Bir Zamanlar Palvda Bîr Ağa Varmış
Biri Deli Diğeri Akıllı İki Kardeş
Çok Zengin Bir
Ailenen Bir Çocuğu Varmış
Vaktiyle yaşlı bir
ninenin bir kızı ve yedi oğlu varmış .Oğlanlar büyüdükten sonra yedi dağ kadar
uzağa gitmişler. Nine ile beraber kalan kızı ise olgunluk yaşına basmış.
Kız,diğer kardeşlerinden habersizmiş.
Bir gün genç kız
arkadaşlarıyla oyun oynuyor-muş. Bu oyun esnasında değerli bir eşya çalınmış.
Kızın arkadaşlarından her biri bu eşyayı kendisinin çalmadığını, bunu ispat
etmek içinde "Ağabeylerim üzerine ant olsun ki..." şeklinde yemin
etmişler. Sıra bu ninenin genç kızma gelince ağabeyleri olmadığı için büyük
bir üzüntü duymuş. Bunun üzerine arkadaşları, bu kızla ağabeyleri olmadığı için
alay etmişler.
Kız büyük bir
üzüntüyle, ağlayarak oradan kaçmış ve eve gelerek durumu yaşlı annesine anlatmış.
Annesi, kızın ağabeyleri olduğu gerçeğini anlatmaya karar vermiş.
Annesi kızım yanına
alarak ona bilmediği gerçekleri anlatmaya başlamış: "Kızım! Aslında senin
kardeşlerin vardır. Onlar yedi erkektir. Zamanında buraları terk edip, falan
yedi dağın ötesine gittiler. Senin de onların yanma gidebilmen için, sana
yapacağım topraktan bir eşeğe bineceksin ve çüş...çüş diyeceksin. Kesinlikle
eşeğe hoşt... deme yoksa eşek bozulur toz olur."demiş
Ve kız kardeşlerinin
yanma giderek, annesinden eşeği yapmasını istemiş. Annesi çamurdan eşeği
yapmış ve kızda binerek yola koyulmuş. İki, üç dağı aştıktan sonra yanlışlıkla
hoşt... demiş ve anında eşek toz oluvermiş. Tekrar annesine gelerek çamur
eşeği yapmasını istemiş ve eşek tekrar yapılmış. Kız tekrar eşeğe binmiş ve bu
sefer yedi dağ Öteye varmış. Birde bakmış ki, büyük bir köşk. Kız burada
ağabeylerinin yaşadığını anlamış ve gizlice içeri girerek, onların olmadığı bir
sırada evdeki tüm işleri yapmış ve ortalığı temizlemiş.
Akşam kardeşleri eve
gelince bakmışlar ki, her yer tertemiz ve intizam içinde. Birbirlerine kimin
yaptığını sormuşlar ve belli bir cevap alamamışlar. Kız akşam üzeri bir sütunun
kovuğuna girip giz.
Kardeşlerden en küçük
olanı, yarın evde saklanacağını ve evin işlerini kimin yaptığını ortaya çıkaracağını
söylemiş. Sabah olunca büyük kardeşler evden çıkmış, küçük kardeşleri ise bir
köşede saklanmış. O anda kız saklandığı kovuktan çıkmış. Tam ev işlerini
yapacağı sırada, küçük kardeş bulunduğu yerden çıkarak kızı yakalamış ve
buraya neden geldiğini, buradaki işleri neden yaptığını sormuş. Kız da başından
geçen tüm olayları anlatmış. Akşam eve gelen büyük kardeşlerine de durumu
anlatmışlar. Kardeşleri birbirine kavuştukları için büyük mutluluk duymuşlar.
Ertesi gün yedi erkek
kardeş evden ayrılırken, kız kardeşlerine ocağın ateşini kesinlikle söndürmemesini
tembihlemişler
Aradan uzun bir zaman
geçmiş kız bu tembihi bir gün unutmuş ve bakmış ki ateş sönmüş. Kız bu sefer
ateş bulmak için etrafı dolaşmış. Bir tepenin üstüne çıkarak etrafı
gözlemlemiş, bir de bakmış ki bir dağın ardından duman çıkıyor, hemen ateş
alırım sevinciyle yola koyulmuş. Dağı aşınca bir ev karşısına çıkmış. Eve
girince yedi tane genç kızla karşılaşmış. Bu kızlar meğer bir cadının yedi
kızıymış. Kız, bu cadının kızlarından ateş istemiş. Kızlar ateşi vermişler. O
anda cadı anaları evde yokmuş.
Kızlar, cadı
annelerinin kızı bulmaması için ateşin yanında ona sabun ve yağ vermişler. Ve
kıza arkasından yağ atmasını, yol kayganlaşır, daha sonrada sabun atmasını, bu
da su olur böylece annelerinin ona ulaşamayacağını anlatmışlar
Kız da. malzemeleri
alarak eve doğru yola koyulmuş. Cadı eve gelince durumu sormuş ve durumu
öğrenince kızın peşinden gitmiş. Kız cadının arkasından geldiğini görünce,
önce sabunu, sonrada yağı atmış, böylece cadı o anda bayılmış, kız da zar zor
eve varabilmiş. Fakat cadı ertesi gün uyanınca, kızın evine gelerek kapıyı
çalmış. O sırada içerde olan kızdan, her gün parmağının kanını ve yanında tuz
istemiş. Bunu yerine getirmediği takdirde ise kapıyı kırıp, içeride kızı
öldürme tehdidinde bulunmuş. Kız da çaresiz cadının dediğini yerine getirmiş.
Belli bir zaman geçtikten sonra, ağabeyleri kız kardeşlerinde çok zayıflama
olduğunu görmüşler. Kız kardeşlerinden durumu anlatmasını istemişler. O da
başından geçenleri tek tek anlatmış. Böylece
ağabeyleri içlerinden bir kardeşlerini eve saklamışlar. Cadı eve gelince,
kardeşi oku çıkarıp cadıyı öldürmüş.
Bunun üzerine kız, tüm
ağabeylerine bu cadı-
nın yedi kızı olduğunu ve kendilerinin bu kızlarla
evlenmelerini istemiş, ağabeyleri de kız kardeşlerinin dediğini yaparak bu
cadının yedi kızıyla evlenmişler.
Aradan epey zaman
geçmiş. Kardeşler sabah evden ayrılırken kız kardeşlerine bazı tehlikelerden
dolayı tembihlemişler. Bu tembihte kız kardeşlerinde su içerken, kesinlikle su
içtiği testinin ağzını bir tülbentle bağlayıp, ondan sonra, o suyu içmesini
istemişler. Böylece kız kardeşlerini sudaki zararlı kurtçuklardan korunmasını
sağlamaya çalışmışlar.
Fakat cadının kızları
olan gelinler, kocalarının kardeşlerine olan sevgisini kıskmmış
ve ona bir tuzak kurmayı planlamışlar. Bunun için sudaki zararlı
kurtçuklardan korunmak için bağlanan tülbentle birlikte, cadının kızları,
evdeki tüm tülbent ve bezleri saklamış ve kıza vermemişler. Bunun üzerine kız
da suyu, testiye tülbent bağlamadan içivermiş o sırada gelinlerinin suya
bıraktığı bir yılan kızın karnına girmiş.
Gel zaman git zaman
kızın karnına giren yavru yılan büyümüş ve kızın karnında büyük bir şişkinlik
yaratmış. Cadının kızları tam sırası diyerek kıza iftira atmışlar. Kızın
ağabeylerine kızın hami-
le olduğu yalanını söylemişler. Kızın ağabeyleri de bu
söze inanıp kızı öldürmeyi kararlaştırmışlar. Bunun için içlerinden en küçük
kardeşlerini görevlendirmişler. Onun kız kardeşlerinin bir dağa götürüp
öldürmesini ve kızın kanlı elbisesini istemişler. Emin olmak için.
En küçük kardeş, kızı
alarak dağa götürmüş. Tam kız kardeşini öldüreceği sırada kalbinde kardeşine
karşı bir acıma hissi duymuş ve onu öldürmekten vaz
geçmiş. Diğer kardeşlerine, kızı öldürdüğünü inandırmak için, kızın
mintanından bir parça alarak kana bulamış ve kız kardeşini de dağda oluruna
bırakmış.
Kız her ne kadar masum
olduğunu kardeşlerine anlattıysa da, onları kendisine bir türlü inandıramamış.
Ve kendisini yalnızca dağa bırakan kardeşine: "Ah! Kardeşim! Ayağında bir
yara çıksın ve kimse onu iyileştirenlesin. O yaranın tek dermanı ben olayım ve
sende derman bulmak için bana gelesin, bana muhtaç olasın!" bu şekilde
beddua etmiş. Daha sonra çaresizce dağı dolaşmaya başlamış, kardeşi de oradan
uzaklaşmış.
Kız gide gide çift süren bir çiftçiye rastlamış. Çiftçide kızı yanmOçağırmış ve kendisini burada hiç görmediğini söylemiş.
Kız da başından geçen İcri çiftçiye tek tek anlatmış. Çiftçi kıza acıyarak, ona karnındaki yılan
için çare düşünmüş. Tam o sırada tarlada, bir dikenin içinde bulunan, büyük bir
yılan ona çaresini anlatacağını söylemiş. Yılan: "Kızı tavandan baş aşağı
sarkıtmasını, bunu yaparken de başının altına tuz ve su katmasını çiftçiye
söylemiş." Büyük yılanın altında aynı zamanda bir küp altın varmış.
Çiftçi kızı alarak eve
gelmiş ve kızı bacaklarında tavana baş aşağı sarkıtmış ve başının altına tuz
ve su koymuş. Bunun üzerine kızın karnındaki yılan, tuzu ve suyu almak için,
kızın ağzından dışarı çıkmış. O sırada nöbet tutan çiftçi, yılanı görür görmez
vurmuş ve öldürmüş, iyileşen kızı da kendine nikahlayarak onunla evlenmiş. Bir
çok çocukları olmuş.
Kızın kardeşlerinin en
küçüğüne ettiği beddua tutmuş. Küçük kardeşin ayağında büyük bir yara çıkmış.
Kardeşi nereye baş vurduysa derdine çare bulamamış. Kardeş avarece dolaşa dolaşa kız kardeşinin köyüne gelmiş. O sırada köyün
çocukları bunun etrafında toplanmışlar. Bunu gören kız durumu merak edip
kalabalığa doğru gitmiş. Bir bakmış ki bu kendisini dağda yalnız bırakan
kardeşi. Memen kardeşini alarak eve gelmiş ve ona bir ilaç yaparak ayağına
sürmüş. İlacı sürer sürmez, ağabeyinin .yarası anında iyileşmiş.
Daha sonra kız,
başından geçenleri kardeşine anlatmış. Kardeşi, kıza yanlış davrandıklarından
dolayı üzülmüş.
Bıı olaydan sonra çiftçi, kardeşi ve kız beraberce
çalılıklarda bulunan ve altında hazine olan, büyük yılanı öldürmeye gitmişler.
Tarlaya varıp yılanı bulmuşlar ve orada yılanı hemen öldürüp, altındaki bir
küp altını almışlar.
Kızın en küçük kardeşi
de diğer ağabeylerinin yanına giderek durumu anlatmış. Bunun üzerine kardeşler
birlik olup, cadının yedi kızını öldürmüşler ve kız kardeşlerinin yanma
gelmişler. Orada altınları alarak hep beraber, bir daha ayrılmamak üzere
mutlu bir hayat sürmüşler.
Ewel zamanda hiç evlat sahibi olmamış bir karı koca varmış
.Köyden şehirden uzakta, ıssız bir yerde kendi başlarına ya-şarlarmış.
Bu karı koca çocuk sahibi olamadıkları için çok üzülürlermiş ve kendilerinden
başka kimseleri olmadığı içinde birbirlerine çok bağhlarmış.
Yalnızlığın verdiği üzüntüyle bir gece ağlaya sızlaya Allah'a yalvarmışlar ve
kendileri için bir can yoldaşı istemişler.
Bir sabah
uyandıklarında bakmışlar ki kapı eşiğinin önünde heybetli güzel bir ve inek
bekliyormuş.ineğin sahibi olup olmadığını anlamak için çevreyi aramışlar
taramışlar,oraya buraya seslenmişler fakat bakmışlar ki hiç seslenen kimse
yok.Buna çok sevinip ineğin yanma gelmişler.İneğin karnını iyice doyurmuşlar
ve güzelce tımar etmişler. Ardından da inek için rahat bir yer yapmışlar.
Bu kan koca ineğin
yanma her geldiklerinde onunla,İçişi oğluyla konuşur gibi konuşurlarmış,sevip okşarlarınış.Buna karşılık akıllı inekte onları çok
severmiş.
İnek her sene yavrular
ve kazan dolusu süt verirmiş.Evin hanımı da sütün kendilerine yetecek kadar
olanını ayırdıktan sonra,fazla gelen sütü kocası
şehir pazarına götürüp satarmış.Yavru buzağıları da büyüyünce satar ve böylece
geçimini sağlarmış.
Günlerden bir gün evin
hanımı çok hastalanmış ve o hastalığından dolayı ölmüş.Hanımın ölmesi üzerine
hem kocası hem de inek çok üzülmüş ve ağlamışlar.
Karısının ölümünden
sonra adam yalnızlıktan sıkılmış ve evlenmeye karar vermiş.Sonunda arzusuna
kavuşup evlenmiş.Fakat evlendiği yeni kadın inatçı ve yaramaz bir kadınmış.
Bu kadın her şeye bir
bahane bulur ve hiçbir şeyi beğenmezmiş. Evin düzenini de kafasına göre
değiştirmeye başlamış. Kocasının ineğe gözü gibi bakıp, sevgi göstermesini de
gizli gizli takip edermiş.
Bir gün kadın
dayanamamış ve kocasına bu ineği neden bu kadar çok sevdiğini sormuş. Adam da
ineğin durumunu anlatmış. Adam, karısının ve kendisinin bu ineği çok
sevdiklerini ve karısının ölmeden önce ineğe iyi bakmasını vasiyet ettiğini
yeni karısına anlatmış.
Yeni kadının da bunun
üzerine ineğe karşı olan kıskançlığı artmış ve böylece ineği ortadan kaldırmaya
karar vermiş. Çünkü kocası, ineğin yanına her gidişinde ölen karısını hatırlar
ve ineği öylece severmiş. Aynı zamanda inek yeni kadını hiç sevmez yanına yaklaştırmazmış.
Bu inek, süt
vermesinin yanında evini her türlü düşmandan da korurmuş. İnek bu eve geldiğinden
beri bu karı kocanın evini her gece yoklayan bir canavarı görürmüş. Bu canavar,
her gece evin yanına gelir, içeriye girmeye çalışırmış fakat her gelişinde inek
canavarı korkutup kaçırırmış. Bu olaydan ne adamın ne de kadının haberi varmış.
Çünkü canavar yalnız geceleri gelirmiş.
Bir gün yeni kadın,
kocasına ineğin çok huysuz olduğunu bir türlü yanma yaklaşamadığını söylemiş
ve ineği satmasını istemiş. Adam yeni karısına kızarak, ineğin ölen karısının
yadigarı olduğunu ve bunun içinde asla satmayacağını söylemiş. Karısı ne zaman
ineği, kocasına şikayet etse hep azarlanılmış.
Yeni kadın inekten
kurtulamayacağını anlayınca kocasına karşı hile yapmayı düşünmüş ve yalandan
hastalanıp yatağa girmiş. Hiç yemez, konuşmaz bu halde yorgana sarılıp
günlerce yatıp durmuş. Ne ilaç ne doktor bu kadını ayağa kaldıramamış. Kocası
da karısının durumuna çok üzülür, onu öleceğinden korkarmış.
Bir gün adam, yeni
karısına iyileşip ayağa kalkması için kendisinden ne isterse onu yerine getireceğini
söylemiş. Kadın da ancak evdeki ineğin etinden yerse iyileşeceğini kocasına
söylemiş. Bunun üzerine kocası çaresiz isteğini kabul etmiş.
Adam ertesi gün ineği
kesip bir kazan dolusu et kavurmuş ve yeni karısına bundan yedirmiş. Adamın
karısı eti yiyince iyileşmiş ve gülüp oynamaya başlamış. Kocası da karısının
iyileştiğine çok sevinmiş.
Bir gece vakti bu karı
koca uyurlarken, dağ canavarı yine gelip kapısına dayanmış. Etrafına bakınca,
kendisini her gelişinde korkutup kaçıran ineğin artık olmadığını görmüş.Bundan
faydalanan canavar kapıyı kırıp eve girmiş ve yataklarında uyuyan kan kocayı
parçalayarak yemiş.
Bir zamanlar
değirmencilik yapan Hasan Lahnu adında bir adam
varmış. Bu adam her akşam değirmenini güzelce temizlermiş. Bir gün değirmeni
temizlemeyi unutmuş. Akşam olunca bir tilki gizlice değirmene girip
değirmendeki tüm unları yalayarak yemiş.
Hasan Lahnu değirmeni açınca bakmış ki unlar hep yenmiş. Kimin
yediğini öğrenmek içinde o akşam değirmende saklanmış. Tilki tekrar gelip
unları yiyeceği an, hemen ensesinden yakalayıvermiş.
Tilki can havliyle
yalvarmaya başlamış:
"Hasan Lahnu ne olur beni öldürme. Eğer beni öldürmezsen söz
veriyorum sana bir kadın bulup seninle evlendireceğim." Demiş.
Bekar biri olan
değirmenci, buna sevinerek tilkiyi serbest bırakmış. Tilki oradan uzaklaşarak
büyük bir köşke gelmiş. Bu köşkün sahibinin güzel bir kızı varmış. Tilki
köşkün sahihine, kızıyla evlenmek için, köşk sahibi, çok zengin bir bey tanıdığını
ve köşkün sahibinin kızını bu beyle evlendirmesini tavsiye etmiş.
Köşk sahibi; kızın
babası bu teklifi sevmiş ve tilkiye:
Git şu zengin beyi
getir de bir görelim demiş.
Tilki hemen hasan Lahnu'nun yanını gelmiş ve durumu ona anlatmış. Değirmenci
ile tilki beraber, yanlarına da bir at almak suretiyle köşke doğru yola
çıkarlar.
Sen şuradaki suya gir
yıkan, bende hemen elbiselerini ata bindirip atı salıvereceğim der.
Değirmenci suya
çırılçıplak girer. Tilkide hemen dediklerini yaparak kız alacakları köşke
varır, köşk sahibine olayı anlatarak, Hasan Lahnu'ya
acilen elbise ister. Köşk sahibi de elbiseleri verir, tilki de elbiseleri
değirmenciye getirerek onu paşalar gibi giyindirir. Tilki ile değirmenci, köşke
yakın bir yere vardıklarında, tilki Hasan Lahnu'ya:
Köşkte sakın fazla
yemek yeme, der. Değirmencide peki der.
Sonunda köşke
varırlar. Köşkte her türden yemek yapılır. Sonrada ihtişamlı bir sofra
kurulur. Hasan Lahnu yemeklere dayanamayarak, tilkinin
tavsiyesini de unutup/azladan yer.
Hasan Lhnu'nun tuvalet ihtiyacı gelir, dayanamayarak altına
eder. Tilki tekrar değirmencinin yanma gelerek, önce ona fazla yemek yediği
için kızar ve olayın duyulmaması için bir oyun düşünür.
Tilki hemen
değirmenciye köşkün küçük çocuğunu kucağına almasını söyler. Değirmenci denileni
yapar ve çocuğu kucağına alır. Çocuk sonunda altına eder ve değirmencinin
üstünü batırır. Bunu fırsat bilen tilki hemen Hasan Lahnu'nun
hamama gönderilmesi gerektiğini söyler. Köşk sahibi denileni yapar ve
değirmenci güzelce temizlenir.
Sabah olunca köşk
sahibi kızını vermeyi kabul edip, Hasan Lahnu'nun
köşkünü görmek ister. Tilki yine bir oyun düşünmeye başlamış.
O civarda yalnız
başına yaşayan köşk sahibi zengin bir koca karı varmış. Tilki hemen kadına
varıp:
Etrafta askerler
kaynıyor, eğer saklanmazsan gelip seni öldürürler demiş.
Yaşlı kadın korkup:
Peki nasıl ve nereye
saklanayım, demiş.
Tilki:
Eğer şuraya
saklanırsan, senin üzerini çalılıklarla örterim, o zaman kimse seni göremez
demiş. Nine teklifi kabul etmiş, tilkide onu yere yatırıp, üzerine çalılar
örtmüş.
Tilki daha sonra
gelini ve değirmenciyi kocakarının boşalttığı köşke yerleştirmiş. Kızın babası
da köşkün sahibinin değirmenci olduğunu sanıp, onunla böyle zengin olduğu için
gurur duymuş.
Tilki daha sonra gidip
kocakarının saklandığı yeri ateşe vermiş kocakarı da yanarak ölmüş, köşkte
değirmenciye kalmış.
Aradan belli bir zaman
geçtikten sonra, değirmencinin eşi hastalanmış ve
illa da o tilkinin etinden yemek isterim diye tutturmuş. Değirmenci:
"Hanım o bizim
hayatımızı kurtardı, bizi zengin edip bu duruma getirdi. Böyle bir durumda bu
tilkiyi nasıl keseriz" demiş.
Hasan Lahnu hanımının sözlerine dayanamayarak, tilkiyi kesip
hanımına yedirmiş.
Yapmış olduğu tüm
iyiliklere rağmen, tilki canını kurtaramamış.
Değirmenci ve hanımı
da mutlu bir hayat yaşamışlar.
Zamanında bir nine ile
bir kedisi varmış. Nine kediye:
Gel seninle kardeş
olalım, demiş. Kedide bu teklifi kabul etmiş.
Nine bir gün kediye:
Ben hamama yıkanmaya
gidiyorum, sen şu ineği sağ ve sütü alıp oraya koy demiş. Kedi de tamam demiş.
Nine hamama gidince,
kedi ineğin sütünü sağmış, sonrada bir güzel içmiş ve ambarın üzerine çıkıp,
bir güzel uyumaya başlamış.
Derken nine eve gelmiş
.Bakmış ki bütün sütü kedi içmiş, sonra kediyi arayıp ambarda yatarken bulmuş.
O an nine eline bîr satır alarak, kedinin kuyruğuna vurup koparmış. Kedi can
havliyle nineye:
Ne olur nine bir daha
yapmayacağım, yeter ki şu kuyruğumu ver, demiş.
Nine:
Eğer sütü bulup getirirsen
sana kuyruğunu veririm demiş. Kedi çaresiz bir ineğin yanma gitmiş ve:
İnek kardeş ne olur
bana süt ver, bende sütü alıp nineye götüreyim, nine de bana kuyruğumu versin,
demiş.
İnek:
Bana ot getir, bende
sana sütümü vereyim, demiş.
Kedi çaresiz oradan
ayrılıp, ot almak için bir tarlaya varmış.
Ne olur tarla kardeş
bana ot ver, bende ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü alıp nineye
vereyim, ninede bana kuyruğumu versin, demiş.
Tarla:
Eğer bana su verirsen
bende sana ot veririm, demiş.
Kedi tekrar çaresiz su
bulmak için pınarın başına gelmiş.
Kedi:
Pınar kardeş, bana su
ver bende tarlaya vereyim, tarlada bana ot versin, bende otu ineğe vereyim,
inek bana süt versin, bende sütü alıp nineye vereyim, ninede bana kuyruğumu
versin, demiş.
Pınar:
Eğer üzerimde kızları
raks ettirirsin sana suyumu veririm, demiş.
Kedi bu defa kızların
yanma gitmiş ve:
Hey kızlar! Ne olur
pınarın başında raks edin, pınar bana suyunu versin, bende suyu tarlaya vereyim,
tarla bana ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü
nineye vereyim, ninede bana kuyruğumu versin, demiş.
Kızlar:
Eğer bize kırmızı
pabuç alırsan, o zaman gider pınar başında raks ederiz demişler.
Kedi kırmızı pabuç
almak için çaresiz doğruca çerçiye gitmiş.
Kedi çerçiye:
Çerçi kardeş, ne olur
bana kırmızı pabuç ver, bende pabuçları kızlara vereyim, kızlarda pınar başında
raks etsinler, pınar bana suyu versin, bende suyu tarlaya vereyim, tarla bana
ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt versin, bende sütü nineye
vereyim, nine bana kuyruğumu versin, demiş. Çerçi:
Eğer bana yumurta
getirirsen, bende sana kırmızı pabuç veririm, demiş
Kedi çaresizce tavuğun
yanına gider ve tavuğa: -Tavuk kardeş bana yumurta ver, bende yumurtayı
çerçiye vereyim, çerçi bana kırmızı pabuç versin, bende pabuçları kızlara
vereyim, kızlar pınar başında raks etsin, pınar bana suyu versin, bende suyu
tarlaya vereyim, tarla bana ot versin, bende otu ineğe vereyim, inek bana süt
versin, bende sütü nineye vereyim, nine bana kuyruğumu versin, demiş.
