DÜŞÜNCENİN GÜCÜ.. 4

Başarili İletişimcinin Stratejileri Ve Mizah Sanati İletişim Ve Başarılı İletişimci 4

İletişim Zinciri Ve İletişimin Olmazsa Olmazları 4

A) İletişimde Mesaj Üreten, Ulaştıran Ve Veren Taraf 4

B ) Verilen Ve Ulaştırılan Mesajı Alan Taraf 4

C ) Verilecek Olan Mesaj 4

İletişimin Kademeleri Ve Başarılı İletişimcinin Stratejileri 5

Dış İletişimi Gerçekleştirme Yolları: 5

1- Sözlü İletişim Yolu Ve Başarılı İletişimci: 5

Etkili Konuşma Stratejisi: 6

Bir Açıklama: 6

Görünüş Stratejisi: 6

Sesi Kullanma Stretejisi: 7

Bir Açıklama: 7

Kelime Zenginliği Stratejisi: 7

Beden Diüni Etkili Kullanma Stratejisi: 8

Başarılı İletişimcinin Yapması Ve Yapmaması Gereken Jestler 8

Sözlü İletişimde Bazı Organların Pozisyonu. 8

Yapılacak Konuşmanın Bilgi Duygu Ve Hazırlık Boyutu. 9

Sanaatkarlık Stratejisi: 9

Başarılı İletişimcinin Hazırlık Stratejisi: 9

2- Yazılı İletişim Ve Başarılı İletişimci 10

Başarılı Yazı Yazma Stratejisi: 10

3- Diğer Şekillerde İletişim.. 11

A) Aile Ortamı Ve Başarılı İletişimci: 11

İlgi Stratejisi: 11

Ann Lander / Yaş Dal 12

Yerel Adetler Karşısındaki Tavrı: 12

Motivasyon Stratejisi: 13

Sevgili Yavrularımız, 13

Problem Çözme Stratejisi: 14

Yüreklendirme Stratejisi: 14

İnancı Uygun Üslupla Telkin Stratejisi: 14

Model Olma Stratejisi: 14

Empati Stratejisi: 15

Sevgili Anneciğim ve Babacığım, 15

B) Eğitim Ortamı Ve Başarılı İletişimci 15

Başarılı Eğitim Stratejileri: 16

Kabullenilmiş Acziyyet Duygusunu" Aşma Stratejisi: 16

Takdir Sratejisi: 16

Zekâya Göre Meslek Stratejisi: 16

Kertenkele Sistemini Aşma Stratejisi: 17

Merak Uyandırma Stratejisi: 17

Başarılı Eğitime Örnek Olacak İdeal Bir Öğretmen: 18

Birde Olumsuz Örnek: 18

C) İş Ortamı Ve Başarılı İletişmci 19

İdeal Yönetim Stratejisi: 19

Sağduyu Stratejisi: 20

Hayal Kurma Stratejisi: 20

Güven Stratejisi: 20

Bati More - 1816. 21

Vizyon Stratejisi: 21

Amaç Eksenli Yönetim Stratejisi 21

Dönüşüm Stratejisi 21

Başarılı İletişimcide Kalite Stratejisi 22

Başarılı İletişimcide Zaman Kavramı 22

D) Eş- Dost Ortamı Ve Başarılı İletişimci 23

Tebessüm Stratejisi: 23

Ziyaret Stratejisi: 23

Jest Yapma Stratejisi: 24

Makul İkaz Stratejisi: 25

Pozitif Davranış Stratejisi: 25

Kibar Olma Stratejisi: 26

Misafir Ağırlama Stratejisi: 26

Kendinize Söz Verin: 26

E) Din Ortamı Ve Başarılı İletişimci 27

Tebliğ Stratejisi: 27

Müjdeleme Stratejisi: 27

İhlâs Stratejisi: 28

Bir Açıklama: 28

F) Siyasi Ortam Ve Başarılı İletişimci 29

İdeal Yönetici Olma Stratejileri 29

Genel Siyasi Strateji: 29

Mizah Sanatı İletişimde Mizahın Yeri Ve Başarılı İletişimci: 30

Başarılı İletişimciye Göre Mizah Türleri: 30

Makul Mizaha Bir Kaç Örnek: 31

İletişimde Fıkranın Önemi Ve Fıkra Anlatma Kuralları: 31

Mizah Yeteneğini Geliştirme Yolları: 32

Taşlar Ve Gedikler Eğitimde Ve Sosyal Hayatta Formasyonun Önemi 32

İlmi Kurallara Uygun Yaşamak. 33

Doğuştan İcazetliler 33

Reflekse Dönüşen İhanet 34

Dil Atlasımız. 35

Dilimizin İç Dinamikleri 35

Mahalli Ağız Farkları 36

Konuşmada Doğruluk Ölçüsü. 36

Dil Kirlenmesi 37

Dile Bağlanan Hatalar 37

Söz Ustalığı 37

Espiride Ölçü. 38

Konuşma Adabı 39

Nesilleri Kimlik Ve Kişilik Bunalımına Düşürme Yolları 39

A- "Nesilleri Tarihlerinden Nefret Ettirin". 39

Başarılı  İletişimde Düşüncennin Gücü. 40

B - Kültürünü Kötüleyin. 40

C- Rakip Milletleri Taklit Etmesini Sağlayın. 40

D-İnançlarını Zayıflatın. 41

E- Zorlayıcı Tedbirler Uygulatın. 42

Ahlat 42

Hem Boy Hem En. 43

Dayım Öyle Dedi 43

Olmaz Olsun Böyle Kibarlık. 44

Sebepler Ve Sonuçlar 44

İhmale Kıuf 45

Leyla Mecnunun Nesi?. 45

Yalanların Altın Çağı 45

Menfaat Oltası 46

Görev Şuuru. 47

Organizasyon Ve Önemi 47

Çelişkiler Varoşu Veya Varoşların Çelişkileri 48

Feodal Siyaset 48

Namus Günü Ve Milli Refleksi 49

Büyükler Ve Küçükler 49

Büyüklük Üzerine. 50

Gösteriş Hastak1ğı 50

Doğru Atış Yanlış Hedef 51

Namert Köprüsünden Geçmek Veya Geçmemek. 51

Kurtuluş Formülleri 52

İtibarın Böylesi Düşman Başına. 53

Mevzuatlarımızın Fındık Alî'si 53

Ölçü Ve Sonuç. 54

Ortak Payda Ve Ötesi 54

Dilin Kemiği Olayı 55

Ticaret Ve Biz. 55

Para Ve İnsanlık. 56

İç Ahengîmiz Ve Huzur 57

Başarılı  İletişimde Düşüncennin Gücü. 57

Beyin Salatası 57

Meselelerin Meselesi 57

Adam Gibi Yaşamak. 58

İnat Ve Vasiyet 59

Yaratılış Ve Şükür 59

Yolcukuk Üzerine. 60

Mistik Sıtatikoculuk. 60

Halimiz Böyle Mi Olacaktı 61

Avrupa Ne Kadar Değişti 61

Evrensel Değerlere Ulaşmak. 62


DÜŞÜNCENİN GÜCÜ

 

Başarili İletişimcinin Stratejileri Ve Mizah Sanati İletişim Ve Başarılı İletişimci

 

İletişim, bi'manada bütün canlıları kapsar. Ancak, biz ko­nuyu fazla dağıtmamak için, insanlar arasındaki iletişimi ele alacağız.

Kısaca duygulann, düşüncelerin ve bilgilerin, her çeşit ya­zılı, sözlü veya başka şekillerde, akla gelebilecek her türlü yol, metot ve teknikle başkalarına aktarılmasıdır.

İletişim işini, bulunduğu her ortamda, en başanlı şekilde yapabilen kişiye, başarılı iletişimci dememiz gerekmektedir. Amaçladığı mesajları, hedef kitleye veya bireye, mümkün olan en başanlı şekilde ulaştıran kişide tabii olarak, başarılı iletişim­cidir.

 

İletişim Zinciri Ve İletişimin Olmazsa Olmazları

 

İletişimde birzincirin oluşma mecburiyeti vardır. Tek yön­lü bilgi akışına, "enformasyon" denilmektedir. Karşılıklı bil­gi alış verişine ise, "iletişim" diyoruz. İletişim olgusu, birkaç değişik halkanın, bilinçli veya bilinçsiz irtibatı ile oluşmaktadır. Bu halkaların birinin noksan olması halinde iletişimin gerçek­leşme şansı kalmaz.

Bu halkalarda kısaca, şunlardır:

A) İLETİŞİMDE MESAJ ÜRETEN, ULAŞTIRAN VE VE­REN TARAF

B) VERİLEN VE ULAŞTIRILAN MESAJI ALAN TARAF .

C ) VERİLECEK OLAN MESAJ

 

A) İletişimde Mesaj Üreten, Ulaştıran Ve Veren Taraf

 

Bunun, psikolojik, biyolojik yönden tam ve sağlıklı bir in­san olması gerekir.

Mesajı üretebilmesi için, sağlıklı bir beyin mekanizmasına sahip olması gerekir. Beyin yaklaşık, on milyar sinir hücresin­den teşekkül etmiştir.

"Beyin hücreleri tek tek vücudun muayyen bir noktasına bağlıdır. Her hücrenin negatif ve pozitif iki fonksiyonu vardır. On milyar hücrenin fonksiyonu,ya­ni cevabı; iki üzeri on milyar gibi, akıl almaz bir ra­kam eder.[1]

Bu ve benzeri bir sürü mekanizmaların, koordineli bir şe­kilde bilgiyi ve mesajı üretmesi gerekiyor.

İşte bu bilgi üretme mekanizmalarının sahibi olan kişi, bil­giyi üreten ve veren taraf olarak kabul ediliyor. Bu merkez, ile­tişim zincirinin tartışmasız en önemli halkasıdır.

 

B ) Verilen Ve Ulaştırılan Mesajı Alan Taraf

 

İletişimin tamam olması için, iletişimcinin, konuşmacının mesajlarını alacak bir muhatabın, mutlaka olması gerekmekte­dir.

Alıcının da, algı fonksiyonları gibi gerekli diğer duyu or­ganlarının iletişimi algılayabilecek durumda sağlıklı bir yapıya sahip olması gerekir.

Mesajı alan tarafın organize olmuş bir grup olduğu gibi, organize dışı gruplar ve ortamlar da olabilir. Aile ortamı, iş or­tamı, eş dost ortamı ve sohbet ortamı gibi.

 

C ) Verilecek Olan Mesaj

 

Bilgiler, düşünceler, tasanlar.... olabilir. Bunlar mesajın asıl üretildiği merkez, yani beyin tarafından ortaya çıkarılıp, belli yöntem ve tekniklerle muhatap kitleye veya bireye ulaştı­rılır.

Bu şekilde iletişim olgusu dediğimiz olay, gerçekleşmiş olur.

İletişimin asıl amacı, muhataba veya muhataplara bir me­sajın ulaştırılmasıdır. Mesaj iletmeyen bir iletişim biçimi düşü­nülemez.

Gerçi şu Temel esprisinde, bunun da bir formülü bulun­muş gibi gözüküyor.

Askerde Temel'e gelen mektuptan boş bir kağıt çıktığını gören komutan, Temel'e 'bunun ne anlama geldiği'ni sorar. Temel'de gülümseyerek cevap verir; " Emucamun uşağu-dur, ha onunla dargunuz da, küya konuşmayı penumla."

Ancak burada, çok anlamlı bir iletişim gerçekleşmiş sayı­lıyor. Ulaştırılan mesaj da şudur: Seninle konuşmuyorum ama, askerde olduğun için mektup göndermek adet­tendir ve görevimdir. Sadece bu adeti yerine getirmiş oluyorum."

Bu mekanizmanın en önemli ayağı, mesajın üretilme saf­hasıdır.

Biraz da bilgi üretiminin biyolojik ve psikolojik aşamalana göz atalım:

Bütün canlılarda ilkel düzeyde refleks, şartlı refleks, beslenme ve üreme, içgüdü (sevk-i tabii) Ieri mevcuttur.

Canlılann bir çoğundan, fiziki güç olarak üstün olmayan insan, akıl dediğimiz fonksiyon sayesinde hepsine hükmeder noktaya gelmiştir.

Akıl bizi, sadece dıştaki varlıklara karşı değil, içimizde (bi­linç altında) meydana gelen olaylara karşı da korur. İçimizdeki en karmaşık ve en kompleks olayları düzenler. Psikolojik olay-lann bir plan dahilinde cereyan etmelerini sağlar.

İnsanoğlunun iç labirentleri, dışından çok daha karmaşık, çok daha tehlikeli ve girifttir.

Damarlanmızdaki kan, nasıl mikroplarla savaşıp, onları vücuttan atıyorsa, aklımızda; psikolojik hayatımızı birçok za­rarlı etkilerden, (heyecan, korku, endişe çapraşık arzular, ihti­raslar, ahlakdışı yönelişler....v.s.) korumaktadır.

Akli fonksiyonlann başında " şuur " gelmektedir. Şuur, hem kendimizi, hem de muhitimizi kavrayarak, aralannda ilgi kurabilmeyi mümkün kılan harika bir fonksiyondur.

Akli fonksiyonlarımızdan biri de " idrak ". Duyu organla-nmıza gelen uyarıcılar, bu organlar tarafından sinirler vasıta­sıyla beyne iletilirler. Bunların bir kısmını şuurlu olarak idrak ederiz. Bazıları çeşitli sebeplerden dolayı bilincimizin dışında kalır. Bilinç her uyarıcıyı bilgiye çeviremez. Sosyo - psikolojik bir varlık olan İnsan, işine gelen uyarıcıları bilgiye çevirir.

İdrak fonksiyonumuzla ilgili şu dörtlük son derece ilginçtir: "İdrak ayinesi pas tutmuş ise, Hiçbir tecelliye mahzar olamaz. Gönül bir süfliye yas tutmuş ise, Ulvi teselliye mahzar olamaz. İşte, bu karmaşık aşamalardan sonra elde edilen mesaj, iletişimin temelini oluşturur.

 

İletişimin Kademeleri Ve Başarılı İletişimcinin Stratejileri

 

A ) İç İletişim: Kişinin iç dünyasında oluşan ve geli­şen olaylardır,

Kalp, ruh, akıl, hayal, tasavvur gibi iç fonksiyonlann ge­liştirdikleri iç olgular mevcuttur. Şuur altımız sınırsız bir kay­naktır. Üst bilinç (yani vicdan), bu kaynaklan bizim lehimize olacak şekilde denetler.

İşte bu iç denetleme, sağlıklı olmazsa, iç kaos başlar. İç ahengi tam olmayan kişiler, dış iletişimi de sağlıklı yürütemez.

Kişinin kurduğu hayal, gerçekötesi saçmahklarsa, dışa sağlıklı bir mesaj yansıtamaz. İç muhasebesi doğru olmayanın dış hesaplarının da, denk gelmesi mümkün değildir.

İç iletişimi sağlıklı olmayanlann rüyaları bile, korku filmini veya kabusu andırır.

Gerçi birçok ilim adamı, bütün dış uyarıların dahi algılan­ması, beynimize ulaşan sinyallerin, beynimiz tarafından, yo-rumlanmasıyla oluştuğunu, dış uyaranlar olmadan da aynı so-nuçlann alındığını, dolayısıyla gerçek oluşumların merkezinin beynimiz ve ruhumuz olduğunu savunmaktadırlar.

Biz konuyu şimdilik bu boyuta kaydırma niyetinde değiliz.

Başarılı iletişimci, güçlü bir iradeye, dengeli bir iç kişilik bütünlüğüne sahiptir. Özü, sözü, eylemi, niyeti ve bakış açısı birbiriyle uyumludur.

Düşünceleriyle, inancı arasında, çelişki ve boşluk yoktur. Olumsuz düşünceler, niyetin ve şuuraltının ayannı bozmamıştır.

Bütün iç fonksiyonlanyla, her çeşit iletişimi sağlıklı bir şe­kilde gerçekleştirecek dinamizme sahiptir.

B) Dış İletişim

Kişinin kendi dışındaki, insanlarla oluşturduğu iletişim şeklidir. Kişinin kendisi dışındaki kimselerle kurduğu her tür iletişim bu kapsama girer.

Dış iletişimin gerçekleşmesi için, kullanılan belli yollar vardır, önce bu yolları anlayalım, daha sonra, dış iletişimin yo­ğun yaşandığı ortamları görelim.

 

Dış İletişimi Gerçekleştirme Yolları:

 

1- Sözlü İletişim Yolu

2- Yazılı İletişim Yolu

3- Diğer Şekillerde İletişim Yolları

 

1- Sözlü İletişim Yolu Ve Başarılı İletişimci:

 

İletişimde en yoğun kullanılan yoldur. Başarılı iletişimcinin en fazla kullandığı iletişim şeklidir.

Sözlü iletişim, yani konuşarak iletişim kurma şekli, doğru­dan doğruya dilin kullanımıyla ilgili bir hadisedir.

Konuşma ancak insana ihsan edilmiş mucizevi bir nimettir.

Neden mucizevidir? Şeklindeki soruyu, hakkıyla cevaplan-dırabilmek için, konuşmanın gerçekleşme biçimini, hakkıyla kavramış olmak gerekir. Biz konuşma mucizesine kısaca göz attıktan sonra, konuya devam edelim. (Bu konu Mercek der­gisi, mayıs 2002, sayısında şöyle ele alınmaktadır.)

"Bir şey söylemek istediğiniz anda, beyninizden gelen bir dizi emir, ses tellerinize, dilinize ve oradan da çene kaslarınıza gider. Beyinin konuşma merkezi­ni içeren bölgesi, konuşma işleminizde rol alacak tüm kaslarınıza gerekli emirleri gönderir.

İlk önce akciğeriniz "sıcak hava" sağlar. Sıcak ha­va konuşmanın hammaddesidir. Hava burnunuzdan girer, burun boşluğu, boğaz, nefes borusundan sonra bronş tüplerine, oradan da akciğerlerinize geçer. Ha­vadaki oksijen, akciğerlerinizde kana karışır. Bu sıra­da karbondioksit de dışarı verilir.

Ciğerinizden geri dönen hava, boğazınızdan ge­çerken, ses telleri denen iki doku kıvrımının arasın­dan geçer. Bu teller, bir tür perdeye benzer ve bağlı oldukları küçük kıkırdakların etkisine göre, hareket ederler. Siz konuşmadan önce ses telleriniz açık vazi­yettedir. Konuşmanız sırasında teller bir araya getiri­lir ve soluk verdiğinizde çıkan hava ile titreştirilir.

Ağız ve burun yapınız, sesinizin kendine özgü ni­teliğini verir. Siz kelimeleri arka arkaya sıralayıp ko­nuşurken diliniz damağınıza belirli miktarda yaklaşıp uzaklaşmada, dudaklarınızda büzülüp yayılmaktadır. Konuşabîlmeniz için bu işlemlerin her birinin nok­sansız gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu kompleks iş­lemler, müthiş bir hızla ve kusursuzca gerçekleşirken, sizin bunlardan haberiniz bile olmaz."

Konuşma eyleminin merhaleleri iyi incelenirse, oluşumda bizim müdahalemiz %2 bile değildir. Olayların büyük çoğunlu­ğu irademiz dışında gerçekleşmektedir.

Başarılı iletişimci, yaratanın bizlere lütfettiği bu harika ni­meti, azami derecede verimli kullanarak, etkili sonuçlar elde edebilir.

 

Etkili Konuşma Stratejisi:

 

Şimdi başanlı iletişimcinin uyguladığı metodu tanımaya ve bu yolla yeteneğimizi geliştirmeye çalışalım,

Başanlı iletişimci, konuşma sanatının inceliklerini en kü­çük ayrıntısına kadar mükemmel olarak bilir ve icra eder. Kul­landığı dili, dilin gramer özelliklerini, deyimlerini, fonetik özel­liklerini, vurgusunu, ata sözlerini, yöresel ağız farklarını, aksan ve şive özelliklerini nüanslarına kadar bilir.

 

Bir Açıklama:

 

Esefle söylemeliyim ki, bu saydığımız özellikler noktasın­da Türkçemiz dünyanın en talihsiz dillerinden biridir. Ne hik­metse bu dil, dün de yeteri kadar değerlendirilemediği gibi, bu gün de, yeteri kadar değerlendirilememektedir.

Yabancı dil eğitimi, bir araç olması gerekirken, bir tür amaç haline dönüşerek anadilimizin önüne geçme ve nere­deyse onu bastırma noktasına getirilmiştir.

Hiç kimse kendi dilini yeterince bilmeden, başka dilde beklenen başarıyı sağlayamaz. Sanırım, bundan dolayıdır ki, yabancı dil eğitiminde de olması gereken başanyı göstereme­mekteyiz. Ana dilimizin amaç; diğer dillerin araç olması gerek­tiğini unutmamalıyız.

Konfüçyüs' ün, "Devletin başına geçseniz ilk icraatı­nız ne olur?" sorusuna, "Dili düzeltirdim" demesi çok anlam­lıdır. Gerekçesi ise şudur: "Dil yozlaşırsa; kanunlar,emir­ler, yorumlar, algılamalar ve topyekun bütün toplum yozlaşır. Bütün bunların önüne geçebilmek için acilen dilin ıslahı gerekir" demiştir.

Başarılı iletişimci, dili bir sarraf hassasiyetiyle, özmusikisi-ne uygun olarak kullanır.

1996 yılında, Ordu'da bir Rus doktorla karşılaşmıştım. Bir gazete bayiinde idik. Baktım elinde birkaç gazete, gazeteciye; "falan, falan tarihli gazeteleri de ayırmanı istemiştim, in­şallah unutmamışsmdır" diye sordu. Türkceyi mükemmel ko­nuşuyordu ama, yine de dilinde hafif bir farklılık hissediliyor-du. Nereli olduğunu sordum, "Rus olduğunu" söyledi.

"Türkceyi çok güzel konuşuyorsunuz" dedim. Kendinden emin bir ses tonuyla; "Bu dili konuşmayı çok seviyorum" de­di. "Bana müzik nameleri mırıldanıyormuşum gibi haz veriyor" dîye ilave etti.

Ana dilinin Slavca olduğunu öğrenince, "aradaki farkı sordum. "Bizim dili bilmeyenler, uzaktan konuşan iki kişinin kavga ettiğini zannedebiliri; oysa Türkceyi ko­nuşanların şarkı nameleri söylediklerini zannederler"

Dedi. Bu kişi o an kimseye dalkavukluk etme gibi bir durum­da da değildi. Ondan sonra, Ruslar için kurulmuş pazarlara uğradığımda, o doğrultuda yaptığım gözlemler, tespitin doğru­luğunu gösteriyordu. Ne acıdır ki, dilimizin bu özelliğini bize bir yabancı öğretiyordu. İsteyen herkes bu konuyu kendi açı­sından gözlemleyebilir.

 

Görünüş Stratejisi:

 

Başanh iletişimci, bir konuşmacıda bulunması gereken iç ve dış donanımın azamisine sahiptir. İç donanımın yanında dış görünüşün pejmürde oluşu, hiç hoş karşılanacak bir manzara değildir. Ambalajı bozuk bir ürünün kaliteli olduğuna insanları ikna etmek, ambalajı yenilemekten yüz kat daha zor sayılır. Konuşmacı asla abartıya kaçmadan, bulunduğu ortama en uy­gun bir kıyafetle,dinleyicilerin karşısına çıkmalıdır. Aksi bir gö­rüntü, çok mükemmel bir konuşmayı bayağılaştırmaya kafi gelebilir. Gösterişli kıyafetlerde basitlik simgesi olarak algılanır.

En iyisi, her konuda olduğu gibi,aşırılıklardan uzak, ortamın havasına, yörenin geleneğine uygun, sade, temiz bir kıyafetle konuşmaktır.

 

Sesi Kullanma Stretejisi:

 

Başarılı iletişimci, konuşmanın en önemli araçlarından olan sesin eğitimine özel önem vererek, konuşmalanna hazır­lanır.

Cılız ve titrek bir sesle, insanlara güven ve ümit vermek imkansızdır. Böyle bir ses tonuyla ancak vasiyet yazdırılabilir.

Kulağa hoş gelen, kendinden emin bir ses tonu­nun, dinleyenleri inandırma ve ikna etmede son dere­ce başarılı olduğu, deney ve tecrübelerle onaylanmıştır.

Başarılı iletişimci, konunun özelliğine, dinleyenlerin sayı­sına ve salonun durumuna göre sesinin tonunu ayarlar. Mono­ton konuşmalar iletişim kopukluğuna ve dikkat dağılmasına sebep olmaktadır.

Bağırıp çağırarak, ültimatom verir gibi yapılan konuşma­lar, asap bozmakla kalmaz,verilmek istenen mesajı, hiç hesap­ta olmayan bir biçimde algılanmasına neden olabilir.

Başanlı iletişimci, konuşmasında diksiyona da çok önem verir. Konuşmasını telaffuz yanlışlarıyla ve vurgu hatalarıyla katletmek istemez. Harflerin çıkış şekline (mahrecine) son de­rece itina gösterir. Kelime ve hecelerin, net, anlama uygun te­laffuzu sözlü iletişimin,en önemli öğelerindendir.

 

Bir Açıklama:

Bu konuda da ülkemizde korkunç bir garabet yaşanmaktadır.

Ben mesleğim gereği, gençlerle sık sık diyalog kurmaya çalışırım. En basitinden, "ismini, nereli" olduğunu sorarım. Abartısız, konuştuğum gençlerden %50 den fazlasının

ismini dahi ilk söyleyişinde anlayamam. Hatta %20 den fazla­sının ikinci söyleyişinde de anlayamam. Benim anlama veya duyma problemim olabileceğini düşünenlerin, bu konuda sağ­lıklı bir gözlem yapmalarını öneriyorum.

Üzülerek belirtmeliyim ki, ana dilini yaran yamalak konu­şabilendi tür kekeme bir nesil yetiştirdiğimiz izlenimine kapı­lıyorum.

Şu unutulmamalıdır ki, iletişimin olmadığı yerde uzlaşma, uzlaşmanın olmadığı yerde amaç ve hedef birliği olamaz.

Yetkililerimiz bu hususa, acil bir çözüm bulma durumun­dadırlar.

1984 yılında, Kumru İ. H. L.de bir piyes oynamıştık. Ko­nu o zaman gündemde olan "Bulgar Zulmü" idi.Öğrenciler bu oyunu, profesyonellere taş çıkarttıracak kadar mükemmel oynadılar. Hele ses konusunda, hiçbir teknik imkan olmadığı halde, mükemmel denecek bir sonucun alınması; kayda değer en önemli hadise idi. En cılız sesli oyuncunun sesi bile, salo­nun her tarafından rahatlıkla anlaşılıyordu.

Bir sene sonra, aynı oyunu başka bir okulda çevirdik. Ses konusunda inanılmaz zorluklar yaşadık. Ses cihazlarıyla falan aşmaya çalıştıysak da, istenen sonucu almamız kolay olmadı. En gür sesli oyuncunun konuşmaları bile, iki üç metre ilerden anlaşılmıyordu.

Bu konuyu tiyatro hususunda deneyimli bir büyüğümüze sordum. "îki okul arasında bu kadar bariz fark nasıl olabilir?" dedim.  Bana,"İ.   Hatiplerde   okutulan  bazı   derslerin bunda etkili olabileceğini, özellikle,Kuran dersinin,tecvit ve hitabet derslerinin, sesin fonksiyonları­nın gelişmesinde, diksiyonun düzeltilmesinde, rol oynaya bileceğini ve bu tip sonuçlar doğurabileceğini"

belirtti.

İngilizlerin, ayna karşısında ses, diksiyon ve konuşma eği­timi verdiklerini okumuştum.

Bizde dilimizin, iyi ve anlaşılır konuşulabilmesi için bir çö­züm bulmak zorundayız.Yoksa, yeni kuşaklar, acınacak bir tra­jediyi oynamaya devam edeceklerdir.

 

Kelime Zenginliği Stratejisi:

 

Başanlı iletişimci, çok zengin bir kelime hazinesine sahiptir.

Malzemesi az olan sanatkar, küçük eserlere talip olur. Tuğlası kulübe yapmaya ancak yeten bir kişi, saray yapmaya kalkışamaz. Bir dilin sahip olduğu kelime sayısı, o dilin ifade kapasitesini gösterir. Bir insan, bildiği kelime sayısıyla orantılı düşünce üretebilir. Shakspeare, eserlerinde birbirinden farklı, 30.000 kelime kullanmıştır. Onu az bir farkla, Victor Hugo, onu da az bir farkla, Goethe izlemiştir. Bizdeki yazarların kullandığı kelime sayısı ise, 4-5000'i bulmamakta­dır. Birçoğunun eserinden, sövgü ve yergi kelimelerini çıkarır­sak, ortada nerdeyse yazılı eser kalmaz.

Malzemesi bol olan konuşmacı, maksadını daha inandırı­cı, güven verici ve ikna edici tarzda, anlatma imkanına sahip­tir. "Büyük ekmek, büyük hamurdan çıkar" atasözü de bu gerçeğe işaret etmektedir.

Başarılı iletişimci, konuşma temposunu dinleyenlerin en kolay algılayabileceği ve en iyi takip edebileceği bir şekilde ayarlar.

Ne acele, ne de gereğinden fazla yavaş konuşur. Her kelime ağzından anlaşılır biçimde, tane tane dökülür.

İfadelendirme biçimi, son derece renkli ve canlıdır.

Konuşma tarzıyla, tamamen yapıcı bir atmosfer oluşturur. Olumsuz yaklaşımlardan uzak durur. Olumsuz yorum ve tavır­lar; negatif enerji yaymaktan, gerginliğe sebep olmaktan baş­ka işe yaramaz.

 

Beden Diüni Etkili Kullanma Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, beden dili konusunda tam bir uzmandır. Jest ve mimikleri, konuyla öylesine ahenkle kaynaştırır ki, din­leyenlerde bir tiyatro sanatçısını izliyormuş intibaı uyandırır.

Konuşmacının, konuyla çelişen el, kol, yüz, göz ve beden hareketleri, dinleyicileri rahatsız eder. İletişimin zayıflamasına, etkinin sönükleşmesine sebep olur.

Göze hitap eden iletişimin, kulağa hitap edenden %60 daha etkili olduğu, bilimsel deneylerle kesinlik kazanmıştır. Beden dilinin doğru iletişimde, en etkin iletişimci pozis­yonu olduğu, uzmanların ortak kanaatidir.

Başarılı iletişimci, şu konularda çok dikkatlidir; Başta, gözlerini çok etkili ve ustalıklı kullanır. Çünkü göz, zihinsel, duygusal ve ruhsal zekayı, her tür enerji ve sinerjileri muhatabına yansıtmada en  önemli  organdır.  Göz teması, inandırıcılığın vazgeçilmezlerindendir.

Zeki insanların bakışı, manyetik bîr cazibe merke­zidir, derinden etkiler.

Gözün kullanılış biçimleri, birçok psikolojik durumumuzu ele verir. Mesela, göz kaçırmak; kuşku içinde olduğumuzu gösterir. Gözü aşağı indirmemiz; teslimiyetimizin veya, güven­sizliğimizin ifadesidir.

Başarılı iletişimci, yüzünü de en az gözü kadar mükemmel kullanmaktadır.

Yüz, yedi temel duygunun merkezi konumundadır.Korku, öfke,şaşkınlık, iğrenme,mutluluk,üzüntü,acı, keder, sevgi, say­gı ve şefkat gibi...

Başarılı iletişimci yüzünü,çok gelişmiş bir ekran gibi kulla­nır. Bu ekrandan, daima olumlu görüntüler, güven veren te­bessüm, ümit veren heyecan, istek uyandıran canlılık yansır.

Kaşlann da konuşmada,azımsanamayacak bir yere sahip olduğu muhakkaktır. Bakışmada kaşların yukarı kaldırılması (birkaç saniye içinde,) dostluk, samimiyet ve güven işaretidir.

Burun ucundan bakmak veya başını kaldırıp burun ucun­dan bakmak; muhatabı küçük görmek,bakışıyla ezmek anla­mına gelir.

Konuşmada duruş şekilleri de çok çok önemlidir. Özrü ol­mayan normal bir kişinin, göğüs, omuz ve başının dik ve düz durması en olumlu duruş şeklidir.

 

Başarılı İletişimcinin Yapması Ve Yapmaması Gereken Jestler

 

El sıkmak, kucaklaşmak, el sallamak, bilinçli yapılan ve yapılması gereken olumlu jestlerdir.

İçe dönük sıkılgan ve sıkıcı hareketler. Vücudunun muhte­lif noktalarını kaşımak. Mesela ensesini kaşımak. Elindeki ka­ğıdı parçalanna ayınp yırtmak. Bütün bunlar, derin bir dalgın­lığın veya bilinçaltı saplantıların yansıması olarak, iletişimde kopukluklara ve olumsuzluklara sebep olmaktadır.

Yine şu davranışlarda olumsuzluk nedenlerinden sayılır.

Argo kullanmak: Geçmişine ait olumsuzlukları yansıtır. Hangi alt gurubun üyesi olduğunu gösterir.

Böbürlenmek: Aşağılık duygusuna sahip olduğunu, sa­mimiyetsizliğini, telafi mekanizmasını kullanarak kompleksini izale etmeye çalıştığını gösterir.

Kendim hakir görme: Bu durum öz eleştiri sınırlarını aşacak boyutlarda olursa, suçluluk duygusunun ve güvensizli­ğin yansıması sayılır.

Sorulmadan söylemek: Panik bir durumu bastırmaya uğraşmak, etkilemek, övünmek...Kandırmaya çalışmak veya ikna etmek şeklinde algılanır.

Şöhretlere sığınmak:Meşhur birilerini yakını veya dos-tuymuş gibi göstererek, noksanlıklarını telafi etmeye çalışmak­tır. Önemli biri görüntüsü vermektir.

Abartı: kendini değersiz görenlerin, abartıyla kendini de­ğerli saydırmaya çalışma gayretidir.

Kısık ve titrek ses tonu: Güven eksikliğidir. Yersiz he­yecan, sinirlilik ve çekingenlik belirtisidir.

Dedi kodu: Mutsuzluk yansımasıdır. Başkalannı da ken­di ayarına indirme gayreti, bencillik ve çıkar gözetme belirtisi­dir.

Emin ve güçlü ses tonu: Bilgisine ve kendine güvenin ifadesidir. Girişimci, kontrollü ve inançlı olduğunun gösterge­sidir.

Mırıldanma: Bıkkınlık, yılgınlık ve üzüntülülük halidir.

 

Sözlü İletişimde Bazı Organların Pozisyonu

 

Eller kenetli olmak: İletişime kapalı, kendi halinde ve geçit yok demektir.Her halükarda olumsuzluk belirtisidir.

Kolları göğüs üstünde çapraz vaziyette tut-mak:Kızgınlık, kapalılık, olumsuz bir ruh halinde bulunma ve­ya savunmaya geçme gibi durumları ifade eder.

Gözün ovuşturulmasi: Bir hususta bilgi verirken,konu~ şurken, gerçek dışı ifade kullananlann düştüğü durumu yansı­tır.

Parmağın ağza götürülmesi: Heyecan, korku, çare­sizlik ve panik ifadesidir.

 

Yapılacak Konuşmanın Bilgi Duygu Ve Hazırlık Boyutu

 

Başarılı iletişimci, söyleyeceklerinden çok daha fazlasını bilmek durumundadır. Kapı kadar bir konuşmanın, bilgisinin oda kadar olması gerekmektedir.

Fazla bilgi ve geniş malumat konuşmacının öz güvenini artırır. Farklı dinleyici tiplerine hitap edebilmenin alternatifle­rini kolayca bulmasını sağlar.

Başanlı iletişimci, tedirgin değildir. Cesaretle ve kendin­den emin bir tavırla konuşur. Amaç olan dinleyiciyi etkilemek değil, konuyu mükemmel anlatmaktır. O, kullanacağı kelime­lere değil, vereceği mesaja odaklanır. Kelimelere göre konuyu değil, konuya göre kelimeleri seçer.Konu lamba gibidir,keli-melerde, ona üşüşen kelebeklere benzer.

Sözü içten gelerek, samimi ve inanarak söyler. İnanma yan, kandırabilir, ama inandıramaz. Duygulanmayan, duygulandıramaz. İşte size çok çarpıcı bir örnek:

Yaklaşık on yıl önce bir şehit törenine katılmıştım. Tören gereği yetkililerimizin yaptığı çok kıymetli konuşmalar dinle­dik. Her çıkan konuşmacı "Vatan dedi, millet dedi, bayrak de­di ve egemenlik dedi." Çok hamasi sözler söylendi. Veciz ifa­deler kullanıldı.

Ancak şehit babasının kürsüye çağrılması, bir anda kala­balıkları dalgalandırdı.

Bağrı yanık babanın,"kırık, dökük ifadelerle" söyledi­ği birkaç cümle, dinleyenlerin göz yaşını sele çevirmeye yetti.

Çünkü o, yüreği sızlayarak konuşuyordu. Belki, konuşma­sı, yetkililerinki kadar veciz ve okunaklı değildi. Ama, asil duy­guların ifadesiydi ve dokunaklıydı. İçten gelerek konuşuyordu. Konuşmasında asla yapmacıklık ve formalite yoktu.

Başarılı iletişimci, samimi duygularla, riyasız ve içten ko­nuşmalıdır.

 

Sanaatkarlık Stratejisi:

 

Konuşmalar sadece dil düzeyinde kalıyorsa; buna "söz iş­çiliği" demek mümkündür. Bunun etkisi kulak seviyesini aş­maz. Dil artı zihin bağlamında yapılan konuşmada bir "söz ustalığı" vardır. Etkisi, zihne kadar ulaşır. Şayet konuşmacı, kalbini ve duygularını da devreye sokabilmişse, dinleyenler bir "söz sanatkarı "yla karşı karşıyadırlar. Dinledikleri yapmacık laflar değil, tam bir "söz sanatı"dır. Başanlı iletişimci, bir "söz sanatkaradır. Konuşmasıyla kitleleri ayağa kaldırır. Gönülleri ve şuurları fetheder. Muhataplarının bütün fonksiyonlarına nüfuz eder.

Uzmanlar bu bağlamda konuşmaları özelliğine göre, zi­hinsel zeka ürünü konuşmalar, duygusal zeka ürünü konuşmalar ve ruhsal zeka ürünü olan konuşma­lar diye üç kategoriye ayırmışlardır.

A) Zihinsel zeka  Neyin makul ve mantıklı olduğunu,

B) Duygusal zeka Neyin güzel ve çekici olduğunu,

C) Ruhsal zeka Neyin niçin öyle olduğunu, sezgi­ninde devreye girmesiyle çözümlemeye çalışan konuşma şe­killeridir.

Başarılı iletişimci, dinleyicisini ne yönde motive etmek is­tiyorsa o yöne ağırlık verir. (Bu konuyla ilgili daha detaylı bilgi için, Muhammet Bozdağ'ın, Ruhsal zeka Bilge Ya­yınlan, baskı, İstanbul,2001, isimli eserine bakabilirsiniz.)

 

Başarılı İletişimcinin Hazırlık Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, ilham perisine güvenerek konuşmaya çıkmaz. Her şeyden önce, kendi bilgisine, yapmış olduğu ko­nuşma planına ve konuşma notlarına güvenir. Aldığı notlarda, hiçbir zaman ayrıntıya kaçmaz. Hatırlatıcı özelliği olan şifreli cümleler, anahtar kavramlar yazarak, konuyu anlatma imkanı elde eder.

Asla, konuşmanın tamamını metinden okuyarak konuş­ma yapmaya kalkışmaz. Bazı can alıcı konu başlıklarına göz atarak akıcılığı ve konsantrasyonu bozmadan hitabetini ta-mamlar.Konuyu hatırlamak için anahtar kavramlar kullanır.

Konuyu zihninde olgunlaştırmadan, kendi yöntemlerine uygun birkaç prova yapmadan dinleyicilerin karşısına çıkmaz.

Başarılı iletişimci, çok gelişmiş bir zekaya sahiptir. Potan­siyel zekasını geliştirmek için, literatürdeki bilimsel metotların hepsinden yararlanır. Hafıza gücüne güvenip,not almayı ih­mal etmez. Anlatacağı konuyu detaylı araştırmanın ve bilme­nin yanında, sade bir plan yapar ve kısa notlar alır. Planda de­taya girmez. Askerlikte "doğru nişan"ı tanıtan levhalar vardır. Üzerinde, (GÖZ- GEZ- ARPACIK- HEDEF.) yazar. İşte başan-lı iletişimcinin planı da buna benzer bir şeydir.

1-Konu, 2- Başlama, 3- Açıklama, Yorum Ve Örnekler, 4- Varılan Sonuç.

Almış olduğu notlan, bu plana göre sıraya sokar. "Şeyta­nın ayrıntıda siperlendiğini" bilerek, gereksiz ayrıntılarla konu­yu sulandırmadan ve dinleyiciyi usandırmadan hedefe yönelir. Bu aşamalardaki gereksiz oyalanmalar, konuşmacının itibar erozyonuna sebep olur ki, bu konunun telafisi çok zordur.

Başarılı iletişimci, konuya başlarken merak uyandırmayı iyi becerir. Açıklama bölümünde,dimağı ve duygulan hakkıyla doyurur. Bitişi bir coşku fırtınası ile yapar. Akla gelmesi muh­temel sorulara cevap olacak tarzda konuşmasını sürdürerek,dinleyiciyi tatmin eder. "Kim,ne, niçin, nerede, nasıl" gibi sorulan da karşılıksız bırakmaz.

Başarılı iletişimci, derinlemesine bilmediği konuya gir­mez. Derme çatma bilgilerle, kulaktan dolma malumatlarla ve ayak üstü notlarla dinleyicilerin karşısına çıkmaz.

Mutlaka konunun ana cevherini kendi tasavvuruyla yoğu-rur. Nakil ve alıntılar aksesuar konumundaki hususlarda işe ya­rar. "Taşıma su ile değirmen dönmez" gerçeğinden hare­ketle, konunun lokomotif gücünü kendi elinde bulundurur.

 

2- Yazılı İletişim Ve Başarılı İletişimci

 

Yazılı iletişim, duygu ve düşüncelerin belli sembollerle, alı­cı konumdaki tarafa aktanlmasıdır.

Yazının icadından önceki çağlarda, insanlar şekiller çize­rek bu ihtiyaçlannı karşılamaya çalıştıklannı çeşitli arkeolojik bulgular, ortaya koyuyor. İşte o günlerde çizilen şekiller ve semboller, çeşitli merhalelerden geçerek, günümüzdeki harfle­ri oluşturmuşlardır.

Yazılı iletişim, günümüz insanının vazgeçilmez ihtiyaçla­rından sayılır. Bildiklerimizin, kültürümüzün, duygulanmızın ve düşündüklerimizin en kapsamlı ve en etkili iletişimi, yazılı ola­rak yapılan iletişimdir.

Yazılı iletişim kapsamında, başanlı iletişimci, yazma sana­tını çok mükemmel bir şekilde, icra eden kişidir. Yani o, başa­rılı bir yazardır.

 

Başarılı Yazı Yazma Stratejisi:

 

Şimdi başarılı bir yazar olmanın, ana ilkelerini tanımaya çalışalım.

A) Başanlı iletişimci, sistematik düşünme ve sağlıklı karar verme kabiliyetine sahip olmalıdır. Düşünce zafiyetine düşmüş bir kimsenin yazmaması; yazmasından daha hayırlıdır. Düşün­me, yazmanın temelini teşkil eder. Sanat yazılarında, düşün­ceye ilave olarak, sezgi ve duygu yoğunluğuna da sahip olmak gerekir.

B) Başarılı İletişimci, yazıda kullanacağı dile mükemmel şekilde hakim olmalıdır. Kullanacağı dildeki kelimeleri, meca­zi ve ıstılahı manalanyla, yöresel kullanım biçimleriyle bilmesi gerekir.

Bu sayede, duyduğunu, dinlediğini ve okuduğunu anlaya­bilir. Doğru kavrama gerçekleşmeden, doğru yazma mümkün olmaz.

C) Başarılı iletişimci, çok mükemmel sayılacak bir bilgi ve kültür birikimine sahip olmalıdır. Derme çatma malumatlarla, kulaktan dolma bilgilerle, yazar olmak mümkün değildir. Bilgi­siz fikirde, fikirsiz bilgide felaket kaynağıdır. Okuyucuyu yanılt­mak, insanlığa yapılabilecek en büyük ihanettir.

