Başarili İletişimcinin Stratejileri Ve Mizah Sanati
İletişim Ve Başarılı İletişimci
İletişim Zinciri Ve İletişimin Olmazsa Olmazları
A) İletişimde Mesaj Üreten, Ulaştıran Ve Veren Taraf
B ) Verilen Ve Ulaştırılan Mesajı Alan Taraf
İletişimin Kademeleri Ve Başarılı İletişimcinin
Stratejileri
Dış İletişimi Gerçekleştirme Yolları:
1- Sözlü İletişim Yolu Ve Başarılı İletişimci:
Beden Diüni Etkili Kullanma Stratejisi:
Başarılı İletişimcinin Yapması Ve Yapmaması Gereken
Jestler
Sözlü İletişimde Bazı Organların Pozisyonu
Yapılacak Konuşmanın Bilgi Duygu Ve Hazırlık Boyutu
Başarılı İletişimcinin Hazırlık Stratejisi:
2- Yazılı İletişim Ve Başarılı İletişimci
Başarılı Yazı Yazma Stratejisi:
A) Aile Ortamı Ve Başarılı İletişimci:
Yerel Adetler Karşısındaki Tavrı:
İnancı Uygun Üslupla Telkin Stratejisi:
Sevgili Anneciğim ve Babacığım,
B) Eğitim Ortamı Ve Başarılı İletişimci
Kabullenilmiş Acziyyet Duygusunu" Aşma Stratejisi:
Zekâya Göre Meslek Stratejisi:
Kertenkele Sistemini Aşma Stratejisi:
Başarılı Eğitime Örnek Olacak İdeal Bir Öğretmen:
C) İş Ortamı Ve Başarılı İletişmci
Amaç Eksenli Yönetim Stratejisi
Başarılı İletişimcide Kalite Stratejisi
Başarılı İletişimcide Zaman Kavramı
D) Eş- Dost Ortamı Ve Başarılı İletişimci
E) Din Ortamı Ve Başarılı İletişimci
F) Siyasi Ortam Ve Başarılı İletişimci
İdeal Yönetici Olma Stratejileri
Mizah Sanatı İletişimde Mizahın Yeri Ve Başarılı
İletişimci:
Başarılı İletişimciye Göre Mizah Türleri:
İletişimde Fıkranın Önemi Ve Fıkra Anlatma Kuralları:
Mizah Yeteneğini Geliştirme Yolları:
Taşlar Ve Gedikler Eğitimde Ve Sosyal Hayatta Formasyonun
Önemi
Nesilleri Kimlik Ve Kişilik Bunalımına Düşürme Yolları
A- "Nesilleri Tarihlerinden Nefret Ettirin"
Başarılı
İletişimde Düşüncennin Gücü
C- Rakip Milletleri Taklit Etmesini Sağlayın
E- Zorlayıcı Tedbirler Uygulatın
Çelişkiler Varoşu Veya Varoşların Çelişkileri
Namert Köprüsünden Geçmek Veya Geçmemek
İtibarın Böylesi Düşman Başına
Mevzuatlarımızın Fındık Alî'si
Başarılı
İletişimde Düşüncennin Gücü
İletişim, bi'manada
bütün canlıları kapsar. Ancak, biz konuyu fazla dağıtmamak için, insanlar
arasındaki iletişimi ele alacağız.
Kısaca duygulann,
düşüncelerin ve bilgilerin, her çeşit yazılı, sözlü veya başka şekillerde,
akla gelebilecek her türlü yol, metot ve teknikle başkalarına aktarılmasıdır.
İletişim işini,
bulunduğu her ortamda, en başanlı şekilde yapabilen kişiye, başarılı iletişimci
dememiz gerekmektedir. Amaçladığı mesajları, hedef kitleye veya bireye, mümkün
olan en başanlı şekilde ulaştıran kişide tabii olarak, başarılı iletişimcidir.
İletişimde birzincirin
oluşma mecburiyeti vardır. Tek yönlü bilgi akışına, "enformasyon"
denilmektedir. Karşılıklı bilgi alış verişine ise, "iletişim"
diyoruz. İletişim olgusu, birkaç değişik halkanın, bilinçli veya bilinçsiz
irtibatı ile oluşmaktadır. Bu halkaların birinin noksan olması halinde
iletişimin gerçekleşme şansı kalmaz.
Bu halkalarda kısaca,
şunlardır:
A)
İLETİŞİMDE MESAJ ÜRETEN, ULAŞTIRAN VE VEREN TARAF
B) VERİLEN
VE ULAŞTIRILAN MESAJI ALAN TARAF .
C )
VERİLECEK OLAN MESAJ
Bunun, psikolojik,
biyolojik yönden tam ve sağlıklı bir insan olması gerekir.
Mesajı üretebilmesi
için, sağlıklı bir beyin mekanizmasına sahip olması gerekir. Beyin yaklaşık, on
milyar sinir hücresinden teşekkül etmiştir.
"Beyin hücreleri
tek tek vücudun muayyen bir noktasına bağlıdır. Her hücrenin negatif ve pozitif
iki fonksiyonu vardır. On milyar hücrenin fonksiyonu,yani cevabı; iki üzeri on
milyar gibi, akıl almaz bir rakam eder.[1]
Bu ve benzeri bir sürü
mekanizmaların, koordineli bir şekilde bilgiyi ve mesajı üretmesi gerekiyor.
İşte bu bilgi üretme
mekanizmalarının sahibi olan kişi, bilgiyi üreten ve veren taraf olarak kabul
ediliyor. Bu merkez, iletişim zincirinin tartışmasız en önemli halkasıdır.
İletişimin tamam
olması için, iletişimcinin, konuşmacının mesajlarını alacak bir muhatabın,
mutlaka olması gerekmektedir.
Alıcının da, algı
fonksiyonları gibi gerekli diğer duyu organlarının iletişimi algılayabilecek
durumda sağlıklı bir yapıya sahip olması gerekir.
Mesajı alan tarafın
organize olmuş bir grup olduğu gibi, organize dışı gruplar ve ortamlar da
olabilir. Aile ortamı, iş ortamı, eş dost ortamı ve sohbet ortamı gibi.
Bilgiler, düşünceler,
tasanlar.... olabilir. Bunlar mesajın asıl üretildiği merkez, yani beyin
tarafından ortaya çıkarılıp, belli yöntem ve tekniklerle muhatap kitleye veya
bireye ulaştırılır.
Bu şekilde iletişim
olgusu dediğimiz olay, gerçekleşmiş olur.
İletişimin asıl amacı,
muhataba veya muhataplara bir mesajın ulaştırılmasıdır. Mesaj iletmeyen bir
iletişim biçimi düşünülemez.
Gerçi şu Temel
esprisinde, bunun da bir formülü bulunmuş gibi gözüküyor.
Askerde Temel'e gelen
mektuptan boş bir kağıt çıktığını gören komutan, Temel'e 'bunun ne anlama
geldiği'ni sorar. Temel'de gülümseyerek cevap verir; " Emucamun uşağu-dur,
ha onunla dargunuz da, küya konuşmayı penumla."
Ancak burada, çok
anlamlı bir iletişim gerçekleşmiş sayılıyor. Ulaştırılan mesaj da şudur: Seninle
konuşmuyorum ama, askerde olduğun için mektup göndermek adettendir ve
görevimdir. Sadece bu adeti yerine getirmiş oluyorum."
Bu mekanizmanın en
önemli ayağı, mesajın üretilme safhasıdır.
Biraz da bilgi
üretiminin biyolojik ve psikolojik aşamalana göz atalım:
Bütün canlılarda ilkel
düzeyde refleks, şartlı refleks, beslenme ve üreme, içgüdü (sevk-i tabii) Ieri
mevcuttur.
Canlılann bir
çoğundan, fiziki güç olarak üstün olmayan insan, akıl dediğimiz fonksiyon
sayesinde hepsine hükmeder noktaya gelmiştir.
Akıl bizi, sadece
dıştaki varlıklara karşı değil, içimizde (bilinç altında) meydana gelen
olaylara karşı da korur. İçimizdeki en karmaşık ve en kompleks olayları
düzenler. Psikolojik olay-lann bir plan dahilinde cereyan etmelerini sağlar.
İnsanoğlunun iç
labirentleri, dışından çok daha karmaşık, çok daha tehlikeli ve girifttir.
Damarlanmızdaki kan,
nasıl mikroplarla savaşıp, onları vücuttan atıyorsa, aklımızda; psikolojik
hayatımızı birçok zararlı etkilerden, (heyecan, korku, endişe çapraşık
arzular, ihtiraslar, ahlakdışı yönelişler....v.s.) korumaktadır.
Akli fonksiyonlann
başında " şuur " gelmektedir. Şuur, hem kendimizi, hem de muhitimizi
kavrayarak, aralannda ilgi kurabilmeyi mümkün kılan harika bir fonksiyondur.
Akli
fonksiyonlarımızdan biri de " idrak ". Duyu organla-nmıza gelen
uyarıcılar, bu organlar tarafından sinirler vasıtasıyla beyne iletilirler.
Bunların bir kısmını şuurlu olarak idrak ederiz. Bazıları çeşitli sebeplerden
dolayı bilincimizin dışında kalır. Bilinç her uyarıcıyı bilgiye çeviremez.
Sosyo - psikolojik bir varlık olan İnsan, işine gelen uyarıcıları bilgiye
çevirir.
İdrak fonksiyonumuzla
ilgili şu dörtlük son derece ilginçtir: "İdrak ayinesi pas tutmuş ise,
Hiçbir tecelliye mahzar olamaz. Gönül bir süfliye yas tutmuş ise, Ulvi
teselliye mahzar olamaz. İşte, bu karmaşık aşamalardan sonra elde edilen mesaj,
iletişimin temelini oluşturur.
A ) İç
İletişim: Kişinin iç dünyasında oluşan ve gelişen olaylardır,
Kalp, ruh, akıl,
hayal, tasavvur gibi iç fonksiyonlann geliştirdikleri iç olgular mevcuttur.
Şuur altımız sınırsız bir kaynaktır. Üst bilinç (yani vicdan), bu kaynaklan
bizim lehimize olacak şekilde denetler.
İşte bu iç denetleme,
sağlıklı olmazsa, iç kaos başlar. İç ahengi tam olmayan kişiler, dış iletişimi
de sağlıklı yürütemez.
Kişinin kurduğu hayal,
gerçekötesi saçmahklarsa, dışa sağlıklı bir mesaj yansıtamaz. İç muhasebesi
doğru olmayanın dış hesaplarının da, denk gelmesi mümkün değildir.
İç iletişimi sağlıklı
olmayanlann rüyaları bile, korku filmini veya kabusu andırır.
Gerçi birçok ilim
adamı, bütün dış uyarıların dahi algılanması, beynimize ulaşan sinyallerin,
beynimiz tarafından, yo-rumlanmasıyla oluştuğunu, dış uyaranlar olmadan da aynı
so-nuçlann alındığını, dolayısıyla gerçek oluşumların merkezinin beynimiz ve
ruhumuz olduğunu savunmaktadırlar.
Biz konuyu şimdilik bu
boyuta kaydırma niyetinde değiliz.
Başarılı iletişimci,
güçlü bir iradeye, dengeli bir iç kişilik bütünlüğüne sahiptir. Özü, sözü,
eylemi, niyeti ve bakış açısı birbiriyle uyumludur.
Düşünceleriyle, inancı
arasında, çelişki ve boşluk yoktur. Olumsuz düşünceler, niyetin ve şuuraltının
ayannı bozmamıştır.
Bütün iç
fonksiyonlanyla, her çeşit iletişimi sağlıklı bir şekilde gerçekleştirecek
dinamizme sahiptir.
B) Dış
İletişim
Kişinin kendi
dışındaki, insanlarla oluşturduğu iletişim şeklidir. Kişinin kendisi dışındaki
kimselerle kurduğu her tür iletişim bu kapsama girer.
Dış iletişimin
gerçekleşmesi için, kullanılan belli yollar vardır, önce bu yolları anlayalım,
daha sonra, dış iletişimin yoğun yaşandığı ortamları görelim.
1- Sözlü
İletişim Yolu
2- Yazılı
İletişim Yolu
3- Diğer
Şekillerde İletişim Yolları
İletişimde en yoğun
kullanılan yoldur. Başarılı iletişimcinin en fazla kullandığı iletişim şeklidir.
Sözlü iletişim, yani
konuşarak iletişim kurma şekli, doğrudan doğruya dilin kullanımıyla ilgili bir
hadisedir.
Konuşma ancak insana
ihsan edilmiş mucizevi bir nimettir.
Neden mucizevidir?
Şeklindeki soruyu, hakkıyla cevaplan-dırabilmek için, konuşmanın gerçekleşme
biçimini, hakkıyla kavramış olmak gerekir. Biz konuşma mucizesine kısaca göz
attıktan sonra, konuya devam edelim. (Bu konu Mercek dergisi, mayıs 2002,
sayısında şöyle ele alınmaktadır.)
"Bir şey söylemek
istediğiniz anda, beyninizden gelen bir dizi emir, ses tellerinize, dilinize ve
oradan da çene kaslarınıza gider. Beyinin konuşma merkezini içeren bölgesi,
konuşma işleminizde rol alacak tüm kaslarınıza gerekli emirleri gönderir.
İlk önce akciğeriniz
"sıcak hava" sağlar. Sıcak hava konuşmanın hammaddesidir. Hava
burnunuzdan girer, burun boşluğu, boğaz, nefes borusundan sonra bronş
tüplerine, oradan da akciğerlerinize geçer. Havadaki oksijen, akciğerlerinizde
kana karışır. Bu sırada karbondioksit de dışarı verilir.
Ciğerinizden geri
dönen hava, boğazınızdan geçerken, ses telleri denen iki doku kıvrımının
arasından geçer. Bu teller, bir tür perdeye benzer ve bağlı oldukları küçük
kıkırdakların etkisine göre, hareket ederler. Siz konuşmadan önce ses
telleriniz açık vaziyettedir. Konuşmanız sırasında teller bir araya getirilir
ve soluk verdiğinizde çıkan hava ile titreştirilir.
Ağız ve burun yapınız,
sesinizin kendine özgü niteliğini verir. Siz kelimeleri arka arkaya sıralayıp
konuşurken diliniz damağınıza belirli miktarda yaklaşıp uzaklaşmada,
dudaklarınızda büzülüp yayılmaktadır. Konuşabîlmeniz için bu işlemlerin her
birinin noksansız gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu kompleks işlemler, müthiş
bir hızla ve kusursuzca gerçekleşirken, sizin bunlardan haberiniz bile
olmaz."
Konuşma eyleminin
merhaleleri iyi incelenirse, oluşumda bizim müdahalemiz %2 bile değildir.
Olayların büyük çoğunluğu irademiz dışında gerçekleşmektedir.
Başarılı iletişimci,
yaratanın bizlere lütfettiği bu harika nimeti, azami derecede verimli
kullanarak, etkili sonuçlar elde edebilir.
Şimdi başanlı
iletişimcinin uyguladığı metodu tanımaya ve bu yolla yeteneğimizi geliştirmeye
çalışalım,
Başanlı iletişimci,
konuşma sanatının inceliklerini en küçük ayrıntısına kadar mükemmel olarak
bilir ve icra eder. Kullandığı dili, dilin gramer özelliklerini, deyimlerini,
fonetik özelliklerini, vurgusunu, ata sözlerini, yöresel ağız farklarını,
aksan ve şive özelliklerini nüanslarına kadar bilir.
Esefle söylemeliyim
ki, bu saydığımız özellikler noktasında Türkçemiz dünyanın en talihsiz
dillerinden biridir. Ne hikmetse bu dil, dün de yeteri kadar
değerlendirilemediği gibi, bu gün de, yeteri kadar değerlendirilememektedir.
Yabancı dil eğitimi,
bir araç olması gerekirken, bir tür amaç haline dönüşerek anadilimizin önüne
geçme ve neredeyse onu bastırma noktasına getirilmiştir.
Hiç kimse kendi dilini
yeterince bilmeden, başka dilde beklenen başarıyı sağlayamaz. Sanırım, bundan
dolayıdır ki, yabancı dil eğitiminde de olması gereken başanyı gösterememekteyiz.
Ana dilimizin amaç; diğer dillerin araç olması gerektiğini unutmamalıyız.
Konfüçyüs' ün,
"Devletin başına geçseniz ilk icraatınız ne olur?" sorusuna,
"Dili düzeltirdim" demesi çok anlamlıdır. Gerekçesi ise şudur:
"Dil yozlaşırsa; kanunlar,emirler, yorumlar, algılamalar ve topyekun
bütün toplum yozlaşır. Bütün bunların önüne geçebilmek için acilen dilin ıslahı
gerekir" demiştir.
Başarılı iletişimci,
dili bir sarraf hassasiyetiyle, özmusikisi-ne uygun olarak kullanır.
1996 yılında, Ordu'da
bir Rus doktorla karşılaşmıştım. Bir gazete bayiinde idik. Baktım elinde birkaç
gazete, gazeteciye; "falan, falan tarihli gazeteleri de ayırmanı
istemiştim, inşallah unutmamışsmdır" diye sordu. Türkceyi mükemmel konuşuyordu
ama, yine de dilinde hafif bir farklılık hissediliyor-du. Nereli olduğunu
sordum, "Rus olduğunu" söyledi.
"Türkceyi çok
güzel konuşuyorsunuz" dedim. Kendinden emin bir ses tonuyla; "Bu dili
konuşmayı çok seviyorum" dedi. "Bana müzik nameleri
mırıldanıyormuşum gibi haz veriyor" dîye ilave etti.
Ana dilinin Slavca
olduğunu öğrenince, "aradaki farkı sordum. "Bizim dili bilmeyenler,
uzaktan konuşan iki kişinin kavga ettiğini zannedebiliri; oysa Türkceyi konuşanların
şarkı nameleri söylediklerini zannederler"
Dedi. Bu kişi o an
kimseye dalkavukluk etme gibi bir durumda da değildi. Ondan sonra, Ruslar için
kurulmuş pazarlara uğradığımda, o doğrultuda yaptığım gözlemler, tespitin doğruluğunu
gösteriyordu. Ne acıdır ki, dilimizin bu özelliğini bize bir yabancı
öğretiyordu. İsteyen herkes bu konuyu kendi açısından gözlemleyebilir.
Başanh iletişimci, bir
konuşmacıda bulunması gereken iç ve dış donanımın azamisine sahiptir. İç
donanımın yanında dış görünüşün pejmürde oluşu, hiç hoş karşılanacak bir
manzara değildir. Ambalajı bozuk bir ürünün kaliteli olduğuna insanları ikna
etmek, ambalajı yenilemekten yüz kat daha zor sayılır. Konuşmacı asla abartıya
kaçmadan, bulunduğu ortama en uygun bir kıyafetle,dinleyicilerin karşısına
çıkmalıdır. Aksi bir görüntü, çok mükemmel bir konuşmayı bayağılaştırmaya kafi
gelebilir. Gösterişli kıyafetlerde basitlik simgesi olarak algılanır.
En iyisi, her konuda
olduğu gibi,aşırılıklardan uzak, ortamın havasına, yörenin geleneğine uygun,
sade, temiz bir kıyafetle konuşmaktır.
Başarılı iletişimci,
konuşmanın en önemli araçlarından olan sesin eğitimine özel önem vererek,
konuşmalanna hazırlanır.
Cılız ve titrek bir
sesle, insanlara güven ve ümit vermek imkansızdır. Böyle bir ses tonuyla ancak
vasiyet yazdırılabilir.
Kulağa hoş gelen,
kendinden emin bir ses tonunun, dinleyenleri inandırma ve ikna etmede son derece
başarılı olduğu, deney ve tecrübelerle onaylanmıştır.
Başarılı iletişimci,
konunun özelliğine, dinleyenlerin sayısına ve salonun durumuna göre sesinin
tonunu ayarlar. Monoton konuşmalar iletişim kopukluğuna ve dikkat dağılmasına
sebep olmaktadır.
Bağırıp çağırarak,
ültimatom verir gibi yapılan konuşmalar, asap bozmakla kalmaz,verilmek istenen
mesajı, hiç hesapta olmayan bir biçimde algılanmasına neden olabilir.
Başanlı iletişimci,
konuşmasında diksiyona da çok önem verir. Konuşmasını telaffuz yanlışlarıyla ve
vurgu hatalarıyla katletmek istemez. Harflerin çıkış şekline (mahrecine) son derece
itina gösterir. Kelime ve hecelerin, net, anlama uygun telaffuzu sözlü
iletişimin,en önemli öğelerindendir.
Bu konuda da ülkemizde
korkunç bir garabet yaşanmaktadır.
Ben mesleğim gereği,
gençlerle sık sık diyalog kurmaya çalışırım. En basitinden, "ismini,
nereli" olduğunu sorarım. Abartısız, konuştuğum gençlerden %50 den
fazlasının
ismini dahi ilk
söyleyişinde anlayamam. Hatta %20 den fazlasının ikinci söyleyişinde de
anlayamam. Benim anlama veya duyma problemim olabileceğini düşünenlerin, bu
konuda sağlıklı bir gözlem yapmalarını öneriyorum.
Üzülerek belirtmeliyim
ki, ana dilini yaran yamalak konuşabilendi tür kekeme bir nesil
yetiştirdiğimiz izlenimine kapılıyorum.
Şu unutulmamalıdır ki,
iletişimin olmadığı yerde uzlaşma, uzlaşmanın olmadığı yerde amaç ve hedef
birliği olamaz.
Yetkililerimiz bu hususa,
acil bir çözüm bulma durumundadırlar.
1984 yılında, Kumru İ.
H. L.de bir piyes oynamıştık. Konu o zaman gündemde olan "Bulgar
Zulmü" idi.Öğrenciler bu oyunu, profesyonellere taş çıkarttıracak kadar
mükemmel oynadılar. Hele ses konusunda, hiçbir teknik imkan olmadığı halde,
mükemmel denecek bir sonucun alınması; kayda değer en önemli hadise idi. En
cılız sesli oyuncunun sesi bile, salonun her tarafından rahatlıkla
anlaşılıyordu.
Bir sene sonra, aynı
oyunu başka bir okulda çevirdik. Ses konusunda inanılmaz zorluklar yaşadık. Ses
cihazlarıyla falan aşmaya çalıştıysak da, istenen sonucu almamız kolay olmadı.
En gür sesli oyuncunun konuşmaları bile, iki üç metre ilerden anlaşılmıyordu.
Bu konuyu tiyatro
hususunda deneyimli bir büyüğümüze sordum. "îki okul arasında bu kadar
bariz fark nasıl olabilir?" dedim.
Bana,"İ. Hatiplerde okutulan
bazı derslerin bunda etkili
olabileceğini, özellikle,Kuran dersinin,tecvit ve hitabet derslerinin, sesin
fonksiyonlarının gelişmesinde, diksiyonun düzeltilmesinde, rol oynaya
bileceğini ve bu tip sonuçlar doğurabileceğini"
belirtti.
İngilizlerin, ayna
karşısında ses, diksiyon ve konuşma eğitimi verdiklerini okumuştum.
Bizde dilimizin, iyi
ve anlaşılır konuşulabilmesi için bir çözüm bulmak zorundayız.Yoksa, yeni kuşaklar,
acınacak bir trajediyi oynamaya devam edeceklerdir.
Başanlı iletişimci,
çok zengin bir kelime hazinesine sahiptir.
Malzemesi az olan
sanatkar, küçük eserlere talip olur. Tuğlası kulübe yapmaya ancak yeten bir
kişi, saray yapmaya kalkışamaz. Bir dilin sahip olduğu kelime sayısı, o dilin
ifade kapasitesini gösterir. Bir insan, bildiği kelime sayısıyla orantılı
düşünce üretebilir. Shakspeare, eserlerinde birbirinden farklı, 30.000 kelime
kullanmıştır. Onu az bir farkla, Victor Hugo, onu da az bir farkla, Goethe
izlemiştir. Bizdeki yazarların kullandığı kelime sayısı ise, 4-5000'i
bulmamaktadır. Birçoğunun eserinden, sövgü ve yergi kelimelerini çıkarırsak,
ortada nerdeyse yazılı eser kalmaz.
Malzemesi bol olan
konuşmacı, maksadını daha inandırıcı, güven verici ve ikna edici tarzda,
anlatma imkanına sahiptir. "Büyük ekmek, büyük hamurdan çıkar"
atasözü de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Başarılı iletişimci,
konuşma temposunu dinleyenlerin en kolay algılayabileceği ve en iyi takip
edebileceği bir şekilde ayarlar.
Ne acele, ne de
gereğinden fazla yavaş konuşur. Her kelime ağzından anlaşılır biçimde, tane
tane dökülür.
İfadelendirme biçimi,
son derece renkli ve canlıdır.
Konuşma tarzıyla,
tamamen yapıcı bir atmosfer oluşturur. Olumsuz yaklaşımlardan uzak durur.
Olumsuz yorum ve tavırlar; negatif enerji yaymaktan, gerginliğe sebep olmaktan
başka işe yaramaz.
Başarılı iletişimci,
beden dili konusunda tam bir uzmandır. Jest ve mimikleri, konuyla öylesine
ahenkle kaynaştırır ki, dinleyenlerde bir tiyatro sanatçısını izliyormuş
intibaı uyandırır.
Konuşmacının, konuyla
çelişen el, kol, yüz, göz ve beden hareketleri, dinleyicileri rahatsız eder.
İletişimin zayıflamasına, etkinin sönükleşmesine sebep olur.
Göze hitap eden
iletişimin, kulağa hitap edenden %60 daha etkili olduğu, bilimsel deneylerle
kesinlik kazanmıştır. Beden dilinin doğru iletişimde, en etkin iletişimci pozisyonu
olduğu, uzmanların ortak kanaatidir.
Başarılı iletişimci,
şu konularda çok dikkatlidir; Başta, gözlerini çok etkili ve ustalıklı
kullanır. Çünkü göz, zihinsel, duygusal ve ruhsal zekayı, her tür enerji ve
sinerjileri muhatabına yansıtmada en
önemli organdır. Göz teması, inandırıcılığın
vazgeçilmezlerindendir.
Zeki insanların
bakışı, manyetik bîr cazibe merkezidir, derinden etkiler.
Gözün kullanılış
biçimleri, birçok psikolojik durumumuzu ele verir. Mesela, göz kaçırmak; kuşku
içinde olduğumuzu gösterir. Gözü aşağı indirmemiz; teslimiyetimizin veya, güvensizliğimizin
ifadesidir.
Başarılı iletişimci,
yüzünü de en az gözü kadar mükemmel kullanmaktadır.
Yüz, yedi temel
duygunun merkezi konumundadır.Korku, öfke,şaşkınlık,
iğrenme,mutluluk,üzüntü,acı, keder, sevgi, saygı ve şefkat gibi...
Başarılı iletişimci
yüzünü,çok gelişmiş bir ekran gibi kullanır. Bu ekrandan, daima olumlu
görüntüler, güven veren tebessüm, ümit veren heyecan, istek uyandıran canlılık
yansır.
Kaşlann da
konuşmada,azımsanamayacak bir yere sahip olduğu muhakkaktır. Bakışmada kaşların
yukarı kaldırılması (birkaç saniye içinde,) dostluk, samimiyet ve güven
işaretidir.
Burun ucundan bakmak
veya başını kaldırıp burun ucundan bakmak; muhatabı küçük görmek,bakışıyla
ezmek anlamına gelir.
Konuşmada duruş
şekilleri de çok çok önemlidir. Özrü olmayan normal bir kişinin, göğüs, omuz
ve başının dik ve düz durması en olumlu duruş şeklidir.
El sıkmak,
kucaklaşmak, el sallamak, bilinçli yapılan ve yapılması gereken olumlu
jestlerdir.
İçe dönük sıkılgan ve
sıkıcı hareketler. Vücudunun muhtelif noktalarını kaşımak. Mesela ensesini
kaşımak. Elindeki kağıdı parçalanna ayınp yırtmak. Bütün bunlar, derin bir
dalgınlığın veya bilinçaltı saplantıların yansıması olarak, iletişimde
kopukluklara ve olumsuzluklara sebep olmaktadır.
Yine şu davranışlarda
olumsuzluk nedenlerinden sayılır.
Argo kullanmak:
Geçmişine ait olumsuzlukları yansıtır. Hangi alt gurubun üyesi olduğunu
gösterir.
Böbürlenmek:
Aşağılık duygusuna sahip olduğunu, samimiyetsizliğini, telafi mekanizmasını
kullanarak kompleksini izale etmeye çalıştığını gösterir.
Kendim hakir görme: Bu durum öz eleştiri sınırlarını aşacak boyutlarda olursa, suçluluk
duygusunun ve güvensizliğin yansıması sayılır.
Sorulmadan söylemek: Panik bir durumu bastırmaya uğraşmak, etkilemek, övünmek...Kandırmaya
çalışmak veya ikna etmek şeklinde algılanır.
Şöhretlere sığınmak:Meşhur birilerini yakını veya dos-tuymuş gibi göstererek,
noksanlıklarını telafi etmeye çalışmaktır. Önemli biri görüntüsü vermektir.
Abartı: kendini değersiz
görenlerin, abartıyla kendini değerli saydırmaya çalışma gayretidir.
Kısık ve titrek ses tonu: Güven eksikliğidir. Yersiz heyecan, sinirlilik ve
çekingenlik belirtisidir.
Dedi kodu: Mutsuzluk
yansımasıdır. Başkalannı da kendi ayarına indirme gayreti, bencillik ve çıkar
gözetme belirtisidir.
Emin ve güçlü ses tonu: Bilgisine ve kendine güvenin ifadesidir. Girişimci,
kontrollü ve inançlı olduğunun göstergesidir.
Mırıldanma:
Bıkkınlık, yılgınlık ve üzüntülülük halidir.
Eller kenetli olmak:
İletişime kapalı, kendi halinde ve geçit yok demektir.Her halükarda olumsuzluk
belirtisidir.
Kolları göğüs üstünde
çapraz vaziyette tut-mak:Kızgınlık, kapalılık, olumsuz bir ruh halinde bulunma
veya savunmaya geçme gibi durumları ifade eder.
Gözün ovuşturulmasi:
Bir hususta bilgi verirken,konu~ şurken, gerçek dışı ifade kullananlann düştüğü
durumu yansıtır.
Parmağın ağza
götürülmesi: Heyecan, korku, çaresizlik ve panik ifadesidir.
Başarılı iletişimci,
söyleyeceklerinden çok daha fazlasını bilmek durumundadır. Kapı kadar bir
konuşmanın, bilgisinin oda kadar olması gerekmektedir.
Fazla bilgi ve geniş
malumat konuşmacının öz güvenini artırır. Farklı dinleyici tiplerine hitap
edebilmenin alternatiflerini kolayca bulmasını sağlar.
Başanlı iletişimci,
tedirgin değildir. Cesaretle ve kendinden emin bir tavırla konuşur. Amaç olan
dinleyiciyi etkilemek değil, konuyu mükemmel anlatmaktır. O, kullanacağı kelimelere
değil, vereceği mesaja odaklanır. Kelimelere göre konuyu değil, konuya göre
kelimeleri seçer.Konu lamba gibidir,keli-melerde, ona üşüşen kelebeklere
benzer.
Sözü içten gelerek,
samimi ve inanarak söyler. İnanma yan, kandırabilir, ama inandıramaz.
Duygulanmayan, duygulandıramaz. İşte size çok çarpıcı bir örnek:
Yaklaşık on yıl önce
bir şehit törenine katılmıştım. Tören gereği yetkililerimizin yaptığı çok
kıymetli konuşmalar dinledik. Her çıkan konuşmacı "Vatan dedi, millet
dedi, bayrak dedi ve egemenlik dedi." Çok hamasi sözler söylendi. Veciz
ifadeler kullanıldı.
Ancak şehit babasının
kürsüye çağrılması, bir anda kalabalıkları dalgalandırdı.
Bağrı yanık
babanın,"kırık, dökük ifadelerle" söylediği birkaç cümle,
dinleyenlerin göz yaşını sele çevirmeye yetti.
Çünkü o, yüreği
sızlayarak konuşuyordu. Belki, konuşması, yetkililerinki kadar veciz ve
okunaklı değildi. Ama, asil duyguların ifadesiydi ve dokunaklıydı. İçten
gelerek konuşuyordu. Konuşmasında asla yapmacıklık ve formalite yoktu.
Başarılı iletişimci,
samimi duygularla, riyasız ve içten konuşmalıdır.
Konuşmalar sadece dil
düzeyinde kalıyorsa; buna "söz işçiliği" demek mümkündür. Bunun
etkisi kulak seviyesini aşmaz. Dil artı zihin bağlamında yapılan konuşmada bir
"söz ustalığı" vardır. Etkisi, zihne kadar ulaşır. Şayet konuşmacı,
kalbini ve duygularını da devreye sokabilmişse, dinleyenler bir "söz
sanatkarı "yla karşı karşıyadırlar. Dinledikleri yapmacık laflar değil,
tam bir "söz sanatı"dır. Başanlı iletişimci, bir "söz sanatkaradır.
Konuşmasıyla kitleleri ayağa kaldırır. Gönülleri ve şuurları fetheder. Muhataplarının
bütün fonksiyonlarına nüfuz eder.
Uzmanlar bu bağlamda
konuşmaları özelliğine göre, zihinsel zeka ürünü konuşmalar, duygusal zeka ürünü
konuşmalar ve ruhsal zeka ürünü olan konuşmalar diye üç kategoriye
ayırmışlardır.
A) Zihinsel
zeka Neyin makul ve mantıklı olduğunu,
B) Duygusal
zeka Neyin güzel ve çekici olduğunu,
C) Ruhsal
zeka Neyin niçin öyle olduğunu, sezgininde devreye girmesiyle çözümlemeye
çalışan konuşma şekilleridir.
Başarılı iletişimci,
dinleyicisini ne yönde motive etmek istiyorsa o yöne ağırlık verir. (Bu
konuyla ilgili daha detaylı bilgi için, Muhammet Bozdağ'ın, Ruhsal zeka Bilge
Yayınlan, baskı, İstanbul,2001, isimli eserine bakabilirsiniz.)
Başarılı iletişimci,
ilham perisine güvenerek konuşmaya çıkmaz. Her şeyden önce, kendi bilgisine,
yapmış olduğu konuşma planına ve konuşma notlarına güvenir. Aldığı notlarda,
hiçbir zaman ayrıntıya kaçmaz. Hatırlatıcı özelliği olan şifreli cümleler,
anahtar kavramlar yazarak, konuyu anlatma imkanı elde eder.
Asla, konuşmanın
tamamını metinden okuyarak konuşma yapmaya kalkışmaz. Bazı can alıcı konu
başlıklarına göz atarak akıcılığı ve konsantrasyonu bozmadan hitabetini
ta-mamlar.Konuyu hatırlamak için anahtar kavramlar kullanır.
Konuyu zihninde
olgunlaştırmadan, kendi yöntemlerine uygun birkaç prova yapmadan dinleyicilerin
karşısına çıkmaz.
Başarılı iletişimci,
çok gelişmiş bir zekaya sahiptir. Potansiyel zekasını geliştirmek için,
literatürdeki bilimsel metotların hepsinden yararlanır. Hafıza gücüne
güvenip,not almayı ihmal etmez. Anlatacağı konuyu detaylı araştırmanın ve
bilmenin yanında, sade bir plan yapar ve kısa notlar alır. Planda detaya
girmez. Askerlikte "doğru nişan"ı tanıtan levhalar vardır. Üzerinde,
(GÖZ- GEZ- ARPACIK- HEDEF.) yazar. İşte başan-lı iletişimcinin planı da buna
benzer bir şeydir.
1-Konu, 2- Başlama, 3-
Açıklama, Yorum Ve Örnekler, 4- Varılan Sonuç.
Almış olduğu notlan,
bu plana göre sıraya sokar. "Şeytanın ayrıntıda siperlendiğini"
bilerek, gereksiz ayrıntılarla konuyu sulandırmadan ve dinleyiciyi
usandırmadan hedefe yönelir. Bu aşamalardaki gereksiz oyalanmalar, konuşmacının
itibar erozyonuna sebep olur ki, bu konunun telafisi çok zordur.
Başarılı iletişimci,
konuya başlarken merak uyandırmayı iyi becerir. Açıklama bölümünde,dimağı ve
duygulan hakkıyla doyurur. Bitişi bir coşku fırtınası ile yapar. Akla gelmesi
muhtemel sorulara cevap olacak tarzda konuşmasını sürdürerek,dinleyiciyi tatmin
eder. "Kim,ne, niçin, nerede, nasıl" gibi sorulan da karşılıksız
bırakmaz.
Başarılı iletişimci,
derinlemesine bilmediği konuya girmez. Derme çatma bilgilerle, kulaktan dolma
malumatlarla ve ayak üstü notlarla dinleyicilerin karşısına çıkmaz.
Mutlaka konunun ana
cevherini kendi tasavvuruyla yoğu-rur. Nakil ve alıntılar aksesuar konumundaki
hususlarda işe yarar. "Taşıma su ile değirmen dönmez" gerçeğinden
hareketle, konunun lokomotif gücünü kendi elinde bulundurur.
Yazılı iletişim, duygu
ve düşüncelerin belli sembollerle, alıcı konumdaki tarafa aktanlmasıdır.
Yazının icadından
önceki çağlarda, insanlar şekiller çizerek bu ihtiyaçlannı karşılamaya
çalıştıklannı çeşitli arkeolojik bulgular, ortaya koyuyor. İşte o günlerde
çizilen şekiller ve semboller, çeşitli merhalelerden geçerek, günümüzdeki
harfleri oluşturmuşlardır.
Yazılı iletişim,
günümüz insanının vazgeçilmez ihtiyaçlarından sayılır. Bildiklerimizin,
kültürümüzün, duygulanmızın ve düşündüklerimizin en kapsamlı ve en etkili
iletişimi, yazılı olarak yapılan iletişimdir.
Yazılı iletişim
kapsamında, başanlı iletişimci, yazma sanatını çok mükemmel bir şekilde, icra
eden kişidir. Yani o, başarılı bir yazardır.
Şimdi başarılı bir
yazar olmanın, ana ilkelerini tanımaya çalışalım.
A) Başanlı
iletişimci, sistematik düşünme ve sağlıklı karar verme kabiliyetine sahip
olmalıdır. Düşünce zafiyetine düşmüş bir kimsenin yazmaması; yazmasından daha
hayırlıdır. Düşünme, yazmanın temelini teşkil eder. Sanat yazılarında, düşünceye
ilave olarak, sezgi ve duygu yoğunluğuna da sahip olmak gerekir.
B) Başarılı
İletişimci, yazıda kullanacağı dile mükemmel şekilde hakim olmalıdır.
Kullanacağı dildeki kelimeleri, mecazi ve ıstılahı manalanyla, yöresel
kullanım biçimleriyle bilmesi gerekir.
Bu sayede, duyduğunu,
dinlediğini ve okuduğunu anlayabilir. Doğru kavrama gerçekleşmeden, doğru
yazma mümkün olmaz.
C) Başarılı
iletişimci, çok mükemmel sayılacak bir bilgi ve kültür birikimine sahip olmalıdır.
Derme çatma malumatlarla, kulaktan dolma bilgilerle, yazar olmak mümkün
değildir. Bilgisiz fikirde, fikirsiz bilgide felaket kaynağıdır. Okuyucuyu
yanıltmak, insanlığa yapılabilecek en büyük ihanettir.
Ç) Başarılı
iletişimci, anasından yazar olarak doğmamıştır. Yeteneğini geliştirmek için
amansız bir çalışma ve düşünme içine girmiş olması gerekir. Bazı
hayalperestler, ilham perisi bekleyerek ömür tüketirler. Oysa çalışıp,
çabalamayana öyle bir perinin uğradığı görülmemiştir.
Başarılı iletişimci,
zamanını fevkalade iyi kullanan kimsedir. Zamanının önemli bir bölümünü, yazma
işlemine pianlı bir şekilde ayırmaktadır.Aslında, insan oğlunun hayatı, ancak
lüzumlu işlere harcanacak kadardır. Planlamayı yaparken, bu gerçeği göz önünde
bulundurmalıdır. Gereksiz işlere de zaman harcamaya kalkarsak, zamanımızın bize
yetmediğinden yakınmaya başlanz. Büyük işler başarmış insanlar, hiç iş
başarma-mış insanlar kadar zaman darlığından yakınmazlar.
C) Başarılı
iletişimci, bir fırsat kollayıcısı değil, çok dikkatli bir fırsat
avlayıcısıdır. Yazmak için hususi bir fırsatın çıkacağını bekleyenler, abesle
iştigal ediyorlar demektir. Bu bekleyiş, namlusunu bir istikamete ve bir
noktaya sabitleyip, avın o menzile, o hedefe kendiliğinden gelmesini bekleyen
avcı gibidir. Oysa, başarılı iletişimci, namluyu sabitlemez, namlu avın olduğu
istikamete doğru sürekli hareket halindedir.
D) Başarılı iletişimcide, çok iyi teşekkül etmiş
bir "yazarlık ahlakı" mevcuttur. Kamu oyuna böyle bir mevkiden ulaşmak
isteyen kişi, sıradan bir insanın gösterebileceği,basitliklere tevessül
etmemelidir. O her şeyden önce, bir kamu hizmeti yapmanın sorumluluğu içinde
davranmalıdır. Yazar, insanlara istikamet gösteren bir kişidir. Negatif
duyguların tutsağı olmamalıdır. Okuyucunun ilgisini istismar etmek, karakter
fukaralığının en iğrenç göstergesidir.
E) Başarılı
iletişimci, "fena yazarım
sendromunu bütün benliğinden söküp atmıştır. Bu yersiz korku, yazma
duygusunu kısırlaştıran, menfur bir virüstür. Bu kaygıya kapılan kimse,
"şimdi yazarsam, basit düşer, en mükemmeli bulduğum zaman yazarım"
gibi yersiz kuruntularla, yazma hevesini köreltir. Oysa, bilmez ki, öyle bir
an hiç olmayacak. Bu saplantıdan kurtulup, mevcut birikimini, satırlara
geçirmeye başlarsa, yavaş yavaş, mükemmeli yakalamaya başladığını görecektir.
"En iyi" yi bulamadım diye, "normal" olanı atanlar, iyiye
hiçbir zaman ulaşamazlar. "Mükemmeli yakalama arzusu hiç mi
olmamalı?" derseniz, Bir miktar olmasında fayda vardır. Çünkü,, yazma
konusundaki enflasyonu ayarlar.
F) Başarılı
iletişimci, tam bir kitap kurdudur. Her konuda en güvendiği arkadaşı kitaptır.
Kitap, sizi kıskanmaz, size karşı kapris yapmaz, kaşını çatmaz, her
istediğiniz zaman onunla konuşabilirsin. Kitabım okuduğunuz insanla, sohbet
ediyor olmanın, ne büyük bir ayrıcalık olduğunu anlamamız gerekir. Okumanın,
kişiye kazandırdığı büyük meziyetler vardır. Size istediğiniz kadar malzeme ve
materyal sağlar. Yepyeni bakış açıları kazandırır. Sağlıklı ve sistemli
düşünmenizi sağlar. Anlama kabiliyetinizi geliştirir. Çözüm üretme yollan
öğretir.
G) Başarılı
iletişimci, aktif bir okuma uzmanıdır. "Aktif okuma" okuduğumuz
kitabı sorgulayarak okumaktır. Yazarın görüşlerine, körü körüne tabi olmak,
zihnen ve fikren pasifliğin göstergesidir. Dinamik okuyucu, kitabı yorumlayarak,
önemli noktalarını not alarak okuyandır. Yazma konusunda iddialı olanlar,
okuduklarından en yüksek verimi alanlardır. Onlar, kitabı okurken kurşun
kalemle işaretleyerek okurlar, sonra işaretli yerleri not alarak kitabın
hülasasını elde etmiş olurlar.
