Birinci Fındık Faresinin Yolculukta Görüp Öğrendikleri
İkinci Fındık Faresinin Anlattıkları
Soğuk geçen kış
mevsimi nihayet sona ermişti. İlkbahar gelmiş ve doğa, bir gelin gibi
süslenmişti, Uçsuz bucaksız kırlarda çiçekler açmış, çimenler yeşermişti. Güneşin
ışıklarını gören çiçekler, böcekler, kuşlar ve insanlar güzel havaların
keyfini çıkarıyorlardı, Kuşlar, en güzel şarkıları söylüyorlardı. Karıncalar,
oradan oraya koşuşturup duruyordu. Kelebekler, rengârenk kanatları ile yeşil
çimenlerin arasında uçuşuyordu. Arılar, yeni açmış çiçeklere vızıldayarak
konuyordu. Sincaplar, ağaçların dallarında oynuyordu. Bütün canlılar, sevinç
ve umut dolmuştu. Kısacası bütün doğa canlanmış ve yaşama isteği ile dolmuştu,
Yemyeşil çimenlerin
ortasında, küçük bir kır çiçeği açtı. Narin boynunu topraktan çıkarıp, güneşe
doğru baktı. Şöyle bir gerinip, özgürlüğünün tadını çıkardı.
Aylardır toprağın
altında beklemekten canı çok sıkılmıştı çünkü. Küçük kır çiçeği çevresine
bakmaya doyamı-yordu. Öylesine özlemişti ki gün ışığını, neredeyse mutluluktan
ağlayacaktı. Uzun zamandır görmediği arkadaşlarına selam verdi, Yakınlardaki
bir evin bahçesinde açan güller ve lalelere de selam verdi, ama onlar, küçük
kır çiçeğinin yüzüne bile bakmadılar, Çünkü onu küçük görüyorlardı.
- Tabii yaa, biz
dünyanın en güzel ve en asil çiçekleriyiz. Basit bir kır çiçeğinin yüzüne bile
bakmayız! diyorlardı.
Kır çiçeği, onların bu
davranışlarına üzüldü, ama basit bir kır çiçeği olduğu için üzülmüyordu. Çünkü
çok mutluydu. Güneşin sıcaklığını zevkle içine çekiyor, çayır kuşunun yükselen
türküsünü dinliyordu. Etrafına bakıyor ve tabiatın güzelliğini sessizce duyup,
hissediyordu. Küçük çayır kuşunun da neşeli ötüşleri ile onu anladığını biliyordu,
Bu yüzden, neşeyle şakıyan mutlu kuşa saygıyla bakmıştı. Benim elimden de aynı
şey gelmiyor, diye hiç .üzülmedf. İçinden: "Görüyorum, duyuyorum,"
diye geçiriyordu. "Güneş ısıtıyor, rüzgâr okşuyor, Halimden şikâyetçi
olmam anlamsız olur."
Bahçedeki çiçekler,
kibirli kibirli çevrelerini süzüyorlardı. Şakayıklar, gülden daha iri görünmek
için şişinlyor-lardı; ama gülü gül yapan iriliği değildir ki. Lâleler renklerinin
güzelliği ile göz alıyor, tavus kuşu gibi çalımlı çalımlı kabarıyorlardı.
Küçük kır çiçeğine şöyle yan gözle
bakmaya bile tenezzül
etmiyorlardı. Hâlbuki o içinden: "Ne güzeller!" diyordu, "O
güzelim kuş gidip onlarla arkadaşlık edecektir. Ben de uzaktan da olsa bu
misafirliği seyredebileceğim."
Tam o sırada çayır
kuşu, şakayıklara, lâlelere değil de, çayıra yöneldi. Sevincinden aklı başından
giden küçük kır çiçeği, çok mutlu oldu. Parlak kuş, şarkı söyleyerek çiçeğin
etrafında dans etmeye başladı:
- Ne yumuşak bir
çayır! Oh! Altın yürekli, kırmızı elbiseli ne güzel bir çiçek bu böyle!
Küçük çiçeğin
mutluluğu tarif edilir gibi değildi. Kuş, gagası İle onu öptükten sonra,
gökyüzünün mavisine yükselmişti. Kır çiçeği için için gülerek, fakat utangaç
bir bakışla bahçedeki çiçeklere baktı, Kendisine gösterilen saygıya şahit
oldukları için, sevincini anlamaları gerekti. Lâleler eskisinden daha dik
duruyor; kırmızı ve sivri suratlarından düşen bin parça oluyordu, Şakayıkların
başı pek kabarıktı. Allah'tan, dilleri yoktu. Olsa, kim bilir ne tatsız şeyler
söyleyecek, zavallı çiçeğin kalbini kıracaklardı, Küçük çiçek her şeyin farkındaydı,
öfkeleri ona dert oldu,
Bir gün, elinde bir
bıçakla genç bir kız bahçeye girdi; lâlelere yaklaşarak hepsini birbiri ardına
kesti. Kır çiçeği içini çekerek:
- Ah! Ne felâket!
Yazık zavallılara! dedi.
Genç kız lâleleri
götürürken, o, bir kır çiçeği olduğuna sevinmişti. Gün batarken, yapraklarını
kapattı ve Allah'a şükretti; bütün gece rüyasında güneşi ve küçük kuşu gördü.
Ertesi sabah,
yapraklarını gün ışığına açınca kuşun sesini duydu, sesinden üzgün olduğunu
anladı, Zavallı çayır kuşunun üzüntüsü yersiz değildi: Onu yakalayıp açık
pencerenin önünde asılı duran bir kafese kapatmışlardı. Özgür olmanın
mutluluğunu, yeşermiş tarlaların güzelliğini ve gökyüzünde dilediği gibi uçmaya
duyduğu özlemi anlatıyordu şarkısında kuş.
Kır çiçeği, kuşun yardımına
koşmak için can atıyordu, ama gücü yetmez, nasıl koşsun? Zavallı kuşa öyle çok
üzüldü ki, dört yanını çeviren güzellikler ve güneşin tatlı sıcaklığı bile onu
teselli edemedi. Az sonra iki çocuğun bahçeye girdiğini gördü. Birinin elinde
keskin ve parlak bir bıçak vardı. Ne olduğunu anlayamayan kır çiçeğine doğru
ilerlediler.
Oğlanlardan biri:
- Çayır kuşuna buradan
güzel bir parça çimen kesebiliriz, diyerek çiçeğin etrafındaki çimen parçasını
kesmeye başladılar.
Diğeri:
- Çiçeği koparsana,
dedi.
Bunu duyan kır çiçeği,
korkusundan yere kapandı. Koparılmak, canından olmaktır. Çimenle birlikte,
kuşun kafesine gireceğini
sandığı zaman ne kadar da mutlu olmuştu.
Büyük:
- Hayır, varsın kalsın, diye cevap verdi;
buraya çok yakışmış.
Böylece hem çiçeğin canı
bağışlanmıştı, hem . de kafese girmiş oldu.
Zavallı kuş,
esirlikten acı acı dert yanıyor ve kanatlarını
demir tellere çarpıyordu. Kır çiçeği çok jf istemesine rağmen, ona bir
tek avutucu söz söyleyemiyordu, Öğlen olduğunda çayır kuşu:
- Çok susadım, Bana
bir yudum su bile bırakmadan gittiler. Gırtlağım kupkuru, ateş gibi yanıyor! Ne
yazık! Güneşten uzak, serin çayırlardan, dünyanın bunca göz kamaştırıcı
güzelliklerinden uzak, can vereceğim demek.
Sonra biraz
serinliyebilmek için, gagasını serin çimenlere daldırdı. Gözü kır çiçeğine
ilişmişti, Başı ile dostça bir işaret yaparak ve eğilip öperek şunları
söyledi:
- Sen de burada
kuruyup gideceksin, zavallı nazlı çiçek! Elimden koskoca dünyamı alıp,
karşılığında bana birkaç
tutam ot verdiler. Eş dost diye bir sen varsın. Her ot parçası, gözüme ağaç
görünecek, senin her yaprağın kokulu bir çiçeğin yerini tutacak. Ah! Sen,
bütün kaybettiklerimi hatırlatıyorsun bana!
Yapabileceği hiçbir
şey olmayan çiçek, içinden: "Ah! Onu birazcık olsun avutabilseydim,"
diyordu. Kuş, çimen filizlerini tek tek yolduğu, kemirici bir susuzlukla mum
gibi eridiği halde, çiçeğe bir türlü eli varıp dokunamadı.
Akşam oldu, hava
karardı; zavallı çayır kuşuna bir yudum su getirecek bir kul çıkmadı.
Çırpıntılı bir silkinişle kanatlarını gerdi, kara sevdalı bir sesle öttü.
Ufacık başı çiçeğe doğru düştü, istek ve acı dolu yüreği duruverdi. Bu hazin
manzarayı seyreden kır"çiçeği, bir gece önceki gibi, uyumak için
yapraklarını örtemedi. Üzüntüden kahrolup yere serildi.
Çocuklar, ancak ertesi
gün, sabahleyin geldiler, Ölü kuşu görünce gözyaşları dökerek, mezar kazdılar.
Güzel, küçük bir kırmızı kutuya konan kuş, krallara lâyık bir törenle gömüldü.
Kapanan mezarın üstüne gül yapraklan serpildi.
Zavallı kuşcağız!
Sağken, öterken, kafesinde unutulmuş, yoksulluk içinde can vermişti, Ölümünden
sonra, gözyaşları dökülüyor, saygı gösteriliyordu.
Çimenle kır çiçeğine
gelince, onları da büyük yolun tozu toprağı içine fırlatıp1 attılar. Küçük kuşu
candan sevmiş olanın yüzüne,
kimse dönüp de bakmadı bile.
Oyuncak fabrikasından
beri gün ışığını göremeyen yirmi beş tane kurşun asker, içine kapatıldıkları
kutunun kapağı kaldırılınca, ilk duydukları ses, bir oğlan çocuğunun el
çırparak:
- Kurşun askerler!
çığlığı oldu.
Askerler, onun yaş
günü hediyesiydi, Büyük bir heyecanla, hepsini masanın üstüne dizerek oynamaya
başladı. Kurşun askerler omuzlarına astıkları tüfekleri, sert bakışları ve
kırmızılı mavili üniformalarıyla çok cesur görünüyorlardı doğrusu. Tek bacaklı
olanın dışında, bütün askerler birbirinin eşiydi. Kalıba son dökülenin kurşunu
eksik geldiğinden o, böyle sakat kalmıştı, Tek bacağıyla bile, diğerlerinin iki
bacakla durdukları kadar dik duruyordu.
Askerlerin
sıralandıkları masada, daha bir sürü güzel oyuncak vardı, ama içlerinde en
güzeli kâğıttan bir şatoydu. Küçük pencerelerinden salonların içi görülebiliyordu.
Kâğıttan şatonun bahçesinde, küçük bir göl ve gölün etrafında da ağaçlar vardı,
Balmumundan kuğular bu gölde yüzüyor, gölgeleri suya yansıyordu. Doğrusu çok
güzeldi, ama şatonun kapısının önünde dans eden balerin hepsinden de güzeldi. O
da kâğıttandı; beyaz
tülden elbisesi ve saçlarında da mavi bir kurdeia vardı. Balerin, kollarını ve
bacağını havaya kaldırmış dans ediyordu, Kurşun asker, balerinin de kendisi
gibi tek bacaklı olduğunu zannetti. Kurşun askerin yüreği heyecanla atıyordu.
Hiç kıpırdamadan duran balerine âşık olmuştu, Bir kutunun arkasına gizlendi.
Hep tek ayaküstünde durduğu halde dengesini kaybetmeyen güzel balerini, buradan
doya doya seyredebiliyordu.
Akşam olunca, küçük
çocuk askerlerini kutularına yerleştirdi, Ev halkı gidip yattılar.
El ayak çekilince,
oyuncaklar, kendi aralarında
oyuna başladılar: Önce körebe, sonra savaş oyunu; sonunda da bir
balo düzenlediler.
Kurşun askerler, bu eğlenceye
katılmak için can atıyorlardı, ama kutunun kapağını bir türlü açamadılar.
Maymun takla attı, tebeşir taştahtaya deli dolu bir şeyler çizdi, gürültü aldı
yürüdü, kanarya uyanıp öttü. Bir eğlence ki, sormayın, Kurşun asker ile
balerin, yerlerinden kıpırdamadılar, Balerin kollarını uzatmış, ayağının
ucunda yükseliyor, asker de tek bacağının
üstünde, gözünü kıza dikmiş, dimdik duruyordu.
Gece yarısı, masadaki
kutunun kapağı aniden açıldı. İçinden kapkara bir büyücü çıktı, Kurşun askerin
balerini hayranlıkla seyrettiğini gören büyücü, çok sinirlendi, Onları çok
kiskanmıştı. Bir fırsatını bulup, kurşun askere kötülük yapmaya karar verdi,
Sabah olunca, küçük
çocuk oyuncaklarıyla oynamaya başladı. Kurşun askerlerini sıraya diziyor ve
onları savaştırıyordu. Tek bacaklı askeri alıp, baktı:
- Sen, bu halde
savaşamazsın. Haydi, pencereden dışarıyı seyret, dedi ve kurşun askeri
pencerenin önüne koydu, İşin içine büyücünün parmağı mı karıştı, yoksa rüzgâr
mı havalandırdı? Bilinmez, ama zavallı kurşun asker sevgili balerinine
bakarken aşağıya düşüverdi. Bir anda kendini kaldırımda yatarken buldu, Onun
düştüğünü hiç kimse fark etmemişti, Sadece balerin görmüştü. Yerinden
kıpırdayamıyordu ki, ona yardım etsin. Güzel balerinin gözlerinden iki damla
yaş aktı.
Yağmur yağmaya,
damlalar birbirini kovalamaya başlamıştı. Kurşun asker, yattığı kaldırımdan
düştüğü pencereye bakıyor ve balerini için ağlıyordu. Gözyaşları yağmura
karışıyor, balerininden ayrıldığı için, yüreği parça parça oluyordu. Onu görmeden
nasıl yaşayacaktı? O sırada, yoldan geçen iki yaramaz çocuktan biri kurşun
askeri gördü:
- Hey, şuna bak! Bir
kurşun asker buldum! Haydi, yüzdürelim şunu!
Çocuklar, gazete
kâğıdından bir kayık yaptılar ve kurşun askeri içine koyup dereye bıraktılar. İki
afacan, el çırparak kayığın yanı sıra koşuyorlardı. Aman Allah'ım! Deredeki
dalga neydi öyle! Akıntı ne kadar kuvvetliydi! Kâğıt kayık, dalgalardan beşik
gibi sallanıyordu, ama kurşun asker, gözünü bir noktaya dikmiş, silâh elde, tek
bacağı üzerinde hala dimdik duruyordu. Kayık bir kanala girdi. Burası çok
karanlıktı.
Kurşun asker:
- Ah! Keşke sevgili
balerinim de üryanımda olsaydı. O zaman her îy vız gelirdi bana, diye iç çekti.
Birden karşısına
kocaman bir fare çıktı; kanalın içinde yaşıyordu.
Kayık yoluna devam
etti, fare de peşinden geliyordu. Dişlerini gıcırdatıyor, samanlara, çöplere
tutunarak, yüzmeye çalışıyordu. Asker, nihayet karanlık kanaldan çıkmış, ışığa
kavuşmuştu. Bu seferde kayık su almaya başlamıştı. Su, askerin boğazına kadar
yükseldi; kayık tamamen ıslandı, Gazete birden parçalanıverdi. Su, askerin
başını aşmıştı. O sırada, askerin aklına bir daha göremeyeceği balerin geldi.
Kâğıttan kayık paramparça oldu ve kurşun asker hızla batmaya başladı. Aniden
kocaman bir balık geldi ve onu bir solukta yutuverdi. Kurşun asker, balığın
kanundaydı. Burası kanaldan da beterdi. Üstelik ne kadar da dardı. Yiğitliği
yine elden bırakmadı kurşun asker; silâh elde boylu boyunca uzandı.
Kurşun askeri yutan
balığı bir balıkçı yakaladı ve pazara götürüp sattı, Balığı satın alan kadın,
mutfağa bıraktı. Aşçı kadın, büyük bir bıçakla balığın karnını yardı. Balığın
içinden çıkan kurşun askeri gören kadın, çok şaşırmıştı. Kurşun askeri alıp,
bir odaya götürdü. Balığın içinden çıkan askeri görmek için, herkes etrafına
toplandı. Onu masanın üstüne koyduklarında, penceresinden düştüğü odada
olduğunu anladı. Masanın üstündeki oyuncakları, o güzelim şatoyu ve sevgili
balerinini görünce çok şaşırdı. Kurşun asker o kadar mutluydu ki, utanmasa
kurşun gözyaşları dökecekti nerdeyse. O, kıza baktı, kız da ona baktı, hiç
konuşmadılar.
O sırada, beklenmedik
bir şey oldu. Küçük çocuk, kurşun askeri tuttuğu gibi şömineye fırlattı. Buna
sebep, olsa olsa, kutudaki büyücü olmalıydı. Kurşun askerin her tarafını
alevler sardı, Alevlerin arasından sevgili balerinine özlemle bakan kurşun
asker, hala dimdik duruyordu.
Zavallı, hızla eriyordu. Birden bir kapı açıldı ve rüzgâr balerini
havalandırdı; askerin yanıbaşı-na, ateşe uçurdu. Balerin yok oluverdi.
Ertesi gün, şömineyi
temizleyen hizmetçi, küllerin arasında kırmızı bir kalp buldu. Kurşun asker ile
balerin, sonsuza kadar birbirlerinden ayrılmadılar.
Bir derebeyinin
şatosunun önünde, güzel çiçeklerle ve kıymetli ağaçlarla dolu, bakımlı, geniş
bir bahçe vardı. Şatoya gelen konuklar, uzak ülkelerden getirilmiş fidanlara,
büyük bir incelikle düzenlenmiş çiçeklere hayran kalırdı. O şehirde
yaşayanlar, yakın kasaba ve köylerden gelenler, pazar günleri bu eşsiz bahçede
dolaşmak için izin alırlar; öğrenciler derslerini iyi çalışır larsa, ödül
olarak bahçeyi gezmeye götürülürlerdi.
Bahçe çitlerinin
dışında, kocaman bir devedikeni büyümüştü. Kökü her yana dal budak salmıştı.
Bununla beraber, sütçü kadının küçük arabasını çeken ihtiyar eşekten başka
kimsenin ona aldırdığı yoktu, Sütçü kadın, eşeğini devedikeninin yakınına
bağlardı, Eşek, uzun boynunu elinden geldiği kadar devedikenine doğru uzatarak:
- Ah! Sen ne güzelsin,
çıtır çıtır yemeli seni, der dururdu.
Yuları kısa geldiği
için, eşeğin nazik iltifatları ve cilveli bakışları boşa giderdi.
Bir pazar günü, şatoda
neşeli bir toplantı yapılacaktı. Konukların çoğu, başkentten gelen kibar
kişilerdendi. İçlerinde birçok güzel genç kız vardı, İçlerinde en güzeli,
çok uzaklardan gelmişti. Genç kız
İskoç asıllıydı ve asil bir soydan geliyordu, Geniş topraklara ve büyük bir
servete sahipti, İyi bir kısmetti doğrusu. Delikanlılar:
- Böyle bir nişanlıya
m sahip olmak bize şeref verir,
diyorlardı.
Anneler de çocukları
için aynı şeyleri içlerinden geçiriyorlardı,
Gençler, çiçeklerin arasında koşup oynuyorlar, yeni oyunlar icat
ediyorlar ve çimenlerin üzerinde geziyorlardı. Kuzeyde ödetti, her genç kız
bir çiçek kopartıp gençlerden birinin yakasına iüştirirdi. İskoçya'dan gelen kızın
çiçek seçmesi uzun sürdü; hiçbirini beğenmedi, Sonra birden gözü, iri kırmızı
mavi çiçekleri ile çalılaşmış devedikeninin bulunduğu çite ilişti.
Gülümseyerek
derebeyinin oğluna yaklaşan kız, ondan bir tane koparmasını rica etti:
- Benim ülkemin
çiçeğidir. İskoçya armasında da vardır. Lütfen benim için koparır mısınız?
Genç adam, bir koşu
gidip kopardı; bu arada eline de diken battı tabii. Genç kız, bu basit çiçeği
onun yakasına taktı. Delikanlı, son derece memnun olmuştu.
Bütün delikanlılar, seçkin çiçeklerini
onunla değiştirmek için can atıyorlardı.
Delikanlının bu kadar böbürlendiğini
gören devedikeni, fsevinçten
kabına sığmaz oldu, Adeta çiğden
sonra güneş vurmuşa döndü.
İçinden, "Ben,
göründüğümden daha değerliymişim meğer." diye geçirdi.
"İçime doğuyordu zaten. Doğrusunu isterseniz, benim çitin dışında değil,
içinde olmam gerekir. Bu dünyada kim, layık olduğu yerde ki? Hiç olmazsa
kızlarımdan biri çiti aştı, üstelik de yakışıklı bir delikanlının yakasında
hindi gibi kabarıyor."
Diken, yeni açan bütün
tomurcuklarına bu hikâyeyi anlattı, Birkaç gün sonra, da bir haber aldı, Bunu
ne yoîdan geçenler söyledi, ne kuşlar cıvıldadı. Pencereler açık kalınca,
içerde olup bitenler duyuluyordu. Evet, güzel kızın yakasına devedikeni çiçeği
taktığı genç, genç kızın kalbini çalmıştı,
Devedikeni:
- Onları ben
birleştirdim! Çöpçatanlıklarını yapan benim! diye bastı çığlığı.
O günden sonra,
dallarında filizlenen her yeni çiçeğe bu tarihi olayı anlata anlata
bitiremedi.
Gene kendi kendine,
"Beni muhakkak bahçeye taşırlar!" diyordu. "Belki de bir
saksıya koyarlar, köklerim iyi bir
gübrede daha da kuvvetlenir. İşittiğime göre bitkilere gös- j terilen en
yüksek saygı buymuş,"
Ertesi gün şanların,
flj şereflerin yağmur misali gökten ineceğine o derece emindi ki, çiçeklerinin
en çelimsizine varıncaya kadar, çini saksılara dikileceğine ve bir delikanlır
yakasını süslemek onuruna ereceğine kesin gözüyle bakıyordu.
Bu büyük ümitler boşa
çıktı. Saksının ne çinisi, ne toprağı vardı, Çiçekler havayı, ışığı içlerine
çekmeye devam ettiler; gündüzleri güneş ışını, geceleri çiğ içtiler, ilip
geliştiler, Özsularını çalan bal ve eşek arılarından başka yanlarına uğrayan olmadı.
Hırsından köpüren
devedikeni:
- Hırsızlar, haydutlar! diye çıkışıyordu.
Ah! Elimde olsa
da dikenlerimle sizi delik değişik etsem! Gençlerin ya-jjjl kasını
süslemek için yara filan bu çiçeklerin kokusunu ne hakla çalarsınız siz!
Kendini istediği kadar
paralasın, durumunda hiçbir değişiklik olmuyordu. Çiçekler, ister istemez
başlarını eğdiler, sararıp soldular, ama durmadan yeni filizler büyü-yordu.
Devedikeni, her yeni doğana, eksilmeyen bir inançla:
- Tam zamanında
geldin. Akşama sabaha, çitin öbür yanına geçeceğiz, diyordu.
Birkaç saf papatya,
yakınlarda yetişen cılız otlar, bu nutukları duyup inandılar. Devedikenine
karşı derin bir hayranlık
duydukları halde, diken onları küçük görüyordu.
Doğuştan şüpheci olan
eşek, devedikenlerinin bu kadar güvenle ilân ettikleri sonuçtan ne yalan
söyleyeyim pek emin değildi, Bununla beraber ne olur, ne olmaz diyerek
sevgili devedikeni bahçeye taşınmadan önce onu yakalamak için çabaladı.
Yularına boşuna asıldı durdu, ama çok kısa geldiğinden koparamadı.
Iskoçya armasında bulunan
şanlı resmini düşüne düşüne, devedikeni iyice oynattı, Onun kendi atalarından biri
olduğuna bayağı inandı, Aklınca
bu ünlü soydan gelmiş, çok eski zamanlarda İskoçya'dan göç etmiş bir koldan
üremişti. Komşusu ısırgan otu da bu hikâyeye inanıyordu.
- Ben bile, soysuz bir
bitki olmadığımdan eminim. Kraliçelerin giydikleri en ince muslinler benden
yapılmıyor mu?
Yaz geçti, güz geldi.
Ağaç yapraklan döküldü. Çiçeklerin rengi soldu, kokuları azaldı. Kuru sap
toplayan bahçıvan çırağı, avaz avaz bir türkü tutturmuştu:
Hayat akıntıya benzer!
Bir aşağı, bir yukarı,
akıp gider!
Korudaki körpe çamlar
kurdelâlarla, şekerlerle, ufak mumlarla süslenecekleri günü, Noel'i, düşünmeye
başladılar. Bu parlak kadere can atıyorlardı. Hayatları pahasına olduğunu
bile bile!
Devedikeni:
- Ne! Ben daha
buralarda mıyım? Düğün olalı ner-deyse bir hafta oldu. Bu evlilik benim sayemde
gerçekleşti hâlbuki. Var mıyım, yok muyum, kimsenin umurunda değil! Tekrar
yeşermemi bekliyorlar galiba. Ben, onurumu ayaklar altına alıp peşlerinden
koşacak değilim ya! Hoş, istesem de kımıldayamam. En iyisi sabırla beklemek,
diyordu.
Bir gün, artık karı
koca olan genç çift bahçede gezintiye çıktılar. Çitin kenarında yürüyorlardı.
Genç kadın, tarlalara doğru baktı:
- Aa! O koca
devedikeni yine burada, ama çiçeği kalmamış!
Genç adam, kurumuş
çiçeği göstererek:
-Şurada bir tane
kalmış, daha doğrusu hayaleti kalmış, dedi.
Kadın:
- Gene de güzel,
İkimizin resmini yapan ressama verelim, resme eklesin, dedi.
Delikanlı yine çiti
aşıp, solmuş çiçeği koparmak zorunda kaldı. Diken her tarafına iyice battı,
ama genç karısı memnun olduktan sonra varsın batsın, hiç aldırmadı. Kadın
çiçeği salona getirdi. Orada yeni evlilerin bir tablosu asılıydı. Resimde,
delikanlının göğsüne bir devedikeni iliştirilmişti. Kurumuş diken, gümüş gibi
parlıyordu.
Devedikeni:
- Hayat böyledir işte,
bir kızım bir yakada yer buldu, son evlâdım yaldızlı çerçeveye kondu. Ya ben,
beni nereye koyacaklar? dedi.
Eşeğin bağlandığı yer
uzak değildi, devedikenine yan gözle baktı.
- Rahat etmek, soğuktan korunmak istersen, gel
karnıma, gel şekerim, Yaklaş, ben sana yetişemiyorum, dedi,
Devedikeni, bu kaba
teklife cevap bile vermedi, Gittikçe efkârlandı; düşüne taşına, Noel'e doğru,
kendi kendine şu sonuca vardı:
- Evlâtlarım oldukları
yerde rahat ettikten sonra, ben ana olarak şu çitin arkasında, doğduğum yerde
kalmaya razıyım.
Son güneş ışını;
- Bu düşünceniz pek
yerinde. Mükâfatını görürsünüz, dedi.
Devedikeni sordu:
- Beni saksıya mı,
yoksa çerçeveye mi koyacaklar? Son ışık kaybolmadan önce;
- Sizi bir masala koyacaklar, diyecek kadar
vakit buldu.
Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde, çok eski devirlerde yaşayan bir Kral varmış. Bu Kral,
giyinmeye ve süslenmeye çok düşkünmüş.
Süslü Kralımız, günde on
kere elbise değiştirirmiş, Askerlerini denetlerken ayrı, tiyatroya
giderken ayrı, yemeğe otururken ayrı,
gezmeye çıktığında ayrı elbise giyer,
kısaca her fırsatta kıyafet değiştirirmiş. Amacı, yeni elbiselerini herkese
göstermekmiş. Günün her saatinde elbise değiştirirmiş.
- Kral nerede? diye
soranlara,
- Giyim odasında,
diyorlarmış.
Ülkenin başkenti,
cıvıl cıvıl bir şehirmiş ve çok kala-balıkmış. Günün birinde, şehre kendilerine
dokumacı süsü veren ve dünyanın en güzel kumaşını dokuduklarını iddia eden iki
düzenbaz gelmiş. Olağanüstü güzellikte olan, kumaşın renkleri ile deseni
değilmiş. Bu kumaşla dikilen elbiselerin bir özelliği varmış: Beceriksiz ve
aptal insanlar, bu kumaşı göremezmiş.
Kral:
- Bu elbiselere paha
biçilemez! Bu sayede, hükümetimin değersiz memurlarını tanıyabileceğim.
Becerikliyi budaladan ayırt edebileceğim. Evet, bu kumaş benim için tam
biçilmiş kaftan, diyormuş.
Kral, hemen
başlayabilsinler diye, iki düzenbaza bir sürü altın vermiş,
Uyanık adamlar, iki
tezgâh kurmuşlar, Makaralarda ip olmadığı halde, sanki görünmez bir ipi tutuyor
ve kumaş dokuyor gibi yapıyorlarmış, Durmadan ince ipek ve iyi cins sırma
istiyorlarmış, ama aslında hepsini torbalarına saklayıp, boş tezgâhlarda gece
yarılarına kadar çalışmışlar.
Kral, "Gidip,
şunların yaptıklarını gözümle bir göreyim," diye içinden geçirmiş.
Bir taraftan da,
"Ya, kumaşı göremezsem! Ya, bir budala olduğumu düşünürlerse? diye
kaygılanıyormuş. Hoş, kendisinden
şüphesi yokmuş, ama
işi incelemek üzere başka birini
,göndermeyi daha uygun bulmuş,
Şehir haikı, kumaşın
üstün özelliğini duymuş ve
kimlerin aptal ve beceriksiz olduğunu
öğrenmek için sa-bırsızlanıyormuş.
Kral:
- Dokumacılara,
Başvekilimi göndereyim. Kumaştan iyi anlar. Tecrübesi, aklı fikri, herkesten
üstündür, demiş.
Yaşlı Başvekil, iki
düzenbazın boş tezgâhların başında çalıştıkları odaya girmiş.
Gözlerini açarak:
"Hay Allah! Bir şey göremiyorum!" diye düşünmüş, ama belli etmemiş.
İki dokumacı,
Başvekile sormuşlar:
- Rengi ve deseni
nasıl buldunuz efendim? Yaşlı Başvekil, gözünü kocaman açmış ve dikkatle
bakmış, ama hiçbir şey görememiş, Göremez tabii! Çünkü ortada bir şey yokmuş
ki, görsün!
Düşünmüş, taşınmış:
"Allah'ım, ben bir budala mıyım yoksa? Aman kimseler duymasın! Beceriksiz
herifin biriyim ben galiba? Kumaşı göremediğimi nasıl söylerim?"
Dokumacılardan biri
sormuş:
- Nasıl buldunuz?
Başvekil gözlüğünü takarak:
- Güzel, ancak bu
kadar güzel olabiliri Bu desen, bu renkler,,. Evet, çok beğendiğimi gidip
Kralıma haber vereyim, demiş.
- Biz de memnun olduk,
demişler dokumacılar,
Düzenbazlara ne para,
ne ipek, ne de sırma daya-nıyormuş. Hepsini cebe indiriyorlarmış tabii. Tezgâh
boş duruyor, ama onlar durmadan çalışıyorlarmış.
Kral bir süre sonra,
kumaşı incelemek ve bitip bitmediğini öğrenmek için başka bir vekilini
göndermiş. Bu yeni haberci de, tıpkı Başvekilin durumuna düşmüş; bakıyor,
gözünü kırpmadan bakıyor, bir şeycikler göremiyormuş.
İki dolandırıcı,
yerinde yeller esen desenleri ve göz alıcı renkleri göstererek sormuşlar:
- Kumaş fevkalâde
değil mi? Adamcağız, ne diyeceğini bilememiş.