Ç) Başarılı iletişimci, anasından yazar olarak doğmamış­tır. Yeteneğini geliştirmek için amansız bir çalışma ve düşün­me içine girmiş olması gerekir. Bazı hayalperestler, ilham pe­risi bekleyerek ömür tüketirler. Oysa çalışıp, çabalamayana öyle bir perinin uğradığı görülmemiştir.

Başarılı iletişimci, zamanını fevkalade iyi kullanan kimse­dir. Zamanının önemli bir bölümünü, yazma işlemine pianlı bir şekilde ayırmaktadır.Aslında, insan oğlunun hayatı, ancak lü­zumlu işlere harcanacak kadardır. Planlamayı yaparken, bu gerçeği göz önünde bulundurmalıdır. Gereksiz işlere de zaman harcamaya kalkarsak, zamanımızın bize yetmediğinden yakın­maya başlanz. Büyük işler başarmış insanlar, hiç iş başarma-mış insanlar kadar zaman darlığından yakınmazlar.

C) Başarılı iletişimci, bir fırsat kollayıcısı değil, çok dikkat­li bir fırsat avlayıcısıdır. Yazmak için hususi bir fırsatın çıkaca­ğını bekleyenler, abesle iştigal ediyorlar demektir. Bu bekleyiş, namlusunu bir istikamete ve bir noktaya sabitleyip, avın o menzile, o hedefe kendiliğinden gelmesini bekleyen avcı gibi­dir. Oysa, başarılı iletişimci, namluyu sabitlemez, namlu avın olduğu istikamete doğru sürekli hareket halindedir.

D)  Başarılı iletişimcide, çok iyi teşekkül etmiş bir "yazar­lık ahlakı" mevcuttur. Kamu oyuna böyle bir mevkiden ulaş­mak isteyen kişi, sıradan bir insanın gösterebileceği,basitlikle­re tevessül etmemelidir. O her şeyden önce, bir kamu hizme­ti yapmanın sorumluluğu içinde davranmalıdır. Yazar, insanla­ra istikamet gösteren bir kişidir. Negatif duyguların tutsağı ol­mamalıdır. Okuyucunun ilgisini istismar etmek, karakter fuka­ralığının en iğrenç göstergesidir.

E) Başarılı iletişimci, "fena yazarım  sendromunu bütün benliğinden söküp atmıştır. Bu yersiz korku, yazma duygusu­nu kısırlaştıran, menfur bir virüstür. Bu kaygıya kapılan kimse, "şimdi yazarsam, basit düşer, en mükemmeli buldu­ğum zaman yazarım" gibi yersiz kuruntularla, yazma heve­sini köreltir. Oysa, bilmez ki, öyle bir an hiç olmayacak. Bu saplantıdan kurtulup, mevcut birikimini, satırlara geçirmeye başlarsa, yavaş yavaş, mükemmeli yakalamaya başladığını gö­recektir. "En iyi" yi bulamadım diye, "normal" olanı atanlar, iyiye hiçbir zaman ulaşamazlar. "Mükemmeli yakalama ar­zusu hiç mi olmamalı?" derseniz, Bir miktar olmasında fayda vardır. Çünkü,, yazma konusundaki enflasyonu ayarlar.

F) Başarılı iletişimci, tam bir kitap kurdudur. Her konuda en güvendiği arkadaşı kitaptır. Kitap, sizi kıskanmaz, size kar­şı kapris yapmaz, kaşını çatmaz, her istediğiniz zaman onun­la konuşabilirsin. Kitabım okuduğunuz insanla, sohbet ediyor olmanın, ne büyük bir ayrıcalık olduğunu anlamamız gerekir. Okumanın, kişiye kazandırdığı büyük meziyetler vardır. Size istediğiniz kadar malzeme ve materyal sağlar. Yepyeni bakış açıları kazandırır. Sağlıklı ve sistemli düşünmenizi sağlar. An­lama kabiliyetinizi geliştirir. Çözüm üretme yollan öğretir.

G) Başarılı iletişimci, aktif bir okuma uzmanıdır. "Aktif okuma" okuduğumuz kitabı sorgulayarak okumaktır. Yazarın görüşlerine, körü körüne tabi olmak, zihnen ve fikren pasifli­ğin göstergesidir. Dinamik okuyucu, kitabı yorumlayarak, önemli noktalarını not alarak okuyandır. Yazma konusunda id­dialı olanlar, okuduklarından en yüksek verimi alanlardır. On­lar, kitabı okurken kurşun kalemle işaretleyerek okurlar, sonra işaretli yerleri not alarak kitabın hülasasını elde etmiş olurlar.

H) Başarılı iletişimcinin en hassas davrandığı hususlardan biri de, yazacağı konuyu tespit etmektir. Konu bulmadan yaz­mak, hedefi görmeden atmaya benzer. Bulunan konunun, ka­muoyunu yakından ilgilendirmesi gerekir. Böyle bir konuyu iş­leyecek yazarın, konuyla ilgili detaylı bilgilere sahip olması ge­rekir.

I) Yazar, ele aldığı konuyu işlerken, sade, sade olduğu ka­darda verimli bir plan uygulamalıdır. Planın giriş kısmında, ko­nuya dikkat çekmeli, konuyla ilgili merak duygusunu alabildi­ğine harekete geçirmelidir. Planın ana kısmını da iki bölümde değerlendirir. İlk bölümde; ilgili ve ilgisiz unsurları ayıklanmalı ve can alıcı noktaya geçmeden, gerekli alt yapıyı oluşturmalı­dır. İkinci bölümde, en etkili bilgi ve belgeleri, delil ve yorum­lan itina ile ortaya koymalı. Bitiş bölümü, bir tür veda kısmı­dır. Ayrılırkenki intiba, yazı hakkında genel bir değerlendirme niteliğindedir. Çok çarpıcı bir final, yazıyı mükemmelleştiren, önemli bir husustur.

J) Büyüklerimiz; "üslûbu beyan, aynıyla insan" de­mişlerdir. Yani, üslûp ne ise, kişide odur. Üslûp, anlatım tarzı demektir. İnsanlar arasında kılık kıyafet ne anlama geliyorsa, yazıda da, üslûp odur. Önemli bir konuyu, önemsiz bir üslûp berbat edebilir. Bazen basit bir konu da, güzel bir üslûpla gün­demin üst sıralarına yükselebilir.

K) Başarılı iletişimci, en kaliteli malzemeyle bina yapan usta gibidir.Harfler kum, heceler harç, kelimeler tuğladır. Dik­katle örülen tuğlalardan, paragraf duvarları ve sonunda, hari­ka sanat eserlerinin ortaya çıkması sağlanır. Bu sanat eserleri­nin kalitesi, kumun, çimentonun,harcın ve tuğlanın kalitesiyle birebir ilgilidir. Bütün bu malzemelerin kaliteli oluşu yanında, eseri yapacak olanın, bütün fonksiyonfannı ortaya koyması, idrakini ve yüreğini konuyla bütünleştirmesi gerekir. Oluşturu­lacak cümlede, en uygun kelimeler kullanılmalıdır. En ahenkli cümlelerle, en güzel paragraflan oluşturmak gerekir. İmla ku­rallarının en uygun şekilde tatbik edilmesi ve dikkatli yapılmış bir tashihle, harika sayılacak bir yazı, bir eser ortaya çıkmış olacaktır.

L) Başarılı iletişimci,bu eserini, makale, fıkra, biyografi, röportaj, hatıra, sohbet, deneme, hikaye, roman, seyahat, mektup, piyes, değerlendirme ve şiir türlerinden biriyle yaza­bilir. Bu kararını zaman ve zemine, yeteneğinin elverişli oldu­ğu türe göre ortaya koyar. "Taş yerinde ağırdır" sözünden hareketle, her tür yerinde önemlidir, diyebiliriz.

 

3- Diğer Şekillerde İletişim

 

Dış iletişimde, yazılı ve sözlü iletişimin dışmdada iletişim kurma yollan vardır. Bu gün insanlar telepati İle iletişim kur­manın yollarını arıyorlar ve buluyorlar.

Sezgiyi ve duyguyu yoğunlaştırarak ve hassaslaştırarak kı­talar ötesinden mesajlar almak veya vermek olağan hale gel­miştir.

Renklerin, kokulann, sembollerin, rozetlerin, çiçeklerin ve desenlerin, ayrı ayrı birer mesajı olduğu herkes tarafından bilinen bir realitedir.

Şimdi bu konuda daha fazla detaya girmeden, iletişimin yoğun yaşandığı ortamlan ele alalım.

 

A) Aile Ortamı Ve Başarılı İletişimci:

 

Aile, bireyleri için, bireylerin biyolojik ve psikolojik gelişi­mi için en uygun, en elverişli ortamdır.

Başarılı iletişimcinin görevi bu ortamda sadece biyolojik ana babalık yapmak değildir. Psikolojik, sosyolojik ve pedago­jik ana babalık da yapma mecburiyeti vardır. Bunlardan her­hangi birinin aksatılması durumunda kuşakların ve çocukların o alanda yetim bırakılmış olacağının bilinmesi gerekir.

Başarılı iletişimci aile ortamında demokratik davranır. Bu davranış şekli,çocuğun şahsiyet gelişiminde sağlıklı iletişim kurmasında, sosyalleşmesinde ve kendine güven kazanmasın­da son derece gereklidir.

Demokratik davranış demek,çocuğun başıboş bırakılması demek değildir.Demokratik davranış, bilinçli kontrol,bilgilendi­rilmiş kurallar ve hoşgörü yansıtan ilkeli otorite demektir.

 

İlgi Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci çocukla doğumundan itibaren en uygun şekilde ilgilenir ve en bilimsel metotlarla iletişim kurar.

Çocuğun, özellikle küçük yaşlarda, sevilmesi,okşanması, onunla oynanması ve ona ninniler söylenmesi; gelişimi açısın­dan,ilaç kadar,hava kadar, su kadar gereklidir. Bilimsel tecrü­beler, bu ilginin, değişik özelliklere sahip farklı yapıdaki sinir hücrelerinin gelişmesinde vazgeçilmez derecede büyük etkile­re sahip olduğunu göstermiştir. Sağlıksız ortamda yetişen çocuklann, başarısız, güven duygusundan mahrum ve suç işle­meye meyilli oluşlarının sebepleri arasında en büyük payın bu olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

Kaliforniya'daki bir yetiştirme yurdunda 90 çocuk üzerin­de yapılan bir gözlem, bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koy­muştur. Bu çocuklardan 60 ı gönüllü ailelere verilmiş, gerçek ailesi gibi davranmaları sağlanmıştır. Diğerleri yetiştirme yur­dundaki ortamlarında bırakılmışlardır. Aile yanında büyütülen çocukların tamamına yakınının psikolojik ve biyolojik gelişimi­ni normal tamamladıkları zeka seviyelerinin de tamamen nor­mal olduğu görülmüştür. Yurt ortamında kalan diğer çocukla-nnsa bu kadar şanslı olmadıklan anlaşılmıştır. Onların ancak %40 ı normal sayılacak bir seviyede psikolojik ve biyolojik ge­lişme göstermişlerdir.

Sağlıksız ortamda yetişen çocukların çok gerekli olan gü­ven duygusundan, sevecenlikten,sosyal etkinlik duygusundan ve sorumluluk alma duygusundan mahrum kaldıkları gözlen­miştir.

Başarılı iletişimci aile bireylerinin, her hususta kendilerini anlamlı hissetmelerini, özgüven duygularını güçlendirmelerini sağlamak için onlann özgür bir ortamda, korku ve baskıdan uzak, yetişmelerinin gereğine inanır. Çocukları eğitirken ve yönlendirirken,küçük düşürmeden,başkalarıyla kıyaslamadan eğitir.

Başanlı iletişimci bu alanda her çeşit bilgi,beceri ve dona­nıma sahiptir. Şu prensipleri uygulamalarının her aşamasında görmek mümkündür. İşte konumuzu özetleyen prensipler:

 

Ann Lander / Yaş Dal

 

Eğer bir çocuk, kavga ve gürültü içinde yaşarsa,kavgacı olmayı Öğrenir.

Eğer bir çocuk, tehdit altında yaşarsa, korkmayı öğ­renir.

Eğer bir çocuk, daima ona acıyan insanlarla beraber yaşarsa, kendini zavallı hissetmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk, kıskançlık için de yaşarsa, nefret et­meyi öğrenir.

Eğer bir çocuk, cesarete ve heyecana değer verilen bir çevrede yaşarsa,kendine güvenmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk, kıymet bilen, övmeyi bilen bir ortam­da yaşıyorsa, başkalarını takdir etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk, şefkat içinde yaşarsa, sevmeyi öğre­nir.

Eğer bir çocuk, kendini adam yerine koyanların için­de yaşarsa, hayatta erişmek için çalışmaya değer bir ama­cı olmasını öğrenir.

Eğer bir çocuk, dürüstlüğün yaşandığı bir ortamda büyürse, adaletli olmayı öğrenir.

Eğer bir çocuk, kendine güvenilen bir ortamda yaşar­sa, hakikate saygıyı öğrenir.

Eğer bir çocuk, açık yürekli,güler yüzlü ve anlayışlı kimselerin arasında yaşarsa, dünyanın gerçekten yaşan­maya değer bir yanının olduğunu Öğrenir.

(NOT: Eğit bir, Dergi sayi:19,2002 den alınmıştır.]

Başarılı iletişimci, hiçbir şeyi, çocuklarıyla olan yakınlığını ve irtibatını tehlikeye atacak kadar önemli görmez.Çocukların potansiyellerini köreltecek yeteneklerini dumura uğratacak davranışlara var gücüyle direnir..

 

Yerel Adetler Karşısındaki Tavrı:

 

Başarılı iletişimci, yozlaşmış töre ve adetlere prim ver­mez.Onların yeni nesilleri hırpalamasına karşı çıkar.Bu karşı çıkış toplumla çatışma tarzında değildir. Sosyo-psikolojik pren­sipler çerçevesinde sürdürülen bir mücadeledir.

Bu konuyla ilgili bir açıklama yapmak istiyorum.

Burada töre konusunu biraz açmakta yarar umuyorum. Ülkemizin bazı yörelerinde töre cinayetleri işlendiği herkesin malumudur. Cinayetleri aratmayacak başka bir sürü daha adet ve töre bulmak mümkündür. Adetlerin ibadetlere baskın çıktı­ğı cahil toplumlarda, iletişim rolü üstlenen herkese önemli gö­revler düşmektedir.

Bazı yörelerde kız çocukları kendi isteği ve iradesi dışında, aile büyüklerinin zoruyla, bir tür satma yoluyla evlendirilmek­tedir. Kimileride buna dini bir gerekçe bulma çabası içine gir­mektedirler. Böyle bir vahşeti İslam ile irtibatlandırmak kadar büyük cehalet az bulunur.

İslam mezheplerinden bazılarının, veli rızasını şart koşmuş olmasının, çocuğun babası tarafından para veya mal karşılığı satmasıyla uzakta ve yakından hiç ilgisi yoktur.

Hangi cihetten bakılırsa bakılsın, töre ismi altında ki bu uygulamaların akla,mantığa,bilime,sosyal realitelere ve aynı zamanda dinin özüne aykırı olduğu su götürmez bir gerçektir.

Başarılı iletişimci toplumsal problemlere neşter vururken, dünya çapındaki bilimsel verilerden de azami derecede yarar-lanır.Şu olayı, bu konuya örnek vermek mümkündür.Olayı bir İngiliz komutan hatıralarında anlatır:

Olay, 19.yüzyılın sonlarında Büyük Britanya İmparatorlu­ğunun birçok ülkeyi işgal ettiği yıllarda,Afrika'nın bir ülkesine ait bir kabilede olmuştur.

Bu kabilenin, insanın kanını donduracak bir töresi vardır; "Evlenme cağına gelen gençler, kabile reisinin onayı­nı almak için, reisin önüne bir insan kellesi götürmek mecburiyetindeler." İngiliz kumandan, bu adeti kesin şekil­de yasaklar, yapanın da idam edileceğini duyurur. Hatta caydı­rıcı olması için, birkaç kişiyi idam dahi ettirir. Ancak, bu yasa­ğın ve cezanın hiç etkili olmadığı görülür. Durumu İngiliz hü­kümetine rapor eder.Hükümet oraya sosyo-psikoloji uzmanla­rından bir heyet gönderir. Uzmanlar törenin psikolojik temeli­ni araştırırlar, 'erkeklik gücünün' ispatlaması için olduğunu tespit ederler.

Toplumda seçtikleri "odak kişiler" aracılığıyla alternatif bir töre ileri sürerler. "Bir yaban domuzu kellesi götüren on kat daha güçlü erkektir" şeklinde...

Topluma, dolaylı bir şekilde lanse edilen bu görüş, öyle il­gi görür İd,kısa zamanda etkisini gösterir, gençler insan kelle­si yerine domuz kellesi götürmeye başlarlar.

Topluma karşı, uluorta yasaklarla karşı çıkanlann çoğu za­man hüsrana uğradıkları bilinen bir gerçektir. "Elinde çekiç­ten başka araç bulunmayanlar, problemleri çivi şek­linde görür" sözü, bilinçsiz yasaklarla her konuyu halledece­ğini zannedenlere, çok uygun düşmektedir.

Kaba otoritenin hüküm sürdüğü bilinçsiz aile ortamların­da yetişen çocukları ne müthiş tehlikelerin beklediği bilim oto­ritelerinin malumudur.

Olumsuz şartlar altında yaşamak zorunda kalan çocukla­rın yetenek ve potansiyelleri, bir "bonzai" budaması örneğiy­le bodurlaşır.

 

Motivasyon Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, aile ortamında çıkan problemleri,geç­mişe ve geleceğe taşırmadan, açık yüreklilikle, tarafların özgür katılımıyla ve alternatifler sunarak halleder. Taraflardan birini, iflah olmaz bir suçlu göstererek,çözümsüzlüğün nedeni olmaz. Bir uzlaşma noktası bulmayı mutlaka becerir.

Başarılı iletişimci, aile bireylerine beklenmedik jestler ve sürprizler yapar. Mesela, hiç beklemedikleri anda onlara bir mektup yazıp, gönderebilir.Şimdi öyle örnek bir mektuba göz atalım:

 

Sevgili Yavrularımız,

 

Biz anne ve babanız olarak sizlere karşı duyduğu-muz,tariflerin kapsayamayacağı, riyasız duygularımızı, gelecekte oluşturulabilecek aile arşivine bir belge bırakmak niyetiyle yazıya döküyoruz. Umarız ki, bu kararımız hayır­lı bir başlangıç olur.

Bizler, sizlere ana baba olmaktan çok mutluyuz. Oysa ne sizler bizi, ne de bizler sizi kendi irademizle seçmiş değiliz. Bu öyle bir seçim ki, şu an her birinizin karşılığında dünya egemenliği teklif edilse; biz hiç tereddütsüz sizleri Dağrımıza basarız. Sizler gibi evlatlara sahip olmayı lütufhrm ve mutlulukların en erişilmezi sayarız.

Bizler adına, en mükemmel kararı veren Rabbimize hamd olsun.

Sevgili yavrularımız,anne ve babaların gözünde çocuk­lar daima küçüktür. Fakat, biz sizleri idealimizi süsleyen, aklı selim sahibi gençler olarak görüyoruz. Sizin şahsınız­da, ideal manada genci tanımak ve tanımlamak istiyoruz.

Gençlik, Ömrün bir parçası sayılarak geçiştirilmemelidir.

Gençlik, heyecan ve dinçliktir.

Gerçek gençlik;şecaat ve cesaretin korkaklığa üstün gelmesidir.

İnanç ve azminiz kadar genç, kuşku ve ürkekliğiniz ka­dar ihtiyarsınız.

Gençlik, kendinize olan güveninizle doğru; endişe ve alınganlığınızla ters orantılıdır.

Gençliğinizin hacmi; ümidinizin kapasitesi kadardır.

Birkaç yıl yaşlı olanları ihtiyar zannetmeyin. İhtiyar­lık, ideallerin pörsümesi, düşüncenin kokuşmasıdır.

Sizler, cilt buruşukluğundan değil, azmin ve iradenin solmasından korkun. Kalbin gerçeklere, sonsuzluğa, este­tiğe, sevinç ve cesarete ilgisi sürdükçe, gençlik devam edi­yor demektir.

İhtiyarlık bir ümitsizlik çukuruna düşmektir ki, üstü önce tutsaklık toprağıyla örtülür.

İdeal manada genç; en olgun insan demektir.

Eğer siz, herkesin şaşkın olduğu, hatta felaketlerinin sorumlusu olarak, sizi gördüğü bir ortamda, sağ duyunuzu kaybetmeden, tevekkül içinde emin adımlarla hedefinize devam edebilir, herkesin yalana ve hileye yöneldiği bir or­tamda, şeref grafiğini yükseltebilir, bıkmadan ve yorulma­dan nöbetinizi sürdürebilir seniz, sizden nefret edenlere bile; "muhabbet fedailerine" yaraşır bir vakarla mukabele edebilir, zaferden şımarmaz, yenilgiden yılgınlığa düşmez­seniz, hayat boyu didinerek yücelttiğiniz kulelerin bir an­da yerle bir olduğunu görüp,telaşa kapılmadan, aynı ka­rarlılıkla, yeniden başlayabilir seniz, en güvendiğinizden dahi vefasızlık görünce kahrolmadan devam diyebilirseniz, yüksek makamlarda bile tevazuunuzu koruyabilirseniz, si­ze müjde! "Saptırıcı nefse" kafa tutacak olgunluğa ermiş­siniz demektir.

Sevgili yavrularımız, zaman çizelgenizi hazırlarken, iki cihan dengesini iyi ayarlamalısınız. Kulluk ekseni içinde, yaşamaya da zaman ayırın. Ancak vakit öldürmenin bir tür intihar olduğunu da unutmayın. Muvaffakiyetin çalışmak­tan geçtiğini bilerek, meşru manada eğlenmeye de zaman ayırın. Çatık kaşlı tiplerden olmayın. Düşünmeye de za­man ayırın ki, insanlığınız anlam kazansın. Kibar olmaya da zaman ayırın.Mutlu olmanın bir yolu da, insanlara ki­bar davranmaktan geçer. Hayal kurmaya da zaman ayırın. Dünyanın sıkıntılarını aşmanın bir çaresi de, hayal sığma­ğına girmektir.

Zamanınızın hiçbir saniyesini, egoizme harcamayın. Orijinal hayatta, egoizme yer yoktur. Tebessüm etmeye de zaman ayırın. Bu, sizin iç ve dış güzelliğinizi artırır. Çocuk­larla ilgilenmeye de zaman ayırın, bu cennet zevklerinden bir numunedir. Mükemmel insan olmaya da zaman ayırın, bütün dejenerasyonuna rağmen cemiyetin asıl sermayesi budur.

Sizlere ömür boyu başarılar...

İki cihan saadetine nail olmanızı dileriz.

Sizleri çok seven anneniz ve babanız.

 

Problem Çözme Stratejisi:

 

Başanlı iletişimci, çözüm dayatmaz, çözüm yollarını gös-terir.Çözüm bulmayı öğretir. "Hazır paket çözümler" çoğu zaman, mutsuzluk doğurur. Davranışlarını birey eksenli olacak şekilde ayarlar. Bireylere "özne" olma bilinci kazandırır. Ka­inat bütünü içinde, en anlamlı varlık olduğunu hissettirir.

Bireylerin doğuştan getirdiği irsi özellikleri yok etmeye kalkışmaz. Çocuk inatsa, inadı yok etmeye çalışmak, akıntıya kürek çekmek gibidir. İnadı, verimli hale dönüştürmek en sağ­lıklı çözümdür. "Sen inatsın, bu ödevi bir gecede bitire-bilirsin"tarzı yaklaşım, çözüm üretecek en uygun yoldur. Bu yolla, negatif sayılacak duygular bile, verimli şekle dönüştürül­müş olur.

Başarılı iletişimci, "merak" unsurunu öğrenmenin loko­motif gücü olarak kullanır. Merakın, insanları araştırmaya sevk eden en güçlü saik olduğu uzmanların müşterek görüşü­dür. Nice insanların, sadece meraklarını tatmin için hayatları­nı riske attıkları görülmüştür.

Başarılı iletişimci, huzurun ve mutluluğun kişinin algı dü­zeyi ile, bakış açısıyla sınırlı olduğu gerçeğinden hareketle, "Güzel gören güzel düşünür"prensibini de göz Önünde bulundurarak, hayata hep güneşli yönden bakmayı öğretir. "Dikene değil, güle bakmalarını" telkin eder.

Kişilerde iç bütünlük sağlanmadan,dış bütünlük sağlana­maz. İç bütünlük, özün,sözün ve eylemin bir olması demektir. Bu konuda niyet birinci derecede önemlidir. Niyet bir şuur işi­dir. Söz ve hareket, o niyete uygunsa, kişinin iç bütünlüğü ve karakteri sağlam demektir.

Söz, hareket ve niyet arasında uyuşmazlıklar varsa,birey kişilik parçalanması yaşıyor demektir. Böyle bir şahıstan, top­lumsal bütünlüğe katkı sağlamasını bekleyemeyiz.

 

Yüreklendirme Stratejisi:

 

Başanlı iletişimci,çocukları cinle, periyle korkutmaz .Asla çocuklara öcü ve hortlak masalı anlatmaz. Bu tip konuşmalar çocuğun ruh dünyasında onanlmaz yaralar açar,silinmez izler bırakır. Tatlı rüyalarını kabusa çevirir. Tedirgin, korkak, ürkek ve çekingen olmasına sebep olur.

Bu konuda, ana babaları ve öğretmenleri yakından ilgi­lendiren, yaşanmış bir olayı nakletmek istiyorum:

Seksenli yılların sonlarıydı, bir ortaokulda yöneticilik ya­pıyordum. Kendi çocuğumun da okuduğu sınıfta, stajyer bir öğretmenin dersinde,bir kız öğrenci biraz heyecanlı bir şekil­de, gördüğü bir rüyayı anlatır. "Garip kıyafetli, uzun ve beyaz sakallı birini" gördüğünü anlatır.Çok korktuğunu söylüyor. Öğretmende onu teselli etmek için, "Korkma,onlar erenlerdir, öyle gelirler, ama; zarar vermezler" der. Bizim çocuğun bilinç altına bu sözler öylesine korkunç işlemiş ki, çocuk rüyalarında kabuslar görmeye başladı.Bazı geceler, "Anne geldiler!" diye feryat ederek yatağından fırlamaya baş-ladı.Korkudan uyuyamıyordu. 6-7 ay bayağı sıkıntı çektik. Sonra, psikolojik telkin metodu ile,çok şükür ki bu sıkıntıyı at­lattık.

Bir basit rüya olayının, çocuğun iç dünyasında ne gibi fır­tınalar kopardığını, yaşayarak görmüş olduk.

 

İnancı Uygun Üslupla Telkin Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, çocuklarının din ve inanç ihtiyaçlarını karşılama konusunda son derece dikkatli davranır. Çocuklara inanç telkin ederken, zorlamaya başvurmaz. Çocukları AL­LAH' dan korkutarak değil, sevdirerek telkinde bulunur. İn­sanlık tarihinin en başarılı tebliğcisi olan Peygamberimizin (ASS) "Kolaylaştırın zorlaştırmayin, müjdeleyin kor­kutmayın" prensibinin dışına çıkmaz. "Allah' in çocukları ne kadar çok sevdiğini,evreni onlar için yarattığını, onlar için ren­garenk çiçeklerle, kelebeklerle, sevimli kuşlarla donattığını," onların anlayacağı tatlı bir üslupla anlatır. Bunları yaparken, asla, bilimsel metottan ayrılmaz. Orijinal bilimle orijinal din arasında çelişki olmayacağını her fırsatta vurgular.

İnancının temelinde, doğru bilgi, sağlıklı yorum bulunan kişiler, kendilerini her zaman anlamlı bulurlar. Bu duygunun, onların iç ve dış dengelerini daha sağlıklı hale getirdiği, artık bilimsel bir realitedir.

 

Model Olma Stratejisi:

 

J.Laubert: "Çocukların öğütten çok, örneğe ihti­yaçları vardır" der. Çocuklar her konuda anne babalarını model alırlar. Anne babanın doğruyu söylemeleri yeterli değil­dir, doğruyu bizzat yaşıyor olmalan gerekir. Kendi yapmadığı bir şeyi çocuktan beklemesi, "gerçeğe saygı" olgusuyla çeli­şeceğinden, çocuğun bilinçaltında karışıklığa yol açacaktır. Bu da kişilik bütünlüğüne zarar verecektir.

Her insanın, sevilmeye, takdir edilmeye ve anlaşılmaya ih­tiyacı vardır. Hele çocukların bunlara daha çok ihtiyacı bulun­maktadır. Hiçbir zararlı yan etkisi olmayan, bir maddi sermaye de gerektirmeyen bu davranışlan, çocuklarımızdan esirge­mezsek; onlara yatlar,katlar bırakmaktan çok daha fazla iyilik etmiş oluruz.

 

Empati Stratejisi:

 

Pedagojik konularda bilgi noksanlığı olan bazı ana baba­lar, çocuklann basan imkanlarını yok ederler. Yetenek ve po­tansiyellerini bodurlaştırırlar.Başarılı iletişimci, çocuğu eğitir­ken ve yönlendirirken çoğu olaylara çocuğun gözüyle bakar. İşte bu yaklaşımla ilgili bir çocuğun, anne babasından istekle­rini görelim:

 

Sevgili Anneciğim ve Babacığım,

 

Biliyorum ki beni çanınızdan daha çok seviyorsunuz. Çok başarılı olmamı, popüler olmamı istiyorsunuz. Ben de sizlerin bu isteklerinizi gerçekleştirmek için elimden gele­ni yapmaya çalışıyorum.

Ancak, benim başarılı bir insan olmam, sizlerle yapa­cağım şu uzlaşmaya bağlıdır.

Lütfen beni, yersiz telaşlarınızla kaygılandırmayın.Olumsuz telaşlar benim çalışma azmimi kırıyor. Kendi­me olan güvenimi sarsıyor. Kendimi kötü hissetmeme se­bep oluyor. Aşırı ve yersiz kaygının beyin hücreleri arasın-daki enerji akımını kesintiye uğrattığını öğretmenimiz söy­lemişti.

Beni kapasitemin üzerine çıkarmaya zorlamayın. Siz,belki benim dahi olduğumu düşünüyor olabilirsiniz.El­bette, benimde kendime göre bazı üstün yanlarım,bazı me­ziyetlerim vardır. Ama, bilesiniz ki ben, bir EİŞTAİN değil.

Bu yersiz zorlamalar, benim gerçek başarımı ortaya koymamı önlüyor Bana metot gösterin ama, bana başarı dayatmayın. Beni kuzenlerimle yarıştırmayın. Bırakın ben kendi yeteneğim doğrultusunda, mesleğimi seçeyim.

Bana "hayatın amacını" öğretin. Araçları amaçların yerine koymayın.Mutlu olmanın yalnız bir diploma olma­dığını, artık kabullenin. Amacını belirleyememiş nice dip­lomalılar, hayatlarını acınacak vaziyette, bir kabus yaşar gibi geçiriyorlar.

Biz önce bizi mutlu edecek amacı bulalım. Hedef belirlenirse vurmak kolaylaşır. "Körlerin bile vurma şansı vardır, fakat; hedefsizlerin vurma şansı yoktur" diyen dü­şünürüne kadar güzel söylemiş.

insanlar arasındaki diyalog, sevgi ve samimiyetin amaç, sınavlarınsa bir araç olduğunu unutmayalım. Aracı başarayım derken,amacı ıskalamış bir kimse çevresine mutsuzluk yaymaktadır.

Bütün bunları,sınavı önemsemediğim şeklinde anla­mayın.Sınavın gerçek değerinin ne olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Bu sözlerimin, "bana çalış denmesin" şeklinde de anlaşılmasını istemiyorum. Benim başarım için gösterdiği­niz maddi- manevi fedakarlığı takdir ediyorum. Layık ol­mak için elimden gelen gayreti gösteriyorum. Şayet bekle­nen başarıyı elde edememişsem,bu çalışmadığımdan değil­dir. Bu sözüme inanmanız beni hayata bağlama konusun­da son derece önemlidir. Kapasitemin bilinçsizce zorlan­ması, hiç kimseye yarar sağlamayacak, ancak çözümü zor­laştıracaktır.

Sizler bana lütfen alternatif sunun, tercih dayatma­yın. Tercih hakkı gasbedilmiş kimse kendini değersiz his­setmeye başlar. Böyle bir olumsuzluk geleceğini karartma­ya kafidir. Oysa insan evrendeki en önemli varlıktır. İnsan değersizse; evren bir anda anlamını yitirir.

Hepinizi yürekten selamlıyorum. Sizleri çok seven oğlunuz, CAN...

Başarılı iletişimci, bütün bu realiteleri en verimli şekilde değerlendirerek, yeni nesillerin en sağlıklı ve en kaliteli şekil­de yetişmelerine yardımcı olur.

 

B) Eğitim Ortamı Ve Başarılı İletişimci

 

Burada, başanlı iletişimci bir öğretmen olabileceği gibi, bir antrenör, bir komutan veya eğitimle bir şekilde ilgisi olabi­lecek her hangi bir kimse olabilir.

Ancak biz burada eğitim olgusunun en yaygın yaşandığı yer olan okul ortamını baz alarak konuyu açmaya çalışacağız. Başarılı iletişimci derken, her yönüyle başarılı eğitimciyi kas­tetmiş olacağız.

Başarılı iletişimciye göre,toplum hayatında okul, aileden sonra, en önemli ortamdır. Bu ortamdaki anahtar kavram ise, "önce eğitimdir" yani, eğitim öğretimden önce gelir.

Gerçek olan amaç,eğitimdir, öğretim ise onun yan ürünü­dür. Suyu günlük hayatta, en yararlı şekilde kullanma eğitimi­ne sahip olmayan bir çocuğun, Misisipi'nin uzunluğunu bilme­si bir anlam ifade etmez. Dağlardan yararlanabilmenin hiçbir şeklini bilmeyen kimsenin, en yüksek dağın ismini bilmesi ne mana ifade eder.

Gerçek eğitim,önce insanın,iç ve dış donanımını güzelleş-tirmelidir.Duyguları, davranışları bireysel ve toplumsal gerçek­lere uygun şekilde düzeltmelidir.

Başarılı Eğitim Stratejileri:

 

Başarılı iletişimci, öğrencisine paket bilgi sunmaz. O, öğ­rencisini tam ve başarılı bir bilgi avcısı yapar. Öğrenciye avlan­mış, hazır bilgi sunmayı, yeteneklerine ve potansiyellerine ya­pılmış bir tür hakaret sayar. O, sadece öğrencisinde, bilgiye ulaşma isteği ve merakı uyandırır. Öğrencide uyanan bu me­rak, ona bilginin adresini buldurur. İşte, bilimin tanımladığı gerçek öğrenme böyle olur. Merak duygusundan yoksun bilgi­ler, öğrenme değil, ezberlemedirler. Ezberlenen bilgiler kadar, insan yeteneğini kısırlaştıran,başarısını olumsuz yönde etkile­yen bir başka faktör bulmak mümkün değildir. Hele bir de bu ezber zora dayalı bir metotla yaptırılmışsa; bu hata, vatana ihanet kadar vahim bir eylemdir.

Başarılı iletişimci bu manada, ihanet kavramını yeniden yorumlamamız gerektiği görüşündedir. Nesiller üzerinde yapı­lan bu ruhsal ve beyinsel katliamların, bir an önce, bitirilmesi için gerekli bilimsel tedbirlerin alınması görüşündedir. Aynı za­manda bu zorlama ve ezberci sistem, öğrencinin fonksiyonla-nnı eğitime yönlendirmesine de engel olur. Onurlu ve özgür bi­rey yerine, ya körü körüne itaat eden dalkavuk; ya da asi ta­vırlı maganda tipler ortaya çıkanr.

 

Kabullenilmiş Acziyyet Duygusunu" Aşma Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, eğitim ortamında, demokratik, olum­lu, yapıcı, paylaşımcı ve katılımcı bir davranış sergilen Öğrencisine daima kendini ifade imkanı verir. Öğrencisine "empati" uygulayarak, yaklaşır ve her problemini çözmeye çalışır. Ona kendini ve becerilerini tanıma imkanı sağlar. "Kabullenilmiş acziyyet" duygusu içinde olanlar varsa; sosyal, kültürel ve sportif etkinliklerle, kendisine güven kazanmalannı sağlar. Kendine güveni olmayan bireylere iş yaptırmak, taşıma suyla değirmen döndürmek gibidir.

"Kabullenilmiş acziyyet duygusu" şudur: Akvaryuma atılan iri balıklar, tabii olarak küçük balıklan yerler. Araştırma­cı, iki gurup arasına şeffaf bir engel koyar, büyük balıkların bü­tün çabalan sonuçsuz kalır. Neticede büyük balıkların yeme çabasından vazgeçtikleri gözlenir.Aradan yavaşça şeffaf engel alındığı halde, büyük balıkların yeme teşebbüsünde bulunma­dığı görülür.Araştırmacılar bu sonuca," kabullenilmiş acziyyet" adını vermişlerdir.

Başarılı iletişimci, öğrencilerine sabit gerçekler dayatmaz. "Bundan başka doğru yoktur" mantığına karşı çıkar. Hat­ta bu konuyu bir Temel fıkrasıyla karikatürize eder.Unlü Temel esprisi şudur:

Temel turist olarak İngiltere'ye gider. Bir araba kiralar ve Türkiye'deki gibi sağ şeritten yola devam eder. Trafik bir an­da alt üst olur. Bu arada bir trafik helikopterinin anonsu duyu­lur. "Falan istikamette seyreden araçların dikkatine, istikame­tiniz üzerinde seyreden bir araç ters şeritte gitmektedir." Te­mel bu anonsu duyunca, başını camdan çıkararak, polisi uya­rır:

Ne piru uşağum, ne piru. Pen haruç hepsu ters gideyi ha punların.

 

Takdir Sratejisi:

 

Başarılı iletişimci,öğrencilerini bilimin ortaya koyduğu al­ternatif görüş ve düşüncelere açık yetiştirir..

Her fırsatta öğrencilerini takdir eder. Olumlu sayılacak her hareketlerini överek ve onaylayarak onları yüreklendirir.

Onun prensipleri arasında hata aramak yoktur. O ölçüle­ri verir, noksanını kişi kendisi bulur.

Öğrencilerine mutlaka dürüst ve samimi davranır. Öğren­cilerin samimiyetsizliği sezinlemek gibi bir büyük becerileri vardır. En ufak bir olumsuzluk dahi eğitimdeki sağlıklı iletişime zarar verir. Güven duygusunu zedeler ve kişiliğini olumsuz etki­ler.

Başarılı iletişimci, öğrencisini motive ederken yanlış me­tot uygulamamaya çok dikkat eder. Korkutmayı, kaba kuvvet kullanmayı ve kaygılandırmayı, bir eğitimcinin hiç başvurma­ması gereken yanlış yöntemler olarak görür.

Hatta şu bilimsel tespite titizlikle uymaya çalışır: "Öğren-me,beyinde hücreler arasında protein zincirlerinin kurulmasıyla gerçekleşir. Yüksek kaygı sırasında, be­yinde salgılanan maddeler; - başta norapinefrin - öğ­renme için gerekli olan protein zincirinin kurulmasını engeller. Bu sebeple Öğrencinin motivasyonunu artır­mak için söylenen sözler, büyük çoğunlukla öğrenci­nin kaygısının artmasına ve öğrenmenin azalmasına, dolayısıyla başarısının düşmesine yol açar".[2]

 

Zekâya Göre Meslek Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, öğrencilerine yeteneklerine ve becerile­rine göre eğitim verir. Sütçü beygiriyle, İngiliz atını aynı kul­varda koşturmaz.

Hovart GARDNER' in sınıflandırdığı zeka biçimine göre öğrencisinin ilgi ve yönelişini belirler. Öğrencilerine meslek se­çiminde bu tespitler doğrultusunda yol gösterir. İşte zeka sınıf­landırması:

1. Sözel/ dilsel zekâ.Dili değişik biçimlerde kullanma yeteneğinde ortaya çıkar.İrticalen konuşma, hikâye anlatma, mizah sözel / dilsel zekâyla bağlı doğal yeteneklerdir. İyi gaze­tecilerde de bu tür zekâ vardır.

2. Mantıksal / matematiksel zekâ. Zekânın bu biçi­mi ölçülmesi ve standartlaştırması en kolay olandır. Bunu ge­nellikle analitik ya da bilimsel düşünme diye adlandırırız.Daha çok bilimcilerde, bilgisayar programcılarında ve elbette mate­matikçilerde rastlanır. Ünlülerden Einstein bu zekâya örnektir.

3. Görsel / Mekansal zekâ. Bu tür zekâya sahip kişi­ler özellikle zihinsel imajlar oluşturma ve grafik görüntüler oluşturmada başanhdır.Üç boyutlu düşünme yeteneği vardır. Picasso' nun, bu tür zekâya sahip olduğu bilinmektedir.

4. Bedensel/ kinestetik zekâ. Bu zeka beden akıl bağ­lantılarını mümkün kılar.Sporda, tiyatroda başarılı olurlar.

5. Müzikal / ritmik zekâ.Bu tür zekâya sahip olanlar müziğe yeteneklidirler. Testlerden önce Mozart dinleyen öğ­rencilerin diğerlerinden başarılı olduğu görülmüştür.

6. Kişiler arası zekâ. Yöneticiler, danışmanlar, terapist-'er,pofitikacılar ve insan kaynaklan uzmanlan bu tür zekâya sa­hiptir. Abraham Linkoln, M. Gandi, bu tür zekâya sahiptirler.

7. Benlik zekâsı. Benlik zekâsına sahip olanlarda dü­şünme ve akıl yürütme en yüksek seviyededir. Bunlar ekseri­yetle bilge kişilerdir. Bunlar daha büyük resmi görebilirler. Ge­leceğin cazibesine açıktırlar.

8. Manevi zekâ. Bu kişiler arası bilinçle benlik şuurunun ek bir "değer" unsuruyla harmanlanması olarak ta görülebilir.

9. Pratik zekâ.(Bu zekâ türünü,yazar,J. James eklemiş­tir.) Bazı kişilerin elektronik aletleri onara bilme konusunda inanılmaz bir becerileri vardır.Pratik zekâ bir tür sağduyunun yansıması olarak görülmüştür.[3]

 

Kertenkele Sistemini Aşma Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, bütün becerisiyle, kertenkele sistemini baypaslayarak aşmaya çalışır.

Kertenkele sistemi bir masalda şöyle geçer.

Ormanda hayvanlar toplanıp bir eğitim sistemi oluştur­maya karar verirler. Her hayvan kendi yeteneğinin ders olarak konulmasını ister.

Sincap "ağaca tırmanma dersi" ister. Balık " yüzme der­sinde" ısrar eder. Yılansa, "sürünme" dersi der.Tavşanda " rampaya yukarı koşma" dersi ister.Bütün istekler ders siste­minde yerini alır. Başarının belirlenmesi puanların ders sayısı­na bölümüyle belirlenecektir. Sonuç son derece ilginç çıkar. Kertenkele, genel değerlendirmede birinci çıkar.

Çünkü,diğer hayvanlar kendi branşının dışında nerdeyse sıfır alırlar. Genel ortalama alınınca, kertenkelenin birinci ol­duğu görülür.

Başanlı iletişimci, evrensel boyutta yetenekler yetiştirerek, uygarlık yarışma, boş sloganlarla değil, somut sonuçlar doğu­racak, konularda aktif olarak katılır.

İşte öğrencileri, yeteneği dışında oyalamak bir tür, kerten­kele sistemiyle potansiyelleri heba etmek, hem zaman, hem kaynak ve en önemlisi insanı israf etmektir.

Başarılı iletişimci, her haliyle klasik eğitimci tipinin dışın­dadır. Sınıfta çıt çıkartmayan tiplerden değildir. Onun sınıfın­dan daima anlamlı cıvıltılar yükselir.

Bir eğitim uzmanı; "Eğer bir sınıftan cıvıltı yükselmi-yorsa; ya içerde canlı yoktur,ya da başlarında bir dik­tatör vardır" der. Bu bir eğitimcide hiç olmaması gereken bir unvandır.

Yine başarılı iletişimci, öğrencisini aile değerleriyle çatış­tırmadan, eğitir. "İki günü birbirine denk olan ziyanda­dır" hadisi doğrultusunda; gelişerek değişime açık, bilgi çağı­na hızla uyum sağlayabilen, dinamik bir nesil yetiştirmeyi amaçlamıştır.

