Allah'ın Kula Ve Kulun Allah'a Doğru Hareketi:
Kulun Allah'a Yakınlaşmasının Türleri:
Allah'ın Kula, Şahdamarmdan Daha Yakın Olması:
Allah (C.C.) İle Kulun Birbirine Yakınlığı:
Rabbin, Ariflerin Kalplerinde Zuhur Ve Tecelli Etmesi:
Akıl Tecsime Delalet Eder Mi?:
Çeşitli Taifelerin İddiaları Ve Bilgi Kaynakları
Konusunda Özet:
Hakk'a Götüren Yol, Peygamberlerin Gösterdiği Yoldur:
Yaklaşmanın çeşitli
yorumları üzerine:
Allah (c.c.) şöyle
buyuruyor:
"Secde et ve
yaklaş. (Alak: 96/19)
"Allah'tan korkun
ve O'na yol arayın. (Maide: 5/35)
"Onların
taptıkları da hangisi daha yakındır diye Rablerine (yaklaşmak için) vesile
ararlar." (İsra: 17/57) "Eğer o yaklaştırılmış kimselerden ise. (Vakıa:
56/88)
Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyuruyor:
"Kim bana bir
karış yaklaşacak olursa, ben ona bir kulaç yaklaşırım.[1]
"Kulum, üzerine
farz kıldığım şeyleri eda etmek kadar başka hiçbir işle bana daha yakın
olamaz. Ve ben onu sevinceye kadar, o, nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder. [2]
"Onların her
birisi birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabul edildi. (Maide: 5/27)
"Bize ateşin
yiyip bitireceği bir kurban getirmedikçe. (Al-i İmran: 3/183)
gibi ayetlerde geçen
"kurban" ve benzeri kelimeler, kulun yapmış olduğu birtakım ilim ve
amellerin, kendisinin ortaya koyduğu bir hareketle ve bir halden bir başka
hale geçmekle meydana geldiğini göstermektedir.
Bununla birlikte ya
ruhu ve zatiyla hareket etmekte, ya da etmemektedir. Eğer bunlar harekete
geçecek olursa, onun bu hareketi ya Allah'ın (c.c.) zatına veya başka bir şefi)
Buhari Tevhid: 15, 50 Tevbe: 1; Müslim Zikir: 2, 3,
ye doğrudur. Eğer bu
hareket Allah'ın zatına doğru bir hareket ise, yüce Allah'ın o kişiye
yaklaşması, gitmesi, gelmesi gibi fiiller üzerinde durmak gerekir. Çünkü
Allah'ın bu yakınlaşması ya kulun yaklaşmasının bir mükafatıdır, ya da yüce
Allah'ın dünya semasına inmesi gibi şekillerde ortaya çıkması söz konusudur.
Bu konuda ilk olarak
felsefe ile uğraşanların görüşlerini ele alalım. Onlar şöyle der: "Ruh
bedenin ne içindedir, ne dışındadır. O ne hareket, ne de sükun ile
nitelendirilebilir." İslam dinine bağlı olan bazı kimseler de bu konuda
felsefecilere uymuştur.
Bunlara göre kulun
yakınlaşması, nefsindeki birtakım ayıp ve kusurları gidererek, güzel sıfatlar
ile onu kemale doğru ulaştırıp Rabbe yaklaşacak hale getirmesi, anlam bakımından
ona benzerlik noktasına yaklaştırması demektir. Bunlara göre; felsefe, insanın
gücü oranında ilaha benzemeye çalışmasıdır. Ruhun hareket etmesi ise
imkansızdır.
Meleklerin yakınlığı
ile ilgili olarak da aynı şeyleri söylerler. Nefsin kusurlarından
arındırılarak, kişinin kendisini güzellikler ile donatıp nefsini kemale doğru
götürmesini hak kabul etmeleri yanında, bunun ötesini reddetmeleri bir hatadır.
Onlar insanın cisminin Rabbin eserlerinin zuhur ettiği mescitler, semavat,
ariflerin bulundukları yerler gibi mekanlara doğru hareket ettiğini kabul
ederler.
Bunlara göre
Rasulullah'ın (s.a.v.) miracı, sadece kainatın gerçeklerinin ona açılması
anlamını taşır. Nitekim İbn Sina ve Aynu'I- Kudat gibi onu izleyenlerle,
"el-Metalibu'i-Aliye" adlı eserinde İbnu'l-Hatib gibi kimseler miracı
bu şekilde yorumlamaktadırlar.
İkinci görüş, Allah'ın
(c.c.) Arş'ın üzerinde olmadığını, O'na Arş'ı ve Kürsr yi nisbet etmenin aynı
şeyler olduğunu söyleyen, "O alemin ne içinde ve ne de dışındadır."
diyen kelamcıların görüşüdür. Ancak bunlar kulun ve meleklerin hareketliliğini
kabul ederek şöyle derler: "Kulun Allah'a (c.c.) yakın olması,
kişiliğinin Allah (c.c.) katında şerefli olan mekanlara doğru hareketidir. Bu
mekanlar ise Semalar, Hamele-i Arş ve Cennet'tir." Rasulullah'ın (s.a.v.)
miracını da bu şekilde açıklarlar. Bunlar ve bunlardan öncekiler, kulun
bedeninin ibadet esnasında olduğu gibi, şerefli mekanlara doğru hareket etmesi
konusunda görüş birliğinde olmakla beraber, nefsinin hareketi konusunda
anlaşmazlık içindedirler.
Birinciler
"Nefsin Hareketi"ni onun bir halden bir hale geçmesi anlamında kabul
eder ve bir mekandan başka bir mekana geçmesi anlamında kabul etmezler. Aynı
şekilde cismin ve ruhun hareketi konusunda ittifak etmekle birlikte,
diğerlerine göre bu hareket, Allah'ın (c.c.) marifetinin fark edildiği gökler,
mescitler, Allah'ın (c.c.) velileri, Allah'ın (c.c.) isim ve ayetlerinin tecelli
mekanları gibi yerlere doğru hareket şeklindedir.
Üçüncü görüş Ehl-i
Sünnet ve'1-Cemaat'in görüşüdür. Bunlar Allah'ı (c.c.) Arş üzerinde kabul
ederler. Arş'ı taşıyanların kendilerinin dışında kalanlara oranla ve üst semadaki
meleklerin, ikinci semadaki meleklere göre Allah'a (c.c.) daha yakın olduğunu,
Rasulullah (s.a.v.) semalara miraca çıkınca, miracında ve yükselişinde
ilerledikçe daha yakın olduğunu ve Allah'a (c.c.) doğru yükseldiğini, onun
sadece bir mahlukuna doğru olmadığını, namaz kılanın ruhunun secde halinde
-bedeni aşağılarda olsa bile- Allah'a (c.c.) yaklaştığını kabul ederler. İşte
Kitab'ın nasslannm ifade ettiği de budur.
Diğer taraftan
"Rabbin kuluna yaklaşması" konusuna gelince: Rabbin yakınlaşması,
acaba bu yakınlığın gereklerinden midir? Mesela, haccedilen Beyt, duvar ve dam
gibi yerinde hareketsiz duran herhangi bir şeye doğru gittikçe ona yaklaşmış
olmak türünden midir, yoksa Rabbin de yaptığı
bir çeşit yakınlık
mıdıv? Yani sen. sana doğru hareket etmekte olan bir şeye yaklaşma halinde
olduğun gibi o da sana doğru hareket edip yaklaşır mı: yani sen bir iş
yaparken o da başka bir iş mi yapmaktadır? Bu konuda Ehl-i Sünnet'in iki ayrı
görüşü vardır ve bu görüşler bundan önce geçmiş bulunan "Sıfat-ı
Fiiliye" kaidesi ile ilgili bulunmaktadır. Nüzul meselesi ve diğer
meselelerde olduğu gibi. bu konuda yapılması gereken açıklamalar da bundan
önce geçmişti.
Rabbin has kullarına
yaklaşıp kalplerine tecelli etmesiyle ilgili rivayetler bu türdendir. Nitekim
İmam Ahmed'in "Zühd" adlı eserinde şu rivayet kaydedilmiştir:
Musa (a.s.) dedi ki: "Rabbim
seni nerede bulabilirim?" Rabbi şöyle buyurdu:
"Benim uğrumda
kalpleri kırık olanların yanında. Her gün onlara bir karış yaklaşırım. Bu
olmasaydı o kalpler yanardı."
Bu tür yakınlaşma,
felsefecilerle Cehmiyye'ye göre, O'mın sadece zuhuru ve kulun kalbine
tecellisidir. Bu misal (ide)in yakınlaşmasıdır.
Diğer taraftan
felsefeciler ruhun hareketini kabul etmezken. Cehmiyye ruhun yüksek bir mekana
doğru hareketinin caiz olduğunu kabul etmektedir. Ehl-i Sünnete göre ise,
tecelli ve zuhur ile birlikte, kulun zatı Rabbinin zatına yaklaşır, Allah'ın
(c.c.) zatının kula doğru yakınlaşmasının (tlünuv) cevazı konusunda iki ayrı
görüş bulunmaktadır. Bu görüşleri başka yerde geniş bir şekilde açıkladık.
Kelamcılardan bunu
kabul etmeyenlerin görüşüne göre, Rabbin gelmesi ve nüzulü, ancak O'nun kuluna
tecellisi ve zuhuru ile olabilir. Buda, kul ile birlikte bulunan batini, ya da
zahiri müşahedeyi engelleyen perdelerin kalkması şartına bağlıdır. Nitekim kör.
ya da ışıktan gözleri kamaşan bir kimse, körlüğü geçip gözleri açıldığında,
güneşi veay'ı gördüğünde: "Güneş ve Ay bana göründü" der. Bu,
felsefi-
cilerden, Mutezile ve
Eş'ariye'den yakınlaşmayı reddedenlerin görüşüdür. Şu katlar var ki Eş'ariler,
Mutezile'nin kabul etmediği bazı konularda rü'yet'i kabul ederler. Aralarında
kastettikleri anlamda onlara uyum gösterenler de vardır.[3]
Ehl-i Sünnet
ve'I-cemaat'e mensup selefin, hadis ve marifet ehlinin, onlara tabi olan
fukaha ve sufilerin, çoğunluğun ve yine birtakım kelam ehlinin görüşüne
gelince; Rabbin inmesi, gelmesi, kulun hareketi, ona yaklaşması ve ona doğru
gitmesiyle olabilir. Bu kulun basiretinin inkişafının dışında bir şeydir. Bu
yalnızca bir bilgidir. Bunlara göre bu durum, kulun bilgi ve ameli ile olursa,
hem keşif, hem de ameldir.
Eş'ariler ve onların
yolundan giden keiamcilar, kul tarafından bir hareketin ortaya çıkmasını
reddetmezler. Onlara göre bu mümkündür. Ancak onlar, bundan önce degeçmiş olduğu
gibi, kulun Allah'a (c.c.) doğru hareketini kabul etmezler. Bazıları şanı yüce
Allah'ın gelişini:
"Rabbine, sana
yakın (ölüm) gelinceye kadar ibadet et." (Hicr: 15/99)
buyruğuna benzetirler.
Yani buradaki "yakin"den kasıt, ölüm ve ondan sonra karşılaşılacak ve
başa gelmesi kesin olan olaylardır.
Ben derim ki; bu
aslında yüce Allah'ın şu buyruklarına benzer:
"Fakat o en büyük
bela (olan Kıyamet) geldiğinde..." (Naziat: 79/34)
"O kulakları
sağır edici (ikinci üfürüş) geldiği zaman... (Abese: 80/33) "Artık onun
(Kıyametin) alametleri gelmiştir." (Muhammedi 47/18)
Burada bizzat
kendisinin zuhurunu ve tecellisini kastetmiştir.
Ben derim ki: Bu
manayı kapsamakla birlikte, yalnızca onun zuhuru ve tecellisi kastedilmeyip,
aynı şekilde kulun ona doğru hareketi de kastedilmektedir. Hem eğer o sakin
ise. onun gelişi, kulun kendisine doğru gelişinin gerekle arasındadır. Onda bir
hareket bulunmakta ise, bizzat kendisinin gelişi söz konusudur. Eğer kul
kendisine doğru gitmekte ise de durum böyledir. Yakinin gelişi. Kıyametin
gelişi de bu şekildedir. Rububiyet açısından kul ile ilişkisi bulunmayan hicab
(örtü)lann kaldırılması ile olur. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor:
"Onun hicabı nur (veya nar) dır. Bu hicabını açacak olursa, onun yüzünün
aydınlığı mahlukatından gözünün değdiği herbir şeyi mutlaka yakardı.[4]
O halde burada kullan
idrakten alıkoyan birtakım hi-cablar söz konusudur. Nitekim bazen bulutlar ve
tavanlarda güneş ile ay arasında bir hicab oluşturur. Ancak bunlar aradan
kalktığında güneş ve ay görünür.
Bu hicabların Allah'ın
(c.c.) görmesine ve idrak etmesine engel oluşturmalarına gelince; hiçbir
müslüman böyle bir şeyi söyleyemez. Çünkü ne yerde ve ne de gökte zerre ağırlığında
hiçbir şey Allah'a (c.c.) gizli değildir. O siyah karıncanın kapkaranlık bir
gecede kaya üzerindeki hareketini dahi görür. Ancak nurunun mahlukatına
ulaşmasını hicab-larla engeller. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
"Hicablarını
açacak olursa, yüzünün aydınlığı mahlukatından gözünün değdiği herbir şeyi
elbette yakardı." Şanı yüce Allah'ın basar (gönne)ı bütün mahlukatı idrak
eder. Zatının nuru, aydınlığı ise, "nur" veya "nar" hicabı
ile perdelidir.
Cehmiyye ise
kesinlikle onun hakkında hicabiann varlığını kabul etmezler. Çünkü onlara göre
yüce Allah. Arş'm üzerinde değildir. Ali'den (r.a.) rivayet ettikleri uydurma
haberi buna delil getirirler. Bu habere göre güya Ali (r.a.):
"Yedi gök ile
hicablanana yemin ederim ki, öyle değil" diye yemin eden bir kasabı
işitince, kamçısını kaldırıp ona vurur. Bu sefer kasap:
"Ey müminlerin
emiri. ben bu yeminimin keffaretini ödeyeyim mi?" deyince Ali (r.a.) şu
cevabı verir.
"Hayır, fakat sen
Allah'tan başkasının adıyla yemin etmiş bulunuyorsun."
Buiıaberin sağlam bir
senedi bulunmuyor. Doğru olduğunu kabul etsek bile, Ali'nin (r.a.) bu şekilde
yemin eden kimsenin, yüce Allah'ın- mahlukatını idrak edemeyecek şekilde hicab
arkasında bulunduğunu kasdetmiş olacağını anlamış kabul edilir; böyle bir
anlayış ise şüphesiz batıldır. Fakat mahlukatmın onu idrak etmemesi
anlamındaki perdelenme böyle değildir.
Nitekim şu sahih hadis
de bunun delilidir:
"Cennetlikler
Cennete girince bir çağrıcı:
'Ey Cennet ehli!' diye
seslenir, "Allah'ın size vermiş olduğu bir sözü vardır. O size vermiş
olduğu bu sözünü yerine getirmek istiyor." Cennetlikler şöyle der:
'Bu söz ne olabilir?
Yüzlerimizi ağartmadı mı, terazilerimizi (iyiliklerle) ağırtaştırıp bizi
Cennete sokarak ateşten korumadı mı?' Bunun üzerine yüce Allah aradaki hicabı
kaldırır ve onu görürler. Kendilerine, zatına görmekten daha sevimli hiçbir şey
verilmiş değildir." İşte (ayette sözü geçen) "ziyade" budur.[5]
Cehmiyye'den
Rü'yetullarrı kabul edenlere göre, herkesin hicabı kendisi ile birliktedir. Bu
hicabın açılması, kişide idrakin yaratılmasıdır; yoksa hicab başlıbaştna ve ayn
bir şey değildir.
Allah'ın (c.c.)
gelmesi, nüzulü ve yaklaşmasının, ondan bir hareket ve intikal ile olup
olmadığı konusunda ise, bizim mezhebimizden olan ve olmayan sünnet ehlinin iki
görüşü vardır. En doğruyu bilen Allah'tır (c.c).
Alemlerin Rabbi
Allah'a (c.c.) hamd, Muhammed'e (s.a.v.) ve onun aile efradına salat ve selam
olsun. [6]
Felsefeyi, insanın
gücü oranında ilaha benzemek olarak anlayan kimseler vardır. Bu şekildeki bir
yorum Ebu Ha-mid el-Gazzali ve ona benzer bazı kimselerin sözleri arasında da
geçmektedir. Bunlar hakiki bir yakınlığı kabul etmezler. Böyle bir yakınlık
ise, bilinen ve makul bir yakınlıktır. Yakın kullarının yakınlığını, ona
yakınlık olarak değil de, sevabına ve ihsanına yakınlık olarak kabul edenlerin
görüşlerinde buna rastlanır. Bu gibi kimseler muattıladandır.
Çünkü Allah'ın (c.c.)
sevabı ve ihsanı, kullarına ulaştığı gibi, onlar da ona ulaşırlar. Yemek ve
giyinmek yoluyla onun onların içine, onların da onun içine girmeleri şeklinde
birbirleriyle karışırlar. Eğer onlar, bizzat O'nun Cennetinde nimetleri ve
sevabı içerisinde bulunuyor iseler, kulları O'nun ihsanına yakın olmayı, nasıl
gayelerinin en büyüğü olarak kabul edebilirler? Hele mukarreb
(yakınlaştırılmış) olanlar, kitapları İlliyyin'de olan Ashab-ı Yemin ve
Eb-rar'ın da üstündedir:
"İlliyyin'in ne
olduğunu sana bildiren nedir? O yazılmış bir kitaptır. Mukarreb (olan melek)
ler onu müşahede ederler. Şüphe yok ki o iyiler, nimetler içindedirler.
Tahtlar üzerinde seyrederler. O nimetlerin güzelliğini
yüzlerinde görür görme
tanırsın. Onlara mühürlü, halis şaraptan içirilecektir ki, onun mührü mistir.
O halde yarışanlar bunun için yarışsın. Onun katkısı "tesnim"dendir.
O (tesnim) bir pınardır ki, ondan yakın olanlar içerler. (Mutaffifin: 83/19-28)
İbn Abbas: "ondan
yakın olanlar içerler" cümlesiyle ilgili olarak, onlar ''katıksız olarak
içecekler" demekte, Ashab-ı Yemin'e ise katkılı olarak verileceğini
söylemektedir.
Böylelikle Ebrar
(iyiler) in aynı nimetler içinde olduğu, onların da şanı yüce Allah'ın
nitelendirmiş olduğu şaraptan içecekleri, tahtları üzerine oturarak
seyredecekleri haber verilmektedir. Durum böyle olduğuna göre, nasıl olur da Mukarrebun
(yakinlaştırılmiş olanlar) un ki onlar herhangi bir şekilde katılmayarak, katkısız
bir şekilde içecek halleriyle diğerlerinden daha üstün ve yücedirler-
yakınlıkları, sadece bu içinde bulundukları nimetlerden ibarettir denilebilir.
