Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmine Peygamber Olarak Gönderilmesi
Hz. Nuh (a.s.)'ın Kavmini Tevhide Dvet Edişi ve Başına
Gelenler
Beş Putun Dalgalarla Cidde'ye Sürüklenişi ve Orada
Toprağa Gömülüp Kalışı
Dağın Tepesinde Bile Boğulmaktan Kurtulamayan Anne ve
Çocuk
Kur'an-ı Kerim'in Tufan Hakkında Açıklaması
Hz. Ömer'in (r.a.) Devrinde Teşkilât ve Müesseseler
Hz. Osman'ın Hilafeti ve Şehadeti
Hz. Ali'nin Muaviye İle Mücadelesi
Muaviye b. Ebu Süfyan'ın Konuşmaları:
Kerbela ve Hz. Hüseyin'in Şehadeti
Cenab-ı Allah, gökteki
ibretleri ve yerdeki kerameti ile kendi ilahî gücünü ve kudretini gözler önüne
sermiştir. Ama biçare insan inadında ısrar edip, hakikatlere hep kör
bakmıştır. Halbuki hangi yöne dönüp bakarsak bakalım, Cenab-ı Allah'ın
azametini görür ve şahid oluruz. Hayret veren ve hakikatlerle dolu olan bu engin
kainatın hem şaşırtan, hem ürperten, gerek geçmiş asırlarda gerek bu ahir
asırda olsun, Allah'ın rahmetinin oluşu kadar, Allah'ın yargısı ve hesabı
ortadadır. Geçmiş kavimlerin akıbetine baktığımız zaman, onlar da dünyada
hakikatlerden habersiz yaşamışlar; onların akıbetlerini de Kur'an-ı
Azimü'ş-Şan, biz, ahir zaman ümmetine bir ibret tablosu olarak sunmuştur.
Cenab-ı Allah,
Kur'an'm inzalinden önce olan kavimlerdeki devrimlerin durumlarını ve
akıbetlerini açıklıyor. Bizim de, bu geçmiş hadiselerden almamız gereken birçok
ibret var.
Allah tarafından
haberci olarak gönderilen peygamberlere en çok şaşıranlar inkarcılardı. Onlar
Allah'ın göndermiş olduğu haberci, rehber peygamberleri hem yalancılıkla
suçlar, hem de "mecnundur" yani delidir derlerdi. Onlardan, tatmin
olmak için keramet ve mucizeler isterlerdi. Peygamberler, Allah (c.c) tarafından
ihsan olunan keramet ve mucizeleri sunarlardı. Sunarlardı da kafirler yine
tatmin olmazlardı ve onların bir sihirbaz olduklarını iddia ederlerdi. En
büyük mazeret olarak da, "Biz atalarımız ve dedelerimizin taptıklarını
nasıl terk edelim!" diye kendilerini haklı göstermeye çalışırlardı.
Peygamber haberci
olarak gönderildiği kavimlere:
"Sapıklıktan
vazgeçin, doğru yola yönelin, Yaradan sizin kendi elinizle yapıp, şekil
verdiğiniz ilahlardan değildir. Bir tek ilâh vardır; o da yeri ve göğü yaratan
Allah'tır. Ve her şey, O'nun ilahi kudreti ile var olmuştur. Her beşer de O'nun
ruh ihsan etmesiyle can bulmuştur" diye anlatınca onlar:
"Dedelerimizin ve
babalarımızın" üzerinde olduğu bu yolda, hiç kimse bizi saptıramaz"
derlerdi. Müşrikler hep hakikat esaslarına şüpheyle bakar ve hep mucizeler
görmek isterlerdi. İstedikleri mucizeler gösterildiği vakit de, onlar daha çok
hırçmlaşır ve büsbütün ku d ur urlardı.
Allah, peygamberlerini
insanları yanlışa sapmaktan, putlara, taşlara ve hayvanlara tapmaktan
kurtarıp, kurtuluş1 yolunu gösterici olarak göndermiştir.
İnsanlar saplandığı
yerden kurtulamadıkça, inatlarından vazgeçip içlerindeki marazdan annmadıkça
asla doğruları bulamaz ve hakikatlere de ulaşamazlar.
Cenab-ı Allah, tüm
Ebu'l-beşer için ortaya koyduğu hakikat beyanlarını ve tüm esasları ayet-i
kerimelerle anlatmıştır.
Kur'an asırlar boyunca
hakikat kaidelerini muhafaza etmiş, hiç değişikliğe uğramamıştır ve ahirete kadar
da uğramayacaktır. Birçok kaide ve kurallar değişikliğe uğrasa da, Kur'an'm
esasları asla değişikliğe uğra tılamayacaktır. Çünkü iman esasları değişmez
bir kaidedir.
"Elif-Lam Mim.
İşte o kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur. Müttakiler için yol göstericidir.
Onlar ki gaybe inanıp, namazlarını kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan
(Allah rızası için) harcarlar. Sana indirilene ve senden önce indirilene
inananlar, ahirete de kesinlikle iman ederler. İşte onlar Rablerinden bir
hidayet üzeredirler. Ve umduklarına erenler işte onlardır."[1]
"İşte o kitap,
kendisinde hiç şüphe yoktur" ayeti kerimesinde belirtildiği gibi, Allah
(c.c.)'m kelamından hiç şüphe olmaz. Çünkü O'nun beyanlarının bir benzeri
yoktur. Tüm beşerin fikir beyanlarım toplasalar ve ne kadar hakikatlerle
özleştirseler de mümkün değildir ki Kur'an'ın beyanlarını tutsun.
Kureyş kâfirlerinin
büyüklerinden Velid b. Mu-ğîre, bir gün fahri kainatın efendisi Resûlullah
(s.a.v.)'e gelerek:
"Bana bir miktar
Kur'an oku da dinleyeyim" dedi. Resûlullah da Kur'an okumaya başladı.
Velid b. Muğîre onu can kulağıyla dinledi.
"Vallahi bunda
bir halvet var, pek derin ve gayet müfit (faydalı) bir kelamdır. O'nu beşer
söyleyemez" diye yemin etti. Ve dönüp kavmine giderek dedi ki:
"Sizin içinizde
şiir ahvalini benden daha iyi bilen yoktur. Şiirin her nev'ini ve alâsını
hepinizden daha İyi bilirim. Fakat Muhammed'in okuduğu kelâm, bunların
hiçbirine benzemez. O kelâm, her kelâma galip olur. O'na hiçbir kelâm galip
olamaz" diye söyledi.
Bütün kavimler
toplansa, canlı mahlûklar tüm akıllarıyla birleşse, tüm marifet ve azim
içerisinde herkes maharetlerini ortaya koysa da, O'nun benzerini oluşturmak
mümkün değildir.
Cenab-ı Allah ümmetlere
gönderdiği elçileri, açık beyanlarla göndermiştir. Adalet ölçüsünde indirilen
kitaplarda bildirdiği hakikatlere, insanların da o adalete muhalefet etmeden
ona uymaları, küfür ve şirke sapmamaları için de peygamberleri vesile
kılmıştır.
Kur'an akıllara hitap-
eder. Her tahlilde müspet sonuçlar ortaya koyan Kur'an'a muhalefet etmek çok
yanlıştır. Çünkü doğrunun en doğrusunu bilen yalnız Allah (c.c.)'dır.
Cenab-ı Allah, Kur'an
ile kullarına hitapta bulunmuştur. Kur'an ile evvelini bildirdi, uyardı. Yine
Kur'an ile insanların akıbetlerini ve ahireti bildirmiştir. Kur'an, ilahî
adaletin esaslarını, doğru ve yanlış yolları, Allah (c.c.)'m ve şeytanın
yolunu, günahları, tevbeyi ve mağfiret kapısını ve beraat yerini, cenneti ve
cehennemi, cenneti hak edenler ve de cehenneme müstahak olanları anlatır.
Allah'ın gücü
sınırsızdır. Ve her canlı O'nun gücüyle güç bulmuştur. Beşerin gücü Allah'ın
gücü karşısında bir hiçtir.
"Peygamberler
yardım istediler. Bütün inatçı zorbalar da hüsrana uğradılar."[2]
"O'nun önünde
cehennem vardır. Orada irinli su İçirilecektir."[3]
"O'nu yudum yudum
alacak ama yutamayacak-tır. Her taraftan ona ölüm geldiği halde ölmeyecektir.
Ve arkasından şiddetli bir azap gelecektir."[4]
Zalimin iktidarı ancak
zorbalıktır. Çünkü vicdan güzel şeyler üretmediği için elinden faydalı şeyler
gelmez. Onlar dünyada yaptıkları sapıklıkları, hiç ahiret hesabına katmazlar.
Çünkü Allah (c.c.)'a ve dinine inanmadıkları için, ahirete de inanmazlar. Her inkarcı ve asi, bu acı
akıbete uğrayacaktır. Hiç çare yok.
"Ey insan!
Muhakkak sen Rabbine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp durmaktasın.
Nihayet O'na varacaksın."[5]
Din ve inanç
kargaşası, insanların ve peygamberlerin ilki Hz. Adem (a.s.)'dan beri
süregeldi. Ve Allah tarafından kullarına uyarıcı olarak, peygamberlere
sahifeler ve kitaplar indirildi. Ama insanları alt etmeye and içen İblis her
zaman inada bindi, zalimler ona uydu, şeytan ordusuna dahil oldular. Ama hiç
kimsenin yaptığı da yanma kâr kalmadı. Herkes yaptığının karşılığını da
fazlasıyla buldu. Allah'ın adaletine karşı muhalefet eden, hüküm süren
hükümdarlar helak oldular. İşte adaleti İslam, işte İslâm'ın adaleti, işte
zafer! Hani nerede işte benim diyenler, hani nerede asılsız iddialar ortaya
atanlar! Onlar gittiler, güçleri dünyada kalmaya yetmedi. Hani nerede o kendi
elleriyle yaptıklarına tapanlar. Ölürken, o yaptıkları ölümlerine engel
olamadı.
Allah zatıyla ortada
değildir. Ama hükmüyle ve kudretiyle her yerdedir. Nice asırlar yaşandı ve
devirleri kapandı. Birçok kavim geldi, yeni nesiller yetişti. Onlar da gitti.
Ama Allah (c.c.) hep baki kaldı.
Kur'an-ı Azimü'ş-Şan,
İslam dininden önce gelen Peygamberler ve onlara isyankâr olan kavimlerinin
akıbetilerini ve nasıl helak olduklarını'
düşünelim, araştıralım, Öğrenelim ve onların hallerine ibretle bakalım' diye,
biz Müslümanlara indirilmiştir.
Onlardan niceleri
vardı ki, peygamberlerine isyankârlıklarından dolayı helak oldular. Ve
niceleri de vardı ki, sahip çıktıkları inançları ve dinleri uğruna savaştılar
ve bu uğurda da canlarını feda ettiler.
Uhdud kavminin
mücadelesi Kur'an'da anlatılır. Ad kavminin de ve daha nicelerinin de...
Demek ki yalnız İslam
dininin gönderildiği ve yaşandığı devirlerde çekilmemiş bunca sıkıntı ve eziyet...
Peygamberimiz (s.a.v.)'den önce gelen nice peygamberler ve onlara tâbi, nice
Müslümanlar da gördüler işkenceyi, acıyı, zulmü ve vahşeti. O peygamberlere
tâbi olan nice mü'min, sırf inançları uğruna kılıçtan geçirildi, hayvan
boğazlanır gibi boğazlandı, ateşlere atılıp yakıldı ve demir taraklarla etleri
kemiklerinden sıyrıldı.
Cenab-ı Allah, azmış
olan kavimleri büyük felaketlerle helak edip yok etmeden önce, ilahi gazabının
belirtilerini önceden belirtmiştir.
Nuh (a.s.)'m meskeni
Irak'ta idi. Vedd, Süva, Yauk ve Nesr diye anlatılan putlara Nuh, 23 tapan
kavmini, başına gelecek azapla korkutmak, bir olan Allah'a ibadete davet etmek
üzere peygamber olarak gönderildi.[6]
Onlara:
"Ey kavmim!
Allah'a ibadet ediniz! Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur."[7]
"Şüphesiz ki ben,
sizi Allah'ın azabından korkutanım. Allah'tan başkasına tapmayınız. Ben sizin
başınıza acıklı bir azabın gelip çatmasından korkuyorum" dedi.[8]
Kavminden ileri
gelenler:
"Biz, seni hiç
şüphesiz apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz." dediler.
Hz. Nuh (a.s.):
"Ey kavmim! Ben
de hiçbir sapkınlık yoktur; fkat ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir
peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Sizin iyiliğinizi
istiyorum. Ben sizin bilmediklerinizi de (gelen vahiy ile) biliyorum.
Sizi o korkunç
akıbetten haberdar etmek için ve korunmanız için ve belki böylelikle rahmete
kavuşturulmanız için. Kendinizden bir adam*vasıtasıyla, Rab-binizden size bir
ihtar geldi diye şaşıyor musunuz?" dedi.[9]
"... Biz, seni
kendimiz gibi bir insandan başka görmüyoruz. Basit ve zahiri görüşe uyan, en
aşağı tabakalarımızdan başkasının, sana tabi olduğunu görmüyoruz.
Sizin, bize karşı bir
üstünlüğünüzü de göremiyoruz. Bilakis sizi yalancı sayıyoruz" dediler.
Nuh:
"Ey kavmim!
Söyleyin bakayım fikriniz nedir? Ya ben Rabbimden gelen, apaçık bir burhan
üzerinde isem? O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bunlar sizin
gözlerinizden gizli bırakılmışsa?
Söyleyiniz bana ey
kavmim! Sizi, istemediğimiz halde, ona zorlayacak mıyız?
Ey kavmim! Bundan (bu
tebliğlerimden) dolayı sizden hiçbir mal istemiyorum.
Benim mükafatım
Allah'tan başkasına ait değildir. Ben iman edenleri tard edici de değilim!
Çünkü,
onlar muhakkak ki
Rabblerine kavuşanlardır. Ben sizi ancak bir kavim görüyorum!
Ey kavmim! Ben onları
kovarsam, Allah'tan (Allah'ın gazabından) beni kim kurtarabilir? Lâkin ben sizi
cahillik eder görüyorum?
Hiç düşünmez misiniz?
Ben size «Allah'ın
hazineleri benim yanımdadır!» demiyorum.
Ben gaybı da bilmem!
Ben «hakikatte bir
meleğim!» de demiyorum.
Bununla beraber,
gözlerinizin hor gördüğü o kimseler hakkında, «Allah onlara asla hayır vermeyecektir»
de diyemem!
Onların özlerindekini
en çok bilen Allah'tır.
Aksi takdirde, hiç
şüphesiz, ben zalimlerden olmuş olurum!" dedi.
Kavmi:
'Ey Nuh! Doğrusu, sen
bizimle uğraştın durdun! Bizimle uğraşmanda aşırı da gittin!
Eğer sen,
doğruculardan isen, bizi tehdit edip durduğun şeyi haydi getir bize!, dediler.
Hz. Nuh (a.s.):
"Onu dilerse size
ancak Allah getirir. Siz Allah'ı bundan aciz bırakabilecek değilsiniz.
Eğer Allah, sizi helak
etmeyi dilemişse, ben, sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu
hayırhahlıgım size hiçbir yarar vermez.
O, sizin Rabbinizdir
ve nihayet O'na döndürüleceksiniz.[10]
Ben (gelecek
tehlikelerle) korkutandan başka bir kimse değilim!" dedi.
"Ey Nuh! Sen (bu
dediğinden) vazgeçmezsen, muhakkak, taşlanmışlardan olacaksın!" dediler.[11]
'Sen onlara Nuh'un
kıssasını oku. Hani o, kavmine: 'Ey kavmim! Benim aranızda duruşum, Allah'ın
ayetleri ile öğüt verişim size ağır geliyorsa, (ne diyeyim) ben ancak Allah'a
dayanıp güvenmişimdir.
Siz ve ortaklarınız
da, artık toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırınız.
Bu yapacağınız, size
sonradan hiçbir tasa vermesin! Hatta, bana mühlet de vermeyiniz.
Eğer (benim
öğütlerimden) yüz çeviriyorsanız, ben sizden (zaten bu hususta) hiçbir mükafat
istemedim. Benim mükafatım, Allah'tan başkasına ait değildir.
Ben (O'nun hükmüne
boyun eğen) Müslümanlardan olmakla emrolundum" dedi.[12]
Kavmi, O'nu
yalanladılar.[13]
Kafirlerden bir kısmı:
Bu, sizin gibi bir
insandan başka (bir şey) değildir.
O, size karşı üstünlük
sağlamak istiyor.
Eğer, Allah (peygamber
göndermek) dileseydi, elbette bize melekler indirirdi.
Biz önceki
atalarımızdan bunu (Allah'ı birlemeyi) hiç duymadık.
Bu, kendisinde bir
delilik bulunan bir adamdan başkası değildir. Binaenaleyh, siz, O'nu bir zamana
kadar gözetleyiniz!" dediler. Nuh da:
"Ey Rabbim!
Onların beni yalanlamalarına karşı, sen bana yardım et!" dedi.
Biz de, O'na (şöyle)
vahyettik: "Sen bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemi yap!
Nihayet (helaklerine)
emrimiz gelip de o fırın kaynamaya başlayınca, her canlıdan (erkek ve dişi) birer
çift yükle ve aileni alıp içerisine gir!
(Kavminin) içinden,
aleyhlerine söz geçmiş (hüküm giymiş) olanlar müstesna!
O zulmedenlerin
kurtulması) hakkında bana hitapta bulunma. Çünkü, onlar boğulmaya mahkûm olmuşlardır.
Artık, sen
maiyetindekilerle birlikte geminin üstüne doğrulup yerleşince, «Bizi, o
zalimler güruhundan selamete erdiren Allah'a hamd olsun" de!
"Rabbim! Beni
bereketli bir menzile kondur! Sen konduranların hayırlısısm" de!"[14]
Hz. Nuh (a.s.); halkın
puthanelerinde bulundukları sırada yanlarına varıp:
"«La ilahe
illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur)» deyiniz. 'Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm!"
dedikçe, işitmemek için başlarını elbiselerinin içine sokar, kulaklarını da
parmaklarıyla tıkarlardı!
Yine bir gün onlara
"La ilahe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" dediği zaman,
sanemler (putlar) yüzlerinin üzerine düşünce kalktılar. Onu, yüzünün üzerine
düşünceye kadar dövdüler.
Kral Mahvil/"
bunu haber alınca, Nuh (a.s.)'ı huzuruna getirtti ve O'na;
"Nedir bu senin
hakkında işittiğim? Dinime ve babanın oğullarının üzerinde bulundukları şeye
karşı davranışın? Nedir sanemleri (putları) kürsülerinden düşüren bu sihir?
Bunu sana kim Öğretti?" dedi. Hz. Nuh (a.s.):
"Onlar, dediğin
gibi birer ilâh olsalardı, yüzlerinin üzerine düşmezlerdi. Ben Allah'ın kulu
ve Resulüyüm! Sen yüce Allah'tan kork ve O'na hiçbir şeyi şirk koşma!"
dedi.
Kral Mahvil; sanemler
bayramı hazırlanıncaya kadar, Nuh (a.s.)'m tutuklanmasını ve sanemlerin tekrar
kürsülerine yerleştirmelerini ve bozulan yerlerinin onarılmasını emretti.
Bayram gelince,
toplanıp yapılan şeyleri görsünler diye halka nida ettirildi.
Hz. Nuh (a.s.), kral
hakkında Allah'a dua etti. Kral bir baş ağrısına tutuldu, aklını kaybetti. Bir
hafta sonra da öldü.
Ölüsü altın sedir
üzerine konulup, sanem heykellerinin içinde, ağlanarak tavaf edildikten sonra
gömüldü.
Hz. Nuh (a.s.)'a
dilleri ile her kötülüğü yaptılar, sövdüler, saydılar.
Kral Mahvil'in ölümü
üzerine, yerine geçen oğlu Dermesil, Hz. Nuh (a.s.)'ı serbest bıraktı.
Halk büyük sanemlerden
her birinin yanında senenin belli vakitlerinde toplanıp bayram yaparlar, sanemler
için kurban keserler ve onları tavaf ederlerdi.
Yağus Bayramı için de,
halk her taraftan gelip toplanmıştı. Hz. Nuh (a.s.) onların yanma vardı. Ortalarında
ayakta dikilip:
"La ilahe
illallah (Allah'tan başka, ilâh yoktur!)" demeleri için onlara seslendiği
zaman yine başlarını elbiselerinin altına soktular, parmaklarını da
kulaklarına tıkadılar!
Hz. Nuh (a.s.)'m
seslenmesiyle, sanemlerin kürsülerinden düşmeleri bir oldu.
Halk yine üzerine
yürüyüp, Hz. Nuh (a.s.)'ı dövdüler ve yüzünün üzerine düşürdüler.
Başmı da yardılar.
Kendisini çeke çeke,
kralın köşküne götürdüler, yanına sokuldular. Kral, Hz. Nuh (a.s.)'a;
"İlahlarla ilgili
işlerden hiçbir şeye karışmamanı sana söylemedik mi? Seni böyle şeylerden men
etmedim mi? Bunu sana kim öğretti?" diyerek çıkıştı.
Hz. Nuh (a.s.),
kanlara boyanmış bir halde, Kral'a:
"Eğer onlar birer
ilâh olsalardı, yerlere düşmezlerdi? Ey Dermesil! Allah'tan kork, Allah'a
hiçbir şeyi şirk koşma! Çünkü, O, seni görüyor!" dedi. Dermesil:
"Sen bana böyle
hitap etme kudretini kendinde nasıl buluyorsun!" dedi.
İkinci sanem bayramı
hazırlığı sonuna kadar hapsedilmesini, sanem için kurban kesilmesini ve yere
düşen sanemlerin kürsülerine tekrar konulmasını emretti. Emri yerine
getirildi.
Kral Dermesil, Hz. Nuh
(a.s.) hakkında korkunç bir rüya görüp:
"Mecnundur,
yaptıklarından mesul değildir" diyerek hapisten çıkarılmasını emretti.
Zamanın kâhini ise,
Tufan işini ve zamanının yaklaştığını halka bildirir ve Hz. Nuh (a.s.)'un
öldürülmesini emreti.
Babil Kralı,
Dermesil'e de yazı yazmıştır, bu yazıda Hz. Nuh (a.s.)'ın öldürülmesini işaret
etmişti.
Dermesil, çevre
halkına yazıp, Nuh (a.s.)'un sanem ibadetini değiştirmek istediğini ve bir tek
ilahtan başka ilâh bulunmadığını iddia ettiğini anlattı ve:
"Siz, sanemlerden
başka ilahlar bulunduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Hepsi de bunu
inkâr ettiler.
Nuh'un tevhid
akidesini yaymasına engel oldular.[15]
Hatta, bayılmcaya
kadar, kendisinin boğazını sıktılar. Öldü sandılar.
Hz. Nuh (a.s.),
ayıldığı zaman:
"Ey Allah'ım!
Beni ve kavmimi yarlığa! Çünkü onlar (ne yaptıklarını) bilmiyorlar!" dedi.[16]
Gusledip tekrar
yanlarına vardı. Onları Allah'a ve iman ve ibadete davet etti.
Nuh, kendisine
zulmetmekten geri durmayan kavminin arasında, dokuz yüz elli yıl kaldı.[17]
Kendisi çok sabırlı ve
halîm idi.
Nuh (a.s.)'ın Allah'a
İlticası ve Kavminin Helaki İçin Dua Edişi
Hz. Nuh (a.s.), tebliğ
ve davet vazifesini gece gündüz, gizli açık yapmaya devam etti.
Fakat, kendisinin
bütün bu çabala onların imandan kaçmalarından, küfürlerini artırmalarından
başka bir işe yaramadı, boşa gitti.[18]
Bunun üzerine, Hz.
Nuh:
"Ey Rabbim! Onlar
bana isyan ettiler. Malları ve evlatları kendilerinin hüsranlarından başkasını
artırmadan kimselere uydular.
Onlar da, büyük büyük
hileler yaptılar. (Halk tabakasına).
"Sakın
taptıklarınızı bırakmayın. Hele, Vedd'den, Süva'dan, Yağus'tan, Yauk'tan ve
Nesr'den vazgeçmeyin! dediler.
Gerçekten, onlar,
birçok kimseleri baştan çıkardılar. Ey Rabbim! Sen de zalimlerin ancak
helakini arttır! Ben artık mağlubum! Benim intikamımı al!" Kamer, 10
"Benimle onlar
arasındaki hükmü Sen ver de, beni ve beraberindeki mü'minleri kurtar!" [19]
"Ey Rabbim! Yer
yüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma! Çünkü, Sen onları
bırakırsan onlar senin kullarını saptırırlar ve ancak bir nankör fücur
doğururlar.
Ey Rabbim! Beni,
anamı, babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, erkek mü'minleri, kadın
mü'minleri bağışla. Zalimlerin hakkından başka bir şeyini de arttırma!"
diyerek dua etti.[20]
Yüce Allah, Hz. Nuh
(a.s.)'a ağaç dikmesini emretti; ağaçlar yetiştirildi. Yüce Allah tarafından
Hz. Nuh (a.s.)'a şöyle vahyolundu:
"Kavminden iman
etmiş olanlardan başkası asla imana gelmeyecektir. O halde, onların işlemekte
oldukları şeylerden dolayı tasalanma! Bizim nezaretimiz altında ve vahyimiz
(talimatımızı) vechi gemi yap!
Zulmedenler hakkında
bana bir şey söyleme! Çünkü onlar, suda boğulmaya mahkumdurlar!"[21]
Yüce Allah, dikilmiş
ve yetişmiş olan ağaçları kesip gemi yapımında kullanmasını Hz. Nuh (a.s.)'a
emretti.
Hz. Nuh (a.s.)
marangozdu. Ağaçları kesti. Kuruttu. Hz. Nuh (a.s.), geminin nasıl
yapılacağını bilmiyordu: "Yâ Rabb! Yapılacak gemiyi nasıl yapayım?"
diye sordu. "Onu üç suret üzerine, devrik yap: Başını horoz başı gibi,
karnını kuş karnı gibi, kuyruğunu horoz kuyruğu gibi meyilli yap ve üç kat
olarak yap!" buyruldu.
Hz. Nuh (a.s.) gemiyi
yapmaya başladı. Kestiği sac ağacından tahtalar biçti. Üç yıl bununla meşgul oldu.
Demirden çiviler yaptı. Gemi için gereken zift vesaire her şeyi hazırladı.
Yapacak şeylerin hepsini kendisi yaptı, çattı. Eline aldığı keserle, yapacağı
şeyde hiç yanılmıyordu.
Hz. Nuh (a.s.) gemiyi
yapıp çatarken, kavminden her
hangibir topluluk, yanından geçtikçe, alay etmek için:
"Ey Nuh!
Peygamberlikten sonra, marangozluk yapıyorsun ha! Ne yapıyorsun sen?"
diyorlar; Nuh (a.s.) da:
"Gemi
yapıyorum!" deyince:
"Demek karada
gemi yapıyorsun ha! Gemiyi karada nasıl yüzdüreceksin?" Birbirlerine de:
"Bakmıyor musunuz
şu deliye? Su üzerinde seyretmek için ev yapıyor"
"Hani ya, su
nerede?!" diyerek gülüşüyor, alay ediyorlardı.
Hz. Nuh (a.s.) da:
"Siz nasıl
bizimle eğleniyorsanız, biz de, sizin bu eğlenip durduğunuz gibi, sizinle
eğleneceğiz! Ahirette de daimi azabın kimin başına ineceğini, ileride görebileceksiniz!"
diye cevap veriyordu.[22]
Geminin yapılışı iki
yıl sürdü. Daha fazla sürdüğü de rivayet edilir. Yüce Allah, Hz. Nuh (a.s.)'a:
"Nihayet,
emrimiz.gelip de fırın (tandır) kaynadığı zaman, her birinden (her bir neviden
erkek dişi) birer çift İle aleyhlerinde söz geçmiş (helakleri kesinleşmiş)
olanlar müstesna olmak üzere aileni ve iman edenleri (geminin) içine
yükle!" buyurdu.
Zaten onun
maiyetindeki az sayıdaki kimselerden başkası da iman etmemişti.
Bunun üzerine, Hz. Nuh
(a.s.) gemiye binecek olanlara:
"Bininiz
içerisine! Onun akması da, durması da Allah'ın ismiyledir. Hiç şüphesiz, Rabbim
çok yarhğa-yıcı, çok esirgeyicidir" dedi.[23]
Hz. Nuh (a.s.) gemiye
oğulları Sam, Ham, Yâfes ve bunların zevceleri ile kendisine iman etmiş bulunan
altı kişiyi bindirdi.
Oğlu Yam (Kenan) ise
geri kaldı. Çünkü, O kâfirdi. Hz. Nuh (a.s.)'ın karısı Vaile de kâfirdi.
Halka, Hz. Nuh (a.s.)'un mecnun olduğunu söylerdi.
Kavmi gibi küfür
üzerinde direnerek, onlarla birlikte suda boğulup gitmiştir.[24]
Gemiye binenlerin, Hz.
Nuh (a.s.) ile üç oğlu ve onların kadınları ile. birlikte sekiz kişi olduğu
rivayet edildiği gibi, on beş erkekle beş kadın veya on erkekle on kadın
oldukları da rivayet edilir. Hatta seksen kişiyi buldukları rivayeti de
vardır,
Hz. Adem (a.s.)'ın,
Cebrail (a.s.) tarafından getirilen tabutu da gemiye alındı ve erkeklerle
kadınlar arasına konuldu.
Gemiye binildiği
zaman, Recep ayından on gece geçmiş bulunuyordu.
Hz. Nuh (a.s.)'un
gemiye bindiği ve azığmı gemiye yüklediği haberini alınca, Kral Dermesil:
"Onları akıtıp
taşıyacak su nerede?" diyerek, gemiyi yakmak üzere adamlarından birtakım
süvarilerle birlikte, geminin bulunduğu yere kadar gitti.
Hz. Nuh (a.s.)'m oğlu
Yam da, Kralla birlikte gelenler arasında idi. Kral, Nuh (a.s.)'a seslenip:
"Gemini akıtacak
su nerede?" dedi. Nuh:
"O su, durduğun
yerde sana gelecektir!" dedi.
Kral:
"Bu çok
şaşılacak, hiç olmayacak şeydir! Demek sen, kuru toprakta şu gemiyi yüzdürecek
sular seller olacağını söylüyorsun ha! Sen de, seninle birlikte bulunanlarda
onun içinden hemen inin. Yoksa hepinizi yakarım!" dedi. Hz. Nuh (a.s.):
"Allah'a karşı
gururunu çoğaltma da, imana gelmekte acele et! Yüce Allah'a eş ortak koşmayı
bırakıp Müslüman ol, doğru yolu bul! Aksi taktirde, azabı önünde hazır
bulacaksın!" dedi.
Hz. Nuh (a.s.), kralla
konuştuğu sırada, bir adam gelip, bir kadının ekmek pişirdiği tandırından su
fışkırmaya başladığını haber verdi. Kral:
"Tandırdan su
fışkırmış olamaz!" dedi. Hz. Nuh (a.s.) ona:
"Yazıklar olsun
sana! O, ilahî gazabın geliş belirtisidir! Rabbim bunu bana böyle vahyetti.
Bu, bütün yeryüzünün delinip deşileceğine, atını, dikildiği yerden ayıracağına
ve atının ayağının altından su fışkıracağına işarettir!" dedi.
Kral, atım durduğu
yerden ayırınca, ayağının altından su fışkırdığını gördü ve hemen atını başka
bir yere sürdü. Orada da aynı hal vuku buldu.
Kralın tahkik için
gönderdiği adam dönüp suyun çoğaldığını ve kaynadığını haber verince, kral
ailesini ve oğlunu alıp kendisi için dağ başına yaptırmış olduğu maakile
götürmek üzere acele evine döndü.
Herkes, tufan
olacağını anlıyor fakat vaktini bilmiyordu. Bunun için kral da, maakile
yiyecek doldurt-muştu.
Kral ve ev halkı, dağa
çıkmak istedikleri zaman, dağın başından kayaların başlarının üzerlerine
atıldığını, yuvarlandığını gördüler.
Nereye yönelip
gideceklerini bilmiyorlardı. Yerden fışkıran sular çok sıcak ve pis kokulu
idi.
Göklerden boşanan
yağmurların, yerlerden fışkıran suların selleri, bütün yeryüzünü tuttu ve
dağları kapladı.
Hatta, dağların
tepesinden on beş zir'a yükseldi. Güneşin ve ayın ışığı da karardı.
Dünya karanlık içinde
kaldı. Gece gündüz bir oldu. Yağış kırk gün sürdü. Seller yeryüzünde taşmadık,
aşmadık yer bırakmadı.
Tufan suları, Vedd,
Süva, Yağus, Yauk ve Nesr putlarım, Nevz dağından sürükleyip yere indirdi.
Suların şiddetli
akışları, onları ülkeden ülkeye sürükledi. Nihayet, Cidde toprağına attı.
Esen rüzgarlar
putların üzerlerine toprak yığdı.
Hz. Nuh (a.s.) ile
gemidekilerden başka, yeryüzünde bulunanların hepsi Tufan suyunda boğulup, helak
oldu.
Hz. Aişe'nin (r.a.)
Peygamberimiz (s.a.v.)'den rivayetine göre:
"Seller yollarda
ve sokaklarda çoğalınca, son derece sevdiği yavrusunun hayatı hakkında korkuya
düşen bir anne hemen dağa doğru gidip dağın üçte birine kadar çıktı. Su oraya
da ulaştı. Kadın, dağın üzerine çıktı. Su vüfeselip kadının boyuna ulaşınca,
kadın çocuğunu eliyleyoaşmın üzerine kaldırdıysa da su nihayet onları alıp
götürdü!
Eğer Yüce Allah, Nuh
kavminden herhangi birisini esirgeyecek olsaydı bu çocuğun annesini esirgerdi!"
buyrulmuştur.
Hz. Nuh (a.s.)'m
gemisi bütün dünyayı dolaştı. Yüce Allah, semaya: "Suyunu tut." Yere
de: "Suyunu yut." emrini verip de yağışlar durduğu ve dağların
üzerlerinden aşan suların seviyeleri düşmeye başladığı zaman, Cûdi Dağı'nm
üzerine oturdu.