 

Merak Uyandırma Stratejisi:

 

Sınıfta daima aktif ve canlı ders işler. Konunun unutulma­ması için anlatımı ilginçleştirmenin mutlaka bir yolunu bulur. Dıştan bakan onu bir senaryoyu oynuyor zanneder. Renkli ör­nekleriyle, konuyla irtibatlı esprileriyle, güler yüzlü tavırlarıyla, dersini bir tür moral kaynağı haline dönüştürür. Zil çaldığında bir çok öğrenci "Keşke biraz daha zaman olsaydı"

Bu konuyu bazı örneklerle biraz açmak istiyorum. Belki son iddiayı, abartı zannedenler olabilir. Ama ben,hem öğren­ciyken, hem de öğretmenken,bunun olumlu ve olumsuz bir çok örneğini bizzat yaşadım. Bazen dersin bitişine, hayıflanıldığı gibi, "Teneffüste devam edelim" denildiği de çok ol­muştur.

Bir de olumsuzuna Örnek vermek istiyorum: Lise yılların­da dersimize gelen bir hocamız vardı. Bu muhteremin öyle bir ders anlatma tarzı vardı, öyle bir ritmi, öyle bir ses tonu vardı ki, sınıfta duyulduğu anda herkesin uyku hormonları faaliyete geçerdi. Uyku ilaçlarının ve ninnilerin eline su dökemeyeceği bu anlatım tarzıyla, uyku problemi olanlar bile narkoz yemiş gibi olurdu. Onun dersinde herkes hipnoz yapılmış gibi uyu­duğundan, bir gün dayanamayıp; "noluyor bu sınıfa Öndeki-ler bakarak uyuyor, arkadakiler yatarak uyuyor, yeter artık kal­kın bakayım!" diye bağırmıştı. Aynı zamanda bu hocamız çok zeki bir insandı. Öğrencilerin literatürüne girmiş çok espirileri de vardı.

Bir başka hocamızın ise, her konuyla ilgili, birbirinden en­teresan örnekleri olurdu. Bunlardan bir tanesini numune ola­rak yazmak istiyorum: Bölgemizde olduğu halde,Yeşilırmak hangi ovamızdan, Kızılırmak hangi ovamızdan denize ulaşır, çoğu zaman karıştırdığımız olurdu. Hocamız bir gün şöyle de­di: "Kızılırmak, kızıl ateşle yakılıp İçilen sigaraların yetiştiği Bafra ovasından,Yeşilırmak'sa, yemyeşil seb­zelerin yetiştiği Çarşamba Ovasından, Karadeniz'e ulaşır " dedi.

Böyle bir örnekle pekiştirilen bir konuyu insan unutmak istese dahi unutamaz.

 

Başarılı Eğitime Örnek Olacak İdeal Bir Öğretmen:

 

Öğretmenin adı Bayan Thompson'du ve 5. sınıf Öğrenci­lerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyle­di. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve "hepsini aynı dere­cede sevdiğini" söyledi.

Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde, sırasına adeta çökmüş gibi oturan bir küçük öğrenci vardı. Adı: Teddy Stod-dord. Bir önceki yıl Bayan Thompson, Teddy'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını, giysilerinin hep kirli, kendisinin hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Teddy mutsuz bir çocuk olabilirdi.

Çalıştığı okulda Bayan Thompson, her öğrencinin geç­mişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Teddy'in dosyasını en sona bıraktı. Onun dosyasındaki bilgileri incele­diğinde şaşırdı. Çünkü 1. sınıf öğretmeni "Teddy, zeki bir öğ­renci ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapı­yor ve çok iyi huylu...."diye yazmıştı.2. sınıf öğretmeni:

"Mükemmel bir öğrenci, arkadaşlan tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki hayatı çok zor....."diyordu. 3. sınıf öğretmeni: "Anne­sinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor. Bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu kötü etkileyecek....." diye yazmıştı. 4. sınıf öğretmeni­ne gelince "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi gös­termiyor- Hiç arkadaşı yok bazen sınıfta uyuyor" de­mişti.

Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve şimdi kendinden utanıyordu.

Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış, süslü kordelalarla paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde,, kendini daha da kötü hissetti.Çünkü, Teddy' in armağanı, bir kese kağıdına be­ceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı vermişti. Bazıları paketten çıkan, birkaç taşı düş­müş bileziği ve üçte biri dolu parfümü görünce gülmeye baş­ladılar. Fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söy­leyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak, onlann bu gülmelerini bastırdı.

O gün okuldan sonra Teddy öğretmeninin yanına gele­rek: "Bayan Tompson, bu gün hep annem gibi koktunuz"dedi. Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir sa­at ağladı. O günden sonra çocuklara okuma, yazma Öğretme­den ziyade, eğitim vermeye başladı. Teddy'e özel bir ilgi gös­terdi. Onunla çalışırken zekasının yeniden canlandığını hisset­ti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, öğretmenin, "hepinizi aynı derecede seviyorum" yalanına kar­şın, Teddy onun en sevdiği öğrenci idi.

Bir yıl sonra kapısının altında bir not buldu.Teddy'dendi. "Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu," ya­zıyordu. Ondan yeni bir not alıncaya kadar altı yıl geçti. No­tunda liseye geçtiğini, sınıfta en iyi üçüncü öğrenci olduğunu ve Bayan tompson'nun hala hayatında gördüğü en iyi öğret­men olduğunu yazıyordu.

Dört yıl sonra bir mektup daha aldı, Teddy'den. "O ara­da zamanın onun için zor olduğunu, çünkü üniversitede oku­duğunu ve çok iyi bir dereceyle mezun olmak için çok caba sarf etmesi gerektiğini" yazıyordu. Bayan Tompson hayatında gördüğü en iyi öğretmendi.

Sonra, dört yıl daha geçti, bir mektup daha geldi.Bu se­fer mektubun altındaki imza biraz uzundu.-Theodore F. Stod-dar Tıp Doktoru.

Bu hikaye burada bitmedi.İlkbaharda bir mektup daha al­dı Bayan Tompson, Teddy, hayatının kızıyla tanıştığını ve ev­leneceğini, anne ve babası öldüğü için, düğünde onlara ayrı­lan yere oturmasını rica ediyordu.

Bayan Thompson düğüne giderken, özenle sakladığı, bir­kaç taşı düşmüş o bileziği taktı. Teddy'in ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.

Birbirlerini hasretle kucaklarken, Teddy, onun kulağı­na, :"Bana inandığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için­de..." diye fısıldadı.

Bayan Thompson, gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Yanılıyorsun Teddy, ben seni değil; sen, beni değiştirdin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben, öğretmenli­ği bilmiyor muşum."[4]

 

Birde Olumsuz Örnek:

 

Bu olumlu örneğin yanında, benim içimde çok acı bir ha­tıra olarak yaşamaya devam eden, bir dramatik olayı burada nakletmek istiyorum.

Şu an matematik öğretmeni olan,ODTÜ mezunu oğlum ilkokulda okurken, çok olumsuz bir olay yaşamak durumunda kalmıştı.

Ben bir ortaokulda müdürdüm, çocuğum ilkokulda oku­yordu. Önce onu çok çalışkan bulan bir öğretmeni, beni, dünya görüşüme göre biraz daha yakından tanıyınca, çocuğa kar­şı olan davranışında hissedilir bir farklılaşma gözlendi. Duru­munu her sorduğumuzda, son derece olumsuz şeyler anlattı. Biz uzun zaman, çocuğun bu sınıfa uyum sağlayamadığını zannettik. Yan yıl notlannın başarısız olduğunu görünce,du-rumdan ciddi şekilde kuşkulanmaya başladık. Sınıfta çocuğa psikolojik işkence yaptığını fark ettik. Hatta çocuğun yanına ders çalışmaya gelen arkadaşlanyla karşılaştırdığımda, onun üçte biri kadar bilgiye sahip olmayan çocuklara ondan daha fazla not takdir edilmiş olduğunu gördüm. Çaresiz, çocuğun naklini, Ordu'nun merkezindeki bir okula yaptırdım. Çocuk kalabalık bir sınıfta kısa zamanda notlarını yükselterek, Pekiyi ile mezun oldu.

Teddy'i hayata döndüren, Bayan Tompson'un ya­nında, bir cevheri hayata küstürmek isteyen birinin, ruh halini burada yorumlamaya gerek olduğunu zan­netmiyorum.

İşte başarılı iletişimcinin, eğitim anlayışını, öğretim metotu-nu ve gelişim içinde değişime bakışını kısaca özetlemeye çalıştık.

 

C) İş Ortamı Ve Başarılı İletişmci

 

Başanlı iletişimcinin bu ortamdaki rolü, yönetici konu­mundadır. îş ortamındaki iletişimi, en üst düzeyde temsil eden kişi yöneticisidir.İş yerinde yönetici, organizeli, organizesiz, planlı veya plan dışı, sürekli iletişim halinde bulunduğundan, iletişim olgusunu en yoğun yaşayan kişi olarak, başarılı iletişimci der­ken;, yöneticiyi baz alarak konuya açıklık getirmiş olacağız. Başarılı iletişimci ile, en ideal iş yöneticisi tipi anlatılacaktır.

Başanlı iletişimci, bulunduğu konuma atama yoluyla, has­belkader getirilmiş biri değildir. O tam bir lider yöneticidir. Li­derlik vasfı olmayan atanmış yöneticiler, sadece mevzuatlara bakarak iş yönetir. Talimatların dışına çıkamaz. İnisiyatif kulla­namaz. Bunu, aracına talimat cihazı monte ettirmiş bir kişi­nin, uzaktan kumandalı emirlerle şoförlük yapmasına benze­tebiliriz.

Başanlı iletişimci ise inisiyatif sahibidir. Personelini emre­derek değil .yönlendirerek ve motive ederek yönetir. Rasyonel bir istihdam politikası uygular. Kişilere, yetkisi oranında so­rumluluk yükler. Her eleman, işi nispetinde inisiyatife sahiptir ve kurum içinde kendini anlamlı bulacağı kadar yetki ve so­rumlulukla donatılmıştır..

 

İdeal Yönetim Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, eski anlayıştaki, yöneticiler gibi,bede-nen çok koşturan, her işe müdahale eden, sıkıcı bir tip değil­dir. Görünüşü son derece sakin olduğundan, bazı yönetim ku­rulu üyelerinin şüphelerine bile muhatap olabilir. Böyle bir şüphe, bir ünlü holdingi batma noktasına dahi getirmiştir. Bu holdingin hikayesi şudur:

Kaliforniya' da ünlü bir holdingin yönetim kurulu, çok koşturan, kan ter içinde kalmış yöneticilerin üretimi daha çok artırabileceğini zannetmişler. Görünüşte sakin, misafirleriyle il-gilenebilen, belli aralıklarla bilgisayarından rakamlar alan, ba­zı birim amirleriyle kısa telefon konuşmaları yapmanın dışın­da, pek çabası gözlenmeyen, bir yöneticiyi görevinden alarak, yerine çok koşturan birini getirirler.

Ancak, holdingin, yeni yöneticiye devir teslim hesapların­da %40 karlı durumda olduğu belirlenir. Bir sene sonra ise, kurumun iflasın eşiğine geldiğini görürler. Amerika' nm, önde gelen bir üniversitesinden, konuyu araştırmasını isterler.

Sonuç tamamen yönetici hatası olarak karşımıza çıkar. Bilimsel araştırmada, kıyaslanan iki yöneticinin bariz farkları şöyle ortaya konur:

Bunlardan birinin, lider yönetici, diğerinin klasik yönetici olduğu tespit ediliyor.

Lider yönetici, ayrıntıyla zaman kaybetmezken; klasik yönetici, ayrıntıya boğulmuştur.

Lider yönetici, birim sorumlularını gerekli yetkiyle dona­tırken, klasik yönetici, yetkileri kendinde toplamıştır.

Lider yönetici, sonuç verilerini, kolay ve etkin şekilde değerlendirebilirken, klasik yönetici, ayrıntıya boğulduğundan, sonuçlara ulaşmak imkansız denecek kadar zorlaşmıştır.

Lider yönetici, bedensel olarak değil, beyinsel olarak ça­lışırken, klasik yönetici, bedensel olarak yorulur.

Lider yönetici, fotoğrafa hep kuş bakışı bakarken, klâ­sik yönetici, ayrıntıya boğulup, ayrıntı haline geldiğinden, ge­neli kavrayamamaktadır.

Osmanlının son zamanlannda, Devletin durumunun hayli kritik olduğu bir dönemde, Kamil Paşa namındaki bir zat, hu­zura çıkar.

Ülkenin vaziyetini inandırıcı bir üslupla anlatır. Son nok­tayı:" Devlet gemisi, yan yatmış batıyor hünkarım" Diye ko­yar. Padişah:

Bu gemiye seni kaptan yaparsam, ne kadar sürede dü­zeltirsin Paşa?

Altı ayda düzeltirim haşmetlüm,der. Padişah:

O zaman seni sadrazam yapıyorum, der.

Kamil Paşa sadrazam olur. Aradan bir yıla yakın zaman geçer, düzelen hiçbir şeyin olmadığı görülür. Padişah, sadraza­mı huzura çağırtıp sorar:

Hani bu yan yatmış gemiyi düzeltecektin? Kamilpaşa, büyük bir tedirginlikle;

Padişahım, Devlet-i Aliye gemisi o kadar büyük ki, uzaktan bakınca yan yattığı görülüyor da, gelip içi­ne girince, fark etme imkanı kalmıyor der.

İşte, birçok olayın aslının böyle olduğu bilinir. Kuş bakışı durum daha iyi fark edilir.

Başarılı iletişimci ile, atanmış yönetici arasındaki yeni be­lirlenmiş bazı farklan uzmanlar şu şekilde sıralamaktadırlar:

Başarılı iletişimci, sosyal olaylara karşı son derece duyar­lıdır.

Sosyal banş ve ahenk ancak, toplum katmanları arasında, yukardan aşağı merhamet, şefkat ve yardımın akmasıyla; aşa­ğıdan yukarıya da, saygı, güven ve dualann yükselmesiyle sağ-lanabilir.Böle olduğu takdirde, içinde bulunduğumuz gemi se­lamette sayılır.

Şayet, üst tabakadan aşağıya, zülüm, sömürü, entrika, tehdit ve haksızlık giderse; alt katmanlardan da yukarıya, öf­ke, isyan ve düşmanlık yükselirse; içinde bulunduğumuz gemi­nin, büyük bir felaketle karşı karşıya olduğunu bilmek için ka­hin olmaya gerek yoktur.

İşte, başarılı iletişimci, bu muhtemel felâkete karşı, uzun vadeli tedbirlerin alınması için tam bir sorumluluk bilinciyle ha­reket etmektedir. "İnfakın, (yardımlaşmanın) olmadığı toplumlarda; nifak olacağı " kaçınılmaz bir vakıadır.

Başarılı iletişimci, "sen çalış, ben yiyeyim" anlayışına şiddetle karşı olduğu gibi, "ben tok olduktan sonra, baş­kası acından da ölse bana ne?" duyarsızlığına da aynı şe­kilde karşıdır.

Başarılı iletişimci asla, Makyavalist bir anlayışın adamı de­ğildir. Muhataplarının uzun vadeli güvenini kazanmış olmak, kısa vadeli kârlardan daha önemlidir. Kısa vadeli, "şark kur­nazlığı" sayılan uyanıklılıklar, uzun vadede sefalete sebep olur ama, bunu anlamak çok zaman alır.

 

Sağduyu Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, sağduyuludur. Olaylara kötümser cep­heden bakmaz. Bu konuda en büyük sermayesi "hüsnü niye-ti"dir. İnsan beynini neye şartlandırırsa, onu elde eder. "İn­sanlara gayret ettiğinden gayrı, bir şey yoktur" ayeti de bu konuya ışık tutmaktadır.

Beyinsel şartlanmanın ayrı bir boyutu daha vardır ki, onu da bir deney şöyle ortaya koymuştur:

Hitler Yahudileri kitleler ve gruplar halinde ölüme gönde­rirken, bir psikolog doktor, öldürülecek bir grup üzerinde bi­limsel araştırma yapmak için yetkililerden izin alıyor. On kişi­lik bir grup bir odaya alınır, her birine sırayla bir kupadan ze­hir içiriliyor. İçen ölür,içen ölür.... Doktor arada iki kişiye ay­nı kupayla çaktırmadan saf su veriyor. Aynı şekilde onlannda öldüğü görülür. Zihin neye şartlanmışsa bedenin ona aynen uyduğu ispatlanmış olur. Bu realiteyi tersine çevirip, olumlu iş­lerde kullanabilirsek, çok harika sonuçlara ulaşmamız içten bi­le değildir.

 

Hayal Kurma Stratejisi:

 

Başarılı iletişimcinin, geleceği gösteren kristal küre gibi kullandığı, geniş bir hayal gücü vardır. Bütün tasanm ve pro­jelerini, önce hayal eder. Sonra atış menziline giren konuları avlayarak hayalini, gerçekleştirir. Yeniliğe uyum, teknolojiyi uygulamak ve gelişmelerden yararlanmak konusunda perso­neline öncülük ve modellik yapar. Gelişmeyi öngören değişim, hayatın özünde vardır. Vücudumuzdaki hücreler de dahil her an her şeyde bir değişim söz konusudur. Zaten, kuantum fizi-Si maddenin ve atomun dahi titreşim şeklinde, alternatif olarak sürekli değişimi yaşadıklarını göstermektedir. Durgun sula­rın kokuştuğu, bîr vakıadır. Akan ve çağlayan suların berrak ve hayat dolu olduğunu, herkes bilir. Değişime kapalı olanlarında durgun sularla aynı akıbeti paylaştıkları bilinmektedir. Değişi­me kapalı olanların, "ölülerle deliler" olduğunu artık bilme­yen yok gibidir.

Başarılı iletişimci, "y^ni oyunların, eski kurallarla oynanmayacağını" etrafındakilere tatbikatıyla gösterir. Da­ima yapıcı, eleştirilere açık durmaktadır. Karar vermeden ön­ce, uzman guruplarla yararlı müzakereler yapar, konuyla ilgili yeni değişiklikleri de değerlendirerek karara vanr. Kararlannı bağımsız ve özgür olarak verir. Verdiği karardan dolayı, yakın­maya ve şikayete hakkı olmadığının idraki içindedir. Kararı ile ilgili, bütün sorumluluğu ve riski üzerine alır.

Risk faktörünü göze alamayanlann, lider olma şansı yoktur.

Başanli iletişimci, duygu, düşünce, karar ve uygulamalarıy­la, tam bir iç bütünlük içindedir ve tam bir şahsiyet sahibidir.

 

Güven Stratejisi:

 

İç çelişkileri olan kimseler, kişiliği parçalanmış, problemli tiplerdir. Uyumlu karar veremedikleri gibi, makul hamlelerde gerçekleştiremezler.

Başarılı iletişimci, "Büyük zekaların projelerle, orta zekaların olaylarla, küçük zekalannsa, bireylerle meş­gul olduğu" gerçeğinden hareketle, daima, hedefini yüksek tutmaktadır. "Başı dik yürüyenler, daha çok uzağı görme şan­sına sahiptir" sözünü düstur edinmiştir. Onu sürekli dik yürür­ken görürsünüz.

Başarılı iletişimci, hiçbir yan etkisi olmayan, en mükem­mel başarı ilacı olarak, kendi potansiyeline, pozitif enerji ve­ren sağduyusuna ve iyi niyetine güvenmektedir.

Başanlı iletişimci, fikir, aksiyon ve iç derinlik insanıdır.

Taşın çok olduğu hallerde, pirinci seçmeyi tercih eder.

"Dünün güneşiyle, yarının çamaşırının kuramaya­cağını" bilir.

Ayan bozuk olanın, tartısına güvenmez.

Einştain'in "Hiçbir sorun, o sorunun sebebi olan bi­linç düzeyi ile çözülemez" görüşünü, çözüm üretirken prensip olarak uygular.

Başanlı iletişimci, asık suratlı değil, güler yüzlü, tatlı söziü-dür.Üstün derecede gelişmiş, espri yeteneğine sahiptir. Güzel sanatlara duyarlı, estetiğe hayrandır. Kaliteli nüktelere bayılır. Sevdiği şiirier, güzel sözler ve sanat değeri olan yazılan mutla­ka biriktirip, arşivler.

Bu mütevazı arşivden bir örnek seçmeyi uygun gördük. İşte tarihi, otantik değere sahip, bir vasiyet örneği:

 

Bati More - 1816

 

Gürültü ve patırtının ortasında sükunetle dolaş. Sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma.

Başka türlü davranmak, açıkça gerekmiyorsa, her­kesle dost olmaya çalış.Ama, kimseye teslim olma.

Telaşsız, açık ve seçik konuş. Başkalarına da ku­lak vermeyi ihmal etme.

Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları. Çünkü, dünyada, herkesin anlatacağı bir hikayesi vardır.

Yalnız planların değil, başarılarında tadını çıkar­maya çalış. Ne kadar küçük olursa olsun, işinle ilgi­len. Hayattaki tek dayanağın o olabilir.

Olduğun gibi görün, sevmediğin zaman, sever gi­bi yapma.

Sakın aşka burun kıvırma, o çöl ortasında çimen-li bir sahadır.

Yılların geçmesine Öfkelenme. Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.

Ara sıra isyana yönelecek olsan bile, kainatı(kade-ri) yargılamak imkansızdır. Onun için, kavgalarını sürdürürken bile, kendi kendinle barış içinde ol.

Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen, dünya yine de güzeldir

 

Vizyon Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, geleceği, bu günden şekillendiren bir vizyon sahibidir.

Personeline de kendi vizyonlarını oluşturma imkanı sağ­lar. Onun ortaya koyduğu vizyon, statik ve sabit değil, pozis­yonlara göre, şekil alan bir yapıdadır.

Başanlı iletişimcinin ortaya koyduğu, yeni liderlik yete­nekleri kısaca şunlardır:

Temayülleri fark etmek:

Karşılaştığı her problemden bir ders çıkarır. Çözüm alter­natifleri oluşturur. Kendi alanında, etkili olması diğer sistemle­ri geniş bir bakış açısıyla, değerlendirmesine bağlıdır.

Realiteleri tanımlamak: Gerçekleri ıskalamadan, de­ğerlendirip, yeni şartlan lehine çevirmede avantaj elde eder. Her durumun kendince bir gerçeği vardır.

Başarılı İletişimci, realiteyi tespit ederken, asla, ideolojik saplantılara tutsak olmaz. Onda, sizin aradığı­nızı buldum sendromu yoktur.

Bu sendromu ortaya çıkartan, Meşhur Nasreddin Hoca-mızdır.

Gençler, Nasreddin hocaya, " Saz çalmasını bilir misin?" derler. Hoca tereddütsüz;

Aa, elbette bilirim, der. Gençlerde, muziplik olsun diye bir saz bulurlar ve hocaya verip çalmasını isterler. Hoca sol eliyle perde teflerini sıkıca tutarak, sağ eliyle aşağı tarafa vur­maya başlar. Gençler, gülerek, "böyle olmayacağını, sol eliyle perde tellerinde sesleri arayacak, sağ elinle ona göre vuracak­sın" derler. Hoca, manalı manalı, gülerek,

Siz, arayın durun. Ben sizin aradığınızı buldum, der.

Bulduğunu zanneden ideoloji kuduzu nice diktatörler, kaç defa dünyayı kana bulayıp, insanlığa kabus yaşatmışlardır.

 

Amaç Eksenli Yönetim Stratejisi

 

Başarılı iletişimcinin amaç ekseninde, işin amaca uygun yapılması vardır. Dayatma kuralları ayrıntı olarak görür.

Arif Nihat Asya, "Işığa doğru dön ve yürü, gölgen arkandan ister gelsin, ister gelmesin'der. Mevzuat arka­dan İster gelsin ister gelmesin, sen yeter ki işi doğru yap.

 

Dönüşüm Stratejisi

 

Mevcut kriterlerin, ihtiyaca cevap vermediği durumlarda, başarılı iletişimci, tereddüt etmeden dönüşüme yönelir. Dönü­şüm stratejileri uygular. Kurumun yönlendirdiği lider değil, ku­rumu yönlendiren lider portresi çizer.Bir Nato komutanı; "Ri­cat (dönüş), bilmeyen kumandan, kumandan değildir" der. Buradaki dönmede, dönüşüme yönelik dönmedir. Cephe­den kaçma anlamında değildir.

 

Başarılı İletişimcide Kalite Stratejisi

 

Kalite, yapılan her hangi bir işin veya ürünün amaca en uygun şekilde üretilmesidir.

Kalite Önce insanın özünde başlar. Kalitesiz kişiden, kali­teli eser çıkması mumlun değildir. Ürünlerin kalitesi için, ön­ce insanın kalitesinin yikselmesi lazımdır.

Kalitenin temelindi, bilgi ve ahlak vardır.

Bilgisiz insan, doğuyu güzeli bilemez. Ahlakın olmadığı yerde, iyi niyet yoktuı Bencil duygular, kalitenin en büyük düşmanıdır. Kalitesiz iısan, bilinçaltında tahrip duygusu taşı­yan kimsedir. Bu tip fö mahluktan, kalite beklemek abesle iş­tigaldir.

Başarılı iletişimciyi göre, insanın kalitesi, diğer insanlara ve çevresine faydalı oltşuyla ölçülür. Faydalı olma şuuru, kali­teyi netice verir.

Başarılı iletişimci, nsanın, fıtrat itibariyle, yaratıkların en mükemmeli ve en kalitlisi olduğuna inanır. Bu kalitenin ve bu mükemmelliğin bir sefilde, günlük hayata yansıması gerekir. Zaten, orijinal dinde, lışinin yarattlışındaki güzellik ve özellik­lerin, dejenerasyona ğramadan, günlük yaşantımıza yansı­masıdır.

Yeteneklerini hiç devreye sokmayan birçok kimse, bu işi yanlış bir tevekkül anlayışıyla izah etmeye çalışırlar. Bu izah şekli, yaratanın kuluna ihsan ettiği, sonsuz sayılacak kadar çok, yeteneğin oluşuyla çelişmektedir. Bediüzzaman Hazretle­rinin, "Vermek istemeseydi, istemek vermezdi" sözünü, "yaratan, kullanmamızı istemediği yeteneği kuluna vermezdi" şeklinde de yorumlayabiliriz.

Uzun süre, ideolojik şartlanmaların kalite olduğu sanıldı. "Şu görüşte olan, şöyledir ve kalitesizdir. Bu görüşte olan böyledir ve kalitelidir" gibi yaklaşımların, kalitenin en büyük engellerinden olduğu, sonunda fark edilmeye baş­landı. Kalitenin ideolojiyle değil, bilgi, ahlak ve sevgiyle müm­kün olabileceği anlaşıldı.

Hatta ideolojik saplantısı olanlar, ehliyet ve liyakate değil, siyasi yandaşlığa göre iş ve görevlendirme yaparak, kaliteyi tahrip etmişlerdir.

Oysa bizim inancımızda ve geçmişimizde, liyakat ve ehli­yete önem verilmiştir.

Hz. Ömer (R.A), bir gün etrafındakilere sorar, "İslama hizmet etmek için neye sahip olmak isterdiniz?" Bazı lan, "parayı" bazıları, "iktidar gücünü" kimileride, "uzak­lara gidecek nakil vasıtalarını isterdik derler. Sonra aynı soru kendisine sorulduğunda:

Hz. Ömer(r.a) sahabe-i kiramdan en önemli olan birkaçı­nı sayarak:

Ben de onlar gibi insanlara sahip olmak isterdim, der.

Başanlı iletişimci, kalitenin zirvesine, ancak böyie müstes­na bir kadroyla ulaşılabileceğini bilir. Kaliteli insan, verimli in­sandır. Verimlilik kalitenin özüdür.

Başarılı iletişimciye göre kalite, tedbirdir, yeniliktir, prog-ramh ve planlı olmaktır, değişen şartlara göre yenilikçiliktir. Kalite hizmettir.

Hizmette kalite anlayışı, kişinin en önemli yanlarını orta­ya çıkartır.

Hizmette kalite eğitimle başlar, eğitimle biter. Başarılı iletişimciye göre, kalite, kurumdaki her ferdin sorumluluğudur.

Kalite; ayrıcalıktır.

 

Başarılı İletişimcide Zaman Kavramı

 

• Yorgunluğunu geçirmek için, koşuya çıkmaya kararlı bir anlayışı vardır.

• Yapması gereken her işe, o işin sonuçta sağlayacağı ya­rar kadar zaman ayırır.

• Her zaman yapabileceği kadar iş yüklenir. Geri kalanını emri altındakilere havale eder.

• Aynı türdeki işleri, bir seferde yapılacak şekilde grupl andırır.

• Zor bir işle karşılaşırsa işin sevebileceği bir yönünü bu­lur ve öyle yapmaya başlar.

• Kolay ve zor işleri dengeli şekilde ayarlar. Yorucu işleri ard arda getirmez.

• Hoşuna gitmeyen işleri öncelikle halleder.

• Uzun süreli işlerde, mola noktaları belirler. O an gelme­den ara vermez.

• Su soğuk diye vazgeçmez, kademe kademe, alıştıra alış­tıra girer.

• Kendini çok iyi motive eder. Başarısını tebrik etmenin yolunu da bilir.                                            

• Aynntıya takılmadan süratli karar verir.

• Plan yapmaktan iş yapmaya vakit bulamayanlardan de­ğildir. Plandaki detaylara harcayacağı vakti, o işi yapmaya harcar.

• Okurken, hızlı ve secici okur. Yazılı belgeleri eline bir ke­re alır, halletmeden bırakmaz.

• Gerektiğinde, "hayır", "olmaz" gibi cevapları ustalık­la vermesini bilir.

• Günün hangi saatlerinde daha verimli çalışacağını tespit ederek, planlarını ona göre yapar.

• Yapacağı toplantıları veya ziyaretleri günün belirli saat­lerine alır. Her günün sonunda, ertesi gün yapacağı işleri tes­pit ederek, zamanını planlar.

• Kendini, zamanı nasıl kullandığı konusunda, sık sık sor­gular.

• Onun kitabında, yapılması gereken bir işi ertelemek fiili yoktur.

 

D) Eş- Dost Ortamı Ve Başarılı İletişimci

 

İnsanoğlu, yaratılışı gereği, toplum halinde yaşamak zo­rundadırlar. Sosyo - psikolojik donanımları bunu gerektiri­yor. Yalnız başlarına, sağlıklı bir hayat sürdürmeleri mümkün değildir.

Her insanın belli oranda, akraba,eş- dost ve komşularının olması tabiidir.Kişiler, bu çekirdek toplulukta, ne kadar sağlık­lı iletişim içinde iseler, o kadar mutlu ve başarılı olurlar. Başa­rılı iletişimcinin, bu ortamda sergileyeceği, bireysel ve sosyal fonksiyonlarını, rollerini ve davranış şekillerini, tanımaya çalış­malıyız.

Başanlı iletişimcinin, önce etrafında sağlam bir gözlem ve iyi bir tahlil gerçekleştirmesi gerekir. Yine bilmelidir insanın çevresine verdiği değer, kendine verdiği değerle orantılıdır. Kendi şeref ve haysiyetini, önemsemeyen birinin, çevresinde­ki diğer insanların, haysiyet ve şerefini önemsemesi mümkün değildir.

Başanlı iletişimci, çevresinde gerçekleştireceği, sosyal ve bireysel analiz ve sentezle, kime karşı ne şekilde davranacağını kararlaştınr. Herkesle içli, dışlı olma imkanı olmadığı gibi, her­kese sırt dönmekte olmaz. Ancak bu içli, dışlı olunmaması in­sanlarla, selamı sabahı keseceği anlamında değildir. Belli mesa­fede, yine insani ilişkilerini sürdürmek mecburiyeti vardır.

 

Tebessüm Stratejisi:

 

Başanlı iletişimcinin, en bariz özelliği, toplum içinde güler yüzlü davranmasıdır. Tanıdığı herkese hal hatır sormayı ihmal etmez. Hele, ihtiyaç sahiplerine karşı duyarsız kalması hiç dü­şünülemez. Yapacağı yardımı ifşa etmeden, kişinin onurunu incitmeden, takdim etmesini bilir. Bazı kişilik problemi olan tipler yaptıkları yardımı o kadar pahalıya ödetirler ki, kişiyi yardım aldığına bin pişman ederler.. Şöyle meşhur bir örnek vardır:

Sağanak bir yağmurda, asil bir beyefendiye, bir şemsiye vermek zorunda kalan bencil ve pinti biri, ona her rastladığı yerde, itibarlı kimselerin dahi bulunduğu ortamlarda, hiçbir şe­ye aldırmadan, ulu orta, "Ey gidi, iyilikler ne çabuk unu­tuluyor, ben sana o sağanakta şemsiye vermeseydim senin halin ne olurdu?" gibi, serzenişlerde bulunur.Asil be­yefendi, mahcup tavılarla teşekkür etmeye çalışır.

O kişi, yine günün birinde, bir grup arkadaşıyla sahil kor­donunda gezinti yaparken, yine o münasebetsiz pintiye rast­larlar. Bey efendiyi görür görmez, yine malum dangalaklığı ya­par. Beyefendi, biraz kızanp, bozardıktan sonra, ani bir karar­la koşar ve kendini üstüyle, başıyla denizin suyuna bırakır. Kı­yıya çıkarak, adamın karşısına dikilir; "İşte, aynen böyle olurdum ahbap. Bundan daha,beter olamazdım. O gün olmadımsa, sayende şimdi oldum. Bir daha bana bu münasebetsiz soruyu sorduğunu duymayayım" di­ye, haddini bildirir.

Bu yardım olayının, uygun ve münasip şekline de bir ör­nek vermemiz yerinde olacaktır sanırım: Neyzen Tevfik' i so­kaklarda görüp çok acıyan, yardımsever bir bayan, yanından geçerken yere bir miktar para atar ve Neyzen'e peşinden ses­lenir: "Amca, amca buraya paranız düştü" der. Neyzen son derece duygulanır, bayana karşı minnettar bir tavır­la: "Çok teşekkür ederim. Biliyorum,bu düşen para de­ğil, aslında sizin altından daha asil olan kalbinizdir" der.

 

Ziyaret Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, çevresinden gelen davetlere, geçerli bir mazereti yoksa iştirak eder. Mutlaka tanıdığı hastalann ziyare­tine gider. Ancak, "ziyaretin makbul olanı, kısa olanıdır"

prensibini kesinlikle ihlal etmez.

Bu hususla ilgili bir hatıra naklederek, okuyucularıma bir önemli hatırlatmada bulunmak istiyorum:

Bütün yozlaşmışlığına rağmen, yinede insanımızın devam eden birçok güzel hasleti vardır. Bunlardan birde kadi şinaslı-ğıdır. Her ne kadar, eğitim eksikliğinden veya kültür yozlaş­mışlığından dolayı işin uygulanış şeklinde aksaklıklar olsa da, yinede hasletin özü devam etmektedir.

Öğretmenliğimin 5. veya 6,yılında ciddi bir grip rahatsız­lığı geçirmiştim. Kırsaldan gelme dostlarımızdan biri, geç sayı­lacak bir saatte rahatsız olduğumu duymuş, çok üzülmüş ve "Ne pahasına olursa olsun, bu dostumu ziyaret edeceğim" de­miş.

Allah niyetini ve ziyaretine kabul buyursun. Saat akşamın onu gibiydi. Hoşbeş, hal hatır sorma faslından sonra, kahve, cay ve ikram faslı da tamamlandı, saatte nerdeyse on ikiye yaklaştı. Ben de ateş, hemen, hemen otuz dokuz. Gerçekten çok ızdırap duyuyorum. O da sağolsun, beni teskin etmek için ne kadar birikimi varsa anlatmaya başladı. Artık ben dayana­mayacak raddeye geldim, Allah'tan o ara hafif dalar gibi ol­muşum. O da bu arada kalkmayı aklına getirmiş, tam kalkmış­tı ki, ayıldım, ne inkar edeyim, es gaza yine oturur diye biraz daha gözümü kapalı tuttum. Tam kapıya yaklaştığı sırada, gö­zümü açtım.

"Hocam ben kalkmıştım, Allah şifalar versin" dedi.Bende, mahcup bir şekilde:

"Sağol, uğurlar olsun, kusuruma bakma, seni yol­cu edemiyorum" demekle yetindim ve dostum nihayet git­mişti.

Yatağa uzandım, yatağa uzanmaya bu kadar ihtiyaç duy­duğumu da hiç hatırlamıyorum. "Ziyaretin kısası makbul­dür" hadisinin hikmetini, bizzat yaşıyarak anladım.

Bu bağlamda, Nasreddin Hocamızın ünlü espirisini de, hatırlatmadan geçemiyecegim:

Hocayı hastalığında ziyarete gelen komşulan, bir türlü kalkmak bilmiyorlarmış. İçlerinden biri, pişkin pişkin,"Hocam, acaba bize anlatmak istediğin bir konu veya bir vasiyetin var mı?" der. Hoca içini çekerek anlatmaya başlar: "Komşular, hepimiz faniyiz. Bu gelişin bir gidişi mutlaka olacak­tır. Şayet, emrihak vaki olurda, ben ölürsem, sakın ola ki, bönden sonra ziyaretine gideceğiniz hastaların yanında gereğinden fazla oturmayın" der.

Lafın tamamı deliye söylenirmiş. "Anlayana sivri sinek saz,...." demişler.

Başarılı iletişimci,hiç kimseyi hor görmez. Asla kimseyi rencide etmez, kalbini kırmaz. Herkese güler yüzlü ve sempa­tik davranır. Yakın dostlarıyla olan irtibatını, artırarak sürdürür.Evlere yapacağı ziyaretlerini mutlaka, önceden randevulaşarak gerçekleştirir. Yerine getiremeyeceği sözleri vermez, verdiği sözüde ne pahasına olursa olsun, yerine getirir.

Karşılıklı sohbet ortamında, her konuşanı, ilgi gösterdiği­ni belli ederek, dikkatle dinler.Hatta eş -dost ortamında, kimin hangi konudan konuşacağını tahmin ettiği için, anlatmaya teş­vik eder ve önemseyerek dinler. Bilir ki insanlar, dinlenilmek-ten ve anlaşılmış olmaktan büyük mutluluk duyarlar.

Hiç kimsenin sözünü kesmez. Konuşması gerektiği za­man, mutlaka müsaade ister. Konuşmasıyla çevresindekileri sıkmaz. Konuşmasında kimseyi tahkir etmez, kırıcı eleştiri yapmaz.

 

Jest Yapma Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, insanlann küçük bir jestle bile mutlu olacaklarını bilir ve onlara, her fırsatta jestler yapar. Çevresin­de, mutluluk çemberi oluşturmaya çalışır. Gerektiği yerde, ilti­fatlarla, çevresindekilerin gönlünü almayı ihmal etmez. Hatta, dostlarının hiç tahmin edemeyeceği jestler ve beklemediği sürprizler de yapabilir. Mesela .dostları adreslerine gönderilmiş şöyle bir mektupla karşılaşabilirler:

Ziyaretime Delen ve Delemeyen dütün Dostlarıma,

Güler yüzlü dostlarım.

Sizlerle, son durumumla ilgili bir hususta hasbiha! et­mek istiyorum.

Dostlar arasındaki samimiyetin ve muhabbetin en sembolik göstergesi tebessümdür. Asık yüzlü bir dost, insanı o derece mutlu etmese gerektir. Tebessümün bir tür sa­daka sayılması da, zannederim ki bu özelliğinden dolayıdır.

Tebessüm, dostlarımızın yüzünde açılmış bir asalet goncası gibidir.

Hal böyleyken, bir dostumuzun bize yarım sima, tebes­sümü pek de hoşumuza giden bir durum sayılmaz.

İşte, size üzülerek ifade edeyim ki, şu an ben ancak, "yarım porsiyon" gülümseye biliyorum. Sağ yüzüm, adeta donuklaştı, sevgili dostlarım. Sağ kaşımsa, hep yıkık duru­yor. Ne yüzümün asık duruşunun, surat yapmamla alakası var, ne de sağ kaşımın yıkık duruşunun külhan beylikle.

Yüzüm adeta, duygulanma ambargo koydu. İç dünya­mı yansıtma hususunda, sansür uygulayan bu yüzümün ne

yapmak istediğini, pek de anlamış değilim. Görülen olum­suzlukları protesto ediyor desem; nafile. Çünkü, yetkilile­rimiz, her şeyin güllük gülistanlık olduğunu söylüyorlar. Benim yüzümün, bu konuları, onlardan daha,iyi bilme gi­bi bir yetkisi olamayacağına göre, acaba, benim yüzüm ne yapmak istiyor dersiniz?

Yüzsüzlüğü pretosto ediyor desem; gündemdeki en ca­zip meslekle başa çıkması, eşyanın tabiatına uygun düşmez.

Değerli dostlarım, belki de siz beni, "statükoya boyun eğdiği için, yüzünün sergilediği onurlu tavrı bastırmaya ça­lışıyor" zannıyla, itham etmeye kalkışacaksınız.

Asla...öyle bir şey yok. Öyle bir niyetimde yok. Hatta tekrar ediyorum, "altı yüz elli yedi" defa tekrar edebilirim ki, öyle bir gayret içinde değilim.Sakın bu tavrım bir telaş olarak değerlendirilmesin. Üstelik benim bu davranışımın, "yerin kulağı"yla falanda alakası yoktur. Yine tereddüt edi­yorsanız, "namus ve şeref üstü, and içme vaziyetiyle" söy­lüyorum ki yoktur. Statik literatürün, en cari taahhüdünü kullandım. İster inanın, ister inanmayın, ben, üslubumu değiştiriyorum.

Evet, aziz dostlarım.

Bunlar işin latife faslıydı. Bu kardeşiniz, tıp dilin-de(pfp), halk dilinde yüz felci denilen bir rahatsızlığa ma­ruz kaldı. Umulur ki, bu hastalığım, taksiratıma kefaret, gafletten ayılmama vesile olsun. İnşallah bu, kederin bana lütfettiği, ilahi bir ikaz vesilesidir.

Olaya birazda metafizik boyuttan bakacak olursak, çok farklı manzaralar karşımıza çıkar.

Sinir sistemi manzumesi içinde, yüz sinirlerinin, ne mucizevi, ne harika varlıklar olduğunu anlamak için, baş-ka delile de pek ihtiyaç yoktur kanaatindeyim.Çünkü, yüz sinirleri evren ötesi fonksiyonlarıyla mucizevi anlamlar or­taya koyuyorlar.

Malumdur ki, pozitif ilim, her gün tevhit (birlik) gerçe­ğine biraz daha yaklaşıyor. "İnsan eksenli kainat modeli" benimseme yolunda, her gün, yeni yeni adımlar atılıyor. Artık bilim adamları öyle uluorta, "evreni rastlantısallık sonucu oluşmuş bir sistem, insanı da, bu o oluşumun ücra bir yerinde tesadüfen türemiş, başıboş ve garip bir varlık" sayamıyorlar.

Saymayışlarının yasal bir engelle ilgisi yoktur, bilimsel kurallar onları buna mecbur bırakıyor. Ana merkezinde in­sanın esas alındığı, bütün fonksıyolarm insana yönelik ya­pıldığı bir hilkat ağacı ile karşı karşıyayız. ilmi çalışmalar genişledikçe, zihinleri kuşatan sis perdesi açılmaya, billur gerçekler netleşmeye devam edecektir.

Yüz sinirlerinin de, bu metafizik gerçekler içinde, çok mucizevi bir tevhit (birlik) tuğrası olduğu açık seçik bir ger­çektir. Her hali, insanın evrensel rolü ile bire bir örtüşen, özellikler yansıttığı, insanın ruhi ve bedensel fonksiyonla­rına göre tasarlandığı gözlenmektedir

insanın iç dünyasındaki, yüzlerce değişik duyguyu ve düşünceyi, sima ekramyla gösteren yine yüz sinirleridir.

Şayet, yüz sinirlerimiz uygun yapıda ayarlanmamış ol­saydı; hiçbirimiz, neşemizi, kederimizi, tasamızı, gamımızı, kaygılarımızı, sevincimizi, gazabımızı,öfkemizi,hürmetimi­zi, vakarımızı, onayımızı, reddimizi, 'sevgimizi, saygımızı velhasılıkelam, daha birçok ruhi, psikolojik, pisiko- sosyo­lojik, tavırlarımızı ortaya koyamayacaktık.

Yüz sinirlerinin, insanın evrensel pozisyonlarını, sos­yal statülerini, psikolojik ve biyolojik özelliklerini bilerek kendi kendini, tasarlaması ve fonksiyonlandıması imkan­sızdır. Bu iş, ancak, top yekûn bütün kainatı insanın ihti­yaçlarına göre düzenleyen, her şeye hükmetme kudretine ve yetkisine sahip bir yaratıcı tarafından var edilmiş olabi­lir.