"Adam sen de,
doğruculuk bana mı kaldı, otururum oturduğum yerde" diye düşünmüş, Kumaşı
ballandıra ballandıra methedip, seçtikleri renklere ve desenlere
hayran olduğunu söylemiş. Sonra da Kral'a
giderek:
- Eşsiz, göz
kamaştırıcı, diye kumaşı öve öve bitirememiş. Kumaşın ünü bütün şehirde dillere
destan olmuş. Herkes, kumaşın güzelliğini abartarak birbirlerine anlatıyormuş.
Kumaşın güzelliği ile
ilgili övgüleri duyan Kral, daha fazla dayanamayıp içlerinde iki vekilin de
bulunduğu kalabalık ve seçkin bir topluluğun eşliğinde, iki dolandırıcının
yanına gitmiş.
Kral'ın vekilleri:
- Harika değil mi?
Desen de, renkler de tam size lâyık, demişler.
. Kral, neye uğradığını şaşırmış:
"Bu da nesi?
Hiçbir şey göremiyorum! Korkunç! Aman Allah'ım bir budala olduğumu anlarlarsa
mahvolurum!" diye düşünmüş.
Birden toparlanıp
haykırmış:
- Göz kamaştırıcı! Harika! Tam da benim
istediğim gibi olmuş, demiş ve sanki gerçekten görüyormuş gibi tezgaha
yaklaşmış. Olmayan kumaşı ellerine alıp, incelemiş, Diğerleri de yaklaşmış ve
görmedikleri halde;
- Göz kamaştırıcı!
demişler,
Kral'a bu elbiseyi
büyük törende giymesini bile önermişler. Hep bir ağızdan;
- Göz kamaştırıcı! İç
açıcı! Ne dense azdır, diye övme yarışına girişmişler. Herkes sevinç
içindeymiş. İki düzenbaza madalya takılmış ve dokumacı başı rütbesine yükseltilmişler,
Törenden bir gece
önce, dokumacıların gözüne uyku
girmemiş; on altı mumun ışığında sabaha kadar çalışmışlar. Nihayet, kumaşı tezgâhtan
indirir gibi yapmışlar ve koskoca makaslarla havayı biçmişler; ipliksiz iğne
ile dikmişler ve sonunda elbise hazır deyip, çıkmışlar işin içinden,
Sahtekârlar, sanki
ellerinde elbiseleri tutuyormuş gibi:
- İşte, pantolon ve
ceketiniz, Sayın Kralım. Bir tüy kadar hafif, Zaten kumaşın değeri de burada,
demişler.
Sahtekârlar:
- Efendim, dilerseniz
yeni elbisenizi bir deneyin. Boy aynasının önünde yeni elbiseleri prova ederiz,
demişler,
Kral soyunmuş ve
adamlar olmayan elbiseleri tutmuşlar, giydirmişler, sözde ilikler gibi
yapmışlar. Kral, aynada
kendini seyretmiş ve şöyle bir dönmüş. Bütün dalkavuklar bir olmuş:
- Ulu Tanrım! Kırk bir kere maşallah! Ne çok
yakıştı! Üzerinizde çok güzel durdu! Ne renk! Ne desen! diyerek, âdeta
yarışıyorlarmış,
Başvekil odaya girmiş.
- Kral'im büyük tören
başladı, demiş, Kral:
- Peki, hazırım, diye
cevap vermiş.
Kral, törende kurula
kurula ilerlerken, yolları ve pencereleri dolduran kalabalık haykınyormuş:
- Ne anlı, şanlı
kıyafet!
Budala durumuna düşmek
istemeyen halk, kumaşı görüyormuş gibi davranıyormuş. Kral, Kral olalı böyle
bir hayranlık yaratmamış doğrusu!
O sırada, kalabalığın
arasından güçlükle sıyrılan küçük bir çocuk, Kral'ı görünce kahkahalarla
gülmeye başlamış:
- Kral çıplak! Kral
çırılçıplak! diye avazı çıktığı kadar bağırmış.
Çocuğun sözlerini
duyan Kraİ ve halk, şaşkınlıktan oldukları yerde kalakalmışlar. Halk arasında
fısıldaşmalar başlamış. Nihayet herkes, Kral'ın gerçekten çıplak oldu-
ğunu anlamış. Kral,
çok utanmış ve onuru kırılmış. Başını daha da dıkieştirmiş ve arkasında
adamlarıyla sarayına kaçarcasına dönmüş.
Darphaneden çıkaı
gümüş para, göz kamaştıracak kadar
par-lakmış, Zıplamış, çınlarmış ve
hayatın içine atılmış. Sahiden
19 de pek çok memleket dolaşmak varmış kısmetinde. Birçok
el değiştirmiş, Çocuk, sıcacık yumuk ellerinde tutmuş.
Cimri, buz gibi ellerinde sımsıkı tutup, üstüne titremiş. İhtiyarlar, Allah
bilir kaç kere evirip çevirmişler. Gençler, tasasızca harcamışlar,
Bizim gümüş paramız,
basıldığı ülkeden ayrılmadan önce, bir sene kadar dolaşmış. Nihayet günün
birinde, yurt dışına çıkmış. Sahibi onu tam yola çıkarken bulmuş ve ülkesini
hatırlatması için, yanına almaya karar vermiş, Hoplayan, sevinçle çınlayan
gümüş parayı kesesinin dibine saklamış,
Bizimki, artık
durmadan değişen yabancı arkadaşlar arasındaymış. Gümüş para ise hiç kımıldamıyormuş.
"Demek ki, bana değer veriliyor; bir üstünlük bu," diye düşünüyormuş.
Aradan birkaç hafta
geçmiş, dünyada bir hayli
gezip tozmuş, ama nerede olduğunun farkında değilmiş. Onun durduğu keseye giren paraların kimi
Fransız, kimi İtalyan olduklarını
söylüyorlarmış. Yaptığı seyahat hakkında fikir edinebilmek için, bu
kadarı yeterli gelmiyormuş ona- Kesenin dibindeyken
hiçbir şey göremiyormuş ki!
Günün birinde, kesenin
iyi kapanmamış olduğunu fark etmiş. Dışarıyı görebilmek için, cüzdanın ağzına
kadar kaymış. Fakat merakı pahalıya mâl olmuş: Pantolonun cebine düşmüş. Adam,
akşam soyunurken kesesini çıkarmış, ama gümüş para cebinde kalmış. Ote!
görevlisi, yıkanması için pantolonu almış. Merdivenlerden inerken, gümüş para
kaymış ve aşağıya, halının üzerine yuvarlanmış. Düştüğünü kimseler görmemiş,
kimseler duymamış. Ertesi gün, yıkanmış elbiseler odaya bırakılmış, Yolcu,
giyinmiş ve kayıp parayı orada bırakarak şehirden ayrılmış. Bir adam, gümüş
parayı bulmuş ve hemen cebine indirmiş. Buna çok sevinen gümüş para, değişik
yerler göreceği için çok heyecanlanmış.
Onu bulan adam:
- Bu ne biçim bir para
böyle? Herhalde sahte olmalı; bir metelik etmez, demiş.
Gümüş paramızın
maceraları aslında bu andan itibaren başlamış. Başından geçenleri,
arkadaşlarına bakın nasıl anlatmış.
"Ee? Bir metelik
etmez." İşte, bu sözleri duyunca sinirimden tir tir titredim. Ben, gerçek
bir para olduğumu, yere düştüğümde çın çın öttüğümü, üstümdeki baskının kanuni
ve gerçek olduğunu bilmiyor muydum sanki? Bu insanlar yanılıyor, diye düşündüm,
Beni yerde bulan adam, "Bu gece, karanlıkta elimden çıkarırım." dedi.
Sahiden de dediğini
yaptı; akşam hiç ses çıkarmadan beni aldılar, ama ertesi gün, ağız dolusu
küfürü bastılar: "Sahte para! Şunu bir an önce defedelim başımızdan!"
Beni değersiz bulan
insanların parmakları arasında titriyordum.
"Ne talihsiz
başım varmış," diyordum, Değerliydim, arna neye yarıyordu sanki? Dünyada
kimse kimseye gerçek değerini vermiyor, kendine göre kıymetlendiriyor,
Günahsızlar boş yere bu kadar acı çektiklerine göre suçlular vicdan azabıyla
neler çekîyorlardır kim bilir?
Beni harcamak için,
her ceplerinden çıkarışlarında ödüm kopuyordu. Beni, sahte bir para gibi
inceleyecekler, tezgâhın üstüne fırlatacaklar, diye bekliyordum.
Sonunda, ihtiyar bir
kadının eline geçtim. Ona, çok çalışması karşılığında verilmiştim, Beni
harcaması imkânsızdı. Kimse beni kabul etmek istemiyordu. Zavallı ihtiyar-cık
için, gerçek bir kayıptım,
Kadın: "Bu sahte
parayı birine vererek aldatmak zorunda kalacağım. Başka param yok ki, sadece
bu sahte para var elimde. Ne yapayım, ben de onu, çok zengin olan fırıncıya
veririm: O başkasından daha az zarar eder." diyordu.
Ben, bu fakir kadına
vicdan azabı çektirdğim için, üzülüyordum. Ah! Gençliğimde beni pırıl pırıl
görenler, günün birinde bu derece aiça-lacağımı tahmin ederler miydi hiç?
Kadıncağız, zenginlik
içinde yüzen fırıncının dükkânına girdi; adam, para ala vere bu işin sarrafı
olmuştu. Aldanır mı hiç? Beni tuttuğu gibi ihtiyarın suratına fırlattı.
Zavallıcık ekmek
almadan, utanarak kös kös uzaklaştı. Artık bu kadarı benim için alçalmanın son
perdesiydiî Kadıncağız, eve dönünce o tatlı gözleri ile baktı: "Hayır,
artık kimseyi aldatmaya çalışmayacağım; sahte olduğunu herkesin görebilmesi
için, bu parayı deleceğim, ama belki de bu para uğurludur. İçime doğdu sanki,
Evet, öyle olmalı, Parayı tam ortasından deler, kurdale geçiririm; komşunun
kızının boynuna takarım."
Dediği gibi yaptı,
delinmek benim için hiç de hoş olmadı doğrusu. Bununla beraber, iyi niyetle
yapılanlara tahammül ediliyor, Kurdaleyi delikten geçirdi, ben bir madalyon
oldum. Gülümseyen, beni öpen güleç yüzlü kızın boynuna takıldım, Geceyi, bu iyi
yürekli çocuğun göğsünde geçirdim,
Sabah olunca, annesi
beni evirdi çevirdi, Bir şeyler tasarlamakta olduğunu hemen anladım, Makası
alıp, kurdaleyi kesti ve beni sirkeye yatırdı, Ah! Öyle banyo düşman başına!
Yeşilimtırak oldum. Deliği macunladı, akşam karanlığında, piyango satıcısına
gidip bir bilet aldı, Yeni bir hakaret bekliyordum, Gene fırlatıp atacaklar,
üstelik bunu kendini beğenmiş çil paranın önünde yapacaklar, sanıyordum. Bu
utançtan yakayı sıyırdım. Piyangocunun başı kalabalıktı, âleme dert
anlatıyordu; beni öbür paraların arasına fırlattı. Kadının biletine bir şey
çıkıp çıkmadığını bilmiyorum, ama bildiğim bir şey vardı; o da, sabah olur olmaz
sahte para zannedip, bir tarf
ayrıldığımdı. Elden ele, evden eve geçiyordum.
Kimse bana
güvenmiyordu, ben bile kendi değerimden kuşkulanmaya başlamıştım, Allah'ım! Ne
kötü günlerdi onlar!
Yabancı bir yolcu
gelince, ilk işleri hemen beni ona
veriyorlardı. Yabancı, beni harcamaya kalkışınca, bir] yaygaradır
kopuyordu:
"Sahte bu! Hiçbir
değeri yok!"
Yüz defa işitmek
zorunda kaldığım onur kırıcı sözler, hep
bunlar olmuştur.
Bir yabancı, beni
iyice inceledikten sonra dudaklarında bir tebessüm belirdi. Bu, olağanüstü bir
şeydi. "Aaa!" diye haykırdı, "Benim ülkemin parası! Delmişler,
sahte para sanmışlar, Bende dursun, ülkeme götüre-1 yim,"
Bu sözleri duyunca,
sevinçten aklımı oynatıyorum zannettim, Böyle itibar görmeyeli uzun zaman
olmuştu. Bana gerçek para diyorlardı, yakında yurduma dönecek ve herkesten
güler yüz görecektim. İmkânı olsaydı, sevinçten kıvılcımlar saçacaktım.
Öbür paralarla
karışmayayım diye, beni ayırdılar, Sahibim, memleketlilerine rastlayınca beni
onlara gösteriyordu, İçlerinde, hikâyemi ilgi çekici bulanlar bile çıktı.
Nihayet vatanıma
kavuştum. Çilem dolmuştu, hayattan yeniden zevk almaya başladım, Kalbimi kırmıyorlar
ve hakaret etmiyorlardı, Delikten ötürü sahte paraya benziyordum, ama kimse
buna aldırış etmiyordu.
Yaşadıklarım, sabırla
ve zamanla her şeyin gerçek değerini bulup, anlaşıldığını ispat etti, dedi
gümüş para, hikâyesini bitirirken.
Bir kadının çocuğu
olmuyormuş. İhtiyar bir büyücüye gidip:
- Ben, çocukları çok
seviyorum, ama Allah bana bir Atan
çocuk vermedi, Yalvarırım, bana yardım
edin, demiş.
Büyücü:
- Elbette, bir
çaresine bakarız. Al bu arpa tanesini, Bu arpayı ne tavuk yer, ne de köylü tarlasına
eker, Bir saksıya ek, sonra ne olacağını görürsün, demiş,
Kadın, teşekkür ederek
büyücüye biraz para vermiş. Evine dönünce, arpa tanesini bir saksıya dikmiş.
Her sabah, uyanır uyanmaz saksının başına koşuyormuş. Saksıyı pencerenin
önüne, en iyi güneş alan yere koymuş. Büyük bir dikkatle ve bakımla, çok
geçmeden tıpkı lâleye benzeyen iri bir çiçek açmış, Lâlenin taç yaprakları
kapalı duruyormuş.
Kadın, sarı kırmızı
yapraklan öperken: - Ne kadar güzel bir çiçek, demiş,
Tam da o sırada çiçek
açılıvermiş. Bu, lâlelerin en güzeliynniş, Kadıncağız, lalenin ortasında
büzülüp oturmuş, parmak boyunda bir çocuk görünce sevincinden çılgına dönmüş. Gözlerine
inanama-yarak, uzun bir
zaman hayranlıkla bakmış. Hayalinin gerçekleştiğini anlayınca,
parmaklarını uzatmış ve yavaşça almış onu, Adını, Parmak Kız koymuş.
Ceviz kabuğundan
beşik, menekşe yaprağından döşek, gül yaprağından yorgan yapmışlar. Geceleri
orada uyur, gündüzleri masanın üstünde oynarmış. Kadın, masanın üstüne içi su
dolu ve etrafı çiçeklerle süslü bir tabak ko-yarmış. Parmak Kız, bir lale
yaprağına oturur ve onu tabağın içinde bir ileri, bir geri yüzdürürmüş. Bu hoş
manzaranın seyrine doyum olmazmış. Parmak Kız, bir taraftan da öyle tatlı bir
sesle şarkı söylüyormuş ki, duyanlar kendinden geçermiş.
Bir gece, çirkin bir
kurbağa açık kalan bir pencereden eve girmiş, Kurbağa, küçük kızın çiçek
yorganının mışıl mışıl uyuduğu
masaya sıçramış. Islak ve yapış yapış kurbağa, gözlerini kocaman açarak küçük
kıza bakmış:
- Oğluma güzel bir eş
buldum! demiş ve çocuğun yattığı ceviz
kabuğunu kaptığı gibi, açık pencereden
bahçeye atlamış.
Evin yakınlarında,
şırıl şırıl akan güzel bir dere varmış, İşte, kurbağa ile oğlunun evleri burasıymış.
Kurbağanın oğlu, ceviz kabuğundaki güzel küçük kızı görünce:
- Kuvak, kuvak! diye
bir çığlık atmış. Yaşlı kurbağa:
- Böyle yüksek sesle
konuşmasana, uyandıracaksın! Kuğu tüyü gibi, hafif; korkar da uçuverir sonra.
Derede açan nilüfer yapraklarından birine koyalım onu. Bir ada-daymış gibi,
kaçamaz. Bu arada biz de bataklığın içinde bir ev yaparız. Sizin eviniz olur
orası, demiş,
Sahiden de derenin
ortasında, koca koca açmış nilüferlerin, suyun üstünde yüzen yeşil yaprakları
görünüyormuş. En uzaktaki nilüfer, içlerinde en büyüğüymüş.
Yaşlı kurbağa,
parmak kızı içinde uyuduğu ceviz
kabuğu ile birlikte oraya bırakmış. Ertesi sabah, zavallı
yavrucak uyandığında çok şaşırmış.
Nilüferden Yf/ inmek istemiş, ama et-S rafının çepeçevre su ile W çevrili
olduğunu anlayınca hüngür hüngür ağlamaya başlamış, İncecik sesiyle annesini
çağırmış, ama onu kimseler duymamış. İhtiyar kurbağa, o sırada sazlar ve
yapraklarla bir ev yapıyormuş, Bu evi, gelinine lâyık bir hale getirmek için
uğraşıyormuş. İşini bitirdikten sonra, yanına oğlunu da alarak, küçük kızı
koydukları nilüfere doğru yüzmüşler. Oraya varınca, küçük kızı selâmlayarak:
- İşte, seni kocanla
tanıştırayım. Bataklıkta sizin için, eşsiz bir ev hazırlıyorum, demiş,
Oğlanın ağzından,
"Kuvak, kuvak!"tan başka lâf çıkmamış.
Kurbağalar, kızı tek
başına bırakarak, zarif küçük yatağı alıp yüze yüze dönmüşler. Çirkin bir
kurbağa ile evleneceğini duyan kız, gözünden ip gibi yaşlar akıtarak ağlamaya
başlamış, Derede yüzen kırmızı balıklar, kurbağanın söylediklerini duymuşlar.
Küçük kızı merak
ettikleri için, onu görmeye gelmişler. Onu gören kırmızı balıklar, güzelliğine
hayran olmuşlar.
Onun, çirkin bir
kurbağa ile evlenmesine gönülleri razı olmamış. Balıklar suya dalmış ve
nilüferin sapını kemirerek koparmışlar. Dalından koparılan nilüfer, akıntıya
kapılarak kurbağaların yetişemeyecekleri kadar uzaklara sürüklenmiş. Küçük
kız, bir süre yanı sıra yüzen kırmızı balıklara teşekkür etmiş. Balıklar
evlerine dönerken, küçük kız onlara el sallayarak vedalaşmış. Nilüferin
üzerinde güzel bir kız gören beyaz bir kelebek, daha iyi görebilmek için,
yaprağın üstüne konmuş, Kızcağız, kurbağalar yetişemeyeceği için, çok
sevinçliymiş. Güneş, suyun üzerinde altın gibi parlıyormuş, Kız, geçtiği
yerlerin güzelliğini seyretmeye doyamıyormuş. Kemerinin bir ucunu kelebeğe,
diğer ucunu da nilüfere dolamış. Böylelikle suyun üstünde daha hızlı yol
almışlar. O kadar uzaklara gitmişler ki, başka bir ülkeye geldiklerinde kelebek
geri dönmek zorunda kalmış. Küçük kız, iyi yürekli kelebekle vedalaşırken gözyaşlarına
engel olamamış.
Yalnız kalan kız,
derenin daha hızlı aktığını fark etmiş. Etrafına bakınca, hızla bir şelaleye
sürüklendiğini anlamış. Korku içinde ne yapacağını düşünüyormuş. Küçük kızın
bu akıntının içinden kurtulmasına, imkân yokmuş. Tam bu sırada bir leylek, uzun
gagasıyla kızı yakalamış. Leylek derenin, ağaçların, çayırların üzerinden uçmuş
ve süzülerek yere inmiş, Küçük kızı bir papatyanırvortasına
bırakmış. Kendisini
kurtardığı için, leyleğe teşekkür eden kız, onun beyaz tüylerine bir öpücük
kondurmuş. Kanatlarını sallayarak havalanan leyleğin arkasından uzun uzun
bakmış. Küçük kız, kurtulduğu için seviniyormuş, ama bilmediği bir yerde
yapayalnızmış. Kızın gözyaşları, güzel papatyanın beyaz yapraklarını yıkamış.
Kızcağız yaz boyunca,
büyük bir ormanda tek başına yaşamış, Yağmurdan korunmak için, koca yapraklı
bir çiçeğin altına yatak yapmış, Çiçeklerin özsuları ile susuzluğunu gidermeye
çalışmış, Kış, peşinde soğuk rüzgârlarla çıka gelince, şakıyarak onu avutmuş
olan kuşlar bir bir uzaklaşmaya, ağaçlar yaprakiarını dökmeye başlamışlar.
Altında yaşadığı çiçeğin koca yaprağı sonunda dökülmüş. Elbiseleri eskidiği
için, zavallı kızcağız soğuğa hiç dayanamıyornnuş. Kar yağıyor, her kar tanesi
o ufacık vücudunu bir kürek toprak gibi örtüyormuş, Kuru bir yaprağa sarınmış,
ama bir battaniye kadar ısıtmadığı için, tir tir titriyormuş.
Ormanın yanında büyük
bir tarla varmış. Küçük kız, soğuktan titreye titreye ilerlemiş. Samanların
altında bir tarla faresinin yuvası varmış. Tıka basa dolu bir odası, mutfağı,
kileri, bir de dayalı döşeli yemek odası olduğundan farenin keyfi pek
yerindeymiş. Ağzına koyacak bir lokması bile olmayan kızcağız, bu evin kapısını
dilenci gibi çalıp bir arpa tanesi rica etmiş. İhtiyar fare, aslında çok iyi
yürekliymiş, Kıza:
- İçeri gir küçük,
odam sıcacıktır, Benimle birlikte yemek yer misin? Canın isterse kışı da burada
geçirebilirsin. Yalnız bir şartla, odamı temiz tutacaksın. Ayrıca ben
masallara bayılırım. Bana masal anlatır mısın? demiş, Küçük kız, çok memnun
olmuş ve kabul etmiş.
Bir gün, fare:
- Komşum misafirliğe
gelecek bugün. Onun hali vakti benden de iyidir. Geniş bir evi ve sırtında da
siyah kadife bir kürkü var, Onunla evlenirsen rahat edersin, ama burnunun ucunu
bile göremez. Bildiğin en güze! masalları anlatıp, onu eğlendirirsen
çok mutlu olur, demiş. Farenin, komşum dediği köstebekten başkası
değilmiş. Kızcağızın da kocanın böylesine varmaya hiç niyeti yokmuş.
Köstebek, az sonra
sırtında kadife kürkü ile gelmiş. Farenin dediğine bakılırsa, güneşe ve çiçeğe
tahammül edemiyormuş.
Misafiri hoş tutmak
için, şarkı söylemek zorunda kalan kızcağızın sesini çok beğenen köstebek, çok
mutlu olmuş. Farenin evine gelmek için, bir yeraltı geçidi kazan köstebek,
onlara diledikleri zaman evini gezinmelerini teklif etmiş. Bunu söyledikten
sonra, karanlık koridor boyunca
hanımlara yol göstermiş. O sırada, yerde yatan bir kırlangıç görmüşler.
Kanatlan yanına düşen, başını tüylerinin altına sokan kuşcağız, herhalde
soğuktan ölmüş. Yaz boyunca cıvıl cıvıl ötmüş olan kuşlara karşı kızcağızın
gönlünde sonsuz bir sevgi olduğundan, bu manzara ona pek dokunmuş. Köstebek,
kırlangıcı ayağı ile iterek:
- Artık ötmüyor.
Dünyada kuş olmak kadar kötü bir şey olamaz. Ötüşünden başka bir şeyi olmayan kuş,
yoksulluk içinde yaşar ve kış gelince de
ölür, dere:
- Evet, çok haklısın
komşum. Ötmek neye yarar, yoksulluk
içinde ölmek- tir sonları, diye doğrula-
Küçük kız, bu sözlere
katılmıyormuş, Onlar görmeden
kırlangıca eğilmiş ve başına bir öpücük kondurmuş,
- Belki bu da, yazın
benim için neşeli neşeli ötenlerden biridir. Ona ne sevinçler, ne mutluluklar
borçluyum, demiş,
Köstebek, hanımlara
evini gezdirdikten sonra, evlerine kadar uğurlamış. Gece, kızın uykusu kaçmış.
Saman çöplerinden bir örtü ören kız, geçide gidip kuşun üstüne örtmüş. Soğuktan
korumak için, farenin evinde bulduğu pamuklarla güzelce sarmış,
- Elveda, zavallı kuş! Ağaçlar yaprakla
örtülüyken, güneş üstümüze iyiliksever ışığını yayarken, bu yaz bana
dinlettiğin neşeli cıvıltıların için, sana teşekkür ederim, demiş. Sonra,
başını kuşun göğsüne dayamış, ama hemen kaldırmış. Çünkü hafif bir pıtırtı
duymuş. Bu pıtırtı, ısınınca hayata dönen kuşun kalbinin sesiymiş. Sonbahar
gelince kırlangıçlar, sıcak ülkelere göç ederler. İçlerinde geç kalan olursa,
ölü gibi yere serilir ve karın altında gömülü kalır. Kız bir parmak boyunda
olduğundan, kuş ona göre dev gibiymiş. Kırlangıcın üzerini iyice örten kız, bir
nane yaprağını getirip kuşun başına koymuş. Ertesi gece, yeniden oraya gitmiş
ve kuşun canlandığını görmüş. Kuş çok bitkin olduğundan, küçük kıza bakmak
için gözlerini güçlükle aralayabilmiş.
Hasta kırlangıç:
- Sana çok teşekkür
ederim güzel, küçük çocuğum. Beni ısıttın, yakında bir şeyim kalmayacak, O
zaman, güneşin olanca parlaklığı ile ışıldadığı ülkelere uçmam mümkün olacak,
demiş.
Kız:
- Oh! Hayır, dışarısı
çok soğuk! Kar yağıyor ve her yer buz tutmuş. Sen yatağına yatıp, keyfine bak.
Ben, sana bakarım, diye karşı
çıkmış.
Bir koşu gidip, bir
çiçek yaprağında su getirmiş. Kırlangıç suyu içerken, kanadını çalının
dikenlerine çarpıp nasıl İncittiğini anlatmış. Bu kaza yüzünden, arkadaşları
kadar hızlı uçamamış ve onlardan ayrı kalmış. Onlar da sıcak ülkelere doğru
yollarına devam etmişler. Daha fazla dayanamadığı için, yere düşmüş. Kendini
kaybettiği için, nasıl olup da buralara geldiğini bilemiyormuş. Zavallı kuş,
bütün kışı orada geçirmiş. Küçük kız, fare ife köstebeğin yardım etmeyeceğini
biliyormuş, Bu yüzden, her gün gizlice ona bakıyormuş.
Nihayet, ilkbahar
gelmiş ve güneş toprağı ısıtmaya başlamış, Tamamen iyileşen kırlangıç, toprağın
üstüne çıkmak istediğini söylemiş. Kız, köstebeğin kapattığı deliği açmış,
Kırlangıç:
Haydi, sırtıma bin; seni de ormana götüreyim, demiş,
Haber vermeden
ayrı-lırsa, ihtiyar farenin çok üzüleceğini bilen kız:
- Teşekkür ederim, ama
gelemem, diye cevap vermiş.
Kırlangıç güneşe
uçarken:
- O halde hoşça kal
iyi kalpli çocuğum! demiş. Küçük kızın gözleri yaşla dolmuş, çünkü kırlangıca
öyle bağlanmış ki! Kuş son bir defa öterek, gözden kaybolmuş.
Küçük Kız'ın derdi
başından aşkınmış, güneşe çıkıp ısınması da imkânsızlaşmış, Çünkü tarla
faresinin evinin üstündeki buğdaylar büyüyüp, parmak boyundaki kız için aşılmaz
bir orman haline gelmiş.
Fare kıza:
- Yaz geliyor. Kadife
kürklü köstebek, ille de seninle evlenmek istiyor, Çeyizini hazırlamalısın
artık. Sana yeni elbiseler lâzım, köstebek karısının hiç eksiği olmamalı,
diyormuş.
Farenin verdiği
çıkrıkla iplik eğiren kız, gece gündüz çalışıyormuş. Tarla faresinin çağırdığı
dört örümcek, durmadan kumaş dokuyormuş. Köstebek, akşamları oturmaya
geldiğinde toprağı ısıtan ve dayanılmaz hale koyan güneşi kötülüyormuş. Düğün,
bu yüzden mevsim sonuna kalmış. Parmak Kız, her gün güneş doğarken ve batarken
kapıya çıkıyormuş, Rüzgârda sallanan buğday başaklarının arasından göğün
mavisini, tabiatın güzelliğini seyrediyor ve sevgili kırlangıcını
düşünüyormuş. Kırlangıç çok uzaklara gitmiş, belki de hiç dönmezmiş.
Sonbahar geldiğinde
kızın çeyizi tamamlanmış,
Fare:
- Dört hafta sonra
düğün var, dediği zaman, Kız ağlayarak:
- Çirkin köstebekle
evlenmek istemiyorum! demiş. Fare;
_ Hayır, İnatçılık
yok! Böyle, yakışıklı bir erkekle evlendiğin için, ne mutlu sana. Kürkün
böylesi kraliçede bile yok. Köstebeğin mutfağı, kileri tıklım tıklım dolu
Karşına böyle bir kısmet çıktığı için, Allah'a şükret! diye çıkışmış,
Düğün günü gelip
çatmış. Köstebek, kızı yerin altına götürmek için gelmiş. Kocası güneş yüzü
görmediğine göre, o da bir daha göremeyecek I demekmiş. Tarla faresinin evinde
hiç olmazsa, kapıdan bakmak yasak değilmiş,
Küçük kollarını
kaldırarak:
- Hoşçaka! güneş!
Işıklarının sızmadığı yeraltında yaşamaya mahkûmum ben! Buğday biçildiği için,
açılan kap.dan birkaç adım atobıimı, Önünde duran ve eli değen kırmız, çiçeğe
- Hoşça kal güzel
çiçek! Kırlangıca selâm söyle' diye seslenmiş.
Başının üstünde bir
ses duymuş, Bir de bakmış ki, sevgili kırlangıcı yanında, Kız, sevinçle
kırlangıcın boynuna sarılmış ve başına gelecekleri ona anlatmış. Anlatırken
gözünden sel gibi yaşlar akıyormuş.
Kırlangıç:
- Kış yaklaşıyor,
Sıcak ülkelere gitmeye hazırlanıyorum. Benimle gelmek ister misin? Sırtıma
binersin, birbirimizden ayrılmayız. Uzaklara, çirkin köstebekten ve karanlık
evinden uzaklara kaçarız. Güneşin
pırıl pırıl ışıldadığı,
göz kamastına güzellikte
çiçeklerin açtığı sıcak ülkelere
ulaşmak için dağları aşarız.
Ben, yarı donmuş baygın yatarken, canımı kurtaran sevgili küçük,
benimle gel.
Küçük kız:
- Seninle seve seve
gelirim! diyerek kuşun sırtına binmiş. En kalın tüylerden birine kuşağını
bağlamış. Ormanların, denizin, karla örtülü ulu dağların üstünden uçmuşlar, Bu
derece soğuğa alışık olmayan küçük kız, tüylerin altına büzülmüş. Üstünden
geçtikleri güzellikleri seyredebilmek için, sadece başı dışarıdaymış.
Nihayet, sıcak
ülkelere varmışlar. Burada güneş daha canlı, gökyüzü bir kat daha yüksek gibiymiş,
Bağlar, bahçeler, kayalıklar sanlı kırmızılı çiçeklerle süslenmiş. Yemye-şil
ormanlar kuş cıvıltılarıyla doluymuş. Ağaçlardan limonlar, elmalar
sarkıyormuş, Dünyanın en güzel çocukları, kırlarda bin bir renkli kelebeklerle
oynuyorlarmış.
Çevresi ağaçlarla
çevrili mavi bir gölün ortasında, beyaz mermerden bir saray görmüşler. Uzun
sütunlarına asmalar sarılmış. Bu sütunların tepesinde de kırlangıç yuvaları
varmış. Kırlangıcın yuvası da buradaymış.
- İşte, evime geldik.
