Bugün dünyada en çok
okunan eserlerin başını Mevlâna'mn Mesnevi'si çekiyor. Yaşadığımız şu günlerde
Mevlâna yeniden keşfediliyor âdeta. Televizyon, bilgisayar, internet, sinema,
cep telefonu gibi hayatımızı etkileyen teknolojiye sahip çağımızda, onü-çüncü
yüzyılda yaşayan bir bilginin hikâyelerinin böylesine ilgi görmesi şaşırtıcı
bulunabilir. Amerika ve Avrupa'da Mevlâna sevgisi ve felsefesi zirveye ulaşmış
durumda, ilgi o kadar büyük ki, Mevlâna'mn Mesnevi'si uzun zamandır en çok
okunan eserler listesinin başında.
İnternet sitelerinde
veya cep telefonu mesajlarında Mevlâna'mn hikâyelerinin ve Öğütlerinin
böylesine yaygın olması, dünyanın dört bir yanında Mevlâna etkinlikleri
yapılması, Konya'daki türbesine milyonlarca insanın akın akın ziyaret etmesi,
hatta adına Örgütler-dernekîer kurulması çoğu insanı şaşırtıyor.
Oysa bunun sebebini
anlamak çok zor değil.
Günümüzün
teknolojisiyle donatılmış insanın boş kalan yanına hitap ediyor Mevlâna.
Maddeye doymuş insanlar, manevi boşluklarını onun yüzyıllarca önce
yazdıklarıyla dolduruyorlar. İnsan sevgisi, Allah'ı keşfetme, hayatın özünü
keşfetme gibi ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Gerçeği bulmak için yola
koyuluyorlar.
Onüçüncü yüzyılın
başında Türkistan'ın Belh şehrinde doğan, 17 Aralık 1273 günü Konya'da hayata
gözlerini yuman Mevlâna'mn bütün zamanlara hitap eden eserlerine, günümüzde
her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu bir gerçektir.
Şöyle diyor Mevlâna:
"Ben senin
anlaman, bilmen ve öğrenmen için hikâyeler söylüyorum. Sen bu hikâyelerden
sonuca var, gerçekleri ara.."
'Anlayan, bilen, öğrenen'
ve 'gerçekleri arayan' insanların daha da artması dileğiyle...
Adamın biri evine
giren hırsızı görünce kovalamaya başladı. Bu kovalamaca uzun bir zaman sürdü.
Adam kan-ter içinde hırsızı yakalamak üzereyken, birinin avazı çıktı -ğmca
kendisini çağırdığını duydu.
"Çabuk buraya gel
yetiş!" diyordu, "Orada çok kötü bir durum var. Herhalde ailemin
başına bir iş geldi," diye düşünerek sesin geldiği tarafa koştu.
Kendisini çağıran adamın yanma gitti ve:
"Ne var ne oldu?
Neden böyle feryad edip duruyorsun? Durmadan beni çağırıyorsun, kötü bir şey mi
oldu?" diye sordu adama.
Adam heyecanla cevap
verdi:
"îşte bak,"
dedi. "Hırsızın ayak izlerini buldum. O alçak mahlûk bu tarafa gitmiştir.
Zaman kaybetme, koş peşinden yetiş."
Ev sahibi adama
çıkıştı:
"Ey sersem! Sen
neler söyleyip duruyorsun, ben hırsızın kendisim yakalamak üzereydim. Sen beni
çağırınca vazgeçtim. Sen ise tutmuş, bana hırsızın ayak izlerinden bahsediyorsun."
Zengin, zengin olduğu
kadar da cimri bir adam vardı. Cimriliği her tarafta konuşulurdu. Bir gün, bu
adam camiye gitti. Namazdayken aklına "Acaba evde kandili söndürdüm
mü?" diye bir kuşku geldi. Hemen evine koşarak kapıyı çaldı. İçerden ses
veren hizmetçiye:
"Sakın kapıyı
açma... Sözlerime kulak ver. Odada kandil yanıyorsa, hemen söndür. Kandilin
yağı tükenmesin," diye emretti.
Hizmetçi:
"Peki, kandili
söndüreyim ama, kapıyı neden açmayayım?." diye sordu.
Cimri:
"Kapının tokmağı
aşınmasın," dedi. Hizmetçi:
"Güzel... Kapıyı
da açmayayım. Ama sen camiden eve kadar yürümekle papuçlarının eskiyeceğini
düşünmedin mi?"
Cimri adam bunun da
cevabını verdi.
"Düşünmez olur
muyum hiç... Elbette düşündüm. Buraya kadar çıplak ayakla geldim. Papuçlanm
koltuğumun altında!"
Yaşlı bir adam
hastalanmıştı. Konu komşu toplamp, bir doktor çağırdılar. Doktor, nabzına
baktı, ateşini aldı, sıkı bir muayeneden sonra hastaya:
"Ben bir şey
göremiyorum, neniz var?" diye sordu.
Hasta:
"Ah,
doktorcuğum.. Halimi sorma, dimağım yorgun, aklım durgun..." dedi.
Doktor sözünü kesti:
"Merak edecek
birşey yok, ihtiyarlıktan..." dedi.
Sonra aralarında şu
konuşma geçti:
"Gözüm de
kararıyor, çoğu zaman göremez oluyorum..."
"O da bir şey
değil, ihtiyarlıktan..."
"Ah doktor, ne
yesem bana dokunuyor..." "Mide zayıflığı da ihtiyarlıktan..."
"Nefes alırken
sıkıntı çekiyorum, nefes darlığım var, doktor. Bu da mı ihtiyarlık?"
"Evet, bu da
ihtiyarlıktan... İnsan ihtiyarlayınca yüz türlü derdi, şikâyeti olur."
Yaşlı adamın tepesi
attı. Bağırmaya başladı:
"Ne biçim doktorsun
sen? Başka sözün yok mu? Doktorlukta yalnız bunu mu öğrendin? Her derdin bir
dermanı var, bunu bilmez misin? Yazıklar olsun senin gibi doktora..."
Doktor, sakin bir
tavırla cevap verdi:
"Ey yaşı yetmiş,
işi bitmiş adam... Bu kızgınlık, bu hiddet de ihtiyarlıktan..."
Sağır bir adam,
komşuluk görevini yapmış olmak için hasta komşusunu ziyarete gitti. Giderken de
ona soracağı şeyleri ve tahminen alacağı cevaplara vereceği karşılıkları
kafasında tasarladı.
Selâmdan sonra
tasarladığı gibi ilk olarak,
"Nasılsın
komşu?" diye sordu.
Hasta komşu,
"Ölüyorum"
diye cevap verdi.
"Sağır duymaz,
uydurur" derler ya, tam da öyle oldu.
Hasta, "Herhalde
iyiyim" demiştir diye düşünüp,
"Oh, şükür
elhamdülillah" karşılığım verdi.
İkinci olarak,
"Neler yiyip
içiyorsun?'J^diye sordu.
Hasta ve hasta olduğa
kadar da aksi komşu, "Zehir" diye cevapladı bu soruyu. O ise,
"Herhalde
mercimek çorbası, sütlaç..." gibi şeyler söylemiştir diye düşünerek,
"Afiyetler olsun,
inşaallah iyi gelir" karşılığını verdi. Son olarak da,
"Hangi doktor
seni tedavi ediyor?" diye sordu sağır adam.
Hasta komşusu, daha
önce aldığı karşılıkların da kız-gınlığıyla,
"Azrail!"
cevabını verdi. Sağır adam,
"Herhangi bir
doktor adı söylemiştir" diye düşünüp mora! olması maksadıyla,
"Ayağı uğurludur
onun, yakında iyileşirsin, sevin, gönlünü hoş tut!" dedi ve görevini
yapmış olmanın rahatlığı içinde müsaade isteyip ayrıldı.
Adamın biri komşusuna:
"Bulgur
tartacağım, bana bir terazi ver," diye başvurdu.
Komşusu anlamamış gibi
davranarak:
"Kusura bakma,
evde süpürge yok!" dedi.
Adam:
"Alay etme komşu,
ver şu terazini," deyince komşusu bu kez:
"Kalbur da
yok!" cevabını verdi. Adam kızdı:
"Ben senden
terazi istiyorum. Sen ise "süpürge yok, kalbur yok" diye saçma sapan
şeyler söylüyorsun. Sağır mısın, nesin?"
Komşu şu karşılığı
verdi:
"Sağır değilim,
ne istediğini de biliyorum. Söylediğim sözler saçma değil, gerçeğin ta
kendisi.. Sen ihtiyar bir adamsın, baksana ellerin titriyor. Bulguru tartarken
kuşkusuz yere dökeceksin. Bunlan toplamak için süpürge lâzım olacak. Hadi
süpürgeyi buldun, diyelim. Bu kere elemek gerekecek, benden kalbur
isteyeceksin. Ben işin sonunu önceden gördüğüm için öyle söyledim. îyisi mi
sen git. Terazisi, süpürgesi, kalburu olandan, bunları iste.."
Hırsızın biri bir
manavdan turp çaldı. Bunu gören manav:
"Sen ne
yapıyorsun be adam?.." diye bağırdı. Hırsız kendinden emin bir şekilde
karşılık verdi: "Ne bağırıyorsun, bu Allah'ın takdiridir."
Bunu duyan manav, iki
üç tane okkalı yumruk attı. Adam yere serildi.
"Koy turpları
yerine!.." dedi adam. "Bu da Allah'ın takdiridir."
Yeni müslüman olmuş
dört Hintli vaktin girip girmediği konusunda tereddüt içinde namaza
durmuşlardı.
Bu sırada mescidin
kapısı açıldı ve müezzin içeri girdi. Hintlilerden biri namazda olduğunu
unutarak:
"Ey müezzin,
ezanı okudun mu yoksa daha vakit var mı?" diye sordu.
ikinci Hintli:
"Sus yahu,
namazda iken niçin konuşuyorsun?" dedi.
Üçüncü Hintli:
"Sen onu
kınayacağına kendine bak, senin de namazın bozuldu" dedi.
Dördüncü Hintli de:
"Çok şükür ki,
ben üçünüz gibi kuyuya düşmedim; konuşup da namazımı bozmadım" dedi.
Böylece farkında
olmadan dördünün de namazı bozulmuş oldu.
Bir zahidin çok
korkunç bir karısı ve bir de huriler kadar güzel bir cariyesi vardı. Kadın
kıskançlıktan dolayı sürekli kocasının peşinde dolaşır, onu cariyesiyle hiç
yalnız bırakmazdı.
Bir gün kadın cariyeyi
de yanına alarak hamama gitti. Hamama varınca hamam tasını evde unuttuğunu
görerek, cariyeyi eve yolladı. Kocasının evde olduğunu unutmuştu.
Cariye, efendisinin
evde olduğunu bildiği için âdeta uçarak eve gitti.
Bu sırada hamamdaki
kadının aklı başına geldi.
"Ben bu hatayı
nasıl yaptım, cariyeyi kendi ellerimle kocama gönderdim" diye dövünerek,
aceleyle giyinip hamamdan çıktı. Fakat iş işten geçmişti.
Hırsızın biri bir
ağacın tepesine çıkmış meyvelerini düşürmek için ağacı var gücüyle silkeleyip
duruyordu.
Bunu gören bahçe
sahibi;
"Bre adam benim
ağacıma çıkmış ne yapıyorsun, Allah'tan korkmuyor musun?" dedi.
Ağaçtaki hırsız cevap
verdi:
"Allah'ın
bahçesinde bir Allah'ın kulu olarak, Allah'ın kendisine ihsan ettiği
meyvelerden yiyorum. Neden bana öyle bağırıyorsun, yoksa Allah'ın bana verdiği
ihsanı mı kıskanıyorsun?" dedi.
Bunun üzerine bahçe
sahibi hizmetçisine seslendi: "Getir o ipi de şu şaşkına cevap
vereyim."
Hizmetçi ipi getirince
bahçe sahibi hırsızı ağaca sıkıca bağladı, ondan sonra da bir sopa alarak
vurmaya başladı.
Hırsız acıyla feryad
ederek, "Ne yapıyorsun be adam Allah'tan kork, beni öldüreceksin."
dedi.
Bahçe sahibi sakın bir
şekilde cevap verdi:
"Neden
bağırıyorsun! Allah'ın kulu Allah'ın başka bir kulunu Allah'ın sopasıyla
dövüyor."
Hintliler karanlık bir
ahıra bir fil koyup o güne kadar hiç fil görmeyen insanları çağırarak bir
deneme yaptılar.
Fili görmek için
gelenler, ortamın karanlık olması sebebiyle hiçbir şey göremiyordu. Gözlerini
kullanamayınca bu sefer el yordamıyla file dokunarak onun nasıl bir şey olduğunu
anlamaya çalıştılar.
Dışarıya çıktıklarında
tek tek hepsine filin ne olduğu soruldu. Filin hortumuna dokunanlar, "Fil,
oluğa benzer bir şeydir" dediler.
Kulağına dokunanlar,
filin yelpazeye benzediğini; ayağını tutanlar, filin direğe benzediğini;
sırtını elleyenler, tahtaya benzediğini söylediler.
Böylece herkes, filin
neresine dokunduysa fili öyle sandı ve ona göre bir tarif getirdi. Her birinin
anlattığı başka başka olup, hiçbirinin gerçek fille alakası yoktu.
Eğer bir mum yakıp
onun ışığında baksaydılar, hepsi gerçek fili görür, ihtilaflar sona ererdi.
Çayın ve otu bol,
yemyeşil bir adada obur bir öküz vardı. Gün boyu yayılır» tıkabasa doyar,
semirip şişmanlardı.
Ama akşam oldu mu bir
kenara çekilir, "Yarın ne yiyeceğim, ya otlar kurur, aç kalırsam"
diye kuruntulara kapılır, üzülüp kederlenirdi. Ve üzüntüsünden sabaha kadar
erir, zayıflardı.
Sabah olunca otların
kurumadığını görüp sevinir, yeniden yemyeşil otların içine dalar, yedikçe yer,
semirirdi. Ama akşam olunca yine aynı kuruntular onu zayıflatır, iğne ipliğe
döndürürdü.
Bir gün, bir gramer
bilgini, iskelede duran bir kayığa binerek, karşı sahile geçmek istedi. Kıyıda
müşteri bekleyen kayıkçılardan birine seslendi. Kayık iskeleye yanaşınca,
bilgin de kayığa atladı. Kayık yavaş yavaş, deniz üzerinde seyretmekte iken,
bilgin kayıkçıya sordu:
"Sen hiç gramer
okudun mu?" "Hayır, ben o dediğin şeyi bilmem." Bilgin:
"Vah vah, çok
üzüldüm. Demek yarı ömrün boşa gitmiş..." diye, acıyarak kayıkçıya baktı.
Tam bu sırada, bir fırtına
koptu. Kayık, denizin ortasında yalpalar yaparken, kayıkçı bütün gücüyle
tehlikeyi atlatmak için çalışmaktaydı. Fırtına, giderek arttı. Kayık batmak
üzereydi. O zaman kayıkçı, karşısında titreyip duran bilgine sordu:
"Ey, benim bilgin
dostum. Şimdi ben sana soruyorum. Yüzme bilir misin?"
"Hayır!.."
Kayıkçı bu cevap
üzerine konuştu:
"Vah, vah, sen
Ömrünü boşuna harcamışsın. Şimdi bütün ömrün gitti. Az sonra kayığın
batacak... iyi bil şimdi burada nahiv (gramer) bilgisi değil, mahiv (yok olma)
bilgisi gerek... Eğer bu bilgiyi biliyorsan, benim gibi korkusuzca denize
dal..."
Kol, göğüs, kürek gibi
bir organın derisi üstüne iğne ba-tırıiıyor, sonra bu iğne deliklerinden boya
akıtılarak değişik resimler yapılıyordu ki, buna dövme deniyordu. Eskiden
hamamlarda bu iş için tellak denen özel görevliler vardı.
Kazvinli'nin biri
dövme yaptırmak için hamama gitti ve tellaktan sırt kürek kemiklerinin üstüne
bir arslan resmi yapmasını istedi.
Tellak işe başlayıp
iğneyi batırmca Kazvinli'nin canı yandı.'
