ALLAH'TAN BAŞKA HİÇ KİMSEYİ HÜKÜM SAHİBİ KABUL
ETMEMEK
İslam Dininde Allah İle Kul Arasında Vasıta Var Mıdır?
"Ey insanlar!
Sizi ve sizden öncekileri yaratan, yaratırken de tabiatınızı, karakterinizi de
birlikte halkeden Allah'a itaat edin!
(Bakara: 2/21)
ayetinin açıklanması:
İslam büyüklerinden,
alim, Allah Rasurunun İslam uygulamasını yeniden ortaya çıkaran, dine sonradan
sokulan zararlı hurafelerin en amansız düşmanı Teymiyyeoğlu Abdullah'ın oğlu
Ahmed'e,
"Ey insanlar!
Sizi ve sizden öncekileri yaratan, yaratırken tabiatınızı, karakterinizi de
birlikte halekeden Allah'a itaat ediniz" (Bakara: 2/21)
ayetinin manasını
sordular. îbadet nedir, kulluk nedir, itaat nedir, bunlarla ilgili diğer küçük
ayrıntılara ait bilgiler nelerdir? Dinin tamamı itaat kavramının içinde midir,
yoksa, bundan daha başka odak deyimler varmıdır? Kulluğun gerçeği nedir?
Kulluk dünyada ve öteki dünyada insanı en yüksek makama götüren bir faaliyetin
adımıdır? Yoksa yüce makamlara götürücü kulluktan başka bir faaliyet, hareket
alanı var mıdır insan için? Bizi bu konuda anlayacağımız bir biçimde
aydınlatır mısınız. Öyle açıklayın ki, biz artık hiçbir teredüde düşmeden
kulluk görevlerimizin ne olduğunu bilerek hareket edelim bundan sonraki
hayatımızda. Allah bizi iyi niyetimizden ötürü ödüllendirir ümidindeyiz!
Merhum büyük alim ve
düşünür İbni Teymiyye, bu soruların cevabını vermek için aşağıdaki kitabı
kaleme alıp, Müslümanları bu çok önemli konuda aydınlatmaya çalıştılar:
Bütün alemlerin
yaratıcısı Allah'a sonsuz yüceltmeler olsun benden. O'nun Rasulüne özel dualarımla
selamet dilerim.
İtaat ve kulluk, yüce
Allah'ın sevip razı olduğu, gizli açık bütün söz ve hareketleri içine alan bir
kavramdır. Namaz, zekat, oruç, hac, doğru söz, doğruyu ayetlerle bildirilen
amelleri bildirmek, ayetlerin yasakladıklarından insanları alıkoymak, dini
reddedip düşmanlık yapanlara, dinden göründükleri halde onu gizli gizli
arkadan vurmak isteyen münafıklara karşı savaş açmak; komşuya, yetime, fakire,
yolda kalmış gariblere, boğaz tokluğuna çalışan kölelere ve hayvanlara yardımda
bulunmak; Kur'an'da olanları anlamak niyetiyle okumak, Allah'dan istemek,
konuşurken Allah'm emirlerini konuşmak, anlatmak ve benzeri gibi iş ve
hareketlerin hepsi itaat ve kulluğun ifade ettiği mana ve kavram içine
girerler...
Allah'ı ve Rasulünü
sevmek, Allah'dan başka hiç kimseden korkmamak, sadece Allah'a boyun eğmek,
O'nun emrettiklerini nzasını kazanmak niyetiyle yerine getirmek; insana kötü
gibi gelen hareket ve işlerde Allah'ın hükümlerine uyup sabretmek, kaza ve
kaderine hak nazarıyla bakmak; elinden geleni yaptıktan sonra hükmü Allah'a
bırakmak, affediciliğine sığınıp, azabından korkmak ve benzeri bütün hal ve
telakkiler hep itaat ve kulluk kavramı içine girerler.
Böylesi itaatve
kulluk, Allah'ın sevdiği, rıza gösterdiği ve insanları bunu yerine getirmek
için yarattığı temel amaçtır. Yüce Allah buyuruyor ki:
"İnsanları ve
cinleri sadece bana îtaatla kulluk etsinler diye yarattım!" (Zariyat:
51/56) Nuh'un (a.s.) dilinden şunları aktarıyor: "Allah'a itaatla kulluk
edin. Sizin O'ndan başka ita-atla sorumlu olduğunuz bir efendiniz yoktur!"
(A'raf: 7/58)
Bütün nebi ve rasuller
de zaten sadece bu maksat için gönderilmişlerdir. Hud (a.s.), Şuayb, Salih ve
diğer bütün nebiler de insanlara aynı şeyi söylemişlerdir. "Allah'tan başka
hiç kimseye bir borcunuz yoktur, onun için yalnız O'na itaatla kulluk
ediniz!" Evet hepsi de böyle demişlerdir.
Yüce Allah buyuruyor:
"Yemin ederim ki
biz, her topluluğa, "Allah' itaatla kulluk edin, O'ndan başkasına itaatla
kulluk etmeyin!" diye ikaz eden nebi ve rasul göndermişizdir Fakat onların
kimi itaat etmiş, kimileri ise gerçeği reddetmiş sapıklığa düşmüşlerdir.
(Nahl: 16/36)
"Biz senden evvel
gönderdiğimiz bütün nebi ve rasu-Iere şöyle buyurmuşuzdur: Gerçek şudur ki;
benden başka itaat ve kulluk edilecek hiçbir merci yoktur, o halde sadece bana
itaatla kulluk edin!" (Enbiya:
21/25)
"Ey nebi ve
rasuller! Sizin için temiz helal saydığımız nimetlerimizden yiyin ve dediğimiz
biçimde yaşayın. Ben her ne yaparsanız bilen ve görenim. Şu insanlar, sizin
için tek bir topluluktur ve size bağlıdır. Sizin indinizde hiç birinin öbürüne
üstünlüğü yahut eksikliği yoktur. Onlar sizin ümmetiniz, ben de sizin
Rabbinizim, onun için yalnız benden korkun!" (Mü'minun: 23/51-52)
itaatla kulluk görevi
öyle bir temel görevdir ki, Allah bizzat kendi Rasulünü de bu görevle
görevlendirmiştir:
"Ölüm gelip seni
alıncaya kadar Rabbine itaatla kulluk et" (Hicr: 15/99)
Gene yüce Allah,
melekleri de tıpkı Rasuller gibi kendisine kul olmakla yükümlü saymıştır. İşte
Kur'an ayeti:
"Göklerde ve
yerde her ne varsa hepsi de O'nundur. O'nun huzurunda olanlar O'na kulluk
etmekten asla büyüklenip kaçmazlar, onlar yorulmazlar da. Ve yine onlar gece
-gündüz demeden O'nun emirlerini tekrarlarlar ve her türlü zaaftan uzak
tutarlar" (Enbiya:
21/19-20)
Bir başka ayet:
"Hiç şüphe yok
ki, Allah'ın huzurunda olanlar, O'na kulluk etmekten asla küçüklük duymazlar.
Daima O'nu hatırlarlar ve büyüklüğü karşısında boyun eğerler"
Yüce Allah
kibirlerinden, büyüklük taslamalarından ötürü itaatla kulluktan kaçanları
kötülüyor ve tehdid ediyor:
"Rabbiniz buyurdu
ki; "Ben'den taleb edin, Ben de vereyim. Kendini büyük sanıp bana kulluk
yapmaktan, Ben'den istemekten kaçınanlar horlanmış ve hakir bir biçimde cehenneme
girecekleredir" (Mü'min: 40/60)
Yine yüce Allah, yaptıklarıyla,
işledikleriyle cenneti hak etmiş insanları da kul olarak vasıflandırıyor ve
buyuruyor ki:
"O kafur bir
pınardır ki, onu ancak Allah'ın kulları içerler, onu nereye olursa akıtırlar,
kolayca kullanırlar" (İnsan: 76/6)
İşet başka ayetler:
"O acıyan yüce
Allah'ın kulları ki, onlar yeryüzünde vekar ile büyüklenmeden gezerler,
beyinsizler kendilerine söz söyledikleri laf attıkları zaman "haydi
işinize gidin" der başka cevap vermezler. Gene o kullar ki, geceleri
Rableri için secdeye kapanırlar ve kıyam ederler"
(Furkan: 25/63-64)
Hicr Suresinin 39 ve
40. ayetinde,
"Şeytan,
"Rabbimin beni azdırdığı gibi, ben de muhakkak O'nun kullarını
azdıracağım, yeryüzünde fenalık yapmalarına vesile olacağım. Ancak onlardan samimi
inananları ebette ki azdıramam" dediği zaman, yüce Allah, "İşte bu
söylediğinde doğrusun! Benim emirlerime samimi bir biçimde inanıp kulum
olanlar üzerinde senin hiçbir hükmün yoktur ve olamaz da. Ancak sapıklar senin
gösterdiğin azab yolunda gider olsunlar"
(Hicr: 15/41-42-43)
Ortağı bulunmayan,
hükümde hiç kimseyi kendisine eş kabul etmeyen yüce Allah, meleklerini de kul
olarak vasıflandırıyor. İşte ayetler:
"Rahman evlat
edindi dediler. O'nun şanı bu halden çok yücedir, böyle zaaflardan uzaktır.
Hayır onların evlat dedikleri, Allah'ın ikramına ulaşmış kul'dan başka bir şey
değildir" (Enbiya: 21/26)
"Bunlar
sözleriyle asla Allah'ın önüne geçemezler, olduğu gibi O'nun emri ile hareket
ederler. Önlerindeki de arkalarındakileri de O bilir. Bunlar O'nun rızasını kazanmış
olanlardan başkasına şefaat da edemezler. Onlar Allah korkusuyla tir tir
titreyen kullardır" (Enbiya:
21/36-38)
"Allah bir evlat
edindi dediler. Yemin ederim ki çok çirkin bir söz söylediler. Onlar Allah'ın
bir oğlu olduğunu iddia ettileri zaman neredeyse gökler paramparça olacak,
yer yarılacak, dağlar dağılıp dökülecekti. O Allah'a evlat edinmek asla
yakıştırılamaz. Yerlerde ve göklerde her ne varsa hiç istisnasız O'na kul
olarak yaratılmışlardır. Andolsun O bunları hem topluca hem de teker teker
sayıp döküm etmiştir. Ve onların her biri tek tek, bir başına O'nun huzuruna
gelecektir" (Meryem:
19/88-93)
Kendisine ilah
nazarıyla bakılan ve Allah'ın oğlu olduğu iddia edilen İsa (a.s.) hakkında
yüce Allah şöyle buyuruyor:
"O (İsa) bizim
nimet vediğimiz, İsrailoğullarına bir ibret dersi alsınlar diye örnek
yaptığımız kulumuzdan başka hiçbir şey değildir" (Zuhruf: 43/59)
İşte bundan ötürü
Allah'ın Rasulu şu sözleri söylemiştir: "Hıristiyanların, Meryem oğlu
İsa'yı uçurdukları gibi, siz de beni lüzumdan çok methederek uçurmayınız. Ben
ancak bir kulum. Bana onun için sadece Allah'ın ku-
lu ve Rasulu
deyiniz"[1]
Allah, Rusulunü en
yüce hali olan Miraç anında bile onu kul olarak vasıflandıryor:
"O Subhan ki,
kulunu geceleyin götürdü" (İsra: 17/1) Vahiy'den bahsederken de yine kul
deyimini kullandı: "Kuluna vahyettiği şeyi vahyetti" (Necm: 53/10)
Dua, isteme hakkında da şöyle buyurdu: "Şu gerçek vahyedihniştir: Allah'ın
kulu O'ndan istemeye kalktığında, neredeyse onlar (cinler) etrafında keçeler
gibi dertop oluyorlardı (Cin: 72/19) Kur'an'ın doğruluğu hakkında Yüce Allah
meydan okuyup diyor ki:
"Eğer kulumuza
kısım kısım indirdiğimiz Kur'an'ın bizden geldiğinde şüpheniz varsa. O zaman
onun içindeki surelere benzer bir tanecik sure getirin de görelim!"
(Bakara: 2/23)
Başlangıçtan bu yana
naklettiğimiz bütün Kur'an ayetlerinde kul ve kulluğun vasıflarından
bahsedilmektedir. Bütün bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, dinin tamamı itaat-la
kulluğun ifade ettiği mana içindedir.
Cebrail'in (a.s.) bir
Arabi kıyafetinde bürünerek Rasule, İslam, imam ve ihsan hakkında sorular
sorduğu rivayet edilmiştir. Bunun gerçek olduğunu, Allah'ın Rasulu bir gerçek
hadislerinde şöyle anlatmaktadır:
"Cebrail bana
"İslamdan haber ver, nedir İslam?" diye sorduğunda, şöyle cevap
verdim: "Allah'tan başka kulluk yapılacak bir merci bulunmadığına,
Muham-med'in O'nun kulu ve Rasulu olduğuna iman etmen, Ramazan orcunu tutman,
namaz kılman, zekat vermen ve gücün varsa Hac yapmandır" Cebrail'in
"İman nedir?"sorusuna ise şu cevabı verdim: "Allah'a,
irteleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, Öldükten sonra yeniden dirilmeye,
kadere, hayrın da şerrin de yaratıcısının Allah olduğuna inanmandır"
En son olarak Cebrail
"İhsan nedir?" diye sormuştur. Buna Allah'ın Rasulu şu cevabı
vermiştir:
"Sanki Allah'ı
görüyormuşsun gibi O'na itaatla kulluk etmendir. Zira sen onu görmüyorsan da,
O'nun seni gördüğünü bilmelisin"
Hadisin sonunda
buyurmuştur ki:
"Bu gelen
Cebrail'dir ve size dininizi öğretmek için bana sorular sormuş, cevaplarını
istemiştir. Kendisi için değil, sizin içindir bu cevaplar.[2]
Zikredilenlerin
nakledilenlerin hepsini dinden saymış ve din çerçevesinde açıklamıştır bunları.
Din deyimi, boyun
eğme, teslim olma, kendini herşeyden büyük görmeme, tevazu anlamını içinde
taşıyan bir odak deyimdir. Din kelimesinin etimolojik kökünden Araplar
"denet hufe dane" deyimini çıkarırlar. Yani, "Onu aşağıladı, boyun
eğdirdi. O da acizliğini kabul edip boyun eğdi" demektir.
Yine Din kökünden:
"nedinullahe ve nedinu lillahi" cümlesini çıkarırlar ki,
"Allah'a itaatla kulluk eder ve yalnız O'na boyun eğeriz" demektir.
Allah'ın dini demek,
O'na itaat etmek, O'na kulluk etmek, O'na boyun eğmek, O'nun büyüklüğü önünde
kendi küçüklüğünü bilip ona göre hürmet etmektir.
Araplar;
"İbadethanlerin yolu alçak gönüllülük olduğu zaman, ayakları kendine çeker"
derler. Fakat İslamda emrolunan ibadet, kulluk, boyun eğme, alçakgönüllülük ve
sevgi anlamlarının hepsini birden içinde taşır. Allah'a karşı sonsuz
alçakgönüllülük ve sevgi..
Sevginin en ileri
derecesi kulluk, en alt derecesi ise ilgidir. İlk başta insan kalbi sevgiyle
ilgi ve alaka duyar, zaman geçtikçe, sevgi derinleştikçe sevdiğini sayıklamaya
başlar. Daha ilerde kalpten bir sevgiyle insan çılgına döner. İşte bundan
sonra sevgi aşka dönüşür, aşktan sonra ise kulluk, ita-atkarlık kul olan kişi;
O'nu son derece seviyor, hürmet duyuyor, alçakgönüllülük gösteriyor demektir.
Bir kimse sevmediği,
nefret ettiği bir insana hürmet edip boyun eğerse, ona kulluk ediyor sayılmaz.
Bir başka şekilde, tersine olarak, bir kimse bir kimseyi sevse fakat hürmet ve
saygı duymasa, gene kulluk ediyor sayılmaz. Bir insan çocuklarını yahut
arkadaşlarını sever, fakat bu sevgi kulluk değildir. İşte aynen bu durumdadır
yukarıda tanımlanan kişiler.
Bundan ötürü, Allah'a
kulluk yapmada, sevgi yahut saygıdan birinin bulunması yeterli olamaz. Allah,
kula herşeyden daha sevgili ve saygı değer olmalı, kul Allah'ı her-şeyden daha
yüce, daha azametli bulmalı. Yani, Allah'ı herşeyden daha fazla sevmeli, boyun
eğmeli, alçak gönüllülük göstermeli ki, insanoğlu kul olabilsin. Kul
bilmelidir ki, Allah'tan başkasına beslenen aşın sevgi aldatıcı, aşırı saygı
da çirkin ve batıldır.
Bu durumu ayeti kerime
ne kadar da güzel açıklamaktadır:
"De ki:
Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinizdeki
mallar, zarar etmekten korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan konutlar,
size, Allah'tan, O'nun Rasulunden ve O'nun yolundaki cihattan daha sevgili
ise, artık Allah'ın emri ve hükmü gelinceye kadar bekleyedurun. Allah
günahkarlar güruhunu asla himaye etmez, doğruluklarını kabul etmez"
(Tevbe: 9/24) Belli
oluyor ki, en ileri derecedeki sevgi ve muhabbet, sadece Allah'a ve O'nun
Rasulune gösterilendir. Zira itaat sadece Allah'a ve O'nun rasulune yapılır.
Kul sadece Allah'ı ve ra-sulunü razı etmek zorundadır. Ayette şöyle
buyuruluyor:
"Allah'ı ve
rasulunü razı etmeleri kendileri için daha hayırlıdır" (Tevbe: 9/62)
İtaat ve kulluk ve
buna uygun düşen tevekkül, korku ve benzeri şeylere gelince; bunlar da sadece
Allah için olur. Çünkü yegane terbiyeci Allah'dır.
Yüce Allah buyuruyor:
Rasulum, de ki:
"Ey ellerinde
kitap olan Yahudi ve hırıstiyanlar! Bizim ve sizin aranızda müşterek olan
kelama gelin. Allah'tan başkasına itaat ve kulluk yapmayalım. O'na hiçbir
şeyi eş ve ortak tutmayalım. Allah'ı bırakıp birbirimizi rabler kabul
etmeyelim. Şayet'ellerinde kitap bulunanlar bu davetine icabet etmezlerse, o
zaman şöyle söyle: Şahit olun ki, biz gerçekten Müslüman olanlarız"
(Al-i İmran: 3/64)
Başka bir ayette de
şöyle buyrulmaktadır:
"Eğer onlar
Allah'ın ve Rasulunün kendilerine verdiklerine razı olsalardı da, "bize
bu yeter, bize Allah yeter ki, o Allah lütuf ve kereminden biz acizlere verendir,
Rasulü de öyle. Biz ancak Allah'ın verdiklerine itibar ederiz"
deselerdi" (Tevbe: 9/59)
İnşaların uygulayacağı
hükümleri koymak sadece Allah'a ve Rasulune ait bir iştir.
İşte bu hususta
Allah'ın buyruğu:
"Rasulüm size ne
verdiyse alın, neyi de yasakladıysa ondan sakının!" (Haşr: 59/7)
Güvenilmek ve yeterli
bulunmak gibi yüce vasıflar da yalnız Allah'ındır. Nitekim Yüce Allah
buyurmaktadır:
"Onlar o
kimselerdir ki, insanlar onlara; "düşmanlarınız size karşı büyük ordular
hazırladı, korkun onlardan!" dedikleri zaman, bu sözler onları
korkutmadı, aksine imanlarım
artırdı ye bir de üstüne "Allah bizim için yeterli bir koruyucudur ve o ne
güzel bir koruyucudur!" dediler" (Al-i İmran: 3/173)
Bir başka Allah
kelamı:
"Ey Nebi! Allah
sana ve senin izinde olanlara yeterlidir, başka desteklere ihtiyaç
yoktur"(Enfal: 8/64)
Bir başka ayetinde de
şöyle buyuruyor:
"Allah kuluna her
konuda yeterli değil mi?"
Bu ayeti kerimede
abid, yani kul; Allah karşısında aciz ve yetersiz olduğunu Allah'ın lütuf ve
keremine muhtaç olunduğunu bilmek; sadece O'nun tasarruf ve hüküm sahibi
olduğuna kesin inanç anlamına gelmektedir. Bu anlamdaki kullukta, ister sadık
olsun isterse fasık, ister mümin olsun isterse de kafir, ister cennet ehli
olsun isterse de cehennem, bütün insanlar Allah'ın kuludur. Çünkü Allah bütün
insanların yaratıcısı ve tedbirleriyle kaşatıcısıdır. O'nun tespit ettiği
tabii kanunların dışına hiç kimse çıkamaz. İstese de istemese de, O'nun koyduğu
doğa kanunlarına uymak zorundadır. Hiç kimse O'nun kudretinin ve isteklerinin
dışına çıkamaz. İster Allah'a verdiği iman sözünden dönen fasık, isterse
verdiği bu söze sadık olsun, kimse Allah'ın hükümlerini değiştiremez. İnsanlar
İster istesinler ister istemesinler Allah'ın istediği şey mutlaka olur. Allah
istemediği taktirde kimsenin istekleri sonuca ulaşamaz.
Allah buyuruyor:
"Onlar Allah'ın
dininden başkasını mı arıyorlar? Boşuna! Göklerde ve yerde her ne varsa,
isteseler de isemeseler de O'na çevrilip götürüleceklerdir"
(Al-i İmran: 3/83)
Demek ki Allah, bütün
varlıkların yaratıcısı, terbiye edicisi, rızk vericisi, öldürücüsü ve
dirilticidir. Temayülleri istediği yöne çeviren ve işlerinde ortaksız yetki ve
tasarruf sahibi yegane kudret Allahü Teala'dır.. Hiç kimsenin, hiçbir
varlığın Allah'tan başka terbiyecisi ve
sahibi yoktur. Her-şeyi yaratan, yarattıkları için kanun koyan, hareket ettiren
sadece O'dur. İnsanlar ister kabul etsinler isterlerse etmesinler, ister
bilsinler isterlese de bilmesinler, sonuç değişmez, gerçek asla bozulmaz.
İnsanlardan Allah'a,
Rasulüne, Rasul aracılığı ile indirilen Kitab'a inananlar bunları bilirler.
Bildikleri için imanları daha da çok artar. O'na teşekkürle kulluklarım
pekiştirirler.
Bu gerçekleri
kendilerini büyük sayanlardan başkası reddetmez. Kendilerini bir kudret sahibi
sandıkları için gerçekleri reddedenler çok kötü bir durum içindedirler. Onlar
Allah'ın yegane yaratıcı ve terbiyeci olduğunu bildikleri halde, bu
bilgilerini açıklamaz, itiraf etmez ve O'na boyun eğmezler. Bildikleri halde,
kibirlerinden ötürü gerçeği kabul etmeyenler gerçekten büyük zarardadır.
Zira Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Kalpleri ve
vicdanları bunların tam doğru olduğuna kanaat getirdiği halde, büyüklenmeleri
ve zülm etme temayülleri sebebiyle gerçekleri inkar ettiler. O ard niyetli
bozguncuların halleri bak nice oldu!" (Nemi: 27/14)
Bir başka ayeti
celile:
"Kendilerine
kitap verdiklerimiz, rasul ve nebilerimizi öz oğullarını tanır gibi tanırlar.
Böyle olduğu halde bazı bilginler gerçeği halktan, sade insanlardan saklarlar,
bile bile insanlarla hakkın arasına girer, gerçeği örterler"
(Bakara: 2/146)
İşte o gözünün nuru
ayetlerden biri daha:
"Onlar senin
doğru söylediğini biliyorlar. Ama gene de o zalimler, Allah'ın ayetlerini
inatla inkar ediyorlar"
(En'am: 6/83)
Kul, Allah'ı gerçek
terbiyeci, yaratıcı olarak kabullenir, kendisini O'nun kudreti karşısında aciz ve muhtaç
durumda görürse, Allah'ın gerçek emir sahibi olduğunu görür ve kendisinin
sadece bir kul olduğunu idrak eder. Böyle kullar, istediklerini yalnız
Allah'tan ister, yalnız O'ndan yardım bekler. Sadece O'na boyun eğer ve yalnız
O'na alçak gönüllülük tavrı içinde yalvarır, O'nun verdiklerine ve vereceklerine
gönüllü bir biçimde razı olur.
Fakat insan Allah'ın
emirlerine bazen itaat eder, bazen isyan ederse, kulluğu ve itaati bazen
Allah'a bazen de şeytana yaparsa, emirleri kendilerini rab ilan edenlerden alırsa,
bu hal cennet ehli ile cehennem ehlini biribirinden ayıran bir ölçek olur.
Böyle kişiler, bu şekildeki kullukları ile müminler safına giremez.
Çünkü Allah'ımız şöyle
buyuruyor: "Onların çoğu Allah'a hüküm ve kararda ortak koştuğu halde,
kendilerini mümin sayarlar. Halbuki ise böyle ortak koşucular Allah'a iman
etmiş değillerdir" Gerçekten de yaratıp rızk verici olarak kabul ettikleri
halde gene de Allah'tan başkasına itaat ve kulluk etmektedirler insanların
bir çoğu. İşte ayet:
"Andolsun ki, o
müşriklere "şu gökleri ve bu yeri kim yarattı" diye soracak olsan,
onlar; "muhakkak ki Al-lah'dır" diye cevap vereceklerdir"
"De ki:
"Kimin o arz ve ondaki bütün varlıklar, biliyor musunuz?" Onlar;
"Allah'ındır" diyeceklerdir. Öyleyse "onları düşünüp Allah'ın
kudretini idrak edemiyor musunuz?" diye sor. Yine onlara de ki: "O
yedi göğün sahibi kim? O çok büyük arşın rabbi kim? Onlar; Allah'dir"
diyecekler. O halde de ki: "Bunları bildiğiniz halde, bütün varlıkların
sahibi olan Allah'tan niçin korkmuyorsunuz? Yine de ki: "Her şey in
mülkiyeti ve bütün hazinlerini elinde tutan kimdir? kimdir hiçbir şeye
ihtiyacı olmayan? Korunmaya muhtaç
olmayan? Eğer biliyorsanız bana bildirin" Onlar yine şöyle cevap verecekler:
"Allah'dır" O halde onlara söyle. "Bunları biliyorsunuz da,
neden aldatılıyor ve Allah'a ortaklar koşuyorsunuz?" (Mü'minun: 23/84-88)
Gerçekten de,
varlıklar aleminin sahibini bilmek hususunda bütün insanlar birbirinin
aynıdır. İnsanoğlu fasık da olsa, mümin de olsa, kafir de olsa, sadık da olsa,
bütün bu varlıkların sahibinin Allah olduğunu bilir, bilebilir ve itiraf da
eder. Hatta o kadar ki şeytan ve ona bağlı cehennem ehli de bilir ve itiraf
eder.
Nitekim iblis
demektedir ki:
"Ey Rabbim! O
halde insanların tekrar diriltilecek-leri güne kadar bana mühlet ver!"
Yine iblis şöyle
demişti:
"İblis;
"Rabbim" dedi. Beni azdırmandan ötürü andolsun ki ben de insanları
günahlarla süsleyeceğim ve onların hepsini de azdıracağım" (Hicr: 15/39)
Ve gene iblis:
"Öyleyse
yüceliğine yemin ederim ki, onların hepsini azdıracağım" (Sad: 38/89)
Yine iblis:
"Şu benden üstün
saydığını gördün mü? Nesi varmış onun da benden üstün tuttun onu? Yemin ederim
ki, bana kıyamet zamanına kadar izin verirsen, onun soyundan gelecek olanları
çok azı müstesna olarak kötülükte peşimden sürükleyeceğim" (İsra: 17/62)
Bu varlıklar
alemindeki herşeyin sahibinin, halikinin, terbiyecisinin Yüce Allah olduğunu
iblis de yukardaki ve daha birçok ayetlerdeki ifadelerine bakılırsa kabul
ediyor ve kabul ettiğini itiraf ediyor.
Cehenneme hak kazanmış
olanlar da bu gerçeği kabul edeler ve şöyle derler:
"Ey
Rabbimiz" Aldanmişhğımız bi/e hakim olmuştu. Onun için doğru yolda
olanlardan ayrılmış olduk"
Gene cehennem ehli
şöyle der:
"Rabblerinin
huzurunda suçlu suçlu durdukları zaman sen onları bir görsen! Allah huzurunda
duran o cehennem ehline: "Size bildirdiklerim hak değilmi imiş. Emirlerimi
yerine getirmediğiniz tadirde sizin için vadettiğim şu cehennem de sizin için
hak değil midir?" Onlar: "Evet, Rabbimize yemin ederiz ki, bizim için
belirlediğin ceza haktır (En'am: 6/31) İşte cehennem ehli de, varlık aleminin
gerçeklerini olduğu gibi kabul ve ikrar etmektedir.
Bir kimse bu varlıklar
aleminin gerçeklerinden bir gerçeği müşahede eder, fakat Allah'ın uluhiyetine
ait kulluktan, Allah'ın Rasulune itaattan ve kulluktan geri durursa, ib-lis'in
ve cehennem ehli'nin yaptığı işlerden birini yapmış olur. Böyle olmalarına
rağmen, Allah'ın kevni alemini müşahede edebildiklerinden dolayı, onlar için
Allah indinde güçlü bir yer, makbul bir makam var kabul ederek, onların itaat
ve kulluktan muaf oldukları zannedilirse; bunlar Allah'ın evliyası ve marifet
ehli olarak kabul edilirlerse, böyle itikad edenler, iblis ve cehennem ehli
zümresinden olurlar. Varlık aleminin bazı gerçeklerim keşfetmek, kavramak
başka, itaat ve kul olmak gene başkadır.
Henhangi bir kimse
"Hızır ve benzeri şeyler bana ilahi emirler getirdi" derse, bu ve
buna benzer sözleri Allah' a Ra-sulüne karşı çıkan ve kafir olan zümrenin
sözlerine benzer. KULLUK Abidlik bir ikinci manaya gelir ki, bu mana Özeldir,
lokaldir. Belli ölçüleri vardır. Böyle bir kulluğa herkes, bütün insanlar sahip
olamaz. Böyle bir abidlik, bu çeşit bir kullukinsan için en bulunmaz bir
nimettir. Allah'ın vermiş olduğu bütün kaabiliyetleri ve o kaabiliyetlerle ulaşılacak
her türlü ihtiyaç maddesini, Allah'ın dediği biçim-
de kullanmak manasına
gelen bu tür kulluk, sadece Kur'an ayetlerine bağlanmakla mümkün olur.
Allah'tan başkasına ibadet etmeyen, Rasulü vasıtasıyla gönderdiği Kur'an'dan
başka kitap kabul etmeyen, kabul ettiği Kur'an'ın bütün prensiplerini elinden
geldiğince yerine getirmeye çalışan; Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarını
düşman bilen bir ibadettir bu üstün kulluk makamı.
Böyle bir kulluk
sadece Allah'a ait kılınır. Her türlü hükümdarlık hakkı Allah'a aittir böylesi
bir kullukta. Bu yüce kulluk makamı, 'LA İLAHE İLLALLAH' kelimesiyle ifadesini
bulmaktadır.
Allah'ın yegane
terbiyeci olduğunu kabul etmek ve kabul ettiğini de gerek dil ve gerekse
fiilen ikrar etmek bu kulluğun gereğidir. Yalnız O'na itaatla kulluk etmek,
O'ndan başka hüküm ve marifet sahibi, kudret merkezi kabul etmemek bu ikinci
tür yüce kulluktur ki, bu tiplerden başkası imkanı yok bu tür kulluğun ifade
ettiği mana içine giremezler. Bir insan Allah'ın herşeyin yaratıcısı, terbiye
edicisi, geliştireni olduğuna inanır, fakat O'nu yegane itaat ve ibadet edilecek
kudret bilmez, başkalarının sözlerine ve emirlerine de itaat ederse, gerçek
anlamda ikinci kulluk makamına girmez.
İlah, yüce ve tam bir
tecezzi kabul etmez sevgi ve saygıyla, yüceltme ve ikramla, korku ve ümitle
kalbin titreyerek yöneldiği, tabi olduğu kudrettir.
İşte bu çeşit itaatla
kulluktan razıdır yüce Allah. Böylesi bir kulluğa abidlik demektedir İslam
dini.
Yüce Allah seçkin
kullarını bu şekilde tanımlamıştır. Rasul ve nebilerini de bu maksadı hasıl
ettirmek için göndermiştir.
Abd, kulluk, yaratık
ve mahluk anlamına gelirse, böyle bir anlam içinde Allah'a inanan da inanmayan
da birbiriyle eşittir. Böyle bir anlamda mümin de müşrik de aynı statü
içindedir. Herkes Allah'ın yarattığı mahluk ve dolayisi ile kuludur.
Abdın, kulluğun bu iki
mana arasındaki farkUn, Allah'ın sevdiği ve razı olduğu kulluğuna, ibadetine,
dinine, şer'i emirlerine dahil olan ve bu işleri mükemmel bir biçimde yerine
getiren insanları kendisine dost ve veli edineceği, cenneti onlara ikram
edeceği çıkmaktadır. Dini hakikatlerle, müminin, kafirin, sadıkın, facirin
müşterek ve eşit olduğu ve varlıklar alemindeki gerçeklere bağlılık arasındaki
fark anlaşılır. Bir kimse, sadece varlıklar alemindeki müşahhas gerçeklerle
yetinir, dini gerçeklere aldırış etmezse, lanete uğramış iblisin arkasında
olan cehennemlik gurubdan olur.
Bir kimse dini
hakikatlerden bir bölümünü kabul, bir bölümünü inkar ederse, inkar ettiği
oranda, Allah'a yakınlık makamını kaybeder. Bu mesele çok önemlidir. Nice nice
kişiler bu konuda büyük hatalara düştüler. Bu konu da birçok kimse şüphe
bataklğına daldılar, şaşkınlık içine girdiler. O kadar ki, tevhid, hakikat ve
irfan ehli olduklarını iddia eden büyük şeyhlerden, say ismi ancak Yüce
Allah'ın bildiği sayısız kişilerin ayağı kaydı bu konuda.
Şeyh Abdülkadir
Ceylani (Allah ona rahmet eylesin) kedisinden nakledilen şu sözünde konuya
temas edip diyor ki: "Bu ricalden birçoğu kaza ve kadere razı oldular ve
durdular. Ancak bana hakikatin pencerelerinden bir pencere açıldı. Hakkın
kaderlerine gene hak ile mücadele açtım. Er kişi kader ile mücadele eder.
Kadere evet diyen, boyun eğen er kişi değildir"
Rahmetli şeyhin
bahsini ettiği şey Allah'ın ve rasulünün söylediği ve istediği şeydir. Fakat
sayısız insan bu hususta hataya düştü ve yok oldu. Bunlar insanların yaptıkları
bazı suçları yok etmek için kullanıyorlar kaza ve kaderi. Yapılan kötülüklerin
insanların kaza ve kaderine var olduğunu, onun için kulun bir suçu
bulunamayacağını ileri sürüyorlar. Yapılan her işin, Allah'ın meşiyetinde, kaza
ve kaderinde cereyan ettiğini; rububiyet vasfının içinde girdiğini ileri
sürüyorlar da, teslim ve ibadet olduğunu zannediyorlar. Bu şekilde inkarcı
cehennem ehlinin sözlerine çok yaklaşmış oluyorlar.
O inkar edicilerle
İlgili ayette Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a hüküm ve
emirde ortak koşanlar ve böylece küfre düşenler şöyle diyecekler: Eğer Allah
dileseydi, ne biz ortak koşucu müşrik olurduk, ne babalarımız. Ne de tek bir
haram işleyebilirdik!" (En'am: 6/148)
Yine o ortak
koşucular:
"O kimseye biz mi
yedireceğiz ki? Allah dileseydi ona yiyeceğini verirdi" (Yasin: 36/47)
Ve yine:
"Eğer Rahman
dileseydi, bizde kendinden başkalarına itaatla ibadet etmezdik" (Zuhruf:
43/20)
İnsanlar ortak
koşmayan doğrulayıcılar olsalardı, kesinlikle bilirlerdi ki, her şey Allah'ın
emirlerini tatbik etmediklerinden ötürü kötüye gider. Fakirlik, korku ve hastalık
gibi kaderden olan işler başlarına sadece kendilerini yaratan ve tebiye eden
Allah'ın emirlerini yerine getirmemekten dolayı sık sık başlarına gelmektedir.
Allah'ın emirlerini yerine getirdiği halde bazı kötülüklere duçar olursa insanoğlu,
bunu kader kabul etmesi, genel ilahi kanunlar içinde bulunduğundu kabul etmesi
gerekir. Böyle telakki ettiği zaman, başına gelen hesap dışı felaketleri
selametlere çevirecek sabrı gösterebilir. Böyle bir sabır göstermekle
emrolun-duk çünkü:
"Allah'ın izni olmadıkça,
hiçbir şey kendiliğinden ortay çıkmaz. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini
doğru yola sevkeder"
Bizden evvelki
büyüklerimizden bazıları demişlerdir ki:
"Er kişi odur ki,
kendisine bir kötü iş isabet ettiğinde, bunun Allah'ın genel adetleri içinde
bulunduğunu bilir, kusuru kendinde arayıp sabreder"
Yüce Allah buyuruyor:
"Kıtlık,
kuraklık, hastalık ve tabiat afetleri gibi, bütün felaketlerin hepsi, daha
yaratılmadan Allah indinde-ki bilgi defterinde kayıtlıdır. Böylesi Allah için
çok kolay bir iştir"
Buharı ve Müslim'de
olan bir hadisi şerifde Allah'ın
Rasulü şöyle
buyurmaktadır:
"Adem (a.s.) ile
Musa (a.s.) ruhlar aleminden karşılıklı konuştular; birbirlerine delil
getirdiler. Musa (a.s.) dedi ki: "Sen o Ademsin ki, Allah seni eli ile
yarattı, sana ruhundan üfledi, sonra sana melekleri secde ettirdi, herşeyin
isimini öğretti. Böyleyken neden bizim cennetten kovulmamıza sebep
oldun?" Adem (a.s.) Musa'ya (a.s.) şu cevabı verdi: "Sen de Musa'sın
ki, Allah sana kitap ve kelam verdi, bu nimete layık kıldı ve seni elçi olarak
seçti. Böyle olduğu halde beni suçladığın konunun, daha ben yaratılmadan önce
yazılı olduğunu görmedin mi?" Musa (a.s.): "Evet, gördüm!" dedi.