Tavuk:
Eğer bana yem verirsen
bende sana yumurta veririm, demiş.
Kedi de yemi bulmuş ve
tavuğa vermiş, tavukta ona yumurta vermiş, yumurtayı çerçiye vermiş, çerçi
kırmızı pabuçları vermiş, o da kırmızı pabuçları kızlara vermiş, kızlar pınar
başında raks etmişler, pınar suyu vermiş, kedi de suyu alıp tarlaya vermiş,
tarla otu vermiş, kedi otu ineğe vermiş, inek sütü vermiş, kedi de sütü alıp
nineye vermiş, nine de kediye kuyruğunu vermiş.
Böylece kedi kuyruğunu
alıp sevinçle oradan uzaklaşmış.
Ewel zaman içinde bir karı- koca yaşarmiş.
Bu karı-kocanın hiç çocuğu olmazmış. Günlerden bir gün kadının kocası
tarlaya çift sürmeye
gitmiş. Yemek vakti geldiğinde, kadın olmadığından yakınmaya başlamış ve kendi
kendine: "Ah! Şimdi bir oğlum olsaydı, kocama yemek hazırlar, oda
götürürdü" demiş.
Bir gün komşusu bu
kadına bir avuç nohut alıp beşikte sallarsa, kadının bir çok çocuğu olacağını
söylemiş. Kadın da komşu kadının dediklerini yapmış ve boş beşiğe nohut katıp
sallamaya bağlamış. Sonra kadın birde bakmış ki gerçekten nohutların hepsi
çocuk oluvermiş. Yalnız her nohut bir çocuk olduğundan kadın, hemen süpürgeyle
süpürüp hepsini ateşe atmış. O sırada bir tanesi de kadından kurtularak
saklanmış.
Kadın, tüm nohutları
süpürdükten sonra bir de bakmış ki hiç çocuk kalmamış. Daha sonra yaptıklarına
üzülmüş. Derken tam bu sırada parmak çocuk ortaya çıkmış ve
"Anne! Ben
buradayım. Sen kardeşlerimi ateşe atarken ben saklandım."demiş.Annesi bir
oğlu kaldığına sevinmiş ve hemen yemek yapıp kocasına Parmak Çocukla
göndermiş.
Parmak Çocuk, yemeği
alıp çift süren babasına getirmiş. Lakin babası olanlardan habersiz, şaşkın
bir halde çocuğa sormuş. Oğlu da babasına olanları uzun uzun
anlatmış.
Babası yemeğini
yerken, Parmak Çocuk, su içmek için oradan ayrılıp bir pınarın başına gelmiş.
Pınardan su içtikten sonra bakmış ki yanı başında büyük bir elma ağacı var.
Hemen elma yemek için ağaca tırmanmış elma kopararak yemiş.
Parmak Çocuk
ağaçtayken bir kocakarı ağacın dibine gelmiş ve Parmak Çocuktan elma istemiş.
Çocuk elmayı kocakarıya atrmş. Kocakarı : "Oğlum
ninen sana kurban! Bu attığın çamura düştü, bir elma daha daha
ver" demiş. Parmak Çocukta tekrar bir elma koparıp aşağıya atmış. Kocakarı
"Oğlum ninen sana kurban! Bu attığın çamura düştü, hele şöyle gel de
ninene bir elma ver."demiş.
Parmak Çocuk da aşağı
inip elmayı vereceği annine, Parmak Çocuğun kolundan
tutup yakalamış ve bir çuvala koyup ağzını bağlamış.
Kocakarı, çuvalı
sırtlayıp epey yol aldıktan sonra susamış. Su içmek için bir pınarın başına
gitmiş. Bu durumu fırsat bilen Parmak Çocuk, hemen çuvalı yırtıp kaçmış.
Kaçarken de çuvalın içine taş ve diken katmış.
Kocakarı, su içip
çuvalı sırtlamaya başlamış. Bakmış ki çuval ağırlaşmış. Ardından Parmak Çocuğa
seslenerek: "Oğlum! Niye böyle ağırlaşıyör-sun.
Yaşlı ninene yazık değil mi?" demiş.
Kocakarı,biraz daha
yol aldıktan sonra, bu seferde beline dikenler batmaya başlamış. Tekrar Parmak
Çocuğa seslenerek: "Oğlum! Niye nineni çimdikliyorsun. Yaşh
ninene yazık değil mi?" demiş.
Sonunda kocakarı evine
varmış, çuvalı açmış fakat birde bakmış ki çuvalın içinde hep taş ve diken
var. Kocakarı, bu duruma çok sinirlenerek tekrar elma ağacının dibine gelmiş ve
bakmış ki Parmak Çocuk ağaçta elma yiyor.
Parmak Çocuktan tekrar
elma istemiş, böylece onu kandırarak yakalamış ve bir çuvala katmış. Kocakarı,
bu defa hiçbir yere ayrılmadan eve kadar çuvalı taşıyarak getirmiş.
Bu koca karının evinde
Ayşe adında bir kızı varmış. Kızını çağırıp Parmak Çocuku pişirmek için kazanda
su kaynatmasını emretmiş. Kız da denileni yapmış fakat kocakarı bir ara oradan
ayrılınca Parmak Çocuk, kızı yakalayıp kazana atmış kendisi de tavandaki
sütunlara çıkıp saklanmış.
Kocakarı tekrar
gelince bakmış ki etler kaynıyor. O sırada Parmak Çocuk, nineye seslenmiş. Nine
de yukarı bakınca Parmak Çocuğu görmüş ve gözlerine inanamayarak:
Oğlum oraya nasıl
çıktın ninene de anlat, demiş.
Parmak Çocuk:
Önce sacı kızartıp
üstüne çıktım. Sonra da kızarmış bir demiri boynuma atıp buraya çıktım. Sen de
aynısını yaparsan yanıma gelebilirsin, demiş.
Kocakarı da ona inanıp
kızgın sacın üzerine çıkınca hemen orada yanıvermiş. Böylece Parmak Çocuk
fakir olan ailesini, zengin olan kocakarının evine taşıyarak bir ömür mutlu
bir hayat sürmüşler.
Evvel zamanda bir
oduncu ailesi varmış. Babalan dağlardaki ormanlardan odun kesip satarmış. Bu
ailenin biri oğlan biri kız iki evladı varmış: kız, oğlanın ablasıymış. Bir
zaman sonra bunların anneleri ölür. Babalan yeni bir kadın ile evlenir. Bu
kadın meğer sihirbazmış. Yaptığı sihirlerle ne istiyorsa ona kavuşurmuş.
Bu kadın, bacı ile
kardeşi hiç sevmezmiş ve onlardan kurutulmaya karar vermiş. Bir gün kendisinin
söylediklerini yapsın diye kocasına büyü yapmış ve bacı ile kardeşi dağlara
bırakıp gelmesini istemiş: nasıl olsa canavarların iki korumasız çocuğu
yiyeceklerini ve böylece kendisinin çocuklardan kurtulacağını düşünmüş. Ne
yapması gerektiğini kocasına bir bir tarif etmiş ve
bir sabah erkenden onları dağlara göndermiş.
Adam dağlara varınca
çocuklar için bir hayme yapmış ve onlara: "Ben
ağaç kesmeye gidiyorum, tekrar yanınıza dönünceye kadar beni bu hayme-nin altında bekleyin ve
asla haymeden dışarı çıkmayın" demiş.
Çocuklarda haymeden dışarı çıkmayacaklarına dair
babalarına söz vermişler.
Adam dışarı çıkınca
yanında getirdiği boş kabağını gizlice haymenin bir
köşesine asmış ve dönüp gitmiş.
Rüzgar estikçe boş su
kabağı haymenin ağacına vurur ve tak-tak ses
verirmiş. Bu sesi duyan çocuklar "Babamız bize yakın bir yerde ağaç kesiy-or,"deyip avunuyorlarmış.
O gün hava kararana kadar hiç haymeden' çıkmayıp
babalarını beklemişler. Sn kabağının sesini balta sesi sanırlarmış. Akşam
olmaya başlayınca babamız gelip bizi alır diye sevinirlermiş.
Karanlık iyice çökünce
bacı ile kardeş telaşlanmış. Babalarını merak edip korkmaya başlamışlar. En
sonunda kız kardeş babasına seslenmek için haymeden
dışarı çıkmaya karar verirmiş ve dışarı çıkınca haymeye
çarpıp duran boş su kabağını görmüş. Bacı babalarının kendilerini
kandırdığını, dağlara terk edip gittiğini anlamış.
Bacı ile kardeş artık
eve dönmeye karar vermişler ve el ele tutuşup gecenin altında yollara düşmüşler.
Epey yol kat etmişler ve bilmedikleri bir diyara varmışlar. Yollarına devam
ederlerken erkek kardeş çok susamış: etraflarını aramışlar ama hiç su bulamamışlar.
Öylece yürürlerken önlerine geyiklerin izi çıkmış. Bu geyik ayak izlerinin içinde
birikmiş su varmış. Erkek kardeş o kadar çok susamış ki; yere eğilip o suları
içmiş kardeş artık hem insanların hem de hayvanların dilini biliyormuş. Aynı
bir geyik gibi görür, işitir ve koşannış. Geyikler
gibi güçlüymüş.
Bacısına: "Ağlama
bacı kimse bizi yakalayıp zarar veremez." Demiş. Ve bacısını sırtına
bindirip yola düşmüş. Yolda bir geyik sürüsüyle karşılaşmışlar. Bu sürünün
geyikleri merakla geyik kardeş ve bacının yanma toplanmışlar ve hallerini sormuşlar.
Geyik kardeş olanı biteni anlamış.
Geyikler, geyik
kardeşe bu diyardan gitmemelerini, burada emniyette olacaklarını söylemişler
ve geyik kardeşe sihirli bir ağacın yerini tarif etmişler. O ağacın olduğu
yerde güzel yiyeceklerin ve suların olduğunu anlatmışlar. O sihirli ağacın
bacısını saklayıp, koruyacağını söylemişler
Geyik kardeş bu habere
çok sevinmiş ve bacı-sıyla o ağacın yanına gitmiş. Bu
ağacın dibinde buz gibi sular akarmış.
Dallarında çeşit çeşit meyve varmış.
Gövdesinden bal ve süt çıkarmış. Gölgesinde sürülerce hayvan dinlenir, bu
ağaçtan beslenirlcrmiş.
Sihirli ağaç geyik
kardeşten durumlarını sormuş. Geyik olan kardeşte başlarına ne geldiyse ona
bir bir anlatmış. Sihirli ağaçta onlara artık kendisinin
evladı olduklarını ve hiç üzül memelerini söyleyip kız kardeşi almış ve en üst
dalarına yerleştirmiş.
Geyik kardeş diğer
geyiklerle gezer dolaşır ve her gün gelir bacısını görürmüş ve bacısını sırtına
alıp beraberce ormanda gezerlermiş.
Zaman geçtikçe bu iki kardeş büyümüşler. Kız kardeş ay gibi güzel
olmuş.
Bir gün bir bey oğlu
avlanmaya çıkmış ve kovaladığı hayvanların peşi sıra ta o diyara gelmiş ve
önünden kaçan hayvanları takip ederek büyük ağacı bulmuş. Ağacı görünce çok
korkmuş ve şaşırmış. Onun sihirli bir ağaç olduğunu anlamış. Bey ve adamları korkularından
ağacın yanına yaklaşamazlafmış.
Bey uzaktan ağacı
gözlerken üzerindeki kız kardeşi görmüş ve hemen ona aşık olmuş. Kızın
güzelliğinden gözlerini ayıramazın iş. Bey oğlu uzaktan
kıza seslenmiş: "Şu üzerinde durduğun ulu ağacın sihirli olduğunu anladım.
Ama senin ne olduğunu bilemedim. Peri misin? İnsan güzeli misin? Kız bey oğluna
cevaben "Ben insanoğlu-yum" demiş. Beyoğlu da ona aşk olduğunu söylemiş
ve kendisiyle gelmesini söylemiş. Bey oğlu bunları söyleyince kız utanmış ve
büyük ağacın dallan arasına saklanmış.
Büyük ağaç hiç
karışmadan bunları seyredermiş. Bey oğlu uzun zaman kızın çıkmasını beklemiş
ama kız çıkmayınca oradan çekilmiş ve ormanın bir köşesine adamlarıyla beraber
yerleşmiş. Yakaladığı bütün hayvanları azat etmiş. Bu arada kız da Bey oğluna
aşık olmuş.
Geyik kardeş olanları
Öğrenince bacısına Bey oğluyla evlenmesi için izin vermiş/Kız kardeş Bey
oğluyla evlenmeyi istermiş ama geyik kardeşinden, ulu ağaçtan ve o güzel
diyardan ayrılmaya gönlü hiç razı olmazmış. İnsanların içine gireceği için
geyik kardeşini bir daha göremeyeceğinden kor-karmış. Bunun için Bey oğlu ne
zaman kendisini görmek için ulu ağacın yanma gelse gizlenir kendisini hiç
gösterin ezmiş.
Kız kardeş bir zaman
sonra geyik kardeşiyle sihirli ağacın öğütlerine ve Bey oğluyla evlenmeyi
kabul eder. Geyik kardeş her gece gizlice gelip bacisim
göreceğine dair söz verir. Kız kardeş ağaçla vedalaşıp Bey oğluyla yola çıkar.
Bey oğlunun
memleketindeki herkes kız kardeşin güzelliğine hayran kalır. Bey'lerinin böyle
güzel bir kızla evleneceğine çok sevinirler. Bey oğluyla kız evlenirler.
Geyik kardeş her gece
gizlice sarayın bahçesine gelir ve bacısını ziyaret eder. Bey oğlunun sarayında
kara yüzlü, kara yürekli, karga sesli, al karası gibi hizmetçisi bir kadın
yaşar ve bu kadın kızı sev-mczmiş. Bu kara kadın
gizlice Bey oğlunu severmiş. Fakat oğlanın kendisini almayacağını bildiğinden
üzüntüsünden kahır olurmuş.
Bu kötü niyetli
hizmetçi; kızı ortadan kaldırmaya karar vermiş. Bir gün Bey oğlunun hanımına,
şehrin ortasından geçen büyük nehri ve etrafındaki güzelliklerini anlatır;
şehrin bütün kadınlarının bu nehre gelip çamaşır yıkadıklarını söyler. Güzel
gelin, hizmetçinin anlattıklarından büyük nehri :çök merak eder ve görmek
ister.
Kız kardeşle kötü
hizmetçi, nehrin kenarına inerler ve gezmeye başlarlar. Güzel gelin; hem nehrin
manzarasını, hem çamaşır yıkayan kadınları seyrederken hizmetçi, kadın da onu
suya itmek için fırsat kollar ve sonunda bir fırsatını bulup onu hızlı akan
suya atar. Sonrada "Hanımım suya düştü yetişin!" diye bağırmaya
başlar. Halk kızı suda aramaya başlar ama onu bulamazlar.
Meğer kız suya düşünce
onu dev bir balık yutmuş .
Hizmetçi kadın saraya
gelir ve yalancıktan feryat edip, hanımın suya düştüğüne dair üzüntüsünü
göstermeye çalışır, feryat figanla çığlıklar atar. Bey oğlu ise olup
bitenlerden çok üzülmüş ve karısına sahip çıkmadığı için dert yanmış.
O gece geyik kardeş
bacısını görmek için has bahçeye geldiğinde onu bulamaz, bacısına seslenir ama
cevap alamaz. Bacım belki uykudadır deyip geri dönermiş.
Hizmetçi kadınsa o
gece uyumamış ve uyumadığı için insan gibi konuşan geyik kardeşi görmüş. Geyik
kardeş gittikten sonra hemen bahçeye inmiş, her yeri talan edip bahçeyi
harabeye çevirmiş. Sabah olunca saraydakilcrc has
bahçeye geyik kılığında birinin dadandığını, bahçeyi onun bu hale soktuğunu
anlatmış.
Bey oğlu adamlarına
eğer o geyik bu gece bir daha gelirse hemen yakalayıp öldürmelerini söylemiş.
Geyik kardeş saraydan ayrıldıktan sonra o gün kuşlardan bacısının başına
gelenleri öğrenmiş ve çok ağlayıp sızlanmış. Kara hizmetçiden intikam almak
için gece saraya gelmiş ve dayanamayıp has bahçeye girmiş. "Bacım!
Bacım!" diye feryat etmeye başlamış.
Pusuda bekleyen saray
muhafızları hemen geyik kardeşin üzerine atılıp onu kesmişler. Geyik kardeş
kanlar içinde kalınca, genç bir insanoğlu olup çıkmış. Onu kesen muhafızlar çok
korkmuşlar. Hemen oradan kaçıp beylerine durumu haber vermişler. Bey oğlu
hemen durumu öğrenmek için has bahçeye gelir. Bahsedilen delikanlıyı görünce
ona olan durumu sormuş. Geyik kardeşte olup biten tüm olayları Bey oğluna
anlatmış.
Bey oğlu anlatılanlar
üzerine hemen harekete geçip, hizmetçisini yakalayıp
zindana atmış. Daha sonra halkla beraber nehre inip beraberce büyük balığı
aramaya başlamışlar.
Balık kızı nehrin bir
kenarına bırakmış. Halkta kızı nehrin kenarında bulmuş ve Beylerine teslim
etmişler. Ierkes mutlu ve güzel bir hayat sürmeye
başlar. Saraya döndüklerinde ise Bey, kötü hizmetçi kadının başını vurdurup
öldürmüş.
Ewel zamanda bir baba ile yedi kızı varmış. Bir gün bu
babanın askerlik kağıdı gelmiş. Babanın askere gitmesi gerekiyor ama babaların
askere gitmeye hiç gönlü yokmuş. Bunun için kızlarını teker teker
çağırıp durumunu anlatmış
En büyük kızdan en
küçük kıza kadar herkes babalarıyla görüşmüş fakat askerlik çağırma kağıdını
babalarının suratına çarpıp, bir sürü de hakaret ederek yanından ayrılmışlar.
Sıra en küçük kıza
gelmiş. Küçük kız ablaları gibi babasına hakaret etmeyerek, babasını bu
üzüntüsünden kurtaracağını söylemiş. Bunun için babasının yerine askere
gidebileceğini kabul etmiş.
Küçük kız, asker
elbiselerini giymiş, başına da şapka takarak, saçlarını erkek saçı gibi
kestirmiş ve böylece erkekmiş gibi askere gitmiş.
Askerdeki erkek
arkadaşları bunun kız olduğunu hiç bilememişler, Yalnız içlerinden biri bu kızdan
şüphelenmiş. Bunun için kızın, gerçekten erkek olup olmadığını öğrenmek için
onu bazı imtihanlara tabi tutmayı kararlaştırmış.
Bunun için kıza,
nehirde yüzmeyi önermiş. Fakat kız oğlanın ısrarlarına rağmen, bazı mazeretler
öne sürerek yüzmemiş.
Oğlan bu sefer, kızı
yüzdüremeyeceğini anlayınca, ona bir kavak ağacının üzerine çıkmayı önermiş.
Kız bu teklifi kabul etmiş ve tam bir erkek gibi ağaca ustalıkla tırmanmayı
başarmış. Asker arkadaşı da onun kız mı erkek mi olduğuna dair var olan
şüphesi yok olmamış.
Kızın asker arkadaşı
bu defa, bir dağ başında boncuk olduğunu, söylemiş ve kıza oraya gitmeyi
önermiş. Eğer kız olursa kadınlık zaafından dolayı tüm boncukları hemen
alacağını sanmış asker arkadaş. Kız, asker arkadaşının bu teklifini kabul etmiş
ve beraber o dağa doğru gitmişler.
Beraber dağa varıp,
boncuklan görmüşler. Fakat kız, oğlanın oyununu bildiği için. Tüm boncuklara
saldırmamış sadece bir boncuğu ağzına koymuş.
Boncuk o anda kızın
dişleri arasına girmiş. Kızın, asker arkadaşı ne yapıp ettiyse bir türlü
dişler arasına giren boncuğu çıkartamamış.
Derken gel zaman git
zaman kızın teskere vakti gelmiş. Tabii bu vakte kadar, onun kız olduğunu
kimse anlayamamış. Kız teskeresini alıp, köyüne gelirken yolda arkadaşının
kendisinin ne olduğunu çözemediği için sevinmiş ve onu kandırdığı için yolda
arkadaşıyla alay edercesine maniler okuyormuş.
Kız köyüne varmış,
babası da onu kucaklayıp takdir etmiş.
Kızın askerdeki yakın
arkadaşı sivil hayatında çerçiymiş. Bu çerçi koy köy dolaşırken, bir gün tesadüfen
bu kızın köyüne rastlamış. Çerçinin geldiğini duyan köy kızları çerçinin
başına üşüşmüşler. Çerçinin askerdeki kız arkadaşı da oraya gelmiş ve o anda
gülümsemiş. Tabii gülümserken, çerçi kızın dişleri arasına sıkışmış boncuğu
görmüş ve onu hemen tanımış. Çerçi, kızı hemen gidip babasından istemiş.
Babası da kızı çerçiye vermiş.
Düğün akşamı çerçi,
kızın kendisini askerde kandırdığı için öldürmeye karar vermiş. Bu sırada kız
da kendisinin öldürüleceğini haber alınca, hemen bir tulumun içersine pekmez
katıp. Yatağa koymuş ve üzerinde bir yorganla örtmüş. Çerçi içeriye girip,
eline geçirdiği bıçakla tuluma saplamış ve kadının kanı diye pekmezi içmeye
başlamış ve kendi kendine: "Bu kızın kanı ne de tatlı" demiş.
O sırada saklanmakta
olan kız, ortaya çıkmış ve durumu adama anlatmış. Adamda kızı bağrına basıp
beraberce mutlu bir hayat sürmüşler.
Ewel zamanda Avcı memet denilen
cesur, güçlü ve yoksul bir adam yaşarmış. Avcı Memet'in
karısı bir gün Ölmüş. Karısı ölünce Avcı Memet küçük
bir oğluyla yalnız yaşamaya başlamış.
Avcı Memet geçimini diyar diyar dolaşarak
avlanmakla gcçirirmiş.
Bir gün bir köye Avcı Memet misafir olarak gitmiş. Bu köyde önüne ilk çıkan evin
kapısını çalmış ve o ev ahalisince eve misafir olarak kabul edilmiş. Bu evde
iki yaşlı insan ve bu ihtiyarların bir de çocukları varmış. Bu evde yaşayan
insanların yalnız bir derdi varmış: Bulundukları bu köye bir ejderha müptela
olmuştur. Bu ejderha bu köye gelir ve her yıl köy erkeklerinden birinin
kafasını koparıp alırmış
Bu ejderha bir gece
köye gelirken Avcı Memet 'in misafir olduğu eve
gelmiş. Evdeki anne ve baba ise çocuklarını ejderhaya kaptırmak istemiyorlarmış.
Bunların bu acıklı durumuna Avcı Memet acıyıp,
ejderhanın yanına çocuk yerine kendisi gitmiş. Köyün üstündeki tepede
ejderhayı sabaha kadar beklemiş ve sonunda ejderha gökten inerek Avcı Mcmct'e saldırmış.
Ejderha saldırdığı
zaman. Avcı Memet ona karşı koymak için kılıcını
çıkarıp öyle bir savur-muş ki ejderha bir şey yapamamış. Daha sonra Avcı Memet canavarın kollarından birini kesmiş. Bunun üzerine
ejderha korkup Avcı Mcmet'in yanından kaçmış.
Ejderhanın geriye bıraktığı kesik kolun üzerinde bir altın bilezik varmış.
Avcı Mcmet bu altın bileziği alıp gece misafir
kaldığı evdeki ihtiyarlara hediye etmiş.
Ev sahipleri aldıkları
bileziği götürüp satmaya karar vermişler. Fakat bu altın bilezik o kadar paha
biçilmez değerdeymiş ki; ona kimse belli bir fiyat biçemiyormuş. En sonunda
bileziği padişaha götürmüşler. Padişahta bunu nerede bulduklarını sorunca, ev
sahipleri de durumu anlatmışlar. Bu anlatılanlar üzerine padişah Avcı Mcmet'i yakalattırmış. Yakalanan Avcı Memet'in
bir de oğlu varmış ve o da babası ile tutuklanmış.
Padişah oğlunu esir
alarak Avcı Memct'e bileziğin tekinide
getirmesi karşılığında oğlunu vereceğini şart koşmuş.