H) Başarılı
iletişimcinin en hassas davrandığı hususlardan biri de, yazacağı konuyu tespit
etmektir. Konu bulmadan yazmak, hedefi görmeden atmaya benzer. Bulunan
konunun, kamuoyunu yakından ilgilendirmesi gerekir. Böyle bir konuyu işleyecek
yazarın, konuyla ilgili detaylı bilgilere sahip olması gerekir.
I) Yazar,
ele aldığı konuyu işlerken, sade, sade olduğu kadarda verimli bir plan
uygulamalıdır. Planın giriş kısmında, konuya dikkat çekmeli, konuyla ilgili
merak duygusunu alabildiğine harekete geçirmelidir. Planın ana kısmını da iki
bölümde değerlendirir. İlk bölümde; ilgili ve ilgisiz unsurları ayıklanmalı ve
can alıcı noktaya geçmeden, gerekli alt yapıyı oluşturmalıdır. İkinci bölümde,
en etkili bilgi ve belgeleri, delil ve yorumlan itina ile ortaya koymalı.
Bitiş bölümü, bir tür veda kısmıdır. Ayrılırkenki intiba, yazı hakkında genel
bir değerlendirme niteliğindedir. Çok çarpıcı bir final, yazıyı
mükemmelleştiren, önemli bir husustur.
J)
Büyüklerimiz; "üslûbu beyan, aynıyla insan" demişlerdir. Yani, üslûp
ne ise, kişide odur. Üslûp, anlatım tarzı demektir. İnsanlar arasında kılık
kıyafet ne anlama geliyorsa, yazıda da, üslûp odur. Önemli bir konuyu, önemsiz
bir üslûp berbat edebilir. Bazen basit bir konu da, güzel bir üslûpla gündemin
üst sıralarına yükselebilir.
K) Başarılı
iletişimci, en kaliteli malzemeyle bina yapan usta gibidir.Harfler kum, heceler
harç, kelimeler tuğladır. Dikkatle örülen tuğlalardan, paragraf duvarları ve
sonunda, harika sanat eserlerinin ortaya çıkması sağlanır. Bu sanat eserlerinin
kalitesi, kumun, çimentonun,harcın ve tuğlanın kalitesiyle birebir ilgilidir.
Bütün bu malzemelerin kaliteli oluşu yanında, eseri yapacak olanın, bütün
fonksiyonfannı ortaya koyması, idrakini ve yüreğini konuyla bütünleştirmesi gerekir.
Oluşturulacak cümlede, en uygun kelimeler kullanılmalıdır. En ahenkli
cümlelerle, en güzel paragraflan oluşturmak gerekir. İmla kurallarının en
uygun şekilde tatbik edilmesi ve dikkatli yapılmış bir tashihle, harika
sayılacak bir yazı, bir eser ortaya çıkmış olacaktır.
L) Başarılı
iletişimci,bu eserini, makale, fıkra, biyografi, röportaj, hatıra, sohbet,
deneme, hikaye, roman, seyahat, mektup, piyes, değerlendirme ve şiir
türlerinden biriyle yazabilir. Bu kararını zaman ve zemine, yeteneğinin elverişli
olduğu türe göre ortaya koyar. "Taş yerinde ağırdır" sözünden
hareketle, her tür yerinde önemlidir, diyebiliriz.
Dış iletişimde, yazılı
ve sözlü iletişimin dışmdada iletişim kurma yollan vardır. Bu gün insanlar
telepati İle iletişim kurmanın yollarını arıyorlar ve buluyorlar.
Sezgiyi ve duyguyu
yoğunlaştırarak ve hassaslaştırarak kıtalar ötesinden mesajlar almak veya
vermek olağan hale gelmiştir.
Renklerin, kokulann,
sembollerin, rozetlerin, çiçeklerin ve desenlerin, ayrı ayrı birer mesajı
olduğu herkes tarafından bilinen bir realitedir.
Şimdi bu konuda daha
fazla detaya girmeden, iletişimin yoğun yaşandığı ortamlan ele alalım.
Aile, bireyleri için,
bireylerin biyolojik ve psikolojik gelişimi için en uygun, en elverişli
ortamdır.
Başarılı iletişimcinin
görevi bu ortamda sadece biyolojik ana babalık yapmak değildir. Psikolojik,
sosyolojik ve pedagojik ana babalık da yapma mecburiyeti vardır. Bunlardan herhangi
birinin aksatılması durumunda kuşakların ve çocukların o alanda yetim
bırakılmış olacağının bilinmesi gerekir.
Başarılı iletişimci
aile ortamında demokratik davranır. Bu davranış şekli,çocuğun şahsiyet
gelişiminde sağlıklı iletişim kurmasında, sosyalleşmesinde ve kendine güven
kazanmasında son derece gereklidir.
Demokratik davranış
demek,çocuğun başıboş bırakılması demek değildir.Demokratik davranış, bilinçli
kontrol,bilgilendirilmiş kurallar ve hoşgörü yansıtan ilkeli otorite demektir.
Başarılı iletişimci
çocukla doğumundan itibaren en uygun şekilde ilgilenir ve en bilimsel
metotlarla iletişim kurar.
Çocuğun, özellikle
küçük yaşlarda, sevilmesi,okşanması, onunla oynanması ve ona ninniler
söylenmesi; gelişimi açısından,ilaç kadar,hava kadar, su kadar gereklidir.
Bilimsel tecrübeler, bu ilginin, değişik özelliklere sahip farklı yapıdaki
sinir hücrelerinin gelişmesinde vazgeçilmez derecede büyük etkilere sahip
olduğunu göstermiştir. Sağlıksız ortamda yetişen çocuklann, başarısız, güven
duygusundan mahrum ve suç işlemeye meyilli oluşlarının sebepleri arasında en
büyük payın bu olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
Kaliforniya'daki bir
yetiştirme yurdunda 90 çocuk üzerinde yapılan bir gözlem, bu gerçeği açık bir
şekilde ortaya koymuştur. Bu çocuklardan 60 ı gönüllü ailelere verilmiş,
gerçek ailesi gibi davranmaları sağlanmıştır. Diğerleri yetiştirme yurdundaki
ortamlarında bırakılmışlardır. Aile yanında büyütülen çocukların tamamına
yakınının psikolojik ve biyolojik gelişimini normal tamamladıkları zeka
seviyelerinin de tamamen normal olduğu görülmüştür. Yurt ortamında kalan diğer
çocukla-nnsa bu kadar şanslı olmadıklan anlaşılmıştır. Onların ancak %40 ı
normal sayılacak bir seviyede psikolojik ve biyolojik gelişme göstermişlerdir.
Sağlıksız ortamda
yetişen çocukların çok gerekli olan güven duygusundan, sevecenlikten,sosyal
etkinlik duygusundan ve sorumluluk alma duygusundan mahrum kaldıkları gözlenmiştir.
Başarılı iletişimci
aile bireylerinin, her hususta kendilerini anlamlı hissetmelerini, özgüven
duygularını güçlendirmelerini sağlamak için onlann özgür bir ortamda, korku ve
baskıdan uzak, yetişmelerinin gereğine inanır. Çocukları eğitirken ve
yönlendirirken,küçük düşürmeden,başkalarıyla kıyaslamadan eğitir.
Başanlı iletişimci bu
alanda her çeşit bilgi,beceri ve donanıma sahiptir. Şu prensipleri
uygulamalarının her aşamasında görmek mümkündür. İşte konumuzu özetleyen
prensipler:
Eğer bir çocuk, kavga
ve gürültü içinde yaşarsa,kavgacı olmayı Öğrenir.
Eğer bir çocuk, tehdit
altında yaşarsa, korkmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk, daima
ona acıyan insanlarla beraber yaşarsa, kendini zavallı hissetmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk,
kıskançlık için de yaşarsa, nefret etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk,
cesarete ve heyecana değer verilen bir çevrede yaşarsa,kendine güvenmeyi
öğrenir.
Eğer bir çocuk, kıymet
bilen, övmeyi bilen bir ortamda yaşıyorsa, başkalarını takdir etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk, şefkat
içinde yaşarsa, sevmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk,
kendini adam yerine koyanların içinde yaşarsa, hayatta erişmek için çalışmaya
değer bir amacı olmasını öğrenir.
Eğer bir çocuk,
dürüstlüğün yaşandığı bir ortamda büyürse, adaletli olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk,
kendine güvenilen bir ortamda yaşarsa, hakikate saygıyı öğrenir.
Eğer bir çocuk, açık
yürekli,güler yüzlü ve anlayışlı kimselerin arasında yaşarsa, dünyanın
gerçekten yaşanmaya değer bir yanının olduğunu Öğrenir.
(NOT: Eğit bir, Dergi
sayi:19,2002 den alınmıştır.]
Başarılı iletişimci,
hiçbir şeyi, çocuklarıyla olan yakınlığını ve irtibatını tehlikeye atacak kadar
önemli görmez.Çocukların potansiyellerini köreltecek yeteneklerini dumura
uğratacak davranışlara var gücüyle direnir..
Başarılı iletişimci,
yozlaşmış töre ve adetlere prim vermez.Onların yeni nesilleri hırpalamasına
karşı çıkar.Bu karşı çıkış toplumla çatışma tarzında değildir. Sosyo-psikolojik
prensipler çerçevesinde sürdürülen bir mücadeledir.
Bu konuyla ilgili bir
açıklama yapmak istiyorum.
Burada töre konusunu
biraz açmakta yarar umuyorum. Ülkemizin bazı yörelerinde töre cinayetleri
işlendiği herkesin malumudur. Cinayetleri aratmayacak başka bir sürü daha adet
ve töre bulmak mümkündür. Adetlerin ibadetlere baskın çıktığı cahil
toplumlarda, iletişim rolü üstlenen herkese önemli görevler düşmektedir.
Bazı yörelerde kız
çocukları kendi isteği ve iradesi dışında, aile büyüklerinin zoruyla, bir tür
satma yoluyla evlendirilmektedir. Kimileride buna dini bir gerekçe bulma
çabası içine girmektedirler. Böyle bir vahşeti İslam ile irtibatlandırmak
kadar büyük cehalet az bulunur.
İslam mezheplerinden
bazılarının, veli rızasını şart koşmuş olmasının, çocuğun babası tarafından
para veya mal karşılığı satmasıyla uzakta ve yakından hiç ilgisi yoktur.
Hangi cihetten
bakılırsa bakılsın, töre ismi altında ki bu uygulamaların
akla,mantığa,bilime,sosyal realitelere ve aynı zamanda dinin özüne aykırı
olduğu su götürmez bir gerçektir.
Başarılı iletişimci
toplumsal problemlere neşter vururken, dünya çapındaki bilimsel verilerden de
azami derecede yarar-lanır.Şu olayı, bu konuya örnek vermek mümkündür.Olayı bir
İngiliz komutan hatıralarında anlatır:
Olay, 19.yüzyılın
sonlarında Büyük Britanya İmparatorluğunun birçok ülkeyi işgal ettiği
yıllarda,Afrika'nın bir ülkesine ait bir kabilede olmuştur.
Bu kabilenin, insanın
kanını donduracak bir töresi vardır; "Evlenme cağına gelen gençler, kabile
reisinin onayını almak için, reisin önüne bir insan kellesi götürmek
mecburiyetindeler." İngiliz kumandan, bu adeti kesin şekilde yasaklar,
yapanın da idam edileceğini duyurur. Hatta caydırıcı olması için, birkaç
kişiyi idam dahi ettirir. Ancak, bu yasağın ve cezanın hiç etkili olmadığı
görülür. Durumu İngiliz hükümetine rapor eder.Hükümet oraya sosyo-psikoloji
uzmanlarından bir heyet gönderir. Uzmanlar törenin psikolojik temelini
araştırırlar, 'erkeklik gücünün' ispatlaması için olduğunu tespit ederler.
Toplumda seçtikleri
"odak kişiler" aracılığıyla alternatif bir töre ileri sürerler.
"Bir yaban domuzu kellesi götüren on kat daha güçlü erkektir"
şeklinde...
Topluma, dolaylı bir
şekilde lanse edilen bu görüş, öyle ilgi görür İd,kısa zamanda etkisini
gösterir, gençler insan kellesi yerine domuz kellesi götürmeye başlarlar.
Topluma karşı, uluorta
yasaklarla karşı çıkanlann çoğu zaman hüsrana uğradıkları bilinen bir gerçektir.
"Elinde çekiçten başka araç bulunmayanlar, problemleri çivi şeklinde
görür" sözü, bilinçsiz yasaklarla her konuyu halledeceğini zannedenlere,
çok uygun düşmektedir.
Kaba otoritenin hüküm
sürdüğü bilinçsiz aile ortamlarında yetişen çocukları ne müthiş tehlikelerin
beklediği bilim otoritelerinin malumudur.
Olumsuz şartlar
altında yaşamak zorunda kalan çocukların yetenek ve potansiyelleri, bir
"bonzai" budaması örneğiyle bodurlaşır.
Başarılı iletişimci,
aile ortamında çıkan problemleri,geçmişe ve geleceğe taşırmadan, açık
yüreklilikle, tarafların özgür katılımıyla ve alternatifler sunarak halleder.
Taraflardan birini, iflah olmaz bir suçlu göstererek,çözümsüzlüğün nedeni
olmaz. Bir uzlaşma noktası bulmayı mutlaka becerir.
Başarılı iletişimci,
aile bireylerine beklenmedik jestler ve sürprizler yapar. Mesela, hiç
beklemedikleri anda onlara bir mektup yazıp, gönderebilir.Şimdi öyle örnek bir
mektuba göz atalım:
Biz anne ve babanız
olarak sizlere karşı duyduğu-muz,tariflerin kapsayamayacağı, riyasız
duygularımızı, gelecekte oluşturulabilecek aile arşivine bir belge bırakmak
niyetiyle yazıya döküyoruz. Umarız ki, bu kararımız hayırlı bir başlangıç
olur.
Bizler, sizlere ana
baba olmaktan çok mutluyuz. Oysa ne sizler bizi, ne de bizler sizi kendi
irademizle seçmiş değiliz. Bu öyle bir seçim ki, şu an her birinizin
karşılığında dünya egemenliği teklif edilse; biz hiç tereddütsüz sizleri
Dağrımıza basarız. Sizler gibi evlatlara sahip olmayı lütufhrm ve mutlulukların
en erişilmezi sayarız.
Bizler adına, en
mükemmel kararı veren Rabbimize hamd olsun.
Sevgili
yavrularımız,anne ve babaların gözünde çocuklar daima küçüktür. Fakat, biz
sizleri idealimizi süsleyen, aklı selim sahibi gençler olarak görüyoruz. Sizin
şahsınızda, ideal manada genci tanımak ve tanımlamak istiyoruz.
Gençlik, Ömrün bir
parçası sayılarak geçiştirilmemelidir.
Gençlik, heyecan ve
dinçliktir.
Gerçek gençlik;şecaat
ve cesaretin korkaklığa üstün gelmesidir.
İnanç ve azminiz kadar
genç, kuşku ve ürkekliğiniz kadar ihtiyarsınız.
Gençlik, kendinize
olan güveninizle doğru; endişe ve alınganlığınızla ters orantılıdır.
Gençliğinizin hacmi;
ümidinizin kapasitesi kadardır.
Birkaç yıl yaşlı
olanları ihtiyar zannetmeyin. İhtiyarlık, ideallerin pörsümesi, düşüncenin
kokuşmasıdır.
Sizler, cilt
buruşukluğundan değil, azmin ve iradenin solmasından korkun. Kalbin gerçeklere,
sonsuzluğa, estetiğe, sevinç ve cesarete ilgisi sürdükçe, gençlik devam ediyor
demektir.
İhtiyarlık bir
ümitsizlik çukuruna düşmektir ki, üstü önce tutsaklık toprağıyla örtülür.
İdeal manada genç; en
olgun insan demektir.
Eğer siz, herkesin
şaşkın olduğu, hatta felaketlerinin sorumlusu olarak, sizi gördüğü bir ortamda,
sağ duyunuzu kaybetmeden, tevekkül içinde emin adımlarla hedefinize devam
edebilir, herkesin yalana ve hileye yöneldiği bir ortamda, şeref grafiğini
yükseltebilir, bıkmadan ve yorulmadan nöbetinizi sürdürebilir seniz, sizden
nefret edenlere bile; "muhabbet fedailerine" yaraşır bir vakarla
mukabele edebilir, zaferden şımarmaz, yenilgiden yılgınlığa düşmezseniz, hayat
boyu didinerek yücelttiğiniz kulelerin bir anda yerle bir olduğunu
görüp,telaşa kapılmadan, aynı kararlılıkla, yeniden başlayabilir seniz, en
güvendiğinizden dahi vefasızlık görünce kahrolmadan devam diyebilirseniz,
yüksek makamlarda bile tevazuunuzu koruyabilirseniz, size müjde!
"Saptırıcı nefse" kafa tutacak olgunluğa ermişsiniz demektir.
Sevgili yavrularımız,
zaman çizelgenizi hazırlarken, iki cihan dengesini iyi ayarlamalısınız. Kulluk
ekseni içinde, yaşamaya da zaman ayırın. Ancak vakit öldürmenin bir tür intihar
olduğunu da unutmayın. Muvaffakiyetin çalışmaktan geçtiğini bilerek, meşru
manada eğlenmeye de zaman ayırın. Çatık kaşlı tiplerden olmayın. Düşünmeye de
zaman ayırın ki, insanlığınız anlam kazansın. Kibar olmaya da zaman
ayırın.Mutlu olmanın bir yolu da, insanlara kibar davranmaktan geçer. Hayal
kurmaya da zaman ayırın. Dünyanın sıkıntılarını aşmanın bir çaresi de, hayal
sığmağına girmektir.
Zamanınızın hiçbir
saniyesini, egoizme harcamayın. Orijinal hayatta, egoizme yer yoktur. Tebessüm
etmeye de zaman ayırın. Bu, sizin iç ve dış güzelliğinizi artırır. Çocuklarla
ilgilenmeye de zaman ayırın, bu cennet zevklerinden bir numunedir. Mükemmel
insan olmaya da zaman ayırın, bütün dejenerasyonuna rağmen cemiyetin asıl
sermayesi budur.
Sizlere ömür boyu
başarılar...
İki cihan saadetine
nail olmanızı dileriz.
Sizleri çok seven
anneniz ve babanız.
Başanlı iletişimci,
çözüm dayatmaz, çözüm yollarını gös-terir.Çözüm bulmayı öğretir. "Hazır
paket çözümler" çoğu zaman, mutsuzluk doğurur. Davranışlarını birey
eksenli olacak şekilde ayarlar. Bireylere "özne" olma bilinci
kazandırır. Kainat bütünü içinde, en anlamlı varlık olduğunu hissettirir.
Bireylerin doğuştan
getirdiği irsi özellikleri yok etmeye kalkışmaz. Çocuk inatsa, inadı yok etmeye
çalışmak, akıntıya kürek çekmek gibidir. İnadı, verimli hale dönüştürmek en sağlıklı
çözümdür. "Sen inatsın, bu ödevi bir gecede bitire-bilirsin"tarzı
yaklaşım, çözüm üretecek en uygun yoldur. Bu yolla, negatif sayılacak duygular
bile, verimli şekle dönüştürülmüş olur.
Başarılı iletişimci,
"merak" unsurunu öğrenmenin lokomotif gücü olarak kullanır. Merakın,
insanları araştırmaya sevk eden en güçlü saik olduğu uzmanların müşterek görüşüdür.
Nice insanların, sadece meraklarını tatmin için hayatlarını riske attıkları
görülmüştür.
Başarılı iletişimci,
huzurun ve mutluluğun kişinin algı düzeyi ile, bakış açısıyla sınırlı olduğu
gerçeğinden hareketle, "Güzel gören güzel düşünür"prensibini de göz Önünde
bulundurarak, hayata hep güneşli yönden bakmayı öğretir. "Dikene değil,
güle bakmalarını" telkin eder.
Kişilerde iç bütünlük
sağlanmadan,dış bütünlük sağlanamaz. İç bütünlük, özün,sözün ve eylemin bir
olması demektir. Bu konuda niyet birinci derecede önemlidir. Niyet bir şuur işidir.
Söz ve hareket, o niyete uygunsa, kişinin iç bütünlüğü ve karakteri sağlam
demektir.
Söz, hareket ve niyet
arasında uyuşmazlıklar varsa,birey kişilik parçalanması yaşıyor demektir. Böyle
bir şahıstan, toplumsal bütünlüğe katkı sağlamasını bekleyemeyiz.
Başanlı
iletişimci,çocukları cinle, periyle korkutmaz .Asla çocuklara öcü ve hortlak
masalı anlatmaz. Bu tip konuşmalar çocuğun ruh dünyasında onanlmaz yaralar
açar,silinmez izler bırakır. Tatlı rüyalarını kabusa çevirir. Tedirgin, korkak,
ürkek ve çekingen olmasına sebep olur.
Bu konuda, ana
babaları ve öğretmenleri yakından ilgilendiren, yaşanmış bir olayı nakletmek
istiyorum:
Seksenli yılların
sonlarıydı, bir ortaokulda yöneticilik yapıyordum. Kendi çocuğumun da okuduğu
sınıfta, stajyer bir öğretmenin dersinde,bir kız öğrenci biraz heyecanlı bir
şekilde, gördüğü bir rüyayı anlatır. "Garip kıyafetli, uzun ve beyaz
sakallı birini" gördüğünü anlatır.Çok korktuğunu söylüyor. Öğretmende onu
teselli etmek için, "Korkma,onlar erenlerdir, öyle gelirler, ama; zarar
vermezler" der. Bizim çocuğun bilinç altına bu sözler öylesine korkunç
işlemiş ki, çocuk rüyalarında kabuslar görmeye başladı.Bazı geceler, "Anne
geldiler!" diye feryat ederek yatağından fırlamaya baş-ladı.Korkudan
uyuyamıyordu. 6-7 ay bayağı sıkıntı çektik. Sonra, psikolojik telkin metodu
ile,çok şükür ki bu sıkıntıyı atlattık.
Bir basit rüya
olayının, çocuğun iç dünyasında ne gibi fırtınalar kopardığını, yaşayarak
görmüş olduk.
Başarılı iletişimci,
çocuklarının din ve inanç ihtiyaçlarını karşılama konusunda son derece dikkatli
davranır. Çocuklara inanç telkin ederken, zorlamaya başvurmaz. Çocukları ALLAH'
dan korkutarak değil, sevdirerek telkinde bulunur. İnsanlık tarihinin en
başarılı tebliğcisi olan Peygamberimizin (ASS) "Kolaylaştırın
zorlaştırmayin, müjdeleyin korkutmayın" prensibinin dışına çıkmaz.
"Allah' in çocukları ne kadar çok sevdiğini,evreni onlar için yarattığını,
onlar için rengarenk çiçeklerle, kelebeklerle, sevimli kuşlarla
donattığını," onların anlayacağı tatlı bir üslupla anlatır. Bunları
yaparken, asla, bilimsel metottan ayrılmaz. Orijinal bilimle orijinal din
arasında çelişki olmayacağını her fırsatta vurgular.
İnancının temelinde,
doğru bilgi, sağlıklı yorum bulunan kişiler, kendilerini her zaman anlamlı
bulurlar. Bu duygunun, onların iç ve dış dengelerini daha sağlıklı hale
getirdiği, artık bilimsel bir realitedir.
J.Laubert:
"Çocukların öğütten çok, örneğe ihtiyaçları vardır" der. Çocuklar
her konuda anne babalarını model alırlar. Anne babanın doğruyu söylemeleri
yeterli değildir, doğruyu bizzat yaşıyor olmalan gerekir. Kendi yapmadığı bir
şeyi çocuktan beklemesi, "gerçeğe saygı" olgusuyla çelişeceğinden,
çocuğun bilinçaltında karışıklığa yol açacaktır. Bu da kişilik bütünlüğüne
zarar verecektir.
Her insanın,
sevilmeye, takdir edilmeye ve anlaşılmaya ihtiyacı vardır. Hele çocukların
bunlara daha çok ihtiyacı bulunmaktadır. Hiçbir zararlı yan etkisi olmayan,
bir maddi sermaye de gerektirmeyen bu davranışlan, çocuklarımızdan esirgemezsek;
onlara yatlar,katlar bırakmaktan çok daha fazla iyilik etmiş oluruz.
Pedagojik konularda
bilgi noksanlığı olan bazı ana babalar, çocuklann basan imkanlarını yok
ederler. Yetenek ve potansiyellerini bodurlaştırırlar.Başarılı iletişimci,
çocuğu eğitirken ve yönlendirirken çoğu olaylara çocuğun gözüyle bakar. İşte
bu yaklaşımla ilgili bir çocuğun, anne babasından isteklerini görelim:
Biliyorum ki beni
çanınızdan daha çok seviyorsunuz. Çok başarılı olmamı, popüler olmamı
istiyorsunuz. Ben de sizlerin bu isteklerinizi gerçekleştirmek için elimden
geleni yapmaya çalışıyorum.
Ancak, benim başarılı
bir insan olmam, sizlerle yapacağım şu uzlaşmaya bağlıdır.
Lütfen beni, yersiz
telaşlarınızla kaygılandırmayın.Olumsuz telaşlar benim çalışma azmimi kırıyor.
Kendime olan güvenimi sarsıyor. Kendimi kötü hissetmeme sebep oluyor. Aşırı
ve yersiz kaygının beyin hücreleri arasın-daki enerji akımını kesintiye
uğrattığını öğretmenimiz söylemişti.
Beni kapasitemin
üzerine çıkarmaya zorlamayın. Siz,belki benim dahi olduğumu düşünüyor
olabilirsiniz.Elbette, benimde kendime göre bazı üstün yanlarım,bazı meziyetlerim
vardır. Ama, bilesiniz ki ben, bir EİŞTAİN değil.
Bu yersiz zorlamalar,
benim gerçek başarımı ortaya koymamı önlüyor Bana metot gösterin ama, bana
başarı dayatmayın. Beni kuzenlerimle yarıştırmayın. Bırakın ben kendi yeteneğim
doğrultusunda, mesleğimi seçeyim.
Bana "hayatın
amacını" öğretin. Araçları amaçların yerine koymayın.Mutlu olmanın yalnız
bir diploma olmadığını, artık kabullenin. Amacını belirleyememiş nice diplomalılar,
hayatlarını acınacak vaziyette, bir kabus yaşar gibi geçiriyorlar.
Biz önce bizi mutlu
edecek amacı bulalım. Hedef belirlenirse vurmak kolaylaşır. "Körlerin bile
vurma şansı vardır, fakat; hedefsizlerin vurma şansı yoktur" diyen düşünürüne
kadar güzel söylemiş.
insanlar arasındaki
diyalog, sevgi ve samimiyetin amaç, sınavlarınsa bir araç olduğunu unutmayalım.
Aracı başarayım derken,amacı ıskalamış bir kimse çevresine mutsuzluk
yaymaktadır.
Bütün bunları,sınavı
önemsemediğim şeklinde anlamayın.Sınavın gerçek değerinin ne olduğunu
anlatmaya çalışıyorum.
Bu sözlerimin,
"bana çalış denmesin" şeklinde de anlaşılmasını istemiyorum. Benim
başarım için gösterdiğiniz maddi- manevi fedakarlığı takdir ediyorum. Layık olmak
için elimden gelen gayreti gösteriyorum. Şayet beklenen başarıyı elde
edememişsem,bu çalışmadığımdan değildir. Bu sözüme inanmanız beni hayata
bağlama konusunda son derece önemlidir. Kapasitemin bilinçsizce zorlanması,
hiç kimseye yarar sağlamayacak, ancak çözümü zorlaştıracaktır.
Sizler bana lütfen
alternatif sunun, tercih dayatmayın. Tercih hakkı gasbedilmiş kimse kendini değersiz
hissetmeye başlar. Böyle bir olumsuzluk geleceğini karartmaya kafidir. Oysa
insan evrendeki en önemli varlıktır. İnsan değersizse; evren bir anda anlamını
yitirir.
Hepinizi yürekten
selamlıyorum. Sizleri çok seven oğlunuz, CAN...
Başarılı iletişimci,
bütün bu realiteleri en verimli şekilde değerlendirerek, yeni nesillerin en
sağlıklı ve en kaliteli şekilde yetişmelerine yardımcı olur.
Burada, başanlı
iletişimci bir öğretmen olabileceği gibi, bir antrenör, bir komutan veya
eğitimle bir şekilde ilgisi olabilecek her hangi bir kimse olabilir.
Ancak biz burada
eğitim olgusunun en yaygın yaşandığı yer olan okul ortamını baz alarak konuyu
açmaya çalışacağız. Başarılı iletişimci derken, her yönüyle başarılı eğitimciyi
kastetmiş olacağız.
Başarılı iletişimciye
göre,toplum hayatında okul, aileden sonra, en önemli ortamdır. Bu ortamdaki
anahtar kavram ise, "önce eğitimdir" yani, eğitim öğretimden önce
gelir.
Gerçek olan
amaç,eğitimdir, öğretim ise onun yan ürünüdür. Suyu günlük hayatta, en yararlı
şekilde kullanma eğitimine sahip olmayan bir çocuğun, Misisipi'nin uzunluğunu
bilmesi bir anlam ifade etmez. Dağlardan yararlanabilmenin hiçbir şeklini
bilmeyen kimsenin, en yüksek dağın ismini bilmesi ne mana ifade eder.
Gerçek eğitim,önce
insanın,iç ve dış donanımını güzelleş-tirmelidir.Duyguları, davranışları
bireysel ve toplumsal gerçeklere uygun şekilde düzeltmelidir.
Başarılı iletişimci,
öğrencisine paket bilgi sunmaz. O, öğrencisini tam ve başarılı bir bilgi
avcısı yapar. Öğrenciye avlanmış, hazır bilgi sunmayı, yeteneklerine ve
potansiyellerine yapılmış bir tür hakaret sayar. O, sadece öğrencisinde,
bilgiye ulaşma isteği ve merakı uyandırır. Öğrencide uyanan bu merak, ona
bilginin adresini buldurur. İşte, bilimin tanımladığı gerçek öğrenme böyle
olur. Merak duygusundan yoksun bilgiler, öğrenme değil, ezberlemedirler.
Ezberlenen bilgiler kadar, insan yeteneğini kısırlaştıran,başarısını olumsuz
yönde etkileyen bir başka faktör bulmak mümkün değildir. Hele bir de bu ezber
zora dayalı bir metotla yaptırılmışsa; bu hata, vatana ihanet kadar vahim bir
eylemdir.
Başarılı iletişimci bu
manada, ihanet kavramını yeniden yorumlamamız gerektiği görüşündedir. Nesiller
üzerinde yapılan bu ruhsal ve beyinsel katliamların, bir an önce, bitirilmesi
için gerekli bilimsel tedbirlerin alınması görüşündedir. Aynı zamanda bu
zorlama ve ezberci sistem, öğrencinin fonksiyonla-nnı eğitime yönlendirmesine
de engel olur. Onurlu ve özgür birey yerine, ya körü körüne itaat eden
dalkavuk; ya da asi tavırlı maganda tipler ortaya çıkanr.
Başarılı iletişimci,
eğitim ortamında, demokratik, olumlu, yapıcı, paylaşımcı ve katılımcı bir
davranış sergilen Öğrencisine daima kendini ifade imkanı verir. Öğrencisine
"empati" uygulayarak, yaklaşır ve her problemini çözmeye çalışır. Ona
kendini ve becerilerini tanıma imkanı sağlar. "Kabullenilmiş
acziyyet" duygusu içinde olanlar varsa; sosyal, kültürel ve sportif etkinliklerle,
kendisine güven kazanmalannı sağlar. Kendine güveni olmayan bireylere iş
yaptırmak, taşıma suyla değirmen döndürmek gibidir.
"Kabullenilmiş
acziyyet duygusu" şudur: Akvaryuma atılan iri balıklar, tabii olarak küçük
balıklan yerler. Araştırmacı, iki gurup arasına şeffaf bir engel koyar, büyük
balıkların bütün çabalan sonuçsuz kalır. Neticede büyük balıkların yeme
çabasından vazgeçtikleri gözlenir.Aradan yavaşça şeffaf engel alındığı halde,
büyük balıkların yeme teşebbüsünde bulunmadığı görülür.Araştırmacılar bu
sonuca," kabullenilmiş acziyyet" adını vermişlerdir.
Başarılı iletişimci,
öğrencilerine sabit gerçekler dayatmaz. "Bundan başka doğru yoktur"
mantığına karşı çıkar. Hatta bu konuyu bir Temel fıkrasıyla karikatürize
eder.Unlü Temel esprisi şudur:
Temel turist olarak
İngiltere'ye gider. Bir araba kiralar ve Türkiye'deki gibi sağ şeritten yola
devam eder. Trafik bir anda alt üst olur. Bu arada bir trafik helikopterinin
anonsu duyulur. "Falan istikamette seyreden araçların dikkatine, istikametiniz
üzerinde seyreden bir araç ters şeritte gitmektedir." Temel bu anonsu
duyunca, başını camdan çıkararak, polisi uyarır:
Ne piru uşağum, ne
piru. Pen haruç hepsu ters gideyi ha punların.
Başarılı
iletişimci,öğrencilerini bilimin ortaya koyduğu alternatif görüş ve
düşüncelere açık yetiştirir..
Her fırsatta
öğrencilerini takdir eder. Olumlu sayılacak her hareketlerini överek ve
onaylayarak onları yüreklendirir.
Onun prensipleri
arasında hata aramak yoktur. O ölçüleri verir, noksanını kişi kendisi bulur.
Öğrencilerine mutlaka
dürüst ve samimi davranır. Öğrencilerin samimiyetsizliği sezinlemek gibi bir
büyük becerileri vardır. En ufak bir olumsuzluk dahi eğitimdeki sağlıklı
iletişime zarar verir. Güven duygusunu zedeler ve kişiliğini olumsuz etkiler.
Başarılı iletişimci,
öğrencisini motive ederken yanlış metot uygulamamaya çok dikkat eder.
Korkutmayı, kaba kuvvet kullanmayı ve kaygılandırmayı, bir eğitimcinin hiç
başvurmaması gereken yanlış yöntemler olarak görür.
Hatta şu bilimsel
tespite titizlikle uymaya çalışır: "Öğren-me,beyinde hücreler arasında
protein zincirlerinin kurulmasıyla gerçekleşir. Yüksek kaygı sırasında, beyinde
salgılanan maddeler; - başta norapinefrin - öğrenme için gerekli olan protein
zincirinin kurulmasını engeller. Bu sebeple Öğrencinin motivasyonunu artırmak
için söylenen sözler, büyük çoğunlukla öğrencinin kaygısının artmasına ve
öğrenmenin azalmasına, dolayısıyla başarısının düşmesine yol açar".[2]
Başarılı iletişimci, öğrencilerine
yeteneklerine ve becerilerine göre eğitim verir. Sütçü beygiriyle, İngiliz
atını aynı kulvarda koşturmaz.
Hovart GARDNER' in
sınıflandırdığı zeka biçimine göre öğrencisinin ilgi ve yönelişini belirler.
Öğrencilerine meslek seçiminde bu tespitler doğrultusunda yol gösterir. İşte
zeka sınıflandırması:
1. Sözel/
dilsel zekâ.Dili değişik biçimlerde kullanma yeteneğinde ortaya çıkar.İrticalen
konuşma, hikâye anlatma, mizah sözel / dilsel zekâyla bağlı doğal
yeteneklerdir. İyi gazetecilerde de bu tür zekâ vardır.
2. Mantıksal
/ matematiksel zekâ. Zekânın bu biçimi ölçülmesi ve standartlaştırması en
kolay olandır. Bunu genellikle analitik ya da bilimsel düşünme diye
adlandırırız.Daha çok bilimcilerde, bilgisayar programcılarında ve elbette matematikçilerde
rastlanır. Ünlülerden Einstein bu zekâya örnektir.
3. Görsel /
Mekansal zekâ. Bu tür zekâya sahip kişiler özellikle zihinsel imajlar
oluşturma ve grafik görüntüler oluşturmada başanhdır.Üç boyutlu düşünme
yeteneği vardır. Picasso' nun, bu tür zekâya sahip olduğu bilinmektedir.
4. Bedensel/
kinestetik zekâ. Bu zeka beden akıl bağlantılarını mümkün kılar.Sporda,
tiyatroda başarılı olurlar.
5. Müzikal /
ritmik zekâ.Bu tür zekâya sahip olanlar müziğe yeteneklidirler. Testlerden önce
Mozart dinleyen öğrencilerin diğerlerinden başarılı olduğu görülmüştür.
6. Kişiler
arası zekâ. Yöneticiler, danışmanlar, terapist-'er,pofitikacılar ve insan
kaynaklan uzmanlan bu tür zekâya sahiptir. Abraham Linkoln, M. Gandi, bu tür
zekâya sahiptirler.
7. Benlik
zekâsı. Benlik zekâsına sahip olanlarda düşünme ve akıl yürütme en yüksek
seviyededir. Bunlar ekseriyetle bilge kişilerdir. Bunlar daha büyük resmi
görebilirler. Geleceğin cazibesine açıktırlar.
8. Manevi
zekâ. Bu kişiler arası bilinçle benlik şuurunun ek bir "değer"
unsuruyla harmanlanması olarak ta görülebilir.
9. Pratik
zekâ.(Bu zekâ türünü,yazar,J. James eklemiştir.) Bazı kişilerin elektronik
aletleri onara bilme konusunda inanılmaz bir becerileri vardır.Pratik zekâ bir
tür sağduyunun yansıması olarak görülmüştür.[3]
Başarılı iletişimci,
bütün becerisiyle, kertenkele sistemini baypaslayarak aşmaya çalışır.
Kertenkele sistemi bir
masalda şöyle geçer.
Ormanda hayvanlar
toplanıp bir eğitim sistemi oluşturmaya karar verirler. Her hayvan kendi
yeteneğinin ders olarak konulmasını ister.
Sincap "ağaca
tırmanma dersi" ister. Balık " yüzme dersinde" ısrar eder.
Yılansa, "sürünme" dersi der.Tavşanda " rampaya yukarı
koşma" dersi ister.Bütün istekler ders sisteminde yerini alır. Başarının
belirlenmesi puanların ders sayısına bölümüyle belirlenecektir. Sonuç son
derece ilginç çıkar. Kertenkele, genel değerlendirmede birinci çıkar.
Çünkü,diğer hayvanlar
kendi branşının dışında nerdeyse sıfır alırlar. Genel ortalama alınınca, kertenkelenin
birinci olduğu görülür.
Başanlı iletişimci,
evrensel boyutta yetenekler yetiştirerek, uygarlık yarışma, boş sloganlarla
değil, somut sonuçlar doğuracak, konularda aktif olarak katılır.
İşte öğrencileri,
yeteneği dışında oyalamak bir tür, kertenkele sistemiyle potansiyelleri heba
etmek, hem zaman, hem kaynak ve en önemlisi insanı israf etmektir.
Başarılı iletişimci,
her haliyle klasik eğitimci tipinin dışındadır. Sınıfta çıt çıkartmayan
tiplerden değildir. Onun sınıfından daima anlamlı cıvıltılar yükselir.
Bir eğitim uzmanı;
"Eğer bir sınıftan cıvıltı yükselmi-yorsa; ya içerde canlı yoktur,ya da
başlarında bir diktatör vardır" der. Bu bir eğitimcide hiç olmaması
gereken bir unvandır.
Yine başarılı
iletişimci, öğrencisini aile değerleriyle çatıştırmadan, eğitir. "İki
günü birbirine denk olan ziyandadır" hadisi doğrultusunda; gelişerek
değişime açık, bilgi çağına hızla uyum sağlayabilen, dinamik bir nesil
yetiştirmeyi amaçlamıştır.
Sınıfta daima aktif ve
canlı ders işler. Konunun unutulmaması için anlatımı ilginçleştirmenin mutlaka
bir yolunu bulur. Dıştan bakan onu bir senaryoyu oynuyor zanneder. Renkli örnekleriyle,
konuyla irtibatlı esprileriyle, güler yüzlü tavırlarıyla, dersini bir tür moral
kaynağı haline dönüştürür. Zil çaldığında bir çok öğrenci "Keşke biraz
daha zaman olsaydı"
Bu konuyu bazı
örneklerle biraz açmak istiyorum. Belki son iddiayı, abartı zannedenler
olabilir. Ama ben,hem öğrenciyken, hem de öğretmenken,bunun olumlu ve olumsuz
bir çok örneğini bizzat yaşadım. Bazen dersin bitişine, hayıflanıldığı gibi,
"Teneffüste devam edelim" denildiği de çok olmuştur.
Bir de olumsuzuna
Örnek vermek istiyorum: Lise yıllarında dersimize gelen bir hocamız vardı. Bu
muhteremin öyle bir ders anlatma tarzı vardı, öyle bir ritmi, öyle bir ses tonu
vardı ki, sınıfta duyulduğu anda herkesin uyku hormonları faaliyete geçerdi.
Uyku ilaçlarının ve ninnilerin eline su dökemeyeceği bu anlatım tarzıyla, uyku
problemi olanlar bile narkoz yemiş gibi olurdu. Onun dersinde herkes hipnoz
yapılmış gibi uyuduğundan, bir gün dayanamayıp; "noluyor bu sınıfa
Öndeki-ler bakarak uyuyor, arkadakiler yatarak uyuyor, yeter artık kalkın
bakayım!" diye bağırmıştı. Aynı zamanda bu hocamız çok zeki bir insandı.
Öğrencilerin literatürüne girmiş çok espirileri de vardı.
Bir başka hocamızın
ise, her konuyla ilgili, birbirinden enteresan örnekleri olurdu. Bunlardan bir
tanesini numune olarak yazmak istiyorum: Bölgemizde olduğu halde,Yeşilırmak
hangi ovamızdan, Kızılırmak hangi ovamızdan denize ulaşır, çoğu zaman
karıştırdığımız olurdu. Hocamız bir gün şöyle dedi: "Kızılırmak, kızıl
ateşle yakılıp İçilen sigaraların yetiştiği Bafra ovasından,Yeşilırmak'sa,
yemyeşil sebzelerin yetiştiği Çarşamba Ovasından, Karadeniz'e ulaşır "
dedi.
Böyle bir örnekle
pekiştirilen bir konuyu insan unutmak istese dahi unutamaz.
Öğretmenin adı Bayan
Thompson'du ve 5. sınıf Öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara
bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve "hepsini aynı derecede
sevdiğini" söyledi.
Bu mümkün değildi,
çünkü orada en önde, sırasına adeta çökmüş gibi oturan bir küçük öğrenci vardı.
Adı: Teddy Stod-dord. Bir önceki yıl Bayan Thompson, Teddy'i gözlemiş, onun
diğer çocuklarla oynayamadığını, giysilerinin hep kirli, kendisinin hep banyo
yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Teddy mutsuz bir çocuk olabilirdi.
Çalıştığı okulda Bayan
Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de
görevlendirilmişti. Teddy'in dosyasını en sona bıraktı. Onun dosyasındaki
bilgileri incelediğinde şaşırdı. Çünkü 1. sınıf öğretmeni "Teddy, zeki
bir öğrenci ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok
iyi huylu...."diye yazmıştı.2. sınıf öğretmeni:
"Mükemmel bir
öğrenci, arkadaşlan tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı
onu üzüyor ve sanırım evdeki hayatı çok zor....."diyordu. 3. sınıf
öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince
ilgi gösteremiyor. Bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu kötü
etkileyecek....." diye yazmıştı. 4. sınıf öğretmenine gelince "Teddy
içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor- Hiç arkadaşı yok bazen sınıfta
uyuyor" demişti.