"Arslanm
neresinden başladın?" diye sordu.
Tellak,
"Başından"
diye cevap verdi.
Kazvinli,
"Bırak başı
olmasın" dedi.
Tellak, bu sefer
iğneyi biraz aşağıda bir yere batırdı, ama tezcanh Kazvinli yine duyduğu azıcık
acıya sabredemeyip:
"Şimdi neresini
yapıyorsun arslanın?" diye sordu.
Tellak,
"Kuyruğunu
yapıyorum" deyince Kazvinli,
"Bırak kuyruğu da
eksik olsun" dedi.
Tellak, "La
havle..." çekti ve iğneyi kürek kemiklerinin tam ortasına batırdı.
Mıymıntı Kazvinli,
"Şimdi neresini
yapıyorsun?" diye sordu tekrar.
Tellak,
"Karnını!" cevabını verdi.
Kazvinli,
"Karnı da
olmasın!" deyince tellak kızdı ve iğneyi fırlatıp,
"Başsız, kannsız,
kuyruksuz bir arslanı kim görmüştür? Allah bile böyle bir arslan
yaratmamıştır" diyerek Kazvinli'yi kovdu.
Bir gün şeytan, üzgün
ve ümitsiz bir halde giderken bir kocakarı onu bu halde gördü ve sordu:
"Ne oldu sana,
neden böyle mahzunsun?" Şeytan:
"Şuradaki mabette
Barsisa isminde bir adam var. 40 yıldır ibadet edip duruyor. Ne yaptıysam ona
tesir edemedim. Sonunda ümidimi kestim, mağlup oldum ve gidiyorum" dedi.
Kocakarı,
yırtık-pırtık ayakkabılarını gösterip,
"Bana yeni bir
ayakkabı vaad edersen, ben senin yapamadığını yapar, onu azdırıp yoldan
çıkarırım" dedi.
Şeytan,
"Peki," dedi.
Kocakarı birisinin süt
emen çocuğunu çaldı, yanına da bir şişe şarapla bıçak aldı ve Barsisa'nın
ibadet ettiği mabede gitti. Bir tarafa gizlendi.
İbadet bitince mabedin
hizmetçisi, her zaman yaptığı gibi ortalığı temizledi ve anahtarı Barsisa'nın
yanına bırakıp gitti.
Gece yarısına doğru
Barsisa ibadete devam ederken kadın gizlendiği yerden fırlayıp anahtarı kaptı
ve elinde bıçak karşısına geçerek Barsisa'ya şöyle dedi:
"Ya şu şişedeki
şarabı içersin, ya çocuğu öldürürsün ya da benimle zina edersin. Kararı sen
ver. Bu üç işten birini yapmazsan, 'Bu adam beni buraya hapsetti, ırzıma geçecek'
diye bağırmaya başlarım."
Barsisa,
"Yapma etme,
bunlardan hiçbirini yapamam, Allah'tan korkarım. Benden başka bir şey
iste" diye yalvarıp yakar-dıysa da kadın, söylediklerinde ısrar etti.
Barsisa çaresiz
kalınca, bu üç işten şarap içmeyi diğerlerine göre daha az günah olarak
düşündü ve şarabı içti. Sarhoş olduğunu gören kadın bütün cazibesini kullanarak
onu tahrik etmeye başladı. Barsisa baştan çıktı ve kadınla ilişkiye girmek
istedi.
Kadın,
"Ancak çocuğu
öldürürsen kendimi sana teslim ederim" dedi.
Barsisa, çocuğu
öldürdü ve kadına saldırdı. Kadm bütün bunlardan sonra pencereyi açıp,
"imdat, yetişin,
beni bu adamdan kurtarın!" diye feryat etmeye başladı.
Duyanlar koşup geldi
ve kapıyı kırarak içeri girdiler. Kanlı bıçağı ve kanlar içinde yerde yatan
çocuğu, şarap şişesini ve üstü başı perişan kadını gördüler. Sarhoş
Barsi-sa'yı tutup suç delilleriyle hakime götürdüler. Herşey açık bir şekilde
aleyhinde olduğundan ve inkara mecali olmadığından hâkim, Barsisa'yı idama
mahkum etti.
Barsisa asılacağı
sırada şeytan ona görünüp,
"Bana imanını
verirsen seni kurtarırım!" dedi. Artık kimin suretinde görünmüşse
Barsisa, ona uyup imanından da oldu. Şeytan istediğini elde edince,
"Ben senden
uzağım!" diyerek gitti.
Kocakarıya vaad ettiği
ayakkabılarını alan şeytan, onları epeyce uzun bir sopaya takarak kadına
uzattı.
Kadın,
"Niçin elinle
vermiyorsun?" diye sorunca, Şeytan,
"Ne olur ne
olmaz, bana da bir iş edersin, senden korkulur" diyerek hızla oradan
uzaklaştı.
Bir gün adamın biri
Hz. Musa'ya geldi:
"Ya Musa, ne olur
dua ette ben hayvanların dilinden anlayayım ve bundan kendime hisseler
çıkararak daha iyi bir insan olayım," dedi.
Hz. Musa:
"Kaldıramayacağın
bir yükün altına girmeye çalışma, bu halin senin için daha hayırlıdır,"
dedi.
Fakat adam dinlemedi,
ısrar etti:
"Ya Musa ne olur
hiç değilse kapımda yatan köpekle horozun dilini anlayayım,"dedi.
Hz. Musa her ne kadar
bundan vazgeçmesi için çalıştıysa da adam istediğinde ısrarlıydı. Bunun
üzerine Hz. Musa ona dua etti. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi sabah
hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşarak
ekmeği kaptı. Köpek buna çok kızdı.
"Bre horoz bu
yaptığın doğru mu? Sen buğdayda yiyebilirsin arpa da. Mısır da yiyebilirsin,
küçük taneleri de. Bense ekmekten başka bir şey yiyemem, neden benim rızkımı
alıyorsun?" dedi.
Horoz cevap verdi:
"Haklısın fakat
hiç üzülme yann bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını iyice
doyuracaksın," dedi.
Bunu duyan adam hemen
eşeği pazara götürerek sattı.
Ertesi sabah da,
"Bakalım köpekle horoz ne konuşacaklar?.." diye onların yanına
geldi.
Köpek horoza sitem
ediyor:
"Yahu horoz hani
eşek ölecekti, biz de karnımızı doyuracaktık," diyordu. Horoz:
"Eşek Ölmeye öldü
lakin başka yerde çünkü sahibimiz onu sattı. Fakat hiç merak etme yarın at
ölecek, o zaman da daha büyük ziyafete konacaksın," dedi.
"Bunu duyan adam
hemen ahıra koştu, atı aldığı gibi pazara götürüp sattı. Sevinerek evine döndü.
"Bu hayvanların
dilini öğrenmem çok iyi oldu böylece zarardan kurtuldum," diye
düşünüyordu.
Ertesi sabah yine
"Acaba ne konuşacaklar?.." diye köpekle horozun yanına gitti. Köpek
yine horoza sitem edip duruyordu:
"Yahu horoz
kardeş, bu sefer de, dediğin olmadı, yoksa, sen de mi yalana başladın?.."
dedi.
Horoz:
"Hayır ben yalan
söylemedim at ölecekti lakin sahibimiz, efendimiz onu da sattı. Fakat merak
etme, yarın efendimizin çok değerli kölesi ölecek o zaman onun hayrına
yemekler, helvalar verilecek hepimiz doyacağız," dedi.
Bunu duyan adam hiç
beklemeden, kölesini götürüp sattı.
"Bu horozla
köpeğin dilini öğrenmem iyi oldu. Böylece bir çok zarardan kurtuldum,"
diye düşünerek sevindi. Ertesi gün yine köpekle horozun yanına gitti. İkisi
yine konuşuyorlardı. Köpek bu sefer çok kızgındı:
"Yalancı horoz,
hâni köle ölecek bu sayede karnımız doyacaktı, günlerdir beni yalanlarınla
avutuyorsun, bu sana yakışır bir davranış mı?" dedi.
Horoz da:
"Ben yalancı
değilim ve yalan söylemem," diye başladı. "Köle öldü fakat burada
değil başka yerde. Çünkü sahibimiz onu da sattı. Ama hiç iyi etmedi. Çünkü bu
sefer sıra kendisine geldi. Zira ilkin kaza, belâ eşeğe gelecek, böylece
sahibimiz beladan ve kazadan kurtulmuş olacaktı. Eşeği satınca, onun yerine ata
geldi, atı da satınca onun yerine köleye geldi, köleyi de satınca bela
kendisine geldi. Sura onda, yarın sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz
doyacağız," dedi.
Bunları duyan adam ah
vah etti, dövündü durdu, ama neye yarardı ki, iş işten geçmişti bir defa.
Böylece tamahkârlığın
cezasını canıyla ödedi.
Adamın biri bir gün
annesini hançerleyerek öldürdü. Bunun üzerine halk başına toplanıp onu
azarlamaya başladılar.
Dediler ki:
"Ananı niçin
öldürdün, ne hayırsız evlâtsın!"
Adam cevap verdi:
"Anam çok çirkin
bir iş yaptı onun için öldürdüm, günahını toprak örtsün," dedi.
Bunun üzerine halk:
"Ananı
öldüreceğine ona musallat olan adamı öldür-seydin, ananı neden öldürdün?"
dediler.
Adam:
"Her gün başka
birini öldüreceğime sadece bir kişiyi öldürdüm," dedi. "Kötülüğün
kaynağını kuruttuğunu" söylemek istedi.
Adamın biri,
"Herkesin rızkı
Allah'tan gelir" hadisinin manasım anlamak istiyordu. Başını alıp çöllere
düştü. Bir kenarda yatıp uyuyor gibi gözlerini kapattı.
Kendi kendine:
"Bakalım rızkım
nasıl gelecek?.." diyordu.
Derken yolunu
kaybetmiş bir kervan, o adamın yattığı yere geldi. O adamı yatmış vaziyette
gördüler.
Birisi:
"Bu adam neden
böyle kimsenin uğramadığı yerde yatıyor?.. Kurttan, düşmandan korkmuyor mu?..
Ölümü, diri mi?.." dedi.
Kervandakiler birlikte
adamın yanına geldiler.
Adam, "Bakalım ne
olacak?.." diye hiç sesini çıkarmadı. Ne vücudunu oynattı, ne de gözünü
açtı.
Kervandakiler adamın
bu halini görünce:
"Bu zavallı adam,
açlıktan ölmek üzere.." dediler.
Ekmek ve yemek
getirdiler. Adam dişlerini iyice sıktı. Adamlar bıçak getirip, dişlerinin
arasından çorbayı döktüler. Adam direndikçe, zorla karnını doyurdular.
Zamanın birinde adamın
biri, yolun kenarına diken ekti. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri
rahatsız etmeye başladı.
Gelip geçenler:
"Bu dikenleri
sök, insanları rahatsız etmesin!" demeye başladılar. Adam bunları duyuyor
ama aldırış etmiyordu.
Bir gün Allah'ın sadık
dostlarından biri onu uyardı:
"Bu dikenleri
mutlaka sök!.."
Adam itiraz etmedi:
"Tamam
efendim," dedi. "Bir gün mutlaka sökerim."
Adam bugün yarın
derken, dikenler büyüdüler, kuvvetlendiler.
Allah'ın sadık dostu
yine geldi:
"Ey sözünde
durmayan adam, sök şu dikenleri. Bu işi zamana bırakma."
Adam:
"Efendim, bir hayli
gün var" dedi. "Bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka bu işi
yapacağım."
Allah'ın sadık dostu
bunun üzerine şu sözleri söyledi:
"Sen hep yarın
diyerek bu işi erteliyorsun ama şunu bil ki, her geçen gün, o dikenler büyüyüp
güçleniyor. Dikenleri sökecek olan sen ise güç kuvvet kaybediyorsun. Dikenler
güçlenirken, sen ihtiyarlıyorsun."
Memleketin birinde bir
vaiz vardı. Vaaz etmek için kürsüye çıkınca, yol kesici eşkıyaya dua ederdi.
Ellerini kaldırır.
"Yarabbi!"
derdi. "Kötülere, bozgunculara ve eşkıyaya merhamet et. Hayır sahipleriyle
alay edenlerin hepsine, bütün kafir gönüllülere, kiliselerde, manastırlarda
bulunanlara sen merhamet et." derdi.
Ancak iyi ve temiz
kişilere hiç dua etmezdi. Halk bir gün basma toplanarak:
"Senin bu
duaların, alışılmış, işitilmiş dualara benzemiyor. Sapıklara, hayır duada
bulunmak, büyüklük, asalet değiîdir. Biz böyle şeyler görmedik, neden kötülere
dua edip duruyorsun?" dediler.
Vaiz dedi ki:
"Ben onlardan
iyilikler gördüğüm için onlara hayır dua ediyorum. Onlar bana o kadar
kötülüklerde bulundular, o derece zulmedip cefalar çektirdiler ki, nihayet beni
serden kurtardılar, hayra yönlendirdiler. Ben ne zaman dünyaya yöneldiysem,
dünya malına candan bağlandımsa onlardan eziyetler gördüm, dayaklar yedim.
Bütün çektiklerime karşı, Allah'a sığındım, iyiliğe, güzelliğe yöneldim. Kısaca
beni o vahşi eşkıyalar dize getirdiler. Benim iyiliğime sebep onlardır. Onlara
dua etmeyeceğim de kime dua edeceğim?"
Bir zamanlar, karlarla
kaplı bir dağın tepesinde mavi boyalı bir evde yaşayan ve geçimini çobanlıkla
sağlayan bir genç vardı. Her geçen gün birbirine benzer sayılırdı onun için.
Ailesiyle huzurlu bir hayat sürer, hayvanları vadilerde otlatır ve akşam
olunca eve dönerdi.
Bu sıradan gibi
görünen hayatın derinine inmeye de çalışırdı çoban. Koyunlarını otlatmaya
gittiğinde, geceleri gökyüzüne uzun uzun bakar yıldızları düşünür, Yaratıcının
haşmetine hayret ederdi. Bahar mevsiminde tepeleri kaplayan rengarenk
çiçeklerin sergilediği güzellikleri seyreder, Yaratıcısının sanatının
güzelliğine hayran kalırdı.
Genç çoban bir gece
bir rüya gördü ve hayatı değişti. Rüyasında şehre gidiyor, şehri ikiye bölen
nehrin üzerindeki köprünün ayaklarına iniyor ve orada gömülü bir hazine
buluyordu. Önceleri üzerinde durmadığı bu rüyayı defalarca görünce karar
verdi: Şehre gidecek, köprünün altında gerçekten bir hazine olup olmadığını
anlayacaktı.
Uzun süren bir
yolculuktan sonra şehre ulaştı ve doğruca köprüye gitti. Köprünün çok sıkı bir
koruma altında olduğunu görünce biraz ümidi kırıldı. Şehrin bu kısmı silahlı
askerlerle kaynıyordu, çünkü köprü kralın sarayına giden yolu taşıyordu
üzerinde.
Genç, günlerce
köprünün civarında dolaştı durdu, üstündeki yoldan geldi geçti, ama bir türlü
ayakların olduğu kısma inemedi. Aradan iki hafta geçti. Bir gün muhafızlardan
birisi onu yakaladı ve sorguya çekmeye başladı.
"Seni her gün bu
köprünün etrafında görüyorum. Maksadın nedir ey köylü? Yoksa, kralımıza
suikast mi yapmak istiyorsun?" diye soran muhafıza, zaten hayal
kırıklığına uğramış olan genç rüyasını olduğu gibi anlattı.
O hikâyesini
bitirdiğinde muhafız müthiş bir kahkaha patlattı. Öyle kendinden geçercesine
gülüyordu ki, genç neye uğradığını şaşırmıştı. Askerin bu davranışına bir anlam
veremiyordu. Sonunda, muhafız kahkahalarına hakim olup doğru dürüst nefes
alabilmeyi başardı ve gülme hıçkırıklarının arasında şunları söyleyebildi:
"Siz köylüler ne
kadar safsınız ki, gördüğünüz rüyalara inanıyorsunuz. Ben de senin gibi
rüyalarıma aldırış edecek olsaydım, şimdi tozlu topraklı yollarda, tepesi
karla kaplı dağın üstündeki mavi boyalı bir eve gidiyor olurdum. Günlerdir
gördüğüm rüyaya bakılırsa, o evin bahçesindeki ağacın altında bir hazine
gizliymiş."