İşte Adem (a.s.) Musa'ya (a.s.) böyle delil getirdi"[3]
Adem (a.s.), günah
işleyenlerin günahlarına mazeret olarak kaderi getireceğini bildiği için,
kaderi kullanmadı. Yani "Allah takdir etti, istedi ve ben de yaptım,
benim suçum yok" demedi. Çünkü böyle bir sözü hiçbir Müslüman, hatta akıl
sahibi hiçbir mahluk söylemez, söyleyemez. Şayet kaderde var olduğu için
yaptım denebilseydi, böyle bir özür bulunsa idi, bu özrü şeytan da, Nuh ve Hud
kavmi de, hatta bütün kafirler de der ve yakayı kurtarırlardı. Böyle olunca da
küfürlerinde haklı olurlardı. Yukarda zikredüdiği gibi, Musa (a.s.) günah
işlediğinden ötürü Adem'i (a.s.) suçlayıp çekişti rmemişti. Adem {a.s,)
işlediği suç için Rabbine tevbe etmiş ve yeniden doğru yola girmesine izin
vermişti. Fakat Musa (a.s.) O'nun işlediği suçta bizlere kadar ulaştığı için
"neden kendini ve biz evlatlarım cennetten çıkaracak bir suç işledin"
diyerek, bir merakını gidermeye çalışmıştır. Adem'de (a.s.) ona, "daha ben
yaratılmadan önce, böyle bir senaryonun yazılı olduğunu bilmiyor musun?"
diyerek, sınanmak için yaşanılacak dünyaya gönderilmek bahanesi içinde
göstermiştir işlediği suçu.
İşte bu takdirde,
böyle bir kadere rıza göstermek icab eder. İnsan için genel olarak takdir
edilmiş, ve yapılması yahut yapılmaması kulun insiyatifine bırakılmış kadere,
bu kaderin insan için var olan musibetlerine rıza göstermek kulluğun bir
gereğidir. Bu teslimiyet, Allah'ı Rab kabul etmenin sonucudur.
Günah konusuna
gelince: Kul için "günah işlemem" diye bir mesele olamaz. İnsan
bütün günahlardan kaçacak kadar güçlü değildir. Onun için günah işlememek
değil, işlenen günahı günah bilerek, o günah dan tevbe etmektir,
uzaklaşmaktır. Kula yakışan budur. Günahlarından tevbe ile uzaklaşıp, kötü
sonuçlarına rıza göstermek kul için vacib dir.
Yüce Allah bu konuda
buyurmaktadır:
"Başına gelen
belalara sabret. Allah'ın vaadi haktır ve işlediğin suçtan ötürü istiğfar et,
bağışlanmanı iste"
(Mü'minun:23/55)
"Eğer siz sabırlı
olur, korunursanız, oların hileleri size hiçbir zarar vermez" (AI-i
İmran: 3/186)
Yusuf (a.s.) şöyle
demişti:
"Doğrusu kim
Allah'tan korkar ve içine düştüğü felaketlere sabrederse, muhakkak ki Allah bu
sabredenleri sabırlarından ötürü mükafatlandırır" (Yusuf: 12/90)
Kulların günahları da
aynen böyle bir statü içindedir. Çünkü en büyük musibet günah işleyip Allah'ın
gazabına
muhatab olmaktır. Onun
için her Müslümamn, elinden geldiği kadar iyiliği emretmesi, kötülükten
alıkoyması, Allah'ın dostlarım dost, düşmanlarını düşman olarak görmesi,
Allah için sevmesi Allah için sevmemesi gerekmektedir. Yüce Allah buyuruyor:
"Ey iman edenler!
Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyin. Siz onlara sevgi
gösteriyorsunuz. Halbuki onlar Hak'tan size geleni (Kur'an'ı) inkar ettiler.
Rabbiniz Allah'a iman ediyorsunuz diye sizi ve Peygamberi (Mekke'den)
çıkarıyorlardı. Eğer sizler, benim yolumda ve rızam uğrunda cihad için
çıktınızsa (düşmanlarımı dost edinmeyin!). Siz onlara sevgi göstererek sır veriyorsunuz.
Halbuki Ben, sizin gizlediklerinizi de, açık-ladırlarınızı da hep bilirim.
Sizden kim bunu yaparsa, artık hak yolun ortasından sapmıştır. Eğer onlar size
üstün gelirlerse, hepinize düşman kesilirler ve size ellerini, dillerini
kötülükle uzatırlar, küfretmenizi arzu ederler. Ne hısımlarınız, ne de
evlatlarınız size asla fayda vermez. Allah, kıyamet gününde aranızı
ayıracaktır. Allah, bütün yaptıklarınızı en iyi görendir. Gerçekten sizin
için İbrahim'de ve beraberindekilerde güzel bir örnek vardı. Hani kavimlerine
şöyle demişlerdi: "Biz sizlerden ve AUah'dan başka taptıklarınızdan
beriyiz. Siz bir olan allah'a iman edinceye kadar sizi tanımıyoruz Sizinle
aramızda ebedi düşmanlık ve kin baş gösterdi"
(Mümtehine: 60/1-4)
"Allah'a ve
ahiret gününe imanda sebat eden hiçbir kavmin, Allah'a ve Rasule düşmanlık eden
kimselerle, isterse bunlar onların babaları, yahut oğulları, veya biraderleri,
yahut soysoplan olsunlar, dostluk kurduklarını görmezsin. Onlar o kimselerdir
ki, Allah imanı kalplerine yazmış, ve kendinden bir ruh ile
desteklemiştir"
(Mücâdele: 58/22)
"Öyle ya! Biz
Müslümanları o günahkarlar gibi yapar mıyız hiç?" (Kalem: 68/35)
"Yoksa biz, bize
iman edip de güzel güzel hiçbir ard niyetsiz emirlerimizi yaşantılarına
aksettiren Müslümanlarla, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk yapanlarla bir mi
tutacağız? Veya Allah'tan korkanları, hesaba almayan ve doğru yoldan
sapanlarla aynı mı sayacağız?" (Sad: 38/28)
"Yoksa kötü işler
yaparak cezaya müstahak olanlar, iman etmiş ve güzel güzel iman ettiği Allah
kanunlarını hayatlarına tatbik etmiş gibi mi davranacağımızı sanıyorlar
kendilerine? Ölüm ve dirimleri aynı mı olacak sandılar? Bu zanları kendileri
için ne kadar aldatıcı ve kötü bir son getirecek" (Casiye: 45/21)
"Körle gören,
karanlıkla aydınlık, gölgelikle sıcaklık nasıl ki bir değildir, ölü ile diri de
öyledir" (Fatır: 35/19-20)
"Allah'a hükmünde
ve kudretinde ortak koşanlarla, O'nu ait olduğu müstesna yere ortaksız
oturtanların durumuna dair Allah şöyle bir misal vermiştir: Köle bir adam ki,
onun bir takım ortakları ve efendileri var. Her biri kendisine ayrı ayrı yol
gösterip emirler verecek çekiştirip duruyorlar. Diğer bir köle de tek bir insana,
özel bir efendiye sahip ve tek bir adamdan emir alıyor ve asla kafası
karışmıyor. Bu iki köle arasında bir büyük fark yok mudur? (Zümer: 39/29)
"Allah şöyle
örnek getirdi: "Hiçbir şeye gücü yetmeyen memlûk bir kul, bir de hür bir
zat ki, kendisine tarafımızdan güzel rızklar verilmiştir. O bu verdiklerimizden
gizli aşikar bizim rızamız yolunda harcamaktadır. Bu iki insan hiç eşit olurlar
mı? Bütün hamd Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmezler. Allah şu iki kişiyi
de örnek gösterdi: Bunlardan birisi dilsizdir, hiçbir şey beceremeyerek
efendisinin omuzlarına yük olmaktadır. Efendisi ona ne iş verse yerine
getiremez. Şimdi böyle biri, doğru yola giderek adaleti emreden bir kimse gibi
olabilir mi?" (Nahl: 16/75-76)
"Cehennem ehli
ile cennet ehli bir olmaz asla. Cennet ehli, onlar ancak arzularına
kavuşanlardır" (Haşr:
59/20)
Ve hak ile batıl
ehlini, itaat edenle isyan edeni, bozguncu zümre ile birleştirici olanı, doğru
yolda olanlarla iblisin yolunda olanları, sapıklar topluluğu ile, akılda
rüştünü ispat etmiş olanları, sadıklarla yalancıları birbirinden ayıran daha
nice ayeti kerimeler vardır Kur'an-ı Kerim'de.
îşte her kim dini
gerçeklerden ayrı bir biçimde, sadece varlıklar aleminde olanları hesaba alır,
onları istediği biçimde kullanmaya kalkışırsa, Allah da onu, varlık alemini
Al-.lah'm dini üzere keşfedip kullanan gerçek anlamdaki kulundan ayrı tutar ve
hakkı olan cezayı verir. Çünkü varlık aleminde olanları kendi istediği biçimde
kullananlar, onlara kendilerince bir değer biçenler, sonuçta, Allah ile kendince
güya varlığını ellerinde tutanlara kulluğa kadar varır iş.
Yüce Allah bu tür
insanları şöyle haber veriyor:
"Allah'a
andolsun, gerçekten biz apaçık bir sapıklık içindeydik. Çünkü biz dünya metaı
olan putlarla, kainatın haliki Allah'ı bir tutmaktaydık" (Şuara:
26/97-98)
Burada bahsi edilen
sapıklık, yaratıcıyı yaratılanın içinde sanmak; yaratıcının yarattığı ile
birlikte vücut bulması; Allah'ın, mahlukunun varlığında tecelli etmesi gibi;
sonradan var edilmiş olanla var edeni bir görme sapıklığıdır ve tabii ki bu
sapıklık, sadece Allah'a yapılması gereken kulluğun mahluklara da yapılmasını
celbetmektedir sonuçda. Şu koca, uçsuz bucaksız kainatın yaratıcısına yapılacak
bundan daha büyük küfür olabilir mi?
Bu telakkiler o
boyutlara ulaşıyor ki, kişi kendini hem abhem de mabut sayıyor; böylece Allah'a
kulluğu ortadan kaldırıyor. Bir kişi kendi nefsini halikten bir parça, yahut
O'nun kulluk görevlerini yerine getireceği mabut nerede kalıyor?
Bu iddialar, bahsini
ettiğimiz telakkinin mensuplarınca tağut kabul edilen Muhiddin Arabi'nin
yazdığı "Fususu'l-Hikem" adlı eserde bol bol ileri sürülmektedir.
Muhiddin Arabi ile birlikte İbni Seb'in gibi iftiracı mülhitler de apaçık
söylemektedirler, kendilerinin hem adib hen de mabud olduklarını. Bu iddia ne
kevni (varlıklar, sonradan yaratılmış olanlar) ne de dini hiçbir gerçeğe
dayanmamaktadır elbette. Tersine, halikın vücudunu mahlukun vücudu ile bir
tuttukları ve her türlü güzel çirkin sıfatlarını da böylelikle halik- mahluk
karışımında telakki ettikleri için, kevni hakikatlarm vasıflarından da
uzaklaşmaktadırlar. Çünkü bunlara göre; bir şeyin vücudu aynı zamanda başka
şeylerin de vücududur. Yani, Allah'ın vücudu aynı zamanda mahlukatın da
vücududur demekle, varlık aleminin, yaratılmış alemin gerçeklerinden de
bihaber oluyorlar. Kevni varlığın, yaratılmış bütün mevcudun vücudu bir
olunca, ister yaratılmış isterse de yaratan olarak kabul edilsin, her türlü kabul
Allah'ın varlığım ortadan kaldırır ve böylece İslam dininin iman edilmesinin
emrettiği bütün gerçekler de askıda kalır.
Allah'a ve Rasulüne
iman edenlere gelince, bunların en basit ferdinden en üstün vasıflı olanına
kadar herkes Kur'an ehlidir.
Allah'ın Rasulü
buyurmaktadır:
"Şüphesiz
insanlar içinde Allah ehli olanlar vardır"
dediğinde, etrafındakiler,
"kimdir onlar?" diye sordular. Cevaben buyurdu ki:
"Allah ehli,
Allah'ın has kulu olanlar sadece Kur'an ehli olanlardır"
Kur'an ehli olan bu
müminler. Allah'ı her şeyin Rabbi, halikı ve sahibi bilirler. Halikle mahlukun
vücudunun, varlığının birbiriyle hiçbir benzerliği olmadığım, halikın mahlukunun
birleşmeyeceğİni, halikın vücudunun aynı zamanda mahlukun vücudu olmayacağını
kesinlikle bilirler ve inanırlar.
Yüce Allah
hıristiyanları, yalnızca Allah'ın mahlukta vücud bulduğuna ve İsa (a.s.) ile
birleştiğine inandıkları için kafir saymıştır. Böyle olduğu halde, haliki bütün
her çeşit mahrukatın vücudunda tecelli ettiğine itikat ettiğine inananlar
nasıl olur da Müslüman olarak kabul edilebilirler?
O yegane kitap olan
Kur'an'ın bağlıları, Allah'ın, kendisine ve Rasulüne itaati emrettiğini, gene
kendisine ve Rasulüne isyan edilmesini yasakladığını bilir ve inanırlar. Gene
bu müminler Yüce Allah'ın fesat çıkaranları sevmediğini, insanların küfr
etmelerine razı olmadığını, insanlara sadece Allah'a kulluk etmeleri
emredildiğini bilir ve inanırlar.
Fatiha suresinde beyan
buyrulduğu gibi: "Ancak sana itaatla kulluk eder, yalnız senden yardım
dileriz!"
(Fatiha: 1/5)
Bir insanın kendi gücü
ve imkanları oranında, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, başlıca kulluk
görevleri arasındadır. Allah'a ve Rasulüne savaş açmış küfür ehliyle, Allah'ın
emri galip gelsin diye savaşmak, Allah'a itaat- : la kulluk görevlerinin en
önemlisidir. Müminler Allah'ın dinini yaymak için canla başla çalışır
didinirler. Bunu yaparken de Allah'ın kendilerine yardım etmesini niyaz eder
yalvarırlar. Böylece ellerinde olmadan, bilmeden yapmış oldukları günahlarının
affını temin etmeye hak kazanırlar. Elbette ki günahlarından ötürü başlarına
gelecek belaları da defetmiş olurlar. Aynen, insan acıktığı zaman nasıl ki bu
açlığı yemek yemekle giderebilirse, üşümeyi elbiseyle
defedebilirse, Allah'ın taleblerinden
birini yapmakla da bir kötü İş defedilmiş olur. İstenilerek yapılan her iyi İş,
istenmeyen kötü işlerden birini yapmaktan ahkoyar insanı.
Nasıl ki, Allah'ın
Rasulüne sordular: "Ey Allah'ın Ra-sulü! Haber ver bize; birtakım
ilaçlarla hastalıkları iyileştiriyoruz, bazı dualarla ve koruma usulleriyle
kendimizi koruyoruz. Bu yaptıklarımız gerçekten Allah'ın bizim için çizdiği
kaderden herhangi birini önler mi?" Allah'ın Rasulü cevap verdi:
"Bütün
saydıklarınız da Allah'ın yazmış olduğu kaderden cüzlerdir"[4]
Bir hadisi şerifte
Allah'ın Rasulü şöyle buyurdu:
"Tedbir alınarak
yapılmış olan dua ile başınıza gelecek bela yerle gök arasında karşılaşır ve
biri diğerine ilaç olur, üstün gelir"[5]
İşte bütün bunlar
Allah'a ve Rasulüne iman eden ve sadece Allah'a itaatla kulluk eden müminlerin
halidir ve saydıklarımızın hepsi de ibadet kelimesinin ifade ettiği mana
içinde en önemli yerlere sahiptir.
Sapıklar ise; Allah'ın
her şeyi yaratmasından ve terbiye etmesinden ibaret olan kevni hakikatları
görüyor ve bunu delalletteki mertebelerine göre, Allah'ın dini ve şer'i emirlerine
uymaya engel sayıyorlar. Aşırı sapıklık içinde olanlar ise, kevni hakikatları,
dini hakikatlara uymaya engel saymayı, mutlak manada genel bir kaide olarak
kabul ediyorlar. Şeriata uygun olmayan bütün işlerinin doğruluğuna da kader
ölçüsünü delil olarak getiriyorlar. Bütün bu sözler, yahudi ve hıristiyanların
sözlerinden besbeter küfürdür ve kötülük getiricidir.
Böyle sözler aynen
müşriklerin sözlerine benzemektedir. Onlar şöyle demişlerdi:
"Allah dileseydi,
ne biz ve ne de babalarımız Allah'a şirk koşamaz ve hiçbir helali haram
sayamazdık"
(En'am: 6/148)
Ve yine o müşrikler:
"Eğer Rahman
isteseydi, biz onlara, yani putlara ilah nazarıyla bakamazdik" (Zuhruf:
43/20) demişlerdi.
Bunlar sözleriyle
bütün gerçeklere ters düşenlerin en ileri derecede olanlarıdır. Şeriata uymayan
işlerine kaderi şahit getiren insandan daha şedid sapık yoktur yeryüzünde. Zira
insanların yaptığı herşeyin doğru olduğunu iddia etmekten daha korkunç bir
hata olamaz. İnsan oğlu yapmış olduğu her işin doğru olduğunu kabul ederse, o
zaman yaptıkları bütün zulümler de meşru duruma girer. Böylece yeryüzünde
bozgunculuk yapanlar, insanların haksızlıkla kanlarını dökenler, namus ve ırz
düşmanları olarak nesli bozanlar, halka taşıyamayacağı yükleri yükleyen
kimselerin bütün bu hareketlerini kadere yükleyerek ceza vermemiz lazım gelirdi.
Böyle zalimlere ceza vermek isteyen hak ve hakikat bağlılarına "Kader bir
hüküm ve hüccettir. Onun için sana ve de başkalarına kötü şeyler yapmış olan
kimseyi bırak, onu cezalandırma. Çünkü onun sana ve bu zalimin gadrine uğramış
başkalarının kaderi imiş. Yok eğer kader bir hüküm ve hüccet değilse. O zaman
senin sözlerin ve iddiaların yanlış olur ve yıkılır" denilmesi gerekir.
İşte bu kevni hakikatlere kader ile hüküm getirenler böyle iddialarda
bulunurlar, fakat getirdikleri delile kendileri rıza göstermezler. Kendileri
böyle sonuçları kaderden kabul edip boyun eğmezler.
Demek ki bunlar sadece
kendi işlerine geldiği yerde heva ve heveslerine kullanmak için kaderi o
şekilde mütalaa ediyorlar. Bu insanlar hakkında bazı alimlerin "Sen itaat
ederken kaderiye, isyan ederken cebriye oluyor, işine hangisi geliyorsa öyle
oluyorsun, kendi heveslerini kendine mezhep ediniyorsun" dedikleri gibi.
Bu delalet yolundaki
sapıklardan bir grup da, kendilerinin hakikat ve marifet ehli olduklarını iddia
ediyor ve yasakların kendisini bizzat fail görüp ona sıfatlar tanıyanlara lazım
geleceğini zannediyor. Fiillerinin mahluk olduğunu veya fiile cebredildiğini
ve Allah'ın diğer bütün hareketleri meydana getirdiği gibi, kendisinin de
fiilinin meydana getiricisi olduğunu müşahede eden kimseden emir ve vaadin kalkacağını
ileri sürüyorlar. Bazen de külli iradeye şahit olanlardan emir ve vaadin
kalkacağını ileri sürüyorlar. Hızır olayında, hızır külli iradeyi müşahede
ettiği için ondan teklifin kalktığını zannediyorlar.
Bunlar bir de, sade
bir insan, avam bir fertle, kevni hakikatleri müşahede eden, Allah'ın
kullarının fiillerinin yaratıcısı, bütün kainatın irade ve tedbir edicisi
olduğuna şahit olan, böyle olduğunu bilen havası arasında bizzat müşahede eden
arasında fark vardır şeklinde mütala ederler. Bu mütalaa ile, bahsini ettiğimiz
kevni hakikatlara sadece iman edenlerden teklifleri kaldırmıyorlar. Fakat bu
kevni hakikatleri bizzat müşehede edenlerin kendi nefislerinden teklifi kaldırmalarını
da hakh buluyorlar.
Bunlar bu şekilde,
Cebri ve Kaderi'nin ispatını teklife engel saymıyorlar. Tevhid, tahkik ve
marifet ehli olduklarını iddia eden bu sapıkların ayakları hep kaymış ve beyin
üstü düşmüşlerdir.
Bunun sebebi ise,
kullan üzerine takdir edilen şeye muhalif bir işle emrolunacağına dair
sözlerinin, mutezilenin ve kaderiyenin sözleri gibi eksik ve yanlış olmasıdır.
Yani bir bakıma, kul kendisi için teklif edilen şeyin zıddı ile emrolunmaz,
diyerek veya zannederek delalete düşüyorlar.
Sonra Mutezile şer'i
emir ve yasaklan, Allah'ın genel irade ve kulların fillerini yaratmasından
ibaret olan kaza ve
kaderin dışında olarak
kabul ediyorlar.
Bunlar ise kaza ve
kaderi kabul ediyor ama, kadere bizzat şahit olan insanlar hakkında, emir ve
yasakların olamı-yacağını iddia ediyorlar. Bunu böyle söylemelerinin, sebebi
yani "avamı nas ve basit insan için; kaza ve kaderi ilmen bilen ve inanan
için emir ve yasak vardır" demelerinin sebebi, yasak ve emirleri mutlak
anlamda kullanmaktan çekinmeleridir.
Aslında bunların
sözleri mutezilenin sözlerinden daha çirkindir. Bundan ötürü bunların içinde
seleften büyüklerimizin hiç birini göremezsin. Çünkü bu sapıklar emir ve
yasakları, kevni hakikatları bizzat müşahede edemiyen bilgisiz avam için
lüzumlu görmektedirler. Böylece bu hakikatları gören-le.'n üzerinden bütün
kulluk yükümlülüklerini kaldırıyorlar. "Bunlar havasdır ve hiç bir teklif
bunlar için değildir" diyorlar. Bundan çirkin bir söz, Allah'a yapılmış
iftira olur mu?
Çoğu kere
"Sana ölüm gelip
çatmcaya kadar Rabbîne ibadet et!" mealindeki ayeti te'vil ederek, ayeti
kerimedeki "yakin" sözünün, kevni hakikati bilmekten ibaret olduğunu
söylüyorlar.
Bu insanların sözleri
apaçık bir küfürdür. Her ne kadar bazı kimseler bunun küfür olduğunu bilmeyerek
taklid ile bu itikada düşüyorlarsa da, mazur değillerdir. Zira hiçbir mazeret
küfrü ortadan kaldırmaz. Zira aklı başında olduğu sürece herkes emir ve
yasaklara uymak mecburiyetindedir. (Elbette ki şeytan ve yahudi olunmazsa). Bu
kaide İslam dininin hiç değişmeyecek temel kaidelerindendir ve de bunu herkes
bilmektedir. Hiç kimseden, hiçbir şekilde emir ve yasaklar kaldırılmaz,
kaldırılamaz.
Bir kimse bu gerçeği
bilmezse, ona iyice anlatılır, apaçık izah edilir. Buna rağmen hala eski
itikadında devam ederse, kendisi mürted kabul edilerek öldürülür.
Bir kısım insanlardan
emir ve yasakların düşeceğine dair sözler, sonradan gelenlerin (müteahhirin)
yazılarında pek çoktur. îlk Müslümanların, yani sahabe ve onların arkasından
gelen tabiin tavrının içinde yaşayan hiçbir kimsenin, böyle sapık sözler
söylediğini hiç kimse ne duydu ve ne de gördü. Çünkü onlar Allah ve Rasulünün
dostları ise böyle düşmanca sözler söylemezler. Onlar insanları Allah'ın tayin
ettiği doğru yoldan sapıtmaktan şiddetle kaçarlardı. Bu sözler de, Allah'a
karşı gelmek, Rasulünü yalanlamak ve Kur'an'i hükümlere ters düşmektir. Bu
sözleri söyleyenler küfür olduğunu bilmeseler de, üzerinde bulundukları halin
Rasul ve hak yolundaki velilerin yolu olduğunu sansalar da, netice değişmez.
Bu sözleri söyleyenler,
kendisinde kalbi bir takım haller vehmederek, namaza muhtaç olmadığını, namazın
kendisi havastan olduğu için içkinin de, şarabın kendisi için helal olduğuna
itikat eden; veya kendisinin bir deniz, bir umman olduğunu, onun için de her
kirin ve pisliğin umman içinde kayboluşu gibi, bütün günahların kendisinden kaybolduğunu
sanan ve inanan kişinin parelelinde sayılır.
Hiç şüphe yok ki,
Allah'ın büyük Rasulünü yalanlayan müşrikler, Allah'ın kutsal şeriatına aykırı
bid'adlarla, Allah'ın emirlerine muhalif işler üzerine, kader ile delil
getirme arasında tereddüd edip bocalıyorlar. Bahsi geçen bu taifeler tıpatıp
müşriklerin bir eşi ve benzeridirler. Zira onlar ya bid'at uyduruyor, ya da
günahları, yasakları, emirleri, hülasa insan için taşıması gerekli görevleri
kader ve kaza gibi iki önemli hususu delil göstererek, ortadan kaldırıyor. Yani
bir bakıma iki hususu birleştiriyorlar. Bid'at ehlini ve küfrü i-kiz kardeş
yapıyorlar.
Yüce Allah bu
müşriklerin hallerini mealen şöyle anlatmaktadır:
"O iman etmeyenler
bir hayasızlık yaptıkları zaman: "Biz atalarımız» da bunu yaparken bulduk,
Allah bize de bunları yapmamızı emretti" dediler. Onlara söyle: "Allah
hiçbir zaman kötülük emretmez, bilmediğiniz şeyleri işinize geldiği için
Allah'ın üzerine mi atmak istiyorsunuz?" (A'raf: 7/28)
Bir başka Kur'an ayetinde
de mealen şöyle buyrulmaktadır:
"Allah'a eş ve
ortak koşanlar diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de
atalarımız Allah'a ortak koşamazdık. Kendi kendimize hiçbir şeyi haram
kılamazdık" (En'am:
6/148)
Yüce Allah, helali
haram sayma, Allah'ın şeriatında olmayan, hatta ona aykırı ibadetleri yapma
gibi sapıklıklar, müşriklerin din adına uydurdukları bid'atlar hakkında şöyle
buyurmaktadır:
"Onlar batıl
zanlarıyla dediler ki: "Bu davarlarla ekinler haramdır; onları bizim izin
verdiklerimizden başkası yiyemez. Şu hayvanların sırtına binmek de haram
edilmiştir. Bir takım davarlar da vardır ki, üzerlerine Allah'ın ismini
anmazlar. Onlar Allah'akarşı iftira ederek uydurdular. Allah onları yapagelmekte
oldukları iftiraları yüzünden cezalandıracaktır"
(En'am: 6/138)
Bu hususta Yüce
Allah'ın bir başka ifadesi:
"O iman
etmeyenler bir hayasızlık yaptıkları zaman "biz babamızı da bu hal içinde
bulduk. Allah da bize bunu böyle emretti" dediler. Onlara söyle:
"Allah hiçbir zaman kötülük emretmez. Bilemediğiniz şeyleri işinize
geldiği için Allah'ın üzerine mi yıkmaya çalışıyorsunuz?" De ki:
"Rabbim adaleti emretti, her secdeye yönünüzü kıbleye döndürün" De
ki: "Allah'ın kulan için yarattığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim
haram etmiş?" De ki:
"Rabbim ancak
hayasızlıkları, onların açığını gizlisini bununla birlikte her türlü günahı,
haksız isyanı, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, bilmediğiniz şeyleri
Allah'a isnat etmenizi haram kılmıştır"
(A'raf: 7/26-32)
Bunlar kaderden olan
bazı tecellilere, şahit oldukları bazı şeylere gerçek dedikleri gibi, bazen
kendi uydurdukları bid"atlara da hakikat nazarıyla bakmaktadırlar. Bunlara
göre, gerçeğe giden yol, riyazet, halktan ayrılmak, az yemek yemek ve şeriatın
sahibinin yasaklarıyla bağdaşmayan, fakat Allah'tan gafil kalbin de gördüğü
zevk ve vecd ile mukayyed olan suluktur. Bunlar her zaman kaderle delil getirmezler.
Daha başka bir deyimle, dayanakları heva ve heveslerinin reyine uymak, arzu ve
heveselerinin isteklerine gerçek nazarıyla bakmaktır. Bunlar Allah'ın ve
Ra-sulünün emirlerine değil, nefsi arzularına uyulmasını isterler. Bunlar,
kelamcılar, Cehmiyye gurubu ve bid'at ehli fırkalarına benzer ki, bunlar kitap
ve sünnette aykırı bid'at olarak uydurdukları bir kısım sözlerini, dini
hükümlerin delalet ettiği esaslara değil de, uyulması vacib olan akli
hakikatlar olarak saymaktadırlar. Sonra kitap ve sünnetteki hükümleri, ya
te'vil ya da tahrif ederek maksadından uzaklaştırıyorlar; ya da onlara büsbütün
sırt çeviriyorlar. Onlar düşünerek anlayamadıkları ve zıddına itikad ettikleri
halde "bu ayet ve hadisin manasını Allah'a havale ederiz" derler.
Nasıl ki bu Cehmiyye
itikadı üzere olan gurubun Kur'an'a ve Rasul sünnetine aykırı, akli deliller
dedikleri fikirlerin aslı incelendiği zaman, cehalet ve batıl inanç olduğu
anlaşılırsa, sufilerin durumu da aynendir. Onların da, Allah'ın velilerine ait
gerçekler olduğunu zannettikleri Kur'an'a ve Sünnete aykırı fikirleri
incelendiği zaman, bunların Allah'ın evliyalarının değil, tersine O'nun
düşmanlarının tabii olduğu birer heva ve hevesten ibaret olduğu açıkça
anlaşılır.
Bütün sapıklıkların
gerçek sebebi,, sadece kendi akli kıyasının ortaya çıkardığı sonuçları, Allah
katından inmiş bulunan Kur'an delillerinin önüne geçirmek ve kendi hudud tamaz
ihtiraslarına uymayı Allah'ın emirlerine uymaya tercih etmektir.
Zevk, vecd ve benzeri
şeyler, kulun sevmesi ve nefsinin meyletmesi nispetindedir. Bir sevenin
sevgisi, kendi gücü oranındadır ve elbette ki bu güç oranında zevk ve vecd
duyabilir.
Demek ki, şu aşağıdaki
Hadis-i şerifde buyrulduğu gibi, iman ehlinin, iman eden bir kimsenin de
imanından dolayı duyacağı zevk ve vecd vardır:
"Üç şey vardır
ki, bunlardan herhangi biri bir kimsede bulunursa zevk ve neşe duyar. O bulunanlardan
birisi, Allah ve Rasulünün her şeyden daha sevgili olması; ikincisi, bir
kimseyi Allah için, Allah razı olsun diye sevmesi; üçüncüsü, Yüce Allah bir
kimseyi küfürden kurtardıktan sonra bir daha küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi
telakki etmesi ve iğrenç bulması[6]
Diğer bir hadis-i
şerifde de konuyla ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:
"Tok Rab olarak
Allah'ı, yaşanılacak tek din olarak İslam'ı, kitap'lı elçi olarak da Muhammed'i
seçip benimseyen bir kimse imanın lezzetini de almıştır"[7]
Hakkı ve hakikati
reddedenler, dinde olmayanı onda varmış gibi gösterenler ve şehvetlerine mağlub
olup kötülükler işleyenlere gelince, bunlar da yaptıkları işleri sevdikleri
oranda zevk ve heyecan duyarlar.
Süfyan bin Üyeyne'ye
sorulmuş:
"İnsanlardan
kendi şehvet ve isteklerine tabi olanlar, nasıl oluyor da uydukları şeylere
şiddetle bağlı oluyorlar?"
Cevap vermiş:
"Yüce Allah'ın
"Hakikatimizi
reddetmeleri sebebiyle kalplerine altın buzağı sevgisi doldurmuştu"
ayetinin ve daha başka
bir çok ayetleri unuttunuz mu?"
Demek ki küfürleri
sebebiyle, kalpleri kendilerini esir eden şeylere meyletmiş ve koleleştiren
birçok sahte sevgiyle kalpleri dolmuş.
Yüce Allah'ın bir çok
ayeti kerimede buyurduğu gibi; Allah'tan başka şeylere itaat edenler, itaat
ettiklerini çok severler. Yüce Allah mealen buyuruyor:
"İnsanlardan kimi
de, Allah'tan gayrisına itaat e-derler, O'na hükümde ve emirde ortak koşarlar
ve bu ortak koştuklarını adeta Allah'ı severmiş gibi severler, muhabbet
beslerler. Ama iman edenlerin Allah'a olan sevgileri bunlarınkinden çok
kuvvetli, köklü ve devamlıdır" (Bakara: 2/165)
Bir başka Kur'an
ayeti:
"Sana itaat etmek
istemezlerse bil ki: onlar kendi şehvet duygularının arkasından gitmektedirler.
Halbuki Allah'tan dosdoğru bir delil olmaksızın dinde sadece kendi şahsi
isteklerinin arkasında koşanlar her türlü sapıklardan daha sapıktır. Hiç şüphe
yok nefsinin arkasında koşan, başka bir ölçü ve delil bilmeyen zalimlere Allah
asla rıza göstermez" (Kasas: 28/50)
Bir başka ayet:
"Onlar kuruntudan
ve nefislerinin arzu ettiği şevhetlerden başkasına tabi olmuyorlar"
(Necm:53/23)
Nefislerinin
arzularına uydukları için, kendilerine her şeyden fazla değer verdikleri için,
insanlar Allah'tan başkasına meylediyor, O'ndan başkasını sevebiliyor. Mesela;
şiir, ahenkli güzel ses ve
iç gıcıklayan müzik parçaları dinliyorlar ki, bütün bunlar şehveti galeyana
getiren, arzuları tahrik eden şeylerdendir. İman ehli böyle şeylerden zevk alıp
vecde dalmaz. Fakat bugün, bu muhabbete müptela olmuştur hemen hemen herkes.
Allah'ı seven de, putları seven de, haçı seven de, vatanı seven de, kardeşleri
seven de, yabancıları seven de, erkekleri seven de, kadınları seven de aynı durumdadırlar.
Bütün herkes, Kur'an-ı Kerim'i hiç hesaba almadan, ilk Müslümanların itibar
ettiği ve itibarda ittifak ettiği şeylerin hiç birisine bağlanmadan, sadece
kendi şehvetlerinin arkasında koşuyorlar, nefislerinin arzuladığı her şeyi
ister meşru isterse de gayrimeşru elde etmek için ellerinden geleni ardlarına
koymuyorlar.
Hüküm sadece Allah'a
ait olduğuna, ibadetle itaatin sadece Allah'a yapılacağına itikat etmeyen bir
kimse asla inanmış biri olarak kabul edilemez. Allah'ın, Rasulü Muhammed
aracılığı ile göndermiş olduğu kitap olan Kur'an-ı Kerim'inn hükümlerine
uymayan kimse, Allah'ın dini olan İslam'a girmiş sayılmaz asla.
Yüce Allah buyuruyor:
. "Sonra ey
Rasulüm! Seni dinden bir şeriat ile görevli kıldık. Onun için o şeriata uy da
ilmi olmayanların arzu ve heveslerine tabi olma. Çünkü onlar sana Allah'tan
gelecek hiç bir şeyi engelleyemezler. Muhakkak ki zalimler birbirlerinin
dostlarıdırlar. Fakat Allah, sadece kendisine itaat edenin dostudur"
(Casiye: 45/18-19) Gene buyuruyor:
"Yoksa o
kafirlerin bir takım ortakları var da, onun için mi Allah'ın izin vermediğini
meşru hale getirdiler"
(Şura: 42/21)
Bunlar bazı kere,
Allah'ın şeriatına üstün saydıkları bid'atlara uyarlar, bazen de Allah'ın
yukardaki ayetlerde belirttiği gibi, kafirlerin kevni alem için getirdikleri
delillere benzer delil
getirerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışırlar. Yani varlıklar aleminden kader
ölçüleri çıkarır ve yaptıklarını haklı gösterirler.
Bir kısım bid'at ehli
vardır ki bunlar bid'tçılann en ileri güruhudur ve bid'attaki dereceleri çok
yüksektir. Bunlar dindeki meşhur farzları veya açık haramları, nefislerinin
şehvetlerine uyarak yapmayanlar, yahut yapanlar ve bu şirretliği Allah'ın
kader hükmüne bağlayanlardır. Bunlar Allah'ın en meşhur emirlerini ve
yasaklarını yerine getirmemekle kalmazlar, insanlara da kötü olarak onların da
yapmamalarına sebebiyet verirler. Bu bid'at ehli, tabi olunması birer ibadet
olan sebepleri terketmekle Müslümanları sapıtırlar. Bunlar zanneder ki, kadere
şahit olan kişi de sebepleri terk eder. Bir örnek verelim: Tevekkül, dua ve
benzeri ibadetleri avam insanların, basit fertlerin işleri sayıp, havasa, üstün
yaratılmış insana ait olmadığım söylerler. Onlara göre, sözde kaderi gören
arif, yazılı defterini okuyan üstün insan duaya ve tevekküle ihtiyaç duymaz.
Çünkü üstün insan, arif kişi bilir ki, evvelden çizilmiş mukadderat mutlaka
gelir çatar insana, İşte böyle bir telakki sapıklıkların en ileri olanıdır.
Şüphe yoktur ki, Yüce
Allah her şeyi sebepleri ile birlikte yaratmıştır. Nasıl ki, saadet veya
mutsuzluğu da sebepleri ile birlikte takdir etmişse.
Rasullerin öncüsü bir
sözlerinde şöyle buyurmaktadır:
"Hiç şüphe yok
Yüce Allah cenneti için bir takım insanlar yaratmıştır. Cenneti de bu insanlar
için yaratmıştır. Halbuki bu insanlar daha babalarının sulbünde idiler. Bu
kimseler cennete layık olacak işleri yaparlar. Cehennem için de bir kısım
insanlar yarattı. Cehennemi de bu insanlar için halketti. Halbuki bunlar da babalarının
sulbünde idiler. Bu kimseler cehenneme girecek olanların işlerini
yaparlar"[8]
Yukarıdaki ifadelerden
anlaşılacağı üzere, cennete veya cehenneme girişe kendi yaptıklarımız, yahut da
yapmadıklarımız sebep olmaktadır.
Allah'ın Rasulü
arkadaşlarına, Yüce Allah'ın kaderleri yazdığını söyleyince Sahabeler kendisine
sordular: "Böyle olduğuna göre, kadere rıza gösterip ameli, hareketi terk
mı edeceğiz?"
Yüce Rasul:
Hayır! Çalışınız, hareket ediniz, iş
yapınız. Her şey yaratıldığı şey için tesirli olur. Bir kimse saadet ehli ise,
ona saadet ehlinin işlerini yapmak istidadı verilir. Bir kişi de cehennem ehli
olmak isterse, ona kötülük yapma gücü verilir"[9]
Böylece belli oluyor
ki, Cenab-ı Hakk'ın takdir ettiği sebeplere müracaat etmek birer ibadettir.