En güzel çiçeklerden birini seç. Seni oraya bırakayım, demiş,
Parmak Kız ellerini
çırparak, - Ah! Çok mutluyum! diye cevap vermiş. Kırılan büyük bir mermer
sütun, yerde yatıyormuş. I Aralarından güzel çiçekler fışkırmış. Kırlangıç,
kızı bu çiçeklerden birinin ortasına yavaşça bırakmış. Parmak Kız, hayatından
memnun ve sevinç içindeymiş,
Çiçeğin içinde cam
gibi pırıl pırıl, bembeyaz bir genç adam oturuyormuş. Boyu bir parmak kadarmış.
Başında altın tacı,
omuzlarında parlak kanatları varmış,
Bu, çiçeğin perisiymiş
ve çiçek onun sarayıymış.
Kız, kırlangıcın
kulağına usulcacık:
- Ne kadar da güzel,
demiş.
Dev gibi kuşu gören
çiçeklerin perisi biraz irkilmiş, ama kızı görünce çok şaşırmış. Ömründe bu
kadar güzeline rastlamamış. Başındaki tacı kızın başına takmış ve ellerini
tutarak.
- Benim eşim olmak
ister misin? diye sormuş. Eğer kabul edersen, bütün çiçeklerin sultanı olacaksın.
Parmak kız,
memnuniyetle kabul etmiş. O an, çiçeklerden çıkan erkekli kadınlı periler,
uçuşarak onların etrafını sarmışlar. Onlara çeşitli hediyeler sunmuşlar, Parmak
kız, verilen hediyeler arasında en çok omzuna iliştirilen ve çiçekten çiçeğe
uçmasına yarayan bir çift kanada çok sevinmiş. Küçük kızın sevincine,
yuvasında oturan kırlangıç da şakıyarak katılmış. Gene de içinden üzülüyormuş.
Çünkü onu çok seviyormuş ve hiç ayrılmak istemiyormuş. Kırlangıç, bu masalları
yazanın penceresinin önüne konmuş. Yazar, onun dönüşünü bekliyormuş ve bu
serüveni ondan öğrenmiş.
Bir varmış, bir
yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde insanların çok mutlu olduğu,
çocukların sokaklarında neşeyle oynadığı, hayvanların özgürce' yaşadığı bir
ülke varmış. Bu ülkenin kralının, bir kızı yarmış, Kral, bir gün sarayın güzel
bahçesinde dalgın dalgın dolaşıyormuş. Artık çok yaşlandığı için, kendisi
öldükten sonra ülkesine ne olacağını düşünüyormuş. Çünkü
yerine geçecek bir oğlu yokmuş, Kral,
ölümsüz olmayı ve sonsuza kadar yaşamayı çok istiyormuş. Sonunda, ülkenin ünlü
büj yücüsünü çağırmaya karar vermiş.
Yaşlı Kral:
- Bir an önce ölümsüz
olmak istiyorum! Bunun için, elinden geleni yapmalısın, diye emretmiş.
Büyücü;
- Emredersiniz
Kral'ım, diyerek evine dönmüş.
Büyücü, hemen işe
koyulmuş ve ölümsüzlük iksiri yapmaya başlamış. Ateşe oturttuğu kazana büyülü
sözler eşliğinde ha bire bir şeyler katıp, duruyormuş. Binlerce ot, çiçek,
kaplumbağa kabuğu katarak karıştırmış, Sadece, ölümsüzlük otunu bulamamış.
Kralın huzuruna
çıkarak:
- Sevgili Kral'ım,
hiçbir yerde ölümsüzlük otunu bulamadım. Eğer onu bulamazsam, asla ölümsüz
olamazsınız, demiş.
Kral, bir süre düşündükten
sonra tellallarını çağırmış:
- Hemen bütün ülkeye duyurun! Ölümsüzlük otunu
bulup, bana getirene kızımı vereceğim!
demiş,
Tellallar,
borazanlarını çalarak, bütün sokakları dolaşmışlar, O sırada, şehre yeni
gelmiş bir denizci de tellalları dinliyormuş, Kalabalığın arasına karışıp,
insanların güzel prenses hakkındaki sözlerini duyunca Kral'ın huzuruna çıkmaya
karar vermiş. Denizci, yıllarca dünyayı dolaşmış, birçok tehlikeyle
karşılaşmış, Bu yüzden, hiçbir şeyden korkmazmış, çok cesurmuş. Hemen saraya
gitmiş, onu Kral'ın huzuruna çıkarmışlar:
- Kral, hazretleri ben
ölümsüzlük otunu bulabilirim, demiş.
- Güçlü ve cesur birine benziyorsun. Eğer
başanrsan güzel kızımı seninle evlendiririm. Sana bir yıl, bir gün süre
veriyorum, Eğer bulamazsan, seni cellâdıma
teslim ederim! demiş Kral.
Denizci, hemen limana
gitmiş ve kuzeye giden bir gemiye binmiş. Gece gündüz, hiçbir yere uğramadan
yol alan gemi, fırtınaları ve dev dalgaları aşarak dünyanın en soğuk ve en
kuzey ucuna varmış. Gemiden inen denizci, günlerce yürüdükten sonra büyük bir
dağı aşmış. Önünde büyük bir kayın ağacı ormanı varmış. Burnuna keskin bir
reçine kokusu çarpmış. Ölümsüzlük otunu ormanda aramış, ama bulamamış. Ormandan
çıkınca büyük bir göle
varmış. Gölde bir kuğu sürüsü yüzüyormuş. Gölün çevresinde dolaşmış, aramış,
ama burada da bulamamış. Gölün kenarında küçük bir köy varmış. Köyün meydanına
vardığında delikanlıların ve genç kızların dans ettiğini görmüş. Baharın
gelişini kutlayan köylüler, gece geç saatlere kadar eğlenmişler. Bu köyün
insanları çok iyiymiş. Denizciyi çok iyi karşılayıp, karnını doyurmuşlar.
Denizci yorgunluktan öldüğü için, geceyi orada geçirmeye karar vermiş.
Sabah erkenden kalkan
denizci, ölümsüzlük otunu burada bulamayacağını anlamış, İyi kalpli köylülerle
vedalaşıp, geyiklerin çektiği bir arabaya binerek yola çık- j mış. Limana
varınca, doğuya giden bir gemiye binmiş. Dünyanın yansını dolaştıktan sonra,
gemi bir limana yanaşmış. Liman çok kalabalıkmış, Aylarca gemide seyahat eden
denizci, karaya ulaştığı için, çok mutluymuş. İçinden bir ses, ölümsüzlük otunu
burada bulacağını fı-sıldıyormuş ona. Denizci dereleri, tepeleri aşmış; birçok
şehirden geçmiş, Günİer sonra, yorulan ve karnı acıkan denizci, büyük bir incir
ağacının altına oturup çantasından çıkardığı ekmeğini yemeye başlamış.
Ölümsüzlük otunu ve güzel prensesi düşünen denizci, yere dökülen ekmek
kırıntılarını taşıyan telaşlı karıncaları seyretmeye başlamış. Karıncalar, çok
çalışkan canlılardır, Denizci, onlara saygıyla bakmış ve zarar vermemek için,
çok dikkat etmiş. Karıncaların Kralı, denizcinin bu davranışını çok beğenmiş,
- Burada ne arıyorsun?
diye sormuş. Denizci, sesin nereden geldiğini anlamak için, etrafına bakmış, ama kimseleri
görememiş.
Karınca:
- Aşağıya bak, tam
önündeyim! demiş,
Denizci yere bakmış,
ama önünde küçük bir karıncadan başka bir şey görememiş.
- Sen mi, konuştun
sevimli karınca?
- Evet, benim!
Buralarda ne arıyorsun?
- Çok uzaklardan
geldim. Ölümsüzlük otunu bulmak için, dünyanın yarısını dolaştım, ama
bulamadım,
- Siz insanların çok
değer verdiği bu otun nerede olduğunu biliyorum. Seni oraya götürebilirim, ama
peşimden yavaş yavaş gelebilecek kadar sabırlı mısın? Benim hızıma ayak
uydurarak, sabrını ispat edersen eğer dileğine kavuşursun.
Denizci, çok sabırlı
bir insan değilmiş ama otu bulmak için her şeye katlanırmış, Karıncanın
teklifini kabul etmiş.
Karınca önde, denizci
arkada yola çıkmışlar. Çıkmışlar ama aslında yerinde sayıyormuş denizci, Bir
adım, iki adım sonra bu işin hiç de kolay olmadığını anlamış. Önünde giden
karınca, bir çakıl taşını, bir dalı, bir yaprağı aşana kadar geçen uzun sürede
denizci sabırsızla-nıyormuş. Karıncayı yerden kaldırmamak için, kendini zor
tutuyormuş. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler bir de
arkalarına bakmışlar ki, bir arpa boyu yol
gitmişler. Denizci,
can sıkıntısından kurtulmak için, karıncanın hareketlerini inceliyormuş, Bir
bilgenin sözlerini hatırlamış:
"Karıncadan ibret
al, akıllı olmayı öğrenirsin." Karıncalar, her şeyi yöntemi! olarak bir
matematik
problemi gibi
çözerfer, Çalışarak, didinerek ve yumurtlayarak doğada yüzyıllarca var
olmuşlardır.
Alnından soğuk terler
akıyormuş denizcinin. Zaman havada asılı kalmış sanki. Başı dönüyor, gözleri
kararıyormuş. Dakikalarca adımını atmak için beklemekten, yorulmuş. Günlerce
yürüseymiş, bu kadar yorulmazmış. Bazen bu sıkıntıya dayanamayarak, çığlık
çığlığa koşmak, ! koşmak istiyormuş, Karıncanın teklifini kabul ettiği için I
kendine lanetler yağdınyormuş, Yine bu sabırsızlık anlarından birinde,
dallardan birine konmuş bir çift kumru görmüş. Kumrular, hep çift dolaşırlar ve
hiç ayrılmazlar. Kumruların ötüşü onu sakinleştirmiş. Güzel prensesi düşünmüş;
güçlü olmaya ve sabretmeye karar vermiş. Karıncaya bakmış; ne yapacağını ve
nereye gideceğini biliyor, hızlı hızlı engelleri aşıyormuş, Karıncanın bu hali,
denizciye cesaret vermiş. Denizci bunları düşünürken, karıncanın sesini duymuş:
- Geldik!
Denizci kulaklarına
inanamamış. Karınca, yeniden:
- Geldik! Bir
insanoğlunun bu kadar sabırlı olacağına inanmıyordum, ama sen basardın, Şu
dağdan akan kaynağı görüyor musun? İşte, o kaynağın arkasında bir mağara
vardır. Ölümsüzlük otunu orada bulabilirsin. Yalnız, ihtiyacın olduğu kadarını
al, demiş.
Denizci o kadar
sevinmiş ki, hani mümkün olsa karıncaya sarılıp öpecekmiş, Dakikalar, saatler
ve günlerce arkasından yürüdüğü karıncaya teşekkür etmiş ve ona son bir kez
bakıp dağa tırmanmaya başlamış. Kaynağa vardığında hızla aşağıya doğru akan
suların arasına dalmış. Kendini kocaman bir mağarada bulduğunda şırıl sıklam
ıslakmış. Mağaranın içi de buz gibiymiş. Soğuktan titreyerek yavaş yavaş
yürümüş. Mağaranın dibinde mor çiçekleri olan otlar varmış. Yere eğilip,
ölümsüzlük otunu koparmış ve çantasına koymuş. Geldiği yoldan koşarak geri
dönmüş. Günlerce yol aldıktan sonra, limana varmış, O sırada, ülkesine giden
bir gemi demiriiymiş limanda, Bu gemiye yetiştiği için, çok sevinmiş,
Denizci, uzun bir
yolculuğun ardından ülkesine dönmüş. Kralın verdiği bir yıl, bir günlük zaman
dolmak üze-reymiş. Sarayın önüne geldiğinde askerler onu içeriye almak
istememişler, Çünkü yolculuğu boyunca elbiseleri paramparça olmuş, Üstüne
üstlük, uzun sakalıyla öa bir dilenciye benziyormuş, Denizci, derdini anlatana
kadar akla karayı seçmiş. Sonunda, onu Kral'ın huzuruna çıkarmışlar. Denizci, saygıyla
eğilmiş ve Kral'ı selamlamış. Tahta yaklaşmış ve çantasını açıp, ölümsüzlük
otunu Kral'a uzatmış. Gözlerine inanamayan Kral, çok
sevinmiş, Ölümsüzlük otunu büyücüye
vermiş. Ölümsüzlük iksirinin eksiği kalmamış artık. Büyücü, iksiri hazırlamış
ve altın bir kadehe doldurup Kral'a sunmuş,
Muradına eren Kral,
denizciyi hediyelere boğmuş, En güzel kumaşlardan, en güzel elbiseleri
diktirmiş. Denizci birkaç gün dinlenmiş ve eski gücüne kavuşmuş. Güzel
elbiselerini giymiş ve sapı mücevherlerle süslü kılıcını beline takmış, Artık
düğün için hazırmış. Saraydaki bütün hazırlıklar tamamlanınca, düğün başlamış.
Mutlu ülkenin mutlu insanları süslenen sokaklarda yiyip, içip, dans etmişler.
Sabırlı ve cesur denizci ile güzel prenses, sonsuza kadar birbirlerini çok
sevmişler; mutluluk içinde yaşamışlar.
Denizin
derinliklerinde, fa en dibinde, su mavi ve cam gibi saydamdır. Öylesine derindir
ki, derinliğini ölçebilmek için üst üste sayısız kubbeler, kuleler yığmak
gerekir. Deniz canlılarının ülkesinin sadece kum dolu olduğunu sanmayın, Evet,
denizin dibi ilginç bitkiler ve ağaçlarla doludur, Suyun hafif bir dalgalanması
bile onları canlıymışlar hareket ettirir, İrili ufaklı balıklar, havadaki
kuşlar gibi dallarının arasından gelip geçerler, Deniz kralının sarayı,
denizin en derin yerindedir. Sarayın duvarları mercandan, pencereleri en güzel
sarı kehribardandır. Çatısını kapatan istiridyeler ve midyelerin açılıp
kapanan kabuklan saraya ayrı bir güzellik katar, Her birinde öyle parlak
inciler vardır ki, bunların en küçüğü bile bir kraliçe tacına yaraşacak
büyüklüktedir.
Deniz kralının
birbirinden güzel altı kızı vardı, Eşi öldüğü için, kızlarına yaşlı annesi
bakıyordu, Güzel prenseslerin en küçüğü hepsinden güzeldi, Cildi gül yaprağı
gibi yumuşak ve yarı saydam, gözleri derin bir göl gibi maviydi. Onun da
ablaları gibi, bir balık kuyruğu vardı. Çünkü onlar denizkızlarıydı.
Çocuklar bütün gün,
duvarlarında canlı çiçekler açan sarayın geniş salonlarında oynarlardı, Sarı
kehribar pencereler açılınca, kırlangıçların açık camlarımızdan evlerimize
girmesi gibi, balıklar da saraya girerlerdi. Onları okşayan prenseslerin
ellerinden yem yerlerdi. Sarayın önünde, ağaçları koyu mavi ve ateş kırmızısı
olan bir bahçe vardı. Meyveleri altın gibi parlar, sapları ve yaprakları
durmadan sallanan çiçekleri küçük alevleri andırırdı, Yerler incecik beyaz
kumlarla kaplıydı. Her tarafa yayılan mavi bir ışık, denizden çok,
gökyüzündeymişsiniz hissini verirdi. Denizin sakin olduğu günlerde, ışık saçan
küçük bir çiçeğe benzeyen güneş bile görülebilirdi,
Prensesler, bazen
bahçede oyalanır, orasını diledik-ri gibi ekerlerdi. Biri bir balina biçimi
verir, öbürü deniz :ma benzetir, ama en küçüğünün ki, güneş gibi yuvar-ktı ve
sadece güneş rengi çiçekler dikmişti, Küçük denizkızı, sessiz ve düşünceli bir
çocuktu. Ablaları batık gemilerde buldukları çeşitli şeylerle oynardı.
O, gül rengi güzel bir
salkım söğüdün mor
gölgesinin altına oturup, batık bir
gemiden çıkardıkları sevimli bir
oğlan çocuğu heykelini
süslemekle vakit geçirirdi. İnsanların yaşadıkları dünya üstüne anlatın
hikâyeleri dinlemekten çok hoşlanırdı, İhtiyar büyük nnesine şehirleri,
insanları ve hayvanları anlatması için ılvarırdı. Yeryüzündeki çiçeklerin,
denizde rastlamadı-ı mis gibi bir koku yaymalarına ve ormanların yeşil
ol-lasına çok şaşırıyordu, küçük denizkızı. Balıkların ağaç-ırda nasıl olup da
ötüşüp uçuştuklarına akıl sır erdiremi-Drdu, Büyük anne, küçük kuşlara balık
diyordu, çünkü aşka türlü anlamalarına imkân yoktu.
Büyükanne:
- Ancak on beş
yaşınıza girdiğiniz zaman, deniz yüzeyine çıkabilirsiniz. O zaman, ay ışığında
kayalara oturup, büyük gemilerin geçişlerini seyredebilir, ormanları
ve şehirleri uzaktan görebilirsiniz,
diyordu.
Gelecek yıl, kızların
büyüğü on beşine basacaktı. Kardeşler arasında birer yaş olduğuna göre, en
küçüğünün denizin dibinden çıkmasına daha beş senesi var demekti. Ablaları,
ilk çıkışında göreceği harikaları
mutlaka "İp gelip onlara
anlatacağına söz vermişti. Çünkü büyükannenin ağzından lâf dirhemle çıkar, çok
az
konuşurdu, Hâlbuki
onların bilmek için yanıp tutuştukları neler vardı! İçlerinde en meraklısı,
şüphesiz en küçüğüydü, Çoğu geceler, balıkların yüzgeçleri ve kuyrukları ile
dövdükleri mavi suları bakışları ile delmeye uğraşarak açık pencerenin önünde
otururdu. Gerçekten de bir gece, ayla yıldızları görebilmişti. Denizin
derinliklerinden bakınca, denizkızına solgun ve kocaman görünüyorlardı. Onları
kara bir bulut örtünce, o sırada bir balinanın ya da büyük bir geminin geçmekte
olduğunu anlıyordu. İnsanlar, derinlerde, küçük bir denizkızının onlara beyaz
ellerini uzattığını nereden bilsinler!
Büyük prensesin on beş
yaşına bastığı ve yeryüzüne çıkacağı gün, nihayet geldi. Ablaları yüzeye çıkıp,
geri döndükten sonra, heyecanla gördüklerini anlatmaya başladı:
- Ah! Ay ışığında
kumlara uzanıp, ışıkları yüzlerce yıldız gibi parlayan şehri seyretmeye,
uzaktan duyulan müzik seslerini, kilise çanlarını ve insanların seslerini
dinlemeye doyum olmuyor!
Küçük denizkızı,
ablasını can kulağı
ile dinliyordu, Her gece, penceresinin
önünde oturuyor ve şehrin ışıklarını düşünüyordu. Bazen,
çan seslerini
duyar gibi oluyordu,
Ertesi yıl,
ikincisinin yaşı dolunca heyecan içinde hazırlandı ve yüzeye doğru yüzdü.
Güneş, ufka değdiği sırada sudan çıktı, Bu manzaranın göz kamaştırıcı
güzelliğine hayran olmuştu.
Dönüşünü
-sabırsızlıkla bekleyen kardeşleri, etrafını sardılar, O da anlatmaya başladı:
- Bulutlar,
düşündüğümden de güzel görünüyorlardı. Allı, morlu renkleriyle önümden
geçerlerken, gökyüzünde beyaz ve uzun bir duvak gibi uçan kuğu sürüsü gördüm,
Ben de kızıl renkli güneşe doğru uçmak istedim, ama aniden yok oldu. Denizin
yüzünü ve bulutları boyayan pembe ışık da,soldu.
Sonra, sıra üçüncü
kıza geldi. İçlerinde en cesurları oydu. Geniş bir nehre girdi ve bağları, bahçeleri,
tepeleri, yeşil ormanların arasındaki büyük şatoları ve çiftlikleri
gördü, Kuşların seslerini dinledi.
Güneşin sıcaklığı, birkaç kere serinlemek için derinlere dalmasına neden oldu.
Bir koyda yüzen, oynayıp, bağıran çocukları seyretti. Onu gören çocuklar, korkarak kaçıştılar.
Siyah bir hayvan
-köpek- öyle çok bağırdı ki, korkuya kapılıp, hemen denize dalmak zorunda
kaldı.
Dördüncüsü, onun kadar
cesur değildi, Gök kubbenin billur gibi olduğu ve kilometrelerce ötesinin
kolayca görüldüğü denizin ortasında durmayı tercih etti. Uzaktan geçen
gemileri seyretti. Yanıbaşında neşeyle takla atan yunus balıklarıyla oynadı.
Burunlarından su fışkırtan balinaları gördü,
Sıra beşinciye geldi.
Onun doğum günü kışa rastladı, ama diğerlerinin henüz görmediklerini gördü.
Denizin yeşilimsi garip bir rengi vardı, her tarafta değişik şekillerde, elmas
gibi ışıltılı buz dağları yüzüyordu.
- Her biri, insanların
yaptıkları kubbelerden daha iri birer inciye benziyorlardı, diyordu.
En büyüklerinden birine
oturdu, Çözüp, gelişi güzel rüzgâra bıraktığı saçlarını gören gemiciler
uzaklara kaçıştılar. Akşam çıkan fırtına, gökyüzünü bulutlarla kapladı.
Şimşekler çaktı, gök gürledi ve kararan deniz kaba-rarak koca koca buz
yığınlarını oradan oraya sürükledi. Şimşeklerin kızıl parlaklığı ile ışıldayan
buz dağları çok güzel görünüyorlardı. Bütün yelkenler toplandı ve denizciler
dehşete kapıldılar. O, buz dağında rahat rahat oturdu ve yıldırımların zikzak
çizerek suya inişini seyretti.
Yeryüzünü görmek için
sabırsızlanan denizkızları, gördüklerinden büyüleniyorlardı, ama sonradan merakları
azaldı,
- Evet, iyi hoş, ama
hiçbir yer insanın kendi yurdu gibi olmuyor, diyorlardı.
Bazı akşamlar, kol
kola suyun yüzüne çıktıkları olmuyor değildi. Hiçbir insanoğluna nasip
olmayacak güzellikte, büyüleyici bir sesleri vardı. Fırtınada bir geminin batacağından
şüphelenirlerse, oraya doğru yüzerler ve deniz dibindeki güzellikleri öven
şarkılar söyleyerek denizcileri davet ederlerdi. Denizciler, bu güzellikleri
hiçbir zaman göremediler. Çünkü gemi batar batmaz, insanlar boğuluyor,
denizler padişahının sarayına ancak ölüleri geliyordu. Ablalarının
arkalarından bakan küçük denizkızı, ağlamak istiyordu, ama denizkızlarının
gözünde yaş yoktur; kalbi bu
yüzden daha çok acı çekerdi;
- Ah! On beşime bir girsem! Üst dünyayı ve
orada oturan insanları ne kadar seveceğimi şimdiden hissediyorum! diyordu.
Nihayet, o gün geldi.
Büyükannesi:
- Gel, ablaların gibi
seni de süsleyeyim, dedi.
Saçlarına, her yaprağı
bir incinin yarısı kadar olan beyaz zambaktan bir taç taktı; sonra da yüksek
mevkiini belirtmek için, prensesin kuyruğuna sekiz iri istiridye bağlattı.
- Canımı çok
acıtıyorlar! dedi, küçük denizkızı. Yaşlı kraliçe;
- Güzel görünmek için,
acıya katlanmak gerek, diye cevap verdi.
Genç kıza kalsa, bütün
bu süsleri ve başını ağrıtan ağır
tacı kaldırıp atar, kendisine
çok daha yaraşan bançesinin kırmızı çiçek ferini takardı, ama ağzını açmaya
cesaret edemedi.
Veda edip, sabun
köpüğü gibi hafifçecik yüzdü.
Başını sudan çıkardığında,
güneş batmıştı, ama bulutlar altın gibi parlıyor, akşam yıldızı göğün ortasında
ışıldıyordu. Hava tatlı ve serin, deniz durgundu, Küçük denizkızı-nın
yanıbaşında üç direkli bir gemi duruyordu; yalnız, bir tek yelkeni açıktı.
Gemiciler, iplere asılı duran renk renk fenerleri yaktılar, Küçük denizkızı,
sessizce gemiye doğru yüzdü ve pencerelerinden birine yaklaşarak içeriye
baktı. İçerde çok iyi giyimli insanlar vardı. İçlerinde en yakışıklısı, on aitı
yaşlarında, siyah saçlı, mavi gözlü, şahin bakışlı, genç bir prensti. Zaten
bütün bu hazırlıklar, onun doğum gününü kutlamak için yapılıyordu.
Gemiciler güvertede
dans ediyorlardı, Genç prens yanlarına gelince havai fişekler, etrafı gündüz
gibi aydınlatarak, göklere yükseldi. Küçük denizkızı ürküp denize daldı, ama
az sonra tekrar çıktı, Sanki gökyüzündeki bütün yıldızlar üstüne yağıyor
gibiydi. Ömründe böyle bir şenlik görmemişti: Kocaman güneşler dönüyor, ateşten
balıklar havayı deliyor ve bütün deniz duru ve sakin ışıldıyordu. Havai
fişeklerin aydınlığında en küçük bir ayrıntı bile seçiliyor, insanları daha
iyi görebiliyordu. Prens ne kadar da güzeldi! Herkesin elini sıkıyordu. Müzik,
geceye tatlı nağmelerini yayarken, herkesle konuşup gülüyordu.
Vakit hayli ilerledi,
ama küçük denizkızı geminin ve prensin seyrine doyamamıştı.
Yelkenler birer birer
çözüldü ve gemi suda hızla yol almaya başladı, Prenses de peşine takılmış
gidiyordu, ama deniz birden
kabarmaya başladı, göğü kara kara bulutlar kapladı. Ta uzaklarda şimşekler
çakıyor, müthiş bir kasırga kopacağa benziyordu. Gemi, coşkun denizin üstünde
bir o yana, bir bu yana sallanarak hızla
ilerliyordu, Dağ gibi yükselen
dalgalar, gemiyi kâh bir kuğu gibi yuvarlıyor, kâh yukarı kaldırıyordu.
Bu değişik yolculuk, önce denizkızının çok hoşuna gitti, Şiddetli
sarsıntılarla gemi çatırdamaya başlayıp da direği kamış gibi kırılınca, kız tehlikeyi anladı. Gemi yan yatmış ve
ambarlarına su dolmaya başlamıştı. Gemiden kopan kalaslardan ve kalıntılardan korunmak için biraz
uzaklaştı,
Ortalık öyle karardı
ki, göz gözü görmüyordu. Arada bir
çakan şimşeklerin ışığında, gemidekilerin telâşını ve büyük bir sarsıntı ile
ikiye bölünüp, derin sulara gömülen gemiyi gördü. Denizkızı çok sevindi,
yakışıl rayına ineceğini düşündü, Sonra, insanların suda yaşayamadıklarını ve
babasının sarayına ölmüş olarak geleceğini hatırladı.
O zaman, tehlikeyi
göze aldı ve geminin kalıntılarının arasından yüzerek geçti. Aradı, aradı;
sonunda ölmek üzere olan prensin
yanına ulaştı. Küçük denizkızı, prensi yüzeye çıkardı ve başını suyun üstünde
tutarak kendini akıntıya bıraktı.
Ertesi sabah, hava
düzelmişti, fakat gemiden eser yoktu. Kızgın güneş, genç prensin yanaklarına can getirmek ister gibiydi, ama gözleri sımsıkı
kapalıydı. Denizkızı, prensin alnına
bir öpücük kondurarak saçlarını
düzeltti. Küçük bahçesindeki heykele benzetmişti onu. İyileşmesi için adaklar
adadı, ama hala uyuyordu. Tepelerinde beyaz karlar ışıldayan mavi dağlarla
çevrili bir yerin önünden geçiyordu. Yamacın altında güzel yeşil bir ormanın
yanı başında, bir kilise vardı.
Bahçelerde portakal ve elma ağaçları ve çok güzel çiçekler vardı. Biraz
ötedeki bir kayalığa kadar uzanan deniz, ince ve beyaz bir kumla örtülü bir
koy meydana getirmişti. Denizkızı prensi oraya bıraktı. Biraz sonra kilise
çanları çalmaya başlayınca bahçelerin birinden bir alay genç kız çıktı. Küçük
denizkızı yüzerek uzaklaştı ve zavallı prensi gözetlemek için bir kayanın
arkasına gizlendi.
Oradan geçen bir genç
kız, prensi buldu ve koşarak yardım çağırmaya gitti, Denizkızı, prensin kendine
geldiğini ve çevresindekilere gülümsediğini görünce çok mutlu oldu. Prensi bir
eve taşıdıklarını gören denizkızı, babasının sarayına döndü.
Her zaman dalgın ve
sessiz olan denizkızının bu hali, o günden sonra daha da arttı. Ablaları yukarıda
neler gördüğünü anlatması için çok ısrar ettiler, ama o bir şey anlatmadı.
Prensi görebilmek için, birçok kez o koya gitti.Kayaların ardına gizlenerek,
onu görebilmek umuduyla saatlerce bekledi. Bahçelerde yemişlerin
olgunlaştığını, yüksek dağlarda karların eridiğini gördü, ama prensi göremedi.
Her defasında denizin dibine daha üzgün m dönüyordu, Yüzüstü bırakılmış,
unutulmuş çiçekleri uzun saplarını ağaç dallarına sa- %.u rarak, büyük
yaprakları ile ışığın bile girmediği bir kubbe oluşturmuşlardı, Denizkızı,
küçük bahçesinde oturuyor ve prense benzeyen küçük mermer heykelciğine
kollarını dolayarak avunuyordu.
Sonunda bu acıya
dayanamadı ve derdini ablalarından birine açtı.
Ablası da diğer
kardeşlerine ve çok yakın arkadaşlarından birkaç denizkızına söyledi, İşe
bakın ki, prensin gemisindeki şenliği seyreden biri varmış içlerinde. O hem
prensi tanıyor, hem de krallığının nerede olduğunu biliyormuş, Ablaları, küçük
kardeşlerini prensin yaşadığı şatonun önüne götürdüler. Bu şato, san ve parlak
taşlardan yapılmıştı, Büyük mermer
merdivenlerden bahçeye giriliyordu. Şatonun yaldızlı kubbeleri güneş gibi
parlıyor, bahçesindeki heykeller canlı gibi duruyorlardı. Eşsiz perdelerle,
halılarla döşenmiş, duvarları büyük resimlerle kaplanmış salonları göz
kamaştırıyordu. Avludaki fıskiyeli havuzda yetişen en nadide bitkileri, güneş,
billur bir kubbeden süzülerek ısıtıyordu.
Küçük denizkızı, o
günden sonra sık sık şatonun çevresinde dolaşır oldu. Kıyıya yaklaşıp, sulara
gölgesi vuran mermer balkonun altında oturmayı bile göze alıyordu. Mehtapta
balkona çıkan prensi oradan görüyordu. Prensi birçok defalar, bir teknenin
içinde gelip geçerken de gördü. Beyaz yelkenini görenler, kanadını açmış bir
kuğu sanıyorlardı tekneyi. Balıkçıların, genç prensin iyiliğini övdüklerini
duymuştu. Bu yüzden, onun hayatını kurtardığı için seviniyordu, İnsanlara olan
sevgisi günden güne artıyor, sevgisi arttıkça da onların arasında olmak
isteği büyüyordu. Onlar, gemilerle denizleri aşmasını biliyor, bulutların
ötesindeki yüce dağlara tırmanıyor, sonsuz ormanlardan, yeşermiş tarlalardan
faydalanıyorlardı. Denizkızı daha çok şey öğrenmek için, büyük annesine gitti
ve ona:
- İnsanlar boğulmazlarsa, sonsuza kadar
yaşarlar mı? Bizler gibi ölmezler mi? diye sordu,
- Tabii ölürler. İnsanların ömrü bizimkinden de
kısadır, Bizim bazen üç yüz yıl yaşadığımız olur; sonra varlığımız tükenince,
köpük haline geliriz, Çünkü denizin dibinde cansız vücutları alacak mezarlar
yoktur. Ruhumuz ölümsüz değildir; her şey ölümle biter. Biz, tıpkı yeşil kamışlara
benzeriz: onlar da kesildikten sonra bir daha ye-şermezler! Bunun aksine,
insanların sonsuza kadar yaşayan bir ruhları vardır. O ruh, vücutları toprak
olduktan sonra da yaşar ve parlak yıldızlara kadar çıkar. Biz, nasıl insanların
memleketlerini görmek için suların derinliğinden çıkıyorsak, onlar da deniz
canlılarının erişemeyecekleri uçsuz bucaksız yerlere, cennete yükselirler.