Hz. Nuh (a.s.)'ın
gemisi, hiç durmadan altı ay su üzerinde dağlar gibi dalgalar arasında akarak
dünyanın her tarafını dolaştı.
Yüz elli gün dolaştığı
rivayeti vardır.
Hz. Nuh {a.s.), Cûdi
Dağı'nda bir ay kalıp, sular çekildiği ve yerler kuruduğu zaman, yanmdakilerle
birlikte, Muharrem ayının onuncu günü dağdan indi.
O gün gemi halkı şükür
orucu tuttular.
Hz. Nuh (a.s.) gemiden
inerken, gemisini kilitleyip anahtarını oğlu Şam'a verdi.
Hz. Nuh (a.s.),
Karda'da, Semâ'nin diye anılan yerde,, yanmdakilerden her birisi için bir ev
yaptı.
Semâ'nin; Musul'un üst
tarafında, İbn Ömer Ce-ziresi'nin yakınındaki Cûdi Dağı'nm yanında bir
bel-deciktir.
Bir müddet sonra
Semâ'nin halkı vebaya tutuldu. Hz. Nuh (a.s.) ile oğullarından başka, hepsi
öldü.
Hz. Nuh (a.s.) ile
gemi arkadaşlarını, selamete erdirdi. Gemisini de, Cûdi Dağı'nm tepesinde
insanlara
bir ibret olmak üzere
bıraktı.[25]
Gemi uzun zaman orada
kaldı.
Tufan ve sonucu,
Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanır:
"Bunun üzerine,
Biz de şarıl şarıl dökülen bir suya gök kapılarını açtık.
Yeri de kaynaklar
halinde (tamamıyla) fışkırttık da, (her iki su) tekdir edilmiş bir emir üzere
birleşiverdi."[26]
"(Gemi) nankörlük
edilmiş bulunan (o zata) bir mükafat olmak üzere, Bizim gözlerimiz önünde akıp
gidiyordu."[27]
"Nuh, ayrı bir
yere çekilmiş olan oğluna bağırdı:
«Oğulcağızım! (Gel)
bizim yanımıza sen de bin! Kâfirlerden olma!» Oğlu ise:
«Bir dağa sığınırım! O
beni sudan korur!» dedi.
«Bugün Allah'ın
emrinden, esirgeyen, kendisinden başka hiçbir kurtarıcı yoktur!» dedi.
İkisinin arasına dalga girdi. O da derhal boğulanlardan oldu!"[28]
Nuh (a.s.), Rabbine
dua ve nida edip: "Ey Rabbim! Benim oğlum da, şüphesiz benim ailemdendir.
Senin (ailemi kurtaracağın hakkındaki) vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin
hâkimisin!" dedi. (Allah):
"Ey Nuh! O,
katiyen senin ailenden değildir! Çünkü O(nun işlediği) salih olmayan (kötü) bir
iştir (kâfirlik ve imansızlıktır). O halde bilmediğin bir şeyi Benden
isteme!" buyurdu. "Ben sana, cahillerden olmamanı tavsiye
ederim" buyurdu. Nuh:
"Ey Rabbim! Ben
bilmediğim şeyi Senden istemekten Sana sığınırım! Eğer Sen beni bağışlamazsan,
esirgemezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum!" dedi.[29]
"Ey arz! Suyunu yut!
Ey gök! 'Sen de suyunu tut!' denildi. Su kesildi iş olup bitirildi. (Gemi de)
Cûdi (dağının) üzerinde durdu. O zalimler güruhuna «uzak olsunlar»
denildi."[30]
"Ey Nuh! Sana ve
(gemide) beraberinde bulunanlardan (gelecek mü'min) ümmetlere bizden selam (ve
selamet) ve bereketlerle in (gemiden)!
(Onlardan türeyecek
diğer kâfir) ümmetler de vardır ki, Biz onları da (dünyada bol rızklarla) yararlandıracağız.
Sonra ise (ahirette)
kendilerine, Bizden pek acıklı bir azap çarpacaktır» denildi."[31]
"Andolsun ki; Biz,
Nuh'u kavmine (peygamber olarak) göndermişiz de, O, aralarmda elli yıl müstesna
olmak üzere bin yıl kalmıştır.
Nihayet, onlar zulümde
devam edip dururlarken, kendilerini tufan yakalayıvermiştir.
Fakat, Biz, onu da,
gemi arkadaşlarını da selâmete erdirmişiz ve bunu alemlere bir ibret
yapmışızdır."[32]
"Andolsun ki;
Biz, bunu (gemiyi) bir ayet olarak bırakmışızdır. O halde, düşünüp ibret alan
var mı ki, Benim azabım ve tehditlerim nice imiş!"[33]
"Bunlar gayb
haberlerindendir ki, sana vahyedi-yoruz. Bundan önce, ne sen biliyordun, ne de
kavmin biliyordu. Ö halde, Sen de (Nuh gibi her cefaya) katlan. Akıbet, hiç
şüphesiz, takvaya erenlerindir,”[34]
Rivayete göre, Hz. Nuh
(a.s.) tufandan sonra üç yüz elli yıl daha yaşamıştır.
Hz. Nuh (a.s.) vefatı
yaklaştığı sırada, yerine büyük oğlu Şam'ı vekil bıraktı.
Yanma toplanan
oğulları Sam, Ham ve Yafes ile bunların oğullarına birtakım tavsiyelerde
bulundu.
Yüce Allah'a ibadete
devam etmelerini onlara emretti. Ayrıca, oğlu Şam'a:
"Ey
oğulcağızım!" dedi, "kalbinde zerre ağırlığınca şirk olduğu halde
kabre girme!"
Rivayete göre; Hz. Nuh
(a.s.)'a vefatı yaklaştığı sıralarda: "Ey Ebu'l-beşer ve ey uzun ömürlü!
Dünyayı nasıl buldun?" diye sorulmuştu. Hz. Nuh (a.s.):
"Onu iki kapılı
bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, diğer kapısından çıktım!"
demiştir.
Hz. Nuh (a.s.)
kamıştan bir kulübe edinmişti. "Keşke bundan daha sağlam bir ev
yapsaydın" denilince: "Ölecek bir kimse için, bu bile çok!"
demiştir.
Rivayete göre;
peygamberlerden ümmeti helak olan peygamber Mekke'ye gelir, orada Allah'a
ibadete koyulur, kendisi ve yanında bulunanlar, vefatlarına kadar orada
kalırlardı.
Nitekim, Hz. Nuh, Hz.
Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb Peygamberler (a.s.) Mekke'de vefat etmişlerdir.
Bunların kabirleri
Zemzem ile Hacerü'l-Esved rüknü arasındadır.
Allah (c.c.) şöyle
buyurdu:
"İşte, Ad (kavmi)
Rabblerinin ayetlerini inkar ettiler, peygamberlerine isyan ettiler ve her
inatçı zorbanın işine uydular."[35]
Hz. Hud (a.s.)'m kavmi
Ad Kavmi idi. Ad Kavmi, birinci ve ikinci Ad diye ikiye ayrılır. Birincisi; Ad
b. Avs b. İrem b. Sam b. Hz. Nuh'tur.
İkincisi; Semud b.
Cair b. İrem b. Sam b. Hz. Nuh (a.s.)'dır.
Hz. İsmail (a.s.)' dan
önceki birinci Ad Kavmi on-on üç kabileden oluşuyordu.
Ad, Semud, Cürhüm,
Tasm, Cedis, Ümeym, Medyen, İmlak, Ubey, Casim, Kahtan ve Kahtan oğulları gibi
birçok kabilelere Arabü'l-Aribe; Hz. İsmail (a.s.) oğullarından gelen
kabilelere de Ara-bü'1-Müste-rabe denir.
Ad Kavminin yurtlan
Hadremevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yollar olup, Allah'ın yerlerinden en genişi,
en otlu, sulu bol nimetli olanı idi.
Yerin üzerinde akan
ırmakları, bağları bahçeleri, sürü sürü davarları, yer altında da su depoları vardı.[36]
Başkalarına verilmeyen
boy pos, güç kuvvet de onlara verilmişti.
Onlar inatçı bir
zorbanın emrini tutup ardından gittiler de:[37]
"Kuvvetçe bizden
daha güçlü kim varmış diyerek?" yer yüzünde büyüklük taslamaya,
memleketlerinde azgınlık ve fesatlarını arttırmaya, halka zulmetmeye
başladılar.[38]
Ahiret hayatını,
öldükten sonra dirilmeyi inkar ettiler.[39]
Şadda, Semud ve Henna
adındaki üç puta tapmaktan da geri durmadılar.
Yüce Allah, Ad Kavmine
kardeşleri Hud (a.s.)'ı peygamber
olarak gönderdi,
O da onları bir olan
Allah'a iman ve ibadete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeye davet etti ise de,
red ve tekzip (yalanlama) ile karşılandı.
Bunun üzerine; Yüce
Allah, üç yıl onlardan yağmuru kesti. Onları yağmur duası için Mekke'ye bir heyet
göndermek zorunda bıraktı. Yağmur yağdıracağını sandıkları bir kasırga ile de
yok olup gittiler.
Hz. Hud (a.s.)'m Ad
Kavmine gönderilişi ve onların tutum ve davranışları ile akıbetleri Kur'an-ı
Ke-rim'de şöyle açıklanır.
"Ad (kavmin)e de,
Kardeşleri Hud'u gönderdik. O, kavmine:
«Ey kavmim! Allah'a
ibadet ediniz! Sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur! Hâlâ Allah'tan
korkmayacak mısınız?"[40]
"Siz (Allah'a
karşı) yalan düzenlerden başka (kimseler) değilsiniz!" dedi.[41]
Kavminin ileri
gelenlerinden kafir bir cemaat ise:
«Biz seni muhakkak
yalancılardan sanıyoruz!» dediler.» (Hud):
«Ey kavmim! Bende
hiçbir beyinsizlik yoktur. Fakat ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş
bir peygamberim! Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin
bir hayırhahmızım. Size o korkunç akıbeti haber vermek için içinizden bir adam
(vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gidiyor?
Düşününüz ki O
(Rabbiniz) sizi, Nuh kavminden sonra hükümdarlar yaptı. Size yaratılışta,
onlardan (Nuh kavminden) ziyade boy bos (ve kuvvet) verdi.
O halde, Allah'ın
nimetlerini (unutmayıp) hatırlayınız ki, kurtuluşa erebilesiniz!» dedi. Kavmi
Hud (a.s.)'a:
«Sen, bize, yalnız
Allah'a ibadet etmemiz, atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi
geldin? O halde doğruculardan isen, bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azabı)
getir bize!» dediler. Hud (a.s.):
«Rabbinizden üzerinize
bir azap, bir gazap hak oldu muhakkak! Kendinizin ve atalarınızın taptığınız
(düzme) birtakım adlar (putlar) hakkında, Allah, onlara bir hüccet
indirmemişken, benimle mücadele mi ediyorsunuz? Artık bekleyiniz! Şüphesiz ki,
ben de sizinle birlikte onu bekleyenlerdenim!» dedi.[42]
«Ey kavmim! Ben buna
(bu tebliğime) karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatım, beni
yaratandan başkasına ait değildir, Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
Ey kavmim! Rabbinizden
yarlığanmak (mağfiret) dileyiniz.
Sonra, yine O'na tevbe
ve rücû ediniz ki, üstünüze bol bol (feyzini) göndersin. Kuvvetinize daha
fazla kuvvet katsın!
Günahkarlar olarak yüz
çevirmeyiniz!» dedi. Kavmi Hud (a.s.)'a:
«Ey Hud! Sen bize açık
bir mucize getirmedin! Biz de, senin sözünle ilahlarımızı bırakıcı değiliz!
Sana inamcılar da değiliz» dediler.[43]
«Sen bize ilahlanmız(a
tapmak)dan bizi döndürmek için mi geldin? Öyle ise, bizi tehdit etmekte olduğun
şeyi -eğer (iddianda) doğru söyleyenlerden isen-getir bize!» dediler. Hud
(a.s.):
«(Bunun) ilmi ancak
Allah katmdadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Fakat, ben sizi
bilmezler güruhu olarak görmekteyim.»[44]
"Allah'tan
korkunuz ve bana itaat ediniz!"[45]
"Ben, cidden
üstünüze (gelecek) büyük bir günün azabından korkuyorum!" dedi.[46]
Onlar:
«Vaaz etsen de, vaaz
edicilerden olmasan da, bize göre birdir. Bu öncekilerin adetinden başka (bir
şey) değildir. Biz, azaba uğrayacaklar da değiliz!» dediler."[47]
"O'nun (Hud'un)
kavminden kendilerine dünya hayatında refah verdiğimiz halde, küfr (ve inkar)
eden bir güruh da:
«Bu, sizin gibi bir
beşerden başkası değildir. Sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor!
Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğerseniz, and olsun ki, o takdirde
mutlaka hüsrana düşenlerden olursunuz.
Öldüğünüz ve bir
toprak, bir kemik olduğunuz vakit, sizin her halde (diri olarak
kabirlerinizden) çıkarılmış olacağınızı mı va'd (ve tehdit) ediyor o?
Tehdit oluna
geldiğiniz o şey, ne kadar uzak! Ne kadar uzak! O (hayat) bizim (şu) dünya
hayatımızdan başkası değildir. Yaşarız ölürüz.
Fakat, biz (tekrar)
dirilecekler değiliz!
O (Hud), Allah'a karşı
yalan düzen bir adamdan başkası değildir.
Biz, O'nu tasdik edici
değiliz!» dediler.
Hud (a.s.):
«Rabbim! Beni
yalanlamalarına karşı, Sen bana yardım et!» dedi. Allah buyurdu ki:
«Az bir zaman da her
halde pişman olacaklardır!»
«İşte, onları o müthiş
(azap) sayha(sı), Allah'ın adaleti olmak üzere, hemen yakalayıverdi de, onları
bir çer çöp haline getirdik!
Artık, uzak olsun o
zalimler güruhu!»[48]
"Onlar, onu
(azabı) vadilerine yönelerek gelen bir bulut halinde görmüşlerdi de:
«Bu, bize yağmur
verici bir buluttur!» demişlerdi.
Hayır! Bu çarçabuk
gelmesini istediğiniz şeydi! Kasırgadır ki, onda elem verici bir azap vardır.
O, Rabbinin emriyle,
her şeyi helak edecektir!
İşte onlar o hale
geldiler ki, meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu!
Biz, işte günahkarlar
güruhunu böyle cezalandırırız!"[49]
"... Alay ede
geldikleri şey, kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.[50]
"...Her uğradığı
şeyi (yerinde) bırakmıyor, mutlaka kül gibi savuruyordu!"[51]
Çünkü, Biz
(haklarında) uğursuz (ve uğursuzluğu) sürekli bir günde, onların üstüne çok
gürültülü bir kasırga saldık.
(Öyle bir kasırga ki)
insanları sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi
ta.temelinden kopardp helake uğratıyordu."[52]
"(Allah) onu yedi
gece, sekiz gün ardı ardınca üzerlerine musallat etti.
Öyle ki, (eğer Sen de
hâzır olsaydın) o kavmin (bu müddet) içinde (nasıl) ölüp yıkıldığını görürdün!
Sanki onlar içleri
bomboş hurma kütükleri idiler!
Şimdi onlardan bir
kalan görebiliyor musun?
(Hûd'un) kendisini de,
Onunla birlikte olan (Müslümanları da, katımızdan bir rahmet ile kurtardık.
Ayetlerimizi yalan
sayıp iman etmemiş olanların ise kökünü kestik!"[53]
Rivayete göre;
peygamberlerden, ümmeti helak olan peygamber, kendisine iman edenlerle birlikte
Mekke'ye gelir, vefatına kadar orada Yüce Allah'a ibadetle meşgul olurdu.
Ad Kavmi, helak
olunca, Hz. Hûd (a.s.) da, kendisine iman etmiş olan kimseleri yanma alarak
Mekke'ye gitti ve oradan ayrılmadı.
Mekke'de vefat eden
Peygamberlerden, zemzem ile
Hacerü'l-Esved arasında yetmiş, diğer bir rivayette doksan dokuz peygamber
gömülüdür.
Hz. Hud (a.s.) da
orada gömülü peygamberler arasındadır.
Hz. Hud (a.s.)'m
Hadremevt'te vefat ettiği ve kabrinin orada kızıl kumdan bir tepe üzerinde
bulunduğu ve vefatında dört yüz atmış dört yaşında olduğu da rivayet edilir.
O'na ve gönderilen
bütün peygamberlere selam olsun!
Hz. Salih (a.s.)'m
kavmi ikinci Ad diye anılan Semud Kavmi olup Arabu'l-Aribe'dendir.
Yüce Allah, birinci
Ad'ı yani Hz. Hud (a.s.)'m kavmini helak ettikten sonra onların ardından Semud
Kavmi'ni yeryüzüne hakim kılmıştı.
Yüce Allah, Semud
Kavmini uzun ömürlü yaratmıştı. Hatta onlardan bir kimse kendisine taştan
çamurdan bir ev yapar, adam daha sağ iken ev yıkılır giderdi.
Bunun için, onlar,
dağlarda kayaları oyarak kendilerine evler edindiler ve geçim bolluğu içinde
yaşadılar.
Semud Kavmi; Hicaz'la
Şam arasında Vâdi'1-Ku-râ'ya kadar uzanan Hicr bölgesinde otururlardı.
Hicr; Semud Kavminin
Medine ile Şam arasında bulunan yurtlarının adıdır.
Istahrî, "Hicr
hakkındaki müşahedelerini şöyle anlatır:
"Hicr, halkı az
bir karyedir. Dağlar arasında olup Vâdi'l-Kurâ'ya bir günlüktür.
Yüce Allah'ın
buyurduğu gibi, Semud Kavminin dağlardan yontmuş oldukları evler Şuarâ, 149
buradadır.
Yüce Allah'ın:
"işte dişi deve!
Su içme hakkı bir gün onundur. Belli bir günün su içme hakkı da sizindir."
Şuara, 155 buyurduğu
Semud Kavmi işi
büsbütün azıtıp Allah'ın emrine aykırı olarak putlara tapmaya, yeryüzünde
fesat çıkarmaya, taşkınlık etmeye başladıkları zaman Yüce Allah, onlara Salih
(a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi.[54]
Hz. Salih (a.s.),
Semud Kavmini, bütün putları atarak bir Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızm,
iman ve ibadet etmeye davete başladı.
Fakat onlar Hz. Salih
(a.s.)'ı ve tebligatını küfür ve inkarla karşıladılar."[55]
Zaten, Semud Kavmi
kendilerine Salih (a.s.)'dan önce gönderdikleri anlaşılan ve fakat isimleri ve
kıssaları Kur'an-ı Kerim'de açıklanmamış olan başka peygamberleri de
yalanlamış, durmuşlardı."[56]
Hz. Salih (a.s.) davet
ve tebligatına ısrarla devam etti. Davetini kabul etmedikleri taktirde,
Allah'ın gazabına ve azabına uğrayacaklarını onlara haber verdi.
Semud Kavmi ile yirmi
yıl uğraştı. İş uzayıp gidince, Hz. Salih (a.s.)'dan, söylediklerini doğrulayan
bir ayet, bir mucize göstermesini istediler.
Hz. Salih (a.s.)
onlara:
"Nasıl bir mucize
istersiniz?" diye sordu
Semud kavminin her yıl
belli bir günde putlarını yanlarına alarak çıkıp kutladıkları bir bayramları
vardı.
"Sen kendi
ilahına yalvar, biz de kendi ilahımıza yalvarahm. Eğer senin ilahın duanı kabul
ederse, biz sana tâbi olalım. Eğer bizim ilahlarımız duamızı kabul ederse, sen
bize tâbi ol!" dediler.
Hz. Salih (a.s.):
"Olur" dedi.
Semud Kavmi,
vesenleri, putları ile birlikte bu bayramlarını kutlamaya çıktılar. Hz. Salih
(a.s.) da onlarla gitti.
Semud kavmi
dualarında, Hz. Salih (a.s.)'m yapacağı duasından hiçbir şeyi kabul etmemesini
vesen-lerden, putlarından istediler.
O zaman, Semud
Kavmi'nin seyidi, ulu kişisi olan Cenda'b Amr:
"Ey Salih! Şu
kayanın yanma bizimle birlikte git. Kayanın içinden bizim için şöyle şöyle
vasıfta bir dişi deve çıkarırsan, senin peygamberliğini doğrular ve sana iman
ederiz" dedi.
Hz. Salih (a.s.) bunu
yaptığı takdirde peygamberliğini tasdik ve kendisine iman edecekleri hakkında
onlardan kesin söz aldıktan sonra, kayanın yanında namaz kılıp Yüce Allah'a
dua edince, kaya sanki doğum sancısı gibi sancılandı.
Gebe bir kadının
hareketi gibi hareket etti. Titre- \ di; sonra da, ikiye ayrılarak, içinden
istedikleri vasıfta bir deve çıktı.
Kaya bir deve doğurdu.
Semud Kavmi bu deveyi istedikleri kadar sağarlar, kap kaçaklarını sütle doldururlardı.
Bunun üzerine Cenda'b.
Amr ile kavminden bazı kişiler iman ettiler.
Cenda' b. Amr'm
amcasının oğlu Şihab b. Halife gibi Semud Kavmi'nin bazı eşrafı da Hz. Salih
(a.s.)'a iman etmek ve tâbi olmak istedilerse de, vesenlerinin sahipleri olan
eşraftan Zuab b. Amr ile Habbab ve Zeb-bab engel oldular. Onlar da, bunlara
uyarak, Müslüman olmaktan vazgeçtiler.
Hz. Salih (a.s.),
Rabbinin kendisine verdiği devesinden hiç ayrılmazdı.
O nereye yönelse, onun
yanında bulunurdu.
Deve bir gün Semud
Kavmi'nin suyundan içer, bir gün de onlar devenin sütünü sağar içerlerdi.
Semud Kavmi,
Rabblerinin emrine karşı kibir ve gurura düştüler, azgınlık ettiler, deveyi
boğazladılar.
Deveyi
boğazlayanlardan birisi; kızıl, sarışın, gök gözlü, köse, kısa bir adamdı.
Öteki de, uzun boylu,
akılsız ve titrek bir adamdı. Ana deve kesilince, yavrusu kaçıp dağa çıktı.
Yavru deve, Hz. Salih
(a.s.)'ı görünce ağladı ve üç kere böğürdü. Hz. Salih (a.s.), Semud Kavmi'ne:
"Her böğürüş bir
eceldir. Yurdunuzda üç gün daha yaşayacaksınız! Bu yalanlanamayacak bir
vaad-dir!" dedi.
Semud Kavmi'nden Hz.
Salih (a.s.)'ı öldürmeye kalkışanlar oldu. Fakat Allah (c.c.) O'nu korudu.[57]
Semud Kavmi, Hz. Salih
(a.s.) ile alay ederek, azaba ne zaman uğrayacaklarını sordular. Hz. Salih
(a.s.):
"Azap alameti;
birinci günde yüzleriniz sararmış olarak sabaha çıkacaksınız. İkinci günde
yüzleriniz kızarmış olarak sabahpppa çıkacaksınız. Üçüncü günde yüzleriniz
kararmış olarak sabaha çıkacaksınız" dedi.
Gerçekten de, ilk
günde sabaha çıktıkları zaman, küçük büyük, erkek-kadm, hepsinin yüzleri, sanki
haluk kokusu sürülmüş gibi sapsarı kesilmişti.
Bunun üzerine, Semud
Kavmi, helak olacaklarını ve Hz. Salih (a.s.)'m doğru söylemiş olduğunu
anladılar.
İkinci gün, yüzleri
kızarmış olarak sabaha çıktılar.
Üçüncü gün, yüzleri
kara boya sürünmüş olarak sabaha çıktılar.
Dördüncü gün, pazar
günü sabaha çıktıkları zaman, kendilerine azaptan, cezadan neler geleceğini, gelecek
azabın hangi yandan, üzerlerinden mi, yoksa ayaklarının altından, yerden mi
geleceğini bilmiyor, kâh başlarını kaldırıp semaya bakıyorlar, kâh gözlerini
yere dikiyorlardı.
Sabaha girdikleri
sırada güneş doğarken, gökten onlara göklerin bütün gürlemelerini, yer yüzünün
bütün çığlıklarını içinde taşıyan öyle bir bağırışla bağırıldı ki, bir anda
göğüslerindeki kalpleri parçalandı! Canları bedenlerinden uçtu! Solukları,
kımıldamaları kesiliverdi!
Altlarından da, son
derece şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldılar.
Allah'ın Hareminin, bu
azabın koruduğu bir tek kimseden başka, doğu batı arasında, onlardan helak olmadık
bir kimse kalmadı!
Kurtulan o tek kişi
ise Ebu Rigal idi.
Ad Kavmi'nin helaki
ile Semud Kavmi'nin helaki arasındaki süre beş yüz yıldı.
Hz. Salih (a.s.)'ın
Semud Kavmi'ne gönderilişi ve onların kötü tutum ve davranışları ve akıbetleri
Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanır:
"Andolsun ki;
Ashabı Hicr'de, Peygamberleri yalanlamışlardı. Biz onlara ayetlerimizi
vermiştik de, onlar bunlardan yüz çevirici idiler.
Onlar dağlardan emin
emin evler yontar, oyarlardı."[58]
"Andolsun ki Biz,
Semud (Kavmin)'e de; «Allah'a ibadet ediniz!» diye kardeşleri Salih'i
gönderdik.
Bir de ne görsün,
onlar birbirleriyle çekişir iki fırkadır! Salih:
«Ey kavmim! Niçin
iyiden (ve güzelden) önce, çarçabuk kötüyü (azabı) istiyorsunuz? Allah'tan
bağışlanmanızı istemeli değil misiniz? (Böyle yaparsanız) umulur ki
esirgenirsiniz» dedi:
«Biz senin yüzünden ve
maiyetinde bulunan kimseler (mü'minler) yüzünden uğursuzluğa uğradık!»
dediler. (Hz. Salih (a.s.):
«Sizin (bütün) amel ve
hareketleriniz Allah katında gizli değildir. Belki, siz imtihana çekilmekte
olan bir kavimsiniz!» dedi.
O şehirde (Hicr'de
düşman) dokuz erkek var ki, yer(yüzün)de fesad çıkarıyorlar, iyilik tarafına
hiç yanaşmıyorlardı. Onlar Allah adıyla antlaşarak:
«Ona (Salih'e) ve
ehline, herhalde bir gece baskın yapalım (hepsini öldürelim). Sonra da
velisine:
'Andolsun ki; biz o
ailenin helakinde hazır değildik.
Şüphesiz ki, biz (bu
sözümüzde) elbette sadıklarız!' diyelim» dediler. Onlar böyle bir tuzak
kurdular.
Biz de, kendilerinin
haberi olmadan, onların planların alt üst ediverdik."[59]
"...O (Salih):
«Ey kavmim! Allah'a
ibadet ediniz! Sizin, O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. O, sizi topraktan
meydana getirdi. Sizi orada ömür geçirmeye (veya imana) memur etti.
O halde, O'ndan
yarlığanmak (bağışlanmak) dileyiniz. Sonra, O'na tövbe ediniz. Şüphe yok ki,
Rab-bim(in rahmeti) çok yakındır. O (duaları da) kabul edendir."[60]
"Düşününüz ki;
(Allah) sizi, Ad'dan sonra, hükümdarlar yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi.
Ovalarından köşkler yapıyor, dağlarından evler yontuyorsunuz. Artık (hepiniz)
Allah'ın lütuflarım anınız.
Yeryüzünde fesatçılar
olup taşkınlıklar yapmayınız» dedi."[61]
"Ey Salih! Sen
bundan önce içimizde ümit beslenen biri idin. (Şimdi) atalarımızın taptığı
şeylere tapmamızdan bizi vazgeçirmek mi istiyorsun.
Senin bizi (ibadete)
davet ettiğin (Rab)'den, hakikaten şüphe içindeyiz, şüpheleniriyiz!"
dediler."
(Salih):
"Ey kavmim! Ya
ben Rabbimden (gelen) apaçık bir mucizenin üzerinde isem ve O Rab, kendinden bana
bir rahmet (peygamberlik) vermişse, buna ne diyeceksiniz?
O halde Allah'ın
(intikamından) eğer O'na isyan edersem (kurtarmak hususunda) bana kim yardım eder?
Demek, siz beni ziyana
uğratmaktan (bunu) bana karşı artırmaktan başka bir şey yapmayacaksınız?» dedi."[62]
"«Şüphesiz ki,
ben size gönderilen emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkunuz ve bana
itaat ediniz. Ben buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim
mükafatım, alemlerin Rabbinden başkasına ait değildir.
Siz burada (ki
nimetlerin içinde), bağların, pınarların içinde, ekinlerin ve tomurcukları
nazik ve yumuşak hurma ağaçlarının içinde emin emin bırakılacak mısınız?»
«Sen ancak (hızlı)
büyülenmişlerdensin» dediler."[63]
"O'nun kavminden
iman etmeyi kibirlerine yediremeyen ileri gelenleri de, kendilerince hor
görünenlere, onların içinden iman edenlere:
«Siz, Salih'in
gerçekten Rabbi katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?»
dediler. Onlar da:
«Biz doğrusu, onunla
ne gönderildiyse ona iman edicileriz!» dediler."[64]
Yine, kibirlenen
kimseler:
«Biz, doğrusu, o sizin
iman ettiğinize münkir ve kafir olanlarız!» Araf, 76 dediler. Salih (a.s.)'a
da:
«Sen, bizim gibi bir
beşerden başkası değilsin! Bununla beraber eğer, (peygamberlik davasında) doğruculardan
isen, haydi bir ayet (mucize) getir!» dediler."[65]
«Ey kavmim! İşte size
bir ayet (mucize) olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi! Artık onu serbest bırakınız.
Allah'ın arzında otlasın...»[66]
«İşte, bu dişi deve!
Su içme hakkı (bir gün) onundur. Belli bir günün su içme hakkı da, sizindir.
Ona bir kötülükle ilişmeyiniz! Sonra sizi büyük bir günün azabı yakalar!»
dedi."[67]
"Derken o dişi
deveyi ayaklarını keserek öldürdüler. Rabblerinin emrinden (uzaklaşarak) isyan
ettiler ve:
«Ey Salih! Eğer Sen
gönderilmiş peygamberlerden isen, bizi tehdit edip durduğun azabı getir bize!»
dediler."[68]
... Bunun üzerine
Salih (a.s.):
"Memleketinizde
üç gün daha yaşayınız! İşte bu yalan çıkarılamayacak bir tehdittir!» dedi.
Vakta ki azap emrimiz
geldi. Sabaha girdikleri sırada onları o (korkunç) bağırış yakalayıverdi!
Kazana-geldikleri o şeyler, kendilerinden hiçbir azabı def edemedi."[69]
"Salih'i de, pnun
maiyetinde iman etmiş olanları da, tarafımızdan bir rahmet olarak (azap ve) o
günün rüsvalığından kurtardık.
Şüphesiz ki Rabbin, O,
çok kuvvetlidir, mutlaka galiptir.
O zalimleri ise,
korkunç bir ses alıp götürdü de, yurtlarından diz üstü çöken (helak olan)
kimseler olu-verdiler!
Sanki orada (hiç)
oturmamışlardı!
Haberiniz olsun ki;
Semud (Kavmi) hakikaten Rabblerine küfrettiler. Gözünüzü açınız, iyi biliniz
ki; Semud'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık verilmiştir."[70]
"Semud (Kavminin
helak edilmesin)de de (bir ibret vardır). Hani, onlara:
«Bir zamana kadar
yararlanadurunuz!» denilmişti de, Rabblerinin emrinden uzaklaşıp azmışlardı.
İşte (bu yüzden)
kendileri de göz göre göre onları yıldırım tutuvermişti de, ayakta durmaya güç
yetire-mediler, bir yardım da göremediler.”[71]
"Şüphe yok ki
bunda bilecek bir kavim için ibret verici bir nişane vardır."[72]
"İman edip de
(fenalıktan) sakınır olanları, Biz (daima) kurtardık."[73]
Salih (a.s.); Semud
Kavmi'ni Yüce Allah'a iman ve ibadete davet etmekle uğraşmıştı.
Semud Kavmi'nin
helakinden sonra, Hicr'den ayrılırken, onlara şöyle hitap etti:
«Ey kavmim! And olsun
ki; ben size Rabbimin elçiliklerini tebliğ etmişimdir. Size hayırhahtık
göstermi-şimdir. Fakat siz hayırhahalık sevmezsiniz ki!»[74]
Peygamberimiz Muhammed
(s.a.v.); Tebük seferinde Hicr'dea geçerken, Semud Kavmi'nden Ha-rem'in
korumuş olduğu bir tek adamın sağ kaldığını haber vermişti. Ashab-ı Kiram:
«Ey Allah'ın
peygamberi! Kimdi o adam?" diye sordular. Peygamberimiz:
«Ebu Rigal'dir!»
buyurdular.
Ebu Rigal, Sakiflerin
atasıydı. Salih (a.s.)'m da kölesiydi. Onu Mekke tarafına sadaka, zekat
tahsildarı olarak göndermiştir.
Ebu Rigal; sütü
çekilmiş yüz koyunu, ayrıca bir koçu ve bir de akşamleyin annesi ölmüş bir
oğlan çocuğu bulunan bir adamın yanma vardı. O'na:
«Beni, sana Allah'ın
peygamberi gönderdi!» dedi. Adam: «Peygamber elçisi hoş geldi, safa geldi.
İstediğini al!» dedi. Ebu Rigal, koyunlardan sütlü olanı aldı. Adam:
«O, annesinin
ölümünden sonra, sağ kalan şu çocuğundur. Onun yerine, on koyun al!» dedi. Ebu
Rigal:
«Hayır!» dedi. Adam:
«Yirmi koyun al!»
dedi. Ebu Rigal:
«Hayır» dedi. Adam:
«Elli koyun al!» dedi.
Ebu Rigal: «Hayır!» dedi. Adam:
«Şu fair koyundan
başka koyunların hepsini al!» dedi. Ebu Rigal:
«Hayır!» dedi. Bunun
üzerine Adam:
«Eğer sen süt içmeyi
seversen, ben de severim» diyerek ok çantasındaki okları serdi. Sonra da:
«Ey Allah'ım! Sen
şahit ol!» dedi. Yayma bir ok yerleştirip Ebu Rigal'i öldürdü.
«Bunun haberi,
Allah'ın peygamberine benden önce ermesin» dedi.