Yüce Allah tevekkül
ile ibadet kavramım bir arada zikretmiştir ayeti kerimesinde:
"Allah'a
tevekkülle itaat ve ibadet et!" (Hud: 11/123)
"De ki: "O
Rahman benim Rabbimdir ve O'ndan başka ibadet edilecek ilah da yoktur. Ben
ancak O'na tevekkül ettim ve tevbem yalnız O'nadır" (Ra'd: 13/30)
Bid'at ehlinden
bazıları da, amellerin, ibadetlerin vacibini değil, müstehaplarmı terkederler,
Böylece elbette ki, faziletleri, üstünlükleri terkettikleri müstehapları
oranında eksilir.
Bu gibi işlerle meşgul
olmak çoğu zaman kişiyi meşhur eder ve mağrurluğa sokar.
Mesela, böyle kişlerin
keşif ehli olduğu ve dualarının hemen kabul edildiği gibi iddialar ileri
sürülür.
Bu gibi işlerle meşgul
olanlar yapmakla mükellef oldukları ibadetten ve sair dini vazifelerden
uzaklaşırlar. Çünkü içine düştükleri gurur bunlara mani olur. Onlarda varolduğu
kabul edilen ileriyi görme, olacakları
evvelden bilme gibi harikulade hallerle oyalanırlar ve üzerelerine düşeni yapmazlar.
Kul, ancak Allah'ın Rasulü'nün getirdiği şeriata sımsıkı sarılarak kendini
böyle boş hayallerden kurtarabilir.
Zuhri'nin söylediği
gibi:"Önceki, ilk Müslümanlar şöyle söylerlerdi: Kurtuluş ancak sünnete
sımsıkı sarıhndığı zaman mümkündür"
İmam Malik de şöyle
söylemiştir: "Sünnet Nuh'un gemisi gibidir. Ona binen de kurtulmuştur.
Eğer binemezsen helak olursun"
İbadet, itaat,
istikamet, doğru yolu tercih gibi, manaları ve hedefleri bir olan kavramlar iki
esası ifade ederler.
Bir kimse Allah'tan
başka hiç kimseye itaatla ibadet etmemelidir. Allah'a ancak Kur'an'da
belirlenen hudutlar içinde, şeriat prensiplerine göre ibadet ve itaat
etmelidir. Hiç kimse, bid'atlarla, kendi nefsi heveslerinin arkasındaki
zan-larla, şehvet duygularının götürdüğü aşırılıklarla ve benzeri şeriat dışı,
sünnet harici şeylerle Allah'a ibadet yapmamalıdır.
Yüce Allah şöyle
buyuruyor mealen:
"O halde bir
kimse Rabbinin rızasını taleb ederse, emrettiğimiz bir ameli işlesin ve
Rabbine ibadet ederken, O'na hiç kimseyi ortak olarak kabul etmesin"
(Kehf: 18/110)
Bir başka ayette
mealen:
"Hayır, onların
dedikleri gibi değil! Her kim yaptığı işlerde Allah'ın kanunlarım kendine önder
tanır, kendini tamamen Allah'a teslim ederse onun için Allah katında yaptığı
iyi işlerin karşılığında cennet var. Ve onlar için herhangi bir korku da yoktur
ve onlar asla mahzun da olmazlar"
(Bakara: 2/112)
Bir başka ayet meali:
"İyilik eden bir
kimse olarak kendini tam bir samimiyetle Allah'a teslim eden ve İbrahim'in
tevhid dinine uymuş bulunan kimseden daha güzel din sahibi kimdir? Allah
İbrahim'i kendine dost edinmiştir"
(Nisa: 4/125)
Salih amel, yani
Allah'ın Kur'an'da belirlediği işleri yapmak ilahi ihsan'ın ta kendisidir.
Çünkü, zaten ihsan, iyi işler yapmakla elde edilir. Hasen ve doğru işler de, Allah
ve Rasulü'nün sevdiği şeylerdir. Bunlar da, yukarda belirttiğimiz gibi, Allah
ve Rasulü'nün vacib veya müstehab olarak insana yüklediği vazifeler, emirler
manzumesidir.
Kur'an'da, gerçek
hadislerde, yani sünnette bulunmayan, sonradan heva heveslerine bağlı insanlar
tarafından uydurularak dine sokulan bid'atlara gelince; söyleyen söylemeye,
yapanlar yapmaya devam ederlerse de asla meşru olamazlar. Çünkü şeriata aykırı
herşey yasaktır İslam dininde. Allah ve Rasulü bunların hiç birini sevmez.
Böyle olunca da, ne hasenattan, ne de iyi işlerden sayılmazlar. Aşırılık ve
zalimlik gibi yasaklanmış bir işi işleyen kimse, nasıl ki hayır ve hasenat
işler yapmış sayılmazsa...
Yüce Allah mealen
şöyle buyurmaktadır:
"Rabbine ibadet
ve itaat ederken, kimseyi ortak koşmasın O'na" (Kehf: 18/110)
Yine mealen:
"Bütün varlığını
Allah'a teslim etti, tamamen O'na yöneldi"
Bu ayeti kerimede dini
sadece Allah'a ait kılma anlamı vardır. Din yalnız Allah'ındır.
İhlas ve samimiyet
hususunda Ömer (r.a.) şunu söylemektedir: "İşlerimin hepsinde beni samimi
kabul et, ihlash kıl. Bütün yaptığım işleri yalnız senin için yapmama izinver"
İyazoğlu Fudayl Yüce
Allah'ın:
"O hanginizin
daha güzel amelde bulunacağını sınamak için ölümü dirimi de yaratandır"
(Mülk: 67/2)
ayeti kerimesini şöyle
açıklamıştır: "Amellerin en güzeli, en iyisi, işlerin en sağlamı, ihlasla,
hiç bir nefsi ard niyet taşınmadan yapılanıdır"
Sordular: "Peki
ihlash amel nasıldır?"
Cevap verdi:
"Dosdoğru, Allah'ın dediği biçimde yapılmayan işler, ihlash olsa da
makbul olmaz. Hem doğru hem de ihlash olması gerekmektedir. Allah indinde
makbul olması için. İhlash işler, sadece Allah için yapılmış olan işlerdir.
Doğru amel ise, sünnete uygun olarak yapılmış olandır"
Allah'ın sevdiği bütün
işler şayet ibadet kavramı içine giriyorsa; neden başka kelimelerle de ifade
edilmektedir ibadet? Mesela: Fatiha suresinde geçen;
"Yalnız sana
ibadet eder ve sadece senden yardım isteriz!" (Fatiha: 1/5)
Rasulullah'a (s.a.v.):
"O'na ibadet et
ve sadece O'na tevekkül eyle!"(Hud: 11/123) Nuh (a.s.):
"Allah'a ibadet
edin! Sadece O'ndan korkarak bana itaat edin!"
(Nur suresi) gibi
surelerde, bütün peygamberler aynı şeyleri söylemektedir. İbadet kavramına daha
birçok kelimeler ilave edilmiş, ve bu kavram içine birçok deyim sokulmuştur,
diye sorulacak olursa şöyle cevap veririz bu soruya:
Aşağıdaki ayetler bu
konuya biraz daha açıklık getirmektedir:
"Muhakkak ki,
namaz aşırılıktan, kötülüklerden ve gerçekleri unutmaktan kurtarır insanı"
(Ankebut: 29/45)
Dikkat edilirse,
fuhuş, yani aşırılık kötülüklerden bir cüz olduğu halde ayrıca ifade edilmiştir.
"Muhakkak ki
Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emreder, aşırılığı, kötü işleri ve
ayetlerin gerçeklerini unutmayı da yasaklar" (Nahl: 16/90)
Akrabalara vermek
adalet ve ihsana, aşırılık ve unutmak da kötülüğe dahil olduğu halde, Yüce
Allah bunları ayrı ayrı zikretmiştir.
Ve yine:
"Onlar ki kitaba
yönelirler ve sımsıkı sarılırlar ve namazı ikame ederler. (A'raf: 7/169)
ayeti kerimesinde de
böyledir. Namaz, kitaba yönelmenin ve ona sımsıkı sarılmanın ta kendisi olduğu
halde, yönelmeye ilave olarak eklenmiştir.
Allah kendi
Rasullerinin hallerini anlatırken de aynı tavır görülmektedir:
"Muhakkak ki ö
nebi ve Rasuller, işlerin en iyisini yapmaya azmetmişlerdi; korku ve ümit hali
içinde bize isteklerini belirtiyorlar isteklerinin yerine getirilmesi için bize
yalvarıyorlardi" (Enbiya: 21/90)
Halbuki korku da umut
da hayra dahil iki prensiptir. Fakat buna rağmen, iyi işler deyimine ilave
ediliyorlar. Buna benzer ifadeler birçok ayetlerde birçok kere geçmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de, bir
kavram, diğerinin bir parçası olduğu halde, perçinlemek için, önemini
vurgulamak için özel olarak zikredilirler. İçinde olduğu kavramın dışında
ayrıca dile getirirler.
Bazen de, özel,
yalnız, ya da bir başka deyim içinde zikredildiği zaman, manalar değişik
mahiyet kazanırlar. Yalnız, özel olarak zikredildiği zaman genel, bir başkasıyla
birlikte zikredildiği zaman da özel, kendine has bir mana taşır. Mesela, fakir
ve miskin kelimelerinde olduğu gibi. Bunların her biri tek başına ifade
edildiği zaman, diğerinin anlamını
da birlikte taşır. Yani bir manada genel anlam kazanır:
"Sadakalar
kendini Allah yoluna adamış fakirler içindir" (Bakara: 2/273)
Buradaki fakir
kelimesi aynı zamanda miskin kelimesini de içine alarak genelleşmektedir.
Bir başka örnek:
"Yemini bozmanın
kefareti ailenize yedirmekte olduğunuz ortalama yemekten on miskini de doyurmanızdır"
(Maide: 5/89)
Burada geçen miskin
kelimesi de, aynı zamanda fakir kelimesini de içine alarak genelleşmektedir.
"Sadakalar ancak
fakirler ve miskinler içindir" (Tevbe: 9/60)
Bu ayette olduğu gibi,
iki deyim ayrı ayrı kullanıldığı zaman anlamlan özelleşir ve iki ayrı anlam
taşır.
Fakir, gerekli
ihtiyacından artırıp zekat veremeyecek durumda olana, miskin ise hiç bir şeyi
olmayana denir.
Genel mana taşıyan bir
kelime ile üzerinde yüklenilen özel bir anlam taşıyan kelimenin ikisi birden
zikredildiği zaman, genel anlam mahiyeti taşımaz denilirse; deriz ki, izahını
yapmaya çalıştığımız şu şekil içindedir:
"Kim Alah'a,
meleklerine, Rasullerîne, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa, Allah da bu
şekildeki kafirlerin düşmanı olur"
(Bakara: 2/98)
Burada genel bîr anlam
taşıyan melek kelimesine, özel isim olan Cebrail ve Mikail ilave edilmiştir.
Eğer genel anlam taşıyan kelimenin içine sokulmamış, yanyana zikredilmemiş
olsaydı, o zaman o özel isimler genel anlamın içine sokulamazdı. Yani, Cebrail
ve Mikail melek sayılamazdı.
"Hatırla o zamanı
ki, biz Rasullerden misaklarını almıştık. Senden de, Nuh'dan da, İbrahim'den
de, Musa ve Meryem'in oğlu
İsa'dan da... Evet biz onlardan öyle bir misak, yani ahit aldık." (Ahzab:
7/7)
Burada genel bir
kavram olan Rasuller deyiminin yanına, özel isimler ilave edilmiştir. Şayet o
özel isimler, genel görev sıfatı olan Rasul kelimesinin ardından
zikredilmeseydi, o Özel isimlerin Rasul olmaları gerekirdi. Ki durum tamamen
aksine, özel olarak isimleri zikredilmiş o insanlar, aynı zamanda genel deyim
olan Rasul içindedir.
Özel anlamlı bir
kelimenin genel anlam taşıyan bir kelime içinde zikredilmesi çeşitli sebeplere
dayanmaktadır. Bazen genel anlam taşıyanın diğer fertlerinde bulunmayan bir
hususiyeti olduğu için, yukarda zikredilen ayet içinde isimleri zikredilen
Rasul ve nebilerin, bu özelliklerinden ötürü, rasul kelimesinden sonra teker
teker isimleri zikredilmiştir. Onlar da diğer Rasul ve nebiler gibidir ama,
kendilerine ait özellikleri de vardır, anlamında bir zikir.
Bazen de genel anlam
taşıyan kelimede, hududlan belli mutlak bir vasıf vardır, sağa sola çekilecek
yönü yoktur. Onun için genel olmasına rağmen özel bir mahiyette kabul edilir:
"O takva
sahipleri ki, onlar gaybe inanırlar, namazlarını en iyi bir biçimde, hakkını
vererek yerine getirirler, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah'ın
istediği yerlerde kullanılmak üzere dağıtırlar. Onlar sana indirilene de,
senden evvelki Rasuller vasıtasıyla indirilenlere de inanırlar" (Bakara:
2/3-4)
Yukardaki ayette geçen
Gayba inanırlar"
deyimi, inanılması
gereken bütün gayb kavramını içine alır. Çünkü genel anlamlı bir deyimdir.
Fakat bu deyimde aynı zamanda özümleme ve dolayısı ile de mutlaklık vardır.
"Sana indirilene
ve senden evvelki Rasullere indirilene" cümlesinin, gayb anlamı içine girdiğine dair bir
delalet yoktur. Onun için de ayrıca zikredilmiştir. Bu ayetin kastı şöyle de
olabilir: "Haber verilene inanırlar, ki işte bu gayb-dir.. Gayb ile
bildirilene de inanırlar ki, bu da; "Sana ve senden evvelki Rasullere
indirilene" cümlesidir.
Şu ayetler de aynı
durumdadır:
"Sana vahyedilen
kitabı oku!" (Ankebut: 29/45)
"Bir de kitaba
sımsıkı sarılanlar ve namazı da gereklerini yerine getirerek kılanlar"
(A'raf: 7/170)
Kitabı okumak, emir
almak ve alman emirleri yerine getirmek, uygulamak demektir.
"Kendilerine
kitap verdiğimiz kimseler onu gerçek anlamda okurlar!" (Bakara: 2/121)
İbni Mesud yukarda
zikredilen ayeti şöyle açıklamıştır: "Kitabın helal kıldığını helal, haram
ettiğini de haram sayarlar. Geniş anlamlar taşıyan, açaklanması zor müteşabih
ayetlere olduğu gibi inanırlar, hüküm ayetleriyle ise hayatlarını tanzim
ederler, onlarla amel ederler"
Demek ki, kitaba
uymak, aynı zamanda, namazı ve diğer bütün ibadetleri de içine alan bir
hadisedir. Fakat yukardaki ayette, özelliği itibariyle namaz ayrıca
zikredilmiştir.
Yüce Allah'ın Musa'ya
(a.s.) hitabı da böyledir:
"Hiç şüphe yok
ki, Yüce Allah Ben'im, ben! Ben'den başka itaat edilecek hiç bir ilah yoktur.
Öyleyse bana itaatla ibadet et; Ben'i hatırlamak ve emirlerimi anlamak için
namaz kıl!" (Taha: 20/14)
O'mı hatırlamak için,
emir tekrarı yapmak için namaz kılmak, ibadetlerin en faziletlilerinden biri
olmasına rağmen, namaz ayrıca zikredilmiştir. Aşağıda zikredeceğimiz ayeti
kerimeler de aynı mahiyettedir:
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkun ve her zaman doğruyu söyleyicilerden olun!" (Ahzab: 7/70)
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkun, emirlerini yerine getirerek rızasını kazanın!" (Maide:
5/35)
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkun, Allah'a sadakatle itaat eden kullarının yanında, onlarla
birlik olun!"
(Tevbe: 9/120)
Bu ayetlerde
zikredilen, doğru söz, rızasını kazanarak yakınlaşma ve sadıklarla birlikte
bulunma gibi haller, Allah'tan korkmanın ta kendisidir.
"O'na kulluk et,
O'na güvenerek tevekkül et!" (Hud: 11/123)
Bu ayeti kerime de,
aynı espiri içindedir. Zira tevekkül, istemek, niyaz etmekten ibarettir. Bu ise
Allah'a ibadetin ta kendisidir. Fakat ibadet eden, aynı zamanda istesin diye
ayrıca zikredilmiştir. Zira tevekkül, bütün ibadetlerin sonucuna etki yapacak
bir yardımdır. Zira Allah'a ancak istekle, niyazla ibadet edilir.
Anlatmak isteğimiz
espri anlaşıldığına göre, artık mahlukun gücelmesi ancak, Allah'a kulluk
yapmakla mümkündür, esprisi anlaşılmış olmaktadır. İnsanoğlu Allah'a itaatla
kulluğunu ne kadar üst derecede yaparsa, o derecede yücelir, büyür. Herhangi
bir kimse kulluk dışında bir yücelik, bir üstünlük ararsa, kulluk yapmadan da
bir takım dereceler kazanacağına İnanırsa, böyle bir kimse insanların en cahili
ve en sapığı olur.
Bütün yaratıkların
Alah'm kulu olduğunu bildiren o kadar çok ayeti kerime vardır ki, bunları
zikretsek bir büyük kitap tutar.
Herkesin sadece
Allah'ın kulu olduğunu anlattıktan sonra; malumdur ki, insanlar bu vasıfta
diğer yaratıklardan ve de birbirlerinden derece olarak farklıdır. İyilikleri,
üstünlükleri birbirine benzemez. Bu fark imanla, inanmayla ilgili bir
farklılıktır. Bu vasıfda insanlar, genel olarak topluluk, halk ve seçkinler
olarak ikiye ayrılırlar. Yani, hususi ve umumi olarak vasıflanırlar. Bundan
dolayıdır ki, Allah indinde onlar için hususilik ve umumilik diye iki
değerlendiriş vardır. Gene bundan dolayı, bu ümmette şirk, karıncanın izinden
daha gizli bir mahiyet taşır. Sahih bir hadiste Yüce Rasul şöyle buyurmuştur:
"Paranın kulu
yüzüstü sürünsün, helak olsun! Dinar'ların kulu yüzüstü sürünüp helak olsun.
Şatafatlı, gösterişli elbiselerin kulu yüzüstü sürünsün ve helak olsun!
Yıkılıp başı aşağı gelsin. Bir kötülüğe uğrarsa kurtulmasın ki o, kendisine
verildiği zaman razı olur, verilmezse kızar ve gazablanır.[10]
Allah'tan başkalarına
kul olanları Allah'ın Rasulü böyle vasıflandırıyor ve onlara acı ihtarlarda
bulunuyor. Tarif edilenler mal ve midelerine kul olmuşlardır. Ayrıca bu
tiplere, verildiği zaman İyisİndir, vermediğin zaman kötüsündür. Sana kızar ve
kinlenirler. Hem de sadece kul oldukları şeyi onlara vermediğiniz için yaparlar
bunu. Yüce Allah da şöyle buyuruyor: "Onlardan bir kısım münafıklar
ganimetlerin bölünmeleri hususunda sana şikayette bulunurlar, baskı yaparlar,
seni adaletsizlikle ithama kalkışırlar. Çünkü onlar ancak o ganimetlerden
istediklerini elde ederlerse razı olurlar, verilmezse de işte böyle kızar
kinlenirler" (Tevbe:
9/58)
Onların kızmaları da,
rızaları da Allah'tan başka mabud-Iar içindir. Nefsinin arkasından koşanlar,
hükmetmek için sultaya talib olanlar da aynen böyledirler. Eğer onlar nefsi
arzuları tatmin edilirlerse ancak tatmin olurlar, edilmezse kızıp kinlenirler.
Bu kimseler hangi nefsi arzularına bağlı iseler, bağlı olduklarına kuldurlar ve
köledirler. Bu istekleri uğruna feda etmeyecekleri hiçbir şeye aşırı
bağlanmasıdır. Bir insanın kalbi neye çok meyletmiş, kalbi neyi en çok sevmişse
işte insan o şeylerin kulu olur. Bundan dolayıdır ki, şairin biri "Köle,
kanaat etteği sürece hür, tamah ettikçe de köledir" demiştir.
Yine şairin biri:
"Nefsimin istekleri arkasına koştum, beni köleleştirdi bu koşmalar. Şayet
nefsimin arzularına bu kadar bağlı olmasaydım, elbette ki köle olmayıp hür bir
insan olacaktım!"
Denilir ki, insanın
sınırı geçen nefsi arzuları boynunda bir esaret zinciri, ayaklarında prangadır.
Zincir boyundan çözülünce, ayaktaki pranga kendiliğinden açılır. Hattab oğlu
Ömer (r.a.) demiştir ki:
"Aşın nefsi
arzular umutsuzluk, umutsuzluk ise fakirliktir. Zira sizden biriniz bir şeyden
umudunu kestiği zaman, ondan kurtulmuş olur"
Bunu insan bizzat
kendi nefsinde bulur. Umudunu kestiği bir şeyi artık istemez olur insan. Artık
ona karşı büyük bir tutku ile bağlanmaz ister istemez. Ona karşı ihtiyacı ölür
gider. Ama herhangi bir şeye karşı umut besliyorsa insan, onu elde etmek için
büyük tamah gösterir, kalbini gitgide artan bir şiddetle ona bağlar. Malda,
makamda, çeşitli şekil ve sürelerdeki sevgiler, bağlılıklar, istekler hep
böyledir. Elde etme umudu taşıdığı şeyi elde etmek için kendisini öldüresiye
hırpalar, elde edinceye kadar rahat huzur görmez." Allah'ın Rasulü
buyurmuştur ki: "Rızkı sadece Allah'tan isteyiniz! Yalnız Allah'a kulluk
ediniz. Çünkü sonunda götürebileceğiniz huzur O'nun huzurudur. Onun için sadece
O'na şükür ediniz"
Kula mutlaka rızk
lazımdır yaşaması için. Yaşamak için . ihtiyacı vardır. Şayet rızkını Allah'tan
isterse, insan oğlu Allah'a muhtaç, yani kul olur. Şayet mahluktan isterse
rızkını, istediği kimseye muhtaç olarak kul durumuna düşer. Onun için herhangi
bir kimseden bir nzık istemek, dünyalıklar taleb etmek haram kılınmış, ancak
ihtiyaçları, zaruri maddeleri istemek mubah kılınmıştır. Rızkı kuldan istemeyi,
dilenmeyi, yasaklayan ve bu konuda bizleri uyaran birçok hadisi şerif
söylemiştir Allah'ın Rasulü. Mesela şu hadisi şerifleri:
"Başkasından
taleb etmeye devam eden sizden herhangi biriniz, kıyamette Allah'ın huzuruna,
yüzünde bir parçacık olsun et bulamayarak gelir.[11]
"Kendisinde
yeteri miktar ihtiyaç maddesi olduğu halde bir kimse insanlardan bir şeyler
isterse, kıyamette yüzü kaşıntılı yara ile Allah huzuruna çıkar. [12]
"Şu üç kimseden
başkasına dilenmek haramdır: Rezil edici borç sahibi, çok ızdırap verici
hastalık sahibi, yahut halsiz ve mecalsiz bırakan dehşetli yoksulluk hali
içinde olan kimse. [13]
"Sizden birinizin
ipini alıp, odun toplayıp satması veya buna benzer işler yaparak maişetini
temin etmesi, halktan bir şeyler istemesinden çok daha hayırlıdır.
İstediklerini haîk ya verir veya vermez refuze eder zaten. [14]
"Sen istediğin,
kalbin tamah etmediği hallerde sana verileni al, şayet böyle değilse alma.
Nefsini almaya yöneltme! [15]
Demek Allah Rasulü,
kalbin arzuladığı şeyi dille istemeyi, bedavadan elde etmeyi hoş görmemiştir.
Hatta çirkin bulmuştur.
Allah'ın Rasulü bir
sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Kim tok gözlü
olursa, Allah onu bolluk içinde tutar.
Tok gözlü olanı Allah
doyurur. Bir kimse iffetini korumak isterse, Allah onun iffetini korumak
hususunda destekler ve iffetini korur. Her kim sabır etmeyi isterse, Aliah onu
sabırlı kılar. Hiç kimseye sabırdan daha büyük bir nimet, ondan daha büyük bir
ihsan yoktur.[16]
Allah'ın son Rasulü,
ashabının ileri gelenlerinden insanlardan birşeyler istemelerini menetti ve
vasiyet etti. Öyle ki, Ebu Bekir'in (r.a.) elinden bastonu düşerdi de hiç
kimseye şunu bana verir misin? demezdi. Kendisine niye böyle yaptığı sorulduğu
zaman; "Sevgili efendim Muhammed Mustafa, bana,
"İnsanlardan
hiçbir şey isteme" buyurmuştu. [17]
Maîikoğlu Avf bir
toplulukla birlikte Allah' in Rasulüne biad ederken, Allah'ın Rasulü onlara bir
gizli kelime vasiyet etti:
"İnsanlardan
hiçbir şey istemeyiniz!"
Bu cemaattan bazıları
sonradan, ellerinden herhangi bir şeyleri düşecek olsa "o düşeni bana
verir misin" dememişlerdi bir kula.
Dinin hükümleri,
sadece Allah'tan istemenin em-redildiğini, yaratıktan istemenin ise
yasaklandığını bize göstermektir.
Konuyla ilgili Allahü
Teala buyuruyor ki:
"O halde memur
olduğun işi bitirip görevini yerine getirdin, ve yükten kurtuldun mu, yine
kalk bir başka iş için kolları sıva çalış ve yorul ve sadece Rabbine yönel ve
yalnız O'ndan iste" (İnşirah: 94/7-8)
Allah Rasulü îbni
Abbas'a buyurdu:
"İstediğin zaman
mutlaka Allah'tan iste! İstiane ve yardım istersen sadece Allah'tan dile yardımı"
İbni Abbas'ın yukarıda
rivayet ettiği hadisi şerifte "Rızkı yalnız Allah'tan isteyiniz"
Duyurulmaktadır.
"Allah'tan rızk isteyin" buyurulmamıştır. "Zira rızkı yalnız
Allah'tan isteyiniz" dendiği zaman, böyle bir cümle, "başkasından
istemeyiniz" anlamını da içinde taşımaktadır. Bir ayette de böyle denilmektedir:
"Yalnız Allah'ın
Fazl-ı kereminden isteyiniz" (Nisa: 4/32)
însan'm muhtaç olduğu
rızk ve diğer şeyler mutlaka yerine gelmelidir, devreye girmelidir. İnsan'a
zarar veren şeyler de ondan uzak olmalıdır. Bunlar insan hayatı için kaçınılmaz
bir şeydir. Ama bütün ihtiyaçların Allah'tan istenmesi, bütün zararlılardan,
Allah'ın korunması altına girilmesi de şarttır. Kul ihtiyaçlarını ancak
Allah'tan isteyecek ve şikayetini sadece Allah'a yapacaktır.
Kur'an-ı Kerim'de
Yakup Peygamberle ilgili bir ayette: "Yakup dedi ki: Ben büyük kederimi ve
üzüntümü sadece Allah'a havale ederim, O'na şikayet ederim"
(Yusuf: 12/86)
Yüce Allah Kur'an-ı
Kerim'in'de; Hicr-i Cemil, Safh-u Cemil ve Sabr-ı Cemil gibi deyimler
kullanmıştır/Bu deyimler için denildi ki; Hicr-i Cemil eziyetsiz ayrılık;
Safh-u Cemil sitem edilmeksizin dönüş; Sabr-ı Cemil ise, mahluka şikayet
etmeksizin sabretmektir, işte bu sebepledir ki, hastalığı zamanında Ahmed bin
Hanbel'e; "Tavus hastanın inlemesini çirkin bulmakta ve inlemenin şikayet
olduğunu söylemektedir" dediler. Bu sözü duyduktan sonra Ahmed b. Hanbel
ölünceye kadar asla inlemedi. Ancak Allah'a şikayet etmek sabrı Cemil'e aykırı
değildir. Nitekim, Yakub (a.s.) Sabr-ı Cemil dediği halde
"Ben kederimi
hüzünümü ancak Allah'a şikayet ederim" demişti.
Hattaboğlu Ömer sabah
namazında; Yusuf, Yunus ve Nahl surelerini okuyor, Yakub'un (a.s.)
"Ben kederimi ve
hüznümü ancak Allah'a şikayet ederim"
ayetini okuduğu zaman
da ağlıyordu.
Musa'nın (a.s.)
duasında da şu cümleler geçmektedir: "Allah'ım! Hamd ancak sanadır;
şikayetler ancak sanadır. Sensin ancak yardım istenecek, istimdad edilecek
kudret. Dönüş ancak sanadır. Hayra ve şerre kudret ancak sendedir"
İnsanların kendisine
eza ve cefa verdikleri Allah'ın Yüce Rasulü de dualarında şöyle niyazlarda
bulunmuştur:
"İlahi!
Kuvvetimin zaafını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak
sana arzederim, ancak sana şikayet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi;
herkesin hor görüp de dalına bindiği biçarelerin, zayıfların Rabbi sensin!
İlahi! Huysuz ve zalim bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın
dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar beni
esirgesin. İlahi! Senin gazabına uğramayayım da, çektiğim mihnetlere ve belalara
aldırmam. Senin af ve koruman bana bunları göstermeyecek kadar geniştir. İlahi!
Gazabına uğramaktan, rızasızlığa duçar olmaktan, senin o karanlıkları pırıl pırıl
parlatan dünya ve ahiret işlerinin medarı se-lahı olan yüzünün nuruna
sığınırım. İlahi! Sen razı olana kadar işte affını diliyorum. Her kudret ve
kuvvet ancak seninle birlikte vardır ve devam eder"
Bir insan
ihtiyaçlarında, rızık isteklerinde ne kadar Allah'a dayanır, O'ndan isterse, o
nispette Allah'tan başka mahluklara kul olmaktan kurtulur. Allah'tan istemek,
yalnız O'na yalvarmak, insan'ı diğer mahluklar karşısında eğilmekten kurtarır.
Denilmiştir ki:
Benzeri olmak
istediğin kimseden müstağni ol.
Amiri olmak istediğin
kemseden daha faziletli ol.
Esiri olmak istediğin
kimseye muhtaç ol. Bir başka deyişle:
Müstağni olduğun
kimsenin benzeri,
Daha faziletli olduğun
kimsenin amiri,
Muhtaç olduğun
kimsenin esiri olursun.
Yukarıdaki ölçülere
uygun olarak; insanın Allah'ın rahmetine olan iştiyakı ve umudu onun Allah'a
kulluğunu icab ettirir. Ve yine, kalbinin Allah'tan istemekten.ve O'ndan
umutlanmaktan uzaklaşması, o insanın kalbinin Allah'a kulluktan yön çevirmesi
sonucunu doğurur. Hele de bir kimse mahluktan bekler, halikten ummazsa...
Mesela bir kimsenin
kalbi, bir mahluk olan herhangi bir insan'm kendisine hükmetmesine rıza
gösterirse; hükümdarın askerlerinden, yandaşlarından, onların dünya imkanlarından,
karılarından, arkadaşlarından çekinir; yahut, şeyhi, hükümdarı, oğlu gibi
ölmüş ve ölecek büyüklerine ve efendilerine itimat besler, onlardan bir takım
şeyler umarsa, o zaman böyle bir kalbin sahibi Allah'a değil, saydığımız
şeylere kulluk yapmış olur.
Ayet sadece ölümsüz
Allah'a kulluk yapmamızı, yalnız O'na güvenmemizi emrediyor bize.
"Ölümün
yaklaşamadığı o şanı Yüce Allah'a güvenip dayan. Yalnız O'na hamd et, sadece
O'nu hatırla. O'nun kullarının bütün günahlarından haberdar olduğunu bilmen
sana yeter" (Furkan: 25/58)
Herhangi bir kimse,
kendisi gibi bir mahluk olan diğer insan'lârdan, kendisine yardım etmesini,
rızık vermelerini ve doğru yola götürmelerini bekler ve kalbini onlara
bağlarsa; Onlara kalbinde büyük bir yer verip, kendisini hakir görürse; isterse
böyle sandığı kimseler, işlerini yürüten ve idare eden amirler olsun. Onlara kul olmuş olur.
Üstelik de zahiren üstün görünen mahluklardır bunlar ve hepsi de geçicidirler.
Akıllı kişiler görünüşe değil gerçeklere bakarak hareket ederler. Mesela bir
erkek gönlünü bir kadına bağlarsa, isterse o kadın helali olsun, istese de
istemese de kalbi o kadına esir olmuş olur. Bu durumda sevilen bir kadın erkeğe
istediği biçimde hükmeder. Fakat dışardan bakıldığı zaman, erkeğin kadına
hükmettiği sanılır. Zira görüntüde erkek kadının sahibi ve efendisi görünse de,
hakikatta erkek kadının kulu kölesidir. Hele de kadın erkeğinin kendisine aşık
olduğunu ve kendisinden vazgeçemiyeceğini biliyorsa, erkeğin kendinden başka
hiç bir şeyden tatmin bulmadığının farkına varmışsa, o zaman kadın erkeğe azat
kabul etmez bir köle gibi hükmeder, onu istediği biçime sokar. O kadar ki,
dünyanın en zalim efendisinin kölesine yaptığ eziyetleri yapar ve hatta daha
da ileri gider. Zira kalbin esareti bedenin esaretinden daha korkunçtur.
Kalbin köleliği bedenin köleliği ile mukayese bile edilemez. Çünkü, bir
insan'ın bedeni esir ve köle olduğu halde, kalbi hür kalabilir ve daima bir
kurtuluş yolu arar. Fakat bedene hükmeden kalp bir esir oldu mu, Allah'tan
başkasına bir kere meyletti mi, işte bu durumda insan'ın gerçek zilletten ve
esaretten kurtulması mümkün değildir. Kul ve köleliğin bundan daha aşağı
seviyesi yoktur. Bundan daha şedid bir kölelik tasavvur bile edilemez insan
için.
Mükafaata veya azaba
hak kazanmak, ancak kalbin esareti veya kulluğuna bağlıdır. Mükafatı veya cezayı
kalbin durumu tayin eder. Şayet bir müslümanı herhangi bir kafir haksız yere
esirleştirir ve köleleştirirse, böyle bir köle, gücünün yettiği oranda
kendisini köle eden efendisinin emirlerini yerine getirdiği takdirde, böyle bir
esaret Müslümana o kadar böyük bir zarar vermez. Bir kimse haklı olarak,
yerinde köle olarak köle edilirse, böyle bir köle
kendisini hak olarak
köle eden efendisine gönüllü bir biçimde hizmet verirse, böyle bir köleye iki
kat mükafat vardır.
Bir kimse küfretmeye
zorlanırsa ve o da zorluğa dayanamayıp küfretse, fakat bu küfrü yaparken,
kalbi Allah'a iman ile dolu olsa, böyle bir durumda küfrü ona zarar vermez.
Fakat bir kimsenin kalbi Allah'tan başkalarına kul köle olduğu takdirde,
isterse dille küfretmesin, büyük zararlara uğrar. îsterse böyle bir kimse
halkın hükümdarı olsun.
Demek ki hürriyet veya
kölelik kalbin işidir. Kalple ilgili bir konudur. Hürriyet veya kölelik
aslında kalbin halleriyle ilgili birer kavramdır. Şayet kulluk kalple ilgili
değilse, öyle bir kulluğun zerrece değeri yoktur.
Allah'a yemin ederim
ki, bir kimsenin kalbini Allah'a bağlamaması halinde, kurtuluşu yoktur. Hiç
kimse kendisini kalben Allah'a bağlamadan kurtaramaz. Hele de, kalbini, mesela
kadına ve çocuklarına bağlamış, onlara köleleştirmişse, yanmıştır böyle bir
adam. Böylesi için çok acıklı azab vardır, hem de eşi benzeri olmayan bir azab.
Bu suret ve şekil
aşkları, insanların azab bakımından en ağın ve tevbe bakımından kabulü en zor
olanıdır. Surete, zahiri görüntüye aşık olanların tevbesi çok zor kabul edilir
ve böyle olduğu için de büyük azablara en yakın olanlarıdır. Çünkü bir surete,
geçici zevkler veren herhangi bir zahiri görüntüye aşık olanlar, kalpleri bu
surete bağlı kaldığı sürece, köleliğe devam ettiği müddetçe, kendilerinde
sayısmı ancak Yüce Allah'ın bileceği çeşitli şer, fesat ve hüsranlar toplanır.
İsterse bunlar büyük bir suç olan zinadan uzak dursunlar. Bir insan zina suçu
işlemese, fakat kalbi bağı devam etse, böyle bir durum suçu işleyip, sonradan
tevbe etmekten daha beter sonuçlar doğurur. Bir başka deyişle, kalben bağlı
olmayarak işlenen bir suçtan sonra, tevbe insan'i kurtarır da, kalben suçu
benimseyip onu işlememek çok daha büyük bir sorumluluk getirir insan'a.
Şu satırlarda denildiği gibi:
Bunlar kalplerini bir
surete bağlayan aşıklardır, bu aşkla sarhoş ve çılgındırlar; sarhoşluk, nefsi
istek ve içki sarhoşluğu gibidir. Kendisinde sarhoşluk bulunan bir kimsenin
ayılması ne zamandır? Dediler ki: Aşk delilikten daha beter bir haldir, ondan
insan kendisini uzun yıllar kurtaramaz. Deli ise, bazen ayılır, bazen delidir.
Aşk ayılmaya hiçbir zaman meydan vermez.
Böyle ayılmaz
sarhoşluğa götüren en büyük sebep, kalbi Allah'tan başkasına bağlamaktır. Bir
kalp Allah'a bağlanmadığında, bu bağlılığın tadını aldığında, bundan başka bir
sevgi aramaz. Böyle bir kalbe sahip insan'a, Allah sevgisinden daha tatlı,
daha lezzetli bir şey yoktur.
İnsan bir sevgiliyi,
ancak ondan daha çok yer verdiği bir başka sevgiliye sahip olmakla
terkedebilir. Bir sevgiliyi, sevgisini yitirmekten daha çok ürktüğü bir başka
sevgili uğruna sevgiden, daha yüce sevgiyle kurtulur.