O halde, bu sinirlenme stop emrini veren irade, umu­lur ki bana, bu tevhit gerçeklerini daha etkili telkin etmek için, bir şans tanımıştır.

Can dostlarım, sizlere yarım sima gülümsemenin, do­nuk bir cehreyle bakmanın kifayetsizliğini biliyorum.

Deva sunucu olan, Rabbimden hayırlı bir şifa diliyo­rum.

Hepinize gönül dolusu selamlar. Duanıza muhtaç kar­deşiniz (?.) 19-10-2001.

 

Makul İkaz Stratejisi:

 

Başarılı itetişimci, sohbet ortamında onaylamadığı bir ko­nu açılırsa, hoşgörü kurallarını ihlal etmeden, kibar ve diplo­matik bir üslupla onaylamadığını ima eder. Sohbetin gıybete dönüşmesini, kibar ve incitmeyen tavırlarla önlemeye çalışır. İstemediği bir pozisyonla karşı karşıya kaldığı zaman, telaşlan­madan en uygun gerekçeyi bulmaya ve üretmeye çalışır. İşte bu konuda, bir taşı gediğine koyma örneği: Kibar, kültürlü ve zengin bir beyefendi, bol yıldızlı lüks bir otelden yer ayırtıp, saati gelince istirahat için odasına çekilir.

Yatmadan önce gazetelere bir göz atmak ister. Bu esnada, ku­lis tarafından çok rahatsız edici sesler yükselmeye başlar. Cid­di şekilde rahatsız olan beyefendi; "Şunları ikaz edeyim, böy­le pahalı bir otelde olacak iş değil" diyerek, kulis tarafına yö­nelir. Birde ne görsün, memleketin en belalı tipleri birikmiş, kendi tarzlarına uygun muhabbet ediyorlar. Neye uğradığını şaşıran beyefendi, sebepsiz bir dönüş de yapamıyor. Kendini bir şey demek zorunda hissediyor. O da, anında şunu demeyi aklediyor:

Affedersiniz beyler, acaba benim içerde gazete okumam, burada sizi rahatsız ediyor mu? diyor ve oda­sına çekiliyor. anlamayana davul zurna az..."

 

Pozitif Davranış Stratejisi:

 

Başarılı iletişimci, daima olumlu ve yapıcı yaklaşım sergi­ler. Olayların müsbet yanlarına dikkat çeker.

En sevmediği işlerden biri, karamsar tablo ressamlığıdır. Bunun bir tür, negatif enerji yaymak olduğunu bilir. O daima et­rafına pozitif enerji neşreder. Onun gülleri hep dikensizdir. Di­kenin insanın içinde olduğu gerçeğini, hiçbir zaman unutmaz.

Bilim adamları, huzurun ve mutluluğun bir iç algılama me­selesi olduğunda hemfikirdirler.

Şu dörtlük, bu gerçeğe estetik bir boyut katmaktadır:

"Bülbül kanı imiş, gülü boyayan, Bizlerde hüneri gülde bilirdik. Gönüldeymiş meğer şakıyıp duran, Yazık ki dudakta dilde bilirdik."

İçinde güzellik bulunmayan kimsenin, dışta güzelliğe rast­lama şansı pek yoktur. Meşhur bir hikaye vardır:

Aynı hastahane koğuşunda yatan iki hastadan, pencere­nin önünde yatan kişi, gönlü aydınlık, içi huzur ve güzellik do­lu olanı, diğer arkadaşına, hoş zaman geçirtmek için, devam­lı güzel manzaralar, anlatıyor. Çiçeklerden, kuşlardan, sokak­tan geçen insanlardan ve oynayan çocuklardan bahsediyor. Koğuş arkadaşı ise, bu durumu kıskanmaya başlıyor. "Keşke onun yerinde ben olsam da, bu anlattıklannı ben görsem" di­yor.

Günün birinde o hasta kriz geçiriyor, "Doktor çağırma düğmesine basmasını işaret ediyor" ama arkadaşı hiç de ora- -lı olmuyor. Derken iyi kalpli adam, kalbine yenik düşerek, ha­yatını kaybediyor. Diğer hasta, "onun ranzasına geçirilmeyi" istiyor.İstediği yapılıyor. Oraya geçtiği zaman, tam bir hayal kı­rıklığı yaşıyor. Bir de bakıyor ki, karşısında simsiyah bir duvar. Ne çiçekler var, ne de kuşlar.

Öbür hastanın gördükleri, gönlündeki güzelliklermiş. Ka­fa gözüyle bakanların simsiyah bir duvar gördüğü yerde, gönül gözüyle bakanlar, sayısız güzellikler gö­rebilirler.

İnsanlara iyi gözle bakılır, iyilik telkin edilirse, "iyisin,iyi-sin" denirse, Kendini düzeltme ihtimali çok yüksektir. Şayet, olumsuz tavırlar gösterilir, olumsuz sözler söylenir ve rencide edilirse, ondada olumsuzlukların artma ihtimali çok yükselir.

Pedagogların bu konu da, yaptıkları bir deney, çok ilginç bir sonuç ortaya koymuştur:

Bir kolejde, normal zekadaki bir gurup öğrenci için, öğ­retmenlerine bu çocukların "yüksek zekalı oldukları" telkin edilir. Öğretmenler, bu çocuklara,yüksek zekalı muamele­si yaparlar. Sene sonunda, durum incelendiğinde bu çocukla­rın normalin üzerinde başarı gösterdikleri belirleniyor.

Bu realiteyi, biraz tersinden düşünecek olursak, zeki ço­cuklara, aptal muamelesi yapılmış olsaydı, çocukların aptallaştığı.görülürdü.

Toplumumuzda, aşırı bilinçsizlikten dolayı, bu tip hatalara çok sık rastlanmaktadır. Nice potansiyelleri,yok ettiğimiz, nice yetenekleri körelttiğimiz, çok sık görülen vakıalardandır.

Başanlı iletişimci, çevresindekilere karşı davranışlarını, bu araştırmanın ışığında şekillendirir. İnsanları aşağılamaz, ümidi­ni kırmaz.Bilir ki, "birçok insanın, ümidinden başka bir şeyi yoktur". Muhataplannı yüreklendirir, teşvik ve takdir eder.

 

Kibar Olma Stratejisi:

 

Yine, hiç kimseye kaba muamelede bulunmaz. Ukala ve saygısız tiplere bile ölçülü cevap verir. Argoyla karşılık verdiği hiç görülmemiştir. Savunma yapmak zorunda bırakılırsa bile, karşısındakini kışkırtan üslup yerine, düşündüren üslubu tercih eder. Bu konuyla ilişkilendirebileceğimiz şöyle bir örnek vardır: Lale devrinin sonlarına doğru, divan şiirinde şöhret olmak isteyen bir delikanlı, edebi birikimine güvendiği, bir Osmanlı beyefendisine, "Yazdıklarımı alıp size geleyim de, okuyup de­ğerlendirirsiniz" diyor. O da nezaket gereği, "Buyurun" de­mek durumunda kalıyor.

Genç, bir süre sonra, bir tomar evrakla çıkagelir. Adet ge­reği, beyefendinin mahdumları misafirin elini öpmeye gelirler. Genç çocuklann esmerliğini ima ederek:

Oooo maşallah, maşallah, bu mayıs böcekleri senin mi? Diye sorar. Duruma çok bozulan beyefendi:

Evet, bendenizin, beyefendi. Zatı alinizin koku­suna geldiler, demek zorunda kalır.

Başanlı iletişimci, yerine göre son derece hazır cevaptır. En münasip şekilde, taşı gediğine koyar.

 

Misafir Ağırlama Stratejisi:

 

Her şeyden önce misafirini, içten ve güler yüzle karşılar.

Yine başanlı iletişimci, misafir ağırlamaya çok önem verir. Ağırlarken misafirine eziyet edenleri yadırgar.

Misafir nerede rahat ediyorsa, oraya oturmalıdır. Oradan kalk şuraya, olmadı buraya gibi yersiz ısrarlar, insanı gerçek­ten rahatsız eder.

Misafirin yanında, ev halkından birini azarlamak, yüksek sesle talimat vermek son derece görgü dışı bir davranıştır.

Avamdan bazı tiplerin, misafirinin yanında eşine hakaret etmesi, özellikle kırsal bölgelerde çok rastlanan bir görgüsüz­lüktür.

Çok samimi bir şekilde, halini hatırını sorar.

Misafirin herkes tarafından bilinen bir problemi varsa, o durumla gerektiği şekilde ilgilenir.

Yemek esnasında sıkıcı davranışlarda bulunmaz. İltifatları­nı, abartıya kaçmadan yapar.

Yemeğini bitiren misafirine, yeniden alır mıydınız? diye sorar, ama, aşırı ısrarlarla insanları bunaltmaz.

Misafirlerinin varlığından, mutlu olduğunu her fırsatta bel­li eder. Daima neşeli tavırlar sergiler.

 

Kendinize Söz Verin:

 

Antoni Robins'in şu nasiha tiyle, konuya yeni bir boyut katalım:

Güçlü olmaya ve hiçbir şeyin huzurunuzu bozma­sına izin vermemeye,

Her karşılaştığınız insanla, sağlık, mutluluk üze­rine konuşmaya,

Tüm dostlarınızı kendilerini değerli hissetmelerine,

Her şeye güneşli tarafından bakmaya ve İyimser­liğinizi göstermeye,

Hep en iyi şeyleri düşünmeye, en iyi şeyleri yap­maya ve en iyi şeyleri beklemeye,

Başkalarının başarısı için de kendi başarınız gibi gayret göstermeye,

Geçmişin hatalarını unutup, gelecekte dahi bü­yük başarılara doğru gitmeye,

Her zaman neşeli bir yüzle dolaşıp, her karşılaş­tığınız yaratığa gülümsemeye,

Kaygılanmayacak kadar büyük, kızmayacak ka­dar soylu, korkmayacak kadar güçlü, üzülmeyecek kadar mutlu olmaya,

Kendinize Söz Verin.

Başarılı iletişimci, her olumlu görüşe açıktır. Bu tespitleri bir prensip olarak uygulamayı sürdürür.

E) Din Ortamı Ve Başarılı İletişimci

 

SORU: Fizik ve metafizik yanıyla, bu alemi, bir resim bil­meceye benzetelim; önümüzde karmaşık vaziyette sosuz de­necek kadar çok, resim parçacıklan var.

Büyük araştırmacılar, bazılarının "kaos" dediği bu karma­şa içinde, hakikatin büyük (külli) resmini bulmak için, ele ge­çirdikleri parçacıkları, bütünleyici tablo içinde makul yerlerine koymaya çalışırlar. Parçacığın olması gereken yeri, tam olarak bulmuş olana, "mucit" unvanı verilir.

En inkarcı olan mucitler bile, "bu parçaların, bütün içinde anlamlı bir yerinin olacağına" inanıyor veya böy­le olması gerektiğini sezinliyorlar. Mesela, ünlü Hegel bile; "evrende kuşatan bir bilincin" olduğundan söz ediyor.

Her parçacığın, bütün içinde anlamlı bir yerinin olması; bütüne ve parçaya hükmeden, egemen bir gücün, tasarımcı bir kudretin; bu parçalan en uygun yerlerine ayarlamış oldu­ğunu göstermez mi?

Bu soruya makul ve mantıklı cevap veren herkes, bir ya­ratıcının varlığının, bilimsel ve evrensel bir realite olduğunu kabul edecektir.

Sonsuz kudret, ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcı olacakta, yarattığı kullarına bir mesaj iletmekten aciz bulunacak... (bin­lerce kere haşa,) Böyle bir ihtimali düşünmek bile mümkün değildir. O halde dinde, bilimsel ve evrensel bir realitedir.

Başanlı iletişimci, insanoğlunu birinci derecede alakadar eden, böyle hayati bir konuya ilgisiz kalamaz.

Elbetteki insanlık tarihinin en başarılı iletişimcisi, Fahri Kainat efendimiz(ASS) dır. Onun her halini, tavrını ve davra­nışını kendine örnek alan, her ideal din tebliğcisini de, başan­lı iletişimci sayabiliriz.

 

Tebliğ Stratejisi:

 

Şimdi de, dini sahada başarılı olan bir iletişimcide olması gereken özellikleri görelim.

Başanlı iletişimci, dinle bilimi birbirine çelişik gösterenle­rin en azından gaflet içinde olduklarına inanır.

Çünkü, bilimin ortaya koyduğu realitelerin tamamının, Al­lah'ın evrene,yani fizik aleme yerleştirdiği kurallar olduğunda şüphe yoktur. Dinde, yine O'nun, vahyettiği bir sistemdir. İkisi de Rabbimizin kuralları olduğuna göre, birbiriyle çelişiyor göste­rilmesi, Yaratana karşı bir noksanlık izafe etmek sayılmaz mı?

İşte, başarılı iletişimcinin konulara yaklaşımı bu doğrultu­da olmaktadır. Fizik kuralları dışlayan bir yaklaşım, Allah'ın (C.C) kevni kanunlanna duyarsız kalmak demektir ki, islamın tasvip ettiği bir yaklaşım biçimi değildir.

Orijinal dinle, orijinal bilim arasında çelişki yoktur. Tabii burada orijinallik esastır. Teori ile din çelişe bilir. Bu dinin bir kusuru sayılmadiğı gibi, din adına yapılan afaki ve yanlış yo­rumlarla, orijinal bilim çelişirse, bu da bilimin hatası sayılmaz. Din yorumcularının sayısız hatasını dine mal edersek; softalar dinin işini kısa sürede bitirirler. Bir Hadiste Peygamberimiz(ASS), "Dinimin üç felaketi vardır.Biri, günah işle­yen alimler, öbürü, zulmeden idareciler, diğeri de, ca­hil (softa) dindarlardır"[5] buyurarak, işin vahametini mucizevi bir şekil­de ortaya koymuştur.

Başarılı iletişimci, her fırsatta alemdeki birlik tecellilerine dikkat çeker.

İslamın özü tevhittir. Fizik gerçekler, bu birlik prensibinin, atom altı parçacıklardan tut, ta galaksiler ötesi oluşumlara ka­dar, her şeyi kuşatarak hakim olduğunu gösterir.

Böylesine her şeyde tecellileri görülen birlik prensipleri­nin, insanlığın hayatında da,anlamlı yansımalan olması gere­kir.

Bundan dolayı, başarılı iletişimci her vesile ile, tevhit ger­çeğini, nazara vermeye gayret etmektedir.

"Bir kitabullahı azanıdır sera ser kainat, Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar. " Beytinin işaret ettiği gerçekle, kainat kitabına bakarak, onun her bir harfinin, bizi yaratana götürdüğünü görür ve gös­termeye çalışır.

Bu metotla taklidi iman yerine, deneylerle ve kesinleşmiş delillerle tahkiki imanı esas alır ve ona ulaşmayı yegane gaye sayar.

 

 

Müjdeleme Stratejisi:

Başanlı iletişimci, nesillerin bilinçaltına, olumsuzluk zerk etmekten şiddetle kaçınır. Konuşmalarında, negatif örnekler­den uzak durur. Hayat olumsuzlukları da kapsayacak kadar uzun değildir. Ancak müsbet şeylere elverişlidir. Hem batılın uluorta tasviri, zihinleri bulandırır.Daima inançta huzur, inkar­da ise, elem, keder ve hayal kırıklığı olduğunu, hayattan seç­tiği pratik örneklerle herkese telkin eder.

Birçok stresin, gerginliğin ruhi ızdırabın kaynağının; te­reddüt, şüphe, inançsızlık ve güvensizlik olduğu, ilmen kesin­lik kazanmıştır.

İnançsızlık kişiyi tahribe yöneltir. Negatif enerji üretmesi­ne ve yaymasına, etrafına olumsuzluk pompalamasına sebep olur. Cehennem azabının bir numunesini dünyada yaşatır.

İnanç ise kişiyi, tamire, yapıcı davranmaya sevk eder. Po­zitif enerji üretmesine, olumlu hava yaymasına sebep olur. Cennet huzurunun bir numunesini dünyada yaşatır.

Başarılı İletişimci, her hamlesini Rıza-i ilahi doğrultusunda yapar. Onun dışındaki bir amaç ve gayenin insanlan felakete sürükleyeceğini bilir.

Davranışının temelinde:

" Gönü! esirin olduğu günden beri azadedir. Masivaya bağlanır mı bağlanan vicdan sana?"

Muallim Naci'nin bu beytindeki, ulvi manalar yatmaktadır.

 

İhlâs Stratejisi:

 

Dinini ve inancını hiçbir şeye alet etmez. Dünyevi maka­ma, mevkiye veya çıkara alet etmediği gibi, ahirete yönelik bir çıkara dahi alet etmez. O Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı amaç edinmiştir.

Yunus' leyin, halis bir duygu ile, Rabbine yönelerek:

"Cennet, cennet dedikleri,

Birkaç gilman, birkaç huri,

İsteyene ver sen anı,

Bana seni gerek, seni".

Diye tefekkür etmektedir.

Mesleğinin ve meşrebinin esası, ihlâs ve samimiyettir. İn­sanların takdirini kazanmak, Şan şöhret sahibi olmak için ya­pılan dini nasihatler, çoğu zaman aksi tesir gösterir.

Başarılı iletişimci, islâmı tebliğ ederken, konuların mutla­ka önem sırasını gözetir.

İnsanlık için en büyük tehlike, inkâr ve ateizm olduğu için, önce iman hakikâtlerini, ilmi ve nakli delillerle anlatır. Bu ko­nunun gönüllerde zemin bulmasından sonra diğer konulara

geçer.

Sonra farzlan, sonra büyük günahlardan kaçınmayı, son­ra vacipleri, sonra sünnet ve nafileleri, sonrada mekruhları an­latır. Bu da zamanının elverdiği nispette anlatılır.

 

Bir Açıklama:

 

Ülkemizde ve İslam aleminde, bu konuda büyük kargaşa yaşanmaktadır.

Zaman zaman öyle manzaralara şahit oluyoruz ki, dehşe­te düşmekten kendimizi alamıyoruz.

Bir zamanlar, "ikindi namazının sünnetinin terkinin; bir çok büyük günahtan daha tehlikeli olduğunu" anlatan, "İsrailiyyat olması kuvvetle muhtemel, korkunç bir kıssa" dinlemiştim.

Maazallah, kıssayı inanarak anlatanı bırak, dinleyipte ina­nanların dahi inancını tehlikeye sokacak türde.

Yine bir hoca efendi, inkarın kol gezdiği, şüphe ve tered­düdün cirit attığı bir ortamda, vaazlarında sık sık, horoz ötün­ce hangi duayı okumalıyız, eşek anınnca hangi duayı okuma­lıyız, konusunu gündeme getirip anlatırdı. Bu davranış şekli; kanser veya aids tehlikesiyle burun buruna olan bir kişiye, de­vamlı gripten, nezleden korunma yollarının anlatılmasına ben­zer. Oysa dinleyenlerin çoğunun, iman esaslarını kavramadıklan, tarafımdan gözlemlenmiş bir vakıa idi. Anadolu' da "ça­lıyı ucunda sürüklemek" diye bir deyim vardır. İşe en ol­maz noktadan başlamak gibi bir mana ifade etmektedir. İşte, bu tip vaizlerde, sanki çalıyı ucundan sürüklüyor gibiler.

Başarılı iletişimci konuları ikna metotu ile anlatır. Dini ko­nuları, hele Özelliklede, inanca yönelik konulan, münakaşa ve münazara suretinde anlatmaz. Böyle konuların ulviyetine uy­gun düşmeyen bir üslup sayıldığı için, münazaraya girmekten hoşlanmaz. Kaldı ki, münakaşa yapılarak elde edilmiş bir so­nuç göstermekte mümkün değildir.

Hele de, seviyesi düşük biri ile münakaşadan şiddetle ka­çınır. Bilmektedir ki, hariçten bakanlar, farkı anlayamayabilirler.

Başarılı iletişimci, ancak, bir tebliğci olduğu şuuruyla ha­reket eder. Hidayet ihsan etmenin ancak, Cenab-ı Hakka ait bir tasarruf olduğunun idrakindedir.

Başarılı iletişimci, mütevazi biridir ama, alçak gönüllü ola­cağım diye, zillet çukuruna düşenlerden değildir. Hele riyakâr­lığı interlantına hiç sokmaz. Vehim ve korkaklığı, literatürün­den külliyen çıkarmıştır. Hal dilini, söz dilinden daha çok kul­lanır. "Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz" Ayetinin mucibince, yapılmayan sözlerin kol gezdiği günümüzde, hal, hareket, tatbikat ve tavnn ne kadar önemli olduğu tartışma götürmez bir huşundur. O da, tavsiye edeceği bir hususu, ön­ce kendi nefsinde tatbik eder, sonra tavsiye etmeye kalkışır. İhlas dusturununda bunu gerektirdiği hepimizin malumudur.

Bu konuyla ilgili, İmam-ı Azam hazretlerinin meşhur bir örneği vardır:

"Bala alerjisi olan bir çocuk, babasından ısrarla bal istiyor ve bal yiyormuş. Ne kadar anlattılarsa da, bir türlü ikna ede-miyorlarmış. Babası imam a gelerek yardım istiyor.

İmamı Azam onlara   "kırk gün sonra gelmelerini"

söyler. O süre dolup da geldiklerinde; "Evladım, senin için bal yararlı olmayabilir. Bundan sonra bal yeme" der. Çocuk da gerçekten ondan sonra bal yemiyor. Babası teşekkür etmek için geldiğinde, imam'a " Hocam, çok sağolun ama, bu nasi­hati kırk gün önce edemez miydiniz?" diye sorar.İmam-ı Azam hazretleri; "İlk geldiğinizde ben de balı severek yiyor­dum. Yaptığım bir işin aksini tavsiye etmem, ne sami­mi olurdu, ne de etkili olurdu. Onun için önce ben olayı nefsimde yaşamalıyım diye sizi o kadar süre beklettim" der.

Kendi nefsimizi ıslah etmeden, başkasını ıslah edemeyiz. Yaşamadığı doğruları tavsiye edenlerin sözleri ile, kurgulana­rak konuşturulan robotların sözleri arasında pek fark yok gibi­dir. Belki de robotun sözü; masum olduğundan, daha etkili olabilir.

Her şeyden önce, yaptığımız işte Rıza-i İlahi olması gerekir.

 

F) Siyasi Ortam Ve Başarılı İletişimci

 

Başarılı iletişimciye göre; siyaset, toplumu yönetme sana­tıdır.

İnsanoğlu, yaratılışı gereği, toplum halinde yaşamak duru­mundadır. Ortada bir toplum varsa, yönetici veya yöneticiler­de olmak mecburiyetindedir.

İşte, kritik soru bu noktada karşımıza çıkar.

"Yönetici, ne şekilde göreve gelecek ve özellikle­ri neler olacaktır?"

Başarılı iletişimciye göre, yönetici, mutlaka, kamunun ira­desiyle seçilmelidir. Çünkü, kamu iradesi, meşruiyetin vazge­çilmez kaynağıdır.

Kamunun iradesi olmadan gelen yöneticiler, birer diktatör namzet'idirler. Topluma sunacakları en önemli icraat, zulüm ve istibdat olacaktır.

Bu konuda da şöyle bir problem, gündeme düşmektedir; "ya, kamuda yanlış yaparsa, bilgisiz olursa?"

Kamunun da yanlış yapma ihtimâli vardır; ama, diğer şe­kilde oluşturulan yönetim yanlışları yanında çok hafif kalır. Ka­mu iradesi yaptığı yanlışı kısa sürede düzeltebilir, ama, dikta­törlerin yanlışının telafisi topluma çok pahalıya mal olur.

 

İdeal Yönetici Olma Stratejileri

 

Yönetici; özü, sözü ve işi bir birine uyan dengeli biri ol­malıdır.

Yönetici; başkalarının eksisini, kendine artı olarak göste­ren kolaycı bir tip olmamalıdır. Kendisi bizatihi bir değer ifade eden bir kimse olmalıdır.

Yönetici; makul olan şeyler konuşmalıdır. Az ve öz ko­nuşmalı, sözlerinde çelişkiye düşen tiplerden olmamalıdır. Her konuda mantıklı ve muhakemeli olmalıdır.

Yönetici; kamu yarannı, kendi menfaatine tercih eden bir kimse olmalıdır, inandığı prensiplerden asla taviz verme­melidir. Bu prensiplerde her şeyden önce meşru ve kamu ya­rarına prensipler olmalıdır. Şayet böyle bir konuda tavize zor­lanırsa, hayatı bahis konusu bile olsa, şerefine gölge düşüre­cek bir davranışın içine girmemeli. Sehpayı gösterenlere sada­kat ve mertlik dersi vermeyi bilmelidir.

Yönetici; içinde yaşadığı toplumun maddi manevi özel­liklerini ve şartlarını iyi bilmeli, davranışını o şartlar çerçeve­sinde şekillendirmelidir.

Yönetici; hayalperest değil, realist olmalıdır. İnsanları birleştirecek, olumlu müşterek paydaların oluşmasına ve geliş­mesine katkıda bulunmalıdır.

Yönetici; bilgili, kararlı ve azimli olmalıdır. Duygu ve dü­şünce olgunluğuna sahip ve tedbir konusunda hassas olmalıdır.

Yönetici; insanlara pozitif enerji neşretrheli. Ümit aşıla-malı. Kitlelerin yeise düştüğü, şevk ve gayretinin yok olduğu zamanlarda, sağlam ve dinamik bir enerji ve ümit kaynağı ola­rak toplumu ayağa kaldırmayı bilmelidir.

Yönetici; sağlıklı müzakere kabiliyetine sahip olmalı. Mesai arkadaşlanyla istişare yapmayı, onlann güvenini kazan­mayı ve onlara güvenmeyi ihmal etmeyecek biri olmalıdır.

Yönetici; sözüne sadık, emanete riayetkar olmalıdır. Elinden gelmeyecek şeyleri vaat ederek insanları hayal kırıklı­ğına uğratan tiplerden olmamalıdır.

Yönetici; ehliyet ve liyakat sahibi olmalıdır. Ciddi konu­ları piyasaya düşürmemelidir.

Yönetici; hızlı ve sağlıklı karar verme yeteneğine sahip olmalıdır.

Yönetici; mazlum insanların ızdırabını ruhunda hisset­melidir.

Yönetici; kamu vicdanını yansıtan bir ayna olmalıdır. Ge­nel ihtiyaçları sezinleyen hassas bir ruh yapısına sahip olmalı­dır. Toplumda varolan olumlu potansiyelleri en verimli şekilde harekete geçirme becerisine sahip olmalıdır.

 

Genel Siyasi Strateji:

 

Biraz da başarılı iletişimcide olması gereken, genel siyasi bakışa göz atalım.

"Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır" pren­sibinden hareketle, siyasette kamu yararı esas olmalıdır. Şah­si çıkar siyasete hakim olursa, toplumda zulüm ve fitne baş gösterir.

Başarılı iletişimciye göre, siyaset kutsal değerleri kendine alet etmeye kalkışmamalı. Böyle olumsuz bir davranış, hem kutsal değerleri, hem de siyaset kurumunu yozlaştınr. Hele, hele, İslâmı siyasete payanda yapmak, güneşi yıldız böceğine tabi kılmak gibi abes bir durum olur. Aynı zamanda, art niyet­li zümrelere, yapacakları kötülükler için bahane oluşturma im­kânı verir.

Başarılı iletişimci bilmelidir ki; "kuvvet kanunda ol­mazsa, haksızlık topluma paylaştırılmış olur."

Başarılı iletişimci tam bir hürriyet sevdalısıdır. Bilir ki,"hürriyet, hayat makinesinin, buharıdır." Hürriyet ol­madan, bireyin yetenekleri devreye giremez. Artık, "istim arkadan gelsin " anlayışı geçersiz ve abestir.

Malumunuzdur, kırklı yıllarda trenlerden sorumlu bir ba­kan varmış. Göreve yeni başlayan bakana, başbakan acil bir talimat verir, "Beyaz tren hemen hazırlansın, acele bir yere gi­dilecektir." Bakan ilgililere, hazırlığın ne aşamada olduğunu sorar, makinist, "Daha istim hazırlanmadıder" İstim, trenleri çalıştıran buhar anlamına gelmektedir.

Bakan büyük bir telaşla; "önemli değil, sen treni ça­lıştır. İstim arkadan gelsin" der. Özgürlük ve demokrasi arkadan gelsin deme lüksümüz yoktur.

Başarılı iletişimci, "fırkacılık" tan gelme parti anlayışına hoş bakmaz. Çünkü, "fırka" fark kökünden geldiği için, in­sanlar ve guruplar arasında mutlaka farklı noktalan öne çıkararak politika yapmaya çalışır. Arasında fark olmayan insan bulmak mümkün değildir. Bu takdirde, birleştiriciliğin yerini bölücülük alır.

Oysa, gerçek terminolojisine uygun "PARTİ" kavramın­da, benzerlikler esas alınır. Avrupa da, şu okul mezunları par­tisi, derken, burada okul bir benzerlik oluşturarak bütünleştiri­ci olmaktadır.

Mümkün olduğunca toplumda, müştereklikler artırılması gerekirken, adeta, mikroskopla farklar bulunup, ortaya çıkarı­larak, tefrika yaygınlaştırılmış oluyor.

Başarılı iletişimci, rast gele yapılan "HÜRRİYET" tanım-lanna itibar etmez. Hürriyet, kendine ve başkasına zarar ver­memek şartıyla, kişinin istediğini yapmakta, serbest olması-dır.Uluorta yapılan Özgürlük söylemleri, çoğu zaman toplum­sal yozlaşmalara sebep olmaktadır.

 

Mizah Sanatı İletişimde Mizahın Yeri Ve Başarılı İletişimci:

 

Mizah bir tür zeka pırıltısıdır. Günlük sohbetleri, gündem­li gündemsiz konuşmaları sıradanhktan çıkartarak,ayncalıklı bir konuma yükseltir.

Mizahın, iletişimde küçümsenemeyecek, önemli bir yeri vardır. Anlatılanlar, sevilerek ve istenilerek dinlenildiği için, öğ­renilmesi daha kolay ve akılda kalma süresi daha uzun olur. Mizah, zihni canlı tutar ve merakı artırır. Mizah olayların, çe­lişkili yanlannı ele alarak, göz önüne serer. Güldürürken dü­şündürür.

Bu manada, insanları rencide eden kaba şakayla, zeka yansıması olan zarif mizahı birbirine kanştırmamak lazımdır.

Usta bir mizahçının konuşması, bıkkınlık vermez. Ger­ginlik ve stresi önler. Öğrenme neşeye ve muhabbete dönüşür.

Başarılı iletişimcinin nazarında mizah, bir gaye değil; araçtır. Gaye haline dönüştürülürse, yozlaşır. Sıkıntı kaynağı olur. Alaya, aşağılamaya ve saldırganlığa alet edilir.

Seviyeli, kibar mizahda, anlamlı bir gülüş, derin bir tebes­süm vardır. Kaba kahkahalann atıldığı ortamda, gerçek mizah barınamaz. O, nezih bir üslubun, kıvrak bir zekanın ve derin bir kavrayışın mahsulüdür.

Molier: "Zihinlerinizi gülerek açın" sözüyle, mizahın ve gülmenin zekayla direkt ilgisinin olduğunu belirtmiştir. Mo­ralin sinir sağlığına iyi geldiğini bilrrieyenimiz yoktur.

 

Başarılı İletişimciye Göre Mizah Türleri:

 

Başanlı iletişimci, mizahı şu üç kategoride değerlendir­mektedir:

A) Kibar mizah: Soyut, dolaylı ve mecazlı bir üslupla, zarif bir nükte, ince bir espri yapmaktır. Bu aynı zamanda, medeni bir varlık olmamızın bir tür göstergesidir. Pozitif ener­jinin artmasın sağlar.

B) Kaba mizah: Somut, doğrudan, uluorta ve argolu an­latım biçimidir. Çoğu zaman küfür karışımı sözler, çapulcu tip­lerin kahkahasına sebep olur. Toplumlardaki ilkellik düzeyinin belirtisidir.

C) Kara mizah: Çoğu zaman siyasi saldırganlık içerir. Makul ve sağduyulu türü yok denecek kadar azdır. O ince aya­rı tutturmak her yiğidin harcı değildir.

Başarılı iletişimci, mizahta kaliteyi esas alır. Sıradan, sevi­yesiz ve gelişigüzel şakalarla, toplumdaki itibarını düşürmez. Gerekli gördüğü hallerde, anlamlı ve kaliteli esperilerle dinle­yenleri moralize eder. Bu yolla iletişimin daha sağlıklı ve daha etkili olacağının bilincindedir.

Mizahın yeri, zamanı ve yapılış biçimi çok önemlidir. Her konuda ve her ortamda mizah yapmak gibi bir mecburiyet yoktur. Atalarımız, "asılan adamın evinde ipten bahse­dilmez" demişler. Son derece anlamlı bir söz. Mizahın suç kapsamına girebileceği ortamlar vardır.

Toplumda, illa espri yapmak için, kendini zorlayan tiplere rastlanılır. Herkesin şu gerçeği çok iyi bilmesi gerekir; böyle zorlamalarla yapılan espriler, yavan ve şakalarsa, cıvık olurlar.

Bu tipler, hiçbir şey bulamazlarsa, bayat veya abes bir fık­ra anlatırlar. Buna verilebilecek meşhur bir örnek vardır. Ken­dini fıkra anlatmak için zorlayan biri, fıkrayla ilgisi olan bir ko­nu bulamayınca "boom" diye bir ses çıkarır. Herkesin, kendi­ne bakışını fırsat bilerek, "boom dedim de aklıma geldi," diye fıkraya giriş yapar. Bu tipler, çoğu zaman bulundukları top­lumda can sıktıklarının da bilincinde değillerdir. Onların acına­cak haline gülenleri bile, espriye gülüyorlar sanabilir.

Yapılan espri, ortamda konuşulan konuyla birebir uyuş-malıdır. Mizahta kişilik haklanna saldırı olmamahdır,olursa, bu yapılanın mizah olmadığı; basit bir yergi olduğu bilinmelidir.

 

Makul Mizaha Bir Kaç Örnek:

 

Bazı durumlarda, "meşru müdafaa" pozisyonunda kalmış olan mağdurlar, ölçüyü kaçırmadan, "taşı gediğine koymak" şeklinde, cevap verme hakkını kullanabilirler. İşte birkaç ör­nek:

Galileo'nun kulaklarının, büyüklük konusunda, normalin biraz üzerinde olduğu söylenir.

Ukalanın biri, onun bu durumuyla alay etmeye kalkışır. Sı­rıtarak, "Senin kulakların bir insan için fazla büyük değil mi?" diye sorar. Galileo, soğukkanlılığını bozmadan; "Seninkilerde, bir eşek için fazla küçük sayılır" demek zorunda kalır.

Bu bir saldırıya, karşı koymak için yapılan meşru savun­da sayılır.

Sokrat idam edileceği zaman, öğrencilerinden biri, üzgün bir tavırla: "Ama seni haksız yere Öldürüyorlar" der. Sokrat onurlu bir tavırla; "Ne yani, birde haklı yere öldürülsey-dim daha mı iyi olurdu?" diyerek, bir mazlumun gerekti­ğinde ne kadar onurlu olabileceğini göstermiştir. Zulme karşı koyanlara örnek olacak, soylu bir, nükteyi insanlık tarihine ar­mağan etmiştir.

Sözü Sokrat'tan açmışken, bir de günlük hayatına ait bir örnek yazalım: Sokrat'ın hanımının gereğinden biraz fazla asabi olduğu söylenir. Hanımı bir sabah Sokrat'a, avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar. Sokrat olaya hiçbir tepki vermez. Tepkisizlik kadını hep çileden çıkarır. Hırsını almak için, bir kova suyu getirip Sokrat'ın tepesinden aşağı döker. Sokrat yi­ne sakin bir tavırla, "O gök gürültüsünden sonra, bu sa­ğanağı bekliyordum" der.

Malazgirt Savaşı başlamadan biraz önce, gözcülük görevi verilmiş genç bir asker, heyecan içinde titreyerek, Sultan Al­parslan'a yaklaşır ve kulağına, " Düşman 350 bin kişilik bü­yük bir güç ile, bize doğru yaklaşıyorlar, Sultanım" der. Sultan Alparslan kahramanlara mahsus asıl ve telaşsız tavnyla, elini genç askerin omzuna vurup, "Hiç önemli değil evladım, biz de onlara doğru yaklaşıyoruz" diyerek, cesaret ve şe­caatin ender örneklerinden birini sergiler.

Yine gizli bir sefer hazırlığında olan Yavuz'a, vezirlerinden biri, seferin nereye yapılacağı hususunda biraz ısrarcı olunca, Yavuz Sultan, "Sen, sır saklamayı bilir misin?" diye sorar. Ve­zir heyecanla, "Bilurum Haşmetlum, çok ketumumdur" der.

Sultan kararlı bir tavırla sadece, "ben de" demekle yetinir.

Görülüyor ki, yerinde ve zamanında yapılan espriler ve nükteler, asırlarca Öteden, tazeliğinden hiçbir şey kaybetme­den bize ulaşarak, iletişimde mizahin önemli bir işlev yerine getirdiğini gösteriyor.

 

İletişimde Fıkranın Önemi Ve Fıkra An­latma Kuralları:

 

Başarılı iletişimci fıkrayı etkin bir iletişim aracı olarak gö­rür ve kullanır. Anlatacağı fıkralarda bazı özelliklerin olmasına titizlikle dikkat eder.        .

A) Anlatacağı fıkrada, üstün bir espri kalitesinin olmasını öncelikli kural olarak görür. Alelade lakırdıları, gündeme geti­rip anlatmayı, kendine ve muhataplarına saygısızlık addeder.

B) Fıkranın, yapıcı ve hoş bir nükte içermesi gerekir. Yı­kıcı, yıpratıcı ve negatif enerji oluşturacak türden fıkraları an­latmaktan değil; dinlemekten dahi nefret eder. Bir sınıfı, züm­reyi ve bölgeyi hedef alan türde anlatımlardan şiddetle uzak durur.

C) Demir tavında dövülür" sözünde belirtildiği gibi, fıkrada müsait olan ortamda anlatılır. Diplomatik bir konuş­mada, kıvrak zeka, ince espri ve hazır cevaplılık, hoş karşıla­nabilir. Ancak, "Nasreddin Hocanın biri" tarzındaki çıkış­lar, en azından, görgüsüzlük kapsamına girebilir ve abes ka­çar.

D) Maharetli bir söz ustasının sohbetinde fıkra, doğumu gelmiş bir bebek gibi,normal olarak, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan anlatılır. Bunun dışındaki yapmacık anlatımlar, ya düşük doğum gibi,ya da,prematüre çocuk gibi olur. Dinleyici­lerin zihin küvezini işgalden başka işe yaramaz.

E) Fıkra, küfür, müstehcenlik ve argo ihtiva eden türden olmamalıdır.

F) Başarılı iletişimci, fıkrasına konu veya konusuna fıkra arama gibi,yapmacıklığa tevessül etmez. Öyle konular vardır ki, fıkrasını kendi ortaya çıkarır. Konuşmacının görevi onları buluşturmaktır. Öyle hedefler vardır ki, füze atılsa az gelir.Öy­le hedeflerde vardır ki, çakıl paçası bile atsan israf sayılır.

G) Fıkralarının ekserisini, konunun özelliğine göre, kendi üretir. Nakil fıkra ve espriler, konuşmacının ağzından, biraz iğ­reti çıkar.

H) Gülme kültürünün" toplumdan, topluma farklılık gösterdiğini, bilerek espri yapar ve fıkra anlatır.

I) Anlatırken fıkrayı murdar edenlerden olmamaya özen gösterir. Fıkranın püf noktasını tam vugulayamayanlar, fıkrayı murdar etmiş olurlar. Bu vurgu, çoğu zaman, nüktenin özünü kavramakla doğru orantılıdır.

J) Anlattığı fıkraya kendisi gülmez. Atalarımız, "kendi konuşur,eli güldürür, insanın hası; kendi konuşur, kendi güler insanın budalası" diyerek, konuyu çok özlü bir şekilde ortaya koymuşlardır. Ancak, anlatımcının yüzünde, hoş bir tebessüm olması normaldir.

K) Özellikle, anlatımcı, anlattığı fıkranın yöresel şivesini, yaparak, bir sanatçı maharetiyle, jest ve mimikleriyle, gerekli beden dilini de konuşturarak, dört dörtlük bir anlatım gerçek­leştirmelidir. Shakspeare şöyle demektedir:"CahiIlerin göz­leri, kulaklarından daha bilgilidir." Başarılı iletişimci, gö­ze hitap etmeyi en iyi başaran kimsedir.

 

Mizah Yeteneğini Geliştirme Yolları:

 

Konuyla ilgili araştırma ve yorum yapan bazı otoriteler, mizahın tamamen bir yetenek işi olduğunu, bu yeteneğe sahip olmayanların mizah yapmaya kalkışmaması gerektiğini belir­tirler.

Dale Carnegie, "Söz söylemek dediğimiz, güçlükler­le dolu sahada, dinleyicileri güldürmek kadar güç ve ezici bir iş var mıdır? Mizah insanın tüylerini diken, diken edecek bir hadisedir. Çünkü, azami derecede şahsiyet işidir. İnsan bu işi başarmak için, ya doğuş­tan bu kabiliyetle doğmuştur, yahut doğmamıştır. Doğmamışsa buna özenmesi doğru değildir. Çünkü, insan nasıl ela gözlü doğar bunu değiştiremezse, bu yeteneğe de, ya sahip olur, ya olmaz.[6]

Buradaki yaklaşım, mizah yeteneği hiç olmayanları veya yok denecek kadar az olanları kapsamaktadır. Bir de, baskın derecede başka yeteneğe sahip olan birinin,illa da mizaha yö­nelmeye çalışması, bir tür kabiliyet israfı olacağından, tavsiye edilmemiştir.

Belli oranda espri yeteneğine sahip zeki kişiler, bu potan­siyellerini geliştirme imkanına her zaman sahiptirler. İşte ko­numuz belli orandaki bu potansiyel yeteneği, geliştirerek, üst seviyelere çıkarabilmek için yapılması gerekenlerdir.

Burada, mizahtan maksat, daha ziyade, " taşı gediğine koyma" dediğimiz, hazır cevap olma sanatıdır. Her sanatta ol­duğu gibi, bu sanatı da elde etmenin belirli kuralları vardır. Biz kısaca bazı kuralları, sıralamaya çalışalım.

1- Kişi önce, geniş bir kültüre ve geniş bir bakış açısına sahip olmalıdır. Açısı dar insanlar mizah da yapamazlar, miza­hı da algılayamazlar. Onlar, sövgüyü ve yergiyi mizahla kanş-tırırlar. Onun algı tablosunda, iki renk hakimdir, ya beyaz der, ya da siyah der. Bu ikisi arasındaki tonlar gündeminde yoktur. Diğer renkler siyah-beyazdan ne kadar farklıysa; ufku dar ki­şinin yaptığı şakalarda, mizahtan o kadar farklıdır. Bütün bun­ların yanında, kaliteli mizah yapabilmek için, dilin gramerine, diksiyonuna, lehçe ve şive farklarına hakim olunması da gere­kir.

2- Kişi, diğer kültürlerin yanında, Özellikle, mizajı ve gül­me kültürüne de sahip olmalıdır. Gülmenin de toplumdan top­luma farklılık arzettiği bilinen bir vakıadır. Konuşmadaki mizah unsurunun iyi kavranması gerekir. Konu içindeki mizah unsu­runu net kavrayamayan kimse, mizah yaparken kesin hüsra­na uğrar.

3-Kişinin mizacıda espriye yatkın olmalıdır. Mizacı espri­ye uygun olanlar, konuya daha çabuk konsantre olurlar. Anla­tırken, yaşıyor muş gibi anlatıp, dinleyenleri büyülenmiş gibi et­kilerler.

4-Başarılı iletişimde, mizahtan yararlanmak isteyen kim­se, bu konuda çok titiz bir gözlemci olmalıdır. Dünya çapında üne sahip mizah ustalarını, nüktedanları, komedyenleri ve bu konuyla ilgili yazılmış eserleri, hazmederek incelemesi gerekir.

5-Başarılı iletişimci, "mizahı ilaca, mizahçıyı da doktora" benzetir. "Mizahta da doz ayarlamasının dikkatle yapılması ge­rektiğine" inanır. "Dozu kaçırılan mizahın, yan etkisinin de, çok tehlikeli olabileceği" görüşündedir.