Köylü, askerin
bahsettiği evin ve bahçenin kendisininki olduğunu anlamıştı. Evine döndü. Ağacm
altını kazdığında o hazineyi buldu. Hazine hep kendi bahç es indeydi, ama onu
önce uzaklarda araması gerekmişti.
Toprak yemeye alışmış
bir adam bir aktar dükkanına girip şeker almak istedi. O hilebaz aktarın
terazisinde dirhem ve taş yerine toprak vardı. Dükkan sahibi, müşterinin
toprak yemeye alışkın olduğunu anladı,
"Benim terazimin
kiloları ve gramları topraktandır, biraz bekle de getireyim" dedi.
Adamın işi aceleydi.
"Benim önemli bir
işim var, acele şeker almam lâzım. Gramların neden olursa olsun, benim için
mühim değil" dedi.
Aktar terazinin gözüne
topraktan kiloyu koydu ve şeker kırmaya gitti.
Müşteri baktı.
Terazinin kefesindeki toprak ağırlık ölçüsü, dayanılmaz güzellikteydi. Sonunda
dayanamadı, gizlice ondan bir parça koparıp yedi. Toprak müthiş güzeldi.
Aktarcıya fark ettirmeden bir parça daha kopardı. Bu işi mümkün olduğunca gizli
yapmaya çalışıyordu. Aktara ise işi ağırdan alıyor, yan gözle müşterisinin
hareketlerini gözlüyor, o terazideki toprak ölçüden koparıp yedikçe seviniyor,
biraz daha yemesi için işini bile bile uzatıyor, içinden de şöyle diyordu:
"Ye ahmak ye, sen
yedikçe alacağın şeker azalıyor. Sen zarar ederken, ben kâr ediyorum."
Beden ile ruh
aralarında konuşuyorlardı. Beden güzelliğine ve parlaklığına mağrur olarak
ruha dedi ki:
"Ben senden daha
değerliyim; bak herkes bana ilgi gösteriyor ve beni seviyor."
Ruh ise, kendi
letafetini gizlemiş olduğu haJde o bedene dedi ki:
"Hey süprüntülük!
Sen kim oluyorsun? Ben senden çıkayım da o zaman görürsün. Seni sevenler sana
mezar kazarlar. İki gün bile seni saklamaz, böcek ve karıncalara gıda olman
için seni toprağa gömerler."
Bağdat'ta Ağustos
sıcağı ortalığı yakıp kavurmaktaydı. Herkes, serinleyeceği gölge bir yer,
ferahlatacak bir rüzgâr arıyordu. Çarşı-pazar kurulmuş, alışveriş başlamıştı.
Bu arada bir adam,
yüksek dağların mağaralarından getirdiği buzları satıyordu. Buz kalıpları
eriyip ziyan olmadan bir an önce onları satmalıydı. Gel gör ki, ekonomik
durgunluk sebebiyle fazla buz satılmıyordu.
Öğle sıcağı bastırınca
buzlar yavaş yavaş erimeye başladı. "Mal canın yongasıdır!" ya; tek
sermayesi olan buzlarının gözü önünde eridiğini görmek, adamın içini de eritiyordu.
Erimenin hızlanmasıyla
içi yanan adam şöyle bağırmaya başladı: "Sermayesi sürekli tükenen bu
fakirden buz alan yok mu?"
O sırada talebeleriyle
oradan geçmekte olan büyük veli Cüneyd-i Bağdadî bu sözleri duyunca birden
durdu ve olduğu yere çöktü. Başını ellerinin araşma aldı. Talebeler telaşlandılar
ve "Ne oldu hocam?" diye sordular.
Cüneyd-i Bağdadî,
"Şu adamın söylediklerine dikkat edin!" diyerek, buz satıcısının
tarafına baktı. Adam, içinin yandığı sesinden belli olacak şekilde sürekli
bağırıyordu: "Sermayesi tükenen buzcudan alışveriş yapan yok mu?"
Büyük veli, o durumun,
"Fırsat eğitimi" için iyi bir vesile olduğunu düşünerek şunları
söyledi talebelerine:
"Bu sözler beni
sarstı. Eriyenin sadece buzlar değil, aynı zamanda ömrüm olduğunu farkettim.
Sıcak, adamın maddî sermayesi olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl
sermayemiz olan ömrümüzü tüketiyor. Saniye saniye, dakika dakika ömür buzumuz
eriyor, hissedebiliyor musunuz? Sahip olduğunuz en değerli sermaye ömürdür.
Onun ne kadarını Allah'a satabilirsek yani Onun yolunda değerlendirirsek
elimizde o kâr kalacak. Gerisi, satılmadan eriyip toprağa damlayan buzlar gibi
boşu boşuna ziyan olup gidecek. Ayrıca bizden de hesabı sorulacak. Bunun
unutmamalıyız. Adamın buzlarının erimesine olduğu kadar, ömürlerinin boşa
tükenmesine karşı içi sızlamayanla-ra yazıklar olsun..."
Talebeler ayak üstü
unutamayacakları iyi bir ders almış, çok etkilenmişlerdi. Düşüne düşüne
yollarına devam ettiler.
Dekuki adında bir
derviş vardı bir zamanlar. Derviş sürekli köyden köye, kasabadan kasabaya
dolaşır, hiç bir yerde üç günden fazla kalmazdı.
Dekuki'nin bu durumunu
merak eden biri:
"Neden bir yerde
üç günden fazla kalmıyorsun?" diye sordu. Derviş Dekuki gülerek cevap
verdi:
"Eğer üç günden
fazla bir yerde kalırsam gönlümün oraya alışacağından korkuyorum," dedi.
Cömertliğiyle tanınmış
bir şeyh vardı bir zamanlar. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı.
Şeyh yıllarca
bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da borcu artıkça arttı. Sonunda borcunun tamamı
döıtyüz dinara yükseldi. O zamanlar dört yüz dinar çok yüksek bir meblağ idi.
Bir gün şeyh
hastalandı. Hastalığı ağırdı. Öleceğini anlayan alacaklıları şeyhin başına
toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hakkında kötü şeyler düşünüyorlardı.
O sırada helva satan
bir çocuk sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:
"Git şu çocuktan
helvanın tamamını al da bu alacaklılar yesin, hiç olmazsa bir süreliğine
gönülleri hoş olsun/' dedi.
Hizmetçi dışarı çıkıp
helvacı çocuğu çağırdı. Helvanın tamamım yarım dinara satın alıp şeyhin
borçlularına ikram etti. Borçlular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş
tepsiyi ve ücretini istedi, ölmek üzere olan şeyh:
"Ben zavallı ve
ölmek üzere olan biriyim, ben de para ne gezer?.." dedi.
Bunu duyan helvacı
çocuk ağlayıp inlemeye başladı. Alacaklıların buna iyice canlan sıkıldı ve
ileri geri söylenmeye başladılar. Çocuk taa ikindi vaktine kadar ağlayıp
durdu.
Şeyh bu arada
gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmıyordu.
İkindi vaktinde bir
hizmetçi elinde bir tabakla içeriye girip, tabağı şeyhin önüne koydu. Şeyh,
hizmetçisine tabağı alacaklılanna vermesini söyledi. Hizmetçi de söyleneni
yaptı, tabağı alacaklıların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes
hayretler içinde kaldı. Zira tabakta şeyhin borcu olan, döıtyüz dinar vardı.
Tabağın kenarında da beze sanlı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı çocuğundu.
Bu duruma şaşıran
alacaklılar, utandılar. Şeyh hakkındaki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından
dolayı pişman olup şeyhin ellerine sarıldılar.
"Ey ulu kişi bu
işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize," dediler.
Bunun üzerine şeyh:
"Ey insanlar
bunun sırn şudur. Ben bunu Allah'tan diledim. Cenabı Hakk bana doğru yolu
gösterdi. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlı idi. Helvacı çocuk
ağla-masaydı rahmet denizi coşmazdı," dedi.
Bir zamanlar bir kadm
vardı. Her yıl bir çocuk doğururdu. Fakat çocukları altı aydan fazla
yaşamazdı. Üç-dört veya beş aylık olunca ölüp giderdi. Sürekli çocuklarını kaybeden
bu kadın, bunun üzerine ağlayıp dua etmeye başladı.
"Allah'ım!"
dedi. "Bu çocuklar bana dokuz ay yük oluyorlar. Peşinden üç-dört ay
sevindiriyorlar. Bana verdiğin nimet ebed kuşağından da tez geçip
gidiyor."
Kadın bununla da
yetinmedi kendisine dua etmeleri için Allah'ın veli kullarına gidip dua
talebinde bulundu.
Bu kadının ölen
çocuklarının sayısı yirmiye ulaşmış, canı da iyice yanmıştı. Bir gece
rüyasında cenneti ve oradaki sayısız nimetleri, köşkleri gördü. Kendisine;
"Bu nimet; acılara katlanan, büyük ıstırablara tahamül edenin, Hak sevgisi
uğruna her şeyini feda edenindir," dendi. "Sen ibadetinde ve Rabbine
sığınmada tembellik ettin. Ancak buna karşılık Rabbin sana o musibetleri
verdi."
Kadın; "Ya
Rabbi!" dedi. "Madem öyle o halde yıllarca bana bu tarzda musibetler
ver, hatta Senin uğrunda canımı al, kanımı dök!" dedi.
Gördüğü köşklerden
birinin üzerinde kendi adı yazılıydı. Kadın bütün bu güzellikler karşısında
mest olup kendinden geçti. Adı yazılı kapıdan içeriye girince, bütün çocuklarının
orada olduğunu görerek Allah'a şükretti.
Mürid, görmeden
bağlandığı şeyhini görmek için can atıyordu. Nihayet bir fırsatmı bulup
hazırlandı ve şeyhin köyüne doğru yola çıktı.
Üç günlük zahmetli bir
yolculuktan sonra şeyhinin köyüne vardı.
Evi öğrendi ve avluya
geldiğinde önce hasretle eğildi, toprağı öptü; sonra da kalbi çarpa çarpa
kapıyı çaldı.
Asık suratlı bir kadın
kapıyı açtı ve "Ne istiyorsun?" diye sertçe sordu. Mürid,
"Efendi
Hazretlerim ziyarete gelmiştim. Üç gündür bu anın özlemiyle yollardayım. Ne
olur lütfedip beni kabul ederler mi?" dedi.
Şeyhin karısı kızgın
bir şekilde,
"Efendin evde
yok. O bunaktan ne umuyorsunuz da geliyorsunuz, bilmem. Bu kadar yol onu
görmek için tepilir mi? Zındığın teki o. Çektiğin zahmete yazık..," dedi.
Ve daha bir sürü sövüp
sayarak kapıyı müridin yüzüne çarptı.
Mürid, neye uğradığını
şaşırdı. Tepesinden buz gibi bir su dökülmüşçesine, donakalmış bir vaziyette
bekledi bir süre. Bütün ümitleri, hayalleri alt üst oldu. Sonra da bozguna
uğramış bir halde başı önde döndü, şeyhinin kapısından.
Yolda rastladığı bir
ihtiyara şeyhinden söz etti ve nerede olabileceğini sordu. O da şeyhinin
ormana odun getirmeye gittiğini ve o saatlerde dönmek üzere olduğunu söyleyip
yolu gösterdi. Mürid ormanın yolunu tuttu. Hem gitti, hem düşündü:
"Şeyhim böyle bir
kadınla nasıl beraber duruyor?"
Nihayet orman yolunda,
gerçekten Allah'ın veli bir kulu olan şeyhini gördü. Hem de odunları bir
arslana yüklemiş, kendisi de üstüne oturmuş gelirken. Hayretinden ağzı açık
kaldı. Ne söyleyeceğini bilemedi.
Şeyh, müridinin
karşılaştığı durumu tahmin etmiş ve-sarsılan güvenini tamir etmek için ona bu
kerameti göstermişti. Ayrıca şeyh, herkese ders olacak şu sözleri söyledi
müridine:
"Ey oğlum! Ben
sabredip o kadının yükünü çekmesey-dim, bu erkek arslan beni üzerinde taşıyıp
yükümü çeker miydi?"
Mürid, biraz önceki
düşüncelerinden dolayı mahcubiyet duydu ve yüzü kızardı. "Âlimlerin
yanında dilini, mürşitlerin yanında da kalbini kontrol altında tut"
sözünün ne kadar doğru bir söz olduğu geldi aklına.
Ve kerametine şahit
olduğu mürşidinden feyz almış ve teslimiyeti artmış bir şekilde memleketine
dönen müridi, o günden sonra kendi hanımının huysuzluklarına karşı daha
sabırlı olacağına dair kendi kendine söz verdi.
Allah'ın veli
kullarından Bayezid-i Bestamî, gençlik yıllarında hacca giderken fakir bir
Allah dostu ile karşılaştı. Selamlaşmadan sonra aralarında şöyle bir konuşma
geçti:
Fakir
"Nereye
gidiyorsun?"
Bayezid:
"Kabe'ye."
Fakir:
"Bu yolculuk için
ne kadar para biriktirdin?"
Bayezid:
"200 gümüş
dirhem."
Fakir:
"Etrafımda yedi
defa tavaf et; o 200 dirhemi de benim önüme bırakıp geri dön."
Bayezid:
"Neden?"
Fakir:
"Allah, Hz.
İbrahim'e Kabe'yi yaptırdığından beri onun içine girmedi; fakat beni
yarattığından beri benim gönül evime Ondan başkası girmiş değildir."
Fakir Allah dostunun
bu sözleri, Bayezid-i Bestamî'yi düşündürdü ve çok etkiledi. Sonuçta onun
dediğini yaptı ve huzurundan, büyük bir olgunluk elde etmiş olarak ayrıldı,
memleketine döndü.
Cenazesi götürülen
adamın oğlu, babasının tabutu yanında hem ağlıyor, hem de şöyle ağıt
yakıyordu:
"Babacığım, bizi
bırakıp nereye gidiyorsun? Seni öyle dar ve sıkıntılı bir eve götürüyorlar ki
orada ne halı, ne de hasır var. Ne aydınlatacak bir ışık, ne de yenilecek bir
dilim ekmek bulunur. O evin ne açılan bir güzel kapısı, ne de dertleşecek bir
komşusu var. Amansız bir ev, daracık bir yer; orada ne yapacaksın, halin nice
olacak?"
O sırada böyle diyerek
gözyaşı döken adamın söylediklerini dinleyen masum bir çocuk, elinden tuttuğu
babasına,
"Babacığım bu
cenazeyi bizim eve mi götürüyorlar?" diye sordu.
Babası,
"Aptal olma,
neler saçmalıyorsun, bunu nereden çıkarıyorsun?" deyince çocuk,
"Duymuyor musun?
Adamın, ölen babasını götürdükleri ev hakkında saydığı ve yakındığı şeylerin
hepsi aynen bizim eve uyuyor. Ne ışık var, ne hasır; ne yiyecek, ne içecek; ne
doğru dürüst bir kapı, ne de komşumuz" dedi.
Çinli ve Rum
ressamlar, "Resim san'atında dünyada en üstün biziz" diye
övünüyorlardı. Bu iddiaları duyan adil bir hükümdar:
"Sizi imtihan
edeceğim, bakalım hanginizin dediği doğru" dedi.
Ve bir perdeyle ikiye
böldüğü büyük bir salonun bir tarafını Çinli ressamlara, diğer tarafını Rum
ressamlara tahsis etti. Kendi bölümlerinde çalışıp eserlerini orada sergilemelerini
emretti.
Çinliler de Rum
diyarının ressamları da hazırlanıp çalışmaya başladılar.
Çinliler, hükümdardan
yüz türlü boya isteyip aldılar ve onlarla çeşitli resimler, süsler yapıp
salonun kendilerine ayrılan bölümü donattılar.