Yüce Allah Yusuf
(a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur:
"İşte biz ondan,
yani Yusuf'tan kötülüğü ve fuhuşu uzaklaştı rai im diye böyle deliller
gösterdik. Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdan idi" (Yusuf: 12/24)
Yüce Allah Yusuf'u
(a.s.) kendisine ihlasla bağlayarak, ondan suret aşkı olan fuhşu ve diğer
kötülükleri uzak-laştırmıştır. Çünkü bu kötü fuhuş ve diğer kötülükler, ancak
Allah'a tam bağlılıktan önce olagelen işlerdendi. Zira kadının davetine nefsi
arzuladığı için icabet etmek durumundaydı. Fakat, kalbini Allah sevgisi
doldurduktan sonra, bu kötü işten kendisini uzak tutabilmişti. Başka bir ilaca
ihtiyaç hissetmeden, sadece Allah'a olan meyli, onu bu kötülükten korumuştu.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Sana vahyedilen
kitabı oku; namazını gereklerini yerine getirerek kıl, zira gerekleri yerine
getirilerek kılınmış namaz, insan'ları kötülüklerden, edebsizliklerden ve akıl
ve şeriata uymayan diğer bütün iğrenç işlerden korur. Allah'ı hatırlamak, O'nun
emirlerini tekrar etmek elbette ki en büyük bir ibadettir. Her ne yaparsanız
Allah onu mutlaka eksiksiz bilir" (Ankebut: 25/45)
Namazda kötülükleri
defetme, çirkin işlerden kaçındırma haleti ve fazileti vardır. Defettiği
kötülükler bütün haddi aşmalar ve diğer yasaklardır. Yine namazda çok hayırlı
ve de sevimli bir vasıf vardır ve bu hayır, ecir kazandırıcı vasıf, Allah'ı
hatırlayıp, O'nun emirlerini tekrarlamaktır. Böyle bir hayrın meydana
gelmesinin kıymeti, menettiği yasaklardan daha ileri derecededir. Zira Allah'ı
anıp, emirlerini tekrarlamaktır. Böyle bir hayrın meydana gelmesinin kıymeti,
menetiği yasaklardan daha ileri derecededir. Zira Allah'ı anıp, emirlerini
tekrarlamak en büyük ibadetlerdendir. Bir insan'ın ibadetinin sahih olması
için, kalbin o ibadete coşku ile iştirak etmesi gerekmektedir. Kalp Allah'a
kul olmadıkça, ibadet sahih olmaz. Halbuki, kötülüklerden kaçındırmaya vesile
olmak, zincirleme birbirini takip etmesi gereken olaylara bağlıdır. Bir bakıma,
bir başka şeyin vücuda gelmesi için lazımdır, kendisi için değil. Zira kalp
hakkı sever. Böyle yaratılmıştır kalp. Kötülüğe ne kadar itilecek ve zorlanacak
olsa, gene de kalp daima iyi işleri güzel şeyleri arar. Kötü ve çirkin
hastalıklardan kurtulmaya çalışır. Şerri, kötüyü irade etme hastalığı ona
musallat olursa da, her zaman bu hastalıktan kurtulmayı taleb eder. Zira
kötüyü irade etmek yabancı ve parazit otların ekini ifsad ettiği gibi, kalbi
ifsad eder, bozar.
Yüce Allah onun için
şöyle buyurmuştur;
"Nefsini tertemiz
yapan muhakkak ki umduğuna ermiştir. Onu alabildiğince günahla örten ise,
elbette ki büyük bir ziyana
uğramıştır" (Şems: 91/9-10)
"Gerçek o ki,
iyice temizlenen ve Rabbinin şanını zikrederek namazını kılan kimse umduğu
iyiliklere ermiştir" (A'Ia:
87/14-15) "Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve
ırzlarını korusunlar. Bu kendilerini koruyan çok temiz bir harekettir"(Nur:
24/21) Görülüyor ki, Yüce Allah, gözü haramdan kaçırmayı ve ırzı korumayı en
güzel temizlik ve arınma olarak kabul buyurmuştur. Fuhşu terketmenin, ondan
uzaklaşmanın nefsi temizleyen hareketlerden olduğunu beyan buyurmuştur.
Nefislerin tamizlenmesi, kirliliklerden arınması için, fuhuş, zulm, şirk, yalan
ve benzeri hareketlerin terkedilmesi gerekmektedir.
Bu düyada yücelik,
üstünlük ve hakimiyet isteyen kimseler de böyledir. İnsanoğlu kendisini
hükümdar kılan, büyüten, güçlendiren kimselere bağlı olduğu için, bir bakıma
köledir. İsterse, kendisini o hakimiyet makamına çıkaranların üstünde olsun,
lideri gibi görünsün, onlar kendilerine itaat ediyormuş gibi davransınlar.
Gerçekte, kendisine güç kazanmak için destek verenlerden korkar, bir takım
şeyleri de umut eder. Onun için de, onları itaat ve yardımlarını devam
ettirmeleri için, mal ve makam vererek kazanmaya çalışır. Yardımlarını devam
ettirmeleri için, kendisine karşı işledikleri suçları affetmek yoluna gider.
Durum bu olunca da, kendisine itaat ettikleri zannedilen destekçiler, aslında
efendi durumuna çıkmış olur. Böylesi, görünüşte başkan, ama gerçekte köledir.
Bir başka deyimle,
gerçek anlamda bu iki taraf da birbirinin kulu ve kölesidir. Çünkü her iki
taTaf da Allah'a kul olmayı terketmişler birbirlerini kul edinmişlerdir.
Bunların birbirleriyle
yardımlaşmaları, bu dünyada haksız bir güç elde etmek içinse, o zaman bunlar
yol kesen
eşkiyalann
birbirleriyle yardımlaşmalarına benzer bir hal içinde olurlar. Bu iki kesim de,
nefsinin istediklerine ulaşmak için, diğerinin kulu olmuş olurlar. Mal
istemede aşın olanların durumu da aynen böyledir. Zira, aşırı mal istemek,
istediği malın kulu yapar insanı. Bu mesele iki türlü vasfa sahiptir:
1- Yiyecek,
içecek, mesken, cinsi tatmin ve benzeri, bir insanın doğal ihtiyacı olan
şeyler. Bir kimse bunları Allah'tan ister, elde etmek için sadece O'ndan yardım
beklerse, ihtiyacı olan bu şeyler insana basit ve tabii gelir. Adeta bindiği
herhangi bir binek, yahut oturduğu bir iskemle gibi. Ve hatta hacetini
giderdiği yüz numara gibi basit bir şeydir bütün ihtiyaçlar, onları Allah'tan
isteyen için.
Fakat o eşyaya, yahut
ihtiyaçlara hırsla sarılan, onu elde etmek için her işi mubah sayan bir aşırı
muhteris insan için bunlara malik olmamak, tabii ihtiyaçlarında kendi arzusunca
tatmin bulmamak dehşetli bir azabdır. Hırsına mağlub olan insan, kendi nefsine
istemediği bir bela geldiği zaman feryadı basar, şikayetleri ayyuka çıkar.
Fakat kendisine hayır ve zenginlik isabet ederse cimrileşir ve kendisinde
iyiliğe doğru herhangi bir hareket göremezsin.
2- Kulun hiç
de ihtiyacı olmayan, hayatım sürdürmesi için mutlak gerekli olmayan şeyler.
Mesela, bir binek, yahut şatafatlı yatak yorgan, yahut haddinden fazla
gösterişli bina, veya kullanacağından fazla ev eşyası gibi...
İnsanm, kalbini böyle
şeylere meylettirmemesi gerekir. Çünkü kalbi bunlara bağlayan insan, bağlandığı
eşyanın kulu kölesi olur. Hemen hemen her zaman. Allah'tan başka destek aramak
zorunda kalır. O zaman da Allah'a kul olmanın bütün manası ve gerçeği yok olur
gider. Hatta Allah'tan başkasını ihtiyaç gidermede güvenen bir insan, bir
bakıma Allah'tan başkasına kul köle olma girdabına yu-varl; mr ve Allah'tan
başkasına ibadet etmiş duruma düşer.
Böyle bir duruma
düşmüş kimseler Allah Rasulü'nün şu sözlerine muhatab olurlar:
"Paranın kulu
kölesi yüz üstü sürünsün, helak olsun. Dinarın kulu yüzüstü sürünüp helak
olsun. Midesinin kulu yüzüstü sürünüp helak olsun"
Allah Rasulü'nün
saydığı şeylere kalben meyleden kişi, meylettiği o şeylerin kulu kölesi
olmuştur. Bütün bunları Allah'tan istediği zaman, Allah isteğini karşılarsa
razı olur, sevinir, fakat karşalamazsa kızar ve küser.
Halbuki, Allah'ın
kızdığına kızan, sevdiğini seven, gene, Allah Rasulü'nün sevdiğini seven,
sevmediğini ise sevmeyen, Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarım ise düşman
sayan kimseler, ancak Allah'ın kulu ve hizmetçisidir.
Hadiste belirtildiği
üzere ancak bu kimseler iman açısından yüce makamlara ermiş, Allah'ın kulu
olmuşlardır:
"Bir kimse
Allah'ın sevdiğini sever, nefret ettiğinde nefret eder; Allah için verir ve
gene Allah için kötülüklerden menederse, imanını yüceltmiş, kemale erdirmiş
olur"[18]
"İmanı
sağlamlaştıracak, gerçek iman haline getirecek en kuvvetli destek, Allah için
sevmek, yine Allah için nefret etmektir"
Bir başka sahih hadisi
şerifde şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kimsede şu
üç şey bulunursa, o kimse imanın tadına varmıştır; Allah ve Rasul, ona
herşeyden daha sevgili ise. Bir kimseyi ancak Allah sevdiği için severse. Bir
de, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi ateşe
atılmak gibi şiddetli bir azab olarak görürse, böyle telakki ederse..."
İşte ancak böyle bir
kimse, Rabbinin sevdiğine ve sevmediğine aynen iştirak ettiği için, Allah ve
Rasul ona en
sevgili gelir. Böyle
bir kişi yaratılmışı ona yaratan için sever, başka bir düşünceyle değil. İşte
bu da Allah'ı sevmenin tamamlayıcısıdır. Çünkü sevgilinin sevdiğim severek,
bizzat sevgiliyi sevmek anlamı taşır. Bir kimse böyle yaptığı zaman Allah'ın
razı olduğu bir şeyi yapmış olur. Onun için de böyle bir kimseyi Yüce Allah
mutlaka sever.
Yüce Allah kendisini
sevenler için iki alamet, iki tanıtıcı işaret göstermiştir. Seçip gönderdiği
Rasulü'e uymak, kendi yolunda cihad etmek.
Cihadın gerçek anlamı,
Allah'ın sevdiği ve istediği imanın ve iyi hareketin yeryüzünde geçerli hale
gelmesi, istemediği ve nefret ettiği küfür faşıklık ve isyanın hayattan
çıkarılıp atılmasıdır. Kulun bu amaç için didinip gayret sarfetmesidir.
Yüce Alîah şöyle
buyurmaktadır mealen: "(Ey Rasulüm! Hicreti terkedenlere) de ki:
"Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soyunuzdan olan
kimseler, kazandığınız güzel mallar, geçersiz olabileceğinden korktuğunuz bir
ticaret, size çok keyf veren sevimli meskenler, eğer size Allah ve Rasulü'nden
ve Allah'ın yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah'ın gazabı gelinceye
kadar bekleyin. Allah fasıklar güruhunu asla kurtuluşa erdirmez" (Tevbe:
9/24)
İşte ailesi ve malı
Allah ve Rasulü'nden ve Allah için cihattan daha sevgili gelen insana böyle
şiddetli bir azab gösterilmektedir ayette. Dahası da var. Bir sahih hadisde
şöyle buyurulmaktadır:
"Nefsimi
ellerinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni kendi çocuğundan, babasından ve
bütün sevdiği insanlardan daha fazla sevmeyen kimse iman etmiş sayılmaz"[19]
Yine gerçek bir
hadisde şöyle buyrulmuştur:
"Ömer (r.a.)
Allah'ın Rasulü'ne hitaben: "Ey Allah'ın Rasulü! Allah'a yemin ederim ki,
sen kendi nefsimin dışındaki her şeyden daha sevgilisin bana" dediği
zaman, Allah Rasulü şöyle cevap buyurdular:
"Olmadı ey Ömer.
Ben sana kendi nefsinden de sevgili olmadıkça, tam iman etmiş
sayılamazsın!"
Bu. cevabı alan Ömer
(r.a.)
"Allah'a yemin
ederim ki ey Allah'ın Rasulü, sen şimdi hemen şu anda bana nefsimden daha
sevgilisin!" dedi titreyerek. Allah'ın Rasulü:
"İşte şimdi
imanını tamamladın ey Ömer!" buyurdular.
Gerçek sevgi,
sevgiliyi dost edinmekle sonuçlanır. Bir dost da, dostun sevdiğini sever,
sevmediğini sevmez. Sevgide ve nefrette dostunun yanında olur daima. Allah
iman etmeyi ve imanın gereğim yaşamayı sever, küfür ve isyandan ise nefret
eder. Onun için, O'nun kulu, O'nu kendisine efendi ve sevgili yapmış bir kimse,
Allah'ın sevmediği küfür ve isyanı elbette ki sevmez.
Herkes bilir ki, sevgi
insanın kalbini tahrik eder. Sevgi kalpte derinleştiği ve iyice yerleştirdiği
zaman, sevgi oranında sevilenin istediklerini yapmayı arzular. Şayet sevgi kesin
bir hal alınca her emri, her isteği itirazsız yerine getirilir. Kul gücünün
yettiği son noktaya kadar, sevgiliye yaranmak için uğraşır didinir. Sevgilinin
her istediğini bütün gayetine rağmen yerine getirememişse, sırf o samimi
gayretinden ötürü, yapamadıklarını da yapmış sayılır, ve bütün ecirleri alır.
Bu konuda Allah Rasulü
bir sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse
başlarını, doğru yola, hidayet yoluna davet ederse, böyle bir kimseye
kendisine uyanların sevabı kadar ecir verilir; davetine icabet edenlerin
ecirlerinde de bir şey eksilmez.
Bir kimse de insanları eğri yola, delalet yoluna davet ederse, kendisine
uyanların günahları kadar günah kazanır ve bu durum iştirak edenlerin
günahlarını eksiltmez.[20]
Bir başka hadislerinde
Allah'ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
"Medine'de öyle
kimseler vardır ki, siz hayır için hangi dereyi geçerseniz, hangi yolda
yürürseniz, kazandığınız sevabda sizinle aynı dereceyi kazanırlar!"
"Onlar Medine'den
hiç hareket etmedikleri halde mi, kazanacaklar sevabı ey Allah'ın Rasulü?"
diye sordular sa-habiler. Allah'ın Rasulü:
"Evet, çünkü
oları Medine'de alıkoyan özürleri, sebepleri vardı"
diye cevap verdiler. [21]
Cihad, Yüce Allah'ın
sevdiği şeylerin insan hayatına hakim olması, sevmediklerinin de defolması
için, insanın bütün kudretiyle çalışmasıdır. Kul gücünden daha aşağı bir gayret
sarfederse, gücü yettiği halde bazı işleri yapmaktan kaçınırsa, böyle bir kulun
kalbinde Allah ve Rasulü'nün sevgisi yeteri kadar yok demektir.
Herkes bilir ki,
insanoğlunun sevdiği şeylere ulaşması için genellikle sevmediği işleri yaparak
ulaşır. Sevgide ister samimi olsun, isterse de olmasın, bu böyledir.
Demek ki, dünyada mal,
makam, mansıp ve suretleri sevenler, bu sevdiklerine ulaşmak için, bazı
zararları göze almalıdırlar. Sevdiklerinden bazılarını terketmek zorunda
kalırlar çünkü. Tabii ki dünyada zarara uğrayanlar ahiretde de zarara
uğramışlardır.
İşte Allah'ı Rasulü'nü
seven bir kimse, birçok sevdiklerinin zarara uğramasını göze alarak mal, makam
ve suret arkasında koşanların katlandığı eziyet ve cefa kadarını göze
almalıdırlar en azından. Dünyalık elde etmeye çalışanların terketmek zorunda
kaldıkları, feda etmek mecburiyetinde oldukları diğer sevdiği şeylerden
vazgeçerken duydukları ızdırapları çektikleri eziyetleri duymalı ve çekmelidirler.
Böyle cefalara katlanmazsa Allah'ı ve Rasulü seven kimseler, bu sevgilerinde
samimi olmazlar. Bu durumu aklı olan herkes böyle bilir ve inanır.
Yine herkes
bilmektedir ki, mümin, diğer insanların sevdiği şeyleri sevme derecesinin çok
üzerinde Allah'ı seven kimsedir. Diğer insanların dünyalık sevgisinden çok
üstün derecede olmayan Allah sevgisi müminlik sayılamaz.
İşte bu konudaki Allah
kelamı;
"İnsanlardan
öyleleri vardır ki, Allah'ın dışındaki sevdiği şeyleri, Allah'ı sever gibi
severler. Ama iman edenlerin Allah sevgisi, onların Allah'tan gayrilerine
duydukları sevgiden çok daha şiddetli ve çok daha sağlamdır"
(Bakara: 2/165)
Bazen seven kişi akıl
zayıflığı ve düşünce kısırlığı içinde bulunduğundan, Allah'tan başka sevdiği
şeylere ulaşma işinde yanlış yollara sapar ve sevdiğini elde edemez. Bu çeşit
sevgi sahipleri, yani sevgilisine ulaşacak aklı olmayan, yanlış yollara sapan
kişi, samimi sevse de, riya yapsa da, övgüye layık bir iş yapmış sayılmaz.
Sorulacaktır. Salt
sevgi, bilinen bir yolda kullanıldığı halde arzu edilene ulaştırmazsa, mal
çokluğu ve iktidar makamı nasıl olur da insanı maksada ulaştırabilir? Elbette
ulaştıramaz. İnsanoğlu herşeye aklı selimle bakarsa, iyi düşünerek hareket
ederse ancak ulaşabilir. Salt sevgi, yahut mal, makam ve suret aşkı insanoğlunu
akıl ve düşünce sahibi olmadan hiçbir yere götürmez. İstenilenin elde edilmesi,
ancak akıllı insanların takip ettikleri yolu takip etmekle mümkündür.
Anlattıklarımız eğer
anlaşılmışsa, iyi kavranılmışsa; kalpte Allah sevgisi ne derecede yerleşmiş ve
sağlam-laşmışsa, o derece de kulluğun arttığı anlaşılmış olacaktır. Allah'a
kulluk ne derecede yüksekse, diğer nesneleri sevmek yüzünden düşünülen kölelik
o derece azalır, hürriyete .o derecede ulaşır insanoğlu.
Kalp iki alanda
Allah'a mutjak anlamda muhtaçtır:
1- İbadet
alanında. Ki ibadet insanın yaratılışının gayesidir. İnsan ibadet yapsın diye
yaratılmıştır.
2- Yardım
isteme ve her işinde Allah'ı vekili tutma. Çünkü, Allah, bütün faaliyetlerin
tek çıkış kaynağıdır. Allah yapan ve yaratandır.
Kalp, kendisini
yaratıp terbiye eden Allah'a ibadet edilmediği takdirde salah bulmaz, rahata
kavuşmaz, nimetlenmez, sevinç ve neşe duymaz, tad ve lezzet almaz, hoşnut
olmaz, sükunet bulamaz ve asla tatmin olmaz. Allah'a ibadetin meydana gelmesi
için de, O'na sevgi duymak ve yalnız O'ndan yardım istemek şarttır. İnsan
isterse bütün zevklerin sahibi olmaya kudret göstersin ve bütün mahlu-katın
zevklerini tatsın, kalp yine de tatmin olmaz, sakin-İeşmez. Zira, ibadet
mercii, sevgili ve taleb edilecek tek kudreti olacak Allah'a kalp her zaman
muhtaçtır. Onun için ancak Allah'a ibadet edildiği takdirde, kalp huzur ve
sükuna kavuşur. Sadece bundan tat ve lezzet alır.
Böyle bir duruma
ulaşmak için de Allah'ın yardımı gerekmektedir. Allah yardım etmediği takdirde,
hiç kimse böyle bir sevgiyi insanın kalbine sokamaz. Böyle bir işe kimsenin
gücü yetmez. Onun için insanoğlu
"Yalnız sana
ibadet eder ve yalnız senden yardım isteriz"
ayetinin gerçeğine
muhtaçdır. Eğer bir kimseye dünyada istediği ve arzuladığı şeyleri elde etmesi
için yardım edilse, fakat Allah'a ibadet konusunda yardım edilmese, böyle bir
yardım insanı hüsrana ve büyük zararlara götürür. Dünya nimetlerine kavuşmak,
dünyanın elemlerinden ve sıkıntılarından kurtulmanın tek yolu, samimi bir
biçimde Allah'ı sevmektir. Arzuladığı dünya nimetlerine ulaşamayan insanın
içine düştüğü azabdan ve hüsrandan ancak Allah sevgisiyle ve O'na ibadet
etmesiyle mümkündür.
Allah sevgisini her
sevginin üstüne koyan, her sevgiden daha yüce sayanlar dünya zevklerinden
ulaşamadıklarına hasretlik duymaz ve kahrolmaz. Bir insanın hayat gayesi,
maksatların en yücesi olmadıkça, O'nun için sevip, yine O'nun için nefret
etmedikçe hürriyet yoktur, hoşnutluk yoktur. Onun için dünyada neyi severse,
sadece Allah için sevecek ki bir insan mümin olsun. Kendi nefsi adına severse
sevdiklerini, böyle bir insanın "Allah'tan başka ilah yoktur"
deyimini kullanması yalancılık olur. Çükü kendi adına, Allah'ı hesaba koymadan
severse insanoğlu, böyle bir sevgiden tevhit, kulluk ve Allah'a sevgi doğmaz.
Böyle bir kişide, tevhit ve iman eksikliği var demektir. Hatta elem, hasret ve
azabda da bu böyledir. Eğer insan arzu ettiği bir şeyi elde etmek için
çalışacak olsa, fakat elde etmek istediği şeyi elde etmek için Allah'tan yardım
istemese, O'na boyun eğip, muhtaçlık göstermese, bütün çalışmalar boşuna bir
gayretten öteye geçmez. Çünkü Allah yardımı olmadıkça hiçbir şeye ulaşılamaz.
Zira her zaman Allah'ın dilediği şey olur, dilemediği ise olmaz. Allah matlub
(istenecek merci) mahbub, (sevgili) murad, (istenen, irade edilen) ve mabud,
(ibadet edilen, itaat edilen) olduğu için, kul O'na her zaman muhtaçtır. Allah,
arzu edilen, her zaman yardımı istenen, güvenilip dayanılan bir kudret olması
bakımından, kul her zaman için O'na muhtaçtır. Çünkü, O, kendisinden başka
mabut bulunmayan bir tek ilandır. Çünkü, O, kendisinden
başka yetiştirip
büyüteni olmayan yegane Rab'dır. Onun için Allah'a kulluk iki şeyle tamamlanır.
Sevgi ve itaat...
İnsan, Allah'ın dışında
sevdiklerini, Allah için değil sadece kendisi için severse ve Allah'tan
başkasına kendisine yardım etsin diye iltifat ve-itibar ederse, böyle bir insan
sevdiği ve iltifat ettiği oranda, sevip iltifat ettiklerine kul ve köle olur.
Ama her bir sevdiğini
sadece kendi nefsi istediği için değil de, Allah istediği için severse, Allah
dışındaki sevdiklerini sadece Allah razı olsun diye severse, Allah'tan başka
hiç bir kimseden yardım taleb etmez, imdad beklemezse; bir neticeye ulaşmak
için o neticeye ulaşmanın sebeplerine gücü yettiğince sarılır ve çalışırsa;
aynı zamanda o sebeplerin yaratıcısı ve sahibi olarak sadece Allah'ı görür ve
itikad ederse; gökte ve yerde ne varsa, bütün mevcudatın yaratıcısı ve sahibi
olarak yalnız Allah'ı görürse; her yaratığın Rabbi, maliki ve teşhir edip
yönetenin Allah olduğuna iman ederse, o zaman vesilelere sarılarak varılan
sonuçlar da geçerli ve caiz olur. Kendisinin her işte O'na muhtaç olduğunu
bilen insan, vesilelere sarılarak maksuda ulaştığı takdirde o sonuç Allah'ın rızasına
uygun bir sonuç olur. Bu, Allah'a iman etmenin içindeki derin bir haldir.
İnsanoğlu, kendisine
kulluk görevlerinde yüklenebildiği miktarda itibar kazanır Allah indinde.
Kulluktan nasibine düşen oranda büyür insanoğlu. Fakat insanlar bu konuda derece
derecedir. Bu derecelerin sayısını ancak Yüce Allah bilir. İnsanların en
faziletlisi, en yücesi, Allah'a en yakın olanı, en doğru yolda olanı, Allah'a
anlattığımız biçimde en iyi kulluk yapanıdır. Yani, Allah'a kulluğu ve itaati
en çok olanın derecesi en yüksektir. Yalnız Allah'ı sevmek, Aliah'ı sevdiği
için de, Allah'ın sevmesini istediği şeyleri sevmek Aliah'ın gönderdiği dinin
en büyük gerçeğidir. Bütün Ra-suller ve nebilerle gönderdiği İslam dininin
temel gerçeğidir bu.
Bu gerçek, bir kulun sadece ve yalnız Allah'a teslim olması, başkasına kul
olmamasıdır-. Bütün ilahi emirlerin nirengi noktasıdır bu. Hem Allah'a, hem de
başkalarına teslim olana müşrik denir ve Allah'a sırtını dönmüş
mütekeb-birlerden olur böylesi.
Bir sahih hadisde
şöyle buyurulmuştur: "Kalbinde zerre miktarı kibirlinme olan bir kime hiç
şüphesiz cennete giremez.[22]
Rasul sözünde
zikredilen kibir, Allah'a kulluktan, O'na itaatten engelleyen kibirdir.
Kalbinde zerre miktarı iman olan bir kimse nasıl ki sonsuza kadar cehennemde
kalmazsa, zerre kadar büyüklenme de cennetten mahrum bırakır. Demek ki kibir
imanın kamil zıddı oluyor, zira kibir, abidliğin, kulluğun gerçeğine
uymamaktadır. Bir kutsi hadisde şöyle buyrulmaktadır:
"Allah buyuruyor
ki: "Azamet gömleğim, büyüklenme de kaftanımdır. Bir kimse bunları
Ben'den soyup almaya kalkışırsa, ona azab ederim. [23]
Azamet ve büyüklük
Rabbin Özelliklerindendir. Büyüklük azametten daha yücedir, daha ileridir.
Bundan ötürü azameti gömleğe benzertirken, kibri onun üzerindeki kaftana
benzetmiştir.
Namazın, ezanın ve
bayramların açılışının tekbirle oluşunun sebebi buna işaret etmektedir. Hep
O'nu ululaştırma ile açılır kapılar. Sefa ve Merve gibi kudsi yerlerde, insan
bir şerefe yükseldiği zaman veya bir bineğe bindiğinde ve benzeri yerlerde
tekbir getirmek müstehab olarak kabul edilmiştir. Bir yangın ne kadar büyük
olursa olsun, yürekten çıkan bir tekbirle söndürülür. Ezan okunurken, tekbirle
başladığı için şeytan kaçar.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır mealen:
"Rabbiniz buyurdu
ki: Bana dua edin size karşılığını vereyim. Bana itaat ve kulluk etmekten
alıkoyan kibir sahipleri, bu kibirleri yüzünden küçülmüş ve zelil olarak
cehenneme gireceklerdir" (Mü'min: 40/60)
Kibrinden kendisini
büyük zannetmesinden ötürü Allah'a kul olmaktan uzak duran kimse, mutlaka
başkalarına boyun eğip zillet içine düşer. Zira insanoğlu iradesiyle hareket
etme istidatındaki hassas bir yaratıktır. Bir gerçek hadisde şöyle
buyrulmaktadır: ''İsimlerin en güzeli ve doğrusu, Haris ve Hemam'dır.[24]
Haris çalışan ve kazanan demektir. Hemam ise, hemme kelimesinden türemektir, ve
Hemme ise, ilk adım, başlangıç, depara kalkıştır. Yani iradenin teşekkül anı ve
yerine getirilme ilk hamlesi. İnsanın devamlı olarak iradesi vardır. Her
iradenin de elbette bir maksudu, irade edileni olacaktır. Demek kî, her kulun
sevgi ve iradesinin sonuçlandığı, nihayete erdiği bir sevgili hedefi ve amacı
vardır. Bir kimsenin sevgi ve iradesinin hedefi Allah olmazsa, hele de
kibrinden ötürü doğarsa böyle bir durumda, elbette ki böyle bir kimsenin
Allah'tan başka mahbubu ve amacı vardır. Böyle kimseler, ya malı ya makamı, ya
suretleri, yahut peygamberlerden, salihlerden ve meleklerden bir kısmını kendisine
İlah edinmiştir. Bazı kimseler peygamber ve nebileri kendilerine Rab
ediniyorlar. Bunlardan başka şeyleri de ibadetlerine muhatab sayıyorlar.
Bir insan Allah'tan
başkasını kulluk yapmaya layık gördü mü, böyle biri mutlaka müşrik olur.
Kulluğundan ötürü kibirlenen kimseler de müşriktir. Bunun içindir ki, firavun,
Allah'a ibadet yapmaktan kaçınan, kulluğa yanaşmaktan uzak duranların en ileri
geleni ve en azılısı idi ve elbette ki müşrikti.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Doğrusu biz Musa'yı mucizelerle ve apaçık delillerle
takviye ederek gönderdik. Firavn'a, veziri Haman'a ve Karun'a onlar Musa için
şöyle dediler: "Bu bir sihirbazdır ve yalancıdır" ayetinden Musa da
şöyle dedi: "Ben hesap gününe inanmayan her kibir ve azamet sahibinden
benim ve sizin Rabbinize sığınırım" İşte Allah, her kibir sahibi zorbanın
kalbini böylece mühürler" (Mü'min: 40/23)
"Çünkü Firavun
Mısır'da kibirlenip başkaldırmış ve insanlarını bölerek kendisine bağlamıştı.
Onlardan bir topluluğu ezebilmek için çocuklarını boğazlattırıyor, kadınlarını
ise canlı bırakıyordu. Hiç şüphe yok ki o çok sinsi fırsatçılardandı"
(Kasas: 28/4)
"Kalpleri ile
yakinen bildikleri halde nefislerine zulüm yaparak ve kibirlenerek bütün
mucizeleri inkar ettiler. Ey Rasulüm! Bak ki bunların sonuçları nasıl hüsran
oldu" (Nemi:
27/14)
Bunlara benzer,
Firavun'u müşrik olarak tanıtan ayetler Kur’an’da tgr hayli çoktur. İşte bir
başka ayet meali:
"Firavunun
kavminden ileri gelenler, Firavuna şöyle dediler: "Musa'yı ve kavmini,
fesatçılık yapmaları ve Musa'nın hem seni hem tanrılarını terketmesi için mi
yerinde bırakacaksın" (A'raf: 7/127)
Bütün araştırmalar
göstermiştir ki, bir insan Allah'a ibadet ve kulluk yapmaktan kibri yüzünden ne
kadar kaçınırsa, Allah'a şirk koşmada o kadar ileri gitmiş olur. Çünkü, Allah'a
kibri yüzünden sırt çevirenin derecesi ne kader artarsa, o nispette Allah'tan
başkalarına kulluğu artacaktır. Elbette ki, kişi Allah'ın yerine koymuş olduğu
kalbinin sevgi hedeflerini, Allah'ın ortağı yapmış olur.
Kalp asla bütün
yaratıklardan uzak duramaz onlara sevgi beslemekten kaçınamaz. Ancak, Allah
sevgisi bütün sevgilerin üzerinde olacak. Allah'a kulluk etmede, yalnız O'ndan
yardım dilemede, sadece O'na güvenip dayanmada, tek O'nun sevdiğini sevmede,
sevmediğini sevmemede, razı olmadığından razı olmamada, olduklarından ferahlık
duymada, Allah'ın kerih ve iğrenç gördüğünü iğrenç görmede ve kötü bir şeyi yapmamada,
Allah'ın dostluk kurduklarıyla dostluk kurmada, Allah'ın düşman tanıdıklarını
düşman olarak tanımada, Allah için sevmede, gene Allah için nefret etmede,
Allah için vermede yine O'nun için vermemede, asla O'na ortak koşmayacaktır.
Allah'a olan sevgisini ve dinine olan bağlılığını artırdıkça kulluğu da
güçlenir ve Allah'tan başkasına ihtiyaç duyma halinden kurtulur insanoğlu.
Allah'tan başkasına kul olmayan kimsenin kibri olmaz. Çünkü, yalnız Allah'a
kul olmanın gücü buna engeldir. Hıristiyana şirk, Yahudiye ise kibir galip
gelmiştir.
Yüce Allah
hıristiyanlar hakkında mealen şöyle buyurmaktadır:
"Alimlerini ve
rahiplerini, Allah'ın yerine koyup Rabler edindiler. Meryem'in oğlu İsa'yı da.
Halbuki onlar da tek olan Allah'a ibadet etmekle emrolun-muşlardı. Allah'tan
başka itaat edilecek hiçbir ilah yok. O, müşriklerden kendisine ortak
koştuklarından tamamen münezzehtir" (Tevbe: 9/31)
Yahudiler hakkında da
şunları buyuruyor:
"Ey Yahudiler!
Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle bir peygamber geldiğinde,
kibirlenip inat ettiniz. Peygamberlerden bir kısmını tanımadınız, bir kısmını
da öldürdünüz" (Bakara: 2/87)
"Yeryüzünde
haksız olarak kibirlenenleri ayetlerimi anlamaktan men edeceğim. Onlar doğru
yolda hangi mucizeyi görseler, ona inanmazlar da, eğri yolda, sapıklıkta
kendilerine bir yol bulduklarında, o yola giderler. Onların böyle hareket
etmeleri, ayetlerimizi yalan saymalarından ve bilgi edinememelerindendir"
(A'raft 7/146)
Kibir şirki davet
eder. Şirk ise İslam kelimesinin ifade ettiği mananın tam ve kamil zıddıdır. O
öyle bir suçtur ki, Allah bu suçu asla affetmez.
Yüce Allah bu konuda
mealen şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu, Allah
şirk koşanı bağışlamaz. Fakat bundan başka suçları, diledikleri için bağışlar
ve affeder. Kim de Allah'a şirk koşarsa, pek büyük bir günah işlemiş olur"
(Nisa: 4/48)
"Muhakkak ki
Allah kendisine ortak koşanları asla bağışlamaz. Bu korkunç suçtan başkalarını
mağfiret buyurur. Kim Allah'a ortak koşarsa, kendisini Allah'tan çok
uzaklaştıran bir sapıklığa düşmüştür" (Nisa: 4/116)
Bütün Rasul ve nebiler
îslam dini ile gönderilmiştir. O öyle bir dindir ki, Yüce Allah ondan başka bir
dini din olarak kabul etmez. Ne evvelkilerden ve ne de sonra gelecek
olanlardan.
Nuh'dan (a.s.)
bahseden bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
"Nuh:
"Davetimden yüz çevirdiğiniz takdirde size yazık olur. Davetime icabet
ederseniz kazanırsınız. Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum ki. Benim
mükafatım ancak Allah'a aittir. Ve ben yalnız O'nun birliğine ve emirlerine
boyun eğmekle emrolundum." (Yunus: 12/72)
İbrahim (a.s.)
hakkında da şöyle Duyurulmaktadır: "Kendini bilmeyenden başka kim
İbrahim'in dininden yüz çevirir? Hakikat o ki, biz İbrahim'i seçtik. O,
ahiretfe salihlerdendir. İbrahim'e Rabbi, emrime uy, Müslüman ol!" dediği
zaman, şöyle cevap vermişti:
"Kendimi
alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim ettim ve Müslüman oldum" 8u dini
İbrahim kendi oğullarına vasiyet ettiği gibi, Yakub da vasiyet etti: "Ey
oğullarım! Hiç şüphe yok ki Allah İslam dinini sizin için seçti. O halde siz de
ancak Müslümanlar olarak can verin! (Bakara: 2/132-133)
Yusuf'tan (a.s.)
naklen:
"Beni Müslüman
olarak öldür ve salih kulların arasına kat" (Yusuf: 12/101)
Musa'dan (a.s.)
naklen;
"Ey kavmim!
"Siz gerçekten Allah'a iman ettinizse ve O'nun birliğine ihlas ile teslim
olmuş Müslümanlar iseniz, artık yalnız Allah'a tevekkül edip
güvenin"(Yunus: 10/84)
Yine Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Hiç şüphe yok
ki, Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve nur vardı. Müslüman olan
nebiler Yahudiler arasında onunla hüküm verirlerdi (Maide: S/44)
Belkıs'dan naklen
şöyle buyuruluyor:
"Ey Rabbim, ben
gerçekten de nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman'ın rehberliğinde, alemlerin
Rabbi olan Allah'a teslim olup Müslüman oldum!"(Nemi: 27/44)
Yine Yüce Allah
buyuruyor:
"Hani İsa'ya
bağlı olanlara: "Bana ve Rasulüme iman edin!" diye ilham etmiştim de,
onlar: "İman ettik, bizim gerçekten Müslüman olduğumuza şahit ol!"
demişlerdi." (Maide:
5/111)
"Kim İslam'dan
başka bir din ararsa, o din asla kendisinden kabul edilmez ve ahirette
ebediyen zarar çekenlerden olur"
(Al-i İmran: 3/85)
'Onlar Allah'ı
dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde her ne varsa, hepsi
de ister istemez O'na teslim olmuştur ve ahirete O'na çevrilip
götürüleceklerdir" (Al-i İmran:
3/83)
Demek Yüce Allah, bu
kainatta her ne kadar yaratık varsa, gerek isteyerek gerekse istemeyerek
Müslüman olduklarını beyan buyurmuştur. Çünkü bütün varlıklar, genelde Allah'a
kul olmaları için yaratılmıştır. Bunu ister kabul etsin, isterse etmesin, asla
farketmez, sonuç değişmez. Bütün yaratıklar, isteseler de istemeseler de, O'na
yönelmekte, O'na muhtaç olarak yaşamak zorunda kalmaktadır. Hiçbir şey Allah'ın
çizdiği kader çizgisinin dışına çıkamamaktadır. Takdir ve kaza nasıl
yazılmışsa, öylece yaşamak zorundadır yaratık. Hayra da şerre de güç ancak
O'ndan gelir. O bütün alemlerin Rabbi ve Melikidir. O istediği şekilde idare
eder. O herşeyin yaratıcısı, mucidi ve şekil verenidir. Allah'tan gayrı her şey
sonradan var edilip yaratılmıştır ve mahluktur. Fakir, zelil ve muhtaç olarak
yaratılmıştır. Onun için de kuldur. Allah ise her türlü bildiğimiz ve
bilmediğimiz noksanlardan münezzehtir. O her türlü vasıfda tek ve birdir.
Yaratıcı, icad edici, şekil verici ve kahredicidir. O her ne kadar sebeplere
yapışılmasını emretmişse de, o sebeplerin yaratanı ve takdir edeni de yine
O'dur. Kendisi için sebep kılınan şey de, sebepler gibi sadece O'na muhtaçtır.
Mahlukatta, bir hayrı yapmak veya bir şerri defetmek için müstakil, özel bir sebep
yoktur. Belki bütün sebepler kendisine yardım edici diğer bir sebebe ve
kendisine karşı çıkan ve engel olan zararı def ediciye muhtaçtır. İşte o son
sebebi yaratan da Yüce AUah'dır. O herhangi bir yaratıktan yardım almaz.