Küçük denizkızı, üzgün
üzgün:
- Bizim neden ölümsüz
bir ruhumuz yok? Bir gün bile insan olabilmek, sonra da cennete erişebilmek
için, kalan günlerimi seve seve verirdim!
İhtiyar:
- Böyle budalalıklarla
beni yorma! Biz burada, insanların yukarda olduklarından daha mutluyuz!
- Nasıl olsa bir gün
gelip öleceğim ve bir köpük olacağım. Artık benim için ne dalgaların
fısıltısı, ne çiçek, ne güneş kalacak! Ölümsüz bir ruha sahip olmanın çaresi
yok mu büyük anne?
- Bir çaresi var, ama
o da imkânsız gibi bir şey, Bir insanın, seni sonsuz bir aşkla sevmesi ve onun
için dünyadaki her şeyden daha önemli olman gerekir. Ancak o zaman, sana bütün
kalbi ve bütün ruhu ile bağlanırsa, senjnle evlenerek sonsuza kadar severse,
ruhu senin bedenine geçer; sen
de insanların mutluluğuna erişirsin. Böyle bir şey asla olamaz! Çünkü denizde
üstün bir güzellik sayılan balık kuyruğunu, onlar yeryüzünün en çirkin şeyi
sayarlar. Zavallı insanlar! Güzel olmak için, ayak dedikleri iki kaba desteğe
ihtiyaç duyarlar!
Balık kuyruğuna
bakarak, denizkızı mahzun mahzun içini çekti.
İhtiyar;
- Neşeli olalım!
Varlığımızın üç yüz yılı içinde mümkün olduğu kadar eğlenelim. Üç yüz yıl,
oldukça uzun
bir zamandır.
Biliyorsun, akşam sarayda balo var.
Haydi, gidip hazırlan güzel kızım, dedi.
Balo için hazırlanan saray, öyle göz kamaştırıcıydı
ki, hayal bile edemezsiniz, Koca dans salonu sırf billurdandı. Her tarafa yerleştirilen binlerce
iri kabuk, salonu mavimsi bir
ışıkla aydınlatıyordu. Bu ışık şeffaf duvarlardan denize de yansıyordu.
Altın ve gümüş gibi ışıldayan pullarla kaplı büyüklü küçüklü sayısız balığın
yüzdüğü görülüyordu. Salonun ortasından geniş bir dere akıyor, içinde yunuslarla dans eden denizkızları
o eşsiz sesleriyle şarkı söylüyorlardı.
En güzel söyleyen de,
küçük denizkızı oldu. Öyle çok alkış topladı ki, sevincinden, bir an için
yeryüzünü unuttu. Prensini ve ölümsüz ruhu hatırlayınca, eski kederine büründü
yine. Eğlenceyi bırakarak usulcacık saraydan çıktı, küçük bahçesine gelip
oturdu, Suları delen boru seslerini o zaman duydu.
- İşte, geçiyor! Bütün
kalbimle, bütün ruhumla sevdiğim, bütün düşüncelerimde yer eden, hayatımın
mutluluğunu emanet etmek istediğim insan. Onun uğruna her şeyimi feda ederim.
Ablalarım dans ededursunlar; ben gidip, bugüne dek nefret ettiğim deniz
büyücüsünü bulayım. O, belki bana bir akıl verir.
Bahçeden çıkan küçük
denizkızı, büyücünün yaşadığı yere doğru yüzdü, Bu yoldan hiç geçmemişti. Ne
bir çiçek, ne bir ot büyümüştü burada. İç karartıcı ve ürkütücü bir yolda
ilerledi, Büyücünün garip bir ormanda yükselen evine uiaşabiimek için,
prensesin bu korkunç yerden geçmesi lâzımdı. Burada, yerden çıkan yüz başlı
yılanlara benzeyen yarı hayvan, yarı bitki canlılar vardı. Dallar, ucunda
durmadan kımıldayan solucan gibi uzun ve yapışkan kollardı.
Korkuya kapılan küçük
prensese kalsa, hemen geri dönecekti. Prensi için yoluna devam etti. Dallara
takılmaması için, uzun saçlarını başına doladı ve kollarını
göğsüne kavuşturdu. Bu şekilde iğrenç
yaratıkların arasından balık gibi, hızla yüzerek geçti. Nihayet, iri deniz
yılanlarının sarımtırak, çirkin karınlarını göstererek çörek-îndikleri
ormandaki geniş meydana ulaş-Bu meydanın ortasında, batık gemilerden çıkan
ölülerin kemiklerinden yapılmış büyücünün evi vardı. Büyücü, iri bir taşa
oturmuştu ve insanların küçük kanaryalara yem verdiği gibi, bir kurbağayı besliyordu,
Korkunç yılanları:
- Minik piliçlerim,
diye seviyor ve süngerleşmiş göğsünde
çöreklenmelerinden zevk alıyordu.
Prensesi görünce:
- Ne istediğini
biliyorum. İsteklerin çok aptalca, ama başının belâya gireceğini bildiğimden,
sana yardım edeceğim. Prens, seni sevip alsın ve sana ölümsüz bir ruh versin
diye, balık kuyruğundan kurtulup, onun yerine insanların üstünde yürüdükleri
iki ayak istiyorsun.
Bu sözleri söylerken,
kurbağa ile yılanları yere seren tüyler ürpertici bir kahkaha attı.
- Her neyse, geldiğin
iyi oldu, çünkü yarın güneş doğduktan sonra çok geç olacaktı. Dileğinin yerine
gelmesi için, bir yıl daha beklemen gerekecekti. Şimdi ben
sana bir iksir hazırlayacağım. Gün
doğmadan önce, yeryüzüne çık ve kıyıya oturup, iksiri iç. O zaman, bir çift
ayağa kavuşacaksın, ama keskin bir kılıçla kesiliyormuş-çasına canının
yanacağını da söyleyeyim, Herkes güzelliğine hayran olacak; sen, nazlı
yürüyüşünle gelip geçerken, her adımda canın yanacak, ayaklarından kanlar
akacak, Bütün bu acılara katlanacaksan eğer ben de sana yardım ederim, dedi.
Denizkızı, prensi ve
ölümsüz ruhu düşünerek, titrek bir sesle:
- Katlanırım, diye
cevap verdi. Büyücü:
- Şunu da iyi bil ki,
bir kere insan olduktan sonra, bir daha
denizkızı olamazsın,
Babanın sarayını
bir daha göremeyeceksin. Prens, sana bütün kalbi ve
bütün ruhu ile bağlanmayacak
olursa ve seninle evlenmezse hiçbir zaman ölümsüz bir ruha sahip olamazsın, ka
bir kadınla evlendiği gün, kalbin kırılacak ve sen gaların üstünde bir parça
köpük olacaksın.
Prenses, bir ölü kadar
solgun:
- Razıyım, dedi.
Büyücü:
- O halde, benim
hakkımı da vermelisin, Denizkızları arasında sesi en güzel olanı sensin. Senden
sesini istiyorum! Kıymetli iksirimin karşılığı olarak, senin en güzel şeyini
istiyorum. Çünkü onun etkili olması için, ben de kendi kanımı akıtmak
zorundayım.
Küçük denizkızı,
titreyerek sordu:
- Sen benim sesimi
alınca geriye ne kalıyor? Büyücü cevap verdi:
- Güzel yüzün, nazlı
yürüyüşün ve manalı gözlerin. Bir erkeğin kalbini sımsıkı bağlamak için bunlar
yeter. Haydi! Gayret! Çıkar dilini keseyim de sonra iksirimi veririm!
Prenses, bunu da kabul
etti; zavallı yavrucak dilsiz kaldı. Büyücü, sihirli iksiri kaynatmak üzere
kazanı ateşe oturttu.
Kazanı temizlemek
için, birkaç tane yılan aldı. Sonra göğsünde bir yara açıp, siyah kanını kazana
akıttı, Kazandan, korkunç, iğrenç bir koku yayan yoğun bir buhar yükseldi,
İhtiyar, durmadan bir şeyler katıyordu. Karışım, fokur fokur kaynamaya
başlayınca, timsah iniltilerini andıran bir ses çıkardı. İksir
hazırlandıktan'sonra, duru bir su gibi oldu, Onu bir şişeye boşaltan büyücü,
denizkızına uzatarak:
- İşte, iksirin hazır,
artık gidebilirsin, dedi.
Denizkızı artık
konuşamıyordu. Elinde yıldız gibi parlayan iksiri gören dallar, korkuyla
gerilediler. Prenses, böylece ormandan ve uğultulu dalların arasından geçip
gitti, Babasının sarayına geldiğinde, büyük dans salonunun ışıkları sönmüştü.
Herkes uykuya çekilmiş olmalıydı, ama içeri girmeyi göze alamadı. Artık
onlarla konuşamazdı, bir daha dönmemecesine yanlarından ayrılacaktı. Kederden
yüreği parçalanır gibi oldu, Bahçeye süzüldü ve ablalarının bahçelerinden
birer çiçek kopardı. Arkasına bakmadan hızla yüzeye doğru yüzdü.
Prensin şatosunu
gördüğünde, güneş henüz doğmamıştı. Kıyıya oturup, iksiri bir seferde içti.
Sanki bilenmiş bir kılıç vücudunun ortasından geçiyormuş gibi oldu, bayılıp
ölü gibi yere serildi. Korkunç bir acıyla uyandığında güneş,
denizin üstünde ışıl ışıl parlıyordu,
Karşısında, siyah gözlerini ona dikmiş güzel prens duruyordu, Küçük denizkızı,
balık kuyruğunun yerinde iki beyaz, zarif bacak olduğunu gördü,
Prens, kim olduğunu,
nereden geldiğini soruyordu. O ise bir tek söz söylemeden, yüzüne baktı. Sonra
delikanlı onu elinden tutarak, şatoya götürdü, Büyücünün söylemiş olduğu gibi,
her adımda dayanılmaz acılar çekiyordu; bununla beraber, prensin kolunda,
sabun köpüğü gibi hafifçecik, mermer merdivenlerden çıktı, Herkes zarif
yürüyüşüne hayran olmuştu. Güzelliğine doyamıyorlar, ipekliler, bürümcükler giydiriyorlardı, ama
o hep sessizdi, Onu giydirip, süsledikten sonra, elinden tutup
prensin yanına götürdüler, Prens, onu yanına oturttu ve güzel şarkılar
söyleyen kızları dinlemeye başladılar. O kadar güzel söylüyorlardı ki, prens
de genç kıza gülümseyerek onları alkışlıyordu,
"Onun uğruna,
bundan çok daha güzel bir ses feda ettiğimi bilse" diye geçiriyordu
içinden zavallı prenses.
Şarkılardan sonra
kızlar, güzel bir müziğin eşliğinde, zarif danslar ettiler. Küçük denizkızı,
beyaz kollarını kaldırdı ve ayaklarının ucunda dans etmeye başladı. Herkes
hayran oldu, kendinden geçti, Prens, bir daha ondan ayrılmayacağını söyledi,
Dans ederken çektiği acıların kimse farkında değildi.
Ertesi gün, prensle
beraber atla gezmeye çıktılar. Burcu burcu kokan ormanlardan geçtiler, yüksek
dağlara çıktılar. Gece herkes uykudayken, usulca mermer merdivenlerden indi.
Denizin serin sularına ayaklarını soktu, Birden ülkesini hatırladı ve kalbi
acıyla doldu.
Bir gece ablalarını
gördü, el ele tutuşmuş yüzüyorlar ve güzel sesleriyle şarkılar söylüyorlardı,
Küçük denizkızı, kendini tutamayarak onlara el salladı. Tanıdılar ve onun
yüzünden çektikleri üzüntüleri anlattılar, Her gece geliyorlardı. Bir gün,
yıllardan beri başını sudan çıkarmayan babaannelerini ve başı mercan taçlı
deniz padişahını bile getirdiler, ikisi de kızlarına ellerini uzatmakla
beraber, ablaları gibi kiyıya gelmeye cesaret edemediler.
Prensin sevgisi günden
güne artıyordu, ama eş olarak almayı
düşünmeden onu sevimli bir çocuğu sever gibi seviyordu. Halbuki onun ölümsüz
bir ruha sahip olması ve günün birinde
köpük olmamas, için
prensin denizkızı ile evlenmesi şarttı. "Beni sevmiyor musun?"
Kollarına alıp, aln,na bir öpücük kondurduğunda zavallı kızın gözlen, sanki
bunları sormuştu.
Elbette, diye cevap
verdi prens. Senîn kalb'n hepsininkinden temiz; sen bana herkesten daha bağlısın; üstelik bir daha
göremeyeceğim
genç bir kızı hatırlatıyorsun bana. Batan
bir gemideydim, dalgalar beni genç
kızların
yaşadıkları bir manastırın
yakın arma sürükledi.
İçlerinde en genci beni buldu ve hayatımı kurtardı. Ben onu iki defa
görebildim. Dünyada ondan başkasını sevemem! Sen, tıpkı ona benziyorsun Bazen
gönlümde onun yerini aldığm bile oluyor. Küçük denizkızı:
_ "Dalgaların
arasından manastıra kadar benim taşıdığım, bilmiyor. Bir başkasın, seviyor! O
genç kız, bir manastırda kapalı; dışarı çıkmıyor. Belki bir gün, onu unutur ve
beni sever, "diye düşündü.
_Günün birinde,
prensin komşu kralın kızı ile evleneceği duyuruldu. Kralın ülkesine gidecek
güzel bir gemi hazırlandı.
Prensin düşüncelerini iyi bilen denizkızı, buna gülüp geçti. Çünkü prens ona:
- Annem ve babam, çok
ısrar ettiği için prensesi bir kere gidip görmeliyim. Onunla evlenmem için,
beni asla zorlamazlar. Onu sevemem, çünkü o senin gibi manastırdaki kıza
benzemiyor, Bana kalsa sessizliğine
rağmen, seninle evlenirdim, demişti.
Prens bunları
söylerken denizkızının uzun saçlarına bir öpücük kondurmuştu.
Nihayet, bütün
hazırlıklar tamamlanmıştı. Prens,
denizkızını da yanına alarak yolculuğa çıktı. Gemi’de:
- İnşallah
denizden korkmazsın, yavrum,
dedi.
Sonra fırtınalardan,
kudurmuş denizlerden, acayip balıklardan ve dalgıçların suların dibinde
bulduklarından bahsetti. Kız, içinden gülüyordu, çünkü denizin dibini onun
kadar bilen yoktu herhalde,
Denizkızı, herkes
uyuduktan sonra ay ışığında etrafını seyretmek için dışarı çıktı. Babasının
sarayını ve büyük annesinin gözlerini gördüğünü sandı. Bir gece, ablaları
gemiye yaklaşmışlardı. Mahzun mahzun onun
yüzüne bakıyorlardı. Prenses, gözleriyle kardeşlerine her şeyin yolunda gittiğini
anlatmaya çalıştı, Tam o sırada, bir gemici gelince gözden kayboldular.
Ertesi gün, gemi komşu
kralın
ülkesine vardı.
Şehirdeki bütün çanlar çalıyor, her
yerden müzik sesleri geliyordu. Onları karşılamaya gelen yüzlerce asker,
limanda sıralandılar. Büyük bir kalabalığın arasından geçen arabalarla
muhteşem bir saraya girdiler. Onların
şerefine şenlikler yapıldı, balolar
düzenlendi, Kralın kızı, yetiştirildiği manastırdan ne Küçük denizkızı, onu
görmek için çok sabırsızlanıyordu. Nihayet, kız geldi, Ömründe bu kadar güzel
bir yüz, böyle beyaz bir ten ve çekici iri siyah gözler görmemişti,
Prens onu görünce:
Sensin! diye haykırdı,
Kıyıda hayatımı kurtaran
Yanakları ai al olan
nişanlısını kucakladı. Sonra küçük denizkızına dönerek;
- Mutluluğun bu kadarı
fazla! En çok istediğim şey gerçekleşti! Sen de benim mutluluğuma sevinmelisin,
çünkü sen beni herkesten çok seversin.
Denizkızı, prensin
elini öptü, ama kalbi paramparça olmuştu, Sevdiğinin evlendiği gün ölüp, köpük
haline gel çekti.
Bütün ülke, düğün için
hazırlanmaya başladı. Her tarafta şenlik vardı; tellâllar, borazanlarını
çalarak bütün sokakları dolaşıp düğünü ilan ettiler, Büyük kilisede, gümüş
kandillerde' kokulu yağlar yanıyor, papazlar buhurdanları sallıyorlardı. İki
nişanlı, el ele tutuşup piskoposun duasını aldılar. Küçük denizkızı
ipekliler, sırmalar içinde törene katılmıştı, fakat aklı yalnız çok yakın olan
ölümünde ve bu yeryüzünde kaybetti ki erindeydi,
Aynı akşam, genç
evliler, top atışları arasında gemiye bindiler, Yelkenler şişti; gemi, durgun
denizin üstünde yavaşça
ilerledi.
Gece yaklaşırken,
değişik renklerde fenerler yaktılar ve denizciler güvertede neşeyle dans etmeye
başladılar. Küçük denizkızı, insanların dünyasını ilk defa gördüğü geceyi
hatırladı. O da aralarına katılıp, dans etti. Herkes, hayranlıkla onu
seyrediyordu. Onun içinden geçenleri ve çektiği acıyı hiç kimse fark etmedi.
Dans ederken, uğruna ailesini, yerini yurdunu, o güzelim sesini feda ettiğini
ve onun yüzünden çektiği işkenceleri düşünüyordu. Onunla aynı havayı kokladığı,
derin denizi, yıldızlı göğü seyredebildiği son geceydi bu. Ölümsüz bir ruhu
olmadığına göre, onu artık sonsuz ve rüyasız bir gece bekliyor demekti. Gece
yarısına kadar, çevresindeki neşeye katılıp, kalbindeki ölüm korkusu ile gülüp
dans etti.
Nihayet, prensle
prenses odalarına çekildiler. Ses seda kesildi, yalnız geminin kaptanı
ayaktaydı. Beyaz kollarını geminin küpeştesine dayayan küçük denizkızı, doğuya
bakıyordu. İlk güneş ışığının kendisini öldüreceğini biliyordu. O sırada, kendi
kadar solgun ablaları denizden çıktılar: Uzun saçları suda yüzmüyordu,
kesilmişti.
- Seni ölümden
kurtarması için, saçlarımızı büyücüye verdik, O da bize, şu iyice bilenmiş
bıçağı verdi. Güneş doğmadan önce, senin onu prensin kalbine saplaman gerek.
Kanı ayaklarına dökülünce, balık kuyruğu haline gelecekler. Sen yine denizkızı
olacak ve yanımıza gelebileceksin. Elini çabuk tut! Çünkü güneş doğmadan
önce, mutlaka birinizden birinin ölmesi gerekiyor.
Ufuktaki şu kızıllığı
görüyor musun? Birkaç dakikaya kadar güneş doğacak ve senin için iş işten
geçmiş olacak! diyerek dalgaların arasına daldılar.
Küçük denizkızı,
aşağıya inerek odanın kapısını araladı, başını prensin göğsüne dayamış uyuyan
genç kadını gördü. Yanlarına yaklaştı ve çok sevdiği prensin alnına bir
öpücük kondurdu. Sonra gittikçe daha fazla ağaran tan yerine gözlerini
çevirerek, bir bıçağa, bir prense baktı. Bıçağı titrek bir elle kaldırdı ve...
Hayır, yapamamıştı, Sessizce dışarı çıktı ve bıçağı denize fırlatı-verdi.
Bıçağın değdiği yerde, sudan kan fışkırır gibi olmuştu, Denizkızı denize
atladı ve vücudunun eridiğini hissetti.
Güneşin tatlı ve
iyiliksever ışıkları soğuk köpüğe değiyordu, Küçük denizkızı kendini ölmüş
hissetmiyordu. Parlak güneşi, kızıl bulutları gördü; üstünde binlerce saydam
yaratık uçuşuyordu. Hiçbir insan kulağının işiteme-yeceği, son derece güzel bir
melodi duyuyordu. Denizkızı, yavaş yavaş köpükten ayrılan ve tıpkı onlarınkini
andıran bir vücudu olduğunu fark etti.
Hiçbir müziğe
benzemeyen bir sesle:
- Neredeyim? diye
sordu.
- Hava perilerinin arasındasın, merak etme.
Denizkı-zınm ölümsüz bir ruhu yoktur, ancak bir erkeğin sevdası ile ona sahip
olabilir; sonsuz hayatı bir yabancının elindedir, Tıpkı denizkızı gibi, Havva
kızlarının da ölümsüz ruhları
yoktur, ama iyilikleri ile onu kazanabilirler. Temiz hava götürmek için, vebalı
havası insanları öldüren sıcak diyarlara uçarız, Havayı çiçek kokuları ile
doldururuz, Geçtiğimiz her yerde yardım eder, oralara sağlık götürürüz. Üç yüz
yıl iyilik ettikten sonra, insanların mutluluğundan faydalanabilmek için, bize
ölümsüz bir ruh verirler.
Zavallı küçük
denizkızı, sen de bizler gibi acı çektin ve hava perilerinin dünyasına kadar yükseldin.
Kollarını göğe
kaldıran küçük denizkızı, ilk defa olarak gözyaşı döktü. Gemide, gülüşmeler,
eğlenceler yeniden
başlamıştı. Küçük
denizkızı, prensi ve karısını, üzgün gözlerle, denize bakarken gördü. Sanki
dalgaların en derin yerine kendini attığını biliyor gibiydiler. Denizkızı,
onlara el salladı ve hava perilerinin eşliğinde, göğe yükselerek pembe bir
bulut oldu.
Sokağımızdaki yeni ve
bakımlı evlerin arasında, çok eski ve harap bir ev vardı. Kapısının üstündeki
iâle çelenginin ortasındaki tarihe bakılacak olursa, neredeyse üç yüz yıllıktı.
Kapının üzerinde, eski yazıyla yazılmış mısralar okunamayacak kadar
silikleşmişti. Bazı günler, aralık kalan perdelerin arasından sert bakışlı ve
asık suratlı portreleri görebiliyordum. Bir ejderha başı ile biten bir oluk,
dama boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Aslında yağmurun bu baştan akması
gerekiyordu, ama oluk delik olduğu için ortasından akıyordu, Sokağın geniş
pencereli ve beyaz duvarlı evleri, yaşlı komşularını hor görür gibiydiler, Eski
evin şato merdivenleri gibi geniş, kilise kulesininki gibi dik mermer merdivenleri
vardı, Büyük demir kapısı, pirinç tokmaklan ile eski kalıntıların kapılarına
benziyordu.
Bizim evimiz bu eski
evin tam karşısındaydı. Evimizin penceresinden bu eski evi seyretmeyi çok
seviyordum, Bazı geceler, ay ışığında gölgelerin arasında kalan evi ürpererek
seyrederdim. Evin duvarlarını süsleyen mızraklı asker kabartmalarının ve
ejderhaya, yılana benzeyen olukların resimlerini yapmaktan hoşlanırdım,
Bu evde, sırtında
kocaman düğmelen olan bir sabahlık ve başına taktığı peruğu ile yaşlı bir adam
yaşıyordu, Sabahları gelip alış verişini yapan, odasını derleyip toplayan
ihtiyar bir uşaktan başka kimseyi görmezdi. Ara sıra pencereye yaklaştığında
onunla göz göze gelirdik, O zaman, başımı eğerek onu kibarca selamlardım. O
da bana selâm verirdi. Yaşlı adamla hiç konuşmadığımız halde, arkadaşlığımızı
ilerletmiştik.
Onun her gün yalnız
olduğunu düşündükçe çok üzülüyordum. Bir pazar günü, kurşun askerlerimden birini
kâğıda sararak aşağıya indim. Sokağın karşısına geçip, eski evin demir
kapısını iterek açtım. İlk defa buraya giriyordum, Ağır kapı, insanın içini
ürperten garip bir ses çıkardı. Bahçede çalışan yaşlı uşağa yaklaşarak,
elimdeki peketi uzattım.
- Efendim, bunu
beyefendiye verir misiniz? İhtiyar uşak, kendisine verilen görevi sevinçle yerine
getirdi, kurşun askeri alıp eve götürdü. Birkaç saat sonra, kapımız ça-^1 lındı. Gelen yaşlı uşaktı. Yaşlı komşumuz,
beni evine davet ediyormuş. Annem ve babam, çok şaşırmışlardı, ama oraya gitmeme
izin verdiler. Hemen hazırlanıp, koşa koşa gittim. Evin içini göreceğim için
çok heyecanlıydım. Kapıyı çalarken kalbim küt küt atıyordu, Yaşlı uşak,
gülümseyerek kapıyı açtı. Dışarıdan çok harap görünen evin içerisi tertemizdi,
Uşağın arkasından uzun koridorda yürümeye başladım. Koridorun duvarlarında,
zırhlı şövalyelerle, ipekliler giymiş hanımların resimleri asılıydı. Bu
koridorun ucunda büyük bir balkon vardı. Sağlamlığına sağlam değildi, ama
kulpları aslan ayağı biçiminde eski çiçek saksıları ve yeşilliklerle
süslenmişti.
Sonunda, ihtiyarın
oturduğu odaya geldik. İhtiyar, gülümseyerek:
- Kurşun askerin için teşekkür ederim, küçük
arkadaşım, Geldiğin için de ayrıca teşekkür ederim.
- Annemden, sizin
yalnız yaşadığınızı duymuştum efendim. Kurşun askerimi, size arkadaş olması
için yolladım, dedim,
İhtiyar, içten
bir kahkaha atarak:
- Yok! Pek de yalnız
sayılmam. Eski anılarım ara sıra bana misafirliğe gelirler, şimdi de sen
geldin. O kadar da yalnız değilim, dedi.
Sonra raftan bir resim
kitabı aldı, İçinde güzel dinsel törenler, artık yeryüzünde benzeri kalmamış
acayip arabalar, maça beyi kılıklı askerler görülüyordu. Ben, resimlere
bakarken, ihtiyar komşum yan odaya geçti. Doğrusunu isterseniz, bu ev
sürprizlerle doluydu. Her köşesinde ilgi çekici bir şeyler vardı. Uzun bir
sehpanın üstünde duran kurşun askeri görünce yaklaştım.
Kurşun asker:
- Ne olur, giderken
beni de götür! Burada çok sıkılıyorum. Annenle babanın neşeli sohbetlerini,
senin ve çok sevdiğim
kardeşlerinin gülüşmelerinizi özledim, Bu ihtiyar, hiç konuşmuyor. Okşama,
sevme nedir bilmiyor, gülmeyi de unutmuş, Bu ev bir mezara benziyor; ben böyle
bir hayata katlanamam! dedi.
- O kadar sızlanma,
diye cevap verdim. Burası benim çok hoşuma gitti, Sonra biliyor musun, eski
anıları da ona ara sıra misafirliğe geliyorlarmış.
- Olabilir, ama ben
görmüyorum.
- Ne yapalım, alışacaksın,
İhtiyar elinde tatlılar,
elmalar ve fındıklarla dolu bir tepsiyle gülümseyerek içeri Yaşlı
arkadaşımın getirdiklerini yerken, o bana sevgiyle
bakıyordu. Az sonra
eve dönmek için izin istedim. Çok geç kalmıştım. Her şey için teşekkür edip,
oradan çıktım. Arkamdan:
- Tekrar gel oğlum,
diye seslendiğini duydum. Pencerede her gördüğümde, ihtiyar dostumu selâmlıyordum.
Bir süre sonra, eski
eve ikinci bir misafirliğe gittim. Kurşun asker, yine şikâyet ediyordu:
- Artık canıma yetti!
Burası çok kasvetli! Dayanamıyorum artık! Eski anıların nasıl misafirliğe
geldiklerini biliyorum artık; benimkiler de geldiler, ama hiç hoşlanmadım.
Sanki burada imişsiniz gibi, sizi karşı evde görüyordum. Sabah dualarınıza,
müzik dersinize katılıyor, kendimi öbür oyuncakların yanında zannediyordum. Ne
yazık! Meğer eski anılarınnmış. Söyle bakayım bana, kız kardeşin nasıl?
Arkadaşım kurşun askerden de biraz bahset; o benden daha şanslı çıktı.
- Sen artık benim değilsin, diye cevap verdim,
Hediyemi geri alamam!
Yaşlı arkadaşım,
resimler ve oynamam için yaldızlı eski iskambiller getirdi, Sonra piyanonun
kapağını açarak eski bir şarkı çaldı.
Küçük kurşun asker,
haykırmaya başlamıştı. Kendini kaldırıp yere attı. Onu her yerde aradık, ama
bulamadık. Kurşun asker bir aralığa girmiş olmalıydı.
Bir ay sonra, karlar
bütün yolları kaplamıştı. Evlerin damları kalın bir karla kaplanmıştı, Odamın
camı da buz tutmuştu. Dışarıyı görebilmek için, hohlayarak buzu erittim. Küçük
bir delikten karşıki eski evi seyretmeye başladım. Kar, merdiveni, yazılan ve
kabartmaları tamamıyla örtmüştü.
Kimseler görünmüyordu,
sanki kimse yaşamıyormuşçasına ıssız görünüyordu. Sonradan, yaşlı arkadaşımın
öldüğünü duydum. Onu görmek için eve gitmek istedim,
ama annem ve babam beni bırakmadı.
Gözlerimden yaşlar boşanıyordu, Ağlamak istemiyordum, ama bir türlü engel
olamıyordum. Aynı akşam, gömülecek olan ölüyü almak üzere kapıda bir araba
durdu. Bu arabanın arkasından giden olmadı; ihtiyarın bütün eşi dostu zaten
ölmüştü, Tabutun arkasından el sallayarak, bir öpücük gönderebildim ancak.
Onun yapayalnız ölmesine çok üzülmüştüm.
Birkaç gün sonra, eski
ev satılığa çıkarılmıştı. Penceremden, şövalyelerin ve güzel kadınların
portrelerinin, aslan ayaklı saksıların, meşe mobilyaların ve piyanonun
götürüldüğünü gördüm. Bu manzara kalbimi acıyla doldurmuştu. Aklıma kurşun
asker geldi.
Bahar gelince evi
yıktılar. Birkaç saat içinde, ortada bir enkaz yığını kaldı.
Birkaç sene sonra,
eski evin yerinde, önü demir parmaklıklı küçük bahçeii, yepyeni, güzel bir ev
yükselmişti.
Yıllar sonra, bir
zamanlar ziyarete gittiğim eski evin yerine yapılan bu evde karımla beraber
yaşamaya başladım. Bahçeye çiçek diken karımı seyrediyordum. Karım, birden
çığlık atarak elini çekti. Eline sivri bir şey batmıştı.
Hemen yanına koştum.
Karım, toprağa bulanmış kurşun bir asker tutuyordu elinde. Çok şaşırmıştım, çünkü
yıllar önce yaşlı dostuma hediye ettiğim kurşun askerdi bu. Oturup, karıma
eski evi ve buranın ihtiyar sahibine can yoldaşı olsun diye kurşun askeri nasıl
çıkarıp verdiğimi anlattım.
Dinlerken karımın
gözleri yaşarmıştı,
- Ne olursa olsun, ben
onu saklayacağım. Bana ihtiyarın mezarını gösterebilir misin? dedi,
- Nerede olduğunu bilmiyorum, bilen de yok.
Bütün yakınları ondan önce ölmüşlerdi zaten, ben de çocuktum.
- Ah! Kimsesizlik ne kötü şey!
Karım, askeri mendili
ile sildi. Onu hatıra olarak saklayacaktı.
Akşam, yemekler
yenildikten ve herkes bir köşeye çekildikten sonra, uyku perisi ortaya çıkar.
Tüy gibi ayaklarıyla odalarda dolaşır ve sihirli değneğini kaldırıp bir balerin
gibi döner. İşte, o zaman uyku bulutu her tarafa yayılır. Uyku perisini
göremeyiz, ama geldiğini hissederiz, Uslu uslu oturan çocukların gözlerine
renkli rüyalardan üfleyiverir, Onun kadar çok masal bilen yoktur. Güzel
masallarından birine başladığında, bütün evren sessizce
onu dinler, Onun masallarını
anlatabilmesi için, yerlerinde duramayan çocukların uyuması gereklidir.
