Ben, ben iken; develer
tellal, köpek, hamal iken. Leylek ile kedi, yolda giderken, kurbağa tüccar,
sıçan berber iken. Yılan urgan, hırka yorgan iken; babam beş yaşında, ben on
beşimde iken. Ben, babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Keçiler
koyunları a kırpar, sivrisinek saz çalarken. Ben su içer, develer elekten
geçer iken. Tilki haklı ile haksızı seçer, ben de o sırada arpa biçer
iken. Eşek mihmandar, tavşan ile kaz
hükümdar iken. Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde padişahın bir kızı
varmış. Bu kız, on dört c beş yaşlanndaymış. Günle bir gün, has bahçedeki
havuzun başında oturup gergef işliyormuş.
Parmağındaki yüzüğünü çıkarıp,
gergefin üzerine koymuş. Bir güvercin, pırrr diye uçarak gelmiş ve
yüzüğü kaptığı gibi kaçmış, Kız,
güvercine bütün kalbiy-: olmuş. Ertesi gün, yine bahçede gergef işlerken, dan
bileziğini çıkarıp gergefinin üzerine koymuş. rcin, tekrar gelmiş ve bileziği
de kapıp kaçmış. Kız, cine olan aşkından yemeden içmeden kesilmiş, gündüz, her
dakika güvercini düşünür olmuş, gün, bahçeye çıkmış ve gene havuzun başına ;. İşlediği sırma işlemeii
mendili gergeften çıkarıp, a koymuş, Sonrada, havuzun kenarına oturmuş ve a
gelecek mi diye güvercini düşünmeye başlamış, o sırada güvercin uçup gelmiş ve
sırma işlemeli iili kaptığı gibi kaçmış. Kız, ağlayarak köşke koşup, na çıkmış
ve yatağına yatmış; üzüntüden, gözü ayı görmez olmuş, Dadısı, onu bu halde
görünce: ian sultanım, size ne oldu? Niçin böyle ağiıyorsu-diye sormuş.
Kız:
Dadıcığım, ben de
neden böyle olduğumu bilmiyo-Birkaç gündür, üzerimde bir ağırlık var, Çok
hastayım, ş. Dadı, kızın bu haiini padişaha bildirmeyi uygun bul-Gidip kızın
hasta olduğunu padişaha haber vermiş. ;ah, biricik kızının hasta olduğunu
öğrenince çok üzül-Hemen hocaları, hekimleri çağırtmış, Ama hiçbiri kızın inin
ne olduğunu anlayamamış, adişahın
veziri: Padişahım, kızınızın hastalığının çaresi, hekim ile
hoca ile bulunmaz. Bir hamam yaptırmalısınız,
Hamama gelenler, parasız yıkanmalı ve başından geçenleri anlatıp öyle gitmeli,
Belki bu yolla kızınızın derdine bir çare bulunur, demiş. Padişah, hemen
emredip bir hamam yaptırmış, Bu hamamda yıkanan her dertlinin, derdine deva
bulacağını halka duyurmuş. Derdi olan çok olduğu için, duyanlar akın akın
hamama gelmiş. Derdinden kurtulup, başından geçenleri de anlatıp çıkıp, gitmiş.
Keloğlan da duymuş bu
hamamı, Kötürüm bir anası varmış. Anasına:
- Ana, padişah bir
hamam yaptırmış, Kim o hamamda yıkanırsa, iyileşiyormuş. Haydi, seni de
götüreyim, demiş.
Bu işe, pek aklı
yatmayan kadın:
- Haydi oradan keloğlan! Ben sağımdan, soluma
dönemiyorum ki; oraya
nasıl giderim? demiş,
Keloğlan:
- Ben seni sırtımda
taşırım, anacığım. Sen hiç merak etme, demiş.
Ertesi gün, anasını
sırtına alan keloğlan, düşmüş yollara. Üç beş adım gittikten sonra, anasına:
- Ana, sen biraz şurada otur. Ben gidip, bir su
içeyim, diyerek anasını bir konağın kapısının önüne oturtmuş, Oraya gitmiş,
buraya gitmiş içecek bir yudum su bulamayıp biraz daha gitmiş. Bir de bakmış ki
bir horoz, sırtında bir testi su
taşıyor. Keloğlan, horozun suyu nereye götürdüğünü merak edip, takılmış
peşine. Horoz önde, keloğlan arkada gide gide bir kale duvarının dibine
gelmişler. Keloğlan, bakmış ki duvarın dibinde bir delik; horoz bu delikten
içeri girmiş, Horoz girer de keloğlan girmez mi hiç? O da ne yapıp edip
delikten geçmiş. Karşısında büyük bir saray görmüş, ama içinde hiç kimse
yokmuş. Başlamış sarayı gezmeye. Geze geze büyük bir odaya gelmiş. Elbet
buranın bir sahibi vardır, diye düşünerek oradaki bir dolabın içine saklanmış.
Keloğlan dolaba girer girmez, üç tane güvercin gelmiş. Güvercinler, silkinince
birbirinden güzel üç kız ortaya çıkmış:
- Aman çok geç kaldık! Neredeyse şahımız gelecek!
Hemen yemeği hazırlayalım, demişler. Sonra da telaş içinde, biri ortalığı
süpürmüş, Biri, sofrayı kurmuş, Biri de yemekleri getirmiş. İşlerini
bitirdikten sonra, odadan çıkıp gitmişler.
Kızlar çıkınca
birbirinden güzel, mis gibi kokan yemekleri gören keloğlan, dolaptan çıkmış:
- Beni kim görecek? Şu
yemeklerden biraz yiyeyim, diyerek hevesle sofranın başına oturmuş. Tam elini
nar gibi kızarmış bir tavuğa uzattığında, öyle bir tokat inmiş ki, nereden
geldiğini anlayamamış. Eli davul gibi şişmiş, Keloğlan, neye uğradığını
şaşırmış. Yemekten vazgeçmiş ve korku içinde tekrar dolaba saklanmış. Akşam
olunca, bir güvercin gelmiş. Silkinip, yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş,
Keloğlan, saklandığı dolaptan delikanlıyı seyrediyormuş. Delikanlı, sofradaki
yemekleri yemiş ve karnını doyurmuş. Sonra kalkıp, bir çekmeceyi açmış,
Çekmeceden bir yüzük, bir bilezik, bir de sırma işlemeli mendil çıkarıp:
- Ah Nigar'ım! Bu
yüzüğü taktığın eller, bu bileziği taktığın kollar sağ mı? diyerek ağlamaya
başlamış, Sırma işlemeli mendile, gözyaşlarını silmiş, Sonra, hepsini yine çekmecenin
içine koymuş ve yatağına girip, uyumuş.
Keloğlan, buradan
kurtulmak için sabahı iple çekmiş, Neyse, uzatmayalım, Gün ağarır ağarmaz,
delikanlı yine bir güvercin olup, pencereden uçup gitmiş.
Keloğlan, sarayda
kimsenin kalmadığını anlayınca, tekrar o girdiği delikten çıkarak
doğru annesinin yanına gitmiş. Kadıncağızı bıraktığı yerde, iki gözü iki çeşme
ağlar bulmuş, Anasının gönlünü alıp, onu tekrar sırtına almış ve doğru hamama
götürmüş, Keloğlan ve anası, bir güzel
yıkanmışlar. Anası kötürümlükten, keloğlan da kellikten kurtulmuş.
Tam hamamdan
çıkacakları sırada:
- Gelin, başınızdan
geçen her şeyi anlatın da öyle gidin, diyerek onları alıp kızın yanına
götürmüşler.
Keloğlan, kıza bir gün
önce başından geçenleri anlatmış,
Kız:
- Aman kardeşim! Beni
o güvercini gördüğün saraya götürürsen, sana bu hamamı bağışlarım! demiş. Keloğlan,
kızı alıp saraya götürmüş. Horozun geçtiği delikten geçip, saraya girmişler.
Keloğlan, bir gece önce sabahladığı dolaba kızı saklamış. Burada beklemesini
söyleyip, gitmiş.
Akşam, üç güvercin
yine gelmiş. Silkinip üç kız olmuşlar ve:
- Şehzademiz şimdi
gelir! diyerek etrafı temizlemişler ve yemek hazırlamışlar.
Az sonra, kızın
yüzüğünü, bileziğini ve gergefindeki sırma işlemeli mendilini kapıp kaçan
güvercin, pırrrr diye uçarak pencereden odaya girmiş. Şöyle bir silkinip, ayın
on dördü gibi bir delikanlı oluvermiş.
Oturup yemeğini
yedikten sonra, yine çekmeceyi açmış. İçinden yüzüğü, bileziği ve mendili çıkarıp:
- Ah Nigar'ım! Bu
yüzüğü, bu bileziği takan eller, kollar sağ mı? Senin yüzünü bir daha
görebilecek miyim? diyerek ağlamaya başlamış, Sırma işlemeli mendille göz
yaşlarını silerken, kız saklandığı dolaptan çıkmış. Hasreti ile yandığı
sevgilisini yanında gören delikanlı, gözlerine inanamamış:
- Nigar'ım, sen buraya
nasıl geldin? diye sormuş, Kız, olup bitenleri anlatınca, delikanlı:
- Sevgilim, doğduktan
üç gün sonra periler beni kaçırıp, buraya getirdiler, Beni, padişahları
yaptılar. Şimdi benim yanımdan hiç ayrılmıyorlar. Sadece günde iki saat yalnız
kalıyorum, Sarayda istediğin gibi gez, dolaş; hiç korkma, Ama akşam olunca jk
gene saklan. Periler seni 0^ görecek olurlarsa, ikimizi -A de öldürürler,
Yarın, periler beni iki saatliğine yalnız bıraktıkları zaman seni, anamın
konağına götürürüm. Ama benim anam, biraz merhametsiz dir, Dadım ise çok iyi
yüreklidir. Onlar beni hiç tanımazlar. Seni, konağın kapısında bırakırım.
Kapıyı çalar:
- Sokakta kaldım!
Bahtiyar beyin başı için, beni içeri alın, diye yalvarırsın. Seni, mutlaka içeri alırlar. Her gün gelip,
odanın penceresine konar ve seni görürüm, demiş,
Delikanlının dediği
gibi, kız ertesi gün gidip konağın kapısını çalmış. Dadı, kapıyı açıp da kızı
görünce, delikanlının anasına haber vermiş.
Kadın:
- Kim bilir, kimin
nesidir? diyerek eve almak istememiş.
Ama delikanlının
dadısı, kızın yalvarmasına dayanamamış. Hanımından gizli onu içeriye almış ve
bir odaya saklamış, Sabah, delikanlı pencerenin önüne gelmiş ve
"Nigâr'ım," diye kıza seslenmiş.
Dadı, bunu duyunca
doğru hanımının yanına gitmiş ve kendisinden habersiz kızı içeri aldığını
söylemiş. Bahtiyar beyin, kızla pencerenin önünde konuştuğunu anlatmış. Ama
delikanlının annesi, ona inanmamış. Kendi gözüyle görüp, kulağıyla duymak
istemiş ve ertesi sabahı beklemiş,
Kadın ertesi sabah,
kızın odasının kapısının arkasına saklanmış. Bahtiyar bey, güvercin kılığında
gelip pencereye konmuş ve kızla konuşmaya başlamış, Delikanlının annesi, o
zaman dadının doğru söylediğini anlamış, Oğlunun, bu kızı gerçekten sevdiğini
görüp, odaya girmiş ve kızın gönlünü almış.
Bahtiyar beyi,
perilerin elinden kurtarmak için bir çare bulmuşlar,..
Bahçedeki servi
ağacının dallarını, zehirli iğnelerle doldurmuşlar. Ertesi gün, Bahtiyar bey
pencereye konup, silkinmiş ve yakışıklı bir delikanlı olmuş. Kızla konuşmaya
başlamış,
Kız, zaman kazanmak
için lafı uzattıkça uzatmış ve iki saati geçirmiş. Delikanlının hâlâ
dönmediğini gören periler, toplanmışlar ve Bahtiyar beyi gözetlemek için
bahçedeki servi ağacının dallarına konmuşlar. Ama zehirli iğnelere değdikçe,
birer ikişer ağacın dibine dökülmüşler.
Delikanlının aklı
başına gelip, vaktin geçmiş olduğunu anlayınca:
- Aman sultanım, ben
ne yaptım? Periler, gelirlerse ikimizi de öldürürler! diye telâşlanmış. Bu telaşla,
etrafına bakınca servinin altında yatan ölü perileri görmüş.
Sevincinden ne
yapacağını şaşıran delikanlı:
-Sultanım, sen beni
perilerin elinden kurtardın! diyerek kızın boynuna sarılmış.
Delikanlının anası ile
dadısı, odaya girip onları sevinç içinde kucaklaşırken bulmuşlar.
Yıllarca özlemini
çektiği evlâdına kavuşan kadın, ağlasın mı, gülsün mü bilememiş. Ne yapacağını
şaşırmış. Hem oğlunu, hem de kızı sevgi ile bağrına basmış, Ondan sonra da
kırk gün kırk gece düğün yapıp, ölünceye kadar hep bir arada yemişler
içmişler, sefa sürmüşler.
Onlar muratlarına
ermişler. Mangala kömür, bizlere ömür demişler.
Gökten üç elma düşmüş.
Tavuklar başına üşüşmüş, hepsini yemişler, Allah'a şükür demişler. Onlar
muratlarına erdiler, biz de erelim demişler.
Bir varmış, bir
yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler
berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, sür sürenin, var
varanın, bağa destursuz girenin, âlemin başına çorap örenin, boş yere öfkelenenin,
durup dururken gülenin, baykuşu çok olurmuş, Ak sakal, kara sakal, pembe
sakal, çember sakal, keçi sakal, berber elinden yeni çıkmış taze, taptaze
sakal, Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamam
açsam dost ahbap hatırı. Hiç birisi kârım değil benim, Doğru söz, güzel söz,
derken başıma yıkıldı hamam, Dereden, siz ge-lin.Tepeden ben. Sandıktan siz
çıkın, sepetten ben. Tahta merdiven, taş merdiven, toprak merdiven. Ellerimde
eldiven çıktım taş merdivenden, Bir beyaz perde, perdeyi kaldırdım, köşede bir
hanım oturmuş. Şöyle ettim, böyle ettim hanımın tabanının altına bir fiske
vurdum. Su paluzesi gibi titriyor. Gün bitiyor, söz bitmiyor. Ne yapalım, ne
edelim? Kısa kesip masalımıza girelim.
Evvel zaman içinde,
bir padişah varmış. Padişahın üç oğlu, üç de kızı varmış. Günlerden bir gün,
padişah hastalanıp yataklara düşmüş, Hekimler, hocalar, ilâçlar, dualar para
etmemiş. Ölümün yaklaştığını anlayan padişah, üç oğlunu yanına çağırarak şöyle
demiş:
- Yakında öteki
dünyaya göç edeceğim. Ben öldükten sonra, mezarımın başında üç gün, üç gece
kim bekler ve düşmanımı
öldürürse yerime o geçsin. Kızlarımı da her kim isterse onlarla evlendirin,
Birkaç gün sonra
padişah hayata gözlerini yummuş ve büyük bir törenle, gözyaşları arasında
gömülmüş. Hemen o gece büyük oğlu, babasının mezarının başına gitmiş, Gece
yarısına kadar orada beklemiş. Derken uzaklardan, insanın tüylerini diken diken
eden bir ses duymuş. Neredeyse korkudan küçük dilini yutacakmış, büyük oğlan.
Pabuçlarını kaptığı gibi soluğu sarayda almış. Saraydakilere başına gelenleri
anlatarak, korktuğu için mezarın başında bekleyemediğini söylemiş.
Ertesi gece, ortanca
oğlan gitmiş babasının mezarının başına. O da ağabeyi gibi gece yarısına kadar
bek-i lemis. Ve tıpkı ağabeyi gibi,! o korkunç sesi duyunca soluğu sarayda
almış. Tabii ertesi gün, sıra küçük oğlana gelmiş Küçük oğlan, beline hançe
sokup babasının mezarının t gitmiş. Tam gece yarısına doğru, o da korkunç bir
ses duymuş. O da korkmuş ama, babasının isteğini yerine getirmek için sesin
geldiği yöne doğru ilerlemiş, Bir de ne görsün? Ağzından, burnundan alevler
fışkıran bir ejderha! Hemen hançerini çekmiş ve ejderhayı oracıkta
öldürmüş. Ancak, saraydakilerin kendisine
inanması için, ejderhanın kulağını kesmek istemiş. Ama, bir türlü dev hayvanın
kulağını bulamamış. Çünkü, ortalık çok karanlıkmış; göz gözü görmüyormuş, Bir
ışık bulmak için, etrafına bakınırken uzakta yanan titrek bir mum ışığı görmüş,
Işığa doğru ilerlemeye başlamış. Bir de bakmış ki, köşede yaşlı bir adam yan
gelip oturmuş. Elinde iki yumak varmış. Biri kara, diğeri akmış. Karayı
topluyor, akı açıyormuş.
Adı, Mehmet han olan
genç şehzade meraklanıp sormuş:
- Baba, elindeki
yumaklarla ne yapıyorsun? Yaşlı adam:
- Oğlum, demiş. Benim
işim, gücüm budur. Geceyi toplayıp, gündüzü salıyorum, demiş.
Mehmet Han:
- Benim işim daha bitmedi, demiş ve yaşlı
adamın elini kolunu bağlamış,
Şehzade, ışığa doğru
yürümeye devam etmiş. Bir kalenin dibine gelmiş. Bakmış ki, kırk kişi orada kös
kös oturup duruyor.
- Hey! Ne yapıyorsunuz
burada? diye sormuş. Adamlar:
- Biz kırk
haramileriz. Amacımız kaleyi soymak. Ama, bir türlü yolunu bulup kaleye tırmanamıyoruz!
demişler. Mehmet Han:
- Siz, bana bolca çivi
bulun, ben sizi kaleye çıkartırım, demiş.
Adamlar, koşup bir
sepet dolusu çivi getirmişler, Şehzade, eline bir çekiç alıp çivileri duvara
çaka çaka kalenin ta tepesine çıkmış.
Kırk haramilere,
yukarıdan:
- Siz de benim çıktığım gibi, teker teker
kaleye tırmanın! diye seslenmiş.
Kırk haramiler, onu
dinleyip birer birer kaleye tırmanmaya başlamışlar,
Mehmet Han, yukarı
çıkanın başını kesip bir kenara atmış. Kırkını da öldürdükten sonra, kaleyi
şöyle bir dolaşmaya çıkmış. Büyük bir saraya varmış. Kapıyı açıp, saraydan
içeriye girmiş. Bir de bakmış ki, kocaman bir yılan bir direğe sarılmış
duruyor. Hemen hançerini çekip, yılanı öldürmüş. Ama, hançeri o kadar hızlı
vurmuş ki; direğe saplanan bıçağı, ne kadar uğraştıysa da yerinden
oynatamamış. Fazla oyalanmadan merdivenleri birer ikişer çıkıp, sarayın üst
katına gelmiş, Karşısına çıkan ilk kapıyı açınca yatakta güzel bir kızın
uyuduğunu görmüş. Kapıyı yavaşça kapamış ve yanındaki odanın kapısını açmış.
Orada da güzel bir kız, mışıl mışıl uyuyormuş, O kapıyı da yavaşça kapatıp,
üçüncü bir kapıyı açmış.
Tunçlarla kaplı bu odada da çok güzel bir kız uyumaktaymış, Kız, diğer
kızlardan çok daha güzelmiş. Şehzade, bir görüşte aşık olmuş ona,
Mehmet han,
göreceklerini gördükten sonra kalenin üstüne çıkmış ve çaktığı çivilere basa
basa aşağıya inmiş. Elini kolunu bağladığı adamın yanına gelmiş.
Adam:
- Aman oğlum! demiş.
Nerelerde kaldın? Herkesin uyumaktan bir yerleri ağrıdı,
Mehmet Han, yaşlı
adamın elini ayaklarını çözünce, o da başlamış ak yumağı sarmaya, Böylelikle
Mehmet Han ejderhayı öldürdüğü yere vardığında gün iyice ısırmış, Mehmet Han,
hemen kılıcıyla ejderhanın kulağını kesip torbasına koymuş ve saraya dönmüş, O
yokken, büyük kardeşini padişah diye tahta oturtmuşlar! Hiç sesini çıkarmamış,
başından geçenleri de kimseye anlatmamış. Birkaç gün sonra, saraya bir aslan
gelmiş, Doğruca padişahın huzuruna çıkarak büyük kız kardeşiyle evlenmek
istediğini söylemiş,
Padişah:
- Ben, kardeşimi bir
hayvana vermem! demiş. Ama, Mehmet Han:
- Babamızın vasiyetini
unutuyorsunuz! diyerek ablasını, kolundan tutup aslana vermiş.
Aslan, kızı aldığı
gibi saraydan uzaklaşıp gitmiş, Ertesi gün, bir kaplan gelerek ortanca kız
kardeşini padişahtan istemiş, Padişah,
bu isteğe de çıkmış. Ama, Mehmet iE Han'ın zoru ile ortanca kız kardeşlerini de
kap-lana vermişler. Ondan 1 sonraki gün de bir kartal saraya gelip, padişahtan
küçük kız kardeşini istemiş. En küçük kardeşlerini de Mehmet Han'ın zoruyla
kartala vermişler, Kartal, kızı alıp götürmüş.
Biz, kalenin içindeki
saraya gelelim:
O saray, bir padişahın
sarayıymış. Padişah, sabah bahçede dolaşırken direkteki yılan ölüsüne
rastlamış. Adamlarına emir vererek, yılan ölüsünü kaldırtmış ve hançeri
güçlükle yerinden çıkartarak hazinesine koymuş, Padişah, gene dolaşırken kale
dibinde yatan haramilerin ölüsüne rastlamış,
Baş vezirine:
- Benim sarayıma girip
hançeriyle yılanı öldüren, düşmanımız değil dostumuzmuş, demiş. Baksana kırk tane
eşkıyayı öldürmüş. Eğer o olmasaydı bu haramiler, sarayımı soymuş olacaklardı!
Padişah, kırk
haramileri kimin öldürdüğünü buimak için çok uğraşmış, ama bulamamış.
Padişah:
- Bir hamam
yaptıralım! Herkes, bu hamamda parasız yıkansın! Hamama giren herkes, aranır,
Hançerin kını kimde çıkarsa, yılanı da kırk haramileri de öldüren odur, diye
emir vermiş. Hamam yapılmış. Duyanlar gelip yıkanmaya başlamışlar. Kısa bir
süre sonra hamamda yıkanmayan hiç kimse kalmamış. Baş vezir, padişaha:
- Şahım, demiş. Bu
hamamda sadece geçenlerde ölen komşu padişahın üç oğlu yıkanmadı. İsterseniz onları
davet edelim.
Bu fikir, padişahın da
hoşuna gitmiş ve hemen onları davet etmiş. Mehmet Han ve iki ağabeyi hamama
gelmişler. Mehmet Han'ın elbiseleri arasında hançerin kını bulunmuş. Padişah,
hemen Mehmet Han'ı huzuruna çağırtıp:
- Evlât, demiş. Sen,
bana büyük bir iyilik yaptın. Canımı, malımı, mülkümü kurtardın. Şimdi, dile
benden ne
dilersen!
Mehmet Han:
- Hakanım, demiş. Senden bir şey dilemem, ama
küçük kızını isterim.
Padişah:
- Oğlum, benden çok
güç bir şey istedin, demiş. Dilersen sana ortanca ya da büyük kızımı vereyim.
Ama, küçük kızımı vere- , mem. Çünkü, onu benden 1 "Rüzgâr Dev"
istemişti. Ben, razı olmadım ve Rüzgâr Dev, bir zarar vermesin diye
kızımı tunçtan bir odaya kapadım. Rüzgâr dev, hiçbir güçle yok edilemeyecek
bir yaratıktır. Onun için, gel vazgeç bu sevdadan!
Mehmet Han, ısrar
etmiş:
- Ne olursa olsun, ben
küçük kızınızı istiyorum! demiş.
Padişah, delikanlının
çok kararlı olduğunu görünce, küçük kızının Mehmet Han ile evlenmesine izin
vermiş.
İki genç, büyük bir
törenle evlenmişler. Mehmet Han, rüzgâr dev eşine bir zarar vermesin diye, onu
sarayının en sağlam, en iyi, penceresi, kapısı sıkı sıkıya örtülü odasına
yerleştirmiş. Ve yanından hiç ayrılmamış,
Günlerden bir gün,
Mehmet Han eşine:
- Sultanım, demiş.
Şimdiye kadar yanından hiç ayrılmadım. İzin verirsen, ormanda bir saat kadar
avlanayım.
Kız, her ne kadar:
-Aman şehzadem! Beni
yalnız bırakma! diyeyalvar-mışsa da sonunda:
- Peki. Ama, sakın bir
saatten fazla ormanda kalma! demiş.
Mehmet han, silâhlanıp
atına atlayarak ormana ava gitmiş, Rüzgâr dev, günlerden beri Mehmet Han'ın
saraydan ayrılmasını bekliyormuş. Hemen saraya girmiş ve Mehmet Han'ın eşini
kaptığı gibi, bir anda kendi sarayına uçurmuş, Mehmet Han, saraya geldiğinde
kara haberi öğrenmiş. Atına atlayarak, eşinin babasının sarayına gitmiş,
Durumu anlatmış.
Padişah:
- Oğlum, demiş. Ben
sana söylemiştim! O hınzır rüzgâr dev, kızımı kaçırdı! Yapacak hiçbir şey yok
artık!
Büyük bir üzüntüye
kapılan Mehmet Han, kendini yerden yere atarak ağlamaya başlamış, Padişah:
-Yapma oğlum! demiş.
Sana diğer kızlarımdan birini vereyim.
Mehmet Han:
- Hayır Şahım, demiş, Ben ne yapıp, ne edip
eşimi rüzgâr devin elinden kurtaracağım.
Ve atına atladığı gibi
yola çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş,
Dere, tepe düz gitmiş, Günlerden bir gün, bir ovada ilerlerken bir köşk görmüş,
Bu köşk, büyük kız kardeşinin köşküymüş. Mehmet Han, atını köşke doğru sürmüş.
Köşkün pencerelerinden birinden Mehmet Hanın büyük kız kardeşi, dışarıyı
seyredi-yormuş. Bir atlının dörtnala köşke doğru yaklaştığını görünce, çok
şaşırmış. Çünkü, buralara yabancılar gel-mezmiş. Atlı, köşke yaklaştığı zaman
kız, gelenin kardeşi olduğunu anlamış. Hemen kapıyı açarak, onu karşılamış,
Sarmaş dolaş olmuşlar.
Ancak, akşam olup da
hava kararınca ablası Mehmet Han'a:
- Kardeşim, demiş. Şimdi kocam aslan gelir. Ne
de olsa bir hayvan. Belki sana zarar verebilir. En iyisi seni saklayayım.
Kardeşini, güvenli bir
yere saklamış. Akşam olunca, aslan gelmiş. Mehmet Han'ın ablası, kocasının
ağzını aramak için sormuş:
- Sevgili eşim, eğer
kardeşlerimden biri bizi ziyarete gelseydi, nasıl karşılardın?
Aslan, homurdanarak
konuşmuş:
- Büyük kardeşin
gelirse, bir pençe darbesiyle onun canını alırdım. Ortanca kardeşin gelse onun
da canını cehenneme gönderirdim. Ama, küçük kardeşin Mehmet Han gelse, sabaha
kadar ellerimin üstünde uyuturdum, Çünkü, seni bana o verdi. O bana öz kardeşim
kadar yakındır! demiş, Kız, gülerek:
- Öyleyse müjde! demiş, Küçük kardeşim Mehmet
Han, burada!
Aslan:
- Hani nerede? Haydi,
getir göreyim! demiş.
Kadın, hemen Mehmet
Han'ı saklandığı yerden çıkartarak aslanın yanına getirmiş.
Dereden tepeden
konuştuktan sonra aslan:
- Sevgili Mehmet Han, nereden gelip nereye gidiyorsun?
diye sormuş.
Mehmet Han da başından
geçenleri anlatmış, Bunun üzerine Aslan:
- Rüzgâr devin adını,
ününü ben de duydum. Ama, nerede olduğunu bilmiyorum. Hem, sen onunla başa çıkamazsın.
Gel, vazgeç bu işten! demiş.
Ama, Mehmet Han aslana
kararının kesin olduğunu, ölse bile bu işten vazgeçmeyeceğini söylemiş. O gece,
orada kalmış, Ertesi sabah, atına atladığı gibi çıkmış gene yollara.
Az gitmiş, uz gitmiş.
Karşısına gene bir köşk çıkmış. Köşkün penceresinden bakan bir kız, acaba tozu
dumana katarak gelen bu atlı kimdir, diye merakla bakıyormuş. Bu köşk de
Mehmet Han'ın kaplan ile evlenen ortanca kız kardeşininmiş! İki kardeş, sevinçle
kucaklaşmışlar.
Akşama doğru, kız:
- Sevgili kardeşim,
demiş. Birazdan kaplan gelecek. Sana, bir zararı dokunabilir. Onun için en
iyisi seni saklayayım.
Kardeşini, bir yere
gizlemiş. Çok geçmeden kaplan gelmiş. Mehmet Han'ın ortanca kız kardeşi,
kaplana sormuş:
- Şimdi kardeşlerimden biri köşke gelseydi, ne
yapardın?
Kaplan, homurdanarak
cevap vermiş:
- Büyük kardeşinle, ortancası gelselerdi parça
parça ederdim. Ama, küçük kardeşin Mehmet Han gelseydi, sabaha kadar
dizlerimin üstünde yatırırdım. Çünkü, seni bana o verdi,
Kız, hemen
Mehmet Han'ı gizlediği yerden çıkartarak kaplanın yanına getirmiş:
- İşte,
Mehmet Han, demiş,
Kaplan, karısının kardeşini çok iyi karşılamış,
Ne ikram edeceğini,
nasıl davranacağını şaşırmış:
- Sevgili kardeşim,
demiş, Nereden geldin, nerelere gidiyorsun. Anlat bakalım?
Mehmet Han, başına
gelen olayları, rüzgâr devin karısını nasıl kaçırdığını baştan sona anlatınca,
kaplan:
- Vallahi kardeşim,
demiş. Ben de rüzgâr devin adını, sanını, ününü duydum. Ama, nerede yaşadığını
bilmiyorum. Yalnız beni dinleyecek olursan, onu aramaktan vazgeç. Başına bir
iş gelmesin, demiş.
Ama, Mehmet Han
kararını vermiş bir kere, Dinlememiş kaplanı. O gece kaplanlarda kaldıktan
sonra, ertesi sabah atına atladığı gibi çıkmış yollara. Orası benim, şurası
senin, demeden gitmiş, gitmiş. Beklemek zordur, ama masallarda zaman çabuk
geçer.
Bir ovada karşısına
bir köşk daha çıkmış. Burası da küçük kız kardeşinin köşküymüş.
Kız, pencereden Mehmet
Han'ı görünce:
- Ah sevgili kardeşim! Nerelerden geldin? diye
sevinçle aşağı inerek onu karşılamış.
Sarmaş dolaş olmuşlar,
Akşama kadar sohbet etmişler. Akşam, hava kararınca kız:
- Sevgili ağabeyim,
demiş. Birazdan kartal gelecek. Ne de olsa bir hayvan. Sana, bir zararı
dokunmasın.
Onun için, seni
saklayayım,
Ağabeyini, bir yere
gizlemiş. Çok geçmeden kartal, kocaman kanatlarını çırpa çırpa köşke inmiş.
Kız, kartala:
- Sevgili eşim, diye sormuş. Kardeşlerim
buraya gelseydi, ne yapardın?
Kartal:
- Eğer büyük ve ortanca kardeşlerin gelseydi, pençelerime taktığım gibi yedi
kat gökyüzüne çıkartır, sonra
da bırakırdım
onları. Küçük kardeşin gelseydi, onu
kanatlarımın üstünde misafir ederdim, demiş.