Bu görüşün yanlış olduğu, basit ve asgari bir düşünce ile rahatlıkla
belirlenebilir.
İkinci mesele ise,
zatının gerekleri arasında bulunan "yakınlık" hakkındadır. İlim ve
kudret gibi. Hiç şüphesiz ki O, ilmiyle, kudretiyle ve tedbiriyle bütün
yaratıklarına yakındır. Zeval bulmamak üzere onların hallerini bilir ve yine
zeval bulmamak üzere onların üzerinde muktedirdir. Bütün Ehl-i Sünnet'in ve
genel olarak grupların görüşü budur. Kaderiyye ve Rafızilerle onların
benzerlerinden onun kadim ilmini reddedenler, ya da Rafızi. Mutezile ve başkalarından,
olayın meydana gelmesinden önce o işe kadir olduğunu inkar edenler dışında
kalan bütün sünnet ehli ve taifelerin görüşü budur.
Zaman zaman ve bu
konuda özel olarak hiçbir şeyle ilgili olmamak üzere, lazımı bir yakınlık ile,
nefsiyle mahlukatına yakınlığına gelince; bu konuda insanların iki ayrı görüşü
vardır;
"O zatıyla her
mekanda vardır", diyenler bu görüşü kabul eder. Bunu kabul etmeyenlerin
de bu konuda iki görüşleri bulunmaktadır.
Birincisi; bu tür
yakınlığı kabul eder. Bu görüş kelamcı-Iardan, sufilerden ve onların dışında
kalanlardan bir grup kimsenin görüşüdür. Onlara göre Allah (c.c.) ArşMn üstündedir
ve böyle bir yakınlığı da kabul ederler.
Bir başka topluluk ise
bu yakınlığı kabul etmekle birlikte, Arş'in üzerinde olduğunu kabul etmezler.
Kullarının kendi zatına yakınlıkları, kendisinin de onlara yakınlığı seleften,
hadis ehlinden, fukahadan, sufilerden ve kelamcılar-dan çoğunluğun görüşüne
göre, imkansız görülmediğinden dolayı, ona yakın olmanın imkansızlığı
noktasından hareket le, yakınlığından söz eden her bir nassın tevil edilmesine
gerek yoktur. Diğer taraftan ona yakın olmanın caiz olması, imkansız
olmaması, yakınlığından sözedilen her yerde nefsi y-le yakınlığının murad
edilmiş olması da gerekmemektedir. Aksine bütün bunlar caiz hususlar olarak
kalır ve gelen nas incelenir. Eğer bu nas buna delalet edebiliyorsa, öylece kabul
edilir, diğerine delalet ediyorsa ona göre kabul edilir. Bu ise. daha önce
geçtiği üzere gelmek ve varmak (ityan ve meçi") lafızlarında söz
konusudur.
Bir yerde onlara göre
bizzat kendisinin gelişme nas delalet etmekle birlikte, bir başka yerde
kendisinin azabıyla geldiğinin delili vardır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruklarında
durum böyledir:
"Nihayet Allah
onların binalarının temellerine geldi (yani temellerinden yıkmayı
diledi)." (Nahl: 16/26)
"Fakat Allah (in
azabı) onlara hesaba katmadıkları taraftan geldi." (Haşr:59/2) Bunun
üzerinde iyi düşünmek gerek. Çünkü bu sıfatları reddedenler ile kabul edenler
ve nassın bunlara delaleti üzerinde tartışanlar, bu noktada çoğunlukla hataya
düşüyorlar. Herhangi bir kimse bu lafzı nerede varid olursa olsun, sıfata
delalet etsin ve bu sıfat bu na.sta açık olsun, yani açıktan açığa görülsün
ister.
Diğer taraftan bunu
reddeden kimse ise. orada sıfata delalet etmediğine göre, burada da delalet
etmemektedir, demeye getirmek ister.
Hatta bazen bu sıfatı
kabul edenler şöyle diyebilir: Burada bu sıfata delalet ettiğine göre. başka
nasda da aynı şekilde delalet edebilir. Hatta birtakım nasların ona delalet ettiğini
görünce, şanı yüce Allah'ın sıfatları ile ilgili ayetlerden hangisini
görürlerse, yüce Allah'ın sıfatlarına birisini daha eklediği zannina
kapılırlar. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Herbir nefis:
Allah'ın yanında (kullukta) işlediğim kusurlardan dolayı yazıklar olsun
(bana)" diyecek."
(Zümer: 39/56)
Bu sıfatlan kabul
edenlerden de. reddedenlerden de bazı kimseler bu hataya düşebilmektedir. Ve
bu. hatanın en büyüklerindendir. Çünkü her konuda delalet, ifadenin siyakına,
onu çevreleyen afzi ve hali delillere
göredir. Bu durum yaratıklar için de böyledir. Pek çok yerde sıfat ile ilgili
lafızlarla sıfatlardan başka şeyler anlatılmak istenmektedir. Buna dair
faydalı iki örnek vermek istiyorum: Bunlardan bir tanesi "vech" (yüz)
sıfatı ile ilgildir. Hadis ehli Kilabi-ye, Eş'ariye ve Kerrami'ye gibi Sıfatiyye'ye
mensup kelam-cılar, bu sıfatı kabul ederken. Mutezile ve başkalarının da yer
aldığı Cehmiyye ile Eş'ariyye ve başkalarının yer aldığı Srfatiyye'nin görüşü,
bu sıfatı kabul etmemek şeklindedir. Bu sebeple her iki kesimden olan bazı
kimseler "vech"den sözedilen bir ayeti okuduklarında bunu anlaşmazlık
noktalarından biri olarak kabul ederler. Bu sıfatı kabul eden kimseler, bu
sıfatın başka şekilde tevil edilemeyeceğine inanırken, bu sıfatı reddeden kişi
de bunun sıfat olmadığına dair deli! getirilebildiği takdirde diğer
"vecit" kelimesinin geçtiği ayetlerin de böyle olacağı görüşündedir.
Yüce Allah'ın şu buyruğu buna Örnektir: "Doğu da batı da Allah'ındır.
Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (vechullah) oradadır." (Bakara:
2/115)
Allah'ın (c.c.)
"vech" sıfatını kabul edenlerden ve reddedenlerden bazı kimseler,
bunu. sıfat ayetleri arasına katmışlardır. O kadar ki İbn Huzeyme gibi bazı
kimseler "ula-ike" lafzını, sıfatın kabulünü doğrulayan hususlar
arasında saymış, sıfatsız olarak "nafiye" ile tefsir edilmesini de anlaşmazlık
noktalarında kendileri için delil kabul etmişlerdir.[7]
Bu nedenle yaptığımız
bir toplantıda, bir araya geldiğimiz sırada şöyle demiştim: Bana muhalefet
eden herkese üç yıl süre veriyorum: Seleften, zikrettiğime aykırı olarak bana
tek harf dahi bulup getirirse, gerçekten benim aleyhime delil bulmuş
olduklarını kabul edeceğim. Bu konuda ben de uğraştıkça uğraştım. Benim karşı
görüşümü savunanlar da kitapları araştırmaya devam ettiler. Nihayet Beyhaki'nin
"el-Esma ve's-Sıfat" adlıeserinde yüce Allah'ın:
"Doğu da batı da
Allah'ındır. Her nereye yönelirseniz Allah'ın yüzü oradadır" ayeti ile
ilgili söylediklerini ele geçirdiler. Orada şunu zikreder: "Mücahid ve
Şafii'den burada "Allah'ın yüzü" ile maksadın, Allah'ın (c.c.) kıblesi
olduğunu söylemişlerdir." İkinci toplantımızda onların ileri
gelenlerinden birisi şöyle söyledi: "Ben seleften bunun tevil edileceğine
dair bir nakil getirmiş bulunuyorum." Ben onun neyi hazırlamış
olabileceğini tahmin ettim ve şunları söyledim:
"Her halde sen
onun: "Doğu da batı da Allah'ındır. Her nereye yönelirseniz Allah'ın yüzü
oradadır" ayetiyle ilgili söylediklerini kastediyor olmalısın."
"Evet" dedi.
"Burada maksat
Allah'ın kiblesîdir" deyince şöyle dedi:
"Bu ayeti Mücahid
ve Şafii tevil etmiştir. Bunların ikisi de seleftendir."
Ancak bu sözler benim
sorumun cevabı değildi. Benimle tartıştıkları konuda "vech"in sıfat
olması ve bu sıfatın Allah (c.c.) için olduğunun belirtilmesi söz konusu
olmuyordu. Bunlar benim söylediğim sözleri temel özellikleriyle ele
almışlardı. Fakat cevaplarda da bu görüldüğü gibi. benim sözüm kayıtlayın idi.
Böylelikle bu konuda onların hakkı söyledikleri görüşünü kabul etmedim. Aksine
şunları söyledim:
"Bu ayet
kesinlikle sıfat ayetlerinden değildir. Ve hiçbir zaman sıfat ayetleri tevil
edilmez diyen kimselerin sözlerinin genel kapsamı içerisine girmez."
Bana şunları söyledi:
"Peki, bu ayette
"Vech" ten söz edilmiyor mu?" Ben:
"Burada maksat
Allah'ın kıblesidir" deyince şunları söyledi:
"Bu sıfat
ayetlerinden değil midir?" Şu cevabı verdim:
"Hayır.
Dolayısıyla bu ayet-i kerime anlaşmazlık konularından değildir. Ben burada
"vech" ile ancak kıblenin kastedildiğini kabul edebilirim. Çünkü
"vech" Arap dilinde, cihet ve yön anlamına gelmektedir. "Ben şu
vechi kas-dettim" denirken, "şu tarafa doğru gittim" denilmek
istenir. Yine "şu vech'e doğru yolculuk yaptım" denirse, "şu
cihete yolculuk yaptım" denilmek istenir. Bu gibi örnekler pek çoktur ve
bilinen şeylerdir. O halde "vech", cihet, yani yön demektir. Nitekim
şanı yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Herkesin (her
ümmetin) yüzünü kendine döndürdüğü bir yönü (kıblesi) vardır. (Bakara: 2/148)
Yani herkesin
yöneldiği bir cihet vardı. Burada yüce Allah'ın: "Kendisine yöneldiği bir
kıblesi (viche)" buyruğu, "Her nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü
oradadır."
buyruğuna
benzemektedir. Her iki ayet de lafız ve mana itibariyle birbirine oklukça
yakındır: her ikisi de kıble ile ilgilidir. Vech ve cihet her iki ayette de şu
anlamda zikredilmiştir: Nereye yönelirse yönetsin biz onun karşısında, yani
kıblesindeyiz.
Dedim ki: Zaten
ifadelerin akışı da buna işaret etmektedir. Çünkü yüce Allah: "Her nereye
yönelirseniz" diye buyurmuştur. Buradaki "nereye" (eyne)
zarftır. Yönelmek anlamında kullanılan kelime ise "tevellr kökündendir.
Buna göre anlam şöyle olur: Her nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü oradadır.
Bu şekilde "Allah'ın yüzü", kendisine yöneli-nen yerdedir." diye
ifade edilmiştir. Bu ifade ise.yüce Allah'ın: "Doğu da batı da
Allah'ındır." anlamındaki buyruğundan sonra yer alır ve bunlar bütün
yönleri kapsamaktadır. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyrulur:
"De ki: Doğu da
Batı da yalnız Allah'ındır. O dilediği kimseyi dosdoğru yola kavuşturur."
(Bakara: 2/142) Bu şekilde Allah (c.c). bütün cihetlerin yalnız kendisinin
olduğunu haber vermiş oluyor. Böylelikle buradaki izafetin, bir tahsis ve bir
teşrif izafesi olmuş olduğunun delili oluyor. Sanki ("Allah'ın ciheti ve
Allah'ın kıblesi" anlamında): "Cihetullah ve Kıbletullah"
denilmiş gibidir. Fakat insanlardan bazı kimseler bundan muradın Allah'ın
(c.c.) ciheti, yani kıblesi olduğunu kabul etmekle birlikte, şöyle der: Bu
ayet, sıfatın delilidir ve aynı şekilde kulun Rabbi-ne doğru yöneldiğini de
göstermektedir. Nitekim hadis-i şerifteki şu ifade de buna benziyor:
"Sizden herhangi
biriniz namaza kalktığı zaman şunu bilsin ki Allah onun yüzünü döndürdüğü
taraftadır.[8]
Yine şöyle
buyrulmuştur:
"Kul kendisine
doğru yüzüyle yönelmiş olduğu sürece, Allah da ona doğru yönelir. Bundan
vazgeçip yüzünü çevirecek olursa (Allah da) ondan yüzünü çevirir." Ve sözlerini,
"bu ayet her iki manaya da delalet etmektedir" diyerek sürdürür. Bu
başka bir konu olduğu için. burada açık-. lamasını yapmıyoruz.
"İşte Allah'ın
kıblesi oradadır"denildiği takdirde, kesinlikle bu. üzerinde anlaşmazlık
çıkacak türden ve sıfat. ayetlerinin tevil edilmesini kabul etmeyenlerin
reddedeceği türden bir tevil olmayacaktır. Bu sıfatlan kabul edenlerin
diğerlerine karşı deiil olarak getirebilecekleri türden bir buyruk da değildir.
Bu mana, Özü itibariyle doğrudur ve ayet-i kerime ona delalet etmektedir.
Bununla birlikte eğer bir sıfatın sübutunun delili de oluyorsa, başka bir
konudur. Geriye onların: "Allah'ın yüzü oradadır" sözünün anlamı.
Allah'ın (c.c.) kıblesi oradadır, şeklindeki sözleri kalır. Acaba "cihet
ve "vech" aynı şey olduğu için. kıbleye "vech" denilmesi
türünden midir, yoksa Allah'ın vechine yönelmiş olan kimse. Allah'ın kıblesine
yönelmiş demek mi olur. konusuna gelince: bununla ilgili olarak genişçe ele
alınacak hususlar vardır ki. onların da yeri burası değildir. İkinci örnek ise
"elemr" sözüdür. Şanı yüce Allah: "Bir şeyi dilerse onun emri
sadece ona "ol" demektir, o da hemen oluverir." (Yasin: 36/82) buyruğu
ile:
"Haberiniz olsun
ki yaratmak da, emretmek de yalnız O'nundur. (A'raf 7/54) buyruğu ile bizi bu
gerçekten haberdar edince, seleften bazı kimseler de bundan hareketle
"emf mahluk değildir, aksine O'nun kelamıdır ve bu ayet ve diğerlerinin
gereğince sıfatlarından bir sıfat-olduğuna dair delil getirince; pek çok kişi.
nerede "emr" kelimesi geçiyorsa, bu hükmü uygulamaya kalkışmış.
"emr"i onun sıfatı olarak kabul edip bu "emr"in sıfat olma
delaletini sürdürüp gitmiş, "emr" ifadesini sıfattan başka bir şeye
delil olarak kabul etmeyi de bu iddianın zıttı olarak değerlendirmeye
çalışmıştır. Oysa durum böyle değildir. Ben bunu risalelerimin birisinde şu
şekilde açıkladım: Emr ve benzeri diğer sıfatlar, bazen sıfat için
kullanılmakla birlikte, bazen de sıfatın müteallakı, yani onunla ilgili
bulunduğu şey için de kullanılmaktadır. Mesela. "Rahmet" Allah'ın (c.c.)
bir sıfatıdır. Yaratmış olduğu şeye de rahmet denilir. Kudret de aynı şekilde
yüce Allah'ın sıfatlarındandır. Kudret sonucu meydana getirilmiş olanlara da
(rnakdur) kudret adı verilmektedir. Kudretin makdur ile taallukuna da kudret
denir. Yaratmak da aynı şekilde yüce Allah'ın sıfatlarındandır. Ve O'na
(yaratmak anlamına) "halk" adı verilmektedir. İlim de Allah'ın (c.c.)
sıfatlarından biri olduğu halde, bilinen şeye veya bilinenle ilgili olan
şeylere de "ilim" adı verilir. Görülüyor ki bununla, kimi zaman
sıfat, kimi zaman sıfat ile ilgili olan şey. kimi zaman da bizzat bu ilginin
kendisi kastedilmektedir.
"Emr"
mastardır. Bu emr ile memur edilen (emredilen) kimseye de "emr" adı
verilir. Bu bakımdan İsa'ya (a.s.) "kelime"' adı da verilmiştir.
Çünkü İsa (a.s.) kelime ile meydana gelmiş ve kelime ile olmuştur. Aşağıda
söyleyeceklerimiz Cehmiyye'nin sorularına da cevap oluşturmaktadır:
Cehmiyye, "İsa
Allah'ın kelimesidir ve mahluktur. Kur'an da Allah'ın kelamı olduğuna göre,
mahluktan başka bir şey olamaz." der.
İsa (a.s.), bizzat
Allah'ın (c.c.) kelimesinin kendisi değildir. Ona bu ismin veriliş sebebi,
diğer mahlukların yaratılış kanununun dışında özel bir kelime ile yaratılmış
olmasıdır ve bu kelime ile alışılmışın dışına çıkılmıştır. Ona "ol"
denilmiş, o da olmuştur. Kur'an-ı Kerim ise Allah'ın
(c.c.) kelamının
bizzat kendisidir.
"Yüce Allah'ın
isimleri ve sıfatlan" konusunda varid olmuş naslarla ilgili olarak,
nasların kimi yerde Allah'ın (c.c.) zatına, kimi yerde de zatının sıfatlarına
delalet ettiğini düşünen bir kimse, hiçbir zaman aynı lafzın, aynı manaya
gelmesinin gerekmediğini görecektir. Dolayısıyla burada o .sıfatı veya ismi
kabul edenin iddiasını reddetmek, etmeyenin de iddiası ile tezat teşkil etmek
üzere her yerde bir delil olarak görmeyecektir. Bunun yerine o. herbir ayet ve
hadisi kendi özelliği ve ifade bütünlüğü içerisinde ele alır. Kur'an ve diğer
delaletlerden onun anlamını açıklığa kavuşturan deliller üzerinde durur. İşte
bu Kitap ve Sünnet’i anlamak ve bunları mutlak olarak delil kabul etmek konusunda
oldukça faydalı ve büyük bir esastır. Aynı şekilde istidlal yollarını bilmek,
itiraz, cevap, delili reddetmek, yada onun zıttmı ortaya koymak konusunda da
oldukça faydalıdır. Hatta ihbarı ve inşai bütün ilimlerdi? Kitap ve Sünnet'ten
delil getirmek, yahut karşı delil getirmek, mahluka-tın diğer delillerinde de
oldukça faydalı ve önemlidir. [9]
Kulun Rabbine ve
Rabbin de kuluna, bundan önce sözü geçen iki şekilden birisi, ya da her
ikisiyle yakınlaşması imkansız olmadığına göre. nassm bu manaya delaleti söz
konusu ise; buna hamledifmesi de imkansız olmaz. Eğer ona delil olamıyorsa, o
manaya hamledilmesi de caiz değildir. Hem bu manaya, hem de diğer manaya
tahammülü varsa, orada durulur. Bir cümlede kastedilmesi caiz olan bir anlamın,
hernas da aynı olması gerekmez.