6- Herkes bilmelidir ki, her konuda olduğu gibi bu konu­da da, başarmak için inanmak gerekir. Cardinal Gibbons: "Başarmak için en önemli unsur inanmaktır" der.

7-Bu konuda yeteneğini geliştirmek isteyenlere, kendi çapımızda yararlı olmak için, önemli sayılacak bir araştırma örneği sunuyoruz. "Taşlar Ve Gedikler". Bu çalışma­da farklı zaman, kültür, şahıs, ülke ve bölgelerden ilginç sayı­lacak örnekler göreceksiniz.

8- Umanm, bu örneklerde çok farklı bakış açıları yakala­yıp, esprilerin konulara uyarlanma biçimini kavrayarak, gün­lük yorumlarınızda mizahtan yararlanabilirsiniz.

 

Taşlar Ve Gedikler Eğitimde Ve Sosyal Hayatta Formasyonun Önemi

 

Görevimiz gereği; denetim amacıyla bazı Öğretmenlerin dersine girdiğim olur. Özellikle ilkokulun küçük sınıflarına gi­ren formasyon sahibi öğretmenlerimizin, o afacanları kontrol altına alış becerilerini hayranlıkla izlerim.

Mutlaka her probleme bir çözüm üreterek, çocuğun ilgisi­ni belli noktalara yoğunlaştırırlar. Bu şekilde, sınıfa hakim olup, zamanı en verimli şekilde kullanmaya çalışırlar.

Birçok velinin evlerinde, tek çocuklarıyla bile başa çıkma­da zorlandığı bilinirken, bir eğitimcinin, onlarca afacanı sakin-leştirebilmesi ancak iyi bir formasyonla izah edilebilir.

Çocuk psikolojisini anlamayan birinin, o sınıfta düşeceği perişan hali, stresli atmosferi, düşünmek bile, insana sıkıntı veriyor. Böyle bir ortamda, bulunan tarafların, kısa zamanda, sinir hastası olması içten bile değildir.

Öylesine gergin bir ortamda, yetişen çocuğun, ne kadar sağlıklı eğitim alabileceğini, düşünmek gerekir.

Bu açıdan bakıldığında, yeterli formasyona sahip olma­yan, meslek dışından kimselerin, "özellikle sınıf Öğretmenliği­ne" alınmalan mahsurlu olmaktadır.

Umarız ki, bu tip meslektaşlarımız varsa, kendilerini kısa zamanda yetiştirerek, hizmet içi kurslarla veya özel gayretleriyle, formasyonlarını tamamlayarak, hem kendilerini, hem, öğrencilerini huzura kavuşturmuş olurlar. Aksi takdirde, bütün topluma yazık olur.

Sadece eğitimcilere değil, toplumun her kademesinde bel­li oranda formasyon gerekmektedir.

Dolaylı yoldan bu konuyu destekleyen, bir Örnek vererek konuyu kapatalım.

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastahklan Hastanesi'nde geçtiği iddia olunan, ilginç bir olaydan bahsedilir.

Hastanedeki hastalar, bahçenin her tarafına dağılmışlar. Görevliler, bir türlü toparlayıp, koğuşlara sokamamaktadirlar.

Durum, rahmetli Mahzar Osman'a İletilir.

Rahmetli hemen gelir. Hastalardan gözüne kestirdiği biri­ni yanına çağınr ve: "Gel seninle, trencilik oynayalım" der. Cuf cuf cuf diyerek, adamın arkasından tutup dönmeye baş­lar. Bu oyunu gören diğer delilerin tamamı gelip, kuyruğa di­zilirler. Mahzar Osman, önündeki hastaya, "birazda ben lo­komotiflik yapayım" der. Hastayla yer değiştirirler. Bir iki turdan sonra binaya girer ve hepsini içeri sokar.

 

İlmi Kurallara Uygun Yaşamak

 

Neredeyse, plansızlık ve programsızlık, genel davranış bi­çimimiz haline gelmiş durumdadır.

Altyapı hizmetlerinden, eğitime, sağlıktan, ziraata, hepsi aynı durumda ve hepsi ayn bir alem.

Şu an karşımdaki cadde boydan boya kazıldı. Merak edip sordum, atık su kanalı yapılıyormuş. Oysa birkaç ay önce, aynı cadde, "Telekom" tarafından kazılmıştı. "Tedaş"ın kaz­dırma işlemi bu işin bitmesini beklemektedir.

Oysa yönümüzü döndüğümüzü iddia ettiğimiz, Avrupa' da önce şehirlerin alt yapısı bitirilir. Sonra yerleşime açılır. Orada, yatırımcı kuruluşlar sağlıklı bir koordinasyon içindedir. Yapılacak böyle bir kazı işlemiyle ilgisi olabilecek bütün kuru­luşların iştirakiyle, iş müşterek olarak, bir defada, sağlıklı bir projeyle ve çok daha az masrafla, ilerde anza giderme işini de kolaylaştıracak şekilde yapılır.

Eğitimimizde aynı durumda...

Müfredat ve program değişikliklerinin, rutin hale geldiği bir sistemsizlik...

Politik kayırmacılıkla, bir köye sekiz on derslikli bir okul yaptınlıyor. Aradan beş on, sene geçmeden, okul öğrencisiz-Iikten kapanıyor. O dağ gibi,bina, onca masraf ziyan olup gi­diyor. Aynı anda, başka bir mahalle okulsuzluktan,öğrencisini okutamıyor.

Bazen bu birialar prefabrik yapılabilseydi, sonra sökülüp ihtiyaç olan yere monte edilebilseydi diye, düşündüğüm çok olmuştur. Ama, bizim bu konularda görüş belirtme imkanımız çok sınırlıdır. .

Sağlık konumuz, bambaşka bir alem.

Köy ve mahallelerimizde herkes birbirine ödünç ilaç ik­ram ediyor.Yaşlılar, kendi yöntemleriyle, teşhis koyup, ilaç tavsiye ediyorlar. Hatta, rahmetli anamın, rengine bakarak ilaç kullandığını çok iyi hatırlıyorum. "Şunun benzi iyi, on­dan verin" derdi.

İstiklal şairimiz, bu gibi konulan şöyle ifade etmiştir:

"Sanayinin adı batmış ticaret öylesine, Ziraat olsa da Adem Nebi usulü yine. Nazariyata boğulan ilme yazık, Ameli kıymetidir, kıymeti ilmin artık."

Konuyla irtibatlı sayılabilecek, şu Temel esprisiyle, işi tat­lıya bağlamaya çalışalım:

İdris, alelacele Temel' in yanına gelerek, "Uşağum, ineğüm çok hastadur. Ne yapacağumi de pa pakayum?"

Temel, bilgiç bilgiç başını sallayarak:

Penum inekte, öyle olmuşu, asit içurdum oğa.

İdris daha lafın gerisini dinlemeden, hızla eve koşar, hay­vana bol miktarda asit ikram eder. Birkaç saat sonra, şaşkın­lık içinde yine,Temel' in yanma koşar:

Uşağum, teduğun gibi asit içurdum, ama, inek öldi, der.

Temel bilmiş bir ses tonuyla:

Uşağum, u iş hep Öyle olayı, penumkide ölmüşti.

Acaba, ilmi ve evrensel kurallarla barışık yaşamaya, ne za­man alışacağız?

 

Doğuştan İcazetliler

 

Bu konuya ışık tutan, şöyle ünlü bir atasözümüz vardır: "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder" diye.

Günümüz toplumunu en fazla mağdur eden konulardan biri de, şüphesiz bu; "cahillerdeki küstahça cesaret, bilginler-deki riyakarca korkaklık ve suskunluktur."

Sadi Şirazi: "Cahil kimseler, savaş davuluna benzerler, sesleri çok çıkar. Fakat, içleri boştur" der.

Lefgoçyalı Galip de:

"Ehl-i dil, sohbet-î nâdân ile şâdân olmaz,

Bezmi cuhhal gibi, arife zindan olmaz."

Der. Evet, arif insanlar için zindandan daha sıkıcı bir ortam, şüphesiz cahillerin söz sahibi olduğu meclistir.

Ekseriyetle, cemiyette, yüksek perdeden konuşan tiplere dikkat ederim, çoğunun ilim irfan fukarası kara cahiller oldu­ğunu görürüm. Hele de bu tiplerin tamamı din konusunda, anadan doğma icazetlidirler. Öyle ilginç fetvalar verirler ki, in­sanın düşüp bayılası gelir.

Bir çay ocağında oturuyorum. Emekli birkaç kişi, araların­da mezhep konusunu tartışıyorlar. En bilgiç geçinen ve en yüksek ses tonuyla konuşan bir tanesi; "Hz. Ali, dini konu­ları daha çağdaş anlattığı için diğerleri ona saldırıp, onu öldürdüler" Diyor. Öbürüde, "Hz. Ali dini onlar ka­dar mı biliyor? O da, büyük peygamberlerden biri" diyor. Bir ara, düzeltmeyi düşündüm, baktım, düzeltilecek gibi değil. Mecburen dinlemede kaldım.

İstiklal şairimiz,çok şahit olduğu bu örnekler karşısında, izdırabını şöyle yansıtıyor mısralara:

"Sonra bir de tevekkül sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdiler maskaraya."

Bu tip yanlışlardan biraz daha ehven sayılacak türde biri­ne, bir örnek verelim:

Köylünün biri, şehirde camiye gider. Müftüefendi vaaz et­mektedir. Konusu, teyemmümün bozulduğu hallerdir.

Konuyu daha ilginç hale getirmek için, şöyle bir örnek ve­rir:

"Adamın biri, sırtında su kırbaları olan eşeği ile, sahrada yolculuk etmektedir. Yorgunluk gidermek için bir ağacın dibin­de mola verir ve orada uyuyakalır. Uyandığında eşeğinin kay­bolduğunu görür. Etrafa biraz bakındıktan sonra, geçmek üze­re olan namazını, teyemmümle kılmak ister. Tam namazın or­tasındayken, eşeğinin sesini duyar. İşte, bu kişinin namazı bo­zulur" der.

Konunun sonuna doğru camiye giren bu köylü, konunun başını bilmediğinden, çok farklı bir şey anlar. Akşam, köyüne varır, köy imamı ile namaz kılarken, tesadüfen, yine eşek se­si, duyulur. Adam, namazın ortasında, bağırır, "Uşaklar namaz bozuldu, yeniden başlıyoruz" diye. Namaz, eşeğin sesinden bozulmadıysa bile, bir cahilin müdahalesinden bozulur. Herkes şaşkınlık içinde, birbirine, "Namazın, niye bozulduğunu sormaya başlar." Adam, "Dün müftü, eşek sesini duyun­ca,namaz bozulur, dedi" der.

İşin doğrusu araştırılınca, gerçek anlaşılır Cemiyette, bu tip yanlışların sayısı, tahminlerimizin çok çok üstündedir.

 

Reflekse Dönüşen İhanet

 

Şartlandırmayı, sistemli ve sistemsiz diye taksim etmek, konuyu aydınlatma bakımından, yararlı olacağı kanaatinde­yim.

Sistemli şartlandırma: Belirli kurallara uymayı sağlamak için, bir program çerçevesinde yapılan disiplinli seansların, or­taya koyduğu, bilimsel verilerdir.

Bu yolla çok yararlı neticeler elde etmek mümkündür. Bu husus ancak, iyi niyetli çalışmalar için geçerlidir. Kötüye kul­lanmak için yapılan şartlandırmalarda sonuç verir, fakat, bu sonuç iyi sonuç sayılmaz. İnsanları "zombi"leştirenler, bu me­todu en vahşi şekilde kullananlardır.

"Zombi"leştirme olayı ilk defa, HAİTİ adasında ortaya çıkıyor. Bir çiftlik sahibi, işçiliği bedavaya getirmek için, özel yaptırdığı bir ilaçla, gençleri robotlaştırarak, emrine amade hale dönüştürüyor.

Daha sonra bu olay, yetkililer tarafından fark edilip, yasal tedbirlerle önleniyor. Hatta, Haiti anayasasına, insanları zombileştirenler idam edilir maddesi ekleniyor.

Bazı ideolojilerinde insanlan robotlaştırarak, kendine, kul köle haline yapmaktadır. Çoğu zaman, bunlara yasal engeller de konulamıyor.

Bir de deney amaçlı şartlandırmalar vardır.Bunun en meş­hur örneği, Pavlof'un köpeklerinin zil sesine karşı geliştirdik­leri, biyolojik ve psikolojik reflekstir.

Sistemsiz şartlandırma; Hiçbir ilmi kurala bağlı olmadan, gayrı nizami, rasgele yapılan veya ortam gereği oluşan şart­landırmalardır.

Bunda, hiçbir amaç gözetilmediği için, neticenin zararlı mı yaralı mı olacağı kestirilemez.

Şartlandırmada, vahim olan bir şekil daha vardır ki, bilinç altı saplantılarını ve ideolojik takıntılarını her fırsatta açığa vu­ran tipler vardır. İşte bu kategoriye girenler, dünyanın en teh­likeli robotlaşmış varlıklarıdır.

Şöyle bir olay tasavvur edin, bir butikten, derimontları aşı-ran soyguncu birkaç (Ukrayna'lı) kadın düşünün. Butik sahibi­nin normal olarak, mahkemeye müracaat ettiğini hayal edin. Duruşma esnasında hakim, suçluları bırakarak, davacı madu-renin, kıyafetine saldırmaya başlarsa, bu olayı, şartlanmışlığın hangi kategorisine dahil edebilirsiniz?

Bu haberi bir gazetede okuyunca, gözlerime inanamadım. Bilinçaltı enfeksiyonuna dönüşmüş bu şartlı refleksle irti-batlandınlabilecek şu sözü ibretle okumalı:  "Vatanı  işgal edilmişlerden daha çok, beyni işgal edilmişlere acı­rım. Çünkü, beyin işgalinin kurtuluşu imkansızdır." Benden de al o kadar... Son derece masum bir, şartlanmışlık hikayesi görelim:

Memo Dayı, hayli yaşlı olan öküzünü satmak için pazara İndirir.

Her gelen müşteri, hayvanın ağzına bakar, yaşlı olduğunu görünce, uzaklaşırlar. Hayvan, ağzını açıp göstermeye o ka­dar çok alışır ki, karşı kaldırımdan geçenlere bile, ağzını açıp göstermeye başlar.

Şahsi zaaflarını, olur olmaz her yerde, ortaya çıkaranların kulakları çınlasın.

Dil Atlasımız

 

Dil, fikirlerin ve tasavvurların, bir dimağdan diğerine, ak­tarılmasında kullanılan, en müstesna vasıtadır.

Dil, yaratanın insanoğluna lütfettiği en büyük nimetlerden biridir.

İnsan, onunla, insanlığını ortaya koyar. Kendini ifade eder. Onunla, ilim semalarına kanat açar, geçmişi ve geleceği tahlil eder. Zamanı onunla anlamlandırır.

Yaratan her millete bir dil ihsan etmiştir. İnsanların kendi dilini sevmesi, kendini sevmesi kadar normaldir.Kişi kendini nasıl kötü addetmiyorsa, dilini de kötü saymamalıdır. Kötü ol­sa bile, saymamalıdır.

Hele, Türkcemiz gibi güzel bir dili varsa, onu hep başına taç etmelidir.

Gerçekten dilimizin çok enteresan özellikleri ve güzellikle­ri vardır. Bir çok değerimizden habersiz olduğumuz gibi, dili­mizin güzelliğinden de maalesef, öyle habersiziz. Dilini iyi de­ğerlendiremeyen milletler, iletişim problemi yaşamaktan, kav­ram kargaşası yaşamaktan kendini kurtaramaz.

Dil atlasımızı iyi tetkik edersek, dünyanın en kapasiteli dil­lerinden birine sahip olduğumuz görülür. Bu zenginliği, düşün­ce hayatımıza tam yansıtamadığımız için, günlük hayatımızda o kadar az kelime kullanıyoruz ki, el neredeyse o kadar keli­meyi, muhabbet kuşlarına öğretiyor.

İnsanların düşünce kapasitesi, bildiği kelime sayısına orantılıdır. O kadar az kullanılan kelimeyle, evrensel konulan algılama şansımız, yok denecek kadar zayıftır.

Dil atlasımızı ansiklopedik bir bütünlük içinde, lehçe, şive, aksan ve ağız farklanyla ortaya çıkartacak, nesillere dilinin gü­zelliğini, pratik halinde gösterecek çalışmalara şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır.

Bu boşluktan dolayı, kardeş ve dildaş olduğumuz ülkeler­le bile, anlaşma zorluğu çekiyoruz.

En iyi anlaştığımız Azerbaycan Türkçesiyle ilgili ilginç bir örnek:

Kanallardan birinde, Azeri bir sanatçının anlattığı bir ha­tırayı dinlemiştim.

İstanbul'da belediye otobüsüyle, şehiriçi bir seyahat esna­sında, ineceği durağa yaklaşınca, şoföre hitaben:

Lütfen, kalırsan? Ben düşecem. Şoför, hayret içinde:

Dikkat et, aman düşme kardeşim. Belki tansiyonu falan vardır, lütfen, dikkat eder misiniz? Der. Azeri yine ısrarla:

Benim mutlaka düşmem gerekir, niye kalmısan? Durum­dan biraz şüphelenen bir üniversite öğrencisi:

Sen inmek mi istiyorsun? Diye sorar. Azeri sanatçı:

Evet evet, inmek itiyorum, der. Bu şekilde işi düzelt­miş olurlar.

 

Dilimizin İç Dinamikleri

 

Dil ve lisan çoğu zaman aynı anlamda kullanılır. Oysa, di­lin bir çok görevi yanında, konuşmaya imkân sağlama görevi de vardır. Lisanla müşterek paydası bu noktadadır.

Asıl, üzerinde duracağımız konu da burasıdır. Yani, dilin konuşma görevi...

Bu manada dil, düşüncenin tercümanıdır.

Her tercümede bir miktar noksanlık olabileceği gibi, dil de, zihnimizde oluşan, düşünce,tasavvur ve muhayyileyi bütün ayrıntısıyla dışa aksettirmesi, mümkün görülmemektedir.

Millet olarak, her şeyden önce insan olarak en önemli gö­revlerimizden biri de, dilimizi korumak ve yüceltmektir. Bu­nunda en etkin yolu, dili doğru kullanmak, dili mükemmel ko­nuşmaya gayret göstermekle olur.

Büyük filozof, Konfüçyüs dilin önemiyle ilgili; "Dil ku­surlu olursa, kelimeler düşünceyi tam karşılayamaz­lar. Düşünce, iyi anlaşılmazsa, yapılması gereken iş­ler tam yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, ada­let yanlış yola sapar.

Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlaşan halk, ne yapa­cağını, işin nereye varacağını kestiremeyeceğinden, kargaşa ve terör çıkar" diyor.

Konuyu muhatabımıza, tam olarak anlatamazsak, ne gibi anormallikler ortaya çıkıyor, bir örnekle, anlamaya çalışalım:

Emekli bir hakimden dinlemiştim. "Samsun'da çalışan bir meslektaşını ziyarete gider. Makamında görüşürlerken, meslek taşının duruşmaya girmesi gerektiğinden, onu da meslekten olduğu için salona almakta sakınca görmez.

Dava sahibi, kırsaldan yaşlı bir köylüdür.

Hakim köylüye sorar:

Savlarını kanıtlamak için tanığın var mı? Köylü, şaşkın bakışlarla:

Hayır hakim beyim, yemin ederim ki, öyle bir şeyim j yoktur. Hakim yine sorar;

Savlarını kanıtlayacak, kanıtın var mı? Köylü, biraz daha şaşkınlasın

Kesinlikle hakim beyim, bende, öyle şey de olmaz. Yine hakim.-

Konuyla ilgili başka yanıtın var mı? Köylü, ezilip, büzü­lerek:

Öyle bir şeyim de yok hakim beyim.

Duruşma hakimi, tam kararı yazdırmaya başlarken, misa­fir hakim, samimiyetlerinden cesaret alarak, müsaade ister:

Acaba, bir soruda ben sorabilir miyim? Duruşma haki­mi, tereddütsüz kabul eder:

Tabi, tabi sorabilirsin. Misafir hakim:

Amca, şahidin var mı, şahidin? Köylü sevinçle:

Var, efendim var. Tam altı kişi bekliyor salonda...

Peki amca elinde hiç delilin var mı? Köylü, elini cebine sokarak, bir tomar evrak çıkarır:

İşte bu senetler. Misafir hakim, arkadaşına dönerek: -Özür dilerim, şimdi kararınızı yazdırabilirsiniz, der.

Dil yozlaşırsa adalet, nasıl yolunu şaşınyormuş, küçük bir örnek görmüş olduk.

 

Mahalli Ağız Farkları

 

Kasıtlı ve ideolojik saptırmalara aldırmadan, dilimizin, gramer ve yapısal özelliklerini, detaylı bir şekilde belirledikten sonra, lehçe farklarını, şive, ağız ve hatta kulanım farklılıkları­nı ortaya çıkaracak kapsamlı çalışmalar yapılırsa, dilimizin de­rin yapısı ve büyük ihtişamı ortaya çıkmış olsun.

Anadolu'da bazen komşu iki köy arasında ilginç ağız farkları görülüyor.

Kırsal kesimle, kültürlü kesim arasında da, enteresan sa­yılacak, farklılıklar gözlemleme imkanı vardır.

Seksenli yılların ortasına doğru, köyden ziyaretime gelen bir yakınımızla, o zaman altı yedi yaşında olan oğlumun yap­tığı şu konuşma, bu konuya verilebilecek tipik örneklerden bi­ridir:

O tarihte, Ordu'nun, Gülyalı ilçesinde görev yapmaktay­dım. Misafirimiz olan yakınımızla geç saatlere kadar oturduk, sohbet ettik. Misafir bir ara çocuğun elinden tutarak, dış salo­na çıkardı. Daha sonra bahçeye çıktılar. Bir süre sonra, içeri girdiler. Misafir, tuvalete girdi, çıkışında gülerek, çocukla ara­larında geçen şu enteresan diyalogu anlatti(Ortakaradeniz'in iç kesimlerinde kullanılan şekliyle çocuğa söyledikleri ve ce­vaplan:)

Oğlum ben dışarı çıkmak istiyorum.(Yani, ihtiyaç gidereceğim anlamında kullanıyor) Çocuk:

Olur amca, çıkalım. Alıp onu evin dışına çıkarıyor. Mi­safir:

Oğlum ben, su dökünecem. {Küçük aptes ihtiyacı oldu­ğunu anlatmaya çalışıyor) Çocuk:

Burada su var amca kullanabilirsin. Oradaki bir musluğu gösteriyor. Misafir şaşkın:

Oğlum bu evde yüz numara yok mu? Çocuk:

Yok amca, bu evin numarası otuz dört. O dediğinden plajda var. (Plaj kabinlerinden birinde öyle bir numara görmüş) Misafir, iyice şaşkinlaşıyor, bu sefer başka bir yerel ifade kulla­nıyor:

Oğlum ben, gezelemek istiyorum. (Bu da, yerel ağızda, küçük ihtiyaç gidermek için kullanılır) Çocuk:

Tamam amca, bu bahçede gezinebilirsin. Çaresiz misafir eve döner, Kendi çabasıyla tuvaleti bulur,

konu halledilir.

Köyle, şehirde yaşayan yakın akrabalar arasında, böyle ağız farkları yaşanırsa, beldeler ve bölgeler arasını vann, siz hesap edin.

 

Konuşmada Doğruluk Ölçüsü

 

Dilin, gramerini doğru kullanmaktan çok daha önemli olan, dili kullanmanın ahlaki boyutudur.

Kısaca buna, konuşma adabı dememiz mümkündür.

Yalan kadar dili çirkinleştiren, kişiyi basitleştiren bir olay tasavvur etmek mümkün değildir.

Sık sık, etrafındakilere vefasızlık yapan kişi gün gelir, ken­dine ve çevresine karşı güven duygusunu kaybetmiş olacağın­dan, kararsızlık ve tutarsızlık neticesi, kendine zarar verecek kimselerin etkisi altına girerek, topluma tamamen zararlı bir unsura dönüşecektir.

Birde, abartılı bir biçimde, yalandan kaçıyorum diye, de­nilmesi abes sayılacak doğrulan bile uluorta deşifre edenler vardır.

Büyüklerden biri, "Bazı doğrular, salyaya benzer, ağızdan çıktığı anda iğrençleşir.En iyisi kişinin onu yutmasıdır."

Bediuzzaman Hazretleri de: "Her söylediğin, doğru olsun, ama, her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir" der.

Maksat muhatabı ikna etmekse, doğrunun özünü zedele­meden çok farklı biçimlerde kullanmak mümkündür. İfademiz biraz diplomatça olur, hepsi o kadar.

Anadolu insanı bunu çok enteresan bir örnekle anlatır:

"Bir oha vardır öküz durdurur, Bir oha vardır zelve kırdırır."

Burada zelve, çift sürerken Öküzün boynuna takılan bo­yunluktur.

Ağızdan çıkınca, tiksinti veren doğruya bir örnek verelim:

Köyün birine arazi keşfi için bir hakim(o günkü şekliy-le,kadı) gelir. Kadının tek gözü anzalıdır. Kadı:

Bu köyün en doğru konuşan kişisini bana getirin, der. Köylüler, "Doğrucu Bekir" namındaki kişiyi kadının huzuruna götürürler. Doğrucu Bekir kadıya yanaşır:

Selamünaleyküm Kör Kadı,  der.  Kadı adama ters, ters bakarak:

Doğru ol dediysek bu kadar doğru ol demedik, be münasebetsiz herif, demek zorunda kalır

Buna benzer daha sayısız örnek bulmak mümkündür.

Dil Kirlenmesi

 

Dildeki gelişmeler ürkütücü boyutlara ulaşmaya başladı.

Tasviyecilik, an dilcilik, uydurukcacılık derken dilimiz, kor­kunç bir yozlaşma sürecine girdi.

Mazimizden hınç almak isteyenler, uydurukça konuşma­ya, nizama başkaldırmak isteyenler, sokak diline ve kenar ma­halle argosuna ve varlığımızın özüne kastetmek isteyenler ise, ecnebice konuşmaya yöneldiler.

Artık dil yozlaşması dil kirlenmesine döndü.

Anadolu'nun cefakar, fedakâr, vefakâr ve gariban sade vatandaşı, bu üç güruhun konuşmasından da hiçbir şey anla­mamaktadır. Anlaşmanın olmadığı ortamlardan uzlaşma bek­lenmez.Bu şartlarda, uzlaşmanın ortak paydasını bulmak mümkün olmamaktadır. Her kesim, kendi interlantını, uzlaş­ma sahası olarak dayatıyor.

Alt kimliğe mensup, çoğunluk, acaba bu beyler nece ko­nuşuyor? Diye şaşkınlıklarını ifadeden başka bir şey yapamı­yorlar.

Nasreddin Hocamızın tecrübelerinden öğrendiğimize gö­re, birde ayıca diye bir dil varmış. Bakalım bu dil nasıl bir şey­miş:

Aksiliği ve aksaklığı ile üne kavuşmuş olan Timurlenk, ka­fası takılan kimseleri çok ilginç yöntemlerle cezalandınrmış.

Günün birinde hocaya kafası takılmış. Çağırıp, bir evcij ayı vererek:

Bu hayvana, on beş gün içinde okumayı öğrete­ceksin, aksi halde sen bilirsin, der. Hoca çaresiz, hayva­nı alıp eve götürür. Kitapların arasına, fındık, fıstık, leblebi ve kuru üzüm gibi çerezler koyarak, ayıya bunları bulup, yemesi­ni öğretir. Verilen süre sonunda, ayı ile birlikte, Timur'un kar­şısına dikilir. Timur sorar:

Öğrettin mi? Hoca, sakin bir şekilde:

Evet efendim, öğrettim. Çok mükemmel okumaya baş­ladı, der. Timur, raftan kalın bir kitap çıkartıp, ayının önüne koyar. Hayvan dili ile sayfalan çevirmeye, çerez bulamayınca da homurdanmaya başlar. Hoca, heyecanla:

Bakın efendim ne mükemmel okuyor, der. Timur, hid­detle:

Ne okuması be, daha ne dediği bile anlaşılmıyor, der. Hoca, biraz mahcup ve birazda, muzip:

Efendim, hayvan ayıca okuyordu, siz ayıca bilir miydiniz? Der.

Bu ülkede galiba, herkes kendi dilinden konuşuyor. Va­tandaşın dilini, ne anlayan var, ne de soran. Necip Fazıl, bu­nun için olsa gerek ki, şöyle feryat ediyor:

Olanak, saptama, koşul, parasal, eğilim, Ya bunlar Türkçe değil, ya ben, Türk değilim.

İşte, size dil kirlenmesinin yansımalan....

 

Dile Bağlanan Hatalar

 

Dil, "sahibini vezirde eder, rezilde" sözü, konuşurken ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini, belirtiyor.

İnsanların çektiği belâların çoğu, "dili belâsı"dır.

Yine atalarımız, "dille bağlanan, dişle çözülmez" di­yerek, en önemli tecrübe dersini bize vermiş oluyorlar.

Dil, maksadı ifadede acizleştikçe, söylenmemesi gereken lakırdılar sarf ederek, sahibini içinden çıkılmaz, belalara düşü­rür. Bazen, kişi dilinin yaptığı hatayı canıyla, bazen de, istik­baliyle ödemek durumunda kalır.

İki kulağımızın olmasına karşılık bir ağzımız ve bir dilimi­zin olması, iki dinleyip bir konuşmamız, gerektiği şeklinde yo­rumlanmıştır. Bence, son derece yerinde bir yorumdur. Hatta, yetersiz bile sayılır. Bazen öyle kişiler vardır ki, yirmi defa din­leyip, bir kere konuşsa yine fazla sayılır.

Bazen da, öyle insanlar tanırsınız ki, susması konuşmasın­dan çok hayırlıdır.

Sonunda, "gel de dilime bağla demek istemiyor­sak" konuşmamıza çok dikkat etmek zorundayız.

İşte, size bir dile bağlama örneği:

Nerede akşam, orada sabah dolaşan aymazın biri, bir köy ağasının evine misafir olur.Üstelik yanında bir de eşeği vardır.

Misafirliği günlerce uzar, töre gereği, kimse yeter artık di­yemez. Günler sonra misafir, bir akla gelerek:

Şu benim eşeği hazırlayın da, ev ocak, çelik çocuk ne durumda bir bakayım, der. Ağa:

Oğlum amcanın eşeğini hazırla, der. Eşek hazırlanır. Tö­re gereği binek taşına kadar da uğurlanır. Ismariaşma faslı da biter, tam misafir eşeğine binmek üzereyken, Ağa:

İstersen, biraz daha kalabilirdin,deyince, misafir eşeğe binmekten vazgeçer:

Madem ısrar ediyorsunuz, kalalım bari, der ve eve doğ­ru yönelir. Ağa, oğluna:

Oğlum, amcanın eşeğini bağla, der. Oğlan biraz asabi ta­vırla:

Nereye bağlayım, baba? Adam, pişman bir ses tonuyla:

Nereye bağlayacan oğlum, dilimden daha uygun yer mi var? Gel, dilime bağla, der.

 

Söz Ustalığı

 

Aynı konuyu cahil anlatırken, huzursuzluk verir; bilge bir söz ustası anlatırken, dinleyenler huzur bulurlar. Anlatılan konu fark etmezken, sonucun böyle olmasının sebebi ne olabilir?

Arifler doğrudan doğruya, gönül kulağına hitap eder. Gö­nül diliyle konuşur. Gönül dili, huzurun kaynağıdır.Gerçeği, en hoş şekliyle ortaya koyar. Aynı gerçeği, birçok şekilde ifade et­mek mümkündür.

Cahil, dar ufuklu olduğundan, esneklik payı kullanamadı­ğından, dinleyenlerin huzurunu kaçırır. Kimseyi ikna edeme­mişken, ikna olma durumundakileri bile pişman eder.

Dava sahipleri, kıyılara vuran dalgalar gibi ısrarlıdırlar. Onların çekilmesi pes etmek değildir. Hamlesini, daha ileri noktalara taşımak için, geriden hız almaktır.

Onlar, usta satranç oyuncularına benzerler; durumuna gö­re, ileri ve geri manevra yaparlar. Konunun ambalajını vitrine göre değiştirmek, öze zarar vermez.

Aksesuarlar, konuyu daha cazip şekilde kavramamızı sağ­lar. Yoksa, konunun özü ile ilgisi olmaması gerekir.

Söz ustaları ve feraset sahipleri, öze ilişmeden, muhatabı­nı ikna etmeyi başarır. Önemli olan, insanları doğru yönlen­dirmede, ayrıntıya takılmamaktır.

Şu kıssada, size ışık tutan önemli bir örnek bulacaksınız:

Kralın biri, karmaşık sayılacak bir rüya görür. Yorumlat-mak için memleketin ünlü yorumcularını davet eder, hiçbirinin yorumundan hoşlanmaz, hatta bazılarının kellesini vurdurur. Çünkü, onlar krala:

Şehzadenin öleceğini, söylemişlerdi.

Günler sonra, bir bilge kişi krala, rüyayı kendisinin yorum­layabileceğine dair bir haber gönderir, kral, o zatı davet eder, yorumlamasını ister.

Rüyanızı bir ben dinleyebilir miyim haşmetlim? Der Kral, rüyasını tekrar anlatır.Bilge kişinin yüzü aydınlanarak, te­bessümleri artarak dinler ve sonunda:

Müjdeler olsun efendim, rüyanız çok güzel. Kral heye­canla:

Nasıl? Anlat bakalım, den Bilge kişi:

Efendim, yaratan size Öyle bir ömür bahşetmiş ki, ailenizden hiç kimse, şehzade dahi, sizin yolduğu­nuza şahit olmuyorlar, der.

Kral, o kadar mutlu olur ki, bilgini hediyelere boğar.

Görülüyor ki senaryonun özü değişmedi. Şehzade her halükarda, hapı yutuyor.

 

Espiride Ölçü

 

Medenilere galebe, ikna iledir. Söz anlamayan, vahşiler gibi, icbar ile değildir." Sözü iki önemli hususu belirtir.

Medeni, kültürlü, görgülü ve bilgili insanları bir hususta ik­na edebilmek için, bilimsel yaklaşımın dışında bir yöntem kul­lanmak yanlış olur. Onları kabullendirebilmek ikna metodu ile­dir, zorlama ve kaba kuvvet onlarda aksi tesir yapar.

Ancak, vahşi tabiatlı, bilgisiz, kültürsüz ve kaba saba tip­ler belli oranda, cebir kullanılabilir kanaatindeyim. Çünkü, bu tiplere medeni ve kibar davranmak onların küstahlığını kamçı­lar. Bu davranışlar onlara yavan gelir.

Laubaliliğe ve aşırılığa kaçmamak kaydıyla, yerinde ve za­manında, nükte yapmak, espri yapmak ve hazırcevap olmak başlı başına bir meziyet sayılmaktadır.

İnsan kişiliğine uymayan mizah, aynı zamanda, İslam di­nine de uygun olmayan davranışlardır. Bu konuda haddi aşan bir hiciv örneği görelim:

"Bahriye nazırı ibrahim Paşayı, Şöyle tasvir ediyor vakanüvistanı ümem; Şayet soyundan geleceğin bilseydi, Havayı almadan boşardı Adem." Bu kadar abartılı bir hakareti, mizah kategorisine sokmak mizaha haksızlık olur.

Nefi bunun bir boy daha hafifini yapmış:

Müftü Efendi bana kafir demiş, Aha ben de diyeyim ona Müslüman. Nasıl olsa mahşer günü; ikimizde çıkarız yalan."

Meşru cevap hakkı niteliğindeki, bazı tarihe geçmiş espri­leri de, takdir makamında zikredelim:

İstiklal şairimize, inançlı kimliğinden dolayı cephe almış çok entel tip vardı.Bunlardan biriyle bir gün, meclis koridorun­da karşılaşırİar.Akif'in yeni bıraktığı sakalına bakarak, küstah bir tavırla:

Yahu sen, maymuna dönmüşsün, der. Akif, tam karşısın­da duran bu ukalaya:

Affedersin, o zaman başka tarafa döneyim, der.

Yine meclîs kürsüsünde konuşurken, muhaliflerinden bi-ri,ayağa kalkıp bağınyor;

Sen, baytar değil misin? Akif kürsüden, ona hitaben:

Evet, yoksa sen hasta mısın? Der.

İki örnekte Süleyman Nazif'ten zikredelim: Süleyman Nazif bir gün, Cağaloğlu yokuşunu tırmanır­ken, Hüseyin Cahit'e rastlar.Moralsiz ve telaşlı olduğunu gö­rünce sebebini sorar.H. Cahit'te:

Hiç sorma Nazif ağım, gazeteye yazdığım şiirimdeki (Ben bu milletin öksüzüyüm, mısraı,) mürettip hatası olarak,

 (Ben milletin öküzüyüm,) şeklinde çıkmış,der. S. Nazif, an­lamlı anlamlı gülerek:

Sen buna mürettip hatası mı diyorsun? Bu tam bir mürettip sevabıdır, der.

İstanbul, İngilizler tarafından işgal edilipte, ileri gelen itti­hatçıları Malta'ya sürgün ettikleri zaman, Sürgünler arasında, Süleyman Nazif'te vardır. Gemide yetmiş seksen kişilik gurup, giderken çeşitli konulardan sohbet edilmektedir. Konu dönüp dolaşıp, harama kuşak çözüp çözmemeye gelir. Enver Paşa­nın babası büyük bir gönül rahatlığıyla:

Ben hiç hayatımda harama uçkur çözmüş insan değilim, der. S. Nazif daha fazla dayanamaz, atılır:

Beyim keşke helalada çözmeseydiniz de, şu mu­sibet herif başımıza gelmeseydi de, bizde bu belalara giriftar olmasaydık, der.

 

Konuşma Adabı

 

1- Söyleyeceğin sözün sonunu düşünüp ona göre konuş­malısın.

2- Konuşman, bir amaca hizmet etmeli. Dünya ve ahret noktasında bir işe yaramalıdır.

3- Sözlerinle kimsenin gönlünü kır manialısın. Başkasının sözünü keserek konuşmaya girmemelisin.

4- Karşındaki kişinin niteliklerine göre, makamına, mev­kiine göre konuşmalısın.

5- Överken de, yererken de, abartıdan uzak durmalısın.

6- Toplumda yüksek sesle konuşmamalısın.

7- Amaçsız ve boş sözlerle zaman kaybetmemelisin.

8- Konuşurken gurur belirtisi sayılacak tavırlara girmeme­lisin. Bilgiçlik  taslamamalısın.Başkalarının  sözlerinde   kusur aramaya gayret etmemelisin.

9- Dilini çirkin sözlere alıştırma. Yalan söylemeye asla te­nezzül etme. Dedikodu ve koğuculuk gibi adiliklerin semtine bile yaklaşmamalısın.

10-  insanlarla alay etmemelisin, hoşlanmayacağı şaka yapmamalısın, anormal lakaplar takmamahsın.

11- Sana emanet edilen sırra asla ihanet etme.

Peygamberimize, kurtuluş yolu sorulduğunda "Dilini muhafaza et" buyurmuşlardır.(R. Salihin trc, C.3, Sh. 107)

Dille dalkavukluk yapmakta, dilin sefilleşmesi, kelimelerin adileşmesidir.

İnsan türünü en fazla basitleştiren hususlardan biri de dal­kavukluktur.

Bu karakter fukaralığına ışık tutar ümidi ile, size şu gedi­ğin taşını anlatmak istiyorum:

Padişah, bir gün aşçısını çağırıp, kendisine baharatlı bir dil yemeği yapmasını ister. Orada oturan saray dalkavuklarından biri de, başlar dil yemeğinin özelliklerinden bahsetmeye:

Dil yemeği, karaciğere iyi gelir. İştahı açar.....gi­bi. Ertesi gün, aşçı:

Haşmetlum, bugünde dil yemeği yapmamı emreder mi-siniz?der. Padişah, biraz isteksiz:

Bugün dil yemeği istemem, zaten dün yeteri kadar ye­dim, der. Dalkavuk, yine atılır:

Zaten, dil yemeğinin besin değeri yoktur, haşmetlum, gi­bilerden konuşmaya. Padişah:

Bre insafsız, dün de dil yemeğini öve öve bitirememiş-tin, der. Dalkavuk pişkin bir edayla:

Haşmetlum, bendeniz dilin değil, zat-ı alinizin dalkavuğuyum, der.

Dalkavuk ahlakında, konunun önemi yoktur, dalkavukluk yapılan kişinin önemi vardır. Tarihi olayları bir de bu noktadan tasnife tabi tutmak gerekir, kanaatindeyim.

 

Nesilleri Kimlik Ve Kişilik Bunalımına Düşürme Yolları

 

Oturup, hayali bir senaryo üretelim:

Hainler, milletimizi çökertmek için, bir manifesto kaleme alsa, acaba; nelerin yapılmasını, hangi metotların uygulanma­sını isterler ve bu doğrultuda avanelerine ne gibi direktifler dik­te ettirirlerdi:

 

A- "Nesilleri Tarihlerinden Nefret Ettirin"

 

Geçmişle olan, maddi manevi, her çeşit bağını kopartın. Mazisini, her vesile ile kötü göstermeye çalışın. Her çeşit olumsuzluğun kaynağı olarak, geçmişi gösterin.Onların üstün­lük olarak algıladıkları, bazı tarihi olay ve sosyal değerleri, olumsuz ve çirkin imajlarla irtibatlandırın. Kahramanlıklara, barbarlık deyin. Geçmiştekilerin, sadist olduklarını, dengesiz olduklarını ve hatta, sapık olduklarını ısrarla vurgulayin.

"Devlet-î Ebed Müddet" idealini yıkın. Tarih birliği, millet birliği ve ülke birliği şuurunu tahrip edin.

Tarihe bakıp, o miili aynada kendini büyük görme gibi bir duyguya kapılmasınlar. Aksi takdirde, büyük işlere talip olur­sa, fetih sevdası yeniden alevlenirse uyuyan devi uyandırmış oluruz.

O zaman ise, başımıza gelebilecek felaketin haddi hesabı olmaz. Dünyayı bize dar getirirler.

Sürekli kişisel problemleri ön plana çıkarın. Ayrıntılarla I meşgul edip, düşüncesini kısır konulara yönlendirmesini sağ­layın.

" Cihan Şümul olma" düşüncesini mutlak surette en­gelleyin, vs... vs...

Fener Patriklerinden biri de; bu milleti yıkmak için, Rus çanna yazdığı mektupta bunlann benzeri olan konulan öner­mişti.

Şimdi başımızı iki elimizin arasına alıp düşünelim: ...Aman Allah'ım, yoksa bütün bunlar tatbik ediliyor da, bu ta­lihsiz milletin haberi mi yok? Yoksa kurt gövdenin içini mekan tutmuş ve hatta o gövdenin sahibi ve amiri olduğunu iddia et­meye başlamış da, "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" haline getirilenler bu işin farkında mı değil?

Bu ve benzeri soruları sayısız kere arttırmak mümkündür. Görülüyor ki, bu hamur çok fazla su götürüyor.

Biz yine masum bir Temel esprisi ile bu kimlik meselesine farklı bir bakış kazandıralım:

 

Başarılı  İletişimde Düşüncennin Gücü

 

Temel Londra'da ikâmet etmektedir. Oraya her gelen hemşerisi ile ilgilenip yardımcı olmaya çalışır. Ancak, bazı hemşerileri tarafından dolandınlmış olmak zoruna gider. O da daha hiçbir vatandaşına tanışhk vermeyeceğine karar verir.

Günün birinde bir Karadenizli Londra sokaklarında Te-met'e rastlar ve peşine takılır:

Hemşerum sen Türk misun? Hemşerum sen Türk mi-sun? Temel uzun süre suskunluğunu koruduğu halde, öbürü ıs­rar etmekten vazgeçmez. Temel daha fazla dayanamaz:

Uşağum, penu rahat pırak. Pen halis muhlis İn-ciluzum, der.

Keşke bütün kimlik inkarcıları, bu işi Temel gibi masum nedenlerle yapabilse.

 

B - Kültürünü Kötüleyin

 

Bu milletin gençlerine; " uygar bir geçmişe ve mede­nî bir kültüre sahip olmadıklarını her fırsata tekrarla­yın".

Yaşamakta olan mevcut kültürün ise; kırsal gelenek ve gö­reneklerden ibaret göçebe kalıntıları olduğunu, ilkel toplum adetleri olduklarını, çağdaş olmadıklarını, o kadar ısrarla vur-gulayın ki, adeta beyinleri yıkansın.

