Bilincin Boyutsal Derinlikleri
Önce kapkara bulutlar
örttü gökyüzünü. Ortalık ansızın
karardı. Sonra bir şimşekle aydınlandı ortalık. Uzaklara, dağların
kuytularına, yankılanan bir gürültüyle yıldırım düştü. Urpererek çevreme
baktığımda, deh' şet içinde kaçışan insanları gördüm. Korunabilecekleri bir yer
arıyorlardı. «Ben de kaçmahyım!» diye düşündüm.
Sonra gittikçe
şiddetlenen bir rüzgâr başladı. Esintiye karşı yürümekte, hatta ayakta durmakta
bile zorlanıyordum. Tüm gücümle direnmeye çalışırken, tam bu sırada kuvvetli
bir fırtına koptu. Sonunda ben bu fırtınaya kapılıp, ülkemin dışına
sürüklendim.
Kendimi ansızın başka
bir ülkede; dilini, dinini, kültürünü bilmediğim yabancı bir Ülkede buldum.
Yıllarca onlann dilini öğrenmeye çalıştım. Ve yıllarca iş aradım. Temizlikçi,
bulaşıkçı, fabrika işçisi, muhabir, bahçıvan, yazar 'oldum. Yapmadığım hiçbir
İş kalmadı. Hiçbirinde dikiş tutturama-dım. O sıralarda karşıma hiç tanımadığım
biri çıktı ve «sana bir şey sormak İstiyorum» dedi. «Sor bakalım» dedim. «Eğer
sen Allah olsaydın, evreni nasıl yaratırdın?» dedi.
Bütün varlığımla
ürperdiğimi hatırlıyorum. Böyle bir şeyi kim düşünmüştür hayatında? Kimin
aklına gelir bu soru? Biliyorum ki, böyle bir soruyu kimse aklından bile
geçirme mistir. Biraz düşündüm. Kısa bir sessizlikten sorv ra, «bu sorunun
yanıtını şimdi vermesem, daha sonra versem olur mu?» dedim. «Elbette, ne
demek, yanıtı istedi ğin zaman verebilirsin» dedi. Sonra çekip gitti. Ve ben
müthiş rahatsız olmaya başladım. Hayata bakış açımı de^ ğiştirecek, beni
tamamen dönüşüme uğratacak bir soruy-la karşı karşıya olduğumu hissediyordum.
O günden sonra
düşündüm. Boşlukta dönen dünyayı düşündüm. Küçük bir tohumda evrimleşen hayatı
düşündüm. Ağacını genetik programında saklayan çekirdeği dü-şündüm. İnciri,
üzümü, hurmayı, balı, arıyı düşündüm. Mevsimleri, yaprakların renk değişimini,
rüzgârın uğultu-sunu düşündüm. Yağmuru, bulutu, gökyüzünü düşündüm. Hayat ve
ölüm... Her şey dengede, her şey olağanüstü, her şey mükemmeldi. Her şey
amacına uygundu. Her şey çok muhteşemdi. Hiçbir şey, «eksik» ya da «fazla»
değildi. Eklenecek, çıkarılacak, yadırganacak, yadsınacak hiçbir şey yoktu.
Uç gün, üç gece
düşündüm. Kimi zaman durgun sular gibi aktım, kimi zaman çağlayanlar gibi
coştum. Bazen girdaplara kapılıp döndüm. Gecelerim uykusuz, gündüzlerim dalgın
geçti. Yalnızlığım büyüdü, büyüdü, gecenin karanlığı gibi kuşattı beni.
Issızlığın ortasında, karanlık bir kuyunun dibinde, yalnız ve çaresiz kaldım.
Bir daha hiç göremedim onu. O yıllar, umutlarımı ve yaşama sevinci-
mi tamamen yitirdiğim
yıllardı. O adamı aradım, çok aradım, ama bulamadım. Yoktu...
Kimdi bu adam? Niçin
hayatın yükünü taşıyamaz olduğum bir anda çıkmıştı karşıma? Nasıl tanışmıştık,
bilincimi uyandırdıktan sonra niçin çekip gitmişti? Yanıtsız sorular
çoğaldıkça, beni kuşatan ve derin bir yalnızlığa hapseden çaresizliğim,
yetersizliğim de çoğalıyordu. Kendimi çok mutsuz hissediyordum.
Bulunduğum ülkeye bir
türlü alışamıyordum. Dili benim dilime benzemiyordu. Sokakları benim sokaklanma
benzemiyordu. Adetleri, alışkanlıkları, gelenekleri başkaydı. Tarihleri,
kültürleri, hayata bakış açılan başkaydı. Anadolu'nun bozkırlannı, tozlu
yollarını Özlüyordum. 7'ürkülerimi özlü-yordum. Anamı özlüyordum. Anamın
sıcaklığını, anamın patates böreğini çok Özlüyordum.
Mahkeme benim iltica
istemimi reddetsin; bir celsede karar versin ve tutup kolumdan ülkeme
göndersin, istedim. Siyasi belgelerimi evde bırakarak, mahkemeye hazırlıksız
gittim. Fakat mahkeme salonunun kapısında, hastalık nedeniyle avukatımın
gelemediğini ve bu yüzden mahkemenin bir ay sonraya ertelendiğini okudum.
Hayat, benimle alay ediyordu sanki. Okyanusun dalgalarına kapılmış zavallı
bir tekneden ne farkım vardı? Yapayalnız, çaresiz ve yardımsız bırakılmıştım.
Kendimi taşıyamayacak kadar güçsüzdüm. İntihar etmeyi düşündüğüm anlar oluyordu.
Ve ertesi gün, anamdan
bir mektup aldım. «Sakın Türkiye'ye dönme!» diyordu. Siyasi nedenlerle,
kesinleş-miş hapis cezalarımın olduğunu söylüyordu ve «sakın gelme!» diyordu.
Ayrıca bir de asker kaçağıydım. Bu olaydan sonra, gizli bir elin, beni ülkeme
dönmekten alıkoyduğunu farkettim.
Kader neydi? Her şey
önceden mi yazılmıştı? Yazılmış bir senaryoyu mu oynuyorduk? Yoksa senaryoyu
biz mi yazıyorduk? O gizli ve sihirli el, sadece tıkandığımız yerlerde mi
dokunuyordu bize? Sahi kader neydi? Nasıl açıklamıştı dinler bunu?
Hayatım giderek
çekilmez olmuştu. Yıllardır ülkeme dönemiyordum. Artık ben bir kaçaktım. Onlara
göre ben bir vatan haini... Ben bir anarşist, haydut, eşkıyaydım. Siyasi
nedenlerle kesinleşmiş hapis cezalarım vardı. Üstelik bir de asker kaçağıydım.
Ve ben ülkeme hiçbir zaman dönemeyeceğimi düşünüyordum. Umutsuzluğum, bir çığ
gibi giderek büyüyordu. Çıkışı olmayan bir labirentte dolaşıyordum sanki.
İdeolojik kimliğimle
çatışmaya başladım. İnançlarım sarsılmıştı. Bir boşluğa düşmüştüm sanki. İşten
eve dönünce, yüzüstü yatıp, çocuklar gibi ağladığımı hatırlıyorum.
Saatlerce... Belli bir neden yokken, dolaysız, derin ve sessiz ağlayışlar...
O günlerde, ideolojime
ters düşen kitaplar okumaya başladım. İncil okudum. Tevrat okudum. Buda'nm öğretilerini
okudum. Kiliselerde, havralarda yaşanan din beni kucaklamıyordu. Mağaralarda düzenlenen meditasyon ayinleri beni kucaklamıyordu. Ben,
ışığı, bu dinlerin yaşanan boyutunda aramıyordum. Bu dinlerin yaşanan boyutunda
ışık yoktu. Bu dinler, kalıp uygulamalarla, geleneksel bir kimlik kazanmış,
bir alışkanlık, bir kültür haline dönüşmüştü.
Hatta kapitalizm, onun
pazarını bile yaratmıştı. No-vel'de, akıl almaz çam ticareti yapılıyordu. Paskalya'da,
inanılmaz çikolata ticareti yapılıyordu. Ben bir ışık, bir umut arıyordum;
fakat bu umudu, kilise çanlarında bulamıyordum. Ben, ihtiyacım olan umudu ve
ışığı, bu dinlerin yaşanan ve uygulanan boyutunda değil, algılanmayan ve
uygulanmayan arka boyutunda anyordum. İşte bu nedenle, bu dinlerin kutsal
kitaplannı okurken, o kitapların satır aralarında, bir sır, bir giz yakalamak
istiyordum.
O gizi, önce İsa
Mesih'in (as) yaşamında yakaladım. Giz, kilisede, kilisenin çanlarında değildi.
Giz, İsa Mesih'in (as) sırlarla dolu yaşamında ve hikmetli sözlerindey-di. Ve
o hâlâ yaşıyordu. Çarpıcı sözleriyle ve tüm berraklığıyla, asırlara meydan
okuyarak yaşıyordu. Kutsal kitabı bozmaya çalışanlar, satırları belki
bozmuşlardı, ama onun ıkibin yıldır parlayan ışığını söndürememişlerdi. Ordaydı
işte. Her zamanki yerinde... Ve güneş gibi parlıyordu.
Tevrat'ın satır
aralarında, Hazreti Musa'nın (as), denizi ikiye ayıran düşünce gücü yatıyordu.
Kibirli Fira-vun'un hazin sonu ürperti veriyordu insana. Kendi kitaplarını ne
kadar bozarlarsa bozsunlar, bozulmayan bir şey kalıyordu. O bozulmayan şey,
peygamberlerin ışığıydı. Onların ışığı asla söndürülemiyordu. Anladım ki,
farklı
dinler yoktu aslında.
Farklı dinleri ortaya çıkaran ve onları birbirine düşman eden, insandı. Dini,
çıkarları için bölüp parçalamakta hiçbir sakınca görmemişti. İnsan bugün eğer
doğruyu bulmakta zorlanıyorsa, bunun tek nedeni yine insandı. Kendi elleriyle
bulandırdığı suda şimdi balık avlamaya çalışıyordu. Yaratıcı'nın, farklı
zamanlarda, farklı toplumlara gönderdiği din, aynı dindi, benzer mesajlar
taşıyordu.
Tüm bunların
sentezinden bir sonuca vardım ki. hep-si aslında aynı şeyi söylüyordu. Ama ayn
frekanslarda söylüyordu. Ben artık bir Yaratıcı'nın olduğuna kesin iman ediyor,
hatta imanın da Ötesinde, sanki biliyordum. Ve O'nun her şeyi sevgiyle
yarattığını biliyordum. Ama bu beni yine de tatmin etmiyordu.
Yaratıcı'yi bilmek,
fakat sonra herkes gibi günlük yaşamın kaosunda ve karmaşasında kaybolup
gitmek, bana hiçbir şey vermiyordu. Hayatımı değiştirmiyordu. Mutlu
olamiyordum. Denizin ortasında zavallı bir varil gibi or-dan oraya yalpalayıp duruyordum. Niçin yaşadığımı, hangi amaçla hayata
gönderildiğimi ve Yaratıcı'ya karşı nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum.
Hayat bana çok anlamsız geliyordu. Yeniden bir umutsuzluğa ve öncekinden daha
derin bir çukura düştüm. Benim yaşamım hep böyle mi geçecekti? Yaşama sarılmak
için hangi dalı tutsam, çürüyüp dökülüyordu.
Elimi nereye uzatsam, boşluğu yakalıyordum. Yeniden okudum. Okuduklarımı
çevirip yeniden okudum. Dönüp dolaşıp yine okudum.
Okuduğum kitaplar,
hayata niçin geldiğim konusunda beni ikna edemiyordu. Sorulanma yanıt ararken,
yanıtı olmayan başka sorularla karşılaşıyordum. Yaratıcı'ya karşı nasıl davranmam
gerektiği konusunda beni aydınlatacak hiçbir bilgiye rastlayamıyordum. Hayatım
iyice çekilmez oldu ve ben artık hiçbir şeyden zevk almamaya başladım.
Her pazar ziyaretime
gelen ve bana İsa Mesih'i (as) anlatan birine; «bana, onun ne yüce biri
olduğunu anlatma. Bana, yaşamımı nasıl düzenlemem gerektiğini anlat» dedim.
Umutla gözlerine bakarak, ondan tatmin edici bir yanıt bekledim. Fakat ben her
zamanki gibi yine bir düş-kırıklığı yaşadım. Çünkü, onun da bildiği önemli bir
şey yoktu. Artık her pazar bana gelmemesini söyledim. Arayışlarımı yalnız
sürdürmek İstiyordum.
Yeni bir umutla
İslamiyet'e yöneldim. Aradığım her şeyi orda bulacağıma inanarak yöneldim.
Bunu içtenlikle istedim, çok istedim. Çünkü, çevremdeki insanların İslamiyet
anlayışları, İçimdeki bu son umut kıvılcımlarını da söndürüyordu. Fakat ben,
onların İslamiyet'i nasıl anladıklarını değil, İslamiyet'in kendisini anlamak
durumundaydım. Bu umutla hayata yeniden tütündüm.
Ayrıntılarda yaşamayı
bırakıp, hayatıma bir bütün olarak baktığımda, bir şeyin farkına vardım.
Allah'a inandığım zaman, hayata derin bir bağ ile bağlanıyordum. Her şey
yeniden bir anlam kazanıyordu. İnancımı kaybettiğimde ise, boyutlarını
kavrayamadığım sonsuzlukta, kendimi terkedilmiş ve yalnız hissediyordum.
Umutsuz, yorgun ve bitkin düşüyordum.
Her şeyden önce mutsuz oluyordum. Hayatın hiçbir anlamı kalmıyordu.
Hayat, inançlarımı kaybettiğimde, taşımakta zorlandığım ağır bir yüke
dönüşüyor ve ben hiçbir şeyden zevk alamıyordum.
Çıkmazda olduğum böyie
bir günümde kitaplarımı yaktım. Sol içerikli dev kütüphanemde, kendi yazdıklanm
da dahil, hepsini yırttım, yaktım... Ben, aslında umutları-mı, beklentilerimi,
Özlemlerimi, geçmişimi ateşe verdim. Yıkılan inançlanmı ve onunla birlikte
gençliğimi verdim ateşe. Büyüyen alevlerin karşısına geçip, sarsıla sarsıla ağladım.
Alevler arasında yanan gençliğimi izlerken, kan damladı yüreğimden, kan'.. Bazı
şeyler vardır ki, anlatılamıyor. Sadece yaşanıyor.
Okyanusun dalgaları
gibi çalkanıyordu yüreğim, (çimde çok şidde.li fırtınalar esiyordu. Oysa ben huzuru
ve sessizliği arıycrdurn. Bu olaydan sonra, aradığım huzuru ve sessizliği
bulamadım; ama en azından, geçici de olsa, onlardan kurtulmanın rahatlığını
yaşadım. Nihayet kurtulmuştum onlardan. Yıllarca bana «madde» olduğumu,
«maymun» olduğumu öğreten saçmalıkların hepsinden kurtulmuştum. Onları bilinçli
olarak mı, yoksa bilincimi kaybettiğim bir anda mı yaktığımı bilemiyorum.
Sadece yaktığımı ve ağladığımı hatırlıyorum.
Ben kimdim? Hayata
niçin gelmiştim, niçin yaşıyordum? Yaratıcının benden beklentisi neydi? Bir
ağaç, meyvesinden ne bekler? Kabuğunu kınp filizlenmesini ve kendini yaratan
ağacı tekrar ortaya çıkarmasını mı? Bu doyumsuzluk, bu tatminsiz hayat, bu
mutsuzluk, O'nun beklentilerine uymadığım için miydi? Bir ceza mıydı bu? Yoksa
ben cezalandınlmiş mıydım!? Hayatıma nasıl bir yön vermem gerekiyor, hayatımın
merkezine neyi koymam gerekiyordu? Yıllarca yazmıştım... Yazmayı koymuştum
hayatımın merkezine. Fakat ben aslında bundan hiçbir zaman pişman olmadım.
Yazmayı sevdim. Okumayı ondan daha çok sevdim. Yazmak, elbette saygın bir işti.
Alkışlanmaya ve takdire değer bir çabaydı. Düğüm belki de burdaydı; «takdire»
ve «alkışlanmaya» değer bir çaba... Yıllarca niçin yazdım ben? Erdemli bir
çaba olduğu için mi? Yoksa onunla doyuma mı ulaştım? Takdir ve alkış mı
bekledim?
Ben, acılarla ve
hüzünlerle boğuşurken, zehirle mi, yoksa bir kurşunla mı hayatıma son vermeyi
düşünürken, uzaklarda beni «alkışlayan» ve beni «takdir eden» okurumun takdiri
bana ulaşmıyor, onun alkışları benim hayatımı değiştirmiyordu. Beni sevenlerin
ve alkışlayanların, bana hiçbir yaran olmuyordu. O duygular onlarındı, benim
değildi. O duygulan onlar yaşıyordu; seviyorlardı, kıskanıyorlardı,
coşuyorlardı, alkışlıyorlardı... Benim için önemli olan benim duygulanmdı.
Benim yaşadıklarım, benim hissettiklerimdi. Ben seviyor muydum? Kimi? Kendimi
seviyor muydum? Bütün düğüm burdaydı. Bu düğümün çözülmesi gerekiyordu.
Kendimi seviyor muydum ben? Bir koşula mı bağlıydı bu sevgi, nasıl olursam sevecektim
kendimi? Kendimden beklentim neydi? Sorular bitmiyor, bir zincirin halkalan
gibi uzayıp gidiyordu.
Eğer kendimi
sevseydim, başkalarından sevgi dilen-mezdim. Değerli olduğuma inansaydım eğer,
başkalarının bana değer vermesini beklemezdim. Eğer kendime saygı duysaydım,
onuruma sahip çıksaydım, kendime bu kötü' lüğü yapmazdım. Meğer kendi değerimi
bilememiş, değersiz şeylerde aramışım değerimi!..
Eğer siz kendinizi
sevemiyorsanız, eğer bir gülün derinleşen renginde aşkı ve coşkuyu
yakalayarnıyorsanız, eğer küçük bir çocuğun gülüşü size yaşama sevinci vermiyorsa,
eğer artık heyecanlanmıyorsanız, eğer hayat anlamını ve rengini yitirmişse,
siz artık cehennemdesiniz. Bu cehennem, öyle bir cehennemdir ki, o cehennemin
yakıtı siz, acı çeken günahkârı da sizsiniz. Ve o cehennemin kendisi de
sizsiniz.
Ben kendimi
sevmiyordum, fakat nasıl olursam sevecektim kendimi? Kendimden beklentim
neydi? Ticareti ve zenginliği istemediğimi biliyordum. Beni, makam ve şöhret de
çekmiyordu artık. Önemli makamlarda bulunan İnsanların, nasıl ikiyüzlü ve riyakâr
olduklarını, birebir ilişkilerde yaşadığım için, onlardan nefret ediyordum.
Altın İşlemeli koltuklarda otursalar ve başlarına zümrüt taşlany-la süslenmiş
altından taç taksalar, onlar benim sadece nefretimi artırıyordu. Onlar benim
umutlarımın hırsızla-rıydı. Onlar ikiyüzlü, sahtekâr, yalancıydı.
Sahiplenme duygusu da
yoktu bende. Son model bir araba beni mutlu edemezdi. Dışımdaki eşyaya hiçbir
zaman itibar etmedim. «Sahip olmak» istemiyordum, ama «olmak» istiyordum. Bu
arzum, sonradan farkettim ki, yıllarca yanıtsız kalan bir soruyu da açığa
çıkarmıştı. Ne olmak istiyordum?
«Olmak» istiyordum.
Olmak; bir ordunun komutanı olmak değildi. Vali olmak, müdür olmak, müsteşar
olmak değildi. Ben, makam ve kariyer istemiyordum. Sadece «olmak» istiyordum.
Kemalini bulmuş bir
insan olmak istiyordum. Mutlu olmak istiyordum. Sevmek istiyordum. Anlamlı
olmak ve dokunduğu her şeye anlam katmak istiyordum. Ben bunu istiyordum...
Ellerimi açtım ve «Allahım, benim zihnimi aç ve beni aydınlat» dedim. Yeniden
filizlenen yeni bir umutla. Kuran okudum. Tasavvuf okudum. Çevirdim yine
okudum. Döndüm bir daha okudum.
Tüm o acıları yaşamam
gerekiyordu belki. Bir fırtınanın kaldırıp beni yabana atması gerekiyordu.
Gurbetin bana «okul» olması gerekiyordu. Birgün bir adamın karşıma çıkması
gerekiyordu belki... Ve bilincimi uyandıran o soruyu bana sorması gerekiyordu.
Bunların mutlaka olması gerekiyordu.
Gurbeti kabul etmeyi
Öğrendim. Ona karşı direnmeyi bıraktım. Onu, kaderim olarak kabul ettim. Onu
benimsedim, sevmeye çalıştım. Dilini, kültürünü, sokaklarını öğrendim.
Dinini, tarihini, coğrafyasını ve halkını tanıdım. Yazarlarını okudum,
müziklerini dinledim. Hayata karşı direnmeyi bıraktım ve onunla bütünleşmeye
çalıştım. İşte o zaman, sınırlarımın genişlediğini, bilincimin açıldığını
farkettim. Gurbet, işte o zaman «gurbet» olmaktan çıktı. Gurbet benim yurdum
oldu...
«Gurbet Yurdumdun>
adlı Öykümü o yıllarda yazmaya başladım. Gurbete götürdüğü militan kişiliğiye
çatışmaya başlayan ve arayışlara giren bir devrimciyi anlattım. O yıllarda,
hakkımda verilen hapis cezalan da kaldırıldı. Bedelli askerliğimi yaptıktan
sonra da, ülkeme özgürce girip çıkmaya başladım. Bununla birlikte anladım ki,
yaşanan hiçbir şey boşuna değildir! Ve hiçbir şey tesadüf değildir!
Yaşamınızın karelerine
baktığınızda, kaderinizi anlayamıyorsunuz;
fakat yaşamınjzın bütününe
baktığınızda, neleri niçin yaşadığınızı görüyorsunuz. Neleri yaşamasay-diniz,
nelere ulaşamayacağınızı anlıyorsunuz. Kaderiniz işte o zaman ortaya çıkıyor.
Bu bakış açısını kazandıktan sonra, günahları ve sevaplanyla, doğrulan ve
yanlişlany-la, yaşamınızı bir bütün olarak kabul ediyor ve kendinizi olduğunuz
halinizle sevmeye başlıyorsunuz. Aynı bakış açısıyla hayatın geneline
baktığınızda, tüm insanlan sev' meye ve hayatı bir bütün olarak sevmeye
başlıyorsunuz. Parçalan birleştirdiğinizde, yaşam manzaranız tüm berraklığıyla
ortaya çıkıyor. O zaman, hayatınızı oluşturan parçalardan hiçbirinin gereksiz
olmadığını görüyorsunuz. Yaşadığınız her anın değerli olduğuna ve gereksiz
hiçbir şeyi ya' yamadığınıza
İnanıyorsunuz. Yaptığınız «yanlış»
işlerle, «doğru»ya nasıl yöneldiğinizi anlıyorsunuz. Yanlışlarınız, size
yeni çıkış kapılan açıyor ve sizi hiç beklemediğiniz uftik-lann ardına taşıyor.
Bunu anladığınızda, hayatı olduğu gibi kabul etmeye ve kendinizi sevmeye
başlıyorsunuz.
Kuran okumayı niçin
sona bırakmıştım, bilmiyorum, ama böyle oldu. Düşününce, «iyi ki böyle oldu»
diyorum.
Kuran'ı ve Tasavvufu
daha önce okusaydim, diğerlerini belki okumayacaktım. Belki onlara gerek duymayacaktım.
Belki kendimi şartlandıracaktım. Bazı kalıp yargılarla belki sınırlayacaktım
kendimi. Ama ben onların bana bir zenginlik kattığına inanıyorum. Zenginliğin
de ötesinde, beni evrenselleştirdiğini düşünüyorum.
Her geçen gün yeni bir
şey öğreniyorsunuz. Yeni öğrendikleriniz, eskilerle kimi zaman çelişiyor, kimi
zaman da onların karışımından yeni sentezler doğuyor. Ardınız-da renkli ışık
kıvılcımları bırakarak, sürpriz buluşmalardan yeni sonuçlar çıkararak;
karışarak, kaynaşarak, yoğrula yoğrula, kınla döküfe, kfvrıfa büküle, dolana
dolana gidiyorsunuz. Sonsuzlukta kayan bir yıldız gibisiniz. Sizi kuşatan
hiçbir şey yok. Özgürsünüz.
Kitabın ilerleyen
sayfalannda, özgürlüğünüzü kısıtlayan olumsuz duygulann ayırdına varacaksınız.
O duygulardan kurtulmayı içtenlikle istediğinizde, perdeler açılacak ve oyun
başlayacak... Hayat sizin sahneniz olacak. Işıklar ya-nacak, ışıklar sönecek...
Oynayan siz, ama izleyen de siz olacaksınız.
Yıllan kapsayan uzun
çalışmalanm sırasında, zihnimde oluşan küçük kareler birleşerek bu manzarayı
ortaya çıkardı. Elinizdeki kitap, ortaya çıkan bu manzaranın sözcüklerle
anlatımıdır. Düşündüklerim, düşlediklerim, derinden etkilenerek
hissettiklerimdir. Tasavvufun ve bilimin ışığında; yaratılışa, evrenin görünen
ve görünmeyen boyutlanna, hayata ve ölüme dair düşüncelerimi, saptamalarımı,
gözlemlerimi içermektedir.
Bu çalışma sürecinde
kaybettiğim anama, canım ana-ma, ciğerim anama diyorum ki: «Ana!.. Yolun açık
olsun, gülegüle git... Nur içinde yat, cennet mekânın olsun... Se-nin en
küçüğün, küçük hayırsızın, ömrünü gurbetlerde geçiren hayırsız oğlun, bu
hayırlı eserini sana adıyor. Senin olsun... Ruhun şad olsun.»
Vehbi Bardakçı Berlin,
22 Nisan 2005
Bilimsel verilerin,
matematiksel hesapların ve labo-ratuvar deneylerinin, tek başına yetersiz
kaldığı açıktır. Aydınlanmanın tek yolu, boşlukta yayınlanan düşünce
dalgalarına açık olmaktır. Herkesin aklına, haklı olarak, «boşlukta düşünce
dalgaları mı var?» diye bir so-ru takılabilir. Boşlukta, elektrik dalgalan,
ışık dalgalan, gö' rüntü ve ses dalgaları varsa, düşünce dalgalan neden olmasın?
Boşluk, sanıldığı gibi boş değildir.
Beynin haritasını
çizen bilimadamları, uyarılan sinir hücrelerinin fonksiyonlarını anladı, fakat
o sinir hücrelerini uyaran düşüncenin kaynağını bulamadı. Beynin, dü' şünce
üreten bir organ olmadığı tıp dünyasında artık biliniyor. Beyin, safra
salgılayan karaciğer gibi çalışmıyor. Yani düşünce üretmiyor. Fakat uyarılıyor.
Dalgalar halinde gelen düşüncelerle sürekli uyarılıyor.
Beyin hücrelerini
uyaran bu düşünceler nerden geli-yor? Boşlukta yayınlanan düşünce dalgaları mı
var? Yoksa beş duyu organımızdan başka, o düşünce dalgalarını algılayan ve
beyin hücrelerine ileten altıncı bir duyu organımız daha mı var? Görünmeyen bir
algılama aracımız var da, bizim ondan haberimiz mi yok? Bunları düşünüyorsunuz,
soruyorsunuz, karşılık arıyorsunuz. Ama bu sorular beyninizde üretilmiyor.
Beyin, bu soruların karşılığı-nı da üretmiyor. Siz, bu konuya odaklanıyorsunuz,
yo-ğunlaşıyorsunuz ve böylece titreşiminizi bu düşünce dal' galarına
ayarlıyorsunuz. Sonra da, aynı frekansta olan düşünce dalgalarını kendinize
çekiyorsunuz.
Tercihleriniz ve
eğilimleriniz, sizin frekansınızı belirtiyor. Ve bu frekansınıza uygun
düşünceleri kendinize çekiyorsunuz. Kendinize çektiğiniz düşünceler, sizi
harele-yen renkli ışık dalgalarıyla buluştuğunda, fotonlara dönüşerek, ışık
kıvılcımları şeklinde beyninize giriyor. Bu fotonlar, beyninizde elektrik
akımlarına dönüşüyor. Bilgi içeren bu elektrik akımları, sinir sistemiyle, en
ücra hücrelerinize kadar gidiyor.
Elektrik akımlarına
dönüşen bilgi içerikli düşünceler, bedeninizin düşünce belleğine kodlanıyor. Bu
elektrik akımları, aynı anda, beyninizin ilgili bölümlerinde, kendi
frekanslarında, pozitif veya negatif enerjilere, yani oium-lu veya olumsuz
duygulara dönüşüyor. Bu duygular da, sizi, ölüm-ötesi yaşamınızda, kendi
frekanslarına uygun ortamlara (cennetlere veya cehennemlere) çekmek üzere,
ruhunuzun duygu belleğine kodlanıyor. Her şey, düşünce hızıyla oluyor.
Boşluk, insanın
algılayamadığı ve değerlendiremediği düşünce dalgalarıyla doludur. Bu düşünce
dalgalarının, aynı boyut içinde, mesela yaşadığınız evrende, sayısız ara
titreşimleri (ara frekansları) vardır. Bu dalgaların sonu as^ la yoktur. Bitti
sandığınız ve «son» dediğiniz yerde, yeni bir boyutsal derinlik başlıyor. Bu
yeni boyutun ara frekansları yükseliyor ve bittiği yerde başka bir boyutun derinliği
başlıyor. Boşluk, sizin sandığınız gibi «boş» değildir. Boşluk, «hiçlik» de
değildir.
Görme, işitme, duyma gibi
algılama araçlarıyla gelen bilgiler, beyinde nasıl değerlendiriliyorsa,
dalgalar halinde gelen düşünceler de öyle değerlendiriliyor. Beş duyu organıyla
gelen bu bilgilerin, hangi kanallarla beyin hücrelerine ulaştığı açıktır.
Gözlerinizle görüyorsunuz, kulaklarınızla işitiyorsunuz, burnunuzla
kokluyorsunuz, dilinizle tadıyorsunuz ve teninizle dokunuyorsunuz. Beyin hücreleri
bu bilgilerle uyarılıyor, bu bilgiler beynin ilgili bölümlerinde
değerlendiriliyor ve elektrik akımları halinde belleğe kodlanıyor.
Beyin, sinir
hücrelerinden oluşmuş bir kütledir. Genel olarak bakıldığında, büyük bir cevizi
andırır. Kıvrımları olan bu gri kütlenin kimyasal yapı maddesi, proteindir. Ama
öyle muhteşem bir işletim sistemine sahiptir ki, teknolojinin son harikası
olan süper bilgisayarlar, onun yanında çok mekanik ve ilkel kalır. Beyniniz,
sözcüğün tam anlamıyla, kozmik bir bilgisayar gibi çalışıyor. Onu çalıştıran
program, boşlukta yayınlanan düşünce dalgalarıdır. Siz beyninize nasıl bir
program yüklerseniz, yani hangi frekansta düşünce dalgalarını algılarsanız,
beyniniz o kapasiteyle çalışıyor, işletim sisteminizi beğenmediniz mi? Hiç
sorun değil. İstediğinizde, beyninizin işletim sistemini (kaderinizi) yeniden
programlayabiliyorsunuz. O zaman, daha yüksek titreşimli düşünce dalgalarını
beyninize yükleyebiliyorsunuz.
Bilincin, içgüdülerin
ve deneyimle kazanılan bilgilerin, beyinde biçimlendiğini artık biliyoruz. Sinir sisteminin merkezi olan beyin, bedenin
bütün hareketlerini ve tepkilerini yönettiği gibi, duyguların, belleğin ve
kişiliğin de merkezidir. Bunlar artık biliniyor. Sesle, görüntüyle, kokuyla,
tadla uyarılan hücrelerin nasıl çalıştıkları biliniyor. Düşünce dalgalarıyla
uyanlan hücrelerin nasıl çalıştıkları da biliniyor. Fakat, bu düşünce dalgalan
nerden geliyor? Beyin, «nöron» adı verilen milyarlarca sinir hücresinden
oluşmuştur. Sinir hücresinin, çekirdekli bir gövdesi ve anatomide «dendrit» adı
verilen ipliksi uzamdan vardır. Bunlann
dışında, merkezi sinir sisteminden çıkıp, omurilik kanalından geçerek, ayak
parmaklarının ucuna kadar giden ve «akson» adı verilen, tek veya ana bir uzantısı
vardır.
Sinir hücreleri,
uyanlabilir bir Özelliğe sahiptir. Bir sinir hücresi uyarıldığı zaman, ortaya
çıkan uyan dalgası, birbirini ateşleyen barut fıçıları gibi hücreden hücreye
yayılır. Ağaç dallannı andıran ipliksi uzantılar, örneğin başka bir sinir
hücresinden gelen uyanları, "nöronların hücre gövdesine taşır. Akson ise,
hücre gövdesinden aldığı bu uyarıları, komşu nöronların dendritlerine iletir.
Böylece, beyin merkezinden çıkan bir uyarı, parmak uçlarına kadar gelir.
Parmak uçları da, kendine gelen uyannın içeriğine göre tepki verir. Bunlar
artık biliniyor. Fakat, düşünceler nerden geliyor ve hangi kanalla beyin
hücrelerine ulaşıyor? Beyin, eğer düşünce Üretmiyorsa, bu düşünceler nerden
geliyor?
Radyonun veya
televizyonun, görüntü ve ses ürettiğini söyleyebilir misiniz? Teknolojiyle
tanışmamış ilkel bir insan, radyo veya televizyonun, boşlukta yayınlanan görüntü
ve ses dalgalannı değerlendiren bir aygıt olduğunu düşünemeyecektir. Onların,
görüntü ve ses üreten bir aygıt olduğunu sanacaktır.
İnsan, gelişen son
teknolojiyle, aslında madde duvan-nın ötesine geçti. Ses ve görüntü dalgalannt,
geliştirdiği cihazlarla okuyabiliyor. Yazışarak bilgi aktarabiliyor. Ama neyi
kullandığının farkında değil. İnsan, madde ötesinden aldığı bu bilgilerle,
insanlığı maddeye hapsediyor. Bu cihazların, neyi nasıl yaptıkları değil,
kendisi daha önemli ve daha çekici bulunuyor. Onları «satmak» ya da onlara
«sahip olmak» tek amaç haline geliyor.
Bu maddeci yaklaşım,
madde ötesinden aldığı bilgiyi sermayeye dönüştürerek ticaretini yapıyor.
Ticaretini elbette yapacak, ama insanlığı, maddeyle sınırlı daracık bir evrene
hapsediyor. Onlar eğer cennetlerin ve cehennemlerin bilgisini taşıyan düşünce
dalgalannı da yakala-yabilselerdî, onunla mutlaka nasıl para kazanacaklarını
düşünürlerdi. Çünkü, boşluk boş değil. Boşluk, görünen ve görünmeyen
boyutlarıyla, evrenin bilgisini taşıyan düşünce dalgalanyla dolu. Bu
dalgaların sayısız frekansları ve içice boyutsal derinlikleri var. Beyninizi o
dalgalarla buluşturduğunuz zaman, sizi sınırlayan mekânın ve zamanın ötesine
geçip, evrenin görünmeyen boyutlarını gö-rebilirsiniz. Gaybi bilen
peygamberler, o düşünce dalga-larını algılayan ve değerlendiren kişilerdi.
Miraca nasıl çıkıldı sanıyorsunuz?
Beyin, asırlar
boyunca, böyle düşünce üreten bir or-gan sanıldı. Sonunda bilimadamları beynin
içine girip baktılar; ince kıvrımlanyla büyük bir cevizi andıran o gri
kütlenin, sinir hücrelerinden oluştuğunu
gördüler. O hücrelerden, tüm
bedene yayılan ince kablolar, elektrik akımları ve sıvı maddelerden başka
hiçbir şeye rastlayamadılar. Düşünce salgılayan bir merkez yoktu. Sadece,
uyarılma özelliği taşıyan hücreler vardı. Kimyasal yapı maddesi protein olan
sinir hücreleri...
İnsan düşünüyor, hayal
kuruyor, kimyasal tepkimeleri, fizik kanunlarını ve matematiksel verileri
ortaya çıkarıyor, ışı--ğm hızını hesaplıyor, güneş sisteminin çapını ölçüyor.
Bunlar nasıl oluyor? Bu düşünceleri, onun beyni mi üretiyor, yoksa onlar
insana dışardan mı geliyor? Acaba boşlukta sürekli yayınlanan düşünce dalgalan
mı var? O düşünce dal' galannı algılayan altıncı bir duyu organı mı var
insanda? İnsan, böyle bir algılama aracına mı sahiptir? Böyle bir duyu organı
var da, insanın bundan haberi mi yok?
Akıllara hemen
«hissetmek» gelecektir. Hissedilen şeyler, kesinlikle doğru şeylerdir.
Bilimadamları Önce hissediyor, düşünüyor, tasarımlıyor, sonra deneyimliyor.
Galileo, uzaya çıkıp bakmadığı halde, dünyanın yuvarlak olduğunu ve boşlukta
döndüğünü hissetti. Böyie olabileceğini düşündü. İnsan,
aya gitmeden önce, oraya gitmeyi düşledi. Einstein, maddenin alt
boyutları olabileceğini düşündü. Atoma ulaşmadan Önce, atomun evrenini hayal
etti. Bilim, boşluktaki ses dalgalarını, görüntü dalgalarını yakalayan araçlar
geliştirdi. Bütün bunlar acaba nasıl oldu?
Bunlara «zekâ» dendi.
Ama beynin zekâ üreten bir merkezi de yok. Bu soyut kavramın ortaya çıkardığı
somut işlere bakarak, onu tanımlamaya çalışıyoruz. Aslına bakarsanız zekânın
kendisi yok. Hiçbir mikroskop onu göremiyor. Hangi boyutsat derinliklerde gizli
olduğu bilinmiyor. Ama onun yaptığı işler apaçık ortada.
İnsan beyni; bilindiği
gibi, sesi, kokuyu, tadı üretmiyor. Duyu organlanyla gelen bu bilgileri alıyor ve
değerlendiriyor. Beynin beyaz perdesinde veya ışıklı sahnesinde oynayan görüntüler
de yok. Beş duyu organından biri olan göz, görüntüyü beyin hücrelerine
iletiyor, beyin hücreleri bu görüntüleri elektrik sinyalleri şeklinde alıyor
ve değerlendiriyor.
Beyin, düşünceyi de
üretmiyor. Basit görünümlü sinir hücreleri, kendine ışık dalgalan halinde gelen
düşünce dalgalarıyla uyarılıyor. Sadece uyarılıyor. Bu ışık dalgaları, beynin
ilgili bölümlerinde elektrik akımlarına çevriliyor. Bilgiyle yüklü olan bu elektrik
akımları, madde bedenin düşünce belleğine İşleniyor. Bunlar beynin ilgili
bölümlerinde duyguya dönüştürüldükten sonra da, mikrodalga bedenin duygu
belleğine kodlanıyor.
İstediğiniz anda bu
bilgilere ulaşabiliyorsunuz. Belleğinizde arşivlenmiş olan bu bilgiler, hem
«düşünce» olarak, hem de «duygu» olarak açığa çıkıyor. Bir olayın sadece periyodik
sıralanışını ve aynntılı örgüsünü hatırlamıyorsunuz; onunla ilgili tüm duygulan
da açığa çıkanyorsunuz. Bir olayı anlatırken; dehşete kapılıyor, korkuyor,
heyecanlanıyor, hüzünleniyorsunuz. Demek ki, düşünce depolayan belleğinizden
başka, bir de duygu depolayan belleğiniz var.
Bu düşünceleri
hatırlayan, sizin hücresel yapınızdır; onlan duygu boyutunda yaşayan ise,
ruhunuzdur. Suçu işleyen, madde varlığınızdır. Ama suçluluk duyan ruhu-nuzdur.
Acı çeken, ruhunuzdur. Sevinen, özleyen, mutlu olan, korku ve dehşete kapılan,
ruhunuzdur. Bundan da anlaşılıyor ki, ruh, madde varlığın algıladığı
düşüncelerden ve onun eylemlerinden sorumludur. Onun sonuçlarıyla karşılaşmakta
ve bu sonuçları duygu boyutunda, «sevinerek» ya da «üzülerek» yaşamaktadır.
Eğilimleriniz ve
tercihleriniz, sizin frekansınızı belirli-yor. Size özgür irade verilmiştir.
Onunla her şeyi isteyebiliyorsunuz. Mesela birine yardım etmek istiyorsanız,
size, bu isteğin frekansına uygun düşünceler geliyor. Daha doğrusu, sizin bu
isteğiniz, eğiliminiz, tercihiniz, kendine uygun düşünce dalgalarıyla buluşuyor
ve onu kendine çekiyor. Bunu isteyen, dileyen, tercih eden, sizin maddi
varlığınızdır. Bu eylemin sonuçlannı, duygu boyutunda «his» olarak yaşayan,
hisseden de ruhunuzdur. Bu eyleminizden (iyi amelinizden) dolayı huzurlu olan,
mutlu olan, ruhunuzdur.
Aynı şekilde, çalmayı
da isteyebilirsiniz. Buna ruhsat (izin) verilmiştir. Çünkü, serbest iradeniz
var. Sizin bu eğiliminiz, kendi titreşimine uygun düşünce dalgalarıyla buluşur
ve o düşünce dalgalarını size çeker. Düşünen siz değilsiniz. Düşünce size
dışardan gelir. Siz sadece isteyensiniz. Özgür iradesiniz. Maddi varlığınızla
çalarsınız; fakat, o eylemin sonuçlarını duygu boyutunda ruhunuzla yaşarsınız.
Acı çeken ve suçluluk duyan, ruhunuzdur.
Ruh ve madde, sizin
iki ayrı varlığınız değildir. Aynı varlığın, farklı boyut realiteleridir.
Bunlar birbirine göre sanaldır; ama kendi boyutlarında somut realitelerdir.
Bedeninizle ne kadar gerçekseniz, ruhunuzla da o kadar gerçeksiniz.
Madde ve ruh
arasındaki ilişki böyledir. Bir elinizle verirsiniz, öbür elinizle alırsınız.
Evrenin bir boyutunda ekersiniz, öbür boyutunda biçersiniz. Kendinize
çektiğiniz düşünceleri, eyleme dünÜştürürsünüz. O düşüncelerle ne yaparsanız, o
düşüncelerin frekanslanna uygun duyguları ruhunuza kodlayıp, ahiret azığı
olarak diğer boyuta götürürsünüz. Beyin böyle çalışıyor. Beyin hücreleri uyarılıyor
ve algılıyor. Ama bu düşünceler beyin hücrelerine nerden geliyor?
Bu soru, akla başka
sorulan getiriyor. Acaba boşlukta yayınlanan düşünce dalgalan mı var? İnsanın,
o dalgalan algılayan bir iletişim aracı mı var? Öyleyse neden bazıları yüksek
titreşimli düşünce dalgalarını kendine çekerken, bazıları düşük titreşimli
düşünceleri kendine çekiyor? Bazıları neden hiç düşünmüyor? Acaba, bunların
alıcı antenlerinde bir arıza mı var?
İradenin, isteyen ve
istediğini kendine çeken bir gücü vardır. Dağların ve taşların kabul etmediği
emanet İşte budur. Bu emaneti insan kabul etmiştir. İnsan, isteyen bir
varlıktır. Maddenin çekici gücüne ve cazibesine kapılarak, zenginlik ister.
Makam ister. Şöhret ister. Bu istekler, onu belli bir frekansa ayarlar. Sonra
da, bu frekansa uygun düşünceleri kendine çekmeye başlar.
Düşünmeyen İnsanlar,
perdelidir. Bu perdelerle çepeçevre kuşatılmıştır. Algılamalarını kısıtlayan
ve sınırlayan, bu perdelerdir. Bunlara, «düşünmüyor» demek yanlıştır. Bu
insanlar, algılamalarını kısıtlayan perdelerden dolayı, düşük frekanslı
düşünceleri kendilerine çekmektedir. Bunu, odaya hiç ışık sızdırmayan veya çok
az ışık sızdıran bir «perde» gibi düşünebilirsiniz. Perdeli insanla konuştuğunuzda,
frekanslarınızın birbirine uymadığını farkedersiniz. Araya sanki parazitler
girer. Öyle ki, siz «kapı» deseniz, o «pencere» anlar. Siz ne söylerseniz
söyleyin, o kendi istediği biçimde anlar. Ne yapsanız, düşüncelerinizle ona
bir türlü ulaşamazsınız.
İkizlerden birine
gelen düşünce dalgalarını ve o dalgaların oluşturduğu duyguları, diğeri
kolaylıkla algılayabiliyor. Birdenbire sevdiğiniz bir kişiyi
hatırlıyorsunuz. Telefon açıp hatırını
sorduğunuzda, aynı dakikalarda, onun da sizi düşündüğünü Öğreniyorsunuz. Bu
gerçekler, insanın sade--ce «alıcı» olmadığını, aynı zamanda düşünce yayınlayan
bir «verici» olduğunu da düşündürüyor. Peki, insan düşünce yayınlıyorsa,
sürekli yayınlanan bu düşünceler nereye gidiyor? Boşlukta acaba düşünce
dalgaları mı var?
Evet, var... Boşlukta,
sizin algılayamadığınız düşünce dalgalan var. Bu dalgaların frekans farklılık
lan nı açıklayabilecek bir sözcük yoktur. O frekansların sayılannı belirtebilecek
bir rakam da yoktur. Fakat şöyle söylenebilir; varlıkların sayısınca dalga
boylan vardır. Varlıkları birbirinden ayıran ve onlara boyutsal derinlikler veren,
zaten bu dalga boyları (frekans) farklılıklarıdır.
Eğer bu frekans
farklılıkları olmasaydı, her şeyi, tüm varlıkları, tek yapı olarak görürdünüz
ve tek boyut içinde görürdünüz. Varlığın esası budur. Farklı titreşim dalgalan
olmasaydı, farklı görüntüler ve farklı boyutlar da olmazdı.
Nesneleri bir milyon
defa büyüten bir dürbünle bile baktığınızda, çevrenizde birbirinden ayrı
varlıklar göremezsiniz. Sadece boşlukta dönen atomik bir yapı görürsünüz. Çok
sevdiğiniz biricik evladınızı, henüz borcunu bile ödeyemediğiniz sevgili
lacivert arabanızı, bir de şu hiç sevmediğiniz komşunuzu, bunlann hepsini,
boşlukta dönen atomik yapılar olarak görürsünüz. Maddenin, madde boyutunda
algılanan formu veya biçimi görünmez. Bu, artık deneysel bir bilgidir. Ama
sezgisel bilgiyi doğrulayan ve destekleyen önemli bir bilgidir.
Daha ileri süreçte,
bunları foton olarak algılarsınız. Daha iteri süreçte ise, bunların bilgisini
(tasarımını) taşıyan düşünce dalgalarını algılarsınız. Sevmediğiniz komşunuzu,
sizde negatif duyguları açığa çıkaran düşük titreşimli bir düşünce dalgası
olarak algılarsınız. Bu süreçte o, beden gözüyle gördüğünüz bir madde değildir.
Algılanan bir düşünce dalgasıdır. Sinir hücreleriniz tarafından değerlendirilen
işte bu programdır. Sizin frekansınıza uyar veya uymaz. Fakat o, sizin sahip
olduğunuz işletim sisteminin çalıştırdığı bir programdır.
Varlığın esası ve özü
budur. Temele inildiğinde, öz olarak hepsi birdir. Varlığın tamamı, düşünce
dalgalarından ibarettir. Tek özden yapılmış olmalarına karşın, birbirine
karışmayan varlıkların, ayn birimler halinde var olmalarının nedeni, onların,
kendi dalga boylarına, kendi îitreşim hızlanna ya da kendi frekanslarına sahip
olmalarıdır. Esasında, «tek» olan evrenin yapısında ortaya çıkan çokluk
görüntüsü, bu titreşim dalgalarının yarattığı bir il-lüzyondur. Öyleyse, madde, titreşim hızı yavaşlatılmış
(frekansı düşürülmüş) bir düşüncedir. Yani, düşüncenin yoğunlaşmış biçimidir.
Maddeden atoma,
atomdan ışık dalgalarına, ışıktan düşünce dalgalarına kadar her tonda titreşen
frekansların, gittikçe yükselen ara katmanları vardır. Bu katmanların so-nuna
asla son yoktur. Bittiği sanılan yerde, başka bir boyutun derinliği başlar.
Beyin, başka boyutsal derinlikleri de algılayıp değerlendirebilecek bir
kapasitede yaratılmış' tır. Fakat, perdeli olduğu için, beynin büyük bir bölümü
uykudadır. Uyandığı zaman, nasıl bir illüzyon içinde olduğunu anlayacaktır.
Kendi frekansınıza
uygun düşünceleri kendinize çekiyorsunuz. Aynı zamanda düşünceyi boşluğa
yayınlayan bir vericisiniz. Eğer boşlukta dalgalar halinde akışan bu
düşünceleri okuyabilseydiniz, o düşünceleri çözebilseydinız, kimsenin gizlisi
saklısı kalmazdı. O düşünce dalgala--nnı yakalayıp, kime ait olduklarını ve ne
düşündüklerini öğrenebilirdiniz. Ama buna izin verilmemiştir. Kişilik haklan
saklıdır. Günahlar ve sevaplar gizlidir. Herkes, kendi yaptığından sorumludur.
İnsanın yayınladığı bu
düşünceler, kendi frekansına uygun bir ortamda sahibini beklemektedir. O ortam
ner-de midir? Hayır... Yaşadığınız evrenin uzak bir köşesinde değil- O ortam,
içinde yaşadığınız evrenin görünmeyen boyutunda; cennetlerde veya
cehennemlerdedir. Yayınladığınız düşünceler, kaybolup gitmiyor. Sizin
titreşiminize uygun dalga boylarında birikiyor. Ve orda sizi bekliyor. Ölümle
geçtiğiniz diğer boyutta, sizi kendine çekecek olan güç budur. Kendi
frekansınıza uygun ortamlara çekileceksiniz. Benzer enerjiler birbirini çeker.
Sîzinle aynı frekansta
olan başkası da, yayınladığınız o düşünce dalgalarını kendine çekebilir. Sizin
yayınladığınız düşük frekanslı düşünceleri kendine çekip, onları, negatif
enerjilere, yani olumsuz duygulara dönüştürebilir. Bunlar, sizinle aynı dalga
boyunda olan insanlardır. Genellikle birlikte olduğunuz, çok sevdiğiniz ve
birlikte kadeh tokuşturduğunuz insanlardır. Birçok insanın, bir odanın içinde
aynı havayı soluması gibidir. Yayınladığınız enerjinin benzeri de size gelir.
Ne İsterseniz, onu
alırsınız. Ne alırsanız, onu verirsiniz. Ne verirseniz, onunla kalırsınız.
Neyle kalırsanız, onunla gidersiniz. Beyninizdeki düşünce programını çalıştıran
işletim sisteminin yasası budur. Beyninize gelen düşünce dalgalan bu yasaya
veya kurala göre programlanır. Biraz kapalı mı oldu? O halde açalım.
Ne isterseniz,
eğilimleriniz ve tercihleriniz ne yöndey-se, ona uygun düşünceleri alırsınız.
Hangi düşünceleri alırsanız, ona uygun tepkiler (eylem, davranış) verirsiniz.
Nasıl tepki (eylem, davranış) verirseniz, ona uygun duyguları ruhunuza
kodiayıp, onunla kalırsınız. Hangi duygularla kalırsanız, evrenin diğer
boyutlarına (ahirete) onunla gidersiniz. Söylemeye çalıştığımız bu kadar basittir.
Daha mı zor olmasını istiyordunuz?
Peki niçin bazı
insanların frekansı düşük? Bazılarının frekansı niçin yüksek? 8u adaletsizlik
midir? Hayır, değil, dır... İlâhi yasalarda adaletsizlik olmaz. Her şey, olması
gerektiği gibidir. Kusursuz ve tamdır. Düşük düşünce dalgalarını size kim
çekiyor? Frekansınız... Frekansınız nasıl ortaya çıkıyor? Eğilimleriniz,
arzularınız, özgür iradeniz, tercihleriniz, isteklerinizle...
Kiminiz «çalmayı»
istiyor, kiminiz «üretmeyi» istiyor. İnsan,
«çalma» veya «üretme» düşüncelerini
kendine böyle çekiyor. Fakat, «çalma» veya «üretme»yi isteyen sizsiniz.
Size sadece isteklerinize uygun düşünceler geliyor. Yani bu dünyada
deneniyorsunuz. Sınanıyorsunuz. Düşük ve yüksek frekanslı insan ayrımı böyle
ortaya çıkıyor. Her insan, kendi frekansını, Özgür iradesiyle ortaya
çıkarıyor, işte bu nedenle, davranışlarınızdan ve eylemlerinizden sorumlu
tutuluyorsunuz.
İnsanın sahip olduğu
bilinç katı, onun frekansını belir-liyor. Çünkü, iradenizin istemi, hangi
bilinç katında olduğunuza bağlıdır. Düşük bilinç katlarında, maddeye yönelik
istemleriniz oluyor. Bu istemlerinizin frekansı da, renk' li ışık dalgalarıyla
sizi hareleyen Özünüzü oluşturuyor. İşte sizi kuşatan ve çevreleyen bu öz.
sizin frekansın izdir. Kendi frekansına uygun düşünce dalgalarını kendine
çe--ken odur. Bu nedenle, siz eğer düşük bilinç katlannda yaşıyorsanız,
maddeye yönelik istemlerinizden dolayı, düşük titreşimli düşünceleri kendinize
çekiyorsunuz. Yüksek bilinç katlannda yaşıyorsanız, iradenizin madde-ötesi istemlerinden
dolayı, madde duvarını ortadan tamamen çeşitli boyutsal derinlikleri olan
yüksek titre-' 1' düşünce dalgalarına ulaşıyorsunuz. Bu düşünce dalgalarını
algılamaya başladığınızda, madde boyutunun fizik yasaları sizin için artık
geçerli olmuyor. Suda yürüyebiliyor, uçabiliyor, başka boyutlara ölmeden
geçebiliyor ve madde varlığın programını okuyarak, onları çözebiliyorsunuz.
İlâhi adalette,
kişilik haklan saklıdır. Buna rağmen, eğer size bir istisna olarak,
başkalarının düşünce dalgalarını okuma ruhsatı (izni) verilmişse, onlann
zihninde nelerin döndüğünü, hangi düşünceleri algıladıklarını, niçin o düşünceleri
algıladıklarını ve bunların sonucu olarak, hangi zorluklarla karşılaştıklarını,
hangi sıkıntılar içinde olduklarını rahatlıkla biliyorsunuz.
Peygamberlerin
algıladıkları yüksek titreşimli düşünce dalgaları, onlann gaybı görmelerini
sağlamıştır. Evrenin gizli boyutlarına inerek, insanlara, cennetlerden ve cehennemlerden
böyle haber vermişlerdir. Normal insanların algılayamadıkları ses dalgalarını
algılayarak, meleklerle konuşmuşlardır.
Onlann, güzel huylu ve
güzel ahlâklı olmalan, algıla-dıklan yüksek titreşimli düşünce dalgalannın,
onlann beyninde, yüksek titreşimli pozitif enerjilere, yani olumlu duygulara
dönüşmesinden dolayıdır. Duygu bellekleri, bu yüksek enerji dalgalanyla (olumlu
duygular) kodlanmakta ve bunun doğal sonucu olarak, frekansı yüksek ortamlara,
yani cennetlere çekilmektedirler.
Serbest iradesiyle
herhangi bir nesneye yönelen insan, istediği şeyin frekansına uygun düşünce
dalgalarını çeker. Algılanan bu «yüksek» veya «düşük» düşünce dalgalan, beynin
ilgili bölümlerinde, ruha yüklenmek üzere, «pozi' tif» veya «negatif»
enerjilere (duygulara) dönüşür. Beyne giren düşünce dalgalan, eğer duygulara dönüşmezse, «his» olarak
yaşanmazsa, hissedilmezse, yaşam realiteleri haline gelmez. Bu
düşünceler, duyguya dönüşmediği
için, mikrodalga bedenin (ruhun) duygu belleğine de kodlanmaz. Sadece bir
rüzgâr gibi gelir ve geçer. Siz eğer beyninizden rüzgâr gibi gelip geçen bu
düşünceleri yakalayıp duyguya dönüştürürseniz, işte o zaman, o duygula-nnizdan
ve duygularınızın ortaya çıkardığı eylemlerinizden (amelinizden) sorumlu
tutulursunuz. Sizi sorumlu tutan ve sizi yargılayan mekanizma, sizde
mevcuttur.
Güneş sisteminin
oluşumuyla ilgili çok çeşitli kuramlar vardır. Bazı görüşler, düzenli bir
değişimle bunların ortaya çıktığını söylerken, bazıları da, ansızın bir
patlamayla ortaya çıktığını söylemektedir. En son kuramlarda bile, söylenmiş
yeni bir şey yoktur. Soğuk gaz kütlesinin, gaz bulutlarına bölündüğü ve
büzülmelerle yoğunlaşarak ısındığı söylenmektedir. Evrenin oluşumu, çağımızda
da bir «sır» olarak kalmaya devam etmektedir.