Çocuklar uykuya dalar dalmaz, uyku perisi yataklarına oturur. Beyaz ve upuzun
ipek elbisesi ile çok güzeldir, ama onu göremeyiz.
Elinde tuttuğu
şemsiyelerinden biri rengârenk resimlerle süslü, diğeri ise resimsizdir.
Akıllı ve uslu çocuklar için, renkli şemsiyesini açar. Uslu
çocuklar, bütün gece rüyalarında, en güzel masalları görürler. Resimleri olmayan şemsiyesini, yaramazlığa
çalışan çocukların başına açar, Onlar, ertesi gün uyandıklarında hiçbir
rüya görmemişlerdir.
Şimdi uyku perisinin
bir hafta, her akşam, küçük bir çocuğa nasıl misafirliğe geldiğini
dinleyeceğiz.
Uyku perisi, çocuğu
yatağına yatırdıktan sonra, fısıldayarak anlatmaya başlamış:
- Kulağın bende olsun.
Birden, saksıdaki
çiçeklerin dalları uzamaya ve halılara, duvarlara tavana yayılmaya başlamış,
Kocaman birer ağaç olup, küçük çocuğun odasını güzel bir koruluğa
döndürmüşler. Ağaçların dallan çiçek açmış. Çiçeklerden yayılan mis gibi bir
koku bütün odayı doldurmuş. Meyveleri altın gibi parlıyor, dallardan çilekli
pastalar sarkıyormuş. Küçük çocuk, uykusunda gülümsemiş. O sırada, çocuğun
kitaplarının durduğu masanın çekmecesinden tıkırtılar gelmeye başlamış.
Uyku perisi, masaya
yaklaşıp çekmeyi açmış. Küçük yazı tahtasının üzerinde çırpınıp duran bir
rakammış bu. Çünkü yanlış hesaplandığı için, kendi yerine dönmek istiyormuş,
Kalem, hesabı düzeltmek istermiş gibi, sıçramış, ama elinden bir şey gelmemiş.
Bu da yetmiyormuş gibi, yazı defterinden yürek parçalayan sesler işitilmiş, Her
sayfada, baştan aşağıya, yanında küçük bir harf bulunan büyük harfler
duruyormuş. Hemen yanıbaşlarında, küçük çocuğun yazdığı başka harfler varmış.
Onlar, ayakta dikilmeleri gerekirken, yerde yüzükoyun yatıyorlarmış, Büyük
harf:
- Doğru dürüst
dursanıza! Dik durun ve kendinize çeki düzen verin! diye bağırmış.
Harfler:
- Biz de isteriz, ama
yapamıyoruz, öyle hastayız ki!
- Size ilâç vermeli o
halde,
- Yok, hayır! diyerek
hemen toparlanmalarını bir gören olsaymış, gülmekten yerlere yatarmış.
Askerler gibi, düzgün bir sıraya girmişler.
Uyku perisi:
- Şimdi masal
anlatacak vaktim kalmadı, Bu yaramazları bir düzene koymalıyım. Bir, iki! Bir,
iki.., Harfleri böylece yola getirmiş.
İkinci günün akşamı,
küçük çocuk yatağına girmiş. Uyku perisi, sihirli değneğini kaldırıp eteklerini
havalandırarak dönmüş, O zaman, odadaki bütün eşyalar konuşmaya başlamışlar,
Hep bir ağızdan konuştukları için, odayı bir uğultu kaplamış. Sözlerinden
hiçbir şey anlaşıl-mıyormuş, ama şikâyet ettikleri belli oluyormuş. Uyku perisi
sihirli değneğini kaldırıp, bu gevezeleri susturmuş. Duvarda asılı duran bir
manzara resmine yaklaşmış, Yaldızlı çerçeveli resimde, ulu ağaçlar, yemyeşil
çayırlarda rengârenk çiçekler, ormanın çevresini dolandıktan sonra şatoların
önünden geçip, denize akan küçük bir dere görülüyormuş, Uyku perisi, sihirli
değneğini bu resme değdirmiş ve küçük çocuğun elinden tutup manzaraya girmiş,
Kuşlar ötmeye, yapraklar sallanmaya bulutlar yollarına devam etmişler, Küçük
demış. Çocuk, çıplak ayaklan ile yeşil çayırlarda dolaşmaya başlamış.
Ağaçların dallarının
arasından süzülen güneş, üzerine vuruyormuş. Denize doğru koşmaya başlamış ve
ayakları yerden kesip, uçmuş, uçmuş, uçmuş. Kendini kırmızı
bir sandalın içinde bulmuş. Rüzgârdan
usul usul sallanıyor, yelkenleri gümüş gibi parlıyor-muş. Boyunlarında
ışıltılı bir mavi yıldız, başlarında da altın birer taç taşıyan kuğular
sandalı çekerek yeşil bir ormanın önüne getirmişler.
Ormandaki ağaçlar,
birbirinden güzel masallar fısıldamışlar çocuğun kulağına. Çiçekler, perileri
anlatan şarkılar söylerken, kelebekler dans ediyorlarmış, Üstleri gümüş ve
altın pullu göz kamaştırıcı balıklar, sandalın arkasından yüzüp, ona eşlik
ediyormuş. Kuş sürüleri de kuğulara arkadaşlık ediyormuş. Küçük çocuk, çok mutluymuş.
Ormanlar kimi vakit sıklaşıp ıssızlaşıyor, kimi vakit çiçek dolu ve güneşle
aydınlanmış bir bahçeye dönü-yormuş. Kıyıda yükselen camdan ve mermerden şatoların
önünden geçiyorlarmış. Şatoların balkonlarından prensesler sarkıyormuş. Bu
kızlar, çocuğun her zaman beraber oynadığı arkadaşlarıymış. Kızlar, ellerinde
tuttukları kalp şeklindeki şekerleri ona uzatıyorlarmış. Küçük çocuk, geçerken
kalpli şekerlerden birini yakalamış, ama şeker ikiye bölünmüş. Kıza küçüğü, ona
da büyük parçası düşmüş.
Her şatonun kapısında
nöbet tutan bir prens varmış. Bunlar altın kılıçları ile selâma durup, üzümler,
kurşun askerler atmışlar ona.
Küçük çocuğun sandalı,
bir bulutlara yükseliyor, bir kentin ortasından geçip gidiyormuş. Tesadüf, yolu
onu çok seven dadısının oturduğu şehre düşmüş. Yaşlı kadın, gülümseyerek ona el
sallamış ve eskiden ona söylediği bir şarkıya başlamış:
Uzun bir gün boyunca
seni özlerim.
Geceleri de, benim
küçük çocuğum.
Ne öpücükler
kondurmadım ki ben.
Dudaklarına,
gözlerine, kollarına.
Yavrucuğum, uykudayken
sen.
İlk sözlerini bana
söyledin!
Bir gün sana veda
etmem gerekti...
Git, haydi Tanrı razı
olsun senden.
Deli gibi sevdiğim,
küçük afacan melek.
Bütün kuşlar dadıya
eşlik ediyor, çiçekler ahenkle sallanıyor, yaşlı ağaçlar da dallarını
oynatıyormuş.
Üçüncü gün, yağmur
bardaktan boşanırcasına ya-ğıyormuş! Küçük çocuk, yağmurun sesini uykusunda
duymuş. Uyku perisi, çocuğun elinden tutmuş ve camın kenarına yaklaşmışlar, Su
giderek yükseliyormuş. Sonunda, küçüğün penceresinin hizasına kadar gelmiş, O
sırada, pencereye yanaşan bir gemiye atlamışlar. Gemi yolcularını aldıktan
sonra, suyla dolan sokaklardan, caddelerden geçerek meydana varmış, Çocuk,
gündüz saatlerinde yürüyerek geçtiği yerlerden büyük bir gemiyle geçiyormuş.
Hava ansızın açmış; kilisenin yanından sapıp büyük gölde ilerlemişler. Çocuk,
geminin güvertesinden gözden kayboluncaya kadar şehrine bakmış, Yolda sıcak
memleketlere doğru yola çıkmış bir leylek sürüsüne rastlamışlar. Leylekler,
birbirinin ardı sıra uçuyorlarmış. İçlerinden biri çok yorgun görünüyormuş.
Sürünün en sonundan uçuyormuş. Aralarındaki mesafe gittikçe açılmış. Zavallı
hayvan gergin kanatlan ile alçaldıkça alçal-mış, gücü git gide zayıflamış, bir
iki çabalamış, ama boşuna. Ayakları gemi halatlarına değmiş; yelkenlerden
aşağıya kaymış ve bum! Soluğu güvertede almış.
Gemicilerden biri, onu
kümese piliçlerin, ördeklerin, hindilerin yanına koymuş.
- Şu gelene de bakın!
demiş piliçler.
Hindi elinden geldiği
kadar kabararak, kim olduğunu sormuş. Ördekler ağırbaşlılık taslayarak geri
geri gidiyorlarmış.
Leylek, onlara sıcak
Afrika'dan, piramitlerden, vahşi bir at gibi çölleri baştanbaşa dolaşan deve
kuşundan bahsetmiş. Ördekler, hiçbir şey anlamamışlar, Bilgisizliklerini
saklamak için;
- Aptal bir leylek
işte! Siz de aynı fikirdesiniz değil mi? demişler.
Hindi:
- Alıklığın son perdesi!
Gluu ederek kabarmaya başlamış.
O zaman, susan ley-k
Afrika'yı düşünmüş.
Hindi lâf atmış;
- Pek güzel ince bacaklarınız
var! Nerden buldunuz acaba?
Ördekler alaylı alaylı
gülerek:
- Vak, vak, vak! diye
bağrışmışlar. Leylek hiç oralı değil gibiymiş, Hindi:
- Neden, sen de
bizimle birlikte gülmüyorsun? Beiki de senin akim ermemiştir. Yazık! Ne
kafasızmış! Haydi, bırakalım şunu da, biz kendi aramızda eğlenelim.
O sırada, küçük çocuk
kümese girmiş ve leyleği dışarı çıkarmış. Çocuğun elinden güverteye fırlayan
leylek, çocuğa teşekkür etmek için kanadını kaldırmış ve sallamış. Sonra
kanatlarını açarak sıcak memleketlere doğru uçup gitmiş,
Tavuklar gıdaklamış,
ördekler vaklamış, hindinin ibiği ateş gibi kızarmış.
Küçük çocuk:
- Yarın, sizinle güzef
bir çorba yaparız! diyerek uyanmış ve kendini yatağında bulunca çok şaşırmış,
Dördüncü gün, küçük
çocuk cılız bir ses duymuş. Etrafına bakmış, ama kimseyi görememiş. Tekrar
duymuş ve merdivenin başında bir fare görmüş. Yatağında doğrulup:
- Sen mi seslendin,
minik fare? diye sormuş,
- Evet, seni düğüne
davet etmeye geldim. Bu gece iki fare evleniyor. Yemek odasının penceresinin
altındaki basamakta oturuyorlar, orada çok güzel bir evleri var.
- İyi, ama o kadar
küçük bir delikten nasıl sığarım?
- Sen bana bırak,
demiş.
Birdenbire çocuğun
boyu kısalmaya başlamış. Küçülmüş, küçülmüş, sonunda fare kadar olmuş.
Çocuk küçüldüğü için,
pijamalarının altından çıkana kadar çok uğraşmış, Böyle önemli bir düğüne
çıplak gidemezmiş ya! Kurşun askerlerinden birinin elbisesini ödünç aimış,
Üzerindeki asker üniformasıyla çok güzel görünüyormuş.
Fare:
- Annenizin yüksüğüne
oturur musunuz? demiş. Sızı çekmek şerefine nail olayım,
Çocuk, annesinin
yüksüğüne oturmuş ve düğüne gitmek için yola çıkmışlar,
Basamağın altında,
onların sığabileceği yükseklikte bir yoldan geçmişler.
Yüksüğü çeken fare:
- Buradaki kokuyu
beğendiniz mi? diye sormuş. Bütün yolu yağ ile cilaladılar. Ah! Ne güzel şey!
Sonra salona
girmişler, Salonun sağında fare hanımla, solda da bıyıklarını kuyrukları ile
sıvazlayan beyler oturuyormuş. Evlenecek çift, salonun ortasında duruyormuş.
Oyuk bir peynir kabuğunun içinde ayakta duruyorlar ve herkesin önünde
öpüşüyorlarmış.
Durmadan yeni
davetliler geliyormuş. Öyle bir akın varmış ki, neredeyse birbirlerini
ezeceklermiş. Nişanlılar kapının orta yerine gelip durmuşlar, Bu yüzden içeriye
girmek de, çıkmak da imkânsızlaşmış, Odalara da, yağ sürülmüş, Bu hoş koku
limonata, gazoz yerine geçiyormuş. Çerez olarak da nişanlıların ilk
harflerinin oyulduğu yeşil bezelye tanesi gösteriliyormuş, Düğünde neşeyle dans
eden farelerin arasına karışan çocuk, hayatı boyunca böyle bir düğün görmediğini
söylemiş.
Küçük çocuk, geldiği
taşıtla evine dönmüş, Odasına gelince aynaya bakıp, üniformasını görmeye çalışmış,
ama boyu yetişmiyormuş, Hoplamiş, hoplamış, Gözlerini açıp, yatağın üzerinde
zıpladığını anlayınca gülmekten yerlere yatmış. Onun kahkahalarını duyan annesi,
kapıdan başını uzatıp:
- Neler oluyor? diye
gülümsemiş, Beşinci günün akşamı, uyku perisi:
- Beni yanlarına
çağıran o kadar çok insan var ki, bir bilseniz. Uykuları kaçınca, bütün gece
yataklarında oturup düşünceleri kovmamı ve iyi bir uyku getirmemi dilerler
içlerini derin derin çekerek, demiş ve etekleri uçuşarak yerinden fırlamış,
Mışıl mışıl uyuyan
küçük çocuğun kulağına eğilip:
- Haydi, ablanın bebeğinin düğününe gidiyoruz!
Çok güzei olacak! demiş.
Küçüğün elinden
tutarak, masanın üzerinde duran küçük karton evin önüne getirmiş. Karton evin
içi pırıl pırıl aydınlanmış. Kapısında da kurşun askerler nöbet
tutu-yorlarmış. Nişanlılar hediyelerini almışlar, ama yiyecekleri
reddetmişler. Çünkü sevgileri onlara yetiyormuş.
Kocası:
- Yazlık bir ev mi
tutalım, yoksa seyahate mi çıkalım? diye sormuş,
Sürekli seyahat eden
kırlangıç ile durmadan kuluçkaya yatarak civciv çıkaran tavuğa akıl
danışmışlar. Kırlangıç, tatlı meyveleri, bulutlara değen yüksek dağları ve
çok güzel bir havası olan sıcak
diyarlardan bahsetmiş. Tavuk:
- İyi, hoş, ama o
memleketlerde buradaki gibi kırmi-zılahana yok. Ben bütün bir yaz boyunca,
yavrularımla kırda yaşadım, Bizim dolaştığımız ve canımızın istediği gibi
eşelediğimiz bir kum ocağı vardı. Kırmızı lahana dolu bir bahçeye girer ve
doyana kadar yerdik. Ne güzel günlerdi! Daha güzel bir yer düşünemiyorum!
demiş.
Kırlangıç:
- Burada günler hep
birbirine benziyor. Havalar da çok kötü geçiyor, demiş.
Tavuk:
- Alışılıyor, diye
cevap vermiş,
- Çoğu zaman, çok soğuk
oluyor, her yer buz tutuyor.
- Lahanalara iyi
geliyor, demiş gene tavuk.
Dört sene önce, tam
beş hafta süren yazımız olmadı mı? Öyle sıcak oldu ki, bunaldık, nefes
alamadık, Sonra bizim buralarda, başka memleketlerdeki zehirli hayvanlar da
yoktur. Yurdumuzu güzel bulmayanlar, burada yaşamaya lâyık değildirler!
Sonra ağlayarak devam
etmiş:
- Ben de çok gezdim!
Saatlerce uzaklıktaki bir tepeden geçtim, ama seyahat etmekten hiç zevk
almadım!
Bebek:
- Evet, tavuk çok
haklı, dağ görmeyi hiç canım istemiyor. İyisi mi, biz gidip şehir dışındaki
kum ocağına yerleşelim. Lahana bahçelerinde gezintiler yaparız, demiş ve öyle
de yapmışlar.
Altıncı gün, uyku
perisi:
- Bu akşam, masal anlatmaya vaktim yok. Yarına
her şeyi hazırlamam lâzım, pazar çünkü. Ben gidip kilise kulelerini şöyle bir
dolaşayım bakalım, Küçük
â cinler, seslerini tatlılaştırmak için çanları parlatıyorlar
mı? Sonra tarlalara uğrayıp, rüzgârın, çayırların ve yaprakların
tozunu alıp almadığına bakacağım. Sonra
da daha iyi parlamaları için, gidip bütün yıldızları toplamam lazım. Onları
önlüğüme koyarım, ama önce numaralamalıyım, Yoksa yerlerini karıştırabilirim,
Of! Daha çok işim var! demiş.
O sırada, küçük
çocuğun yatağının üzerindeki duvarda asılı duran büyük babasının resmi canlanmış,
Büyükbaba, başını
çerçeveden uzatarak demiş ki:
- Torunuma güzel
masallar anlattığınız için, teşekkür ederim, ama onu kandırmayın. Yıldızları
nasıl, indirip de pariatacakmışsınız? Yıldızlar, bizim dünyamız gibi yuvarlaklardır,
en iyi tarafları da öyle oluşlarıdır.
Uyku perisi:
- Teşekkür ederim,
ihtiyar dede. Sen ailenin başısın, kabul ama ben senden daha yaşlıyım.
Romalılar ve Yunanlılar, bana rüya tanrısı derlerdi. En iyi evlere girip çıkardım,
gene de öyle. Küçük olsun büyük olsun, herkesle iyi geçinmesini bilirim,
demiş.
Uyku perisi,
şemsiyesini alıp gitmiş. Büyükbaba homurdanarak:
- Hele bakın! Artık bildiğini söylemek de mi
yasak! diyormuş arkasından.
Yedinci günün akşamı,
uyku perisi küçüğün kulağına eğilip fısıldamaya başlamış;
- Bugün, seni kardeşimle tanıştıracağım. Onun
adı da uyku perisidir, ama o bir İnsana sadece bir kere misafirliğe gider.
Misafir olduğu kimseyi atına bindirir ve masal anlatır. Sadece iki tane masal
bilir: Biri, kimsenin aklına hayaline gelmeyecek kadar güzeldir. Diğeri ise,
inanılmayacak kadar çirkin ve korkunçtur.
Bunları söyledikten
sonra uyku perisi, küçük çocuğun elinden tutup, pencerenin önüne götürmüş:
- İşte, kardeşim
geçiyor; ona ölüm de derler, demiş. Görüyor musun? Sadece iskeîet olarak
gösterdikleri resim kitaplarındaki kadar çirkin değildir, Hayır, elbisesinde
sim işlemeleri vardır. Güzel bir süvari üniforması giyer.
Atının ütünde,
arkasından siyah kadife pelerini uçuşuyor. Şu doludizgin gelişine bak! Görüyor
musun?
Küçük çocuk, uyku
perisinin kardeşinin atına genç, ihtiyar birçok kimseyi bindirerek gelişini
seyretmiş. Kimini önüne, kimini arkasına oturtmuştu. Mutlaka, şu soruyu
sormakla işe başlıyormuş:
- Defterinizi görelim!
Notlarınız nasıl? Bütün insanlar:
- Pekiyi! diye cevap
vermişler.
İyi ve pekiyi alanlar,
atın önüne oturmuş ve çok güzel masallar dinlemişler. Orta ve zayıf alanlar,
arkaya geçip en korkunç hikâyeleri dinlemeye mecbur kalmışlar. Ağlayarak,
attan inmek istiyorlarmış.
Küçük çocuk:
- Kardeşini çok
sevdim, ondan korkmuyorum, demiş.
Küçük peri:
- Bu çok iyi, ama gayret et de defterinde hep
iyi notlar olsun, demiş.
Büyükbaba, çerçeveden
uzanıp:
- Çok öğretici bir
şey, diye mırıldanmış, Demek ki, fikrini açıkça söylemenin faydalı olduğu da
oluyormuş.
İşte, uyku pensinin
bir haftası da böyle geçmiş. Bu akşam, gelirse size de anlatır çocuklar,
- Ne zaman yeryüzünde
iyi bir çocuk ölecek olsa, Tanrı'nın
meleği yere iner. Ölü çocuğu kucağına alır ve geniş kanatlarını açarak
havalanır. Çocuğun sevdiği yerlerden geçerek,
bir tutam çiçek koparır. Bu çiçekleri
daha güzel açtırması için, gökyüzüne Tann'ya
götürür. Tanrı, çiçekleri bağrına basar ve en üstün tuttuğuna bir öpücük
kondurur, Bu öpücük ona bir ses verir ve onu mutluların korosuna katar.
Tann'nın bir meleği,
ölmüş bir çocuğu gökyüzüne götürürken işte, bunları anlatıyormuş. Çocuk, bir
rüyada gibi dinliyormuş. Çocuğun oynadığı yerlerden, çok güzel çiçekler açmış
bahçelerin üstünden uçuyorlarmış.
Melek:
- Gökyüzüne dikmek
için hangilerini götürelim? diye sormuş.
Az ileride, gösterişli
bir gül fidanı duruyormuş. Kötü kalplinin biri onu kırmıştı, ama, Taze
goncalarla dolu dalları solmuş, başlarını eğmişlerdi.
Çocuk:
- Zavallı gül! Onu
yanımıza alalım da yukarıda Tanrı'nın katında
yeniden yeşersin, dedi,
Melek, gülfidanını
aidi ve çocuğu öptü; küçük, gözlerini hafifçe araladı, Her yerden çiçekler
topladılar. Ne çoğu zaman beğenilmeyen aslanağzı, ne de menekşeyi hor
görmeden, hepsinden topladılar.
Çocuk:
- Şimdi yeterince
çiçeğimiz oldu, dedi.
Melek, başıyla onu onayladı,
ama Tann'ya doğru uçmadılar.
Gece olmuştu bile, her
yerde derin bir sessizlik sürüp gidiyordu. Samanlarla, küllerle, çöplerle dolu
daracık, loş, küçük bir sokağın üstünden geçiyorlardı. Bütün bu kırık tabaklar,
bütün bu kırık dökük alçı heykel parçaları, bütün bu paçavralar, göze pek hoş
görünmüyordu. Melek, bu döküntüler arasından çocuğa bir çiçek saksısının
parçalarını gösterdi; ondan dökülen toprak yığınının üstünde, solmuş bir kır
çiçeğinin kökleri hâlâ duruyordu.
Melek:
- Götürelim onu, uçarken
sana nedenini anlatırım, dedi,
Havaya yükseldiler,
melek sözlerine devam etti:
- Orada, şu karanlık
sokakta, zavallı hasta bir çocuk yaşardı. Küçük yaştan beri hastaydı. Arada bir
kendini iyi hissederse, koltuk değneklerinin yardımı ile odasında dolaşırdı,
hepsi bu kadar. Yazın, belirli saatlerde güneş ışınları bu yoksul evi
aydınlatırdı.
Öyle zamanlarda, çocuk
güneşte ısınırdı. Bunun için, Tann'ya şükrederdi. Ormanın o güzelim
yeşilliğini, komşularının oğlunun getirdiği bir gürgen dalından öğrenmişti. Bu
dalı yatağının yanına koyar, binlerce küçük kuşun tatlı cıvıltısının müziğiyle,
kendini ulu ağaçların altında dinleniyormuş sanırdı.
Bir bahar günü,
komşularının oğlu ona birkaç kır çiçeği getirmişti, İçlerinden birinin kökü
vardı. Annesi onu bir saksıya dikti ve onun yatağının yanıbaşına koydu. Kısa
zamanda çiçek sürgün verdi ve her yıl yeni çiçekler açtı. Hasta çocuğun
yeryüzündeki tek hazinesi, bu çiçekti,
Onu düzenli
olarak suluyor,üstüne titriyor, küçük pencereden giren güneş
ışınlarının biı tekini kaçırmasın diye
onu nereye koyacağını bilemiyordu,
Çiçek de çocuğun ha- i
yalleri ile birlikte gelişip güzelleşiyor; onun için sürgün H veriyor, onun
için koku saçı- II yordu. Tanrı, çocuğu yanına
çağırdığı zaman, çiçeği boy nunu büktü. O çocuk, Tanrı'r yanına gideli bir yıl
oluyor; çiçek pencerede unutuldu, gitti. Onu sokaktaki süprüntüierin arasına
fırlatıp attılar, İşte, bu yüzden o bir kraliçenin bahçesindeki en gösterişli
çiçekten bile daha değerlidir.
Çocuk:
- Sen bunları nereden
biliyorsun? diye sordu.
- Çünkü koltuk
değnekleri ile yürüyen o küçük hasta çocuk bendim de ondan.
O sırada, sevincin ve
mutluluğun ölümsüz olduğu Tanrı cennetine girdiler. Tanrı, çocuğa dokununca
onun da tıpkı diğer melekler gibi kanatları çıktı; el ele tutuşarak
uçtular. Tanrı, bütün çileklere dokundu,
ama kırların solmuş çiçeğini öptü. Çiçek canlandı ve sonsuza kadar uçuşan
mutlu meleklerle birlikte şarkı söyledi.
Fındık sıçanı: Dünyayı
dolaşmak üzere yola çıktığımda, diye söze başladı, ben de yaşıtlarım gibi
kendimi al-lâme sanırdım, Ne kuruntu! Bilgin olabilmek için, kim bilir kaç
kere bir yıl bir gün saymalı, gene de olunur mu olunmaz mı bilemiyorum. İlk
İşim kuzeye giden bir gemiye binmek oldu, Aşçıbaşının eli lezzetli bir adam
olduğu kulağıma çalınmıştı. Doğrusu, denizde ne bulup da ne pişirecekti,
İçimden, belki çöp çorbası yapar diye geçiriyordum. Marifetini görürüz
bakalım.
Halbuki gemi tıklım
tıklım, domuz yağı, tuzlu et fıçıları ve en güzelinden buğday unu ile doluydu.
Ne yalan söyleyeyim, bir elim yağda, bir eiim baldaydı. Çöp çorbasının lâfı
bile geçmedi.
Geceli gündüzlü yol
alıyorduk, gemi fena halde sallanıyordu, Kimi vakit dalga serpintileri bana kadar geliyor, sırılsıklam oluyordum, Nihayet
varacağımız yere, kuzeyin ta ucuna
vardık, Gemiyi, bıraktığım gibi karaya fırladım.
Ne kadar anlatsam da
azdır, Hayatınızın en güzel yıllarını geçirdiğiniz delikten çıkıp, gene de
delik gibi bir yer olan gemiye binmek, ondan sonra da kendini yerinden
yurdundan yüz fersah ötede bulmak, tarif edilemez bir duygu.
Önümde büyük, derin
çam ve kayın ağacı ormanları gördüm, keskin bir reçine kokusu etrafı sarmıştı,
Önce bunu sucuk kokusu sandım; koruya daldım. Bu kokudan bana kalan tek
yadigar şiddetli bir hapşırma oldu.
Gide gide sonunda
büyük göllere vardım. Göller uzaktan geniş mürekkep lekelerini andırıyordu. Ama
yakından, su açık ve duru idi. Bir sürü kuğu orada öylece hiç hareket etmeden
duruyordu. Ben önce onları, bir köpük yığını sandım, fakat sudan çıkıp da,
tıpkı kaz gibi paytak
paytak yürümeye başlayınca şıp diye tanıdım. Kurumları yerindeydi ama, ne de
olsa aynı soydandılar; kimse cinsini cibilliyetini tam gizleyemiyor.
Ben kendi cinsimden
hayvanlarla beraber hareket ettim. Tarla ve orman fareleri ile arkadaşlık
ettim, fakat onların da dünyadan haberleri yoktu; hele mutfak işinden hiç
anlamıyorlardı, Yolculuğumun asıl amacı olan araştırmada bana hiçbir yardımları
dokunamazdı. Çöp çorbasından konuya girdiğim zaman, bir kimsenin böyle bir
şeyi aklından geçirmiş olmasını pek garipsediler, Dedikodusu bütün ormana
yayıldı, Hayret ıslıkları etrafı çın çın öttürdü. Böyle bir şey yoktur ve
olamaz deyip, çıktılar işin içinden, Benim araştırdığım sırdan hiç haberleri
olmadığını artık öğrenmiştim, Ama, onlar da bana ormanda kokunun neden bu kadar
keskin olduğunu, bitkilerin ve çiçeklerin neden mis gibi koktuklarını öğrettiler.
Mayıs aymdaymışız. Denizde, fırtınadan göz açıp da vakti hesaplayamadığım
için-farkında değildim, Bana söylediklerine göre, ağaçlar ve bitkiler bu
yüzden öyle mis kokar, saf havada göller pırıl pırıl ışıldarmış, Orman
sınırının yanında, etrafı birkaç köşkle çevrili bir meydanın ortasına koskoca
bir sırık dikmişlerdi; bir gemi direği gibi yüksekti, Tepesine çiçekten
çeienkier, kurdelâiar bağlanmıştı: mayıs ağacı imiş meğer. Delikanlı çiftçilerle
çiftlik kızları avaz avaz türkü çağırarak, bir kemanın çaldığı havalara ayak
uydurup etrafında hora tepiyorlardı. Güneş battı, ay çıktı onlar ha bire
hopiadılar.
Beni hiç sarmadı, Bu şenliğe
katılmak, benim için oyuncuların ayakları altında ezilmek demekti. Bir tutam
yumuşak yosunun arasına, bir kenara çekildim. Elle tutulunca, saygıdeğer
kiralımızın derisi gibi incecik, güzel yosun halının üstüne ay vurmuştu.
Üstelik yemyeşildi. Yeşil, yorgun gözleri dinlendiren bir renktir. Benim
gözlerim de bu kadar az bir zamanda bunca şey incelemek zorunda kaldıklarından
pek yorgundular.
Aniden, her taraftan
küçük, nazlı varlıkların ortaya çıktığını gördüm, Boyları dizime kadar
geliyordu. Tıpkı insan gibidiyler, ama, daha biçimliydiler. Bunlar elflerdi.
En güzel çiçek yapraklarından dikilmiş, en parlak böcek kabuğu kanatlarla
süslenmiş göz kamaştırıcı elbiseler giymişlerdi. Renklerin seyrine doyum yoktu,
Sanki çayırda bir şey
araştırıyorlardı; bazıları bana yaklaştı. İçlerinde en şirini, ayaklarımın
arasında tuttuğum çöpü göstererek: "İşte, tam istediğimiz!" dedi. Seyahat
bastonuma baktıkça memnunluğu artıyordu. "Size vereyim ama, bir
şartla." dedim. "Geri verirseniz," Hep bir ağızdan: "Geril
Geri!" diye haykırıştılar. Değneğimi uzatmamla almaları bir oldu. Kılık
kıyafeti bu kadar yerinde olan kimselere güvenmiştim,
Zıplaya zıplaya,
çimeni sert olmayan bir yere gittiler. Çöpü yere sapladılar, ucu sivri
olduğundan sımsıkı tuttu. Artık maksatlarını anlamıştım: onlar da kendilerine
göre bir mayıs ağacı istiyorlardı, Ömrümde böyle gösterişli bir
şey görememiştim.
Küçük örümcekler, ufak
değneği sırma tellerle sardılar, üstüne rüzgârda dalgalanan tül inceliğinde
sancaklar dokuyup astılar. Beyazlarının parlaklığından, ay ışığında gözlerim
kamaştı. Sonra bu hamarat hayvancıklar, uyuyan kelebeklere gidip kanatlarından
en parlak renkleri aldılar ve o güzelim dokumalarına getirip, elvan elvan
sürdüler.
Birkaç çiçek yaprağı,
elmas gibi ışıldayan birkaç çiğ damlası, şuraya buraya zevkle serpiştirildi,
Ben bile kendi çöpümü tanıyamıyordum. Yeryüzünde bununla kıyaslanacak bir
mayıs ağacı yoktur ve olamaz da,
Benim ilk gördüklerim
hizmetçilermiş. Bu güzel şeyleri şereflerine hazırladıkları efendilerini ve hanımlarını
davet ettiler, Şenlikten faydalanabilmem için beni de çağırdılar ama, ayak
altında kalıp da ezilenler olur korkusu ile pek yaklaşmamamı tembihlediler.