Salih (a.s.)'ın yanma
varıp, Ebu Rigal'in yaptıklarını haber verdi. Salih (a.s.) ellerini göğe
kaldırdı. Üç kere:
«Ey Allah'ım! Ebu
Rigal'e lanet et!» diyerek dua etti."
Ebu Rigal'i öldüren,
Kays b. Aylanlardan Münebbih b. Herazin'in oğlu Sakif idi.
Beşeriyetin arasındaki
kavgalar, münakaşalar, savaşlar, din ve inanç uğruna canı ve malıyla davası
uğruna savaşıp tükenen bir sürü nesil geldi geçti. Ve ahir ümmeti de inançları
uğruna daha evvelki ümmetler gibi haksızlıklara uğradılar. Bugünümüzde neden
bu kadar zorluklar zuhur ediyor demek yersiz olur.
Anlaşmazlıklar, fikir
zıtlığı, fikir savaşı, kılık-kıyafet tartışması, din, ırk nedeni ile olan ve
olacak olan savaşlar kıyamete kadar süregelecektir. Bu savaşlar insanın
nefsine değil de vicdanlarına ağır geldiği için insanlar doğal olarak insaf
ehli bir dünya murad ederler. Ama, bir gerçek var ki; Cenab-ı Allah ayetlerinde
de buyurmuştur:
"Daha önceki
ümmetlere yapılan sizlere yapılmayacak mı sandınız?"
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)'in zamanında da, Nuh Ca.s.) kavminin zamanında olan inkar, ahlaksızlık
ve zulümler vardı. O zamanlarda, din ve inanç uğruna yapılan savaşlarda ve
baskınlarda esir edilen insanların, diri diri yakılmalarından ve işkence ile
Öldürmelerinden inkarcılar zevk duyarlardı. Hısımları, birini -ele
geçirdikleri takdirde- kafataslarını söküp, kadeh gibi kullanıp, içki
içeceklerine yemin ederlerdi. Bir de, ge-çindirememek bahanesiyle çocukları
öldürmek günlük ihtiyatlarındandı. Kız çocuğu doğurmak yüz karası sayılırdı.
Kız çocukları diri diri toprağa gömülür veya ellerinden tutulup su kuyularına
atılır, onların boğulup gitmelerine karşı hissiz, duygusuz kalınırdı.
Ahlâksızlık,
hayasızlık o dereceye varmıştı ki, İmrü'1-Kays gibi ünlü bir şair, amcasının
oğlu.ile yaptığı bir ahlâksızlığı tasvir etmekten çekinmezdi. Onun bu yoldaki
halini bahseden kasidesinin de Kabe'nin duvarlarına asılıp sergilenilmesinden utanılmazdı.
O zamandaki dinî
buhran, içtimaî ve ahlakî buhranlardan daha az ve önemsiz değildi. İnkarcılık,
itikatsızlık, putperestlik, tuhaf tuhaf akideler, hurafeler almış yürümüştü.
Ehl-i İslam da pek
ziyade ısdırap gördü ve yaşadı. Hatemü'l-Enbiya'nm da eza ve cefası çoktu.
Kur'an, bütün hakikat
beyanlarını taşır. İslam dini ve Peygamber Nübüvvet, Kur'an ile risalet buldu.
Kimi yalanladı, kimi inkar etti, kimi taşladı, kimisi de o din ile müşerref
oldu. Cenab-ı Resul'e siper oldular ve bırakmayıp, ardından gittiler. Onunla
beraber savaştılar, inançları uğruna canlarım seve seve feda ettiler. Kimileri
mecnundur dedi O'nun için, kimileri de sihirbazdır dedi.
Hz. Bir gün
Hatemü'l-Enbiya Hazretleri, Harem-i Şerifin bir köşesinde otururken, diğer
tarafta Kureyş Müşrikleri oturuyorlardı. Ulularından Ebu'l-Velid diye tanınan
Utbe b. Rebia diğerlerine:
"Ne dersiniz,
gidip de Muhammed'e biraz nasihat etsem, «Bizden ne isterse verelim ve seni
istediğin rütbeye eriştirelim, tek bizim ilahlarımıza söz atma ve dinimize
taarruz etme (karışma)» desem, şayet kabul ederse aradan keşmekeş (karışıklık)
gider" dediğinde ;
"Ne beis
(sakınca) var, bir kere nasihat ediver" dediler.
Utbe, Resul-i Ekrem'in
yanma geldi ve o yolda birçok söz söyledi, kendine göre hayli nasihat verdi.
Rasul-i Ekrem (s.a.v.).
"Sözün tamam oldu
mu?" diye sordu. Utbe:
"Evet" dedi.
Resulü Ekrem (s.a.v.),
Fussilet Suresini tilavete (okumaya) başladı ve secde ayetine gelince kalkıp
secde eyledi ve:
"İşittin mi ya
Ebu'l-Velid!" dedi. Utbe :
"İşittim, işte
sen, işte o" diyerek yerinde kıyam etti (kalktı) ve bozuk düzen
dostlarının yanma gitti.
"Ne oldu?"
diye sordular.
"Hiç sormayın.
Bir kelam işittim ki ömrümde öylesini işitmemiştim. Vallahi bu söz, şiir
değil, sihir değil, kehanet değil ey cemaati Kureyş! Beni dinlerseniz bu adamı
kendi haline bırakınız" dedi.
Müşrikler, bunca
mucizeyi görüp, ara ara nazil olan ayatı beyyinatı (Kur'an'ı) işitip Resulü
Ekrem hakkında ne diyeceklerini şaşırdılar.
Kimi mecnun, kimi
kahin ve kimi şair dedi. Ve hiçbirinin yakışık almadığını kendileri dahi
anladılar. Hatta Kureyş Kavmi, İslam'ın yayılmasından havf ettikleri
korktukları için, hac mevsimi geldiğinde bir yere toplandılar.
"Her taraftan
Arap kabileleri gelmek üzeredir. Muhammed hakkında ne diyeceksek ona karar verelim"
dediler.
İçlerinden bazıları:
"Kahindir
diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre:
"Kahin değildir.
Sözleri asla kahin sözüne benzemez" dedi.
"Öyle ise mecnun
diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre:
"Mecnun desek kim
inanır? O'nda asla cünun (delilik) alameti yok" dedi. Onun üzerine
bazıları:
"Şairdir
diyelim" dediğinde; Velid b. Muğıre: "Şair değildir" dedi.
"Şair değil ise
sahir (sihirbaz) diyelim" dediklerinde de; Velid b. Muğıre:
"Sahire
(sihirbaza) neresi benzer? Okuyup üflemesi yok, düğüm bağlaması yok, sahir
işlerine (sihirbazların yaptıklarına) benzer bir işi yok. Bu cihetle de
diyemeyiz. " dedi.
"Öyle ise ne
diyelim?" dediler. Velid b. Muğıre:
"Ne demeli
bilmem. Fakat şu söylediklerinizin hiçbirisi yakışık almaz ve hangisini
söylesek inanılmaz" dedi.
Kısaca Resulü Ekrem
(s.a.v.) hakkında ne diyeceklerine bir karar veremediler. Çünkü peygamber demekten
başka yakışık alır bir sıfat bulamadılar. Buna da onlar razı olamadılar. Resulü
Ekrem (s.a.v.) ise, her sene Hac mevsiminde Mekke dışına çıkıp, etraftan gelen
kabilelere, "Ey filan oğulları!" diye başka başka hitap ederek,
hallerine uygun olan ayeti kerimeyi okuyarak onları Hak dine davet eylerdi.
Bu kabilelerden nice
kimseler, İslam dini ile müşerref olmakta ve İslam dini, Arabistan'ın her
tarafına yayılmaktaydı.
Hatta Seleme Oğulları
Kabilesinden birkaç yiğit Mekke'ye geldiler. Bazı Kur'an ayetleri dinleyip
hemen Müslüman oldular ve dönüp yerlerine gittiler, Resulü Ekrem (s.a.v.)'in
vasıflarını anlattılar.
İçlerinden birisinin
babası olan Amr ibni Cemûd oğluna:
"O zattan
işittiğin sözleri bana söyle" demiş, O da Fatiha Sûresini okumuş. Amr b.
Cemüd:
"Ne güzel
kelamdır, diğer kelamları da böyle güzel midir?" diye sormuş. Oğul:
"Daha âlâları,
güzelleri var" diye cevap vermiş. Bedevi Araplardan biri; ayeti kerimeyi
işittiği gibi secdeye varmış:
"Bu sözün
güzelliğine secde ettim" demiş.
Bir diğeri Sure-i
Yusuf okunurken; ayeti kerimeyi işittiğinde:
"Ben şehadet
ederim ki hiçbir mahlûk buna benzer bir söz söylemez" demiş.
Ebu Zer (r.a.)'m
gelmesine sebep bu idi. Kendisi güzide şairlerden olup, kardeşi Enis ise şiirde
ondan ve emsallerinden üstündü.
Enis, Mekke'ye gelip,
gitmiş ve biraderi Ebu Zer'e, Fahri Alem'in hal sıfatlarını beyan etmiş.
Ebu Zer:
"Halk O'nun hakkında
ne söylüyor?" diye sormuş. Enis de:
"Şairdir,
kahindir, sahirdir diyorlar. Ama ben kahinler sözünü işittim. Vallahi, O hiç
birine uymaz ve bundan sonra O'na şair demek, kimsenin ağzına yakışmaz.
Elhasıl Muhammed (s.a.v.) sadıktır. Ve onlar yalancıdır" diye cevap
vermiş. O'nun üzerine Ebu Zer hemen Müslüman olmuş.
Kur'an-ı Kerim ne
kelam-ı manzumdur, ne de kelam-ı nesirdir. İki kısmın haricinde bir kelam-ı
latiftir, baştan başa hatasız ve beliğdir.
Bütün ayeti kerimeler
belagatça bir derecede olmayıp bazısının bazısına nispetle belagat derecesi
yüksektir. Fakat, cümlesi mucizedir. Yani insan meydana getirmekten acizdir.
İptidai emirde Arap edebiyatçıları Kur'an ayetlerini birtakım şiirle muvazene
mukayese ettiler. Nihayet hiçbirine ve belki beşer sözüne benzemediğini
anladılar.
Fakat Muallakatı Seb'a
(yedi askı), Ka'be duvarında asılı durup ara sıra okunur ve fesahat ve belagat
bahsinde lisana alınırdı.
Belagatın en âlâ
derecesinde bulunan ayeti kerimeler nazil olunca, edebiyatçılara pek ziyade
tesir eyledi, şöyle ki; iliklerine işledi.
O vakit İmrü'l-Kays'ın
kız kardeşi sağdı. Ayeti kerimeyi işittiğinde:
"Artık kimsenin
bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri Meydan-ı İftiharda duramaz"
diyerek, kardeşinin kasidesini Ka'be duvarından indirdi.
Onun alt tarafındaki
muallakata diyecek hiçbir şey kalmadığından onlar da birer birer indirildi.
Artık Meydan-ı İftihar
ve şöhrette yalnız Kur'an-ı Kerim kaldı ve Kur'an'm belagatının tesiriyle bütün
edebiyatçılar şaşırdılar ve sustular.
Niceleri, Kur'an-ı
Kerim'in Allah (c.c) kelâmı olduğuna inandılar ve yüksek mânâsına kalpten
samimiyetle inandılar.
Mü'minler İslam dini
uğrunda her şeyi feda ederek, kimi Habeşistan'a hicret ile vatan, akraba ve
dostlarından geçtiler; kimi Ebu Talib mahallesinde mahsur kalıp müşriklerin
eza ve cefasına katlandılar.
Cenab-ı Allah, zorluk
ve meşakkatlerle öncelikle peygamberleri imtihan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de ismi
geçen peygamberlerin hayatlarını okuyacak olursak, bizlerin ne kadar ferahlık,
rahatlık içerisinde hayat sürdüğümüzü görmüş oluruz.
Cenab-ı Allah (c.c.),
kullarına doğrulan anlatsın, bildirsin diye birçok peygamber gönderdi. Kendi
hükmünü ve adaletini indirdiği kitaplarda ve sahifelerde beyan etti. Her kavme
ait bir peygamber gelmiştir. Gelen bu peygamberler Allah'ın tek olduğunu,
sapıklığın sonunun bir felaket olduğunu anlatmışlardır. Bu yüzden de hayatları
eza ve cefa içerisinde geçmiştir.
İki cihan serveri
Cenabı Resul, adalet ehli olan amcası Ebu Talib'in yanında büyümüş ve
yetişmişti. Ebu Talib, yeğeni Hz. Muhammed (s.a.v.)'i çok sevmesine rağmen
yine de O'nun dinine biat etmemişti. Fakat Ebu Talib, yeğeni ile çokça iftihar
eder ve onun nübüvvetini (peygamberliğini) yalanlamaz, gereğinden fazla itaat
eder ve O'nu her kötülükten muhafaza ederdi. Lakin kendisi kavminin reisi
olduğu için, Cenabı Resul de onun elinde büyüdüğünden, O'nun getirdiği dine
biat edip, O'na tâbi olmak istemezdi. Hatta:
"Ben bilirim ki
Muhammed (s.a.v.) asla yalan söylemez ve batıl ne bir söz, ne bir hareket onda
zuhur etmez. Eğer bilsem Kureyş Kabilesinin halkı ve kadınları küçümsemeyip,
ayıplama salar ben O'na kesin biat eder, tâbi olurdum" demiştir.
Ebu Talib'in
vefatından evvel Peygamberimiz, amcasına ricada bulundu:
"Ey pederim
makamında olan amcam! Bari bir kerecik olsun lisanınla kelime-i şehadet getir
ki ahiret-te de sana şefaat edebileyim" dedi. Amcası cevaben:
"Korkarım ki, Ebu
Talib ölümden korktu da imana geldi diye benimle alay edip ayıplarlar. İşte
bundan ar etmesem şehadet getiririm" dedi.
Bununla beraber Ebu Talib
vefat edeceği vakit Kureyş halkını toplamış ve Resulü Ekrem (s.a.v.)'i onlara
emanet etmiş ve hakkında beyanlarda bulunmuş: "Muhammed emindir, doğrudur,
yatandan beridir. Benim size vereceğim nasihat ve yeğenim hakkındaki hakikat
şudur ki, O hep doğrudur, getirdiği İslam dini ise kalbin kabul edeceği bir
şeydir. Onu inkar eden ancak lisandır. Vallahi ben gözümle görür gibi biliyorum
ki, Kureyş'in fukaraları, zenginleri, zaifleri, bedevileri ve etrafı alem
halkı hep onun davetini kabul, sözünü de tasdik etseler, rahmetle kurtuluşa
ererler, zelil ve hakir olmaktan kurtulurlar.
Ey Kureyş halkı!
Vallahi ben sağ olsam, O'nu düşmanlarından korur, O'na gelecek olan zararların
hep karşısında dururdum. Siz de bu görevi benden devralarak O'nu muhafaza etmelisiniz"
dedi.
Cenabı Hakk'in hidayet
etmediği kimse hak yolunu bulamaz. O'nun lütfü ve ilahi ihsanı olmadıkça kimse
bu saadete nail olamaz. Kur'an-ı Kerim'de, Cenabı Hak buyuruyor ki:
"Ya Muhammed! Sen
sevdiğine hidayet edemezsin, lakin Allah dilediğine hidayet eder."
Ancak onun içindir ki;
Cenabı Resul, Ebu Talib'in Müslüman olmasını ziyadesiyle dilerdi. Fakat, o da
onu çok sevmesine rağmen lisanı ile onun nübüvvetini ikrar edemedi. Bu da
gösteriyor ki, Resul-i Ekrem (s.a.v.) yalnız haberci, elçi ve
vesiledir. Cenabü Allah dilemedikçe kul hidayete nasipkâr olamıyor.
Ebu Talib'in
vefatından sonra, Kureyş halkı Ebu Talib'in vasiyetini tutmadılar. Ebu Leheb,
Ebu Talib'in vefatını fırsat bilerek, onun yerini almak, kavminin reisi olmak
için Kureyş halkını etkisi altına alarak hüküm sürmeye koyuldu ve bununla
beraber, Ebu Cehil ise Kureyş içinde hepsinden daha fazla taraftar ve hakimiyet
kazanma yarışmdaydı. Bu iki kişi, Hz. Hatice (r.a.)'nm ve Ebu Talib'in vefatını
fırsat bilerek fenalıklarını artırdılar. Resulü Ekrem (s.a.v.), onların
acımasız eza ve cefalarından çok incinmiş olarak, Mekke'den çıkmak zorunda
kaldı. Zeyd b. Haris (r.a.) ile birlikte Taife gitti. O vakit, Taif'te bulunan,
Sakif Kabilesi eşrafını İslam dinine davet etti.
Onlar ise iman etmek
şöyle dursun, Resulü Ekrem (s.a.v.) tahkir ettiler. İçlerinden bazıları, O'na
taşlar atarak, elini yüzünü yaraladılar, Hatta Zeyd ibni Harise (r.a.), Resulü
Ekrem (s.a.v.)'e atılan taşlardan muhafaza için kendini siper etti. Ve o da
birkaç yerinden yaralandı. Hatemü'l-Enbiya oradan geri döndü ve Mekke'ye
hayli mesafesi olan Batnı Nahle ulaştı. İşte orada (insan ve cin peygamberi
olan) Resulü Ekrem (s.a.v.) "er-Rahman" suresini tilavet ederken cin
taifesinden bir grup gelip dinlemişler ve iman etmişlerdi.
Fahr-i âlem efendisi,
dünyanın dört bir yanma dahi
İslam'ı yayıyordu. Her türlü eziyet ve meşakkatlere rağmen hiçbir şekilde ne
korkuyor, ne de geri adım atıyordu.
Pek sıcak bir günde
Rasulü Ekrem (s.a.v.), yorgundu, Medine'ye bir saat kadar mesafesi olan Küba
köyüne indi. Ve Beni Neccar'dan birinin evine misafir oldu. Birkaç gün Küba'da
ikamet etmek üzere karar verdi. Orada mescit inşaa etti.
Ondan önce ehli
İslam'dan bazıları kendileri için mescid yapmışlarsa da, Cemaat-ı Müslimin için
ilk mescit, bu inşaa edilen mescittir.
Hz. Ali (r.a.), Resulü
Ekrem (s.a.v.)'den sonra üç gün Mekke'de ikamet etti. Kendisine bırakılmış emanetleri
teslim ettikten sonra, Mekke'den çıktı. Resulü Ekrem (s.a.v.), Küba'da iken onu
buldu. Resulü Ekrem (s.a.v.), bir Cuma günü kendi devesine bindi, ehli İslam'dan
yüz kişiyle Küba'dan çıkıp Medine'ye doğru yola koyuldu. Beni Salim b. Avf
yurdunda, Kanuna denilen vadinin üst tarafına indi ve gayet beliğ (açık) bir
hutbe okuyup, Cuma namazı kıldırdı.
Hatemü'l Enbiya'nm ilk
kıldığı Cuma namazı budur diye rivayet edilir. Resulü Ekrem (s.a.v.) hutbesinde
özetle şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar!
Sağlığınızda, ahiretiniz için tedarik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki, kıyamet
gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak,
sonra Cenabı Hak diyecek ama nasıl diyecek, tercüman yok, perde yok bizzat
diyecek. Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim,
sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin? 'O kimse de sağma
soluna bakacak, bir şey göremeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki
bir hurma bile olsa ateşten kurtarabilecek olan hayrı işlesin. Onu da bulamazsa
Kelime-i Tayyibe ile kendisini kurtarsın; zira onunla bir hayra on mislinden
yedi yüz misline kadar sevap verilir.
Vesselâmü ala Rasulihi
ve Rahmetullâhi ve Bera-kâtühü."
Resulü Ekrem (s.a.v.),
1. hutbeyi bu vech ile itmam ettikten sonra 2. hutbede şunları buyurmuştur:
«Allah'a hamd olsun,
Allah'a hamd ederim ve O'ndan yardım isterim. Nefislerimizin şerrinden ve kötü
amellerimizden Allah'a sığındık. Allah'ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz.
Allah'ın saptırdığına da kimse hidayet edemez. Eşhedü en la ilahe illallâhu
vah-dehû la şerikeleh, kelamın en güzeli kitabullahtır.
Her kim ki, Cenabı Hak
onun kalbine de Kur'an-ı müzeyyen kıla ve onu kâfir iken İslam'a dahil ede ve o
da Kur'am diğer sözlere tercih ede, işte o kimse, felah bulur. Doğrusu
kitabullah, kelamların en güzeli ve beliğidir.
Allah'ın sevdiğini
seviniz. Allah'ı can-ı gönülden seviniz. Allah'ın kelamından kalbinizi kasvet gelmesin, zira kelamullah
her şeyin alasını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını, kulların gözdesi olan
Peygamberleri, kıssaların iyisini zikreder, helal ve haramı beyan eder. Artık
Allah'a ibadet ediniz ve O'na şirk koşmayınız. O'ndan hakkıyla sakınınız. Güzel
sözünüz dahi Allah'a doğru olsun ve beyninizde kelamullah ile bütünleşsin. Muhakkak
ki, bilmelisiniz ki; Allahu Teâlâ ahdini bozanlara gazap eder, Esselamu
Aleyküm."
Akabedeki biatda
ensar-ı kiram, her ne vakit Resulü Ekrem (s.a.v.) kendi beldelerine gelirse,
her durumda onu muhafaza etmek üzere and ve yemin etmiş idiler. Resulü Ekrem
(s.a.v.) onların diyarına gelip bir müddet Küba'da ikamet ettikten sonra,
Medine'ye girmek üzere bulunduğundan, artık sözlerini tutmaya mecbur oldukları
vakit gelmiş demek olurdu.
Hicretin onuncu
yılında Peygamberimiz, yüz bini aşan Müslümanla birlikte Mekke'ye gidip son
haccım yaptı. Orada irad buyurduğu meşhur hutbesinde de:
"Ey insanlar!
Sözlerimi iyi dinleyiniz! Vallahi bilmiyorum. Belki de şu durduğum yerde bu
yılımda bu günümden sonra sizlerle bir daha buluşamayacağım.
Dikkat ediniz, belki
bu yılımdan sonra beni bir daha göremeyeceksiniz!" diyerek Müslümanlarla
ve-dalaştı.
Geriye bıraktığı
Kur'an-ı Kerim ile, sünnet-i se-niyyesine sımsıkı sarıldıkları takdirde
sapkınlığa düşmeyeceklerini bildirdi.
Veda haccından
dönerken Gadiri Humm'da da:
"Ey insanlar!
Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım!
Çok sürmez Yüce
Rabbimin elçisi (Cebrail) bana gelecek ben de onun davetine icabet edeceğim!" buyurdu.
"Ey Allah'ım!
Seni teşbih ve sana hamd ederim.
Ey Allah'ım! Beni
bağışla! Şüphe yok ki tevbeleri en çok kabul eden ve merhametli olan Sensin
Sen!" diyerek Allah'a hamd, teşbih ve istiğfara koyulmuştu.
Hicretin on birinci
yılı, Rebiülevvel ayının on ikinci veya on üçüncü pazartesi günü geçmiş, zevale
doğru yaklaşıyor, Peygamber Efendimiz son dakikalarını yaşıyordu.
Hz. Aişe (r.a.),
Peygamber Efendimiz'e baktı ve ağlamaya başladı. Ellerini kaldırdı;
"Ey insanların
Rabbi! Hastalığı gider, kaldır! Gerçek tabib Sensin! Gerçek şifa verici
Sensin!" diyerek şifa diliyordu.
Peygamberimiz ise:
"Hayır! Bilakis
Ben Allah'tan refiki âlâ zümresine katılmayı, Cebrail, Mikail ve İsrafil ile
birlikte olmayı dilerim! Ey Allah'ım beni bağışla! Bana rahmetini ihsan et!
Beni refiki âlâ zümresine kavuştur!" diye mübarek ruhunu Yüce Allah'a
teslim etti.
Salat ve selam onun
üzerine ve onun ehl-i beytinin üzerine olsun.
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) Kefenlendi ve Namazı Kılındı
Peygamber Efendimiz'in
kefenlenmesini bizzat Hz. Ali (r.a.) Hz. Abbas ve Oğullan üstlenmişlerdi.
Hz. Ali (r.a.):
"Hiç kimse
«Resûlullah üzerine imamsız cenaze namazı kılınır mı?» diye şüphelenmesin.
Resûlullah diri iken de, ölü iken de sizin imammızdır." dedi.
Peygamberimiz'in
hizasında ayakta durarak:
"Ey Peygamber!
Selam, Allah'ın rahmet ve bereketleri seni üzerine olsun!
Ey Allah'ım! Biz onun
kendisine, senin tarafından indirilmiş olanları tebliğ ettiğine ve ümmetine nasihatte
bulunduğuna, Allah'ın dinini üstün kılmcaya ve kelimesini tamamlayıncaya kadar
Allah yolunda savaştığına şehadet ederiz!
Ey, Allah'ım! Bizleri,
senin, O'na indirdiğin şeylere uyan kişilerden eyle!
Ondan sonra da bize bu
yolda sebat ver! Onunla aramızı birleştir!" diyerek dua etti.
Cemaat de, "Amin!
Amin!" dediler.
Ahir Zaman Peygamberi
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in Devri ile Peygamberlik Devri de Kapanmıştır
Peygamberlerin
zamanında da zuhur eden afet ve felaketler devri kapanmış olsa bile,
Peygamberimiz'in vefatım
fırsat bilen bazı münafıklar zulümler işliyor, zaman zaman ayaklanıp yine büyük
felaketlere neden oluyordu. Müslümanlık adı altında hayat süren bu zalim
insanlar, hırs ve hasetlerine yenik düşüp Allah (c.c.) dostlarına zarar
veriyorlardı. Bunların hedefi, ilk başta Allah'ın adaletini tecelli ettiren
adalet ehli halifeler olmuştu. Ve daha sonra, Peygamber torunlarını hedef
almışlardı. Onlar öyle insanlardı ki ilk etapta onların fesatlığını anlamak
mümkün olmazdı. Tabi ki nefisleri kabarıp kinlerini kusana kadar. Bunlar
cahilliğin üzerine mutaassıp bir kıyafet giyerek, mutaassıp görünüm
sergiliyorlardı. Ama bu hal onların yalnız dıştaki suretlerini ifade ediyordu.
Bu haller ve
sahtelikler hiç şüphesiz ki, Allah (c.c.)'in lanet ettiği hallerdir. Bir ayeti
celilede Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:
"Onları
gördüğünüz zaman kalpleri hoşuna gider ve konuşurlarsa sözlerini dinlersin.
Onlar sanki elbise giydirilmiş keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi
aleyhlerine sanarlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin
nasıl olup da döndürülüyorlar?"[75]
Zalimlerin kendileri
için istediği şey nedir? Zorbalık ve hainliğin tezgahında hesaplar yapılırken
Allah (c.c.)'m hesabını kaldırıp, nereye koyarlar? Ölümü başkaları için
isterken, kendilerine gelmeyeceğini mi düşünürler? Unutulmaması gereken katî
bir hakikat var ki; Allah kulunu ne yoksun bıraktı, ne de anlatmaktan yoksun
bıraktı. Her doğrunun bir mükafatı ve her yanlışın da bir mücazatı vardır.
Allah doğru ve yanlışı Kur'an-ı Kerim'inde beyan etmiştir. Ama mümkünler
içerisinde aklı fikri gafa uğratarak çaresizliklere sürükleyen yine insandır.
Hz. Ömer (r.a.)'m
Şehadeti
Miladî 642 yılında
yapılan Nihavend Muharebe-si'nde esir düşen ve Ebu Lü'lü künyesiyle anılan
Firuz adındaki Hıristiyan bir köle Medine'de oturuyordu. Kendisi, Basra Valisi
Mugire b. Şu'be'nin kölesi idi.
Hicrî 23. yılın
Zilhicce ayının 23. günü (31 Ekim 644), Hz. Ömer (r.a.), Medine çarşısında
gezerken, Ebu Lü'lü ona yaklaşarak:
"Ya
Emire'l-Mü'minin! Mugire b. Şu'be benim üzerime bir haraç vaz'etti (vergi
koydu). Onu hafiflet" dedi. Hz. Ömer (r.a.):
"Haracın ne
kadardır?" diye sorunca, Firuz:
"Günde iki
dirhem" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
"Sanatın
nedir?" diye sordu. O da:
"Dülgerim,
demirciyim ve nakkaşım" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.):
"Bu sanatlara
göre haracını çok görmüyorum. Hem de işittim ki sen, yel değirmeni yapabilirim
de-, missin" deyince, o da:
"Evet" dedi.
Hz. Ömer (r.a.):
"Öyle ise bana
bir yel değirmeni yap" dedi. Hz. Ömer (r.a)'a kızan Firuz:
"Sana bir
değirmen yapayım ki, doğuda ve batıda dillere destan olsun" deyip gitti.
Hz. Ömer (r.a.), onun bu cevabı üzerine yanındakilere:
"Köle, beni
tehdit etti" dedi ve sonra evine gitti.
Ertesi gün, sabah
namazı vakti girince, Hz. Ömer (r.a.) sabah namazım kıldırmak için Mescid-i
Nebevi'ye gitti. Mihraba durdu. Safları tesviye etti. Bu sırada Ebu Lü'lü
elbisesinin altında sakladığı iki başlı hançeri ile camiye girip bir kenara
saklandı. Hz. Ömer (r.a.) namaza başladığı vakit, saklandığı yerden hemen
çıkarak, Hz. Ömer (r.a.)'m üzerine hücum etti ve onu altı yerinden yaraladı. Bu
arada karnında da ağır bir yara açtı. Sonra üzerine varan Müslümanlardan
birkaçını da hançerleyerek, kurtulamayacağım anlayınca intihar etti.
Hz. Ömer (r.a.),
aldığı yaraların tesiri ile yere düşüp serilince, namazı kıldırmak için
Abdurrahman b. Avf'a emir verdi. O da imam olup cemaat ile namazı kıldı. Ve
sonra Hz. Ömer (r.a.)'ı kaldırarak evine götürdüler.
Hz. Ömer (r.a.),
yaralı olarak evine götürülüp yatağına konulduktan sonra, kendisini kimin
hançerlediğini sordu. Bir gayrimüslim tarafından hançerlendiğini öğrenince
gözlerinde memnuniyet ışığı parıldadi ve bir Müslüman tarafından vurulmadığı
için Allah'a şükretti.
Hz. Ömer (r.a.)'m
yarası ağır idi. Bunu anlayan ashab, devletin riyasetini kime bırakacağını
sordular. Oda:
"Ebu Ubeyde sağ
olsa idi, onu seçerdim. Ve niçin ettin diye Allah tarafından sorulursa,
"Ya Rab, Resulünün 'Ebu Ubeyde bu ümmetin eminidir' dediğini işittim"
diye cevap verirdim. Eğer Ebu Huzeyfe'nin azad-h kölesi Salim sağ olsaydı, onu
halife seçerdim. Ve Rab-bim bunu sorsa idi, "Resûlü'nün 'Salim, Allah'ı en
çok seven adamdır' dediğini işittim" diye cevap verirdim" dedi. Bu
cevap üzerine ashab:
"Oğlun Abdullah'ı
istihlaf et" dediler. O da başını hafif doğrultarak:
"Bir evden bir
kurban yeter" diye cevap verdi.
Bu konuşmalardan bir
müddet sonra Hz. Ömer (r.a.), Abdurrahman b. Avf (r.a.)'ı çağırtarak ona:
"Ben seni veliaht
yapmak istiyorum" dedi O da:
"Bana kabul et
diye rey ve nasihat eder misin?" deyince, Hz. Ömer (r.a.):
"Edemem, Ya
Rab" dedi. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf (r.a.):
"Vallahi ben de
kat'iyyen bu işe girmem "dedi.
Abdurrahman b. Avf'm
hilafet hakkında kesin karar vermesi üzerine Hz. Ömer (r.a.):
"Öyle ise durun.
Bu işi o adamların meşveretine havale edeyim ki, Resûl-i Ekrem, onlardan hoşnut
ve razı olduğu halde vefat etmişti" diyerek, aşere-i mübeşşe-reden
hayatta olan altı kişinin, yani Ali b. Ebi Talib, Osman b. Af fan, Talha b,
UbeyduUah, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf'm
(r.anhuma) isimlerini zikrederek, bu ashabın aralarında meşveret edip
içlerinden birini halife seçmelerini vasiyet etti. Oğlu Abdullah'ı da yalnız
rey vermek üzere bu meclise memur edip, halifeliğe seçilmemesini şart koştu.
Hz. Ömer (r.a.)'m bu
kararı üzerine Abdurrahman b. Avf, yanında AH b. Ebi Talib olduğu halde Osman
b. Affan'ı, Zübeyr b. Avvam'ı ve Sa'd b. Ebi Vak-kas'ı (r.anhuma) çağırdı.
Talha b. Ubeydullah bu sırada Medine'den biraz uzakta olup, Medine'ye dönmek
üzere idi, Hz. Ömer (r.a.), yanma gelen aşere-i mübeş-şereden beş kişiye
dönerek:
"Siz bu ümmetin
reislerisiniz. Halifeliğe içinizden birini seçiniz- Ve ona yardım ediniz.
Sizin hakkınızda halktan korkmam. Sizin aranıza ihtilaf girerse, halk da
ihtilafa düşer diye korkarım. Talha arkadaşınızdır. Onu üç gün bekleyiniz.
Gelirse ne iyi, gelmez ise kararınızı yerine getiriniz" dedikten sonra:
"Verilecek
kararın Talha tarafından kabul edileceğini kim bana taahhüt eder?" diye
sordu. Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.):
"Ona ben kefil ve
müteahhidim" dedi. Sonra Hz. Ömer (r.a.):
"Ya Ali, Allah
için olsun veliyyü'1-emir olursan, Beni Haşim'i halkın başına bâr etme. Ya
Osman, eğer sen veliyyü'1-emir olursan, Allah için, Ebi Muayt oğullarım halkın
başına bâr etme. Ya Sa'd, eğer sen veliy-yü'1-emir olursan, Allah için akrabam
halkın başına bâr etme" dedi. Sonra:
"Abdurrahman b,
Avf, ne güzel rey sahibidir. Onu dinleyiniz ve ona uyunuz" tavsiyesinde
bulundu. Oğlu Abdullah b. Ömer (r.a.) de hitaben:
"Reylerde ihtilaf
vaki olursa, ekseriyete uy. Eğer reylerde eşitlik olursa Abdurrahman b. Avf in
bulunduğu tarafta bulun" diye vasiyet etti. Sonra hepsine birden hitaben:
"Eğer kim halife
olursa, ensar-ı kirama güzel muamele etsin" dedi. Ve: "Sa'd, eğer
halife seçilirse ehildir. Olmazsa, halife olacak kimse onu yanında alıkoyarak
kullansın ve ondan istifade edin. Benim onu Küfe emirliğinden azledişim,
zaafından veya kabahatinden dolayı değildir" diye ilave etti.
