksiden çıkın, başka bir galaksiye düşünce hızıyla girin. Bir galaksi grubundan çıkın, başka bir galaksi grubuna hayal gibi sü­zülerek girin. Böyle çıka gire, çıka gire, bu dev galaksi kümeleri arasında hayal gibi dolaşın, boşlukta hayal gibi akın. Onlara ancak böyle, hızı olmayan düşüncenin son­suz hızıyla ulaşabilirsiniz. İşık hızıyla asla ulaşamazsınız.

Modern araçlarla yaptıkları çok uzun gözlemler sonu­cunda, galaksilerin belli bir düzen içinde yer aldıklarını saptadılar. Baktılar ve gördüler ki, kaos yok, kargaşa yok. Ayrıca, bu galaksileri oluşturan güneş sistemlerinin de, aynı yasaya uyduklannı saptadılar.

Fakat onlara bu yasayı kim koydu? Boşlukta dönen madde, kargaşa çıkmasın diye, kendi kendine yasa mı koydu? Bunlar, uzayda çarpışmamak için, kendilerine sa­bit yörüngeler mi tayin ettiler? Doğrudur, onların manye­tik güçleri var; çekiyorlar, tutuyorlar, bırakmıyorlar... Fa­kat bu güç onlara nerden geldi, niçin geldi, nasıl geldi?

Akıllı mı bunlar, akıllan mı var? Bunlann, boşlukta ya­yınlanan programlanmış bilgileri algılayan beyinleri mi var yoksa? Güneş sistemlerinin bilgisini ve yasalarını içeren bilgiler, kozmik bellek bankalarından (Levh) çıkarak, dü­şünce dalgaları halinde boşluğa yayılıyor olmasın? Bu programlanmış bilgiler; döne döne foton, döne döne atom, döne döne gaz olmasın? Bu gaz bulutları; ısınarak, soğuyarak, yoğunlaşarak, büzülerek, ateş toplan haline gelip, sonra güneş olmasın? Bu güneşi ortaya çıkaran dü­şünce dalgaları, onlan bir araya getirerek, galaksileri mey­dana getirmiş olmasın?

Uzay boşluğunda, Samanyolu'na benzer sayısız galak­siler vardır. Bunlar, kendi aralarında galaksi kümeleri oluşturmuştur. Hepsi de, saatte binlerce kilometre hızla hareket etmektedir. Uzay aletleriyle yapılan gözlemlerde, galaksilerin yapılarında görülen kırmızıya yakın kayış, bu kaçışın devam ettiğini göstermiştir.

Son yıllarda, dünyadan yüz elli milyon ışık yılı uzaklık-ta, şimdiye dek bilinmeyen yeni bir galaksi gruplaşmasının, çok büyük bir kütle çekimi uyguladığı açığa çıkmıştır. Aralarında Samanyolu ve Andromeda'mn da bulunduğu sayısız galaksi kümeleri, bu güçlü merkeze doğru çekil­mektedir. Bu güçlü merkeze ve çevresindeki galaksiler sis­teminin hepsine birden, «uzayın büyük çekim merkezi» adı verilmiştir.

Bu muhteşem kuvvet, bu akıl almaz büyüklükteki çe­kim merkezi nedir? Evrende mevcut olan tüm sistemleri, hem de, Samanyolu ve Andromeda gibi milyarlarca gü­neş sisteminden oluşmuş dev galaksileri kendine doğru çeken ve çevresinde döndüren güç, kimin gücüdür? Bu bilgileri, imanınızla birleştirdiğinizde, içinizdeki ses size neler fisıldıyor?

Uydular, ait oldukan gezegenin etrafında dönüyor. Gezegenler uydularıyla birlikte, güneşin etrafında dönü­yor. Güneş, tüm ailesiyle birlikte, ait olduğu galaksinin et-rafinda dönüyor. Ama bu galaksi neyin etrafında dönü­yor? Bunlar, kendilerini programlayan düşüncenin etra­fında dönüyor olmasınlar?

Atomlardan, güneş sistemlerine, bu sistemlerden bü­yük galaksilere kadar, uzayın her zerresinde var olan bu hareket, evrende harika bir düzenin olduğunu söylemiyor mu? Bozulmayan, değişmeyen, tökezlemeyen, aksamayan bu sistem, bu düzen, bu uyum, evrenin bir raslantı sonucu oluşmadığını söylemiyor mu size? Bir fısıltı işitmi­yor musunuz içinizde?

Samanyolu, kendi grubuyla ve Virgo grubuyla birlikte, aynı yönde, saniyede altıyüz kilometre hızla, güneşin küt­lesinden tahminen otuz milyon kere milyar defa büyük olan ve çapı ikiyüz elli milyon ışık yılı olan dev bir çekim merkezine doğru İlerliyor. Şimdiye kadar evrende tespit edilmiş en büyük yapı, bu merkezdir. Evrenin, sayısız ga­laksi grubundan meydana gelmiş en büyük merkezidir. Samanyolu ve Andromeda gibi dev galaksilerin dahil ol­duğu yirmi kadar galaksi grubu, bir o kadar galaksiden oluşan Virgo grubu, adı bilinen ve bilinmeyen sayısız ga­laksi grupları, hızla böyle nereye gidiyorlar? Peki biz ne­reye, onlarla birlikte biz böyle nereye gidiyoruz?

Bu sonsuzlukta, Samanyolu'nun o muhteşem büyüklü­ğü, azameti yok olup gitmiştir. Şimdi artık dev galaksilerin herbiri, sonsuz deryada yüzen kaplumbağalan andırmak­tadır. Samanyolu ve ondan daha büyük galaksiler, İçinde yüzdükleri deryanın o muhteşem büyüklüğünde, azame­tinde, küçülmüşler ve nerdeyse kaybolup gitmişlerdir.

Samanyolu, sonsuzluğun içinde, okyanusta yüzen bir kaplumbağa ise, o zaman, şu bizim güneş sistemini bir düşünün. Güneş sistemi, o kaplumbağanın ancak bir ato­mudur. Bir de şu bizim dünyanın halini bir düşünün. Dünya nedir peki? Olsa olsa bu atomun bir elektronudur.

Siz mi? Siz büyüksünüz... Çok büyüksünüz! Siz, o elektronun üstünde yaşayan bir varlıksınız. Dünyadan küçük olduğunuz kadar da, elektrondan küçüksünüz. Fakat siz, üst bilinç katlarında, Allah'ı sınırsız olarak algılamaya başladığınızda, tüm sonsuzluğu kucaklayan, veya sonsuz­luğu içinde taşıyan bir birimsiniz. Siz işte o zaman çok bü­yüksünüz! Sonsuzluğu kucaklayacak kadar büyük!.. Ağa­cını genetik programında saklayan çekirdeği hiçbir zaman unutmayın.

 

Evrenin Gizli Boyutları

 

Hayati sürekli yaratan, çevirip yeniden yaratan, sonsuz ve sınırsız düşünce sürecidir. Bu süreç, hem evrenin şişen bir balon gibi genişlemesini yaratır; hem de, düşünceden ışığa, ışıktan maddeye kadar, içîçe tüm tonlarda titreşerek, çeşitli boyutlarda hayatların orta­ya çıkışını ve o hayatlann sonsuzluğunu yaratır. Bu son­suzlukta, siz, sürekli boyut değiştiren bir yolcu olursunuz. Yolculuğunuz, boyuttan boyuta kesintisiz devam eder.

Allah, her şeyin özüdür. Sürekli değişen, genişleyen, evrirnleşen çeşitli hayat boyutlarının dürtüsel gücüdür. Sürekli değişen, sürekli genişleyen, sürekli evrimleşen sonsuzluğu nasıl tanımlarsınız? Bunu tanımlayacak bir söz yoktur, öyleyse, onu yaratan Allah'ı hiç tanımlayamazsi' nız. O'na, «şudur» veya «budur» diyemezsiniz. «Şudur» veya «budur» dediğiniz her şey, O'nu kesitsel anlatır, sı­nırlar. O'na, işte bunun için «Allah» denmiştir. Allah, sonsuz düşüncesiyle her şeyi kucaklayan ve kuşatandır. Tek olandır.

Evrenin tüm boyutlarında, hiçbir şey diğeriyle çeliş­mez. Hiçbir şey diğerini reddetmez. Her şey birbiriyle uyum içindedir. Her şey, sonsuz bir bütünlük içinde titreşir. Düşünceden maddeye uzanan tüm ara boyutlarda ve çeşitli renk tonlarında titreşir. Varlıkların bu titreşimle' rinden alır, genişler, genişler, su halkaları gibi genişler, hayatın başka boyutlarına aktarır. Sonsuzluğun bir sonra­ki anını oluşturur. Hayat, sonsuz bir zenginlik ve çeşitlilik içinde sürekli değişir, dönüşüme uğrar, tüm varlığı kucak-layarak akar. Hayatın bu uyumlu titreşimi, göklerde ilâhi bir senfoni yaratır. Hayat nedir? Hayat., renklerin ve ses­lerin armonisidir. Titreşen uyumdur. Başı ve sonu olma­yan bir akıştır.

Hayat, «son» dediğiniz ve bittiğini sandığınız yerde, ye­niden yeni bir boyutsai derinlik kazanır. Hem genişleyerek büyür, hem derinleşerek sonsuzlasın Tüm galaksileri, şişi­rilmiş bir balonun üzerine serpiştirilmiş olarak düşünün. Işık hızıyla sonsuza kadar dolaşsanız, yaşadığınız evrenin dışına çıkamazsınız. Bu evrenin içine de giremezsiniz. Şişi­rilmiş bir balonun dış yüzeyinde gezer durursunuz.

Bu evrenin İçine, ya ölerek girersiniz, ya da boşlukta yayınlanan yüksek düşünce dalgalarını yakalarsınız. O düşünce dalgalarıyla iletişim kurduğunuzda, madde da­varının ve zaman illüzyonunun ötesine geçersiniz. Bu dü­şünce dalgalarında, görünen ve görünmeyen boyutlarıy­la, evrenin tüm bilgisi ve planı gizlidir. Bu bir gerçektir. Çekirdeğin genetik programını okuyarak, İçindeki ağacın planını görmeniz kadar gerçektir.

Kirli bir su (sperma) damlasının bir inandırıcılığı mı vardır? Bu basit su damlası, alemlerin Rabbtni algılayan, içice konumlandırılmış evrenleri algılayan, çeşitli hayat boyutlarının varlığını sezinleyen, algılayan, bilgi üreten, Ürettiği bilgiyi paylaşan, seven, özleyen, kucaklayan, nef­ret eden bîr varlığın planını içinde gizliyorsa, bilincin alt düzeylerinde çalışan sınırlı akıl için, bunun bir İnandırıcı­lığı mı vardır?

İçİçe tüm evrenleri kuşatan sonsuzluğun, yoğunlaşan düşünceden veya nohut tanesi kadar bir nesneden çık­ması, size çok mu inandırıcı geliyor? Başlangıcı ve sonu olmayan yatay zaman eğrisinin, sadece bir «an»da gizli olması, sizin maddeyle sınırlı aklınıza ve mantığınıza uy-gun mu? Fakat böyledir.

Heyecanla ve ilgiyle bakarsanız, kendinizi de inandırı­cı bulmazsınız. Çünkü siz gerçek bir mucizesiniz. Kanık­samış olduğunuz hayata ilgi duyarsanız ve ona heyecan­la bakmasını bilirseniz, hayatı da inandırıcı bulmazsınız. Bilincin alt katlarında, maddeyle perdeli akıl için, hayatın da bir inandırıcılığı yoktur. Çünkü, hayat gerçek bir mucİ-zedir. Siz onu ne kadar somut realite olarak algılarsanız algılayın, hayat, sihirli bir rüyadır. Ondan daha büyük bir mucize yoktur. Madde duvanyla kuşatılı olduğunuzda, hayatla hiç ilgilenmezsiniz.

Üstünde yaşadığınız dünyayı bile, boşlukta dönen bir kütle olarak algılamazsınız. İçinin boş oiduğuna ve sıkıştı-rıldığı zaman, bir kum tanesi kadar küçülebileceğine inan­mazsınız. Daha ait boyutlara, atomaltı boyutlara indiğiniz­de, onun, «madde görüntü» olarak ortadan kalkacağına ve düşünce dalgalarında sadece bir «bilgi» olarak yaşaya­cağına inanmazsınız. O, sizin için, mülk edindiğiniz bir tarla, veya ayaklarınızın altında serili bir topraktır. Üstüne tükürür geçersiniz. Çünkü, inandırıcılığı yoktur. Siz, sade­ce olmayan hedeflerinizin ve amaçlarınızın peşinde ko­şarsınız. Sadece ona inanırsınız.

Kozmik bellek bankalarından (Levh) çıkıp, içice ko­numlandırılmış paralel evrenlere ve sayısız hayat boyutla­rına su halkaları gibi açılarak ve genişleyerek yayılan yük­sek titreşimli düşünce dalgaları, tüm yaratılış planını ve bilgisini içeren ve beynin kapalı bölümlerini açan pro­gramlardır. Beyninizin büyük bir bölümü niçin kapalı sa­nıyorsunuz? Açılmayı beklediği için... Beyninizin pasif bö­lümleri aktifleştiği zaman, bu düşünce dalgalarını algıla­maya ve değerlendirmeye başlarsınız. Ya da bu dalgaları algılarsanız, beyninizin bazı pasif bölümleri aktifleşir.

Beyinde kapalı bölümlerin açılması, alt bilinç boyutun­dan, üst bilinç boyutuna geçmeniz demektir. Eğilimlerini­zi ve tercihlerinizi değiştirerek, bu sıçrayışı gerçekleştiren bilirsiniz. Yani kendi Özgür iradenizi kullanarak... Sizin, alt bilinç boyutlarında yaşamanızı kimse istemiyor. Kimse sizi oraya mahkum etmedi. Orda kalmayı ve madeyle perdelenmeyi siz istiyorsunuz.

İçinde yaşadığınız evren, şişirilmiş bir balonun dış yüze­yi gibidir. Bu yüzeyde ne kadar güneş sistemleri olduğunu, ne kadar galaksi olduğunu söyleyebilecek bir rakam mevcut değildir, fşık hızıyla gidilse bile sonuna vanlacak da değildir.^ -Evren, şişen bir balon gibi sürekli genişliyor. Galaksiler; ba­zen birbirinden çok uzaklaşıyor, bazen de birbirinin içinden geçiyor. Hepsi birden, evrenin merkezinde bulunan en kuvvetli manyetik alana doğru hızla çekiliyor. Evrenin için­de hayal gibi aksanız bile, bir geçtiğiniz yerden bir daha geç­meniz olanaksızlaşıyor. Galaksilerin konumlan, birbirlerine olan uzakhklan ve açılan sürekli değişiyor. Bu da, sonsuza kadar sonsuzlukta dolaşmanız anlamına geliyor.

Yaşadığınız evreni, şişirilmiş bir balon gibi düşünün. Galaksileri, bu balonun dış yüzeyine serpiştirin ve hayal­lere dalın. Düşünce hızıyla, galaksiden galaksiye hayal gi­bi akın. Fakat, evrenin dışına çıkamazsınız. Çünkü, bu madde evrenin içe doğru giden boyutsal derinlikleri var, fakat dışı yok. Atomüstü uzayın madde boyutu, tüm ev­renlerin en dışıdır. Cevizin yeşil kabuğu gibidir.

Balonun iç yüzeyinde, Berzah boyutu var. Evren burda nasılsa, orda da öyle. Çünkü, ordaki evren, farklı bir evren değil. Aynı evreni, başka bir dalga boyundan algılıyorsunuz. Fakat, algılama araçlan ve kapasiteleri değişik. Yaşadığınız evrenin tüm güneş sistemleri ve galaksileri, orda da mevcut. Siz, aynı evrene, madde boyutundan bakıyorsunuz. Berzah aleminde ise, aynı evrene, başka boyuttan bakılıyor. Dünya ve Berzah boyutlan, bir kumaşın iki yüzü gibidir. Aynı evre­nin, farklı.dalga boylarından algılanışıdır.

Berzah, ölüm-ötesi yaşama geçildikten sonra varılan ilk duraktır. Büyük hesaplaşma gününe kadar orda tutuk­lu veya özgürsünüz. Orda sizi tutuklayan askerler yok. Hapishaneler, gardiyanlar da yok. Dünyadaki tutumu­nuzla kendinizi ya mahkum ettiniz, ya da özgür bıraktınız. Berzah boyutu budur. Hesaplaşma gününe kadar konak­lanan bir durak, ilk duraktır.

Berzah alemi, aynı zamanda, dünyaya gelecek olan ruhlann bekletildiği bir yerdir. Gidenlerin ve gelenlerin buluştuğu bir evrendir. Burası, tam bir kesişme noktasıdır. Fakat, frekans farklılıklarından dolayı, bunların arasında bir iletişim yoktur. Gidenler ve gelenler, aynı boyut İçin--de, nicel farklılıkları olan dalga boyların adır.

Şişirilmiş balonun dış yüzeyi, atomüstü uzayın madde boyutu, iç yüzeyi ise, Berzah boyutudur. Kuran'da belir' tilen birinci gök budur. İkinci gök ise, bu balonun içinde' ki ikinci balondur. İkinci balonun dış yüzeyinde, DarÜs-Selam cennetleri vardır. Sayısız galaksilerden oluşmuş bir evren olduğunu düşünün. Tıpkı yaşadığınız evren gibi. Fakat, algılanan dalga boyları değişiktir. Bu evren, birinci bilinç katının frekansıyla uyumlu cennetlerin bulunduğu bir boyuttur. Bu evrenin sayısız güneş sistemleri ve sayısız galaksileri, aynı boyut içinde, birbirinden çok farklı kat­manlar oluşturmuş olabilir; fakat genel olarak birinci bi' linç katının frekansıyla uyumlu cennetlerdir. Mesela, aynı boyutta olmalarına rağmen, Dünya bir cennettir; fakat Venüs çölleri, kaynayan bir cehennemdir.

Bu ikinci balonun iç yüzeyinde, Darür-Karar cennetle­ri vardır. Burda, bir önceki cennetlerin evreni, farklı dal­ga boyunda algılanır. Yani, dış ve iç yüzey cennetlerinde, aynı evrenin farklı boyut görüntüleri vardır. Fakat, bu cennetlerin frekansı, bir önceki cennetlerden daha yük' sektir. Burası, frekans olarak, bilincin ikinci düzeyine uyumlanmiştır. İnsanı buralara çeken güç, duygu bellek-lerinin titreşim hızı, yani frekanslarıdır.

Malını mülkünü, mevkisİnİ makamını, şanını şöhretini, evladı-ıyanını aşmış olanlar, dünyaya takılıp kalmamış olanlar, maddenin cazibesine aldanmamış olanlar, yaşa­mın girdaplanna kapılmamış olanlar, kuruntunun karan­lıklarında yolunu şaşırmamış olanlar, düşünce labirentle­rinde kaybolmamış olanlar, sonunda gelip buralara ulaşır­lar. Dört kitabın söylediği işte budur.

Belirtilen üçüncü gök ise, bu balonun içindeki üçüncü balondur. Üçüncü balonun dış yüzeyinde, Meva cennet­leri vardır. Bu evren, üçüncü bilinç katına uyumlanmiş cennet boyutlarıdır. Frekans olarak, kendinden önceki her iki cennetten de yüksektir. Algılama, alt boyut cennet­lerinden daha açık, daha keskindir. Düşüncenin akış hızı, yetisi ve gücü, bu cennetlerde, alt boyut cennetlerine oranla daha üstündür.

Bu boyut, sayısız güneş sistemleri ve galaksileriyle, hep o bildiğiniz sonsuzluk evrenidir. Fakat, sonsuzlukta akışan düşünce dalgalarının.titreşim hızları ve bu dalgalan algıla­ma kapasiteleri değişiktir. Üst boyutlara doğru çıkıldıkça, yayınlanan ve algılanan düşünce frekansları daha yüksek, algılama daha açık ve daha nettir.

Bu üçüncü balonun iç yüzeyinde de, Huld cennetleri vardır. Bu evren, balonun dış yüzeyine konumlandırılmış olan Meva cennetlerinin evrenidir. Fakat, aynı evrenin farklı boyutlardan algılanışıdır. Dördüncü bilinç katına uyumlanmış bir boyuttur. Bu boyutun, uyumla ve sevgiy­le titreşen dalgalarını, kendinden Önceki cennetlerin titre­şim dalgalanyla karşılaştırmak mümkün değildir. Burada her şey sevgiyle kuşatılmıştır. Renkler, sevginin rengi; ses­ler, sevginin sesidir. Formlar, görüntüler, sevginin görün-tüsüdür. öyle bir evren düşünün ki, o evrenin yapı taşı atomlar olmasın. İşık da olmasın. Sevgi olsun...

Yediğiniz ekmek sevgi olsun. İçtiğiniz su, soluduğunuz hava, sevgi olsun. Sevgiyle beslenin, sevgiyle soluyun, sevgiyle yaşayın... Öyle bir evren düşünün kî, geceleyin gökyüzünde yıldızlar dans etsin; etrafa, tüm varlığın uyumlu titreşiminden çıkan ilâhi bir melodi yayılsın... Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu, haz demektir. Mutlu-luk demektir.

Bu cennet sakinleri, o kadar mutlu, o kadar sevgi ve haz doludur ki, başka cennetlerin olabileceğini ve oraya yükselmeyi akıllarından bile geçirmezler. Ama bu da bir perdedir. Mutlulukla, hazla, sevgiyle kendilerini sınırladıkları ve bunlarla perdelendikleri için, daha yüksek dü­şünce dalgalannı algılayamazlar.

Belirtilen dördüncü gök ise, bu balonun içindeki dör­düncü balondur. Bu dördüncü balonun dış yüzeyinde, Naim cennetleri vardır. Bu boyut, bilincin beşinci düze-yine uyumlanmışttr. Naim cennetleri, altın ışıkla aydınla­nan cennetlerin ilkidir. Her şey, bu cennetlerin bulundu­ğu tüm evren, güneş ışığına benzeyen altın renkli bir ışık­la sarılmıştır. Ancak, bütün diğer renklerin, bu altın ışığın içinde kaybolmadığını, değişime uğramadığını ve kendi berraklığını koruduğunu düşünün. Burda, alt boyut cen­netlerinde hayal bile edilemeyen renklerin muhteşem dansı vardır. Burası, oynaşan, dans eden ışıkların ve renklerin diyarıdır. Naim cennetlerinin gecesi yoktur. Karan­lık, bu evrene hiç uğramaz. Burda, dans eden ışıklar ve renkler vardır. Tüm evreni kuşatan ışıklar ve renkler, ken­di tonlarında titreşerek, sese, kokuya, görüntüye dönüşür­ler. Bu olağanüstü titreşim ve uyum, ilâhi bir senfoni ya­ratır. Bu cennetin sakinleri, sesi ve melodiyi soluyup, ışık­la beslenirler.

Bu dördüncü balonun iç yüzeyinde ise. And cennetleri vardır. And cennetlerinin evreni, bu balonun dış yüzeyine konumlandırılmış olan Naim cennetlerinin evreniyle aynı­dır. Fakat, aynı evrenin farklı dalga boylanndan algılanışıdır. Altıncı bilinç katma uyumlanrniş bir boyuttur. Bu cennet, öyle bir nurla aydınlatılmıştır ki, diğer alt boyutlar, bunun yanında karanlık kalmıştır. Bu boyutun, kendinden önceki cennetlerden, sözle ifade edilemeyen üstünlükleri vardır.

Bu cennet sakinleri artık hazla dolmazlar, çünkü onlar hazzın kendisi olmuşlardır. Işıkların dansını da izlemezler, dilediklerinde ışık olup, ışıkla dans ederler. Alt boyut gökle­rinde hayal gibi akarlar. Onların semalarında rüzgârla eser, gökle gürler, bulutla hüzünlenir, yağmurla damlarlar. Gü­neşle doğup, güneşle batarlar. Geceleyin gökyüzünde me­leklerle ilâhi söyleyip, yıldızlarla semah dönerler.

Azamet deryasına dalıp, varlığın programını okurlar. To­murcukla açılıp, tohumla toprağa düşerler. Sıra sıra dizilmiş meleklerin dualarına katılıp, onlarla birlikte secdeye kapanır-lar. istedikleri anda, istedikleri yerde, istedikleri kimselerle birlikte olurlar. Eğer isterlerse, alt boyut cennetlerine inip, ordaki sevdiklerini ve dostlarını ziyaret ederler.

Belirtilen beşinci gök ise, bu balonun içindeki beşinci balondur. Bu beşinci balonun dış yüzeyinde, Firdevs cennetleri vardır. Bu boyut, yedinci bilinç katına uyum-fanmıştir. Firdevs cennetleri, yaratılmış bir insanın çıkabi­leceği son boyuttur. Burası, kendi birimselliği içinde, «tek­lik» bilincine ulaşan ve «teklik» bilincini yaşayan muhte­rem insanİann vatanıdır. O, artık ne ışıktır, ne de onu sey­reden. Ne müziktir, ne de onu dinleyen. Her şeyle bü­tünlük içinde titreşen bir varlıktır. Bütünü algılayan ve onu duygu boyutunda yaşayan bir birimdir.

Kozmik bilinçle tam bir uyum içindedir. Ordan çıkan düşünce frekanslarını, kozmik akılla birlikte algılayan, koz­mik bellekle birlikte kendine nakşeden, kozmik hayalle birlikte onu resmeden, hisseden, duygu boyutunda yaşa­yan ve onu yaşam realitesine dönüştüren bir «teklik» bi­linci içindedir.

Bu beşinci balonun iç yüzeyinde ise, Hazreti Muham-med'e (as) vaad edilen Vesile vardır. Aynı balonun farklı iki yüzeyinde bulunan bu cennetler, aynı evrenin farklı dalga boylanndan algılanışıdır. Aynı evrenin, farklı boyut görüntü­leridir. Vesile, cennetler içinde en yüksek makamdır. Ve sa­dece bir kişi içindir. Bütün cennetler üzerinde saltanatı ve hükmü vardır. Cennetlerin hepsini aşan ve kuşatan bu bo­yut, her bakımdan diğer cennetlerin üstündedir.

Belirtilen altıncı gök, bu balonun içindeki altıncı balon­dur. Altıncı balonun dış yüzeyinde, kozmik hayal boyutu (Sidre-i Münteha) vardır. Bu evren, cennet boyutların­dan bir boyut değildir. Sidre, kozmik hayal yıldızlarının semah döndüğü, sayısız dev galaksilerin dans ettiği bir ev­rendir. Bu evren, yaratılışın tüm aşamalarını, sonsuz olasılık' ianyla hayatın boyutsal derinliklerini, hayat boyutlannın her karesini, olmuş olanı, oluyor olanı, olacak olanı, olması mümkün olanı, tüm zamanları ve mekânlan içeren yüksek titreşimli düşünce dalgalarıyla kuşatılıdır. Onları duygu bo­yutuna aktararak, hayat realitelerine dönüştürür.

Kozmik aklın (Kalem) algılayıp, kozmik hayal boyutuna (Sidre) yansıttığı tasarım halindeki bu bilgiler, burda, ha­yat realiteleri haline dönüştürüldükten sonra, tüm evren­lere düşünce dalgları halinde akması için, kozmik belleğe (Levh) kaydedilir. Tüm bu olanlar, sizin bildiğiniz za­manla ve mekânla sınırlı değildir. Çünkü, zamanı ve me­kânı yaratan zaten bu bilgilerdir. Bir boyutta deneyimlen-miş olan «geçmiş» zaman dilimleri, başka bir boyutta «ge­lecek» illüzyonları yaratır. Yaşanmış olan, yaşanıyor olan, yaşanacak olan hayat realiteleri, her boyut için farklı za­man süreçlerini ortaya çıkarır. İllüzyon da, bu gerçeğin al­gı lanamayışıdır zaten. Dünya boyutu için «gelecek» olan kıyamet, başka bir yaşam boyutunda çoktan kopmuştur. Sizin geleceğiniz, başkasının geçmişidir.

Kıyametin senaryosu, kozmik bellek bankalarına işlen-miş olan ezeli bilgide, en küçük ayrıntılarına kadar mevcuttur. Bu bilgiler, kozmik hayal evreninde, bir realite ola­rak vardır. O düşünce dalgalarını algılarsanız, kıyametin tüm süreçlerini yaşarsınız. Amel defterleri çoktan açılmış, hesaplar görülmüştür. Sırat geçilmiş veya geçilememiştir. Cennetlere çoktan varılmış veya henüz ulaşılamamıştır.

Kuran'ı dikkatle okuduğunuzda, kıyameti, bazen «olmuş» gibi anlatır, bazen «oluyor» gibi, bazen de «olacak» gibi... Oysa kozmik bellekte her şey çoktan olup bitmiştir.

Kozmik hayal boyutunda, Nuh (as) tufanının bilgisini içeren düşünce dalgalarını algılayarak, bu boyuta girdiği­nizde, Hazreti Isa (as) henüz dünyaya gelmemiştir. Bu düşünce dalgalarını algılamaya ve duygu boyutunda ya-Şamaya başladığınızda, dünyada çoktan «yaşanmış» olan bir zaman dilimi, içine girdiğiniz bu boyutta, henüz «ge­lecek» zamanı ifade etmektedir. Kozmik hayal evreninde, bu evrenin tüm galaksilerinde, yaratılışın başlangıcından kıyamete kadar tüm zamanlan yaşayabilirsiniz, ama hiçbir zaman, kendine ait bir zamanı olmamıştır. Kendini yaşa­mayan ve kendisi olmayan gizemli bir boyuttur.

Bu altıncı balonun iç yüzeyinde ise, «Levh» olarak bil­dirilen kozmik bellek boyutu vardır. Kozmik bellek, muh­teşem güneş sistemleri ve dev galaksileriyle, sonsuz bir evrendir. Balonun dış yüzeyi kozmik hayal evreni, iç yü­zeyi ise, kozmik bellek evrenidir. Aynı evrenin farklı bo­yut görüntüleridir.

Allah «yaz!» dedi. Kalem yazdı... Levh, o yazılanları nakşetti... Levh. neyi nakşetti?

Kozmik bellek, kozmik akim yazdıklarını kaydetti. Bu nedenle, kozmik bellekte kayıtlı olan bilgi, kozmik aklın ona yazdıklarıdır. Bunlar, evrenlerin yaratılış bilgisini ve o evrenlerdeki hayat planlarını içeren ayrıntılı bilgilerdir.

Veya şöyle düşünün; Allah, «yaz!» dedi. Kozmik akıl yazdı, kozmik bellek, yazılanları kaydetti. Bellek neyi kaydetti? Sadece aklın yazdıklannı... Aklın kendisini kaydet­medi. Aklınızın nasıl bir şey olduğunu, belleğinizdeki ka­yıtlı bilgilere başvurarak, yani hatırlayarak anlayamazsınız. Akıl, kendini yazmadı çünkü, sadece algıladıklarını yazdı. Kozmik bellek bankalannın, evrenin tüm boyutlarına yayınladığı düşünce dalgalan, bu bilgileri içeriyor. Al­lah'ın, sadece kendine saklı olan Ehadiyyet özelliğini içer­miyor. Bundan dolayı hiçbir varlık, Ehadiyyet'in bilgisini taşıyan düşünce dalgalarını algılayamaz. Çünkü, bu bilgi, Arş'dan kozmik bilince, yani Kürsi'ye inmedi. Bu bilgi sa­dece Arş'da kayıtlıdır. Allah, kendisini sadece kendisi tam kemaliyle algılar ve Ehadiyyet sırrını sadece kendisi bilir. Belirtilen yedinci gök ise, bu balonun İçindeki yedinci balondur. Yedinci balonun dış yüzeyinde, «Kalem» veya «Akı!» olarak bildirilen kozmik akıl evreni vardır. Kozmik akıl, kozmik bilincin (Kürsi) yayınladığı düşünce dalgaları­nı yakalayarak, bu bilgileri, tüm olasılıkları içeren hayat planlarına dönüştürür ve bunları kozmik hayale yansıtır. Bu olasılıklar, kozmik hayal boyutunda resmedilerek, ya­şayan hayat realiteleri haline getirilir. Kozmik akıl, bu rea­litelerden birini seçerek, kozmik belleğe nakşeder. Diğer olasılıklar, kozmik hayal boyutunda, yaşayan hayaller, ve­ya tasarımlar olarak kalır.

Kozmik bellekten çıkan bu bilgiler, uzay boşluğuna, programlanmış düşünce dalgaları halinde yayılır. İçice ev­renler, kozmik bellekten çıkan bu bilgilerle yaratılmıştır. İç­ten dışa doğru, frekansını düşüre düşüre yayılan program­lanmış bu düşünce dalgaları, giderek fotonlara, atomlara ve maddeye kadar uzanan süreçte, birbirinden farklı ev­renleri, zaman süreçlerini ve yaşam boyutlannı açığa çi' karmıktır.

Bu yedinci balonun iç yüzeyinde ise, «Kürsi» olarak bildirilen kozmik bilinç evreni vardır. Kozmik bilinç, ye­dinci gökte, kozmik bir bilinç katidir. Bu yedinci kozmik bilinç katının sayısız katmanları ve her katmanın ayn fre­kansları vardır. Her katman için, o katmanın frekansına uygun melekler yaratılmıştır.

Kozmik bilinç evreni, sayısız dev galaksilerden oluş-muş, en yüksek düşünce dalgalarının titreştiği bir evren-dir. Sadece kendi boyutunun değil, aynı zamanda, içice konumlandırılmış olan yedi göklerin, veya yedi evrenlerin merkezidir. Tüm evrenleri ve o evrenlerin galaksilerini etrafında döndürecek muhteşem bir güce sahiptir. Kendi­si ise, etrafinda donen diğer göklerle (evrenlerle) birlikte, Arş'ın etrafında dönmektedir.

 

Bilincin Boyutsal Derinlikleri

 

Akıl, zihinsel etkinlikleri düzenleyen, yöneten ve çe­şitli verilerin sentezine ulaşan bir güçtür. Onun makamı, yedi bilinç katından herhangi biridir. Hangi bi­linç katında olursa olsun, akıl, tüm diğer zihinsel etkinlik­leri etrafında döndüren bir güçtür.

«Zihinsel etkinlikler» dendiğinde, bu söylem, akla ya da kuruntuya hizmet eden çalışmalann tamamını içeren genel bir söylemdir. Bu etkinliklerin gelip birleştiği yer, akıldır. Akıl, zihin boyutunda var olan diğer güçlerin mer­kezidir. Zihinsel etkinliklerin tamamını etrafinda döndü­ren ve çok muazzam gücü olan bir merkezdir.

Belleğe kayıtlı verilerin, aklın önüne çıkması, zihinsel bir etkinliktir. Anımsama, bir dosyanın arşivden alınıp, yö­neticinin önüne, yani aklın önüne getirilmesidir. Bir ola­yın, durumun, kavramın veya nesnenin anımsanamayışı, kayıtlı dosyanın arşivde bulunmaması nedeniyle değil; İle­tişim hatlarında meydana gelmiş olan bir hasar veya arıza nedeniyledir. Belleğinizde, yaşamınızla ilgili kayıtlı olma­yan hiçbir ayrıntı yoktur. Fakat İnsan eğer anımsayamı-. yorsa, bellekle akıl arasındaki iletişim hatlannda bir arıza var demektir.

Düşüncenin, bir konuyu, enine ve boyuna taraması, konunun derinliğine doğru dalması, zihinsel bir etkinliktir. Düşüncenin tasarım yetisi, bu tasarımı açığa çıkarma gü' cü, akış hızı, hangi bilinç katında çalıştığına bağlıdır.

Fikrin, bu düşünceleri yönlendirmesi, zihinsel bir etkinlik­tir. Düşünce, aklın veya kuruntunun hizmetindedir. Fikir ise, her zaman düşüncenin hizmetindedir. Düşüncenin, akla ya da kuruntuya hizmet ediyor olması, fikir için farketmez. Aklın hizmetinde çalışan pozitif düşünceye yon verir ve ona çıkış yollan gösterir. Yeni açılımlar yapar ve düşüncenin o yöne ak' masını sağlar. Kuruntunun hizmetinde çalışan negatif düşün­ceye de aynı hizmeti yapar. Hem de severek ve isteyerek... Siz eğer birini öldürmek veya hırsızlık yapmak istiyorsanız, fi-kir, bu düşüncenize yön verir, ona en güzel yollan gösterir, si­zi ve herkesi şaşırtacak negatif açılımlar yapar.

Zekânın, bu çalışma sürecinde ortaya çıkan sorunları çözmesi, engelleri ortadan kaldırması, zihinsel bir etkinlik­tir. Bu da tıpkı fikir gibi düşüncenin hizmetindedir. Pozitif yönde çalışan düşüncenin engellerini ortadan kaldırdığı gi' bi, olumsuz yönde çalışan düşüncenin engellerini de orta' dan kaldırır. Size, birini öldürüp, parasını aldıktan sonra, hiçbir iz bırakmadan, ortadan nasıl kaybolacağınızı fisıldar. Siz artık zekânız sayesinde İyi bir haydut olursunuz. Ama aynı zekâ, bir başkasına da, o haydutu nasıl yakalayacağını fısıldar. O da, zekâsı sayesinde, iyi bir kahraman olur. «Haydut» veya «kahraman» olmak, size yazılmamıştır. Siz, «haydut» veya «kahraman» olmayı programlayan işletim sistemine sahipsiniz. Tercih sizindir. Sorumluluk sizindir.

Hayalin, bu soyut düşünceleri şekillendirmesi, onları somut olarak resmetmesi, onlara ruh ve canlılık kazandır-ması, zihinsel bir etkinliktir. Hayal, sanıldığı gibi zihnin boş bir etkinliği değildir. Allah, boş ve anlamsız olan hiç­bir şeyi yaratmamıştır. Yarattığı her şeyin, bir hikmeti, bir görevi, bir işlevi vardır.

Her bilim, bilim olmadan önce hayaldir. Her realite, realite olmadan önce hayaldir. Hayal, düşünceyi şekillen­diren ve insanı eyleme yönlendiren bir güçtür. Hayat realitelerinin ortaya çıkış sürecinde, eylem ve davranış öncesi bir etkinliktir. Önce yönelirsiniz, yani istersiniz. Sonra, İstediğiniz şeyin düşüncesini kendinize çekersiniz. Daha sonra, o düşünceyi perdeye aktarıp seyredersiniz. Bu İşte hayaldir. Düşüncelerin resmidir.

Gayretin, bir konuda çalışmayı motive etmesi de zihin­sel bir etkinliktir. Zihin bu güçten yoksun olduğu zaman, diğer etkinliklerin hiçbir devamlılığı olmaz. Her şey gelir ve gider. Ortaya çıkan verilerin, belli bir amaca yönelik kullanılması, sürekliliğinin sağlanması ve belli bir sonuca ulaşılması, gayretin gayretiyle olur. Sabır, onun en Önem­li hammaddesidir. Azim ve kararlılık, onun hiç tükenme­yen enerjisi, yakıtı, besin kaynağıdır. İnsan, yükseleceği noktaya onunla, yani gayretle yükselir.

İradenin İstekleri, zihinsel bir etkinliktir. Bu istekler, ak' lın, hangi bilinç katında, yani nasıl bir nefste, ya da nasıl bir benlikte çalıştığına bağlıdır. Akıl, hangi bilinç katında çalışıyorsa, zihinsel etkinliklerin hepsi de o bilinç katında sürdürülür. Dolaytsıyle, iradenin talepleri, o bilinç katının frekansına uygun olur. Akıl, düşük bilinç katlarında çalışı­yorsa, iradenin, maddeye yönelik istemleri olur. Akıl, eğer yüksek bilinç katlarında çalışıyorsa, irade genellikle mad-de-ötesİ isteklerde bulunur.

Mantığın, tüm bu çalışmaları akla kabul ettirmesi, zi­hinsel bir etkinliktir. Mantık, düşüncenin toplayıp getirdi­ği verileri tartan bir terazi gibidir. Mantık, eğer kuruntuy­la gölgelenmedİyse, aklın emrinde ve yönetiminde çalışı­yorsa, tartıyı genellikle doğru yapar, hatta üst bilinç katla­rında kıl kadar sapma olmaz. O mantığın sahibi, «adalet­li kişi» olarak değil, «adaletin kendisi» olarak bilinir.

Bir konunun algılanması ve kavranması, idrak edilme-si, zihinsel bir etkinliktir. Düşük bilinç katlarında çalışan akıl, bu kavrayışı, genellikle algılama araçlarıyla yapar. Bir şeyi kavrayabilmesi için, ona dokunması gerekir. Gördü' günü kavrar. İşittiğini de kavrar. Bir nesneyi tadarsa, tadı­nı anlar. Ve onu koklarsa, kokusunu anlar.

Üst bilinç katlarında çalışan aklın, bu algılama araçların­dan başka, sezgi gücü vardır. Sezgi insana ışığı getirmez. Orda ışık olduğunu fisıldar. Ve ona yönelirsiniz... Yani ira^ denizi yönlendiren bir güçtür. İradeniz yanlış şeylere yöne' lebilir. Ama sezginizin sessiz fısıltılarına kulak verirseniz, doğru tercihler yaparsınız. Bu tercihlerinizden dolayı, yük' sek düşünce dalgalanni algılar ve onu duygu boyutunda ya-Sayarak, hayat realitelenne dönüştürürsünüz.

Bu çalışmalar sürecinde ortaya çıkan duygular, evet, duygular da zihinsel bir etkinliktir. Akıl, zihin fezasının güneşiyse, duygular da, bu alemin parlayan yıldızlarıdır.

Bunlar, zihnsel etkinliklerin sonucu olarak ortaya çıkan

hayat mahsulleridir. Ölüm-ötesi yaşama götürülecek olan Ürünler bunlardır. Bunlar, ömür boyu yapılmış olan çalış­maların geliri veya hasılatıdır. Bunlar yol azıklarıdır. Ka­ranlıklarda yolu aydınlatacak olan nur kandilleri gibidir. Duygu belleğinize, «sevgi» arşîvlediyseniz, sevinebilirsi­niz. Duygu belleğinize, «nefret» arşivlediyseniz, dövüne­bilirsiniz. Bunlar, benliğinizi aydınlatan ya da karartan duy­gulardır.

Aklı örten ve zihin fezasında tüm ışıkları söndüren ku­runtu da zihinsel bir etkinliktir. Kuruntu, güneşi örten İb-lis'in gölgesidir. Akıl, zihin boyutunda bir güneş gibidir. Güneş, gerçeğin kendisidir. İblis, bu gerçeği kendi varlı­ğıyla örter ve koyu bir karanlık oluşturur. Avını bu karan­lıkta yakalar. Yakaladığını bu karanlığa hapseder. Kurun­tunun zindanlarına hapsolan benlik, aklın en büyük düş­manı olur. Var olan hayat ışığını yok sayar. Yok olan ka-ranlığı da var sayar. Çünkü, İçinde yaşadığı karanlık, onun tek realitesi olmuştur. Kuruntu budur, insanın için­deki şer güçlerinin en büyüğüdür. Kuruntuya düşmemek için, Hazreti Peygamber (as), tüm annmışlığına rağmen günde yetmiş defa istiğfar etmiştir. Onun tuzağına düş­mek, an meselesidir.

Bu çalşmalara tanık olan bilinç (benlik, nefs) ise, zihin­sel bir güç veya etkinlik değildir; o, düpedüz insanın ken­disidir. Tüm bu etkinlikler ve bu etkinliklerin ürünü olan duygular, onun içindir. Benlik, üst bilinç kati arı ndaysa, olumlu duygularla aydınlanmıştır. Alt bilinç katlarındaysa, olumsuz duygularla perdelenmiş, kararmıştır. Hangi bi­linç katında olursa olsun, eğer akla uyduysa, uzaklarda parlayan nur ışıklarını görmüştür. Kuruntuya uyduysa, çu­kura inmiştir.

Bu bakımdan, «nefsime uydum» söylemi, yanlış bir söylemdir. Bunun anlamı, «ben kendime uydum» olur ki, mantık bunu tartamaz. Tartıp, aklın önüne koyamaz. Akıl da, önüne açık ve net olarak koyulamayan bir düşünceyi algılayamaz. Burda mutlaka bir yanlışlık olmalıdır. İnsan, nefsine uymaz. Nefs, akla veya kuruntuya uyar. Akla uyarsa, aklın aydınlattığı yolda yürür ve huzura ulaşır. Ku-runtuya uyarsa, kuruntunun karanlığında tökezler ve çu-kura düşer. Esasında, «nefsime zulmettim» diye ifade edi­len anlam budur. Bunun tercümesi, «kuruntunun peşine düşüp gitmekle, kendime zarar verdim, keşke akla uysay-dım» demektir.

Yedi bilinç katını, yedi evren (yedi gök) olarak düşünebi­lirsiniz. Mesela birinci bilinç katında çalışan aklı, birinci ev­rende (gökte), zihnin karanlık boşluğunu aydınlatan bir gü­neş gibi düşünebilirsiniz. O güneşin aydınlattığı zihin boşlu­ğunda yaşayan nefs, veya bilinç, ya da benlik, sizsiniz... İb­lis gelir, kendi varlığıyla güneşi Örter. Zihin boşluğu ansızın karanr. İşte bu karanlık, İblis'in golgesidir ve kuruntu budur.

Kuruntu, kendi varlığıyla gerçeği Örten İblis'in golgesidir. Bu nedenle, Hazreti Peygamber (as), bütün namazlarında, «Allahım, vehim karanlığından beni çıkar ve nurunla anlayış ikram et!» diye dualar ederdi. Vehim, kuruntu demektir. Nefsi zindanda yaşatan iblis'in koyu karanlığıdır.

İblis'in gölgesiyle, Allah'dan perdeli olan benlik, Allah'ı inkâra gider. O'nu inkâr eden benlik, zalimlerden olur. Zalimlerden olan benlik, zulmeder; başkasına değil, ken­dine zulmeder. «Nefsimin hakkını veremedim; onu, aklın ışığından yoksun bıraktım ve kuruntunun karanlığında ya­şattım. Ben nefsine zulmedenlerden oldum» diye söyle­nen büyük ve hikmetli sözlerin anlamı budur.

Aynı şekilde, «nefsin isteklerine uymak» söylemi de yanlıştır. Nefsinizin isteklerine uymazsınız. Nefsiniz, ira­denizin isteklerine uyar. İrade ise, ya aklın hükmü altında­dır, ya da kuruntunun... Bilincin düşük düzeylerinde, irade, kuruntunun emrindedir. İstekleri maddeye yöneliktir. Veya istekleri maddeye yönelik olduğu için, düşük bilinç katlann-dadır. Nasıl olursa olsun, iradeyi orda tutan ve onu yönlen­diren, kuruntudur. Yani onu bilincin düşük düzeylerinde tu­tan ve maddeye yönlendiren, kuruntudur.

Buna göre, «nefsi terbiye etmek» söylemi, eğer doğru algılanıyorsa, doğru bir söylemdir. Nefsi terbiye etmek, «onun isteklerini ona yasaklamak» değildir. Onu, kurun­tunun isteklerinden vazgeçilip, aklın isteklerine bağlamak­tır. Nefsin (benliğin, bilincin), alt boyutlarda Ölüp, üst bo­yutlarda varlık bulmasıdır. Hazretİ Peygamber (as), «öl­meden önce ölünüz» derken, bunu anlatmıştır. Yani bu sözün anlamı, alt bilinç katından, üst bilinç katına sıçrama yapmanızdır.