Avcı Memet bunun üzerine köy köy
dolaşmaya başlamış. Bir gün bir köyden geçerken üç kişinin kavga ettiğini
görmüş ve yanlarına doğru gitmiş. Onlara neden kavga ettiklerini sormuş. Kavga
edenlerden biri: " Biz üç kardeşiz. Babamızdan sadece bize bu külîah ve bu hah kaldı. Ama bunların özelliği çok kıymetli
olmalarıdır. Çünkü halıya binersen seni istediğin yere götürür. Külah takarsan
görünmez olursun. Mirasımız iki tanedir biz ise üç kişiyiz bunları nasıl
bölüşelim" diyerek Avcı Memet'ten yardım
istemişler.
Avcı Memet'te buna karşılık bir taş alıp uzağa atmış ve
"Kim taşı erken getırrirse miras ona kalsın"
demiş. Bunun üzerine bu üç kardeş bu teklifi kabul etmiş ve atılan taşı
getirmek için koşuşmuşlar.
Onlar taşı almaya
koşarken Avcı Memet hemen külahı takıp görünmez
olmuş ve halıya binerek: "Beni bileziğin sahibine hemen götür"
demiş. Halı Avcı Memet'i alıp çok güzel, çiçekli, yemyeşil
bir bahçede indirmiş. Bu bahçenin ortasında da bir havuz varmış. Havuzun
kenarında da güzel peri kızları geziniyormuş. Avcı Memet
perilerin konuşmalarına kulak vermiş. O konuşmada bir peri kızı, diğerine dert yamyormuş. Peri kızı: "Ben bir yıl canavar kılığına
girerek bir köyde kafa koparırdım. Fakat bir gün bir yiğit, kılıç savurarak kolumu
kopardı ve bileziğimi aldı" demiş.
Bunu duyan Avcı Mcmet külahı takarak peri kızının karşısına çıkar ve
başından geçenleri anlatarak bir bilezik daha istemiş. Peri kızı da ona acımış
ve kolunu vermesi karşılığında bileziğin tekini vermiş. Avcı Memet'e, peri kızı şöyle demiş: "Sen, beni ilk gören
insansın. Bu sebeple benimle evlenmelisin." Avcı Memet'tc
bu teklifi kabul ederek, onunla evlenmiş.
Daha sonra peri
kızıyla birlikte padişahın sarayına gitmişler ve bileziği verip çocuğu
kurtarmışlar. Padişah daha sonra Avcı Memet ile peri
kızını ömür boyu mutlu bir şekilde sarayında ağırlamış.
Ewel zamanda bir köyde zühre ve keko isimlerinde fakir ve yetim iki kardeş yaşarmış. Bu
iki kardeş geçimlerini dağlara çıkıp kenger otu toplamakla sağlarlarmış. Bu kcıı-gerlenri hem yerler hem de satarlannış.
Yine bir gün kenger
otu toplamaya gitmişler. Zühre, torbayı keko'ya vermiş
ve : "Ben çapayla kengeri çıkartacağım, sen de torbaya koyacaksın"
demiş. Bu şekilde uzun süre kenger toplayıp eve döndüktün sonra zühre, çuvalın ne kadar dolu olduğunu görünce keko'ya : "Kengerleri yedin" demiş. Ve bunun
üzerine keko, kengeri yemediğine yemin ederek karşı çokmış, fakat zühre buna inanmamış
ve keko'ya bağırmaya devam etmiş. Sonra Zühre bir
bıçak alarak keko'ya "Karnını yarayım, bakayım
yemiş misin, yememiş misin?" demiş ve Keko'nun
karnını yarmış. Fakat Keko'nun yarılmış karnında sadece
bir kengerin olduğunu görmüş.
Keko ise daha önce torbanın delik olduğunu söylemeyi,
ablasından korktuğu için gizlemiş.
Daha sonra Zühre, Keko'nun suçsuz olduğunu anlayınca karnını diker fakat keko artık ölmüştür.
Bunun üzerine Zühre,
kahrından ağlamaya bağlar, dizlerine vurur ve Allah'tan af diler. Sonra Zühre
Allah'tan bir kuş olmasını ve ölene kadar ltKeko!,Kcko!"diye ötmesi için Allah'a dua etmiş. Allah
duasını kabul etmiş Onu bir kuşa dönder-miş. Zühre ölene kadar dağ basların da, ovalarda, ırmak boylarında
dipsiz uçurumlarda, gecenin alacakaranlığında : "Keko!
Kcko!;bcn yapmadım; bıçak
yaptı diyerek öterrhiş.
Bir zamanlar karaşeyh adında bir köy varmış. Bu karaşeyh
köyünün insanları, geçimlerini ormancılıkla sağlarmış. Karaşeyh
köyünün üstündeki dağ ve dağın ardı sığ or-manlıkmış. Köylüler bu ormanın içine girerek odun keser,
bin bir zahmetle kasabaya yetiştirir ve bu odunları satarak geçimlerini
sağlarlarmış.
Bu köyde Ali adında
genç biri yaşarmış. Bir gün Ali ormana gitmiş. Ormanda işi fazla sürdüğünden
eve gelmeye gecikmiş ve karanlık çökünce de ormanda kalmaya karar vermiş. Bu
ormanda bir pınar varmış k; suyu oldukça tatlıymış. Ormana uğrayan herkes
mutlaka bu sudan içmek istermiş. Pınarın başına geldiğinde ise bir ejderhayı su
içerken görmüş ve korkudan olduğu yerde kalakalmış.
Ali, o gece eve
gitmediğinden, köylüler meraklanıp, Ali'yi aramaya koyulmuşlar. Uzun süren bir
aramadan sonra köylüler Ali'nin vücudun dan arta kalan parçaları pınarın
başında görmüşler. Bu durum köylüleri pek endişelendirmiş. Çünkü daha önceleri
birçok köylü bu pınarın başında parçalanmıştır.
Karaşeyh'liler, Ali'yi yiyen varlığın kurt olmadığını
biliyorlarmış. Çünkü Ali çok cesur ve silahsız da dolaşmazmış. Ali'yi yiyen
varlığın çok güçlü bir yaratık olması gerekirdi; çünkü Ali'nin kurşunları
sonuna kadar sıkılmıştı.
Sabah olunca köylüler,
olay yerinden itibaren kan izini takip etmişler. Sonunda, iz bir mağaraya kadar
devam etmiş. Köylüler, mağaranın üstündeki delikten aşağıya baktıklarında,
mağaranın içinde bir ejderhanın yattığını görmüşler. Köylüler, ejderhadan
korkup, hemen oradan kaçmışlar
Ejderhanın yediği
Ali'nin, Mehmet ve Hüseyin adlarında iki de kardeşi varmış. Bunlar Ali'nin
intikamını almak için yemin etmişler. Bunun üzerine oturup uzun uzadıya
tartışmışlar ve sonunda, ejderhayı öldürmek için, kendi aralarında bir plan
kurmuşlar.
Ejderha her yıl belli
günde aynı anda orada birini yediği için, onlardan ejderhanın geleceği aya
kadar beklemişler. Bir yıl geçtikten sonra, kardeşler
pazara gidip bol miktarda bez almışlar. Mehmet bu bezleri; Hüseyin'in vücuduna
kalın bir şekilde dolamış ve pınarın başına oturtmuş. Hüseyin, Mehmet'ten
yaşça daha küçükmüş.
Hava karardıktan sonra
ejderha gelip suyu içmiş ve Hüseyin'i ağzına almış ve yavaş yavaş yutmaya başlamış. Bu sırada Hüseyin, Mehmet'ten
yardım istemiş. Mehmet'in korkudan dili tutulmuş, eli-ayağı işlemez olmuş.
Ejderha, Hüseyin'i yuttuktan sonra ağaca sarılıp avını hazmetmeye başlamış.
Daha sonra ejderha
gittikten, olayda yatıştıktan sonra, köylüler Mehmet'i bulmuş ve olanları ondan
Öğrenince, onu teselli etmeye çalışmışlar. Böylece köylüler hep beraber
ejderhanın ölmesi için dua etmişler. Hava açılıp sabah olunca, köylülerin
duası kabul olmuş ve gökten bir zincir inerek ejderhayı göğe çekmiş.
İki kardeşini de
kaybeden ve elinden bir şey gelmeyen, Mehmet bir fistan giymiş, başına da bir
yemeni örtmüş ve ömür boyu, kardeşlerini kurta-ramamanın utancı ile erkekçe yaşamayı kendine layık
görmeyerek bu şekilde yaşamaya başlamış.
Evvel zaman içinde
Hamit, Yusuf ve Timur isminde üç arkadaş Varmış. Memleketlerinde kıtlık
yaşandığından bu üç arkadaş çalışmak için şehre gitmeye karar vermişler.
Yanlarına bir miktar
yiyecek alarak yola koyulmuşlar. Acıkınca Hamit'in yiyeceğini çıkarıp birlikte
yemişler. Bir müddet daha yol aldıktan sonra tekrar acıkmışlar ve bu sefer
Yusuf ile Timur'un yiyeceklerini meydana sermişler. Fakat bu iki arkadaş
yemeklerinden Mamit'e vermemişler. Bunun üzerine
sinirlenen Hamit onlarla gitmekten vazgeçip geri dönmüş.
Hamit epey yürüdükten
sonra açlığı artmış. Fakat gide gide yolda bir
değirmene rastlamış. Değirmende gecelemek ister ve gidip değirmenin bir
köşesine oturmuş. Gece bir kurt ağzına bir keçi almış ve Ilamit'in
yanına gelmiş. Bir müddet sonra bir ayı, kucağında odun ve ayrıca bir tilki de yarnnda bir tencereyle gelmiş. Bu üç hayvan keçiyi bu
tencerede pişirmişler ve karınlarını doyurduktan sonra tilki. "Gelin
oturup masal anlatalım" demişler. Sırayla anlatmaya başlamışlar
Kurt:
Benim her zaman keçi
çaldığım sarayın hükümdarının bir kızı var. Bu kız devamlı hasta yatmaktadır.
Bu kızın hastalığına da ilaç bahçesindeki siyah köpeğin ciğerleridir. Keşke
birileri bunu bilseydi de bu köpeğin ciğerlerini kıza yedirseydi. Bu durumda
hem kız iyileşecek ve iyileştirene de hükümdar bu kızını ona verecektir.
Tîlki:
Benim her zaman
üzerinde uzandığım taşlığın altında bir teneke altın bulunmaktadır. Birileri bunu
bilseydi de onu çıkarsaydı.
Ayı:
Benim bir zaman odun
getirdiğim ormanların arasında bir saray bulunmaktadır. Bunun yerini kimse
bilmiyor. Keşke birileri ormanın yolunu bilse de sarayı görse ve o sarayda
yaşasa ne güzel olur.
Hamit hayvanların tüm bu konuşmalarını dinlemiş. Daha
sonra sabah olunca hayvanlar değirmeni terk edip gitmişler. I Iamit. geride kalan, kelnik ve et
kırıntılarıyla karnını doyurmuş ve doğru ormana gitmiş. Ormanı yolunu bulmuş ve
sarayı görüp içine yerleşmiş. Daha sonra kayalığa giderek, oranın altını
kazımış, altındaki altınları almış. Ardından saraya gitmiş ve hükümdara, kızına
ilaç bulabileceğini söylemiş.
Hükümdarda kızını
iyileştirirse onu kendisine vereceğini söylemiş. Hamit de siyah köpeği kesip,
karaciğeri pişirip kıza yedirmiş ve kız da iyileşmiş. Bunun üzerine Hamit
hükümdarın kızıyla evlenmiş ve sarayına yerleşmiş.
Altı yıl beraber
burada kaldıktan sonra Yusuf ile Timur şehirden dönmek üzeredirler. Bu arada
Hamit'in üç çocuğu olmuştur.
Timur ile Yusuf,
şehirden dönerlerken yolda yorulmuşlar ve geceyi geçirebilecekleri bir yer
ararlarken Hamit'in sarayına rastlamışlar.
Kapıda bulunan çocuğa
:
Bu kimin evedir? Diye
sormuşlar. Çocuk :
Bu Hamit'in
evidir. Ben de onun çocuğuyum demiş.
Hamit o anda
arkadaşlarını görünce içeriye almış. Bu duruma nasıl geldiğini de onlara tek tek anlatmış. Onlardan ayrıldıktan sonra gecelemek için
eski bir değirmene sığındığını, orada kurt, ayı ve tilkinin konuştuklarını
dinlediğini ve onların söyledikleri şeyleri yaptığını böylece zengin olduğunu
anlatmış.
Sabah olunca Timur ile
Yusuf köylerine dönmüşler Timur zengin olma sırrının değirmende olduğunu
anlamış. Ertesi gece bu eski değirmene gider. Fakat kurt gelir, ağzında keçi
yok, ayı gelir odunu yok, tilki gelir tenceresi yok . Bu hayvanlar bu duruma
nasıl geldiklerini düşünürler. Kendi kendilerine. "Bu kişi de mutlaka
buradadır," deyip etrafı aramaya başlamışlar. Sonunda Timur'u bulmuşlar
ve onu parçalayıp yemişler.
Sabah olunca Yusuf
gelmiş ve Timur'un kemiklerini ve elbiselerini görünce durumu anlamış ve hemen
oradan kaçıp evine gitmiş. O günden sonra da bir daha kimseye haksızlık
etmeyeceğine dair kendi kendine söz vermiş.
Ewel zaman içinde çiftçinin biri tarlada çalışırken bir
fare görüp onu öldürmüş. Sonra da bu fareyi görünebilecek bir yer bırakmış.
Öğle saatlerine doğru kendisine yemek getiren hanımı bu fareyi görünce suratını
ekşiterek : "Ay! Bu iğrenç şeyi kim öldürüp buraya atmış?" demiş.
Çiftçi iltifat
beklerken karısından gelen bu soruya çok sinirlenmiş ve bu sinirli halinden
dolayı getirilen yemeği yememiş. Karısının tüm ısrarlarına rağmen niçin yemeği
yemediği söylememiş. Kadın da bu durumdan bir şey anlamayıp, yemeği almış ve
eve gitmiş.
Evde, kocasına yemek
götürdüğünü ancak sabahtan beri çalışmasına rağmen yemeği yemediğini annesine
söylemiş. Annesi:
Kocanı kızdıracak bir
şey mi yaptın? Kadın :
Hayır, hiçbir şey
yapmadım. Anne :
İyi düşün hiçbir şey
söylemedin mi? Kadın :
Sadece tarlanın
kenarında gördüğüm fare için "Bu pis fareyi buraya kim atmış?" dedim.
Meseleyi anlayan
kaynana yemeği alıp tarlaya gitmiş. Farenin bulunduğu yere gelince : "Aman
Allah'ım bu canavar gibi fareyi kim öldürebilmiş?" der. Damadı da o anda
göğsünü kabartarak: " Tabii ki kara kaşlı kara gözlü damadın
öldürdü," demiş.
Daha sonra olayın
düzeldiğini anlayan kaynana çok sevinmiş ve eniştesine yemek yedirebildiği için
çok mutlu olmuş.
Ewel zaman içinde bir hoca ile kubbettin
adında biri yaşarmış. Bir gün Kubbettin ile Hoca un
bulmak için beraberce yolculuk yapmışlar, gide gide
sonunda bir bağa varmışlar. Bağa varınca Hoca, Kubbettine
dönerek Ben artık senden ayrılacağım. Sen kendi yoluna ben kendi yoluma. Hemen
ben muska yazmasını da bilirim. Böylece gittiğim yerlerde muska yapıp
karşılığında köylülerden un toplayabilirim.
Kubbettin ne ettiyse Hoca'yı fikrinden caydıramamış. Sonunda
çaresizce Kubbettin aşağı köye, Hoca da yukarı köye
un toplayabilirim demiş.
Kubbettin gideceği köye varmış ki, bir de ne görsün? Köyde bir
sofra serilmiş, üzerinde de yetmiş çeşit yemek varmış. Bunu gören Kubbettin, kimsenin de olmadığını görünce hemen yemeklere
dadanmış ve karnını iyice doyurmuş. Ardından da gidip bir ağaç kovuğuna
saklanmış.
Kubbettin saklandıktan sonra bakmış ki, sofraya bir tilki, bir
aslan ve bir çok hayvan gelmiş. Hayvanlar yemeklerin yenildiğini pek fark etmeyip
sofradaki yemeklerden yemeye başlamışlar.
Yemek esnasında
hayvanlar konuşmaya başlamışlar. Tilki bir hazinenin yerinden bahsetmiş. Aslan
başka bir hazinenin yerinden söz etmiş ve böylece hayvanlar vakit geçirmişler.
Kubbettin'de söylenenleri iyice duymuş ve hayvanlar gittikten
sonra da gidip hazineleri tarif edilen yerlerden alıp, Hoca'dan ayrıldıkları
bağa getirmiş. Bir az dinleneyim derken bir de bakmış ki, Hoca, büyük bir un
çuvalı sırtlayıp getiriyor.
Hoca, üstü başı un
içinde bağda kubbettinin yanına varıyor ve birde
bakıyor ki, kubbettin'in yanında dolu altınlar var.
Hemen hoca, Kubbcttin'c bunları nasıl bulduğunu
sormuş. Kubbettin de Hoca daha Önce kendisinden
ayrıldığı için, Hoca'nın unlu olmuş haline bakıp onunla alay etmiş. Fakat daha
sonra Hoca'ya tüm olanları anlatmış.
Hoca, Kubettinin söylediklerini dinledikten sonra hemen onun
gittiği köye doğru yol almış.
Köye varınca büyük
serili sofrayı görmüş. Hoca, hemen çeşit çeşit
yemeklerden yemeye başlamış ve karnını doyurduktan sonra da gidip ağaç kovuğunda
saklanmış.
O sırada hayvanlar
tekrar sofraya oturmuşlar. Fakat bakmışlar ki, yemekler azalmış. Böylece kendi
aralarında bir karara varıp bu yemekleri yiyenin buralarda saklanmış
olabileceği kanaatine varmışlar. Ve çevreyi arayıp sonunda Hocayı bulmuşlar.
Hayvanlar, hemen haco'yı kesip, sakalını da süpürge
yapmışlar ve kullandıktan sonrada oraya atmışlar.
Daha sonra Hoca'mn karısı bağa gelip Hö-ca'nın nerede olduğunu sornmuş. Kubbettin'de olanlara anlatmış ve Hoca'nın köye gittiğni söylemiş.
Karısı Hopa'yı bulmak
için köye gitmiş ve orada Hoca'mn sakalını görmüş.
Hoca'nın öldürüldüğünü gören karısı, aynı akıbetin kendi başına gelmemesi
için hemen köyü terk etmiş.
Hoca, böylece
cimriliğinin cezasını çekmiş. Kubbettin ise bulduğu
altınlarla mutlu bir hayat surmıı:
Ewel zamanda bir baba ile üç kızı varmış.
Bunlar bir köyde
yaşarlarmış. Bir gün bu köye bir paşa geleceği ve evleneceği söylentileri
yayılmış.
Beklenen gün gelmiş.
Köylüler büyük bir ziyafet hazırlamışlar. Fakat bekledikleri gibi bir paşa
değil, bir canavar gelmiş. Kimsede bu canavara karışmamış. Böylece beraberce
yiyip içmişler. Denken canavarın gitme vakti gelmiş. Canavar gitmeden önce
kızların en büyüğünü babasından istemiş ve onunla evlenerek yedi dağ ötesine
gitmiş.
Gel zaman git zaman ortanca
kız ablasını ziyaret etmek istemiş ve böylece yola koyulmuş. Uzun bir yol katetmiş fakat karanlık çökünce geceyi ormanda geçirmiş.
Sabah olunca da tekrar yoluna devam etmiş ve sonunda ablasının evine varmış.
Ablası, kız kardeşini iyi bir şekilde karşılamış, ona yedirip içirmiş akşam
olunca , canavar gelip kendisini yememesi için de onu ambara saklamış.
Akşam canavar eve
gelince bir insan kokusu duyduğunu karısına söylemiş fakat karısı bunu yalanlayarak
olayı geçiştirmiş. Sabah olup canavar gidince kız kardeş tekrar ortaya çıkmış
ve ablasına durumu canavara anlatmasını istemiş. Ablası da kızın ziyarete
geldiğini ona anlatmış ve canavarı ikna etmiş.
Aradan epey zaman
geçmiş ve bu defa ortanca kızla evlenmek üzere bir kartal o köye gelmiş. Ortanca
kızı babasından istemiş, babası da kızı kartala vermiş. Böylece kartal da kızı
alarak bir nehir kenarında bulunan evine götürmüş. Sonra evde bir küçük kız
kalmış.
Küçük kız evin tüm
işlerini üstlenmiş, babasına bakmış ve köy işlerini idare etmiş. Köyün su getirilen,
tarlalarının sulanması için bulunan depoya bir hayalet yaşarmış. Bu hayalet su
vermek için köylüden haftada bir kız istiyor ve aldığı kızları kesip,
kanlarını içermiş.
Belli bir zaman geçtikten sonra sıra bu küçük kıza gelmiş. Babası kızı güzelce
süslemiş ve doğru depodaki hayaletin yanma götürmüş. Fakat o sırada bir
paşanın oğlu durumu öğrenmiş ve o da kızı babasından alıp hayaletin yanına
gitmiş. Hayalet kızı almak için içerden başını çıkardığı sırada paşanın oğlu
kılıcıyla hayaletin boynunu vurmuş. Köylülerde böylece sularına kavuşmuş ve
hayaletin derdinden kurtulmuşlar. Paşanın oğlu da küçük kızla evlenmiş.
Paşanın oğlu kızı
alarak eve götürmüş. Bir gün oğlan bir dükkana giderek karısına yüzük almış.
Karısı yüzüğü takınca parmakları anında incelmiş. Kız yüzük içinde hayaletin
olduğunu anlamış ve onu atmış. Daha sonra paşa oğlu karısına bir kemer
getirmiş, karısı da kemeri takınca bu sefer beli ipincecik olmuş. Karısı bunun
içinde de hayalet olduğunu anlamış ve kemeri çıkarıp atmış. Derken kocası
bakmak için çok güzel bir koyun satın almış. Fakat karısı bununda yüzük ve
kemer gibi hayalet olduğunu anlamış ve koyunu götürmesi için kocasına
yalvarmış.
Paşanın oğlu koyunu
ağla katmış ve yatmak için bir kulübeye sokmuş. Derken koyun kılığına giren o
hayalet eve gelerek kar-kocanın yattığı odaya girmiş, adamı bir büyüyle uykuya
daldırmış, karısını da alarak dağa kaçırmış. Kadın dağda bir yolunu bulup,
hayaletten kurtulmuş ve oradan kaçmış.
Dağdan kaçan kadın
hemen ortanca kız kardeşinin yanına gitmek istemiş. Gide gide
ablasını götüren kartalı bir nehir kenarında görmüş. Bakmış ki kartal açlıktan
çöp gibi olmuş. Hemen ablasının yanına koşarak toplayabildiği kadar yiyecek
getirip kartala yedirmiş. Yemekleri yiyen kartal kendine gelip toparlanmış.
Kendine gelen kartalla
birlikte en küçük kız kardeş bir evin yanına gelmişler. Bu evde bir beygir
varmış. Bu beygirin karnında da o kötü hayalet varmış. Bunu bilen en küçük kız
kardeş gidip sabun rendelemiş, bu rendelenmiş sabunu yemle karıştırarak
beygire vermiş beygir o kadar çok yemiş ki sonunda karnı yarılmış ve yanlan
karnından önce bir tavşan çıkmış kız hemen onu kesmiş, arkasından bir kuş
çıkıp uçmuş fakat kız kuşu yakalayıp kesememiş. Hayalet de böylece kuş
kılığında kaçmayı başarmış.
Bundan sonra kız,
kartalın kanatlarına binerek eve gitmek için yola koyulmuş. Bunlar yola koyulunca,
kuş kılığına giren hayalet de bunları takibe başlamış. Kartal yorulduğunda
bulduğu bir ağaca konmuş, fakat kuş kıhğıudaki
hayalet gelip hemen o ağacı kesmiş. Derken böyle kesilen ağaçlardan biri bu
hayalet kuşun üzerine düşmüş. Kartalla kız bunu fırsat bilerek gidip oracıkta
hayaleti öldürmüşler ve artık yollarına rahat ve mutlu şekilde devam etmişler.
Yolculuk sonunda tüm
aile bir araya gelmiş ve beraber mutlu bir hayat sürdürmüşler.
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde yalnız başlarına yaşayan bir nine ile Hacı Mehmet adında bir
dede yaşarmış. Bunlar karı-koca olup bir köyde yaşarlarmiş.
Bir gün nine güzelce
bir yemek hazırlamış. Nine Maçı Mehmet'le yedikten sonra çalışmak üzere
bostanlarına gitmişler ki bostandaki bazı meyve ve sebzeleri kopartılmış, etraf
talan edilmiş. Bunun üzerine hemen işe koyulup etrafı temizlemişler ve
bostandaki soğanları ve mısırları sula-nıışlar.