Hiçbir şeye muhtaç değildir. O'nun kendisine yardım edecek bir yaratıktan
yardım almaz. Hiçbir şeye muhtaç değildir. O'nun kendisine yardım edecek bir
ortağı, yahut karşı koyacak ve engel olacak bir rakibi yoktur. Yüce Allah
buyuruyor: "O halde bana haber verin bakalım. Allah bana bir
keder dilerse sizin Allah'tan başka
taptıklarınız O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut Allah bana bir nimet
ve afiyet dilerse, onlar O'nun bu nimetini engelleyebilirler mi? De ki:
"Allah bana yeter. Her Mütevekkilin tevekkülü ancak O'nadir" (Zümer: 39/38)
"Eğer Allah sana
bir bela isabet ettirirse, o isabet eden belayı artık O'ndan başka kimse senden
gideremez. Sana bir hayır dilerse, yine bu hayrı devam ettirmeye ve her şeye
kadirdir" (En'am: 6/17)
Yüce Allah İbrahim'den
(a.s.) şöyle nakil buyuruyor:
"Şüphesiz ben hak
din olan tevhide yöneldim ve yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a
çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim" Kavmi de kendisine karşı
mücadeleye kalkıştı. O şöyle dedi: "Allah beni doğru yola iletmişken, siz
O'nun hakkında benimle çekişmeye mi kalkışıyorsunuz. Ben O'na ortak koştuğunuz
putlarınızdan asla korkmam. Rabbim dilemedikçe onlar bana hiç bir zarar
veremez. Rabbim her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. Artık düşünüp hisse almayacak mı
siniz? İman edip de imanlarını zulüm ve şirke karıştırmayanlar var ya, işte
korkudan emin olmak onların hakkıdır ve doğru yola eren de yalnız
bunlardır" (En'am:
6/79-82)
Abdullah b. Mesud'dan
rivayet edilen gerçek bir hadiste şöyle Duyurulmaktadır: "Bu ayet indiği
zaman Allah'ın Ra-sulü'nün ashabına çok şiddetli ve zorlu geldi ve dediler ki:
"Ey Allah'ın Rasulü! Acaba hangimiz imanına zulüm ve şirk
karıştırmamıştır?"
Allah Rasuîü şöyle
cevap verdi:
"Salih kulun
sözüne kulak vermediniz mi? O ancak şirktir ve şüphe yok ki şirk en büyük zulüdür.[25]
İhlasa erdirilmiş ve
iyice, doğruya yönelenlerin imamı Halil İbrahim Rasul olarak gönderildiği
zaman, bütün arzı müşriklerin dini kaplamıştı.
Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Hatırlayın ki
bir vakit İbrahim'i Rabbi bir takım kelimelerle, emir ve yasaklarla imtihan
etti. İbrahim o kelimeleri tamamen yerine getirdi. Allah "Ben seni insanlara
önder yapacağım" buyurdu. İbrahim: "Benim zür-riyetimi de imam
yap" diye yalvardı. Allah: "Senin zür-riyetinden olan zalimler, benim
imametime asla nail olamazlar" (Bakara: 2/124)
buyurdu.
Görülüyor ki, Yüce
Allah'ın imameti ve ahdi zalime ait değildir. Demek ki Allah zalimin önder
olmasını istememektedir. Zulmün en ileri derecesi ise, evvelce de belirttiğimiz
gibi, şirktir. Yani, Allah'ın mahrukatından herhangi birine, Allah'a
güvenildiği gibi güvenilmektir. Mahluktan imdad dilenmek, belaları defedeceğine
inanmaktır. Kısacası Allah'ın ellerinde olan işleri mahlukattan beklemektir.
Yüce Allah buyuruyor:
"Gerçekten
İbrahim, hak dine yönelen, Allah'a itaat üzre bulunan bir önderdi. Ve o hiçbir
zaman da müşriklerden olmamıştı" (Nahl: 16/120)
Ümmet kelimesinin asli
manası, kendisine tabi olunan ve hayır öğretici kimse anlamına gelmektedir.
Kıdve kelimesinin, kendisine uyulan kimse demek olduğu gibi. Yüce Allah
İbrahim'in (a.s.) zürriyetine peygamberlik ve kitap ihsan etti. Kendisinden
sonra gelen bütün nebi ve Rasulleri onun soyundan getirdi.
Yüce Allah buyuruyor:
"Sonra Ey
Rasulüm! Sana şöyle vahyettik: Doğru yola yönelerek İbrahim'in milletine, yani
dinine uy! O hiç
bir zaman müşriklerden
olmadı" (Nahl: 16/123)
"Gerçek anlamda
İbrahim'e en yakın olanlar, ona kendi zamanında bağlı olanlarla, şu Rasul
(Muhammed) ve O'na iman edenlerdir. Allah bütün mü'minlerin
yardımcısıdır" (Al-i İmran: 3/68)
"İbrahim ne bir
yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah'ı bir tanıyan gerçek bir Müslümandı
ve müşriklerden de değildi" (Al-i
İmran: 3/67) "Yahudi ve hıristiyanlar Müslümanlara şöyle dedi:
"Yahudi yahut hıristiyan olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız!"
Rasutüm! De ki: "Biz hak yol olan İbrahim'in dinindeniz. O hiçbir zaman
şirk koşuculardan olmadı" Ey mü'minler, şöyle deyin! "Biz Allah'a ve
bize indirilen Kur'an'a; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına
indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilen kitablara ve bütün nebilere Rableri
tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiçbirini diğerinden ayırd
etmeyiz. Biz ancak Allah'a boyun eğen Müslümanlarız!"
(Bakara: 2/135-136)
Allah Rasulü bir sahih
hadisde buyurmuştur ki: "Hiç şüphesiz, İbrahim insanların en hayırhsıdır![26]
İbrahim (a.s.) Rasulullah'tan (s.a.v.) sonra en ileri gelen kuldur. Çünkü o
Halilullah'tır. Yani, Allah'ın dostu. Yine sahih bir hadiste şöyle
buyurulmuştur: "Eğer yeryüzü ehlinden bir dost edinseydim, Ebu Bekir'i
dost edinirdim. Fakat (kendisini kastederek) aradasınız Allah'ın Halili ve
dostudur. [27]
Ebu Bekir (r.a.)
hakkında söylenen bir başka sahih hadiste de şöyle buyrulmaktadır:
"Mescid-i saadete
açılan hiçbir kapı bıkarılmadı, hepsi kapatıldı. Ancak Ebu Bekir'in kapısı açık
bırakıldı.[28]
Diğer bir hadiste
buyruldu:
"Dikkat ediniz
ki, sizden evvelki bir çok kimseler kabirleri mescidler, yani secde yeri
ediniyorlardı. Dikkat ediniz ve kabirleri mescid edinmeyiniz. Ben sizi bun-den
mutlaka menediyorum[29]
Bütün bunlar sahih
hadiselerdendir. Yine sahih hadislerde beyan edildiğine göre, Allah'ın Rasulü,
yukarıdaki kabirleri mescid edinme hakkındaki sözlerini ve diğerlerini ölümünden
birkaç gün önce söylemişlerdir. Onun için bu hadisler, Rasulü Ekrem'in
risaletini tamamlayan hadislerdir. Çünkü burada Allah dostluğunun hakikatinin
tamamı vardır. O dostluk ki, aslı, Allah'ın kula sevgisi, kulun da Allah'a
sevgisidir. Bu hususa Cehmiyye ekolü itiraz etmiştir.
Yine bu hadislerde,
müşriklere benziyenlere red olarak, Allah'ın birliğinin hakikati ve O'ndan
başka kimseye kulluk etmeme gerçeği vardır. Ayrıca bu hadislerde, Ebu Bekir'in
(r.a.) hakkını ayaklar altına almaya çalışan rafîzilere de red vardır. O
rafiziler ki, kıble ehli olan Ali'ye (r.a.) ve diğer bir kısım büyük insanlara
ibadet etmekle en büyük müşriklerden oluşmuşlardır.
Hillet, yani Halil
kökenli dostluk o üstün sevgidir ki, kulda kesin olarak Allah'a ubudiyet hali
meydana getirir. Alla da böyle kulların kesin olarak terbiyecisidir, sakınanındır.
O kullar Allah'ı severler, Allah da o kulları.
Ubudiyet, yani kulluk
kelimesi, üstün muhabbet yüce lezzetleri içinde barındıran bir haldir. Böyle
yücelikleri ifade eder bu kelimenin manası.
Araplar "Kalp
sevgiliye kul fcöle olduğu zaman itirazsız itaat doğar sevdiğine karşı"
derler. İtirazsız itaat da gerçek kulluğun ta kendisidir. Zira muti olmak, kul
olmak demektir. Böyle bir hal İbrahim (a.s.) ve son Rasulde kemale, en
son noktaya ulaşan bir haldir. Yani onlar
kullukta en ileri olanlardır. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasulü'nün, bu dünyada,
halil ve hillet kelimelerinin ifade ettiği manada tek bir dostu yoktur. Zira
"Hillet" çokluk kabul etmez bir mana içindedir. Allah Rasulü'nün tek
halili bizzat yüce Allah'dır.
Fakat, sevginin, yani
muhabbetin aslı hillet gibi değildir. Çünkü Allah Rasulü bir sahih hadislerinde
Hasan ve Usame hakkında şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ım! Ben
şüphesiz onları (Hasan ve Usame'yi) seviyorum. Sen de sev onları. Ben onları
seveni de seviyorum.[30]
Amr b. As sordu:
"Ey Allah'ın
Rasulü! Sana kadınların hangisi daha sevimli gelmektedir?" Allah Rasulü
buyurdular:
"Aişe" Amr
b. As:
"Peki erkeklerden
hangisini daha fazla seviyorsunuz? diye sordu. Allah Rasulü:
"Onun babası Ebu
Bekir'i" diye cevap verdi. [31]
Allah Rasulü şöyle
buyurdular:
"Bayrağı yarın
bir adama vereceğim ki, Allah'ı ve Ra-sulü'nü sever, Allah ve Rasulü de onu
sever. [32]
Sevgi konusunda
bunlara benzer daha bir çok beyan vardır, ama bütün bu sevgililer hilletin
ifade ettiği mana içine girmezler.
Yüce Allah Kur'an'da
mealen şöyle buyurmaktadır:
"Allah
muttakileri sever" (AM İmran: 3/76)
"Allah ihsan eden
muhsinleri sever" (Bakara: 2/195)
"Allah adaletle
hareket edenleri sever" (Hucurat:
49/9)
"Allah tevbe
ederek günahlarından temizlenenleri sever" (Bakara: 2/222)
"Hiç şüphe yok
Yüce Allah kendi yolunda birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak
çarpışanları sever" (Saf: 61/4)
"Allah öyle bir
kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" (Maide:
5/57)
Bu ayetlerde,
kendisinin kullarını, kullarının da kendisini sevdiğini söylemektedir, haber
vermektedir. Hatta bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"İman edenlerin
Allah'a olan sevgileri daha kuvvetli ve daha şiddetlidir" (Bakara:2/165)
Hillete gelince; bu
çok özel bir dostluktur. Sevgi ise genel anlam taşır. Bazı kimseler Allah'ın
Rasulü'ne "Habibullah" ve İbrahim'e (a.sO ise "Halilullah"
demektedirler. Bu kimseler, muhabbetin hületten üstün olduğunu sanıyorlar.
Halbuki bu zanlan çok zayıf bir zandır. Çünkü, Allah'ın Ra-sulu de aynen
İbrahim (a.s.) gibi "Halilullah"dır, yani, Allah'ın halilidir. Yani,
Allah'ın dostudur. Yukarda zikrettiğim sahih hadis bunu vurgulamaktadır.
Abbas'ın (r.a.) bir halil ile bir habibin arasında haşrolacağını bildiren ve
buna benzer başka rivayetler, mevzu hadislerdir ve itibar etmek asla caiz
değildir.
Gerçek hadisin
ifadesine uygun olarak, biz yukarıda, Allah'a muhabbetin, hem Allah'ı sevmek,
hem de Allah'ın sevdiklerini sevmek olduğunu belirttik. Gerçek bir hadisde
buyrulmaktadır:
"Üç şe vardır ki,
bunlardan biri bir insanda bulunursa, o insanda iman lezzeti vardır: Allah ve
Rasulü kendisine herşeyden sevgili ise, sevdiği bir kimseyi Allah için severse
ve Allah kendisini bir kere imana sokup kurtardıktan sonra, yeniden küfre
dönmeyi ateşte yanmaktan nefret ettiği gibi nefretti karşılarsa"
Allah Rasulü,
kendisinde üç şey bulunan kimse imanından tad alır, lezzet bulur diyor. Bir
insanın bir şeyden lezzet alabilmesi için, o şeyi çok sevmesi, muhabbet duyması
gerekmektedir. Bir insan bir şeyi çok severse veya iştah duyarsa, o zaman o
şeyden büyük lezzet alır. İnsan o sevdiği şeyde tad, lezzet, halavet ve surur
bulur. Lezzet, gayet bağlı bir sevgili olunursa doğar.
Felsefe ve tıp
mensuplarından bazılarının dediği gibi: "Lezzet, ancak idrakte
vardır" Fakat böyle düşünen kimse çok büyük bir yanılgı içindedir. Zira
idrak sevgi ve lezzetin arasında olan bir haldir. Mesela bir insan bir yemeğe
iş-tahlanır da onu yerse çok büyük bir lezzet duyar. Bir kimse, henhangi bir
şeye bakmayı şiddetle arzularsa ve öyle bakarsa, baktığı şeyden çok büyük bir
lezzet duyar. Sadece bakmış olmak için bakmak insana lezzet vermez. Demek ki
önemli olan sadece görmek değil, görmeden dolayı alınan lezzettir.
Yüce Allah mealen
şöyle buyuruyor:
"Cennette
canların arzu ile isteyeceği ve gözlerin lezzet alacağı her şey var"
(Zuhruf: 43/71)
Demek ki, nefis için
hasıl olan bütün lezzet ve elemler, ferah ve hüzündendir. Bunlar da sevileni
yahut sevilmeyeni şuurlu bir şekilde anlamaktan ortaya çıkar. Fakat mücerret
anlamak, idrak etmek ferahlık veya hüzün değildir.
Netice: Ferahlanma ve
lezzetlenmeyi içine alan imanın halaveti ki, bunu imanın lezzetini tadan mü'min
bulur, Allah'a muhabbetin en yüce doruğunda doğar ve O'na büsbütün bağlar. Bu
hal üç şeyle meydana gelir: Muhabbeti kemale erdirmek, onu tarif etmek ve
zıddıni defetmek.
Muhabbetin kemale
ermesi, Allah ve Rasulü'nü herşeyden fazla sevmek ve her şeyden üstün
tutmaktır. Allah ye Rasulü'nü normak bir sevgiyle sevmek yeterli değildir.
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, Allah ve Rasulü'nün sevgisi herşeyden ve her
sevgiden üstün olacak.
Muhabbetin tarifi de,
sevdiğini ancak Allah için sevmek ve muhabbetin zıddmı def edebilmektir. İmanın
zıddı olan küfürden, ateşe atılmaktan nefret edildiği gibi nefret edip
tiksinmektir.
Allah'ın Rasulü'nü ve
bütün mü'minleri sevmenin Allah sevgisinden geldiğini bir iyi anladıktan sonra
(ki, Allah'In Rasulü de mü'minleri, Allah sevdiği için severdi. Zira o, Allah'a
duyulan muhabbet konusunda, bütün insanların en üstünüydü ve sevdiğini sevmeye,
sevmediğim sevmemeye en layık olanı idi.) Hilieti daha iyi anlamış olacağız.
Hillette, yani dost edinmede,
Allah'tan başkası için hiç bir hak yoktur. Başka bir deyimle, Allah'tan
başkasını dost edinme diye bir mesele olamaz. Dost edinmek sadece Allah'a
mahsustur.
Allah'ın Rasulü şöyle
buyurmuştur:
"Eğer yeryüzünde
olanlardan birini dost edinmek hakkım olsaydı, elbette ki Ebu Bekr'i dost
edinirdim.[33]
Demek ki, Allah Rasulü
bile Allah'tan başkasını kendisine dost edinemiyor. Çünkü, dostluk sadece
Allah'a mahsustur, O'na ait kılınmıştır. İşte bütün bunlar böyle anlaşılınca,
hilletin mutlak, tecezzi etmez bir muhabbet olduğu ve her muhabbetin üzerinde
olduğu anlaşılmış olur.
Maksud, amaç, gaye:
Allah'a muhabbet ve dostluğun ve O'na kulluğun gerçekleşmesinden ibarettir. Bu
hususda bir çok kimse yanılmış ve kulluğun, beraberinde muhabbet bulunmaksızın,
yalnız boyun eğmek ve bunun lezzetini al-makten ibaret olduğunu
zannetmişlerdir. Kullukta muhabbet, heva ve nefsi arzularda ferahlamak ve
rububiyetin tahammül edemiyeceği bir zillete düşmektir.
Bundan dolayı rivayet
edilir ki, etrafındakiler muhabbet hakkında konuştuğu zaman, Zinnun şöyle demiştir:
"Durun ve bu meseleden söz etmeyin. Nefisler muhabbeti bilemez ki, ondan
söz etme hakkına sahip olsun"
İlim ve marifet
ehlinden bir çoğu, lezzetini duymadan muhabbetten bahsedenlerin toplantısında
bulunmayı kötü saymışlardır ve böyle toplantılara asla katılmamışlardır.
Seleften (bizden evvel
yaşamış olan) biri şöyle söylemiştir: "Bir kimse sadece sevgi ve
muhabbetle ibadet ve kulluk yaparsa böyle bir kimse zındıktır. Yani, küfrünü
içinde saklayan ama dışarda iman ehli olarak görünen kişi. Bir kimse sadece bir
şeyler umarak Allah'a ibadet ve kulluk yaparsa, bu kimse mürcielerden olur.
(Mürcie mezhebi, küfürle itaatin bir fayda vermeyeceğine, imanla da masiyetin
bir zarar getirmeyceğine itikad eden bir mezhep). Bir kimse Allah'a sadece
korku ile kulluk ve ibadet yaparsa, böyle bir kimse de Hanıriyelerden olur.
(Haruriyeler, hakem meselesinde Ali'ye (r.a.) karşı hareket eden Ali'nin
askerleridir. Ali'ye (r.a.) savaşmaşlardır ve savaştıkları yerin adı da Hama
olduğu için, bunlara Haruriye denmiştir). Her kim, Allah'a, korku, umut, sevgi
ile birlikte kulluk ve ibadet ederse, işte bunlar mü'min ve muvahhiddir.
Seleften sonra
gelenlerden bazıları, muhabbet konusunda o kadar ileri gitti ki, hududlari
aştılar. Ve bundan da inşirah duyup ferahladılar. Öyle ki muhabbeti bir çeşit
ahmaklığa döndürdüler. Kulluğa zıd ve ancak Allah için caiz olacak bir çeşit
rububiyet mertebesine çıkaran bir dava haline getirdiler.
Bu konuda o kadar
ileri gidenler var ki, bunlardan bazıları, enbiya ve Rasullerin de hududunu
aşarak, bazı iddialar ileri sürüyorlar. Veya öyle şeyler istiyorlar ki, o,
istedikleri ancak Allah tarafından yerine getirilebilir, Rasul ve Nebiler bile
bu istekleri yerine getiremez.
Bu mesele birçok
şeyhin ayağını kaydıran bir meseledir.
Ayaklarının kaymasının
sebebi, Rasullerin beyan eylediği ve getirdiği emir ve yasakların tespit etmiş
olduğu ubudiyeti ve kulluğu yeterince talim etmemiş olmalarıdır. Belki de kulluğu
anlayacak kafa yapısına sahip olmayışları onları çukura düşürmüştür. Elbette
ki aklı zayıf olanların dini anlamaları çok müşküldür. Çünkü, nefislerinde
sapık ve cahilane bir muhabbet doğar aklı eksik olanların. Böyle bir muhabbetten
ancak aklı eksik olanlar bir lezzet duyar. Nasıl ki bir insan başka bir insana
duyduğu muhabbetle, cahilliği ve aptallığı sebebiyle ferahlar ve der ki:
"Ben onu seviyorum. Onun için, kendisine yapacağım her türlü yanlışlık ve
kötü hareketten ötürü sorumlu olamam! Sevgin beni temizler her türlü
kirlilikten" Böyle düşünen ve inanan kimse, dalaletin en derin gayyasında
boğulmuştur. Çünkü bu söz Kur'an'da nakledilen Yahudi ve hıristiyanların
sözlerine bezemektedir:
"Yahudiler ve
hıristiyanlar: "Biz Allah'ın oğullar ve sevgilileriyiz" dediler. Yüce
Allah onlara şöyle cevap verdi: "Onlara de ki: O halde neden
günahlarınızdan ötürü Allah size azab ediyor? Hayır, doğrusu siz O'nun
yarattığı insansınız. Dilediğini bağışlar dilediğine azab eder" (Maide: 5/18)
Bu ayette Allah onlara
işlediği günahlardan ötürü azab edeceğini, Allah katında bir sevgileri
olmadığını ve hiç kimsenin kendi oğlu olmadığını ortaya koyuyor. Kendilerinin
de diğer insanlar gibi birer yaratık olduklarını belirtiyor. Allah bir kimseyi
severse o sevdiğini muhabbet duyduğu işlerde kullanır. Allah'ın sevgilisi, Allah'ın
men ettiği kötü işlerin hçbirini yapmaz. Bir insan büyük günahları işler ve bu
kötü halden tevbe edip vazgeçmezse, hiç şüphe yok Yüce Allah onun yaptıklarına
kızar ve cezalandırır. Tersine, mü'min kulunu sevdiği için de, mü'min kulların
yaptığını sever ve razı olur. Zira Yüce Allah, kulu imanı ve
takvası oranında sever.
Allah kendisini
seviyor diye, işlediği günahlara devam eden kimse ve hele bunun kendisine bir
zarar vermeyeceğine inanan bir insan, zehir içtiği halde, bünyesinin bu zahri
yeneceğine ve zehirden bir zarar görmeyeceğine inanan ahmak kimse gibidir. Eğer
böyle ahmaklar, Rasullerin bile, kendilerine indirilen kitaplardaki emir ve
yasaklara uymak için, ne büyük eziyetlere katlandıklarını, ne acı bela ve zorlukları
karşılamak zorunda olduklarını bilselerdi, elbette ki, böyle bir ahmaklığa
düşmezlerdi. Ki o Rasuller insanların Allah katında çıkacakları en yüksek
makamlara çıktıklarını, yücelikte ve Allah'ın sevdiklerinde müstesna yeri
olduklarını bilirler ve belki de doğru yola gelebilirlerdi birazcık akılları
olsaydı.
Bir kimse, bir başka
kimseyi gerçekten sevse bile, sevilenin dediklerini yapmaz, onu memnun etmeye
çalışmazsa bir de üstüne üstlük sevdiğine kaba muamele ederse, sevdiğinin
kızgınlığını nefretini celbeder ve belki de cezasına muhatab olur.
Dine bağlı olan bir
çok kimse sırf cahillikleri ve idaresizlikleri sebebiyle, Allah'a kulluğu
sadece sevgide aradılar. Bunlar Allah'ın hududlarım çiğnedikleri, Allah'ın
hakkını vermedikleri, batıl ve sapık iddialar ileri sürdükleri halde, sevginin
kendilerini kurtaracağı sapıklığına düştüler. O kadar sapık şeyler söylediler
ki, bu sözleri Allah'ın affetmesi mümkün değildir. Mesela: "Benim
herhangi bir müridim, bir kimseden nefret eder, onu cehennemlik olarak görürse,
ben ondan uzak olurum" gibi batıl sözler söyleyenler bile sevgiye
sığınmak hatasına düştüler.
Bu hatalardan birisi,
müridin bir insanı cehenneme atacağını yahut oradan kurtaracağını sanmasıdır.
Müridini böyle bir güçte görmekten daha sapık görüş var mıdır insanlık
aleminde. Mürid, yani talebe bile bu güçde olduktan
sonra, siz varın hesap edin, şeyh hangi
güçtedir.
Bazısı da şöyle
söyler: "Kıyamet günü cehennemin üzerine benim çadırım örtülür ve örtüyü
aşıp da hiç kimse cehenneme gönderilemez"
Çok meşhur şeyhlerden
bu ve buna benzer sapık sözler duyulmuştur. Bunlar ya o şeyhlere yapılar
iftiralardır ya da kendilerinden sadır olmuş sapık sözlerdir.
Bu gibi sözler bazen
insanoğlu sarhoş haldeyken ağızdan çıkar. Bu gibi hallerde insan temyiz gücünü,
muhakeme yeteneğini kaybeder, ne söylediğini bilmeyecek kadar güçsüz kalır.
Sekr, yani sarhoşluk, iyiyi kötüden ayırma gücünde o-lunmadığı zamanlarda
tadılan bir lezzettir. Bundan ötürü, bu sözleri safedenler, sekr halinden çıkıp
ayıldıkları zaman, söylediklerinden pişmanlık duyup tevbe etmişlerdir ekseri.
Sevgiden, şefkatten,
levmden, aşktan bahseden kasideleri dinlemeyi önemli sayan şeyhlerin asıl
maksadı budur. Çünkü bu gibi kasideler, neye ait söylenmiş olursa olsun,
dinleyen ve okuyan kişinin kalbini tahrib eder ve sevgi doğranır.
Yüce Allah ne kadar
açık anlatıyor bu gerçeği:
"Allah sevgisini
ve muhabbetini indirdi, onunla insanları imtihan ediyor" Ve yine;
"Deki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun. O zaman Allah da sizi sever.
(Al-i İmran: 3/31)
Demek ki, ancak
Rasulü'ne uyanları seviyor Yüce Allah. Demek ki, Rasulü'ne uymuş olanlar
gerçekten sevmiş oluyorlar Allah'ı başkları değil...
Rasule uymak ise,
ancak kulluğun ne olduğunu araştırıp öğrenmekle mümkün olacak bir iştir.
Halbuki, Allah'a muhabbeti olan pek çok kimse, Allah'ın gönderdiği şeriattan
ve sünnetinden çıkmakta ve bu küçücük kitap da sayıp dokemeyeceğimiz çeşitli
sapıklıklar ileri sürmektediler. Hatta bunlardan bazıları, emirlerin
kendisinden iskad olduğunu ve haramların kendisine helal kılındığını ve daha
birçok Allah'ın şeriatına, Rasulün
sünnetine aykırı iddialarda bulunuyor. Bir ayeti kerimede, Yüce Allah, yalnız
kendisine ve Rasulüne itaat edip muhabbet duymayı ve Allah ve Rasul için cihat
etmeyi imanın temeli sayıyor. Cihat, Allah'ın emrettiğini sevip yüceltmek,
yasak ettiği şeylerden de nefret edip defetmek için yapılan mücadeledir. Allah
ve Rasul sevgisinin en tabii sonucudur cihad.
Yüce Allah kendisini
sevenlerin ve kendisinin sevdiklerinin tarifini yaparken şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minlere
şefkatli, müşriklere ye kafirlere izzetli ve şeci şiddetli davranırlar, Allah
yolunda mallarıyla çanları ile cihat ederler ve dedikoducunun dedikodusundan
korkmazlar" (Maide: 5/54)
İşte bunun içindir ki,
bu ümmetin Allah'a olan muhabbeti, diğer geçmiş ümmetin muhabbetinden çok daha
şiddetli ve ileridir. Bu ümmetin Allah'a olan kulluğu eski ümmetlerin
kulluğundan çok daha üstündür. Bu ümmetin en üstünü ise, Allah Rasulü'nün
ashabıdır. Onların içinde de en ileri olanı, Rasule en çok benzeyenidir. Durum
böyle olunca, muhabbet edenlerin durumu acaba nerede kalır?
Şeyhlerden şöyle
sözler duyulmuştur: "Muhabbet kalpde var olan bir ateştir ki, mahbubu,
sevileni murat etmekten gayri her şeyi yakar kül eder"
Bu sözlerle, meydana
gelen her şey, vakıa haiinde ortaya çıkan her oluş ancak Allah istediği için
var olur. Allah'ın istemediği hiç bir şey meydana gelemez. Böyle olunca da, elbette
ki Allah'ı sevdiğimiz için, onun murad edip ortaya çıkardığı her ne varsa
sevmemiz gerekmektedir. Hatta küfür, fasıklık ve isyanı bile. Evet böyle
zannetmektedirler. Madem ki, kalpde doğan bir hali Allah'a olan sevgi
yakmamıştır, öyleyse o şey güzeldir telakkisi.
Halbuki, bir insanın
varlık aleminden bulunan her şeyi sevmesine imkan yoktur. İnsan ancak kendisine
iyi gelen,
faydası olan şeyleri
sever. Kendisine zıd olan, karşı koyan, zarar veren şeyleri ise hiç sevmez. Bu
adamlar hiç şüphe yok, kendi nefsi isteklerine uyarak böyle hatalara düştüler.
Tabii ki, kendi nefislerinin istediği şeye uydukları için, nefsi istekleri
gelişip çoğaldı, böylece şehvetlerine daldıkça daldılar, nefislerinin istediği
ve sevdiği şeyleri Allah sevgisi içinde görmeye başladılar. Her türlü sapıklığı
Allah sevgisinden ötürü sevdiklerini iddia ettiler.
Halbuki, Allah'a
muhabbet, sadece Rasulün getirdiklerini sevmekle, yasakladıklarını sevmemekle
mümkün olacak bir Yüce haldir. O'nun sevmediğini sevmek, bu hali kesinlikle
siler süpürür.
Allah'ın, sevmediği,
nefret edip gazap ettiği, hasılı yasakladığı şeylere ait kaza ve kader
konusuna gelince. Şayet bir insan O'nun buğz ve gazab ettiği şeyleri, aynı
şekilde göremezse, yani, gazab ve nefretine muhatab saymazsa, Allah'ı sevmemiş
olur ve böyle bir kişinin başına geleceklerden şikayeti olamaz.
Gelelim İslam
şeriatına uymak ve onun adına cihad etmek meslesine:
Bu gerçek mü'minlerle,
sahtelerini birbirinden ayıran en geçerli endazedir. Allah'ı sevenlerle,
Allah'ın sevdiklerini, yani, Allah'a muhabbet duyanla, genel rububiyete
bakarak Allah'a muhabbet ettiklerini iddia edenlerin arasını ayıran en kesin
çizgidir cihad. Kur'an'a uyanlarla, İslam'da olmayanların arkasında koşanları
birbirinden ayırt eden, çok kesin bir şablondur cihad.
Gönderdiği kanunlara
uymadan, Allah'a muhabbet beslediğini söyleyenlerin muhabbeti, hıristiyanlarla
yahudilerin beslediği muhabbete benzer. Hatta bunların durumu Yahudi ve
hıristiyanlardan kötüdür. Şirki onlarittkinden daha beter bir şirktir. Çünkü,
onları cehennemlik yapan saik, aralarında var olan nifaktır.
Yahudi ve
hıristiyanlar küfür seviyesine inemedikleri zaman, Tevrat ve İncil'de Allah
sevgisinin teşvik edildiği, onlarm ittifak ettiği bir görüş olmaktadır.
Nitekim İncil'de
İsa'ya (a.s.) şöyle söylemektedir:
"Bütün, kalbinle,
nefsinle ve aklınla Allah'ı seveceksin!"
Hıristiyanlar, çoğu
zaman bu sevgiye sahip olduklarını ileri sürerler. Onlarda ibadet çoğunlukla
sevgi üzerine otu-ru. Fakat, Allah'ın kanunlarına uymadıkları için, bu sevgileri
boş bir sevgidir. Allah'ın sevdiklerini sevmedikçe, iddia ettikleri sevginin
onlara hiçbir faydası yoktur. Allah'ın sevdiklerine uymuyorlar ve tam tersine,
gazab ettiklerine uyuyorlar ve böylece Allah'ın rızasına kulak asmıyorlar.
Bunun için de bütün amelleri heba olup gitmektedir. Ancak kendisini sevenleri
sever. Kul Allah'ı sevmediği takdirde, Allah'ın öyle bir kulu sevmesi bahis
konusu bile edilemez. Ancak, kul Allah'ı hangi miktarda seviyorsa, Allah da o
kulu sevdiği miktarca sever. Her ne kadar, Allah kulun yaptığından daha çok
verecektir ama, kul bir verirse Allah on verecektir ama... Bir hadisde
buyrulduğu üzere:
"Her kim bana bir
karış yaklaşırsa, ben ona on karış yaklaşırım; Kim bana bir arşın yaklaşırsa,
ben ona on kulaç yaklaşırım; Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.[34]
Yüce Allah,
muttakileri, muhsinleri, tevbe ederek günahlarından temizlenenleri sevmekte
olduğunu haber vermektedir. Daha başka bir deyimle, aşağıdaki sahih hadisde
beyan buyrulduğu üzere, Yüce Allah, emrettiklerini yapan, yasakladıklarını da
yapmayan herkesi sever. Kudsi hadisde şöyle buyrulmaktadir:
"Kulum kendisine
farz kıldığım şeyleri yapmakla bana yaklaştığı gibi hiçbir şeyle bana
yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder, takı onu sevdiğim
zamana kadar. Onu sevdiğim zaman ise, sevdiğimin işiten kulağı, gören gözü
olurum.[35]
(Yani, benim istediğim
biçimde görür, istediğim biçimde işitir denmek istenmektedir.)
Sayısız hataya düşen
bu akılsızlar, zühd ve takva adına misli görülmedik sayıda bid'at uydurdular.
Aynen yahudi ve hinstiyanlar gibi, şeriata, yani kanunlara uymadıkları ve o
kanunların egemen olması için hiç bir teşebbüse ve mücadeleye girişmedikleri
halde, Allah'a muhabbet iddia etmelerine benzer bir duruma düşmüşlerdir.
Düşünün siz sapıklığın derecesini.
Sözde Rablarına
yakınlaşmak maksadıyla, aynen hıris-tiyanların yaptıkları gibi, müteşabih
ayetlere, yahut da doğrumudur eğrimidir bakmadan bazı veli zannedilen insanların
sözlerine itibar ettiler. Bunları dinin değişmez ölçüsü olarak kabul ettiler.
Tabii ki, sözlerini kabul ettiği şeyhleri kendileri için hüccet olarak kabul
ediyor, gide gide her sözleri birer kanun oluyor bu şeyhlerin. Hayatlarını
böyle yanılmaz kabul ettikleri şeyhlerin sözlerine göre yaşıyor ve elbette ki
böylece onları Rab yerine koymuş oluyorlar.
Tabii ki sözleri senet
olarak kabul edilen kişiler daha da çok şaşırıyor, şaşırdıkça da bid'atları
artıyordu. Aynen hıristiyan ruhbanlarının durumuna benziyordu bunların durumu.
Onlarda aynen hıristiyanların İsa'da (a.s.) yahut kendi azizlerinde var
olduğunu ileri sürdükleri yetkiler ve kaa-biliyetler gibi, kaabiliyetler
görüyorlar şeyhlerinde. Hatta Allah'ın yetkilerini onlar da var sanıyorlar. Ve
bu inançlarını da şiddetle savunuyorlar. Böylece hıristiyan telakkilerini
benimsemiş ve müşrik olmuş oluyorlar.
Hak din İslam, her
yönüyle Allah'a kulluğu, sadece O'na itaat ve ibadet etmeyi
gerçekleştirmektedir. Kulluk geliştiği oranda, Allah'a muhabbet de çoğalır ve
doruğa ulaşır. Kulluk eksildiği oranda da, sevgi eksilir ve nihayet yok olur
gider. Bir insanın kalbinde Allah'tan başka şeylere karşı ne kadar sevgisi
varsa, o kişi de sevgi duyduğu şeylere o nispette kulluk var demektir. Allah
için olmayan her şey batıldır. Bir işte, bir harekette Allah'ın rızası murad
edilmemişse, iş ve hareket batıldır. Dünya ve onun-içindekiler melun olur,
eğer onun içindeki insanlar dünyada var olanları Allah rızası için kullanmazsa.
Uzun sözün kısası Allah ve Rasulü'nün sevdiği ve meşru saydığı şeylerin dışında
her hareket batıldır ve asla insana fayda vermez.
Herhangi bir iş ki,
Allah rızası için yapılmamıştır, Allah'tan başka bir amaç için işlenmiştir,
Allah için işlenmemiş ve yapılmamış sayılır. Bir iş Allah'ın belirttiği kanunlar
çerçevesinde yapılmamışsa, o iş Allah için olamaz. Sözün kısası, şu iki şeyi
birleştirmeyen hiçbir şey Allah için olamaz: Bir iş Allah için olmalı, Rasulün
sevdiği bir iş olmalı. Bunlar da Allah'ın Kur'an'da belirlediği farz ve
müstehab işlerdir. (Vacib farz, sünnet de müstehaba dahildir)
Yüce Allah mealen
şöyle buyuruyor:
"Her kim Rabbinin
rızasına kavuşmayı arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı
ibadete hiç kimseyi ortak etmesin" (Kehf: 18/110)
Demek ki salih amel
işlemek lazımdır. Elbette ki salih amel Allah'ın Kur'an'da belirlediği ve
yapılmasını istediği bütün işlerdir. Bunlar da farz ve mütehablardır. Yüce Allah'ın
da mealen buyurduğu gibi; her iş ancak sadece Allah için olmalıdır:
"Hayır, onların
dediği gibi değil! Her kim itaat ve amel nde muvahhid ve mü'min olduğu halde
kendini tamamen Allah'a
teslim ederse, onun için Rabinîn katında mükafat olarak cennet vardır. Onlara
hiçbir korku da yoktur ve onlar mahzun da olmazlar" (Bakara: 2/112)
Allah'ın Rasulü de
şöyle buyurmaktadır:
"Her kim bizim
üzerinde emrimiz olmayan bir iş yaparsa, o iş ondan reddolunur"
"Ameler ancak
niyetlere göredir. Her kişi için ancak niyet ettiği şey vardır. Her kimin
hicreti Allah'a ve Rasulü'ne ise, onun hicreti Allah'a ve Rasulü'nedir. Her
kimin hicreti kavuşmak istediği bir dünya malına veya kadına ise, o kimsenin
hicreti onlaradır.[36]
İşte bu iki hadisi
şerifde bildirilen iki esas, dinin temelidir. Bir kimse bu iki esas kaideyi
gerçekleştirdiği oranda dinini gerçekleştirir. Yüce Allah, Rasullerini bu iki
esası bildirmek için göndermiş, kitablarım bunun için indirmiştir. Allah'ın
Rasulü bunlara davet etmiş, bunlar için savaşmış, bunları emretmiş ve teşvik
etmiştir. Bunlar ve özellikle niyet, dinin üzerine oturduğu en kuvvetli
sütundur.