İçinizde fısıldayan kuruntunun sesini, aklın sesinden ayırmak çok kolaydır. İçinizden gelen fısıltıları iyi dinledi­ğinizde, aklın ve kuruntunun seslerini birbirinden ayırabilirsiniz. Kuruntunun ileri sürdüğü gerekçelerde hiç man-tık yoktur. Niçin sigara içtiğini, niçin alkol aldığını, niçin kumar oynadığını bilmez. Yaptığı işleri, mantıklı bir teme­le dayandıramaz. Oysa aklın; Ölçen, tartan, kılı kırk yaran bir «mantık» mekanizması vardır. Kuruntu, bu mekaniz­madan yoksun, mantıksız bir güçtür. Benliği işte böyle kandırır ve kendi peşine takıp, taa cehenneme kadar gö­türür. Kuruntu, sizin içinizde bulunan en büyük şer gucÜ-dür. Düşmanınızı dışarda aramayın.

Zihin fezasında, insan için tasanmlanmış yedi bilinç katı vardır. Akıl, tüm diğer zihinsel güçlerle birlikte, bu ye­di bilinç katından birinde çalışır. Hangi bilinç katında ça­lışırsa çalışsın, akıl, nefsi, yani çalıştığı bilinç katını veya benliği aydınlatan bir güneştir. Alt bilinç katlarında fre­kansı belki biraz düşüktür, ama yine de ait olduğu bilinç katında, zihni aydınlatan bir gücü vardır.

Bu gücünden dolayı, akıl, tüm diğer zihinsel güçlerin merkezi, odak noktasıdır. «Güneş sistemi» dendiğinde, bu ifade, sistem içinde yer alan gezegenleri, doğal uyduları ve bunlann etkinliklerini içine alır. Fakat bu İfade, aynı zamanda, güneşin kendisini de anlatır. Güneş sistemi, ay-rica, kendini her taraftan kuşatan ve içine alan bir uzay boşluğundadır.

Akif, zihinsel etkinliklerin hem merkezidir, hem de on­ları tek merkezde toplayan sistemin genel adıdır. Onlardan biri eksik olursa, sistem bozulur. Belleksiz bir akıl, hiçbir işe yaramaz. Düşüncesiz, kavrayışsız, mantıksız bir akıl, düşünülemez bile. Akıl, zihinsel etkinliklerin hem merkezi, hem de tamamıdır. Onları etrafında toplayan bir güç merkezi, bir odak noktasıdır. Bu sistem, akıl sistemi, zihin fezası tarafından kuşatılmıştır.

Yedi bilinç katını, yedi gökler olarak düşünebilirsiniz. Akıl hangi bilinç katında çalışıyorsa, algılama kapasitesi, kavrayışı, algılanan düşüncenin gücü ve hızı, o bilinç katı­nın frekansına göredir. Kullanılmayan diğer bilinç merkez­leri, yedi göklerin diğer boyutlarıdır, özel çalışmalarla bilin­cin üst merkezlerine çıkmak, evrenin diğer boyutlanna git­mek gibidir. Bu, insanın hem kendi içine yaptığı bir yolcu-luk, hem de, evrenin görünen boyutundan, görünmeyen boyutlanna yaptığı heyecanlı ve gizemli bir yolculuktur.

Önce Ruh'u yarattı... Ve onda yedi bilinç merkezi aç­tı. Bu yedi bilinçten, yedi göğü yarattı ve onları düşünce­den maddeye doğru inen frekanslarda içten dışa doğru su halkaları gibi açtı. Bu evrenler, ilk yaratılanın zihin boşlu­ğundan çıktı. Bu evrenlerin yedincisine, «Kürsİ» dedi. Onu, Arş'ın nuruyla kırmızı yakut renginde aydınlattı ve Arş'ın altına, yedinci göğün iç yüzeyine koydu. İlk yaratı­lanın aklından, yeşil zümrüt renginde bir evren yarattı ve ona «Kalem» dedi. Kalem yıldızlarını, yeşil zümrüt rengin­de yarattı ve onlan da Kürsi'nin altına koydu.

İlk yaratılanın belleğinden, san zebercet renginde bir evren yaram ve ona «Levh» dedi. Bu evreni, altıncı göğün iç yüzeyi­ne, Kalem'in altına koydu. İlk yaratılanın hayalinden de, beyaz inci renginde bir evren yaram ve ona da «Sidre» dedi. Sidre'yi, cennetlerin üstüne, Levh'in altına koydu. Sidre yıldızlan, altın­cı göğün dış yüzeyinde, beyaz inciler gibi parlamaktadır.

İlk yaratılanda tecelli eden cemal sıfatlarından, sekiz cenneti çıkardı. Onları, beşinci gökten, frekanslarını düsüre düşüre, ikinci göğe kadar indirdi. İlk yaratılanda te--celli eden celal sıfatlarından da, cehennemleri çıkardı. Onları da nursuz karanlıkların ardına gizledi. Dünya ve Berzah boyutlarını ise, ilk yaratılanda tecelli eden kemal sıfatlarından çıkardı. Bu nedenle. Berzah ve Dünya bo­yutlarında; acıyla sevinç, hüzünle mutluluk, iyilikle kötü-lük içiçedir. Dünya ve Berzah evrenlerini, göğün birinci katına koydu.

Gayreti, «çalışan» olarak yaptı ve hükmetti ki, gayret, ömrü boyunca çalışsın. Aklın hükmü altında çalışırsa, nur ışıklarına ulaşsın. Kuruntunun hükmü altında çalışırsa, zul­met karanlıklanna ulaşsın. Zulmet karanlıklanna ulaşan, nur ışıklarını arasın. Nur ışıklarını arayan, onu bulsun.

ilk yaratılanın pozitif'gayretinden bir melek yarattı ve onun adına «Nun» dedi. Nun, meleklerin en büyüğüdür. Emirleri Arş'dan alır. Makamı Kürsi merkezidir. Alun me­lekleri üzerinde saltanatı vardır. Dört büyük melek olarak bilinen Alun melekleri, Nun'un gayretinden yaratıldı. İçice yedi evreni ve oralarda bulunan tüm yaşam boyutlarını idare etmesi için, Alun meleklerinin gayretinden, sayısız küçük melekler yarattı ve onların herbirini Alun melekle­rinin emrine verdi. Bu meleklerin sayısını bildirecek bir rakam, ancak Yaratan'in katında mevcuttur.

ilk yaratılanın negatif gayretinden, mikrodalga bedenli bir şer gücü yarattı ve ona «Azazil» dedi. Onu, atomal ti uzayın mikrodalga boyutuna, birinci göğün iç yüzeyine indirdi. Azazil'in özü, negatif gayrettir. Bundan dolayı, Nun'a zıt yönde çalışır. Onun gayreti, çabası, çalışmala­rı, Nun'un yaptıklarının tam tersidir.

Kuruntu, Azazil'in gölgesi oİdu. Azazil, kendi varlığıy­la gerçeği örttü ve ortaya kuruntuyu çıkardı. Kendi gölge­sinin koyu karanlığında yaşadı ve bu nedenle Yaratan'dan perdeli kaldı.

Azazil'in torunları iki kutba ayrıldı; bir kutbu, aklın ay­dınlığını arayan pozitif güçlerden oldu ki, ona «cin» dedi. Diğer kutbu da, kuruntunun karanlığını arayan negatif güç­lerden oldu ki, ona da «şeytan» dedi. Şeytan, riyakâr ve hi­lebaz cinin lakabı oldu. Bu nankör, aklın en büyük düşma­nı oldu. Dedesi Azazil'in ise, en gayretli askeri oldu.

İlk yaratılanın benliğinden, madde bedenli insanı çıkar­dı ve ona «Adam» dedi. Adam'dan da eşini çıkardı ve ona da «Havva» dedi. Hükmetti ki, benlik, aklın peşine düşer­se, ışığı bulsun. Kuruntunun peşine düşerse, karanlığı bul­sun. Kozasını kırıp çıkarsa, kelebekler gibi çiçekler diyanna uçsun. Kozasını kırıp çıkamazsa, benlik çukurunda, benlik zindanında hapis kalsın. Adam'da yedi bilinç katı açtı ve onu bilincin dördüncü katına, küresel kişilik düzeyine koy­du. Eşini de aynen oraya koydu, ikisini de, dördüncü bilinç katının frekansına, yani Huld cennetlerinden birine indirdi.

Hükmetti ki, Adam ve eşi, «yeme!» emrine rağmen ye­sinler. Habbeyi, hiç aldırmadan yesinler ve yasağı çiğnesin­ler... Ve aynen vaki oldu. Adam'm ve eşinin kuruntuları, akıllarına galip geldi. O yasak habbeyi yediler. Bu neden­le, ikisi de, karanlık bir çukura düşer gibi, bilincin alt kat­larına düştüler. Ve dünyaya sürgün edildiler.

Hükmetti ki. Adam ve eşi, düşüşü ve yükselişi yaşaya­rak öğrensinler. Benliği kuruntunun hükmüne bırakırlar­sa, aşağıların aşağısına insinler. Benliği aklın hükmüne bı­rakırlarsa, yukanlann yukarısına çıksınlar. Bunu bilsinler ve genetik belleğe işlesinler. Bunu bildiler ve genetik, bel­leğe işlediler. Böylece bu bilgilerin kuşaktan kuşağa akta­rılması sağlandı.

O yasak habbeyi yemeselerdi, üst bilinç katları açıla­caktı. Fakat, Rabbın muradı bu değildi. Rab, onların ya­sağı çiğnemelerini ve böylece aşağı düşmelerini diledi. Çünkü insanı böyle tasarımladı. Dünyayı, böyle bir hayat planına göre dayayıp döşedi. İnsan düşecekti, kalkacaktı, koşacaktı, yorulacaktı... Bazen umutsuz karanlıklara dala' cak, bazen aydınlık deryalarda yüzecekti. Madde dünya­sının girdaplarına kapılmadan, çıkışı olmayan labirentler­de kaybolmadan, Rabbına ulaşacaktı. İradesiyle yönelirse ve üst bilinç katlarına çıkarsa, Rab onu alıp, göklerin üst katına, cennetine koyacaktı.

İnsanın, yüksek bilinç düzeyinde yaratılmasına ve titre­şimi daha yüksek boyutlarda yaşamasına hükmedilmemiş-tir. Çünkü bu tür varlıklar zaten vardır. Melekler, bu tür varlıklardandır. İnsanın var oluş nedeni bu değildir. Onun var oluş nedeni, madde boyutundan, kendi özgür iradesiyle; Özüne, aslına yönelmesi, yani cennetlere doğ­ru yönelmesidir.

Bu yükseliş, alt bilinç katlarından, üst bilinç katlarına doğru tırmanışla mümkündür. Adam ve eşi, bu tırmanış sürecinde edindiği düşünce ve duygu birikimlerini, genetik yollarla kuşaktan kuşağa aktarmıştır. İnanırsanız, inan­cınızla yükselirsiniz. Huzurlu ve mutlu olursunuz. Kaos ve stresten uzak kalırsınız. İnkâr ederseniz, inkârınızla dü­şersiniz. Mutsuz ve huzursuz olursunuz. Bundan dolayı, Adam'in ve eşinin varlığı, var olduğu biçimi gerektirmiştir. Her şey, olması gerektiği gibi olmuştur.

Melekler, sabit bilinç merkezlerinden dolayı, alemlerin Rabbına hizmette hata yapmayan varlıklardır. Nasıl program-lanmışsa, öyle çalışırlar. Onlann programında, Rabba hizmet vardır. Onlann programında, negatif olan hiçbir şey yoktur.

Azazil de nasıl programlanmışsa, öyle çalışır. Azazil, kendi varlığıyla gerçeği örter ve bundan dolayı bir gölge açığa çıkar. Bu gölgenin adı kuruntudur. Onun gölgesine, yani kuruntunun karanlığına sığınan cin, hilebaz ve nan­kör bir şeytan olur. Onun gölgesine sığınan insan, zulmet karanlıklarına dalar.

İnsan da nasıl programlanmışsa, öyle çalışır. Ama in­san böyle programlanmıştır. Düşük bilinç katlarında yaşa­dığının ayırdında olmadığı zaman, perdeli kalacaktır. Bu­nun ayırdına vardığı zaman, üst bilinç katlarına yönele­cektir. Belki de, üst bilinç katı açık olarak doğmuştur. Ber­rak bir algıya sahiptir. Yüksek düşünce dalgalarını kendi­ne çekebilmektedir. Ayrıca, kuvvetli bir sezgi gücüne de sahiptir. Bu da olabilecekler arasındadır.

Meleklerin, Adam'a secde etmelerini istedi. Rabbın bu emrine, Azazil hariç, tüm melekler uydular ve emri itiraz­sız yerine getirdiler. Allah, nurdan yaratılan meleklerin, çamurdan yaratılan Adam'a secde etmelerini niçin istedi? İstedi... Öyle diledi.

Çünkü Adam, çok zor bir görevi üstlenmişti. Madde diyarında kaybolup gidebilirdi. Maddenin cazibesine, manyetik gücüne kapılabilirdi. Çıkışı olmayan labirentlere girebilir, kuvvetli girdaplarda dönebilir, kuruntunun ka­ranlığına yuvarlanabilir, yolunu şaşırabilirdi. Yolunun üs­tünde türlü çeşitli tuzaklar, koşebaşlarinda pusuya yatmış Azazil'in torunları (şeytanlar) vardı. Yolu uzundu, zordu, zahmetliydi. Sağında solunda engerekler ve çıyanlar var­dı. Vahşilerin ve yırtıcıların diyarında mahzundu. Dağlar­dan, vadilerden, çöllerden geçerek, Rabbına ulaşacaktı.

İşte bunun için emretti ki7 nurdan yaratılan melek, ça­murdan yaratılan bu Adam'ın Önünde saygıyla eğilsin ve secdeye kapansın. Ama Azazil bunu istemedi. Buna ge­rekçe olarak, kendisinin «daha hayırlı» olduğunu, çünkü ateşten yaratıldığını, Adam'ın ise, çamurdan yaratıldığını söyledi. Azazil böyle söyledi. Bunun üzerine, alemlerin Rabbı, ona «İblis» dedi ve onun lakabı «İblis» olarak kaldı. Kibirlendi. Adam'ı küçük gördü. Ateşi çamurdan daha üstün sandı. Alemlerin Rabbı, bununla demek istedi ki; kimse başkasından daha üstün olduğunu düşünmesin. Kimse böyle bir kuruntuya kapılmasın. Bu bir kuruntudur. İblis'in kuruntusu... Onun bu kuruntusu, kıyamete kadar yaşayacaktır. Ona uyanlar, derin bir çukura düşer gibi düşecektir kuruntunun karanlığına... O nerde midir? O, sizin içinizdedir.

iblis, kibirinden dolayı lanetlendi ve kovuldu. Bunun üzerine iblis, çamurdan yaratılmış olan Adam'ın önüne her fırsatta çıkmaya, ona sağından ve solundan yaklaşma­ya ve onu yolundan saptırmaya yemin etti.

Hükmetti ki, İblis nasıl yaratıldıysa öyle kalsın. Ve İblis, iblîsliğini yapsın. Adam da, eğer adamsa, adamlığını yap­sın ve İblis'in tuzağına düşmesin. Bu nedenle, Adam'ın to­runları, milyarlarca yıldan beri uyarılıyor. Kitaplarla ve sa­yısız peygamberle uyanlıyor. Açlıkla, hastalıkla, afetlerle, savaşlarla uyanlıyor. Zalimlerle, alimlerle uyarılıyor. Mad­de dünyasında derin uykulara dalmış insan, kendi hayatı­na şöyle bir baksa, yüzlerce, binlerce olayla uyarılıyor.

Yedi merkezli kozmik bilinci ondan çıkardı. Onu da koz­mik bilinçten çekip aldı. Yedi merkezli kozmik bilinçten bir nüsha alarak, onu yetmişbin perdeyle perdeledi ki, Arş'in nuruna dayanabilsin. Ona birimsellik verdi, özellik verdi. Nefs verdi, bilinç verdi, benlik verdi. O da kendini bildi.

Onun nefsi (benliği, bilinci) göklerden alındı ve bu emanet kendisine teslim edildi. Bu emanet, dağların ve taşların kabul etmediği o emanettir. O emanet, insanlık adına, insanlığı temsilen alındı. Onu, yani özgür iradeyi almak, insanın kaderi oldu.

Allah, ona muhabbetle nazar kıldı ve «gel» dedi. Sade­ce bir adım geldi. «Git» dedi. Sadece bir adım gitti. «Kim­sin?» dedi. Ve o konuştu; «ben yokum, ancak alemlerin Rabbı olan Allah var» dedi. Ve böylece, yedinci bilinç dü­zeyinin bakış açısını seslendirdi. Nefsini yok saydı.

Bunun üzerine, alemlerin Rabbı, ona bir kez daha mu­habbetle nazar kıldı; «senden alemler meydana getirdim ve seni bu alemlere üstün kıldım» dedi. «Senin himmetin­den himmetler yarattım ve benliğinden benlikler yarattım. Seni yarattım ve senden alemleri yarattım» dedi.

Hükmetti ki, bu ilk yaratılan, peygamberlerin sonuncu­su olsun... Onun adı, göklerde «Ahmed» ve yerde «Muhammed» olsun... Son kitap onun olsun. Nimetler onunla tamam olsun... Dostları dost, düşmanları düşman olsun... Ve yolu «İslam» olsun, aydınlık olsun, mübarek olsun.

İlk yaratılan söyledi; «peygamberlerinden hiçbirini ayırdetmeyiz, işittik ve itaat ettik, affını isteriz Rabbımiz, dönüşümüz sanadır» dedi. Rabbımiz dedi ki: «Allah, kim­seye gücünden fazlasını teklif etmez. Yaptığınızın kazan­cı da sizedir, kaybı da...»

İlk yaratılan söyledi; «Rabbımız» dedi, «unutursak, ve­ya hataya düşersek, bizi bundan sorumlu tutma» dedi. Söyledi; «Rabbımız» dedi, «bizden öncekilere yüklemiş olduğun ağır yükleri bize yükleme» dedi. Yine söyledi; «Rabbımız» dedi, «bize gücümüzün yetmediğini taşıtma» dedi. Yine söyledi, dedi ki; «bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Gerçeği örtenlere karşı bize yardım et...»

Bunları söyledi.   Dünyada insanlığın serüveni daha başlamadan, o, milyarlarca yıllık «gelecek zaman» süreci' ni, sadece bir «an»da yaşadı. Bilincin en üst merkezinde, en yüksek düşünce dalgalarını algıladı ve bunları söyledi. Bu ilk yaratılan, Hazreti Peygamberin (as) ruhudur. Ve alemler ondan yaratılmış, o da alemlerden çıkarılıp alınmıştır. Bu nedenle, evrenler insanın içindedir. Yedi gök, onun yedi bilinç katından yaratılmıştır. İnsan, evren ağacını genetik programında saklayan bir çekirdektir. Ev-ren ise, o çekirdeği ortaya çıkaran bir ağaçtır. Bunlar bir­birinden çıkmıştır.

Adem (as) ile başlayan peygamberlik, tekrar kendisine kadar ulaşmıştır. Yaratılanların ilki ve peygamberlerin so-nuncusu olmuştur. Yaratan, ona «Ruh» demiştir. Gökler­de, onun adı böyledir.

Varlıklann ondan yaratılması nedeniyle, ona, «Ruhu Azam» denmiştir. Bilimlerin ondan çıkması nedeniyle, ona,. «Aklı Evvel» denmiştir. Kendisinin aslı, esası, özü ol­ması nedeniyle, ona, «Hakikâti Muhammediye» de den­miştir. Ne denmİşse, aslında hep aynı şey denmiştir. Bu isimlerin hepsi de aynı özü anlatır ve hepsi de onundur.

Hükmetti kİ, külli nefsden. yaratılan cüzi nefs, yani Adam, yani Havva, erkek ve dişi olarak ve birbirinin eşi olarak yeryüzüne insinler. Çalışsınlar ve çabalasınlar. Kendilerine ihsan edilen nimetlerden yesinler ve içsinler. Yasaklara uysunlar. Doğsunlar ve doğursunlar. Çoğalsın-lar ve yeryüzünü doldursunlar.

 

Kozmik Bellek Bankaları

 

Rahman fezasından ilâhi bir sırla Arş'a inen sıfatla' rın tecellisi Kürsİ'de olmuştur. Burası, emirlerin uy-gulandığı bir yerdir. Sorgulama, yargılama ve yaratma makamıdır. Genel tasarımların ve ince ayrıntıların kayna--ğidır. Karşıt sıfatların zuhura çıkışları burda olmuştur. Za--rann ve yararın merkezi, merkezlerin odak noktasıdır. Bu--rası Kürsi'dir. Kürsi, Rabbın icraat makamı, çalışma odası, laboratuvarıdır.

Arş'dan gelen emirler doğrultusunda, tüm boyutlarıyla evren projesi burda hazırlanmış, genel ve ayrıntılı tasarı­mı burda yapılmıştır. Su kartallarının kancalı tırnaklan burda tasarımlanmış ve arının genetik bilgileri burda pro­gramlanmıştır. Karıncanın antenleri burda takılmış, kele­beğin kanadı burda nakışjanmiştır. Tüm boyutlarıyla ha­yat burda, insan burda yaratılmıştır. Burası Kürsi'dir. Yok­luğu, varlık sahnesine çıkaran ve hayat enerjileri üreten olağanüstü bir boyut, kozmik bilinç boyutudur.

Yedinci evrenin iç yüzeyinde, «Kürsİ» olarak bildirilen kozmik bilinç katı, sadece kendi boyutunun değil, içice yaratılmış tüm paralel evrenlerin ortak merkezidir, içten dışa doğru tüm evrenler, o evrenlerde bulunan tüm galaksiler, galaksileri kendi çevresinde döndüren güçlü merkez­ler, hepsi... Yedi gökler ve o göklerde bulunan yaşam bo­yutları, tüm varlık, mevcudat, Kürsi'nin etrafında, ilâhi bîr melodiyle semah dönerken, Kürsi de, çevresine topladığı göklerle birlikte, sarhoş gibi Arş etrafında dönmektedir.

Arş'dan çıkan iradenin muradı doğrultusunda, yaratılış senaryosunun kurgusu burda, kozmik bilinç katında, yani Kürsİ'de yapılır; sahneleri burda tasarımlanır, planı burda çi­zilir. Bu tasanmlar, düşünce dalgalan halinde, Kürsi semala-nna yükselir. Kozmik bilinç katının semalannda, tüm evren­lerin ve oralarda açığa çıkan yaşam boyutlannın bilimsel ta­sarımı, uyumla titreşir. Melekler, bu uyumlu titreşimden çı­kan armoniyi dinlerken; yaşamın genişleyen ve derinleşen sürekliliğini, azameti, sonsuzluğu algılayıp ürperirler.

Kürsi'den yükselen bu düşünce dalgalan, «Kalem» de­nen kozmik akıl tarafından algılanır. Kozmik akıl, algıladı­ğı bu düşünce dalgalarını, tüm olasılıkları içeren hayat varsayımları haline dönüştürür. Daha sonra, bu bilgileri, «Levh» denen kozmik belleğe kodlamadan önce, «Sidre» denen kozmik hayale yansıtır.

Kozmik akıl, tüm olasılıkları içeren kurgusal hayat plan­larını, veya güneş sistemlerinin oluşum evrelerini, veya hücresel-moleküler yapının bilimsel tasarımını, fizik ka­nunlarını, kimyasal tepkimeleri ve reaksiyonları, atomda dönen evrenin manyetik gücüyle ilgili bilgileri, veya bir böceğin evrimlesen hayat sürecini, veya tohumu dölleyen böceğin genetik programını, «Sidre» denen kozmik hayal evrenine yansıtır. Tüm olasılıkları içeren bu kurgusal hayat planlan, kozmik hayal boyutunda resmedilir ve yaşa­yan hayat realitelerine dönüştürülür. Bu realitelerin için­den biri, kozmik akıl (Kalem) tarafından seçilir ve diğerle­ri «hayal alemi»nde, «hayal» olarak yaşaması için, Sidre evreninde bırakılır.

Seçilen hayat realitelerinden biri, kozmik belleğin ilgili bölümlerine, bilimsel bir tasarım olarak kaydedilir. Daha sonra, bu bilimsel tasanmlar, programlanmış düşünce dal­galan halinde yayılır. Bu yayılma, hem uzayın boşluğunu açar, genişletir, derinleştirir; hem de, tüm evrenleri ve ora­larda süreklileşen sonsuz hayat boyutlannı açığa çıkanr.

Karanlık uzayın derinliklerinde galaksiler işte böyle oluşur. Güneş sistemlerine ve galaksilere hayat realiteleri böyle getirilir. Tüm hayat planlarını ve gelişim yasalarını içeren bilgiler; düşünceden ışığa, ışıktan atom boyutuna böyle iner. Boyutsal derinlikieriyle tüm hayatlar ve zaman süreçleri böyle programlanır. İnsan böyle yaratılır.

Kozmik akıl tarafından, kozmik belleğe programlanan evrenlerin yaratılış bilgisi, düşünce dalgalan halinde yayı­larak, içice tüm evrenleri açığa çıkarmıştır. Kozmik hayal evreninde resmedildikten ve yaşayan hayat realiteleri hali­ne dönüştürüldükten sonra, kozmik belleğin ilgili bölümle­rine arşivlenen bu bilgiler, kozmik bellekten, düşünce dal­galan halinde çıkarak, su halkalan gibi açılmış, genişlemiş, derinleşmiş ve tüm boyutfanyla evreni açığa çıkarmıştır.

Levh, içice tüm evrenlerin bilimsel tasarımını, kozmik bellek bankalarında saklayan bir boyuttur. Farklı boyutların ve o boyutlarda açığa çıkan hayat programlannın işletim sistemidir. Onlara ait tüm bilgileri içeren bellek ban­kalarıdır. Bu kozmik bellek bankalannın bulunduğu bo­yut, «Levh» olarak bildirilmiştir.

İlk yaratılan boyut, içten dışa doğru su halkalan gibi açılarak, özden kabuğa doğru genişlemiştir. Tüm evren­leri ve ordaki yaşam boyutlannı yaratan düşünce dalgala­rı, evrenden evrene, bir boyuttan diğer boyuta geçerken, frekansını gittikçe düşürmüş ve son olarak madde boyu­tunda kaskatı yoğunlaşmıştır. Tüm evrenler, kozmik bel­lekten yansıyan bilimsel tasarımın, farklı boyutlarda varlık sahnesine çıkışıdır.

Daha 'somut bir İfadeyle, cevizin özü, yağlı kütlenin içindedir. Yağlı kütle, İnce bir zarın içindedir. İnce zar, kahverengi sert bir kabuğun içindedir. Kahverengi sert ka­buk, yeşil bir kabuğun içindedir. Cevizin yeşil kabuğu ze­hirlidir, ama özü yararlıdır.

Allah'ın, sonsuz güce sahip saf düşüncesi, içten dışa, özden kabuğa doğru açıldıkça, frekansını gittikçe düşür­müş ve en dışta kaskatı kesilerek, madde boyutunu açığa çıkarmıştır. Nurun frekansı, dünyadan iç boyutlara doğru inildİkçe artmaktadır. İç boyutlardaki cennetlerin, dış bo­yutlardaki cennetlerden üstün olmalarının nedeni budur. Güneş sistemlerinin bilgisiyle yüklü düşünce dalgalan, iç boyutlardan dış boyutlara doğru, frekansını düşürerek madde boyutuna İner. Frekansını düşürmeden inmesi demek, madde boyutunun, kozmik bellekten (Levh) ge­len nurla eriyip yok olması demektir. Arş ile dünya arasın­da, «yetmiş bin perde» olduğu söylenmiştir. Bu «yetmiş bin perde»yle, kozmik bellekten evrenimize inen düşün­ce dalgalarının düşen frekansları anlatılmaktadır.

Ayarlanmış bir frekansla evrenimize inen programlan­mış düşünce dalgaları, hedefine geldiğinde, işletim sis­temini çalıştırmaya başlar. Frekansını düşürme sürecinde, ana hatlarıyla, fotoniara, manyetik alanlara ve atomlara dönüşür.   Güneş  sistemleri,   bu   düşünce   dalgalarının atomlara dönüşmeden Önceki sürecinde ortaya çıkar. Işı­ğın, artı ve eksi kutuplan olan mİkrodalgalara (elektro­manyetik alana) dönüşümü sırasında ortaya çıkan gaz bu­lutları, programını işleterek, güneş sistemlerini oluşturur. Güneş sistemlerini ortaya çıkaran bu düşünce dalgalan, o güneş sisteminin, mesela yirmi milyar yıllık hayat planını içerir. Gaz bulutlannın döne döne toplanması, büzülerek kendi içine çekilmesi, yoğunlaşması ve güneş sisteminin açığa çıkması... Daha sonraki asamda, gezegenlerin soğu­ması, ilk canlıların ortaya çıkışı, evrimleşmenin çeşitli aşa­maları, süreçleri, biyolojik yasaları ve milyarlarca yıl süre­cek olan bir hayatın aynntılı planı, bütün bu bilgiler, güneş sistemini oluşturan düşünce dalgalannın kapsamındadır. Bu nedenle, güneş sisteminde açığa çıkan ve hayatı düşük frekanslarda algılayan varlıklar, «gelecek zaman» yanılgısı­na düşerler. Oysa o hayat planını programlayan düşünce dalgalarında, her şey, ince ayrıntılanyla olup bitmiştir. Bu yüksek düşünce programını algılayan üst boyut varlıklan, büyük melekler, bu güneş sisteminin yirmi milyar yıllık ha­yatını bilirler. Geçmişini ve geleceğini, yirmi milyar yıllık ha­yat sürecinin tamamını, aynntılanyla bilirler. Fakat bu ne­dir? Bu, sonsuzluk ve Allah'ın Uluhiyyet'i düşünüldüğün­de, meleklerin bu bilgisi, deryada damla bile değildir.

Güneş sistemi içindeki varlıklar, kıyametin ne zaman ko­pacağı ve nasıl kopacağı üzerine tartışırlarken, bu düşünce programlannı algılayabilen üst boyut varlıkları, yani büyük melekler, ne zaman kopacağı üzerine kuşkulu yaklaşılan kı­yamet sürecini, en küçük aynntılanna kadar bilirler.

Levh yıldızları, kozmik bilincin altıncı katında çalışan, kozmik bellek bankalarıdır. Bunların titreşim dalgalan, ta­mamen kozmik aklın titreşimine ayarlıdır. Sürekli olarak, kozmik akıldan gelen düşünce dalgalarının şiddetli bom­bardımanı altındadır. Kozmik bellek, düşünce dalgaları halinde gelen bu bilgileri alır ve ilgili bölümlere kaydeder. Kozmik aklın algıladığı bilgiler, ya kozmik bilinçten yük­selen yaratılışla ilgili yüksek titreşimli bilgilerdir, ya da var­lıklardan gelen düşük titreşimli düşünce dalgalandır. Koz­mik akıl, algıladığı bu farklı düşünce dalgalarını, kozmik bellekte ayn bölümlere programlar. Varlıklardan gelen düşük düşünce dalgaları, aynı frekansta olan diğer var­lıkların tekrar kendilerine çekecekleri enerjilere dönüşür. Bunlar, aynı zamanda, yayınlayan insanın kendi dalga bo­yunda (cennetlerde ya da cehennemlerde) biriken ve or­da sahibini bekleyen pozitif veya negatif enerjilerdir.

Kozmik bilincin yayınladığı yüksek titreşimli düşünce dalglan ise, yaratılış bilgilerini içeren, hayatın sürekliliğini sağlayan, hayatı genişleten ve derinleştiren bilgilerdir. Bunlar, varlığın açığa çıkışıyla ilgili, varlığa tecelli eden ezeli bilgilerdir. Güneş sistemlerini ve galaksileri oluşturan, kuşların uçuş güzergâhlannı belirleyen, kanncayı ve anyı programlayan, kelebeğin kanadını nakışlayan bilgilerdir.

Kozmik bellekte tasarımı bulunan hangi güneş, sisteminin sonu geldiyse, o dev ateş topu, bir üfürükle sanki bir mum ışığı gibi söndürülür. Sönen güneş, gezegenlerini yutarak içi' ne çeker. Sonra uzayın çöplüğüne atılmak üzere karadelik-lere doğru çekilir. Nice dev yıldızlar, nîce güneş sistemleri, kozmik bellekte yazılı günleri dolduğunda, eriyip buharlaşan su damlaları gibi anında yok olur, onlann yerine yenileri ku-rulur. Hangi galaksinin hangi köşesinde, hangi güneş sis­teminin eceli geldiyse, orda kıyamet kopar. Gezegenlerine milyarlarca yıldan beri hayat enerjisi veren güneş, birdenbi­re canavar kesilir, tüm gezegenlerini çekip yutar. Kıyamet, önce kozmik bellekteki bilimsel tasanmda kopar. Kozmik bellek bankalannda kayıttan düşen bir güneş sisteminin, kendi boytunda artık bir hayat programı yoktur. Bunu kaba­ca, aynanın karşısında bir nesne yoksa, o nesnenin aynada' ki görüntüsü de yoktur diye anlayabilirsiniz.

Aslında hiçbir şey yok olmamış, fakat boyut değiştir­miştir. Kendi boyutlarında yok olan gezegenler, yutulduk' lan güneşin atomları haline gelerek, varlıklarını öyle sür' durürler. Kendi boyutunda yok olan güneş ise, ya kızıl dev veya cüce yıldız, ya da karadelik haline gelmiştir. Eğer bir karadelik tarafından yutulduysa, o karadelİğin si' fır hacmine ve sonsuz kütlesine karışarak boyut değiştirir ve manyetik alan olur. Kendi boyutlarında yok olan var-lıklar, böylece, varlıklarını başka boyutlarda sürdürürler.

İnsanın karakteristik özelliklerini belirleyen sıfatlar, nur ışıklan, kozmik belleğin arşivlerinden, bilimsel bir tasanm olarak çıkar, ana rahminde yüz yirmi günlük bebeğin beynini ışınlayarak bir hayat realitesi, hayat programı oluştu­rur. Daha doğrusu, kendisi için programlanmış o bilgileri bebek kendine çeker.

Kozmik bellekten çıkarak, düşünce dalgalan halinde, madde boyutuna inen bu bilgiler, önce takımyıldızlara ge­lir. Bu yıldızlar, uzayın dev kozmik aynaları gibidir. Tüm galaksileri çepeçevre kuşatmıştır. Bu yıldızlann bizim güneş sistemimize isabet eden kısmı, «burçlar» olarak bilinen yıl­dızlardır. Dünyaya ait bilgiler, önce bu yıldızların uzay boş­luklarına gelir. Bu yıldızlann, güneş ve güneş gezegenleriy-le yaptığı çeşitli açılar vardır. Bu açılar, kozmik bellekten ge­len programlanmış bilgileri tekrar programlayarak, sonsuz sayıda İnsan karakterleri ortaya çıkanr. Bu yaratılış, yirmi dokuz harften, milyonlarca sözcük üretmek, veya dokuz rakamdan sonsuz sayılar üretmek gibi, ya da sekiz notadan sonsuz sayıda senfoni çıkarmak gibi bir programdır.

Ana rahminde yüz yirmi günlük bebeğe, kendine tak­dir edilen o açılardan biri isabet eder. Bu isabetin ortaya çıkardığı bilgiler, ana rahmindeki bebeğin bellek hücrele­rine, evrensel harflerle kodlanır. Kodlanan bu bilgiler, ge­netik bilgilerle birleşerek, bebeğin artık hiç değişmeyen kaderini ortaya, çıkanr.

Onun hiç değişmeyen kaderi şudur; annesini ve babasını kendisi seçmemiştir. Cinsiyetini kendisi seçmemiştir. Fiziksel ve ruhsal özelliklerini, sosyal çevresini, ülkesini, millerini ken­disi seçmemiştir. Saçlarının ve gözlerinin rengini, burnunun biçimini kendisi seçmemiştir. Cimriliği, kindarlığı, kıskançlığı belki hiç hoşuna gitmeyecektir, fakat kendisi seçmemiştir.

Ana rahminde daha yüz yirmi günlükken, yedi bilinç katından herhangi biri açılmıştır. Aklı, hangi bilinç katında çalışıyorsa, o bilinç katının frekansına uygun düşünceleri algılayacaktır. Bu düşünceler, onda belli duygulan açığa çıkaracaktır. Bu duygular, onun benliğini belki aydınlata-cak, belki de karartacaktır. Fakat bunlan kendisi seçme-mistir. Rızkı, mesleği, eceli, saadeti, şekâveti yazılmış ve kalem kurumuştur. Onun kaderi işte budur. Bunların hiç­birini kendisi seçmemiştir.

Güneş gezegenlerinin burç yıldızlanyla yaptığı her açı, belli anlamlan açığa çıkarır. Bu açıların açığa çıkardığı an­lam, burçlardan güneş gezegenlerine yansır. Bu gezegen­ler de, kişiye özgü olan bu programlanmış bilgileri, ana rahmindeki yüz yirmi günlük bebeğin bellek hücrelerine ışınlayarak nakşeder. Böylece, kozmik bellekten çıkan ki­şiye özgü kader, babadan ve dededen gelen kalıtım bilgi­leriyle birleşerek, benzeri olmayan bir varlığı, yani insanı yaratır. İnsanın, kalıtım yoluyla hangi bilgileri kendinden sonraki kuşağa aktaracağı ise, daha önce, kozmik bellek­ten babaya gelen bilgiler arasındadır.

Güneşin, burç yıldızlanyla yaptığı açı, bebekte, yedi bilinç katından birini açığa çıkarır, diğerlerini kapalı tutar. Bu açı, ya düşük bilinç katlarından birini açar, ya da is­tisna olarak, yüksek bilinç katlarından birini açar. Düşük bilinç katlarından birini açmışsa, bu düşük katlardan yük­sek katlara sıçrama, ya koşullara bağlıdır, ya da kapalıdır. Güneşin yaptığı açıyla ortaya çıkan bu bilinç katı, kavrayış yeteneğini belirler. Allah'ın saçtığı nur işte budur. Bu nurdan isabet ettiyse, akıl gücü ve kavrayış yeteneği açığa çi--kar. Yüksek düşünce dalgalanni algılayan ve onu pozitif enerjilere (olumlu duygulara) dönüştüren üst bilinç katla-nndan birine sahip olur. Daha ana rahmindeyken, bebek, kendine ihsan edilen bu nimetle hidayete erenlerden olur.

Bu nurdan isabet ettiyse, bebek, bazı olağanüstü belir­tiler gösterir. Büyüdükçe; sevecen, merhametli, affeden, paylaşan, kinsiz, çalışkan, alçakgönüllü, cömert olur. Bu duygular, zihin fezasının parlayan yıldızlan gibidir. Bebe­ğin bellek hücrelerini ışınlayarak programlayan yıldız kü­meleri, zihin fezasına sanki kendi haritasını çizmiştir. Be­bek, bu güzel duygulardan yoksun olarak veya bunların sahibi olarak doğar. Bunları sonradan öğrenmez. Bunlan, bazı hayat deneyimleriyle sonradan öğrenmesi, yani bilinç atlaması, Özgür iradesinin yönelişine (takdire) bağlıdır.

Doğuştan sahip olduğunuz bu nimetlerin ayirdında değilseniz, İçinizdeki hırsı söndürmek için, meşru olma­yan yollara saparsınız. İşte o zaman, sahip olduğunuz bu ışıklar söner ve İçinizdeki karanlık gittikçe daha da koyu­laşır. Nefret eden, vuran, kıran, döken, saçan, bozan bir insan olursunuz. Acımasız, yargılayıcı, kıskanç, kindar, tembel, kibirli, cimri, alan, hep alan, bir insan olup çıkar-smız. Allah'ın hoşnut olmadığı ve insanlann nefret ettiği bir yolda, ışıksız ve kandilsiz ilerlemeye mahkum olursu­nuz. Oİüm-ötesi yaşama geçtiğinizde, bu bilincinizle (nefsinizle, benliğinizle) başbaşa kalırsınız. Bilincinizin tit­reşimi, sizi, kendi titreşim dalgalarına uygun ortamlara gö­türür. Bu ortamlar, tıpkı benliğinizi karartan negatif duy­gular gibi, ışığı hiç parla.mayan karanlık ortamlardır.

Merkür'ün, bu yıldızlarla yaptığı açı, ana rahmindeki bebekte fikir açılımlarını belirler. Venüs'ün, bu yıldızlarla yaptığı açı, bebekte hayal gücünü belirler. Dünyanın, bu yıldızlarla yaptığı açı, benlik duygusunu ortaya çıkanr. Dünyanın, bu yıldızlarla oluşturduğu farklı açılar, farklı benlikler ortaya çıkarır. Mars'ın, bu yıldızlarla yaptığı açı, bebekte, kuruntunun gücünü ve oranını belirler. Jüpi-ter m, bu yıldızlarla yaptığı açı, bebeğin zekâsını belirler. Satürn'ün, bu yıldızlarla yaptığı açı, bebeğin, maddeye yönelik düşünce kanallarını açar. Bu program, bebekte eğer düşük bilinç katlan açıksa çalışır. Yüksek bilinç katla­rı, düşük frekansından dolayı bu programı almaz.

Uranüs, bunun tersini yapar. Uranüs'ün, bu yıldızlar-la yaptığı açı, madde-Ötesine yönelik düşünce kanallarını açar. Bu program, bebekte eğer üst bilinç katlan açıksa ça­lışır. Bizim, «iman nuru» veya «basiret gözü» dediğimiz şey budur. Uranüs'ün, bu yıldızlarla yaptığı çeşitli açılar, in-sanda çeşitli yönelimler olarak ortaya çıkar. Bu açılann en ufak derece farklılıkları bile, madde-ötesine yönelik farklı düşünce kanallannın ortaya çıkmasını sağlar. Farklı düşün-: ce kanalları, İmanın farklı derecelerini ortaya çıkanr. Size hediye edilen bu nurla aydınlanırsınız. Dünyada sahip ola­bileceğiniz en değerli hazine işte budur. Sahip olabilece­ğiniz bundan daha değerli başka bir hazine de yoktur.

Neptün'ün yaptığı açı, bebekte sezgi gücünü belirler. Bu açılann derece farklılıklan, sezgi gücünü, oran olarak farklı miktarlarda açığa çıkanr. Plüton ise, Sübhan Al­lah'ın iki sıfatını açığa çıkanr. Bu gezegenin, burç yıldızlanyla yaptığı çeşitli açılar, Allah'ın, «var etme» ve «yok et­me» sıfatlarını tecelli ettirir. Bu tecelliye mazhar olan; var olur, görünür, sonra yok olur.

Varlığı var sanılan varlık, kozmik belleğe nakşedilmiş olan işletim sisteminin ortaya çıkardığı bir programdır. Kozmik belleğe kodlanmış, nakşedilmiş olan bu hayat programlan İse, Arş'da, yani Rab katında, soyut bir an­lam, bilimsel bir tasarımdır. Varlığı mutlak olan, sadece Ailah'dır. O'nun dışında, başka bir varlık yoktur ve O'nun varlığına karşıt olan mutlak yokluk da yoktur. Hiçbir şey yoktur... Sadece O vardır... Gerisi, varlığı var sanılan var­lığın var olmayan varlığıdır...

 

Sonsuz Bir Derya

 

Uluhiyyet, ağacın ayrıntılı planını, genetik belleğin­de gizleyen bir çekirdek gibidir. Değişik boyutlar­da sürüp giden sonsuz zaman süreçlerini kapsayıp içine alan ve onları küçücük bir noktada, veya tek bir «an»da toplayan zamanlar üstü bir zaman sürecidir. Uluhiyyet, sonsuzluğun kendisi değil, sonsuzluğun tasarımıdır.

Uluhiyyet, varlıkla ilgili bütün realiteleri, hem kendi boyutunda, hem de yaratıklann kendi boyutlarında koru-yan ve yaşatan bir makamdır. Nedir bu varlıkla ilgili rea­liteler? Bunlar, Mutlak Varlıkla izafi varlık arasında, yani Yaratıcı'yla yaratık arasındaki ilişkilerdir. Bu ilişkilerde, Yaratıcı, soyut (sıfatlarıyla) anlamlarıyla tecelli eden, veya zahir olan, ya da zuhura çıkandır. Nerde tecelli eder, za­hir olur veya zuhura çıkar? Zuhur yerinde... Yani yaratık­larda... Öyleyse yaratık, bu tecelliye mazhar olan bir bi­rim, yani bu soyut anlamları açığa çıkaran bir boyut, bir kişiliktir.

Uluhiyyet, hem kendi boyutunda, hem de tüm evren­lerde giderek derinleşen, evrimleşen, gelişen yaşam bo­yutlarında, varlıkla ilgili bu realitelere «hakkını» veren ve dengeyi kuran bir makamdır. Uluhiyyet budur. Uluhiyyet,

«Allah» tecellisine mazhar olmuş bir boyut, tüm boyutla­rın üstünde bir boyuttur. «Allah», bu boyutta tecelli eden Zat'ın adıdır.

Allah ile kul arasındaki ilişkilerde, kulun ortaya çıkardı­ğı pozitif özellikler, Allah sıfatlarıdır. Fakat kulun ortaya çıkardığı kötü huylar, Allah sıfatlan değildir, insanın kıs­kanması, çalıp çırpması, açgözlülüğü, rekabeti, nefreti... Bütün bunlar, onda tecelli eden Allah sıfatları değildir. Tam tersine, Allah sıfatlannın onda tecelli etmeyişidir. Allah, güzel sıfatlarından onu yoksun bırakmıştır. Onda «nefret» olarak açığa çıkan şey, «sevgi» sıfatının onda te­celli etmeyişidir. Işığın olmadığı yerde karanlık ortaya çı­kar. «Cimri»Hk, onda tecelli eden Allah sıfatı değildir. Onu, «cömert»Iik sıfatından yoksun bırakışıdır. Niçin yok­sun bırakıldığı, Uluhiyyet hükmüne bağlıdır.

insan kendine dönüp baktığında, Allah sıfatlanndan niçin yoksun bırakıldığını mutlaka anlayacaktır. Hangi gir­daplara kapılıp döndüğünü, neyin peşinde sürüklendiğini, nelere değer verdiğini, hangi çıkmaz labirentlere girip do­laştığını kendisi bilecek ve hesap günü geldiğinde, buna kendisi bizzat tanıklık edecektir. Yargılayan kendisi, fakat yargılanan da kendisi olacaktır.

Anlam olarak, «Allah» ismi, Zat isimlerinin tamamını ve tüm sıfatları toplayan genel bir İsimdir. «Hak» derse­niz, «Kuddüs» derseniz, «Hu» derseniz ve «Kâdİm» der­seniz, bu isimlerin içerdiği anlamlarla, O'na kesitsel bakarsinız. Bu anlamların herbiri, sonsuz birer deryadır. Ama, «Allah» isminin anlamı, tüm bu deryaları kuşatan başka bir deryadır. Kısaca, tüm bu isimlerin ve sıfatların anlamlarını kendinde toplayan «Allah» ismi. kendi dışında hiçbir şeyi bırakmayan, her şeyi içine alan ve kuşatan bir anlamdır.