Aşere-i mübeşşere ile
bu konuşmadan sonra orada bulunan Ashab-ı Kiram'm kibarlarından Ebu Tal-ha'ya
dönen Hz. Ömer (r.a.), ona:
"Ya Ebu Talha,
çok defa Cenabı Hakk seninle Müslümanlığı aziz kıldı. Bu defa da hizmet eyle.
Erbabı meşveret (danışma heyeti) bir evde toplanacaklar. Sen de ensardan elli
kişi ile kapıda bekle. Dışarıdan kimseyi içeriye salıverme. Uç gün içinde içlerinden birini
seçmek üzere onları tergib et (onlara ısrar et)" dedi. Bu kere Mikdad b.
Esved'e dönerek:
"Ya Mikdad/ beni
kabre koyduğunuzda, şûra erbabım topla. Ve onları bir eve kapat. İçlerinden
birini seçinceye kadar onları orada tut" dedi. Sonra Suheyb-i Rumi'ye
hitaben:
"Ya Suheyb, üç
gün halka namazı sen kıldır. Şûra ashabını bir eve kapayıp, sen de başlan
ucunda dur. Beşi ittifak edip de biri çekilirse kılıcın ile başını vur. Eğer
reylerde eşitlik olursa, Abdullah'ı hakem tayin etsinler. Ona razı olmazlarsa,
Abdurrahman b. Avf'm bulunduğu tarafla beraber olunuz. Muhalefette ısrar
edenleri öldürünüz" buyurdu.
Hz. Ömer (r.a.),
yaralandığının ikinci günü, oğlu Abdullah'ı Hz. Aişe (r.a)'ya göndererek, vefat
ettiğinde, hücre-i saadete defnedilmesi için izin istedi. Hz. Aişe (r.a.) de
izin verdi. Abdullah b. Ömer (r.a.)/ eve gelip, Hz. Ömer (r.a.)'a durumu
anlatınca, Hz. Ömer:
"Elhamdülillah,
en mühim işim bu idi" dedi. Sonra oğluna hitaben:
"Ya Abdullah, vefatımda
beni hücre-i saadete götürdüğünüz vakit, yine Aişe'den izin isteyiniz. Verirse
oraya defnedersiniz. Vermez ise Baki Kabristanına götürüp defnedersiniz"
diye vasiyet etti.
26 Zilhicce H. 23 3
Kasım M. 644 günü, yani Hz.
Ömer (r.a.)'m
yaralandığının üçüncü günü bir doktor getirtilerek yaraları muayene ettirildi.
Göbeğinin altındaki yara derin ve tehlikeli olduğundan, doktor ona:
"Ya
Emirü'1-Mü'minin, vasiyetini yap" dedi. O da: "Evet" dedi.
Hz. Ömer (r.a.),
yukarıdaki durumda yaralı yatarken, dışarıda gürültüler oldu. Bunun sebebini
sorduğunda:
"Halk, yanınıza
girmek istiyor" dediler. O da buna izin verdi. Bir grup halk yanma gelip
geçmiş olsun dedikten sonra:
"Ya
Emirü'l-Mü'minin! Osman'ı yerine halife olarak koy" dediler. Bu isteğe
karşı Hz. Ömer (r.a.):
"Hem malı sever,
hem cenneti sever" cevabını verdi. Onlar dışarı çıktıktan sonra, başka bir
kafile içeri girdi. Onlar da:
"Ya
Emirü'l-Mü'minin! Ali b. Ebi Talib'i halef et" dediler. Hz. Ömer (r.a.)
onlara:
"O, sizi bir yola
götürür ki, doğru yol, ancak O'dur" dedi. Bu sırada Hz. Ömer (r.a.)'m
yanında bulunan oğlu Abdullah, babasının Hz. Ali (r.a.)'ye meylini anlayınca:
"Ya
Emirü'l-Mü'minin, ne mani (sakınca) var?İşte onu seçiver" deyince, Hz Ömer
(r.a.):
"Ey oğulcağızım,
bu yükü biz sağlığımızda yüklendik, öldükten sonra da mı taşıyalım?"
cevabını verdi. Vakit, bir hayli ilerlemiş, gece yaklaşmıştı, Hz.
Ömer (r.a.), şehadet ve zikrullah ile
meşgul oluyordu. Nihayet o gece, 26 Zilhicce H. 23'te (3 Kasım M. 644) hayata
ebedi olarak gözlerini kapayıp rahmet-i Rahmana
kavuştu.
Hz. Ömer (r.a.)'m
hilafeti, on yıl altı ay sürmüştür. Cenaze namazını Suheyb-i Rumi kaldırdı.
Naaşı Resulullah'm kereveti üzerine konarak Hz. Aişe (r.a.)'nin evine
götürüldü. Vasiyeti üzerine oğlu Abdullah b. Ömer, ikinci defa:
"Ya Aişe! Ömer
hücre-i saadete defnolunmak üzere rica eder. İzin var mı?'" diye sordu.
Bunun üzerine Hz. Aişe (r.a.) ağlayarak:
"Ben orayı kendim
için ayırmıştım. Fakat madem ki Emirü'l-Mü'minin istedi. Gözyaşlarım
şahidimdir. Bütün kalbimle onun arzusunun gerçekleşmesini istiyorum"
mealinde bir hitabede bulunarak, gereken izni verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer'in
diğer oğlu Abdur-rahman, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf ve Sa'd b. Ebi
Vakkas (r.a.) kabrine inerek, onu Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) yanma defnettiler.
Hz. Ömer (r.a.) borçlu
olarak vefat ettiği için, emlâki satılarak borçları tamamen ödendi.
Hz. Ömer (r.a.)'a
karşı yapılan suikast, rivayete göre Medine'de bulunan İran ve Suriyeli
yabancıların tertip ettikleri müşterek bir harekettir. Şuster şehrinin
muhasarasında teslim olan ve Medine'ye gelip Müslümanlığı kabul eden, hatta
kendisine Hz. Ömer (r.a.) tarafından senede iki bin dirhem maaş bağlanan İran
kumandanlarından Hürmüzan, Firuz'un şikâyet ettiği gün, Firuz ve Hireli bir
Hristiyan ile aralarında gizlice konuşurlarken üzerlerine Abdurrahman b. Ebu
Bekir gelmiş ve onun ansızın gelişi karşısında heyecanlanıp şaşıran Hürmüzan'm
elindeki hançer yere düşmüştü. Abdurrahman b. Ebu Bekir, o gün bu olayı alelade
bir şey zannetmişti. Fakat ertesi günü suikast olayı meydana gelip de Hz. Ömer
(r.a.) yaralayan hançerin bir gün önce yere düşen hançer olduğunu görünce,
hemen durumu Abdullah b. Ömer (r.a.)'a gidip anlattı. Abdullah b. Ömer (r.a.)
da, babasının acısı ile hemen gidip Hür-müzan'ı ve arkadaşını öldürdü. Bu
hareketin cezası kısas olmasına rağmen, diyete çevrilerek iş örtbas edildi.
Diyeti, Hz. Osman (r.a.) halife öldüğü zaman kendi malından verdi. Buna rağmen
halk, Abdullah b. Ömer (r.a.)'m bu hareketini hoş karşılamaktan (etmekten) geri
kalmadı.
Hz. Ömer (r.a.)'m on
yılı biraz aşkın hilafeti sırasında, İran, Suriye, Mısır ve el-Cezire gibi
büyük ülkeler fethedilmiş, İslâmiyet sağlam temellere dayanan müesseselere
sahip olmuş ve gelecek devletlere örnek teşkil eden bir teşkilât kurulmuştu. Bu
itibarla, Hz. Ömer (r.a.) devrinin siyasî tarihi kadar önemli olan, teşkilât ve
müesseselerini de incelemek gerekmektedir.
Hz. Ömer (r.a.), idare
ve mesuliyeti üzerine aldıktan sonra, bir taraftan İran ve Bizans
devletlerinin hükmü altındaki araziyi İslâm devleti hudutları içine katarken,
diğer taraftan bütün işlerinde kitap ve sünneti esas olarak almakta, öbür
taraftan da devletin idarî temellerini sağlam esaslar üzerine oturtarak
olgunlaştırmaya çalışmakta idi. Böylece on seneyi biraz aşan hilafeti
devrinde, memleketin güzel idare edilebilmesi için lâzım gelen bütün hükümet
dairelerini meydana getirerek, bunların muntazam işlemelerini sağlamıştır.
Hz. Ömer (r.a.)'m
Millet-i İslamiyye'ye hizmeti çoktur. Sözünü dinletir, vurursa acıtır, emrini
dinletir. Dinî hükümlerin yerine getirilmesinden, insanların haksız
tenkitlerinden, haksızlıklarından, dil uzatanın kötü sözünden çekinmez ve
hiçbir hususta hatır gözetmez, her halükârda hâl ve işinde adaleti seçerek,
katiyen taraftarlık yoluna gitmezdi.
Akıllı, tedbirli,
kanaatkar, sabırlı, ibadet eden, takva ehli bir zattı. Cenabı Hak ondan razı
olsun ve onu razı kılsın.
Hz. Ömer (r.a.)'m
vefatından sonra da zulüm yine ayaktaydı. Hedef yine Allah (c.c.)'ın dostları
halifelerdi. Mervan, Hz. Osman (r.a.)'ın hilafetini bitirmek için, onun adına
bir mektup yazdı. İnandırıcı olsun diye gizlice Hz. Osman (r.a.)'m mührünü
alıp, mektuba basarak ona ait olan devesi ve kölesini kullanarak, Mısır Valisi
b. Ebi Serah'a yolladı.
İbn Ebi Serah'a,
Muhammed b. Ebu Bekr ve filan falandan bahsederek idamlarını istediğini ve yeni
emir gelinceye kadar da onların hapsine karar verildiğini
yazdı.
Muhammed b. Ebu Bekr
bu mektubu okuduktan sonra yanındakileri topladı, halk da fevkalâde
hiddetlenmişti. Kılıçları kuşanmış olarak, Hz. Osman (r.a.)'ın katline karar
almışlardı ve deve sürüleriyle Medine'ye gittiler. Hemen Hz. Ali, Talha,
Zübeyr, Said b. Zeyd ve sair
sahabiler (r.anhuma) köledeki mektubu açıp okudular. İşittiklerine ve
gördüklerine hayret ettiler ve şaşkın bir şekilde birbirlerine diyecek söz
bulamadılar. Medine halkından Hz. Osman (r.a.)'a buğz etmeyen kimse kalmadı.
Mektubu her açıp okuyan bir şekilde yorumluyor, kini daha çok artıyordu ve:
"Çare yok Hz.
Osman katledilecek" diye karar alıyorlardı. Muhammed b. Ebu Bekr,
Suriye'yi topladı ve daha hırslı bir şekilde yola koyuldu.
Bunun üzerine Hz. Ali,
Talha, Zübeyr, Said ibni Zeyd, Ammar b. Yasir ve Ehli Bedir'den olan diğer bazı
Ashab-ı Kiram'a (r.anhüm) haber gönderdi. Onları, mektup ve köleyi de alarak
Hz. Osman (r.a.)'m yanma girdi.
"Bu köle ve
bindiği deve senin mi?" diye sordu. Hz. Osman (r.a.):
"Evet" dedi.
"Bu mektubu sen
mi yazdın?" dedi.
"Hayır, ben
yazmadım, yazılmasını emretmedim" diye buyurdu.
"Mühür senin
mi?"
"Evet" dedi.
"Yani nasıl
oluyor ki senin kölen senin deven ile çıkıyor ve Mısır'a senin mührünle mühürlü
mektup götürüyor da senin haberin olmuyor?" dedi. Hz. Osman (r.a.):
"Bu mektubu ben
göndermedim!" diye yemin etti. Muhammed b. Ebu Bekir:
"Osman yalan
söylemez, bu Mervan'ın işidir." dedi. Mektubun yazısına baktılar,
Mervan'ın yazısı olduğunu bildiler.
"Hemen bize
Mervan'ı ver" dediler. Hz. Osman (r.a.), onu teslimden çekindi. Halbuki
Mervan o zaman kendi konağındaydı.
Hz. Osman (r.a.)'ın
yalan yemin etmeyeceğine Ashab-ı Kiram kesin inanıyorlardı. Fakat bazıları:
"Osman, bizim
kalbimizde artık barınamaz, sevgimizi ve güvenimizi kazanamaz, biz ona itibar
etmeyiz. Mesuliyetten kurtulmaz. Meğer ki Mervan'i bize teslim etmediği
müddetçe bu mektubun ne sebeple yazıldığını anlayamayacağız. Hz. Muhammed
(s.a.v.) ashabından bîr adamın katline ve nice Müslümanm hapsine nasıl
emrediyor anlayalım. Eğer ki mektubu Osman yazmış ise hal ederiz ve eğer onun
namına Mervan yazmış ise icabına bakarız. "
O sırada Mısırlılar
içeri girdi. Onlardan İbn Adis Saad İbn Ebi Serhan
"Biz Mısır'dan
senin katlin için gelmiştik. Ali ve Muhammed bizi men ettiler. Biz de dönüp
gittik. Yolda bu mektuba rast geldik. İçinde şöyle emrin ve mührün var. Senin
haberin olmadığı halde adamların buna nasıl cüret ediyorlar? Sen herhalde
hilafetten çekilmelisin. Bu mertebede zaaf haline düşen bir kimse devlet reisi
olamaz. Hilafeti terk et." dedi.
Hz. Osman (r.a.)
"Ben, Allah'ın
giydirdiği hilafı çıkarmam. Fakat tevbe ederim. " dedi. İbni Adis hitap
ederek:
"Seni görüyoruz.
Tevbe ediyorsun, sonra dönüyorsun. Senin çekilmen yahut katlin lazımdır."
dedi. Sair tarafından da çirkin sözler sarf edildi ve sözler çoğaldı. Hemen
Hz. Ali (r.a.), onları dışarı çıkardı.
Meselenin halli için
Mervan'm sorguya çekilmesi ve muhakemesi lazımdı. Ashab-ı Kiram müteessir ve
mütehayyir (üzgün) olarak yanından çıkıp hanelerine gittiler. Onların dağılıp
gitmeleri üzerine insanlar toplanıp Hz. Osman (r.a.)'m hanesini sıkı gözetim
altına aldılar.
Hz. Ali (r.a.) bu
durumu gördükten sonra endişelendi ve Hz. Osman (r.a.)'m hanesine su gönderdi.
Fakat su getirenler yaralandılar, bütün halk and içmiş gibiydi. Hz. Osman
(r.a.)'ın hanesinden ihtilal oluncaya kadar ayrılmayacaklarını anladı ve Şam
valisi Muavi-ye'ye bir fırka ile bir yazı göndererek, Habibi b. Meleme'yi
göndermiş ve meşhur kahraman Ka'ka b. Amr Kûfe'den ve Mücaşi b. Mesud Basra'dan
çıkmış, hepsi Medine'ye doğru geliyorlar haberini alınca, Hz. Ali (r.a.) endişelendi.
Bu çirkin haberi duyunca oğlu Hasan ile Hüseyin'i gönderdi ve onunla birlikte
Zübeyr, Talha ve Ashab-ı Kiram'dan bazıları (r.a.) da oğullarını onlarla
birlikte yolladı. Hz. Osman (r.a.)'ın hanesinin muhafazası için ve Ebu Hureyre
cemaati ikna etmek için nasihatte bulundu. Fakat asiler ikna olmadılar.
"Ey kavmim! Ben
sizi (kurtuluşa) davet ediyorum. Siz beni cehenneme davet ediyorsunuz"
dedi. Ve ondan sonra Abdullah b. Selam asilerin yanlarına varıp:
"Ey kavmim!
İçinizden Cenabı Hakk'm kılıcını sıyırmayınız. Eğer sıyırırsanız bundan sonra
kılıfına koyamazsınız. Eğer onu katlederseniz ondan sonra kılıçlar hakim olur.
Yazık size ki Medine'niz (meleklerin tavaf ettikleri mekandır); eğer onu
katlederseniz Medine'nizi terk edersiniz. Her ne zaman bir peygamber
katlolunduysa yetmiş bin ve halife katlolunmakla da otuz beş bin adam katloluna
gelmiştir" dedi. Ve o esnada birileri densizlik yaparak:
"Be yahudizade!
Bize nasihat edecek sen mi kaldın?" diyerek ona hakaret ettiler.
Sonra Abdullah b.
Selam'm dediği zuhura gelmiş ve onun dediğinden kat kat ziyade ehli İslam
kılıçtan geçmiştir.
Ehl-i İslam ve ihtilal
gittikçe kızışıyordu ve Hz., Osman'ın hanesi üzerine ok atmaya başladılar. Hüseyin
ve diğer evladı sahabe kapı önünde ve Beni Ümey-ye'den bazıları ve köleler dam
üzerinde idiler.
Hz. Osman (r.a.)
oruçlu olduğu halde odasında Mushaf-ı Şerif okuyordu. Yanında zevcesi Naile'den
başka kimse yoktu. Atılan okların isabeti ile Hz. Hasan, İbn-i Ali ve Muhammed
b. Talha yaralandı. İkisi de al kana boyandı.
Hz. Ali (r.a.)'m
azatlısı Kanber'in başı yarıldı. Mervan dahi bir ok isabetiyle yaralandı.
Muhammed b. Ebu Bekr, Hz. Hasan (r.anhüm) üzerinde kan görünce telaşa düştü.
"Aman Beni Haşim
bunu görürlerse hepsi üzerimize hücum ederler ve bu kalabalığı dağıtırlar. İş
bozulur. Gelin bir kestirme yol bulalım" diyerek yanına iki kişi daha
alıp Hz. Osman (r.a.)'ın evine bitişik bir evin duvarından aşıp Hz. Osman
(r.a.)'m odasına girdiler. Evvela Muhammed Ebu Bekr girip:
"Şimdi seni
Muaviye ve İbni Ebi Şerh ve İbni Amir kurtaramaz" diyerek Hz. Osman'ın
sakalından tuttu ve kılıcını kaldırdı.
Hz. Osman (r.a.),
Muhammed b. Ebu Bekr (r.a.)'m gözlerine bakarak:
"Baban seni bu
halde görseydi ne kadar üzülürdü" deyince Muhammed müteessir ve mahcup
olarak çıkıp gitti.[76]
Daha sonra
Mısırlıların Gafıki, Kutayri, Sevdan ibni Hamran ve Kinane b. Bişr gibi süfeha
güruhu (akılsızlar topluluğu) içeri girdi.
Zulüm, Hz. Osman
(r.a.)'m hanesine girmişti. Sevdan b. Hamran kılıcı salladı. Naile elini siper
etti ve parmaklan kesildi.
Gafiki ve bir
rivayette Kinane b. Bişr Emiru'l-Mü'minîn, Hz. Osman (r.a.)'ı boğazladı. Kanı
"Fe seyekfîkehümullah" (Allah sana kâfidir) ayeti üzerine damladı.
Naile'nin feryadı üzerine Hz. Osman (r.a.)'ın kölelerinden biri içeri girdi,
Sevdan'ı öldürdü. Kutey-re'de onu öldürdü. Lakin diğer bir köle de onu vurdu.
Kapıda bekleyenler içeri girip Hz. Osman (r.a.)'ı boğazlanmış görünce feryad
ettiler ve üzerine kapanıp ağladılar.
Bu dehşetli haber Hz.
Ali, Talha, Zubeyr ve Sa-ad'a ulaşınca, koşarak Hz. Osman (r.a.)'m hanesine
vardılar. Onu o halde görünce "innâ lillâhi ve innâ iley-hi râciûn"
(Biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz) deyip geri döndüler ve hanelerine
kapandılar.
O zalimler ise Hz.
Osman (r.a.)'m hanesini yağma ettikten sonra kargaşa arasında Mervan, Velid ve
Faid'i aradılar. Onlar ise bu kargaşalıkta savuşup gittiler.
Bir rivayette ifade
edilir ki: Hz. Osman (r.a.)'ın imdadı için Şam'dan çıkan asker Vadi'l-Kura'ya,
Küfe ve Basra askeri
Rebeze'ye geldiğinde, faciayı duymuşlar ve geri dönmüşlerdir.
Hz. Osman (r.a.)'ın
yaşı seksen veya bir rivayete göre doksandı. Maj. halde otuz beşinci hicri
senenin Zi'lhicce ayının on sekizinde Cuma günü, anlatılmış olduğu üzere
şahadeti gerçekleşmiştir.
Zevcesinden naklolunur
ki; o günün gecesi rüyasında Resûlullah (s.a.v.)'i görmüş. Hz. Peygamber
(s.a.v.) ona:
"Yarın akşam
bizim yanımızda iftar edeceksin" diye buyurmuş.
Hz. Osman (r.a.)'m o
gün öleceğinden haberi vardı ve katlolacağı dakikaya kadar Kelamullah'm üzerinde
Rabbi ile dertleşir gibi, Muhabbetullah ile vaziyetini Rabbine arz ediyordu.
Katletmek için içeri girdikleri vakit zevcesi:
"Osman bütün gece
Kur'an okuyarak Allah'a muhabbet ile niyazda bulundu. İster affedersiniz, ister
katledersiniz. Ama hesabını yevmi kıyamette Allah'a vereceğinizi
unutmayınız" dedi.
Hz. Osman (r.a.),
alim, abid ve salih, cömert ve kerem sahibi, kalbi sevgi dolu, merhametli,
mübarek bir halifeydi.
Ashab-ı Kiram'da Ebu
Hamid'is-Sadi (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a halis dost olmayıp ona yan çizip,
sırtını dönüp, uzak dolaşırken Hz. Osman (r.a.)'m şehadeti üzerine:
"Biz onun katlini
istemedik Ya Rabb! Seninle ahdim olsun ki ahir ömrüme dek gülmeyeyim"
demiştir.
Hz. Osman (r.a.)'m
katlinden sonra vefasız Kû-fe'lüer hayrete düştü. Selam olsun Hz. Osman
(r.a.)'a, selam olsun onun Ehl-i Beytine.
"Biz onun katlini
istemedik Ya Rabb! Seninle ahdim olsun ki ahir ömrüme dek gülmeyeyim"
demiştir.
Hz. Osman (r.a.)'ın
katlinden sonra vefasız Kû-fe'liler hayrete düştü. Selam olsun Hz. Osman
(r.a.)'a, selam olsun onun Ehl-i Beyt'ine ve selam olsun Hz. Osman'ı
sevenlere.
Hz. Ali tahminen
Miladi 599 yıllarında peygamberimiz (s.a.v.)'e nübüvvet gelmeden on bir veya
on iki yıl önce Mekke şehrinde doğmuş, babası Ebu Talib, annesi ise Ebu
Talib'in amcasının kızı Fatıma'dır. Hz. Ali hem anne ve hem de baba tarafından
Kureyş'in Beni Haşimoğullarındandır.
Hz. Ali, küçük yaşta
İslâm dinine girmeden önce hiçbir dine inanamamış ve hiçbir puta da tapmamıştı.
Bu itibarla, aşere-i mübeşşere arasında müntaz bir mevkisi vardı. Hz. Ali,
küçük yaşından itibaren Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yanında büyüdüğü için tamamen
Peygamberimiz'in terbiyesi dahilinde yetişmiş ve daha sonra Peygamberimiz
(s.aiv.)'in kızı Hz. Fatıma ile evlenmişti ve bu evlilikte, beş çocukları
olmuştu. Çocukların büyükleri Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'dir. Hz. Ali, Hz.
Muhammed'in iştirak ettiği bütün savaşlara katılmış ve Hz. Muhammed (s.a.v.)
ile birlikte savaşmıştır. Bunların yanı sıra kâtiplik ve ilimle de meşgul
olmuştur, İslâm ilimlerine derin bir vukufu vardı. Hz. Ömer'in devrinde de
kadılık yapmıştır.
Hz. Osman'ın
şehadetinden sonra, Medine'de anarşi beş gün hüküm sürdü, bu zaman içinde
şehir, İbni Sebe'nin tarafları ve Gafiki'nin elinde kaldı. Hz. Osman'ı şehid
eden asiler tamamen şehre hakim idiler. Bu durumda İslâm alemi birkaç gün
Halifesiz kalınca, Medine'ye hakim olan asileri korkutmaya başladı. Bu durumda
hemen birini halife seçmek için ashabın ileri gelenlerine teklifler yaptılar.
Fakat ashabtan her biri asiler tarafından hilafete getirilmiş kişi olmak istemediklerini
cevap olarak ilettiler. Hz. Ali de, asiler kendisine geldikleri zaman onları
huzurundan uzaklaştırdı. Böylece ashabın hiçbiri hilafet hususunda asilerin tekliflerine
müspet cevap vermediler. Bu hal, asileri hayrete ve dehşete düşürdü. Ne
yapacaklarını da şaşırdılar. Devlet reisi tayin olunmadan geri dönecek
olurlarsa, ihtilaf belki büsbütün alevlenecekti. Böyle bir hadise ise onların
sonu demekti. Neticede, aralarında anlaşarak Medine halkını topladılar. İki gün
içinde bir halife seçmelerini, aksi taktirde başta Ali, Zübeyr, Talha (r.a.) ve
diğer ashab-ı güzin olmak üzere pek çok kişileri öldüreceklerini söylediler.
Bu tehdit, Medineliler arasında hemen tesirini gösterdi ve herkes Ali'ye
müracaat ederek hilafet makamına geçmesini ve kendilerinin ona biat
edeceklerini beyan ettiler. Hz. Ali, Muhacirler ve Ensar'm bu teklifini kabul
etmek istemedi. Fakat yapılan ısrarlar o kadar samimi ve daimi idi ki, çaresiz
Hz. Ali hilafet için olur cevbmı verdi. Neticede, bütün Medineliler, 25
Zilhicce, (H. 35, Haziran M. 656) yılının Cuma günü Hz. Ali'ye biat ettiler. Bu
arada asiler, biat etmek için Hz. Talha ve Zübeyr'i getirdiler. Onlar da Hz.
Ali'ye biat ettiler. Hz. Ali, halife olduktan sonra hemen ilk iş olarak, Hz.
Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermek için tahkikat
başlattı. Fakat katiller, onca araştırmalara rağmen belli olmamışlardı. Bunun
için de tahmini zan üzeri bu cinayet kimselere yüklenmedi. Bir gün Zübeyr b.
Avvam ile Talha b. Ubeydullah, Hz. Ali'ye gelerek, ondan katillerin takibini
istediler. Hz. Ali, onlara vaziyeti anlatarak şu anda bir şey yapmanın mümkün
olmadığını, sükunetin tesisi edilmesinin gerekli olduğunu ve ancak ondan sonra
gereğinin yapılacağını beyan etti. Fakat fikrini kabul ettiremedi. Bu esnada
Medine son> derece karışık günler yaşıyordu. Hz. Ali'ye biat etmeyen mühim
şahıslar pek çoktu. Bunlar arasında Zeyd b. Hassan b. Sabit, Ka'b b. Malik,
Mesleme b. Muhalled, Ebu Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme ve Nu'man b. Beşir
gibi şahıslar vardı. Ayrıca Hz. Osman'ın katilleri henüz Medine'de
bulunup, durumun ne şekilde bir yol takip
edeceğini dikkatle izliyorlardı. Bütün vilayetteki valiler, Hz. Osman'ın tayin
ettiği kişilerdi. Bunlara söz geçirmek veya bunları değiştirmek imkanı henüz
mevcut değildi. Üstelik, Hz. Ali'nin elinde güvendiği bir askeri kuvvet de
yoktu. Hz. Ali'nin etrafını çeviren müşkiller, hakikaten pek büyüktü. Bunların
içinden çıkmak için son derece riyaset, hazm ve tedbir almak gerekmekte idi.
Bütün bu sıkışık
durumda Hz. Ali, arzu ettiği gibi kurtulmak için, önce failleri henüz
Medine'de bulunan kabileleri şehirden uzaklaştırmak istedi. Asillerden
kölelere, geri dönmelerini emretti. Sonra bedevileri vahalarına göndermelerini
emretti. Sonra bedevileri, vahalarına gönderme teşebbüsüne girişti. Böylece hesap
görmek sırası Sabiyye taraftarına gelecekti. Bunu anlayan Sabiyye taraftarları,
Hz. Ali, çaresiz kalınca bunlarla meşgul olmaktan vazgeçti. Vaziyeti, ancak
küzar mevkiinde Kûfeliler kendisine iltihak ettiği zaman değişti. Hz. Ali,
burada herkesin önünde resmen Hz. Osman'ın katillerinden biri olduğunu ilan
etti. Ama bu zamana kadar Medine'de, Hz. Osman'ın katillerini himaye ediyor
fikri etrafa yayılmıştı.
Aşere-i Mübeşşereden
Talha ile Zübeyr'i tatmin edemeyen Hz. Ali, bir müddet sonra bu iki ashabın
Mekke'ye gittiğini haber aldı. Öbür taraftan Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın
şehadeti esnasında giydiği gemlek, o sırada zevcesi Naile'nin doğranan parmaklarını
Şam'ın büyük camiinde halka teşhir etmek için kollanarak ve Hz. Ali'ye iftira
etme cüretini de göstererek Hz. Osman'ın ancak Hz. Ali tarafından öldürüldüğünü
söyleyerek, halkı Hz. Ali'ye karşı kışkırtılmıştır. Bu çirkin iddia Hz. Ali'yi
iyice zor duruma sokmuştu. Medinelüer kendisine biat etmelerine rağmen onu
tamamen yalnız bıraktılar. Bu acı durum karşısında yılmayan Hz. Ali, hemen
icraatına başlamak üzere harekete geçti.
Hz. Ali, ülkeye hakim
olmak için vilayetler deki valileri kendisinin seçmesinin gerektiğini
biliyordu. Bunun için ilk iş olarak, valilerin seçimi üzerinde çalışmalara
başladı.
İslâm devletini teşkil
eden vilayetlerin bütün valileri, Hz. Osman tarafından seçilmiş kişilerdi.
Bunların çoğunun mevkii sağlam, nüfuzlu, kuvvetli idi. Onun için bunları
yerlerinden oynatmak da bir hayli zor idi. Bilhassa Şam valisi Muaviye b. Ebu
Süfyan, adeta bir hükümdar mevkiinde idi.
Hz. Ali yüksek
memurlukların başına Ensardan olan kişileri getirdi. Böylece Ensar, yani
halifeye Ku-reyşlilere nazaran daha samimi bir şekilde bağlandı. Hz. Hunefi,
Basra valiliğine Osman b. Huneyfi, Mısır'a Kays b. Sa'd'ı tayin etti. Bunlar
gittikleri şehirlerde güçlük
çıkarılmadan kabul edildiler. Küfe şehririn valiliğine de Malikü'l-Eşler'in
tavsiyesi üzerine Ebu Musa el-Eş'ari baki kılındı.
Ancak bir müddet sonra
onun da yerine Kasaza b. Ka'b vali olarak tayin edildi.
Hz.
Ali'niruhakimiyeti, Suriye ve El-Cezaire bölgelerine hakim değildi. Buralarda
Muaviye b. ebu Süf-yan'ırt hakimiyeti vardı. Muaviye'nin siyasetteki dehasını
bilen Muğire b. Şu'be, Hz. Ali'ye Muaviye'nin şimdilik yerinde bırakılmasını
ve ilerde değiştirilmesini tavsiye etti. Buna sebep olarak da Muaviyenin Hz. Osman
tarafından değil, Hz. Ömer tarafından vali olarak tayin edildiğini hatırlattı.
Muğire'nin fikrini iyi kavrayan Abdullah ibni Abbas'da onu tasvib ederek, Hz.
Ali'ye "Muaviye ile adamları, dünya adamlarıdır. İşlerinin başında
kaldıktan sonra başka bir şeye ehemmiyet vermezler. Aksi takdirde kıyamet
koparırlar. Sen Muaviyeyi yerinde bırak, onun sana biat etmesini temin et.
Sonra istersen ben onu ordan söker atarım" dedi. Bu sözler üzerine biraz
düşünen Hz. Ali, teklifi kabul etmedi, önce, Abdullah b. Abbas'ı oraya vali
tayin etmek istedi. O gitmeyince bu sefer Sehl b. Hunayfri Şam'a vali olarak
tayin etti.
Şam valisi olarak yola
çıkan Sehl, yolda birtakım atlılar tarafından Tebük'te geri çevrildi ve
Medine'ye gelerek dururittr Hz. Ali'ye anlattı.
Hz. Ali bunun üzerine
Muaviyeye bir mektup yazdı. Muaviye'de Hz. Osman'ın katilleri cezalandırılmadıkça
biat etmeyeceğim bildirdi, Hz. Ali bu durum karşısında işin silah ile
halledilebileceğini anlayarak hemen faaliyete başladı.
Hz. Ali'yi,
Muaviye'den sonra çok büyük taraftar nüfusa sahip olan Hz. Aişe tehdit etmekte
idi. Hz. Ai-şe, Hz.-Osman'ın icraatını beğenmediğinden onun hakkında istediği
gibi ön yargıda bulunmuştu. Fakat hadise çığrından çıkınca bundan doğacak
mesuliyetinden kendisini kurtarmak için Mekke'ye gitmişti. Bir rivayete göre
Medine'den Mekke'ye bir zat gelerek, Hz. Ai-şe'ye Hz. Osman'ın Mısırlıları
öldürttüğünü söyleyince, Hz. Aişe, üzerine böyle dindar insanlara karşı yaptığı
muamelelerden dolayı Hz. Osman'ın aleyhine söylenmiş fakat söylenenlerin
hakikat olmadığını öğrenince de hemen tavır ve fikrini değiştirmişti.
Müslümanların
aralarını açmak ve onları birbirine kırdırmak için kötüler için boş
durmuyorlardı. Fitne, fücur her tarafta kol geziyordu.
Bir rivayete göre de
Hz. Aişe'nin Medine'den Mekke'ye asıl geliş sebebinin hac farizasını ifa etmek
için olduğu idi. Hz. Aişe haccı yaptıktan sonra Medine'ye doğru yola çıkmıştı.