Bayan Thompson sorunu
çözmüştü ve şimdi kendinden utanıyordu.
Öğrenciler ona güzel
kağıtlara sarılmış, süslü kordelalarla paketlenmiş yeni yıl hediyeleri
getirdiğinde,, kendini daha da kötü hissetti.Çünkü, Teddy' in armağanı, bir
kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak
ona çok acı vermişti. Bazıları paketten çıkan, birkaç taşı düşmüş bileziği ve
üçte biri dolu parfümü görünce gülmeye başladılar. Fakat öğretmen, bileziğin
ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine
damlatarak, onlann bu gülmelerini bastırdı.
O gün okuldan sonra
Teddy öğretmeninin yanına gelerek: "Bayan Tompson, bu gün hep annem gibi
koktunuz"dedi. Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat
ağladı. O günden sonra çocuklara okuma, yazma Öğretmeden ziyade, eğitim
vermeye başladı. Teddy'e özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının
yeniden canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın
sonuna dek, öğretmenin, "hepinizi aynı derecede seviyorum" yalanına
karşın, Teddy onun en sevdiği öğrenci idi.
Bir yıl sonra
kapısının altında bir not buldu.Teddy'dendi. "Tüm yaşantısındaki en iyi
öğretmenin kendisi olduğunu," yazıyordu. Ondan yeni bir not alıncaya
kadar altı yıl geçti. Notunda liseye geçtiğini, sınıfta en iyi üçüncü öğrenci
olduğunu ve Bayan tompson'nun hala hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu
yazıyordu.
Dört yıl sonra bir
mektup daha aldı, Teddy'den. "O arada zamanın onun için zor olduğunu,
çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi bir dereceyle mezun olmak için çok
caba sarf etmesi gerektiğini" yazıyordu. Bayan Tompson hayatında gördüğü
en iyi öğretmendi.
Sonra, dört yıl daha
geçti, bir mektup daha geldi.Bu sefer mektubun altındaki imza biraz
uzundu.-Theodore F. Stod-dar Tıp Doktoru.
Bu hikaye burada
bitmedi.İlkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Tompson, Teddy, hayatının
kızıyla tanıştığını ve evleneceğini, anne ve babası öldüğü için, düğünde
onlara ayrılan yere oturmasını rica ediyordu.
Bayan Thompson düğüne
giderken, özenle sakladığı, birkaç taşı düşmüş o bileziği taktı. Teddy'in ona
verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.
Birbirlerini hasretle
kucaklarken, Teddy, onun kulağına, :"Bana inandığınız için ve beni böyle
değiştirdiğiniz içinde..." diye fısıldadı.
Bayan Thompson, gözünde
yaşlarla ona karşılık verdi: "Yanılıyorsun Teddy, ben seni değil; sen,
beni değiştirdin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben, öğretmenliği bilmiyor
muşum."[4]
Bu olumlu örneğin
yanında, benim içimde çok acı bir hatıra olarak yaşamaya devam eden, bir
dramatik olayı burada nakletmek istiyorum.
Şu an matematik
öğretmeni olan,ODTÜ mezunu oğlum ilkokulda okurken, çok olumsuz bir olay
yaşamak durumunda kalmıştı.
Ben bir ortaokulda
müdürdüm, çocuğum ilkokulda okuyordu. Önce onu çok çalışkan bulan bir
öğretmeni, beni, dünya görüşüme göre biraz daha yakından tanıyınca, çocuğa karşı
olan davranışında hissedilir bir farklılaşma gözlendi. Durumunu her
sorduğumuzda, son derece olumsuz şeyler anlattı. Biz uzun zaman, çocuğun bu
sınıfa uyum sağlayamadığını zannettik. Yan yıl notlannın başarısız olduğunu
görünce,du-rumdan ciddi şekilde kuşkulanmaya başladık. Sınıfta çocuğa
psikolojik işkence yaptığını fark ettik. Hatta çocuğun yanına ders çalışmaya
gelen arkadaşlanyla karşılaştırdığımda, onun üçte biri kadar bilgiye sahip
olmayan çocuklara ondan daha fazla not takdir edilmiş olduğunu gördüm. Çaresiz,
çocuğun naklini, Ordu'nun merkezindeki bir okula yaptırdım. Çocuk kalabalık bir
sınıfta kısa zamanda notlarını yükselterek, Pekiyi ile mezun oldu.
Teddy'i hayata
döndüren, Bayan Tompson'un yanında, bir cevheri hayata küstürmek isteyen
birinin, ruh halini burada yorumlamaya gerek olduğunu zannetmiyorum.
İşte başarılı
iletişimcinin, eğitim anlayışını, öğretim metotu-nu ve gelişim içinde değişime
bakışını kısaca özetlemeye çalıştık.
Başanlı iletişimcinin
bu ortamdaki rolü, yönetici konumundadır. îş ortamındaki iletişimi, en üst
düzeyde temsil eden kişi yöneticisidir.İş yerinde yönetici, organizeli,
organizesiz, planlı veya plan dışı, sürekli iletişim halinde bulunduğundan,
iletişim olgusunu en yoğun yaşayan kişi olarak, başarılı iletişimci derken;,
yöneticiyi baz alarak konuya açıklık getirmiş olacağız. Başarılı iletişimci
ile, en ideal iş yöneticisi tipi anlatılacaktır.
Başanlı iletişimci,
bulunduğu konuma atama yoluyla, hasbelkader getirilmiş biri değildir. O tam
bir lider yöneticidir. Liderlik vasfı olmayan atanmış yöneticiler, sadece
mevzuatlara bakarak iş yönetir. Talimatların dışına çıkamaz. İnisiyatif kullanamaz.
Bunu, aracına talimat cihazı monte ettirmiş bir kişinin, uzaktan kumandalı
emirlerle şoförlük yapmasına benzetebiliriz.
Başanlı iletişimci ise
inisiyatif sahibidir. Personelini emrederek değil .yönlendirerek ve motive
ederek yönetir. Rasyonel bir istihdam politikası uygular. Kişilere, yetkisi
oranında sorumluluk yükler. Her eleman, işi nispetinde inisiyatife sahiptir ve
kurum içinde kendini anlamlı bulacağı kadar yetki ve sorumlulukla
donatılmıştır..
Başarılı iletişimci, eski
anlayıştaki, yöneticiler gibi,bede-nen çok koşturan, her işe müdahale eden,
sıkıcı bir tip değildir. Görünüşü son derece sakin olduğundan, bazı yönetim kurulu
üyelerinin şüphelerine bile muhatap olabilir. Böyle bir şüphe, bir ünlü
holdingi batma noktasına dahi getirmiştir. Bu holdingin hikayesi şudur:
Kaliforniya' da ünlü
bir holdingin yönetim kurulu, çok koşturan, kan ter içinde kalmış yöneticilerin
üretimi daha çok artırabileceğini zannetmişler. Görünüşte sakin, misafirleriyle
il-gilenebilen, belli aralıklarla bilgisayarından rakamlar alan, bazı birim
amirleriyle kısa telefon konuşmaları yapmanın dışında, pek çabası gözlenmeyen,
bir yöneticiyi görevinden alarak, yerine çok koşturan birini getirirler.
Ancak, holdingin, yeni
yöneticiye devir teslim hesaplarında %40 karlı durumda olduğu belirlenir. Bir
sene sonra ise, kurumun iflasın eşiğine geldiğini görürler. Amerika' nm, önde
gelen bir üniversitesinden, konuyu araştırmasını isterler.
Sonuç tamamen yönetici
hatası olarak karşımıza çıkar. Bilimsel araştırmada, kıyaslanan iki yöneticinin
bariz farkları şöyle ortaya konur:
Bunlardan birinin,
lider yönetici, diğerinin klasik yönetici olduğu tespit ediliyor.
Lider yönetici,
ayrıntıyla zaman kaybetmezken; klasik yönetici, ayrıntıya boğulmuştur.
Lider yönetici, birim
sorumlularını gerekli yetkiyle donatırken, klasik yönetici, yetkileri kendinde
toplamıştır.
Lider yönetici, sonuç
verilerini, kolay ve etkin şekilde değerlendirebilirken, klasik yönetici,
ayrıntıya boğulduğundan, sonuçlara ulaşmak imkansız denecek kadar zorlaşmıştır.
Lider yönetici,
bedensel olarak değil, beyinsel olarak çalışırken, klasik yönetici, bedensel
olarak yorulur.
Lider yönetici,
fotoğrafa hep kuş bakışı bakarken, klâsik yönetici, ayrıntıya boğulup, ayrıntı
haline geldiğinden, geneli kavrayamamaktadır.
Osmanlının son
zamanlannda, Devletin durumunun hayli kritik olduğu bir dönemde, Kamil Paşa
namındaki bir zat, huzura çıkar.
Ülkenin vaziyetini
inandırıcı bir üslupla anlatır. Son noktayı:" Devlet gemisi, yan yatmış
batıyor hünkarım" Diye koyar. Padişah:
Bu gemiye seni kaptan
yaparsam, ne kadar sürede düzeltirsin Paşa?
Altı ayda düzeltirim
haşmetlüm,der. Padişah:
O zaman seni sadrazam
yapıyorum, der.
Kamil Paşa sadrazam
olur. Aradan bir yıla yakın zaman geçer, düzelen hiçbir şeyin olmadığı görülür.
Padişah, sadrazamı huzura çağırtıp sorar:
Hani bu yan yatmış
gemiyi düzeltecektin? Kamilpaşa, büyük bir tedirginlikle;
Padişahım, Devlet-i
Aliye gemisi o kadar büyük ki, uzaktan bakınca yan yattığı görülüyor da, gelip
içine girince, fark etme imkanı kalmıyor der.
İşte, birçok olayın
aslının böyle olduğu bilinir. Kuş bakışı durum daha iyi fark edilir.
Başarılı iletişimci
ile, atanmış yönetici arasındaki yeni belirlenmiş bazı farklan uzmanlar şu
şekilde sıralamaktadırlar:
Başarılı iletişimci,
sosyal olaylara karşı son derece duyarlıdır.
Sosyal banş ve ahenk
ancak, toplum katmanları arasında, yukardan aşağı merhamet, şefkat ve yardımın
akmasıyla; aşağıdan yukarıya da, saygı, güven ve dualann yükselmesiyle
sağ-lanabilir.Böle olduğu takdirde, içinde bulunduğumuz gemi selamette
sayılır.
Şayet, üst tabakadan
aşağıya, zülüm, sömürü, entrika, tehdit ve haksızlık giderse; alt katmanlardan
da yukarıya, öfke, isyan ve düşmanlık yükselirse; içinde bulunduğumuz geminin,
büyük bir felaketle karşı karşıya olduğunu bilmek için kahin olmaya gerek
yoktur.
İşte, başarılı
iletişimci, bu muhtemel felâkete karşı, uzun vadeli tedbirlerin alınması için
tam bir sorumluluk bilinciyle hareket etmektedir. "İnfakın,
(yardımlaşmanın) olmadığı toplumlarda; nifak olacağı " kaçınılmaz bir
vakıadır.
Başarılı iletişimci,
"sen çalış, ben yiyeyim" anlayışına şiddetle karşı olduğu gibi,
"ben tok olduktan sonra, başkası acından da ölse bana ne?"
duyarsızlığına da aynı şekilde karşıdır.
Başarılı iletişimci
asla, Makyavalist bir anlayışın adamı değildir. Muhataplarının uzun vadeli
güvenini kazanmış olmak, kısa vadeli kârlardan daha önemlidir. Kısa vadeli,
"şark kurnazlığı" sayılan uyanıklılıklar, uzun vadede sefalete sebep
olur ama, bunu anlamak çok zaman alır.
Başarılı iletişimci,
sağduyuludur. Olaylara kötümser cepheden bakmaz. Bu konuda en büyük sermayesi
"hüsnü niye-ti"dir. İnsan beynini neye şartlandırırsa, onu elde eder.
"İnsanlara gayret ettiğinden gayrı, bir şey yoktur" ayeti de bu
konuya ışık tutmaktadır.
Beyinsel şartlanmanın
ayrı bir boyutu daha vardır ki, onu da bir deney şöyle ortaya koymuştur:
Hitler Yahudileri
kitleler ve gruplar halinde ölüme gönderirken, bir psikolog doktor,
öldürülecek bir grup üzerinde bilimsel araştırma yapmak için yetkililerden
izin alıyor. On kişilik bir grup bir odaya alınır, her birine sırayla bir
kupadan zehir içiriliyor. İçen ölür,içen ölür.... Doktor arada iki kişiye aynı
kupayla çaktırmadan saf su veriyor. Aynı şekilde onlannda öldüğü görülür. Zihin
neye şartlanmışsa bedenin ona aynen uyduğu ispatlanmış olur. Bu realiteyi
tersine çevirip, olumlu işlerde kullanabilirsek, çok harika sonuçlara
ulaşmamız içten bile değildir.
Başarılı
iletişimcinin, geleceği gösteren kristal küre gibi kullandığı, geniş bir hayal
gücü vardır. Bütün tasanm ve projelerini, önce hayal eder. Sonra atış
menziline giren konuları avlayarak hayalini, gerçekleştirir. Yeniliğe uyum,
teknolojiyi uygulamak ve gelişmelerden yararlanmak konusunda personeline öncülük
ve modellik yapar. Gelişmeyi öngören değişim, hayatın özünde vardır.
Vücudumuzdaki hücreler de dahil her an her şeyde bir değişim söz konusudur.
Zaten, kuantum fizi-Si maddenin ve atomun dahi titreşim şeklinde, alternatif
olarak sürekli değişimi yaşadıklarını göstermektedir. Durgun suların
kokuştuğu, bîr vakıadır. Akan ve çağlayan suların berrak ve hayat dolu
olduğunu, herkes bilir. Değişime kapalı olanlarında durgun sularla aynı akıbeti
paylaştıkları bilinmektedir. Değişime kapalı olanların, "ölülerle
deliler" olduğunu artık bilmeyen yok gibidir.
Başarılı iletişimci,
"y^ni oyunların, eski kurallarla oynanmayacağını" etrafındakilere
tatbikatıyla gösterir. Daima yapıcı, eleştirilere açık durmaktadır. Karar
vermeden önce, uzman guruplarla yararlı müzakereler yapar, konuyla ilgili yeni
değişiklikleri de değerlendirerek karara vanr. Kararlannı bağımsız ve özgür
olarak verir. Verdiği karardan dolayı, yakınmaya ve şikayete hakkı olmadığının
idraki içindedir. Kararı ile ilgili, bütün sorumluluğu ve riski üzerine alır.
Risk faktörünü göze
alamayanlann, lider olma şansı yoktur.
Başanli iletişimci,
duygu, düşünce, karar ve uygulamalarıyla, tam bir iç bütünlük içindedir ve tam
bir şahsiyet sahibidir.
İç çelişkileri olan
kimseler, kişiliği parçalanmış, problemli tiplerdir. Uyumlu karar veremedikleri
gibi, makul hamlelerde gerçekleştiremezler.
Başarılı iletişimci,
"Büyük zekaların projelerle, orta zekaların olaylarla, küçük zekalannsa,
bireylerle meşgul olduğu" gerçeğinden hareketle, daima, hedefini yüksek
tutmaktadır. "Başı dik yürüyenler, daha çok uzağı görme şansına
sahiptir" sözünü düstur edinmiştir. Onu sürekli dik yürürken görürsünüz.
Başarılı iletişimci,
hiçbir yan etkisi olmayan, en mükemmel başarı ilacı olarak, kendi
potansiyeline, pozitif enerji veren sağduyusuna ve iyi niyetine güvenmektedir.
Başanlı iletişimci,
fikir, aksiyon ve iç derinlik insanıdır.
Taşın çok olduğu
hallerde, pirinci seçmeyi tercih eder.
"Dünün güneşiyle,
yarının çamaşırının kuramayacağını" bilir.
Ayan bozuk olanın,
tartısına güvenmez.
Einştain'in
"Hiçbir sorun, o sorunun sebebi olan bilinç düzeyi ile çözülemez"
görüşünü, çözüm üretirken prensip olarak uygular.
Başanlı iletişimci,
asık suratlı değil, güler yüzlü, tatlı söziü-dür.Üstün derecede gelişmiş, espri
yeteneğine sahiptir. Güzel sanatlara duyarlı, estetiğe hayrandır. Kaliteli
nüktelere bayılır. Sevdiği şiirier, güzel sözler ve sanat değeri olan yazılan
mutlaka biriktirip, arşivler.
Bu mütevazı arşivden
bir örnek seçmeyi uygun gördük. İşte tarihi, otantik değere sahip, bir vasiyet
örneği:
Gürültü ve patırtının
ortasında sükunetle dolaş. Sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma.
Başka türlü davranmak,
açıkça gerekmiyorsa, herkesle dost olmaya çalış.Ama, kimseye teslim olma.
Telaşsız, açık ve
seçik konuş. Başkalarına da kulak vermeyi ihmal etme.
Aptal ve cahil
oldukları zaman bile dinle onları. Çünkü, dünyada, herkesin anlatacağı bir
hikayesi vardır.
Yalnız planların
değil, başarılarında tadını çıkarmaya çalış. Ne kadar küçük olursa olsun,
işinle ilgilen. Hayattaki tek dayanağın o olabilir.
Olduğun gibi görün,
sevmediğin zaman, sever gibi yapma.
Sakın aşka burun
kıvırma, o çöl ortasında çimen-li bir sahadır.
Yılların geçmesine
Öfkelenme. Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.
Ara sıra isyana
yönelecek olsan bile, kainatı(kade-ri) yargılamak imkansızdır. Onun için,
kavgalarını sürdürürken bile, kendi kendinle barış içinde ol.
Görmeye çalış ki,
bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen, dünya yine de güzeldir
Başarılı iletişimci,
geleceği, bu günden şekillendiren bir vizyon sahibidir.
Personeline de kendi
vizyonlarını oluşturma imkanı sağlar. Onun ortaya koyduğu vizyon, statik ve
sabit değil, pozisyonlara göre, şekil alan bir yapıdadır.
Başanlı iletişimcinin
ortaya koyduğu, yeni liderlik yetenekleri kısaca şunlardır:
Temayülleri fark
etmek:
Karşılaştığı her
problemden bir ders çıkarır. Çözüm alternatifleri oluşturur. Kendi alanında,
etkili olması diğer sistemleri geniş bir bakış açısıyla, değerlendirmesine
bağlıdır.
Realiteleri
tanımlamak: Gerçekleri ıskalamadan, değerlendirip, yeni şartlan lehine
çevirmede avantaj elde eder. Her durumun kendince bir gerçeği vardır.
Başarılı İletişimci,
realiteyi tespit ederken, asla, ideolojik saplantılara tutsak olmaz. Onda,
sizin aradığınızı buldum sendromu yoktur.
Bu sendromu ortaya
çıkartan, Meşhur Nasreddin Hoca-mızdır.
Gençler, Nasreddin
hocaya, " Saz çalmasını bilir misin?" derler. Hoca tereddütsüz;
Aa, elbette bilirim,
der. Gençlerde, muziplik olsun diye bir saz bulurlar ve hocaya verip çalmasını
isterler. Hoca sol eliyle perde teflerini sıkıca tutarak, sağ eliyle aşağı
tarafa vurmaya başlar. Gençler, gülerek, "böyle olmayacağını, sol eliyle
perde tellerinde sesleri arayacak, sağ elinle ona göre vuracaksın"
derler. Hoca, manalı manalı, gülerek,
Siz, arayın durun. Ben
sizin aradığınızı buldum, der.
Bulduğunu zanneden
ideoloji kuduzu nice diktatörler, kaç defa dünyayı kana bulayıp, insanlığa
kabus yaşatmışlardır.
Başarılı iletişimcinin
amaç ekseninde, işin amaca uygun yapılması vardır. Dayatma kuralları ayrıntı
olarak görür.
Arif Nihat Asya,
"Işığa doğru dön ve yürü, gölgen arkandan ister gelsin, ister
gelmesin'der. Mevzuat arkadan İster gelsin ister gelmesin, sen yeter ki işi
doğru yap.
Mevcut kriterlerin,
ihtiyaca cevap vermediği durumlarda, başarılı iletişimci, tereddüt etmeden
dönüşüme yönelir. Dönüşüm stratejileri uygular. Kurumun yönlendirdiği lider
değil, kurumu yönlendiren lider portresi çizer.Bir Nato komutanı; "Ricat
(dönüş), bilmeyen kumandan, kumandan değildir" der. Buradaki dönmede,
dönüşüme yönelik dönmedir. Cepheden kaçma anlamında değildir.
Kalite, yapılan her
hangi bir işin veya ürünün amaca en uygun şekilde üretilmesidir.
Kalite Önce insanın
özünde başlar. Kalitesiz kişiden, kaliteli eser çıkması mumlun değildir.
Ürünlerin kalitesi için, önce insanın kalitesinin yikselmesi lazımdır.
Kalitenin temelindi,
bilgi ve ahlak vardır.
Bilgisiz insan, doğuyu
güzeli bilemez. Ahlakın olmadığı yerde, iyi niyet yoktuı Bencil duygular,
kalitenin en büyük düşmanıdır. Kalitesiz iısan, bilinçaltında tahrip duygusu
taşıyan kimsedir. Bu tip fö mahluktan, kalite beklemek abesle iştigaldir.
Başarılı iletişimciyi
göre, insanın kalitesi, diğer insanlara ve çevresine faydalı oltşuyla ölçülür.
Faydalı olma şuuru, kaliteyi netice verir.
Başarılı iletişimci,
nsanın, fıtrat itibariyle, yaratıkların en mükemmeli ve en kalitlisi olduğuna
inanır. Bu kalitenin ve bu mükemmelliğin bir sefilde, günlük hayata yansıması
gerekir. Zaten, orijinal dinde, lışinin yarattlışındaki güzellik ve özelliklerin,
dejenerasyona ğramadan, günlük yaşantımıza yansımasıdır.
Yeteneklerini hiç
devreye sokmayan birçok kimse, bu işi yanlış bir tevekkül anlayışıyla izah
etmeye çalışırlar. Bu izah şekli, yaratanın kuluna ihsan ettiği, sonsuz
sayılacak kadar çok, yeteneğin oluşuyla çelişmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin,
"Vermek istemeseydi, istemek vermezdi" sözünü, "yaratan,
kullanmamızı istemediği yeteneği kuluna vermezdi" şeklinde de
yorumlayabiliriz.
Uzun süre, ideolojik
şartlanmaların kalite olduğu sanıldı. "Şu görüşte olan, şöyledir ve
kalitesizdir. Bu görüşte olan böyledir ve kalitelidir" gibi yaklaşımların,
kalitenin en büyük engellerinden olduğu, sonunda fark edilmeye başlandı.
Kalitenin ideolojiyle değil, bilgi, ahlak ve sevgiyle mümkün olabileceği
anlaşıldı.
Hatta ideolojik
saplantısı olanlar, ehliyet ve liyakate değil, siyasi yandaşlığa göre iş ve
görevlendirme yaparak, kaliteyi tahrip etmişlerdir.
Oysa bizim inancımızda
ve geçmişimizde, liyakat ve ehliyete önem verilmiştir.
Hz. Ömer (R.A), bir
gün etrafındakilere sorar, "İslama hizmet etmek için neye sahip olmak
isterdiniz?" Bazı lan, "parayı" bazıları, "iktidar
gücünü" kimileride, "uzaklara gidecek nakil vasıtalarını isterdik
derler. Sonra aynı soru kendisine sorulduğunda:
Hz. Ömer(r.a) sahabe-i
kiramdan en önemli olan birkaçını sayarak:
Ben de onlar gibi
insanlara sahip olmak isterdim, der.
Başanlı iletişimci,
kalitenin zirvesine, ancak böyie müstesna bir kadroyla ulaşılabileceğini
bilir. Kaliteli insan, verimli insandır. Verimlilik kalitenin özüdür.
Başarılı iletişimciye
göre kalite, tedbirdir, yeniliktir, prog-ramh ve planlı olmaktır, değişen
şartlara göre yenilikçiliktir. Kalite hizmettir.
Hizmette kalite
anlayışı, kişinin en önemli yanlarını ortaya çıkartır.
Hizmette kalite
eğitimle başlar, eğitimle biter. Başarılı iletişimciye göre, kalite, kurumdaki
her ferdin sorumluluğudur.
Kalite; ayrıcalıktır.
• Yorgunluğunu
geçirmek için, koşuya çıkmaya kararlı bir anlayışı vardır.
• Yapması gereken her
işe, o işin sonuçta sağlayacağı yarar kadar zaman ayırır.
• Her zaman
yapabileceği kadar iş yüklenir. Geri kalanını emri altındakilere havale eder.
• Aynı türdeki işleri,
bir seferde yapılacak şekilde grupl andırır.
• Zor bir işle
karşılaşırsa işin sevebileceği bir yönünü bulur ve öyle yapmaya başlar.
• Kolay ve zor işleri
dengeli şekilde ayarlar. Yorucu işleri ard arda getirmez.
• Hoşuna gitmeyen işleri
öncelikle halleder.
• Uzun süreli işlerde,
mola noktaları belirler. O an gelmeden ara vermez.
• Su soğuk diye
vazgeçmez, kademe kademe, alıştıra alıştıra girer.
• Kendini çok iyi
motive eder. Başarısını tebrik etmenin yolunu da bilir.
• Aynntıya takılmadan
süratli karar verir.
• Plan yapmaktan iş
yapmaya vakit bulamayanlardan değildir. Plandaki detaylara harcayacağı vakti,
o işi yapmaya harcar.
• Okurken, hızlı ve
secici okur. Yazılı belgeleri eline bir kere alır, halletmeden bırakmaz.
• Gerektiğinde,
"hayır", "olmaz" gibi cevapları ustalıkla vermesini bilir.
• Günün hangi
saatlerinde daha verimli çalışacağını tespit ederek, planlarını ona göre yapar.
• Yapacağı
toplantıları veya ziyaretleri günün belirli saatlerine alır. Her günün
sonunda, ertesi gün yapacağı işleri tespit ederek, zamanını planlar.
• Kendini, zamanı
nasıl kullandığı konusunda, sık sık sorgular.
• Onun kitabında,
yapılması gereken bir işi ertelemek fiili yoktur.
İnsanoğlu, yaratılışı
gereği, toplum halinde yaşamak zorundadırlar. Sosyo - psikolojik donanımları
bunu gerektiriyor. Yalnız başlarına, sağlıklı bir hayat sürdürmeleri mümkün
değildir.
Her insanın belli
oranda, akraba,eş- dost ve komşularının olması tabiidir.Kişiler, bu çekirdek
toplulukta, ne kadar sağlıklı iletişim içinde iseler, o kadar mutlu ve
başarılı olurlar. Başarılı iletişimcinin, bu ortamda sergileyeceği, bireysel
ve sosyal fonksiyonlarını, rollerini ve davranış şekillerini, tanımaya çalışmalıyız.
Başanlı iletişimcinin,
önce etrafında sağlam bir gözlem ve iyi bir tahlil gerçekleştirmesi gerekir.
Yine bilmelidir insanın çevresine verdiği değer, kendine verdiği değerle
orantılıdır. Kendi şeref ve haysiyetini, önemsemeyen birinin, çevresindeki
diğer insanların, haysiyet ve şerefini önemsemesi mümkün değildir.
Başanlı iletişimci,
çevresinde gerçekleştireceği, sosyal ve bireysel analiz ve sentezle, kime karşı
ne şekilde davranacağını kararlaştınr. Herkesle içli, dışlı olma imkanı
olmadığı gibi, herkese sırt dönmekte olmaz. Ancak bu içli, dışlı olunmaması insanlarla,
selamı sabahı keseceği anlamında değildir. Belli mesafede, yine insani
ilişkilerini sürdürmek mecburiyeti vardır.
Başanlı iletişimcinin,
en bariz özelliği, toplum içinde güler yüzlü davranmasıdır. Tanıdığı herkese
hal hatır sormayı ihmal etmez. Hele, ihtiyaç sahiplerine karşı duyarsız kalması
hiç düşünülemez. Yapacağı yardımı ifşa etmeden, kişinin onurunu incitmeden,
takdim etmesini bilir. Bazı kişilik problemi olan tipler yaptıkları yardımı o
kadar pahalıya ödetirler ki, kişiyi yardım aldığına bin pişman ederler.. Şöyle
meşhur bir örnek vardır:
Sağanak bir yağmurda,
asil bir beyefendiye, bir şemsiye vermek zorunda kalan bencil ve pinti biri,
ona her rastladığı yerde, itibarlı kimselerin dahi bulunduğu ortamlarda, hiçbir
şeye aldırmadan, ulu orta, "Ey gidi, iyilikler ne çabuk unutuluyor, ben
sana o sağanakta şemsiye vermeseydim senin halin ne olurdu?" gibi,
serzenişlerde bulunur.Asil beyefendi, mahcup tavılarla teşekkür etmeye
çalışır.
O kişi, yine günün
birinde, bir grup arkadaşıyla sahil kordonunda gezinti yaparken, yine o
münasebetsiz pintiye rastlarlar. Bey efendiyi görür görmez, yine malum
dangalaklığı yapar. Beyefendi, biraz kızanp, bozardıktan sonra, ani bir kararla
koşar ve kendini üstüyle, başıyla denizin suyuna bırakır. Kıyıya çıkarak,
adamın karşısına dikilir; "İşte, aynen böyle olurdum ahbap. Bundan
daha,beter olamazdım. O gün olmadımsa, sayende şimdi oldum. Bir daha bana bu münasebetsiz
soruyu sorduğunu duymayayım" diye, haddini bildirir.
Bu yardım olayının,
uygun ve münasip şekline de bir örnek vermemiz yerinde olacaktır sanırım:
Neyzen Tevfik' i sokaklarda görüp çok acıyan, yardımsever bir bayan, yanından
geçerken yere bir miktar para atar ve Neyzen'e peşinden seslenir: "Amca,
amca buraya paranız düştü" der. Neyzen son derece duygulanır, bayana karşı
minnettar bir tavırla: "Çok teşekkür ederim. Biliyorum,bu düşen para değil,
aslında sizin altından daha asil olan kalbinizdir" der.
Başarılı iletişimci,
çevresinden gelen davetlere, geçerli bir mazereti yoksa iştirak eder. Mutlaka
tanıdığı hastalann ziyaretine gider. Ancak, "ziyaretin makbul olanı, kısa
olanıdır"
prensibini kesinlikle
ihlal etmez.
Bu hususla ilgili bir
hatıra naklederek, okuyucularıma bir önemli hatırlatmada bulunmak istiyorum:
Bütün yozlaşmışlığına
rağmen, yinede insanımızın devam eden birçok güzel hasleti vardır. Bunlardan
birde kadi şinaslı-ğıdır. Her ne kadar, eğitim eksikliğinden veya kültür yozlaşmışlığından
dolayı işin uygulanış şeklinde aksaklıklar olsa da, yinede hasletin özü devam
etmektedir.
Öğretmenliğimin 5.
veya 6,yılında ciddi bir grip rahatsızlığı geçirmiştim. Kırsaldan gelme
dostlarımızdan biri, geç sayılacak bir saatte rahatsız olduğumu duymuş, çok
üzülmüş ve "Ne pahasına olursa olsun, bu dostumu ziyaret edeceğim" demiş.
Allah niyetini ve
ziyaretine kabul buyursun. Saat akşamın onu gibiydi. Hoşbeş, hal hatır sorma
faslından sonra, kahve, cay ve ikram faslı da tamamlandı, saatte nerdeyse on
ikiye yaklaştı. Ben de ateş, hemen, hemen otuz dokuz. Gerçekten çok ızdırap
duyuyorum. O da sağolsun, beni teskin etmek için ne kadar birikimi varsa
anlatmaya başladı. Artık ben dayanamayacak raddeye geldim, Allah'tan o ara
hafif dalar gibi olmuşum. O da bu arada kalkmayı aklına getirmiş, tam kalkmıştı
ki, ayıldım, ne inkar edeyim, es gaza yine oturur diye biraz daha gözümü kapalı
tuttum. Tam kapıya yaklaştığı sırada, gözümü açtım.
"Hocam ben
kalkmıştım, Allah şifalar versin" dedi.Bende, mahcup bir şekilde:
"Sağol, uğurlar
olsun, kusuruma bakma, seni yolcu edemiyorum" demekle yetindim ve dostum
nihayet gitmişti.
Yatağa uzandım, yatağa
uzanmaya bu kadar ihtiyaç duyduğumu da hiç hatırlamıyorum. "Ziyaretin
kısası makbuldür" hadisinin hikmetini, bizzat yaşıyarak anladım.
Bu bağlamda, Nasreddin
Hocamızın ünlü espirisini de, hatırlatmadan geçemiyecegim:
Hocayı hastalığında
ziyarete gelen komşulan, bir türlü kalkmak bilmiyorlarmış. İçlerinden biri,
pişkin pişkin,"Hocam, acaba bize anlatmak istediğin bir konu veya bir
vasiyetin var mı?" der. Hoca içini çekerek anlatmaya başlar:
"Komşular, hepimiz faniyiz. Bu gelişin bir gidişi mutlaka olacaktır.
Şayet, emrihak vaki olurda, ben ölürsem, sakın ola ki, bönden sonra ziyaretine
gideceğiniz hastaların yanında gereğinden fazla oturmayın" der.
Lafın tamamı deliye
söylenirmiş. "Anlayana sivri sinek saz,...." demişler.
Başarılı
iletişimci,hiç kimseyi hor görmez. Asla kimseyi rencide etmez, kalbini kırmaz.
Herkese güler yüzlü ve sempatik davranır. Yakın dostlarıyla olan irtibatını,
artırarak sürdürür.Evlere yapacağı ziyaretlerini mutlaka, önceden randevulaşarak
gerçekleştirir. Yerine getiremeyeceği sözleri vermez, verdiği sözüde ne
pahasına olursa olsun, yerine getirir.
Karşılıklı sohbet
ortamında, her konuşanı, ilgi gösterdiğini belli ederek, dikkatle dinler.Hatta
eş -dost ortamında, kimin hangi konudan konuşacağını tahmin ettiği için,
anlatmaya teşvik eder ve önemseyerek dinler. Bilir ki insanlar,
dinlenilmek-ten ve anlaşılmış olmaktan büyük mutluluk duyarlar.
Hiç kimsenin sözünü
kesmez. Konuşması gerektiği zaman, mutlaka müsaade ister. Konuşmasıyla
çevresindekileri sıkmaz. Konuşmasında kimseyi tahkir etmez, kırıcı eleştiri
yapmaz.
Başarılı iletişimci,
insanlann küçük bir jestle bile mutlu olacaklarını bilir ve onlara, her
fırsatta jestler yapar. Çevresinde, mutluluk çemberi oluşturmaya çalışır.
Gerektiği yerde, iltifatlarla, çevresindekilerin gönlünü almayı ihmal etmez.
Hatta, dostlarının hiç tahmin edemeyeceği jestler ve beklemediği sürprizler de
yapabilir. Mesela .dostları adreslerine gönderilmiş şöyle bir mektupla
karşılaşabilirler:
Ziyaretime Delen ve
Delemeyen dütün Dostlarıma,
Güler yüzlü dostlarım.
Sizlerle, son
durumumla ilgili bir hususta hasbiha! etmek istiyorum.
Dostlar arasındaki
samimiyetin ve muhabbetin en sembolik göstergesi tebessümdür. Asık yüzlü bir
dost, insanı o derece mutlu etmese gerektir. Tebessümün bir tür sadaka
sayılması da, zannederim ki bu özelliğinden dolayıdır.
Tebessüm,
dostlarımızın yüzünde açılmış bir asalet goncası gibidir.
Hal böyleyken, bir
dostumuzun bize yarım sima, tebessümü pek de hoşumuza giden bir durum
sayılmaz.
İşte, size üzülerek
ifade edeyim ki, şu an ben ancak, "yarım porsiyon" gülümseye
biliyorum. Sağ yüzüm, adeta donuklaştı, sevgili dostlarım. Sağ kaşımsa, hep
yıkık duruyor. Ne yüzümün asık duruşunun, surat yapmamla alakası var, ne de
sağ kaşımın yıkık duruşunun külhan beylikle.
Yüzüm adeta,
duygulanma ambargo koydu. İç dünyamı yansıtma hususunda, sansür uygulayan bu yüzümün
ne
yapmak istediğini, pek
de anlamış değilim. Görülen olumsuzlukları protesto ediyor desem; nafile.
Çünkü, yetkililerimiz, her şeyin güllük gülistanlık olduğunu söylüyorlar.
Benim yüzümün, bu konuları, onlardan daha,iyi bilme gibi bir yetkisi olamayacağına
göre, acaba, benim yüzüm ne yapmak istiyor dersiniz?
Yüzsüzlüğü pretosto
ediyor desem; gündemdeki en cazip meslekle başa çıkması, eşyanın tabiatına
uygun düşmez.
Değerli dostlarım,
belki de siz beni, "statükoya boyun eğdiği için, yüzünün sergilediği
onurlu tavrı bastırmaya çalışıyor" zannıyla, itham etmeye
kalkışacaksınız.
Asla...öyle bir şey
yok. Öyle bir niyetimde yok. Hatta tekrar ediyorum, "altı yüz elli
yedi" defa tekrar edebilirim ki, öyle bir gayret içinde değilim.Sakın bu
tavrım bir telaş olarak değerlendirilmesin. Üstelik benim bu davranışımın,
"yerin kulağı"yla falanda alakası yoktur. Yine tereddüt ediyorsanız,
"namus ve şeref üstü, and içme vaziyetiyle" söylüyorum ki yoktur.
Statik literatürün, en cari taahhüdünü kullandım. İster inanın, ister
inanmayın, ben, üslubumu değiştiriyorum.
Evet, aziz dostlarım.
Bunlar işin latife
faslıydı. Bu kardeşiniz, tıp dilin-de(pfp), halk dilinde yüz felci denilen bir
rahatsızlığa maruz kaldı. Umulur ki, bu hastalığım, taksiratıma kefaret,
gafletten ayılmama vesile olsun. İnşallah bu, kederin bana lütfettiği, ilahi
bir ikaz vesilesidir.
Olaya birazda
metafizik boyuttan bakacak olursak, çok farklı manzaralar karşımıza çıkar.
Sinir sistemi
manzumesi içinde, yüz sinirlerinin, ne mucizevi, ne harika varlıklar olduğunu
anlamak için, baş-ka delile de pek ihtiyaç yoktur kanaatindeyim.Çünkü, yüz
sinirleri evren ötesi fonksiyonlarıyla mucizevi anlamlar ortaya koyuyorlar.
Malumdur ki, pozitif
ilim, her gün tevhit (birlik) gerçeğine biraz daha yaklaşıyor. "İnsan
eksenli kainat modeli" benimseme yolunda, her gün, yeni yeni adımlar
atılıyor. Artık bilim adamları öyle uluorta, "evreni rastlantısallık
sonucu oluşmuş bir sistem, insanı da, bu o oluşumun ücra bir yerinde tesadüfen
türemiş, başıboş ve garip bir varlık" sayamıyorlar.
Saymayışlarının yasal
bir engelle ilgisi yoktur, bilimsel kurallar onları buna mecbur bırakıyor. Ana
merkezinde insanın esas alındığı, bütün fonksıyolarm insana yönelik yapıldığı
bir hilkat ağacı ile karşı karşıyayız. ilmi çalışmalar genişledikçe, zihinleri
kuşatan sis perdesi açılmaya, billur gerçekler netleşmeye devam edecektir.
Yüz sinirlerinin de,
bu metafizik gerçekler içinde, çok mucizevi bir tevhit (birlik) tuğrası olduğu
açık seçik bir gerçektir. Her hali, insanın evrensel rolü ile bire bir
örtüşen, özellikler yansıttığı, insanın ruhi ve bedensel fonksiyonlarına göre
tasarlandığı gözlenmektedir
insanın iç
dünyasındaki, yüzlerce değişik duyguyu ve düşünceyi, sima ekramyla gösteren
yine yüz sinirleridir.
Şayet, yüz
sinirlerimiz uygun yapıda ayarlanmamış olsaydı; hiçbirimiz, neşemizi,
kederimizi, tasamızı, gamımızı, kaygılarımızı, sevincimizi,
gazabımızı,öfkemizi,hürmetimizi, vakarımızı, onayımızı, reddimizi, 'sevgimizi,
saygımızı velhasılıkelam, daha birçok ruhi, psikolojik, pisiko- sosyolojik,
tavırlarımızı ortaya koyamayacaktık.
Yüz sinirlerinin,
insanın evrensel pozisyonlarını, sosyal statülerini, psikolojik ve biyolojik
özelliklerini bilerek kendi kendini, tasarlaması ve fonksiyonlandıması imkansızdır.
Bu iş, ancak, top yekûn bütün kainatı insanın ihtiyaçlarına göre düzenleyen,
her şeye hükmetme kudretine ve yetkisine sahip bir yaratıcı tarafından var
edilmiş olabilir.
O halde, bu sinirlenme
stop emrini veren irade, umulur ki bana, bu tevhit gerçeklerini daha etkili
telkin etmek için, bir şans tanımıştır.
Can dostlarım, sizlere
yarım sima gülümsemenin, donuk bir cehreyle bakmanın kifayetsizliğini
biliyorum.
Deva sunucu olan,
Rabbimden hayırlı bir şifa diliyorum.
Hepinize gönül dolusu
selamlar. Duanıza muhtaç kardeşiniz (?.) 19-10-2001.
Başarılı itetişimci,
sohbet ortamında onaylamadığı bir konu açılırsa, hoşgörü kurallarını ihlal
etmeden, kibar ve diplomatik bir üslupla onaylamadığını ima eder. Sohbetin
gıybete dönüşmesini, kibar ve incitmeyen tavırlarla önlemeye çalışır.
İstemediği bir pozisyonla karşı karşıya kaldığı zaman, telaşlanmadan en uygun
gerekçeyi bulmaya ve üretmeye çalışır. İşte bu konuda, bir taşı gediğine koyma
örneği: Kibar, kültürlü ve zengin bir beyefendi, bol yıldızlı lüks bir otelden
yer ayırtıp, saati gelince istirahat için odasına çekilir.
Yatmadan önce
gazetelere bir göz atmak ister. Bu esnada, kulis tarafından çok rahatsız edici
sesler yükselmeye başlar. Ciddi şekilde rahatsız olan beyefendi; "Şunları
ikaz edeyim, böyle pahalı bir otelde olacak iş değil" diyerek, kulis
tarafına yönelir. Birde ne görsün, memleketin en belalı tipleri birikmiş,
kendi tarzlarına uygun muhabbet ediyorlar. Neye uğradığını şaşıran beyefendi,
sebepsiz bir dönüş de yapamıyor. Kendini bir şey demek zorunda hissediyor. O
da, anında şunu demeyi aklediyor:
Affedersiniz beyler,
acaba benim içerde gazete okumam, burada sizi rahatsız ediyor mu? diyor ve odasına
çekiliyor. anlamayana davul zurna az..."
Başarılı iletişimci,
daima olumlu ve yapıcı yaklaşım sergiler. Olayların müsbet yanlarına dikkat
çeker.
En sevmediği işlerden
biri, karamsar tablo ressamlığıdır. Bunun bir tür, negatif enerji yaymak
olduğunu bilir. O daima etrafına pozitif enerji neşreder. Onun gülleri hep dikensizdir.
Dikenin insanın içinde olduğu gerçeğini, hiçbir zaman unutmaz.
Bilim adamları,
huzurun ve mutluluğun bir iç algılama meselesi olduğunda hemfikirdirler.