«Allah» dediğiniz vakit, bu sözün nereye gittiğini iyi bil­meniz gerekir. Allah, tüm isimlerin ve tüm sıfatların top­luca bir ifadesidir. «Kerim» derseniz, Allah'ın sadece «cö­mertliğini vurgularsınız. O'nun sadece bir özelliğini (sı­fatını) öne çıkarırsınız. «Gafur» derseniz, «suçlan ve hata­ları örten» özelliğini vurgularsınız. Her isim, her sıfat, O'nu kesitsel anlatır.

«Allah» dediğinizde ise, Uluhiyyet denizinde bunların hepsi vardır; O, mülkünde mutlak ve yegâne tasarruf sa-hibi olan Melik'dir. Dilediği her şeyi ortadan kaldıran Kahhar'dır. «Allah» ismi, bunların hepsini anlatır. Uluhiy' yet'i kavramak, bütünü kavramaktır.

îçiçe evrenleri ve oralardaki yaşam boyutlanni tasa­rımlayan... Sonsuzluğu tasarımlayan... Paralel evrenlerde akıp giden zaman eğrisini... Ve tüm bunları kuşatıp içine alan, ve bunları tek bir «an»da toplayan Allah'ı düşünün. O'nun derinliğini ve sonsuzluğunu bir düşünün...

Uluhiyyet, işte budur. Uluhiyyet, düşünceden fotonla-ra, fotonlardan atomlara, atomlardan maddeye kadar, tüm boyutlarda ve tüm renk tonlannda uyumla titreşen ve sürekli evrimleşerek ve gelişerek sonsuzlaşan yaşam reali­telerinin tasarımıdır. «AIlah»ise, bunları tasarımlayan Zat'in adıdır. Siz eğer «Allah» derseniz, geriye hiçbir şey kalmaz.

Uluhiyyet'in, her isim ve sıfat üzerinde saltanatı vardır. Hüküm ve kudreti vardır... Bu derya, aynı zamanda, ada­letin terazisi, tüm alemlerin dengesi, alemlerin ortak nokta­sı ve odak noktasıdır. Sıfatlann tecellisine mazhar olan var­lık, Uluhiyyet yasalarıyla çalışır. İrade neyi nasıl program-lamtşsa, öyle çalışır. Tecelliye mazhar olan varlığın varlık nedeni budur. İradenin, o varlığı dilemesidir. Fakat, mut­laka bir amaca yöneliktir.

Uluhiyyet hükmüne bir bakın, karşıtı olmayan hiçbir varlık, hiçbir yasa var mıdır? Varlığı mevcut olan tüm bo­yutlar bu denge üzerine kurulmuştur. Tasarımlanmış ve «ol!» emriyle açığa çıkmış ne varsa, tam kemaliyle vardır. Ve karşıtlarıyla birlikte vardır.

Bunlar, hem Uluhiyyet'in tasarımı olarak vardır, hem de, kendi boyutlarında, kendi realiteleriyle vardır. Uluhiy­yet deryasının bu ayrıntılarını tam kemaliyle kavramak ki­min haddi... Çünkü sonu yoktur. Sonsuzluğu tam olarak kavrayabilir misiniz? Sınırlı bir varlık, sınırsızlığı kavrayabi­lir mi? Sınırlı varlığın, hatları, hudutları ve ufukları vardır. Bu ufukların ötesi gaybdır!..

«İnsan-ı Kâmil» adlı eserin yazan Abdulkerim Ceyli Hazretleri, Uluhiyyet'i, karşı karşıya koyulan iki aynaya benzetmiştir. Uluhiyyet, bundan daha güzel bir örnekle anlatılamazdı. Aynalarda yansıyan görüntülerin içiçeliği-ne ve sonsuzluğuna bir bakın!... Uluhiyyet budur işte... Hayatın, sürekli değişen yasalan, sürekli evrimleşen, sürekli genişleyen, açılan, kapanan, dürülen, serpilen devi­nimidir. Yaşam boyutlarının bu hiç bitmeyen devinimi,

Uluhiyyet boyutunda tasarım olarak, ve varlıkların kendi boyutlarında realite olarak vardır. Realite, varlığın kendi realitesidir. Her boyut yaşamı, başka boyuta göre sanal­dır. Bunların algılanabilmesi için, rasyonel düşünceden ve akıldan daha çok, hayale ihtiyaç vardır. Hayallerinize güvenin. Hayal öyle bir binek aracıdır ki, aklınızla ulaşa­madığınız noktalara onunla ulaşırsınız. Onunla gideme­yeceğiniz hiçbir yer yoktur.

Uluhiyyet, sonsuzluğu kendinde toplayıp, küçücük bir noktaya dönüştüren boyutlar üstü bir boyuttur. Bunun imgelenebilmesi için, rasyonel düşünceden ve akıldan daha çok7 hayale ihtiyaç vardır. Hayal, sanıldığı gibi ge­reksiz bir zihinsel etkinlik değildir. Öyle olsaydı, yaratıl-mazdı. Varlık nedeni olmayan hiçbir varlık yaratılmamış­tır. Düş kurma gücü, size, kendi realitenizden dışa çıkma' nız için verildi. Kendi realitenizi yaşarken, ona zaten ihti-yacınız yoktur. Akılla ulaşamadığınız noktalara ulaşmanız için, size düş kurma gücü verilmiştir. Tüm gerçekleri or­taya çıkaran da bu düş gücüdür.

Zihninizde imgelediğiniz, veya hayalinizde canlandır­dığınız her şey gerçektir. Eğer hayalleriniz gerçek değilse, gerçek nedir? Bugün sizi ateş çemberi gibi saran realite­lerinizin, yarın büyük bir rüya olduğunu anlayarak uyan­dığınızda, hayal perdeniz açılacak ve sahnede kendinizi göreceksiniz. Oynayan siz, fakat izleyen de siz olacaksı­nız. O zaman, hayallerinizin «hayal» olmadığını anlaya-caksınız. Herkes anlayacak. Hayal perdenize yansıyan görüntüler,   kendinize  çektiğiniz  düşünce  dalgalarının içerdiği bilgilerdir. Beyniniz o bilgileri alır ve çözer; çöze­mediğiniz bilgiler, belleğinize zaten kodlanmaz. Onlar bir rüzgâr gibi eser geçer.

Kokunun da bir görüntüsü yoktur. Burnunuz onu algı-lamasa ve beyin hücreleriniz onunla uyarılmasa, sizin için «koku» yoktur. Ama vardır... Aynı şekilde, kulaklarınızla algılayıp, beyin hücrelerinizle uyan İm asanız, sizin için «ses» de yoktur. Ama ses vardır. Sizin algılayamadığınız ses dalgaları da vardır. Zaten o dalgalan algılayabilseydi-niz, meleklerle konuşurdunuz. Ve aynı şekilde, yüksek düşünce dalgalarını algılayabilseydiniz, görüntüsü olma­yan realitelerle yüzyüze gelirdiniz. Onların, hayal perde­nizde bir sinema gibi oynadığını görürdünüz. İzleyen siz, fakat oynayan da siz olurdunuz.

Hayallerinizle, sadece yaşadığınız dünyanın realitele­rini oluşturmazsınız, ölüm-ötesî boyutun realitelerini de oluşturursunuz. Düşünce dalgalarını algılar ve hayaliniz­de onları resmedersiniz. Bunlar, elektrik akımlarına dönü­şerek, düşünce ve duygu belleklerinize kodlanır. Algıla­nır, resmedilir, kodlanır... Günün birinde bunlar sizin ya hapishaneniz, ya da sarayınız olur. Bunu kendi elleriniz­le yaparsınız. Yukarda sizi yargılayan çatık kaşlı bir «tan-rı» yoktur. Bu, düşük bilinç katlarında üretilen, hiçbir de­rinliği ve boyutları olmayan sığ bir hayaldir. Fakat bu da bir hayaldir. Siz de, hiçbir derinliği olmayan bu sığ hayal­lerinizle kendi realitenizi oluşturursunuz. Sizin gerçeği­niz, sizin kısmetiniz de bu olur.

Hayallerinize bir bakın. Hayaller kurarsınız ve onları yaşam realitelerine dökmek için çırpınırsmız. Birçoğu gerçekleşir. Gerçekleşmeyen hayaller, zihin boyutundan madde boyutuna inmek için, kendilerine uygun bir beden (§art, koşul) bulamayan düşünce dalgalandır. Aslında siz ona gereken koşullan hazırlasanız, yaşam realitesine dö­nüşmeyecek hiçbir hayal yoktur. Hem yaşadığınız dünya' da, hem de gideceğiniz sonsuzluk yolculuğunda, yarattı­ğınız bu realitelerle yüzyüze gelirsiniz.

Algıladığınız bu düşünce dalgalan, hayal perdenizde oynayan görüntülere dönüşür. Onlan eğer istemiyorsanız, bırakabilirsiniz, istemediğiniz, tercih etmediğiniz düşünce--İer, çekip gider. Zihniniz, her saniye sayısız düşünce dalga-lannın gelip geçtiği sonsuz bir uzay boşluğu gibidir. Serbest iradenizle ve kişisel tercihlerinizle, istediğiniz düşünceleri tutabilirsiniz. Tuttuğunuz bu düşünceler, beyin hücreleri­niz tarafından elektrik akımlanna dönüştürülerek, belleğini­zin ilgili bölümlerine, düşünce ve duygu frekansları olarak kaydedilir. Bu bakımdan, kendinizi bir radyo veya televiz­yon alıcısı gibi düşünebilirsiniz. Hayal perdenize gelen re­simler, sanki ekrana yansıyan görüntü dalgalan gibidir. Ve­ya görüntüye dönüşen düşünce dalgalarıdır.

Beyninizde aslında görüntü yoktur. Maddenin görün­tüsü, beyin hücrelerinize bilgİ-işlem olarak girer, okunur, çözülür ve kaydedilir. Düşünce dalgalan bunun tam ter­sidir. Görüntüsü olmayan bu dalgalar, hayal perdenizde bir sinema gibi oynar. Köşenizde onu büyük bir keyifle iz­lersiniz. Bundan daha büyük bir ibadet yoktur.

Zihninizde, içice derinleşen evrenlerin ve yaşam rea­litelerinin sonsuzluğunu canlandırdığınızda, onları yara­tan ilmin ve kudretin büyüklüğünü de anlarsınız. Uluhiy-yet'i anlayamadığınızda, Allah'ı tam olarak anlamış olmazsınız. Sadece, «yukarda oturan ve insanları bazen yargılayan, bazen affeden bir kral» algılarsınız. Bu kral, si­ze ters düşebilir. Sizin inançlannızı sarsabilir. Sizi tama­men yaşamın girdaplarına sokabilir.

Allah'ı, kısmen de olsa, doğru algılamak istiyorsanız, O'nun Uluhiyyet'ini düşünün. Uluhiyyet'i bilimsel olarak açıklayamazsınız. Somut olgularla ve deneylerle göstere­mezsiniz. Madde boyutunun yasalarıyla O'nu kanıtlayamazsınız. Zaten buna imkân da yoktur. Öyleyse, hayal kurun!.. DüşleyİnL

Boşluğa bakmayın. Boşlukta, sadece boşluk vardır. Yu­karda tahtına kurulup oturmuş bir kral, ayaklarının ucuna kapanıp af dileyebileceğiniz bir kral yoktur. Bazıları O'na «tanrı» diyor. Tanrı nedir? Tann, eski uygarlıkların kralla-nndan ve kraliçelerinden başka bir şey midir? Kendilerini, «tann» ya da «tanrıça» ilan ederek, insanların umutiannı ve beklentilerini sömüren tiranlara böyle söyleniyordu. Bugün siz de aynı kavramı hiç düşünmeden kullanıyorsa­nız, bunun tek nedeni, Uluhiyyet'i anlayamadığınız için­dir. Kuran'ın ve Hazreti Muhammed'in (as) açıkladığı Al­lah, bu değildir. Her kavramın içerdiği bir anlam vardır.

Kusursuz, noksansız, tam kemaliyle varlık sahnesine çıkan evrenler ve oralardaki yaşam boyutları, «ol!» emriyle, Allah'ın kudretine ve ilmine mazhar olmuş bilimsel tasarımlardır. .«Müsavvir» dediğinizde, Allah'ın sadece bu özelliğini vurgulamış olursunuz. O, soyut anlamlan «ol!» emriyle biçimlendiren Müsavvir'dir. Fakat bu soyut an­lamlan nasıl biçimlendirir? İlmiyle, iradesiyle, kudretiyle. Öyleyse, «Müsavvir» sıfatının anlamı, başka sıfatların an­lamlarını da içeriyor. Bazı sıfetlann işte böyle kapsaml, anlamlan vardır. Bu sıfatlar, sanki birer sıfat deryalan gi­bidir. Fakat siz, «Allah» dediğiniz zaman, söylenecek baş­ka bir söz kalmaz. Bu isimle her şeyi söylemiş olursunuz. Uluhiyyet yasalarına bir bakın, karşıt, olmayan hiçbir varlık var mıdır? Varlığı meydana Çıkaran zaten bu karşıt­lardır. Biyolojide, erkek ve dişi varlıklardan herhangi biri olmasaydı, biyoloji olmazdı. Biyoloji olmayınca da, hayat olmazdı. Fizik yasalarını ortaya çıkaran, pozitif ve negatif enerji yükleridir. Kimyayı kimya yapan, kendi içinde sü­rüp giden reaksiyonlar veya tepkimelerdir. Matematik ise, eksi ve artı değerlerden ibarettir. Maddenin temeline in­diğinizde, orda, negatif ve pozitif enerji yüklerin,, yani elektronları ve protonlar, dengeleyen nötronlar, görürsü­nüz. Bu karşıtlar, birbirini çeken ve iten hayat yasalarıdır. Maddeyi açığa çıkaran da, zaten bu yasalardır.

Allah, yarattığı varlıkları, karşıtlarıyla birlikte yaratmış­tır. Karşıtı veya benzeri olmayan tek varlık, onları tasanm-layan ve yaratan Sübhan Allah'dır. Madde boyutu, kendi içinde zıtlıklarla doluyken, bu boyutun tamamı da, Ber-zah'm karşıtıdır. Cennetlerde zıtlıklar yoksa bile, cennet­lerin kendisi, cehennemlerin karşıtıdır. Kuruntu aklın, şey­tan da meleğin karşıtıdır.

Varlığa baktığınızda, bu bir kelebek ya da sivrisinek bi-le olsa, en ince ayrıntilanna kadar ve tam kemaliyle tasarımlanmış olduğunu görürsünüz. Çöl sıcağına dayanıklı develere ve eksi kırk derecelik soğuğa meydan okuyan penguenlere bakıp, «nasıl olur?» diye sorduğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun «Reşid» olduğunu anlatır. Allah, her varlığı, var ediş amacına uygun olarak hedefine ulaş­tıran ve olgunlaştıran Reşİd'dir... Allah'ın «Reşid» olduğu­nu anlarsanız, son yörüngede yüzen donmuş buz geze­geni Plüton'da, ya da ilk yörüngede cayır cayır yanan Merkür'de de hayatlar yaratabileceğini düşünürsünüz. «Olabilir mi?» diye sorduğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun «Kavi» olduğunu anlatır. Allah, tüm kuvvetlerin oluşmasını sağlayan Kavi'dir...

Su ortamında balıkla beslenen kuşların donanımına baktığınızda, parmak aralarında, onlann kolay yüzmeleri­ni sağlayan perdeler olduğunu görürsünüz. Bakarsınız, su kartallarının parmak aralarında bu perdeler yoktur. Ama bakarsınız ki, derin sulara dalarak yakaladıkları yağlı ve kaygan balıkların sıyrılıp düşmemesi için, onların parmak­larına da özel kancalar, kancalı tırnaklar takılmıştır. Merak edip, «niçin?» diye sorduğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun «Bari» olduğunu anlatır. Allah, birbirine benzeme­yen şeyleri yaratan Bari'dir...

Kuş türlerine bakarsınız, balıklaşmış penguenle, me­meli hayvan türüne yaklaşmış devekuşu arasında, geniş bir yelpaze İçinde yaratılmış olduklarını görürsünüz. Bu zenginliği, sadece hayvan türlerinde değil, canlıyı oluşturan ana kümelere baktığınızda da görürsünüz. Bitkiden hayvana uzanan yelpazede, böcek yiyerek beslenen etçil bitkiler olduğu gibi, hayvandan insana uzanan yelpazede de, fizik görünüm olarak, sincaptan başlayıp, insana ka­dar uzanan maymun türleri görürsünüz. «Bu çeşitlilik, ni­ye?» diye sorduğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun «Muğni» olduğunu anlatır. Allah, alemlere zenginlik ve çeşitlilik veren Muğni'dir...

Ayrıca, her şeyi bir amaca yönelik olarak tasarımladı­ğını görürsünüz. Tüm hayat planlan içinde, varlığı gerek­siz hiçbir şeye rastlayamazsınız. En basit böceklerin bile, çiçeklerin döllenmesinde önemli görevler üstlendiğini görürsünüz. «Sivrisineği acaba niye yaratmış?» diye sordu­ğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun «Hakim» olduğunu anlatır. Allah, her şeyi, hikmeti ve gerekçesiyle birlikte ya­ratan Hakim'dir...

Kendi işlevini yerine getiren varlığın, birbiriyle iletişim' li çalıştığını görürsünüz. Güneşin, denizin, buharın, at' mosferin, bulutun ve rüzgârın, sanki sözleşmiş gibi elbir­liğiyle çalışarak, aynı amaca hizmet ettiklerini görürsünüz. Bunların ortak çalışması sonucu yağmur meydana gelir. Yağmur tutar, otu yeşertir. Ot tutar, İneği besler. İnek de tutar, size s"üt verir...

Aksamadan çalışan bu sistemi, hücresel yapınızda da görürsünüz. Hücrelerinizin bir kısmı hamal olur, alınan besin maddelerini mideye taşır. Bir kısmı lapacı olur, mi­dedeki besinleri eritir. Bir kısmı postacı olur, bu besinleri tırnaklarınızın ucuna kadar taşır. Bîr kısmı asker olur, mikroplara karşı savaşır. Bir kısmı da çöpçü olur, bu besinin işe yaramayan posasını kaldırıp dışarı atar. Temel yapısal maddeleri aynı olan ve birbirinden hiçbir farkı olmayan bu hücrelerin, ayrı ayrı görevlerde çalıştıklarını görürsü­nüz. Ayrı ayrı yapılan bu çalışmaların, tek amaca, sadece bedenin yaşamını sağlamaya yönelik olduğunu anlayınca da şaşıp kalırsınız.

Bakarsınız, bazılarının da, yönetim ve karar organla­rında çalıştıklarını görürsünüz. Bunların örgütlenerek, be­deni idare eden merkezi oluşturduklarını hayretle öğre­nirsiniz. Bir kısmının, uzaydan gelen düşünce dalgalarını yakalamakla görevli radarcılar olduğunu, bir kısmının, bu bilgileri, madde bedene ait düşünce belleğine kaydeden arşivciler olduğunu, diğer bir kısmının da, bu düşünce dalgalarını, pozitif veya negatif duygulara dönüştürdükten sonra, ahiret yolculuğu için. mikrodalga bedene (ruha) kodlayan sekreterler olduğunu ve tüm bu çalışmaların tek amaca yönelik olduğunu öğrendiğinizde, «böyle nasıl olur?» diye hayretler içinde sorarsınız ve bu sorunun ya­nıtı, O'nun «Muksit» olduğunu anlatır. Allah, her şeyi bir­birine denk, uygun ve yerli yerinde yaratan Muksit'tir...

Sürekli gelişen, evrimleşen, derinleşen yaşam boyudan, Allah'ın sonsuz hayatını anlatır. Bu hayatı sürekli kıian yasalar, O'nun ilmini anlatır. Niçin yarattığını sorarsanız, bu sorunun yanıtı, O'nun iradesini anlatır; istedi ve yarattı... Merak edip nasıl yarattığını sorarsanız, bu sorunun yanıtı, O'nun kudreti­ni anlatır; «ol!» dedi... Hayal etti, tasarımladı ve «ol!» dedi. Sadece böyle dedi. Ve her şey, O'nun istediği gibi oldu.

Allah'ın kudretini böyle anlarsınız. İlminin ne kadar derin olduğunu, basit bir böceğin hayar planından anlar­sınız. Hayatının ne kadar sonsuz olduğunu, sonsuzluğa ektiği hayat tohumlanndan anlarsınız. Bütün bunlara bakarsınız, algılarsınız, değişik frekanslı düşünce dalgaların--da yüzersiniz, muhteşem duygular üretirsiniz ve «niye var bunlar?» diye sorarsınız. Bu sorunun yanıtını ararken, O'nun iradesini anlarsınız.

Onu, bunu, şunu anlarsınız; sonra bütün bu anladık­larınızı birleştirdiğinizde, bir bakarsınız ki, ortaya küçücük bir su damlası çıkmış... Uluhiyyet deryasından alınmış bir damlacık su... Hayretlere düşersiniz, şaşırırsınız, sizin bu şaşkınlığınız ve hayretiniz, O'nun «Muheymin» olduğunu anlatır. Allah, kendi indinde, size hiçliğinizi hissettiren, sonsuz anlamlar deryasında sizi hayretlere daldıran, yü--celiği karşısında sizi kendinizden geçiren Müheymin'dir... Ama olsun... Bir'damla da olsa, Uluhiyyet'i anlayabi' lirsiniz. Deryadan alınmış bir damlacık su, size tüm derya­yı anlatabilir. Damlanın kimyasal bileşimi, tuz oranı, ato­mik yapısı, deryayı anlatır. Fakat, deryanın boyutlarını, derinliğini, bu damlacıktan anlayamazsınız.

«Allah» ismi, sadece bu sıfatların anlamlannı mı içerir? Hayır... Sadece bunları içermez. «Ehadiyyet» anlamını da İçerir; tek'dir, mutlaktır, sonsuzdur. Kimseden doğma­mış, ve kimseyi doğurmamıştır. Hayatının başı ve sonu yoktur. «Allah» ismi, aynı zamanda, «Vahidiyyet» anlamını da içerir; O'nun indinde çokluk yoktur, her şey, «tek» olarak vardır.

«Rahman» dediğinizde, Allah'ın sadece bir özelliğini vurgularsınız. Yarattıklarını kemale ulaştırmak için, onlara nimet verendir... Nasıl verir bu nimetleri? Kapsamında bulunan «cemal»'sıfatlarının, «kemal» sıfatlarının ya da «celal» sıfatlarının anlamlanyla tecelli ederek verir. Öy­leyse, «Rahman» sıfatı da, tüm sıfatları içine alan başka bir deryadır. Ama siz «Allah» dediğinizde, her şeyi söyle­miş olursunuz.

«Allah» ismi, «Rab» sıfatının anlamını da içerir; yarat­tıklarını idare eden, yöneten, çekip çevirendir. Bunu, kapsamında bulunan tüm diğer sıfatların anlamlarıyla ya­par, ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle yapar, ilâhi bir sırla Arş'a inen sıfatların tümü, «Rab» sıfatının anlamında top­lanmıştır. Fakat, «Rab» sıfatının anlamı da, «Rahman» sı­fatının anlattığı genel ve kapsamlı ifade içindedir. Bütün bunlar gelir, «Allah» isminde toplanır.

Uluhiyyet nedir? Tüm anlamların bir noktada toplan­mış olmasıdır. Bu anlamlan kendinde toplayan kimdir? Allah... Bu iki ismi de birbirinden böyle ayırmanız gerekir. «Uluhiyyet», toplanma eylemini ifade eder. Bütün anlam­ların bir araya toplandığını söyler. «Allah» ismi ise, anlam olarak, bu toplanmanın odak noktasını belirtir. Bu odak noktası, Zat'ın kendisidir.

Tüm anlamların «Allah» isminde toplanması nedir? O anlamların tecellisiyle ortaya çıkan yaşam boyutlarının, tek bir «nokta»da ve tek bir «an»da toplanması demektir. Geçmişi ve geleceği kapsayan tüm zaman süreçleri, Allah'ın  ezeli  bilgisinde  mevcuttur.   Hepsi,  küçücük  bir

«an»m içinde, bütün boyutlarıyla, bütün sonsuzluğu ve derinliğiyle mevcuttur. İşte bu nedenle, an, Allah katında, hâlâ o andır. Evveli ve ahiri yoktur. Algıladığınız «önce» ve «sonra» İllüzyonu, sizin boyutunuzda, size göre vardır.

 

Mutlak Varlığın Gizemi

 

Bir başlangıç var mıydı? Başlangıç ne zamandı? Ha­yır, yoktu... Olmadı. Hiçbir zaman bir başlangıç olmadı. O daima vardı. O'nu kimse yaratmadı. Çünkü, kendinden önce kimse yoktu. Kendi kendini de yarat­madı. Hep vardı. Daima ordaydı...

Uzay boşluğunu yarattı. Boşluğun en ücra köşelerine hayat ışığı gönderdi. Yokluğu nuruyla aydınlatarak, varlığa dönüştürdü. Yarattığı her şeyde, Allah'ın hayat ışığı vardır. O'nun hayat ışığı olmasaydı, kuşlar yuvaya dönmezdi. Mutluluk, bir çocuğun gözlerinde bu kadar güzel parla­mazdı. Yaşam, basit bir çekirdeğin genetik belleğinde ken^ dini tekrarlayamazdı. Eğer Allah'ın hayat ışığı olmasaydı, vahşi aslanlar, yavrularına karşı bu kadar şevkâtii olamazdı.

Başlangıç yoktu. Başı ve sonu olmayan bir sonsuzluk, na­sıl bir özelliktir? Özellik midir? Bu özellik, Ehadiyyet'i anlatır. Ehadiyyet nedir? Allah'ın gizemi... Hiçbir özelliği olmayan bir özelliktir. Yaratılan özellik, kendini yaratan özelliği nasıl kavrayabilir? Sonradan yaratılmış zaman, kendini yaratan ezeli zamanı, zaman-ötesi zamanı kuşatabilir mi? Yaratılmış mekân, kendini yaratan mekân-üstü mekânı anlayabilir mi?

Ehadiyyet, eğer bir özellikse, hiçbir özelliği olmayan bir özelliktir. Çünkü doğmamıştır. Doğurmamıştır. Hiç Kimse O'nu yaratmamıştır. Eşi yoktur, benzeri yoktur. Evveli yok, ahiri yoktur. Eğer bunlar bir Özellikse, o za­man, gizemi vurgulayan bir Özelliktir.

Gizemin kendisi bir bilinmeyendir. Bilemediğiniz bir şeyin özelliklerini de bilemezsiniz. Ama, «bilinemez» ol-mak da bir özelliktir. Kutu kapalı olduğu için, içinde ne ol­duğunu bilemezsiniz; ama onun «kapalı» olduğunu bilir­siniz. «Kapalı» olmak da bir özelliktir, ama diğer özellikle­ri örten bir Özelliktir.

Öyle bir özelliktir ki, bu özellik, sadece Allah'a Özgüdür. Ve öyle bir özelliktir ki, sıfatların, bu boyutta hiçbir şekilde zuhuru yoktur... Yani Ehad özelliğinde bir özellik (sıfat) yo­ktur. Ehad, sadece sıfatlardan değil, aynı zamanda, «yara­tan» ve «yaratılan» kavramlarından da sıyrılmıştır. Böyle bir ikilem yoktur. Sadece Zat'in kendisi olarak vardır...

Ehad, cüzlerden ve parçalardan meydana gelmemiş-tir. Cüzlere ve parçalara ayrılmayandır. Sonsuz ve sınır­sız olandır. «Tek» olandır. Ehad, sonsuz ve sınırsız «tek» olduğu için, kendi dışında varlık kabul etmeyendir. Son' suzluğu yaratan ve kuşatan sonsuz düşünce sürecidir.

Sanki «alemleri yarattıktan sonra» Allah'ın nerde olduğu­nu biliyorlardı, «alemleri yaratmadan Önce» nerde olduğunu sordular. Dedi ki: «altında ve üstünde hava olmayan Ama'daydı.» Anlamadılar. Ve koşup yeğenine vardılar. Yeğe­ni onlara dedi ki: «Yine ordadır.» Şaşkına uğrayıp sordular: «Nasıl yani?» dediler. Onlara şöyle dedi: «An hâlâ o andır.»

Yine anlamadılar. «Biz, en iyisi arkadaşına soralım» dediler. «Onun arkadaşı bize Allah'ın nerde olduğunu söyler.» Sorup, «nerdeydi?» dediler. Arkadaşı dedi ki: «O'nu idrak etmek, O'nun idrak edilemeyeceğini idrak etmektir.»

Binlerce cilt kitap yazsaniz, Ehadiyyet'i anlatamazsa nız. Yanına bile yaklaşamazsınız. Başlangıçta ağaç mı var-di, çekirdek mi? Çağımızın bilimi henüz bu sırrı bile çö­zebilmiş değildir. Dikkat ederseniz, üçü de, sadece birer cümle söyledi. Şimdi bu cümleleri bir araya getirin.

Hazreti Peygamber (as), mekânın dışında, mekânla kuşatılı olmayan, iğnenin ucu kadar bir sonsuzluktan söz etti. Zerrede gizlenen sonsuzluktan...

Hazreti Ali (r.a), zaman-ötesi bir «an»dan söz etti. O «an»ın tüm zamanlan kuşatan ve içine alan sonsuzluğunu da anlattı. «An»da gizlenen sonsuzluğu...

Ebu Bekir (r.a), Allah'ın sadece Ehadiyyet özelliğini vurgulamadı; O'nun hem Ehadiyyet özelliğini vurguladı, hem de bu Ehadiyyet'in anlaşılamazlığını vurguladı. Ehad olduğunu ve Ehad'ın anlaşılamaz olduğunu...

Bütün bunlardan sonra anladınız ki, Ehadiyyet, anlaşi' lamayan bir sır, kavranamayan bir sonsuzluk ve merak uyandıran bir gizemdir. Bu nedenle, bu bölümde, «Eha­diyyet» anlatılıyor sanmayın. Hayır, bu bölümde, «Ehadiy-yet» anlatılmıyor. «Ehadiyyet'in kavranamazlığı» anlatıli' yor. Ne söyleniyorsa, O'nu açıklamak için söylenmiyor. Bu zaten mümkün değildir. Kimsenin haddi de değildir. Çünkü, bir şeyi açıklayabiliyorsanız, bu açıkladığınız şey, «Ehad» değildir. Bu bölümde söylenen şeyler, O'nu ta­nımlamak için söylenmiyor. Allah'ın «Ehad» olduğu ve «Ehad»ın bir «giz» olduğu ve «kapalı bir hazine» olduğu söyleniyor. Bu bilginin sadece kendinde saklı olduğu açık­lanıyor. Yaratılmış hiçbir varlığın, Ehadiyyet'i kavrayama-yacağı vurgulanıyor.

Çünkü Allah böyle istemiştir. Eğer dileseydi, kolaylıkla anlayabilirdiniz. Bu Özelliğin, bir sır olarak kalmasına ve anlaşılanı amasına hükmedilmiştir. Yarattığı varlıkların özelliklerine bakarak, Allah'ın Uluhiyyet özelliklerini kıs­men anlamaya çalışabilirsiniz. Azamet deryasından bir damla da olsa, anlamaya çalışırsınız. Ama Ehadiyyet öyle bir özelliktir kî, insan için hiçbir özelliği olmayan bu özel­lik, sadece kendisine özgüdür.

Ehadiyyet makamı, kısaca. Zat boyutudur. Bu sonsuz hayat iradesi, varlıklan karşıtlarıyla birlikte tasarımlayan Uluhiyyet'i istemiştir. Uluhiyyet'te tecelli eden Allah, ilmi ve kudretiyle tüm varlığı kaplayıp kuşatmıştır. İçice evren­ler, Uluhiyyet yasalanyla birbirinin etrafında semah dön­meye başlamıştır. Uluhiyyet denizine daldığınız zaman, bir damla da olsa, bu deryadan alıp çıkarıyorsunuz. Son­ra bu damlayı inceleyerek, Yaratan'ı anlamaya çalışıyor­sunuz. Allah'ın Uluhiyyet'ini, kesitsel de olsa, böylece an-layabiliyorsunuz; fakat O'nun Ehadiyyet özelliğini, kimse tanımlamaya kalkışmasın. Çünkü, ne söylerseniz yalan olur, eksik olur, sınırlı olur. Yaratılmış varlık, sınırlı bakış açısıyla, O'nu da sınırlar.

Allah, Uluhiyyet deryasını yaratmadı. Çünkü O, di kendini yaratmadı. Allah, istedi, murad etti. Bu mura­dın sonucu olarak, Uluhiyyet açığa çıktı. Yani, düşünce kendini düşündü. İçice evrenlerin ve yaşam boyutlarının tasarımı yapıldı. Yaratılıştan Önceki süreç, Ehadiyyet sü­recidir. Yaratan ve yaratılan ikilemi yoktur. Sadece Zat'ın kendisi vardır. Ve kendisiyle birlikte hiçbir şey yoktur. Çünkü O, kendi dışında hiçbir şeyin olmadığı bir sonsuzluktur. Sonsuzluğun tasarımı ve planı, ezelî bilgi­sinde mevcuttur. Bu nedenle de Tek'dir. Her şeyi içe­ren Tek...

Uluhiyyet, her şeyin üstündedir. Her şeyi içine alan ve her şeyi kuşatandır. Bu nedenle, «Allah» ismi, tüm isimle-ri ve sıfatları kuşatıp içine alan kapsamlı bir isimdir. Tüm evrenleri ve yaşam boyutlarını nasıl kuşatıyorsa, varlıkta tecelli eden iradeyi, ilmi ve kudreti de, aynı şekilde kuşa­tıp kapsamına alır. Kerim'dir, Rahim'dir, Rahman'dır... Gafur'dur, Gaffar'dır, Kahhar'dır... O, her şeydir. Ulu­hiyyet, kendi dışında hiçbir şeyin olmadığı bir şeydir. Var­lıkta tecelli eden tüm sıfatların ve isimlerin toplandığı bir ilim deryası, kudret deryası, sonsuz hayat deryasıdır.

Ehadiyyet ise, Uluhiyyet'te tecelli eden Zat'ın sadece bir özelliği, bilinmezliği, sırn, gizemidir. Uluhiyyet'i başlatan sürecin öncesidir. Fakat, kendini başlatan bir süreç yoktur. Öncesi ve sonrası yoktur. Tüm isimleri ve sıfatla­rı kapsamına alan Uluhiyyet sürecinin öncesi olduğu İçin, tüm o isimlerden ve sıfatlardan arıdır. «Yaratan» ve «ya­ratılan» ikileminden de andır. Ve kendinden başka hiçbir

şeyin olmadığı bir «teklik» ve «varlığı mutlak olan» bir son^ suzluktur. İradenin, ilmin, kudretin hayatın sonsuzluğu' dur,

Bundan dolayı, kul, Ehadiyyet Özelliği gösteremez. Ehadiyyet, yaratık için bir «özellik» değildir çünkü. Kulda tecelli eden, bilindiği üzere, sıfatlardır. Yani, kulda tecel-li eden, Sübhan Allah'ın bir «özelliği»dir. Bu nedenle, Ehad, kul için bir «özellik» değildir ki, kulda tecellisi ol­sun. İnsan, Ehad tecellisine mazhar olamadığı için, Ehadiyyet özelliği de gösteremez. Tıpkı, insanın Uluhiyyet özelliği gösteremediği ve Allah tecellisine mazhar olama' dığı gibi...

Ehadiyyet; iradeyi ve kudreti kendinde saklayan son­suz bir hayat deryasi, hayat potansiyeli, hayat enerjisidir. Eylemsiz bir hayat deryasında gizli olan iradenin, ilmin ve kudretin, nedenlere dayalı somut olgular isteyen insan beyni tarafından algılanamayacağı açıktır. Bunu anlaya­bilmeniz için, bu güçlerin, veya bu soyut kavramların, sı-fatlaşmış olması gerekir. Bir birimde, o birime özellik ve­ren, kişilik veren, bir «sıfat» haline gelmiş olması gerekir. «O bağışlayandır, yaratandır...» dendiği vakit, «yaratmak» ve «bağışlamak» eylemlerini imgeleyerek, O'nun sonsuz ve sınırsız Özelliğini, kesitsel de olsa anlayabilirsiniz.

Fakat, «doğmadı, yaratılmadı, öncesi yoktu, sonrası da yok...» dediğiniz vakit, bakan gözleriniz şaşar, konuşan dilleriniz susar, yazan kalemleriniz kırılır ve derin bir ses­sizlik içinde saygıyla eğilerek secdeye kapanırsınız. Demek ki, Allah'ın gizemi veya Ehadiyyet özelliği, iman atesini tutuşturan bir kıvılcımdır. Öyle bir kıvılcımdır ki, hiç sönmeyen, sonsuza kadar sürecek olan bir yangını başla­tır. Ehadiyyet, işte böyle anlaşılamayan bir gizdir.

Uluhiyyet, insan tarafından, sanki algılanabilir bir özel­liktir. Bu algılama, sınırlı ve kesitsel de olsa, yine de algılanabilir bir yanı vardır. Mutlak iradenin gücünü; dileyen, yapan, yıkan gücünü, insan kendi iradesinden tanımakta­dır. Bundan dolayı, çok sınırlı ve kesitsel de olsa, Uluhiy-yet'i anlayabilmektedir. Ama, evveli ve ahiri olmayan Ehadiyyet, insan için merak uyandıran ve gizemi hiçbir zaman anlaşılamayacak olan bir özelliktir. Bu özellik, son­suza kadar sır olarak kalacaktır.

«İrade»nİn bir güç olduğunu anlayan insan, «kudret»in de bir güç olduğunu anlayabilmektedir. İrade, isteyen bir güçtür. Kudret ise, iradenin İstediğini yaratan bir güçtür. Yokluğu varlığa dönüştüren ve varlığı yok eden karşıt enerjilerin benzersiz gücüdür. Ehadiyyet, iradesiyle is-temiş ve kudretiyle içice halkalar yaratmıştır. Bu halkalar gittikçe açılmış, çoğalmış, genişlemiş boyutsa! derinlikler kazanarak, sonsuzlaşmıştır. Uluhiyyet işte böyle ortaya çıkmıştır.

Bu açılan halkalar ilimdir. Açılma hareketinin, hiç de-ğişmeyen kanunları, sabit yasaları vardır. Su halkaları, bu yasalara göre durmadan açılmış, genişlemiş, çoğalmış ve sonsuzlaşmıştır. ilim, karşıt yasaların ortaya çıkardığı bir sentezdir. Yapıcı ve yaratıcı bir gücü vardır. Fakat, yıkıcı da olabilir... Bu açılan su halkaları, yıkıcı, yok edici dalga-lara dönüşebilir.  İradenin takdirine, isteğine, muradına bağlıdır. Ama ilim yapıcı olduğunda, kudret halkalarından her tarafa yansıyan nur aydınlığı gibidir. İlim; hem algıla-yan, hem de algılanan, bu nedenle, cazibesi olan bir si' hir, ilgi ve merak uyandıran bir sırdır. Uluhİyyet denizin­de, karşıtlarıyla birlikte, evrenlerin sonsuzluğunu ve ora-larda derinleşen hayat boyutlarını, kendi tecellisine maz-har kılmıştır. Tüm evrenlerde ve yaşam boyutlarında te­celli eden; ilimdir, kudrettir ve iradedir... Ve elbette bu güçleri kuşatan sonsuz hayat enerjisidir.

İlim, aydınlığını, kudret halkalarından alır. Kudret hal­kaları, sihirli gücünü, iradeden alır. irade, hareket ister, kı­pırdanır, devinir, yönelir... İradeyi açığa çıkaran da sonsuz hayat deryasıdir... Başlangıcı olmayan, kimseye bağımlı ol­mayan, kendi kendiyle kaim olan hayat, evveli ve ahiri ol­mayan sonsuz bir dirilik ve canlılıktır. Bu hayatın ortaya çı­kardığı irade; dileyen, isteyen, murad eden bir enerjidir. Bu iradenin ortaya çıkardığı kudret, iradenin isteğini yara­tan bir güçtür. Bu kudretin yarattığı şey nedir? İlim...

İlim, sürekli açılan, genişleyen ve boyutsal derinlikler kazanan hayat kanunlarıdır. İlmin, varlığı mevcut olan her şeyi kendi hükmüne bağlamış olması, o ilmin sahibi olan Alim'in azametini gösterir. Bilinen ve bilinmeyen, görü­nen ve görünmeyen boyutlanyla bütün evrenlerde, ev­renleri kuşatan sonsuz boşluklarda, göklerde, göklerin ye­di kat derinliklerinde ve oralarda evrimleşen hayat boyut­larında, varlığı mevcut olan her şey, O'nun ilmiyle kuşa-tılıdır. Azamet nedir? Azamet işte budur!.. Allah, bu aza­metin sahibi olduğu için, Azİrn'dir.

Tüm bu sihirli ve gizemli güçlere malik olan, malik ol­duğu için, Melik'dir... Melik, sadece bu güçlere malik olduğu için değil, bu güçleriyle ortaya çıkardığı tüm evren­lere ve yaşam boyutlarına da malik olduğu için, Melik'dir... Melik, onların tek sahibidir. Onlar üzerinde ta­sarrufu vardır. Dilediği şeyi, dilediği zaman, dilediği gibi yaratır. Dilediğinde yok eder. İradesinin dışında, başka bir irade; kudretinin dışında, başka bir kudret; ilminin dışın­da, başka bir ilim yoktur. Melik, sonsuz alemlerin Rabbı olan ve «tek» olan Sübh&n Allah'dır.

İnsan, tasarımlayan ve tasarımını gerçekleştiren bir özellikte yaratılmıştır Fakat, bu gerçekleştirme, düşünce gücünün düşük olması nedeniyle, bir eylemi gerektirir. Yoğun emek, çok çaba, azim, gayret, kararlılık İster. Oysa, yüksek düşüncenin, tasavvur edilen şeyi anında ger­çekleştiren bir gücü vardır. Damlanın deryaya oranı işte budur. Uluhİyyet denizinin içinde, Uluhİyyet'i kesitsel olarak yansıtan ayna budur.

Bu bakımdan, insan, kendinde olan güçlere bakarak, Uluhİyyet özelliklerini kesitsel olarak kavrayabilmektedir. Ehadiyyet ise, kendisini ancak kendisinin algılayabileceği bir yüksekliktedir. Zahir yönüyle açıkça ortadayken, batın yönüyle, insan algılarının dışında duruyor. «Ehadiyyet» bir özellikse, bu Özellik, sadece Zat'a ait bir özelliktir ve tecellisi mümkün değildir... Ehad'm tecellisi olmadığı için, kul, Ehadiyyet özellikleri de gösteremez. «Ehad» olmak, yaratılmış aklın dışındadır. İnsanın algılayabileceği bir Özellik değildir. Bu boyut, sadece Ehad olan Allah içindir.

bağlıdır. Ama ilim yapıcı olduğunda, kudret halkalarından her tarafa yansıyan nur aydınlığı gibidir, ilim; hem algıla--yan, hem de algılanan, bu nedenle, cazibesi olan bir si­hir, ilgi ve merak uyandıran bir sırdır. Uluhiyyet denizin-de, karşıtlarıyla birlikte, evrenlerin sonsuzluğunu ve ora­larda derinleşen hayat boyutlarını, kendi tecellisine maz-har kılmıştır. Tüm evrenlerde ve yaşam boyutlarında te­celli eden; ilimdir, kudrettir ve iradedir... Ve elbette bu güçleri kuşatan sonsuz hayat enerjisidir.

ilim, aydınlığını, kudret halkalarından alır. Kudret hal­kaları, sihirli gücünü, iradeden alır. İrade, hareket ister, kıpırdanır, devinir, yönelir... İradeyi açığa çıkaran da sonsuz hayat deryasıdır... Başlangıcı olmayan, kimseye bağımlı ol­mayan, kendi kendiyle kaim olan hayat, evveli ve ahiri ol­mayan sonsuz bir dirilik ve canlılıktır. Bu hayatın ortaya çı­kardığı İrade; dileyen, isteyen, murad eden bir enerjidir. Bu iradenin ortaya çıkardığı kudret, iradenin isteğini yara­tan bir güçtür. Bu kudretin yarattığı şey nedir? İlim...

İlim. sürekli açılan, genişleyen ve boyutsal derinlikler kazanan hayat kanunlarıdır. İlmin, varlığı mevcut olan her şeyi kendi hükmüne bağlamış olması, o ilmin sahibi olan Alim'İn azametini gösterir. Bilinen ve bilinmeyen, görü­nen ve görünmeyen boyutlarıyla bütün evrenlerde, ev­renleri kuşatan sonsuz boşluklarda, göklerde, göklerin ye­di kat derinliklerinde ve oralarda evrimleşen hayat boyut­larında, varlığı mevcut olan her şey, O'nun ilmiyle kuşa-tılıdır. Azamet nedir? Azamet işte budur!.. Allah, bu aza­metin sahibi olduğu için, Azim'dir.

Tüm bu sihirli ve gizemli güçlere malik olan, malik ol­duğu için, Melik'dir... Melik, sadece bu güçlere malik ol­duğu için değil, bu güçleriyle ortaya çıkardığı tüm evren­lere ve yaşam boyutlarına da malik olduğu için, Me­lik'dir... Melik, onların tek sahibidir. Onlar üzerinde ta­sarrufu vardır. Dilediği şeyi, dilediği zaman, dilediği gibi yaratır. Dilediğinde yok eder. İradesinin dışında, başka bir irade; kudretinin dışında, başka bir kudret; ilminin dışın­da, başka bir ilim yoktur. Melik, sonsuz alemlerin Rabbı olan ve «tek» olan Sübhan Allah'dır.

İnsan, tasarımlayan ve tasarımını gerçekleştiren bir özellikte yaratılmıştır Fakat, bu gerçekleştirme, düşünce gücünün düşük olması nedeniyle, bir eylemi gerektirir. Yoğun emek, çok çaba, azim, gayret, kararlılık İster. Oysa, yüksek düşüncenin, tasavvur edilen şeyi anında ger­çekleştiren bir gücü vardır. Damlanın deryaya oranı işte budur. Uluhiyyet denizinin içinde, Uluhİyyet'i kesitsel olarak yansıtan ayna budur.

Bu bakımdan, insan, kendinde olan güçlere bakarak, Uluhiyyet özelliklerini kesitsel olarak kavrayabilmektedir. Ehadiyyet ise, kendisini ancak kendisinin algılayabileceği bir yüksekliktedir. Zahir yönüyle açıkça ortadayken, batın yönüyle, insan algılarının dışında duruyor. «Ehadiyyet» bir özeliikse, bu Özellik, sadece Zat'a ait bir özelliktir ve tecellisi mümkün değildir... Ehad'm tecellisi olmadığı için, kul, Ehadiyyet özellikleri de gösteremez. «Ehad» olmak, yaratılmış aklın dışındadır. İnsanın algılayabileceği bir özellik değildir. Bu boyut, sadece Ehad olan Allah içindir.