Danslar başladı. Ne
tatlı bir müzikti o işittiğim! Bütün koru, kuş sesinden inliyordu, Guguk kuşu,
bülbül, saksağan, hattâ yanılmıyorsam kuğular bile nöbetleşe öttüler, Dolgun
ve ahenkli bir nağmeydi; bin tane billur çan sesi gibiydi.
Bunlara, bir de ağaç
dallarının hışırtısı karışıyordu. Çöpüme takılan mavi çan çiçeklerinin sesini
de ayırt edebiliyordum. Elflerden biri çöpüme bir çiçek sapı ile vurunca en
tatlı bir ses vermiş, küçük değnek bir müzik aleti olmuştu. Her şey kullanış şekline bağlıdır, Ben
de coşmuştum, gözlerim yaşarmıştı. Ayran budalası bir fındık sıçanı
sayılmamakla beraber yufka yürekliyimdir, sevinçten ağladım.
Gece bana pek kısa
göründü! Ama bu mevsimde güneşin erken doğduğu da su götürmez bir gerçektir,
Tan yeri ağarırken bir rüzgâr esti, bu göz kamastına mayıs
ağacınır olanca süsü, kordelesi, o güzelim çelenkleri, bayrakları kaşla
göz arasında, havaya| savruldu.
Altı elf,
terbiyeli bir şekilde geiip çöpümü
getir-' diler, Döne döne teşekkür et-1 tiler, kendilerine gösterdiğim
yakınlığa karşılık, bir
isteğim olup olmadığını sordular. Ellerinden gelirse seve seve yapacaklarını
söylediler,
Canıma minnet! Hemen
çöp çorbasının nasıl pişirildiğini sordum tabii. Başları: "Gördün
ya," dedi. "Küçük değneğini tanıyamaz hale geldin, Bizim ondan nasıl
faydalandığımıza kendin şahit oldun."
Ben:
— O manada
söylemiyorum, diye cevap verdim. Sahici çorbayı istiyorum.
Hikâyeyi, beni yollara
düşüren sebebi, bir çorba tarifesinden umduğumuz sonucu bir bir anlattım,
Sonra da ilâve ettim:
— Benim çöpümü
süslediğiniz o güzel şeylerden ne fareler kiralının, ne de kudretli
imparatorluğunun faydalanamayacağımı görüyorsunuz; aynı şeyleri yeniden
yapabildiğimi farz etsek bile, hoş bir gösteri olur; karın doyduktan sonra olsa
olsa çerez yerine geçebilir.
O zaman küçük
elflerden biri serçe parmağını bir menekşenin çanağına daldırıp çöpümün üstünde
gezdirdi; "Dikkat et," dedi, "Kiralının yanına döndüğünde,
değneğinle burnunun ucuna dokunuver. Kara kış ortasında bile olsa, en güzel
menekşelerin açtığım göreceksin. Gösterdiğin nezakete karşılık, ben de sana
hiç değilse bir bağışta bulunmuş oluyorum, Hattâ buna başka şeyler de
ekleyebilirim,"
Fındık sıçanının bu
sözleri söylemesi ile, değneğini kiralının şahane burnuna yaklaştırması bir
oldu ve sahiden de çöpün etrafı en güzel bir menekşe demeti ile çevriliverdi.
Mis gibi kokuyordu ama, gel gelelim, fare milletinin zevkine uymadığı için,
kral, ocak başında oturan farelere, bu insanoğluna hoş gelen kokuyu hiç olmazsa
bir kebap kokusu ile bastırmak için, kuyruklarını ateşe göstermelerini emretti.
— Küçük elf başka bir söz daha vermemiş miydi?
dedi.
Fındık sıçanı cevap
verdi:
— Evet efendim, verdi ve sözünde durdu.
"Çok hoş etki yapan güzel bir sürprizim var, Menekşeler göze ve buruna hoş
görünür, şimdi de sana kuiağı okşayan bir şey veriyorum," dedi.
Fare çöpünü silkti.
Çiçekler kaybolmuş, küçük değnek eski halini almıştı. Sıçan onu bir orkestra
şefi gibi sallayarak tempo tutmaya başladı. Tanrım! Ne acayip müzikti o
işitilen! Ormanda eifler dans ederken duyulan tanrısal nağmeler değil, bir
mutfaktan gelebilecek gürültünün türlüsüydü. Fareler kulak kesilmişlerdi.
Çalı çırpı çatırtısı,
fırın horultusu, çorba kaynaması, yağ cızırtısı, nar gibi kızaran bir rostoluk
etin devamlı sesi.
Birden ateşi
horlandıran bir rüzgâr eser gibi oldu. Tencereler, güveçler taştı, taşıp
dökülenler ateşi allak bullak etti. Sonra hiç, Tam bir sessizlik. Hafiften
tatlı ve dertli bir türküyü andıran bir gürültü başladı tekrar. Çaydanlık
ısınmaya başlamıştı, sesi yükseldi, su kaynıyordu. Bir düzine tencere inceli
kalımlı bir curcuna tutturdular. Fındık sıçanı gittikçe artan bir hızla
değneğini sallıyordu: Tencereler köpürdü, gürültülü bir tıkırdı ile fokur fokur
kaynadıiar, Ne varsa taştı, döküldü, saçıldı; cehenneme
döndü ortalık,.. Sonra ocakta yeni bir
yel esti. Hu! Hah!
Bir şangırtı! Küçük
fındık sıçanı korkusundan değneğini düşürüverdi.
Tıs yok ortalıkta.
Kral: "Amma da
pişti!" dedi. "Haydi, çorbayı getirsinler bakalım, ağız tadı ile
yiyelim şunu."
Sıçan:
7 ÇorbQ olduğu ateşe döküldü, diye
verdi,
Ve, saygı ile eğildi.
Kral:
cevap
— Pek tatsız bir şaka,
diye çıkıştı, Şimdi sıra ikincide. Onun tarifesini de bir görelim,
İkinci fındık faresi:
Ben şatonun kütüphanesinde doğdum, dedi.
Ailemiz sanki beddua almış gibidir, can attığımız halde, içimizden hemen
hemen kimse, kısmet olup da yemek odasına veya kilere kadar gidememiştir, Bu
mutfağa ömrümde ilk defa ayak basıyorum. Bununla beraber, hiç yabancılık
çekmiyorum. Seyahatimde bu tadına doyulmaz ülkelerden birkaçını gezdim.
Beşiğimiz olan o eşsiz
kütüphanede açlık çektiğimiz çok oldu ama, iyi bir tahsil gördük, Kiralımız
tarafından, ünlü çöp çorbası tarifesinin bulunması için tertiplenen yarışmanın
haberi bizlere kadar ulaştı, İhtiyar büyükannem, kütüphaneye bakan uşaklardan
birinin, kitaplardan birinden yüksek sesle şu satırları okumuş olduğunu
hatırladı: "Şair bir sihirbazdır. Çerden çöpten çorba yapabilir."
Büyükannem kendimi
şair hissedip etmediğimi sordu. Bunun manasını bile kavrayamadım. "Haydi
öyleyse, düş yollara da, nasıl şair olunurmuş öğren bakalım." dedi.
İmkânsız, diye cevap verdim.
Fakat gençliğinde çok
meraklı olan ve kütüphanede okunanları can kulağı ile dinleyen büyükannemin
tanınmış bilginlerden işittiğine göre, şair olmak için üç türlü malzeme
lazımmış: "Akıl, hayal ve duygu!" Bu üç şeyi elde edebilirsen, şair
oldun gitti, dedi. O zaman bu meşhur çorbayı kolayca pişirirsin.
Ben de bu üç özelliği
arayıp bulmak için yola çıktım, batıya yöneldim,
Akıl diyordum,
kendimce, üçten en önemlisidir; öbür İkisine bu dünyada pek itibar etmezler. O
halde ilk işim, aklı elde etmek olsun. Ama nerede bulunur acaba?
Gene büyükannemin
işittiğine göre, İsraillilerin bir kralı: "Karıncadan ibret al, usluluğu
öğrenirsin" demişmiş. Ben de ilk büyük karınca yuvasına rastlayıncaya
kadar dereler tepeler aştım, Karşıma çıkınca, aklı yuvasında yakalayabilmek
için gözetlemeye başladım,
Karıncalar, çok
saygıdeğer, küçük bir ulustur. Onlarda her şey metotla çözülen bir matematik
problemi gibidir. Çalışmak, durmadan didinmek ve yumurtlamak. Kendi
söylediklerine bakılırsa, bugüne ve geleceğe karşı ödevini yerine getirmek buna
derlermiş, İşleri güçleri budur.
Alt ve üst sınıflara
ayrılırlar. Hepsinin sıra numaraları vardır. Kraliçe bir numarayı taşır. Sade
onun dediği doğrudur. O, doğuştan akıllı ve usludur. Bunu öğrenmekte
gecikmedim. Bu mesele benim için çok önemliydi, Artık iş, bu binlerce küçük
hayvan arasında kraliçeyi bulmaya kalmıştı.
Üstün sağ duyusunu
belirten birkaç sözünü anlatmışlardı da, ben, beyinsiz kafamla manasız
bulmuştum. iddiasına göre, kendi karınca yuvası, bu dünyada ne varsa hepsinden
yüksekmiş, en ulu dağlardan bile yüksekmiş, Fakat hemen yanıbaşlannda bir ağaç
vardı ve hiç değilse, karınca yuvasından yüz ayak daha yüksekti ama adını anmak
yasaktı. Karıncalar da kör olduklarından kraliçelerinin ağzından çıkanı aynı
keramet olarak kabui ediyorlardı.
Bir akşamüstü, yolunu
şaşıran bir karınca, bu ağaca tırmanmaya başlar; tepesine çıkmadığı halde, kardeşlerinin ayak basmadıkları yüksekliklere ulaşır. Geri döndüğün-de, bu
çıkıştan bahseder ve ağacın karınca yuvasından daha yüksek olduğunu açıktan
açığa söyler. Bunu toplumun onuruna hakaret sayarlar ve zavallı karıncacık, ölü böcekleri
sürüklemek, filân gibi en ağır cezaya çarpılır,
Lakin aradan bir zaman
geçtikten sonra, başka bir karıncanın yolu yine aynı ağaca düşer. Yuvaya dönünce,
gezintisinden ihtiyatla ve dolambaçlı cümlelerle söz açar, fakat lâfı evirir
çevirir, ağaç karınca yuvasından daha yüksek demeye getirir. Kendisi çok hatırı
sayılır bir karınca olduğundan, üstelik sarayda önemli bir yer sahibi bulunduğundan
birinci karınca gibi cezalandırılmak şöyle dursun, öldüğü zaman, cesaretini ve
bilgisini ölümsüzleştirmek için mezarının üstüne anıt olarak yumurta kabuğu
dikerler.
Lâfı uzatmayalım, ben
hâlâ kraliçenin hangisi olduğunu kesfirememiştim ve hep pusudaydım.
Karıncaların ara sıra yumurtalarını açık havaya taşıyıp güneşlendirdiklerini
fark etmiştim. Günün birinde, içlerinden bir tanesinin yumurtasını taşımaya
gücü yetmediğini gördüm. İki karınca hemen yardıma koştular; ama onların her
birinin de birer yumurtası vardı; arkadaşlarına yardım edelim derken, az kaldı
kendi yüklerini düşürüyorlar-dı. Zavallıcığı çaresizlik içinde bırakıp
gittiler, O, arada: "İyi hareket buna derler," diyen bir ses duydum.
"Akıl böyle olur; herkesin en yakın yakını yine kendisidir. Can cümleden
azizdir. Biz karıncalar asla yanılmayız; doğuştan akıllı usluyuzdur. Gene de
içimizde en yüksek sağduyu bendedir,"
Kalabalık
arasında, bu sözleri söyleyen ve arka
ayaklarının üstünde gururla yükselen bir
karnımca ilişti gözüme. Şüpheye yer kalmamıştı: Kraliçe o idi, Dilimi uzattığım
gibi yutuverdim. Demek oluyordu ki, aklı da fikri de elde etmiştim, ama
yeterli değildi.
Karınca yuvasını
gölgeleyen ağaca bir de ben tırmanayım dedim. Yüz yaşını geçmiş güzel bir
meşeydi. Tepesinde fevkalâde bir tacı vardı, Büyükannemden işittiğim için,
ağaçlarda değişik kişilerin oturduklarını bilmekteydim. Bunlar, 'diriyadlardı.
Ağaçla birlikte doğup birlikte kör ölen
bir de nemf. Gerçekten de tepede, bir ağaç kovuğunda, insanüstü güzellikte bir
genç kız vardı, Güzelliği, beni görünce çığlık çığlık bağırmasına mâni olmadı.
Bütün kadınlar gibi o da fareden korkuyordu; üstelik varlığının bağlı bulunduğu ağacın kabuğunu kemirebileceğimin
farkındaydı.
Tatlı sözler
söyleyerek gönlünü alahım; beni eli ile usul usul okşadı. Dünyayı neden dört
döndüğümü anlattım ona. Şair olmak için bende eksik olan iki şeyden birine
belki de akşama kalmadan sahip olacağıma söz verdi.
"Hayal tanrısı,
güzel Fantazus, sık sık bu meşenin altında dinlenmeye gelir/' dedi. "Bu
ağacın düğümlü ve kudretli
gövdesini, kuvvetli köklerini; kışları boralara, karlara kafa tutan şahane
orman perileri. Su perileri, tacım; yazlan şu önünde gördüğün geniş manzaraya
yüksekten bakan bu göz kamaştırıcı yeşil kubbeyi pek sever. Cıvıl cıvıl
kuşlar, uzak ülkelerde olup bitenleri söylerler; yuvası, şu tek kuru dala
asılmış olan leylek, bizlere Piramitler memleketinin harikalarına varıncaya
kadar anlatır.
Bütün bunlar
Fantazus'un pek hoşuna gider; meşenin, eğrelti otları altına sıkışmış cılız
bir fidan olduğu günden şimdiye, hayatımın hikâyesini benden dinlemesini pek
sever, Bu üç yüz yıl içinde, bütün görüp işittiklerimle ilgilenir, kendinden
geçer, Nerdeyse beni görmeye gelecek. Aşağıda, şu inci çiçeği demetinin içine
gizlen. O, hayallere dalmışken, ben kanadından bir tüy koparmanın çaresine
bakarım, Hiçbir şaire böylesi nasip olmamıştır.
Ve, güzel Fantazus az
sonra gelince, iyi kalpli orman perisi, bin renkli kanadından bir tüy koparıp
bana verdi. Sertliğini gidermek için suya bastırdım; sonra da oldukça zahmet
çekmekle beraber iyice kemirdira Son kırıntıyı yuttuktan sonra, akıl ile
hayale sahip olmuş bulunuyordum. İş duyguya kalmıştı.
Kütüphaneye dönüp
geldim. İnsanoğlunu fazla göz yaşlarmdan kurtarmaya yarayan iyi romanlardan
birçoğunun orada bulunduğunu biliyordum. Bu kitaplar, hislerin suyunu emen
süngerlere benzerler. Kâğıdın iştah açıcı manzarasından pek tanınmış eserler
olduklarını kestirmiştim. Efendilerle uşaklar tarafından okuna okuna,
yaprakları yağlı ve parlak bir siyah renk almışlardı; farelerin ağzına lâyık
birer tereyağlı ekmek olmuştu her biri,
Önce birine, sonra
ikinciye saldırdım. Bütün benliğimde garip ürpertiler duymaya başlamıştım,
Gayret edip bir üçüncüyü daha mideye indirdim. Şair olmuştum artık, su götürür
tarafı yoktu bunun. Başım ağrıyor, her yanım ağrıyordu; bitip tükenmeyen bir
çarpıntı içindeydim.
Şimdi çöp çorbasını
nasıl yapacaktım? İçinde çöp buiunan bir sürü durum, atasözü, masal, hikâye
geldi aklıma. Hepsinde hiç olmazsa, bir değnek, bir kıymık parçası vardı.
Bundan daha eğlenceli, daha hoş vakit geçirtici bir olamaz. Gerçekten içilen
çorbadan çok daha lezzetlidir.
Majestelerine, ilk
ağızda, iyi kalpli perinin, sihirli değneğini vurarak, mutfaktaki öteberiyi bambaşka
kılıkla- H ra soktuğu masalı anlatacağım. Yarın başka bir masal söyler ve
böylece devam ederim.
Kral kendini
tutamayarak bağırdı:
"Bu budalalıkları
kes artık, bırak bunları! Sıra sonrakinde."
Ufak tefek bir fındık
sıçanı, gidenlerin dördüncüsü, ölmüş zannedileni nefes nefese mutfağa girmişti.
Hatırasına saygı göstermek üzere üstüne tül örttükleri çöpü devirerek,
toplantının ortasına ok gibi fırladı, Randevuya vaktinde yetişebilmek için
geceli gündüzlü koşmuş; bir yük treninin vagonuna binecek derecede cesaret göstermişti.
Çöpü yoktu; başından oldukça zahmetli şeyler geçtiği, bir hayli tüyünün
eksilmesinden belliydi. Sanki fare ulusunun varlığı onun söyleyeceklerine bağlı
imiş gibi, sırasını beklemeden söze başladı. Nefsine sonsuz bir güvenle konuştu,
konuştu, Bütün bu olup bitenler öyle tepeden inme olaylardı ki, kral, saygıda
kusur ettiğinden ötürü azarlamayı bile akıl edemedi.
Güzel sesiyle
ormanlarda şakıyan bülbül, yüksek meşe ağaçlarının teperine konar ve öter
dururmuş. Bülbül bu, ötmeyip de ne yapacak? Onun öttüğünü tüm herkes dinlerken
atmaca dinlemez olur mu? Fakat bu atmaca, sadece bülbülün sesini değil,
açlıktan kırılan midesinin sesini de dinliyormuş. Ani bir hamle ile hemen
bülbülün üzerine çullanıp tırnakları ile onu kavramış.
Bülbül bakmış ki
kurtulmanın yolu yok, yalvarmaya başlamış: "Minik bir kuşum ben, etim
budum nedir benim? Bir atmacanın karnını nasıl doyururum? Karnın açsa benden
ne istersin? Sen git de daha büyük kuşlar yakala atmaca kardeş." demiş.
Tabii atmaca bu
sözlere gülmüş ve demiş ki: "Sen beni aptal mı sandın? Bu fırsatı kaçırır
mıyım hiç? Elime geçirmişim
bir kere seni, sen varken neden aç kalayım ki?" demiş.
Atmaca böyle söyleyip
bülbülü bir lokmada yemiş bitirmiş. Ama aradan kısa bir süre geçtikten sonra
karnı yine acıkmış. Sonra da içini bir hüzün kapfamış ve pişman olmuş. Hem
kendi karnını doyuramamış hem de koca ormanı bu güzel bülbülün tatlı sesiyle
söylediği şarkılardan mahrum bırakmış. Siz de bu atmaca gibi pişman olmak
istemiyorsanız böylesine basit fırsatçılıklardan uzak durun.
Arkadaşlarına çok
düşkün olan kırlangıç uzun zamandır görmediği dostu olan uçsuz bucaksız
ormanlardaki en güzel sesli bülbülü uzun aramalardan sonra bulmuş ve ona demiş
ki: "Bak, ben insanların yaşadığı evlerin çatılarına yuvamı kuruyor ve
orada yaşıyorum. Sen neden geliniyorsun? Orası daha sıcak ve daha güvenlidir."
Çok eski bir zamanda
kırlangıcın yaşadığı yerde yaşarken yuvası yıkılıp yavruları öldürülen bülbül
bir anda derinlere dalarak kederlenmiş ve kırlangıca demiş ki: "Eski
dertlerimi bana hatırlatıp beni üzme, Rahat bırak beni. Bu ıssız ve ücra
yerlerde yaşayıp eski kötü anlarımdan uzak kalmak istiyorum." demiş.
Kırlangıç da
arkadaşının bu düşüncesine saygı gösterip vedalaşarak oracıktan uzaklaşmış.
Bülbülün özgürce şakıması için ormanların ona daha uygun bir yer olacağını
düşünmüş.
Evet, bir kimseyi
başına gelen kötü olaylar onu bir kere kalbinden yaraladıktan sonra, o kimse
artık gönlünde yara açmış o yerden de kaçmak ister.
Atina şehrinde yaşayan
fakir bir adamın başka bir Atinalıya borcu varmış, Alacaklı adam kapısına gelip
dayanmış ve borçlunun yakasına yapışmış. "Söyle bakalım ne zaman
ödeyeceksin borcunu?" demiş. Zavallı adam: "Şimdi sıkıntılarım var,
yalvarıyorum sana. Ne olur bırak yakamı, sonra öderim borcumu!" diye
yalvarmışsa da faydası olmamış ve
inat eden alacaklıyı bir türlü razı edememiş. Çaresiz kalmış ve elinde bulunan
bir tanecik koyununu getirmiş. Sonra da alacaklı adamın önünde satılığa çıkarmış.
Birlikte iyi bir müşteri beklemeye başlamışlar,
İyi beslenmeyen ve bu
sebeple oldukça zayıf görünen hayvanı bir türlü kimsecikler almaya
yanaşmıyor-muş. Sonunda satılık koyuna bir alıcı çıkmış: "Bak bunu
alacağım ama, bari doğurgan mıdır bu çelimsiz hayvan?" diye sormuş.
Borçlu: "Çok
doğurur nnu ne demek? Hem de her sene çifter çifter doğurur. Alıcının
şaşırdığını görünce bu sefer alacaklı söze karışmış: "Neden şaşırıyorsun?
Hele bir bahar gelsin, görürsün, bu koyun sana ikiz değil üçüz kuzular bile
verecek...!" demiş.
İnsanlar böyledir.
Kendi işlerinin olması için olmadık sözler verirler ve bir torba yalan
söyleyerek başkalarını kandırmaya çalışırlar. Üstelik yemin bile ederler.
Halbuki yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Önce işleri düzgün gider gibi
olur ama ya sonra... Sonra ilk başta elde ettiklerinden daha büyük zararlar
görürler.
Çin'de Chen Li adında
bir delikanlı yaşıyormuş. Koyunlara ve İneklere bakarak hayatını
kazanıyorrnuş. O fakir bir çobanmış, Chen, ineklerden birini çok seviyor-muş.
Çünkü bu inek sihirliymiş, Delikanlı, nereye giderse gitsin, bu ineği de
yanında götürüyormuş.
Çoban, hayatta
yapayalnızmış. Bir gün:
— Bari kendime bir eş
bulup evleneyim, demiş.
Fakat kimseyi
tanımıyormuş. Bu yüzden yanına sihirli ineğini alarak yola çıkmış. İnek çobanı
epey dolaştırdıktan sonra nihayet güzel bir nehrin kıyısına getirmiş. Bu
nehrin üzerinde bir köprü varmış.
Köprünün adı, yedi güzel kız köprüsüymüş.
İnek:
— Şu gördüğün kızlar,
mutfak tanrısının yedi kızıdır,
Zavallı Chen Li, çok
korkmuş. Çünkü Çinliler, Mutfak Tanrısı'nın çok güçlü bir Tanrı olduğuna
inanıyorlarmış.
Sihirli inek, onun
korktuğunu anlayarak;
— Bu kadar çekinecek bir şey yok, Mutfak
Tanrısı, kızlarını dünyaya göndermiş, Onların insanlar gibi dünyada yaşamalarını
uygun görmüş, demiş.
Bunu duyan Chen Li'nin
korkusu geçmiş. Eliyle kızların en gencini işaret etmiş,
— İçlerinde en güzeli şu kız, O kim? Sihirli
inek:
— Yedi kardeşin en
küçüğü. Ona Dokuyucu Kız derler, Çünkü bütün Tanrıların elbiselerini o dokur,
demiş,
Fakir çoban, heyecanla
yine sormuş:
— Peki, Dokuyucu Kız'ia nasıl evlenebilirim?
Sihirli inek, bilgiç bir tavırla kafasını sallamış.
— Onunla evlenmek kolay. Şimdi beni dikkatle
dinle, Sana plânımı anlatacağım,
Chen Li, ineği
dikkatle dinlemiş. Sonra usulca nehre yaklaşmış. Dokuyucu Kız'ın kıyıda duran
elbiselerini çalmış.
Yedi kardeş, biraz
sonra nehirden çıkmışlar, Hepsi de giyinmeye başlamış, Fakat zavallı küçük
kardeşleri kendi elbisesini buiamamış. Sonra Chen Li'nin elindeki elbiseyi görerek
bağırmış. Ablaları, çobandan korkarak kaçmışlar.
Dokuyucu Kız, genç
çobana yaklaşarak elbiselerini istemiş.
— Lütfen elbisemi ver,
diye yalvarmış. Eğer elbisemi verirsen senin yemeklerini pişirir, evini
temizlerim.
Bunun üzerine Chen Li,
kızın elbisesini vermiş. Dokuyucu Kız, sözünü tutarak genç çobanla evlenmiş.
Onun yemeklerini pişirip, evini temizlemeye başlamış. İki genç çok mutluymuş,
Chen Li,
karşılaştıkları nehrin hemen yakınına bir kulübe yapmış, Her gün, akşama kadar
tarlada çalışıyormuş. Dokuyucu Kız da ev işlerini yapıyormuş. Çok
mutluymuşlar,
Belki de fazla
mutluymuşlar, Bu yüzden çoban inekleriyle ilgilenmiyormuş artık, Onları başı
boş bırakıyor ve inekler istedikleri yere gidiyorlarmış. Dokuyucu Kız da
Tanrılara elbise yapmayı unutmuş.
Fakat bu durum böyle
süremezmiş, Aradan üç yıl geçmiş. Bir gün, Gökyüzünün Kraliçesi çok öfkelenmiş.
Çünkü yeni elbiseler giyemiyormuş, Hep eski elbiselerini giyiyormuş. Kraliçe,
hizmetçilerini yanına çağırarak:
— Yeryüzüne ineceksiniz! Dokuyucu Kız'ı bulacaksınız!
Hemen bana yeni elbiseler dokumaya başlasın! diye emretmiş.
Hizmetçiler, hemen
dünyaya inip Dokuyucu Kız'ı bulmuşlar. Ona kraliçenin emrini bildirmişler.
Zavallı Dokuyucu kız, eşi Chen Li'den ayrılması gerektiğini anlayarak ağlamaya
başlamış.
Sonra babası Mutfak
Tanrısı'na gidip,
— Ne olur dünyada kalayım! diye yalvarmış. Chen
Li'den ayrılmak istemiyorum.
Fakat Mutfak Tanrısı,
kızının yalvarmasına aldırmamış. Hiddetle homurdanmış;
— Olmaz! Her şeyden
önce görevini düşünmelisin!
Dokuyucu Kız, durmadan
ağlayıp gözyaşı döküyor-muş. Bu durum karşısında Gökyüzünün Kraliçesi bile
üzülmüş. O da kızın babası ile konuşmuş,
Sonunda büyük Mutfak
Tanrısı:
— Chen Li ve Dokuyucu
Kız ancak yılda bir defa buluşabilirler, diye kararını vermiş. Yedinci ayın
yedinci gününde buluşacaklar. Fakat yılın diğer günleri birbirlerini
göremezler. Sadece yılda bir gün ilk karşılaştıkları yerde buluşmalarına izin
veriyorum, demiş.
Dokuyucu Kız, yılda
bir gün Güzel Kızlar Köprüsünü geçerek Chen Li'yi görmeye gitmiş.
Aradan yıllar geçmiş.
Chen Li, günün birinde oluvermiş, Mutfak Tanrısı, onun da diğer Tanrılarla
birlikte gökyüzünde yaşamasına izin vermiş. Fakat Gökyüzü Kraliçesi, Chen
Li'nin eşiyle birlikte oturmasına razı değilmiş. Çünkü, yine yeni elbise
giyemeyeceğini düşünüyormuş. Buna bir çare bulmuş.
Dokuyucu Kız,
gökyüzünde parlak bir yıldızda oturu-yormuş, Chen Li ise, onun tam karşısında,
başka bir yıldızda oturuyormuş. Gökyüzü Kraliçesi saçlarını tutan elmaslı
firketesini başından çıkarmış. Bununla, çobanın ve Dokuyucu Kızın oturdukları
yıldızların arasına bir çizgi çizivermiş.
Pırıl pırıl, yaldızlı
bir çizgi belirmiş gökyüzünde. Bu çizgi, milyonlarca küçük yıldızdan meydana
gelmişti sanki.
Bu gün biz, bu
yaldızlı çizgiye saman yolu diyoruz. Saman yolunun iki yanında da iki küçük
yıldız var, Dokuyucu Kız'la çoban bu yıldızlarda oturup birbirlerine bakıyorlar.
Samanyoluna rağmen birbirlerini görebiliyorlar. Fakat onlar ancak yılda bir
defa buluşabiliyorlar. Yedinci ayın yedinci gecesinde, dünyadaki bütün kuşlar
havalanıp gökyüzüne çıkarlar, Onlar Samanyolunun üstünde bir köprü kurarlar.
Dokuyucu Kız, kuşlardan yapılmış bu köprünün üstünden koşarak geçip eşi Chen
Li'yi görmeye gider.
Eğer o gece hava
bulutluysa kuşlar köprüyü kuramazlar. O zaman Dokuyucu Kız da çoban da
ağlamaya başlarlar. Gözyaşları
yağmur olarak dünyaya düşer,
O gece bir ağacın
altında oturanlar. Dokuyucu Kızla Chen Li'nin ağladığını duyabilirler, Sonra
kızla çoban bir yıl daha beklemek için kendi yıldızlarına dönerler,
Yaşlı bir adamın yedi
oğlu varmış. Adam, oğullarıyla beraber büyük bir denizin yanındaki yüksek bir
dağın eteğinde oturuyormuş. En büyük oğluna Kuvvetii adını vermiş. İkinci
oğlunun ismi ise Rüzgâr'mış. Üçüncü oğlu çok sertmiş. Onun için kendisine Demir
adını koymuş, Hatta ona Demir Adam da diyorlarmış, Dördüncü çocuğunun ismi
Soğuk El, beşinci oğlunun adı Uzun Bacak, altıncısının ismi Büyük Ayak ve
yedincisinin adı da Koca Ağız'mış.
Bir gün, en küçük oğul
Koca Ağız, babasının çok üzgün olduğunu görmüş.
— Neyin var babacığım? diye sormuş, Çok üzgünsün,
ne oldu?
Babası içini çekerek
cevap vermiş:
— Hepiniz kocaman
oldunuz! Sizleri doyuracak yiyeceği bulmak zorlaştı. Bir tarafımızda dağ var.
Öbür tarafımızda ise deniz, Yiyeceğimizi yetiştirecek topraklarımız yok, Başka
toprak bulmamız da imkânsız!
Bunun üzerine Koca
Ağız, ağabeylerini bir araya toplamış,
— Büyük bir tarla yapmamız lâzım. Bu tarlaya
mısır ekmeliyiz, demiş,
Bu sözleri duyan
gençler hemen harekete geçmişler. Bir gün içinde dağı, denizin içine itip
ortaya büyük bir toprak parçası çıkarmışlar. Toprak ne çok sert, ne de çok
yumuşakmış. Üstelik ne çok kuru, ne de çok ıslakmış,
Kardeşler, hemen
toprağa mısır ekmişler, Kısa zaman sonra da hepsini doyuracak kadar
yiyecekleri olmuş. Rahat ve mutlu bir hayatları olmuş.
O sırada Çin'i bir
imparator yönetiyormuş, İmparator, yedi kardeşin meydana çıkardığı toprağı
duymuş, Görenler, ona:
— Çok verimli bir
toprak bu. Ne çok sert, ne de çok yumuşak. Üstelik ne fazla kuru, ne de fazla
ıslak, demişler,
İmparator, hemen
kararını vermiş:
— O toprağı satın
alacağım, demiş.
Adamlarına emir verip
bir mektup yazdırmış. Mektubu ihtiyar adama göndermiş.
İhtiyar adam, üzüntü
içinde:
— Ama ben toprağımı satmak istemiyorum, demiş.
Şimdi ne yapacağım ben?
Yedi oğlu, hep bir
ağızdan cevap vermişler.