Güneş sistemine, onu
görebileceğiniz bir konumdan baktığınızda, olağanüstü bir büyüklük ve
genişlikle karşılaşırsınız. En geniş yörüngede yüzen donmuş buz gezegeni
Plüton, güneşe yaklaşık altı milyar kilometre uzaklıktadır. Bu uzaklığı
mutlaka anlamak zorunda değilsiniz; fakat anlamak istiyorsanız, sekiz dakika
ile altı saat arasındaki farkı düşünün. Altı saat, sekiz dakikadan ne kadar
uzundur?
Uzay boşluğunda,
saniyede üçyüz bin kilometre hız yapan ışık, yüz elli milyon kilometreyi
katederek, dünyaya sekiz dakikada geliyor; fakat o uzak ve esrarengiz gezegene
altı saatte vanyor. Saatte ellibin kilometre hız yapan bir uzay aracınız
olsaydı, bu aracınızla, Plüton'a on dört yılda varırdınız. Bir o kadar da
dönüşünüz süreceğine göre, giderken kundakta bıraktığınız bebeğiniz, siz
döndüğünüzde ömrünü yarılamış olurdu. Belki on yaşlarında bir de torununuz
olurdu.
Güneş sistemi, kendi
içinde böyle dev bir büyüklüğe ve genişliğe sahiptir. Sekizinci yörüngede donen
Neptün, ortalama olarak güneşe dörtbuçuk milyar kilometre uzaklıktadır. Güneş,
ışığını bu mesafeye dört saatte ulaştırıyor. Uzay aracınızla oraya ancak on bir
yılda varabilirsiniz. Yedinci yörüngede donen Uranüs, ortalama olarak güne-şe
iki milyar sekizyüz milyon kilometredir. Uzay aracınızla bu gezegen yedi yıl
sürer. Güneş ışığı için, burası üç saatlik bir yoldur.
Uzayda her şey, başka
bir şeyin içindedir. Hiçbir şeyin içinde olmayan bir şey yoktur. Bu demektir
ki, bu muazzam büyüklük, bu dev güneş sistemi de, mutlaka başka bir şeyin
içindedir. Bir katman dışa çıktığınızda, muhteşem bir manzarayla
karşılaşırsınız.
Gördüğünüz bu muhteşem
manzara, bizim güneş sistemi gibi yaklaşık dörtyüz elli milyar güneş
sisteminden oluşmuş dev bir galaksidir. Bizim güneş sistemimiz, bu dev yapının
içinde kaybolup gitmiştir. Öyle kaybolup gitmiştir ki, belli belirsiz parlayan
bir nokta gibi görünmekte--dir. İşte gördüğünüz o küçük nokta, aslında bizim
çok büyük olan güneş sistemimizdir. Ama, olağanüstü büyüklüğünden iz bile
kalmamıştır.
Kendi sisteminin
merkezinde yer alan ve kendi sisteminin sultanı olan güneşimiz, içinde
bulunduğu galaksi merkezine otuzbin ışık yılı uzaklıkta, sarmal kollann
birinde, sanki kentin kenar ve yoksul varoşlarındadır. Bu, akıldışı bir
uzaklıktır.
Bu uzaklığı şöyle
düşünün; şu anda galaksi merkezinde bir güneş sönse, bu sönme görüntüsü size
ancak otuz-bİn ışık yılı sonra ulaşacaktır...
Ya da şöyle düşünün; o
güneş, otuzbin ışık yılı önce sönüp gitmiş, kendi İçine çöküp yoğunlaşmış ve
çoktan bir karadelik haline gelmiştir, ama siz o yıldızı hâlâ ışıl ışıl
ışıldarken görüyorsunuz. Onun şimdisini değil, geçmişini görüyorsunuz. Işık
yılı budur.
Bir ışık yılı,
saniyede üçyüz bin kilometre hızla giden bir ışığın, bir yılda aldığı yoldur.
Güneşten çıkıp, yüz elli milyon kilometre katederek, dünyaya sekiz dakikada gelen
ışık, galaksi merkezinden bize otuzbin ışık yılında gelir. Galaksinin, bir
baştan diğer başa büyüklüğü, yüzbin ışık yılıdır. Bir ışık yılının on trilyon
kilometre olduğunu düşünecek olursanız, bunlar, insanın aklına sığacak ölçüler
değildir. Fakat insan bunu imgeleyerek hayalinde canlandırabilir.
Veya şöyle düşünün;
uzayın öyle bir noktasından bakılsın ki, orda görünen' dünya, isa Mesih'i (as)
çarmıha geriyor olsun! Dünyanın İkibİn yıl Öncesini görebilir misiniz? Evet,
ilk oluşum devresini de görebilirsiniz. Bunlar boyut farklılıkları değildir.
Aynı boyut içinde, milim milim yükselen ara frekanslardır. Somut bir ifadeyle,
«bir» ve «iki» sayılarının arasındaki kesirli sayılar gibidir. Güneş sistemini
oluşturan her gezegen, bu ara frekanslardan birin-dedir. Bu nicel birikimler
sonunda, nitel bir patlamayla yeni bir birime geçilir. Bu yeni birim, kendinden
önceki nicel birikimlerin sıçramasıyla oluşmuş «iki» sayısıdır, O i§te yeni bir
güneş sistemidir. Bizim güneş sistemi «iki» birimini temsil ediyorsa, aynı
galaksi içinde bize en yakın güneş sistemi de, «üç» birimini ifade ediyor. Bu
iki sayı arasındaki kesirler, üst birimi oluşturan nicel birikimlerdir. Bize en
yakın güneş sistemi, Sirius Yıldızıdır. Yaklaşık olarak 8 ışık yılı uzağımızda bulunan
bu sistem, sadece «mesafe» olarak değil, aynı zamanda «frekans» olarak da bize
en yakın sistemdir.
Bu birimlerden oluşan
daha büyük bir birim ise, galaksiyi oluşturur. Galaksiyi, «yüz» sayısıyla
ifade edilen bir birim olarak düşünürseniz, bu sayıyı oluşturan ara birimleri
ve onların kesirlerini zihninizde imgeleyebilirsiniz. Kesirlerin, birimlerin,
üst birimlerin ve daha üst birimlerin her-biri bir dalga boyundadır ve bunlar
aynı boyutun nicel birikimleridir.
Nicel birikimler
sonucu oluşan ufak birimler ve bu ufak birimlerden oluşan üst birimler, daha
yüksek birimler için daima nicel birikimlerdir. Yükselen, oluşan, derinleşen,
yeniden yükselen bu süreç, nitel bir patlamayla boyut d eğişti rinceye kadar
gider. Orda, bu yeni boyutun ye-nİ derinlikleri başlar.
Kesirlerden oluşan ara
frekanslar, gezegenleri; ufak birimler güneş sistemlerini; daha büyük birimler
de galaksileri ifade ediyor derken, onların maddesel varlıklanndan
bahsetmiyorum. Onların temsil ettikleri dalga boylarından, onları oluşturan,
onların bilgisiyle yüklü düşünce dalgalarından, onların titreşim hızlarından,
frekanslarından bahsediyorum.
Şöyle düşünün; Plüton,
Neptün, Uranüs gezegenlerini oluşturan düşünce dalgalannı yakaladığınızda,
sizin algıladığınız dünya, Nuh (as) tufanını yaşayan bir dünya değildir.
Neden? Çünkü, bu gezegenleri oluşturan düşünce frekanslarıyla, dünyayı
oluşturan düşünce frekansı, bir tam sayının, sanki peşpeşe gelen iki kesiri
gibidir. Nedir bu? Bir virgül bir... Bir virgül iki.:. Bir şeyi, sınırsız olarak,
veya genişletilmiş sınırlanyla algılayabilmeniz için, katman katman dışa
çıkmanız gerekir. «Yüz» sayısının bulunduğu konumdan baktığınız zaman, «bir
virgül bir» frekansının geçmişini ve geleceğini okursunuz. O, sizin yaşayıp
geçtiğiniz, bildiğiniz bir süreçtir. Ama nereye kadar bilirsiniz? Bulunduğunuz
konuma, yani «yüz» sayısına kadar... Sonrası? Sonrası, sizin için gayb! Ama
sizin için gayb olan, «bin» sayısının ifade ettiği frekans için gayb değildir.
Bu böyle sonsuza, yani Arş'a kadar devam eder. Artık o noktada «gayb» yoktur.
Allah için gayb yoktur. Geçmiş yok, gelecek yoktur. Allah, her şeyi bir «an»da
görür, bir «an»da yaşar, bir «an»da yaratır. O an, içinde sonsuz zaman
süreçlerini taşıyan bir andır. O'nun indinde kimsenin geçmişi geleceği yoktur.
Sizin bir illüzyon olarak algıladığınız tüm zaman süreçleri, onun ezeli bilgisinde
vardır ve tek bir «an» olarak vardır.
Zaman süreçlerini
yaratan, İçinde bulunduğunuz dal' ga boyunun bakış açısıdır. Herkesin kaderi
yazılmış, kıya' met kopmuştur aslında. Hesaplar görülmüş, defterler
dürülmüştür. Bütün bunlar, kozmik belleğe (Levh) ayrıntılarıyla yazılmıştır.
Siz, dünyanın temsil ettiği dalga boylann-dan, sözgelimi «yetmiş virgül dokuz
dokuz» noktasından baktığınızda, «milyon» sayısıyla ifade edilen bir dalga
bo-yu için, çoktan olmuş bitmiş bir şeyi, yani «yüz» sayısının temsil ettiği
dalga boyunu, sanki «gelecek zamanda» olacakmış gibi algılıyorsunuz. Siz
aslında o süreci yaşadınız. O süreçten, bilimsel tasarımlar halinde geçtiniz.
Bunun anlamı şudur;
yüksek frekanslı düşünce dalga-larıyla iletişim kurduğunuzda, örneğin şimdi
hayata «on» sayısının konumundan bakarak, hayatı kesİtsel algılıyorsanız, o
zaman, «yüz» sayısının konumundan bakarak, şu anda algılayamadığınız ve sizin
için gayb olan şeyleri algı-lamaya başlayacaksınız.
Düşünce dalgalarından
fotonlara, fotonlardan atomlara, atomlardan maddeye uzanan süreçte, bu kesirli
sayılar, madde boyutunu oluşturan ara frekanslardır. Fakat bu nicel birikimler
sonucu, öyle bir yerde, öyle bir patlama olur ki, birdenbire başka boyuta
inersiniz. Onu da konum olarak «bin» rakamı gibi düşünün.
Bu «yüz» ve «bin»
sayılan arasında bulunan ara birimler ve onların kesirleri, aynı boyut
içindeki nicel birikimlerdir. Suyun, doksan dokuz dereceye kadar su olarak
kalması ve yüz derecede birdenbire nitel bir patlamayla buhar olması gibidir.
Su, nicel birikimler sonunda, bir boyuttan diğer boyuta geçmiştir. Bu nicel
birikimler, aşağı doğru inerek, sıfır noktasında da nitel bir değişikliğe uğrar
ve buz olur. Su, İster «buhar» olsun, ister «buz» olsun, hep kendisi olarak
kalır. Oz aynıdır. Değişen sadece kabuğu, bedenidir.
Aşağı doğru inen nicel
birikimler (kesirler) zamanda geriye doğru gider. Yukarı doğru çıkan kesirler,
geleceği temsil eder. Her ikisinin de sonu yoktur. Çünkü, Ehad olan Allah'ın,
evveli ve ahiri yoktur. O, tüm zamanların Ötesinde, bir «an»dadır, her şeyi o
«an»da yaratmıştır ve
an hâlâ o «an»dır.
Bu nicel birikimler,
insanı sonsuzluğa taşır. Nitel patlamalarla değişik boyutlara inilir. O boyutun
nicel birikimleri sizi tekrar sonsuzluğa taşır. Nitel patlamayla tekrar başka
bir boyuta inilir. Çıkılır, inilir... Bunun bir sonu var mıdır? Hayır... Hayır,
yoktur. Her şeyin bir sonu vardır, fakat Uluhiyyet denizinin sonu yoktur. Aynı
boyut içinde bile sizin aklınıza sığmayan zaman süreçleri vardır. Siz dünyada
üç kuşak eskitirken, Neptün'lü bebek daha emekleme dönemini yaşar. Bir de siz
vann, galaksi içindeki zaman illüzyonlarını düşünün. Bir de galaksiler arasındaki
zaman illüzyonlarına bakın. Bunlar, aynı boyut İçinde nicel birikimlerdir.
Sizi, kendinden sonraki boyuta taşıyacak olan nicel birikimler... Bir de,
değişik boyutlardaki zaman süreçlerini düşünün. Zamanın durduğu noktayı
düşünün. Zaman yoktur artık, sadece bîr «an» vardır. Ama bu an, öyle bir andır
ki, hâlâ o andır. Sonsuzluğu taşır içinde. Tıpkı çekirdeğin genetik
programında bir ağacın saklı olması gibidir.
Kozmik bellek
bankalarından (Levh) çıkarak, evreni-mize ulaşan düşünce dalgalan, güneş
sistemleri ve galak' silerin oluşum bilgilerini ve yasalanni içeren yüksek
titre' simli programlardır. Güneş sistemleri ve galaksiler, programlanmış bu
bilgilerle oluşur. Bu bilgiler; kesirli sayılar-la bir birim oluşturan ve bu
birimlerle sürekli bir sıçrama yaparak daha üst birimleri oluşturan sayılar
gibi, sayısız frekanslarda düşünce dalgalarıdır. Bu dalgalar birbirinin içinden
rahatlıkla geçebilir. Birbirinin içinden geçerken, bu bilgiler kesinlikle
karışmaz, bozulmaz, değişmez, yok olmaz.
Rüzgân düşünün.
Boşluktaki ses dalgalannı bir düşünün. Karışıp bozulmadan ekranlarınıza gelen
ses dalgalarını, görüntü dalgalarını düşünün. Kuşlar, cıyak cıyak öterek, bu
ses dalgalarının içinden geçerler, fakat kuşlann ötüşleri bu ses dalgalarına
kanşmaz. Bu sesler birbirini bozup deforme etmez.
Bunun iki nedeni
vardır. Birincisi, sadece madde boyutunda değil, hiçbir boyutta, düşünceyi
bozacak ve onun programını değiştirecek bir güç yoktur. Düşüncenin programını,
ancak ondan daha güçlü olan başka bir düşünce bozabilir. Ama düşünce tektir;
onun dışında başka bir düşünce yoktur. Eğer bu teklik yasasına ters düşecek
olursanız, kendinizi bir birim olarak kabul edip, dışınızdaki başka bir
birimin düşüncelerini deforme etmeye kalkışırsanız (büyü), bedelini ödersiniz.
Bu, bedeninizde büyüyen ve tüm diğer hücrelere zarar veren bir kanser demektir.
Kesip atarlar.
Düşünce dalgalarının
bozultnamasınm ikinci nedeni ise, herbirinin ayrı dalga boylarına, titreşime
(frekansa) sahip olmalarıdır. Bu, onları koruyan en büyük özelliktir. Tıpkı,
tam sayılar ve onların kesirleri gibi farklı dalga boylarında titreşen bu
düşünceler, evrenin ve yaratılışın bilgisini taşıyan programlardır. «Ol!»
emriyle harekete geçen bu programlanmış bilgiler, içice tüm evrenleri yaratan
düşünce dalgalarıdır. Sonsuz sayıda frekansları ve ara frekansları vardır.
Herbir frekans, bir varlığı ortaya çıkarır. Bu nedenle, her varlığın, kendine
ait bir dalga boyu vardır. Ona özellik veren, kişilik ve kimlik veren budur.
Hiç kimse, diğerinin aynı değildir.
Bu düşünce dalgaları
varlığı nasıl mı ortaya çıkarır? Frekanslarını düşürerek... Düşünceden
fotonlara, foton-lardan elektromanyetik alanlara, ordan atomlara inerek, hızını
yavaşlatarak... İndiği her boyutta, daha da yoğunlaşarak... Nihayet atomlardan
maddeye indiğinde, varlığı meydana getiren düşünce dalgası, artık en yoğun
biçimini almıştır. Fakat, maddeye ininceye kadar, sayısız ara frekanslardan,
yani tam sayılan oluşturan kesirlerden (nicel birikimlerden) geçerek maddeye
gelmiştir. Madde nedir? Yoğunlaşmış düşünce...
Evrende gördüğünüz her
şey, bu dalgaların oiuşturdu-ğu görüntülerdir. Madde olarak algıladığınız her
şey, bu düşünce dalgalarının yoğunlaşmış biçimleridir. Madde, freknası
yavaşlamış düşüncedir.
Bir boyutun, mesela
madde boyutunun nicel derinliklerine inildiğinde, kesirli sayılarla ifade
edilen ara titreşimler birer birer aşıldığında, nitel bir patlamayla birdenbire
onu oluşturan başka bir boyuta inilir. Bu tür boyutsal derinlikler, sayısal
sıralamada, «bin, milyon, milyar» gibi bü--yük birimlerle ifade edilir. Bu, kesin
olarak böyle değildir. Frekanslann, matematiksel olarak inip çıkmaları ve belli
bir noktadan sonra nitel bir patlamayla boyut değiştirmeleri... f§te bütün söylemek istediğim budur. Bu
sayılar, söylemeye çalıştığım soyut bilgilerin, daha somut bir ifade
kazanabilmesi için, örnek olarak verilmektedir.
Bir boyuta
inildiğinde, uzayıp giden nicel birikimler ya-sanır. Bunlar; kesirli sayılarla
derinleşen frekanslar, tam sayıyla başlayan yeni bir birim, kesirli sayılarla
yeniden derinleşen frekanslar... Ortaya çıkan her yeni birimle süreklilik
kazanan ve üst birimleri oluşturan yeni derinlikler... Ve son noktada nitel
bir patlamayla açılan başka bir boyut...
Güneşimiz, gezegeni
eriyle birlikte, galaksi merkezinin çevresinde, kendi yörüngesinde yavaş yavaş
ilerleyerek, iki-yüz yirmi beş milyon yılda turunu tamamlar. Beş milyar yaşında
olan güneş sistemimiz, bu süre içinde, Samanyo-lu'nun merkezi çevresinde,
gezegenleriyle birlikte yirmi üç defa dolanmıştır. Yirmi üç defa, ikiyüz yirmi
beş milyon yıl yaşamıştır. Yani galaktik yıl olarak, yirmi üç yaşındadır.
Merkeze yakın
sistemlerin dönüş hızı daha büyüktür. Bizim güneş sistemimiz, galaksi merkezine
otuzbin ışık yılı uzaklıkta olduğu için, galaksi merkezi çevresinde, saniyede
ikiyüz elli kilometrehızla dönmektedir. Bunu altmışla çarparsanız, dakikada on
beşbin kilometre yapar. Güneş sistemimiz, galaksi merkezini, ikiyüz yirmi beş
milyon yılda dolanır. Bu esrarengiz kozmik seyahati, saatte do-kuzyüzbin
kilometrelik bir hızla yapar.
Galaksiyi oluşturan
güneş sistemlerinin içinde, güneşi' mizden daha büyük yıldızlar bulunmaktadır.
Bunlar, uzayın karanlıklarını ışıklarıyla delerek, milyarlarca kilometere
uzaklıktaki gezegenlerini aydınlatan muhteşem yıldızlardır. Fakat Samanyolu'nu
oluşturan yapıya bir bütün olarak bakıldığında, herbiri ancak inci
parlaklığında ışıldayan küçük birer noktacıklardır. Onlara katman katman
yaklaştığınızda, muhteşem büyüklükleri ortaya çıkmaya başlar.
Uydular, ait oldukları
gezegenin çevresinde dönüyor. Gezegenler de, uydularıyla birlikte, ait olduklan
güneşin çevresinde dönüyor. Güneşler İse, tüm ailesiyle birlikte, Samanyolu
merkezinin çevresinde dönüyor. Her şey dönüyor. Her şey birbirinin etrafında
dönüyor. Samanyolu'nu oluşturan güneş sistemleri, galaksi merkezinin çevresinde
sarhoş gibi dönüyor. Tüm boyutlarıyla evren dönüyor, o evrenlerde hayatlar
dönüyor, hayatlar genişliyor, hayatlar derinleşiyor, sonsuzlaşiyor, süreklilik
kazanıyor.
Bir katman daha dışa
çıkıp baktığınızda, Samanyolu gibi yüzlerce, galaksi görürsünüz. Bunlar kendi
aralarında galaksi kümeleri oluşturmuşlardır. Bizim galaksimizin, yirmi kadar
galaksiyle birlikte oluşturduğu küme, Samanyolu kümesidir. Bunun dışında, en
çok bilinen küme, Virgo kümesidir. Bu küme, Samanyolu'nun oluşturduğu kümeye,
milyonlarca uzaklıktadır.
Samanyolu'nu baştan
sona geçmek için, yüzbin ışık yi' h gideceksiniz. Daha sonra bu galaksiden
çıkıp, iki milyon ıştkyıh gittiğinizde, Andromeda'ya varırsınız. Hayır, o
ka--dar uzaklara gitmediniz! Başka bir kümede, mesela Virgo kümesinde bulunan
uzak bir galaksiye gitmediniz. Andro--meda, bize en yakın galaksidir! Ugyüz
milyar güneş sis-temiyle, Samanyolu kümesindendir. îki milyon ışık yılı
uzaklıkta olmasına rağmen, bize en yakın galaksi budur. Bu kümenin başka
galaksilerini de düşünün.
Samanyolu kümesinden
çıkın, Virgo kümesine doğru akmaya başlayın. Virgo kümesinde yer alan Sombrero,
bizim kümeye elli milyon ışık yılı uzaklıktadır. Dikkat ederseniz, «ellibin»
demiyorum! Milyon... Elli milyon ışık yılı gittiğinizde, selametle Sombrero'ya
varırsınız. Bu galaksi nerde mi? Virgo kümesinde. Samanyolu'nun da İçinde
bulunduğu kümenin dışında, başka galaksilerin oluşturduğu başka bir kümede.
Uzay boşluğunda böyle
kaç galaksi kümesi var, bu kümelerde ne kadar galaksi var, bu galaksilerde kaç
güneş sistemi var, o sistemlerde ne kadar gezegen var? Bunlann sayısını
söyleyebilecek bir rakam mevcut değildir. Bunların sayısını, Allah'dan başka
söyleyebilecek bir kimse de yoktur. Fakat bilim, uzay boşluğunda ikiyüz milyar
galaksi olduğunu söylüyor.
Siz en iyisi şöyle
yapın; düşünce hızıyla bir galaksiden çıkın, başka bir galaksiye düşünce
hızıyla girin. Bir galaksi grubundan çıkın, başka bir galaksi grubuna hayal
gibi süzülerek girin. Böyle çıka gire, çıka gire, bu dev galaksi kümeleri
arasında hayal gibi dolaşın, boşlukta hayal gibi akın. Onlara ancak böyle, hızı
olmayan düşüncenin sonsuz hızıyla ulaşabilirsiniz. İşık hızıyla asla
ulaşamazsınız.
Modern araçlarla
yaptıkları çok uzun gözlemler sonucunda, galaksilerin belli bir düzen içinde
yer aldıklarını saptadılar. Baktılar ve gördüler ki, kaos yok, kargaşa yok.
Ayrıca, bu galaksileri oluşturan güneş sistemlerinin de, aynı yasaya uyduklannı
saptadılar.
Fakat onlara bu yasayı
kim koydu? Boşlukta dönen madde, kargaşa çıkmasın diye, kendi kendine yasa mı koydu?
Bunlar, uzayda çarpışmamak için, kendilerine sabit yörüngeler mi tayin
ettiler? Doğrudur, onların manyetik güçleri var; çekiyorlar, tutuyorlar,
bırakmıyorlar... Fakat bu güç onlara nerden geldi, niçin geldi, nasıl geldi?
Akıllı mı bunlar,
akıllan mı var? Bunlann, boşlukta yayınlanan programlanmış bilgileri algılayan
beyinleri mi var yoksa? Güneş sistemlerinin bilgisini ve yasalarını içeren
bilgiler, kozmik bellek bankalarından (Levh) çıkarak, düşünce dalgaları
halinde boşluğa yayılıyor olmasın? Bu programlanmış bilgiler; döne döne foton,
döne döne atom, döne döne gaz olmasın? Bu gaz bulutları; ısınarak, soğuyarak,
yoğunlaşarak, büzülerek, ateş toplan haline gelip, sonra güneş olmasın? Bu
güneşi ortaya çıkaran düşünce dalgaları, onlan bir araya getirerek,
galaksileri meydana getirmiş olmasın?
Uzay boşluğunda,
Samanyolu'na benzer sayısız galaksiler vardır. Bunlar, kendi aralarında
galaksi kümeleri oluşturmuştur. Hepsi de, saatte binlerce kilometre hızla hareket
etmektedir. Uzay aletleriyle yapılan gözlemlerde, galaksilerin yapılarında
görülen kırmızıya yakın kayış, bu kaçışın devam ettiğini göstermiştir.
Son yıllarda, dünyadan
yüz elli milyon ışık yılı uzaklık-ta, şimdiye dek bilinmeyen yeni bir galaksi
gruplaşmasının, çok büyük bir kütle çekimi uyguladığı açığa çıkmıştır.
Aralarında Samanyolu ve Andromeda'mn da bulunduğu sayısız galaksi kümeleri, bu
güçlü merkeze doğru çekilmektedir. Bu güçlü merkeze ve çevresindeki galaksiler
sisteminin hepsine birden, «uzayın büyük çekim merkezi» adı verilmiştir.
Bu muhteşem kuvvet, bu
akıl almaz büyüklükteki çekim merkezi nedir? Evrende mevcut olan tüm
sistemleri, hem de, Samanyolu ve Andromeda gibi milyarlarca güneş sisteminden
oluşmuş dev galaksileri kendine doğru çeken ve çevresinde döndüren güç, kimin
gücüdür? Bu bilgileri, imanınızla birleştirdiğinizde, içinizdeki ses size neler
fisıldıyor?
Uydular, ait oldukan
gezegenin etrafında dönüyor. Gezegenler uydularıyla birlikte, güneşin etrafında
dönüyor. Güneş, tüm ailesiyle birlikte, ait olduğu galaksinin et-rafinda
dönüyor. Ama bu galaksi neyin etrafında dönüyor? Bunlar, kendilerini
programlayan düşüncenin etrafında dönüyor olmasınlar?
Atomlardan, güneş
sistemlerine, bu sistemlerden büyük galaksilere kadar, uzayın her zerresinde
var olan bu hareket, evrende harika bir düzenin olduğunu söylemiyor mu?
Bozulmayan, değişmeyen, tökezlemeyen, aksamayan bu sistem, bu düzen, bu uyum,
evrenin bir raslantı sonucu oluşmadığını söylemiyor mu size? Bir fısıltı işitmiyor
musunuz içinizde?
Samanyolu, kendi
grubuyla ve Virgo grubuyla birlikte, aynı yönde, saniyede altıyüz kilometre
hızla, güneşin kütlesinden tahminen otuz milyon kere milyar defa büyük olan ve
çapı ikiyüz elli milyon ışık yılı olan dev bir çekim merkezine doğru İlerliyor.
Şimdiye kadar evrende tespit edilmiş en büyük yapı, bu merkezdir. Evrenin,
sayısız galaksi grubundan meydana gelmiş en büyük merkezidir. Samanyolu ve
Andromeda gibi dev galaksilerin dahil olduğu yirmi kadar galaksi grubu, bir o
kadar galaksiden oluşan Virgo grubu, adı bilinen ve bilinmeyen sayısız galaksi
grupları, hızla böyle nereye gidiyorlar? Peki biz nereye, onlarla birlikte biz
böyle nereye gidiyoruz?
Bu sonsuzlukta,
Samanyolu'nun o muhteşem büyüklüğü, azameti yok olup gitmiştir. Şimdi artık
dev galaksilerin herbiri, sonsuz deryada yüzen kaplumbağalan andırmaktadır.
Samanyolu ve ondan daha büyük galaksiler, İçinde yüzdükleri deryanın o muhteşem
büyüklüğünde, azametinde, küçülmüşler ve nerdeyse kaybolup gitmişlerdir.
Samanyolu, sonsuzluğun
içinde, okyanusta yüzen bir kaplumbağa ise, o zaman, şu bizim güneş sistemini
bir düşünün. Güneş sistemi, o kaplumbağanın ancak bir atomudur. Bir de şu
bizim dünyanın halini bir düşünün. Dünya nedir peki? Olsa olsa bu atomun bir
elektronudur.
Siz mi? Siz
büyüksünüz... Çok büyüksünüz! Siz, o elektronun üstünde yaşayan bir
varlıksınız. Dünyadan küçük olduğunuz kadar da, elektrondan küçüksünüz. Fakat
siz, üst bilinç katlarında, Allah'ı sınırsız olarak algılamaya başladığınızda,
tüm sonsuzluğu kucaklayan, veya sonsuzluğu içinde taşıyan bir birimsiniz. Siz
işte o zaman çok büyüksünüz! Sonsuzluğu kucaklayacak kadar büyük!.. Ağacını
genetik programında saklayan çekirdeği hiçbir zaman unutmayın.
Hayati sürekli
yaratan, çevirip yeniden yaratan, sonsuz ve sınırsız düşünce sürecidir. Bu
süreç, hem evrenin şişen bir balon gibi genişlemesini yaratır; hem de,
düşünceden ışığa, ışıktan maddeye kadar, içîçe tüm tonlarda titreşerek, çeşitli
boyutlarda hayatların ortaya çıkışını ve o hayatlann sonsuzluğunu yaratır. Bu
sonsuzlukta, siz, sürekli boyut değiştiren bir yolcu olursunuz. Yolculuğunuz,
boyuttan boyuta kesintisiz devam eder.
Allah, her şeyin
özüdür. Sürekli değişen, genişleyen, evrirnleşen çeşitli hayat boyutlarının
dürtüsel gücüdür. Sürekli değişen, sürekli genişleyen, sürekli evrimleşen
sonsuzluğu nasıl tanımlarsınız? Bunu tanımlayacak bir söz yoktur, öyleyse, onu
yaratan Allah'ı hiç tanımlayamazsi' nız. O'na, «şudur» veya «budur»
diyemezsiniz. «Şudur» veya «budur» dediğiniz her şey, O'nu kesitsel anlatır, sınırlar.
O'na, işte bunun için «Allah» denmiştir. Allah, sonsuz düşüncesiyle her şeyi
kucaklayan ve kuşatandır. Tek olandır.
Evrenin tüm
boyutlarında, hiçbir şey diğeriyle çelişmez. Hiçbir şey diğerini reddetmez.
Her şey birbiriyle uyum içindedir. Her şey, sonsuz bir bütünlük içinde
titreşir. Düşünceden maddeye uzanan tüm ara boyutlarda ve çeşitli renk
tonlarında titreşir. Varlıkların bu titreşimle' rinden alır, genişler,
genişler, su halkaları gibi genişler, hayatın başka boyutlarına aktarır.
Sonsuzluğun bir sonraki anını oluşturur. Hayat, sonsuz bir zenginlik ve
çeşitlilik içinde sürekli değişir, dönüşüme uğrar, tüm varlığı kucak-layarak
akar. Hayatın bu uyumlu titreşimi, göklerde ilâhi bir senfoni yaratır. Hayat
nedir? Hayat., renklerin ve seslerin armonisidir. Titreşen uyumdur. Başı ve
sonu olmayan bir akıştır.
Hayat, «son» dediğiniz
ve bittiğini sandığınız yerde, yeniden yeni bir boyutsai derinlik kazanır. Hem
genişleyerek büyür, hem derinleşerek sonsuzlasın Tüm galaksileri, şişirilmiş
bir balonun üzerine serpiştirilmiş olarak düşünün. Işık hızıyla sonsuza kadar
dolaşsanız, yaşadığınız evrenin dışına çıkamazsınız. Bu evrenin içine de
giremezsiniz. Şişirilmiş bir balonun dış yüzeyinde gezer durursunuz.
Bu evrenin İçine, ya
ölerek girersiniz, ya da boşlukta yayınlanan yüksek düşünce dalgalarını
yakalarsınız. O düşünce dalgalarıyla iletişim kurduğunuzda, madde davarının ve
zaman illüzyonunun ötesine geçersiniz. Bu düşünce dalgalarında, görünen ve
görünmeyen boyutlarıyla, evrenin tüm bilgisi ve planı gizlidir. Bu bir gerçektir.
Çekirdeğin genetik programını okuyarak, İçindeki ağacın planını görmeniz kadar
gerçektir.
Kirli bir su (sperma)
damlasının bir inandırıcılığı mı vardır? Bu basit su damlası, alemlerin Rabbtni
algılayan, içice konumlandırılmış evrenleri algılayan, çeşitli hayat boyutlarının
varlığını sezinleyen, algılayan, bilgi üreten, Ürettiği bilgiyi paylaşan,
seven, özleyen, kucaklayan, nefret eden bîr varlığın planını içinde
gizliyorsa, bilincin alt düzeylerinde çalışan sınırlı akıl için, bunun bir
İnandırıcılığı mı vardır?
İçİçe tüm evrenleri
kuşatan sonsuzluğun, yoğunlaşan düşünceden veya nohut tanesi kadar bir nesneden
çıkması, size çok mu inandırıcı geliyor? Başlangıcı ve sonu olmayan yatay
zaman eğrisinin, sadece bir «an»da gizli olması, sizin maddeyle sınırlı
aklınıza ve mantığınıza uy-gun mu? Fakat böyledir.
Heyecanla ve ilgiyle
bakarsanız, kendinizi de inandırıcı bulmazsınız. Çünkü siz gerçek bir
mucizesiniz. Kanıksamış olduğunuz hayata ilgi duyarsanız ve ona heyecanla
bakmasını bilirseniz, hayatı da inandırıcı bulmazsınız. Bilincin alt
katlarında, maddeyle perdeli akıl için, hayatın da bir inandırıcılığı yoktur.
Çünkü, hayat gerçek bir mucİ-zedir. Siz onu ne kadar somut realite olarak
algılarsanız algılayın, hayat, sihirli bir rüyadır. Ondan daha büyük bir mucize
yoktur. Madde duvanyla kuşatılı olduğunuzda, hayatla hiç ilgilenmezsiniz.
Üstünde yaşadığınız
dünyayı bile, boşlukta dönen bir kütle olarak algılamazsınız. İçinin boş
oiduğuna ve sıkıştı-rıldığı zaman, bir kum tanesi kadar küçülebileceğine inanmazsınız.
Daha ait boyutlara, atomaltı boyutlara indiğinizde, onun, «madde görüntü»
olarak ortadan kalkacağına ve düşünce dalgalarında sadece bir «bilgi» olarak
yaşayacağına inanmazsınız. O, sizin için, mülk edindiğiniz bir tarla, veya
ayaklarınızın altında serili bir topraktır. Üstüne tükürür geçersiniz. Çünkü,
inandırıcılığı yoktur. Siz, sadece olmayan hedeflerinizin ve amaçlarınızın
peşinde koşarsınız. Sadece ona inanırsınız.
Kozmik bellek
bankalarından (Levh) çıkıp, içice konumlandırılmış paralel evrenlere ve
sayısız hayat boyutlarına su halkaları gibi açılarak ve genişleyerek yayılan
yüksek titreşimli düşünce dalgaları, tüm yaratılış planını ve bilgisini içeren
ve beynin kapalı bölümlerini açan programlardır. Beyninizin büyük bir bölümü
niçin kapalı sanıyorsunuz? Açılmayı beklediği için... Beyninizin pasif bölümleri
aktifleştiği zaman, bu düşünce dalgalarını algılamaya ve değerlendirmeye
başlarsınız. Ya da bu dalgaları algılarsanız, beyninizin bazı pasif bölümleri
aktifleşir.
Beyinde kapalı
bölümlerin açılması, alt bilinç boyutundan, üst bilinç boyutuna geçmeniz
demektir. Eğilimlerinizi ve tercihlerinizi değiştirerek, bu sıçrayışı
gerçekleştiren bilirsiniz. Yani kendi Özgür iradenizi kullanarak... Sizin, alt
bilinç boyutlarında yaşamanızı kimse istemiyor. Kimse sizi oraya mahkum etmedi.
Orda kalmayı ve madeyle perdelenmeyi siz istiyorsunuz.
İçinde yaşadığınız
evren, şişirilmiş bir balonun dış yüzeyi gibidir. Bu yüzeyde ne kadar güneş
sistemleri olduğunu, ne kadar galaksi olduğunu söyleyebilecek bir rakam mevcut
değildir, fşık hızıyla gidilse bile sonuna vanlacak da değildir.^ -Evren, şişen
bir balon gibi sürekli genişliyor. Galaksiler; bazen birbirinden çok
uzaklaşıyor, bazen de birbirinin içinden geçiyor. Hepsi birden, evrenin
merkezinde bulunan en kuvvetli manyetik alana doğru hızla çekiliyor. Evrenin
içinde hayal gibi aksanız bile, bir geçtiğiniz yerden bir daha geçmeniz
olanaksızlaşıyor. Galaksilerin konumlan, birbirlerine olan uzakhklan ve açılan
sürekli değişiyor. Bu da, sonsuza kadar sonsuzlukta dolaşmanız anlamına
geliyor.
Yaşadığınız evreni,
şişirilmiş bir balon gibi düşünün. Galaksileri, bu balonun dış yüzeyine
serpiştirin ve hayallere dalın. Düşünce hızıyla, galaksiden galaksiye hayal gibi
akın. Fakat, evrenin dışına çıkamazsınız. Çünkü, bu madde evrenin içe doğru
giden boyutsal derinlikleri var, fakat dışı yok. Atomüstü uzayın madde boyutu,
tüm evrenlerin en dışıdır. Cevizin yeşil kabuğu gibidir.
Balonun iç yüzeyinde,
Berzah boyutu var. Evren burda nasılsa, orda da öyle. Çünkü, ordaki evren,
farklı bir evren değil. Aynı evreni, başka bir dalga boyundan algılıyorsunuz.
Fakat, algılama araçlan ve kapasiteleri değişik. Yaşadığınız evrenin tüm güneş
sistemleri ve galaksileri, orda da mevcut. Siz, aynı evrene, madde boyutundan bakıyorsunuz.
Berzah aleminde ise, aynı evrene, başka boyuttan bakılıyor. Dünya ve Berzah
boyutlan, bir kumaşın iki yüzü gibidir. Aynı evrenin, farklı.dalga boylarından
algılanışıdır.
Berzah, ölüm-ötesi
yaşama geçildikten sonra varılan ilk duraktır. Büyük hesaplaşma gününe kadar
orda tutuklu veya özgürsünüz. Orda sizi tutuklayan askerler yok. Hapishaneler,
gardiyanlar da yok. Dünyadaki tutumunuzla kendinizi ya mahkum ettiniz, ya da
özgür bıraktınız. Berzah boyutu budur. Hesaplaşma gününe kadar konaklanan bir
durak, ilk duraktır.
Berzah alemi, aynı
zamanda, dünyaya gelecek olan ruhlann bekletildiği bir yerdir. Gidenlerin ve
gelenlerin buluştuğu bir evrendir. Burası, tam bir kesişme noktasıdır. Fakat,
frekans farklılıklarından dolayı, bunların arasında bir iletişim yoktur.
Gidenler ve gelenler, aynı boyut İçin--de, nicel farklılıkları olan dalga
boyların adır.
Şişirilmiş balonun dış
yüzeyi, atomüstü uzayın madde boyutu, iç yüzeyi ise, Berzah boyutudur. Kuran'da
belir' tilen birinci gök budur. İkinci gök ise, bu balonun içinde' ki ikinci
balondur. İkinci balonun dış yüzeyinde, DarÜs-Selam cennetleri vardır. Sayısız
galaksilerden oluşmuş bir evren olduğunu düşünün. Tıpkı yaşadığınız evren gibi.
Fakat, algılanan dalga boyları değişiktir. Bu evren, birinci bilinç katının
frekansıyla uyumlu cennetlerin bulunduğu bir boyuttur. Bu evrenin sayısız güneş
sistemleri ve sayısız galaksileri, aynı boyut içinde, birbirinden çok farklı
katmanlar oluşturmuş olabilir; fakat genel olarak birinci bi' linç katının
frekansıyla uyumlu cennetlerdir. Mesela, aynı boyutta olmalarına rağmen, Dünya
bir cennettir; fakat Venüs çölleri, kaynayan bir cehennemdir.
Bu ikinci balonun iç
yüzeyinde, Darür-Karar cennetleri vardır. Burda, bir önceki cennetlerin
evreni, farklı dalga boyunda algılanır. Yani, dış ve iç yüzey cennetlerinde,
aynı evrenin farklı boyut görüntüleri vardır. Fakat, bu cennetlerin frekansı,
bir önceki cennetlerden daha yük' sektir. Burası, frekans olarak, bilincin
ikinci düzeyine uyumlanmiştır. İnsanı buralara çeken güç, duygu bellek-lerinin
titreşim hızı, yani frekanslarıdır.
Malını mülkünü,
mevkisİnİ makamını, şanını şöhretini, evladı-ıyanını aşmış olanlar, dünyaya
takılıp kalmamış olanlar, maddenin cazibesine aldanmamış olanlar, yaşamın
girdaplanna kapılmamış olanlar, kuruntunun karanlıklarında yolunu şaşırmamış
olanlar, düşünce labirentlerinde kaybolmamış olanlar, sonunda gelip buralara
ulaşırlar. Dört kitabın söylediği işte budur.
Belirtilen üçüncü gök
ise, bu balonun içindeki üçüncü balondur. Üçüncü balonun dış yüzeyinde, Meva
cennetleri vardır. Bu evren, üçüncü bilinç katına uyumlanmiş cennet
boyutlarıdır. Frekans olarak, kendinden önceki her iki cennetten de yüksektir.
Algılama, alt boyut cennetlerinden daha açık, daha keskindir. Düşüncenin akış
hızı, yetisi ve gücü, bu cennetlerde, alt boyut cennetlerine oranla daha
üstündür.
Bu boyut, sayısız
güneş sistemleri ve galaksileriyle, hep o bildiğiniz sonsuzluk evrenidir.
Fakat, sonsuzlukta akışan düşünce dalgalarının.titreşim hızları ve bu dalgalan
algılama kapasiteleri değişiktir. Üst boyutlara doğru çıkıldıkça, yayınlanan
ve algılanan düşünce frekansları daha yüksek, algılama daha açık ve daha
nettir.
Bu üçüncü balonun iç
yüzeyinde de, Huld cennetleri vardır. Bu evren, balonun dış yüzeyine
konumlandırılmış olan Meva cennetlerinin evrenidir. Fakat, aynı evrenin farklı
boyutlardan algılanışıdır. Dördüncü bilinç katına uyumlanmış bir boyuttur. Bu
boyutun, uyumla ve sevgiyle titreşen dalgalarını, kendinden Önceki cennetlerin
titreşim dalgalanyla karşılaştırmak mümkün değildir. Burada her şey sevgiyle
kuşatılmıştır. Renkler, sevginin rengi; sesler, sevginin sesidir. Formlar,
görüntüler, sevginin görün-tüsüdür. öyle bir evren düşünün ki, o evrenin yapı
taşı atomlar olmasın. İşık da olmasın. Sevgi olsun...
Yediğiniz ekmek sevgi
olsun. İçtiğiniz su, soluduğunuz hava, sevgi olsun. Sevgiyle beslenin, sevgiyle
soluyun, sevgiyle yaşayın... Öyle bir evren düşünün kî, geceleyin gökyüzünde
yıldızlar dans etsin; etrafa, tüm varlığın uyumlu titreşiminden çıkan ilâhi bir
melodi yayılsın... Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu, haz demektir. Mutlu-luk
demektir.
Bu cennet sakinleri, o
kadar mutlu, o kadar sevgi ve haz doludur ki, başka cennetlerin olabileceğini
ve oraya yükselmeyi akıllarından bile geçirmezler. Ama bu da bir perdedir. Mutlulukla,
hazla, sevgiyle kendilerini sınırladıkları ve bunlarla perdelendikleri için,
daha yüksek düşünce dalgalannı algılayamazlar.
Belirtilen dördüncü
gök ise, bu balonun içindeki dördüncü balondur. Bu dördüncü balonun dış
yüzeyinde, Naim cennetleri vardır. Bu boyut, bilincin beşinci düze-yine
uyumlanmışttr. Naim cennetleri, altın ışıkla aydınlanan cennetlerin ilkidir.
Her şey, bu cennetlerin bulunduğu tüm evren, güneş ışığına benzeyen altın
renkli bir ışıkla sarılmıştır. Ancak, bütün diğer renklerin, bu altın ışığın
içinde kaybolmadığını, değişime uğramadığını ve kendi berraklığını koruduğunu
düşünün. Burda, alt boyut cennetlerinde hayal bile edilemeyen renklerin
muhteşem dansı vardır. Burası, oynaşan, dans eden ışıkların ve renklerin
diyarıdır. Naim cennetlerinin gecesi yoktur. Karanlık, bu evrene hiç uğramaz.
Burda, dans eden ışıklar ve renkler vardır. Tüm evreni kuşatan ışıklar ve
renkler, kendi tonlarında titreşerek, sese, kokuya, görüntüye dönüşürler. Bu
olağanüstü titreşim ve uyum, ilâhi bir senfoni yaratır. Bu cennetin sakinleri,
sesi ve melodiyi soluyup, ışıkla beslenirler.
Bu dördüncü balonun iç
yüzeyinde ise. And cennetleri vardır. And cennetlerinin evreni, bu balonun dış
yüzeyine konumlandırılmış olan Naim cennetlerinin evreniyle aynıdır. Fakat,
aynı evrenin farklı dalga boylanndan algılanışıdır. Altıncı bilinç katma
uyumlanrniş bir boyuttur. Bu cennet, öyle bir nurla aydınlatılmıştır ki, diğer
alt boyutlar, bunun yanında karanlık kalmıştır. Bu boyutun, kendinden önceki
cennetlerden, sözle ifade edilemeyen üstünlükleri vardır.
Bu cennet sakinleri
artık hazla dolmazlar, çünkü onlar hazzın kendisi olmuşlardır. Işıkların
dansını da izlemezler, dilediklerinde ışık olup, ışıkla dans ederler. Alt boyut
göklerinde hayal gibi akarlar. Onların semalarında rüzgârla eser, gökle
gürler, bulutla hüzünlenir, yağmurla damlarlar. Güneşle doğup, güneşle
batarlar. Geceleyin gökyüzünde meleklerle ilâhi söyleyip, yıldızlarla semah
dönerler.
Azamet deryasına
dalıp, varlığın programını okurlar. Tomurcukla açılıp, tohumla toprağa
düşerler. Sıra sıra dizilmiş meleklerin dualarına katılıp, onlarla birlikte
secdeye kapanır-lar. istedikleri anda, istedikleri yerde, istedikleri
kimselerle birlikte olurlar. Eğer isterlerse, alt boyut cennetlerine inip,
ordaki sevdiklerini ve dostlarını ziyaret ederler.
Belirtilen beşinci gök
ise, bu balonun içindeki beşinci balondur. Bu beşinci balonun dış yüzeyinde,
Firdevs cennetleri vardır. Bu boyut, yedinci bilinç katına uyum-fanmıştir.
Firdevs cennetleri, yaratılmış bir insanın çıkabileceği son boyuttur. Burası,
kendi birimselliği içinde, «teklik» bilincine ulaşan ve «teklik» bilincini
yaşayan muhterem insanİann vatanıdır. O, artık ne ışıktır, ne de onu seyreden.
Ne müziktir, ne de onu dinleyen. Her şeyle bütünlük içinde titreşen bir
varlıktır. Bütünü algılayan ve onu duygu boyutunda yaşayan bir birimdir.
Kozmik bilinçle tam
bir uyum içindedir. Ordan çıkan düşünce frekanslarını, kozmik akılla birlikte
algılayan, kozmik bellekle birlikte kendine nakşeden, kozmik hayalle birlikte
onu resmeden, hisseden, duygu boyutunda yaşayan ve onu yaşam realitesine
dönüştüren bir «teklik» bilinci içindedir.
Bu beşinci balonun iç
yüzeyinde ise, Hazreti Muham-med'e (as) vaad edilen Vesile vardır. Aynı balonun
farklı iki yüzeyinde bulunan bu cennetler, aynı evrenin farklı dalga boylanndan
algılanışıdır. Aynı evrenin, farklı boyut görüntüleridir. Vesile, cennetler
içinde en yüksek makamdır. Ve sadece bir kişi içindir. Bütün cennetler
üzerinde saltanatı ve hükmü vardır. Cennetlerin hepsini aşan ve kuşatan bu boyut,
her bakımdan diğer cennetlerin üstündedir.
Belirtilen altıncı
gök, bu balonun içindeki altıncı balondur. Altıncı balonun dış yüzeyinde,
kozmik hayal boyutu (Sidre-i Münteha) vardır. Bu evren, cennet boyutlarından
bir boyut değildir. Sidre, kozmik hayal yıldızlarının semah döndüğü, sayısız
dev galaksilerin dans ettiği bir evrendir. Bu evren, yaratılışın tüm
aşamalarını, sonsuz olasılık' ianyla hayatın boyutsal derinliklerini, hayat
boyutlannın her karesini, olmuş olanı, oluyor olanı, olacak olanı, olması
mümkün olanı, tüm zamanları ve mekânlan içeren yüksek titreşimli düşünce
dalgalarıyla kuşatılıdır. Onları duygu boyutuna aktararak, hayat realitelerine
dönüştürür.
Kozmik aklın (Kalem)
algılayıp, kozmik hayal boyutuna (Sidre) yansıttığı tasarım halindeki bu
bilgiler, burda, hayat realiteleri haline dönüştürüldükten sonra, tüm evrenlere
düşünce dalgları halinde akması için, kozmik belleğe (Levh) kaydedilir. Tüm bu
olanlar, sizin bildiğiniz zamanla ve mekânla sınırlı değildir. Çünkü, zamanı
ve mekânı yaratan zaten bu bilgilerdir. Bir boyutta deneyimlen-miş olan
«geçmiş» zaman dilimleri, başka bir boyutta «gelecek» illüzyonları yaratır.
Yaşanmış olan, yaşanıyor olan, yaşanacak olan hayat realiteleri, her boyut için
farklı zaman süreçlerini ortaya çıkarır. İllüzyon da, bu gerçeğin algı
lanamayışıdır zaten. Dünya boyutu için «gelecek» olan kıyamet, başka bir yaşam
boyutunda çoktan kopmuştur. Sizin geleceğiniz, başkasının geçmişidir.
Kıyametin senaryosu,
kozmik bellek bankalarına işlen-miş olan ezeli bilgide, en küçük ayrıntılarına
kadar mevcuttur. Bu bilgiler, kozmik hayal evreninde, bir realite olarak
vardır. O düşünce dalgalarını algılarsanız, kıyametin tüm süreçlerini
yaşarsınız. Amel defterleri çoktan açılmış, hesaplar görülmüştür. Sırat
geçilmiş veya geçilememiştir. Cennetlere çoktan varılmış veya henüz
ulaşılamamıştır.
Kuran'ı dikkatle
okuduğunuzda, kıyameti, bazen «olmuş» gibi anlatır, bazen «oluyor» gibi, bazen
de «olacak» gibi... Oysa kozmik bellekte her şey çoktan olup bitmiştir.
Kozmik hayal
boyutunda, Nuh (as) tufanının bilgisini içeren düşünce dalgalarını algılayarak,
bu boyuta girdiğinizde, Hazreti Isa (as) henüz dünyaya gelmemiştir. Bu düşünce
dalgalarını algılamaya ve duygu boyutunda ya-Şamaya başladığınızda, dünyada
çoktan «yaşanmış» olan bir zaman dilimi, içine girdiğiniz bu boyutta, henüz «gelecek»
zamanı ifade etmektedir. Kozmik hayal evreninde, bu evrenin tüm galaksilerinde,
yaratılışın başlangıcından kıyamete kadar tüm zamanlan yaşayabilirsiniz, ama
hiçbir zaman, kendine ait bir zamanı olmamıştır. Kendini yaşamayan ve kendisi
olmayan gizemli bir boyuttur.
Bu altıncı balonun iç
yüzeyinde ise, «Levh» olarak bildirilen kozmik bellek boyutu vardır. Kozmik
bellek, muhteşem güneş sistemleri ve dev galaksileriyle, sonsuz bir evrendir.
Balonun dış yüzeyi kozmik hayal evreni, iç yüzeyi ise, kozmik bellek
evrenidir. Aynı evrenin farklı boyut görüntüleridir.
Allah «yaz!» dedi.
Kalem yazdı... Levh, o yazılanları nakşetti... Levh. neyi nakşetti?
Kozmik bellek, kozmik
akim yazdıklarını kaydetti. Bu nedenle, kozmik bellekte kayıtlı olan bilgi,
kozmik aklın ona yazdıklarıdır. Bunlar, evrenlerin yaratılış bilgisini ve o
evrenlerdeki hayat planlarını içeren ayrıntılı bilgilerdir.
Veya şöyle düşünün;
Allah, «yaz!» dedi. Kozmik akıl yazdı, kozmik bellek, yazılanları kaydetti.
Bellek neyi kaydetti? Sadece aklın yazdıklannı... Aklın kendisini kaydetmedi.
Aklınızın nasıl bir şey olduğunu, belleğinizdeki kayıtlı bilgilere başvurarak,
yani hatırlayarak anlayamazsınız. Akıl, kendini yazmadı çünkü, sadece
algıladıklarını yazdı. Kozmik bellek bankalannın, evrenin tüm boyutlarına
yayınladığı düşünce dalgalan, bu bilgileri içeriyor. Allah'ın, sadece kendine
saklı olan Ehadiyyet özelliğini içermiyor. Bundan dolayı hiçbir varlık, Ehadiyyet'in
bilgisini taşıyan düşünce dalgalarını algılayamaz. Çünkü, bu bilgi, Arş'dan
kozmik bilince, yani Kürsi'ye inmedi. Bu bilgi sadece Arş'da kayıtlıdır.
Allah, kendisini sadece kendisi tam kemaliyle algılar ve Ehadiyyet sırrını
sadece kendisi bilir. Belirtilen yedinci gök ise, bu balonun İçindeki yedinci
balondur. Yedinci balonun dış yüzeyinde, «Kalem» veya «Akı!» olarak bildirilen
kozmik akıl evreni vardır. Kozmik akıl, kozmik bilincin (Kürsi) yayınladığı
düşünce dalgalarını yakalayarak, bu bilgileri, tüm olasılıkları içeren hayat
planlarına dönüştürür ve bunları kozmik hayale yansıtır. Bu olasılıklar, kozmik
hayal boyutunda resmedilerek, yaşayan hayat realiteleri haline getirilir.
Kozmik akıl, bu realitelerden birini seçerek, kozmik belleğe nakşeder. Diğer
olasılıklar, kozmik hayal boyutunda, yaşayan hayaller, veya tasarımlar olarak
kalır.
Kozmik bellekten çıkan
bu bilgiler, uzay boşluğuna, programlanmış düşünce dalgaları halinde yayılır.
İçice evrenler, kozmik bellekten çıkan bu bilgilerle yaratılmıştır. İçten
dışa doğru, frekansını düşüre düşüre yayılan programlanmış bu düşünce
dalgaları, giderek fotonlara, atomlara ve maddeye kadar uzanan süreçte,
birbirinden farklı evrenleri, zaman süreçlerini ve yaşam boyutlannı açığa çi'
karmıktır.
Bu yedinci balonun iç
yüzeyinde ise, «Kürsi» olarak bildirilen kozmik bilinç evreni vardır. Kozmik
bilinç, yedinci gökte, kozmik bir bilinç katidir. Bu yedinci kozmik bilinç
katının sayısız katmanları ve her katmanın ayn frekansları vardır. Her katman
için, o katmanın frekansına uygun melekler yaratılmıştır.
Kozmik bilinç evreni,
sayısız dev galaksilerden oluş-muş, en yüksek düşünce dalgalarının titreştiği
bir evren-dir. Sadece kendi boyutunun değil, aynı zamanda, içice
konumlandırılmış olan yedi göklerin, veya yedi evrenlerin merkezidir. Tüm
evrenleri ve o evrenlerin galaksilerini etrafında döndürecek muhteşem bir güce
sahiptir. Kendisi ise, etrafinda donen diğer göklerle (evrenlerle) birlikte,
Arş'ın etrafında dönmektedir.
Akıl, zihinsel
etkinlikleri düzenleyen, yöneten ve çeşitli verilerin sentezine ulaşan bir
güçtür. Onun makamı, yedi bilinç katından herhangi biridir. Hangi bilinç
katında olursa olsun, akıl, tüm diğer zihinsel etkinlikleri etrafında döndüren
bir güçtür.
«Zihinsel etkinlikler»
dendiğinde, bu söylem, akla ya da kuruntuya hizmet eden çalışmalann tamamını
içeren genel bir söylemdir. Bu etkinliklerin gelip birleştiği yer, akıldır.
Akıl, zihin boyutunda var olan diğer güçlerin merkezidir. Zihinsel
etkinliklerin tamamını etrafinda döndüren ve çok muazzam gücü olan bir
merkezdir.
Belleğe kayıtlı
verilerin, aklın önüne çıkması, zihinsel bir etkinliktir. Anımsama, bir
dosyanın arşivden alınıp, yöneticinin önüne, yani aklın önüne getirilmesidir.
Bir olayın, durumun, kavramın veya nesnenin anımsanamayışı, kayıtlı dosyanın
arşivde bulunmaması nedeniyle değil; İletişim hatlarında meydana gelmiş olan
bir hasar veya arıza nedeniyledir. Belleğinizde, yaşamınızla ilgili kayıtlı
olmayan hiçbir ayrıntı yoktur. Fakat İnsan eğer anımsayamı-. yorsa, bellekle
akıl arasındaki iletişim hatlannda bir arıza var demektir.
