HİSBE. 4

GİRİŞ. 4

BİRİNCİ KISIM.. 4

İSLAMI EKONOMİ VE TOPLUMUN YÖNETİMİ 4

BİRİNCİ BÖLÜM.. 4

HİSBE'NİN TEMEL PRENSİPLERİ 4

İslam'da Otoritenin Temeli: 4

Yöneticilerin Görev ve Sorumlulukları 5

Zalim Devlet Başkanlarına Yardım Etmenin Sonu. 6

Kamu Görevlilerinin Ehli Olmayanlara Verilmesi 6

Kamu Hukuku Alanında İlahi Hukuk ve Gelenek. 7

Muhtesibin Görevleri 7

Namazın Anlam ve Önemi 7

İKİNCİ BÖLÜM.. 8

TİCARİ VE EKONOMİK HAYATI DÜZENLEYEN AHLAKİ İLKELER.. 8

Doğru Ölçü ve Tartı 8

Hileli İşlerin Kontrolü. 8

Bazı Pazar Eksiklikleri 9

Karaborsacılık. 10

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM.. 10

KAMU YARARI ve DEVLETİN SORUMLULUĞU.. 10

1- Narh (Tes'ir) Problemi: 10

a) Gaiz Narh: 10

b) Vacip Narh: 10

2- Temel İhtiyaçların Garantisi: Kollektif Sorumluluk (İş Hürriyetinin Sınırlandırılması) 11