Rum ressamlar ise
sadece duvarları cilalayıp durdular. Sonuçta kendilerine ayrılan bölümün
duvarları pırıl pırıl parlayan, gökyüzü gibi berrak bir ayna haline geldi.
Her iki taraf da
kazanacaklarından emin oldukları halde hükümdara işlerinin bittiğini, sergiyi
gezebileceğini bildirdiler.
Hükümdar geldi ve önce
Çinli ressamların süsledikleri bölüme girdi. Yapılanlar fevkalade şeylerdi.
Çinliler, bütün renk tonlarının fark edildiği harika resimler çizmiş, boyalı
tablolarla her tarafı donatmışlardı.
Çinli ressamların
eserlerini takdir eden ve onlara hediyeler veren hükümdar, daha sonra Rum
ressamların bölümüne doğru ilerledi.
Tam bu sırada bir Rum
ressam, salonu ikiye bölen perdeyi açtı. Perdenin kalkmasıyla Çinli
ressamların yaptıkları resimler ve oradaki bütün ihtişam, bu bölümün cilalanmış
aynalar halindeki duvarlarında yansıdı. Orada olan her şey burada da, üstelik
daha parlak ve daha güzel bir biçimde görünüyordu. Ayrıca hükümdar, bütün bu
güzellikler arasında kendini de seyrediyordu.
Rum ressamların
çalıştıkları bölüm, hükümdarın gözlerini kamaştırdı. Salondaki tüm güzellikle
birlikte kendi güzelliğini de yansıtan bu bölümü hükümdar daha anlamlı buldu
ve daha çok beğendi.
Böylece Rum diyarının
ressamları bu imtihanı kazandılar ve hükümdardan daha çok hediye ve takdire mazhar
oldular.
Beyazid-ı Bestami
devrinde yaşayan bir kafir vardı. Bir kaba softa, ona cehennemden bahsettikten
sonra:
"Ne olur, "
dedi. "Sen de gel müslüman ol. Cehennem azabından kurtul."
Kafir adam şöyle bir
baktı.
"İyi diyorsun da
benim Beyazıd gibi müslüman olmak elimden gelmez. Doğrusu senin gibi de
müslüman olmak istemem. Senin tavrın, dininize olan sevgimi azaltıyor."
İbrahim Peygamberi
yakmak için müthiş bir ateş yığını hazırlayıp içine atmışlar.
O sırada gökte, ağzında
küçücük bir kuru dal olan minik bir kuş belirmiş ve peygamberin üzerinden
geçerken kuru dalı ateşe bırakmış.
İbrahim Peygamber kuşa
seslenmiş:
"O minicik çöpü
atmışsın, bu koskocaman ateş için ne fark eder ki?"
Kuş:
"Olsun,"
demiş. "Düşman olduğumuz belli olsun."
Az sonra minicik
gagasında bir damla su ile bir başka kuş belirmiş ve o da suyu ateşin üzerine
bırakmış.
İbrahim Peygamber ona
da sormuş:
"Bir damlacık
suyu bıraktın, ama bu kocaman ateş için ne fark eder ki?"
Kuş cevap vermiş:
"Olsun,"
demiş. "Dost olduğumuz belli olsun."
Bir dere kenarında
yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstünde de susamış ve dertli bir adam vardı.
Duvarın yüksek oluşu, suya ulaşmasına mani oluyordu. Zavallı adam su için,
sudan çıkmış balık gibi çırpınıp duruyordu, birden aklına duvardan bir kerpiç
koparıp suya atma fikri geldi. Attığı kerpicin çıkardığı su sesi kulağına çok
tatlı ve hoş geldi. Suyun tatlı sesi adamın kulağına bir sevgili sesi gibi
adamı kendinden geçirdi. Bunun üzerine adam duvardan taşlar, kerpiçler
kopararak suya atmaya başladı. Bunun üzerine su adama seslendi:
"Ey adam bana
niçin taş atıp duruyorsun? Bundan nasıl bir fayda bekliyorsun?" dedi.
Adam içten bir sesle
cevap verdi:
"Ey su, bu işin
bana iki faydası olduğu için bu işten vazgeçemiyorum. Birinci; Suyun sesi
susuzun kulağına en güzel musiki gibi gelir. İkincisi de kopardığım her taş,
her kerpiç duvarı biraz daha alçaltıp, beni sana yaklaştırıyor." dedi.
Birbirlerine kınlan
iki arkadaştan biri, uzun bir aradan sonra diğer arkadaşının kapısını çaldı.
"Kim o ?..."
Diye seslendi içeriden arkadaşı.
"Benim/' dedi
kapıyı çalan.
"Burada ikimize
birlikte yer yok," diye cevap geldi.
Aradan uzunca bir
zaman geçtikten sonra yeni bir umutla tekrar çaldı kapısını arkadaşının..
"Kim o ?.."
diye sordu içerideki. "Sen'im," dedi kapıyı çalan arkadaş. Ardına
kadar açıldı kapı.
Adamın biri bataklığa
düşmüş, çırpınıyordu. Vücudu bataklığa saplanmasına karşın başı henüz
batmamıştı.
Bütün gücüyle
bağırarak yardım istiyordu. Yalvarışlarını duyan birisi zavallı adama yardım
etmeye karar verdi ve "Elini bana uzat, seni bataklıktan
kurtaracağım," diye seslendi.
Fakat başı dışında tüm
vücudu çamura iyice saplanan adam yardım için yalvarmanın dışında kendine
yardım edilebilmesi için birşey yapamıyordu.
Bu arada yardım edecek
adam birkaç defa daha "Elini bana uzat," diye seslendi. Fakat her
seferinde aldığı tek tepki yardım için perişan bir seslenişti.
Tam bu sırada birisi
ortaya çıkti ve yardım etmek isteyen adama seslendi:
"Görmüyor
musun?" dedi. "Sana elini asla uzatamaya-cak. Sen elini ona
uzatmalısın.. Ancak o zaman onu kurtarabilirsin."
Bir zamanlar, hemen
her konuda derin bilgisi bulunan ve sözleriyle herkesi kendisine hayran bırakan
bir âlim yaşardı. Yaşadığı toplulukta herkes, o ne söylerse onaylar, kimse ona
karşı çıkamazdı.
Bir kişi hariç. Ishak
ismindeki bu adam, âlimin yorumlarıyla ters düşmekten çekinmez ve yanlış
gördüğü noktaları cesurca dile getirirdi. Âlimin etrafındaki toplulukta bulunan
herkes, îshak'ın bu çıkışlarından rahatsız olur, ama ellerinden de bir şey
gelmezdi.
Bir gün Ishak öldü.
Cenaze merasimi sırasında» insanlar âlimin son derece üzgün olduğunu fark
etti.
"Neden bu kadar
üzüldünüz?" diye sordu birisi. "O neredeyse her söylediğinizi
eleştirirdi."
"Şu anda cennete
doğru kanat çırpan arkadaşım için üzülmüyorum" diye cevap verdi âlim.
"Kendim için üzülüyorum. Herkes beni hayran hayran dinlerken, o mertçe
hatalarımı yüzüme vuruyor ve beni kendimi geliştirmeye zorluyordu. Şimdi
yanımda o yokken gelişememekten korkuyor ve üzülüyorum."
Hz. Yusuf, eşsiz bir
güzelliğe sahipti. Kuyuoan, kölelikten ve zindandan kurtulup Mısır'a sultan
olmuştu. Ziyaretine gelen bir can dostuna başından geçenleri anlattı. Uzun
süre sohbet edip dertleştiler.
Bu arada Hz. Yusuf
misafirine ikramlarda bulundu. Misafir dostu da Hz. Yusuf a getirdiği hediyeyi
bir paket içinde takdim etti.
Hz. Yusuf paketi açtı,
dostunun hediyesinin cilalanmış güzel bir ayna olduğunu gördü. Merak edip,
hediye olarak neden aynayı tercih ettiğini sordu. Misafir mahcubiyet içinde
şöyle dedi:
"Efendim, dostun
evine eli boş gidilemeyeceğini, uygun bir hediye götürmek gerektiğini
bildiğimden, uzun zaman sana uygun bir hediye araştırdım. Neye baktıysam
hiçbirini sana lâyık görmedim. Bir küçük altın, altın madenine, bir içimlik su,
okyanusa nasıl hediye götürülürdü?
"Sana canımı
hediye getirdim, desem bile Hindistan'a baharat götürmek gibi bir şey olurdu.
Senin güzelliğine lâyık bir hediye olarak en sonunda, senin içinde kendini bulacağın
bu aynayı getirmeye karar verdim. Her defasında ona baktıkça güneş gibi
parlayan cemalini görür, şükreder ve beni hatırlarsın."
Hz. Yusuf dostunun
hediyesine çok sevindi ve bu ince anlayışından dolayı onu çok takdir etti.
Zaman zaman insan
suretinde peygamberlerle görüşen ölüm meleği Azrail (a.s.), Hz. Süleyman'ın
ziyaretine gitmişti. O sırada orada bulunan bir gence manalı ve hayret dolu
gözlerle baktı. Kısa süren bir sohbetten sonra da izin isteyip ayrıldı.
Genç, Hz. Süleyman'a
onun kim olduğunu sordu. Hz. Süleyman "Azrail'di" diye cevap verdi.
Birden gencin içine bir korku düştü. Yüzü sarardı ve tir tir titremeye başladı.
Hz. Süleyman bu durumu görünce, "Ne oldu sana, nedir bu halin? Metin ol, o
senin için gelmedi, zaman zaman yanıma gelir" dedi. Genç:
"O çok tuhaf ve
manalı gözlerle baktı. İçime bir korku düştü" dedi ve şu dilekte bulundu:
"Ey adaletli
hükümdar! Allah rüzgârları senin emrine verdi. N'olur, rüzgârlara emret de beni
Hindistan'a götürsünler. Azrail'den uzak olmak istiyorum. Bir müddet orada
kalıp dönersem içimi dolduran bu korkudan kurtulurum."
Hz. Süleyman, gencin
ricasını kabul etti ve rüzgârlara emretti. Onlar da onu Hindistan'ın Seylan
adasına uçurdular.
Ertesi gün Azrail
(a.s.) yine uğrayınca Hz. Süleyman, bir gün önce olanları hatırlatıp gencin
durumunu sordu. Azrail (a.s.) şöyle cevap verdi:
"Ey Allah'ın
peygamberi, benim o gence manalı bakmamın nedeni, onu burada görünce şaşırmam
dolayısıyla idi. Çünkü Allah bana o günün gecesinde onun ruhunu Hindistan'da
almamı emretmişti. Bu adamın yüz tane kanadı olsa yine de o vakte kadar
Hindistan'a gidemez, diye düşündüm. O yüzden kendisine tuhaf tuhaf baktım.
Fakat Hindistan'a gidip tam vaktinde onun da oraya gelmiş olduğunu görünce
emri yerine getirdim ve Allah'ın takdirine hayran oldum. Sana bugün tekrar
uğramamın nedeni de, bu işin sırrını ve dün benden sonra olanları öğrenmek
içindi."
Hz. Süleyman,
"O güya senden
uzak olmak ve ölümden kurtulmak için oraya gitmek istemişti" dedi ve
olanları anlattı.
Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.v), arkadaşlarıyla bir gezintiye çıkmıştı. Güzel bir yerde, bir
pınar başında oturup dinlendiler.
Namaz vakti girince
pınar suyundan abdest aldılar. Peygamberimiz de abdestli olduğu halde
mestlerini çıkarıp abdest aldı.
Mestin birini giyerken
bir tavşancıl kuşu hızla uçarak geldi ve diğer mesti ağzına alıp havalandı.
Oradakiler bu olayı garipsediler ve gözleriyle kuşu takip etmeye başladılar.
Peygamberimiz de,
"Hayırdır inşaallah!" dedi ve sonucu beklemeye başladı.
Kuş epey havalandıktan
sonra mesti ters çevirdi. Simsiyah bir yılanın mestten düştüğünü gördüler.
Sonra da kuş döndü ve mesti aldığı yere bıraktı.
Hz. Peygamber,
"İki ayak üstünde yürüyen ve karınları üstünde sürünenlerin şerrinden
Allah'a sığınırım" dedikten sonra arkadaşlarına dönüp şu yorumu yaptı:
"Gördünüz mü? Biz
kuşun mestimizi kapıp kaçmasını şer zannetmiştik. Meğer hayrın ta kendisiymiş.
Yoksa o korkunç yılan içinde iken meste ayağımı sokacaktım."
Bir gün Peygamber
Efendimizle karşılaşan Ebu Cehil, "Beni Haşim soyundan senden daha çirkin
yüzlü biri yoktur" dedi. Peygamber Efendimiz:
"Söylediğin
doğrudur" cevabını verdi.
Biraz sonra Hz.
Ebubekir geldi ve "Yüzün güneş gibi parlıyor. Senin yüzünden daha güzel ve
göz kamaştırıcı bir yüz görmedim ya Resulallah" dedi.
Peygamberimiz ona da
"Doğru söyledin" karşılığını verdi.
Orada bulunanlar,
"Ey Allah'ın peygamberi, birbirine zıt şeylerin ikisine de 'Doğru' dedin,
bunun sebebi nedir?" diye sordular.
Peygamber Efendimiz:
"Ben, Allah'ın
cilaladığı bir aynayım. Bana bakan kendini görür" buyurdu.
Peygamberimiz daha
sonraları bu hükmü genişleterek, "Mü'minmü'minin aynasıdır"
diyecekti.
Ebu Cehil, avucuna
küçük taşlar alıp, ashabıyla oturan Peygamberimizin yanına geldi ve onu mahcup
etmek için,
"Peygambersen
avucumda ne var söyle?" dedi. Aklı sıra Peygamberimiz bilemeyecek, o da,
"Gördünüz mü daha
avucumdakini bilemiyor, göklerden haber vermeye kalkışıyor" deyip onunla
alay edecekti.
Fakat bir sürprizle
karşılaştı. Peygamberimiz gayet sakin ona şöyle dedi:
"İstersen
avucunda ne olduğunu ben söyleyeyim, istersen avucundakiler benim kim olduğumu
sana söylesin."
Ebu Cehil bocaladı ve:
"İkincisi daha ilginç olur" dedi. Peygamberimiz,
"Herşeyi
konuşturan Allah bizi konuşturdu" mealindeki âyeti okuyarak:
"Ey taşlar
konuşun ve söyleyin ona benim kim olduğumu" dedi. Resulullah böyle der
demez Ebu CehiTin avu-cundaki taşların her biri, "Eşhedü enne
Muhammede'rRe-sulullah" diyerek şehadet getirmeye başladılar.
Bunun üzerine Ebu
Cehil kızdı ve hiddetle taşları yere fırlatarak, "Senin gibi bir sihirbaz
görmedim" dedi ve oradan bozguna uğramış olarak uzaklaştı.
Peygamberimizin Medine
Mescidinde kuru hurma ağacından bir direk vardı. Peygamberimiz hutbe okurken
ona dayanıyordu. Çünkü henüz mescidde minber yoktu.
Nihayet bir sahabi üç
basamaklı bir minber yapıp mescide getirince bu direği arka tarafta bir köşeye
koydular. İhtiyaç olunca da yakarız diye düşündüler.
Cuma namazı vaktinde
Resulullah yeni minberinde hutbe okuyordu. Camide bir ağlama sesi işitildi.
Hamile bir devenin inleyip ağlaması gibi bir sesti bu. Herkes birbirine baktı.
Acaba kim ağlıyordu?
Sonuçta sesin kuru
hurma direğinden geldiğini anladılar. Bu olay üzerine Peygamberimiz, minberden
inerek direğin yanına gitti. Okşarcasına mübarek elini üzerine koydu. Direk
susmuştu.
Peygamberimiz cemaate,
"Allah'ın
zikrinden ayrı ve uzakta kalmak onu ağlattı" dedi.
Onlar da çok
duygulanmış ve ağlamaya başlamışlardı. Peygamberimiz direğe dedi ki:
"İstersen seni
mescidin bahçesine dikeyim. Yeniden dalların yeşersin. İnsanlar gölgende oturup
dinlensinler. İstersen de seni Cennette dikeyim. Orada Allah'ın dost kullan
meyvelerinden yesinler. Hangisini tercih edersin?"