Düşüncenin, bir
konuyu, enine ve boyuna taraması, konunun derinliğine doğru dalması, zihinsel
bir etkinliktir. Düşüncenin tasarım yetisi, bu tasarımı açığa çıkarma gü' cü,
akış hızı, hangi bilinç katında çalıştığına bağlıdır.
Fikrin, bu düşünceleri
yönlendirmesi, zihinsel bir etkinliktir. Düşünce, aklın veya kuruntunun
hizmetindedir. Fikir ise, her zaman düşüncenin hizmetindedir. Düşüncenin, akla
ya da kuruntuya hizmet ediyor olması, fikir için farketmez. Aklın hizmetinde
çalışan pozitif düşünceye yon verir ve ona çıkış yollan gösterir. Yeni
açılımlar yapar ve düşüncenin o yöne ak' masını sağlar. Kuruntunun hizmetinde
çalışan negatif düşünceye de aynı hizmeti yapar. Hem de severek ve
isteyerek... Siz eğer birini öldürmek veya hırsızlık yapmak istiyorsanız,
fi-kir, bu düşüncenize yön verir, ona en güzel yollan gösterir, sizi ve
herkesi şaşırtacak negatif açılımlar yapar.
Zekânın, bu çalışma
sürecinde ortaya çıkan sorunları çözmesi, engelleri ortadan kaldırması,
zihinsel bir etkinliktir. Bu da tıpkı fikir gibi düşüncenin hizmetindedir.
Pozitif yönde çalışan düşüncenin engellerini ortadan kaldırdığı gi' bi, olumsuz
yönde çalışan düşüncenin engellerini de orta' dan kaldırır. Size, birini
öldürüp, parasını aldıktan sonra, hiçbir iz bırakmadan, ortadan nasıl
kaybolacağınızı fisıldar. Siz artık zekânız sayesinde İyi bir haydut olursunuz.
Ama aynı zekâ, bir başkasına da, o haydutu nasıl yakalayacağını fısıldar. O da,
zekâsı sayesinde, iyi bir kahraman olur. «Haydut» veya «kahraman» olmak, size
yazılmamıştır. Siz, «haydut» veya «kahraman» olmayı programlayan işletim
sistemine sahipsiniz. Tercih sizindir. Sorumluluk sizindir.
Hayalin, bu soyut
düşünceleri şekillendirmesi, onları somut olarak resmetmesi, onlara ruh ve
canlılık kazandır-ması, zihinsel bir etkinliktir. Hayal, sanıldığı gibi zihnin
boş bir etkinliği değildir. Allah, boş ve anlamsız olan hiçbir şeyi
yaratmamıştır. Yarattığı her şeyin, bir hikmeti, bir görevi, bir işlevi vardır.
Her bilim, bilim
olmadan önce hayaldir. Her realite, realite olmadan önce hayaldir. Hayal,
düşünceyi şekillendiren ve insanı eyleme yönlendiren bir güçtür. Hayat
realitelerinin ortaya çıkış sürecinde, eylem ve davranış öncesi bir
etkinliktir. Önce yönelirsiniz, yani istersiniz. Sonra, İstediğiniz şeyin
düşüncesini kendinize çekersiniz. Daha sonra, o düşünceyi perdeye aktarıp
seyredersiniz. Bu İşte hayaldir. Düşüncelerin resmidir.
Gayretin, bir konuda
çalışmayı motive etmesi de zihinsel bir etkinliktir. Zihin bu güçten yoksun
olduğu zaman, diğer etkinliklerin hiçbir devamlılığı olmaz. Her şey gelir ve
gider. Ortaya çıkan verilerin, belli bir amaca yönelik kullanılması,
sürekliliğinin sağlanması ve belli bir sonuca ulaşılması, gayretin gayretiyle
olur. Sabır, onun en Önemli hammaddesidir. Azim ve kararlılık, onun hiç
tükenmeyen enerjisi, yakıtı, besin kaynağıdır. İnsan, yükseleceği noktaya
onunla, yani gayretle yükselir.
İradenin İstekleri,
zihinsel bir etkinliktir. Bu istekler, ak' lın, hangi bilinç katında, yani
nasıl bir nefste, ya da nasıl bir benlikte çalıştığına bağlıdır. Akıl, hangi
bilinç katında çalışıyorsa, zihinsel etkinliklerin hepsi de o bilinç katında
sürdürülür. Dolaytsıyle, iradenin talepleri, o bilinç katının frekansına uygun
olur. Akıl, düşük bilinç katlarında çalışıyorsa, iradenin, maddeye yönelik
istemleri olur. Akıl, eğer yüksek bilinç katlarında çalışıyorsa, irade
genellikle mad-de-ötesİ isteklerde bulunur.
Mantığın, tüm bu
çalışmaları akla kabul ettirmesi, zihinsel bir etkinliktir. Mantık, düşüncenin
toplayıp getirdiği verileri tartan bir terazi gibidir. Mantık, eğer kuruntuyla
gölgelenmedİyse, aklın emrinde ve yönetiminde çalışıyorsa, tartıyı genellikle
doğru yapar, hatta üst bilinç katlarında kıl kadar sapma olmaz. O mantığın
sahibi, «adaletli kişi» olarak değil, «adaletin kendisi» olarak bilinir.
Bir konunun
algılanması ve kavranması, idrak edilme-si, zihinsel bir etkinliktir. Düşük
bilinç katlarında çalışan akıl, bu kavrayışı, genellikle algılama araçlarıyla
yapar. Bir şeyi kavrayabilmesi için, ona dokunması gerekir. Gördü' günü kavrar.
İşittiğini de kavrar. Bir nesneyi tadarsa, tadını anlar. Ve onu koklarsa,
kokusunu anlar.
Üst bilinç katlarında
çalışan aklın, bu algılama araçlarından başka, sezgi gücü vardır. Sezgi insana
ışığı getirmez. Orda ışık olduğunu fisıldar. Ve ona yönelirsiniz... Yani ira^
denizi yönlendiren bir güçtür. İradeniz yanlış şeylere yöne' lebilir. Ama
sezginizin sessiz fısıltılarına kulak verirseniz, doğru tercihler yaparsınız.
Bu tercihlerinizden dolayı, yük' sek düşünce dalgalanni algılar ve onu duygu
boyutunda ya-Sayarak, hayat realitelenne dönüştürürsünüz.
Bu çalışmalar
sürecinde ortaya çıkan duygular, evet, duygular da zihinsel bir etkinliktir.
Akıl, zihin fezasının güneşiyse, duygular da, bu alemin parlayan yıldızlarıdır.
Bunlar, zihnsel
etkinliklerin sonucu olarak ortaya çıkan
hayat mahsulleridir.
Ölüm-ötesi yaşama götürülecek olan Ürünler bunlardır. Bunlar, ömür boyu
yapılmış olan çalışmaların geliri veya hasılatıdır. Bunlar yol azıklarıdır. Karanlıklarda
yolu aydınlatacak olan nur kandilleri gibidir. Duygu belleğinize, «sevgi»
arşîvlediyseniz, sevinebilirsiniz. Duygu belleğinize, «nefret»
arşivlediyseniz, dövünebilirsiniz. Bunlar, benliğinizi aydınlatan ya da
karartan duygulardır.
Aklı örten ve zihin
fezasında tüm ışıkları söndüren kuruntu da zihinsel bir etkinliktir. Kuruntu,
güneşi örten İb-lis'in gölgesidir. Akıl, zihin boyutunda bir güneş gibidir.
Güneş, gerçeğin kendisidir. İblis, bu gerçeği kendi varlığıyla örter ve koyu
bir karanlık oluşturur. Avını bu karanlıkta yakalar. Yakaladığını bu karanlığa
hapseder. Kuruntunun zindanlarına hapsolan benlik, aklın en büyük düşmanı
olur. Var olan hayat ışığını yok sayar. Yok olan ka-ranlığı da var sayar.
Çünkü, İçinde yaşadığı karanlık, onun tek realitesi olmuştur. Kuruntu budur,
insanın içindeki şer güçlerinin en büyüğüdür. Kuruntuya düşmemek için, Hazreti
Peygamber (as), tüm annmışlığına rağmen günde yetmiş defa istiğfar etmiştir.
Onun tuzağına düşmek, an meselesidir.
Bu çalşmalara tanık
olan bilinç (benlik, nefs) ise, zihinsel bir güç veya etkinlik değildir; o,
düpedüz insanın kendisidir. Tüm bu etkinlikler ve bu etkinliklerin ürünü olan
duygular, onun içindir. Benlik, üst bilinç kati arı ndaysa, olumlu duygularla
aydınlanmıştır. Alt bilinç katlarındaysa, olumsuz duygularla perdelenmiş,
kararmıştır. Hangi bilinç katında olursa olsun, eğer akla uyduysa, uzaklarda
parlayan nur ışıklarını görmüştür. Kuruntuya uyduysa, çukura inmiştir.
Bu bakımdan, «nefsime
uydum» söylemi, yanlış bir söylemdir. Bunun anlamı, «ben kendime uydum» olur
ki, mantık bunu tartamaz. Tartıp, aklın önüne koyamaz. Akıl da, önüne açık ve
net olarak koyulamayan bir düşünceyi algılayamaz. Burda mutlaka bir yanlışlık
olmalıdır. İnsan, nefsine uymaz. Nefs, akla veya kuruntuya uyar. Akla uyarsa,
aklın aydınlattığı yolda yürür ve huzura ulaşır. Ku-runtuya uyarsa, kuruntunun
karanlığında tökezler ve çu-kura düşer. Esasında, «nefsime zulmettim» diye
ifade edilen anlam budur. Bunun tercümesi, «kuruntunun peşine düşüp gitmekle,
kendime zarar verdim, keşke akla uysay-dım» demektir.
Yedi bilinç katını,
yedi evren (yedi gök) olarak düşünebilirsiniz. Mesela birinci bilinç katında
çalışan aklı, birinci evrende (gökte), zihnin karanlık boşluğunu aydınlatan
bir güneş gibi düşünebilirsiniz. O güneşin aydınlattığı zihin boşluğunda
yaşayan nefs, veya bilinç, ya da benlik, sizsiniz... İblis gelir, kendi
varlığıyla güneşi Örter. Zihin boşluğu ansızın karanr. İşte bu karanlık,
İblis'in golgesidir ve kuruntu budur.
Kuruntu, kendi varlığıyla
gerçeği Örten İblis'in golgesidir. Bu nedenle, Hazreti Peygamber (as), bütün
namazlarında, «Allahım, vehim karanlığından beni çıkar ve nurunla anlayış ikram
et!» diye dualar ederdi. Vehim, kuruntu demektir. Nefsi zindanda yaşatan
iblis'in koyu karanlığıdır.
İblis'in gölgesiyle,
Allah'dan perdeli olan benlik, Allah'ı inkâra gider. O'nu inkâr eden benlik,
zalimlerden olur. Zalimlerden olan benlik, zulmeder; başkasına değil, kendine
zulmeder. «Nefsimin hakkını veremedim; onu, aklın ışığından yoksun bıraktım ve
kuruntunun karanlığında yaşattım. Ben nefsine zulmedenlerden oldum» diye söylenen
büyük ve hikmetli sözlerin anlamı budur.
Aynı şekilde, «nefsin
isteklerine uymak» söylemi de yanlıştır. Nefsinizin isteklerine uymazsınız.
Nefsiniz, iradenizin isteklerine uyar. İrade ise, ya aklın hükmü altındadır,
ya da kuruntunun... Bilincin düşük düzeylerinde, irade, kuruntunun emrindedir.
İstekleri maddeye yöneliktir. Veya istekleri maddeye yönelik olduğu için, düşük
bilinç katlann-dadır. Nasıl olursa olsun, iradeyi orda tutan ve onu yönlendiren,
kuruntudur. Yani onu bilincin düşük düzeylerinde tutan ve maddeye yönlendiren,
kuruntudur.
Buna göre, «nefsi
terbiye etmek» söylemi, eğer doğru algılanıyorsa, doğru bir söylemdir. Nefsi
terbiye etmek, «onun isteklerini ona yasaklamak» değildir. Onu, kuruntunun
isteklerinden vazgeçilip, aklın isteklerine bağlamaktır. Nefsin (benliğin,
bilincin), alt boyutlarda Ölüp, üst boyutlarda varlık bulmasıdır. Hazretİ
Peygamber (as), «ölmeden önce ölünüz» derken, bunu anlatmıştır. Yani bu sözün
anlamı, alt bilinç katından, üst bilinç katına sıçrama yapmanızdır.
İçinizde fısıldayan
kuruntunun sesini, aklın sesinden ayırmak çok kolaydır. İçinizden gelen
fısıltıları iyi dinlediğinizde, aklın ve kuruntunun seslerini birbirinden
ayırabilirsiniz. Kuruntunun ileri sürdüğü gerekçelerde hiç man-tık yoktur.
Niçin sigara içtiğini, niçin alkol aldığını, niçin kumar oynadığını bilmez.
Yaptığı işleri, mantıklı bir temele dayandıramaz. Oysa aklın; Ölçen, tartan,
kılı kırk yaran bir «mantık» mekanizması vardır. Kuruntu, bu mekanizmadan
yoksun, mantıksız bir güçtür. Benliği işte böyle kandırır ve kendi peşine
takıp, taa cehenneme kadar götürür. Kuruntu, sizin içinizde bulunan en büyük
şer gucÜ-dür. Düşmanınızı dışarda aramayın.
Zihin fezasında, insan
için tasanmlanmış yedi bilinç katı vardır. Akıl, tüm diğer zihinsel güçlerle
birlikte, bu yedi bilinç katından birinde çalışır. Hangi bilinç katında çalışırsa
çalışsın, akıl, nefsi, yani çalıştığı bilinç katını veya benliği aydınlatan bir
güneştir. Alt bilinç katlarında frekansı belki biraz düşüktür, ama yine de ait
olduğu bilinç katında, zihni aydınlatan bir gücü vardır.
Bu gücünden dolayı,
akıl, tüm diğer zihinsel güçlerin merkezi, odak noktasıdır. «Güneş sistemi»
dendiğinde, bu ifade, sistem içinde yer alan gezegenleri, doğal uyduları ve
bunlann etkinliklerini içine alır. Fakat bu İfade, aynı zamanda, güneşin
kendisini de anlatır. Güneş sistemi, ay-rica, kendini her taraftan kuşatan ve
içine alan bir uzay boşluğundadır.
Akif, zihinsel etkinliklerin
hem merkezidir, hem de onları tek merkezde toplayan sistemin genel adıdır.
Onlardan biri eksik olursa, sistem bozulur. Belleksiz bir akıl, hiçbir işe
yaramaz. Düşüncesiz, kavrayışsız, mantıksız bir akıl, düşünülemez bile. Akıl,
zihinsel etkinliklerin hem merkezi, hem de tamamıdır. Onları etrafında toplayan
bir güç merkezi, bir odak noktasıdır. Bu sistem, akıl sistemi, zihin fezası
tarafından kuşatılmıştır.
Yedi bilinç katını,
yedi gökler olarak düşünebilirsiniz. Akıl hangi bilinç katında çalışıyorsa,
algılama kapasitesi, kavrayışı, algılanan düşüncenin gücü ve hızı, o bilinç
katının frekansına göredir. Kullanılmayan diğer bilinç merkezleri, yedi
göklerin diğer boyutlarıdır, özel çalışmalarla bilincin üst merkezlerine
çıkmak, evrenin diğer boyutlanna gitmek gibidir. Bu, insanın hem kendi içine
yaptığı bir yolcu-luk, hem de, evrenin görünen boyutundan, görünmeyen
boyutlanna yaptığı heyecanlı ve gizemli bir yolculuktur.
Önce Ruh'u yarattı...
Ve onda yedi bilinç merkezi açtı. Bu yedi bilinçten, yedi göğü yarattı ve
onları düşünceden maddeye doğru inen frekanslarda içten dışa doğru su
halkaları gibi açtı. Bu evrenler, ilk yaratılanın zihin boşluğundan çıktı. Bu
evrenlerin yedincisine, «Kürsİ» dedi. Onu, Arş'ın nuruyla kırmızı yakut
renginde aydınlattı ve Arş'ın altına, yedinci göğün iç yüzeyine koydu. İlk
yaratılanın aklından, yeşil zümrüt renginde bir evren yarattı ve ona «Kalem»
dedi. Kalem yıldızlarını, yeşil zümrüt renginde yarattı ve onlan da Kürsi'nin
altına koydu.
İlk yaratılanın
belleğinden, san zebercet renginde bir evren yaram ve ona «Levh» dedi. Bu
evreni, altıncı göğün iç yüzeyine, Kalem'in altına koydu. İlk yaratılanın
hayalinden de, beyaz inci renginde bir evren yaram ve ona da «Sidre» dedi.
Sidre'yi, cennetlerin üstüne, Levh'in altına koydu. Sidre yıldızlan, altıncı
göğün dış yüzeyinde, beyaz inciler gibi parlamaktadır.
İlk yaratılanda
tecelli eden cemal sıfatlarından, sekiz cenneti çıkardı. Onları, beşinci
gökten, frekanslarını düsüre düşüre, ikinci göğe kadar indirdi. İlk yaratılanda
te--celli eden celal sıfatlarından da, cehennemleri çıkardı. Onları da nursuz
karanlıkların ardına gizledi. Dünya ve Berzah boyutlarını ise, ilk yaratılanda
tecelli eden kemal sıfatlarından çıkardı. Bu nedenle. Berzah ve Dünya boyutlarında;
acıyla sevinç, hüzünle mutluluk, iyilikle kötü-lük içiçedir. Dünya ve Berzah
evrenlerini, göğün birinci katına koydu.
Gayreti, «çalışan»
olarak yaptı ve hükmetti ki, gayret, ömrü boyunca çalışsın. Aklın hükmü altında
çalışırsa, nur ışıklarına ulaşsın. Kuruntunun hükmü altında çalışırsa, zulmet
karanlıklanna ulaşsın. Zulmet karanlıklanna ulaşan, nur ışıklarını arasın. Nur
ışıklarını arayan, onu bulsun.
ilk yaratılanın
pozitif'gayretinden bir melek yarattı ve onun adına «Nun» dedi. Nun, meleklerin
en büyüğüdür. Emirleri Arş'dan alır. Makamı Kürsi merkezidir. Alun melekleri
üzerinde saltanatı vardır. Dört büyük melek olarak bilinen Alun melekleri,
Nun'un gayretinden yaratıldı. İçice yedi evreni ve oralarda bulunan tüm yaşam
boyutlarını idare etmesi için, Alun meleklerinin gayretinden, sayısız küçük
melekler yarattı ve onların herbirini Alun meleklerinin emrine verdi. Bu
meleklerin sayısını bildirecek bir rakam, ancak Yaratan'in katında mevcuttur.
ilk yaratılanın
negatif gayretinden, mikrodalga bedenli bir şer gücü yarattı ve ona «Azazil»
dedi. Onu, atomal ti uzayın mikrodalga boyutuna, birinci göğün iç yüzeyine indirdi.
Azazil'in özü, negatif gayrettir. Bundan dolayı, Nun'a zıt yönde çalışır. Onun
gayreti, çabası, çalışmaları, Nun'un yaptıklarının tam tersidir.
Kuruntu, Azazil'in
gölgesi oİdu. Azazil, kendi varlığıyla gerçeği örttü ve ortaya kuruntuyu
çıkardı. Kendi gölgesinin koyu karanlığında yaşadı ve bu nedenle Yaratan'dan
perdeli kaldı.
Azazil'in torunları
iki kutba ayrıldı; bir kutbu, aklın aydınlığını arayan pozitif güçlerden oldu
ki, ona «cin» dedi. Diğer kutbu da, kuruntunun karanlığını arayan negatif güçlerden
oldu ki, ona da «şeytan» dedi. Şeytan, riyakâr ve hilebaz cinin lakabı oldu.
Bu nankör, aklın en büyük düşmanı oldu. Dedesi Azazil'in ise, en gayretli
askeri oldu.
İlk yaratılanın
benliğinden, madde bedenli insanı çıkardı ve ona «Adam» dedi. Adam'dan da
eşini çıkardı ve ona da «Havva» dedi. Hükmetti ki, benlik, aklın peşine düşerse,
ışığı bulsun. Kuruntunun peşine düşerse, karanlığı bulsun. Kozasını kırıp
çıkarsa, kelebekler gibi çiçekler diyanna uçsun. Kozasını kırıp çıkamazsa,
benlik çukurunda, benlik zindanında hapis kalsın. Adam'da yedi bilinç katı açtı
ve onu bilincin dördüncü katına, küresel kişilik düzeyine koydu. Eşini de
aynen oraya koydu, ikisini de, dördüncü bilinç katının frekansına, yani Huld
cennetlerinden birine indirdi.
Hükmetti ki, Adam ve
eşi, «yeme!» emrine rağmen yesinler. Habbeyi, hiç aldırmadan yesinler ve
yasağı çiğnesinler... Ve aynen vaki oldu. Adam'm ve eşinin kuruntuları,
akıllarına galip geldi. O yasak habbeyi yediler. Bu nedenle, ikisi de,
karanlık bir çukura düşer gibi, bilincin alt katlarına düştüler. Ve dünyaya
sürgün edildiler.
Hükmetti ki. Adam ve
eşi, düşüşü ve yükselişi yaşayarak öğrensinler. Benliği kuruntunun hükmüne
bırakırlarsa, aşağıların aşağısına insinler. Benliği aklın hükmüne bırakırlarsa,
yukanlann yukarısına çıksınlar. Bunu bilsinler ve genetik belleğe işlesinler.
Bunu bildiler ve genetik, belleğe işlediler. Böylece bu bilgilerin kuşaktan
kuşağa aktarılması sağlandı.
O yasak habbeyi
yemeselerdi, üst bilinç katları açılacaktı. Fakat, Rabbın muradı bu değildi.
Rab, onların yasağı çiğnemelerini ve böylece aşağı düşmelerini diledi. Çünkü
insanı böyle tasarımladı. Dünyayı, böyle bir hayat planına göre dayayıp döşedi.
İnsan düşecekti, kalkacaktı, koşacaktı, yorulacaktı... Bazen umutsuz
karanlıklara dala' cak, bazen aydınlık deryalarda yüzecekti. Madde dünyasının
girdaplarına kapılmadan, çıkışı olmayan labirentlerde kaybolmadan, Rabbına
ulaşacaktı. İradesiyle yönelirse ve üst bilinç katlarına çıkarsa, Rab onu alıp,
göklerin üst katına, cennetine koyacaktı.
İnsanın, yüksek bilinç
düzeyinde yaratılmasına ve titreşimi daha yüksek boyutlarda yaşamasına
hükmedilmemiş-tir. Çünkü bu tür varlıklar zaten vardır. Melekler, bu tür
varlıklardandır. İnsanın var oluş nedeni bu değildir. Onun var oluş nedeni,
madde boyutundan, kendi özgür iradesiyle; Özüne, aslına yönelmesi, yani
cennetlere doğru yönelmesidir.
Bu yükseliş, alt
bilinç katlarından, üst bilinç katlarına doğru tırmanışla mümkündür. Adam ve
eşi, bu tırmanış sürecinde edindiği düşünce ve duygu birikimlerini, genetik
yollarla kuşaktan kuşağa aktarmıştır. İnanırsanız, inancınızla yükselirsiniz.
Huzurlu ve mutlu olursunuz. Kaos ve stresten uzak kalırsınız. İnkâr ederseniz,
inkârınızla düşersiniz. Mutsuz ve huzursuz olursunuz. Bundan dolayı, Adam'in
ve eşinin varlığı, var olduğu biçimi gerektirmiştir. Her şey, olması gerektiği
gibi olmuştur.
Melekler, sabit bilinç
merkezlerinden dolayı, alemlerin Rabbına hizmette hata yapmayan varlıklardır.
Nasıl program-lanmışsa, öyle çalışırlar. Onlann programında, Rabba hizmet
vardır. Onlann programında, negatif olan hiçbir şey yoktur.
Azazil de nasıl
programlanmışsa, öyle çalışır. Azazil, kendi varlığıyla gerçeği örter ve bundan
dolayı bir gölge açığa çıkar. Bu gölgenin adı kuruntudur. Onun gölgesine, yani
kuruntunun karanlığına sığınan cin, hilebaz ve nankör bir şeytan olur. Onun
gölgesine sığınan insan, zulmet karanlıklarına dalar.
İnsan da nasıl
programlanmışsa, öyle çalışır. Ama insan böyle programlanmıştır. Düşük bilinç
katlarında yaşadığının ayırdında olmadığı zaman, perdeli kalacaktır. Bunun
ayırdına vardığı zaman, üst bilinç katlarına yönelecektir. Belki de, üst
bilinç katı açık olarak doğmuştur. Berrak bir algıya sahiptir. Yüksek düşünce
dalgalarını kendine çekebilmektedir. Ayrıca, kuvvetli bir sezgi gücüne de
sahiptir. Bu da olabilecekler arasındadır.
Meleklerin, Adam'a
secde etmelerini istedi. Rabbın bu emrine, Azazil hariç, tüm melekler uydular
ve emri itirazsız yerine getirdiler. Allah, nurdan yaratılan meleklerin,
çamurdan yaratılan Adam'a secde etmelerini niçin istedi? İstedi... Öyle diledi.
Çünkü Adam, çok zor
bir görevi üstlenmişti. Madde diyarında kaybolup gidebilirdi. Maddenin
cazibesine, manyetik gücüne kapılabilirdi. Çıkışı olmayan labirentlere
girebilir, kuvvetli girdaplarda dönebilir, kuruntunun karanlığına
yuvarlanabilir, yolunu şaşırabilirdi. Yolunun üstünde türlü çeşitli tuzaklar,
koşebaşlarinda pusuya yatmış Azazil'in torunları (şeytanlar) vardı. Yolu
uzundu, zordu, zahmetliydi. Sağında solunda engerekler ve çıyanlar vardı.
Vahşilerin ve yırtıcıların diyarında mahzundu. Dağlardan, vadilerden,
çöllerden geçerek, Rabbına ulaşacaktı.
İşte bunun için
emretti ki7 nurdan yaratılan melek, çamurdan yaratılan bu Adam'ın Önünde
saygıyla eğilsin ve secdeye kapansın. Ama Azazil bunu istemedi. Buna gerekçe
olarak, kendisinin «daha hayırlı» olduğunu, çünkü ateşten yaratıldığını,
Adam'ın ise, çamurdan yaratıldığını söyledi. Azazil böyle söyledi. Bunun üzerine,
alemlerin Rabbı, ona «İblis» dedi ve onun lakabı «İblis» olarak kaldı.
Kibirlendi. Adam'ı küçük gördü. Ateşi çamurdan daha üstün sandı. Alemlerin
Rabbı, bununla demek istedi ki; kimse başkasından daha üstün olduğunu
düşünmesin. Kimse böyle bir kuruntuya kapılmasın. Bu bir kuruntudur. İblis'in
kuruntusu... Onun bu kuruntusu, kıyamete kadar yaşayacaktır. Ona uyanlar, derin
bir çukura düşer gibi düşecektir kuruntunun karanlığına... O nerde midir? O,
sizin içinizdedir.
iblis, kibirinden
dolayı lanetlendi ve kovuldu. Bunun üzerine iblis, çamurdan yaratılmış olan
Adam'ın önüne her fırsatta çıkmaya, ona sağından ve solundan yaklaşmaya ve onu
yolundan saptırmaya yemin etti.
Hükmetti ki, İblis
nasıl yaratıldıysa öyle kalsın. Ve İblis, iblîsliğini yapsın. Adam da, eğer
adamsa, adamlığını yapsın ve İblis'in tuzağına düşmesin. Bu nedenle, Adam'ın
torunları, milyarlarca yıldan beri uyarılıyor. Kitaplarla ve sayısız
peygamberle uyanlıyor. Açlıkla, hastalıkla, afetlerle, savaşlarla uyanlıyor.
Zalimlerle, alimlerle uyarılıyor. Madde dünyasında derin uykulara dalmış
insan, kendi hayatına şöyle bir baksa, yüzlerce, binlerce olayla uyarılıyor.
Yedi merkezli kozmik
bilinci ondan çıkardı. Onu da kozmik bilinçten çekip aldı. Yedi merkezli
kozmik bilinçten bir nüsha alarak, onu yetmişbin perdeyle perdeledi ki, Arş'in
nuruna dayanabilsin. Ona birimsellik verdi, özellik verdi. Nefs verdi, bilinç
verdi, benlik verdi. O da kendini bildi.
Onun nefsi (benliği,
bilinci) göklerden alındı ve bu emanet kendisine teslim edildi. Bu emanet,
dağların ve taşların kabul etmediği o emanettir. O emanet, insanlık adına,
insanlığı temsilen alındı. Onu, yani özgür iradeyi almak, insanın kaderi oldu.
Allah, ona muhabbetle
nazar kıldı ve «gel» dedi. Sadece bir adım geldi. «Git» dedi. Sadece bir adım
gitti. «Kimsin?» dedi. Ve o konuştu; «ben yokum, ancak alemlerin Rabbı olan
Allah var» dedi. Ve böylece, yedinci bilinç düzeyinin bakış açısını
seslendirdi. Nefsini yok saydı.
Bunun üzerine,
alemlerin Rabbı, ona bir kez daha muhabbetle nazar kıldı; «senden alemler
meydana getirdim ve seni bu alemlere üstün kıldım» dedi. «Senin himmetinden
himmetler yarattım ve benliğinden benlikler yarattım. Seni yarattım ve senden
alemleri yarattım» dedi.
Hükmetti ki, bu ilk
yaratılan, peygamberlerin sonuncusu olsun... Onun adı, göklerde «Ahmed» ve
yerde «Muhammed» olsun... Son kitap onun olsun. Nimetler onunla tamam olsun...
Dostları dost, düşmanları düşman olsun... Ve yolu «İslam» olsun, aydınlık
olsun, mübarek olsun.
İlk yaratılan söyledi;
«peygamberlerinden hiçbirini ayırdetmeyiz, işittik ve itaat ettik, affını
isteriz Rabbımiz, dönüşümüz sanadır» dedi. Rabbımiz dedi ki: «Allah, kimseye
gücünden fazlasını teklif etmez. Yaptığınızın kazancı da sizedir, kaybı da...»
İlk yaratılan söyledi;
«Rabbımız» dedi, «unutursak, veya hataya düşersek, bizi bundan sorumlu tutma»
dedi. Söyledi; «Rabbımız» dedi, «bizden öncekilere yüklemiş olduğun ağır
yükleri bize yükleme» dedi. Yine söyledi; «Rabbımız» dedi, «bize gücümüzün
yetmediğini taşıtma» dedi. Yine söyledi, dedi ki; «bizi affet, bizi bağışla,
bize merhamet et. Gerçeği örtenlere karşı bize yardım et...»
Bunları söyledi. Dünyada insanlığın serüveni daha başlamadan,
o, milyarlarca yıllık «gelecek zaman» süreci' ni, sadece bir «an»da yaşadı.
Bilincin en üst merkezinde, en yüksek düşünce dalgalarını algıladı ve bunları
söyledi. Bu ilk yaratılan, Hazreti Peygamberin (as) ruhudur. Ve alemler ondan
yaratılmış, o da alemlerden çıkarılıp alınmıştır. Bu nedenle, evrenler insanın
içindedir. Yedi gök, onun yedi bilinç katından yaratılmıştır. İnsan, evren
ağacını genetik programında saklayan bir çekirdektir. Ev-ren ise, o çekirdeği
ortaya çıkaran bir ağaçtır. Bunlar birbirinden çıkmıştır.
Adem (as) ile başlayan
peygamberlik, tekrar kendisine kadar ulaşmıştır. Yaratılanların ilki ve
peygamberlerin so-nuncusu olmuştur. Yaratan, ona «Ruh» demiştir. Göklerde,
onun adı böyledir.
Varlıklann ondan
yaratılması nedeniyle, ona, «Ruhu Azam» denmiştir. Bilimlerin ondan çıkması
nedeniyle, ona,. «Aklı Evvel» denmiştir. Kendisinin aslı, esası, özü olması
nedeniyle, ona, «Hakikâti Muhammediye» de denmiştir. Ne denmİşse, aslında hep
aynı şey denmiştir. Bu isimlerin hepsi de aynı özü anlatır ve hepsi de onundur.
Hükmetti kİ, külli
nefsden. yaratılan cüzi nefs, yani Adam, yani Havva, erkek ve dişi olarak ve
birbirinin eşi olarak yeryüzüne insinler. Çalışsınlar ve çabalasınlar.
Kendilerine ihsan edilen nimetlerden yesinler ve içsinler. Yasaklara uysunlar.
Doğsunlar ve doğursunlar. Çoğalsın-lar ve yeryüzünü doldursunlar.
Rahman fezasından
ilâhi bir sırla Arş'a inen sıfatla' rın tecellisi Kürsİ'de olmuştur. Burası,
emirlerin uy-gulandığı bir yerdir. Sorgulama, yargılama ve yaratma makamıdır.
Genel tasarımların ve ince ayrıntıların kayna--ğidır. Karşıt sıfatların zuhura
çıkışları burda olmuştur. Za--rann ve yararın merkezi, merkezlerin odak
noktasıdır. Bu--rası Kürsi'dir. Kürsi, Rabbın icraat makamı, çalışma odası,
laboratuvarıdır.
Arş'dan gelen emirler
doğrultusunda, tüm boyutlarıyla evren projesi burda hazırlanmış, genel ve ayrıntılı
tasarımı burda yapılmıştır. Su kartallarının kancalı tırnaklan burda
tasarımlanmış ve arının genetik bilgileri burda programlanmıştır. Karıncanın
antenleri burda takılmış, kelebeğin kanadı burda nakışjanmiştır. Tüm
boyutlarıyla hayat burda, insan burda yaratılmıştır. Burası Kürsi'dir. Yokluğu,
varlık sahnesine çıkaran ve hayat enerjileri üreten olağanüstü bir boyut,
kozmik bilinç boyutudur.
Yedinci evrenin iç
yüzeyinde, «Kürsİ» olarak bildirilen kozmik bilinç katı, sadece kendi boyutunun
değil, içice yaratılmış tüm paralel evrenlerin ortak merkezidir, içten dışa
doğru tüm evrenler, o evrenlerde bulunan tüm galaksiler, galaksileri kendi
çevresinde döndüren güçlü merkezler, hepsi... Yedi gökler ve o göklerde
bulunan yaşam boyutları, tüm varlık, mevcudat, Kürsi'nin etrafında, ilâhi bîr
melodiyle semah dönerken, Kürsi de, çevresine topladığı göklerle birlikte,
sarhoş gibi Arş etrafında dönmektedir.
Arş'dan çıkan iradenin
muradı doğrultusunda, yaratılış senaryosunun kurgusu burda, kozmik bilinç katında,
yani Kürsİ'de yapılır; sahneleri burda tasarımlanır, planı burda çizilir. Bu
tasanmlar, düşünce dalgalan halinde, Kürsi semala-nna yükselir. Kozmik bilinç
katının semalannda, tüm evrenlerin ve oralarda açığa çıkan yaşam boyutlannın
bilimsel tasarımı, uyumla titreşir. Melekler, bu uyumlu titreşimden çıkan
armoniyi dinlerken; yaşamın genişleyen ve derinleşen sürekliliğini, azameti,
sonsuzluğu algılayıp ürperirler.
Kürsi'den yükselen bu
düşünce dalgalan, «Kalem» denen kozmik akıl tarafından algılanır. Kozmik akıl,
algıladığı bu düşünce dalgalarını, tüm olasılıkları içeren hayat varsayımları
haline dönüştürür. Daha sonra, bu bilgileri, «Levh» denen kozmik belleğe
kodlamadan önce, «Sidre» denen kozmik hayale yansıtır.
Kozmik akıl, tüm
olasılıkları içeren kurgusal hayat planlarını, veya güneş sistemlerinin oluşum
evrelerini, veya hücresel-moleküler yapının bilimsel tasarımını, fizik kanunlarını,
kimyasal tepkimeleri ve reaksiyonları, atomda dönen evrenin manyetik gücüyle
ilgili bilgileri, veya bir böceğin evrimlesen hayat sürecini, veya tohumu
dölleyen böceğin genetik programını, «Sidre» denen kozmik hayal evrenine
yansıtır. Tüm olasılıkları içeren bu kurgusal hayat planlan, kozmik hayal
boyutunda resmedilir ve yaşayan hayat realitelerine dönüştürülür. Bu
realitelerin içinden biri, kozmik akıl (Kalem) tarafından seçilir ve diğerleri
«hayal alemi»nde, «hayal» olarak yaşaması için, Sidre evreninde bırakılır.
Seçilen hayat
realitelerinden biri, kozmik belleğin ilgili bölümlerine, bilimsel bir tasarım
olarak kaydedilir. Daha sonra, bu bilimsel tasanmlar, programlanmış düşünce dalgalan
halinde yayılır. Bu yayılma, hem uzayın boşluğunu açar, genişletir,
derinleştirir; hem de, tüm evrenleri ve oralarda süreklileşen sonsuz hayat
boyutlannı açığa çıkanr.
Karanlık uzayın
derinliklerinde galaksiler işte böyle oluşur. Güneş sistemlerine ve galaksilere
hayat realiteleri böyle getirilir. Tüm hayat planlarını ve gelişim yasalarını
içeren bilgiler; düşünceden ışığa, ışıktan atom boyutuna böyle iner. Boyutsal
derinlikieriyle tüm hayatlar ve zaman süreçleri böyle programlanır. İnsan böyle
yaratılır.
Kozmik akıl
tarafından, kozmik belleğe programlanan evrenlerin yaratılış bilgisi, düşünce
dalgalan halinde yayılarak, içice tüm evrenleri açığa çıkarmıştır. Kozmik
hayal evreninde resmedildikten ve yaşayan hayat realiteleri haline
dönüştürüldükten sonra, kozmik belleğin ilgili bölümlerine arşivlenen bu
bilgiler, kozmik bellekten, düşünce dalgalan halinde çıkarak, su halkalan gibi
açılmış, genişlemiş, derinleşmiş ve tüm boyutfanyla evreni açığa çıkarmıştır.
Levh, içice tüm
evrenlerin bilimsel tasarımını, kozmik bellek bankalarında saklayan bir
boyuttur. Farklı boyutların ve o boyutlarda açığa çıkan hayat programlannın
işletim sistemidir. Onlara ait tüm bilgileri içeren bellek bankalarıdır. Bu
kozmik bellek bankalannın bulunduğu boyut, «Levh» olarak bildirilmiştir.
İlk yaratılan boyut,
içten dışa doğru su halkalan gibi açılarak, özden kabuğa doğru genişlemiştir.
Tüm evrenleri ve ordaki yaşam boyutlannı yaratan düşünce dalgaları, evrenden
evrene, bir boyuttan diğer boyuta geçerken, frekansını gittikçe düşürmüş ve son
olarak madde boyutunda kaskatı yoğunlaşmıştır. Tüm evrenler, kozmik bellekten
yansıyan bilimsel tasarımın, farklı boyutlarda varlık sahnesine çıkışıdır.
Daha 'somut bir
İfadeyle, cevizin özü, yağlı kütlenin içindedir. Yağlı kütle, İnce bir zarın
içindedir. İnce zar, kahverengi sert bir kabuğun içindedir. Kahverengi sert kabuk,
yeşil bir kabuğun içindedir. Cevizin yeşil kabuğu zehirlidir, ama özü
yararlıdır.
Allah'ın, sonsuz güce
sahip saf düşüncesi, içten dışa, özden kabuğa doğru açıldıkça, frekansını
gittikçe düşürmüş ve en dışta kaskatı kesilerek, madde boyutunu açığa
çıkarmıştır. Nurun frekansı, dünyadan iç boyutlara doğru inildİkçe artmaktadır.
İç boyutlardaki cennetlerin, dış boyutlardaki cennetlerden üstün olmalarının
nedeni budur. Güneş sistemlerinin bilgisiyle yüklü düşünce dalgalan, iç
boyutlardan dış boyutlara doğru, frekansını düşürerek madde boyutuna İner.
Frekansını düşürmeden inmesi demek, madde boyutunun, kozmik bellekten (Levh) gelen
nurla eriyip yok olması demektir. Arş ile dünya arasında, «yetmiş bin perde»
olduğu söylenmiştir. Bu «yetmiş bin perde»yle, kozmik bellekten evrenimize inen
düşünce dalgalarının düşen frekansları anlatılmaktadır.
Ayarlanmış bir
frekansla evrenimize inen programlanmış düşünce dalgaları, hedefine
geldiğinde, işletim sistemini çalıştırmaya başlar. Frekansını düşürme
sürecinde, ana hatlarıyla, fotoniara, manyetik alanlara ve atomlara
dönüşür. Güneş sistemleri,
bu düşünce dalgalarının atomlara dönüşmeden Önceki
sürecinde ortaya çıkar. Işığın, artı ve eksi kutuplan olan mİkrodalgalara
(elektromanyetik alana) dönüşümü sırasında ortaya çıkan gaz bulutları,
programını işleterek, güneş sistemlerini oluşturur. Güneş sistemlerini ortaya
çıkaran bu düşünce dalgalan, o güneş sisteminin, mesela yirmi milyar yıllık
hayat planını içerir. Gaz bulutlannın döne döne toplanması, büzülerek kendi
içine çekilmesi, yoğunlaşması ve güneş sisteminin açığa çıkması... Daha sonraki
asamda, gezegenlerin soğuması, ilk canlıların ortaya çıkışı, evrimleşmenin
çeşitli aşamaları, süreçleri, biyolojik yasaları ve milyarlarca yıl sürecek
olan bir hayatın aynntılı planı, bütün bu bilgiler, güneş sistemini oluşturan
düşünce dalgalannın kapsamındadır. Bu nedenle, güneş sisteminde açığa çıkan ve
hayatı düşük frekanslarda algılayan varlıklar, «gelecek zaman» yanılgısına
düşerler. Oysa o hayat planını programlayan düşünce dalgalarında, her şey, ince
ayrıntılanyla olup bitmiştir. Bu yüksek düşünce programını algılayan üst boyut
varlıklan, büyük melekler, bu güneş sisteminin yirmi milyar yıllık hayatını
bilirler. Geçmişini ve geleceğini, yirmi milyar yıllık hayat sürecinin
tamamını, aynntılanyla bilirler. Fakat bu nedir? Bu, sonsuzluk ve Allah'ın
Uluhiyyet'i düşünüldüğünde, meleklerin bu bilgisi, deryada damla bile
değildir.
Güneş sistemi içindeki
varlıklar, kıyametin ne zaman kopacağı ve nasıl kopacağı üzerine
tartışırlarken, bu düşünce programlannı algılayabilen üst boyut varlıkları, yani
büyük melekler, ne zaman kopacağı üzerine kuşkulu yaklaşılan kıyamet sürecini,
en küçük aynntılanna kadar bilirler.
Levh yıldızları,
kozmik bilincin altıncı katında çalışan, kozmik bellek bankalarıdır. Bunların
titreşim dalgalan, tamamen kozmik aklın titreşimine ayarlıdır. Sürekli olarak,
kozmik akıldan gelen düşünce dalgalarının şiddetli bombardımanı altındadır.
Kozmik bellek, düşünce dalgaları halinde gelen bu bilgileri alır ve ilgili
bölümlere kaydeder. Kozmik aklın algıladığı bilgiler, ya kozmik bilinçten yükselen
yaratılışla ilgili yüksek titreşimli bilgilerdir, ya da varlıklardan gelen
düşük titreşimli düşünce dalgalandır. Kozmik akıl, algıladığı bu farklı
düşünce dalgalarını, kozmik bellekte ayn bölümlere programlar. Varlıklardan
gelen düşük düşünce dalgaları, aynı frekansta olan diğer varlıkların tekrar
kendilerine çekecekleri enerjilere dönüşür. Bunlar, aynı zamanda, yayınlayan
insanın kendi dalga boyunda (cennetlerde ya da cehennemlerde) biriken ve orda
sahibini bekleyen pozitif veya negatif enerjilerdir.
Kozmik bilincin
yayınladığı yüksek titreşimli düşünce dalglan ise, yaratılış bilgilerini
içeren, hayatın sürekliliğini sağlayan, hayatı genişleten ve derinleştiren
bilgilerdir. Bunlar, varlığın açığa çıkışıyla ilgili, varlığa tecelli eden
ezeli bilgilerdir. Güneş sistemlerini ve galaksileri oluşturan, kuşların uçuş
güzergâhlannı belirleyen, kanncayı ve anyı programlayan, kelebeğin kanadını
nakışlayan bilgilerdir.
Kozmik bellekte
tasarımı bulunan hangi güneş, sisteminin sonu geldiyse, o dev ateş topu, bir
üfürükle sanki bir mum ışığı gibi söndürülür. Sönen güneş, gezegenlerini
yutarak içi' ne çeker. Sonra uzayın çöplüğüne atılmak üzere karadelik-lere
doğru çekilir. Nice dev yıldızlar, nîce güneş sistemleri, kozmik bellekte
yazılı günleri dolduğunda, eriyip buharlaşan su damlaları gibi anında yok olur,
onlann yerine yenileri ku-rulur. Hangi galaksinin hangi köşesinde, hangi güneş
sisteminin eceli geldiyse, orda kıyamet kopar. Gezegenlerine milyarlarca
yıldan beri hayat enerjisi veren güneş, birdenbire canavar kesilir, tüm
gezegenlerini çekip yutar. Kıyamet, önce kozmik bellekteki bilimsel tasanmda
kopar. Kozmik bellek bankalannda kayıttan düşen bir güneş sisteminin, kendi
boytunda artık bir hayat programı yoktur. Bunu kabaca, aynanın karşısında bir
nesne yoksa, o nesnenin aynada' ki görüntüsü de yoktur diye anlayabilirsiniz.
Aslında hiçbir şey yok
olmamış, fakat boyut değiştirmiştir. Kendi boyutlarında yok olan gezegenler,
yutulduk' lan güneşin atomları haline gelerek, varlıklarını öyle sür' durürler.
Kendi boyutunda yok olan güneş ise, ya kızıl dev veya cüce yıldız, ya da
karadelik haline gelmiştir. Eğer bir karadelik tarafından yutulduysa, o
karadelİğin si' fır hacmine ve sonsuz kütlesine karışarak boyut değiştirir ve
manyetik alan olur. Kendi boyutlarında yok olan var-lıklar, böylece,
varlıklarını başka boyutlarda sürdürürler.
İnsanın karakteristik
özelliklerini belirleyen sıfatlar, nur ışıklan, kozmik belleğin arşivlerinden,
bilimsel bir tasanm olarak çıkar, ana rahminde yüz yirmi günlük bebeğin beynini
ışınlayarak bir hayat realitesi, hayat programı oluşturur. Daha doğrusu,
kendisi için programlanmış o bilgileri bebek kendine çeker.
Kozmik bellekten
çıkarak, düşünce dalgalan halinde, madde boyutuna inen bu bilgiler, önce
takımyıldızlara gelir. Bu yıldızlar, uzayın dev kozmik aynaları gibidir. Tüm
galaksileri çepeçevre kuşatmıştır. Bu yıldızlann bizim güneş sistemimize isabet
eden kısmı, «burçlar» olarak bilinen yıldızlardır. Dünyaya ait bilgiler, önce
bu yıldızların uzay boşluklarına gelir. Bu yıldızlann, güneş ve güneş
gezegenleriy-le yaptığı çeşitli açılar vardır. Bu açılar, kozmik bellekten gelen
programlanmış bilgileri tekrar programlayarak, sonsuz sayıda İnsan karakterleri
ortaya çıkanr. Bu yaratılış, yirmi dokuz harften, milyonlarca sözcük üretmek,
veya dokuz rakamdan sonsuz sayılar üretmek gibi, ya da sekiz notadan sonsuz
sayıda senfoni çıkarmak gibi bir programdır.
Ana rahminde yüz yirmi
günlük bebeğe, kendine takdir edilen o açılardan biri isabet eder. Bu isabetin
ortaya çıkardığı bilgiler, ana rahmindeki bebeğin bellek hücrelerine, evrensel
harflerle kodlanır. Kodlanan bu bilgiler, genetik bilgilerle birleşerek,
bebeğin artık hiç değişmeyen kaderini ortaya, çıkanr.
Onun hiç değişmeyen
kaderi şudur; annesini ve babasını kendisi seçmemiştir. Cinsiyetini kendisi
seçmemiştir. Fiziksel ve ruhsal özelliklerini, sosyal çevresini, ülkesini,
millerini kendisi seçmemiştir. Saçlarının ve gözlerinin rengini, burnunun
biçimini kendisi seçmemiştir. Cimriliği, kindarlığı, kıskançlığı belki hiç
hoşuna gitmeyecektir, fakat kendisi seçmemiştir.
Ana rahminde daha yüz
yirmi günlükken, yedi bilinç katından herhangi biri açılmıştır. Aklı, hangi
bilinç katında çalışıyorsa, o bilinç katının frekansına uygun düşünceleri
algılayacaktır. Bu düşünceler, onda belli duygulan açığa çıkaracaktır. Bu
duygular, onun benliğini belki aydınlata-cak, belki de karartacaktır. Fakat
bunlan kendisi seçme-mistir. Rızkı, mesleği, eceli, saadeti, şekâveti yazılmış
ve kalem kurumuştur. Onun kaderi işte budur. Bunların hiçbirini kendisi
seçmemiştir.
Güneş gezegenlerinin
burç yıldızlanyla yaptığı her açı, belli anlamlan açığa çıkarır. Bu açıların
açığa çıkardığı anlam, burçlardan güneş gezegenlerine yansır. Bu gezegenler
de, kişiye özgü olan bu programlanmış bilgileri, ana rahmindeki yüz yirmi
günlük bebeğin bellek hücrelerine ışınlayarak nakşeder. Böylece, kozmik
bellekten çıkan kişiye özgü kader, babadan ve dededen gelen kalıtım bilgileriyle
birleşerek, benzeri olmayan bir varlığı, yani insanı yaratır. İnsanın, kalıtım
yoluyla hangi bilgileri kendinden sonraki kuşağa aktaracağı ise, daha önce,
kozmik bellekten babaya gelen bilgiler arasındadır.
Güneşin, burç
yıldızlanyla yaptığı açı, bebekte, yedi bilinç katından birini açığa çıkarır,
diğerlerini kapalı tutar. Bu açı, ya düşük bilinç katlarından birini açar, ya
da istisna olarak, yüksek bilinç katlarından birini açar. Düşük bilinç
katlarından birini açmışsa, bu düşük katlardan yüksek katlara sıçrama, ya
koşullara bağlıdır, ya da kapalıdır. Güneşin yaptığı açıyla ortaya çıkan bu
bilinç katı, kavrayış yeteneğini belirler. Allah'ın saçtığı nur işte budur. Bu
nurdan isabet ettiyse, akıl gücü ve kavrayış yeteneği açığa çi--kar. Yüksek
düşünce dalgalanni algılayan ve onu pozitif enerjilere (olumlu duygulara)
dönüştüren üst bilinç katla-nndan birine sahip olur. Daha ana rahmindeyken,
bebek, kendine ihsan edilen bu nimetle hidayete erenlerden olur.
Bu nurdan isabet
ettiyse, bebek, bazı olağanüstü belirtiler gösterir. Büyüdükçe; sevecen,
merhametli, affeden, paylaşan, kinsiz, çalışkan, alçakgönüllü, cömert olur. Bu
duygular, zihin fezasının parlayan yıldızlan gibidir. Bebeğin bellek
hücrelerini ışınlayarak programlayan yıldız kümeleri, zihin fezasına sanki
kendi haritasını çizmiştir. Bebek, bu güzel duygulardan yoksun olarak veya
bunların sahibi olarak doğar. Bunları sonradan öğrenmez. Bunlan, bazı hayat
deneyimleriyle sonradan öğrenmesi, yani bilinç atlaması, Özgür iradesinin
yönelişine (takdire) bağlıdır.
Doğuştan sahip
olduğunuz bu nimetlerin ayirdında değilseniz, İçinizdeki hırsı söndürmek için,
meşru olmayan yollara saparsınız. İşte o zaman, sahip olduğunuz bu ışıklar
söner ve İçinizdeki karanlık gittikçe daha da koyulaşır. Nefret eden, vuran,
kıran, döken, saçan, bozan bir insan olursunuz. Acımasız, yargılayıcı, kıskanç,
kindar, tembel, kibirli, cimri, alan, hep alan, bir insan olup çıkar-smız.
Allah'ın hoşnut olmadığı ve insanlann nefret ettiği bir yolda, ışıksız ve
kandilsiz ilerlemeye mahkum olursunuz. Oİüm-ötesi yaşama geçtiğinizde, bu
bilincinizle (nefsinizle, benliğinizle) başbaşa kalırsınız. Bilincinizin titreşimi,
sizi, kendi titreşim dalgalarına uygun ortamlara götürür. Bu ortamlar, tıpkı
benliğinizi karartan negatif duygular gibi, ışığı hiç parla.mayan karanlık
ortamlardır.
Merkür'ün, bu
yıldızlarla yaptığı açı, ana rahmindeki bebekte fikir açılımlarını belirler.
Venüs'ün, bu yıldızlarla yaptığı açı, bebekte hayal gücünü belirler. Dünyanın,
bu yıldızlarla yaptığı açı, benlik duygusunu ortaya çıkanr. Dünyanın, bu
yıldızlarla oluşturduğu farklı açılar, farklı benlikler ortaya çıkarır.
Mars'ın, bu yıldızlarla yaptığı açı, bebekte, kuruntunun gücünü ve oranını
belirler. Jüpi-ter m, bu yıldızlarla yaptığı açı, bebeğin zekâsını belirler.
Satürn'ün, bu yıldızlarla yaptığı açı, bebeğin, maddeye yönelik düşünce kanallarını
açar. Bu program, bebekte eğer düşük bilinç katlan açıksa çalışır. Yüksek
bilinç katları, düşük frekansından dolayı bu programı almaz.
Uranüs, bunun tersini
yapar. Uranüs'ün, bu yıldızlar-la yaptığı açı, madde-Ötesine yönelik düşünce
kanallarını açar. Bu program, bebekte eğer üst bilinç katlan açıksa çalışır.
Bizim, «iman nuru» veya «basiret gözü» dediğimiz şey budur. Uranüs'ün, bu
yıldızlarla yaptığı çeşitli açılar, in-sanda çeşitli yönelimler olarak ortaya
çıkar. Bu açılann en ufak derece farklılıkları bile, madde-ötesine yönelik
farklı düşünce kanallannın ortaya çıkmasını sağlar. Farklı düşün-: ce
kanalları, İmanın farklı derecelerini ortaya çıkanr. Size hediye edilen bu
nurla aydınlanırsınız. Dünyada sahip olabileceğiniz en değerli hazine işte budur.
Sahip olabileceğiniz bundan daha değerli başka bir hazine de yoktur.
Neptün'ün yaptığı açı,
bebekte sezgi gücünü belirler. Bu açılann derece farklılıklan, sezgi gücünü,
oran olarak farklı miktarlarda açığa çıkanr. Plüton ise, Sübhan Allah'ın iki
sıfatını açığa çıkanr. Bu gezegenin, burç yıldızlanyla yaptığı çeşitli açılar,
Allah'ın, «var etme» ve «yok etme» sıfatlarını tecelli ettirir. Bu tecelliye
mazhar olan; var olur, görünür, sonra yok olur.
Varlığı var sanılan
varlık, kozmik belleğe nakşedilmiş olan işletim sisteminin ortaya çıkardığı bir
programdır. Kozmik belleğe kodlanmış, nakşedilmiş olan bu hayat programlan İse,
Arş'da, yani Rab katında, soyut bir anlam, bilimsel bir tasarımdır. Varlığı
mutlak olan, sadece Ailah'dır. O'nun dışında, başka bir varlık yoktur ve O'nun
varlığına karşıt olan mutlak yokluk da yoktur. Hiçbir şey yoktur... Sadece O
vardır... Gerisi, varlığı var sanılan varlığın var olmayan varlığıdır...
Uluhiyyet, ağacın
ayrıntılı planını, genetik belleğinde gizleyen bir çekirdek gibidir. Değişik
boyutlarda sürüp giden sonsuz zaman süreçlerini kapsayıp içine alan ve onları
küçücük bir noktada, veya tek bir «an»da toplayan zamanlar üstü bir zaman
sürecidir. Uluhiyyet, sonsuzluğun kendisi değil, sonsuzluğun tasarımıdır.
Uluhiyyet, varlıkla
ilgili bütün realiteleri, hem kendi boyutunda, hem de yaratıklann kendi
boyutlarında koru-yan ve yaşatan bir makamdır. Nedir bu varlıkla ilgili realiteler?
Bunlar, Mutlak Varlıkla izafi varlık arasında, yani Yaratıcı'yla yaratık
arasındaki ilişkilerdir. Bu ilişkilerde, Yaratıcı, soyut (sıfatlarıyla)
anlamlarıyla tecelli eden, veya zahir olan, ya da zuhura çıkandır. Nerde
tecelli eder, zahir olur veya zuhura çıkar? Zuhur yerinde... Yani yaratıklarda...
Öyleyse yaratık, bu tecelliye mazhar olan bir birim, yani bu soyut anlamları
açığa çıkaran bir boyut, bir kişiliktir.
Uluhiyyet, hem kendi
boyutunda, hem de tüm evrenlerde giderek derinleşen, evrimleşen, gelişen yaşam
boyutlarında, varlıkla ilgili bu realitelere «hakkını» veren ve dengeyi kuran
bir makamdır. Uluhiyyet budur. Uluhiyyet,
«Allah» tecellisine
mazhar olmuş bir boyut, tüm boyutların üstünde bir boyuttur. «Allah», bu
boyutta tecelli eden Zat'ın adıdır.