Kendine ait dilden, edebiyattan, mimariden, sanattan ve müzikten aşağılık duygusuna kapılarak uzaklaşsın ve kopsun.

Buna karşılık; batı kültürünü, medeniyetini, sanatını, ede­biyatını ve müziğini son derece cazip, ileri ve çağdaş gösterin. Vs... vs...

Eğer, ben şu anda bunları yazarken rüya görüyor değil­sem, veya bir kabusu yaşamıyorsam; bu ve benzeri olaylar bu ülkede sahneleniyor demektir.

Tarihi gerçekler beni yanıltmıyorsa; senfoni orkestrasının ülkemizi teşriflerinde (!) Türk Musikisi (Şarkısı ve Türküsüyle komple) resmen yasaklanmıştı. O zamanlar bir çok aydınımız (!) bu konuda ahkam savurmuşlardı. En ünlülerinden, F. R. Atay; Türk Müziğine, burada tekrarlamaya gönlümün elver-meyeceği kadar ağır hakaretler içeren yazılar yazmıştı.

Yine Nurullah Ataç " Biz Yunanca ve Latince bilme­yen bir milletiz, kabalığımız mazur görülmelidir" tü­ründen saçmalıklar kaleme alıyordu. Umarım bütün bu hatır­ladıklarım bir kabustur, inşallah ben yanılıyorumdur, inşallah bu rüyadan ayılmam nasip olacaktır.

Yakın tarihimiz gösteriyor ki, o günlerde yüksek zevat sık sık, senfoni orkestrasından konserler dinlemeye giderlermiş. Konserin birine Kel Ali namındaki ünlü zat, biraz geç gelir ve önce gelen arkadaşına sorar:

Orkestra hangi parçayı çalıyor? Arkadaşı:

Beşinci senfoniyi çalıyor. Kel Ali, üzülerek:

Hay kahretsin, demek dört tanesini kaçırmışız. der.

Yine sonradan görmenin birine:

Mozart'ı sever misin? diye sorarlar. O da:

Ne demek, Çok iyi bir ahbabımdır. Hatta, geçen­de, saat, 8.30 vapuruyla birlikte, Büyükada'ya gittik, der. Karşısındaki kişi biraz bozularak:

İyi ama, beyim, 8:30 vapuru Büyükada'ya uğramaz ki...

 

C- Rakip Milletleri Taklit Etmesini Sağlayın

 

Ünlü bîr sosyologun görüşü doğrultusunda: "Garp mil­letlerinin, müteşebbis ruhlu, işveren ve araştırmacı olduklarını; diğer milletlerin ise, amele statüsünde bulunduklarını, üzerine basa basa, belirtin.

Hatta, doğu milletlerinin; nüfus artışını da bu hususla irti-batlandınn. "İş, az patrona, çok işçiye ihtiyaç gösterir. Onun için, doğu halklarının nüfus artışı doğal bir ayarlamadır" tar­zındaki pratik yaklaşımlarla, zihinlerini bulandırm.

Öylesine şartlandırın ki, "çağdaş hale gelmek için, ileri milletleri her yönüyle taklitten başka, yol olmadığı" kanaatine, kayıtsız, şartsız kapılarak her fırsatta ve her yönüyle onları tak­lit etsinler.

Kendi kimliğinden ve kökünden öyle kopar ki, özgeçmişi­ne, ısrarla lanetler yağdırsınlar. Hatta, kendilerine yeni dede­ler ve geçmişler uydursunlar. "Hitit'lerin torunuyum, Sümerle-rin devamıyım" falan gibi.

Ben, şahsen bu ülkede böyle haince iş ve işlemlerin olabi­leceği kanaatinde değilim.

Acaba, bizim aydınlarımızdan!!) 23 Temmuz, 1908' de, Sirkeçi'de, sabahın erken saatlerinden itibaren, saatlerce trenle gelecek olan İngiliz Büyükelçisi Malet'i bekleyenler ol­du mu?

Belki diyeceksiniz ki, "Olmuş olabilir, bu kadar basit bir şeyi gündeme getirmenin, ne gereği var?

Ama, kazın ayağı öyle değil.

Abdülhamit'e muhalif bu takım, Malet trenden iner in­mez, öyle tezahürat yapıyorlar ki, adamcağızın, önce yüreği ağzına geliyor. Sonra, gönüllü müstemlekeleri olduğunu fark ederek rahatlıyor.

O sadık uşakların arasından selamlayarak geçer ve ileride bekleyen, beygirlerin çektiği kupa arabasına biner.

Bu esnada gözlerine dahi inanamayacağı bir olayla karşı­laşır. Bu sadık köleler gelip, arabanın beygirlerini çö­zerek, arabayı İngiliz elçiliğine kadar kendileri çeker­ler.

Milli kimliğinden bu derece nefret eden bu milletin şeref­li bir ferdi olmaya; İngiliz elçisi Malet'in arabasına beygir ol­mayı tercih eden güruhu acaba hangi kategoriye sokmamız gerekir?

Bugün de bu güruhun uzantılan, benzer faaliyetleri deği­şik platformlarda büyük bir cüretle sürdürmeye devam etmek­tedirler.

Yeni nesiller bu şer odaklarının ve fitne virüslerinin ne ka­darının farkındadırlar acaba?

İşte hamiyet sahiplerini kara kara düşündürecek, can alıcı soru...

 

D-İnançlarını Zayıflatın

 

Bu milletin evlatlarını, manevi dinamiklerinden, en büyük güç kaynağı olan dinlerinden ve inançlarından uzaklaştırın.

İslam dininin, bilime bakışını gözardı edin. Din adına ah­kam kesen bazı cahil softalann konuştuklarını ön plana çıka­rarak, din ve bilim çatışmasına meydan hazırlayın ve bu olgu­yu alabildiğine körükleyin.

Eğer gençliği, aydınlatmaya kalkan bazı uzak görüşlü ilim ve fikir adamlan çıkarsa, bunları çeşitli yaftalarla ve ithamlar­la damgalayarak, safdışı bırakmanın yollarını bulun. Bu konu­da, yalan ve hile kurallarımıza uygun sayılmaktadır.

Dini yaşayışı, çağdışı göstererek, modayı, alkolü ve her çeşit sefahati uygarlığın gereği imiş gibi lanse edip, cazip gös­terin.

Maneviyat büyüklerini, karalayıcı yayınlara ağırlık verin. Bu konuda kullanabileceğiniz iş birlikçilerinin sayısını artınn.

Medyanın en etkili silahımız olduğunu unutmayın ve asla med­yayı ihmal etmeyin.

Bu hususta, misyoner ve müsteşriklerden taktik almayı ve onlarla dayanışma halinde, bu kampanyayı her kesime ve her kademeye yaymayı asla ihmal etmeyin.

Jan Jak Russo'nun, "Müslümanlar cahil kaldıkça, Müslümanlıktan; Hıristiyanlar alim oldukça, Hıristi­yanlıktan uzaklaşırlar" tarzındaki, tespitlerinden yararla­narak, Müslümanları cahil bırakın ve dinden uzaklaştırın.

"Bu iletişim çağında, nasıl cahil bırakabiliriz?" diye sıkıntı çekmeyin ve tereddüde düşmeyin. Onlan, ayrıntılarla ve ma­gazin kültürüyle öylesine meşgul edin ki; asli davalannı ve mil­li ideallerini, düşünmeye ve araştırmaya fırsat bile bulamasın-far ve cahil kalsınlar.

Bütün bu tedbirlere rağmen, hala; "kral çıplak deme cüretini gösterecekler çıkarsa; onlara Öyle bir komp­lo hazırlayın ki, analarından doğduklarına bin pişman olsunlar.. .vs. .vs "

Hainlerin hazırladığı entrikalarla; şeytanın hazırladığı ent­rikayı kıyas edebilmeniz bakımından ve hainlerin entrikaları­nın daha nitelikli olduğunu görebilmeniz bakımından; işte, si­ze bir hikaye:

Şeytan, kendi noksan ve kusurlarını görmeyipte, her fır­satta kendisine söven bir adamdan intikam almak ister. Adam, bir gün pazara iner. Katır hayvanının son derece rağbette olduğu bir devir olduğundan, gezmek maksadıyla katır pazarına uğrar.

Bir anda gözlerine inanamaz, Öylesine güzel bir katır hay­vanı bulur ki, hayran kalmamak mümkün değildir.

Almak niyetinde olmadığı halde, öylesine bir fiyatını so­rar: Bu seferde kulaklarına inanamaz. Çünkü, fiyat son dere­ce kelepirdir. "Bu fiyata bu kadar güzel hayvan kaçırıl-maz" diyerek, borç harç hayvanı satın alır.

Akşam eve gelirken, hayvan mahalle çeşmesinin peteğin­den su içmek için sapar. Su içerken; hayvan, birdenbire küçül­meye başlar. Sahibinin şaşkın bakışları altında, parmak kadar kalarak, çeşmenin kurnasına girer. Adam, başlar feryat etme­ye:

Yetişin komşular,  katırım çeşmenin kurnasına girdi. Komşular bu feryat karşısında hayrete düşerler:

Katırın kurnaya girmesinin mümkün olmadığını, adama anlatmaya çalışırlarsa da; bakarlar ki, her şey nafile...Adam­cağızı, apar topar tımarhaneye götürürler. Doktor, adamın ağ­zından, vakayı dinledikten sonra:

Şok geçiriyor, ıslatılarak dövülmesi gerekir, diye teşhisi­ni koyar, ilgili personele de talimat vererek:

Bu hasta, ne zaman bu olayı anlatırsa; aynı işlemi tek­rarlayın, der.

Adamcağız bu muameleye birkaç defa maruz kaldıktan sonra; bu olayı anlatmaktan vazgeçer.

Bir süre sonra, doktorla, hastahane bahçesinde karşılaş-tıklannda, doktor kendisine:

Senin katırdan ne haber? Diye sorar. Adam kararlı bir yüz ifadesiyle:

Ne katırı anlamadım? der. Doktor:

Hani canım, şu senin çeşmenin kurnasına giren katırın vardı ya, onu soruyorum, işte. Adam alaycı bir tavırla:

Doktor bey, sen benimle alay mı ediyorsun? Hiç kosko­ca katır kurnaya girer mi? Doktor, adamla bu diyologtan son­ra, düzeldiği kanaatine vararak taburcu eder. Adamcağız evi­nin yolunu tutar. Mahalleye gelip, çeşmenin yakınından geçer­ken, kimseye çaktırmadan çeşmeden tarafa bakar. O da nesi? Katır kulaklarını kurnadan çıkarmış, "hL.hih" diye kişniyor. Adam çaresizlik içinde:

Anam katırım, ben senin orada olduğunu zaten bitiyorum; ama, bana söyletmiyorlar ki, der.

Biliyorum, bu örnek, bugün, "kral çıplak," deme cüretini gösterenlere uygulanan, akıl almaz entrikalar yanında çok ba­sit kalmaktadır. Hatta, devede kulak bile sayılamaz.

İşte bir dörtlük:

"Lügatlerde isim yok bu tezada,

Gösteremez tarih, böyle bir hata.

Dini çıkar alı haraç mezada,

Uyduramam hiçbir misale seni."

 

E- Zorlayıcı Tedbirler Uygulatın

 

Bütün bu anlatılan metotlarla, istediğiniz çizgiye gelme­miş olanlar çıkarsa; onlara karşı korkunç denecek boyutta zor­layıcı tedbirler aldınn ve uygulatın.

Gerekirse yasal kılıflar hazırlayın, kanunları öyle yorumlat ki; ülkenin asli çoğunluğu bir anda suçlu duruma düşsün.

Bu konuda, Napolyon'un:

Bana, hiç ilgisi olmayan öyle bir konu söyleyin ki, onu yorumlayarak, sizi idama götüreyim" sözünde­ki inceliği kendi amacınız doğrultusunda kullanmaya gayret edin.

Bazen demokrat gözükün, ama; gerçekte tam bir diktatör ve müstebit olun.

Kitlelerin çoğu, kaba kuvvete saygı gösterir ve ondan kor­kar. Bu, sosyo- psikolojik bir realitedir.

Mutlaka sindirmenin yolunu bulun ve sindirin..vs..vs.

Bir araştırmacımız ve düşünürümüz yakın tarihi sorgular­ken; hangi dönemin baskı ve istibdat dönemi olduğuna şöyle açıklık getirmeye çalışıyor:

Abdülaziz dönemine bakıyoruz, o gün ne idi?

İstibdat, baskı ve zulüm.

Sonra Abdülhamit dönemine bakıyoruz, o gün ne idi?

İstibdat, baskı ve zulüm.

Sonra İttihat dönemine bakıyoruz, o gün ne idi?

İstibdat, baskı ve zulüm.

Şimdi, bu dönemler bitti. O günler çok, geride kaldı. Şimdi yepyeni bir dönemin içindeyiz, peki, bugün ne?

Bugün mü? ...Çarşamba, ağabey...

 

Ahlat

 

Bize, geçmişimizi karanlık ve iğrenç göstermeye çalışan­lar, dinimizi ve inancımızı çağdışı ve ilkellikle bağdaştırmaya gayret edenler, milli kimliğimizden uzaklaştırarak, düşman milletlerin maskarası durumuna sokmaya uğraşanlar, sıra kendi nesillerine gelince; bakalım nasıl davranıyorlar?

Bu konuda sizlere, Fransızlann çocuklar için yazdırıp ya­yınlattığı enteresan bir çocuk kitabından bahsetmek istiyorum:

Fransızca'dan dilimize çevrilmiş, "Ahlat" isimli bir çocuk kitabı okumuştum.

Çocuklara Özellikle şu mesajlar veriliyordu: "Bir bahçede muhtelif meyveler, kırmızı kırmızı elmalar, boy boy armutlar, şeftaliler ve erikler vardır.

Bu meyveler içinde bir armut ağacı elmaya, aşın derece­de özenti duymaya başlar. Sürekli onun tontonluğuna imrenip onun gibi olmanın yollarını araştırır.

Günün birinde bahçeye, (kitapta tann deniyor; ama, biz inancımız gereği Hızır diyelim.) Hızır uğrar, her meyvenin ih­tiyacını sorar, sıra armuda gelince; armut yana yakıla, elmaya benzeme konusundaki derdini anlatır. Eğer bu isteğinde mu­vaffak olmazsa; ebediyen bedbaht olacağını," ifade eder.

Hızır da ona:

Her meyve kendi öz şekliyle güzeldir ve o haliyle sevilir. Hiç kimse seni elmaya benziyorsun diye beğenmez ve sevmez der. Fakat armut, ısrarından vazgeçmeyince, ona elmaya ben­zemenin formüllerinden birkaç tanesini(istemeye istemeye) söylemek durumunda kalır. Ancak; "Bu taklit yolunun, çok anormal bir özenti olduğunu, taklitçinin taklit ettiği­nin aslına hiçbir zaman, gerçek olarak dönüşemeyeceğini ve yerini tutamayacağını," açık bir şekilde anlattı­ğı halde, armut; bu şifa bulmaz inadından vazgeçmez. Aldığı formülü uygulamaya koyulur. Armut olma özelliğini kaybettiği gibi, elma da olamaz. Elmayla armut arasında, tuhaf bir gö­rüntü kazanır.

Bir gün bahçeye piknik yapmak için bir grup genç gelir, her meyveden bol miktarda kana kana yerler. Bu arada genç­lerden bazılarının, taklitçi armut dikkatini çeker, "Bu neyin ne­si imiş, bir bakalım" derler, meyvelerinden koparıp tattıktan sonra hayretle bir birbirlerine; "Bu ne elma ne de armut; bu olsa olsa ahlattır "derler.

O tarihten sonra,bu türün adının ahlat olarak söylendiği rivayet olunur.

Dünyada, anlaşılan hiç kimse kimseyi, bir başkasının tak­litçisi diye sevip taktir etmiyor. Bizi seven aslımızla ve özümüz­le sever. Taklitçiliğimizle sevmez.

Yapma bebek ne kadar güzel olsa da;asıl canlı bebeğin ya­nında son derece basit kalır.

Kıyas dahi kabul etmez.Taklit de bir nevi böyledir.

 

Hem Boy Hem En

 

Her bitkinin, yetişmesine uygun ortamı ve iklimi var­dır. Bitkileri bu tabii ortamlarından uzaklaştırmak onların kuru­malarına veya cılız kalmalarına, bodurlaşmalarına sebep olur.

Milletlerinde buna benzer böyle milli kültür ortamları var­dır. Bu ortamından koparılan nesillerde; estetik haz ve zevk al­ma mekanizmaları feci şekilde dumura uğrar.Mimariden, mü­ziğe, edebiyattan sanata; dimağ zevkinden, damak zevkine ka­dar, her bedii hususta kararsızlık ve kaos yaşanır. Ünlü keman­cılarımızdan birinin bu konuyla ilgili bir denemeyi, kendi ağ­zından dinlemiştim:

Konservatuara gelen ve her fırsatta pop müziği dinlemek istediklerini söyleyen gençlere, teneke gü-rültüsüyle doldurduğu kasetleri, pop kaseti diye din­letisini ve zavallı gençlerin bu vahşi gürültüye anlam­sız ve ritimsiz danslarla iştirak edişlerini" tatlı bir üslup­la anlatmıştı. Bizler de, trajik bir hayret içinde dinlemiştik.

Yahya Kemal, bu tip acı manzaralan değerli mısralarına şu şekilde yansıtıyor:

Derler: insanda derin bir yaradır köksüzlük, Budur alemde, hudutsuz ve hazin Öksüzlük."

Kültür yozlaşmasına ve zevk dumuruna farklı bir boyuttan bakmamız sağlayacak, şu örneği, gediğin taşı olarak değerlen­direlim.-

Bir Arap ailesi, ülkemize turist olarak gelir. Şirin yöreleri­mizden birinde, bir pansiyon kiralayarak yerleşir. Adam, ye­meye içmeye bir şeyler almak için manava gittiğinde orada, taze incir görür. İncirin tazesini hiç görmediğinden, alır ve eve götürür, Aile bireyleri bu yemişi çok severler. Bir daha getir­mesini isterler. Fakat, bu sefer manavda incir kalmadığı için tarifle anlatmaya çalışır:

Dün buradan, dışı deri gibi, içi dan gibi bir yemiş almış­tım, çocuklar çok sevdiler, ama, şimdi göremiyorum, der. Ma­nav, biraz düşündükten sonra, patlıcan olabilir mi diye?

Acaba, bu muydu? Bir bakar mısın? der. Adam patlıca­nı uçundan bir ısınr ve yüzünü buruşturarak:

Birader sen, dünden bu yana, o meyvenin hem boyunu uzatmışsın, hem tadını kaçırmışsın, der.

Bu şanlı fakat, talihsiz milletin zavallı evlatlan da, yabana kültürler karşısında düştüğü şaşkınlıktan, bir iki asırdan buya­na kendini kurtaramamaktadır. Kendi kültürünün, boyunu ve tadını bir türlü, denk getirememektedir.

 

Dayım Öyle Dedi

 

Ahmakı kandırmakla, akıllıyı kandırmak aynı teknikle olmaz.

Ahmak kandırmak ve yanıltmak kolay; İkna etmek zor­dur. Akıllıyı ikna etmek kolay; kandırmak zordur.

"Uyanıkları tuzağa iki ayağıyla düşürmek için" kurulan tu­zağında uyanıkça kurulması gerekir.

Uzmanlar bu tuzağa, (beyin yıkama) "C" formülü diyorlar. Yani üç doğru arasına bir yanlış yamamak...Bu şekilde çem­beri tamamlayarak, çevirtmek...Doğrulardan hareketle, yanlı­şı kabul ettirmek...Bir nevi şartlandırarak beyin yıkama....

Ahmağa, üç yanlış arasına bir doğru koymak gerekir. O, mantıklı olandan şüphelenir.

Zannediyorum ki, bizim aydın geçinen uyanıklar tuzağa böyle düşürülüyor. Doğrunun suda kırık gözükmesi gibi, milli gerçekleri bir anda tersyüz ediyorlar. Bir tür halisünasyon ya­şatmaya başlıyorlar.

Tarih boyu aydınlarımız yanılmaktan, bu millette onlara tahammül etmekten usanmamışlardır.

Tarihin tekerrür edişi gibi, bu yanılma ve yanıltılma olayı, hep yenilenip durur.

İşte size, birkaç antika örnek:

21Temmuz, 1905'de Ermeni militan(Joris Efendi) tara­fından, Abdülhamit'e suikast yapılır. Aydınlarımızın bir kısmı, hiç tereddüt etmeden, bu bombalı suikastçıyı desteklerler. T.Fikret:

"Ey şanlı avcı damını beyhude kurmadın, Attın fakat yazı ki, yazıklar ki vurmadın" der.

Ahmet Refik ise, yazdığı kitapta "Memleketi bir zalim­den kurtarmak için, bu kahramanlığı bir Ermeni vatan­daşımız yapmıştır" diyerek, içindeki kini satırlara aktanr.

Aydınlarımızın, "Halisünasyonu"(serap görmesi), hala bit­miş değildir. Bu konu üzerindeki örneklerle, "İhanetler An­siklopedisi" yazılsa; en kapsamlı kısmını bizim aydınlarımı­zın marifetlerinin dolduracağı kesindir.

Akıllıya, zehiri altın kupayla verirler; ahmaklara, boyalı te­neke kupayla verilse içirme şansı çok daha fazla olur.

Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, zeki gençlerimizin aza­mi derecede dikkatli olması gerekmektedir. Onlara hazırlanan tuzaklar, çok daha sinsicedir. Çok daha haincedir.

Siz zeki gençler, tereği pusula yerine kullanamazsınız. İş­te size, saf bir vatandaşın hikâyesi. Bu anlatacağım olay ya­şanmış bir hatıradır. Rahmetli kayınpederim, seksenli yılların ortalarına doğru, fındık bekçiliği yapmak için, yan yaşlarında bir kişi getirmişti.

Adamcağız, biraz saf davranışlı idi, kendine göre doğrula­rı ve saplantıları vardı. Adeta bildiğinden çevirmekte imkansız gibiydi. Namazına, niyazına düşkün olan bu vatandaş, ne hik­metse, kıbleye hep yanlış duruyordu. Kendisine, kayınpede­rim:

Kıblenin o yönde değil, şu yönde olduğunu, söylediği hal­de, kabul etmemişken, kendisinin kandırıldığını sanıp bozulu­yordu:

Siz, beni kandınyorsunuz, kıble, o yönde değil, bu yön­de, diyordu. Ona bir gün:

Sen, kıblenin böyle olduğunu nereden biliyorsun? diye, sorduğumuzda, verdiği cevap son derece ilginç oldu:

Dayım bana, namaz kılarken sol omzunu terek-ten yana çevirirsen, kıbleye dönmüş olursun, sîz, be­nim dayımdan daha mı iyi biliyorsunuz ki, beni kan­dırmaya çalışıyorsunuz dedi.

Ahmakları ikna mümkün olamadığından, tereğin konu­munu değiştirerek işi halletme cihetine giftiysek de, evin ko­numu uygun düşmediğinden, konu çözümsüz kaldı.

 

Olmaz Olsun Böyle Kibarlık

 

Yönetmelik ve mevzuatlanmızda, bulunan sayısız komedi, trajedi ve dramlara birkaç örnek verelim:

1993 Yılında, bir gazetede haber olarak okumuştum. Sü­rücü belgesi almak için, askerlik durumuyla ilgili bir bilgide is­teniyormuş ki, yetkili memur, bir albaydan da bu tip bir belge getirmesini ister.

Albay askerlik şubesine vardığında, kuyrukta kadınlarında olduğunu görür. Sebebini sorunca, onlannda askerlikle ilgili bilgi için burada olduklarını Öğrenir.

Mevzuattaki mantığın bu olmadığını her idrak sahibi an­larken, yorum farkı bu manzaraya sebep olmaktadır.

Yine seksenli yıllarda, bir fakülte mezunu, ilkokul diplo­ması fakültede kaldığından, (İlkokul diplomasını dosyaya koya­madığı için,) gerekli evrakı tamamlayamadığı gerekçesiyle, eh­liyet sınavına giremediğini anlatmıştı. Mevzuatta ki: (Asgari il­kokul diploması gerekir,) ifadesi galiba, "mutlaka ilkokul diploması" şeklinde yorumlanmış ki, bu tirajı komik durum ortaya çıkmıştır.

Bir ithalat ve ihracat belgesi almak için, yetmiş kadar yet­kili imza taşıyan ayn belge istendiğini duyunca, hayrete düşmüştüm, İşte girişimci yetişmesini engelleyen basit gerekçele­re dayanan bürokratik engeller.

Devlet vatandaşından, ne kadar çok belge istiyorsa o ka­dar çok konuda vatandaşına güvenmiyor demektir. "Güven­meyene güvenilmez" prensibinden hareketle ülkemiz baş­tan sona bir güvensizlik anaforuna dönüyor. Oysa, Demokra­tik ülkeler bu olayı, anayasalarına koyduklan, ".. Devlet, va­tandaşın, beyanına güvenmektedir" yazarak hallediyor. Kendine güvenilen vatandaş da, bu güveni boşa çıkarmıyor, oralarda usulsüzlük, yüzde, bir iki olurken, vatandaşına güven­meyen ülkelerde, yüzde seksenlere tırmanıyor. Bir örnekte eğitimden verelim:

İlköğretimde, devamsız bir öğrencinin ikâmeti bilinmiyor­sa, durum bütün Türkiye ye tamim edilerek, en ücra köydeki okula kadar resmi yazı ulaştırılıp, devamsız çocuğun, onların okulunda olup olmadığı sorulur. On binleri aşan cevaplar alınır.

Milyarları aşan bu harcamalar ve işlemler basit bir forma­litenin yerine getirilebilmesi için yapılmaktadır.

Sadece bir devamsız öğrencinin, bu yolla takibi(ki, bu yol­la sağlıklı bir sonuç alındığına rastlanmamışken) okulsuz yöre­lere birkaç derslik yaptırabilecek harcamaya mal olmaktadır.

İşte size, tespitin bir başka çeşidini anlatan ilginç bir ör­nek:

Bir diktatör, halkına hitap etmek için, kürsüye çıktığı es­nada, kürsünün önündeki kalabalıktan "bir hapşırma" sesi işitilir.

Kim hapşırdi, ileri çıksın bakayım, der. Halk, son dere­ce korku içinde olduğundan, kimseden ses çıkmaz. Bu sefer askerlerine dönerek:

Şu ön sıradakileri kurşuna dizin, der. Yine önceki soru­yu tekrarlar. Yine kimse öne çıkmayınca, ikinci sıranın da kur­şuna dizilmesini emreder. Bu sefer ikinci sıradan bir gariban, süklüm, büklüm öne çıkarak:

Bendim, yüce efendimiz, der. Diktatör, zoraki bir gülüş­le, büyük bir soğuk kanlılıkla:

Çok yaşa evladım, çok yaşa, niye çekmiyorsun ki, adam yiyecek değilim ya, bak ne kadar kibar dav­ranıyorum? der.

Diktatörler, çok yaşa diyeceği kişiyi bu metotla tespit et­mektedir.

Ne kadar sağlıklı bir tespit olduğunu görmüş oldunuz.

 

Sebepler Ve Sonuçlar

 

Ben, "hüsnü taliTi sadece edebi sanat zannediyordum. Hayatın gerçekleriyle yüzleşince gördüm ki, bu "güzel sebep bulma sanatının" aynı zamanda uygun gerekçe bul­ma veya uygun kılıf bulma şeklinde de kullanıldığını anladım. Her kesim, toplum problemlerini, kendi zaviyesinden de­ğerlendiriyor. Ona göre sonuçlar çıkarıyor.

Yanlış anlaşılmasın, kimsenin görüş belirtmesine, düşünce ortaya koymasına ve yorum yapmasına karşı değilim. Ancak ben, görüş dikte ettirilmesine ve görüş dayatılmasma taham­mülsüzüm.

Realiteye göre, program yapma ve gündem belirleme ye­rine, gündeme göre realite bulmaya ve oluşturmaya çalışırsak, toplum gerçeklerinin dışında kalmış oluruz.

Piyasadaki gündem maddelerini incelerseniz, ne fosilleş­miş klişelerle, karşılaşacaksınız.

Sebepler ne olursa olsun, şartlar neyi gerektirirse gerek­tirsin, hep birilerinin dayattığı ve ön gördüğü sonuca, varmak zorunda bırakılırsınız.

Aksi takdirde dinozorlar tarafından, anında imha edilirsiniz.

Sevimli kahramanımız Temel'inde, deneyleriyle çıkardığı so­nuç, hazırladığı rapor bu konuya biraz olsun ışık tutmaktadır.

Temel biyoloji asistanı olarak göreve başladığı laboratuarda, günlerce, bıkmadan, usanmadan bir deneyin üstünde çalışır.

Temel'in bu gayretini görenler, hayranlıklannı gizleyemez-ler.Temel'in deneyi şudur: Bir camekanm içine koyduğu pire­nin hareketlerini kontrol, sıçrayışlarını tetkik etmektedir.

Temel elinde bir çubukla, camekana vurarak, "HOP" der, hayvan zıplar.

Sonra pirenin arka ayaklarını keser, yine aynı komutu tekrarlar, fakat pire zıplamaz. Temel'de bu şekilde kafasında­ki sonuca ulaşmış olur. Raporuna, şunları yazar:

"Pirenin arka ayakları çesuldüğünde, kulakları duymayı,"

 

İhmale Kıuf

 

İş sahiplerinin çalıştırdığı elamanda arayacağı en önemli vasıflar, başta "iş ahlakı ve iş disiplinidir."

Bu özelliklere sahip eleman, işten kaçmaz ve kaytarmaz.

Yapmamak için bahane icat etmez.

Yapmak, başarmak ve mükemmel bir eser ortaya çıkar­mak onun en büyük arzusu ve zevk kaynağıdır.

"Baştan savmacı" bir mizaca sahip kimseler ise, her ih­mallerine ayrı bir kılıf bulurlar. Bir şairin dediği gibi:

"Her vakte bir özür bulur, binamaz olan.." Kamu­da karşılaştığımız en can alıcı mazeretler: "

"O benim işim değil ki," "O bana yazılı olarak tebliğ edil­medi ki," "o benim branşımın dışındadır."...vs..vs..İşte bu tip mazeretlerin, ilginç bir hikayesifYeni Türkiye mecmuasından)

"Benim İşim Değil ki"

Hikayemiz, herkes, birisi, herhangi biri, hiç kimse adlı dört kişi hakkındadır.

Yapılması gereken Önemli bir iş vardı. Herkes, birinin bu işi yapacağından emindi,

Gerçi işi her hangi biri de yapabilirdi ama, hiç kimse yap­madı.

Birisi buna çok kızdı. Çünkü, herkesin işiydi. Herkes, her hangi birinin bu işi yapabileceğini düşünüyordu ama, hiç kim­se, herkesin yapmayacağının farkında değildi. Sonunda, her hangi birinin yapabileceği işi, hiç kimse yapmadığı için, her­kes birbirini çok suçladı.

 

Leyla Mecnunun Nesi?

 

Hayatta en zor işlerden biri,hatta imkânsız denecek kadar zor biri;budalaya yanlış izah etmek ve kabul ettirmektir.Makul ve mantıklı insan, belirli ilmi kriterleri görünce neticeyi tahmin ederek, hatasından vazgeçebilir.Hatadan vazgeçmekte; bir ka­biliyet ve fazilet gerektirir. Cenap Sahabettin, bu konuda "Ah­mak, ışıkla alevi kanştınr ve kendini her yakanı güneş sanır" demektedir.

Ne ilginç bir tersliktir ki, ahmaklar kandırılabilirler de, ik­na edilemezler. îkna olmakta bir haslet ve meziyet gerektirme­dedir. İkna olmak için, belirli kıstasların, bilimsel koordinas­yonları, kıyas ve yorumlarının yapılabilmesi gerekmektedir.

Ahmaklar, konuşulanı dinliyor gözükürken; alık alık bir bakışları vardır ki, konuşmacıyı çileden çıkarır. "Ne anladıkla­rı" sorulunca da, anladıklarını izaha kalkışmaları, işin vahame­tini ortaya çıkarır.

Bunun için olsa gerek ki, bir düşünür, "ilim cehli gide­rir; ama, ahmaklık baki kalır," der.

Şimdi, bu gediğe bir taş ayarlamaya çalışalım:

Misafirperver bir kişi, misafirine hoşça vakit geçirtmek için, Leyla ile Mecnun'un hikayesini okumaya başlar.

Hikayenin uzadığını görünce, misafir uykusuz kalmasın diye:

İstersen, burada keselim, der. Misafir ısrarla.

Oku, oku uyku Önemli değil, çok heyecanlı bir hikaye, der. Bunun üzerine ev sahibi, sabaha kadar hikayeyi okumayı sürdürür ve hikaye biter. İkisi de yorgun ve uykusuz düşmüş­lerdir. Ev sahibi önemli bir işi başarmış olmanın mutluluğu ile misafirine sorar;

Hikayeyi nasıl buldunuz efendim? der.Adam, memnun tavırlı:

Çok müthiş, çok eşsiz bir hikaye.ömrümde bu kadar gü­zel bir hikaye dinlemedim: Ancak, bir noktayı tam olarak an­layamadım.der. Ev sahibi büyük bir merakla:

Neresini anlayamadıysanız? Söyleyin, açıklayayım der. Misafir:

Acaba, Leyla, Mecnun'un nesi oluyordu? Onu anlayamadım, der.

Ev sahibinin o anki halini siz düşünün.

 

Yalanların Altın Çağı

 

Gerçek olan şu ki, global sistem kendi belasını üretiyor.

İnsanlık, stres, endişe, güven bunalımı ve korku gibi ruhi marazlarla iç içe yaşamaya başladı. Artık asabiyet ve stres ça­ğımıza damgasını vuran hastalıklardır.

Tahrip olmuş bir sinir sistemi diğer bütün hastalıkların açık davetçisi durumundadır.

Pekiyi; "İnsanları böylesine geleceğinden güvensiz­liğe düşüren, maziyi karanlık gösteren, bunalımlara sebep olan olgu nedir?"

Bu soruya verilecek cevap, ciltler dolusu akademik çalış­ma gerektiren, konulan içermektedir. Her tavrın ve her hareketin yapmacık olduğu çağımızda, insanoğlu neye, nasıl güven duyacaktır.

Güzelliklerin dahi sahte hale dönüştürüldüğü, doğallıkla, yapmacıklığın birbirinden ayırt edilemez duruma sokulduğu, bebeklerin ağzındaki memelerin dahi, "yalancı meme" oldu­ğu, silikonların yaratılışın önüne geçmeye çalıştığı, her çeşit senaryonun hayali olduğu bir alemde, acizleşen insanoğluna mutlak manada ümidi ve huzuru ne bahşedebilir?

Temelinde menfaat duygusunun ve yalanın yattığı ideolo­jilerin insanoğluna gösterdiği adres çıkışı olmayan bunalımlar labirentidir. Orada, serap, aldanış, gözyaşı ve hüsran vardır.

Bu kadar sistemli bir şekilde düzenlenmiş sahtekarlıklar karşısında günlük hayatımızda karşılaştığımız acizlik ifadesi ka­çamak yalanlar, son derece basit kalmaya başladılar.

Sanki, yılanın yanında sivrisinek misali...

İşte böylesine ihtişamlı ve yaldızlı yalanlar yanında, şu aciz garibanın haline bakın.

Gencin biri, parkta bir arkadaşına mektup yazmaktadır. Görgüsüz bir tipte yan taraftan mektubu okumaya çalışmak­tadır.

Mektup yazan, genç adama ters ters bakar; fakat, görgü­süz bir türlü durumu kavrayamaz. Genç, sonunda mektubuna, şu ifadeleri yazmaya başlar:

"Arkadaşım, sana daha çok şeyler yazmayı düşünüyo-dum; ama, şu anda bir görgüsüz ve münasebetsiz başımda durdu, sürekli mektubumu okumakta. Onun için kısa kesiyo­rum, kusuruma bakma."

Adam, pişkin ve umursamaz bir tavırla: - Hemşerim,  niye arkadaşına yalan yazıyorsun. Senin mektubunu okuyan mı var? der.

 

Menfaat Oltası

 

İnsanoğlunun en kolay yakalandığı olta, menfaat oltasıdır. Çıkarın cezp etmediği av, çok azdır.

Maddeci düşüncenin değişik versiyonlarını içinde barındı­ran, Batı medeniyetinin menfi yüzü, her bitirdiği konuyu, de­jenere ettiği hususu yeniden elde etmek için sistemieştirir.

İnsanlığı dejenere ettikten sonra, insan haklarını geliştir­meye ve kurallarını oluşturmaya başlamıştır. Elbette bu yapı­lanlar içinde insanlığın menfaatine olan çok hayati konular vardır. Biz burada, konunun Özünü irdelemeye çalışıyoruz. Ferit Kam

"Medeniyette hayli terakkiler var, bu gidişle mün-tehasını bulacak,

Böyle hızlı giderse, korkarım, bir gün insanlık be­lasını bulacak" demiştir.

Çeşitli buluşlarla,önce ekolojik dengeyi bozuyorlar.Hatta, klora- flora karbon ve türevleriyle ozon tabakasını bile delik deşik ettikten sonra, "çevreciliğin kriterlerini" oluşturmaya ça­lışıyorlar.

Bizimkiler, ne icat aşamasında, ne de, kurallarla koruma aşamasında bu işin bir yerlerinde değiller ama, tahrip nokta­sında, hiç de geri kalır yanımız yoktur.

Pekiyi, kriterlere uyma konusundaki duyarsızlığımız; "kö­peği, Öldürene sürüklettirirler" sözümüzdeki yaklaşım gibi, tahripte onlarla birlikteyiz, onarmada yavan davranıyoruz.

Kimse ayranım ekşi demez. Herkes kendi açısından, ken­dini haklı görmektedir. Kusurunu mertçe itiraf edene nadir rastlanır..

Batı medeniyeti ile İslam medeniyetinin özünü karşılaştı­rırsak, batı medeniyetinin özünde, çıkar ve tahrip vardır. Bu­nun en canlı örneği, yapılan iki dünya savaşıdır. Öldürülen in­san sayısı yüz milyona ulaşmıştır.

Bunun faturasının ağır olduğunu görerek, farklı projelerle zayiatı asgariye çekmeye çalışıyorlar. Bu geçmişe rağmen şim­di bize, insan hakları dersi verebiliyorlar. Biliyorlar ki, biz şu an, onlann bize benimsettiği bazı ideolojilerle bu ihlalleri yapı­yoruz.

"Tereciye tere satılmaz", "bizim size lanse ettiğimiz o ideolojinin, vahşi bir sistemi öngördüğünü, siz, bizim kadar bilemezsiniz" demeye getiriyorlar. El hak, doğru söy­lüyorlar.

Maddeci felsefe, kendi teorilerine öyle yaldızlı kılıflar bulu­yorlar ki, cazibesine kapılmamak hayli güç hale geliyor. Ken­di özkaynaklanndan mahrum bırakılan, aymazlar bir balık saf­lığı ile bu oltalara koşuyorlar.

Nesilleri "zombileştirmek" nasıl olsa rağbet gören bir iş kolu.

Batının çıkar oltasıyla, Temel'in balık oltası arasındaki kı­yas kabul etmez farkı size bırakıyorum:

Avlanmanın yasak olduğu bir gölette, Temel'in oltasıyla balık tutmaya çalıştığını gören görevli:

Burada balık tutmanın yasak olduğunu bilmiyor musun? Temel umursamaz bir tavırla

Pen, pahk tutmirum, der. Görevli öfkeli:

Ne yapıyorsun ya? Çek bakalım şu, oltanı.Temel oltayı, ucunda solucanla birlikte çeker. Çok Öfkelen görev!i"Nedir ya bunlar, der. Temel yine aldırmadan:

Uşağımı, ben, hau zavallı solucana yüzme öğret­meye çalışınım, der.

Temel'in solucanı, Temel'den, ne kadar yüzme öğrenirse, bizim medeniyetimizde, diğer medeniyetlerden o kadar, insan­lık Öğrenir.

 

Görev Şuuru

 

İş verimini artırmak için en Önemli husus, sağlıklı bir istih­dam, planlama ve iş taksimidir.

İş bölümünü ne kadar mükemmel yaparsak yapalım, yine­de gözden kaçan bir konu olabilir. Bu herkesin yapa bileceği sıradan bir aynntı iken, önemsenmeyişinden dolayı ortada ka­lakaldığını ve problem oluşturduğunu görürüz.

Konuya şöyle bir bakış açısı getirelim: Bir gün kan grubu­muzun acilen anons edildiğini duyarız. Belkide de o an bir ki­şi bu kanı bulamazsa, ölecektir.

Bu gerçeği bildiğimiz halde, "nasıl olsa bir giden olur" mantığı ile, umursamaz davranmz.Kan vermeyi ihmal ederiz. Şayet o hasta, kan bulamadığından ölürse, bu umursa­mazlığımız, bir tür, cinayete pasif iştirak sayılmaz mı?

Alimlerimiz, bu olayı dini açıdan değerlendirirse, olayın "farzı kifâye" mesabesinde olduğunu açıklarlar zannmdayim.

"Bana ne?" anlayışını bu ülkeden acilen sürmemiz gere­kir. Bir şairimizin dediği gibi:

"Bana neyi akıllılık sananın,

Başı varda, beyni yoktur inanın....."

Aldırmazlığını aldırmamız, umursamazlığı kaldırmamız la­zımdır.

İşte klasik ihmalciliğimize bir örnek:

Müftünün biri, yeni yaptırdığı caminin önüne mermer bir havuz yaptırdı. Konuşmasının sonunda, cemaate:

Yann camiye gelirken herkes bir kova su getirerek, ha­vuza koysun, dedi. Söylenen zaman gelir, havuza bir kova su bile gelmediğini gören hoca, cemaatten bazılanna:

Niye, su getirmedin? diye sorar, onlar:

Nasıl olsa, herkes getirir, bir benimki fark edilmez, diye düşünmüştümderler. Hoca, bunun üzerine:

İşte, bu ümmetin geri kalışın en büyük sebebi. Kimse üzerine sorumluluk almıyor. Herkes, mesuliyeti başkalanna havale ederek, işi birilerinin yapmasını bekliyor. Oysa, mazi-mizdeki yükselme döneminde, anlayış böyle değildi: "Ben, görevimi eksiksiz yapayım, yapma imkanı olmayana da yardım edeyim" şeklindeydi.

O gün onlar öyleydi, dünyaya hükmediyorduk. Bugün biz böyleyiz, dünya bize hükmediyor.

 

Organizasyon Ve Önemi

 

Organizasyon Fransızca'dan dilimize girmiş, günlük haya­tımızda kullanılan bir kavramdır.

"Düzenlemek işi, düzenleme ve tertip" manalarında

kullanıldığı gibi, "kuruluş, kurum ve teşkilat" anlamların­da da kullanılır.

Organizatör de, organizasyon işini yürüten kişidir.

Günümüz dünyasında bu iş en revaçta olan mesleklerden­dir. Sektör olarak, en önde gelen sektörlerdendir.

Günümüzde başanlan işlerdeki payın en önemli kısmı, or­ganizasyona aittir.

Her konuda olduğu gibi, batı bizi bu konuda da, fersah fersah geçmiştir. Japonların yaptırdığı bir araştırmada; Birey­sel bazda, en başanlı milletin Türkler olduğunu fakat, organi­ze işlerde, en başarısızlar arasında yer aldığımızı görüyorlar. Bu tespitin doğru okunması gerekir.

Biz, çok önemli bir konuyu, organizasyon bozukluğu ve planlama hatasından berbat hale sokarken, batı milletlerinin, basit bir konuyu, organizasyondaki basanları nedeniyle, bir anda dünya gündemine taşımaları üzerinde çok durulması ge­reken bir husustur.

Biz haklı davalarımızı, anlatamaz, hatta yanlış anlatırken, onlar yanlışlarını öyle planlı takdim ederler ki, dengeler bir an­da altüst olur.

Günümüz şartlarında, organizasyonun önemi saymakla bitmez. Çoğu üniversitelerde, bu iş için özel kürsüler oluşturul­maktadır.

Birde, işi tamamen akıntıya bırakmış milletler vardır ki, her konuda, hüsrana uğramaya mahkum ve mecbur gibidirler.

Potansiyel imkanlarımızı çok iyi değerlendirmemiz gerek­mektedir.