Daha önce Allah'ın
(c.c.) ilmi, kudreti ve tedbiriyle kullarından asla ayrılmayan, yakınlığı
konusundaki açıklamalar geçmiş ve nefsiyle bu şekildeki yakınlık hakkındaki
farklı görüşlerden
sözeclilmişti. Onun arızi ve sürekli yakınlığı ile ilgili, üzerinde ittifak ve
ihtilaf bulunan konular bundan önceki açıklamalardan öğrenilmiş bulunuyor. Şanı
yüce Allah'ın:
"Andolsun ki
insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz.
Biz ona şahdamarından daha yakını. (Kaf: 50/16)
anlamındaki buyruğu
konusunda bazı kimseler için herhangi bir tevil gerekli değildir. Kimisi de
bunun tevili gerektirdiğini kabul eder. Ben de diyorum ki; bu ayetle, ya bizzat
yüce Allah'ın yakınlığı ya da meleklerinin yakınlığı kastedilmiştir. Nitekim bu
konuda farklı görüşler bulunmaktadır. Eğer bundan maksat, meleklerin yakınlığı
ise, bundan sonra gelen;
"Onun sağında ve
solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini)
kaydetmektedir." (Kaf: 50/17) buyruğu ile şanı yüce Allah, bizzat kendi
ilmi ile insanın nefsinde olanı haber verip, Kiramen-Katibin meleklerinin ona
yakınlığını bildirmiştir.
Bunun delili ise şanı
yüce Allah'ın:
"Biz ona
sahanlarından daha yakınız. Hani sağında ve solunda oturan, yaptıklarım tespit
eden iki (melek) vardır." buyruğudur. Böylelikle bu iki meleğin ona olan
yakınlığı ile, bu yakınlık açıklanmış olur. Bu açıklama, hangi şekilde
yapılmış olursa olsun, yüce Allah'ın ilim ve kudretinin taalluku geneldir.
Aynı şekilde şanı yüce Allah'ın zatı bu şekilde bir vakit ile özelleştirilemez.
Böylece bu ayet, yüce Allah'ın şu buyruğunun bir benzeri olarak anlatılmış olacaktır:
"Yoksa onlar
gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez miyiz sanırlar? Hayır (hepsini
işitiyoruz). Bizim elçilerimiz de yanlarındadır, (ne yaptıklarını)
yazıyorlar." (Zuhruf: 43/80)
Surenin başında yer
alan: "Onlar (in ölümün) den (sonra) yerin neyi eksilteceğini muhakkak
bilimsizdir. Yanımızda her şeyi hıfz (ve tespit) eden bir kitap da vardır (Kaf:
50/4)buyruğu da bu türdendir.
Buna göre yakınlık"
kelimesinde bir mecaz söz konusu değildir. Asıl üzerinde durulacak konu.
melekleri ve rasulleru bizzat kendi zatı ya da melekleri kastedilmesi halinde:
"Biz ona daha yakınız" anlamındaki ilahi buyruk üzerinde
durulmalıdır. Ancak bunların her birisinin yakınlığı kendisine göredir.
Meleklerin ona yakınlığı yalnız o anda olmakla birlikte. Allah'ın yakınlığı
mutfaktır. Şanı yüce Allah'ın kastedilmesi halinde "vech"
kelimesinin ikinci anlamında olduğu gibi, mana şöyle oiur: "Biz ona şah
damarından daha yakınız" sözünde zati ve lazımi (zatının gereği olan bir)
yakınlık kastedilmiş olur. Bu konuda da iki görüş vardır:
Bunlardan birincisi
bunun kabul edilmesidir. Kelamcılardan bir grubun ve sufiîerin görüşü budur.
Burada yakınlık ilim
iledir. Çünkü o:
"Andolsun biz
insanı yarattık, onun nefsinin ne ile vesvese vermekte olduğunu biliyoruz.
Çünkü ona şahdamarından daha yakınız." diye buyurmuştur. Burada zikredilen
"ilim" lafzı, ilim ile yakınlığa delalet eder.
Ebu Musa hadisinde de
bu ayetin bir benzeri yer almaktadır:
"Sizler ne bir
sağıra ne de bir gaibe dua etmiyorsunuz. Sizler her şeyi işiten ve çokça yakın
olan birisine dua etmektesiniz. Gerçek şu ki, kendisine dua ettiğiniz zat, sizin
herhangi birinize kendi bineğinin boynundan daha da yakındır.[10]
Bu durumda ayet. şanı
yüce Allah hakkındaki yaktnlığın ancak bu şekilde tevil edilmesine ihtiyaç bırakır
ve zaten ifadelerin akışı (siyakı) da buna delil olmaktadır. Siyakın delalet
ettiği ise. hitabın zahirinin kendisidir. Bunlar üzerinde anlaşmazlık söz
konusu olmaz. Bizler yeterli olması halinde tevil adını taşıyan her şeyi
kötülemedigimizi, daha önce açıklamıştık. Bizim kötülediğimiz, kelamın
yerinden kaydırılması ve tahrif edilmesi. Kitap ve Sünnet'e muhalefet edilerek
Kur'an ite ilgili şahsi görüşlere dayanarak ileri geri söz söylenmesilir.
Cevabın tahkiki
konusunda şöyle söylemek gerekir: Onun kendi zatıyla lazımi yakınlığı ya
mümkündür ya da değildir. Şayet mümkünse, bu ayetin tevile ihtiyacı yoktur.
Mümkün değilse, bu ayet-i kerime siyakının delalet ettiği anlama hamledilir;
bu da onun ilmiyle yakınlığıdır. Bu görüşe göre. ya bu anlayış siyakın delalet
ettiği hitabın zahiridir veya değildir. Eğer hitabın zahiri ise söylenecek bir
söz yoktur. Çünkü bu durumda bir tevil söz konusu olamaz.
Eğer hitabın zahiri bu
değil ise, o takdirde buna hamledilmiş olur. Çünkü şanı yüce Allah, Kitab'ının
birden çok yerinde kendisinin Arş üzerinde ve yüksekte olduğunu açıklamıştır.
Buna göre O'nun, Kitab'ında birden çok yerde Arş"ın üzerinde olduğundan
söz etmesi, bu ayet-i kerimede sözü geçen ilim ile birlikte ele alındığı
takdirde, onun ilmiyle yakın olduğunu kastetmiş bulunduğunun delili olur. Çünkü
bu tür ayetlerin muktezası, bu ayetin bu şekilde anlaşılmasının zahirine
aykırıdır. Zahir ise, sarihe göre anlaşılır ve sarih, zahirin manasını açıklar.
Müslümanların
ittifakıyla iki ayetten birisinin diğerinin zahiri ile tefsir edilerek sözün
zahirinden başka bir mananın anlaşılması caizdir. Çünkü Ehl-i Sünnet'ten hiç
kimse, bunu isterse bunun adı tevil ve manayı zahirinden uzaklaştırmak olsun,
mahzurlu görmemiştir. Çünkü bu konuda Kur'an'ın delaleti vardır. Diğer taraftan
Sünnet de, selef de buna muvafakat etmiştir. Çünkü böyle bir işlem, Kur'an'ın
Kur'an ile tefsir edilmesidir; re'y (görüş) ile tefsir edilmesi değildir.
Sakınılması gereken ise Allah'tan, Rasulünden ve seleften gelen herhangi bir
delil olmaksızın Kur'an'in gerçek anlamından uzaklaştırılmasıdır ki; konu ile
ilgili açıklamaları daha önce yapmıştık.
İmam Ahmed'in
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu konuda başlıbaşına bir risalesi vardır. O.
aralarında çelişki olduğundan sözedilen ayetleri zikretmiş, bunların birlikte
nasıl ele alınacağını açıklamış, iki ayetin birbirlerine aykırı gibi görünen
durumlarını incelemiş, ya da onlardan birisini mecaza hamletmiştir. Onun bu
konuda söylediği sözler meşhur imamlara göre daha fazladır. Çünkü diğerlerinin
söyledikleri daha çok ameli meselelerle ilgilidir. İlmi meselelerde
söyledikleri ise oldukça azdır. İmam Ahmed'in ilmi ve ameli meselelerde
söylediği sözler pek çoktur. Çünkü bu konuda Kur'an ve Sünnet'te bir çok
deliller vardır. Her kim onun mezhebinin bunu reddetmiş olduğunu söyleyecek
olursa, ona iftira etmiş olur. Allah (c.c.) doğrusunu en iyi bilendir.
Şanı yüce Allah'ın
(c.c):
"Kullarım sana
beni soracak olurlarsa, gerçek şu ki, ben (onlara) çok yakınım. Bana dua
ettiğinde dua edenin duasına cevap veririm." (Bakara: 2/186) sözü ile
ilgili söylenecekler Allah Rasûlü'nün:
"Sizler ne bir
sağıra, ne de bir gaibe dua ediyorsunuz, sizler her şeyi işiten ve çok yakın
olan birisine dua ediyorsunuz. Kendisine dua ettiğiniz zat sizin herhangi birinize
bineğinin boynundan daha yakındır.[11]
Sözü ile ilgili
söylenecekler gibidir. Her kim burdaki yakınlığı onun bizzat lazımi bir
yakınlığı, ya da arızi bir yakmlığı anlamında kabul ederse, söylenecek bir söz
yoktur. Buna karşılık burada murad. onun duaları işitmesi ve kabul etmesi ve
buna bağlı şeyleri yerine getirmesidir, şeklinde söyleyecek olursa: onun bu
söylediğine ifadelerin akışı da delalet etmekte olduğundan, zahire muhalif bir
şey söylemiş olmaz. Yahut: Onun Arş'ın üstünde olduğuna delalet eden Kitap ve
Sünnet'teki naslar da bunun delilidir, derse o takdirde Kur'an'ın tefsir ve
tevili de Kitap ve Sünnet ile yapılmış demektir ve bunda da bir sakınca
yoktur.
Bazı kimseler
"Maiyyet Beraberlik" te de
aynı yolu izlemiş ve şöyle demişlerdir: "İfadelerin siyakı (akışı) neye
delalet ediyorsa, isterse bu delalet zahirin ve mutlak ifadenin aksine olsun-
ona göre açıklanır ya da zahirin hilafına hamledilir. Çünkü şanı yüce Allah'ın
ayetleri, onun Arş'ın üstünde olduğuna delalet etmektedir." Böylece onlar.
Kur'an'in bir kısmını diğer bir kısmı ile tefsir etmeye çalışır. Fakat bizler
"maiyyef'in zahirinde bunu gerektiren bir şeyin olmadığını açıklamış bulunuyoruz.
Çünkü bizler "mea birlikte,
beraber" kelimesinin Kitap ve Sünnet'teki bütün kullanış şekillerini
tespit ederek bunun herhangi bir itisal (bitişiklik) ve iltihakı
gerektirmediğini görmüş bulunuyoruz. O halde bunun zahirinin
"bitişiklik" olarak anlaşılmasına, sonra da bunu başk;t şekilde
yorumlamaya ihtiyacımız yoktur.
"Kurb"
(yakınlık) kelimesi ise (yakınlaşmak) kelimesi gibidir. Yakınlığın zıttı da
"bu'd" (uzaklık)dur. Kelimenin sözlük anlamı gayet açıktır. Ya ona
hamledilir, ya da söylenen sözler, ifadelerin akışının delalet ettiği kabul edilen
zahire göre yorumlanır; veya diğer nassların delaleti dolayısıyla zahire aykırı
olarak tefsir edilir. Taberani ve başkasının rivayetine göre: Bazı kimseler
Allah'ın (c.c.) Rasulüne:
"Rabbimiz yakın
mıdır kî. O'na yavaşça seslenelim.
yoksa uzak mıdır ki.
O'na basırarak dua edelim?" diye so-runca. yüce Allah şu buyruğunu
indirmiştir:
"Sana kullarım
beni soracak olurlarsa, gerçek şu ki ben (onlara) çok yakınım. Dua etiği zaman
dua edenin duasını kabul ederim." (Bakara: 2/186)
Allah'ım. Muhammed'e
salat ve selam eyle!.. [12]
Bundan önce el-Müretteb"in
ikinci cildinde kulun Rab-bine yakınlaşması" ve O'na gitmesini. Rabbinin
kuluna yakınlığı. O'na tecelli ve zuhur etmesini: bu konularda felsefecilerin,
kelamcıların. Ehl-i Sünnet'in neleri kabul ettiklerini, bunların hepsinin
kabul ettikleri arasında neyin hak olduğunu. Ehl-i Sünnet'in de neleri kabul
ettiğini açıklamış bulunuyorum.
Diğer taraftan Ehl-i
Sünnet, bidat ehlinin bilgisizlikleri ve sapıklıkları dolayısıyla bilmedikleri
pek çok şeyi de kabul etmektedir. Bu durum, bidatçilerin bilgisiz oklukları ve
yorumu kendilerine gelmediği şeyleri yalanlamaları sebebiyledir.
Ancak bunların haktan
kabul edip diğer naslan da ona göre tevil ettikleri manalar güzeldir, sahihtir
ve iyidir. Fakat dalalet, onların bu nasların ötesinde kalan şeyleri reddetmeleri
cihetinden gelmiştir. Bunun örneği şudur: Felsefeciler "Vacibü"!-
Vücud"u kabul etmekle birlikte, ruhun bedenden ayrı olduğunu, bedenden
ayrıldıktan sonra baki kalacağını. ikisinin ele ruhani olmak üzere nimet veya
azap gördüğünü söylerler.
Aynı şekilde onlar
bedenin birtakım güçlerini. salİh ve salih olmayan nefsi kabul ederler.
Bunların hepsi doğrudur. Ancak nasiarın bundan başka bir manaya gelmediklerini,
bunun ötesinde bir hakkın bulunmadığını. Cennet ve Cehennemin de bunlardan
ibaret okluğunu söylerler. Teolojik kitaplarda sözü geçen bu tür nitelemeler,
ruhani ahi ret i anlatabilmek için verilmiş örneklerdir. Melekler ve cinler
birtakım arazlardır ve bunlar salih ve fasid nefsin güçleri arasındadır. Ruh
hareket etmez, ona kainatın hakikatleri açılır ve böylelikle Allah'a
yakınlaşmış olur. Rasulullah'm (s.a.v.) miracı da bu türdendir, derler. Bu tür
bir red ve yalanlama ise küfürdür.
Yine kelamcıiarın
kabul ettikleri, kulun bedeniyle ve ruhuyla Rabbin nurunun zuhur ettiği semavat
ve mescit gij bi faziletli mekanlara yaklaşması, aynı şekilde meleklerin de
böyle olduğu görüşleri doğrudur. Fakat onların Allah'ın zatına
yakınlaşmadıkları. Allah'ın Arş üzerinde bulunmadı-ğı iddiaları batıldır.
Doğrusu ise bunun kabul
edilmesi, aynı şekilde nasların ifade etmiş olduğu, kulun Rabbine yakınlaşması;
Rabbin. kullarına onlarla birlikte bulunan ve bulunmayan hicabları açmak
suretiyle tecelli etmesi, yakınlığın ve tecellinin kendisine hak zuhur eden
kul tarafından da bilindiği. Rabbine doğru yaklaşanın kulun ameli olduğu
şeklindedir.
Rabbin yakınlaşması ve
kula doğru gelmesi (dünuv) konularında, Ehl-i Sünnet arasındaki görüş
ayrılıklarından., diğer taraftan kendilerini Ehl-i Sünneften kabul eden cahil
bazı kimselerin söylediklerinden de sözetmiş bulunuyorum. Bu gibi cahiller,
bunları ispat eden haktan deliller gördüklerinde, bu delilleri tasdik etmekten
kaçınırlar. Hatta isterse onu kabul etmekte kendileri ile Ehl-i Sünnet arasında
anlaşmazlık konusu ettikleri şey arasında çelişki olmasa ve hepsi de doğru
olsa bile böyle davranırlar.
Hatta bazen kabulü
üzerinde ittifak edilip ikrar edilen hususlar, üzerinde anlaşmazlık çıkan
birtakım ikrarların ortaya konulup ispat edilmesinden daha da önemli olabilir.
Çünkü bu: daha açık ve seçiktir. Bu ise üzerinde anlaşmazlık çıkartanın kabul
ettiği esas bir konudur. Böylelikle bidatçilerin durumunda olduğu gibi bir
çeşit yalanlama ve bir tür fitne, bir halin veya bir inancın reddi gibi bir
durum ortaya çıkar. Bunun sonucunda her iki fırka da nasların gerektirdiği
bazı konularda bidat ve'yalanlama içerisinde kalırlar. Bunun sebebi ise.
bunları kabul edenlerin kalplerinin bidat-çilerin reddettiklerini kabul etmeye
meyletmiş olmalarıdır. Onlar bidatçile-rin sözlerinden nefret ederler. Çünkü
bi-datçiler hakkı yalanlar ve reddederler. O bakımdan onlar da bidatçilerin
kabul ettikleri haktan bile yüz çevirir, ondan nefret ederler, ya da
yalanlarlar. Nitekim kendisini sünnet ehlinden kabul eden bazı cahillerin.
Ali'nin (r.a.) ve Ehl-i Beytin faziletinden yüz çevirmeleri buna benzer. Onlar
bidat ehlinin bu konuda aşırıya gittiklerini gördükleri zaman, böyle yapmaya
kalkışırlar. Hatta bazı müslumanlar, yahu-di ve hristiyanlann bu konuda aşırı
gitmeleri sonucu Musa (a.s.) ve İsa'nın (a.s.) faziletlerini bile kabule
yanaşmamak noktasına ulaşırlar. Öyle ki bazı cahillerin hristiyanlann savaş
esnasında Peygamberimize hakaret ettiklerini işitmeleri üzerine. İsa'ya (a.s.)
hakaret ettiklerinden bilesöze-dilmektedir.
Cahillerden birisinin
şöyle dediği rivayet edilir: "Onlar Ebu Bekr'e nasıl küfür ve hakaret
ediyorlarsa, sizde Ali'ye küfür ve hakaret ediniz. Küfre karşı küfür, imana
karşı iman." Rabbini bilip sevmesi halinde "sıfat" ile ilgili
konularda da kulun durumu böyledir. Hatta Allah'tan başkasının tanıyıp, onu
sevip ilahlaştırması halinde bile böyledir. Bu tanınan, dille ve kalple
sevilip hürmet edilen kişi. o şekilde kalır ve bazen vecdin şiddeti, sevgi ve
hürmet o derece ileriye gider ki. sevip hürmet ettiği kimse içerisinde boğulur
ve kendisini unutarak onun içerisinde fena bulur (yok olur).
Bu şu olaya benzer bir
durumdur: Adamın birisi birbaşkasını sevi yormuş. Sevilen bu adam denize
düşünce diğeri de onun peşinden kendisini denize atmış. Sevilen kişi ardından
atlayana:
"Hadi ben düştüm,
sen ne diye düştün?" diye sorunca şu cevabı vermiş:
"Seni kaybedince
kendimi de kaybettim ve seni ben sandım."