Uluhiyyet'te, algılanabilen özellikler vardır. Her şey­den önce, bir tasarımlama eylemi vardır. Bu eylemle or­taya çıkan boyutlar vardır. O boyutlarda evrimleşen ha­yatlar vardır. Hayatların temelinde zıtlıklar vardır. Düşük bilinç katlarında perdeli de olsanız, bunları anlayabilirsin niz. Ama Ehadiyyet, Zat'a özgü bir özellik olduğu için, varlığı ortaya çıkaran Uluhiyyet'in öncesidir. Ama kendi­ni başlatan bir süreç yoktur. Başlangıcı ve sonu yoktur.

O'nun evveli ve ahiri yoktur. Kudretinin sonuna son, ilminin sonuna son yoktur. İradesinin dışında, başka bir irade yoktur. Tüm varlığı kuşatan sonsuz hayat ve dirilik sahibidir. Uluhiyyet'in ayrıntılı sonsuzluğunu ve boyutsal derinliklerini, işte bu sonsuz güçleriyle ortaya çıkarmıştır. Açığa çıkan Uluhiyyet, ilmi ve kudretiyle, atomlardan ga­laksilere kadar tüm varlığı kaplayıp kuşatmıştır. Ehadiyyet, bu oluşumu başlatan bir süreçtir. Kendisi bir süreci baş­latmıştır, fakat kendini başlatan bir süreç yoktur.

Ehadiyyet özelliği, Ihlas Suresinde, «Samed» sözcüğüy­le pekiştirilmiştir. Samed, «kendisine herhangi bir şeyin eklenmesi ve kendisinden herhangi bir şeyin çıkması ola-naksiz olan ve böyle bir ihtiyaçtan uzak olan» demektir. Böyle olmaması zaten mümkün değildir. Çünkü, kendi dışında hiçbir şeyin olmadığı bir sonsuzluk, veya daha doğru bir ifadeyle, sonsuzluğu tasarımlayan, yaratan ve kuşatandır. Her şeyin varlığı O'nunla kaimdir.

İhlas Suresi, çok kısa olmasına rağmen, insanı aşan bir yoğunluğa ve derinliğe sahiptir. Çünkü Allah, İhlas Suresinde kendini anlatmıştır. Ağırlığı ve yoğunluğu buradan kaynaklanmaktadır. Yoksa Kuran'in üçte birine eşit olabi­lir miydi? Allah'ın anlaşılanı azlığını anlamak bile, G'nu anlamak sayılır. O nasılsa öyledir. Ve olması gerektiği gi-bîdir. Zamana ve mekâna bağımlı bir bilinçle, zamansız­lığı ve mekânsızlığı tanımlayamazsınız. Sınırlı bir bilinçle, sonsuzluğu kavrayamazsınız.

Ehaddiyyet'i anlamak, O'na teslim olmaktır. Ve en bü­yük sevgiyle, en büyük korkuyla, en büyük ilgiyle, Allah'a yönelmektir. Ehadiyyet'i anlamak, hayatı anlamak ve her anın, O'nunla kuşatılı olduğunu bilmektir. Ve O'ndan gizli hiçbir şeyin olmadığını bilmektir. O'nu anlamak, esa­sen kendinizi anlamak ve niçin yaşadığınızı bilmektir.

Ehadiyyet, gizli bir gevher, sonsuz bir zenginliktir. Nerden geldiği, nasıl geldiği, niçin geldiği, ne zaman gel­diği sorgulanamayan, kayıtsız ve şartsız teslim olunması gereken bir azamet deryası, sonsuz bîr kudret, ilmîyle ve hükmüyle tüm alemleri kuşatmış olan bir güçtür. Ehadiy­yet, alemlerin Rabbı olan ve kudretiyle hayatı var eden Sübhan Allah'ın, tüm varlıklan kuşatan gizemidir. Ehadiy­yet, anlaşılmazhğı ve gizemi nedeniyle, akla değil, tama­men imana seslenen bir özelliktir. İçinizdeki sessizliğe yö­neldiğinizde, aynı gizemin manyetik gücünü orda da bu­lursunuz.

Hangi parçadan yola çıkarsanız çıkın sonunda aynı tü­me varırsınız. Bu tefekkür sürecinde, aklınızın yolunu aydınlatacak olan imana ihtiyaç duyacaksınız. îmanla des­teklenmemiş olan aklınız, bu sonsuz arayış sürecinde çok çabuk yorulacak ve çaresiz kalacaktır. Bakişlannızı gökyüzüne çevirip baktığınızda, gözleriniz aradığını bulama-dan, yorgun ve çaresiz olarak size tekrar dönecektir. O'nun azameti, kendinizden uzaklaştığınızda, sizi korku ve dehşete düşürecek, kendinizle olduğunuzda ise, mut' lu edecektir.

Ehadiyyet, Allah'ın gizemidir. Algılanamaz, kavrana-maz özelliğidir. İmanı ateşleyen bir kıvılcım gibidir. İnsanı secdeye götüren esrarengiz bir güçtür. Ehadiyyet, alem­lerin Rabbı olan ve ilmiyle tüm varlığı kaplayıp kuşatan Sübhan Allah'ın sırrıdır.

 

Çokluğun Esası Teklik

 

Vahidiyyet, «tek»liği anlatan bir kavramdır. Sözcük olarak anlamı budur. Ama bu neyin tekliğidir? Burda vurgulanan, Zat'ın tekliği değildir. Zat'ın tekliği ve sonsuzluğu, «Ehadiyyet»le vurgulanmıştır. Tüm anlamla­rın kendinde toplanmış olması, «Uluhiyyet»le anlatılmış-tır. Ama burda vurgulanan teklik, Zat'ın tekliği değil; tek olan Zat'ta, «her şey»in tekliğidir...

Allah Vahid'dir. Bunun anlamı, her şey O'nun indin-de «bİr»dir, «tek»dir. Ayrı ayrı sıfatları yoktur. Yaratan, yaşatan, yargılayan, affeden değildir. Çünkü ortada yargıla­nacak, affedilecek herhangi bir kimse yoktur. Ortada suç yoktur ki, suçlu olsun. Suçlu yoktur ki, divan kurulup yar­gılansın. Kafalar burda iyice karışıyor. Nasıl olur? Biz yok muyuz? Cennetleri ve cehennemleri bizim için yaratmadı mı? Şeytanı yolumuza dikmedi mi?

Sizin «tek» tohumunuz var. Bu bir buğday tohumu. Genetik programına baktınız, bir başakta on buğday tane­si verebilme potansiyeline sahip. Attınız bunu verimli bir toprağa. Birçok aşamalardan geçti; çillendi, nemlendi, döllendi, yağmurla, güneşle toprakla beslendi ve altın sarısı bir başak çıktı. Bu başakta on buğday tanesi olduğunu gördünüz. Bu ne zaman on tane oldu? Sîzden çıktıktan sonra mı? Daha sonraki süreçlerde mi on tane oldu? O, içinde çokluğu saklayan bir «tek» miydi?

Cennetler, cehennemler ve tüm evrenler, tüm yaşam boyutları, düşünce frekanslarının çok alt düzeylerinde or­taya çıktı. Daha doğrusu, çokluk böyle ortaya çıktı. Yük­sek frekanslı düşüncede «iyilik» ve «kötülük» yoktur. Ne vardır? Saf düşünce... Düşüncenin kendisi vardır. Bu dü­şüncenin pozitif-negatif kutuplan yoktur. Bu zıtlar, dü­şüncenin düşük frekanslannda, fotonlann alt boyutunda ortaya çıktı. İşığın, mikrodaigalara dönüşümü sırasında, yeni bir boyut, eksi ve artı kutupları olan, iki kutuplu elekt­romanyetik alan doğdu.

Bu zıtlarla birlikte, çokluk da ortaya çıktı. Düşünceden maddeye kadar inen süreçte, içice o kadar çok yaşam bo­yutları yaratıldı ki, bilimsel olarak bunu açıklamak olanak­sız. Yüksek düşünce dalgalan, madde boyutuna doğru in­dikçe, titreşimini düşüre düşüre aşağı indikçe, çokluk or­taya çıktı.

Çokluk nedir? İllüzyon... Ne zaman ortaya çıktı? Dü­şünce dalgaları, titreşim hızını, kademeli olarak düşüre düşüre alt boyutlara inerken... Her dalga boyunda bir evre­ni ortaya çıkardı. Geçtiği her yere hayat kıvılcımları bırak­tı. Sonunda düşüncenin titreşim hızı o kadar düştü ki, yo­ğunlaşarak kaskatı kesildi. Ve tam o noktada, maddeden oluşmuş bir evren açığa çıktı. Madde budur. Madde, fre­kansı nerdeyse sıfır noktasına yaklaşmış, buz tutmuş, donmuş, kaskatı kesilmiş bir düşünce dalgasidır. Madde, dü­şüncenin en düşük frekansında açığa çıkmış bir yoğunluk­tur. Yoğunlaşmış bir düşüncedir. Maddenin aslı budur.

Düşünce tektir. Bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayni-maz. Bozulmaz, kırılmaz, yırtılmaz. Ölmez, kaybolmaz, yok olmaz. Kendi dışında hiçbir şey yoktur. Çünkü her şey onda programlanmış olarak vardır. Her şeyi açığa çıkaran, bu programdır. Titreşim hızını yavaşlattığında, fotonlara bölünerek, ışık zerrecikleri haline gelir. Bu süreçte, çok sa­yıda nicel birikimler olur. Yine aynı nicel birikimlerle fre­kansını düşüren ışık, belli bir noktada, eksi ve artı kutupla­rı olan elektromanyetik alanı açığa çıkarır. Bu, maddenin en küçük bîrimi sayılan atomların ortaya çıkışıdır. Atomlar­dan da, belli formlan olan madde meydana gelir.

Fotonlann, elektromanyetik alana dönüştüğü an, pat­lama anıdır. Işık, titreşim hızını yavaşlattığında, negatif ve pozitif kutuplan olan elektromanyetik alanı oluşturur. Bu kutuplaşma, atomun elektronlarını ve protonlannı açığa çıkanr. Çokluk ve zıtlar, ilk kez bu süreçte meydana gelir. Atom boyutuna indiğinizde, kendinizi, çok geniş bir evrenin içinde bulursunuz, öyle ki, başınızı kaldırıp yuka­rı baktığınızda, atom fezasında yüzen elektronları görür­sünüz. Onlar, gökyüzünde parlayan yıldızlar gibidir. İki elektron arasındaki uzaklık, en az, Dünya ile Jüpiter ara­sındaki uzaklığa eşittir.

Bir programla bir araya getirilen ve düşünceyle birbiri­ne bağlanan atomlar, başka bir dalga boyunda, İçi dolu ve hareketsiz bir madde gibi algılanır. İşte o «başka» dalga boyu, sizin dalga boyunuzdur. Madde boyutu, düşün­cenin en düşük frekansında ortaya çıktığı için, burda hız ve zaman yavaşlar. Atom boyutunda sonsuz bir boşluğu andıran madde, kendi dalga boyunda doluluk hissi verir. Maddenin içi o kadar boştur ki, atomlarını sıkıştırdığınız­da, üstünde yaşadığınız dünya, nohut tanesi kadar kalır. Veya Öyle yoğun maddeler vardır ki, patlattığınız zaman, içinden sonsuz bir evren çıkar.

Vahidiyyet'te her şeyin «tek» olması budur. Madde­den atoma, atomdan fotona, fotondan, düşünceye giden süreçte, maddenin çokluğundan,  düşüncenin tekliğine varırsınız. Her şey bu düşüncenin içindedir. Düşüncenin dışında hiçbir şey yoktur. Çünkü, her şeyi açığa çıkaran zaten bu düşüncedir. İçice evrenlerin ve tüm yaşam boyutlarının bilgisi, düşünce dalgalarının içindedir. Progra­mı gereğince onlan açığa çıkarır. Yukardan aşağı doğru inen süreçte, düşüncenin tekliğinden, maddenin çokluğu­na inersiniz.

Soyut anlamlar, kendilerinden türeyen sıfatlan ortaya çıkarır. Sıfatlar, birimsellik kazanmış anlamlardır. Bunlann realitesi; bir birimi, bir varlığı, bir kişiyi gerektirir. Ortaya çıkmak için de bir eylem ister. Sıfatlar hep bir eylemle çıkar ortaya. Ve eylemin sahibine bir «kişilik» ve «özellik» verir. Sıfatlar, tasarım halindeki bilginin, yaşam realitelerine dönüşmesidir. Kendini bir eylemle gösterir. Eylem, kendi­ni gerçekleştirecek bir birim ister. Birim ise, mutlaka bir hayat planının içindedir. Ancak o zaman, «iyilik» ve «kö­tülük» vardır

Kapsamlı ve ayrıntılı olarak, Rahmaniyyet'te ortaya çık­maya başlayan sıfatlar, Vahidiyyet'te, «tek» olarak sessiz bir bekleyiş içindedir. Bu sessizlik, içice tüm evrenleri ve yaşam boyutlarını içeren derin bir sessizliktir. Sessizlik mi-dİr bu? Hayır... Aslında bu, tüm seslerin aynı renkte ve aynı tonda titreşimidir. Bu uyumlu titreşimden çıkan ses­siz bir senfonidir... Yaratıcılığın, sürekli gelişen hayatın, uyumlu seslerin, renklerin armonisidir.

Ağaç, henüz ağaç olmadan Önce nerdeydi? Çekirde­ğinde... Bu ağacın ayrıntılı planı, çekirdeğin genetik pro­gramında «bilgi» olarak vardı. Dallarıyla, yapraklarıyla, çi-çekleriyle, meyveferiyle, potansiyel olarak vardı. Hepsi «bir» olarak vardı. Bakıldığında, «tek bir şey» görünüyor­du; programlanmış bir bilgi...

Her rengin sayısız tonları vardır. Bu renk toniannın birleşmesinden oluşan yeni renklerin sayısını belirlemek, çok ciddi hesapları gerektirir. Sonsuzlukta her şey, kendi içinde başka bir sonsuzluğu taşır. Renkler de böyledir. Renklerin tümünü bir araya getirip karıştırdığınızda, orta­ya çıkan yeni renk, beyazdır.

Tüm renklerin birleşmesinden, renksiz bir renk ortaya çıkar. İşte bu, beyazdır... Beyaz, tüm renklerin anasıdır. Sınırlan olan renk tonlarını bir araya getirdiğinizde, böyle sınırları olmayan bir rengin sonsuzluğunu oluşturursunuz. Beyaz, renklerde derinleşen tonları ve sınırları orta­dan kaldıran bir sonsuzluk, renklerin sonsuzluğudur.

Birbirinin karşıtı bile olsa, bütün sıfatları kendinde top­lamış, cem etmiş, «bir» etmiş olan Vahidiyyet Özelliği, renkler benzetmesinde, sanki tüm renkleri kendinde top-layan beyaz gibidir... Var olan renklerin tamamı, beyazın ayrıntısı olarak, beyazda gizlidir.

Siyahın tek başına duruşu, bu rengin anlaşıl m az lığı ve gizemi, sonsuz-sınırsız «tek» olan Ehadiyyet'i anlatmakta' dır. Siyahın, kendi tonlarını açarak, beyazı ortaya çıkar­ması ve bu iki rengin birlikte duruşu ise, varlıkları karşıtla-nyla birlikte tasarımlayan Uluhiyyet'i anlatmaktadır. Tüm renkleri içeren beyazın tek başına duruşu da, Vahidiyyet'i anlatmaktadır. Sıfatların tamamını kendinde «bir» etmiş olan Vahidiyyet, sanki beyaz gibidir.

Vahidiyyet'te tekleşen şey, tüm renklerin, biçimlerin, seslerin, kokuların, hayat realitelerinin, bir «an»da toplanması ve o «an»ın sonsuzlaşmasıdır. Tüm seslerin bir nokta­da buluştuğu ve uyumlu bir senfoniye dönüştüğü «bir an»m, ama hiç bitmeyen, içinde tüm zamanları taşıyan «sonsuz bir an»ın tekliğidir.

Vahidiyyet, her şeyin teklik kazanması, ama sadece «bir nokta»da sonsuzlaşarak teklik kazanmasıdır. Sessiz bir hayat potansiyelidir. Gittikçe gelişen, evrimleşen, de­rinleşen ve süreklilik kazanan sonsuz yaşam boyutlarının sessizliği, tasarımı, hayalidir.

Süzgün bakışlarıyla ceylanların oynaştığı yüksek bir yay­la düşleyin. Doruklarında kayak yaptığınız bir dağ düşle­yin. Kayaları döven hırçın dalgaları, rüzgârın gizemli uğul­tusunu, omuzunda su bakraçıyla giden bir kızı, çember çeviren güzel bir çocuğu düşleyin. Düşlediğiniz her şeye, onların kendi boyutunda gerçeklik kazandırıyor, ve onla­rın bu realitesini siz de yaşıyorsunuz.

Fakat sizin boyutunuzda bunların hepsi bir hayaldir. Hepsi, beyaz bir perdede oynayan hayali varlıklardır. Onlar yoktur, onlar hayalidir; fakat onları hayal sahnesi­ne çıkaran, onlara hayat ve canlılık veren «hayal» vardır. Her şey hayal, fakat onları hayal eden hayal, hayal değil­dir, o bir gerçektir. Her şey silinip gitmiş, yok olmuş, tek «bir şey» kalmıştır; onİan hayalleyen hayal...

Duygu, eylemle açığa çıktığında ve yaşam realitelerine dönüştüğünde, birbirinden ayrılır, aynşir, çoğalır, çoğalır, çoğalır... Onlar, yaşamı genişleten, derinleştiren, evrimleşti-ren, yaşama hareket ve devingenlik getiren, yaşamı dalga­landıran, değiştiren, dönüştüren enerjilerdir. Öfkenizle dünyayı yıkar, sevginizle yaparsınız. Hayatınızı; urnutlannız-la, özlemlerinizle, beklentilerinizle, nefretinizle, kibirinizle, aşkınızla, sevginizle bir anda değiştirip dönüşüme uğratırsı­nız. Öyle derinden sever, öyîe kederlenir, öyle hüzünlenir, öyle öfkelenirsiniz ki, yayınladığınız bu enerji dalgalanyla kendinizi ve çevrenizi huzursuz veya mutlu edersiniz.

«Vahid» isminin kulda tecellisi vardır. Tecelli sizde eğer bu ismin anlamıyla olmuşsa, tüm sıfatlan kendinde «bir» etmiş olan Vahidiyyet özellikleri gösterirsiniz. Büyük veliler, evliyalar, mürşid-i kâmiller, Vahidiyyet Özellikleri­ne ulaşabilmek için, tasavvuf tekkeleri kurmuşlardır. Bu tekkelerde, sadeleşme, arınma ve tüm sıfatları benlikte «bir» etme çalışmaları yapılmıştır.  Bu çalışmalarda tek amaç, Vahidiyyet makamının sadeliğine ve «teklik» özelli-ğine ulaşmaktır. Çünkü, insanda var olan yedi bilinç ka-tından biri de budur. Burası, peygamberlerin ve büyük velilerin yaladığı bir bilinç (benlik) merkezidir. Vahid is--minin tecellisi durumunda -ki bu yedinci bilinç düzeyin­de mümkündür, benliğinizi ortadan kaldırırsınız. Dünya­ya ve maddeye yönelik hiçbir arzunuz kalmaz. Her şey sizin için bir olur. İyilik ve kötülük ortadan kalkar. Ne var­lığa sevinirsiniz, ne yokluğa yerinirsiniz...

Alimlerin alimi, evliyaların sultanı Hazreti Ali (r.a), bu ko­nuyla İlgili olarak, «ben kaybolunca, O meydana çıktı... O mey­dana çıkınca, ben kayboldum» demiştir. Çok düşündürücü bir inceliği ve derinliği olan bu söz, Hazreti Muhammed'in (as) ilim deryasından sadece bir damladır Fakat, irice bir damladır. İnsan eğer kendi varlığını (benliğini, nefeini) ortadan kaldırabi­lirse, geride sadece «O» kalır. Tasavvuf tekkelerinde yapılan vahdet çalışmaları bunun içindir.

Tüm arzulannızdan sıyrıldığınızda, her şeyi kendinizde «bin> ettiğinizde ve kendi benliğinizi ortadan kaldırdığınızda, ortaya çıkan, Allah tecellisi değildir. Ehad da değil... Bu isim­ler insanda tecelli etmez. Kendi nefsinizi (benliğinizi) ortadan kaldırdığınızda, ortaya çıkan, «Vahid» isminin tecellisidir. Bu yolun adı bunun için «vahdet» yolu olmuştur. Benliğinizi or­tadan kaldırınca, arzularınızın yönü değişir. Sizde her şey «bir» olur. İyilik ve kötülük ortadan kalkar. Annır, sadeleşir, teıtemiz olursunuz. Bu, yedinci bilinç düzeyinin bakış açısı­dır. Hazreti Peygamber (as), «ölmeden Önce Ölünüz» der­ken, bunu anlatmıştır.

Vahidiyyet boyutunun teklik ve sadelik özelliği, azame­tin yalınlığıdır. Hızın son noktasıdır. Son noktada, hızın hızı yoktur artık. Maddenin bir hızı vardır. Atomun bir hı­zı, ışığın bir hızı vardır. Ama, ışığı aşan düşüncenin bir hı­zı yoktur artık. Hızın son hızı, sonsuz yoğunluk, sıfır ha­cim, sıfir kütledir. «Ol!» emriyle alemler yaratır, alemler batırır. «Ol!» emri, zamanla kayıtlı ve sınırlı değildir; çün­kü zamanı yaratan da <ol!> emridir. Her yerde, her an, ol­makta olan, «ol!» emrinin olan halidir. Maddenin zerre­sinde evrenin sonsuzluğunu gizler. Küçücük bir «an»da. Öncesi ve sonrası olmayan zamanı gizler. Kuşu yumurta­sında, suyu buharında gizler. Ağacı çekirdeğinde ve insa­nı spermasında gizler. Uluhiyyet'in ayrıntılı sonsuzluğu­nu, boyutsal derinliğini, azametini, Vahidiyyet'İn «tek»le-şen sırrında gizler. Zahir'de görünür, kendini Batın'da gizler.

Bulunduğunuz konumdan bakınca; ağaçlan, kuşları, dağları, vadileri görürsünüz. Kendi boyutunuzda çokluğu algılar ve değerlendirirsiniz. Bir katman yukarı çıkıp baktı­ğınızda, boşlukta dönen masmavi bir kütle görürsünüz. Ağaçlar, kuşlar, dağlar, vadiler yoktur artık. Hepsi «bir» olmuştur. O «bir» olan da dünyadır. Bu örnek, Vahidiyyet'i anlatır.

Birkaç milyon ışık yılı öteden baktığınızda, Samanyo-lu'nu, sigaranızın ucunda parlayan bir ateş gibi görürsü­nüz. Yaklaştıkça büyür, genişler, açılır ve aynntılar ortaya çıkmaya başlar. Onun, milyarlarca yıldızdan oluşmuş büyük bir galaksi olduğunu algılamaya başlarsınız. Bir katman daha yaklaştığınızda, parlayan yıldızların, aslında dev güneş sistemleri olduğunu görürsünüz. Daha yaklaş­tığınızda gezegenleri görürsünüz. Bir katman daha aşağı indiğinizde, gezegenin aynntıları açığa çıkmaya başlar. Denizleri, dağları, ovalan, vadileri görürsünüz. Gezegene indiğinizde ise, kum taneciklerine kadar her şeyi görebilir-siniz. Düşünce dalgaları, teklik boyutundan çokluk boyu­tuna işte böyle iner.

Kum taneciklerine mikroskopla yaklaşırsanız, atomları­nı görürsünüz. AtomaJtı boyuta indiğinizde, fotonları görürsünüz. Foton boyutundan baktığınızda, madde yoktur artık. Maddenin yok olmasıyla birlikte, çokluk da yok olur. Sadece fotonları görürsünüz. Fotonların hareketleri o ka­dar hızlıdır ki, onları ayrı ayrı zerrecikler halinde değil, tek bir yapı olarak algılarsınız. Bir sonraki boyuta geçtiğinizde ise, çeşitli frekanslarda düşünce dalgalarıyla karşılaşırsa nız. Her şey bu dalgaların içinde programlanmış bilgi ola-rak vardır. Madde artık ona engel değildir. Çünkü, mad-de onun dışında değil, içindedir. Maddenin bilgisiyle yük­lüdür. Maddeyi açığa çıkaran odur. Madde, onun içinde sadece bir tasarımdır. Teklik boyutu işte budur. Her şey, İçice tüm evrenlerin bilgisi ve yaşam planlan, size göre «geçmiş» veya «gelecek» zaman süreçleri, tüm boyutlarıy­la sonsuzluk, bu düşüncede tasarım olarak mevcuttur ve kendi dışında hiçbir şey yoktur.

Çokluk, bir aynntıdır. Ve bu ayrıntı, çokluk boyutunda yaşayan içindir. Tek olarak görünen bedenin aynntılanna indiğinizde, bedeni oluşturan sayısız moleküllerle karşılaşır siniz. Daha alt boyuta indiğinizde, molekülleri oluşturan sa­yısız hücrelerle karşılaşırsınız. Daha alt boyuta indiğinizde, hücreleri oluşturan atomlarla karşılaşırsınız. Sizin tek olarak gördüğünüz hücrede, milyonlarca atomun döndüğünü gö­rürsünüz. Daha alt boyuta indiğinizde ise, atomun elektron-lannı ve protonlarını açığa çıkaran fotonfarla karşılaşırsınız.

Her indiğiniz boyutta titreşim hızı artar, frekans yükse­lir. Üst boyutlarda, titreşim hızı o kadar yükselir ki, o tit­reşim hızında yaşadığınız bir saniye, kendi boyutunuzda yüzlerce yıllık bir süreci kapsar. Kendi boyutunuzda yaşa­dığınız yüzlerce yıllık hayat, üst boyutlarda bir «an» bile değildir. Hatta bu fark, bırakın ayrı boyutları, aynı boyut içindeki değişik katmanlarda bile akıldışı ölçülere ulaşır.

Atomlardan örülü hücreler, hücrelerden örülü mole­küller, moleküllerden örülü madde beden, saniyede üçyüz bin kilometre hızla gelip geçen ışık zerrecikleriyle sürekli görünüp kaybolmaktadır. Bu titreşim hızının çok yüksek olmasından dolayı, maddeyi sürekli görünen haliy­le algılarsınız. Bu, illüzyon değil de nedir?

Fotonların altına indiğinizde, onları meydana getiren düşünce dalgalarıyla karşılaşırsınız. Teklik boyutu işte bu­dur. Parçalardan veya cüzlerden meydana gelmemiştir. Her şeyi kapsayan tek şeydir. Yani, «ner şey» olduğu için, onun dışında başka bir şey yoktur. Veya «tek şey» olduğu için, «her şey» onun içindedir.

Fotonların üst boyutunda, evrenlerin ve tüm yaşam boyutlarının bilgisini içeren tek şey vardır; düşünce dalga­ları... Siz nasıl uzaktan baktığınızda, çok uzaklardan baktığınızda, Samanyolu gibi dev bir galaksiyi, tek bir yıldız halinde görürseniz, düşünce dalgalanndan baktığınızda, alt boyutların çokluğu yoktur. Çünkü, o düşünce dalgala-nnın dışında, «çokluk boyutu» diye bir boyut yoktur. O boyut, düşünce dalgalarında, «programlanmış bir bilgi» olarak vardır.

Allah, size «Vahid» ismiyle tecelli ettiyse, tüm sıfatlar (Özellikler) sizde cem olur, bir olur. Tasavvuf tekkelerin' de yapılan arınma çalışmaları buydu, iyilik ve kötülük siz­de cem olur. Sizi övenle, sizi yeren, sizde bir olur. Acıy­la hüzün, açlıkla tokluk, gülle diken, sizde aynı olur. Bu, yedinci bilinç katının bakış açısıdır. Eğer Allah'ın bu ismi sizde tecelli ettiyse, siz eğer bu tecellinin mazharı olduy­sanız, vahdet yolunda, teklik boyutunda, çokluğu algıla­madan yaşarsınız. Ve bu ismin anlamını açığa çıkarırsınız. Açığa çıkardığınız nedir? «Allah» veya «Ehad» isimlerinin anlamlan değil; «Vahid» isminin anlamıdır. Sîzde işiten ve konuşan, O'dur. Siz artık «siz» değilsiniz. Akıp giden ya-Şamla bir bütünlük içindesiniz. Siz, her şeyle birsiniz. Her Şey de sizde birdir.

 

Arş'a İnen Sıfatlar

 

Arşa inen sıfatların (anlamların) ortaya çıkış sürecini kbaşlatan Rahmanıyyet, kendi içinde çok geniş, çok derin, çok kapsamlı olmasına karşın, kendinden önceki sü­reçlere göre özel, hatta çok özeldir. Vahidiyyet süreci, her şeyi kendinde gizleyen bir meyveyse, Rahmaniyyet süreci de, o meyvenin şifalı suyudur. Ama o meyveyi açığa çıka­ran ağaç da, Uluhiyyet sürecidir. Ağacın planını genetik programında gizleyen çekirdek ise, Ehadiyyet sürecidir.

Rahman, tüm sıfatları kendinde toplayan genel bir te­cellidir. Sıfatların toplu duruşudur. Bu toplu duruşundan dolayı, Rahman, tüm kemalleri kendinde toplayan kemal sahibidir. Yarattıklarını kemale ulaştırmak için, onlara ni­met verendir. Fakat, bu nimetlerin içinde «sıkıntı» vardır. Bu sıkıntı, insanın «eksik» kemalinden dolayıdır. Kemalini bulması, yani olgunlaşması için, bu sıkıntılar ona mutlaka gereklidir. Çünkü, her küçük sıkıntı, ardından mutlaka bü­yük bir rahatlığı getirir. Hazreti Peygamber (as), «her cü­zi serde, külli hayır vardır» sözüyle bunu anlatmıştır.

«Rahman» sıfatı, anlam olarak, genel ve kapsamlı bir ifadeye sahiptir. Fakat, bu genel anlamın içinde, «Allah, Ehad, Vahid, Hak, Kuddüs, Kadim, Hu» gibi ilâhi isimler yoktur. Sadece sıfatların toplu anlamını içerir. Kapsamına aldığı bu sıfatlar, «Rahman» anlamı içinde, bu anlamın ayrıntıları olarak vardır. «Rahman» sıfatı, kapsamlı olması bakımından, «Allah» ismine benzemektedir. Fakat kendi­si, «Allah» isminin ifade ettiği genel anlam içindedir.

Karaciğeriniz sadece safra salgılıyor, «hüzün» salgıla­mıyor. Safrakesenizden «cesaret» de damlamıyor. Kalbi­niz ise, sadece kan pompalıyor, «sevgi» üretmiyor. Öyley­se nerden geliyor? Ataklığınız, cesaretiniz, sevginiz, hüz­nünüz, aşkınız, tutkularınız, meraklarınız nerden geliyor? Hayır, bu duygular beyninizde de üretilmiyor. Yedikleri­nizi yakarak enerjiye dönüştürdüğünüz biyolojik olarak doğrudur. Fakat o enerjiyle hareket ediyor ve yaşamınızı sürdürüyorsunuz. Yediğiniz domatesleri, pırasaları yaka­rak, «sevgi» mi üretiyorsunuz? Saldırganlığınızı, vahşiliği­nizi, yediğiniz kebapları yakarak mı üretiyorsunuz?

Üst bilinç katlarında, «sevgi»ye dönüşebilecek düşün­ce dalgalarını algılarsınız. Alt bilinç katlarında algıladığınız düşünce dalgalan, «sevgi» enerjisi taşımayan düşük titre­şimli dalgalardır. Bu dalgalarda eğer «sevgi» yoksa, açığa çıkacak duygu, «nefret»tir.

Rahman, size «sevgi» göndermediyse, sizde «nefret» açı­ğa çıkar. Tıpkı, ışıksız bir ortamın, karanlıkta kalması gibidir. Rahman, size «tevazu» dalgalan göndermediği için, böyle «kibirli» olursunuz, Sizi, «hoşgörü» sıfatından yoksun bıraktı­ğı için, böyle «kindar» olursunuz. Bütün bunlardan yoksun bırakılmanızın nedeni, onlan tercih etmediğiniz içindir. Size, kendi tercihleriniz gelir. Ne isterseniz, size o verilir.

En temelde, yaratılışta şu vardır; sadece insanın değil,

tüm varlığın hayatı, Allah'ın «Hayy» olan sıfatıyla kaimdir. Yani, tüm hayatlar, hayatını O'ndan alır. «Ol!» emriyle taşı yaratır. Hayat soluğunu üflediği zaman, taşa can ve­rir. Atomlarda ve hücresel yapınızda tıkır tıkır çalışan ve hiç aksamayan sistem, ilmin tecellisidir. Bunların, «ol!» emriyle hiç yoktan var olması, kudretin tecellisidir. Bütün bunları istemiş olması da, iradenin tecellisidir. En temel­de, yaratılış kanunlarında bunlar vardır.

Fakat, «Rahman» sıfatının ve kapsamında bulunan di­ğer sıfatların tecellisi, hayatın işlerliğini kazandıran başka bir tecellidir. Her şey gibi, bu da Uluhiyyet yasalarıyla ça­lışır. Uluhiyyet yasalarıyla çalışan hiçbir şey sorgulanamaz. Ona karşı koyulamaz. O yasalar, hiçbir şekilde de­ğiştirilemez. Zaten buna kimsenin gücü yetmez. Peki o yasalar karşısında nasıl bir tutum sergilenir? Ona sadece rıza gösterilir ve sadece uyum sağlanır.

Bu uyumdan, ahenkli bir melodi yükselir. Farklı fre­kansların oluşturduğu armoninin bir parçası olursunuz. Ama bu yasalara karşı çıktığınızda, ahengini ve düzenini bozduğunuz, uyum sağlayamadığınız armoni orkestrasın­dan dışarı atılırsınız. Bütün orkestralar, armoni ve senfo­niler, sizin dışınızda kalır. Bu uyumlu bütünün parçası olamayışınız, sizde derin bir pişmanlık duygusu yaratır. Armoniyi dinleme zevkinden yoksun kalmanız, sizi derin­den yaralar, üzer ve hüzünlendîrir. İşte bu duygular, sizin cehenneminiz olur. Yoksunluklar ülkesinde, mahrumiyet bölgelerinde sürgün hayatı yaşarsınız.

Hayatı olduğu gibi kabul ettiğinizde, yani Uluhiyyet yasalarına uyum sağladığınızda, bu böyle olmaz. Mutlu olursunuz. Çünkü, bu uyumdan dolayı frekansınız yükse-lir ve yüksek düşünce dalgalarına ulaşırsınız. Bu dalgalar­dan da, sevgi ve haz duygulan üretilir. Bu duygulardan da mutluluk doğar.

Tecelli işte budur. «Rahman» sıfatı kapsamında bulu-nan sonsuz sıfatların tecellisi, birbirine hiç benzemeyen kişilikleri ortaya çıkarır. Bu nedenle, hiçbir insan, diğeri' nin aynı değildir. Sıfatların, veya bu soyut anlamların bi­leşiminden, sonsuz sayıda kişilikler ortaya çıkar. Bu, usta bir ressamın, çeşitli renkleri karıştırarak, yeni renk tonları bulması gibi, veya usta bir komponistin, sekiz notadan muhteşem bir senfoni çıkarması gibidir.

Bir sıfatın sizde «tecelli» etmesi başka şey, sizin o sıfa-ti «açığa» çıkarmanız başka şeydir. Sözgelimi, «Gafur» sı­fatının tecellisine mazhar olursanız, günahlarınıza rağ' men bağışlanırsınız, Fakat bu sıfatın anlamını, başkasını bağışlayarak açığa çıkarırsınız.   Bunlar birbirinden çok farklıdır. Hem farklıdır, hem aynıdır. Çünkü, bir sıfat siz­de eğer tecelli etmişse, siz o sıfatı açığa da çıkarırsınız. Hem o tecellinin anlamına muhattap olarak bağışlanırsı­nız; hem de, o sıfatı eyleminizle açığa çıkararak bağışlar­sınız. Ya tecelliye mazhar olduğunuz için, o sıfatı açığa çı­karırsınız, ya da eyleminizle açığa çıkardığınız için, o sıfa­tın tecellisine mazhar olursunuz. Burda, çekirdek ve ağaç döngüsüne veya yumurta ve kuş döngüsüne benzeyen bir durum söz konusudur. Ama nasıl olursa olsun, bunlar birbirini çeken ve birbirini dengeleyen enerjilerdir. Haz-reti İsa'nın (as), «yargılayan yargılanacak, affeden affedi­lecektir» sözü bunu anlatır.

Eyleminizle «höşgörü»yü açığa çıkarırsanız, bu sıfatın te­cellisine mazhar olursunuz. Yani, siz de hoşgörüyle karşıla­nır, affedilirsiniz. Rahman, tüm kusurlannızı silip atar. Eyle­minizle bu sıfatı açığa çıkarmazsanız, sizde bu anlamın te­cellisi olmaz. İnsanlara hoşgörüyle yaklaşmazsanız, onlann kusurlarını Örtüp bağışlamazsanız, onlan suçlayıp, yargıla­yıp, mahkum ederseniz ve bütün bunları zevkle yaparsanız, sonra hangi yüzle Rahman'dan bağışlanma dilersiniz?

Hazreti İsa (as), «neyle ölçersen, onunla ölçülürsün» derken de bunu anlatmak istemiştir. İnsan, gramla verirse, gramla alacaktır. Kiloyla verirse, kiloyla alacaktır. Ne kadar severse, o kadar sevilecektir. Ne kadar affederse, o kadar affedilecektir. Eylemleriyle bu sıfatları açığa çıkarmadıysa, bu sıfatların tecellisi onda olmayacaktır. Hayat programla­rına işlerlik kazandıran Uluhiyyet yasaları budur.

Siz, mala «sahip olma»yı ve onu biriktirerek güvenliği­nizi sağlamayı, belki de onu bir «güç» olarak insanlar üze­rinde kullanmayı tercih ederseniz, bu tercihiniz, sizde dü-ŞÜk frekanslı bir bilinç merkezi açar. Sonra da, bu düşük frekansınızla, hep düşük titreşimli düşünceleri kendinize çekersiniz. Bu dalgalarda pozitif enerjiler, yani olumlu duygular olmadığı için, sizde negatif enerjiler, yani olum­suz duygular açığa çıkar. Frekansı düşük arzularınız, size tşığı değil, karanlığı çeker. Veya ışığı çekmediğiniz için ka­ranlıkta kalırsınız.

Takdir edildiyse, cimriliğinizle savaşmaya yönlendiri­lirsiniz. Üst bilinç merkezleriyle iletişim kurarak, yüksek titreşimli düşünce dalgalarına ulaşırsınız. Takdir edildiy­se, böyle takdir edilir. Beyninizin kapalı bölümleri açılır ve siz daha önce algılayamadığınız gerçekleri algılamaya başlarsınız. Cimriliğinizle savaşmaya yönlendirilmiyor, üstelik, bu cimriliğiniz size «süslü» gösteriliyorsa, bu da bir takdiri ilâhidir. Söylenecek hiçbir söz yoktur. Çünkü var-lık, ne için yaratıldıysa ona yönlendirilir. Merkezinde dönüp durduğunuz enerji odaklarını,, iradenizle siz yaratırsın niz. Siz ne isterseniz, size o verilir.

Dönüp kendinize bir bakarsanız, hangi sıfatları açığa Çıkardığınızı, hangilerini açığa çıkaramadığınızı anlayabi­lirsiniz. Bunu anlarsanız, sizde hangi sıfatların tecelli etti' ğinİ ve hangilerinin tecelli etmediğini de anlarsınız. Yaşa­mınızı ona göre yönlendirirsiniz. Doğru ibadet budur. İbadetin anlamı ve içeriği budur. İbadet, dogma kalıplar ve şekilcilik değildir. Sünnete uymak da, taklitçilik değil, özü yakalamaktır.

«Rahman» sıfatının kapsamında bulunan sıfatların ta­mamı, üç ana kümede toplanmıştır. Bunlar, nimetlerin kaynağı olan «cemal» sıfatlan, sıkıntıların kaynağı olan «celal» sıfatları, nimetlerin ve sıkıntıların ortak kaynağı olan «kemal» sıfatlandır. Sayısız sıfatların tamamı, bu ana kümelerden birindedir.

Sıfatlar arasındaki bu farklılık, insan açısından bakıldığı zaman ortaya çıkar. Rahman açısından bakıldığında, bunların hepsi nimettir. İnsana sıkıntı vermesi, onun kemalinin eksikliğindendİr. Mesela, «cemal» sıfatları, hasta­ya «bal» vermek gibidir. Onunla sağlığına kavuşur ve ke­maline ulaşır. Buna karşılık, «celal» sıfatları, hastaya «acı ilaç» vermek gibidir. Onlar da, onunla sağlığına kavuşur ve kemaline ulaşır. Sonuç olarak, her iki tecelliye mazhar olanlar da kemalini bulur, yani olgunlaşır.

«Kemal» sıfatları ise, hastaya, içine acı ilaç katılmış ba­lı vermek gibidir. Bu kişi de, onunla sağlığına kavuşur ve kemaline ulaşır. Aslında bu sıfatların hepsi de nimettir. Bu nimetlerden bazılarının insana «sıkıntı» veriyor olması, onun kemalinin eksikliğindendİr. Rahman Allah dileseydi, insanı elbette tam kemaliyle yaratırdı. Bu durumda, ke­malini bulması için, insanın sıkıntı çekmesi gerekmezdi. Ama o zaman «insan» değil, «melek» olurdu. İnsanın var oluş nedeni, «var olduğu hali»ni gerektirmiştir.

Maddi veya manevi bir sıkıntıya düşebilirsiniz. Bu sıkın­tı, eğer düşük bilinç katlannda yaşıyorsanız, sizin felaketiniz olur. Acı ilaç budur. Yüksek bilinç katlarında yaşıyorsanız, bu sıkıntıyı hissetmezsiniz. Nasıl hissetmezsiniz? Çünkü, onu «sıkıntı» olarak değil, sizi uyaran bir «haber» olarak al­gılar ve ondan ders çıkarırsınız. Ders çıkannca, «zararlı» olan bir durumu «yararlı» bir hale getirirsiniz. Böylece, baş­kaları için «acı ilaç» olan sıkıntılar, size «bal» olur.

Bilinç atlama sürecine girdiyseniz, iradeniz sizi bir ara­yışa yöneltir. Bu arayış sürecinde, sizde tecelli eden, «kemal» sıfatlarıdır. Sıkıntıyı derinden hissederek yaşarsınız. Bu sıkıntılardan ders çıkarabil irsen iz, acı ilacın içindeki balı farketmiş olursunuz. Bu, sizin bilinç atlamanıza neden olur. «Takdir edildiyse, Allah'ın rahmeti size ulaştıy-sa, hidayete ereniereden olursunuz» diye ifade edilen sö­zün anlamı budur.

Ders çikaramadıysanız ve o sıkıntıların içinde kaybolup gittiyseniz, tattığınız şey, sadece acı bir ilaçtır. Size sunu-lan sıkıntının içinde hiçbir nimet yoktur. Aslında, size ge--len sıkıntıdan gereken dersi çıkarmamakla, o sıkıntının içindeki nimeti «siz» istemediniz. Acı ilacın içindeki balın ayırdına varamadınız ve tadını alamadınız. Tattığınız şey, bu yüzden sadece «acı bir ilaç» olarak kaldı. Bu durum­da, bilincin üst düzeylerine sıçramak yerine, alt düzeyle­rine inersiniz. «Takdir edilmediyse, Allah'ın rahmeti size ulaşmadıysa, hidayete eremezsiniz» sözüyle ifade edilen anlam da iş^e budur.

Hazreti Peygamber (as), bu hayat realitelerini, daha sade ve daha anlaşılır cümlelerle ifade etmiş ve demiştir ki; «ümmetimin şifası; ya Kuran ayetinde, ya bal yemekte, ya da ateşte dağlanmaktadır. Fakat, ümmetimin dağlan­masını arzu etmem.»

Bu Hadis; açık bir şekilde, «cemal» sıfatlarının, «celal» sıfatlarının ve «kemal» sıfatlarının tecellisini anlatmakta­dır. İradenizle cömertliğe yönelirsiniz. Bu sıfatı eyleminize döktüğünüzde, siz artık «cömert» olursunuz. Sizin bu eğiliminiz, frekansınızı oluşturur. Frekansınızı; Özgür ira­deniz, yönelimleriniz, eğilimleriniz, tercihleriniz oluşturur ve bu titreşim dalgalan, renkli ışık hareleriyle sizi sarmalar. Sizi sarmalayan bu ışık dalgalan, kendi titreşimine uy-gun düşünceleri çeker.

Işık zerrecikleri halinde beyninize giren bu düşünce­ler, elektrik akımlarına dönüşerek, sinir hücreleri tarafın­dan, bedeninizin en ücra noktalarına, saç tellerinizin ucu­na kadar dağılır. Bilgi içerikli bu elektrik akımları, beynini­zin ilgili bölümlerinde, kendi frekansına uygun enerjilere dönüşerek, Öİüm-Ötesi boyuta götürmeniz için, ruhunuza duygu olarak kodlanır.

Algıladığınız yüksek frekanslı düşünce dalgalan, eyle­minizde «cömertlik» olarak açığa çıktığında; sevinç, hu­zur, mutluluk gibi duygulan, derinden hissederek yaşarsı­nız. Duygu belleğinize kodlanan pozitif enerjiler işte bunlardır. Bu enerjilerle frekansınız daha da yükselir. Yükse­len frekansınızla daha yüksek titreşimli düşüncelere ula­şırsınız. Ulaştığınız bu düşüncelerle, daha büyük duygu­lar üretirsiniz. Sıfatlar, sizde işte böyle tecelli eder. Onla­rı açığa çıkardıkça daha çok alırsınız. Aldıkça daha çok çı­karırsınız. Hazreti İsa'nın (as), «olana verilecek, olmayan­dan alınacaktır» sözü bunu anlatır.

Hayatın açığa çıkardığı «Hayy» sıfatı, iradenin açığa çıkardığı «Mürid» sıfatı, kudretin açığa çıkardığı «Kadir» sıfatı, ilmin açığa çıkardığı «Alim» sıfatı ve buna benzer sı­fatlar... Mesela kelamın ortaya çıkardığı «Kelim» sıfatı... Görme ve işitme özelliklerini ifade eden «Basir» ve «Se­mi» sıfatlan... Bilinen ve bilinmeyen bu tür sıfatlar, «duy­gu ifade etmeyen» sıfatlardır. Bunlar, Rahmaniyyet süre­cinden önce mevcut olan kadim güçlerdendir ve «ilâhi» sıfatlardandır. Ama, «Rahman» kapsamında bulunun bü­tün sıfatlar, «duygu» kökenlidir; merhamet eden, acıyan, seven, bağışlayan, sorgulayan, yargılayan, veren, hükme­den, koruyan... Kime merhamet edecek? Kimi sevecek, kimi bağışlayacak? Elbette yarattıklarını... Öyleyse, «Rah-man» kapsamında bulunan sıfatların hepsi, «yaratığa dö­nük» sıfatlardır.

Sıfatların hepsini, «Rahman» kapsamında, «cemal» sı­fatlan, «celal» sıfatlan ve «kemal» sıfatları olarak, üç ana kümede toplamış olan Rahmaniyyet; renkler benzetme­sinde, sanki tüm renklerin anası olan beyazdan, üç ana rengin açığa çıkması gibidir. Sıfatlan, üç ana kümede top­layan Rahmaniyyet, bu bakımdan, beyazın açığa çıkardı­ğı üç ana renge benzemektedir. Bu üç ana rengin, tüm renk tonlarını kendi içinde saklaması ve daha sonraki sü­reçte, bu sonsuz renk tonlarını açığa çıkaracak olması, sanki «Rahmaniyyet» anlamını ifade etmektedir.