Şu dörtlük, bu gerçeğe
estetik bir boyut katmaktadır:
"Bülbül kanı
imiş, gülü boyayan, Bizlerde hüneri gülde bilirdik. Gönüldeymiş meğer şakıyıp
duran, Yazık ki dudakta dilde bilirdik."
İçinde güzellik
bulunmayan kimsenin, dışta güzelliğe rastlama şansı pek yoktur. Meşhur bir
hikaye vardır:
Aynı hastahane
koğuşunda yatan iki hastadan, pencerenin önünde yatan kişi, gönlü aydınlık,
içi huzur ve güzellik dolu olanı, diğer arkadaşına, hoş zaman geçirtmek için,
devamlı güzel manzaralar, anlatıyor. Çiçeklerden, kuşlardan, sokaktan geçen
insanlardan ve oynayan çocuklardan bahsediyor. Koğuş arkadaşı ise, bu durumu
kıskanmaya başlıyor. "Keşke onun yerinde ben olsam da, bu anlattıklannı
ben görsem" diyor.
Günün birinde o hasta
kriz geçiriyor, "Doktor çağırma düğmesine basmasını işaret ediyor"
ama arkadaşı hiç de ora- -lı olmuyor. Derken iyi kalpli adam, kalbine yenik
düşerek, hayatını kaybediyor. Diğer hasta, "onun ranzasına
geçirilmeyi" istiyor.İstediği yapılıyor. Oraya geçtiği zaman, tam bir
hayal kırıklığı yaşıyor. Bir de bakıyor ki, karşısında simsiyah bir duvar. Ne
çiçekler var, ne de kuşlar.
Öbür hastanın
gördükleri, gönlündeki güzelliklermiş. Kafa gözüyle bakanların simsiyah bir
duvar gördüğü yerde, gönül gözüyle bakanlar, sayısız güzellikler görebilirler.
İnsanlara iyi gözle
bakılır, iyilik telkin edilirse, "iyisin,iyi-sin" denirse, Kendini
düzeltme ihtimali çok yüksektir. Şayet, olumsuz tavırlar gösterilir, olumsuz
sözler söylenir ve rencide edilirse, ondada olumsuzlukların artma ihtimali çok
yükselir.
Pedagogların bu konu
da, yaptıkları bir deney, çok ilginç bir sonuç ortaya koymuştur:
Bir kolejde, normal
zekadaki bir gurup öğrenci için, öğretmenlerine bu çocukların "yüksek
zekalı oldukları" telkin edilir. Öğretmenler, bu çocuklara,yüksek zekalı
muamelesi yaparlar. Sene sonunda, durum incelendiğinde bu çocukların normalin
üzerinde başarı gösterdikleri belirleniyor.
Bu realiteyi, biraz
tersinden düşünecek olursak, zeki çocuklara, aptal muamelesi yapılmış olsaydı,
çocukların aptallaştığı.görülürdü.
Toplumumuzda, aşırı
bilinçsizlikten dolayı, bu tip hatalara çok sık rastlanmaktadır. Nice potansiyelleri,yok
ettiğimiz, nice yetenekleri körelttiğimiz, çok sık görülen vakıalardandır.
Başanlı iletişimci,
çevresindekilere karşı davranışlarını, bu araştırmanın ışığında şekillendirir.
İnsanları aşağılamaz, ümidini kırmaz.Bilir ki, "birçok insanın, ümidinden
başka bir şeyi yoktur". Muhataplannı yüreklendirir, teşvik ve takdir eder.
Yine, hiç kimseye kaba
muamelede bulunmaz. Ukala ve saygısız tiplere bile ölçülü cevap verir. Argoyla
karşılık verdiği hiç görülmemiştir. Savunma yapmak zorunda bırakılırsa bile,
karşısındakini kışkırtan üslup yerine, düşündüren üslubu tercih eder. Bu
konuyla ilişkilendirebileceğimiz şöyle bir örnek vardır: Lale devrinin
sonlarına doğru, divan şiirinde şöhret olmak isteyen bir delikanlı, edebi birikimine
güvendiği, bir Osmanlı beyefendisine, "Yazdıklarımı alıp size geleyim de,
okuyup değerlendirirsiniz" diyor. O da nezaket gereği,
"Buyurun" demek durumunda kalıyor.
Genç, bir süre sonra,
bir tomar evrakla çıkagelir. Adet gereği, beyefendinin mahdumları misafirin
elini öpmeye gelirler. Genç çocuklann esmerliğini ima ederek:
Oooo maşallah,
maşallah, bu mayıs böcekleri senin mi? Diye sorar. Duruma çok bozulan
beyefendi:
Evet, bendenizin,
beyefendi. Zatı alinizin kokusuna geldiler, demek zorunda kalır.
Başanlı iletişimci,
yerine göre son derece hazır cevaptır. En münasip şekilde, taşı gediğine koyar.
Her şeyden önce
misafirini, içten ve güler yüzle karşılar.
Yine başanlı
iletişimci, misafir ağırlamaya çok önem verir. Ağırlarken misafirine eziyet
edenleri yadırgar.
Misafir nerede rahat
ediyorsa, oraya oturmalıdır. Oradan kalk şuraya, olmadı buraya gibi yersiz
ısrarlar, insanı gerçekten rahatsız eder.
Misafirin yanında, ev
halkından birini azarlamak, yüksek sesle talimat vermek son derece görgü dışı
bir davranıştır.
Avamdan bazı tiplerin,
misafirinin yanında eşine hakaret etmesi, özellikle kırsal bölgelerde çok
rastlanan bir görgüsüzlüktür.
Çok samimi bir
şekilde, halini hatırını sorar.
Misafirin herkes
tarafından bilinen bir problemi varsa, o durumla gerektiği şekilde ilgilenir.
Yemek esnasında sıkıcı
davranışlarda bulunmaz. İltifatlarını, abartıya kaçmadan yapar.
Yemeğini bitiren
misafirine, yeniden alır mıydınız? diye sorar, ama, aşırı ısrarlarla insanları
bunaltmaz.
Misafirlerinin
varlığından, mutlu olduğunu her fırsatta belli eder. Daima neşeli tavırlar
sergiler.
Antoni Robins'in şu
nasiha tiyle, konuya yeni bir boyut katalım:
Güçlü olmaya ve hiçbir
şeyin huzurunuzu bozmasına izin vermemeye,
Her karşılaştığınız
insanla, sağlık, mutluluk üzerine konuşmaya,
Tüm dostlarınızı
kendilerini değerli hissetmelerine,
Her şeye güneşli
tarafından bakmaya ve İyimserliğinizi göstermeye,
Hep en iyi şeyleri
düşünmeye, en iyi şeyleri yapmaya ve en iyi şeyleri beklemeye,
Başkalarının başarısı
için de kendi başarınız gibi gayret göstermeye,
Geçmişin hatalarını
unutup, gelecekte dahi büyük başarılara doğru gitmeye,
Her zaman neşeli bir
yüzle dolaşıp, her karşılaştığınız yaratığa gülümsemeye,
Kaygılanmayacak kadar
büyük, kızmayacak kadar soylu, korkmayacak kadar güçlü, üzülmeyecek kadar
mutlu olmaya,
Kendinize Söz Verin.
Başarılı iletişimci,
her olumlu görüşe açıktır. Bu tespitleri bir prensip olarak uygulamayı
sürdürür.
SORU: Fizik
ve metafizik yanıyla, bu alemi, bir resim bilmeceye benzetelim; önümüzde
karmaşık vaziyette sosuz denecek kadar çok, resim parçacıklan var.
Büyük araştırmacılar,
bazılarının "kaos" dediği bu karmaşa içinde, hakikatin büyük (külli)
resmini bulmak için, ele geçirdikleri parçacıkları, bütünleyici tablo içinde
makul yerlerine koymaya çalışırlar. Parçacığın olması gereken yeri, tam olarak
bulmuş olana, "mucit" unvanı verilir.
En inkarcı olan
mucitler bile, "bu parçaların, bütün içinde anlamlı bir yerinin
olacağına" inanıyor veya böyle olması gerektiğini sezinliyorlar. Mesela,
ünlü Hegel bile; "evrende kuşatan bir bilincin" olduğundan söz
ediyor.
Her parçacığın, bütün
içinde anlamlı bir yerinin olması; bütüne ve parçaya hükmeden, egemen bir
gücün, tasarımcı bir kudretin; bu parçalan en uygun yerlerine ayarlamış olduğunu
göstermez mi?
Bu soruya makul ve
mantıklı cevap veren herkes, bir yaratıcının varlığının, bilimsel ve evrensel
bir realite olduğunu kabul edecektir.
Sonsuz kudret, ilim ve
hikmet sahibi bir yaratıcı olacakta, yarattığı kullarına bir mesaj iletmekten
aciz bulunacak... (binlerce kere haşa,) Böyle bir ihtimali düşünmek bile
mümkün değildir. O halde dinde, bilimsel ve evrensel bir realitedir.
Başanlı iletişimci,
insanoğlunu birinci derecede alakadar eden, böyle hayati bir konuya ilgisiz
kalamaz.
Elbetteki insanlık
tarihinin en başarılı iletişimcisi, Fahri Kainat efendimiz(ASS) dır. Onun her
halini, tavrını ve davranışını kendine örnek alan, her ideal din tebliğcisini
de, başanlı iletişimci sayabiliriz.
Şimdi de, dini sahada
başarılı olan bir iletişimcide olması gereken özellikleri görelim.
Başanlı iletişimci,
dinle bilimi birbirine çelişik gösterenlerin en azından gaflet içinde
olduklarına inanır.
Çünkü, bilimin ortaya
koyduğu realitelerin tamamının, Allah'ın evrene,yani fizik aleme yerleştirdiği
kurallar olduğunda şüphe yoktur. Dinde, yine O'nun, vahyettiği bir sistemdir.
İkisi de Rabbimizin kuralları olduğuna göre, birbiriyle çelişiyor gösterilmesi,
Yaratana karşı bir noksanlık izafe etmek sayılmaz mı?
İşte, başarılı
iletişimcinin konulara yaklaşımı bu doğrultuda olmaktadır. Fizik kuralları
dışlayan bir yaklaşım, Allah'ın (C.C) kevni kanunlanna duyarsız kalmak demektir
ki, islamın tasvip ettiği bir yaklaşım biçimi değildir.
Orijinal dinle,
orijinal bilim arasında çelişki yoktur. Tabii burada orijinallik esastır. Teori
ile din çelişe bilir. Bu dinin bir kusuru sayılmadiğı gibi, din adına yapılan
afaki ve yanlış yorumlarla, orijinal bilim çelişirse, bu da bilimin hatası
sayılmaz. Din yorumcularının sayısız hatasını dine mal edersek; softalar dinin
işini kısa sürede bitirirler. Bir Hadiste Peygamberimiz(ASS), "Dinimin üç
felaketi vardır.Biri, günah işleyen alimler, öbürü, zulmeden idareciler,
diğeri de, cahil (softa) dindarlardır"[5]
buyurarak, işin vahametini mucizevi bir şekilde ortaya koymuştur.
Başarılı iletişimci,
her fırsatta alemdeki birlik tecellilerine dikkat çeker.
İslamın özü tevhittir.
Fizik gerçekler, bu birlik prensibinin, atom altı parçacıklardan tut, ta
galaksiler ötesi oluşumlara kadar, her şeyi kuşatarak hakim olduğunu gösterir.
Böylesine her şeyde
tecellileri görülen birlik prensiplerinin, insanlığın hayatında da,anlamlı
yansımalan olması gerekir.
Bundan dolayı,
başarılı iletişimci her vesile ile, tevhit gerçeğini, nazara vermeye gayret
etmektedir.
"Bir kitabullahı
azanıdır sera ser kainat, Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar. "
Beytinin işaret ettiği gerçekle, kainat kitabına bakarak, onun her bir
harfinin, bizi yaratana götürdüğünü görür ve göstermeye çalışır.
Bu metotla taklidi
iman yerine, deneylerle ve kesinleşmiş delillerle tahkiki imanı esas alır ve
ona ulaşmayı yegane gaye sayar.
Başanlı iletişimci,
nesillerin bilinçaltına, olumsuzluk zerk etmekten şiddetle kaçınır.
Konuşmalarında, negatif örneklerden uzak durur. Hayat olumsuzlukları da
kapsayacak kadar uzun değildir. Ancak müsbet şeylere elverişlidir. Hem batılın
uluorta tasviri, zihinleri bulandırır.Daima inançta huzur, inkarda ise, elem,
keder ve hayal kırıklığı olduğunu, hayattan seçtiği pratik örneklerle herkese
telkin eder.
Birçok stresin,
gerginliğin ruhi ızdırabın kaynağının; tereddüt, şüphe, inançsızlık ve
güvensizlik olduğu, ilmen kesinlik kazanmıştır.
İnançsızlık kişiyi
tahribe yöneltir. Negatif enerji üretmesine ve yaymasına, etrafına olumsuzluk
pompalamasına sebep olur. Cehennem azabının bir numunesini dünyada yaşatır.
İnanç ise kişiyi,
tamire, yapıcı davranmaya sevk eder. Pozitif enerji üretmesine, olumlu hava
yaymasına sebep olur. Cennet huzurunun bir numunesini dünyada yaşatır.
Başarılı İletişimci,
her hamlesini Rıza-i ilahi doğrultusunda yapar. Onun dışındaki bir amaç ve
gayenin insanlan felakete sürükleyeceğini bilir.
Davranışının
temelinde:
" Gönü! esirin
olduğu günden beri azadedir. Masivaya bağlanır mı bağlanan vicdan sana?"
Muallim Naci'nin bu
beytindeki, ulvi manalar yatmaktadır.
Dinini ve inancını
hiçbir şeye alet etmez. Dünyevi makama, mevkiye veya çıkara alet etmediği
gibi, ahirete yönelik bir çıkara dahi alet etmez. O Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmayı amaç edinmiştir.
Yunus' leyin, halis
bir duygu ile, Rabbine yönelerek:
"Cennet, cennet
dedikleri,
Birkaç gilman, birkaç
huri,
İsteyene ver sen anı,
Bana seni gerek,
seni".
Diye tefekkür
etmektedir.
Mesleğinin ve meşrebinin
esası, ihlâs ve samimiyettir. İnsanların takdirini kazanmak, Şan şöhret sahibi
olmak için yapılan dini nasihatler, çoğu zaman aksi tesir gösterir.
Başarılı iletişimci,
islâmı tebliğ ederken, konuların mutlaka önem sırasını gözetir.
İnsanlık için en büyük
tehlike, inkâr ve ateizm olduğu için, önce iman hakikâtlerini, ilmi ve nakli
delillerle anlatır. Bu konunun gönüllerde zemin bulmasından sonra diğer
konulara
geçer.
Sonra farzlan, sonra
büyük günahlardan kaçınmayı, sonra vacipleri, sonra sünnet ve nafileleri,
sonrada mekruhları anlatır. Bu da zamanının elverdiği nispette anlatılır.
Ülkemizde ve İslam
aleminde, bu konuda büyük kargaşa yaşanmaktadır.
Zaman zaman öyle
manzaralara şahit oluyoruz ki, dehşete düşmekten kendimizi alamıyoruz.
Bir zamanlar,
"ikindi namazının sünnetinin terkinin; bir çok büyük günahtan daha
tehlikeli olduğunu" anlatan, "İsrailiyyat olması kuvvetle muhtemel,
korkunç bir kıssa" dinlemiştim.
Maazallah, kıssayı
inanarak anlatanı bırak, dinleyipte inananların dahi inancını tehlikeye
sokacak türde.
Yine bir hoca efendi,
inkarın kol gezdiği, şüphe ve tereddüdün cirit attığı bir ortamda, vaazlarında
sık sık, horoz ötünce hangi duayı okumalıyız, eşek anınnca hangi duayı okumalıyız,
konusunu gündeme getirip anlatırdı. Bu davranış şekli; kanser veya aids
tehlikesiyle burun buruna olan bir kişiye, devamlı gripten, nezleden korunma
yollarının anlatılmasına benzer. Oysa dinleyenlerin çoğunun, iman esaslarını
kavramadıklan, tarafımdan gözlemlenmiş bir vakıa idi. Anadolu' da "çalıyı
ucunda sürüklemek" diye bir deyim vardır. İşe en olmaz noktadan başlamak
gibi bir mana ifade etmektedir. İşte, bu tip vaizlerde, sanki çalıyı ucundan
sürüklüyor gibiler.
Başarılı iletişimci
konuları ikna metotu ile anlatır. Dini konuları, hele Özelliklede, inanca
yönelik konulan, münakaşa ve münazara suretinde anlatmaz. Böyle konuların
ulviyetine uygun düşmeyen bir üslup sayıldığı için, münazaraya girmekten
hoşlanmaz. Kaldı ki, münakaşa yapılarak elde edilmiş bir sonuç göstermekte mümkün
değildir.
Hele de, seviyesi
düşük biri ile münakaşadan şiddetle kaçınır. Bilmektedir ki, hariçten
bakanlar, farkı anlayamayabilirler.
Başarılı iletişimci,
ancak, bir tebliğci olduğu şuuruyla hareket eder. Hidayet ihsan etmenin ancak,
Cenab-ı Hakka ait bir tasarruf olduğunun idrakindedir.
Başarılı iletişimci,
mütevazi biridir ama, alçak gönüllü olacağım diye, zillet çukuruna düşenlerden
değildir. Hele riyakârlığı interlantına hiç sokmaz. Vehim ve korkaklığı,
literatüründen külliyen çıkarmıştır. Hal dilini, söz dilinden daha çok kullanır.
"Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz" Ayetinin mucibince, yapılmayan
sözlerin kol gezdiği günümüzde, hal, hareket, tatbikat ve tavnn ne kadar önemli
olduğu tartışma götürmez bir huşundur. O da, tavsiye edeceği bir hususu, önce
kendi nefsinde tatbik eder, sonra tavsiye etmeye kalkışır. İhlas dusturununda
bunu gerektirdiği hepimizin malumudur.
Bu konuyla ilgili,
İmam-ı Azam hazretlerinin meşhur bir örneği vardır:
"Bala alerjisi
olan bir çocuk, babasından ısrarla bal istiyor ve bal yiyormuş. Ne kadar
anlattılarsa da, bir türlü ikna ede-miyorlarmış. Babası imam a gelerek yardım
istiyor.
İmamı Azam onlara "kırk gün sonra gelmelerini"
söyler. O süre dolup
da geldiklerinde; "Evladım, senin için bal yararlı olmayabilir. Bundan
sonra bal yeme" der. Çocuk da gerçekten ondan sonra bal yemiyor. Babası
teşekkür etmek için geldiğinde, imam'a " Hocam, çok sağolun ama, bu nasihati
kırk gün önce edemez miydiniz?" diye sorar.İmam-ı Azam hazretleri;
"İlk geldiğinizde ben de balı severek yiyordum. Yaptığım bir işin aksini
tavsiye etmem, ne samimi olurdu, ne de etkili olurdu. Onun için önce ben olayı
nefsimde yaşamalıyım diye sizi o kadar süre beklettim" der.
Kendi nefsimizi ıslah
etmeden, başkasını ıslah edemeyiz. Yaşamadığı doğruları tavsiye edenlerin
sözleri ile, kurgulanarak konuşturulan robotların sözleri arasında pek fark
yok gibidir. Belki de robotun sözü; masum olduğundan, daha etkili olabilir.
Her şeyden önce,
yaptığımız işte Rıza-i İlahi olması gerekir.
Başarılı iletişimciye
göre; siyaset, toplumu yönetme sanatıdır.
İnsanoğlu, yaratılışı
gereği, toplum halinde yaşamak durumundadır. Ortada bir toplum varsa, yönetici
veya yöneticilerde olmak mecburiyetindedir.
İşte, kritik soru bu noktada
karşımıza çıkar.
"Yönetici, ne
şekilde göreve gelecek ve özellikleri neler olacaktır?"
Başarılı iletişimciye
göre, yönetici, mutlaka, kamunun iradesiyle seçilmelidir. Çünkü, kamu iradesi,
meşruiyetin vazgeçilmez kaynağıdır.
Kamunun iradesi olmadan
gelen yöneticiler, birer diktatör namzet'idirler. Topluma sunacakları en önemli
icraat, zulüm ve istibdat olacaktır.
Bu konuda da şöyle bir
problem, gündeme düşmektedir; "ya, kamuda yanlış yaparsa, bilgisiz
olursa?"
Kamunun da yanlış
yapma ihtimâli vardır; ama, diğer şekilde oluşturulan yönetim yanlışları
yanında çok hafif kalır. Kamu iradesi yaptığı yanlışı kısa sürede
düzeltebilir, ama, diktatörlerin yanlışının telafisi topluma çok pahalıya mal
olur.
Yönetici; özü, sözü ve
işi bir birine uyan dengeli biri olmalıdır.
Yönetici; başkalarının
eksisini, kendine artı olarak gösteren kolaycı bir tip olmamalıdır. Kendisi
bizatihi bir değer ifade eden bir kimse olmalıdır.
Yönetici; makul olan
şeyler konuşmalıdır. Az ve öz konuşmalı, sözlerinde çelişkiye düşen tiplerden
olmamalıdır. Her konuda mantıklı ve muhakemeli olmalıdır.
Yönetici; kamu
yarannı, kendi menfaatine tercih eden bir kimse olmalıdır, inandığı
prensiplerden asla taviz vermemelidir. Bu prensiplerde her şeyden önce meşru
ve kamu yararına prensipler olmalıdır. Şayet böyle bir konuda tavize zorlanırsa,
hayatı bahis konusu bile olsa, şerefine gölge düşürecek bir davranışın içine
girmemeli. Sehpayı gösterenlere sadakat ve mertlik dersi vermeyi bilmelidir.
Yönetici; içinde
yaşadığı toplumun maddi manevi özelliklerini ve şartlarını iyi bilmeli,
davranışını o şartlar çerçevesinde şekillendirmelidir.
Yönetici; hayalperest
değil, realist olmalıdır. İnsanları birleştirecek, olumlu müşterek paydaların
oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmalıdır.
Yönetici; bilgili,
kararlı ve azimli olmalıdır. Duygu ve düşünce olgunluğuna sahip ve tedbir
konusunda hassas olmalıdır.
Yönetici; insanlara
pozitif enerji neşretrheli. Ümit aşıla-malı. Kitlelerin yeise düştüğü, şevk ve
gayretinin yok olduğu zamanlarda, sağlam ve dinamik bir enerji ve ümit kaynağı
olarak toplumu ayağa kaldırmayı bilmelidir.
Yönetici; sağlıklı
müzakere kabiliyetine sahip olmalı. Mesai arkadaşlanyla istişare yapmayı,
onlann güvenini kazanmayı ve onlara güvenmeyi ihmal etmeyecek biri olmalıdır.
Yönetici; sözüne
sadık, emanete riayetkar olmalıdır. Elinden gelmeyecek şeyleri vaat ederek
insanları hayal kırıklığına uğratan tiplerden olmamalıdır.
Yönetici; ehliyet ve
liyakat sahibi olmalıdır. Ciddi konuları piyasaya düşürmemelidir.
Yönetici; hızlı ve
sağlıklı karar verme yeteneğine sahip olmalıdır.
Yönetici; mazlum
insanların ızdırabını ruhunda hissetmelidir.
Yönetici; kamu
vicdanını yansıtan bir ayna olmalıdır. Genel ihtiyaçları sezinleyen hassas bir
ruh yapısına sahip olmalıdır. Toplumda varolan olumlu potansiyelleri en
verimli şekilde harekete geçirme becerisine sahip olmalıdır.
Biraz da başarılı
iletişimcide olması gereken, genel siyasi bakışa göz atalım.
"Menfaat üzerine
dönen siyaset canavardır" prensibinden hareketle, siyasette kamu yararı
esas olmalıdır. Şahsi çıkar siyasete hakim olursa, toplumda zulüm ve fitne baş
gösterir.
Başarılı iletişimciye
göre, siyaset kutsal değerleri kendine alet etmeye kalkışmamalı. Böyle olumsuz bir
davranış, hem kutsal değerleri, hem de siyaset kurumunu yozlaştınr. Hele, hele,
İslâmı siyasete payanda yapmak, güneşi yıldız böceğine tabi kılmak gibi abes
bir durum olur. Aynı zamanda, art niyetli zümrelere, yapacakları kötülükler
için bahane oluşturma imkânı verir.
Başarılı iletişimci
bilmelidir ki; "kuvvet kanunda olmazsa, haksızlık topluma paylaştırılmış
olur."
Başarılı iletişimci
tam bir hürriyet sevdalısıdır. Bilir ki,"hürriyet, hayat makinesinin,
buharıdır." Hürriyet olmadan, bireyin yetenekleri devreye giremez. Artık,
"istim arkadan gelsin " anlayışı geçersiz ve abestir.
Malumunuzdur, kırklı
yıllarda trenlerden sorumlu bir bakan varmış. Göreve yeni başlayan bakana,
başbakan acil bir talimat verir, "Beyaz tren hemen hazırlansın, acele bir
yere gidilecektir." Bakan ilgililere, hazırlığın ne aşamada olduğunu
sorar, makinist, "Daha istim hazırlanmadıder" İstim, trenleri
çalıştıran buhar anlamına gelmektedir.
Bakan büyük bir
telaşla; "önemli değil, sen treni çalıştır. İstim arkadan gelsin"
der. Özgürlük ve demokrasi arkadan gelsin deme lüksümüz yoktur.
Başarılı iletişimci,
"fırkacılık" tan gelme parti anlayışına hoş bakmaz. Çünkü,
"fırka" fark kökünden geldiği için, insanlar ve guruplar arasında
mutlaka farklı noktalan öne çıkararak politika yapmaya çalışır. Arasında fark
olmayan insan bulmak mümkün değildir. Bu takdirde, birleştiriciliğin yerini
bölücülük alır.
Oysa, gerçek
terminolojisine uygun "PARTİ" kavramında, benzerlikler esas alınır.
Avrupa da, şu okul mezunları partisi, derken, burada okul bir benzerlik
oluşturarak bütünleştirici olmaktadır.
Mümkün olduğunca
toplumda, müştereklikler artırılması gerekirken, adeta, mikroskopla farklar
bulunup, ortaya çıkarılarak, tefrika yaygınlaştırılmış oluyor.
Başarılı iletişimci,
rast gele yapılan "HÜRRİYET" tanım-lanna itibar etmez. Hürriyet,
kendine ve başkasına zarar vermemek şartıyla, kişinin istediğini yapmakta,
serbest olması-dır.Uluorta yapılan Özgürlük söylemleri, çoğu zaman toplumsal
yozlaşmalara sebep olmaktadır.
Mizah bir tür zeka
pırıltısıdır. Günlük sohbetleri, gündemli gündemsiz konuşmaları sıradanhktan
çıkartarak,ayncalıklı bir konuma yükseltir.
Mizahın, iletişimde
küçümsenemeyecek, önemli bir yeri vardır. Anlatılanlar, sevilerek ve
istenilerek dinlenildiği için, öğrenilmesi daha kolay ve akılda kalma süresi
daha uzun olur. Mizah, zihni canlı tutar ve merakı artırır. Mizah olayların, çelişkili
yanlannı ele alarak, göz önüne serer. Güldürürken düşündürür.
Bu manada, insanları
rencide eden kaba şakayla, zeka yansıması olan zarif mizahı birbirine
kanştırmamak lazımdır.
Usta bir mizahçının
konuşması, bıkkınlık vermez. Gerginlik ve stresi önler. Öğrenme neşeye ve
muhabbete dönüşür.
Başarılı iletişimcinin
nazarında mizah, bir gaye değil; araçtır. Gaye haline dönüştürülürse, yozlaşır.
Sıkıntı kaynağı olur. Alaya, aşağılamaya ve saldırganlığa alet edilir.
Seviyeli, kibar
mizahda, anlamlı bir gülüş, derin bir tebessüm vardır. Kaba kahkahalann
atıldığı ortamda, gerçek mizah barınamaz. O, nezih bir üslubun, kıvrak bir
zekanın ve derin bir kavrayışın mahsulüdür.
Molier:
"Zihinlerinizi gülerek açın" sözüyle, mizahın ve gülmenin zekayla
direkt ilgisinin olduğunu belirtmiştir. Moralin sinir sağlığına iyi geldiğini
bilrrieyenimiz yoktur.
Başanlı iletişimci,
mizahı şu üç kategoride değerlendirmektedir:
A) Kibar
mizah: Soyut, dolaylı ve mecazlı bir üslupla, zarif bir nükte, ince bir espri
yapmaktır. Bu aynı zamanda, medeni bir varlık olmamızın bir tür göstergesidir.
Pozitif enerjinin artmasın sağlar.
B) Kaba
mizah: Somut, doğrudan, uluorta ve argolu anlatım biçimidir. Çoğu zaman küfür
karışımı sözler, çapulcu tiplerin kahkahasına sebep olur. Toplumlardaki
ilkellik düzeyinin belirtisidir.
C) Kara
mizah: Çoğu zaman siyasi saldırganlık içerir. Makul ve sağduyulu türü yok
denecek kadar azdır. O ince ayarı tutturmak her yiğidin harcı değildir.
Başarılı iletişimci,
mizahta kaliteyi esas alır. Sıradan, seviyesiz ve gelişigüzel şakalarla,
toplumdaki itibarını düşürmez. Gerekli gördüğü hallerde, anlamlı ve kaliteli
esperilerle dinleyenleri moralize eder. Bu yolla iletişimin daha sağlıklı ve
daha etkili olacağının bilincindedir.
Mizahın yeri, zamanı
ve yapılış biçimi çok önemlidir. Her konuda ve her ortamda mizah yapmak gibi
bir mecburiyet yoktur. Atalarımız, "asılan adamın evinde ipten bahsedilmez"
demişler. Son derece anlamlı bir söz. Mizahın suç kapsamına girebileceği
ortamlar vardır.
Toplumda, illa espri
yapmak için, kendini zorlayan tiplere rastlanılır. Herkesin şu gerçeği çok iyi
bilmesi gerekir; böyle zorlamalarla yapılan espriler, yavan ve şakalarsa, cıvık
olurlar.
Bu tipler, hiçbir şey
bulamazlarsa, bayat veya abes bir fıkra anlatırlar. Buna verilebilecek meşhur
bir örnek vardır. Kendini fıkra anlatmak için zorlayan biri, fıkrayla ilgisi
olan bir konu bulamayınca "boom" diye bir ses çıkarır. Herkesin,
kendine bakışını fırsat bilerek, "boom dedim de aklıma geldi," diye
fıkraya giriş yapar. Bu tipler, çoğu zaman bulundukları toplumda can sıktıklarının
da bilincinde değillerdir. Onların acınacak haline gülenleri bile, espriye
gülüyorlar sanabilir.
Yapılan espri, ortamda
konuşulan konuyla birebir uyuş-malıdır. Mizahta kişilik haklanna saldırı
olmamahdır,olursa, bu yapılanın mizah olmadığı; basit bir yergi olduğu
bilinmelidir.
Bazı durumlarda,
"meşru müdafaa" pozisyonunda kalmış olan mağdurlar, ölçüyü
kaçırmadan, "taşı gediğine koymak" şeklinde, cevap verme hakkını
kullanabilirler. İşte birkaç örnek:
Galileo'nun kulaklarının,
büyüklük konusunda, normalin biraz üzerinde olduğu söylenir.
Ukalanın biri, onun bu
durumuyla alay etmeye kalkışır. Sırıtarak, "Senin kulakların bir insan
için fazla büyük değil mi?" diye sorar. Galileo, soğukkanlılığını
bozmadan; "Seninkilerde, bir eşek için fazla küçük sayılır" demek
zorunda kalır.
Bu bir saldırıya,
karşı koymak için yapılan meşru savunda sayılır.
Sokrat idam edileceği
zaman, öğrencilerinden biri, üzgün bir tavırla: "Ama seni haksız yere
Öldürüyorlar" der. Sokrat onurlu bir tavırla; "Ne yani, birde haklı
yere öldürülsey-dim daha mı iyi olurdu?" diyerek, bir mazlumun gerektiğinde
ne kadar onurlu olabileceğini göstermiştir. Zulme karşı koyanlara örnek olacak,
soylu bir, nükteyi insanlık tarihine armağan etmiştir.
Sözü Sokrat'tan
açmışken, bir de günlük hayatına ait bir örnek yazalım: Sokrat'ın hanımının
gereğinden biraz fazla asabi olduğu söylenir. Hanımı bir sabah Sokrat'a, avazı
çıktığı kadar bağırmaya başlar. Sokrat olaya hiçbir tepki vermez. Tepkisizlik
kadını hep çileden çıkarır. Hırsını almak için, bir kova suyu getirip Sokrat'ın
tepesinden aşağı döker. Sokrat yine sakin bir tavırla, "O gök
gürültüsünden sonra, bu sağanağı bekliyordum" der.
Malazgirt Savaşı
başlamadan biraz önce, gözcülük görevi verilmiş genç bir asker, heyecan içinde
titreyerek, Sultan Alparslan'a yaklaşır ve kulağına, " Düşman 350 bin
kişilik büyük bir güç ile, bize doğru yaklaşıyorlar, Sultanım" der.
Sultan Alparslan kahramanlara mahsus asıl ve telaşsız tavnyla, elini genç
askerin omzuna vurup, "Hiç önemli değil evladım, biz de onlara doğru
yaklaşıyoruz" diyerek, cesaret ve şecaatin ender örneklerinden birini
sergiler.
Yine gizli bir sefer
hazırlığında olan Yavuz'a, vezirlerinden biri, seferin nereye yapılacağı
hususunda biraz ısrarcı olunca, Yavuz Sultan, "Sen, sır saklamayı bilir
misin?" diye sorar. Vezir heyecanla, "Bilurum Haşmetlum, çok
ketumumdur" der.
Sultan kararlı bir
tavırla sadece, "ben de" demekle yetinir.
Görülüyor ki, yerinde
ve zamanında yapılan espriler ve nükteler, asırlarca Öteden, tazeliğinden
hiçbir şey kaybetmeden bize ulaşarak, iletişimde mizahin önemli bir işlev
yerine getirdiğini gösteriyor.
Başarılı iletişimci
fıkrayı etkin bir iletişim aracı olarak görür ve kullanır. Anlatacağı
fıkralarda bazı özelliklerin olmasına titizlikle dikkat eder. .
A) Anlatacağı
fıkrada, üstün bir espri kalitesinin olmasını öncelikli kural olarak görür.
Alelade lakırdıları, gündeme getirip anlatmayı, kendine ve muhataplarına
saygısızlık addeder.
B) Fıkranın,
yapıcı ve hoş bir nükte içermesi gerekir. Yıkıcı, yıpratıcı ve negatif enerji
oluşturacak türden fıkraları anlatmaktan değil; dinlemekten dahi nefret eder.
Bir sınıfı, zümreyi ve bölgeyi hedef alan türde anlatımlardan şiddetle uzak
durur.
C) Demir
tavında dövülür" sözünde belirtildiği gibi, fıkrada müsait olan ortamda
anlatılır. Diplomatik bir konuşmada, kıvrak zeka, ince espri ve hazır
cevaplılık, hoş karşılanabilir. Ancak, "Nasreddin Hocanın biri" tarzındaki
çıkışlar, en azından, görgüsüzlük kapsamına girebilir ve abes kaçar.
D) Maharetli
bir söz ustasının sohbetinde fıkra, doğumu gelmiş bir bebek gibi,normal olarak,
hiçbir zorlamaya maruz kalmadan anlatılır. Bunun dışındaki yapmacık anlatımlar,
ya düşük doğum gibi,ya da,prematüre çocuk gibi olur. Dinleyicilerin zihin
küvezini işgalden başka işe yaramaz.
E) Fıkra,
küfür, müstehcenlik ve argo ihtiva eden türden olmamalıdır.
F) Başarılı
iletişimci, fıkrasına konu veya konusuna fıkra arama gibi,yapmacıklığa tevessül
etmez. Öyle konular vardır ki, fıkrasını kendi ortaya çıkarır. Konuşmacının
görevi onları buluşturmaktır. Öyle hedefler vardır ki, füze atılsa az gelir.Öyle
hedeflerde vardır ki, çakıl paçası bile atsan israf sayılır.
G)
Fıkralarının ekserisini, konunun özelliğine göre, kendi üretir. Nakil fıkra ve
espriler, konuşmacının ağzından, biraz iğreti çıkar.
H) Gülme
kültürünün" toplumdan, topluma farklılık gösterdiğini, bilerek espri yapar
ve fıkra anlatır.
I)
Anlatırken fıkrayı murdar edenlerden olmamaya özen gösterir. Fıkranın püf
noktasını tam vugulayamayanlar, fıkrayı murdar etmiş olurlar. Bu vurgu, çoğu
zaman, nüktenin özünü kavramakla doğru orantılıdır.
J) Anlattığı
fıkraya kendisi gülmez. Atalarımız, "kendi konuşur,eli güldürür, insanın
hası; kendi konuşur, kendi güler insanın budalası" diyerek, konuyu çok
özlü bir şekilde ortaya koymuşlardır. Ancak, anlatımcının yüzünde, hoş bir
tebessüm olması normaldir.
K)
Özellikle, anlatımcı, anlattığı fıkranın yöresel şivesini, yaparak, bir sanatçı
maharetiyle, jest ve mimikleriyle, gerekli beden dilini de konuşturarak, dört
dörtlük bir anlatım gerçekleştirmelidir. Shakspeare şöyle
demektedir:"CahiIlerin gözleri, kulaklarından daha bilgilidir."
Başarılı iletişimci, göze hitap etmeyi en iyi başaran kimsedir.
Konuyla ilgili
araştırma ve yorum yapan bazı otoriteler, mizahın tamamen bir yetenek işi
olduğunu, bu yeteneğe sahip olmayanların mizah yapmaya kalkışmaması gerektiğini
belirtirler.
Dale Carnegie,
"Söz söylemek dediğimiz, güçlüklerle dolu sahada, dinleyicileri güldürmek
kadar güç ve ezici bir iş var mıdır? Mizah insanın tüylerini diken, diken
edecek bir hadisedir. Çünkü, azami derecede şahsiyet işidir. İnsan bu işi
başarmak için, ya doğuştan bu kabiliyetle doğmuştur, yahut doğmamıştır.
Doğmamışsa buna özenmesi doğru değildir. Çünkü, insan nasıl ela gözlü doğar
bunu değiştiremezse, bu yeteneğe de, ya sahip olur, ya olmaz.[6]
Buradaki yaklaşım,
mizah yeteneği hiç olmayanları veya yok denecek kadar az olanları kapsamaktadır.
Bir de, baskın derecede başka yeteneğe sahip olan birinin,illa da mizaha yönelmeye
çalışması, bir tür kabiliyet israfı olacağından, tavsiye edilmemiştir.
Belli oranda espri
yeteneğine sahip zeki kişiler, bu potansiyellerini geliştirme imkanına her
zaman sahiptirler. İşte konumuz belli orandaki bu potansiyel yeteneği,
geliştirerek, üst seviyelere çıkarabilmek için yapılması gerekenlerdir.
Burada, mizahtan
maksat, daha ziyade, " taşı gediğine koyma" dediğimiz, hazır cevap
olma sanatıdır. Her sanatta olduğu gibi, bu sanatı da elde etmenin belirli
kuralları vardır. Biz kısaca bazı kuralları, sıralamaya çalışalım.
1- Kişi
önce, geniş bir kültüre ve geniş bir bakış açısına sahip olmalıdır. Açısı dar
insanlar mizah da yapamazlar, mizahı da algılayamazlar. Onlar, sövgüyü ve
yergiyi mizahla kanş-tırırlar. Onun algı tablosunda, iki renk hakimdir, ya
beyaz der, ya da siyah der. Bu ikisi arasındaki tonlar gündeminde yoktur. Diğer
renkler siyah-beyazdan ne kadar farklıysa; ufku dar kişinin yaptığı şakalarda,
mizahtan o kadar farklıdır. Bütün bunların yanında, kaliteli mizah yapabilmek
için, dilin gramerine, diksiyonuna, lehçe ve şive farklarına hakim olunması da
gerekir.
2- Kişi,
diğer kültürlerin yanında, Özellikle, mizajı ve gülme kültürüne de sahip olmalıdır.
Gülmenin de toplumdan topluma farklılık arzettiği bilinen bir vakıadır.
Konuşmadaki mizah unsurunun iyi kavranması gerekir. Konu içindeki mizah unsurunu
net kavrayamayan kimse, mizah yaparken kesin hüsrana uğrar.
3-Kişinin
mizacıda espriye yatkın olmalıdır. Mizacı espriye uygun olanlar, konuya daha
çabuk konsantre olurlar. Anlatırken, yaşıyor muş gibi anlatıp, dinleyenleri
büyülenmiş gibi etkilerler.
4-Başarılı
iletişimde, mizahtan yararlanmak isteyen kimse, bu konuda çok titiz bir
gözlemci olmalıdır. Dünya çapında üne sahip mizah ustalarını, nüktedanları,
komedyenleri ve bu konuyla ilgili yazılmış eserleri, hazmederek incelemesi
gerekir.
5-Başarılı
iletişimci, "mizahı ilaca, mizahçıyı da doktora" benzetir.
"Mizahta da doz ayarlamasının dikkatle yapılması gerektiğine"
inanır. "Dozu kaçırılan mizahın, yan etkisinin de, çok tehlikeli
olabileceği" görüşündedir.
6- Herkes
bilmelidir ki, her konuda olduğu gibi bu konuda da, başarmak için inanmak
gerekir. Cardinal Gibbons: "Başarmak için en önemli unsur inanmaktır"
der.
7-Bu konuda
yeteneğini geliştirmek isteyenlere, kendi çapımızda yararlı olmak için, önemli
sayılacak bir araştırma örneği sunuyoruz. "Taşlar Ve Gedikler". Bu
çalışmada farklı zaman, kültür, şahıs, ülke ve bölgelerden ilginç sayılacak
örnekler göreceksiniz.
8- Umanm, bu
örneklerde çok farklı bakış açıları yakalayıp, esprilerin konulara uyarlanma
biçimini kavrayarak, günlük yorumlarınızda mizahtan yararlanabilirsiniz.
Görevimiz gereği;
denetim amacıyla bazı Öğretmenlerin dersine girdiğim olur. Özellikle ilkokulun
küçük sınıflarına giren formasyon sahibi öğretmenlerimizin, o afacanları
kontrol altına alış becerilerini hayranlıkla izlerim.
Mutlaka her probleme
bir çözüm üreterek, çocuğun ilgisini belli noktalara yoğunlaştırırlar. Bu
şekilde, sınıfa hakim olup, zamanı en verimli şekilde kullanmaya çalışırlar.
Birçok velinin
evlerinde, tek çocuklarıyla bile başa çıkmada zorlandığı bilinirken, bir
eğitimcinin, onlarca afacanı sakin-leştirebilmesi ancak iyi bir formasyonla
izah edilebilir.
Çocuk psikolojisini
anlamayan birinin, o sınıfta düşeceği perişan hali, stresli atmosferi, düşünmek
bile, insana sıkıntı veriyor. Böyle bir ortamda, bulunan tarafların, kısa
zamanda, sinir hastası olması içten bile değildir.
Öylesine gergin bir
ortamda, yetişen çocuğun, ne kadar sağlıklı eğitim alabileceğini, düşünmek
gerekir.
Bu açıdan
bakıldığında, yeterli formasyona sahip olmayan, meslek dışından kimselerin,
"özellikle sınıf Öğretmenliğine" alınmalan mahsurlu olmaktadır.
Umarız ki, bu tip
meslektaşlarımız varsa, kendilerini kısa zamanda yetiştirerek, hizmet içi
kurslarla veya özel gayretleriyle, formasyonlarını tamamlayarak, hem
kendilerini, hem, öğrencilerini huzura kavuşturmuş olurlar. Aksi takdirde,
bütün topluma yazık olur.