Ancak yolda, Hz. Osman'ın şehadeti
haberini alınca, yoluna devam etmeyip tekrar Mekke'ye dönmüştü.
Hz. Aişe Mekke'ye
döndükten sonra Mekkeliler, Hz. Aişe'ye durumu sorduklarında, Hz. Aişe, Hz. Osman'ın
mazlumen öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının her tarafı karartacak şekilde
tüttüğünü, mazlum ve şehit Hz. Osman'ın kanının heder olmaması lazım
geldiğini, bunun için de katillerin mutlaka ağır şekilde cezalandırılmalarının
icap ettiğini ve bu suretle İslâmiyet haysiyetinin kurtulması vazifesinin
İrasının lazım geldiğini beyan etti.
Bir müddet sonra, Hz.
Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvam da Mekke'ye geldiler. Durumu geniş bir
şekilde Hz. Aişe'ye izah ederek, onun fikir ve kanaatlerinin kuvvetlenmesine
sebep oldular. Bu ana kadar Mekke'ye kaçmış olan Beni Ümeyyeliler ile Mervan b.
Hakem, Basra ve Yemen valileri hemen Hz. Aişe'nin etrafında toplandılar. Bunlar
Hz. Ali'nin, Hz. Osman'ın intikamım almak için ağır davrandığını ve asileri
himaye ettiklerini Hz. Aişe'ye söylediler. Fakat Hz. Ali'nin asileri tedip ve
tenkil etmek için elinde hiçbir kuvvetin bulunmadığını bu iş için biraz
kuvvetlenmesinin icap ettiğini beyan buyurduğunu naklettiler.
Hz. Aişe taraf girene
aldığı malumat üzere Hz. Ali'ye karşı Hz. Osman'ın intikamının alınması hususunda
davete başladı. Durum görünüşe göre Hz. Osman'nı intikamını almak için masum ve
haklı bir fikre dayanıyorsa da hakikatte, Hz. Ali'nin hilafete geçişi ile
Emevilerin sonu demek olan hareketin önüne geçmekti. Böylece Hz. Ali'ye karşı
duyulan kin ve hasedin birleştirdiği kimseler, Hz. Aişe'nin etrafında
toplanarak onun ümmühatı mü'minin oluşundan istifade yolunu geçmiş
olmuyorlardı.
Hz. Aişe etrafında
topalnan grup olaya müdahale imkanı vermeyen Mekke'de durmayarak, Arabistan'ın
haricinde çıkmak mecburiyetinde kaldılar. Eski Basra valisi Abdullah b. Amir b.
Kariz'in tavsiyesi üzerine Basra'ya gitmeye karar verdiler.
Irak yolu üzerinde
zat-ı Irak karargahında altı yüz kişi olarak birleştiler ve Hz. Osman'ın
şehadetin-den dört ay sonra yola çıktılar. Basra'ya varınca Hz. Aişe
tarafları, Basra valisi Osman b. Huneyf el-Ensari ile hakimiyetinin sembolü
olan imamet hususunda anlaşarak, imameti Osman b. Huneyf'e bıraktılar. Fakat
iki gün sonra Zabuka Mahallesine baskın yapıp Osman b. Huneyf'i esir ettiler ve
Ensar ile aralarını açmamak için hayatına dokunmayıp ona hakaret etmekle
yetindiler.
Anlaşmayı bozan
taraflarına karşı, Hz. Ali'ye sadık Basra Sebeiyye'sini Medine'ye götüren
Hukeym b. Cebele, Abdü'l-Kayslılar ve bazı Beni Bekir'liler ile Osman b.
Huneyf'i zorla kurtarmaya kalktı. Fakat yapılan mücadele sonunda mağlup olup
yetmiş arkadaş ile birlikte öldürüldü. Bu olaydan sonra Hz. Aişe taraftarları
şehre hakim oldular. Hz. Aişe taraftarı arasında bulunan Talha ile Zübeyr b.
Avvam, imamet meselesinde birbirilerine karşı üstünlük davasına kapılarak
anlasa-madılar. Bunu sezen Hz. Aişe, yeğeni Abdullah b. Zübeyr'i imamete
getirdi.
Hz. Ali, Mualliflerin
Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olarak onlardan evvel Irak'a vermek ve
beyt'ül-mal'm mualifler eline geçmemesini temin etmek istedi. Yanında bulunan
ve kendisine mümkün olduğu kadar iyi tavsiyelerde bulunan Malik Eşter'in fikrine
uyarak Küfe'ye dayanmak istedi.. Ensar, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını
istemiyorlardı. Fakat Hz. Ali onlara, Muhalifler kendisinden önce Irak'a gidecek
olurlarsa yeni yeni müşkilatlarm ortaya çıkacağından endişe ettiğini ve
Irak'ın nüfusça kalabalık ve beyt'ül-mal'ın zengin olması münasebetiyle bir müddet
orada bulunmanın çok iyi olacağını beyan etti.
Hz. Ali hazırlanmaya
başladı ve herkesi sefere davet etti. Fakat Medine'de tam teçhizatlı ordu
kurmak imkanı olmayınca, sadece kendisini takip eden birkaç yüz kişi ile
birlikte Hicri 36. yılın Rabiülahir'i sonunda (M. 656 Ekim) oradan ayrıldı.
Hz. Ali'nin ordusunun
bir kısmı asilerden oluşuyordu. Hz. Rebeze mevkiinde karargah kurdu. Burada
kendisine Tayy kabilesinden Adiy b. Hatem ile birkaç
kişi daha katıldı. Ve daha sonra yola
çıkıldı. Zükar mevkiinde gelindiği zaman Talha ile Zübeyr'in Basra'ya
yaklaştıklarını gördüler. Beni Saad kabilesi ile hemen hemen bütün
Basralıların onlara Ebu Musa el-Esa-ri'nin hareketini şüpheli gördüğünden
Eşter'in tavsiyesi üzerine araya önce oğlu Hasan ile Ammar b. Yasir'i gönderdi.
Hz. Hasan Kûfe'ye verdiği zaman Ebu Musa el-Eşari ona Hüsnü kabul gönderdi.
Sonra Hz. Hasan binbere çıkarak babasını müdafaa etti. Uzun münakaşa ve
münazaralardan sonra Kûfelileri ikna etmeye muvaffak oldu.
Küfe'nin en muteber
şahıslarından Hacer b. Adiy Hz. Hasan'ı teyid ederek herkesten önce ona
katılacağını bildirdi. Netice dokuz bini aşkın Küfe ordusu Zükar mevkiinde
Hz. Ali'ye iltihak etti. Hz. Zübeyr ile Talha Basra'ya gittikten sonra Küfe
ahalisine mektup göndererek onları da kendilerine katılmalarına davet ettiler.
Fakat Hz. Ali namına Küfe şehrine gelen Hz. Hasan'm nutukları onların
mektuplarından daha fazla etkili oldu. Hz. Ali, Medine'den küçük bir ordu ile
hareket edip Zukar mevkiine geldiği zaman artık büyük bir ordunun başında
bulunuyordu. Bunu öğrenen Hz. Zübeyr ile Talha hemen taraftarlarmı toplayarak,
Hz. Ali'yi karşılamaya karar verdiler. Geçen bu zaman içerisinde Hz. Osman'ın
katillerini yakalamıyor aksine onları himaye ediyor diye çeşitli dedikodular
karşısında hareket eden Hz. Ali, Küfelilerin katılımlarıyla birlikte ordusunu
kuvetlend irince, Zükar'dan hareket etmeden önce Hz. Osman'ın katiliyle itham
olunan adamların ordudan ayrılmalarını emretti.
Onlar da emre itaat
ederek çekildiler. Bu durumda onlar da kendi başlarının çaresine baktılar.
Aralarında yaptıkları
müzakere sonunda, her iki tarafı birbirleriyle muharebe yaptırmaya karar
verdiler. Bu arada, Hz. Ali'nin ordusu Basra'ya yaklaştığı zaman gizlice orduya
sızarak ilk safhalarda mevkii aldılar. Hz. Ali, ordusunu takviye ettikten sonra
Basra'ya doğru hareket etti. Şehre yaklaştığı zaman Beni Temim reislerinden
Ahret ile anlaşarak onu işe karıştırmadı. Ordu sonradan Ubeydullah b. Ziyad'm
şatosunun yükseleceği yerde Basrahları karşısında görerek durdu. İşte bu sırada
Hukeym b. Cebel'in kanını dava eden Beni Abdül Kays ile Beni Bekirliler derhal
onun tarafına geçtiler. Bu meselenin hali siyah ile yapılmadan önce, Hz. Ali maiyetinde
bulunan Kaka b. Amr'ı yanma davet edip gereken talimatı verdikten sonra
Basralılarm yanma gönderdi. Kaka b. Amr. Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr ile görüşerek
onları sulha ikna etmeye muaffak oldu.
Hz. Ali, Kaka'nın
muaffakiyetinden son derece memnun oldu. Esasen bu sırada Basralılar ve
Küfelilerle temas ederek iki tarafta da sulh ve selamet fikrinin galip olduğu
anlaşıldı. İki tarafın anlaşmasından sonra Hz. Ali bir hutbe irade ederek durmadan memnun olduğunu,
Basra'ya hareket edeceğini, bu hareket esnasında Hz. Osman'a karşı Kıyam
edenlerden hiç kimsenin kendisine refakat etmemesini istedi. Böylece harp ve
darp fikri, tefrika ve ihtilal zihniyeti tamamen bertaraf edilmiş oldu. Fakat
Hz. Ali'nin bu beyanatı, ordusunda bulunan Abdullah b. Sabe, Halid ibn Mülcem
ve Ester gibi adamları ürküttü. Zira iki tarafın anlaşması kuvvet kazanması
demekti ki bundan sonra sıra Hz. Osman'ın katillerini teker teker bulup,
gereken cezaları vermeye gelecekti. Sebeiyye tarafları bu durum karşısında
müşkil duruma düştü ve her ne pahasına olursa olsun muharebeyi devam ettirmek
kararlarını yenilediler.
Ertesi gün Hz. Ali
ordusu ile birlikte hareket ederek Abd'ül-Kays kabilesine uğradı. Bu kabileyi
de kendisine katarak zaviye bölgesine geldi ve ordan da Basra'ya hareket
etti.
Hz. Ali'nin Basra'ya
gelişi sulhun tamamlanmasına matuf bir hareket olarak karşılanmış ve herkes
son derece huzur içinde uykuya dalmıştı. İbni Sebe ve tarafları herkes
uyuduktan sonra Hz. Aişe'nin tarafına doğru hücuma geçtiler.
Bir anda ortalıkta
sesler yükselmeye başladı. Herkes uykudan uyandı. Her iki taraf da saldırı
düşüncesi hakim olmuş ve kan dökmeye başladılar.
Hz. Alt her fırsatta
memurlar göndererek ne olduğunu anlamak istedi. Diğer taraftan Kaab b. Sur'dan
Hz. Aişe'yi bindirerek savaşılan bölgeye getirdi. Hz. Ali kendi taraftarlarını
muharebeden alıkoymaya Hz. Aişe'yi uyandırıp devesine bindirerek savaşılan
bölgeye getirirdi. Kendi taraflarını teskine çalıştı. Fakat ok yaydan
çıkmıştı. Savaşın en şiddetli bir anında Hz. Ali atını ileri sürerek savaş
alanın ortasına geldi ve Zübeyr b. Avvam'ı çağırarak ona "sen bir gün Ali
ile nakah yer harbedeceksin" hadis-i şerifini hatırlattı. Bunu hatırlayan
Zübeyr b. Avvam özür dileyerek savaş alanını terk etti. Basra'ya doğru yöneldi.
Arkasından gelen Amr b. Cürmüz. Zübeyr b. Avvam'ı namaz kılarken kılıcı ile
öldürdü. Zübeyr b. Avvam, vadisine Biba'a gömüldü. Zübeyr b. Avvam'm savaş
meydanından çekilmesi üzerine Talha b. Ubeydullah da meydandan çekilmek istedi.
Onun bu hareketini gören Mervan b. Hakem attığı zehirli bir ok ile Talha b.
Ubeydullah'ın ölümüne sebep oldu.
Savaş meydanında yalnız
Hz. Aişe ile adamları kaldı. Muharebe şiddetle devam ediyordu. 14. CVmazi-yel
evel Hicri 36. yılın (4 Aralık 656) ikindisine yaklaşıyordu. Hz. Aişe
devesinin üzerinde siper almış vaziyette harbin neticesini bekliyordu. Bütün
bu kanların dökülmesine sebep olan Sebeiyye taraftarları, Hz. Aişe'yi hedef
alarak, ona yaklaşıp onu tevkif etmek ve ona hakaretlerde bulunmak
istiyorlardı. Sebeiyyelerin bu durumunu, Beni Dabba kabilesi mensupları son
derece fe-dakarane şekilde Hz. Aişe'yi müdafaa ediyorlardı.
Bekir b. Velid Ezve
Dabbe kabileleri Hz. Aişe ile beraberdiler. Muharebe bütün şiddetiyle devenin
etrafında devam ediyordu. Bunun için bu savaşa Cemel (Deve) vak'ası adı
verilmiştir. Hz. Aişe'nin devesini muhafaza edenlerden biri yere düştükçe
diğeri onun yerini alıyordu. O da aynı fedakarlık ve kahramanlıkla dövüşüyordu.
Böylece Hz. Aişe'nin devesinin etrafında şehit düşenlerin sayısı yetmiş kişiyi
bulmuştur.
Bu savaşa bir son
vermek için Sebeiyye taraftarlarından biri devenin arkasından taarruz ederek deveyi
yıkmaya muaffak oldu. Bunu gören Hz. Ali taraflarındaki Muhammed b. Ebu Bekr
kardeşini müdafa etmek için koşarak hemen Aişe'nin yanma geldi. Biraz sonra
Hz. Ali de, Hz. Aişe'nin yanma gelerek onun hatırını sordu. Devenin düşüşü
savaşın tamamen tavsamasına yaradı. Hz. Ali, Hz. Aişe'yi muhafaza altına
alarak hatırını sordu. Yapılan işten dolayı hiçbir kabahati olmadığını beyan
ederek özür diledi. Birkaç gün yanında istirahat ettirdi. Sonra onu kardeşi
Muhammed b. Ebu Bekir ile Medine'ye gönderdi. Hz. Aişe'nin Medine'ye gelişi
esnasında yanında Basra'nın en muteber ve en asil ailelerinden kırk kadın
bulunuyordu.
Hz. Aişe, Basra'dan
ayrılırken kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin, durumunu yanlış ve yalan aksettirilmesinden
ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Peygamberimiz'in (s.a.v.) muhterem haremine
her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir vecibe olduğunu beyan ederek
yapılan işlerden beri olduğunu beyan edip tekrar özür diledi. Hz. Ali, Basra'da
birkaç gün kaldıktan sonra Küfe'ye doğru hareket etti. 12. Recep H. 36 (M. 657)
tarihinde Küfe'ye vasıl oldu.
Şehadet gününe kadar
İslâm alemi için mücadelesini sürdürmüş ve her daim muaffakiyetini de İslâm
alemine göstermiştir. Hz. Ali'nin vilayetlere tayin ettiği valiler/ gittikleri
yerlerde sükun temin edip muvaffakiyetler göstermeye başlayınca işler
düzelmeye doğru yüz tuttu. Hemen hemen bütün İslâm ülkeleri Hz. Ali'nin
etrafında toplanmaya başladı. Yalnız
Suriye'de Muaviye b. Ebu Süfyan biat etmemişti. Onun biati, Hz. Ali'nin
Küfe'den Mısır valisi Kays b. Saad'la Mısır'dan ordu ile hareket edip
Muaviye'yi sıkıştırdıkları zaman gayet kolay temin edebilirdi. Durumun
nezaketini kavrayan Muaviye Kays b. Saad'i kendi tarafına çekmek için ona
yanaşmaya başladı. Kays buna razı olmayınca bu defa Muaviye Kays hakkında
dedikodular çıkararak kurnazca bir tertip hazırladı. Bu tertip ve dedikodulara
göre Kays güya Muaviye tarafına kayacaktı. Hz. Ali bu dedikodulara kulak
vererek, Kays b. Saad'i Mısır valiliğinden azlederek yerine Muhammed b. Ebu
Bekir'i tayin etti.
Mısır'ın yeni valisi
Muhammed b. Ebu Bekir tecrübesiz bir vali olduğundan, fitne ve fesad Mısır'da
yeniden alevlendi. Kays b. Saad'm Mısır'da kazandığı muaffakiyet kaybedildi. Bu
durum Hz. Ali'nin davası üzerinde kötü bir tesir meydana getirdi. Bundan da istifade
etmek isteyen Muaviye b. Ebu Süfyan, Mısır'da çok sevilen Amr ibni'1-As'a Mısır
valiliğini vereceğini vaadederek onu kendi tarafına çekti. Böylece Suriye ve
Filistin'den sonra, Mısır da Muaviye tarafına kaydı. Hz. Ali'yi de Hicaz,
Yemen, Küfe ve Basra vilayetleri destekliyordu.
Hz. Ali, Küfe'yi
başşehir yaptıktan ve oraya yerleştikten sonra kendisi de oraya yerleşti.
Arabistan, Irak ve İran'a hakim olmakla beraber en kuvvetli hasmını geriye
bırakmıştı. Hz. Ali, Muaviye'ye karşı bir galibiyet kazandığı zaman, İslâm
alemi tekrar eski birliğine kavuşacaktı.
Fakat Hz. Ali'nin
hareketini takip eden Muaviye de boş durmuyordu. Önce hazinesini doldurmuş, sonra
zengin ve kalabalık bir nüfusa sahip olan Suriye'ye
tamamen hakim olmuştu. Suriyeliler ona
sadık bir şekilde bağlı idiler, Muaviye zamanın dört dahisinden biri olduğu
için, siyasette son derece mahir bir yol izliyordu. Herkesin zayıf bir
noktasını bularak ona göre hareket ediyordu. Kimine para vererek, kimine mevki
vererek kendisine yararlı olacak kimseleri elde etmesini bekliyordu. Ayrıca
fikirlerinden istifade edilecek kimselere son derece önem vererek, onları
hoşnut edip fikirlerinden istifadeler sağlıyordu.
Hz. Osman, Beni
Ümeyye'den idi. Muaviye b. Ebu Süfyan da Beni Ümeyyedendi. Hz. Osman'ın
şeha-deti Emevilerin devlet idaresinden uzaklatırılması demekti. Hz. Osman'ın
şehadetinden istifade etmeye kalkarak, Hz. Osman'ın katili olayından Hz.
Ali'yi mesul tutuyordu. Ve bu yüzden de biat etmekten kaçıyordu. Hz. Ali,
Muaviye'nin durumunu bildiği için işi harp yolundan ziyade sulh yolu ile
halletmek istiyordu. Bunun için Cerir b. abdullah Muaviye'ye gönderdi. Cerir
b. Abdullah, Muaviye'ye giderek Hz. Ali'nin mektubunu hazır bulunanların
huzurunda okudu. Muaviye,-Hz. Ali'ye verdiği cevapta katillerin teslim üzerinde
ısrar etti. Bu hareket işin sulh yolu ile hallinin olmayacağını açıkça ortaya
koyuyordu. Durum bu raddeye gelince iki taraf da harp hazırlıklarına giriştiler.
Hz. Ali, Allah için ve
İslâm için mücadeleyi hiç bırakmıyordu.
Ümmetin selameti ve
sükuneti için çarpışmasının gerektiği yerlerde savaşıyordu. Hz. Ali,
hazırladığı seksen bin kişilik ordusu üe Körfezden hareket etti. Rakka mevkiinde,
Fırat nehrini geçerek Suriye ile Babil hududunda bulunan Sıffin ovasında
ordugah kurdu. Suriye ordusunun başkumandanı Abr b. As, Muavi-ye'den aldığı
emir üzerine ordusu Sıffin'e doğru ilerledi, Amaçları askeri bakımdan
stratejik bazı mevkiileri ele geçirerek, Hz. Ali'nin ordusunu sudan mahrum etmek
idi. Hicri 36. yılın Zilhicce ayında (Haziran 657) karşı karşıya gelen iki ordu
son hazırlıklarını yapmakla meşgul oldular. Hz. Ali ordusunun su yollarının kesildiğinin
farkına varır varmaz, hemen karşı bir hareket yaparak Suriye ordusunu su
yolundan geri attı. Bu vaziyet karşısında hasmını kötü duruma düşürmek istemeyen
Muaviye'nin kendisi müşkül duruma düştü. Fakat Hz. Ali, hasmının susuz
kalmasına rıza göstermeyerek onların sudan mahrum bırakılmamasını emretti.
Böylece iki tarafın askeri de suya gidiyor ve su ba-şmda sohbet ediyorlardı. Bu
durum herkeste sulhun yakın bir muhakkat olduğu kanaatini uyandırıyordu. Hz.
Ali, harbe başlamadan önce tekrar sulh teşebbüslerinde bulunuyordu. Bazı
kıymetli ve muhterem şahıslan Muaviye'ye göndererek sulhu tavsiye ettirdi. İki
tarafın da ulema, fudala ve huffazlannın Müslümanların birbirlerinin kanlarını
dökmemeleri için çok ayret sar-fettikleri görüldü. Bunun için muharebe üç aya
yakın bir müddet tehire uğradı. Bu zaman içinde rivayete göre 85 kere savaş
kararı verildiği halde bunların çalışmaları neticesinde savaş gecikti.
Ashabtan Ebu Derda ile Bu imametül Bahiri, Muaviye'nin yanma giderek onunla
konuştular. Fakat bu müdahalede bir fayda vermedi. Nihayet H. 37 yılın sefer
ayın ınbaşlarında (M. 657 Ağustos) iki taraf birbirine karşı son derece
şiddetli hücuma gitti. İki tarafın birbirine karşı gösterdiği merhametsizlik
tüyler ürpertecek derecede idi. Binlerce Müslüman kanı aktı. Binlerce kadın
dul kaldı ve binlerce çocuk öksüz kaldı.
Hz. Ali, oluk oluk
akan Müslüman kanma karşı daha fazla dayanamayak savaşı kısa kesmeleri için birliklerine
tesirli bir hitabede bulundu. Asker bu hitabe karşısında kendinden geçercesine
savaşa atıldı. Bu arada, Hz. Ali bu kanlı mücadeleye bir son vermek için
Muaviye'yi muharezeye davet etti. Fakat
Muaviye bundan kaçındı. Bu hareketi takib eden Amr İbni'I-As, Muaviye'ye karşı
açık konuşarak kendisi ortaya çıktı. Amr b. İbni'1-As, Hz. Ali'nin karşısında
duracak bir cengaver olmadığından, Hz. Ali bir darbe ile onu atından aşağı
yuvarladı.
Muharebe böylece
günlerce devam etti. Suriye ordusu oldukça yıprandı. Bunu gören Muaviye,
muharebeye bir son vermek istedi ise de Hz. Ali fitne ve fesadın tamamiyle
imha edilmek üzere olduğunu görerek, Mu-aviyenin teklifini reddetti. Talih
artık Hz. Ali'ye gülüyordu. Fakat durumun kötü olduğunu anlayan Muaviye
ordusu başkumandanı Amr İbni'1-As hileye başvurmaktan başka çare göremedi.
Ertesi gün Suriye ordusu muharebe meydanına çıkarak, Amr Ibni'1-As Şam'daki
meşhur muafi beş askeri mızraklarının ucuna taktırdı. Ayrıca ordunun içinde
kimin mushafı varsa onu da mızrağının ucuna takmasını emretti. Böylece Suriye
ordusu ileri gelenleri Hz. Ali'nin ordusuna yaklaşarak "İkimiz arasında
kitabullah hakem olsun" diye bağırmaya başladılar.[77]
Hz. Ali ve ordusunun
başkumandanı Eter Nehai, bunun bir harp hilesi olduğunu anlayarak askerlerine
hücum emri verdiyseler de, Iraklı askerler bu emri .dinlemeyerek Kur'an'm
hakem olarak kabulü için yapılan teklifin yerinde olduğunu söylediler ve savaşa
girmediler. Halbuki Nehai kali bir zafer kazanmak üzere idi. Hz. Ali,
ordusunun ısrarı üzerine ric'at emrini vermek mecburiyetinde kaldı. Silahlar
kınlarına koyuldu. İki tarafın ulema ve fudelası mübahaseye giriştiler. Neticede
imame meselesinin hakem vasıtasıyla halline karar verdiler.
Davanın hakem usulü
ile halline karar verildikten sonra, Muaviye Amr ibnil As'ı kendisine hakem
seçti. Hz. Ali de önce Abdullah b. Abbas'ı seçti. Fakat Muaviye Abdullah b.
Abbasi, Hz. Ali'nin akrabası olduğu için kabul etmedi. Bunun üzerine Eş-as b.
Kays'ı hakem olarak seçti. Eş-as b. Kays ise hakemliği yapmayacağını beyan
ederek, Ebu Musa El-Eş Ari'ye devretti. İki tarafın hakemi, muahedenin nasıl
yapılacağım ve yazılırken iki taraf hakkında da nasıl lakaplar verileceği
hususunda da uzun münakaşa yaptıktan sonra 23 safer H. 37 Çarşamba günü işi
tamamlayarak, mühür ve imza ettiler. Böylece iş resmiyet kazandı. Eş As b. Kays
herkes tarafından sevilen ve sayılan bir zat olduğundan hakem usulünün
kabilelere ve aşiretlere tebliğ edilmesi ile görevlendirildi.
Eş As b. Kays, Hz.
Ali'nin ve Muaviye'nin kendi arzu ve ihtiyarları ile Ebu Musa el-Eşari'yi ve
Amr İbnil-As'ı hakem tayin eden ve onların kitap ve sünnete uygun olarak
verecekleri kararlara tabii olacaklarını beyan eden antlaşmayı Aniize
kabilesine tebliğ ederken, iki kişi ona karşı çıkarak "Allah'tan başka bir
kimse hüküm vermez" dediler. Sonra da Şam askerlerine hücum ettiler. Diğer
bazı kabileler de muahedeyi kabul etmediler ve hemen Hz. Ali'ye müracat edip bu
husustaki görüşlerini ona bildirdiler. Bu yüzden ayrı ayrı fırka meydana
çıkmış oldu.
İki tarafın hakemi,
yanlarında dörder yüz kişi olduğu halde, Suriye ile Irak arasında olan
Devmetül-cendel'de (veya Erzuh) topladılar. Aralarında yaptıkları kısa bir
konuşma sonucu, Hz. Ali ve Muaviye'yi hal edip işi şûraya bırakmaya karar
verdiler. Bu karan tebliğ etmek üzere ayrıldılar. Hz. Ali tarafında bulunan
Abdullah b. Abbas, Ebu Musa el-Eşari'ye yaklaşarak ona: "Sakın Amr b. As
seni aldatmış olmasın. Siz bir şeyin ilan... etmekle ona takaddüm
etmeyiniz" dedi. Ebu Musa el-Eşari'de "Hayır, biz iltifak ettik,
ittifakımızı bozamayız" cevabını verdi. Kararın tebliğ sırası geldiği
vakit Amr İbni'1-As, Ebu Musa Eşari'yi öne sürerek kendisinden yaşça fazla
kemalce kendisine üstün olduğunu, bu bakımdan kararı önce kendisinin tebliğ
etmesinin gerektiğini söyledi. Ebu Musa el-Eşari'de, kalkarak Allah'a hamdü
senadan sonra Ali'yi de Muaviye-yi'de hal'e karar verdiklerini yeni bir imamın
seçilmesini Şûraya bıraktılarmı söyledi. Onu takiben Amr İb-ni'l-As minbere
çıktı. Allah'a hamdü senadan sonra Ebu Musa ile birlikte Ali'yi hal
ettiklerini, kendisini Muaviye'yi halife olarak nasbettiğini çünkü Hz. Osman'a
varis ve onun kanından olduğunu söyledi.
Amr İbni'l-As'ın bu
hakareti bir anda ortalığı birbirine kattı. Amr İbni'l-As'ın üzerine
atılanların, beddua edenlerin haddi hesabı yoktu. Zira Amr İbni'l-As'm bu
hareketi doğru bir siyaset değildi. Böylece hakem usulü hem okumak uğraşmış
hemde iflas etmişti. Bu hereket İslamda büyük karışıklıkların çıkmasına ve yeni
yeni mezheplerin doğmasına sebep oldu.
Hz. Ali, sıffinden
dönerken ordusunda bulunan ve çoğunluğunu Iraklıların teşkil ettiği on iki bin
kişilik bir kuvvet, dinî muameleler için hakem tayin edilmesini küfür, Hz.
Ali'nin de kararını şirk sayarak ondan ayrılıp Harura mevkiinde konakladılar.
Hz. Ali Küfe'ye geldikten sonra bunlara Abdullah b. Abbas'ı göndererek
fikirlerinin ve düşüncelerini yanlış olduğunu izah ettirmeye çalışmış ise de
bunlar İbni Abbas'ı dinlemeyerek fikirlerinde ısrar ettiler. O zaman, Hz. Ali
bizzat bunların yanına gitti. Onlarla münakaşa ederek kendilerini ikna edip
hepsini Küfe'ye getirdi. Bu gelişten sonra şehirde hakem kabul etmenin küfür
sayıldığı ve Hz. Ali'nin de bunu böyle kabul ettiği şayiası yayıldı. Hz. Ali bu
şayiayı duyunca minbere çıkarak böyle bir şeyin aslı olmadığını ve tem
muzaffer olacak iken, harpten önce onların vazgeçtiğini daha sonrada hakemi
beğenmediklerini ve şimdi de harp için çalıştıklarını söyledi. Hz. Ali'yi
dinleyenlerden bunlara mensup biri "la hükme illallah" diyerek
bağırdı. Bir diğeri de 'Allah'a şirk koştuğun taktirde sayın ve amelin akamete
uğrayacağını, senin de hüsrana düşenlerden olacağını sana da senden
evvelkilere de vahyetmistik" mealindeki ayeti kerimeyi okudu. Bunlara
karşılık Hz. Ali "sabret Allah'ın va'di haktır, yakinen ima etmeyenler
seni üzmesinler" mealindeki ayet-i kerimeyi okuyarak cevap verdi. Böylece
Hz. Ali'nin ordusu haricine çıkan ve hariciler adını alan tarife ortaya çıkmış
oldu. Hariciler, gün geçtikçe artmaya başladılar. Hz. Ali den de yüz çevirerek
ona muhalefette bulundular. Bunlar kendi aralarında toplanarak Abdullah b.
Vehb Er-Ra-sibe'ye biat ettiler. Basra, Küfe, Anbar ve Medayin'deki taraflarını
Nehrevan mevkiine davet ederek kendi fikrinde olmayanlara zulüm ve işkence
yapmaya başladılar. Bunu haber alan Hz. Ali artık haricileri te'dip etmek
mecburiyetini kendinde duyarak bir ordu ile Nevran'a doğru yola çıktı. Hz. Ali,
haricilere nasihat etmek için önce, Kays b. Saad ile Hz. Ebu Eyyübi'l
Ensari'yi onlara gönderdi. Fakat bu tedbir bir fayda vermedi. Bunun üzerine
ona nasihatta bulundu. Bu da tesir icra etmedi. Ancak yapılan nasihatların bir
kısmnıa itaat eden haricilerden bir grup Mendiçin'e doğru gitti. Bir grup da
Küfeye geri döndü. Geri kalanlardan bin kişi kadarı da tevbe ederek Hz. Ali'nin
ordusunu iltihak etti. Geride Abdullah b. Vehb'in idaresinde dörtbin kişi
kaldı. Bunlara hiçbir söz ve nasihat tesir etmiyordu. Bunun için bu harici
grubu ile muharebe yapmak mecburi oldu. Hicri 38. yılın 9. seferinde (17
Temmuz 658) Nehrevan'da yapılan son derece şiddetli savaşta, hariciler adeta
canlarını itihkar derecesinde dövüştüler. Neticede mağlub olarak savaştan
ancak on harici sağ olarak kurtulabildi.
Nehrevan savaşı ile
haricilerin çıkarmak istedikleri fesad şiddetli bir şekilde önlenir önlenmez,
Hz. Ali Şam'a doğru hareket etmek istedi. Fakat ordu kumandanlarından Esas b.
Kays okların bittiğini, kılıçların ve mızrakların işe yaramaz bir halde
olduğunu beyan ederek Şam'a hareketten önce iyice hazırlanmanın gerekliğini
ileri sürdü. Hz. Ali bu makul fikri kabul ederek hazırlanmak için Nahbe
kasabasına geldi. Burada askerler hazırlıkla meşgul olacaklarına onar, yirmişer
gruplar halinde Kûfe'ye gittiler. Bunun sonunda Hz. Ali'nin yanında bin kişi
kalınca çaresiz Şam zaferinden vazgeçerek Kûfe'ye döndü.
Haricilerin geri
kalanları İran'ın içlerine doğru çekilerek burada mecûsileri, mürtecileri ve
İslama yeni tahrike çalıştılar. Hz. Ah bu fırkayı kökünden kurtarmak için
bunlara karşı, bir rivayete göre Ziyade bin Hasfa'yı bir rivayette ise Makîl b.
Kays'ı göndererek, bir yıl içinde RanvHürmüz dağlarında bunlarla muharebe edip
kökünü kazdı.
Hakem olayından sonra
Amr b. As, Filistin'e döndü. Buradan, Mısır'da bulunan Mesleme b.
Mu-hammed'ül-Ensari ile Muaviye b. Hadicü'l-Kendi'ye
birer mektup yazarak, Hz. Osman'ın
şehadetinden çok mütessir olduğunu ve Hz. Ali'ye muhalif bulunduğunu bildirerek
dört bin kişilik bir ordu ile Mısır'a sefere çıkacağını beyan etti. Bu sırada,
Mısır'da Muhammed b. Ebu Bekir vali idi. Ülkeyi arzu edildiği şekilde idare
edemiyordu. Amr b. As yukarıda ismi geçen zatlara yazdığı mektupta, Muhammed b.