Allah ile kul
arasındaki ilişkilerde, kulun ortaya çıkardığı pozitif özellikler, Allah
sıfatlarıdır. Fakat kulun ortaya çıkardığı kötü huylar, Allah sıfatlan
değildir, insanın kıskanması, çalıp çırpması, açgözlülüğü, rekabeti,
nefreti... Bütün bunlar, onda tecelli eden Allah sıfatları değildir. Tam
tersine, Allah sıfatlannın onda tecelli etmeyişidir. Allah, güzel sıfatlarından
onu yoksun bırakmıştır. Onda «nefret» olarak açığa çıkan şey, «sevgi» sıfatının
onda tecelli etmeyişidir. Işığın olmadığı yerde karanlık ortaya çıkar.
«Cimri»Hk, onda tecelli eden Allah sıfatı değildir. Onu, «cömert»Iik sıfatından
yoksun bırakışıdır. Niçin yoksun bırakıldığı, Uluhiyyet hükmüne bağlıdır.
insan kendine dönüp
baktığında, Allah sıfatlanndan niçin yoksun bırakıldığını mutlaka anlayacaktır.
Hangi girdaplara kapılıp döndüğünü, neyin peşinde sürüklendiğini, nelere değer
verdiğini, hangi çıkmaz labirentlere girip dolaştığını kendisi bilecek ve
hesap günü geldiğinde, buna kendisi bizzat tanıklık edecektir. Yargılayan
kendisi, fakat yargılanan da kendisi olacaktır.
Anlam olarak, «Allah»
ismi, Zat isimlerinin tamamını ve tüm sıfatları toplayan genel bir İsimdir.
«Hak» derseniz, «Kuddüs» derseniz, «Hu» derseniz ve «Kâdİm» derseniz, bu
isimlerin içerdiği anlamlarla, O'na kesitsel bakarsinız. Bu anlamların herbiri,
sonsuz birer deryadır. Ama, «Allah» isminin anlamı, tüm bu deryaları kuşatan başka
bir deryadır. Kısaca, tüm bu isimlerin ve sıfatların anlamlarını kendinde
toplayan «Allah» ismi. kendi dışında hiçbir şeyi bırakmayan, her şeyi içine
alan ve kuşatan bir anlamdır.
«Allah» dediğiniz vakit,
bu sözün nereye gittiğini iyi bilmeniz gerekir. Allah, tüm isimlerin ve tüm
sıfatların topluca bir ifadesidir. «Kerim» derseniz, Allah'ın sadece «cömertliğini
vurgularsınız. O'nun sadece bir özelliğini (sıfatını) öne çıkarırsınız.
«Gafur» derseniz, «suçlan ve hataları örten» özelliğini vurgularsınız. Her
isim, her sıfat, O'nu kesitsel anlatır.
«Allah» dediğinizde
ise, Uluhiyyet denizinde bunların hepsi vardır; O, mülkünde mutlak ve yegâne
tasarruf sa-hibi olan Melik'dir. Dilediği her şeyi ortadan kaldıran Kahhar'dır.
«Allah» ismi, bunların hepsini anlatır. Uluhiy' yet'i kavramak, bütünü
kavramaktır.
îçiçe evrenleri ve
oralardaki yaşam boyutlanni tasarımlayan... Sonsuzluğu tasarımlayan... Paralel
evrenlerde akıp giden zaman eğrisini... Ve tüm bunları kuşatıp içine alan, ve
bunları tek bir «an»da toplayan Allah'ı düşünün. O'nun derinliğini ve
sonsuzluğunu bir düşünün...
Uluhiyyet, işte budur.
Uluhiyyet, düşünceden fotonla-ra, fotonlardan atomlara, atomlardan maddeye
kadar, tüm boyutlarda ve tüm renk tonlannda uyumla titreşen ve sürekli
evrimleşerek ve gelişerek sonsuzlaşan yaşam realitelerinin tasarımıdır.
«AIlah»ise, bunları tasarımlayan Zat'in adıdır. Siz eğer «Allah» derseniz,
geriye hiçbir şey kalmaz.
Uluhiyyet'in, her isim
ve sıfat üzerinde saltanatı vardır. Hüküm ve kudreti vardır... Bu derya, aynı
zamanda, adaletin terazisi, tüm alemlerin dengesi, alemlerin ortak noktası ve
odak noktasıdır. Sıfatlann tecellisine mazhar olan varlık, Uluhiyyet
yasalarıyla çalışır. İrade neyi nasıl program-lamtşsa, öyle çalışır. Tecelliye
mazhar olan varlığın varlık nedeni budur. İradenin, o varlığı dilemesidir.
Fakat, mutlaka bir amaca yöneliktir.
Uluhiyyet hükmüne bir
bakın, karşıtı olmayan hiçbir varlık, hiçbir yasa var mıdır? Varlığı mevcut
olan tüm boyutlar bu denge üzerine kurulmuştur. Tasarımlanmış ve «ol!» emriyle
açığa çıkmış ne varsa, tam kemaliyle vardır. Ve karşıtlarıyla birlikte vardır.
Bunlar, hem
Uluhiyyet'in tasarımı olarak vardır, hem de, kendi boyutlarında, kendi
realiteleriyle vardır. Uluhiyyet deryasının bu ayrıntılarını tam kemaliyle
kavramak kimin haddi... Çünkü sonu yoktur. Sonsuzluğu tam olarak kavrayabilir
misiniz? Sınırlı bir varlık, sınırsızlığı kavrayabilir mi? Sınırlı varlığın,
hatları, hudutları ve ufukları vardır. Bu ufukların ötesi gaybdır!..
«İnsan-ı Kâmil» adlı
eserin yazan Abdulkerim Ceyli Hazretleri, Uluhiyyet'i, karşı karşıya koyulan
iki aynaya benzetmiştir. Uluhiyyet, bundan daha güzel bir örnekle
anlatılamazdı. Aynalarda yansıyan görüntülerin içiçeliği-ne ve sonsuzluğuna bir
bakın!... Uluhiyyet budur işte... Hayatın, sürekli değişen yasalan, sürekli
evrimleşen, sürekli genişleyen, açılan, kapanan, dürülen, serpilen devinimidir.
Yaşam boyutlarının bu hiç bitmeyen devinimi,
Uluhiyyet boyutunda
tasarım olarak, ve varlıkların kendi boyutlarında realite olarak vardır.
Realite, varlığın kendi realitesidir. Her boyut yaşamı, başka boyuta göre sanaldır.
Bunların algılanabilmesi için, rasyonel düşünceden ve akıldan daha çok, hayale
ihtiyaç vardır. Hayallerinize güvenin. Hayal öyle bir binek aracıdır ki,
aklınızla ulaşamadığınız noktalara onunla ulaşırsınız. Onunla gidemeyeceğiniz
hiçbir yer yoktur.
Uluhiyyet, sonsuzluğu
kendinde toplayıp, küçücük bir noktaya dönüştüren boyutlar üstü bir boyuttur.
Bunun imgelenebilmesi için, rasyonel düşünceden ve akıldan daha çok7 hayale
ihtiyaç vardır. Hayal, sanıldığı gibi gereksiz bir zihinsel etkinlik değildir.
Öyle olsaydı, yaratıl-mazdı. Varlık nedeni olmayan hiçbir varlık yaratılmamıştır.
Düş kurma gücü, size, kendi realitenizden dışa çıkma' nız için verildi. Kendi
realitenizi yaşarken, ona zaten ihti-yacınız yoktur. Akılla ulaşamadığınız
noktalara ulaşmanız için, size düş kurma gücü verilmiştir. Tüm gerçekleri ortaya
çıkaran da bu düş gücüdür.
Zihninizde
imgelediğiniz, veya hayalinizde canlandırdığınız her şey gerçektir. Eğer
hayalleriniz gerçek değilse, gerçek nedir? Bugün sizi ateş çemberi gibi saran
realitelerinizin, yarın büyük bir rüya olduğunu anlayarak uyandığınızda,
hayal perdeniz açılacak ve sahnede kendinizi göreceksiniz. Oynayan siz, fakat
izleyen de siz olacaksınız. O zaman, hayallerinizin «hayal» olmadığını
anlaya-caksınız. Herkes anlayacak. Hayal perdenize yansıyan görüntüler, kendinize
çektiğiniz düşünce dalgalarının içerdiği bilgilerdir. Beyniniz o
bilgileri alır ve çözer; çözemediğiniz bilgiler, belleğinize zaten kodlanmaz.
Onlar bir rüzgâr gibi eser geçer.
Kokunun da bir
görüntüsü yoktur. Burnunuz onu algı-lamasa ve beyin hücreleriniz onunla
uyarılmasa, sizin için «koku» yoktur. Ama vardır... Aynı şekilde, kulaklarınızla
algılayıp, beyin hücrelerinizle uyan İm asanız, sizin için «ses» de yoktur. Ama
ses vardır. Sizin algılayamadığınız ses dalgaları da vardır. Zaten o dalgalan
algılayabilseydi-niz, meleklerle konuşurdunuz. Ve aynı şekilde, yüksek düşünce
dalgalarını algılayabilseydiniz, görüntüsü olmayan realitelerle yüzyüze
gelirdiniz. Onların, hayal perdenizde bir sinema gibi oynadığını görürdünüz.
İzleyen siz, fakat oynayan da siz olurdunuz.
Hayallerinizle, sadece
yaşadığınız dünyanın realitelerini oluşturmazsınız, ölüm-ötesî boyutun
realitelerini de oluşturursunuz. Düşünce dalgalarını algılar ve hayalinizde
onları resmedersiniz. Bunlar, elektrik akımlarına dönüşerek, düşünce ve duygu
belleklerinize kodlanır. Algılanır, resmedilir, kodlanır... Günün birinde bunlar
sizin ya hapishaneniz, ya da sarayınız olur. Bunu kendi ellerinizle
yaparsınız. Yukarda sizi yargılayan çatık kaşlı bir «tan-rı» yoktur. Bu, düşük
bilinç katlarında üretilen, hiçbir derinliği ve boyutları olmayan sığ bir
hayaldir. Fakat bu da bir hayaldir. Siz de, hiçbir derinliği olmayan bu sığ
hayallerinizle kendi realitenizi oluşturursunuz. Sizin gerçeğiniz, sizin
kısmetiniz de bu olur.
Hayallerinize bir
bakın. Hayaller kurarsınız ve onları yaşam realitelerine dökmek için
çırpınırsmız. Birçoğu gerçekleşir. Gerçekleşmeyen hayaller, zihin boyutundan
madde boyutuna inmek için, kendilerine uygun bir beden (§art, koşul) bulamayan
düşünce dalgalandır. Aslında siz ona gereken koşullan hazırlasanız, yaşam
realitesine dönüşmeyecek hiçbir hayal yoktur. Hem yaşadığınız dünya' da, hem
de gideceğiniz sonsuzluk yolculuğunda, yarattığınız bu realitelerle yüzyüze
gelirsiniz.
Algıladığınız bu
düşünce dalgalan, hayal perdenizde oynayan görüntülere dönüşür. Onlan eğer
istemiyorsanız, bırakabilirsiniz, istemediğiniz, tercih etmediğiniz
düşünce--İer, çekip gider. Zihniniz, her saniye sayısız düşünce dalga-lannın
gelip geçtiği sonsuz bir uzay boşluğu gibidir. Serbest iradenizle ve kişisel
tercihlerinizle, istediğiniz düşünceleri tutabilirsiniz. Tuttuğunuz bu düşünceler,
beyin hücreleriniz tarafından elektrik akımlanna dönüştürülerek, belleğinizin
ilgili bölümlerine, düşünce ve duygu frekansları olarak kaydedilir. Bu
bakımdan, kendinizi bir radyo veya televizyon alıcısı gibi düşünebilirsiniz.
Hayal perdenize gelen resimler, sanki ekrana yansıyan görüntü dalgalan
gibidir. Veya görüntüye dönüşen düşünce dalgalarıdır.
Beyninizde aslında
görüntü yoktur. Maddenin görüntüsü, beyin hücrelerinize bilgİ-işlem olarak
girer, okunur, çözülür ve kaydedilir. Düşünce dalgalan bunun tam tersidir.
Görüntüsü olmayan bu dalgalar, hayal perdenizde bir sinema gibi oynar.
Köşenizde onu büyük bir keyifle izlersiniz. Bundan daha büyük bir ibadet
yoktur.
Zihninizde, içice
derinleşen evrenlerin ve yaşam realitelerinin sonsuzluğunu canlandırdığınızda,
onları yaratan ilmin ve kudretin büyüklüğünü de anlarsınız. Uluhiy-yet'i
anlayamadığınızda, Allah'ı tam olarak anlamış olmazsınız. Sadece, «yukarda
oturan ve insanları bazen yargılayan, bazen affeden bir kral» algılarsınız. Bu
kral, size ters düşebilir. Sizin inançlannızı sarsabilir. Sizi tamamen
yaşamın girdaplarına sokabilir.
Allah'ı, kısmen de
olsa, doğru algılamak istiyorsanız, O'nun Uluhiyyet'ini düşünün. Uluhiyyet'i
bilimsel olarak açıklayamazsınız. Somut olgularla ve deneylerle gösteremezsiniz.
Madde boyutunun yasalarıyla O'nu kanıtlayamazsınız. Zaten buna imkân da yoktur.
Öyleyse, hayal kurun!.. DüşleyİnL
Boşluğa bakmayın.
Boşlukta, sadece boşluk vardır. Yukarda tahtına kurulup oturmuş bir kral,
ayaklarının ucuna kapanıp af dileyebileceğiniz bir kral yoktur. Bazıları O'na
«tanrı» diyor. Tanrı nedir? Tann, eski uygarlıkların kralla-nndan ve
kraliçelerinden başka bir şey midir? Kendilerini, «tann» ya da «tanrıça» ilan
ederek, insanların umutiannı ve beklentilerini sömüren tiranlara böyle
söyleniyordu. Bugün siz de aynı kavramı hiç düşünmeden kullanıyorsanız, bunun
tek nedeni, Uluhiyyet'i anlayamadığınız içindir. Kuran'ın ve Hazreti
Muhammed'in (as) açıkladığı Allah, bu değildir. Her kavramın içerdiği bir
anlam vardır.
Kusursuz, noksansız,
tam kemaliyle varlık sahnesine çıkan evrenler ve oralardaki yaşam boyutları,
«ol!» emriyle, Allah'ın kudretine ve ilmine mazhar olmuş bilimsel
tasarımlardır. .«Müsavvir» dediğinizde, Allah'ın sadece bu özelliğini
vurgulamış olursunuz. O, soyut anlamlan «ol!» emriyle biçimlendiren
Müsavvir'dir. Fakat bu soyut anlamlan nasıl biçimlendirir? İlmiyle,
iradesiyle, kudretiyle. Öyleyse, «Müsavvir» sıfatının anlamı, başka sıfatların
anlamlarını da içeriyor. Bazı sıfetlann işte böyle kapsaml, anlamlan vardır.
Bu sıfatlar, sanki birer sıfat deryalan gibidir. Fakat siz, «Allah» dediğiniz
zaman, söylenecek başka bir söz kalmaz. Bu isimle her şeyi söylemiş olursunuz.
Uluhiyyet yasalarına bir bakın, karşıt, olmayan hiçbir varlık var mıdır?
Varlığı meydana Çıkaran zaten bu karşıtlardır. Biyolojide, erkek ve dişi
varlıklardan herhangi biri olmasaydı, biyoloji olmazdı. Biyoloji olmayınca da,
hayat olmazdı. Fizik yasalarını ortaya çıkaran, pozitif ve negatif enerji
yükleridir. Kimyayı kimya yapan, kendi içinde sürüp giden reaksiyonlar veya
tepkimelerdir. Matematik ise, eksi ve artı değerlerden ibarettir. Maddenin
temeline indiğinizde, orda, negatif ve pozitif enerji yüklerin,, yani
elektronları ve protonlar, dengeleyen nötronlar, görürsünüz. Bu karşıtlar,
birbirini çeken ve iten hayat yasalarıdır. Maddeyi açığa çıkaran da, zaten bu
yasalardır.
Allah, yarattığı
varlıkları, karşıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Karşıtı veya benzeri olmayan
tek varlık, onları tasanm-layan ve yaratan Sübhan Allah'dır. Madde boyutu, kendi
içinde zıtlıklarla doluyken, bu boyutun tamamı da, Ber-zah'm karşıtıdır.
Cennetlerde zıtlıklar yoksa bile, cennetlerin kendisi, cehennemlerin
karşıtıdır. Kuruntu aklın, şeytan da meleğin karşıtıdır.
Varlığa baktığınızda,
bu bir kelebek ya da sivrisinek bi-le olsa, en ince ayrıntilanna kadar ve tam
kemaliyle tasarımlanmış olduğunu görürsünüz. Çöl sıcağına dayanıklı develere ve
eksi kırk derecelik soğuğa meydan okuyan penguenlere bakıp, «nasıl olur?» diye
sorduğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun «Reşid» olduğunu anlatır. Allah, her
varlığı, var ediş amacına uygun olarak hedefine ulaştıran ve olgunlaştıran
Reşİd'dir... Allah'ın «Reşid» olduğunu anlarsanız, son yörüngede yüzen donmuş
buz gezegeni Plüton'da, ya da ilk yörüngede cayır cayır yanan Merkür'de de
hayatlar yaratabileceğini düşünürsünüz. «Olabilir mi?» diye sorduğunuzda, bu
sorunun yanıtı, O'nun «Kavi» olduğunu anlatır. Allah, tüm kuvvetlerin
oluşmasını sağlayan Kavi'dir...
Su ortamında balıkla
beslenen kuşların donanımına baktığınızda, parmak aralarında, onlann kolay
yüzmelerini sağlayan perdeler olduğunu görürsünüz. Bakarsınız, su
kartallarının parmak aralarında bu perdeler yoktur. Ama bakarsınız ki, derin
sulara dalarak yakaladıkları yağlı ve kaygan balıkların sıyrılıp düşmemesi
için, onların parmaklarına da özel kancalar, kancalı tırnaklar takılmıştır.
Merak edip, «niçin?» diye sorduğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun «Bari»
olduğunu anlatır. Allah, birbirine benzemeyen şeyleri yaratan Bari'dir...
Kuş türlerine
bakarsınız, balıklaşmış penguenle, memeli hayvan türüne yaklaşmış devekuşu
arasında, geniş bir yelpaze İçinde yaratılmış olduklarını görürsünüz. Bu
zenginliği, sadece hayvan türlerinde değil, canlıyı oluşturan ana kümelere
baktığınızda da görürsünüz. Bitkiden hayvana uzanan yelpazede, böcek yiyerek
beslenen etçil bitkiler olduğu gibi, hayvandan insana uzanan yelpazede de,
fizik görünüm olarak, sincaptan başlayıp, insana kadar uzanan maymun türleri
görürsünüz. «Bu çeşitlilik, niye?» diye sorduğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun
«Muğni» olduğunu anlatır. Allah, alemlere zenginlik ve çeşitlilik veren
Muğni'dir...
Ayrıca, her şeyi bir
amaca yönelik olarak tasarımladığını görürsünüz. Tüm hayat planlan içinde,
varlığı gereksiz hiçbir şeye rastlayamazsınız. En basit böceklerin bile,
çiçeklerin döllenmesinde önemli görevler üstlendiğini görürsünüz. «Sivrisineği
acaba niye yaratmış?» diye sorduğunuzda, bu sorunun yanıtı, O'nun «Hakim»
olduğunu anlatır. Allah, her şeyi, hikmeti ve gerekçesiyle birlikte yaratan
Hakim'dir...
Kendi işlevini yerine
getiren varlığın, birbiriyle iletişim' li çalıştığını görürsünüz. Güneşin,
denizin, buharın, at' mosferin, bulutun ve rüzgârın, sanki sözleşmiş gibi elbirliğiyle
çalışarak, aynı amaca hizmet ettiklerini görürsünüz. Bunların ortak çalışması
sonucu yağmur meydana gelir. Yağmur tutar, otu yeşertir. Ot tutar, İneği
besler. İnek de tutar, size s"üt verir...
Aksamadan çalışan bu
sistemi, hücresel yapınızda da görürsünüz. Hücrelerinizin bir kısmı hamal olur,
alınan besin maddelerini mideye taşır. Bir kısmı lapacı olur, midedeki
besinleri eritir. Bir kısmı postacı olur, bu besinleri tırnaklarınızın ucuna
kadar taşır. Bîr kısmı asker olur, mikroplara karşı savaşır. Bir kısmı da çöpçü
olur, bu besinin işe yaramayan posasını kaldırıp dışarı atar. Temel yapısal
maddeleri aynı olan ve birbirinden hiçbir farkı olmayan bu hücrelerin, ayrı
ayrı görevlerde çalıştıklarını görürsünüz. Ayrı ayrı yapılan bu çalışmaların,
tek amaca, sadece bedenin yaşamını sağlamaya yönelik olduğunu anlayınca da
şaşıp kalırsınız.
Bakarsınız, bazılarının
da, yönetim ve karar organlarında çalıştıklarını görürsünüz. Bunların
örgütlenerek, bedeni idare eden merkezi oluşturduklarını hayretle öğrenirsiniz.
Bir kısmının, uzaydan gelen düşünce dalgalarını yakalamakla görevli radarcılar
olduğunu, bir kısmının, bu bilgileri, madde bedene ait düşünce belleğine
kaydeden arşivciler olduğunu, diğer bir kısmının da, bu düşünce dalgalarını,
pozitif veya negatif duygulara dönüştürdükten sonra, ahiret yolculuğu için.
mikrodalga bedene (ruha) kodlayan sekreterler olduğunu ve tüm bu çalışmaların
tek amaca yönelik olduğunu öğrendiğinizde, «böyle nasıl olur?» diye hayretler
içinde sorarsınız ve bu sorunun yanıtı, O'nun «Muksit» olduğunu anlatır.
Allah, her şeyi birbirine denk, uygun ve yerli yerinde yaratan Muksit'tir...
Sürekli gelişen,
evrimleşen, derinleşen yaşam boyudan, Allah'ın sonsuz hayatını anlatır. Bu
hayatı sürekli kıian yasalar, O'nun ilmini anlatır. Niçin yarattığını
sorarsanız, bu sorunun yanıtı, O'nun iradesini anlatır; istedi ve yarattı...
Merak edip nasıl yarattığını sorarsanız, bu sorunun yanıtı, O'nun kudretini
anlatır; «ol!» dedi... Hayal etti, tasarımladı ve «ol!» dedi. Sadece böyle
dedi. Ve her şey, O'nun istediği gibi oldu.
Allah'ın kudretini
böyle anlarsınız. İlminin ne kadar derin olduğunu, basit bir böceğin hayar
planından anlarsınız. Hayatının ne kadar sonsuz olduğunu, sonsuzluğa ektiği
hayat tohumlanndan anlarsınız. Bütün bunlara bakarsınız, algılarsınız, değişik
frekanslı düşünce dalgaların--da yüzersiniz, muhteşem duygular üretirsiniz ve
«niye var bunlar?» diye sorarsınız. Bu sorunun yanıtını ararken, O'nun
iradesini anlarsınız.
Onu, bunu, şunu
anlarsınız; sonra bütün bu anladıklarınızı birleştirdiğinizde, bir bakarsınız
ki, ortaya küçücük bir su damlası çıkmış... Uluhiyyet deryasından alınmış bir
damlacık su... Hayretlere düşersiniz, şaşırırsınız, sizin bu şaşkınlığınız ve
hayretiniz, O'nun «Muheymin» olduğunu anlatır. Allah, kendi indinde, size
hiçliğinizi hissettiren, sonsuz anlamlar deryasında sizi hayretlere daldıran,
yü--celiği karşısında sizi kendinizden geçiren Müheymin'dir... Ama olsun...
Bir'damla da olsa, Uluhiyyet'i anlayabi' lirsiniz. Deryadan alınmış bir
damlacık su, size tüm deryayı anlatabilir. Damlanın kimyasal bileşimi, tuz
oranı, atomik yapısı, deryayı anlatır. Fakat, deryanın boyutlarını,
derinliğini, bu damlacıktan anlayamazsınız.
«Allah» ismi, sadece
bu sıfatların anlamlannı mı içerir? Hayır... Sadece bunları içermez.
«Ehadiyyet» anlamını da İçerir; tek'dir, mutlaktır, sonsuzdur. Kimseden doğmamış,
ve kimseyi doğurmamıştır. Hayatının başı ve sonu yoktur. «Allah» ismi, aynı
zamanda, «Vahidiyyet» anlamını da içerir; O'nun indinde çokluk yoktur, her şey,
«tek» olarak vardır.
«Rahman» dediğinizde,
Allah'ın sadece bir özelliğini vurgularsınız. Yarattıklarını kemale ulaştırmak
için, onlara nimet verendir... Nasıl verir bu nimetleri? Kapsamında bulunan
«cemal»'sıfatlarının, «kemal» sıfatlarının ya da «celal» sıfatlarının
anlamlanyla tecelli ederek verir. Öyleyse, «Rahman» sıfatı da, tüm sıfatları
içine alan başka bir deryadır. Ama siz «Allah» dediğinizde, her şeyi söylemiş
olursunuz.
«Allah» ismi, «Rab»
sıfatının anlamını da içerir; yarattıklarını idare eden, yöneten, çekip
çevirendir. Bunu, kapsamında bulunan tüm diğer sıfatların anlamlarıyla yapar,
ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle yapar, ilâhi bir sırla Arş'a inen sıfatların
tümü, «Rab» sıfatının anlamında toplanmıştır. Fakat, «Rab» sıfatının anlamı
da, «Rahman» sıfatının anlattığı genel ve kapsamlı ifade içindedir. Bütün
bunlar gelir, «Allah» isminde toplanır.
Uluhiyyet nedir? Tüm
anlamların bir noktada toplanmış olmasıdır. Bu anlamlan kendinde toplayan
kimdir? Allah... Bu iki ismi de birbirinden böyle ayırmanız gerekir.
«Uluhiyyet», toplanma eylemini ifade eder. Bütün anlamların bir araya
toplandığını söyler. «Allah» ismi ise, anlam olarak, bu toplanmanın odak
noktasını belirtir. Bu odak noktası, Zat'ın kendisidir.
Tüm anlamların «Allah»
isminde toplanması nedir? O anlamların tecellisiyle ortaya çıkan yaşam
boyutlarının, tek bir «nokta»da ve tek bir «an»da toplanması demektir. Geçmişi
ve geleceği kapsayan tüm zaman süreçleri, Allah'ın ezeli
bilgisinde mevcuttur. Hepsi,
küçücük bir
«an»m içinde, bütün
boyutlarıyla, bütün sonsuzluğu ve derinliğiyle mevcuttur. İşte bu nedenle, an,
Allah katında, hâlâ o andır. Evveli ve ahiri yoktur. Algıladığınız «önce» ve
«sonra» İllüzyonu, sizin boyutunuzda, size göre vardır.
Bir başlangıç var
mıydı? Başlangıç ne zamandı? Hayır, yoktu... Olmadı. Hiçbir zaman bir
başlangıç olmadı. O daima vardı. O'nu kimse yaratmadı. Çünkü, kendinden önce
kimse yoktu. Kendi kendini de yaratmadı. Hep vardı. Daima ordaydı...
Uzay boşluğunu
yarattı. Boşluğun en ücra köşelerine hayat ışığı gönderdi. Yokluğu nuruyla
aydınlatarak, varlığa dönüştürdü. Yarattığı her şeyde, Allah'ın hayat ışığı
vardır. O'nun hayat ışığı olmasaydı, kuşlar yuvaya dönmezdi. Mutluluk, bir
çocuğun gözlerinde bu kadar güzel parlamazdı. Yaşam, basit bir çekirdeğin
genetik belleğinde ken^ dini tekrarlayamazdı. Eğer Allah'ın hayat ışığı
olmasaydı, vahşi aslanlar, yavrularına karşı bu kadar şevkâtii olamazdı.
Başlangıç yoktu. Başı
ve sonu olmayan bir sonsuzluk, nasıl bir özelliktir? Özellik midir? Bu
özellik, Ehadiyyet'i anlatır. Ehadiyyet nedir? Allah'ın gizemi... Hiçbir
özelliği olmayan bir özelliktir. Yaratılan özellik, kendini yaratan özelliği
nasıl kavrayabilir? Sonradan yaratılmış zaman, kendini yaratan ezeli zamanı,
zaman-ötesi zamanı kuşatabilir mi? Yaratılmış mekân, kendini yaratan mekân-üstü
mekânı anlayabilir mi?
Ehadiyyet, eğer bir
özellikse, hiçbir özelliği olmayan bir özelliktir. Çünkü doğmamıştır.
Doğurmamıştır. Hiç Kimse O'nu yaratmamıştır. Eşi yoktur, benzeri yoktur. Evveli
yok, ahiri yoktur. Eğer bunlar bir Özellikse, o zaman, gizemi vurgulayan bir
Özelliktir.
Gizemin kendisi bir
bilinmeyendir. Bilemediğiniz bir şeyin özelliklerini de bilemezsiniz. Ama,
«bilinemez» ol-mak da bir özelliktir. Kutu kapalı olduğu için, içinde ne olduğunu
bilemezsiniz; ama onun «kapalı» olduğunu bilirsiniz. «Kapalı» olmak da bir
özelliktir, ama diğer özellikleri örten bir Özelliktir.
Öyle bir özelliktir
ki, bu özellik, sadece Allah'a Özgüdür. Ve öyle bir özelliktir ki, sıfatların,
bu boyutta hiçbir şekilde zuhuru yoktur... Yani Ehad özelliğinde bir özellik
(sıfat) yoktur. Ehad, sadece sıfatlardan değil, aynı zamanda, «yaratan» ve
«yaratılan» kavramlarından da sıyrılmıştır. Böyle bir ikilem yoktur. Sadece
Zat'in kendisi olarak vardır...
Ehad, cüzlerden ve
parçalardan meydana gelmemiş-tir. Cüzlere ve parçalara ayrılmayandır. Sonsuz ve
sınırsız olandır. «Tek» olandır. Ehad, sonsuz ve sınırsız «tek» olduğu için,
kendi dışında varlık kabul etmeyendir. Son' suzluğu yaratan ve kuşatan sonsuz
düşünce sürecidir.
Sanki «alemleri
yarattıktan sonra» Allah'ın nerde olduğunu biliyorlardı, «alemleri yaratmadan
Önce» nerde olduğunu sordular. Dedi ki: «altında ve üstünde hava olmayan
Ama'daydı.» Anlamadılar. Ve koşup yeğenine vardılar. Yeğeni onlara dedi ki:
«Yine ordadır.» Şaşkına uğrayıp sordular: «Nasıl yani?» dediler. Onlara şöyle
dedi: «An hâlâ o andır.»
Yine anlamadılar.
«Biz, en iyisi arkadaşına soralım» dediler. «Onun arkadaşı bize Allah'ın nerde
olduğunu söyler.» Sorup, «nerdeydi?» dediler. Arkadaşı dedi ki: «O'nu idrak
etmek, O'nun idrak edilemeyeceğini idrak etmektir.»
Binlerce cilt kitap
yazsaniz, Ehadiyyet'i anlatamazsa nız. Yanına bile yaklaşamazsınız. Başlangıçta
ağaç mı var-di, çekirdek mi? Çağımızın bilimi henüz bu sırrı bile çözebilmiş
değildir. Dikkat ederseniz, üçü de, sadece birer cümle söyledi. Şimdi bu
cümleleri bir araya getirin.
Hazreti Peygamber
(as), mekânın dışında, mekânla kuşatılı olmayan, iğnenin ucu kadar bir
sonsuzluktan söz etti. Zerrede gizlenen sonsuzluktan...
Hazreti Ali (r.a),
zaman-ötesi bir «an»dan söz etti. O «an»ın tüm zamanlan kuşatan ve içine alan
sonsuzluğunu da anlattı. «An»da gizlenen sonsuzluğu...
Ebu Bekir (r.a),
Allah'ın sadece Ehadiyyet özelliğini vurgulamadı; O'nun hem Ehadiyyet
özelliğini vurguladı, hem de bu Ehadiyyet'in anlaşılamazlığını vurguladı. Ehad
olduğunu ve Ehad'ın anlaşılamaz olduğunu...
Bütün bunlardan sonra
anladınız ki, Ehadiyyet, anlaşi' lamayan bir sır, kavranamayan bir sonsuzluk ve
merak uyandıran bir gizemdir. Bu nedenle, bu bölümde, «Ehadiyyet» anlatılıyor
sanmayın. Hayır, bu bölümde, «Ehadiy-yet» anlatılmıyor. «Ehadiyyet'in
kavranamazlığı» anlatıli' yor. Ne söyleniyorsa, O'nu açıklamak için
söylenmiyor. Bu zaten mümkün değildir. Kimsenin haddi de değildir. Çünkü, bir
şeyi açıklayabiliyorsanız, bu açıkladığınız şey, «Ehad» değildir. Bu bölümde
söylenen şeyler, O'nu tanımlamak için söylenmiyor. Allah'ın «Ehad» olduğu ve
«Ehad»ın bir «giz» olduğu ve «kapalı bir hazine» olduğu söyleniyor. Bu bilginin
sadece kendinde saklı olduğu açıklanıyor. Yaratılmış hiçbir varlığın,
Ehadiyyet'i kavrayama-yacağı vurgulanıyor.
Çünkü Allah böyle
istemiştir. Eğer dileseydi, kolaylıkla anlayabilirdiniz. Bu Özelliğin, bir sır
olarak kalmasına ve anlaşılanı amasına hükmedilmiştir. Yarattığı varlıkların
özelliklerine bakarak, Allah'ın Uluhiyyet özelliklerini kısmen anlamaya
çalışabilirsiniz. Azamet deryasından bir damla da olsa, anlamaya çalışırsınız.
Ama Ehadiyyet öyle bir özelliktir kî, insan için hiçbir özelliği olmayan bu
özellik, sadece kendisine özgüdür.
Ehadiyyet makamı,
kısaca. Zat boyutudur. Bu sonsuz hayat iradesi, varlıklan karşıtlarıyla
birlikte tasarımlayan Uluhiyyet'i istemiştir. Uluhiyyet'te tecelli eden Allah,
ilmi ve kudretiyle tüm varlığı kaplayıp kuşatmıştır. İçice evrenler, Uluhiyyet
yasalanyla birbirinin etrafında semah dönmeye başlamıştır. Uluhiyyet denizine
daldığınız zaman, bir damla da olsa, bu deryadan alıp çıkarıyorsunuz. Sonra bu
damlayı inceleyerek, Yaratan'ı anlamaya çalışıyorsunuz. Allah'ın
Uluhiyyet'ini, kesitsel de olsa, böylece an-layabiliyorsunuz; fakat O'nun
Ehadiyyet özelliğini, kimse tanımlamaya kalkışmasın. Çünkü, ne söylerseniz
yalan olur, eksik olur, sınırlı olur. Yaratılmış varlık, sınırlı bakış
açısıyla, O'nu da sınırlar.
Allah, Uluhiyyet
deryasını yaratmadı. Çünkü O, di kendini yaratmadı. Allah, istedi, murad etti.
Bu muradın sonucu olarak, Uluhiyyet açığa çıktı. Yani, düşünce kendini düşündü.
İçice evrenlerin ve yaşam boyutlarının tasarımı yapıldı. Yaratılıştan Önceki
süreç, Ehadiyyet sürecidir. Yaratan ve yaratılan ikilemi yoktur. Sadece Zat'ın
kendisi vardır. Ve kendisiyle birlikte hiçbir şey yoktur. Çünkü O, kendi
dışında hiçbir şeyin olmadığı bir sonsuzluktur. Sonsuzluğun tasarımı ve planı,
ezelî bilgisinde mevcuttur. Bu nedenle de Tek'dir. Her şeyi içeren Tek...
Uluhiyyet, her şeyin
üstündedir. Her şeyi içine alan ve her şeyi kuşatandır. Bu nedenle, «Allah»
ismi, tüm isimle-ri ve sıfatları kuşatıp içine alan kapsamlı bir isimdir. Tüm
evrenleri ve yaşam boyutlarını nasıl kuşatıyorsa, varlıkta tecelli eden
iradeyi, ilmi ve kudreti de, aynı şekilde kuşatıp kapsamına alır. Kerim'dir,
Rahim'dir, Rahman'dır... Gafur'dur, Gaffar'dır, Kahhar'dır... O, her şeydir.
Uluhiyyet, kendi dışında hiçbir şeyin olmadığı bir şeydir. Varlıkta tecelli
eden tüm sıfatların ve isimlerin toplandığı bir ilim deryası, kudret deryası,
sonsuz hayat deryasıdır.
Ehadiyyet ise,
Uluhiyyet'te tecelli eden Zat'ın sadece bir özelliği, bilinmezliği, sırn,
gizemidir. Uluhiyyet'i başlatan sürecin öncesidir. Fakat, kendini başlatan bir
süreç yoktur. Öncesi ve sonrası yoktur. Tüm isimleri ve sıfatları kapsamına
alan Uluhiyyet sürecinin öncesi olduğu İçin, tüm o isimlerden ve sıfatlardan
arıdır. «Yaratan» ve «yaratılan» ikileminden de andır. Ve kendinden başka
hiçbir
şeyin olmadığı bir
«teklik» ve «varlığı mutlak olan» bir son^ suzluktur. İradenin, ilmin, kudretin
hayatın sonsuzluğu' dur,
Bundan dolayı, kul,
Ehadiyyet Özelliği gösteremez. Ehadiyyet, yaratık için bir «özellik» değildir
çünkü. Kulda tecelli eden, bilindiği üzere, sıfatlardır. Yani, kulda tecel-li
eden, Sübhan Allah'ın bir «özelliği»dir. Bu nedenle, Ehad, kul için bir
«özellik» değildir ki, kulda tecellisi olsun. İnsan, Ehad tecellisine mazhar
olamadığı için, Ehadiyyet özelliği de gösteremez. Tıpkı, insanın Uluhiyyet
özelliği gösteremediği ve Allah tecellisine mazhar olama' dığı gibi...
Ehadiyyet; iradeyi ve
kudreti kendinde saklayan sonsuz bir hayat deryasi, hayat potansiyeli, hayat
enerjisidir. Eylemsiz bir hayat deryasında gizli olan iradenin, ilmin ve
kudretin, nedenlere dayalı somut olgular isteyen insan beyni tarafından
algılanamayacağı açıktır. Bunu anlayabilmeniz için, bu güçlerin, veya bu soyut
kavramların, sı-fatlaşmış olması gerekir. Bir birimde, o birime özellik veren,
kişilik veren, bir «sıfat» haline gelmiş olması gerekir. «O bağışlayandır,
yaratandır...» dendiği vakit, «yaratmak» ve «bağışlamak» eylemlerini
imgeleyerek, O'nun sonsuz ve sınırsız Özelliğini, kesitsel de olsa
anlayabilirsiniz.
Fakat, «doğmadı,
yaratılmadı, öncesi yoktu, sonrası da yok...» dediğiniz vakit, bakan gözleriniz
şaşar, konuşan dilleriniz susar, yazan kalemleriniz kırılır ve derin bir sessizlik
içinde saygıyla eğilerek secdeye kapanırsınız. Demek ki, Allah'ın gizemi veya
Ehadiyyet özelliği, iman atesini tutuşturan bir kıvılcımdır. Öyle bir
kıvılcımdır ki, hiç sönmeyen, sonsuza kadar sürecek olan bir yangını başlatır.
Ehadiyyet, işte böyle anlaşılamayan bir gizdir.
Uluhiyyet, insan
tarafından, sanki algılanabilir bir özelliktir. Bu algılama, sınırlı ve
kesitsel de olsa, yine de algılanabilir bir yanı vardır. Mutlak iradenin
gücünü; dileyen, yapan, yıkan gücünü, insan kendi iradesinden tanımaktadır.
Bundan dolayı, çok sınırlı ve kesitsel de olsa, Uluhiy-yet'i anlayabilmektedir.
Ama, evveli ve ahiri olmayan Ehadiyyet, insan için merak uyandıran ve gizemi
hiçbir zaman anlaşılamayacak olan bir özelliktir. Bu özellik, sonsuza kadar
sır olarak kalacaktır.
«İrade»nİn bir güç olduğunu
anlayan insan, «kudret»in de bir güç olduğunu anlayabilmektedir. İrade, isteyen
bir güçtür. Kudret ise, iradenin İstediğini yaratan bir güçtür. Yokluğu varlığa
dönüştüren ve varlığı yok eden karşıt enerjilerin benzersiz gücüdür. Ehadiyyet,
iradesiyle is-temiş ve kudretiyle içice halkalar yaratmıştır. Bu halkalar
gittikçe açılmış, çoğalmış, genişlemiş boyutsa! derinlikler kazanarak,
sonsuzlaşmıştır. Uluhiyyet işte böyle ortaya çıkmıştır.
Bu açılan halkalar
ilimdir. Açılma hareketinin, hiç de-ğişmeyen kanunları, sabit yasaları vardır.
Su halkaları, bu yasalara göre durmadan açılmış, genişlemiş, çoğalmış ve
sonsuzlaşmıştır. ilim, karşıt yasaların ortaya çıkardığı bir sentezdir. Yapıcı
ve yaratıcı bir gücü vardır. Fakat, yıkıcı da olabilir... Bu açılan su halkaları,
yıkıcı, yok edici dalga-lara dönüşebilir.
İradenin takdirine, isteğine, muradına bağlıdır. Ama ilim yapıcı
olduğunda, kudret halkalarından her tarafa yansıyan nur aydınlığı gibidir.
İlim; hem algıla-yan, hem de algılanan, bu nedenle, cazibesi olan bir si' hir,
ilgi ve merak uyandıran bir sırdır. Uluhİyyet denizinde, karşıtlarıyla
birlikte, evrenlerin sonsuzluğunu ve ora-larda derinleşen hayat boyutlarını,
kendi tecellisine maz-har kılmıştır. Tüm evrenlerde ve yaşam boyutlarında tecelli
eden; ilimdir, kudrettir ve iradedir... Ve elbette bu güçleri kuşatan sonsuz
hayat enerjisidir.
İlim, aydınlığını,
kudret halkalarından alır. Kudret halkaları, sihirli gücünü, iradeden alır.
irade, hareket ister, kıpırdanır, devinir, yönelir... İradeyi açığa çıkaran da
sonsuz hayat deryasıdir... Başlangıcı olmayan, kimseye bağımlı olmayan, kendi
kendiyle kaim olan hayat, evveli ve ahiri olmayan sonsuz bir dirilik ve
canlılıktır. Bu hayatın ortaya çıkardığı irade; dileyen, isteyen, murad eden
bir enerjidir. Bu iradenin ortaya çıkardığı kudret, iradenin isteğini yaratan
bir güçtür. Bu kudretin yarattığı şey nedir? İlim...
İlim, sürekli açılan,
genişleyen ve boyutsal derinlikler kazanan hayat kanunlarıdır. İlmin, varlığı
mevcut olan her şeyi kendi hükmüne bağlamış olması, o ilmin sahibi olan Alim'in
azametini gösterir. Bilinen ve bilinmeyen, görünen ve görünmeyen boyutlanyla
bütün evrenlerde, evrenleri kuşatan sonsuz boşluklarda, göklerde, göklerin yedi
kat derinliklerinde ve oralarda evrimleşen hayat boyutlarında, varlığı mevcut
olan her şey, O'nun ilmiyle kuşa-tılıdır. Azamet nedir? Azamet işte budur!..
Allah, bu azametin sahibi olduğu için, Azİrn'dir.
Tüm bu sihirli ve
gizemli güçlere malik olan, malik olduğu için, Melik'dir... Melik, sadece bu
güçlere malik olduğu için değil, bu güçleriyle ortaya çıkardığı tüm evrenlere
ve yaşam boyutlarına da malik olduğu için, Melik'dir... Melik, onların tek
sahibidir. Onlar üzerinde tasarrufu vardır. Dilediği şeyi, dilediği zaman,
dilediği gibi yaratır. Dilediğinde yok eder. İradesinin dışında, başka bir
irade; kudretinin dışında, başka bir kudret; ilminin dışında, başka bir ilim
yoktur. Melik, sonsuz alemlerin Rabbı olan ve «tek» olan Sübh&n Allah'dır.
İnsan, tasarımlayan ve
tasarımını gerçekleştiren bir özellikte yaratılmıştır Fakat, bu gerçekleştirme,
düşünce gücünün düşük olması nedeniyle, bir eylemi gerektirir. Yoğun emek, çok
çaba, azim, gayret, kararlılık İster. Oysa, yüksek düşüncenin, tasavvur edilen
şeyi anında gerçekleştiren bir gücü vardır. Damlanın deryaya oranı işte budur.
Uluhİyyet denizinin içinde, Uluhİyyet'i kesitsel olarak yansıtan ayna budur.
Bu bakımdan, insan,
kendinde olan güçlere bakarak, Uluhİyyet özelliklerini kesitsel olarak
kavrayabilmektedir. Ehadiyyet ise, kendisini ancak kendisinin algılayabileceği
bir yüksekliktedir. Zahir yönüyle açıkça ortadayken, batın yönüyle, insan
algılarının dışında duruyor. «Ehadiyyet» bir özellikse, bu Özellik, sadece
Zat'a ait bir özelliktir ve tecellisi mümkün değildir... Ehad'm tecellisi
olmadığı için, kul, Ehadiyyet özellikleri de gösteremez. «Ehad» olmak,
yaratılmış aklın dışındadır. İnsanın algılayabileceği bir Özellik değildir. Bu
boyut, sadece Ehad olan Allah içindir.
bağlıdır. Ama ilim
yapıcı olduğunda, kudret halkalarından her tarafa yansıyan nur aydınlığı
gibidir, ilim; hem algıla--yan, hem de algılanan, bu nedenle, cazibesi olan bir
sihir, ilgi ve merak uyandıran bir sırdır. Uluhiyyet denizin-de, karşıtlarıyla
birlikte, evrenlerin sonsuzluğunu ve oralarda derinleşen hayat boyutlarını,
kendi tecellisine maz-har kılmıştır. Tüm evrenlerde ve yaşam boyutlarında tecelli
eden; ilimdir, kudrettir ve iradedir... Ve elbette bu güçleri kuşatan sonsuz
hayat enerjisidir.
ilim, aydınlığını,
kudret halkalarından alır. Kudret halkaları, sihirli gücünü, iradeden alır.
İrade, hareket ister, kıpırdanır, devinir, yönelir... İradeyi açığa çıkaran da
sonsuz hayat deryasıdır... Başlangıcı olmayan, kimseye bağımlı olmayan, kendi
kendiyle kaim olan hayat, evveli ve ahiri olmayan sonsuz bir dirilik ve
canlılıktır. Bu hayatın ortaya çıkardığı İrade; dileyen, isteyen, murad eden
bir enerjidir. Bu iradenin ortaya çıkardığı kudret, iradenin isteğini yaratan
bir güçtür. Bu kudretin yarattığı şey nedir? İlim...
İlim. sürekli açılan,
genişleyen ve boyutsal derinlikler kazanan hayat kanunlarıdır. İlmin, varlığı
mevcut olan her şeyi kendi hükmüne bağlamış olması, o ilmin sahibi olan Alim'İn
azametini gösterir. Bilinen ve bilinmeyen, görünen ve görünmeyen boyutlarıyla
bütün evrenlerde, evrenleri kuşatan sonsuz boşluklarda, göklerde, göklerin yedi
kat derinliklerinde ve oralarda evrimleşen hayat boyutlarında, varlığı mevcut
olan her şey, O'nun ilmiyle kuşa-tılıdır. Azamet nedir? Azamet işte budur!..
Allah, bu azametin sahibi olduğu için, Azim'dir.
Tüm bu sihirli ve
gizemli güçlere malik olan, malik olduğu için, Melik'dir... Melik, sadece bu
güçlere malik olduğu için değil, bu güçleriyle ortaya çıkardığı tüm evrenlere
ve yaşam boyutlarına da malik olduğu için, Melik'dir... Melik, onların tek
sahibidir. Onlar üzerinde tasarrufu vardır. Dilediği şeyi, dilediği zaman,
dilediği gibi yaratır. Dilediğinde yok eder. İradesinin dışında, başka bir
irade; kudretinin dışında, başka bir kudret; ilminin dışında, başka bir ilim
yoktur. Melik, sonsuz alemlerin Rabbı olan ve «tek» olan Sübhan Allah'dır.
İnsan, tasarımlayan ve
tasarımını gerçekleştiren bir özellikte yaratılmıştır Fakat, bu gerçekleştirme,
düşünce gücünün düşük olması nedeniyle, bir eylemi gerektirir. Yoğun emek, çok
çaba, azim, gayret, kararlılık İster. Oysa, yüksek düşüncenin, tasavvur edilen
şeyi anında gerçekleştiren bir gücü vardır. Damlanın deryaya oranı işte budur.
Uluhiyyet denizinin içinde, Uluhİyyet'i kesitsel olarak yansıtan ayna budur.
Bu bakımdan, insan,
kendinde olan güçlere bakarak, Uluhiyyet özelliklerini kesitsel olarak
kavrayabilmektedir. Ehadiyyet ise, kendisini ancak kendisinin algılayabileceği
bir yüksekliktedir. Zahir yönüyle açıkça ortadayken, batın yönüyle, insan
algılarının dışında duruyor. «Ehadiyyet» bir özeliikse, bu Özellik, sadece
Zat'a ait bir özelliktir ve tecellisi mümkün değildir... Ehad'm tecellisi
olmadığı için, kul, Ehadiyyet özellikleri de gösteremez. «Ehad» olmak,
yaratılmış aklın dışındadır. İnsanın algılayabileceği bir özellik değildir. Bu
boyut, sadece Ehad olan Allah içindir.
Uluhiyyet'te,
algılanabilen özellikler vardır. Her şeyden önce, bir tasarımlama eylemi
vardır. Bu eylemle ortaya çıkan boyutlar vardır. O boyutlarda evrimleşen hayatlar
vardır. Hayatların temelinde zıtlıklar vardır. Düşük bilinç katlarında perdeli
de olsanız, bunları anlayabilirsin niz. Ama Ehadiyyet, Zat'a özgü bir özellik
olduğu için, varlığı ortaya çıkaran Uluhiyyet'in öncesidir. Ama kendini
başlatan bir süreç yoktur. Başlangıcı ve sonu yoktur.
O'nun evveli ve ahiri
yoktur. Kudretinin sonuna son, ilminin sonuna son yoktur. İradesinin dışında,
başka bir irade yoktur. Tüm varlığı kuşatan sonsuz hayat ve dirilik sahibidir.
Uluhiyyet'in ayrıntılı sonsuzluğunu ve boyutsal derinliklerini, işte bu sonsuz
güçleriyle ortaya çıkarmıştır. Açığa çıkan Uluhiyyet, ilmi ve kudretiyle,
atomlardan galaksilere kadar tüm varlığı kaplayıp kuşatmıştır. Ehadiyyet, bu
oluşumu başlatan bir süreçtir. Kendisi bir süreci başlatmıştır, fakat kendini
başlatan bir süreç yoktur.
Ehadiyyet özelliği,
Ihlas Suresinde, «Samed» sözcüğüyle pekiştirilmiştir. Samed, «kendisine
herhangi bir şeyin eklenmesi ve kendisinden herhangi bir şeyin çıkması
ola-naksiz olan ve böyle bir ihtiyaçtan uzak olan» demektir. Böyle olmaması
zaten mümkün değildir. Çünkü, kendi dışında hiçbir şeyin olmadığı bir sonsuzluk,
veya daha doğru bir ifadeyle, sonsuzluğu tasarımlayan, yaratan ve kuşatandır.
Her şeyin varlığı O'nunla kaimdir.
İhlas Suresi, çok kısa
olmasına rağmen, insanı aşan bir yoğunluğa ve derinliğe sahiptir. Çünkü Allah,
İhlas Suresinde kendini anlatmıştır. Ağırlığı ve yoğunluğu buradan kaynaklanmaktadır.
Yoksa Kuran'in üçte birine eşit olabilir miydi? Allah'ın anlaşılanı azlığını
anlamak bile, G'nu anlamak sayılır. O nasılsa öyledir. Ve olması gerektiği
gi-bîdir. Zamana ve mekâna bağımlı bir bilinçle, zamansızlığı ve mekânsızlığı
tanımlayamazsınız. Sınırlı bir bilinçle, sonsuzluğu kavrayamazsınız.
Ehaddiyyet'i anlamak,
O'na teslim olmaktır. Ve en büyük sevgiyle, en büyük korkuyla, en büyük
ilgiyle, Allah'a yönelmektir. Ehadiyyet'i anlamak, hayatı anlamak ve her anın,
O'nunla kuşatılı olduğunu bilmektir. Ve O'ndan gizli hiçbir şeyin olmadığını
bilmektir. O'nu anlamak, esasen kendinizi anlamak ve niçin yaşadığınızı
bilmektir.
Ehadiyyet, gizli bir
gevher, sonsuz bir zenginliktir. Nerden geldiği, nasıl geldiği, niçin geldiği,
ne zaman geldiği sorgulanamayan, kayıtsız ve şartsız teslim olunması gereken
bir azamet deryası, sonsuz bîr kudret, ilmîyle ve hükmüyle tüm alemleri
kuşatmış olan bir güçtür. Ehadiyyet, alemlerin Rabbı olan ve kudretiyle hayatı
var eden Sübhan Allah'ın, tüm varlıklan kuşatan gizemidir. Ehadiyyet,
anlaşılmazhğı ve gizemi nedeniyle, akla değil, tamamen imana seslenen bir
özelliktir. İçinizdeki sessizliğe yöneldiğinizde, aynı gizemin manyetik gücünü
orda da bulursunuz.
Hangi parçadan yola çıkarsanız
çıkın sonunda aynı tüme varırsınız. Bu tefekkür sürecinde, aklınızın yolunu
aydınlatacak olan imana ihtiyaç duyacaksınız. îmanla desteklenmemiş olan
aklınız, bu sonsuz arayış sürecinde çok çabuk yorulacak ve çaresiz kalacaktır.
Bakişlannızı gökyüzüne çevirip baktığınızda, gözleriniz aradığını bulama-dan,
yorgun ve çaresiz olarak size tekrar dönecektir. O'nun azameti, kendinizden
uzaklaştığınızda, sizi korku ve dehşete düşürecek, kendinizle olduğunuzda ise,
mut' lu edecektir.
Ehadiyyet, Allah'ın gizemidir.
Algılanamaz, kavrana-maz özelliğidir. İmanı ateşleyen bir kıvılcım gibidir.
İnsanı secdeye götüren esrarengiz bir güçtür. Ehadiyyet, alemlerin Rabbı olan
ve ilmiyle tüm varlığı kaplayıp kuşatan Sübhan Allah'ın sırrıdır.
Vahidiyyet, «tek»liği
anlatan bir kavramdır. Sözcük olarak anlamı budur. Ama bu neyin tekliğidir?
Burda vurgulanan, Zat'ın tekliği değildir. Zat'ın tekliği ve sonsuzluğu,
«Ehadiyyet»le vurgulanmıştır. Tüm anlamların kendinde toplanmış olması,
«Uluhiyyet»le anlatılmış-tır. Ama burda vurgulanan teklik, Zat'ın tekliği
değil; tek olan Zat'ta, «her şey»in tekliğidir...
Allah Vahid'dir. Bunun
anlamı, her şey O'nun indin-de «bİr»dir, «tek»dir. Ayrı ayrı sıfatları yoktur.
Yaratan, yaşatan, yargılayan, affeden değildir. Çünkü ortada yargılanacak,
affedilecek herhangi bir kimse yoktur. Ortada suç yoktur ki, suçlu olsun. Suçlu
yoktur ki, divan kurulup yargılansın. Kafalar burda iyice karışıyor. Nasıl
olur? Biz yok muyuz? Cennetleri ve cehennemleri bizim için yaratmadı mı?
Şeytanı yolumuza dikmedi mi?
Sizin «tek» tohumunuz
var. Bu bir buğday tohumu. Genetik programına baktınız, bir başakta on buğday
tanesi verebilme potansiyeline sahip. Attınız bunu verimli bir toprağa. Birçok
aşamalardan geçti; çillendi, nemlendi, döllendi, yağmurla, güneşle toprakla
beslendi ve altın sarısı bir başak çıktı. Bu başakta on buğday tanesi olduğunu
gördünüz. Bu ne zaman on tane oldu? Sîzden çıktıktan sonra mı? Daha sonraki
süreçlerde mi on tane oldu? O, içinde çokluğu saklayan bir «tek» miydi?
Cennetler, cehennemler
ve tüm evrenler, tüm yaşam boyutları, düşünce frekanslarının çok alt
düzeylerinde ortaya çıktı. Daha doğrusu, çokluk böyle ortaya çıktı. Yüksek
frekanslı düşüncede «iyilik» ve «kötülük» yoktur. Ne vardır? Saf düşünce...
Düşüncenin kendisi vardır. Bu düşüncenin pozitif-negatif kutuplan yoktur. Bu
zıtlar, düşüncenin düşük frekanslannda, fotonlann alt boyutunda ortaya çıktı.
İşığın, mikrodaigalara dönüşümü sırasında, yeni bir boyut, eksi ve artı
kutupları olan, iki kutuplu elektromanyetik alan doğdu.
Bu zıtlarla birlikte,
çokluk da ortaya çıktı. Düşünceden maddeye kadar inen süreçte, içice o kadar
çok yaşam boyutları yaratıldı ki, bilimsel olarak bunu açıklamak olanaksız.
Yüksek düşünce dalgalan, madde boyutuna doğru indikçe, titreşimini düşüre
düşüre aşağı indikçe, çokluk ortaya çıktı.
Çokluk nedir?