Bir hadisi şerfde
buyrulduğu gibi, nefislere şirk galebe çalar:
"Bu ümmette şirk
bir karıncanın yürüyüşünden daha gizlidir"
Bu sözü üzerine Ebu
Bekir (r.a.) Allah'ın Rasulü'ne sordu: "Madem ki bizdeki şirk karınca
yürüyüşünden daha gizlidir, biz ondan nasıl kurtuluruz?" Allah'ın Rasulü
cevap verdi:
"Sana bir kelime
öğreteceğim, dikkatle dinle! Bu kelimeyi iyi anlar ve seversen, şirkin
büyüğünden de küçüğünden de kurtulursun! Allah'ım sana şirk koşmaktan yine sana
sığınırım ve bildiğim ve bilmediğim her türlü şeyden dolayı senden af
dilerim"
Ömer (r.a.) duasında
"Allah'ım! amelimin hepsini, bütün işlerimi, senin razı olduğun gibi
yapmama yardım et ve onları halis eyle. İstemediğin işleri yapmamı bana nasib
eyleme" diyordu.
Cahil nefislerde çoğu
zaman, Allah'a muhabbetin ve kulluğun gerçekleşmesinde ve dinin
ihlaslaştırılmasında şehvetler karışır. Evs oğlu Şeddad'm da dediği gibi:
"Ey yaşayan Araplar! Üzerinize en çok korktuğum şey riya ve gizli
şehvetlerdir." Davud Seccistani'ye gizli şehvet nedir? diye sordular.
"Baş olmak sevgisi" diye cevap verdi.
Malik oğlu Kaab
Allah'ın Rasulü'nden şöyle rivayet etmiştir:
"Koyunlar içine
salınan iki aç kurtun o koyunları dağıtmasından daha berbadı, kişinin mala ve
şan hırsından ötürü, dinini dağıtmasıdır.[37]
Görülüyor ki, Allah
Rasulü mala ve şana hırsla sarılmayı koyun ağılını darmadağın eden aç kurta
benzetmiştir. Elbette ki, ihlaslı bir mü'minde böyle bir hırs olamaz. Bir
mü'minin kalbini Allah ve Rasulü'nün sevgisi her sevginin üzerinde doldurmuştur
çünkü. İşte bu herşeyin üzerindeki sevgi, ih-las ehlinden her türlü kötülüğü
uzaklaştırmıştır.
Yüce Allah'ın da
buyurduğu gibi:
"İşte biz ondan
fenalığı ve çirkinliği gidermek için böyle yaparız. Çünkü o ihlaslı
kullarımdandır" (Yusuf:
12/24)
Çünkü ihlaslı, samimi
bir kimse, kendisini, başkasına kul olmaktan kurtaran, yalnız Allah'a kul
olmanın lezzetini tadan ve kendini Allah'tan başkasını sevmekten men eden
kişidir. Ancak böyle bir insan Allah sevgisinin tadını tatmış
olabilir. îhlash bir kalp için, ihlasla
Allah'a kulluk ve imandan daha sevgili bir şey yoktur bu hayatta. Ancak böyle
bir kalp sahibi korkarak ve umarak Allah'a yönelmiş olabilir. Yüce Allah'ın da
mealen buyurmuş olduğu gibi:
"Cennet, Rahman
olan Allah'a gıyabi olarak sevgi ve saygı gösteren ve Allah'ın rızasına
yönelmiş bir kalp ile gelen kimselere mahsustur" (Kaf: 50/33)
Çünkü seven kişi,
sevdiğini kaybetmekten, onun başına kötü bir hal gelmekten korkar. Demek ki!
Ancak Allah'ı severse bir insan, korku ve umut arasında bulunabilir.
Yüce Allah mealen
şöyle buyuruyor:
"O müşriklerin
tapındıkları da, Allah'a yaklaşmak, daha çok yaklaşmak için vesile arayıp
duruyorlar. O'nun azabından korkuyorlar. Çünkü Kabinin azabı çok korkunçtur"
(İsra: 17/57)
Kul Allah'a ancak
ihlasla bağlı olduğu zaman, Rabbi onu seçer, onu diriltir ve kendisine doğru
yöneltir. Böylece ona sıkıntı veren kötülüklerden uzaklaştırarak korur onu.
Artık o Allah'ın rızasına aykırı şeyler yapmaktan çok korkar. Ama Allah'a
bağlılıkta ihlaslı olmayan kalbin sahibi böyle değildir.
Onda, irade, ve mutlak
anlamda sevgi yoktur. Böylesi bir kalbin sahibi, Allah'ı değil, fakat, kendi
nefsine hoş görünen her şeyi büyük bir sorhoşlukla arzular. Ve arzu ettiği bu
şeyi elde edebilmek için her teşebbüste bulunur, her yolu meşru sayar. Rüzgarın
önündeki yaprak gibi, arzu ettiği şeyin arkasında yalpalayarak, daldan dala
çarparak uçar gider. Yani artık onu irade değil, şehevi arzuları yönetir. Nefsinin
arzuladığı suretlere koşturur durur ona. Öyle kimselere kul ve köle olur ki,
köle olduğu kimseye resmen köle olmuş olsa kurtuluş imkanı vardır da, böylesi
bir kölelikten kurtuluş imkanı yoktur...
Bazı kere riyaset ve
makama meyleden insan, böyle bir insanı bir kelime razı eder, bir kelime kızdırır.
Hakkı olmayan birinden bir dayak yese de, ona kölelik hali devam e-der, fakat
hakkı olan birinin basit bir tenkidine düşmanlıkla karşılık verir.
Bazen kişiyi, para,
altın ve sair kalbin istediği şeyler köleleştirir? Böyle kimseler kendi nefsi
arzularını kendisine ilah edinir. Allah doğru yoluna değil de kendi nefsinin
arzularına uyar.
Herhangi bir insan
ihlasla, samimiyetle, canla başla Allah'ı sevmez ve yalnız O'na kulluk
yapmazsa, kulluk ve tevazu sahibi olmak açısından Allah'ına değil, başkalarına
kul olur, zelil duruma düşer. İnsan ya Allah'a kul olur, sadece O'na boyun
eğer, yahut da bu dünyanın varlıklarına kul olur, şeytanlar kölelik zincirini
boynuna geçirir. Kalbini şeytanlar istila eder. Bu iki şıktan dışarı çıkmaya
gücü yoktur insanın. Böyle kimseler, dışta insanlara karşı saklayabilseler
bile, Allah'ın bileceği kötülük ve aşırılık sahibidirler. Bu hiç kaçınılmayacak
bir sonuçtur. Yani Allah'a kul olmayan, en basit maddi varlıklara bile kul
olur.
Eğer insanoğlu kalbini
kötülük arzulamaktan alıkoymaz ve Allah'tan başkasına meyletmekten kaçmdıramazsa,
o zaman müşrik olur.
Yüce Allah buyuruyor:
"O halde gerçek
Müslüman olarak kendini dine yönelt, Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine
yaratmıştır. Allah'ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.
İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmez. Hep Allah'a dönüp
O'na itaat edin. O'ndan korkun ve namaza devam edin. Müşriklerden olmayın. O
müşriklerden ki, dinlerini parçalara ayırdılar ve böylece bölük bölük oldular.
Her ayrı bölük kendinde var olan dine inanıp güvenmektedir" (Rum: 30/30-32)
Yüce Allah İbrahim
(a.s.) ve evlatlarını bu kötülüklerden yüz çeviren, samimi bir biçimde Allah'ı sevip O'na
itaat eden ve dinlerinde samimi olanlara, imamlar, önderler, Ra-suller
yapmıştır. Nasıl ki, Firavun ve evlatlarını nefsi isteklerine uyan,
arzularının arkasında koşan sapıklara Önder ve imam yapmışsa.
Yüce Allah İbrahim
(a.s.) hakkında şunları buyurmaktadır:
"İbrahim'e evlat
olarak İshak'ı, üstelik bir de Yakub'u ihsan ettik ve her birini saiih
kimselerden yaptık. Kendilerine hayırlar işlemeyi, namaz kumayı, zekat vermeyi
vahyeyledik. Onlar bize kullukla ibadet ediyorlar"
(Enbiya: 21/7-3) Firavun hakkında şunları buyurmaktadır: "Biz
onları küfür ve şirkle ateşe çağıran imamlar ve öncüler yaptık. Kıyamet günü
onlara yardım edilmez. Hem bu dünyada kendilerine aralarından bir lanet
yağdırmaktayız. Hem de kıyamet günü onların yüzleri çirkin olacaktır"
(Kasas: 28/41-42) İşte bu lanetten ötürü firavun'a bağlı olanlar, Allah'ın
sevdiği ve razı olduğu şeyle, kaza ve kaderi arasındaki farkı ayırd
edemiyorlar, edemezler de... Daha başka bir deyimle, mutlak meşiyette
bakıyorlar. Sonunda da Halik ile mahlukun arasındaki farkı ayırd edemez duruma
düşüyorlar. Halikın vücudu ile mahlukun vücudunu bir sanıyorlar. Firavun'un
arkasında olana "alimler" diyorlar ki: "Şeriat itaat ve
masiyettir. Hakikatsa taatsız masiyettir. Gerçekte ise ne taat vardır ne de
masiyet..."
İşte böyle bir itikad
ve anlayış, Halik'in kendi kulu Musa ile konuşmasını ve O'nun gönderdiği emir
ve yasakları inkar eden firavun ve onun kavminin mezhebidir
İbrahim (a.s.) ve
hanif Rasul olan onun evlatlarına bağlı olanlara gelince: Bunlar muhakkak halik
ile mahluk arasındaki benzersizliği bilirler. Ve gene bilirler ki, kul bu
konuda ne kadar derinleşirse, kalbindeki Allah sevgisi o oranda artar. Sevgi de
artınca, itaat ve kulluk doruk noktaya doğru yol alır. Böyle olunca da, kendisi
gibi ve hatta kendisinden çok daha aciz şeylere kulluktan kurtulur ve gerçek
hürriyet yolunda ilerler.
Bu sapık müşrikler
Allah ile mahluku eşit görmektedirler. İbrahim (a.s.) diyor ki:
"İbrahim şöyle
dedi: "Şimdi gördünüz mü, o sizin ve geçmiş atalarınızın taptıklarını;
muhakkak onlar benim düşmanlarımdır. Bundan ancak alemlerin Rabbi müstesnadır"
(Şuara: 26/75-77)
Hıristiyanların
yaptıkları gibi, bu sapık müşrikler de şeyhlerinin benzer sözlerine
sarılıyorlar. Bunlardan bir tanesi "fena" kelimesidir. Hiç kuşkusuz
fena üç çeşittir:
1- Enbiya ve
kamil evliyaların fenası.
2- Enbiya ve
salihlerden bir kast taleb edenlerin fenası.
3- Münafık,
nıüfsid ve müsebbihlerin (Allah'ı mahluka bezetenlerin) fenası.
Birinci gruba
girenlerin fenası: Bunların fenası, Allah'tan başka hiç bir şeyi istememektir.
Başkalarını istemekten kurtulmaktır. O kadar ki, bunlar sadece Allah'ı sever
ve yalnız O'na kulluk eder. Sadece O'nu kendine vekil tayin eder ve güvenir.
Allah'tan başka hiçbir şeyden yardım ve destek dilemez. Bu, Ebu Yezid'in ifade
ettiği manadır. O şöyle ifade etmiştir bu manayı: "O'nun irade ettiği
şeyden başka hiçbir muradım yok". Yani, sevgili Allah'ın murad ettiğinden
başka hiçbir isteği yok. Elbette ki, böyle bir murad, dinin emrettiği, istediği
muraddır. Böyle bir istek sahibi kimse, dinin istediklerini ister,
istemediklerini ise reddeder. Kulu yücelten, kemale erdiren şey, Allah'ın irade
ettiği, dilediği, istediği, razı olduğu ve sevdiği şeyden başkasını istememek,
dilememek, sevmemek ve O'nun razı olduğundan başka hiçbir şeye razı olmamaktır.
Bu da Allah'ın farz ve müstehab olarak emrettiği şeylerden başkası değildir. Melekler, Rasuller ve
salih kullar gibi, Allah'ın sevdiklerinden başka hiçbir şeyi sevmez.
Böyle bir hal, Yüce
Allah'ın anlattığı şu haldir: O gün ki ne mal bir fayda verir, ne de oğullar. Ancak Allah'a selim
bir kalple gitmek müstesna" (Şuara: 26/88-89)
Diyorlar ki:
"Selim bir kalp Allah'tan başka şeylerden selim olan bir kalpdir".
Yani, Allah'a kulluktan başka veya Allah'ın iradesinden başka her şeyden selim
olmak, kurtulmuş olmak. Mana birdir. Bu manayı, ister fena kelimesiyle izah et,
isterse de başka başka kelimelerle, netice değişmez. Çünkü, bu mana İslam
dininin hem evveli hem de sonu, hem batını ve hem de zahiridir.
İkinci gruba
girenlerin fenası: Allah'ın dışındaki bütün varlıklardan fena bulmaktır.
Mahlukları müşahede etmekten uzaklaşmış olmaktır. Bu hal birçok salikte
meydana gelen bir haldır. Hiç şüphe yok ki, bunların kalpleri Allah'ın zikri
ile, O'na kulluk ve sevgi göstermeye o kadar çok bağlanmıştır ki, bağlandığı ve
zikrettiği Allah'tan başkasını görememektedir. Göremediği için de, Allah'tan
başkasını hatırlamaz. Hatta belki düşünemez bile.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır mealen:
"Musa'nın
anasının kalbi, evlat derdinden başka her şeyden boş olarak sabahladı. Eğer
vaadimizi tastik edenlerden olması için kalbine sabır vermeseydik, az kalsın
onu açığa vuracaktı" (Kasas: 28/10)
Bu ayet hakkında
diyorlar ki: "Musa'yı hatırlamaktan dolayı, ondan başka herşeyi
unutmuştu". Bu hal, kendini sevgi, korku veya umut gibi şeyler istila
eden kimselerde sık sık olan bir haldir. Bu hallerde insan.kalbi, o sevdiği,
korktuğu veya ümitlendiği şeyden başka ne varsa yüz çevirir. Öyle ki,
dalıp mestolma halinde sevdiğinden başka
hiçbir şeyi müşahede ve idrak edemez olur. Bu şekildeki fena hali, sahibinin
üzerinde artıp kuvvetlendiği zaman; onun varlığında kendi varlığını, onu
seyretmekten kendini seyretmeyi, onu hatırlamaktan kendini hatırlamayı, onu
bilmekten kendini bilmeyi unutur, her hali yok olur gider. Hatta her şey, kulun
bizzat kendisi ve bütün diğer varlıklar varlıklarını sürdüğü halde, onun
idrakinden silinir gider. Ve sadece ezeli ve ebedi olan varlık kalır ki, O da
Yüce Allah'dır. Murad, yani niyet, kast, kulun hafızasında ve görüşünde
Allah'tan başka ne varsa, hepsinin yok olması, fena bulmasıdır. Bu hal insanda
kuvvetlendiği zaman, seven kişi zaaf içine girer, iyiyi kötüyü, yaratığı,
yaratanı birbirinden ayırd etmesi fevkalade zorlaşır. Artık sevilmesi lazım
gelenin bizzat kendisi olduğunu vehmetmeye, zannetmeye başlar. Bir bakıma kendisini
ilahla birleşik görmeye başlar. Anlatıldığı gibi... Birisi denize düşer, onu
sevenlerden birisi de arkasından denize bırakır kendini.
Denize düşen
arkasından denize atlayana sorar: Ben düştüm. Seni benim arkamdan suya atan
sebep nedir? Cevap verir atlayan: "Seni ben sandım. Çünkü kendimi sende
kaybetmiştim, yok etmiştim" Bu konuda böyle inanan bir kimsenin ayağı
kaydı ve yok oldu. Onlar fena bulmayı birleşme zanettiler. Sevenle sevileni
bir görmeye başladılar. Bir başka deyimle, halikle mahluk bir vücuda
birleşiktir zannına kapıldılar, ikisinin varlığı hakkında bir fark görmediler.
Bu azim bir hata, müthiş bir yanılmadır. Çünkü, kesin bir gerçek vardır ve bu
gerçek, Halkedici olan Yüce Allah, halkettiği varlıkla birleşmez.
Yüce Allah buyuruyor:
"O'nun misli,
benzeyeni yoktur. O bütün söylenenleri işitir ve bütün yapılanları mutlak
bilir" (Şura: 42/11)
O birdir ve hiçbir
şeye muhtaç değildir. Her şey varlığını sürdürmek için O'na muhtaçtır.
Doğmamış ve doğurulmamıştır. O'na denk olacak hiçbir şey yoktur. Hayır hiçbir
şey, bir başka şeyle birleşemez. Ancak değişime uğrar. Varlıklar değişime
uğrayarak iki şeyi birbirine bağlar yahut birleştirir ve üçüncü bir şeyi
meydana getirirse, bu olabilir. Böyle bir sonuçda da, ortaya çıkan üçüncü şey,
ne birincidir, ne ikincisi. Ne biridir ve ne de öbürü. Su ile sütün, su ile
şarabın birleşiminde olduğu gibi...
Fakat murat ile
mahbub, murat ile mekrin, yani nefret edilen birleyebilir. Bunlar irade ile
istek ve çirkinlik çeşitlerinde birleşebilirler. Biri diğerinin sevdiğini
sevebilir ve bir başkası öbürünün nefret ettiğinden nefret edebilir. Razı
olduğunu razı olur, kızdığına kızar. Şiddetli davrandığına şiddetli davranır,
tiksindiğinden tiksinebilir. Dost edindiğini dost, düşman saydığını düşman
sayabilir. Ama bütün bu fenaların hepsinde eksiklik vardır.
Ebu Bekir (r.a.), Ömer
(r.a,) ve muhacir ve Ensar'dan önce gelip geçen bütün büyük evliyalar bile
anlatma kastettiğimiz bu fena biçimine düşmediler. Nerede kaldı Rasuller
düşsün. Onlar böyle bir fena durumuna asla düşmemişlerdir. Bütün bu hallerin
sahibi olduğu gibi iddialar ashabdan sonra oraya çıkmıştır. Bu kabil, kalbe
arız olan iman hallerinden, aklı terketmek yahut kaybetmek, hayırla şerri,
iyiyle kötüyü birbirinden ayırd edememek gibi haller sahabelerden sonra ortaya
çıkan arızalardır.
Hiç şüphe yok ki
sahabiler (Allah onların hepsinden razı olsun) akli bakımdan herkesten daha
üstün, daha ileri idiydiler. İmanları, akıllarını kaybetme, baygınlık geçirme,
kendinden geçme sorhoşluk veya delilik gibi hallere düşmeyecek kadar sağlamdı.
Bu işlerin başlangıcı, tabiinden sona, Basra'da aşırı ibadet eden kimseler
arasındadır. Bunların içinde Kur'an-ı dinlediği zaman düşüp bayılan kimseler
vardı. Ebu Cüheyri Dariri ve Basra kadısı Ebu Evfa oğlu Zerare gibi adamlar
vardı. Bunlara bezer, su-fiyenin şeyhlerinde de fena bulup, kötüyle iyiyi
birbirinden ayırd etme yeteneğini kaybeden kimseler vardı. Bu kimseler bu
sahoşluk ve kendini kaybetme zamanlarında bîr takım sözler söylediler, fakat bu
halden ayilıp kendilerine geldikleri zaman sarhoşken söyledikleri sözlerden
ötürü tevbe ve istiğfar ettiler. Mesela, Ebu Yezid'i Bestami, Ebu
Hasan-en-Nuri, Ebu Bekri Şibli gibiler hep böyledir. Ebu Süleyman-ed-Darani,
Marufu Kerhi, Fudayl b. İyaz ve Cüneyd-iBağda-di ve daha bir çokları böyle
değildir. Bunlar seyri sülük halinde iken akılları başlarında iyiyle' kötüyü
birbirinden ayıracak şuurda idiler ve onun için asla şeriata aykırı sözler
söylemediler. Aklı şaşırtan bu çeşit bir fena haline hiç duçar olmadılar.
Hayır, bin kere hayır. Onlar, sahoşluk içinde saçmalamadılar. Bunlar kitap ve
sünnetin doğru yolu ile beslenen, kalplerinde Allah sevgisinden, Allah'ı
istemekten, O'na kulluk etmekten başka bir şey düşünmeyen ve yapmayan büyük
mü'minlerdir. Çünkü, onlar her hallerinde içinde bulundukları durumu çok iyi,
şuurlu bir biçimde müşahede etmişlerdir. Böyle olmaları onların ilim sahibi
olduklarını gösterir elbette. Daha başka bir deyimle, bunlar, bütün mahlukatın
Allah'ın emri ile kaim ve O'nun diriltmesiyle hareket ettiğini ve bütün
yaratılmışıların Allah'ı teşbih ve dua eder olarak müşahede ederler. Böylece
yaratıkların bu hallerinde, kendilerinde basiret ve tezekkür hasıl olmakta ve
bu müşahede ettikleri şeyler onların kalplerinde dinin ihlasım, Allah'a
tevhidin sadeleşmesini, şeriksiz ve eşsiz olan Allah'a, sadece O'na kulluk
etmesini sağlamlaştırır ve kokleştirir.
Bu Kur'an-ı Kerim'in
tanımladığı gerçek iman sahiplerinin ve üstün ve yüce iman sahiplerinin yerine
getirdiği bir gerçektir. Son nebi, sevgili Rasulümüz Muhammed (s.a.v.) bunların
en üstünüdür. Bundan Ötürüdür ki, semavata yükseldiği ve çeşitli alametler
gördüğü, rabbinin ona çeşitli biçimlerde vahyeylediği ve Mekke İnsanlarının
içinde sabahladığı halde, durumu hiç değişmemiş ve kendisinde reddedilmesi
gereken bir fena hali görülmemiştir. Hiçbir sarhoş edici şartta kendisini
kaybetmemiştir. Fakat baygınlık geçiren Musa (a.s.) böyle değildir. O bile
dayanamamıştır harikuladeliklere.
Üçüncü tip fena haline
gelince: Bu Allah'ta başka hiçbir varlık müşahede etmemek, halikın vücudunu
mahlukun vücudu sanmaktır. Elbette ki böyle bir hal, Allah'la kul arasındaki
farkı olduğu gibi kaldırmaktadır. Allah ile kulu birleştirmektedir.
Bu hululiye, yahut
Vahded-İ Vücud sapık telakkisine düşenler, zındıkların ve dinsizlerin en
kötüsüdür. Sahabe ve doğru yolun öncüleri hiçbir değerli imam böyle bir fena
durumuna düşmemişlerdir. Eğer bunlardan birisi "Allah'tan başka hiçbir şey
görmüyorum veya Allah'tan başkasına bakmıyorum veya benzeri şeyler söylerse,
söylediği ispat edilebilirse, onların bu sözlerden kastı, söylemek istediği,
"Allah'tan başka terbiyeci, başka müdebbir, başka yaratıcı, kendim için
başka ilah görmüyorum. Korku ve umut edebilecek O'ndan başka bir kudret kabul
etmiyorum"dur. Zira göz kalbin kapıldığı şeye nazar eder, ona bakar. Bir
kimse bir şeyi sever, ümitlenir, yahut ondan korkarsa, ona iltifat e-der ve
elbette ona yönelir. Kalbte ona sevgi, ondan ümitlenme ve korkma, o şeye
nefret ve kalbe ait diğer hallerden her hangi bir ilgi olmadığı zaman, kalp ona
iltifat etmeyi, ona bakmayı asla istemez. Sadece onu üstunkörü görür belki.
Kalbin meyletmediği
şeylere bakan göz, sadece bir eşyaya bakar gibi bakar fakat aslında görmez.
Büyük alimler ve salih Müslümanlar. Tevhid-i Rabbaniyi tecrit ve dinin tamamında
ihlası gerçekleştirme konusunda öyle şeyler zikrediyorlar ki... Kul Allah'tan
başka hiçbir şey en küçük bir iltifat göstermeyecek, bıkmayacak, korkmayacak,
ümitlenmeyecek. O kadar ki, kalbi bütün yaratıklardan azade olacak, müstağni
kalacak. Böyle bir insan, yaratığa Allah nuru ile bakar. O'nun işittirmesiyle
işitir, hak ile tutar ve hak ile yürür. Yaratıklardan Allah'ın sevdiğini
sever, sevmediğini de sevmez. Allah'ın dost saydığını dost, düşman saydığını
düşman sayar. Yalnız Allah'tan korkar ve Allah'tan korktuğu için dünyada
hiçbir şeyden korkmaz. Dünyada bütün işlerinde Allah'a ümit bağlar, Allah'ı
bırakıp dünyaya umut bağlamaz. İşte bu haller, bütün enbiya, evliya ve salih
kulların kalplerini dolduran gerçeklerin, marifetlerin ta kendisidir. Gerçek
tevhid budur.
Üçüncü gruba girenlerin
tevhidi ise, yani, vücudda yok olmak, vahded-İ vücud tevhidi ise, Firavun'un ve
onun yolunda gidenlerin tevhididir. Yahudi karamita teşkilatlarının ve bu
teşkilatın yolunda giden, Hallaç, Muhiddin Arabi, İb-ni Fariz, İbni Sebi ve
Afif Tilmasani'nin ileri sürdüğü vah-ded-i vücudu kendilerine din edinen ve
kabul eden insanlar gibi...
Allah'ın Rasulü'ne
bağlı olanların fenası ise, bu çeşit fena övülen, methedilen cinsden bir
gerçektir. Böyle bir halle hallenen kişi, Allah'ın övdüğü, sevdiği
evliyalarından kurtuluşa eren cemaatından ve zafer kazanan askerlerinden olur.
Yukarda zikrettiğimiz
sözlerle, meşayih ve alimler "Allah'ı yaratıkta görüyorum" demek
istemiyorlar. Çünkü Allah yer gök ve onun içinde olan herşeyin Rabbidir.
Böyle bir sözü ancak
dalaletin en son noktasına ulaşmış sapıklar söyleyebilir. Bu da akıl
eksikliğinden doğan itikad bozukluğudur. Böyle kimseler dinsizlik ile delilik arasında bocalayan
kimselerdir. Din yolunda kendisine uyulan büyük alimler, ümmetin selefinin önde
gelen imamlarının ittifak ettiği, birleştiği şeyler üzerinde buluşmuşlardır.
Bu birleştikleri şey, Allah'ın yaratıklardan ayrı olduğu gerçeğidir. O'nun
zatından yaratıkların da hiç bir parça bile yoktur. Yaratıklardan hiçbirisi de
O'nun zatında mevcut değildir. Ezeli olanı, kadim olanı sonradan var edilmiş
olandan ayırmak ve haliki ait olduğu eşsiz ve benzersiz yere oturtmak her mümin
insan için farzdır. Ve bu söz büyük din önderlerinin söylediği en büyük
gerçektir. Onlar kalplere musallat olan arızalardan ötürü pek çok gerçek
sözler söylemişlerdir. Mesela: İnsanlardan bazılar zaman zaman mahlukatın
vücudunu görür, somut varlığım müşahede eder, fakat onun mücerredini,
soyutunu, iç yüzünü göremez, müşahede edemez, idrak edemez. Çünkü kalbinde
farkları görücü, birbirinden ayırıcı hassa yok olmuştur. Aslı göremediğinden,
gerçeğe nüfuz edemediğinden, surette, görüntüde kaldığından, görebildiğini
yerin ve göğün sahibi zanneder. Güneş ışığını gören ve bu gördüğünü güneş
zanneden insanın durumunda olduğu gibi. Onlar bazen hem fark hem de birlikten
bahsediyorlar. Fena kavramı hakkında birçok sözler bulunduğu gibi bu konuda
birçok yazılı ibareler vardır...
Hiç şüphe yok ki,
insanoğlu yaratıkların çokluğuna ve çeşitliliğine şahit olduğu zaman şaşıp
kalır. Bu şaşkınlık kalbini, kalbi bağlarını böler dağıtır. Kalbin çokluk
karşısındaki şaşkınlığı, yaratıklara bağlar onu. Fakat bu bağlılık, ya
muhabbet, ya korku yahut da umut şeklindedir. Fakat mah-lukatı birleşik olarak
tekleşmiş gördüğü zaman, kalbi Allah'ın tevhidi, ortağı olmayan o mabuda
kulluk etmek üzere birleşir. Böylece bütün yaratıklara iltifat ettiği halde,
kalbi tek başına Allah'a iltifat eder. Bu iltifat, Rab korkusu, umudu ve
yardım isteme şeklinde tecelli eder. Bu durumda bazen yaratan ile yaratılanın
arasını ayırdedebilmek için, yaratığa bakma fırsatı bulamayacak kadar kalbi
Allah ile meşguldür. Durum bu olunca, yaratıklardan kasti olarak yüz çevirir.
Bütün düşüncesini bir noktaya, sadece Hakka yöneltir. Böyle bir hal, fena
deyiminin ikinci tipine girer. Fakat ikincisinden biraz farkı vardır. Bu fark
kulun, yaratığın Allah ile kaim olduğunu, ancak O'nun emriyle hareket ettiğini
bilmesidir. Yaratıkların çokluğunun ve çeşitliliğinin Allah'ın birliği içinde
yok olduğunu; Allah'ın bütün yaratılmışların Rabbi, ilahı, yaratanı ve maliki
olduğunu görür. Onun için, ihlas, muhabbet, korku, ümit, isteme, tevekkül,
O'nun için düşmanlık ve dostluk etmek, İtibar ve kalbi Allah üzerinde
birleşmekle birlikte, yaratan ile yaratılan arasındaki farkla, ikisini birbirinden
ayırd ederek bakar. Ve yaratığın çok ve çeşitli olduğunu müşahede ederek, Allah'ın
her şeyin Rabbi, maliki ve yaratıcısı olduğunu ve O'ndan başka ilah
bulunmadığını bilir ve buna inanır.
İşte bu şuhud, yani
müşahede ve görüş, sağlam görüşün ta kendisidir. Ve bu görüş, kalbin ilminde,
şehadetinde, zikri ve marifetinde, hal ve ibadetinde, kast ve iradesinde,
muhabbet, dostluk ve taatında vacibdir. Allah'tan başka ilah yoktur, yani;
"Lailaheülallah" gerçeğine şehadetin ta kendisidir. Tevhidin
gerçekleşmesidir. Zira bu şehadet, kalpten, hakdan başkasının ilahhğım silkip
atmaktır. Sadece Allah'ı ilah, tek hükmedici olarak kabul etmektir. Şehadet,
bütün yaratıklardan ilahlık hakkını ve vasfını kaldırır. Sadece yerin ve göğün
yaratıcısı ve tek sahibi Allah'ın hakkı olduğu kabul edilmiş olur. Böyle bir
şehadet ancak kalbin Allah'tan gayri her şeyden temizlenmesini gerektiren bir
şehadettir. Bu durumda kul, bilgi muhabbetinde, yaratıcı ile yaratılanın
arasını ayırıcı olur. Öyle ki, sadece Allah'ı bilir, O'nu zikreder ve kalbini
O'nun hikmetleriyle doldurur. Fakat bununla beraber o, Allah'ın mahlukattan
ayrı, yaratık olmadan da O'nun tek başına var olacağını bilir ve bunu hiç bir
zaman aklından çıkarmaz. Böylece, sadece Allah'ı sever, O'nu yüceltir ve yalnız
O'na kul olur. Umudunu sadece O'na bağlar ve yalnız O'ndan korkar. Sadece O'nu
sever, O'nun dost olduklarına dost, düşman olduklarına ise düşman olur. Yalnız
ondan yardım dilenir ve sadece O'ndan taleb e-der. O'nu kendine vekil ve sahip
kabul eder, O'ndan başkasından yardım dilenmekten, korkmaktan şiddetle
kaçınır. O'ndan başkası İçin dostluk kurmaktan, düşmanlık yapmaktan sakınır.
O'ndan başkasının meşru olmayan emirlerine itaat etmekten uzak durur. Bütün bu
haller Allah'ı yegane yaratıcı olarak kabul etmenin tabii sonucudur. Bütün
bunlar O'nun rububiyetini kabul etmiş olmanın özellikleridir. herşeyin Rabbı,
Maliki, halikı ve müdebbiridir. İşte bu şekilde inanılırsa, Allah'ın muvahhid
ve gerçek kulu olunur.
En geçerli zikir:
Rivayet edilir ki, Tirmizi'den naklen: En gerçek ve efdal zikir
"Lailaheillallah"dir. Tirmizi'nin ve diğer muhaddislerin zikrettiği
hadis şöyledir:
"Zikrin en efdali
lailaheiUaüah, duanın en faziletlisi ise Elhamdülillah'dır.[38]
Muvatta ve diğer hadis
kitaplarında Ubeydullah oğlu Talha'dan rivayet edildiğine göre, Allah'ın Rasulü
şöyle buyurmuştur:
"Benim ve benden
evvel gelen Rasullerin söylediklerinin en faziletlisi: "Lailahillallahu
vahdehu la şerikele-hu lehülmülkü ve lehül hamdu ve hüve ala külü şey'in kadir"dir. [39]
Yukardaki sözlerin
Türkçesi şöyledir: "Allah'dan başka ilah yoktur. O tektir ve şeriki
yoktur. Mülk ve hamd O'nu nudur. O her şeye kadirdir."
Bir kimse, bu zikr
halkın, avamın zikridir, havasın ve yüce insanların zikri müfret isimdir,
halbuki bu zamir ismidir; Yani, zikir sadece "Allah" kelimesinden
ibarettir derse, bunu söyleyenler sapıtmış ve yoldan çıkmıştır.
Bazılarının
"Sen, Allah o
kitabı indirdi de, sonra onları bırak, batıl dedikodularında oyalanıp
dursunlar" (En'am: 6/91)
ayetini iddialarına
delil getirmeleri, bunların en büyük yanılgılarıdır. Çünkü ayetteki Allah
ismi, istifhamın, yani sorunun ve acabanın cevabındaki emirde zikredilmiştir.
Ki ayetin evveli
"Musa'nın
insanlara nur ve hidayet olarak getirdiklerini kim indirdi?"
şeklindedir. Ayetin
arka kısmında da "Allah de" denmektedir. Böylece yurakıdaki soruya
cevap verilmiş olmaktadır. Yani, Musa'nın (a.s.) getirdiği kitabı, Allah
indirdi de, denmektedir. Tekden Allah demek değildir bu. Allah ismi başlangıç,
haberi de sorunun delalet ettiği cümledir. Mesela: Sana kim geldi, diye
sorulduğu zaman, cevaben Zeyd denildiği gibi...
Sonra tek bir isim,
ister şahıs zamiri, isterse gayb zamiri olsun, tam bir kelam ve mana ifade
eden bir cümle değildir. Yani, Allah Allah Allah, hu hu hu kelimeleri tam bir
anlam ifade eden kelime değildir. Bu çeşit tek kelime ne iman, ne küfür, ne
emir, ne nehiy ifade etmez. Bu tarz zikri ashab-dan hiç biri yapmamış ve
Allah'ın Rasulü de yapılmasını söylememiştir. Bir tek özel ya da sıfat isimini
zikretmek, kalbde bir bilgi meydana getirmez ve kişiyi faydalı biri yapacak
hale sokmaz. Sadece kalpte bir kımıldama meydana getirir ve tasavvur meydana
getirir ki, müsbet menfi hiçbir fikir bu tasavvurun üzerinde bina edilemez.
Bizatihi mana ifade eden, kalpte bir bilgi ve marifet meydana getirmezse, böyle
bir zikir boşuna yapılmış bir zikirdir. Şeriat ise, tek basına bir anlam
taşıyan zikirleri meşru saymıştır. Başka kelimelerle destekli değil, sadece
bizzat kendisi bir anlam taşımalıdır fayda verecek zikirlerin.
Bu şekil, tek başına
bir mana ifade etmeyen zikirlere sarılanlar, böyle yaptıkları için vahded-i
vücud telakkisine düştüler ve işi dinsizliğe kadar vardırdırlar. Bazı şeyhlerin
söylediği rivayet edilen: "Yokla ispat arasında ölmekten korkuyorum"
sözleri bu kabilden sözlerdir. Yani, Lailahe-illah derken, Iailahe, hiçbir ilah
yoktur deyip, ancak Allah vardır demeden ölürsem, kafir olarak ölüp giderim
diye korkarım denmek istenmektedir. Bir başka deyimle işte bu korkudan dolayı,
sadece Allah derim denmeye getiriliyor. İşte böyle bir te'vil sakattır. Ve
asla böyle bir söze iltifat ve itibar edilemez. Çünkü ameller, hareketler
niyetlere göre olmaktadır. Allah'ın Rasulü bir sahih hadisde can çekişmekte
olan bir kişiye:
"Bir kimsenin son
sözü "Lailaheillallah" olursa, cennete girer[40]
diyerek telkin vermektedir.
Eğer bu yüce ve
mübarek sözün zikredilmesi mahzurlu olsaydı, ölümü yakınlaşmış bir kişiye
söylemesi için telkin edilmezdi. Onların iddia ettiği ve söyledikleri rnüfret
isimlerden biri telkin edilirdi.
Özetle: Sadece, münferid
isim olarak, Allah Allah, hu hu, hay hay diyerek zikretmek, sünnet'ten çok
uzak, bid'atm içinde ve şeytanın sapıklığına en yakın düşen bir faaliyettir.
Zira bir insan, "Ya hu ya hu" veya "hu hu hu" yani, o, o, o
dediği zaman, bir zamir olan O ancak kalpten geçen anlama, manaya göre şekil
alır. Yani kalbe olan tasavvura uygun şey olur. Kalp ise, bazen iyi düşünür,
bazense kötü.
Fusus sahibi İbni
Arabi yazdığı bir kitaba "Kitab-ul-Hu" adını vermiştir.
Bunlardan bazısı A'li
İmran suresinin yedinci ayetinde geçmekte olan "Ve ma yalemu tevilehu
illallah" ayetinin manasım "Emu" İsminin gerçek anlamını
Allah'tan başkası bilmez, şeklinde yorumlanmıştır. Halbuki,, ayette geçen hu,
yukarda zikredilen müteşabih ayetlere ait bir zamirdir. Ayetin açıklaması ise;
"O müteşabih ayetlerin gerçek manasını Allah'tan başka kimse bilmez"
şeklindedir. Bütün Müslümanlar, hatta aklı başında bütün insanlar böyle bir
iddianın batıl olduğunu kabul etmişlerse de, gene de bunlardan birine şöyle
söyledim: "Sizin iddia ettiğiniz şey doğru olsaydı, o zaman ayeti
kerimede" "Tevilehu" diye bitişik yazılmaz,
"Tevile-hu" olarak ayrı yazılırdı".
Kur'an'da Allah şöyle
buyurmaktadır mealen:
"Hem Rabbin
ismini zikret, hem de yalnız O'nu yücelt" (Müzemmil: 73/8)
"Rabbinin ismini
teşbih et" (A'la: 87/1)
"Temizlenen ve
Rabbinin ismini zikredip de namaz kılan şüphesiz felaha erdi" (A'la:
87/14)
"Azim olan
Rabbinin ismini teşbih et" (Vakıa:
56/74)
Bunlar ve bunlara
benzer ayetlere bakarak, emredilen zikrin tek isim olarak zikredilmesi gerekmez.