Derken akşam olmuş hava ağannea de Hacı Mehmet, Nine
: "Sen şimdi eve git, ben burada saklanacağım. Böylece bostana kimin zarar
verdiğini de görüp, yakalayacağım" demiş.
Nine eve gidince, Hacı
Mehmet etrafta bulunan çalı çırpıyla, ağaçlardan dökülen kuru yapraklan
toplayıp, bir yığın meydana getirmiş ve kendisi de bu yaprak yığının altına
saklanmış.
Gece epey ilerledikten
sonra Hacı Mehmet bakmış ki bostana bir ayı, bir tilki, bir tavşan ve bir köpek
gelmiş. Bu hayvanlar kendi aralarında konuşmaya başlamışlar.
Ayı:
Ben öyle bir yer
biliyorum ki o yerde bir bal ağacı var o bal ağacında o kadar bal var ki ye
yiyebildiğin kadar demiş.
Tilki:
-Bende köyde bir yer
biliyorum ki o yerde bir sürü ayakkabı var. Yarın gidip o ayakkabıları çalacağım,
demiş. Tavşan :
Ben falan bahçede bir
elma ağacını biliyorum. Yarın akşam gidip bütün elmaları koparıp yiyeceğim,
demiş.
Hayvanlar bunları
konuştuktan sonra çekip gitmişler. Çalı çırpı yığının altında saklanan Hacı
Mehmet söylenenlerin hepsini duyuş. Ve sabah olunca da hemen koşup karısına
olanları anlatmış. Bunun üzerine karısı bal almak için hemen iki çingil alıp, bal ağacının olduğu yere gidip balların
hepsini toplamış. Ardından misafirlerin toplandığı eve gidip durumu anlatmış ve
ayakkabılarını saklamalarını istemiş. Ardından da Hacı Mehmet, elma ağacının
yanına gidip tüm elmaları toplayıp eve getirmiş ve ertesi gün aynı yere gidip
tekrar saklanmış.
Yine gece olunca ayı,
tilki, tavşan ve köpek bostanda bir araya gelmişler. Ayı, arkadaşlarına
balların toplamIdığını, tavşanda elma ağacmdaki elmaların toplanıldığmı
ve son olarak da tilki gittiği yerde ayakkabıların toplandığını anlatmış. O sırada
köpek bir insan kokusu aldığını söylemiş fakat kimseyi etrafta görememişler.
Derken tilki yorulmuş dinlenmek için Hacı Mehmet'in saklandığı çalı çırpının
içine gitmiş ve tam o sırada da tilkinin beline Hacı Mehmet'in ayaklan değmiş.
Daha sonra yeri ortaya çıkan ilacı Mehmet tilkinin diğer arkadaşları gelmiş. Ve
bu hayvanlar hemen oracıkta Hacı Mehmet' kesip cesedini sakalından tutup
asmışlar. Sonra da çekip gitmişler.
Sabah olunca Hacı
Mehmet'in evine gelmediğini gören anlayan nine, hemen gitmiş ve kocasının
asılı bulunan cesedini görmüş.
Büyük bir üzüntü
içersinde nine, çaresizce evinin yolunu tutmuş bundan sonrada tek başına
kimseye karışmadan hayatını sürdürmüş.
Bir varmış bir
yokmuş.Evvel zaman için bir köyde dutçu Emine adında bir kadın yaşarmış. Dutçu
Eminc'nin de yedi tane yetişkin kızı varmış.
Dutçu Emine ve yedi
kızı akşam olunca evlerinde bir odaya çekilip her biri bir işle meşgul
olurmuş. Kızlardan kimi oya işlermiş, kimi boncuk işlermiş, kimi de buna
benzer ev işleriyle uğ-raşirlarmış.
Gecenin ilerleyen bir saatin de dutçu Emine kızlarına yatmalarını çünkü sabah
güneşin doğusuyla beraber, köyün diğer kızlarıyla odun toplamaya gideceklerini
söylemiş. Derken sabah olmuş. Güneşin ilk ışıklarıyla beraber, köyün belli
başlı kızları Dutçu Emine'nin evinde odun toplamak
için bir araya gelmişler. Sonra da yanlarına eşeklerini de alıp yola
koyulmuşlar. Yolda Dutçu Emine kızlara bastık ve ceviz vermş.
Kızlar ve Dutçu Emine
gele gele bir tepenin başına varmışlar. Orada hemen
odun toplamaya koyulmuşlar Fakat Dutçu Emine kendisine kızların odun
toplamasını şart koşarak: "size ceviz ve bastık verdim. Onun için mutlaka
bana odun toplayacaksınız" demiş. Kızlarda çaresiz başlamışlar Dutçu Emine'ye odun toplamaya başlamışlar, Odun toplama işi uzun
sürünce kızlar bu saatten sonra köye giderlerse evden koyulacaklarını Dutçu Emine'ye söylemişler.
Vakit epeyce ilerleyince
bir de bakmışlar ki, uzak bir tepenin ardından dumanlar çıkıyor. Dutçu Emine
ve kızlar, hem geceyi orada geçirmek hem de gece soğuktan korunmak için ateşe
doğru gitmişler.
Gide gide tam yedi dağın ötesine varmışlar ve ateşi bulmuşlar.
Ateşe yaklaştıklarında bakmışlar ki, ateşin başında bir hayalet, bir keçi kesip
onu ateşte kızartmış ve keçinin etlerinden yiyormuş. Hayalet kızları görünce,
hepsini yemeğe davet etmiş; onlar da oturup başlamışlar kızarmış keçi etinden
yemeye.
Dutçu Emine o an
bakmış ki bir tepenin üzerinde görkemli bir ev duruyor. Bunu gören Dutçu Emine
hemen oradan gizlice ayrılıp eve gitmiş. Bakmış ki evin içinde türlü türlü eşyalar varmış.
Fakat onun dikkati
karşıda duran büyük bir sandığa takılmış. Dutçu Emine hemen koşarak sandığın
içine saklanmış.
Dutçu Emine sandığa
girdiğinde bakmış ki sandığın içi ceviz ile doluymuş. Dutçu Emine çok sevdiği
cevizleri görünce hemen eline çekiç alıp cevizleri kırmaya başlamış. Tam bu
sırada oradan bir fare ortaya çıkıp "Dutçu Emine, cevizleri yiyor
kabuklarını da bana atıyorsun. Ne olur bu kabukları bana atma" demiş.
Fakat Dutçu Emine farenin söylediklerini duymamazlıktan
gelmiş.
Daha sonra Dutçu Emine
evin damına çıkarak oradan büyük bir kayayı hayaletin başına düşürmeye karar
vermiş. Fakat bu kararından son anda vazgeçerek tekrar sandığa girip ceviz
yemeye başlamış ve kabuklarını da farenin üzerine atmış. Bunun üzerine tekrar
ortaya çıkan fare :"Dutçu Emine, ne olur bu ceviz kabuklarını bana
atma" demiş Fakat Dutçu Emine yine oralı bile olmamış.
Tekrar sandıktandı kan
Dutçu Emine yine dama çıkmış. Damdan bakmış ki aşağıda hayalet uzanmış
yatıyor, Hemen bunu bir fırsat bilen Dutçu Emine, gidip kayayı hayaletin başına
yuvarlamış. Kaya, hayaletin tam başının üzerine düşmüş ve hayalet kayanın
altında hemen can vermiş.
Daha sonra kızlar
gelip Dutçu Emine'yc : "Hadi artık gidelim, geç
oldu demişler. Dutçu Emine ise hayaleti öldürdüğünü bundan böyle bu ev biniindir ve burada kalacağım, demiş.
Derken kızlar oradan
ayrılıp köye gelmişler ve durumu köylülere anlatmışlar. Fakat kızların aileleri,
bu duruma üzülmüş ve kızlarını evden kovmuşlar. Dutçu Emine ise belli bir
zamandan sonra köye gelip birisiyle evlenmiş ve ailesini bu eve taşıyıp mutlu
bir hayat sürmüşler.
Eski zamanların
birinde divanı karı-koca yaşarmış. Bu kan-kocanın genç ve çok güzel bir kızları
varmış.
Günlerden bir
gün, başka bir
memleketin Beyinin yolu, bu divanelerin yaşadıkları diyara düşmüş. Bu
bey de genç ve bekar imiş. Bey'de divanelerin güzel kızını görür görmez aşık
olmuş ve kızı hemen anne ve babasından istemiş. Kızımız asil ve zengin biriyle
evlenip rahat edecek diye, divane karı-koca çok sevinmişler. Böylece kızlarını
bey'e gelin vermişler. Artık,
damadımız asıl ve zengin bindir
diye tanıdıkları, bildikleri herkese övünerek anlatıp dururlarmış. Bey ise
güzel hanımını alıp kendi memleketine gitmiş.
Aradan belli bir zaman
geçtikten sonra, divaneler kızlarını çok özlemişler
ve görüp hasret gidermek için Bey'in diyarına gitmişler. Onlar için köşklerinde
ferah ve rahat bir yer hazırlatmış.
Akşam olunca yemişler,
içmişler, hoş sohbet ile muhabbet etmişler ve böylece hasret gidermişler.
Yatma zamanı gelince Bey'le karısı, divaneleri, onlar için tahsis ettikleri
.misafirhaneye kadar getirmişler ve oraya yerleştirmişler. Daha sonra her kes
odasına çekilmiş ve köşkü bir sessizlik kaplamış. Bu arada divaneler
kaldıkları odayı incelemeye başlamışlar. Akil karısına demiş ki : " Sakil
ben bu odanın sıvasını hiç beğenmedim; gel yatmayalım beraber bu odayı güzelce
sıvayalım." Sakil de kocasına demiş ki: "Olur sıvayalım ama bu gece
vakti sıva çamurunu nasıl hazırlayalım?" Akil de demiş ki "Sen bunu
hiç düşünme; ben onun çaresini biliyorum; bu gün köşk çevresini gezerken
Bey'in ahırlarını da gördüm; Bey'in adamları taze sığır pisliklerini ahırın
önünde dağ gibi yığmışlar. Sen şimdi sessizce burada beni bekle, ben koşa koşa
gider bir yük taze sığır pisliği getiririm ve odayı beraber güzelce sıvarız.
Akil, sıvama işine
yetecek kadar taze sığır pisliğini odaya yığmış ve karısı ile beraber, güneş
doğuncaya kadar çalışıp odayı güzelce pislikle sıvamışlar. Köşk halkı, sabah
uyandıklarında iğrenç bir kokuyla karşılaşmışlar ve köşkün ahır gibi kokmasına
şaşırıp kokmasına şaşıp kalmışlar,
Bey, bu pis kokunun
sebebini bulmaları için, yardımcılarından köşkün her köşesini aramalarını
emretmişler. Sonunda yardımcılar kokunun sebebini bulmuşlar ve divanelerin
kaldıkları odanın durumunu Bey'e gidip etraflıca anlatmışlar. Bey, olanlara çok
sinirlenmiş ve divanelerin, kazların damına götürülmesini istemiş.
Yalnız kalınca Sakil
demiş ki: "Eyvah Akil! Kazların durumlarını gördün mü? Kendi kendilerine
tüylerini didikleyip duruyorlar. Belli ki, zavallı hayvancağızlar
bitlenmişler." Akil de demiş ki, "Gördüm Sakil, ama bu hayvancağızlar
için ne yapabiliriz?" Sakil de "sen hiç üzülme Akil; ben kazların
dertlerini biliyorum. Köşkün içini gezerken, mutfağın da çok büyük bir kazan
görmüştüm. Şimdi birlikte gider o kazanı buraya getiririz. Büyük bir ocak
kurup kazanı suyla doldururuz. Sonra da yakar ve kazandaki suyu kaynatırız.
Sen de gider kazları yakalar getirirsin bende onları güzelce yıkarım, tertemiz
olurlar. Akil'in tutup getirdiği kazları Sakil, teker teker
kaynar kazana batırıp çıkarmış. Sonra da, kazları damın üstüne güzelce
sermişler.
Tüm kazları yıkadıktan
sonra, Akil demiş ki, "Acaba bu kazların sesi, soluğu niçin hiç çıkmıyor?"
Sakil de ; "Sen kazları hiç merak etme, bitlerinden kurtulunca
rahatladılar."
Sabah olunca Bey'in
adamları, kazaları etrafta görmeyince telaşlanmışlar. Hemen koşup kaz evine
gelmişler, kaz evinde , tüm kazların öldüğünü görmüşler. Hemen gidip Beye
divanelerin yaptıklarını haber vermişler, Bey'de sonunda onların
akıllanmayacaklarını anlamış ve divaneleri bulunduğu memleketten kovmuş.
Çok eski zamanların
birinde meşhur bir köy varmış. Bu köy de herkesçe tanınan bir adam varmış.
Yalnız bu adamı köylüleThiç sevnıczlernıis.
Çünkü adamda köylünün hiç de beğenmediği bazı kötü huylar varmış.
Bu adam köylüce
korkak, pısırık ve hiçbir işe yaramayan birisi olarak bilinirıııiş.
Gerçekten de adam da bu gibi huylar oldukça fazlaymış. Özellikle de
korkaklığıyla yaşadığı çevrede ün yapmış.
Zaman ilerleyip yıllar
geçtikçe adamla köylülerin arası gittikçe açılmış ve
artık birbirleriyle anlaşmaz hale gelmişler.
Adam bir gün bakmış ki
bu iş olacak gibi değil deyip çaresiz köyünden ayrılmaya karar vermiş. Derken,
yanma bir iki eşyasiyla bir az da azığını alarak yola
koyulmuş.
Adam, saatlerce yol katettikten sonra yorulmuş ve dinlenmek için bir yerde mola
vermeye karar vermiş. Etrafını şöyle bir göz ucuyla taradıktan sonra bakmış ki
karşıda büyük bir ceviz ağacı var. Hemen gidip o ceviz ağacının gölgesine
oturmuş ve karnını duyurmak için yanında getirdiği azığından yemeğe başlamış.
Adan] yemek yerken, o
sırada ceviz ağacına çıkmış bulunan bir ayı da cevizleri koparıp yiyormuş. Ayı
cevizleri koparıp yemeden önce güneş ışığına tutup, onların çürük olup
olmadıklarını kontrol ediyormuş. Ardından da cevizleri kırıp yiyormuş.
Tabi ağacın dibinde bulunan
korkak adamın haberi yokmuş. Derken ayı yine cevizin gi\neş ışığına tutacağı sırada, aşağıda oturan korkak adamı
görmüş.
Bir ceviz kopararak
korkak adama ikram etmiş. Ayı cevizi uzatıp vereceği anda korkak adam Ödü
kopmuş ve ayının karşısında sanki taş kesilmiş hale dönmüş.
Ayı, bu duruma çok
şaşırmış ve dönüp adama cevizi gösterip "Ceviz yemez misin?" demiş.
Adam da korkudan taş kesilmiş o haliyle: 'Yemem!" diye bağırarak cevap
vermiş.
Bu sesi duyan ayı
korkudan oracıkta bayılıver-miş. Bunu fırsat bilen
adam da ayıyı öldürüp postunu çıkarmış. Ardından da sırtlayıp köyüne getirmiş.
Köylüler, korkak adamın sırtında ayıyı görünce gidip bunu nasıl yaptığını
sormuşlar, bir kahramanlık hikayesi gibi ballandıra ballandıra
anlatmış. Köylü de korkak adamın anlattıklarına inanmış ve onu o gündün sonra
bir kahraman olarak görmeye başlamışlar.
Korkak adam da ayıyı
öldürülüşünden sonra köyde artık rahat ve huzurlu bir şekilde yaşamaya başlamış
ve ömrünün sonuna kadar mutlu bir hayat sürmüş.
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde meşhur bir Bey yaşarmış. Bu bey bir gün atıyla geziye
çıkmış. Gide gide bir dümdüz ovaya varmış. Ova da
etrafını kontrol edeceği bir sırada bakmış ki iki tane çok büyük yılan
dövüşüyorlar-mış. Bu yılanlardan biri boz biri de
kara yılanmış.
Bey, yılanların
dövüşünü seyretmeye başlamış. Aradan bir müddet geçince Bey dayanamamış ve çok
kötü olan boz yılana karşı, kara yılanı desteklemiş. Ardından da boz yılanı
öldürmüş.
Boz yılanın
öldürülmesine sevinen kara yılan, Beye teşekkür ettikten sonra dönüp Bey'e şü tavsiyede bulunmuş: "Bey! İyi ki, bu boz yılanı
öldürdün. Çünkü o boz yılan kafir cinlerin reisiydi. Ben ise müslüman cin ve yılanların reisiyim. Eğer onu öldürmeseydin
veya o boz yılan beni öldürseydi; bu gün tüm dünyayı o boz yılanlar saracak ve
tüm iyi hasletlere sahip olan insan, cin ve hayvanlar yok edilecekti. Böylece
dünyanın tüm hakimiyeti o boz yılanların eline geçecekti."
Ardından da boz yılanı öldüren Bey'e, yaptığı doğru haraketten
dolayı bir armağan olarak, bir kese tohum vermiş.
Bey de kara yılana
teşekkür edip oradan ayrılmış. Daha sonra bey köşküne varıp hizmetçilerini
çağırmış ve; "Ey Adamlar bana armağan edilen bu tohumları alıp derhal ekin
ve bakın bakalım bize hediye olarak ne çıkacak?" demiş. Bey'in hizmetçileri
söylenenleri aynen yapmışlar ve tohumları alıp tarlaya ekmişler.
Derken gel zaman git
zaman, tohumlar filizlenip koca yuvarlak meyveler halini almış. Bey ve
adamları ise bunların ne olduğuna dair bir şey bilmiyorlarmış. Bu meyvelerin
nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için Bey, hizmetçilerine bu yuvarlak meyveleri
tek tek kesmelerini emretmiş.
Hizmetçiler meyveleri
kesince bakmışlar ki bunların hepsi karpuzmuş. Bey, daha sonra düşünmüş ve bu
karpuz meyvelerin insanlara kara yılanın armağanı olduğunu söylemiş. Sonra içinden
kara yılana tekrar teşekkür etmiş.
Böylece karpuzların
çıktığı o günden itibaren o Bey daha da zengin ve mutlu hayat sürmeye devam
etmiş.
Bir varmış bir yokmuş.
Zamanın birinde zengin bir padişah, halk tarafından pek bilinmeyen ve
kendisinin de mah-mül-kü ile çare bulamayacağı bir hastalığa yakalanmış. Padişah,
zamanın en önlü hekimlerini, kahinlerini ve işinin ehli tüm insanları çağırmış
fakat bu insanlar onun derdine çare bulamamışlar.
Padişahın hastalığı
böyle sürüp giderken bir gün bir derviş çıkıp gelmiş ve dertlilerin sormuş.
İşin aslını padişah yakınları dervişe uzun uzadıya anlatmış. Anlatılanları
dinleyen derviş, hastalığın çaresini bildiğini belirtmiş. Hasta yakınları da hemen
çaresini anlatmasını dervişten istemişler. Derviş de: "Bu hastalığın ilacı
yeni doğum yapmış bir aslanın daha yavrularını emzirmeden önce bir bardak
miktarı sütünden getirip hastanın gözüne sürmektir. Böylece hastanız,
hastalıktan kurtulur" demiş.
Bu padişahın da üç
tane oğul varmış. Padişahın bu üç oğlunu yanma çağırarak bu ilacı ancak kendilerinin
getirebileceğini söylemiş. Padişahın en büyük oğlunun adı Ahmet, ortancasının
adı Mehmet ve en küçük olanın'da adı Abdullah imiş.
Büyük olan iki kardeş birbirlerini sever ama Abdullah'ı scvmezlermiş.
Babaları böyle bir görev verince de bunu kendileri başarmak istemişler ve böylece
babalarının gözüne girip onun mallarına, mülklerine sahip olabileceklerini
düşünüp küçük kardeşi ortadan kaldırmayı planlamışlar.
Bir gün bu üç kardeş
yola çıkmışlar. Uzunca bir yol katettikten sonra
geldikleri yol üç kola ayrılmış. İki büyük kardeş, hangi yolda tehlikeler var
olduğunu bildikleri için Abdullah'ı en kötü yoldan göndermişler. Abdullah da
onların bu kötü niyetlerinden habersiz sadece babasına ilaç bulur gayesiyle
ağabeylerinin kendisine gösterdiği yoldan gitmiş.
Abdullah gide gide bir koyunun başına gelmiş. Kuyuda su içmek için
eğilmiş. O sırada aklından hep. hasta babası ve onun hastalığı geçiyormuş. O esnada içinde keşke babama çare olacak ilaca
gidebileceğim bir ip ucu olsa da canımı bile veririm diyormuş.
Bunları düşünürken
birden kuyuda sesler gelmeye başlamış "Ey Abdullah! Senin kalbinin saflığından
dolayı sana yardım edeceğim." Diyen sesleri işitmiş. "Sana iki
seçenek sunuyorum. Bunlardan birincisi beyaz kıllı koçtur. Eğer onu görürsen,
o beyaz koçun üzerine bin o seni. O seni direk aslan sütüne ulaştırır,
ikincisi ise siyah kıllı koçtur. Eğer onu görüp üzerine binersen seni çok zorlu
tehlikelere götürür. O tehlikeleri aşıp ondan sonra aslan sütüne
ulaşırsın." demiş kuyudan gelen ses. Abdullah da çaresiz gelen ilk koç
olan siyah bili koça .binmiş. Koç da onu yerin yedi kat aşağısına götürmüş.
Sonra siyah koç Abdullah'ı orada bırakıp oradan ayrılmış.
Abdullah bulunduğu
yeri dolaşmış fakat kimseyi görememiş. Sonra rast gele bir kapıyı çalayım da
belki biri bana yardım eder. Demiş kendi kendine. Derken bir kapıyı bir nine
açmış. Nine, Abdullah'ı içeri buyur etmiş. Abdullah da içeri girip ninenin
elini öpmüş. Nine bu durumdan çok duygulanmış. Çünkü Abdullah, yıllardır
nineyi ilk ziyaret eden kişiymiş. O diyarda kimse kimseyi sormazmiş.
Nine, Abdullah'ı kendine torun olarak kabul etmiş. Derken Abdullah, ninesine
derdini anlatmış. Nine şaşkın ve üzgün bir şekilde buralarda öyle bir şeyin
olmayacağını anlatmış. Abdullah da çaresizlik içinde o geceyi orada geçirmiş.
Sabah olunca büyük bir gürültüyle uyanmış. Dışarı çıkıp bir de bakmış ki; bir
çeşme başında insan topluluğu birbirlerini ezercesine koşuşturuyor lar-mış. Ninesi: "Evladım!
Bizim diyarda bir tane ejderha var. Bu ejderha suyun çıktığı yere yuva yapmış
ve her hafta 10 tane kız çocuğu kurban ister. Eğer halk bunları vermezse o
zaman o da halka su vermiyor." Demiş.. Bu duruma kimsenin bir çözüm
bulamayacağını da öğrenen Abdullah çok üzülmüş.
O an Abdullah'ın aklına
parlak bir fikir gelmiş. Ninesine dönüp: "Nine! Ben çok iyi kılıç kullanırım.
Eğer siz ejderhayı kandırıp yuvasından kafasını dışarı çıkartabilirseniz ben
de bir darbeyle kafasını uçururum." Demiş. Ninesi kabul etmiş. Sonra bu
fikir için ahaliye haber salınmış fakat halk onu pek ciddiye almamış. Aradan
bir hafta geçmiş bu defa o diyardaki son on genç kız kurban olarak hazırlanmış.
Bu kızların arasında o diyarın padişahının kızı da varmış.
Kurbanlar hazırlanmış
ve çeşmenin başına götürülmüş. Abdullah da hemen kendi arzusuyla gidip
çeşmenin üstüne çıkmış. Ejderha kurbanların kokusunu alınca kafasını dışarı
çıkarmış fakat bu ilk sefer ejderhanın kafasını tam koparamamiş.
Ejderha acı içersinde kafasını iyice çıkarınca Abdullah .bu sefer ejderhanın
kafasını koparmayı başarmış.
Halk da bu sayede
rahata ve suya kavuşmuş. Ayrıca her hafta on tane genç kız kurban vermekten de
kurtulmuşlar.
Padişah, Abdullah'ın
bu kahramanca davranışını görünce onu sarayına davet etmiş. Padişah,
Abdullah'a: "Oğlum sen kızımı kurtardın ve halkımı bir beladan kurtardın
rahat su içeceğiz bundan böyle dile benden ne dilersin." Demiş. Abdullah
da mütevazı bir şekilde: Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Yalnız bir isteğim var,
beni aslan sütüne ulaştırın." Demiş. Padişahta üzgün bir şekilde: "Ah
oğlum! Her şeyi isteseydin de bunu benden istemeseydin ancak söz verdiğim için
sana bir vasıta vereceğim o seni bir yere götürecek, ondan sonrası da sana kalmış."