İllüzyon... Ne zaman ortaya çıktı? Düşünce dalgaları, titreşim hızını,
kademeli olarak düşüre düşüre alt boyutlara inerken... Her dalga boyunda bir
evreni ortaya çıkardı. Geçtiği her yere hayat kıvılcımları bıraktı. Sonunda
düşüncenin titreşim hızı o kadar düştü ki, yoğunlaşarak kaskatı kesildi. Ve
tam o noktada, maddeden oluşmuş bir evren açığa çıktı. Madde budur. Madde, frekansı
nerdeyse sıfır noktasına yaklaşmış, buz tutmuş, donmuş, kaskatı kesilmiş bir düşünce
dalgasidır. Madde, düşüncenin en düşük frekansında açığa çıkmış bir yoğunluktur.
Yoğunlaşmış bir düşüncedir. Maddenin aslı budur.
Düşünce tektir.
Bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayni-maz. Bozulmaz, kırılmaz, yırtılmaz. Ölmez,
kaybolmaz, yok olmaz. Kendi dışında hiçbir şey yoktur. Çünkü her şey onda
programlanmış olarak vardır. Her şeyi açığa çıkaran, bu programdır. Titreşim
hızını yavaşlattığında, fotonlara bölünerek, ışık zerrecikleri haline gelir. Bu
süreçte, çok sayıda nicel birikimler olur. Yine aynı nicel birikimlerle frekansını
düşüren ışık, belli bir noktada, eksi ve artı kutupları olan elektromanyetik
alanı açığa çıkarır. Bu, maddenin en küçük bîrimi sayılan atomların ortaya
çıkışıdır. Atomlardan da, belli formlan olan madde meydana gelir.
Fotonlann,
elektromanyetik alana dönüştüğü an, patlama anıdır. Işık, titreşim hızını
yavaşlattığında, negatif ve pozitif kutuplan olan elektromanyetik alanı
oluşturur. Bu kutuplaşma, atomun elektronlarını ve protonlannı açığa çıkanr.
Çokluk ve zıtlar, ilk kez bu süreçte meydana gelir. Atom boyutuna indiğinizde,
kendinizi, çok geniş bir evrenin içinde bulursunuz, öyle ki, başınızı kaldırıp
yukarı baktığınızda, atom fezasında yüzen elektronları görürsünüz. Onlar,
gökyüzünde parlayan yıldızlar gibidir. İki elektron arasındaki uzaklık, en az,
Dünya ile Jüpiter arasındaki uzaklığa eşittir.
Bir programla bir
araya getirilen ve düşünceyle birbirine bağlanan atomlar, başka bir dalga
boyunda, İçi dolu ve hareketsiz bir madde gibi algılanır. İşte o «başka» dalga
boyu, sizin dalga boyunuzdur. Madde boyutu, düşüncenin en düşük frekansında
ortaya çıktığı için, burda hız ve zaman yavaşlar. Atom boyutunda sonsuz bir
boşluğu andıran madde, kendi dalga boyunda doluluk hissi verir. Maddenin içi o
kadar boştur ki, atomlarını sıkıştırdığınızda, üstünde yaşadığınız dünya,
nohut tanesi kadar kalır. Veya Öyle yoğun maddeler vardır ki, patlattığınız
zaman, içinden sonsuz bir evren çıkar.
Vahidiyyet'te her
şeyin «tek» olması budur. Maddeden atoma, atomdan fotona, fotondan, düşünceye
giden süreçte, maddenin çokluğundan,
düşüncenin tekliğine varırsınız. Her şey bu düşüncenin içindedir.
Düşüncenin dışında hiçbir şey yoktur. Çünkü, her şeyi açığa çıkaran zaten bu
düşüncedir. İçice evrenlerin ve tüm yaşam boyutlarının bilgisi, düşünce
dalgalarının içindedir. Programı gereğince onlan açığa çıkarır. Yukardan aşağı
doğru inen süreçte, düşüncenin tekliğinden, maddenin çokluğuna inersiniz.
Soyut anlamlar,
kendilerinden türeyen sıfatlan ortaya çıkarır. Sıfatlar, birimsellik kazanmış anlamlardır.
Bunlann realitesi; bir birimi, bir varlığı, bir kişiyi gerektirir. Ortaya
çıkmak için de bir eylem ister. Sıfatlar hep bir eylemle çıkar ortaya. Ve
eylemin sahibine bir «kişilik» ve «özellik» verir. Sıfatlar, tasarım halindeki
bilginin, yaşam realitelerine dönüşmesidir. Kendini bir eylemle gösterir.
Eylem, kendini gerçekleştirecek bir birim ister. Birim ise, mutlaka bir hayat
planının içindedir. Ancak o zaman, «iyilik» ve «kötülük» vardır
Kapsamlı ve ayrıntılı
olarak, Rahmaniyyet'te ortaya çıkmaya başlayan sıfatlar, Vahidiyyet'te, «tek»
olarak sessiz bir bekleyiş içindedir. Bu sessizlik, içice tüm evrenleri ve
yaşam boyutlarını içeren derin bir sessizliktir. Sessizlik mi-dİr bu? Hayır...
Aslında bu, tüm seslerin aynı renkte ve aynı tonda titreşimidir. Bu uyumlu
titreşimden çıkan sessiz bir senfonidir... Yaratıcılığın, sürekli gelişen
hayatın, uyumlu seslerin, renklerin armonisidir.
Ağaç, henüz ağaç
olmadan Önce nerdeydi? Çekirdeğinde... Bu ağacın ayrıntılı planı, çekirdeğin
genetik programında «bilgi» olarak vardı. Dallarıyla, yapraklarıyla,
çi-çekleriyle, meyveferiyle, potansiyel olarak vardı. Hepsi «bir» olarak vardı.
Bakıldığında, «tek bir şey» görünüyordu; programlanmış bir bilgi...
Her rengin sayısız
tonları vardır. Bu renk toniannın birleşmesinden oluşan yeni renklerin sayısını
belirlemek, çok ciddi hesapları gerektirir. Sonsuzlukta her şey, kendi içinde
başka bir sonsuzluğu taşır. Renkler de böyledir. Renklerin tümünü bir araya
getirip karıştırdığınızda, ortaya çıkan yeni renk, beyazdır.
Tüm renklerin
birleşmesinden, renksiz bir renk ortaya çıkar. İşte bu, beyazdır... Beyaz, tüm
renklerin anasıdır. Sınırlan olan renk tonlarını bir araya getirdiğinizde,
böyle sınırları olmayan bir rengin sonsuzluğunu oluşturursunuz. Beyaz,
renklerde derinleşen tonları ve sınırları ortadan kaldıran bir sonsuzluk,
renklerin sonsuzluğudur.
Birbirinin karşıtı
bile olsa, bütün sıfatları kendinde toplamış, cem etmiş, «bir» etmiş olan
Vahidiyyet Özelliği, renkler benzetmesinde, sanki tüm renkleri kendinde top-layan
beyaz gibidir... Var olan renklerin tamamı, beyazın ayrıntısı olarak, beyazda
gizlidir.
Siyahın tek başına
duruşu, bu rengin anlaşıl m az lığı ve gizemi, sonsuz-sınırsız «tek» olan
Ehadiyyet'i anlatmakta' dır. Siyahın, kendi tonlarını açarak, beyazı ortaya
çıkarması ve bu iki rengin birlikte duruşu ise, varlıkları karşıtla-nyla
birlikte tasarımlayan Uluhiyyet'i anlatmaktadır. Tüm renkleri içeren beyazın
tek başına duruşu da, Vahidiyyet'i anlatmaktadır. Sıfatların tamamını kendinde
«bir» etmiş olan Vahidiyyet, sanki beyaz gibidir.
Vahidiyyet'te tekleşen
şey, tüm renklerin, biçimlerin, seslerin, kokuların, hayat realitelerinin, bir
«an»da toplanması ve o «an»ın sonsuzlaşmasıdır. Tüm seslerin bir noktada
buluştuğu ve uyumlu bir senfoniye dönüştüğü «bir an»m, ama hiç bitmeyen, içinde
tüm zamanları taşıyan «sonsuz bir an»ın tekliğidir.
Vahidiyyet, her şeyin
teklik kazanması, ama sadece «bir nokta»da sonsuzlaşarak teklik kazanmasıdır.
Sessiz bir hayat potansiyelidir. Gittikçe gelişen, evrimleşen, derinleşen ve
süreklilik kazanan sonsuz yaşam boyutlarının sessizliği, tasarımı, hayalidir.
Süzgün bakışlarıyla
ceylanların oynaştığı yüksek bir yayla düşleyin. Doruklarında kayak yaptığınız
bir dağ düşleyin. Kayaları döven hırçın dalgaları, rüzgârın gizemli uğultusunu,
omuzunda su bakraçıyla giden bir kızı, çember çeviren güzel bir çocuğu
düşleyin. Düşlediğiniz her şeye, onların kendi boyutunda gerçeklik
kazandırıyor, ve onların bu realitesini siz de yaşıyorsunuz.
Fakat sizin
boyutunuzda bunların hepsi bir hayaldir. Hepsi, beyaz bir perdede oynayan
hayali varlıklardır. Onlar yoktur, onlar hayalidir; fakat onları hayal sahnesine
çıkaran, onlara hayat ve canlılık veren «hayal» vardır. Her şey hayal, fakat
onları hayal eden hayal, hayal değildir, o bir gerçektir. Her şey silinip
gitmiş, yok olmuş, tek «bir şey» kalmıştır; onİan hayalleyen hayal...
Duygu, eylemle açığa
çıktığında ve yaşam realitelerine dönüştüğünde, birbirinden ayrılır, aynşir,
çoğalır, çoğalır, çoğalır... Onlar, yaşamı genişleten, derinleştiren,
evrimleşti-ren, yaşama hareket ve devingenlik getiren, yaşamı dalgalandıran,
değiştiren, dönüştüren enerjilerdir. Öfkenizle dünyayı yıkar, sevginizle
yaparsınız. Hayatınızı; urnutlannız-la, özlemlerinizle, beklentilerinizle,
nefretinizle, kibirinizle, aşkınızla, sevginizle bir anda değiştirip dönüşüme
uğratırsınız. Öyle derinden sever, öyîe kederlenir, öyle hüzünlenir, öyle
öfkelenirsiniz ki, yayınladığınız bu enerji dalgalanyla kendinizi ve çevrenizi
huzursuz veya mutlu edersiniz.
«Vahid» isminin kulda tecellisi
vardır. Tecelli sizde eğer bu ismin anlamıyla olmuşsa, tüm sıfatlan kendinde
«bir» etmiş olan Vahidiyyet özellikleri gösterirsiniz. Büyük veliler,
evliyalar, mürşid-i kâmiller, Vahidiyyet Özelliklerine ulaşabilmek için,
tasavvuf tekkeleri kurmuşlardır. Bu tekkelerde, sadeleşme, arınma ve tüm
sıfatları benlikte «bir» etme çalışmaları yapılmıştır. Bu çalışmalarda tek amaç, Vahidiyyet
makamının sadeliğine ve «teklik» özelli-ğine ulaşmaktır. Çünkü, insanda var
olan yedi bilinç ka-tından biri de budur. Burası, peygamberlerin ve büyük
velilerin yaladığı bir bilinç (benlik) merkezidir. Vahid is--minin tecellisi
durumunda -ki bu yedinci bilinç düzeyinde mümkündür, benliğinizi ortadan
kaldırırsınız. Dünyaya ve maddeye yönelik hiçbir arzunuz kalmaz. Her şey sizin
için bir olur. İyilik ve kötülük ortadan kalkar. Ne varlığa sevinirsiniz, ne
yokluğa yerinirsiniz...
Alimlerin alimi,
evliyaların sultanı Hazreti Ali (r.a), bu konuyla İlgili olarak, «ben
kaybolunca, O meydana çıktı... O meydana çıkınca, ben kayboldum» demiştir. Çok
düşündürücü bir inceliği ve derinliği olan bu söz, Hazreti Muhammed'in (as)
ilim deryasından sadece bir damladır Fakat, irice bir damladır. İnsan eğer
kendi varlığını (benliğini, nefeini) ortadan kaldırabilirse, geride sadece «O»
kalır. Tasavvuf tekkelerinde yapılan vahdet çalışmaları bunun içindir.
Tüm arzulannızdan
sıyrıldığınızda, her şeyi kendinizde «bin> ettiğinizde ve kendi benliğinizi
ortadan kaldırdığınızda, ortaya çıkan, Allah tecellisi değildir. Ehad da
değil... Bu isimler insanda tecelli etmez. Kendi nefsinizi (benliğinizi)
ortadan kaldırdığınızda, ortaya çıkan, «Vahid» isminin tecellisidir. Bu yolun
adı bunun için «vahdet» yolu olmuştur. Benliğinizi ortadan kaldırınca,
arzularınızın yönü değişir. Sizde her şey «bir» olur. İyilik ve kötülük ortadan
kalkar. Annır, sadeleşir, teıtemiz olursunuz. Bu, yedinci bilinç düzeyinin
bakış açısıdır. Hazreti Peygamber (as), «ölmeden Önce Ölünüz» derken, bunu
anlatmıştır.
Vahidiyyet boyutunun
teklik ve sadelik özelliği, azametin yalınlığıdır. Hızın son noktasıdır. Son
noktada, hızın hızı yoktur artık. Maddenin bir hızı vardır. Atomun bir hızı,
ışığın bir hızı vardır. Ama, ışığı aşan düşüncenin bir hızı yoktur artık.
Hızın son hızı, sonsuz yoğunluk, sıfır hacim, sıfir kütledir. «Ol!» emriyle
alemler yaratır, alemler batırır. «Ol!» emri, zamanla kayıtlı ve sınırlı
değildir; çünkü zamanı yaratan da <ol!> emridir. Her yerde, her an, olmakta
olan, «ol!» emrinin olan halidir. Maddenin zerresinde evrenin sonsuzluğunu
gizler. Küçücük bir «an»da. Öncesi ve sonrası olmayan zamanı gizler. Kuşu
yumurtasında, suyu buharında gizler. Ağacı çekirdeğinde ve insanı spermasında
gizler. Uluhiyyet'in ayrıntılı sonsuzluğunu, boyutsal derinliğini, azametini,
Vahidiyyet'İn «tek»le-şen sırrında gizler. Zahir'de görünür, kendini Batın'da
gizler.
Bulunduğunuz konumdan
bakınca; ağaçlan, kuşları, dağları, vadileri görürsünüz. Kendi boyutunuzda
çokluğu algılar ve değerlendirirsiniz. Bir katman yukarı çıkıp baktığınızda,
boşlukta dönen masmavi bir kütle görürsünüz. Ağaçlar, kuşlar, dağlar, vadiler
yoktur artık. Hepsi «bir» olmuştur. O «bir» olan da dünyadır. Bu örnek,
Vahidiyyet'i anlatır.
Birkaç milyon ışık
yılı öteden baktığınızda, Samanyo-lu'nu, sigaranızın ucunda parlayan bir ateş
gibi görürsünüz. Yaklaştıkça büyür, genişler, açılır ve aynntılar ortaya
çıkmaya başlar. Onun, milyarlarca yıldızdan oluşmuş büyük bir galaksi olduğunu
algılamaya başlarsınız. Bir katman daha yaklaştığınızda, parlayan yıldızların,
aslında dev güneş sistemleri olduğunu görürsünüz. Daha yaklaştığınızda
gezegenleri görürsünüz. Bir katman daha aşağı indiğinizde, gezegenin aynntıları
açığa çıkmaya başlar. Denizleri, dağları, ovalan, vadileri görürsünüz. Gezegene
indiğinizde ise, kum taneciklerine kadar her şeyi görebilir-siniz. Düşünce
dalgaları, teklik boyutundan çokluk boyutuna işte böyle iner.
Kum taneciklerine
mikroskopla yaklaşırsanız, atomlarını görürsünüz. AtomaJtı boyuta indiğinizde,
fotonları görürsünüz. Foton boyutundan baktığınızda, madde yoktur artık.
Maddenin yok olmasıyla birlikte, çokluk da yok olur. Sadece fotonları
görürsünüz. Fotonların hareketleri o kadar hızlıdır ki, onları ayrı ayrı
zerrecikler halinde değil, tek bir yapı olarak algılarsınız. Bir sonraki boyuta
geçtiğinizde ise, çeşitli frekanslarda düşünce dalgalarıyla karşılaşırsa nız.
Her şey bu dalgaların içinde programlanmış bilgi ola-rak vardır. Madde artık
ona engel değildir. Çünkü, mad-de onun dışında değil, içindedir. Maddenin
bilgisiyle yüklüdür. Maddeyi açığa çıkaran odur. Madde, onun içinde sadece bir
tasarımdır. Teklik boyutu işte budur. Her şey, İçice tüm evrenlerin bilgisi ve
yaşam planlan, size göre «geçmiş» veya «gelecek» zaman süreçleri, tüm
boyutlarıyla sonsuzluk, bu düşüncede tasarım olarak mevcuttur ve kendi dışında
hiçbir şey yoktur.
Çokluk, bir aynntıdır.
Ve bu ayrıntı, çokluk boyutunda yaşayan içindir. Tek olarak görünen bedenin
aynntılanna indiğinizde, bedeni oluşturan sayısız moleküllerle karşılaşır
siniz. Daha alt boyuta indiğinizde, molekülleri oluşturan sayısız hücrelerle
karşılaşırsınız. Daha alt boyuta indiğinizde, hücreleri oluşturan atomlarla
karşılaşırsınız. Sizin tek olarak gördüğünüz hücrede, milyonlarca atomun
döndüğünü görürsünüz. Daha alt boyuta indiğinizde ise, atomun elektron-lannı
ve protonlarını açığa çıkaran fotonfarla karşılaşırsınız.
Her indiğiniz boyutta
titreşim hızı artar, frekans yükselir. Üst boyutlarda, titreşim hızı o kadar
yükselir ki, o titreşim hızında yaşadığınız bir saniye, kendi boyutunuzda
yüzlerce yıllık bir süreci kapsar. Kendi boyutunuzda yaşadığınız yüzlerce
yıllık hayat, üst boyutlarda bir «an» bile değildir. Hatta bu fark, bırakın
ayrı boyutları, aynı boyut içindeki değişik katmanlarda bile akıldışı ölçülere
ulaşır.
Atomlardan örülü
hücreler, hücrelerden örülü moleküller, moleküllerden örülü madde beden,
saniyede üçyüz bin kilometre hızla gelip geçen ışık zerrecikleriyle sürekli
görünüp kaybolmaktadır. Bu titreşim hızının çok yüksek olmasından dolayı,
maddeyi sürekli görünen haliyle algılarsınız. Bu, illüzyon değil de nedir?
Fotonların altına indiğinizde,
onları meydana getiren düşünce dalgalarıyla karşılaşırsınız. Teklik boyutu işte
budur. Parçalardan veya cüzlerden meydana gelmemiştir. Her şeyi kapsayan tek
şeydir. Yani, «ner şey» olduğu için, onun dışında başka bir şey yoktur. Veya
«tek şey» olduğu için, «her şey» onun içindedir.
Fotonların üst
boyutunda, evrenlerin ve tüm yaşam boyutlarının bilgisini içeren tek şey
vardır; düşünce dalgaları... Siz nasıl uzaktan baktığınızda, çok uzaklardan
baktığınızda, Samanyolu gibi dev bir galaksiyi, tek bir yıldız halinde
görürseniz, düşünce dalgalanndan baktığınızda, alt boyutların çokluğu yoktur.
Çünkü, o düşünce dalgala-nnın dışında, «çokluk boyutu» diye bir boyut yoktur. O
boyut, düşünce dalgalarında, «programlanmış bir bilgi» olarak vardır.
Allah, size «Vahid»
ismiyle tecelli ettiyse, tüm sıfatlar (Özellikler) sizde cem olur, bir olur.
Tasavvuf tekkelerin' de yapılan arınma çalışmaları buydu, iyilik ve kötülük sizde
cem olur. Sizi övenle, sizi yeren, sizde bir olur. Acıyla hüzün, açlıkla
tokluk, gülle diken, sizde aynı olur. Bu, yedinci bilinç katının bakış
açısıdır. Eğer Allah'ın bu ismi sizde tecelli ettiyse, siz eğer bu tecellinin
mazharı olduysanız, vahdet yolunda, teklik boyutunda, çokluğu algılamadan
yaşarsınız. Ve bu ismin anlamını açığa çıkarırsınız. Açığa çıkardığınız nedir?
«Allah» veya «Ehad» isimlerinin anlamlan değil; «Vahid» isminin anlamıdır.
Sîzde işiten ve konuşan, O'dur. Siz artık «siz» değilsiniz. Akıp giden ya-Şamla
bir bütünlük içindesiniz. Siz, her şeyle birsiniz. Her Şey de sizde birdir.
Arşa inen sıfatların
(anlamların) ortaya çıkış sürecini kbaşlatan Rahmanıyyet, kendi içinde çok
geniş, çok derin, çok kapsamlı olmasına karşın, kendinden önceki süreçlere
göre özel, hatta çok özeldir. Vahidiyyet süreci, her şeyi kendinde gizleyen bir
meyveyse, Rahmaniyyet süreci de, o meyvenin şifalı suyudur. Ama o meyveyi açığa
çıkaran ağaç da, Uluhiyyet sürecidir. Ağacın planını genetik programında
gizleyen çekirdek ise, Ehadiyyet sürecidir.
Rahman, tüm sıfatları
kendinde toplayan genel bir tecellidir. Sıfatların toplu duruşudur. Bu toplu
duruşundan dolayı, Rahman, tüm kemalleri kendinde toplayan kemal sahibidir.
Yarattıklarını kemale ulaştırmak için, onlara nimet verendir. Fakat, bu
nimetlerin içinde «sıkıntı» vardır. Bu sıkıntı, insanın «eksik» kemalinden
dolayıdır. Kemalini bulması, yani olgunlaşması için, bu sıkıntılar ona mutlaka
gereklidir. Çünkü, her küçük sıkıntı, ardından mutlaka büyük bir rahatlığı
getirir. Hazreti Peygamber (as), «her cüzi serde, külli hayır vardır» sözüyle
bunu anlatmıştır.
«Rahman» sıfatı, anlam
olarak, genel ve kapsamlı bir ifadeye sahiptir. Fakat, bu genel anlamın içinde,
«Allah, Ehad, Vahid, Hak, Kuddüs, Kadim, Hu» gibi ilâhi isimler yoktur. Sadece
sıfatların toplu anlamını içerir. Kapsamına aldığı bu sıfatlar, «Rahman» anlamı
içinde, bu anlamın ayrıntıları olarak vardır. «Rahman» sıfatı, kapsamlı olması
bakımından, «Allah» ismine benzemektedir. Fakat kendisi, «Allah» isminin ifade
ettiği genel anlam içindedir.
Karaciğeriniz sadece
safra salgılıyor, «hüzün» salgılamıyor. Safrakesenizden «cesaret» de
damlamıyor. Kalbiniz ise, sadece kan pompalıyor, «sevgi» üretmiyor. Öyleyse
nerden geliyor? Ataklığınız, cesaretiniz, sevginiz, hüznünüz, aşkınız,
tutkularınız, meraklarınız nerden geliyor? Hayır, bu duygular beyninizde de
üretilmiyor. Yediklerinizi yakarak enerjiye dönüştürdüğünüz biyolojik olarak
doğrudur. Fakat o enerjiyle hareket ediyor ve yaşamınızı sürdürüyorsunuz.
Yediğiniz domatesleri, pırasaları yakarak, «sevgi» mi üretiyorsunuz?
Saldırganlığınızı, vahşiliğinizi, yediğiniz kebapları yakarak mı
üretiyorsunuz?
Üst bilinç katlarında,
«sevgi»ye dönüşebilecek düşünce dalgalarını algılarsınız. Alt bilinç
katlarında algıladığınız düşünce dalgalan, «sevgi» enerjisi taşımayan düşük titreşimli
dalgalardır. Bu dalgalarda eğer «sevgi» yoksa, açığa çıkacak duygu,
«nefret»tir.
Rahman, size «sevgi»
göndermediyse, sizde «nefret» açığa çıkar. Tıpkı, ışıksız bir ortamın,
karanlıkta kalması gibidir. Rahman, size «tevazu» dalgalan göndermediği için,
böyle «kibirli» olursunuz, Sizi, «hoşgörü» sıfatından yoksun bıraktığı için,
böyle «kindar» olursunuz. Bütün bunlardan yoksun bırakılmanızın nedeni, onlan
tercih etmediğiniz içindir. Size, kendi tercihleriniz gelir. Ne isterseniz,
size o verilir.
En temelde,
yaratılışta şu vardır; sadece insanın değil,
tüm varlığın hayatı,
Allah'ın «Hayy» olan sıfatıyla kaimdir. Yani, tüm hayatlar, hayatını O'ndan
alır. «Ol!» emriyle taşı yaratır. Hayat soluğunu üflediği zaman, taşa can verir.
Atomlarda ve hücresel yapınızda tıkır tıkır çalışan ve hiç aksamayan sistem,
ilmin tecellisidir. Bunların, «ol!» emriyle hiç yoktan var olması, kudretin
tecellisidir. Bütün bunları istemiş olması da, iradenin tecellisidir. En temelde,
yaratılış kanunlarında bunlar vardır.
Fakat, «Rahman»
sıfatının ve kapsamında bulunan diğer sıfatların tecellisi, hayatın
işlerliğini kazandıran başka bir tecellidir. Her şey gibi, bu da Uluhiyyet
yasalarıyla çalışır. Uluhiyyet yasalarıyla çalışan hiçbir şey sorgulanamaz.
Ona karşı koyulamaz. O yasalar, hiçbir şekilde değiştirilemez. Zaten buna
kimsenin gücü yetmez. Peki o yasalar karşısında nasıl bir tutum sergilenir? Ona
sadece rıza gösterilir ve sadece uyum sağlanır.
Bu uyumdan, ahenkli
bir melodi yükselir. Farklı frekansların oluşturduğu armoninin bir parçası
olursunuz. Ama bu yasalara karşı çıktığınızda, ahengini ve düzenini bozduğunuz,
uyum sağlayamadığınız armoni orkestrasından dışarı atılırsınız. Bütün
orkestralar, armoni ve senfoniler, sizin dışınızda kalır. Bu uyumlu bütünün
parçası olamayışınız, sizde derin bir pişmanlık duygusu yaratır. Armoniyi
dinleme zevkinden yoksun kalmanız, sizi derinden yaralar, üzer ve
hüzünlendîrir. İşte bu duygular, sizin cehenneminiz olur. Yoksunluklar
ülkesinde, mahrumiyet bölgelerinde sürgün hayatı yaşarsınız.
Hayatı olduğu gibi
kabul ettiğinizde, yani Uluhiyyet yasalarına uyum sağladığınızda, bu böyle
olmaz. Mutlu olursunuz. Çünkü, bu uyumdan dolayı frekansınız yükse-lir ve
yüksek düşünce dalgalarına ulaşırsınız. Bu dalgalardan da, sevgi ve haz
duygulan üretilir. Bu duygulardan da mutluluk doğar.
Tecelli işte budur.
«Rahman» sıfatı kapsamında bulu-nan sonsuz sıfatların tecellisi, birbirine hiç
benzemeyen kişilikleri ortaya çıkarır. Bu nedenle, hiçbir insan, diğeri' nin
aynı değildir. Sıfatların, veya bu soyut anlamların bileşiminden, sonsuz
sayıda kişilikler ortaya çıkar. Bu, usta bir ressamın, çeşitli renkleri
karıştırarak, yeni renk tonları bulması gibi, veya usta bir komponistin, sekiz
notadan muhteşem bir senfoni çıkarması gibidir.
Bir sıfatın sizde
«tecelli» etmesi başka şey, sizin o sıfa-ti «açığa» çıkarmanız başka şeydir.
Sözgelimi, «Gafur» sıfatının tecellisine mazhar olursanız, günahlarınıza rağ'
men bağışlanırsınız, Fakat bu sıfatın anlamını, başkasını bağışlayarak açığa
çıkarırsınız. Bunlar birbirinden çok
farklıdır. Hem farklıdır, hem aynıdır. Çünkü, bir sıfat sizde eğer tecelli
etmişse, siz o sıfatı açığa da çıkarırsınız. Hem o tecellinin anlamına muhattap
olarak bağışlanırsınız; hem de, o sıfatı eyleminizle açığa çıkararak bağışlarsınız.
Ya tecelliye mazhar olduğunuz için, o sıfatı açığa çıkarırsınız, ya da
eyleminizle açığa çıkardığınız için, o sıfatın tecellisine mazhar olursunuz.
Burda, çekirdek ve ağaç döngüsüne veya yumurta ve kuş döngüsüne benzeyen bir
durum söz konusudur. Ama nasıl olursa olsun, bunlar birbirini çeken ve
birbirini dengeleyen enerjilerdir. Haz-reti İsa'nın (as), «yargılayan
yargılanacak, affeden affedilecektir» sözü bunu anlatır.
Eyleminizle
«höşgörü»yü açığa çıkarırsanız, bu sıfatın tecellisine mazhar olursunuz. Yani,
siz de hoşgörüyle karşılanır, affedilirsiniz. Rahman, tüm kusurlannızı silip
atar. Eyleminizle bu sıfatı açığa çıkarmazsanız, sizde bu anlamın tecellisi
olmaz. İnsanlara hoşgörüyle yaklaşmazsanız, onlann kusurlarını Örtüp
bağışlamazsanız, onlan suçlayıp, yargılayıp, mahkum ederseniz ve bütün bunları
zevkle yaparsanız, sonra hangi yüzle Rahman'dan bağışlanma dilersiniz?
Hazreti İsa (as),
«neyle ölçersen, onunla ölçülürsün» derken de bunu anlatmak istemiştir. İnsan,
gramla verirse, gramla alacaktır. Kiloyla verirse, kiloyla alacaktır. Ne kadar
severse, o kadar sevilecektir. Ne kadar affederse, o kadar affedilecektir.
Eylemleriyle bu sıfatları açığa çıkarmadıysa, bu sıfatların tecellisi onda
olmayacaktır. Hayat programlarına işlerlik kazandıran Uluhiyyet yasaları
budur.
Siz, mala «sahip
olma»yı ve onu biriktirerek güvenliğinizi sağlamayı, belki de onu bir «güç»
olarak insanlar üzerinde kullanmayı tercih ederseniz, bu tercihiniz, sizde
dü-ŞÜk frekanslı bir bilinç merkezi açar. Sonra da, bu düşük frekansınızla, hep
düşük titreşimli düşünceleri kendinize çekersiniz. Bu dalgalarda pozitif
enerjiler, yani olumlu duygular olmadığı için, sizde negatif enerjiler, yani
olumsuz duygular açığa çıkar. Frekansı düşük arzularınız, size tşığı değil,
karanlığı çeker. Veya ışığı çekmediğiniz için karanlıkta kalırsınız.
Takdir edildiyse,
cimriliğinizle savaşmaya yönlendirilirsiniz. Üst bilinç merkezleriyle iletişim
kurarak, yüksek titreşimli düşünce dalgalarına ulaşırsınız. Takdir edildiyse,
böyle takdir edilir. Beyninizin kapalı bölümleri açılır ve siz daha önce
algılayamadığınız gerçekleri algılamaya başlarsınız. Cimriliğinizle savaşmaya
yönlendirilmiyor, üstelik, bu cimriliğiniz size «süslü» gösteriliyorsa, bu da
bir takdiri ilâhidir. Söylenecek hiçbir söz yoktur. Çünkü var-lık, ne için
yaratıldıysa ona yönlendirilir. Merkezinde dönüp durduğunuz enerji odaklarını,,
iradenizle siz yaratırsın niz. Siz ne isterseniz, size o verilir.
Dönüp kendinize bir
bakarsanız, hangi sıfatları açığa Çıkardığınızı, hangilerini açığa
çıkaramadığınızı anlayabilirsiniz. Bunu anlarsanız, sizde hangi sıfatların
tecelli etti' ğinİ ve hangilerinin tecelli etmediğini de anlarsınız. Yaşamınızı
ona göre yönlendirirsiniz. Doğru ibadet budur. İbadetin anlamı ve içeriği
budur. İbadet, dogma kalıplar ve şekilcilik değildir. Sünnete uymak da,
taklitçilik değil, özü yakalamaktır.
«Rahman» sıfatının
kapsamında bulunan sıfatların tamamı, üç ana kümede toplanmıştır. Bunlar,
nimetlerin kaynağı olan «cemal» sıfatlan, sıkıntıların kaynağı olan «celal»
sıfatları, nimetlerin ve sıkıntıların ortak kaynağı olan «kemal» sıfatlandır.
Sayısız sıfatların tamamı, bu ana kümelerden birindedir.
Sıfatlar arasındaki bu
farklılık, insan açısından bakıldığı zaman ortaya çıkar. Rahman açısından
bakıldığında, bunların hepsi nimettir. İnsana sıkıntı vermesi, onun kemalinin
eksikliğindendİr. Mesela, «cemal» sıfatları, hastaya «bal» vermek gibidir.
Onunla sağlığına kavuşur ve kemaline ulaşır. Buna karşılık, «celal» sıfatları,
hastaya «acı ilaç» vermek gibidir. Onlar da, onunla sağlığına kavuşur ve
kemaline ulaşır. Sonuç olarak, her iki tecelliye mazhar olanlar da kemalini
bulur, yani olgunlaşır.
«Kemal» sıfatları ise,
hastaya, içine acı ilaç katılmış balı vermek gibidir. Bu kişi de, onunla
sağlığına kavuşur ve kemaline ulaşır. Aslında bu sıfatların hepsi de nimettir.
Bu nimetlerden bazılarının insana «sıkıntı» veriyor olması, onun kemalinin
eksikliğindendİr. Rahman Allah dileseydi, insanı elbette tam kemaliyle
yaratırdı. Bu durumda, kemalini bulması için, insanın sıkıntı çekmesi
gerekmezdi. Ama o zaman «insan» değil, «melek» olurdu. İnsanın var oluş nedeni,
«var olduğu hali»ni gerektirmiştir.
Maddi veya manevi bir
sıkıntıya düşebilirsiniz. Bu sıkıntı, eğer düşük bilinç katlannda
yaşıyorsanız, sizin felaketiniz olur. Acı ilaç budur. Yüksek bilinç katlarında
yaşıyorsanız, bu sıkıntıyı hissetmezsiniz. Nasıl hissetmezsiniz? Çünkü, onu
«sıkıntı» olarak değil, sizi uyaran bir «haber» olarak algılar ve ondan ders
çıkarırsınız. Ders çıkannca, «zararlı» olan bir durumu «yararlı» bir hale
getirirsiniz. Böylece, başkaları için «acı ilaç» olan sıkıntılar, size «bal»
olur.
Bilinç atlama sürecine
girdiyseniz, iradeniz sizi bir arayışa yöneltir. Bu arayış sürecinde, sizde
tecelli eden, «kemal» sıfatlarıdır. Sıkıntıyı derinden hissederek yaşarsınız.
Bu sıkıntılardan ders çıkarabil irsen iz, acı ilacın içindeki balı farketmiş
olursunuz. Bu, sizin bilinç atlamanıza neden olur. «Takdir edildiyse, Allah'ın
rahmeti size ulaştıy-sa, hidayete ereniereden olursunuz» diye ifade edilen sözün
anlamı budur.
Ders çikaramadıysanız
ve o sıkıntıların içinde kaybolup gittiyseniz, tattığınız şey, sadece acı bir
ilaçtır. Size sunu-lan sıkıntının içinde hiçbir nimet yoktur. Aslında, size
ge--len sıkıntıdan gereken dersi çıkarmamakla, o sıkıntının içindeki nimeti
«siz» istemediniz. Acı ilacın içindeki balın ayırdına varamadınız ve tadını
alamadınız. Tattığınız şey, bu yüzden sadece «acı bir ilaç» olarak kaldı. Bu
durumda, bilincin üst düzeylerine sıçramak yerine, alt düzeylerine inersiniz.
«Takdir edilmediyse, Allah'ın rahmeti size ulaşmadıysa, hidayete eremezsiniz»
sözüyle ifade edilen anlam da iş^e budur.
Hazreti Peygamber
(as), bu hayat realitelerini, daha sade ve daha anlaşılır cümlelerle ifade
etmiş ve demiştir ki; «ümmetimin şifası; ya Kuran ayetinde, ya bal yemekte, ya
da ateşte dağlanmaktadır. Fakat, ümmetimin dağlanmasını arzu etmem.»
Bu Hadis; açık bir
şekilde, «cemal» sıfatlarının, «celal» sıfatlarının ve «kemal» sıfatlarının
tecellisini anlatmaktadır. İradenizle cömertliğe yönelirsiniz. Bu sıfatı
eyleminize döktüğünüzde, siz artık «cömert» olursunuz. Sizin bu eğiliminiz,
frekansınızı oluşturur. Frekansınızı; Özgür iradeniz, yönelimleriniz,
eğilimleriniz, tercihleriniz oluşturur ve bu titreşim dalgalan, renkli ışık
hareleriyle sizi sarmalar. Sizi sarmalayan bu ışık dalgalan, kendi titreşimine
uy-gun düşünceleri çeker.
Işık zerrecikleri
halinde beyninize giren bu düşünceler, elektrik akımlarına dönüşerek, sinir
hücreleri tarafından, bedeninizin en ücra noktalarına, saç tellerinizin ucuna
kadar dağılır. Bilgi içerikli bu elektrik akımları, beyninizin ilgili
bölümlerinde, kendi frekansına uygun enerjilere dönüşerek, Öİüm-Ötesi boyuta
götürmeniz için, ruhunuza duygu olarak kodlanır.
Algıladığınız yüksek
frekanslı düşünce dalgalan, eyleminizde «cömertlik» olarak açığa çıktığında;
sevinç, huzur, mutluluk gibi duygulan, derinden hissederek yaşarsınız. Duygu
belleğinize kodlanan pozitif enerjiler işte bunlardır. Bu enerjilerle
frekansınız daha da yükselir. Yükselen frekansınızla daha yüksek titreşimli
düşüncelere ulaşırsınız. Ulaştığınız bu düşüncelerle, daha büyük duygular
üretirsiniz. Sıfatlar, sizde işte böyle tecelli eder. Onları açığa çıkardıkça
daha çok alırsınız. Aldıkça daha çok çıkarırsınız. Hazreti İsa'nın (as),
«olana verilecek, olmayandan alınacaktır» sözü bunu anlatır.
Hayatın açığa
çıkardığı «Hayy» sıfatı, iradenin açığa çıkardığı «Mürid» sıfatı, kudretin
açığa çıkardığı «Kadir» sıfatı, ilmin açığa çıkardığı «Alim» sıfatı ve buna
benzer sıfatlar... Mesela kelamın ortaya çıkardığı «Kelim» sıfatı... Görme ve
işitme özelliklerini ifade eden «Basir» ve «Semi» sıfatlan... Bilinen ve
bilinmeyen bu tür sıfatlar, «duygu ifade etmeyen» sıfatlardır. Bunlar,
Rahmaniyyet sürecinden önce mevcut olan kadim güçlerdendir ve «ilâhi»
sıfatlardandır. Ama, «Rahman» kapsamında bulunun bütün sıfatlar, «duygu»
kökenlidir; merhamet eden, acıyan, seven, bağışlayan, sorgulayan, yargılayan,
veren, hükmeden, koruyan... Kime merhamet edecek? Kimi sevecek, kimi
bağışlayacak? Elbette yarattıklarını... Öyleyse, «Rah-man» kapsamında bulunan
sıfatların hepsi, «yaratığa dönük» sıfatlardır.
Sıfatların hepsini,
«Rahman» kapsamında, «cemal» sıfatlan, «celal» sıfatlan ve «kemal» sıfatları
olarak, üç ana kümede toplamış olan Rahmaniyyet; renkler benzetmesinde, sanki
tüm renklerin anası olan beyazdan, üç ana rengin açığa çıkması gibidir.
Sıfatlan, üç ana kümede toplayan Rahmaniyyet, bu bakımdan, beyazın açığa
çıkardığı üç ana renge benzemektedir. Bu üç ana rengin, tüm renk tonlarını
kendi içinde saklaması ve daha sonraki süreçte, bu sonsuz renk tonlarını açığa
çıkaracak olması, sanki «Rahmaniyyet» anlamını ifade etmektedir.
«Kemal» sıfatları,
ilâhî iradeyle, birbirinin karşıtı olan «cemal» ve «celal» sıfatlarının sentezi
olmuş; merkezi, dengesi, odak noktası olmuştur... Fakat, burda hatırlanması
gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. Allah'ın rahmeti, gazabını Örtmüştür.
Bu ifade, «cemal» sıfatlarının, «celal» sıfatlarına olan üstünlüğünü ve
hakimiyetini anlatır. Tüm boyutlarıyla evreni ayakta tutan güç, Allah'ın
rahmeti, yani «cemal» sıfatlandır.
Düşüncenin düşük
frekansları, daha düşük frekansları, en düşük frekansları, evrenimizi oluşturan
nicel birikimlerdir. Ama, evrenimizden daha düşük bir boyut, negatif bir
açılımı gerektirmiştir, işte bu açılım, cehennemleri açığa çıkarmıştır. Allah,
rahmetinden dolayı, bir noktadan sonra bu negatif açılımlara izin vermemiştir.
Ara frekans-larıyla kendi içinde derinleşen cehennemlerden öte geçit yoktur.
Bu, «cemal» sıfatlarını, «celal» sıfatlarına üstün kıldığının ifadesidir. Bu
nedenle, iyilik kötülüğü örtmüş, se-vaplar günahlan silmiştir. Bu nedenle,
tövbe kapıları açık bırakılmıştır. Sevgi, bu nedenle nefrete baskın çıkmıştır.
Melekler, şeytandan bu nedenle daha üstün ve daha güçlüdür.
Rahmaniyyet mazharı,
duygulann muhteşem bir dal-galanışıdır sanki. Aşkın, sevginin, coşkunun, var
oluşun mucizeleridir bunlar. Sanki dev dalgalara dönüşen duygulardan, bu soyut
anlamlardan, ufukları nurlu sıradağlar yaratılır. İradenin muradı
doğrultusunda; yapan, yaratan, açan, yayan, genişleten bir gücü, insan aklının
ötesinde, muhteşem bir gücü vardır. Evren içinde evrenler yaratır. Uzayıp giden
yaşam zincirleri oluşturur. Zaman içinde zamanlar yaratarak, sonsuzlaşır,
derinleşir ve bu azamet ortaya çıkar.
Rahmaniyyet, sonsuz
bir deryanın, durmadan devinen, yükselen dalgalan gibidir. Yükselen bu dev
dalgalar, yükselen duygulann gizemli gücüdür. Sevgidir, coşkudur,
yaratıcılıktır. Bu duygulann, taa dipten, deryanın dibinden vurup gelen güçlü
sesleri işitilir.
Sıfatlar sanki
birbirini üreterek çoğalmışlar, nurlu ırmaklar gibi kol kol akıp gelmişler,
Rahmaniyyet denizinde buluşup, «Allah» ismine yönelmişlerdir. Bunu anlatamazsınız.
Çünkü, bu azamet, «azamet» kelimesine sığmaz. Bu azamete, düşüncelerinizle de
ulaşamazsınız. Rahman fezasına gönderdiğiniz düşünceler, yorgun ve şaşkın
olarak tekrar size döner. Sınırlısınız. Sınırlannız var, ufukların ardını
göremezsiniz. Ve susarsınız... Tüm inancınızla, ikrarınızla, imanınızla,
ikânınizla secdeye varırsınız.
Susarsınız... Çünkü
şimdi artık susma vaktidir. Dalgaların yükselen uğultusu, uyumlu bir senfoniye
dönüşerek, yüreğinize akar. Önce kaderi yazılır varlığın. Varlığın kaderi,
evrensel harflerle genetik belleğine kodlanır. Ve cennetler zahir olur cemal
sıfatlarından. Ve celal sıfatlarından cehennemler zuhura çıkar. Ve simsiyah,
gizemli bir boşluk kuşatır madde boyutunu.
Sarma! galaksiler, oval galaksiler süsler uzayı. Görkemli ateş
toplarıyla ısınır evren. Nurlanyla, bin yıllık yolları aydınlatır güneşler.
Ilık yaz akşamlarında, okyanusla kucaklaşır yıldızlar. Işıkların dansını
izlersiniz suların ışıltısında. Ay, hep gülen yüzünü gösrsnr ve büyülenmiş gibi
semah döner dünyanın çevre^ sinde. Ve bir tohum düşer toprağa... Ve bir tohum
daha düşer... Sonra rahmet damlaları iner gökten. Ve bir ağaç filizlenir
baharda. Ve bir kuş öter şafak atarken. Ve insan yaratılır... Varlıklar içinde,
en güzel insan yaratılır. Ve böylece bitmeyen serüveni başlar insanın.
Belki de, her şey, tüm
alemler, İnsan için yaratılmıştır. Sadece insan için... Çünkü insanı
sevmiştir. Ve ona kendi ruhundan üflemiştir. Kendi üstün özelliklerini ona
hibe etmiştir. İnsanı güzel yaratmış ve bu güzellikle onu onurlandırmış, şeref
vermiştir. Arş'dan yeryüzüne onun için kitaplar indirmiş, peygamberler
göndermiştir. Meleklere, onun önünde secde etmesini emretmiştir. Belli ki, çok
sevmiştir insanı.
Yeryüzünü önün için,
gökyüzünü onun için yaratmıştır. Yıldızlardan taç yapmıştır başına. Güneşi ve
ayı onun için... Havayı, suyu, bulutu, yağmuru, rüzgârı, tohumu onun için,
mevsimleri onun için yaratmıştır. Cennetleri onun için zuhura çıkarmıştır.
Şeytanı onun yoluna dikmiş, melekleri onun için yaratmıştır. Onun için, Rahim
olmuş, Gafur olmuş. Gaffar olmuş, Kahhar olmuştur. Belli kİ, insanı çok
sevmiştir.
Sonsuzluğu onun için
yaratmış ve sonsuzluğu ondan yaratmıştır. Onun için, mavi gezegeni bir gemi
gibi yüzdürmüştür uzayda. Atmosferi, mavi ipekten bir tül gibi onun için
dolamıştır dünyanın başına. Taş yağmasın istemiştir gökten. Süzülsün istemiştir
güneşin zehiri. Mavi tülde süzülsün de gelsin. İstemiştir ki, rahmet damlaları
insin yere. Nur yağsın, ışık yağsın, bereket yağsın gökten. İnsanı sevmiştir
besbelli.
Okyanustan, mavi bir
çarşaf gibi onun ayaklan altına sermiştir. Yer sallanmasın diye dağlan onun
için dikmiştir ufuklara. Vadileri onun için, ovalan, çölleri, akarsulan onun
için yaratmıştır, inciri, hurmayı, üzümü, tütünü, çayı ona vermiş... Yeşili,
sarıyı, laciverti onun için... Papatyayı, laleyi, sümbülü onun için
yaratmıştır. Ne yaptıysa, in-san için yapmıştır. Belli ki, çok sevmiştir
insanı.
Rahman, kendi
kapsamında bulunan sıfatların sayısız an--lamlanyla alemlen yaratan, her an
yeni bîr şanda bulunan, yarattığj alemler üzerinde dilediği gibi tasarrufta
bulunan ve yarattıklarını gerekirse «sıkıntı» veren hallerle kemale ulaştırandır...
Rahman, en genel anlamıyla budur. Yarattıklarını, gerekirse «sıkıntı» veren
hallerle kemale ulaştırandır...
Yaratma, yaşatma,
çeşitlilik, süreklilik, açılma, genişle' me, derinleşme, evrimleşme... gibi
sonsuz sayıda anlanvlar içeren bu sıfatlar, çeşitliliği ve zenginliği
bakımından yatay bir genişlik ve sonsuzluk yarattığı gibi, anlamlarının
derinliği bakımından da, dikey bir sonsuzluk yaratmıştır. «Rahman» kapsamında
bulunan bu sıfatların tümü, ilâhi bir sırla Arş'a inmiş ve «ol!» emriyle
tecelliye ilk orda başlamıştır. Bunlar, içice tüm evrenlerin, zaman
süreçlerinin ve yaşam boyutlarının planını içeren soyut anlamlardır.
Sıfatlar, ayrı renk
tonlarında titreşerek, nur kıvılcımları gibi inmiştir. Belki erguvani titreşimli
nur huzmeleri açılmıştır önce... Ve içinden «cemal» sıfatlan çıkmıştır. Son-ra
reyhani titreşimli nur kıvılcımları açılmış ve «celal» sıfatla' n çıkmıştır.
Belki, daha sonra zeytuni titreşimli nur huzme-Seri açılmış ve içinden «kemal»
sıfatlan çıkmıştır.
Belli ki, burda
muhteşem şeyler olmuştur... Rahman fezasından sıfatlar inmiştir Arş'a... Uyumlu
titreşimleriyle belki bir şarkı gibi inmiştir. Belki dans ederek, belki semada
hareler çizerek... Sonra toplanıp cem olmuşlar, yedi evrenin uzay boşluklarını
açarak, geçtikleri her yere hayat soluklan, hayat kıvılcımları bırakmışlardır.
Bu sıfatlar, hayat
gibi şekillenip, düşünce gibi akan so-yut anlamlardır. Ana renklerden, sonsuz
renk tonlarını çıkarmıştır. Sekiz notadan, muhteşem bir armoni orkestrası
doğmuştur. Birkaç harften, sonsuz sayıda sözcükler türemiş ve her sözcük,
kendi anlamını yaratmıştır. Dokuz rakamın birbirini tekrarlamasından, sayılann
sonsuzluğu ortaya çıkmıştır. Düşünceden ışığa, ışıktan atoma, atomdan madddeye
uzanan sonsuzluk böyle yaratılmış, tüm yaşam boyutları ve zaman süreçleri böyle
yaratılmıştır.
Rububiyyet, sıfatların
topluca Arş'a inmiş olmasını ve orda «tek anlam»da toplanmış olmasını anlatan
bir anlamdır. Rububiyyet, kısaca söylemek gerekirse, bütün sıfatların «tek anlam»da
toplanmış olmasıdır. Bu sıfatların toplandığı yer, Arş'dır. Bu sıfatların
toplandığı tek anlam ise, Rab'dır... «Rab» dediğinizde, içerdiği tüm sıfatlann
anlamlarıyla birlikte, Allah'ın sadece bir özelliğini ya da sıfatını
vurgulamış olursunuz. Rab, Allah'ın bir yönünü, sadece bir yönünü ön plana
çıkaran, ama içerdiği sıfatlann anlamlarıyla derinleşen bir özelliktir.
Rab, Rububiyyet
mazharında tecelli eden Zat'ın sıfatıdır, Tüm sıfatların anlamlannı kendinde
toplayan, kapsamlı bir anlamdır. Ama kendisi de, «Rahman» sıfatının ifade
ettiği daha genel bir anlamın kapsamındadır. «Rah-man» ise, «Allah» isminin
ifade ettiği anlam içindedir.
«Ehad» isminin, altını
çizerek vurguladığı anlam daha baş-kadir. Bu isim, Allah'ın sırn, gizemi,
bilinmeyen özelliğidir. Kendi anlamından başka, içerdiği herhangi bir anlam
yoktur. Kendi dışında hiçbir anlam bırakmayan bir sonsuzluk ve tek-lik olduğu
için, buna zaten gerek de yoktur. Kapsamında kendi anlamından başka bir anlam
olmadığı gibi, kendisi de, başka bir anlamın kapsamında değildir. Yani,
kendisi hiçbir yerde tecelli etmemiştir, kendisinde tecelli eden bir şey de
yoktur. Sadece kendisi olarak vardır. Hiçbir yaratığın, hiçbir aklın, hiçbir
ilmin açıklayamayacağı bir sır, bir giz, bir mucizedir. «Vahid» ismi ise,
Allah'ın başka bir yönünü, başka bir özelliğini anlatır. Nedir bu özellik? Her
şey, O'nun indinde, «bir» olarak, «tek» olarak vardır. O'nun İndinde çokluk
yoktur.
Allah ve insan
ilişkisinde, insanın genelde muhattap olduğu özellik, «Rab» Özelliğidir. Bir
devlet başkanı, sevgisinden dolayı çocuklara ders verirse, çocuklar onun
sadece «Öğretmen» özelliğini algılayıp
değerlendirir. Çocuklar, onun
nasıl devlet başkanı olduğunu, devlet başkanlığının nasıl bir şey olduğunu,
hangi konularla uğraştığını, ülke bütçesini nasıl dengelediğini, emrinde
kimleri çalıştırdığını, kaç kişi çalıştırdığını bilemez. Zaten onun bu yönleri,
konumlan gereği çocuklan pek ilgilendirmez. Devlet başkanı, onlar için sadece
Öğretmendir. Gerekli bilgileri öğretir... Ev Ödevleri verir. Ev ödevlerini
yapmayınca kızar. Kızınca, insanın kulaklarını çeker. O'nun sevgisini ve
ilgisini kaybetmekten korkmak ve çekinmek lazımdır. İnsanın, Allah'la olan
ilişkilerinde, «Rab» özelliği İşte böyle ön plana çıkar.
Devlet
başkanıyken, «öğretmen» olmasının
nedeni, çocukların varlığıdır. Çocuklar olmasaydi, devlet başkanı olarak
kalırdı. Fakat, çocukları ortaya çıkaran kendisidir. Onun «Öğretmen» olmasını
gerektiren neden ise, çocukların varlığıdır. «Rab» sıfatıyla kul arasında
böyle bir ilişki vardır. Diledi ve yarattı. Yarattıklarına hükmetmek ve onları
yönetmek için Arş'a indi. Bunun anlamı nedir? «Rab» ile sıfatlandı. Niçin?
Çünkü Abd (kul) «Rab»bı gerektirdi. Rab, tüm varlıkları, kendine kulluk
etmeleri için yaratmıştır. Kulluk etmemek mümkün değildir... Çünkü, yaratılışın
doğasında «kulluk» vardır. İnsan, belli sıfatlarla kuşatılmış, kayıt altına
alınmıştır. Bu sıfatların, kendiliğinden çalışan bir programı vardır. Programı
neyi gerektirirse, İnsan onu yapar, O programa uygun eylemler yapar ve bu
eylemleriyle de kendi sıfatlarını açığa çıkarır.
Cahil, cimri, cesur,
atak, utangaç, tutumlu, sevecen, kibirli... Kıskanç, kindar, mütevazi... Bu
programlanmış anlamların dışına çıkması, bilincin boyutsal katlarını değiştirmedikçe,
İnsan için olanaksızdır. Bu sıfatlar, ister is-temez, eylemleriyle onda açığa
çıkacak ve böylece kulluğunu yapmış olacaktır. Sizin, kulluğu istememeniz,
elma ağacından armut çıkması, ya da kuş yumurtasından kurbağa çıkması
demektir. Kısaca, her şey nasıl programlan dıysa öyle çalışır.
Yaratılmış hiçbir
varlığın, kendi programı dışına çıkması söz konusu değildir. Bu varlıklar
içinde, sadece insan, bilincinin üst boyutlanna geçtikçe, bilinç katlan
arasında bir sıçrama yaptıkça, programını değiştirecek veya kendini yeniden
programlayabilecek bir yeteneğe ve donanıma sahiptir. Fakat, onun bu programını değiştirmesi ya da
kendini yeniden programlaması, «programın dışına çıkması» anlamına gelmez.
İnsan budur... Programını değiştirebilecek veya kendini yeniden programlayabilecek
bir donanıma sahiptir, öyle programlanmıştır ki, kendi kendini program'
Iayabilsin... Onun, kendi programını değiştirebilme yete-neği ve iradesi, bunu
istemesi, arzulaması ve gerçekleştirmesi, onun dışında başka bir
programlamadır.
Düşük bilinç
katlarında yaşamaya ve onun programına uymaya zorunlu değilsiniz; bilinç
atlayabilir ve kendinizi yeniden programlayabilirsiniz. Bunun anlamı şudur;
sizi kuşatan kaderinize mecbur değilsiniz, kaderinizi değiştirebilirsiniz...
Ama siz eğer tercihlerinizle oluşturduğunuz
düşük bilinç katlarında kalmaya ısrarlıysanız, o bilinç katlarının
programını yaşamaya da zorunlusunuz. İşte bu zorunluluk, sizin kaderinizdir.
Bu program, sizi kuşatan kaderiniz olur.
Sizin «inançlı» veya
«inançsız» olmanız, tercihlerinizle oluşmuş bir programdır. Kendinizi
istediğiniz gibi programlayabilir ve o programı yaşayabilirsiniz. Kendinize
bir senaryo yazıp, sonra o senaryoyu oynayabilirsiniz. Ama yazdığınız
senaryoyu oynamak ve o programa uymak durumundasınız. Daha doğrusu, buna
zorunlusunuz. İşte bu «zorunluluk» sizin kaderinizdir. Mecbur olduğunuz
kaderiniz... Kulluğunuzu böyle yaparsınız. İnanmanız veya inanmamanız, «kulluk
yapıyor» veya «yapmıyor» olmanız anlamına gelmez. Siz inansanız da,
inanmasanız da, kulluğunuzu yaparsınız. Çünkü, Rabbın denetimi ve ku-şatımı
altında olmayan hiçbir varlık yoktur.
Rab, tüm varlıkları
yöneten, programını oluşturan ve onları programına göre olgunlaştıran, kemale
ulaştıran demektir.... O, kendi zatıyla tüm kemal sıfatlarına sahip olan ve
yarattıklarını gerektiği biçimde kemale ulaştıran Kâmil'dir. Mülkünde mutlak ve
yegâne tasarruf sahibi olan Melik'dir...