Şairlerin söylediği de
bu duruma benzerlik gösterir:
Hayalin gözümde,
zikrin dilimde
Kalbim senin yerindir,
sen nereye gidebilirsin?"
Bir başka şair de
şöyle der:
"Kalbimde duruyor
ve şenlendiriyor kalbimi
Onu unutmuyorum ki,
hatırlamaya kalkışayım
O sevdiğim, hoşnut
olduğum Mevlamdır
Ve ben O'ndan payımı
fazlasıyla alıyorum."
Aradaki ittisalin
(bitişiklik) güçlü olması sebebiyle bazı kimseler alim ve arifin ma'lum ve
ma'ruf ile ittihat! edeceğini (birleşeceğini), ileri sürmüşlerdir. Bazılarının
görüşüne göre de. seven sevdiği ile ittihad eder. Bu. ya bir hatadır, ya da
kelimenin anlamını genişletmektir. Bir çeşit ittihad olabilir. Bu. taalluk
edenlerin kendileriyle ittihadı şeklinde olur. İstenen, sevilen ve kendisiyle
emredilen, hoşnut olunan, ya da kendisine kızılan şey ile ittihadda olduğu gibi.
Ya da sıfatların türünde, irade, sevgi. emir. yasak, hoşnutluk ve
kızgınlıktaki ittihadda olduğu gibi. birbirini seven iki kişinin ittihadı
durumuna benzer. Bunun, oldukça geniş açıklamaları gerektirdiği açıktır: biz
bunlardan başka bir yerde söz edeceğiz.
Burada maksat şudur:
Arif ve muhibbin kalbinde yer eden ma"rub ve mahbubun birtakım hükümleri
ve sadık haberleri vardır. Şanı yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"O,gökte de ilah
olandır, yerde de ilah olandır." (Zuhruf: 43/84)
"Göklerde ve
yerde en yüce misal yalnız O'nundur." (Rum: 30/27)
"Doğrusu
Rabbimizin şanı çok yücedir." (Cin: 72/3)
"Rabbinin yüce
ismini teşbih et. (A'Ia: 87/1)
Yine namaza
başlandığında okunan şu duada da aynı şey söz konusudur:
"Allah'ım, seni
her türlü eksiklikten tenzih ederim. Sana hamd ederim. İsmin çok mübarektir,
şanın çok yücedir ve senden başka hiçbir ilah yoktur.[13]
Ariflerin kaplerinde
asla zeval bulmayan bir istiva ve bir tecelli maydana çıkar ki. onu herkes
kabul eder. Fakat Ehl-i Sünnet onun Arş üzerinde istiva ettiğini kabul
ettikleri gibi, bidat ehlinin bilmedikleri pek çok şeyi de kabul etmektedirler.
Şanı yüce Rasulün şu
buyruğunda olduğu gibi:
"(Yüce Allah
kuluna şöyle diyecek:) "Kulum, ben hastalandım sen beni ziyaret
etmedin." Kul: "Rabbim, sen alemlerin Rabbi olduğun halde seni nasıl
ziyaret edebilirdim?" Yüce Allah şöyle buyurur: "Filan kulumun
hastalandığını bilmiyor muydun? Şayet onu ziyaret etmiş olsaydın beni de orada
bulacaktın. [14]
Bu şekilde yüce Allah,
kendisinin kulunun yanında olduğunu haber vererek kulunun hastalığını kendi
hastalığı gibi değerlendirmiş olacaktır. İnsan da bir emiri, bir bilgini ya da
herhangi bir yeri sevebilir ve ona hürmet edebilir ve bu, onun kalbini
kuşatarak o kişiyi çokça hatırlamasına sebep olabilir. Bu durum sözlerine ve
amellerine de yansıyabilir. O kadar ki, "onların biri ötekidir" der.
Nitekim "Ebu Yusuf, Ebu Hanife demektir' sözü de buna benzer.
Şu durum da sözünü
ettiğimiz noktaya bazı yönleriyle benzemektedir: Nurlu cisimler ve başkaları
şeffaf cisimlerde zuhur eder. Aynada, temiz suda ve benzerlerinde olduğu gibi.
O kadar ki insan, bulanık olmayan bir suda güneşi, ayı ve yıldızları görebilir.
Nitekim şairlerden
birisi şöyle demiştir: "Duru suya göğün şekli aksederse Rüzgar o suyu
hareket ettirdikçe bulanır Sen o duru suda hiç şüphesiz göğü görürsün Aynı
şekilde ay da yıldızlar da öyledir Öyledir tecelli erbabının kalpleri de
Onların duruluklarında azim olan Allah görülür." Aynı şekilde biz de
aynada, karşısındaki güneşi, ayı, varlıkların yüzlerini ve daha başka şeyleri
görebiliriz.
Yine bazen bu aynanın
karşısında, bir başka ayna da bulunabilir. Böylece ikinci aynada birincisinde
görülen çifti de görürsün ve bu durum, bu şekilde birbirini takip edip gider.
Bütün bu akseden görüntüler, biraz uzak bir yönden olmakla birlikte, sevilen ve
hürmet edilenin adının sahife-ler üzerinde yazı İle veya hat ile görünmesine
benzemektedir. Bu hat ve yazı, mürekkeple, oymak suretiyle, ya da başka bir
şekille meydana getirilmiş olabilir. Böyle bir yerde sadece ve sadece isminin
harfleri, duygusu ve hareketi bulunmayan bir cisimde görünür. Düz ve parlak
cisimlerde ise onun sureti zuhur eder. Fakat burada, bu zuhurun olduğu yerin,
şuuru ve hareketi dışında olmaktadır. Birincisi onun isminin zuhur yeri,
ikincisi de zatının zuhur yeridir.
Kulların kalplerinde
ve ruhlarında ise, bilinen, ibadet edilen ve büyük olan, hürmet edilen zat
zuhur eder. İsimleri de onu fiilen ve sevenin kalbinde zuhur eder. İşte bu.
başkasından daha mükemmel ve daha yüce bir şekildir, hatta hiçbir benzeri
yoktur.
İşte onun şu yüce
buyrukları buna işaret etmektedir: "İşte (Allah) bunların kalplerine imanı
yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir." (Mücadele: 58/22)
"Kim imanı inkar
ederse, artık onun ameli boşa çıkmıştır. (Maide: 5/5)
"Sizin iman
ettiğiniz gibi iman ederlerse hidayet buldular demektir. (Bakara: 2/137)
"Onun benzeri
gibisi hiçbir şey yoktur." (Şura 42/11)
"Allah yolunda
mallarını infak edenlerin misali, bir tepede bulunan güzelce bir bahçenin
haline benzer ki, üzerine bol yağmur düştüğünde ürünlerini iki kat
verir."(Bakara: 2/265) [15]
Aklı başında hiçbir
kimse bu kadarına muhalefet etmez. Çünkü bu, his ve idrak edilen bir konudur.
Allah'ın (c.c.) varlığını kabul etmenin, hatta ne olursa olsun, herhangi bir
şeyin varlığını kabul etmenin en aşağı derecesi budur. Aynı şekilde Allah'a
ibadetin, O'nu sevmenin ve O'na yakınlaşmanın en aşağı derecesi de budur.
Diğer taraftan bununla birlikte acaba kalp hareket eder mi? Seven ve arif olan
ruh da öyle midir? Yoksa bir sıfattan başka bir sıfata geçmenin dışında hiçbir
hareketi söz konusu değil midir?
Birincisi,
genel olarak müslümanların ve insanların büyük çoğunluğunun izlediği yoldur.
İkincisi ise,
felsefecilerin ve onlara tabi olanların yoludur. Çünkü onlara göre ruh ne
bedenin içindedir, ne de dışında. Hareket de etmez, sükun da bulmaz. Çoğunluk
ise ruhun, ne olursa olsun sevilen ve istenen doğru hareket ettiğini kabul
ederler. Kelamcıların büyük kısmı da aynı şekilde mahbubun eser ve nurlarının
zuhur ettiği şerefli mekanlara doğru hareketini kabul ederler. Ariflerin
kalplerinin ve bedenlerinin semavata. mescitlere ve benzeri yerlere hareket
etmesi gibi.
Enbiya, melaike ve
onlara benzer diğer mahlukların, mahbubun zatına doğru hareketleri de bu
şekildedir.
Her iki grup da
Rabbin. ariflerin kalplerine zuhur ve te: celli ettiğini kabul ederler. Bu ise
onlara göre. kalplerinde küfür ve cehalet yerine, iman. ilim ve marifetin
oluşmasıyla meydana gelir ve bu, mesel, had (tarif) ve ismin semada va arzda
husulü demektir.
Yüce Allah'ın Arş'ın
üstünde olduğunu yalanlayan Celimi yy e ve Muattıla'ya mensup olan kimseler
kulun ruhunun, ya da bedeninin Rabbin zatına doğru hareket ettiğini kabul
etmezler. Selef: bunları tekfir ediyordu. Hatta Selef arasında bu gibi
kimseleri yetmiş iki fırkanın dışına çıkmış olarak kabul edenler de vardır:
Allah'ın (c.c.) her mekanda olduğunu, ya da O'nun ne alemin içinde, ne de
dışında olduğunu söyleyenlerin durumu böyledir. Fakat müslümanla-rin geneli,
ümmetin selefi ve bütün gruplardan olan sünnet ehli. bunu kabul etmektedir.
Kul. ruhunun ve bedeninin hareketi ile Rabbine yaklaşmış olur. Bununla birlikte
onlar, ruhun ve bedenin şerefli mekanlara yaklaşmasını, kulun ruhunun ve
bedeninin bir halden başka bir hale geçişini de kabul ederler.
Birincisine örnek:
Rasulullalr in (s.a.v.) miracı ile kulun ruhunun Rabbine yükselmesi, sücud
halinde ve başka durumlarda Rabbine yakın olmasıdır.
İkincisine örnek.
Beytullah'a haccetmek suretiyle ve mescitlerde O'na yönelmektir.
Üçüncüsüne örnek ise.
kul kendi evinde olduğu halde Rabbini zikredip dua etmesi. O'nu sevmesi ve
ibadet etmesidir. Fakat bu iki halde de yine ruhun bizzat yüce Allah'a
yakınlığını kabul ederek bütün bu türleri de bir arada değerlendirmiş
oluyorlar.
Kullarına tecelli edip
görünmesine gelince: Eş'ariye ve Külfabiyye gibi sıfalıyye keiamcilara mensup
kimseler, bunu kabul etmişlerdir.
Rabbin Arş"m
üzerinde oluşunu reddedenlerde; "Bu. yüce Allah'ın onların gözlerinde
idraki yaratması ve engel olan hicablan kaldırması ile olur." derler.
Ehl-i Sünnet ise sahih
hadislerde gelmiş olduğu gibi hem bunu. hem de onun Rabbini görünceye kadar
kuldan ayrı olan hicablan kaldırdığını kabul ederler. [16]
Soru: Nasların
zahirleri, adeta birbirlerini destekleyen ifadelerle onun cisim olduğunu veya
böyle bir şeyi hissettirdiğini oitaya koymaktadır. Akıl ise. aziz ve celil
olan. yoktan varedici Allah'ın (c.c.) bundan münezzeh olduğuna delalet
etmektedir. O hakle mümin için en sağlıklı yol:
"Bu (gibi naslar)
müteşabihtir. onun tevilini Allah'tan (c.c.) başkası bilmez" dernek olmalıdır.
Bunu söyleyen bir kimseye bir başkası kalkıp şöyle der:
"Hayır, bunun
mutlaka bir kuralının olması gerekir. İşte sıfatlarda müteşabih ve başkaları
arasındaki fark. burada ortaya çıkar. Çünkü bütün sıfatlarda tevil yapmamak
iddiası batıldır. Hatta bazen bu küfre kadar götürür. Diğer taraftan bu.
Allah'ın (c.c.) sıfatlarından hiçbir sıfatın anlamının bilinmemesi gibi bir
durumu da ortaya çıkartır. O halde tevil edilen ile. edilmeyen arasında bir
farkın bulunması kaçınılmazdır. Bunun üzerine böyle diyen kişi. bu itiraza şu
cevabı verir: Aklın delili, bunun cisim olabileceğini ortaya koyacak olursa, o
takdirde bu müteşabih. demektir. Acaba bu doğru mudur, değil midir? Bu konuda
bize geniş bir açıklama yapar mısınız?
Cevap: Alemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdolsun. Bu oldukça büyük ve son derece önemli bir meseledir.
Hicretin
ikinci yüzyılının
başlarından itibaren öncekilerden de sonrakilerden de. pek çok kimse, bu
konuda şaşırıp kalmıştır. Birinci yüzyılda ise. bu konuda müslümanlar arasında
bir anlaşmazlık yoktur. Ca'd b. Dirhem"[17] ve
onun arkadaşı Cehm b. Safvan[18] ve
sıfatın inkarı üzerinde onların peşinden giden diğer kimselerin ortaya
çıkmasıyla bu gibi tartışmalar görülmeye başlandı.
Sıfatlan reddeden
Cehmiyye'nin sözleri ortaya çıkmaya başladı. Onlar şöyle dediler; "Çünkü
sıfatların kabul edilmesi teşbihi (benzetme) ve tecsimi (cisimlendimeyi)
gerektirir. Halbuki noksan sıfatlardan münezzeh ve şanı yüce olan Allah,
bundan uzaktır. Çünkü sıfat dediğimiz şeyler ilim. kudret, irade ve
benzerleridir. Bunlar ise başkalarıyla var olabilen birtakım araz ve
manalardır. Araz ise ancak cisim ile var olabilir. Şanı yüce Allah ise cisim
değildir. Çünkü cisimler sonradan yaratılmış (hadis) arazlardan uzak
kalamazlar. Hadislerden uzak kalamayanın kendisi de muhdes. yani hadistir."
Dediler ki:
"Böylelikle bizler cisimlerin hadis olduğunun delilini getirmiş olduk. Bu
batıl olursa, cisimlerin hadis olduğunun delili de batıl olmuş olur. O
takdirde alemin hudu-su (sonradan meydana »elme dair olan delil de geçersiz olur.
Buna bağlı olarak Sani" (yüce Allah) in ispatına dair olan delil de
kendiliğinden geçersiz hale gelir."
Dediler ki:
"Sıfatların kendileri olan araz. ancak cisim ile varolabildiğine. cisim de
parçalardan oluştuğuna göre, oluşan da (varlığı için) başkasına muhtaç okluğuna
ve başkasına muhtaç olmaması ve kendi zatıyla vacibü'l vücut olmasından
sözedilemeyeceğine göre; şanı yüce Allah, başkasına ihtiyacı olmadığı İçin.
kentli zatıyla vacibü"l-vücud'dur. (O hakle O'nun sıfatlan olamaz)."
Dediler ki: "Cisim
sınırlı ve sonludur. Eğer Allah'ın sıfatları bulunacak olsaydı. O da sınırlı
ve sonlu olacaktı. Bu durumda O'nıı şu kadar değil de, bu kadar olmakla sınırlandıran
bir sınırlayıcının bulunması da kaçınılmazdır. Bir sınırlayıcıya ihtiyaç
hissettiren ise. başkasından müstağni, kadim ve kendi zatıyla vacibü'l-vücud
olamaz."
Yine dediler ki:
"Eğer O'nun varlığının sıfatları olsa. hiç şüphesiz bircisini olurdu. Bir
cisim olsaydı elbette ki diğer cisimlere benzerdi. O takdirde diğer cisimler
hakkında söz konusu olabilenler O'nun hakkında da söz konusu olur, olamayan
şeylerde O'nun hakkında söz konusu olamazlar. Bu ise yüce Allah için
düşünülemez, imkansızdır.
Cehm b. Safvan ve
diğer aşırı giden Karamita ve filozoflar benzen şeyler ekleyerek şöyle derler:
"O'nun şey, hayy ve alim sibi birtakım isimleri yoktur. Çünkü bu tür
isimler-den bir ismi bulunursa, hayat ve ilim gibi isim anlamına olan birtakım
niteliklere de sahip olması gerekirdi. Çünkü müştakın doğruluğu, kendisinden
iştikak olunanın da doğruluğunu gerektirir. Bu ise onunla birlikte sıfatların
kaim olmasını beraberinde getirir ki. bu da imkansız bir şeydir. Çünkü Ona bu
isimler verilecek olursa, bu isimlerin, O'ndan başkasına da ad oldukları
unutulmamalıdır. Şanı yüce Allah ise başkasına benzemekten münezzehtir."
Diğer başkaları bu
aşırılıklara başka şeyler ekleyerek şunları söyler: ''O'nun hakkında ne
varolmaktan, ne de yok olmaktan söz edilebilir, O'nun hakkında vardır da
denilemez, yoktur da denilemez. O Hayy'dır da denilemez, değildir de demlemez.
Çünkü varlığının kabul edilmesinde, O'nu varolan şeylere benzetmek,
reddedilmesinde ise yok olanlara benzetmek söz konusudur. Bütün bunlar ise
başlı başina birer benzetmedir.
İşte bu Cehmiyye
mensubu kimseler ortaya çıkınca, selef ve imamlar onların bu söylediklerini
kabul etmeyerek reddetmiş, karşı çıkmışlar, şer'an onlara gösterilmesi gereken
tepkiyi göstermişlerdir. Bu tür inanışlar önceleri gizli idi. Söz konusu bu
gizlilik birinci yüzyılın sonları ile ikinci yüzyılın başlarında Harun
er-Reşid'in oğullarının devleti yönettikleri dönemde Cehmiyye'nin ortaya çıkıp
güçlenmesi ile meydana çıktı. İnsanları bilinen şekilde mihnete düşürdüler.
Onlardan Kur'aıVın mahluk olduğunu ve buna bağlı olarak diğer görüşleri -Rü'yetin
ve sıfatların inkarı gibi kabul etmelerini istediler. Bütün bunlar ise
Kur'an'ın birtakım arazlar topluluğu olduğu tezinden hareketle yapılıyordu.
Onlara görç, eğer Kur'an Allah'ın (c.c.) zatı ile kaim olacak olursa, Allah'ın
(c.c.) zatı ile araz da kaim olur: o takdirde teşbih ve tecsim de kaçınılmaz
olur.
Cehmiyye ile birlikte
bir başka topluluk ortaya çıkarak yüce Allah'ı mahlukatına benzettiler. O'nun
sıfatlarını yaratıkların sıfatları türünden kabul ettiler. Selef ve imamlar.
Muattıla-Cehmiyye'nin görüşlerini reddettiği gibi, Mümes-sile-Müşebbihe'nin
görüşlerini de reddettiler. Mutezile'nin imamı Ebu'l-Huzeyl el-Allaf[19] ve
onun benze ri sıfatı reddeden kimseler idi. Bunlar dediler ki: "Bu
durumda Allah'ın (c.c.) cisim olması gerekir. Şanı yüce Allah ise cisim olmaktan
münezzehtir. Diğerleri ise şöyle dediler: "Bilakis O bir cisimdir. Cisim
ise kendi nefsi ile varolan ya da kaim olandır." Veya başka türlü
birtakım sözler söylediler ve cismi kabul etmeyenlerin delillerini burada
soruya ayırdığımız cevap miktarını aşacak kadar uzun sözlerle eleştirmeye
çalıştılar.