«Kemal» sıfatları, ilâhî iradeyle, birbirinin karşıtı olan «cemal» ve «celal» sıfatlarının sentezi olmuş; merkezi, dengesi, odak noktası olmuştur... Fakat, burda hatırlan­ması gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. Allah'ın rahmeti, gazabını Örtmüştür. Bu ifade, «cemal» sıfatları­nın, «celal» sıfatlarına olan üstünlüğünü ve hakimiyetini anlatır. Tüm boyutlarıyla evreni ayakta tutan güç, Al­lah'ın rahmeti, yani «cemal» sıfatlandır.

Düşüncenin düşük frekansları, daha düşük frekansları, en düşük frekansları, evrenimizi oluşturan nicel birikimlerdir. Ama, evrenimizden daha düşük bir boyut, negatif bir açılımı gerektirmiştir, işte bu açılım, cehennemleri açı­ğa çıkarmıştır. Allah, rahmetinden dolayı, bir noktadan sonra bu negatif açılımlara izin vermemiştir. Ara frekans-larıyla kendi içinde derinleşen cehennemlerden öte geçit yoktur. Bu, «cemal» sıfatlarını, «celal» sıfatlarına üstün kıl­dığının ifadesidir. Bu nedenle, iyilik kötülüğü örtmüş, se-vaplar günahlan silmiştir. Bu nedenle, tövbe kapıları açık bırakılmıştır. Sevgi, bu nedenle nefrete baskın çıkmıştır. Melekler, şeytandan bu nedenle daha üstün ve daha güçlüdür.

Rahmaniyyet mazharı, duygulann muhteşem bir dal-galanışıdır sanki. Aşkın, sevginin, coşkunun, var oluşun mucizeleridir bunlar. Sanki dev dalgalara dönüşen duy­gulardan, bu soyut anlamlardan, ufukları nurlu sıradağlar yaratılır. İradenin muradı doğrultusunda; yapan, yaratan, açan, yayan, genişleten bir gücü, insan aklının ötesinde, muhteşem bir gücü vardır. Evren içinde evrenler yaratır. Uzayıp giden yaşam zincirleri oluşturur. Zaman içinde zamanlar yaratarak, sonsuzlaşır, derinleşir ve bu azamet ortaya çıkar.

Rahmaniyyet, sonsuz bir deryanın, durmadan devi­nen, yükselen dalgalan gibidir. Yükselen bu dev dalgalar, yükselen duygulann gizemli gücüdür. Sevgidir, coşkudur, yaratıcılıktır. Bu duygulann, taa dipten, deryanın dibin­den vurup gelen güçlü sesleri işitilir.

Sıfatlar sanki birbirini üreterek çoğalmışlar, nurlu ır­maklar gibi kol kol akıp gelmişler, Rahmaniyyet denizinde buluşup, «Allah» ismine yönelmişlerdir. Bunu anlatamaz­sınız. Çünkü, bu azamet, «azamet» kelimesine sığmaz. Bu azamete, düşüncelerinizle de ulaşamazsınız. Rahman fezasına gönderdiğiniz düşünceler, yorgun ve şaşkın olarak tekrar size döner. Sınırlısınız. Sınırlannız var, ufukların ar­dını göremezsiniz. Ve susarsınız... Tüm inancınızla, ikra­rınızla, imanınızla, ikânınizla secdeye varırsınız.

Susarsınız... Çünkü şimdi artık susma vaktidir. Dalga­ların yükselen uğultusu, uyumlu bir senfoniye dönüşerek, yüreğinize akar. Önce kaderi yazılır varlığın. Varlığın ka­deri, evrensel harflerle genetik belleğine kodlanır. Ve cennetler zahir olur cemal sıfatlarından. Ve celal sıfatla­rından cehennemler zuhura çıkar. Ve simsiyah, gizemli bir boşluk kuşatır madde boyutunu.  Sarma! galaksiler, oval galaksiler süsler uzayı. Görkemli ateş toplarıyla ısınır evren. Nurlanyla, bin yıllık yolları aydınlatır güneşler. Ilık yaz akşamlarında, okyanusla kucaklaşır yıldızlar. Işıkların dansını izlersiniz suların ışıltısında. Ay, hep gülen yüzünü gösrsnr ve büyülenmiş gibi semah döner dünyanın çevre^ sinde. Ve bir tohum düşer toprağa... Ve bir tohum daha düşer... Sonra rahmet damlaları iner gökten. Ve bir ağaç filizlenir baharda. Ve bir kuş öter şafak atarken. Ve insan yaratılır... Varlıklar içinde, en güzel insan yaratılır. Ve böylece bitmeyen serüveni başlar insanın.

Belki de, her şey, tüm alemler, İnsan için yaratılmıştır. Sa­dece insan için... Çünkü insanı sevmiştir. Ve ona kendi ru­hundan üflemiştir. Kendi üstün özelliklerini ona hibe etmiştir. İnsanı güzel yaratmış ve bu güzellikle onu onurlandırmış, şe­ref vermiştir. Arş'dan yeryüzüne onun için kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiştir. Meleklere, onun önünde secde etmesini emretmiştir. Belli ki, çok sevmiştir insanı.

Yeryüzünü önün için, gökyüzünü onun için yaratmıştır. Yıldızlardan taç yapmıştır başına. Güneşi ve ayı onun için... Havayı, suyu, bulutu, yağmuru, rüzgârı, tohumu onun için, mevsimleri onun için yaratmıştır. Cennetleri onun için zuhu­ra çıkarmıştır. Şeytanı onun yoluna dikmiş, melekleri onun için yaratmıştır. Onun için, Rahim olmuş, Gafur olmuş. Gaf­far olmuş, Kahhar olmuştur. Belli kİ, insanı çok sevmiştir.

Sonsuzluğu onun için yaratmış ve sonsuzluğu ondan yaratmıştır. Onun için, mavi gezegeni bir gemi gibi yüzdürmüştür uzayda. Atmosferi, mavi ipekten bir tül gibi onun için dolamıştır dünyanın başına. Taş yağmasın istemiştir gökten. Süzülsün istemiştir güneşin zehiri. Mavi tülde süzülsün de gelsin. İstemiştir ki, rahmet damlaları insin yere. Nur yağsın, ışık yağsın, bereket yağsın gökten. İnsanı sevmiştir besbelli.

Okyanustan, mavi bir çarşaf gibi onun ayaklan altına sermiştir. Yer sallanmasın diye dağlan onun için dikmiştir ufuklara. Vadileri onun için, ovalan, çölleri, akarsulan onun için yaratmıştır, inciri, hurmayı, üzümü, tütünü, ça­yı ona vermiş... Yeşili, sarıyı, laciverti onun için... Papatya­yı, laleyi, sümbülü onun için yaratmıştır. Ne yaptıysa, in-san için yapmıştır. Belli ki, çok sevmiştir insanı.

Rahman, kendi kapsamında bulunan sıfatların sayısız an--lamlanyla alemlen yaratan, her an yeni bîr şanda bulunan, yarattığj alemler üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunan ve yarattıklarını gerekirse «sıkıntı» veren hallerle kemale ulaştı­randır... Rahman, en genel anlamıyla budur. Yarattıklarını, gerekirse «sıkıntı» veren hallerle kemale ulaştırandır...

Yaratma, yaşatma, çeşitlilik, süreklilik, açılma, genişle' me, derinleşme, evrimleşme... gibi sonsuz sayıda anlanvlar içeren bu sıfatlar, çeşitliliği ve zenginliği bakımından yatay bir genişlik ve sonsuzluk yarattığı gibi, anlamlarının derinliği bakımından da, dikey bir sonsuzluk yaratmıştır. «Rahman» kapsamında bulunan bu sıfatların tümü, ilâhi bir sırla Arş'a inmiş ve «ol!» emriyle tecelliye ilk orda baş­lamıştır. Bunlar, içice tüm evrenlerin, zaman süreçlerinin ve yaşam boyutlarının planını içeren soyut anlamlardır.

 

Burdan Arş'a Bakınca

 

Sıfatlar, ayrı renk tonlarında titreşerek, nur kıvılcımları gibi inmiştir. Belki erguvani titreşimli nur huzmeleri açılmıştır önce... Ve içinden «cemal» sıfatlan çıkmıştır. Son-ra reyhani titreşimli nur kıvılcımları açılmış ve «celal» sıfatla' n çıkmıştır. Belki, daha sonra zeytuni titreşimli nur huzme-Seri açılmış ve içinden «kemal» sıfatlan çıkmıştır.

Belli ki, burda muhteşem şeyler olmuştur... Rahman fezasından sıfatlar inmiştir Arş'a... Uyumlu titreşimleriyle belki bir şarkı gibi inmiştir. Belki dans ederek, belki sema­da hareler çizerek... Sonra toplanıp cem olmuşlar, yedi evrenin uzay boşluklarını açarak, geçtikleri her yere hayat soluklan, hayat kıvılcımları bırakmışlardır.

Bu sıfatlar, hayat gibi şekillenip, düşünce gibi akan so-yut anlamlardır. Ana renklerden, sonsuz renk tonlarını çıkarmıştır. Sekiz notadan, muhteşem bir armoni orkestrası doğmuştur. Birkaç harften, sonsuz sayıda sözcükler türe­miş ve her sözcük, kendi anlamını yaratmıştır. Dokuz ra­kamın birbirini tekrarlamasından, sayılann sonsuzluğu or­taya çıkmıştır. Düşünceden ışığa, ışıktan atoma, atomdan madddeye uzanan sonsuzluk böyle yaratılmış, tüm yaşam boyutları ve zaman süreçleri böyle yaratılmıştır.

Rububiyyet, sıfatların topluca Arş'a inmiş olmasını ve orda «tek anlam»da toplanmış olmasını anlatan bir an­lamdır. Rububiyyet, kısaca söylemek gerekirse, bütün sı­fatların «tek anlam»da toplanmış olmasıdır. Bu sıfatların toplandığı yer, Arş'dır. Bu sıfatların toplandığı tek anlam ise, Rab'dır... «Rab» dediğinizde, içerdiği tüm sıfatlann anlamlarıyla birlikte, Allah'ın sadece bir özelliğini ya da sı­fatını vurgulamış olursunuz. Rab, Allah'ın bir yönünü, sa­dece bir yönünü ön plana çıkaran, ama içerdiği sıfatlann anlamlarıyla derinleşen bir özelliktir.

Rab, Rububiyyet mazharında tecelli eden Zat'ın sıfatı­dır, Tüm sıfatların anlamlannı kendinde toplayan, kap­samlı bir anlamdır. Ama kendisi de, «Rahman» sıfatının ifade ettiği daha genel bir anlamın kapsamındadır. «Rah-man» ise, «Allah» isminin ifade ettiği anlam içindedir.

«Ehad» isminin, altını çizerek vurguladığı anlam daha baş-kadir. Bu isim, Allah'ın sırn, gizemi, bilinmeyen özelliğidir. Kendi anlamından başka, içerdiği herhangi bir anlam yoktur. Kendi dışında hiçbir anlam bırakmayan bir sonsuzluk ve tek-lik olduğu için, buna zaten gerek de yoktur. Kapsamında ken­di anlamından başka bir anlam olmadığı gibi, kendisi de, baş­ka bir anlamın kapsamında değildir. Yani, kendisi hiçbir yer­de tecelli etmemiştir, kendisinde tecelli eden bir şey de yok­tur. Sadece kendisi olarak vardır. Hiçbir yaratığın, hiçbir ak­lın, hiçbir ilmin açıklayamayacağı bir sır, bir giz, bir mucizedir. «Vahid» ismi ise, Allah'ın başka bir yönünü, başka bir özelli­ğini anlatır. Nedir bu özellik? Her şey, O'nun indinde, «bir» olarak, «tek» olarak vardır. O'nun İndinde çokluk yoktur.

Allah ve insan ilişkisinde, insanın genelde muhattap ol­duğu özellik, «Rab» Özelliğidir. Bir devlet başkanı, sevgisin­den dolayı çocuklara ders verirse, çocuklar onun sadece «Öğretmen»  özelliğini  algılayıp  değerlendirir.   Çocuklar, onun nasıl devlet başkanı olduğunu, devlet başkanlığının nasıl bir şey olduğunu, hangi konularla uğraştığını, ülke bütçesini nasıl dengelediğini, emrinde kimleri çalıştırdığını, kaç kişi çalıştırdığını bilemez. Zaten onun bu yönleri, ko­numlan gereği çocuklan pek ilgilendirmez. Devlet başkanı, onlar için sadece Öğretmendir. Gerekli bilgileri öğretir... Ev Ödevleri verir. Ev ödevlerini yapmayınca kızar. Kızınca, in­sanın kulaklarını çeker. O'nun sevgisini ve ilgisini kaybet­mekten korkmak ve çekinmek lazımdır. İnsanın, Allah'la olan ilişkilerinde, «Rab» özelliği İşte böyle ön plana çıkar.

Devlet başkanıyken,  «öğretmen» olmasının nedeni, çocukların varlığıdır. Çocuklar olmasaydi, devlet başkanı olarak kalırdı. Fakat, çocukları ortaya çıkaran kendisidir. Onun «Öğretmen» olmasını gerektiren neden ise, çocuk­ların varlığıdır. «Rab» sıfatıyla kul arasında böyle bir ilişki vardır. Diledi ve yarattı. Yarattıklarına hükmetmek ve on­ları yönetmek için Arş'a indi. Bunun anlamı nedir? «Rab» ile sıfatlandı. Niçin? Çünkü Abd (kul) «Rab»bı gerektirdi. Rab, tüm varlıkları, kendine kulluk etmeleri için yarat­mıştır. Kulluk etmemek mümkün değildir... Çünkü, yara­tılışın doğasında «kulluk» vardır. İnsan, belli sıfatlarla ku­şatılmış, kayıt altına alınmıştır. Bu sıfatların, kendiliğinden çalışan bir programı vardır. Programı neyi gerektirirse, İn­san onu yapar, O programa uygun eylemler yapar ve bu eylemleriyle de kendi sıfatlarını açığa çıkarır.

Cahil, cimri, cesur, atak, utangaç, tutumlu, sevecen, kibirli... Kıskanç, kindar, mütevazi... Bu programlanmış anlamların dışına çıkması, bilincin boyutsal katlarını değiş­tirmedikçe, İnsan için olanaksızdır. Bu sıfatlar, ister is-temez, eylemleriyle onda açığa çıkacak ve böylece kullu­ğunu yapmış olacaktır. Sizin, kulluğu istememeniz, elma ağacından armut çıkması, ya da kuş yumurtasından kur­bağa çıkması demektir. Kısaca, her şey nasıl programlan dıysa öyle çalışır.

Yaratılmış hiçbir varlığın, kendi programı dışına çıkması söz konusu değildir. Bu varlıklar içinde, sadece insan, bilin­cinin üst boyutlanna geçtikçe, bilinç katlan arasında bir sıç­rama yaptıkça, programını değiştirecek veya kendini yeni­den programlayabilecek bir yeteneğe ve donanıma sahiptir.  Fakat, onun bu programını değiştirmesi ya da kendini yeniden programlaması, «programın dışına çıkması» anla­mına gelmez. İnsan budur... Programını değiştirebilecek veya kendini yeniden programlayabilecek bir donanıma sahiptir, öyle programlanmıştır ki, kendi kendini program' Iayabilsin... Onun, kendi programını değiştirebilme yete-neği ve iradesi, bunu istemesi, arzulaması ve gerçekleştir­mesi, onun dışında başka bir programlamadır.

Düşük bilinç katlarında yaşamaya ve onun programına uymaya zorunlu değilsiniz; bilinç atlayabilir ve kendinizi yeniden programlayabilirsiniz. Bunun anlamı şudur; sizi kuşatan kaderinize mecbur değilsiniz, kaderinizi değiştire­bilirsiniz... Ama siz eğer tercihlerinizle oluşturduğunuz  düşük bilinç katlarında kalmaya ısrarlıysanız, o bilinç katlarının programını yaşamaya da zorunlusunuz. İşte bu zo­runluluk, sizin kaderinizdir. Bu program, sizi kuşatan ka­deriniz olur.

Sizin «inançlı» veya «inançsız» olmanız, tercihlerinizle oluşmuş bir programdır. Kendinizi istediğiniz gibi program­layabilir ve o programı yaşayabilirsiniz. Kendinize bir se­naryo yazıp, sonra o senaryoyu oynayabilirsiniz. Ama yazdığınız senaryoyu oynamak ve o programa uymak du­rumundasınız. Daha doğrusu, buna zorunlusunuz. İşte bu «zorunluluk» sizin kaderinizdir. Mecbur olduğunuz kaderiniz... Kulluğunuzu böyle yaparsınız. İnanmanız ve­ya inanmamanız, «kulluk yapıyor» veya «yapmıyor» olma­nız anlamına gelmez. Siz inansanız da, inanmasanız da, kulluğunuzu yaparsınız. Çünkü, Rabbın denetimi ve ku-şatımı altında olmayan hiçbir varlık yoktur.

Rab, tüm varlıkları yöneten, programını oluşturan ve onları programına göre olgunlaştıran, kemale ulaştıran demektir.... O, kendi zatıyla tüm kemal sıfatlarına sahip olan ve yarattıklarını gerektiği biçimde kemale ulaştıran Kâmil'dir. Mülkünde mutlak ve yegâne tasarruf sahibi olan Melik'dir...

Daha açık bir ifadeyle, Allah, tüm yarattıklannı programla­yarak yönetir. Size, inancı veya inançsızlığı programlamaz. Böyle olsaydı, sorumlu tutulmazdınız. Sizi, kendi kendinizi programlayabileceğiniz bir donanımla yaratır. Yani siz, kendi kendinizi programlayabilecek bir programla programlısınız. Kaderinizi kendi kaleminizle yazarsınız. Size «kader» yazılma­mıştır, ama kaderinizi yazamanız yazılmıştır.

Bilgisayar mühendisinin, bir bilgisayar tasarımlayıp yaptığını düşünün. Bu bilgisayara, hangi kapasitede ve yetenekte bir program yüklerse, bilgisayar o yetenekle ve kapasiteyle çalışır. Mühendis, beğenmediği programı bilgisayara kendisi yüklediği için, bu durumda onu suçlaya­maz.

Aynı bilgisayar mühendisi, öyle bir bilgisayar tasarım­lasın ki, bu bilgisayar, kendini programlayacak bir yetene­ğe ve donanıma sahip olsun. Programını seçerken de, ter­cihinde özgür olsun. Kendi tercihi olan programla çalışsın ve çıkardığı işi sabit diskine dosyalayıp arşivlesin. İnsanın durumu işte budur. Duygu belleğine arşivlediği her ney­se, ondan sadece kendisi sorumludur.

Kendi varlığıyla kaim olan ve kudretiyle tüm varlığı ya­ratıp ayakta tutan Kayyum' dur. Tüm yarattıklarının hitaplarını algılayan Semi'dir. Yarattıklarının her halini algı­layan Basir'dir. Ve onlarla konuşan Kelim'dir. İradesini, dilediği anda, dilediği şekilde, dilediği gibi ortaya çıkaran Mürid'dir. Yarattığı evrenlerin tek sahibi olmasından do­layı Malik-el Mülk'dür. Habir olduğu için, varlığın kendi­sinde olarak varlıktan haberdar olur. Gaffar olduğu için, dilediği tüm suçları bağışlar. Başlangıcı olmadığı için Ev­vel, sonu olmadığı için Ahir'dir. Her şeyde algılanabildiği için Zahir, ve hiçbir şeyde algılanamadığı için Batın'dır. Varis'dir, Hamid'dir, Sultan'dır...

Sıfatların hepsi, Rububiyyet mazharında tecelli etmiş-tir. Rububiyyet, tekmil sıfatların mazhârıdır. Sıfatların Arş'a İnişi mutlaka çok muhteşem olmuştur. Belki bir yıl' diz yağmuru gibi, belki de yıldızların dansı gibi olmuştur. Nur parlaklığında, belki hayal gibi süzülerek inmiştir... Belki de herbiri ayn renklerde, kendi anlamını yazarak, şekillendirerek... Herbiri; ardında oval ışık kümeleri bıra­karak, kıvılcımlar saçarak, hareler oluşturarak, dans ede­rek... Beikİ de burda yıldız yağmuru, ışık yağmuru, nur yağmuru gibi bir şeyler olmuştur...

Arş, ilâhi bir sırla. Rahman katından inen sıfatların me­kânı, anayurdu... Arş, bu soyut anlamların, nur kıvılcımları gibi kaynaştığı bir makamdır. İçice konumlandırılmış farklı boyutlarda, derin uzay boşlukları açan, açtığı boş­lukları yayan, genişleten ve o boşluklarda galaksileri bir gemi gibi yüzdüren Alim'in yüce makamıdır. Arş, tüm ya­şam boyutlarını kucaklayan kudretin tecelli olduğu yerdir. Sıfatlar, burda «ol!» emriyle kendi anlamını biçimlendirir ve «ol!» emriyle tekrar eski soyut anlamına döner. Arş, sonsuz düşüncenin sonsuz gücüdür.

Arş, ayrıntılı olarak, tüm sıfatların mazharı, zuhur yeri­dir. Evrenin boyutsal derinlikleri, sonsuzlaşan yaşam zin­cirleri ve birbirinden farklı zaman süreçleri, Arş'dan, «ol!» emriyle Kürsİ'ye inen bu sıfatların tecellisiyle olmuştur. Sadece «ol!» demiştir... Önce Ruh, sonra içten dışa doğ­ru yedi evren açığa çıkmıştır. Tüm boyutlarıyla evrenin en ücra köşelerine, göklerin yedi kat derinliğine hayat ışı­ğı indirmiş, hayat soluğu aşılamıştır.

Her şey, sıfır kütle, sıfır hacim, sonsuz yoğunluk ve sonsuz manyetik güce sahip olan muazzam düşüncenin olağanüstü hızıyla gerçekleşmiştir.  Düşüncenin bir hızı yoktur aslında. Sadece «ol!» emriyle, hiç yoktan içice ev-renler, yaşam boyutları ve zaman süreçleri yaratır ve bunları «ol!» emriyle bir anda yok eder. Yaratma ve yok etme, hızı olmayan düşüncenin sonsuz hızıyla gerçekle' şir. Fakat düşük bilinç katlannda veya yüksek bilinç katlarında çalışan insanın düşünce hızıyla değil! Kozmik bilinç katında çalışan Kürsi varlıklarının düşünce hızıyla da değil! Uluhiyyet katında çalışan sonsuz düşüncenin sonsuz hızıyla!.. Evrenleri ve oralardaki yaşam boyutlarını altı günde yaratan bir düşüncenin muhteşem hızıyla!..

Abd, yani kul, «Rab» ile birlikte, hayat realiteleri olarak ön plana çıkar. Uluhiyyet yasalan, sanki bu ana damardan akar hayata. «Vahidiyyet» ve «Ehadiyyet» özellikleri, insan tarafından algılanamaz. Ama bu algılama sınırlılığın­dan dolayı sorumlu da tutulmaz. Öğretmenlik yapan dev­let başkanının, devlet başkanlığı makamına nasıl geldiğini, ne zaman geldiğini, o yüksek makamda ne gibi işler yap­tığını, nasıl yaptığını, çocuklann bilmeleri gerekmez. On-lardan bu istenmez zaten. Başkanın onlardan istediği tek şey, ev ödevlerini «doğru» yapmalarıdır. Ödevlerini «doğ­ru» yapanlara «ödül» ve «yanlış» yapanlara «ceza» oldu­ğunu, altını çizerek söyler.

Peki «doğru» nedir? Uluhiyyet yasalan... Uluhiyyet ya­salan, hayata işlerlik kazandıran ve hiçbir zaman değişmeyen ilimdir. İki hidrojen atomuyla bir oksijen atomu, cıvayı değil, suyu oluşturur. Su, belli bir ısı noktasında bu­har olur ve başka bir ısı noktasında buz tutar. Allah'dan başka, bu kimyayı değiştirebilecek hiçbir güç yoktur. Bilim, bu realiteye bakar ve işleyen yasalan gorebilİrse, «haa, demek böyleymiş» der ve akıp giden yaşamı ona göre dü­zenler. Bu realite, Uluhiyyet'in sonsuz yasalarından sade­ce biridir.

Hayata işlerlik kazandıran, sadece kimyasal tepkimeler mi? Elbette değil... Varlığı varlık sahnesinde tutan her şey! Fizik kanunlan... Madde boyutunda, yani içinde ya­şadığınız evrende, ışığın belli bir hızı vardır. Uzay boşluğunda, manyetik alanları ortaya çıkaran yasalar vardır. Maddenin atomik yapısında fırıl fini dönen yasalar... Hücresel yapıyı oluşturan ve çalıştıran biyolojik yasalar vardır. Renk, koku, biçim realitelerini ortaya çıkaran yasa­lar vardır. Yoksa siz, Uluhiyyet yasalarının teker teker sa­yılmasını mı bekliyorsunuz? Atomdan galaksiye giden küt­lesel yelpazede ve düşünceden maddeye inen yoğunluk sürecinde, Uluhiyyet yasalan işler. Başka bir şey kaldı mı? Fakat, daha önemli olan başka yasalar vardır; iradeni­zi böyle yönlendirdiğinizde, şu düşüncelere ulaşırsınız. Bu düşüncelere ulaştığınızda, şu duygulan üretirsiniz. O duygulan üretirseniz, kendinize zulmetmiş olursunuz. Hayır, onu istemeyin, o geçicidir. Şu daha kalıcıdır, bunu isteyin. Bunu istediğinizde, şu düşüncelere varırsınız. Bu düşünceler, sizde şu duygulan yaratır. Siz işte bu duygu­larla mutlu olursunuz. Kendinizi böyle kullanırsanız, ken­diniz için daha hayırlı olur.

Basit bir televizyonun bile kullanma kılavuzu vardır. Bilgisayarın bir kılavuzu vardır. En basit, en mekanik bir flnnı bile, kullanma kılavuzuna bakmadan kullanamazsınız. Oysa sİ2 ne karmaşık bir varlıksınız. Kendinizi nasıl kullanacağınızı biliyor musunuz? Neyi isterseniz, hangi düşünce labirentlerine girersiniz, ordan tekrar nasıl çıkar­sınız? Hangi düşünce labirentlerinde, hangi duygulan açığa çıkarırsınız? Ve o duygularla kendinize nasıl bir or­tam hazırlarsınız? Hangi düşünce labirentinin sonu «nef­ret» duygusuna çıkar ve hangi düşünce labirentinin sonu «sevgi» duygusuna çıkar? Bunları elbette bilmiyorsunuz. Eğer bilseydiniz, peygamberler gelmezdi. Peygamberler işte bunun için gelmiştir. Onların getirdiği kitaplar da, si­zin kendi kendinizi kullanma kılavuzunuzdur.

Sonsuz-sınırsız  nimet sahibi olan  Cemil'dir.  Sonsuz mutluluğun kaynağı olan Rahim'dir... Seçtiği kullarına ken­dini tanıtıp, sonsuz nimetleriyle onlara cennet hayatı bağış-ladığı için Rahim'dir. Zat'mı, sıfatlarını, bu sıfatların oluştum duğu tüm tasarımları ve bu tasarımların her halini bilen Alim'dir. Sonsuz dirilik ve canlılık sahibi olmasından dolayı Hayy'dır. Sınırsız cömertlik sahibi olduğu için Kerim'dir. Kusurlan, hatalan, suçlan bağışlayan Gafur'dur. Merha­metinden ve sevgisinden dolayı Rauf dur. Kullarına türlü türlü İkramlarda bulunan Vel-İkram'dır. Hannan'dır, Men-nan'dır. Ed-Daim'dir, Züt-Tavi'dir, El-Kâfi'dir...

Arş, sıfatlar deryası, anlam dağları... Arş, azametin, kudretin, ilmin resmidir. Nurdan yapılmış dev dağlar gi­bidir sanki... Dev dağların ulaşılmaz dorukları gibidir. Do­ruklarından, Rahman fezasına, bu fezanın derinliklerine, renkli ışık huzmeleri süzülür. Arş, bir ufuk gibidir sanki... Işık dağlarından oluşmuş nurlu ufuklar gibidir. Sanki tüm renklerin ve seslerin armonisiyle titreşen bir seması var­dır. Sıfatlar, orda sanki ışık kıvılcımları gibidir. Ve her sıfa­tın bir rengi vardır sanki. «Sevgi» mutlaka beyazdır. Be­yazdır mutlaka, çünkü «sevgi» tüm sıfatların anasıdır. Tüm renklerin anası da beyazdır. İşte bu yüzden, «sevgi» mutlaka beyazdır. «Hoşgörü» turuncudur belki... İlim, gül sarışıdır... Kudret, bal şansı... İrade, ayva şansıdır... Bun­lar, «ol» emriyle tecelli eden hayat kıvılcımları, hayat ışık­ları, hayat soluklarıdır. Hayatı derinleştiren, boyutlar açan, sonsuzlaştıran gizemli güçlerdir.

Rahman fezasının derinliklerinden, buraya mutlaka yağmur gibi nur yağmış, ilim yağmış, kudret yağmıştır. Belki birdenbire başlayan çok şiddetli yıldız sağanağı gibi olmuştur. Belki tüm sıfatlar, küçücük bir ışık kıvılcımının patlamasıyla bilinç fezasına dağılmış, bir anda, İçice ev­renleri çıkarmıştır. Belki sadece «ol!» demiştir; tüm sıfat­lar, bu sihirli sözün içinden fışkırıp, uzayın derin boşluk­larını açmıştır.

Rab, bir şeyin olmasını dilediği zaman, «ol!» der. Bü­tün sihir belki bu «ol!» sözünde, belki bu gizemli emirde­dir. Belki bütün sıfatlar, sayısız alemleri yaratan bu soyut bilgiler ve onların büyüleyen gücü; yapan, bozan, yıkan, yeniden yaratan gücü, sadece bu «ol!» sözünde gizlidir. Sonsuzluk, tüm boyutsal derinlikleri., zaman süreçleri ve yaşam zincirleriyle, belki de bu «ol!» sözündedir.

Arş, soyut anlamlan biçimlendiren bir makam, varlığın bilmsel tasarımını, «ol!» emriyle hayat realitesine dönüştüren yüce bir makamdır. Arş, celalidir Rabbın... Devinen, yanlan, dürülen ve sonra sakinleşip durulan celali... Varlık dağlarını eriten, akıtan, damıtan, sonra onları yeni­den kurup diken kemalidir. Sonsuz alemleri yaratan ve onları dengede tutan cemalidir. Arş, alemlerin merkezi, tüm merkezlerin tek merkezidir. Rabbın nur deryası, sıfat deryası, anlam deryasidır. Arş öyle bir yerdir ki, orda hiç­bir yaratığın ayak izleri ve kanat sesleri yoktur.

Yarattığı ilk Ruh'un nurundan, tüm alemleri resme--den, evrensel harflerle, varlıkların genetik senaryosunu yazandır. İçinde sayısız sıfatları taşıyan «ol!» sözü. Ulu-hiyyet fezasının sonsuz derinliklerinden, ışıklı kanatlany-la süzülüp gelmiş, Rahman'ın altında, Kürsİ'nin üstünde, Arş'ı zuhura çıkarmıştır. Sadece «ol!» demiştir... Bu gi­zemli söz, tüm sıfatların programını yüklenmiş ve ardında ışıklı kıvılcımlar bırakarak, derin karanlıkların içine akmış, geçtiği her yeri aydınlatarak, içice tüm evrenleri bir anda ortaya çıkarmıştır.

Varlığı meydana getirip, onlar üzerinde hükümran olan Celil'dir. Yoktan var etme kudretine sahip olan Kâdir'dir. Hükmünü tüm varlık üzerine mecbur ederek, is­ter istemez kabul ettiren Cebbar'dır. Sınırsız üstünlük sahibi olmasından dolayı Kebir'dir. Dilediği her şeyi ortadan kaldırdığı için, Kahhar'dır. İktidarı, tüm varlıkta geçerli olmasından dolayı Muktedir'dir. Zülcelali olduğu için, aza­met ve saltanat sahibidir. Yegâne galip olan Aziz'dir. Aza­met sahibi olduğu için Azim'dir. Adil'dir, Deyyan'dır, Gay-yur'dur...

 

Hayranlık Uyandıran Eserler

 

Doğa güçlerinin ortak bir amaca yönelik olarak bir-/ biriyle iletişjmlİ çalışması veya işlevsel olarak birbi­rini tamamlaması, yağmuru meydana getirir. Yağmur, ot­lan besler. Otlar, ineği besler. İnek de, sütüyle İnsanı bes­ler. Bu iletişim zinciri, hayatla birlikte derinleşerek ve ge­nişleyerek süreklilik kazanır. Kahvaltıda yanm litre süt iç-seniz, o gün başka bir şey yemeniz gerekmez. Sütte neler olduğunu biliyorsunuz. Yağ, süt şekeri, madensel madde­ler, protein, vitaminler, enzimler, limon asidi, karotİnler, tuz, su, lesitin, karbonhidrat ve kolesterin var. Yaşamanız için gerekli olan bütün maddeler, enzimler, vitaminler, sütte tam olarak mevcuttur. Ama sizin, sütün içinde neler olduğunu ve nasıl oluştuğunu bilmenize gerek yoktur.

Bunu bilmeseniz de, süt sizi besler. Hatta sizin bu nİ-mete şükretmeniz bile sizden zorla istenmez. Şükretme­niz elbette gerekir, ama kimse sizi buna zorlamaz. Çünkü süt, tüm diğer nimetler gibi, «şükürsüz» insanları da besler. Rahmet damlaları, herkes için iner yere. Güneş, iyile­rin ve kötülerin üstüne doğar. Dünya hepiniz için döner. Tohum döllenir, rüzgâr eser, deniz çalkanır ve ay par­lar... Atmosfer, güneşin zararlı ışınlarını süzmeye devam eder. Bunların hepsi, mazlumlar ve zalimler için olur. Ni­met, hiç kimseden esirgenmez. Bu da değişmez bir yasa­dır.

Oysa bir yavrunun beslenip büyüyebilmesi için, gerek­li olan tüm besin maddeleri, sütün içinde, ram kemaliyle ve eksiksiz olarak mevcuttur. Bu kadar değerli ve besleyi­ci olan bu mucizeyi elde etmeniz için, ne yapmanız gere­kir? Nerdeyse hiçbir şey... İneğin önüne sadece biraz ku­ru ot, biraz da saman atmanız yeterlidir. O hayvan da tu­tar, bu kuru otun ve çöpün hatınna, içinde bazı vitamin­ler ve mineraller bulunan, içinde yağ ve şeker bulunan bu mucizeyi size bol bol verir. Ne verenin haberi vardır, ver­diği şeyin ne olduğundan, ne alanın...

Çeşitli maddeler, osmoz yoluyla kandan süt hücreleri­ne geçer. Akıllara durgunluk veren, çeşitli kimyevi olaylar sonunda, çeşitli enzimlerin etkisiyle süt meydana gelir. Meydana gelen süt, ince kanallardan akarak, süt hazinesine dolar. Burdan da, yine ince kanallarla meme başının iç boşluğuna gelir. Bir litre sütün oluşması için, ineklerin memesinden tam dörtyüz litre kan .geçer.

İnsan aya çıkabildi, belki orda bir taşın üzerine oturup, karanlık boşlukta masmavi salınan dünyayı keyifle seyre-debildi. Hatta bu zevki yaşarken, belki bir de türkü mınl-dandi. Ama ineğin sütünü, ravuğun yumurtasını ve arının balını yapamazsınız. Şekeri kullanarak sahte bal yapsanız, peteği yapamazsınız. Mumu kullanarak sahte petek yap­sanız, arıyı yapamazsınız. Annın tek kanadını, iğnesini da-hi yapamazsınız.

Var olan şeyleri kullanarak, bir şeyden başka bir şey çı­karabilirsiniz. Sözgelimi, elma ağacına armut aşılayabilir­siniz. Eşekle atı birleştirip, katır elde edebilirsiniz. Fakat katırın sürekliliğini sağlayamazsınız. Yoktan var edilen şeyler, sadece «kendisi» olarak kalır. Hücrelerin genetik bilgisinden kolonlanarak üretilmeye çalışılan kopyalar, adından da anlaşılacağı gibi «kopya»dır. Bir şeyi kopya edebilirsiniz, fakat hiçbir şeyi yoktan var edemezsiniz.

O varlığı ortaya çıkaran, onun hayat planıdır. Tüm hayat planlan, hayatın boyutsal realiteleri ve zaman sü' reçleri, Arş'dan, ilâhi bir emirle Kürsi'ye iner. Kozmik alı­cılar, bu düşünce dalgalarını, hayal boyutuna yansıtır. Orda realitelere dönüşen bu hayat planları, kozmik belle­ğe kodlanır. Ordan da çıkar, içice paralel evrenleri geçerek, madde boyutuna iner.

Madde boyutuna inen düşünce, kendi frekansının en alt düzeyine inmiştir. İçerdiği soyut anlamın madde boyut görüntüsü, yani atomik yapıyla örülü kütlesi açığa çıkar. Varlığın bilgisi; atomlarını, hücrelerini, moleküllerini Öre­rek, varlığı ortaya çıkanr. Ortaya çıkan varlık, kaderiyle ve hikmetiyle birlikte, hayat planıyla birlikte ortaya çıkar.

Ortaya çıkan varlık, kendi frekansında akışan düşünce­lerle sürekli besienir. Bu besin kesildiğinde, varlığın gö­rüntüsü yok olur. Sürekli yapılan yayınlarla, televizyon ekranında görüntülerin sağlanması gibidir. Varlığın ölerek boyut değiştirmesi, o dalga boyunda, varlığı ortaya çıka­ran düşünce dalgalannın kesilmesi ve başka boyutta her­hangi bir frekansa geçerek, yayına orda devam etmesidir.

Allah, eşi ve benzeri olmayan şeyleri tasarımlar. Tasa­rımlanan her varlık, sadece kendini temsil eder. O bilgiyi programlayan düşünce dalgası sadece «bir tane»dir. Bir birim oluşturan sayının herhangi bir kesiri gibidir. Bu kesir, o birimde bîr tanedir. Bu dalganın titreşimi bir milim iner veya çıkarsa, andan başka bir varlık ortaya çıkar. Ama an, o dalga boyunda kendini temsil eden «tek varlık» olarak ve «benzersiz bir varlık» olarak kalmaya devam eder.

Anların bir hayat planı vardır. Onlan açığa çıkaran, bu hayat planıdır. Sürekli gelişen, evrimleşen, sürekli derinle­şen hayat planlannın küçücük bir aynntısıdır. Anlann bu ha­yatı, madde boyutunu oluşturan hayat zincirlerinin bir hal­kasıdır. Aynı boyutun ara frekanslannda (aynı sayısal birimin kesirlerinde), veya nicel katmanlarda sürüp giden hayat zin­cirlerinin küçük bir halkasıdır.

Dişi (işçi) arılar, vızıldayarak gün ışığında kırlara çiçek tozu toplamaya çıkarlar. Bunlann arka bacaklarında, dış yüzey, hafifçe çukurlaşarak bir oyuk biçimini almıştır. Bu oyuk, onlann torbasıdır. Bu torbayla çiçek tozu taşırlar. Gövde tüylerine yapışan çiçek tozlarını, arka bacakların­da bulunan kıllarla fırçalayarak bu torbaya doldururlar. Torbada, sımsıkı-bir çiçek tozu topağı meydana gelir. Al­lah'ın yaşam soluğu olmasaydı eğer, bu çiçek tozu topak­larını, diğer arıların da beslenmesi için yuvaya taşımazlar' di. Onları bu sosyal dayanışmaya iten neden nedir?

Eğer Allah'ın yaşam soluğu olmasaydı, anlar, bitkileri dölleyemezdi. Çiçekler arasında dolaşırken, erkek çiçek­lerden aldıkları çiçek tozlannı dişi çiçeklere taşıyarak, onların döllenmesine ve üremesine yardımcı olamazlardı. Bunu yaparak, gelecek kuşaklar için besin maddesi üretemezlerdi.

Arının hazırladığı petekler çift yüzlüdür. Her iki yüzünde de yüzlerce hücre bulunur. Bu petekler, sağlamlık ve hafiflik bakımından birer harikadır. Çok hafif olmaları' na karşın, kendi ağırlıklarının otuz katını taşıyabilecek ka­dar dayanıklı ve sağlamdır. Çok ince balmumundan yapı­lan petek hücreleri, düzgün altıgenler biçimindedir. Altı­gen prizma, dışardan gelen zorlama ve darbelere karşı en dayanıklı biçimdir. Bu hücreleri, altıgen yerine daire şek' linde yapmazlar.

Petek hücrelerini, altıgen prizma yerine daire şeklinde yapsalardı, hücreler arasında kullanılmayan boşluklar kalırdı. Kare şeklinde yapsalardı, dış darbelere karşı daya­nıksız olurdu. Gizli bir ses, onlara sanki petek hücrelerini altıgen prizma şeklinde yapmalarını emreder ve eğer ka­re şeklinde yaparlarsa, dış darbelere karşı dayanıksız ola­cağını fısıldar.

İşçi arıların, balozu toplama yöntemleri, çiçek tozu toplama yöntemlerinden daha ilginçtir. Çiçeklerden em­dikleri balozunu, «bal kursağı» denen özel bir kesede, hiç sindirmeden biriktirirler. Yuvaya döndüklerinde, balozu' nü kusarak ağızlarından dışarı çikanrlar ve bal üretimi için depolarda saklarlar.

Arılar, peteklerin içini rasgele değil, belli bir düzene göre doldururlar. Peteğin tepesinde bir yay oluştururlar ve iki kenardan yanya kadar inen hücreleri balla doldururlar. Bu bal hücrelerinin altında bulunan birkaç sıra petek hücresine de, çiçek tozu yerleştirirler. Peteğin orta ve alt bö­lümlerinde bulunan hücreler ise, kraliyet sarayı olarak kulla­nılır. Sarayın bu özel odacıklan, sadece kraliçeye aittir. Onun beslenmesi ve bakımı bu odacıklarda yapılır. Kraliçenin yu­murtaları, işçi anlar tarafından, bu odacıklara taşınır.

Dişi arılardan daha iri yapılı ve kocaman gözlü olan er­kek arıların tek görevi, oğul verme zamanında, genç kraliçeyi döllemektir. Aylardan beri bu anı bekleyen erkek arılar, zamanı geldiğinde, kraliçeyle birlikte «zifaf uçuşuna çıkarlar. Uçuş sırasında, çeşitli tonlarda vızıldaşa-rak, belki de anlamadığınız bir dilde romantik şarkılar söy­leyerek, havada defalarca çiftleşirler.

Yaz sonunda bu görevlerini yerine getiren erkek arılar, dişi arılar tarafından, yuvadan veya kovandan atılırlar. Er­kek anlar, dişi işçi anların bakımıyla yaşamaya alışkın ol­dukları için, çok geçmeden açlıktan ölürler. Erkek anların kaderi budur. Onlar belki de güzel kraliçeyle çiftleşmenin bedelini böyle öderler.

Döllenmemiş yumurtadan erkek arı çıkar. Bu nedenle, yaşlı kraliçe, döllenmiş yumurtaların yanısıra, döllenmemiş yumurtalar da çıkararak, bir sonraki kuşağın genç kra­liçesini dölleyecek olan erkek arılan da dünyaya getirir. Bu frekansta, arıların yaşadığı dalga boyunda, hayatın sü­rekliliği işte böyle sağlanır.

Bir işçi arı, erişkin duruma gelip, petekteki hücresin­den dışarı çıktığında, kovanda onu bekleyen pek çok iş vardır. Uç hafta boyunca petek gözlerinin bakımını ve temizliğini üstlenirler. Bu, onların hizmetçiliğidir. Ardından, kraliçenin bıraktığı yumurtalardan yeni çıkan larvaların beslenmesine yardımcı olurlar. Bu da, onların bakıcılığı, ya da dadılığıdır. Daha sonra, balmumu üretimine başlar­lar ve onunla yeni petek hücreleri hazırlarlar. Bu ise, on­ların sanayi işçiliğidir. Üçüncü haftanın sonunda, İlk kez kovandan dışarı çıkarılarak, çiçek tozu ve balözü topla­maya gönderilirler. Bu da, onların ırgatlığı ya da tarım iş­çiliğidir. Fakat bütün bunları yaparken, kovandaki işlerini, yani kanatlarını yelpaze gibi sallayarak, kraliyet sarayını serinletme görevini de aksatmamalan gerekir. Peki bu ne­dir? Bu da, onların cariyeliği...

Arılar arasında, sadece dışarda ya da kovanda çalışan işçi ayrımı yoktur. Hangi iş yapılacaksa, bütün anlar, hiç itiraz etmeden yaparlar. Gerekirse tarım işçiliği yaparlar. Eğer gerekiyorsa, petek gözelerinde çocuk bakıcılığı ya­parlar. Gerektiğinde saraya çıkıp, kraliçeye cariyelik veya hizmetçilik yaparlar, gerektiğinde sanayi sitelerine inip, petek üretiminde çalışırlar.

Balözü veya çiçek tozu toplama mevsimi geldiğinde, işe toplu olarak çıkmazlar, önce bir işçi an gönderirler, öncü olarak işe çıkan bu işçi arı, balözü veya çiçek tozu toplayabi­leceği bir yer, sözgelimi bir çiçek tarlası bulduğunda, taşıya­bileceği kadar balozunu ya da çiçek tozunu alır ve sevinçle yuvaya döner. Yuvaya döndüğünde, diğer işçilere bu kayna­ğın yerini dansla bildirir. Bu danslı gösteriler, anlann hasat bayramı, ya da hasat şenliğidir. Hasat şenliğinde büyük bir halka olurlar ve ortada dans eden anyı keyifle izlerler.

Öncü an, peteğin üstünde önce sağa doğru bir daire ve sonra sola doğru bir daire çizer. Bir kere de peteğin üstünde düz uçar. Sonra kuyruğunu hızlıca çırpar, öncü arının yaptı­ğı bu çember dansı, besin kaynağının, kovana olan uzaklığını anlatır. Düz uçuştan sonra kuyruğunu sallaması ise, besin kay­nağının yönünü anlatır. Bu düz uçuş, eğer aşağıdan yukan doğru olmuşsa, güneşe doğru uçulacak demefttir. Yukandan aşağı doğru olmuşsa, güneşe ters yönde uçulacak demektir. Çiçek tarlası uzaksa, öncü an, karın bölümünü sallaya-rak, peteğin Üstünde çember değil, sekiz çizecek biçimde uçar. Öncü annın bu dansını, diğer işçi anlar büyük bir dik-katle izlerler. Sekiz çizerken hangi yöne doğru uçtuğuna, karnını kaç kez salladığına bakarlar. Daha tecrübeli olan ih­tiyar işçiler, «hımm, ben bu çiçek tarlasının yerini anladım» diyerek, bilgiç bilgiç başlannı sallarlar. Böylece besin kayna­ğının yerini, uzaklık ve yön olarak saptamış olurlar.