Kız, ağabeysini
sakladığı yerden çıkartmış, Kartalın yanına getirmiş.
Kartal:
- Vay sevgili
kardeşim, demiş. Buralara kadar nasıl gelebildin, hiç korkmadın mı?
Mehmet Han, başından
geçenleri ve rüzgâr devi bir bir anlatmış kartala.
Kartal:
- Oğlum, demiş. Rüzgâr
devin sarayı buradan yedi dağ
ötededir. Oraya gitmen hem çok zor, hem de çok tehlikelidir.
Mehmet Han, diretmiş:
- Kararım kesindir
kartal. Ya öleceğim ya da rüzgâr devi öldürüp, karımı kurtaracağım,
Kartal, bakmış ki
Mehmet Han sözünden dönecek gibi değil:
- Peki, demiş. Yalnız, sakın ona görünme. Eğer
seni görürse, hemen öldürür. Hiç gözünün yaşına bakmaz. Hem rüzgâr devin, nereden
gelip, nereye gideceği hiç belli olmaz. Adı üstünde: Rüzgâr dev! Kendini iyi
kolla!
Genç şehzade, geceyi
kartalın köşkünde geçirmiş. Sabah, şafakla beraber düşmüş yollara. Bir dağ, iki
dağ, üç dağ, dört, beş, altı derken yedinci dağa varıp ulaşmış. Dağın taa
tepesinde uçsuz bucaksız bir saray, rüzgâr devin sarayı! Uğraşa, didine en
sonunda saraya varmış, Bir de ne görsün, karısı pencerede değil mi?
Kadın, Mehmet Han'ı
birden bire karşısında görünce hem şaşırmış, hem sevinmiş, hem de çok korkmuş:
- Aman şehzadem! Buralara kadar nasıl geldin?
Rüzgâr dev, seni görmesin! Öldürür, demiş.
Mehmet Han, pencerenin
altına gelerek kollarını açıp:
- Sevgili eşim! demiş,
Hiç korkma, hemen atla; seni, buralardan kurtarayım.
Prenses, pencereden
Mehmet Han'ın kollarına atlamış ve:
- Rüzgâr dev, üç
günlük uykusuna yattı, hemen buradan kaçalım! demiş.
Mehmet Han, eşini atın
terkisine alarak dörtnala, saraydan uzaklaşmış. Aradan üç gün geçmiş. Rüzgâr
dev, uykusundan uyanmış,
Kızın odasının
kapısına gelerek:
- Sultanım, kapıyı
azıcık aç ta yüzünü bir kez olsun bana göster! diye yalvarmış.
Bir süre bekledikten
sonra, odadan hiç ses seda çıkmadığını fark etmiş. Kapıyı kırıp, içeri girmiş,
Her şeyi anlayan, rüzgâr dev:
- Hele biraz daha yol alın, bakalım benim elimden
kurtulabilecek misiniz? diye söylenmiş. Oturup, biraz düşündükten sonra,
kalkıp Mehmet Şah ile eşinin peşine düşmüş. Çok geçmeden yetişip, yakalamış
onları ve hiç acımadan Mehmet Han'ın başını gövdesinden ayırıvermiş.
Zavallı prenses,
rüzgâr deve:
- Madem, onu hiç
acımadan öldürdün, bari başını ve vücudunu atının heybesine koy, Belki birisi
görür, acıyıp gömer. Buralarda kalırsa kurtlara, kuşlara yem olur, demiş,
Dev, kızın istediğini
yapmış. Kız, atın iki gözünü öptükten sonra:
- Yâ! Güzel at, onu
evine götür! demiş.
_ At, dört nala oradan
uzaklaşmış, Rüzgâr
dev, kızı aldığı gibi
bir solukta saraya götürmüş. Kız, kızgınlığından odasına kapanmış. Dev, ne kadar yalvarıp
yakardıysa da, eskiden olduğu | gibi,
ona yüzünü bile göstermemiş.
Mehmet Han'ın atı,
küçük kız kardeşinin köşküne gitmiş,Kız, abeysinin atının kapıya geldiğini
görünce, endişeyle dışarıya
koşmuş. Heybede kardeşinin ölüsünü görünce, inci gibi gözyaşları dökerek
ağlamaya başlamış.
Akşam, kartai eve
geldiğinde karısının gözlerinin ağ-iamaktan şiştiğini görünce sormuş:
- Suitanım, nedir bu
haiin? Niçin ağladın bu kadar?
Kız, Mehmet Han'ın
ölüsünü gösterince, kartal bütün olup biteni anlamış. Kuşların kralı kartal,
hemen her tarafa haber salmış. Yeryüzünde ne kadar kuş varsa sarayına
toplamış,
- Ey kuşlar! Aranızda cennet bahçesine
gideniniz var mı? Kim gittiyse, yanıma gelsin!
Bir kuş:
- Efendim, üç dağ, iki
ova, dört göl ve beş nehir ötede çok yaşlı bir akbaba var. Belki o gitmiştir,
demiş.
Kartal:
- Hepiniz sarayıma geldiğiniz halde o niçin
gelmedi? diye sorunca kuş:
- Sayın kralımız,
akbaba çok yaşlıdır. Buraya kadar gelemez, demiş,
Kartal:
- Biriniz, sırtına
bindirip getirsin! diye emredince güçlü kuvvetli, kocaman bir kuş yola çıkmış.
Çok geçmeden, yaşlı
akbabayı sırtına alıp, kartalın huzuruna çıkartmış.
Kartal:
- Ey akbaba! Sen, hiç
cennet bahçesine gittin mi?
Saçları dökük,
gözlerinin ışığı sönmüş, boynu bükük yaşlı akbaba, kanadıyla kel başını
kaşımış. Biraz düşündükten sonra:
- On iki
yaşlarımdayken, bir kere gitmiştim, demiş. Kartal:
- Öyleyse gene git ve
bana bir şişe cennet suyu al! diye emir vermiş.
Akbaba:
- Ben oraya kadar
nasıl uçarım? demiş. Kartal:
- Buraya kadar nasıl
geldiysen, öyle! demiş.
Yaşlı akbaba, gene o
güçlü kuvvetli kuşun sırtına | binmiş. Cennet bahçesine gidip, oradan bir şişe
cennet | suyu getirmiş. Kartal, Mehmet Şahın kesik başını gövdesinin üstüne
düzgünce koymuş. Kesik yerlere cennet suyunu, dikkatlice sürmüş. Şehzade, bir
uykudan uyanır gibi, canlanıp kendine gelmiş.
- Ben neredeyim? diye
şaşkın şaşkın etrafına bakınmış. Kartal:
- Oğlum, ben sana
söylemedim mi? demiş. Bu dev, seni sağ bırakmaz! diye, Başını gövdenden
ayırmış! Atının heybesinin içinde bulduk! Gel, vazgeç bu işten. Dev, seni
yakalarsa gene öldürür.
Fakat, Mehmet Şah
"İlle de tekrar gideceğim!" diye tutturunca, Kartal:
- Madem bu kadar istiyorsun, git. Ama, oraya
varır varmaz hemen karını alıp kaçmaya kalkma. Ne yap, ne et devin sırrını
öğren! Belki, bu sır sayesinde rüzgâr devi öldürür ya da etkisiz bir hale
getirebilirsin! demiş.
Mehmet Şah, atına
atladığı gibi rüzgâr devin sarayının yolunu tutmuş, Karısını, yine pencerede
beklerken bulmuş, Kartalın, onu nasıl canlandırdığını anlattıktan
sonra:
- Ben, karşı ki
dağların ardında saklanacağım. Sen, bir yolunu bulup rüzgâr devin tılsımını
öğren, demiş,
Prenses, Mehmet Şah
gittikten sonra, kendisini görmek için kapıya gelen rüzgâr deve:
- Çekil, git
karşımdan! demiş. Üç gün, üç gece uyuyor, bir gün uyanık kalıyorsun! Sonra
gene üç gün, üç gece uyuyorsun! Bu odada tek başıma kalıyorum! Neredeyse canım
sıkıntıdan pat diye patlayacak!
Dev, uzun zamandan
beri kendisiyle tek kelime bile konuşmayan kızın söylediklerini işitince çok
sevinmiş:
- Aman Sultanım, demiş, Emret, ne istersen yapayım.
Seni eğlendireyim; yeter ki canın sıkılmasın.
Kız:
- Senden ne isteyeyim!
Dev bir rüzgârsın sen. Senin ne eğlencen oiur ki. Gezip dolaşırsın sadece!
Senin tılsımın nedir? Bana göster de bari senin ne olduğunu an-iayayım. O
zaman belki canımın sıkıntısı biraz olsun azalır, demiş.
Dev:
- Sultanım, benim tılsımım çok uzaklardadır,
Hem, oraya kimse gidemez. Buradan çok uzakta bir ada var. Adada bir öküz,
öküzün karnında altın bir kafes, altın kafesin içinde bir beyaz güvercin
vardır. İşte, benim tılsımım bu beyaz güvercindir.
Rüzgâr dev, prensesin
kendisini merakla dinlediğini fark edince, tılsımını anlatmaya devam etmiş:
- Mehmet Şahın, küçük
kız kardeşinin köşkünün karşısında yüce bir dağ vardır. Bu dağın tam
tepesindeki çeşmeye, her sabah su içmek için kırk tane deniz aygırı gelir. Eğer
birisi, bu aygırlardan birini, su içerken - sudan başını kaidırıncaya kadar-
nallayıp, eyerleyip, yular takıp, üstüne binebilirse, o aygır üzerindeki
adamın her dileğini yerine getirir, İstediği yere de götürür, demiş.
Kız, öğreneceklerini
öğrendikten sonra:
- Hadi canım! Böyle
garip tılsım mı olurmuş! diyerek kapıyı devin suratına kapatmış.
Prenses, rüzgâr devin
tılsımını olduğu gibi Mehmet şaha anlatmış. Mehmet Şah, vakit kaybetmeden küçük
kız kardeşinin köşküne gitmiş. Devin tılsımını, kartaia anlatmış, Kartal, beş
tane kuş çağırarak:
- Fazla oyalanmadan
Mehmet Şahı karşıdaki dağın tepesindeki çeşmeye götüreceksiniz. Aygırlardan
biri su içerken, nallayıp, eyerleyip, yular takıp, Mehmet Şahı üstüne
bindireceksiniz, demiş,
Kuşlar, hemen Mehmet
Şahı dağın tepesine çıkartmışlar. Çeşmenin başına pusu kurup beklemeye başlamışlar.
Derken kırk aygırdan biri, çeşmeye yanaşıp su içmeye başlamış. Kuşlar ve
Mehmet Şah, hemen harekete geçmişler. Deniz aygırı, sudan başını kaldırmadan
nallanmış, eyerlenip yular takılmış ve
Mehmet Şah üstüne binmiş.
Aygır, konuşmuş:
- Emret sultanım!
Mehmet Şah:
- Beni, rüzgâr devin
tılsımının bulunduğu adaya götür, demiş,
Mehmet Şah, gözünü
açıp kapayıncaya kadar kendisini adada bulmuş. Deniz aygırının yularından
tutarak, adada dolaşmaya başlamış. Karşısına yaşlı bir adam çıkmış.
- Oğlum, sen bu ıssız
adaya nerelerden geldin? diye sormuş.
Mehmet Şah:
- Gemim battı, ben de yüze yüze bu adaya
çıktım. Peki, sen kimsin? demiş.
Adam:
- Ben, rüzgâr devin
uşağıyım, Burada yaşıyorum, Rüzgâr devin burada bir öküzü
var. Ona bakarım. Sen de bana yardımcı
olur musun? demiş.
Mehmet Şah, bu teklifi
kabul ederek adamın yanında çalışmaya başlamış. Görevi, öküzün su içtiği
havuzu suyla doldurmakmış. Birkaç gün bu şekilde çalışmış, Bir gün, yaşlı adam
yokken bir kenara yığılı şarap fıçılarını havuza boşaltmış. Devin öküzü,
susayınca su niyetine havuzdaki şarabı içmiş. Birkaç adım attıktan sonra,
saklanıp yere düşmüş. Mehmet Şah, hemen öküzün karnını yarıp içindeki altın
kafesi çıkarmış. Bir köşeye gizlediği deniz aygırına binerek:
- Rüzgâr devin
sarayına gidelim! demiş.
Demesiyle birlikte
kendisini rüzgâr devin sarayında, eşinin karşısında bulmuş.
Prenses:
-Aman Şehzadem! demiş,
Hemen kaçalım, dev uykuda,
Hemen deniz aygırına
atlayıp, yola çıkmışlar. O sırada rüzgâr dev uyanmış. Bakmış ki, prenses yok:
- Eyvah, Mehmet Şah
gene kaçırdı onu! Ben gösteririm şimdi ona, diye düşmüş peşlerine. Çok
geçmeden de yetişmiş.
Prenses, devin
rüzgarını hissedince:
- Eyvah! Rüzgâr dev
bize yetişti! demiş. Mehmet Şah:
- Şimdi ne yapacağız!
Yetişirse, beni gene öldürür! demiş.
Deniz aygırı:
- Korkmayın! Kafesteki
beyaz güvercinin kafasını kopartırsanız, hiçbir şey olmaz, demiş.
Mehmet Şah, hemen
kafesteki beyaz güvercinin başını gövdesinden ayırıvermiş. Kopartmasıyla rüzgâr
dev, korkunç gürültüler çıkartarak ölmüş.
Mehmet Şah ve prenses,
ilk önce kartalın, sonra kaplanın, sonra da aslanın köşklerine uğramış. Her
biriyle görüşüp helâlleşmiş. Sonra da eşinin babasının sarayına gitmişler.
Padişah, kızını ve damadını tekrar karşısında görünce sevincinden deliye
dönmüş. Kızı ve Mehmet Şah için, yeniden kırk gün, kırk gece süren büyük bir
düğün düzenlemiş,
Mehmet Şah'ın
kahramanlığı, bütün ülkelerde duyulmuş. Sarayına döndüğü zaman, halk onu büyük
bir sevgiyle karşılamış. Vezirler kurulu, babasının dileğini yerine getirdiği
için, Mehmet Şah'ı büyük oğlanın yerine padişah ilân etmişler.
Onlar ermiş muradına,
biz çıkalım kerevetine.
Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde. Develer iken,
pireler berber iken. Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Devler, cüceler,
padişahlar, şeh-za deler, krallar, prensler, prensesler, bir çalgı bir kıyamet.
Herkes Tanrıya emanet, ülkelerden birinde yaşayan üç yoksul kız kardeş varmış.
Üç kardeş, her gece sabaha kadar dikiş diker, nakış işler, pamuk bükermiş.
Seri bah içlerinden biri, bunları götürüp pazarda satarmış.
Padişah bir gün, üç
gün boyunca geceleri ışık yakıl-mamasını, her kim yakarsa şiddetli bir şekilde
cezalandırılacağını duyurmuş. Bu emrini tellâllar aracılığıyla, bütün ülkeye
duyurmuş.
Zavallı kız kardeşler,
bu duyuru karşısında şaşırıp kalmışlar. Eğer, gece çalışmazlarsa
pazarda satacak bir şeyleri olmaz ve aç kalırlarmış. Çaresiz, pencerelere kalın
perdeler takıp titrek bir mum ışığı altında çalışmalarına devam etmişler.
Bu yasağın üçüncü
gecesi,
padişah yanına iki
adamını almış ve emrinin dinlenip dinlenmediğini kontrole çıkmış, Şehirde
dolaşırken, kızların evinin önünden geçiyormuş. O sırada kızlar, gene titrek
bir mum ışığı altında dikiş dikip, nakış yapıp, pamuk büküyorlarmış. Aksilik bu
ya, perdelerden biri hafifçe aralıkmış. Padişah, mum ışığını görünce küplere binmiş. Ama,
yanındakiler:
- Padişahım, acele
etmeyelim, Bakalım, sizin buyruğunuzu dinlemeyenler kimlermiş, demişler.
Padişah, bu teklifi
kabul etmiş. Pencerenin altına yaklaşarak evi dinlemeye başlamışlar.
Kızlar, her şeyden
habersiz hem işliyor, hem de aralarında dertleşiyorlarmış. Büyükleri:
- Ah, ne olurdu sanki.
Padişahın aşçısı ile evlensem de bol bol yemek yesem, demiş.
Ortanca:
- Ben de terzisi ile
evlensem de her gün, yeni yeni elbiseler giysem, demiş.
En küçüğü:
- Ben, padişah ile evlenecek olsaydım, güldükçe
güller açan, ağladıkça inciler dökülen çocuklar doğururdum, demiş.
Padişah, bunda bir
hayır var, diye düşünmüş, Ertesi 9ün, üç kız kardeşi sarayına çağırtmış, Büyük
kız aşçı ile, ortanca terzi ile ve küçük kız da padişah ile kırk gün, kırk gece
süren bir düğünle evlenmişler. Büyük kız istediği yemeklere, ortanca elbiselere
ve zamanı gelince küçük kız da nur topu gibi bir oğlan, bir de kız çocuğa kavuşmuş.
Ablaları, doğan çocukların gerçekten gülünce güller açtığını, ağlayınca ortalığa inciler saçtığını
görünce, onu hem kıskanmış, hem de rahatları bozulur diye : korkmuşlar, Saray
ebesinin avucuna paralar dökerek:
- Ne yaparsan yap, ama
bu iki çocuğu yok et! Perili midir, cinli midir, nedir? Hepimizin başına bir
dert ge-tirmesinler, demiş,
Ebe:
- Siz merak etmeyin,
ben bu işin çaresine bakarım, demiş,
Ebe, padişahın iki
bebeğini, iki tane köpek yavrusuyla değiştirmiş, Çocukları, şehir dışında, bir
bahçeye bırakmış, Padişah, karısının iki köpek yavrusu doğurduğunu duyunca,
hiddetinden küplere binmiş, Zavallı kadını şehrin orta yerinde yarı beline
kadar toprağa gömdürerek cezalandırmış. Kadıncağız, ne olduğunu anlamadan
ağlar dururmuş.
Biz, gelelim zavallı
iki bebeğe. Hain ebenin, bebekleri bıraktığı yer, yoksul bir bahçıvanın
bahçesiymiş. Bahçıvan, çiçek yetiştirerek hayatını kazanıyormuş. Adam, bahçede
gezerken bir kutunun içinde iki bebek bulunca:
- O kadar istedik,
çocuğumuz olmadı! Herhalde bu iki bebeği, bize yüce Tanrı gönderdi, demiş.
Yoksul bahçıvan, kızla
oğlanı aldığı gibi, sevinçle kulübesine koşmuş. Bahçıvanın karısı, bir göğsünü
kıza, bir göğsünü oğlana vermiş, Allah tarafından kadına süt
gelmiş, İki bebek
başlamışlar şapur şupur kadıncağızın memelerini emip, karınlarını doyurmaya.
Aradan çok geçmemiş,
oğlan gülmüş etrafta güller açmış. Kız, ağlamış her gözyaşı birer inci tanesi
olup ortalığa yayılmış.
Bahçıvan ve karısı:
Tanrı'ya şükürler olsun! Hem iki evlât sahibi, hem de zengin olduk, diye
sevinmişler.
Bahçıvan, mevsimi
olmadığı halde açan rengârenk gülleri sepetine doldurduğu gibi padişahın
sarayına götürmüş. Padişah, mevsimsiz
yetiştirirlen gülleri görünce çok şaşırmış, Hepsini salın alarak, saray halkına
dağıtmış. Bahçıvana:
- Bu gülleri böyle mevsırrtsiz
yetiştirmeyi nasıl başardin? diye sormuş.
Bahçıvan, çocuklardan
hiç bahsetmeden:
- Uğraştım, didindim, Tanrının izniyle başardım
sultanım, demiş.
Ama, kentin orta
yerinde yarı beline kadar gömülü
ablaları, her şeyi anlamışlar,
Ebeyi çağırıp:
- Bu güller, o
çocukların işi. Hani sen onları kuş uçmaz, kervan geçmez, ıssız bir yere
bırakmıştın! Demek ki yaşıyorlar! Ne yap, ne et nerede olduklarını öğren! Yoksa
her şey ortaya çıkacak! demişler.
Ebe, telâş ve korku
içinde çocukları bıraktığı bahçeye koşmuş. Bir de bakmış ki bahçıvanın karısı
biri oğlan, öteki kız iki çocuğu emziriyor, Yanına yaklaşıp:
- Maşallah kızım, bu
çocuklar ne kadar da gürbüz, demiş. Bahçıvanın karısı, saf saf:
- Anacığım, yıllarca
Tann'ya bir çocuğum olsun diye yalvardım, yakardım olmadı.
Ama, bir gün kocam
bahçenin yanında, derenin kenarında bir kutu içinde bunları buldu.
Çocukları kutudan
alıp, göbeklerini kestim. Göğüslerime süt geldi, emzirdim. Kundaklayıp
uyuttum. O gün bugündür büyütüyorum, demiş.
Ebe:
- Evlâdım, duyduğuma
göre, oğlan güldüğü zaman bahçede güller açıyor, kız ağlayınca ortalığa inciler
saçılıyormuş. Hattâ, kocan bu güllerden saraya getirerek padişaha sattı, demiş.
Kadın, gene saf saf
kötü yürekli ebeyi doğrulamış:
- Evet, nineciğim.
Dediklerin doğrudur.
Ebe, etrafına kuşkulu
gözlerle baktıktan sonra bahcıvanın karısına iyice yaklaşıp:
- Bak evlâdım, sana
bir sır vereyim. Bu çocuklar büyülüdür. Eğer, peri padişahı onların sizin
elinizde olduğunu öğrenirse senin de kocanın da başına ummadığınız kötülükler
gelebilir Hayatınızdan bile olursunuz. Onun için, ne yapıp yapıp bu çocukları
başınızdan defedin, demiş.
Ebenin
anlattıklarından korkan kadın, akşam kocasına olanı biteni anlatmış, Adam da,
çok korkmuş. Düşünmüş, taşınmış en sonunda çocukları alarak uzaktaki bir
mağaraya bırakmış. Ağlaya sızlaya evine dönmüş.
Çocuklar, hiçbir
şeyden habersiz mağarada aksamı etmişler. Akşam, karanlık çökmeden mağaraya iki
yavrusuyla birlikte bir dişi geyik gelmiş. İki insan yavrusunu görünce pek
hoşuna gitmiş ve kendi yavrularıyla birlikte onları da emzirmeye başlamış.
Masallarda zaman çok
çabuk geçer. Çocuklar, geyiğin sütünü eme eme sekizer yaşlarına gelmişler. O
vakte kadar kız ağladıkça ortalığa dökülen inciler, mağaranın yarısını
doldurmuş. Oğlan güldükçe açan güller, mağaranın etrafını cennete çevirmiş. O
zamana kadar hiç insan görmedikleri için, çocuklar konuşmayı öğrenememişler.
Birbirleri ile el kol işaretleriyle anlaşmışlar. Günlerden bir gün,
mağaralarının dışında da bir dünya olabileceğini düşünmüşler. Oğlan, bir gün
geyiğin gittiği yolu izleyerek şehrin yolunu öğrenmiş. Şehre inince kurulan
pazarları, alışveriş
yapan, konuşan insanları görmüş. Dil; bilmediği için, hiçbir şey anlamamış.
Kuyumcunun camından bakarken, incilere karşılık yiyecek içecek verili diğini
öğrenmiş. Hemen bir inci verip, kendisi ve kardeşi için giyecek, yiyecek almış.
Mağaraya dönmüş ve iki j kardeş elbiseleri giyinip, yiyecekleri güle oynaya yemişler.
Çocuk, kardeşine kentte öğrenebildiği dili öğretmeye başlamış.
Ertesi gün oğlan,
yanına birkaç inci alıp düşmüş şehir yoluna, Pazara giderek yiyecek ve giyecek
bir şeyler alıp, dönmüş mağaraya. Günler bu şekilde birbirini ko1valaya dursun,
oğlan da kız da konuşmayı öğrenmişler. Oğlan, şehirde kendisine bir çok arkadaş
edinmiş. Onlar gibi ata binmeyi, avlanmayı öğrenmiş. On dört yaşına j gelince
usta bir avcı olmuş.
Bir gün oğlan ormanda
avlanırken, padişah onu görmüş.
Yanındakilere:
- Ne güzel bir çocuk!
Hemen kim olduğunu öğrenin! demiş.
Uşaklardan biri, hemen
çocuğun yanına yaklaşıp:
- Beyim, maşallah ne
kadar çok hayvan avlamışsınız? diye, söze başlamak istemiş,
Oğlan:
-Tanrı'nın yarattığı
çok, Avlanmak için size de yeter, bana da! Deyip atıyla oradan uzaklaşmış,
Padişah, saraya
dönmüş. Çocuğa olan tutkusundan, padişahı ateşler basmış, Hastalanıp yataklara
düşmüş, Hekim başına:
- Avda gördüğüm çocuk yüzünden beni ateşler
bastı, yataklara düştüm, demiş.
Padişahın bu sözü,
kötü kalpli iki kız kardeşin kulaklarına gitmiş. Hemen ebeyi çağırtıp:
- Padişahın hastalanmasına sebep olan, olsa olsa kendi oğludur. Hemen
onu ve kız kardeşini bulup
ortadan kaldır, Yoksa her şey anlaşılır ve padişah üçümüzün de kellesini
uçurur! demişler.
Ebe:
- Ama, nasıl olur!
Bahçıvan, onları ıssız bir mağaraya bırakmıştı. Aradan bunca yıl geçti.
Açlıktan şimdiye kadar çoktan ölmüş olmaları gerekir, Ama, gene de gidip
bakayım, demiş.
Ebe, mağaranın yolunu
tutmuş. Mağaraya gelince güller ve inciler arasında oturan kızı görmüş.
Kız:
- Hoş geldin
nineciğim! diye, ebeyi karşılamış. Ebe:
- Ah kızım, dağ
başındaki bu mağarada tek başına mı yaşıyorsun?
- Hayır, nineciğim.
Bir de erkek kardeşim var.
- Gündüz burada canın
sıkılmıyor mu?
- Hayır, niçin sıkılacakmış? Burada kendi
kendime eğleniyorum,
- Peki, kardeşin seni
çok sever mi?
- Sevmez oiur mu?
Kardeşim tabii!
- Öyleyse sana bir şey söyleyeyim, Akşam, erkek
kardeşin gelince avaz avaz ağla. O, sana ne olduğunu sorduğu zaman, nazlan ve
daha çok ağla. Tabii senin üstüne düşecek, gene ne olduğunu, niçin ağladığını
soracaktır, O zaman, ben Dil Rüküş Hanımın dikenini isterim, diye tuttur.
Dünyada ondan eğlenceli şey yoktur, demiş.
Kız:
- Peki nineciğim,
demiş, Doğrusu Dil Rüküş Hanımın dikenini çok merak ettim.
Kötü kalpli ebe,
mağaradan uzaklaşmış, Akşam, avdan dönen çocuk bir de bakmış ki kız kardeşi,
iki gözü iki çeşme ağlıyor. Ne olduğunu, niçin ağladığını sorduysa da, kız
cevap vermemiş.
Durmadan ağlıyormuş,
Oğlan, kardeşine yalvararak:
- Ne istersen
yapacağım, ne dilerse yerine getireceğim! Ne olur, ağlama, diye yalvarmış.
Kız:
- Kardeşim, ben Dil
Rüküş Hanımın dikenini istiyorum.
Eğer, onu bulup
getirmezsen ağlaya ağlaya kendimi öldürürüm, demiş.
Çocuk, şaşırmış:
- Kardeşim, benden hiç bilmediğim, duymadığım
bir şey istedin, Ama, madem ki bu kadar çok istiyorsun, elimden geleni yaparım.
Dünyanın öbür ucunda da olsa Dil Rüküş Hanımın dikenini bulup, sana
getireceğim, demiş,
Çocuk, sabah erkenden
şehre gitmiş, Güzel silâhlar ve güçlü bir at satın almış. Atın heybesini,
yiyecek ve içeceklerle doldurmuş, Mağaraya dönüp, yiyeceklerin yarısını kız
kardeşine bırakmış. Dil Rüküş Hanımın dikenini bulmak için, düşmüş yollara.
Az gitmiş, uz gitmiş,
Dere tepe düz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş, Gide gide bir peri padişahının, ülkesine
ulaşmış. Bu üikede, karşısına kuş açmaz kervan geçmez, yılan bağırsağını
sürmez çok tehlikeli yerler çıkmış. Amal kız kardeşine söz verdiği için, bütün
engelleri teker teker aşmış, En sonunda yol, iz olmayan bir ovada bulmuş I
kendisini. Ovanın ortasında çok güzel, kocaman bir sa ray varmış. Sarayın
önünde de kocaman bir dev yatn yormuş.
Çocuk, atını sürüp
hemen devin yanına yaklaşmış. Atından atlayarak devin ellerini öpmüş:
- Dünya ahret benim
anam ol! demiş.
Bu sözler ve oğlanın
kibar davranışı devin çok hoşu-? na gitmiş:
- Ben, seni yerdim
ama, benim elimi öptün, Sen d benim dünya ahret oğlum ol. Söyle bakalım, derdin
njj dir? Buralara kadar niçin geldin?
Çocuk, hikâyesini
anlatmış. Dil Rüküş Hanımın dikenini bulması için, devden yardım istemiş.
Dev:
- Oğlum, ben ülkemin sınırlarını korumakla
görevli- | yim. O söylediğini hiç duymadım. Akşam, çocuklarım gelince onlara
sorarım, Eğer, onlar da biliniyorlarsa seni | ortanca kardeşimin yanına
gönderirim demiş. Sonra öl çocuğa bir tokat atıp, onu bir lokma haline getirmiş
ve | dişinin kovuğuna saklamış.
Akşam, gök
gürültüleri, şimşekler ve yıldırımlar arasında devin çocukları çıkıp
gelmişler. Gelir gelmez de:
- Anacığım, insan
kokusu alıyoruz! diye homurdanmaya başlamışlar.
Dev:
- Hadi canım! Sizin
korkunuzdan buralara hiç insan gelir mi? Kim bilir akşama kadar ne kadar
kurdun, kuşun kanına girdiniz? Dişlerinizin arasını yoklayın hele! demiş.
Kocaman sopalarla
dişlerini karıştırmışlar. Birinin ağzından bir hayvan kellesi, birininkinden
budu fırlamış.
Dev, sormuş:
- Bakın evlâtlarım! Eğer bir insan gelip benim
elimi öpse, ben de onu dünya ahret evlâtlığa kabul etsem, sizler ne yapardınız?
Çocukları:
- Onu, dünya ahret
kardeşimiz diye bağrımıza basardık! diye cevap vermişler.
Bu cevap üzerine dev,
dişinin kovuğuna sakladığı Çocuğu çıkartmış. Bir tokatla onu insan şekline
sokmuş.
Çocuk, devin
oğullarını karşısında görünce korkmuş. Ama, onlar bu sevimli ve güzel çocuğa
çok iyi davranmışlar, Kardeşleri olarak kabul etmişler, Çocuk, onlara da Dil
Rüküş Hanımın dikenini sormuş, Aksilik bu ya, onlar da tanımıyorlarmış dil
rüküşü. Dev, oğulları ile birlikte çocuğu ablasına yollamış.
Ablası, oğlanın
derdini dinledikten sonra şöyle demiş:
- Oğlum, dil rüküşü
sana kim öğretti? O, yüz bin büyü yapılarak saklanmış, yüz binlerce kişinin
ölümüne sebep olmuş büyük bir hazinedir.
Dil rüküşü ele geçirip, dikenini almana
imkan yok! Boşu boşuna canından olma,
demiş.
Ama, çocuk o kadar
yalvarmış, o kadar yakarmış ki, dev dayanamayıp:
- Peki oğlum, demiş.
Benim evimin önünden geçen yoldan yürü. Karşına kör bir kuyu, ondan sonra da
bir ormanlık çıkar. Ormanda, avlanıp canlı canlı birkaç kuş yakala. Kuyunun
başına dönüp, kuşları buradan içeriye at.