Direk şu cevabı verdi:
"Beni Cennete dik
ya Resulallah. Çünkü orada Ölmek, yok olmak yoktur; sonsuz hayat vardır."
Peygamberimiz cemaate,
"Duydunuz mu,
ebedî olanı fânî olana tercih etti" dedi. Ve direğe de, "Senin
isteğini yaptım" buyurdu. Sonra da kıyamette insanlar gibi haşrolsun diye
onu toprağa gömdürdü.
Hz. isa'nın var
gücüyle kaçtığını gören bir adam merak edip peşine düştü. Zar-zor, nefes nefese
ona yetişti ve sordu:
"Arkandan kimse
kovalamıyor, neden böyle kaçıyorsun?"
Hz. İsa cevap vermeden
yeniden kaçmaya başlayınca adam bağırdı:
"Peşinden gelecek
takatim kalmadı. Allah rızası için dur da söyle, seni ne kaçırıyor, çok merak
ettim."
Hz. İsa durdu ve adama
yanına gelmesini işaret etti. Adam yaklaşınca,
"Evet, arkamdan
kovalayan yok ama, biraz önce ahmağın birine rastladım, şimdi ondan
kaçıyorum" dedi.
Adam, hayreti artmış
bir şekilde sordu:
"Körlerin
gözlerini, sağırların kulaklarını açan, topraktan kuşlar yapıp canlandıran,
nefesinle ölüleri dirilten sen değil misin?"
Hz. İsa,
"Evet, Allah'ın
izniyle benim" dedi.
Adam:
"Peki bu kadar
mu'cizeye sahipken korkman ve kaçman neden?"
Hz. İsa cevap verdi:
"îsm-i Âzam'ı
köre okudum, gözleri açıldı; sağıra okudum, işitmeye başladı; ölüye okudum,
dirildi; cansıza okudum, canlandı. Fakat ahmağa okudum, fayda etmedi. Hatta
tekrar tekrar okudum, hiç etkisi olmadı. Onu taşlar kadar hissiz, kumlar kadar
verimsiz gördüm. İşte ondan kaçmamın sebebi bu!"
Hz. Ömer'in halifeliği
zamanında müthiş cenk çalan bir çalgıcı vardı. Yaşı ilerleyip ihtiyarlayınca
sesinin güzelliği kayboldu, beli büküldü ve itibardan düştü.
Artık kimse onu davet
etmiyor ve para kazanmıyordu. Üstelik biriktirdiği paralar da tükenmiş, bir
parça ekmeğe muhtaç hale gelmişti.
Çaresizlik insana
"Allah" dedirtir ya, bu çalgıcı da ellerini açarak:
"Ya Rabbi, bunca
zamandır Sana isyan edip durduğum halde rızkımı verdin. Şimdi kazanç yolum
kapandı, kazandıklarım da bitti. Artık çengi Senin için çalacağım" dedi
ve çengi alıp mezarlığa gitti, dertli dertli bir hayli çaldıktan sonra, çengi
yastık yapıp uyudu.
O sırada Hz. Ömer'i de
uyku tutmuş ve öğle uykusuna yatmıştı. Rüyasında bir ses ona şöyle dedi:
"Ey Ömer,
mezarlıkta mübarek bir kulumuz var, bey-tü'1-maldan 700 dinar götürüp vererek
onu ihtiyaçtan kurtar."
Hz. Ömer, bu sesin
heybetinden irkilerek uyandı. Hemen beytü'1-mala koştu ve 700 dinar alıp
doğruca mezarlığa gitti. Aradı taradı, fakat halen uyumakta olan ihtiyar
çalgıcıdan başka kimse yoktu. Onun böyle bir ikrama lâyık olabileceğine ihtimal
vermediğinden yeniden mezarlığı dolaştı. Fakat kimsecikler yoktu.
Bunun üzerine
"Allah'ın gizli velileri vardır, belki de ihtiyaçtan kurtarmam bana
bildirilen mübarek kul bu çalgıcıdır" diye düşünerek gelip yanına oturdu.
Çalgıcı uyandığında
Hz. Ömer'i yanı başında görünce hem şaşırdı, hem de korktu. Hz. Ömer:
"Korkma, sevin.
Sana Allah'ın emriyle 700 dinar getirdim. Bunları alıp ihtiyaçların için
kullan. Bitince de yine gel, sana yardımcı olacağım" dedi.
Gördüğü rüyayı anlattı
ve parayı çalgıcının kucağına bırakıp yanından ayrıldı.
Çalgıcı çok utandı.
Mahcubiyetinden gözleri yaşlarla doldu. Allah'tan uzak yaşadığı yıllara bin
pişman olmuştu. Çengini yere vurup parçaladı ve tövbe etti. Artık kalan ömrünü
Allah yolunda değerlendirecekti.
İslâmiyetten önce
îsrailoğullarından zalim bir kral kendi dininden olmayanlara zulmediyordu. Bir
meydanda Nemrud'un ateşi gibi büyük bir ateş yaktırmış, yanına da bir put
diktirmişti. Isa dinine inananları oraya toplamış, puta secde etmeyenlerin
ateşe atılmasını emretmişti.
inancından
vazgeçmeyenler tek tek ateşe atılmaktaydı. Sıra, kucağında çocuk olan bir
kadına gelmişti. Herkese söyledikleri gibi ona da puta secde etmesini
söylediler. Kadın, "Ben Allah'tan başkasına secde etmem" deyince, çocuğu
kucağından alıp ateşe fırlattılar. Dev alevler hem çocuğu, hem de kadının
içini yaktı kavurdu.
"Eğer inancında
direnir, puta secde etmezsen seni de atacağız" dediler.
Çocuğunun yakılması
karşısında aklı başından giden kadın, ne yaptığını bilmez bir halde puta
yaklaştı. Tam secde edeceği sırada
ateşin içinden çocuğunun sesini işitti:
"Anne, sakın
yapma. Ben burada çok rahatım. Dıştan ateş görünen bu yer bir gül bahçesi, Yüce
Allah'ın Cenneti. Hiç korkmadan at kendini ateşe."
Çocuğun sesiyle
kendine gelen anne döndü ve kendini ateşe attı. Diğer inanmışlar da
kendiliklerinden ateşe atlamaya başladılar.
Gelenin kendini atması
karşısında zalim kral korktu, utandı ve yaptıklarına pişman oldu. insanlara bir
fiili zorla kabul ettirmenin mümkün olmadığını anladı, zorlamanın inancını daha
çok pekiştirdiğini gördü, bundan vazgeçti.
Bir adam devamlı
"Allah Allah" diye zikreder ve bu zikirden dolayı ağzı bal
yemişçesine tatlanıldı.
Şeytan böyle
insanlarla çok uğraşır ve onları huzurdan uzaklaştırmak ister ya, bir gün de bu
adama gelip:
"Durmadan 'Allah
Allah* dediğin halde bir kerecik olsun Allah sana karşılık vermedi. Hiç
'Lebbeyk kulum' sözünü duydun mu? Demek ki Allah senin zikrini kabul etmiyor
ve zikretmeni istemiyor. Niçin sen hâlâ utanmadan, 'Allah Allah' demeyi
sürdürüyorsun?" diyerek adamı vazgeçirmeye çalıştı.
Adam da şeytanın bu
vesvesesi üzerine utandı, sıkıldı ve zikri bıraktı. Allah'ın kendisine Önem
vermediğini düşünüp gönlü kınk bir halde yattı uyudu.
Rüyasına Hz. Hızır
girdi ve ona:
"Neden yaptığın
güzel işi terk ettin, Allah Allah demekten vazgeçtin?" diye sordu.
Adam:
"Yaptığım onca
zikre karşılık verilmeyince Allah'ın buna razı olmadığını düşündüm ve tamamen
kapıdan kovulmaktan korktum."
Bunun üzerine Hz.
Hızır:
"Senin 'Allah'
demen, Allah'ın sana 'Lebbeyk kulum' diye karşılık vermesi sayılır. Allah
isminin zikrini herkese nasip eder mi?" diyerek adamı şeytanın tuzağına
düşmekten kurtardı.
Bir yahudi, bir
Hristiyan, bir de Müslüman yol arkadaşı olmuşlardı. Müslüman olana hediye
edilen bir altını bozdurup helva almışlar ve bir konaklama yerine gelmişlerdi.
Niyetleri geceyi orada geçirmekti.
Müslüman oruçluydu.
Yahudi ve Hristiyan ise acıkma-mıştı. Akşam namazı vakti girince Müslüman,
"Yemeğimizi yiyelim" dedi.
Tok olan açın halinden
anlar mı? Diğer ikisi itiraz edip, "Şimdi acıkmadık, yatıp uyuyalım,
helvayı sabaha bırakalım" dediler.
Yahudi ilâve olarak;
"Bu helva hepimize yetmez, en güzel rüyayı kim görürse helva sadece onun
olsun" teklifinde bulundu. Hristiyan da bu teklifi kabul etti. İkisinin de
maksadı helvayı yalnız yemekti. Ve uykuya daldılar.
Müslüman gece yansı
kalktı. Âşık ve karnı aç kişide derin uyku ne gezer? Kalktı ve helvayı bir
güzel yedi. Sonra da abdest alıp ibadet etti. Hem karnını, hem kalbini doyurdu.
Sabah namazını da kılıp onlarla beraber uyanmak üzere tekrar yattı.
Bir süre sonra hep
beraber uyandılar. En güzel rüya hakkında seçim yapmak üzere konak sahibini
çağırıp rüyalarını anlatmaya başladılar.
Önce Hristiyan söze
başladı:
"Rüyamda İsa'yı
gördüm. Gökten inip yanıma geldi. Yüzü ışıl ısıldı. Benimle konuştu ve halimi
sordu. Sonra beraber göklere çıktık ve melekler âleminde dolaştık" dedi ve
daha bir sürü ilâve yaptı.
İkinci olarak Yahudi
anlattı:
"Ben de rüyamda
peygamberim Musa'yı gördüm. Beni Tur Dağına çıkardı. İkimiz de nurlar içinde
kalmıştık. Sonra Cenneti bana seyrettirdi. Orada gözler kamaştıran nice
nimetler gördüm" dedi ve binler yalan uydurarak görmediği bir çok
harikuladeliklerden sözetti.
Sıra helvayı zaten
yemiş olan Müslümana gelmişti. O gayet sakin ve mütevazı bir şekilde şöyle
dedi:
"Bana da Muhammed
(a.s.m.) geldi ve 'Ey çaresiz ümmetim,' dedi. 'Onlardan birini İsa göklere,
diğerini Musa Cennete götürdü. Sen burada tek başına kaldın. Oruç tuttuğun
halde daha iftar bile etmedin. Bari kalk da helvayı ye.' Ben de kalktım helvayı
yedim."
Yahudi ve Hristiyan
şaşkın şaşkın birbirlerine bakıp,
"Vallahi,"
dediler. "Rüya dediğin senin gördüğün gibi olur, bizimkiler de rüya mı,
hepsi hayal."
Hz. Ali'nin küçük oğlu
Hz. Hüseyin, bir gün ziyaretine gelen bazı zevat ile bir arada yemek yiyordu.
Kölesi, yemek
getirirken kaza ile yemek kabını Hz. Hüseyin'in üzerine döktü. Hz. Hüseyin bir
anda öfkelenip köleye dik dik baktı. Bunu gören köle:
"Takva sahipleri
öfkelerini yutanlardır" mealindeki âyeti okuyunca Hz. Hüseyin'in
sinirleri gevşedi ve:
"Öfkemi
yuttum" dedi.
Bunun üzerine köle,
âyetin devamını okudu: "Onlar insanların kusurlarını affedenlerdir."
Hz. Hüseyin,
"Kusurunu
affettim" karşılığını verdi. Köle, âyetin sonunu da okudu:
"Allah, iyilik
yapanları sever."
Hz. Hüseyin,
"İyilik olarak seni âzâd ediyorum, artık hür ve serbestsin" dedi.
Köle son derece
sevindi ve mutlu oldu.
Hz. Hüseyin, yanındaki
misafirlerine, bu vesileyle herkese ders olacak şu açıklamayı yaptı:
"Gördünüz,
Allah'ın kitabından bir âyet bilmesi ve yerinde okuması onun, hem cezadan
kurtulmasına, hem de hürriyetine kavuşmasına neden oldu. Sizler ve bizler de
Allah'ın kitabından ne kadar çok şey öğrenir ve uygularsak o kadar hür yaşar;
nefsimizin ve dünyanın esaretinden kurtuluruz. Ayrıca Allah bizi o kadar
mükafatlandırır."
Evet, Allah'a hakkıyla
kul olmak, insanı bütün maddî şeylerin tutsaklığından kurtarır ve Kur'ân'ın
saadet ikliminde daha özgür yaşamamıza neden olur.
Müslümanlarla
Hristiyanlarm birlikte yaşadığı bir mahallede bir cami, bir de kilise vardı.
Kilisede çan çalar, minareden de ezan okunurdu.
Caminin güzel sesli
müezzini, duygulu ve tatlı sesiyle birçok Hristiyanın Müslüman olmasına neden
olmuştu.
Bu müezzinin başka
yere tayininden sonra, sesi pek çirkin bir müezzin geldi camiye. Ezan okuyuşu,
herkesi rahatsız edecek kadar kötüydü.
"Bırak ezanı
başkası okusun, senin okuman yüzünden birçok kavgalar oldu, düşmanlık
uzamasın" dedilerse de müezzin inat etti ve pervasızca ezan okumaya devam
etti.
Halk, umumi bir
kargaşanın çıkmasından korkarken, bir de baktılar ki kilise papazı, elinde bir
hediye paketi olduğu halde müezzini arıyor.
"Söyleyin, o
müezzin nerede? Onun salası ve ezanı beni çok mutlu etti; bu hediyeyi ona
sunacağım" diyordu.
"Yahu!"
dediler, "Nasıl olur? Hiç o bet ses, insana rahatlık verir mi, bir
yanlışlık olmasın?"
Papaz dedi ki:
"Hayır, sizin
bildiğiniz gibi değil, bir anlatayım da dinleyin. Benim pek güzel ve çok
akıllı bir kızım var. Çoktandır Müslüman olmaya karar vermişti. Bu sevda
kafasından bir türlü çıkmıyordu. Nice papazlar ona öğüt verdiği halde bir türlü
tesir edemediler. Gönlüne iman sevgisi Öyle bir yerleşmişti ki, vazgeçirmek
mümkün değildi. O, an be an imana yöneldikçe ben dert, azap ve işkence içinde
kıvranıyordum. Elimde hiçbir çare kalmamıştı.
"Nihayet bu
müezzin ezan okuyup da sesi kiliseye gelince kızım, 'Bu çirkin ses nedir?
Kulağıma geldi de beni berbat etti. Bütün ömrüm boyunca bu kilisede, şu manastırda
bu derece çirkin bir ses duymadım* dedi.
"Kızkardeşi, onun
ezan olduğunu, Müslümanların okuyup insanları ibadete çağırdıklarını söyledi.
Kızım önce inanmadı. Başkalarına da sorup araştırdı. Onlar da aynı şeyi
söyleyince yüzü sapsarı kesildi ve Müslümanlık hevesi kalmadı. Dinini
değiştirmekten vazgeçti. Ben de dertten, azaptan kurtuldum. Dün gece korkusuz,
rahat bir uyku uyudum.
"İşte onun
sesinden mutluluk duymamın sebebi bu. Bundan dolayı da ona hediye sunacağım,
nerede o adam?"
Harat şehrinde yoksul bir
kişi vardı. Yoksul olduğu kadar da küstah ve kendini bilmez biriydi. Bir gün
pazarda dolaşırken bir efendi ile yanındaki kölesini gördü. Kölenin sırtında
atlas bir elbise, belinde de altın bir kemer vardı.
Başını gökyüzüne
kaldırıp:
"Ya Rabbi,"
dedi, "şu efendinin, kuluna baktığı kadar sen kuluna bakmıyorsun. Kula
nasıl bakılır, şu efendiden öğren."