Çünkü, Allah Ra-sulü'nün sünnetinde sabit olmuştur ki: "Azim olan Rabbinin
ismini teşbih et" ayeti kerimesi nazil olduğu zaman Allah'ın Rasulü şöyle
buyurmuştur:
"Bunu secdenizde
yapınız"
Bunun üzerine
Müslümanlar için rükuda "Sübhanerabbi-yelazim" -azim olan Rabbimi
teşbih ve tenzih ederim- diyerek zikir ve teşbih eylemek sünnet kılınmıştır.
Sahih olan rivayete göre, Allah'ın Rasulü rükuunda, yukarda zikrettiğimiz
teşbihi söylüyordu. Bunda bütün Müslümanlar ittifak etmişlerdir.
Demek ki, yüce olan
rabbin isimini teşbih etmek ve zikretmek emri tek isim olarak, Allah Allah
değil de, tam bir mana ifade eden cümle halinde tatbik edilmiş ve sünnet haline
gelmiştir. Nitekim bir sahih hadisde Allah Rasulü şöyle buyurmaktadır:
"Kur'an-ı
Kerim'den sonra en faziletli kelam: Sübha-nallah, velhamdülilah ve lailahe
illallahu vallahu ekber Allah'ı teşbih ve tenzih ederim. Hamd Allah'a mahsustur.
Allah'tan başka ilah yoktur. Allah her yücelikten yücedir kelamıdır.[41]
Diğer bir sahih
hadisde şöyle buyrulmaktadır: "İki kelime vardır ki, dilde hafif, fakat
mizanda, keyfiyette ağır ve Rahman'a göre sevgilidir. Bunlar: Sübha-nallahu ve
bihamdihi, sübhanallahilazim[42]Başka
bir hadisde de şöyle buyrulmaktadır: "Her kim günde yüz kere,
lailaheillallahu, vahdehu la şerikelehu, lehül mülkü ve lehül hamdu ve hüve ala
külli şey in kadir- Allah'tan başka ilah yoktur, O birdir ve şeriki yoktur,
mülk O'nun, hamd O'nundur, O her şeye güç yetirendir. derse, Allah o kimseyi o
gün şeytanın şerrinden emin kılar, ta akşam vaktine kadar. Kendi gibi veya
kendinden fazla söyleyenden başka hiç kimse o adamdan daha faziletli olamaz. [43]
Başka bir hadisde de
şöyle buyurulmuştur: "Her kim günde yüz kere, Sübhanallahu ve bihamdihi
sübhanallahülazim- hamd ile Allah'ı teşbih ve tenzih ederim, azim olan Allah
noksanlardan münezzehdir-derse, o kimselerin hataları silinir, o hatalar
isterse deniz köpüğü kadar olsun"
Malik Muvatta İsimli
hadis kitabında rivayet edilen bir hadisi şerifde şöyle buyrulmaktadır:
"Ben ve benden
önceki nebilerin söylediği en yüce kelam "Lailaheillallahu vahdeh-u la
şerike lehül mülkü ve lehülhamdu ve hüve ala külli şey in kadir"
kelamıdır"
îbni Mace'nin ve
diğerlerinin sahih hadis kitaplarında Allah'ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
"Zikrin en efdali
ve faziletlisi "Lailahe illallah" duanın en faziletlisi
"Elhamdülillah"dır.
Zikir ve dua konusunda
bunlara benzer hadisler çoktur. Kur'an-ı Kerim'de de birçok ayeti kerime zikir
ve duayı talim ve beyan buyurur. Fakat hiç birinde bir tek ismin zikredilmesi
gerektiği söylenmemiş böyle bir şey emredilme-miştir. Emredilen bütün zikirler
ya cümle halinde, veya tek basma bir anlam taşıyan kelamlardır.
Müslümanlara
namazlarında, ezanlarında, bayramlarında bir tek ismin zikredilmesi
emredilmemiştir. Hepsi, söylenmesi gerek bütün kelamlar, mutlaka bir anlamı
tam olarak ifade etmelidir. Mesela müezzin; "Allahu ekber Allahu ekber,
eşhedu en lailaheillallah ve eşhedu enne Muham-meden Rasulullah"
demektedir. Namazda ise; Allahu ekber, sübhanerabbiyel azim, sübhanerrabbiyel
ala, semıallahuli-men hamide, rabbenalekel hamd, ettehiyyatü lillahi ve hac
yapmakta olanın, lebbeyk Allahümme lebbeyk ve diğer bütün ibadetlerimizdeki
her zikir, hep bir mana ifade eden cümleler halindedir. Allah böyle
emretmiştir. Hiç birinde tek bir ismin veya zamirin zikredilmesi
emredilmemiştir.
Hülasa, anlatmak
istediğimiz şudur: Allah'ı zikreden kelimelerin meşru olanı, o kelimelerin tam
bir anlam taşıyanıdır. Buna kelam ismi verilir. Ancak bu çeşit zikir kalpleri
takviye eder ve kalbin sahibine iyi işler yaptırır. Böylece insana sevap ve
mükafat kazandırır. Kalpleri Allah
muhabbetine ve
büyüklüğü karşısında boyun eğmeye zorlar. Bu çeşit zikirde burada sayıp dökmeye
imkan bulamadığımız nice faydalar vardır.
Zikri, tek başına bir
anlam ifade etmeyen, destek isteyen isim kelimelerle yapmaya gelince: Bu isim
ister Allah olsun, isterse Allah'ın zamiri "hu" olsun, üstün
önderlerin ve ariflerin zikri olduğu şöyle dursun, bu çeşit zikirlerin hiçbir
aslı esası yoktur. Tersine, bu çeşit zikir, çeşitli delalet ve bid'atlara
vesile ve vahded-i vücud ve ilhad ehlinin fasit hallerine ve niyetlerine bir
vasıtadır. Bunlar hakkındaki kaynaklarımız bu kitabın başka satırlarında ifade
edilmiştir.
Bütün dinler iki büyük
esas getirmiştir:
1- Allah'tan
başka hiç kimseye kulluk ve ibadet etmemek.
2- Allah'a
kulluğu ancak dinin kaynağından öğrenip yapmak, kendi kafamızın, hevai
hevesimizin bize telkin ettiği bid'atlara dayalı olarak ibadet yapmamak...
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır mealen:
"Bir kimse
Rabbinin rızasına kavuşmak arzusu taşıyorsa, salih bir amel işlesin ve Rabbine
yaptığı ibadette kimseyi O'na ortak koşmasın" (Kehf: 18/110)
Bu aynı zamanda iki
şehadetin gerçekleşmesidir. Allah'tan başka ilah olmadığı ve Muhammed'in O'nun
rasu-lü olduğuna şehadet.
Birinci şehadette,
O'ndan başka kimseye itaatla ibadet etmememiz gerektiğini. İkinci şahadette
ise, Muhammed adlı Rasul aracılığı ile gönderilen şeriata, Kur'an'a göre bu
ibadet ve itaati yapmamız gerektiğini belirtmekteyiz. Rasu-lün getirdiklerini,
tebliğ ettiklerini tastik ve emirlerine uymak bizim için bir farzdır ettiğimiz
şu şehadete göre.
Hiç şüphe yok ki
Allah'ın Rasulü, bize Allah'a nasıl ibadet edeceğimizi bildirmiş,
kötülüklerden, bid'atlardan me-netmiş, onların birer dalalet ve sapıklık
olduğunu haber vermiştir.
Kainatın haliki
buyuruyor ki mealen:
"Hayır, onların
dediği gibi değil. Her kim itaat ve amelinde muvahhid bir mümin olarak kendini
tamamen Allah'a teslim ederse, onun için Rabbi katında amelinin mükafatı
olarak cennet vardır. Onlar için hiç bir korku da yoktur ve onlar mahzun da
olmazlar" (Bakara:
2/112)
Ve biz, nasıl ki
sadece Allah'tan korkmakla, ancak O'na tevekkül etmekle, rağbet etmekle, O'ndan
yardım dilemekle ve ibadetlerimizi sadece Allah için yapmakla mükellef isek,
aynı şekilde, Rasule uymakla, emrine itaat etmekle ve yasakladıklarından
kaçmakla da mükellefiz.
Helal sadece O'nun
helal ettiği, haram sadece O'nun haram saydığı ve meşru din sadece O'nun meşru
saydığı şeydir.
Yüce yaratan mealen
şöyle buyuruyor:
"Ne olurdu bunlar
Allah ve Rasulü kendilerine ne verdiyse razı olsaydılar da, şöyle deseydiler:
Bize Allah yeter. Allah bize fazlından yine verir, Rasulü de... Biz ancak
Allah'a rağbet edicileriz" (Tevbe: 9/59)
Yüce Allah vermeyi,
kendine ve Rasulü'ne ait kılmıştır. Bîr başka ayette olduğu gibi:
"Rasulün size
verdiğini alın, vermediğinden de geri durun" (Haşr: 59/7)
Tevekkülü ise sadece
kendine ait kılmıştır yüce yaratıcı:
"Allah bize yeter
dediler" (Tevbe: 9/59)
Dikkat edilirse, Rasul
bize yeter denmemiştir.
Ashabın vasıflarım anlatan
ayetlerde de şöyle buyurulmuştur:
"Onlar o
kimselerdir ki, insanlar onlara "halk size kötülük etmek üzere birleşti,
onlardan korkun" dedikleri zaman, onların imanlarını artırır ve derler ki:
"Allah bize yeter. O ne güzel bir vekildir" (Al-i İmran: 3/173)
"Ey Nebi! Allah
sana yeter. Sana uyan müminlere böyle de..." (Enfal: 8/64)
Bir başka ayette de:
"Allah kuluna
yeterli değil midir?" denmektedir.
Allah'ın Rasulü İbni
Abbas'a şöyle buyurmuştur:
"İstediğin zaman
Allah'tan iste, istiane ettiğin zaman Allah'tan istiane et.[44]
Kur'an birçok ayette
bu noktaya temas ve işaret etmektedir.
İbadet, haşyet ve
takva Allah'a ait kılınmış, muhabbet ve sevgi hususunda ise, Allah ve RasuhVe
birlikte zikredilmiştir.
Nuh'un (a.s.) dediği
gibi:
"Allah'a ibadet
edin! Yalnız O'ndan korkun ve bana itaat edin!" (Nuh: 71/3)
Diğer bir ayette
mealen şöyle buyuruluyor:
"Her kim Allah'a
Rasulü'ne itaat eder, Allah'tan korkar takva sahibi olursa işte kurtuluşa
erenler bunlardır"
(Nur: 24/52)
Eğer özetlersek:
Rasuller, ibadet, rağbet ve tevekkülün sadece Allah'a ait olduğunu, itaatin da
Allah'la birlikte kendilerine yapılmasının gerektiğini vurgulamışlardır. Fakat
şeytan hıristiyan ve diğerlerini aldattı ve İsa (a.s.) veya rahiplerini onlara
rableri olarak tanıttı. Böylece onlar başladılar bu çeşit Rablere itibar
etmeye. Böylece Allah'a şirk koştular ve Rasulü'ne asi duruma düştüler.
Başladılar onlara rağbet ve tevekkül etmeye, emirlerine karşı ve sünnetlerine
muhalif olduğu halde onlardan yalvarıp isteme büyük hatasına düştüler. Fakat
bunlara karşılık Allâri ihlasli kulla- nnı, yani müminleri, hakkı bilen ve ona
uyanların yoluna, doğru
yola şevketti. Böylece gazaba uğrayanların ve sapı-tanların yolundan
gitmediler. Dinlerini sadece Allah için ih-lasla benimsediler. Allah'ı sevip,
yalnız O'na güvendiler, umutlarım sadece O'na bağladılar. Yalnız O'ndan
koktular ve sadece O'ndan istediler. Bir tek O'na rağbet ve iltifat ettiler.
İşlerini O'na havale ettiler. O'nu kendilerine vekil edindiler ve Rasullerine
de itaat ettiler. Rasullerini üstün bir yere koyup hürmet ettiler ve onları
sevdiler. Onları dost edinip sözlerini dinlediler. Eserlerine sarılıp,
önderliklerini kabul ederek doğru yolu buldular. İşte, bu Yüce Allah'ın evvelki
ve sonrakilere gönderdiği Rasüllerin ve İslam dininin ta kendisidir. Bu öyle
bir dindir ki, Yüce Allah bu dinden başkasına bağlanmayı asla kabul etmiyor.
Allah'a kulluğun ve ibadetin tek yolu bu dinden geçmektedir. İbadet ve kulluğun
gerçeği sadece bu dinde bulunmaktadır.
Yüce Allah'tan, bizi
bu dinin üzerinde sebatkar kılmasını, ve bizi yine bu dinle yüceltmesini niyaz
ederiz. Bizi ve diğer Müslüman kardeşlerimizi bu dinin gereklerini yerine
getirirken ukbaya göçürmesini, intikal ettirmesini dua ederiz. Hamd yalnız
Allah'ındır. Selat ve selam ise, efendimiz Muhammed Mustafa ve onun yüce
arkadaşları üzerine olsun...[45]
Her ihtiyacımıza
yeterli olan Allah'a hamd, seçip beğendiği kullarına salat ve selam olsun.
Bu küçük risale iki
kişi arasında geçen bir konuşmayı, tartışmayı dile getirmektedir.
Kişilerden birisi
"Allah ile bizim aramızda mutlaka bir aracı olması lazımdır. Çünkü biz
vasıtasız olarak Allah'a vasıl olmaya muktedir değiliz" diyor.
İkincisi ise, bu
sözlerin ifade ettiği anlamlara cevap veriyor... Alemlerin yaratıcısı ve Rabbi
olan Allah'a ham-dolsun.
Eğer vasıta deyimiyle,
Allah'ın emirlerini bize tebliğ eden kimseler kast ediliyorsa, bu söz haktır ve
doğrudur.
Mutlaka insanoğlu
Allah'ın neleri sevdiğini neleri sevmediğini, nelerden razı olup, neleri
istemediğini, neleri emredip, nelerden yasakladığını, dostlarına hangi nimeti,
düşmanlarına hangi cezayı hazırladığım kendi başına bilemez. Yine insanlar,
Allah'a layık olan güzel isimleri ve yüce sıfatları idrak edemezler. Bunları
kendi akıllarıyla bulmaktan aciz kalırlar. İşte bütün bunlar ve benzerlerini bilebilmek
için insanın Allah ile kendisi arasında bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. Ve bu
vasıta da Allah'ın seçip görevlendirdiği Rasullerdir. Ancak bunlar aracılığı
ile Allah'ın istekleri bilinebilir.
Bu aracı Rasullere
inananlar ve onları takip edenler doğru yola ulaşanlardır. Allah bunlara
katında yüce makamlar verir, derecelerini yükseltir ve ahirette de nimet ve
şeref bahşeder.
Rasul ve nebilerine
karşı olanlar ise, melun lanetliler, sapıp azıtanlardır.
Yüce Allah mealen
buyuruyor:
"Ey adem
oğulları! Eğer size aranızdan ayetlerimi tebliğ eden nebi ve Rasuiler gelirse,
artık kim onlara muhalefetten sakınır ve nefsini İslah ederse, oniar için bir
korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Ayetlerimizi yalanlayanlar ve
onları kibirlerine yedirme-yenler ise, onlar ateşin dostudurlar ve onlar o
ateşte ebedi kalıcıdırlar" (A'raf: 7/35-36)
"Artık ne zaman
benden size doğru yola götürücü bir kitapla Rasul gelirse de kim benim doğru yoluma
uyarsa, o kimse sapıtmaz ve bedbaht olmaz. Kim de benim doğru yolumu kabul
etmezse, onun da hakkı dar bir geçimdir. Ve biz onu kıyamet gününde gözleri kör
olarak hasrederiz. O, "Rabbim! Beni neden kör hasrettin, halbuki ben
görüyordum" der. Allah da ona şöyle cevap verir: Sana ayetlerimiz
geldiğinde sen onları görmedin ve unuttun. İşte bugün de sen görülmeyip
unutuluyorsun!" (Taha: 20/123-127)
İbni Abbas
"Kur'an-ı Kerim'i içindekileri anlayarak okuyan; ve ayetlere uygun hareket
eden kimseyi Yüce Allah bu dünyada sapıtmamayı, öbür dünyada da bedbaht etmemeyi
vaad etti ve garanti altına aldı" demektedir.
Cehennem ehlinden Yüce
Allah şöyle haber veriyor:
"Her gün
cehenneme atıldıkça, muhafızları onlara sorarlar: "Size azab ile
sakmdırıcı bir nebi gelmedi mi?" Onlar cevap verir: "Evet! Gerçek o
ki. Bize azabla sakın-dırıcı ve korkutucu nebi gelmiştir. Fakat biz onu yalanlayarak
dinlemedik. Allah seninle hiçbir şey îndirme-miştir. Sen ancak büyük bir
sapıklık içindesin demiştik"
(Mülk: 67/8-9)
"O kafirler, ayrı
ayrı bölükler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun
kapılan açıldı. Cehennemin muhafızları onlara "Size aranızdan Rabhinizin
ayetlerini karşınızda okuyacak, sîzi bu günlere gelmekle korkutacak nebiler
gelmedi mi?" diye sorarlar. Onlar "Evet, geldi" diyerek cevap
verirler. Öyleyse azab hükmü kafirlerin üzerine bir hak oldu"
(En'am: 6/48-49)
"Nuh'a ve ondan
sonraki nebi ve Rasullere vahyetti-ğimiz ve İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve
evlatları Isa, Eyyub, Yunus, Harun ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Davud'a
Zebur'u verdiğimiz gibi, ey Muhammed hiç şüphesiz sana da vahyettik biz.
Gönderdiğimiz nebi ve Rasullerin menkıbelerini gerçek olarak sana bildirdik.
Yine nebi ve Rasuller yolladık ki, onların hayatlarından sana bir haber vermedik.
Allah Musa ile de hitap ederek konuştu. Biz nebi ve Rasullerimizi rahmet
müjdecileri ve azab habercileri olarak gönderdik. Ta ki bu elçilerimizden
sonra, insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galibdir,
yegane hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa: 4/63-65)
Bu ayetlerin birçok
benzeri vardır Kur'an-ı Kerim'de. Ve bu esaslar, yahudi ve hıristiyanlann da
birleştiği esaslardır. Bütün dinler Allah ile kullan arasında, Allah'ın yasak
ve emirlerini tebliğ edici nebi ve rasulleri aracı olarak kabul ederler. Böyle
bir vasıtayı hiç kimse inkar etmez herhangi bir semavi dine bağlı olarak.
Yüce Allah buyurur:
"Allah, melekler
ve insanlar arasından elçiler seçip gönderdi" (Hacc: 22/75)
Bütün dinlerde bu
esası inkar eden kafir olur.
Yüce Allah'ın Mekke'de
indirdiği En'am, A'raf ve baş tarafında, elif, lam, ra, ha, mim, ta, sin gibi
harfler bulunan sureler, Allah'a elçilere ve ahirete iman gibi İslam dininin
esaslarını beyan ederler. Yüce Allah bu surelerde elçilerini yalancı sayan
kafirlerin hallerim ve onları nasıl helak eylediğini, elçilerine ve onlara
iman edenlere nasıl yardımcı olduğunu beyan buyurmuştur...
İşte bu konudaki
ayetlerden mealen bir kaçı:
"Andolsun ki,
elçiler olarak gönderilen kullarımız hakkında geçmiş bir sözümüz vardır.
Muhakkak oniar behemehal onlar galibdirler. Muhakkak ki bizim ordumuz,
herhalde onlar zafer kazanacaklardır"
(Saffat: 37/171-173)
"Muhakkak biz
elçilerimizi ve iman edenleri, hem dünya hayatında hem de meleklerin şahit
olacağı kıyamet gününde muzaffer kılacağız" (Mü'min: 40/51)
Yüce Allah'ın da
buyurduğu gibi, nebi ve rasullere uyulur ve kayıtsız şartsız onlara itaat
edilir:
"Biz hiçbir
elçiyi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle
gödermedik" (Nisa:
4/64)
"Kim elçimize
itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa: 4/80)
"De ki: Eğer
Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olunuz, Allah da sizi sever ve günahlarınızı
bağışlar"
(Al-iİmran:3/31)
"İşte elçimize
iman edenler, onu tazim edenler, ona yardım edenler, ve onunla indirilen Kur'an'a
tabi olanlar. İşte onlar selamete erenlerin ta kendileridir"
(A'raf: 7/157)
"Andolsun ki,
Allah'ın Rasulünde sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı
çokça zikredenler için çok güzel örnekler vardır" (Ahzab: 33/21)
Şayet vasıta ile anlatılmak
istenen anlam» faydaları celb, zararları defetmek için gerekli bir vasıta
ise... Mesela: Kulların rıziklandınlmasmda, kendilerine imdad ve hidayet
edilmesinde bir vasıtanın bulunması ve kulların bu menfaatleri böyle bir
vasıtadan istemeleri ve ondan bunu ümit etmeleri gibi bir vasıtanın olması
murad ediliyorsa...
İşte böyle bir vasıta
telakkisi en büyük bir şirktir. Yüce Allah bu iddialarından ötürü hıristiyan ve
musevileri kafir saymıştır. Ki onlar Allah'tan gayrisini kendilerine dost ve
şefaatçılar edinmektedirler. O dost ve şefaatçılardan menfaat bekliyorlar,
belaları defetmelerini istiyorlar. Her ne kadar Allah'ın izin verdiği
insanların şefaat etmeleri hak ise de...
Şefaat hakkında Yüce
Allah buyuruyor ki:
"Allah gökleri ve
yeri ve bunların arasında olanları altı günde yaratan ve sonra arşa istiva
edendir. Sizin bunlardan başka hiçbir yeriniz, Allah'tan başka hiçbir şefaatçiniz
yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz?"
(Secde: 32/104)
"Rabblerinin
huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an'la) uyar. Onlar için
Rablerinden başka ne bir dost ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar."
(En'am: 6/51)
"Kur'an ile
nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçi.
(En'am: 6/70)
"De ki:
"Allah'ı bırakıp da (ilah olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarm. Ne var
ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler.
Onlarım yalvardıkları
bu varlıklar Rablerine hangisi daha yakın oolacak diye- vesile ararlar; O'nun
rahmetini umarlar ve azabımdan korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak
bir azabtır. (İsra: 17/56-57)
"Müşriklere de
ki: "Allah'tan başka ilah zannettiklerinize, istediğiniz kadar yalvarm,
istimdad edin, onların ne göklerde ne de yerde bir zerre miktannca bile güçleri
yoktur. Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah'ın da
bunlardan kendisine bir yardımcı kabul ettiği yoktur. O'nun nezdinde, kendisine
izin verdiklerinden başkasının şefaati kimseye bir fayda sağlamaz"
(Sebe: 34/22-23)
Selefden bir grup
diyor ki:
Bir kısım kavimler,
İsa (a.s.), Üzeyr ve meleklere dua edip onlardan yarını dileniyorlardı. Yüce
Allah birçok ayetlerle, meleklerin ve elçilerin herhangi bir zararı gidermeye
veya değiştirmeye güçleri olmadıklarını, meleklerin de, elçilerin de Allah'tan
istemek zorunda olduklarını, onların da Allah'ın rahmetini umduklarını,
azabından korktuklarını beyan buyurdu...
"Beşerden hiç bir
kimseye yakışmaz ki, Allah kendisine, kitabı, hükmü ve elçiliği versin de,
sonra onlar insanlara Allah'ı bırakın da bana kul olun desin. Fakat öğretmekte
ve okuyup yazmakta olduğunuz kitap sayesinde, Rabbinize bağlanın der. Sizin
melekleri ve elçileri Rabler edinmenizi de emretmez. O size, hiç İslam'ı kabul
ettikten sonra küfre dönün der mi?" (Al-i İmran: 3/79-80)
Görülüyor ki, Yüce Allah
melekleri ve elçilerini Rabler edinenleri müşrik ve kafir saymaktadır. Öyleyse,
bir kimse melekleri ve elçileri, Allah ile kendileri arasında vasıta edinir,
onlara dua ve tevekkül eder ve onlardan menfaat celbini ve bela defini isterse
mesela, onlardan günahların affını, kalplerin doğru yola gelmesini,
sıkıntıların giderilmesini, yoksulluğun önlenmesini taleb ederse, o kimse
Müslümanların reylerine göre kafir olur.
Yüce Allah
buyurmaktadır mealen: "Çok esirgeyici Allah bir evlat edindi dediler. O'nun
şanı bundan yücedir, münezzehdir. Hayır, evlat dedikleri sadece ikrama nail
olmuş kullardır. Bunlar sözle asla O'nun önüne geçemezler. Onlar Allah'ın
emriyle hareket ederler. Önlerindekini de arkadakilerini de o bilir. Bunlar
O'nun korkusundan titreyenlerdir. Bunlar ki "ilah o değil benim
derse" biz O'nu derhal cehennemle cezalandırırız. Biz o zalimleri de
cezalandıracağız" (Enbiya:
21/26-29)
"Ne Mesih, ne en
yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na kulluktan
çekinir ve kibirlenmek isterse, düşünsün ki Allah onların hepsini huzurunda
toplayacaktır" (Nisa: 4/172)
"Dediler ki:
Rahman olan Allah bir evlat edindi. Yemin ederim siz çok kötü bir söz
söylediniz. Onlar O Rahman olan Allah'a evlat izafe ettikleri için, böyle bir
sözden dolayı nerede ise gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar çöküp
dağılacaktır. Halbuki o çok esirgeyen Allah için bir evlat edinmek asia
yakıştırılacak bir iş değil. Göklerde ve yerde olan herkes, hiç istisnası olmamak
üzere O Rahman olan Allah'a mutlak kul olarak gelecektir. Andolsun o bunlar
cemiyet olarak da saymış, ferd olarak da saymıştır. Her biri kıyamet günü O'na
tek başına gelecektir" (Meryem:
19/88-95)
"Onlar Allah'ı
bıkarıp kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere bağlanırlar.
Bir de, "bunlar Allah yanında bizim şefaatçılarmnzdır" derler. De
ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bimediği bir şeyden mi haber
veriyorsunuz?" Haşa! O şirk koşmakta oldukları herşeyden çok uzaktır, çok
yücedir"
(Yunus: 10/18)
"Göklerde nice melek
vardır ki, onların şefaaatları bile hiçbir işe yaramaz. Ancak o şefaat
Allah'ın dileyeceği ve razı olacağı kimseler için vereceği izinden sonra
olursa, o başka" (Necm: 53/26)
"Onun izni
olmayan kimseye şefaatçi olan kimmiş?" (Bakara: 2/255)
"Eğer Allah sana
bir zarar dokundurursa, onu kendinden başka hiç bir giderici yoktur. Eğer sana
bir hayır da dilerse O'nun bu hayrını geri çevirici hiçbir kuvvet de
yoktur" (Yunus: 10/107)
"Allah'ın
insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur. Tutacağı bir şeyi de
salıverecek yoktur"
(Fatır: 35/2)
"De ki: "O
halde bana haber verin. Allah bana herhangi bir zarar dilerse, sizin Allah'ı
bırakıp da taptıklarınız O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahud Allah bana
bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini geri çevirebilirler mi?" De
ki: "Bana Allah yeter, güven ve dayanak arayanlar da ancak O'na güvenip
dayanırlar"
(Zümer: 39/38)
Bunlara benzer ayetler
Kur'an-ı Kerim'de daha bir çoktur. Nebi ve Rasullerin dışındaki din ve ilim
adamlarına gelince: Bunları, nebi ve Rasullerin ümmeti arasında, Rasullerin
getirdiği emirleri ümmete açıklayıp talim ettiren, onlara edeb ve terbiyeyi
öğreten ve ümmet tarafından dinlenen birer vasıta olarak kabul eden kimseler bu
inançlarında isabet kaydetmişlerdir, doğruyu görmüşlerdir.
Bu, din ve ilim
adamları bir mesele üzerinde ittifak ettikleri zaman, böyle bir ittifak
yeterli bir hüccet ve şüphe edi-lemiyecek bir delil niteliği kazanır. Çünkü
Allah'ın dininin gerçek alimleri hata üzere birleşmezler. Şayet ilim ve din
adamları bir mesele üzerinde birleşmişlerse, onu Allah'ın kitabına ve
Rasulü'nün hadislerine havale etmiş, bu iki mutlak kaynağın hükümleriyle
halletmişlerdir. Çünkü gerçek din ve ilim adamlarından hiçbiri, şahsen, ferdi
bakımdan asla masum değildirler. Onun için bütün insanlar bunların bazı
hükümlerini kabul eder, bazılarını reddedebilir. Fakat Allah Rasulü'nün hiçbir
sözü ve hükmü asla reddedilemez. Onun için de din ve ilim adamları, ihtilafa
düştüğü bir meseleyi Allah'ın ve Rasulü'nün hükmüne müracaat ederek çözümlerler.
Din ve ilim adamları hakkında Allah'ın Rasulü şöyle buyurmaktadır:
"Alimler nebi ve
Rasullerin mirasçısıdır. Muhakkak ki Nebi ve Rasuller insanlara altını ve
parayı miras olarak bırakmazlar. Onların mirası sadece İlimdir. Kim onların
bıraktığı ilmi elde ederse, çok büyük bîr nasib elde etmiş demektir.[46]
Bir kimse hükümdara
yakın olan kimselerin, hükümdar ile halkı arasında vasıta oluşu gibi, din ve
ilim adamlarını veya şeyhleri Allah ile kulları arasında bir vasıta olarak
görürse, böyle itikad ederse... Yani, kulların ihtiyaçlarım Allah'a onlar
sunuyor ve Allah ancak kullarına onların aracılığı ile hidayet ediyor ve nzık
veriyor... Halk onlardan, onlar da Allah'dan istiyor. Aynen hükümdarın
yakınlarının, halk namına hükümdardan bir şey istemesi gibi... Elbette ki halk
isteklerini doğrudan doğruya hükümdardan istememek için, onun yakınlarını
araya koyar. Çünkü, halka karşı hükümdar, yanma varılması mümkün olmayan bir
makamdadır. O bakımdan yakınlarından aracı olmasını bekler daima... Böylesini
daha uygun ve faydalı bulur.
Her kim yukarda
anlattığımız biçimde, Allah'la kulları arasında bir vasıta olduğuna inanırsa, o
kimse müşrik ve kafir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi gerekir. Tevbe
ederlerse kurtulurlar, etmezlerse katledilirler. Çünkü bu teşbih-çiler, Haliki
mahluka benzetmiş ve böylelikle Allah'a en büyük bir şirk koşmuş olurlar.
Kur'an-ı Kerim'de
böyle bir itikadı reddeden ayetler, bu küçük kitaba sığamayacak kadar çoktur.
Hükümdar ile, tebası
arasındaki vasıtaların varlığı şu üç sebebe dayanır:
1- Hükümdar
herşeyi bilmez. Onun için, halkın isteklerini bildirmesi ancak aracı ile olur.
Halbuki Allah, gizli açık her şeyi bilendir. Bir kimse, Allah'a bilgisizlik
izafe ederse şirke ve küfre düşmüş olur. Melekler, Nebi ve Rasuller, yahut
şeyhler haber verinceye kadar, Allah kullarının durumundan haberdar olmaz, gibi
bir itikad sahibi, elbette ki küfrün en derin gayyasına düşer. Allah her türlü
eksiklikten münezzeh olan mutlak bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa,
kim ne yapıyorsa, onu mutlak anlamda bilir. O herşeyi İşitir, en küçük bir
zerreyi bile görür. O, ayrı ayrı dillerden kendisine dua edip isteyen
kullarının seslerini duyar, dillerini anlar. Birini dinlerken, Öbürünü
işitmekten uzak olmaz. İsteklilerin ve isteklerin çokluğu O'nu asla yanıltmaz.
2- Hükümdar
güçsüz ve iktidarsız olduğundan, her şeyi bilecek kaabiliyet ve güçde
olmadığından, vasıtalar olmaksızın halkın isteklerini ve halini bilemez. Ve
bilemediği için de, idare etmekten aciz kalır. İşte bundan ötürü hükümdar,
bilgi edinmek için, yardımcılar edinir, onları halkla kendi arasında vasıta
olarak kullanır. Halbuki, yukarda da izah ettiğimiz gibi, Allah'ın haşa böyle
bir eksikliği ve zaafı olmadığı için, yardımcıya ve kullan ile arasında bir vasıta
kullanmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü o herşeye kadir, her şeye mutlak anlamda güç
yetirendir.
O, bütün mevcudatın, o
mevcudad içindeki bütün külli sebeplerin yaratıcısı, hükmedici, Rabbidir. O
yarattığı hiçbir mahluka muhtaç değildir. Halbuki, hükümdarın yardımcıları ve
vasıta olarak kullandıkları, onun sultanlığına ortak olanlardır. Hükümdarlık
haklarını bölüşenlerdir. Allah mahlukuna mutlak anlamda, hiç ortağı olmayan
bir hükümrandır. Allah hiçbir ortağı olmayan sultandır, mabuddur ve mülk
mutlak anlamda O'nundur. Hamd O'nadır ve O her şeye hükmedecek kudrettedir.
3- Hükümdar,
kendi dışından bazı kimselerin tahriki ve teşviki olmadan, hiç kimseye bir şey
vermek istemez, böyle bir arzu duymaz. Ancak kendisine zarar vereceğinden
korktuğu, desteğine muhtaç olduğu bir kimse, hükümdara nasihat ve tavsiye
ederse, yol gösterirse, o zaman hükümdarın iradesi uyanır, bir şeyler vermek için faaliyete
geçer. Bu hareket, nasihati verenin kalpde doğurduğu merhametten de doğar,
ikaz edenin korkusundan da olabilir. Hatta belki de, ikaz edenin hatırı için
olur sadece.
Allah ise, herşeyin
yaratıcısı ve sahibidir. O, kullarına karşı, annenin çocuğuna duyduğu
merhametin çok üzerinde bir merhamete sahipdir.
Her şey O'nun dilemesi
ile olur. Ancak O'nun istediği şey olur, istemediği hiçbir şey de olmaz. Allah
kullarından bir kısmını diğerleri üzerine yardım etmek için görevlendirir-se,
ancak o görev yerine getirilir. Bütün yardımlar Allah'ın isteği ile olur.
Çünkü, aracıların öğüdü ve yol göstermesi ancak Allah izin verirse hükümdarın
kalbini yumuşatır. İnsanı kalbindeki iradeyi yaratan da AHah'dır. Hiçbir
kimse, Allah'a istemediği ve irade etmediği bir duygu sokamaz. Allah'ın
bilgisi dışındaki herhangi bir şeyi kimse kemseye öğretemez, anlatamaz. Bütün
bir varlıkta Allah'ın ümit bekleyeceği ve korkacağı hiçbir yaratık yoktur.
Bundan dolayıdır ki, Allah'ın Rasulü,
"Sizden hiç
biriniz "Allah'ım, beni istersen affet, istersen rahmet eyle"
demesin. İstediğini kesin olarak istesin. Zira Allah'ı zorlayıcı hiçbir kuvvet
yoktur.[47]
buyurmuştur. Allah
katında şefaat edecek şeyler, sadece Allah'ın izin verdiği şeylerdir ve ancak
Allah'ın izni ile şefaat edebilirler.
Cenabı Hak buyuruyor:
"Allah, o
AHah'dır ki, kendinden başka hiçbir ilah yoktur. O, geriye ve ileriye doğru sonu
olmayan diridir. Zatiyi a ve kemaliyle kaimdir. O'nu uyuklama hali yakalamaz
ve asla uyumaz O, Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de ortaksız olarak O'nun.
O'nun izni olmadıkça nez-dinde şefaat edecek olan da kimmiş? O herkesin önünde
ve ardında ne olduğunu kesin kes bilir. O'nun ilminden yalnız kendisinin
dilediğinden başka hiçbir şeyi kabil değil kavrayamazlar. O'nun kürsüsü
gökle" ve yeri kuşatmıştır. Bunların varlığı O'na ağır gelmez. O çok yüce
ve büyüktür" (Bakara: 2/255)
"Önlerindekini de
arkalarındakini de hep O bilir. Bunlar Allah'ın rızasına kavuşmuş olan kimseden
başkasına şefaat edemezler. Bunlar O'nun korkusundan tiril tiril
titreyenlerdir" (Enbiya: 21/28)
"Ey Rasulüm!
Onlara de ki: Allah'ı bırakıp da, O'nun yerine koyduklarınız efendilerinize
istediğiniz kadar yalvarın. Onların güçleri ne yerde ne de gökte hayır ve şer
yapmaya, bir zerre miktarı bile yetmez. Onların buralarda hiçbir ortaklığı
olmadığı gibi, Allah'ın da bunlardan hiçbir yardımcısı yoktur. O'nun nezdinde,
ahiret-te O'nun izin verdiği kimselerden başka hiçbir şefaatçinin aracılığı
fayda vermez. Nihayet ona izin çıktığı ve korku giderildiği zaman,
birbirlerine: "Rabbimiz ne buyurur?" derler. O şefaat ediciler de:
"Hakkı söyledi" derler. O Allah çok yüce ve çok büyüktür (Sebe:
34/22-23)
Bütün bu ayetlerden
anlaşılıyor ki, Allah'tan başka hiç kimsede ne verilecek bir mülk ne de
herhangi bir başka şey var. Halbuki, istenecek, dilenilecek kimsede mülk ve istenen
şeylerin hepsi olmalıdır. Her yaratılmış şey ortaksız olarak sadece Allah'ın
olduğuna göre, O'ndan başkası kimseye herhangi bir şey veremez. Böyle olduğuna
göre, elbette ki, hiç kimse O'nun yardımcısı da olamaz. Allah'ın izni
olmadıkça, kimse kimseye şefaat edemez. Hükümdarların durumu böyle değildir
elbette. Hükümdara aracılık yapacak kadar yakın olan bir kimsede, verebileceği
bir miktar mülk vardır.
Bazen de mülkde hükümdarlarla ortaktırlar. Mülkün idare edilmesinde hükümdarın
yardımcısı, hatta hükümdarın dayandığı kuvvettirler zaman zaman...