Kuyuya doğru eğilerek:
"Anahtarı
verin!" diye bağır. Kuyudan sana bir anahtar atılır, Anahtarı al ve
günbatısına doğru ilerle. Karşına kocaman bir mağara çıkar. Hemen içeri gir,
Sağ elinle, birden bire saldırarak eline ne geçerse al. Ve arkana
bakmadan geriye dön. Anahtarı kuyuya at,
Eğer, arkana bakarsan işin biter. İşte, sana söyleyeceklerim bu kadar, Tanrı,
yardımcın olsun!
Çocuk, deve teşekkür
etmiş ve yola çıkmış. Devin söylediği gibi, anahtarı almış, mağaranın kapısını
açmış, sağ eliyle eline ne geçirdiyse kaparak arkasına bakmadan kör kuyuya
dönüp anahtarı içeri atmış. Ve atını dizginleyerek, altı ay bir güz koşturup
kendi mağarasına ulaşmış, Bir de ne görsün? Mağaranın ağzında kocaman bir
diken varmış, Dikenin her dalında ayrı renkte, ayrı biçimde öten yüzlerce kuş.
Bir eğlence, bir neşe ki sözle anlatılamaz. Oğlan, çektiği onca eziyeti bir
anda unutmuş.
Kız kardeşi de bunca
eziyete katlanıp kendisine Dil Rüküş Hanımın dikenini armağan ettiği için,
çocuğun boynuna sarılıp;
- Benim canım
kardeşim! diye ona teşekkür etmiş,
Kız, mağaradaki
günlerini Dil Rüküş Hanımın dikeni sayesinde eğlenerek geçire dursun, günlerden
bir gün oğlan, ormanda avlanmaya çıkmış. Padişah ile karşılaşmış. Çocuk,
padişahı gene cin çarpar gibi çarpmış. Talihsiz baba, yataklara düşmüş.
Kötü kalpli kızlar,
padişahın aynı çocuk yüzünden ikinci defa hastalandığını duyunca korkuya
kapılarak ebeyi çağırtmışlar.
Ebe, gene mağaranın
yolunu tutmuş, Bakmış ki kız, Dil Rüküş Hanımın dikeninde şakır şakır öten
kuşları dinleyerek eğleniyor, hemen yanına yaklaşmış. Kız, onu tanıyıp davet
etmiş, ikramda bulunmuş,
Ebe:
- Kızım, Dil Rüküş Hanımın dikeni de bir şey
mi. Sen kardeşinden esas. Dil Rüküş Hanımın aynasını iste, O öylesine sihirli
bir aynadır ki, ona baktığın zaman neyi, her kimi istersen görürsün, demiş,
Kız, yine bir
ağlamadır tutturarak akşama kadar mağaranın içini incilerle doldurmuş. Akşam
olup kardeşi gelince, dil rüküşün aynasını istemiş. Eğer getirmezse, ağlaya
ağlaya kendisini öldüreceğini söylemiş.
Çocuk, Dil Rüküş
Hanımın dikenini nasıl getirdiyse, aynasını da aynı yolla getirmiş. İki kardeş,
gerçekten de aynaya bakarak ne ister, kimi dilerlerse görebiliyorlar-mış, Kız,
diken ve ayna ile eğlene dursun oğlan bir gün avda gene padişah ile
karşılaşmış. Padişah, evlâdı olduğunu bilmediği bu çocuk yüzünden hastalanarak
yataklara düşmüş. Kötü kardeşler, ebeyi çağırıp durumu anlatmış ve:
- Bu çocuğu ortadan
kaldırmazsan ne sana, ne de bize rahat yok! demişler.
Ebe, mağaraya giderek
kıza, kardeşinden Dil Rüküş Hanımı istemesini öğütlemiş.
Kız, akşam olunca
ağlaya sızlaya kardeşine:
- İle de Dil Rüküş
Hanımı isterim! diye tutturmuş. Çocuk, bunun imkânsız olduğunu anlatmak
istemişse de, kız ağlamasını kesmemiş, Çocuk, çaresiz Dil Rüküş Hanımı
getirmek için yollara düşmüş. Doğruca büyük Devin yanına gidip, her şeyi
anlatmış; yalvarmış, yakarmış.
Dev:
- Oğlum, bunu başarmak çok güç. Ama, madem bu
kadar istiyorsun anlatayım:
Kuyudan anahtarı alıp
mağaranın kapısını açar ve içeri girersin. Önüne düz ve karanlık bir yol çıkar.
Arkana bakmadan ilerlersin, Bir hayli gittikten sonra, aydınlığa çıkarsın. Bir
servilikte taş kesilmiş yüzlerce insan karşına çıkar. Onlar, Dil Rüküş Hanımı
almaya çalışırken taş kesilenler. Sakın onlara bakma ve ilerle. Dil Rüküş'ün
sarayını görür görmez, "Dil Rüküş" diye bağırırsın. Ondan sonra ne
olacağını bilemem. Şansın açık olsun, oğlum, demiş,
Oğlan, deve teşekkür
ettikten sonra doğruca kuyuya gitmiş, Anahtarı almış ve mağaranın kapısını
açmış. Karanlık bir yolda ilerlemiş. Selviliğe gelmiş ve taş kesilen insanları
görmüş, Dil rüküşün sarayını görür görmez "Dil Rüküş!" diye bağırmış.
Dizlerine kadar taş
kesilmiş. Bir kere daha "Dil Rüküş" diye bağırmış.
Göbeğine kadar taş
kesilmiş. Gene bağırmış "D:l Rüküş!"
Bu sefer, boğazına
kadar taş kesilmiş. Son bir gayretle
Rüküş!" diye
bağırınca tepesine kadar taş olmak ereyken Dil Rüküş, sarayından dışarı fırlamış.
Elindeki tasla bahçedeki
havuzdan su almış. Suyu serper serpmez çocuk, taş kesilmekten kurtulmuş.
- Ne istiyorsun? diye çıkışmış. Bir kere
geldin dikenimi aldın! İkincisinde gelip aynamı da aldın! Bunlar da yetmedi,
gene gel
Ah, sen o suçsuz
annene dua et! Yoksa, taş olur gi-iin. Şimdi ne istiyorsun? Söyle bakalım!
pocuk, hiç çekinmeden:
Seni istiyorum, demiş.
Alıp götüreceğim, Rüküş,
bu cesur çocuğa o anda gönlünü kaptı.
Şimdi, beni iyi dinle.
Ben, gidip saraydan bohçamı jheylânımı alıp buraya geleceğim. Kaçtığımız
anla-nlaşılmaz, sarayda kızılca kıyamet kopar. Sen, sakın ip arkana bakma,
demiş.
Oğlan:
- Yalnız, taş kesilen adamları canlandırmanı
istiyorum, demiş.
Dil Rüküş Hanım,
çocuğun bu isteğini kabul etmiş, Saraydan öte berisini, bohçasını ve
küheylânını alıp gelmiş. Aceleyle taş heykellerin üstüne altın taşla su döküp,
hepsini diriltmiş. Küheylâna atladıkları gibi, çıkmışlar yola. Kaçtıkları
anlaşılınca, sarayda kıyamet kopmuş! Kopmuş ama, hiç arkalarına bakmadıkları
için onlara hiçbir şey olmamış. Doğru mağaraya gelmişler. Kız kardeşi, onları
karşılamış; öpüşüp, koklaşmışlar.
Üçü birlikte, mağarada
neşe içinde yaşıyorlarmış. Çocuklar, anne babalarının kim olduğunu bilmiyormuş,
Dil Rüküş Hanım, peri padişahının kızıymış.
Dil Rüküş Hanım, bir
gece çocuğa:
- Yarın ava git.
Padişah, seni görecek ve sarayına çağıracak. Mutlaka bu daveti kabul et, Ancak,
davete bahçelerin arasından bir alayla gitmek istediğini söyle, demiş.
Çocuk, ertesi gün aya
gitmiş. Dil Rüküş Hanımın söyledikleri olmuş, Çocuk, padişahın davetini, bir
şartla kabul etmiş.
Çocuğun saraya
gideceği gün, üçü de erkenden kalkmışlar. Kahvaltıdan sonra dil rüküş, ellerini
çırparak:
- Of, lala gel, demiş.
Bir dudağı yerde, bir
dudağı gökte kara derili bir belirmiş. Dil Rüküş Hanıma:
- Emret sultanım!
demiş. Dil Rüküş:
- Çabuk git ve babamın
küheylânlarından birini gelemiş.
Dev, birkaç dakika
sonra yanında gösterişli bir kulanla mağaranın kapısında belirmiş.
Dil Rüküş, çocuğu
küheylâna bindirip bahçelerin ara-yollamış. Çocuk, bir de ne görsün, bir alay
insan onu liyor. Küheylânın gösterişi, çocuğun mücevherlerle j elbiseleri
herkesin gözlerini kamaştırmış. Çocuk, etra-akilere selâm vererek saraya doğru
ilerlemiş,
Sarayda da aynı
şekilde büyük törenlerle karşılan-Şerefine, büyük şölenler verilmiş; oyunlar
oynanmış, ı bu sırada, küheylân üç kere kişnemiş. Dil Rüküş'ün, eden tembih
ettiği gibi, çocuk padişahtan müsa-' istemiş. Üç gün sonra, padişahın mağaraya
gelmestemiş ve saraydan ayrılmış.
Rüküş, padişahın
kendilerini ziyaret edeceği gün nden kalkmış.
.alasından, çocukların
anasını gömüldüğü yerden rtıp, mağaraya getirmesini istemiş,
Zavallı kadını,
sihirli ilâçlarla çok kısa bir zaman için-sski durumuna getirmiş. Güzel
elbiseler ve mücev-srle donatmış. Ama ne anaları çocuklarını, ne de
çocuklar analarını tanıyorlarmış.
Padişah, ziyaret günü
adamlarıyla mağaraya gidince şaşkınlıktan dona kalmış, Çünkü, mağaranın
yerinde pencereleri altın çerçeveli, pırıl pırıl muazzam bir saray duruyormuş.
Kalabalık bir çalgıcı takımı, padişahı karşılamış. Tören bitip, ziyafet
sofrasına otu-rulmuş. Dil Rüküş, padişaha başından sonuna kadar her şeyi
anlatmış. Gerçeği öğrenen padişah, pişmanlık içinde gözyaşfarına boğulmuş,
Böylece, padişah suçsuz eşine, zavallı kadın çocuklarına, çocuklar da analarına ve babalarına kavuşup bayram etmişler.
Padişah, eşinin kız kardeşlerini ve ebeyi öldürerek cezalandırmak istemiş. Ama,
iyi kalpli eşi buna engel olmuş, Dil rüküş ve çocuk, evlenmişler. Hep
birlikte, hayatlarının sonuna kadar mutluluk içinde yaşamışlar,
Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken,
Biz patates çocukları, lahana tarlasında soğan kardeşlerle kavga eder iken,
domates, patlıcan, biber bizi ayırmış.
Turp lafa karışmıştı
ki, işte o sırada bir kadın kızına birkaç kuruş verip:
- Git bana çarşıdan
bir ciğer al. Sonra da gölde yıkayıp, bana getir, demiş,
Kız, gidip ciğeri
almış. Gölün kenarına gelip, yıkamış. ram o sırada bir çaylak, ciğeri kaptığı
gibi kaçmış. Kız, çaylağın arkasından:
- Çaylak! Ciğerimi
geri ver! Yoksa annem beni dozer! diye bağırmış,
Çaylak da:
- Bana arpa
getirirsen, ben de sana ciğerini veririm, demiş.
Kız, hemen tarlaya
koşmuş:
- Tarla, bana arpa ver.
Arpayı çaylağa vereyim. Çaylak, bana ciğerimi versin de anama götüreyim, demiş.
Tarla:
- Allah'a dua et de
biraz yağmur versin. Ben de sacı arpa vereyim, demiş.
Kız, diz çöküp:
- Allah'ım bana yağmur
ver, ben tarlaya vereyim. ırla bana arpa versin, ben de çayiağa götüreyim.
aylak ciğerimi geri versin, Ben de anama götüreyim, ye dua etmiş.
Oradan gecen birisi,
kızın yanına yaklaşıp ona: -Tutsüsüz dua olmaz, Aktardan tütsü alıp yak da öyle
dua et, demiş. Kız, aktara gidip:
- Aktar, bana tütsü
ver. Tanrı'ya dua etmek için, yakayım. Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya
dökeyim. Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim, Çaylak bana ciğerimi
versin, ben anama götüreyim, demiş.
Aktar:
- Sen bana bir kundura
getir, ben de sana tütsü vereyim, demiş.
Kız, kunduracıya
gitmiş:
- Kunduracı, bana
kundura ver, aktara vereyim, Aktar, bana tütsü versin, ben Tanrı'ya dua etmek
için yakayım, Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya dökeyim, Tarla bana arpa
versin, ben çaylağa serpeyim. Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim,
diyerek kunduracıdan kundura istemiş.
Kunduracı da:
- Sen bana öküz derisi
getir, ben de sana kundura vereyim, diyerek onu göndermiş.
Kız, kalkıp bir
dericiye gitmiş:
- Derici, bana deri ver, ben kunduracıya
vereyim. Kunduracı bana kundura versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana tütsü
versin, ben Tanrı'ya dua etmek için yakayım. Tanrı bana yağmur versin, ben
tarlaya dökeyim.
Tarla bana arpa
versin, ben çaylağa serpeyim. Çaylak bana ciğerimi versin, ben anama götüreyim,
diyerek dericiden deri istemiş.
Derici:
- Sen bana öküz postu
getir, ben de sana deri vereyim, demiş.
Kız, bir öküze gidip:
- Öküz, bana post
l|ver, ben dericiye vereyim. Derici, bana deri versin, ben kunduracıya
vereyim. Kunduracı bana kundura versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana tütsü
versin, ben Tann'ya dua etmek için yakayım, Tanrı bana yağmur versin, ben
tarlaya dökeyim. Tarla bana arpa versin,
ben paylağa vereyim. Çaylak bana ciğerimi versin, anama götüreyim, diyerek
öküzden post istemiş.
Öküz:
- Sen bana saman getir,
ben de sana post vereyim, demiş.
Kız, doğruca öküzün
sahibine gidip:
- Sen bana saman ver,
ben öküze vereyim. Öküz bana post versin, ben dericiye vereyim, Derici bana
deri verin, ben kunduracıya vereyim, Kunduracı bana kundura
versin, ben aktara vereyim. Aktar, bana
tütsü versin, ben Tanrı'ya yakayım. Tanrı bana yağmur versin, ben tarlaya
dökeyim. Tarla bana arpa versin, ben çaylağa serpeyim, Çaylak bana ciğerimi
versin, ben anama götüreyim, diyerek öküzün sahibinden saman istemiş,
Öküzün sahibi:
- Sen bana bir öpücük
ver, ben de sana saman vereyim, demiş.
Kız:
- Aman, bîr öpücük
vereyim de şu gürültüden kurtulayım! demiş ve öküzün sahibine bir öpücük verip
bir çuval saman almış. Samanı öküze verip, postu almış. Postu dericiye verip,
deri almış. Deriyi kunduracıya verip, kundura almış. Kundurayı aktara verip,
tütsü almış. Tütsüyü yakıp, Tanrı'ya dua etmiş. Yağmur yağıp, tarlaya
dökülmüş. Tarlada arpa yetişmiş, kız, arpayı alıp çaylağa serpmiş. Ciğeri
alıp, anasına götürmüş. Anası da ciğeri pişirip bir güzel yemiş.
Kırk oktan, kırk
saptan, yakası karpuz kabuğundan; düğmesi turptan, atlar yarışmış, taylara
karışmış,
Onlar ermiş muradına,
biz çıkalım kerevetine,
Zamanın birinde bir
adam varmış. Bu adam, kuşları avlayıp satarak geçinilmiş, Adamın bir oğlu varmış. dünlerden bir gün,
adam hastalanıp ölmüş. Oğlu, babasının ne ile geçindiğini bilmezmiş.
Bir gün anasına:
- Ana, babam ne iş
yapardı? Eğer yapabilirsem biz de o işle geçiniriz, demiş.
Anası:
- Oğlum, senin baban
kuş tutup satarak bizi geçindirirdi, demiş.
Oğlan:
- Babam kuşları neyle
tutardı? diye sormuş.
Anası da:
- Oğlum, tavan
arasında babanın bir kapanı var, onunla tutardı, demiş.
Oğlan, tavan arasına
çıkıp kapanı almış. Kıra gide-ek, bir ağacın üstüne kapanı kurmuş. Derken efendim,
Dir karga gelip kapana tutulmuş. Oğlan, ağaca çıkıp ;apanı almış.
Karga, oğlana
yalvararak:
- Beni serbest
bırakırsan, sana güzel kuşlar yollarım. !en de onları yakalayıp, satarsan çok
para kazanırsın, temiş. Oğlan, karganın yalvarmasına dayanamayıp
onu bırakmış,
Kapanını yeniden
kurmuş ve ağacın altında beklemeye başlamış. Uzaktan bir kuş gelerek kapana
yakalanmış.
Hemen ağaca çıkan
çocuk, kuşu görünce güzelliğine vurulup:
- Ne kadar güzel bir
kuş, diye sevinmiş ve hayranlıkla bakıp, dururken karga gelip oğlana:
- Haydi bu kuşu götür ve padişaha sat. Sana çok
para verir, demiş.
Oğlan, kuşu bir kafese
koymuş ve doğru padişahın sarayına gitmiş.
Padişah, kuşu çok
beğenip almış. Oğlana, bir sürü para vermiş. Oğlan, sevinerek paraları alıp
evine gitmiş. Padişah, kuşa bir altın kafes yaptırıp içine koymuş; bütün gün
bu kuşla eğlenip, hoşça vakit geçiriyormuş. Padişahın veziri, padişahı bu
kadar çok mutlu edecek bir kuş getirdiği için, çocuğu çok kıskanmış.
Vezir, bir gün:
- Efendim, bu güzel
kuşa altın kafes yakışmıyor. Kuşunuza fildişinden bir köşk yaptırmalısınız,
demiş.
Padişah:
- İyi, ama o kadar
fildişini nerede bulabilirim? demiş. Vezir;
- Efendim, kuşu
getiren fildişini de bulur, demiş. Pa-lişah, hemen oğlanı çağırtarak:
- Bana, bir köşk yapmak
için fildişi getireceksin! diye mretmiş.
Oğlan:
- Aman padişahım! Ben o kadar fildişini nereden
ulayım? demiş.
Padişah:
- Nerede bulursan bul!
Sana, kırk gün izin! Eğer, bulmazsan kırk günün sonunda boynunu vurdururum!
emiş.
Oğlan, kara kara
düşünerek evine dönmüş. Ağacın İtında dalgın dalgın oturan çocuğun omzuna konan
arga:
- Ne düşünüyorsun? diye sormuş. Oğlan, her şeyi
anlatmış.
Karga:
- Üzüldüğün şeye bak! Haydi, git, padişahtan
kırk raba şarap iste, demiş,
Oğlan gidip:
- Padişahım, ben sizin
istediğiniz fildişlerini gefirece-im, ama bana kırk araba şarap vermeniz
gerekiyor, emiş.
Padişahın emriyle,
oğlana kırk araba şarabı vermişler. Oğlan, arabaları alıp giderken, karga
gelmiş:
- Şimdi, arabaları şu
dağın arkasındaki büyük çınar ağacının altına götür. Orada, kırk tane su yalağı
vardır. Ne kadar fil varsa gelip o yalaklardan su içer. Sen bu şarapları
yalakların içine doldur. Sonra da, bir yere gizlenip bekle. Filler, susayınca
oynayıp sıçrayarak gelir ve yalaklardaki şarapları içerler. Hepsi sarhoş olup
düşünce, gidip fillerin dişlerini söker, padişaha götürürsün, deilmiş. Oğlan,
arabaları EJJ çekerek dağı aşmış.',, Öğlene doğru, büyük çınar ağacının altına
jjvarmış. Şarapları arabadan indirip, yalaklara boşaltmış. Bir ağacın arkasına
gizlenerek, oturup beklemeye başlamış. Filler, uzaktan görünmüşler. Büyük bir
gürültüyle gelip, yalakların etrafına doluşmuşlar, Bütün şarapları içip,
bitirmişler. Az sonra hepsi yere düşmüş. Oğlan, hemen gidip, fillerin bütün
dişlerini sökmüş. Sonra, çuvallara doldurup arabaya yüklemiş ve padişaha
götürmüş.
Padişah,
fildişlerinden bir köşk yaptırarak kuşu içine coymuş, Ama kuşun sesi hiç çıkmıyormuş, Padişah:
- Bu kuş, çok güzel,
ama niçin ötmüyor? diye merak ederken, veziri:
- Efendim, bu kuşun
elbet bir sahibi vardır. Eğer, onu ulursak, kuş öter, demiş,
Padişah:
- İyide onu nerede
buluruz? diye sormuş, Vezir:
- Efendim, fildişini
bulan, onu da bulur, diye cevap vermiş.
Bunun üzerine padişah,
hemen oğianı çağırtıp:
- Oğlum, bu kuşun
sahibini bulmanı istiyorum! demiş. Oğlan:
- Padişahım, ben bu
kuşu kırda yakaladım, Sahibinin im olduğunu bilmiyorum, demiş.
Padişah:
- Mutlaka bulacaksın!
Yoksa seni öldürürüm! Haydi, ana kırk gün izin, demiş.
Oğlan, yine ağlayarak
evine gelirken karga onu bulup:
- Neden ağlıyorsun? diye
sormuş, Çocuk, olanları anlatınca karga:
- Ey şaşkın, bunun
için ağlanır mı? Haydi, git padişahtan bir gemi iste, ama geminin tayfaları
kırk tane kızdan olacak, Geminin içine, güzel bir bahçe ve bir de hamam
yaptırsın. Gemiyle gidip, kuşun sahibini bul, demiş,
Oğlan, padişaha gidip
karganın dediği gibi bir gemi istemiş, Padişah, hemen oğlanın istediği gibi
bir gemi yaptırıp ona vermiş, Oğlan, gemiye binmiş ve denizde ne tarafa
gideceğini düşünüp duruyormuş.
Bizim karga, gelip
imdadına yetişmiş:
- Gemiyi sağ tarafa
çevir. Büyük bir dağ görünceye kadar git. Dağın yanına, gemiyi yanaştır. Bu
kuşun sahibi, bir peridir. Her akşam, deniz kıyısında gezer. Sen onu görünce,
hemen sandala bin ve yanına git, Geminin ne olduğunu bilmediği için, merak edip
sana sorar. Gemiyi görmek ister, Kızı alıp, gemiye getir. Bahçeyi, hamamı
gezdirirken gemiyi yola çıkar, demiş.
Oğlan, gemiyle denize
açılmış. Karganın dediği dağı görünce, gemiyi kıyıya yanaştırmış.
Aksam, periler:
- Haydi, deniz kıyısına gidelim, deyince hepsi
toplanmışlar.
Kıyıda dolaşırken,
denizdeki gemiyi görmüşler:
- A, bu nasıl bir şey?
Nereden gelmiş? diye seyredip dururlarken, oğlan onları görmüş ve sandala binip
yanlarına gitmiş,
Kız:
- Sen kimsin?
Denizdeki şey nedir? diye sormuş. Oğlan:
- Denizdeki bir
gemidir. Ben de onun kaptanıyım, diye cevap vermiş.
Kız, oğlana:
- Aman kaptan, beni
gemiye götür! Nasıl bir şeydir göreyim, demiş,
Oğlan, kızı sandala
bindirip gemiye getirmiş. Kız, sevinerek bahçeyi gezmiş ve hamama girmiş:
- Buraya kadar gelmişken,
şu hamamda yıkanayım, diyerek soyunmuş.
Kız yıkanırken, oğlan
da gemiyi yola çıkarmış. Gemi giderken, kız hamamdan çıkmış:
- Çok geç oldu. Ben
geri döneyim, diyerek dışarı çıkınca bakmış ki, gemi gidiyor.
- Eyvah! Sen beni aldattın! Ben şimdi ne yapacağım?
diye ağlamaya başlamış.
Oğlan:
- Aman efendim, ben
sizin için buraya geldim. Boş yere ağlamayın, demiş.
Neyse, sonunda
padişahın şehrine dönmüşler. Toplar atılıp, oğlanın geldiğini padişaha haber
vermişler. Padişah, çok sevinmiş. Kız ve çocuk, saraya gelmişler, Padişah, kızı
görür görmez âşık olmuş. Kızı gören kuş da başlamış ötmeye. Ötüşünü duyan
herkes, kuşun sesine hayran olmuş. Padişah, kızla kırk gün kırk gece süren bir
düğün ile evlenmiş, Kız bir gün, sancılanıp hastalanmış. Kızın, her zaman
sancısı tutarmış. Bu hastalığının ilâcı, kızın daha önce yaşadığı yerdeymiş.
Bu ilaç olmazsa, kızın sancısı geçmezmiş. Padişah, bunu duyunca hemen oğlanı
çağırtıp:
- Hemen kızı getirdiğin yere git! Onun bir
ilâcı varmış, onu alıp buraya getir! demiş,
Oğlan, mecburen yine
gemiye binip yola çıkmış. Bizim karga gelip, oğlana:
- Nereye gidiyorsun?
demiş. Oğlan:
- Sultan hanımın
ilâcını almaya gidiyorum, diye cevap vermiş.
Karga:
- Haydi yolun açık
olsun, Oraya vardığın zaman, bir saray göreceksin; bu onun sarayıdır. Ben sana
bir tüy vereceğim. Saraya vardığın zaman, kapının önünde iki
aslanla karşılaşacaksın. Sana verdiğim bu
tüy ile aslanlardan birinin ağzına vurursan, sana bir kötülük yapmazlar,
diyerek oğlana bir tüy vermiş.
Oğlan, tüyü alıp yoluna
devam etmiş ve oraya varmış. Karşısına çıkan saray, çok güzelmiş, Böylesi padişahta
bile yokmuş. Sarayın kapısına gelince, karganın verdiği tüyle aslanların ağzına
vurarak içeri girmiş.
Saraydaki kızlar
oğlanı görünce, neden geldiğini hemen anlamışlar:
- Aman delikanlı, yoksa sultanımız öldü mü?
diye sormuşlar.
Oğlan:
- Yok, ölmedi, ama
hastalandı. Onun bir ilâcı varmış, onu almaya geldim, demiş.
Kızlar, bir şişenin
içindeki ilâcı hemen oğlana vermişler, Dğlan, tekrar gemiye binip, padişahın
yanına dönmüş. Saraya girerken, karga da oğlanın omzuna konmuş, Birlikte îaraya
girmişler ve padişahın huzuruna çıkmışlar,
Kız, ölü gibi
yatıyormuş. İlâcı verir vermez, kız gözünü sçmış. Oğlanın omzundaki kargayı
görünce:
- Hey gidi soysuz hey!
En sonunda beni buralara düşürdün! Bu oğlanın katlanmadığı sıkıntı kalmadı. Sen
hiç jtanmaz mısın? diye bağırıp çağırmaya başlayınca, padişah:
- Aman sultanım, ne
oluyor size? diye sormuş, Kız:
- Padişahım, bu karga
benim hizmetçimdir. Bir gün, beni çok kızdırdı. Ben de onu karga yapıp, serbest
bıraktım, O da bana, bu oyunu oynadı. Ben bir kötülük görmedim, ama onun
yüzünden bu delikanlının çekmediği kalmadı, dedikten sonra kargayı tekrar
insana döndürmüş.
Karga, bir iki
silkinip çok güzel bir kız olmuş. Kız, hizmetçisini affetmiş ve padişaha:
- Padişahım, bu oğlanı evlât edin ve bu kızı da
onunla evlendir, demiş. Padişah, güzel eşinin isteğini yerine getirmiş.
Oğlanı, kendi evlâdı gibi görmüş ve kız ile evlendirerek, kırk gün kırk gece
süren güzel bir düğün yapmış.
Onlar ermiş muradına,
biz çıkalım kerevetine,
Bir varmış, bir
yokmuş. Evvel zaman içinde fakir bir kadıncağızın, bir kızı varmış. Bu kız her
gün gergef işler, anası da çarşıda çamaşırcılık edermiş, Günlerden bir gün, kızın
anası çamaşır toplamaya gitmiş. Kız, pencerenin önünde gergefini iştiyormuş.
Bir kuş gelip,
gergefin üstüne konarak:
- Güzel kız, senin
başına belâ gelecek, demiş ve uçup gitmiş.
Kız, çok şaşırmış ve
aksam annesine gündüz olanları anlatmış,
Kızın annesi:
- Kızım, ben yarın da
İlk evde olmayacağım. İli Sen, odaya gir
ve kafi pıları, pencereleri sıkı H sıkı kapat. Ben gelinceye kadar oturup, Bf
gergefini işle, demiş.
Sabah annesi gidince
kız, odaya girmiş ve kapıları, pencereleri iyice kapayarak gergefini işlemeye
başlamış,
Biraz sonra, nereden
girdiyse kuş gelip, gergefin üzerine konmuş:
- Güzel kız, senin
başına bir belâ gelecek, demiş ve uçup gitmiş,
Akşam olunca, kız daha
çok meraklanarak olanları annesine anlatmış,
Annesi:
- Yarın, odayı iyice
kapadıktan sonra yüklüğe gir ve bir mum yakıp gergefini orada işle, Kuş, oraya
giremez, demiş.
Kız, annesi gittikten
sonra kapıları, pencereleri daha sıkı kapamış. Bir mum yakmış ve gergefini de
alarak yüklüğe girmiş. Yüklüğün kapısını da içerden kilitleyerek, gergefini
işlemeye başlamış.
Kuş yine kanatlarını
çırparak gelmiş ve gergefin üstüne konmuş;
- Güzel kız, senin
başına belâ gelecek, demiş ve uçup, gitmiş.
Artık iyice
endişelenen kız, gergef işlemeyi bırakmış. Sadece kuşun söylediklerini düşünmeye başlamış. Akşam, anası gelince,
kız:
- Kuş bugün de geldi.
Aman anacığım! Bunun bir çaresi yok mu? Eğer böyle giderse, merakımdan
patlayacağım, diyerek anasına dert yanmış,
Anası da:
- Ben artık bir yere gitmem. Burada bekler ve onu
yakalarım, demiş, Ama kuşu bir daha koydunsa bul. Onlar kuşu beklerken, günün
birinde komşuları gelip:
- Bugün eğlenceye gideceğiz. İzin ver de kızını
da
götürelim. Hiç
olmazsa, biraz gözü gönlü açılır, demiş.
Kızın anası:
- Ah komşu, ben bu
sıralarda kızımı hiçbir yere gön-deremem, Çünkü bir kuş, üç gündür gelip kızımı
korkutmuş, demiş.
Komşusu:
- Ayol sen kendini
pabucu büyüğe okut, o nasıl söz? Biz bu kadar kişiyiz, artık bir kıza da
bakamazsak, yazıklar olsun bize, Sen hiç kaygılanma. Biz onu güzel güzel
gezdirir, sonra da getiririz, diyerek allem edip, kallem edip kızı anasından
almış.
Bunlar gitmişler,
gezmişler ve eğlenmişler. Dönüşte bir çeşme başına gelmişler. Bütün kadınlar,
çeşmeden su içtikten sonra kız da su içmek için çeşmenin başına gelmiş. Tam o
sırada, kadınlarla kızın arasına koca bir duvar örülmüş, Öyle bir duvar ki,
anlatılmaz. Anlatmakla bitmez, geçit vermez bir duvar.
Kadınlar:
- Ah başımıza
gelenleri gördünüz mü? Sen anası kadar mı bilirsin? Ne demeye elin kızını alıp
da ateşte yaktık? Hay taş olaydık da buralara gelmez olaydık! Ah ku-ruyası
başımız! Anasına şimdi ne diyeceğiz, ne cevap vereceğiz? diye ağlaşmışlar.
Sonra kadınlar:
- Böyle ağlamakla başa
çıkılmaz; gidelim bari anasına söyleyelim! O bizden iyi bilir! Elbet bir çaresini
bulur, diyerek, doğru kızın anasının yanına varmışlar.
Kızın, anası:
- Bunlar gecikti,
nerede kaldılar? diye endişeyle kapıda onları bekliyormuş.