Günler sonra yine o
pazardaydı. Padişahın o atlas elbiseler giyen, altın kemerler takan köleleri
topladığını gördü. Padişahın adamları onlara olmadık işkenceler ediyor ve
"Söyleyin efendinizin hazineleri nerede?" diye soruyorlardı.
O kölelerin hepsi
işkeılceden ölecek duruma geldikleri halde hiçbiri efendisinin aleyhinde konuşmadı ve sır
vermedi.
Bu durumu şaşkınlıkla
seyreden yoksulun kulağına şöyle bir ses geldi:
"Ey kula nasıl
bakılır, diyen yoksul! Sen de kul nasıl olur gör. Ve bilmiyorsan o efendileri
için can veren kölelerden öğren."
Yoksul adam çok mahcup
oldu, yüzü kızardı. Hiç kulluk etmediği halde Rabbi hakkında su-i zandan ve
küstahça sözlerinden dolayı tevbe edip af diledi.
Hz. Muaviye, bir sabah
uyandığında Hz. Peygamberin mescidinde sabah namazının kılındığı vakit biraz
geçmişti.
Alelacele hazırlanıp
mescide koşan Muaviye, oraya vardığında namazın bitmiş olduğunu, cemaati
kaçırdığım görünce öyle bir "âh" çekti ki, bu âh'i duyanlar, onun
kalbine bir hançer saplanmış olduğunu zannedip koştular.
O gün üzüntüsünden
kimseyle konuşmadı, hiçbir şey yiyip içmedi ve odasına kapanıp ağladı.
Günler sonra yine
erken uyanamadığı ve cemaati kaçıracağı bir sabah birisi odasının kapısını
hızlı hızlı çalıp ona seslendi:
"Hey Muaviye!
Kalk, cemaati kaçıracaksın!"
Muaviye, korkuyla
uyandı, kapıyı açtı. Kapıdaki tanımadiği kimseye bu iyiliği için teşekkür
ettikten sonra, kim olduğunu sordu. O, "Ben Şeytan'ım!" cevabım
verdi.
Muaviye,
"Bildiğim kadarıyla Şeytan, insanları namazdan alıkoymak için uyutur.
Senin beni namaza uyandırman ve cemaati kaçıracağımı hatırlatman çok
garip!" diyerek şaşkınlığını ifade etti.
İblis, "Evet,
şaşırma! Seni cemaate yetiş diye uyandırdım. Çünkü geçenki gibi yetişmeyip ah
çekseydin, o dertli ah edişin yüz namaz yerine geçerdi. Namaz nerede kalırdı, o
niyazın tesiri nerede?"
Nur yüzlü bir ihtiyar,
bastonuna dayanarak durdu. Uzun yoldan geliyordu. Yorulmuştu. Önünde durduğu ihtişamlı
yapı, Belh ülkesinin şanlı hükümdarı İbrahim bin Ethem'in sarayıydı. Sarayı
süzerken kapı nöbetçileri,
"Ne arıyorsun
ihtiyar?" diye sordular.
"Ben yolcuyum, bu
gece konaklayacak bir kervansaray arıyorum. Herhalde burası uygundur"
dedi. Nöbetçiler,
"Sen yanlış
gelmişsin baba, burası kervansaray değil, hükümdarımızın sarayıdır"
dediler.
Nur yüzlü adam biraz
durdu. O arada ne düşündüyse, "Hayır, ben kendimden eminim, burası
kervansaraydır, burada gecelemek istiyorum. Tanrı misafiriyim!" diye diretti.
Nöbetçiler ne
söyledilerse ihtiyarı ikna edemediler ve gidip hükümdara durumu bildirdiler,
ibrahim bin Ethem,
"Bırakın gelsin
bakalım, biz de tanıyalım şu ihtiyarı" diye emretti.
Nuranî çehresiyle
saraya girdiğinde âdeta sarayı aydınlattı adam ve "Selâmün aleyküm"
diyerek hükümdarı selâmladı. "Aleyküm selâm" diye selâmı alan
hükümdar, ihtiyarın yüzünde güven verici, farklı bir mânâ hissetti ve ona yer
gösterdi. Ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Hükümdar:
"Bak baba, ben bu
ülkenin hükümdarıyım. Burası da benim sarayım. Sen nasıl hükümdar sarayını
kervansaray diyerek küçümseyebilirsin? İyi niyetli birisi olduğunu
zan-netmeseydim, bunun cezası büyük olurdu. Ama sen iyi birine benziyorsun.
İleride yolcuların kaldığı bir kervansaray var, seni orada misafir
ettireyim."
İhtiyar:
"Nöbetçilerin de
anlamadılar, sen de anlamıyorsun. Burası kervansaraydır, istersen sana
ispatlayayım."
Hükümdar:
"Peki ispatlarsan
seni burada misafir ederim. Yoksa cezanı çekmeye hazır ol."
İhtiyar:
"Peki şimdi
sorularıma cevap ver. Sen ne kadar zamandır burada oturmaktasın?"
Hükümdar: "Üç
yıldır."
ihtiyar:
"Senden önce kim
oturuyordu burada?" Hükümdar:
"Babam, on yıl
oturduktan sonra vefat etti." ihtiyar:
"Peki ondan önce
kim, ne kadar oturdu?" Hükümdar:
"Dedem. O da on
ilci yıl hükümdarlık yaptıktan sonra öldü."
ihtiyar:
"Senden sonra kim
oturacak?
Hükümdar:
"Herhalde oğlum
oturur."
Bu cevaplardan sonra
ihtiyar güldü ve şöyle devam etti:
"Sana dememiş
miydim, burası kervansaray diye. Bak sen söyledin: Deden geldi, kondu göçtü.
Baban geldi, bir müddet kaldı gitti. Sen geldin, sen de gideceksin, yerine
oğlun gelecek ve bu gelip gitmeler devam edip gidecek. Kervansaraylar da
yolcuların gelip gittikleri yerler değil mi?"
ihtiyarın bu sözleri
ibrahim bin Ethem'in zihninde şimşekler çaktırdı ve onu epey düşündürdü.
Sonuçta,
"Peki
ihtiyar" dedi. "Sen kazandın, bu gece benim misafîrimsin."
Hükümdar ibrahim bin
Ethem'in sarayında misafir olan nur yüzlü ihtiyar, o gece hükümdara bir ders
daha vermek istedi.
Bunun için herkesin
uyuduğu bir vakitte kalkıp sarayın tavanına çıktı ve hükümdarın odasının
üzerinde ayaklarını vurarak sağa sola koşmaya başladı.
Gündüz, sarayına
kervansaray diyen ihtiyarın söyledikleri kulağında çınlayan ve zaten bu yüzden
gözüne uyku girmeyip yatağında düşünen hükümdar, tavandan gelen koşma seslerine
şaşırdı ve yatağından fırlayarak seslendi:
"Kim var orada,
ne arıyorsun?" ihtiyar, sesini değiştirerek cevap verdi:
"Ben çobanım,
develerimi kaybettim. Onları arıyorum."
Hükümdar:
"Sarayda çobanın
işi ne, tavanda deve aranır mı?" ihtiyar:
"Sen de bu
milletin çobanı değil misin? Ve zevk safa içinde, kuş tüyü yataklarda Cennet
aramıyor musun? Böyle Cennet bulunursa, tavanda da deve bulunur."
Sonra sesler kesildi.
îhtiyar usulca odasına geçti ve yattı. Nöbetçiler baktıklarında onu yatağında
uyuyor buldular.
ibrahim bin Ethem ise
duyduklarıyla ikinci defa şok olmuş ve sarsılmıştı. Beyni allak bullak olmuş
bir halde sabaha kadar düşündü. Güya Müslümandı, ama ibadetlerini yapmıyordu.
Dünyada ebedî kalacakmışçasına zevk ve eğlencelerle ömür geçiriyordu.
Üstelik millete karşı
sorumluluklarına da fazla aldırış etmiyordu, iyi ama, bu saltanat ne kadar
sürecekti. Böyle bir hayat, gerçekten de sonunda onu pişman etmez miydi?
Cennette ebedî mutluluk vardı ve ona ulaşmayı da çok istiyordu.
Fakat hayatını
değiştirmedikçe bunun mümkünatı yoktu. Hayatını değiştirmek de saray
şartlarında kolay değildi. İçine kurt düşmüştü fakat kararsız kaldı. Sadece
"Allah'ım bana yardım et, Sana dönmemi nasip et!" diye dua etti.
O sabah ihtiyarı
uğurladıktan sonra ava çıktı, ibrahim bin Ethem, avlanmayı sever ve haftada en
az bir gününü buna ayırırdı, ihtiyar, saray görevlilerinden onun bu özelliğini
ve avlanmaya gittiği yerleri öğrenmişti. Ona son bir ders daha vermek
istiyordu.
ibrahim bin Ethem
orman içinde dolaşırken şöyle bir ses kulaklarında yankılandı:
"Ey İbrahim! Sen
dünyaya avlanmak için geîmedin. Yaratıldığın şeye dön. Sorguçlarla, tahtlarla
oynamayı bırak. Büyük sultanlığa talip ol!"
ihtiyar, ellerini boru
gibi yaparak, gizlendiği yerden böyle bağırmıştı. Sesin nereden ve kimden
geldiğini bilemeyen hükümdar, o gün çok garip bir olaya daha şahit olmuştu.
Veziri ve
muhafızlarıyla birlikte yemek yedikleri bir sırada süzülerek gelen bir keklik,
bir parça ekmek kopararak havalanmış ve biraz ötedeki çalılıkların arkasına
inmişti.
Bu işte bir gariplik
olduğunu düşünerek gidip baktıklarında kekliğin, ekmeği, bataklığa saplanan
bir adamm ağzına koyduğunu hayretle gördüler.
Yardım edip adamı
çıkarttılar. Adam, avladığı kuşun oraya düşmesi üzerine bataklığa girdiğini ve
çıkamadığını, üç gündür o kekliğin kendisine ekmek taşıdığını anlattı. Dehşete
düşen İbrahim bin Ethem, kendi nefsiyle yüzleşerek şöyle dedi nefsine:
"Sen onları
avlarken o keklik, çaresiz kalmış bir adamı besliyor. Seninse halkından haberin
yok!"
Bu düşüncelerle saraya
dönen hükümdar, o gün her zamanki avladıklarından bir şey avlayamamıştı ama
çok daha önemli birşey avlamıştı: Nefsim. O zamana kadar, ona av olduğu nefsini.
Hükümdar İbrahim bin
Ethem nefsini avladığı o günkü son avdan döndükten sonra saatlerce düşündü. Ve
gece yansına doğru vezirini çağırtıp kararını ona açıkladı:
"Ben bu sultanlık
oyununu bırakıyorum. Zaten bunu iyi beceremedim. Bundan sonra hükümdar sensin,
tnsan-lara iyi davran ve adaletle hükmet. Allah'a hesap vereceğini
unutma!"
Vezirin itirazları,
yalvarışları bir şey değiştirmedi ve o gece derviş kıyafetiyle saraydan ve
Belh'ten ayrılan İbrahim bin Ethem, kendini daha hafif ve Özgür hissederek
yollara düştü.
Yolu bazen dağlardan,
bazen çöllerden geçti. Geceleri gökyüzünün ihtişamını, gündüzleri yeryüzündeki
ilâhi san'atlan tefekkür etti.
Gittiği her yerde
Allah'ın saltanatını seyrederek ve Onun büyüklüğünü düşünerek ibadet etti. Tefekkürü
geliştikçe iç dünyası ve gönül âlemi de genişledi.
Karşılaştığı insanlara
kendini değil Kâinat Yaratıcısını tanıtmaya ve Ona karşı görevlerini
hatırlatmaya çalıştı, insanın, ancak Allah'a teslim olarak nefsin esaretinden
kurtarabileceğini, Onu bulanın herşeyi bulacağını, Ondan yoksun olanın
herşeyden yoksun olacağını anlattı. Hükümdarlıktan gelmenin asaleti ve tok
gözlülüğü ile son derece de etkili oldu.
Köyden köye, ilden ile
nihayet Mekke'ye ulaştı. Büyük bir saygı içinde varıp Kabe'nin örtüsüne
tutunarak şöyle yalvardı Rabbine:
"ilâhî, asi ve
günahkâr kulun sana geldi. Günahlarını itiraf edip Sana yalvarıyor. Eğer onu
affedersen, bu zaten Senin şanındır. Eğer reddedersen, Senin kapından başka
hangi kapıya gitsin, kim ona merhamet etsin?"
Gözyaşları içinde
yalvardı ve aylarca orada ibadet etti. Soma, "Allah'ı aramakla bulmak
mümkün değildir, ancak Onu bulanlar yine de aramaya devam edenlerdir" diye
düşünüp yeniden yollara düştü.
Kızıldeniz kenarında
bir taşın üzerinde oturup kopan düğmesini diktiği sırada oradan geçen bir
kervanda bulunanlar onu tanıdılar ve yanında durup, "Vah vah, bir zamanların
hükümdarı ibrahim bin Ethem'e bakın, iğne elinde, düğme dikiyor. Hiç o saltanat
bırakılıp da bu hallere düşülür mü?" dediler.
ibrahim bin Ethem, gerçek
sultanlığın Allah'a kulluk olduğunu anlasınlar diye iğnesini denize attı:
"Ey balıklar,
iğnemi getirin bana!" diye seslendi. Binlerce balık, ağızlarında altın
birer iğne olduğu halde denizden başlarını çıkarıp ona uzattılar.
İbrahim bin Ethem kervan
yolcularına, "Önceki saltanatım im üstündü, şimdiki mi?" diye
sorduktan sonra şöyle tamamladı sözlerini:
"Allah'a kul
olmak öyle bir saltanattır ki, eğer bilselerdi bütün sultanlar, sultanlığı
bırakıp bu manevî saltanata talip olurlardı. Çünkü bu, ebedî bir
sultanlıktır."
Yıllar sonra garip bir
his ibrahim bin Ethem'i Belh'e geri döndürdü. Yağmurlu bir gecede, yorgun ve
hasta bir halde bir külhancıya misafir oldu. Sohbet ederlerken, ermiş bir
insan olduğunu anladığı külhancıya, "Allah'a ettiğin dualar içinde, kabul
olmayan bir duan oldu mu?" diye sordu.
Külhancı, "Bütün
dualarım kabul oldu, ama İbrahim bin Ethem'i dünya gözüyle görme isteğim
konusundaki duam kabul olmadı" deyince, kendisini Belh'e çeken sırrı
anladı ve külhancıya:
"Sen öyle mübarek
bir insansın ki, senin duanın kabul olması için Allah, İbrahim bin Ethem'i
sürüye sürüye senin ayağına getirttirdi" dedi.
Ve kelime-i şehadet
getirerek başı külhancının dizinde, ruhunu Allah'a teslim etti.
Bir hükümdarın tek bir
oğlu vardı. Onu her yönüyle mükemmel yetiştirmeye çalışmıştı.
Bir gece rüyasında
oğlunun öldüğünü gördü. Büyük bir acı içinde kıvranmaya başlamıştı ki, uyandı.
Gördüğünün gerçek olmadığım anladığında, "Çok şükür rüyaymış" dedi ve
çok sevindi. Sonra da şöyle düşündü:
Rüyada çektiğim
acılar, uyanınca nasıl sevince dönüşmüşse rüya gibi olan bu hayat uykusundan
âhiret sabahında uyanınca; hayatın acı ve sıkıntıları sevinçlere dönüşecek.
En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerden sonra elde edilir. Allah bir
sebep ihsan edip hem beni sevindirdi, hem de bir büyük gerçeği anlamamı
sağladı.
Hükümdar, oğlu
büyüyünce, "Soyumun devamı için oğlumu evlendirmem, bunun için de ona
Jâyik bir kız bulmam lâzım" diye düşündü. "Kötü bir padişahın kızını
al-maktansa, fakir de olsa iyi bir ailenin kızım almayı tercih ederim"
diyerek fikrini şehzadenin annesine açıkladı.