3- Tarımın İyileştirilmesi Problemi: Müzara'a. 12

4- Çalışma Zorunluluğunda Adil Ücret Meselesi 13

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM.. 15

NARH KONUSUNDAKİ TARTIŞMALAR.. 15

Piyasa Fiyatından Sapmalar 15

Tavan Fiyatın Belirlenebilmesi 16

Tesir'in Mutlak Olarak Yasak Olduğunu Benimseyenlerin Hatası 17

Özel ve Kamusal İhtiyaçların Karşılanması 17

Allah Hakları ve Kul Hakları 18

Özel İhtiyaçlar ve Toplumun Sorumluluğu. 19

Piyasa Fiyatı ve Adil Fiyat 19

Kamu Yararı Açısından Tes'ir 20

BEŞİNCİ BÖLÜM.. 20

SUÇ VE CEZA.. 20

Dini Konularda Aldatma. 20

Cezalar: Hadler ve Ta'zir Cezalan. 21

a) Ta'zir'in Türleri: 21

b) Ta'zir'in Miktarı: . 21

c) Mali Cezalar: 22

a) Mali Cezaların Hukuki Durumu: 22

b) Mali Cezların Türleri 23

1- Münkerin İtlafı: 23

2- Münker'in Şeklini Değiştirme ya da Dönüştürme: 24

3- Mata Sahip Kılma. 24

Suça Uygun Ceza. 25

İKİNCİ KISIM.. 25

ADALETLİ TOPLUMA DOĞRU.. 25

ALTINCI BÖLÜM.. 25

İYİLİĞİ EMRETME VE KÖTÜLÜKTEN ALIKOYMA.. 25

İyiliği Emretme ve Kötülükten Alıkoymanın Hukuki Durumu. 25

İslam Ümmeti'nin Temel Misyonu. 26

Sorumluluğun Niteliği ve Gerçekleştirme Biçimi 27

Yöneticilerin Zulmüne Sabır veya İsyan. 28

İyiliği Emretme ye Kötülükten Alıkoymada Uyulacak Kural 29

YEDİNCİ BOLUM.. 29

REFORMUN STRATEJİSİ 29

Sevgi ve Nefret: İslami bir Yaklaşım.. 29

"Gücünün yettiğinde Allah'tan sakının.". 29

İyi İş (Amel-İ Salih) 31

Niyet ve Davranış. 31

a) Bilgi 31

b) Yumuşaklık. 31

c) Anlayış ve Sabır 32

Günah ve Afet, Taat ve Nimet 32

Günahların ve İyiliklerin Dünya ve Ahiretteki Karşılığı 33

Tevhid: İslam Medeniyetinin Anahtarı 34

İnsan Tabiatının Günahı Arzulaması 35

Hırsın Gurur Sebebi Oluşu. 35

Günah ve Toplum.. 35

Adalet ve Zulüm.. 35

SEKİZİNCİ BÖLÜM.. 36

İNSAN VE DAVRANIŞLARI 36

İyiliği Emretme ve Kötülükten Alıkoyma Açısından İnsanlar 36

Nefislerin Çeşitleri 36

İnsanı Kötülüğe İten Dürtüler 37

1) Birinci Dürtü: 37

a) Başkasına Benzeme: 37

b) Arzu ve Görüşte Uyuşma: 37

c) Arzularda Ortaklık: 37

2- İkinci Dürtü: 38

İnsanın İyilik Yapmasını Sağlayan Dürtüler 38

a) Vicdan Dürtüsü: 38

b) Yarışma Dürtüsü: 38

c) İyilere Katılmayı Arzulama Dürtüsü: 38

d) İyilerin Dostluğunu Kazanma Dürtüsü: 38

Islahın Yolu. 39

a) Kötülüklere İyilikle Karşılık Verilmeli 39

b) Sıkıntıların Büyümesinin Derecenin Yükselmesine Vesile Olduğu Bilinmeli 39

c) İyi İşleri Yaparken Sabretmeli 39

d) Kesin Bilgi Sahibi Olmalı 39

e) İyi Davranmalı 39

Namaz, Zekat ve Sabır 40

Cimriliğin Kınanması 40

Cimriliğin Çeşitleri 40

Korkaklığın Kınanması 41

Cömertlik ve Cesaret 41

Sabrın Çeşitleri 42

Övgüye Değer Kahramanlık ve Cesaret 44

Cihad. 44

DOKUZUNCU BÖLÜM.. 45

TOPLUM ve LİDERLİK.. 45

Toplu Yaşama Zarureti ve Hukuk. 45

İslam Toplumunda Liderlik (Ululemr) 46

Bütün İyiliklerin Gayesi Allah Rızası Olmalı 46

İslam'ın Anlamı 47

İyi İş (Amel-İ Salih) 48

Selefe Göre Sünnet 49


HİSBE

 

GİRİŞ

 

Üstad, imam, allame, şeyhülislam Ebu'l-Abbas Ahmed b. Şihabiddin Abdilhalim b. Mecdiddin Ebi'I-Berekat Ab-disselam b. Teymiyye (r.a.) der ki:

Hamd, Allah'a mahsustur. O'ndan yardım, hidayet ve ba­ğış dileriz. O'na tevbe ederiz. Nefsimizin kötülüklerinden ve kötü işlerimizden Allah'a sğmırız. Allah'ın hidayete er­dirdiğini kimse saptıramaz; saptırdığını da kimse hidayete erdiremez.

Allah'ın tek olduğuna ve ortağı bulunmadığına, Mu-hammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederiz. Allah onu kıyametten önce, müjdeleyici ve sakmdınci, Al­lah'ın izniyle O'na davet edici ve aydınlatıcı olarak gönder­di. Allah onun sayesinde bizleri sapıklıktan hidayete er­dirdi, karanlıktan aydınlığa çıkardı, yanlışlıktan doğruluğa ulaştırdı ve kör gözleri, sağır kulakları ve mühürlü kalple­ri açtı.

Çünkü, risaleti (ilahi mesajı) tebliğ etti, emaneti yerine getirdi, ümmete doğruyu gösterdi, Allah için tam bir cihad yaptı, Allah'ın ölüm emri gelene kadar O'na kulluk etti.