Komşularını görünce:
- Kızım nerede? diye
bağırmış.
Kadınlar, ağlaya
sızlaya olanları anlatmışlar. Kızın anası:
- Ah, ben size
demiştim, diyerek koşarak kızının yanına gitmiş. Kız, duvarın bir tarafında,
annesi bir tarafında ağlamaya başlamışlar, Saatlerce ağlayan kız, sonunda
yorgunluktan uyuya kalmış. Sabah, uyanınca çeşmenin yanında koca bir kapı görmüş.
Kız, kapıdan içeri girmiş. Karşısında muhteşem bir saray duruyormuş. Etrafına
bakındığında, duvarda asılı kırk anahtar bulmuş. Kız, anahtarları saraya
girmiş, Elindeki anahtarlarla, otuz dokuz odanın kapısını açmış. Kiminde
altın, kiminde gümüş, kiminde mücevher, kısaca her oda değerli mücevherlerle
doluymuş. Sonunda kırkıncı odayı da açmış, Bu odada, yakışıklı bir delikanlı
uyuyormuş, Delikanlının elinde bir yelpaze ve göğsünde de bir kâğıt varmış,
Kız, delikanlının yanına yaklaşıp, kâğıdı almış ve okumuş.
"Beni kırk gün
okuyup üfleyene, bütün malımı bağışlayacağım. Eğer bu kişi bir kız ise, onunla
evleneceğim."
Kız, abdest alıp
delikanlının yanına oturmuş. Otuz dokuz gün boyunca, okuyup üflemiş. Kırkıncı
günün sabahı, pencereden bakarken, bir Arap görmüş.
Kız:
- Şunu çağırayım da
azıcık delikanlının yanında dur-
sun. Ben de gideyim,
kendime çekidüzen vereyim, Çünkü bukalkacak,
diyerek aap'ı yukarı çağırmış.
- Sen, bu delikanlıya biraz oku üfle. Ben şimdi
gelirim, demiş.
Arap, okuyup üflerken, kız da kendine çeki düzen
veriyormuş. Arap, delikanlının göğsündeki mektubu
okumuş. Tam
bu sırada delikanlı uyanmış
ve kendisini
kurtardığını sanıp, araba sarılmış. Kız, hazırlanıp yukarı çıkınca, Arap:
- Bak şuna, ben koca bir sultanken böyle geziyorum,
Ama bu kız bir halayık parçası olduğu halde süslenmiş, diye kızı kovmuş.
Delikanlı, kızı aşçı yapmış.
Delikanlı, bir gün
Arap ve kıza:
- Ne istersiniz? diye sormuş. Çünkü ertesi gün
bay-rammış. Arap, birtakım elbise istemiş, Kız, sarısabır taşı ile kara saplı
bıçak isterim demiş. Delikanlı, ikisinin de istediklerini almış. Ama kızın,
böyle tuhaf şeyler istemesine şaşırmış.
Kız, sabır taşı ile
bıçağı almış ve mutfağa koymuş. Delikanlı, kızın bunlarla ne yapacağını çok
merak ediyormuş. Gizlice kızın odasındaki dolaba saklanmış. Kız, gece yarısı
bıçağı eline almış ve başından geçenleri sonuna kadar, sarısabır taşına
anlatmış.
Kız, konuştukça sabır
taşı köpürmüş, köpürmüş. Hikâye bitince de patlamış.
Kız:
- Sarısabır, sarısabır, sen sarısabır olduğun
halde patlarsan, ben insan olduğum halde nasıl yaşarım? demiş. Bıçağı karnına
saplayacağı sırada, delikanlı dolaptan fırlayıp kızın elini tutmuş. Gerçeği
öğrenen delikanlı, kırk gün kırk gece süren bir düğün yaparak kız ile evlenmiş.
Arap'a da:
- Kırk katır mı
istersin, yoksa kırk satır mı? demiş.
Arap:
- Kırk satır düşman
koynuna, kırk katır isterim ki, memleketime kavuşayım, demiş.
Arap'ı kırk katırın
kuyruğuna bağlamışlar ve birer kamçı vurup katırları dağlara sürmüşler.
Onlar muratlarına ere
dursunlar. Biz de kahve içelim, çubuk tüttürelim.
Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde, yeni cami içinde, abıhayat içince, ben kendimden geçince,
bayırda "vak, vak"; "sultanım börek" diye bağıran bir
dervişti, Lala, buna ermişti, Ben de bilmem ne işti, Oradan girdik bu yola,
geldik geniş bir avluya. Oturduk bir kenara, başladık masala.
Bir varmış, bir
yokmuş, Bir padişah varmış. Bu padişahın üç de oğlu varmış, O da insan değil
mi? Padişah, bir gün hastalanmış, Yataklara düşmüş ve durumu gittikçe
ağırlaşmış. Artık ömrünün sonuna geldiğini anlamış, Oğullarını yanına
çağırtmış. Çocuklar, üzüntü içinde babalarının yatağının etrafına
toplanmışlar.
Padişah, güçlükle
konuşarak:
- Ben öldükten sonra,
büyük oğlum padişah olacak. Canı istediği zaman, avlanmaya çıksın.
Ama ormanda bir üç yol
ağzına geldiğinde, soldaki yola sapsın, Ne sağdakine, ne de ortadakine
sapmasın, demiş.
Padişah, iki gün sonra
ölmüş. Çocuklar, üzüntü içinde ağlamışlar.
Babalarının vasiyetini
yerine getirip, ağabeylerini tahta geçirmişler. Bir gün, padişahın canı
sıkılmış, ava gitmeye karar vermiş. Atına binmiş ve yanına baş vezirini de
aiıp yola çıkmış, Gide gide üç yol
ağzına gelmişler, Çocuk, babasının söylediklerini hatırlamış. Ama diğer yollara saparsa, ne
olacağını da çok merak etmiş,
Yanındaki vezirine:
- Acaba, babam niçin
soldaki yola sapmamızı tembih etmişti? Öteki yollardan birine sapsak, ne olur
ki? demiş,
Vezir:
-Sakın gitme! Elbet
babanın bir bildiği vardır. Bakarsın başına bir kaza gelir, etme eyleme,
diyerek onu bırakmak istememiş. Ama padişah, laf dinlememiş ve onu
orada bırakıp atını sağdaki yola sürmüş.
Yol kenarında, çimenlerin arasında sarı bir çiğdem çiçeği görmüş. Çiğdemin
böyle vakitsiz açtığını görünce, onu koparmak için atını çiğdeme doğru sürmüş,
Ama çiğdeme bir türlü yaklaşamamış. Çocuk, atını sürdükçe çiğdem uzaklaşmış.
Çiğdem önde, çocuk arkada, gide gide epeyce yol almışlar. Çocuk, başını
kaldırınca bir mağaranın önüne geldiğini görmüş. Mağaranın önünde, dumanı tüten
bir kazan sıcak pilav duruyormuş,
O sırada karnı
acıkmış:
- Çiğdemi koparamadım,
bari şu pilavdan birkaç lokma yiyeyim, diyerek atından inmiş. Tam pilavdan bir
kaşık alacakken, mağaradan bir Arap çıkmış.
—Hey âdemoğlu!
Selâmdan evvel, kelâm olmaz, Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin,
demiş.
Çocuk da ne yapsın,
Arap'la dövüşmeye başlamış. Bunlar, boğaz boğaza gelmişler. En sonunda Arap, çocuğu
yenmiş ve hançerini çıkarıp çocuğun başını kesmiş. Atı da kişneyerek kaçmış.
Yol ağzında uzun zaman
bekleyen vezir, bakmış ki çocuktan bir haber yok. Biraz daha bekleyip, saraya
dönmüş. Olup bitenleri, kardeşlerine anlatmış. Ağabeylerini, günlerce
beklemişler, Gelmediğini görüp, ortanca kardeşin tahta geçmesine karar
vermişler.
Aradan bir zaman geçtikten
sonra, ortanca çocuk da ava
çıkmak istemiş. Yanına vezirini alıp, yola koyulmuş. Gide gide o üç yol ağzına
varmışlar, Çocuk, babasının vasiyetini hatırlasa da:
- Gidip, bakayım
ağabeyime ne oldu? diyerek, ağabeyinin gittiği yola atını sürmüş.
Onun da önüne bir
çiğdem çiçeği çıkmış. O da çiğdemi koparmaya kalkıştıkça, çiğdem uzaklaşmış.
Gide gide pilav kazanının başına gelmiş, O J da, ağabeyi gibi acıktığı için
pilav kazanına yaklaşmış.
Tam o sırada Arap
ortaya çıkıp:
- Hey âdemoğlu! Selamdan önce,
kelâm olmaz. Gel, seninle bir
dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş,
Arap, onu da yenmiş ve
hançerle başını kesmiş, Onun atı da kişneyerek kaçmış ve diğer atın yanına
gitmiş.
Vezir, üç yol ağzında
çocuğu beklemiş, beklemiş, Bakmış ki ne gelen var, ne giden:
- Padişahın başına bir şey geldi galiba? demiş
ve saraya dönmüş.
Hem büyük, hem de
ortanca çocuk dönmeyince, bu sefer de küçük çocuğu tahta geçirmişler.
Küçük padişah, bir
süre sonra ağabeyleri gibi yanına vezirini alıp, yola çıkmış. Gide gide üç yol
ağzına varmışlar. Çocuk, ağabeylerinin gittiği yola sapmak İstemiş,
Vezir:
- Ağabeylerinin ikisi
de bu yola saptı ve geri dönmediler. Sen de gidersen, kim padişah olacak?
demiş.
Ama genç padişah
kararlıymış:
- Hem ağabeylerimi
ararım, hem de bu yolda ne olduğunu görürüm, demiş.
Gide gide epeyce yol
almış. Demeye kalmaz, atların kişnemelerini duymuş. Çocuk, ağabeylerinin
yakında olduklarını anlamış. O sırada, çiğdem çiçeğini görmüş ve çiğdemi
koparmaya çalışmış. Çocuk yaklaştıkça, çiğdem kaçmış. Çocuk, çiğdemin peşinde
gide gide en sonunda pilav kazanının yanına gelmiş.
Çok yorulup, karnı
acıktığı için:
- Şu pilavla karnımı
doyurayım, diyerek atından inmiş ve kazanın başına gelmiş, Kaşığını, tam
pilava daldıracağı sırada mağaradan Arap çıkarak:
-Şehzadem, selâmdan
evvel kelâm olmaz. Gel, seninle yiğitçe bir dövüşelim. Ondan sonra pilavı ye,
helâl olsun, demiş. Çocuk, Arap ile dövüşmeye başlamış.
Şehzadenin bildiği,
tılsımlı bir dua varmış. Bu duayı okuyunca, Arap'ın elleri tutmaz, gücü
kuvveti yetmez olmuş ve kılıç elinden düşmüş. Şehzade, Arap'ı tuttuğu gibi
yere yıkmış ve hançerini çekip öldürmüş, Bir de bakmış ki, çiğdem hâlâ orada
duruyor. Eğilip çiğdemi kopartmış ve kavuğuna takmış. Atına atlayıp,
ağabeylerinin atlarını da alarak, vezirin yanına dönmüş. Vezire başından
geçenleri anlatıp, ağabeylerini Arap'ın öldürdüğünü söylemiş.
Padişah, saraya dönmâm
dükten sonra, kavuğundan çiğdemi çıkarmış
ve bir bardağın içine koymuş.
Bardağı da su ile doldurup rafın üzerine koymuş. Sonra da
yatıp, uyumuş.
Padişahın, bir âdeti
varmış. Hizmetçiler, her gece yatağının başucuna lokum, şerbet, altın şamdan
ve ayakucuna da gümüş şamdan koyarlarmış, Sonra da şamdanları yakarlarmış.
Padişah uyuduktan
sonra, gece yarısı çiğdem bardaktan çıkmış, Silkinip, bir kız olmuş ki eşi
benzeri hiçbir yerde görülmemiş. Öyle güzelmiş ki, bakmaya doyui-mazmış, Kız,
padişahın lokumlarını yemiş, şerbetini içmiş, başucundaki altın şamdanı ayakucuna, ayakucundaki
gümüş şamdanı da başucuna koymuş. Padişahı, iki yanağından öperek yine çiğdem
olmuş.
Az sonra uyanan
padişah, bir de bakmış ki lokumları yenmiş, şerbetleri içilmiş ve şamdanların
yerleri değişmiş. Bu işi kimin yaptığını merak ederek, sabaha kadar düşünmüş.
Sabah olunca da hizmetçileri çağırıp:
- Bu akşam, benim
odama kim girdi? diye sormuş.
Hizmetçiler:
- Padişahım, kim girecek? Kimse girmedi!
demişler. Padişah, inanmamış; bu işe bir türlü akıl erdirememiş. Akşam,
padişah yine yatıp uyumuş, Lokumlar, şerbetler hazırlanmış ve şamdanlar
yerlerine konup mumlar yakılmış. Hizmetçiler, işlerini bitirince odanın
kapısını çekip çıkmışlar. Gece yarısı, padişah uyurken çiğdem yine canlanıp,
bir kız olmuş. Padişahın yanına gelip lokumlarını yemiş, şerbetini içmiş,
şamdanların yerlerini değiştirmiş ve padişahı iki yanağından öptükten sonra
yine çiğdem olmuş. Sabah uyanan padişah, lokumların yenmiş, şerbetin içilmiş,
şamdanların yer değiştirmiş olduğunu görünce öyle sinirlenmiş ki; yapmadığını,
söylemediğini bırakmamış.
Neyse, uzatmayalım
meseleyi, çatlatalım kestaneyi. Padişah, o akşam uyumadan beklemeye karar
vermiş, O gece de bardaktan çıkan çiğdem, bir silkinişte kız olur. Padişahın
lokumlarını yemiş, şerbeti içmiş, şamdanların yerini değiştirmiş ve sonra da
padişahın yanaklarını öpmek
için eğiimiş. Padişah, gözlerini açıp kızı bileğinden yakalamış.
Padişaha:
- Yalvarırım, beni
bırak, demiş. Padişah, ömründe hiç bu kadar güzel bir kız görmemiş, Onu görür
görmez, aşık olmuş, Kızı, kaybetmek istemediği için, hemen bardağın içindeki
çiğdemi parçalamış, Böylece tılsımı bozulan kız, bir daha çiğdem olamamış ve
padişahın yanında kalmış.
Padişah ve çiğdem kız,
birbirlerini öyle çok sevmişler, birbirlerine öyle bir âşk ile bağlanmışlar
ki, iki dünya bir araya gelse de ayrılmamaya karar vermişler. Kırk gün kırk
gece düğün yapıp, muratlarına ermişler.
Düğüne giden bir
adama, bir tabak helva ve bir tabak da kemik vermişler. Helvayı dişinin
kovuğuna kıstırmış, kemiği heybesine koymuş, Heybesi kâğıttan, eşeğinin
ayakları mumdanmış. Giderken bir yangına rastlamış. Eşeğin ayakları erimiş,
heybedeki kemikleri köpekler yemiş. Adam, dişinin kovuğundaki helvanın tadıyla
yetinmiş.
Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde. Vaktin bir zamanında, zamanın bir anında, bir padişahın
bir oğlu, bu oğlanın da bir lalası varmış. Lalası, şehzadeyi
bir dakika bile yanından ayırmazmış.
Şehzade, bir gece rüyasında çok güzel bir kız görmüş. Kalbini bu kıza kaptırmış.
Kız, "kırklardan" mış, Bu yüzden, ona kim sevdalanırsa, sevdasından
çıralar gibi yanıp tutuşur, yataklara düşermiş. Şehzade, başka bir gece gene
rüyasında bu kızı görmüş. Oğlan ağlayınca, kız:
- Ağlama! Beni görmek
istiyorsan, kırklar hamamına gel, demiş,
Ertesi sabah, şehzade
lalasına:
- Canım lalacığım, kırklar hamamı nerededir,
biliyor musun? diye sormuş.
- Aman
şehzadem, bunu sana kim söyledi?
O zaman şehzade, gördüğü
rüyayı lalasına anlatmış.
Lala;
- Sen hiç üzülme
şehzadem. Ben sana o kızı bulurum. Ama, bunu hiç kimseye söyleme, çünkü kız
kırklardan, yani o bir peri. Belki, sana bir kötülüğü dokunur, demiş.
Ertesi gece lala,
doğruca kırklar hamamına gitmiş. Daha hamamın kapısından adımını atar atmaz,
zavallı lalayı sille tokat
dövmeye başlamışlar, Ama, lala hiç aldırmadan ta göbek taşına kadar ilerlemiş
ve oturmuş. Bir iki dakika sonra, hamamın kubbesi gök gürültüsünü andıran bir
sesle açılmış, Lala, korkmuş ama, belli etmemiş. Derken, şehzadenin âşık
olduğu kız hamama gelmiş. Lalayı hiç görmüyormuş gibi bileziğini, küpelerini
çıkartarak göbek taşına koymuş. Başlamış yıkanmaya. Lala, kızın bileziklerini
ve küpelerini almış. Gene dayak yiye yiye hamamın kapısına gelmiş. Hamamdan
çıkar çıkmaz, tabana kuvvet saraya doğru koşmaya başlamış. Saraya gelince,
hemen şehzadenin yanına gitmiş. Lala, hamamdan aldıklarını şehzadeye göstermiş.
Şehzade:
- Lalacığım, bu
bilezikleri ve küpeleri nasıl da aldın? diye sormuş.
- Kırklar hamamında dayak yiye yiye göbek taşından
aldım, diye cevap vermiş lala.
Şehzade:
- Aman lala, ne olur
hamama beni de götür!
Lala;
- Her şeyi yaparım
ama, bunu yapamam. Sen benim yediğim dayağı yeseydin, aklını kaçırırdın. Ama,
bir gün seni kızın yaşadığı yere götürürüm. Kızı, gizlice seyredersin. Sakın,
onlara görünme. Yoksa, sen de kırklara karışır, onlar gibi peri olursun! Bir
daha ne ananı, ne padişah babanı,
ne de beni göremezsin, demiş. Şehzade:
- Lalacığım, yeter ki
sen beni götür. Sen ne istersen yapacağıma söz veriyorum, demiş.
Bir gece, gizlice
saraydan çıkmışlar, Gide gide, bir bahçeye varmışlar. Lala, şehzadeyi bir
ağacın arkasına saklamış. Kendisi de onun yanı başına gizlenmiş. Biraz sonra,
nazlı nazlı kanat çırparak kırk güvercin bahçeye inmiş. Bahçede, kocaman bir
havuz varmış. Hangi güvercin havuza dalarsa, ay parçası gibi güzel bir kız
olup çıkıyormuş. Şehzade, rüyasında gördüğü kızı hemen tanıyarak:
- Lala, lala, şu en öndeki benim sevdalandığım
kız, demiş.
Lala, şehzadenin
ağzını kapayarak:
- Sakın konuşma oğlum!
Bizi duyacak olurlarsa, hepsi güvercin olup kaçarlar. Biz de buradan bir daha
dışarıya çıkamayız, demiş.
Şehzade, hemen susmuş.
Kızlar, bir ziyafet sofrası hazırlamışlar bahçede. Yiyip, içmeye başlamışlar.
Yemekten sonra şehzadenin sevdiği kız, bir testi şerbet getirmiş,
Kupalara doldurarak:
- Beni sevenin aşkına!
diye hep birlikte içmişler. Sonra da oynamaya başlamışlar. Oyun bittikten
sonra, hepsi soyunup havuza girmiş. İşte, bu sırada kurnaz lala
şehzadenin sevdiği kızın elbiselerini
gizlice almış, Kızların yıkanması bitince, birer ikişer güvercin olup
havalanmışlar, Şehzadenin sevgilisi, elbiselerini aramış durmuş. Bulamayınca,
üzüntüden gözlerinden inci gibi yaşlar süzülmüş. Kızın ağlamasına dayanamayan
şehzade, saklandığı yerden çıkmış. Kız, karşısında şehzadeyi görünce:
- Aman şehzadem, kulun
kurbanın olayım! Elbiselerim sendeyse bana ver! demiş.
Şehzade, yemin ederek
elbiseleri almadığını söylemiş. Kız:
- Burada senden başka
kimse olmadığına göre, sen almış olmalısın. Ne olur, ver onları bana! diye
ısrar etmiş.
Şehzade:
- Ben senin sevdanla yanıp tutuşurken, sen
eğlenmekten başka hiç bir şey düşünmüyorsun,
Benimle evleneceğine
yemin et, elbiselerinin nerede olduğunu söyleyeyim, demiş.
Kız:
- Peki, seninle
evleneceğime yemin ederim! demiş.
Demiş ve arkasından
ortalığı öyle bir rüzgâr kasıp kavurmuş ki o güzelim bahçe ve havuz yok olmuş,
Kız:
- Eyvah! Şehzadem, beni bütün kardeşlerimden
ayırdın! Şimdi, ben de senin gibi bir insan oldum, demiş,
Şehzade:
- Sevgilim, senin
elbiselerini lalam almıştı.
Ama, şimdi ortalıkta
yok. Acaba, nereye gitti? demiş, Kız:
- Şehzadem, artık
iafanı arama. Eğer, benim elbiselerimi yakmış olsaydın, o zaman lalanı kaybetmezdin,
Şimdi, benim elbiselerimi ona giydirdiler. O bir peri oldu ama, ben kurtuldum.
Şehzade, sevgilisine
kavuşup, [alasını kaybettiği için çok üzülmüş.
Kız:
- Şehzadem, sen nasıl
lalanı kaybettiysen, ben de insan olunca dadımı kaybettim. Ama üzülme, Dadım,
mutlaka beni arayıp, bulacaktır. O zaman, lalanı ona anlatırım. Bir çaresini
buluruz, demiş.
Şehzade, kızın
sözleriyle teselli olmuş ve onunla beraber saraya dönmüş. Şehzade ve kız,
odalarında otu-ruyorlarmış. Kızın dadısı, bir güvercin olup, penceresine konmuş
ve kıza:
- Ey sultanım, benden
nasıl ayrıldın? Şimdi, ben sensiz ne yaparım? demiş,
Kız:
- Sevgili dadıcığım,
şu bahçedeki havuza gir ve şehzademin lalası neredeyse onu bana çağır, demiş.
Dadı:
- Sultanım, arkadaşları onun yanından hiç ayrılmıyorlar,
Onu alıp buraya getirecek olsam, beni öldürürler. Sonra sana hasret, senden
tamamen ayrı kalırım. Ama, onu yalnız başına görürsem, belki buraya getirebilirim,
demiş,
Şehzade:
- Dadıcığım, ne
yaparsan yap onu buraya getir. Hiç olmazsa, bir kez yüzünü göreyim, demiş.
Dadı, uçup gitmiş.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra dadı, şehzadenin lalasını bulmuş ve demiş ki:
- Şehzade, senin için çok ağlıyor. Seni biraz
olsun görmek için, benden yardım istedi. Ne yapıp, edip seni gitmeliyiz?
Lala:
- Sana çok teşekkür
ederim. Bir gece, kimselere görünmeden şehzademe gideriz. Birkaç dakikalığına
da olsa onu görmüş, üzüntüsünü dindirmiş olurum. Ama, çok dikkatli olmalıyız.
Kısa bir zaman aralarından ayrıl-sam, arkadaşlarım beni sorup duruyorlar. Benim
şehzadeye gittiğimi öğrenirlerse mutlaka öldürürler, demiş.
Masalı çok
uzatmayalım, pişmiş aşa su katmayalım, Çok yükseklerde, pek alçaklarda
yatmayalım. Bir gece, lala ve dadı güvercin olup, şehzadenin bahçesine gelmişler.
Bahçedeki havuza girince iala bir erkek, halayık ise bir kadın olmuş, Şehzadenin sevgilisi, lala ile
dadısını içeri almış. Onlara, insan elbiseleri vermiş, giyinmişler,
Şehzade de onların
havuz başına bıraktıkları elbiseleri, ateşe atıp, yakmış.
Elbiseler ateşte
yanınca dadı ve lala:
- Eyvah yandık,
mahvolduk! diye bağırıp, bayılmışlar,
Bayılmışlar ya,
şehzade ile kız ikisini de ayıltmış. Artık m
kurtulduklarını söyleyince, ikisi de rahat bir nefes almış. Çok mutlu
olmuşlar, Her şey yoluna girince, şehzade kızla, lala da dadı ile evlenmiş, Düğünleri,
tam kırk gün kırk gece sürmüş.
Onlar ermiş muradına,
biz çıkalım kerevetine.
Çok, çok eskiden üç
oğlu olan bir padişah yaşarmış. Padişahın, sihirli bir aynası varmış. Her sabah
yatağından kalkar kalkmaz, aynaya bakarmış. Aynaya bakarak, o gün neler
olacağını öğrenirmiş, Bir gün, aynaya bakmayı unutmuş. Aynaya bakmadığı aklına
gelince, odasına geri dönmüş. Ama ayna yerinde yokmuş! Telâşla, her yeri
aramış, Ama bir türlü bulamamış. O gün, üzüntüden eli ayağı tutmaz, ne iş yapacağını bilemez
olmuş.
Düşünüp dururken,
oğulları gelip:
- Baba, derdin nedir?
Bugün, çok dalgınsın, demişler, Padişah:
- Oğullarım, bugün aynamı kaybettim. Bu yüzden
üzgünüm, demiş,
Oğulları:
-Eğer, izin verirseniz
gidip aynanızı bulalım, demişler ve babalarını teselli etmişler,
Çocuklar, babalarının
izniyle aynayı bulmak için yola çıkmışlar. Giderlerken yanlarına, bol bol para
almışlar.
Gide gide bir üç yol
ağzına gelip, durmuşlar. Her yolun başında, bir dikili taş varmış. Sağdaki
taşın üzerinde, "Bu yol, bir hana gider", ortadaki yolun başında
"8u yol bir hamama gider." ve soldaki yoiun başında da nBu yoldan
giden dönemez." yazıyormuş.
Büyük kardeş, han
yoluna. Ortanca kardeş, hamam yoluna. Küçük kardeş de giden dönmez, yoluna sapmaya
karar vermiş. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra, kimin geri dönebildiğini
anlamak için yüzüklerini bir taşın altına saklamaya karar vermişler, Kim önce
dönerse yüzüğünü, taşın aitından alacakmış. Aralarında sözleşerek,
yüzüklerini bırakıp yola çıkmışlar,
Küçük oğlan, gide gide
bir dağ başına varmış. Bakmış ki, bir dev anası oturmuş helva yapıyor. Oğlan,
korktuğu halde deve yaklaşmış ve nazik bir şekilde:
- Kolay gelsin
anacığım! demiş ve devin elini öpmüş. Dev anası:
- Oğlum, sen bana çok
nazik ve saygılı davrandın. Bana, 'anacığım' demeseydin seni yerdim, demiş.
Oğlan:
- Sen de bana 'oğulcuğum' demeseydin, ben de
seni kılıcımla keserdim, diye karşılık vermiş.
Dev anası:
- Oğlum, nereden gelip
nereye gidiyorsun? Buraya neden geldin? diye sormuş,
Oğlan:
- Anacığım, ben padişahın
oğluyum. Babamın aynası kayboldu, onu arıyorum, demiş.
Dev anası:
- Oğlum, o aynayı
devler çaldı. Şu dağın arkasında bir bağ vardır; aynayı çalan devler, orada
yaşarlar. Sen şimdi oraya git. Gittiğin zaman, devleri göreceksin. Eğer,
gözleri açıksa uyuyorlar demektir, O zaman hiç korkma, aynayı al. Ama bağın
içindeki elmaslarla ve yakutlarla
donatılmış ağaçlara sakın dokunma! Sonra yakalanırsın, demiş.
Oğlan, dev anasına
teşekkür ederek yola çıkmış, Gide gide dev anasının söylediği bağı bulmuş,
Biraz yaklaşınca, devierin yattığını görmüş, Devlerin gözleri, ateş gibi
yanıyormuş, Oğlan, uyuduklarını görünce aynayı aramaya başlamış. Sonunda aynayı
bulup, tam oradan ayrılacakken dalları elmaslarla ve yakutlarla dolu ağaçları
görmüş.
Karanlıkta ışıl ışıl parlayan
ağaçlara yaklaşıp:
- Nasılsa mışıl mışıl
uyuyorlar, beni nereden görecekler? Şu dallardan bir tane koparayım, diyerek
elini uzatınca devler uyanmış. Oğlanın etrafını sarmışlar.
Onu yakalayıp:
- Sen, ne cesaretle buraya gelip, aynamızı ve ağaçlarımızı çalmaya
kalkarsın? diye gürlemişler.
Hepsi, çok öfkeliymiş,
Oğlan, korkudan zangır zangır titreyerek yalvarmaya başlamış,
Devler:
- Eğer, Arap'ın kılıcını bize getirirsen, seni
bırakırız, demişler,
Oğlan, hemen kabul
etmiş ve dev anasının yanına
dönmüş, olanları
anlatmış.
Dev anası:
- Oğlum, ben sana demedim mi? Niçin onların
ağaçlarına dokundun? Şimdi ne yapacaksın? demiş.
Oğlan:
- Aman anacığım! Bana
yardım et! diye yalvarmış. Dev anası:
- Biraz ileride büyük
bir saray vardır. Sarayın bir kapısı açık, bir kapısı kapalıdır. Kapalı kapıyı
aç, açık olanı da kapat ve içeriye gir, Kapının sağında bir aslan göreceksin;
önünde et durur. Solunda da bir köpek göreceksin, Onun önünde de ot var. Otu
aslana, eti de köpeğe vererek doğru yukarı çık, Arap, odasında yatar ve kılıcı
duvarda asılıdır. Kılıcı hemen oradan al ve çıkıp buraya gel. Ama sakın kılıcı
kınından çekme, demiş.
Oğlan, dev anasına
teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere, tepe düz gitmiş ve
sonunda saraya ulaşmış. Kapalı kapıyı açmış, açık kapıyı kapatmış. Aslana otu,
köpeğe eti vermiş ve yukarı çıkmış. Arap'ın yattığı odaya girerek, duvarda
asılı duran kılıcı alıp saraydan dışarı çıkmış ve koşmaya başlamış.
Yarı yola gelince:
- Artık, beni
yakalayamaz! Bakalım şu kılıcın içinde ne var? deyip kılıcı, kınından çıkarmış.
O anda Arap, oğlanın
yakasından yakalayıp:
- Seni gidi seni!
Benim sarayıma gelip kılıcımı alırsın ha? Ben, şimdi sana gör bak neler yapacağım! diyerek
oğlanı alıp, sarayına götürmüş.
Dev anası, daha
önceden oğlanı uyarmış. Arap onu yakalarsa, kırk gün boyunca çeşitli şeyler
öğretirmiş. Sonra da "Öğrendin mi?" diye sorarmış. Dev, oğlanı sakın
"öğrendim" dememesi için sıkı sıkı tembih etmiş.
Arap, oğlana türlü
beceriler ve kılıktan kılığa girmenin yollarını öğretmiş,
Sonra da:
- Öğrendin mi? diye
sormuş, Oğlan, her seferinde de:
- Öğrenmedim, diye
cevap vermiş. Aradan kırk gün geçtikten sonra, Arap:
- Haydi oradan! Ben de
seni, adam sandım. Senin, hiç bir şey öğreneceğin yok! Bana peri padişahının
kızını getirirsen, seni bırakırım, demiş.
Oğlan, canını
kurtarmak için, kabui etmiş ve dev anasının yanına dönmüş; olanları dev anasına
anlatmış.
Dev anası:
- Arap'ın istediği
kız, bir şehirde oturur. Ama o şehirde hiç erkek yoktur. Oraya kimse giremez.
O kız, tılsımlıdır. Kızın oturduğu şehre, bir erkek girecek olursa tılsımı
bozulur.
İşte, bu yüzden de
şehirde sadece kızlar yaşıyor. Hem, devler ji hem de Arap bu kıza âşıktır,
Yıllardır onu ellerine geçirli mek için uğraştılar. Ama tılsımı yüzünden
hiçbiri şehre giremedi, Senin, oraya
nasıl gideceğini ben de bilemiyorum. Arap'tan hiçbir marifet öğrenmedin mi? •
demiş.