O,
"Oğlumuzu bir
yoksulla mı evlendireceksin?" diye itiraz edince, Hükümdar:
"Kişilerin temiz
ve gönül zenginliğine sahip olmaları, para zenginliğinden çok daha iyidir. Zira
paranın bu dünyada bile mutlu edeceği şüpheli iken, gönül zenginliği iki
dünyada da mutlu eder" karşılığını verdi.
Uzun münakaşalar
sonunda nihayet hükümdar, düşüncesini kabul ettirip, oğluna yaratılışı ve
ahlâkı güzel bir kızı nişanladı. Güzellikte eşi olmayan bu kızın içi de dışı da
tertemizdi. Ve her yönüyle şehzadeye lâyıktı.
Gel gör ki, ihtiyar
bir büyücü de o güzelim şehzadeye âşık olmuştu. O büyücü kocakarı, şehzadenin
nişanlandığını duyunca öyle bir büyü yaptı ki, şehzadenin yüzünü o dünya
güzeli kızdan çevirtti ve kendini döndürdü. Şehzade, uzun zaman o kokmuş
karının esiri gibi yaşadı ve nişanlısını unuttu.
Hükümdar ne yapacağını
şaşırdı. Sadakalar dağıtıyor, kurbanlar kesiyor, ne çare varsa başvuruyor ama
oğlunu kocakarıdan vazgeçiremiyordu.
Nihayet bu işten
haberdar olan Allah dostu bir hoca şehzadeyi okuyup dua ederek sihri bozdu. Ve
onunla konuşarak aklını başına getirdi. Hatasını anlayan şehzade
koşarak babasına geldi ve "Olmayacak
bir yanlışlık yaptım; seni çok üzdüm, özür diliyorum, beni affet!" dedi.
Padişah oğlunun bu
dönüşüne çok sevindi. Şenlikli bir düğün yaptı. Öyle bir düğün olmuştu ki,
şehrin köpekleri bile ziyafetten mest olmuştu. Büyücü kocakarı da üzüntüsünden
Öldü.
Şehzade gelinin yanına
gidip onun ay gibi parlayan yüzünü görünce neredeyse bayılacaktı. İkisi de çok
mutlu oldular.
Bir yıl sonra babası
söz arasında:
"Oğlum o büyücü
kocakarıyı hatırlıyor musun?" diye sorunca şehzade,
"Bırak baba"
dedi. 'Hatırlatma bana onu. Ben hakiki yerimi, gerçek sevgiyi buldum. Ve şükür
ki ona aldanmaktan kurtuldum."
Gazneli Mahmut birgün
divana gittiğinde bütün memleket eşrafının orada toplanmış olduğunu gördü.
Beylerinin ve vezirlerinin sadakat derecesini anlamak istedi. Bunun için
cebinden çıkardığı mücevherleri önce vezirine uzatarak sordu:
"Bu nasıl bir
mücevher vezir, değeri ne olabilir?" Vezir, mücevheri evirip çevirdikten
sonra,
"Bu çok kıymetli
bir mücevherdir Sultanım. Bir sandık dolusu altın eder" dedi.
Padişah,
"Bu mücevheri
kır" diye emretti.
Vezir,
"Efendim,"
dedi. "Bunu nasıl yapabilirim. Ben sizin iyiliğinizi isteyen bir kişiyim.
Size kötülük yapamam."
Padişah,
"Berhudar
ol" dedi ve vezirini takdir edip ona armağanlar verdi.
Sonra beylerden birine
mücevheri gösterip,
"Bunun bir müşterisi
çıksa ne kadar eder?" diye sordu. Bey:
"Bu şimdiye kadar
benzerini görmediğim çok değerli bir mücevherdir. Hiç kimsenin zenginliği bunu
satın almaya yetmez" dedi.
Padişah:
"Bu mücevheri
yere çalıp kırmanı emrediyorum" dedi.
Bey:
"Sultanım, yazık
olur. Bu mücevher sizin hazinenize lâyıktır, orada kalsın" cevabını
verdi.
Padişah, beyin bu
cevabını da beğendi ve ona da çok değerli hediyeler verdi.
Daha sonra aynı
denemeyi başka beyler ve vezirler üzerinde de yaptı. Onlar da benzer şeyler
söyleyip hediyelerini aldılar.
Böylece birçok kişiyi
sınayan padişah, sonunda sadık bendesi Eyaz'ı çağırdı ve mücevheri vererek
değerini sordu.
Eyaz:
"Sultanım bu
mücevheri ben de ilk görüyorum ve beylerimin ve vezirlerimin söylediklerinden
de daha değerliye benziyor" dedi.
Padişah,
"Eyaz, onu
kır" dedi.
Eyaz hiç tereddüt
etmeden mücevheri yere çarpıp param parça etti.
Oradakiler hep beraber
iç çektiler ve "Ne yaptın Eyaz? Böyle değerli bir mücevheri nasıl kırdın,
nasıl kıydın ona?" dediler.
Eyaz onların şaşkın
şaşkın sordukları bu soruya gayet sakin şöyle cevap verdi:
"Evet bu mücevher
çok değerliydi. Ama Padişahın emri daha da değerlidir. Onu kırmaktansa, bu
mücevheri kırdım."
Bu cevaptan son derece
memnun olan Sultan Malîmud:
"Sadakat sınavım
Eyaz kazandı ve en büyük hediyeyi de o haketti" dedi.
Bir gün bir
sivrisinek, Yemen Ülkesinin padişahı Peygamber Süleyman'ın huzuruna çıkarak,
şöyle içini döküp, yalvardı:
"Ey, insanların
ve cinlerin sultanı, ey bütün yaratıklara, suya, ateşe, rüzgâra hükmeden
Süleyman... Senin adaletin dünyaya yayıldı... Kurt, kuş, balık senin adaletine
sığındı... Bize de insaf ve merhamet denizinden ihsanlar var... Hak ve
hukukumuzu koru.. Çok perişanız, ne bağdan nasibimiz var, ne gül bahçesinde
rahat bir seyranımız... Sen zayıflara, çaresizlere imdat edersin... Bizi bu
dertten kurtar..."
Süleyman, parmağı
üzerine konan, gözü yaşlı sivrisineğe sordu:
"Söyle... Kimden
şikâyet ediyorsun?. Bizim zamanımızda zalim var mı ki, sana zulmetsinler,
senin hakkını yesinler?.."
Sivrisinek, boynunu
bükerek cevap verdi:
"Benim şikâyetim
rüzgârdan... O, bize çok zulmediyor... Onun yüzünden huzurumuz, rahatımız
yok... Nereye gitsek, bizi bir saman çöpü gibi alıp atıveriyor..."
Süleyman:
"Ey güzel sesli
sivrisinek... Allah bana "Hasım hazır olmadıkça, kimsenin şikâyetini
dinleme..." diye emir buyurdu. İki hasım, hazır bulunmazsa, hâkim haklı
haksız kimdir, nasıl bilebilir. Haydi git, hasmını al Öyle gel..." diye
emretti.
Sivrisinek:
"Sözün doğru,
fakat o da senin emrinde... Emrediniz de buraya gelsin..." dedi.
Bunun üzerine Süleyman
rüzgâra seslendi:
"Ey seher yeli,
sivrisinek zulmünden şikâyet ediyor. Gel, hasmının karşısına geç, cevap ver
ona.."
Rüzgâr bu emir
üzerine, eserek geldi. Fakat sivrisineği yerinde bulabilirsen bul!..
Süleyman ardından.
"Aa, sivrisinek,
nereye?" dedi. "Dur, gitme de ikinizi dinleyip hükmümü
vereyim..."
Sivrisinek kaçarken
cevap verdi:
"Padişahım, benim
yokluğum, onun varlığı... O gelince ben nasıl durabilirim... Benim kökümü
kazıyan o..."
Bir fare, bir devenin
yularından tutmuş, kurula kurula yola düzülmüştü. Gururundan kabına sığamıyor,
kendi kendine söyleniyordu:
"Ben ne büyük
kılavuzum, koca bir deveyi yularından tutmuş, çekip götürüyorum."
Derken önlerine koca
bir ırmak gelmişti. Fare, ırmağı görünce duraladı. Suya dalsa, kuşkusuz
boğulurdu. Deve, farenin durakladığını görünce:
"Hayrola
dostum," dedi. "Niçin durdun. Dal şu ırmağa, karşı tarafa
geçelim..."
Fare, utancından delik
arıyordu kaçacak... Boynunu büktü:
"Ben bu ırmağı
naşı] geçerim, görmüyor musun su çok derin?"
Deve:
"Hele bir
görelim, ne kadarmış bu su," diyerek ırmağa daldı. Su ancak dizlerine
kadar çıkmıştı. Güldü. Fareye:
"A korkak cüce..
Derin dediğin su, ancak diz boyu.. Korkacak ne var. Haydi dal suya da, karşıya
geçelim..."
Fare titriyordu.
Deveye yalvardı:
"Ey büyük üstad!
Dizden dize fark var. Bu ırmak sana diz boyu ama, bana koca bir deniz.. Sana
iki adımlık bir su birikintisi, bana aşılamayan bir nehir.."
Deve dayanamadı,
konuştu:
"Öyleyse bir daha
küstahlık yok. Boyundan büyük işlere girişme.. Kendin gibilerle boy ölçüş..
Haydi titreyip durma, sıçra da hörgücüme bin. Seni de, senin gibi yüzlercesini
de karşıya geçirebilirim. Bu sana bir ders olsun..."
Uçsuz bucaksız bir
ormanda azılı bir Arslan yaşıyordu. Ormandaki tüm hayvanlar, korku içindeydi.
Böyle yaşamaktansa bir çare aramak zorundaydılar. Düşündüler, taşındılar,
aralanndan bir heyet seçerek arsiana gönderdiler.
"Ey ormanların
şahı Arslan... Hergün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun... Buna bir
diyeceğimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen tahtında otur, sana hergün içimizden
birini yollarız, sen de rahatça yersin. Böylece, biz de sen de huzur içinde
ömrümüzü geçiririz" dediler.
Bu teklif arslanm
hoşuna gitti ve kabul etti. Artık her sabah bir hayvan Arslan'a teslim
oluyordu.
Günlerden bir gün,
sıra tavşana geldi. Hayvanlar:
"Eh ne yapalım,
kısmet böyle... Çoğumuzun rahatı için birimizin Ölmesi gerek... Haydi vakit
geçirmeden yola düş... Arslanı kızdırmayalım..." diye teselli de
bulundular ama tavşan işi ağıra
aldı, pek aldırmadı. Hayvanlar telâşlandılar. Nihayet yalvara yakara tavşanı
yola düşürdüler...
Tavşan, kaygısız, seke
oynaya Arslanın huzuruna geldiğinde vakit bir hayli ilerlemişti.
Açlıktan ateş püsküren
Arslan, kükredi: "Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?"
Tavşan, yalancı bir
telâşla terlerini silerek, boynunu büktü:
"Aman efendim,
ben saygıda kusur etmedim. Sabah erken yola çıktım ama başka bir Arslan yolumu
kesti, elinden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilmezsiniz?"
Arslanm öfkesi
büsbütün başına vurdu:
"Kim bu küstah?
Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kim miş o, çabuk söyle?"
Tavşan durumdan
memnun, hep öteki Arslan'ı övdü, böylece Arslan'ın onurunu incitti. Arslan
dayanamadı... "Düş önüme, göster bu alçağı..." dedi.
Yola koyuldular.
Tavşan Arslan'ı bir kuyunun başına getirdi:
"İşte sultanım,
yolumu kesen o arslan bu kuyunun içinde.. Bakınız nasıl da kurulmuş..."
Arslan, hırsla kuyunun
içine baktı. Suda kendi görüntüsünü gördü. Hırlayınca, kuyudaki aksi de
hırladı. Tavşan firsatı kaçırmadı:
"Görüyor musunuz
efendim? Size nasıl da meydan okuyor.."
Arslan büsbütün
hiddetlendi, gözleri döndü.
"Bir diyardaki
iki sultan olmaz, parçalamahyım onu..." diye mırıldandı, ardından kendini
kuyuya attı.
Bu kendi sonu oldu..
Tavşan yemyeşil
çayırlarda seke seke giderek hayvanlara kurtuluşu müjdeledi...
Bir çakal bir boyacı
küpüne düştü. Küpün içinde biraz kaldıktan sonra postu boyanmış olarak küpten
çıktı. Küpten çıktığında, derisinin ve tüylerinin boyandığını gördü.
Boyalı tüyleri parlak
bir renk almıştı. Güneş vurdukça renkler parlıyordu. Tüylerini böyle rengarenk
gören çakalın aklı başından gitti. Diğer çakalların yanma koştu. Onlara
kendini gösterdi. Çakallar onu böyle görünce:
"Ey çakal nedir
sendeki bu hal?.." dediler. "Bu rengarenk tüyler, bu sonsuz neşe
sana nereden geldi?.. Böylesine gururlanıp kibirlenmenin sebebi nedir?.."
Çakallardan biri öne
çıktı:
"Ey dost!.. Sen
hile mi yapıyorsun?.. Yoksa sen manevî bir mükafata kavuşup salihlerden biri mi
oldun?.. Bence böyle boyanarak meydana çıkıp boş laflar ederek kendini
göstermen, bizleri kandırmak için hilekarlıktır. Hileye sapıp utanmazlığı ele
aldın. Manevî zevkler Enbiya ve Evliya gibi Allah dostlarına, utanmazlık da
hilekarlara mahsustur. Senin gibiler, bizim gibi saf kişilerden iltifat görmek
için biz hoşuz, salih kimselerdeniz derler. Halbuki, sizler hiç de hoş olmayan
kimselersiniz."
Bu sözleri duyan
çakal, konuşan çakalın yanına geldi. Kulağına fısıldayarak konuştu:
"Bak şu
renklerime!.. Kimin benim rengimde bir putu var. Görüyorsun ki tıpkı bir gül
bahçesi gibi güzel bir hale gelmişim. Böylesine güzel renkler taşıyorum. Bana
karşı gelme, çabuk karşımda eğil, secde et!.."
Sonra bütün çakallara
seslendi:
"Ey çakallar!..
Aklınızı başınıza toplayın, sakın bana çakal demeyin. Bu güzelliklerin bir
çakalda bulunması mümkün mü?.."
Bu sözleri duyan diğer
çakallar etrafına toplandılar. Biri:
"Efendimiz, size
ne dememizi istersiniz?.." dedi. Boyalı çakal gururla:
"Bana müşteri
yıldızına benzeyen erkek tavus kuşu deyin" dedi.
Biri sordu:
"Peki ama
tavuslar gül bahçelerinde cilveler yapar, nazlı nazlı dolaşırlar. Sen de öyle
cilve yaparak dolaşabilir misin?.."
"Hayır!.."
"Peki tavuslar
gibi ötebilir misin?.."
"Hayır!.."
Çakallar üstüne
yürüdü.
"Ey sahtekâr!.."
diye bağırdılar. "O halde sen tavus değilsin. Boşuna bizi kandırmaya
çalışma. Tavusun renk renk olan tüyleri kökten gelir. Sen geçici renklerinle
nasıl olur da tavus olduğunu iddia edersin."
Zengin bir adam, evinde
güzel sesli, konuşkan, şen, şakrak bir papağan beslemekte, onunla
eğlenmektedir. Bir gün, ticaret için Hindistan'a gitmek üzere yol hazırlığına
başlar. Ev halkının her birine ayrı ayrı:
"Söyleyin, size
Hindistan'dan ne getireyim? Ne istersiniz?..."
Diye sorar. Herkes bir
şeyler ister. Sıra papağana gelince adam:
"Sen de söyle
bakalım güzel kuşum. Sana ne getireyim?" der.
Papağan boynunu büker:
"Madem ki
Hindistan'a gidiyorsun, oradaki papağanları görünce, benim halimi etraflıca
anlat. De ki, sizin hasretinizi çeken bir papağanım var. Bizim evde bir kafeste
hapsolmuştur. Size selâm söylüyor ve sizden yardım istiyor. Yazık değil midir
ki ben burada, gurbet ellerde acı çekeyim de siz yeşillikler, ağaçlar
arasında, gül bahçelerinde dolaşınız. Dostların vefası böyle mi olur? diyor
de..." Adam:
"Pekâla, bütün
bunları söyleyeceğim..."