Diğer taraftan bunlar
arasında şunu söylenler de olmuştur: O bir cisimdir, fakat diğer cisimler gibi
değildir." Yine onlar arasından mahlukatın özellikleriyle O'nu
nitelendirenlerde çıktı. Bu iki gruba mensup olanların her birisine ait oldukça
çirkin sözler söylemektedir.
Daha sonra Ebu
Muhammed b. Küllab geldi. O ve onun peşinden gidenler şöyle dedi: "Yüce
Allah sıfatlarla mevsuf-tur. Ancak sıfatlar araz değildir. Çünkü bu sıfatlar
kadim ve bakidir. Bunlar sonradan arız da olmazlar, zeval de bulmazlar. Fakat
hareketler gibi fiillerle kaim olan vasıflarla nitelendirilemezler. Çünkü
bunlar sonradan arız olur ve zeval de bulurlar.
İbn Kerram ve ona tabi
olanlar da şöyle der: "Fakat o. bunlar arazdır denilecek olsa bile,
sıfatlarla muttasıftır. Hadis bile olsalar kendi nefsiyle kaim, fiillerle
muttasıftır." Kendilerine: "Bu durum O'nun cisim olmasını
gerektirir" denildiğinde de şu cevabı verdiler: "Evet. O cisimdir,
fakat diğer cisimler gibi değildir." Bu durumu.se her zaman için İmkansız,
muhal olamaz. Mümteni' (imkansız) olan. O'nun için vacip, caiz ve mümteni' olan
bütün konularda muhlukata benzemesidir.
Onlar arasından şöyle
diyenler de olmuştur: "Ben sadece cisim lafzım O'nun için kullanıyorum,
anlamını kastetmiyorum." Bu kelamci ve bu tür teorilerle uğraşanlar arasında
oldukça uzun araştı imalar ve bahisler vardır ki. başka bir yerde onlardan
yeteri kadar söz etmiş bulunuyoruz.
Selef ve imamlara
gelince, onlar ister reci. ister kabul etmekle ilgili olsun, bidat olarak
ortaya çıkardıkları hiçbir konuda bu gruplardan herhangi birisi ile birlikte
olmadılar. Bunun yerine onlar Kitab'a ve Sünnet'e dört elle sarıldılar. Açık.
akla en uygun olanın bu olduğu görüşünde birleştiler. Bu bakımdan Kitap ve
Sünnet'te bize ulaşan manalarının hakikati bilinmese de. O'nun isim ve
sıfatlarını, kendisine iman edilmesi gereken bir hak olarak kabul ettiler.
İnsanların ortaya atıp bir kısmının kabul ederken, bir .başkalarının
reddettikleri her bir kelimeye ve söze gelince; o lafzı söyleyenin amacını
anlayıncaya kadar, onu red de. kabul de ede- . meyiz. Eğer bu lafızdan muradı
hak ise. Rasullerin. Ki-tab'ın ve Sünnetin getirdiklerine -reddetmek veya kabul
etmek bakımından- aykırı düşüyorsa bu tür sözleri söylemeyi kabul etmeyiz
(dediler): ve Kur'an'ın getirmiş olduğu yolun hem açık akla, hem de sahih
nakle uygun olan yol olduğu görüşünde birleştiler. Bu yol ise, peygamberlerin
ve Rasullerin izlediği yoldur.
Gerçek şu ki, Allah'ın
Rasulleri (salat ve selam onlara) mücmel bir nefy ve mufassal bir isbat ile
gelmişlerdir. Bu bakımdan şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"İzzet sahibi
olan Rabbin, onların (müşriklerin) nitelendirdiklerinden münezzehtir.
Rasullere selam olsun ve alemlerin Rahhi olan Allah'a hamdolsun," (Saffat:
37/180-182)
Bu şekilde şanı yüce
Allah, rasullere muhalefet edenlerin nitelendirdikleri her şeyden kendisini
yüceltmiş, tenzih etmiş, diğer taraftan rasullere de selam etmiştir. Çünkü onların
söyledikleri, eksiklikten ve kusurdan uzaktır. Rasullerin izlediği yol ise,
Kur'an-i Kerim*in getirmiş olduğu yoldur. Şanı yüce Allah Kur'an-ı
Kerim"de sıfatlan ayrıntılı bir şekilde isbat ederken, teşbih ve temsili
de toplu olarak (ic-malen) reddetmektedir.
O, Kur an-1 Kerim'de
herbir şeyi bildiğini ve her şeye kadir olduğunu açıklamakta. Aziz. Hakim.
Gafur. Rahim. Semi', Basir. Vedud olduğunu belirtmektedir. O şanı yüce zatının
azametiyle birlikte müminleri sever, onlardan razı ve hoşnut olur. Kafirlere
karşı gazab eder ve onlara kızar. O gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra
da Arş'm üzerine istiva etti. Musa ile özel bir şekilde konuştu. Dağa tecelli
ederek onu paramparça etti. Ve buna benzer diğer haberler...
Red konusunda şöyle
buyurur:
"O'nun benzeri
gibisi yoktur." (Şura: 42/11)
"Sen O'na bir
adaş bilir inisin?" (Meryem: 19/65)
"Allah'a misaller
(benzerler) icad etmeyin."(Nahl: 16/74)
"De ki: "O
Allah, bir ve tektir. Allah, Samed'dir. Doğmamıştır, doğurmamıştır ve hiçbir
kimse O'nun dengi değildir." (İhlas: 112/1-4)
Böylelikle sıfatı
isbat ederken, mahlukata benzerliği de nefyetmektedir.
Selefin izlediği yol
tahrif, ta'til. tekyif ve temsil söz konusu olmaksızın, yüce Allah'ı kendi
zatını kendisinin ve ra-sulünün vasfettiği şekilde nitelendirmektir. Rasullere
muhalefet edenler ise. onu olumsuz (selbi) sıfatlarla nitelendirirler: şöyle
değil, böyle değil, derler. Kendilerine; "onun için sabit, yani olumlu
sıfatlardan bahsediniz" denilecek olursa: "O mutlak vücuddur veya
sıfatsız bir zattır"' derler.
Sarih akıl ile
bilinmektedir ki. mutlaklık şartı ile birlikte mutlak, ancak zihinlerde
vardır. Ayanda öyle bir şey yoktur. Şartsız mutlak ise. hariçte asla bulunmaz.
Ancak tayin edilmiş olarak varolur. Böylelikle Rabbin onlar açısından
mahiukattan farklı bir hakikati olmamış olur. Aksine ya O'nu muattal kılarlar,
yahut damahlukatm varlığı olarak görürler veya mahlukatın bir parçası ya da
niteliği olarak kabul eder. mücmel lafızların manalarından ise uzak dururlar.
Herhangi bir kesim:
"Allah bir cihettedir ya da bir mekandadır" diyecek olur. bir başka
kesim i.se: "Allah herhangi bir cihette veya bir mekanda değildir"
derse; sizler bu sözleri söyleyen her bir kesime amacının ne olduğunu sorunuz.
Çünkü cihet ve mekan. lafızları mücmel ve müşterek lafızlardır. O zaman şöyle
diyeceklerdir: ''Hafik ve mahluktan başka mevcut yoktur. Şanı yüce Allah ise
mahlukatmdan ayrı ve münezzehtir. Çünkü O. mahlukatı kendisinden farklı.
kendisinden ayrı ve
kendi zatının dışında olarak yaratmıştır. Mahlukatı içerisinde Onun zatından
hiçbir şey olmadığı gibi. O'nun zatında da mahlukatından hiçbir şey yoktur.
Şayet farklı olmamış olsaydı, ya onlarla içice, onlara hulul etmiş, ya da onlar
O'nun içerisinde yer almış olacaktı. Ya da O. mahlukatından ayrı ve farklı
değildir. Onlarla içiçe-dir. bu takdirde yok demek olacaktır. Şanı yüce Allah,
bütün bunlardan da münezzehtir.
Sıfatlan reddeden
Cehmiyye mensupları, bazen hulul ve ittihadı, gerektirecek sözler söylerler, ya
da bunu açıkça belirtirler; bazen de inkarı ve ta'tili gerektirecek türden
sözler söylerler. Sıfatlan reddedenler, aslında hiçbir şeye ibadet etmemekte,
kabul edenler de her şeye ibadet etmektedirler. Şu da denilmektedir: Eğer
Halik ve mahlukun dışında hiçbir varlık söz konusu değilse Halik, mahluktan
ayrı ve farklıdır.
Bir kimse; "O bir
cihettedir ya da hiçbir cihette değildir." dese: ona şöyle denir.
"Cihet ya var olan bir şeydir ya da yoktur. Var olan bir şey ise ve Halik
ve mahluktan başka bir şey de yoksa. Halik da mahluktan ayrı ve farklı ise. o
bakımdan Rab yaratılmış ve var olmuş hiçbir cihette olamaz. Eğer cihet olmayan
bir şey ise. mesela alemin Ötesine cihet adı verilmekte ise; şayet Halik
alemden farklı ve ayrı ise. bu sefer ''alemin ötesi" ismi verilmiş bir
cihet olur. O var olan bir şey değilse o takdirde Allah (c.c.) var olmayan bir
cihettedir, demektir. Fakat; ''O yokluk içerisindedir" diyenin sözü ile:
"Kendisinden başka hiçbir şey içerisinde değildir" diyenin sözü
arasında fark yoktur. Çünkü yok olan. bütün akıl sahiplerinin ittifakıyla
hiçbir şey değildir.
Şüphesiz ki onlar
"cihet" sözcüğü ile kimi zaman var olan bir manayı, kimi zaman da
olmayan bir manayıanlatmak isterler. Hatta aynı kişi söylediği sözlerde
biranda şunu da ötekini de kastedebilmektedir. Şayet bu tür ihtimaller ortadan
kaldırılacak olursa, o takdirde işin hakikati ortaya çıkmış olur. Birisi:
"Eğer Rab bir cihette bulunursa o cihetin de onunla birlikte kadim olması
gerekir" derse, ona şöyle söylenir: "Senin bu söylediğin söz. cihet
ile onun dışında bir başka mevcudun varolması kastedilecek olursa böyledir. Bu
değerlendirmeye göre Allah (c.c). hiçbir cihette değildir."
Bu kişi: "Eğer
Rab görülecek olursa, mutlaka bir cihette olacaktır. Bu ise muhaldir"
derse, ona şöyle denir: Eğer sen bu sözlerinle 'varediimiş. yaratılmış bir
cihette olur"'demek istiyorsan bu muhaldir, imkansızdır. Çünkü
varedümi-şin (mevcud) görülmesi mümkündür. Örneğin: Alem gibi kendisinden başka
bir mevcudun içerisinde olmasına bile. Onun sathının görülmesi mümkündür ve bu
alem. bir başka alemin içerisinde değildir. Eğer bu kişi: "Yok dahi olsa,
cihet adı verilen bir şeyin içerisinde mutlaka bulunması gerektiğini anlatmak
istedim. Çünkü alemden ayrı ve farklı olacak olursa, zaten alemin ötesine
cihet adı verilmiş demektir." derse: ona: O zaman ne diye bu itibara göre
'eğer o bir cihettedir denilecek olursa, bu imkansızdır', dedin? diye sorulur.
"Çünkü alemden farklı olup gözle görülen ancak cisim ya da mütehayyiz
lafızları üzerinde de durulmalıdır. Bu sefer ona şöyle denir: Mütehayyiz
kelimesi ile başkası tarafından kuşatılan ve ihtiva edilen şey anlatılmak
istendiği gibi. başkasından ayrı ve farklı olan şey de anlatılmak istenir.
Yani böylelikle mütehayyiz başkasından değişik ve ayrı bir yer tutan olur. Sen
mütehayyiz kelimesi ile birincisini kastediyorsan şanı yüce Allah mütehayyiz
olmaktan yücedir. Çünkü O. mahlukattan ayrı ve farklıdır ve başkası tarafından
kuşatılamaz. İkincisini kastediyorsan o şanı yüce olan Allah, mahlukatından
ayrı ve farklıdır ve onlardan bağımsızdır. Kesinlikle o mahlukatına hulul ve
onlarla ittihad etmemiştir.
İşte bu geniş açıklama
ile karışıklık ve sapma ihtimalleri ortadan kalkar. Aksi takdirde Esma ve
Sıfat't an herhangi bir şeyi reddeden herkes, bunları kabul eden kimseleri mü-cessim
ve tahayyüz ve ciheti kabul eden kişi olarak nitelendirir. Mutezile ve
benzerleri; ''Allah özel bir hayat ile Hayy'dır, özel bir ilim ile Alim'dir,
kudreti ile Kadirdir, işit- . me ile Semi'dir. basar ile Basir'dir, kelam ile
mütekel-lim'dir." diyen Sıfatıyyeyi Mü c es,s im e. Müşebbihe ve Haş-viye
diye adlandırırlar. Halbuki sıfatıyye selefin kendileridir, büyük imamlardır.
Diğer taraftan Kilabiyye, Kerrami-ye. Eş'ariyye ve Salimiyye ile bu ümmete
mensup diğer taifelerden olup sıfatları kabul eden bütün kesimler, sıfatları
kabul etmeyen Cehmiyye. Mutezile ve bir grup felsefeci bunlara şöyle demiştir:
Sizler Allah'ın hayat, kudret ve kelam gibi sıfatlarını kabul ederseniz, bunlar
arazdır. Araz ise ancak bir cisim İle ayakta durabilir. Eğer siz onun
gördüğünü söylüyor iseniz, ancak bir cihette bulunup bir yeri gözetleyen için
görmek söz konusu olur. bu ise temsili gerektirir. Şayet Eş'ariler ve onlara
uyanlar: "Bizler bu sıfatlan kabul etmekle birlikte bunlara araz adını
vermeyiz. Çünkü araz. mahallinde arız olan şeyin adıdır. Bu sıfatlar ise bakidir
ve asla zeval bulmaz," diyecek olurlarsa, bu sıfatları reddedenler onlara
şöyle der: "Bu lafzi bir tartışmadır. Çünkü araz size göre -bu muhal
varolduğu sürece- mahallinden asla ayrılmayan ile mahallinden ayrılması mümkün
olan kısımlara ayrılır. Birincisi cismin mütehayyiz olması, hatta insan için
hayatiyet ve nutuk sahibi olmak gibidir. O insan olarak kaldığı sürece bu
sıfat ondan ayrılmaz.
Sizin: Araz iki ayrı
zaman dilimi içinde kalmaz sözünüze gelince; bu diğer bütün akıllılar arasında
tek başınıza ileri sürdüğünüz bir görüştür. Siz bununla hissedilen şeylere
ters düşüyorsnuz. Amacınız bu tür mugalatalarla, bu gibi susturucu delillerden
kurtulabilmektir. Hem siz onun emsalinin teceddüdünü söylüyorsunuz ki. bu
arazın kalıcı oluşunun anlamını ortaya koyar. Bu sizin, onun hakkında
"yüzyüze gelmeden veya arkasını dönmeye gerek kalmadan görür, onu gören
de herhangi bir yöne dönmeksizin onu görür." demeniz gibidir. Bu da bütün
akıllılar arasında tek kaldığınız, hisse ve akla ters düştüğünüz bir İddiadır.
Sıfatları reddedenler onlara şöyle derler: Böylelikle sizler teşbihi ve haşvi
gerektiren şeyleri kabul etmiş, ya da telazûmü nefyedip sarih akla ve zarurete
muhalefet etmiş oldunuz. Bu bakımdan sizin ileri gelen otoriteleriniz şu sonuca
varmışlardır: SizIerhakikatte yüce Allah'ın görüleceğini kabul etmemekte bizimle
aynı görüşü paylaşmaktasınız. Fakat sizler Ehl-i Sünnet ve:l-cemaat diye
meşhur olmuş bulunan "Haşviyye"nin yanında bu rii'yet meşhur
olduğundan dolayı onu kabul e-der görümlünüz. Ta ki sizin hakkınızda, siz de
onlardansınız, denilinceye kadar. Ya da sizler bu rü'yeti bir çelişki olarak
kabul etmiş bulunuyorsunuz. O halde sizler çelişki ile yağcılık arasında gidip
gelen bir kesimsiniz.
Eğer kişi sıfatı
reddedip, kelamın öncüleri olan Mutezi-le'nin yaptığı gibi. Allah'ın Esma-i
Hüsna'sim kabul eden kimselerden ise: bu sefer Allah'ın Esma-i Hüsna'smi reddeden
kimseler ona Karamita-Hakimiyye-Batıniyye'nin ve başkalarının yaptığı gibi
"Miişebbih, Haşvi ve Mücessim" adını verirler. Ve ona derler kt:
"Onun mevcut, Alim. Hayy ve Kadir olduğunu söyleyecek olursanız işte bu
teşbih, tec-sim ve haşv'i kabul etmek demektir. Çünkü bunlar kabul edilecek
olursa, bunlarla diğer mahlukata benzemiş olacaktır. Çünkü hayy. alim ve kadir
olan bir varlığın, aklen cisimden başka bir şey olmasına imkan yoktur ve bütün
bu isimler sıfatları, sıfatlar ise cisimleri gerektirir.
Eğer kişi aşın
Cehmiyye'nm. Karamita ve felsefecilerin yaptığı gibi. isimleri ve sıfatları
reddeden kimselerden ise. o takdirde, yüce Allah'ın mevcut olduğunu kabul
etmekten başka bir çaresi olmayacaktır.
Bu durumda o
reddedenler de ona şöyle diyecektir: "Sen müeessim. müşebbih ve haşvinin
tekisin. Çünkü, eğer o mevcut ise varolmak, vücud bulmak anlamında, başkası da
onunla ortaktır ki. bu teşbihtir. Çünkü cisim ya da bir cisim ile ayakta
kalabilen şeylerden başkasının mevcut olması, ak-len mümkün değildir. O
takdirde bu kişi şunu söylemek zorunda kalır: Ne vardır, ne yoktur: ne hayy'dır.
ne ölüdür veya var da değildir... Böylece aynı anda iki çelişiğin de reddedilmesi
ve iki çelişiğin anlamında olan her şeyin de reddedilmesi gerekir. Bu ise
aklın apaçık gerçekleri karşısında batıl olan en büyük konulardandır. Bununla
birlikte on-lann söyledikleri kıyasa konu edildiği takdirde, onun imkansız
olanlara benzetilmesi gerekecektir. Çünkü var da olmayan, yok da olmayan bir
şeyin kesinlikle bir hakikati yoktur. Yani ne varlığı, ne de yokluğu söz
konusudur. Bilakis bu. sadece zihinsel olarak düşünülebilen. fakat ayanda
asla gerçekleşmeyen bir şey olur. Bununla birlikte bu tür iddialar açık küfrün
de kendisidir.