Daha açık bir
ifadeyle, Allah, tüm yarattıklannı programlayarak yönetir. Size, inancı veya
inançsızlığı programlamaz. Böyle olsaydı, sorumlu tutulmazdınız. Sizi, kendi
kendinizi programlayabileceğiniz bir donanımla yaratır. Yani siz, kendi
kendinizi programlayabilecek bir programla programlısınız. Kaderinizi kendi
kaleminizle yazarsınız. Size «kader» yazılmamıştır, ama kaderinizi yazamanız
yazılmıştır.
Bilgisayar
mühendisinin, bir bilgisayar tasarımlayıp yaptığını düşünün. Bu bilgisayara,
hangi kapasitede ve yetenekte bir program yüklerse, bilgisayar o yetenekle ve
kapasiteyle çalışır. Mühendis, beğenmediği programı bilgisayara kendisi
yüklediği için, bu durumda onu suçlayamaz.
Aynı bilgisayar
mühendisi, öyle bir bilgisayar tasarımlasın ki, bu bilgisayar, kendini
programlayacak bir yeteneğe ve donanıma sahip olsun. Programını seçerken de,
tercihinde özgür olsun. Kendi tercihi olan programla çalışsın ve çıkardığı işi
sabit diskine dosyalayıp arşivlesin. İnsanın durumu işte budur. Duygu belleğine
arşivlediği her neyse, ondan sadece kendisi sorumludur.
Kendi varlığıyla kaim
olan ve kudretiyle tüm varlığı yaratıp ayakta tutan Kayyum' dur. Tüm
yarattıklarının hitaplarını algılayan Semi'dir. Yarattıklarının her halini algılayan
Basir'dir. Ve onlarla konuşan Kelim'dir. İradesini, dilediği anda, dilediği
şekilde, dilediği gibi ortaya çıkaran Mürid'dir. Yarattığı evrenlerin tek
sahibi olmasından dolayı Malik-el Mülk'dür. Habir olduğu için, varlığın kendisinde
olarak varlıktan haberdar olur. Gaffar olduğu için, dilediği tüm suçları
bağışlar. Başlangıcı olmadığı için Evvel, sonu olmadığı için Ahir'dir. Her
şeyde algılanabildiği için Zahir, ve hiçbir şeyde algılanamadığı için
Batın'dır. Varis'dir, Hamid'dir, Sultan'dır...
Sıfatların hepsi,
Rububiyyet mazharında tecelli etmiş-tir. Rububiyyet, tekmil sıfatların
mazhârıdır. Sıfatların Arş'a İnişi mutlaka çok muhteşem olmuştur. Belki bir yıl'
diz yağmuru gibi, belki de yıldızların dansı gibi olmuştur. Nur parlaklığında,
belki hayal gibi süzülerek inmiştir... Belki de herbiri ayn renklerde, kendi
anlamını yazarak, şekillendirerek... Herbiri; ardında oval ışık kümeleri bırakarak,
kıvılcımlar saçarak, hareler oluşturarak, dans ederek... Beikİ de burda yıldız
yağmuru, ışık yağmuru, nur yağmuru gibi bir şeyler olmuştur...
Arş, ilâhi bir sırla.
Rahman katından inen sıfatların mekânı, anayurdu... Arş, bu soyut anlamların,
nur kıvılcımları gibi kaynaştığı bir makamdır. İçice konumlandırılmış farklı
boyutlarda, derin uzay boşlukları açan, açtığı boşlukları yayan, genişleten ve
o boşluklarda galaksileri bir gemi gibi yüzdüren Alim'in yüce makamıdır. Arş,
tüm yaşam boyutlarını kucaklayan kudretin tecelli olduğu yerdir. Sıfatlar,
burda «ol!» emriyle kendi anlamını biçimlendirir ve «ol!» emriyle tekrar eski
soyut anlamına döner. Arş, sonsuz düşüncenin sonsuz gücüdür.
Arş, ayrıntılı olarak,
tüm sıfatların mazharı, zuhur yeridir. Evrenin boyutsal derinlikleri,
sonsuzlaşan yaşam zincirleri ve birbirinden farklı zaman süreçleri, Arş'dan,
«ol!» emriyle Kürsİ'ye inen bu sıfatların tecellisiyle olmuştur. Sadece «ol!»
demiştir... Önce Ruh, sonra içten dışa doğru yedi evren açığa çıkmıştır. Tüm
boyutlarıyla evrenin en ücra köşelerine, göklerin yedi kat derinliğine hayat
ışığı indirmiş, hayat soluğu aşılamıştır.
Her şey, sıfır kütle,
sıfır hacim, sonsuz yoğunluk ve sonsuz manyetik güce sahip olan muazzam
düşüncenin olağanüstü hızıyla gerçekleşmiştir.
Düşüncenin bir hızı yoktur aslında. Sadece «ol!» emriyle, hiç yoktan
içice ev-renler, yaşam boyutları ve zaman süreçleri yaratır ve bunları «ol!»
emriyle bir anda yok eder. Yaratma ve yok etme, hızı olmayan düşüncenin sonsuz
hızıyla gerçekle' şir. Fakat düşük bilinç katlannda veya yüksek bilinç
katlarında çalışan insanın düşünce hızıyla değil! Kozmik bilinç katında çalışan
Kürsi varlıklarının düşünce hızıyla da değil! Uluhiyyet katında çalışan sonsuz
düşüncenin sonsuz hızıyla!.. Evrenleri ve oralardaki yaşam boyutlarını altı
günde yaratan bir düşüncenin muhteşem hızıyla!..
Abd, yani kul, «Rab»
ile birlikte, hayat realiteleri olarak ön plana çıkar. Uluhiyyet yasalan, sanki
bu ana damardan akar hayata. «Vahidiyyet» ve «Ehadiyyet» özellikleri, insan
tarafından algılanamaz. Ama bu algılama sınırlılığından dolayı sorumlu da
tutulmaz. Öğretmenlik yapan devlet başkanının, devlet başkanlığı makamına
nasıl geldiğini, ne zaman geldiğini, o yüksek makamda ne gibi işler yaptığını,
nasıl yaptığını, çocuklann bilmeleri gerekmez. On-lardan bu istenmez zaten.
Başkanın onlardan istediği tek şey, ev ödevlerini «doğru» yapmalarıdır.
Ödevlerini «doğru» yapanlara «ödül» ve «yanlış» yapanlara «ceza» olduğunu,
altını çizerek söyler.
Peki «doğru» nedir?
Uluhiyyet yasalan... Uluhiyyet yasalan, hayata işlerlik kazandıran ve hiçbir
zaman değişmeyen ilimdir. İki hidrojen atomuyla bir oksijen atomu, cıvayı
değil, suyu oluşturur. Su, belli bir ısı noktasında buhar olur ve başka bir
ısı noktasında buz tutar. Allah'dan başka, bu kimyayı değiştirebilecek hiçbir
güç yoktur. Bilim, bu realiteye bakar ve işleyen yasalan gorebilİrse, «haa,
demek böyleymiş» der ve akıp giden yaşamı ona göre düzenler. Bu realite,
Uluhiyyet'in sonsuz yasalarından sadece biridir.
Hayata işlerlik
kazandıran, sadece kimyasal tepkimeler mi? Elbette değil... Varlığı varlık
sahnesinde tutan her şey! Fizik kanunlan... Madde boyutunda, yani içinde yaşadığınız
evrende, ışığın belli bir hızı vardır. Uzay boşluğunda, manyetik alanları
ortaya çıkaran yasalar vardır. Maddenin atomik yapısında fırıl fini dönen
yasalar... Hücresel yapıyı oluşturan ve çalıştıran biyolojik yasalar vardır.
Renk, koku, biçim realitelerini ortaya çıkaran yasalar vardır. Yoksa siz,
Uluhiyyet yasalarının teker teker sayılmasını mı bekliyorsunuz? Atomdan galaksiye
giden kütlesel yelpazede ve düşünceden maddeye inen yoğunluk sürecinde,
Uluhiyyet yasalan işler. Başka bir şey kaldı mı? Fakat, daha önemli olan başka
yasalar vardır; iradenizi böyle yönlendirdiğinizde, şu düşüncelere
ulaşırsınız. Bu düşüncelere ulaştığınızda, şu duygulan üretirsiniz. O duygulan
üretirseniz, kendinize zulmetmiş olursunuz. Hayır, onu istemeyin, o geçicidir.
Şu daha kalıcıdır, bunu isteyin. Bunu istediğinizde, şu düşüncelere varırsınız.
Bu düşünceler, sizde şu duygulan yaratır. Siz işte bu duygularla mutlu
olursunuz. Kendinizi böyle kullanırsanız, kendiniz için daha hayırlı olur.
Basit bir televizyonun
bile kullanma kılavuzu vardır. Bilgisayarın bir kılavuzu vardır. En basit, en
mekanik bir flnnı bile, kullanma kılavuzuna bakmadan kullanamazsınız. Oysa sİ2
ne karmaşık bir varlıksınız. Kendinizi nasıl kullanacağınızı biliyor musunuz?
Neyi isterseniz, hangi düşünce labirentlerine girersiniz, ordan tekrar nasıl
çıkarsınız? Hangi düşünce labirentlerinde, hangi duygulan açığa çıkarırsınız?
Ve o duygularla kendinize nasıl bir ortam hazırlarsınız? Hangi düşünce
labirentinin sonu «nefret» duygusuna çıkar ve hangi düşünce labirentinin sonu
«sevgi» duygusuna çıkar? Bunları elbette bilmiyorsunuz. Eğer bilseydiniz,
peygamberler gelmezdi. Peygamberler işte bunun için gelmiştir. Onların
getirdiği kitaplar da, sizin kendi kendinizi kullanma kılavuzunuzdur.
Sonsuz-sınırsız nimet sahibi olan Cemil'dir.
Sonsuz mutluluğun kaynağı olan Rahim'dir... Seçtiği kullarına kendini
tanıtıp, sonsuz nimetleriyle onlara cennet hayatı bağış-ladığı için Rahim'dir.
Zat'mı, sıfatlarını, bu sıfatların oluştum duğu tüm tasarımları ve bu
tasarımların her halini bilen Alim'dir. Sonsuz dirilik ve canlılık sahibi
olmasından dolayı Hayy'dır. Sınırsız cömertlik sahibi olduğu için Kerim'dir.
Kusurlan, hatalan, suçlan bağışlayan Gafur'dur. Merhametinden ve sevgisinden
dolayı Rauf dur. Kullarına türlü türlü İkramlarda bulunan Vel-İkram'dır.
Hannan'dır, Men-nan'dır. Ed-Daim'dir, Züt-Tavi'dir, El-Kâfi'dir...
Arş, sıfatlar deryası,
anlam dağları... Arş, azametin, kudretin, ilmin resmidir. Nurdan yapılmış dev
dağlar gibidir sanki... Dev dağların ulaşılmaz dorukları gibidir. Doruklarından,
Rahman fezasına, bu fezanın derinliklerine, renkli ışık huzmeleri süzülür. Arş,
bir ufuk gibidir sanki... Işık dağlarından oluşmuş nurlu ufuklar gibidir. Sanki
tüm renklerin ve seslerin armonisiyle titreşen bir seması vardır. Sıfatlar,
orda sanki ışık kıvılcımları gibidir. Ve her sıfatın bir rengi vardır sanki.
«Sevgi» mutlaka beyazdır. Beyazdır mutlaka, çünkü «sevgi» tüm sıfatların
anasıdır. Tüm renklerin anası da beyazdır. İşte bu yüzden, «sevgi» mutlaka
beyazdır. «Hoşgörü» turuncudur belki... İlim, gül sarışıdır... Kudret, bal
şansı... İrade, ayva şansıdır... Bunlar, «ol» emriyle tecelli eden hayat
kıvılcımları, hayat ışıkları, hayat soluklarıdır. Hayatı derinleştiren,
boyutlar açan, sonsuzlaştıran gizemli güçlerdir.
Rahman fezasının
derinliklerinden, buraya mutlaka yağmur gibi nur yağmış, ilim yağmış, kudret
yağmıştır. Belki birdenbire başlayan çok şiddetli yıldız sağanağı gibi
olmuştur. Belki tüm sıfatlar, küçücük bir ışık kıvılcımının patlamasıyla bilinç
fezasına dağılmış, bir anda, İçice evrenleri çıkarmıştır. Belki sadece «ol!»
demiştir; tüm sıfatlar, bu sihirli sözün içinden fışkırıp, uzayın derin boşluklarını
açmıştır.
Rab, bir şeyin
olmasını dilediği zaman, «ol!» der. Bütün sihir belki bu «ol!» sözünde, belki
bu gizemli emirdedir. Belki bütün sıfatlar, sayısız alemleri yaratan bu soyut
bilgiler ve onların büyüleyen gücü; yapan, bozan, yıkan, yeniden yaratan gücü,
sadece bu «ol!» sözünde gizlidir. Sonsuzluk, tüm boyutsal derinlikleri., zaman
süreçleri ve yaşam zincirleriyle, belki de bu «ol!» sözündedir.
Arş, soyut anlamlan
biçimlendiren bir makam, varlığın bilmsel tasarımını, «ol!» emriyle hayat
realitesine dönüştüren yüce bir makamdır. Arş, celalidir Rabbın... Devinen,
yanlan, dürülen ve sonra sakinleşip durulan celali... Varlık dağlarını eriten,
akıtan, damıtan, sonra onları yeniden kurup diken kemalidir. Sonsuz alemleri yaratan
ve onları dengede tutan cemalidir. Arş, alemlerin merkezi, tüm merkezlerin tek
merkezidir. Rabbın nur deryası, sıfat deryası, anlam deryasidır. Arş öyle bir
yerdir ki, orda hiçbir yaratığın ayak izleri ve kanat sesleri yoktur.
Yarattığı ilk Ruh'un nurundan,
tüm alemleri resme--den, evrensel harflerle, varlıkların genetik senaryosunu
yazandır. İçinde sayısız sıfatları taşıyan «ol!» sözü. Ulu-hiyyet fezasının
sonsuz derinliklerinden, ışıklı kanatlany-la süzülüp gelmiş, Rahman'ın altında,
Kürsİ'nin üstünde, Arş'ı zuhura çıkarmıştır. Sadece «ol!» demiştir... Bu gizemli
söz, tüm sıfatların programını yüklenmiş ve ardında ışıklı kıvılcımlar
bırakarak, derin karanlıkların içine akmış, geçtiği her yeri aydınlatarak,
içice tüm evrenleri bir anda ortaya çıkarmıştır.
Varlığı meydana
getirip, onlar üzerinde hükümran olan Celil'dir. Yoktan var etme kudretine
sahip olan Kâdir'dir. Hükmünü tüm varlık üzerine mecbur ederek, ister istemez
kabul ettiren Cebbar'dır. Sınırsız üstünlük sahibi olmasından dolayı Kebir'dir.
Dilediği her şeyi ortadan kaldırdığı için, Kahhar'dır. İktidarı, tüm varlıkta
geçerli olmasından dolayı Muktedir'dir. Zülcelali olduğu için, azamet ve
saltanat sahibidir. Yegâne galip olan Aziz'dir. Azamet sahibi olduğu için
Azim'dir. Adil'dir, Deyyan'dır, Gay-yur'dur...
Doğa güçlerinin ortak
bir amaca yönelik olarak bir-/ biriyle iletişjmlİ çalışması veya işlevsel
olarak birbirini tamamlaması, yağmuru meydana getirir. Yağmur, otlan besler.
Otlar, ineği besler. İnek de, sütüyle İnsanı besler. Bu iletişim zinciri,
hayatla birlikte derinleşerek ve genişleyerek süreklilik kazanır. Kahvaltıda
yanm litre süt iç-seniz, o gün başka bir şey yemeniz gerekmez. Sütte neler
olduğunu biliyorsunuz. Yağ, süt şekeri, madensel maddeler, protein,
vitaminler, enzimler, limon asidi, karotİnler, tuz, su, lesitin, karbonhidrat
ve kolesterin var. Yaşamanız için gerekli olan bütün maddeler, enzimler,
vitaminler, sütte tam olarak mevcuttur. Ama sizin, sütün içinde neler olduğunu
ve nasıl oluştuğunu bilmenize gerek yoktur.
Bunu bilmeseniz de,
süt sizi besler. Hatta sizin bu nİ-mete şükretmeniz bile sizden zorla istenmez.
Şükretmeniz elbette gerekir, ama kimse sizi buna zorlamaz. Çünkü süt, tüm
diğer nimetler gibi, «şükürsüz» insanları da besler. Rahmet damlaları, herkes
için iner yere. Güneş, iyilerin ve kötülerin üstüne doğar. Dünya hepiniz için
döner. Tohum döllenir, rüzgâr eser, deniz çalkanır ve ay parlar... Atmosfer,
güneşin zararlı ışınlarını süzmeye devam eder. Bunların hepsi, mazlumlar ve
zalimler için olur. Nimet, hiç kimseden esirgenmez. Bu da değişmez bir yasadır.
Oysa bir yavrunun
beslenip büyüyebilmesi için, gerekli olan tüm besin maddeleri, sütün içinde,
ram kemaliyle ve eksiksiz olarak mevcuttur. Bu kadar değerli ve besleyici olan
bu mucizeyi elde etmeniz için, ne yapmanız gerekir? Nerdeyse hiçbir şey...
İneğin önüne sadece biraz kuru ot, biraz da saman atmanız yeterlidir. O hayvan
da tutar, bu kuru otun ve çöpün hatınna, içinde bazı vitaminler ve mineraller
bulunan, içinde yağ ve şeker bulunan bu mucizeyi size bol bol verir. Ne verenin
haberi vardır, verdiği şeyin ne olduğundan, ne alanın...
Çeşitli maddeler,
osmoz yoluyla kandan süt hücrelerine geçer. Akıllara durgunluk veren, çeşitli
kimyevi olaylar sonunda, çeşitli enzimlerin etkisiyle süt meydana gelir.
Meydana gelen süt, ince kanallardan akarak, süt hazinesine dolar. Burdan da,
yine ince kanallarla meme başının iç boşluğuna gelir. Bir litre sütün oluşması
için, ineklerin memesinden tam dörtyüz litre kan .geçer.
İnsan aya çıkabildi,
belki orda bir taşın üzerine oturup, karanlık boşlukta masmavi salınan dünyayı
keyifle seyre-debildi. Hatta bu zevki yaşarken, belki bir de türkü mınl-dandi.
Ama ineğin sütünü, ravuğun yumurtasını ve arının balını yapamazsınız. Şekeri
kullanarak sahte bal yapsanız, peteği yapamazsınız. Mumu kullanarak sahte petek
yapsanız, arıyı yapamazsınız. Annın tek kanadını, iğnesini da-hi yapamazsınız.
Var olan şeyleri
kullanarak, bir şeyden başka bir şey çıkarabilirsiniz. Sözgelimi, elma ağacına
armut aşılayabilirsiniz. Eşekle atı birleştirip, katır elde edebilirsiniz.
Fakat katırın sürekliliğini sağlayamazsınız. Yoktan var edilen şeyler, sadece
«kendisi» olarak kalır. Hücrelerin genetik bilgisinden kolonlanarak üretilmeye
çalışılan kopyalar, adından da anlaşılacağı gibi «kopya»dır. Bir şeyi kopya
edebilirsiniz, fakat hiçbir şeyi yoktan var edemezsiniz.
O varlığı ortaya
çıkaran, onun hayat planıdır. Tüm hayat planlan, hayatın boyutsal realiteleri
ve zaman sü' reçleri, Arş'dan, ilâhi bir emirle Kürsi'ye iner. Kozmik alıcılar,
bu düşünce dalgalarını, hayal boyutuna yansıtır. Orda realitelere dönüşen bu
hayat planları, kozmik belleğe kodlanır. Ordan da çıkar, içice paralel
evrenleri geçerek, madde boyutuna iner.
Madde boyutuna inen
düşünce, kendi frekansının en alt düzeyine inmiştir. İçerdiği soyut anlamın
madde boyut görüntüsü, yani atomik yapıyla örülü kütlesi açığa çıkar. Varlığın
bilgisi; atomlarını, hücrelerini, moleküllerini Örerek, varlığı ortaya çıkanr.
Ortaya çıkan varlık, kaderiyle ve hikmetiyle birlikte, hayat planıyla birlikte
ortaya çıkar.
Ortaya çıkan varlık,
kendi frekansında akışan düşüncelerle sürekli besienir. Bu besin kesildiğinde,
varlığın görüntüsü yok olur. Sürekli yapılan yayınlarla, televizyon ekranında
görüntülerin sağlanması gibidir. Varlığın ölerek boyut değiştirmesi, o dalga
boyunda, varlığı ortaya çıkaran düşünce dalgalannın kesilmesi ve başka boyutta
herhangi bir frekansa geçerek, yayına orda devam etmesidir.
Allah, eşi ve benzeri
olmayan şeyleri tasarımlar. Tasarımlanan her varlık, sadece kendini temsil
eder. O bilgiyi programlayan düşünce dalgası sadece «bir tane»dir. Bir birim
oluşturan sayının herhangi bir kesiri gibidir. Bu kesir, o birimde bîr tanedir.
Bu dalganın titreşimi bir milim iner veya çıkarsa, andan başka bir varlık
ortaya çıkar. Ama an, o dalga boyunda kendini temsil eden «tek varlık» olarak
ve «benzersiz bir varlık» olarak kalmaya devam eder.
Anların bir hayat
planı vardır. Onlan açığa çıkaran, bu hayat planıdır. Sürekli gelişen,
evrimleşen, sürekli derinleşen hayat planlannın küçücük bir aynntısıdır.
Anlann bu hayatı, madde boyutunu oluşturan hayat zincirlerinin bir halkasıdır.
Aynı boyutun ara frekanslannda (aynı sayısal birimin kesirlerinde), veya nicel
katmanlarda sürüp giden hayat zincirlerinin küçük bir halkasıdır.
Dişi (işçi) arılar,
vızıldayarak gün ışığında kırlara çiçek tozu toplamaya çıkarlar. Bunlann arka
bacaklarında, dış yüzey, hafifçe çukurlaşarak bir oyuk biçimini almıştır. Bu
oyuk, onlann torbasıdır. Bu torbayla çiçek tozu taşırlar. Gövde tüylerine
yapışan çiçek tozlarını, arka bacaklarında bulunan kıllarla fırçalayarak bu
torbaya doldururlar. Torbada, sımsıkı-bir çiçek tozu topağı meydana gelir. Allah'ın
yaşam soluğu olmasaydı eğer, bu çiçek tozu topaklarını, diğer arıların da
beslenmesi için yuvaya taşımazlar' di. Onları bu sosyal dayanışmaya iten neden
nedir?
Eğer Allah'ın yaşam
soluğu olmasaydı, anlar, bitkileri dölleyemezdi. Çiçekler arasında dolaşırken,
erkek çiçeklerden aldıkları çiçek tozlannı dişi çiçeklere taşıyarak, onların
döllenmesine ve üremesine yardımcı olamazlardı. Bunu yaparak, gelecek kuşaklar
için besin maddesi üretemezlerdi.
Arının hazırladığı
petekler çift yüzlüdür. Her iki yüzünde de yüzlerce hücre bulunur. Bu petekler,
sağlamlık ve hafiflik bakımından birer harikadır. Çok hafif olmaları' na
karşın, kendi ağırlıklarının otuz katını taşıyabilecek kadar dayanıklı ve
sağlamdır. Çok ince balmumundan yapılan petek hücreleri, düzgün altıgenler
biçimindedir. Altıgen prizma, dışardan gelen zorlama ve darbelere karşı en dayanıklı
biçimdir. Bu hücreleri, altıgen yerine daire şek' linde yapmazlar.
Petek hücrelerini,
altıgen prizma yerine daire şeklinde yapsalardı, hücreler arasında
kullanılmayan boşluklar kalırdı. Kare şeklinde yapsalardı, dış darbelere karşı
dayanıksız olurdu. Gizli bir ses, onlara sanki petek hücrelerini altıgen
prizma şeklinde yapmalarını emreder ve eğer kare şeklinde yaparlarsa, dış
darbelere karşı dayanıksız olacağını fısıldar.
İşçi arıların, balozu
toplama yöntemleri, çiçek tozu toplama yöntemlerinden daha ilginçtir.
Çiçeklerden emdikleri balozunu, «bal kursağı» denen özel bir kesede, hiç
sindirmeden biriktirirler. Yuvaya döndüklerinde, balozu' nü kusarak
ağızlarından dışarı çikanrlar ve bal üretimi için depolarda saklarlar.
Arılar, peteklerin
içini rasgele değil, belli bir düzene göre doldururlar. Peteğin tepesinde bir
yay oluştururlar ve iki kenardan yanya kadar inen hücreleri balla doldururlar.
Bu bal hücrelerinin altında bulunan birkaç sıra petek hücresine de, çiçek tozu
yerleştirirler. Peteğin orta ve alt bölümlerinde bulunan hücreler ise,
kraliyet sarayı olarak kullanılır. Sarayın bu özel odacıklan, sadece kraliçeye
aittir. Onun beslenmesi ve bakımı bu odacıklarda yapılır. Kraliçenin yumurtaları,
işçi anlar tarafından, bu odacıklara taşınır.
Dişi arılardan daha
iri yapılı ve kocaman gözlü olan erkek arıların tek görevi, oğul verme
zamanında, genç kraliçeyi döllemektir. Aylardan beri bu anı bekleyen erkek
arılar, zamanı geldiğinde, kraliçeyle birlikte «zifaf uçuşuna çıkarlar. Uçuş
sırasında, çeşitli tonlarda vızıldaşa-rak, belki de anlamadığınız bir dilde
romantik şarkılar söyleyerek, havada defalarca çiftleşirler.
Yaz sonunda bu
görevlerini yerine getiren erkek arılar, dişi arılar tarafından, yuvadan veya
kovandan atılırlar. Erkek anlar, dişi işçi anların bakımıyla yaşamaya alışkın
oldukları için, çok geçmeden açlıktan ölürler. Erkek anların kaderi budur.
Onlar belki de güzel kraliçeyle çiftleşmenin bedelini böyle öderler.
Döllenmemiş yumurtadan
erkek arı çıkar. Bu nedenle, yaşlı kraliçe, döllenmiş yumurtaların yanısıra,
döllenmemiş yumurtalar da çıkararak, bir sonraki kuşağın genç kraliçesini
dölleyecek olan erkek arılan da dünyaya getirir. Bu frekansta, arıların
yaşadığı dalga boyunda, hayatın sürekliliği işte böyle sağlanır.
Bir işçi arı, erişkin
duruma gelip, petekteki hücresinden dışarı çıktığında, kovanda onu bekleyen
pek çok iş vardır. Uç hafta boyunca petek gözlerinin bakımını ve temizliğini
üstlenirler. Bu, onların hizmetçiliğidir. Ardından, kraliçenin bıraktığı
yumurtalardan yeni çıkan larvaların beslenmesine yardımcı olurlar. Bu da,
onların bakıcılığı, ya da dadılığıdır. Daha sonra, balmumu üretimine başlarlar
ve onunla yeni petek hücreleri hazırlarlar. Bu ise, onların sanayi
işçiliğidir. Üçüncü haftanın sonunda, İlk kez kovandan dışarı çıkarılarak,
çiçek tozu ve balözü toplamaya gönderilirler. Bu da, onların ırgatlığı ya da
tarım işçiliğidir. Fakat bütün bunları yaparken, kovandaki işlerini, yani
kanatlarını yelpaze gibi sallayarak, kraliyet sarayını serinletme görevini de
aksatmamalan gerekir. Peki bu nedir? Bu da, onların cariyeliği...
Arılar arasında,
sadece dışarda ya da kovanda çalışan işçi ayrımı yoktur. Hangi iş yapılacaksa,
bütün anlar, hiç itiraz etmeden yaparlar. Gerekirse tarım işçiliği yaparlar.
Eğer gerekiyorsa, petek gözelerinde çocuk bakıcılığı yaparlar. Gerektiğinde
saraya çıkıp, kraliçeye cariyelik veya hizmetçilik yaparlar, gerektiğinde
sanayi sitelerine inip, petek üretiminde çalışırlar.
Balözü veya çiçek tozu
toplama mevsimi geldiğinde, işe toplu olarak çıkmazlar, önce bir işçi an
gönderirler, öncü olarak işe çıkan bu işçi arı, balözü veya çiçek tozu
toplayabileceği bir yer, sözgelimi bir çiçek tarlası bulduğunda, taşıyabileceği
kadar balozunu ya da çiçek tozunu alır ve sevinçle yuvaya döner. Yuvaya
döndüğünde, diğer işçilere bu kaynağın yerini dansla bildirir. Bu danslı
gösteriler, anlann hasat bayramı, ya da hasat şenliğidir. Hasat şenliğinde
büyük bir halka olurlar ve ortada dans eden anyı keyifle izlerler.
Öncü an, peteğin
üstünde önce sağa doğru bir daire ve sonra sola doğru bir daire çizer. Bir kere
de peteğin üstünde düz uçar. Sonra kuyruğunu hızlıca çırpar, öncü arının yaptığı
bu çember dansı, besin kaynağının, kovana olan uzaklığını anlatır. Düz uçuştan
sonra kuyruğunu sallaması ise, besin kaynağının yönünü anlatır. Bu düz uçuş,
eğer aşağıdan yukan doğru olmuşsa, güneşe doğru uçulacak demefttir. Yukandan
aşağı doğru olmuşsa, güneşe ters yönde uçulacak demektir. Çiçek tarlası uzaksa,
öncü an, karın bölümünü sallaya-rak, peteğin Üstünde çember değil, sekiz
çizecek biçimde uçar. Öncü annın bu dansını, diğer işçi anlar büyük bir
dik-katle izlerler. Sekiz çizerken hangi yöne doğru uçtuğuna, karnını kaç kez
salladığına bakarlar. Daha tecrübeli olan ihtiyar işçiler, «hımm, ben bu çiçek
tarlasının yerini anladım» diyerek, bilgiç bilgiç başlannı sallarlar. Böylece
besin kaynağının yerini, uzaklık ve yön olarak saptamış olurlar.
Hava bulutluysa, güneş
görünmüyorsa, bu arı dansı bir işe yarar mı? Havanın kapalı olması, arı dansını
hiç etkilemez. Anları yaratan büyük kudret, onlara öyle mükemmel bir görme,
özelliği vermiştir ki, onların gözlerini, «ultraviole» olarak bilinen morötesi
ışınlara karşı duyarlı yaratmıştır. Onlar, bu çok özel görme yeteneklerinden
dolayı, İnsana pek parlak görünmeyen renkleri bile daha parlak görürler. Bu
özellik, onlara, bulutların ardındaki güneşi görmelerini de sağlar.
Yumurtalar, üç günden
sonra çatlayarak açılır. İçinden, gözsüz ve bacaksız larvalar çıkar.
Larvaların hepsi, ilk Üç-dört gün, hizmetçi anların yutakaltı bezlerinden
salgılanan, vitamin ve proteince zengin, «kraliyet peltesi» adı verilen
ansütüyle beslenir ve hızla büyürler. Bu beslenme devresinden sonra, larvalar,
çiçek tozuyla karıştırılmış bal yerler. Bu bal-polen karışımına, «arı maması»
denir. Arı maması, dadı arıların midelerinde kısmen sindirildikten sonra,
yemeleri için larvaların yanına bırakılır. Larvaların çoğu, bal ve polen
karışımı an mamasiyla beslenirken, birkaç tanesi ansütüyle beslenir. İşte bu
beslenme farkı, larvanın gelişiminde olağanüstü bir değişiklik yapar. Bal ve
polen kanştmı arı mamasıyla beslenen larvalardan, işçi ya da erkek arılar
çıkarken, arı sütüyle beslenen dişi larvalardan, kraliçe anlar çıkar.
Bu kraliçe
adaylarından biri, işçi arılan peşine takarak, diğer kraliçe adaylarını teker teker
öldürmeye başlar. Rakipsiz kalan genç kraliçe adayı, tahtına oturmak üzere kraliyet
sarayına yönelir. Bu genç kraliçenin ve onun peşine takılan işçi arıların
öldürücü iğnelerine hedef olmak istemeyen eski kraliçe, tacını ve tahtını
bırakarak, onbİn kadar işçi arıyla birlikte kovandan ayrılır. Kraliçe ve
yandaşları, yeni bir koloni oluşturmak üzere, yürekleri burkan acıklı
vızıltılarla uçup giderler.
Başka bir yaşam
planında, bu planın çeşitli frekanslarında kuş türleri vardır. Eğer Allah'ın
yaşam soluğu olmasaydı, kuşlar, son model cihazlarla donatılmış pilotlardan
daha üstün yön bulma yeteneklerine sahip olamazlardı. Kuşlar, basit av
hayvanları değildir. Düşük bilinç katlarından bakıyorsanız, öyledir. Kuşlar,
güney yarımküreden kalkıp, binlerce kilometrelik hava yolunu haritasız ve
pusulasiz katederek, kuzey yarımküreye hiç şaşırmadan varan, kışı orda
geçirdikten sonra tekrar dönüş yolculuğuna çıkan ve ayrıldıkları ağaca, hatta
bazen uçuşa kalktıkları aynı dala konan varlıklardır.
Bunlann sindirim
sistemi de, diğer hayvanlardan oldukça farklıdır. Kuşlarda, «kursak» adı
verilen bir torba bulunur. Alınan besinler önce burda depolanır. Havada uçarken
acıkırlarsa, kursaklanndan bir miktar besini midelerine aktanrlar. Böylece,
havada enerji takviyesi yapmış olurlar. Mideye inen besin maddesinin sindirimi,
diğer hayvanlarda olduğu gibi saatleri veya günleri almaz. Kursaktan mideye
İnen besin maddesi, kursakta zaten iyice yumuşadığı için, kolayca sindi-rilir
ve posa dışan bırakılır. Ve böylece, uçuş sırasında, posa-nın gereksiz
ağırlığından da kurtulmuş olurlar.
Uçuş sırasında yapılan
kanat hareketleri, göğüs kemik' lerinin açılıp kapanmasına neden olur. Körük
gibi açılıp kapanan göğüs kemikleri, hava keselerine basınç yapar. Bu basınç
sonucu, akciğerlere hava pompalanır. Dîğer hayvanlara göre daha kolay ve daha
hızlı çalışan bu solunum sistemi, aynı zamanda, kaval gibi içi boş, olan uzun
kemikleri de havayla doldurur. Kemiklerin içi, kuşa hafiflik kazandıracak
biçimde, ilik yerine havayla doludur.
Kemiklerin, ilik
yerine havayla dolu olmasının başka nedenleri de vardır. Uçuş yüksekliğinde
hava molekülleri seyrek olduğu için, kemiklerine depoladıkları bu yedek havayı
kullanırlar. Bu hava, aynı zamanda, besinlerin oksijen tarafından çabuk
yakılmasını ve gerekli yüksek enerjinin havada takviyesini sağlar.
Küçük kuşlardan
kartallara vanncaya kadar, binlerce kuş türü, her yıl, üreme ve kışlama
bölgeleri arasında, yaklaşık dörtbin kilometrelik uzun yolculuklar yaparlar.
Kuzey yanmkürede yumurtlayan göçmen kuşlar, her sonbaharda, güney yarımküreye
doğru göçerler. Kışı orda geçirdikten sonra, ilkbaharın başlamasıyla, güneyden
kalkıp, tekrar kuzeye dönüş göçüne başlarlar.
Küçük ötücü kuşlar,
göç için gerekli enerjiyi, bu uzun yolculuğa çıkmadan önce depoladıklan yağdan
sağlarlar. Bu yağ, onlann adeta yakıt tankıdır. Göçten önce bazılan-nın
ağırlığı nerdeyse İki katına çıkar. Sekiz gram yağa sahip olan bir bülbül, bu
yakıtla, üçbin kilometre uçabilir. Bu yakıtla bülbül, Almanya'dan Türkiye'ye
rahatlıkla uçabilir.
Yırtıcı kuşlar,
leylekler, turnalar ve pelikanlar gibi iri yapılı kuşlar, bedenlerinin
büyüklüğü nedeniyle yağ depola-yamazlar. Ama bunlara, en az yakıtla, en uzun
hedefe ulaşma ilmi öğretilmiştir. Bunlar, göç yolculuklannda, hava
katmanlannın güneşle ısınması sonucu yükselen ve «termal» adı verilen hava
kitlelerini kullanırlar. Geniş kanatlarını kullanarak, bir termal yardımıyla
yükselir ve öbür termale ulaşırlar. Termalden termale süzülerek, az bir
enerjiyle uzun yol alırlar. Onlar, denizlerin üzerinde bu termallerin
olmadığını da bilirler. Bu nedenle, yollannı uzatmak pahasına, karalann
üzerinden uçarak hedefe va-nrlar.
insan bilimle
tanışmadan önce, mağara kovuklarında ilkel bir yaşam sürerken, kuşlar bu
termalleri kullanmasını biliyorlardı. İnsanın, evrimleşerek, aşamalı olarak
ulaştığı bilime, kuşlar, taa yaratılışın başlangıcından beri sahiptiler. Bu
bilgilere nasıl ulaştılar? Hava termallerini kullan-jrıak için, sivil havacılık
kursları mı aldılar?
Sürünün önünde giden
kuşlar, kanat çırpmalanyia bir hava akımı yaratırlar. Bu hava akmından dolayı,
arkada giden kuşların uçuşları daha kolaydır. Çok az bir enerjiyle uçtukları
için, pek yorulmazlar. Bu nedenle, yolculuk sırasında, önde giden kuşlar
yorulduğunda, nöbeti arkadaki kuşlara bırakırlar. Önde giden kuşlar
yavaşladığında, arkadaki kuşlar, nöbetin kendilerine geldiğini anlarlar ve
hızlanarak öne geçerler.
Göç mevsimi
geldiğinde, ilâhi bir sırla, bu kuşların biyolojik saatleri tınlamaya başlar.
En modern bilgisayarlardan daha karmaşık bir yapıya sahip olan bu sevimli var'
Jıklar, göç emrine itirazsız boyun eğerler. Eski yerlerine döndüklerinde, çoğu
zaman, ayrıldıkları ağaca, hatta uçu-Şa kalktıkları aynı dala konarlar.
Kuzey kutbundan kalkan
bir kuşun, elinde bir haritası ve pusulası yoktur. Binlerce kilometreyi
katederek, hedefe varmasını ve tekrar aynı yere dönmesini, bilimsel ola-rak,
«kalıtım bilgileri» diye açıklayabilirsiniz. Bu bilgiler acaba buğday
tarlasında mı yetişiyor? İnsanların yıllarca üniversiteye giderek öğrendikleri
uçuş bilgilerine bunlar nasıl sahip oldular? Gagalarıyla tarlalardan «bilgi» mi
topladılar?
Kuşu açığa çıkaran
düşünce frekanslarının alt düzeylerinde, kemirgen Özellikleri gösteren
yaraslar, üst düzeylerinde ise, memeli hayvan özellikleri gösteren devekuşu vardır.
Kuşların diğer bir ucu da, nerdeyse balıklaşmış, hatta suda balıktan daha seri
hareket edebilen penguenlere kadar uzanır.
Böceği ortaya çıkaran
düşünce frekanslarının küçük bir halkasında da karıncalar vardır. Bu küçük
yaratıklar, düzenli bir hayat programına sahiptir. İnsanlar gibi onlar da
tarımcılık ve hayvancılık yaparlar. Avcıları, askerleri, çobanları, İşçileri,
köleleri, kraliçeleri vardır. Onlar da tıpkı sizin gibi küçük köylerde veya
büyük kentlerde yaşarlar. Yerler, içerler, sizin gibi selamlaşırlar,
ambarlannda yiyecek saklarlar. Onların da tıpkı sizler gibi sosyal bir hayatları
vardır.
Kolonide yaşayan
karınca sayısı, birkaç yüz civarında olabileceği gibi, yüzbinleri de aşabilir.
İlkel kabile yaşantıları, küçük köy birimleri veya büyük kent merkezleri vardır.
Yuva, tamamen veya kısmen toprağın altındadır. Bu yuva, bazen bir ağacın
yarığı, bazen de bir kayanın kovuğudur.
Kanncalann bir kısmı
tarımcılıkla uğraşır. Tarımcılıkla uğraşan karınca toplulukları arasında,
mesela mantar yetiştirenler vardır. İri yapılı, hızlı koşan ve çok güçlü
çeneleri olan bahçıvan kanncalar, bu güçlü çenelerini bir testere gibi kullanarak,
yaprak kesiminde çalışırlar. Kestikleri bu yapraklan ko-şaradım yuvaya
taşırlar. Bahçıvan kanncalann kesip getirdiği bu yapraklar, yuvada çalışan tanm
işçileri tarafından çiğnenerek hamur haline getirilir ve yuvanın tabanına
serilerek çürümeye bırakılır. Hasat mevsimi geldiğinde, çürümüş yapraklar
üzerinde bol miktarda mantar yetişmeye başlar.
Tarımcılıkla uğraşan
başka kannca toplulukları da, yt> vaya buğday taşırlar. Yuvaya doğru birkaç
santimetre genişliğinde ve otuz metreye varan uzunlukta, otlardan arın' dınlmış
yollar açarlar. Tohumlan bu yollardan yuvaya ta-şırlar. Yuvaya taşınan
tohumların kabuğu, yuvadaki işçiler tarafından soyularak dışan atılır.
Bahara doğru, yuvada
filizlenmeye başlayan bu tohumlan, filizlenmemesi için yuvadan dışan
çıkarırlar. Çenelerini kullanarak, genişçe bir alanın otunu temizlerler.
Böylece, kendilerine bir harmanyeri açmış olurlar. Yuvadan çıkardıkları
tohumlan, otlardan arındırılmış, olan bu harmanyerine serip, bahar güneşi
altında kuruturlar. Kuruyan tohumlan tekrar yuvaya taşırlar.
Karıncalar n bir kısmı
da, askerlik mesleğiyle uğraşır. Kırmızı renkli, iri yapılı ve kıvnk çeneli olan
bu kanncalann tek işi, haramiliktir. Bu haydutların hepsi de, asker olarak
doğarlar ve bu nedenle besin toplayamazlar ve yavru ka^ nncalara bakamazlar. Bu
karıncalar, bazı küçük yapılı ka' rmca türlerinin yuvalanna planlı bir şekilde
saldınlar dü-zenleyerek, kraliçenin koza ve larvalarını çalarlar. Bu yağ^
malama sırasında direnen küçük işçi kanncalar olursa, onları hemen öldürürler.
Yuvalanna taşıdıklan kozalardan çıkan küçük kanncaları köle olarak
kullanırlar. Çalınmış ko-zalardan çıkan bu küçük karıncalar, asker karıncaların
bütün işlerini üstlenen birer köledir artık. Kendi yuvaları yakında bile
olsa, asker karıncaların kolonisinden ayrılamaz ve esir kampından dışarı
çıkamazlar. Bu küçük kanncalar, bütün Ömürlerini, askeri kışlada esir olarak geçirirler.
Bu haydut kanncalann,
ustalıkla uyguladıklan başka yöntemler de vardır. Asker kannca, kendine ve
kolonide bulunan yavrulara bakamadığı için, bir kara kannca kolonisinde darbe
yapmayı planlar. Bunu denemeye giriştiğinde, kara kanncalar arasında, bu haksız
darbe girişimine muhalif bazı işçi kanncalar olursa, önce onlan öldürür. Ve
sonra sıra koloninin kraliçesine gelir. Kraliçeyi de öldürebilirse, planladığı
darbe girişimini başanyla gerçekleştirmiş olur. Onun kurulu tahtına oturarak,
koloninin başına geçer. Ve artık yan gelip yatar, ömrünün sonuna kadar, zenci
kanncalar tarafından beslenir.
Kanncalar arasında
yerleşik olmayan göçmen topluluklar da vardır. Diğerlerinde olduğu gibi
bunların yerleşik bir hayatları yoktur. Bunlar, çok büyük sürüler halinde göç
ederler. Göç sırasında, bitki ve hayvan ayrımı yapmadan. Önlerine çıkan her
canlının canına okuyarak, yollarına devam ederler. Her şey, hiç istisnasız,
onlann kurbanı olabilir. Kaçmayı başaramayan yaralı bir ceylan, anti-loplann
korkulu rüyası olan yaralı bir timsah, hatta hay-vanlar aleminin kralı sayılan
yaralı bir aslan, bu göçmen kanncalann talihsiz kurbanlan olabilir.
Kanncalann
hayvancılıkla uğraşanları da vardır. Bu kanncalar resmen hayvancılık yaparlar.
Yani sizin anlayacağınız, geçimlerini hayvancılıkla sağlarlar. Bu kanncalar,
yaprak bitterinin «bal» diye adlandmlan tatlı sindirim artıklarını çok
severler. Bitki özsuyuyla beslenen yaprakbitlerinİn sindirim artıkları, yüksek
oranda şekerli madde içerdiği için, «bal» diye adlandmlmıştır. Kanncalar,
yaprakbitlerini dürtükleyerek, ondan daha çok bal almaya çalışırlar ve çıkan
sıvıyı emerler.
Hayvancılıkla uğraşan
bu karıncaların, çok sevdikleri bu balı, özel yöntemlerle elde etmeleri, hayret
verici bir durumdur. Bunlar, bal bulma işini rastlantıya bırakmazlar. Çoban
karıncalar, yaprakbitlerini evcil bir böcek haline getirirler. Yaprakbitlerini
ve onların yumurtalarını yuvaya taşıyıp, kış boyunca onların bakımını
üstlenirler. Altfannı temizleyip, tımarlarını yaparlar. Yuvaya yaprak taşıyarak,
onları beslerler.
Bahar geldiğinde,
çoban karıncalar, bu yaprakbitlerini dışarı çıkarırlar ve onları
beslenebilecekleri bitkilerin üzerine bırakırlar. Bir bitkinin yaprağına
yapışarak beslenen yaprak biti eri, her an, çoban karıncaların gözetimi ve denetimi
altındadır. Özsuyu emilen bitki yaprağı ölürse, ço' ban karıncalar,
yaprakbitlerini başka bir yaprağa taşırlar. Yaprakbiilerinin beslendiği
bitkiye, eğer bir uğurböceği gelecek olursa, çoban karıncalar paniğe kapılırlar
ve aceleyle yaprak bitlerinin yerlerini değiştirerek, onları saklamaya ve
korumaya çalışırlar. Çünkü, bir uğurböceği, saatte otuz kadar yaprakbitini
yiyebilir. Bu, çoban karıncalar İçin tam bir felaket sayılır.
Meksika çöllerinde
hayvancılıkla uğraşan bu karıncalar, çok iyi beslendikleri için, diğer karınca
türlerine göre daha şişmandır. Hatta bunların obez olanları bile vardır.
Bunlar, gövdelerinde o kadar çok bal stoku yaparlar ki, sonunda bir nohut
tanesi gibi şişer ve yuvarlaklaşırlar.
Aynı boyut içinde,
farklı yaşam zincirleri oluşturan hayat realiteleri vardır. Bunlar, farklı
yaşam boyutları değil, ama aynı boyutun nicel frekanslarında ortaya çıkmış
hayat planlarıdır. Damarlı bitkilerden, mantarlara, yosunlara kadar inen
yelpazede, yüzbinlerce bitki türü yaşamaktadır. Bitkiyi oluşturan düşünce
frekanslarının merkezinde, fotosentez yapma özelliği olan ağaçlar vardır. Bu
frekansın, cansız maddeye doğru inen alt düzeylerinde ise, fotosentez yapma
özelliği olmayan, damarsız ve köksüz su yosunlan veya kaya yosunlan
bulunmaktadır. Hayvana doğru çıkan üst düzeylerinde ise, asalak bitkilerden,
bo-cek yiyen etçil bitkilere kadar uzanan bir yelpaze vardır.
Hayvanı oluşturan
düşünce frekanslarının alt düzeylerinde, nerdeyse bitki özelliği gösteren
hareketsiz mercanlar ve süngerler varken, üst düzeylerinde, zekâsı ve
se-vimliliğiyle insana benzeyen ve insanla iletişim kurabilen yunuslar vardır.
Bu sevimli yaratıklar, insanın yayınladığı düşünce dalgalarını algılayarak -ki
bu hayvanlar aleminde en yüksek algıdır, okyanusun derinliklerinden süzülüp gelirler
ve o düşünce dalgalannı yayınlayan insanı bularak, onunla dostluk kurarlar,
insanın yayınladığı düşünce dalgalan, aslında yunusa göre yüksek frekanslıdır,
fakat onlar bu yüksek düşünce dalgalannı algılayabilen istisna varlıklardır ve
bu nedenle hayvanlar aleminin en yüksek bilinç düzeyinde yaşarlar.
Köpek nasıl koku
dalgalarıyla iletişim kurabiliyorsa, dostunu ve düşmanını nasıl koklayarak
tanıyabiliyor ve sahibini nasıl koklayarak tanıyabİliyorsa, yunuslar da, aynı
şekilde, koku dalgalanyla değil, ama düşünce dalgalanyla iletişim kurabilen,
hayvanlar aleminin en zeki ve en se-vimli varlıklarıdır.
Madde boyutunu
oluşturan düşünce frekanslarının en üst düzeyinde insan açığa çıkmıştır. Fakat,
insanı açığa çv karan düşünce frekanslarının da, nicel birikimleri ve nitel
boyutları vardır. İnsanda ortaya çıkan bilinç katlan, bu frekans
farklılıklarından doğmuştur.
İt düzeylerden üst
düzeylere doğru gelişim süre-nde, bilincin yedi merkezi vardır. Bunları içice
halkalar şeklinde düşünecek olursanız, birinci bilinç merkezinde yaşayan ve
hayata bu merkezden bakan insan, en içteki dar halkanın ortasındadır. Bunu
farkettiğinde. İçten dışa doğru halkalarını kaldıracak ve üst bilinç katlan-na
doğru bir yönelişe geçecektir. Bu gelişim sürecinde, bakış açısının değiştiğini
ve hareket alanının genişlediğini görecektir. Eskiden Önem verdiği nesneler
onun için artık önemsiz olmaya başlayacak; eğilimlerinde ve isteklerinde açık
bir farklılık gözlemleyecektir. Arzuları değiştikçe, algıladığı düşünce
dalgalan da değişmeye başlayacaktır. Daha yüksek titreşimli düşünce daigalannı
algılayacak ve o düşünce dalgalarının frekansında pozitif enerjiler (olumlu
duygular) Üretmeye başlayacaktır. Bu pozitif enerjiler, onun duygu belleğine
kodlanarak, onu pozitif ortamlara (cennetlere) çekecektir.
Birinci bilinç
katında, insan, kendini hücresel molekü-ler yapıdan ibaret sandığı için, bedene
yönelik çalışmalar yapar. İnsanı kuşatan en dar halka budur. Bu insanın
ortamını, Tasavvuf, «benlik zindanı» diye adlandırmıştır. Gerçekten de, tam bîr
zindan gibidir. Bu bilinç düzeyindeki insanın en iyi bildiği şey; yemek, içmek
ve barınak sahibi olmaktır. Bu bilinç katı, insanı, «dünyadan yeterince alma»
savaşına sokar. O İnsan, artık bu anlamsız savaşın bağımlısı olur. Bağımlılık
kazandıkça, «dünyadan yeterin-ce alma» savaşı zamanla hızlanır ve giderek «daha
çok alma» savaşına dönüşür. Bu «daha fazla»lann sonu hiç gelmez ve bir kısır
döngü başlar. Bu insan, sanki ne yaptığının farkında değildir. Kendi dramını
bilinçsizce oynar. İnsanlara ve nesnelere karşı tepkisi mekaniktir. Tasavvuf
da, bu bilinç düzeyi, «emmare nefs» olarak adlandırılmıştır.
Bedenin doğasıyla
ilgili gereksinimler, kuşkusuz her insanı yakından ilgilendiren bir konudur;
ama sizin bunlara nasıl yaklaştığınız Önemlidir. Frekansınızı belirleyecek
olan, bu bakış açınızdır. Bu gereksinimleri, hayatın «kendisi» olarak mı,
yoksa hayatın «ayrıntısı» olarak mı görüyorsunuz? Size gelen bu düşünce
dalgalarından hangisini yakalayıp değerlendiriyorsunuz? Bunlann ikisi de bakış
açısıdır. Siz eğer bedenin doğasıyla ilgili gereksinimleri, hayatınızın tek
amacı haline getirirseniz, onlar sizin etrafınızda görünmeyen duvarlar
oluşturur ve siz bu görünmeyen duvarlarla perdelenirsiniz. Bu duvarlar,
algılama kapasitenizi sınırlar. Hatta tamamen yok eder.
Birinci bilinç katında
yaşayan insan, bu gereksinimlere saplanıp kalmış, kendini tamamen buna
odaklarnıştır. Bu gereksinimleri, hayatının tek amacı haline getirmiştir.
Yaşamak için onlan değil, sanki onlar için yaşamı kullanmaktadır. Yaşam,
«sahip olmak» için bir araçtır sanki. Eğer birine, «bugüne kadar neyin sahibi
oldun?» diyorsa, onun yoksulluğunu kasdederek, aklısıra ona hakaret ediyordur.
Bu insanın hayatta işitebileceği en «ağır» söz, biraz önce başkası için kolayca
sarfettiği bu sözdür. Herhangi birinden bu «ağır» sözü işitme korkusu, onun
«sahiplenme» tutkusunu daha da tetikler.
Bedene yönelik
ihtiyaçlar, yaşamının odak noktasını oluşturduğu için, bu merkezde yaşayan
insana «emmare nefs» denmiştir. İnsanı sürekli yönlendiren, sürekli dürten,
dürtükfeyen, dürtüsel davranış kalıplarını ortaya çıkaran düşük bir merkezdir.
Bunları yaparken, emirlere ve yasaklara hiç aldırış etmez. Bataklığa kolayca
düşebilir. Bedenin emirlerine, itirazsız, koşulsuz teslim olmuştur. Bu bilinç
merkezi, insana sürekli emirler veren ve insanı yük hayvanı gibi kullanan bir
merkezdir. İşte bunun için, bu bilinç düzeyine, «emreden» anlamında, «emmare
nefs» denmiştir.
Oysa bedenin
güvenliğiyle ilgili temel gereksinimler, çok sıradan gereksinimlerdir. Hayatın
küçük ayrıntılarıdır. İnsan eğer ona hayatın küçük bir ayrıntısı olarak değil,
hayatın kendisi olarak yaklaşırsa, bu nesnelere odaklanır. Onları hayatının
merkezine koyar ve ömrü boyunca onların etrafında döner. Sorun aslında bu
nesnelerde değil, onlara bakış açısındadır. Onlara bakış açısını belirleyen,
sahip olduğu bilinç katıdır. O bilinç katını açığa çıkaran da, eğilimleridir.
Bu eğilimler, o bilinç katında döllenir, filizlenir, derinlere kök salar. Bu şeytan
labirentinin sadece tek çıkış kapısı vardır; eğilimlerinizi değiştirerek, üst
bilinç katlarına sıçrayacaksınız.
Bu İnsan, hayatta her
şeyi bırakmış, sadece yiyecek, içecek ve barınak gibi kişisel güvenliğiyle
ilgili nesnelere yönelmiştir. İstedikçe almış, aldıkça daha çok istemiştir.
Fakat buna rağmen kendini güvende hissedememiştir. Sürekli olarak, geleceğiyle
ilgili derin endişeler ve korku-lar üretmiş, bu duyguların bombardımanı
altında, mutsuz ve tedirgin bir yaşam sürmüştür. Gittikçe daha çok sorun
üretmeye başlamış ve ürettiği sorunların içinden çıkamaz hale gelmiştir. Sanki
bir girdaba kapılmış gibidir. Sanki hayat sonsuz akışını sürdürürken, o insan,
takılıp kaldığı yer-de dönmektedir. Sankİ baktığı halde görmemiş ve işittiği
halde duymamıştır. Belki de bu nedenle, sürekli aç ve doyumsuz kalmıştır.
Herkesten çok yediği halde aç kalmış, tikabasa doyduğu halde doyumsuz
kalmıştır.
Algılaması kısıtlı,
dünyası dardır. Ama bunun ayırdında değildir. Ayırdında olsa zaten ordan
çıkmaya çalışacaktır. Karanlık bir odada oturan kör bir insan gibidir.
Penceresi perdelidir. Ama perdeleri açıp, odasını aydınlatma gereği duymaz.
Çünkü perdelerin ayırdında değildir. Perdeli oldu-ğunu bilse, zaten sorunu
çözmeye başlayacaktır. Yaşadığı bilinç katından kurtulabilmesi için, hangi
bilinç katında oldu-ğunu ve nelerle kuşatılı olduğunu bilmesi gerekmektedir.
Bu insanın «sahip»
olduğu en kuvvetli duygu, «sahiplen' me» duygusudur. Bu duygu, onda öylesine
güçlenmiştir ki, istediği «her şeyin sahibi» olmuş, fakat nedense sadece
«kendisinin sahibi» olamamış, bedenine söz geçirememişti.
Bilgi, bu düzeyde
yaşayan insan için, pek bir şey ifade etmez. Bilginin derinliklerine ve
ayrıntılarına girmek yerine, yüzeyde kalmayı tercih eder. İşte bu nedenle,
ibadeti taklit yolludur. İbadetin inceliklerini, ayrıntılarını ve hikmetlerini
anlayamaz. Fakat, onun taklit yollu ibadete yönelmesi bile bir başarıdır.
Genellikle suya sabuna
dokunmaz. Fakat dokunacak olsa, dokunduğu her şeyi kirletir. Mensup olduğu
grubun bakış açısını tam olarak yansıtamaz. Temsil ettiği dini veya ideolojiyi
yanlış algıladığı için, yanlış yansıtır. Bu tür yaklaşımlar aslında onun için
lüksdür, gereksizdir. Kendi kabuğunda yaşamayı tercih eder.