— Şehre gideceğiz! İmparatora toprağımızı
elimizden almaması için yalvaracağız!
Yedi kardeş, doğru
şehrin yolunu tutmuşlar. Fakat şehre yaklaştıklarında askerler onları görmüş.
Hepsi birden bağırmışlar.
— Aman bu yedi iri yarı adamdan korktuk! Şehrin
kapılarını kapatın!
Böylece şehrin
kapıları yedi kardeşin yüzüne kapatılmış.
Kuvvetli:
— Kapıları açın! Biz İmparatorla konuşmak için
geldik! demiş.
Fakat, ses seda
çıkmamış. Kuvvetli, haykırmış:
— Kapıları açın! Açın kapıları!
Ama ona cevap veren
olmamış. Bunun üzerine Kuvvetli, fena halde öfkelenmiş. Tek eliyle bütün
kapıları tutup yere devirmiş. Yedi kardeş, büyük şehrin göbeğine kadar
gitmişler. İmparatorun sarayı oradaymış. Sarayın sağlam, tahtadan yapılmış
kalın bir kapısı varmış.
Rüzgâr adındaki ikinci
kardeş;
— Biz imparatorla konuşmaya geldik! Lütfen
kapıyı açın! diye bağırmış.
Fakat kapıdaki
nöbetçi, açmamış:
— Kim oluyorsun sen?
Ne cesaretle imparatorun kapısına geliyorsun! İmparatorumuz insanların en
büyüğü, en ulusudur. Sen onunla konuşamazsın! Haydi git! demiş.
Rüzgâr:
— Kapıyı aç! diye
tekrarlamış. Yoksa bir üfleyişte kapıyı uçururum!
Nöbetçi haykırmış:
— Defol! Yoksa seni öldürürüm!
Rüzgâr, üflemeye
başlamış, Üflemiş, üflemiş ve kapıyı uçurmuş.
Sonra yedi kardeş
imparatorun sarayına girmiş. Demir Adam adındaki üçüncü kardeş,
— İmparatorla ben konuşmalıyım, demiş.
Demir adam,
imparatorun tahtına doğru giderken askerler, kılıçlarını çekmişler.
İmparator hemen emir
vermiş:
— Kesin şunun kafasını!
Fakat keskin kılıçlar
hiçbir işe yaramamış, Kılıçlar, Demir Adam'a değer değmez kırılıyormuş.
Bunun üzerine
imparator:
— Askerlerim bu
adamları durduramayacak, Kılıçları bir işe yaramıyor. Bu adamları durduracak
başka bir yol düşünmeliyim!
İmparator, adamlarına
emir vermiş;
— Ateşten toplar
yapın!
Askerler hemen ateşten
toplar hazırlamışlar. İmparator:
— Sarayın damına çıkın! diye emretmiş. Bu
ateşten topları yuvarlayıp, o adamların başına atın!
Dördüncü kardeş Soğuk
El, ateşten topiarı görmüş ve diğerlerine:
— Sakın korkmayın, demiş, Sonra gidip
merdivenin dibinde durmuş. Atılan her ateş topunu yakalamış.
Soğuk El:
— Ateşiniz çok az! Ben
hâlâ ısınamadım. Üşüyorum! demiş.
Sonra ateş toplarını,
imparatorun askerlerinin üstüne atmış.
İmparator, bu duruma
çok öfkelenmiş. Sarayda bir aşağı bir yukarı koşarak, herkese saçma sapan
emirler vermeye başlamış. Bazı askerlerine:
— Onları denize atın! diye emretmiş.
Fakat beşinci kardeş
Uzun Bacak, söylenileni duymuş. Hemen İmparatora cevap vermiş:
— Beni denize atmanıza gerek yok. Çünkü ben,
kendi başıma denize girebilirim. Hem bu
çok hoşuma gider.
Genç, iki adımda deniz
kenarına varıp suya girmiş. Denizin ortasına doğru açılmış. Fakat su ancak
ayaklarına kadar geliyormuş.
Uzun Bacak:
— Bu deniz benim için hiç de derin değil! diye
bağırmış. Sonra eliyle balıkları yakalayıp karaya atmaya başlamış.
Diğer kardeşler hâlâ
sarayda bekliyorlarmış. Uzun Bacağı, bir hayli beklemişler.
Nihayet altıncı kardeş
Büyük Ayak dayanamamış.
— Gidip bakayım. Uzun Bacak nerede kaldı? diyerek
bir adımda denizin kıyısına inmiş,
Kardeşini görünce de:
— Neden balık tutmakla vakit kaybediyorsun?
diye çıkışmış. Daha işimizi bitirmedik!
O sırada Koca Ağız da
sahile inmiş. Uzun Bacak ve Büyük Ayağı çağırmış.
— Boşuna vakit kaybediyoruz! İmparatorla nasıl
konuşuruz? Zaten imparatorla konuşmanın da bir faydası yok. O istediğimizi
yapmayacaktır, Adamlarını yollayıp babamızı öldürtecektir. Çünkü imparator kötü
bir insan, demiş.
O zaman altı kardeş
birden:
— Öyleyse ne yapacağız? diye sormuşlar. Koca
Ağız, kardeşlerine bakmış:
— Siz burada bekleyin. Ne yapacağımı göreceksiniz,
demiş.
Sonra Koca Ağız,
denizin bütün suyunu içivermiş. Koşarak saraya dönmüş, Ağzını açar açmaz sular
sarayı basmış. İmparator da boğulmuş. Böylece imparatorun oğlu tahta çıkmış,
Yeni imparator:
— Babam kötü bir insandı, demiş. Bir imparator,
vatandaşlarının topraklarına göz dikmemelidir, Toprağınız sizde kalsın. Sizler
cesur insanlarsınız. Savaş olduğu zaman gelip askerlerime yardım etmelisiniz,
demiş.
Çin'de Liu Yee adında
çok fakir bir genç yaşıyormuş. Bu delikanlı, parasız olmasına rağmen çok
çalış-kanmış. Yıllarca çalışıp, hazırlandıktan sonra şehre gitmiş. Fakat
şehirde yaşamayı bir türlü başaramamış. Delikanlı, buna çok üzülmüş, Çaresiz,
evinin yolunu tutmuş.
Eve dönerken, küçük
bir tepede koyunları otlatan bir kız görmüş. Yaklaşınca kızın ağladığını fark
etmiş.
Liu:
— Neden böyle üzgünsün? diye sormuş. Kız, içini
çekmiş:
— Ben Tung Ting Gölündeki Ejderha Kral'ın
kızıyım. Babam beni birkaç yıl önce Ching Nehrindeki Ejderha Kralla evlendirdi,
Fakat Kralın hizmetçileri, hakkımda birçok yalan uydurmuşlar. Kral da onlara
inandı, Beni dövüp bu koyun
sürülerine bakmam için buraya yolladı. Yıllardır bu koyunları otlatıyorum,
demiş.
Liu, koyunların diğer
koyunlara benzemediğini fark etmiş.
Hayretle:
— Bu koyunlar diğerlerine hiç benzemiyorlar!
Nedir bunlar? demiş.
Kız, cevap vermiş:
— Bunlara yağmur koyunları denir. Nehirdeki
Ejderha Kral yağmur yağdırmak istediği zaman bu koyunları kullanır,
Çin'de sadece
ejderhalar yağmur yağdırabiliyor-muş, Onun için üu, kızın doğru söylediğine
karar vermiş. O, Ejderha Kral'ın kızıymış,
Kız, gözlerini
silerek:
— Bir mektup versem,
babama götürür müsün? demiş.
Delikanlı, merakla
sormuş:
— İyi ama ben babanı nereden bulabilirim?
— Tung Ting Gölü'nün
kuzey tarafında ulu bir ağaç vardır. Ağaca üç defa vurursan bir nöbetçi çıkıp
seni babama götürür.
Liu, kızın verdiği
mektubu alıp, yola koyulmuş.
Delikanlı, Tung Ting
Gölü'nün kuzey tarafına gelince etrafına bakınmış, Biraz ileride ulu ağacı
görmüş. Kızın tarif ettiği gibi ağaca üç defa vurunca bir asker ortaya
çıkmış. Ejderha Kral'ın muhafızıymış,
Asker:
— Gel benimle, demiş.
Sonra bir kolunu havaya kaldırmış, Gölün suları, aniden ikiye ayrılmış ve tam
ortada bir yol belirmiş. Asker, Liu'yu bu yoldan geçirmiş.
Liu, aşağıya inmiş,
inmiş. Tam gölün dibinde çok güzel bir saray varmış. Sarayın damı altındanmış.
Bütün duvarlar değerii mücevherlerle doluymuş, Liu, yaklaşınca sarayın büyük
kapısı kendiliğinden açılıvermiş. Genç adam, kendini büyük bir salonda bulmuş.
Salonun diğer ucunda, tahtta Ejderha Kral oturuyormuş, İki yanı, adamları ile
çevriliymiş. Adamlardan biri öne çıkıp:
— Ejderha Kral, buraya
neden geldiğini soruyor, demiş.
Liu, çok korkmuş ama
yine de cevap vermiş:
— Krala kızından bir mektup getirdim. Başka bir
adam:
— Mektubu krala ver, diye emretmiş,
Liu, korktuğunu belli
etmek istemiyormuş, Onun için sormuş:
— Ejderha Kral konuşamıyor mu?
Kralın bütün adamları
bir ağızdan:
— Ejderha Kral senin gibi
adamlarla konuşmak istemez, diye çıkışmışlar. O sadece kendisi gibi krallarla
konuşur.
Liu, yaklaşıp mektubu
krala vermiş. Kral, okurken dikkatle onu süzmüş. Kral, kızının mutsuzluğunu
öğrenince . çok üzülmüş, Yüzünden anlaşılıyormuş bu. Kral, askerlerini
çağırarak:
— Hemen Ching Nehri'ne gidin! diye haykırmış.
Kızımı kurtarın!
Sonra Ejderha Kral,
delikanlıya dönmüş.
— Bana bu mektubu getirdiğin için sana teşekkür
ederim, Evine dönmeden önce sarayımda biraz dinlen. Daha önünde uzun bir yol
var, demiş,
Liu'yu güzel bir odaya
götürmüşler. Delikanlı hemen yatıp uyumuş, Fakat tam güneş batarken bir gürültü
duyarak yataktan fırlamış. O sırada bir hizmetçi kapıyı açıp içeriye girmiş.
Ejderha Kral'ın onu görmek istediğini söylemiş.
Liu, hizmetçinin peşinden
salona gitmiş, Ejderha Kral, tahtında oturuyormuş. Güzel kızı da yanındaymış.
Kız, Lui'yu görür görmez koşmuş, ona teşekkür etmiş, Sonra babasına dönerek:
— Beni kurtardığı için
bu gence bir ödül vermelisin, demiş.
Kral:
— Doğru, doğru söylüyorsun. Ona çok kıymetli
bir ödül vermeliyim. Kral, düşünmeye
başiamış. Salonda çıt çıkmıyormuş. Nihayet Ejderha Kral başını
kaldırmış.
— Bize çok yardım ettin genç adam. Sana değerli
mücevherler, altınlar verebilirim,
Fakat ben daha da
kıymetli bir şey düşündüm. Ordum kötü kalpli Ejderha Kral'ı öldürdü. Yani
Ching Nehrinin Ejderha Kral'ı öldü. Onun için artık kızımla evlenebilirsin.
Lui, bu sözlere çok
şaşırmış. Kız hakikaten çok güzelmiş, Fakat Liu, bir Ejderha Kral'ın kızıyla
evlenmek istemiyormuş. Kıza baktığında, kız:
— Senin eşin olmak
beni mutlu eder, demiş.
Fakat Liu, onun
sözlerini dinlememiş bile. Koşarak saraydan kaçmış.
Aradan birkaç yıl
geçmiş. Liu, kendi kasabasında bir kızla evlenmeye karar vermiş. Fakat daha
düğün yapılmadan kız ölmüş. Liu, tekrar evlenmek istemiş. Fakat ikinci eşi, de
düğün günü ölmüş. Genç adam, çok üzülmüş. Çünkü, çocukları çok seviyormuş.
Fakat hiç çocuğu yokmuş.
Bir süre sonra, Liu
üçüncü defa evlenmiş, Ama, bu eşi ölmemiş, bir de güzel oğulları olmuş, Liu,
eşini çok seviyormuş, Çünkü hem güzel, hem iyi kalpli, hem de
nazik bir kadınmış.
Bir gün Liu, çocuğunu
kucağına aldığı sırada eşi:
— Mutlu olmana çok
seviniyorum Liu. Bana yaptığın iyiliği unutmadım, Bunun karşılığını vermem
gerekiyordu, demiş.
Liu, hayretle eşine bakmış.
— Ne demek istiyorsun? Eşi hafifçe gülerek:
— Beni tanımadın mı? Ben Ejderha Kral'ın
kızıyım, demiş,
Bir kadın, üç
çocuğuyla beraber ormanın kenarında küçük bir evde yaşıyormuş, Çocuklarının
adları Seng, Tou ve Po Ki'ymiş. Çocukların en büyüğü Seng'miş. Küçük kız
kardeşleriyle o ilgilenirmiş.
Bir gün anneleri:
— Ormanın diğer tarafında oturan büyükannenizi
görmeye gideceğim, demiş, Ancak yarın sabah dönebilirim,
Kadıncağız, evin işini
bitirmiş. Gitmeden önce büyük kızına tembih etmiş.
— Kardeşlerine dikkat et Seng. Evden
uzakiaşmayın ve içeriye de kimseyi
almayın, demiş. Tou ve Po Ki, bir ağızdan:
— Bize güzel hediyeler getir anneciğim! diye
bağırmışlar,
O sırada yaşlı bir
kurt, kadının evden ayrıldığını görmüş. Hava kararınca kurt, evin kapısına
yaklaşmış. Büyükannelerinin taklidini yaparak onlara seslenmiş.
Çocuklar:
— Kim o? diye sormuşlar, Kurt, cevap vermiş:
— Zavallı yaşiı
büyükannenize kapıyı açın! Seng:
— Fakat annem seni görmeye gitti, diye atılmış.
Kurt, hemen bir kurnazlık düşünmüş.
— Ben arka yoldan geldim. Anneniz ön yoldan gitmiş
olmalı. Bu yüzden birbirimizi göremedik demek,
Fakat Seng, kurdun
sözlerine inanmamış ve:
— Büyükanne, sesin çok tuhaf çıkıyor! demiş.
Fakat o sırada küçük
kardeşleri koşup kapıyı açmış. Kurt hemen içeriye dalıp, kandili üflemiş.
Böylece ışığı söndürüp çocuklardan yüzünü saklamış.
Seng, büyükannesine
oturması için bir iskemle vermiş.
— Büyükanneciğim, neden ışığı söndürdün?
Kurt cevap vermemiş.
Kendi kuyruğunun üstüne oturunca can acısıyla bağırmış, Üç çocuk birden:
— Ne oldu büyükanne? diye sormuşlar, Kurt, yine
bir yalan uydurmuş.
— Sırtımı çarptım sevgili torunlarım. Onun için
şu sepetin üstüne oturmak istiyorum, demiş,
Kurt, gidip iskemlenin
yanındaki sepetin üstüne oturmuş, Kuyruğunu da sepetin içine saklamış. Kurdun
kuyruğu sepetin dibine çarpınca tuhaf bir ses çıkmış,
Seng:
— O ses de neydi?
demiş. Sinsi kurt:
— Annenize getirdiğim tavuğun sesi çocuklar, demiş,
Seng, onun büyükannesi
olduğuna inanmamış. Çok korkuyprmuş. Hem annesi, kardeşlerini ona emanet etmişti,
Kurtulmak için bir plan hazırlamış,
Kurda sormuş:
— Fındık sever misin sevgili büyükanneciğim?
— Nasıl bir fındık? diye sormuş.
Kurt sinsi olduğu
kadar, meraklıymış da,.. Seng:
— Sihirli fındık tabii. Çok da lezzetliler.
Üstelik bu fındıkları yiyenler birer peri oluyorlar, Bu yüzden de ölmüyorlar,
Sonsuza kadar yaşıyorlar.
Kurt dayanamamış:
— Bu fındıklar küçük çocuklardan daha da mı lezzetli?
Seng, korktuğunu belli
etmemeye çalışarak:
— Evimizin hemen yakınında bir fındık ağacı
var. İstersen ağaca tırmanıp sana biraz sihirli fındık toplayalım, demiş.
Kurt, sevinçle kabul
etmiş, Seng, hemen kardeşlerini alıp evden dışarıya fırlamış. Kapıyı kapar
kapamaz kız
kardeşlerine:
— Gelen bizim büyükannemiz değil! diye
fısıldamış, Aslında ihtiyar bir kurt o. Büyükannemizmiş gibi davranıyor.
Küçük kızlar,
korkuyla:
— Peki şimdi ne yapacağız? demişler, Seng:
— Bir çare düşündüm, demiş. Sonra kardeşleriyle
beraber en yakındaki ağaca çıkmış. En üstteki dallara
tırmanıp, oturmuşlar.
Kurt beklemiş,
beklemiş. Fakat çocuklar bir türlü dönmemişler. Sabrı taşan kurt, onları
aramaya çıkmış. Etrafına bakınırken Seng:
— Biz buradayız büyükanneciğim! diye seslenmiş.
— Neredesiniz?
— Fındık ağacındayız. Ah, fındıklar öyle
lezzetli ki. Kurt hemen:
— Biraz fındık toplayıp, bana da getirin! diye
emretmiş.
Fakat Seng:
— Bunlar sihirli fındıklar büyükanne. Ağaçtan
inince hepsinin şekli değişiyor. Eğer
fındık yemek istiyorsan ağaca tırmanman gerekli.
Kurt, şaşkınlık içinde
ağacın etrafında dolaşmaya başlamış. Nasıl tırmanacağını bilemiyormuş.
— Ben ağaca tırmanamıyorum. Sırtım ağrıyor. Hemen
oradan inin bakayım!
Seng:
— Dur büyükanne! Aklıma bir şey geldi. Eve git!
Büyük bir sepet ve uzun bir ip getir. O zaman seni ağacın tepesine
çıkarabiliriz,
Kurt, aceleyle eve
dönmüş. Bulabildiği en büyük sepetle, en uzun ipi alıp çıkmış. Uzun ipi
yakalamaları için havaya fırlatmış, İpin diğer ucunu da sepetin sapına
bağlamış. Kendisi de sepete girip oturmuş.
— Haydi! Beni yukarıya çekin! demiş.
Seng, hemen ipe
asılmış, Çekmiş, çekmiş,.. Sepet yerden biraz yükselince kız, ipi bırakmış.
Kurt hızla yere çarpmış.
Seng:
— Pek kuvvetli değilim büyükanne! diye
bağırmış, Bir yerin acımadı ya?
Kurt, başını yere
vurmuş. Onun için fena halde cant yanıyormuş. Fakat hâlâ sihirli fındıkları
aklından çıkara-mıyormuş. Öfkeyle bağırmış:
— Budala kız. Kardeşlerinden biri ipi çekmene
yardım etsin!
Bunun üzerine Seng ve
Tou birlikte ipi çekmeye başlamışlar. Sepeti daha yükseğe çekmişler. Fakat, tekrar
yere düşüvermiş.
— İp parmaklarımızın arasından kaydı büyükanne!
Canın fazla yanmadı ya?
Kurt yere şiddetle
çarpmış. Bu yüzden de bir bacağı kırılmış. Fakat o hâlâ sihirli fındıklardan
yemek istiyormuş.
Hiddetli bir sesle:
— Üçünüz birden beni yukarıya çekin! diye haykırmış. Artık sesi ihtiyar bir
kadınınkine benzemiyormuş. Bir kurt sesiymiş.
Po Ki, yukarıdan
seslenmiş:
— Üzülme büyükanne, Ben de yardım edeceğim.
Ağacın tepesine çıktığın zaman sihirli fındıklardan yersin. O zaman bütün
acıların geçer!
Kurt, öfkeli öfkeli:
— Çok dikkatli olun! diye gürlemiş. Eğer sepet
bir daha düşerse hepinizi birden yerim!
Çocuklar, sepeti
çekmeye başlamışlar. Bu sefer iyice yükseğe çekmişler. Sepet ağacın üst
dallarına kadar gelmiş. Kurt, fındıkları yemek için ağzını açtığı sırada çocuklar
ipi bırakmışlar. Kötü kurt, hızla yere düşüp, ölmüş. Ertesi sabah, anneleri eve
dönmüş. Seng, ona kurdun ziyaretini anlatmış. Seng, sihirli fındıklardan
bahsederken hepsi katıla katıla gülmüşler.
Zamanın birinde Çin'de
Ah Fang adında bir balıkçı yaşarmış. Çok fakirmiş. Fakat, herkes onun çok iyi
kalpli olduğunu biliyormuş. Bir gün balıkçı, başında kocaman beyaz bir benek
olan bir kaplumbağa yakalamış. Ama kaplumbağa o kadar üzgün gözüküyormuş ki.
Fang onu yemeye kıyamamış. Kaplumbağayı usulca nehrin kıyısındaki otların
arasına bırakmış. Kaplumbağa ağır ağır kımıldayıp, yürümeye başlamış. Biraz
sonra da gözden kaybolmuş.
Aradan birkaç yıl
geçmiş, Fang, dar bir patikadan bir tepeye çıkıyormuş. Arkasından gelen bazı
insanlar görmüş, Zengin bir adam, etrafında hizmetkarlarıyla geliyormuş,
Zengin adam, o kadar şişmanmış ki, yürürken vücudu bir kaplumbağanınki gibi bir
sağa, bir sola sallanıyormuş.
Zengin adam;
— Yolumdan çekil! diye
haykırmış. Defol!
Fang, aslında yumuşak
başlı bir insanmış. Fakat zen-adamın bu kaba sözlerini duyunca hiddetlenmiş.
V'erinden
kımıldamamış. Zengin, yanındaki uşaklara
emir vermiş:
— Şu adamı yolumdan
çekin!
Uşaklar, Fang'ın
üstüne yürümüşler, Fakat fakir balıklı:
— Siz altı kişisiniz! Ama yine de sizinle
dövüşebilirim, fang adını ömrünüz boyunca hatırlarsınız, diye bağır-hrtiş.
Zengin adam, Fang
ismini duyunca hemen uşaklarıma durmalarını söylemiş. Daha nazik bir sesle:
— Demek sen Fang'sın? demiş. Yaptıkların için,
sana teşekkür etmek isterim. Haydi benimle evime gel, Birlikte yemek yiyelim,
Fank, bu sözleri
duyunca çok şaşırmış. Bu yüzden de ^>ir şey söyleyememiş. Adamın peşinden
yürümüş. Birlikte tepeye çıkmışlar, Orada saray gibi bir ev varmış.
Adam, Fang'ı içeriye
davet etmiş. Büyük bir ziyafet Sofrasına oturmuşlar, Anlatmaya başlamış:
— Ben Tau Nehri'nin Prensiyim. Sana olan
borcumu ödemek istiyorum.
Zengin adam,
birdenbire Fang'ın sağ koluna eliyle vurmuş, Balıkçı, yemekten sonra saraydan
ayrılmış. Yolda giderken sağ kolundaki işareti görmüş, Adamın vurduğu yerde,
başında beyaz bir benek olan bir kaplumbağa resmi varmış.
Fang, yolda bir
mücevher bulmuş, Toprağa yarı yarıya gömülmüş haldeymiş, Fakir balıkçı, eğilip
yeri kazmış ve mücevheri çıkarmış. Elinde mücevherle yürürken, yerdeki paralar
dikkatini çekmiş. Bunların birazı taşların arasına sıkışmış. Fang, çömelip
taşları kaldırmış. O zaman taşların altının para dolu olduğunu görmüş. Fang,
paralan toplamış, Mücevherleri de alarak nehrin kenarındaki büyük eve gitmiş.
Bu paralarla kıymetli taşı ev sahibine verip, bu evi satın almış,
Balıkçı, bu büyük evde
yaşamaya başlamış. Bir gün, evde dolaşırken mutfakta birkaç gümüş para bulmuş.
Taşları kaldırınca çuvallar dolusu gümüşle karşılaşmış. Fang, artık çok zengin
bir insan olmuş.
Fang, büyük bir evde
oturuyor ve rahat bir hayat sürüyormuş. Yine bir gün, bahçede dolaşırken yerde
bir ayna görmüş. Ayna çamurlara bulaşmış. Fang, yeri kazmaya başlamış, Fakat
ayna sandığından çok daha derindeymiş. Sabahtan akşama kadar yeri kazmış. Güneş
batarken, aynayı çıkartabilmiş. Bu eski aynanın altından yapılmış, çok süslü
bir çerçevesi varmış. Eski çağlardan kalmış olduğu belliymiş, Fang, bu zarif
aynayı çok beğenmiş. Alıp evine
götürmüş. Yatağının başucundaki küçük masanın üstüne koymuş, Evinde birçok
güzel şey varmış. Fakat Fang, en çok bu aynayı seviyormuş, Her gece yatmadan
önce dikkatle aynayı silip temizliyormuş.
Bir gün, bir arkadaşı
Fang'a gelerek:
— Güzel bir prenses bu
civarda gezmeye çıkmış! Senin evinin yanındaki tepelerde dolaşacakmış, demiş.
Fang, Prensesin
güzelliğini duymuş, Onu görmeyi çok istiyormuş. Kıymetli aynasını yanına alarak
yola çık- mış. Prensesin geçeceği yolda, büyük bir kayanın arkasına gizlenerek
beklemeye başlamış. Biraz sonra güzel Prenses, yanında arkadaşlarıyla yoldan
geçiyormuş.Fang'ın, gizlendiği kayanın önünde bir süre durmuşlar. Fang, hiç
sesini çıkarmadan kayanın arkasında beklemiş. Prensesi görebilmek için, aynayı
yola doğru tutmuş. Prensesin, aynaya vuran aksine bakmış. Genç kız, o kadar
güzelmiş ki, Fang hemen ona aşık olmuş,
Prenses, gidince Fang,
derin bir üzüntüye kapılmış. Aynayı yere bırakıp düşünmeye başlamış.
O gece, yatmadan önce
aynayı silmek için eline almış. Bir de ne görsün? Prensesin aksi, hâlâ aynada
değil mi? Günler geçiyormuş, Fang, hep aynadaki yüze bakıyormuş. Prensesi çok
sevmiş. Hatta sık sık aynayı alıp bahçeye çıkıyormuş. Sanki Prenses
karşısındaymış gibi aynadaki yüzle konuşuyormuş. Evdeki uşaklardan biri,
Fang'ın elinde aynayla
dolaşıp, konuştuğunu fark etmiş, Uşak, kendi kendine:
— Fang çıldırdı demiş.
Bu durumu her önüne gelene anlatmaya başlamış.
Böylece hikâye
imparatorun kulağına da gitmiş. İmparator Soo, güzel Prensesin babasıymış. Bu
durumu kendisine anlatan uşağına:
— O adam kim? diye sormuş.
— Fang adında biri, İmparator:
— Fang da kim? Bir Prens mi? Uşak:
— Haytr, imparatorum. Fang, Prens değildir.
İmparator:
— O adamı bana
getirin! diye emir vermiş.
İmparatorun uşağı,
Fang'ın evine gitmiş. Durumu bildirmiş.
— İmparatorumuz seni görmek istiyor. Benimle
gel!
Fang, çaresiz
imparatorun karşısına çıkmış. Çim imparatoru, onu görür görmez kaşlarını
çatarak:
— Bu adamın kafasını
yarın sabah kesin! diye emretmiş.
Ertesi sabah askerler
gelmiş, Fang'ı hapisten çıkarıp başını kesmek için götürmüşler, Prenses onu
götürdüklerini görmüş. Nasıl Prensesin hayali aynada kalmışsa Fan-gın yüzü de
Prensesin kalbine yerleşmiş.
Genç kız:
— Bırakın onu yaşasın! diye bağırmış. Onunla
evlenmek istiyorum.
İmparator, kızının bu
sözlerine çok kızmış.
— Fang ölecek! Onunla evlenmene asla izin veremem!
Güzel Prenses, bu
sözleri düyunca ağlamaya başlamış. Üzüntüyle:
— Fang, serbest bırakılana kadar yemek yemeyeceğim,
demiş. Hizmetçiler, ona yemek getirmişler, Fakat kız, hiçbirine el sürmemiş.
Aradan üç gün geçmiş.
Prenses, hiçbir şey yemiyor-muş. İmparator Soo, kızının hastalanmasına dayanamamış.
Sonunda Fang'ı serbest bırakmış ve kızına:
— İstiyorsan bu adamla
evlenebilirsin, demiş,
Fang evine dönmüş,
Sakladığı bütün servetini çıkarmış, İmparatorun sarayına döndüğü zaman yanında
yüz uşağı ve sayılmayacak kadar gümüş varmış,
İmparator, çok
şaşırmış, Fang'a teşekkür etmiş, Bütün ahbaplarını kızının düğününe davet
etmiş,
Fang ve güzel Prenses
evlenmişler. Sihirli aynayı da evlerine götürmüşler. Fang, aynayı görebileceği
güzel bir yere koymuş.
Aradan yıllar geçip
Prenses ihtiyarladıktan sonra bile aynadaki yüz genç kalmış. Düğünden birkaç
gün sonra bir ziyaretçi gelmiş, Fang ve Prensesi görmek istiyormuş, Fang, onun
kim olduğunu hatırlamaya çalışırken adam:
— Ben Tau Nehrinin Prensiyim, Eskiden sana
verdiğim bir şeyi almaya geldim, demiş.
Eliyle Fang'ın sağ
koluna dokunmuş.
— Artık seninle ödeştik. Ben de evime
dönebilirim,
demiş.
Adam, bu sözleri
söyler söylemez evden ayrılmış. Fang, sağ koluna bakmış. Kolundaki kaplumbağa
resmi yokmuş artık.
Fang, adamın kendisine
ne kadar iyilik etmiş olduğunu anlamış. Ona teşekkür etmek için, koşmuş.
Fakat, kimseler yokmuş, Sadece başında iri beyaz bir benek olan büyük bir
kaplumbağa görmüş. Kaplumbağa vücudunu iki yana sallayarak vuruyormuş, Ağır
ağır nehre doğru gitmiş.
Bir marangoz, bir
demirciyle karşılaşmış, Marangoz:
— Ben çok güzel şeyler yapıyorum. Dünyanın en
usta marangozu benim! diye övünmüş.
Demirci de ondan aşağı
kalmamış,
— Dünyanın en usta demircisi benim. Senin
yaptıklarından çok daha güzel şeyler yaratabilirim, demiş.
Marangoz:
— Hayır, yapamazsın, diye cevap vermiş.
İki adam, epey
tartıştıktan sonra kararlarını vermişler.
— En iyisi gidip imparatora soralım. Bakalım
hangimiz daha faydalı şeyler yapıyoruz?
İmparator çok akıllı
ve tecrübeliymiş, İki adamı da dinledikten sonra:
— İkiniz de evinize dönün! diye emretmiş. Bütün
ustalığınızı gösterin. Yaptıklarınızı on gün sonra bana getirin, O zaman
hanginizin daha usta olduğunu anlayacağım.
On gün sonra, iki adam
yine imparatorun karşısına çıkmışlar. Demirci, yanında bir balık getirmiş.
Demirden bir balıkmış bu.
İmparator;
— Güzel bir balık yapmışsın ama bu ne işe
yarar? demiş,
Demirci, gülümsemiş,
— Balığım, çok ağır
bir şeyi bir yerden başka yere taşıyabilir.
İmparator, gülmeye
başlamış.
— Demirden balığının yüzebileceğini sanıyorsan
yanılıyorsun, Budalalık bu!
Demirden balığı nehrin
kenarına götürmüşler, içine ağır bir yük koymuşlar. Suya bırakmışlar. Balık,
nehrin bir kıyısından öbür kıyısına kadar yüzmüş.
İmparator, hayretle:
— Sen çok usta bir
demircisin. Sarayımda çalışmanı istiyorum, demiş,
Sonra imparator,
marangoza dönmüş.
— Şimdi sıra sende! Maharetini göster bakalım,
demiş. Marangoz, imparatora tahta bir at göstermiş. At çok güzelmiş ve
gövdesinde bir sürü anahtar varmış. İmparator, dudak bükerek:
— Bu tahta at sadece bir oyuncak, demiş.
Bununla çocuklar oynayabilir ancak.