Hava bulutluysa, güneş görünmüyorsa, bu arı dansı bir işe yarar mı? Havanın kapalı olması, arı dansını hiç etkilemez. Anları yaratan büyük kudret, onlara öyle mü­kemmel bir görme, özelliği vermiştir ki, onların gözlerini, «ultraviole» olarak bilinen morötesi ışınlara karşı duyarlı yaratmıştır. Onlar, bu çok özel görme yeteneklerinden dolayı, İnsana pek parlak görünmeyen renkleri bile daha parlak görürler. Bu özellik, onlara, bulutların ardındaki güneşi görmelerini de sağlar.

Yumurtalar, üç günden sonra çatlayarak açılır. İçin­den, gözsüz ve bacaksız larvalar çıkar. Larvaların hepsi, ilk Üç-dört gün, hizmetçi anların yutakaltı bezlerinden salgılanan, vitamin ve proteince zengin, «kraliyet peltesi» adı verilen ansütüyle beslenir ve hızla büyürler. Bu beslenme devresinden sonra, larvalar, çiçek tozuyla karıştırılmış bal yerler. Bu bal-polen karışımına, «arı maması» denir. Arı maması, dadı arıların midelerinde kısmen sindirildikten sonra, yemeleri için larvaların yanına bırakılır. Larvaların çoğu, bal ve polen karışımı an mamasiyla beslenirken, birkaç tanesi ansütüyle beslenir. İşte bu beslenme farkı, larvanın gelişiminde olağanüstü bir değişiklik yapar. Bal ve polen kanştmı arı mamasıyla beslenen larvalardan, iş­çi ya da erkek arılar çıkarken, arı sütüyle beslenen dişi lar­valardan, kraliçe anlar çıkar.

Bu kraliçe adaylarından biri, işçi arılan peşine takarak, diğer kraliçe adaylarını teker teker öldürmeye başlar. Ra­kipsiz kalan genç kraliçe adayı, tahtına oturmak üzere kra­liyet sarayına yönelir. Bu genç kraliçenin ve onun peşine takılan işçi arıların öldürücü iğnelerine hedef olmak is­temeyen eski kraliçe, tacını ve tahtını bırakarak, onbİn ka­dar işçi arıyla birlikte kovandan ayrılır. Kraliçe ve yandaş­ları, yeni bir koloni oluşturmak üzere, yürekleri burkan acıklı vızıltılarla uçup giderler.

Başka bir yaşam planında, bu planın çeşitli frekansla­rında kuş türleri vardır. Eğer Allah'ın yaşam soluğu olma­saydı, kuşlar, son model cihazlarla donatılmış pilotlardan daha üstün yön bulma yeteneklerine sahip olamazlardı. Kuşlar, basit av hayvanları değildir. Düşük bilinç katların­dan bakıyorsanız, öyledir. Kuşlar, güney yarımküreden kalkıp, binlerce kilometrelik hava yolunu haritasız ve pusulasiz katederek, kuzey yarımküreye hiç şaşırmadan va­ran, kışı orda geçirdikten sonra tekrar dönüş yolculuğuna çıkan ve ayrıldıkları ağaca, hatta bazen uçuşa kalktıkları aynı dala konan varlıklardır.

Bunlann sindirim sistemi de, diğer hayvanlardan oldukça farklıdır. Kuşlarda, «kursak» adı verilen bir torba bulunur. Alınan besinler önce burda depolanır. Havada uçarken acı­kırlarsa, kursaklanndan bir miktar besini midelerine aktanrlar. Böylece, havada enerji takviyesi yapmış olurlar. Mideye inen besin maddesinin sindirimi, diğer hayvanlarda olduğu gibi saatleri veya günleri almaz. Kursaktan mideye İnen besin maddesi, kursakta zaten iyice yumuşadığı için, kolayca sindi-rilir ve posa dışan bırakılır. Ve böylece, uçuş sırasında, posa-nın gereksiz ağırlığından da kurtulmuş olurlar.

Uçuş sırasında yapılan kanat hareketleri, göğüs kemik' lerinin açılıp kapanmasına neden olur. Körük gibi açılıp kapanan göğüs kemikleri, hava keselerine basınç yapar. Bu basınç sonucu, akciğerlere hava pompalanır. Dîğer hayvanlara göre daha kolay ve daha hızlı çalışan bu solu­num sistemi, aynı zamanda, kaval gibi içi boş, olan uzun kemikleri de havayla doldurur. Kemiklerin içi, kuşa hafif­lik kazandıracak biçimde, ilik yerine havayla doludur.

Kemiklerin, ilik yerine havayla dolu olmasının başka nedenleri de vardır. Uçuş yüksekliğinde hava molekülleri seyrek olduğu için, kemiklerine depoladıkları bu yedek havayı kullanırlar. Bu hava, aynı zamanda, besinlerin ok­sijen tarafından çabuk yakılmasını ve gerekli yüksek ener­jinin havada takviyesini sağlar.

Küçük kuşlardan kartallara vanncaya kadar, binlerce kuş türü, her yıl, üreme ve kışlama bölgeleri arasında, yaklaşık dörtbin kilometrelik uzun yolculuklar yaparlar. Kuzey yanmkürede yumurtlayan göçmen kuşlar, her sonbahar­da, güney yarımküreye doğru göçerler. Kışı orda geçirdik­ten sonra, ilkbaharın başlamasıyla, güneyden kalkıp, tekrar kuzeye dönüş göçüne başlarlar.

Küçük ötücü kuşlar, göç için gerekli enerjiyi, bu uzun yolculuğa çıkmadan önce depoladıklan yağdan sağlarlar. Bu yağ, onlann adeta yakıt tankıdır. Göçten önce bazılan-nın ağırlığı nerdeyse İki katına çıkar. Sekiz gram yağa sahip olan bir bülbül, bu yakıtla, üçbin kilometre uçabilir. Bu ya­kıtla bülbül, Almanya'dan Türkiye'ye rahatlıkla uçabilir.

Yırtıcı kuşlar, leylekler, turnalar ve pelikanlar gibi iri ya­pılı kuşlar, bedenlerinin büyüklüğü nedeniyle yağ depola-yamazlar. Ama bunlara, en az yakıtla, en uzun hedefe ulaşma ilmi öğretilmiştir. Bunlar, göç yolculuklannda, ha­va katmanlannın güneşle ısınması sonucu yükselen ve «termal» adı verilen hava kitlelerini kullanırlar. Geniş ka­natlarını kullanarak, bir termal yardımıyla yükselir ve öbür termale ulaşırlar. Termalden termale süzülerek, az bir enerjiyle uzun yol alırlar. Onlar, denizlerin üzerinde bu termallerin olmadığını da bilirler. Bu nedenle, yollannı uzatmak pahasına, karalann üzerinden uçarak hedefe va-nrlar.

insan bilimle tanışmadan önce, mağara kovuklarında il­kel bir yaşam sürerken, kuşlar bu termalleri kullanmasını biliyorlardı. İnsanın, evrimleşerek, aşamalı olarak ulaştığı bilime, kuşlar, taa yaratılışın başlangıcından beri sahipti­ler. Bu bilgilere nasıl ulaştılar? Hava termallerini kullan-jrıak için, sivil havacılık kursları mı aldılar?

Sürünün önünde giden kuşlar, kanat çırpmalanyia bir hava akımı yaratırlar. Bu hava akmından dolayı, arkada giden kuşların uçuşları daha kolaydır. Çok az bir enerjiy­le uçtukları için, pek yorulmazlar. Bu nedenle, yolculuk sırasında, önde giden kuşlar yorulduğunda, nöbeti arka­daki kuşlara bırakırlar. Önde giden kuşlar yavaşladığında, arkadaki kuşlar, nöbetin kendilerine geldiğini anlarlar ve hızlanarak öne geçerler.

Göç mevsimi geldiğinde, ilâhi bir sırla, bu kuşların bi­yolojik saatleri tınlamaya başlar. En modern bilgisayarlar­dan daha karmaşık bir yapıya sahip olan bu sevimli var' Jıklar, göç emrine itirazsız boyun eğerler. Eski yerlerine döndüklerinde, çoğu zaman, ayrıldıkları ağaca, hatta uçu-Şa kalktıkları aynı dala konarlar.

Kuzey kutbundan kalkan bir kuşun, elinde bir haritası ve pusulası yoktur. Binlerce kilometreyi katederek, hede­fe varmasını ve tekrar aynı yere dönmesini, bilimsel ola-rak, «kalıtım bilgileri» diye açıklayabilirsiniz. Bu bilgiler acaba buğday tarlasında mı yetişiyor? İnsanların yıllarca üniversiteye giderek öğrendikleri uçuş bilgilerine bunlar nasıl sahip oldular? Gagalarıyla tarlalardan «bilgi» mi top­ladılar?

Kuşu açığa çıkaran düşünce frekanslarının alt düzeyle­rinde, kemirgen Özellikleri gösteren yaraslar, üst düzeylerinde ise, memeli hayvan özellikleri gösteren devekuşu vardır. Kuşların diğer bir ucu da, nerdeyse balıklaşmış, hatta suda balıktan daha seri hareket edebilen penguen­lere kadar uzanır.

Böceği ortaya çıkaran düşünce frekanslarının küçük bir halkasında da karıncalar vardır. Bu küçük yaratıklar, düzenli bir hayat programına sahiptir. İnsanlar gibi onlar da tarımcılık ve hayvancılık yaparlar. Avcıları, askerleri, çobanları, İşçileri, köleleri, kraliçeleri vardır. Onlar da tıp­kı sizin gibi küçük köylerde veya büyük kentlerde yaşarlar. Yerler, içerler, sizin gibi selamlaşırlar, ambarlannda yiye­cek saklarlar. Onların da tıpkı sizler gibi sosyal bir hayat­ları vardır.

Kolonide yaşayan karınca sayısı, birkaç yüz civarında olabileceği gibi, yüzbinleri de aşabilir. İlkel kabile yaşantı­ları, küçük köy birimleri veya büyük kent merkezleri var­dır. Yuva, tamamen veya kısmen toprağın altındadır. Bu yuva, bazen bir ağacın yarığı, bazen de bir kayanın kovu­ğudur.

Kanncalann bir kısmı tarımcılıkla uğraşır. Tarımcılıkla uğ­raşan karınca toplulukları arasında, mesela mantar yetiştiren­ler vardır. İri yapılı, hızlı koşan ve çok güçlü çeneleri olan bah­çıvan kanncalar, bu güçlü çenelerini bir testere gibi kullana­rak, yaprak kesiminde çalışırlar. Kestikleri bu yapraklan ko-şaradım yuvaya taşırlar. Bahçıvan kanncalann kesip getirdiği bu yapraklar, yuvada çalışan tanm işçileri tarafından çiğnene­rek hamur haline getirilir ve yuvanın tabanına serilerek çürü­meye bırakılır. Hasat mevsimi geldiğinde, çürümüş yapraklar üzerinde bol miktarda mantar yetişmeye başlar.

Tarımcılıkla uğraşan başka kannca toplulukları da, yt> vaya buğday taşırlar. Yuvaya doğru birkaç santimetre genişliğinde ve otuz metreye varan uzunlukta, otlardan arın' dınlmış yollar açarlar. Tohumlan bu yollardan yuvaya ta-şırlar. Yuvaya taşınan tohumların kabuğu, yuvadaki işçiler tarafından soyularak dışan atılır.

Bahara doğru, yuvada filizlenmeye başlayan bu to­humlan, filizlenmemesi için yuvadan dışan çıkarırlar. Çenelerini kullanarak, genişçe bir alanın otunu temizlerler. Böylece, kendilerine bir harmanyeri açmış olurlar. Yuva­dan çıkardıkları tohumlan, otlardan arındırılmış, olan bu harmanyerine serip, bahar güneşi altında kuruturlar. Ku­ruyan tohumlan tekrar yuvaya taşırlar.

Karıncalar n bir kısmı da, askerlik mesleğiyle uğraşır. Kırmızı renkli, iri yapılı ve kıvnk çeneli olan bu kanncalann tek işi, haramiliktir. Bu haydutların hepsi de, asker olarak doğarlar ve bu nedenle besin toplayamazlar ve yavru ka^ nncalara bakamazlar. Bu karıncalar, bazı küçük yapılı ka' rmca türlerinin yuvalanna planlı bir şekilde saldınlar dü-zenleyerek, kraliçenin koza ve larvalarını çalarlar. Bu yağ^ malama sırasında direnen küçük işçi kanncalar olursa, on­ları hemen öldürürler. Yuvalanna taşıdıklan kozalardan çı­kan küçük kanncaları köle olarak kullanırlar. Çalınmış ko-zalardan çıkan bu küçük karıncalar, asker karıncaların bü­tün işlerini üstlenen birer köledir artık. Kendi yuvaları ya­kında bile olsa, asker karıncaların kolonisinden ayrılamaz ve esir kampından dışarı çıkamazlar. Bu küçük kanncalar, bütün Ömürlerini, askeri kışlada esir olarak geçirirler.

Bu haydut kanncalann, ustalıkla uyguladıklan başka yön­temler de vardır. Asker kannca, kendine ve kolonide bulunan yavrulara bakamadığı için, bir kara kannca kolonisinde darbe yapmayı planlar. Bunu denemeye giriştiğinde, kara kanncalar arasında, bu haksız darbe girişimine muhalif bazı işçi kannca­lar olursa, önce onlan öldürür. Ve sonra sıra koloninin krali­çesine gelir. Kraliçeyi de öldürebilirse, planladığı darbe girişi­mini başanyla gerçekleştirmiş olur. Onun kurulu tahtına otu­rarak, koloninin başına geçer. Ve artık yan gelip yatar, ömrü­nün sonuna kadar, zenci kanncalar tarafından beslenir.

Kanncalar arasında yerleşik olmayan göçmen toplu­luklar da vardır. Diğerlerinde olduğu gibi bunların yerleşik bir hayatları yoktur. Bunlar, çok büyük sürüler halinde göç ederler. Göç sırasında, bitki ve hayvan ayrımı yapmadan. Önlerine çıkan her canlının canına okuyarak, yolları­na devam ederler. Her şey, hiç istisnasız, onlann kurba­nı olabilir. Kaçmayı başaramayan yaralı bir ceylan, anti-loplann korkulu rüyası olan yaralı bir timsah, hatta hay-vanlar aleminin kralı sayılan yaralı bir aslan, bu göçmen kanncalann talihsiz kurbanlan olabilir.

Kanncalann hayvancılıkla uğraşanları da vardır. Bu kann­calar resmen hayvancılık yaparlar. Yani sizin anlayacağınız, geçimlerini hayvancılıkla sağlarlar. Bu kanncalar, yaprak bit­terinin «bal» diye adlandmlan tatlı sindirim artıklarını çok severler. Bitki özsuyuyla beslenen yaprakbitlerinİn sindirim artıkları, yüksek oranda şekerli madde içerdiği için, «bal» di­ye adlandmlmıştır. Kanncalar, yaprakbitlerini dürtükleyerek, ondan daha çok bal almaya çalışırlar ve çıkan sıvıyı emerler.

Hayvancılıkla uğraşan bu karıncaların, çok sevdikleri bu balı, özel yöntemlerle elde etmeleri, hayret verici bir durumdur. Bunlar, bal bulma işini rastlantıya bırakmazlar. Çoban karıncalar, yaprakbitlerini evcil bir böcek haline getirirler. Yaprakbitlerini ve onların yumurtalarını yuvaya taşıyıp, kış boyunca onların bakımını üstlenirler. Altfannı temizleyip, tımarlarını yaparlar. Yuvaya yaprak taşıyarak, onları beslerler.

Bahar geldiğinde, çoban karıncalar, bu yaprakbitlerini dışarı çıkarırlar ve onları beslenebilecekleri bitkilerin üzerine bırakırlar. Bir bitkinin yaprağına yapışarak beslenen yaprak biti eri, her an, çoban karıncaların gözetimi ve de­netimi altındadır. Özsuyu emilen bitki yaprağı ölürse, ço' ban karıncalar, yaprakbitlerini başka bir yaprağa taşırlar. Yaprakbiilerinin beslendiği bitkiye, eğer bir uğurböceği gelecek olursa, çoban karıncalar paniğe kapılırlar ve ace­leyle yaprak bitlerinin yerlerini değiştirerek, onları saklama­ya ve korumaya çalışırlar. Çünkü, bir uğurböceği, saatte otuz kadar yaprakbitini yiyebilir. Bu, çoban karıncalar İçin tam bir felaket sayılır.

Meksika çöllerinde hayvancılıkla uğraşan bu karınca­lar, çok iyi beslendikleri için, diğer karınca türlerine göre daha şişmandır. Hatta bunların obez olanları bile vardır. Bunlar, gövdelerinde o kadar çok bal stoku yaparlar ki, sonunda bir nohut tanesi gibi şişer ve yuvarlaklaşırlar.

Aynı boyut içinde, farklı yaşam zincirleri oluşturan hayat realiteleri vardır. Bunlar, farklı yaşam boyutları değil, ama aynı boyutun nicel frekanslarında ortaya çıkmış hayat planlarıdır. Damarlı bitkilerden, mantarlara, yosunlara kadar inen yelpazede, yüzbinlerce bitki türü yaşamakta­dır. Bitkiyi oluşturan düşünce frekanslarının merkezinde, fotosentez yapma özelliği olan ağaçlar vardır. Bu frekan­sın, cansız maddeye doğru inen alt düzeylerinde ise, fotosentez yapma özelliği olmayan, damarsız ve köksüz su yosunlan veya kaya yosunlan bulunmaktadır. Hayvana doğru çıkan üst düzeylerinde ise, asalak bitkilerden, bo-cek yiyen etçil bitkilere kadar uzanan bir yelpaze vardır.

Hayvanı oluşturan düşünce frekanslarının alt düzeyle­rinde, nerdeyse bitki özelliği gösteren hareketsiz mercan­lar ve süngerler varken, üst düzeylerinde, zekâsı ve se-vimliliğiyle insana benzeyen ve insanla iletişim kurabilen yunuslar vardır. Bu sevimli yaratıklar, insanın yayınladığı düşünce dalgalarını algılayarak -ki bu hayvanlar aleminde en yüksek algıdır, okyanusun derinliklerinden süzülüp ge­lirler ve o düşünce dalgalannı yayınlayan insanı bularak, onunla dostluk kurarlar, insanın yayınladığı düşünce dal­galan, aslında yunusa göre yüksek frekanslıdır, fakat onlar bu yüksek düşünce dalgalannı algılayabilen istisna var­lıklardır ve bu nedenle hayvanlar aleminin en yüksek bi­linç düzeyinde yaşarlar.

Köpek nasıl koku dalgalarıyla iletişim kurabiliyorsa, dostunu ve düşmanını nasıl koklayarak tanıyabiliyor ve sa­hibini nasıl koklayarak tanıyabİliyorsa, yunuslar da, aynı şekilde, koku dalgalanyla değil, ama düşünce dalgalanyla iletişim kurabilen, hayvanlar aleminin en zeki ve en se-vimli varlıklarıdır.

Madde boyutunu oluşturan düşünce frekanslarının en üst düzeyinde insan açığa çıkmıştır. Fakat, insanı açığa çv karan düşünce frekanslarının da, nicel birikimleri ve nitel boyutları vardır. İnsanda ortaya çıkan bilinç katlan, bu frekans farklılıklarından doğmuştur.

 

Perdeli Kişilik Düzeyleri

 

İt düzeylerden üst düzeylere doğru gelişim süre-nde, bilincin yedi merkezi vardır. Bunları içice halkalar şeklinde düşünecek olursanız, birinci bilinç mer­kezinde yaşayan ve hayata bu merkezden bakan insan, en içteki dar halkanın ortasındadır. Bunu farkettiğinde. İç­ten dışa doğru halkalarını kaldıracak ve üst bilinç katlan-na doğru bir yönelişe geçecektir. Bu gelişim sürecinde, bakış açısının değiştiğini ve hareket alanının genişlediğini görecektir. Eskiden Önem verdiği nesneler onun için artık önemsiz olmaya başlayacak; eğilimlerinde ve isteklerinde açık bir farklılık gözlemleyecektir. Arzuları değiştikçe, algı­ladığı düşünce dalgalan da değişmeye başlayacaktır. Daha yüksek titreşimli düşünce daigalannı algılayacak ve o dü­şünce dalgalarının frekansında pozitif enerjiler (olumlu duygular) Üretmeye başlayacaktır. Bu pozitif enerjiler, onun duygu belleğine kodlanarak, onu pozitif ortamlara (cennetlere) çekecektir.

Birinci bilinç katında, insan, kendini hücresel molekü-ler yapıdan ibaret sandığı için, bedene yönelik çalışmalar yapar. İnsanı kuşatan en dar halka budur. Bu insanın ortamını, Tasavvuf, «benlik zindanı» diye adlandırmıştır. Gerçekten de, tam bîr zindan gibidir. Bu bilinç düzeyin­deki insanın en iyi bildiği şey; yemek, içmek ve barınak sa­hibi olmaktır. Bu bilinç katı, insanı, «dünyadan yeterince alma» savaşına sokar. O İnsan, artık bu anlamsız savaşın bağımlısı olur. Bağımlılık kazandıkça, «dünyadan yeterin-ce alma» savaşı zamanla hızlanır ve giderek «daha çok al­ma» savaşına dönüşür. Bu «daha fazla»lann sonu hiç gel­mez ve bir kısır döngü başlar. Bu insan, sanki ne yaptığı­nın farkında değildir. Kendi dramını bilinçsizce oynar. İn­sanlara ve nesnelere karşı tepkisi mekaniktir. Tasav­vuf da, bu bilinç düzeyi, «emmare nefs» olarak adlandırıl­mıştır.

Bedenin doğasıyla ilgili gereksinimler, kuşkusuz her in­sanı yakından ilgilendiren bir konudur; ama sizin bunlara nasıl yaklaştığınız Önemlidir. Frekansınızı belirleyecek olan, bu bakış açınızdır. Bu gereksinimleri, hayatın «ken­disi» olarak mı, yoksa hayatın «ayrıntısı» olarak mı görü­yorsunuz? Size gelen bu düşünce dalgalarından hangisi­ni yakalayıp değerlendiriyorsunuz? Bunlann ikisi de bakış açısıdır. Siz eğer bedenin doğasıyla ilgili gereksinimleri, hayatınızın tek amacı haline getirirseniz, onlar sizin etra­fınızda görünmeyen duvarlar oluşturur ve siz bu görün­meyen duvarlarla perdelenirsiniz. Bu duvarlar, algılama kapasitenizi sınırlar. Hatta tamamen yok eder.

Birinci bilinç katında yaşayan insan, bu gereksinimlere saplanıp kalmış, kendini tamamen buna odaklarnıştır. Bu gereksinimleri, hayatının tek amacı haline getirmiştir. Yaşamak için onlan değil, sanki onlar için yaşamı kullanmak­tadır. Yaşam, «sahip olmak» için bir araçtır sanki. Eğer bi­rine, «bugüne kadar neyin sahibi oldun?» diyorsa, onun yoksulluğunu kasdederek, aklısıra ona hakaret ediyordur. Bu insanın hayatta işitebileceği en «ağır» söz, biraz önce başkası için kolayca sarfettiği bu sözdür. Herhangi birin­den bu «ağır» sözü işitme korkusu, onun «sahiplenme» tutkusunu daha da tetikler.

Bedene yönelik ihtiyaçlar, yaşamının odak noktasını oluşturduğu için, bu merkezde yaşayan insana «emmare nefs» denmiştir. İnsanı sürekli yönlendiren, sürekli dür­ten, dürtükfeyen, dürtüsel davranış kalıplarını ortaya çıka­ran düşük bir merkezdir. Bunları yaparken, emirlere ve yasaklara hiç aldırış etmez. Bataklığa kolayca düşebilir. Bedenin emirlerine, itirazsız, koşulsuz teslim olmuştur. Bu bilinç merkezi, insana sürekli emirler veren ve insanı yük hayvanı gibi kullanan bir merkezdir. İşte bunun için, bu bilinç düzeyine, «emreden» anlamında, «emmare nefs» denmiştir.

Oysa bedenin güvenliğiyle ilgili temel gereksinimler, çok sıradan gereksinimlerdir. Hayatın küçük ayrıntılarıdır. İnsan eğer ona hayatın küçük bir ayrıntısı olarak değil, ha­yatın kendisi olarak yaklaşırsa, bu nesnelere odaklanır. Onları hayatının merkezine koyar ve ömrü boyunca on­ların etrafında döner. Sorun aslında bu nesnelerde değil, onlara bakış açısındadır. Onlara bakış açısını belirleyen, sahip olduğu bilinç katıdır. O bilinç katını açığa çıkaran da, eğilimleridir. Bu eğilimler, o bilinç katında döllenir, filizlenir, derinlere kök salar. Bu şeytan labirentinin sadece tek çıkış kapısı vardır; eğilimlerinizi değiştirerek, üst bilinç katlarına sıçrayacaksınız.

Bu İnsan, hayatta her şeyi bırakmış, sadece yiyecek, içecek ve barınak gibi kişisel güvenliğiyle ilgili nesnelere yönelmiştir. İstedikçe almış, aldıkça daha çok istemiştir. Fakat buna rağmen kendini güvende hissedememiştir. Sürekli olarak, geleceğiyle ilgili derin endişeler ve korku-lar üretmiş, bu duyguların bombardımanı altında, mutsuz ve tedirgin bir yaşam sürmüştür. Gittikçe daha çok sorun üretmeye başlamış ve ürettiği sorunların içinden çıkamaz hale gelmiştir. Sanki bir girdaba kapılmış gibidir. Sanki ha­yat sonsuz akışını sürdürürken, o insan, takılıp kaldığı yer-de dönmektedir. Sankİ baktığı halde görmemiş ve işittiği halde duymamıştır. Belki de bu nedenle, sürekli aç ve do­yumsuz kalmıştır. Herkesten çok yediği halde aç kalmış, tikabasa doyduğu halde doyumsuz kalmıştır.

Algılaması kısıtlı, dünyası dardır. Ama bunun ayırdında değildir. Ayırdında olsa zaten ordan çıkmaya çalışacaktır. Karanlık bir odada oturan kör bir insan gibidir. Penceresi perdelidir. Ama perdeleri açıp, odasını aydınlatma gereği duymaz. Çünkü perdelerin ayırdında değildir. Perdeli oldu-ğunu bilse, zaten sorunu çözmeye başlayacaktır. Yaşadığı bilinç katından kurtulabilmesi için, hangi bilinç katında oldu-ğunu ve nelerle kuşatılı olduğunu bilmesi gerekmektedir.

Bu insanın «sahip» olduğu en kuvvetli duygu, «sahiplen' me» duygusudur. Bu duygu, onda öylesine güçlenmiştir ki, istediği «her şeyin sahibi» olmuş, fakat nedense sadece «kendisinin sahibi» olamamış, bedenine söz geçirememişti.

Bilgi, bu düzeyde yaşayan insan için, pek bir şey ifade etmez. Bilginin derinliklerine ve ayrıntılarına girmek yeri­ne, yüzeyde kalmayı tercih eder. İşte bu nedenle, ibade­ti taklit yolludur. İbadetin inceliklerini, ayrıntılarını ve hik­metlerini anlayamaz. Fakat, onun taklit yollu ibadete yö­nelmesi bile bir başarıdır.

Genellikle suya sabuna dokunmaz. Fakat dokunacak olsa, dokunduğu her şeyi kirletir. Mensup olduğu grubun bakış açısını tam olarak yansıtamaz. Temsil ettiği dini ve­ya ideolojiyi yanlış algıladığı için, yanlış yansıtır. Bu tür yaklaşımlar aslında onun için lüksdür, gereksizdir. Kendi kabuğunda yaşamayı tercih eder.

Bütünü kavrayamadığı için; fanatik yaklaşımlar, bölü­cülük, ırkçılık, ayrımcılık gibi dar görüşler bile onu aşar. Oysa bu yaklaşımlar, zihinsel boyutların geneli düşünül­düğünde, sonsuzlukta yaşadıkları halde, kendilerini daracık bir odaya hapseden kişilerin yaklaşımıdır. Ama bu yak­laşım bile bu insanı aşar. Onun daracık dünyası, sadece bedenin doğası ve barınakla sınırlıdır.

Birinci bilinç düzeyi, beden doğasıyla ilgili saplantıların yetiştiği ve kuvvetlendiği bir bataklıktır. Başlangıçta zarar­sız gibi görünen «sahiplenme» arzusu gittikçe kuvvetlenir ve negatif duygular Üretmeye başlar. İnsan, neye sahip olmak istediğini ve niçin sahip olmak istediğini sorgulama­dan dürtüsel bir davranış sergilerse, bu bilinç katı; reka­bet, öfke, kin, kıskançlık, cimrilik, cahillik, yalan, dediko­du, İftira ve buna benzer daha bir yığın negatif duygula­rın yatağı olur.

İnsan, kendini nasıl programlarsa öyle olur. Ve bu prog-ram, onun frekansını açığa çıkanr. Sonra bu frekansına uygun düşünce dalgalannı kendine çeker, ibadetler ve dualar bunun içindir. Birinci bilinç katında yaşayan biri, bedenin doğasıyla sınırlanmış bile olsa, ibadete yöneldi' ğinde, dualarında «zihin açıklığı» ve «huzur» istediğinde, bu yüksek enerji dalgalarını kendine çeker. İbadetler ve dualar, yüksek titreşimli düşünce dalgalarına ulaşmak İçin, insanın, kendini üst bilinç katlarına programlamasın^ dan başka bir şey değildir. Hazreti İsa'nın (as), «ne ister­seniz, size o verilecektir» sözü, bunu anlatır.

Birinci bilinç merkezi, bir insanın düşebileceği en alt merkezdir. Bunun altında, «hayvani nefs» olarak adlandı-rılan bir merkez daha vardır. Yemek ve içmek uğruna; çalmaktan, yaralamaktan, hatta öldürmekten bile çekinmez. Birinin kolunda altın bilezikler varsa, o bilezikler için, onun kolunu kökünden kesip götürebilir. Birinin bo­ğazında altın kolye varsa, o kolye için, onun boğazını hiç düşünmeden kesebilir. Ölünün ağzında altın dişler oldu­ğunu bilse, hiç düşünmeden mezarı açabilir ve dişleri sö­küp götürebilir. Artık bu insanın düşebileceği başka bir merkez kalmamıştır. Canlılarda (hayvanlarda) yaşama ve hareket enerjileri, tam da bu merkezin ürünüdür. Psiko­lojide, bu çukurun adına, «içgüdü» denmiştir. Burası artık bir merkez değil, bir çukurdur.

Fakat, Tasavvuf dilinde, «emmare nefs» olarak adlan­dırılan birinci bilinç katı, bu hayvani nefsin üstündedir. Yemeye ve içmeye gerçi düşkündür; ama bu isteğini «çaIarak» değil, «çalışarak» yerine getirmektedir. Bu bilinç merkezindeki insan, eğer yasaklara ve emirlere kulak ve­rir, anlamadığı halde taklit yollu ibadet ederse, yüksek tit­reşimli düşünce dalgalarını kolaylıkla algılayabilir ve onla­rı duygu boyutunda yaşayarak yaşam realitesi haline dö­nüştürebilir. Dualarla çağrılan bu yüksek düşünce dalga­ları, onu serinleten bir rüzgâr olabilir.

Cennetlerin dışında, herkesin çok iyi bildiği gibi, bir de cehennemler vardır. Yoğun manyetik güce sahip olan bu ortamları, insan, esasen kendi içinde taşıyıp durmaktadır. Cennetleri kendi bilinç katlarınızda nasıl taşıyorsanız, bu cehennem çukurlarını da kendi içinizde öyle taşıyorsu­nuz. İsteyerek, alarak, daha çok isteyerek, daha çok alarak... Bu döngü sürecinde, zincirin bitmek bilmeyen halka-lan gibi negatif duygular üreterek taşıyorsunuz. Kıskanarak, öfkelenerek, suçlayarak, nefret ederek, kibirlenerek taşıyor­sunuz. Aslında siz sadece cennetleri ve cehennemleri de­ğil, tüm boyutlanyla evreni İçinizde taşıyorsunuz...

İkinci bilinç katında yaşayan insan, mutluluk arayışlanni, geçici hazlarda arar. Bu bilinç katında yaşayan insan, alış­kanlık yaratan ve zevk veren nesnelerle kuşatılmıştır. Onun etrafı; alkol, sigara, kumar ve uyuşturucu gibi kalın duvar­larla örülüdür. İkinci bilinç katı, alışkanlık haline dönüşen kuvvetli bağımlılık duygulan üretir. Bu duygular, insanı öy­le kuşatır ki, hayat sadece o nesnelerle anlam kazanır.

Bu insan, hoş duygular uyandıran seslerin, renklerin, tadların, peşinde de koşabilir. Peşinde en çok koştuğu nesne, çekim gücü en kuvvetli olan cinselliktir. Aslında ne yaptığının farkındadır. Hatalarından dolayı kendini çok kınar, eleştirir. Fakat, bağımlılıklanndan kolay kolay kurtu­lamaz. Bu bilinç katına, Tasavvuf da, «kendini kötüleyen» veya «kendini kınayan» anlamında, «levvame nefs» den-mistir.

Bilincin, (nefsin, benliğin) bu adı almasının nedeni^ bir dönüşe geçmeyi istediği için, istemeyerek sürdürdüğü alışkanlıklarından kurtulmayı istediği içindir. Fakat ordan çıkamadığının da ayırdındadır. Ayırdında olduğu için, kendini sürekli ayıplar, kınar, «levm» eder, pişman olur. İşte ona bu nedenle «levvame nefs» denmiştir.

Bu bilinç düzeyinde yaşayan insan, daha üst bilinç katla­rını farketmİş ve o katlara doğru bir yönelişe başlamıştır. Ol­dukça zor bir savaşın içindedir. Yaşamının odak noktasını, «doğru»lann ve «yanlış»ların çatışması oluşturmaktadır.

Doğruyu ve yanlışı aslında ayırır, bunun farkındadır; ama o yanlışlarından bir türlü kurtulamaz. Bir girdabın içinde döner durur, acılar çeker, suçluluk duyar. Bütün bunlara rağmen, mistik bir dünyası varsa, ilâhi emirlere ve yasaklara da uyar. İbadetle bilincini arındırır ve kendisiy­le samimi olarak mücadele eder. Bu merkezde yaşayan insanın en kalın perdesi; ayıplamak, eleştirmek, kınamak ve yermektir. Onun bu tavrı, başkasından daha çok ken-dine yöneliktir. Bir yandan, gündüzleri oruç tutmak, geçeleri namaz kılmak ve sadaka vermek gibi salih amelleri vardır. Ama diğer yandan, bunlann bilinmesini ve takdir edilmesini isteyen kötü bir huyu vardır. Aslında bu­nun,«gizli riya» olduğunu bilir, ama ondan bir türlü kurtulamaz. Baskalan tarafından «bilinmesini İstemek, takdir ve onay beklemek, «gizli rîya»dır. «insanlar için» ibadet etmek İse, «açık riya»dır.

Eğer mistik bir dünyası yoksa, eğlencenin cazibesine ve çekici gücüne kolayca kapılarak kendini kaybedebilir. Alışkanlıkları ve bağımlılıkları tutuşturup büyük bir yangı­na dönüştüren nesnelerin, mutlaka uyuşturucu veya alkol olması gerekmez. Tat, koku, ses, renk gibi, alışkanlık ya­ratan ve zevk veren her nesne, ikinci bilinç katında ba­ğımlılık duyguları üretir. Bu, mesela çok basite alınan bir sigara veya saplantı haline gelen bir davranış biçimi de olabilir. Geçici zevk veren her şey olabilir. Keyif veren ve alışkanlık yaratan her nesne, ikinci bilinç düzeyinde, sizin perdeniz olabilir.

Ordular yönetmiş ve zaferler kazanmış bir komutan olabilirsiniz. Ama alışkanlıklarınıza ve bağımlılıklarınıza karşı aciz ve çaresiz olduğunuzu hissedersiniz. Sizi teslim almıştır. Aklınızı, fikrinizi, zekânızı, mantığınızı kullanarak, onu asla yenemezsiniz. İradenizi kullanarak yenmeniz de zordur. Çünkü, bir şeyi isteyen zaten iradedir. Karşı çıkan da iradedir. İrade, aynı bilinç katında, hem «isteyen», hem de «karşı çıkan» olmaz. Fakat irade, bir bilinç katın-da istediği şeyi, başka bir bilinç katında reddedebilir. Bu da, sizin bilinç atlamanız ve yeni bir bakış açısı kazanma­nız anlamına gelir.

Ordan çıkması için, bu insanın, orda olduğunu bilme­si gerekir. Fakat bu bilinç katında yaşayanların büyük bir kısmı bunu bilmez. Kötü kokulu bir odanın içinde yaşadığmız için, kötü kokunun farkında değilsinizdir. Dışardan gelen arkadaşınız, odaya girdiğinde, odanın kötü kokusu­nu hemen farkeder. Bunu size söylese de hiçbir yaran ol' maz. Çünkü siz kötü kokuyu algılamıyorsunuz. Bu yüz­den, odanızı havalandırma gereği duymazsınız.

İnsanı kuşatan alışkanlık çemberi, sadece bunlarla sı-nırlı değildir. Tembellik de bir alışkanlık yaratır, çalışkan­lık da... İkinci bilinç katının bakış açısı, bu alışkanlıkları bir zevk haline getirir. Çalışır, çalışır, durmadan çalışır. Sade­ce işine odaklanır, işinin aynntılarında kaybolur ve sonun­da işiyle perdelenir. Artık onu yönlendiren ve davranış bi­çimlerini belirleyen, onun işidir.

Çok konuşmak da alışkanlıktır. Konuştukça zevk alırsı­nız. Oylf zevk alırsınız ki, yolda rastladığınız herkese, Fa­tih Sultan Mehmet'in, filanca tarihte İstanbul'u nasıl feth­ettiğini anlatırsınız. Baktınız ki adam dinliyor, hazır bir dinleyen bulmuşken, tutar ona bir de Osmanlı tarihini an-latirsınız. Artık insanlar sizi gördüklerinde, girecek delik ararlar. Sizi gören herkes, yolunu değiştirmeye başlar. Sonra «bunlar benden niye kaçıyor?» diye düşünmeye başlarsınız. Onları sıktığınızın farkında bile değilsinizdir. Farkında olsanız, zaten yapmazsınız. Onların sizden kaç^ tıklarını farketmeniz bir mucizedir; fakat bunun farkında olmadığınızda, kaçanı adeta kovalayarak yakalar ve ona bir köşede derdinizi anlatırsınız.

Her insanın bir hapishanesi vardır. Onunla konuştu­ğunuzda bunu hemen anlarsınız. Konuştuğunuz her in­san, sizi kendi zindanına hapseder. Birinci bilinç katında yaşayan birine konuk olduğunuzda, yiyecekleri gözünüze gözünüze sokar; «ye, ye, ye!» diye başınıza tokmaklar in­dirir. Sonra da, uzun uzun, size evinden bahseder. Bu evi nasıl yaptırdığını, yaptırırken ne sıkıntılar çektiğini, ustalar­la nasıl dövüştüğünü, niçin dövüştüğünü, nasıl dövüştü­ğünü, çimentoyu kaça ve tuğlayı kaça aldığını, uzun uzun anlatır. Ondan kurtulmak için, her an bir fırsat kollarsınız. İkinci bilinç katında yaşayan birine konuk olduğunuz zaman, size hemen içki ve sigara ikram eder, sonra haya­tın «sıkıcı» ya da «eğlenceli» oluşu üzerine değerli görüş­lerini arzeder. Daha sonra, konuyu yavaş yavaş hovarda­lıklarına getirir. Üçün yanına beş katarak, nasıl «çekici» veya «çapkın» olduğunu anlatır. Sanki sîzi çok ilgilendiri-yormuş gibi tutar bir de sevgilisinin hangi kokuyu kullan­dığını bile anlatır.

İkinci bilinç düzeyinde yaşayan insanın algılama yete­neği zayıftır. Kavrayışı sığ ve yüzeyseldir. Suçlayıcı, yargılayıcı bir bakış açısına sahiptir. Bilginin derinliklerine in­mez. Hayatın ayrıntıları ve incelikleriyle uğraşmaz. Bilin­cin bu düzeyinde, hayatı çok eğlenceli bulanlar olduğu gibi, sıkıcı bulanlar da vardır. Hayatı sıkıcı bulanlar, bu­lunduktan bilinç katından kurtulmak isteyen ve üst bilinç katıyla iletişim kurmaya çalışanlardır. Hayatı eğlenceli bu­lanlar ise, çok «eğlenceli» buldukları bu çukurdan çıkma­ya niyeti olmayanlardır.

Bağımlılık yaratan en çekici nesnelerden biri de, cin­selliktir. Yanlış olan, cinselliği yaşamak değildir; cinselli­ğin, esas amacından saptırılmış olmasıdır. Daha da kötüsü, bu alanda büyük bir pazar yaratılmış olması ve ticari amaçlarla kullanılıyor olmasıdır. Daha kötüsü ise, zora da­yanan sapık ilişkilerde kullanılmasıdır. Üzümden, pekmez de yaparsınız, şarap da... Bu, üzümün güzelliğini ve ma­sumiyetini bozmaz. Bozuk olan, sizin üzüme bakışınızdır. Cinsellik saplantısı olan insanın zihinsel evreninde, ışık geçirmeyen kalın duvarlarla örülü bir bilinç katı oluşmuş ve orda kökü derinlere inen güçlü duygular, tutkular, şid­detli arzular ortaya çıkmıştır. Bu duygularla tetiklenen saplantılı  davranış  kalıplan  geliştirmiştir.   Bu  merkezin manyetik alanına girmek çok kolay, ama çıkmak nerdeyse olanaksızdır. Karadelikleri bilir misiniz? Uzayın karadelik-leri vardır. Kaptığı cismi asla bırakmaz. İşık bile onun ko­yu karanlığında kaybolup gider.

İnsan, maddenin çekici gücüne ve cazibesine kapılan bir varlıktır. Bir nesneye takılıp kalır. Akıp giden hayatla bütünleşemez. Hayatı sınırlı olarak algılar ve böylece kendini sınırlar. Bu insan politikaciysa, toplumu sınırlayan yasalar üretir. Yazarsa, okuru sınırlayan bilgiler üretir. Din adamıysa, dini sınırlayan hurafeler üretir. Toplum; sürek­li olarak, kendini sınırlayan adetler, gelenekler, töreler üretir, içinden çıkılamayan labirentler işte böyle oluşturu­lur. Sonra da, ordan çıkmanın çareleri aranır.

Üçüncü bilinç katında yaşayan insan, toplumun değer yargılarıyla perdelenir; «güç» ve «kariyer» üzerinde odak­lanır. Kendini, insanlara hakim olmaya, onlan yönetme­ye, prestij kazanmaya ve zenginliğe odaklar. Hiyerarşiye çok   önem   verir.   Yönetmenin   ve   kontrol   etmenin ayrıntılanna iner. Bu duygular, köklü çınarlar gibi kuvvet­lenir, dallarıyla tüm benliği kuşatır, perdeler. Sahibine hu­zur ve rahat vermez. Bu duygular ondan sökülüp alındı­ğında, hayatın hiçbir değeri ve anlamı kalmaz. Onu kuşa­tan halka da işte budur. İşık geçirmeyen kalın bir perde­dir.

Bu merkezde gelişen duygular, etken ve edilgen İnsan tipleri ortaya çıkarır. Güç üzerinde odaklanan ve o mekanizmayı çalıştıran etken insan tipi, toplumu yönetme ve yönlendirme yönünde bir davranış sergilerken, onaylan­ma ve alkışlanma dürtüsüyle hareket eden edilgen insan tipi, toplum tarafından yönlendirilir.

Güç üzerinde odaklanan insan, bu güce sahip olabil­mek için, ne gerekiyorsa onu yapar. Silah kullanılacaksa, kullanır. Parayla alınacaksa, alır. Ona kimi zaman maka-mıyla sahip olur. Kimi zaman da cinselliğini ve fizik güzel­liğini kullanır, önemli olan, büyük bir güce sahip olmak ve bunu insanlar üzerinde kullanmaktır. Bu güce nasıl sa­hip olunacaksa öyle olur. Ne gerekiyorsa onu yapar.

Ünlü diktatörler böyle çıkmıştır ortaya. İnsanı, yönetim organlarına ve önemli karar organlarına getiren duygu, budur. Ona, holdingler ve şirketler kurdurtan, bu duygu­dur. Bu duygunun yatağı, bilincin üçüncü merkezidir. Kıvılcım orda tutuşur, sonra büyür, yangın olur. Bu yangın, onu öyle bîr kuşatır ki, onun içinden asla çıkamaz. İmpa­ratorlar, diktatörler, tiranlar çıkar ortaya. İstisna olarak, bazı pozitif güçlerin çıktığı da olur. Mesela Atatürk gibi, Gandhİ gibi.

Tehlikeli bir yol aynmindadır. Bilincin üst katma yönel-mezse, kendini «güçlü» sanma kuruntusundan kurtulamaz. Ömrü boyunca bu girdapta döner durur. Var sandığı gücü­nün sahte varlığıyla perdelenir. Kendi varlığıyla gerçeği ör­ter, algılama kanallanni tıkar ve yüksek düşünce dalgalarına ulaşamaz. Bu nedenle, mutsuz ve tatminsiz ölür... Bunlar olabilir, ama gücün ve iktidann tek sahibini algılamaya baş-laması da mümkündür. O zaman, isteyerek ve inanarak Al­lah'a yönelir. Tasavvuf dilinde, bu bilinç katının, «mülhime nefs» olarak adlandırılmasının nedeni budur.

Kendi gücünün aldancı olduğunu anlayıp, esas güce yönelmişse, bu kişi mutlaka yüksek frekanslı düşünce dalgalarını (ilham) algılamaya başlamıştır. Bu düşünce dalga­larını algılamamış olsa (ilham gelmese), kendi gücünden vazgeçmesi ve şöhretine boş vermesi mümkün değildir. Bu ilhamları almış olması nedeniyle, ona, «mülhime» adı verilmiştir.

Bu bilinç katında, insan, maddenin Ötesine uzanabili-yorsa, o, yüksek titreşimli düşünce dalgalarını algıladığı (ilâhi ilhamlar geldiği) içindir. Maddenin duvarına toslu-yorsa, o da, önceden olduğu gibi, düşük titreşimli düşün' ce dalgalarının (kuruntunun) gereğidir. Kuruntunun gere--ğinı yaparsa, düşük bilinç katlarına doğru inişe geçer. Fa--kat, bu merkezde yaşayan insan, ilhamlar alıyorsa, yüksek bilinç merkeziyle ilişkiler kurmaya başlamıştır.

Yüksek titreşimli düşünce dalgalarını almaya başladı­ğında, açığa çıkardığı sıfatlarda bir dönüş gözlemlenir. Makamını, kariyerini ve otoritesini küçümsemeye başlar; ilim, cömertlik, tahammül, yetinme, tevazu, sabır, hoşgö­rü, merhamet gibi, önceden olmayan bazı özelliklerin kendinde açığa çıktığını farkeder.