Sadece eğitimcilere
değil, toplumun her kademesinde belli oranda formasyon gerekmektedir.
Dolaylı yoldan bu
konuyu destekleyen, bir Örnek vererek konuyu kapatalım.
Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastahklan Hastanesi'nde geçtiği iddia olunan, ilginç bir olaydan bahsedilir.
Hastanedeki hastalar,
bahçenin her tarafına dağılmışlar. Görevliler, bir türlü toparlayıp, koğuşlara
sokamamaktadirlar.
Durum, rahmetli Mahzar
Osman'a İletilir.
Rahmetli hemen gelir.
Hastalardan gözüne kestirdiği birini yanına çağınr ve: "Gel seninle,
trencilik oynayalım" der. Cuf cuf cuf diyerek, adamın arkasından tutup
dönmeye başlar. Bu oyunu gören diğer delilerin tamamı gelip, kuyruğa dizilirler.
Mahzar Osman, önündeki hastaya, "birazda ben lokomotiflik yapayım"
der. Hastayla yer değiştirirler. Bir iki turdan sonra binaya girer ve hepsini
içeri sokar.
Neredeyse, plansızlık
ve programsızlık, genel davranış biçimimiz haline gelmiş durumdadır.
Altyapı
hizmetlerinden, eğitime, sağlıktan, ziraata, hepsi aynı durumda ve hepsi ayn
bir alem.
Şu an karşımdaki cadde
boydan boya kazıldı. Merak edip sordum, atık su kanalı yapılıyormuş. Oysa
birkaç ay önce, aynı cadde, "Telekom" tarafından kazılmıştı. "Tedaş"ın
kazdırma işlemi bu işin bitmesini beklemektedir.
Oysa yönümüzü
döndüğümüzü iddia ettiğimiz, Avrupa' da önce şehirlerin alt yapısı bitirilir.
Sonra yerleşime açılır. Orada, yatırımcı kuruluşlar sağlıklı bir koordinasyon
içindedir. Yapılacak böyle bir kazı işlemiyle ilgisi olabilecek bütün kuruluşların
iştirakiyle, iş müşterek olarak, bir defada, sağlıklı bir projeyle ve çok daha
az masrafla, ilerde anza giderme işini de kolaylaştıracak şekilde yapılır.
Eğitimimizde aynı
durumda...
Müfredat ve program
değişikliklerinin, rutin hale geldiği bir sistemsizlik...
Politik
kayırmacılıkla, bir köye sekiz on derslikli bir okul yaptınlıyor. Aradan beş
on, sene geçmeden, okul öğrencisiz-Iikten kapanıyor. O dağ gibi,bina, onca
masraf ziyan olup gidiyor. Aynı anda, başka bir mahalle okulsuzluktan,öğrencisini
okutamıyor.
Bazen bu birialar
prefabrik yapılabilseydi, sonra sökülüp ihtiyaç olan yere monte edilebilseydi
diye, düşündüğüm çok olmuştur. Ama, bizim bu konularda görüş belirtme imkanımız
çok sınırlıdır. .
Sağlık konumuz,
bambaşka bir alem.
Köy ve
mahallelerimizde herkes birbirine ödünç ilaç ikram ediyor.Yaşlılar, kendi
yöntemleriyle, teşhis koyup, ilaç tavsiye ediyorlar. Hatta, rahmetli anamın,
rengine bakarak ilaç kullandığını çok iyi hatırlıyorum. "Şunun benzi iyi,
ondan verin" derdi.
İstiklal şairimiz, bu
gibi konulan şöyle ifade etmiştir:
"Sanayinin adı
batmış ticaret öylesine, Ziraat olsa da Adem Nebi usulü yine. Nazariyata
boğulan ilme yazık, Ameli kıymetidir, kıymeti ilmin artık."
Konuyla irtibatlı
sayılabilecek, şu Temel esprisiyle, işi tatlıya bağlamaya çalışalım:
İdris, alelacele
Temel' in yanına gelerek, "Uşağum, ineğüm çok hastadur. Ne yapacağumi de
pa pakayum?"
Temel, bilgiç bilgiç
başını sallayarak:
Penum inekte, öyle
olmuşu, asit içurdum oğa.
İdris daha lafın
gerisini dinlemeden, hızla eve koşar, hayvana bol miktarda asit ikram eder.
Birkaç saat sonra, şaşkınlık içinde yine,Temel' in yanma koşar:
Uşağum, teduğun gibi
asit içurdum, ama, inek öldi, der.
Temel bilmiş bir ses
tonuyla:
Uşağum, u iş hep Öyle
olayı, penumkide ölmüşti.
Acaba, ilmi ve
evrensel kurallarla barışık yaşamaya, ne zaman alışacağız?
Bu konuya ışık tutan,
şöyle ünlü bir atasözümüz vardır: "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden
eder" diye.
Günümüz toplumunu en
fazla mağdur eden konulardan biri de, şüphesiz bu; "cahillerdeki küstahça
cesaret, bilginler-deki riyakarca korkaklık ve suskunluktur."
Sadi Şirazi:
"Cahil kimseler, savaş davuluna benzerler, sesleri çok çıkar. Fakat,
içleri boştur" der.
Lefgoçyalı Galip de:
"Ehl-i dil, sohbet-î
nâdân ile şâdân olmaz,
Bezmi cuhhal gibi,
arife zindan olmaz."
Der. Evet, arif
insanlar için zindandan daha sıkıcı bir ortam, şüphesiz cahillerin söz sahibi
olduğu meclistir.
Ekseriyetle,
cemiyette, yüksek perdeden konuşan tiplere dikkat ederim, çoğunun ilim irfan
fukarası kara cahiller olduğunu görürüm. Hele de bu tiplerin tamamı din
konusunda, anadan doğma icazetlidirler. Öyle ilginç fetvalar verirler ki, insanın
düşüp bayılası gelir.
Bir çay ocağında
oturuyorum. Emekli birkaç kişi, aralarında mezhep konusunu tartışıyorlar. En
bilgiç geçinen ve en yüksek ses tonuyla konuşan bir tanesi; "Hz. Ali, dini
konuları daha çağdaş anlattığı için diğerleri ona saldırıp, onu
öldürdüler" Diyor. Öbürüde, "Hz. Ali dini onlar kadar mı biliyor? O
da, büyük peygamberlerden biri" diyor. Bir ara, düzeltmeyi düşündüm,
baktım, düzeltilecek gibi değil. Mecburen dinlemede kaldım.
İstiklal şairimiz,çok
şahit olduğu bu örnekler karşısında, izdırabını şöyle yansıtıyor mısralara:
"Sonra bir de
tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dini
çevirdiler maskaraya."
Bu tip yanlışlardan
biraz daha ehven sayılacak türde birine, bir örnek verelim:
Köylünün biri, şehirde
camiye gider. Müftüefendi vaaz etmektedir. Konusu, teyemmümün bozulduğu
hallerdir.
Konuyu daha ilginç
hale getirmek için, şöyle bir örnek verir:
"Adamın biri,
sırtında su kırbaları olan eşeği ile, sahrada yolculuk etmektedir. Yorgunluk
gidermek için bir ağacın dibinde mola verir ve orada uyuyakalır. Uyandığında
eşeğinin kaybolduğunu görür. Etrafa biraz bakındıktan sonra, geçmek üzere
olan namazını, teyemmümle kılmak ister. Tam namazın ortasındayken, eşeğinin
sesini duyar. İşte, bu kişinin namazı bozulur" der.
Konunun sonuna doğru
camiye giren bu köylü, konunun başını bilmediğinden, çok farklı bir şey anlar.
Akşam, köyüne varır, köy imamı ile namaz kılarken, tesadüfen, yine eşek sesi,
duyulur. Adam, namazın ortasında, bağırır, "Uşaklar namaz bozuldu, yeniden
başlıyoruz" diye. Namaz, eşeğin sesinden bozulmadıysa bile, bir cahilin
müdahalesinden bozulur. Herkes şaşkınlık içinde, birbirine, "Namazın, niye
bozulduğunu sormaya başlar." Adam, "Dün müftü, eşek sesini duyunca,namaz
bozulur, dedi" der.
İşin doğrusu
araştırılınca, gerçek anlaşılır Cemiyette, bu tip yanlışların sayısı,
tahminlerimizin çok çok üstündedir.
Şartlandırmayı,
sistemli ve sistemsiz diye taksim etmek, konuyu aydınlatma bakımından, yararlı
olacağı kanaatindeyim.
Sistemli şartlandırma:
Belirli kurallara uymayı sağlamak için, bir program çerçevesinde yapılan
disiplinli seansların, ortaya koyduğu, bilimsel verilerdir.
Bu yolla çok yararlı
neticeler elde etmek mümkündür. Bu husus ancak, iyi niyetli çalışmalar için
geçerlidir. Kötüye kullanmak için yapılan şartlandırmalarda sonuç verir,
fakat, bu sonuç iyi sonuç sayılmaz. İnsanları "zombi"leştirenler, bu
metodu en vahşi şekilde kullananlardır.
"Zombi"leştirme
olayı ilk defa, HAİTİ adasında ortaya çıkıyor. Bir çiftlik sahibi, işçiliği
bedavaya getirmek için, özel yaptırdığı bir ilaçla, gençleri robotlaştırarak,
emrine amade hale dönüştürüyor.
Daha sonra bu olay,
yetkililer tarafından fark edilip, yasal tedbirlerle önleniyor. Hatta, Haiti
anayasasına, insanları zombileştirenler idam edilir maddesi ekleniyor.
Bazı ideolojilerinde
insanlan robotlaştırarak, kendine, kul köle haline yapmaktadır. Çoğu zaman,
bunlara yasal engeller de konulamıyor.
Bir de deney amaçlı
şartlandırmalar vardır.Bunun en meşhur örneği, Pavlof'un köpeklerinin zil
sesine karşı geliştirdikleri, biyolojik ve psikolojik reflekstir.
Sistemsiz
şartlandırma; Hiçbir ilmi kurala bağlı olmadan, gayrı nizami, rasgele yapılan
veya ortam gereği oluşan şartlandırmalardır.
Bunda, hiçbir amaç
gözetilmediği için, neticenin zararlı mı yaralı mı olacağı kestirilemez.
Şartlandırmada, vahim
olan bir şekil daha vardır ki, bilinç altı saplantılarını ve ideolojik
takıntılarını her fırsatta açığa vuran tipler vardır. İşte bu kategoriye
girenler, dünyanın en tehlikeli robotlaşmış varlıklarıdır.
Şöyle bir olay
tasavvur edin, bir butikten, derimontları aşı-ran soyguncu birkaç (Ukrayna'lı)
kadın düşünün. Butik sahibinin normal olarak, mahkemeye müracaat ettiğini
hayal edin. Duruşma esnasında hakim, suçluları bırakarak, davacı madu-renin,
kıyafetine saldırmaya başlarsa, bu olayı, şartlanmışlığın hangi kategorisine
dahil edebilirsiniz?
Bu haberi bir gazetede
okuyunca, gözlerime inanamadım. Bilinçaltı enfeksiyonuna dönüşmüş bu şartlı
refleksle irti-batlandınlabilecek şu sözü ibretle okumalı: "Vatanı
işgal edilmişlerden daha çok, beyni işgal edilmişlere acırım. Çünkü,
beyin işgalinin kurtuluşu imkansızdır." Benden de al o kadar... Son derece
masum bir, şartlanmışlık hikayesi görelim:
Memo Dayı, hayli yaşlı
olan öküzünü satmak için pazara İndirir.
Her gelen müşteri,
hayvanın ağzına bakar, yaşlı olduğunu görünce, uzaklaşırlar. Hayvan, ağzını
açıp göstermeye o kadar çok alışır ki, karşı kaldırımdan geçenlere bile,
ağzını açıp göstermeye başlar.
Şahsi zaaflarını, olur
olmaz her yerde, ortaya çıkaranların kulakları çınlasın.
Dil, fikirlerin ve
tasavvurların, bir dimağdan diğerine, aktarılmasında kullanılan, en müstesna
vasıtadır.
Dil, yaratanın
insanoğluna lütfettiği en büyük nimetlerden biridir.
İnsan, onunla,
insanlığını ortaya koyar. Kendini ifade eder. Onunla, ilim semalarına kanat
açar, geçmişi ve geleceği tahlil eder. Zamanı onunla anlamlandırır.
Yaratan her millete
bir dil ihsan etmiştir. İnsanların kendi dilini sevmesi, kendini sevmesi kadar
normaldir.Kişi kendini nasıl kötü addetmiyorsa, dilini de kötü saymamalıdır.
Kötü olsa bile, saymamalıdır.
Hele, Türkcemiz gibi
güzel bir dili varsa, onu hep başına taç etmelidir.
Gerçekten dilimizin
çok enteresan özellikleri ve güzellikleri vardır. Bir çok değerimizden
habersiz olduğumuz gibi, dilimizin güzelliğinden de maalesef, öyle habersiziz.
Dilini iyi değerlendiremeyen milletler, iletişim problemi yaşamaktan, kavram
kargaşası yaşamaktan kendini kurtaramaz.
Dil atlasımızı iyi
tetkik edersek, dünyanın en kapasiteli dillerinden birine sahip olduğumuz
görülür. Bu zenginliği, düşünce hayatımıza tam yansıtamadığımız için, günlük
hayatımızda o kadar az kelime kullanıyoruz ki, el neredeyse o kadar kelimeyi,
muhabbet kuşlarına öğretiyor.
İnsanların düşünce
kapasitesi, bildiği kelime sayısına orantılıdır. O kadar az kullanılan
kelimeyle, evrensel konulan algılama şansımız, yok denecek kadar zayıftır.
Dil atlasımızı
ansiklopedik bir bütünlük içinde, lehçe, şive, aksan ve ağız farklanyla ortaya
çıkartacak, nesillere dilinin güzelliğini, pratik halinde gösterecek
çalışmalara şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır.
Bu boşluktan dolayı,
kardeş ve dildaş olduğumuz ülkelerle bile, anlaşma zorluğu çekiyoruz.
En iyi anlaştığımız
Azerbaycan Türkçesiyle ilgili ilginç bir örnek:
Kanallardan birinde,
Azeri bir sanatçının anlattığı bir hatırayı dinlemiştim.
İstanbul'da belediye
otobüsüyle, şehiriçi bir seyahat esnasında, ineceği durağa yaklaşınca, şoföre
hitaben:
Lütfen, kalırsan? Ben
düşecem. Şoför, hayret içinde:
Dikkat et, aman düşme
kardeşim. Belki tansiyonu falan vardır, lütfen, dikkat eder misiniz? Der. Azeri
yine ısrarla:
Benim mutlaka düşmem
gerekir, niye kalmısan? Durumdan biraz şüphelenen bir üniversite öğrencisi:
Sen inmek mi
istiyorsun? Diye sorar. Azeri sanatçı:
Evet evet, inmek
itiyorum, der. Bu şekilde işi düzeltmiş olurlar.
Dil ve lisan çoğu
zaman aynı anlamda kullanılır. Oysa, dilin bir çok görevi yanında, konuşmaya
imkân sağlama görevi de vardır. Lisanla müşterek paydası bu noktadadır.
Asıl, üzerinde
duracağımız konu da burasıdır. Yani, dilin konuşma görevi...
Bu manada dil,
düşüncenin tercümanıdır.
Her tercümede bir
miktar noksanlık olabileceği gibi, dil de, zihnimizde oluşan, düşünce,tasavvur
ve muhayyileyi bütün ayrıntısıyla dışa aksettirmesi, mümkün görülmemektedir.
Millet olarak, her
şeyden önce insan olarak en önemli görevlerimizden biri de, dilimizi korumak ve
yüceltmektir. Bununda en etkin yolu, dili doğru kullanmak, dili mükemmel konuşmaya
gayret göstermekle olur.
Büyük filozof,
Konfüçyüs dilin önemiyle ilgili; "Dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi
tam karşılayamazlar. Düşünce, iyi anlaşılmazsa, yapılması gereken işler tam
yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve
kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar.
Adalet yoldan çıkarsa,
şaşkınlaşan halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını kestiremeyeceğinden,
kargaşa ve terör çıkar" diyor.
Konuyu muhatabımıza,
tam olarak anlatamazsak, ne gibi anormallikler ortaya çıkıyor, bir örnekle,
anlamaya çalışalım:
Emekli bir hakimden
dinlemiştim. "Samsun'da çalışan bir meslektaşını ziyarete gider. Makamında
görüşürlerken, meslek taşının duruşmaya girmesi gerektiğinden, onu da meslekten
olduğu için salona almakta sakınca görmez.
Dava sahibi, kırsaldan
yaşlı bir köylüdür.
Hakim köylüye sorar:
Savlarını kanıtlamak
için tanığın var mı? Köylü, şaşkın bakışlarla:
Hayır hakim beyim, yemin
ederim ki, öyle bir şeyim j yoktur. Hakim yine sorar;
Savlarını
kanıtlayacak, kanıtın var mı? Köylü, biraz daha şaşkınlasın
Kesinlikle hakim
beyim, bende, öyle şey de olmaz. Yine hakim.-
Konuyla ilgili başka
yanıtın var mı? Köylü, ezilip, büzülerek:
Öyle bir şeyim de yok
hakim beyim.
Duruşma hakimi, tam
kararı yazdırmaya başlarken, misafir hakim, samimiyetlerinden cesaret alarak,
müsaade ister:
Acaba, bir soruda ben
sorabilir miyim? Duruşma hakimi, tereddütsüz kabul eder:
Tabi, tabi
sorabilirsin. Misafir hakim:
Amca, şahidin var mı,
şahidin? Köylü sevinçle:
Var, efendim var. Tam
altı kişi bekliyor salonda...
Peki amca elinde hiç
delilin var mı? Köylü, elini cebine sokarak, bir tomar evrak çıkarır:
İşte bu senetler.
Misafir hakim, arkadaşına dönerek: -Özür dilerim, şimdi kararınızı
yazdırabilirsiniz, der.
Dil yozlaşırsa adalet,
nasıl yolunu şaşınyormuş, küçük bir örnek görmüş olduk.
Kasıtlı ve ideolojik
saptırmalara aldırmadan, dilimizin, gramer ve yapısal özelliklerini, detaylı bir
şekilde belirledikten sonra, lehçe farklarını, şive, ağız ve hatta kulanım
farklılıklarını ortaya çıkaracak kapsamlı çalışmalar yapılırsa, dilimizin derin
yapısı ve büyük ihtişamı ortaya çıkmış olsun.
Anadolu'da bazen komşu
iki köy arasında ilginç ağız farkları görülüyor.
Kırsal kesimle,
kültürlü kesim arasında da, enteresan sayılacak, farklılıklar gözlemleme
imkanı vardır.
Seksenli yılların
ortasına doğru, köyden ziyaretime gelen bir yakınımızla, o zaman altı yedi
yaşında olan oğlumun yaptığı şu konuşma, bu konuya verilebilecek tipik
örneklerden biridir:
O tarihte, Ordu'nun,
Gülyalı ilçesinde görev yapmaktaydım. Misafirimiz olan yakınımızla geç
saatlere kadar oturduk, sohbet ettik. Misafir bir ara çocuğun elinden tutarak,
dış salona çıkardı. Daha sonra bahçeye çıktılar. Bir süre sonra, içeri
girdiler. Misafir, tuvalete girdi, çıkışında gülerek, çocukla aralarında geçen
şu enteresan diyalogu anlatti(Ortakaradeniz'in iç kesimlerinde kullanılan
şekliyle çocuğa söyledikleri ve cevaplan:)
Oğlum ben dışarı
çıkmak istiyorum.(Yani, ihtiyaç gidereceğim anlamında kullanıyor) Çocuk:
Olur amca, çıkalım.
Alıp onu evin dışına çıkarıyor. Misafir:
Oğlum ben, su
dökünecem. {Küçük aptes ihtiyacı olduğunu anlatmaya çalışıyor) Çocuk:
Burada su var amca
kullanabilirsin. Oradaki bir musluğu gösteriyor. Misafir şaşkın:
Oğlum bu evde yüz
numara yok mu? Çocuk:
Yok amca, bu evin
numarası otuz dört. O dediğinden plajda var. (Plaj kabinlerinden birinde öyle
bir numara görmüş) Misafir, iyice şaşkinlaşıyor, bu sefer başka bir yerel ifade
kullanıyor:
Oğlum ben, gezelemek
istiyorum. (Bu da, yerel ağızda, küçük ihtiyaç gidermek için kullanılır) Çocuk:
Tamam amca, bu bahçede
gezinebilirsin. Çaresiz misafir eve döner, Kendi çabasıyla tuvaleti bulur,
konu halledilir.
Köyle, şehirde yaşayan
yakın akrabalar arasında, böyle ağız farkları yaşanırsa, beldeler ve bölgeler
arasını vann, siz hesap edin.
Dilin, gramerini doğru
kullanmaktan çok daha önemli olan, dili kullanmanın ahlaki boyutudur.
Kısaca buna, konuşma
adabı dememiz mümkündür.
Yalan kadar dili
çirkinleştiren, kişiyi basitleştiren bir olay tasavvur etmek mümkün değildir.
Sık sık,
etrafındakilere vefasızlık yapan kişi gün gelir, kendine ve çevresine karşı
güven duygusunu kaybetmiş olacağından, kararsızlık ve tutarsızlık neticesi,
kendine zarar verecek kimselerin etkisi altına girerek, topluma tamamen zararlı
bir unsura dönüşecektir.
Birde, abartılı bir
biçimde, yalandan kaçıyorum diye, denilmesi abes sayılacak doğrulan bile
uluorta deşifre edenler vardır.
Büyüklerden biri,
"Bazı doğrular, salyaya benzer, ağızdan çıktığı anda iğrençleşir.En iyisi
kişinin onu yutmasıdır."
Bediuzzaman Hazretleri
de: "Her söylediğin, doğru olsun, ama, her doğruyu her yerde söylemek
doğru değildir" der.
Maksat muhatabı ikna
etmekse, doğrunun özünü zedelemeden çok farklı biçimlerde kullanmak mümkündür.
İfademiz biraz diplomatça olur, hepsi o kadar.
Anadolu insanı bunu
çok enteresan bir örnekle anlatır:
"Bir oha vardır
öküz durdurur, Bir oha vardır zelve kırdırır."
Burada zelve, çift
sürerken Öküzün boynuna takılan boyunluktur.
Ağızdan çıkınca,
tiksinti veren doğruya bir örnek verelim:
Köyün birine arazi
keşfi için bir hakim(o günkü şekliy-le,kadı) gelir. Kadının tek gözü anzalıdır.
Kadı:
Bu köyün en doğru
konuşan kişisini bana getirin, der. Köylüler, "Doğrucu Bekir"
namındaki kişiyi kadının huzuruna götürürler. Doğrucu Bekir kadıya yanaşır:
Selamünaleyküm Kör
Kadı, der. Kadı adama ters, ters bakarak:
Doğru ol dediysek bu
kadar doğru ol demedik, be münasebetsiz herif, demek zorunda kalır
Buna benzer daha
sayısız örnek bulmak mümkündür.
Dildeki gelişmeler
ürkütücü boyutlara ulaşmaya başladı.
Tasviyecilik, an
dilcilik, uydurukcacılık derken dilimiz, korkunç bir yozlaşma sürecine girdi.
Mazimizden hınç almak
isteyenler, uydurukça konuşmaya, nizama başkaldırmak isteyenler, sokak diline
ve kenar mahalle argosuna ve varlığımızın özüne kastetmek isteyenler ise,
ecnebice konuşmaya yöneldiler.
Artık dil yozlaşması
dil kirlenmesine döndü.
Anadolu'nun cefakar,
fedakâr, vefakâr ve gariban sade vatandaşı, bu üç güruhun konuşmasından da
hiçbir şey anlamamaktadır. Anlaşmanın olmadığı ortamlardan uzlaşma beklenmez.Bu
şartlarda, uzlaşmanın ortak paydasını bulmak mümkün olmamaktadır. Her kesim,
kendi interlantını, uzlaşma sahası olarak dayatıyor.
Alt kimliğe mensup,
çoğunluk, acaba bu beyler nece konuşuyor? Diye şaşkınlıklarını ifadeden başka
bir şey yapamıyorlar.
Nasreddin Hocamızın
tecrübelerinden öğrendiğimize göre, birde ayıca diye bir dil varmış. Bakalım
bu dil nasıl bir şeymiş:
Aksiliği ve aksaklığı
ile üne kavuşmuş olan Timurlenk, kafası takılan kimseleri çok ilginç
yöntemlerle cezalandınrmış.
Günün birinde hocaya
kafası takılmış. Çağırıp, bir evcij ayı vererek:
Bu hayvana, on beş gün
içinde okumayı öğreteceksin, aksi halde sen bilirsin, der. Hoca çaresiz, hayvanı
alıp eve götürür. Kitapların arasına, fındık, fıstık, leblebi ve kuru üzüm gibi
çerezler koyarak, ayıya bunları bulup, yemesini öğretir. Verilen süre sonunda,
ayı ile birlikte, Timur'un karşısına dikilir. Timur sorar:
Öğrettin mi? Hoca,
sakin bir şekilde:
Evet efendim,
öğrettim. Çok mükemmel okumaya başladı, der. Timur, raftan kalın bir kitap
çıkartıp, ayının önüne koyar. Hayvan dili ile sayfalan çevirmeye, çerez
bulamayınca da homurdanmaya başlar. Hoca, heyecanla:
Bakın efendim ne
mükemmel okuyor, der. Timur, hiddetle:
Ne okuması be, daha ne
dediği bile anlaşılmıyor, der. Hoca, biraz mahcup ve birazda, muzip:
Efendim, hayvan ayıca
okuyordu, siz ayıca bilir miydiniz? Der.
Bu ülkede galiba,
herkes kendi dilinden konuşuyor. Vatandaşın dilini, ne anlayan var, ne de
soran. Necip Fazıl, bunun için olsa gerek ki, şöyle feryat ediyor:
Olanak, saptama,
koşul, parasal, eğilim, Ya bunlar Türkçe değil, ya ben, Türk değilim.
İşte, size dil
kirlenmesinin yansımalan....
Dil, "sahibini
vezirde eder, rezilde" sözü, konuşurken ne kadar dikkatli olmamız
gerektiğini, belirtiyor.
İnsanların çektiği
belâların çoğu, "dili belâsı"dır.
Yine atalarımız,
"dille bağlanan, dişle çözülmez" diyerek, en önemli tecrübe dersini
bize vermiş oluyorlar.
Dil, maksadı ifadede
acizleştikçe, söylenmemesi gereken lakırdılar sarf ederek, sahibini içinden
çıkılmaz, belalara düşürür. Bazen, kişi dilinin yaptığı hatayı canıyla, bazen
de, istikbaliyle ödemek durumunda kalır.
İki kulağımızın
olmasına karşılık bir ağzımız ve bir dilimizin olması, iki dinleyip bir
konuşmamız, gerektiği şeklinde yorumlanmıştır. Bence, son derece yerinde bir
yorumdur. Hatta, yetersiz bile sayılır. Bazen öyle kişiler vardır ki, yirmi
defa dinleyip, bir kere konuşsa yine fazla sayılır.
Bazen da, öyle
insanlar tanırsınız ki, susması konuşmasından çok hayırlıdır.
Sonunda, "gel de
dilime bağla demek istemiyorsak" konuşmamıza çok dikkat etmek zorundayız.
İşte, size bir dile
bağlama örneği:
Nerede akşam, orada
sabah dolaşan aymazın biri, bir köy ağasının evine misafir olur.Üstelik yanında
bir de eşeği vardır.
Misafirliği günlerce
uzar, töre gereği, kimse yeter artık diyemez. Günler sonra misafir, bir akla
gelerek:
Şu benim eşeği
hazırlayın da, ev ocak, çelik çocuk ne durumda bir bakayım, der. Ağa:
Oğlum amcanın eşeğini
hazırla, der. Eşek hazırlanır. Töre gereği binek taşına kadar da uğurlanır.
Ismariaşma faslı da biter, tam misafir eşeğine binmek üzereyken, Ağa:
İstersen, biraz daha
kalabilirdin,deyince, misafir eşeğe binmekten vazgeçer:
Madem ısrar
ediyorsunuz, kalalım bari, der ve eve doğru yönelir. Ağa, oğluna:
Oğlum, amcanın eşeğini
bağla, der. Oğlan biraz asabi tavırla:
Nereye bağlayım, baba?
Adam, pişman bir ses tonuyla:
Nereye bağlayacan oğlum,
dilimden daha uygun yer mi var? Gel, dilime bağla, der.
Aynı konuyu cahil
anlatırken, huzursuzluk verir; bilge bir söz ustası anlatırken, dinleyenler
huzur bulurlar. Anlatılan konu fark etmezken, sonucun böyle olmasının sebebi ne
olabilir?
Arifler doğrudan
doğruya, gönül kulağına hitap eder. Gönül diliyle konuşur. Gönül dili, huzurun
kaynağıdır.Gerçeği, en hoş şekliyle ortaya koyar. Aynı gerçeği, birçok şekilde
ifade etmek mümkündür.
Cahil, dar ufuklu
olduğundan, esneklik payı kullanamadığından, dinleyenlerin huzurunu kaçırır.
Kimseyi ikna edememişken, ikna olma durumundakileri bile pişman eder.
Dava sahipleri,
kıyılara vuran dalgalar gibi ısrarlıdırlar. Onların çekilmesi pes etmek
değildir. Hamlesini, daha ileri noktalara taşımak için, geriden hız almaktır.
Onlar, usta satranç
oyuncularına benzerler; durumuna göre, ileri ve geri manevra yaparlar. Konunun
ambalajını vitrine göre değiştirmek, öze zarar vermez.
Aksesuarlar, konuyu
daha cazip şekilde kavramamızı sağlar. Yoksa, konunun özü ile ilgisi olmaması
gerekir.
Söz ustaları ve
feraset sahipleri, öze ilişmeden, muhatabını ikna etmeyi başarır. Önemli olan,
insanları doğru yönlendirmede, ayrıntıya takılmamaktır.
Şu kıssada, size ışık
tutan önemli bir örnek bulacaksınız:
Kralın biri, karmaşık
sayılacak bir rüya görür. Yorumlat-mak için memleketin ünlü yorumcularını davet
eder, hiçbirinin yorumundan hoşlanmaz, hatta bazılarının kellesini vurdurur.
Çünkü, onlar krala:
Şehzadenin öleceğini,
söylemişlerdi.
Günler sonra, bir
bilge kişi krala, rüyayı kendisinin yorumlayabileceğine dair bir haber
gönderir, kral, o zatı davet eder, yorumlamasını ister.
Rüyanızı bir ben
dinleyebilir miyim haşmetlim? Der Kral, rüyasını tekrar anlatır.Bilge kişinin
yüzü aydınlanarak, tebessümleri artarak dinler ve sonunda:
Müjdeler olsun
efendim, rüyanız çok güzel. Kral heyecanla:
Nasıl? Anlat bakalım,
den Bilge kişi:
Efendim, yaratan size
Öyle bir ömür bahşetmiş ki, ailenizden hiç kimse, şehzade dahi, sizin yolduğunuza
şahit olmuyorlar, der.
Kral, o kadar mutlu
olur ki, bilgini hediyelere boğar.
Görülüyor ki
senaryonun özü değişmedi. Şehzade her halükarda, hapı yutuyor.
Medenilere galebe,
ikna iledir. Söz anlamayan, vahşiler gibi, icbar ile değildir." Sözü iki
önemli hususu belirtir.
Medeni, kültürlü,
görgülü ve bilgili insanları bir hususta ikna edebilmek için, bilimsel
yaklaşımın dışında bir yöntem kullanmak yanlış olur. Onları kabullendirebilmek
ikna metodu iledir, zorlama ve kaba kuvvet onlarda aksi tesir yapar.
Ancak, vahşi tabiatlı,
bilgisiz, kültürsüz ve kaba saba tipler belli oranda, cebir kullanılabilir
kanaatindeyim. Çünkü, bu tiplere medeni ve kibar davranmak onların küstahlığını
kamçılar. Bu davranışlar onlara yavan gelir.
Laubaliliğe ve
aşırılığa kaçmamak kaydıyla, yerinde ve zamanında, nükte yapmak, espri yapmak
ve hazırcevap olmak başlı başına bir meziyet sayılmaktadır.
İnsan kişiliğine
uymayan mizah, aynı zamanda, İslam dinine de uygun olmayan davranışlardır. Bu
konuda haddi aşan bir hiciv örneği görelim:
"Bahriye nazırı ibrahim
Paşayı, Şöyle tasvir ediyor vakanüvistanı ümem; Şayet soyundan geleceğin
bilseydi, Havayı almadan boşardı Adem." Bu kadar abartılı bir hakareti,
mizah kategorisine sokmak mizaha haksızlık olur.
Nefi bunun bir boy
daha hafifini yapmış:
Müftü Efendi bana
kafir demiş, Aha ben de diyeyim ona Müslüman. Nasıl olsa mahşer günü; ikimizde
çıkarız yalan."
Meşru cevap hakkı
niteliğindeki, bazı tarihe geçmiş esprileri de, takdir makamında zikredelim:
İstiklal şairimize,
inançlı kimliğinden dolayı cephe almış çok entel tip vardı.Bunlardan biriyle
bir gün, meclis koridorunda karşılaşırİar.Akif'in yeni bıraktığı sakalına
bakarak, küstah bir tavırla:
Yahu sen, maymuna
dönmüşsün, der. Akif, tam karşısında duran bu ukalaya:
Affedersin, o zaman
başka tarafa döneyim, der.
Yine meclîs kürsüsünde
konuşurken, muhaliflerinden bi-ri,ayağa kalkıp bağınyor;
Sen, baytar değil
misin? Akif kürsüden, ona hitaben:
Evet, yoksa sen hasta
mısın? Der.
İki örnekte Süleyman
Nazif'ten zikredelim: Süleyman Nazif bir gün, Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken,
Hüseyin Cahit'e rastlar.Moralsiz ve telaşlı olduğunu görünce sebebini sorar.H.
Cahit'te:
Hiç sorma Nazif ağım,
gazeteye yazdığım şiirimdeki (Ben bu milletin öksüzüyüm, mısraı,) mürettip
hatası olarak,
(Ben milletin öküzüyüm,) şeklinde çıkmış,der.
S. Nazif, anlamlı anlamlı gülerek:
Sen buna mürettip
hatası mı diyorsun? Bu tam bir mürettip sevabıdır, der.
İstanbul, İngilizler
tarafından işgal edilipte, ileri gelen ittihatçıları Malta'ya sürgün ettikleri
zaman, Sürgünler arasında, Süleyman Nazif'te vardır. Gemide yetmiş seksen
kişilik gurup, giderken çeşitli konulardan sohbet edilmektedir. Konu dönüp
dolaşıp, harama kuşak çözüp çözmemeye gelir. Enver Paşanın babası büyük bir
gönül rahatlığıyla:
Ben hiç hayatımda
harama uçkur çözmüş insan değilim, der. S. Nazif daha fazla dayanamaz, atılır:
Beyim keşke helalada
çözmeseydiniz de, şu musibet herif başımıza gelmeseydi de, bizde bu belalara
giriftar olmasaydık, der.
1-
Söyleyeceğin sözün sonunu düşünüp ona göre konuşmalısın.
2- Konuşman,
bir amaca hizmet etmeli. Dünya ve ahret noktasında bir işe yaramalıdır.
3- Sözlerinle
kimsenin gönlünü kır manialısın. Başkasının sözünü keserek konuşmaya
girmemelisin.
4- Karşındaki
kişinin niteliklerine göre, makamına, mevkiine göre konuşmalısın.
5- Överken
de, yererken de, abartıdan uzak durmalısın.
6- Toplumda
yüksek sesle konuşmamalısın.
7- Amaçsız
ve boş sözlerle zaman kaybetmemelisin.
8-
Konuşurken gurur belirtisi sayılacak tavırlara girmemelisin. Bilgiçlik taslamamalısın.Başkalarının sözlerinde
kusur aramaya gayret etmemelisin.
9- Dilini
çirkin sözlere alıştırma. Yalan söylemeye asla tenezzül etme. Dedikodu ve
koğuculuk gibi adiliklerin semtine bile yaklaşmamalısın.
10- insanlarla alay etmemelisin, hoşlanmayacağı
şaka yapmamalısın, anormal lakaplar takmamahsın.
11- Sana
emanet edilen sırra asla ihanet etme.
Peygamberimize,
kurtuluş yolu sorulduğunda "Dilini muhafaza et" buyurmuşlardır.(R.
Salihin trc, C.3, Sh. 107)
Dille dalkavukluk
yapmakta, dilin sefilleşmesi, kelimelerin adileşmesidir.
İnsan türünü en fazla
basitleştiren hususlardan biri de dalkavukluktur.
Bu karakter
fukaralığına ışık tutar ümidi ile, size şu gediğin taşını anlatmak istiyorum:
Padişah, bir gün
aşçısını çağırıp, kendisine baharatlı bir dil yemeği yapmasını ister. Orada
oturan saray dalkavuklarından biri de, başlar dil yemeğinin özelliklerinden
bahsetmeye:
Dil yemeği, karaciğere
iyi gelir. İştahı açar.....gibi. Ertesi gün, aşçı:
Haşmetlum, bugünde dil
yemeği yapmamı emreder mi-siniz?der. Padişah, biraz isteksiz:
Bugün dil yemeği
istemem, zaten dün yeteri kadar yedim, der. Dalkavuk, yine atılır:
Zaten, dil yemeğinin
besin değeri yoktur, haşmetlum, gibilerden konuşmaya. Padişah:
Bre insafsız, dün de
dil yemeğini öve öve bitirememiş-tin, der. Dalkavuk pişkin bir edayla:
Haşmetlum, bendeniz
dilin değil, zat-ı alinizin dalkavuğuyum, der.
Dalkavuk ahlakında,
konunun önemi yoktur, dalkavukluk yapılan kişinin önemi vardır. Tarihi olayları
bir de bu noktadan tasnife tabi tutmak gerekir, kanaatindeyim.
Oturup, hayali bir
senaryo üretelim:
Hainler, milletimizi
çökertmek için, bir manifesto kaleme alsa, acaba; nelerin yapılmasını, hangi
metotların uygulanmasını isterler ve bu doğrultuda avanelerine ne gibi
direktifler dikte ettirirlerdi:
Geçmişle olan, maddi
manevi, her çeşit bağını kopartın. Mazisini, her vesile ile kötü göstermeye
çalışın. Her çeşit olumsuzluğun kaynağı olarak, geçmişi gösterin.Onların üstünlük
olarak algıladıkları, bazı tarihi olay ve sosyal değerleri, olumsuz ve çirkin
imajlarla irtibatlandırın. Kahramanlıklara, barbarlık deyin. Geçmiştekilerin,
sadist olduklarını, dengesiz olduklarını ve hatta, sapık olduklarını ısrarla
vurgulayin.
"Devlet-î Ebed
Müddet" idealini yıkın. Tarih birliği, millet birliği ve ülke birliği
şuurunu tahrip edin.
Tarihe bakıp, o miili
aynada kendini büyük görme gibi bir duyguya kapılmasınlar. Aksi takdirde, büyük
işlere talip olursa, fetih sevdası yeniden alevlenirse uyuyan devi uyandırmış
oluruz.
O zaman ise, başımıza
gelebilecek felaketin haddi hesabı olmaz. Dünyayı bize dar getirirler.
Sürekli kişisel
problemleri ön plana çıkarın. Ayrıntılarla I meşgul edip, düşüncesini kısır
konulara yönlendirmesini sağlayın.
" Cihan Şümul olma"
düşüncesini mutlak surette engelleyin, vs... vs...
Fener Patriklerinden
biri de; bu milleti yıkmak için, Rus çanna yazdığı mektupta bunlann benzeri
olan konulan önermişti.
Şimdi başımızı iki
elimizin arasına alıp düşünelim: ...Aman Allah'ım, yoksa bütün bunlar tatbik
ediliyor da, bu talihsiz milletin haberi mi yok? Yoksa kurt gövdenin içini
mekan tutmuş ve hatta o gövdenin sahibi ve amiri olduğunu iddia etmeye
başlamış da, "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" haline
getirilenler bu işin farkında mı değil?
Bu ve benzeri soruları
sayısız kere arttırmak mümkündür. Görülüyor ki, bu hamur çok fazla su
götürüyor.
Biz yine masum bir
Temel esprisi ile bu kimlik meselesine farklı bir bakış kazandıralım:
Temel Londra'da ikâmet
etmektedir. Oraya her gelen hemşerisi ile ilgilenip yardımcı olmaya çalışır.
Ancak, bazı hemşerileri tarafından dolandınlmış olmak zoruna gider. O da daha
hiçbir vatandaşına tanışhk vermeyeceğine karar verir.
Günün birinde bir
Karadenizli Londra sokaklarında Te-met'e rastlar ve peşine takılır:
Hemşerum sen Türk
misun? Hemşerum sen Türk mi-sun? Temel uzun süre suskunluğunu koruduğu halde,
öbürü ısrar etmekten vazgeçmez. Temel daha fazla dayanamaz:
Uşağum, penu rahat
pırak. Pen halis muhlis İn-ciluzum, der.
Keşke bütün kimlik
inkarcıları, bu işi Temel gibi masum nedenlerle yapabilse.
Bu milletin
gençlerine; " uygar bir geçmişe ve medenî bir kültüre sahip olmadıklarını
her fırsata tekrarlayın".
Yaşamakta olan mevcut
kültürün ise; kırsal gelenek ve göreneklerden ibaret göçebe kalıntıları
olduğunu, ilkel toplum adetleri olduklarını, çağdaş olmadıklarını, o kadar
ısrarla vur-gulayın ki, adeta beyinleri yıkansın.
Kendine ait dilden,
edebiyattan, mimariden, sanattan ve müzikten aşağılık duygusuna kapılarak
uzaklaşsın ve kopsun.
Buna karşılık; batı
kültürünü, medeniyetini, sanatını, edebiyatını ve müziğini son derece cazip,
ileri ve çağdaş gösterin. Vs... vs...
Eğer, ben şu anda
bunları yazarken rüya görüyor değilsem, veya bir kabusu yaşamıyorsam; bu ve
benzeri olaylar bu ülkede sahneleniyor demektir.
Tarihi gerçekler beni
yanıltmıyorsa; senfoni orkestrasının ülkemizi teşriflerinde (!) Türk Musikisi
(Şarkısı ve Türküsüyle komple) resmen yasaklanmıştı. O zamanlar bir çok
aydınımız (!) bu konuda ahkam savurmuşlardı. En ünlülerinden, F. R. Atay; Türk
Müziğine, burada tekrarlamaya gönlümün elver-meyeceği kadar ağır hakaretler
içeren yazılar yazmıştı.
Yine Nurullah Ataç
" Biz Yunanca ve Latince bilmeyen bir milletiz, kabalığımız mazur
görülmelidir" türünden saçmalıklar kaleme alıyordu. Umarım bütün bu hatırladıklarım
bir kabustur, inşallah ben yanılıyorumdur, inşallah bu rüyadan ayılmam nasip
olacaktır.
Yakın tarihimiz
gösteriyor ki, o günlerde yüksek zevat sık sık, senfoni orkestrasından
konserler dinlemeye giderlermiş. Konserin birine Kel Ali namındaki ünlü zat,
biraz geç gelir ve önce gelen arkadaşına sorar:
Orkestra hangi parçayı
çalıyor? Arkadaşı:
Beşinci senfoniyi
çalıyor. Kel Ali, üzülerek:
Hay kahretsin, demek
dört tanesini kaçırmışız. der.