Eğer onun kadim ve
vacibü'l-vucudu tümden reddettiği kabul edilirse, bütün küfür çeşitlerinin
esası olan böyle bir küfürle birlikte o. zorunlu hükümlere karşı da inat etmiş
demektir. Çünkü biz mevcudatı görüyoruz ve her bir mevcudun ya kadim yahut da
muhdes olduğunu biliyoruz. Onlar ya kendi nefsiyle vacib, ya da başkası
tarafından varedilmiş nef-siyle mümkündür. Her muhdes ve nefsiyle mümkün olan
ise, başkasıyla vardır, yani başkası tarafından yaratılmıştır. O bakımdan onun
varedilmesi için bir kadimin ve kendi nefsiyle vacip birisinin varlığı
kaçınılmazdır. Varolmak, zorunlu olarak kadim bir mevcudun varlığını kabul
etmeyi gerektirir. Varlıklar ise varlığı mümkün ve muhdes olanlardır. Nitekim
hayvan ve bitki gibi muhdes varlıklarda bunu görüyoruz.
Akılların zorunlu
kıldığı bir gerçek olarak varlık arasıda kadim ve kendi nefsiyle vacip olan
bulunduğu gibi. muhdes (sonradan varedilmiş) ve nefsiyle mümkün varlık da vardır.
Bu iki varlık, "varlık" olarak adlandırılmakta birleşirler. Fakat
birisi diğerinden varlığının özelliği ile ayrılmıştır. Bu iki farklı varlık
arasındaki, ortak özellikleri ve aralarındaki farklılığı kabul etmeyen bir
kimse, ya bütün varlıkları kadim ve kendi zatlarıyia vacip kabul edecek, ya da
hepsini muhdes. mümkün ve varolmak için başkasına muhtaç olan varlıklar olarak
kabul edecektir. Bu iki kabulün de zorunlu olarak fasit kabuller okluğu açıkça
bilinmektedir. O halde varlıklar arasında bir açıdan ortak özelliğin, diğer bir
açıdan da farklılığın kabul edilmesi kaçınılmaz oluyor. Bizler şunu diyoruz:
Varolan yaratıcı diğer bütün varlıklardan o kadar büyük farklı özelliğe
sahiptir ki. bu özellik onun dışında kalan bütün varlıkların birbirlerine olan
farklılıklarından daha büyüktür. Eğer "Melik" ile
'"Sivrisinek" aralarındaki büyük farklılıklara rağmen varlık ve
dirilikle nitelendirilmekte ortak iseler, şanı yüce Halık'ın mahlukatnv dan
farklı ve ayrı olması daha da öncelikle söz konusudur. İsterse birtakım isim ve
sıfatlarda birbirleri arasında uygunluk bulunsun... [20]
Şimdi bu öncül açıklık
kazandığına göre. kalkıp: "Akli delil tecsime delalet edecek olursa, bu
müteşabih olur" diyen kimsenin sözü anlaşmazlığı sona erdirebilecek
türden bir söz olmaz. Bundan herhangi bir yarar elde edilemeyeceği gibi sahih
olanla sahih olmayan, doğru olanla doğru olmayan arasındaki fark da
belirginlik kazanamaz.
Çünkü sıfat ve
isimlerden herhangi bir şeyi reddeden bir kişi. mutlaka bunun tecsime delalet
ettiğine dair akli bir delile sahip olduğunu ve dolayısıyla bunun müteşabih
olduğunu zanneder. Yine onun zannına göre; o takdirde bütün isim ve sıfatlar
müteşabih olmalıdır. O zaman mutlak bir tatilin gereği ortaya çıkar. Şanı yüce
Allah'ın isim ve sıfatlarının hiçbir manası anlaşılmaz. Hayy İle Alîm. Kadir
ile Rahim. Cebbar ile Selam arasındaki anlam farkı ortaya çıkmayacağı gibi.
yaratmak ile istiva etmek: öldürmek ile hayat vermek; gelmek ile gitmek;
affetmek ile mağfiret etmek arasındaki bir anlam ayrılığı da belirginleşmez.
Bunu açıklayalım:
Cehmiyye. Mutezile. Karam ita. Batıniye ve felsefeciler arasından, onların
izinden gidip sıfatları reddedenler şöyle der: "Sizler. Kur"an
mahluk değildir, dediğinizde ve şanı yüce Allah'ın ilim. kudret ve irade sahibi
olduğunu söylediğinizde, tecsimde bulunmuş olursunuz. Çünkü akli delil bu
iddiaların tecsime delalet ettiğini ortaya koymaktadır ve bu anlamlar kendi
kendilerine var olamazlar. Bunlara ister sıfat, ister araz. isterse başka
isimler veriniz, ancak kendilerinden başkasıyla varolabilirler. Bizler ise
mananın cisim ile ayakta durabileceğini ancak aklen kavrayabiliriz. Cİsimsiz
bir mananın varolduğunu kabul etmek akla uygun değildir."
Eğer bunların
varlığını kabul eden kimse: "Aksine bu manaların cisim olmadan da
varolmaları mümkündür; nitekim bize göre de. size göre de cisim olmayan, alim
ve kadir olan bir varlığı kabul etmemiz olanaklıdır." deseler, isbat
edenler devamla: "Rıza. gazab. yüz. el. istiva, gelmek ve diğer bütün
sıfatları ve bunların cisimsİz olarak varol abileceklerini kabul ediniz."
derler.
Eğer i;Rıza ve gazabın
ancak bir kalp ile varolabileceğini. kalbinde cisim olduğunu"' söyleseler
ve "biz aklen yüz ve eli ancak cismin bir parçası olarak kabul
edebiliriz"' deseler, onlara şöyle denir: Bizler cisim ile var olmayan bir
ilmi. cisim ile varolmayan bir kudreti, cisim ile varolmayan işitmeyi, görmeyi
ve kelamı aklen kabul edemeyiz. O halde sizler birbirlerine benzeyen şeyleri
niçin ayrı değerlendiriyorsunuz ve neden bunların cisimsiz olarak
varolabilecek lerinin mümkün olduğunu, buna karşılık ötekilerin ancak cisimle
var olabilmelerini kabul edebiliyorsunuz? Halbuki akıl bakımından her ikisi
arasında herhangi bir fark yoktur." Onlar: "'İntikam almak arzusuyla
kalbin kanının kaynamasına gazab denir. Burun, dudaklar, dil. yanak ve benzeri
şeylerden meydana gelmiş kısma da yüz denir." derlerse onlara şöyle cevap
verilir. Eğer sizler kulun gazabını ve yüzünü kastediyorsanız, buna uygun
olarak size şöyle deriz: Aklen. görmek ancak gözle, işitmek, ancak kulakla, konuşmak
dudak ve dille mümkün olur. İrade ise ancak bir yarar sağlamak ya da bir zararı
önlemek İçindir. Halbuki siz Cenab-ı Rabbü'l-Alemin'e işitmeyi, görmeyi, kelamı
ve iradeyi nisbet ediyor ve bunları kulun benzeri sıfatlarından farklı
değerlendiriyorsunuz. Sizin nisbet ettiğiniz bu sıfatlar eğer kulun
sıfatlarının benzeri ise. o takdirde bütün bunlarda da temsile kaçmanız
gerekir. Sizler bu sıfatları kabul ederken şanı yüce Allah'a celaline yakışan
ve mahlu-katın sıfatlarına benzemeyen bir şekilde yüz"ü nispet ediyorsanız,
o halde bütün sıfatlan da O'ııa bu sınırları belirli olan şekilde nispet
ediniz. Çünkü sıfatlar arasında fark yoktur ve sizin reddetmiş olduğunuz
sıfatlar hakkında kabul etmiş olduğunuz sıfatların benzerini düşünmeniz
gerekmektedir. Ya hepsini işlevsiz kılacaksınız: ki bu imkansızdır, ya da O'nu
mahlukata benzeteceksiniz ve O"nu. O'na has şekliyle tasdik ederek,
başkasının bu konuda O'na benzemediğini kabul edeceksiniz. Bu durumda sıfatlar
arasında herhangi bir fark kalmayacaktır. Teşbih ve tecsimden kaçmak
maksadıyla sıfatların kimisini kabul ve kimisini reddederek sıfatlar arasında
fark gözetmek, birbirine benzeyen şeyler arasında fark gözetmek gibi bir içerik
taşıyan batıl bir sözdür ve bu iki iddia arasında çelişki vardır.
Dese ki: "Akli
delil onların bir kısmının varlığına delalet ederken bir kısmının varlığına
delalet etmemektedir. Örneğin: Akıl. ilim ve iradeye delalet etmekte, ancak
rıza. gazab ve benzerlerine delalet etmemektedir."
Buna çeşitli
şekillerde cevap verilebilir:
Birincisi: Delilin
olmayışı kendisi için delil getirilen (medlulün aleyh)in olmayışını
gerektirmez. Farzedin ki bu sıfatların hiç birisi aklen bilinemiyor ve aynı
şekilde aklen de naklen (sem'an) de onun reddedileceği de bilinemiyor. Bu
takdirde onun reddi caiz olamaz. Aksine onun varlığının delili bulunursa,
varlığının kabul edilmesi gerekir: değilse bu konuda karar verilemez.
İkincisi: Onun
sevmesine ve buğzuna aklen delil getirmek mümkündür. Hikmetine, rahmetine ve
benzeri diğer sıfatlarına da öyle. Tıpkı iradesine delil getirildiği gibi.
Nitekim biz bunu başka yerlerde açıklamış bulunuyoruz.
Üçüncü: olarak şöyle
denir: Sem' (yani nakil) buna delalet etmemektedir. Akılsa bunu reddetmiyor. O
halde itirazdan uzak delil ile amel etmek gerekir. Tekrar ortaya çıkıp:
"Hayır, akıl bunu kabul etmiyor. Çünkü bu sıfatlar tecsimi gerektirir,
akıl ise tecsimi kabul etmiyor", dese. ona şöyle denir: "Senin kabul
etmediğin bu sıfatlar ile ilgili söz lerin. kabul ettiğin sıfatlar konusundaki
sözler gibidir. Eğer bunlar tecsimi gerektiriyorsa, diğerleri de öyledir.
Tecsimi ge-rektirmiyorsa bunlar da aynı şekildedir. Bu iki tür sıfat arasında,
onların kimisi teşbih vaya tecsimi gerektirip diğerleri gerektirmez,
şeklindeki bir iddia, birbirinin benzer olan şeyleri ayrı değerlendirmek ve zıt
görüşleri bir arada kabul etmek demektir. Çünkü birisi için kabul etmediğini,
öbürü için kabul ediyor: birisinde kabul ettiğini de öbüründe reddediyor.
Böylelikle o çelişik iki şeyi bir arada kabul etmiş
oluyor.
Bu bakımdan
muhakkikler şöyle demiştir: Kitap ve Sünnet ile sabit olmuş bulunan Esma ve
sıfattan herhangi bir şeyi reddeden herkes, kaçınılmaz olarak çelişki
içerisindedir. Çünkü onun reddettiği şeylerdeki recldin delili, bizzat ispat konusunda
söylenen şeylerin aynısıdır. Eğer nefiy konusunda aklın delili sağlıklı ise.
hepsinin nefyedilmesi gerekir. Değilse bunların hiçbirisinin reddedilmesi
gerekmez. Bir şeyi kabul ederken onun benzerini reddetmesi batıl bir çelişkidir.
Eğer Mutezile'ye
mensup kimse: "Sıfatlar tecsime delalet eder. çünkü sıfatlar ancak
cisimle-ayakta durabilen arazlardır. Bu bakımdan ben isimler bir yana.
sıfatlarla ilgili nasları tevil etlim." dese; ona şöyle elenir: Sen aynı
şeyi isimlerde de yapmak zorundasın. Çünkü senin hayat. ilim ve kudreti
bulunan bir kimsenin ancak cisim olabileceğine dair getirdiğin aynı delili,
senin hasmın alim, kadir ve hayy olanın da ancak cisim olacağına dair delil
olarak getirmektedir ve sana şöyle denilir: Senin hayy. alim ve kadir olan
birisini kabul etmen, ya tecsimi gerektirir, ya da gerektirmez. Eğer
gerektiriyorsa senin de cismi kabul etmen gerekir. O takdirde her iki durumda
da rü'yetin mahdud olması söz konusu değildir. Eğer gerektirmezse şöyie
denilebilir: İlim, kudret ve iradenin kabul edilmesi, tecsimi gerektirmez. Bu
konu gerektirmiyorsa o da ötekini gerektirmez. Şayet bu. bunu gerektiriyorsa, o
da bunu gerektirir. Çünkü aralarında hiçbir fark yoktur. Bunları farklı
görürseniz, bu. apaçık bir çelişki olur.
Cehmiyye'den.
Karmatilerden ve felsefecilerden bu konuda onlara muvafakat eden kimse:
"Ben hem isimleri, hem de sıfatlan reddediyorum." dese. şöyle cevap
veriJir: Senin için bütün isimleri reddetmek imkansızdır. Çünkü varlığını
kabul ettiğin şeyi ya kalbin işaretiyle ya da dilin ifadesiyle belirtmen
kaçınılmaz bir şeydir. Eğer: "O sabit, mevcut ve muhakkak; ma'Ium. kadim
ve vaciptir." diyecek olursan;
ya da her ne dersen
yine onu adlandırmış olacaksın. Farze-delim ki dilinle konuşmuyorsun. O
takdirde sen kalbinle mevcud. vacib ve kadim bir varlık kabul edecek, ya da etmeyeceksin.
Varlığı kabul etmeyecek olursan, o takdirde varlık, varedici. vacip ve kadim
birisi olmaksızın meydana gelmiş olacaktır. Bu durumda bütün mevcudat muhdes ve
mümkün varlıklar olacaktır. Zorunlu olarak bilinen gerçek şu ki; muhdes
(sonradan varedilmiş) ve mümkün olan varlıklar ancak kadim ve vacip birisi
tarafından varedilebilmiş-tir. O hakle senin bu inkarın bile. onun varlığını
kabul etmeyi gerektiriyor. Diğer taraftan bu. hiçbir akıl sahibinin söyleyemeyeceği
türden bir küfür ve apaçık bir işlevsiz kılmadır. "Ben hatırıma bu konu
üzerinde düşünmeyi ve dilimle ondan sözetmeyi getirmiyorum." dersen, sana
şöyle denilir: Kalbinin bilgiden, dilinin de söylemekten yüz çevirmesi
hakikatlerin tersyüz edilmesini ve varlıkların yokolmasını gerektirmez. Çünkü
yapısı itibariyle hak. var olan ve gerçek olan bir şey. busende, bilmesende
böyledir. H atı rl asan da unutsan da. o değişmez. Senin bu durumun ise sadece
Allah'ı bilmemeyi ve O'nu zikretmekten gafil olmayı. O'ndan yüz çevirerek inkar
etmeyi gerektirir. Aynı şekilde özü itibariyle hak olmamasını, varolmamasını,
özel isimlere ve yüce sıfatlara da sahip olmamasını asla gerektirmez.
Hiç şüphesiz ki. bu
durumun Karmati-Batınilerin ve Dehri-Muattıla'nın ulaşabileceği son inkar
noktasıdır: Onlar bilgisizliğin karanlığında ve küfıiin sapıklığında kalır. Allah'ı
tanımaz. O'nu hatırlamazlar. O'nun varlığım, isimlerini, sıfatlarını reddetmek
için ellerinde hiçbir delil yoktur. Çünkü böyle bir husus kesin inkar ve
reddir. Ancak onlar bunu kesinlikle söyleyemezler ve nefyetmek için de
ellerinde bir delilleri bulunmaz. Allah'ın isimlerinden ve ayetlerinden yüz
çevirdikleri için. O'nu bilmeyen cahiller, O'nu inkar edenlerin, zikrinden
gafil olanların durumuna düşmüşlerdir.
Kalpleri O'nu
bilmekten, sevmekten ve ibadet etmekten gafil ve ölüdür.
Hem diğer taraftan
bunu teşbih ve tecsime düşmemek iddiasıyla yapacak olursalar, onlara şöyle
deriz: Tehlikesinden kaçtığınız şey. kendisine sığındığınız şeyden daha kötüdür.
Çünkü Sani'i herhangi bir şekilde kabul etmek. O'nu reddetmekten daha iyidir.
Hem şu gördüğümüz alem, sema ve arz gibi varlıklar kadim ve kendi zatıyla vacip
iseler, sizler görülen şu cisimlen kadim ve kendi zatıyla vacip kabul etmiş
olacaksınız. Bu ise, kendisinden kaçtığınızdan daha kötüdür. Şayet kadim ve
kendi zatlarıyla vacip değilseler onlar için kadim ve kendi zatıyla vacip bir
sam"in bulunması gerekir. O takdirde onun tanınması, bilinmesi açıklık
kazanır: Rabbin varlığını kalp ve dille kabul etmek, naklen ve ak-len kesin
bir gerçek olarak ortaya çıkar. Eğer bu durum sizin teşbih ve temsil adını
vermiş olduğunuz durumu gerektiriyorsa, size şunu söyleyelim ki, hakkın
gerektirdiği şey de haktır. Şayet gerektirmiyorsa, o zaman sizler bu tür iddiaları
söylemeden de bunu kabul etmek imkanına sahipsiniz demektir. Bu şekilde isim
ve sıfatlan kabul etmeyenlerin çelişkileri ve delillerin nasıl onların
aleyhinde olduğu ortaya çıkmış olur. Aynı şekilde birtakım sıfatları kabul
ederken, diğer bir kısmını reddedenlerin de nasıl bir çelişki içerisinde
oldukları belirmiş oluyor.
Reddedenler: Bizim
sıfatları reddedişimizin sebebi, alemin hadis olduğuna ve Sani'in isbatına
dair delilimizin, aynı zamanda bu sıfatları reddetmeye de delil olmasıdır. Biz
ler Sani'i, alemin hudusundan hareketle kabul ettik, Cisimlerin hadis olmasını
da araz diye bilinen sıfatların hadis olması dolayısıyla kabul ediyoruz,
deseler, ya da aynı şekilde: Bizler onların huduslarmı hareket olarak bilinen
fillerin hudusuyla bildik. Çünkü hareketi kabul eden hiçbir şey. hareketten
uzak olamaz. Hadislerden uzak olamayan ise hadistir. Gelmeye, gitmeye ve nüzule
kabiliyeti olan bir şey. hareket iie nitelenir demektir. Hareket ile
nitelendiri-lebilen bir şey ise, ya hareketten, ya da onun zıttı olan sükundan
uzak kalmaz. Hadislerden uzak kalamayan bir şey de hadistir. Cisimlerin hadis
olması sabit olduğuna göre deriz ki: ihdas edilenin mutlaka bir ihdas
edicisinin bilinmesi gerekir. BizdeSani'i böylelikle kabul ettik. EğerO'nu sıfatlan,
ya da onunla kaim olan fiilleriyle niteleyecek olursak, o zaman fiil ve
sıfatların kadim ile kaim olması caiz olur. Bu takdirde de bunlar cisimlerin
hadis olduğunun delili olamaz. O zaman da Sani'i isbatm delili de geçersiz
olur, derlerse onlara şöyle cevap verilir: Bu itirazı çeşitli şekillerde
cevaplandırmak mümkündür:
Birincisi; Bu belirli
delilin batıl olması, bütün delillerin batıl olmasını gerektirmez. Sani'i
isbatın pek çok yollan vardır. Bunların ayrıntılarını sınırlandırmak mümkün
değildir. Ancak özünü ve ana hatlarını belirlemek imkanı vardır.