Bu bilinç düzeyinde eğer kapalı kaldıysa, açık algılara sahip olamadıysa, hayat, onun için sadece «güç» anlamı­na gelir. Onun için hayatın artık başka bir anlamı yoktur. Fakat, sahip olduğu güç, ona, hayat enerjisi sağlayan ana daman kesmiştir. Gücün esas sahibini unutmuş, sahte gü­cüyle etrafına görünmez bir duvar Örmüştür. Artık diledi­ği gibi davranabilir. Servetine servet katmak için, yalan söyleyebilir. Adaletsiz kararlar verebilir. Çıkar sağlayabi­lir. Kariyerini sağlamlaştırmak için, toplumun ortak değer­lerini, mesela dini kullanabilir. Bunların hepsini yapabilir. Sayısız olanaklara ve zenginliğe sahip olmasına karşın, onun gözlerine dikkatle baktığınızda, doyumsuz ve mut­suz olduğunu görürsünüz.

Bir arayış İçindeyse, bu bilinç katından kurtulmak isti' yorsa, üst bilinç katlarında yaşayan birilerini arar. Düşük bilinç katlannda yaşayan insanlardan sıkılır. Üst bilinç kat­larında yaşayan birilerini bulursa, oniann yayınladığı po' zitif enerjiyle aydınlandığını, genişlediğini, huzur buldu­ğunu farkeder. Zihnini kurcalayan, benliğini gölgeleyen bazı kuşkularından arınır.

Bu bilinç katında onun durumu pek sağlam değildir. Bilincini iyi anndıramadığı için, zaman zaman ortaya çı­kan zaafları vardır. Toplumsal değer yargılarından tama­men kurtulamamıştır. Bu nedenle, sık sık geriye dönüşler yaşar. Bu dönüşlerde, kuruntunun karanlık zindanlarına tekrar inebilir. Alışkın olduğu eski bilinç katının manyetik alanından tamamen kurtulamamıştır. Eski alışkanlıklarına tekrar dönüp, çok yemeye, çok içmeye, çok uyumaya ve insanlann arasına yeniden karışmaya başlayabilir. Eski gücünü, eski otoritesini ve kariyerini özleyebilir.

Hatta bazen inançları örselenebilir, ibadetlerini terkede-bilir. Günahlann manyetik alanına doğru hızla çekilebilir. Bu-nunla beraber, sanır ki, kemalini bulmuştur. Madde duyanı­nın ötesindeki gİ2emi yakalamıştır. Evrenin gizli boyutlarını (gayb alemini) keşfetmiştir. Başkaları, onun algıladığı gerçek­lerden perdeli kalmıştır.

Sosyal ilişkileri çözülmüş ve içe yönelik çalışmaları tam kuvvet bulmuşken, amacına ve kemaline yaklaşmışken, geriye dönüşü, onun, önceki bilinç merkezine yakın ol­masından dolayıdır. Önceki merkezin çekim alanından tam olarak kurtulamamıştır. Bu merkez, oldukça tehlikeli, kaypak ve tuzaklarla doludur. Çünkü, insanlann özendi­ği, gıptayla baktığı bir yaşamı vardır. Bu parlak yaşamın, bir çekiciliği, cazibesi vardır. Servetin, makamın, otorite' nin, kariyerin, şöhretin çekim gücü, bu merkezde yaşayan insanı rahat bırakmaz.

Toplum değerlerinin, insanı şekillendiren ve ona yon veren bir gücü vardır. Bu gücünden dolayı, toplum, kendi tohumlarını yeşerten bir tarla gibidir. Kendini oluşturan bi­reylerin kişiliğini, değer yargılanyla yoğurur ve biçimlendirir. Fakat, bu tarlada her zaman başaklan altın şansı buğday ye­tişmez. Bazen de delice otlan yetişir. Ayrıklar ve dikenler ye­tişir. Nemrudlar. Firavunlar, Karunlar yetişir.

Şaklabanlan, yalakalan, yardakçılan olmuştur. Alkışla­yanları çok olmuştur. Kibİre ve gurura kapılmışlardır. Şakla­banlar, yalakalar, yardakçılar her zaman olacaktır. İnsanı al­kışlayan birileri mutlaka olacaktır. Onlar yok edilemez. İnsa­nın düşmanı onlar değildir. İnsanın düşmanı, onlann ilgisi ve alkışlanyla beslenen kibiridir. Kibir, o alkışlarla beslenip büyür, sonunda bir ejderha olur. İnsan, negatif duyguların yıkıcı gücünü bilmediği için, kendi içinde bir ejderha besle­diğinin ayırdında olmaz. Sonra da çıkar, dışarda düşman arar. Oysa en büyük düşman, insanın içindedir.

Bundan daha kalın bir perde yoktur. Çelikten bir du­var gibidir. Bir damla ışık sızdırmaz. Bu duygularla çepe çevre kuşatılmış olan insan, kişiliğini, toplumun değer yar­gılarına göre oluşturur. Onaylanmak ve alkışlanmak için, ne gerekiyorsa yapar. Alkışların sihirli bir gücü vardır. O alkışlar uğruna insanın yapamayacağı şey yoktur. Deveyi uçuruma sürükleyen bir tutam ot gibidir.

Toplum değerleri, sadece tiranlan ortaya çıkarmaz. Bunlar, üçüncü bilinç katında gelişen güç odaklandır. Esas olan; beğenilme, sevilme, onaylanma duygulannın tatmini­dir. Toplum, güce önem verdiği için tiranlar ortaya çıkmış­tır. Şöhrete, fizik güzelliğe, gösterişe verilen önem, daha farklı kişiliklerin, edilgen tiplerin ortaya çıkmasını sağlar.

Toplumun bu değerleri, görselliği ön plana çıkarmış­tır. Gözaltı morlukları, ciltte yağlanma, kıyafetler, takılar, beden ölçüleri, son model arabalar, şatafatlı hayatlar, plastik memeler, naylon dudaklar ve takma kirpiklerle ilgi­lenen tuhaf kişilikleri de ortaya çıkarmıştır.

Konulan budur. Cildim yağlandı... Kilo aldım... Filan' ca, sevgilisini filancayla aldatmış... Filanca, kalçalarından yağ aldırmış... Kuşatılmışlar!.. En değersiz değerlerle ku­şatılmışlar!.. Karanlıklar içine, çelik perdelerle hapsedilmişler. Toplum, onlara ne büyük düşmanlık etmiş! Ha­yır, onların düşmanı toplum değil.

Asıl düşman, o değerlerin insanda açtığı üçüncü bilinç katında yaşıyor. O bilinç katında, sevilme dürtüsü var. Sevmek önemli değildir. Yeter ki, onlar sevilsinler. Alkış­lansınlar, onaylansınlar. Onların şöhretleri ellerinden alınsa, hayatın hiçbir değeri kalmaz. Hatta çoğu yaşamayı bile is­temez. Hayat önemli değildir. Hayat, eğer şöhretleri ve servetleri varsa önemlidir.

Avrupa'dan binlerce dolara kıyafetler getirtirler. Takıları için binlerce dolar harcarlar. Afrika'da çocuklar açlıktan Ölür­ken, onlar, dik göğüslere ve kalın dudaklara sahip olabilmek için, binlerce dolar harcarlar. Fakat yine de mutsuzlar. Bunu itiraf edecek yürekleri yoktur, saklanırlar. Mutlu görünmek için, sahte gülücüklerin, yapmacık hareketlerin ardına sakla­nırlar. Fakat siz onlara iyi bakarsanız, o sahte gülüşlerin, nay­lon bir maske gibi yüzlerinde sırıttığını görürsünüz.

Toplum değerleri; ırkçı, bölücü, ayına, fanatik kişilikle­ri de ortaya çıkarır. Bunlan fanatik yapan, onaylanma dür­tüşüdür. Suçlayıcı ve yargılayıcı bir bakış açılan vardır. Ken--di değer yargılanna ters düşen her fikri, her düşünceyi, her anlayışı, her ideolojiyi, her akımı, her dini, kendilerine düş­man ilan ederler. Saldırgan, kinci ve kaba davranırlar. Bun-lann kahramanlık saplantılan ve sannlan vardır.

Perdeli insan budur. Bu durumdan çıkması için, bu durmdan çıkmayı istemesi gerekmektedir. «Aİlahım, nef­simin şerrinden ve karanlığından sana sığınırım; nurunla beni aydınlat, kavrayışımı kolaylaştır, ilmimi artır» diye­cektir. Namazlarında bunu isteyecek ve istediği şeye ula­şacaktır. Fakat, insanın bunu isteyebilmesi için, kat kat perdelerin ardında, karanlıklar içinde yaşadığını bilmesi gerekir. Bunu bilmeyen insanın, böyle bir isteği olmaya­caktır. Oysa istese alacaktır. Arasa bulacaktır. İsteyen, ne­yi isterse onu alacaktır. Arayan da, aradığını bulacaktır.

 

Küresel Kişilik Düzeyi

 

Perdeli kişilik düzeylerinden kurtulur ve hayata dör-düncü bilinç katından bakarsanız, bedenin doğa­sından, bağımlılıklarınızdan, alışkanlıklarınızdan, dürtüsel davranış kalıplarından ve toplumun kuşatıcı değer yargı­larından kurtulur, yerel kimliğinizi aşarak, küresel bir kişi­lik kazanırsınız. Küresel bir kişilik kazandığınızda, sevgiyi derinlemesine yaşar ve karşılıksız sevmenin, koşulsuz sev--menin doyumsuz tadına varırsınız. Veya koşulsuz sevgiyi yaşadığınız için küresel olursunuz.

İşte o zaman, yaşadığınız bilinç katıyla kuşatılı olsanız bile, çevrenize baktığınızda, varlıkta tecellî eden iradeyi, kudreti ve ilmi görebilirsiniz. Sizi sınırlayan perdelerden kurtulduğunuz için, daha açık bir algıya sahip olur ve yüksek titreşimli düşün­ce dalgalannı yakalamaya başlarsınız. Algıladığınız bu düşün­ce dalgalarını, duygu boyutunda yaşayarak, «bilge» olursu­nuz. Çok okuduğunuz veya çok bildiğiniz için bilge olmazsı­nız. Bilgelik, beyinde elektriğe çevrilen düşünce dalgalarının, duyguya dönüşümü sırasında, derinden hissedilen ve yaşa­nan bir durumdur. İlk anda hissettiğiniz şeyler doğrudur. O anda, saf düşüncenin altın ışığı parlamış, şimşek gibi karanlığı aydınlatıp gitmiştir. Çok düşünürseniz, evirir çevirirseniz, onu rasyonel düşüncelerle karartırsınız.

Hangi bilinç katında yaşıyorsanız, ona uygun cennete gidersiniz. Bilincinizin manyetik alanı, varlığınızın özü, sizi o katın titreşimine çeker. Cennetler, tıpkı içinde yaşadığınız madde evren gibi bir sonsuzluktur. Aynı boyut içinde, ör­neğin Darür-Karar evreninde, birbirinden çok farklı güneş sistemleri ve galaksiler vardır. Herbiri, aynı boyutun ara tit­reşimlerini temsil eder. Bunu şöyle de düşünebilirsiniz; iki­si de aynı boyutta olmasına karşın. Dünya cennetinde ya­şamakla, Venüs çöllerinde yaşamak aynı değildir.

Dünya yaşamınızda zihinsel evreninizi ne kadar geniş­letebilir, düşünce ve duygu boyutunda ne kadar geniş bir halka açabilirseniz, ölüm-ötesi yaşamınızda da, o genişlik­te bir cennet bulursunuz. Perdeli olmamak, yüksek fre-kanslı düşünceleri algılamak bunun için çok önemlidir. Kendinizi ve başkalarını yargılamak, suçluluk duygusu, kızgınlık ve nefret, sizi düşük frekanslı ortamlara çeker. Kaçınılması gereken de budur. Dikkat ederseniz, dünya yaşamında da kendi frekanslarınıza uygun ortamlara çeki­lirsiniz. Hergün aynı ortamlarda buluştuğunuz arkadaşla-rınız, başkası için hiç de cazip gelmeyebilir.

Sizi hareleyen renkli ışık dalgaları (öz), kendi titreşimi­ne uygun düşünceleri kendine çeker. Bu algılara İlişkin düşünceler gelip sizi sarmalayan öze çarpar. Bu öze çar­pan düşünce, ışığa dönüşerek beyne girer. Işık, beynin İlgili bölümlerinde, elektrik akımlarına dönüşür.

Bunlar, algılarınızla ilgili düşük veya yüksek titreşimli düşüncelerdir. Bu düşünceler, beyninizde elektrik akımla­rına dönüştüğünde, pozitif veya negatif kutuplara bölünür. Düşünce dalgalan, beyninize girmeden önce düşük veya yüksek titreşimlidir, ama pozitif veya negatif kutup­lan yoktur. Bu düşünceler, beyninizde elektrik akımlarına dönüştükten sonra kutuplaşarak bu özelliği kazanır.

Size gelen düşünceler, bu kutuplaşmadan dolayı, karşıt-lanyla birlikte ortaya çıkar. Bir kutbu negatifdir, sizi yolunuz­dan saptırır. İçinizdeki şeytan fısıltıları, bu negatif Özellikteki düşüncelerin oluşturduğu manyetik güçtür. Sizi yönlendirir, çeker çevirir, eğilimlerinizi ve tercihlerinizi değiştirmeye ça­lışır. Kuran'da belirtildiği gibi, sağınızdan ve solunuzdan si--ze girerek, sizi saptırmaya çalışır. İçinizdeki bu fisıltılan, bu şeytan naralannı duymamanıza imkân yoktur, Bölünen dü-şüncenin diğer kutbu da pozitiftir, yolunuzu aydınlatır.

Bunlardan birini tercih edersiniz. Tercih ettiğiniz bilgi yüklü bu elektrik akımları, unutulmaması için, madde be­denin düşünce belleğine kodlanır. Sadece tercih ettiğiniz düşünce kodlanmaz. Bellek kamerası, iki kutbu da çeker ve sizin bunlardan hangisini tercih ettiğinizi de, hiçbir ay­rıntıyı atlamadan kaydeder.

Tercih ettiğiniz düşünce, beynin ilgili bölümlerinde, kendi titreşimine (frekansına) uygun olan pozitif veya ne­gatif duygulara dönüşür. Bu duygular da, ruhun (mikro-dalga bedenin) duygu belleğine kodlanır. Bunlar, sonsuz yaşama götüreceğiniz hazineler veya çıkışı olmayan şey­tan tuzakları, ya da şeytan labirentleridir.

Elektrik akımlarına dönüşen düşünceler, içerdikleri bil­gileri, beyin hücrelerine kodlar. Beyin hücrelerinin her biri, binlerce ciltlik kitapları doldurcak kadar yoğun bilgilerle yüklüdür. Diğer organları oluşturan hücreler, tıpkı sizin gibi doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Bugün sahip olduğunuz ciğeriniz ya da böbreğiniz, aylar önce sahip olduğunuz organlar değildir. Bugün sahip olduğunuz beden, bir yıl önceki beden değildir. Ama buna rağmen, formunuzda herhangi bir değişme olmaz. Çünkü, bedeninizin for­muyla ilgili beyin hücreleri (genetik program), formunuz-la ilgili o bilgileri, bedeninizin o bölgesinde yeni doğan boş hücrelere aktarır. Ve böylece, her an bedeninizde müyonlarca hücre doğup ölmesine rağmen, o hücreler­den oluşan bedeninizin formu hiç değişmez, hep aynı ka­lır. Yaşlanmanıza rağmen, anatomik yapının temelinde bir değişme olmaz.

Fakat beyin hücreleriniz kendilerini yenileme özellikle­rinden yoksundur. Öldükleri zaman, içerdikleri bilgileri ak­tarabilecekleri yeni kuşak hücreler yoktur. Siz işte bu ne­denle yaşlanırsınız ve giderek unutkan olursunuz. Beynini­zin, beden formuyla ilgili hücreleri (genetik programı taşı­yan hücreler), yavaş yavaş öldüklerinde, yerine tekrar o bil­gileri taşıyan yeni hücreler gelmediği İçin, formunuzda git­tikçe bir değişme olur. Gittikçe buruşur, gevşer, yaşlanır ve yavaş yavaş ölürsünüz. Aslında siz birdenbire Ölmezsiniz. Yavaş yavaş... Küçücük bir zaman diliminde, milyonlarca kez ölür, binlerce kez dirilirsiniz. Tekrar yenilenmeyen hücreler, sizde, yaşlılık belirtileri olarak kendini gösterir.

ölen beyin hücreleri yenilenmediği halde, o hücrele-rî öldürmek için elinizden geleni yaparsınız. Zaten beyninizin büyük bir bölümünde, fonksiyonlarını yerine getİrmeyen (yüksek düşünce dalgalanyla uyanlmamış) hücre­ler varken, çok az sayıda uyanmış (düşük düşünce dalga-lariyla uyarılmış) olan hücrelerinizi de, kendi ellerinizle öldürürsünüz. Uyuşturucuyla Öldürürsünüz. Alkol alarak öldürürsünüz. Nikotinle öldürürsünüz. Fakat siz en çok, «sevgi» enerjisinden yoksun bırakarak öldürürsünüz. Böy--lece kendinizin katili olursunuz.

Küçücük bir bebeğe baktığınız zaman, hissettiğiniz şey nedir? İşte o, gerçek bir sevgidir... Çünkü, ondan hiçbir beklentiniz yoktur. Bir karşılık beklemezsiniz. Onu sever­siniz, sadece seversiniz... Bu sevginin bir nedeni olmadı­ğını da bilirsiniz. Onun kakasından bile tiksinmezsiniz. Dördüncü bilinç düzeyinde yaşanan koşulsuz sevgi bu­dur. Tasavvuf dilinde, bu bilinç düzeyine «mütmainne nefs» denmiştir. «Allah'da sükun bulan» demektir. «Akışa karşı direnmeyen, her şeyi olduğu gibi kabul eden ve öy­lece seven» demektir.

Bebeği sevdiğiniz o anın, su halkaları gibi açıldığını, ya--yıldiğını, genişlediğini ve tüm hayatınızı kuşattığını düşü' nün. Olaylara, İnsanlara, durumlara, hayata, o bebeğe baktığınız gibi baktığınızı düşünün. Kendinizi nasıl hisse­dersiniz? Mutlu mu? Koşulsuz sevgi işte budur. Koşulsuz sevgi, mutluluktur.

Sevdiğiniz zaman mutlu olursunuz. Yüzünüzün sürekli güldüğünü ve renginizin parladiğını görürsünüz. Yüzünüzü, kimyasal boyalarla çamur gibi sıvayarak güzelleşmezsiniz. Se­verek güzelleşirsiniz. Hücreleriniz, o enerjiyle beslenir, dirilir, canlanır. Elektriğiniz ve ışığınız anar. Frekansınız yükselir.

Düşük titreşimli düşünce dalgalan, tıpkı kendisi gibi düşük titreşimli duygulan üretir. Sahiplenme düşüncesi, rekabet duygulan uyandınr. Şimdi artık «kıskanmak» için önemli bir nedeniniz var. Kıskanırsınız. Rakibinizi kıskanır ve ondan nefret edersiniz. Onda kusur arar ve yargılarsı­nız. Suçlarsınız. Suçu yoksa bile iftira atarsınız. Hakkında yalancı tanıklık yaparsınız. Bu negatif duygular, bir zinci­rin halkaları gibi uzar gider. Sonu hiç gelmez. Bütün bun­ların hepsi gelip sizi nasıl buldu? Bunları kendinize çeke­cek ne yaptınız? Siz nesiniz, bir bataklık mısınız, bu asa­lak sivrisinekleri ortaya çıkardınız?

Durun, öfkeye kapılmayın. Zaten bu, başarabi İd iğiniz en iyi şeydir. Siz elbette bataklık değilsiniz. Engin denizler gibi geniş, derin... Engin denizler gibi sakin, durgun insanlardan ne farkınız var? Onlar maddenin dışına yö­neldikleri için, yüksek titreşimli düşünce dalgalarını çeki­yorlar. Siz de maddeye yöneldiğiniz için, düşük titreşimli düşünce dalgalarını çekiyorsunuz. Bu farkınız var. Daha ne olsun? Aranızda, Firdevs cennetiyle dünya kadar bo-yutsal bir fark var! Bu cennet, dünyadan ne kadar üstün-se, onlar da sizden o kadar üstündür.

Beyninizde elektrik akımlarına dönüşen bu düşünce dal­galan, ruhunuza yüklenecek olan duygulan yaratır. Bu duy­gular, algı kanallannızı tıkayan negatif enerjiler veya algı ka-nallannızı açan pozitif enerjilerdir. Algı kanallannızı açan po­zitif enerjiler (duygular), yüksek titreşimli düşünce dalgalann-dan kaynaklanır. Algı kanallannızı tıkayan negatif duygular ise, düşük titreşimli düşünce dalgalanndan kaynaklanır.

Sevgi, pozitif açılımlar sağlayan, zihin boyutuna devi­nim ve hareket getiren bir duygudur. Manyetik gücü çok kuvvetlidir. Bu gücünden dolayı, tüm pozitif duyguların anasidir. Hoşgörünün anası odur. Birini severseniz, onun hatalarını bağışlarsınız. Merhametin, acımanın, şevkâtin, umudun, özlemin, aşkın kaynağı sevgidir. Cömertliği do­ğuran da odur. Sevdiğiniz kimseyle ruhunuzun hazinele­rini paylaşırsınız. Arkadaşınıza bir külah dondurma al­makla cömert olmazsınız. Cömertlik; bilgiyi, duyguyu, aş­kı, hüznü paylaşmaktır. Bunları paylaşmak da, sevmekle olur. Bunlar sizde açık algı kanalları oluşturur.

Sevgi, esas olarak, hissedilen ve yaşanan bir duygu­dur. Beynin ilgili bölümlerinde, düşünceden fotoniara, fotonlardan elektrik akımlarına dönüşen düşünce dalgala­rından üretilmiş yüksek frekanslı bir duygudur. Ancak, tüm pozitif duyguların anası olması nedeniyle, aynı za­manda bir bilinçtir.

Bilinç, aslında sizin nefsiniz, benliğinizdir. Düşüncenin belli frekanslarını içeren bir sistemdir. Aynı zamanda, al­gılanan bu düşünceleri, kendi frekansında pozitif veya negatif duygulara dönüştürerek, ruha kaydeden bir sis­temdir. Bu bakımdan, çeşitli pozitif duygulan açığa çıka--ran sevgi, «aydınlanmış bir bilinç»tir sanki. Üretildiği bi­linç katını (nefsi), parlak ışığıyla saran, kuşatan, aydınla­tan, yoğun bir enerjidir.

Sevgiyi ortaya çıkaran, algıladığınız yüksek titreşimli düşünce dalgalarıdır. Bu düşünce dalgalarından üretilmiş pozitif bir enerjidir. Ruhunuzun frekansını yükselten bu pozitif enerji dalgalarıyla, kendinize tekrar yüksek düşün­ce dalgalannı çekersiniz. O yüksek düşünce dalgalan, siz­de tekrar yüksek titreşimli pozitif enerjilere dönüşür. Siz, içinde yaşadığınız evrenle, farkında olmadan, böyle bir alışverişe girersiniz.

içinde yaşadığınız evren, öyle bir tarladır ki, oraya ne ekerseniz, onu biçersiniz. Ve göklere ne verirseniz, göklerden onu alırsınız. Boş sandığınız sonsuzluğa, hangi dü­şünce dalgalarını gönderirseniz, o dalga boylarındaki dü­şünceleri kendinize çekersiniz. Hangi sıfatlan eyleminizle açığa çıkarırsanız, o sıfatlar sizde tecelli eder. Bu dünya­da huzurlu ve mutluysanız, öbür tarafta da öylesiniz.

Bir şeyi sevmeniz için, ona sahip olmanız gerekmez. Zaten siz sevdiğiniz şeylerin sahibi olursunuz. Rüzgâr si­zin için eser. Gök sizin için gürler. Dünya, boşlukta sizin için döner. Kuşlar sizin için şarkı söyler. Çiçeklerin renginde güzelleşen derinlik sizin içindir. Ürkek bakışıyla ceylan sîze anlatır hüznünü. Bulutlar size indirir rahmeti­ni. Sizi kuşatan ve sizi sarmalayan öz, sevginin o muhte­şem rengiyle harelenir. Hayat, sîzi sevgiyle kucaklar. Bü­tün bunlar, siz sevdiğiniz için olur. Durup dururken, hiç­bir neden yokken, bir kelebeği seversiniz. Güneşin batışı­nı seversiniz. Gecenin sessizliğini, derinleşen yalnızlığı se­versiniz. Hırçın dalgalan, kimsesiz çocukları, gökyüzünün derinleşen maviliğini, bulutu, yağmuru, rüzgârı seversi­niz. Sevdikçe genişlediğinizi, sevdikçe açıldığınızı ve sev-dikçe tüm dünyayı kucakladığınızı hissedersiniz. Ve geniş­ledikçe daha çok alırsınız. Aldıkça daha çok seversiniz.

Eğer, sevmiyorsanız, mutsuzluk üretirsiniz. Sadece mutsuzluk üretirsiniz. Kaşlarınız çatılır. Bakışlarınız öfkey­le bulutlanır. Umutsuzluk, korku, endişe, kin, rekabet ve buna benzer negatif açılımlar olur. Sevmiyorsanız, kıskanırsınız. Kahrolmanızın nedeni kıskanmanizdır. Ve sizi mahveden, sizin nefretînizdir. Mutlu olmanızın nedeni ise, sevmenizdir.

Sevgi, yüksek düşünce dalgalarını kendine çeken ve manyetik gücü çok kuvvetli olan bir açık algı kanalıdır. Fakat, sevgiyi yaratan da zaten bu yüksek düşünce dalgala­rıdır. Bu oluşum, yumurtanın kuştan çıkması, kuşun da yumurtadan çıkması gibi bir döngüyü yaratır. Fakat bu bir «kısır döngü» değildir. Gittikçe yoğunlaşan duygusal ya­şam, bilincin üst katlarına doğru yükselirken, sayısız ara frekanslara dönüşür ve birdenbire üst bilinç katlarına sıç­rayarak, boyutsal bir derinlik kazanır.

Herkes sevgiden söz eder ve herkes sevdiğini söyler, ama bunu aslında kimse bilmez. Biri sizi sevdiği için mi onu seversiniz? Hayır... Siz aslında onu sevmezsiniz; onun, «sizi sevmesini» seversiniz. Yani sevilmeyi... Siz, sevilmeyi seversiniz. «Seviyorum» dersiniz, fakat neyi sev­diğinizi bilmezsiniz.

Eşler birbirine baksınlar, birbirlerini gerçekten seviyor­lar mı? Erkek, kadının hangi duygularını tatmin ediyor? Bedenin güvenlik sorunuyla ilgili endişelerini, gelecek kay-gılannı, açlık; hastalık, yalnızlık ve barınak sorunlarıyla il­gili korkularını... Kadın da, edebiliyorsa eğer, erkeğin cin­sel arzularını tatmin ediyordur. Eğer oluyorsa, bu arada kendisi de tatmin oluyordur. Sonra birlikte çocuklar dün­yaya getirirler. Sonra eşler arasında, cocuklan «sahiplen­me» kavgası başlar. Sahiplenme nedir? Perdeli bilinç dü-zeylerinde ortaya çıkan kuvvetli bir duygudur. Peki sevgi nerde?

Sevgi, alt bilinç katlannda böyle açığa çıkar. Bu sevgi midir? Çocuk, boyundan büyük bir öfkeyle tepinir ve «artık seni sevmiyorum!» diye bağırır. Annesi, çocuğun tep-kişini önemsemeden, «niçin sevmiyorsun beni?» diye so­rar. Çocuğun gerekçesi hazır, «çünkü bana dondurma al­madın!» der. Kadın, «peki, peki, yarın alırım!» diyerek, çocuğun koşullu sevgisini destekler ve böylece o duygu­yu onda daha da güçlendirir. Eğer beni seversen, eğer bana dondurma alırsan, seni severim...

Çocuk bunu nerden öğrendi? Birkaç yıllık yaşamında nasıl da bağlayıcı oldu, yetişkinleri bile kendi sınırına hapsetti! Bu duyguyu genetik programında mı getirdi, yoksa annesinin, «eğer dersine çalışırsan, seni severim» deme­sinden mi öğrendi?

Eğer çalışkan olursan, cesur olursan, temiz olursan, söz dinlersen, seni severim... Milliyetçi olursan, solcu olursan, müslüman olursan, seni severim... Senin o doy­mak bilmeyen gözünü nasıl doyurmalı? Gelirken sana iki kilo pırasa getirsem, beni sever misin? Sana bir araba al­sam, metresim olur musun? Eğer benî seversen, ben de seni severim... Eğer beni alkışlarsan, onaylarsan, seni se­verim. Eğer cinsel arzularımı tatmin edersen, eğer sırtımı kaşırsan, seni severim...

Sevgi, sevdiğiniz kişiyi kendi sınırlarınıza hapsetmeniz, onun ellerini kollarını bağlamanız, onu seçeneksiz bırak­manız değildir. Sevgi, hiçbir kurala, hiçbir şarta, hiçbir nedene bağlanmadan, sınırsız verebilme özgürlüğüdür. Bu öyle bir duygudur ki, insanın yüreğinden sökülüp ge-len dalgalar gibidir. Karşı koyulamaz bir gücü vardır. Sev­ginin yapıcı ve yaratıcı gücüyle ölüyü bile diriltebilirsiniz. Bu güç, başka hiçbir duyguda bu kadar kuvvetli değildir. Sevginin, işte böyle yaratan ve yaşatan bir gücü vardır.

Allah, sevdiği için yaratmıştır. Eğer sevmeseydi, insan olmazdı. Görünen ve görünmeyen boyutlarıyla evren olmazdı. Evreni ve insanı, sevginin gücüyle yaratmıştır. Eğer sevmeseydi, yağmur yağmazdt. Kuşlar ötmez, rüz­gâr esmezdi. Yıldızlar gökyüzünde semah dönmezdi. Gü­neş doğarken, ufuklar ağarrhaz, gökyüzü gül pembeye bürünmezdi. Eğer sevmeseydi, güneş doğmazdı, güneş batmazdı. Ayın şavkı sulara inmezdi. Denizin dalgalan böyle hırçın dövmezdi kayaları. Bir çocuğun kahkahasıy-la böyle şenlenmezdi yuvanız. Eğer sevmeseydi, kirli bir suda saklamazdı insanı. Kirli bir su damlası, insanı çıkar­mazdı. Hayat olmazdı.

Başlangıçta sevgi vardı. Bütün duygular ondan çıktı. Sevdiği için yarattı ve «Yaratan» oldu. Sevdiği için yaşattı ve «Yaşatan» oldu. Sevdiği için korudu ve «Koruyan» ol­du. Sevdiği için bağışladı ve «Bağışlayan» oldu... Ve ne olduysa, sevdiği için oldu. Ve ne olduysa, sizin için oldu. Gizliyken çıktı, Uluhiyyet denizini açtı, cemalini tecelliye döktü. Gizli bir Ehad iken, sizin için; Gafur oldu, Rahim oldu. Kerim oldu... Gizli bir hazineyken, Arş'a indi... Ve Rab oldu, Gaffar oldu, Kahhar oldu...

Hayat sevgiyle yaratılmıştır. Hayat nedir biliyor musu­nuz? Hayat, koşulsuz sevgidir. Sınırsız, kayıtsız, şartsız, koşulsuz... Bu sevginin hiçbir nedeni yoktur. Amacı da yoktur. Allah, sadece sever. Evrenin tüm boyutlarına ha­yat ışığı indirir. Her şeye izin verir. Açlığa, hastalığa, ölü­me İzin verir. Haksızlığa, adaletsizliğe, zulme izin verir. Çünkü, bunları deneyimleyerek, İnsanın evrimleşeceğinî, gelişeceğini bilir. Hayatın serpiiip açılmasına, gelişmesine izin verir. Bu izin verme ve bekleme sürecine, «sabır» de­nir. Allah'ın sayısız sıfatlarından sadece biridir. Sizin de böyle sabırlı olmanız istenmiştir. Fakat sevmeden, sevgiyi yüreğinizde hissederek yaşamadan, bu mümkün değildir.

Birine bu sabrı gösterebiliyorsanız, tahammül edebili­yorsanız, katlanabiliyorsanız; her türlü yönelişe, akışa, duruma, oluşuma, değişime, izin verebiliyorsanız, «koşul­suz» seviyorsunuz... Ama siz herkesi kendi doğrularınıza ve yargılarınıza hapsedersiniz. Değerlerinize uymayan her şeyi büyük bir öfke ve kızgınlıkla reddedersiniz. Her şey mutlaka sizin ölçülerinize uymalıdır. Hayatı olduğu gibi kabul etmezsiniz. Doğal akışın yönünü saptırmak için, kendinizi kaldırıp coşkun ırmakların önüne atar ve sonra da suçlu ararsınız. Suçlanacak birilerini mutlaka bulursu­nuz. Bütün bunları niçin mi yaparsınız? Bütün bunları, sevmeyi bilmediğiniz için yaparsınız.

Sevgİ, bir çocuğu kucaklamaktır. Çiçeği sulamaktır. Hüzünlenip ağlamaktır. İsteyerek vermek, sürekli vermek, karşılıksız vermektir. Sevgi, toprağa bir fide dikmektir. De­nizin ışıltılı dalgalarında, güneşin batışını izlemektir. Aşı, işi, ekmeği, suyu paylaşmaktır. Coşkuyla öğrenmek ve ay­nı coşkuyla öğretmektir. Bilgiyi paylaşmak, paylaşmayı sevmektir... Sevmek, sevmeyi sevmektir. Sevmek, kendini sevmektir.

Sevgi budur. Sevdikçe haz alırsınız. Haz, sınırsız hare' ket özgürlüğüdür. Haz, koşulsuz sevgidir. Bir insanın kaba davranışları, kırıcı sözleri, koşulsuz sevgiye sınır çizmez. Bir insanın zengin olması, fakir olması, Türk olması, Yu-nan olması, koşulsuz sevgiyi bağlamaz. Müslüman olması, Budist olması farketmez. Koşulsuz sevgi için; beyaz insan, san insan, kara insan yoktur. Sadece insan vardır.

Haz, yargısız ifade özgürlüğüdür. Kendini böyle ifade eder. Dininden, ırkından, ideolojisinden, cinsiyetinden dolayı kimseyi yargılamaz. Onlara sınırsız bir Özgürlük ve-rİr. Herkesi, kendi doğrulan ve kendi gerçekleriyle kabul eder. Herkesi olduğu gibi kabul eder ve sever. Sevmenin o sonsuz hazzına varır.

Haz, korkudan uzak ve suçluluk duygusundan uzak olmaktır. Haz, huzur ve güven içinde var olma özgürlü­ğüdür. Dördüncü bilinç katında yaşanan budur. Bu bilinç katında yaşayan ve hayata bu yüksek düzeyden bakan ki­şinin; karşısına aldığı, çatıştığı, direndiği, karşı koyduğu bir şey yoktur. Bu nedenle korkuyu yaşamaz. Tüm hayatı kucaklayan ve her şeyi olduğu gibi kabul eden küresel bir kimliği olduğu için, korkuyu yaşamaz. Bu bilincin sahibi, kimseyi yargılamadığı için, suçluluk da duymaz. Bu bilinç katında, gelecek endişesi de yoktur. Hayatın getireceği her türlü sürprize açık olduğu için yoktur. Her şeyi kabul etmeye hazırdır. Huzur ve güven içindedir.

Haz, işte budur. Korkudan ve suçluluk duygusundan uzak kalmaktır. Huzur ve güven içinde olmaktır. Şu anı yaşamak ve asla gelecek korkusu duymamaktır. Özgür ol­maktır. Haz, koşulsuz sevgidir. Sevgi ise, sınırsız hazdır. Bunlar arasındaki ince sının, hangi bilim dalı laboratuvar-da inceleyip açıklayabilir? Hangi teleskop, hangi mikros­kop, haz ve sevgi arasındaki ince sınırın uyumlu titreşim­lerini görebilir? Bunu, ancak deneyimleyerek, yaşayarak ve derinden hissederek kavrayabilirsiniz.

İradenizi Allah yaratmıştır. Fakat, iradenizi kullanma öz­gürlüğünü size bırakmıştır. İradenizle her şeyi isteme özgürlüğünüz var. Ne isterseniz, size o verilir. Hayatınızı bu isteklerinizle kurarsınız. Duygu belleğinizi (ruhunuzu) bu isteklerinizle oluşturursunuz. Ve kendi kozanızı örerek, o kozanın içinde kendinize bîr dünya yaratırsınız. Kozanızı kı­rarak, çiçekler diyarına, kanadı nakışlı kelebekler gibi uçar­sınız. Haz, işte budur. Kendi bakış açınıza göre, kendinize bir hayat kurduğunuzu bilmektir. Özgür olmak ve özgür ol­duğunuzu bilmektir. Bunu bildiğiniz zaman, hazla dolarsa nız. Haz, yüreğinizin sesini dinlemektir.

Haz duyarsanız, en kuytu hücrelerinizde bile kendi varlığınızı hissedersiniz. Haz, en büyük var olma halidir. Çünkü mutlu olduğunuzda, Yaratan'la uyum içinde olur­sunuz. Bu uyumu hissettikçe, hazla dolarsınız. Doldukça seversiniz. Sevdikçe dolarsınız...

Koşulsuz sevgi, koşulsuzdur. Beiki onun tek koşulu, hazla dolmaktır. Ama dördüncü bilinç katında yaşayan ki­şi, hazla dolmak için sevmez. Tam tersine, sevdiği için hazla dolar. Sevdikçe hazla dolar. Sevdikçe dolar... Doldukça mutlu olur. Sevgi ve haz, mutluluk halini yaratır. Mutlu insan, kimseyi kıskanmaz, kimseye kızmaz, kimsey­le rekabet etmez, kimseyle savaşmaz.

Eğer mutluysanız, eğer haz doluysanız, hiç kimseden nefret etmezsiniz. Kimseyi suçlamazsınız. Kimseye zarar vermezsiniz. Eğer mutfuysanız, haz doluysanız, baktığınız her şeyde, Yaratan'ın tecellisini görürsünüz. Her şeyi se­versiniz. Bu duyguların zirvesine çıktığınızda, kendinizle banş içinde olursunuz. Pişmanlık, güvensizlik, korku, kin, kızgınlık ve eksiklik duymazsınız. Çünkü zirvedesiniz. On' lar, aşağıda, dağın eteklerinde, vadinin karanlık kuytulann-da kalmıştır. Onlar, düşük bilinç katlannda yetişen ayrıklar, delice otları ve dikenlerdir. Bu duyguların zirvesinde, do­yum vardır, bütünlük vardır. Siz artık hayat dolusunuz, kendinizi ve herkesi aydınlatan değerli bir bilgesiniz. Tüm diğer duygulan daha etkili ve daha derin hissedersiniz.

Mutluysanız, yaşama arzunuz çoğalır. Ve içinizde duy­duğunuz yaşama sevinciyle, tüm hayatı kucaklarsınız. Şa­fak atarken ağaran ufuklarla bütünleşirsiniz. Gökyüzünün pembe gül rengiyle derinleşirsiniz. Bulutlarla, çiçeklerle, ağaçlarla, ağaçlarda şakıyan kuşlarla, böceklerle, kelebek­lerle zenginleşirsiniz. Hayat, o zaman bir yük değil, yaşa­maya duyamadığınız, heyecan uyandıran bir serüven olur. Hayatı siz yaratırsınız. Bakış açınızla ona anlamı siz yüklersiniz. Onu sıkıcı veya heyecanlı yapan sizsiniz. O, temiz bir sayfa gibidir. Ne yazarsanız onu nakşeder. Ha­yat bakiredir, temizdir, masumdur.

Mutluluk, hayatın her anında, hazzı yakalamanın ve hazla dolmanın mümkün olduğunu bilmektir. Mutluluk, hiçbir şeyin, hiçbir nesnenin, Allah'dan daha Önemli ol­madığını bilmektir. Bunu bildiğiniz zaman, o nesneler artık sizi perdeleyemez.

Herkes, mutlu olduğunu sanır ve mutlu olduğunu söy­ler. Doğrudur. Kendinize hedef koyarsınız. Hedefe yaklaşır­ken heyecan yükselir. Hedefe varınca heyecan iner. Hede­fe vardıktan sonra heyecan düşer. Yükselir, iner, düşer... Bu inişleri ve çıkışları, yükselişleri ve düşüşleri, «mutluluk» sanır­sınız. Mutluluktan anladığınız işte budur. Sonra da, «mutlu olmak ne güzelmiş!» dersiniz, ömrünüzü böyle mutluluk il­lüzyonları yaratarak geçirirsiniz. Hepiniz arayış içindesiniz. Bir türlü yakalayamadığınız mutluluğun peşindesiniz. Hepi­niz şaşkın, çaresiz, umutsuz ve perişansınız.

Onlar, Kuran'da, çölde yürüyen bir insana benzetilir. Susuzluktan yanıp kavrulmuşlardır. Uzaklarda bir ışıltı görürler. Buz gibi bir kaynak suyu bulduklarını sanırlar. Umutlanırlar, heyecanlanırlar. Koşup vardıklarında, büyük bir düşkırıklığı yaşarlar. Gördükleri seraptır. Serap ne^ dir biliyor musunuz? Serap, uzaktan bakıldığında, çölde su gibi görünen ışık oyunu, yanılgı, illüzyondur.

En büyük sevgi, kendinizi sevmektir. Bundan daha büyük bir sevgi yoktur. Kendinizi koşulsuz sevdiğinizde, bu sevgiden özgürlük doğar, özgür olduğunuzda, bu özgürlükten haz dogar. Sevgi, Özgürlük, haz, mutluluk... Artık siz nesnelerle ku-şatılı değilsiniz. Sizi perdeleyen nesneler yok.

Kendinizi severseniz, sonsuzlukta çınlayan kahkahanı­zı işitir ve haz deryasında yüzersiniz. Kendinizi sevdiğiniz zaman, bu sevgi açılarak tüm dünyaya yayılır ve insanlığı kucaklar. Savaşlara, adaletsizliğe, haksızlığa, açlığa rağ­men dünya güzelleşir ve hayat anlam kazanır. Dünya işte böyle güzelleşir. Hayat işte böyle anlam kazanır. Onu gü­zelleştiren ve ona anlam veren sizsiniz. Onu çirkinleştiren ve yaşanılmaz kılan da sizsiniz.

Hiçbir amaç, kendinizi sevmekten daha önemli değil­dir. Hiçbir amaç, kendinizi severken duyduğunuz hazzı yaşamaktan daha büyük değildir. Hiçbir zaman, hayatı kendine araç edecek büyüklükte bir amaç olmamıştır. Hiçbir amaç, mutluluğu sizden alacak kadar güçlü değil' dir. Ve hiçbir amaç, Allah'la aranızda perde olacak kadar önemli değildir.

Herkes mutluluğun peşinde. Ve herkes onu arıyor. Makamda, şanda, şöhrette, parada arıyor. Uyuşturucu­da, alkolde, cinsellikte arıyor. Herkes ona ulaşmak için birbirini sömürüyor. Herkes ona ulaşmak için birbirine tuzak kuruyor, birbirini aldatıyor. Herkes, mutluluğa ulaş­mak için, kendini mutsuz ediyor. Ama onun ne olduğunu kimse bilmiyor.

Mutluluk, «olmak»tır... Bu «olmak» nedir? Mutlu ol­maktır... Mutlu olmak, «sahip olmak» değildir. Mutlu olmak, bir makamın veya nesnenin sahibi olmak değildir. Bugün gururla sahip olduğunuz son model arabanız, yarın canınızı sıkabilir. Çok sevdiğiniz havuzlu villanız, ya­rın başınıza bela olabilir. Bugün sahip olduğunuz tahtınız ve tacınız, yarın sizi istemeyebilir. Makamınız, şanınız, şöhretiniz, birgün sizden uzaklaşabilir. Güzelliğiniz bir-gün bozulabilir. Cildiniz buruşabilir ve saçlarınız birgün dökülebilir. Bugün yanınızda yürüyen, yarın arkanıza ge­çebilir. Evladınız, birgün size düşman olabilir. Bugün sa­hip olduğunuz ne varsa, yarın onlar sizi terkedebilir.

 

Evrensel Kişilik Düzeyleri

 

Beşinci bilinç katında yaşayan insan, kendi kurduğu ve aydınlattığı dünyanın dostluğunu yaşar. Hemen hemen günün her anında, çok mükemmel bir dünyada yaşadığını düşünür. Geçmişle ve gelecekle hiçbir bağı kalmamıştır. Sürekli olarak «an»da yaşar. Yaşamın her anı, ona sonsuz zevkler sunmaktadır. Çatıştığı hiçbir insan, çeliştiği hiçbir durum yoktur. Başkalarının «felaket» olarak değerlendirdiği olayları, bu insan, «ders çıkarılması gere­ken ibret haberleri» olarak değerlendirir. Bu olayları, in­sanın gelişimi için yararlı bulur. Tasavvuf da, bu bilinç katına, «radiyye nefs» denmiştir.

Değer yargıları, alışkanlıkları, şartlanmaları, tamamen yok olup gitmiştir. Öyle gitmiştir ki, izi bile kalmamıştır. Kemal üzere teslim olmuş ve her şeye razı olmuştur. Akıp giden yaşamı kucaklamış, yaşamla bir bütünlük kurmuş; her şeyi, itirazsız ve gönül hoşluğu içinde kabul etmiştir. Yaşamak, onun için zevk olmuş, her andan hazzetmeye başlamıştır. Bu bilinç katında yaşayan İnsan, başkalarının «kötülük» sandığı şeyleri bile kendinden gidermek için ça­ba göstermez; çünkü, onun dünyasında «kötülük» yoktur.

Düşük bilinç katından bakanların, «şer» olarak değerlen­dirdiği bazı durumlar, onun bilinç katında, «şer» değildir; «ders çıkarılması gereken» durumlardır.

Beşinci bilinç katında yaşayan ve hayata bu merkez­den bakan insan, özne-nesne ilişkilerini çoktan aşmıştır. Yaşamı olduğu gibi kabul etmeyi öğrenmiş ve akışa karşı direnmeyi çoktan bırakmıştır. Uyumlu olmak, bu insanın belki de en belirgin Özelliğidir. Kendini herkeste, herkesi de kendinde görmeye başlamıştır. Düşük bilinç katlarında yaşanan dramalara şevkâtle yaklaşmaktadır.

Bu merkezde yaşayan insan, herkes için sır olan evre­nin gizli boyutlarını (gayb alemini) bilir. Bu makamın sahibi Allah'ın huzurunda edep ve haya deryasına dalmış­tır; küçük bir kusur işlese, kulaklarının ardına kadar kıza­rır ve yüzlerce defa tövbe istiğfar çeker.

Hazreti Muhammed'e (as) uyup, günde yetmiş defa istiğfar ettiği olur. Duasında, kendisi için bir şey istemeye utanır. Bu insan, Allah katında, aziz ve muhterem olmuş­tur. Halk arasında da saygın bir yeri vardır. İnsanlann ona saygısı cebridir, kahridir... Ona niçin saygı gösterdiklerini bilemezler. Bu kadar saygı görmesine ve sevilmesine rağ­men, İnsanlara karşı eğilimi hiç yoktur. Olsa da bunun bir

nedeni yoktur.