Yine sonradan görmenin
birine:
Mozart'ı sever misin?
diye sorarlar. O da:
Ne demek, Çok iyi bir
ahbabımdır. Hatta, geçende, saat, 8.30 vapuruyla birlikte, Büyükada'ya gittik,
der. Karşısındaki kişi biraz bozularak:
İyi ama, beyim, 8:30
vapuru Büyükada'ya uğramaz ki...
Ünlü bîr sosyologun
görüşü doğrultusunda: "Garp milletlerinin, müteşebbis ruhlu, işveren ve
araştırmacı olduklarını; diğer milletlerin ise, amele statüsünde
bulunduklarını, üzerine basa basa, belirtin.
Hatta, doğu
milletlerinin; nüfus artışını da bu hususla irti-batlandınn. "İş, az
patrona, çok işçiye ihtiyaç gösterir. Onun için, doğu halklarının nüfus artışı
doğal bir ayarlamadır" tarzındaki pratik yaklaşımlarla, zihinlerini bulandırm.
Öylesine şartlandırın
ki, "çağdaş hale gelmek için, ileri milletleri her yönüyle taklitten
başka, yol olmadığı" kanaatine, kayıtsız, şartsız kapılarak her fırsatta
ve her yönüyle onları taklit etsinler.
Kendi kimliğinden ve
kökünden öyle kopar ki, özgeçmişine, ısrarla lanetler yağdırsınlar. Hatta,
kendilerine yeni dedeler ve geçmişler uydursunlar. "Hitit'lerin
torunuyum, Sümerle-rin devamıyım" falan gibi.
Ben, şahsen bu ülkede
böyle haince iş ve işlemlerin olabileceği kanaatinde değilim.
Acaba, bizim
aydınlarımızdan!!) 23 Temmuz, 1908' de, Sirkeçi'de, sabahın erken saatlerinden
itibaren, saatlerce trenle gelecek olan İngiliz Büyükelçisi Malet'i bekleyenler
oldu mu?
Belki diyeceksiniz ki,
"Olmuş olabilir, bu kadar basit bir şeyi gündeme getirmenin, ne gereği
var?
Ama, kazın ayağı öyle
değil.
Abdülhamit'e muhalif
bu takım, Malet trenden iner inmez, öyle tezahürat yapıyorlar ki, adamcağızın,
önce yüreği ağzına geliyor. Sonra, gönüllü müstemlekeleri olduğunu fark ederek
rahatlıyor.
O sadık uşakların arasından
selamlayarak geçer ve ileride bekleyen, beygirlerin çektiği kupa arabasına
biner.
Bu esnada gözlerine
dahi inanamayacağı bir olayla karşılaşır. Bu sadık köleler gelip, arabanın
beygirlerini çözerek, arabayı İngiliz elçiliğine kadar kendileri çekerler.
Milli kimliğinden bu
derece nefret eden bu milletin şerefli bir ferdi olmaya; İngiliz elçisi
Malet'in arabasına beygir olmayı tercih eden güruhu acaba hangi kategoriye
sokmamız gerekir?
Bugün de bu güruhun
uzantılan, benzer faaliyetleri değişik platformlarda büyük bir cüretle
sürdürmeye devam etmektedirler.
Yeni nesiller bu şer
odaklarının ve fitne virüslerinin ne kadarının farkındadırlar acaba?
İşte hamiyet
sahiplerini kara kara düşündürecek, can alıcı soru...
Bu milletin
evlatlarını, manevi dinamiklerinden, en büyük güç kaynağı olan dinlerinden ve
inançlarından uzaklaştırın.
İslam dininin, bilime
bakışını gözardı edin. Din adına ahkam kesen bazı cahil softalann
konuştuklarını ön plana çıkararak, din ve bilim çatışmasına meydan hazırlayın
ve bu olguyu alabildiğine körükleyin.
Eğer gençliği,
aydınlatmaya kalkan bazı uzak görüşlü ilim ve fikir adamlan çıkarsa, bunları
çeşitli yaftalarla ve ithamlarla damgalayarak, safdışı bırakmanın yollarını
bulun. Bu konuda, yalan ve hile kurallarımıza uygun sayılmaktadır.
Dini yaşayışı, çağdışı
göstererek, modayı, alkolü ve her çeşit sefahati uygarlığın gereği imiş gibi
lanse edip, cazip gösterin.
Maneviyat büyüklerini,
karalayıcı yayınlara ağırlık verin. Bu konuda kullanabileceğiniz iş
birlikçilerinin sayısını artınn.
Medyanın en etkili
silahımız olduğunu unutmayın ve asla medyayı ihmal etmeyin.
Bu hususta, misyoner
ve müsteşriklerden taktik almayı ve onlarla dayanışma halinde, bu kampanyayı
her kesime ve her kademeye yaymayı asla ihmal etmeyin.
Jan Jak Russo'nun,
"Müslümanlar cahil kaldıkça, Müslümanlıktan; Hıristiyanlar alim oldukça,
Hıristiyanlıktan uzaklaşırlar" tarzındaki, tespitlerinden yararlanarak,
Müslümanları cahil bırakın ve dinden uzaklaştırın.
"Bu iletişim
çağında, nasıl cahil bırakabiliriz?" diye sıkıntı çekmeyin ve tereddüde
düşmeyin. Onlan, ayrıntılarla ve magazin kültürüyle öylesine meşgul edin ki;
asli davalannı ve milli ideallerini, düşünmeye ve araştırmaya fırsat bile
bulamasın-far ve cahil kalsınlar.
Bütün bu tedbirlere
rağmen, hala; "kral çıplak deme cüretini gösterecekler çıkarsa; onlara
Öyle bir komplo hazırlayın ki, analarından doğduklarına bin pişman olsunlar..
.vs. .vs "
Hainlerin hazırladığı
entrikalarla; şeytanın hazırladığı entrikayı kıyas edebilmeniz bakımından ve
hainlerin entrikalarının daha nitelikli olduğunu görebilmeniz bakımından;
işte, size bir hikaye:
Şeytan, kendi noksan
ve kusurlarını görmeyipte, her fırsatta kendisine söven bir adamdan intikam
almak ister. Adam, bir gün pazara iner. Katır hayvanının son derece rağbette
olduğu bir devir olduğundan, gezmek maksadıyla katır pazarına uğrar.
Bir anda gözlerine
inanamaz, Öylesine güzel bir katır hayvanı bulur ki, hayran kalmamak mümkün
değildir.
Almak niyetinde
olmadığı halde, öylesine bir fiyatını sorar: Bu seferde kulaklarına inanamaz.
Çünkü, fiyat son derece kelepirdir. "Bu fiyata bu kadar güzel hayvan
kaçırıl-maz" diyerek, borç harç hayvanı satın alır.
Akşam eve gelirken,
hayvan mahalle çeşmesinin peteğinden su içmek için sapar. Su içerken; hayvan,
birdenbire küçülmeye başlar. Sahibinin şaşkın bakışları altında, parmak kadar
kalarak, çeşmenin kurnasına girer. Adam, başlar feryat etmeye:
Yetişin komşular, katırım çeşmenin kurnasına girdi. Komşular bu
feryat karşısında hayrete düşerler:
Katırın kurnaya
girmesinin mümkün olmadığını, adama anlatmaya çalışırlarsa da; bakarlar ki, her
şey nafile...Adamcağızı, apar topar tımarhaneye götürürler. Doktor, adamın ağzından,
vakayı dinledikten sonra:
Şok geçiriyor,
ıslatılarak dövülmesi gerekir, diye teşhisini koyar, ilgili personele de
talimat vererek:
Bu hasta, ne zaman bu
olayı anlatırsa; aynı işlemi tekrarlayın, der.
Adamcağız bu muameleye
birkaç defa maruz kaldıktan sonra; bu olayı anlatmaktan vazgeçer.
Bir süre sonra,
doktorla, hastahane bahçesinde karşılaş-tıklannda, doktor kendisine:
Senin katırdan ne
haber? Diye sorar. Adam kararlı bir yüz ifadesiyle:
Ne katırı anlamadım?
der. Doktor:
Hani canım, şu senin
çeşmenin kurnasına giren katırın vardı ya, onu soruyorum, işte. Adam alaycı bir
tavırla:
Doktor bey, sen
benimle alay mı ediyorsun? Hiç koskoca katır kurnaya girer mi? Doktor, adamla
bu diyologtan sonra, düzeldiği kanaatine vararak taburcu eder. Adamcağız evinin
yolunu tutar. Mahalleye gelip, çeşmenin yakınından geçerken, kimseye
çaktırmadan çeşmeden tarafa bakar. O da nesi? Katır kulaklarını kurnadan
çıkarmış, "hL.hih" diye kişniyor. Adam çaresizlik içinde:
Anam katırım, ben
senin orada olduğunu zaten bitiyorum; ama, bana söyletmiyorlar ki, der.
Biliyorum, bu örnek,
bugün, "kral çıplak," deme cüretini gösterenlere uygulanan, akıl
almaz entrikalar yanında çok basit kalmaktadır. Hatta, devede kulak bile
sayılamaz.
İşte bir dörtlük:
"Lügatlerde isim
yok bu tezada,
Gösteremez tarih,
böyle bir hata.
Dini çıkar alı haraç
mezada,
Uyduramam hiçbir
misale seni."
Bütün bu anlatılan
metotlarla, istediğiniz çizgiye gelmemiş olanlar çıkarsa; onlara karşı korkunç
denecek boyutta zorlayıcı tedbirler aldınn ve uygulatın.
Gerekirse yasal
kılıflar hazırlayın, kanunları öyle yorumlat ki; ülkenin asli çoğunluğu bir
anda suçlu duruma düşsün.
Bu konuda,
Napolyon'un:
Bana, hiç ilgisi
olmayan öyle bir konu söyleyin ki, onu yorumlayarak, sizi idama götüreyim"
sözündeki inceliği kendi amacınız doğrultusunda kullanmaya gayret edin.
Bazen demokrat
gözükün, ama; gerçekte tam bir diktatör ve müstebit olun.
Kitlelerin çoğu, kaba
kuvvete saygı gösterir ve ondan korkar. Bu, sosyo- psikolojik bir realitedir.
Mutlaka sindirmenin
yolunu bulun ve sindirin..vs..vs.
Bir araştırmacımız ve
düşünürümüz yakın tarihi sorgularken; hangi dönemin baskı ve istibdat dönemi
olduğuna şöyle açıklık getirmeye çalışıyor:
Abdülaziz dönemine
bakıyoruz, o gün ne idi?
İstibdat, baskı ve
zulüm.
Sonra Abdülhamit
dönemine bakıyoruz, o gün ne idi?
İstibdat, baskı ve
zulüm.
Sonra İttihat dönemine
bakıyoruz, o gün ne idi?
İstibdat, baskı ve
zulüm.
Şimdi, bu dönemler
bitti. O günler çok, geride kaldı. Şimdi yepyeni bir dönemin içindeyiz, peki,
bugün ne?
Bugün mü? ...Çarşamba,
ağabey...
Bize, geçmişimizi
karanlık ve iğrenç göstermeye çalışanlar, dinimizi ve inancımızı çağdışı ve
ilkellikle bağdaştırmaya gayret edenler, milli kimliğimizden uzaklaştırarak,
düşman milletlerin maskarası durumuna sokmaya uğraşanlar, sıra kendi
nesillerine gelince; bakalım nasıl davranıyorlar?
Bu konuda sizlere,
Fransızlann çocuklar için yazdırıp yayınlattığı enteresan bir çocuk kitabından
bahsetmek istiyorum:
Fransızca'dan dilimize
çevrilmiş, "Ahlat" isimli bir çocuk kitabı okumuştum.
Çocuklara Özellikle şu
mesajlar veriliyordu: "Bir bahçede muhtelif meyveler, kırmızı kırmızı
elmalar, boy boy armutlar, şeftaliler ve erikler vardır.
Bu meyveler içinde bir
armut ağacı elmaya, aşın derecede özenti duymaya başlar. Sürekli onun
tontonluğuna imrenip onun gibi olmanın yollarını araştırır.
Günün birinde bahçeye,
(kitapta tann deniyor; ama, biz inancımız gereği Hızır diyelim.) Hızır uğrar,
her meyvenin ihtiyacını sorar, sıra armuda gelince; armut yana yakıla, elmaya
benzeme konusundaki derdini anlatır. Eğer bu isteğinde muvaffak olmazsa;
ebediyen bedbaht olacağını," ifade eder.
Hızır da ona:
Her meyve kendi öz
şekliyle güzeldir ve o haliyle sevilir. Hiç kimse seni elmaya benziyorsun diye
beğenmez ve sevmez der. Fakat armut, ısrarından vazgeçmeyince, ona elmaya benzemenin
formüllerinden birkaç tanesini(istemeye istemeye) söylemek durumunda kalır.
Ancak; "Bu taklit yolunun, çok anormal bir özenti olduğunu, taklitçinin
taklit ettiğinin aslına hiçbir zaman, gerçek olarak dönüşemeyeceğini ve yerini
tutamayacağını," açık bir şekilde anlattığı halde, armut; bu şifa bulmaz
inadından vazgeçmez. Aldığı formülü uygulamaya koyulur. Armut olma özelliğini
kaybettiği gibi, elma da olamaz. Elmayla armut arasında, tuhaf bir görüntü
kazanır.
Bir gün bahçeye piknik
yapmak için bir grup genç gelir, her meyveden bol miktarda kana kana yerler. Bu
arada gençlerden bazılarının, taklitçi armut dikkatini çeker, "Bu neyin
nesi imiş, bir bakalım" derler, meyvelerinden koparıp tattıktan sonra
hayretle bir birbirlerine; "Bu ne elma ne de armut; bu olsa olsa ahlattır
"derler.
O tarihten sonra,bu
türün adının ahlat olarak söylendiği rivayet olunur.
Dünyada, anlaşılan hiç
kimse kimseyi, bir başkasının taklitçisi diye sevip taktir etmiyor. Bizi seven
aslımızla ve özümüzle sever. Taklitçiliğimizle sevmez.
Yapma bebek ne kadar
güzel olsa da;asıl canlı bebeğin yanında son derece basit kalır.
Kıyas dahi kabul
etmez.Taklit de bir nevi böyledir.
Her bitkinin,
yetişmesine uygun ortamı ve iklimi vardır. Bitkileri bu tabii ortamlarından
uzaklaştırmak onların kurumalarına veya cılız kalmalarına, bodurlaşmalarına
sebep olur.
Milletlerinde buna
benzer böyle milli kültür ortamları vardır. Bu ortamından koparılan
nesillerde; estetik haz ve zevk alma mekanizmaları feci şekilde dumura
uğrar.Mimariden, müziğe, edebiyattan sanata; dimağ zevkinden, damak zevkine kadar,
her bedii hususta kararsızlık ve kaos yaşanır. Ünlü kemancılarımızdan birinin
bu konuyla ilgili bir denemeyi, kendi ağzından dinlemiştim:
Konservatuara gelen ve
her fırsatta pop müziği dinlemek istediklerini söyleyen gençlere, teneke
gü-rültüsüyle doldurduğu kasetleri, pop kaseti diye dinletisini ve zavallı
gençlerin bu vahşi gürültüye anlamsız ve ritimsiz danslarla iştirak
edişlerini" tatlı bir üslupla anlatmıştı. Bizler de, trajik bir hayret
içinde dinlemiştik.
Yahya Kemal, bu tip
acı manzaralan değerli mısralarına şu şekilde yansıtıyor:
Derler: insanda derin
bir yaradır köksüzlük, Budur alemde, hudutsuz ve hazin Öksüzlük."
Kültür yozlaşmasına ve
zevk dumuruna farklı bir boyuttan bakmamız sağlayacak, şu örneği, gediğin taşı
olarak değerlendirelim.-
Bir Arap ailesi,
ülkemize turist olarak gelir. Şirin yörelerimizden birinde, bir pansiyon
kiralayarak yerleşir. Adam, yemeye içmeye bir şeyler almak için manava
gittiğinde orada, taze incir görür. İncirin tazesini hiç görmediğinden, alır ve
eve götürür, Aile bireyleri bu yemişi çok severler. Bir daha getirmesini
isterler. Fakat, bu sefer manavda incir kalmadığı için tarifle anlatmaya
çalışır:
Dün buradan, dışı deri
gibi, içi dan gibi bir yemiş almıştım, çocuklar çok sevdiler, ama, şimdi
göremiyorum, der. Manav, biraz düşündükten sonra, patlıcan olabilir mi diye?
Acaba, bu muydu? Bir
bakar mısın? der. Adam patlıcanı uçundan bir ısınr ve yüzünü buruşturarak:
Birader sen, dünden bu
yana, o meyvenin hem boyunu uzatmışsın, hem tadını kaçırmışsın, der.
Bu şanlı fakat,
talihsiz milletin zavallı evlatlan da, yabana kültürler karşısında düştüğü
şaşkınlıktan, bir iki asırdan buyana kendini kurtaramamaktadır. Kendi
kültürünün, boyunu ve tadını bir türlü, denk getirememektedir.
Ahmakı kandırmakla,
akıllıyı kandırmak aynı teknikle olmaz.
Ahmak kandırmak ve
yanıltmak kolay; İkna etmek zordur. Akıllıyı ikna etmek kolay; kandırmak
zordur.
"Uyanıkları
tuzağa iki ayağıyla düşürmek için" kurulan tuzağında uyanıkça kurulması
gerekir.
Uzmanlar bu tuzağa,
(beyin yıkama) "C" formülü diyorlar. Yani üç doğru arasına bir yanlış
yamamak...Bu şekilde çemberi tamamlayarak, çevirtmek...Doğrulardan hareketle,
yanlışı kabul ettirmek...Bir nevi şartlandırarak beyin yıkama....
Ahmağa, üç yanlış
arasına bir doğru koymak gerekir. O, mantıklı olandan şüphelenir.
Zannediyorum ki, bizim
aydın geçinen uyanıklar tuzağa böyle düşürülüyor. Doğrunun suda kırık gözükmesi
gibi, milli gerçekleri bir anda tersyüz ediyorlar. Bir tür halisünasyon yaşatmaya
başlıyorlar.
Tarih boyu
aydınlarımız yanılmaktan, bu millette onlara tahammül etmekten usanmamışlardır.
Tarihin tekerrür edişi
gibi, bu yanılma ve yanıltılma olayı, hep yenilenip durur.
İşte size, birkaç
antika örnek:
21Temmuz, 1905'de
Ermeni militan(Joris Efendi) tarafından, Abdülhamit'e suikast yapılır.
Aydınlarımızın bir kısmı, hiç tereddüt etmeden, bu bombalı suikastçıyı
desteklerler. T.Fikret:
"Ey şanlı avcı
damını beyhude kurmadın, Attın fakat yazı ki, yazıklar ki vurmadın" der.
Ahmet Refik ise,
yazdığı kitapta "Memleketi bir zalimden kurtarmak için, bu kahramanlığı
bir Ermeni vatandaşımız yapmıştır" diyerek, içindeki kini satırlara
aktanr.
Aydınlarımızın,
"Halisünasyonu"(serap görmesi), hala bitmiş değildir. Bu konu
üzerindeki örneklerle, "İhanetler Ansiklopedisi" yazılsa; en
kapsamlı kısmını bizim aydınlarımızın marifetlerinin dolduracağı kesindir.
Akıllıya, zehiri altın
kupayla verirler; ahmaklara, boyalı teneke kupayla verilse içirme şansı çok
daha fazla olur.
Bütün bu sebeplerden
dolayıdır ki, zeki gençlerimizin azami derecede dikkatli olması gerekmektedir.
Onlara hazırlanan tuzaklar, çok daha sinsicedir. Çok daha haincedir.
Siz zeki gençler,
tereği pusula yerine kullanamazsınız. İşte size, saf bir vatandaşın hikâyesi.
Bu anlatacağım olay yaşanmış bir hatıradır. Rahmetli kayınpederim, seksenli
yılların ortalarına doğru, fındık bekçiliği yapmak için, yan yaşlarında bir
kişi getirmişti.
Adamcağız, biraz saf
davranışlı idi, kendine göre doğruları ve saplantıları vardı. Adeta
bildiğinden çevirmekte imkansız gibiydi. Namazına, niyazına düşkün olan bu
vatandaş, ne hikmetse, kıbleye hep yanlış duruyordu. Kendisine, kayınpederim:
Kıblenin o yönde
değil, şu yönde olduğunu, söylediği halde, kabul etmemişken, kendisinin
kandırıldığını sanıp bozuluyordu:
Siz, beni
kandınyorsunuz, kıble, o yönde değil, bu yönde, diyordu. Ona bir gün:
Sen, kıblenin böyle
olduğunu nereden biliyorsun? diye, sorduğumuzda, verdiği cevap son derece
ilginç oldu:
Dayım bana, namaz
kılarken sol omzunu terek-ten yana çevirirsen, kıbleye dönmüş olursun, sîz, benim
dayımdan daha mı iyi biliyorsunuz ki, beni kandırmaya çalışıyorsunuz dedi.
Ahmakları ikna mümkün
olamadığından, tereğin konumunu değiştirerek işi halletme cihetine giftiysek
de, evin konumu uygun düşmediğinden, konu çözümsüz kaldı.
Yönetmelik ve
mevzuatlanmızda, bulunan sayısız komedi, trajedi ve dramlara birkaç örnek
verelim:
1993 Yılında, bir
gazetede haber olarak okumuştum. Sürücü belgesi almak için, askerlik durumuyla
ilgili bir bilgide isteniyormuş ki, yetkili memur, bir albaydan da bu tip bir
belge getirmesini ister.
Albay askerlik
şubesine vardığında, kuyrukta kadınlarında olduğunu görür. Sebebini sorunca,
onlannda askerlikle ilgili bilgi için burada olduklarını Öğrenir.
Mevzuattaki mantığın
bu olmadığını her idrak sahibi anlarken, yorum farkı bu manzaraya sebep
olmaktadır.
Yine seksenli
yıllarda, bir fakülte mezunu, ilkokul diploması fakültede kaldığından,
(İlkokul diplomasını dosyaya koyamadığı için,) gerekli evrakı tamamlayamadığı
gerekçesiyle, ehliyet sınavına giremediğini anlatmıştı. Mevzuatta ki: (Asgari
ilkokul diploması gerekir,) ifadesi galiba, "mutlaka ilkokul
diploması" şeklinde yorumlanmış ki, bu tirajı komik durum ortaya çıkmıştır.
Bir ithalat ve ihracat
belgesi almak için, yetmiş kadar yetkili imza taşıyan ayn belge istendiğini
duyunca, hayrete düşmüştüm, İşte girişimci yetişmesini engelleyen basit
gerekçelere dayanan bürokratik engeller.
Devlet vatandaşından,
ne kadar çok belge istiyorsa o kadar çok konuda vatandaşına güvenmiyor
demektir. "Güvenmeyene güvenilmez" prensibinden hareketle ülkemiz
baştan sona bir güvensizlik anaforuna dönüyor. Oysa, Demokratik ülkeler bu
olayı, anayasalarına koyduklan, ".. Devlet, vatandaşın, beyanına
güvenmektedir" yazarak hallediyor. Kendine güvenilen vatandaş da, bu
güveni boşa çıkarmıyor, oralarda usulsüzlük, yüzde, bir iki olurken,
vatandaşına güvenmeyen ülkelerde, yüzde seksenlere tırmanıyor. Bir örnekte
eğitimden verelim:
İlköğretimde, devamsız
bir öğrencinin ikâmeti bilinmiyorsa, durum bütün Türkiye ye tamim edilerek, en
ücra köydeki okula kadar resmi yazı ulaştırılıp, devamsız çocuğun, onların
okulunda olup olmadığı sorulur. On binleri aşan cevaplar alınır.
Milyarları aşan bu
harcamalar ve işlemler basit bir formalitenin yerine getirilebilmesi için
yapılmaktadır.
Sadece bir devamsız
öğrencinin, bu yolla takibi(ki, bu yolla sağlıklı bir sonuç alındığına
rastlanmamışken) okulsuz yörelere birkaç derslik yaptırabilecek harcamaya mal olmaktadır.
İşte size, tespitin
bir başka çeşidini anlatan ilginç bir örnek:
Bir diktatör, halkına
hitap etmek için, kürsüye çıktığı esnada, kürsünün önündeki kalabalıktan
"bir hapşırma" sesi işitilir.
Kim hapşırdi, ileri
çıksın bakayım, der. Halk, son derece korku içinde olduğundan, kimseden ses
çıkmaz. Bu sefer askerlerine dönerek:
Şu ön sıradakileri
kurşuna dizin, der. Yine önceki soruyu tekrarlar. Yine kimse öne çıkmayınca,
ikinci sıranın da kurşuna dizilmesini emreder. Bu sefer ikinci sıradan bir gariban,
süklüm, büklüm öne çıkarak:
Bendim, yüce
efendimiz, der. Diktatör, zoraki bir gülüşle, büyük bir soğuk kanlılıkla:
Çok yaşa evladım, çok
yaşa, niye çekmiyorsun ki, adam yiyecek değilim ya, bak ne kadar kibar davranıyorum?
der.
Diktatörler, çok yaşa
diyeceği kişiyi bu metotla tespit etmektedir.
Ne kadar sağlıklı bir
tespit olduğunu görmüş oldunuz.
Ben, "hüsnü
taliTi sadece edebi sanat zannediyordum. Hayatın gerçekleriyle yüzleşince
gördüm ki, bu "güzel sebep bulma sanatının" aynı zamanda uygun
gerekçe bulma veya uygun kılıf bulma şeklinde de kullanıldığını anladım. Her
kesim, toplum problemlerini, kendi zaviyesinden değerlendiriyor. Ona göre
sonuçlar çıkarıyor.
Yanlış anlaşılmasın,
kimsenin görüş belirtmesine, düşünce ortaya koymasına ve yorum yapmasına karşı
değilim. Ancak ben, görüş dikte ettirilmesine ve görüş dayatılmasma tahammülsüzüm.
Realiteye göre,
program yapma ve gündem belirleme yerine, gündeme göre realite bulmaya ve
oluşturmaya çalışırsak, toplum gerçeklerinin dışında kalmış oluruz.
Piyasadaki gündem
maddelerini incelerseniz, ne fosilleşmiş klişelerle, karşılaşacaksınız.
Sebepler ne olursa
olsun, şartlar neyi gerektirirse gerektirsin, hep birilerinin dayattığı ve ön
gördüğü sonuca, varmak zorunda bırakılırsınız.
Aksi takdirde
dinozorlar tarafından, anında imha edilirsiniz.
Sevimli kahramanımız
Temel'inde, deneyleriyle çıkardığı sonuç, hazırladığı rapor bu konuya biraz
olsun ışık tutmaktadır.
Temel biyoloji
asistanı olarak göreve başladığı laboratuarda, günlerce, bıkmadan, usanmadan
bir deneyin üstünde çalışır.
Temel'in bu gayretini
görenler, hayranlıklannı gizleyemez-ler.Temel'in deneyi şudur: Bir camekanm
içine koyduğu pirenin hareketlerini kontrol, sıçrayışlarını tetkik etmektedir.
Temel elinde bir
çubukla, camekana vurarak, "HOP" der, hayvan zıplar.
Sonra pirenin arka
ayaklarını keser, yine aynı komutu tekrarlar, fakat pire zıplamaz. Temel'de bu
şekilde kafasındaki sonuca ulaşmış olur. Raporuna, şunları yazar:
"Pirenin arka
ayakları çesuldüğünde, kulakları duymayı,"
İş sahiplerinin
çalıştırdığı elamanda arayacağı en önemli vasıflar, başta "iş ahlakı ve iş
disiplinidir."
Bu özelliklere sahip
eleman, işten kaçmaz ve kaytarmaz.
Yapmamak için bahane
icat etmez.
Yapmak, başarmak ve
mükemmel bir eser ortaya çıkarmak onun en büyük arzusu ve zevk kaynağıdır.
"Baştan
savmacı" bir mizaca sahip kimseler ise, her ihmallerine ayrı bir kılıf
bulurlar. Bir şairin dediği gibi:
"Her vakte bir
özür bulur, binamaz olan.." Kamuda karşılaştığımız en can alıcı mazeretler:
"
"O benim işim
değil ki," "O bana yazılı olarak tebliğ edilmedi ki," "o
benim branşımın dışındadır."...vs..vs..İşte bu tip mazeretlerin, ilginç
bir hikayesifYeni Türkiye mecmuasından)
"Benim İşim Değil
ki"
Hikayemiz, herkes,
birisi, herhangi biri, hiç kimse adlı dört kişi hakkındadır.
Yapılması gereken
Önemli bir iş vardı. Herkes, birinin bu işi yapacağından emindi,
Gerçi işi her hangi
biri de yapabilirdi ama, hiç kimse yapmadı.
Birisi buna çok kızdı.
Çünkü, herkesin işiydi. Herkes, her hangi birinin bu işi yapabileceğini
düşünüyordu ama, hiç kimse, herkesin yapmayacağının farkında değildi. Sonunda,
her hangi birinin yapabileceği işi, hiç kimse yapmadığı için, herkes birbirini
çok suçladı.
Hayatta en zor
işlerden biri,hatta imkânsız denecek kadar zor biri;budalaya yanlış izah etmek
ve kabul ettirmektir.Makul ve mantıklı insan, belirli ilmi kriterleri görünce
neticeyi tahmin ederek, hatasından vazgeçebilir.Hatadan vazgeçmekte; bir kabiliyet
ve fazilet gerektirir. Cenap Sahabettin, bu konuda "Ahmak, ışıkla alevi
kanştınr ve kendini her yakanı güneş sanır" demektedir.
Ne ilginç bir
tersliktir ki, ahmaklar kandırılabilirler de, ikna edilemezler. îkna olmakta
bir haslet ve meziyet gerektirmededir. İkna olmak için, belirli kıstasların,
bilimsel koordinasyonları, kıyas ve yorumlarının yapılabilmesi gerekmektedir.
Ahmaklar, konuşulanı
dinliyor gözükürken; alık alık bir bakışları vardır ki, konuşmacıyı çileden
çıkarır. "Ne anladıkları" sorulunca da, anladıklarını izaha kalkışmaları,
işin vahametini ortaya çıkarır.
Bunun için olsa gerek
ki, bir düşünür, "ilim cehli giderir; ama, ahmaklık baki kalır,"
der.
Şimdi, bu gediğe bir
taş ayarlamaya çalışalım:
Misafirperver bir
kişi, misafirine hoşça vakit geçirtmek için, Leyla ile Mecnun'un hikayesini
okumaya başlar.
Hikayenin uzadığını
görünce, misafir uykusuz kalmasın diye:
İstersen, burada
keselim, der. Misafir ısrarla.
Oku, oku uyku Önemli
değil, çok heyecanlı bir hikaye, der. Bunun üzerine ev sahibi, sabaha kadar
hikayeyi okumayı sürdürür ve hikaye biter. İkisi de yorgun ve uykusuz düşmüşlerdir.
Ev sahibi önemli bir işi başarmış olmanın mutluluğu ile misafirine sorar;
Hikayeyi nasıl
buldunuz efendim? der.Adam, memnun tavırlı:
Çok müthiş, çok eşsiz
bir hikaye.ömrümde bu kadar güzel bir hikaye dinlemedim: Ancak, bir noktayı
tam olarak anlayamadım.der. Ev sahibi büyük bir merakla:
Neresini
anlayamadıysanız? Söyleyin, açıklayayım der. Misafir:
Acaba, Leyla,
Mecnun'un nesi oluyordu? Onu anlayamadım, der.
Ev sahibinin o anki
halini siz düşünün.
Gerçek olan şu ki,
global sistem kendi belasını üretiyor.
İnsanlık, stres,
endişe, güven bunalımı ve korku gibi ruhi marazlarla iç içe yaşamaya başladı.
Artık asabiyet ve stres çağımıza damgasını vuran hastalıklardır.
Tahrip olmuş bir sinir
sistemi diğer bütün hastalıkların açık davetçisi durumundadır.
Pekiyi;
"İnsanları böylesine geleceğinden güvensizliğe düşüren, maziyi karanlık
gösteren, bunalımlara sebep olan olgu nedir?"
Bu soruya verilecek
cevap, ciltler dolusu akademik çalışma gerektiren, konulan içermektedir. Her
tavrın ve her hareketin yapmacık olduğu çağımızda, insanoğlu neye, nasıl güven
duyacaktır.
Güzelliklerin dahi
sahte hale dönüştürüldüğü, doğallıkla, yapmacıklığın birbirinden ayırt edilemez
duruma sokulduğu, bebeklerin ağzındaki memelerin dahi, "yalancı meme"
olduğu, silikonların yaratılışın önüne geçmeye çalıştığı, her çeşit senaryonun
hayali olduğu bir alemde, acizleşen insanoğluna mutlak manada ümidi ve huzuru
ne bahşedebilir?
Temelinde menfaat
duygusunun ve yalanın yattığı ideolojilerin insanoğluna gösterdiği adres
çıkışı olmayan bunalımlar labirentidir. Orada, serap, aldanış, gözyaşı ve
hüsran vardır.
Bu kadar sistemli bir
şekilde düzenlenmiş sahtekarlıklar karşısında günlük hayatımızda karşılaştığımız
acizlik ifadesi kaçamak yalanlar, son derece basit kalmaya başladılar.
Sanki, yılanın yanında
sivrisinek misali...
İşte böylesine
ihtişamlı ve yaldızlı yalanlar yanında, şu aciz garibanın haline bakın.
Gencin biri, parkta
bir arkadaşına mektup yazmaktadır. Görgüsüz bir tipte yan taraftan mektubu
okumaya çalışmaktadır.
Mektup yazan, genç
adama ters ters bakar; fakat, görgüsüz bir türlü durumu kavrayamaz. Genç,
sonunda mektubuna, şu ifadeleri yazmaya başlar:
"Arkadaşım, sana
daha çok şeyler yazmayı düşünüyo-dum; ama, şu anda bir görgüsüz ve münasebetsiz
başımda durdu, sürekli mektubumu okumakta. Onun için kısa kesiyorum, kusuruma
bakma."
Adam, pişkin ve
umursamaz bir tavırla: - Hemşerim, niye
arkadaşına yalan yazıyorsun. Senin mektubunu okuyan mı var? der.
İnsanoğlunun en kolay
yakalandığı olta, menfaat oltasıdır. Çıkarın cezp etmediği av, çok azdır.
Maddeci düşüncenin
değişik versiyonlarını içinde barındıran, Batı medeniyetinin menfi yüzü, her
bitirdiği konuyu, dejenere ettiği hususu yeniden elde etmek için
sistemieştirir.
İnsanlığı dejenere
ettikten sonra, insan haklarını geliştirmeye ve kurallarını oluşturmaya
başlamıştır. Elbette bu yapılanlar içinde insanlığın menfaatine olan çok
hayati konular vardır. Biz burada, konunun Özünü irdelemeye çalışıyoruz. Ferit
Kam
"Medeniyette
hayli terakkiler var, bu gidişle mün-tehasını bulacak,
Böyle hızlı giderse,
korkarım, bir gün insanlık belasını bulacak" demiştir.
Çeşitli
buluşlarla,önce ekolojik dengeyi bozuyorlar.Hatta, klora- flora karbon ve
türevleriyle ozon tabakasını bile delik deşik ettikten sonra,
"çevreciliğin kriterlerini" oluşturmaya çalışıyorlar.
Bizimkiler, ne icat
aşamasında, ne de, kurallarla koruma aşamasında bu işin bir yerlerinde değiller
ama, tahrip noktasında, hiç de geri kalır yanımız yoktur.
Pekiyi, kriterlere
uyma konusundaki duyarsızlığımız; "köpeği, Öldürene
sürüklettirirler" sözümüzdeki yaklaşım gibi, tahripte onlarla birlikteyiz,
onarmada yavan davranıyoruz.
Kimse ayranım ekşi
demez. Herkes kendi açısından, kendini haklı görmektedir. Kusurunu mertçe
itiraf edene nadir rastlanır..
Batı medeniyeti ile
İslam medeniyetinin özünü karşılaştırırsak, batı medeniyetinin özünde, çıkar
ve tahrip vardır. Bunun en canlı örneği, yapılan iki dünya savaşıdır.
Öldürülen insan sayısı yüz milyona ulaşmıştır.
Bunun faturasının ağır
olduğunu görerek, farklı projelerle zayiatı asgariye çekmeye çalışıyorlar. Bu
geçmişe rağmen şimdi bize, insan hakları dersi verebiliyorlar. Biliyorlar ki,
biz şu an, onlann bize benimsettiği bazı ideolojilerle bu ihlalleri yapıyoruz.
"Tereciye tere
satılmaz", "bizim size lanse ettiğimiz o ideolojinin, vahşi bir
sistemi öngördüğünü, siz, bizim kadar bilemezsiniz" demeye getiriyorlar.
El hak, doğru söylüyorlar.
Maddeci felsefe, kendi
teorilerine öyle yaldızlı kılıflar buluyorlar ki, cazibesine kapılmamak hayli
güç hale geliyor. Kendi özkaynaklanndan mahrum bırakılan, aymazlar bir balık
saflığı ile bu oltalara koşuyorlar.
Nesilleri
"zombileştirmek" nasıl olsa rağbet gören bir iş kolu.
Batının çıkar oltasıyla,
Temel'in balık oltası arasındaki kıyas kabul etmez farkı size bırakıyorum:
Avlanmanın yasak
olduğu bir gölette, Temel'in oltasıyla balık tutmaya çalıştığını gören görevli:
Burada balık tutmanın
yasak olduğunu bilmiyor musun? Temel umursamaz bir tavırla
Pen, pahk tutmirum,
der. Görevli öfkeli:
Ne yapıyorsun ya? Çek
bakalım şu, oltanı.Temel oltayı, ucunda solucanla birlikte çeker. Çok Öfkelen
görev!i"Nedir ya bunlar, der. Temel yine aldırmadan:
Uşağımı, ben, hau
zavallı solucana yüzme öğretmeye çalışınım, der.
Temel'in solucanı,
Temel'den, ne kadar yüzme öğrenirse, bizim medeniyetimizde, diğer
medeniyetlerden o kadar, insanlık Öğrenir.
İş verimini artırmak
için en Önemli husus, sağlıklı bir istihdam, planlama ve iş taksimidir.
İş bölümünü ne kadar
mükemmel yaparsak yapalım, yinede gözden kaçan bir konu olabilir. Bu herkesin
yapa bileceği sıradan bir aynntı iken, önemsenmeyişinden dolayı ortada kalakaldığını
ve problem oluşturduğunu görürüz.
Konuya şöyle bir bakış
açısı getirelim: Bir gün kan grubumuzun acilen anons edildiğini duyarız.
Belkide de o an bir kişi bu kanı bulamazsa, ölecektir.
Bu gerçeği bildiğimiz
halde, "nasıl olsa bir giden olur" mantığı ile, umursamaz
davranmz.Kan vermeyi ihmal ederiz. Şayet o hasta, kan bulamadığından ölürse, bu
umursamazlığımız, bir tür, cinayete pasif iştirak sayılmaz mı?
Alimlerimiz, bu olayı
dini açıdan değerlendirirse, olayın "farzı kifâye" mesabesinde
olduğunu açıklarlar zannmdayim.
"Bana ne?"
anlayışını bu ülkeden acilen sürmemiz gerekir. Bir şairimizin dediği gibi:
"Bana neyi
akıllılık sananın,
Başı varda, beyni
yoktur inanın....."
Aldırmazlığını
aldırmamız, umursamazlığı kaldırmamız lazımdır.
İşte klasik
ihmalciliğimize bir örnek:
Müftünün biri, yeni
yaptırdığı caminin önüne mermer bir havuz yaptırdı. Konuşmasının sonunda,
cemaate:
Yann camiye gelirken
herkes bir kova su getirerek, havuza koysun, dedi. Söylenen zaman gelir,
havuza bir kova su bile gelmediğini gören hoca, cemaatten bazılanna:
Niye, su getirmedin?
diye sorar, onlar:
Nasıl olsa, herkes
getirir, bir benimki fark edilmez, diye düşünmüştümderler. Hoca, bunun üzerine:
İşte, bu ümmetin geri
kalışın en büyük sebebi. Kimse üzerine sorumluluk almıyor. Herkes, mesuliyeti
başkalanna havale ederek, işi birilerinin yapmasını bekliyor. Oysa,
mazi-mizdeki yükselme döneminde, anlayış böyle değildi: "Ben, görevimi
eksiksiz yapayım, yapma imkanı olmayana da yardım edeyim" şeklindeydi.
O gün onlar öyleydi,
dünyaya hükmediyorduk. Bugün biz böyleyiz, dünya bize hükmediyor.
Organizasyon
Fransızca'dan dilimize girmiş, günlük hayatımızda kullanılan bir kavramdır.
"Düzenlemek işi,
düzenleme ve tertip" manalarında
kullanıldığı gibi,
"kuruluş, kurum ve teşkilat" anlamlarında da kullanılır.
Organizatör de,
organizasyon işini yürüten kişidir.
Günümüz dünyasında bu
iş en revaçta olan mesleklerdendir. Sektör olarak, en önde gelen
sektörlerdendir.
Günümüzde başanlan
işlerdeki payın en önemli kısmı, organizasyona aittir.
Her konuda olduğu
gibi, batı bizi bu konuda da, fersah fersah geçmiştir. Japonların yaptırdığı
bir araştırmada; Bireysel bazda, en başanlı milletin Türkler olduğunu fakat,
organize işlerde, en başarısızlar arasında yer aldığımızı görüyorlar. Bu
tespitin doğru okunması gerekir.
Biz, çok önemli bir
konuyu, organizasyon bozukluğu ve planlama hatasından berbat hale sokarken,
batı milletlerinin, basit bir konuyu, organizasyondaki basanları nedeniyle, bir
anda dünya gündemine taşımaları üzerinde çok durulması gereken bir husustur.
Biz haklı
davalarımızı, anlatamaz, hatta yanlış anlatırken, onlar yanlışlarını öyle
planlı takdim ederler ki, dengeler bir anda altüst olur.
Günümüz şartlarında,
organizasyonun önemi saymakla bitmez. Çoğu üniversitelerde, bu iş için özel
kürsüler oluşturulmaktadır.
Birde, işi tamamen
akıntıya bırakmış milletler vardır ki, her konuda, hüsrana uğramaya mahkum ve
mecbur gibidirler.
Potansiyel
imkanlarımızı çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir.
Biz, bir şeyi geç
kabulleniyoruz. Eğer, bu işi tam olarak kabullenirsek, kısa zamanda, büyük
işler başarabileceğimizden kimsenin şüphesi olmaması gerekir.
İşte, bu gerçeğin,
çarpıcı ve esprili bir örneği:
İkinci dünya
savaşında, Alman orduları, Yoguslavya'yı da istila etti, Nazi subaylanndan
biri, Bosna yöresinde bir handa gecelemek zorunda kalır. Gece ihtiyacını
gidermek için, tuvalet arar, bulamayınca, hanın bekçisini uyandırır ve sorar:
Bu hanın tuvaleti
nerede? Bana gösterir misin? der. Hancı şaşkın ve ürkek:
Bu handa, tuvalet
yoktur efendim, demek zorunda kalır. Nazi Subayı:
Peki, siz ihtiyacınızı
nasıl görüyorsunuz? diye sorar. Hancı:
Benimle gelir misiniz
efendim? der ve peşinde subayla, handan çıkar, bir tarlaya doğru götürür,
parmağı ile ileriyi göstererek:
İşte, oraya doğru
gidip, ihtiyacımızı görürüz, der. Nazi Subayı, gidip, döndükten sonra:
Siz, nasıl
milletsiniz, sizde bir tuvalet yapacak kadarda, organizasyon yeteneği yok mu?
diye çıkışır. Bosnalı, mahcup bir eda ile:
Şayet, o organizasyon
dediğin şey, bizde olsaydı, şimdi, sen, bizim tarlaya değil de; biz sizin
tarlaya ediyor olacaktık efendim, diye anlamlı bir, itirafta bulunur.