— Kuş kılığına girmeyi
öğrendim, demiş oğlan. Dev anası:
- Tamam, şimdi bir kuş
olup doğru o kızın yaşadığı şehre uçarsın, Sarayın içinde bir havuz, havuzun
üzerinde de taş oymalı bir kafes vardır.
Gidip, o kafesin
üzerine konarsın. O zaman kızın tılsımı bozulur ve sana yalvarmaya başlar, Onu
alıp, Arap'a götürürsün, Böylece sen de bu dertten kurtulmuş olursun, demiş,
Oğlan, hemen bir kuş
olmuş ve şehre gitmiş, Sarayın penceresinin önüne konunca, kız onu görmüş.
Kız, hizmetçilerine:
- Ne kadar güzel bir
kuş! Pencereleri açın, belki içeri girer de yakalarız, demiş.
Hizmetçiler,
pencereleri açmışlar. Kuş içeri girip, doğru havuzun üzerindeki kafese konmuş.
Konduğu anda da kızın tılsımı bozulmuş.
Kuşun, bir erkek
olduğunu anlayan kız:
- Ademoğlu, şimdi ben
de senin gibi oldum, demiş. Oğlan silkinip, eski haline dönmüş.
Kız, artık tılsımı
bozulduğu için her tarafa haberciler göndermiş; isteyenlerin şehre
girebileceğini duyurmuş. Bu oğlanla evlenmek istediğini de babasına söylemelerini
emrederken, oğlan:
- Olmaz sultanım!
Benim babam, bir padişahtır, Düğünümüzü, bîzim sarayımızda yapalım, demiş.
Kızla beraber yola
çıkmışlar. Arap'ın sarayına yaklaştıkları zaman, kız nereye götürüldüğünü
anlamış. Ağlamaya, bağırmaya başlamış.
Oğlan:
- Sultanım, ben seni
vermezdim, ama başımı kurtarmak için seni Arap'a götürmek zorundayım, demiş.
Saraya geldiklerinde
Arap, oğlanın kızı getirdiğini görüp:
- Gelme, gelme! Ben
senden korktum! Benim, bunca yıldan beri uğraşıp alamadığım kızı sen aldın. Kim
bilir, bana neler yaparsın?
Kız da senin olsun, kılıç da, Yeter ki yanıma gelme! demiş.
Oğlan, kılıcı ve kızı
alıp sevinç içinde devlerin yaşadığı bağa gitmiş, Devler, oğlanın kızı ve
kılıcı getirdiğini görünce, onlar da:
- Gelme, gelme! Biz,
senden korktuk! Sen hem Arap'ın kılıcını, hem de kızı almışsın! Biz bile,
onların haklarından gelemedik, Kim bilir, sen onlara ne yaptın? Kız
da, kılıç da, ayna da,
kopardığın allar da senin olsun! diye bağırmışlar.
Oğlan, dev anasının i
yanına dönmüş. Ona, İ yaptığı iyilikler için teşekkür etmiş. Sonra da dev
anasına veda edip, sarayına doğru yola çıkmışlar. Üç yol ağzına gelmişler.
Oğlan, taşı kaldırıp bakınca yüzüklerin orada olduğunu görmüş. Tam o sırada,
kardeşleri de gelmiş. Ama tanınmayacak bir hal-deymişler. Üstleri başları kirli
ve yırtık pırtıkmış. Neyse, birbirlerine kavuşunca kucaklaşmışlar. Büyük
oğlanlar, aynayı küçük kardeşlerinin bulmasını kıskanmışlar. Bu yetmiyormuş
gibi, yanında da güzel bir kız varmış. Biraz oturup dinlendikten sonra
susadıklarını söylemişler. Küçük kardeşlerini de yanlarına alarak, su aramaya
çıkmışlar, Kızı, orada bırakmışlar. Biraz gittikten sonra, az ileride büyük bir
kuyu görmüşler. Bu kuyunun ağzında, demir bir kapak varmış. Küçük oğlana:
- Sen, aşağıya inip şu
kaba su doldurursun. Su kabının ucuna da ip bağlarız ve dolunca yukarı
çekeriz. Sonra da ipi sarkıtıp, seni çekeriz, demişler,
Oğlanın beline bir ip
bağlayıp, kuyuya sarkıtmışlar. Oğlan inince kabı suyla doldurmuş. Ağabeyleri,
suyu yukarı çekmişler. Sonra da oğlanı kuyuda bırakıp, kuyunun kapağını
kapatmışlar. Oğlan, kuyuya atıyla gelmiş, Ağabeyleri, atı orada bırakıp, kızın
yanına dönmüşler.
Kız, oğlanın nerede
olduğunu sorunca:
- O biraz gezecek,
Haydi, biz yola çıkalım, O arkamızdan yetişir, demişler.
Onlar, gide dursunlar;
oğlan, çaresizlik içinde ağlamaya başlamış. O da orada ağlaya dursun. Ağabeyleri,
babalarının sarayına varmışlar.
Padişah:
- Küçük kardeşiniz
nerede? diye, endişeyle sormuş. Onlar da:
- O bizden ayrıldı,
bir daha bulamadık, Nereye gittiğini bilmiyoruz, demişler.
Neyse, padişah aynayı
görünce oğiunu unutmuş, Aynasına kavuşmanın sevinciyle gözü başka bir şey görmez
olmuş. Kızı, büyük oğlu ile evlendirmiş ve kırk gün,
kırk gece düğün yapılmış. Bu arada,
oğlanın gözleri kuyunun içinde ağlamaktan kör olmuş. At da aç susuz, kuyunun
kapağına ayağıyla vura vura, ağlamaktan kör olmuş, Neyse, günlerden bir gün at
kuyunun kapağını kırmış; başını kuyunun içine doğru eğip, kişnemiş. Oğlan,
atının orada olduğunu görünce biraz kendine gelmiş ve bu sevinçle biraz
güçlenmiş. El yordamıyla, kuyunun ağzına tırmanmış, O sırada iki kuş gelmiş.
Kuşların biri oğlanın sağ, biri de sol omzuna konmuş. Kuşlardan biri:
- Yere düşen tüyümü,
şu oğlan bulup gözüne sürse gözleri açılır, demiş.
Diğeri de:
- Kanadımdan düşen
tüyü bularak şu atın gözlerine sürse, onun da gözleri açılır, demiş.
Oğlan, kuşdili bildiği
için kuşların öterek söylediği bu sözleri anlamış. Hemen, elleriyle yerleri
yoklamaya ve tüyleri aramaya başlamış, Tüyün birini bulup kendi gözlerine,
öbürünü de bulup atın gözlerine sürmüş. İkisinin de gözleri iyileşmiş. Atına
atladığı gibi, doğru babasının sarayına gitmiş, Padişah, oğlunu görünce çok
sevinmiş; onu bağrına basmış. Nerelerde olduğunu sorunca, oğlan da başına
gelenleri bir bir anlatmış, Bunu duyan padişah, büyük oğullarını o şehirden
kovmuş. Kızı da küçük oğlu ile evlendirip, kırk gün kırk gece süren güzel bir
düğün yapmış.
Evvel zaman içinde,
iki kardeş varmış. Büyüğünün adı, Ahmet; küçüğünün adı ise Mehmet'miş. Anaları,
babaları öldükten sonra kalan malları aralarında paylaşmışlar. Mehmet, biraz
akılsızmış. Ahmet, anasından babasından kalan mallaria bir dükkân açmış, Mehmet
de orada burada yemiş, içmiş, gezmiş. Paralarını har vurup, harman savurmuş,
Sonunda, bütün
parasını bitirmiş ve Ahmet'e gidip:
- Hiç param kalmadı,
Bana biraz para verir misin? demiş. Ahmet, kardeşine acıyıp paraları vermiş.
Mehmet, parasını bitirince gene gelip istemiş. Ahmet vermiş, o harcamış, Bu
şekilde, uzun bir süre devam etmiş, Ahmet, bakmış ki kurtuluş yok dükkânını
kapatmış. Mısır'a gitmek üzere köprüye gitmiş ve gemiye binmiş.
O sırada, Mehmet yine
para istemek için Ahmet'in dükkânına gitmiş. Dükkânın kapalı olduğunu görünce,
komşularına sormuş ve ağabeyinin Mısır'a gittiğini öğrenmiş. Hemen köprüye
koşmuş ve Mısır'a giden gemiyi sormuş. Onu aramak için, gemiye binmiş. Ahmet,
kardeşine görünmemek için gemide sakianmış. Gemi, yelken açarak yola koyulmuş.
Ahmet, gemi hareket ettikten sonra saklandığı yerden çıkmış. Bir de bakmış ki
kardeşi karşısında duruyor.
Ahmet'in canı çok
sıkılmış, ama yapacak bir şey olmadığı için birlikte Mısır'a kadar gitrnişier.
Mısır'a vardıklarında
gemiden inip, limanda dolaşmaya başlamışlar.
Ahmet, kardeşine:
- Mehmet, sen burada
bekle. Ben, iki at bulup geleyim, demiş ve oradan kaçmış.
Mehmet beklemiş,
beklemiş ve Ahmet'in gelmediğini görünce yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş;
dere, tepe düz gitmiş. Sonunda, bir dağın eteğine varmış, Üç kişi, kavga
ediyormuş,
Yanlarına yaklaşmış:
- Neden kavga ediyorsunuz?
diye sormuş.
Onlar:
- Biz, üç kardeşiz,
Babamız ölünce, bize bir külah, bir
kırbaç ve bir de halı bıraktı. Bunları,
aramızda nasıl paylaşacağımızı konuşurken, kavga çıktı, demişler.
Mehmet:
-Bu yüzden kavga
etmeye utanmıyor musunuz? demiş.
Onlar:
- Külah, kamçı ve halı
sihirlidir, Külahı giyen, görünmez olur. Halıya oturup, kırbaçla vurunca
istediğin yere gidebilirsin, demişler.
Mehmet:
- Ben, bir ok
yapacağım, Siz de bana bir ağaç bulun. Oku uzağa fırlatacağım. Hanginiz, oku
bulup getirirse bunları ona veririm, demiş.
Adamlar, hemen bir
ağaç bulup getirmişler. Mehmet, ağacı kesip biçmiş, yontmuş ve bir ok yapmış.
Sonra oku bütün gücüyle atmış. Kardeşlerin üçü birden, okun arkasından
koşuşmuşlar. Onlar gider gitmez, Mehmet külahı başına takmış ve halının
üzerine oturup kamçıyı vurmuş.
Halı, diie gelmiş:
- Emret! demiş,
Mehmet:
- Beni ağabeyimin
yanına götür, demiş.
Halı şimşek gibi
fırlayıp, havalanmış. Bir şehre gelince süzülüp, yere inmiş. Mehmet, halıdan
inmiş ve şehirde dolaşmaya başlamış.
Bir tellal:
- Padişahımız,
geceleri kaybolan kızının nereye gittiğini öğrenen cesur bir delikanlıyı
kızıyla evlendirecek! Başaramayanların
başını vurdurarak cezalandıracak! diye bağırıyormuş.
Mehmet, hemen ortaya
çıkmış:
- Ben öğrenebilirim,
demiş. Onu, hemen padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, onu kızının odasına
saklamış. Gece olunca, kız odasına girip yatmış, Mehmet, saklandığı yerden
kızı gözetlemeye başlamış.
Kız, bir iki saat
sonra kalkmış ve Mehmet'in yanına gelmiş. Elindeki iğneyi, Mehmet'in ayağına
hafifçe batırmış, Mehmet, sesini çıkarmayınca da uyuduğunu sanmış. Kız, bir
şamdan alıp, odasındaki gizli bir kapıdan çıkmış. Mehmet de kalkıp, gizlice
onu takip etmeye başlanmış. Kız, bir Arap'ın başında taşıdığı altın bir
tepsinin üzerine oturmuş, Mehmet, külahını takıp, görünmez olmuş, Tepsinin
üzerine sıçramış ve kızın yanına oturmuş. Tepsi sallanınca, Arap:
- Aman efendim, ne
yapıyorsunuz? Az daha düşeçektiniz! demiş.
Lalacığım,
kımıldamıyorum bile, demiş.
Arap, yürüdükçe
başına ağırlık çökmüş:
- Efendim, bu gece ne oluyor? Çok ağırsınız,
boynum kopacak, demiş.
Kız:
- Her akşam nasılsam,
yine öyleyim, demiş.
Neyse, az sonra bir
bağa gelmişler. Ağaçların bütün dalları altınlar ve elmaslarla doluymuş.
Mehmet, ağaçtan bir dal koparıp, cebine koymuş, Ağaçlar, bağırarak:
- İnsanoğlu canımıza
kıydı! demişler. Arap:
- Aman sultanım! Bu
gece bize neler oluyor? diye sormuş.
Kız:
- Lalacığım, bu akşam odama bir keloğlan koydular.
Neler oluyor bilemem ki! Her halde onun rüzgârına uğradık, diye cevap vermiş.
Gide gide bir bağa
daha varmışlar. Buradaki ağaçlar, gümüşler ve zümrütlerle doluymuş. Mehmet, yine
bir dal koparıp cebine koymuş. Bütün ağaçlar, yeri göğü inleterek:
- İnsanoğlu canımıza
kıydı! diye bağrışmışlar.
Kız ve Arap, bir
köprüye varmışlar, Mehmet, tepsiden atlamış ve köprünün kenarından bir parça
koparıp cebine sokmuş.-Yine yerler zangır zangır sallanarak, bağrışmış,
Uzatmayalım, kız ve lala bir saraya varmışlar.
Mehmet, arkalarından
saraya girmiş. Sarayın kapısına dizilen hizmetçiler, kızı karşılamışlar ve
inmesine yardım etmişler, Hizmetçiler elmas, inci ve zümrüt işlemeli bir çift
terlik getirip kızın önüne koymuşlar, Mehmet, terliğin tekini alıp cebine
sokmuş, Kız, teriiğin bir tekini giymiş, sonra da ötekini aramaya başlamış.
Bulamayınca, hizmetçiler hemen bir çift daha getirmişler. Mehmet, gene
bunlardan birini daha
alıp cebine sokmuş,
Kız sinirlenmiş:
- Aman terlik filân
flk istemem! diyerek yürüyüp içeriye girmiş,
Bir odanın kapısını m
açmışlar, Mehmet, kızın arkasından odaya girmiş. Odada, bir dudağı yerde
bir dudağı gökte bir Arap oturuyormuş.
Arap:
- Sultanım! Nerede
kaldın? Ne zamandan beri seni bekliyorum. Niçin böyle geç geldin? diye sormuş.
Kız:
—Aman efendim, bu
akşam bize bir hal oldu. Biz de ne olduğunu bilemiyoruz. Babam, bu akşam odama
bir keloğlan koydu.
Buraya gelinceye kadar, neler oldu, neler! diye anlatmaya başlamış.
Arap:
- Endişelenmene gerek
yok. Baksana ortada bir şey yok. Ne olacak sanki? demiş.
Arap, hizmetçilerine
emir vererek, sultana bir şerbet getirilmesini istemiş. Hizmetçiler, elmaslar,
billurlar içinde bir kupa şerbet getirmişler. Kıza verecekleri sırada, Mehmet
kupaya vurduğu gibi kupayı yere düşürüp kırmış.
Arap hizmetçi,
şaşırarak:
- Aman bu gece bize
neler oluyor? diye bağırmış. Bunun üzerine kız:
- Efendim, şerbet
falan istemem! Bu akşam, başıma bir iş gelmeden bir an önce şuradan gideyim,
demiş, Arap, yine emirler verip yemekler getirtmiş. Kız ile Arap, sofraya
oturmuşlar ve yemek yemeye başlamışlar, Mehmet de onlarla beraber yiyormuş.
Arap:
- Sultanım, tabağın bu
kenarından ben yiyorum, şu kenarından da sen yiyorsun, diğer kenarından yiyen
kim acaba? diye sormuş.
Sormuş, ama kız
nereden bilsin! Neyse yemeyi yemişler, arkadan hoşaf gelmiş, Mehmet, kızın
önündeki kaşığı alıp cebine sokmuş. Ne olduğunu anlayamayan hizmetçiler, bir
kaşık daha getirmişler, O da ortadan kaybolunca bir üçüncü kaşığı kızın önüne koymuşlar.
Üçüncü kaşık da yok olunca, kız hoşafı içmekten de vazgeçmiş.
Bu gece acayip olaylar
olduğunu gören Arap:
- Efendim, sahiden de
bu gece ortalıkta bir şeyler dönüyor; vakit geçirmeden saraya dönün, diyerek
lalayı çağırmış.
Kız, yine lalanın
başında taşıdığı tepsiye binip gitmiş, Mehmet, orada kalmış, Arap'ın odasında
asılı duran kılıcı almış ve bir vuruşta Arap'ın kafasını vücudundan ayırmış.
Arap, peri
padişahıymış, Ölünce, sarayın içinde bir gürültü, bir patırtı kopmuş:
- Eyvah, insanoğlu
padişahımızın canına kıydı! diye çığlıklar ortalığı kaplamış.
Mehmet, bu gürültüleri
duyunca hemen saraydan çıkmış ve sihirli halısına oturmuş. Kamçıyı halıya
vurunca,
halı:
- Emret, demiş.
Mehmet:
- Beni hemen sultanın
odasına götür, demiş,
Kızdan önce gelip,
sanki hiç oradan ayrılmamış gibi yine yatağına yatmış. Aradan epeyce zaman
geçtikten sonra, kız gelmiş. Oğlanın, hala uyuduğunu görünce:
- Seni gidi kel seni!
Beni bu akşam çok rahatsız ettin, diyerek elindeki iğneyi oğlanın ayağına
batırmış. Oğlandan ses çıkmadığını görünce, uyuduğunu sanmış. Sessizce
yatağına girip, yatmış.
Sabah Mehmet'i,
padişahın huzuruna çıkarmışlar, Padişah:
- Oğlum, ne gördün?
Söyle bakalım! demiş. Mehmet:
- Efendim,
gördüklerimi burada söyleyemem. Bütün halkı, meydana toplayın, Sultan hanım,
bir kafesin içinde yanımda dursun. O zaman, bütün gördüklerimi anlatıp,
herkese duyuracağım, demiş.
Padişah, onun dediği
gibi herkesi toplamış. Mehmet, sarayın balkonuna çıkmış ve yüksek sesle, kızın
odasına girdiği andan başlayıp, sabah oluncaya kadar neler gördüyse hepsini
birer birer anlatmış.
Kız, onun
söylediklerini yalanladıkça sözlerini ispatlamak için cebine soktuğu şeyleri
teker teker çıkarmış ve halka göstermiş, Ahmet de oradaymış, Kardeşine görünmemek
için, bir ağacın arkasına saklanmış, Mehmet, uzaktan ağabeyini görmüş.
Sözlerini bitirince de hemen kalkıp ona doğru koşmuş, Ahmet, kardeşinin neler
anlattığını duyamıyormuş, Kendisi hakkında bir şeyler söylediğini sanmış ve
korkup, kaçmaya başlamış. O kaçmış, öteki kovalamış. Sonunda, Mehmet ağabeyini
yakalamış. Onların koşuştuklarını gören
padişah, adamlarını yollamış ve onları yanına getirtmiş.
Padişah:
- Neden kaçıyordun?
dîye sormuş,
Ahmet, kardeşinden
çektiklerini padişaha bir bir anlatmış, Padişah, kızının nereye gittiğini
öğrenen Mehmet ile kızını evlendirmek istemiş,
Mehmet:
- Kızınız ile ağabeyim
evlenmen, O bunu hak ediyor, demiş,
Padişah, kızını Ahmet
ile evlendirmiş. Kırk gün, kırk gece düğün dernek kurmuş, Mehmet, ağabeyinden
ayrılmamış ve ölünceye kadar onun yanında kalmış.
Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde, bir varmış, bir yokmuş. Develer tellâl iken, eşek natır
iken, sıçan berber iken, gugukçuk terzi iken, tosbağa ekmekçi iken. Hamama
vardım, hamamın tası yok. Peştamalın ortası yok. Ben anamın beşiğini, tıngır
mıngır sallar iken. Bir varmış, bir yokmuş, Bir değirmencinin kara kedisi
varmış. Bir padişahın da üç kızı varmış, Kızların biri kırk yaşında, biri otuz,
en küçüğü de yirmi yaşındaymış. Kırk yaşındaki kız, bir gün babasına mektup
yazmış. Mektubun altına da kendi adını değil, küçük kardeşinin adını yazmış ve göndermiş.
Mektupta: "Ablalarımın biri otuz, diğeri kırk yaşına girdi. Onları hiç
kimseye vermedin. Ben de onlar gibi, kocaya varmayacak mıyım?"
yazıyormuş.
Padişah, mektubu
okumuş ve düşünmüş, taşınmış. Sonrada, kızlarını yanına çağırıp:
- Kızlarım, şimdi
sırayla ok atmanızı istiyorum. Ok her nereye düşerse, orası sizin kısmetiniz
olacak, demiş,
Önce büyük kız oku
atmış. Ok vezirin oğlunun köşküne düşmüş. Padişah, kızını vezirin oğluna
vermiş. Ortanca kızın attığı ok, şeyhülislâmın oğlunun köşküne düşmüş. Onu da
vermiş. En küçük kız, okunu atmış. Ok bir külhancının kulübesine düşmüş,
Padişah, bunu saymamış, Bir daha attırmış; yine oraya düşmüş, Kız, üç kere atmış;
üçünde de oraya düşmüş,
Padişah, sinirlenip:
- Ne yapalım, senin
lâyığın buymuş! Bak, büyük kardeşlerin sabrettiler ve muratlarına erdiler. Sen
ise onların en küçüğüyken sabredemedin ve bana mektup yazdın! İşte, sonunda
belanı buldun! Bunu o külhancıya götürün! Hiçbir şey de vermeyin! diye kovmuş.
Kızı, götürüp
külhancıya vermişler.
Külhancı ile kız,
evlenmişler. Günler, aylar geçmiş, Çok yoksul oldukları için, ne dertleri ne de
sıkıntıları bitmiş. Kış gelince, bunları bir düşüncedir almış. Koca kışı
bu kulübede nasıl geçireceklerini
düşünüp, duruyorlar-mış.
En sonunda kız,
külhancıya:
-Sizin hamamcıya gidip
rica etsen de kışı geçirince-ye kadar, bize bir yer verse nasıl olur? demiş.
Külhancı, gidip hamamcıyla konuşmuş. Hamamcı, onlara acımış
ve kalacak bir yer vermiş,
Uzatmayalım,
külhancıyla kar'sı oraya
yerleşmişler.
Aradan bir zaman
geçtikten sonra, nur topu gibi bir kızları olmuş. Tam o sırada duvar çatlamış
ve içinden üç peri kızı çıkmış.
Peri kızları,
kadının odasını silmiş süpürmüşler. Her tarafı düzeltip, tertemiz
yapmışlar. Kadını, yatağına yatırmışlar;
bebeği de kundaklamışlar.
Giderlerken, perilerden biri:
- Bu güzel bebeğin
adı, Gülsen. Ağladıkça inci döksün, demiş.
Diğeri:
- Güldükçe güller
açsın, demiş.
Sonuncusu da:
- Yürüdükçe cayır,
çimen bitsin, demiş ve üçü birden ortadan kayboluvermiş.
Külhancı, yorgun argın
eve dönmüş. Bir de bakmış ki, bir kızı olmuş; karısı da tertemiz bir odada,
süslü püslü bir yatakta yatıyor,
Adam, şaşkınlık
içinde:
- Aman hanım, sana ne
oldu? Bunları nereden buldun? diye sormuş.
Kadın, her şeyi olduğu
gibi anlatmış, Neyse, zaman su gibi akıp, geçmiş. Kız büyüyüp, on iki yaşına
girmiş, Güzellikte bu dünyada eşi olmayan, görenin âşık olduğu bir kız olmuş.
Kız, güldükçe güller açılıyor, ağladıkça inciler dökülüyor, yürüdükçe bastığı
yerde çayır çimen bitiyormuş. Öyle bir güzel ki, hiç kimse görmemiş. Kızın
güzelliği dilden dile dolaşıyormuş. Padişahın karısı da bu kızı duymuş. Kızı,
oğluyla evlendirmek istiyormuş. Şehzade, bu kızı daha önceden rüyasında görüp,
âşık olmuş.
Annesi, onu bir gün
yanına çağırıp:
- Oğlum, güzelliği dillere destan bir kız var,
Bu kızı, sana istemeye gideyim mi? demiş.
Şehzadenin, utancından
nazlandığını gören annesi, onun da istediğini anlamış.
Valide sultan, yanına
yardımcısını da alarak kızı istemeye gitmiş, Kızın annesi ve babası, baş
üstüne demişler ve kızlarını vermişler. Valide hanımın yardımcısının da çok
güzel bir kızı varmış. Biraz o kızı andırıyormuş. Bu kadın, kendi kızının
şehzadeyle evlenmesini istiyormuş. Kızın gelin gideceği gün, ona tuzlu
yemekler yedirmiş. Yanına bir testi su ile bir torba almış. Kendi kızını da
yanına almış. Gelinin arabasına binip, yola çıkmışlar. Kız, yolda çok susamış
ve kadından su istemiş.'
Kadın:
- Gözünün birini
çıkarırsan, sana bir bardak su veririm, demiş.
Kız, susuzluktan
yandığı için, gözünün birini çıkarıp suyu içmiş. Biraz sonra bir bardak daha
istemiş.
Kadın:
- Diğer gözünü de
çıkarırsan veririm, demiş. Kız, diğer
gözünü de çıkarıp suyu içmiş, Kadın, kızın gözlerini saklamış ve kızı da
torbanın içine koyup, bir dağ başına bırakmış. Gelinliği de kendi kızına
giydirmiş ve saraya gitmişler..
Neyse, padişah oğlunu
kırk gün, kırk gece düğün ve eğlencelerle evlendirmiş. Şehzade, gelinin
duvağını açınca düşünde gördüğü kız olmadığını anlamış. Biraz benzediği için
sesini çıkartmamış, ama şüphelenmiş. Rüyasında gördüğü kız güldükçe güller
açılır, ağladıkça
inciler saçılır,
yürüdükçe çayır çimen bitermiş. Ama bu kızda ne gül varmış, ne inci, ne çimen.
Bu arada, kız dağ
başında kendi kendine ağlarmış, Ağladıkça inciler dökülüp, torbanın içi
incilerle dolmuş. O gün, ırmağa çöp dökmeye gelen çöpçü, birinin ağladığını
duymuş.
Çöpçü, korkup:
- İn misin, cin misin?
diye seslenmiş. Kız:
- Ne inim, ne de cin!
Senin gibi bir insanım! demiş.
Çöpçü, çuvalın ağzını
açınca iki gözü de olmayan kızı evine götürmüş. Çöpçü ve karısının, hiç
çocukları yokmuş. Bu yüzden, kızı çok sevmişler ve kendi kızları gibi
görmüşler. Kıza çok iyi bakmışlar, ama kız gözleri olmadığı için çok
üzülüyormuş; durmadan ağlıyormuş. Kız ağladıkça, evin her yanına inciler
dökülüyormuş, İncileri toplayan çöpçü, başka bir iş yapamaz olmuş. Parasız
kaldıkça, incileri götürüp satıyormuş. Aradan günler geçmiş. Kız, üzüntüsünü
biraz unutmuş, Güldüğü zaman, güller açıyormuş.
Kız:
- Baba, al bu gülü ve
sarayın önünde sat. "Gül satarım, hiç görülmemiş gülüm var!" diye
bağır. Eğer, bir kadın gülü almak isterse, "Bir göze veririm," de.
Adam, gülü alıp doğru
sarayın önüne gitmiş:
- Gül satarım!
Görülmemiş güzellikte güllerim var! diye bağırınca kızın anası duymuş.
- Şu gülü alıp, kızımın başına takayım. Şehzade
görünce, kızımı sevdiği kız sansın, demiş. Çöpçüyü çağırmış:
- O güle kaç para
istiyorsun? demiş. Çöpçü:
- Bu gülü parayla
satmıyorum. Bir göze veririm, demiş.
Kadın, kızın gözlerinden
birini getirip çöpçüye vermiş ve gülü almış; kızının başına takmış. Şehzade,
gülü görünce:
- Bu gül benim
sevdiğim kızın güllerinden. Bunda bir iş var, demiş,
Çöpçü, gözü alıp doğru
kıza getirmiş. Kız, gözünü yerine koyup, Allah'a yalvararak dua etmiş. Gözü
yine eskisi gibi olmuş. Kızın yüzü gülünce, güller açmış,
Çöpçü, gülü almış ve
sarayın önüne gitmiş. Sokakta bağırmaya başlayınca, kadın duyup:
- Şehzade kızımı biraz
sevmeye başladı, Şu gülü de alayım, daha çok sevsin, demiş.
Çöpçü, yine;
- Bir göze veririm,
demiş. Kadın, sakladığı diğer gözü de
çöpçüye vermiş. Çöpçü, gözü alıp kıza getirmiş.
Kız, onu da yerine
koymuş ve tüm kalbiyle dua etmiş, Uzatmayalım, kızın gözleri eskisinden de iyi
olmuş. Günlerden bir gün, sokağa çıkmış. Güldüğü yerde güiler açılıp, bastığı
yerde otlar biterek yürüyormuş. Gözlerini çıkaran kadın, onu görünce neye
uğradığını şaşırmış. Telaş içinde çöpçünüı evine koşmuş:
- Aman senin kızın çok tuhaf! Sakın o bir cadı
olmasın? diye çöpçüyü korkutmuş, Adam, biraz saf olduğu için kadına inanmış.
Kadın:
- Bu kızın tılsımını öğrenip, bana söylersen
sana yardım ederim, demiş.
Kız eve dönünce çöpçü,
kıza:
- Kızım, senin
tılsımın nedir? diye sormuş. Kızın aklına bir kötülük gelmediği için:
- Babacığım, ben bir
insanım, ama periler bana yardım ediyorlar, Benim tılsımım, büyük dağdaki
geyiktir. Eğer o ölürse, ben de ölürüm, demiş.
Kötü kalpli kadın,
sabah erkenden gizlice gelmiş, Çöpçüden, kızın tılsımını öğrenmiş ve hemen
saraya dönmüş,
Kızına elemiş ki:
- Kızım, sen mahsustan
hastaymış gibi yap. Gerisini bana bırak, demiş.
Kız, annesinin
söylediklerini yapmış. Şehzade, hemen hekimleri çağırmış. Kızın annesi,
hekimlerden birini kandırmış ve ona:
- Siz, şehzadeye
"Büyük dağdaki yüreğini, hanımınıza yedirir-seniz iyi olur."
dersiniz, demiş.
Kötü kalpli kadının,
bütün i işleri yolunda gitmiş. Şehzade, adamlarını gönderip
geyiği 1 vurdurmuş, Hemen yüreğini mJS çıkartıp, kıza yedirmişler. Geyik
ölünce, kızcağız da ölmüş. Geyiğin yüreğinin ucunda kırmızı bir mercan varmış,
Kız, yüreği yerken o mercan
yere düşmüş, ama kimse görmemiş,
Günler, aylar sonra bu kızın bir çocuğu olmuş, Bu bebek, şehzadenin rüyasında
gördüğü kız gibi, ağladıkça inciler dökülüyor, güldükçe güller açıiıyormuş,
yürüdükçe çimenler bitiyormuş. Şehzade, bir gece rüyasında o kızı görmüş, Kız:
- Şehzadem, benim
canım sarayın merdivenlerinin altında duruyor. Karının doğurduğu çocuk, benim tılsımım olan geyiğin
yüre£,.nden olmuştur, demiş. Şehzade, uykudan uyanmış ve kızın söylediklerini
düşünmüş. Merdivenlerin altına gidip aramış, taramış ve sonunda güzel bir
mercan bulmuş. Mercanı alarak yukarı çıkmış ve masanın üzerine koymuş.