Ebu Bekir'e de muhalefet etmelerini istiyordu. Ayrıca kendisi, Mısır valisi
Muhammed'e bir mektup yazarak kendisine itaat etmesini istedi. Muhammed b. Ebu
Bekir, durumu Hz. Ali'ye bildirdi. Bunun üzerine Amr b. As, Mısır üzerine
yürüdü. Muhammed b. Ebu Bekir iki bin kişilik ordusu ile ona karşı koydu ise
de ona mağlup olup yakalandı ve feci bir şekilde öldürüldü. Böylece Mısır, Amr
b. As'ın eline geçmiş oldu. Mısır'ı ele geçiren Amr b. As Muaviye b. Hadic'İ
aracı koyarak, Muaviye b. Ebu Süf-yan'dan buranın valiliğini istedi. Muaviye,
Mısır'ın altı bin yıllık gelirinin Amr'a bırakılmasını fakat buna karşılık
kendisine itaat edeceğine dair şahitler huzurunda bir senet vermesini ve diğer
şartlarını da kabul etmesini ileri sürerek istediğini kabul etti. Amr b. As da
bu şartları kabul ettiğini bildirerek, üçüncü defa tekrar Mısır valiliğine
getirilmiş oldu.
Sıffin savaşından
sonra, gerek Nehrevan savaşı ve gerekse ondan sonra ortalığa fitne ve fesad
açan haricîlerin kalıntılarının tamamen ortadan kaldırılması
için yapılan mevzi çarpışmalarının
sonunda, İslam'ın muhtaç olduğu sükûn ve asayiş geri gelmedi. Böylece herkesin
arzu ettiği İslam birliği sağlanamadı.
İslâm devleti
hudutları içinde yaşayan halk, Hz. Ali (r.a.)'a taraftar olanlar, yani ehli
Şia, hakem kararı ile halife seçilmesini kabul eden Muaviye taraftarları, yani
Nasıba; hakem meselesini protesto eden ve zamanla ileride sayıları bir hayli
artıp gelecek hükümetlerin başına bela olacak olan Haricîler ile, gerek Hz. Osman
(r.a.) ve gerekse Hz. Ali (r.a.) zamanında meydana gelen acı, üzücü ve bölücü
olaylara karışmayıp yalnız seyirci durumunda kalan ve bu olaylardan dolayı
müteessir olan Selefiye gibi gruplara ayrıldılar.
Bütün bu
gruplaşmaların sebebi olarak, Haricîler tarafından, Hz. Ali (r.a.) , Muaviye ve
Amr b. As (r.a-)'ın aralarındaki çekişmelerin sonucu gösteriliyordu.
Haricilere karşı
yapılan tenkil savaşları sonunda kendilerini kılıçtan kurtaran Abdurrahman
ibn-i Mül-cem, Bekr b. Abdullah ve Amr b. Bekr Et-Temimi adındaki üç haricî,
aralarında bir toplantı yaparak geçen olayların bir muhasebesini yaptıktan
sonra, Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. As (r.a.)'ı olaylann suçlusu olarak gördüler
ve bunların öldürülmelerine karar verdiler.
Hz. Osman (r.a.)'dan
sonra zulmün hedefi Hz. Ali (r.a.) oldu. (Haricilerin kılıç artıklarından)
Abdurrahman ibn-i Mülcem el-Muradî, Berk ibn-i Abdullah et-Tamimi ve Amr ibn-i
Bekr es-Sâdî, Hicaz'da toplanıp ve insanların uğradığı müşkilatı müzakere
edip, ölen arkadaşlarını hatırlayarak üzülüp:
"Onlardan sonra
biz yaşasak ne olur, yaşamasak ne olur. Sapık önderleri katlederek, insanları
onların elinden kurtaralım" dediler. Bunun üzerine İbn-i Mülcem:
"Ben Ali'ye
kâfiyim" dedi.
Bekr:
"Ben de
Muaviye'ye kâfiyim."
Amr ibni Bekr de:
"Ben de Amr ibn-i
As'a kafiyim" diyerek bir günde üçünün katline karar vermişlerdi.
"Ölmek var,
dönmek yok" diyerek birer zehirli kılıç alarak, Ramazanın yirmi yedisini
tayin etmişler. Amr ibni Bekr, Mısır'a varıp Ramazanın yirmi yedinci gecesi Amr
ibn-i As'm mescide çıktığı yerde onu gözetlemiş, Amr ibn-i As ise hasta olmuş,
yerine kendisinin zabıta memuru olan Harice ibn-i Habibe'yi imam vekil
yapmıştı. Bu zat namazı kıldırmak üzere camiye girerken Amr ibn-i Bekr, onu
vurup öldürdü. Derhal yakalandı. Amr ibni As'in huzuruna getirildi.
"Sen kimi katlettin?"
diye sordu.
Amr ibn-i Bekr:
"Ya lasık vallahi
senden başkasını katletmedim sandım ama görüyorum ki sen yaşıyorsun, senin yerine başkasını
katletmişim."
Amr dedi ki:
"Sen kendi
dileğinin muradını hesap etmişsin ama Allah'ın muradını ve dileğini hesaba
katmamışsın" dedi.
Bekr de o gece Şam'da
Muaviye'nin çıkışını gözeterek, Muaviye sabah namazını kıldırmak üzere camiye
çıkarken, Berk bir kılıç çaldı. Muaviye'yi diz kapağından yaraladı.
Muaviye'nin hükümeti, mülk ve saltanat tarzında bir mevkisi olduğundan ve
yanında yaverleri, çavuşları bulunduğundan Berk'i tuttular.
Berk:
"Bir müjdem var.
Söylesem bana faydası olur mu?" dedi.
Muaviye:
"Söyle bakalım,
belki olur."
"Şimdi benim
arkadaşım Kûfe'de, Ali'yi katletmiştir" dedi.
Muaviye, ona:
"Ne biliyorsun,
belki de onu katletmişlerdir." dedi. Berk:
"Ali'nin yanında
yaverleri, bekçileri ve koruyan muhafızları yoktur" dedi. Berk'in itirafı
hiç işe yaramadı ve Muaviye'nin isteği üzerine Berk katlolundu.
Ibn-i Mükem, Mısır'dan
Kûfe'ye gelip haricîlerden olan arkadaşlarıyla görüştü. Yoldaşları ziyaretlerinin
sebebini, ısrarla sordularsa da Mülcem bu sebebi söylemedi. Burada iken bir
hanımla evlenme isteğinde bulundu. Hanım da, Hz. Ali (r.a.)'m katlini şart koşmuştu.
İbn-i Mülcem de:
"Vallahi ben buraya
Ali'yi katletmek için geldim" dedi.
Yanma Verdan ve
Şebib'i aldı. Ramazanın yirmi yedinci gecesi buluştular. Diğer haricîlerin
bundan haberi yoktu. Fakat Eş'as İbn-i Kays'm bu sırra vakıf olduğu
anlaşılıyor. Çünkü o gece İbn-i Mülcem, Eş'as ile sohbet ediyrrdu. Sabah vakti
onun yanından ayrılmış ve sabahleyin Eş'as, oğlunu bir haber için hükümet konağına
göndermiş. Her ne ise, İbn-i Mülcem arkadaşlarıyla camiye gitmişlerdi. Hz. Ali
(r.a.)'m çıkacağı kapı önünde durmuşlardı.
Hz. Ali (r.a.),
mescidi şerife gitmek için, müezzin önünde "namaza, namaza, ey
insanlar" diyerek ve oğlu Hz. Hasan (r.a.)'ın arkasından yürüyerek evin
kapısından çıkarken, pusudaki hainlerin üçü birden hücum ettiler. Şebib'in
kılıcı kapının kemerine'dokundu. Ibn-i Mülcem ise:
"Ya Ali! Hüküm
ancak Allah'ındır. Senin ve ashabının değildir!" diye bağırarak kılıcını
kaldırdı. Hz. Ali (r.a.)'m başına vurdu ve bir yara açtı. Verdan be Şe-bib
kaçtı.
İnsanlar hemen hücum
edip, İbn-i Mülcem'i tuttular. Hz. Ali (r.a.) sabah namazını kıldırmak üzere
hemşiresi Ümmü Hani'nin oğlu Ca'de ibn-i Hubey-re'ye imamet verdi. O da mescidi
şerife gidip insanlara sabah namazını kıldırdı.
Daha sonra İbn-i
Mülcem kolları bağlı olarak Hz. Halife'ye getirildi. Hz. Ali (r.a.):
"Ben sana
merhamet etmedim mi?" diye sordu. "Evet, ettin" diye cevap
verdi. Hz. Ali (r.a.): "Ya bu ihanete sebep nedir?" dedi. İbni
Mülcem ise:
"Ben bu kılıcı
kırk gün biledim, onunla halkın en hayırsızının katledilmesini Allah'tan
diledim." deyince. Hz. Ali (r.a.):
"Görüyorum ki, sen
o kılıçla katlolacaksın. Biliyorum ki sen halkın en hayırsızısın" dedi.
O sırada Cündup ibn-i
Abdullah geldi:
"Ya
Emire'l-Mü'minîn! Allah bize senin eksikliğini göstermesin. Ama şayet sana bir
hal olursa biz oğlun Hasan'a biat eyleriz" dedi.
Hz. Ali (r.a.):
"Ben bu hususta
size ne emrederim, ne de nehye-derim. Siz işinizi daha iyi bilirsiniz"
diye sözü kestirdi. Hz. Ali, oğullarına vasiyet etti. Hasan ve Hüseyin'e
hitaben:
"Size takva ile
vasiyet eylerim. Dünya 'ya rağbet etmeyiniz, ziyanınız için ağlamayınız, daima
doğruyu söyleyiniz. Kur'an
ile amel edin. Zalime karşı, hasım ve mazluma karşı yardımcı olunuz.
Kötüleyicinin kötülemesinden sakınmayınız" dedikten sonra Muhammed ibn-i
Halife'nin yüzüne baktı:
"Biraderlerine
ettiğim vasiyeti anladın mı? Sana da vasiyetim böyledir. Bir de sana vasiyet
ederim ki biraderlerine tazim ve ihtiram et ve onların reyine uygun hareket
et" dedi. Hz. Hasan (r.a.) Hazretlerine başka vasiyetlerde bulundu.
Hz. Ali (r.a.) altmış
üç yaşında ebedi aleme göçtü. Namazını oğlu Hz. Hasan (r.a.) kıldırdı. Hz. Ali
(r.a.)'m hilafeti beş seneden üç ay eksikti.
İbn-i Mülcem, Hz.
Hasan (r.a.) 'in huzuruna getirildi:
"Ben, Ali ve
Muaviye'yi katletmek üzere Ka'be'de, Allah'ın adına ahd etmiştim. Bana meydan
ver, Muaviye'yi de katledeyim. Sağ kalırsam, kendim sana teslim olurum"
dedi. Hz. Hasan (r.a.) bunu kabul etmedi kı-sasen katlini istedi.
Ramazanı Şerifin yirmi
yedinci gecesi, alemi manada (rüyada) Resûlullah'ı (s.a.v.) görüp, ümmetinden
şikayet eyleyince:.
"Onların aleyhine
dua et" diye1' buyurmuştu. O da:
"Ya Rabbi! Bana
onlardan hayırlısını ver, onlara da benden fenasını ver" diye dua etmişti.
Hemen uyarup rüyasını oğlu Hz. Hasan (r.a.)'a söyledi. Halbuki vakit sabah
olmak üzere idi. Müezzin ezan okuyordu. Hz. Ali (r.a.) mescidi şerifin avlusuna
girdiği zaman, ördekler onun üzerine yürüyerek çağrıştılar. Hz. Ali (r.a.)'m
yanındakiler onları kovmak istediler. Hz. Ali (r.a.): "Dokunmayınız, onlar
ölü üzerine ağlıyorlar." deyip tebessüm etti. Kapıdan çıkarken de insanların
en belalısı olan İbn-i Mülcem kılıcıyla ona vurmuş, ağır yaralanmıştı.
Bir rivayette de, Hz.
Ali (r.a.), Irak'a gitmek üzere Medine'den çıkarken bir ayağı üzengide olduğu
üzere Abdullah b. Selam (r.a.) gelip:
"Ya Mü'minlerin
Emiri! Irak'a gitme. Korkarım sana kılıcın ucu dokunur" dedi. Hz. Ali
(r.a.):
"Onu bana
Resûlullah (s.a.v.) haber vermişti" diyerek, binip atma gitmişti.
Allah (c.c)'ın rahmeti
her daim, Hz. Ali (r.a.)'m ve O'nun ehli beyt'inin üzerine olsun. Selam olsun
Hz. Ali'ye, Selam olsun O'nun ehli beyt'ine.
Hadistir:
Ebu Vail'den rivayet
edilir:
Hz. Ali (r.a.),
Kûfe'de halka hitap ediyordu. O'nun şunları söylediğini işittim.
"Ey insanlar! Kim
fakir görünmeye çalışırsa, fakir düşer. Ömrü olan musibetlere uğrar. Belaya
hazır olmaya belaya uğradığı zaman sabredemez. Bir iş başına
geçen kendi menfaatine önem verir.
İstişare etmeyen pişman olur" Konuşmasına şöyle devam etti.
"Neredeyse
İslam'ın adından, Kur'an'm da yazısından başka bir şey kalmayacak! Bilmeyen,
bilmediğini öğrenmekten utanmasın. Bugün mescitleriniz mamur fakat
kalpleriniz ve bedenleriniz hidayetten mahrum, şu gök kubbe altında
yaşayanlarınızın en beterisiniz. Fitne fakihleriniz arasından çıkar ve onlar
arasında yayılır."
Bir adam kalkarak:
"Ne zaman ya
Emire'l Mü'minin?" diye sordu. Hz. Ali (r.a.) de şöyle cevap verdi:
"Hukuk, adi
olanlarınızın eline düştüğü zaman, işte o zaman işiniz bitmiştir."
“Sen yoktun ya
Resûlallah, sen yoktun, kötüler içinse bu bir fırsattı. Zulüm yine
ayaktaydı."
Fahri kainatın efendisi
Hatemu'l-Enbiya vefat ettiği zaman Hz. Hasan yedi yaşında, Hz. Hüseyin (r.a.)
altı yaşındaydı. Resûlullah (s.a.v.) onları çok severdi. Ebu Hureyre'den,
rivayet edilir ki:
"Resûlullah
(s.a.v.); Hasan bana benzer, Hüseyin de babasına benzer, demiştir.
Bir gün, Hz. Hasan ile
Hz. Hüseyin (r. anhuma) da koşup geldiler. Resûlullah'm kucağına atladılar.
Mübarek sakallanyla ve saçlarıyla oynuyorlardı. Ben kendilerine sordum.
«Ya Resûlullah bunları
bu kadar çok mu seviyorsun!» Resûlullah da buyurdu ki:
«Evet çok seviyorum.
Bunlar benim torunlarım, bunlar benim koklayıp sevdiğim çiçeklerim,
güllerimdir» dedi."
Ebu Hureyre (r.a.)'den
naklolunur ki;
"Her gece
mescitten çıkınca, Hz. Fatıma (r. an-ha)'nm evine girip hiç oyalanmadan tekrar
hemen çıkardı. Merak ettim:
«Ya Resûlullah! Her
gece her gece Fatma'nın evine niçin uğruyor ve hemen çıkıyorsunuz?» dedim. Resûlullah
bana:
«Geceleri Medine pek
soğuk olur, ola ki Hasan ile Hüseyin üzerini açarsa üşümesinler diye gidip
kontrol edip, üzerlerini açmışlarsa örtüp çıkıyorum» diye buyurdu."
"Yine bir gece
vakti Hz. Hüseyin (r.a.) ağlıyordu. Resûlullah (s.a.v.) namazını bitirdikten
sonra mescitten çıktı. Hz. Fatıma (r. anha)'nm kapısını bir kere tıklatarak:
«Yâ Fatıma! Hasan'ımı
ağlatma!» diyordu."
Ebu Hureyre (r.a.)
anlatıyor:
"Resûlullah
(s.a.v.) ile yatsı namazı kılıyorduk. Resûîullah (s.a.v.) secdeye vardığı
zaman, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (r.a.) üstüne sıçradılar. Hz. Peygamber başına
secdeden kaldırdı, onları incitmeden tutarak sırtından indirdi, ikinci secdeye
gittiği zaman onlar, tekrar Resûlullah (s.a.v.)'in sırtına bindiler.
Resûlullah (s.a.v.) namazını bitirince onları dizine oturttu. Ben kalkıp Hz.
Peygamber'e gelerek:
«Ya Resulallah! Onları
götüreyim mi?» dedim. O sırada bir şimşek çaktı. Resûlullah (s.a.v.) onlara:
«Hadi annenize gidin.»
dedi.
Çocuklar eve varıncaya
kadar bu şimşeğin aydınlığı devam etti."
Bir başka rivayette
Ebu Hureyre (r.a.) şöyle buyuruyor:
"Karanlık bir
gecede Hz. Hasan (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'in yanında idi. Hz. Peygamber onu
çok severdi.
Hz. Hasan (r.a.):
«Anneme gideyim mi?»
dedi. Ben de: «Onunla gideyim mi ya Resûlullah?» dedim. «Hayır, benim torunum
kendi başına gider» dedi.
Aniden bir şimşek
çaktı. Hz. Hasan (r.a.) annesinin yanına varıncaya kadar şimşeğin aydınlığı
devam etti."
Ebu Hureyre'den
rivayet olunur ki:
"Hz. Hasan
(r.a.), çok hassas ve ince fikirliydi. Bir gün Hz. Hasan (r.a.)'dan yardım
istemek için bir adam geldi ve elinde bir mektup vardı. Adam ayakta dikilerek
mektubu okumak istedi. Hz. Hasan (r.a.) adama mektubu açmamasını söyledi ve
paranın yerini göstererek: «Ne kadar lazımsa al ve git» dedi. Adam mektupta
yazılı olan miktardaki parayı aldı ve oradan ayrıldı. Hz. Hasan (r.a.)'m
yanında bulunan Ashab (Hz. Hasan'a) da dediler ki:
«Ey Mü'minlerin Emiri!
Mektubu açıp okusaydı belki bu kadar istemeyecekti».
Hz. Hasan (r.a.):
«O mektubu açıp,
ayakta okurken onun o mahcubiyeti yaşamasını istemedim» buyurdu."
Hatemü'l-Enbiya şöyle
buyuruyor:
"Hz. Hasan bana
benzer. Hz. Hüseyin de babasına benzer."
İşte bu ifadelerden
anlıyoruz ki, Hz. Hasan (r.a.) ince fikirliliği ile mübarek dedesine
benzemektedir.
Hz. Ali (r.a.)'nın
vefatından sonra Hilafeti Hz. Hasan (r.a.) uzun sürmedi. Çünkü Hz, Hasan
(r.a.), kan dökülmesini istemiyordu. Hz. Hasan (r.a.) hassas ve ince fikirli
olması hasebiyle, kısa bir zaman sonra hilafeti bırakarak:
"Muvaiye adına
çekiliyorum" dedi. Bunu duyan Medine halkı, Hz. Hasan (r.a.)'m yanma
gelerek muhalefeti bırakmamasını istediler. Ama Hz. Hasan (r.a.) çekilmeye
çoktan karar vermişti. Halk onu ikna etmek istediyse de, Hz. Hasan (r.a.):
"Ben muhalefeti
hiç sevmedim. Daha fazla kan dökülmesini istemiyorum. Muaviye'nin adına hilafetten
çekiliyorum" dedi.
Hz. Hasan (r.a.),
hilafet için Müslümanların öldürülmesini çirkin gördüğünden, Muaviye adına
hilafetten çekildi.
Hakim, İbn-i Abdil
Berr, Hatib Bağdadî de rivayet etmişlerdir ki:
"Biz, Hz. Hasan
(r.a.)'m öncüleri idik. On iki bin kişiydik.
Şamlılarla savaşmak
için kılıçlarımızdan kan damlıyordu. Kumandanımız Ebu Amrata idi. Hz. Hasan ile
Muaviye (r.a.)'m barış yaptığına dair bize haber geldiğinde, öfke ve hiddetten
sanki belimiz kırıldı. Hz. Hasan (r.a.) Kûfe'ye geldiğinde bizden bir kişi onu
karşıladı. Onun adı Ebu Amir Süfyan b. El-Leyl idi. Hz. Hasan (r.a.)'a:
'Esselâmu aleyke, ey mü'minleri
zelil eden adam!' dedi.
Hz. Hasan (r.a.)
'Ey Ebu Amir! Bu
kelimeyi söyleme! Ben Müslümanları zelil etmedim. Fakat hilafet için onları
öldürmek benim hoşuma gitmiyor' dedi.
Ebu Hureyre'den
rivayetle:
"Hz. Hasan
(r.a.), hilafetten çekildiğini belirtince Muaviye (r.a.) de:
O zaman kalk, halka
bir konuşma yap, durumu bildir' dedi. Hz. Hasan (r.a.) da minbere kalkarak
Allah (c.c.)'a hamdü senadan sonra kulaklarımla duyduğum şu konuşmayı yaptı:
«En akıllı kimse takva
sahibi olandır. En ahmak kimse ise fitne ve fesat çıkarandır. Hilafet benim hakkım
ise de Ümmeti Muhammed'in iyiliği ve kanlarının dökülmemesi için onu Muaviye'ye
bırakıyorum. Eğer benden
daha layık birinin hakkı ise, ben zaten onu bırakmış durumdayım. Bilmiyorum bu
hilafet belki sizin için bir fitne ve fesat olur. Belki de bir müddet ondan
menfaat temin edersiniz.»
Başka bir rivayette şu
ilave vardır:
"...
Söyleyeceklerim bu kadar, kendim ve sizler için Allah'tan af dilerim."
Yine başka bir
rivayette şu ilave de bulunur:
"Ey inananlar! Allah
(c.c), atalarımız vasıtası ile sizlere hidayet verdi. Bizim vasıtamızla da
kanlarımızın dökülmesini önledi. Bu bir müddet böyle devam edecek. Fakat dünya
devamlı el değiştiriyor. Cenab-ı Allah (c.c,)/ peygamberine şöyle buyurmuştur:
"Bilmiyorum belki
o sizin için bir fitne ve fesat vesilesi olur, belki de bir müddet ondan
faydalanırsınız."
Muhammed b. Ka'b el
Kurazî'den: "Muaviye b. Ebu Süfyan, Medine'de konuşurken şunları söyledi:
«Ey insanlar! Allah'ın
verdiğine kimse engel olamaz. Engel olduğuna da kimse veremez. Hiçbir güç onun
gücünün önüne geçemez. Allah kim için hayır di-lemişse onu dinde fakih (üstün)
yapar.
Bu kütük (minber)
üzerinde, bu sözleri Resulullah'tan bizzat işittim.»"
Muhammed b.
Abdurrahman'dan rivayet olunur ki:
"Muaviye'nin bir
konuşmasını dinledim. Şöyle ki.
«Resûlullah'm (s.a.v.)
şöyle buyurduğunu işittim: Allah bir kimse için hayır dilerse onu dinde fakih
yapar. Ben sadece malları taksim ediyorum. Veren Allah'tır. Kıyamete kadar bu
ümmete Allah'ın emirlerine uydukları müddetçe muhalifleri zarar
veremezler.»"
Umeyr b. Hani'den
naklolunur ki:
"Muaviye b.
Süfyan Müslümanlara hitaben şunları söyledi:
«Resûlullah
(s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duydum:
— Ümmetimden bir grup
Allah'ın emri üzere hareket eder. Muhalif olanlar onları ne zelil edebilir, ne
de zarar verebilirler. Onlar bu hal üzere iken kıyamet kopar.»"
Başka bir rivayette
de:
'...İnsanlar onların
emirlerini altında iken...'denilmektedir.
Hz. Hasan (r.a.)'dan
çekinirlerdi. Onun için defalarca zehirlemişlerdi. Hz. Hasan (r.a.)
zehirlendiği vakit dedesinin yanma, Ravza-i Mutahhara'ya koşarak halini yalnız
dedesi Fahri Kainat Efendisi'ne arz ederdi. Bir gün Şam'da yemek davetinde
iken, ev sahibi Hz. Hasan (r.a.)'m yiyeceğine zehir koymuştu. Hz. Hasan
(r.a.) lokmayı, yutar yutmaz durumu fark etmiş
ama ona rağmen ev sahibine 'sen neden, niçin beni zehirledin?' dememişti. Öyle
güzel bir ahlaka sahipti ki, o peygamber torunlarının ne bir emsali, ne de bir
benzerleri vardı. Hz. Hasan'ı ve Hz. Hüseyin'i (r. anhuma) sevenlerin
cümlesinin, şefaatlerine nail olmak nasip olsun inşaallah.
Hz. Hüseyin (r.a.)'m
hanımı eski kölelerden Cu-de adında bir kadındı. Cude'ye, Hz. Hasan (r.a.)'ı zehirleyip
öldürmesi için çok paralar teklif edilmişti. Hz. Hasan (r.a.) her gece teheccüd
namazına kalkardı ve baş ucunda da her daim bir bardak su bulunurdu. Eski
kölelerden Hz. Hasan'm (r.a.) karısı Cude, o suyun içerisine elmas tozu koydu.
Hz. Hasan (r.a.) da gece namaza kalkar kalkmaz her zaman ki gibi bardaktaki suyu
içti ve içer içmez ciğerleri parçalandı. Bardak elinden düştü ve Hz. Hasan
(r.a.) olduğu yere yığılıverdi.
"Bana Hüseyin'i
çağırın" dedi. Hz. Hüseyin (r.a.)'ı çağırdılar ve Hz. Hüseyin (r.a.)
geldi.
"Ey kardeşim!
Sana ne oldu böyle?" dedi. Hz. Hasan (r.a.):
"Sorma kardeşim,
sorma?" dedi.
Bir rivayete göre
karısı Cude'ye paradan başka farklı teklifler yapılmıştı. Bu teklifler Cude'yi
cezbet-misti. Saraylarda yaşamayı hayal ederek Hz. Hasan (r.a.), zehirleyip
katline sebep oldu.
Hz. Hüseyin (r.a.),
yerde kıvranan kardeşi Hz. Hasan (r.a.)'a sarılarak:
"Kim yaptı bunu
sana Hasan? Söyle" diyordu. Hz. Hasan (r.a.), kendisini kimin
zehirlediğini bildiği halde söylemiyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) kardeşini kimin
öldürmek istediğini öğrenmek istiyor ama Hz. Hasan (r.a.):
"Hüseyin Ya
Sabır, Ya Sabır" diyordu.
Hz. Hasan'm başı, Hz.
Hüseyin'in (r. anhuma) kolunun üzerindeydi. Başını kardeşinin göğsüne
yaslamıştı ve Hz. Hüseyin (r.a.) gözlerinin içine baktı, dedi ki:
"Ey kardeşim bu
gece rüyamda gördüm ki, Sure-i Ihlas alnıma yazılıyor. Sonra babam Hz. Ali'yi
gördüm:
«Hadi gel Hasan, biz
seni bekliyoruz» diyordu."
Bu rüyayı kardeşine
anlattıktan sonra başı sağ tarafa düşüverdi.
Hz. Hasan (r.a.) vefat
ettiğinde elli yedi yaşında idi. Ramazanın dokuzuncu günüydü.
Yezid vali olunca,
Medine valisi Velid b. Utbe'ye gönderdiği mektupta, her ne pahasına olursa
olsun o zamana kadar kendisine biat etmemiş olanların biat ettirilmesini
emretti. Bu emir üzerine Halid b. Utbe, Hicazda bulunan ve Emevilerin reisi
durumunda olan Mervan b. Hakem ile istişare ettikten sonra, Önce Hüseyin b.
Ali (r.a.) ile Abdullah b. Zübeyir'i çağırtıp Mu-aviye'nin ölüm haberi
yayılmadan, onları biate icabet ettirmek istedi. Fakat Hz. Hüseyin, kendisi
gibi bir zatın gizlice biat etmesinin doğru olmayacağını ve kararını ertesi
gün halkın önünde bildireceğini beyan etti. Yanlarında bulunan Mervan b. Hakem,
Hz. Hüseyin'in bu sözleri üzerine onun tevfikini istedi ise de Velid b. Utbe
buna razı olmadı. Hz. Hüseyin, bu konuşmalardan sonra geceden istifade ederek
bütün aile efradını yanına alıp Mekke'ye hareket etti. Yalnız kardeşi
Mu-harrimed b. Hanifi onunla gitmedi ve ağabeyi Hz. Hüseyin'e temkinli olmasını
istedi. Bu arada Küfe halkı, Hz. Hüseyin'in Yezid'e biat etmediğini ve Mekke'ye
gittiğini haber alınca, onu kendi şehirlerine davet için mektuplar göndermeye
başladılar. Bu arada Ebu Abdullah Elcedeli'nin riyasetinde bir elçi grubu da
gönderdiler. Ayrıca Kûfe'nin ileri gelenlerinden Sabah b. Rib'i, Süleyman b.
Suray ve bunlar gibi birkaç sözü tesir eden zat da Hz. Hüseyin'e davet mektubu
ve pusu-lular yazıp gönderdiler. Hz. Hüseyin, Kürelilerin bu istekleri
karşısında durumu yerinde tetkik etmek üzere amcasının olu Müslim b. Akü'i
elçiler ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Müslim b. Akil, şahsi cesaret ve
şecaatine rağmen yolda karşılaştığı ahvalden tete'üm etti. Ve kendisine
verilen görevden vazgeçmek istedi. Fakat Hz. Hüseyin'in ısrarı üzerine
vazifesine devam etti. Kûfe'ye geldiği vakit, taraftarlarından İbn Esvace adında
bir zatın evine misafir oldu. Burada, Hz. Hüseyin adına Küfe halkından biat
almaya başladı. Tahminen 12 veya 18 bin kadar Kûfe'li ona biat etti. Müslim b.
Akil de bu durumu Hz. Hüseyin'e bildirdi. Bu arada Kûfe'deki Yezid'in adamları
da durumu Yezid'e bildirdiler. Yezid, Hz. Hüseyin'e karşı tedbir alma yoluna
gi-ti. Kendisine şahsen kızgın olmasına rağmen, Basra Valisi Ubeydullah b.
Ziyad'ı, cebbarlığmdan dolayı Kûfe'ye vali olarak tayin etti ve Müslim b.
Akil'i ele geçirerek öldürmesini emretti.
Ubeydullah b. Ziyad,
derhal Kûfe'ye geldi. Onun gelişini haber alan Müslim b. Akil, yerini
değiştirerek daha nüfuzlu bir zat olan Hani b. Urve el-Murradi'nin evine gitti.
Faaliyetine, kendisini istemeyerek kabul eden Hani'nin evinde devam etti. Fakat
çok geçmeden Ubeydullah b. Ziyad, onun yerini buldu. Hani, bunu kabul etmeyince
Müslim, Küfe halkını isyana teşvik etti ve Ubeydullah b. Ziyad'ın konağını
muhasara altına aldı. Fakat, Ubeydullah, yanında bulunan Küfe eşrafı,
dışarıdaki Kürelilere nasihat ve tehditler yaparak halkı dağıtmaya muvaffak
oldular. Öyle ki akşam namazından sonra Müslim b. Akil'in yanmda ancak on kişi
kadar Kûfe'li kaldı. Geceleyin ise, bunlarda Müslim'i yalnız bıraktılar.
Bunun üzerine Müslim b. Akil, bir kadının evine iltica etti. Ertesi gün bu
yer, Esas b. Kays tarafından Ubeydullah'a ihbar edilince, Müslim b. Akil, evde
yakalandı ve derhal başı kesilerek Ubeydullah'ın kasrından aşağı atıldı. Müslim
b. Akil'in içinde bulunduğu zor şartları, Muhammed b. Eş'as adında bir zat,
Müslim'e verdiği söz üzerine Mekke'deki Hz. Hüseyin'e bildirdi. (8 veya 9
Zilhicce H. 60 - 9 veya Eylül M. 680).
Hz. Hüseyin,
başlangıçta Müslim b. Akil'den aldığı haberlere güvenerek ve Yezid'in
kendisini öldürmek istediğini kati olarak anladığında Kûfe'ye hareket etme
kararı verdi. Bu fikrini açıkladığı şahıslardan Abdullah b. Abbas, Kûfe'lilere
itimad edemeyeceğini ileri sürerek, babası ile kardeşinin başına gelenleri hatırlatıp onu bu
teşebbüsünden vazgeçirmeye çalıştı ve hiç olmazsa Müslim b. Akil'in orada
idareyi bilfiil ele almasını ve ondan sonra hareket etmesini veyahut da daha
ihtiyatlı olarak, kuvvetli kaleleri bulunan ve halkı kendisine taraftar olan
Yemen'e gitmesini tavsiye elti. Fakat Hz. Hüseyin, Abdullah ibn-i Abbas'm bu
güzel tekliflerinin hiçbirini kabul etmedi. Öbür taraftan, Yezid'in
halifeliğini tanımamış olan Abdullah ibn-i Zü-beyr de, Hicaz'daki
hareketlerinde müstakil kalmak için Hz. Hüseyin'e derhal Kûfe'ye hareket
etmesini vasiyet etti.
"Benim bu kadar taraftarım
olsa idi, hiç durmam" dedi. Sonra Hz. Hüseyin'in hiçbir şeyden şüphe
etmemesini temin etmek için de, istediği taktirde kendisi için Hicaz'da bir
hareket hazırlayabileceğini ve kendisine biat edeceğini söyledi. Hz. Hüseyin,
onun niyetini bilmesine ve maksadını anlamasına rağmen, kararından
vazgeçmedi. Bunun üzerine Abdullah b. Ab-bas, Hz. Hüseyin'e yalnız başına
hareket etmesini tavsiye etti. Fakat Hz. Hüseyin, bunu da dinlemedi. Hac
farziyesini tamamladıktan sonra, kadın ve çocukları dahil olmak üzere hepsini
topladı ve 'Kûfe'ye yolculuk var' haberini verdi. Neticeler herkesi endişeye ve
üzüntüye düşürmüştü. Bilhassa aile efradı ile birlikte gitmesi üzerine
Abdullah b. Ca'fer b. Ebu Talib, ailenin sönmeşinden korktuğundan, Amr b.
Sa'd'a gidip ondan aman aldı ve Hz. Hüseyin'in itimat etmesi için valinin
kardeşi Yahya b. Sa'd'ı da, Hz. Hüseyin'in yanma götürdü. Fakat Hz. Hüseyin,
rüyasında Fahr-ı kainatın Efendisi Hz Muhammed (s.a.v.)'i gördüğünü söyleyerek,
hiçbir şeyin bu kararından vazgeçiremeyeceğini bildirdi. Bu sıralarda da Müslim
b. Akil, Kûfe'de katledilmiş bulunuyordu.