Demiş.
Abdullah da mahzun bir
şekilde getirilen vasıtaya binmiş. Vasıta da onu bir yere bırakmış. Geldiği
yeri kolaçan eden Abdullah bir de bakmış ki bir şahin bir kartal yuvasına
dadanmış, kartalın bıraktığı yumurtaları kırmaya çalışıyormuş. Abdullah da
bunu görünce şahini epey bir müddet kovalamış. Tam o sırada kartal olayı
görmüş ve Abdullah'ın yanma gelerek: "Ben her sene bir defa yumurta
yaparım. Yumurtadan çıkan yavrularıma, doğdukları zaman yemeleri için bir
şeyler toplamaya giderim. Döndüğümde yavrularım yerinde olmadığı için de çok
üzülürüm. Bu yıl beni bu dertten kurtardın dile benden ne dilersen." Abdullah
da: "Babama aslan sütü lazım onu bulmak için geldim senden bunu
istiyorum." Demiş. Kartal da: "Keşke canımı isteseydin de benden bunu
istemeseydin. Ama sana söz verdiğim için, seni aslan sütünü alman için onun
yanma götüreceğim. Yalnız sütünü almak çok zordur onu ikna etmek sana dü-şer."demiş
Abdullah bunu kabul
ettikten sonra kartalın sırtına binmiş. Kartal havalanıp ıssız bir kayanın
yanına gelince durmuş ve: "Ben seni burada bekleyeceğim sen git sütünü al
gel."
Abdullah etrafı biraz
gezmiş bir de ne görsün. Az ilerde bir aslanın ayağına bir şey batmış ve aslan
inim inim inliyormuş. Abdullah hemen aslanın yanma
koşup kendisine durumu sormuş. Aslan da ayağına bir şeyin saplandığını ve
uğraştığı halde çıkaramadığını söylemiş. Abdullah da hemen uğraşıp aslanın
ayağındaki saplı olan cismi çıkarmış. Çıkarınca aslan öyle sevinmiş ki hemen
dönüp Abdullah'a: "sen benim hayatımı kurtardın dile benden ne
dilersin."demiş. Abdullah da: "Babamın iyileşmesi için aslan sütüne ihtiyacım
var." demiş. Aslan da "keşke canımı alsaydm
da bunu is-temeseydin. O çocuklarımın rızkıydı ama
sana söz verdiğim için bir bardak kadar sütümden vereceğim." Demiş.
Abdullah, aslan sütünü
alınca sevinçli bir şekilde kartalın yanına gelmiş. Ardından kartala sütü
aldığını ve kartaldan
kendisini götürmesini istemiş. Kartal, Abdullah'tan bir şart
istemiş. Önce Abdullah'a dönüp: "kaç kat yerin altındayız." Demiş.
Abdullah; 'Yedi kat" demiş. Kartal da: "O halde her kat için bana
yiyecek hazırlayacaksın. Her kat için ekmek ve ekmek içinde bir parça et olacak
ve her katı geçtiğimizde ağzıma katacaksın. Eğer
içinde eksik bir şey olursa veya zamanında ağzıma katmazsan ikimizde düşer ve
bir daha da asla çıkamayız." Demiş. Abdullah ise çaresizlik içinde bu
şartı kabul etmiş ve denilen her şeyi hazırlamış. Böylece kartal ile Abdullah
yola çıkmışlar.
Bir, iki kat derken
altı katı geçmişler. Son katta Abdullah tam ekmeği kartalın ağzına katacakken içindeki
et parçası düşmüş. Abdullah da kartal bir şey anlamasın diye kılıcıyla
baldırından bir parça et koparıp ekmeğin arasına koymuş ve kartalın ağzına
katmış.
Nihayet Abdullah ve
kartal yedinci katı da aşıp yeryüzüne çıkmışlar. Abdullah, kartala tam veda
edeceği sırada kartal ağzındaki et parçasını çıkartmış ve: "Tadından
senin etin olduğunu anladım ve ağzımda sakladım. Bu et parçasını al ve yerine
yapıştır, sonra iyileşir." Demiş. Abdullah da baldırından kopardığı et
parçasını yerine yapıştırmış ve kartalın dediği gibi iyi olmuş. Abdullah,
kartalla tekrar vedalaşmışlar ve evin yolunu tutmuş.
Az gitmiş uz gitmiş
birçok engelleri aşmış ve sonunda evine varmış. Hemen koşup babasının yanına
varmış ve: "Baba ben geldim. Sana istediğin ilacı getirdim." Demiş.
Babası buna inanmamış; "Diğer oğullarım getiremediğni
sen mi getireceksin?" demiş.
Abdullah o sırada
aslandan aldığı sütü getirip babasının gözlerine sürmüş. Babası eskisinden daha
da sıhhatli olmuş. Bunun üzerine bütün malını, mülkünü oğlu Abdullah'a
bırakmış.
Bu arada diğer iki
ağabey Abdullah'a yaptıkları haksızlıklarından, hakaretlerden pişman olmuşlar.
Abdullah da saf kalpli
olduğundan onları affetmiş. Böylece hep beraber mutlu bir hayat sürmüşler.
Bir varmış bir
yokmuş. Köyün birinde Ahmet Ağa diye
biri yaşarmış. Bu Ahmet ağanın hiç çocuğu olmuyormuş.
Ahmet ağa, bir gün
gidip bilgin birine derdini anlamış. Bilgin olan zat da bir şartla çocuğunun
olacağını söylemiş ve ardından da eklemiş: "Öyle bir şey alacaksın ki bunu
hem siz hem de davarlarınız yiyebilecek ve hem de bunu ekebileceksiniz."
Ahmet ağa, bunun üzerine gidip karpuz almış. Karpuzun içini yemiş, kabuklarını
davarlara vermiş ve çekirdeklerini de ekmiş. Bunun üzerine bir çocuğu olmuş ve
adını da Ahmet ağa koymuş.
Baba olan Ahmet ağa
bir gün mısır tarlasını dolaşırken terkedilmiş bir bebek bulmuş.Bu bebeği alıp
eve getirmiş ve evdekileri toplayıp bu bebeği bir isim koyalım demiş. Her biri
bir isim söylemiş fakat Ahmet ağa, bu isimleri beğenmemiş. En sonunda Ahmet ağa,
bebeğe, bulduğu yere istiııaden Gılgıl
(misir)oğlu ismini koymuş.
Gün olmuş devran
dönmüş Alamet ağa ve Gılgıl oğlu büyümüş birer yiğit
oluvermişler. Ne yazık ki babaları hastalanmış ve çocuklarına şu vasiyette
bulunmuş: "Evin şu odasını kendi aranızda açın. O da şimdiye kadar
açılmadı" demiş ve ölmüş.
Babalarının ölümünden
kısa bir süre geçmişken, Ahmet ağa, Gılgıl oğlunun
yokluğundan faydalanarak, babalarının girmelerini emrettiği odaya girmiş.
Girer girmez bir de ne görsün. Duvarda çok güzel, ay gibi parlayan bir kızın
resmini görmüş. Bu güzellik karşısında dayanamamış ve bayılmış. Gılgıl oğlu ise daha sonra gelmiş ve olayı öğrenince
kardeşine kızmış. Fakat Ahmet ağa bu kızı mutlaka bulmaları gerektiğini
söylemiş. Çünkü o kıza kendisi aşık olmuş.
İki kardeş tamam
diyerek hazırlıklarını tamamlayarak kızı bulmak için yola çıkmışlar. Uzun bir
yol gittikten sonra karşılarına bir saray çıkmış. Bu saraya giderek kapısını
vurmuşlar. Bir kadın çıkıp kim olduklarını sormuş ve kapıyı açamayacağını
söylemiş. Kardeşler de: " Başka kimsen yok mu?" diye sormuşlar. Kız
da on iki kardeşinin olduğunu yedisinin
harpte öldüğünü, beşinin de düşman elinde esir olduğunu söylemiş.
Kardeşler de onların nerede düşmana esir düştüklerini sormuşlar.
Kız da kardeşlerinin
bulundukları yeri tarif etmiş. Gılgıl oğlu, kızın
kardeşlerinin muhasara altında oldukları yere doğru yola çıkmış ve sonunda
kızın kardeşlerini bulmuş. Gılgıl oğlu kızın beş
kardeşini düşmanla savaşarak muhasara altından kurtarıp, düşmanı dağıtmış.
Gılgıl oğlu kızın kardeşlerini alıp yola çıkmışlar ve bir
süre yolda mola vermişler. Bu beş kardeşleri için yedi kardeşim verdiklerini
ve kendilerinin de esir düştüğünü ve sonunda kendisinin kendilerini
kurtardığından bahsetmişler. Daha sonra bu kardeşler, kendi aralarında kız
kardeşlerini Gılgıl oğlu'na vermeyi
kararlaştırmışlar. Gidip ardından meseleyi Gılgıl
oğlu'na anlatmışlar. Gılgıl oğlu ise evde kendisinin
bir kardeşi oyduğunu ve kızı ona vermelerini istemiş. Onlarda: "Kardeşini
görelim ondan sonra düşünürüz.
Bunlar yolu katederek sonunda eve varmışlar. Hem kardeşlerini hem de
Ahmet ağayı görünce sevinmişler ve ayrıca Ahmet ağayı şekil ve sima yönünden
beğenmişler. Fakat Ahmet ağanın bir yiğitliğini görünceye kadar, kız
kardeşlerini veremeyeceklerini söylemişler.
Bir gün kızın
kardeşleri ava giderken Gılgıl oğ-lu'na ve Ahmet ağaya da kendileriyle gelmelerini
söylemişler. Gılgıl oğlu ise kardeşinin hasta olduğunu,
kendisinin ava gitmesini rica etmiş. Gılgıl oğlu
kardeşine: "Kızı gör ki, resimdeki mi değil mi tam bilelim." Demiş.
Ahmet ağa gittiği yerde bir ara uykuya dalmış, o sırada kız Ahmet ağanın yemeğini
getirmiş ve cebine bilye katarak gitmiş.
Akşam Gılgıl oğlu, eve döndüğünde Ahmet ağaya: "Kızı gördün
mü?" diye sormuş. Ahmet ağa ise görmediğini söylemiş. Gılgıl
oğlu ise kardeşinin cebine bakmasını söylemiş. Ahmet ağa da cebine bakmış ki
cebinden bir bilye çıkmış. Bunun ne anlama geldiğini Gılgıl
oğlu'na sormuş. Gılgıl oğlu, kızın: "Sen daha
çocuksun bu işler sana göre değil." Demek istediğini belirtmiş.
ikinci günde Gılgıl oğlu ve kardeşler ava gitmiş. Ahmet ağa evde kalmış
ve yine uykuya dalmış. O sırada kız yemeğini getirmiş ve cebine bir kömür
koymuş. Akşam Gılgıl oğlu eve Ahmet ağa. yine kızın
yüzünü görmediğini ve cebine koyulan kömür parçasının ne anlama geldiğini
sormuş. Gılgıl oğlu da kızın sana "Sen ancak
kömür ocağında çalışacak adamsın." Demek istediğini söylemiş.
Üçüncü gün oyunca Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri tekrar ava gitmişler.
Ahmet ağa yine evde kalır ve evde uykuya daldığı bir sırada kız gelmiş,
yemeğini yanma koyup cebine de bir kireç taşı koymuş. Akşam kızın kardeşleri ve
Gılgıl oğlu eve geldiği vakit Gıîgıî
oğlu tekrar kardeşine sormuş fakat Ahmet ağa kızı görmediğini kızın
cebine koyduğu kireç taşının ne anlama geldiğini sormuş. Gılgıl oğlu'da; "Sen ancak
kireç ocağında çalışabilirsin. Bu işler sana göre değil demek istemiş"
der. Başka bir gün Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri
ava giderken yolda Gılgıl
oğlu rahatsızlanmış ve kızın kardeşlerine: "Siz gidin ben burada
kalırım" demiş. Sonra da kardeşler gitmiş ve Gılgıl
oğlu yalnız kalmış. Gılgıl oğlu kaldığı yerde bir taş
bulmuş ve bu taşı çıkarıp aşağıya fırlatmış. Daha sonra bir geyiği öldürüp
çıkardığı taşın yerme koymuş. Sonra da kızın kardeşleri gelmiş ve beraber-ce eve doğru yol almışlar.
Ertesi gün kızın
kardeşleri, Ahmat ağanın kendileriyle gelip
yiğitliğini göstermesini, aksı takdirde kız kardeşlerini vermeyeceklerini
söylemişler. Gılgıl oğlu'da
Ahmet ağaya geyiğin yerini söylemiş. Gılgıl oğlu ve
o geyiği "Ben öidürdümde."
Demiş.Ahmet ağada
aynısını yapmış ve geyiğin olduğu yerde rahatsızlandığını söyleyerek kalmış.
Dönüşte kızın kardeşleri geyikle Ahmet ağayı görünce: "Artık sen yiğit
olduğunu kanıtladın. Bizde sana artık bacımızı veriyoruz." Demişler.
Bu arada Gılgıl oğl'da kızı evde yakalar ve onun resimdeki kız olduğuna
kanaat getirir. Akşam, Ahmet ağa ve kardeşleri eve gelince durumu anlatır ve
böylece kızı Ahmet ağayla evlendirirler. Bir gün Gılgıl
oğlu ve kızın kardeşleri tekrar ava gitmişler. Giderken de Ahmet ağa'ya bu
odayı açmamasını tembihlemişler, fakat Ahmet ağa merakını yellemeyerek odayı
açmış. Bir de ne görsün zincire vurulmuş
bir dev. Dev, Ahmet ağa'dan
kendisini çözmesini istemiş,
Ahmet ağada devi çözmüş. Dev, zincirleri çözülür çözülmez hemen Ahmet
ağayı yakalayıp bu zincirlere bağlamış, kendisi de dev kızı alıp götürmüş.
Gılgıl oğlu ve kızın kardeşleri eve gelip vaziyeti
gördüklerinde, olup bitenden dolayı Ahmet ağaya çok kızmışlar ve ceza olarak
idamını kararlaştırmışlar. Gılgıl oğlu ise:
"Bana kırk gün mühlet verin sizin kız kardeşinizi getireceğim."
Demiş. Kardeşler de bunu kabul etmişler.
Gılgıl oğlu yola çıkmış ve yolda yiğit insanlarla karşılaşıp
onlarla kardeş olmuş. Bu dört kardeş bir haraba köye varmışlar. Bu köyde bir
evin içine gidip konaklamışlar. Sabah olunca üç kardeş ava gitmiş birini de
yemeklerini yapması için evde kalmış.
Bu kardeş yemeklerini
yapıp hazırladığında kapı çalınmış kapıyı açınca bir de ne görsün, bir insan
kafatası. Bu kafatası "Seni mi yiyeyim yoksa yemeği mi?" demiş. Bu
kardeş korkusundan yemeği yemesini söylemiş. Akşam olup kardeşler geldikleri
vakit yemek bulamayınca durumu sormuşlar. Kardeş de korktuğunu belli etmemek
için olayı anlatmamış.ve çeşitli bahaneler uydurarak geçiştirmiş.
Daha sonraki günlerde
de diğer iki kardeş de aynı olayla karşılaşmışlar. En son evi Gılgıl oğlu beklemiş. Gılgıl
oğluna da aynı soruyu sormuş. Gılgıl oğlu olumsuz
cevap verip, bazı şeylerle onu geçiştirip evden çıkarmış. Ardından da onu takip
etmiş. Takip ede ede kafatasının bir mağaraya girdiğini
görmüş. Akşam kardeşleri gelince onları da bu durumdan haberdar etmiş.
Derken hep beraber
mağaranın yanına gitmişler. Mağaraya ip salıp içeriye girmeyi denemişler,
fakat üç kardeş bu durumdan başarısızlığa uğramışlar. Son olarak Gılgıl oğlu mağaraya girmiş ve kafatasını parçalayıp
savurmuş. Sonra mağaranın içine bakmış ki bir sürü insan, üç güzel kız ve aradığı
kız oradaymış. Bunlara devin nerede olduğunu sormuş. Onlarda şu anda uykuda
olduğunu ve bir hafta sonra uyanacağını söylemişler. Gılgıl
oğlu bir hafta bekleyip devin karşısına düelloya çıkmış ve devi yenmiş.
Mağaradakileri de tek tek yukarı çıkarmış. Geriye
sadece aradığı güzel kız kalmış. Kızı, Gılgıl
oğlunun önce çıkmasını çünkü o çıktığı takdirde kendisini yukarı çıkaracağını,
yok eğer tersi olursa onu mağarada bırakıp hainlik edip insanların
gidebileceğini belirtmiş.
Gılgıl oğlu ise bunun olmayacağını söyleyip önce kızı
çıkarmak istemiş. Fakat kıza dönüp "eğer burada kalırsam ne yapayım"demiş.
Kız da: " Bir
hafta bekleyip son gün mağaranın içindeki havuzun yanma gideceksin havuzda iki
koç (siyah ve beyaz) bulacaksın bunlardan beyaza binersen yukarı, siyaha
binersen aşağıya gidersin."demiş.
Sonuçta kızın
söyledikleri doğru çıkmış. Arkadaşları îaz için
kavga etmişler Gılgıl oğlu ne kadar yalvarmışça da
kar etmemiş. Onu mağarada bırakıp gitmişler. Gılgıl
oğlu mecburen bir hafta beklemis ve havuzun başına
gitmiş. Orada beyaz ve siyah koçları görmüş. Sonunda beyaz koça binmeyi
başarmış. Ardından doğruca yukarı çıkmış ve yukarıda arkadaşlarının halen kavga
ettiklerini görmu:
Sonra onları ayırarak her bir arkadaşını bir bayanla evlendirmiş
kendisi de kızı alıp, kızın memleketine doğru yol almış. Kırk güne bir gün
kala memleketine ulaşmış ve kardeşini kurtarmış.
Bu şekilde kızı ve
kardeşini alıp memleketine dönmüş ve orada mutlu bir hayat sürmüşlerir
Bir varmış bir yokmuş.
Günün birinde kendisine yüzsüz Rabia adı verilen bir
tilki varmış. Bu tilki olan. yüzsüz Rabia bir gün
hastalanmış ve hastalığının dermanını bulmak için yolculuğa çıkmış.
Yüzsüz Rabia, yolculuk esnasında bir ayıyla karşılaşmış. Ayı
kendisiyle birlikte yoldaş olmak istemiş. Yüzsüz Rabia'da
bu teklifi kabul etmiş. Beraberce bir süre yolculuk ettikten sonra sırasıyla
bir horoz ardından da bir tavşan ve bir kurt da bunlarla arkadaş olmuş.
Bu beş arkadaş
beraberce yolculuk ederken bir yerde ayı, yüzsüz Rabia'ya
yaklaşarak acıktığını ve tavşanı yemeği düşündüğünü söylemiş. Yüzsüz Rabia da bunu kabul edip yiyebileceğini söylemiş. Bu durum
aynı şekilde horoz ve kurt içinde cereyan etmiş. Arkadaşları ölünce yüzsüz Rabia ile ayı yalnız başlarına kala kalmışlar. Bu arada ayı
arkadağlarını yerken, yüzsüz Rabia'da
bunların bağırsaklarını çıkarıp, beline sararak saklamış.. Sonra da yola devam
etmişler.
Yüzsüz Rabia, ayı kendisini yemesin diye arkada ayı da önde yol
alıyorlarmış Yüzsüz Rabia, beline sardığı
bağırsakları bir müddet sonra çıkarıp yemeye başlamış. Ayı da yüzsüz Rabia'ya yaklaşarak ne yediğini sormuş. O da: "Bir
gözümü çıkartım yiyorum." Demiş. Ayı da bu durumda kör olacağını
belirtmiş fakat yüzsüz Rabia ise hayır: "Ben görüyorum
sen de çıkarırsan görebilirsin." Demiş. Bunun üzerine ayı gözünü çıkarıp
yemiş. Fakat ayının gözü görmemiş. Bunun üzerine öbür gözünü de çıkarır yersen
görürsün demiş. Ayı diğer gözünü çıkarmış ve sonunda kör olmuş. Yüzsüz Rabia da böylece bir nebze de olsa başarıya ulaşmış.
Bunun üzerine ayı,
yüzsüz Rabia'ya görmediğini ve hala aç olduğunu
belirtmiş.Yüzsüz Rabia ise biraz ötede bir bahçe
olduğunu, bahçede ise her türlü yiyeceğin olduğunu, oraya gidersek açlığını
giderebileceğini belirtmiş. Bir müddet gittikten sonra yüzsüz Rabia, ayıya bahsettiği bahçeye ulaştıklarını bahçenin ise
bir duvarla çevrili olduğunu, eğer bu duvarın üzerinden atlarsa bahçeye
girebileceğini söylemiş. Ayı da yüzsüz Rabia'ya kanarak
atlamış ve bahçe sandığı uçuruma yuvarlanarak can vermiş. Yüzsüz Rabia da böylece korktuğu ayıdan kurtulmuş.
Bir varmış
bir yokmuş. Ker ve
külek adında iki kardeş varmış. Ker büyük
kardeş külek ise küçük kardeşmiş.
Günün birinde
amcalarının oğlu başka bir aşiret tarafından öldürülür. Amcalarının da günün
birinde, köyün merkezine bir masanın üzerine bir fincan koyar. Ardından da:
"Bu fincanın içindeki kahveyi kim içerse, oğlumun intikamını o gidip
alacak."demiş.Amcaları aynı zamanda aşiretlerinin reisiymiş.
Külek, çobanlık
etmekte, ker ise fincanın için-dekilerinin
diğer kuzenleri tarafından içilmesini bekleinekteymiş.
Köyde bu olay üzerine felce uğramış. Her kes köy meydanında sabahlayıp akşamlamakla
beraber kimse bu işe cesaret edemiyor-muş. Külek, koyunların sütünü sağmak için
kimsenin gelmediğini görünce köyde bir şeyler olduğunu anlamış. Sonra
kendisinin yanma gelen bir köylüye bu durumun sebebini sormuş. Köylüde olup
bitenden hepsini teker teker anlatmıg.
Külek, bunun üzerine
sürüyü bırakıp doğru köy merkezine gelmiş. Direk fincanın yanına giderek,
fincanın içinde bulunan kahveyi içmiş. Orada bulunan bir ihtiyar ona: "Sen
bu kahve içmenin ne anlama geldiğini biliyor musun?" demiş. Külek ise
bunun anlamını bildiğini belirtmiş,
Külek, kahveyi
içtikten sonra eve giderek yolculuk hazırlıklarına başlamış. Yolculuğa hazırlanırken
annesi ona şunları anlatmış: "Oğlum! Sana söyleyeceklerimi iyi dinle.
Bunları yaparsan zafere ulaşırsın. Önce; falanca tepeden giderken önüne bir
geyik çıkarsa o zaman atını sıkıca tut ki atın korkudan ürkmesin. Sonra, atını
dinlenmeye çektiğin zaman, iyice kazığını çak ki at, su üzerine gidip şişene
kadar su içmesin. Yoksa, atın karnı şişer ve seni savaş da mağdur
edebilir." Demiş. Külek nasihatları dinler
bunlara uyacağını söyleyerek helallik ister ve yola çıkar.
Külek, annesinin
belirttiği yere ulaştığında geyik birdenbire ortaya çıkar ve at korkudan
ürperip, külek, atın dizginini sert bir şekilde bastırmış ve böylece ilk
tehlikeden kurtulmuş olur.
Sonrada gece olunca
düşmana yakın bir yere ulaşmış. Külek, burada atını hizmetçilere teslim etmiş.
Hizmetçileri ise atı, atı tam bağlamayıp gevşek bırakmışlar.
At da bağlı olduğu
kazığı yerden çıkararak doğruca suyun bulunduğu yere gidip aşın derecede su
içmiş. Ardından da karnı şişmiş.
Sabah olunca düşman kulek'i görüp yanına gelmiş. Külek de atını hazırlayıp
üzerine binmiş ve cenk meydanına çıkmış. Cenkte düşmanlardan birini öldürmüş.
Fakat at şişkinliğinden dolayı meydana yığılarak yere serilmiş. Bunun üzerine
külek de ağır darbeler almış.
Sonra at meydanı terk
ederek dört nala koşup soluğu kendi geldiği köyde almış. Bunun üzerine kulek'in kardeşi ker de gelip
olayı bir tepeden izlemeye başlamış. Ardından da bu işin içinde bir oyun
olduğunu anlamış ve gelen ata binerek doğruca cenk meydanına gelmiş. Sonrada:
"Vallahi sizin kökünüzü kaziymcaya kadar
durmayacağını." Demiş ve meydana dalınca kardeşine yara bere içinde görmüş
ve dönüp kardeşine: "Sen burada kal ben bunların kökünü yok edeceğim sen sey-ret."demiş.