İkincisi: Bu delili ne
sahabeden, ne tabiinden, ne de müslümanların imamlarından hiçbir kimse
kullanmış değildir. Eğer Aziz ve Celil olan Rabbin bilinmesi ve O'na iman
edilmesi bu delile bağlı olan bir şey olsaydı, o zaman onların Allah'ı
bilmeyen ve O'na iman etmeyen kimseler olmaları gerekirdi. Bu İse bütün
müslümanların ittifakı ile küfrün en ileri noktasıdır.
Üçüncüsü: Peygamberler
ve rasuller hiçbir kimseye bu yolu izlemeyi tavsiye etmemişlerdir. Eğer marifet
bunu bilmeye bağlı ve bu da gerekli bir şey olsaydı, bunları bilmek de elbette
gerekli, yani vacip olurdu. Müstehap olsaydı, Allah Rasulü (s.a.v.) mutlaka
bunu teşri' ederdi. Eğer bu teşri" edilmiş bir şey olsaydı, şüphesiz
sahabe tarafından bize nakledilirdi. [21]
Sıfat ve tevhicl ile
ilgili konuda nefy, özetle felsefecilerin. Mutezile'nin ve onlardan başka Cehmiyye'ye
mensup kimselerin sözüdür. Felsefecilerle Mutezile arasında ise çeşitli
fırkalar yer alır. Aynı şekilde Bağdatlılar ve Basra-Iılar arasında da işitme
ve görme sıfatlarını açıklamak bakımından farklılıklar vardır: Bu bir bilgi
midir, yoksa bilginin dışına bir idrak mı diye. irade konusunda da buna benzer
ihtilaflar vardır.
Selef bu tür mezhebe
"Cehm'in görüşleri" adını verir. Çünkü İslam'da bu gibi şeyleri ilk
olarak açıkça ortaya koyan odur. Başka bir yerde onun bu konudaki görüşlerini
açıklamış buluyorum. Bu görüşler felsefeci Sabiilerin, Brah-manist müşriklerin
ve sihirbaz yahudilerin görüşlerinden alınmadır.
Isbat (yani sıfat ve
tevhidin kabul edilmesi) ise genel olarak Küllabiyye. Eş'ariyye, Kerramiye,
hadisçi sufi ve Han-belilerin çoğunluğu. Şafii ve Malikilerin az istisna
dışinda-büyük çoğunluğu. Hanelilerden pek çok kimsenin görüşüdür.
Selefiyye'nin görüşü de odur. Fakat isbatta teşbih noktasına kadar ileri
gitmek, aşırı Rafızilerin iddiaları ve cahil hadis ehli ile birtakım sapıkların
görüşleridir. Diğer taraftan Cehmiyye'nin nefy i ile Müşebbihe'nin isbatı
arasında farklar vardır.
Eş'arilerin bir kısmı
haberi sıfatlarda onlara muvafakat ederken, büyük çoğunluğu da sifat-ı
hadisiyyede onlara muvafakat etmiştir. Sifat-ı Kur'aniyye konusunda ise iki görüşleri
vardır:
Eş'ari. Bakillani ve
onların ilk dönemlerdeki alimleri Sıfat-ı Kur'aniyye'yi kabul eder, bir kısmı
bazısını kabul eder. Diğer bir bakımdan onlarda bir parça Cehmiiikde vardır.
Çünkü Eş'ari. Mutezilenin biri Ciibbai'nin görüşlerini almış ve hem Eş'ari
mezhebine mensup olanlar, hem de başkaları kelamda onun Cübbai'ye mensup olduğu
konusu üzerinde ittifak etmişlerdir. İbnu'l-Bakıllani ise Eş'ari'den sonra en
çok isbat (sıfatları kabul) eden kimsedir. "el-İba-ne'" adlı eserinde
bunu görüyoruz. İbnu'l-BakıUani'tlen sonra ise İbn Furek gelir. O Kur'an'daki
bazı sıfatları kabul etmiştir.
Cüveyni ve onun
izinden gidenlere gelince; bunlar Mutezile mezhebine meyletmişlerdir. Çünkü
Ebu'l-Meali el-Cü-veyni. Ebu Haşim'in kitaplarını çokça okuyan ve rivayet bilgisi
az bir kimse idi. Bu her iki durum da onu olumsuz yönde etkilemiş bulunuyor.
Kuşeyri, İbn Furek'in
öğrencisidir. O bakımdan Eş'arı mezhebi o zamandan itibaren nisbeten katılaşıp
sertleşerek. -kendisi ile Hanbeli mezhebine mensup kimseler arasında daha önce
birbirleriyle ülfet vaya barış bulunmakla birlikte-, bir çeşit nefretleşme
ortaya çıktı.
Hanbelilere gelince;
Ebu Abdullah b. Hamid sıfat ve isimleri isbatta güçlü, bu konuda gayet ciddi,
haberi sıfatlar ile ilgili meseleleri çok iyi bilen, kavrayan bir kimse idi.
Arkadaşı Kadı Ebu Ya'la da onun yolunu izlemiş olmasına rağmen bu konuda ondan
daha yumuşaktır ve sıfatların is-batı konusunda aşın değildir,
Ebu Abdullah b.
Batta'nın izlediği yol ise. katıksız olarak muhaddislerin yoludur. Bu bakımdan
"Şeriat" de Ebu Bekr el-Acuri ile ''Sünen" de Lalekai'nin
izledikleri yola benzer bir yol izlemiştir. Hallal da onun gibi ve ona yakın
bir kimsedir. Şeyh Ebu Muhammed ile muhaddislerin mü-teahhirleri de onun yoluna
meylederler.
Ebu'l-Hasen. İbn Ebi'1-Fadl
ve İbn Rızkullah gibi "Temimiler"e gelince bunlar nisbeten isbattan
uzak ve kendilerinden başkalarına muvafakat etmeye ve onlara karşı yumuşak
davranmaya yakın kimselerdir. Bu bakımdan sufiler onların izinden gider.
Eş'ariierin Bakıllani ve Beyhaki gibi faziletli alimleri de onlara
meylederler. Ebu'l-FauTın yazmış olduğu "Akidem Ahmed" adlı akide
Beyhaki'nin esas aldığı akide metindir. Bununla birlikte bu topluluk Sünnet
üzere yürüyen bir topluluktur.
İbn Akil'e gelince,
inhiraf ettiği noktalarda, sözlerinde, sıfat ve kader ile ilgil konularda,
evliyanın kerametleri ile ilgili bahislerde oklukça güçlü bir şekilde Mutezili
görüşlerin etkileri görülür. O kadar ki. bu konularda Eş'arile-rin görüşleri
onlardan daha güzel ve sünnete daha yakındır.
Aslında Eş'ari. hadis
ehlinin görüşlerinden başkasına bağlı bir kimse değildi, Ona göre İmamları.
Ahmed b. Han-bel'dir. Ebu Bekr Abdülaziz ve başkaları "Münazarat'ında.
onun hadis ehlinin kelamcilanndan olmasını gerektiren ve kendisini onlardan pek
farklı bir noktada bulundurmayan görüşler zikretmiştir. Zaten bunlar önceleri
birbirlerine yakın idiler. Şu kadar var ki. kendilerinin söylediklerinin bir
parça dışına çıkanlara karşı gösterdikleri bazı tepkileri de yersiz ve
olumsuz görülebilir. Çünkü bu noktada bir dereceye kadar bidat vardır. Bununla
birlikte o söyledikleri, aslı itibariyle katıksız bir şekilde sünnet üzere
değildir. Aksine 6. bilinen şekliyle kusurlu bir kimsedir.
Eş'ariler. sünnetten
kabul ettikleri sıfatlarda Hanbelile-rin bir kolu durumundadırlar. Nitekim
Hanbeliler arasında kelam ile uğraşan ve akli kıyası kabul edip deli! olarak
gösterdikleri konularda da Eşariyye'nin bir kolu durumundadırlar.
Aralarındaki ayrılık. "Kuşeyri fitnesi" dolayısıyla meydana
gelmiştir.
Şüphesiz Horasanlı
Eş'ariler. ta'tile doğru sapmışlar. Hanbelilerin büyük çoğunluğu da sıfatların
isbatina aslı olmayan şeyler ilave etmişlerdir.
Kadı Ebu Ya'la
"İbtalu"t-Te"vir adlı eserinde Kuşeyri'nin hocası İbn Furek'in
görüşlerini reddetmiştir. Halife ve başkaları ona meyletmekte idiler.
Kuşeyrilerin Selçuklular dolayısıyla güçlen artınca, bu fitne ortaya çıkmış
oldu. Bu fitnede (Kadı Ebu Ya'la"ya mensup) Ferrariye -bir tür batıl
olmakla birlikte- daha haklı idi. Kuşeyriyye ise çoğunlukla batıl olmakla
birlikte bir dereceye kadar haklı idi.
İbn Akii'e gelince;
ikisi de Mutezile'den olan hocaları Ebu Ali b. el-Veliü ve Ebu'l-Kasım b.
et-Tübban (Tebban) dolayısı ile sözleri arasında çokça Mutezili görüşlere rastlanır.
Bu bakımdan onun "İsbatu't-Tenzilv adlı eseri ile başkalarında. Mureysi ve
benzerlerinin sözlerine yakın sözleri vardır. Fakat sıfatların isbati konusunda
çoğunlukla güzel sözleri bulunmaktadır. "el-İrşad" adlı eserinde de
bu görüşler üzerine karar kılmıştır. Bununla birlikte bazen isbat konusunda
ileri gittiği de görülür. Fakat buna rağmen sıfat ite ilgili görüşleri eski
Eş'arilerin ve Kulabiyye'nin görüşlerine oldukça yakındır. Özellikle Kur'an'ın
ve müteva-tir haberlerin delalet ettiğini kabul, bunun dışındakileri de te'vil
eder. Bu bakımdan birtakım Hanbeliler şöyle demektedir: "'Ben İbn Akil'in
ta'tili ile İbn Hamid'in teşbihi arasında orta görüşleri kabul
ediyorum."'
Gazzali'nin sözünde
çok büyük oranda felsefi malzeme bulunmaktadır. Bu da İbn Sina'nın
"eş-Şifa" adlı eseri ile ih-varurs-Safa'nın Risaleler'i. Ebu Hayyan
et-Tevhidi'nin görüşleri ve başkalarının sözlerinin etkisi dolayısıyladır.
Onun sözleri arasında
Mutezili görüşler ise. yok denecek kadar azdır. Tıpkı İbn Akil'in sözlerinde
felsefi görüşlerin çok az ya da yok denecek kadar az görülebildiği gibi.
Onun
"el-İhya" adlı eserinde söyledikleri çoğunlukla güzeldir. Ancak fasid
birtakım malzemeler de bulunmaktadır: Felsefi ve kelamı malzeme ile sufilerin
birtakım saçmalıkları ve uydurma hadisler bunlar arasındadır.
Sıfatlarla ilgili söyledikleri
sözlerin çelişkili olması bakimindan kendisi ile İbn Akil arasında benzer
taraflar vardır. Çünkü onun. sıfatların herhangi birisiyle ilgili söylenen
sözleri bir yerde tekfir ederken, bir başkasında da desteklediği
görülmektedir. O, belirli bir grubun izlediği yola uygun yazdığı zaman,
çoğunlukla o grubun görüşü etkisi altında kalır.
İbnu'l-Hatib ise çoğu
zaman büyük tutarsızlıklar içinde bulunan birisidir. Belirli bir konu üzerinde
istikran yoktur. Bütün yapağı bahis ve cedeldir. Bu bahis ve cedelleri ise bir
şeyin peşinden gittiği halde, bir türlü istediğine ulaşamayan kişinin durumuna
benzer. Ebu Hamid (el-Gazzali) ise böyle değildir, O çoğunlukla istikrarlıdır.
Eş'ariyye ise
"Esma ve Ahkam" konularında çoğunlukla Mürcie'nin. ''Kader"
konusunda ise Cebriyye'nin etkisi altındadır. Sıfat ile ilgili görüşlerinde ise
katıksız Cehmiy-ye olmamakla birlikte, onlarda bir çeşit Cehmilik görmek
mümkündür. Mutezile "Esma ve Ahkam" konularında va-idi:
"kader" konusunda ise katıksız Ceninidirler. Şia'nın müteahhir
olanları bu konuda onların peşinden gitmiş ve onlardan ayrı olarak imamet ve
tatil görüşlerini ortaya koymuş. vaid konusunda onlara muhalefet etmiştir. Aynı
şekilde onlar imamlara karşı isyanı da uygun görürler.
Eş'arilere gelince;
onlar Ehl-i hadis'e uygun olarak kılıç kullanılabilme görüşünde değildirler.
Genel olarak onlar, bütün kelamcılar arasında Ehl-i Sünnet ve hadis mezhebine
en yakın olanlardır.
Kulabiyye ve aynı
şekilde Kerramiye'de de Sünnet ve hadis ehline yakınlık tesbit edilebilir. Her
ne kadar onların sözleri arasında Sünnet ve hadis ehlinin görüşlerine muhalif
olan bazı görüşler varsa da. bu böyledir.
Salimiyye'ye gelince,
onlar ve Hanbeliler özel bazı yerler dışında aynı şey gibidir. Onların bu özel
görüşleri de zaten Hanbelilerin kendi aralarındaki görüş ihtilaftan durumun iladır.
Onlarda bir miktar tasavvufi görüşler vardır. Aynı şekilde usulde Hanbelilik
adını almayı ve başka şeyleri de ortaya koymuştur. Usul ile ilgili konularda
ancak Kitap ve Sün-net'in kullandıkları isimlerin kullanılması gerektiği
görüşündedir. Onun izlediği bu yol. güzel bir yoldur. Fakat bu konularda
içtihat! yapılabilir. Usulle ilgili teferruattaki pek çok meselede adeta
ittifak etmiş bir grup bile bulunamaz. Çünkü böyle olsaydı, sahabe ve tabiinden
olan bir kısım selefin, bunlar üzerinde anlaşmazlığa düşmemesi gerekirdi. Bazen
bir şeyi bir durumda reddederken, başkasında reddetmiyor. Bir kişi için kabul
etmezken bir başkası için kabul edebiliyor.
Bunun aslı benim başka
yerde zikretmiş olduğum hususlardır: Bazen haberi meseleler, ameli meseleler
ayarında olabilir. Her ne kadar bunlara "Usul Meseleleri'', diğerlerine
ise 'Turu' Meseleleri" adı verilmiş ise de. bu. sonradan oluşturulmuş bir
adlandırma olup. fukaha ve keiamcılardan bir grup kimsenin yaptıkları bir
taksimdir. Bu bölümleme kelamcı ve usulcülerde özellikle birtakım görüşlerin
doğru. diğer görüşlerin de yanlış olduğundan söz ettikleri zaman, daha çok
görülür.
Muhakkik fakihlerin ve
sufilerin çoğunluğunun görüşüne göre ameller, haklarında anlaşmazlığa
düşürülmüş kavli meselelerden daha Önemli ve daha te'kidlidir. Çünkü fukahanın
söyledikleri genelde bunlarla ilgilidir. Onlar çoğunlukla amel ile ilgili
olmayan hiçbir meselenin konuşulmasından hoşlanmazlar. İmam Malik ve onun
dışındaki Medineli alimlerin söyledikleri de buna benzer. Aksine bu konuda hak
şudur: Her iki grupta da yüce ve değerli olan meseleler "Usul
Meseleleri", teferruata dair incelikli konular ise "Füru
Meselelerindir.
İslam'ın üzerinde
yükseldiği beş esasta olduğu gibi. vacipleri (farzları) vacip bilmek, apaçık
ve mütevatir haramlan haram kabul etmek, yüce Allah'ın her şeye kadir olduğunu,
her şeyi bildiğini, her şeyi işitip gördüğünü. Kur'an'ın Allah'ın kelamı
olduğunu ve buna benzer pek çok zahir ve mütevatir haberleri bilmeye benzer.
Bunları inkar etmek küfür olduğu gibi. üzerlerinde icma edilmiş bu ameli hükümleri
inkar eûen kimse de kafirdir.
Bazen ameli hükümleri
kabul etmek, kavli meseleleri kabul etmekten daha kuvvetli bir vacip olabilir.
Hatta çoğunlukla durum böyledir. Çünkü kavli meselelerde icmali olarak bir
ikrar yeterlidir. Bu da Ailaiva(c.c). meleklerine, ki-. laplarına, rasullerine.
öldükten sonra tekrardirilmeye iman etmek, bayrıyla, şerriyle kaderine iman
etmek şeklinde özetlenebilir.
Vacip amellere
gelince; bunların bütün teferruatıyla bilinmesi kaçınılmazdır. Çünkü onların
gereğince amel edebilmek, onları teferruatlı bildikten sonra mümkün olabilir.
Bu bakımdan ümmet kayıtsız şartsız ameli meseleleri farklı bir şekilde
inceleyenleri kabul eder ki. bunlar fakihlerdir. Bununla birlikte icmali-kavli
konularda teferruata varan noktalarda söz söyleyenleri eleştirebilmişlerdir.
Çünkü vacip amellerin teferruatlı bir şekilde ele alınması gerekliyken, toplu
olarak kendilerine iman edilmesi gereken toplu ifadelerin teferruatına
inilmesine ihtiyaç bulunmamaktadır.
"Feri meseleler
bazen kavli meseleler derecesinde olabilir" sözümüz birtakım gerçekleri
kapsamaktadır: Bunların da kat'i ve zanni olmak üzere ikiye ayrıldığı
söylenebilir.
Yine isabet eden kimse
tek bir kişi olsa dahi. hata eden kimse af da edilebilir, günahkar veya fasık
da olabilir. Bu konuda hata eden bir kimse, bazen ameli konularda hata eden
kimse gibi de olabilir. Fakat bunun böyle olması, feri meselelerin çok olması
ve bunların dallandırılıp budaklandırılmasına ihtiyaç bulunması dolayısıyladır.
Kalpler bu konuda anlaşmazlığın meydana gelmesinden, ihtilafın ortaya
çıkmasından yana rahat olmakla birlikte, kavli meselelerde durum böyle
değildir. Çünkü bu meselelerde ihtilaf öyle kötüdür ki. buna ancak ondan daha
şiddetlisinin önüne geçebilmek için tahammül edilebilir.