Allah'ın salat ve selamı ona ve ailesine olsun. Allah'tan dileğimiz, ona, ümmeti namına bir peygambere verilebile­cek en yüce mükafatı vermesidir.[1]

 

BİRİNCİ KISIM

 

İSLAMI EKONOMİ VE TOPLUMUN YÖNETİMİ

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

HİSBE'NİN TEMEL PRENSİPLERİ

 

İslam'da Otoritenin Temeli:

 

Esasa gelince;

Bu, Hisbe konusunda temel bir kitaptır. Bunun aslı, İslam'da bütün kamu görevlerinde gayenin, dinin bütünüyle Allah'a ait ve Allah adının en yüce olma­sıdır. Çünkü Yüce Allah, mahlukatı yalnızca bunun için yarattı, kitapları bunun için indirdi, peygamberleri bunun için gönderdi, peygamber ve mü'minler bunun için savaştılar. Yüce Allah şöyle buyurur:

"Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışımdir."(Zariyat: 51/56)

"(Ey Muhammed!) Senden önce gönderdiğimiz her peygambere "Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk edin. diye vahyetmişizdir." (Enbiya: 21/25)

"Andolsun ki, her ümmete Allah'a kulluk edin, azdı­ranlardan (tağut) kaçının diyen peygamber göndermişiz­dir."                                                           (Nahl: 16/36) Yine Yüce Allah, bütün peygamberlerin kavimlerine şöyle dediğini haber vermiştir:

"Allah'a ibadet edin. Asla O'ndan başka ilah yoktur." Allah'a ibadet, Allah'a ve peygamberine itaatle olur. İşte bunlar hayırdır, i} iliktir, takvadır, iyi işlerdir, Allah'a yaklaştırıcı davranışlardır, kalıcı iyi hareketlerdir ve amel-i salihtir. Her ne kadar bu terimler arasında nüanslar varsa da, onlırın açıklanma yeri burası değildir.

İnsanlarla da bunlar için savaşılır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın dini ortada ka­lana kadar onlarla savaşın. (Bakara: 2/193)

Buhari ve Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayet edildiğine göre, Rasulullah'a (s.a.v.):

"Biri cesaret, Öteki kahramanlık ve bir başkası da göste­riş için savşaanlardan hangisi Allah yolundadır?" diye sorulunca:

"Allah adının en yüce olması için savaşandır." ceva­bını vermiştir.[2]

İnsanların çıkan hem dünya, hem ahiret konsunda yalnız­ca cemiyet halinde yaşamaları, yardımlaşma ve dayanırma-larıyla gerçekleşir. Yardımlaşma, yararlarını elde etmek; da­yanışma ise, zaararları defetmek içindir. Bunu belirtmek üze­re, "İnsan yaratılışı itibariyle medenidir" denilmektedir.

İnsanlar toplu halde yaşadıklarında, yararlarını elde et­mek üzere bazı işleri yapmak, zarar bulunduğu için de ba­zı işlerden kaçınmak, bu iyilikleri emredene ve kötülükle­ri yasaklayana itaatkar olmak zorundadırlar. Bütün insanla­rın emreden ve yasaklayan birine İtaati zorunludur.

İlahi kitaplara veya bir dine mensup olmayanlar bazan isabetli, bazan da hatalı olarak- dünyevi yararları sağladığı­na inandıkları hükümdarlarına itaat ederler.

Müşrikler ve tebdilden veya mesh ve tebdilden sonra kitaplarına sarılanlar gibi, bozulmuş dinlere mensup olan­lar din ve dünya yararlarını sağlığına inandıkları noktada ita­atkardırlar.

Ehl-i kitap olmayanların bir kısmı, Ölümden sonra ceza­ya inanırken, bir kısmı inanmaz.

Ehl-i kitap ise, ölümden sonra ceza konusunda ittifak ha­lindedir. Dünyada ceza konusu ise, bütün insanlarca kabul edilir.

İnsanlar zulmün sonunun vahim, adaletin sonunun kerim olduğunu tartışmamışlardır.

Bu yüzden, "Allah kafir de olsa, adil devlete yardım eder; mü'm in de olsa, zalim devlete yardım etmez.1* riva­yeti vardır.