Kardeşini o hale
getiren düşmanları hepsini öldürmüş. Kardeşinin yanma vardığında ölü olarak bulmuş.
Ker, bunun üzerine büyük bir üzüntü duymuş fakat elinden
de bir şey gelmemiş. Orada kardeşini defn edip büyük
bir üzüntüyle köyüne dönmüş.
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde köyün birinde öksüz ve kel Sidik Ahmet adında bir çocuk
varmış.
Bu çocuk amcaların da kalmaktayımş. Amcasının bağ ve bahçelerine bakıyormuş.
Sidik Ahmet bu bağ ve bahçeleri korurken, bu arazilere giren hayvanların da
uzuvlarını kesiyormuş. Birinin kulağını, diğerinin burnunu, bir başkasının
kuyruğunu kesip duruyormuş.
Bu durum böyle devam
ederken köylüler, Sidik Ahmet'i amcasına şikayet etmişler. Amcası da Sidik
Ahmet'i azarlamış ve ona kızmış. Sidik Ahmet de buna alınmış ve amcasından
ayrılmayı kararlaştırmış. Amcasının karısı kalması için ısrar etmişse de
Sidik Ahmet, onu dinlememiş ve ayrılmış.
Bir başka köyde de I Iasan ağa diye biri varmış. Sidik Ahmet bu I Iasan ağanın yanma giderek ondan bir iş istemiş. Hasan ağa
da onu aşçının yardımcısı olarak işe almış.
Sidik Ahmet, aşçının
yanında çalışırken ona küçük düşürücü sözlerle hitap edip alay etmiş. Sidik
Ahmet de bunlara tahammül etmeyerek eline aldığı bardağı, aşçıya fırlatmış.
Bardak, aşçıya saplanarak aşçıyı öldürmüş. Bunun üzerine Masan ağa, Sidik
Ahmet'e bazı şeylerin olduğunu anlamış. Ardından da onu kadınlara hizmet için
görevlendirmiş.
Sidik Ahmet,
kadınların istedikleri şeyleri getirip götürürken bir gün, Hasan ağanın kızı,
Sidik Ahmet'e "Bana su getir."'Demiş. Sidik Ahmet de ona: "Ben
sana değil sen bana getir." Demiş. Bu durum ağaya şikayet edilmiş fakat
ağa Sidik Ahmet'i haklı bulmuş.
Başka bir gün de Sidik
Ahmet, ağadan korucu-iarıyla beraber gitmeyi düşünmüş.
Hasan ağa da bunu kabul edip ona, bir at vermiş ve korucu adamlarıyla yollamış.
O gün de bezirgan o
bölgeden geçiyormuş. Sidik Ahmet de hemen bezirganın
yolu üzerine oturmuş. Sonra kendine meşe ağacından bir mızrak yapmış ve orada
kel kafasını kaşıyarak beklemeye başlamış.
Bezirgan başı
askerlerine seslenerek: "İlende oturan şu adama, şu erzakları verin de
yolumuzdan çekilsin." Demiş ve bir askerini ona yollamış. Asker, erzağı götürdüğünde Sidik Ahmet ona, kendisine yaklaşmasını
söylemiş. Adam, kendisine yaklaştığı zaman, hemen adamın dilini ısırıp koparmış.
Asker, Bezirganbaşının
yanına geldiğinde askerin durumunu gören bezirganbaşı ikinci bir adamını onun
yanına göndermiş. Fakat o asker de aynı akıbetle geri dönmüş. Bunun üzerine
üçüncü bir kişiyi göndermiş. Sidik Ahmet gelen adama: "Git bezirganbaşma söyle; kendisinin atı ve önde bulunan diğer
iki atı ve onun üzerindeki yükleri bana verirse yol veririm." Demiş.
Bezirganbaşı gelen bu
teklifi kabul etmemiş. Sidik Ahmet de bunun üzerine savaş ilan eder. Yapılan
savaşta Sidik Ahmet galip gelir. Askerler tek tek
öldürülür. Sonunda bezirganbaşı ile baş başa kalır ve onunla düelloya girip bir
hamlede yere serer. Böylece Bezirganı yenip tüm ganimetlerine el koyar. Bu
ganimetleri Hasan ağa ve adamlarıyla beraber paylaşır.
Bu davranışı üzerine
Hasan ağa. yolda Sidik Ahmet'e -kızını vermeyi düşünmüş. Sonra da bu düşüncesini
Sidik Ahmet'e açmış fakat kabul görmemiş..
Sidik Ahmet, bir sabah
uyandığında bütün ev halkının taşınıp gitmiş. Buna sinirlenerek ağaya
hakaretler savurarak oradan kendisi de ayrılmış.
Yolda giderken bir
ırmağın yanında, yeşillikler içersinde akan bir kaynak suya rastlamış. Orada
oturup suyunu içmiş ve bir az uzanryermiş, O sırada
da birisi çıkagelmiş ve Sidik Ahmet'e; "Buralar benim verimdir. Sen nasıl
olurda buralarda uzanıp dinlenebilirsin.Ben adıyla şanıyla Karaget-ron'um . Sidik Ahmet, Karagetrou'u
rüyasında gördüğünü anlatmış ve bunun üzerine arkadaş olmuşlar.
Bu iki arkadaş yolda
giderken uzaklarda bir ev görmüşler ve hemen oraya gidip evin kapısını çalmışlar.
Onlara kapıyı bir kadın açmış. Sonra da onlara
kardeşleriyle kaldığını, onların
az ilerde kendisini kaçırmaya gelen
düşmanlarıyla savaştıklarmı söylemiş. Onlar da bunu
duyar duymaz hemen kızın yedi kardeşinin yardımına koşmuş ve düşmanı tarumar
etmişler.
Daha sonra kadının
kardeşleri, Sidik Ahmet ve Karagetron eve gelmişler.
Evde birbirleriyle konuşurken. Sidik Ahmet başka akrabaları olup olmadığını
sormuş. Onlar da bir amcazadelerinin olduğunu fakat nerede olduğunu ve nasıl
bir durumda olduğunu bilmediklerini söylemiş. Sidik Ahmet ise bu amca
oğullarının kendisi olduğunu söylemiş. Böylece Kardeşlerle akraba oldukları
ortaya çıkmış.
Bunun üzerine
kardeşler, bacıları olan Hatice adındaki kızı, Sidik Ahmet ile evlendirmişler.
Düğün öncesi Sidik
Ahmet, bir elbise diktirmek için şehre gitmiş. Şehre gitmeden önce de bir
bakmış, Karagetron evde, Sidik Ahmet'in kendisinden
şüphelendiğini fark etmiş ve Sidik Ahmet'in kendisinden emin olması için
ondan, ellerini ve ayaklarım bağlamasını istemiş. Sidik Ahmet söyleneni
yapmış. Fakat bağladığı bu zincirlerin anahtarlarını Hatice'ye vermeyi unutmuş.
Anahtar kendisinde kalmış.
Sidik Ahmet, şehirde
elbise diktirirken, bir paşanın adamları Hatice'nin evini basmışlar ve kardeşlerini
de öldürmüşler. Karagetron ise zincirli haliyle
savaşmış fakat adamlara yenilmiş. Bunun üzerine paşanın adamları Hatice'yi alıp
oradan uzaklaşmışlar.
Sidik Ahmet, terziye
giderken atını ahıra bağlamış. Sonra da aradan bir az zaman geçince seyis gidip
atma bakmasını söylemiş. Seyis gidip ata bakınca atın yeri estiğini ve sadece
kulaklarının dışarıda kaldığını görmüş. Ardından gelip durumu Sidik Ahmet'e
anlatmış.
Sidik Alamet, atın bu
hareketinden fte demek istediğini anlamış ve hemen
gidip atı bulunduğu yerden çıkarıp binmiş ve köyüne gelmiş. Bir de bakmış ki
her yer ölü doluyınüş. Karağetrün
ise can çekişmekte Karagetron tüm olanları ona anlatmış,
ardından o da ölmüş. Sidik Alamet ise hepsinin intikamını alacağına dair and içmiş
Paşa ise şenlik ilan
etmiş. Sidik Ahmet, senliğin yapıldığı paşanın mahaline
gelmiş ve orada rastgele bir kapıyı çalmış. Kapıyı
bir kocakarı açmış. Sidik Ahmet , şenliğin nedenini sormuş," kocakarı da
nedenini tek tek anlatmış. Daha sonra Sidik Ahmet,
kocakarıdan kendisini içeriye almasını istemiş. Kocakarıda onu bir kese altın
karşılığında içeriye alınış.
Sidik Ahmet,
kocakarıdan yoğurt getirmesini istemiş. Kadın da bir tencere yoğurt getirmiş
Sidik Ahmet de getirilen yoğurda yüzüğünü katıp kocakarıya: "Bunu götür,
Hatice'ye mutlaka yedir." Demiş. Kocakarı da bir kese altın karşılığında
yoğurdu götürüp I latice'ye yedirmiş. Hatice yoğurdu
yerken içindeki yüzüğü görmüş ve bu yüzük sahibinin nerede olduğunu sormuş.
Kocakarıda kendisinde saklandığını ona anlatmış.
Hatice, kaçırıldığı
günden beri ağladığından, kocakarının müjdesi sayesinde konuşmaya, gülmeye
başlamış. Bu durum paşanın dikkatini çekmiş ve gidip kocakarıya ne isterse onu
yapabileceğini yeter ki sebebini anlatmasını istemiş.
Kocakarıda kendisinin
bir kızı olduğunu Hatice'yi kızının yanma götürmek istediğini ve birkaç gün
burada kalmasını söylemiş. Paşa da bunu kabul etmiş ve Hatice'yi ona vermiş.
Evde Sidik Ahmet,
kocakarı ile Hatice'yi şehir dışına yollamış. Kendisi de Hatice kılığına
girerek paşanın odasına girmiş ve paşayı orada öldürmüş. Daha sonra da kocakarı
ve Hatice'ye varmış. Paşanın adamları
ertesi sabah durumu öğrenince """Sidik Ahmet'in peşine düşmüşler ve bir yerde onunla karşılaşıp
çarpışmışlar. Orada kocakarı öldürülmüş fakat Sidik Ahmet ve I Iatice kaçmayı başarmışlar.
Kaça kaça bir vadiye ulaşmışlar yorgunluktan orada bir az
dinlenmişler. Sidik Ahmet orada başını Hatice'nin dizine koyarak uyumuş. Tam o
sırada Hatice karşı yamaçta bir koç görmüş. O koçun, çobanının isteklerini
yerine getirmediğini görmüş ve koça bakarak ağlamaya başlamış. Ağlarken gözyaşları
Sidik Ahmet 'in üzerine damlar. Sidik Ahmet de böylece uyanmış ve Hatice'nin
neden ağladığını sormuş. Hatice de: "Koçun şahsında seni gördüm de ondan
ağladım."demiş.
Bunun üzerine Sidik
Ahmet, hırsla kalkarak koçu keseceğini söylemiş. Koçu bulup tam kesecekken yanıbaşmda bulunan uçurumun kenarında koç bir hamle yapıp
Sidik Ahmet'e vurmuş. Sidik Ahmet de uçurumda bir ağacın üzerine düşmüş ve
göğsüne ağaç saplanmış.
Hatice, Sidik Ahmet gelmeyince arkasından gitmiş, ve
onu uçurumda bir ağaca battığını görmüş.. Sidik Ahmet, Hatice'ye bir ip
getirip kendisini kurtarmasını söylemiş. Fakat Hatice denileni yapmamış .Çünkü
oradan çıkması ve yaşaması mümkün
değil aldığı darbeler ölüm darbesidir.
Bunun üzerine Sidik Ahmet, Hatice'ye:"Sen benden daha iyi bir eş,
kendine benden daha iyi bir sahip
bul." Demiş. Fakat Hatice, Sidik Ahmet'in yokluğuna dayanamayacağını anlamış
bismillah deyip oda kendisini uçurumdan atmış o da onun üzerine düşmüş
ikisi de orada can vermiş. Sevgilerini öbür dünyaya beraber götürmüşler.
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zamanda Dicle nehri kenarındaki bir köyde Evres
adında yetim bir çocuk varmış. Bu yetim çocuk çok yaramazmiş,
fakat bunun yanında zeki, güzel ve yetim olduğu için anası ve köylüler onu hep
hoş gÖrürlerrhiş; yaramazlıklarına hiç ka-rışmazlarmış.
Evres'in en büyük merakı Dicle nehri kenarında nehir üzerinde
kelekle seyahat etmekmiş. Fakat annesi oğlunun başına bir iş gelir diye onu kelck-çiferin yanma hiç
bırakmazmış. Kelekçilerde, anası tenbihlcdiği için Evrcs'i yanlarına almazlarmış.
Evres, bir gün annesinin bakır testini almış ve sabah
erkenden doğruca Dicle nehrine giderek bakır testine binmiş ve nehre girmiş. O
nehre girerken kimse onun nehre girdiğini görmemiş. Evres
de nehirde gezmenin zevkinden zamanın nasıl geçtiğini
farkında değilmiş. Meğer bütün gün nehir boyunca yol almış. Akşam olunca da
köyüne geri dönmek istemiş, ama suya karşı gücü yetmeyip testi de bir türlü dönde rem emiş. Bunun üzerine
çok yorulmuş ve sonunda ağlamaya başlamış. Böylece yorgunluktan uykuya dalmış.
Dicle nehri üzerinde Evres iki gün iki gece yol almış ve üçüncü günün gecesinde
uykudan uyanmış. Evres, çok uğraştıktan sonra bakır
testini Dicle nehrinin kenarına çekebilmiş. Nerelere geldiğini anlamak için
etrafına bakınca buranın bir çöl olduğunu anlamış. Sonra da Dicle nehrinin
kıyısını takip ederek böylece köyünü bulabileceğini düşünmüş.
Bu halde yolda
giderken çölün içersine bir ışık görmüş ve bu ışığın olduğu yerde muhakkak bir
köy vardır ve bende gider o köylülere kaybolduğumu söylerim ve böylece onlar
da beni köyüme götürürler diye düşünmüş.
Bu düşünce içersinde Evres koşarak ışığın bulunduğu yere gelmiş. Evres ışığın yanına gelince bir tek evle karşılaşmış ve
hemen evin kapısını çalmış. Kapıyı çok güzel bir kadın açmış ve Evres'e evine misafir olarak almış . Bu güzel kadın evinde
ona çok güzel ikramlarda bulunmuş. Ona yedirmiş içirmiş ve odasını gösterip
oraya yatırmış.
Evres ne dilerse bu kadın o işi yaparmış. En güzel
yemeklerini yedirir, en tatlı şerbetlerinden içirir ve saatlerce onunla oyun
oynarmış. Fakat onu evden hiç dışarı bırakmazmış.
Böylece günler geçiyor. Sonra bir gün Evrcs'in
aklını annesi ve köyü gelmiş. Annesini özlediğini ve güzel kadına köyüne dönmek
istediğini belirtmiş. Güzel kadın da: "Sen benim oğlumsun. Seni artık bu
evden dışarı bırakmam." Demiş.
Güzel kadın bir gün
evden uzaklaştığında Evres hemen o anda kaçmayı
düşünmüş, fakat kapıyı bir türlü açamamış. Bunun üzerine kapının eşiğine
oturup ağlamaya başlamış. Derken o anda kapının dış tarafından bir takım
sesler duymuş. Kapıdan bakınca da o seslerin çöl tilkilerinin olduğunu görmüş.
Tilkiler Evres'ten durumunu sormuşlar. Oda bulunduğu
durumu tilkilere anlatmış.
x Bunun üzerine
tilkiler o kadının oğlanları çok seven bir çöl devi olduğunu söylemişler. Evin
kapısının da sihirli olduğunu ve ancak o çöl devinin saçlarının değmesiyle
açılıp kapandığını Evres'e anlatmışlar. Aynı zamanda
devenin rüzgar gibi hızlı olduğunu ve ne kadar uzağa giderse gitsin kısa
zamanda eve geri dönebileceğini söylemişler. Tilkiler bu bilgileri verdikten
sonra kaçıp gitmişler.
Güzel dev anası eve
dönünce Evres hemen onun kucağın atlamış ve :
"Anne seni çok özledim." Demiş. Ardından da "Sen evden gidince
seni çok özlüyorum. Uzun saçlarından bana bir tutam ver de hiç olmazsa onu
sevip koklarım."demiş. Dev annesi de buna çok sevinmiş ve saçlarından bir
tutam kesip vermiş.
Yine bir gün dev anası
evden dışarı çıktığında Evres hemen bakır testinin
altında delikler açmaya başlamış; sonra da testinin altım isli çamurla güzelce
sıvamış. Dev anası eve gelince Evres'le beraber
yemişler, içmişler ve eğlenmişler. Gece olunca Evres
ağlayarak uyanmış. Dev anası da Evres'in yanına koşup:
"Ne oldu, niye ağlıyorsun?" demiş. Evres
de: "Ben çok hastalandım. Ben köyümde böyle hastalanınca öz annem Dicle
nehrinden bana sn getirir ben de içip iyileşirdim." Demiş ve bakır
testini dev anasının eline vererek Dicle nehrinden su getirmesini istemiş.
Dev anası testi
kaptığı gibi Dicle nehrine doğru rüzgar gibi koşmuş oraya vardığında hemen testi
suyla doldurmuş ve evin yolunu tutmuş. Yolda bir ara gözü teste ilişince bakmış
ki içinde tek damla su kalmamış. Dev anası bunun üzerine tekrar geri dönmüş,
teste suyu doldurmuş yola koyulmuş fakat su yine kalmamış bu hal sabaha kadar
devam etmiş.
Bu arada Evres, dev anası evden ayrılır ayrılmaz onun sihirli
saçlarıyla kapıyı açmış ve dışarı çıkmış. Dışarı çıktığında tilkilerin
kendisini beklediğini görmüş. Tilkiler hemen Evres'i
alıp o diyardan uzaklaşmışlar ve Evres'in köyüne
doğru giden bir kervana onu teslim etmişler. Evres de
o sırada dev anasının saçlarını tilkilere vermiş.
Böylece tilkiler, dev
anasının kapısını rahatça açarlar, bütün güzel yemekleri ve şerbetleri yiyip
içerler. Dev anasının tuzağına düşenleride kurtarmışlar.
Hoca Talebesiyle
birlikte uzak bir Ülkeye yolculuk yapmışlar. Bir çok ülkeyi .geçerek varmak istedikleri yere varmadan ki son ülkede
konaklamışlar. Şehrin meydanında halkın toplandığını görmüşler, hayırdır bu
Kalabalık nedir diye sormuşlar, oradaki halk bizim geleneğimizde var olan bir
uygulamayı yarın yapacağı., Bu Kalabalık yarın yapılacak seçim ile ilgili,
hoca nasıl yapıyorsunuz diye sorar oradaki insanlara, yarın sabah güvercini
bırakırız güvercin kime konarsa paşa o olacak.
Bunun üzerine talebe
hocasına, hocanı bu gece burada kalalım bakalım nasıl olacak; güvercin kime
konacak, bu şanslı adam kim olacak.
Bunun üzerine orada
birine misafir olurlar. Hoca ile talebesi ikisi aynı odada yer yatağında,
idareyi (lambayı) söndürmüş uzanıp sohbet ediyorlar. Yol yorgunluğu da var her
ikisinde öğrenci hocasına, hocam sabahleyin bu güvercin sana konarsa, paşa
seçilirsin bu halka neler yaparsın. Bunun üzerine hoca ben yetimin, yoksulun
hakkını korur İslam dinini yaygınlaşanımı.
Bu defa aynı soruyu
hoca öğrencisine sorar. Peki sana güvercin konarsa paşa seçilirsen sen neler
yaparsın der, öğrenci ben bunlara zülüm ederim, astığımı astık, kestiğimi
kestik,bu halka olmadık eziyetler yaparım.
Derken bu sohbetten
sonra yatarlar. Sabahleyin kalkarlar kahvaltıdan sonra ev sahibiyle beraber
seçim alanına gelirler. Bütün ahali bu şans güvercini kime konar coşku ve
sevine içinde beklemeye başlarlar.
Vakti gelince
güvercini bırakırlar, güvercin gider bu yabancı öğrenciye konar. İleri
gelenler bu yabancıya öğrenciye güvercinin konması pek hoşlarına gitmez!
Ancak; gelenekleri gereği üç kez üst üste güvercin kime konarsa her kes onun
padişahlığını kabul etmek zorundadır. Bunu tekrarlarlar her üçünde de güvercin
öğrenciye konar.
Bunu üzerine öğrenci
padişah olur orayı yönetmeye baslar. Halka eziyet, baskı, zulmeder buna
dayanamayan oranın ileri gelenleri, hocam bu senin öğrencin, bunun yanma
gidelim bizlere bu kadar baskı yapmasın. Halk çok şikayetçi, bunun üzerine
ileri gelenler hoca ile birlikte paşanın yanına giderler.
Paga(Öğrencî) hocam hatırlıyor musun, ilk buraya
geldiğimizde kendi aramızda neler konuştuk, hocada evet hatırlıyorum. Bu toplum
iye yönetilmeye layık olsaydı güvercin sana gelir sana konardı. Demek ki
bunlar zulme layıktırlar ki güvercin gelip bana kondu der. Cevabını alan ileri
gelenler ve hoca çıkıp giderler pa§a da
uygulamalarına devam eder.
Bir ağa bir hanımı,
bir' de oğlu varmış. Oğlu da evli üç çocuk babası, ancak babası oğluna bakarak
bir ah çeker, hanımı; nedir bey hayırdır, ne ah çekip duruyorsun. Hanımına bu
çocukta her hangi bir cevher yok, gittikçe geri gidiyor. Bir gün ağa karısını
yanına çağırır der ki hanım bir gün ben den geçerse bu çocuk bütün mallarımızı
satar.
Ağa çocuğun
beceriksizliğiyle ilgili hammiylâ yanına sık sık dert yanar bu olan bana çekmemiş bu oğlanın elinden iş
güç gelmez! Perişan olur, gözüm arkada kalır, buna bir iyilik daha yapayım der.
Bir torba altın damın tavanın da gizli bir yer yapar, hanımına derki; bu çocuk
açlığa sefalete dayanamaz, bunalır kendini asar. bu raya bir de zayıf
dayanıksız bir halka takılım, kendini asarken halka dayanıksız olursa kopar
oradan düşer dolayısiyla torba altın da dökülür. O
zaman bizi anlar ve hem de olayları yaşayarak akıllanır.
Gel zaman git zaman
baba hastalanır. Oğlum ben hastayım belki de ölürüm yalnız sana bir vasiyetim
var, sana kendini as demem ancak buna mecbur kalırsan veya böyle bir şey
yapmaya mecbur kalırsan, sana tavanda şu halkayı yaptırdım kendini oraya
asarsın. Çocuk kızar buna tepki gösterir, ben senin hastalığından dolayı seni
ziyarete geldim, sense bana neler söylüyorsun.
Birkaç gün sonra baba
ölür. Anne kalır .bir iki sene anne dikkat eder baba'yı aratmaz bu nedenle de
her hangi bir anormal durum meydana gelmez! İki'sene
sonra anne de ölüyor. Anne'nin ölümünden kısa zaman sonra bu başlıyor
mallarını satmaya; tarlalarını, bahçelerini, satmaya başlıyor geçen zaman sürecinde
elinde hiç tarla takım hiç bir şey kalmıyor.
Sonunda evin çatısını
bile satmaya başlar, yalnız içinde olduğu yani babasının öldüğü oda kalıyor.Onu
da satarsa dışarıda kalır. Parasız çaresizlik içinde kıvranıp dururken, kazada
babasının bir dostuna denk gelir, babasının dostu ona seslenir. Yanına çağırır
ne geziyorsun vallahi bos geziyorum, perişanım bunun üzerine babasının dostu, sen
babandan kalma o kadar malı satın yedin sana dayanmadı bundan böyle gündelik
ile çahşıp nasıl geçineceksin.
Babasının dostu iş
yok, ancak; sana bir miktar para vereceğini, gideceksin bir eşek alacaksın, bir
de balta alacaksın dağa gidip odun keseceksin eşeğine yükleyip kasabaya
getireceksin burada bende sana yardımcı olacağım satarak geçinmeye çalışacaksın.
Aynısını yapar her yük odunu 10 krş. satar bir günde
iki kez yapar bu 20 krs demektir. Derki 10 krş bir ciğer alayım çocuklarıma ve ciğeri alıyor yolda
gelirken akşam namaz vakti olur, bunun üzerine ciğeri pınarın başına bırakıp abdest almaya başlar bn süre
içinde bir kırlangıç ciğeri alıp götürür bunun üzerine kırlangıcı kovalamaya
çalışır ancak yakalamak mümkün olmaz.