İşte, size
organizasyonun önemini gösterecek, çok çarpıcı bir örnek.
Görenek ve
geleneklerin çepeçevre kuşattığı kırsallarımız ve köylerimiz; aynı zamanda da,
fedakarlığı, saflığı ve iyi niyeti de temsil etmektedir.
Metropollere doluşan
garibanlar, çoğu zaman bu töreleri de taşırlar o metropol bulvarlarına. Taşralı
kültürle, kent kültürü arasında amansız çatışmalar yaşanır. Zaman zaman, belli
alanlarda, belli konularda trajikomik görüntüler sergilenir. Gelir uçurumlannm
ayırdığı bu tabakalar arası yaşananlar, kitaplara, filmlere konu olur çoğu
zamanda.
Bu çelişkiler
arenasında yaşananlar, sosyal bünyemizde her gün biraz daha derinleşen yaralar
açılmasına, sebep olurlar.
Ülkemizde bu derece
hızlı yaşanan bu sosyal sirkülasyon; belki de dünyanın hiçbir yerinde bu derece
yoğun görülmemektedir.
İşte, bir sefalet
abidesi gibi, bütün ihtişamıyla, karşımızda duran varoşlar. O varoşları
dolduran, Anadolu'nun bağn yanık garibanları. O garibanların, ortaya koyduğu
sayısız, trajikomik olaylardan, sadece bir tanesine bir örnek:
Sirkeciden kalkan bir
trende, garibanın biri nasıl olmuşsa bir yer kapabilmiş. Ayakta kalan
uyanıklardan biri, bu garibanı yerinden nasıl kaldırabileceğini tasarlar, imdat
kolunu çekmeye çalışıp ta, çekemiyormuş gibi yapar. Sonra arkadaşına:
Uğraştım, katiyen
çekemedim, sen çekebilir misin? Diye sorar. Arkadaşı da, denemiş gibi yapar:
Çekemedim, imkânsız
çekilmiyor, der. Bunları izlemekte olan, saf gariban:
Uşaklar, çekilin bir
de ben bakayım, der ve yerinden kalkıp, kolu çekmeye gider ve asılıp, çeker.
Birden, tren durur. Kontrol görevlileri vagona koşuşurlar, bakarlar hiçbir
tehlike yok, asabi bir ses tonuyla, sorar:
Bu imdat kolunu
hanginiz çekti ulan? diye. Adamcağız, büyük bir marifet yaptığını zannederek,
sağ pazusunu
Ağan, ağan, hem de tek
koluyla, der. Garibanın yeri kapılmışken, bir de fena şekilde azarlanır.
Politik arenamız,
oldukça ilginç ve karmaşık manzaralarla doludur.
Ankara'daki
yetkililerin, genel politik çözüm üretmeleri gerekirken; mahallinde bir
muhtarın veya bir mahalli yöneticinin dahi kolaylıkla halledebileceği işlerin
tutsağı haline gelmeleri, çözümsüzlüğün en önemli ayağını oluşturmaktadır.
Vefa, bitkisinin hiç
çiçek açmadığı iklim, şüphesiz çıkar eksenli politikanın hüküm sürdüğü
ortamlardır. Bu ortamlarda, kurulmuş olan makinelerin yegane görevi insan
öğütmektir.
Orası, ehliyetin,
liyakatin, faziletin, ilmin ve irfanın hiç ba-rınamadığı lanetli bir muhit
sanki,.. Entrikanın, fitnenin ve fesadın en gür boy attığı, bitirimler
çıkmazı...
Feodal ağaların, çete
reislerinin, kasaba kabadayılarının . ve bilcümle madrabazların yönlendirdiği
ve yönettiği bir ucube meslek, kamu yararına çözüm üretmekten uzak politika çıkmazı.
Milli iradenin gerçek
belirleyici olması için sabrımızı daha ne kadar zorlayacağız,
bilemiyorum.Günümüzde artık, bağımsızlığın, hür ve müstakil olabilmenin yegane
kaynağının, bu olduğunu anlamak için, daha ne yapılması gerektiğini de kestirebilmiş
değilim.
Bu hakları, artık;
kimse bu şanlı millete lüks saymamalı ve çok görmemelidir.
İşte, popilis
yaklaşımlardan birine, ilginç bir örnek:
Hala, feodal yapının
hüküm sürdüğü yörelerimizden birinde, bir aday, ağanın yanına gider ve ağaya,
minnetle:
Ağam, lütfedersen,
sayende şu köy kahvesinde halka, bi konuşma yapayım, der. Ağa hemen emreder,
köy kahvesi ağzına kadar insanla dolar. Aday, konuşma yapmak için bir sandalyenin
üzerine çıkar, başlar, en üst seviyeden konuşmaya. Konuşur, konuşur. Öyle bir
noktaya gelir ki, flaş cümleyi patlatır:
Ey Kanuniler, ey
Fatihler, ey Yavuzlar kalkın da, bizim bu ülke için yaptığımız hizmetleri
görün...der. Ağa, biraz hayret ve hiddetle ayağa fırlar:
Lo hırbolar,
begefendi kimlerin ismini sölise, kalksa ya lan ayağa...diye
gürler.
İşte politikamızı
yönlendiren ve besleyen kaynaklar...
Belli konularda
gösterilen, genel reaksiyonlara, milli refleks diyoruz.
Kısaca; vatan, millet
ve mukaddesat aleyhine olan konularda, sosyal refleksin reaksiyona dönüşmesi
kitle tepkisinin boyutlarını gösterir.En önemli konu, bu toplumsal potansiyeli
doğru kullanabilmektir.
Sağlıklı tepki, nedir?
Ne değildir?
Uygun konuda, uygun
zamanda, uygun mekanda ve uygun tarzda ortaya konulan reaksiyondur. Bu
kriterlerden biri noksan olursa, hedef ıskalanmış, demektir.
Ne hikmetse, toplum
olarak tepki oklarımızın, hedeflerine pek iltifat etmedikleri bilinen bir
vakıadır. Kimi oklar, hedefi de ileri geçer, kimileri yan yolda kalıp, hedefe
ulaşamaz. Amaç, hedef olduğuna göre, hedefi geçenle, hedefe varamayan
arasında, basan acısından, pek fark yok sayılır.
Kimileri, bir bardak
suda fırtına kopararak, yersiz gerginlikler meydana getirir. Kimileride,
fırtınadan bir bardak su çıkaramaz, her konuda, aciz ve tepkisiz kalırlar.
Neye, ne zaman ve
nasıl tepki gösterdiğimizi, Urfalı kardeşlerimizin, şu meşhur, "is
ot" fıkrasında görmeye» çalışalım:
Fransızlar, Urfa'yı
işgale yeltendiği esnada, ahali kıraathanelerde dama oynamaktadırlar.
Haberciler peşpeşe sökün edip:
Kalkın, ey hamiyet
sahipleri, şehir elden gidir, dedikleri halde, yine kimse aldırmaz. Bir başka
grup haberci:
Düşman, namusa
saldırmaktadır, yetişin, dendiği halde, yine kimsenin kılı kıpırdamaz. Bir
başka grup haberci gelir ki:
Yetişin ey Urfalılar,
düşman isot tarlalarına girmiş dır, derler, bir anda ortalık toz duman olur,
bütün Urfa ahalisi ayağa kalkar.
Daha durulur mu? Keko,
biz, hep mi öldük ki, isot tarlalarını düşman ayağı bastirak, diyerek, öyle
bir hücuma geçerler ki, düşman neye uğradığını anlayamaz, anasından doğduğuna
pişman olur, Urfa topraklarını, bir daha dönmemek üzere terk ederler.
Urfalı kardeşlerimiz,
11 Nisan destanını, böyle esprili bir şekle çevirerek anlatırlar. Urfalıların
vatan, namus ve din kolularında ne kadar, hassas olduğunu bilmeyen yoktur,
Ancak, millet olarak bazen, amaçla, aracı karıştırdığımız, önemli konuda
tepkisiz kalıp, basit konuda fırtına kopardığımızda bir vakıadır.
Bu gerçeğe ışık
tutması için bu hoş espriyi üretmiş olsalar gerek.
Urfa, öğretmenliğe ilk
başladığım yer olduğundan, onlardaki Haliliyyetin, hoş görüsüne sığınarak,
konuma misafir etmek istedim.
Bilvesile, Urfa'yi
Şanlıurfa yapan, bu yiğit kardeşlerimi, hasretle selamlıyorum.
İlkel toplumlarda
kayıtsız şartsız kabile şefine itaat kültürü hakimdir. Kabile şefinin
buyrukları, kutsal addedilerek, hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaksızın
uygulanır.
Bu itaat kültürü, öyle
iflah olmaz bir saplantıdır ki, kişinin ve toplumun bütün potansiyellerini
sıfıra indirir. O insanların, ölülerden farkı, sadece hareket etmeleri ve yiyip
içmeleridir.
Bu insan
topluluklarını, yürüyen kadavra saymak hiç haksız bir benzetme sayılmaz. İşte
geriliğin, ana sebeplerinden en önemlisi....
Bu tip anlayışların
günümüz milletlerinde de yansımalarını ve kalıntılarını, bol miktarda bulmak
mümkündür. Çağdaş statükonun anası, bu tarihi tortulardır.
Milletlere en fazla
zaman ve enerji kaybettiren de bu tip saplantıları aşma gayretler karşısındaki
anlamsız dirençtir. Gelenekçi hazırcılar, yeni çözüm yolları üretme yerine, bu
tip hazır formülleri, her probleme uyarlamaya çalışarak çözümsüzlüğün en
büyük kaynağını teşkil etmiş olurlar.
Bazen, bir ceberudun
dayattığı şablonun sonsuza kadar, bütün dertlerin devası zannedilmesi, insan
türüne yapılabilecek en büyük kötülüklerin başında gelir.
Bu teslimiyetçi
zihniyet içinde, nice mağluplar vardır ki, kendini en büyük galip zanneder.
Nice düşmüşler vardır ki, kurtulmuş olduğuna inandınlmıştır. Durmadan, içten
gelerek ve yüksek sesle kurtuluş şarkıları haykırır. Kendini kurtardığını
zannettiği kimseler için kurbanlar keser. Zaten en büyük kurbanda, bizzat
kendisidir.
Böyle paket çözüm
üreten kurtarıcılardan birine, küçük bir örnek verelim:
Köylünün birinin
elinde, antika değeri yüksek, kıymetli bir küp bulunmaktadır. Aynı zamanda da
ahınnda besleme bir tosunu vardır ki, kimse bakmaya kıyamaz.
Zaman zaman bu köylü,
küpü rutubetten yıpranmasın diye güneşe çıkarır. Günün birinde, öküz yularını
kırarak dışarı fırlar, evin bahçesinde gezinirken, güneşletilmek üzere çıkarılmış
küpün içine başını sokar. Ev halkı acele koşar öküzü zapt eder, fakat, bütün
çabalara rağmen öküzün başını küpten kurtaramazlar.
Babanın birdenbire,
bulmuş gibi gözleri parlayaıJ;, oğullarından birine:
Hemen koşun, köy
büyüğünü çağırın, o her İşin çözüm şeklini bilir, der. Köy büyüğü çağrılır,
durumu görür, çözüm üretmek üzere hayvana profilden biraz baktıktan sonra, karanı
verir:
Derhal, öküzü kesin,
der. Acele öküz kesilir. Fakat, kesik baş, küpten yine çıkarılamaz:
Şimdi ne yapalım?
Ağam, derler. Ağa, bilmiş bilmiş elini şakağına götürür ve kararını verir:
Derhal küpü de kırın,
der. Hiçbir itiraz olmaksızın küpte kırılıp, öküzün başı ortaya çıkınca,
zavallı köylüler öylesine sevinç çığlıklan atıp, büyüklerine dualar etmeye
başlarlar ki, görme gitsin:
Sağol ağam, sen
olmasan, biz hepten çaresiz kalıyoruz, Yaratan, seni başımızdan eksik
etmesin.....
Büyüklük kavramı,
günümüz mantalitesine göre hayli kay-paklaşmıştır.
Kavramdaki, kayma ve
sapma katsayılarını, hakkıyla hesaplayabilmek için, bu konunun, dünya çapında
uzmanı olmak gerekir. Bizler, sapmalann farkında oluruz ama, katsayılarını
net olarak, belirleyemeyiz.
Her mesleğin, branşın,
ve anlayışın değişik büyükleri vardır.
Büyüklük, kişinin
kullandığı paydaya veya, kritere göre, değişiklik arz eder.
Hz. Musa, bir yönde
büyükken; Firavun, bir başka yönde büyük sayılır. İman cephesinin büyüğü ayrı,
inkâr cephesinin büyüğü ayndır.
İnsanlığın, inşası,
ihyası ve imarı esas alınırsa; zirvedeki en yüce bayrak, tartışmasız, Fahr-i
kâinat efendimizin olacaktır.
Zira, bu tespit,
bilimin tarafsızlığının göstergesi olan, bilgisayarın bir sonucudur. Dünya
çapında ünlü program uzmanı, Mikail HARÇ, en bilimsel verilere ve insanların
çağdaş ihtiyaçlarına karşı verilen mesaj ve formüllere göre, geliştirdiği
programı bilgisayarına yükleyerek, yüz ünlü kişiyi derecelendirmesini istiyor.
Bilgisayarı her defasında, Peygamberimizin ismini başa koyar. Başka
bilgisayarlarda aynı program uygulanır, netice yine aynı çıkar.
Bu durumu arkadaşlarıyla,
enine boyuna tartıştıktan sonra; "Ya bilim yanlış, ya da doğrusu bu"
demek zorunda kalıyorlar.
Ancak söz konusu olan
insanlığın imhası, ifsadı, ifratı ise; büyüğünde, kimliği, kişiliği ve vasıflan
değişiyor demektir. Cennet ehlinin büyüğü ayn kulvarda, cehennem ehlinin ki
ay-n kulvarda seyrediyoriardır.
Nemrutlar, Firavunlar
ve hatta bunlara rahmet okutanlar, peygamberlerle mutlaka karşı cephede yer
almaktadırlar.
Filozof Rıza:
"Hattı yok
açlıkla derde girenin, Sehbayi kazada boyun verenin, Lanetle anılan
cebabirenin, Bunlar rahmet okuttu en küstahına."
Derken, rahmetli
büyükleri değil, lağnetli büyükleri kast ediyor olsa gerektir.
Gerçi bütün bu
varsayımlar, kişinin bakış açısına, duruş biçimine, bakış amacına göre
değişmektedir. İşte, bu değişikliği simgeleyecek bir gediğin taşını arz etmek
istiyorum:
İki belalı, kafaları
iyice ütüleyip, piknik alanında gezintiye çıkmışlar. Gezerken, bakarlar ki,
çalıların arasına doğru bir hayvan ilerliyor, biri hemen söylenir:
Bak, bak ne kadar iri
kurbağa? der. Öbürü, atılır:
O kurbağa değil,
düpedüz tosbağadır, der. Kurbağaydı, tosbağaydı, derken, eller silahlara doğru
kaymaya başlar, tam bu esnada, karşıdan bir garibanın geldiğini görürler:
Buna, hakemlik
yaptıralım, derler. Adama, bir tanesi, çıkışır:
Şunun kurbağa olduğunu
görüyorsun değil mi?der. Öbürü, daha baskın bir ses tonuyla:
Haydi bak, tosbağa
olduğunu görüyor musun, diye gürler. Adam ikisinin de vaziyetini anlamıştır.
İlk soranın hizasından bakar:
Ağabey, buradan
bakınca iri bir kurbağa, öbür adamın hizasına geçer; buradan bakınca da, mükemmel
bir tosbağa görünüyor, diyerek oradan hızla uzaklaşır.
Kim, kimden büyük
sorusunda da, cevaplar böylesine farklılık arz edebilir. Baktığı kişinin safına
göre şekil alır.
Uyanıklar, kendi
isteklerini, "toplumsal realite" olarak takdim ederler. Bu kuralın,
aksine hiç rastlayamadım.
Şayet insanlar, böyle
çarpıtmalardan vazgeçebilseler, problemlerin çoğu kendiliğinden son bulur. Bu
tip yorumları insanlar, "alt benle" yapmaktadırlar. Eğer, "üst
benle", yani sağ duyuyla yapmış olsalar, biraz daha, olumlu sonuçlar elde
ederler.
Mevlana Hazretleri:
"Nice insanlar
vardır ki, sevindiren yalanı, üzen gerçeğe tercih ederler" der. Yani,
nefsine hoş geldiği için yalana sarılırlar.
"Dişimize
geliyorsa, işimize gelir" deyişi
de, aynı gerçeğin, halk ağzıyla ifadesidir.
Psikolojide,
"formasyon reaksiyoner" denen bir davranış biçimi vardır. Bu kişiler,
kendilerini olduklarından farklı göstermeye ve de görmeye çalışırlar.
Çirkin biri, kendini
güzel göstermek için, güzelliğin tanımını bile değiştirmeye kalkabilir. Yaşlı
biri, genç gözükmek için, akla hayale gelmedik maskaralıklar sergiler. Vs.
İşin kötüsü, bu
arzusunun başkaları tarafından da, tartışmasız, kabul edilmesini ister. Zaten,
gerginlikte, işin burasında çıkar.
Bu sendroma yakalanmış
bir bayanı örnek verelim:
Temel, gösterişe
düşkün bir bayanın komşusudur. Komşu ziyaretlerinden birinde, Temel'e:
Sizce, kaç yaşında
gibi gösteriyorum, diye sorar. Temelde, onu onure edecek bir cevap verir. Bu
cevaptan çok hoşlanmış olmalı ki, her fırsatta, Temel'e bu soruyu tekrarlamaya
başlar. Yine, seçkin insanların bulunduğu bir ortamda, Te-mel'in çok dürüst,
kibar, sempatik bir insan olduğunu anlatıp, herkesin dikkatini, Temel'e
yönlendirdikten sonra, pat diye, kıntarak malum soruyu yöneltir:
Temel Bey, ben kaç
yaşında gibi gösteriyorum, der. Temel, biraz ezilir büzülür, ısrara devam
edince:
Ne diyeyum, neşenuza
pakulursa 19, fiziğinize pakulur-sa 20, kıyafetunuza pakulursa 22, gibi
gösterisun, der. Kadın bu cevaptan, o kadar mutlu olur ki, şuh kahkahalar
atarak, sorusunu sürdürür:
Ama, Temelbey, kesin
bir rakam söylemedin, deyince, Temel daha fazla dayanamaz:
Kesun rakam
istiyorsan, sÖyleduklarumu toplar-sun, der ve konuyu kapatır.
Osmanlı ediplerinden
biri; "Ayarı bozuk olanın, tartısı doğru olamaz" demiştir.
Bilimde, formüller
oluşturulurken, mutlaka sabit değerlerden yararlanılır.
İnsanlık, temel
konulan çözümlemek istiyorsa, önce, sabit değerlerini gözden geçirmek
zorundadır. Yüzeysel konularla, zaman kaybetmesi hiç hayra alamet bir husus
değildir.
Temel değerlerimizin
başında, "elest meclisindeki ahdimize" vefa göstermemiz,
gelmektedir.
Bu konuda, vefasızlık
yaparsak; maddemiz ruhumuza, nefsimiz vicdanımıza, galebe çalmaya başlar.
İnsani değerlerimiz tersyüz olur.
İşte, çağımızda
yaşanan buhranlara sebep teşkil eden faktörler.
Salt manada kuvvete
dayanan maddeci, yaldızlı felsefi doktrinler güçsüzlerin haklarına tecavüzü
meşrulaştırarak, nefsi tatmin etmeyi hayatın gayesi haline getirmişlerdir.
Bizler, doğru hedefe
yanlış şekilde giderken; maddeci telakkiler, yanlış hedefe doğru atış
yapmaktadırlar. Amacı doğru, aracı yanlışlarla, aracı doğru amacı yanlışların
oluşturduğu çelişkiler arenası...
Aksesuarlann
doğruluğu, sathi düşünenleri yanıltmasın. Önemli olan aksesuardan önce,
senaryonun özüdür.
Gerçek huzur, fizik
gerçeklerin bile ahengini teşkil eden dayanışma prensibidir.
Altının saflığı,
mihenkle anlaşıldığı gibi, sistemin meşruluğu da, hakkı ve halkı referans
almasına bağlıdır.
Kimileri, yanlış şeyi
doğru adreste ararken, kimileride, doğruyu yanlış adreste arama tutarsızlığını
inatla sürdürmeye çalışmaktadır.
Vicdanlann hafızasına,
"GALÜ: BELA" diye bir şifre kaydolmuştur. Bu şifreyi, deşifre edecek
bir, cihaz geliştirilebilirse; hepimiz, "EBED" şarkılarının lahuti
nameleriyle mest oluruz. İşte biz, önce bu deşifrenin formülünü geliştirmek zorundayız.
Rahmetli Nasreddin
Hocamız, bu çelişkinin, farklı bir versiyonunu, bize şöyle ders vermektedir:
Hocanın köy
meydanında, yana döne, bir şey aradığını gören komşulan, merakla sorarlar:
Hocam, hayırdır
inşallah, burada ne arıyorsun böyle? Hoca, sakin bir ses tonuyla cevap verir:
Yüzüğümü kaybettim,
onu arıyorum, der. Köylüler, merakla:
Peki Hocam, burada
yüzüğünü ne zaman kaybetmiştin? Hoca.
Ben, aslında yüzüğümü,
evin bodrumunda kaybettim, der. Şaşkına dönen köylüler:
İyi ama Hoca, bodrumda
kaybettiğin yüzüğü burada niçin arıyorsun? Hoca, cevabı yapıştırır:
Bodrum bana biraz
karanlık ve karışık geldi...
Sabit değerlerini, yanlış
adreste arayanlara ithaf olunur.
İyiliği bir çıkar
karşılığı yapan sefil ruhlar, hiç olmadık zamanlarda ve mekanlarda,
yaptıklarım başa kakmanın,sadistçe bir yolunu bulurlar.
Asil ruhlu bir
düşünür: "Çıplak gördüğü bir fakiri giydiren bir kişi; onu aşağılayarak
ve horlayarak yaparsa, soyunuştan beter etmiş olur" der.
İzzetinefis
sahiplerine en ağı gelen yük, minnet altına girmektir. Bu minnet, normal
derecede mert birine karşıyken böyledir. Hele birde; namerde karşı minnet
altında kalmak, kesin olarak ölmekten çok beterdir.
Kendisinin minnet
altında kalmasını istemeyenler, başkalarını da asla minnet altında
bırakmazlar.
Şüphesiz, Diyojen:
"Gölge etme başka ihsan istemem" derken, minnetsizlik denen asil duygunun,
dayanılmaz hazzını yaşıyordu...
Aynı asil duyguyu,
asaletine yaraşır biçimde, daha hamasi bir ifade ile, seslendiren, YAVUZ
"Geçme namert köprüsünden, bırak alsın seller seni. Yatma tilki ininde
koparsın aslan seni" diyerek, civanmertliğin nadir örneklerinden birini
sergilemiştir.
Namertlerin küçük
iyiliklerinin bile faturası çok kabarık olur. İşte, bu tip birine verile
bilecek ilginç bir örnek:
Yağmurlu bir günde,
itibar sahibi bir beyefendi, bir cimriden şemsiye almak zorunda kalır. O pinti
herif, o tarihten sonra o beyefendiyi, her rastladığı yerde bu, şemsiye
olayını hatırlatarak, mahcup etmeye başlamış.
Yine, günün birinde,
beyefendi, seçkin insanlann bulunduğu bir grupla sahil gezintisine çıkarlar.
Yürüyüş esnasında, malum şahıs karşıdan çıkmaz mı? Hemen doğrudan, bey
efendinin yanına yaklaşarak:
Hey gidi, iyilikler ne
çabuk unutuluyor, sana ben, o gün, o şemsiyeyi vermesem, halin nice olurdu?
der. Beyefendi, asabı son derece bozulmuş olarak, doğru denize koşar, yepyeni
takım elbisesiyle, kendini suya atar, Baştan sona ıslanmış olarak, o adamın
yanma gelir, şaşkın bakışlı adama, şöyle söyler:
Senden o şemsiyeyi
almasam aynen, böyle olurdum. Bundan daha beter olamayacağıma göre, o gün
olmadı isem, sayende bugün oldum. Bana bir daha o aşağılık sorularını sorma,
deyip konuyu kökten halleder.
Anne ve babasını
minnet altında bırakmak isteyen evlat nankör; milletini minnet altında bırakmak
isteyen yönetici, haindir.
Her kişi,
karşısındakileri, ister istemez kendi ölçüleriyle değerlendirir. Kendinde var
olan zaaflann, insanlığın ortak problemi olduğu kanaatindedir.
Hırsız, bir şekilde
herkesin hırsız olduğunu zanneder. Fahişe, herkes bu işi değişik biçimlerde
icra ediyor zanneder.
Ateizmi ideoloji
olarak savunan kişinin gözünde de, "her inanan insan, inanç
istismarcısıdır." Onun içinde bulunduğu durum başka türlüsünü
algılayamaz.
Sistemler, toplumsal
olayları kendi çerçevesine sokar. Oluşturulacak şablonun, kendi referansına
uygun olmasını dayatır.
Materyalist yaklaşıma
göre, "İnsan, insanın kurdudur." Onun referansına göre bu sonuç
kaçınılmazdır.
"Alt ben"
yani, "nefsi emare" açısından bakınca, " sömürü, insanın
doğasında var olan bir olgudur." Bu kafa yapısıyla, nefsin üst
mertebelerini algılama imkanları olmayacağına göre, o haliyle üreteceği
çözümde, o şartlara uygun olmak zorundadır. "İnsandan, mülkiyet hakkı
alınmalı ki, sömürü önlenmiş olsun" diyecektir.
Formül hangi veriler
üzerine kurulursa, neticede ona göre çıkar.
Ağma bir insana,
beyazı anlatmak imkansız olduğu gibi, kalp gözü ama olana da, ilâhi gerçekleri,
o haliyle kavratmak imkânsızdır.
Amaya, beyazı
anlatabilmek için; sütü Örnek vermişler, anlayamamış. Kardan Örnek vermişler,
anlayamamış. Pamuğu örnek vermişler kavrayamamış. O mecburen bu örnekleri,
dokunma duyusuna göre değerlendiriyormuş. Sonra biri, "beyaz boyunlu kuğu
kuşunun boyun rengi" deyivermiş. O da, "kuğu kuşunun boynu nasıl
ki?" diye sormuş. Bir tanesi, onun kolunu dirseğinden bükerek, "Kuğu
kuşunun boynu böyle kavislidir" demiş. Adamcağız, bir süre, kolunu ovaladıktan
sonra, "ben, beyazı, anlamaya başladım" deyivermiş.
İşte, ağma beyazı ne
kadar anladığını zannederse, maddeci yaklaşımda ilâhi gerçeği o kadar anlar.
Yine benzer bir
çelişkinin, ortaya koyduğu trajkomik bir örnek:
İki ağma, aynı
sofrada, dolma yemektedirler. Ağmanın biri, diğerine:
Neden, çift çift
yiyorsun? diye çıkışır. Diğeri, bilgiç bir eda ile:
Sen de amasın, ben de
amayım, sen benim çift yediğimi nerden biliyorsun?der. Öbür ama ısrarla:
Ben Öyle yapıyorum,
mutlaka sen de Öyle yaparsın, der.
Sosyal bunalımların
arttığı dönemlerde, bir çok kimsede, "hazır paket, kurtuluş
formülleri" üretme sendromu, depreşir.
Her ağzı laf yapan,
her eli kalem tutan ve her mürekkep yalamış tipler, başımıza kurtarıcı uzman
kesilir.
Kesişen, çatışan ve
çelişen formüllerle, ortalık toz duman olurken, toplumsal değerlerde fırtınaya
tutulmuşçasına alabora olurlar.
Tanzimat'tan bu yana,
devşirmeler ve işbirlikçileri, topluma ısrarla, felsefe kaynaklı teorik
reçeteler dayatmaya kalkışmışlardır.
Hatta, Kazım Karabekir
Paşa'nın hatıralarında geçen, çok daha ilginç bir tavsiye vardır. O günkü
yetkililerden biri, bir toplantıda, "ilerleyebilmemiz için, acilen
kalkınmış ülkelerin dini olan, Hıristiyanlığa girmemiz gerekir" demiştir.
Bu zata, karşı çıkan, yazılana göre, sadece Kara Bekir Paşa olmuştur.
Kurtuluş
formüllerinin, hangi boyutlara ulaştığını gösteren çok ibretamiz bir örnek...
Şifa bulmaz bir
kompleksimiz vardır; "Önemli projelerin başarılması için mutlaka batılı
uzmanlar gerekir. Şark kafasıyla, teknik bir konu başarılamaz" Şeklindeki
yaklaşımlar, bizi helak etmeye yetmektedir.
Bu devşirme mantık,
"Halic'in nazım planını" batılı bir uzman olan, Prof. Henry PORST' a
etmiştir. Haliç kıyılarına yapılan sanayi tesisleri, o uzmanın planındaki
tavsiyelere göre yapılmıştır.(sene, 1936). İşte bugün kokuşmuşluğu ile, toplumsal
halı sembolize eden Halic'in içler acısı hikayesi.
Din değiştirerek,
kurtulabileceğimizi sananlara, meşhur bir Bektaşi fıkrasıyla teselli mükafatı
verelim:
Osmanlının son
zamanlannda, açıktan oruç yiyenlere
bayrama kadar, hapis cezası verilmektedir.
O dönemde, Bektaşi,
çilingir sofrasını bir ağacın dibine kurmuş demlenmeye başlamış. Tam o sırada
oradan geçmekte olan bir genci sofrasına davet eder. Genç, ezile büzüle:
Erenler, zabitler bizi
yakalar, bayrama kadar hapse atılırız, der. Bektaşi umursamaz bir tavırla,
Sen hiç endişe etme
ben o işi hallederim, der. Genç bu güvenceyi alınca, sofraya oturur. Biraz
sonra bunları gerçekten, zabitler yakalarlar. Kadının huzuruna çıkarırlar.
Kadı gence sorar:
Kimliğini söyle
bakayım. Genç çaresiz sıralamaya başlar:
Hasan oğlu, Mehmet,
vs, diye. Kadı karan verir;
Bunu bayrama kadar
hapsedin. O götürülür.Sıra gelir, Bektaşi'ye, Kadı kimliğini isteyince;
Agopzade Mişop,
deyiverin Kadı:
Sen, gayrimüslim
olduğuna göre seni hapsedemeyiz, sen gidebilirsin, der. Bektaşi, Yahudi
şivesiyle:
Kadı Efendi, dininiz
çok hoşuma gitti. O tutukladığınız genci salarsanız, şahadet getirir, Müslüman
olurum, der. Kadı, çok mutlu olur:
Sen Müslüman olmayı
kabul ettikten sonra, gencin tahliyesi problem oJmaz, der.
Bektaşi, şahadet
getirir, gencide tahliye olur. Yol boyu hızlı hızlı giderlerken, genç merakla
sorar:
Erenler, beni nasıl
kurtardın, diye. Bektaşi, gülerek şöyle söyler:
Önce gavur oldum, kendimi
kurtardım, sonra Müslüman oldum, seni kurtardım,
Kurtulmamız için önce
gavur, olmamız gerektiğini sananların kulaklan çınlasın.
Toplumsal kargaşayı
tetikleyen, iki temel sebeptir;
Bunlardan biri;
"Sen çalış, ben yiyeyim" anlayışıdır. Bu, güçlünün güçsüzü
alabildiğine sömürdüğü ve sömürdükçe de semirdiği, sosyal huzuru kökünden
dinamitleyip bozan olguların başında gelir.
İkinci sebep;
"Ben, tok olduktan sonra başkası acından da ölse bana ne"
anlayışıdır.Bu da, toplumu içten içe, kemiren sinsi bir kurttur.
Sosyal uzlaşmanın
sağlanabilmesi bu iki illetin tedavi edilmesiyle mümkündür.
Devletin asli görevi,
çıkar sahipleriyle, hak sahipleri arasında, dengeyi ve güvenceyi sağlamaktır.
Bu işi yaparken, çok tarafsız bir hakemlik sergilemesi, hatta, güçsüzü takviye
ederek, kendi kendini koruyabilir konuma yükseltmesi gerekir.
Devlette, güçsüzün
güçlenmesinden endişe duymaya başlamışsa, orada egemenlik sermayenin ve
güçlülerin eline geçmiş demektir.
Çıkarcılığın, itibar
gördüğü toplumlarda, çoğu zaman riya ile samimiyet, birbirine karıştırılır. Bu
da topluma öteki felsefenin iğrenç bir armağanıdır. İşte, kendi felsefelerinin
kurbanı olan ünlü bir liderin hikâyesi:
Çorçil, başbakanlığı
döneminde seri konferanslanyla ün-lenmişti.
Uzak eyaletlerden
birine konferans vermek için giden Çorçil, yazılı ve görsel medya bu günkü
kadar gelişmiş olmadığından, kendisini şahsen tanıyan pek kimsenin olmadığı bu
şehirde tek başına rahat rahat gezmeye karar verir. Gezerek konferans vereceği
salonu da bulur ve konferans saati gelmediğinden sadece inceler.
Salonun yakınında, bir
taksi durağına varır, orada bir taksiciye:
Falan saatte, beni
buradan alıp, falan otele götürebilir misin, deyince, şoför:
Özür dilerim, belki
ben o saatte, Sayın Başbakanımız Çorçil' i dinliyor olabilirim, der. Bu cevap
Çorçil' i derinden etkiler. Cebinden hatırı sayılır derecede bir frangı
çıkararak şoföre uzatır. Şaşkına dönen şoför, parayı alırken:
İstediğin saatte
gelebilirsin efendim, başlarım Çorçil' ine, der.
Ekseninde menfaat
bulunan politikanın ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini gösteren,
ilginç bir örnek.
Devleti yönetenlerin
en önemli dayanakları: Kanunlar, Mevzuatlar ve yönetmeliklerdir.
Bütün bunların
temelleri, "hukukun üstünlüğü" kuralına dayanmalıdır.Bu kuralın
dışına çıkılırsa, "üstünlerin hukuku," ile karşı karşıya kalınır.
İşin özü insan
haklarıdır. Ondan sonra anayasa, ondan sonra kanunlar ve daha sonrada,
mevzuatlar ve yönetmelikler gelir. Bu protokolde, bir sonraki basamak,
öncekinin çerçevesine uymuyorsa; o hususta, hukukun dışına çıkılmış olur.
Bazen bir yönetmeliğin
uygulanması bile, ilk basamağa, yani, insan haklarına, dolayısıyla diğerlerine
ters görüntü ortaya koyabilir. Çok uzak bîr aksi ihtimali önlemek için,
yönetmeliğe konan bir madde veya bir şık, vatandaşı canından bezdirmeye
yetiyor da artıyor bile. Zaman zaman aşılması en güç engel haline dönüşebilir.
İşte size, mevzuat
komedisi denebilecek bir Fındık Ali hikayesi:
Okur yazarlığın kıt olduğu
dönemlerde, birçok göreve atanacak eğitimli kimse bulunamamaktadır.
Özellikle kaymakamlar,
Nahiye müdürü bulmada çok sıkıntıya düşmektedirler.
Bu dönemin Fatsa
Kaymakamı,Çamaş Nahiyesine atayacak okuryazar kimse bulamayınca, uyanıklığı
ile meşhur Fındık Ali' ye:
Seni, Çamaş' a Nahiye
Müdürü yapmak istiyorum, der.
Fındık Ali, biraz
tedirgin:
Ama efendim, ben
okuryazar değilim, bana getirilen, dilekçeleri, nasıl havale ederim, deyince,
Kaymakam, taktik vermeye başlar:
O basittir. Dilekçe
sahibi, okumayı biliyorsa ona okutursun, bilmiyorsa, katibine okutursun.
Dilekçede, şayet, doğum, ölümden bahsediliyorsa, nüfusa havale edersin.
Kavgadan, nizadan bahsediliyorsa; karakola havale edersin, paradan falan
bahsediyorsa; mal müdürlüğüne havale edersin, der.
Bunun üzerine, Fındık
Ali göreve başlar. Aldığı talimata
uygun olarak, icraatı
sürdürür.
Günün birinde,
aylığını alıp, köye giderken, yolda soyguna uğrayan, parası alman ve dövülen
bir öğretmen, nahiye müdürüne dilekçesini götürür. Dilekçede para kelimesini duyan,
müdür, öğretmeni mal müdürlüğüne gönderir. Mal müdürü:
Sen yanlış gelmişsin,
karakola gitmen gerekir, deyince, yeniden müdüre çıkar ve durumu anlatır,
Fındık Ali, dilekçeyi bir daha okutur. Sonrada, başını kaşıyarak:
Oradan, o para kelimesini
çıkarırsan, seni karakola gönderirim, der.
Olayîan bu gözle
değerlendirirseniz, bunun benzeri çok uygulamalara şahit olabilirsiniz.
Okyanusta pusulasını
yitirmiş bir kaptan, ne kadar zeki ve yetenekli olursa olsun, hedefine tam
isabet edemez.
Mihengi olmayan
sarraf, ne kadar maharetli olsa da, altının ayarını tam kestiremez.
Milletlerin hayatında, mihengin yerini sağduyu alır.
Sağduyuda, milli
iradenin pusulasıdır. Kamu vicdani, rotasını ona göre belirler.
Pusulası sağlam olan
milletler, her yönden güçlü, iç dinamikleri sağlam ve sosyal barışı tam olan
milletlerdir.
"Kamu vicdanında
deha vardır" sözü, bu manada çok büyük kıymet ifade etmektedir. Bu deha,
toplumu ayağa kaldıracak güç demektir.
Son iki asırdır, bize
yol gösterme mevkiinde olanların çoğunda, sağduyu ve vicdani pusulanın tam
olmadığını gördük. İçlerinde, yanlışını anlayıp dönmek isteyenlerin bile, doğru
dönüşü yapacak ölçülere sahip olmadıklarını gördük. Sosyal hareketlerin
sonucu, anında alınmadığı için, sonucun beklenmesi ülkeye uzun zaman
kaybettirdi.
O günün aydınlarından
biri bakın, bu durumlarını nasıl itiraf ediyor:
"Divane sen değil
meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya
dizmişiz.
Sade deli değil
edepsizmişiz,
Çalıştık fitnenin
intibahına. diyor, A. Hamit1 karşı işledikleri haksızlıkları, millete karşı
yaptıkları yanlışı böyle itiraf ediyor. Bu yanlışını düzeltme fırsatı bulsa,
bir başka yanlışla öncekini düzelttiğini zannediyor.
Bu vahim, boyuttaki,
hata düzetme operasyonlarının, Temel' in yanlışını düzeltme biçimiyle ilgisi
yok ama, biz yine de, bir teselli mükafatı daha verelim:
Temel' le İdris bir
kahveye girip iki kahve isterler. Biri şekerli, öbürü şekersiz olsun, der.
Kahvecide, kahveleri getirip koyarken, fincanları yanlış koyar. İki arkadaş,
birer yudum alınca, yanlışlık anlaşılır, yanlışlığı düzetmek için, Temelİe İdris
yerlerini değiştirirler. Yan taraftan onları İzlemekte olan garson, onlara:
Neden, kendiniz zahmet
ettiniz, kahveyi değiştirseydiniz, daha kolay olmaz mıydı, der. Bunu duyan,
Temelle İdris:
Haptı uşak doğru
söylüyo, kaveyu teğiştürelum, haydi cidelum, Turşunun kahvesuna, derler ve
çıkıp giderler.
Keşke entellerimizde,
hatalarını böyle de olsa, düzeltmiş olsalardı. Onlann düzeltme biçimi
bunlarınkine, binlerce defa, rahmet okutuyor.
Ortak paydası menfaat
olan, bir dünya düzenine doğru doludizgin gidiyoruz.
Çıkarlar çakışırsa,
mesajlar aynı anlama gelecek şekilde verilir.
Bu varsayımın,
istisnası, yok denecek kadar azdır.
Sosyal ahengin
sağlanması ve dengelerin yerine tam olarak oturtulması için, çok bilinmeyenli
denklemlerden, bir çoğunu birden çöze bilecek yetenek ve iyi niyete sahip
olmak gerekir. Bu denklemi çözecek yetenekteki uzmanlar bilirler ki, "aynı
sebepler, bazı hallerde aynı sonucu vermezler."
Sosyal olaylar,
pozitif sonuç verme konusunda, çok ketum davranırlar. Kaygan ve akışkandırlar,
çabuk şekil değiştirirler.
Yapılan işin aynı
olması, amacın aynı olduğunu göstermez. Şairlerde yeşili severler, koyunlarda
yeşile bayılırlar. Biri, ilham perisinin yeşile daha fazla iltifat ettiğini
zannederek, sever. Koyun ise sadece yeme içgüdüsü ile hareket ederek sever.
Kavramlar etrafındaki, spekülasyonlarda çoğu zaman bu olaya benzer. Herkes
farklı bir amaç için kavramlara sarılır. Bu durumda, "Cümlenin maksudu bir
amma, rivayet muhtelif," diyemeyiz.
Bektaşi'nin,
kavramlara yaklaşma biçimini görelim:
Bektaşi ye, bir gün
dostları:
Erenler, aylardan
hangisini daha çok seversin? derler. Bektaşi, tereddütsüz cevap verir:
Mübarek ramazanı daha
fazla severim, der. Herkes, merakla sorar niçin?Bektaşi.
Öbür ayJar yenilmiyor,
mübarek ramazanı yemenin zevkine doyamadığım için onu çok seviyorum, der.
Yalanlarında kendi
arasında, protokol sıralaması vardır. Vaziyeti idare etmek için, başvurulan söz
hilesi; kasıtlı üretilen yalanla aynı kategoriye sokulamaz.
Şu yalanı diğerleriyle
nasıl kıyaslayabiliriz:
Akşamcılardan biri
kafayı çekip başbakana küfretmeye '
başlar. Bunu gören vatandaşlar, karakola şikayet edeler. Emniyet amiri,
adamı merkeze götürür.Sarhoş olduğu için, ayılın-caya kadar nezarete atılır.
Adam biraz ayıldıktan
sonra, komisere ifade verilmek üzere getirilir.Komiser:
Neden küfrettin
başbakana? Söyle bakayım, diye sorunca, adam:
Ben başbakana
küfretmedim, der. Komiser:
Saçmalama, sövdüğünü
duyan; en az on kişi var, der. İnkarın anlamsızlığını anlayan adam:
Ben, bizim başbakana
değil, Berazilya başbakanına küfrediyordum, der. Komiser, hiddetlenerek:
Beni çıldırtma, ben
vatandaşın, hangisine küfredeceğini senin kadar mı biliyorum? der.
"Denize düşen,
yılana nezarete düşen yalana sarılır."
Bir de, yalanla hilei
şeriyyeyi birbirine karıştıranlar vardır. Oflu hocanınki, bilmem hangi türe
sokulur:
Oflu hocanın sigara
içtiğini görenler, günah olup olmadığını sorarlar. Hoca:
Günahsa, yakınım oni.
Değilse, içinim oni, der.
Bazen de bozuntuya
vermeme tavırları sergilediğimiz olur.
Ne serden, ne de
yardan geçmenin mümkün olmadığı pozisyonlarda, Temel'in taktiğini kullanmada,
bir beis olmadığını zannederim:
Temel İstanbul'a
gider. Gezerken, her semtin bir kabadayısının olduğunu, semtlerin paylaşılmış
olduğunu fark eder. Kenar semtlerden birine gider.Oda oranın kabadayısı olmak
ister.