Bilincin beşinci merkezinde yaşayan insan, malını, hal­kın ortak malıymış gibi kullanır. Sadece öksüzün ve yeti­min değil, kurdun ve kuşun hakkını da gözetir. Kimseden bir şey istemeyi aklına bile getirmez. Çünkü, hiçbir şeye İhtiyacı yoktur. Fakat, ihtiyaç duyanları kınamaz. Onları asla yargılamaz. Yapılması gerekeni yapar. Verilmesi ge­rekeni verir. Bu merkezde bulunan en şöhretsiz insan bi­le, yüzlerce insan tarafından sevilir, el üstünde tutulur, saygıyla karşılanır. Etrafına huzur ve mutluluk enerjileri yayınlayan bir insandır.

Bilinci arındırma çalışmaları, mutlaka tasavvuf tekkele­rinde yapılacak diye bir kural yoktur. Aydınlanmayı iste­yen bir insan, bunu tek başına da yapabilir. Aydınlanma­yı isteyen insan, dersini ezberleyip, yarış atı gibi sınavdan sınava koşan insan değildir. Aydınlanmayı isteyen insan, keçeli abasıyla, kırlarda davar güden bir çoban veya kene­dini işine kaptırmış bir marangoz olabilir. Ama aydınlan--mayı isteyen insan, kendi benliğini (nefsini, bilincini) tani' mak isteyen insandır. Bu insan, sürekli ibadetle veya te-fekkürle, bilincini anndırma yoluna girebilir. Fakat birlikte çalışmanın getirdiği bazı kolaylıklar vardır.

Günlük yaşamın gergin ortamından kurtulup, kendini­zi dinlemeye başladığınızda, hayatta nelere değer verdiği­nizi, nelerin peşinden koştuğunuzu, hangi girdaplara ka­pıldığınızı ve hangi güç odaklarının etrafinda döndüğünü-zü bulabilirsiniz. Sizin için önemli olan nedir? Kaliteli bes­lenmek ya da barınak mı? Sizi güzel gösteren giysiler mi daha önemli? Yoksa sizin için önemli olan, heyecan ya­ratan duygular mı? Aşık mı olmak İstiyor veya güzel bir kadın tarafından beğenilmek mi istiyorsunuz? Yoksa sizin için önemli olan, bir kariyer sahibi olmak mı? Gösterişli arabalar ve güzel sekreterler mi süslüyor hayalinizi? Ola­bilir... Bunların hepsi olabilir.

Düşük bilinç merkezli insan, mutlaka bunlann etrafında donüyordur. Bunlar, çekim gücü ve cazibesi olan şeytan tuzaklandır. Hayatın girdaplandır bunlar. Bunlar, uzayın karadelîkleri gibidir. Kapıp içine çektiği insanı asla bırak­maz. Bunların herbiri ayn bir cehennem çukurudur. Bura­lardan kurtulup, yüksek bilinç katlarına çıkmak, sanıldığı ka­dar kolay değildir. Şartlanmalannızdan, alışkanlıklan nız-dan, bağımlılıklannızdan kurtulacaksınız. Toplumun değer yargıfannı aşıp, küresel bir kişilik kazanacaksınız. Onu da aşıp, evrensel bir kişilik sergileyeceksiniz.

Dünyadan yeteri kadar alma savaşı, mezara kadar sü­ren bir savaştır. Bu anlamsız savaşı durduracak olan sade-ce insandır. Girdaptan çıkmanın tek yolu, kişinin, bir gir­dapta döndüğünü farketmesidir. Bu ilk adımdır. İkinci adım, o girdaptan çıkmayı istemektir. Üçüncü adım, or-dan çıkmayı tetikleyen gücü, bu arzuyu ateşleyecek ve büyük bir yangına dönüştürecek olan kıvılcımı bulmaktır. İnsanı, bitmek bilmeyen arzuların girdabından kurtaracak tek kıvılcım, imandır.

İman, sizde zaten var olan potansiyel gücü harekete ge­çirir. İçkiyi, kuman, zinayı, yalanı, hasedi, dedikoduyu, cim­riliği ve daha bir sürü pisliği, ancak onun sihirli gücüyle bı­rakabilirsiniz. Onun verdiği yüksek enerjiyle kitap okumaya bile başlayabilirsiniz. Bu çok önemlidir. Çünkü artık günü­müz insanı için kitap okumak, nerdeyse gereksiz bir etkinlik haline gelmiştir. Onun açtığı yollardan yürürseniz, okuduk­larınızı belki birgün anlamaya da başlarsınız. İbadetlerin ve dualann tadına vanrsınız. Bir süre böyle devam ettiğinizde, size artık bir üst bilinç katının kapılan açılır. Oraya çıktığınız­da ve hayata ordan bakmaya başladığınızda, kendi elleriniz­le kurduğunuz dünyanın dostluğunu yalarsınız.

Altıncı bilinç katında yaşayan ve hayata bu yüksek dü­zeyden bakan insan, kendindeki tüm bilinç katlarının seyrini izleyebilecek bir duruma gelmiştir. Her şeyin farkın­dadır. Uyanmış bir bilince sahiptir. İlişki kurduğu insanın hangi merkezde yaşadığını, hangi titreşim dalgalarındaki düşünceyi algıladığını, hayata nasıl baktığını, zihnînde hangi firtınalann estiğini bilir. Tüm boyutlanyla ve ayrın­tılarıyla hayatın farkındadır. Bedeninin ve aklının dramını, nesnel bir bakışla, yargıda bulunmadan gözlemler. İçinde bulunduğu sosyal rolleri ve yaşam oyunlarını, korkuya ka­pılmadan, incinmeden ve savunmaya girmeden, tarafsız bir biçimde izler. Bilincin bu merkezinde yaşayan insan. Tasavvuf da, «mardiyye nefs» olarak adlandırılmıştır.

Her sözünü tutar. Sözünden dönmez. Her şeyi yeri­ne koyar. İdam etseler, adaletten çıkmaz. Kimi zaman, «savurgan» sanabilecekleri kadar çok mal dağıtır. Kimi za­man da, «cimri» sanabilecekleri kadar az harcar. Ama o, ne savurgan, ne de cimridir. Sadece adaletlidir. Eğer ver­mek gerekmiyorsa, kendini öven kişiye mal vermez. Arna vermek gerekiyorsa, kendini kötüleyen kimseye mal verir. Adalet pusulasının bu incecik ibresini tutturmaya çalışır. Bu nedenle onu anlamakta çoğu zaman güçlük çekerler. Özenle seçilmiş sözcükleri kullanarak, çok az ve sade konuşur. Onun bu sadeliği, maddeyle kuşatılmış düşük bilinç merkezleri tarafından, «basit» olarak algılanır. «Basit konuşuyor» derler ve «bilimsel» olmadığını söylerler. Fakat o, bu düşük düşünce dalgalarını da algılar. Onların zihninde dönüp duran bu karmaşayı görür ve hiç karşılık vermeden, konuşmalanni aynı sadelikte sürdürür. O, hangi yolda yürüdüğünü çok iyi bilmektedir. Hiç kimse--nin değer yargısına göre hareket etmez. Bu, onun İçin şir­ke düşmek olur.

Muhteşem bir arabanız ve genç sekreterleriniz olduğu zaman daha mı mutlu olacaksınız? O zaman; yalıları ve yatları, muhteşem arabaları, Özel uçakları, petrol kuyula-rı, çiftlikleri ve bankaları olan, uşakları ve yardakçıları olan tiranlar niçin mutsuz? Neden doyumsuz ve tedirginler? Hırslan, öfkeleri, beklentileri niçin bitmiyor? Neden daha çok, daha çok, en çok kazanmanın peşindeler? Panik içİn-de neden sağa sola saldırıyorlar, neden savunmasız kadın­ları, çocukları, yaşlıları ve hayatlarının baharında gencecik insanlan katlediyorlar?

Muhteşem zenginliklerinden de anlaşılıyor ki, onlar ar­tık paranın ve servetin değil, gücün peşindeler. Sahte güçlerini Allah onlara süslü göstermiştir. Onlar, tek gücün ve mutlak gücün sahibini tanımıyorlar. Kuruntunun ka­ranlığında ışıksız kalmışlar, görkemli hayatlarına rağmen umutsuz ve mutsuz dolaşıyorlar. Huzursuz, tedirgin ve öfkeliler.

Üst bilinç katlanna doğru çıkıldıkça, dünyaya yönelik maddi istekler azalır, fakat buna rağmen, hayattan alınan zevk artar. Arınma ve sadeleşme devam ettikçe, vahdet yolunda ilerlemeye başlarsınız. Vahdet yolunda ilerledikçe, sıfatlar sizde birleşir, cem olur. Hayır ve şer sizin için artık bir olur. İyi ve kötü yok olur. Sizi öfkelendirecek, kıs­kandıracak, üzecek hiçbir şey bulamazsınız. Aydınlanmış bilincinizle, Vahidiyyet makamına yürürsünüz.

Sübhan Allah'ın «Vahid» ismini açığa çıkaran kimse, ki-Şİsel arzularından tamamen sıyrılmış, arınmış, tertemiz ol' muştur. Hayata, yedinci bilinç merkezinden bakmaya baş­lamıştır. Bu merkez, yeryüzünde, insanın ulaşabileceği son merkezdir. Diğer bilinç merkezlerinde yaşayarak buraya kadar gelmiş ve tek bir arzuya, sadece Allah'ın rızasına odaklanıp kalmıştır. Başka hiçbir arzusu kalmamıştır.

Yedinci bilinç katı, vahdet üzere yaşayan insanlann, bir­lik bilincine ulaşmış peygamberlerin ve büyük velilerin rner-kezidir. Buna, «bilincin teklik boyutu» diyebilirsiniz. Evren-sel kişilik düzeylerinin zirvesidir. Bu bilinç katının adı, geli-nen düzeyi yeteri kadar anlatmaktadır. Bu noktaya ulaşan ve bilincinin doruğuna çıkan kişi, altıncı bilinci tam olarak yaşadığı için, «benlik» duygusunu aşmış ve «saf benlik» ha­line gelmiştir. Saf benlik, «her şeyle bir olma» halidir.

İnsan, bu noktaya, kendinden başka hiçbir yaratılmış varlığın yerinde olmak istemediği, bulunduğu yerden baş­ka bir yerde bulunmak istemediği zaman ulaşır. Bu nokta­ya ulaşan insan, gezegenleri yörüngelerinde, hücreleri bir arada tutan büyük boşluk gibi her şeyi kucaklamıştır. Bu bilinç katında yaşadığınız zaman, insan için artık bilinç katları diye bir şey kalmaz. Kürsi'nin alt boyutlarında, bir insanın ulaşabileceği en son noktadır. Dünya hayatında, bu noktaya ulaşabilmiş çok az kişi vardır.

Düşük bilinç katlarında bunu anlamak kolay değildir. Hatta bazen anlamsız da gelebilir. Ama bu, aslında insa­nın en yüksek var olma halidir. «Her şeyle bir» olduğu­nuzda, benliğinizi aşarsınız. Siz, siz değilsiniz artık. Az konuşan, az uyuyan, az yiyen siz değilsiniz. Gülümseyen, selamlaşan, ibadet eden, düşünen, düşleyen, özleyen, yaşayan siz değilsiniz. Yaptığınız hiçbir şey, kendi nefsiniz İçin değildir. Hazreti Muhammed'in (as) hayatını bir dü­şünün. Kimi zaman kendi birimselliğini yaşadığı oluyordu; ama çoğu zaman, algıladığı yüksek düşünce dalgalarıyla, evrenin gizli boyutlarına bir hayal gibi dalıp çıkıyordu. Kı­sacık bir «an»da miraca yükseliyor, cennetlere İniyor, Sid-re'ye uğrayıp, Cebrail (as) ile alemleri seyrediyordu.

Hayata, evrensel kişilik düzeyinin zirvesinden baktığı­nızda, «başkası» yoktur artık. Sadakayı veren de, alan da sizsiniz. Her şey artık sizde «bîr» olmuştur. Madde boyu-tundaki varlıkların programını okuyabilir ve dilerseniz o programı değiştirebilirsiniz. Çünkü siz kendi bedeninizde, benlik zindanında tutuklu değilsiniz. Sizi sınırlayan hiçbir şey yoktur. Madde duvanyla örülü ve kuşatılı değilsiniz.

Bilincin son merkezine ulaşan ve vahdet yolunda yü­rüyen kişi, azamet deryasına dalmıştır. Gönlünden sökü­lüp gelen hikmet pınarları diline akarsa, konuşması do­yumsuz olur. Azamet deryasında kaybolup susarsa, hay­ret ve şaşkınlıktan dili tutulur.

Ayıplan Örtmede gece gibidir. İyilikleri açığa çıkarma­da gündüz gibidir. Kimsede kusur aramaz. Kimsenin ayıbını kimseye söylemez. Toprak gibi cömert, su gibi an, hava gibi zariftir. Gözü tok, gönlü zengindir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kimseden bir şey istemez ve beklemez. Kimseye kızmaz ve kötü söz söylemez.

Yemeklerin hepsi onun için birdir. Etle otun, acıyla tatlının bir farkı yoktur. Az yer, az konuşur, az uyur. Her türlü giyecek ona göre aynıdır. Ona göre, yatakla hasır, gençle ihtiyar, zenginle fakir aynıdır. Sahip olduklanyla yetinir, daha fazlasını istemez. Açlıkla tokluk, uykuyla uy­kusuzluk, susmayla konuşma, onun için birdir.

Sübhan Allah'ın «Vahid» ismini açığa çıkaran kimse, kişisel arzularından tamamen sıyrılmış, arınmış, tertemiz olmuştur. Hayata yedinci bilinç merkezinden bakmaya başlamıştır. Bu merkez, yeryüzünde, insanın ulaşabilece-ği son merkezdir. Diğer bilinç merkezlerinde yaşayarak buraya kadar gelmiş ve tek bir arzuya, sadece Allah'ın rızasına odaklanıp kalmıştır.

Suda yürür, havada uçarsınız. Maddeye baktığınızda, maddeyi görmezsiniz. Maddede dönen atomları görürsünüz. Atom fezasının boşluğundan Berzaha, ordan da cennetlere geçersiniz. Sizin için, «duvarı deldi geçti» der­ler. «Rüzgâr gibi esti geçti» derler. Hiç engel tanımazsı­nız- Maddenin fizik yasaları sizin için geçerli değildir. Çünkü o yasalar sadece madde içindir.

Maddeye bakuğınızda, maddenin ashnı ve esasını görür­sünüz, insana baktığınızda, onu hareleyen renkli ışık dalga-lannı görürsünüz. Dünyaya baktığınızda, Berzah'ı görürsü­nüz. Cenneti görür, cehennemi görürsünüz. Meleklerle ile­tişim kurarsınız. Eşyanın sırrını anlar, şifresini gözersiniz. Artık Öyle bir noktaya gelirsiniz ki, baktığınız her yerde O'nu görürsünüz. Allah'ın, «ben onun işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili olurum» dediği kişilerden olursunuz.

«Vahid» isminin tecellisine mazhar olmak ve «Vahidiy-yet» özellikleri göstemek, özel bir çalışmayı gerektirir. İn­sanın, arzularla dolu bir dünyada, teklik boyutuna ulaş­ması, nerdeyse imkânsız gibidir- Ama takdir edildiyse, o kişi, bu çalışmaya yönlendirilir. O kişi, varlık dağını, ben­lik dağını delerek, aradığı aydınlığa ulaşır. Takdir edilme­diyse, benlik zindanında boş yere mutluluk arayışları olur. Kendi dışındaki objelere yönelir. Servette, makamda, şöhrette ve gösterişte arar mutluluğu. Onlara ulaşama­yan, ulaşamadığı için mutsuz olur. Ulaşan da, aradığı mutluluğu orda bulamadığı için mutsuz olur.

Evrensel kişilik düzeylerinin bu son katında yaşayan in­san, saf bir altın gibi temiz ve andır. Derin sular gibi durgun­dur. Ve durgun sular gibi derindir. Ona giren, onda boğu-labilir. Ona giren, onda yüzebilir- Onda yüzebilen, ondan çıkmayı istemez. Onu görenlerin aklına sadece Allah gelir... İnsana huzur ve güven veren bir yüzü vardır. Güleryüzlü, yumuşak huylu, sevecen, sınırsız, rahat ve aydınlıktır. Genel olarak suskundur; ama konuştuğu zaman, ilimle ve hikmet­le konuşur. Beş vakitte değil, sürekli namazdadır. Geçmişle ve gelecekle hiçbir bağı kalmamıştır. Sonsuzluğu kuşatan ve içine alan «an»t yakalamıştır; sürekli olarak o «an»da yaşar. Bu bilinç düzeyinde yaşayan kişi, «duyguyu yaşayan» değil, «duygu» olmuştur. «Duygu olmak» nasıl bir duygu­dur? Siz duygu olduğunuzda, o duyguyu yaşayamazsınız.

Sadece yaşanırsınız. Yani o olursunuz. «Hazzeden» de­ğil, «haz» olursunuz. Herkes sizden haz alır.

Bilincin bu düzeyine çıktığınızda ve orda yaşamaya başladığınızda, teselli eden değil, «teselli»siniz. Alim değil, alimlerin öğrendiği bir «ilim»siniz. Ama bütün bunlar, Kürsi'nin altında olur. Kürsi'nin altında, bir insanın ulaşa-bileceği en son boyuttur. Allah, bu bilinç katında, «V&-hid» ismiyle tecelli etmiştir.

Her boyutta, böyle derinleşen ara frekanslar vardır. Kendi boyutunuzun zirvesine çıktığınızda, Kürsi'nin altın­da kalırsınız. Kürsi ise, Arş'ın altındadır. Kürsi, kozmik bir bilinç merkezidir. Orası yeni bir birimdir. Ordan itibaren, gittikçe derinleşen yeni frekanslar başlar. Sonsuza kadar gitseniz, Arş'in altında kalırsınız.

Sayıları bir düşünün. «Bir» ve «iki» sayılarının arasında kesirler vardır. Dokuza kadar çıkar ve «iki» olur. Böylece yeni bir birim oluşur. Dukuza kadar çıkar ve «üç» olur. Böylece yeni bir birim daha oluşur. Dokuza kadar çıkar ve «dört» olur. Ve böylece yeni bir birim daha oluşur. Bu nereye kadar gider? Sonsuza... Yani Arş'a kadar...

Fakat siz Arş'a hiçbir zaman ulaşamazsınız. Kendi bo­yutunuzda geldiğiniz son nokta, kendi üstünüzde yeni bir birimi başlatır. Her cennet, yeni bir birimi, veya bir bilinç katını temsi! eder. Son cennette, bilincin yedinci katında-sınız. Fakat Kürsi'nin altındasınız. Kozmik aklın, kozmik belleğin, kozmik hayalin altındasınız. Yedinci cennetten sonra, insanın gidebileceği başka bir yer yoktur. Bu du--rumda Kürsi'yi düşünün. Orda başlayıp, nicel birikimler'le sürekli derinleşen yeni süreci bir düşünün. Sonsuza ka­dar gitseniz, Arş'a ulaşamazsınız. Arş daima yukardadır. Hiçbir yaratığın ulaşamayacağı bir yüksekliktedir.

Somut olarak şöyle örneklenebilir; sayısal birimlerle ifade edildiğinde, insanın, birinci bilinç katından, yedinci bilinç katına doğru seyri, «on, yüz, bin, onbin, yüzbin, milyon, on milyon» diye gider. Her bilinç katının birbirine mesafesi böyledir. Yukarı doğru çıkıldıkça, katlanarak artar. Bu, içice konumlandırılmış olan evren boyutlarında da böyledir.

Bu durumda, Kürsi'nin, sayısal birim olarak, «yüz mil-yon»u temsil ettiğini düşünün. Arş, «milyar»da değil, hayır... Arş'ı orda sanırsınız, ama oraya ulaştığınızda, O'nun, «on milyar»da durduğunu anlarsınız. Oraya ulaştığınızda da, «yüz milyar»da durduğunu anlarsınız ve ulaştığınız her ufukta yeni bir ufuk gibi açılır. Siz açıldıkça, O da açı­lır... Ve siz yükseldikçe, O'nun azameti daha da yükselir. Azamet deryası açılır, genişler, derinleşir, sonsuzladır... Asla ulaşamazsınız. Ama bilirsiniz ki, O hep ordadır, ya­ni Arş'da...

Bu son bilinç katında, insan, her şeyle bir olmuş ve ken­di benliğini ortadan kaldırmıştır. Bu merkezdeki insan; sev­gi, huzur, enerji, güzellik, bilgelik, berraklık, etkililik ve bir­liktir artık... Burası, kelimenin tam anlamıyla «teklik» boyu^ tudur. Vahdet yoludur. Tasavvuf dilinde «safiyye» veya «kâmil nefs» olarak adlandırılmıştır. Bu bilinç katı, peygam­berlerin katıdır. Ve bazı büyük velilerin makamı burasıdır. Dünyada kolay kolay ulaşılacak bir bilinç düzeyi değildir.

Evrensel kişilik düzeylerinin beşinci ve altıncı katlan da böyledir. Nadir insanların, ancak peygamberlerin ve bü­yük velilerin yaşayabilecekleri yüksek bilinç katlandır. Bu düzeyler, alt bilinç katlan için, inanılması zor bir hayal gi­bidir. Ama bilinmelidir ki, kendi boyutunda, hayaller de gerçektir. Bedensiz yaşayan enerji dalgaları gibi, ekranla­ra yansıyan ses ve görüntü dalgaları gibi, kozmik bellek bankalarından çıkıp, yedi gökleri aşarak, dünyaya ulaşan düşünce dalgaları gibi, rüzgâr gibi, koku gibi, rüya gibi... Hayaller de gerçektir. Bu hayaller size çok uzak olabilir; ama her insan, mutlaka dördüncü bilinç düzeyini hedef-lemelidir. Belli nesnelere takılıp kalmamalı, akıp giden ya­şamla bütünleşmelidir. Sevmeli, hazla dolmalı, mutlu ol­malı, dünyayı kucaklamalı ve küresel bir kişilik kazanmalı­dır.

İnsanda yedi bilinç katı olduğu doğrudur. İnsanın bu katlardan birinde yaşadığı da doğrudur. Fakat, tüm insan­lığı, karakter olarak yedi kategoride toplamak yanlıştır. Ki­misi bilincin birinci merkezinde yaşadığı halde, evladına yaklaşımı üçüncü merkezin yaklaşımıdır. Kimisi Üçüncü merkezdedir, fakat cinsel duygularını birinci merkez yön­lendirir. Bu davranış biçimlerinin programlanması sonu­cu, insan sayısı kadar karakter ortaya çıkar, insanlar, fizik­sel olarak birbirine benzemedikleri gibi, ruhsal olarak da birbirine benzemezler.

Matematikte sadece dokuz rakam vardır. Ama bu do­kuz rakamdan, sonsuza kadar giden sayılar türetilir. Bilinç merkezlerini de böyle düşünebilirsiniz. İnsanın algılama kapasitesi sınırlı olduğu için, bu merkezler, sanki yedi ba­samaklı bir merdiven gibi anlatılmıştır. Ya da sayılar örne­ğinde olduğu gibi; on, yüz, bin, onbin, yüzbin, milyon, on milyon şeklinde anlatılmış, ara frekanslardan söz edilme­miştir. Çünkü İnsan bu aynntılara kesinlikle hakim ola­maz. Uluhiyyet'e kesitsel bakar ve ancak bir kesitini algı­lar. Ve Uluhİyyet denizinin asla sonu yoktur.

İnsanın hangi bilinç katında olduğunu, objeler belirle­mez. Objelere yaklaşım belirler. Mesela cinsellik tüm bi­linç katlarında vardır. Fakat, cinselliğe yaklaşım çok fark­lıdır. Beslenme ve barınak ihtiyacı tüm bilinç katlarında vardır. Fakat, bu objelere karşı, tercihlerde ve eğilimlerde farklılıklar vardır.

Bilincin hangi katında yaşadığınızı anlamak istiyorsa­nız, hayatınızın merkezine neyi koyduğunuza bir bakın. Sizin için önemli olan şey (nesne), size nerde olduğunu­zu söyleyecektir. Evladınıza mı düşkünsünüz? Evladına herkes düşkündür. Fakat ona yaklaşımınız size nerde ol­duğunuzu söyler.

Evladınıza birinci düzeyden bakıyorsanız, ondan ya­rarlanmak için, onu sahiplenirsiniz. İkinci düzeyden bakıyorsanız, ona tutkuyla bağlanır, onu her şeyin üstüne ko­yar, şirke düşersiniz. Evladınıza eğer üçüncü düzeyden bakıyorsanız, onun üzerinde gücünüzü kullanırsınız. Dor' düncü düzeyden bakıyorsanız, onu koşulsuz seversiniz. Beşinci düzeyden bakıyorsanız, onun size verilmiş büyük bir nimet olduğunu ve kutsal bir emanet olduğunu düşü­nerek hareket edersiniz. Evladınıza eğer altıncı merkezden bakıyorsanız, onu ve kendinizi her şeyle bir görürsün nüz. Yedinci merkezden bakıyorsanız, o yoktur... Siz de yoksunuz... Sadece Allah vardır.

 

Yaratan'ın Yaşam Soluğu

 

Düşündü ve hissetti. Her şeyi düşledi, hayalinde resmetti ve «ol!» dedi. Evren, tüm boyutlanyla İş-te böyle yaratıldı. Gökyüzünde gördüğünüz muhteşem galaksiler böyle; renk, biçim ve koku realiteleri böyle ya-ratıldı. Bunlar, olağanüstü bir gücün eseridir. Bunlar, Al' lah'ın hayalidir. Bunları bir anda tasanmladi ve «ol!» em' riyle açığa çıkardı.

Bunlar, insan için yaratıldı. Her şey insan için yaratıl' di. Eğer insan olmasaydı, bunlar olmayacaktı. İnsan olmasaydı, hayatın hiçbir anlamı olmayacaktı. Çünkü insan, hayatı algılayıp değerlendiren, duygu ve düşünce biriki­miyle onu sonsuzluğa taşıyan muhteşem bir varlıktır. İn­san değerlidir, muhteremdir. İnsan çok kıymetlidir.

İnsan olmasaydı, hiçbir şeyin varlık nedeni olmayacak-ti. Eğer onu değerlendiren insan olmasaydı, hayatın bir anlamı olmayacaktı. Çiçeğin bir anlamı, çiçekte güzelle-şen rengin bir anlamı olmayacaktı.

Eğer insan olmasaydı, denizin dalgalan böyle hırçın dövmeyecekti kayaları. Eğer insan olmasaydı, gök gürlemeyecek,   şimşek   çakmayacak,   yağmur  yağmayacaktı.

Mevsimler onun için yaratıldı. Tohum, onun için düştü toprağa. Çiçek tomurcuklandıysa, rüzgâr estiyse, güneş doğduysa, güneş battıysa, bütün bunlar onun için oldu,

İnsan olmasaydı eğer, gökyüzünün derinleşen maviliği olmayacaktı. Kuşun, böceğin ve baharda güzelleşen tomurcuğun anlamı olmayacaktı. Tohum döllenmeyecek, toprak böyle cömert, böyle verimli olmayacak, sular böy­le çağıl çağıl, böyle gürül gürül, böyle ışıl ışıl olmayacaktı. Eğer kapandıysa kapılarınız, ışık sızmıyorsa pencere­nizden... Eğer yoksul bir çocuğun gözlerinde göremiyor­sanız sönüp giden ve kahrolup giden umutları... Eğer tı-kandıysa kulaklarınız, İşitmiyorsanız... Eğer tutuklandıysa-niz bedeninizde, zincire vurulduysa elleriniz ve ayakları­nız prangadaysa eğer...

Sahile koşun... Bir kayanın üzerine oturun ve dalgala­rın sesini dinleyin. Yaban ördeklerinin kanat seslerini din­leyin. Zeytin ağaçlarının arasında öten çırçır böceklerini dinleyin. Dirseklerinizi dizlerinize dayayın ve çenenizi avuçlarınızın içine alarak, böyle saatlerce oturun. Hayatı dinleyin. Sessizliği dinleyin. Ve kendinizi dinleyin.

Hayatı yarattı ve onu sürekli kıldı. Yarattığı varlığa, genetik bellek kalıplan verdi ki, buna «içgüdü» dendi. Bu genetik bel' lek kalıplan, onlann üremelerini sağladı. Ama aynı zamanda, karşı cinsler arasında genlerin paylaşımı yoluyla, bu genetik bellek programlarının, kuşaktan kuşağa aktanlması sağlandı.

Bütün canlılarda bulunan ilâhi Öz, onları sevgiyle yara­tan Allah'ın hayat kıvılcımı, hayat soluğu oldu. Eğer O'nun hayat soluğu olmasaydı, insanın bedeni, onun ruhunun gelişmesini sürekli kılacak elektriksel güç santralı gibi çalışmazdı. Bedeni öyle bir biçimde tasarımladı kî, in­sanın bedenine ait tüm bilgiler ve maddi yaşama ait bazı davranış kalıplan, hücrelere kaydedildi ve kendini tekrar­lama yoluyla kuşaktan kuşağa aktanldı. insan sayısı kadar fizik görüntü ve ruhsal karakter yaratıldı. Hiçbir insan di-, gerine benzemedi. Oysa hepsinin iki gözü, iki kulağı, iki eli vardır. Hepsi iki ayağının üzerinde dik yürür. Hepsi aynı evrende yaşar. Hepsi aynı dünyadadır. Fakat hepsi­nin ayrı evrenleri, ayrı dünyaları vardır.

Venüs çölleri, insan olmadığı için cayır cayır yanıyor. Merkür yanıyor. İnsan olmadığı için, Mars'ın kırlarında kelebekler uçmuyor. Orda, süzgün bakışlı ceylanların ko­şuştuğu yeşil yaylalar yok. Kuşlar ötmüyor orda, sular ak­mıyor. Venüs'de, uzayıp giden portakal bahçeleri, buğ' day tarlaları, kiraz, incir, üzüm bağları yok. Gümüş yap­raklı zetin ağaçlan yok. Uzayda buz dağlanyla yüzüyor Plüton. Orda insan yok diye, Neptün'ü penguenler bile sevmiyor.

Eğer insan olmasaydı, hayat algtlanmayacaktı ve algi' lanmayan hayatın hiçbir anlamı olmayacaktı. Hayatı algi' layan olmadığı için, Mars kayalıklarında hayat yok. insan yok diye yağmur gibi ateş kıvılcımları iniyor gökten. Ve-nüs'de kayak yapılacak dağlar yok, dağlar orda ateş püs­kürüyor, ateş...

Yarattığı her şeyde, Allah'ın yaşam soluğu olmasaydı, yaratılanlar bir anlam taşımayacaktı. Mesela siz bu kadar güzel olmayacaktınız. Denizin dalgaları gibi dökülmeyeçekti... Dökülmeyecekti omuzlarınıza dalgalı saçlarınız. Böyle derin ve böyle anlamlı bakmayacaktı gözleriniz.

Yaratan'm yaşam soluğu olmasaydı eğer, kuşlar yuva­ya dönmeyecekti. Mutluluk, bir çocuğun gözlerinde bu kadar güzel parlamayacak ve kahkahası bu kadar güzel çmlamayacaktı. Yaşamın sürekliliği, bir çekirdeğin genetik belleğinde, ya da bir yaprağın renk değişiminde bu kadar büyüleyici olmayacaktı.

Allah'ın yaşam soluğu olmasaydı eğer, tohumu yuvaya taşımayacaktı karıncalar. Anlar bal yapmayacaktı ve kuşlar kuzeyden çıkıp, haritasız ve pusulasız, hiç şaşırmadan uçmayacaktı taa Afrika ormanlarına.

Eğer Yaratan'in yaşam soluğu olmasaydı, çiçekler bu kadar güzel olmayacaktı. Gülün rengi bu kadar derin olmayacaktı. Böcekler ona aşık olmayacak ve onu dölleme-yecekti. Rüzgâr esmeyecek, gök gürlemeyecek, yağmur yağmayacaktı. Yaratan'ın yaşam soluğu olmasaydı eğer, güneş doğmayacak, güneş batmayacaktı. Kuşlar şarkı söy­lemeyecek ve böcekler uçmayacaktı. Hayat olmayacaktı. Hayatı yarattı ve ona süreklilik kazandırdı. Ağacı çekirde­ğinde sakladı, çekirdeği ağaçtan çıkardı. Ağacını kendi içinde saklayan çekirdekle, hayatın inanılmaz gücünü ve sürekliliğini anlattı. Düşünceden atomu çıkardı, atomdan evreni... Evre­ni, atomdan nasıl çıkardı? Nasıl çıkardı sonsuzluğu zerreden? Nasıl çikardıysa yumurtadan kuşu, atomdan da Öyle çıkardı

evreni. Spermayı insandan çıkardı, spermaya insanı gizledi. Kirli bir su damlasında nasıl gizledi insanı? Nasıl gizlediy-se kısacık bir «an»ın içinde zamanın sonsuzluğunu, öyle gizledi insanı kirli su damlasında. Saçların rengi, gözlerin derinliği o kirli suda gizlidir. O kirli sudan, düşüncenin ya­ratıcılığı ve sevginin gücü çıktı! Nasıl çıktı sevginin gücü, bu kirli sudan? Sevinme, Özleme, umutlanma, kucaklama nasıl çıktı? O muhteşem varlık, bu kirli sudan nasıl çtktı? Tasarımladı, hayal perdesine aktardı ve «ol!» dedi. Sa­dece böyle dedi. İçice evrenleri ve yaşam boyutlarını böyle yarattı. İnsanı böyle yarattı. Ve her şeyi böyle yarat­tı. Ne yarattıysa, insan için yarattı. O'nun katında insan sevgilidir, muhteremdir.

Atmosferi, dünyanın çevresine sardı, mavi bir tül gibi doladı. İnsan İçin orayı dayadı döşedi. Tutup onu boşlu­ğun içine koydu. Boşluk, bir ana rahmi gibi kucaklayıp içi­ne aldı dünyayı. Kaptansız bir gemi gibi yüzdürdü dünya­yı boşlukta. Dümensiz ve yakıtsız bir gemi gibi boşlukta yüzdürdü dünyayı. Nasıl yüzdürdü dünyayı boşlukta? Nasıl yüzdürdüyse deryada tufan gemisini, öyle yüzdür­dü dünyayı boşlukta.

Boşluk nasıl tutuyor dünyayı? Güneş sistemlerini tutan nedir, boşlukta nasıl yüzüyor galaksiler? Neden çözülüp dağılmıyorlar uzayın boşluğuna? Hücreleriniz niçin çö­zülüp dağılmıyorsa, onlar da onun için dağtlmıyorlar. Hücreleri bir arada tutan boşluk, atomları da tutuyor. Atomları bir arada tutan aynı boşluk, galaksileri de tutu­yor. Bunlar, «ol!» emrine uymuyorlarsa, başka hangi emre uyuyorlar? Hangi söze, hangi yasaya, kimin yasasına uyuyorlar? Bu gücü nerden alıyor boşluk, kimden alıyor? Boş bir boşluk, hiçlik, nasıl oluyor da her şeyi bir arada tu? tan güce sahip oluyor? Hayır, boşluğa bakmayın.

Yaratan'ı arayan boşluğa bakmasın. Boşlukta sadece boşluk vardır. Milyarlarca güneş sistemleri ve onları kuşa^ tan sonsuz bir boşluk vardır. Yaratan'ın kudreti vardır, il' mi vardır. İnsanı aşan, insanın ölçülerine ve algflanna sığ' mayan bir genişlik, bir derinlik, anlaşılmayan bir tasarım gücü vardır. Boşluğun, insan tarafından kavranamaz bir derinliği, sonsuzluğu vardır. O, paraleli olmayan bir son­suzluktur, öyle bir sonsuzluktur ki, içine alıp kuşatmadığı hiçbir varlık yoktur. Ve Öyle bir sonsuzluktur ki, onun dı­şında hiçbir şey yoktur. Onun dışında yokluk da yoktur. Var mıdır? Hayır, yoktur... Eğer «yokluk var» diyorsanız, o «var» dediğiniz şey nasıl «yokluk» olabilir? «Var» olan bir şey, «yokluk» olabilir mi?

Bu sonsuzluk, zaman ve mekânla sınırlı bilince sığmaz. Öyleyse, siz eğer Yaratan'ı arıyorsanız, bu boşluğa bakmayın, dönün bir kendinize bakın. Bu kadar yakınınızda-dır. Allah, somut bir olguda, algılanan bir gerçeklikte, kav­ranan bir düşüncede, derinden hissedilen, yaşanan bir duyguda, sevgide, sevgide, her şeyi kucaklayan sonsuz sevgidedir.

Bazen bir çocuğun gülüşünde, bazen de bir çiçeğin rnasum güzelliğindedir. Bazen zamanların ve mekânların Ötesinde, bazen maddenin zerresindedir. Sevgilerde, öz­lemlerde, hüzünlenişlerdedir. Küt küt vuran yüreğinizde, damarlarınızda, hücrelerinizde, hücrelerinizin en ücra köşelerindedir. Allah, sonsuz bir güçtür. Yaşam kaynağı­dır. Hayat ışığıdır. Varlığı ortaya çıkarandır. Varlığı ortaya çıkaran bir güç, nasıl bir güçtür? «Ol!» emriyle varlığı ya-ratan ve ona hayat veren bir gücü tasavvur edebiliyor musunuz?

Bu güç; dalgaların deviniminde, rüzgârın uğultusunda, gülün sadeliğinde, renklerin derinliğindedir. Kucaklaşan sevgide, çocukların çınlayan kahkahasında, gözlerin ren-ginde, gözlerin derin bakışındadır. Rüzgârda savrulan ka­ra saçların, sarı saçların, kumral saçların parlaklığındadır. Doğan güneşte, batan güneşte, kayan yıldızda, parlayan aydadır. Her yerde, her şeyde, yaşamın görünen ve gö­rünmeyen boyutlarında, ücra köşelerde, bu güç vardır.

Tufanda gemiyi yüzdürdü. Ve ateşini suya çevirdi ateşte yananın. Nemrud çılgına döndü öfkeden. Kuyuya düşeni tutup kuyudan aldı. Mısır'dan çıkana, «asanı yere vur!» dedi. Asasını yere vurunca, açıldı deniz, mavi bir çarşaf gibi yırtıldı peygamberin önünde. Firavun şaştı kal­dı. Çılgına döndü öfkeden ve denizden önce öfkesi boğ­du onu.

Körü, sağırı, dilsizi, alacalıyı ıslah edeni, suda yürüye­ni, ölüyü dirilteni mahzun bırakmadı çarmıhta. Onu yal­nız bırakmadı, çaresiz bırakmadı. Bir sır gibi yükseldi gök­lere, sır gibi... Şimdi onu bekliyor, onu çarmıha gerenler. Mumlarla, çamlarla, çanlarla, çıngırak sesleriyle haydut panayırına çevrilen Novel meydanlarında, Paskalya geçelerinde onu bekliyorlar.

Miraca çıkanı hiçbir zaman indirmedi aşağılara. Kurda kuşa yem etmedi. Güçsüz ve çaresiz bırakmadı zalimlerin yurdunda. Ruh gibi süzülüp geçti gecenin karanlığında ve sır gibi saklandı mağarada ve parlayan bir dolunay gibi in­di Medine çöllerine. Peygamberini, ardında muhteşem ordularla tekrar gönderdi vahşilerin diyanna. Mahzun bı­rakmadı, umutsuz bırakmadı, yalnız bırakmadı onu.

Yaratan'm yaşam soluğu, hayatın deviniminde ve sürekliliğindedir. Gülüşlerde, ağlayışlarda, hüzünlenişlerde ve umutlu bakışlardadır. O'nun yaşam soluğu; arayışlar-da, bekleyişlerde, özleyişlerde, karşılıksız sevgilerde ve aşklardadır. O, en büyük aşkın kaynağıdır.

Renkteki derinliği, sesteki güzelliği, ışıktaki parlaklığı yara­tandır. Sevgiy, Özlemi, umudu yaşatandır. Her şeyi kucakla­yan ve her şeyi kuşatandır. Hayat veren, hayat alan, güldü­ren, sevdiren ve ağlatandır. Sıkıntı verip, kemale ulaştırandır, ilimle kuşatıp, irfanla donatandır. Dert verip, derman aratan­dır. Rahim'dir, Rahman'dır, Gaffar'dir, Kahhar'dır.

Yaratan'in yaşam soluğu olmasaydı eğer, bir tohumda veya kuru bir çekirdekte hayat kendini tekrarlamazdı. Bir damla kirli sudan insan çıkmazdı. O'nun yaşam soluğu ol­masaydı eğer, boşluk, milyarlarca güneş sistemlerini bir arada tutmazdı. Yaşlı hücreleriniz, içindeki bilgileri, ha­yadan boyunca bir sır gibi saklamazlar ve onları bir miras gibi genç hücrelere bırakarak ölmezlerdi.

Kendinizi arıyorsanız, geçmişin girdaplarına bakın. Bir olaya, bir insana, bir nesneye takılıp kaldınız belki. Belki dönüp duruyorsunuz orda. Kendinizi arıyorsanız, olmayan geleceğe bakın. Olmayan bir gelecekte, olmayan bir servetin peşindesiniz belki. Belki bir şöhret çukuruna düş-tünüz. Kendinizden yardım bekliyorsunuz belki. Geçmiş-ten ve gelecekten toplayın parçalarınızı, «şimdi»ye getirin. Sonra dönüp kendinize bir bakın.

Kendinize bir bakın... Eğer kapandıysa kapılarınız, ışık sızmıyorsa pencerenizden... Eğer yoksul bir çocuğun gözlerinde göremiyorsanız sönüp giden ve kahrolup gi­den umutları... Eğer tıkandıysa kulaklarınız, işitmiyorsanız... Eğer tutuklandıysanız bedeninizde, zincire vurul-duysa elleriniz ve ayaklarınız prangadaysa eğer...

Sahile koşun... Bir kayanın üzerine oturun ve kendini­zi arayın. Gökyüzünün derinliğinde, kayaların suskunluğunda arayın. Dağılmış parçalarınızı, ölmüş bir geçmişte ve doğmamış bir gelecekte bulacaksınız. Onları ordan top­layın ve «şimdi»ye getirin. Parçalarınızı birleştirin. Sonra dönün, kendinize bir bakın. Bir bakın, yüreğiniz nerde? Sonsuzluğun neresinde çarpıyor yüreğiniz?

İnsanı yarattı ve onu değerli kıldı. İnsan azizdir, sevgi­lidir, muhteremdir. Fakat siz bunu anlamadınız ve nes­neleri kendinizden daha değerli buldunuz. Onlara önem verdiniz. Ve onlara sahip olmak için rekabete girdiniz. Rekabet sürecinde, rakibinizi kıskandınız, ona kızdınız, öfkelendiniz, yalana ve hileye başvurdunuz. Çalıp çırp­tınız, yoksulun ve yetimin hakkını gözetmediniz, ömrü­nüz boyunca, değersiz nesnelerin peşinde koştunuz. Şir­ke düştünüz. Neye önem verdiyseniz, onunla kuşatıldınız.

İnsan, duygu ve düşünce birikimlerinin toplamından başka bir şey midir? Ne biriktirdiyseniz, onunla kalırsınız. Birgün kendinizle başbaşa kalırsınız. Kendinize nasıl bir dünya kurduysanız, onunla başbaşa kalırsınız. Yüzleşirsi-niz birgün. Mutlaka yüzieşirsiniz.

Açılacak... Sizi perdeleyen perdeler birgün bir boru sesiyle açılacak. Işıklar sönecek. Işıklar yanacak. Ve oyu­nun son perdesi başlayacak. O gün, hayat sizin sahneniz olacak. Bugün olduğu gibi... O gün, kendi yazdığınız senaryoyu oynayacaksınız. Yazan siz, oynayan siz, izleyen siz olacaksınız. O gün, kendinizi alkışlayabilecek misiniz?

Uyanacaksınız... Birgün bu dünyadaki hayatın bir rüya olduğunu anlayarak uyanacaksınız... Herkes uyanacak. Birgün bulutsuz bir gökyüzünde parlayan güneşin söndü­ğünü göreceksiniz. Güneşin, sönmesi, gaflet uykusundan uyandıracak sizi. Herkesi uyandıracak. O gün, büyük bir gürültüyle uyanacaksınız. Yıldızların döküldüğünü, gökle­rin durulduğunu göreceksiniz. Amel defterleri açılacak. Kendi vicdanınızda mahkemeler kurulacak. O zaman, her şeyi anlayacaksınız. Herkes anlayacak.

Büyük hesaplaşmadan sonra cennetlere uçuşlar ola­cak. Kimi yaya, kimi atlı, kimi şimşek gibi geçecek. Bin yıl yokuş, bin yıl düz, bin yıl iniş...

Bu yolculuk üçbin yıl sürecek. Üçbin ışık yılı... Bu, uzun bir yolculuk değildir. Çok uzun bir yolculuk oldu­ğunu sanmayın. Galaksiyi bir düşünün. Samanyolu, bir baştan öbür başa yüzbin ışık yılıdır. Demek ki, sırat yolu daha kısa, çok kısadır. Ama bu yolculuk, yaşadığınız ev­rende süren yatay bir yolculuk değildir. İç balonlara doğru giden dikey bir yolculuktur.

Işıktan yüz defa, ikiyüz defa, üçyüz defa hızlı olan ara frekanslar vardır. O boyut içinde, yolculuğunuzu hep ay­nı frekanslarda sürdürmeyeceksiniz. Bir tam sayının kesir­li rakamları gibi sürekli yükselen frekanslarda uçacaksınız. Bu nicel birikimlerin patladığı noktada, boyut değiştirerek, yeni bir birime geçeceksiniz. Taa ki cennete varasınız.

Kolay varılmayacak cennetlere. Konaklama yerleri ola­cak. Samanyolu merkezinde bir güneş sistemine gittiğini­zi düşünün. Sizin cennetiniz orda olsun. Oraya varınca­ya kadar, binlerce, milyonlarca, milyarlarca güneş sistem­lerini geçmek zorunda kalacaksınız. O sistemlerin geze­genleri, sizin konaklama yerleriniz olacak. Konakladığınız her gezegende hesap sorulacak. Eğer bir kulun, bir gram hakkı kaldıysa üstünüzde, o gezegende tutuklu kalacaksı­nız. Herkes geçip gidecek, fakat siz o gezegende, belki de Venüs gibi cayır cayır yanan bir gezegende tutuklu kala­caksınız. Taa ki, o hesabın hesabı görülsün. Hak yerini bulsun. Budur işte. Kitapta bildirilen cehennem işte bu­dur.

Böyle konaklaya konakiaya cennetlere uçulacak. Kele­bekler gibi, kuşlar gibi uçulacak. Konaklaya konaklaya, hesaplaşa hesaplaşa uçulacak. Kimi hiç konaklamadan di­rekt cennete varacak. Şimşek gibi geçenler onlar olacak. Kimi birkaç güneş sisteminde konaklayacak, biraz hesabı vardır, onu gördükten sonra devam edecek. Atlılar onlar olacak. Kimi de, birçok güneş sistemlerinde konaklayacak. Yaptıklarının hesabını ödemeden, konaklama yerinden çıkamayacak. Yürüyenler de onlar olacak.

Kitapta bildirilen sırat yolu budur... Üçbin yıllık sırat yolu işte budur...

Vehbi Bardakçı Berlin, 22 Nisan 2005