Aradan yıllar geçmiş
ve çocuk, büyümüş, Oynarken, masanın üzerindeki o mercanı almış, O sırada periler,
çocuğu alıp kızın mezarına götürmüşler. Çocuk, elindeki mercanı kızın ağzına
koyunca kız canlanmış. Şehzade, çocuğunun kaybolduğunu anlayınca her yerde
aramış, ama bulamamış. O gece rüyasında, çocuğu ile sevdiği kızı aynı mezarda
görmüş, Korku içinde uyanmış. Hemen, rüyasında gördüğü mezarlığa gitmiş. Mezarı
açınca, çocuğu ile sevdiği kızı bulmuş. Onları dışarı çıkarmış. Kız, başından
geçenleri olduğu gibi anlatmış.
Hep beraber saraya
dönmüşler. Şehzade, karısını ve kötü kalpli annesini başka bir şehre sürdürmüş.
Kız ile evlenip, kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Çöpçüyü ve karısını,
yanlarına almışlar.
Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde. Develer tellâl iken, pireler berber iken, ben babamın
beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Bir ev aldım çatısı yok. Bir kız aldım
urbası yok. Beyimin tasası hiç yok. Uzun ok, kısa ok.
Okları atacak
delikanlı pek çok. Çektim yayımı, attım okumu. Ok bir gitti, bir gitti,
vınlaya, çınlaya. Altı ay bir güz, dere tepe düz gitti,
Bir varmış, bir
yokmuş. Zamanın birinde bir padişahın, üç oğlu varmış. Günlerden bir gün,
padişah hastalanıp yataklara düşmüş ve çok geçmeden de ölmüş. Eee, padişah
demek, taht ve saltanat demek. Üç oğlu, ben padişah olacağım, sen olacaksın,
diye birbirleriyle kavgaya girişmişler. Padişahın baş veziri bakmış ki, bu işin
sonu yok:
- Çocuklar! demiş. Boşuna kardeş kavgasına
düş-. meyin. Zaten yoksul bir ülkeyiz. Bu kavgalardan hem sizler, hem de
ülkemizin halkı zararlı çıkar,
Şehzadeler:
- Sen, babamıza ve
ülkemize bunca yıl baş vezirlik yaptın, Bizim ve ülkemizin iyiliği için
konuşuyorsun. Peki, kim padişah olacak? Nasıl seçelim?
Baş vezir:
-Yarın, üçünüz de ok
meydanına gelin. En güzel oklarınızı, en gergin yaylarınızı getirin, Oku en
uzağa kim atabilirse, ülkenin padişahı o olur.
Şehzadeler, baş vezirin
bu teklifini kabul etmiş. Sabah olunca, ok meydanına gitmişler. Şehzadeler,
sırayla yaylarını çekip oklarını atmışlar, Büyüğün oku, çayırlık bir yere
düşmüş. Ortancanınki, ondan biraz uzak bir bayıra düşmüş. En küçüğünün oku ise
bir çalılığa düşmüş, Şehzadelerden her biri, okunu aramaya çıkmış. Küçük
şehzade, akşama doğru bir çalılığa varmış. Bakmış ki oku çalılıkların
arasında. Acaba burası nasıl bir yerdir, diye etrafa bakınırken ileride yanan
bir ışık görmüş. Merak edip, ışığa doğru yürümüş. Çok geçmeden karşısına
kocaman bir saray çıkmış. Sarayın
önünde, kırk kişi bekliyormuş. Gidip
selâm verdikten sonra:
- Bir bir saydım sizleri, tam kırk kişisiniz.
Bu sarayın önünde ne arıyorsunuz? Siz kimsiniz? diye sormuş.
Adamlar:
- Biz hırsızız, Şu saraya girebilmek için,
günlerdir uğraşıyoruz. Ama, bir türlü başaramadık! demişler.
Çevik yapılı küçük
şehzade, sarayın duvarına tırmanmayı başarmış, Adamlara, bir ip sarkıtarak:
- Haydi! demiş.
Sırayla tırmanın!
Hırsızlar, sarayın
duvarına tırmanmaya başlamış. Şehzade, duvara çıkan hırsızı öldürüp, sarayın
bahçesine atıyormuş, Kırkını da
bu şekilde öldürdükten sonra, sarayın içini gezmeye başlamış. Sarayın üç büyük
odasında, üç güzel kız uyuyormuş. Kızların en küçüğüne aşık olmuş, Kızın
odasını işaretlemek için, belindeki hançeri çıkarmış ve olanca gücüyle kızın
yattığı odanın kapısına saplamış. Fazla zaman kaybetmeden sarayına dönmüş.
- Vezirler kurulu,
toplanmış. Oku en uzağa atanın, en küçük şehzade olduğunu açıklamışlar. Onu,
padişah ilân etmişler.
Biz, üç güzel kızın
sarayına gidelim. Kızların babaları, bir padişahmış.Padişah, sabah kalkınca
küçük kızının odasının kapısındaki hançeri görmüş. Hançeri çekip çıkartmak
için, çok uğraşmışsa da, bütün çabalarına rağmen küçük şehzadenin hançerini
yerinden oynatama-.mışlar. Padişah, dört bir yana haberler salarak:
- Hançeri kim yerinden
çıkartırsa, küçük kızını ona vereceğini, duyurmuş,
Ama, gelenlerin hiç
birisi hançeri çıkaramamış. Hançeri çıkartmayı denemeyen, sadece bizim üç
kardeşler kalmış, Onlar da denemek için gelmiş. Büyük oğlan, çekmiş ama
çıkartamamış. Ortanca da çıkartamamış. Ama, küçük şehzade hançerini bir hamlede
kapıdan söküp almış ve kınına yerleştirmiş.
Kızların babası:
- Oğlum, ben sözünde
duran bir adamım; küçük lazım senindir, Evlenip mutlu bir hayat yaşayın, demiş.
Küçük şehzade:
- iyi ama, demiş.
Benim iki kardeşim daha var. Padişah:
- Ortanca kızımla
büyüğünü de onlarla evlendiririm. Böylelikle üç düğün bir arada yapılmış olur,
demiş,
Çok geçmeden
hazırlıklar yapılmış ve üç kardeş, üç kızı yanlarına alarak büyük bir kervan
halinde kendi ülkelerine doğru yola çıkmışlar. Yolda, rüzgar gibi görünmez bir
yaratık, küçük kızı şehzadenin ak küheylanının terkisinden aldığı gibi
kaçırmış. Bu yaratık, görünmeyen bir devmiş,
Şehzade, şaşkınlığı
geçtikten sonra kardeşlerine:
- Siz yolunuza
devam edin. Ben, kızı bulana kadar dönmem,
demiş.
Kervan, yola devam
ede dursun. Şehzade, düşmüş sevdalandığı kızın peşine.
Az gitmiş, uz gitmiş
dereler, tepeler dümdüz gitmiş. Burası neresi? Kalimera deresi.
Bilmem etmem, kimseyi ele tanımam diye
diye bizim genç şehzade gitmiş de gitmiş. Aklında, fikrinde sevdiği kız. Amacı,
ille de ille onu bulmak, ona kavuşmak. Gide gide, bir düzlüğe ulaşmış. Karşına
bir dev anası çıkmış, Bu dev anası, şehzadenin sevdalı olduğu kızı kaçıran
devin annesiymiş.
Şehzade:
- Eyvah! Bu kadın,
belki de beni parçalayıp, yer! diye, koşup dev anasına sarılmış.
- Ah anacığım! Ben,
çok dertli bir insanım! Ne olur bana yardım et! demiş. Başından geçenleri
anlatmış.
Dev anası;
- Eyvah! demiş. Senin sevdiğin kızı, kaçıran
benim oğlumdur! Senelerdir onu kaçırmak için fırsat kollardı. Demek ki, senin
elinden almayı başardı. Hani, o gördüğün kırk hırsız vardı ya, Onlar, kızı
kaçırıp oğluma getireceklerdi. Ama, ben oğlumu pek sevmem.
Onun için, sana yardım
edeceğim, Onu bulmak istiyorsan, sekiz saat yürü, sekiz ulu ağacı geç, sekiz
pınardan su iç. Karşına, benim büyük kardeşimin sarayı çıkar. Onunla konuş ve
selâmımı söyle. Belki, sana bir yardımı dokunur.
Şehzade, dev anasına teşekkür
ettikten sonra yoluna devam etmiş.
Dev anasının kardeşini
bulmuş:
- Sevgili anacığım,
size ablanızın selâmı var. Beni, size gönderdi, demiş.
Dev anasının, kardeşi:
- Buyur evlât, ne
istiyorsun? diye sormuş. Şehzade, başından geçenleri ona da anlatmış. Dev
anasının ablası:
- Oğlum, senin
evleneceğin kızı kaçıran dev, üç gün önce buradan geçti, Onun yaşadığı yere
gitmen çok zor, Ama, yapabilirsen kolay bir yolu daha var.
Oğlan:
- Nedir anacığım?
- Buradan dört gün
uzaklıktaki adaya git. O adada, dört gün bekle. Dört günde bir deniz aygırları
yavrularıyla birlikte karaya çıkarlar, Avucuna bir pamuk alıp, onlardan
birini yakala ve buraya getir. Biz de onu, dört gün besleyip büyütürsek;
üzerine binip, sevdiğin kızı geri alabilirsin.
Oğlan, dev anasına
teşekkür edip, hemen yola çıkmış. Deniz kenarına gitmiş. Orada dört gün
beklemiş. Beşinci gün, deniz aygırları denizden karaya çıkmaya başlamışlar.
Oğlan, bunlardan bir tanesini elindeki pamukla yakalamış. Doğruca dev anasının
ablasının yanına götürmüş, Yavru deniz aygırını, dört gün beslemişler, Beşinci
gün, dev anası aygıra:
- Bu oğlanı, sevdiği
kızı kaçıran devin yanına götürebilir misin? diye sormuş.
Aygır:
- Götürürüm, ama onun
sevdiği kızı babamın sırtında kaçırdılar.
Ben, babamdan hızlı koşamam. Dev,
onun sırtına binerse hemen bize yetişir. İkimiz de hayatımızdan oluruz. Onun
için, şehzade sırtıma bindiği zaman eiine bir iğne alsın. Eğer, babam bize
yetişirse iğneyi bana batırır. Ben de can havliyle daha hızlı uçar, babama
yakalanmam, demiş,
Deniz aygırının
söylediği gibi, şehzade elinde bir iğneyle atlamış aygırın sırtına. Çok
geçmeden, devin yaşadığı yere varmışlar. Dev uyuyor, kız bir kenarda oturuyor,
bindikleri aygır da bir kenarda otluyormuş.
Kız, şehzadeyi
görünce:
-Aman şehzadem! Hemen
buralardan gidelim! Uykudan uyanırsa bizi öldürür, demiş,
Şehzade, kızla
birlikte deniz aygırına atlayıp, oradan uzaklaşmış. Onların kaçtıklarını gören
deniz aygırının babası, başlamış acı acı kişnemeye. Dev, uyanınca kızın
kaçtığını anlamış. Hemen aygıra atladığı gibi, düşmüş peşlerine, Küçük deniz
aygırının dediği gibi, babası çok hızlı uçuyormuş. Çok geçmeden, onlara
yetişmiş. Şehzade, arkasına bakmış, Dev, onlara ha yetişti, ha yetişecek.
Hemen iğneyi çıkartıp, aygıra batırmaya başlamış.
Aygır, can havliyle
öyle bîr koşmuş, öyle bir uçmuş ki, sormayın. Babası ve dev, az sonra gözden
tamamıyla kaybolmuşlar.
Şehzade ve kız, dev
anasının yanına gelmişler. Dev anası:
- Oğlum, artık hiç
korkma, demiş. Dev, bir daha size hiç bir şey yapamaz. Şimdi birlikte saraya
dönün. Ama, bu iyiliğimin karşılığı olarak, senden her gün bir kuzu isterim.
Eğer göndermezsen, bir gece gelir ikinizi de "hop" diye yutarım,
demiş.
Şehzade, dev anasına
teşekkür ettikten sonra sarayına doğru yola çıkmış. Sabaha doğru saraya
varmışlar, Herkes, şehzade ve eşini büyük bir merak içinde bekli-yormuş. Sağ
salim geldiklerini görünce, çok sevinmişler. Hemen düğün hazırlıklarına
başlamışlar. Üç kardeş, üç gün üç gece süren, çok güzel bir düğünle evlenmiş.
Hepsi de çok mutluymuş.
Genç padişah, ülkesini
yönetmeye başlamış. Başlamış, ama bu arada dev anasına verdiği sözü unutup,
her gün bir kuzu göndermemiş. Bir, iki, üç derken dev anası küplere binmiş. Bir
gece, padişah ile karısı uykudayken saraya gelmiş. Onları, kendi evine götürmüş.
Padişah ile eşi, uyandıklarında kendilerini dev anasının yanında bulmuşlar.
Padişah, o zaman dev anasına verdiği sözü hatırlamış. Dev anası, padişaha:
- Ben, sana o kadar
iyilik yaptım! Sen ise, işin biter bitmez bana verdiğin sözü unuttun! Şimdi, ister
misiniz ikinizi birden hop diye yutup
yiyeyim? demiş,
Padişah, hatasını
anlayıp:
- Aman anacığım,
demiş. Bu seferlik canımızı bize bağışla! Eğer, bizi affedersen saraya gider
gitmez şimdiye kadar göndermediğim kuzuların hepsini bir sürü halinde sana
gönderirim! Bundan sonra her gün, güzel bir kuzu yollarım! Eğer yollanmazsam,
gene bizi yakalar, yersin!
Dev anası, padişah bu
şekilde konuşunca diyecek bir şey bulamamış. Onları bırakmış, Padişahla karısı,
gene yollara düşmüş. Gitmişler, gitmişler yorgunluktan bir ağaç gölgesine
sığınıp oturmuşlar. İkisi de öyle yorulmuş, öyle yorulmuş ki, çok geçmeden
derin bir uykuya dalmışlar, Onlar uyuklaya dursunlar. O sırada padişahın
karısını kaçıran dev gelmiş. Kadıncağızı kucakladığı gibi, kaçmış. Padişah, uykudan
uyanınca bir de bakmış ki karısının yerinde yeller esiyor. Telaş içinde bir o
yana bakmış, bir bu yana, Az ileride bir kuyu görmüş. Başını uzatıp, kuyuya
bakmış. Kuyudan, birtakım gürültüler, çalgı çengi sesleri gelmiş, Kuyunun
içinden, süslü püslü bir kuş çıkmış. Padişahı karşısında görünce;
- Ey, yiğit! Buralarda
ne arıyorsun? diye sormuş.
Padişah:
- Ben bir yabancıyım.
Buralarda dolaşırken kuyunun içinden bazı sesler duydum, demiş.
Süslü püslü kuş:
- Kuyunun içinde peri padişahının oğlu evleniyor,
düğünü var. Ben de onlara su taşıyorum, demiş.
Padişah:
- Çok merak ettim.
Acaba, ben de kuyunun içine girip bu düğünü göremez miyim?
Kuş:
- Ben şimdi gidip su
alıp geleceğim, demiş. Eğer beni beklersen, bir yolunu bulup seni kuyuya
indirebilirim.
Padişah, kuşun
dediğini yapıp, kuyunun başında beklemiş.
Az sonra kuş gelmiş.
Padişaha:
- Şimdi seni aşağıya
indireceğim, Fakat, orada seni gören herkes birbirine girip "Aramıza bir
insanoğlu geldi!" diye, etrafına üşüşürler, Sen de "Aman periler
padişahı beni kurtar. Derdime de çare bul!" dersen, perilerin padişahı
hem seni kurtarır, hem de derdine çare bulur, demiş.
Kuş, onu kuyudan
aşağıya indirmiş. Padişah, kuyunun dibine indiğinde, aşağıda kocaman bir bahçe
görmüş. Türlü ağaçlar, çiçekler, güller, sümbüllerle dolu
cennet gibi bir bahçeymiş. Bin bir çeşit
kuş cıvıltılarının arasında, bahçeyi hayranlıkla seyretmiş.
Kendisini görenler,
etrafında çember olup:
- Bu insanoğlu, buraya
nereden geldi? diyorlarmış, Padişah, kuşun dediğini yaparak:
- Ey peri padişahı,
beni kurtar. Derdime çare bul, demiş.
Yanına gelen peri
padişahı:
- İnsanoğlu, demiş.
Buraya nasıl geldin?
Padişah, kendisini
kuyuya indiren ve kuyuya su taşıyan kuşu göstermiş.
- Beni buraya bu su
kuşu getirdi, demiş.
Peri padişahı, su
kuşuna:
- Haydi bakalım! Bu
insanı al ve istediği yere götür! Eğer, başınıza bir şey gelirse
"Şahım" diye bağır. O zaman ben gelir, size yardım ederim, demiş,
Padişah, su kuşunun
sırtına binip, havalanmış. Uçmuşlar, uçmuşlar, karısını kaçıran devin olduğu
yere varıncaya dek yedi kat gökyüzüne havalanmışlar. Genç padişah, karısını
kurtarmış ve birlikte kuşun sırtına binip, kaçmışlar. Onları gören devin
aygırı, kişneyince dev uyanmış.
Aygıra binmiş ve onları yakalamaya çalışmış. Ama, hiçbir yerde bulamamış. Evine
geri dönmüş.
Padişah ve eşi, su
kuşu ile birlikte peri padişahına gitmiş. Ona her şeyi anlatıp, devden tamamen
kurtulmak için yardım istemişler,
Peri padişahı:
- Birbirinizi, bundan böyle: "Şah
meram" ve "Sade sultan" diye çağırın. Eğer böyle yaparsanız, dev
sizi hiç bir zaman ele geçiremez. Ama sakın, birbirinizi eski adlarınızla
çağırmayın, demiş.
Padişah, peri
padişahının elini öptükten sonra eşi ile birlikte kuyudan ayrılıp kendi
sarayına dönmüş. Sarayda gene şenlikler yapılmış. Düğün, dernek kurulmuş. Çalgıcılar
çalmış, oyuncular oynamış,
Tam her şey yoluna
girmişken, dev sessizce saraya girmiş. Odasında yalnız olan kadını tam
kaçıracakken. O:
- Şah meram, çabuk
gel! diye bağırmış. Padişah da:
- Ne var Sade sultan?
der demez, dev bir anda taş kesilmiş, Yerinden kımıldayamaz olmuş.
Neyse uzatmayalım,
pişmiş aşa su katmayalım. Taş kesilen devi, odadan çıkartarak bahçede bir
havuzun önüne yerleştirmişler.
Aradan günler geçmiş.
Kadın, bir gece, rüyasında bir derviş görmüş. Derviş:
- Kızım, demiş, Eğer, havuz başında gerçek
adınızı söylerseniz, dev taşın içinden çıkar. Eğer, kocan elini çabuk tutup
devin üzerine havuzdan aldığı bir avuç suyu atarsa, taşın içindeki binlerce
altın, elmas ve zümrüt havuza dökülür. Devden de tamamen kurtulmuş olursunuz.
Kadın, ertesi gün
rüyasını padişaha anlatmış,
Padişah, önce karşı
çıkmış; sonradan dervişin söylediklerini yapmaya razı olmuş. Havuz başına
inip, birbirlerini gerçek adlarıyla çağırınca dev canlanmış. Ama, padişah
telaştan şaşırmış. Havuzdan aldığı bir avuç suyu deve serpeceğine, hançerini
çekip devin üzerine hücum etmiş. Dev, padişahın bileğini yakalayarak bükmeye
başlamış. Bir eliyle de zavallının boğazını sıkıyormuş.
Devin, kocasını
öldüreceğinden korkan kadın, avazı çıktığı kadar:
- Şahmerdan! diye
bağırmış.
Dev, havuzun içine
yuvarlanıp tekrar taş olmuş. Her tarafından kanlar akmaya başlamış.
Aradan günler geçmiş.
Bir gece, derviş gene kadının rüyasına girmiş.
Şöyle demiş:
- Söylediklerimi
yapmadınız. Bu yüzden, mücevherler yerine devden kanlar akıyor. En iyisi mi
artık o kanlı havuza hiç gitmeyin.
Kadın, uyanır uyanmaz
rüyasını padişaha anlatmış. Padişah, kanlı havuzun dört bir tarafına duvar
ördürmüş. Oraya girmeyi yasaklamış, Padişah ve eşi, ömürlerinin sonuna kadar
mutlu yaşamışlar,
Masal, masal matladı.
İki sıçan atladı, Kurbağa kanatlandı. Bit kadın, damdan düştü, Pire kadın,
saçını başını yoldu. Masal, masal maniki, tırnağı var on iki. On ikinin
yarısı, fındıkçının karısı, Masal, masal matitas, kaynanamın başı tas. Kuyuya
indi çıkamaz, pır pır etti uçamaz.
Evvel zamanda, kalbur
kazanda, bir varmış, bir yokmuş, Allah'ın kulu çok-muş, Bir memlekette fukara bir adamın, üç kızı
varmış, Günlerden bir gün, evde yiyecekleri kalmamış. Kızlar, biraz iplik bükmüşler
ve babalarına:
- Baba, şunları
çarşıya götür de sat. Akşama bize yiyecek al, demişler.
Babaları, iplikleri
alarak çarşıya gitmiş. Pazarda
dolaşmış, dolaşmış,
ama hiç kimselere saramamış. Hiç olmazsa
iplik parasına vereyim, diye düşünürken karşısına bir Arap çıkmış;
- Baba, ne satıyorsun?
demiş,
Yaşlı adam:
Oğlum, akşama
kızlarıma ekmek parası yapmak için bükülmüş iplik satıyorum, demiş, Arap:
Bu iplikleri kim
büküyor? diye sormuş.
- Kızlarım bükerler,
ben satarım, demiş.
Arap, ona bir sürü
para verip iplikleri almış. Sonra da:
- Kızının birini bana
verir misin? demiş.
Adamcağız:
- Kızlarıma bir dan,
demiş. Arap'ı peşine takarak evine kadar getirmiş,
Büyük kızına demiş ki:
- Seni bir Arap'a
versem varır mısın? Kız:
- Arap'a varıp da ne
yapayım? demiş.
Sonra ortancasına sormuş.
O da ablası gibi cevap vermiş.
En küçüğüne sormuş, Kızcağız:
- Ne yapayım, varırım. Hiç olmazsa siz de, ben
de yoksulluktan kurtuluruz, demiş,
Arap, kızın babasına
bir çuval altın vermiş ve adamı sevindirerek kızla beraber evden ayrılmışlar,
Biraz gittikten sonra, Arap:
- Yum gözlerini,
demiş, Kız, gözünü yummuş. Arap, aç deyince açmış. Bir de bakmış ki, büyük bir
sarayın içinde. Hizmetçiler, kızın koluna girmiş, merdivenlerden yukarı
çıkarıyorlarnnış. Kız, kendini cennette sanmış. Hizmetçiler, onu üst katta
elmaslarla, incilerle, mücevherlerle döşenmiş; duvarları ve tavanı altın,
gümüş yaldızlarla bezenmiş bir odaya çıkarmışlar. O, köşede otururken,
hizmetçiler de karşısında el pençe divan duruyor-larmış. Kıza, incilerle
süslenmiş samur bir kürk ve altın pullarla işlenmiş bir elbise getirmişler.
Kızın üstünü değiştirmişler, Uzatmayalım, akşam olunca bir sofra kurmuşlar ki,
hani bir kuş sütü eksikmiş. Kız, yemeğini yemiş ve altın bir tepsi içinde gelen
şerbetlerden içmiş, Sonra da oturduğu yerde uyuya kalmış, Hizmetçiler, onu
yatağına taşımışlar, Kız, sabaha kadar mışıl mışıl uyumuş. Masallarda günler
çabuk geçer. Kız, istediği önünde istemediği arkasında rahat bir hayat
yaşıyormuş. Hizmetçiler, bir dileğini iki etmiyorlarmış. Böylece günler geçmiş. Kız, babasını ve
kardeşlerini çok özlemiş.
Bir gün, onu buraya
getiren Arap'a:
- Lala, beni birkaç günlüğüne kardeşlerime
götürmez misin? demiş.
Arap:
- Bana lala deme,
benim adım Laklaka'dır, demiş.
Arap, o sarayın
harem ağasıymış. Kız,
o gün Arap'tan bir söz alamayınca,
ertesi gün yine:
- Bir iki gün beni götür onların yanında bırak,
diye yalvarmış.
Arap:
- Peki, yarın gideriz,
diye söz vermiş. Arap, o akşam beye danışmış, Bey:
- Götür, ama sakın
yanından ayrılma, diye tembihlemiş.
Ertesi gün Laklaka,
yanına bir çuval altın alarak, kıza:
- Yum gözünü,
demiş. Kız, gözünü yummuş. Gözlerini
açtığında kendisini basının evinin önünde bulmuş, Hemen kapıyı çalıp, içeri
girmiş. Kardeşleri ve babası, onu gördüklerine çok sevinmişler. Hasretle
kucaklaşmışlar. Uzun uzun sohbet etmişler. Kızın babası, Arap'ın verdiği para
ile bir dükkân açmış; güzel güzel geçiniyorlarmış. Laklaka, adama bir sandık
dolusu altın vermiş, O sırada, kız dışarı çıkmış.
Kardeşi, gizlice:
- Nasıl, rahatın
yerinde mi? diye sormuş. Kız:
- Rahatım yerinde, ama gece bana bir şurup
içiri-yorlar sızıp kalıyorum, diye cevap vermiş,
Kardeşi:
- Beyi hiç görüyor
musun? demiş.
- Gittim gideli bu
Arap'tan başka erkek görmedim, demiş.
Kızın kardeşi:
- Sana bir sünger
vereyim de, gece şurubu getirdiklerinde içiyor gibi usulca süngere dök,
Mahsustan sızmış gibi yap; bakalım sana ne yapıyorlar, demiş.
Neyse, birkaç gün daha
kaldıktan sonra, yine saraya dönmüşler. Kız, o akşam sarayda verdikleri
şerbeti içi-yormuş gibi çenesinin altından koynundaki süngerin içine akıtmış.
Sonra da yalancıktan sızmış, Hizmetçiler, onu yatağına taşımışlar; güzelce
yatırıp, çıkmışlar. Az sonra, odanın kapısı açılmış. İçeriye bey girmiş ve
yatıp, uyuya kalmış. Kız, beyin iyice uyuduğundan emin olunca eline mumu alıp,
beyin yüzüne bakmış. Yanında uyuyan bey, ayın on dördü gibi bir delikanlıymış.
Gömleğinin aralığından bir ışıltı görmüş. Kız, gömleği açıp bakmış. Bir de
ne görsün? Beyin karnı altındanmış. Kız,
şaşkınlık içinde beyi seyrederken mumun yağı beyin karnına damlamış. Bey, hemen
sıçrayıp kalkmış. Karşısında, elinde mumla birdenbire kızı görünce:
- Demek bana oyun
oynadın! Öyleyse, beni yedi yıl ayağında demir çarık, elinde demir değnekle
ara, o zamanı bulursun, deyip, kaybolmuş.
Kız, kendine bir demir
çarık, bir de demir değnek yaptırmış. Çarığı ayağına geçirip, değneği de eline
alarak yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe, düz gitmiş, Bir de
arkasına bakmış ki, bir arpa boyu yol gitmiş. Her neyse, var varanın, sür
sürenin, parasız meyhaneye girenin, okka çömleği başında paralansın diyerek,
bir başında boynuzu, ayağında mahmuzu, bir dev anasına rast gelmiş. Dev'e selâm
vermiş, o da selâmını almış.
Dev:
- Nerden gelip, nereye
gidiyorsun? diye ağzını yok-layınca, kız da, olduğu gibi her şeyi anlatmış.
Dev:
- Şah Yusuf, az önce
ağlayarak buradan geçti. İleride bir dev var, ona sorarsın, demiş.
Kız, hemen kalkıp o
devin yanına gitmiş, Ona selâm verip, şah Yusuf'u sormuş,
Dev:
- Şah Yusuf buradan
geçti, ama nereye gittiğini bilemiyorum, demiş.
Kız, oradan ayrılıp
yoluna devam etmiş. Bir devle karşılaşmış. Dev, sıcak bir fırının içine girmiş;
memeleriyle fırını süpürüyormuş. Kız, selâm vermiş. Dev, selâmını almış.
Kız:
- Şah Yusuf buradan
geçti mi? diye sormuş. Dev:
- Neden sordun? demiş.
Bu dev. Şah Yusuf'un
teyzesiymiş. Kız, ona her şeyi
anlatmış,
Dev:
- Öyleyse, sen bizim
akrabamız sayılırsın, İstersen
yanımızda kal. Şah Yusuf, yedi yılda bir kere beni görmeye gelir. O zaman onu görürsün, demiş.
Kız, kabul etmiş ve devin
ellerini öpmüş,
Dev:
- Benim kırk tane oğlum var; gelir, seni
görürlerse yerler, diyerek
kıza bir tokat vurmuş ve onu elma yaparak rafa koymuş.
Akşam olunca, devin
çocukları gelmiş. Analarına:
- Burada insan eti
kokuyor, demişler. Anaları;
- Oğullarım, burada
insanoğlunun ne işi var? demiş.
Anaları:
- Şimdi buraya birisi
gelse, bana selâm verip ellerimi öpse ve "Beni evlâtlığa alır mısın?"
diye sorsa, ne yaparsınız?
Çocuklar:
- Artık bizim
kardeşimiz olur, ona bir şey yapmayız, Güzel güzel geçiniriz, demişler.
Dev anası, elmaya bîr
tokat atmış ve kıza:
- Git, ağabeylerinin
ellerini öp, demiş.
Kız, devlerin ellerini
öpmüş ve onların yanında yedi yılı geçirmiş. Yedi yıl dolunca, Şah Yusuf'un
teyzesi:
- Şah'ın gelmesi yaklaştı. Biraz süslen, güzel
elbiseler giy, Şah Yusuf gelince, su isteyecektir. Suyu içtikten sonra, bardağı
alırken yalancıktan tutamamış gibi yapar ve bardağı düşürüp kırarsın, O zaman
ben seni, dövmeye kalkarım; bakalım Şah Yusuf seni seviyor mu? Eğer seni
seviyorsa, döverken bana engel olacaktır, diye öğütler vermiş.
Yedi yıl sonra, Şah
Yusuf teyzesinin evine gelmiş, Şah Yusuf'ta bir keder, bir kaygı, bir tasa varmış ki,
böylesi görülmemiş,
Teyzesi:
- Canım, niçin böyle
bir tuhaf duruyorsun? Her zaman, çok neşeli olurdun. Şimdiyse büyük bir yas
içindesin, Ne oldu? diye sormuş,
Şah:
- Bugün biraz
hastayım, demiş. Ama dev, her şeyi
anlamış. Yemek yerlerken. Şah su istemiş. Teyzesi, kızdan su istemiş. Kız,
billur bardakla suyu getirip Şah'a vermiş. Şah, kızı karısına benzettiği için,
suyu içerken kıza bakıyormuş. Bardağı verirken kız, tutamamış gibi yapıp kırmış.
Dev, hemen yerinden fırlayıp;
- Gözlerin kör müydü,
niye bardağı düşürdün? diye, kızı dövmeye başlamış.
Şah Yusuf, ayağa
kalkıp:
- Aman teyze bir kazadır oldu! Benim hatırım
için bağışla, diye yalvararak devin önüne geçmiş,
Dev:
- Haydi, defol! demiş
ve kızı kovmuş. Şah Yusuf, teyzesine;
- Bu hizmetçiyi
nereden aidin? Bana satar mısın? diye sormuş,
Teyzesi:
- Ah oğlum! O bana çok
yardımcı oluyor, nasıl satarım, demiş.
Şah, birkaç gün
teyzesinde kaldıktan sonra gitmiş. Yedi yılda bir gelen şah, üç ay sonra
yeniden gelmiş.
Dev, kıza:
-Senin için geldi.
Şimdi, biz sofraya oturduğumuzda sen yemek sahanını getirirken devir, demiş.
Yemeğe oturduklarında
kız, devin öğrettiği gibi sahanı devirmiş. Dev, yine sofradan kalkıp:
- Seni sakar seni!