Bütünü kavrayamadığı
için; fanatik yaklaşımlar, bölücülük, ırkçılık, ayrımcılık gibi dar görüşler
bile onu aşar. Oysa bu yaklaşımlar, zihinsel boyutların geneli düşünüldüğünde,
sonsuzlukta yaşadıkları halde, kendilerini daracık bir odaya hapseden kişilerin
yaklaşımıdır. Ama bu yaklaşım bile bu insanı aşar. Onun daracık dünyası,
sadece bedenin doğası ve barınakla sınırlıdır.
Birinci bilinç düzeyi,
beden doğasıyla ilgili saplantıların yetiştiği ve kuvvetlendiği bir
bataklıktır. Başlangıçta zararsız gibi görünen «sahiplenme» arzusu gittikçe
kuvvetlenir ve negatif duygular Üretmeye başlar. İnsan, neye sahip olmak
istediğini ve niçin sahip olmak istediğini sorgulamadan dürtüsel bir davranış
sergilerse, bu bilinç katı; rekabet, öfke, kin, kıskançlık, cimrilik,
cahillik, yalan, dedikodu, İftira ve buna benzer daha bir yığın negatif
duyguların yatağı olur.
İnsan, kendini nasıl
programlarsa öyle olur. Ve bu prog-ram, onun frekansını açığa çıkanr. Sonra bu
frekansına uygun düşünce dalgalannı kendine çeker, ibadetler ve dualar bunun
içindir. Birinci bilinç katında yaşayan biri, bedenin doğasıyla sınırlanmış
bile olsa, ibadete yöneldi' ğinde, dualarında «zihin açıklığı» ve «huzur»
istediğinde, bu yüksek enerji dalgalarını kendine çeker. İbadetler ve dualar,
yüksek titreşimli düşünce dalgalarına ulaşmak İçin, insanın, kendini üst bilinç
katlarına programlamasın^ dan başka bir şey değildir. Hazreti İsa'nın (as), «ne
isterseniz, size o verilecektir» sözü, bunu anlatır.
Birinci bilinç
merkezi, bir insanın düşebileceği en alt merkezdir. Bunun altında, «hayvani
nefs» olarak adlandı-rılan bir merkez daha vardır. Yemek ve içmek uğruna;
çalmaktan, yaralamaktan, hatta öldürmekten bile çekinmez. Birinin kolunda altın
bilezikler varsa, o bilezikler için, onun kolunu kökünden kesip götürebilir.
Birinin boğazında altın kolye varsa, o kolye için, onun boğazını hiç
düşünmeden kesebilir. Ölünün ağzında altın dişler olduğunu bilse, hiç
düşünmeden mezarı açabilir ve dişleri söküp götürebilir. Artık bu insanın
düşebileceği başka bir merkez kalmamıştır. Canlılarda (hayvanlarda) yaşama ve
hareket enerjileri, tam da bu merkezin ürünüdür. Psikolojide, bu çukurun
adına, «içgüdü» denmiştir. Burası artık bir merkez değil, bir çukurdur.
Fakat, Tasavvuf
dilinde, «emmare nefs» olarak adlandırılan birinci bilinç katı, bu hayvani
nefsin üstündedir. Yemeye ve içmeye gerçi düşkündür; ama bu isteğini «çaIarak»
değil, «çalışarak» yerine getirmektedir. Bu bilinç merkezindeki insan, eğer
yasaklara ve emirlere kulak verir, anlamadığı halde taklit yollu ibadet
ederse, yüksek titreşimli düşünce dalgalarını kolaylıkla algılayabilir ve onları
duygu boyutunda yaşayarak yaşam realitesi haline dönüştürebilir. Dualarla
çağrılan bu yüksek düşünce dalgaları, onu serinleten bir rüzgâr olabilir.
Cennetlerin dışında,
herkesin çok iyi bildiği gibi, bir de cehennemler vardır. Yoğun manyetik güce
sahip olan bu ortamları, insan, esasen kendi içinde taşıyıp durmaktadır.
Cennetleri kendi bilinç katlarınızda nasıl taşıyorsanız, bu cehennem
çukurlarını da kendi içinizde öyle taşıyorsunuz. İsteyerek, alarak, daha çok
isteyerek, daha çok alarak... Bu döngü sürecinde, zincirin bitmek bilmeyen
halka-lan gibi negatif duygular üreterek taşıyorsunuz. Kıskanarak, öfkelenerek,
suçlayarak, nefret ederek, kibirlenerek taşıyorsunuz. Aslında siz sadece
cennetleri ve cehennemleri değil, tüm boyutlanyla evreni İçinizde
taşıyorsunuz...
İkinci bilinç katında
yaşayan insan, mutluluk arayışlanni, geçici hazlarda arar. Bu bilinç katında
yaşayan insan, alışkanlık yaratan ve zevk veren nesnelerle kuşatılmıştır. Onun
etrafı; alkol, sigara, kumar ve uyuşturucu gibi kalın duvarlarla örülüdür.
İkinci bilinç katı, alışkanlık haline dönüşen kuvvetli bağımlılık duygulan
üretir. Bu duygular, insanı öyle kuşatır ki, hayat sadece o nesnelerle anlam
kazanır.
Bu insan, hoş duygular
uyandıran seslerin, renklerin, tadların, peşinde de koşabilir. Peşinde en çok
koştuğu nesne, çekim gücü en kuvvetli olan cinselliktir. Aslında ne yaptığının
farkındadır. Hatalarından dolayı kendini çok kınar, eleştirir. Fakat,
bağımlılıklanndan kolay kolay kurtulamaz. Bu bilinç katına, Tasavvuf da,
«kendini kötüleyen» veya «kendini kınayan» anlamında, «levvame nefs»
den-mistir.
Bilincin, (nefsin,
benliğin) bu adı almasının nedeni^ bir dönüşe geçmeyi istediği için,
istemeyerek sürdürdüğü alışkanlıklarından kurtulmayı istediği içindir. Fakat
ordan çıkamadığının da ayırdındadır. Ayırdında olduğu için, kendini sürekli
ayıplar, kınar, «levm» eder, pişman olur. İşte ona bu nedenle «levvame nefs»
denmiştir.
Bu bilinç düzeyinde
yaşayan insan, daha üst bilinç katlarını farketmİş ve o katlara doğru bir
yönelişe başlamıştır. Oldukça zor bir savaşın içindedir. Yaşamının odak
noktasını, «doğru»lann ve «yanlış»ların çatışması oluşturmaktadır.
Doğruyu ve yanlışı
aslında ayırır, bunun farkındadır; ama o yanlışlarından bir türlü kurtulamaz.
Bir girdabın içinde döner durur, acılar çeker, suçluluk duyar. Bütün bunlara
rağmen, mistik bir dünyası varsa, ilâhi emirlere ve yasaklara da uyar. İbadetle
bilincini arındırır ve kendisiyle samimi olarak mücadele eder. Bu merkezde
yaşayan insanın en kalın perdesi; ayıplamak, eleştirmek, kınamak ve yermektir.
Onun bu tavrı, başkasından daha çok ken-dine yöneliktir. Bir yandan, gündüzleri
oruç tutmak, geçeleri namaz kılmak ve sadaka vermek gibi salih amelleri vardır.
Ama diğer yandan, bunlann bilinmesini ve takdir edilmesini isteyen kötü bir
huyu vardır. Aslında bunun,«gizli riya» olduğunu bilir, ama ondan bir türlü
kurtulamaz. Baskalan tarafından «bilinmesini İstemek, takdir ve onay beklemek,
«gizli rîya»dır. «insanlar için» ibadet etmek İse, «açık riya»dır.
Eğer mistik bir
dünyası yoksa, eğlencenin cazibesine ve çekici gücüne kolayca kapılarak kendini
kaybedebilir. Alışkanlıkları ve bağımlılıkları tutuşturup büyük bir yangına
dönüştüren nesnelerin, mutlaka uyuşturucu veya alkol olması gerekmez. Tat,
koku, ses, renk gibi, alışkanlık yaratan ve zevk veren her nesne, ikinci
bilinç katında bağımlılık duyguları üretir. Bu, mesela çok basite alınan bir
sigara veya saplantı haline gelen bir davranış biçimi de olabilir. Geçici zevk
veren her şey olabilir. Keyif veren ve alışkanlık yaratan her nesne, ikinci
bilinç düzeyinde, sizin perdeniz olabilir.
Ordular yönetmiş ve
zaferler kazanmış bir komutan olabilirsiniz. Ama alışkanlıklarınıza ve
bağımlılıklarınıza karşı aciz ve çaresiz olduğunuzu hissedersiniz. Sizi teslim
almıştır. Aklınızı, fikrinizi, zekânızı, mantığınızı kullanarak, onu asla
yenemezsiniz. İradenizi kullanarak yenmeniz de zordur. Çünkü, bir şeyi isteyen
zaten iradedir. Karşı çıkan da iradedir. İrade, aynı bilinç katında, hem
«isteyen», hem de «karşı çıkan» olmaz. Fakat irade, bir bilinç katın-da
istediği şeyi, başka bir bilinç katında reddedebilir. Bu da, sizin bilinç
atlamanız ve yeni bir bakış açısı kazanmanız anlamına gelir.
Ordan çıkması için, bu
insanın, orda olduğunu bilmesi gerekir. Fakat bu bilinç katında yaşayanların
büyük bir kısmı bunu bilmez. Kötü kokulu bir odanın içinde yaşadığmız için,
kötü kokunun farkında değilsinizdir. Dışardan gelen arkadaşınız, odaya
girdiğinde, odanın kötü kokusunu hemen farkeder. Bunu size söylese de hiçbir
yaran ol' maz. Çünkü siz kötü kokuyu algılamıyorsunuz. Bu yüzden, odanızı
havalandırma gereği duymazsınız.
İnsanı kuşatan
alışkanlık çemberi, sadece bunlarla sı-nırlı değildir. Tembellik de bir
alışkanlık yaratır, çalışkanlık da... İkinci bilinç katının bakış açısı, bu alışkanlıkları
bir zevk haline getirir. Çalışır, çalışır, durmadan çalışır. Sadece işine
odaklanır, işinin aynntılarında kaybolur ve sonunda işiyle perdelenir. Artık
onu yönlendiren ve davranış biçimlerini belirleyen, onun işidir.
Çok konuşmak da
alışkanlıktır. Konuştukça zevk alırsınız. Oylf zevk alırsınız ki, yolda
rastladığınız herkese, Fatih Sultan Mehmet'in, filanca tarihte İstanbul'u
nasıl fethettiğini anlatırsınız. Baktınız ki adam dinliyor, hazır bir dinleyen
bulmuşken, tutar ona bir de Osmanlı tarihini an-latirsınız. Artık insanlar sizi
gördüklerinde, girecek delik ararlar. Sizi gören herkes, yolunu değiştirmeye
başlar. Sonra «bunlar benden niye kaçıyor?» diye düşünmeye başlarsınız. Onları
sıktığınızın farkında bile değilsinizdir. Farkında olsanız, zaten yapmazsınız.
Onların sizden kaç^ tıklarını farketmeniz bir mucizedir; fakat bunun farkında
olmadığınızda, kaçanı adeta kovalayarak yakalar ve ona bir köşede derdinizi
anlatırsınız.
Her insanın bir
hapishanesi vardır. Onunla konuştuğunuzda bunu hemen anlarsınız. Konuştuğunuz
her insan, sizi kendi zindanına hapseder. Birinci bilinç katında yaşayan
birine konuk olduğunuzda, yiyecekleri gözünüze gözünüze sokar; «ye, ye, ye!»
diye başınıza tokmaklar indirir. Sonra da, uzun uzun, size evinden bahseder.
Bu evi nasıl yaptırdığını, yaptırırken ne sıkıntılar çektiğini, ustalarla
nasıl dövüştüğünü, niçin dövüştüğünü, nasıl dövüştüğünü, çimentoyu kaça ve
tuğlayı kaça aldığını, uzun uzun anlatır. Ondan kurtulmak için, her an bir
fırsat kollarsınız. İkinci bilinç katında yaşayan birine konuk olduğunuz zaman,
size hemen içki ve sigara ikram eder, sonra hayatın «sıkıcı» ya da «eğlenceli»
oluşu üzerine değerli görüşlerini arzeder. Daha sonra, konuyu yavaş yavaş
hovardalıklarına getirir. Üçün yanına beş katarak, nasıl «çekici» veya
«çapkın» olduğunu anlatır. Sanki sîzi çok ilgilendiri-yormuş gibi tutar bir de
sevgilisinin hangi kokuyu kullandığını bile anlatır.
İkinci bilinç
düzeyinde yaşayan insanın algılama yeteneği zayıftır. Kavrayışı sığ ve
yüzeyseldir. Suçlayıcı, yargılayıcı bir bakış açısına sahiptir. Bilginin
derinliklerine inmez. Hayatın ayrıntıları ve incelikleriyle uğraşmaz. Bilincin
bu düzeyinde, hayatı çok eğlenceli bulanlar olduğu gibi, sıkıcı bulanlar da
vardır. Hayatı sıkıcı bulanlar, bulunduktan bilinç katından kurtulmak isteyen
ve üst bilinç katıyla iletişim kurmaya çalışanlardır. Hayatı eğlenceli bulanlar
ise, çok «eğlenceli» buldukları bu çukurdan çıkmaya niyeti olmayanlardır.
Bağımlılık yaratan en
çekici nesnelerden biri de, cinselliktir. Yanlış olan, cinselliği yaşamak
değildir; cinselliğin, esas amacından saptırılmış olmasıdır. Daha da kötüsü,
bu alanda büyük bir pazar yaratılmış olması ve ticari amaçlarla kullanılıyor
olmasıdır. Daha kötüsü ise, zora dayanan sapık ilişkilerde kullanılmasıdır.
Üzümden, pekmez de yaparsınız, şarap da... Bu, üzümün güzelliğini ve masumiyetini
bozmaz. Bozuk olan, sizin üzüme bakışınızdır. Cinsellik saplantısı olan insanın
zihinsel evreninde, ışık geçirmeyen kalın duvarlarla örülü bir bilinç katı
oluşmuş ve orda kökü derinlere inen güçlü duygular, tutkular, şiddetli arzular
ortaya çıkmıştır. Bu duygularla tetiklenen saplantılı davranış
kalıplan geliştirmiştir. Bu
merkezin manyetik alanına girmek çok kolay, ama çıkmak nerdeyse
olanaksızdır. Karadelikleri bilir misiniz? Uzayın karadelik-leri vardır.
Kaptığı cismi asla bırakmaz. İşık bile onun koyu karanlığında kaybolup gider.
İnsan, maddenin çekici
gücüne ve cazibesine kapılan bir varlıktır. Bir nesneye takılıp kalır. Akıp
giden hayatla bütünleşemez. Hayatı sınırlı olarak algılar ve böylece kendini
sınırlar. Bu insan politikaciysa, toplumu sınırlayan yasalar üretir. Yazarsa,
okuru sınırlayan bilgiler üretir. Din adamıysa, dini sınırlayan hurafeler
üretir. Toplum; sürekli olarak, kendini sınırlayan adetler, gelenekler,
töreler üretir, içinden çıkılamayan labirentler işte böyle oluşturulur. Sonra
da, ordan çıkmanın çareleri aranır.
Üçüncü bilinç katında
yaşayan insan, toplumun değer yargılarıyla perdelenir; «güç» ve «kariyer»
üzerinde odaklanır. Kendini, insanlara hakim olmaya, onlan yönetmeye, prestij
kazanmaya ve zenginliğe odaklar. Hiyerarşiye çok önem
verir. Yönetmenin ve
kontrol etmenin ayrıntılanna
iner. Bu duygular, köklü çınarlar gibi kuvvetlenir, dallarıyla tüm benliği
kuşatır, perdeler. Sahibine huzur ve rahat vermez. Bu duygular ondan sökülüp
alındığında, hayatın hiçbir değeri ve anlamı kalmaz. Onu kuşatan halka da
işte budur. İşık geçirmeyen kalın bir perdedir.
Bu merkezde gelişen
duygular, etken ve edilgen İnsan tipleri ortaya çıkarır. Güç üzerinde odaklanan
ve o mekanizmayı çalıştıran etken insan tipi, toplumu yönetme ve yönlendirme
yönünde bir davranış sergilerken, onaylanma ve alkışlanma dürtüsüyle hareket
eden edilgen insan tipi, toplum tarafından yönlendirilir.
Güç üzerinde odaklanan
insan, bu güce sahip olabilmek için, ne gerekiyorsa onu yapar. Silah
kullanılacaksa, kullanır. Parayla alınacaksa, alır. Ona kimi zaman maka-mıyla
sahip olur. Kimi zaman da cinselliğini ve fizik güzelliğini kullanır, önemli
olan, büyük bir güce sahip olmak ve bunu insanlar üzerinde kullanmaktır. Bu
güce nasıl sahip olunacaksa öyle olur. Ne gerekiyorsa onu yapar.
Ünlü diktatörler böyle
çıkmıştır ortaya. İnsanı, yönetim organlarına ve önemli karar organlarına
getiren duygu, budur. Ona, holdingler ve şirketler kurdurtan, bu duygudur. Bu
duygunun yatağı, bilincin üçüncü merkezidir. Kıvılcım orda tutuşur, sonra
büyür, yangın olur. Bu yangın, onu öyle bîr kuşatır ki, onun içinden asla
çıkamaz. İmparatorlar, diktatörler, tiranlar çıkar ortaya. İstisna olarak,
bazı pozitif güçlerin çıktığı da olur. Mesela Atatürk gibi, Gandhİ gibi.
Tehlikeli bir yol
aynmindadır. Bilincin üst katma yönel-mezse, kendini «güçlü» sanma
kuruntusundan kurtulamaz. Ömrü boyunca bu girdapta döner durur. Var sandığı gücünün
sahte varlığıyla perdelenir. Kendi varlığıyla gerçeği örter, algılama
kanallanni tıkar ve yüksek düşünce dalgalarına ulaşamaz. Bu nedenle, mutsuz ve
tatminsiz ölür... Bunlar olabilir, ama gücün ve iktidann tek sahibini
algılamaya baş-laması da mümkündür. O zaman, isteyerek ve inanarak Allah'a
yönelir. Tasavvuf dilinde, bu bilinç katının, «mülhime nefs» olarak
adlandırılmasının nedeni budur.
Kendi gücünün aldancı
olduğunu anlayıp, esas güce yönelmişse, bu kişi mutlaka yüksek frekanslı
düşünce dalgalarını (ilham) algılamaya başlamıştır. Bu düşünce dalgalarını
algılamamış olsa (ilham gelmese), kendi gücünden vazgeçmesi ve şöhretine boş
vermesi mümkün değildir. Bu ilhamları almış olması nedeniyle, ona, «mülhime»
adı verilmiştir.
Bu bilinç katında,
insan, maddenin Ötesine uzanabili-yorsa, o, yüksek titreşimli düşünce
dalgalarını algıladığı (ilâhi ilhamlar geldiği) içindir. Maddenin duvarına
toslu-yorsa, o da, önceden olduğu gibi, düşük titreşimli düşün' ce dalgalarının
(kuruntunun) gereğidir. Kuruntunun gere--ğinı yaparsa, düşük bilinç katlarına
doğru inişe geçer. Fa--kat, bu merkezde yaşayan insan, ilhamlar alıyorsa,
yüksek bilinç merkeziyle ilişkiler kurmaya başlamıştır.
Yüksek titreşimli
düşünce dalgalarını almaya başladığında, açığa çıkardığı sıfatlarda bir dönüş
gözlemlenir. Makamını, kariyerini ve otoritesini küçümsemeye başlar; ilim,
cömertlik, tahammül, yetinme, tevazu, sabır, hoşgörü, merhamet gibi, önceden
olmayan bazı özelliklerin kendinde açığa çıktığını farkeder.
Bu bilinç düzeyinde
eğer kapalı kaldıysa, açık algılara sahip olamadıysa, hayat, onun için sadece
«güç» anlamına gelir. Onun için hayatın artık başka bir anlamı yoktur. Fakat,
sahip olduğu güç, ona, hayat enerjisi sağlayan ana daman kesmiştir. Gücün esas
sahibini unutmuş, sahte gücüyle etrafına görünmez bir duvar Örmüştür. Artık
dilediği gibi davranabilir. Servetine servet katmak için, yalan söyleyebilir.
Adaletsiz kararlar verebilir. Çıkar sağlayabilir. Kariyerini sağlamlaştırmak
için, toplumun ortak değerlerini, mesela dini kullanabilir. Bunların hepsini
yapabilir. Sayısız olanaklara ve zenginliğe sahip olmasına karşın, onun
gözlerine dikkatle baktığınızda, doyumsuz ve mutsuz olduğunu görürsünüz.
Bir arayış İçindeyse,
bu bilinç katından kurtulmak isti' yorsa, üst bilinç katlarında yaşayan
birilerini arar. Düşük bilinç katlannda yaşayan insanlardan sıkılır. Üst bilinç
katlarında yaşayan birilerini bulursa, oniann yayınladığı po' zitif enerjiyle
aydınlandığını, genişlediğini, huzur bulduğunu farkeder. Zihnini kurcalayan,
benliğini gölgeleyen bazı kuşkularından arınır.
Bu bilinç katında onun
durumu pek sağlam değildir. Bilincini iyi anndıramadığı için, zaman zaman
ortaya çıkan zaafları vardır. Toplumsal değer yargılarından tamamen
kurtulamamıştır. Bu nedenle, sık sık geriye dönüşler yaşar. Bu dönüşlerde,
kuruntunun karanlık zindanlarına tekrar inebilir. Alışkın olduğu eski bilinç
katının manyetik alanından tamamen kurtulamamıştır. Eski alışkanlıklarına
tekrar dönüp, çok yemeye, çok içmeye, çok uyumaya ve insanlann arasına yeniden karışmaya
başlayabilir. Eski gücünü, eski otoritesini ve kariyerini özleyebilir.
Hatta bazen inançları
örselenebilir, ibadetlerini terkede-bilir. Günahlann manyetik alanına doğru
hızla çekilebilir. Bu-nunla beraber, sanır ki, kemalini bulmuştur. Madde duyanının
ötesindeki gİ2emi yakalamıştır. Evrenin gizli boyutlarını (gayb alemini)
keşfetmiştir. Başkaları, onun algıladığı gerçeklerden perdeli kalmıştır.
Sosyal ilişkileri
çözülmüş ve içe yönelik çalışmaları tam kuvvet bulmuşken, amacına ve kemaline
yaklaşmışken, geriye dönüşü, onun, önceki bilinç merkezine yakın olmasından
dolayıdır. Önceki merkezin çekim alanından tam olarak kurtulamamıştır. Bu
merkez, oldukça tehlikeli, kaypak ve tuzaklarla doludur. Çünkü, insanlann
özendiği, gıptayla baktığı bir yaşamı vardır. Bu parlak yaşamın, bir
çekiciliği, cazibesi vardır. Servetin, makamın, otorite' nin, kariyerin,
şöhretin çekim gücü, bu merkezde yaşayan insanı rahat bırakmaz.
Toplum değerlerinin,
insanı şekillendiren ve ona yon veren bir gücü vardır. Bu gücünden dolayı,
toplum, kendi tohumlarını yeşerten bir tarla gibidir. Kendini oluşturan bireylerin
kişiliğini, değer yargılanyla yoğurur ve biçimlendirir. Fakat, bu tarlada her
zaman başaklan altın şansı buğday yetişmez. Bazen de delice otlan yetişir.
Ayrıklar ve dikenler yetişir. Nemrudlar. Firavunlar, Karunlar yetişir.
Şaklabanlan,
yalakalan, yardakçılan olmuştur. Alkışlayanları çok olmuştur. Kibİre ve gurura
kapılmışlardır. Şaklabanlar, yalakalar, yardakçılar her zaman olacaktır.
İnsanı alkışlayan birileri mutlaka olacaktır. Onlar yok edilemez. İnsanın
düşmanı onlar değildir. İnsanın düşmanı, onlann ilgisi ve alkışlanyla beslenen
kibiridir. Kibir, o alkışlarla beslenip büyür, sonunda bir ejderha olur. İnsan,
negatif duyguların yıkıcı gücünü bilmediği için, kendi içinde bir ejderha beslediğinin
ayırdında olmaz. Sonra da çıkar, dışarda düşman arar. Oysa en büyük düşman,
insanın içindedir.
Bundan daha kalın bir
perde yoktur. Çelikten bir duvar gibidir. Bir damla ışık sızdırmaz. Bu
duygularla çepe çevre kuşatılmış olan insan, kişiliğini, toplumun değer yargılarına
göre oluşturur. Onaylanmak ve alkışlanmak için, ne gerekiyorsa yapar.
Alkışların sihirli bir gücü vardır. O alkışlar uğruna insanın yapamayacağı şey
yoktur. Deveyi uçuruma sürükleyen bir tutam ot gibidir.
Toplum değerleri,
sadece tiranlan ortaya çıkarmaz. Bunlar, üçüncü bilinç katında gelişen güç
odaklandır. Esas olan; beğenilme, sevilme, onaylanma duygulannın tatminidir.
Toplum, güce önem verdiği için tiranlar ortaya çıkmıştır. Şöhrete, fizik güzelliğe,
gösterişe verilen önem, daha farklı kişiliklerin, edilgen tiplerin ortaya
çıkmasını sağlar.
Toplumun bu değerleri,
görselliği ön plana çıkarmıştır. Gözaltı morlukları, ciltte yağlanma,
kıyafetler, takılar, beden ölçüleri, son model arabalar, şatafatlı hayatlar,
plastik memeler, naylon dudaklar ve takma kirpiklerle ilgilenen tuhaf
kişilikleri de ortaya çıkarmıştır.
Konulan budur. Cildim
yağlandı... Kilo aldım... Filan' ca, sevgilisini filancayla aldatmış...
Filanca, kalçalarından yağ aldırmış... Kuşatılmışlar!.. En değersiz değerlerle
kuşatılmışlar!.. Karanlıklar içine, çelik perdelerle hapsedilmişler. Toplum,
onlara ne büyük düşmanlık etmiş! Hayır, onların düşmanı toplum değil.
Asıl düşman, o
değerlerin insanda açtığı üçüncü bilinç katında yaşıyor. O bilinç katında,
sevilme dürtüsü var. Sevmek önemli değildir. Yeter ki, onlar sevilsinler. Alkışlansınlar,
onaylansınlar. Onların şöhretleri ellerinden alınsa, hayatın hiçbir değeri
kalmaz. Hatta çoğu yaşamayı bile istemez. Hayat önemli değildir. Hayat, eğer
şöhretleri ve servetleri varsa önemlidir.
Avrupa'dan binlerce
dolara kıyafetler getirtirler. Takıları için binlerce dolar harcarlar.
Afrika'da çocuklar açlıktan Ölürken, onlar, dik göğüslere ve kalın dudaklara
sahip olabilmek için, binlerce dolar harcarlar. Fakat yine de mutsuzlar. Bunu
itiraf edecek yürekleri yoktur, saklanırlar. Mutlu görünmek için, sahte
gülücüklerin, yapmacık hareketlerin ardına saklanırlar. Fakat siz onlara iyi
bakarsanız, o sahte gülüşlerin, naylon bir maske gibi yüzlerinde sırıttığını
görürsünüz.
Toplum değerleri;
ırkçı, bölücü, ayına, fanatik kişilikleri de ortaya çıkarır. Bunlan fanatik
yapan, onaylanma dürtüşüdür. Suçlayıcı ve yargılayıcı bir bakış açılan vardır.
Ken--di değer yargılanna ters düşen her fikri, her düşünceyi, her anlayışı, her
ideolojiyi, her akımı, her dini, kendilerine düşman ilan ederler. Saldırgan,
kinci ve kaba davranırlar. Bun-lann kahramanlık saplantılan ve sannlan vardır.
Perdeli insan budur.
Bu durumdan çıkması için, bu durmdan çıkmayı istemesi gerekmektedir. «Aİlahım,
nefsimin şerrinden ve karanlığından sana sığınırım; nurunla beni aydınlat,
kavrayışımı kolaylaştır, ilmimi artır» diyecektir. Namazlarında bunu isteyecek
ve istediği şeye ulaşacaktır. Fakat, insanın bunu isteyebilmesi için, kat kat
perdelerin ardında, karanlıklar içinde yaşadığını bilmesi gerekir. Bunu
bilmeyen insanın, böyle bir isteği olmayacaktır. Oysa istese alacaktır. Arasa
bulacaktır. İsteyen, neyi isterse onu alacaktır. Arayan da, aradığını
bulacaktır.
Perdeli kişilik
düzeylerinden kurtulur ve hayata dör-düncü bilinç katından bakarsanız, bedenin
doğasından, bağımlılıklarınızdan, alışkanlıklarınızdan, dürtüsel davranış
kalıplarından ve toplumun kuşatıcı değer yargılarından kurtulur, yerel kimliğinizi
aşarak, küresel bir kişilik kazanırsınız. Küresel bir kişilik kazandığınızda,
sevgiyi derinlemesine yaşar ve karşılıksız sevmenin, koşulsuz sev--menin
doyumsuz tadına varırsınız. Veya koşulsuz sevgiyi yaşadığınız için küresel
olursunuz.
İşte o zaman,
yaşadığınız bilinç katıyla kuşatılı olsanız bile, çevrenize baktığınızda,
varlıkta tecellî eden iradeyi, kudreti ve ilmi görebilirsiniz. Sizi sınırlayan
perdelerden kurtulduğunuz için, daha açık bir algıya sahip olur ve yüksek
titreşimli düşünce dalgalannı yakalamaya başlarsınız. Algıladığınız bu düşünce
dalgalarını, duygu boyutunda yaşayarak, «bilge» olursunuz. Çok okuduğunuz veya
çok bildiğiniz için bilge olmazsınız. Bilgelik, beyinde elektriğe çevrilen
düşünce dalgalarının, duyguya dönüşümü sırasında, derinden hissedilen ve yaşanan
bir durumdur. İlk anda hissettiğiniz şeyler doğrudur. O anda, saf düşüncenin
altın ışığı parlamış, şimşek gibi karanlığı aydınlatıp gitmiştir. Çok
düşünürseniz, evirir çevirirseniz, onu rasyonel düşüncelerle karartırsınız.
Hangi bilinç katında
yaşıyorsanız, ona uygun cennete gidersiniz. Bilincinizin manyetik alanı,
varlığınızın özü, sizi o katın titreşimine çeker. Cennetler, tıpkı içinde
yaşadığınız madde evren gibi bir sonsuzluktur. Aynı boyut içinde, örneğin
Darür-Karar evreninde, birbirinden çok farklı güneş sistemleri ve galaksiler
vardır. Herbiri, aynı boyutun ara titreşimlerini temsil eder. Bunu şöyle de
düşünebilirsiniz; ikisi de aynı boyutta olmasına karşın. Dünya cennetinde yaşamakla,
Venüs çöllerinde yaşamak aynı değildir.
Dünya yaşamınızda
zihinsel evreninizi ne kadar genişletebilir, düşünce ve duygu boyutunda ne
kadar geniş bir halka açabilirseniz, ölüm-ötesi yaşamınızda da, o genişlikte
bir cennet bulursunuz. Perdeli olmamak, yüksek fre-kanslı düşünceleri algılamak
bunun için çok önemlidir. Kendinizi ve başkalarını yargılamak, suçluluk
duygusu, kızgınlık ve nefret, sizi düşük frekanslı ortamlara çeker. Kaçınılması
gereken de budur. Dikkat ederseniz, dünya yaşamında da kendi frekanslarınıza
uygun ortamlara çekilirsiniz. Hergün aynı ortamlarda buluştuğunuz
arkadaşla-rınız, başkası için hiç de cazip gelmeyebilir.
Sizi hareleyen renkli
ışık dalgaları (öz), kendi titreşimine uygun düşünceleri kendine çeker. Bu
algılara İlişkin düşünceler gelip sizi sarmalayan öze çarpar. Bu öze çarpan
düşünce, ışığa dönüşerek beyne girer. Işık, beynin İlgili bölümlerinde,
elektrik akımlarına dönüşür.
Bunlar, algılarınızla
ilgili düşük veya yüksek titreşimli düşüncelerdir. Bu düşünceler, beyninizde
elektrik akımlarına dönüştüğünde, pozitif veya negatif kutuplara bölünür.
Düşünce dalgalan, beyninize girmeden önce düşük veya yüksek titreşimlidir, ama
pozitif veya negatif kutuplan yoktur. Bu düşünceler, beyninizde elektrik
akımlarına dönüştükten sonra kutuplaşarak bu özelliği kazanır.
Size gelen düşünceler,
bu kutuplaşmadan dolayı, karşıt-lanyla birlikte ortaya çıkar. Bir kutbu
negatifdir, sizi yolunuzdan saptırır. İçinizdeki şeytan fısıltıları, bu
negatif Özellikteki düşüncelerin oluşturduğu manyetik güçtür. Sizi yönlendirir,
çeker çevirir, eğilimlerinizi ve tercihlerinizi değiştirmeye çalışır. Kuran'da
belirtildiği gibi, sağınızdan ve solunuzdan si--ze girerek, sizi saptırmaya
çalışır. İçinizdeki bu fisıltılan, bu şeytan naralannı duymamanıza imkân
yoktur, Bölünen dü-şüncenin diğer kutbu da pozitiftir, yolunuzu aydınlatır.
Bunlardan birini
tercih edersiniz. Tercih ettiğiniz bilgi yüklü bu elektrik akımları,
unutulmaması için, madde bedenin düşünce belleğine kodlanır. Sadece tercih
ettiğiniz düşünce kodlanmaz. Bellek kamerası, iki kutbu da çeker ve sizin
bunlardan hangisini tercih ettiğinizi de, hiçbir ayrıntıyı atlamadan kaydeder.
Tercih ettiğiniz
düşünce, beynin ilgili bölümlerinde, kendi titreşimine (frekansına) uygun olan
pozitif veya negatif duygulara dönüşür. Bu duygular da, ruhun (mikro-dalga
bedenin) duygu belleğine kodlanır. Bunlar, sonsuz yaşama götüreceğiniz
hazineler veya çıkışı olmayan şeytan tuzakları, ya da şeytan labirentleridir.
Elektrik akımlarına
dönüşen düşünceler, içerdikleri bilgileri, beyin hücrelerine kodlar. Beyin
hücrelerinin her biri, binlerce ciltlik kitapları doldurcak kadar yoğun
bilgilerle yüklüdür. Diğer organları oluşturan hücreler, tıpkı sizin gibi
doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Bugün sahip olduğunuz ciğeriniz ya da
böbreğiniz, aylar önce sahip olduğunuz organlar değildir. Bugün sahip olduğunuz
beden, bir yıl önceki beden değildir. Ama buna rağmen, formunuzda herhangi bir
değişme olmaz. Çünkü, bedeninizin formuyla ilgili beyin hücreleri (genetik
program), formunuz-la ilgili o bilgileri, bedeninizin o bölgesinde yeni doğan
boş hücrelere aktarır. Ve böylece, her an bedeninizde müyonlarca hücre doğup
ölmesine rağmen, o hücrelerden oluşan bedeninizin formu hiç değişmez, hep aynı
kalır. Yaşlanmanıza rağmen, anatomik yapının temelinde bir değişme olmaz.
Fakat beyin
hücreleriniz kendilerini yenileme özelliklerinden yoksundur. Öldükleri zaman,
içerdikleri bilgileri aktarabilecekleri yeni kuşak hücreler yoktur. Siz işte
bu nedenle yaşlanırsınız ve giderek unutkan olursunuz. Beyninizin, beden
formuyla ilgili hücreleri (genetik programı taşıyan hücreler), yavaş yavaş
öldüklerinde, yerine tekrar o bilgileri taşıyan yeni hücreler gelmediği İçin,
formunuzda gittikçe bir değişme olur. Gittikçe buruşur, gevşer, yaşlanır ve
yavaş yavaş ölürsünüz. Aslında siz birdenbire Ölmezsiniz. Yavaş yavaş...
Küçücük bir zaman diliminde, milyonlarca kez ölür, binlerce kez dirilirsiniz.
Tekrar yenilenmeyen hücreler, sizde, yaşlılık belirtileri olarak kendini
gösterir.
ölen beyin hücreleri
yenilenmediği halde, o hücrele-rî öldürmek için elinizden geleni yaparsınız.
Zaten beyninizin büyük bir bölümünde, fonksiyonlarını yerine getİrmeyen (yüksek
düşünce dalgalanyla uyanlmamış) hücreler varken, çok az sayıda uyanmış (düşük
düşünce dalga-lariyla uyarılmış) olan hücrelerinizi de, kendi ellerinizle
öldürürsünüz. Uyuşturucuyla Öldürürsünüz. Alkol alarak öldürürsünüz. Nikotinle
öldürürsünüz. Fakat siz en çok, «sevgi» enerjisinden yoksun bırakarak
öldürürsünüz. Böy--lece kendinizin katili olursunuz.
Küçücük bir bebeğe
baktığınız zaman, hissettiğiniz şey nedir? İşte o, gerçek bir sevgidir...
Çünkü, ondan hiçbir beklentiniz yoktur. Bir karşılık beklemezsiniz. Onu seversiniz,
sadece seversiniz... Bu sevginin bir nedeni olmadığını da bilirsiniz. Onun
kakasından bile tiksinmezsiniz. Dördüncü bilinç düzeyinde yaşanan koşulsuz
sevgi budur. Tasavvuf dilinde, bu bilinç düzeyine «mütmainne nefs» denmiştir.
«Allah'da sükun bulan» demektir. «Akışa karşı direnmeyen, her şeyi olduğu gibi
kabul eden ve öylece seven» demektir.
Bebeği sevdiğiniz o
anın, su halkaları gibi açıldığını, ya--yıldiğını, genişlediğini ve tüm
hayatınızı kuşattığını düşü' nün. Olaylara, İnsanlara, durumlara, hayata, o
bebeğe baktığınız gibi baktığınızı düşünün. Kendinizi nasıl hissedersiniz?
Mutlu mu? Koşulsuz sevgi işte budur. Koşulsuz sevgi, mutluluktur.
Sevdiğiniz zaman mutlu
olursunuz. Yüzünüzün sürekli güldüğünü ve renginizin parladiğını görürsünüz.
Yüzünüzü, kimyasal boyalarla çamur gibi sıvayarak güzelleşmezsiniz. Severek
güzelleşirsiniz. Hücreleriniz, o enerjiyle beslenir, dirilir, canlanır.
Elektriğiniz ve ışığınız anar. Frekansınız yükselir.
Düşük titreşimli
düşünce dalgalan, tıpkı kendisi gibi düşük titreşimli duygulan üretir.
Sahiplenme düşüncesi, rekabet duygulan uyandınr. Şimdi artık «kıskanmak» için
önemli bir nedeniniz var. Kıskanırsınız. Rakibinizi kıskanır ve ondan nefret
edersiniz. Onda kusur arar ve yargılarsınız. Suçlarsınız. Suçu yoksa bile
iftira atarsınız. Hakkında yalancı tanıklık yaparsınız. Bu negatif duygular,
bir zincirin halkaları gibi uzar gider. Sonu hiç gelmez. Bütün bunların hepsi
gelip sizi nasıl buldu? Bunları kendinize çekecek ne yaptınız? Siz nesiniz,
bir bataklık mısınız, bu asalak sivrisinekleri ortaya çıkardınız?
Durun, öfkeye
kapılmayın. Zaten bu, başarabi İd iğiniz en iyi şeydir. Siz elbette bataklık
değilsiniz. Engin denizler gibi geniş, derin... Engin denizler gibi sakin,
durgun insanlardan ne farkınız var? Onlar maddenin dışına yöneldikleri için,
yüksek titreşimli düşünce dalgalarını çekiyorlar. Siz de maddeye yöneldiğiniz
için, düşük titreşimli düşünce dalgalarını çekiyorsunuz. Bu farkınız var. Daha
ne olsun? Aranızda, Firdevs cennetiyle dünya kadar bo-yutsal bir fark var! Bu
cennet, dünyadan ne kadar üstün-se, onlar da sizden o kadar üstündür.
Beyninizde elektrik
akımlarına dönüşen bu düşünce dalgalan, ruhunuza yüklenecek olan duygulan
yaratır. Bu duygular, algı kanallannızı tıkayan negatif enerjiler veya algı
ka-nallannızı açan pozitif enerjilerdir. Algı kanallannızı açan pozitif
enerjiler (duygular), yüksek titreşimli düşünce dalgalann-dan kaynaklanır. Algı
kanallannızı tıkayan negatif duygular ise, düşük titreşimli düşünce
dalgalanndan kaynaklanır.
Sevgi, pozitif
açılımlar sağlayan, zihin boyutuna devinim ve hareket getiren bir duygudur.
Manyetik gücü çok kuvvetlidir. Bu gücünden dolayı, tüm pozitif duyguların
anasidir. Hoşgörünün anası odur. Birini severseniz, onun hatalarını
bağışlarsınız. Merhametin, acımanın, şevkâtin, umudun, özlemin, aşkın kaynağı
sevgidir. Cömertliği doğuran da odur. Sevdiğiniz kimseyle ruhunuzun hazinelerini
paylaşırsınız. Arkadaşınıza bir külah dondurma almakla cömert olmazsınız.
Cömertlik; bilgiyi, duyguyu, aşkı, hüznü paylaşmaktır. Bunları paylaşmak da,
sevmekle olur. Bunlar sizde açık algı kanalları oluşturur.
Sevgi, esas olarak,
hissedilen ve yaşanan bir duygudur. Beynin ilgili bölümlerinde, düşünceden
fotoniara, fotonlardan elektrik akımlarına dönüşen düşünce dalgalarından
üretilmiş yüksek frekanslı bir duygudur. Ancak, tüm pozitif duyguların anası
olması nedeniyle, aynı zamanda bir bilinçtir.
Bilinç, aslında sizin
nefsiniz, benliğinizdir. Düşüncenin belli frekanslarını içeren bir sistemdir.
Aynı zamanda, algılanan bu düşünceleri, kendi frekansında pozitif veya negatif
duygulara dönüştürerek, ruha kaydeden bir sistemdir. Bu bakımdan, çeşitli
pozitif duygulan açığa çıka--ran sevgi, «aydınlanmış bir bilinç»tir sanki.
Üretildiği bilinç katını (nefsi), parlak ışığıyla saran, kuşatan, aydınlatan,
yoğun bir enerjidir.
Sevgiyi ortaya
çıkaran, algıladığınız yüksek titreşimli düşünce dalgalarıdır. Bu düşünce
dalgalarından üretilmiş pozitif bir enerjidir. Ruhunuzun frekansını yükselten
bu pozitif enerji dalgalarıyla, kendinize tekrar yüksek düşünce dalgalannı
çekersiniz. O yüksek düşünce dalgalan, sizde tekrar yüksek titreşimli pozitif
enerjilere dönüşür. Siz, içinde yaşadığınız evrenle, farkında olmadan, böyle
bir alışverişe girersiniz.
içinde yaşadığınız
evren, öyle bir tarladır ki, oraya ne ekerseniz, onu biçersiniz. Ve göklere ne
verirseniz, göklerden onu alırsınız. Boş sandığınız sonsuzluğa, hangi düşünce
dalgalarını gönderirseniz, o dalga boylarındaki düşünceleri kendinize
çekersiniz. Hangi sıfatlan eyleminizle açığa çıkarırsanız, o sıfatlar sizde
tecelli eder. Bu dünyada huzurlu ve mutluysanız, öbür tarafta da öylesiniz.
Bir şeyi sevmeniz
için, ona sahip olmanız gerekmez. Zaten siz sevdiğiniz şeylerin sahibi
olursunuz. Rüzgâr sizin için eser. Gök sizin için gürler. Dünya, boşlukta
sizin için döner. Kuşlar sizin için şarkı söyler. Çiçeklerin renginde
güzelleşen derinlik sizin içindir. Ürkek bakışıyla ceylan sîze anlatır hüznünü.
Bulutlar size indirir rahmetini. Sizi kuşatan ve sizi sarmalayan öz, sevginin
o muhteşem rengiyle harelenir. Hayat, sîzi sevgiyle kucaklar. Bütün bunlar,
siz sevdiğiniz için olur. Durup dururken, hiçbir neden yokken, bir kelebeği
seversiniz. Güneşin batışını seversiniz. Gecenin sessizliğini, derinleşen
yalnızlığı seversiniz. Hırçın dalgalan, kimsesiz çocukları, gökyüzünün
derinleşen maviliğini, bulutu, yağmuru, rüzgârı seversiniz. Sevdikçe
genişlediğinizi, sevdikçe açıldığınızı ve sev-dikçe tüm dünyayı kucakladığınızı
hissedersiniz. Ve genişledikçe daha çok alırsınız. Aldıkça daha çok
seversiniz.
Eğer, sevmiyorsanız,
mutsuzluk üretirsiniz. Sadece mutsuzluk üretirsiniz. Kaşlarınız çatılır.
Bakışlarınız öfkeyle bulutlanır. Umutsuzluk, korku, endişe, kin, rekabet ve
buna benzer negatif açılımlar olur. Sevmiyorsanız, kıskanırsınız. Kahrolmanızın
nedeni kıskanmanizdır. Ve sizi mahveden, sizin nefretînizdir. Mutlu olmanızın
nedeni ise, sevmenizdir.
Sevgi, yüksek düşünce
dalgalarını kendine çeken ve manyetik gücü çok kuvvetli olan bir açık algı
kanalıdır. Fakat, sevgiyi yaratan da zaten bu yüksek düşünce dalgalarıdır. Bu
oluşum, yumurtanın kuştan çıkması, kuşun da yumurtadan çıkması gibi bir döngüyü
yaratır. Fakat bu bir «kısır döngü» değildir. Gittikçe yoğunlaşan duygusal yaşam,
bilincin üst katlarına doğru yükselirken, sayısız ara frekanslara dönüşür ve
birdenbire üst bilinç katlarına sıçrayarak, boyutsal bir derinlik kazanır.
Herkes sevgiden söz
eder ve herkes sevdiğini söyler, ama bunu aslında kimse bilmez. Biri sizi
sevdiği için mi onu seversiniz? Hayır... Siz aslında onu sevmezsiniz; onun,
«sizi sevmesini» seversiniz. Yani sevilmeyi... Siz, sevilmeyi seversiniz.
«Seviyorum» dersiniz, fakat neyi sevdiğinizi bilmezsiniz.
Eşler birbirine
baksınlar, birbirlerini gerçekten seviyorlar mı? Erkek, kadının hangi
duygularını tatmin ediyor? Bedenin güvenlik sorunuyla ilgili endişelerini,
gelecek kay-gılannı, açlık; hastalık, yalnızlık ve barınak sorunlarıyla ilgili
korkularını... Kadın da, edebiliyorsa eğer, erkeğin cinsel arzularını tatmin
ediyordur. Eğer oluyorsa, bu arada kendisi de tatmin oluyordur. Sonra birlikte
çocuklar dünyaya getirirler. Sonra eşler arasında, cocuklan «sahiplenme»
kavgası başlar. Sahiplenme nedir? Perdeli bilinç dü-zeylerinde ortaya çıkan
kuvvetli bir duygudur. Peki sevgi nerde?
Sevgi, alt bilinç
katlannda böyle açığa çıkar. Bu sevgi midir? Çocuk, boyundan büyük bir öfkeyle
tepinir ve «artık seni sevmiyorum!» diye bağırır. Annesi, çocuğun tep-kişini
önemsemeden, «niçin sevmiyorsun beni?» diye sorar. Çocuğun gerekçesi hazır,
«çünkü bana dondurma almadın!» der. Kadın, «peki, peki, yarın alırım!»
diyerek, çocuğun koşullu sevgisini destekler ve böylece o duyguyu onda daha da
güçlendirir. Eğer beni seversen, eğer bana dondurma alırsan, seni severim...
Çocuk bunu nerden
öğrendi? Birkaç yıllık yaşamında nasıl da bağlayıcı oldu, yetişkinleri bile
kendi sınırına hapsetti! Bu duyguyu genetik programında mı getirdi, yoksa
annesinin, «eğer dersine çalışırsan, seni severim» demesinden mi öğrendi?
Eğer çalışkan olursan,
cesur olursan, temiz olursan, söz dinlersen, seni severim... Milliyetçi
olursan, solcu olursan, müslüman olursan, seni severim... Senin o doymak
bilmeyen gözünü nasıl doyurmalı? Gelirken sana iki kilo pırasa getirsem, beni
sever misin? Sana bir araba alsam, metresim olur musun? Eğer benî seversen,
ben de seni severim... Eğer beni alkışlarsan, onaylarsan, seni severim. Eğer
cinsel arzularımı tatmin edersen, eğer sırtımı kaşırsan, seni severim...
Sevgi, sevdiğiniz
kişiyi kendi sınırlarınıza hapsetmeniz, onun ellerini kollarını bağlamanız, onu
seçeneksiz bırakmanız değildir. Sevgi, hiçbir kurala, hiçbir şarta, hiçbir
nedene bağlanmadan, sınırsız verebilme özgürlüğüdür. Bu öyle bir duygudur ki,
insanın yüreğinden sökülüp ge-len dalgalar gibidir. Karşı koyulamaz bir gücü
vardır. Sevginin yapıcı ve yaratıcı gücüyle ölüyü bile diriltebilirsiniz. Bu
güç, başka hiçbir duyguda bu kadar kuvvetli değildir. Sevginin, işte böyle
yaratan ve yaşatan bir gücü vardır.
Allah, sevdiği için
yaratmıştır. Eğer sevmeseydi, insan olmazdı. Görünen ve görünmeyen boyutlarıyla
evren olmazdı. Evreni ve insanı, sevginin gücüyle yaratmıştır. Eğer sevmeseydi,
yağmur yağmazdt. Kuşlar ötmez, rüzgâr esmezdi. Yıldızlar gökyüzünde semah
dönmezdi. Güneş doğarken, ufuklar ağarrhaz, gökyüzü gül pembeye bürünmezdi.
Eğer sevmeseydi, güneş doğmazdı, güneş batmazdı. Ayın şavkı sulara inmezdi.
Denizin dalgalan böyle hırçın dövmezdi kayaları. Bir çocuğun kahkahasıy-la
böyle şenlenmezdi yuvanız. Eğer sevmeseydi, kirli bir suda saklamazdı insanı.
Kirli bir su damlası, insanı çıkarmazdı. Hayat olmazdı.
Başlangıçta sevgi
vardı. Bütün duygular ondan çıktı. Sevdiği için yarattı ve «Yaratan» oldu.
Sevdiği için yaşattı ve «Yaşatan» oldu. Sevdiği için korudu ve «Koruyan» oldu.
Sevdiği için bağışladı ve «Bağışlayan» oldu... Ve ne olduysa, sevdiği için
oldu. Ve ne olduysa, sizin için oldu. Gizliyken çıktı, Uluhiyyet denizini açtı,
cemalini tecelliye döktü. Gizli bir Ehad iken, sizin için; Gafur oldu, Rahim oldu.
Kerim oldu... Gizli bir hazineyken, Arş'a indi... Ve Rab oldu, Gaffar oldu,
Kahhar oldu...
Hayat sevgiyle
yaratılmıştır. Hayat nedir biliyor musunuz? Hayat, koşulsuz sevgidir.
Sınırsız, kayıtsız, şartsız, koşulsuz... Bu sevginin hiçbir nedeni yoktur.
Amacı da yoktur. Allah, sadece sever. Evrenin tüm boyutlarına hayat ışığı
indirir. Her şeye izin verir. Açlığa, hastalığa, ölüme İzin verir. Haksızlığa,
adaletsizliğe, zulme izin verir. Çünkü, bunları deneyimleyerek, İnsanın
evrimleşeceğinî, gelişeceğini bilir. Hayatın serpiiip açılmasına, gelişmesine
izin verir. Bu izin verme ve bekleme sürecine, «sabır» denir. Allah'ın sayısız
sıfatlarından sadece biridir. Sizin de böyle sabırlı olmanız istenmiştir. Fakat
sevmeden, sevgiyi yüreğinizde hissederek yaşamadan, bu mümkün değildir.
Birine bu sabrı
gösterebiliyorsanız, tahammül edebiliyorsanız, katlanabiliyorsanız; her türlü
yönelişe, akışa, duruma, oluşuma, değişime, izin verebiliyorsanız, «koşulsuz»
seviyorsunuz... Ama siz herkesi kendi doğrularınıza ve yargılarınıza
hapsedersiniz. Değerlerinize uymayan her şeyi büyük bir öfke ve kızgınlıkla
reddedersiniz. Her şey mutlaka sizin ölçülerinize uymalıdır. Hayatı olduğu gibi
kabul etmezsiniz. Doğal akışın yönünü saptırmak için, kendinizi kaldırıp coşkun
ırmakların önüne atar ve sonra da suçlu ararsınız. Suçlanacak birilerini
mutlaka bulursunuz. Bütün bunları niçin mi yaparsınız? Bütün bunları, sevmeyi
bilmediğiniz için yaparsınız.
Sevgİ, bir çocuğu
kucaklamaktır. Çiçeği sulamaktır. Hüzünlenip ağlamaktır. İsteyerek vermek,
sürekli vermek, karşılıksız vermektir. Sevgi, toprağa bir fide dikmektir. Denizin
ışıltılı dalgalarında, güneşin batışını izlemektir. Aşı, işi, ekmeği, suyu
paylaşmaktır. Coşkuyla öğrenmek ve aynı coşkuyla öğretmektir. Bilgiyi
paylaşmak, paylaşmayı sevmektir... Sevmek, sevmeyi sevmektir. Sevmek, kendini
sevmektir.
Sevgi budur. Sevdikçe
haz alırsınız. Haz, sınırsız hare' ket özgürlüğüdür. Haz, koşulsuz sevgidir.
Bir insanın kaba davranışları, kırıcı sözleri, koşulsuz sevgiye sınır çizmez.
Bir insanın zengin olması, fakir olması, Türk olması, Yu-nan olması, koşulsuz
sevgiyi bağlamaz. Müslüman olması, Budist olması farketmez. Koşulsuz sevgi
için; beyaz insan, san insan, kara insan yoktur. Sadece insan vardır.
Haz, yargısız ifade
özgürlüğüdür. Kendini böyle ifade eder. Dininden, ırkından, ideolojisinden,
cinsiyetinden dolayı kimseyi yargılamaz. Onlara sınırsız bir Özgürlük ve-rİr.
Herkesi, kendi doğrulan ve kendi gerçekleriyle kabul eder. Herkesi olduğu gibi
kabul eder ve sever. Sevmenin o sonsuz hazzına varır.
Haz, korkudan uzak ve
suçluluk duygusundan uzak olmaktır. Haz, huzur ve güven içinde var olma özgürlüğüdür.
Dördüncü bilinç katında yaşanan budur. Bu bilinç katında yaşayan ve hayata bu
yüksek düzeyden bakan kişinin; karşısına aldığı, çatıştığı, direndiği, karşı
koyduğu bir şey yoktur. Bu nedenle korkuyu yaşamaz. Tüm hayatı kucaklayan ve
her şeyi olduğu gibi kabul eden küresel bir kimliği olduğu için, korkuyu
yaşamaz. Bu bilincin sahibi, kimseyi yargılamadığı için, suçluluk da duymaz. Bu
bilinç katında, gelecek endişesi de yoktur. Hayatın getireceği her türlü
sürprize açık olduğu için yoktur. Her şeyi kabul etmeye hazırdır. Huzur ve
güven içindedir.
Haz, işte budur.
Korkudan ve suçluluk duygusundan uzak kalmaktır. Huzur ve güven içinde
olmaktır. Şu anı yaşamak ve asla gelecek korkusu duymamaktır. Özgür olmaktır.
Haz, koşulsuz sevgidir. Sevgi ise, sınırsız hazdır. Bunlar arasındaki ince
sının, hangi bilim dalı laboratuvar-da inceleyip açıklayabilir? Hangi teleskop,
hangi mikroskop, haz ve sevgi arasındaki ince sınırın uyumlu titreşimlerini
görebilir? Bunu, ancak deneyimleyerek, yaşayarak ve derinden hissederek
kavrayabilirsiniz.
İradenizi Allah
yaratmıştır. Fakat, iradenizi kullanma özgürlüğünü size bırakmıştır.
İradenizle her şeyi isteme özgürlüğünüz var. Ne isterseniz, size o verilir.
Hayatınızı bu isteklerinizle kurarsınız. Duygu belleğinizi (ruhunuzu) bu
isteklerinizle oluşturursunuz. Ve kendi kozanızı örerek, o kozanın içinde
kendinize bîr dünya yaratırsınız. Kozanızı kırarak, çiçekler diyarına, kanadı
nakışlı kelebekler gibi uçarsınız. Haz, işte budur. Kendi bakış açınıza göre,
kendinize bir hayat kurduğunuzu bilmektir. Özgür olmak ve özgür olduğunuzu
bilmektir. Bunu bildiğiniz zaman, hazla dolarsa nız. Haz, yüreğinizin sesini
dinlemektir.
Haz duyarsanız, en
kuytu hücrelerinizde bile kendi varlığınızı hissedersiniz. Haz, en büyük var
olma halidir. Çünkü mutlu olduğunuzda, Yaratan'la uyum içinde olursunuz. Bu
uyumu hissettikçe, hazla dolarsınız. Doldukça seversiniz. Sevdikçe
dolarsınız...
Koşulsuz sevgi,
koşulsuzdur. Beiki onun tek koşulu, hazla dolmaktır. Ama dördüncü bilinç
katında yaşayan kişi, hazla dolmak için sevmez. Tam tersine, sevdiği için
hazla dolar. Sevdikçe hazla dolar. Sevdikçe dolar... Doldukça mutlu olur. Sevgi
ve haz, mutluluk halini yaratır. Mutlu insan, kimseyi kıskanmaz, kimseye
kızmaz, kimseyle rekabet etmez, kimseyle savaşmaz.