Diyerek yola düşer.
Hindistan sınırlarına girdiği zaman, gerçekten dallarda ötüşen bir kaç papağan
görür. Atını durdurup, onlara seslenir. Papağanın kendisine söylediği sözleri
birer birer anlatır. Bu sözleri dinleyen papağanlardan biri, titremeğe başlar.
Az sonra da, nefesi kesilir, düşüp Ölür.
Adam bu duruma çok
üzülür:
"Yazık, bir cana
kıydım. Herhalde benim papağanımın ya sevgilisi, ya akrabasıydı. Keşke konuş
masaydım, haber vermeseydim. Zavallıyı, yaktım, canına kıydım."
Diye düşünür. Bu
üzüntüyle Hindistan'a gelir, alışverişini yapar, herkese ayrı ayrı
hediyelerini alır... Bir süre sonra da memleketine döner.
Evinde hediyeleri
dağıtırken, papağan seslenir.
"Bu kulun armağanı
yok mu? Hindistan'da ne gördün, oradaki papağanlara ne söyledin?"
Adam gördüklerini
anlatmak istemez ama, papağan ısrar eder, o zaman Tacir:
"Söyleyemem. Bir
aptallık ettim senden onlara haber götürdüm, şimdi pişmanım, o sözlerden"
der. Papağan:
"Efendim, niçin
pişmansın. Bu üzüntüye sebep nedir? Lütfen söyle..."
Adam bu ısrara
dayanamaz:
"Ne olacak?"
der. "Senin şikâyetlerini onlara iletince, içlerinden biri, dayanamadı,
titreyerek düşüp öldü. Şimdi ben, "Ne yaptım da söyledim" diye
pişmanlık içinde kıvranıyorum. Ama olan oldu."
Papağan bu sözleri
işitince o da titremeğe başlar. Biraz sonra da kaskatı kesilir!. Adam durumu
görür görmez:
"Eyvah!.."
der... "Ey güzel papağanım, ey güzel sesli kuşum, ey gönlümün neş'esi,
sana ne oldu böyle. Vah yazık..."
Diye inlemeğe başlar.
Papağanı kafesten çıkararak dışarı atar. Atmasıyla da papağan birdenbire
firlayarak bir dala sıçrar. Adam şaşırmıştır. Papağana seslenir:
"Hey, bu hal
nedir? Ne oluyor?" Papağan şen, şakrak cevap verir:
"Hindistan'daki
papağan o hareketiyle bana bir öğüt verdi. Dedi ki: "Konuşmayı, neşeyi,
ötüşü bırak çünkü sen bu hallerinle kafestesin." Ve sonra kendisini ölü
göstererek: "Benim gibi yap! Benim gibi öl ki kurullasın.." demek
istedi."
Papağan bunları
söyledikten sonra, daldan dala sıçrayarak uzaklaşır, gider.
Bir adam ormanda
gezerken uzun bir yılanın bir ayıyı sarmış olduğunu gördü. Eline aldığı bir
taşla yılanın başını ezerek ayıyı yılandan kurtardı. Ayı da bu iyiliği için ona
dostluk gösterdi ve peşinden gitti.
Akıllı biri ona,
ayıdan dost olmayacağını, bir yolunu bu-lup ondan ayrılması gerektiğini ısrarla
söylemesine rağmen adam, bunun kıskançlık olduğunu sanarak o adamı dinlemedi.
Ve ayı ile dostluğunu
devam ettirdi.
Nihayet yorgun
düştükleri bir yerde, bir ağacın altında oturup dinlenirken adam uykuya daldı.
Ayı, başında nöbetçi gibi bekledi ve yüzüne konan sinekleri kovmaya çalıştı.
Ancak ne kadar kovsa
da sineklerle baş edemeyince kızdı. En son büyük bir kaya parçasını alarak
adamın yüzünün üzerine koydu ve adamı öldürdü.
Eskiden Türk
boylarından birinin yaşadığı bir beldede bir Bey, atıyla giderken yolun
kenarındaki ağacın altında uyuyan bir adam gördü.
Baktı ki, siyah bir
yılan, kendi aşiretinden olan o adamın açık ağzından içeri giriyor. Adam her
şeyden habersiz derin uykusunu sürdürüyordu.
Bey, hemen atından
inip adamın yanına gitti ve onu uyandırdı. Adam, karşısında Beyi görünce hemen
toparlanıp kalktı ve "Buyur Beyim, birşey mi oldu?" diye sordu.
Bey, "Hiç itiraz
etmeden yerdeki şu çürük elmayı ye ve şu karşı duvara kadar koş, gel" diye
emretti. Adam, çürük elmayı yiyip koşmaya başladı.
Ama içinden, "Bu
Bey niçin bana zulmediyor? Ben ona ne yaptım da bana böyle muamele
ediyor?" diye düşünüp kızdı.
Derken çürük elma
midesini bulandırdı, koştuğu için de midesi ağzına gelip istifra etti. Bir de
baktı ki, siyah bir yılan, içinden çıkmış. Şaşkın şaşkın Bey'e baktı. Bey dedi
ki:
"Sen uyurken o
yılanın ağzına girdiğini gördüm. Seni uyandırıp, 'îçinde yılan var!' deseydim,
ödün patlar belki de korkudan ölürdün. Sen içindeki yılanı bilmediğin için
çürük elmayı sana yedirip koşmanı istememi zulüm zannettin. Halbuki ben seni o
yılandan kurtarmak için böyle yaptım."
Adam, gerçeği
anlayınca Bey'in ayağına kapandı ve teşekkür edip övgüler yağdırmaya başladı.
Arslan, kurt ve tilki
beraber ava çıktılar. Günün sonunda bir yaban sığın, bir keçi, bir de tavşan
avlamış olarak geri döndüler.
Aslında hepsini arslan
avlıyordu. Kurtla tilki yanında durup onu seyrediyorlardı.
Avlanma bittikten
sonra bir yerde oturdular. Dağlar kralı arslan,
"Kurt kardeş!
Avladıklarımızı aramızda taksim et bakalım!" dedi.
Kurt,
"Yaban sığırı,
arslan payı olarak size düşer. Keçi, benim hakkım. Tavşan da tilkinin
olsun" diye taksim etti.
Arslan bu taksimi
beğenmedi.
"Hepsinin benim
olduğunu bildiğin halde sen nasıl kendine pay çıkarırsın?" dedi ve bir
pençe atarak kurdu yere serdi.
Sonra da tilkiye
dönüp, "Paylaştırma sırası sende" dedi. Tilki,
"Efendim,"
dedi, "bu tavşan sizin sabah kahvaltınız, keçi öğle yemeğiniz, yaban
sığın da mükellef akşam sofranıza lâyık; hepsi de size afiyet olsun. Bana da
size hizmet etme şerefi yeter."
Arslan,
"Tilki kardeş! Bu
paylaştırmayı kimden öğrendin?" diye sordu.
Tilki, biraz ötede
upuzun yatan kurdu göstererek, "Ondan" cevabını verdi.
Adaletli olduğu kadar
merhametli de olan arslan, tilkinin bu cevabından hoşnut olarak şöyle dedi:
"Hiçbirine benim
İhtiyacım yok, hepsini sana bırakıyorum."
Böylece kendine pay
çıkarmayıp, avların hepsini arsla-na lâyık gören tilki, tamamına sahip oldu.
Kazlar suda tehlikesiz
ve kolay yiyecek bularak yaşıyorlardı. Bunu gören bir doğan kuşu onları karaya
davet etti.
"Kazlar!"
dedi. "öylesine suyun içinde gezinip duracağınıza karaya çıkın. Burada
yeşil çayırlar, renkli çiçekler, güzel ve lezzetli ekinler var. Gelin hep
birlikte bu nimetlerden faydalanalım. Suda kalarak kendinize yazık
etmeyin."
Akıllı kaz da ona dedi
ki:
"Ey doğan kuşu
sen bizden uzak dur. Çünkü su bizim kalemizdir, temizdir, bizi korur. Sudan çıkarsak
binbir tehlikeye maruz kalırız. Bizim neşemiz ve sevincimiz sudur. Kırların
yeşil çimenleri, renkli çiçekleri ve ekinleri senin olsun,suyumuz bize
yeter."
Bir varmış bir yokmuş
ülkesinde kuşlara meraklı bir avcı varmış.
Hem yemeye meraklı,
hem de tutup kafese kapatıp seyretmeye, söyletip dinlemeye.
Ormanın kuytusuna
kapanı kurmuş, pusuya yatmış. Tüyleri alacalı bulacalı nadir bulunur az
rastlanır cinsinden bir kuş da gelmiş girmiş kapanın içine.
Avcı ortaya çıkınca
kuş yalvarmaya başlamış:
"Avcı avcı bırak
beni gideyim. Yemeğe kalksan ufacığım, pişirdin mi benden bir lokma bile et
çıkmaz. Kafese kapatsan ağzımı bile açmam, ne şakırım ne konuşurum, ama beni
özgür bırakacak olursan sana üç öğüt veririm ki hem çok mutlu olursun yaşamda,
hem de çok başarıh."
Avcı düşünmüş
taşınmış:
"Eh söyle bakalım
şu üç öğüdünü o zaman bırakırım seni," buyurmuş....
" Önce..."
demiş kuş, başlamış saymaya:
"1-
Sağduyuya, akla aykırı düşecek hiçbir şeye inanma.
2- Yaptığın
hiç bir şeyden pişmanlık duyma, gerçekleştiremeyeceğin şeyler için üzülme
3- Asla ama
asla imkânsızın peşine takılma...." Avcı şöyle bir bakmış kuşa:
"Bu söylediğin
büyük cevherler değil, ben zaten yaşamımda her an bu prensipleri uyguluyorum.
Ama fazla işe yarayacak bir kuş değilsin, o yüzden sözümü tutup seni bırakacağım,"
demiş.
Kuş fırlamış yakındaki
bir ağacın tepesine, açmış ağzını yummuş gözünü..
"Avcı avcı, salak
avcı sen beni herhangi bir kuş mu belledin? Ben bütün kuşlardan daha farklı
bir kuşum.
Kalbim yakuttan benim.
Kalbimin yerinde kocaman bir yakut var, beni kesip kalbimi çıkarsaydm dünyanın
en zengin adamı olacaktın."
Bunu duyan avcı
çılgına dönmüş, bağırıp çağırmaya başlamış... "Seni yine
yakalayacağım" diye tepinmiş, deliye dönmüş hırsından. Hemen ağaca
tırmanmaya başlamış.
Kuş ağacın en üst
dallarından birine adamın erişemeyeceği bir yere konmuş. Avcı üst dala erişip
de kuşu yakalayayım derken yuvarlanmış ağaçtan....
"Nasılsın
bakalım?" demiş kuş, "Öğütlerimi beğenmemiştin, ben bunların hepsini
zaten biliyordum demiştin. Ben sana ne dedim önce? Sağduyuya akla ters gelecek
hiçbir şeye inanma. Be adam kalbi yakuttan kuş olur mu? Hemen inandın, gözün
döndü. Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, yani sonradan pişman olmamak
için bir şeyi yapmadan önce iyice düşün taşın, dedim. Beni bıraktın, ardından
da hemen bıraktığına pişman olup peşime düştün.
Üçüncü öğüdüm,
gerçekleşmesi imkânsız bir şey için boş yere gücünü harcamaydı. Sen beni nasıl
yakalarsın, ben kuşum, uçmuş uçmuş en üst dala konmuşum. Sen oraya nasıl erişirsin
be adam?"
Kuş bunları
söyledikten sonra uçmuş gitmiş.
Kuşlar yüksekten
uçarken gölgeleri de yerde uçar görünür. Budala avcı, başını kaldırıp havada
uçan kuşları görmediğinden, yerdeki gölgeleri gerçek zannediyor ve onlar;
avlamak için ok atıp duruyordu.
Nihayet gölgelerin
peşinde koşmaktan ve ok atmaktar yoruldu. Ok torbası boşaldığı halde bir kuş
bile avlayamadi.
Gün sona ermiş, oklar
boşa gitmişti. Eve eli boş döner ken üzüntü içindeydi. Bütün emekleri ziyan
olmuştu.
Mecnun ayrılık
derdinden dolayı boğaz hastalığına yakalandı. Tedavi için hekim çağırdılar.
Hekim gelip Mec-nun'u muayene etti ve Mecnun'dan kan almaktan başka çare
bulamadı. Kan alma işini yapan bir hacamatçı çağırdılar. Hacamatçı geldi,
Mecnun'un kolunu bağladı. Şişmiş olan yeri keseceği sırada Mecnun bir nara
atarak dedi ki:
"Ey kan alan
adam!.. Ey hacamatçı hekim!.. Paranı al ve git, bana dokunma, damarımı kesme.
îsterse bu dertten Öleyim!.."
Hacamatçı şaşırdı:
"Bundan niçin
korkuyorsun, sen kükremiş arslandan bile korkmazsın. Aslan, kaplan, ayı, kurt
gibi yabani hayvanlar geceleri saf saf etrafında toplanıyorlar, onlardan
korkmuyorsun da, bundan mı korkuyorsun?.."
Bunu duyan Mecnun:
"Hayır,"
dedi. "Beni yaralamandan, damarımı kesmenden korkmuyorum. Benim bütün
vücudum Leyla ile dolu, damarlarımı keserken ona zarar vermenden korkuyorum.
Bir sevgili, âşık
olduğu kişiye, "Yiğidim! dedi. "Sen çok gurbet gezdin, bir çok
şehirler gördün. Söyle bakalım gördüğün şehirlerin hangisi daha güzeldi?"
Sevgilisi hiç tereddüt
etmeden cevap verdi:
"En güzeli,
sevgilinin oturduğu şehir," dedi ve şöyle devam etti:
"Padişah
yaygısını nereye yaydıysa, orası iğne deliği kadar dar da olsa bize bir sahra
kadar geniş gelir. Ay yüzlü Yusuf'un oturduğu yer kuyunun dibi de olsa orası
bize cennetten farksızdır."
Sevgili, âşıklarından
birini huzuruna çağırdı. Âşık sevgilinin huzuruna gelince, ona yazdığı mektubu
çıkarıp okumaya başladı.
Mektup beyitler
hasretleri ve Övmeler gibi bir sürü sözlerle doluydu.
Bunları dinleyen
sevgili:
"Ben buradayken
sen tutmuş huzurumda mektup okuyorsun. Bu boşuna zaman kaybı değil midir? Ben
yanında duruyorum sen tutmuş bana kavuşma arzularını ifade eden mektuplar
okuyorsun Bu nasıl âşıklıktır/' dedi.
Âşık cevap verdi:
"Biliyorum sen
burdasın, fakat ben yanında olmaktan dolayı gereken heyecanı ve mutluluğu
duymuyorum. Sen benim hayat kaynağımdın ben o kaynaktan ölümsüzlük
suyu içiyordum. Şimdi o kaynağı görüyorum
fakat su yo] Suyun yolunu birilerimi kesti?" dedi.
Bunun üzerine sevgili:
"O halde sen bana
değil bendeki hâle âşıksın, hâl ded: ğin şey kalıcı değil an be an değişen bir
şeydir," dedi.
Padişahın biri Mecnun
âşkından deli divane olup çö3 lere düştüğü Leyla'yı merak etmişti. Leyla'nın
bulunu huzuruna getirilmesini emretti. Leyla'yı bulup getirdileı Padişah
Leyla'yı görünce hayretler içinde kalıp sordu:
"Mecnun'un
aşkından deli divane olup dağlara çöller düştüğü Leyla sen misin? Senin öyle
fevkalâde bir güzel ligin olmadığı gibi, sıradan bir kadından hiç farkın yoi
Hal böyle iken nasıl olur da Mecnun senin için deli divan' olur."
Leyla hiç tereddüt
etmeden cevap verdi:
"Padişahım
susunuz! Çünkü sen Mecnun değilsin Bendeki güzelliği görebilmen için sen de
Mecnun'un göz lerinin olması ve bana Mecnun'un gözleriyle bakmaı gerekir."
Padişah bu sözler
karşısında söyleyecek bir şe bulamadı.