Biz, bir şeyi geç kabulleniyoruz. Eğer, bu işi tam olarak kabullenirsek, kısa zamanda, büyük işler başarabileceğimizden kimsenin şüphesi olmaması gerekir.

İşte, bu gerçeğin, çarpıcı ve esprili bir örneği:

İkinci dünya savaşında, Alman orduları, Yoguslavya'yı da istila etti, Nazi subaylanndan biri, Bosna yöresinde bir handa gecelemek zorunda kalır. Gece ihtiyacını gidermek için, tuva­let arar, bulamayınca, hanın bekçisini uyandırır ve sorar:

Bu hanın tuvaleti nerede? Bana gösterir misin? der. Hancı şaşkın ve ürkek:

Bu handa, tuvalet yoktur efendim, demek zorunda kalır. Nazi Subayı:

Peki, siz ihtiyacınızı nasıl görüyorsunuz? diye sorar. Hancı:

Benimle gelir misiniz efendim? der ve peşinde subayla, handan çıkar, bir tarlaya doğru götürür, parmağı ile ileriyi gös­tererek:

İşte, oraya doğru gidip, ihtiyacımızı görürüz, der. Nazi Subayı, gidip, döndükten sonra:

Siz, nasıl milletsiniz, sizde bir tuvalet yapacak kadarda, organizasyon yeteneği yok mu? diye çıkışır. Bosnalı, mahcup bir eda ile:

Şayet, o organizasyon dediğin şey, bizde olsay­dı, şimdi, sen, bizim tarlaya değil de; biz sizin tarlaya ediyor olacaktık efendim, diye anlamlı bir, itirafta bu­lunur.

İşte, size organizasyonun önemini gösterecek, çok çarpı­cı bir örnek.

 

Çelişkiler Varoşu Veya Varoşların Çelişkileri

 

Görenek ve geleneklerin çepeçevre kuşattığı kırsallarımız ve köylerimiz; aynı zamanda da, fedakarlığı, saflığı ve iyi niye­ti de temsil etmektedir.

Metropollere doluşan garibanlar, çoğu zaman bu töreleri de taşırlar o metropol bulvarlarına. Taşralı kültürle, kent kül­türü arasında amansız çatışmalar yaşanır. Zaman zaman, bel­li alanlarda, belli konularda trajikomik görüntüler sergilenir. Gelir uçurumlannm ayırdığı bu tabakalar arası yaşananlar, ki­taplara, filmlere konu olur çoğu zamanda.

Bu çelişkiler arenasında yaşananlar, sosyal bünyemizde her gün biraz daha derinleşen yaralar açılmasına, sebep olur­lar.

Ülkemizde bu derece hızlı yaşanan bu sosyal sirkülasyon; belki de dünyanın hiçbir yerinde bu derece yoğun görülme­mektedir.

İşte, bir sefalet abidesi gibi, bütün ihtişamıyla, karşımızda duran varoşlar. O varoşları dolduran, Anadolu'nun bağn yanık garibanları. O garibanların, ortaya koyduğu sayısız, trajikomik olaylardan, sadece bir tanesine bir örnek:

Sirkeciden kalkan bir trende, garibanın biri nasıl olmuşsa bir yer kapabilmiş. Ayakta kalan uyanıklardan biri, bu garibanı yerinden nasıl kaldırabileceğini tasarlar, imdat kolunu çek­meye çalışıp ta, çekemiyormuş gibi yapar. Sonra arkadaşına:

Uğraştım, katiyen çekemedim, sen çekebilir misin? Diye sorar. Arkadaşı da, denemiş gibi yapar:

Çekemedim, imkânsız çekilmiyor, der. Bunları izlemek­te olan, saf gariban:

Uşaklar, çekilin bir de ben bakayım, der ve yerinden kal­kıp, kolu çekmeye gider ve asılıp, çeker. Birden, tren durur. Kontrol görevlileri vagona koşuşurlar, bakarlar hiçbir tehlike yok, asabi bir ses tonuyla, sorar:

Bu imdat kolunu hanginiz çekti ulan? diye. Adamcağız, büyük bir marifet yaptığını zannederek, sağ pazusunu

Ağan, ağan, hem de tek koluyla, der. Garibanın ye­ri kapılmışken, bir de fena şekilde azarlanır.

 

Feodal Siyaset

 

Politik arenamız, oldukça ilginç ve karmaşık manzaralar­la doludur.

Ankara'daki yetkililerin, genel politik çözüm üretmeleri gerekirken; mahallinde bir muhtarın veya bir mahalli yönetici­nin dahi kolaylıkla halledebileceği işlerin tutsağı haline gelme­leri, çözümsüzlüğün en önemli ayağını oluşturmaktadır.

Vefa, bitkisinin hiç çiçek açmadığı iklim, şüphesiz çıkar eksenli politikanın hüküm sürdüğü ortamlardır. Bu ortamlar­da, kurulmuş olan makinelerin yegane görevi insan öğütmek­tir.

Orası, ehliyetin, liyakatin, faziletin, ilmin ve irfanın hiç ba-rınamadığı lanetli bir muhit sanki,.. Entrikanın, fitnenin ve fe­sadın en gür boy attığı, bitirimler çıkmazı...

Feodal ağaların, çete reislerinin, kasaba kabadayılarının . ve bilcümle madrabazların yönlendirdiği ve yönettiği bir ucube meslek, kamu yararına çözüm üretmekten uzak politika çık­mazı.

Milli iradenin gerçek belirleyici olması için sabrımızı daha ne kadar zorlayacağız, bilemiyorum.Günümüzde artık, bağım­sızlığın, hür ve müstakil olabilmenin yegane kaynağının, bu ol­duğunu anlamak için, daha ne yapılması gerektiğini de kestirebilmiş değilim.

Bu hakları, artık; kimse bu şanlı millete lüks saymamalı ve çok görmemelidir.

İşte, popilis yaklaşımlardan birine, ilginç bir örnek:

Hala, feodal yapının hüküm sürdüğü yörelerimizden birin­de, bir aday, ağanın yanına gider ve ağaya, minnetle:

Ağam, lütfedersen, sayende şu köy kahvesinde halka, bi konuşma yapayım, der. Ağa hemen emreder, köy kahvesi ağ­zına kadar insanla dolar. Aday, konuşma yapmak için bir san­dalyenin üzerine çıkar, başlar, en üst seviyeden konuşmaya. Konuşur, konuşur. Öyle bir noktaya gelir ki, flaş cümleyi pat­latır:

Ey Kanuniler, ey Fatihler, ey Yavuzlar kalkın da, bizim bu ülke için yaptığımız hizmetleri görün...der. Ağa, biraz hayret ve hiddetle ayağa fırlar:

Lo  hırbolar,  begefendi  kimlerin  ismini sölise, kalksa ya lan ayağa...diye gürler.

İşte politikamızı yönlendiren ve besleyen kaynaklar...

Namus Günü Ve Milli Refleksi

 

Belli konularda gösterilen, genel reaksiyonlara, milli ref­leks diyoruz.

Kısaca; vatan, millet ve mukaddesat aleyhine olan konu­larda, sosyal refleksin reaksiyona dönüşmesi kitle tepkisinin boyutlarını gösterir.En önemli konu, bu toplumsal potansiyeli doğru kullanabilmektir.

Sağlıklı tepki, nedir? Ne değildir?

Uygun konuda, uygun zamanda, uygun mekanda ve uy­gun tarzda ortaya konulan reaksiyondur. Bu kriterlerden biri noksan olursa, hedef ıskalanmış, demektir.

Ne hikmetse, toplum olarak tepki oklarımızın, hedefleri­ne pek iltifat etmedikleri bilinen bir vakıadır. Kimi oklar, hedefi de ileri geçer, kimileri yan yolda kalıp, hedefe ulaşamaz. Amaç, hedef olduğuna göre, hedefi geçenle, hedefe varama­yan arasında, basan acısından, pek fark yok sayılır.

Kimileri, bir bardak suda fırtına kopararak, yersiz gergin­likler meydana getirir. Kimileride, fırtınadan bir bardak su çı­karamaz, her konuda, aciz ve tepkisiz kalırlar.

Neye, ne zaman ve nasıl tepki gösterdiğimizi, Urfalı kar­deşlerimizin, şu meşhur, "is ot" fıkrasında görmeye» çalışalım:

Fransızlar, Urfa'yı işgale yeltendiği esnada, ahali kıraatha­nelerde dama oynamaktadırlar. Haberciler peşpeşe sökün edip:

Kalkın, ey hamiyet sahipleri, şehir elden gidir, dedikleri halde, yine kimse aldırmaz. Bir başka grup haberci:

Düşman, namusa saldırmaktadır, yetişin, dendiği halde, yi­ne kimsenin kılı kıpırdamaz. Bir başka grup haberci gelir ki:

Yetişin ey Urfalılar, düşman isot tarlalarına girmiş dır, derler, bir anda ortalık toz duman olur, bütün Urfa ahalisi aya­ğa kalkar.

Daha durulur mu? Keko, biz, hep mi öldük ki, isot tar­lalarını düşman ayağı bastirak, diyerek, öyle bir hücuma ge­çerler ki, düşman neye uğradığını anlayamaz, anasından doğ­duğuna pişman olur, Urfa topraklarını, bir daha dönmemek üzere terk ederler.

Urfalı kardeşlerimiz, 11 Nisan destanını, böyle esprili bir şekle çevirerek anlatırlar. Urfalıların vatan, namus ve din kolularında ne kadar, hassas olduğunu bilmeyen yoktur, Ancak, millet olarak bazen, amaçla, aracı karıştırdığımız, önemli ko­nuda tepkisiz kalıp, basit konuda fırtına kopardığımızda bir va­kıadır.

Bu gerçeğe ışık tutması için bu hoş espriyi üretmiş olsa­lar gerek.

Urfa, öğretmenliğe ilk başladığım yer olduğundan, onlar­daki Haliliyyetin, hoş görüsüne sığınarak, konuma misafir et­mek istedim.

Bilvesile, Urfa'yi Şanlıurfa yapan, bu yiğit kardeşlerimi, hasretle selamlıyorum.

 

Büyükler Ve Küçükler

 

İlkel toplumlarda kayıtsız şartsız kabile şefine itaat kültü­rü hakimdir. Kabile şefinin buyrukları, kutsal addedilerek, hiç­bir sorgulamaya tabi tutulmaksızın uygulanır.

Bu itaat kültürü, öyle iflah olmaz bir saplantıdır ki, kişinin ve toplumun bütün potansiyellerini sıfıra indirir. O insanların, ölülerden farkı, sadece hareket etmeleri ve yiyip içmeleridir.

Bu insan topluluklarını, yürüyen kadavra saymak hiç haksız bir benzetme sayılmaz. İşte geriliğin, ana sebeplerinden en önemlisi....

Bu tip anlayışların günümüz milletlerinde de yansımaları­nı ve kalıntılarını, bol miktarda bulmak mümkündür. Çağdaş statükonun anası, bu tarihi tortulardır.

Milletlere en fazla zaman ve enerji kaybettiren de bu tip saplantıları aşma gayretler karşısındaki anlamsız dirençtir. Ge­lenekçi hazırcılar, yeni çözüm yolları üretme yerine, bu tip ha­zır formülleri, her probleme uyarlamaya çalışarak çözümsüz­lüğün en büyük kaynağını teşkil etmiş olurlar.

Bazen, bir ceberudun dayattığı şablonun sonsuza kadar, bütün dertlerin devası zannedilmesi, insan türüne yapılabile­cek en büyük kötülüklerin başında gelir.

Bu teslimiyetçi zihniyet içinde, nice mağluplar vardır ki, kendini en büyük galip zanneder. Nice düşmüşler vardır ki, kurtulmuş olduğuna inandınlmıştır. Durmadan, içten gelerek ve yüksek sesle kurtuluş şarkıları haykırır. Kendini kurtardığını zannettiği kimseler için kurbanlar keser. Zaten en büyük kur­banda, bizzat kendisidir.

Böyle paket çözüm üreten kurtarıcılardan birine, küçük bir örnek verelim:

Köylünün birinin elinde, antika değeri yüksek, kıymetli bir küp bulunmaktadır. Aynı zamanda da ahınnda besleme bir to­sunu vardır ki, kimse bakmaya kıyamaz.

Zaman zaman bu köylü, küpü rutubetten yıpranmasın di­ye güneşe çıkarır. Günün birinde, öküz yularını kırarak dışarı fırlar, evin bahçesinde gezinirken, güneşletilmek üzere çıkarılmış küpün içine başını sokar. Ev halkı acele koşar öküzü zapt eder, fakat, bütün çabalara rağmen öküzün başını küpten kur­taramazlar.

Babanın birdenbire, bulmuş gibi gözleri parlayaıJ;, oğul­larından birine:

Hemen koşun, köy büyüğünü çağırın, o her İşin çözüm şeklini bilir, der. Köy büyüğü çağrılır, durumu görür, çözüm üretmek üzere hayvana profilden biraz baktıktan sonra, karanı verir:

Derhal, öküzü kesin, der. Acele öküz kesilir. Fakat, ke­sik baş, küpten yine çıkarılamaz:

Şimdi ne yapalım? Ağam, derler. Ağa, bilmiş bilmiş eli­ni şakağına götürür ve kararını verir:

Derhal küpü de kırın, der. Hiçbir itiraz olmaksızın küpte kırılıp, öküzün başı ortaya çıkınca, zavallı köylüler öylesine se­vinç çığlıklan atıp, büyüklerine dualar etmeye başlarlar ki, gör­me gitsin:

Sağol ağam, sen olmasan, biz hepten çaresiz ka­lıyoruz, Yaratan, seni başımızdan eksik etmesin.....

 

Büyüklük Üzerine

 

Büyüklük kavramı, günümüz mantalitesine göre hayli kay-paklaşmıştır.

Kavramdaki, kayma ve sapma katsayılarını, hakkıyla he­saplayabilmek için, bu konunun, dünya çapında uzmanı ol­mak gerekir. Bizler, sapmalann farkında oluruz ama, katsayı­larını net olarak, belirleyemeyiz.

Her mesleğin, branşın, ve anlayışın değişik büyükleri var­dır.

Büyüklük, kişinin kullandığı paydaya veya, kritere göre, değişiklik arz eder.

Hz. Musa, bir yönde büyükken; Firavun, bir başka yönde büyük sayılır. İman cephesinin büyüğü ayrı, inkâr cephesinin büyüğü ayndır.

İnsanlığın, inşası, ihyası ve imarı esas alınırsa; zirvedeki en yüce bayrak, tartışmasız, Fahr-i kâinat efendimizin olacak­tır.

Zira, bu tespit, bilimin tarafsızlığının göstergesi olan, bil­gisayarın bir sonucudur. Dünya çapında ünlü program uzmanı, Mikail HARÇ, en bilimsel verilere ve insanların çağdaş ih­tiyaçlarına karşı verilen mesaj ve formüllere göre, geliştirdiği programı bilgisayarına yükleyerek, yüz ünlü kişiyi derecelen­dirmesini istiyor. Bilgisayarı her defasında, Peygamberimizin ismini başa koyar. Başka bilgisayarlarda aynı program uygula­nır, netice yine aynı çıkar.

Bu durumu arkadaşlarıyla, enine boyuna tartıştıktan son­ra; "Ya bilim yanlış, ya da doğrusu bu" demek zorunda kalıyorlar.

Ancak söz konusu olan insanlığın imhası, ifsadı, ifratı ise; büyüğünde, kimliği, kişiliği ve vasıflan değişiyor demektir. Cennet ehlinin büyüğü ayn kulvarda, cehennem ehlinin ki ay-n kulvarda seyrediyoriardır.

Nemrutlar, Firavunlar ve hatta bunlara rahmet okutanlar, peygamberlerle mutlaka karşı cephede yer almaktadırlar.

Filozof Rıza:

"Hattı yok açlıkla derde girenin, Sehbayi kazada boyun verenin, Lanetle anılan cebabirenin, Bunlar rahmet okuttu en küstahına."

Derken, rahmetli büyükleri değil, lağnetli büyükleri kast ediyor olsa gerektir.

Gerçi bütün bu varsayımlar, kişinin bakış açısına, duruş bi­çimine, bakış amacına göre değişmektedir. İşte, bu değişikliği simgeleyecek bir gediğin taşını arz etmek istiyorum:

İki belalı, kafaları iyice ütüleyip, piknik alanında gezintiye çıkmışlar. Gezerken, bakarlar ki, çalıların arasına doğru bir hayvan ilerliyor, biri hemen söylenir:

Bak, bak ne kadar iri kurbağa? der. Öbürü, atılır:

O kurbağa değil, düpedüz tosbağadır, der. Kurbağaydı, tosbağaydı, derken, eller silahlara doğru kaymaya başlar, tam bu esnada, karşıdan bir garibanın geldiğini görürler:

Buna, hakemlik yaptıralım, derler. Adama, bir tanesi, çı­kışır:

Şunun kurbağa olduğunu görüyorsun değil mi?der. Öbü­rü, daha baskın bir ses tonuyla:

Haydi bak, tosbağa olduğunu görüyor musun, diye gür­ler. Adam ikisinin de vaziyetini anlamıştır. İlk soranın hizasın­dan bakar:

Ağabey, buradan bakınca iri bir kurbağa, öbür adamın hizasına geçer; buradan bakınca da, mükem­mel bir tosbağa görünüyor, diyerek oradan hızla uzaklaşır.

Kim, kimden büyük sorusunda da, cevaplar böylesine farklılık arz edebilir. Baktığı kişinin safına göre şekil alır.

 

Gösteriş Hastak1ğı

 

Uyanıklar, kendi isteklerini, "toplumsal realite" olarak takdim ederler. Bu kuralın, aksine hiç rastlayamadım.

Şayet insanlar, böyle çarpıtmalardan vazgeçebilseler, problemlerin çoğu kendiliğinden son bulur. Bu tip yorumları insanlar, "alt benle" yapmaktadırlar. Eğer, "üst benle", ya­ni sağ duyuyla yapmış olsalar, biraz daha, olumlu sonuçlar el­de ederler.

Mevlana Hazretleri:

"Nice insanlar vardır ki, sevindiren yalanı, üzen gerçeğe tercih ederler" der. Yani, nefsine hoş geldiği için yalana sarılırlar.

"Dişimize geliyorsa,  işimize gelir" deyişi de, aynı gerçeğin, halk ağzıyla ifadesidir.

Psikolojide, "formasyon reaksiyoner" denen bir davranış biçimi vardır. Bu kişiler, kendilerini olduklarından farklı göster­meye ve de görmeye çalışırlar.

Çirkin biri, kendini güzel göstermek için, güzelliğin tanı­mını bile değiştirmeye kalkabilir. Yaşlı biri, genç gözükmek için, akla hayale gelmedik maskaralıklar sergiler. Vs.

İşin kötüsü, bu arzusunun başkaları tarafından da, tartış­masız, kabul edilmesini ister. Zaten, gerginlikte, işin burasında çıkar.

Bu sendroma yakalanmış bir bayanı örnek verelim:

Temel, gösterişe düşkün bir bayanın komşusudur. Komşu ziyaretlerinden birinde, Temel'e:

Sizce, kaç yaşında gibi gösteriyorum, diye sorar. Temel­de, onu onure edecek bir cevap verir. Bu cevaptan çok hoş­lanmış olmalı ki, her fırsatta, Temel'e bu soruyu tekrarlamaya başlar. Yine, seçkin insanların bulunduğu bir ortamda, Te-mel'in çok dürüst, kibar, sempatik bir insan olduğunu anlatıp, herkesin dikkatini, Temel'e yönlendirdikten sonra, pat diye, kıntarak malum soruyu yöneltir:

Temel Bey, ben kaç yaşında gibi gösteriyorum, der. Te­mel, biraz ezilir büzülür, ısrara devam edince:

Ne diyeyum, neşenuza pakulursa 19, fiziğinize pakulur-sa 20, kıyafetunuza pakulursa 22, gibi gösterisun, der. Kadın bu cevaptan, o kadar mutlu olur ki, şuh kahkahalar atarak, so­rusunu sürdürür:

Ama, Temelbey, kesin bir rakam söylemedin, deyince, Temel daha fazla dayanamaz:

Kesun rakam istiyorsan, sÖyleduklarumu toplar-sun, der ve konuyu kapatır.

 

Doğru Atış Yanlış Hedef

 

Osmanlı ediplerinden biri; "Ayarı bozuk olanın, tartı­sı doğru olamaz" demiştir.

Bilimde, formüller oluşturulurken, mutlaka sabit değerler­den yararlanılır.

İnsanlık, temel konulan çözümlemek istiyorsa, önce, sabit değerlerini gözden geçirmek zorundadır. Yüzeysel konularla, zaman kaybetmesi hiç hayra alamet bir husus değildir.

Temel değerlerimizin başında, "elest meclisindeki ah­dimize" vefa göstermemiz, gelmektedir.

Bu konuda, vefasızlık yaparsak; maddemiz ruhumuza, nefsimiz vicdanımıza, galebe çalmaya başlar. İnsani değerleri­miz tersyüz olur.

İşte, çağımızda yaşanan buhranlara sebep teşkil eden fak­törler.

Salt manada kuvvete dayanan maddeci, yaldızlı felsefi doktrinler güçsüzlerin haklarına tecavüzü meşrulaştırarak, nef­si tatmin etmeyi hayatın gayesi haline getirmişlerdir.

Bizler, doğru hedefe yanlış şekilde giderken; maddeci te­lakkiler, yanlış hedefe doğru atış yapmaktadırlar. Amacı doğ­ru, aracı yanlışlarla, aracı doğru amacı yanlışların oluşturduğu çelişkiler arenası...

Aksesuarlann doğruluğu, sathi düşünenleri yanıltmasın. Önemli olan aksesuardan önce, senaryonun özüdür.

Gerçek huzur, fizik gerçeklerin bile ahengini teşkil eden dayanışma prensibidir.

Altının saflığı, mihenkle anlaşıldığı gibi, sistemin meşrulu­ğu da, hakkı ve halkı referans almasına bağlıdır.

Kimileri, yanlış şeyi doğru adreste ararken, kimileride, doğruyu yanlış adreste arama tutarsızlığını inatla sürdürmeye çalışmaktadır.

Vicdanlann hafızasına, "GALÜ: BELA" diye bir şifre kaydolmuştur. Bu şifreyi, deşifre edecek bir, cihaz geliştirilebi­lirse; hepimiz, "EBED" şarkılarının lahuti nameleriyle mest oluruz. İşte biz, önce bu deşifrenin formülünü geliştirmek zo­rundayız.

Rahmetli Nasreddin Hocamız, bu çelişkinin, farklı bir ver­siyonunu, bize şöyle ders vermektedir:

Hocanın köy meydanında, yana döne, bir şey aradığını gören komşulan, merakla sorarlar:

Hocam, hayırdır inşallah, burada ne arıyorsun böyle? Hoca, sakin bir ses tonuyla cevap verir:

Yüzüğümü kaybettim, onu arıyorum, der. Köylüler, me­rakla:

Peki Hocam, burada yüzüğünü ne zaman kaybetmiştin? Hoca.

Ben, aslında yüzüğümü, evin bodrumunda kaybettim, der. Şaşkına dönen köylüler:

İyi ama Hoca, bodrumda kaybettiğin yüzüğü burada ni­çin arıyorsun? Hoca, cevabı yapıştırır:

Bodrum bana biraz karanlık ve karışık geldi...

Sabit değerlerini, yanlış adreste arayanlara ithaf olunur.

 

Namert Köprüsünden Geçmek Veya Geçmemek

 

İyiliği bir çıkar karşılığı yapan sefil ruhlar, hiç olmadık za­manlarda ve mekanlarda, yaptıklarım başa kakmanın,sadistçe bir yolunu bulurlar.

Asil ruhlu bir düşünür: "Çıplak gördüğü bir fakiri giy­diren bir kişi; onu aşağılayarak ve horlayarak yapar­sa, soyunuştan beter etmiş olur" der.

İzzetinefis sahiplerine en ağı gelen yük, minnet altına gir­mektir. Bu minnet, normal derecede mert birine karşıyken böyledir. Hele birde; namerde karşı minnet altında kalmak, kesin olarak ölmekten çok beterdir.

Kendisinin minnet altında kalmasını istemeyenler, başka­larını da asla minnet altında bırakmazlar.

Şüphesiz, Diyojen: "Gölge etme başka ihsan iste­mem" derken, minnetsizlik denen asil duygunun, dayanılmaz hazzını yaşıyordu...

Aynı asil duyguyu, asaletine yaraşır biçimde, daha hama­si bir ifade ile, seslendiren, YAVUZ "Geçme namert köprü­sünden, bırak alsın seller seni. Yatma tilki ininde koparsın aslan seni" diyerek, civanmertliğin nadir örnekle­rinden birini sergilemiştir.

Namertlerin küçük iyiliklerinin bile faturası çok kabarık olur. İşte, bu tip birine verile bilecek ilginç bir örnek:

Yağmurlu bir günde, itibar sahibi bir beyefendi, bir cimri­den şemsiye almak zorunda kalır. O pinti herif, o tarihten son­ra o beyefendiyi, her rastladığı yerde bu, şemsiye olayını ha­tırlatarak, mahcup etmeye başlamış.

Yine, günün birinde, beyefendi, seçkin insanlann bulun­duğu bir grupla sahil gezintisine çıkarlar. Yürüyüş esnasında, malum şahıs karşıdan çıkmaz mı? Hemen doğrudan, bey efendinin yanına yaklaşarak:

Hey gidi, iyilikler ne çabuk unutuluyor, sana ben, o gün, o şemsiyeyi vermesem, halin nice olurdu? der. Beyefendi, asabı son derece bozulmuş olarak, doğru denize koşar, yepyeni takım elbisesiyle, kendini suya atar, Baştan so­na ıslanmış olarak, o adamın yanma gelir, şaşkın bakışlı ada­ma, şöyle söyler:

Senden o şemsiyeyi almasam aynen, böyle olur­dum. Bundan daha beter olamayacağıma göre, o gün olmadı isem, sayende bugün oldum. Bana bir daha o aşağılık sorularını sorma, deyip konuyu kökten halle­der.

Anne ve babasını minnet altında bırakmak isteyen evlat nankör; milletini minnet altında bırakmak isteyen yönetici, ha­indir.

Her kişi, karşısındakileri, ister istemez kendi ölçüleriyle değerlendirir. Kendinde var olan zaaflann, insanlığın ortak problemi olduğu kanaatindedir.

Hırsız, bir şekilde herkesin hırsız olduğunu zanneder. Fa­hişe, herkes bu işi değişik biçimlerde icra ediyor zanneder.

Ateizmi ideoloji olarak savunan kişinin gözünde de, "her inanan insan, inanç istismarcısıdır." Onun içinde bulun­duğu durum başka türlüsünü algılayamaz.

Sistemler, toplumsal olayları kendi çerçevesine sokar. Oluşturulacak şablonun, kendi referansına uygun olmasını da­yatır.

Materyalist yaklaşıma göre, "İnsan, insanın kurdu­dur." Onun referansına göre bu sonuç kaçınılmazdır.

"Alt ben" yani, "nefsi emare" açısından bakınca, " sö­mürü, insanın doğasında var olan bir olgudur." Bu ka­fa yapısıyla, nefsin üst mertebelerini algılama imkanları olma­yacağına göre, o haliyle üreteceği çözümde, o şartlara uygun olmak zorundadır. "İnsandan, mülkiyet hakkı alınmalı ki, sömürü önlenmiş olsun" diyecektir.

Formül hangi veriler üzerine kurulursa, neticede ona gö­re çıkar.

Ağma bir insana, beyazı anlatmak imkansız olduğu gibi, kalp gözü ama olana da, ilâhi gerçekleri, o haliyle kavratmak imkânsızdır.

Amaya, beyazı anlatabilmek için; sütü Örnek vermişler, anlayamamış. Kardan Örnek vermişler, anlayamamış. Pamu­ğu örnek vermişler kavrayamamış. O mecburen bu örnekleri, dokunma duyusuna göre değerlendiriyormuş. Sonra biri, "be­yaz boyunlu kuğu kuşunun boyun rengi" deyivermiş. O da, "kuğu kuşunun boynu nasıl ki?" diye sormuş. Bir tanesi, onun kolunu dirseğinden bükerek, "Kuğu kuşunun boynu böyle kavislidir" demiş. Adamcağız, bir süre, kolunu ovaladıktan sonra, "ben, beyazı, anlamaya başladım" deyivermiş.

İşte, ağma beyazı ne kadar anladığını zannederse, madde­ci yaklaşımda ilâhi gerçeği o kadar anlar.

Yine benzer bir çelişkinin, ortaya koyduğu trajkomik bir örnek:

İki ağma, aynı sofrada, dolma yemektedirler. Ağmanın bi­ri, diğerine:

Neden, çift çift yiyorsun? diye çıkışır. Diğeri, bilgiç bir eda ile:

Sen de amasın, ben de amayım, sen benim çift yediği­mi nerden biliyorsun?der. Öbür ama ısrarla:

Ben Öyle yapıyorum, mutlaka sen de Öyle yapar­sın, der.

 

Kurtuluş Formülleri

 

Sosyal bunalımların arttığı dönemlerde, bir çok kimsede, "hazır paket, kurtuluş formülleri" üretme sendromu, depreşir.

Her ağzı laf yapan, her eli kalem tutan ve her mürekkep yalamış tipler, başımıza kurtarıcı uzman kesilir.

Kesişen, çatışan ve çelişen formüllerle, ortalık toz duman olurken, toplumsal değerlerde fırtınaya tutulmuşçasına alabo­ra olurlar.

Tanzimat'tan bu yana, devşirmeler ve işbirlikçileri, toplu­ma ısrarla, felsefe kaynaklı teorik reçeteler dayatmaya kalkış­mışlardır.

Hatta, Kazım Karabekir Paşa'nın hatıralarında geçen, çok daha ilginç bir tavsiye vardır. O günkü yetkililerden biri, bir toplantıda, "ilerleyebilmemiz için, acilen kalkınmış ülkelerin dini olan, Hıristiyanlığa girmemiz gerekir" demiştir. Bu zata, karşı çıkan, yazılana göre, sadece Kara Be­kir Paşa olmuştur.

Kurtuluş formüllerinin, hangi boyutlara ulaştığını gösteren çok ibretamiz bir örnek...

Şifa bulmaz bir kompleksimiz vardır; "Önemli projele­rin başarılması için mutlaka batılı uzmanlar gerekir. Şark kafasıyla, teknik bir konu başarılamaz" Şeklinde­ki yaklaşımlar, bizi helak etmeye yetmektedir.

Bu devşirme mantık, "Halic'in nazım planını" batılı bir uz­man olan, Prof. Henry PORST' a etmiştir. Haliç kıyılarına ya­pılan sanayi tesisleri, o uzmanın planındaki tavsiyelere göre yapılmıştır.(sene, 1936). İşte bugün kokuşmuşluğu ile, toplum­sal halı sembolize eden Halic'in içler acısı hikayesi.

Din değiştirerek, kurtulabileceğimizi sananlara, meşhur bir Bektaşi fıkrasıyla teselli mükafatı verelim:

Osmanlının son zamanlannda,  açıktan oruç yiyenlere bayrama kadar, hapis cezası verilmektedir.

O dönemde, Bektaşi, çilingir sofrasını bir ağacın dibine kurmuş demlenmeye başlamış. Tam o sırada oradan geçmek­te olan bir genci sofrasına davet eder. Genç, ezile büzüle:

Erenler, zabitler bizi yakalar, bayrama kadar hapse atılı­rız, der. Bektaşi umursamaz bir tavırla,

Sen hiç endişe etme ben o işi hallederim, der. Genç bu güvenceyi alınca, sofraya oturur. Biraz sonra bunları gerçek­ten, zabitler yakalarlar. Kadının huzuruna çıkarırlar. Kadı gen­ce sorar:

Kimliğini söyle bakayım. Genç çaresiz sıralamaya başlar:

Hasan oğlu, Mehmet, vs, diye. Kadı karan verir;

Bunu bayrama kadar hapsedin. O götürülür.Sıra gelir, Bektaşi'ye, Kadı kimliğini isteyince;

Agopzade Mişop, deyiverin Kadı:

Sen, gayrimüslim olduğuna göre seni hapsedemeyiz, sen gidebilirsin, der. Bektaşi, Yahudi şivesiyle:

Kadı Efendi, dininiz çok hoşuma gitti. O tutukladığınız genci salarsanız, şahadet getirir, Müslüman olurum, der. Kadı, çok mutlu olur:

Sen Müslüman olmayı kabul ettikten sonra, gencin tah­liyesi problem oJmaz, der.

Bektaşi, şahadet getirir, gencide tahliye olur. Yol boyu hız­lı hızlı giderlerken, genç merakla sorar:

Erenler, beni nasıl kurtardın, diye. Bektaşi, gülerek şöy­le söyler:

Önce gavur oldum, kendimi kurtardım, sonra Müslüman oldum, seni kurtardım,

Kurtulmamız için önce gavur, olmamız gerektiğini sanan­ların kulaklan çınlasın.

 

İtibarın Böylesi Düşman Başına

 

Toplumsal kargaşayı tetikleyen, iki temel sebeptir;

Bunlardan biri; "Sen çalış, ben yiyeyim" anlayışıdır. Bu, güçlünün güçsüzü alabildiğine sömürdüğü ve sömürdükçe de semirdiği, sosyal huzuru kökünden dinamitleyip bozan ol­guların başında gelir.

İkinci sebep; "Ben, tok olduktan sonra başkası acından da ölse bana ne" anlayışıdır.Bu da, toplumu içten içe, kemiren sinsi bir kurttur.

Sosyal uzlaşmanın sağlanabilmesi bu iki illetin tedavi edil­mesiyle mümkündür.

Devletin asli görevi, çıkar sahipleriyle, hak sahipleri ara­sında, dengeyi ve güvenceyi sağlamaktır. Bu işi yaparken, çok tarafsız bir hakemlik sergilemesi, hatta, güçsüzü takviye ede­rek, kendi kendini koruyabilir konuma yükseltmesi gerekir.

Devlette, güçsüzün güçlenmesinden endişe duymaya baş­lamışsa, orada egemenlik sermayenin ve güçlülerin eline geç­miş demektir.

Çıkarcılığın, itibar gördüğü toplumlarda, çoğu zaman riya ile samimiyet, birbirine karıştırılır. Bu da topluma öteki felse­fenin iğrenç bir armağanıdır. İşte, kendi felsefelerinin kurbanı olan ünlü bir liderin hikâyesi:

Çorçil, başbakanlığı döneminde seri konferanslanyla ün-lenmişti.

Uzak eyaletlerden birine konferans vermek için giden Çorçil, yazılı ve görsel medya bu günkü kadar gelişmiş olma­dığından, kendisini şahsen tanıyan pek kimsenin olmadığı bu şehirde tek başına rahat rahat gezmeye karar verir. Gezerek konferans vereceği salonu da bulur ve konferans saati gelme­diğinden sadece inceler.

Salonun yakınında, bir taksi durağına varır, orada bir tak­siciye:

Falan saatte, beni buradan alıp, falan otele götürebilir misin, deyince, şoför:

Özür dilerim, belki ben o saatte, Sayın Başbakanımız Çorçil' i dinliyor olabilirim, der. Bu cevap Çorçil' i derinden et­kiler. Cebinden hatırı sayılır derecede bir frangı çıkararak şo­före uzatır. Şaşkına dönen şoför, parayı alırken:

İstediğin saatte gelebilirsin efendim, başlarım Çorçil' ine, der.

Ekseninde menfaat bulunan politikanın ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini gösteren, ilginç bir örnek.

 

Mevzuatlarımızın Fındık Alî'si

 

Devleti yönetenlerin en önemli dayanakları: Kanunlar, Mevzuatlar ve yönetmeliklerdir.

Bütün bunların temelleri, "hukukun üstünlüğü" kuralı­na dayanmalıdır.Bu kuralın dışına çıkılırsa, "üstünlerin hu­kuku," ile karşı karşıya kalınır.

İşin özü insan haklarıdır. Ondan sonra anayasa, ondan sonra kanunlar ve daha sonrada, mevzuatlar ve yönetmelikler gelir. Bu protokolde, bir sonraki basamak, öncekinin çerçeve­sine uymuyorsa; o hususta, hukukun dışına çıkılmış olur.

Bazen bir yönetmeliğin uygulanması bile, ilk basamağa, yani, insan haklarına, dolayısıyla diğerlerine ters görüntü orta­ya koyabilir. Çok uzak bîr aksi ihtimali önlemek için, yönetmeliğe ko­nan bir madde veya bir şık, vatandaşı canından bezdirmeye yetiyor da artıyor bile. Zaman zaman aşılması en güç engel haline dönüşebilir.

İşte size, mevzuat komedisi denebilecek bir Fındık Ali hi­kayesi:

Okur yazarlığın kıt olduğu dönemlerde, birçok göreve ata­nacak eğitimli kimse bulunamamaktadır.

Özellikle kaymakamlar, Nahiye müdürü bulmada çok sı­kıntıya düşmektedirler.

Bu dönemin Fatsa Kaymakamı,Çamaş Nahiyesine ataya­cak okuryazar kimse bulamayınca, uyanıklığı ile meşhur Fın­dık Ali' ye:

Seni, Çamaş' a Nahiye Müdürü yapmak istiyorum, der.

Fındık Ali, biraz tedirgin:

Ama efendim, ben okuryazar değilim, bana getirilen, di­lekçeleri, nasıl havale ederim, deyince, Kaymakam, taktik ver­meye başlar:

O basittir. Dilekçe sahibi, okumayı biliyorsa ona okutur­sun, bilmiyorsa, katibine okutursun. Dilekçede, şayet, doğum, ölümden bahsediliyorsa, nüfusa havale edersin. Kavgadan, nizadan bahsediliyorsa; karakola havale edersin, paradan fa­lan bahsediyorsa; mal müdürlüğüne havale edersin, der.

Bunun üzerine, Fındık Ali göreve başlar. Aldığı talimata

uygun olarak, icraatı sürdürür.

Günün birinde, aylığını alıp, köye giderken, yolda soygu­na uğrayan, parası alman ve dövülen bir öğretmen, nahiye müdürüne dilekçesini götürür. Dilekçede para kelimesini du­yan, müdür, öğretmeni mal müdürlüğüne gönderir. Mal müdü­rü:

Sen yanlış gelmişsin, karakola gitmen gerekir, deyince, yeniden müdüre çıkar ve durumu anlatır, Fındık Ali, dilekçeyi bir daha okutur. Sonrada, başını kaşıyarak:

Oradan, o para kelimesini çıkarırsan, seni kara­kola gönderirim, der.

Olayîan bu gözle değerlendirirseniz, bunun benzeri çok uygulamalara şahit olabilirsiniz.

 

Ölçü Ve Sonuç

 

Okyanusta pusulasını yitirmiş bir kaptan, ne kadar zeki ve yetenekli olursa olsun, hedefine tam isabet edemez.

Mihengi olmayan sarraf, ne kadar maharetli olsa da, altı­nın ayarını tam kestiremez. Milletlerin hayatında, mihengin yerini sağduyu alır.

Sağduyuda, milli iradenin pusulasıdır. Kamu vicdani, rota­sını ona göre belirler.

Pusulası sağlam olan milletler, her yönden güçlü, iç dina­mikleri sağlam ve sosyal barışı tam olan milletlerdir.

"Kamu vicdanında deha vardır" sözü, bu manada çok büyük kıymet ifade etmektedir. Bu deha, toplumu ayağa kaldıracak güç demektir.

Son iki asırdır, bize yol gösterme mevkiinde olanların ço­ğunda, sağduyu ve vicdani pusulanın tam olmadığını gördük. İçlerinde, yanlışını anlayıp dönmek isteyenlerin bile, doğru dö­nüşü yapacak ölçülere sahip olmadıklarını gördük. Sosyal ha­reketlerin sonucu, anında alınmadığı için, sonucun beklenme­si ülkeye uzun zaman kaybettirdi.

O günün aydınlarından biri bakın, bu durumlarını nasıl iti­raf ediyor:

"Divane sen değil meğer bizmişiz,

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.

Sade deli değil edepsizmişiz,

Çalıştık fitnenin intibahına. diyor, A. Hamit1 karşı işledikleri haksızlıkları, millete karşı yaptıkları yanlışı böyle itiraf ediyor. Bu yanlışını düzeltme fır­satı bulsa, bir başka yanlışla öncekini düzelttiğini zannediyor.

Bu vahim, boyuttaki, hata düzetme operasyonlarının, Te­mel' in yanlışını düzeltme biçimiyle ilgisi yok ama, biz yine de, bir teselli mükafatı daha verelim:

Temel' le İdris bir kahveye girip iki kahve isterler. Biri şe­kerli, öbürü şekersiz olsun, der. Kahvecide, kahveleri getirip koyarken, fincanları yanlış koyar. İki arkadaş, birer yudum alınca, yanlışlık anlaşılır, yanlışlığı düzetmek için, Temelİe İd­ris yerlerini değiştirirler. Yan taraftan onları İzlemekte olan garson, onlara:

Neden, kendiniz zahmet ettiniz, kahveyi değiştirseydiniz, daha kolay olmaz mıydı, der. Bunu duyan, Temelle İdris:

Haptı uşak doğru söylüyo, kaveyu teğiştürelum, haydi cidelum, Turşunun kahvesuna, derler ve çıkıp gi­derler.

Keşke entellerimizde, hatalarını böyle de olsa, düzeltmiş olsalardı. Onlann düzeltme biçimi bunlarınkine, binlerce defa, rahmet okutuyor.

 

Ortak Payda Ve Ötesi

 

Ortak paydası menfaat olan, bir dünya düzenine doğru doludizgin gidiyoruz.

Çıkarlar çakışırsa, mesajlar aynı anlama gelecek şekilde verilir.

Bu varsayımın, istisnası, yok denecek kadar azdır.

Sosyal ahengin sağlanması ve dengelerin yerine tam ola­rak oturtulması için, çok bilinmeyenli denklemlerden, bir ço­ğunu birden çöze bilecek yetenek ve iyi niyete sahip olmak gerekir. Bu denklemi çözecek yetenekteki uzmanlar bilirler ki, "aynı sebepler, bazı hallerde aynı sonucu vermezler."

Sosyal olaylar, pozitif sonuç verme konusunda, çok ke­tum davranırlar. Kaygan ve akışkandırlar, çabuk şekil değişti­rirler.

Yapılan işin aynı olması, amacın aynı olduğunu göster­mez. Şairlerde yeşili severler, koyunlarda yeşile bayılırlar. Biri, ilham perisinin yeşile daha fazla iltifat ettiğini zannederek, se­ver. Koyun ise sadece yeme içgüdüsü ile hareket ederek sever. Kavramlar etrafındaki, spekülasyonlarda çoğu zaman bu olaya benzer. Herkes farklı bir amaç için kavramlara sarılır. Bu durumda, "Cümlenin maksudu bir amma, rivayet muh­telif," diyemeyiz.

Bektaşi'nin, kavramlara yaklaşma biçimini görelim:

Bektaşi ye, bir gün dostları:

Erenler, aylardan hangisini daha çok seversin? derler. Bektaşi, tereddütsüz cevap verir:

Mübarek ramazanı daha fazla severim, der. Herkes, me­rakla sorar niçin?Bektaşi.

Öbür ayJar yenilmiyor, mübarek ramazanı yemenin zev­kine doyamadığım için onu çok seviyorum, der.

 

Dilin Kemiği Olayı

 

Yalanlarında kendi arasında, protokol sıralaması vardır. Vaziyeti idare etmek için, başvurulan söz hilesi; kasıtlı üretilen yalanla aynı kategoriye sokulamaz.

Şu yalanı diğerleriyle nasıl kıyaslayabiliriz:

Akşamcılardan biri kafayı çekip başbakana küfretmeye '    başlar. Bunu gören vatandaşlar, karakola şikayet edeler. Em­niyet amiri, adamı merkeze götürür.Sarhoş olduğu için, ayılın-caya kadar nezarete atılır.

Adam biraz ayıldıktan sonra, komisere ifade verilmek üze­re getirilir.Komiser:

Neden küfrettin başbakana? Söyle bakayım, diye sorun­ca, adam:

Ben başbakana küfretmedim, der. Komiser:

Saçmalama, sövdüğünü duyan; en az on kişi var, der. İn­karın anlamsızlığını anlayan adam:

Ben, bizim başbakana değil, Berazilya başbaka­nına küfrediyordum, der. Komiser, hiddetlenerek:

Beni çıldırtma, ben vatandaşın, hangisine küfredeceğini senin kadar mı biliyorum? der.

"Denize düşen, yılana nezarete düşen yalana sarılır."