"Dün gece rüyamda
dedemi gördüm, bana gelmiyor musun Hüseyin?" diyordu.
Medine'ye bir
sessizlik hakim olmuştu. Herkes üzgün, kimse birbirleriyle bile konuşmuyordu.
Şafak sökmüş, Hz. Hüseyin (r.a.) ailesini ve sülalesini, Hz. Hasan'm (r.a.)
ailesini ve çocuklarını da yanma alarak beraber yola koyulmuştu. Bu kafile
yetmiş kişiden oluşuyordu ve çoğu da kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Hz.
Hüseyin yolda meşhur şair Farazdak ile karşılaştı ve kendisine durumu sordu.
Farazdak; "Halkın kalbi seninle, fakat kılıçları Beni Ümeye iledir"
dedi. Hz. Hüseyin daha sonra, Beni Esed'den iki bedeviye rastladılar ve
Kûfe'deki vaziyeti onlara da sordu. Onlar, Ubey-dullah b. Ziyad'm Kûfe'ye
tamamen hakim olduğunu ve Müslim b. Akil'in öldürüldüğünü anlattılar. Bu haberin
üzerine Hz. Hüseyin yanında bulunanlara isterlerse kafileden ayrılıp kendisini
terk edebileceklerini, bu hususta tamamen serbest olduklarını ve bundan dolayı
da kendilerine hiç kırılmayacağını beyan etti. Bu konuşma üzerine bazı kişiler
Hz. Hüseyin'in kafilesinden ayrıldılar. Fakat yanında bulunan Müslim'in kardeşleri
intikam yemini edip "gerekirse, ölürüz fakat geriye dönmeyiz"
dediler. Hz. Hüseyin'in yanında pek az kişi kalmıştı. Hz. Hüseyin bunlarla
birlikte yoluna devam etti. Kafile bir müddet yola devam ettikten sonra,
Ubeydullah b. Ziyad'm çıkarmış olduğu dört bin kişiden oluşan bir ordu onları
bekliyordu ve hepsinin insafı kılıçlarının uçundaydı. Hz. Hüseyin (r.a.), bu
şekil karşılanacağını tahmin etmemişti. Onların niyetlerinin kötü olduğunu
gördü ve onlara "Biz savaşmaya, kan dökmeye gelmedik" dedi. Ve Yediz
ile görüşmek istediğini söyledi. Onlar; "Sen Yezid ile görüşemezsin. Ya
biat ya ölüm" dediler.
Hz. Hüseyin (r.a.);
"ben, Yezid'e asla biat etmem çünkü Yezid o makamın adamı değildir"
dedi. Hz. Hüseyin (r.a.), Küfe halkının ona gönderdiği mektup ve pusulaları
göstererek: "Ben kendi başıma çıkıp gelmedim. Beni Küfe halkı bu mektup
ve pusulalarla çağırdılar. Ben de Küfe halkının isteği üzerine geldim. Siz beni
Yezid'le görüştürün. Ben bunun için buradayım ona da elimdeki belgelerle
kanıtlamak istiyorum" dedi.
Onlar:
"Biat etmediğin
takdirde görüşemeszsin” diyorladı.
Hz, Hüseyin (r.a.),
onca ısrara rağmen Yezid'le görüştürülmeyince anladı ki buların niyetleri hayır
değil ve dedi ki: "O zaman bırakın Medine'ye geri dönelim." Ama
onlar geri dönmelerine de izin vermiyorlardı. Hz. Hüseyin, belli bir gayesi
olmadan kuzeye doğru yürümeye devam etti. Hürr b. Yezid ise onun istikametini
Ubeydullah b. Ziyad'a bildirdi. Hz. Hüseyin, eski Ninova harabelerinin
bulunduğu yani Kerbela'nm dahil olduğu mıntıkaya doğru sürülüyordu.
Bu sırada Hürr b.
Yezid'e Ubeydullah b. Zi-yad'dan haber gelip, Hz. Hüseyin'in sarpa veya muştanken
yerlere sığınmasına mani olunmasını ve Fırat Nehri ile irtibatının kesilmesine
çalışılması isteniyordu. Bu mektubu getiren, emirlerin yerine getirilip getirilmediğini
takip edecekti.
Hz. Hüseyin (r.a.),
karşısında yalnız Yezid b. Ebu Süfyan var sanmıştı. Fakat Kûfe'ye yaklaşınca
Ubeydullah b. Ziyad'm da inanması güç kötü niyetine tanık oldu.
"Eyvah" diyordu Hz. Hüseyin, "nasıl olur da bu kadar zalim
olabiliyordu ümmet. "Hz. Hüseyin, 'Yezid'le konuşursam ve elimdeki
pusulaları görürse anlayacaktır belki' düşüncesiyle ısrarla Yezid'le görüşmek
istiyordu. Fakat Ubeydullah b. Ziyad'ın askerleri "ya biat edeceksin her
ikisine ya da hepiniz öleceksiniz burada" diyorlardı. Ubeydullah b. Ziyad
bu sırada, isyan etmiş olan Deylemlileri tenkil etmek üzere dört bin kisilik
bir ordu hazırlamış ve Ömer b. Saad b. Ebi Vak-kas'ı Rey Valisi tayin ederek,
bu ordunun başına geçirmişti. Hz. Hüseyin kendilerini kuşatanların gözlerindeki
nefreti görünce "bu işin sonu hayır değildir" dedi ve atma atladı,
kafilesinin yönünü tekrar Medine'ye doğru çevirdi. Ama Yezid'in ordusu önlerini
kesip, Hz. Hüseyin (r.a.)'m gitmelerine engel oldular. Hz. Hüseyin'e yer
gösteriyorlardı. "Şuraya, şuraya" deyip Hz. Hüseyin (r.a.) nereye
yönelse o taraftaki geçitleri'kapa-tıyorlardı. Askerler hem çıkış
gösteriyorlar, hem de önlerini kesiyorlardı. Onlar peygamber torunu ile oynayacak
kadar densizleşmişlerdi.
Daha sonra Hz. Hüseyin
(r.a.)'ı, atı ve ailesi ile birlikte Fırat kenarına sürdüler. Burada kırmızı
topraktan başka hiçbir şey yoktu. Hz. Hüseyin (r.a.) etrafına baktı ve ürktü,
birden döndü ve onlara sordu:
"Burası neresi?
"Burası
Kerbela'dır" dediler.
"Ne mâna taşır
Kerbela?" diye sordu askerlere.
"Kerbela sığıntı
yeridir, çile yeridir, eziyet yeridir" dediler.
Hz. Hüseyin ve
beraberindekileri daha kurak bir yere sürdüler. Burası su kuyularından uzaktı.
Burada kurak topraktan başka hiçbir şey yoktu. Askerler Hz. Hüseyin (r.a.)'a
alaylı bir şekilde; "Sizlere su yok! Biat edene kadar size hiçbir şey
yok" dediler.
Bu, adı Müslüman olan
askerler hiç insafa geliniyorlardı.
Hz. Hüseyin'i (r.a.)
çaresizliklere sürükledikçe sürüklüyorlardı. Lakin hiçbir eziyet onu Rabbinden
ve dedesi Resulullah'tan koparmaya da hiç kimsenin gücü yetmiyordu. Çünkü Hz.
Hüseyin'deki (r.a.) iman Kûfe'yi kaplayacak kadar büyüktü. O sevgililer sevgilisinin
torunuydu.
Hürr b. Yezid'den
haber gelince, hemen Ömer b. Saad b. Ebi Vakkas'a ordusu ile Hz. Hüseyin'in
üzerine yürümesini ve ilk önce bu işi halletmesini emretti. Ömer b. Saad böyle
tehlikeli bir işi yüklenmekten çekindi. Fakat Ubeydullah b. Ziyad, onu tehdit
ederek, vazifesinden azledileceğim, evini yakacağını ve Irak'taki arazilerini
müsadere edeceğini söyledi. Bu tehdit üzerine Ömer b. Saad, düşünmek üzere
mühlet istedi ve ertesi gün Ubeydullah'a verilecek vazifenin tarafından kabul
edildiğini bildirdi.
Ömer b. Saad b. Ebi
Vakkas, mevcud ordusu ile hemen Hz. Hüseyin (r.a.)'m bulunduğu yere hareket
etti. Ubeydullah'm göndermiş olduğu ordunun üzerine doğru geldiğini haber alan
Hz. Hüseyin, (r.a.) hâlâ kendisine mektuplar gönderen Kürelilerin gelip kendisine
imdad edeceğini sanıyordu. Çünkü zaman zaman ümitsizliğe kapılsa da, o kendi
kedine "Ben peygamber torunuyum, hiçbir müslüman bana ve aileme kıyamaz.
Çünkü peygamber;
"Hüseyin'denim, Allah'ı seven Hüseyin'i de sever, beni seven torunlarımı
ve ehli beytimi de sever" buyurmuş ve ümmet de buna şahid olmuştu
diyordu kendi kendine.
Ömer b. Saad, durumu
Ubeydullah b. Ziyad'a yazdı. O da Ömer b. Saad'a, Yezid'e biat etmesini Hz.
Hüseyin'e teklif etmesini ve şayet biat etmesse su ile irtibatlarını kesmesini
emretti. Bu emir üzerine Ömer b. Saad, Amr b. Hacca'l beş yüz süvari ile
birlikte nehire gönderildi. Hz. Hüseyin'in su ile olan irtibatını kestirdi.
Fakat anlaşıldığına göre Hz. Hüseyin, Ömer b. Saad'a Yezid tarafından kabul
edilmesini, bu olmadığı taktirde geldiği yere dönmesine müsaade edilmesini, o
da kabul edilmezse Şam'a gidip bizzat Yezid'e teslim olmasının sağlanmasını
veyahut da İslâm hudutları içinde herhangi bir yerde ikamet etmesinin temin
edilmesini teklif etmişti. Bu teklifler, Emevilerin arzu edebilecekleri en
muvafık teklifler idi. Ömer b. Saad, Hz. Hüseyin'e bu tekliflerin kabul
edileceğini ve kendisini de meş'un vazifeyi ifa etmekten kurtulacağını beyan
ederek, sevinç ile durumu Ubeydullah b. Ziyad'a bildirdi.
Hz. Hüseyin, sıkı bir
kontrol altında ve Fırat Nehri ile irtibatı kesilmiş olarak cevap beklerken,
Ubeydullah b. Ziyad, onun teklifini önce kabul etti, fakat bir zamanlar
Sıffin'de Hz. Ali'nin yanında düşmüş olan Şimr (veya Şamir) bin Zü'l Cavşan,
Ubeydullah'a mühim bir fırsatı kaçırmış olacağını söyleyerek, onu bu fikrinden
caydırdı. Üstelik, Ömer b. Saad ile Hz. Hüseyin'in buluşarak konuştuklarını da
ilave etti. Bunun üzerine Ubeydullah b. Ziyad, Ömer b. Saad'a bir mektup yazarak,
Hz. Hüseyin'in doğrudan doğruya kendisine teslim olması icap ettiğini, aksi
taktirde onunla muharebe yapmasını ve bunu yapmadığı takdirde bu mektubu
getiren Şimr'in orduya kumandan edeceğini bildirdi. Şimr b. Zü'1-Cavşan, Hicri
61. yılın 9 muharreminde (9 Ekim 680) Ubeydullah'm gönderdiği mektubu Ömer b.
Saad'a verdi. Ömer b. Saad'da emirleri yerine getireceğini bildirdi. Bu
sıralarda Hz. Hüseyin, bir defa yanındakilere buradan kurtuluşun olmadığını
beyan edip duruyordu. Çünkü Ubeydullah'm son kararı kendisine bildirilince,
gayet tabi olarak teklifi kabul etmedi. Ertesi güne kadar mühlet istedi. Ömer
b. Saad, etrafındaki dedikodulardan çekinerek bu mühleti vermekte tereddüt
etti. Yanındaki Şimr'e fikrini sordu. O da fikrini beyan etmekten çekindi.
Bunun üzerine Ömer b, Saad, ordusu mensuplarına hitap ederek, fikirlerini
almak istedi. Amr b. Hacca'm; "Deylemiler böyle bir şey teklif etse idi
kabul etmeniz lâzım gelirdi" demesi üzerine, Hz. Hüseyin'in mühlet isteme
teklifi kabul edildi. Mü'min-lerin emiri Hz. Hüseyin'in tek arzusu
yanmdakilerin oradan kaçıp kurtulmalarını sağlamak için zamandı.
Çünkü kuşatanların
niyetleri belliydi. Ya, Hz. Hüseyin ve yanındakiler, Yezid'e biat edecektiler
veya öleceklerdi. Bunu gören Hz. Hüseyin her fırsatta yanındakilere buradan
kaçıp kendilerini kurtarmalarını söylüyordu. Fakat onlar asla kendisini terk
etmeyeceklerini söylediler. Hz. Hüseyin'in kız kardeşi Zeynep (r.a.) feryat
ederek ağlamaya başladı. Öyle çok feryat etti ki sonunda kendinden geçerek
bayılmıştı. Bunu gören ağabeyi Hz. Hüseyin (r.a.), çok üzülmüş, gözyaşları
mübarek sakalından süzülüyordu. Bütün gözler Hz. Hüseyin (r.â.)'m üzerindeydi
kadınlar ağlıyordu, çocuklar ağlıyordu. Onunla tek yürek olan yanındaki ehli
beyt ağlıyordu. Yaşlar süzülüyordu mübarek seyitlerin sakallarından, yaşlar
karışmıştı yüzlerdeki nurlara billur billur akıyordu, iman cevheriyle dolu
olan gözlerine şahitti Allah, sema şahitti, yeryüzü şahitti peygamber ehli
beytine yapılan onca zulümlere. Hz. Hüseyin, Zeynep (r.anha)'m kendisine
gelmesini sağladıktan sonra boynuna sarılarak onu teselli etti. Ortalığı
ürküten bir sessizlik hakim olmuştu. Sırada hangi sinsi plan vardı kimse
bilmiyordu. Gece vaktiydi, Kûfe'ye karanlık çökmüştü. Çocuklar ağlıyor,
kadınlar perişandı, ne yiyecek, ne de içecek bir şey vardı. Hepsi oruçluydu,
iftar etmeden yine aç olarak sahura niyet edeceklerdi. Ye-zid'in askerleri
onlara iftar etmeleri için bile, bir yudum su vermemişlerdi. Hz. Hüseyin daha
fazla dayanamadı. Ve ailesini yanma toplayarak onlara;
"Kaçın, köylere
dağılırı ve onlara sığının, kimbilir mutlaka merhametli yürekler de vardır
elbet, siz kaçın kendinizi kurtarın, ben kalayım bu zalimlerle" dedi.
Zeynep (r.a.), Hz.
Hüseyin'in boynuna sarılarak hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladı yine, kadınlar
ağlaşarak kendisini asla terk etmeyeceklerini söylediler. Hz. Hasan'm oğullan,
Müslim b. Akil'in oğullan ve Hz. Hüseyin'in oğulları, Hz. Hüseyin'in baba bir
kardeşleri Hüseyin'in (r.a.) etrafında kenetlendiler. Mü'minle-rin emiri, ehli
beytinin kendisine büyük bir gönül bağı ile sadık olduğunu görünce, "Tamam
o zaman, gün ola hayrola" diyerek bütün geceyi dua, namaz ve istiğfar ile
geçirdiler.
Gecenin bir yarısıydı.
Hz. Hüseyin (r.a.) uykuya daldığı bir anda, rüyasında çölde yürüyen bir kafile
gördü. Hz. Hüseyin (r.a.) kafilenin ardından bakarken dedesi Fahr-ı Kainat
Resulullah (s.a.v.)'in kendisine seslendiğini işitti;
"Hüseyin bu
kafilenin yönünde kan var" diyordu.
Hz. Hüseyin (r.a.)
rüyanın etkisiyle öyle bir uyandı ki kızı Sukeyna koşarak babasının yanına
gitti. "Ne oldu babacığım?" dedi.
Hz. Hüseyin (r.a):
"Daldığım bir
anda rüyamda dedem Resulullah'ı gördüm. Bana 'Hüseyin bu giden kafileyi görüyor musun?' dedi. Ben
'Görüyorum Ya Resulullah' dedim ve Resulullah dedi ki: 'Bu kafilenin önünde kan
var' dedi."
Kızı Sukeyna babasına
sarılarak ağlıyordu, kardeşi Zeynep ağlıyordu. Genç kız o kadar çok ağladı ki
Hz. Hüseyin (r.a.) Sukeyna'nm boynuna sarıldı, başını kendi göğsüne dayadı ve:
"Ağla Sukeyna,
ağla bu ayrılık çok uzun sürecektir." dedi. Hz. Hüseyin (r.a.), kardeşi
Zeynep (r.anhuma)'a:
"Sabredip,
Allah'a sığınmaktan başka çare yok" dedi.
Şafak sökmüş ve bir
gün daha başlamıştı. Susuz bir şekilde sahur yapmışlardı, herkes oruçluydu. Bebeklerin
susuzluktan dudakları kurumuş, emzikli kadınların sütü kesilmişti ve
susuzluktan kırılıyorlardı adeta. Hz. Hüseyin (r.a.) daha fazla dayanamayarak
su istedi.
"Çocuklara
acıyın, bir yudum su verin" diyordu. Onlar:
"Biat etmeden
size su yok."
Hz. Hüseyin (r.a.)
onlara çıkışarak komutanın karşısına çıktı.
Herkesin eli kılıcın
üstündeydi.
"Allah'tan
korkun" diyordu. "Fırat'ın ve Dicle'nin nehirlerinden akan sulardan,
Yahudiler, Hıristiyanlar bile su içiyorlar, siz ise peygamber torunlarına bir
yudum su bile vermiyorsunuz. Allah'a yevmi kıyamette bunun hesabını nasıl
vereceksiniz. Resulullah (s.a.v.)'in karşısına çıktığınız zaman O'na ne
diyeceksiniz. Sormayacak mı size Resulullah, bırakın Medine'ye geri dönelim,
Kûfe'ye girmemizi istemiyorsanız girmeyiz. O zaman bırakın geldiğimiz yoldan
tekrar geri dönelim." diyordu. Onlar ise,
"Geri dönüş yok,
ya biat ya ölüm" diyorlardı. Ye-zid'in taraftarlarından bir densiz,
haddini bilmez bir kişi öne çıkarak:
"Ya Hüseyin"
dedi. "Seni bu gün cehenneme yollayacağız" dedi. Bu sözler üzerine
kadınlar ağlaştılar ama Hz. Hüseyin (r.a.) tebessüm ederek o densizin cevabını
şöyle verdi:
"Sen, beni
cehenneme gönderemezsin, bu kudrete sahip değilsin. Sen, olsa olsa beni Fahri
Kainatın Efendisi Resulullah 'iri yanma gönderirsin, onu da hangi peygamber
sevdalısı istemez ki!" Hz. Hüseyin (r.a.) devamla:
"Bunların
hesabını vereceksiniz, unutmayın! Çünkü bana ve aileme zulmediyorsunuz"
diyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) haykırarak onlara:
"Ben Resulullah'm
torunu değil miyim? Ben Müslüman değil miyim?" diyordu.
Dört bin kişilik ordu,
altı bin kişilik olmuştu. Yetmiş kişiye karşı altı bin kişi, üstelik yetmiş
kişinin çoğu da kadın ve çocuktu.
Muhammed b. Hasan'dan
rivayet edilir ki:
"Amr b. Şad, Hz.
Hüseyin (r.a.)'m yanma gelince Hz. Hüseyin (r.a.), onların kendilerini
öldüreceğine iyice kanaat getirdi. Aziz ve Celil olan Allah'a hamd ü senadan
sonra arkadaşlarına şöyle bir konuşma yaptı:
'Onları biliyorsunuz.
Dünya değişti, bozuldu. İyiler ve iyilikler dönüp gitti. Sadece kabın dibindeki
tortu kaldı. Sert meralar gibi hayatın sertlikleri, sıkıntıları kaldı.
Görmüyor musunuz? Hakla amel edilmiyor. Batıla engel olunmuyor. Mü'minler
Allah'a kavuşmayı istesinler. Ben ölümü mutluluk olarak görüyorum. Zalimlerle
yaşamak benim için sıkıntıdır'."
Bu konuşma Utbe b. Ebi
Ayzar'dan gelen rivayetle şöyle nakledilmiştir:
Hurre, adamları ile
Biza'da, Hz. Hüseyin Hu-sum'da beraberindekilere bir konuşma yaptı.
"Ey insanlar!
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
'Kim Allah'ın haram
kıldığını helal kılan, Allah'ın emirlerini bozan, Resulullah (s.a.v.)'in
sünnetine muhalefet eden, Allah'ın kullarına günah ve düşmanlıkla muamele
eden, günahkâr bir idareci görür de söz ve hareketleri ile onu düzeltmeye
çalışmazsa, Allah o kimseyi
de aynı günahlara iştirak etmiş sayar.' Dikkat edin! Bunlar[78]
şeytana tabii oldular, Rahman'a itaati terk ettiler. Fesat çıkardılar.
Serî hükümlerini
tatbik etmediler. Hep savaşsız alman ganimetleri tercih ettiler. Allah
(c.c.)'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kıldılar. Bunları
düzeltmeye ben daha layığım. Mektubunuz bana geldi. Elçileriniz bana, sizlerin
beni teslim etmeyeceğinize ve yalnız bırakmayacağınıza dair biat ettiler. Eğer
sözünüzde durursanız doğru bir hareket yapmış olursunuz. Ben Ali'nin oğlu
Hüseyin'im, Resulullah (s.a.v.)'in kızı, Fatıma'nm oğluyum, sizinle beraberim,
ailem de sizin ailenizle beraberdir. Sizin bana uymanız lazımdır, eğer böyle
yapmazsanız, antlaşmanızı ihlal etmiş olursunuz. Biatmızda durmamış olursunuz.
O da sizin için kötü olur. Zaten siz onu benden önce babama, ağabeyime ve
yeğenime yaptınız.[79] Bizi
siz aldattınız. Nasibinizi kaybettiniz. Kim ahdinde durmazsa kendi aleyhine
olur. Allah bizi size muhtaç etmeyecektir.
Esselamu aleykum ve
rahmetullahi ve berakatu-hu. "Hz. Hüseyin (r.a.) başını sallayarak:
"Ah Küfe, ah Irak
halkı, ne kadar vefasız ve insafsızsmız. Hz. Osman gibi bir halifeyi Kelamullah
üstünde katlettiniz, kanları hâlâ Kur'an'm üzerinde durur. Babam Hz. Ali'yi
vurdunuz. Kardeşim Hz. Hasan'ı bitirdiniz. Şimdi ise gözlerinizi bana ve aileme
dikmiş, beni bitirmek istiyorsunuz."
Bu sözler karşısında
ümmet adeta çözülüyordu ve çok iri yan uzun boylu bir asker öne atılıverdi. Hemen
kılıcını çekti. Hz. Hüseyin (r.a)'m karşısına dikildi ama tir tir titriyordu.
Hz. Hüseyin (r.a.):
— Sen asker misin?
— Hayır. Ben
komutanım, dedi. Hz. Hüseyin (r.a.):
— Peki sen cesur
musun? Komutan:
— Evet cesurum, dedi.
— Adın ne? diye sordu
Hz. Hüseyin (r.a.)
— Adım Hürdür, dedi.
— Peki neden titriyorsun? Kılıcını kaldırıp
cen-gaverler gibi d övüş s ene, dedi.
Hür ise:
— Hangi kılıç kalkar
Peygamber torununa? dedi ve:
Şehadete seninle
birlikte beni de alır mısın yanına? dedi. Hemen Hz. Hüseyin (r.a.)'m sağ
tarafına geçti ve o arada otuz kişi birden Yezid'in grubundan Hz. Hüseyin
(r.a.)'m yanma geçtiler. "Bizi de şehadetine kabul et, ey Mü'minlerin
Emiri!" dediler.
Komutan baktı ki,
herkes Hz. Hüseyin (r.a.)'m sözlerinden çözülmeye başladı. Eğer bir gün daha
uzatılmış olsa herkes Hz. Hüseyin (r.a.)'m yanında yer alacaktı. Halk
şaşkındı, ne yapacaklarını bilmiyorlardı ve içlerinden bazıları:
"Ne yapalım,
Hüseyin'in emridir bu" dediler. Komutan biraz daha uzasa herkesin insafa
geleceğini anladı. Baktı ki böyle olmayacak:
"Hepsini imha
edin" diye emir verdi. Ve hepsi birden Hz. Hüseyin (r.a.)'m ailesi,
sülalesi üzerine çullandılar. İlk ok Hz. Hüseyin (r.a.)'m oğlu Aliyyül
Ke-bir'e saplandı, babasının yanı başındaydı ve babasının kollarına
yığılıverdi. Aliyyül Kebir yirmi sekiz yaşında bir delikanlıydı. Resulullah
gibi çok namaz kılar ve çok oruç tutardı. İkinci ok Hür'ü şehit etti ve
ardından otuz kişiyi şehit ettiler. Hz. Hüseyin (r.a.)'ın sülalesini tek tek
katlediyorlardı ve hepsi de oruçluydular. Peygamber torunları zalimler
tarafından katlolunuyorlardı.
O gün şehit olanlar,
Hz. Hüseyin (r.a.)'m oğlu Hz. Aliyyül Kebir, Hür ve o tarafa geçen otuz kişi,
baba bir Hz. Hüseyin'in diğer kardeşleri ve oğullan, Hz. Ali'nin oğlu,
Abdullah, Cafer, Osman, Abbas, Muham-med Ebu Bekr, Hz. Hasan'm üç oğlu Ebu
Bekr, Abdullah, Kasım ve Akil'in üç oğlu (r.a.) idi. Bunların hepsi tek tek
kılıçtan geçiriliyorlar ve Hz. Hüseyin (r.a.)'ın yanma düşüyorlardı.
Sen yoktun ya
Resuluîlah, sen yoktun
Bu zalimler için bir
fırsattı.
Ne insafları, ne de
merhametleri vardı.
İndiriliyordu peş peşe
kılıçlar
İnliyordu gökyüzü
Sallandıkça
sallanıyordu Küfe
Katlediyorlardı
peygamber torunlarını
Kıpkırmızı renge
boyanmıştı Kûfe'nİn toprakları
Şahitti o zulme Allah,
Şahitti arz, şahitti
sema
Vallahi bu dehşet ile
sallanıyordu Kerbela
Kurak çöller çamur
olmuştu, akan kanlarla.
Peygamber torunları
oruçlu oruçlu şehid edildiler. Sanki gülüyordu yüzleri, duaya açılmış gibi
açılmıştı semaya o kan süzülen elleri. Erkeklerden ayakta bir Hz. Hüseyin
(r.a.) kalmıştı. Çünkü kimse Hz. Hüseyin (r.a.)'ın üzerine gelemiyordu. O
kimin üstüne gitse onlar irkiliyor, geriye çekiliyordu. Hz. Hüseyin (r.a.)
haykırıyordu:
"Yok mu karşıma
çıkacak bir er. Yok mu benimle dövüşecek bir cengaver, diyordu. Hz. Hüseyin
(r.a.)'m aklına birden Ümmü Seleme (r.a)'m söyledikleri geldi.
Hz. Hüseyin (r.a.) o
zamanlar küçüktü beş yaşmdaydı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), zevcesi Ümmü
Seleme (a.anha)'ın evindeydi. Ümmü Seleme (r.anhu-ma)'ya dedi ki:
Bulunduğum yere
kimseyi alma. Hz. Cebrail ile görüşüyorum. Ümmü Seleme (r.a.) kapıda durmuş
kimsenin içeri girmesine izin vermiyordu. Hz. Hüseyin (r.a.) birden bire
içeriye daldı. Ümmü Seleme (r.a) ona mani olamamıştı.
Hz. Hüseyin (r.a.)
dedesine doğru koştu, dedesi de yerinden kalkarak, Hz. Hüseyin (r.a.)'ı
kucağına aldı. Başım okşayıp öpüp kokluyordu. Hz. Cebrail (a.s.) da dede ile
torunun muhabbetine bakıyordu ve dedi ki:
— Çok mu seviyorsun Ya
Resûlullah? Resuluîlah (s.a.v.):
— Evet, çok seviyorum,
bu benim torunumdur. Hz. Cebrail (a.s.):
— Çok yazık, dedi.
— Neden? dedi
Resuluîlah. Hz. Cebrail:
— Çünkü senin
ümmetinden olanlar, bunu şehid edecek diyordu. Resûlullah (s.a.v.) çok üzülmüş
ve şaşırmıştı.
— Benim ümmetimden nasıl torunumu şehid
edecekler, nasıl olur böyle bir şey, dedi.
Hz. Cebrail:
— Evet, ya Resulallah. Senden sonra onu şehid
edecekler. Buna Peygamberimiz çok
üzülmüştü ve Hz. Hüseyin (r.a.)'ı yavaşça yere bırakıverdi. Cebrail:
— İster misin, ya
Rasulallah sana onun şehid düşüp kanının akacağı topraktan bir avuç vereyim.
Resulullah (s.a.v.):
— Evet isterim, dedi.
Hz. Cebrail,
Resulullah (s.a.v)'m avucuna toprağı koyuverdi. Resulullah (s.a.v.) toprağı
sıktı, yanında duran Hz. Hüseyin (r.a.)'a baktı ve kolundan tutarak yürüdüler.
Hz. Resulullah (s.a.v.), zevcesi Ümmü Seleme (r.anhuma) 'ya:
"Biliyor musun
Ümmü Seleme" dedi. "Biraz önce Cebrail bana 'Senin ümmetinden
Hüseyin'i şehid edecekler.' dedi.
Bu avucumdaki toprak
da Hüseyin'imin şehid edileceği yerin toprağıdır. Al bunu sakla bu toprak kana
dönüştüğü an anla ki Hüseyin'imi şehid etmişler." Ümmü Seleme (r. anha)
bunu Hz. Hüseyin (r.a.)'a anlatmıştı.
İşte Hz. Hüseyin (r.a.)'m
aklına bunlar geldi ve dedi ki:
"Fahri Kainat'a
anlatılan şehadet bugün gerçekleşecek görünüyor." Hz. Hüseyin
{Radıyallahu Anh) heybetle zalim güruhun üzerine gidiyordu.
"Hani yok mu
benim karşıma çıkacak!" Sinan adında bir zalim, Hz. Hüseyin (r.a.)'a arkadan sinsice
yanaşarak, bütün hışmıyİa elinde ki mızrağı Hüseyin'in sırtına sapladı. Hz.
Hüseyin (r.a.) sendeleye sen-deleye birkaç adımdan sonra yere yığıldı. O zalim
ikinci kez yanaşarak, dizleri üzerine çökmüş olan Hz. Hüseyin (r.a.)'m
arkadan saçlarını tuttu ve kılıcı (kırılası-ca) elleriyle Hz. Hüseyin (r.a.)'ın
boynuna hışımla indirdi. Hz. Hüseyin (r.a.)'m mübarek başını gövdesinden
ayırmıştı. Simsiyah kesilmişti, o zalimlerin şerli yüzleri birbirlerine
bakarak:
"Biz ne
yaptık?" diyorlardı.
Ümmü Seleme (r.a.)
kendi evinde, Medine'de daldığı bir vakit rüya gördü. Rüyasında Peygamber
Efendimiz (s.a.v.)'i gördü. Baktı ki Resulullah (s.a.v.)'in saçı sakalı kan
içinde. Ümmü Seleme (r.a.) sordu: "Nedir bu hal Ya Resulullah?" dedi
ki:
"Benim ümmetimden
Hüseyin'i şehid ettiler." Ümmü Seleme bir uyandı ki: "Eyvah
Hüseyin'ime eyvah" deyip feryat ediyordu. Medineliler Ümmü Sele-me'nin
hanesine toplandılar.
"Bu ne hal Ümmü
Seleme?" dediler. Ümmü Selemle (r.a):
"Biraz önce
Resulullah'ı gördüm, saçı sakalı kan içindeydi. Ne olduğunu sordum, dedi ki:
'Biraz önce Hüseyin'i
şehid ettiler.'
Ümmü Seleme'nin aklına
hemen o toprak geldi ve
koyduğu yerden çıkardı. Mendile sanlı topraktan kan damlıyordu.
Hz. Hüseyin (r.a.)'m
kesik başı, Yezid'in önünde duruyordu. Yezid, Hz. Hüseyin'in başına baktı,
kaskatı kesildi ve:
"Allah belanızı
versin sizin, ben Hüseyin'in biatini istedim. Başını değil" dedi.
O arada densizin biri,
Hz. Hüseyin (r.a.)'m dudaklarıyla oynuyordu. Elindeki sopayla Hz. Hüseyin
(r.a.)'ın dudaklarına vurarak dalga geçiyordu.
Bu nasıl bir
densizliktir Ya Rab! Zalimdeki cesaret ne kadar haddini aşmıştı böyle.
Ve yaşlı sahabelerden
Berzel Esebih, Hz. Hüseyin (r. anha)'nın şehid edilişini duymuştu; ağlayarak Yezid'in
sarayından içeri girdi. O densizin, elindeki değnekle Hz. Hüseyin (r.a.)'m
dudaklarına dokunduğunu görünce:
"Ben kaç kere
peygamberi o dudaklardan öperken gördüm. Sen nasıl o dudaklarla oynarsın"
diyerek bütün gücüyle densizin başına kendi elindeki değnekle vurdu; o kişi
olduğu gibi yere yığıldı kaldı. Sahabe Ebu Berzel (r.a.) ağlıyor ve
haykırıyordu. Yezid'in karşısına dikildi:
"Demek ki
Peygamber torununun başım koparttınız ha! Allah'a nasıl hesap vereceksiniz?
Ruzi malıserde Resulullah'a nasıl hesap vereceksiniz?" diyordu. Ve bastonunu
Yezid'e kaldırarak:
"Sen ve seninle
olanlar, elleri taş kesilesice! Sınanın da yarın cehennemin dışında yeriniz
olmayacaktır. Hesap vereceksiniz, hem de nasıl bir hesap" deyip ağlayarak
sarayı terk etti.
Bir Zeynep vardı, Hz.
Hüseyin'in kız kardeşi öyle cesurdu ki yüz erkeğe bedel. Birden fırlayarak Hz.