Amellerin
dallandırılıp budakiandınlması bir ihtiyaç olduğundan ve bu da! ve budaklar
çok olduğundan anlaşmazlıkların ortaya çıkması da kaçınılmaz olmuş, kalbler bu
konudaki anaşmazhklardan rahatsız olmamıştır. Haberi durumlar ise böyle
değildir. Onlar üzerinde toplu olarak ittifak edilmiştir. Eğer bu haberi
konuiarhiçbir ihtilaf olmaksızın dallandırılıp budaklandırılacak olursa,
elbette ki bu güzel bir şey olur. Bunların tafsilatında anlaşmazlık meydana
gelecek olursa, durum farklıdır ve hiçbir ihtiyaç yokken böyle bir durumun
oluşması kötüdür.
Bu bakımdan heva
sahipleri ile anlaşmazlık içinde olanlar kötülenmiş. bu konularda tartışıp
birbirlerine düşmanlık edenler yerilmiştir. Çünkü bu hiçbir ihtiyaç olmaksızın,
bir şer ve bir fesattır. Ancak durumun böyle olması bunların ayrıntısının ve
bütün İncelikli konularının bilinmesine engel değildir.
Bu konuda söylenecek
sözler ilme dayalı, mefsedetten u-zak -ve tekfir şartlan gerçekleşmediği sürece
hata eden herkesi tekfir etmeyi gerektirmeyecek türden olmalıdır. Aksi takdirde
yemin ederim ki. bu tür ihtilaf gerçek bir çelişkidir.
Diğer ihtilaf
şekillerinin işleri ise. çeşitlilikte itibari ve lafzı konulardaki ihtilafta olduğu
gibi kolaydır ve bunlar sayıca çoktur. Haberi meseleierdeki ihtilafların çoğu
da bu türdendir.
Sufi ve abidleri.
hatta halkın çoğuna göre itibar edilen husus, salih amellerin yapılması veya
terkedilmesidir. Bu salih ameller bulunduğu takdirde, o kişi onların arasına
girmiş olur. İsterse birtakım haberi meselelerde hata etmiş olsun.
Değilse bu haberi
meselelerde isabet etmiş olsa bile. aralarına katılamaz. Hatta onlar bu gibi
meseleleri gözönünde bulundurmak istemezler.
Bununla ilgili
konulardan birisi de şudur; İlim ve haberi meseleler, bazen itikad edilmesi
gerekli türden olabilir. Bir durumda gerekirken başka bir durumda
gerekmeyebilir; bir kesim için itikadı gerekli olurken bir başka kesim için gerekli
olmayabilir. Vacip değil de müstehab da olabilir, bir kesim için ve bir durumda
müstahabken başka bir kesim ve başka bir durumda müstehab olmayabilir.
Bazı kimseler için
bunların bilinmesi zararlı olduğundan. bu insanlara bunların bilinmesi caiz de
olmayabilir. Nitekim Ali (r.a) şöyle demiştir;
"İnsanlara
bildikleri şeylerden sözediniz, kabul edemeyecekleri şeyleri bırakınız. Sizler
Allah'ın ve rasulünün yalanlanmasını nasıl isteyebilirsiniz?[22]
İbn Mes'ud (r.a.) da
şöyle der: "Bir kimse bir topluluğa akıllarının erişemeyeceği şeyler
anlatacak olursa, mutlaka onların bazısını fitneye düşürür."'
Aynı şekilde İbn Abbas
(r.a.). yüce Allah'ın: "Allah O'dur ki yedi göğü yaratmıştır" ayetini
soran kimseye şu cevabı vermiştir: ''Ben sana bu ayetin tefsirini bildirecek
olursam inkara sapmayacağından emin misin? Senin bunu inkarın onu
yalanlamandır." Yine aynı şekilde kendisine: "Melekler ve ruh ona,
süresi ellibin yıl olan bir günde yükselirler" ayeti ile ilgili soru soran
kimseye de şu cevabı vermiştir; "Bu Allah'ın bildirdiği bir gündür. Onu
en iyi bilen O'dur.
Seleften benzeri
rivayetler pek çoktur. Bu gibi meseleleri bilmek bazen faydalı ise de, bazı
kimseler için zararlı olabilir. Aynı sözün bir durumda reddedilirken bir başka
durumda kabul edildiği, bir kişi tarafın [23]
Bilindiği gibi eşyanın
dış dünyada (ayanda) zihinlerde, dilde ve yazıdaki varlığı ayrıdır. Bunlara
sırasıyla: Ayni. ilmi, lafzı ve şekli (resmi) varlık adı verilir.
Daha sonra kimisi öyle
demiştir: Ayni ve ilmi varlık çağların, bölgelerin ve toplumların farklılığı
ile farklılık göstermez. Ancak eşyanın Iafzi ve resmi (şekli) varlığı böyle değildir.
Çünkü diller, değişik toplumlarda farklı farklıdır. Arapça. Farsça. Rumca ve
Türkçenin birbirinden değişik olması gibi.
Bu noktayı bazı
kimseler "Yüce Allah'ın kelamı"' konusunda ele alıp şöyle der:
Allah'ın kelamı, anlam bakımından harflerin değiştiği gibi- toplumların
değişmesiyle değişmez. Nitekim Küllabiyye ve Eş'ariyye'ninde söylediği budur.
Buna şunu da ilave ederler: Yüce Allah'ın kitaplarının farklı olması sadece lafızlarının
farklı olmasından dolayıdır. Onun İbranice kelamının adı "Tevrat". Arapça
kelamının adı da "Kur"an 'dır. Nitekim onlar şunu da söylerler:
"Anlam. kadimdir ve bu mana emir. yasak ve haber olarak ortaya çıkar.
Diller ise bu anlamın arızi sıfatlandır. Yoksa onun türleri ve çeşitleri
değildir.
Bazı kimseler bu
sözleri kayıtsız şartsız bir şekilde Usul-ü Fıkn'ın dil ile ilgili
meselelerinde zikrederken, bazıları da bunu ''isim ve müsemma (isimlendirilen)
ile "Esma-i Hüs-na"' meselesinde zikrederler. Ebu Hamiti'de olduğu
gibi.
Ben derim ki: Bu.
üzerinde görüş birliğine ulaşılmamış bir sözdür ve yanlış yönlen vardır. Çünkü
bazi dillerde bazı lafızların söylenişi ortak olabilir. Nitekim aynı isimler
değişik dillerde bulunabiliyor.
Dillerin çoğunda olduğu
gibi bazen değişiklik de olabilir. Fakat bu değişiklik çelişkiyi değil
çeşitliliği ortaya koyan bir değişikliktir. Aynı şeyin değişik iki isme sahip
olması gibi.
Dillerin manalarında
da durum böyledir. Toplumların bilmiş olduğu "aynı mana'' ve herbir
toplumun kendi diliyle ifadelendirdiği bu mana toplumlarca aynı türden olabilir
ve Arapçada bir tek lafzın ihtilaf ettiği gibi. farklılık göstermeyecek şekilde
bulunabilir.
Bazen toplumlar
arasında bu mananın tasavvuru çeşitli olabilir. Onların kimisi bunu bir sıfat
ile bilip bu sıfatı nazar-ı itibara alarak anlatırken, bir başka toplum bir
başka sıfat ile bilir ve bu sıfatı itibara alarak onu ifadelendirebilir. Şanı
yüce Allah'ın isimlerinde. O'nun rasulünün isimlerinden Kitab'mda ve genel
olarak bilinmesi üzerinde ittifak edilen eşyayı anlatan pek çok isimde durum
böyledir. Tenkri, huda ve benzeri manalar böyledir. Allah'ın yüce isimlerinin
her açıdan "Allarr adanın anlamına mutabık olmaması gibi.
Bu nedenle Kur'an'ın
Farsça, Türkçe ve başka dillere tercümesi üzerinde düşünüldüğü takdirde,
manalar arasında bir çeşit farklılıkların bulunduğu görülür. Asıl itibarıyla
ittifak ve uyum olmakla birlikte, bu böyledir. Nitekim her iki dilde, ses
itibariyle aralarında benzerlik bulunmakla birlikte, bu seslerin bir araya
getirilip dizilişi farklıdır. Bazen bu diller arasındaki farklılık birbirine
denk olan -ki bunlara müteradif ile mütebayin lafızlar arasında yer alan
mütekafi (denk) lafızlar adı verilir- arasındaki farktan daha büyük bir
farklılık olabilir.
Her iki dil arasında,
bu anlamın kapsamı, genelliği ve özelliği bakımından da farklılık bulunabilir.
Hakikatinde, türünde farklı olduğu gibi, keyfiyetinde, niteliklerinde ve başka
hususlarda da farklı olabilir.
Hatta aynı dili
konuşan iki kişinin, anılan aynı isim karşısında düşünceleri değişik olur. Bir
kimsenin o isinin hakikati, kemiyyeti (sayısı), keyfiyeti ve buna benzer
hususlara ilişkin düşüncesi öbüründen farklı olabilir. Tek isimle anlatılmak
istenen anlam, bu ismi söyleyen kişilerde farklı anlama geldiğine, hatta aynı
kişinin, değişik zamanlarda bu isimleri söylediğinde farklı şeyler düşündüğüne
göre, nasıl olur da değişik dillerde bunun aynı olması gerektiği söylenebilir!?
Bu gerçeği şöyle
açıklayabiliriz: Aynı isim konusunda meleklerin bildikleri, insanların
bildiklerinin aynısı değildir. Şanı yüce Allah'ın bildikleri ise meleklerin
bilgilerinin sınırının üstündedir. Fakat buradaki farklılık bir çeşitlilik
farklılığı olup. çelişki farklılığı değil.
"İndirilmiş
kitapların anlamlan birdir" diyen kimsenin sözünün yanlış olduğu gayet
açıktır. Mesela bizler Kur an'ın anlamlarını tbranice, Tevrat'ın anlamlarını da
Arapça'ya dökecek olursak, birinin taşıdığı anlamın öbürünü tutmadığını
göreceğiz. Zorunlu olarak biliniyor ki, kitapların manalarının çeşitliliği ve
farklılığı, bir çeşitlilik ihtilafıdır ve-bu çeşitlilik ihtilafı, bunların
harflerinin ihtilafından daha büyüktür. Çünkü Arapça ile Tbranice arasında da
büyük farklılıklar vardır. Aynı şekilde Bakara Suresinin anlamı, hiçbir zaman
Al-i İmran Suresinin anlamı değildir.
Bundan daha ileri bir
farklılık olmak üzere emrin haber anlamına (yerine) kullanılmasıdır. Bütün bu
değişikliklerle birlikte bunların dillerin herhangi bir hakikatte birleştikleri
gibi herhangi bir hakikatte ortak olmaları mümkündür. Eğer,
"değişikliklerine rağmen bunlar birdir' denilebiliyorsa, bütün dillerde
bir olduğunu söylemek de bunun gibidir. Hatta anlamlardaki farklılık daha da
büyüktür.
Bunlardan (yani lafzi
ve şekli varlıktan) birisinin hakiki bir sıfat, ötekinin ise vaz'i bir sıfat
olduğu iddiasına gelince; durum bunda da böyle değildir. Bu ''isimler ve kelimeler"
konusunda "usulü'din", "fıkh"' ve ''dillerin tercümesi"
konularında kendisinden yararlanılacak bir husustur.
Aynı şekilde dil bir,
lafız da bir olunca, bu dildeki lafız lan söyleyenlerin tümü aynı şekilde
söyleyecekleri ve asla aralarında fark bulunmayacağı şekilde bir örf de cereyan
etmiştir. Eğer istenilen şey bunların hepsiyle gerçekleşebilir yorsa, mana da
aynı şekilde birdir, demektir. Çünkü diller farklılık gösterse bile, tercüme
ile kastedilen asıl anlam, gerçekleşebilir. Anlamlar da böyledir. Çünkü tercüme
hemen lafızda, hem de anlamda olabilir. Bu bakımdan müslüman-laribn
Abbas'a"Tercümanü'l-Kur'an" adını yenilişlerdir. Halbuki o, sadece
lafzı açıklıyordu... [24]
Sünnet ehlinin,
peygamberleri izleme şeklindeki yolu, Hakk'a ulaştıran yoldur. Onlara muhalefet
eden felsefeci ve kelamciların yolu ise böyle değildir. Maksat, ilimdir. Bunun
yolu ise delildir. Peygamberler mufassal isbat ve mücmel ne-fy ile
gelmişlerdir. Mesela. Allah'ın sıfatlarını geniş ve ayrıntılı bir şekilde
isbat ederken, O'nun eşinin, denk ve benzerinin olduğunu da nefyetmişlerdir.
Felsefeciler ise
mufassal nefy ortaya koyarak, "böyle değildir, şöyle değildir"
derler. Sıra isbata gelince, genel ifadelerle bir varlığı isbat, (kabul)
ederler. "Sübutunun makamlarının ilki" konusunda şaşırıp
kalmışlardır. Şöyle ki; O'nun varlığı, zatının aynı mıdır, yoksa varlığı
zatının sıfatı veya arazı mıdır ve buna benzer zihni ve lafzı pek çok anlaşmazlıklar
da ortaya koymuşlardır,
Bilindiği gibi nefyin
varlığı söz konusu değildir. Sübut ve vücud bilinmedikçe, nefy ve yokluk da
bulunamaz. Hatta kelamcılardan bir gurup, bir şey olmaksızın yok olanın bilinmesini
kabul etmemişlerdir. Çünkü onların iddialarına göre, ilmin mutlaka bir şeye
taalluku kaçınılmazdır. Gerçek ise şudur: Yokluğun bilgisi, varlığın bilinmesi
vasıtasıyla ortaya çıkar. Eğer bizler; "Allah'tan başka ilah yoktur"
gerçeğini bilecek olursak, var olan bir ilahı düşünür ve Allah ile ilgili
tasavvurumuzun dışında bütün ilah tasavvurlarının olmadığını bilmiş oluruz.
Varlığını kabul
etmediğimiz, reddettiğimiz başka şeylerin durumu da böyledir. Önce onu tasavvur
etmemiz, sonra da nefyetmemiz kaçınılmazdır. Biz onu, varolan bir şeyi
tasavvur etmeden de tasavvur etmek imkanına sahip değiliz. Ondan sonra ona
benzeyen şeyleri tasavvur ederiz, ya da onun parçalarından meydana gelenleri.
Cıvadan oluşmuş bir deniz, yakuttan bir dağ, birden çok ilahlar ve benzerlerini
tasavvur etmek gibi... Sonra da bu gibi şeyleri nefy. yani reddederiz. Aksi
takdirde olmayan bir şeyin düşünülmesi gerçeklere aykırıdır. Akıl tarafından
ortaya konulması herhangi bir şekilde mümkün olmamak üzere mevcudat ile uyumlu
bir şey değildir. Bu ister nazari, isterse de ameli bilgilerden olsun, değişen
bir şey yoktur. Failin, yapacağı işi yapmadan önce tasavvur edebilmesi
durumunda olduğu gibi.
Gerçekte bu.
varedilmek için olmayan bir şeyin tasavvurudur; nitekim onun dışında kalan da
mümkün bir '"yok" un veya varlığı imkansız bir şeyin, ya da
varolmayan bir şeyin düşünülmesidir. Fiilen yok olanla, fiilen yok olmayan, varlık
maddesi bulunmaksızın varlık maddesi olmaksızın hiçbir şeyi meydana getiremez.
Çünkü yoktan varetmek. ancak Rububiyyet'in özelliklerindendir. Nasıl bitir ve
nasıl yapar; konusu ise ayrı bir bölümdür.
Böylelikle şu gerçek
açıklık kazanmış oluyor: Varolanı ve sıfatlanın bilmek asıldır. Mutlak ve
mukayyet "yok"un bilinmesi ona bağlıdır ve onun bir alt bölümüdür.
Aynı şekilde ''yok" un bilinmesinin - bilene "vardın bilgisinin tamamlanması
ve bu "var"ı kendi nefsinde tam anlamıyla bilebilmesinin dışında-
hiçbir faydası yoktur. Çünkü "hiçbir şey"i düşünceyle bilen kimse,
herhangi bir kemal sıfatı elde edemez. Fakat sözgelimi "var
eksikliklerden uzak olduğunu bilmek. O'nun kemaline dair bir bilgidir.
Aynı şekilde Onun
ortaklarının bulunduğunun reddedilmesi yolundaki bilgi, kemalden olan
vahdaniyetinin bilgi-sidir. Yapılmak istenen şeyin tasavvur edilebilmesi de
fiilin varolması sonucuna götürür. Terkedilmek istenen şeyin tasavvur edilmesi
de adem-i şer olan terke götürür ki, bunun ademi, mevcudun kemalini ortaya
koyar.
Benim ilim ile söz
konusunda bu zikrettiklerimin benzeri, irade ve amel konusunda da söylenebilir.
Çünkü irade, kendi nefsiyle varolana ki o fiildir ve aynı şekilde buna bağlı
olarak terkin kendisi olan yokluğa yöneliktir. Böylece maksat olarak alınan
mevcutdan fesat önlenebilmiş olur. [25]
[1] Tirmizi Deavat: 131,
[2] Tirmizi Sevabu'l-Kur'an: 17; Ahmed: 6/256.
[3] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 3-7.
[4] Müslim, iman: 293, 294; Alımed: 4/401,405, İbn Mace,
Mukaddime: 13.
[5] Tirmizİ, Tefsir Sure: 10, 1; İbn Mace, Mukaddime: 13;
Ahmed: 4/333.
[6] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 7-10.
[7] Burada, bir önceki ayette (Bakara: 2/114) geçen
"ulaikc" ile "ma" edalına işaret edilmektedir. (Çev.)
[8] lbn Mace, İkame: 61, Mesackl: 14. 16
[9] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 10-19.
[10] Buluıri, Tevhid: 9; Meğazi: 38; Kader: 7; Müslim,
Zikir: 44, 45.
[11] Müslim. İman: 293; 294; Ahmed: 4/401; îbıı Mace.
Mukaddime: 13.
[12] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 19-25.
[13] Müslim, Salat, 52, 217-221; Tirmizi, Mevakit, 65, Nesııi,
îflilah, 17-18.
[14] Müslim, Birr: 43.
[15] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 25-31.
[16] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 31-33.
[17] Ca'd b. Dirhem: Kur'an'ın yaratılmış okluğunu ilk
söyleyendir. P'movilcrin son hükümdarlarından Mervan'ın hocasıdır.
[18] Cehm b. Sul'vaıı: Uern Kuran'ın yaratılmış olduğu, hem
de cebıilik düşüncelerini Ca'd b. Dirhem'den almış ve bunları yaymıştır. Ca'd
d;ı bu düşünceleri Tahıl h. A'saın adlı bir yahudinin öğrencisi olun İban b.
Senran'dan öğrenmiştir.
[19] Muto/İlö'nin Basra okulunun reisidir. Ölümünün 226/840
İhı 235/841) yıllan arasında olduğu zikredilir (Bağdadi, a.g.c. s. 60).
[20] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 33-45.
[21] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 54-52.
[22] Bulıari, İlim: 49.
[23] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 53-63.
[24] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 64-67.
[25] İbn-i Teymiyye, Kulun Allah’a Yaklaşması, Tevhid
Yayınları: 67-69.