Bir de, yalanla hilei şeriyyeyi birbirine karıştıranlar vardır. Oflu hocanınki, bilmem hangi türe sokulur:

Oflu hocanın sigara içtiğini görenler, günah olup olmadı­ğını sorarlar. Hoca:

Günahsa, yakınım oni. Değilse, içinim oni, der.

Bazen de bozuntuya vermeme tavırları sergilediğimiz olur.

Ne serden, ne de yardan geçmenin mümkün olmadığı pozisyonlarda, Temel'in taktiğini kullanmada, bir beis olmadı­ğını zannederim:

Temel İstanbul'a gider. Gezerken, her semtin bir kabada­yısının olduğunu, semtlerin paylaşılmış olduğunu fark eder. Kenar semtlerden birine gider.Oda oranın kabadayısı olmak ister.

Kıyafet ve yürüyüşünü değiştirerek, yaka düğmelerini aça­rak, omzuna mantosunu atarak, hafif kaykık vaziyette bir ga­zinoya dalar.

Temel'in durumunu fark eden eski kabadayılardan biri, fi­ziğinin cılız oluşundan yararlanarak, gelip bîr tokat patlatır. Durumun vahim olduğunu anlayan Temel, hemen taktik de­ğiştirip, kabadayıya dönerek:

Uşağum, pana ciddi mi vurdun, yoksa, şaka mı vurdun? der. Kabadayı küçümser bir tavırla:

Ciddi vurdum ulan, nolacak? Diye çıkışır:

İyi ki, ciddi vurmuşsun, pen şakadan hiç hoşlan­mamda. Der.

 

Ticaret Ve Biz

 

Tersliğe bakın.

Dinimizde, ticaret ve sanatı tavsiye eden bir çok sahih ri­vayetler varken, aksi anlamda,yasaklayıcı hiçbir kayıt mevcut değilken, ne hikmettendir bilinmez, zamanla Müslümanlar bunlardan uzaklaşma gafletine düşmüşlerdir.

Bediuzzaman Hazretleri:  "Mîllet olarak  üç büyük düşmanımız  vardır"  der ve bu üç düşmandan birinin de: "Zaruretler"  olduğunu,  yani fakirlik ve ihtiyaçlarında, önemli düşmanlanmızdan biri olduğunu, bu düşmanı alt ede­bilmek için, "sanat ve ticaret" silahını kullanmamız gerekti­ğini veciz bir şekilde ifade etmektedir.

islâmiyet, ticareti teşvik etmenin yanında, yozlaşmaması için, çok Önemli prensipler de ortaya koymuştur. Bu prensip­lerle ticaret yapan Müslümanlar, dünyanın birçok köşesine İs-lamı ulaştırma konusunda önemli görevler ifa etmişlerdir.

Birçok Afrika ülkelerine, Asya'nın birçok noktasına, Hin­distan ve civanna, Müslüman tüccarlar sayesinde İslam ulaşmış, onların örnek davranışları, oradaki insanları etkileyerek İslama girmelerine vesile olmuştur.

İşte îslamın, ticari ahlakı oluşturmak için ortaya koyduğu prensipler:

"Ölçüyü ve tartıyı adaletle, tam yapın.[7]

"Satışta, alışta ve borcunu istemekte müsamaha­kâr olan kimseye, Allah rahmet etsin.[8]

"Her kim bizi hile ile aldatırsa o, bizden değildir.[9]

"Müşteri kızıştırmayın.[10] Buyurulmuştur.

Görülüyor ki, ticari hayatta, hatalan önleyici, can alıcı noktalara dikkatimiz çekilmiştir.

Yine: "Kazancın onda dokuzunun ticarette olduğu" da acık bir şekilde ifade edilmişken, hangi sebep veya sebep­ler İslam dünyasını ticaretten koparmıştır? Derinlemesine, çok yönlü olarak araştırmak gerekir.

Oysa biz, millet olarak ticaret ve sanatta köklü müessese­ler oluşturmuşuzdur.

Ticaret ahlakını yaşayarak öğreten ve esnafın, üreticinin, tüketicinin, işçinin ve çırağın haklannı en ayrıntılı şekilde dü­zenleyen, "AHİLİK" teşkilatımız vardı. Dünyada konunun ilk başarılı örneğimde biz vermiştik. İşçi, iş veren arası ilk toplu sözleşmeyi yine, bu teşkilat yapmıştır.

Bu ocak, (ticaret ahlakına örnek olması bakımından,) mensuplanna şu tavsiyelerde bulunmuştur. Her üyenin;

A) Gözü, harama,

B) Ağzı günah olan sözlere,

C) Eli, haksızlık ve zulümlere, bağlanır. Buna kar­şılık:

a) Kapısı konuklara,

b) Kesesi muhtaçlara,

c) Sofrası bütün açlara, açılır.

Bütün bu orijinal güzellikleri bırakıp, bir de ticaretten ve sanattan uzaklaşmamızda, ne gibi iç ve dış sebepler olduğunu uzmanlarımızın araştırması gerekir.

Bugün hâlâ, her okula Öğrenci kaydettiren velinin: "Ço­cuğumun, devlet kapısında bir iş bulmasını istiyo­rum" demesi, özel teşebbüs anlayışımızın hangi seviyelerde seyrettiğini göstermeye kafidir.

İşte konuya çok çarpıcı bir örnek:

Kayserilinin biri, devlette iş bulmak için, birçok yetkilinin kapısını aşındırır. Çeşitli tavassutçulara gider. Sonunda kendi­sine bir harada kapıcı olabileceği söylenir. Sevinerek iş yerine gider. Kendisine yapacağı iş anlatılırken:

Haraya gelenlerin ismini yazıp, imzasını alacaksın, der­ler. O da, boynunu çekerek:

Ben, okuma yazma bilmiyorum, der. Yetkililer ona:

Bu durumda sana bu kuruluşta görev vermeyiz, derler. Kayserili çaresiz seyyar satıcılığa başlar.

Sonra, peyder pey, işi geliştirir. Küçük bir dükkan der­ken, büyük bir mağaza, sonra bir imalathane ve daha sonra­da şirketleşir ve nihayet bir holding oluşturarak ülkenin sayılı zenginleri arasına girer.

Bir gün holdingin kuruluş yıl dönümünde, geniş kapsam­lı bir parti tertipler.

Partiye ülkenin, en seçkin simaları davet edilir. Konuşma esnasında, iş adamımızın okuryazar olmadığı anlaşılır.

Hızlı sosyeteden biri, hayretler içinde şöyle söyler:

Beyim, siz ki okuryazar olmadan bu kadar yükselmişsi­niz, kim bilir bir de okuryazar olsaydınız, daha ne kadar yük­selirdiniz? Der. Kayserili, hiç beklemeden cevabı yapıştırır:

Aman hanımefendi, Allah korusun, esgaza bir okur yazar olsaydım, hala devlet harasında kapıcılık yapacaktım, der.

Buradaki maksat, okumayı kötülemek değildir. Sadece ferdi teşebbüsü önleyen, yalnız devlet kapısından iş bulmayı düşünen okuryazarlığa, ince bir eleştiridir.

 

Para Ve İnsanlık

 

Günümüzde paraya izafe edilen değerle, İnsanlığın ters orantılı bir şablona oturtulduğunu görüyoruz.

Birinin yükselişi, diğerinin alçalmasına sebep olmaktadır. Yani, tahterevalli gibidir.

Cüzdanla vicdan, birbirine zıd anlamlar çağrıştırmaya baş­lamıştır.

Birinin dolu olması, öbürünün boş olması ihtimalini güç­lendirir.

İnsanlıkla para arasındaki, bu amansız mücadele, her ze­minde ve her kademede devam eder.

Kalpazanlann, sahte para yapmalanndan daha fazla sayı­da, para, insanı sahteleştirmiştir.

İnsanlığın kurtuluşu ise, ilahi ahengi yakalaya bilmektedir.Aksi takdirde, insanoğlu, kendi belasını kendi hazırlamış olur.

İktisatta; Kötü para iyi parayı kovar" tarzında önemli bir görüş vardır.

Piyasaya kötü para (kara para), hakimse, cemiyete de kö­tü insanlar hakim demektir.

Kötü paranın iyi parayı dışlaması nispetinde, kötü insan­lar da, iyi insanlan dışlarlar.

"Paranın her işi yapabileceğini" söyleyenlere dikkat edin, çünkü onlar, para için her işi, yapmaya müsait yapıdaki kimselerdir.

Paranın uşağı olanlara değil, efendisi olanlara selam ol­sun...

İşte size, para etrafında donen entrikalardandır örnek:

Yahudilerle, Kayserililer arasındaki rekabetler fıkralara ko­nu olacak kadar, meşhurdur.

Mişop bir gün, satmak için, Kayseri pazarına bir topal eşek getirir. Kayserililer ona:

Sen, bu topal eşeği burada satamazsın. Başka pazara götürmen senin çıkarına olur, derler. Mişop hiç oralı olmaz:

Eğer bu eşeği, sizin en akıllınıza satmazsam, bana Mişop demesinler, der. Gerçekten akşama doğru, eşeği akıllı bilinen bir Kayseriliye satar. Kayserililer, adama:

Niye, bu topal eşeği satın aldın? diye, sorduğunda, ada­mın verdiği cevap şu olur:

Eşeğin ayağına taş batmış. Hayvan, ondan topallıyor-muş. Ben, şimdi, o taşı çıkartıp, pansuman yaptıracağım, bir hafta içinde, iki katı fiyatına satacam, der. Kayserililer, Mi­şop'a koşarlar:

Senin eşeğin ayağına taş batmış, ondan topallıyormuş, derler. Mişop, sinsi sinsi gülerek:

O, öyle zannetsin diye taşı ben, mahsus çakmıştım, der. Kayserililer, şaşkın, hemşerilerinin yanma koşarlar:

Sen, hapı yutmuşsun. Mişop seni kazıklamış, eşeğin ba­cağında düzelmesi imkânsız, başka özür varmış, taşı mahsus çakmış, derler. Adam hayıflanarak:

Vay namussuz Mişop vay. Demek, sahte para ver-mesem beni essahtan kazıklıyormuş, der.

 

İç Ahengîmiz Ve Huzur

 

Hepimizin malumudur ki, çarpma işleminde; "sıfır, han­gi rakamla çarpılırsa çarpılsın, sonuç sıfır çıkar."

İnsanoğlunun, gerçek huzura ulaşabilmesi için, huzur ve saadetin kaynağının ezeli olması gerekir. Yani kaynağı yoklu­ğa mahkum olan huzur; efemin ambalajlanmış şeklidir. Geçici tasavvurlar, ideallerimizi, sıfır değerle çarpmak anlamına ge-lir.Burada, çarpıma girecek "sabit değer" daima sıfır olacak-tır.Bu durumda, sonuç malumdur. Ebedi olarak senin olama­yan hiçbir şey; gerçekte de senin sayılamaz.

Günümüzde insanlık, asli huzura hasret yaşamaktadır. Öyle basit ayrıntılarla kendini avutmaktadır ki; adeta başını ku­ma sokmaktadır.

Basit bir maç olayı karşısında çılgına dönmekte... Adi bir müzik parçasıyla kendini kaybetmekte... İğrenç bir magazin dedikodusuyla, zamanını ve ömrünü harcamaktadır.

Fakat, sonunda ayılınca da ızdırabın daha dayanılmazına düştüğünü fark etmektedir.

Bütün bu olumsuzluklar nedendir?

İşte, tipik bir, 'maddeci düşünce sendromu...'

Izdırabın kaynağı da, huzurun kaynağı da ruhidir.Ruh tat­min olamamışsa; neşeler sahte, sevinçler aldatmaca ve huzur­lar sathidir.Yani, iç ahenk bozuktur.

Temel'in rahatsızlığıyla, konumuz arasında, direkt bir irti­bat olmayabilir. Ama ilginç bir benzerlik bulacağınızdan emi­nim:

 

Başarılı  İletişimde Düşüncennin Gücü

 

Temel doktora başvurur ve:

Vucutundaki her dokunduğu yerin dayanılmaz şekilde ağrıdığını, söyler. Doktor, Temel'i dikkatlice dinler ve iyice muayene ettikten sonra:

Senin hiçbir rahatsızlığın yok, der. Temel şiddetle itiraz edip, eliyle oraya buraya bastırarak ispatlamaya çalışırken, doktor birdenbire konuşmasını keser ve sonucu söyler:

Kardeşim, baksana senin parmağın kırılmış, her bastırdığında onun acısını hissediyorsun, der.

İşte, bütün mesele bu; cemiyetteki ruhi kırılışlar, her

hali olumsuz şekle çeviriyor.

 

Beyin Salatası

 

Dünya metaından, medet umanlar, giyindiği kıyafetlerle şeref bulduğunu zannedenler, kendilerini eşyadan daha aşağı seviyeye düşürdüklerinin farkında bile değillerdir.

Evdeki konfor ev sahibini mi şereflendirir? Yoksa, o kon­forlar, o eşyalar, o kıyafetler insanla mı şereflenir?

Maddeci felsefeye göre, adeta, insan eşya ile şereflen­mektedir. Bunlann şerefe atfettikleri anlam, bu değerlendir­meyi normal göstermektedir.

İşte şerefi, yanlış adreste arayanlar. Olmaması gereken varlıklardan, mevkilerden ve makamlardan şeref bekleyenler,' bilmelidirler ki; şeref ve kıymet insanın maddi cisminde değildir. Gerçek şeref, vicdanı süsleyen bir inanç cev­heridir. Aklı yücelten, erdemli bir bilgidir.

îşte, bu ve benzeri yanlışlara, Temel'ce bir yaklaşım biçi­mi;

İdris'le Temel, lokantaya giderler. İdris garsona:

Uşağurn, pana peyin salatası geturur musun? der. Te­mel, şaşkın bir şekilde Dursun'na dünerek:

Uşağum sen karıştırıyorsun, Allah'tan isteyece­ğim şeyi, garsondan istiirsun, der.

 

Meselelerin Meselesi

 

İnsanoğluna verilmiş eşsiz bir duygu vardır: MERAK... İlim yolunda, insanoğluna en fazla hareket veren, şuuraltı itici güç, meraktır.

İhtiyaç, sanatı geliştirir. Merak ise, ilmi şahlandı­rır.

Sadece merakını tatmin için, hayatını bile tehlikeye atan, her çeşit zorluğa katlanan insanlara baktığımız zaman duru­mun önemini daha iyi kavraya biliriz.

Uzayın derinliklerine dalış yapan, fizik alemin bilinmezle­rine doğru kanat çırpan ve kozmik evrenin labirentlerine gi­ren, bilim adamlarına dikkat ediniz...Göreceksiniz ki bunlar, merak duygularını, yine de tam tatmin edememişlerdir. Hatta, tatmin etmek istedikleri merak, başka, başka merakların doğ­masına sebep olmuştur.

Bu sefer siz, kendi kendinize soracaksınız:

Maddenin zirvelerinden aşan, sebep sonuç denklemi içindeki birçok bilinmezi çözümleyen, bu dahilerin merakı, acaba, ne ile tatmin olabilir?" Einştain'in, "İzafiyet" kavramı içine soktuğu, her şeyi bilseniz bile; o izafiyet içine sokamaya-cağmız, mutlak olanı bilemediğiniz ve bulamadığınız müddet­çe, vicdanların tatmin olmadığını, merakınızın bitmediğini gö­receksiniz. İşte o şey: "Nereden geldik? Neciyiz? Nereye gidiyoruz? Geliş ve gidiş sebebimiz ne olabilir?" gibi sorulann en doğru cevabıdır.

İşte, Apollo XVII. Uzay aracının komutanı, uzayda yürü­yen ikinci insan, (Neil ARMSTON' UN en yakın arkadaşı,) ve ayda ayak izi birakanalardan biri; Eugune Ceman aynı gerçe­ğe parmak basıyor ve şöyle diyor:

Bir kıtada güneş doğarken, diğer bir kıtada güneşin bat­tığına şahit oldum. Saatten çok daha hassas işleyen bir düze­ne hayran kaldım. Bu harika nizamı, var eden bir gücün var olduğunu kesin olarak kabul ettim.

Uzaya her seyahatimde, biz astronotlarda dahil, bütün in-sanlann(cismen) evrende ufak bir parça olduğumuz hissini ta­şıdım. Gördüğüm şaheserlik karışışında; " Nerden geldik nereye gideceğiz?" sorusunu sormadan geçmenin imkân­sızlığını anladım. Bu soruların cevaplarını inanç yoluyla bulma­mız gerektiğini biliyorum. Kainattaki harika işleyiş ve gü­zelliğe bizzat şahit olup, hayranlık taşımak ve tesadüf kelimesini unutturucu bir gerçeğe yaklaşmak hakika­ten yaşanmaya değer bir olaydır."

Bu gerçeği bir de, ünlü filozof Solon'un örneğinde gör­meye çalışalım.

Solon, halkı ruhi yönden irşat için sürekli gayret göster­mektedir. Her konuşmasının odağını; "nereden geliyoruz? Ne için geliyoruz? Nereye gidiyoruz?" sorularına ceyap araştır­mak oluşturur.

Ancak, halk bu sorulara hiç mi hiç ilgi göstermemektedir.

Solon bir gün halkın ilgisini çekmek için, şöyle bir hikaye anlatır:

"Adamın biri, bir komşusundan eşeğini bir günlüğüne ki­ralar. Öyleye doğru eşeğin sahibi bakar ki, adam eşeği sıcak­ta durdurup,gölgesinde uyumaktadır. Adama.-

Sen hayvana hiç acımıyorsun, benden, bu hayvanı bu­nun için mi kiraladın? deyince, adam:

Sana noluyor? Ben, hayvanı kiraladım; ister yük taşırım, istersem böyle gölgesinde otururum, der.

İkisi arasında amansız bir münakaşa başlar. Netice, mah­kemeye intikal eder..." diyerek kürsüden iner ve yürümeye başlar. Halk Solo'nun arkasından bir anda ayağa kalkarak, pe­şinden koşmaya başlarlar:

Mahkemede ne olmuş? Hangisi kazanmış? Hakim ne demiş? Gibi sorular sormaya çalışırlar. Solon kalabalıklara al­dırmadan bir süre gider ve sonunda durup şöyle der:

Ey zavallı insanlar, bana bu zamana kadar içinizden biri­niz, "Benim sonum nolacak? Ben nereden gelip nere­ye gitmekteyim? Diye sormadı," Eşeğin hikayesine, ken­di hayatınızdan fazla merak neden? diyerek bitirir.

Magazin konularının ve televolelerin yüzde biri kadar, kendi asli gündemleriyle ilgilenmeyen günümüz insanının ku­lakları çınlasın...

 

Adam Gibi Yaşamak

 

"Yemek için mi yaşıyoruz? Yaşamak için mi yiyo­ruz?" tarzında oldukça klasikleşmiş bir soru vardır.

Cemiyeti bu anlamda sondajlarsarıız, bu soruya çok faz­la kimsenin, yeterli sayılacak kalitede cevap veremediğini gö­rürsünüz. Toplumumuzun, "ne için yaşadığını" bilemeyen in­sanlarla dolu olduğuna şahit olursunuz.

Bir hayat, uğrunda feda edilecek bir davaya adanmışsa, anlam kazanmıştır. Bu iş, tedavüldeki paranın, hazinedeki kar­şılığına benzer. Bir banknotun; merkez bankasında veya, dev­let hazinesinde altın veya onun yerine ikame edilecek bir de­ğer olarak karşılığı yoksa, para ya sahtedir; ya da sahteye ya­kın derecede değersizdir.

Sahte parayı denetlemesi gereken kurum bu parayı bas­mışsa, o zaman enflasyona maruz kalmış, değersiz para de­mektir.

Hayatımızda, buna benzer. Bir düşünür "Davaları, ha­yatlarından değerli olmayan kimseler, yaşıyor sayıl­mazlar" diyor. Onlar, ister "Yemek için yaşasınlar, ister, ya­şamak için yesinler" sonuç, pek fark etmez.

Sanayi toplumlarının çoğunda, yaşamaktan bıkan kitleler halinde insanların olduğu görülüyor. Bu olay bize, temel prob­lemin idealsizlik olduğunu gösteriyor.

Sosyal bilim uzmanları, millet olarak, "tepkisiz olduğu­muzu" iddia ediyorlar. Bu da insanımızı, "gayesiz, hedef­siz, idialsiz ve davasız" bıraktığımız anlamına geliyor.

Geçmişte, devşirmeleri dahi eğitip, ideal sahibi yapıp va­tana millete hizmet ettiren bizler; şimdi, kendi öz evlatlanmızı, "hayatım uğrunda feda edbileceği değerde" bir idealin sahibi yapamadığımızdan, vatan ve millet yer yer ihanet­le karşı karşıya sayılacak pozisyonlara düşmüştür. Birçok va­tanperver araştırmacının yüreğini yakan olay, ülkemizde, nor­mal ortalamalann üzerinde sayılacak kadar fazla hain yetiş­mektedir.

Acaba, bir yerlerde imalat hatası mı yapılıyor? diye sor­gulamamız gerekir.

Bir şairimiz, ideali olmayan zibidi takımını şöyle hicvedi­yor:

"Konuşurken nakış vurur sesine,

At bağlanır, çalımına süsüne.

Geberir giderde pisipisine,

Hak yolda ölemez Allah, kahretsin."

Bu gediğe, bir taş koyalım diyorsanız, işte taşı:

Biyoloji öğretmeni, sınıfa:

Sinirleri çalışmayan kurbağanın durumu ne olur? Diye so­rar. Temel parmak kaldırır, öğretmen söz hakkı verir ve kalkar:

O hayvan, ölir öğretmenum, der. Öğretmen kabul et­mez, Temel:

Sizce ne olir, öğretmenum? diye sorar. Öğretmense:

Ölmez, fakat; felç olur çocuklar, der. Temel, biraz bozul­muş olarak:

Siz, ha ona, yaşamak mı deyusunuz, hocam, di­ye çıkışır.

Ben de, idealsizlik için, aynı iddiada bulunabilirim, "Siz, ona, yaşamak mı diyorsunuz?"

 

İnat Ve Vasiyet

 

Her insan, cemiyetin bir parçasıdır. Parçalar, yapay ola­rak bütünün dışına çıkarsa kıymeti harbiyesi kalmaz. Kovan­dan aynlan arının, bir basit sinekten farkı kalmaz.

Toplumdan tecrit olmuş bir ferdi, beden ve ruh sağlığı açı­sından tam ve sağlıkfr bir kişi kabul edemeyiz. Toplum haya­tında, aslolan husus, uyum ahenk ve huzurdur.

Bu değerlendirmeler bir monotonluk ve tek seslilik olarak algılanmamalıdır.

Çok seslilik ve çok renklilik, asgari ilkeler çerçevesinde iyi orkestralanabilirse, çok değerli zenginlikler çıkar.

Toplumun ahengini bozan insanlara, (uyumsuz, geçimsiz ve huysuz) deriz.

"Huylu huyunu teneşirde terk eder" sözü bizi, asla karam­sarlığa itmemelidir. Genetik özelliklerin değişmediği doğrudur, ancak, ıslah olmayacak hiçbir huy yoktur.

Huyu ıslah etmek mümkün yok etmek imkansızdır. Mese­la inathk bir huydur. Bu huyu yok edemeyiz am^ ıslah ederek verimli hale dönüştürebiliriz. Bir deneyde sonuç almak konu­sunda inatla ısrareden kişi önemli bir bilim adamı olabilir. Cimriliği tutumlu olmaya çevirmek mümkündür.

Cesaret de öyledir. Faydalı yerde kullanılırsa, kahraman­lık; haksız yerde kullanılırsa gaddarlık ve zalimlik sayılır.

Düşmanlıkta haddi aşmak ve boş yere inatlaşmak dinimiz­de de hiç hoş görülmeyen davranışlardandır.

Güreş cazgırları bazen şöyle bir deyiş tekrarlarlar: ' Zen­gini müsrif evlat; memuru süslü avrat ve fakiri de ku­ru inat iflah etmez şeklinde ...

Pire için yorgan yakan nice fukaraların halini görünce; bu sözü hatırlamamak mümkün değildir. Kuru inat yüzünden he­lak olmuş nice garibanlara şahit olmuşuzdur.

Temelin inadı bu gediğe taş olabilecek mi? bakalım:

Temel doktora gider ve şikayetini anlatır:

Doktor Pey, beni on beş gün önce bir it ısırmıştu. Çö-pek kuduzmuş, öldi. Ha şimdi pen ne yapacağum? der. Dok­tor, köpeğin ısırdığı yeri dikkatle muayene eder, gerekli değer­lendirmeleri yaptıktan sonra, TemeFe:

Sen ancak bundan sonra vasiyetini yazabilirsin, der. Te­mel:

Vasiyetümden başka bir şey yapamaz mıyım? diye sorar. Doktor ümitsizce başını sallayarak:

Maalesef ancak vasiyetini yazabilirsin der. Temel dokto­ra doğru yönelerek:

O zaman pana bir kalem pide kağıt verir misun? der ka­ğıdı ve kalemi alarak masanın başına geçer ve vasiyetini yaz­maya başlar. Ancak, işin içinde bir tuhaflık vardır, yazarken şöyle isimler tekrarlar: îdris'i de yazacağum, Tursun'da yazacağum, Fadimeyi de yazacağum... gibi. Doktor hayretler içinde sorar, Temel bu nasıl vasiyet yazma, der. Temel kaşlarını çatarak ayağa kalkar:

Ne fasiyetu toktor pey, ben kuduracağum içun ısıracağum hasımlarımun listesini çıkartiyrum der.

 

Yaratılış Ve Şükür

 

Şükranı nimeti bilmeyenler, küfranı nimete yönelirler.

Yaratılışındaki hikmetleri düşünen her insan, mutlaka şük­redeceği sayısız nimetler bulabilir.

Başlı başına insan olarak yaratılmış olmamız bile, sonsuz sayıda şükür etmemizi gerektirir.

Bizler, sinek olarak yaratılsak itiraz edebilir miydik? Elsiz veya dilsiz olsaydık, elimizden ne gelirdi?

Şükrün edası da, nimetin gereğini yerine getirerek ifa edi­lebilir.

Gücüne şükretmek isteyen insan; güçsüze yardım ederek bunu yapabilir.

Servetine şükretmek isteyen; gerçek manada bunu yapa­bilmesi için düşkünü gözetmesi gerekir.

Bu aktif manada yapılan şükürdür. Pasif manada, yani yattığımız yerden yaptığımız şükür ise; ancak lafta kalır. Çoğu zaman da kendimizi kandırmış oluruz.

Bir de Nasrettin Hocanın verdiği şükür dersine kulak ve­relim:

Nasrettin Hoca kürsüde vaaz ederken; sözü şükür konu­suna getirir:

Aziz cemaat, yaratana devamlı şükür edelim. Onun bize verdiği nimetler devamlı şükür etmemizi gerektirir, der. Cema­atin içinden Bektaşi anlayışlı biri, hırpani kıyafetini göstererek:

Hangi halime şükredeyim hoca, benim bu halimde mi şükrü gerektiriyor? der. Hoca, adama doğru manalı manalı bakarak:

Şükretmeye hiçbir şey bulamamışsan, develerin kanatsız yaratılışını düşün, ona şükret. Şayet, Allah develere kanat verseydi, onlarda uçarak gelip evinin çatısına konup tepene göçürseydi, ne yapacaktın? Ki­me itiraz edebilecektin? diye, lafı gediğine koyar.

İşte görüyorsunuz, eğer böyle anarmollikler olmuş olsay­dı, yaratılışa karşı hiçbir itirazımız olamazdı...

 

Yolcukuk Üzerine

 

Bir mekandan, diğer bir mekâna intikâl etmek anlamında kullanılan yolculuğun, değişik versiyonlan vardır. Bu kapsam içerisinde değerlendirildiği zaman, yolcu olmayan hiçbir varlık mevcut değildir.

Bizler bir cihette öyle bir yolcuyuz ki; ' Ruhlar alemin­den, mana aleminden, ana rahminden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, haşir­den ve ebet istikâmetine doğru giden bir yolculuk../

Hiçbir insan, kendini bu yolculuktan müstesna tutamaz.

Diğer bir cihet ise; uzayda yaptığımız yolculuktur. Evet, bizler bir nevi uzayın bir gezegeninde seyahat etmekte olan, ilahi astronotlanz.

Gerçekte dünyamız, esir (foton) denizinde, saatte yüz sekiz bin kilometre hızla giden dev bir uzay gemisidir.

Dünyanın dahi seyahatinde iki boyut vardır: Biri gezegen olarak güneşin etrafındaki hareket; diğeri, galaksi içindeki ha­reketin bir parçası olarak top yekun gidişi...

Bütün bunların haricinde; İslam fıkhında belirli ikametler arasını kapsayan bir tür yolculuk vardır ki, asıl seferilik hükmü geçerli, olan yolculuk bu yolculuktur.

Bakalım Bektaşi bu yolculuğu kendine göre nasıl yorum­luyor:

Bektaşi'nin oruç tutmadığını fark eden komşuları merak­la sorarlar:

Erenler, geçerli bir mazeretiniz mi var, niçin oruç tutmu­yorsunuz?

Ben seferiyim komşular der. Komşuları hayret içinde gü­lerek:

Aman efendim nasıl olur, siz yıllardan beri bizim mahal­lede oturmuyor musunuz? Seferi olmak için belli bir uzaklığa yolculuk yapmak gerekmez mi? diye sorduğunda, Bektaşi:

Komşular ben ebedi aleme yolcuyum, öbür dün­yaya gitmekteyim,diye cevap verir.

 

Mistik Sıtatikoculuk

 

Yaratan,insanoğlunu kainat laboratuarındaki deneylerin tamamını yapabilecek ve madde planında ortaya çıkacak bü­tün problemlere cevap verebilecek kadar engin kabiliyetlerle donatmıştır.

İnsan beyninin işlem hacmi, iki üstü on milyar kadardır ki bu da evrendeki atom sayısını aşan bir sonuçtur. İnsan yara­tılış itibariyle tek başına bir kainat gibi hatta daha fazladır.

Eğer yaratan bizim, belli şablonlara belli dogmalara belli odakların ürettiği kalıplara şuursuzca uymamızı isteseydi; bu derece maddenin boyutlarını aşacak kadar geniş yeteneklerle donatmazdı.

Bir veciz sözde * vermek istemeseydi, istemek ver­mezdi. ' denilmektedir. Bu yeteneklerimizi kullanmamızı isti­yor olmasaydı bize vermesine gerek yoktu. Buradan çıkartabi­leceğimiz mana, meşru istikâmette yeteneklerimizi sonuna ka­dar kullanmaya gayret etmektir.

Bizden: 'düşünmemiz ve aklımızı kullanmamız' is­tenmektedir. 'Aklınızı, şu noktaya kadar kullanın ondan sonra kullanmayın' gibi bir istekte bulunulmamaktadır.

Yine ünlü şairlerimizden biri:

'Ümit cihandan da büyük, zevk ise mahdut,

Her saat'i Ömrün elem efza elem alût.'

Demektedir.

Burada ümit ve arzuların cihanın sınırlarım aştığı, fakat, madde aleminde elde edilen zevkin çok sınırlı olduğu, ömrün her saatinin elemlere bulanmış olduğu belirtilmektedir. Yani insan, ümidiyle orantılı zevke ancak ebedi hayatta kavuşacak demektir.

Yine bir başka şairimiz: 'Asumana sığmıyor ruhun ezeli sesi, Kuşatamaz manayı, dar varlık hendesesi.

Demektedir.

Bu gibi ifadeler, insanoğlunun ezele namzet bir varlık ol­duğunu sonsuza uzanan kabiliyetlerinin de bu gerçeğe işaret ettiğini gösterir.

Ancak; hayat okyanusunda kurtuluşa giden limanı bulma­nın hesabını yaparken, bu hesabın bir pusulaya göre yapılaca­ğını bilmemiz gerekir Pusulanın verdiği sabit değerler dışında, her tür hesaplamayı biz kendimiz yapmak durumundayız. Bu iş: Bazı fizik problemlerini yaparken işleme konu olan madde­nin özgül ağırlığını sabit bir değer olarak almamıza benziyor. Aksi davranışlar, hem insanların potansiyellerinin israfına hem de dinin önünün tıkanmasına, Müslümanlann da yersiz bir açmazla karşı karşıya kalmasına sebep olurlar.

Bu statükocu yaklaşım: ' Müslüman'ı dünya huzurun­dan, diğer milletleri de ahiret saadetinden mahrum bırakmaktadır.' İslâmı böylesine abesleştirmeye hiç kimse­nin hakkı yoktur. İstiklâl şairimiz de bu ızdırabını seslendirerek şöyle demektedir:

'Sonra bir de tevekkül sokuşturup araya Zavallı dini, onunla çevirdik maskaraya.'

Bu cehalet mahsulü olan statükoculuk bize ortaçağ skolas­tik düşüncesinden bulaşmış, İslâmın malı olmayan, akıl ve izan dışı bir saplantıdır.

Bu saplantının kaynağına işaret eden tipik bir örnek: ...

Bir grup papaz; atın ağzında kaç diş olduğunu günlerce tartıştıktan sonra şu karara varırlar: 'Mukaddes kitaplarda belirtilmediği için, atın ağzında kaç diş olduğunu bil­meye imkan yoktur.'

Papazların bu kararını duyan gariban bir çoban, onların huzuruna bir at getirerek ağzını açar: ' Aziz pederler, lüt­fen sayı saymayı bileniniz ön tarafa gelsin ve saysın."

En kötü mahkumiyet, statükoya mahkum olmaktır.

 

Halimiz Böyle Mi Olacaktı

 

Kanallardan birinde, Bereket'li bir program izledim.

Komşumuz Yunanistan'ın ülkemize karşı terör örgütleriy­le nasıl iş birliğine girdiği, bu konuda bazı üst düzey görevlile­rinin, açık itirafları yer alıyordu.

İşin buraya kadar olan kısmında, Yunanistan'ın gelenek­sel tavnnı görmekteyiz.

Ancak ben, şu hususu yorumlamakta aciz kalıyorum:

Bizim aydınlar, medeniyetin kıblesi olarak batıyı, medeni­yetin mabedi olarak ta Yunanistan'ı görüyorlar. O zaman, bu bölücülere verilen desteği de, medeni olmanın bir sonucu ka­bul etmeye kalkarlarsa, diye düşünüyorum. Kaldı ki kalkanla­rın sayısı da azımsanacak kadar değildir.

Birde, AB' ye girmemizde, onların referansına bırakılırsa ki, öyle bir havada sezinliyoruz, işte o zaman, Namık Kemal'in şu mısraı, halimizi çok güzel özetlemiş olmaktadır:

"Zaferden ümidi kes, düşmandan imdat lazımsa."

İpin ucunu rakibimize kaptırmışsak, "vay bizim halimize" demekten başka çaremiz yoktur.

Durumu bizim kadar vahim olmayan şu hocanın hikâyesi ile teselli olmaya çalışalım:

Medrese Hocalarından biri çok zeki olan bir Öğrencisine:

Oğlum, bileğime bir İp bağlayayım da, ben kürsüdeyken, bir yanlışlık yaparsam, sen ipi çekersin, ben de yanlışımı dü­zeltirim, der. Anlaştıkları şekilde yaparlar, Hoca kürsüye çıkar ve adet gereği, başlangıç duasını okumaya başlar.

Salli ala Muhammed, der. Bu esnada, cemaatten birinin ayağı ipe takılır, Hoca, tereddüt geçirir. Bu sefer, esre olarak okur, Sıllu ala Muhammed. Bu sefer öğrenci norma] olarak çeker. Hoca şaşkın durumda, bir ihtimali daha denemek ister, Süllü ala Muhammed, der. Öğrenci yine çekince, daha daya­namaz, Aziz cemaat, bu gün konuşma yapamayacam, çünkü, ip puştun eline geçti, der.

Bu hoca, bizim ipin kimlerin elinde olduğunu görse, hep aklını kaçınr.

 

Avrupa Ne Kadar Değişti

 

Değişim rüzgârının fırtınaya döndüğü şu günlerde, bazı yorumcular; "Artık, Avrupa tamamen değişti. Demokrasinin, insan haklannın eksiksiz yaşandığı merkezler haline geldi. Dintaassubundan kurtuldu, haçlı ruhu yok oldu, yerine realizm geldi..." gibi değerlendirmeler, yapmaktadırlar.

Bütün dünyanın gözleri önünde cereyan eden bazı hadi­selere bakınca, yersiz ümide kapılmamamız gerektiğini düşü­nüyorum.

Halk onlann istediğini seçmezse; "Demokrasi o kadar­da gerekli değil" mantığına sanldıklan, zaman zaman göz­ler önüne seriliyor. Çeşitli kıtalardaki bazı olaylara bakarsanız, bunun böyle olduğunu görürsünüz.

Batının bize, botanik bahçesi diye yutturmaya çalıştığı, "maddeci, felsefe çöplüğü," olumsuzluk üretmede hayli verim­li bir zemindir. Bu Batı madalyasının negatif yüzüdür. Bu cihe-tiyle devamlı "İzm ve tefrika" üretir. Rahmetli C. Meric'in dediği gibi, bizde; "Gribe yakalanır gibi, ideolojilere ya­kalanıyoruz."

Nedense aydınlarımız, her derdimizin devasını, bu yan et­kisinin yaranndan çok fazla olduğu bilinen, felsefi sentezler içinde aramaktadırlar.

Maddeci kültürde "vefa" kavramı mevcut değildir. Vefa: Soylu bir inancın, ürettiği erdemli bir meyvedir. Katkısının ana faktörü, vicdani ve ilâhidir.

İşte, menfi kültür kaynağından beslenmiş Almanya, daha dün, uğurlarına İmparatorluğu feda ettiğimizi ne çabuk unut­tular. Şimdi, bölücülere prim vermeye çalışıyorlar. Bölücülerin ellerindeki silahların önemli bir bölümü, Alman yapımı olduğu bilinirken, bize, siz benden aldığınız silahı doğuda kullanamaz­sınız diye tutturuyor.

Ne dersiniz, bunlar ne oranda değişmiş olabilir, cevabı şu fıkranın içinde arayalım:

Yıllar sonra, Hans'la Mişop, bir turistik beldede karşılaşır­lar. Hoşbeşten sonra, geçmişe ait bazı acı, tatlı hatıraları ana­rak, sohbeti koyulaştırırlar. Hans, bir ara Mişop'a bir espri yapmak ister:

Mişop sen, öleceksin? Mişop biraz tedirgin:

Niye, yeni bir Hitler mi çıktı?

Hayır, hayır ecelinle öleceksin.

Olur herkes ölecek.

Çürüyüp, toprak olacaksın.

Herkes çürüyüp toprak olacak.

Toprağında otlar bitecek.

Olabilir.

O otlardan hayvanlar yiyecek.

Yesin ne zararı var?

Ben bir yerde, bir hayvan pisliği görünce, "ulan Mişop, ne kadar değişmişsin, diyeceğim," der. Mişop, çaktırmadan karşı atağa geçer:

Hans, sen ölmeyecek misin?

Ölürüm.

Sen çürüyüp toprak olmayacak mısın?

Olurum.

Senin toprağında otlar bitmeyecek mi?

Olur, biter.

O otlardan hayvanlar yemeyecek mi?

Yiyebilir, afiyet olsun.

Ben, bir yerde bir hayvan pisliği görünce ne diyeceğim?

Sen de, "Hans ne kadar değişmişsin" dersin.

Hayır öyle demeyeceğim.

Ne diyeceksin öyleyse?

Hans, hiç değişmemişsin, sen eskidende böyleydin, diyeceğim," der.

Buradan hareketle, menfi Avrupa'nın, ne konuda, hangi oranda değiştiğine siz karar verin.

 

Evrensel Değerlere Ulaşmak

 

Değer yargılan, evrensel, bölgesel, yerel ve kişisel olarak, sınıflandırılabilir.

Değerler, ne oranda evrenselleşirse, o oranda, mutlak gerçeğe yaklaşmış olur. Yerellikten ve aynntıdan uzaklaşmış olur. "Şeytanın, ayrıntıda gizli olduğu" göz önünde bu­lundurulursa, evrensel değerler insanlık için, önemli bir nimet sayılır. Çünkü, uzlaşmanın en kestirme yolu, evrensellikle mümkün olmaktadır.

Yerel mantıkla evrensel satranç, eski kurallarla, yeni oyunlar oynanmaz. Hangi oyunu oynuyorsanız, onun kuralla­rını uygulamak zorunluluğu vardır. Siz, güreş kuralı İle, voley­bol oynayamazsınız.

Yerel ve kişisel değerler, çoğu zaman, objektif olmayabilir. Çünkü, "İnsan, kendi kokusunu hissedemezmiş" deni-lir.Kendi yanlışını da anlaması, böylesine zor olur.

Alışılmış olayları yorumlama ve algılama durumumuz çok zordur.İlginç bir haber okumuştum. İstanbul'dan, Anadolu'ya bir gelin gelir. Köy evinin altında ahır olduğundan, kokudan rahatsız olur.

Ben, bu kokuyu temizleyeceğim, diye işe koyulur. Ev halkı kokunun farkında olmadıklanndan, ne yapacağını anla­yamazlar. Günler sonra, o zavallıda, kokuya alıştığından;

Gördünüz mü, kokuyu nasıl yok ettim? demeye başlar. Akvaryumdaki balıklar, ne kadar, yetenekli olsalarda; okyanustaki dalgalan tasvir edemezler.

Einştein "Bir sorun, o sorunun sebebi olan bilinç düzeyi ile çözülemez" demektedir. Düşünce özgürlüğü, insan haklan, hukukun üstünlüğü ve demokrasi, Şu bilinç düze­yi ile çözülebilir mi? Siz, karar verin:

Altmış darbesini müteakip, Erzurum'da iki ağa, muhab­bet etmektedir. Ağanın biri biraz okumasını bilir, diğeri bilme­mektedir. Ağa gazeteyi, büyük bir tedirginlikle okur ve:

Ağa, mahfomışık. Darbe olmıştır, demirgırasi gitmiştir. Diğer ağa şaşkın:

Ağam, gurban olam, darbe çiye(nedir)?

Meclis gitmiştir, mepuslar mahpus olmıştır, bokanlar git­miştir ve demirgırasi gitmiştir.

Ağam, demurgırasi çiye?

Hanı biz, rey atmışık, işte odır.

Ağam, bu darbe dediğin şeyin, mala, davara zaran var mıdır? Biraz düşünür:

Zannetmiyem, bence yuktur, der. Diğer ağa, rahatlamış olarak:

Ağam, u zaman biye göre, darbe eyle kötü bişey değildir.

Davranışlara belli bir standart getirilmezse; herkes kendi bilinçaltına göre olaylara yorum getirir. Çoğu zamanda karşı­mıza, şöyle traji komik durumlar çıkar:

Dört yamyam, bir beyazı yakalayıp, karşı taraftaki piknik alanına götürüp yemek isterler. Giderken, bir gümrükten geç­meleri gerekmektedir. Belgelerini gösterirler. Memur:

Bir belgenin noksan olduğunu, söyler. Yamyamlar şaşkın:

Hayır olamaz, hepimizin belgesi vardır, derler. Memur ıs­rarla:

Siz beş kişisiniz, belge dört tane, deyince, yamyamların şaşkınlığı bir kat daha artmış olarak:

Ama bu büyük haksızlık, siz yiyeceklerimizi de mi insan sayıyorsunuz? derler.

"Bizim gibi düşünmeyenlerin, saçmalıkları düşünce sayı­lamaz. Dolayısıyla, onların özgürlük hakkı yoktur" demeye ge­tirenlerin kulakları çınlasın.



[1] PRF. A. Songar, Çeşitleme, Kubbealtı Neşri-yat,îst.l981.sh:3

[2] NOT: Acar Baltaş,Üstün Başarı, Remzi Kitapevi, 13. Baskı, 1997. Sayfa:206

[3] Not:J. JAMES, Gelecek Za­manda Düşünmek,Boyner Holding Yay. 1997, İst. S.:

[4] Not: Çevirmen, B.T. UNAN, Tavuk Suyuna Çorba-3, HYB Yayınları, Ankara 2002

[5] Camiüssağir, Y. ASYA Neşriyat, Hadis,6. cilt:l

[6] D. Carnegie, Söz söyleme iş başarma sanatı. 12. bas. İstanbul, Kit- San, sh.172

[7] Hut sur.Ayet. 85

[8] R.Salihin, Trc, C.2 S. 586

[9] R. Salihin. Trc. C.3 S. 160

[10] R. Salihin Trc. C.3 S. 160