Hüseyin (r.a.)'m kesik başının üstüne koştu. Kanlar içinde olan kardeşinin
basma bakıyordu. Hz. Hüseyin (r.a.)'ın gözleri açıktı, hiç ölmemiş gibi
bakıyordu. Bir feryat koptu Hz. Zeynep'in yüreğinde. Yankılanıyordu Yezid'in
sarayı:
"Unutmayın!"
diyordu Zeynep:
"Yarın hesap
vereceksiniz. Allah sormayacak mı, dedem Fahri Kainat Resulullah sormayacak mı
size, Resulullah: 'Neden budadmız çiçeklerimi?' dediği zaman ne cevap
vereceksiniz O'na?" diyordu..
Hz. Hüseyin, vefat
ederken elli yedi yaşında idi. Vefat ettikten sonra Medine halkı bir gerçeği
daha öğrendiler. Herkes daha ziyade Hz. Hüseyin için ağladı.
Hz. Hüseyin'in
zevcesinden naklolunmuştur:
"Gündüzleri Hz.
Hüseyin, Medine fakirlerini tespit eder, geceleri üzerine siyah bir cübbe
giyerek başını ve yüzünü sarıkla sarar, yalnız gözleri dışarıda kalırdı. Hz.
Hüseyin (r.a.) tanınmamak için böyle giyinirdi.
Çuval çuval un,
helkeler dolusu yağla gidip, gece tespit ettiği fakirhanenin kapısını çalardı.
Unu ve yağı bırakıp gizlice oradan ayrılırdı. Bu işi yapan bir Hz. Hüseyin,
bir de Caferi Tayyar'di. Hz. Hüseyin vefat edince kapılar çalınmaz, erzaklar
bırakılmaz olmuştu."
Selam olsun Hz.
Hüseyin'e, selam olsun onun eh-libeyt'ine, selam olsun o güzel seyyidler,
peygamber torunlarına.
Hz. Hüseyin'in
vücudunda, 33 kılıç darbesi ve 33 mizrak darbesi vardı. Hz. Hasan ile Hüseyin
ehli beyt'in nazil çiçeğiydiler.
Bir gün Mansur,
Ka'be'ye askerleriyle birlikte geldi. Fakat Ka'be'ye yanaşamıyor ve
Hacerü'l-Esved'e ne kadar yanaşmak istese de yanaştırılmıyordu. Bir de baktı ki
insanlarda bir galeyan, birbirlerine dolanıyorlar, o mahşeri kalabalık
koridorlar gibi açılıp yol veriyorlardı. Buna hayret eden Mansur bir de baktı
ki, mahşerî kalabalığın içinde nur gibi parlayan, öyle heybetli, öyle güzel
biri var ki, ondaki cevher ve heybet hiç kimsede görünmüyor. Adamlar ona
sarılıyor ve kucak-laşıyor, sakallarını öpüyor, kadınlarsa el sallıyorlardı.
Ka'be'ye yaklaştırılmayan ve Hacerü'l-Esved'e bile do-kunamayan Mansur, onun
asaleti karşısında donup kalmıştı.
"Kinidir
bu?" diye halka sordu. İnsanlar: "Sen onu tanımıyor musun?"
dediler. Mansur: "Hayır" dedi.
"Onu yeryüzü
tanır, onu gök yüzü tanır, onu Ha-cerü'l-Esved tanır, onu zemzem tanır, onu
bütün Ka'be tanır, o Hüseyin'in oğlu Zeynel Abidin'dir" dediler.
Mansur, hayretler
içinde, halkın o güzel inanılmaz coşkusuna bakıyordu. Mansur'a ne kimse aldırıyor
ne de emirlerine itaat ediyorlardı. Bütün sevgi ve muhabbetler ve bütün
nazarlar Zeynel Abidin hazretlerinin üzerineydi. İşte muhabbet, işte sadakat,
işte aşk.
Hz. Hüseyin'in ehli
beyt'i ve sülalesi Zeynel Abidin ile devam etmiştir.
Konunun içeriğinde
peygamberlerin, halifelerin ve de sahabelerin hayatlarıyla ile ilgili olan
bölümler önemli olması münasebetiyle bu konulara ziyadesiyle yer verme gereğini
duydum. Her asrın bir karakteri ve inancı vardı. Geçmiş asırların
yaşantılarında farklı afetler yaşanmıştır. Biz hiçbir asrın tarihinin
kaybolmasını ya da karanlıkta kalmasını istemiyoruz. Bu afetlerden alman ibretler,
her daim nesilden nesile nakledilmeli, ahir nesli de bilgilendirmelidir. Geçmiş
tarih öncemizi anlatır, ahirimizi de belirler.
Hakikatleri batıldan
ve küfürden ayırmak gerek. Cenab-ı Allah kulunu yaratıp, başı boş bırakıp daha
sonra da onu hesaba çekip yargılamamıştır. Rabbi kulunun yaratılış gayesini,
her asrın ümmetine, göndermiş olduğu peygamberler vesilesi ile bildirmiştir.
Cenab-ı Allah her ümmete bir peygamber göndermiş ve o
peygamberler Allah tarafından getirdiği
dinin esaslarını tebliğ edip, insanlara nasihat etmiştir. Allah'ın dinine
itaat edip peygamberlere iman edenlerin akıbetler, Peygamberleri yalanlayıp
Allah'a muhalefet edenlerin de uğradıkları felaketler ahir asrın kitabında
belgelenmiştir.
Doğrulan yanlışlardan
ayırt etmeyen insanın, aklı ile idrak etme bağı kopuktur. Eski asır ve
kavimlerde yoğun bir inkarcılık vardı. Bugünümüzün asrına baktığımız zaman,
eski kavimlere nazaran ahir zamanın asrı daha iyi elhamdülillah.
Asırların üzerinden ne
kadar asırlar geçse, geçmişte yaşanan olaylar üzerine çizgiler çekilse de
zaman gelir, geçmiş olduğu gibi ortaya konulur ve tarih eksiksiz tecelli eder.
Kul neyi ne kadar
gizleyebilir. İnkar etme cüretinde bulunsa bile haddini aşarak açık ve net bir
şekilde ortada olan hakikat beyanlarının delillerini nasıl yalanlayıp,
gizleyebilir. İnsanların gücünün ölçüsü, idrakinin ölçüsü de Allah'ın
elindedir, kulun elinde değil. Onun içindir ki, Rabbi dilediği vakit kulun
gizlediğini ve yalanladığını aşikar kılar. O'na hiçbir güç mani olamaz. Allah'ın
aşikar kıldığını da hiç kimse gizleyemez. Beşerin idaresini üstlenen yine
beşerdir. Fakat şu nokta unutulmasın ki, her şeyin ahengi, buna beşer de dahil,
Allah'ın idaresindedir.
Bizim buradaki gayemiz
ve dileğimiz Allah'ın emirlerinin tüm hayatta nizam olmasıdır. Fakat bunun için
Kur'an'ın esaslarının sağlıklı bir şekilde incelenmesi ve uygulanması lazım
gelir. Gerçek neticeler elde etmek ve hakikat beyanlarını da aşikar bir
şekilde anlatmak, yaşamak ve yaşatmak lazım. Sözde olanı değil özde olanı
itiraf etmek gerekir. Şimdiye kadar karanlıkta bırakılan gerçekler açık
beyanlarla neşredilmeli, ahir neslinin hem geçmiş tarihini, hem de bulunduğu
asrın tarihini bilmesi gerekir.
Geçmiş asırların
kavimleri de dinini bırakıp şirk ve küfrün peşinden gitmişlerdir.
Bir ayeti kerimede
şöyle buyuruluyor:
"De ki: 'Kur'an'a
ister iman edin, ister etmeyin! Evvelce kendilerine ilim verilenler. Kur'an
okunduğu zaman yüzüstü kapanarak secde ederler.' "[80]
"Ve Rabbimiz
münezzehtir. Rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir" derler."[81]
"Ağlayarak yüz
üstü yere kapanırlar bu onların gönüllerindeki rikkati artırır."[82]
"Deki: 'Gerek
Allah deyin, gerek Rahman deyin, hangisini derseniz deyin en güzel isimler
onundur."[83]
Bu ayeti celilede
müşrikler, iman etmek ve etmemek arasında kendi iradelerine bırakılmıştır.
Kur'an'ın ilminden haberdar
olup tatbik etmekten yoksun olan zatların da akıbetlerini belirtmektedir.
Her kavimde dinine
bağlı, peygamberlerine sadık ümmetler vardı. Allah'a hesap vereceğine inanmayanlar,
her ümmette olduğu gibi Rabbinin varlığını inkar edenler de mevcuttu. Cenab-ı
Allah kulun gafletinden uyanması için birçok ibretler ihsan etmiştir. Davasına
sahip çıkıp Rabbine tam teslimiyet ile tevekkülde bulunanlar Rabbi tarafından
da muhafaza olunmuştur. İnkarcı sapıkların güruhundan kaçıp yerin ve göğün
Rabbine sığınıp, Rabbinin katında rahmet ve muhafaza kılınmasını dileyen
kullarından Rab, rahmetim esirgememiş ve onu kendi katında muhafaza
eylemiştir. Bunun en güzel örneği Ashab-ı Kehf'tir.
10. Ayet:
"Hani o yiğitler
mağaraya sığınmışlardı da 'Rab-bimiz bize katından Rahmet ver, işlerimizde
başarılı kıl' demişlerdi."
11. Ayet:
"Bunun üzerine
yıllarca mağarada onların kulaklarına perde vurduk."
12. Ayet:
"Sonra iki
taraftan hangisinin, bekledikleri sonucu daha iyi hesaplamış olduğunu
belirtmek için onları uyandırdık."
13. Ayet:
Kerbela ve tiz.
Hüseyin'in Şehadeti
"Sana onların
kıssalarını gerçek olarak anlatalım: Onlar Rabblerine inanmış genç yiğitlerdi.
Biz de onların hidayetini artırmıştık."
14. Ayet:
"Kalkıp da 'bizim
Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına ilah demeyiz. Yoksa
and olsun ki; batıl söz söylemiş oluruz' dedikleri zaman kalplerini
pekiştirmiştir."
15. Ayet:
"Şu bizim
milletimiz, Allah'ı bırakıp ondan başka ilahlar edindiler. Onların gerçek
olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uyduranlardan
daha zalim kimdir?"
16. Ayet:
"Madem ki siz
onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarınızdan ayrıldınız, o halde
mağaraya çekilin ki Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin. İşinizde
kolaylık göstersin' denildi onlara."
17. Ayet:
"Güneşin doğduğu
zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa
gittiğini görürsünüz. Kendileri de mağaranın iç tarafında idiler. Bu Allah'ın
ayetlerindendir. Allah kime hidayet ederse o doğru yola ermiştir. Kimi de
şaşırtacak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsın."
18. Ayet:
"Onlar uykuda
iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağ ve sola döndürdük. Köpekleri de
dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp
kaçardın."
19. Ayet:
"Bunun gibi,
aralarında sorsun diye onları uyandırdık da içlerinden biri; 'ne kadar
kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birbirinizi paranızla şehre gönderin
de en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin. Onlar da nazik davransın da
sakın sizi kimseye duyurmasın' dediler."
20. Ayet:
"Çünkü sizden
haberleri olacak olursa sizi ya taşla öldürürler veya dinlerine döndürürler.
Bu takdirde ise asla kurtulamazsınız."
21. Ayet:
"Böylece
insanların onları bulmalarını sağladık ki, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve
kıyametin kopmasından şüphe edilmeyeceğini bilsinler. Nitekim bunlar hakkında
çekişip duruyor. Onlar: 'Mağaralarının önüne bir bina kurun' diyorlardı.
Halbuki Rabları onları çok iyi bilir. Onların reylerine galip gelenler ise:
'Onların mağaralarının önünde mutlaka bir mescit yapacağız' dediler."
22. Ayet:
Kerbela ve Hz.
Hüseyin'in Şehadeti
"Karanlığa taş
atar gibi: 'Mağara ehli üçtür, dördüncüsü köpekleridir' dediler. Veya:
'Beştir, altıncısı köpekleridir' dediler. Yahut: 'Yedidir, sekizincileri köpekleridir'
dediler. 'Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir' de. Onları pek az kimseden
başkası bilmez. Bu yüzden onlar hakkında bu kıssa anlatılanların dışında
kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma!"
23. Ayet:
"Birşey hakkında:
'Ben bunu yarın yapacağım.' deme."
24. Ayet:
"Meğer ki Allah
dilemiş ola. Unuttuğun zaman da 'Rabbim doğruya daha yakın daha
eriştirir.'"
25. Âyet:
"Onlar mağaralarında
üç yüz sene eyleştiler. Buna dokuz daha kattılar."
26. Âyet:
"Onların ne kadar
kaldıklarını en iyi Allah bilir" de. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri
O'na aittir. O, ne mükemmel görendir. O, ne mükemmel işitendir. Bunların
O'ndan başka yardımcısı yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz."
27. Âyet:
"Rabbinin
kitabından sana vahyolunam oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O'ndan
başka bir sığınacak da bulunmaz."
Bu surenin en büyük
bölümü kıssalardan oluşur. Önce Ashabı Kehf'in hikayesi anlatılır. Bir de Hz.
Adem (a.s.) ile şeytanın hikayesi konu edilir, surenin ortalarına doğru Hz.
Musa (a.s.)'riın salih bir kul ile olan hikayesi anlatılır. Hızır (a.s.) ile
geçen yolculuk konu edilir. Surenin sonunda ise Zülkarneyn (a.s.)'ın hikayesine
yer verilir. Surenin büyük bir kısmında bu kıssalara yer verilmiştir.
Allah'ın adaletine
muhalefet eden densizler, her asırda bulunmuştur. Allah'ın varlığına, tek
oluşuna ve adaletine karşı olan her fikir, kendi beynini kemirerek ve kendi
nefsine zulüm ederek kendi eliyle, kendi iradesiyle, kendini mahvetmiştir.
Kötülüğün zararı her ne kadar başkasını hedeflese de, o kötülüğün oku hedefe
saplanır; fakat seker döner yine kendini vurur. Birçok şey değişikliğe
uğrayabilir, bu mümkündür. Değişikliğe uğramayan tek şey iman esaslarıdır. Bu
esaslar üzerinde oynamak kimsenin haddi değildir. İnsan, ameli ile imanını
güçlendirirse, günahlardan kaçarsa cennete korkusuz intikal edebilir. Dünya
imtihan mektebidir. Fakat herkes bunu böyle görmez. İyiler, kötüler, inananlar,
inanmayanlar bu mektepte yaşarlar. İyi kötüden, kötü iyiden tek tek ölüm
sebebi ile ayrılır. İnanan itikadiyla, inanmayan da inadıyla kaybolur gider
dünyadan, ama kıyamet gününde, birbirleriyle hesaplaşmak için toplanırlar.
Çünkü ahiret hesap yeri, ahiret ceza yeri, ahiret rahatlık yeridir.
Kati ve net olan bir
gerçek var ki, herkes Allah'ın kudreti ve iradesiyle yaşar. İnkarcılığın ve
ihanetin Hz. Nuh ile Hz. Hud (Aleyhi's selâm) zevcelerine, Hak Te-ala
tarafından verilen ecir ve cezalar insanlara ne ifade eder. Onlar peygamber
nikahında bulundukları halde, ihanet ve inatlarında ısrar ederek iman
etmediler. Allah bu kötüleri peygamber eşi olmalarına rağmen, ceza ve ecirden
hiçbir kulunu ayırt etmeden müstahak olduğu cezalar ile cezalandırmıştır. Bu
iki kadın ihanet ve inadının bedelini cehennem ehli olmakla ödediler. Hz: Nuh
(Aleyhi's selâm) dokuz yüz elli sene kavmi ile mücadele etti. Allah'ı inkar
eden oğlunu bile Yüce Allah onun ailesinden saymamıştır.
Hz. Nuh (a.s.), Hz.
Hud (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.)'ın kavimleri Ad kavmi idi. Birinci Ad kavmi Hz.
Nuh (a.s.), ikinci Ad kavmi Hz. Hud (a.s.)'m ve üçüncü Ad kavmi de Hz. Salih
(a.s.)'m kavmi idi.
Peygamberlerin
kavimleriyle olan mücadeleleri en sağlıklı Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur. Onun
içindir ki, Kur'an ilmine yönelmek gerekir. Çünkü Kur'an'm sistemi tüm
yeryüzüne yayılmakla beraber kaidesi hiç değişmemiş ve olduğu gibi hakikat
beyanlarını ortaya koymuştur. 'İnanmıyorum' diyenler bile bugün onun üzerinde
çalışarak onun ilmine irtifak etmek zorunda kaldılar. Kaptan Kusto inanmıyor
iken, neden Kur'an'm üzerinde araştırma yaparak tatlı ve tuzlu suyun birbirine
temas ettiği halde karışmamasının, manevi perdenin sırrını Kur'an-ı Kerim'de
aradı. İslam dinine zıt fikirleri olanlar bile, İslam dinini ve tüm dinlerin
delillerini ve beyanatlarını taşıyan Kelamullahta aradılar da başka kitaplarda
neden aramadılar? Onlar manevi perdenin sırrım Kur'an'da buldular ve İslam
dinine tabi oldular. İşte bu gösteriyor ki, kirn küfre saparsa sapsın, kimler
muhalefet ederse etsin, Allah'a hiçbir zarar vermeleri mümkün değil. Bir Allah
kelimesi bile tüm dünyaya hakimken ve nereye bakılırsa bakılsın her şey
Cenabı Rahman'ı anlatırken, hangi hakikatler gizlenebilir ki!
İnsanlar kendi
kabiliyetlerine göre rolünü oynar ve insaf ölçüsüne göre karar verir. Bu
kararlar verilirken başkalarının haklarını da gözetlemezler. Yanlış alınan
kararların da zararları ve kayıpları hiç hesaplanmaz. Kararlardan önce
niyetler hasıl olur, her niyetin de bir mahsulü vardır ama ne kadar sağlıklı,
ne kadar sağlıksız olduğunu da hesaba katmazlar. İyi niyetler toplum için
rahatlıktır. Kötü niyetler, ancak sebepsiz kargaşalara meydan verir. Ve bu
meydandan da kimin kimden ne istediği belli olmayan haklar ve hesaplar sorulur,
kolaylar zorlaştınlır, zorlar aşılmaz hale getirilir. Dünyanın evvelinde olduğu
gibi, ahirinde de şeytanın oyuncağı olarak fani alemde ömürlerini heder
ederler, ölüm onları yakalayana kadar. İyi niyetin mahsulü, hayır, hasenattır
ve karşılığı Allah rızası ve sevaplardır. Kötülüğün mahsulü ise maraz ve
fitneliktir ve bunun karşılığı zulüm ve felaketlerdir. Fitnelik ilk başta
kalpte oluşur ve niyetlere aks olur. İyi niyetleri öldürür. Sonra akla intikal
eder düşünceleri bozar, sağlıksız kararlar alarak kötü neticeler ortaya çıkar.
İnsanlar hakikat beyanlarına ulaşarak incelerse doğruyu yanlıştan ayırabilir.
Bu beyanlara ulaşmak için Kur'an-ı Kerim'e başvurabiliriz. O'nda bir eğrilik,
sapma yoktur. Anlaşılmayacak kadar zor değildir. Gayet açık ve nettir. Fakat
onu algılayabilmek için beyinlerin de net olması gerekir. Eğer bulanık beyinle
incelenirse algılanamayabi-lir. Onun içindir ki Kur'an'ı araştırırken, anlamak,
öğrenmek, tatbik etmek ve ettirmek maksat edildiği vakit her şeyin açık, net
olduğu görülür. İşte bu sebeple aklı Kur'an ilmiyle donatmalı, kalbi de iman
gücüyle pekiştirmeli, o zaman insana hiçbir batıl tesir etmez.
Dinini sakata
uğratmadan yaşayan insanlar, ahi-rette de sakata uğramazlar. İnsan kendini
takva ile muhafaza ederse, ahirette de ateşten muhafaza olur. Dünyada
peygamberlerin yolunu takip edenler kıyamette de onlarla beraber olma şerefine
nail olurlar. Çünkü insanların kemale ermesi, kendini bilip, güzel ahlaka sahip
olması demektir. Nefsini terbiye eden, ahlakını da güzelleştirir.
Allah'ın birliğinin
esasında ne şaşın, ne de sapın.
Dinimizin asaletinin
ve ulviyetinin savunmasını vicdan hukukuyla yapın. Din emredildiği üzere, adil
bir nizam içerisinde uygulanmalı ve yaşanmalıdır. İnsanın hayatı ruh ile devam
eder iman da amel ile hayat bulur.
Ruh insanın hayat
kaynağıdır. Bedene de canlılık veren ruhtur. Ruhun varlığı inkar edilemez ama
ruh tarif edilemez, görülemez. Allah (c.c) vardır ve görülmez.
Ya Rabbİ, ahenk seni
anlatır, her şey seni işaret eder.
Akıllar seni fikir
eder, kalpler seni zikreder. Yaptığımız her şeyde ve her işte O vardır. Nereye
yönelirsen yönel, tüm yollar O'na gider. Aldığımız nefeste, getirdiğimiz
şehadette, kıldığımız namazda, tuttuğumuz oruçta, attığımız adımda,
kaldırdığımız ellerde, yaptığımız dualarda O var. Ve bu alem de, beşer de
imtihan için vücud buldu.
Ya Rabbi! Ben seni
anlatırken şanına layık cümleler kuramam ama kanaatim odur ki, Senin ismini anmakla
bile yetersizlikler tamam bulur. İsm-i pakınla her şey güzelleşir, kusurlar
örtülür, tevbeler kabul olur. Çünkü her şeyde Sen varsın. İsmi Sübhanınla alem
vücud bulur.
Cenabı Rahman dünyanın
evvelinde, beşerin evvelinden ve ahirine kadar kendini her bir şeyde işaret
eylemiştir. Akıllılar idrak etti. Buldu,
anladı ve kabul etti. Ahmaklar kör baktı, beyhude yaşadılar, dolaştılar, ömür
sermayelerini, fani olacağı vakte kadar zayi ziyan ettiler. Nur'a kör
baktılar. Nar'a yöneldiler. Eceli ebedi mutlak dünyada, ateşleriyle birlikte
dünyayı terki diyar edip ahirete yöneldiler. Ahirette başımıza gelecek gazabı
ve cehennem azabını bir bilebilselerdi.
Allah'ın varlığını,
İslamiyet'ten önceki dinlerde de o putlara tapanlar arasında aklı ile bulanlar
vardı. Allah (c.c.)'m eşsiz, benzersiz, tek ve yüce kudret sahibi, tüm
hakimiyetin O'nda olduğunu, her yerde hazır nazır olduğunu keşfedenler
bulunuyordu.
Hatemu'l-Enbiya'nın
geleceğini evvelce haber vermiş olanlardan İyad kabilesinin reisi olan Kass b.
Saide der ki; pek çok muamere olmuş bir zattı. Fesahat ile ziyade şöhret bulmuş
idi. Hatta bir zaman Suku Ukaz'da kızıl bir deve üzerinde olduğu ve Arap bilginlerinin
bulunduğu vakit bir hutbe okumuştur. O zaman Fahri Alem Peygamberimiz de orada
bulunup hitabesini dinlemişti. Fakat henüz insanları davete memur değildi.
"Ey nâs! Geliniz,
dinleyiniz, biliniz ibret alınız. Yaşayan ölür. Ölen fena bulur. Olacak olur,
yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini
tutar, sonra hepsi mahvolur gider. Vukuatm ardı arkası kesilmez. Hemen
birbirinizi kovarlar. Kulak veriniz, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alınacak şeyler
var. Yeryüzü bir ferisi eyvan, gökyüzü yüksek tavan; yıldızlar yürür, denizler
durur, gelen kalmaz, giden gelmez.
Acaba vardıkları yerde
hoşnut olup da mı kalıyorlar/ yoksa orada bırakılıp uykuya mı dalıyorlar? Yemin
ederim ki Allah (c.c.)'m indinde bir din vardır ki, şimdi bulunduğunuz dinden
daha sevgilidir. Allah'ın gelecek peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır.
Gölgesi başınızın üstüne geldi, ne mutlu o kimseye ki, ona iman edip o da O'na
hidayet eyleye! Vay O'nu yalanlayan bedbahta ki O'na isyan ve muhalefet eder!
Yazıklar olsun ömrü
gaflet ile geçen ümmetlere!
Ey Cemaati İyad! Hani
âba ve ecdad, hani müzeyyen kââşaneler ve taştan haneler yapan Ad ve Semud,
hani dünya varlığına mamur olup kavmine "Ben sizin en büyük
rabbinizim" diyen Firavun ile Nemrut! Onlar size nisbetle daha zengin daha
kuvvetli ve kudretçe de sizden daha fazla değiller miydi? Bu yer, onları
değirmeninde öğüttü, toz etti dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri
yakıldı ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın
onlar gibi gaflet etmeyin. Her şey fanidir- Baki olan ancak Cenabı Hak'tır ki
bir diğer eşi benzeri yoktur. Tapılacak ancak O'dur. Doğmamış ve
doğrulmamıştır. Evvelce gelip geçenlerde bize ibret olarak alınacak dersler
vardır. Ölüm ırmağının girecek yerleri var ama çıkacak yerleri yok. Büyük küçük
hep göçüp gidiyor, giden geri gelmiyor- Kafi hüküm verdim ki âmmeye olan bana
olacaktır."
Kass b. Saide Cenabı
Resul'ün geleceğini keşfetmiş ve insanların içinde söylemişti. O esnada Peygamberimiz
orada bulunuyordu ve bunun arası çok geçmeden Cenabı Resul'e nübüvvet, risalet
geldi. Fakat Kass b. Saide vefat etmişti de kendisine görmek nasip olmamıştı.
Ondan sonra Beni İyad'dan Carut namında zat da onun gibi muvahhid ve dini
İsevî'ye inanır olduğu halde kavminin eşrafı ile hep birlikte bir gün gelip nuru
cihan Resul'ün huzuruna gelip, İslam dini ile müşerref oldular ve onunla
birlikte kavmini de İslam'la şereflendi. Bunlara tanık olan Resullulah (s.a.v.)
buna çok sevindiler. Ve buyurdular ki:
"İçinizden Kass
İbni Saide'yi bilen var mı?" Carut da dedi ki:
"Onu hepimiz
biliriz. Ben her an onunla ve onun ardından gidenlerdenim" diye cevap
verdi. Allah'ın Resulü:
"Kass b.
Saide'nin, Suku Ukaz'da deve üzerinde 'Yaşayan ölür, Ölen de fena bulur,
olacaklar olur' diyerek hutbe okuduğu hatırımdan çıkmaz ve buna benzer bir
hayli sözler söylemişti. Zannetmem ki sözlerin hepsi akıllarda kalmış
olsun" diye buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebu
Bekir (r.a.): "Ya Resulallah, o gün Suku Ukaz'da bulunuyordum. Kass b.
Saide'nin söylediği sözlerin hepsi aklımdadır/' diyerek zikredilen hutbeyi
baştan sona kadar okudu. Onun üzerine Carud'un arkadaşlarından biri ayağa
kalkıp Kass b. Saide'nin bazı hitaplarını okudu ki, haremi şerifte Hz. Muhammed
(s.a.v.) dinleyip derin ifadelerini beyan etmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Ümid ederim ki
Cenabı Hak, Kass b. Saide'yi ayrı bir ümmet olarak ba's eyleye" diye
buyurdu.
Ne acıdır ki insanlar
dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını düşünerek yaşarlar ve bu âlemi fani
de Öyle çok çalışırlar ki kendilerini harap edercesine ömür sermayelerini
tüketirler. Halbuki dünyada kalmak yalnız tayin sebebi ile geçici görev
gibidir. Yani memurun tayininin ne zaman çıkacağı belli olmaz. İşte bunun gibi
ölümün ne zaman geleceğini bilemeyiz. Memur nasıl her an tayini çıkacakmış gibi
hazırlıklı ise, insan da ölüm için hazırlıklı olmalıdır.
Burada Hz. Osman
(r.a.)'ın, halka olan birkaç hitabesini arz etmek istiyorum:
"Siz fani bir
dünyadasınız. Ömürlerinizin sonuna geldiniz. Ahiretiniz için en iyi bir şeklide
hazırlanınız. Ömrünüz devamlı eksilmektedir. Dikkat edin! Dünya aidatladır,
dünya hayatı sizi aldatmasın."[84]
Mücahitten rivayetle:
"Osman b. Affan
bir hutbesinde şöyle dedi:
'Ademoğlu! Bilmiş ol
ki ruhunu almakla vazifeli olan melek seni bırakmaz. Ecelin geldiğinde, seni
bırakıp başkasına gitmez. Sanki o başkasını bırakıp da sana gelecekmiş gibi
hazır ol. Gafil olma! Çünkü sen unutulmuş değilsin. Ademoğlu! Belki sen
kendinden gafil olur, hazırlanmazsan başkası senin yerine hazırlanmaz. Mutlaka
Allah'ın huzuruna çıkacaksın. Kendini hazırla, kendi işlerini başkasına havale
etme vesselam.'"
Hasan Basri'den
rivayet edilir ki:
Osman b. Affan halka
bir başka hitabında Allah (c.c.)'a hamd ü senadan sonra şöyle dedi:
"Ey insanlar!
Allah'a muhalefetten sakınınız. Çünkü Allah'a muhalefetten sakınmak bir
ganimettir. En akıllı insan kendisini hesaba çeken, kendisini idare eden,
ölümden sonrası için amel eden ve kabrin karanlığı için Allah'ın nurundan
faydalanandır. Kulun gözleri gördüğü halde, Allah'ın kendisini kör olarak hasretmesinden
korksun. Hikmetten anlayana manâlı bir söz kafidir. Manen sağır olanlar zaten
hakkı duymaz. Biliniz ki Allah kiminle beraberse, o hiçbir şeyden korkmaz.
Allah kime gazap etmişse, onun affını isteyeceği başka kimse yoktur."
Bu güzel hutbe ve
sözlerden sonra, benim sözlerim ne kadar değer ifade eder bilmem ama katiyetle
şunu diyebilirim ki, sahabelerin bir sözüne benim bin sözüm kesinlikle denk
olamaz. Allah (c.c.) onlardan, onların ehli beytinden sayısız razı olsun.
Sen dünya hanesinde
memur ve misafir olan yolcusun. Her an yola çıkacakmış gibi hazır ol. O yolun
yolcularının azığı ibadettir. Yanında götürebileceği sermaye ise iman ve
ameldir. Muhafazası ise takvadır.
Maneviyat azığı ile
yola çıkarsa, insanın varacağı yer hakikat diyarıdır. O diyarlar, kimsesiz,
dostsuz ve katıksız değildir. İnsan akıbetinden korkarak yaşamalıdır.
Mesela bir kimse
karşısındakine "Eyvah dostum yamyorsun!" dese, karşısındaki
"Hangi paçam?" demeden hemen üstündekileri çıkarıp atmaya çalışır.
İnsanın tüm bedenini saran, korkunç harlı bir ateşin içerisinde kim yanmak
ister ve ondan daha korkunç ne olabilir ki!
Ey insanoğlu!
Biz orada yanacak
odunları götürme çabasmda-yız. Nasıl mı? İnsan cennete girmek için amelini kazanır,
cehenneme girmek için de odununu kendisi götürür dünyaya. Tabi olmakla
nefsimizin peşinden koşup kendimizi helak ediyoruz. Onun tesirinde kalan insan
Allah (c.c.)'m rahmetinden, merhametinden, affından da mahrum kalır.
[1] Bakara, 15
[2] İbrahim, 15
[3] İbrahim, 16
[4] İbrahim, 17
[5] İnşikak,6
[6] A'raf, 59;Hud, 25-26;Nuh, 12
[7] A'raf, 59
[8] Hud, 25-26
[9] A'raf, 59-63
[10] Hûd, 27-34
[11] Şuara, 115-116
[12] Yunus, 71-72
[13] Araf, 64; Yunus, 73; Şuara,117; Kamer, 9
[14] Mü'minûn, 24-29
[15] Kamer, 9
[16] Ahmet b.Hanbel, Zühd, s. 87
[17] Ankebût, 14
[18] Nuh, 6,21-24
[19] Şuara, 118
[20] Nuh, 26-28
[21] Hud, 36-37
[22] Hud. 38-39
[23] Hud, 40-41
[24] Tahrim, 10, Ebu'1-Fida, Tefsir, c. 2, s. 445
[25] Ankebut, 14-15
[26] Kamer, 11-12
[27] Kamer, 14
[28] Hud, 42-43
[29] Hud, 45-47
[30] Hud, 44
[31] Hud, 48
[32] Ankebût, 14-15
[33] Kamer, 15-16
[34] Hud, 49
[35] Hud, 59
[36] Şuara, 129 133,134
[37] Had, 59
[38] Fussilet, 15;Hicr, 11-12
[39] Mü'minûn, 35-37
[40] Araf, 65
[41] Hud, 50
[42] Araf, 66-71
[43] Hud, 51-53
[44] Ahkaf, 22-23
[45] Şuara, 131
[46] Şuara, 135; Ahkaf, 21
[47] Şuara, 135-138
[48] Mü'minun, 33-41
[49] Ahkaf, 24-25
[50] Ahkaf, 24-25
[51] Zariyat, 42
[52] Kamer, 19-20
[53] Araf, 72
[54] Araf, 74; Hud, 61
[55] Araf, 76
[56] Hicr, 80; Şuara, 141
[57] Nemi,49-50
[58] Hicr, 80-82
[59] Neml,45-50
[60] Hud, 65
[61] Araf, 74
[62] Hud, 62-63
[63] Şuara, 143-153
[64] Araf, 75
[65] Şuara, 154
[66] Hud, 64
[67] Şuara, 155-156
[68] Araf, 77
[69] Hud, 65-66, Hicr, 83-84
[70] Hud, 66-68
[71] Zariyat, 43-45
[72] Neml, 52
[73] Neml, 53
[74] Araf, 79
[75] Münafikun, 4
[76] Muhammed b, Ebu Bekr, Hz. Ebu Bekr'in oğludur
[77] H. 37 Safer-M. 657Ağustos
[78] Yezid b. Muaviye, Ubeydullah b. Ziyad
[79] Yeğeni Müslim b. Akil. Hz. Hüseyin (r.a.) daha önce onu Kûfe'ye da-vetçi olarak göndermişti. Ubeydullah b. Ziyad tarafm-.dan öldürülmüştü
[80] İsra, 107
[81] İsra, 108
[82] İsra, 109
[83] İsra, 110
[84] Lokman, 33