Bu peygamber nebidir, ümmidir. Tevrat'ta ve İncil'de adı yazılıdır, iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri de haram kılar. Zaten, bunlar bütün insanlara vaciptir.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"Biz her peygamberi, ancak, Allah'ın izniyle itaat olunması için gönderdik. Onlar, kendilerine yazık ettik­lerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve Pey­gamber de onlara mağfiret dileseydi, Allah'ın tevbeleri daima kabul ve merhamet eden olduğunu görürlerdi. Ha­yır; Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeyler­de seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü iç­lerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar." (Nisa: 4/65)

"Kim Allah'a ve Peygamber itaat ederse, işte onlar Al­lah'ın nimetine eriştiği peygamberlerle, dosdoğru olan­lar, şehitler ve iyilerle beraberdir. Onlar ne iyi arkadaş­tırlar." (Nisa: 4/69) "Allah'a ve peygambere kim itaat ederse, onun içle­rinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada te­mellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve pey­gamberine başkaldırır ve koyduğu sınırları aşarsa, onu temelli kalacağı cehenneme sokarız, a İç altıcı azap ona­dır."(Nisa: 4/13-14) Rasulullah (s.a.v.) cuma hutbesinde şöyle diyordu: "Sözün en hayırlısı, Allah'ın sözüdür; yolun en iyisi Muhammed'in yoludur; işlerin en kötüsü sonradan dine sokulan bid'atlerdir.[3]

Başka bir hutbesinde şöyle diyordu:

"Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, doğruyu bulur. Kim onlara isyan ederse, sadece kendine zarar ve­rir. Allah'a hiç bir zarar veremez. [4]

Yüce Allah, peygamberi Muhammed'i (s.a.v.) en iyi yöntemler ve kanunlarla (menahic ve şera'i) gönderdi, ona kitapların en üstününü indirdi; onu insanlar için çıkarılmış en iyi ümmete gönderdi; ona ve ümmetine dinini ve nime­tini tamamladı, cenneti yalnızca ona ve getirdiğine iman edenlere verdi. Hiç kimseden, getirdiği İslam daşındaki di­ni kabul etmedi, İslam'dan başka din peşinden gidenlerden bu dîn kabul edilmeyecektir, o ahirette de hüsrana uğrayan­lardan olacaktır.

Yüce Allah kitabında, insanların doğru hareket etmesi için kitabı ve demiri indirdiğini buyurmaktadır:

"Andolsun ki, peygamberlerimizi belgelerle gönder­dik, insanların doğru hareket etmeleri için peygamber­lere kitap ve ölçü indirdik pek sert olan ve insanlara bir çok faydası bulunan demiri var ettik. Bu, Allah'ın di­nine ve peygamberlerine görmeksizin yardım edenleri meydana çıkarması içindir. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür."                (Hadid: 57/25)

İşte bunun Rasulullah (s.a.v.) ümmetine, işlerini yürüte­cek kimseleri tayin etmelerini, tayin edilenlere de emanet­leri ehline vermelerini ve insanlar arasında hükmettikle­rinde adaletli hüküm vermelerini emretmiştir.

Rasulullah (s.a.v.), Allah'a itaat konusunda, müslüman-lann işlerini yürütenlere itaat etmelerini emretmiştir. Ebu Da­vud'un Sünen'inde, Ebu Sa'id el-Hudri'den rivayet edildi­ğine göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Üç kişi bir yolculuğa çıktığında, içlerinden birini başkan seçsinler.[5]

Yine Ebu Davud'un Sünen'inde bu hadisin aynısı Ebu Hureyre'den rivayetle yer almaktadır.

Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde, Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Üç kişi dışarda bir yerde olduğunda içlerinden biri­ni başkan seçmemeleri helal olmaz. [6]

Toplulukların en az ve geçici olanlarında bile içlerinden birini başkan seçmemeleri gerektiğine işarettir.

Bu yüzden kamu görevi (vilayet), bunu Allah'a yaklaş-tırıcı bir ibadet olarak kabul eden ve bu konuda üzerine düşeni imkanı ölçüsünde yapan kişi için, iyi işlerin en üstün­lerinden biridir.