Eğer mutluysanız, eğer
haz doluysanız, hiç kimseden nefret etmezsiniz. Kimseyi suçlamazsınız. Kimseye
zarar vermezsiniz. Eğer mutfuysanız, haz doluysanız, baktığınız her şeyde,
Yaratan'ın tecellisini görürsünüz. Her şeyi seversiniz. Bu duyguların
zirvesine çıktığınızda, kendinizle banş içinde olursunuz. Pişmanlık,
güvensizlik, korku, kin, kızgınlık ve eksiklik duymazsınız. Çünkü zirvedesiniz.
On' lar, aşağıda, dağın eteklerinde, vadinin karanlık kuytulann-da kalmıştır.
Onlar, düşük bilinç katlannda yetişen ayrıklar, delice otları ve dikenlerdir.
Bu duyguların zirvesinde, doyum vardır, bütünlük vardır. Siz artık hayat dolusunuz,
kendinizi ve herkesi aydınlatan değerli bir bilgesiniz. Tüm diğer duygulan daha
etkili ve daha derin hissedersiniz.
Mutluysanız, yaşama
arzunuz çoğalır. Ve içinizde duyduğunuz yaşama sevinciyle, tüm hayatı
kucaklarsınız. Şafak atarken ağaran ufuklarla bütünleşirsiniz. Gökyüzünün
pembe gül rengiyle derinleşirsiniz. Bulutlarla, çiçeklerle, ağaçlarla,
ağaçlarda şakıyan kuşlarla, böceklerle, kelebeklerle zenginleşirsiniz. Hayat,
o zaman bir yük değil, yaşamaya duyamadığınız, heyecan uyandıran bir serüven
olur. Hayatı siz yaratırsınız. Bakış açınızla ona anlamı siz yüklersiniz. Onu
sıkıcı veya heyecanlı yapan sizsiniz. O, temiz bir sayfa gibidir. Ne yazarsanız
onu nakşeder. Hayat bakiredir, temizdir, masumdur.
Mutluluk, hayatın her
anında, hazzı yakalamanın ve hazla dolmanın mümkün olduğunu bilmektir.
Mutluluk, hiçbir şeyin, hiçbir nesnenin, Allah'dan daha Önemli olmadığını
bilmektir. Bunu bildiğiniz zaman, o nesneler artık sizi perdeleyemez.
Herkes, mutlu olduğunu
sanır ve mutlu olduğunu söyler. Doğrudur. Kendinize hedef koyarsınız. Hedefe
yaklaşırken heyecan yükselir. Hedefe varınca heyecan iner. Hedefe vardıktan
sonra heyecan düşer. Yükselir, iner, düşer... Bu inişleri ve çıkışları,
yükselişleri ve düşüşleri, «mutluluk» sanırsınız. Mutluluktan anladığınız işte
budur. Sonra da, «mutlu olmak ne güzelmiş!» dersiniz, ömrünüzü böyle mutluluk
illüzyonları yaratarak geçirirsiniz. Hepiniz arayış içindesiniz. Bir türlü
yakalayamadığınız mutluluğun peşindesiniz. Hepiniz şaşkın, çaresiz, umutsuz ve
perişansınız.
Onlar, Kuran'da, çölde
yürüyen bir insana benzetilir. Susuzluktan yanıp kavrulmuşlardır. Uzaklarda bir
ışıltı görürler. Buz gibi bir kaynak suyu bulduklarını sanırlar. Umutlanırlar,
heyecanlanırlar. Koşup vardıklarında, büyük bir düşkırıklığı yaşarlar.
Gördükleri seraptır. Serap ne^ dir biliyor musunuz? Serap, uzaktan
bakıldığında, çölde su gibi görünen ışık oyunu, yanılgı, illüzyondur.
En büyük sevgi,
kendinizi sevmektir. Bundan daha büyük bir sevgi yoktur. Kendinizi koşulsuz
sevdiğinizde, bu sevgiden özgürlük doğar, özgür olduğunuzda, bu özgürlükten haz
dogar. Sevgi, Özgürlük, haz, mutluluk... Artık siz nesnelerle ku-şatılı
değilsiniz. Sizi perdeleyen nesneler yok.
Kendinizi severseniz,
sonsuzlukta çınlayan kahkahanızı işitir ve haz deryasında yüzersiniz.
Kendinizi sevdiğiniz zaman, bu sevgi açılarak tüm dünyaya yayılır ve insanlığı
kucaklar. Savaşlara, adaletsizliğe, haksızlığa, açlığa rağmen dünya güzelleşir
ve hayat anlam kazanır. Dünya işte böyle güzelleşir. Hayat işte böyle anlam
kazanır. Onu güzelleştiren ve ona anlam veren sizsiniz. Onu çirkinleştiren ve
yaşanılmaz kılan da sizsiniz.
Hiçbir amaç, kendinizi
sevmekten daha önemli değildir. Hiçbir amaç, kendinizi severken duyduğunuz
hazzı yaşamaktan daha büyük değildir. Hiçbir zaman, hayatı kendine araç edecek
büyüklükte bir amaç olmamıştır. Hiçbir amaç, mutluluğu sizden alacak kadar
güçlü değil' dir. Ve hiçbir amaç, Allah'la aranızda perde olacak kadar önemli
değildir.
Herkes mutluluğun
peşinde. Ve herkes onu arıyor. Makamda, şanda, şöhrette, parada arıyor.
Uyuşturucuda, alkolde, cinsellikte arıyor. Herkes ona ulaşmak için birbirini
sömürüyor. Herkes ona ulaşmak için birbirine tuzak kuruyor, birbirini
aldatıyor. Herkes, mutluluğa ulaşmak için, kendini mutsuz ediyor. Ama onun ne
olduğunu kimse bilmiyor.
Mutluluk,
«olmak»tır... Bu «olmak» nedir? Mutlu olmaktır... Mutlu olmak, «sahip olmak»
değildir. Mutlu olmak, bir makamın veya nesnenin sahibi olmak değildir. Bugün
gururla sahip olduğunuz son model arabanız, yarın canınızı sıkabilir. Çok sevdiğiniz
havuzlu villanız, yarın başınıza bela olabilir. Bugün sahip olduğunuz tahtınız
ve tacınız, yarın sizi istemeyebilir. Makamınız, şanınız, şöhretiniz, birgün
sizden uzaklaşabilir. Güzelliğiniz bir-gün bozulabilir. Cildiniz buruşabilir ve
saçlarınız birgün dökülebilir. Bugün yanınızda yürüyen, yarın arkanıza geçebilir.
Evladınız, birgün size düşman olabilir. Bugün sahip olduğunuz ne varsa, yarın
onlar sizi terkedebilir.
Beşinci bilinç katında
yaşayan insan, kendi kurduğu ve aydınlattığı dünyanın dostluğunu yaşar. Hemen
hemen günün her anında, çok mükemmel bir dünyada yaşadığını düşünür. Geçmişle
ve gelecekle hiçbir bağı kalmamıştır. Sürekli olarak «an»da yaşar. Yaşamın her
anı, ona sonsuz zevkler sunmaktadır. Çatıştığı hiçbir insan, çeliştiği hiçbir
durum yoktur. Başkalarının «felaket» olarak değerlendirdiği olayları, bu insan,
«ders çıkarılması gereken ibret haberleri» olarak değerlendirir. Bu olayları,
insanın gelişimi için yararlı bulur. Tasavvuf da, bu bilinç katına, «radiyye
nefs» denmiştir.
Değer yargıları,
alışkanlıkları, şartlanmaları, tamamen yok olup gitmiştir. Öyle gitmiştir ki,
izi bile kalmamıştır. Kemal üzere teslim olmuş ve her şeye razı olmuştur. Akıp
giden yaşamı kucaklamış, yaşamla bir bütünlük kurmuş; her şeyi, itirazsız ve
gönül hoşluğu içinde kabul etmiştir. Yaşamak, onun için zevk olmuş, her andan
hazzetmeye başlamıştır. Bu bilinç katında yaşayan İnsan, başkalarının «kötülük»
sandığı şeyleri bile kendinden gidermek için çaba göstermez; çünkü, onun dünyasında
«kötülük» yoktur.
Düşük bilinç katından
bakanların, «şer» olarak değerlendirdiği bazı durumlar, onun bilinç katında,
«şer» değildir; «ders çıkarılması gereken» durumlardır.
Beşinci bilinç katında
yaşayan ve hayata bu merkezden bakan insan, özne-nesne ilişkilerini çoktan
aşmıştır. Yaşamı olduğu gibi kabul etmeyi öğrenmiş ve akışa karşı direnmeyi
çoktan bırakmıştır. Uyumlu olmak, bu insanın belki de en belirgin Özelliğidir.
Kendini herkeste, herkesi de kendinde görmeye başlamıştır. Düşük bilinç katlarında
yaşanan dramalara şevkâtle yaklaşmaktadır.
Bu merkezde yaşayan
insan, herkes için sır olan evrenin gizli boyutlarını (gayb alemini) bilir. Bu
makamın sahibi Allah'ın huzurunda edep ve haya deryasına dalmıştır; küçük bir
kusur işlese, kulaklarının ardına kadar kızarır ve yüzlerce defa tövbe
istiğfar çeker.
Hazreti Muhammed'e
(as) uyup, günde yetmiş defa istiğfar ettiği olur. Duasında, kendisi için bir
şey istemeye utanır. Bu insan, Allah katında, aziz ve muhterem olmuştur. Halk
arasında da saygın bir yeri vardır. İnsanlann ona saygısı cebridir, kahridir...
Ona niçin saygı gösterdiklerini bilemezler. Bu kadar saygı görmesine ve
sevilmesine rağmen, İnsanlara karşı eğilimi hiç yoktur. Olsa da bunun bir
nedeni yoktur.
Bilincin beşinci
merkezinde yaşayan insan, malını, halkın ortak malıymış gibi kullanır. Sadece
öksüzün ve yetimin değil, kurdun ve kuşun hakkını da gözetir. Kimseden bir şey
istemeyi aklına bile getirmez. Çünkü, hiçbir şeye İhtiyacı yoktur. Fakat,
ihtiyaç duyanları kınamaz. Onları asla yargılamaz. Yapılması gerekeni yapar.
Verilmesi gerekeni verir. Bu merkezde bulunan en şöhretsiz insan bile,
yüzlerce insan tarafından sevilir, el üstünde tutulur, saygıyla karşılanır.
Etrafına huzur ve mutluluk enerjileri yayınlayan bir insandır.
Bilinci arındırma
çalışmaları, mutlaka tasavvuf tekkelerinde yapılacak diye bir kural yoktur.
Aydınlanmayı isteyen bir insan, bunu tek başına da yapabilir. Aydınlanmayı
isteyen insan, dersini ezberleyip, yarış atı gibi sınavdan sınava koşan insan
değildir. Aydınlanmayı isteyen insan, keçeli abasıyla, kırlarda davar güden bir
çoban veya kenedini işine kaptırmış bir marangoz olabilir. Ama aydınlan--mayı
isteyen insan, kendi benliğini (nefsini, bilincini) tani' mak isteyen insandır.
Bu insan, sürekli ibadetle veya te-fekkürle, bilincini anndırma yoluna
girebilir. Fakat birlikte çalışmanın getirdiği bazı kolaylıklar vardır.
Günlük yaşamın gergin
ortamından kurtulup, kendinizi dinlemeye başladığınızda, hayatta nelere değer
verdiğinizi, nelerin peşinden koştuğunuzu, hangi girdaplara kapıldığınızı ve
hangi güç odaklarının etrafinda döndüğünü-zü bulabilirsiniz. Sizin için önemli
olan nedir? Kaliteli beslenmek ya da barınak mı? Sizi güzel gösteren giysiler
mi daha önemli? Yoksa sizin için önemli olan, heyecan yaratan duygular mı?
Aşık mı olmak İstiyor veya güzel bir kadın tarafından beğenilmek mi
istiyorsunuz? Yoksa sizin için önemli olan, bir kariyer sahibi olmak mı?
Gösterişli arabalar ve güzel sekreterler mi süslüyor hayalinizi? Olabilir...
Bunların hepsi olabilir.
Düşük bilinç merkezli
insan, mutlaka bunlann etrafında donüyordur. Bunlar, çekim gücü ve cazibesi
olan şeytan tuzaklandır. Hayatın girdaplandır bunlar. Bunlar, uzayın
karadelîkleri gibidir. Kapıp içine çektiği insanı asla bırakmaz. Bunların
herbiri ayn bir cehennem çukurudur. Buralardan kurtulup, yüksek bilinç
katlarına çıkmak, sanıldığı kadar kolay değildir. Şartlanmalannızdan,
alışkanlıklan nız-dan, bağımlılıklannızdan kurtulacaksınız. Toplumun değer
yargıfannı aşıp, küresel bir kişilik kazanacaksınız. Onu da aşıp, evrensel bir
kişilik sergileyeceksiniz.
Dünyadan yeteri kadar
alma savaşı, mezara kadar süren bir savaştır. Bu anlamsız savaşı durduracak
olan sade-ce insandır. Girdaptan çıkmanın tek yolu, kişinin, bir girdapta
döndüğünü farketmesidir. Bu ilk adımdır. İkinci adım, o girdaptan çıkmayı
istemektir. Üçüncü adım, or-dan çıkmayı tetikleyen gücü, bu arzuyu ateşleyecek
ve büyük bir yangına dönüştürecek olan kıvılcımı bulmaktır. İnsanı, bitmek
bilmeyen arzuların girdabından kurtaracak tek kıvılcım, imandır.
İman, sizde zaten var
olan potansiyel gücü harekete geçirir. İçkiyi, kuman, zinayı, yalanı, hasedi,
dedikoduyu, cimriliği ve daha bir sürü pisliği, ancak onun sihirli gücüyle bırakabilirsiniz.
Onun verdiği yüksek enerjiyle kitap okumaya bile başlayabilirsiniz. Bu çok
önemlidir. Çünkü artık günümüz insanı için kitap okumak, nerdeyse gereksiz bir
etkinlik haline gelmiştir. Onun açtığı yollardan yürürseniz, okuduklarınızı
belki birgün anlamaya da başlarsınız. İbadetlerin ve dualann tadına vanrsınız.
Bir süre böyle devam ettiğinizde, size artık bir üst bilinç katının kapılan
açılır. Oraya çıktığınızda ve hayata ordan bakmaya başladığınızda, kendi
ellerinizle kurduğunuz dünyanın dostluğunu yalarsınız.
Altıncı bilinç katında
yaşayan ve hayata bu yüksek düzeyden bakan insan, kendindeki tüm bilinç
katlarının seyrini izleyebilecek bir duruma gelmiştir. Her şeyin farkındadır.
Uyanmış bir bilince sahiptir. İlişki kurduğu insanın hangi merkezde yaşadığını,
hangi titreşim dalgalarındaki düşünceyi algıladığını, hayata nasıl baktığını,
zihnînde hangi firtınalann estiğini bilir. Tüm boyutlanyla ve ayrıntılarıyla
hayatın farkındadır. Bedeninin ve aklının dramını, nesnel bir bakışla, yargıda
bulunmadan gözlemler. İçinde bulunduğu sosyal rolleri ve yaşam oyunlarını,
korkuya kapılmadan, incinmeden ve savunmaya girmeden, tarafsız bir biçimde
izler. Bilincin bu merkezinde yaşayan insan. Tasavvuf da, «mardiyye nefs»
olarak adlandırılmıştır.
Her sözünü tutar.
Sözünden dönmez. Her şeyi yerine koyar. İdam etseler, adaletten çıkmaz. Kimi
zaman, «savurgan» sanabilecekleri kadar çok mal dağıtır. Kimi zaman da,
«cimri» sanabilecekleri kadar az harcar. Ama o, ne savurgan, ne de cimridir.
Sadece adaletlidir. Eğer vermek gerekmiyorsa, kendini öven kişiye mal vermez.
Arna vermek gerekiyorsa, kendini kötüleyen kimseye mal verir. Adalet
pusulasının bu incecik ibresini tutturmaya çalışır. Bu nedenle onu anlamakta
çoğu zaman güçlük çekerler. Özenle seçilmiş sözcükleri kullanarak, çok az ve
sade konuşur. Onun bu sadeliği, maddeyle kuşatılmış düşük bilinç merkezleri
tarafından, «basit» olarak algılanır. «Basit konuşuyor» derler ve «bilimsel»
olmadığını söylerler. Fakat o, bu düşük düşünce dalgalarını da algılar. Onların
zihninde dönüp duran bu karmaşayı görür ve hiç karşılık vermeden, konuşmalanni
aynı sadelikte sürdürür. O, hangi yolda yürüdüğünü çok iyi bilmektedir. Hiç
kimse--nin değer yargısına göre hareket etmez. Bu, onun İçin şirke düşmek
olur.
Muhteşem bir arabanız
ve genç sekreterleriniz olduğu zaman daha mı mutlu olacaksınız? O zaman;
yalıları ve yatları, muhteşem arabaları, Özel uçakları, petrol kuyula-rı,
çiftlikleri ve bankaları olan, uşakları ve yardakçıları olan tiranlar niçin
mutsuz? Neden doyumsuz ve tedirginler? Hırslan, öfkeleri, beklentileri niçin
bitmiyor? Neden daha çok, daha çok, en çok kazanmanın peşindeler? Panik içİn-de
neden sağa sola saldırıyorlar, neden savunmasız kadınları, çocukları,
yaşlıları ve hayatlarının baharında gencecik insanlan katlediyorlar?
Muhteşem
zenginliklerinden de anlaşılıyor ki, onlar artık paranın ve servetin değil,
gücün peşindeler. Sahte güçlerini Allah onlara süslü göstermiştir. Onlar, tek
gücün ve mutlak gücün sahibini tanımıyorlar. Kuruntunun karanlığında ışıksız
kalmışlar, görkemli hayatlarına rağmen umutsuz ve mutsuz dolaşıyorlar.
Huzursuz, tedirgin ve öfkeliler.
Üst bilinç katlanna
doğru çıkıldıkça, dünyaya yönelik maddi istekler azalır, fakat buna rağmen,
hayattan alınan zevk artar. Arınma ve sadeleşme devam ettikçe, vahdet yolunda
ilerlemeye başlarsınız. Vahdet yolunda ilerledikçe, sıfatlar sizde birleşir,
cem olur. Hayır ve şer sizin için artık bir olur. İyi ve kötü yok olur. Sizi
öfkelendirecek, kıskandıracak, üzecek hiçbir şey bulamazsınız. Aydınlanmış
bilincinizle, Vahidiyyet makamına yürürsünüz.
Sübhan Allah'ın «Vahid»
ismini açığa çıkaran kimse, ki-Şİsel arzularından tamamen sıyrılmış, arınmış,
tertemiz ol' muştur. Hayata, yedinci bilinç merkezinden bakmaya başlamıştır.
Bu merkez, yeryüzünde, insanın ulaşabileceği son merkezdir. Diğer bilinç
merkezlerinde yaşayarak buraya kadar gelmiş ve tek bir arzuya, sadece Allah'ın
rızasına odaklanıp kalmıştır. Başka hiçbir arzusu kalmamıştır.
Yedinci bilinç katı,
vahdet üzere yaşayan insanlann, birlik bilincine ulaşmış peygamberlerin ve
büyük velilerin rner-kezidir. Buna, «bilincin teklik boyutu» diyebilirsiniz.
Evren-sel kişilik düzeylerinin zirvesidir. Bu bilinç katının adı, geli-nen
düzeyi yeteri kadar anlatmaktadır. Bu noktaya ulaşan ve bilincinin doruğuna
çıkan kişi, altıncı bilinci tam olarak yaşadığı için, «benlik» duygusunu aşmış
ve «saf benlik» haline gelmiştir. Saf benlik, «her şeyle bir olma» halidir.
İnsan, bu noktaya,
kendinden başka hiçbir yaratılmış varlığın yerinde olmak istemediği, bulunduğu
yerden başka bir yerde bulunmak istemediği zaman ulaşır. Bu noktaya ulaşan
insan, gezegenleri yörüngelerinde, hücreleri bir arada tutan büyük boşluk gibi
her şeyi kucaklamıştır. Bu bilinç katında yaşadığınız zaman, insan için artık
bilinç katları diye bir şey kalmaz. Kürsi'nin alt boyutlarında, bir insanın
ulaşabileceği en son noktadır. Dünya hayatında, bu noktaya ulaşabilmiş çok az
kişi vardır.
Düşük bilinç
katlarında bunu anlamak kolay değildir. Hatta bazen anlamsız da gelebilir. Ama
bu, aslında insanın en yüksek var olma halidir. «Her şeyle bir» olduğunuzda,
benliğinizi aşarsınız. Siz, siz değilsiniz artık. Az konuşan, az uyuyan, az
yiyen siz değilsiniz. Gülümseyen, selamlaşan, ibadet eden, düşünen, düşleyen,
özleyen, yaşayan siz değilsiniz. Yaptığınız hiçbir şey, kendi nefsiniz İçin
değildir. Hazreti Muhammed'in (as) hayatını bir düşünün. Kimi zaman kendi
birimselliğini yaşadığı oluyordu; ama çoğu zaman, algıladığı yüksek düşünce
dalgalarıyla, evrenin gizli boyutlarına bir hayal gibi dalıp çıkıyordu. Kısacık
bir «an»da miraca yükseliyor, cennetlere İniyor, Sid-re'ye uğrayıp, Cebrail
(as) ile alemleri seyrediyordu.
Hayata, evrensel
kişilik düzeyinin zirvesinden baktığınızda, «başkası» yoktur artık. Sadakayı
veren de, alan da sizsiniz. Her şey artık sizde «bîr» olmuştur. Madde
boyu-tundaki varlıkların programını okuyabilir ve dilerseniz o programı
değiştirebilirsiniz. Çünkü siz kendi bedeninizde, benlik zindanında tutuklu
değilsiniz. Sizi sınırlayan hiçbir şey yoktur. Madde duvanyla örülü ve kuşatılı
değilsiniz.
Bilincin son merkezine
ulaşan ve vahdet yolunda yürüyen kişi, azamet deryasına dalmıştır. Gönlünden
sökülüp gelen hikmet pınarları diline akarsa, konuşması doyumsuz olur. Azamet
deryasında kaybolup susarsa, hayret ve şaşkınlıktan dili tutulur.
Ayıplan Örtmede gece
gibidir. İyilikleri açığa çıkarmada gündüz gibidir. Kimsede kusur aramaz.
Kimsenin ayıbını kimseye söylemez. Toprak gibi cömert, su gibi an, hava gibi
zariftir. Gözü tok, gönlü zengindir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kimseden bir
şey istemez ve beklemez. Kimseye kızmaz ve kötü söz söylemez.
Yemeklerin hepsi onun
için birdir. Etle otun, acıyla tatlının bir farkı yoktur. Az yer, az konuşur,
az uyur. Her türlü giyecek ona göre aynıdır. Ona göre, yatakla hasır, gençle
ihtiyar, zenginle fakir aynıdır. Sahip olduklanyla yetinir, daha fazlasını
istemez. Açlıkla tokluk, uykuyla uykusuzluk, susmayla konuşma, onun için
birdir.
Sübhan Allah'ın
«Vahid» ismini açığa çıkaran kimse, kişisel arzularından tamamen sıyrılmış,
arınmış, tertemiz olmuştur. Hayata yedinci bilinç merkezinden bakmaya
başlamıştır. Bu merkez, yeryüzünde, insanın ulaşabilece-ği son merkezdir. Diğer
bilinç merkezlerinde yaşayarak buraya kadar gelmiş ve tek bir arzuya, sadece
Allah'ın rızasına odaklanıp kalmıştır.
Suda yürür, havada
uçarsınız. Maddeye baktığınızda, maddeyi görmezsiniz. Maddede dönen atomları
görürsünüz. Atom fezasının boşluğundan Berzaha, ordan da cennetlere geçersiniz.
Sizin için, «duvarı deldi geçti» derler. «Rüzgâr gibi esti geçti» derler. Hiç
engel tanımazsınız- Maddenin fizik yasaları sizin için geçerli değildir. Çünkü
o yasalar sadece madde içindir.
Maddeye bakuğınızda,
maddenin ashnı ve esasını görürsünüz, insana baktığınızda, onu hareleyen
renkli ışık dalga-lannı görürsünüz. Dünyaya baktığınızda, Berzah'ı görürsünüz.
Cenneti görür, cehennemi görürsünüz. Meleklerle iletişim kurarsınız. Eşyanın
sırrını anlar, şifresini gözersiniz. Artık Öyle bir noktaya gelirsiniz ki,
baktığınız her yerde O'nu görürsünüz. Allah'ın, «ben onun işiten kulağı, gören
gözü, konuşan dili olurum» dediği kişilerden olursunuz.
«Vahid» isminin
tecellisine mazhar olmak ve «Vahidiy-yet» özellikleri göstemek, özel bir
çalışmayı gerektirir. İnsanın, arzularla dolu bir dünyada, teklik boyutuna
ulaşması, nerdeyse imkânsız gibidir- Ama takdir edildiyse, o kişi, bu
çalışmaya yönlendirilir. O kişi, varlık dağını, benlik dağını delerek, aradığı
aydınlığa ulaşır. Takdir edilmediyse, benlik zindanında boş yere mutluluk
arayışları olur. Kendi dışındaki objelere yönelir. Servette, makamda, şöhrette
ve gösterişte arar mutluluğu. Onlara ulaşamayan, ulaşamadığı için mutsuz olur.
Ulaşan da, aradığı mutluluğu orda bulamadığı için mutsuz olur.
Evrensel kişilik
düzeylerinin bu son katında yaşayan insan, saf bir altın gibi temiz ve andır.
Derin sular gibi durgundur. Ve durgun sular gibi derindir. Ona giren, onda
boğu-labilir. Ona giren, onda yüzebilir- Onda yüzebilen, ondan çıkmayı istemez.
Onu görenlerin aklına sadece Allah gelir... İnsana huzur ve güven veren bir
yüzü vardır. Güleryüzlü, yumuşak huylu, sevecen, sınırsız, rahat ve
aydınlıktır. Genel olarak suskundur; ama konuştuğu zaman, ilimle ve hikmetle
konuşur. Beş vakitte değil, sürekli namazdadır. Geçmişle ve gelecekle hiçbir
bağı kalmamıştır. Sonsuzluğu kuşatan ve içine alan «an»t yakalamıştır; sürekli
olarak o «an»da yaşar. Bu bilinç düzeyinde yaşayan kişi, «duyguyu yaşayan»
değil, «duygu» olmuştur. «Duygu olmak» nasıl bir duygudur? Siz duygu
olduğunuzda, o duyguyu yaşayamazsınız.
Sadece yaşanırsınız.
Yani o olursunuz. «Hazzeden» değil, «haz» olursunuz. Herkes sizden haz alır.
Bilincin bu düzeyine
çıktığınızda ve orda yaşamaya başladığınızda, teselli eden değil,
«teselli»siniz. Alim değil, alimlerin öğrendiği bir «ilim»siniz. Ama bütün
bunlar, Kürsi'nin altında olur. Kürsi'nin altında, bir insanın ulaşa-bileceği
en son boyuttur. Allah, bu bilinç katında, «V&-hid» ismiyle tecelli
etmiştir.
Her boyutta, böyle
derinleşen ara frekanslar vardır. Kendi boyutunuzun zirvesine çıktığınızda,
Kürsi'nin altında kalırsınız. Kürsi ise, Arş'ın altındadır. Kürsi, kozmik bir
bilinç merkezidir. Orası yeni bir birimdir. Ordan itibaren, gittikçe derinleşen
yeni frekanslar başlar. Sonsuza kadar gitseniz, Arş'in altında kalırsınız.
Sayıları bir düşünün.
«Bir» ve «iki» sayılarının arasında kesirler vardır. Dokuza kadar çıkar ve
«iki» olur. Böylece yeni bir birim oluşur. Dukuza kadar çıkar ve «üç» olur.
Böylece yeni bir birim daha oluşur. Dokuza kadar çıkar ve «dört» olur. Ve
böylece yeni bir birim daha oluşur. Bu nereye kadar gider? Sonsuza... Yani
Arş'a kadar...
Fakat siz Arş'a hiçbir
zaman ulaşamazsınız. Kendi boyutunuzda geldiğiniz son nokta, kendi üstünüzde
yeni bir birimi başlatır. Her cennet, yeni bir birimi, veya bir bilinç katını
temsi! eder. Son cennette, bilincin yedinci katında-sınız. Fakat Kürsi'nin
altındasınız. Kozmik aklın, kozmik belleğin, kozmik hayalin altındasınız. Yedinci
cennetten sonra, insanın gidebileceği başka bir yer yoktur. Bu du--rumda
Kürsi'yi düşünün. Orda başlayıp, nicel birikimler'le sürekli derinleşen yeni
süreci bir düşünün. Sonsuza kadar gitseniz, Arş'a ulaşamazsınız. Arş daima
yukardadır. Hiçbir yaratığın ulaşamayacağı bir yüksekliktedir.
Somut olarak şöyle
örneklenebilir; sayısal birimlerle ifade edildiğinde, insanın, birinci bilinç
katından, yedinci bilinç katına doğru seyri, «on, yüz, bin, onbin, yüzbin,
milyon, on milyon» diye gider. Her bilinç katının birbirine mesafesi böyledir.
Yukarı doğru çıkıldıkça, katlanarak artar. Bu, içice konumlandırılmış olan
evren boyutlarında da böyledir.
Bu durumda, Kürsi'nin,
sayısal birim olarak, «yüz mil-yon»u temsil ettiğini düşünün. Arş, «milyar»da
değil, hayır... Arş'ı orda sanırsınız, ama oraya ulaştığınızda, O'nun, «on
milyar»da durduğunu anlarsınız. Oraya ulaştığınızda da, «yüz milyar»da
durduğunu anlarsınız ve ulaştığınız her ufukta yeni bir ufuk gibi açılır. Siz
açıldıkça, O da açılır... Ve siz yükseldikçe, O'nun azameti daha da yükselir.
Azamet deryası açılır, genişler, derinleşir, sonsuzladır... Asla ulaşamazsınız.
Ama bilirsiniz ki, O hep ordadır, yani Arş'da...
Bu son bilinç katında,
insan, her şeyle bir olmuş ve kendi benliğini ortadan kaldırmıştır. Bu
merkezdeki insan; sevgi, huzur, enerji, güzellik, bilgelik, berraklık,
etkililik ve birliktir artık... Burası, kelimenin tam anlamıyla «teklik» boyu^
tudur. Vahdet yoludur. Tasavvuf dilinde «safiyye» veya «kâmil nefs» olarak
adlandırılmıştır. Bu bilinç katı, peygamberlerin katıdır. Ve bazı büyük
velilerin makamı burasıdır. Dünyada kolay kolay ulaşılacak bir bilinç düzeyi
değildir.
Evrensel kişilik
düzeylerinin beşinci ve altıncı katlan da böyledir. Nadir insanların, ancak
peygamberlerin ve büyük velilerin yaşayabilecekleri yüksek bilinç katlandır.
Bu düzeyler, alt bilinç katlan için, inanılması zor bir hayal gibidir. Ama
bilinmelidir ki, kendi boyutunda, hayaller de gerçektir. Bedensiz yaşayan
enerji dalgaları gibi, ekranlara yansıyan ses ve görüntü dalgaları gibi,
kozmik bellek bankalarından çıkıp, yedi gökleri aşarak, dünyaya ulaşan düşünce
dalgaları gibi, rüzgâr gibi, koku gibi, rüya gibi... Hayaller de gerçektir. Bu
hayaller size çok uzak olabilir; ama her insan, mutlaka dördüncü bilinç düzeyini
hedef-lemelidir. Belli nesnelere takılıp kalmamalı, akıp giden yaşamla
bütünleşmelidir. Sevmeli, hazla dolmalı, mutlu olmalı, dünyayı kucaklamalı ve
küresel bir kişilik kazanmalıdır.
İnsanda yedi bilinç
katı olduğu doğrudur. İnsanın bu katlardan birinde yaşadığı da doğrudur. Fakat,
tüm insanlığı, karakter olarak yedi kategoride toplamak yanlıştır. Kimisi
bilincin birinci merkezinde yaşadığı halde, evladına yaklaşımı üçüncü merkezin
yaklaşımıdır. Kimisi Üçüncü merkezdedir, fakat cinsel duygularını birinci
merkez yönlendirir. Bu davranış biçimlerinin programlanması sonucu, insan
sayısı kadar karakter ortaya çıkar, insanlar, fiziksel olarak birbirine
benzemedikleri gibi, ruhsal olarak da birbirine benzemezler.
Matematikte sadece
dokuz rakam vardır. Ama bu dokuz rakamdan, sonsuza kadar giden sayılar
türetilir. Bilinç merkezlerini de böyle düşünebilirsiniz. İnsanın algılama kapasitesi
sınırlı olduğu için, bu merkezler, sanki yedi basamaklı bir merdiven gibi
anlatılmıştır. Ya da sayılar örneğinde olduğu gibi; on, yüz, bin, onbin,
yüzbin, milyon, on milyon şeklinde anlatılmış, ara frekanslardan söz edilmemiştir.
Çünkü İnsan bu aynntılara kesinlikle hakim olamaz. Uluhiyyet'e kesitsel bakar
ve ancak bir kesitini algılar. Ve Uluhİyyet denizinin asla sonu yoktur.
İnsanın hangi bilinç
katında olduğunu, objeler belirlemez. Objelere yaklaşım belirler. Mesela
cinsellik tüm bilinç katlarında vardır. Fakat, cinselliğe yaklaşım çok farklıdır.
Beslenme ve barınak ihtiyacı tüm bilinç katlarında vardır. Fakat, bu objelere
karşı, tercihlerde ve eğilimlerde farklılıklar vardır.
Bilincin hangi katında
yaşadığınızı anlamak istiyorsanız, hayatınızın merkezine neyi koyduğunuza bir
bakın. Sizin için önemli olan şey (nesne), size nerde olduğunuzu
söyleyecektir. Evladınıza mı düşkünsünüz? Evladına herkes düşkündür. Fakat ona
yaklaşımınız size nerde olduğunuzu söyler.
Evladınıza birinci
düzeyden bakıyorsanız, ondan yararlanmak için, onu sahiplenirsiniz. İkinci
düzeyden bakıyorsanız, ona tutkuyla bağlanır, onu her şeyin üstüne koyar,
şirke düşersiniz. Evladınıza eğer üçüncü düzeyden bakıyorsanız, onun üzerinde
gücünüzü kullanırsınız. Dor' düncü düzeyden bakıyorsanız, onu koşulsuz
seversiniz. Beşinci düzeyden bakıyorsanız, onun size verilmiş büyük bir nimet
olduğunu ve kutsal bir emanet olduğunu düşünerek hareket edersiniz. Evladınıza
eğer altıncı merkezden bakıyorsanız, onu ve kendinizi her şeyle bir görürsün
nüz. Yedinci merkezden bakıyorsanız, o yoktur... Siz de yoksunuz... Sadece
Allah vardır.
Düşündü ve hissetti.
Her şeyi düşledi, hayalinde resmetti ve «ol!» dedi. Evren, tüm boyutlanyla
İş-te böyle yaratıldı. Gökyüzünde gördüğünüz muhteşem galaksiler böyle; renk,
biçim ve koku realiteleri böyle ya-ratıldı. Bunlar, olağanüstü bir gücün
eseridir. Bunlar, Al' lah'ın hayalidir. Bunları bir anda tasanmladi ve «ol!»
em' riyle açığa çıkardı.
Bunlar, insan için
yaratıldı. Her şey insan için yaratıl' di. Eğer insan olmasaydı, bunlar
olmayacaktı. İnsan olmasaydı, hayatın hiçbir anlamı olmayacaktı. Çünkü insan,
hayatı algılayıp değerlendiren, duygu ve düşünce birikimiyle onu sonsuzluğa
taşıyan muhteşem bir varlıktır. İnsan değerlidir, muhteremdir. İnsan çok
kıymetlidir.
İnsan olmasaydı,
hiçbir şeyin varlık nedeni olmayacak-ti. Eğer onu değerlendiren insan olmasaydı,
hayatın bir anlamı olmayacaktı. Çiçeğin bir anlamı, çiçekte güzelle-şen rengin
bir anlamı olmayacaktı.
Eğer insan olmasaydı,
denizin dalgalan böyle hırçın dövmeyecekti kayaları. Eğer insan olmasaydı, gök
gürlemeyecek, şimşek çakmayacak,
yağmur yağmayacaktı.
Mevsimler onun için
yaratıldı. Tohum, onun için düştü toprağa. Çiçek tomurcuklandıysa, rüzgâr
estiyse, güneş doğduysa, güneş battıysa, bütün bunlar onun için oldu,
İnsan olmasaydı eğer,
gökyüzünün derinleşen maviliği olmayacaktı. Kuşun, böceğin ve baharda
güzelleşen tomurcuğun anlamı olmayacaktı. Tohum döllenmeyecek, toprak böyle
cömert, böyle verimli olmayacak, sular böyle çağıl çağıl, böyle gürül gürül,
böyle ışıl ışıl olmayacaktı. Eğer kapandıysa kapılarınız, ışık sızmıyorsa
pencerenizden... Eğer yoksul bir çocuğun gözlerinde göremiyorsanız sönüp
giden ve kahrolup giden umutları... Eğer tı-kandıysa kulaklarınız,
İşitmiyorsanız... Eğer tutuklandıysa-niz bedeninizde, zincire vurulduysa
elleriniz ve ayaklarınız prangadaysa eğer...
Sahile koşun... Bir
kayanın üzerine oturun ve dalgaların sesini dinleyin. Yaban ördeklerinin kanat
seslerini dinleyin. Zeytin ağaçlarının arasında öten çırçır böceklerini
dinleyin. Dirseklerinizi dizlerinize dayayın ve çenenizi avuçlarınızın içine
alarak, böyle saatlerce oturun. Hayatı dinleyin. Sessizliği dinleyin. Ve
kendinizi dinleyin.
Hayatı yarattı ve onu
sürekli kıldı. Yarattığı varlığa, genetik bellek kalıplan verdi ki, buna
«içgüdü» dendi. Bu genetik bel' lek kalıplan, onlann üremelerini sağladı. Ama
aynı zamanda, karşı cinsler arasında genlerin paylaşımı yoluyla, bu genetik
bellek programlarının, kuşaktan kuşağa aktanlması sağlandı.
Bütün canlılarda
bulunan ilâhi Öz, onları sevgiyle yaratan Allah'ın hayat kıvılcımı, hayat
soluğu oldu. Eğer O'nun hayat soluğu olmasaydı, insanın bedeni, onun ruhunun
gelişmesini sürekli kılacak elektriksel güç santralı gibi çalışmazdı. Bedeni
öyle bir biçimde tasarımladı kî, insanın bedenine ait tüm bilgiler ve maddi
yaşama ait bazı davranış kalıplan, hücrelere kaydedildi ve kendini tekrarlama
yoluyla kuşaktan kuşağa aktanldı. insan sayısı kadar fizik görüntü ve ruhsal
karakter yaratıldı. Hiçbir insan di-, gerine benzemedi. Oysa hepsinin iki gözü,
iki kulağı, iki eli vardır. Hepsi iki ayağının üzerinde dik yürür. Hepsi aynı
evrende yaşar. Hepsi aynı dünyadadır. Fakat hepsinin ayrı evrenleri, ayrı
dünyaları vardır.
Venüs çölleri, insan
olmadığı için cayır cayır yanıyor. Merkür yanıyor. İnsan olmadığı için, Mars'ın
kırlarında kelebekler uçmuyor. Orda, süzgün bakışlı ceylanların koşuştuğu
yeşil yaylalar yok. Kuşlar ötmüyor orda, sular akmıyor. Venüs'de, uzayıp giden
portakal bahçeleri, buğ' day tarlaları, kiraz, incir, üzüm bağları yok. Gümüş
yapraklı zetin ağaçlan yok. Uzayda buz dağlanyla yüzüyor Plüton. Orda insan yok
diye, Neptün'ü penguenler bile sevmiyor.
Eğer insan olmasaydı,
hayat algtlanmayacaktı ve algi' lanmayan hayatın hiçbir anlamı olmayacaktı.
Hayatı algi' layan olmadığı için, Mars kayalıklarında hayat yok. insan yok diye
yağmur gibi ateş kıvılcımları iniyor gökten. Ve-nüs'de kayak yapılacak dağlar
yok, dağlar orda ateş püskürüyor, ateş...
Yarattığı her şeyde,
Allah'ın yaşam soluğu olmasaydı, yaratılanlar bir anlam taşımayacaktı. Mesela
siz bu kadar güzel olmayacaktınız. Denizin dalgaları gibi dökülmeyeçekti...
Dökülmeyecekti omuzlarınıza dalgalı saçlarınız. Böyle derin ve böyle anlamlı
bakmayacaktı gözleriniz.
Yaratan'm yaşam soluğu
olmasaydı eğer, kuşlar yuvaya dönmeyecekti. Mutluluk, bir çocuğun gözlerinde
bu kadar güzel parlamayacak ve kahkahası bu kadar güzel çmlamayacaktı. Yaşamın
sürekliliği, bir çekirdeğin genetik belleğinde, ya da bir yaprağın renk
değişiminde bu kadar büyüleyici olmayacaktı.
Allah'ın yaşam soluğu
olmasaydı eğer, tohumu yuvaya taşımayacaktı karıncalar. Anlar bal yapmayacaktı
ve kuşlar kuzeyden çıkıp, haritasız ve pusulasız, hiç şaşırmadan uçmayacaktı
taa Afrika ormanlarına.
Eğer Yaratan'in yaşam
soluğu olmasaydı, çiçekler bu kadar güzel olmayacaktı. Gülün rengi bu kadar
derin olmayacaktı. Böcekler ona aşık olmayacak ve onu dölleme-yecekti. Rüzgâr
esmeyecek, gök gürlemeyecek, yağmur yağmayacaktı. Yaratan'ın yaşam soluğu
olmasaydı eğer, güneş doğmayacak, güneş batmayacaktı. Kuşlar şarkı söylemeyecek
ve böcekler uçmayacaktı. Hayat olmayacaktı. Hayatı yarattı ve ona süreklilik
kazandırdı. Ağacı çekirdeğinde sakladı, çekirdeği ağaçtan çıkardı. Ağacını
kendi içinde saklayan çekirdekle, hayatın inanılmaz gücünü ve sürekliliğini
anlattı. Düşünceden atomu çıkardı, atomdan evreni... Evreni, atomdan nasıl
çıkardı? Nasıl çıkardı sonsuzluğu zerreden? Nasıl çikardıysa yumurtadan kuşu,
atomdan da Öyle çıkardı
evreni. Spermayı
insandan çıkardı, spermaya insanı gizledi. Kirli bir su damlasında nasıl
gizledi insanı? Nasıl gizlediy-se kısacık bir «an»ın içinde zamanın
sonsuzluğunu, öyle gizledi insanı kirli su damlasında. Saçların rengi, gözlerin
derinliği o kirli suda gizlidir. O kirli sudan, düşüncenin yaratıcılığı ve
sevginin gücü çıktı! Nasıl çıktı sevginin gücü, bu kirli sudan? Sevinme,
Özleme, umutlanma, kucaklama nasıl çıktı? O muhteşem varlık, bu kirli sudan
nasıl çtktı? Tasarımladı, hayal perdesine aktardı ve «ol!» dedi. Sadece böyle
dedi. İçice evrenleri ve yaşam boyutlarını böyle yarattı. İnsanı böyle yarattı.
Ve her şeyi böyle yarattı. Ne yarattıysa, insan için yarattı. O'nun katında
insan sevgilidir, muhteremdir.
Atmosferi, dünyanın
çevresine sardı, mavi bir tül gibi doladı. İnsan İçin orayı dayadı döşedi.
Tutup onu boşluğun içine koydu. Boşluk, bir ana rahmi gibi kucaklayıp içine
aldı dünyayı. Kaptansız bir gemi gibi yüzdürdü dünyayı boşlukta. Dümensiz ve
yakıtsız bir gemi gibi boşlukta yüzdürdü dünyayı. Nasıl yüzdürdü dünyayı
boşlukta? Nasıl yüzdürdüyse deryada tufan gemisini, öyle yüzdürdü dünyayı
boşlukta.
Boşluk nasıl tutuyor
dünyayı? Güneş sistemlerini tutan nedir, boşlukta nasıl yüzüyor galaksiler?
Neden çözülüp dağılmıyorlar uzayın boşluğuna? Hücreleriniz niçin çözülüp
dağılmıyorsa, onlar da onun için dağtlmıyorlar. Hücreleri bir arada tutan
boşluk, atomları da tutuyor. Atomları bir arada tutan aynı boşluk, galaksileri
de tutuyor. Bunlar, «ol!» emrine uymuyorlarsa, başka hangi emre uyuyorlar?
Hangi söze, hangi yasaya, kimin yasasına uyuyorlar? Bu gücü nerden alıyor
boşluk, kimden alıyor? Boş bir boşluk, hiçlik, nasıl oluyor da her şeyi bir
arada tu? tan güce sahip oluyor? Hayır, boşluğa bakmayın.
Yaratan'ı arayan
boşluğa bakmasın. Boşlukta sadece boşluk vardır. Milyarlarca güneş sistemleri
ve onları kuşa^ tan sonsuz bir boşluk vardır. Yaratan'ın kudreti vardır, il' mi
vardır. İnsanı aşan, insanın ölçülerine ve algflanna sığ' mayan bir genişlik,
bir derinlik, anlaşılmayan bir tasarım gücü vardır. Boşluğun, insan tarafından
kavranamaz bir derinliği, sonsuzluğu vardır. O, paraleli olmayan bir sonsuzluktur,
öyle bir sonsuzluktur ki, içine alıp kuşatmadığı hiçbir varlık yoktur. Ve Öyle
bir sonsuzluktur ki, onun dışında hiçbir şey yoktur. Onun dışında yokluk da
yoktur. Var mıdır? Hayır, yoktur... Eğer «yokluk var» diyorsanız, o «var»
dediğiniz şey nasıl «yokluk» olabilir? «Var» olan bir şey, «yokluk» olabilir
mi?
Bu sonsuzluk, zaman ve
mekânla sınırlı bilince sığmaz. Öyleyse, siz eğer Yaratan'ı arıyorsanız, bu
boşluğa bakmayın, dönün bir kendinize bakın. Bu kadar yakınınızda-dır. Allah,
somut bir olguda, algılanan bir gerçeklikte, kavranan bir düşüncede, derinden
hissedilen, yaşanan bir duyguda, sevgide, sevgide, her şeyi kucaklayan sonsuz
sevgidedir.
Bazen bir çocuğun
gülüşünde, bazen de bir çiçeğin rnasum güzelliğindedir. Bazen zamanların ve
mekânların Ötesinde, bazen maddenin zerresindedir. Sevgilerde, özlemlerde,
hüzünlenişlerdedir. Küt küt vuran yüreğinizde, damarlarınızda, hücrelerinizde,
hücrelerinizin en ücra köşelerindedir. Allah, sonsuz bir güçtür. Yaşam kaynağıdır.
Hayat ışığıdır. Varlığı ortaya çıkarandır. Varlığı ortaya çıkaran bir güç,
nasıl bir güçtür? «Ol!» emriyle varlığı ya-ratan ve ona hayat veren bir gücü
tasavvur edebiliyor musunuz?
Bu güç; dalgaların
deviniminde, rüzgârın uğultusunda, gülün sadeliğinde, renklerin
derinliğindedir. Kucaklaşan sevgide, çocukların çınlayan kahkahasında, gözlerin
ren-ginde, gözlerin derin bakışındadır. Rüzgârda savrulan kara saçların, sarı
saçların, kumral saçların parlaklığındadır. Doğan güneşte, batan güneşte, kayan
yıldızda, parlayan aydadır. Her yerde, her şeyde, yaşamın görünen ve görünmeyen
boyutlarında, ücra köşelerde, bu güç vardır.
Tufanda gemiyi
yüzdürdü. Ve ateşini suya çevirdi ateşte yananın. Nemrud çılgına döndü öfkeden.
Kuyuya düşeni tutup kuyudan aldı. Mısır'dan çıkana, «asanı yere vur!» dedi.
Asasını yere vurunca, açıldı deniz, mavi bir çarşaf gibi yırtıldı peygamberin önünde.
Firavun şaştı kaldı. Çılgına döndü öfkeden ve denizden önce öfkesi boğdu onu.
Körü, sağırı, dilsizi,
alacalıyı ıslah edeni, suda yürüyeni, ölüyü dirilteni mahzun bırakmadı
çarmıhta. Onu yalnız bırakmadı, çaresiz bırakmadı. Bir sır gibi yükseldi göklere,
sır gibi... Şimdi onu bekliyor, onu çarmıha gerenler. Mumlarla, çamlarla,
çanlarla, çıngırak sesleriyle haydut panayırına çevrilen Novel meydanlarında,
Paskalya geçelerinde onu bekliyorlar.
Miraca çıkanı hiçbir
zaman indirmedi aşağılara. Kurda kuşa yem etmedi. Güçsüz ve çaresiz bırakmadı
zalimlerin yurdunda. Ruh gibi süzülüp geçti gecenin karanlığında ve sır gibi
saklandı mağarada ve parlayan bir dolunay gibi indi Medine çöllerine.
Peygamberini, ardında muhteşem ordularla tekrar gönderdi vahşilerin diyanna.
Mahzun bırakmadı, umutsuz bırakmadı, yalnız bırakmadı onu.
Yaratan'm yaşam
soluğu, hayatın deviniminde ve sürekliliğindedir. Gülüşlerde, ağlayışlarda,
hüzünlenişlerde ve umutlu bakışlardadır. O'nun yaşam soluğu; arayışlar-da,
bekleyişlerde, özleyişlerde, karşılıksız sevgilerde ve aşklardadır. O, en büyük
aşkın kaynağıdır.
Renkteki derinliği,
sesteki güzelliği, ışıktaki parlaklığı yaratandır. Sevgiy, Özlemi, umudu
yaşatandır. Her şeyi kucaklayan ve her şeyi kuşatandır. Hayat veren, hayat
alan, güldüren, sevdiren ve ağlatandır. Sıkıntı verip, kemale ulaştırandır,
ilimle kuşatıp, irfanla donatandır. Dert verip, derman aratandır. Rahim'dir,
Rahman'dır, Gaffar'dir, Kahhar'dır.
Yaratan'in yaşam
soluğu olmasaydı eğer, bir tohumda veya kuru bir çekirdekte hayat kendini
tekrarlamazdı. Bir damla kirli sudan insan çıkmazdı. O'nun yaşam soluğu olmasaydı
eğer, boşluk, milyarlarca güneş sistemlerini bir arada tutmazdı. Yaşlı
hücreleriniz, içindeki bilgileri, hayadan boyunca bir sır gibi saklamazlar ve
onları bir miras gibi genç hücrelere bırakarak ölmezlerdi.
Kendinizi arıyorsanız,
geçmişin girdaplarına bakın. Bir olaya, bir insana, bir nesneye takılıp
kaldınız belki. Belki dönüp duruyorsunuz orda. Kendinizi arıyorsanız, olmayan
geleceğe bakın. Olmayan bir gelecekte, olmayan bir servetin peşindesiniz belki.
Belki bir şöhret çukuruna düş-tünüz. Kendinizden yardım bekliyorsunuz belki.
Geçmiş-ten ve gelecekten toplayın parçalarınızı, «şimdi»ye getirin. Sonra dönüp
kendinize bir bakın.
Kendinize bir bakın...
Eğer kapandıysa kapılarınız, ışık sızmıyorsa pencerenizden... Eğer yoksul bir
çocuğun gözlerinde göremiyorsanız sönüp giden ve kahrolup giden umutları...
Eğer tıkandıysa kulaklarınız, işitmiyorsanız... Eğer tutuklandıysanız
bedeninizde, zincire vurul-duysa elleriniz ve ayaklarınız prangadaysa eğer...
Sahile koşun... Bir
kayanın üzerine oturun ve kendinizi arayın. Gökyüzünün derinliğinde, kayaların
suskunluğunda arayın. Dağılmış parçalarınızı, ölmüş bir geçmişte ve doğmamış
bir gelecekte bulacaksınız. Onları ordan toplayın ve «şimdi»ye getirin.
Parçalarınızı birleştirin. Sonra dönün, kendinize bir bakın. Bir bakın,
yüreğiniz nerde? Sonsuzluğun neresinde çarpıyor yüreğiniz?
İnsanı yarattı ve onu
değerli kıldı. İnsan azizdir, sevgilidir, muhteremdir. Fakat siz bunu
anlamadınız ve nesneleri kendinizden daha değerli buldunuz. Onlara önem
verdiniz. Ve onlara sahip olmak için rekabete girdiniz. Rekabet sürecinde,
rakibinizi kıskandınız, ona kızdınız, öfkelendiniz, yalana ve hileye
başvurdunuz. Çalıp çırptınız, yoksulun ve yetimin hakkını gözetmediniz, ömrünüz
boyunca, değersiz nesnelerin peşinde koştunuz. Şirke düştünüz. Neye önem
verdiyseniz, onunla kuşatıldınız.
İnsan, duygu ve
düşünce birikimlerinin toplamından başka bir şey midir? Ne biriktirdiyseniz,
onunla kalırsınız. Birgün kendinizle başbaşa kalırsınız. Kendinize nasıl bir
dünya kurduysanız, onunla başbaşa kalırsınız. Yüzleşirsi-niz birgün. Mutlaka
yüzieşirsiniz.
Açılacak... Sizi
perdeleyen perdeler birgün bir boru sesiyle açılacak. Işıklar sönecek. Işıklar
yanacak. Ve oyunun son perdesi başlayacak. O gün, hayat sizin sahneniz olacak.
Bugün olduğu gibi... O gün, kendi yazdığınız senaryoyu oynayacaksınız. Yazan
siz, oynayan siz, izleyen siz olacaksınız. O gün, kendinizi alkışlayabilecek
misiniz?
Uyanacaksınız...
Birgün bu dünyadaki hayatın bir rüya olduğunu anlayarak uyanacaksınız... Herkes
uyanacak. Birgün bulutsuz bir gökyüzünde parlayan güneşin söndüğünü
göreceksiniz. Güneşin, sönmesi, gaflet uykusundan uyandıracak sizi. Herkesi
uyandıracak. O gün, büyük bir gürültüyle uyanacaksınız. Yıldızların
döküldüğünü, göklerin durulduğunu göreceksiniz. Amel defterleri açılacak.
Kendi vicdanınızda mahkemeler kurulacak. O zaman, her şeyi anlayacaksınız.
Herkes anlayacak.
Büyük hesaplaşmadan
sonra cennetlere uçuşlar olacak. Kimi yaya, kimi atlı, kimi şimşek gibi
geçecek. Bin yıl yokuş, bin yıl düz, bin yıl iniş...
Bu yolculuk üçbin yıl
sürecek. Üçbin ışık yılı... Bu, uzun bir yolculuk değildir. Çok uzun bir
yolculuk olduğunu sanmayın. Galaksiyi bir düşünün. Samanyolu, bir baştan öbür
başa yüzbin ışık yılıdır. Demek ki, sırat yolu daha kısa, çok kısadır. Ama bu
yolculuk, yaşadığınız evrende süren yatay bir yolculuk değildir. İç balonlara
doğru giden dikey bir yolculuktur.
Işıktan yüz defa,
ikiyüz defa, üçyüz defa hızlı olan ara frekanslar vardır. O boyut içinde,
yolculuğunuzu hep aynı frekanslarda sürdürmeyeceksiniz. Bir tam sayının kesirli
rakamları gibi sürekli yükselen frekanslarda uçacaksınız. Bu nicel birikimlerin
patladığı noktada, boyut değiştirerek, yeni bir birime geçeceksiniz. Taa ki
cennete varasınız.
Kolay varılmayacak
cennetlere. Konaklama yerleri olacak. Samanyolu merkezinde bir güneş sistemine
gittiğinizi düşünün. Sizin cennetiniz orda olsun. Oraya varıncaya kadar,
binlerce, milyonlarca, milyarlarca güneş sistemlerini geçmek zorunda
kalacaksınız. O sistemlerin gezegenleri, sizin konaklama yerleriniz olacak.
Konakladığınız her gezegende hesap sorulacak. Eğer bir kulun, bir gram hakkı
kaldıysa üstünüzde, o gezegende tutuklu kalacaksınız. Herkes geçip gidecek,
fakat siz o gezegende, belki de Venüs gibi cayır cayır yanan bir gezegende
tutuklu kalacaksınız. Taa ki, o hesabın hesabı görülsün. Hak yerini bulsun.
Budur işte. Kitapta bildirilen cehennem işte budur.
Böyle konaklaya
konakiaya cennetlere uçulacak. Kelebekler gibi, kuşlar gibi uçulacak.
Konaklaya konaklaya, hesaplaşa hesaplaşa uçulacak. Kimi hiç konaklamadan direkt
cennete varacak. Şimşek gibi geçenler onlar olacak. Kimi birkaç güneş
sisteminde konaklayacak, biraz hesabı vardır, onu gördükten sonra devam edecek.
Atlılar onlar olacak. Kimi de, birçok güneş sistemlerinde konaklayacak.
Yaptıklarının hesabını ödemeden, konaklama yerinden çıkamayacak. Yürüyenler de
onlar olacak.
Kitapta bildirilen
sırat yolu budur... Üçbin yıllık sırat yolu işte budur...
Vehbi Bardakçı Berlin,
22 Nisan 2005