Kıyafet ve yürüyüşünü
değiştirerek, yaka düğmelerini açarak, omzuna mantosunu atarak, hafif kaykık
vaziyette bir gazinoya dalar.
Temel'in durumunu fark
eden eski kabadayılardan biri, fiziğinin cılız oluşundan yararlanarak, gelip
bîr tokat patlatır. Durumun vahim olduğunu anlayan Temel, hemen taktik değiştirip,
kabadayıya dönerek:
Uşağum, pana ciddi mi
vurdun, yoksa, şaka mı vurdun? der. Kabadayı küçümser bir tavırla:
Ciddi vurdum ulan,
nolacak? Diye çıkışır:
İyi ki, ciddi
vurmuşsun, pen şakadan hiç hoşlanmamda. Der.
Tersliğe bakın.
Dinimizde, ticaret ve
sanatı tavsiye eden bir çok sahih rivayetler varken, aksi anlamda,yasaklayıcı
hiçbir kayıt mevcut değilken, ne hikmettendir bilinmez, zamanla Müslümanlar
bunlardan uzaklaşma gafletine düşmüşlerdir.
Bediuzzaman
Hazretleri: "Mîllet olarak üç büyük düşmanımız vardır"
der ve bu üç düşmandan birinin de: "Zaruretler" olduğunu,
yani fakirlik ve ihtiyaçlarında, önemli düşmanlanmızdan biri olduğunu,
bu düşmanı alt edebilmek için, "sanat ve ticaret" silahını
kullanmamız gerektiğini veciz bir şekilde ifade etmektedir.
islâmiyet, ticareti
teşvik etmenin yanında, yozlaşmaması için, çok Önemli prensipler de ortaya
koymuştur. Bu prensiplerle ticaret yapan Müslümanlar, dünyanın birçok köşesine
İs-lamı ulaştırma konusunda önemli görevler ifa etmişlerdir.
Birçok Afrika
ülkelerine, Asya'nın birçok noktasına, Hindistan ve civanna, Müslüman
tüccarlar sayesinde İslam ulaşmış, onların örnek davranışları, oradaki
insanları etkileyerek İslama girmelerine vesile olmuştur.
İşte îslamın, ticari
ahlakı oluşturmak için ortaya koyduğu prensipler:
"Ölçüyü ve
tartıyı adaletle, tam yapın.[7]
"Satışta, alışta
ve borcunu istemekte müsamahakâr olan kimseye, Allah rahmet etsin.[8]
"Her kim bizi
hile ile aldatırsa o, bizden değildir.[9]
"Müşteri
kızıştırmayın.[10] Buyurulmuştur.
Görülüyor ki, ticari
hayatta, hatalan önleyici, can alıcı noktalara dikkatimiz çekilmiştir.
Yine: "Kazancın
onda dokuzunun ticarette olduğu" da acık bir şekilde ifade edilmişken,
hangi sebep veya sebepler İslam dünyasını ticaretten koparmıştır?
Derinlemesine, çok yönlü olarak araştırmak gerekir.
Oysa biz, millet olarak
ticaret ve sanatta köklü müesseseler oluşturmuşuzdur.
Ticaret ahlakını
yaşayarak öğreten ve esnafın, üreticinin, tüketicinin, işçinin ve çırağın
haklannı en ayrıntılı şekilde düzenleyen, "AHİLİK" teşkilatımız
vardı. Dünyada konunun ilk başarılı örneğimde biz vermiştik. İşçi, iş veren
arası ilk toplu sözleşmeyi yine, bu teşkilat yapmıştır.
Bu ocak, (ticaret
ahlakına örnek olması bakımından,) mensuplanna şu tavsiyelerde bulunmuştur. Her
üyenin;
A) Gözü,
harama,
B) Ağzı
günah olan sözlere,
C) Eli, haksızlık
ve zulümlere, bağlanır. Buna karşılık:
a) Kapısı
konuklara,
b) Kesesi
muhtaçlara,
c) Sofrası
bütün açlara, açılır.
Bütün bu orijinal
güzellikleri bırakıp, bir de ticaretten ve sanattan uzaklaşmamızda, ne gibi iç
ve dış sebepler olduğunu uzmanlarımızın araştırması gerekir.
Bugün hâlâ, her okula
Öğrenci kaydettiren velinin: "Çocuğumun, devlet kapısında bir iş
bulmasını istiyorum" demesi, özel teşebbüs anlayışımızın hangi
seviyelerde seyrettiğini göstermeye kafidir.
İşte konuya çok
çarpıcı bir örnek:
Kayserilinin biri,
devlette iş bulmak için, birçok yetkilinin kapısını aşındırır. Çeşitli
tavassutçulara gider. Sonunda kendisine bir harada kapıcı olabileceği
söylenir. Sevinerek iş yerine gider. Kendisine yapacağı iş anlatılırken:
Haraya gelenlerin ismini
yazıp, imzasını alacaksın, derler. O da, boynunu çekerek:
Ben, okuma yazma
bilmiyorum, der. Yetkililer ona:
Bu durumda sana bu
kuruluşta görev vermeyiz, derler. Kayserili çaresiz seyyar satıcılığa başlar.
Sonra, peyder pey, işi
geliştirir. Küçük bir dükkan derken, büyük bir mağaza, sonra bir imalathane ve
daha sonrada şirketleşir ve nihayet bir holding oluşturarak ülkenin sayılı
zenginleri arasına girer.
Bir gün holdingin
kuruluş yıl dönümünde, geniş kapsamlı bir parti tertipler.
Partiye ülkenin, en seçkin
simaları davet edilir. Konuşma esnasında, iş adamımızın okuryazar olmadığı
anlaşılır.
Hızlı sosyeteden biri,
hayretler içinde şöyle söyler:
Beyim, siz ki
okuryazar olmadan bu kadar yükselmişsiniz, kim bilir bir de okuryazar
olsaydınız, daha ne kadar yükselirdiniz? Der. Kayserili, hiç beklemeden cevabı
yapıştırır:
Aman hanımefendi,
Allah korusun, esgaza bir okur yazar olsaydım, hala devlet harasında kapıcılık
yapacaktım, der.
Buradaki maksat,
okumayı kötülemek değildir. Sadece ferdi teşebbüsü önleyen, yalnız devlet
kapısından iş bulmayı düşünen okuryazarlığa, ince bir eleştiridir.
Günümüzde paraya izafe
edilen değerle, İnsanlığın ters orantılı bir şablona oturtulduğunu görüyoruz.
Birinin yükselişi,
diğerinin alçalmasına sebep olmaktadır. Yani, tahterevalli gibidir.
Cüzdanla vicdan,
birbirine zıd anlamlar çağrıştırmaya başlamıştır.
Birinin dolu olması,
öbürünün boş olması ihtimalini güçlendirir.
İnsanlıkla para
arasındaki, bu amansız mücadele, her zeminde ve her kademede devam eder.
Kalpazanlann, sahte
para yapmalanndan daha fazla sayıda, para, insanı sahteleştirmiştir.
İnsanlığın kurtuluşu
ise, ilahi ahengi yakalaya bilmektedir.Aksi takdirde, insanoğlu, kendi belasını
kendi hazırlamış olur.
İktisatta; Kötü para
iyi parayı kovar" tarzında önemli bir görüş vardır.
Piyasaya kötü para
(kara para), hakimse, cemiyete de kötü insanlar hakim demektir.
Kötü paranın iyi
parayı dışlaması nispetinde, kötü insanlar da, iyi insanlan dışlarlar.
"Paranın her işi
yapabileceğini" söyleyenlere dikkat edin, çünkü onlar, para için her işi,
yapmaya müsait yapıdaki kimselerdir.
Paranın uşağı olanlara
değil, efendisi olanlara selam olsun...
İşte size, para
etrafında donen entrikalardandır örnek:
Yahudilerle,
Kayserililer arasındaki rekabetler fıkralara konu olacak kadar, meşhurdur.
Mişop bir gün, satmak
için, Kayseri pazarına bir topal eşek getirir. Kayserililer ona:
Sen, bu topal eşeği
burada satamazsın. Başka pazara götürmen senin çıkarına olur, derler. Mişop hiç
oralı olmaz:
Eğer bu eşeği, sizin
en akıllınıza satmazsam, bana Mişop demesinler, der. Gerçekten akşama doğru,
eşeği akıllı bilinen bir Kayseriliye satar. Kayserililer, adama:
Niye, bu topal eşeği
satın aldın? diye, sorduğunda, adamın verdiği cevap şu olur:
Eşeğin ayağına taş
batmış. Hayvan, ondan topallıyor-muş. Ben, şimdi, o taşı çıkartıp, pansuman
yaptıracağım, bir hafta içinde, iki katı fiyatına satacam, der. Kayserililer,
Mişop'a koşarlar:
Senin eşeğin ayağına
taş batmış, ondan topallıyormuş, derler. Mişop, sinsi sinsi gülerek:
O, öyle zannetsin diye
taşı ben, mahsus çakmıştım, der. Kayserililer, şaşkın, hemşerilerinin yanma
koşarlar:
Sen, hapı yutmuşsun.
Mişop seni kazıklamış, eşeğin bacağında düzelmesi imkânsız, başka özür varmış,
taşı mahsus çakmış, derler. Adam hayıflanarak:
Vay namussuz Mişop
vay. Demek, sahte para ver-mesem beni essahtan kazıklıyormuş, der.
Hepimizin malumudur
ki, çarpma işleminde; "sıfır, hangi rakamla çarpılırsa çarpılsın, sonuç
sıfır çıkar."
İnsanoğlunun, gerçek
huzura ulaşabilmesi için, huzur ve saadetin kaynağının ezeli olması gerekir.
Yani kaynağı yokluğa mahkum olan huzur; efemin ambalajlanmış şeklidir. Geçici
tasavvurlar, ideallerimizi, sıfır değerle çarpmak anlamına ge-lir.Burada,
çarpıma girecek "sabit değer" daima sıfır olacak-tır.Bu durumda,
sonuç malumdur. Ebedi olarak senin olamayan hiçbir şey; gerçekte de senin
sayılamaz.
Günümüzde insanlık,
asli huzura hasret yaşamaktadır. Öyle basit ayrıntılarla kendini avutmaktadır
ki; adeta başını kuma sokmaktadır.
Basit bir maç olayı karşısında
çılgına dönmekte... Adi bir müzik parçasıyla kendini kaybetmekte... İğrenç bir
magazin dedikodusuyla, zamanını ve ömrünü harcamaktadır.
Fakat, sonunda
ayılınca da ızdırabın daha dayanılmazına düştüğünü fark etmektedir.
Bütün bu olumsuzluklar
nedendir?
İşte, tipik bir,
'maddeci düşünce sendromu...'
Izdırabın kaynağı da,
huzurun kaynağı da ruhidir.Ruh tatmin olamamışsa; neşeler sahte, sevinçler
aldatmaca ve huzurlar sathidir.Yani, iç ahenk bozuktur.
Temel'in
rahatsızlığıyla, konumuz arasında, direkt bir irtibat olmayabilir. Ama ilginç
bir benzerlik bulacağınızdan eminim:
Temel doktora başvurur
ve:
Vucutundaki her
dokunduğu yerin dayanılmaz şekilde ağrıdığını, söyler. Doktor, Temel'i
dikkatlice dinler ve iyice muayene ettikten sonra:
Senin hiçbir
rahatsızlığın yok, der. Temel şiddetle itiraz edip, eliyle oraya buraya
bastırarak ispatlamaya çalışırken, doktor birdenbire konuşmasını keser ve
sonucu söyler:
Kardeşim, baksana
senin parmağın kırılmış, her bastırdığında onun acısını hissediyorsun, der.
İşte, bütün mesele bu;
cemiyetteki ruhi kırılışlar, her
hali olumsuz şekle
çeviriyor.
Dünya metaından, medet
umanlar, giyindiği kıyafetlerle şeref bulduğunu zannedenler, kendilerini
eşyadan daha aşağı seviyeye düşürdüklerinin farkında bile değillerdir.
Evdeki konfor ev
sahibini mi şereflendirir? Yoksa, o konforlar, o eşyalar, o kıyafetler insanla
mı şereflenir?
Maddeci felsefeye
göre, adeta, insan eşya ile şereflenmektedir. Bunlann şerefe atfettikleri
anlam, bu değerlendirmeyi normal göstermektedir.
İşte şerefi, yanlış
adreste arayanlar. Olmaması gereken varlıklardan, mevkilerden ve makamlardan
şeref bekleyenler,' bilmelidirler ki; şeref ve kıymet insanın maddi cisminde
değildir. Gerçek şeref, vicdanı süsleyen bir inanç cevheridir. Aklı yücelten,
erdemli bir bilgidir.
îşte, bu ve benzeri
yanlışlara, Temel'ce bir yaklaşım biçimi;
İdris'le Temel,
lokantaya giderler. İdris garsona:
Uşağurn, pana peyin
salatası geturur musun? der. Temel, şaşkın bir şekilde Dursun'na dünerek:
Uşağum sen
karıştırıyorsun, Allah'tan isteyeceğim şeyi, garsondan istiirsun, der.
İnsanoğluna verilmiş
eşsiz bir duygu vardır: MERAK... İlim yolunda, insanoğluna en fazla hareket
veren, şuuraltı itici güç, meraktır.
İhtiyaç, sanatı
geliştirir. Merak ise, ilmi şahlandırır.
Sadece merakını tatmin
için, hayatını bile tehlikeye atan, her çeşit zorluğa katlanan insanlara
baktığımız zaman durumun önemini daha iyi kavraya biliriz.
Uzayın derinliklerine
dalış yapan, fizik alemin bilinmezlerine doğru kanat çırpan ve kozmik evrenin
labirentlerine giren, bilim adamlarına dikkat ediniz...Göreceksiniz ki bunlar,
merak duygularını, yine de tam tatmin edememişlerdir. Hatta, tatmin etmek
istedikleri merak, başka, başka merakların doğmasına sebep olmuştur.
Bu sefer siz, kendi
kendinize soracaksınız:
Maddenin zirvelerinden
aşan, sebep sonuç denklemi içindeki birçok bilinmezi çözümleyen, bu dahilerin
merakı, acaba, ne ile tatmin olabilir?" Einştain'in, "İzafiyet"
kavramı içine soktuğu, her şeyi bilseniz bile; o izafiyet içine
sokamaya-cağmız, mutlak olanı bilemediğiniz ve bulamadığınız müddetçe,
vicdanların tatmin olmadığını, merakınızın bitmediğini göreceksiniz. İşte o
şey: "Nereden geldik? Neciyiz? Nereye gidiyoruz? Geliş ve gidiş sebebimiz
ne olabilir?" gibi sorulann en doğru cevabıdır.
İşte, Apollo XVII.
Uzay aracının komutanı, uzayda yürüyen ikinci insan, (Neil ARMSTON' UN en
yakın arkadaşı,) ve ayda ayak izi birakanalardan biri; Eugune Ceman aynı gerçeğe
parmak basıyor ve şöyle diyor:
Bir kıtada güneş
doğarken, diğer bir kıtada güneşin battığına şahit oldum. Saatten çok daha
hassas işleyen bir düzene hayran kaldım. Bu harika nizamı, var eden bir gücün
var olduğunu kesin olarak kabul ettim.
Uzaya her seyahatimde,
biz astronotlarda dahil, bütün in-sanlann(cismen) evrende ufak bir parça
olduğumuz hissini taşıdım. Gördüğüm şaheserlik karışışında; " Nerden
geldik nereye gideceğiz?" sorusunu sormadan geçmenin imkânsızlığını
anladım. Bu soruların cevaplarını inanç yoluyla bulmamız gerektiğini
biliyorum. Kainattaki harika işleyiş ve güzelliğe bizzat şahit olup, hayranlık
taşımak ve tesadüf kelimesini unutturucu bir gerçeğe yaklaşmak hakikaten
yaşanmaya değer bir olaydır."
Bu gerçeği bir de,
ünlü filozof Solon'un örneğinde görmeye çalışalım.
Solon, halkı ruhi
yönden irşat için sürekli gayret göstermektedir. Her konuşmasının odağını;
"nereden geliyoruz? Ne için geliyoruz? Nereye gidiyoruz?" sorularına
ceyap araştırmak oluşturur.
Ancak, halk bu
sorulara hiç mi hiç ilgi göstermemektedir.
Solon bir gün halkın
ilgisini çekmek için, şöyle bir hikaye anlatır:
"Adamın biri, bir
komşusundan eşeğini bir günlüğüne kiralar. Öyleye doğru eşeğin sahibi bakar
ki, adam eşeği sıcakta durdurup,gölgesinde uyumaktadır. Adama.-
Sen hayvana hiç
acımıyorsun, benden, bu hayvanı bunun için mi kiraladın? deyince, adam:
Sana noluyor? Ben,
hayvanı kiraladım; ister yük taşırım, istersem böyle gölgesinde otururum, der.
İkisi arasında amansız
bir münakaşa başlar. Netice, mahkemeye intikal eder..." diyerek kürsüden
iner ve yürümeye başlar. Halk Solo'nun arkasından bir anda ayağa kalkarak, peşinden
koşmaya başlarlar:
Mahkemede ne olmuş?
Hangisi kazanmış? Hakim ne demiş? Gibi sorular sormaya çalışırlar. Solon
kalabalıklara aldırmadan bir süre gider ve sonunda durup şöyle der:
Ey zavallı insanlar,
bana bu zamana kadar içinizden biriniz, "Benim sonum nolacak? Ben nereden
gelip nereye gitmekteyim? Diye sormadı," Eşeğin hikayesine, kendi
hayatınızdan fazla merak neden? diyerek bitirir.
Magazin konularının ve
televolelerin yüzde biri kadar, kendi asli gündemleriyle ilgilenmeyen günümüz
insanının kulakları çınlasın...
"Yemek için mi
yaşıyoruz? Yaşamak için mi yiyoruz?" tarzında oldukça klasikleşmiş bir
soru vardır.
Cemiyeti bu anlamda sondajlarsarıız,
bu soruya çok fazla kimsenin, yeterli sayılacak kalitede cevap veremediğini görürsünüz.
Toplumumuzun, "ne için yaşadığını" bilemeyen insanlarla dolu
olduğuna şahit olursunuz.
Bir hayat, uğrunda
feda edilecek bir davaya adanmışsa, anlam kazanmıştır. Bu iş, tedavüldeki
paranın, hazinedeki karşılığına benzer. Bir banknotun; merkez bankasında veya,
devlet hazinesinde altın veya onun yerine ikame edilecek bir değer olarak
karşılığı yoksa, para ya sahtedir; ya da sahteye yakın derecede değersizdir.
Sahte parayı
denetlemesi gereken kurum bu parayı basmışsa, o zaman enflasyona maruz kalmış,
değersiz para demektir.
Hayatımızda, buna
benzer. Bir düşünür "Davaları, hayatlarından değerli olmayan kimseler,
yaşıyor sayılmazlar" diyor. Onlar, ister "Yemek için yaşasınlar,
ister, yaşamak için yesinler" sonuç, pek fark etmez.
Sanayi toplumlarının
çoğunda, yaşamaktan bıkan kitleler halinde insanların olduğu görülüyor. Bu olay
bize, temel problemin idealsizlik olduğunu gösteriyor.
Sosyal bilim uzmanları,
millet olarak, "tepkisiz olduğumuzu" iddia ediyorlar. Bu da
insanımızı, "gayesiz, hedefsiz, idialsiz ve davasız" bıraktığımız
anlamına geliyor.
Geçmişte, devşirmeleri
dahi eğitip, ideal sahibi yapıp vatana millete hizmet ettiren bizler; şimdi,
kendi öz evlatlanmızı, "hayatım uğrunda feda edbileceği değerde" bir
idealin sahibi yapamadığımızdan, vatan ve millet yer yer ihanetle karşı
karşıya sayılacak pozisyonlara düşmüştür. Birçok vatanperver araştırmacının
yüreğini yakan olay, ülkemizde, normal ortalamalann üzerinde sayılacak kadar
fazla hain yetişmektedir.
Acaba, bir yerlerde
imalat hatası mı yapılıyor? diye sorgulamamız gerekir.
Bir şairimiz, ideali
olmayan zibidi takımını şöyle hicvediyor:
"Konuşurken nakış
vurur sesine,
At bağlanır, çalımına
süsüne.
Geberir giderde
pisipisine,
Hak yolda ölemez
Allah, kahretsin."
Bu gediğe, bir taş
koyalım diyorsanız, işte taşı:
Biyoloji öğretmeni,
sınıfa:
Sinirleri çalışmayan
kurbağanın durumu ne olur? Diye sorar. Temel parmak kaldırır, öğretmen söz
hakkı verir ve kalkar:
O hayvan, ölir
öğretmenum, der. Öğretmen kabul etmez, Temel:
Sizce ne olir,
öğretmenum? diye sorar. Öğretmense:
Ölmez, fakat; felç
olur çocuklar, der. Temel, biraz bozulmuş olarak:
Siz, ha ona, yaşamak
mı deyusunuz, hocam, diye çıkışır.
Ben de, idealsizlik
için, aynı iddiada bulunabilirim, "Siz, ona, yaşamak mı diyorsunuz?"
Her insan, cemiyetin
bir parçasıdır. Parçalar, yapay olarak bütünün dışına çıkarsa kıymeti
harbiyesi kalmaz. Kovandan aynlan arının, bir basit sinekten farkı kalmaz.
Toplumdan tecrit olmuş
bir ferdi, beden ve ruh sağlığı açısından tam ve sağlıkfr bir kişi kabul
edemeyiz. Toplum hayatında, aslolan husus, uyum ahenk ve huzurdur.
Bu değerlendirmeler
bir monotonluk ve tek seslilik olarak algılanmamalıdır.
Çok seslilik ve çok
renklilik, asgari ilkeler çerçevesinde iyi orkestralanabilirse, çok değerli
zenginlikler çıkar.
Toplumun ahengini
bozan insanlara, (uyumsuz, geçimsiz ve huysuz) deriz.
"Huylu huyunu
teneşirde terk eder" sözü bizi, asla karamsarlığa itmemelidir. Genetik
özelliklerin değişmediği doğrudur, ancak, ıslah olmayacak hiçbir huy yoktur.
Huyu ıslah etmek
mümkün yok etmek imkansızdır. Mesela inathk bir huydur. Bu huyu yok edemeyiz
am^ ıslah ederek verimli hale dönüştürebiliriz. Bir deneyde sonuç almak konusunda
inatla ısrareden kişi önemli bir bilim adamı olabilir. Cimriliği tutumlu olmaya
çevirmek mümkündür.
Cesaret de öyledir.
Faydalı yerde kullanılırsa, kahramanlık; haksız yerde kullanılırsa gaddarlık
ve zalimlik sayılır.
Düşmanlıkta haddi
aşmak ve boş yere inatlaşmak dinimizde de hiç hoş görülmeyen
davranışlardandır.
Güreş cazgırları bazen
şöyle bir deyiş tekrarlarlar: ' Zengini müsrif evlat; memuru süslü avrat ve
fakiri de kuru inat iflah etmez şeklinde ...
Pire için yorgan yakan
nice fukaraların halini görünce; bu sözü hatırlamamak mümkün değildir. Kuru
inat yüzünden helak olmuş nice garibanlara şahit olmuşuzdur.
Temelin inadı bu
gediğe taş olabilecek mi? bakalım:
Temel doktora gider ve
şikayetini anlatır:
Doktor Pey, beni on
beş gün önce bir it ısırmıştu. Çö-pek kuduzmuş, öldi. Ha şimdi pen ne
yapacağum? der. Doktor, köpeğin ısırdığı yeri dikkatle muayene eder, gerekli
değerlendirmeleri yaptıktan sonra, TemeFe:
Sen ancak bundan sonra
vasiyetini yazabilirsin, der. Temel:
Vasiyetümden başka bir
şey yapamaz mıyım? diye sorar. Doktor ümitsizce başını sallayarak:
Maalesef ancak
vasiyetini yazabilirsin der. Temel doktora doğru yönelerek:
O zaman pana bir kalem
pide kağıt verir misun? der kağıdı ve kalemi alarak masanın başına geçer ve
vasiyetini yazmaya başlar. Ancak, işin içinde bir tuhaflık vardır, yazarken
şöyle isimler tekrarlar: îdris'i de yazacağum, Tursun'da yazacağum, Fadimeyi de
yazacağum... gibi. Doktor hayretler içinde sorar, Temel bu nasıl vasiyet yazma,
der. Temel kaşlarını çatarak ayağa kalkar:
Ne fasiyetu toktor
pey, ben kuduracağum içun ısıracağum hasımlarımun listesini çıkartiyrum der.
Şükranı nimeti
bilmeyenler, küfranı nimete yönelirler.
Yaratılışındaki
hikmetleri düşünen her insan, mutlaka şükredeceği sayısız nimetler bulabilir.
Başlı başına insan
olarak yaratılmış olmamız bile, sonsuz sayıda şükür etmemizi gerektirir.
Bizler, sinek olarak
yaratılsak itiraz edebilir miydik? Elsiz veya dilsiz olsaydık, elimizden ne
gelirdi?
Şükrün edası da, nimetin
gereğini yerine getirerek ifa edilebilir.
Gücüne şükretmek
isteyen insan; güçsüze yardım ederek bunu yapabilir.
Servetine şükretmek
isteyen; gerçek manada bunu yapabilmesi için düşkünü gözetmesi gerekir.
Bu aktif manada
yapılan şükürdür. Pasif manada, yani yattığımız yerden yaptığımız şükür ise;
ancak lafta kalır. Çoğu zaman da kendimizi kandırmış oluruz.
Bir de Nasrettin
Hocanın verdiği şükür dersine kulak verelim:
Nasrettin Hoca kürsüde
vaaz ederken; sözü şükür konusuna getirir:
Aziz cemaat, yaratana
devamlı şükür edelim. Onun bize verdiği nimetler devamlı şükür etmemizi
gerektirir, der. Cemaatin içinden Bektaşi anlayışlı biri, hırpani kıyafetini
göstererek:
Hangi halime
şükredeyim hoca, benim bu halimde mi şükrü gerektiriyor? der. Hoca, adama doğru
manalı manalı bakarak:
Şükretmeye hiçbir şey
bulamamışsan, develerin kanatsız yaratılışını düşün, ona şükret. Şayet, Allah
develere kanat verseydi, onlarda uçarak gelip evinin çatısına konup tepene
göçürseydi, ne yapacaktın? Kime itiraz edebilecektin? diye, lafı gediğine
koyar.
İşte görüyorsunuz,
eğer böyle anarmollikler olmuş olsaydı, yaratılışa karşı hiçbir itirazımız
olamazdı...
Bir mekandan, diğer
bir mekâna intikâl etmek anlamında kullanılan yolculuğun, değişik versiyonlan
vardır. Bu kapsam içerisinde değerlendirildiği zaman, yolcu olmayan hiçbir
varlık mevcut değildir.
Bizler bir cihette
öyle bir yolcuyuz ki; ' Ruhlar aleminden, mana aleminden, ana rahminden,
çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, haşirden ve ebet
istikâmetine doğru giden bir yolculuk../
Hiçbir insan, kendini
bu yolculuktan müstesna tutamaz.
Diğer bir cihet ise;
uzayda yaptığımız yolculuktur. Evet, bizler bir nevi uzayın bir gezegeninde
seyahat etmekte olan, ilahi astronotlanz.
Gerçekte dünyamız,
esir (foton) denizinde, saatte yüz sekiz bin kilometre hızla giden dev bir uzay
gemisidir.
Dünyanın dahi
seyahatinde iki boyut vardır: Biri gezegen olarak güneşin etrafındaki hareket;
diğeri, galaksi içindeki hareketin bir parçası olarak top yekun gidişi...
Bütün bunların
haricinde; İslam fıkhında belirli ikametler arasını kapsayan bir tür yolculuk
vardır ki, asıl seferilik hükmü geçerli, olan yolculuk bu yolculuktur.
Bakalım Bektaşi bu
yolculuğu kendine göre nasıl yorumluyor:
Bektaşi'nin oruç tutmadığını
fark eden komşuları merakla sorarlar:
Erenler, geçerli bir
mazeretiniz mi var, niçin oruç tutmuyorsunuz?
Ben seferiyim komşular
der. Komşuları hayret içinde gülerek:
Aman efendim nasıl
olur, siz yıllardan beri bizim mahallede oturmuyor musunuz? Seferi olmak için
belli bir uzaklığa yolculuk yapmak gerekmez mi? diye sorduğunda, Bektaşi:
Komşular ben ebedi
aleme yolcuyum, öbür dünyaya gitmekteyim,diye cevap verir.
Yaratan,insanoğlunu
kainat laboratuarındaki deneylerin tamamını yapabilecek ve madde planında
ortaya çıkacak bütün problemlere cevap verebilecek kadar engin kabiliyetlerle
donatmıştır.
İnsan beyninin işlem
hacmi, iki üstü on milyar kadardır ki bu da evrendeki atom sayısını aşan bir
sonuçtur. İnsan yaratılış itibariyle tek başına bir kainat gibi hatta daha
fazladır.
Eğer yaratan bizim,
belli şablonlara belli dogmalara belli odakların ürettiği kalıplara şuursuzca
uymamızı isteseydi; bu derece maddenin boyutlarını aşacak kadar geniş
yeteneklerle donatmazdı.
Bir veciz sözde *
vermek istemeseydi, istemek vermezdi. ' denilmektedir. Bu yeteneklerimizi
kullanmamızı istiyor olmasaydı bize vermesine gerek yoktu. Buradan çıkartabileceğimiz
mana, meşru istikâmette yeteneklerimizi sonuna kadar kullanmaya gayret
etmektir.
Bizden: 'düşünmemiz ve
aklımızı kullanmamız' istenmektedir. 'Aklınızı, şu noktaya kadar kullanın
ondan sonra kullanmayın' gibi bir istekte bulunulmamaktadır.
Yine ünlü
şairlerimizden biri:
'Ümit cihandan da
büyük, zevk ise mahdut,
Her saat'i Ömrün elem
efza elem alût.'
Demektedir.
Burada ümit ve
arzuların cihanın sınırlarım aştığı, fakat, madde aleminde elde edilen zevkin
çok sınırlı olduğu, ömrün her saatinin elemlere bulanmış olduğu
belirtilmektedir. Yani insan, ümidiyle orantılı zevke ancak ebedi hayatta kavuşacak
demektir.
Yine bir başka
şairimiz: 'Asumana sığmıyor ruhun ezeli sesi, Kuşatamaz manayı, dar varlık
hendesesi.
Demektedir.
Bu gibi ifadeler,
insanoğlunun ezele namzet bir varlık olduğunu sonsuza uzanan kabiliyetlerinin
de bu gerçeğe işaret ettiğini gösterir.
Ancak; hayat
okyanusunda kurtuluşa giden limanı bulmanın hesabını yaparken, bu hesabın bir
pusulaya göre yapılacağını bilmemiz gerekir Pusulanın verdiği sabit değerler
dışında, her tür hesaplamayı biz kendimiz yapmak durumundayız. Bu iş: Bazı
fizik problemlerini yaparken işleme konu olan maddenin özgül ağırlığını sabit
bir değer olarak almamıza benziyor. Aksi davranışlar, hem insanların
potansiyellerinin israfına hem de dinin önünün tıkanmasına, Müslümanlann da
yersiz bir açmazla karşı karşıya kalmasına sebep olurlar.
Bu statükocu yaklaşım:
' Müslüman'ı dünya huzurundan, diğer milletleri de ahiret saadetinden mahrum
bırakmaktadır.' İslâmı böylesine abesleştirmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
İstiklâl şairimiz de bu ızdırabını seslendirerek şöyle demektedir:
'Sonra bir de tevekkül
sokuşturup araya Zavallı dini, onunla çevirdik maskaraya.'
Bu cehalet mahsulü
olan statükoculuk bize ortaçağ skolastik düşüncesinden bulaşmış, İslâmın malı
olmayan, akıl ve izan dışı bir saplantıdır.
Bu saplantının kaynağına
işaret eden tipik bir örnek: ...
Bir grup papaz; atın
ağzında kaç diş olduğunu günlerce tartıştıktan sonra şu karara varırlar:
'Mukaddes kitaplarda belirtilmediği için, atın ağzında kaç diş olduğunu bilmeye
imkan yoktur.'
Papazların bu kararını
duyan gariban bir çoban, onların huzuruna bir at getirerek ağzını açar: ' Aziz
pederler, lütfen sayı saymayı bileniniz ön tarafa gelsin ve saysın."
En kötü mahkumiyet,
statükoya mahkum olmaktır.
Kanallardan birinde,
Bereket'li bir program izledim.
Komşumuz Yunanistan'ın
ülkemize karşı terör örgütleriyle nasıl iş birliğine girdiği, bu konuda bazı
üst düzey görevlilerinin, açık itirafları yer alıyordu.
İşin buraya kadar olan
kısmında, Yunanistan'ın geleneksel tavnnı görmekteyiz.
Ancak ben, şu hususu
yorumlamakta aciz kalıyorum:
Bizim aydınlar,
medeniyetin kıblesi olarak batıyı, medeniyetin mabedi olarak ta Yunanistan'ı
görüyorlar. O zaman, bu bölücülere verilen desteği de, medeni olmanın bir
sonucu kabul etmeye kalkarlarsa, diye düşünüyorum. Kaldı ki kalkanların
sayısı da azımsanacak kadar değildir.
Birde, AB' ye
girmemizde, onların referansına bırakılırsa ki, öyle bir havada sezinliyoruz,
işte o zaman, Namık Kemal'in şu mısraı, halimizi çok güzel özetlemiş
olmaktadır:
"Zaferden ümidi
kes, düşmandan imdat lazımsa."
İpin ucunu rakibimize
kaptırmışsak, "vay bizim halimize" demekten başka çaremiz yoktur.
Durumu bizim kadar
vahim olmayan şu hocanın hikâyesi ile teselli olmaya çalışalım:
Medrese Hocalarından
biri çok zeki olan bir Öğrencisine:
Oğlum, bileğime bir İp
bağlayayım da, ben kürsüdeyken, bir yanlışlık yaparsam, sen ipi çekersin, ben
de yanlışımı düzeltirim, der. Anlaştıkları şekilde yaparlar, Hoca kürsüye
çıkar ve adet gereği, başlangıç duasını okumaya başlar.
Salli ala Muhammed,
der. Bu esnada, cemaatten birinin ayağı ipe takılır, Hoca, tereddüt geçirir. Bu
sefer, esre olarak okur, Sıllu ala Muhammed. Bu sefer öğrenci norma] olarak
çeker. Hoca şaşkın durumda, bir ihtimali daha denemek ister, Süllü ala
Muhammed, der. Öğrenci yine çekince, daha dayanamaz, Aziz cemaat, bu gün
konuşma yapamayacam, çünkü, ip puştun eline geçti, der.
Bu hoca, bizim ipin
kimlerin elinde olduğunu görse, hep aklını kaçınr.
Değişim rüzgârının
fırtınaya döndüğü şu günlerde, bazı yorumcular; "Artık, Avrupa tamamen
değişti. Demokrasinin, insan haklannın eksiksiz yaşandığı merkezler haline
geldi. Dintaassubundan kurtuldu, haçlı ruhu yok oldu, yerine realizm geldi..."
gibi değerlendirmeler, yapmaktadırlar.
Bütün dünyanın gözleri
önünde cereyan eden bazı hadiselere bakınca, yersiz ümide kapılmamamız
gerektiğini düşünüyorum.
Halk onlann istediğini
seçmezse; "Demokrasi o kadarda gerekli değil" mantığına sanldıklan,
zaman zaman gözler önüne seriliyor. Çeşitli kıtalardaki bazı olaylara
bakarsanız, bunun böyle olduğunu görürsünüz.
Batının bize, botanik
bahçesi diye yutturmaya çalıştığı, "maddeci, felsefe çöplüğü,"
olumsuzluk üretmede hayli verimli bir zemindir. Bu Batı madalyasının negatif
yüzüdür. Bu cihe-tiyle devamlı "İzm ve tefrika" üretir. Rahmetli C.
Meric'in dediği gibi, bizde; "Gribe yakalanır gibi, ideolojilere yakalanıyoruz."
Nedense aydınlarımız,
her derdimizin devasını, bu yan etkisinin yaranndan çok fazla olduğu bilinen,
felsefi sentezler içinde aramaktadırlar.
Maddeci kültürde
"vefa" kavramı mevcut değildir. Vefa: Soylu bir inancın, ürettiği
erdemli bir meyvedir. Katkısının ana faktörü, vicdani ve ilâhidir.
İşte, menfi kültür
kaynağından beslenmiş Almanya, daha dün, uğurlarına İmparatorluğu feda
ettiğimizi ne çabuk unuttular. Şimdi, bölücülere prim vermeye çalışıyorlar.
Bölücülerin ellerindeki silahların önemli bir bölümü, Alman yapımı olduğu
bilinirken, bize, siz benden aldığınız silahı doğuda kullanamazsınız diye
tutturuyor.
Ne dersiniz, bunlar ne
oranda değişmiş olabilir, cevabı şu fıkranın içinde arayalım:
Yıllar sonra, Hans'la
Mişop, bir turistik beldede karşılaşırlar. Hoşbeşten sonra, geçmişe ait bazı
acı, tatlı hatıraları anarak, sohbeti koyulaştırırlar. Hans, bir ara Mişop'a
bir espri yapmak ister:
Mişop sen, öleceksin?
Mişop biraz tedirgin:
Niye, yeni bir Hitler
mi çıktı?
Hayır, hayır ecelinle
öleceksin.
Olur herkes ölecek.
Çürüyüp, toprak
olacaksın.
Herkes çürüyüp toprak
olacak.
Toprağında otlar
bitecek.
Olabilir.
O otlardan hayvanlar
yiyecek.
Yesin ne zararı var?
Ben bir yerde, bir
hayvan pisliği görünce, "ulan Mişop, ne kadar değişmişsin,
diyeceğim," der. Mişop, çaktırmadan karşı atağa geçer:
Hans, sen ölmeyecek
misin?
Ölürüm.
Sen çürüyüp toprak
olmayacak mısın?
Olurum.
Senin toprağında otlar
bitmeyecek mi?
Olur, biter.
O otlardan hayvanlar
yemeyecek mi?
Yiyebilir, afiyet
olsun.
Ben, bir yerde bir
hayvan pisliği görünce ne diyeceğim?
Sen de, "Hans ne
kadar değişmişsin" dersin.
Hayır öyle
demeyeceğim.
Ne diyeceksin öyleyse?
Hans, hiç
değişmemişsin, sen eskidende böyleydin, diyeceğim," der.
Buradan hareketle,
menfi Avrupa'nın, ne konuda, hangi oranda değiştiğine siz karar verin.
Değer yargılan,
evrensel, bölgesel, yerel ve kişisel olarak, sınıflandırılabilir.
Değerler, ne oranda
evrenselleşirse, o oranda, mutlak gerçeğe yaklaşmış olur. Yerellikten ve
aynntıdan uzaklaşmış olur. "Şeytanın, ayrıntıda gizli olduğu" göz
önünde bulundurulursa, evrensel değerler insanlık için, önemli bir nimet
sayılır. Çünkü, uzlaşmanın en kestirme yolu, evrensellikle mümkün olmaktadır.
Yerel mantıkla
evrensel satranç, eski kurallarla, yeni oyunlar oynanmaz. Hangi oyunu
oynuyorsanız, onun kurallarını uygulamak zorunluluğu vardır. Siz, güreş kuralı
İle, voleybol oynayamazsınız.
Yerel ve kişisel
değerler, çoğu zaman, objektif olmayabilir. Çünkü, "İnsan, kendi kokusunu
hissedemezmiş" deni-lir.Kendi yanlışını da anlaması, böylesine zor olur.
Alışılmış olayları
yorumlama ve algılama durumumuz çok zordur.İlginç bir haber okumuştum.
İstanbul'dan, Anadolu'ya bir gelin gelir. Köy evinin altında ahır olduğundan,
kokudan rahatsız olur.
Ben, bu kokuyu
temizleyeceğim, diye işe koyulur. Ev halkı kokunun farkında olmadıklanndan, ne
yapacağını anlayamazlar. Günler sonra, o zavallıda, kokuya alıştığından;
Gördünüz mü, kokuyu
nasıl yok ettim? demeye başlar. Akvaryumdaki balıklar, ne kadar, yetenekli
olsalarda; okyanustaki dalgalan tasvir edemezler.
Einştein "Bir
sorun, o sorunun sebebi olan bilinç düzeyi ile çözülemez" demektedir.
Düşünce özgürlüğü, insan haklan, hukukun üstünlüğü ve demokrasi, Şu bilinç düzeyi
ile çözülebilir mi? Siz, karar verin:
Altmış darbesini
müteakip, Erzurum'da iki ağa, muhabbet etmektedir. Ağanın biri biraz okumasını
bilir, diğeri bilmemektedir. Ağa gazeteyi, büyük bir tedirginlikle okur ve:
Ağa, mahfomışık. Darbe
olmıştır, demirgırasi gitmiştir. Diğer ağa şaşkın:
Ağam, gurban olam,
darbe çiye(nedir)?
Meclis gitmiştir,
mepuslar mahpus olmıştır, bokanlar gitmiştir ve demirgırasi gitmiştir.
Ağam, demurgırasi
çiye?
Hanı biz, rey atmışık,
işte odır.
Ağam, bu darbe dediğin
şeyin, mala, davara zaran var mıdır? Biraz düşünür:
Zannetmiyem, bence
yuktur, der. Diğer ağa, rahatlamış olarak:
Ağam, u zaman biye
göre, darbe eyle kötü bişey değildir.
Davranışlara belli bir
standart getirilmezse; herkes kendi bilinçaltına göre olaylara yorum getirir.
Çoğu zamanda karşımıza, şöyle traji komik durumlar çıkar:
Dört yamyam, bir
beyazı yakalayıp, karşı taraftaki piknik alanına götürüp yemek isterler.
Giderken, bir gümrükten geçmeleri gerekmektedir. Belgelerini gösterirler.
Memur:
Bir belgenin noksan
olduğunu, söyler. Yamyamlar şaşkın:
Hayır olamaz,
hepimizin belgesi vardır, derler. Memur ısrarla:
Siz beş kişisiniz,
belge dört tane, deyince, yamyamların şaşkınlığı bir kat daha artmış olarak:
Ama bu büyük
haksızlık, siz yiyeceklerimizi de mi insan sayıyorsunuz? derler.
"Bizim gibi
düşünmeyenlerin, saçmalıkları düşünce sayılamaz. Dolayısıyla, onların özgürlük
hakkı yoktur" demeye getirenlerin kulakları çınlasın.
[1] PRF. A. Songar, Çeşitleme, Kubbealtı
Neşri-yat,îst.l981.sh:3
[2] NOT: Acar Baltaş,Üstün Başarı, Remzi Kitapevi, 13.
Baskı, 1997. Sayfa:206
[3] Not:J. JAMES, Gelecek Zamanda Düşünmek,Boyner Holding
Yay. 1997, İst. S.:
[4] Not: Çevirmen, B.T. UNAN, Tavuk Suyuna Çorba-3, HYB
Yayınları, Ankara 2002
[5] Camiüssağir, Y. ASYA Neşriyat, Hadis,6. cilt:l
[6] D. Carnegie, Söz söyleme iş başarma sanatı. 12. bas.
İstanbul, Kit- San, sh.172
[7] Hut sur.Ayet. 85
[8] R.Salihin, Trc, C.2 S. 586
[9] R. Salihin. Trc. C.3 S. 160
[10] R. Salihin Trc. C.3 S. 160