Misafir olduğu zaman mı böyle terbiyesizlikler yapıyorsun? Demiş ve kızın
üstüne doğru yürümüş. Şah, teyzesine yalvararak:
- Aman teyzeciğim! Bu sefer de bağışla. Bir
daha yaparsa, onun yerine beni döv, diyerek kızı kurtarmış.
Şah, birkaç gün kalıp,
gitmiş. Dev, kıza:
- Şimdi, o dayanamaz
yine geiir, O zaman sen kapıyı aç ve kim olduğunu söyle. Ona daha fazla üzüntü
vermeyelim. O gelmeden güzel elbiselerini de giy, demiş.
Kız, bir gün
pencereden bakarken uzaktan Şah Yusuf'un geldiğini görmüş. Hemen giyinip,
Yusuf'u karşılamış. Şah, içeri girince, kızı görür görmez karısı olduğunu
anlamış. Ama bir türlü sormaya cesaret edememiş. Kız, şüphelendiğini anlamış ve
her şeyi anlatmış. Şah Yusuf. hemen teyzesinin yanına gitmiş. Teyzesinin elini öperek, kızı götürmek
için ondan izin istemiş,
Dev:
- Haydi, bu kadar
çektiğiniz yeter. Evinize dönün, demiş.
Şah Yusuf, kızı alarak
saraya dönmüş. Saraydakiler, onları gördükleri zaman çok sevinmişler. Çünkü Şah
Yusuf kızdan ayrıldığı günden beri kederinden hiç sarayına gelmemiş.
Saraydakiler, öldü mü kaldı mı diye gece gündüz yas tutuyorlarmış, Şah, kırk
gün kırk gece düğün yapıp kızla evlenmiş. Kız, babasını ve kardeşlerini de sarayına
getirtmiş. Hep beraber, sonsuza kadar mutluluk içinde yaşamışlar,
Bir varmış, bir
yokmuş. Bir padişahın bir kızı varmış; adı da Nar Tanesiymiş. Bu kız o kadar
güzelmiş ki, dünyada bir eşi daha yokmuş, Padişahın karısı, bir Arap'a her gün
giderek:
- Ay mı güzel, ben mi
güzelim, sen mi güzelsin? diye sorarmış,
Arap:
- Hepsi de güzel,
dermiş.
Kadın, kapıyı
kapatarak çıkar gidermiş. Nar Tanesi, sarayda gezerken, Arap kızı görmüş ve ona âşık olmuş.
Ertesi gün, padişahın karısı yine Arap'a sormuş.
Arap bu sefer:
- Efendim, ay da, sen de, ben de güzelim, Ama
ille Nar Tanesi, demiş,
Kadın:
- Eyvahlar olsun,
Arap, kızı gördü. Şimdi, ben ne yapacağım? diye telaşlanmış.
Bir gün kıza:
- Haydi, seninle
gezmeye gidelim, diyerek onu alıp sokağa çıkmış. Gide gide bir kıra varmışlar.
Bir ağacın altında otururlarken, kız uyuya kalmış, Kadın, onu orada bırakmış ve
saraya dönmüş. Nar Tanesi, uyandığında annesini yanında göremeyince çok
korkmuş. Bağırıp, ağlamaya başlamış. Seslenmiş, seslenmiş, aramış, ama
bulamamış. Ne yapacağını bilemeyen kız:
- Eyvah! Anam beni
burada bırakıp nereye gitti? diye ağlayarak dünyayı ayağa kaldırmış. Nar
tanesi, o güne kadar hiç saraydan çıkmamış. Bu yüzden, nereye gideceğini
bilememiş ve ağacın altında oturup, ağlamış.
O gün, üç kardeş ava çıkmış,
gezinip dururlarken kızı bulmuşlar. Nar tanesi, onları görünce çok korkmuş,
Ama çocuklar, onun haline acıyıp, kıza çok iyi davranmışlar ve onu evlerine
götürmüşler, Üçkardeş, gündüz ava çıkarlarmış. Nar tanesi, onların yemeklerini
yapıp, evlerini
temizliyormuş. Günlerini böyle geçirirlerken, bu kızın güzelliği herkese
yayılmış. Nar tanesinin ünü dilden dile dolaşıp, kızın annesinin kulağına
kadar gitmiş, Kızının hayatta olduğuna çok sinirlenen kadın, onu kurtların,
kuşların yediğini sanıyormuş. Bir cadıya gitmiş.
Cadı, iki tane sihirli
iğne yapmış ve kadına:
-Al bunları. Bu
iğneleri kızın başına batırır-san ölür, demiş. Kadın, eski püskü elbiseler
giymiş ve tanınmayacak bir kılığa girmiş, Eline de bir bohça almış ve kızın
yaşadığı kulübeye doğru yola çıkmış.
Üç kardeş, ava
giderlerken kapıyı kilitleyip giderler-miş. Kadın gelip, kızın kapısını
çalınca, kız hiç sesini çıkartmamış,
Kadın:
- Kızcağızım, niçin kapıyı açmıyorsun? Ben
Anadolu'dan, oğullarımı görmeye geldim. Oğullarıma, hediyeler getirdim. Hiç
olmazsa onları al.
Kız:
- Kapıyı giderken
kilitlediler teyzeciğim! Kadın:
- Kızım, senin de
onlarla kaldığını duydum, Sana da iki tane iğne getirdim. Hiç olmazsa başını,
şu anahtar deliğine yaklaştır da, bari iğneleri takayım, demiş, Kızın aklına
bir kötülük gelmemiş ve başını deliğe yanaştırmış.
Kadın, iğneleri kızın
başına batırınca, kız ölmüş. Kadın da oradan kaçmış,
Akşam, kardeşler
avdan eve dönmüşler. Kapıyı
açıp içeri girdiklerinde, kızın kapının önünde yattığını görmüşler. Kızın
öldüğünü anfayınca, ağlamışlar. Nar
tanesini toprağa gömmeye kıyamamışlar. Altın bir tabut yaptırıp, kızı içine yatırmışlar.
Tabutu bir dağın tepesindeki iki ağacın arasına asmışlar.
Bir şehzade,
avlanırken ağaçların arasında bir tabut görmüş. Merak edip, tabutu indirmiş
ve kapağını açmış. Dünya güzeli bir kızın yattığını görünce, ona âşık olmuş.
Tabutu alarak sarayına götürmüş, Şehzade, tabutu odasına koydurmuş. Saraydan
çıktığı zaman da odasının kapısını kilitliyormuş. Akşam odasına döndüğünde,
sabaha kadar kızın yüzüne hayranlıkla bakıyormuş. Günler böyle geçe dursun,
bir savaş çıkmış. Padişah, sefere çıkmaya hazırlanıyormuş.
Vezirleri:
- Sizin yetişmiş oğlunuz varken, size gitmek
yakışır mı? Savaşa, şehzadeyi gönderelim, demişler.
Uzatmayalım, padişah
şehzadeyi çağırıp:
- Sefere sen
çıkacaksın, oğlum. Haydi, hazırlan, demiş. Şehzade, kızdan ayrılacağı için çok
üzülmüş. Tabutun başına gitmiş ve kapağını açmış. O gece, sabaha kadar kızı
seyretmiş ve ağlamış. Sabah, hazırlanmış ve odasını kilitlemiş. Ben yokken, bu
kapıyı kimse açmasın diye de, tembih edip, gitmiş.
Şehzadenin bir
nişanlısı varmış. Günlerden, bir gün saraya gelmiş ve nişanlısının odasına
girmek istemiş. Uğraşmış, uğraşmış, ama açamamış. Sonunda, bir anahtar
uydurarak kapıyı açmış. İçeri girince altın tabutu görmüş. Kapağını açınca,
kızın ölüsüyle karşılamış:
- Eyvah, şehzadenin
sevgilisi varmış da ölmüş; burada gece, gündüz yüzüne bakarmış, diye kızın
üstünü aramış. Saçlarındaki iğnenin birini görerek çıkarmış. İğne çıkınca, kız
bir kuş olmuş ve pııır diye uçup gitmiş. Kız, şaşkınlık içinde tabutu kapayıp
odadan çıkmış.
Aradan günler geçmiş
ve şehzade seferden dönmüş. Hemen odasına girip, tabutu açmış. Kızı bulamayınca,
odadan fırlamış ve hizmetçilerine:
- Benim odama kim girdi?
diye sormuş. Hizmetçiler, şehzadenin öfkesi karşısında tir tir titreyerek:
- Vallahi efendim, biz girmedik! Nişanlınız
girmişti.
demişler. Şehzade, kim
bilir onu nereye atmıştır, diye aramış, ama hiçbir yerde bulamamış. Üzüntüsünü
kimseye belli etmiyormuş. Padişah, oğlu seferden geldiği için, nişanlısı ile
evlendirmeye karar vermiş. Düğün, dernek kurulmuş. Neyse, onlar evlene
dursunlar. Kuş, her sabah gelip, bir ağaca konarak bahçıvanı çağırıyormuş:
- Şehzadem ne yapıyor?
diye sorarmış, Bahçıvan da:
- Şehzadem çok iyi,
diyormuş. Kuş:
- Otursun, sağ olsun.
Konduğum dallar kurusun, di-yip, uçar gidermiş. Bir gün, beş gün böyle geçmede
olsun. Bahçıvan, şehzadeye gidip:
- Her gün, bahçeye bir kuş geliyor. Ağacın
dalına konup, beni çağırarak sizi soruyor. Ben de iyi olduğunuzu söylediğimde,
"Sağ olsun, konduğum dallar kurusun." diyor, çıkıp gidiyor, Bu
yüzden, bahçedeki ağaçların hepsi kuruyacak, demiş, Şehzade, buna bir anlam verememiş.
Kuşu yakalamak için, ağaçların dallarına tuzak kurmuşlar Ertesi sabah, kuş
gene gelmiş ve dala konunca tuzağa yakalanmış. Şehzade, altın bir kafes yaptırıp,
kuşu içine koymuş. Karısı, bu kuşu tanımış ve ondan nasıl kurtulurum diye
düşünmüş, taşınmış. Şehzade yokken, kuşun kafasını kopararak bahçeye atmış.
Şehzade, saraya
döndüğünde kuşu göremeyince: - Kuşum nerede? diye sormuş,
Karısı:
- Kedi kuşu kaptı,
yetişemedim, demiş.
Şehzade, her ne kadar
çok üzülmüşse de yapabileceği bir şey yokmuş. Kuşun başı koptuğu zaman, bahçeye
akan kanlarından gül ağaçları büyümüş. Yaşlı bir kadın, günün birinde
bahçıvandan çiçek istemiş, Bahçıvan, kanlardan biten güllerden koparmış ve
kadına vermiş. Kadın, gülleri evine götürünce bir bardağın içine koymuş.
Birkaç gün sonra, bütün çiçekler solmuş, ama gül taptaze duruyormuş. Kadın, hala
çok güzel görünen gülü bir kere koklamış. Gül, o anda bir kuş olup odanın
içinde uçmaya başlamış,
Bunu gören kadın:
- Aman, bu nasıl
şeymiş? İn midir, cin midir? diyerek, korkmuş, Kendini toparlayarak, kuşu
yakalamış. Sevip ok-şarken, kuşun başında elmas gibi bir şey görerek, onu tutup
çekmiş, Çekmesiyle beraber kuş, güzel bir kız olmuş,
Yaşlı kadın:
- Sen kimsin? diye
sormuş.
Nar Tanesi, kadına her
şeyi anlatmış, O gün, ikisi oturup dertleşmişler. Kadın, NarTanesi'nin
anlattıklarını dinlerken çok üzülmüş ve ona yardım edeceğine söz vermiş.
Ertesi sabah, erkenden saraya giden kadın, şehzadeyi bulmuş. Şehzadeye, her
şeyi anlatmış, Şehzade, o kadar çok mutlu olmuş ki,
Kadına, bir kese altın
vererek:
- Aman nine! Sen o
kızı sakla. Ben, bu gece senin evine gelirim, demiş. Kadın, sevinerek paraları alıp evine dönmüş.
Şehzadenin geleceğini kıza söylemiş. Kız, kendisine çekidüzen verip, şehzadeyi
beklemiş. Şehzade, gece yarısı kadının evine gelmiş. Kızı görür görmez, düşüp
bayılmış. Neyse, su ve şerbet vererek ayırtmışlar. Şehzade, kızın kim olduğunu
ve başına gelenleri öğrenmiş. Şehzade, onu oradan alıp eve götürürken, yolda
önlerine bir maymun çıkmış, Şehzade, bu yaramaz maymunu yakalamak için
kovalamaya başlamış. Maymun, zıplaya sıçraya ağaçtan ağaca kaçmış, şehzade
kovalamış. Bu arada kız, bekleye bekleye olduğu yerde uyuyakalmış. Kızın anası,
altın tabutun kaybolduğunu duymuş. Nar Tanesi'nin ne olduğunu merak edip, şehir
şehir gezerek kızı arıyormuş. Masal bu ya, o sırada kızın uyuduğu yere gelmiş.
Bir de bakmış ki, kız oracıkta uyuyor. Hemen, yanına yaklaşmış ve cadıdan
öğrendiği büyüleri yapmaya başlamış.
Maymunu yakalayamayan
şehzadenin aklına kız gelmiş:
- Eyvah, sevdiğimi sokaklarda bıraktım! diye,
koşa koşa kızın yanına dönmüş.
Nar Tanesi'nin yanında
gördüğü kadına;
- Sen kimsin?"
diye sormuş.
Kadın:
- Oğlum, bu kız seninle mi? Onu böyle yalnız
bırakıp da nereye gittin? Eğer ben
gelmemiş olsaydım, kim bilir başına neler gelecekti! İyi ki çabuk geldin,
diyince şehzadenin aklına bir şey gelmemiş. Hemen, kızı uyandırmış.
Kadına:
-Sen kimsin? demiş,
Kadın:
- Oğlunn, ben bir
fakirim; kimseciğim yok, demiş, Şehzade:
- Haydi, benimle gel,
Sen, bana İyilik yaptın, ben de sana ne istersen veririm, demiş. Kız, annesini
sesinden tanımış. Gizlice, şehzadenin kulağına söylemiş. Şehzade, kadına belli
etmemiş ve beraber saraya gelmişler,
Şehzade, kendi
karısını ve Nar Tanesi'nin annesini cezalandırmış, İkisini de ülkesinden
kovmuş, Nar Tanesi ile şehzade, evlenmiş ve kırk gün düğün yapmışlar. Sonsuza
kadar mutlu yaşamışlar.
İnlerin, cinlerin,
perilerin ve devlerin top oynadığı, Şehzadelerin ve padişahların hüküm sürdüğü
zamanlarda yaşlı bir padişah yaşarmış. Bu padişahın, üç oğlu varmış.
GünlercJen bir gün, padişah hastalanmış ve birkaç gün sonra da ölmüş, Oğulları, aralarında tahta sen geçeceksin,
yok efendim ben geçeceğim, diye kavgaya tutuşmuşlar. En sonunda, küçük oğlan
demiş ki:
- Haydi! birer ok
atalım; hangimizinki uzağa giderse, tahta o geçsin.
Diğerleri de, kabui
etmiş ve oklarını alarak kıra çıkmışlar, Sırayla oklarını atmışlar, En büyük
oğlanın oku, bir çayırlığa düşmüş, Ortancanınki de yine ondan uzak bir çayıra,
en küçüğünün oku da bir çalılığa düşmüş. Şehzadeler, oklarının peşinden
koşarak gitmekte olsunlar. Akşam olup, karanlık bastırmış. Şehzadeler, oklarını
bul-'muş, ama birbirlerini kaybetmişler. Küçük şehzade, okunu almış ve
etrafına bakınmış. Uzakta bir mum ışığı görmüş ve merak edip bakmaya gitmiş.
Bir de bakmış ki kocaman bir saray; sarayın kapısında da kırk kişi bekliyor,
Şehzade, selâm verip:
- Siz kimsiniz? Neden, burada bekliyorsunuz?
diye sormuş.
Adamlar:
- Biz, kırk
haramileriz. Şu saraya, kaç yıldan beri girmek istiyoruz, ama bir türlü yolunu
bulup giremiyoruz, diye cevap vermişler.
Şehzade, sarayın
etrafında dolaşmış ve arkadaki bir duvara çıkmış:
- Haydi, siz de
sırayla yukarı çıkın! diye seslenmiş.
Haramiler, uğraşa
uğraşa güç bele, birer birer duvara çıkmışlar. Şehzade, her çıkanın başını
kesmiş ve sarayın bahçesine atmış, Onlardan kurtulduktan sonra, sarayın içine
girmiş. Bütün odaları, sırayla dolaşmış. Üç odada bir birinden birer güzel, üç
kız uyuyormuş. En çok beğendiği kızın odasının kapısına, belindeki hançerini
çıkarıp saplamış. Oradan uzaklaşıncaya kadar sabah olmuş, Okunun düştüğü yere
varıp, ondan sonra da kardeşlerini bulmuş, Küçük şehzadenin oku, hepsinden
uzağa düştüğü için onu tahta çıkarmışlar,
Şehzadenin girdiği
ülkenin padişahı, sabah küçük kızının kapısına saplanmış hançeri görmüş.
Çekip, çıkarmak istemiş, ama bir türlü çıkaramamış, Adamlarını çağırıp,
çıkarmalarını emretmiş; onlar da çıkaramamışlar. Saraydaki herkes, hançeri
çıkarmak için uğraşmış, ama olmamış. Padişah, bu işe bir anlam verememiş.
Sonra da bütün ülkede
tellallarını dolaştırıp:
- Her kim, küçük
sultanın kapısındaki hançeri çıkarmayı başarırsa, Padişah kızını onunla
evlendirecek! diye duyurmuş. Ülkede, ne kadar cesur ve güçlü delikanlı varsa
gelmiş. Hiç kimse, hançeri yerinden çıkaramamış, Komşu ülkenin şehzadeleri de
duymuş ve üçü birden oraya gelmişler. Büyük şehzade, hançeri çekmiş, ama
çıkaramamış, Sıra ortanca şehzadeye gelmiş. O da çıkaramamış, En sonun da
küçük şehzade hançeri çekmiş ve çıkarmış. Hançeri, belindeki kınına sokmuş.
Padişah:
- Oğlum, kimsenin başaramadığını sen
başarama-dın. Kızım ile evlenebilirsin, demiş.
Şehzade:
- Padişahım, müsaade ederseniz diğer
kızlarınızla da ağabeylerim evlensin, demiş.
Padişah:
- Onlara da büyük
kızlarımı veririm, demiş.
Şehzadeler, her biri
kızların birini alarak atlarına binmişler ve yola çıkmışlar.
Giderken, küçük
şehzadenin evleneceği kızı, havadan rüzgâr gibi bir şey inip oğlanın
kucağından kaçırmış, Şehzade, kızın arkasından bakakalmış.
Hemen kardeşlerine:
- Haydi, siz gidin.
Ben onu buluncaya kadar dönemem, demiş.
Kardeşleri, buna çok
üzülmüşler. Onlar da kardeşlerine yardım etmek istemişler, ama şehzade kabul
etmemiş, Ağabeyleri, bir tarafa, şehzade başka bir tarafa doğru yola
çıkmışlar.
Şehzadenin evleneceği
kızı kaçıran, rüzgâr devmiş-Eskiden beri, kıza aşıkmış, Uzun zamandır, kızı
kaçırmak için, fırsat kolluyormuş, Şehzade, az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz
gitmiş. Bir dev anası ile karşılaşmış. Bu dev,
kızı kaçıran devin
anasıymış, Şehzade, devi görünce
korkmuş.
Yanına yaklaşıp:
- Kolay gelsin
anacığım! Nasılsın, diye kibarca ellerini öpmüş.
Dev:
- Oğulcuğum, nereden
gelip nereye gidiyorsun? diye sormuş, Şehzade, başına gelenleri dev anasına
anlatmış.
Dev anası:
- Eyvah! Senin karını
kaçıran benim oğlumdur. O kızı kaçırmak için yıllardır uğraşıyordu, Hani,
görüp de başlarını kestiğin hırsızlar var ya? Onlar, kızı kaçırmaya
çalışıyorlardı. Kızı onun elinden alman, çok zor. Nehrin kenarında küçük
kardeşim yaşar; ona, benden selâm söyle. Belki o sana yardım edebilir, demiş.
Şehzade, dev anasına
teşekkür edip, yola koyulmuş. Gide gide dev anasının kardeşinin yaşadığı yere
varmış. Ona da kibarca davranmış ve her şeyi anlatıp, yardım istemiş.
Dev:
- Ben sana yardım edemem. Şu dağın arkasında,
büyük kardeşim yaşar, Ona git, demiş.
Şehzade, yine yola
çıkmış. Güç, bela dağı aşmış ve devin yaşadığı yere varmış.
Dev anasına her şeyi
anlatıp, yardım istemiş. Dev:
- Evlâdım, senin
karını kaçıran dev, buradan gidelı tam bir ay oldu. Onu yakalamak için, deniz
kenarına git ve orada kırk gün bekle. Kırk günde bir, deniz aygırının yavruları
karaya çıkar, Eline bir kucak pamuk alarak, onlardan birini yakalayabilirsin ve
buraya getirirsin. Biz, onu kırk gün besleyerek büyütürüz. Ondan sonra üstüne
binip aradığın kızı bulursun, demiş, Şehzade, hemen deniz kenarına gitmiş,
Kırk gün orada beklemiş. Kırk birinci gün, denizden aygır yavruları çıkmış.
Şehzade, elini sürmeden pamuk ile yavrulardan birini kucaklayıp dev anasının
evine getirmiş, Yavruyu kırk gün beslemişler.
Kırk gün sonra, dev
anası aygıra:
- Bu oğlanı rüzgâr devin yanına götürebilir
misin? demiş.
Aygır:
- Onun karısını kaçıran, benim babamdır. Ben,
ne kadar hızlı gitsem de o bani yakalar. Ama şehzade, kızı kurtarıp sırtıma
bindikleri zaman sırtıma bir iğne batırırsa, belki iğnenin acısıyla daha hızlı
kaçabilirim, demiş.
Şehzade, eline bir iğne
alıp, aygıra binmiş ve yola çıkmışlar. Aygır, onu rüzgâr deve götürmüş. Dev,
kızın yanında uyuyormuş, Bindikleri aygır da çayırda otluyormuş.
Kız, şehzadeyi
görünce, çok sevinmiş ve:
-Aman şehzadem,
durmayıp gidelim. Dev uyanırsa bizi öldürür, demiş.
Şehzade, kızı almış ve
aygıra binip, kaçmışlar. Onların kaçtığını gören devin bindiği aygır, bir
kere kişnemiş, Dev, kudan uyanınca bakmış k kız yok. Hemen aygıra binerek,
onların peşine düşmüş, Şehzade, dönüp arkasına bakmış, Dev, öfke içinde peşlerinden
geliyormuş. Neredeyse, onlara yetişiyor-muş. Hani, elini uzatsa
yakalayacakmış. Şehzade, iğneyi aygıra öyle bir batırmış ki, aygır uçmuş,
uçmuş. Demeye kalmaz, dev anasının evine varmışlar. Dev, onlara yetişememiş.
Dev anası, onları
görünce:
- Oğlum, simdi hiç
korkma, Haydi, kızı al ve nereye gideceksen git. Ama yardımımın karşılığında
senden, her gün bir koyun isterim. Eğer göndermezsen, bir gece gelip seni de,
karını da yerim, demiş.
Şehzade, seve seve
kabul etmiş ve ona teşekkür edip ülkesine dönmüş.
Şehzadenin döndüğünü
gören kardeşleri, çok sevinmişler. Hemen düğün hazırlıklarına başlamışlar.
Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar, Düğüne, derneğe dalan şehzade, dev anasına
koyun göndermeyi unutmuş. O gece, şehzade ve karısı uyurlarken devanası gelip ikisini
birden yataklarıyla beraber alıp götürmüş. Uyandıkları zaman, kendilerini dev
anasının evinde bulmuşlar, O zaman, şehzadenin aklı başına gelmiş.
Dev anası:
- Ben, sana o kadar
iyilik yaptım. Sen ise gittin gide-li bana hiçbir şey göndermedin. Şimdi
ikinizi de yiyeyim mi? demiş.
Şehzade:
- Aman anacığım! Bizi
bağışlarsan sana hemen geçen her gün için birer koyun yollarım. Eğer
yollamaz-sam, bizi yersin, demiş ve dev anasını ikna etmiş.
Dev anasının evinden
ayrılıp, yola çıkmışlar. Gide gide ağaçlık bir yere varmışlar. Çok
yoruldukları için, bir ağacın altına oturmuşlar. Şehzade, başını kızın
dizlerine yaslamış ve az sonrada uyuya kalmış. Rüzgâr dev de onları takip
ediyormuş. Şehzadenin uyumasından yaralanıp, kızı kaptığı gibi kaçmış. Şehzade
uyandığında, bir de bakmış ki, karısı yok. Telaşla oturduğu yerden fırlamış ve
her yeri aramış, aramış, ama bulamamış. Bir kuyunun başına gelmiş. Eğilip,
kuyunun içine bakınca, dibinden gürültüler geldiğini duymuş. Merak edip, kulak
kabartınca müzik sesi duymuş. Tam o sırada, kuyunun içinden bir kuş çıkmış,
Kuş, oğlanı görünce:
- Ey yiğit, sen burada
ne arıyorsun? diye sormuş. Şehzade:
- Buradan geçerken, kuyunun içinden bir ses duydum.
Acaba bu nedir diye bakıyordum,demiş.
Kuş:
- Burada peri
padişahının oğlu evleniyor, düğün yapıyoruz, Ben de onlara su taşıyorum, demiş.
Şehzade:
- Ben de yanınıza gelebilir miyim? demiş.
Kuş:
- Ben, gidip su dolduracağım. Eğer, beni
beklersen seni kuyuya indiririm, demiş.
Kuş, su alarak geri
dönmüş ve:
- Şimdi, ben seni
aşağıya indirdiğim zaman, periler birbirine girip, içimize âdemoğlu geldi diye
başına üşüşürler. Sen de, "Aman padişahım beni sen kurtar, derdimin
çaresini bul," dersin. O da "Derdin nedir?" deyince
başına gelen her şeyi anlatırsın. O senin
derdine çare bulur, demiş ve şehzadeyi kuyuya indirmiş. Şehzade, cennet gibi
bir bahçeye inmiş. Bahçede her çeşit ağaç varmış. Yemyeşil ağaçların arasında,
bin bir çeşit ve renkte çiçeklerin kokusu her tarafa yayılıyormuş, Bin bir
çeşit kuş cıvıltıları arasında hayranlıkla bahçeyi dolaşan, şehzadenin başına
periler toplanmış:
- İnsanoğlu, sen
buraya sen nasıl geldin, demişler.
Şehzade, peri
padişahının yanına gitmiş ve ondan yardım istemiş,
Peri padişahı:
- Ey oğul, sen bir
âdemoğluysan buraya nasıl geldin? diye sormuş, Şehzade, su taşıyan kuşun
kendisini kuyuya indirdiğini anlatmış.
Padişah, o kuşa:
- Haydi, bu oğlanı al
ve istediği yere götür. Eğer başınıza bir şey gelecek olursa, 'şahım' diye
bağır, Ben, sizi kurtarırım, demiş. Kuş, şehzadeyi sırtına bindirmiş ve havalanmış.
Devin yaşadığı yere varınca, kızı aldıkları gibi uçarak yedi kat göğe
çıkmışlar.
Aygır kişneyince, dev
uyanıp aygıra binerek onları yakalamak istemiş. Ama hiç bir yerde bulamamış ve
öfke içinde geri dönmüş. Kuş, onları kuyuya getirmiş.
Padişah:
- Senin adın Şah
Meram, karının adı da Sade Sultan olursa, dev bir daha sizi yakalayamaz. Sakın,
unutmayın, demiş,
Şehzade ve karısı, peri
padişahına teşekkür etmiş ve sarayına dönmüş. Onların geri geldiğini gören
kardeşleri ve halk bayram etmişler.
Bir gece, rüzgâr dev
kızı kaçırmak için, odalarına girmiş. Tam o sırada kız uyanarak:
- Şah Meram, diye
bağırmış. Şehzade:
- Ne var. Sade Sultan?
demiş ve dev taş kesilmiş.
Devi, bahçedeki
havuzun kenarına koymuşlar. Şehzade ve karısı, her gün havuz başında
otururmuş. Bir gün, şehzade unutup, kızın eski adını söylemiş. O sırada, taşın
orta yerinden çatladığını görmüşler ve akılları başlarına gelerek:
- Şah Meram, diye
seslenmiş, kız. Şehzade:
- Ne var, Sade
Sultan'ım, diyince, taş kapanmış.
Bir gece, oğlan ile
kız uyurlarken, kız rüyasında bir derviş görmüş.
Derviş:
- Kızım, eğer unutup
da gerçek isimlerinizle birbirinize seslenirseniz telaşlanmayın. Taş çatladığı zaman,
şehzade havuzun suyundan bir avuç alıp, taşın üzerine atsın, Havuzun içine,
taşın içinden her zaman aftın ve elmas akar, Siz de bu devden kurtulursunuz,
demiş.
Kız, uyanınca rüyasını
şehzadeye anlatmış. Şehzade:
- İyi ama sultanım, ya
yapamazsam? Ya o korkunç dev, seni yine kaçırırsa, demiş,
Yine bir gün, havuz
başında otururlarken unutup, eski isimlerini söylemişler. Taş yarılıp, içinden
dev çıkacağı zaman kız:
- Aman Şah Meram'ım!
demiş.
Şehzade, suyu
serpeceği yerde hançerini çekip deve saldırmış. Dev, taştan çıkmış ve
şehzadenin bileğinden yakalamış,
Şehzade, korkusundan:
- Aman Sade Sultan,
demiş ve dev havuzun içine düşerek tekrar taş kesilmiş. Her tarafından kanlar
akmaya başlamış. Şehzade ve karısı, birbirlerine sarılmışlar ve korku içinde
havuza akan kana bakmışlar. O sırada, kızın rüyasında gördüğü derviş gelip:
- Siz, benim dediğim
gibi yapsaydınız, dev taş olup duracaktı. Kan yerine de elmas ve altın
akacaktı. Sakın, "Keşke öyle yapsaydık" demeyesiniz; sonra bu taş
gene dev olup sizin
ikinizi de alır gider. Bir daha birbirinizi bulamazsınız, demiş ve ortadan
kaybolmuş.
Şehzade:
- Sade Sultanım, biz bundan böyle havuz başına
gelmeyelim, çünkü yine unutup yanlış bir şey yapacak olursak bir daha bu devin
elinden kurtulamayız, demiş. Havuzun başına bir daha hiç gitmemişler. Bahçeye
de kimseler çıkmıyormuş.
Yıllarca, havuzun
içine kanlar akıp, durmuş. Bahçeye açılan kapının önüne, kalın bir duvar
ördürmüşler, Şehzade ve kız, ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinden
ayrılmamışlar.
Bir zamanlar, bir
Keloğlan varmış. Keloğlan'ın yaşlı bir de anası varmış. Kadın, oğluna hangi işi
verse yapmaz-mış; çok tembelmiş. Keloğlan, bir gün padişahın kızını görmüş ve
ona âşık olmuş.
Anasına gidip:
- Ana, git bana
padişahın kızını iste, demiş. Anası, gülsün mü, ağlasın mı; şaşırıp kalmış:
- Oğlum, senin ne
paran, ne de dişin var! Hem padişah, senin gibi bir keloğlana kızını verir mi?
demiş.
Keloğlan:
- Elbette verecek. Sen
git, hemen iste, demiş.
Kadın, oğlunun
ısrarlarına dayanamayıp, bir gün kalkmış ve saraya gitmiş.
Padişahın huzuruna
çıkıp:
- Efendim, benim bir
oğlum var. Her gün, beni dövüyor; ilie de padişahın kızını isterim diyor. Ben,
artık dayaktan usandım. Beni ister öldür, ister as; ne yaparsan yap, demiş.