Bunun üzerine başka
bir köye misafirliğe gider, neyse cemaat kurulur muhabbet başlar her kes
kıssadan bir şeyler anlatır. Sıra kendisi ne gelir başından geçen olayı
anlatır. Yanmdakilerden biri sen yalan söylüyorsun.
Sen parayı nereden getirdin ki ciğer alasın. Oda hiç cevap vermeden kendi
kendine düşünür, artık bu hayat çekilmez! yoksulluğundan dolayı doğrusuna bile
kimsenin kim-se'nin inanmadığı bir dünyada yaşamak ne
anlamı var. Kafasında eve döndüğümde intihar edeceğim, başka çarem yok der.
Gece gözüne uyku
girmez; sabahı zor eder ve hemen çeker eve gider hanımına elinde ki diğer 10 krş verir ve odayı terk edin benim bir az işim var. Bunun
üzerine odayı çocukları ve hanımı boşaltır boşaltmaz, hemen kendini babasının
dediği halkaya ipi takar ve boynuna geçirir. Ayağının altındaki sandalyeyi
iter, ağırlığı taşıyamayan halka kopar. Bunun üzerine babasının daha önceden sakladığı altın torba
düşüverir, torbayı açar ki içi altın dolu olduğunu görür, bunun üzerine olduğu
yerde bir saat kadar ağlar ve babamın
zamanında sözünü dinlemedim benim neler yapabileceğimi veya yapamayacağımı bildiği
için bana bunu yapmıştır der. Üç altını alır geri kalanı
saklar.
Karısını çocukların
çağırır ve eşeğine biner doğru çarşıya kazaya gelir, bir hana gider, orada
eşeği satar, elindeki üç altını da bozdurur. O parayla güzel bir takım elbise
kendisine, çocuklarına, hanımına hepsini baştan aşağı giydirir. Çok güzel bir
at alır bir heybenin içine et ekmek ve sebze doldurur, köyden geçerken bu
durumu gören köylüler kimi bu bir yerlerden çalmış, kimi babasından kalma gizli
bir hazine bulmuş gibi söylentiler dolaşıp durur, kendisi de bunlara aldırmadan
evine gider bir güzel yemek yapar hanımı ve çocuklarıyla birlikte oturur
yerler.
Bir gün sonra
altınlarım yarısını götürüp bozduruyor ve eve geliyor. Bütün köylüleri çağırır
der ki size sattığım babamın tarlalarını iki misline geri alacağım. Bütün
sattıklarımı geri alıyorum. Bütün mallarını satın alır. Ondan sonra bütün
yıkılan evleri yeniden yapıyor ve ondan sonra her kes kendisine Ahmet ağa
diye saygı gösterir. Bir gün, daha önce misafir kaldığı köylüler onu ziyarete
geliyorlar, yiyip içtikten sonra, daha önce sen yalan söylüyorsun diyen
adamda gelenlerin içinde, yine başlıyorlar sohbete ve Ahmet ağa başlar
konuşmaya derki benim hanımım hamile, ahırdaki ineğimiz de gebe, karım hele git
ahırdan bir ses geliyor ne var diye bunun üzerine gittim inek olduğu yerde yatıyor,
daha doğurmamış, fakat öküzümüz doğum yapmış, ne dersiniz bu işe, yalan mı?
doğru mu? daha önce kendisine yalan söylüyorsun diyen adam derki ağa doğru
söylüyorsa; tabi ki öküzde doğum yapar ve doğurur. Bunu üzerine ağa derki öküz
doğurur doğrudur da, ben ciğer alıp kırlangıç ciğeri götürdü dediğimde niçin
yalan olsun, demek ki burada ki fark benim ağalığımdan dır der.
Yoksul iken doğruma
inanmayanlar şimdi yalanlanma doğru diyorlar.
Bir zamanlar bir paşa
ve karısı varmış. Bunlar evinde otururken bir balıkçı taze balık, taze balık,
canlı balıklar, canlı balık diyerek dolaşıyor. O esnada paşa karısına canım
balık istedi, bir az balık alalım da pişir yiyelim hanım. Hanımı da hayır der,
balık almayız, niçin diye sorar karısı ne de olsa balık canlıdır ve namahrem'dir
der. Bu konuşma balıkçı ve balıkların yanında olur. Ancak; orada bulunan
balıkların içinden bir balık güler. Paşa sorar bu balık niye güldü, hanımı ben
nerende bileyim sen koca bir paşasın sen bilmezsen ben nerden bileyim der.
Bunun üzerine: Paşa
ilan eder balığın gülüşünü kim manalandırır ve doğru
yorumlarsa büyük ödül vadeder. Bir çok ünlü kişileri
gelir fakat kimse balığın gülüşünü çözemez, çözemez! Ancak; karısı mutlaka
bunun çözülmesi gerekir diye direttir. Paşa çaresiz müftüyü çağırır. Müftüye
bir ay mühlet verir, bir ay içinde bu işi çÖzersen ne
istersen sana veririm, yoksa boynunu vurdururum. Müftü düşünceli ve üzgün
olarak eve gelir.Bu halini gören küçük öğrencisi hayırdır hocam bu ne haldir,
derdin nedir diye sorar, müftüde konuyu anlatır.
Bunun üzerin çocuk
gayet emin bir şekilde üzüldüğün şeye bak, haydi paşanın yanma gidelim ben
cevaplarım balığın neden güldüğünü,. Bunun üzerine öğrenci ve müftü birlikte
paşanın yanına giderler. Paşa hayırdır der, çocuk hocamı çok sıkıştırmışsın
bağlın gülüşüyle ilgili izin verirsen bunun cevabını ben vereyim.
Paşa o zaman gidin
akşam gelin. Cemaat toplansın sizde gelir bunu anlamını verirsiniz, karım da
dinlesin. Akşam giderler cemaatin huzurunda çocuk derki paşam bu konuyu hiç
açmayalım sonra sıkıntı olur. Bunun üzerine paşa ısrar eder. Çocuk bir hikaye
ile cevaplar.
Adamın birinin bir
kekliği varmış, onunla ava gidermiş bir gün çok susamış, gittiği dağda da su
yokmuş, bir kayanın altından geçerken kayadan suyun damladığını görür, tasını
damlayan suyun altına koyar, kekliğini de kafesten çıkarır ki; keklikte dışarı
da oynasın. Bir az su dolunca tasına, keklik
gelir o tastaki suyu döker. Bunu birkaç kez tekrarlar. Bunun üzerine adam
sinirlenir kekliği tutar boynundan koparıp öldürür.
Bununu üzerine su
damlalarının nereden geldiğini takip eder bakar ki; bir az ileride bir yılan
ölmüş, meğer su zannettiği yılanın zehiriymiş bunun
üzerine feryat etmeye başlar, keklik bana iyilik yapmak istemiş, bense
anlamadım. Ne kadar aptalmışım, kekliğimi haksız yere Öldürdüm. Bunu anlatan
çocuk Tekrar paşaya döner, paşam gelin bu işten vaz
geçin, avcı gibi sizde pişman olursunuz. Bunun üzerine bir yandan paşa bir
yandan hanımı ısrarda diretirler.
Çocuk ikinci hikayeyi
anlatmaya başlar. Paşam; vaktin birinde bir adam evlenir. Gel zaman git zaman
hanımı bir erkek çocuk doğurur, bir gün annesi çocuğu beşikte bırakıp çamaşır
yıkamaya gider dere kenarında. Eve döndüğünde kapının önünde bir kedi her
tarafı kan revan içinde görür. Bunu üzerine herhalde bu kedi benim beşikte bıraktığım
çocuğumu öldürmüş olacak ki her tarafı kan içinde o anki öfke ve üzüntü içinde
elindeki çamaşır tokmakını kediye vurur ve kediyi
öldürür. Evin içine gider çocuğa bakar ki çocukta hiçbir şey yok. Fakat beşiğin
altında kocaman ölü bir yılan görür,
hemen feryada.başlar ne ettim, nasıl etim, sorup bakmadan, benim çocuğumu bu
yılandan kurtaran bu kediyi nasıl olur da öldürürüm o bana iyilik etmiş benini
çocuğumu yılandan korumuş, bense onu öldürdüm.
Tekrar paşaya döner
çocuk; paşam bu iki hikayeden sonra anla gel vazgeç bu balık gülüşünden bunun
üzerine karısı vaz geçer tamam kalsın anlatma balik'm gülüşünü fakat paşa ısrar eder mutlaka
anlatacaksın.
Peki çocuk der bana
bir karpuz getirin, onu parçalayalım her kese bir dilim verelim. Ondan sonra
bende anlatayım. Karpuz gelir bunun üzerine bıçağım çıkarır el becerisiyle
bıçağını saklar. Ve bıçağım kayboldu
diye bağırır yanımdaki bıçağı kim aJdı der. Kimseden
ses çıkmaz bunun üzerine çocuk arama yapacağım bakalım bıçak kimde çıkacak. Paşa o zaman benden
başla aramaya tabi ki hanım ve hizmetçisi ikisi de oradalar. Önce paşayı arar
ondan sonra öbür cemaati teker, teker
arar ancak kimsede bıçak çıkmaz! Sıra hanıma geli hanımı
arayacağım der hanım hemen paşaya döner; bu kim oluyor ki beni arayacak ben
koca bir paşanın karışıyım der bunun üzerine paşa bu işi benini başıma sen
açtın, neyse sonucuna da katlanacağız.
Hamm tekrar der ben balığın niçin güldüğünden vaz geçtim, bu işi burada kapatalım. Fakat paşa ısrarında
diretir. Çocuk anımı arıyor bıçak onda da çıkmaz sıra hizmetçiye gelir. Fakat
paşanın hanımı hizmetçinin aranmamasını istemez! Bu bize emanettir, ayıp olur,
bunun üzerine paşa hepimizi aradı onu da arayacak der. Bunu üzerine onu da
arar bir bakarlar ki hizmetçi erkek. Çocuk der ki işte paşam gizlilik burada bu
hizmetçi denen kadın kılığmdaki erkek senin karınla
birlikte oluyor, karın da bu suçunu gizlemek için sana çok namuslu gözükmek
adına bahk'a bile namahrem diyor. Senin kuşku
duymaman için paşa bunun üzerine her ikisinin kafasını vurdurur ve çocuğu da
ödüllendirir.
Vaktiyle iki kardeş
varmış. Bunların hiçbir yakınları yokmuş.Anne ve babalan da ölmüş. Kimi kimsesi
yokmuş. Bu iki kardeş doğdukları köyde reçberlik.
(işçilik) yaparak geçimlerini sağlıyorlar. Fakat, çoğu kez de iş bulamıyorlar.
Bu itibarla çok sefil bir hayat yaşıyorlar.
Bir gün kardeşler
sohbet ederler derler ki; Bu köyde bizim kimsemiz yok.Dikili ağacımız, yakınlarımız,
tarlamız, takımımız, daima çalışacak bir işimiz de yok. Bazen aç bazen tok
burada ömrümüzü tüketip gidiyoruz. Buradan gidelim belki rızkımız artar. Deli
ile akıllı anlaşıyorlar. Peki nereye gidelim diye birbirlerine soruyorlar.
Deli derki insanlardan fayda görmedik. Bari dağlara çıkalım, oralarda yaşar
gideriz. Mutlaka yiyecek bir şeyler de buluruz.
Bunun üzerine bunlar
pilini pırtısını toplayıp dağa çıkarlar. Gezinip duruyorlar. Bakarlar ki bir
dağ yolunda, bir kervan konup göçmüş. Haydi kervandan mutlaka bir şeyler
kalmıştır. Gidip toplayalım. Bunun üzerine kervanın göçtüğü noktaya gelirler
hakikaten bir sürü eşya yiyecek ve altın bulurlar. Akıllı kardeş altın ve
kendisince kıymetli eşyaları toplar, deli olanda ekmek ve yiyecek türünden
taamları toplar. Deli olan akıllıya ne diye o teneke parçalarını topluyorsun?
Yiyecek topla diye ikaz eder. Akıllı kardeş buna aldırmaz, deliliğine yorumlar.
Torbalarına doldurup
birkaç gün orada kaldıktan sonra yoluna devam ederler. Epeyi yol aldıktan
sonra acıkırlar. Fakat deli olan acıktıkça torbasm-daki ekmeği yer. Akıllı olan da, yiyecek olmadığı için çok
acıkır. Deli kardeşine bana da biraz ekmek ver der. Delide ben sana söyledim,
yiyecek topla bak acıkırsın sen sözümü dinlemedin.
Az giderler uz
giderler akıllı yürüyemeyecek kadar acıkır. Deli kardeşinden her fırsatta ekmek
ister. Deli inadı tutmuş vermemde vermem diyor. Bunun üzerine akıllı gel beudekiieri de sendekileri de karıştırıp bölüşelim. Deli
yok der sen sen-dekileriiî üçte birini ver, ben üçte
ikisini vereyim sana. Bu teklife de yok der. En son akıllı açlığı dayanamaz
bütün altın ve değerli eşyasını dclfkarde-gine verir karnını doyurmak için.
Deli olan akıllı
kardeşine derki bak kardeş bütün altınlar bütün mal ve mülkler yiyecek kadar
değerli değildir. Altın karın duyurmaz ama ekmek karının doyuruyor.
Vakti zammın da bir
dayı bir yiyeni varmış. Bunlar çok ünlü iki hırsızlarmış. Namları bir çok
ülkeye yayılmış. O kadar işi .azıtırlar ki; paşanın sarayına bile girerler, altınlarını
ve kıymetli eşyaları çalarlar. Çok güze! olan paşanın kızına da tecavüz
ederler.
Bunun üzerine paşa çok
hiddetlenir. İleri gelenlerle bir toplantı yapar, bu hırsız veya hırsızları
nasıl bulalım. Vezir şöyle bir fikir beyan eder. Bütün ahaliyi sarayın önünden
geçmesini ister. Bunun üzerine talimat vererek yol
güzergahın da altın döktürür, kim eğilip altını alırsa hırsız odur gibi bir
senaryo kurarlar. Tabi ki; dayı yiyen de bu çağrıya uymak zorundalar. Fakat
altınlara basarak geçmek onların hiçte işine
gelmiyor, mutlaka bir yolunu bulmalıyız diye düşünürler.
Bunca risklere girerek
hırsızlık yapıyoruz. Oysa; buradaki çok daha rahat bir kazanç,altınlara basarak
geçmek işlerine gelmiyor. Peki ne yapalım, diye
düşünmeye başlarlar, yiyen buldum der dayısına, ayakkabılarımızın altını ziftleyelim,
altınlara basarak yürüyelim, dolayısıyla hiç eğilip almadan, bir sürü altın
yapışır ayakkabılarımıza. Dayıda bu fikri uygun bulur ve geçiş
yerine giderler, neyse ahali geçmeye başlar, paşa
sarayının önünden onlarda kalabalığın içinden gitmeye başlarlar bir sürü de
altın yapışır ayakkabılarına buna rağmen paşa hırsızlan tespit edemez .
Bazı ülkelerin
kralları tarafından alay konusu olur paşa. Nasıl bir padişahsmda
ülkende türeyen hırsızları bulamazsın. Bunun üzerine paşa tellal çağırttırır
bütün ahaliye şöyle bir duyuru ilan ettirir.
Paşanın emridir; her
kim ki, bu güne kadar bu hırsızlıkları yapmış ve yakalanamamış, benim sarayıma
da girmiş, buna rağmen yakalanamamış. Benim bir şartım var, bu şartımı yerine
getirirse onu af edeceğim ve ayrıca kızımı da onunla evlendireceğim.
Dayı yiyen bu çağrıya
icabet ederek, paşanın huzuruna varırlar. Paşam emrini söyle emrinde-yiz. Bunun üzerine paşa benim şerefimi beş paralık
ettiniz. Komşu ülkelerin kralları benimle alay ediyorlar. Nasıl bir paşasın kendi
ülkendeki hırsızlarla baş edemiyorsun. Şartım da şudur. Komşu ülke kralının
evine gireceksiniz krala ait eşyaları getireceksiniz ki, anlı açık gezebileyim.
Yapamazsanız kafanızı uçururum. Onlarda hay, hay paşam isterseniz bizzat
kralın kendisini getirelim.
Dayı yiyen evine
dönerler; bir plan yapmaya başlarlar. Büyük bir koç keserler her kılma bir zil
takarlar, bütün bu ziller değişik sesler çıkarıyor. Yiyen; postu giyer dayı ile
birlikte kralın sarayına giderler. Gecenin geç saatlerinde kralın yatak odasına
kadar girerler. Bakarlar ki kral mışıl mışıl uyuyor.
Yiyen şöyle kendini bir sallar, değişik sesler çıkarır, kral korkudan uyanır.
Kimsiniz, ne istiyorsunuz, der yiyen der ki; ben Azrail'im canını almaya
geldim.
Kral aman Azrail etme
eyleme, daha yaşım genç, ülkem başsız kalacak, bu işi bir az erteleyelim diye
yalvarır. Çaresi nedir ne istersen vereyim. Azrail hayır hiçbir şeye ihtiyacım
yok, yalnız; seni Paşanın yanma götüreyim, sen yalvar bende senin için ricacı
olurum. Fakat; paşanın huzurunda ben ne söylersem veya nasıl ses çıkarırsam
sende tekrarını yaparsın. Belki paşa seni af eder.
Bunun üzerine peki
nasıl gidelim der kral, Azrail de gir bur sandığın içine seni götüreyim. Kral
sandığın içine girer kapağını kapatarak götürürler, doğru paşanın sarayına,
yine meclis toplanmış vezirler, sadrazamlar herkes orada.
Azrail sandığı paşanın
önüne bırakır. Paşam şu aciz kulunu afet, eğer mümkünse ölümünü bir az ertele,
arakasından da kedi gibi miyavlar, köpek gibi havlar, horoz gibi öter ve eşek gibi
anirır. Kralda
sandığın içinden aynısının tekrarını yapar ve kısa bir süre sonra Azrail
sandık'ı açar, kral başını kaldırır ne görsün, alay ettiği paşa karşısında,
paşa tebessümle nasıl bizim ülkenin hırsızları bak seni çalıp getirdiler. Bunun
üzerine kral paşadan üzür diler, gerçekten sizin ülkenin hır.sizlarıyla baş edilmez. Benim gibi bir kralı bile
çalabiliyorlar pes doğrusu.
Bunun üzerine paşa
verdiği sözü yerine getirir. Kızını verir yiyene, o da saray damadı olarak
dayı-sıyla birlikte sarayda kendilerine ayrılan yerde
saltanat sürüp giderler.
Zengin ailenin çocuğu
günler aylar yıllar geçip giderken çocuk hayli
büyümüş I koca delikanlı olmuş. Fakat ailesinin zenginliğinin verdiği
rehavetten zenginlikleriyle övünmekten dolayı rahatsız olmuş her fırsatta evi
terk etmeyi düşüne durmuş.
Genç delikanlı yanık
tenli, yakışıklı, geniş alınlı iri siyah gözleri, sırma bıyıkları, geniş
omuzla-nyla yüreklere feryat ettirecek azamete sahip
yiğit bir dclikanlıynıış. Çok zengin bir aileden
gelmesine rağmen malı, şanı şöhreti bırakıp memleketini terk etmiş. Kimsenin
tanımadığı bir yere yerleşmiş. Yokluk içinde zor bir yaşamı tercih etmiş. Aile
zenginliğinden dolayı, yaşadığı kötü bir olay onu ailesinden; akrabalarından
koparmış, yabancı diyarlara savurmuş.
Göçlü gururlu onu
taçtan, saraydan,uzaklaştırmış. Yerleştiği köyde fakir bir köylü kızıyla
evlenip yuva kurmuş. İki de çocuğu olmuş. Kaytan bıyıkları ve edep ve
terbiyesiyle de ün yapmış. Zembilfroş lakabıyla tanınmaya başlamış; aza kanaat
ederek gece gündüz Allah'a şükredermiş. Edep ve terbiyeli olan Zembilfroş; Gençliğinden ve yakışıklılığından utanır,
sürekli yüzünü poşuyla gizler-miş. Yöresel olan poşu
yazın sıcağından kı§m soğuğundan da bununla korunurmuş. Evinin
tek gözlü odasında maharetli elleriyle sepetler yapar köy köy, şehir şehir, dolaşarak
satmaya çalışırmış. Ailesi' nin rızkını böyle çıkanrmiş.
Günlerden bir gün Zeınbilfroş
zembillerini yüklemiş, şehre doğru yola çıkmış. Bütün sokakları tek, tek
dolaşıp yaptığı sepetlerine alıcı çağınr-mış. Dolağa dolaşa giderken çok şatafatlı bir sarayın
önünden geçmiş. O sırada Bey'in hanımı Gül Hatun balkondan dışarıyı izliyormuş.
Gözü, Zembil satıcısına ilişmiş. Tam o esnada sert bir rüzgar zembilfroş'un yüzüne sardığı poşusunu açıvermiş. Sarayın
hamını ve Şehrin beyi'nin eşi Gül Iîaut gördüğü bu
erkek güzelinin karsısında yüreğinin yerinden fırlayıp göklere yükseldiğini
hissetmiş. Gül Hatun heyecanla hizmetçilerine: "Sokaktaki zembil satıcısın
hemen huzuruma getirin."
Cariyeler ve
hizmetçiler derhal sokağa çıkarak Zembilforuş'u
konağa çağırmışlar, "gel içeri, Saray beyi senin bütün sepetlerini almak
istiyor" Demişler. Zembilfroş, namahrem diyerek
kendisini çağıran kadınlara dönüp bakmamış bile. Cariyeler diller dökmüş ona:
"Güzel kalpli, gül yüzlü yiğit, Hz. Yusuf
suretli,Rüstcm-i zal soylu,
hüsnü cemalinden yürekler telef eden adanı gel, ne olur kırma bizi, yoksa bey
hepimizi falakadan geçirir."
Zembilfroş'un kalbi kadınların bu işten feryat-larıyla
burkulmuş ama saraya girmeyi doğru bulmamış. Ve demiş ki onlara: "Ey
günahsız, temiz kalpli bahtsız bacılar. Ben bey'in evde olmadığını bilmezmiyim? Bana haramı helal ettirmeye çalışıyorsunuz."
Zembilfroş, onları dinlemeden yoluna devam etmiş. Olup biteni
yukarıdan izleyen Gül Hatun, hizmetçilerinin Zembilfroş'u
ikna edemediğini görünce hızla aşağıya inmiş ve önünü kesmiş.
Süt beyazı tenine
düşen uzun saçları, yay gibi kaşları, zeytin karası gözlen, kiraz dudaklarının
arasında parıldayan inci dişleri, hiçbir düğmenin kapamaya gücünün yetmediği
iri ve dik göğüsleri, ince ve uzun boyuyla ölüyü diriltecek ihtişamlı bir
güzelliğe sahipti Gül Hatun. Sokağın
ortasında çarpılmış gibi Zembilfroş'a bakmış,
bir an sonra da şöyle demiş: "Ey asaletini ve güzelliğini peçeler ardına
gizleyen Allah'ın verdiği bu güzelliği kuldan gizleyip günaha giren yiğit
adanı, neden kaçarsın? Dur biraz."
Zembilfroş birden karşısına çıkan bu güzeller güzeli kadına
bakmış ve cevap vermiş: "Ey gerdâ-nındaki altını bile küstüren güzeller güzeli bacım. Senin
kadar güzel ve değerli cariyelerine durumu izah ettim. Ben mahremle pazarlık
etmem, haramdan korkarını, pazarlık yapmam, ne olur anla beni!"
Gül î latun yaptığının yanlış olduğunu biliyormuş ama yüreğine
söz geçiremiyormuş: "Ey sürme gözlü güzel adanı. Bütün sepetlerini
almaya, hazırım. Yeter ki bana biraz zaman ayır,
benimle gel saraya çıkalım. Gül yüzünü doyasıya okşayıp kokunu genzimde, sineni
zozaıılar eriten göğsümde eriteyim haydi gel kırma
beni."
Gül Hatun'un bu
yalvarmalarından içi bunalmış zembilfroş demiş ki:
"Ey bilekleri elmas kıskandıran güzeller güzeli. Ben naz etmiyorum. Samimiyetine,
sıcaklığına diyecek yok ama ben mutlu bir ailesi olan ve Allah'tan korkan
fakir bir zembil satıcısıyım, bırak gideyim yoluma. Korkarım dedikodudan, bana
da, sana da yazık olur. Dile düşer, kimsenin yüzüne bakamaz hale geliriz. Ne
olur bırak gideyim"
Güllatun. Zembüfroş'uıı bütün bu
itirazları-urgörmezden, duymazdan gelirmiş. Yüreğinin
arzularını bir türlü bastıramamıs: "Ey duruşu Zal, bakışı Meni olan güzel adam. Kırma beni. Seni altına
boğayım, ipeklere sarayım, miskuamber denizinde
yüzdüreyim. İnat etme, gel. Bırak günahı, töreyi, sofuyu, softayı. En güzel
ibadet gönülleri hoş, kalpleri mutlu tutmaktır."