Hükümdarın yakınları
ve yardımcıları, mülkünde ortak oldukları için, aracılık yapmak için ne
hükümdardan ve ne de başkalarından izin almazlar. Hükümdar, bazen bu aracılara
muhtaç olduğu için isteklerini yerine getirir, bazen de korktuğu için. Bazen de
daha evvel kendisine aracılar tarafından yapılmış bir yardımın bedeli olarak
yapar. Hatta hükümdarlar karılarının ve çocuklarının şefaatlarım bile kabul
eder. Zira hükümdar karısına ve çocuğuna muhtaçtır. O kadar ki, karısı veya
çocuğu kendisinden yüz çevirseler, o bu yüz çevirmeden zarara uğrar. Hükümdar
kölesinin şefaatini bile kabul eder zaman zaman. Çünkü bazı isteklerinin yerine
getirmediği kölesinin kendisine iyi hizmet vermeyeceğinden ve hatta kötülük
yapacağından korkar. Kulların bir kısmının diğer kısmı üzerindeki şefaati hep
bu cinstendir. Bir insan diğer bir insanın şefaatim yapıyorsa, ya tamah ettiği,
istediği bir şey vaı ya da bir şeylerden korkmaktadır. Halbuki Allah ne
kim>. aen bir menfaat bekler, ne tamah ve ihtiyaç sahibidir. Ne de herhangi
bir şeyden korkar. 0 sonsuz zenginlik ve güç sahibidir.
Bütün bunları
anlatışımızdaki sebep şudur: Allah hiçbir kulun başka bir kuldan bir şey
istemesini emretmemiştir. Ancak o istediği şeyde, kendisi için bir maslahat
bahis konusu ise, böylesi bir istek yapmaya da engel bir hal yoktur. Bu
maslahatın da, ya vacib ya müstehap olması lazımdır. Yüce Allah kulun bundan
başkası için kimseden bir şey istemesini hoş görmez. Hele sadece kendisinin
gücü dahilindeki or-taksız sahibi olduğu şeylerin bir kuldan istenmesini hiçbir
şekilde izin vermez. Mecbur olmadıkça, hayatı bir konu olmadıkça, hiç kimsenin
bir başkasından bir şey istemesini haram kılmıştır Yüce Allah buyuruyor:
"O gün onların
hepsini bir araya toplaycağız. Sonra mülk ve hükümde Allah'a ortak koşanlara:
"Siz de, ortak koştuklarınız da durunuz durduğunuz yerde" diyeceğiz.
Onları birbirinden tamamen ayırımsızdır. Bize hükümde ortak koştukları
Rabbinler onlara: "Siz dünyada bize tapmıyor ve itaat etmiyordunuz
ki" diyerek, onları yalanlayacak" (Yunus: 10/28)
"Haberiniz olsun
ki, göklerde ve yerde her ne varsa şüphe yok ki Allah'ındır. Allah'tan
başkasına itaat edenler dahi, gerçekte, Allah'tan gayri itaat ettiklerine
itaat etmiş olmuyorlar. Onlar ancak kendi boş zanlarına uymuş oluyorlar ve
yalan söylemiş oluyorlar" (Yunus: 10/S6)
Müşrikler
istediklerini elde etmek için şefaatçılar ediniyorlardı. Yüce Allah bunlar
hakkında şöyle buyurmaktadır mealen:
"Onlar Allah'ı
bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir yarar sağlayamayacak şeylere
bağlanırlar. Bir de bu bağlandıkları şeyler hakkında 'bunlar bizimle Allah
arasında bir aracıdırlar, Allah katında bizim şefaatçımiz-dır' derler. De ki:
"Allah'a göklerde ve yerde bilmeyeceği, bilemeyeceği bir şeyden mi haber
veriyorsanız? Haşa, O eş tuttukları şeyden münezzehdir"
(Yunus: 10/18)
"O vakit, Allah'ı
bırakıp da kendilerine Rab ve şefaatçi edindikleri düzmece ilahları, onlara
Allah'ın azabını savmada yardımcı olmalı değil mi idi? Tersine, bunlar,
kendilerini terkedip başlarının çaresine düştüler. Bunlar onların yalanlarıdır,
düzdükleri hayalleridir" (Ahkaf: 46/28)
"Dikkat edin!
Halis din Allah'ındır. O Allah'ı bırakıp da kendilerine bir takım başka dostlar
edinenler derler ki: Biz bunlara, bizi biraz daha Allah'a yaklaştırsınlar
diye bağlanıyoruz"
"Hiç şüphe yok
yüce olan Allah, onlarla müminler arasında, ayrılıklara düşegeldikleri şeyler
hakkında, hükmünü verecektir. Söyledikleri muhakkak ki yalandır ve gerçekten
kafir olan öyle kimseleri Allah doğru yola götürmez"
(Zümer: 39/3)
"Sizin melekleri
ve nebileri ilahlar edinmenizi emretmez. O, size hiç Müslüman olduktan sonra,
yeniden kafirliğe dönmenizi emreder mi?" (Al-i İmran: 3/80)
"De ki: Allah'ı
bırakıp da O'nun yerine kendinize ilah edindiklerinizi çağırın yardımınıza! Onlar
sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremiyecekleri gibi, size gelecek herhangi
bir belayı da değiştiremezler. Onların yardım istedikleri ve böylece
kendilerine Rab edindikleri de, Allah'a daha yakın olmak için yol arayıp
duruyorlar. O'nun rahmetini umuyorlar ve azabından korkuyorlar. Çünkü Rabbin
azabı ne kadar korkunç bir azabdır"
(İsra: 17/56-57)
Naklettiğimiz son
ayette, Yüce Allah, kendi dışındaki varlıklardan yardım ve istimdad
istenenlerin, beklenenlerin, hiçbir belayı defedemiyeceklerini, böyle bir
güçleri olmadığını açıklıyor. Ö yardım beklenenlerin de aynı kendileri gibi,
yani yardım isteyenler gibi yardıma muhtaç olduklarını, Allah'ın azabından
korktuklarını ve aynen isteyenler gibi, Allah'a yaklaşmak ve sığınmak
istediklerini beyan ediyor. Böylece müşriklerin melekler, nebiler ve şeyhlerden
yardım istemelerini reddediyor. Onların anladığı ve iddia ettiği anlamda bir
şefaat olmadığını kesin kes açıklıyor. Kendisinden başka hiç kimseyi duaya
muhattab saymıyor Yüce Allah...
Şefaat bir biçimde
duadır. Hiç şüphe yok ki, insanlardan bir kısmının bir başka kısım için yaptığı
dua fayda verir. İnsanların birbirine dua etmesi Allah'ın emridir. Fakat, dua
eden kimsenin duası ve aracılığı Allah'ın
razı olduğu, kabul edeceği, hakedilmiş bir istek olmalıdır. Mesela, bir kimse
bir müşrik için dua etmiş olsa karşılığı sadece bir hiçtir. Din düşmanlarına
mağfiret dilese bir kimse, böyle bir kimsenin duası kendisine beddua olarak
geri döner. Onun için hiçbir . Müslüman, Allah'ın yasakladığı kimseler için dua
edemez, böyleleri için Allah'tan hiçbir şey isteyemez.
Yüce Allah buyuruyor:
"Müşriklerin, o
çılgın ateşin yoldaşlarının cehennemlik oldukları kesinlikle ortaya çıktıktan
sonra, artık onların lehine ister en yakın akrabaları isterse rasul olsun, hiç
kimsenin şefaat dilemeleri doğru değildir, İbrahim'in babası hakkında yapmış
olduğu dua, ancak ona yapılmış bir vaadden ötürü idi. Yoksa, onun Allah'ın düşmanı
olduğunu öğrendikten sonra ona şefaatçi olmaktan vazgeçti ve ondan uzaklaştı.
İbrahim cidden çok tazarru ve niyaz eden bir hassas kalbe ve ezaya sabırla
göğüs geren bir yüreğe sahipti" (Tevbe: 9/113-114)
Cenab-ı Hak müşrikler
hakkında şöyle buyurmaktadır mealen:
"Ha istiğfar
etmişsin onlara, ha etmemişsin, hiçbir şey değişmez. Allah onları asla bağışlamaz.
Hiç şüphe yok Allah fasıklar grubunu doğru yola iletmez"
(Münafikun: 63/6)
Yüce Allah kendi
elçisini müşrik ve münafıklar hakkında af dilemekten menetmiştir ve böyle bir
af istediği takdirde af etmeyeceğini açık açık beyan buyurmuştur...
Bu durum sahih bir
hadisde de dile getirilmiştir...
Mesela şu ayeti
celiiede buyrulmaktadır:
"Şüphesiz Allah,
kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bundan başka suçlar için, dilediğini
bağışlar. Kim Allah'a bir ortak koşarsa, hiç şüphe yok ki iftira etmiş ve büyük
bir günah işlemiş olur" (Nisa: 4/48)
Bir başka ayette
mealen:
"Onlardan ölen
bir kimse için asla dua etme! Mezarı başında durma! Çünkü onlar, Allah'ı ve
RasuhVnü reddederek kafir oldular, Ve onlar fasık kimseler olarak öldüler"
(Tevbe: 9/84)
"Rabbinize
yalvara yalvara, gizlice dua edin. Şu asla değişmez bir gerçektir ki, Allah
haddi aşanları sevmez"
(A'raf: 7/55)
Yukarda naklettiğimiz
ayet, duada haddi aşmayın emrini vermektedir. Yüce Allah'ın yapmayacağı bir
şeyi istemek, duada haddi aşmaktır ve karşılığı da cezadır.
Mesela: Nebi ve
Rasullerin derece ve makamlarını istemek, yahut müşriklerin affını dilemek ve
benzeri dualar, haddi aşan dualardır. Küfre, isyana yardım için dua edilmesi
haddi aşmadır. Hasılı Allah'ın günah saydığı herhangi bir şeyi dua ederek
Allah'tan istemek haddi aşmadır.
Yüce Allah, ancak
içinde günah olmayan duayı istediği kimseden kabul buyurur. Bir bakıma böyle
bir dua, zaten hakedilmiş bir istektir. Kendisinin şefaati kabul edilebilir
kullar, zaten bundan başkası için kimseye şefaat etmez. Şayet bilmeyerek,
Allah'ın razı olmadığı, dua edilen kimsenin haketmediği bir istekte bulunmuşsa,
bu duasından hemen vazgeçer. Çünkü şefaat izni verilebilecek kullar, caiz olmayan
bir fiili yapmaya devam etmekten uzak kimselerdir.
Nuh'un (a.s.) duası ve
Allah'ın verdiği cevabda olduğu gibi:
"Nuh Rabbine dua
edip dedi ki: "Ey Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim ailemdendir. Senin
vaadin şüphesiz ki haktır. Ve sen hakimlerin hakimisin" Allah da şöyle
buyurdu: "Ey Nuh. O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı
işlediği iş, bizim istemiş olduğum doğru iş değildir, tersine çok kötü bir
iştir. O halde aslını bilmediğin bir şeyi benden isteme. Seni bilmez
kimseterden olmaktan men ederim" Nuh: "Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir
şeyi senden istemekten yine şana sığınırım. Eğer, beni yargılamazsan,
esirgemezsen, hürana uğrayanlardan olurum!" (Hud: 11/45-47)
Yüce Allah'a dua eden
ve şefaat dileyen herkesin, bu dua ve şefaati ancak yaratanın kazası, kaderi ve
dilemesi ile olur. Duaya muhattab olacak, kabul edecek olan ancak O'dur. Dua da
Allah'ın takdir ettiği sebeplerden biridir. Gerçek bu olunca, Allah'ın
sebeplerine yönelmek sadece onlara güvenmek, tevhid inancına göre şirk
sayılır. Sebepleri yok bilmek sebebi müsebbib yapmaktır ki, bu da büyük bir akü
eksikliğidir. Çünkü sebeplerden uzaklaşmak, onlara tevessül etmemek şeriata
göre yasaktır.
Kul için vacib olan,
zorunlu olan, tevekkülünü, istemesini, duasını ve itibar ve rağbetini yalnız
Allah'a yöneltmesidir. Yüce Allah, kendisine sebeplerden, insanların duasından
ve şefaatmdan dilediğini takdir ve nasib buyurur.
Derece ve makam olarak
üstün olanın duasının kabul buyrulacağı gibi, derece ve mertebesi aşağı
seviyede olanında duası kabul buyrulur. Başka bir deyimle, derecesi yüksek
olan bir kişinin kendinden aşağıda olan için yaptığı dua kabul olabileceği
gibi, derecesi düşük olanın kendisinden daha üst derecede olan için yapmış
olduğu dua da makbul olabilir. Her Müslümanm başka Müslüman hakkında dua
etmesi caizdir. Rasulden dua etmesi istendiği gibi, Ömer (r.a.) ve
Müslümanlar, Rasulün amcasından yağmur için dua etmesini talep etmişlerdir.
İnsanlar kıyamet
gününde, Rasulullah'tan (s.a.v.) ve diğer nebilerden şefaat isteyeceklerdir.
Allah'ın Rasulü şefaat edicilerin efendisidir. Onun kendisine mahsus şefaati
vardır. Bununla birlikte, Müslim ve Buhari'de şöyle bir nakil bulunmaktadır:
"Ezan okuyan bir
müezzinin ezanını duyduğunuz zaman, siz de müezzinle birlikte dediklerini
tekrarlayın. Sonra da üzerime selat okuyun. Kim bana bir selat okursa, Allan
ona on rahmet gönderir. Sonra Allah'tan benim için vesile isteyin. Vesile
cennette bir mertebedir. Allah'ın kullarından bir kula nasib olacaktır. Ümit
ediyorum ki ben o kul olayım. Kim Allah'tan benim için bir vesile isterse,
kıyamette şefaatim ona helal olur.[48]
Ömer (r.a.) Umre haccı
yapmak üzere Rasulle vedalaşırken, Rasul ona şöyle söylemişti:
"Ey kardeşim,
beni de duadan unutma! [49]
Anlaşılıyor ki,
Allah'ın Rasulü ümmetinden kendisi için dua etmesini istemiştir. Fakat bu
istek, ümmetin istediği biçimde bir istek değildir. Bu, ümmetin amel
ettiklerinde ve sevap kazandıkları diğer emirlerde olduğu gibi, ümmetine vermiş
olduğu emirlerden bir emirdir. Allah'ın Rasulüne de, emirleri ile hareket eden
ümmetinin kazandığı ecir kadar sevap ve mükafat ihsan buyrulur. Bu hususda bir
gerçek ha-disde buyrulmaktadır:
"Bir kimse
diğerlerini bir hidayete çağırsa, davetine uyan kimselerin sevabı kadar sevap
kazanır. Davete icabet edenlerin ecirlerinden de zerre kadar eksilmez. Bir
kimse bir başka kimseyi sapıklığa davet etse, aynı sapıklığa davet ettiği
kişinin günahı kadar günah kazanmış olur. Davete icabet eden kişinin günahından
da zerre kadar eksilmez. [50]
Allah'ın Rasulü de
insanları doğru yola, yani hidayete çağırmaktadır. Elbette ki davetine
uyanların kazandığı sevap ve mükafatlar kadar mükafat ve sevap kazanmıştır
Allah'ın Rasulü... Ümmeti ona selat ve selam eylediği zaman da durum böyledir.
Bir selatu selam gönderene Allah on rahmet eder. Allah'ın Rasulü'ne de bu
selatu selam gönderenlerin sevabı kadar sevap yazılır, mükafat ihsan edilir.
Çünkü, ümmetin Allah'ın rahmetine ulaşması için gerekli çalışmayı o yapmıştır.
Bir başka deyimle, ümmeti onun çalışmaları sonucu ulaştıkları islamdan dolayı
mükafatına ve ihsanına layık bulmuştur. Böyle olunca da ümmetinin hakettiği
mükafatın aynısı Allah'ın Rasulü'ne de verilmektedir. Bu, Yüce Allah'ın
Rasulü'ne layık gördüğü bir nimetidir.
Sahih bir hadiste
Allah'ın Rasulü şöyle buyurmaktadır:
"Bir insan yanında
olmayan bir kardeşine dua ederse, Cenab-ı Hak ona muhakkak bir melek tayin
eder ve yanına arkadaş olarak koyar ki, her dua edişte o görevli melek Amin,
bir o kadar da senin için der.[51]
Başka bir hadisle
buyrulmuştur:
"En çok kabul
edilen dua, birbirinden uzak olan kişilerin birbirine ettiği duadır. [52]
Her ne kadar dua eden
kişi dua edilen kişi değilse de, başkası için yapılan dua, dua edilen kişiye
de dua eden kişiye de menfaat temin eder. Bir mü'minin diğer mü'min kardeşi
için yaptığı dua, hem ona hem de kendisine fayda verir. Bir kimse diğer bir
kimseye "Bana dua et" dese, bu istekte her ikisi de kastedilse, takva
üzere birbirleriyle yardımlaş-mış sayılırlar. Dua isteyen kişi, talep ettiği
kişiyi hayra teşvik etmiş ve böylece her ikisine fayda sağlayacak bir iş yapılmış
olur. Bir insan bir başka insanı hayra teşvik eder, o da onu yerine getirirse,
yerine getirmenin sevabı kadar teşvik edilene sevab isabet eder.
Kulun edeceği dualar
hakkında Yüce Allah buyurmaktadır:
"Öyleyse, fırsat
elde iken şu "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" gerçeğini bil, hem
kendinin, hem erkek hem de kadın müzminlerin yargılanmasını iste. Allah hem
dolaştığınız, hem de barındığınız yeri çok iyi bilir"
(Muhammed: 47/19)
Allah'ın Rasulü
mü'minler için istiğfar edilmesini emrediyor ve sonra da buyuruyor:
"Biz hiçbir
elçimizi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle
göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'tan
mağfiret dileselerdi, onlara sen de mağfiret isteseydin, elbette Allah'ı
tevbeleri hakkıyla kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı" (Nisa:
4/64)
Yüce Allah erkek ve
kadın mü'minlerin günahları için af dilediklerini ve Allah'ın Rasulü'nün de
onlar için istiğfar eylediğini zikrediyor. Çünkü Allah Rasulü'nün istiğfarı Allah'ın
emirlerinden bir emirdir. Allah, Rasulüne, mü'min ve müminatm günahlarının affı
için af dilemesini ve bizzat istiğfar eylemesini emretmiştir.
Allah hiçbir insana
diğer bir insan için bir şey istemesini emretmemiştir. Allah'ın böyle bir emri
yok. Fakat mü'minlerin birbirlerine dua etmesini vacib veya müstehab olarak
emretmiştir. Öyleyse böyle bir emri yerine getirmek Allah'a itaat etmenin ta
kendisidir. Allah'a yakınlaşmak için yapılan güzel bir iştir. Bir başkasına
dua etmek, onun için iyilik istemek, insan için en büyük nimet ve iman
göstergesidir.
Belki de böylesi bir
isteyiş Allah'ın kullarına gerçek anlamda imana götürecek zamana rastlar ve
Allah da vakti denk gelen isteği yerine getirir.
İman; karar vermek, ve
verilen karan yerine getirmek için çalışmaktır. Bu bakımdan kulun kararlan ve
bu kararlar çerçevesinde yaptıkları ne kadar çok olursa, imanı da o derece
artmış olur.
İşte bu, Fatiha
süresindeki
"Kendilerine
nimet ihsan ettiklerinin yoluna"
ifadesinin ve Nisa
süresindeki 69. ayette geçen, zikredilen gerçek nimetin ta kendisidir.
Dini bir yanı olmayan
salt dünya nimeti gerçek bir nimet midir, yoksa değil midir? Bu konu hakkında
asrımızın alemlerinin ve evvelkilerin iki görüşü vardır. Gerçek şudur ki, tek
basma dünya nimeti dört başı mamur bir nimet olmasa da, bir yönden yine de
üstün bir nimettir.
İstenmesi gereken dini
nimetlere gelince onlar, farz, vacib ve müstehab gibi Allah'ın emirleridir.
Bunlar bütün Müslümanların ittifakı ile, talib edilmesi gereken hayırlı nimetlerdir.
Sünnet ehline göre, gerçek nimetler bunlardır. Zira ehli sünnete göre, Yüce
Allah, kullarını hayırlı işler yapmaya sevketmekle, onları nimetlendirmiş ve
en büyük ihsanına mazhar kılmıştır.
Söylediklerimizin
maksadı şudur: Şüphesiz Yüce Allah, hiçbir yaratığın diğer yaratıktan bir
şeyler istemesini emretmemiştir. Fakat mahlukat için menfaat verici bir şey
olursa, böylesi bir istek sözümüzün dışında kalır. Bu maslahat da, farz, vacib
ve müstehab sayılmış olan işlerdir. Yüce Allah kulundan bundan başka bir şey
istemiyor.
Gene anlatmak
istediğimiz manalardan biri de şudur: Kim hükümdar ile halkı arasında bulunan
aracılar gibi bir aracı sınıfı, ya da kişileri Allah ile kullan arasında da
var kabul ederse, böyle bir telakki sahibinin şirk koştuğunu vurgulamaktır.
Böylesi bir inanç müşriklerin ve putperestlerin dinidir, gerçeğini anlatmak
istedik...
Nitekim müşrikler
"Bu heykeller nebilerin ve salih kimselerin sembolleridir. Bunlar Allah
ile bizim aramızda bir vasıtadırlar. Bu vasıtalarla biz Allah'a
yaklaşıyoruz" diyorlardı.
Yüce Allah
hıristiyanların bu kabil inançlarını şirk sayarak reddetti.
Yüce Allah bu konuda
buyuruyor ki:
"Onlar Allah'ı
bırakıp, bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesihi tanrılar edindiler.
Halbuki bunlar da, ancak bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla
emrolunmamıştır. 'O'ndan başka ilah yok. O, insanların eş tuttuğu her şeyden
yüce ve münezzehdir'" (Tevbe: 9/31)
Vasıtaya gerek yok.
Çünkü Allah kuluna harkesten ve herşeyden yakındır.
Cenab-ı Hak buyuruyor:
"Kullarım sana
beni sorunca, haber ver ki, ben onlara muhakkak ki yakınımdır. Bana dua edince
dua edenin duasına icabet ederim. O halde onlar itaat ve imanla davetime
icabet etsinler. Doğru yolu buluncaya kadar..." (Bakara: 2/186)
Yukardaki ayette Yüce
Allah, emir ve yasaklanma uymaları için onları çağırdığımda, bu davetime
icabet etsinler ve bana iman eylesinler. Ben de onların, isteklerine, yakarışlarına,
dualarına ve çağrılarına icabet ederim, demek istemektedir.
Aşağıdaki ayeti
kerimeler de konumuz hakkında ikaz hüviyetindedir:
"O halde boş
kaldın mı hemen doğrul ve her işinde ancak Rabbine sarıl" (İnşirah:
94/7-8)
"Denizde size bir
sıkıntı isabet ettiği zaman, O'ndan başka bütün kendinize efendi edindikleriniz
kaybolup gider. Sadece gerçek efendi olan Allah'tan yardım istersiniz. Fakat
O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine O'ndan yüz çevirirsiniz. Şu insan ne de
nankördür" (İsra:
17/67)
"Yoksa bunalmışa,
kendine dua ve iltica ettiği zaman icabet eden, fenalığı gideren, sizi
yeryüzünün efendisi ve hükümdarı kılana mı? Allah ile birlikte bir başka ilah
ha? Siz ne rezilane düşünüyorsunuz!" (Nemi: 27/62)
"Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi O'ndan ister. O her an bir iştedir" (Rahman: 55/29)
Cenab-ı zülcelal
hazretleri Kur'an-i Kerim'de tevhidin bütün esaslarım pek açık bir biçimde
beyan buyurmuş ve şirkin her türlüsünü söküp atmıştır. Öyle ki, hiç kimse Allah'tan
başka hiçbir şeyden korkmasın. O'ndan başkasından ümit beklemesin ve O'ndan
başka hiçbir kuvvete tevekkül etmesin. Maide 44, Al-i İmran 175. ayetlerde Yüce
Allah bizi şeytanın dostlarından korkutur. Nisa 77, Tevbe 15, Nur 52.
ayetlerinde de, itaatin sadece Allah'a ve Rasulüne yapılması gerektiğini beyan
eder.
Haşyet ve hayranlık da
sadece Yüce Allah'a duyulur.
Buyuruyor yaratan:
"Onlar Allah ve
Rasulü kendilerine ne verdiyse sadece buna razı olsalardı da "Bize yalnız
Allah yeter, yakında bize kerim olan rızkından Allah da verir Rasulü de. Biz
yalnız Allah'a rağbet edicileriz" deselerdi"
(Tevbe: 9/59)
"Onlar öyle
kimselerdir ki, kendilerine "düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu
hazırladılar, o halde onlardan korkun" dediler de, bu sözler onların
imanlarını artırdı ve "Bize Allah yeter. O ne güzel vekildir" dediler" (Al-i İmran:
3/173)
Allah'ın Rasulü de bu
tevhid anlayışını ümmetine telkin ve tavsiye ediyordu. Şirkin her çeşidinden
ümmetini sıyırmaya ve uzaklaştırmaya çalışıyordu. Allah Rasulü 'nün bütün
gayreti tevhidle ilgilidir. Her çalışmanın hedefi "Laila-he illallah"
lafzının hakikatidir. Zira ilah, kalplerin bütün varlığı ile bağlandığı,
bağlanacağı bir kudrettir. Onun için, kalp böyle bir kudrete, haşyet, korku,
ihtiram, ikram ve sonsuz ümitle bağlanmalıdır. Kısacası, insanın kulluk
edebileceği kudret demektir ilah. O kadar ki, bir kısım kimseler maşallah ve
şane Muhammed (Allah ve Muhammed böyle istedi) dediği zaman, Allah'ın Rasulü
şöyle buyurmuştur:
"Köyle demeyin,
önce Allah diledi, ondan sonra Ra-sul diledi deyin"
"Allah ve sen
diledin" diyen bir adama, Allah'ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
"Beni Allah'a
şerik mi koşuyorsun, sadece Allah diledi, de"
Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
"Kim yemin etmek
diliyorsa Allah'a yemin etsin, yahut da sussun.[53]
"Kim Allah'tan
başkası için yemin etmişse, o kişi Allah'a şirk koşmuş olur. [54]
İbni Abbas'a şöyle
buyurmuştur:
"İstediğin zaman
Allah'tan iste. İstimdad ve yardım istersen Allah'tan iste. Kalemin mürekkebi
kurumuştur, sen karşılaştığın şey ilesin. Bütün yaratıklar uğraşsa, sana Allah'ın
yazdığı faydalı şeyden başkasını veremezler ve gene bütün yaratıklar çalışsa,
sana Allah'ın yazdığından başka hiçbir zarar veremezler. [55]
Bir başka hadisde:
"Hıristiyanların
İsa'yı göklere çıkardıkları gibi, onu yücelttikleri gibi beni de yüceltmeyin,
uçurmayın. Ben de ancak bir kulum. Onun için bana Allah'ın kulu ve Rasulü
deyin. [56]
Allah Rasulü Allah'a
şöyle yalvanyordu:
"Allah'ım! Benim
kabrimi ibadet edilen bir put haline getirme.[57]
Böyle dua eden
Allah'ın Rasulü, Müslümanlara da şöyle diyordu:
"Kabrimi
ziyaretgah edinmeyin, ama bana dua ve selavat ediniz. Siz nerede olursanız
olunuz, o dua ve selavatbana ulaşır. [58]
Allah Rasulü,
hastalığı sırasında şöyle buyurdu: "Nebilerinin ve Rasullerinîn kabrini
mescid ve secde-gah yapan yahudi ve hıristiyanlara Allah lanet eylesin!. [59]
Böyle ifade ederek
şirkten, tevhidi anlayıştan sapmadan menetmeye çalışıyordu Allah'ın Rasulü
ümmetini.
Aişe (r.a.):
"Eğer Allah Rasulü böyle demeseydi, kabrini daha geniş bir hale
getirirdim, şimdi yapamıyorum, çünkü o, kabrinin mescid haline getirilmesini
yasaklamıştır" diyor
Bu konu çok geniş bir
konudur. Mü'min kişi her ne kadar, Allah'ın herşeyin Rabbi olduğunu biliyor ve
Allah'ın yarattığı sebepleri inkar etmiyorsa da... Mesela; Yağmuru, bitkileri
yetiştirmeye sebep yaptığını (Bakara: 2/64) ve güneşle ayı onlar ile meydana
getirdiği şeylere şefaat ile duayı onlar için icra edeceği şeye tayin
buyurduğunu... Mesela, Müslümanların cenazeye namaz kılmaları, Allah'ın o
cenazeye rahmet eylemesine bir sebep teşkil ettiğini, ayrıca cenaze namazı
kılanların da sevaplandığım biliyor ve inkar etmiyorsa da...
1- Bir
istenen şeyi, muayyen tek bir sebep yerine getiremez. Belki bir çok sebebin
bir araya gelmesi ile istenen şey elde edilebilir. Bununla birlikte, o istenen
şeyin elde edilmeşine engel olacak birçok sebepler de vardır. Şayet Allah elde
edilmesini mümkün kılacak sebepleri bir araya getirmez, engelleyecek sebepleri
de yok etmezse, maksada ulaşmanın imkanı yoktur. Mutlaka ve mutlaka, Allah'ın
dilediği şey meydana gelir, insanlar istese de istemese de... İnsanların istediğini
elde etmesine ancak Allah izin verirse imkan vardır...
Bir şeyin diğer bir
şeye sebep olduğuna itikad etmek, inanmak, ancak onu iyice bilmekle olur.
Bilmeden ve şeriata muhalif olarak bir şeyi diğerine sebep tanıyan kişi batıla
itikad etmiş olur.
Nezir'in veya Adağın
bazı belaları defetmeye, bazı nimetleri de meydana getirmeye sebep olduğunu
zanneden kimseler gibi... Çünkü sahih bir hadisde Allah'ın Rasulü böyle bir
itikadı yasak etmiştir:
"O hiçbir hayır
getirmez, ancak o, cimri olan kimseden çıkarılır.[60]
2- Dini
amellerden herhangi birisi ancak meşru olacak bir şeye sebep teşkil eder. Çünkü
ibadetlerin temeli, vakti belli olmaktır, sabit ve değiştirilmez olmaktır.
Binaenaleyh, ibadet adına insanoğlunun Allah'tan başkasına dua ve İstimdad
ederek, Allah'a şrk koşması asla caiz değildir. İnsan her ne kadar bazı
arzularının yerine gelmesine sebep sansa da...
Bu sebepten ötürü,
şeriata muhalif, sonradan icad edilmiş şeylerle Allah'a ibadet edilmez. Böyle
bir ibadetin doğru zannedilse de, sonuç değişmez. Çünkü insan Allah'a şirk
koştuğu zaman, insanın istikametini şeytan gösteriyor demek olur. Böyle
kimseleri şeytan kendi maksadı için kullanır...
İnsanların
maksatlarını, şayet Allah'a şirik koşuyorsa, elbette ki şeytan
yönlendirecektir...
Nitekim, küfür,
faşıklık ve isyan ile bazı arzular elde edilebilmektedir: Fakat bunların
hiçbiri helal olamaz. Zira bunlarla ortaya çıkan kötülük elde edilen her şeyin
üzerindedir. Kötülük ağır basar sonunda, elde edilen ne kadar faydalı
görünürse görünsün. Yani, kısacası, kötü işler yapılarak elde edilmiş karlar,
zararları asla karşılamaz.
Allah'ın Rasulü
"Menfaatleri tahsil ve ikmal etmek, ancak fesadları ve kötülükleri
azaltmak için gönderilmiştir" buyurmaktadır.
En faydalı ve en
makbul olan şeyler, Allah'ın emrettiklerini yaparak elde edilen şeylerdir.
Onun için bunlar tercih edilir gerçek Müslümanlar tarafından.
Bu cümleleri satırlara
sığmaycak kadar uzatmak mümkündür.
Her şeyin doğrusunu
yalnız Yüce Allah bilir...
Yüce Allah (c.c.)
insanları yaratmış (95/4), fakat onları başıboş bırakmamıştır (75/36). Yarattğı
kulların kendisine kulluk yapmaları ve tağuta kulluktan sakınmaları için
elçiler göndemiş (12/36) ve onlara sadece kendisine kulluk yapmalarını emretmiştir
(12/40). Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim'de kulların yaptıkları sözel dualardaki
ifade şekli ile de şu şekilde dile getimiştîr. "Ancak sana kulluk eder ve
ancak senden yardım dileriz" (1 /5).
Allah'a (c.c.)
yapılması gereken bu kulluktan yüz çeviren kimselerin akıbetleri alçalmış
kimseler olarak cehenneme (ateşe) atılmalarıdır (40/60).
İmam İbn Teymiyye
(r.h.). bu eserinde kulluk ve kulluğa yönelik konuları ele almış Kur'an
ayetlerinden getirdiği bir sürü delille anlatımını zenginleştirmiştir. O'nun bu
eserinde ele aldığı konulardan bazıları şunlardır: Allah'tan başka hiç kimseyi
hüküm sahibi kabul etmemek, Allah'ın (c.c.) çeşitli dönemlerde göndediği
elçilerin (a.s.) tevhid ve kulluk mücadeleleri, başta tasavvufçular olmak üzere
kulluk (ubudiyyet) sınırlarını aşarak ilahlık (uluhiyyet) iddia eden kimselerin
aşırı tavırlarına delilli reddiyeler, Allah (c.c.) ite, kul arasında vasıta
kılmanın hükmü ve kullara gereği gibi kendisine kulluk yapabilmeleri için Yüce
Allah (c.c.) hakkında pratik öğretiler sunan gerekli bilgiler...[61]
[1] Buhari, Enbiya: 48; Darimi, Rikak: 68; Ahmed:
1/23-24-47)
[2] Buhari, İman: 1; Müslim, İman: 1.
[3] Buhari, Kader: II; Müslim, Kader: 13.
[4] Tirmizi,Kader: 12;Tıbb:2İ
[5] Hakim.
[6] Buhari, İman: 9-14; İkrah: I; Müslim, İman: 67;
Tirmizi, İman: 10; Nesai, İman: 3; İbni Mace, Fiten: 23.
[7] Ebu Davud,Zekat:4.
[8] Müslim, Kader: 3; Ebu Davud, Sünnet.
[9] Buhari; Müslim; Kader: 3.
[10] Buhari, Cihad: 7; Rikak: 10; İbn Mace, Zühd: 8.
[11] Buharı, Zekat: 52; Müslim, Zekat: 103; Nesai, Zekat:
83.
[12] Ebu Davud; Zekat: 23; Tırmizi, Zekat: 22.
[13] Ebu Davud, Zekat: 26; Tirmizi, Büyü: 10.
[14] Buharı, Zekat: 50; Büyük: 15.
[15] Buhari,Zekat:50.
[16] Buhari, Zekat: 50; Rikak: 20; Müslim, Zekat: 124;
Muvatta, Sadaka: 7; Ebu Davud, Zekat: 28.
[17] Ibn Mace, İkame: 182.
[18] Ebu Davud, Sünnet: 17.
[19] Buhari, İman: 8; Müslim, İman: 70; Nesai, İman: 19.
[20] Müslim, Zekat: 69; Nisai, Zekat: 64.
[21] Müslim, İmaret: 159.
[22] Müslim, İman: 147; Ebu Davud, Edeb: 29; Tirmizi, Birr:
61.
[23] Müslim, Bin: 136; Ebu Davud, Libas: 29.
[24] Ebu Davud: 69; Nesai, Hayl: 3.
[25] Buhari, İman: 23; Enbiya: 8- 41; Tefsir En'am: 3;
Lokman: i; İstitabe: 1-9; Müslim, İman: 197; Tirmizi, Tefsir En'am.
[26] Müslim, Fedail: 150.
[27] Tirmizi, Menakıb: 14; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed:
11.
[28] Buhari, Menakıb; 45; Müslim, Fedail: 2.
[29] Müslim, Cenaiz: 97.
[30] Buhari, Fedail: 22; Müslim, Fedail: 58-59.
[31] Müslim, Fedail: 33; Ahmed: 2/384.
[32] Buhari, Fedail: 9; Müslim, Fedail: 32.
[33] Buhari, Salat: 80; Feraiz: 9; Fedail: 3-5; Müslim,
Mesacid; 38; Fedail: 27.
[34] Müslim, Rikak: 38; Müslim, Zikir: 20-22.
[35] Buhari, Rikak: 38; Müslim, Zikir: 20-22; îbn Mace,
Fiten: 16.
[36] Buhari, Bedil-Vahy:l; Itk: 6; Menakıb: 45; Nikah: 5;
Eyman: 23; Hiyel: 1; Müslim, İmaret: 155; Ebu Davud, Talak: 11; Tirmizi, Cihad:
16.
[37] Tirmizi, Fiten
[38] İbn Mace Edeb: 55; Tirnıizi Deavat: 8.
[39] Muvatta, Kurlen:'2O.
[40] Müslim, İman: 53-154. 108
[41] Buhari, iman: 19; Müslim, Edeb: 12;Tirmizi, Deavat:
127; İbn Mace, Edeb: 56; Alımed: 5/1041-20-21.
[42] Buhari, Deavat: 65; Tevhid: 58; Müslim, Deavat: 31;
Timizi, Deavat: 59; İbn Mace, Edeb; 56; Ahmed: 2/232.
[43] Buhari, Deavat: 54; Bedil-Halk: 10; Müslim, Zikir: 28;
Tirmizi, Deavat: 61.
[44] Tirmizi Kıyamet: 59; Ahmed: 1/293-303-307. 114
[45] İmam İbn Teymiyye, Kulluk Risalesi, Tevhid Yayınları: 3-115.
[46] Buhari, İlim: 10; Ebu Davud; Iim: 1; îbn Mace,
Mukaddime: 17
[47] Buhari, Deavat: 21; Tevhid: 31; Müslim, Zikir: 7;
Muvatta, Kur'an: 28 Tirmizi, Deavai; 79; Ebu Davud, Salat: 358; İbn Mace,
Deavat: 8.
[48] Buhari, Ezan: 8; Müslim, Salat: 11; Ebu Davud, Salat:
36.
[49] Ebu Davud, Vitir: 23; Tirmizi, Deavat: 199; İbn Mace,
Menasik: 5.
[50] Müslim, İlm: 16; Ebu Davud, Sünnet: 6; Tirmizİ, İlm:
15.
[51] Müslim, Zikr: 87.
[52] Buhari, Mezalim: 9; Müslim, Zikr: Ebu Davud, Salat:
364; Tirmizi, Birr: 8
[53] Buhari, Eyman: 4; Müslim, Eyman: 1; Ebû Davud, Eyman:
5; Tirmizi, Eyman: 8; Nesai, Eyman: 5.
[54] Tirmizi, Nuzur: 9; Nesai, Eyman: 4.
[55] İbn Mace, Keffaret: 2; Darimi, Nuzur: 6.
[56] Buhari, Enbiya: 48; Darimi, Rikak: 68; Ahmed: 1/23-24.
[57] Muvatta, Kasr: 85.
[58] Ebu Davud, Menasik: 100; Ahmed: 2/367.
[59] Buhari, Enbiya: 50; Müslim, Mesacid: 22; Nesai,
Mesacid: 13; îiarimi, Salat: 120; Ahmed: 6/220-275.
[60] Buhari, Kader: 6; Eyman: 26; Müslim, Nuzur: 3-7; Ebu
Davud, Eyman: 18.
[61] İmam İbn Teymiyye, Kulluk Risalesi, Tevhid Yayınları:
116-143.