Marangoz:
— Sayın imparatorum,
bu at demir balıktan çok daha marifetlidir. Gövdesinde altı anahtar var. İlk
anahtarı çevirirseniz at uçar. İkinci anahtarı çevirirseniz daha da hızlı
uçar, Her anahtar onun hızını arttırır. Son anahtarı çevirirseniz at bir
kuştan bile hızlı uçar, Bu ata binip dünyayı dolaşabilirsiniz, demiş,
İmparatorun oğlu,
marangozun anlattıklarını duymuş ve:
— Ne olur babacığım, diye yalvarmış. İzin verin
de şu ata bineyim!
Fakat imparator, kabul
etmemiş,
— Olmaz! Atın uçup uçamadığını henüz
bilmiyoruz! demiş.
Fakat imparator,
oğlunu çok seviyormuş. Onun isteklerini daima yerine getirirmiş. Genç Prens,
çok ısrar edince dayanamamış, razı olmuş.
Prens, tahta ata
binince imparator:
— Çok yavaş git! diye seslenmiş. Sadece birinci
anahtarı çevir.
Prens, babasına el
sallayarak birinci anahtarı çevirmiş. At, havalanarak uçmaya başlamış. At gittikçe
yükselmiş, Sarayın bahçesindeki insanlar karınca kadar gözükmeye başlamış.
Hatta saray bile küçük bir oyuncak gibi duruyormuş. Prens, ikinci anahtarı da
çevirmiş. Sonra da üçüncüyü ve dördüncüyü. Nihayet bütün anahtarları
çevirmiş. At havada bir kuştan daha hızlı uçuyor-muş. .Delikanlı, yorulana
kadar uçmuş, uçmuş. Sonra aşağıda büyük bir şehir görmüş, Anahtarları teker
tekeı geri çevirmiş. Tahta at yavaşlamış. Usulca şehrin hemen dışında bir yere
konmuş. Genç Prens, bir eve girmiş. Geceyi orada geçirmiş.
Ertesi sabah Prens,
şehrin etrafında dolaşmış. Gittiği yerlerde, gördüğü insanların gökyüzüne
baktıklarını görmüş. O da başını kaldırıp bakmış ama bir şey görememiş.
Yaşlı bir adama
yaklaşarak:
— Gökyüzünde ne var?
diye sormuş. İhtiyar adam içini çekmiş.
— İmparatorumuzun çok güzel bir kızı var.
Kızını çok sever. Onun için kimsenin Prensesi görmesini istemez. Kızı için
gökyüzünde bir saray yaptırmış. Her gün İmparatorumuz kızını görmeye gider.
Genç Prens, hayretle:
— İyi ama nasıl gökyüzüne bir saray yaptırdı?
diye bağırmış,
— Bir Tanrı, imparatora yardım etti. Oraya
sadece imparator gidebiliyor, demiş.
Prens, yaşlı adama
teşekkür etmiş. O gece, tahta ata atlayıp gökyüzündeki saraya uçmuş.
Prenses, babasının
geldiğini sanmış. Ama, karşısında yakışıklı bir genç varmış. Prensin, bir Tanrı
olduğunu sanmış. Çekinerek:
— Ancak bir Tanrı bu
kadar yükseğe çıkabilir, demiş.
Prens, genç kızı görür
görmez aşık olmuş. Ona her
şeyi anlatmış:
— Ben sadece bir Prensim. Buraya uçan atla geldim.
Prenses de genci
beğenmiş, Ona aşık olmuş. Prens, oradan ayrılmış. Çünkü, gökyüzündeki saraya
geldiğini imparatorun anlamasını istemiyormuş. Delikanlı gittikten -sonra
İmparator gelmiş, Kızını çok mutlu görünce şüphelenmiş. Hiddetle:
— Biri saraya girmiş! diye bağırmış.
Ertesi gün imparator,
en iyi askerlerinden dördünü gökyüzüne çıkarmış. Sarayın önünde nöbet beklemeye
başlamışlar. Fakat bir süre sonra askerler uyuyakalmışlar.
Prens, bu fırsattan
yararlanıp, Prensesi görmeye gelmiş. İmparator akşam saraya girince kızının
daha da mutlu olduğunu görmüş.
İmparator, çok
öfkelenmiş. Ertesi sabah, en akıllı adamlarını yanına çağırtmış, Fakat adamlar,
gökyüzündeki saraya gizlice giren adamı nasıl yakalayacaklarını
bilmiyorlarmış, İmparatorun uşaklarından biri, konuşmaları duymuş. Hemen
gelip,
— Prensesin sarayındaki bütün iskemleleri
boyatın. İskemlelere oturan adamın elbisesi boyanır. Biz de elbisesi boyalı
birini bulur bulmaz onun Prensesi gören adam olduğunu anlarız, demiş,
Herkes bu fikri
beğenmiş, İmparator, gökyüzündeki saraya çıkıp bütün iskemlelere boya sürmüş.
Prens saraya gelmiş. Oturup Prensesle konuşmuş, Tahta atına binip şehre
dönerken ceketine bulaşmış olan boyayı fark etmiş, Üstü mücevherlerle süslü
ceketini çıkarıp atmış. O gece, yaşlı fakir bir adam şehrin sokaklarında ağır
ağır yürüyormuş. Yerdeki süslü ceketi görmüş. Hemen:
— Bu ceket Tanrıların bir hediyesi olmalı!
demiş. Mücevherlerle süslü ceketi alarak neşeyle evine koşmuş.
Ertesi gün imparator,
askerlerini şehre yollamış. Boyalı elbise giyen birini arıyorlarmış, Askerler
ihtiyar adamın giydiği ceketteki boyayı görmüşler, Onu yakaladıkları gibi
imparatora götürmüşler.
İmparator, hiddetle:
— Hemen onu götürün,
şehir meydanında başını kesin! demiş.
Şehirliler, ihtiyar
adamın meydana götürüldüğünü görünce merak etmişler:
— Bu adamı neden meydana götürüyorsunuz?
Askerler:
— Bu adamın başını keseceğiz! demişler.
— Peki neden başını keseceksiniz?
— Çünkü o Prensesimizi görmeye gitti. Bunu
duyan şehirliler gülmeye başlamışlar.
— İmkânı yok, Bu
ihtiyarın Prensesi görmeye gittiğine inanamayız.
Bu olay kısa sürede
bütün şehre yayıldı. Genç Prens de duymuş. Hemen saraya gidip imparatorun
karşısına çıkmış.
— Kızınızı görmeye giden benim! demiş.
İmparator:
— Hemen ihtiyarı bırakın! Onun yerine bu delikanlının
kafasını kesin!
Askerler, Prensi
yakalamak için koşmuşlar. Fakat o tahta ata bindiği gibi anahtarları çevirmiş
ve uçup oradan uzaklaşmış.
Prens yükselmiş,
yükselmiş, Nihayet saraya gelmiş. Prensese her şeyi anlatmış.
— Benimle babamın ülkesine gel, Babam seni çok
sevecektir, demiş,
Prenses, tahta ata
binmiş. Birlikte saraydan kaçmışlar. Genç kız, sarayda bıraktığı İki mücevheri
hatırlamış. Prense:
— Geri dönüp
elmaslarımı almalıyım! Annem ölmeden önce vermişti bana. Bu mücevherleri
evleneceğim adamın babasına vermemi istemişti,
Fakat Prens:
— Şimdi dönmemiz
aptallık olur, diye itiraz etmiş. Ama genç kız, ısrar ediyormuş,
— Elmaslarım olmazsa gidemem. Babana bir hediye
veremezsem rahat edemem, demiş,
Genç Prens üzülmüş.
Çaresiz tahta atın anahtarlarını çevirip yere indirmiş. Sonra:
— Sen atı alıp saraya
git, Ben burada senin dönmeni bekleyeceğim, demiş.
İmparator, sarayda
kızını arıyormuş. Atın sesini duyar duymaz, imparator Prensesin odasına girmiş,
Kapının arkasına gizlenmiş, Prenses, mücevherlerini almak için odaya girmiş;
babası onu yakalamış. İmparator, Prensesi ve tahta atı alıp kendi sarayına
dönmüş. Kızını ve uçan
atı karanlık zindanlara atmış. Kızını, başka bir ülkeden gelen çok zengin bir
adamla evlendirmeye karar vermiş. Bu adam çok yaşlıymış. Fakat Prensesle evlenmeyi
çok istiyormuş. Bu haber, bütün şehirde duyulmuş. Zengin adam, ülkesinden altın
ve mücevher yüklü atlarla yola çıkmış. Bunları Prensese hediye edecekmiş,
Bu arada Prens ne yapıyormuş acaba? Genç adam beklemiş, beklemiş. Fakat Prenses gelmemiş. Onu beklerken ne
yemek yemiş, ne de su içmiş, Nihayet bir tepeye tırmanmış, Tepenin üzerinde
meyve ağaçları varmış. Genç adam koşup, en yakındaki ağaçtan blr- kaç elma
koparmış. Elmalar çok lezzetliymiş. Elmaları yiyen Prensin uykusu gelmiş. Bir
ağacın altına uzanıp uykuya dalmış. Uyandığı zaman eliyle yüzüne dokunmuş,
Uzun bir sakalı varmış. Buna çok şaşırmış. Yine karnı acıkmış, Canı elma
İstememiş. Çünkü, uzun sakala elmaların sebep olduğunu sanıyormuş. Başka bir ağaca
gitmiş. Bu bir armut ağacıymış. Prens, armutları elmalardan daha çok sevmiş.
Sonra uzanıp uyumaya başlamış, Tekrar uyandığı zaman uzun sakalının bembeyaz
olduğunu görmüş, Üstelik başında da kocaman iki boynuz varmış. Prens, çok
üzülmüş. Prensesin kendisini bu halde beğenmeyeceğini düşünüyormuş.
Yine uyuyakalmış.
Prens, uyurken
rüyasında yaşlı bir adam görmüş, ihtiyar:
— Neden böyle üzgünsün oğlum? diye sormuş. Genç
Prens, cevap vermiş:
— Şu ağaçlardan meyve
koparıp yedim. Şimdi uzun beyaz bir sakalım ve boynuzlarım var.
İhtiyar adam:
— Meyvelerden bazıları ağaçların dibine düşmüş.
Kızgın güneşte renkleri kızarmış. Düşen meyveler kurumuş. Bu kuru meyvelerden
birkaç tane ye. Sonra hemen buradan ayrıl. Çünkü burası uğursuz bir yer. Çabuk
git.
Prens, uyanınca
ihtiyarın sözlerini hatırlayarak kurumuş meyveleri yemiş. Sakalı da boynuzları
da kaybolmuş, Yüzü eski haline dönmüş. Prens, ince dallardan bir sepet örüp,
içine yaş ve kuru meyveleri doldurmuş.
Prens, yedi gün yedi
gece yürümüş ve bir yol aramış. Karnı acıktıkça sepetindeki kuru meyvelerden
yemiş. Nihayet bir yol bulmuş. Yolda, eşeğe binmiş bir adam gidiyormuş.
Prens:
— Lütfen bana nerede olduğumu söyleyin, demiş.
Adam, ona nerede olduğunu söylemiş.
Prens:
— Demek doğuya gidersem kendi ülkeme varacağım.
Batıya gidersem güzel Prensesimin ülkesine varacağım, O halde batıya gideyim,
demiş.
Genç adam, yola
koyulmuş. Biraz ilerledikten sonra, yanından güzel bir araba geçmiş. Arabada
yaşlı bir adam oturuyormuş. Arabanın çevresinde askerler varmış. Adam,
arabadan başını uzatınca Prensin elindeki sepeti görmüş, Adamlarına durmaları
için emir vermiş.
Onlara Prensi işaret
etmiş.
— Bana şu meyvelerden getirin. Onları satın
almak istiyorum,
Prens:
— Bu meyveleri satamam! demiş. İhtiyar adam,
sinirlenerek:
— Budalalığın gereği yok, demiş. Sonra
askerlerine seslenmiş:
— Meyveleri satın alın, Delikanlıya da istediği
kadar para verin. Satmak istemezse zorla alın, demiş,
Genç Prens, ihtiyar
adama meyvelerin içyüzünü anlatmaya çalışmış, Fakat ihtiyar dinlemiyormuş.
Prens, askerlerden birine:
— Bu zengin adam kim?
diye sormuş. Nereye gidiyor?
Asker güiümsemiş:
— Güzel Prensesle
evlenmeye gidiyor,
Prens, Prensesin adını
sormuş. İhtiyarın, imparatorun
kızıyla evleneceğini
anlamış. Sepetinden iki tane iri elma ve iki iri armut seçerek ihtiyara
vermiş. Araba ve askerler oradan uzaklaşmışlar.
Zengin adam, meyveleri
yedikten sonra uykuya dalmış, Uyandığı zaman uzun beyaz bir sakalı ve kocaman
iki boynuzu olduğunu görmüş. Neye uğradığını şaşıran adam, telaşla arabayı
durdurup meyve satıcısını getirmelerini emretmiş. Prensi yakalayıp
getirmişler.
Prens:
— Aynı meyvelerden ben
de yedim, demiş.
Askerler ve zengin
adam. Prense bakmışlar, Onun doğru söylediğini anlamışlar.
Prens:
— Efendiniz meyveleri
yedikten sonra uyudu mu? diye sormuş,
Askerler başlarını
sallamışlar.
— Evet, doğru.
Efendimiz meyveleri yer yemez uykuya daldı.
Prens:
— Şimdi neden sakalı
ve boynuzları çıktığı anlaşıldı. Bu ülkede yemek yedikten sonra uyunmaz.
Askerler, bu sözleri
duyunca kendi ülkelerine dönmek istemişler. Fakat ihtiyar adam Prensesin
ülkesine gitmeleri için onlara emir vermiş,
Askerler, bir ağızdan:
— Fakat çok çirkin oldunuz! diye haykırmışlar.
— Prenses sizi görünce evlenmek istemeyecektir!
Askerlerden birinin aklına bir şey gelmiş.
— Efendimizin yerine başka birini geçirelim, O
zaman Prenses onunla evlenir. Biz de Prensesi kendi ülkemize götürür
efendimize veririz,
Zengin ihtiyar:
— Evet, evet
bu harika bir plân. Fakat yerime kim geçecek? Bize genç ve yakışıklı bir
adam lâzım.
Askerler, Prense
bakmışlar, içlerinden biri:
— Bu gençten faydalanabiliriz. Ona süslü
elbiseler giydiririz, Sonra da arabaya oturturuz, Kim anlayacak
ki?
Biraz sonra Prensi
giydirip kuşatıp arabaya oturtmuşlar. Zengin ihtiyar, kendi ülkesine dönmek
üzere yola çıkmış,
Genç Prens, askerlerle
şehre geldiğinde imparator onları çok iyi karşılamış, Onun getirdiği göz
kamaştırıcı elmaslar ve altınlardan memnun kalmış. Adam, kızını yanına
çağırtmış.
Mutsuz Prensese:
— Çok yakında
evleneceksin! diye emretmiş.
Düğünden bir gün önce
Prenses ve Prens bir odada buluşmuşlar. Ancak birkaç dakika konuşabilmişler.
Prens:
— Yüzüme bak. Beni
tanıdın mı? Kızcağız şaşırmış.
— Evet! Evet tanıdım!
Sen tahta atla sarayıma gelen Prenssin!
Genç adam hemen:
— Korkmana gerek yok,
Buradan kaçabilmemiz için babandan tahta atı istemelisin. At olmadan ülkeden
ayrılmayacağını söyle.
Ertesi gün, güzel
Prenses ve Prens'in düğünü yapılmış. Ayrılma saati gelince genç kız, babasına
dileğini açıklamış,
— Bana tahta atımı verin. O olmazsa bir yere
gitmem, demiş,
İmparator, bunu
duyunca hem şaşırmış, hem de
hiddetlenmiş.
— Kızım bu tahta atı neden istiyor acaba? Atı
ona
vermeyeceğim! demiş,
Fakat imparatorun
yakınları araya girmişler ve:
— Bu tahta at, bir
çocuk oyuncağı, Kızınızı kırmamalısınız, demişler,
Sonunda imparator razı
oiup, tahta atı Prensese vermiş. Şehirden çıktıkları zaman, zengin adamın
askerleri Prens ve Prensesin etrafını sarmışlar. Onları gözden kaçırmak
istemiyorlarmış,
Epey yol almışlar.
Nihayet zengin adamın evine yaklaşmışlar.
Prens, genç kıza
usulca:
— Askerlerden bir
torba para iste. Paralan, fakirlere dağıtacağını söyle, demiş.
Askerler hemen para
torbasını vermişler. Prenses, parayı arabanın etrafına saçmış. Hemen toplanan
fakirler, paraları toplamak için arabanın etrafını sarmışlar. Askerler, Prens
ve Prensesten uzakta kalmışlar.
Genç Prens, kızı tahta
ata bindirmiş. Kendisi de ata atlamış. Bütün anahtarları çevirmiş, tahta at
havalanmış. Bir kuştan daha hızlı uçuyormuş. Ülkedeki herkes, genç Prensi
görünce şaşırmışlar. Babası, onun öldüğünü sanıyormuş.
İmparator, sevgili
oğluna kavuşunca çok mutlu olmuş tabii. Atı yapan marangoza birbirinden
kıymetli mücevherler hediye etmiş. Prens ve Prenses tekrar evlenmişler. Güzel
bir sarayda yaşamaya başlamışlar. Fakat bu saray gökyüzünde değil, yerdeymiş.
Çin'de Hva Fu adında
bir kasaba varmış. Bu kasabanın topraklan çok verimiiymiş. Kasabada yaşayanlar,
yiyecek ve içecek bulmakta hiç sıkıntı çekemezlermiş.
Fakat Hva Fu'nun
gerçek hikâyesini bilen çok az insan varmış, Çünkü, eskiden bu kasaba
bereketli bir yer değilmiş. Yıllar önce, Hva Fu'da büyük bir yangın çıkmış. Bu
yangın günlerce, aylarca hatta yıllarca sönmemiş, Kasabadan kaçanlar, başka
yerlere göç etmişler. Orada evler yapmışlar ve çocukları dünyaya gelmiş. Bu
çocuklar büyümüş ve Hva Fu'yu hiç görmemişler, Yangından sonra, bir yıl süren
büyük bir kuraklık olmuş. Hiç yağmur yağmamış, Bütün nehirler kurumuş. İçecek
su bile kalmamış. Erkekler, her gün su aramak için uzun yolculuklara
çıkıyorlarmış,
Bir adamın. Yen Kan
adında bir oğlu varmış. Çok cesur ve kuvvetli bir gençmiş. O da su getirmek
için, her gün uzaklara gidiyormuş, Aradan birkaç ay geçmiş.
Yen Kan, bu uzun su
arayışlarından çok yorulmuş. Babasına:
— Kışın ne yiyip içeceğiz? diye sormuş. Babası
hiç cevap vermemiş.
Yen Kan:
— Buradan gidelim baba. Yaşayacak daha iyi bir
yer bulalım, demiş.
— Hva Fu, yaşanılacak en güzel yerdir, demiş.
Delikanlı şaşırmış:
— Fakat babacığım, Hva Fu hâlâ yanıyor. Taşlar
bile tutuşmuş. Biz burada nasıl yaşayabiliriz?
Babası, Yen Kan'a
yangından birkaç yıl sonra kendilerini görmeye gelen adamı anlatmış.
İhtiyar:
— Buradan çok uzaktaki bir gölde, iri bir mavi
inci varmış, diye söze başlamış. İşte, bu inciyle yangını söndürmek mümkünmüş,
Fakat o gölde dev bir örümcek varmış. Örümcek, oraya yaklaşan herkesi
öldürüyormuş. Sadece, çiçek dağında yaşayan altın bir kraliçe arı, o örümceği
öldürebilirmiş.
Yen Kan, hemen
atılmış:
— Ben, gidip o inciyi
çıkarabilirim, Böylece Hva Fu'daki
yangını da söndürürüz.
Fakat babası:
— Sakın gitme! O ihtiyar adam, bizi görmeye
gelip hikâyesini anlattıktan sonra iki genç, inciyi çıkarmaya gitti. Fakat bir
daha geri dönmediler, demiş.
Fakat Yen Kan,
kararını vermiş bir kere.
— Su ve yiyecek bulamazsak nasıl olsa
öleceğiz.İn-ciyi çıkarmaya çalışırken ölmem bir şeyi değiştirmez, demiş.
Cesur Yen Kan, çiçek
dağının yolunu tutmuş. Yanına yiyecek ve su koymak için bir kâse almış.
Günlerce yürümüş, yürümüş, Ağaçlardan kopardığı meyve karnını doyuruyor,
derelerin suyunu içip susuzluğunu gideriyormuş, Nihayet ulu bir dağa gelmiş. Bu
dağın, çiçek dağı olduğunu sanmış. Tırmanmaya başlamış. Üç gün, üç gece hiç
durmadan dağa tırmanmış. Tepeye ulaşınca etraftaki binlerce çiçeği görmüş. O
zaman çiçek dağında olduğunu anlamış. Arılar, çiçeklerin üstünde
uçuşuyorlarmış.
Yen Kan:
— Kraliçe arı hangisi acaba? Ben onu nasıl
yakalayabilirim? demiş.
Sonra aklına bir fikir
gelmiş.
— Bir ateş yakayım, Ateşin dumanı bütün anları
kaçırır. Sadece kraliçe arı kalır. Ateş yakmak için, çalı çırpı aramış, Ama
dağın tepesinde sadece küçük bir ağaç varmış. Delikanlı çalı çırpı ararken kocaman, çirkin
bir kuş, tepesinde dolaşmaya başlamış, Onun gagasında küçük bir kuş varmış.
Küçük kuş, korkuyla bağınyormuş, Başka bir kuş da onu kurtarmaya çalışıyormuş.
Yen Kan, bir taş kapıp büyük kuşa atmış, Kuş, acıyla bağırmış, Ağzını açınca
da küçük kuş kaçmış.
Güzel kuş, küçüğün
kurtulduğunu görünce neşeyle:
— Küçüğümü kurtardığın için sana teşekkür
etmeliyim delikanlı, demiş.
Yen Kan, kuşun
konuştuğunu görünce şaşırmış, Fakat cevap vermemiş. Hâlâ yakacağı ateş için
çalı çırpı düşünüyormuş.
Güzel Kuş:
— Ne derdin var? Yapabileceğim bir şey varsa
söyleyebilirsin, demiş.
Yen Kan, kuşa bakmış:
— Ateş yakmak için
çalı çırpı arıyorum, demiş. Güzel Kuş:
— Sana istediğin kadar
çalı çırpı bulabilirim, diyerek uçup gitmiş. Gökyüzündeki diğer kuşlara
seslenmiş. Biraz sonra, yüzlerce kuş Yen Kan'a doğru gelmişler. Hepsinin
gagasında birer çalı parçası varmış, Yen Kan'ın önüne koyup, uçup gitmişler.
Genç adam, bir ateş yakmış, Ateşin dumanından bütün arılar kaçmış. Fakat
kraliçe arı kaçmamış.
Yen Kan, şapkasını
çıkarmış. "Kraliçe arı ortaya çıkaı çıkmaz şapkamı üstüne atarım,"
diye düşünmüş. Beklemiş, beklemiş. Nihayet kraliçe arı. Yen Kan'ın arkasındaki
kocaman çiçeğin altından çıkmış, Uçarak yükselmiş, Bu yüzden Yen Kan onu
yakalayamamış.
Yen Kan:
— Onu elimden kaçırdım. Yapılacak başka bir şey
yok, demiş.
Geri dönmeye karar
vermiş. Tam dağdan ineceği sırada yine güzel kuşu görmüş. Kuşun gagasında,
kraliçe arı duruyormuş. Getirip gencin avucuna koymuş.
Yen Kan, cebinden bir
kutu çıkarmış; kraliçe arıyı içine koymuş, Sonra göle doğru yola çıkmış.
Saatlerce yürümüş,
nihayet göle varmış, Etrafına bakınırken örümceği görmüş, Örümcek yerdeki bir
delikten çıkmış. Bu, Yen Kan'ın gördüğü en büyük örüm-cekmiş, Dev gibiymiş.
Kalın bacakları, siyah tüylerle kaplıymış. Gözleri ateş saçıyormuş.
Dev örümcek, genci
süzdükten sonra ağzını açmış. Ağır ağır Yen Kan'a doğru gelmiş.
Delikanlı:
— Eğer kaçarsam
arkadan üstüme atlayıp beni yer! diye düşünmüş,
Bu yüzden, yerinden kımıldamamış.
Örümcek yaklaşmış,
yaklaşmış,,.
Yen Kan, cebinden
kutuyu çıkarmış, Dev örümcek, iyice yaklaşınca kutunun kapağını açmış, Kraliçe
arı, uçup örümceğin başına konmuş; örümcek bir anda yere yığılmış, ölmüş.
Yen Kan, hemen göle
dalmış. Dibe doğru inmiş. Ayaklan yere değince durmuş. Etrafına bakınca, az ileride
mavi bir ışık görmüş, Mavi ışığın tam ortasında da inci duruyormuş,
Delikanlı, inciyi
avucuna aimış. Çok soğukmuş bu inci. Gölden çıkınca, inciyi su kâsesine
koymuş. Kâsedeki su da dönüvermiş. Buz olmuş.
Genç adam, Hva Fu'nun
yanındaki tepelere gelene kadar koşmuş. Tepelerden birine çıkıp bakmış. Kasaba,
ateş ve duman içindeymiş. Yen Kan, buz tutmuş kâseyi bütün gücüyle aşağıya
fırlatmış, Birdenbire yangın sönmüş, Yağmur yağmaya başlamış,
Köyden göçen herkes
kasabaya geri dönmüş. Yeni evler yapıp mutlu olmuşlar, Bazıları bu kasabaya.
Yen Kan adını vermiş. Çünkü o yangını söndürüp kasabayı kurtarmış.
İki sihirli yılan
varmış. Biri bin sekiz yüz yaşında, beyaz bir yılanmış. Diğeri ise, yeşiimiş ve
sekiz yüz yaşındaymış, Çok güçlüymüşler. İstedikleri zaman kadın kılığına
gire-biliyorlarmış.
Fakat, bu iki yılan
birbirleriyle hiç geçinemiyorlarmış, Bir gün, aralarında büyük bir kavga
çıkmış. Kavga, tam bir gün sürmüş. Günün sonunda kavgayı beyaz yılan kazanmış.
Yeşil yılanı yenmiş.
Yeşil yılan:
— Sen kazandın. Bundan
sonra ben senin kölen oia-cağım, demiş.
Ching Ming bayramı
gelmiş, Bu bayramda kimse çalışmazmış. O gün, herkes mezarlığa gider ve
ölülerini ziyaret edermiş, Mezarları temizlerler ve ölüler için kaplarla
yiyecek bırakırlarmış.
Ching Ming bayramında,
Hsu San adında genç bir adam, Hangçov'daki Batı Gölü'nün yanındaki mezarlığa
gitmiş. O da mezarları ziyaret etmek istiyormuş, Gidip ölmüşlere saygılarını
sunduktan sonra dönmüş. Dönüşte şiddetli bir yağmur başlamış. Genç adam, nereye
sığınacağını düşünürken bir tepenin eteğinde yaşlı bir ağaç görmüş, Koşa koşa
ağacın altına sığınmış. Ağacın altında, çok güzel bir kadınla hizmetçisi duruyormuş.
Onlar da yağmurdan korunmak istiyorlarmış. Hsu San, o güne kadar böylesine
güzel bir kadın görmemiş. Yağmur yağarken, genç adam kadınla konuşmaya başlamış,
— Adım Hsu San, Lütfen
bana isminizi söyler misiniz? Güzel kadın ona bakmış:
— Adım Bai Su Ching.
Genç adam:
— Yarın benimle çay
içer misiniz? diye sormuş, Genç kadın, güiümsemiş:
— Teşekkür ederim, Siz
terbiyeli bir gençsiniz; yarın sizinle çay içeceğim.
Böylece Hsu San ve Bai
Su Ching, birbirlerine aşık olmuşlar. Kısa zaman sonra da evlenmişler. Bir de
oğulları olmuş.
Aradan yıllar geçmiş.
Ejderha Gemisi Bayramı'nda
Bai Su Ching, cok
yemek yemiş, Bu yüzden erkenden uyumuş. Fakat yatakta uyurken birdenbire
değişip yılan olmuş.
Hsu, o sırada yatak
odasına girmiş. Yatağın üzerinde uzun beyaz bir yılan görünce:
— Aman! diye bağırarak evden kaçmış, Hizmetçi,
Bai Su Ching'i uyandırmış.
— Hsu San, gerçeği öğrendi! Onu öldürmeliyiz!
demiş.
Fakat Bai Su Ching,
eşini öldürmek istemiyormuş.
— Hayır, hayır! Onun
canını yakmamalıyız. Sen şimdi kıra çık. Beyaz bir yılan ara. Bulunca öldür ve
bana getir, demiş.
Hizmetçi, onun
dediğini yapmış. Beyaz bir yılan getirip, yatağın üstüne bırakmış, Sonra Bai
Su Ching, eşini çağırıp yataktaki yılanı göstermiş.
— Şu yılana bak! Onu
az önce öldürdük, demiş.
Hsu San, yataktaki
yılanı görünce rahat bir nefes almış.
— Sen çok cesur bir
kadınsın! demiş.
Bir sabah erkenden Hsu
San, tepeye tırmanıp Altın Dağ Tapınağı'nı ziyarete gitmiş, Orada dua etmiş.
Tapınakta, karşısına ihtiyar bir rahip çıkmış, Rahip, ona Bai Su Ching ve
hizmetçisinden bahsetmiş. Hsu San'a iki yılanın hikâyesini anlatarak:
— Senin eşin, aslında
beyaz bir yılandır, demiş. Hsu San, çok şaşırmış tabii.
— Nasıl olur? Benim eşimin beyaz bir yılan
olmasına imkân yok. Fakat siz bir rahipsiniz; yalan söylemezsiniz. Demek
anlattıklarınız doğru, demiş.
Genç adam üzüntü
içinde ağlamaya başlamış. Sonra:
— Şimdi ben ne
yapayım? diye sormuş, İhtiyar adam, onun omzuna vurmuş:
— Sakın korkma. Burada benimle kal, Sana hiçbir
zarar gelmez, demiş.
Hsu San, eve dönmeyince
Bai Su Ching, onu aramaya çıkmış. İhtiyar rahibin yaptıklarını öğrenerek fena
halde öfkelenmiş. Akrabaları olan sihirli ejderhaları yardımına çağırmış.
Onlara:
— Yağmur yağdırın!
diye emretmiş.
Gökyüzü birdenbire
simsiyah kesilmiş ve şiddetli bir yağmur başlamış, Yağmur birkaç gün sürmüş.
Tarlalar ve evler sular altında kalmışlar. Sular, her gün daha da
yükseliyormuş. Fakat Altın Dağ Tapınağı'nın olduğu tepeye erişemiyormuş.
Bu arada ihtiyar
rahip, Bai Su Ching'in ne yapmaya çalıştığını anlamış; çok sinirlenmiş. Sihirli
kazanını yakıp iki yılanı
yakalamayı denemiş, Yeşil yılanı hemen yakalamış. Onu uzakta bir mağaraya
gönderip, hapsetmiş. Sonra da beyaz yılanı yakalamış, Onu da Batı Gölü yakınında
bir tapınağa kapatmış.
Aradan yıllar geçmiş,
Bir gün, genç bir adam Altın Dağ Tapınağı'na gelmiş. Çok üzgün görünüyormuş. Babasını
görmek istediğini söyleyerek:
— O, bu tapınağın rahibi olmuş, demiş, İhtiyar
onu süzmüş:
— Babanın adı nedir oğlum? Genç adam: .
— Onun adı Hsu San,
demiş. Rahip, sevinçle haykırmış:
— Oğlum! Hsu San
benim! Senin baban benim! Genç aaam:
— Peki annem nerede? Onu görebilir miyim? Hsu,
ağlamaya başlamış. Bir taraftan da:
—Annen burada değil.
Batı Gölü civarında bir tapınakta. Sana orasını göstereyim.
Hsu San, oğlunu alıp
tapınağa götürmüş ve beyaz yılanın hapsedildiği odaya gelmişler,
Annesini bu durumda
gören çocuk, çok üzülmüş. Ağlamaya başlamış, Annesi için dua etmiş.