Padişah:
- Hanım, git oğlunu
bana getir, demiş. Kadın, eve gelip, Keloğlan'a:
- Padişah seni
istiyor, demiş.
Keloğlan, bir hevesle
saraya koşmuş. Padişah, bakmış ki, bir Keloğlan. Ben, kızımı buna nasıl
vereyim? diye, onu başından savmak İçin:
- Ben, sana kızımı
veririm, ama bir şartla. Dünyada ne kadar kuş varsa, hepsini bana
getirebilirsen kızım senindir, demiş.
Keloğlan, "Aman
ben ne yaptım! Dünyanın bütün kuşlarını, nasıl toplarım! Eğer, bulamazsam kel
kafacı-ğımdan da olurum! Hay, anamı göndermez olaydım! Ah, benim aptal kafam!
En iyisi, buralardan kaçayım!" diye kara kara düşünüyormuş. Sonunda,
bohçasını sırtına vurmuş ve yollara düşmüş.
Az gitmiş, uz gitmiş.
Dere tepe, düz gitmiş. Sonunda, arkasına bir bakmış ki, bir arpa boyu yol
gitmiş. Keloğlan, şarkı söyleye söyleye giderken bir dervişe rastlamış.
Derviş:
- Oğlum, nereye
gidiyorsun? diye sormuş.
Keloğlan, dervişin
yanına oturup, başına gelenleri bir bir anlatmış.
Derviş, bu keloğlanı
çok sevmiş ve ona:
- Oğlum, kat dağının
tepesinde ulu bir servi ağacı vardır. Servi ağacının altına oturup, bekle.
Dünyanın bütün kuşları, o serviye konarlar. Sen "macun" dersen,
kuş-iarın hepsi o ağaçta kalırlar, Onları toplayıp, padişaha götür, demiş.
Keloğlan, havalara
uçmuş. Keyfinden yerinde duramaz olmuş.
Dervişin, elini öpmüş ve hemen yoia çıkmış. Oynaya zıplaya, bir şarkı tutturup
kaf dağına varmış. Ulu servi ağacını bulmuş ve dibine oturup beklemeye
başlamış, Akşam olunca, ne kadar kuş varsa gelip serviye konmuş. İşte, o zaman
keloğlan:
- Macun, diye bağırmış
ve bütün kuşlar kıpırdayamaz
olmuş. Keloğlan, neşe içinde sırayla kuşları toplamaya başlamış:
- Güvercin, serçe, karga, saka, bülbül, turna,
hey sen de gel bakalım güzel kuğu derken, hepsini toplamış ve doğru padişaha
götürmüş.
Padişah, keloğlanın bu
işi başardığını görünce çok şaşırmış. Hala, bu keloğlana kızını vermek
istemiyormuş.
Düşünmüş, taşınmış ve
sonunda:
- Keloğlan, başının kelini iyi et! Başında saç
bitsin, ondan sonra gel sana kızımı vereyim, demiş,
Keloğlan, küskün
küskün saraydan çıkmış ve evine gelmiş. Birkaç gün, evinde tembel tembel
oturmuş.
Anası:
- Ah benim keleş
oğlum, ben sana demiştim. Şimdi de böyle suratını asıp, oturursun işte,
diyormuş.
Keloğlan, kara kara
düşüne dursun. Padişah da kızını vezirinin oğluna nişanlamış. Keloğlan artık
gelmez diye, düğünlerini de yapmış. Zavallı keloğlan, padişahın kızı ile
vezirin oğlunun evlendiğini duymuş ve gizlice sarayın tavan arasına çıkıp
saklanmış. Onlar yattıktan sonra, keloğlan:
- Şimdi, görürsünüz
beni kandırmanın ne demek olduğunu! Macun, diye bağırınca ikisi birden yatağa
yapışıp kalmışlar.
Sabah, gelin ile
damadın hala odadan çıkmadığını görünce merak etmişler. Saat, dört olmuş, beş
olmuş, ama onlardan hala ses çıkmamış, Hizmetçilerden biri, kapının deliğinden
bakayım demiş, Keloğlan, hemen "macun" demiş ve adam kapıya yapışıp
kalmış. Onu görüp, yanına gelende yapışmış. Yapışa yapışa, sarayın içinde uzun
bir kuyruk olmuş. Neredeyse, sarayın içinde yapışmayan kimse kalmamış, Hep bir
ağızdan, öyle bir feryat, figan bağırıyorlarmış ki, sormayın, Padişah, ne
yapacağını bilememiş. Kalan adamlarını, büyücüye göndermiş. Bir çare bulsun
diye, Gönderdiği adamlar, giderlerken bir kasap dükkânına uğramışlar,
Kasaba:
- Şu etten bize biraz
ver, diye eti tutmuşlar. Kasap da:
- Şundan mı, bundan
mı? diye etleri gösterirken, keloğlan, "macun" deyince hepsi etlere
yapışıp kalmışlar.
Padişah, beklemiş,
beklemiş, ama ne gelen varmış, ne de giden, Onları aramak için, sokağa çıkmış.
Kasap dükkânının önünden geçerken, etlere yapışmış adamlarını görmüş ve
küplere binmiş. Padişah, onlara bağırarak:
- Ben sizi nereye yolladım! Burada ne
arıyorsunuz! demiş.
Zavallı adamlar,
etlere yapışmış halde padişahın karşısında zangır zangır titriyorlarmış.
- Aman padişahım,
nasıl oldu anlayamadık! Bizi affet! dîye ağlaşırken. Padişah:
- Susun! Aptallar
sizi, ben başımın çaresine bakarım! demiş ve doğru büyücünün evine gitmiş.
Büyücü, sihirli bir
aynaya bakmış ve her şeyi görmüş, Padişaha demiş ki:
- Efendim, sizin
kızınızı bir keloğlan istemiş, siz de vermemişsiniz. İşte, bütün bu işler onun
başının altından çıkmış.
Padişah:
- Aman büyücü, ne
gerekiyorsa yap! Büyücü:
- Keloğlanın büyüsü çok güçlü, benim elimden
bir şey gelmez, padişahım. Bunun çaresi kızınızı keloğlana vermenizdir. Yoksa
ömür boyu kurtulamazsınız, demiş.
Padişah, çaresizlik
içinde sarayına dönmüş ve adamlarını keloğlanın evine yollamış. Keloğlan bunu
duyunca, saklandığı yerden çıkmış ve evine koşmuş. Keloğlan, adamların
geldiğini görünce, anasına:
- Aman anacığım, beni sorarlarsa, uzun zamandır
yok dersin. Beni bulmanın karşılığında do onlardan, bir kese altın iste, demiş.
Anası:
- Ah, keleş oğlum!
Gene ne işler karıştırıyorsun?
Keloğlan:
- Sen, hiç merak etme
anacığım, Yalnız benim dediklerimi yap, Seni sarayda yaşatacağım, demiş.
O sırada kapı
çalınmış. Kadın, kapıyı açmaya giderken, bir yandan da oğlunun sözlerine
gülüyormuş.
Padişahın adamları:
- Keloğlan burada mı?
diye sormuşlar Kadın:
- Ne yapacaksınız
oğlumu, demiş, Adamlar:
- Padişahımız çağırıyor. Onu, kızıyla
evlendirecek, demişler. Bunu duyan kadının ağzı, şaşkınlıktan bir karış açık
kalmış. Sonra, kendine gelmiş ve oğlunun tembihlediği gibi:
- Evde yok. Uzun zamandır, eve uğradığı yok, demiş.
Adamlar:
- Aman nine, onu
nerede buluruz? Kadın:
- Bilmem ki nereye
gitti. Eğer, bana bir kese altın verirseniz, oğlumu arar bulurum, demiş.
Adamlar:
- Aman nineciğim, sen
yeter ki bul, demişler ve hemen bir kese altın vermişler.
Birkaç gün sonra,
keloğlan saraya gitmiş. Onu, hemen padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah,
keloğlanı görünce:
- Aman oğlum,
nerelerdesin? Kaç gündür, seni aramaktan, bir hal olduk! demiş ve vezirini
çağırmış. Keloğlanla kızını nikahlamış.
Keloğlan da:
- Çözül macun, çözül,
deyince herkes kurtulmuş ve rahat bir nefes almış. Vezirin oğlu, yataktan kurtulunca,
öyle bir kaçmış ki, arkasından kimse yetişememiş, Herkes, çok mutluymuş. Kırk
gün, kırk gece düğün yapmışlar ve çalıp, oynamışlar.
Evvel zaman içinde bir
padişah, bu padişahın da kırk tane oğlu varmış. En küçüğü on dört yaşındaymış.
Şehzadeler, bütün günlerini avlanarak, kuş yakalayarak ve gezip, eğlenerek
geçiriyorlarmış.
Günlerden bir gün,
padişah oğullarını yanına çağırarak:
- Ne olacak sizin bu
haliniz? Ben, sizi evlendirmeye karar verdim, demiş.
Şehzadeler:
- Emredersiniz babacığım, ama bizim gibi bir
anadan bir babadan olma kızlar isteriz, demişler.
Padişah, adamlarını
ülkenin dört bir tarafına gönderip, aynı ana babadan olan kırk tane kız
aratmış. Adamlar, her bir yeri aramışlar, taramışlar; otuz dokuz kız bulup, kırkıncıyı
bulamamışlar.
Padişah, oğullarına:
- Çocuklarım, sizin istediğiniz gibi kırk kız
bulunmuyor, biri de başka oluversin, demiş. Şehzadeler, kabul etmemişler ve:
- Biz gider, kendimiz
arar buluruz. Bize izin ver, demişler. Bunun üzerine padişah:
- Aman oğullarım, gitmeyin; nerede
bulacaksınız? Başka illerde kendinizi harap edersiniz, dediyse de, oğlanlar
inat etmişler.
Padişah da:
- İyi, öyleyse gidin,
ama size üç nasihatim var. Buradan çıktığınız zaman, yolda giderken bir
çeşmeye varacaksınız; orada sakın yatmayın! Biraz daha ilerde, bir hana
varacaksınız, orada da yatmayın! Bir kıra vardığınızda orada da yatmayıp,
başka her nerede yatarsanız yatın.
Şehzadeler,
hazırlanmışlar ve babalarının elini öpüp yola çıkmışlar.
O gün, akşama kadar
dinlenmeden gitmişler. Sonunda, bir çeşmeye varmışlar.
Şehzadeler:
- Kırk kişiyiz burada.
Ne olacak? Haydi, geceyi burada geçirelim, demişler. Babalarının sözünü
dinlememişler. Atlarından inmişler ve yiyip, içtikten sonra her biri bir
köşeye uzanmış. Az sonra da horul horul uyumuşlar. Ama en küçük şehzade
uyumuyormuş. Gece yarısı, ansızın bir çığlık sesi gelmiş. Oğlan, doğrulup
etrafına bakınmış, ağabeyleri, hala uyuyormuş. Yattığı yerden kalkmış ve
kılıcını çekip, sesin geldiği tarafa doğru yavaş yavaş yürümüş. Bir de bakmış
ki, yedi başlı bir ejderha geliyor. Ejderha, kocamanmış ve ağzından alevler
çıkıyormuş. Uzun kuyruğunu sürükleyerek, şehzadeye yaklaşmış, yaklaşmış;
oğlana saldırmış, ama o bir sıçrayışta kurtulmuş. Ejderhanın her saldırısından
kurtulan çocuk:
- Koca ejderha, şimdi
sıra bana geldi, diyerek kılıcını çekmiş; bir vuruşta ejderhanın altı başını
birden uçurmuş,
Ejderha:
- Erkeksen bir daha
vur, demiş. Şehzade:
- Ben, dünyaya bir
kere geldim; iki kere değil, deyince ejderhanın bir kafası yuvarlana yuvariana
bir kuyunun başına gitmiş:
- Benim canımı alan, malımı da alsın, demiş ve
kuyuya düşmüş.
Şehzade, belindeki ipi
çıkarmış ve oradaki büyük bir kayaya bağlamış. İpin diğer ucunu da kuyuya
sarkıtmış ve tutunarak aşağıya inmiş. Kuyunun dibinde demir bir kapı varmış.
Şehzade, kapıyı açmış ve içeri girmiş. Karşısına büyük bir saray çıkmış. Bu
sarayın, kırk odası varmış. Bir odanın kapısını, yavaşça açmış. Odanın içi,
elmaslarla doiuymuş. Şehzade, gözlerine inanamamış, Işıl ışıl elmaslara
dokunmuş, ne yapacağını şaşırmış, Sonra, aklına diğer odalara bakmak gelmiş,
Bütün kapıları, sırayla açmış. Birinde altın, diğerinde yakut kısaca her
odanın içi değerli mücevherlerle doiuymuş. En son kapıyı açınca, bir de ne
görsün? Kırk tane hepsi de birbirinden güzel kiz, oturmuş gergef
işliyorlar-mış, Kızlar, şehzadeyi görünce, korkmuşlar ve ayağa kalkmışlar:
- Sen, in misin yoksa
cin misin? Buraya nasıl geldin? demişler.
Şehzade, başından
geçenleri bir bir kızlara anlatmış.
Kızlar da ona
anlatmışlar. Meğerse o kızlar, kardeşmiş, Ejderha, kızların anasını öldürmüş ve
onları kaçırıp buraya hapsetmiş, Ejderhanın öldüğünü duyan kızlar, çok
sevinmişler ve onları kurtaran şehzadenin boynuna sarılmışlar.
Şehzade:
- Ben şimdi gidip,
kardeşlerimi çağırayım. Sonra, sizi buradan çıkartırız, demiş.
Kardeşlerinin yanına
dönen şehzade, onların hala mışıl mışıl uyuduğunu görünce yatıp, uyumuş,
Ertesi sabah, uyanan
ağabeyleri, hala uyuyan kardeşlerini dürterek:
- Hey, tembel! Haydi,
uyan artık! deyip, onun şaşkın haline kahkahalarla gülmüşler. Kendi aralarında:
- İşte, burada yattık
da ne oldu? Galiba, babamız bizim gözümüzü korkutmak istedi, demişler.
Şehzadeler, eşyalarını toplamışlar ve yeniden yola çıkmışlar. Akşama kadar,
hiç durmadan yollarına devam etmişler.
Hava karardığında bir
hana varmışlar ve:
- Geceyi burada
geçirelim. Çeşmede yattık, bir şey olmadı, diyerek atlarından inmişler,
Küçük şehzade:
- Babamız, bize handa
yatmayın dedi, Elbet bir bildiği vardır, demiş.
Diğerleri, küçük
kardeşlerini:
- Haydi, sen karışma! diye azarlamışlar, o da
sesini çıkarmamış.
Hep beraber hana
girip, yiyip içmişler. Sonra da odalarına çekilip, uyumuşlar. Küçük şehzade,
gene uyumayıp, beklemiş. Gece yarısı, büyük bir gürültü kopmuş. Şehzade,
sessizce kalkmış, Ağabeyleri, uyuyormuş. Kılıcını alıp, bakmaya gitmiş, Dün
gecekinden daha büyük ve daha korkunç, yedi başlı bir ejderha geliyormuş,
Şehzade, koca ejderhayla dövüşmeye başlamış ve onu da öldürmüş. Bu ejderhanın
da kalan bir başı, yuvarlanarak bir kuyuya düşmüş. Şehzade, bu kuyuya inince
de koca bir sarayda altınlar ve elmaslar bulmuş. Gene yatağına dönüp, yatmış,
Sabah olunca, hepsi uyanıp:
- İşte, burada da
yattık, ama hiçbir şey olmadı, diyerek atlarına binmişler.
Az gitmişler, uz
gitmişler, dere tepe dümdüz gitmişler. En sonunda bir kıra varmışlar. Gece,
orada kalmaya karar vermişler. Oturup, bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Tam
yatacakları sırada, bir gürültü kopmuş ki, sormayın! Bir korkunç ses,
geliyormuş ki, hem de dağları devire devire! Şehzadelerin akılları başlarından
gitmiş ve telaş içinde atlarına binmişler. Bir de bakmışlar ki, koca bir ejderha:
- Benim kardeşlerimi
kim öldürdü? diye bağıra, çağıra geliyor.
O zaman, birbirlerine
bakıp:
- Şimdi, ne yapacağız?
Bunun elinden nasıl kurtuluruz? demişler.
Küçük kardeşleri:
- Ben, size
söylemiştim, ama siz dinlemediniz! Haydi, bakalım şimdi derdinizi ejderhaya
anlatın, demiş.
Bakmış ki, ağabeyleri
korkudan bir şey yapamayacak:
- Siz, şu anahtarları
alın. Hanın yanında bir kuyu var. O kuyunun içi, mücevherlerle dolu. Onları
alıp, çeşmenin yanındaki kuyuya gidin. Orada da mücevherlerle birlikte, kırk
tane kız var. Onları da alın ve sarayımıza gidin. Ben, bu ejderhayı öldürüp
gelirim, demiş,
Ağabeyleri, hemen
kaçmışlar. Küçük şehzade, ejderha ile dövüşmüş, ama ne ejderha oğlanı
yenebilmiş, ne de oğlan ejderhayı yenebilmiş.
Bunun üzerine ejderha,
oğlana:
- Sen, çok cesur bir
çocuksun, Eğer, senden isteyeceğim şeyi yaparsan seni bırakırım, demiş.
Şehzade, kabul edince,
ejderha:
- Ben, Çin padişahının
kızına âşığım, Kaç yıldır, padişah ile kızı için savaşıyoruz. Eğer, o kızı
bana getirebilir-sen sana hiç bir şey yapmam, demiş.
Ejderhanın adı,
Çampalakmış, Çampalak, oğlana bir dizgin verip:
- Al bunu ve büyük dağın ardındaki çeşmeye git.
Aygırlar, sabah erkenden o çeşmeden su içmeye gelirler, Su içmek için
eğildiklerinde, hemen birinin başına bu dizgini geçir ve üzerine bin. Dizgini
geçirdiğin aygır, seni istediğin yere götürür, demiş. Şehzade, dizgini almış ve
hemen yola koyulmuş. Çeşmeye gidip, aygırları beklemeye başlamış. Sabahın ilk
ışıkları ile aygırlar gelmiş ve çeşmenin başında toplanmışlar, Şehzade,
saklandığı yerden yavaşça çıkmış ve birinin başına dizgini takmış.
Aygıra, hemen:
- Beni, Çin'e götüri
demiş, Aygır:
- Kapa gözünü, aç
gözünü! deyince, bir de bakmış ki, Çin'deymiş.
Aygırdan inip, dizgini
çıkarınca aygır gitmiş. Şehzade, büyük bir şehre gelmiş ve etrafı dolaşmaya
başlamış.
Yaşlı bir kadın, ona:
- Oğlum, sen buranın
yaban-cısısın galiba. Nereden
gelip, nereye gidiyorsun? diye
sormuş.
Şehzade:
- Nineciğim, yatacak
bir yer arıyorum, demiş, Yaşlı kadın:
- Gel oğlum, seni
evime götüreyim; misafirim ol, deyince, oğlan kadınla gitmiş ve o gece orada
kalmış.
Gece otururlarken,
kadın şehzadeye:
- Oğlum, sen buraya
nereden geldin? Buralara yabancılar pek gelemezdi. Çünkü padişahın kızına bir
ejderha âşık oldu. Tam sekiz yıldan beri, o kızı almak için padişahla
savaşıyor. Ejderha, buralara kimseyi sokmuyor. Sen, nasıl odluda geldin? diye,
merakla sormuş.
Şehzade:
- Nineciğim, o kızı
nerede bulabilirim? demiş. Kadın:
- Padişahın
bahçesinde, bir köşk vardır; orada oturur ve hiçbir yere çıkmaz, demiş.
Şehzade, sabah
erkenden çıkmış ve araya sora sarayın bahçe kapısına kadar gelmiş. Kapıda,
ihtiyar bir bahçıvan oturuyormuş. Adamın yanına yaklaşıp:
- Bahçıvan, beni
yanına çırak alır mısın? demiş. Bahçıvan:
- Oğlum, benim çırağım
var, seni ne yapayım, demiş.
Şehzade:
- Aman baba, çok
fakirim; beni de al, ben de geçineyim, diye bahçıvanı kandırıp, bahçeye
girmiş.
Bir gün, şehzade
bahçede çiçekleri sularken padişahın kızı onu görmüş. Kız, o an yakışıklı
delikanlıya aşık olmuş. Kızın onu çağırdığını duyan şehzade, bahçeden kırmızı
bir gül koparmış ve yanına gitmiş.
Kız:
- Sen, kimsin? Buraya
nereden geldin? demiş. Şehzade:
- Güzel prensesim,
sizi rüyamda görüp, âşık oldum. Ben, bir padişahın oğluyum ve sizi kendj ülkeme
götürmeye geldim, demiş ve kırmızı gülü kıza vermiş.
Kız, çok mutlu olmuş
ve:
- Aman, beni buralardan götür! Ben de sana âşık
oldum; hem de beni almak isteyen ejderhanın elinden kurtulurum, demiş.
Kız ve şehzade, gece
kaçmak için sözleşmişler. Kız, gece yarısı hazırlanıp, gizlice bahçeye çıkmış.
Onu bekleyen şehzade ile şehirden kaçmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere
tepe, düz gitmişler. Sonunda, ejderhanın yaşadığı kıra varmışlar.
Şehzade, kıza:
- Ben, seni Çampalak adındaki ejderhaya götürüyorum,
demiş.
Kız:
- Eyvah, ben ondan
kaçmak isterken, meğerse onun ağına düşmüşüm! diye ağlayıp, bağırmaya başlamış.
Şehzade:
- Canım, ben seni ona götürüyorum, ama onun
elinden kurtulmanın bir yolunu buluruz elbet. Onu öldürdükten sonra, seninle
evleniriz, diye, kızı kandırmış.
Nihayet, ejderhanın
yanına varmışlar, Ejderha, kızı görünce çok sevinmiş:
- Aman prensesim, hoş
geldin, diye karşılamış. Kız, şehzadenin onu öldüreceğine güvendiği için:
- Hoş bulduk, demiş,
güler yüz göstermiş.
Ama her gün ağlıyormuş
ve ejderhadan çok korku-yormuş. Şehzade, ejderha olmadığı zaman kızın yanına
gelip demiş ki:
- Sen, ejderhaya
canının sıkıldığını söyle ve onu konuştur. Ondan, tılsımının ne olduğunu
öğren. Tılsımını öğrenince, ejderhayı öldürmek kolay olur.
Az sonra, ejderha
gelmiş. Kız, başlamış ağlamaya, Ejderha, kızı çok sevdiği için aklı başından
gitmiş:
-Aman sevgili
prensesim, niçin ağlıyorsun? demiş, Kız:
- Sen gündüzleri gidiyorsun,
Yalnız kalınca, canım sıkılıyor. Haydi, bana tılsımını anlat! Hiç olmazsa
canımın sıkıntısı geçer, demiş,
Ejderha:
- Elmasım, benim
tılsımım çok uzaktadır, diye cevap vermiş.
Kız:
- Nerdedir?
- Periler padişahının ülkesinde, büyük bir
saray vardır; o sarayın içindedir. Onu, kimse alamaz. Oraya giden, ölür,
demiş.
Ertesi sabah, ejderha
gider gitmez, şehzade kızın yanına gelmiş.
- Prensesim, tılsımı neymiş, neredeymiş;
öğrendin mi? diye sormuş.
Kız, ejderhanın
anlattıklarını, ona söylemiş, Şehzade, ejderhanın verdiği dizgini hala
saklıyormuş. Hemen, o çeşmenin başına gitmiş ve bir aygırı yakalamış.
Aygıra binip:
- Beni, periler
padişahının sarayına götür! demiş.
Göz açıp, kapatıncaya
kadar kendini bir sarayda bulmuş,
Aygır, oğlana:
- Şimdi, beni
dizginlerimden sarayın kapısına bağla.
Kişneyerek, kapının
halkalarını çıngır çıngır birbirine vururum ve kapı açılır. Açılan kapı,
içerideki büyük bir aslanın ağzıdır, Eğer kılıcınla o kapıyı bir vuruşta
açabilir-sen kurtulursun, yoksa aslan seni öldürür, demiş.
Şehzade, aygırın
söylediği gibi onu dizgininden kapıya bağlamış. Aygır, bir kere kişnemiş ve
kapının halkaları çıngır çıngır birbirine çarpmış. İçerden, çirkin bir çığlık
duyulmuş ve kapı açılmış. Şehzade, kılıcını çekip bir vuruşta kapıyı ikiye
bölmüş. Aslanın iki parçaya bölündüğünü görünce, karnını yarmış ve içinden bir
kafes çıkarmış. O kafesin içinde, üç tane güvercin varmış. Güvercinler, o kadar
güzellermiş ki, böylesin! hiç görmemiş.
Şehzade:
- Şunların birini
tutayım da biraz seveyim, diyerek kafesten çıkarmış; sevip, okşarken elinden
kaçan güvercin uçmuş. Aygır, hemen havalanıp güvercinin peşine düşmüş,
Uçmuşlar, uçmuşlar ve gözden kaybolmuşlar. En sonunda, aygır güvercini
yakalamış ve başını koparmış. Şehzade, aygıra binmiş ve kafesi eline almış,
Göz açıp, kapafıncaya kadar ejderhanın evine gelmişler. Şehzade, güvercinlerden
birini daha öldürüp, diğerini de alarak ejderhanın evine girmiş. Ejderha,
yatmış yerinden bile kıpırdayamıyormuş,
Ejderha, oğlanın
elindeki güvercini görünce:
- Nasılsa öleceğim,
onun için şu güvercini ver de biraz seveyim, diye yalvarmaya başlamış.
Şehzade, onun
yalvarmasına dayanamayıp güvercini vermek için kafesten çıkarıp, ejderhaya
uzatmış.
Tam o sırada kız:
- Aman şehzadem, ne
yapıyorsun? diye koşup, güvercini oğlanın elinden almış ve başını koparmış; o
an ejderhada ölmüş.
Kız, ejderhanın
öldüğünü görünce çok sevinmiş,
Şehzade ile kız,
atlarına binmişler ve kızın ülkesine dönmüşler. Kızın babası, kaçtığı günden
beri onu her yerde aratmış. Kızını sağ salim karşısında görünce, sevincinden
boynuna sarılarak ağlamış. Kız, başına gelenleri babasına anlatmış. Ejderhanın
öldüğünü duyan padişah, çok sevinmiş ve kızını şehzade ile evlendirmiş, Kırk
gün, kırk gece düğün yapmışlar. Hayatlarından memnun ve mutlu yaşayıp,
gidiyorlarmış. Günlerden bir gün, şehzade:
- Ben, anamla babamı
çok özledim. Onların yanına gideceğim, demiş.
Kız:
- Ben de gelmek
istiyorum, demiş.
Şehzade, kızın
babasından izin istemiş ve bir alay askerle birlikte yola çıkmışlar.
Az gitmişler, uz
gitmişler, dere tepe dümdüz gidip şehzadenin ülkesine varmışlar.
Babası, oğlunu görünce
çok sevinmiş. Uzun zamandır, ondan haber alamadıkları için, öldüğünü
sanıyorlar-mış. Padişah, oğlunun dönüşünü kutlamak için, bütün ülkede şenlikler
düzenlemiş. Hep birlikte, ömürlerinin sonuna kadar mutluluk içinde yaşamışlar.
Bir varmış, bir
yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellâl iken, pireler
berber iken. Ben anamın beşiğini, tıngır mıngır sallar iken, Bir padişahın
oğlu varmış.
Şehzade, avcılık ve
cirit atmada çok ustaymış. Günlerden bir gün ava çıkmış ve o sırada altın
boynuzlu bir geyik görmüş. Geyik o kadar güzelmiş ki, şehzade onu öldürmeyip,
canlı olarak yakalamaya karar vermiş, Babasına armağan etmeyi düşünüyormuş.
Kemendiyle geyiği yakalamak
İçin ilerlediği sırada,
hayvan onu fark etmiş.
Ok gibi yerinden fırlayarak kaçmaya başlamış. Şehzade, hemen atına atlayıp
düşmüş güzel geyiğin peşine, Geyik kaçmış, o kovalamış; geyik kaçmış, o
kovalamış. Ama, bir türlü geyiği yakalayamamış.
Geyik, sonunda bir bahçeye girip, ortadan kaybolmuş. Şehzade de bahçeye doğru
sürmüş atını. Bahçenin kapısında, yaşlı bir adama rastlamış.
Adam, şehzadeye:
- Buralarda ne
arıyorsun? diye sormuş.
Şehzade, geyiği
kovalayarak buraya kadar geldiğini anlatınca, adam:
- İlâhi oğul, senin
geyik diye kovaladığın, aslında kötü kalpli bir cadıdır. Seni tuzağa düşürmek
istemiş, demiş.
Şehzade:
- Peki ama, bu bahçe
kime ait? demiş. Yaşlı adam:
- Bu bahçe, yüzü gülmez padişahın kızı. Gül
Sultanır bahçesidir. Bahçenin ortasındaki
köşkte dadısı ile birlikte yaşar. Ben de onun bekçisiyim, Tam yedi
yıldır buralar bekliyorum , Yedi yıldır ilk defa, bir insan görüyorum, demiş.
Şehzade, duyduklarına
çok şaşırmış, Sonra da, kendini tanıtmış. Bir süre, yaşlı adamla sohbet
etmişler.
Yaşlı adam:
- Haydi oğlum, demiş,
Sen, artık geri dön, Seni buralarda görürlerse, hemen öldürürler, Yazık olur
sana.
Şehzade:
- Sen endişelenme ben
Gül Sultan'ı görüp gideceğim, demiş.
Yaşlı bekçi:
- Aman oğlum, sen ne
diyorsun! İçeriye girdiğin an hem kendini, hem de beni yok bil. Çünkü, köşkün
kapısında bir aslan, bir de kaplan bağlı. Seni görünce, zincirlerini
kopararak üzerine hücum ederler. Gel, bu sevdadan vazgeç, demiş.
Şehzade, yaşlı adamın
uyarılarını dinlememiş. İlle de bahçeye girip, gül sultanı göreceğim diye
diretiyormuş. Yaşlı bekçi en sonunda:
- Mademki bu kadar
ısrar ediyorsun, haydi bakalım gir! diyerek bahçenin kapısını açmış.
Şehzade, bahçeye girer
girmez gözleri kamaşmış. Köşkün önünde bir havuz, havuzda da dört tane fıskiye
varmış. Ama, köşkün önünde bağlı duran aslanla kaplan onun kokusunu alır almaz
homurdanıp, kükremeye başlamışlar. Gül Sultan, gürültüyü duyup pencereye çıkınca
şehzadeyi görmüş; ona bir bakışta da yürekten sevdalanmış. Dadısına:
- Haydi git, şu zavallıyı hayvanlar
parçalamadan düşmüş.
Şehzade, arkasında bu
iki azgın hayvanı görünce:
- Eyvah! aslan ile
kaplan peşimize düştü, demiş.
Gül Sultan;
- Merak etme, demiş.
Onlar benden hiç ayrılmazlar.
Benim koruyuculuğumu
yaparlar.
Dadı, bahçeye
çıkıp şehzadeyi yanına çağırmış. Şehzade, dadının yanına gelince Gül
Sultan'ı görmüş ve güzelliğinden yere
düşüp bayılmış. Bunu gö- uKS ren sultan şehzadeye bir tokat atarak:
- Kalk, demiş. Kimsin,
nesin, buralara kadar nasıl geldin? Haydi, hepsini anlat bana!
Şehzade, başından geçenlerin hepsini anlatmış.
Gül Sultan:
- Seni, ilk gördüğüm
anda sevdalandım. Ama, benim çok zâlim bir babam var. Senin, burada olduğunu
duyarsa, gelip ikimizi de öldürür! Onun için, buradan hemen kaçalım! demiş,
Kız, eşyalarını
toplamış. Dadısını da yanlarına almışlar.
Hep birlikte yola
çıkmışlar, Çok geçmeden şehzadenin sarayına varmışlar.
Şehzade başından
geçenleri babasına bir bir anlatmış.
Daha sonra kırk gün
kırk gece düğün yapılarak şehzade ile Gül Sultan evlenmişler...