Gülatun bunları söylerken bir yandan da elbiselerinin iki
dövmesini açarak zcmbilfroş'a göstermiş. Zembilfroş ne yapacağını şaşırmış, öylece dona kalmış.
Sonra kendine gelip sinirle konuşmuş: "Ey gülerin gülü Gül Hatun; bu
yaptıklarının ne benim ne de senin törende yeri yok. şimdi çekil
yolumdan." Demiş demesine ama Gül Hatun'un artık gözü hiçbir şeyi
görmüyormuş. Yine zcmbilfroş'un yolunu kesmiş:
"Ey duruşu aslan ama aklı aptal avare, benim baştan çıktığımı, aşkından
kör olduğumu görmeyecek kada/ körmüsün?
Buz gibi eridiğimi de mi görmüyorsun? Dünya günleri sayılı, gençlik tazelikte
geçicidir, gel tadını çıkaralım. İkimizde gül gibiyiz, birbirimizi kucaklayalım.
Korktuğun günahsa sevabı senin, günahı benim olsun. I îaydi
ne olur gel ben senin cenk meydanın olayım, fethet beni!"
Zembilfroş, gül Hatun'un bütün yalvarmalarına rağmen bildiği
yoldan şaşmamış: "Ey aklı derya, boyu selvi
dudağı bal kadın. Sen su olsan, ben çöldeki susuz avare, yinede içmem senin
suyundan bir damla bile." Böyle diyerek hızla uzaklaşmış. Gül Hatun ise
eli böğründe böylece kala kalmış. Hemen konağa dönüp bütün hizmetçilerini çağırmış.
Onlara zembilfroş hakkında bilgi toplamalarını
emretmiş. Kimdir, nedir, nerede yaşar, karısı kinidir? Zcmbilfroş'un
karısını mutlaka yanına getirmelerini tembihlemiş. Gül Hatun gözüne bir damla
uyku bile sokmadan beklemiş. Hizmetçiler çok geçmeden
zembilfroş'un karısını getirmişler. Gül Hatun kadını
iyice süzüp derdini anlatmaya başlamış. Kocasına, yani zembilfroş'a
olan aşkından yemek yiyemediğini, uyku uyuyamadığını anlatmış: "Ey
kadınların en şanslısı. Yardım et bana. Al bu altınları. Ömrünüzün sonuna kadar
rahat yaşarsınız. Sadece bir gece olsun bana ver o Zal
soylu kocanı." Zembilfroş'un karısı kabul
etmemiş Gül Hatun'un istediğini. Gül Hatun son çare olarak onu, kocasına ve
çocuklarına zarar vermekle tehdit edince kadıncağız kabul etmek zorunda kalmış.
Ve Gül Hatun'un planına tamam demiş. Plana göre Gül Hatun bir gece onun
kıyafetlerini giyecek ve yatağına girip zembilfroş'un
olacakmış. Planını gerçekleştirmek için zembilfroş'un
evine gitmişler birlikte. Gül Hatun gece olunca mumları söndürüp zembilfroş'un yatağında onu beklemeye başlamış. Zembilfroş gece geç saatte yorgun argın evine gelmiş.
Işıkların sönük olduğunu görünce sessizce üzerini değişip yatağına uzanmış ve
karısına sıkıca sarılmış. Ayağı yatakta eşi sandığı Gül Hatun'un çıplak
bileklerine değince kadının ayağında halhal olduğunu fark etmiş. Karısının hal
halı olmadığını bilen zembilfroş yataktan fırlamış.
Yorganı kaldırınca altındaki Gül Hatun'u görmüş. Evi hemen terk etmesini
istemiş. Ama Gül Hatun'un gitmeye hiç niyeti yokmuş. Aksine zembilfroş'un üzerine daha da gitmiş. Zembilfroş
kurtuluşunun olmadığını görünce hızla evden çıkıp kaçmaya başlamış. Gül Hatun
da peşinden. Şehrin kalesine doğru koşmuş zembilfroş.
Bakmış ki Gül Hatun da arkasından geliyor. Çıkmış kalenin tepesine.
Kurtuluşunun olmadığını anlayan zembilfroş kendisini
kalenin en yüksek tepesinden boşluğa bırakıvermiş. Bunu gören Gül Hatun "
mademki bu dünyada sana kavuşamadım belki öbür dünyada kavuşurum" deyip
aynı yerden kendini atmış boşluğa.
Rahmetle andığım, chmet Mele Bate'nm bu eşsiz
destanı mezopotamya'da aşkın ölümüne olduğunu bir
kere daha göstermiştir.
İkişi de bey (Mire);
bir bey, diğer beyin evine misafirliğe gider. Gittiği evde üç hizmetli
varmış, hizmetçilere aylıklarını vermek üzere bey tarafından huzuruna
çağırtmış hizmetlileri. İlk gelen iri yarı biri ona bir krş.
Vermiş. İkincisi orta yapıda biri ona da bir buçuk Kuruş vermiş. Üçüncüsü ufak
tefek biri ona da iki kuruş vermiş. Bunun üzerine misafir olan bey durumun
adaletsizliğine ve is yapabılirliliğini de hesaba
katarak ev sahibi olan beye kızmış tepkisini de alahıs-marladık diyerek evden çıkıp gitmiş olmuş.
Neyse aradan epeyi bir
zaman geçmiş. Dostundan her hangi bir haber alamayınca dostunu özel davet
etmiş. Uzun süren ayrılıktan sonra, kızgınlığı geçmiş dostu da davete icabet
ederek gelmiş, hoş beşten sonra üç hizmetlisini de alarak yaylaya çıkmışlar.
Eve sahibi olan dostu
bakmış ki, ovalık bir yerde bir kervan konaklamış; iri yarı olanı çağırmış git
bak bakalım bu kervan kimdir. Nereden gelir nereye gider, neyin nesidir, kimin
fesidir, ne alır ne satar. Ayrıntıları öğren gel. İri yan hizmetli bir süre
sonra gelir beyinin yanma bey ne yaptın diye sorar oda Suriye'den gelip İran'a
gidiyorlarmış. Hepsi bu kadar mı evet der hizmetli.
İkincisi olan orta
irilikte ki hizmetçiyi çağırır; aynı soruları ona da söyler ve git bize bilgi
getir, oda gider bir süre sonra gelir beyinin yanına, beyi ne yaptın diye
sorar, o da Suriye'den gelip İran'a gidiyorlar yükleri ipek diye bilgi verir.
Bey hepsi bu kadar mı diye sorar o da evet der.
Sıra üçüncü hizmetlide
küçücük bir herif, bey ona da aynı sorulan sorar ve git bize bilgi getir.
Üçüncü hizmetli gider bir süre sonra gelir beyinin yanma, beyi ne yaptın diye
sorar; o da başlar anlatmaya Suriye'den gelip İran'a gidiyorlarmış. Yükleri
ipek İran'da bunları satıp oradan da havyar alıp Suriye'ye götüreceklermiş, her
iki taraftan da para kazanıyorlar yüzde yüze varan bir karları var, bu süreç
takriben iki ay sürmektedir. Bu ayrıntı bilgileri veren üçüncü hizmetli neden
diğer iki cüsseli den daha fazla para aldığı ortaya çıkmış oldu.Bunun üzerine
konuya şahit olan dostu üzür dilevcrek affını diler.
Bunun böyle olduğunu bir an düşünemedim der. Dostunun tecrübelerin den yararlanarak
Birkaç gün daha kaldıktan sonra aîahıs-marladık deyip evine gider.
Vaktinde bir pasa
varmış. Pasa veziri ile birlikte denetlemeye çıkmış. O esnada ilginç bir durum
görmüşler. Bir adam kumu topluyor ve tekrar dağıtıyor.
Vezir bu ne haldir
niçin böyle yapıyorsun diye sorar; adam ben parasız konuşmam. Bu sorunun
cevabını istiyorsan bana para vermen lazım. Vezir de kaç para istiyorsun oda
her kelimeye bir lira istiyorum. Vezir
merakında bir lirayı adama verir. Parasını alan adam der ki Hükümet adamına güvenme
vezir adama hepsi bu mu adam da evet senin verdiğin para kadar konuştum. Vezir
bir lira daha verir adama, adam da vezire hanımına doğruyu söyleme, hepsi bu
mu diye sorar, adam verdiğin paraya göre konuştum neyse vezir bir lira daha
verir adam üçüncüsünü söyler, yokluktaki dostların yakınlarına itibar et fakat
varlıkta sana dost ve yakın olanlara itibar etme der.
Vezir bir müddet sonra
bu aldığı bilgilerin ne derece geçerli ve doğru olduğunu ispatlamak ister.
Paşanın çok güzel ve özel renklere boyanmış bir koçu var, her gün koçu çarşıda
bakıcılar gezdirir. Paşada koçuna özel bakım yaptırır ve önemser. Bir gün
vezir koçu gizli bir yere saklar. Başka bir koçu keser hanımına da ben paşanın
koçunu keseceğim kimseye söyleme bununla güzel bir ziyafet çekelim. Hanım da
peki der. Neyse vezir koçu keser. Güzel bir ziyafet verirler.
Kısa bir süre sonra
hanımı ile bir nedenden dolayı tartışırlar, bunun üzerine vezir karısına iki
tokat atar. Bu esnada paşa da kaybolan koçunu arattırır neticede bulamaz.
Tellalla duyuru yaptırır bu koçu kim öldürmüşse cezası ölümdür. Bunun üzerine
vezirin karısı seni paşaya şikayet
edeceğim, aman etme eyleme hanım, yıllardır aynı yastığa baş koyduk
iki tokatla beni nasıl ele vereceksin, oysa; bunu sende kabul ettin, şakaya
gelmez işin ucunda ölüm var dediyse de karısı hiç birine aldırmadan paşaya
gider.
Paşanın huzuruna çıkan
vezirin hanımı olup biteni anlatır. Bunun üzerine paşa vezirin tutuklanmasını
ister ve hapse atar. Gel zaman git zaman idamına karar verilir. Ölüme
götürürlerken yokhıkta yani vezirlikten önceki
dostları ve yakınları gider paşaya yalvarırlar vezirin affı için, öbür yandan
da vezirken edindiği akraba ve dostları ise vezire şunu derler, nasıl olsa
ölüme gidiyorsun, kimi ceketini ister, kimi saatini ister, kimi gömleğini, her
kes bir şeyini ister neredeyse vezir çıplak kalır. Konunun ispatını yapan vezir
yanındaki muhafızlara derki, gidin paşaya söyleyin eğer beni affeder serbest
bırakırsa kendisine koçunu getiririm. Konuyu paşaya götürürler paşada peki der
serbest bırakın.
Vezir muhafızlarla
birlikte koçu sakladığı yere götürür. Koçun Önünde yonca, bir yanında da su koç
eskisinden daha güzel beslenmiş, koçu ahp paşaya
götürürler. Bunun üzerine vezir paşanın huzuruna çıkar ve istifasını sunar.
Bunun üzerine paşa etme eyleme sen iyi bir vezirsin, baya hizmetlerin oldu
niçin istifa ediyorsun. Sorularından sonra istifayı kafasına koyan vezir şöyle
der. Paşam; ben bunca yıldır sana hizmet ediyorum. Bir koç için beni idam
edecektin. Ben seni sınadım. Artık yanında durmayacağım. Çeker evine gider
hanımına da derki seni boşuyorum. Hanımı etme eyle dediyse de buna aldırmayan
vezir hanımına otuz yıldır beraberiz, acı tatlı günlerimiz geçti, sana bir
sırrımı verdim sense idama rağmen sırrımı paşaya söyledin seni sınadım. Artık
bir arada olamayız. Varlıkta oluşan dostlarına da yazıklar olsun size bunca
yararım oldu size bana yardımcı olacağınız yerde halen beni soymaya
çalışıyorsunuz.sizinle de işim bitti deyip hepsini terk eder yep yeni bir hayata baslar.
Vaktiyle bir paşa,
hanımı, vezir ve hiznıetlisi varmış; geçen zaman
içinde vezir ile karısı arasında bazı ilişkilerin oluşmasını sezinlemiş . Bunu
fark eden paşa bir gün karısına, bizim bu hizmetli vezirden çok akıllı, hanımı
buna güler ve tepki gösterir. Sen nasıl bir hizmetlinin bir vezirden daha
akıllı olduğunu söylersin. Vezir senden sonra ikinci adam aynı zamanda senin
adına ülkeyi yönetiyor.
Paşa hanımına gel o
zaman bir deneyelim bunların aklını. Benim dediğim mi doğru, senin dediğin mi
doru, eğer vezir hizmetliden akıllı olursa sen kazanmış oüursun.Yoksa,ben
kazanmış olurum. İdamız da şu olsun vezir hizmetliden akıllı olursa yerinde
kalır yoksa kovarım onun yerine hizmetliyi alırım. Böylece anlaşırlar.
Peki bunların
akıllarını nasıl test edelim. Paşa der ki; bir kaz pişirsinler ve bize
bölüşsünler bakahm bölüşümde ne kerametler çıkar.
Hanımı da peki der önce vezirden başlar iş, vezir; kazı pişirir sofraya
getirir. Kazın boynunu kendine alır, but İle göğsünü paşaya verir, diğer but'
da paşanın hanımına verir. Bunun üzerine paşa bu ne biçim bolü-şümdür. Manası nedir diye sorar vezire, vezir; de paşam ben
sizi çok seviyorum siz güçlü kuvvetli kalmalısınız ki bu halkı yonetesiniz der.
Bu kez sıra
hizmetlide, hizmetli; kazı pişirir getirir, boynunu paşaya verir kanatlarını
paşanın hanımına verir göğüs ve butlan da kendine alır. Bunun üzerine paşa aynı
soruyu hizmetliye sorar, hizmetlide cevaben senin boynun eğik, hanımın her kese
kanat çırpar bense yılda bir kez et ancak et yiyebiliyorum. Onun için çoğunu
kendime aldım.
Hanım bunu kabul
etmez; bir şart daha koyarlar ortaya, paşa da kabul eder bu kez şartı hanımı
koyar, ilkini yine vezirden başlar, beş adet yumurta pişirin ve aramızda pay
edin vezir beş yumurtaya pişirir ve sofraya getirir. Vezir; iki tanesini paşaya
verir iki tanesini hanımına verir bir tanesini de kendine alır. Paşa bu
bölüşümdeki hikmeti sorar, vezir; seni ve hanımını çok seviyorum. Onun için
fazlasını size verdim.
Sıra hizmetliye gelir
hizmetlide beş adet yuinurta .pişirir, sofraya
getirir üçünü paşanın hanımına verir, birini paşaya verir, birini de kendisi
alır. Paşa bu bölüşünıdeki hikmeti sorar, hizmetli;
paşam hanımının yumurtası olmadığı için üçünü ona verdim. Bizim yumurtalarımız
var bu nedenle birer tane de bize böldüm. Bunun üzerine anlaştıkları üzere
hizmetli imtihanı kazınır. Böylece vezirin yerine atanır. Vezirde saraydan
kovulur. Böylece paşa aklını ve siyasetini kullanarak ta problemsiz o işten
kurtulmuş olur.
Bir gün bir aptal
kadın paşanın evine sultan hanımının yanma gelmiş, her ikisinin de yeni doğmuş
çocuğu varmış. Paşanın çocuğu siyah, aptal kadının çocuğu beyaz, paşanın
karası aptal kadına gel çocukları değişelim, sana bir kese de altın vereyim.
Yok diyorsa da paşanın hanımının enirine uyarak çocukları değiştiriyor ve
üste bir kese altın alıp gidiyor. Yedi yıl geçer, eskiden çok küçük yaşta
özellikle paşa çocukları yetiştirilir, paşa da vezire çocuğun yetiştirilmesi
için talimat verir. Gel zaman, git zaman, vezir bir türlü çocuğa bir şey
öğretemiyor. Çocuğun karası bir şey basmıyor.
Paşa vezire derki
vezirim; bu çocukta bir sorun var, yoksa bu kadar zaman içinde bir şeyler öğrenmemesi
mümkün değil. Şüphelenmeye başladım, eğer bu çocuk benim olsaydı mutlaka bazı
şeyleri öğrenirdi.
Paşa karısını çağırır;
hanımına derki; doğru söyle bu çocuk kimden ve neyin nesi aylardır yıllardır
vezir bir şeyler öğretemedi benim çocuğum bu kadar aptal olamaz! diye tepki
gösterir. Bu me-yalde paşa
vezire derki vezirim; al bu çocuğu dağa, ovalara, bir yerlere götür gezdir,
bakalım ne ilgisini çeker ve neye yakınlık duyar.
Vezir öğleye kadar
çocuğu gezdirir. Bir suyun kenarında dururlar vezir Abdest
alır. Namaz kılmadan önce çocuğa derki, sen namaz kılacak mısın diye sorar,
çocukta hayır der bir çınar ağacının altında duran çocuk şöyle bir ah geçirir.
Keşke burada bir testere olsaydı, bu ağaçtan güzel bir elek yapılırdı.
Bunun üzerine vezir
der ki; içinden ben işi çözdüm. Hemen çocuğu alır eve döner. Paşanın huzuruna
varır paşaya bu çocuk aptaldır. Bunun üzerine paşa git bakalım aptalları bul,
bakalım bizim çocuğu da onların içinde bulabilirmisin.
Vezir hemen yola
koyulur, bir su kenarında onları bulur. Bakar ki iki guriirp
çocuk bir gurup nehrin bu tarafında diğer gurup isi nehrin öbür tarafında
vezir her iki guruba bakar, içlerinden bir çocuk bütün çocukları sıraya sokmuş
içtima ediyor. Diğer çocuklardan farklı bir çocuk, bütün hal ve hareketiyle
bir asaleti simgeliyor. Bunun üzerine eve döner paşanın huzuruna çıkar ve
derki çocuğu buldum.
Bunun üzerine paşa
git, takip et bakalım kimin haymasma gider. Sende
arakasından git vezirde arkadan gider bir bakar ki, haymanın
içinde cemaat dolu çocukta nizami bir şekilde oturuyor en alt yerele oturuyor,
cemaat'e hizmet ediyor. Bunun üzerine vezir geri döner gelir paşaya gerekli
bilgileri verir.
Paşa vezire derki; o
ailenin reisini çağırttır gelsin. Evin reisi yaşlı bir adamış. Paşanın huzuruna
gelir. Paşa sorar çocukla ilgili, bu çocuk senin mi? kimin nereden buldun. Bana
doğrusunu anlat yaşlı adam bu konu ile ilgili bilgim yok. Olsa olsa kadınların işidir. Yaşlı adam derki bana izin ver ben
gideyim hanımımı göndereyim ancak o bilir.
Kadın gelir paşanın
huzurunda derki; paşam vallahi bunda benim hiç suçum yok. ham-mun(sultanımı)da çağırın paşa hanımını da çağırır. Aptal
kadın sultan ile arasında geçen bütün durumu olduğu gibi anlatır paşaya,
sultanın huzurunda.
Paşa derki kadına sen.
kendi çocuğunu al, benim çocuğumu bana ver, sana bir heybe altın vereyim.
Bunun üzerine kadın kendi çocuğunu alır. paşanın çocuğunu verir. Vezir çocuğa
ders vermeye baslar bir yılda çocuğu gerekli bilgiyi verir. Hanımına kızan
paşa bütün bu pislikler senin başının altından çıkıyor asıl azmaz bal kokmaz
der paşa.
Bir paşa bir de oğlu
varmış; bir gün paşa ölür. Yerine genç ve tecrübesiz oğlu tahta geçer. Sarayda
bulunanlar derler ki paşam; sana bir adam lazım. Nasıl bir adam diye sorduğunda
şöyle derler. Hem insanlardan anlayacak, hem hayvanlardan anlayacak, hem de
paradan anlayacak(ckonomiden) peki böyle bir adamı
nasıl bulacağız diye sorar. Saraydakineler de duyuru yapalım. Gelenlerin
içinden seçersiniz.
Bunun üzerine duyuru
yaparlar duyuruya icabet eden bir yoksul çoban paşanın huzuruna çıkar. Paşa
yoksul çobana sen bu işlerden anlarmısm diye sorar.
Oda anlamazsam huzurunuza gelmezdim.
Neyse paşa saraya
alındın der günlerden bir gün: yoksul çoban paşaya teftişe çıkalım der paşada
peki der. Hayvan pazarına giderler etrafını saran simsarlar ve hayvan sahiplen,
paşanın emrini sorarlar paşada yoksul çobana sorun der, yoksul çobanda bize
çok iyi bir cins at lazım
Paşaya yakışır bir at
olsun; o esnada biri bir cins arap atının yularından
tutmuş satmak üzere pazara getiriyor biri. Yoksul çoban sorar at'ı ne kadara
satarsın, o da otuz altın der yoksul çobanda atın da her hangi bir kusur var mı
diye sorar, sahibi de yok der peki sana altmış altın vereceğim, lakin bir
şartım var, eğer atın suya vurduğumuzda suda yatarsa para vermeyeceğim, ama
yatmazsa sana altmış altın vereceğim. At sahibi de kabul eder, ilerideki
nehir' e vururlar atı, at suyu görünce suyun içinde yatar, böylece iddiayı
kazanır ata para vermeden alır. Çok kıymetli bir atı bedavaya almış olur.
Bir süre geçtikten sonra ikinci bir teftişe çıkarlar; onda da
sahaflara (kuyumculara) giderler. Kuyumcular toplanır; buyurun paşam diye
etrafını sararlar, yoksul çoban bir kuyumcu vitrininde bir elmas görür, elmasa
bakar çok güzel, fiyatını sorar kuyumcuda 50 altın der bunun üzerine yoksul çoban,
kuyumcuya eğer tek tas ise sana 100 altın vereceğim, yok eğer parçalı ile
bedava vereceksin. Kuyumcuda peki der mercek ile bakarlar ki elmas parçalı
anlaşma gereği bedava elması da alır. İş bi-
lirliği yüzünden hem
elması ve hem de atı parasız almış oldu.
Bütün bu
kazançlarından dolayı paşadan bir elbise veya başka bir şekilde
ödüllendirilmeyi beklerken. Paşanın yanında işe başladığı günden bu güne
çorbadan başka hiçbir yiyecek vermemişler ödül olarak bu güne kadar bir kepçe
olan çorbasına bir kepçe daha ilave etmişler hepsi o kadar.
Paşa bir gün yoksul
çobana şunu der, hem attan anlıyorsun, hem de elmastan anladın. Benim sana bir
sorum var, ben nasıl biriyim; yoksul çoban paşaya der ki; bu soruya cevap
veremem gel bu işteıl vaz
geç, paşa ısrar eder bunun üzerine yoksul çoban sen olsan olsan
bir çorbacının oğlusun ne olacak. Buna hiddetlenen paşa cellatları çağırır
boynunu vuracakları anda çoban ifademi almadan neden beni öldürüyorsun. Sen
sordun, ısrar ettin ben de doğruyu söyledim. Bunu üzerine paşa annesini
çağırır, konuyu açıklığa kavuşturulmasını ister, annesi de bu konuyu anlatır.
Biz çok yoksul bir
aile iken ben dağdan odun getirip, şehirde satıp onun geliriyle geçiniyorduk.
Bir gün çok erken pazara geldim, havada çok soğuktu, bende yükümü indirdim bir
açık yer var mı yok mu diye etrafa bakınırken açık bir çorbacı dükkanını
gördüm. Kapıya vurdum adam kapıyı açtı, beni içeri aldı ve kapıyı tekrar
kapattı ne olduysa o anda oldu.
Bunun üzerine yoksul
çobana; bunların hepsini nasıl bildin diye sorar paşa, yoksul çoban da şöyle
der at çok kıymetli bir attı fakat sahibi bu atı yeterince tanımadığını
anladım. Onun için bu şartı koştum.
Kuyumcuda da bulunan
elmas çok kıymetli idi verdiği fiyattan anladım ki bu kuyumcu bu elması
yeterince bilmiyor. Bunun için bu şartı koştum
Sana gelince; yaptığım
her işin sonunda beni başka türlü ödüllendireceğine bana günlerce çorbadan
başka bir şey yidirmedin. Ödül olarak ta yi-dirdiğin çorbaya bir kepçe çorbaya ilave ile beni
ödüllendirdin. Ondan anladım ki; olsa olsa sen bir
çorbacısın. Bunun üzerine paşa zengin bir şekilde ödüllendirir ve yanma vezir
olarak ülke yönetimini ona bırakır.