Nitekim Ahmed Müsned'inde Rasulullah'dan (s.a.v.): "Yaratıkların, Allah'a en sevimlisi, adaletli devlet başkanıdır, en sevimsizi ise zalim devlet başkanıdır." buyurduğunu nakleder. [7]

 

Yöneticilerin Görev ve Sorumlulukları

 

Dinin ve bütün kamu görevlerinin özü, emretme ve ya­saklamadır; Allah'ın peygamberini gönderme gayesi olan emir, iyiliği emretme, yasaklama ise kötülüğü yasaklama­dır. Bu ikisi peygamberin ve mü'minlerin belirgin bir nite­liğidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirleri­nin velileridir; iyiyi emreder, kötülükten alıkoy arlar."

(Tevbe: 9/71)

Bu gücü yeten her müslümana vaciptir. Aslında farz-ı ki-faye olan bu görev, başkası yerine gtirmediğinde gücü ye­tene farz-ı ayn olur. Güç, iktidar ve vilayettir.

İktidar sahipleri başkalarından daha güçlüdür, dolayısıy­la onlara başkalarına yüklenmeyen görevler yüklenir. Çün­kü, vacip oluşun sebebi, güçlü olmaktır. Bu yüzden de gö­rev, herkese gücüne göre gerekli olur.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"Allah'a karşı gelmekten gücünüz yettiğince sakı­nın." (Tegabun: 64/16)

Bütün İslami kamu görevlerinin amacı, yalnızca iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır. Bu konuda nıyabetu's-saltana[8] gibi başkomutanlık, [9]şurta (polis), vilayetu'I-hukm[10] ed-devavinu'1-maliyye[11] ki bu maliye görevidir ve hisbe gibi daha alt seviyedeki kamu görevleri arasında bir fark yoktur.

Kamu, görevlilerinin bir kısmı güvenilir tanık durumun­dadır, onlardan istenen doğruluktur. Hekimin yanındaki "şuhud" denilen görevliler, görevi gelir ve gideri yazmak olan "sahibu'd-divan, [12] nakib[13] ve görevi durumları yöne­ticiye bildirmek olan arif[14] böyledir.

Kamu görevlilerinin bir kısmı ise, güvenilir (emin) ve ita­at edilir (mut'a) kişi durumundadır, bunlardan istenen ada­lettir. Emir[15] hakem[16] ve muhtesib bunun örneğidir.

Her türlü haberde doğruluk, söz ve davranışlarda adalet sayesinde, bütün durumlar düzgün olur; bu ikisi de birbirin­den ayrılmazlar. Yüce Allah:

"Rabbinin sözü, doğruluk ve adaletle tamamlandı." buyurdu. (En'am: /115) [17]

 

Zalim Devlet Başkanlarına Yardım Etmenin Sonu

 

Zalimleri zikrederken Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuru­yor:

"Kim onların yalanlarını tasdik ve zulümlerine yar­dım ederse, o benden değildir, ben de ondan değilim, o benim havuzuma gelmeyecektir. Kim de onların yalan­larını tasdik ve zulümlerine yardım etmezse, o benden­dir, ben de ondanım, o benim havuzuma gelecektir.[18] Ayrıca, Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde yer alan ha­disinde Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Doğruluğa sarılın. Çünkü doğruluk mutlak hayra gö­türür, mutlak hayır da muhakkak cennete götürür. Ki­şi doğru hareket ede ede ve doğruluğu araya araya niha­yet Allah katında sıddık (çok doğru söyleyen) yazılır. Sizleri yalan söylemekten şiddetle sakındırırım. Çün­kü yalan söylemek şerre götürür. Facirlik (şer) de mu­hakkak cehenneme götürür. Kişi yalan söyle-ye söyleye ve yalanı araya araya nihayet Allah katında çok yalancı yazılır. [19]

İşte bunun için Yüce Allah,

"Şeytanların kime indiğini sîze haber vereyim mi? On­lar, iftiracıların hepsine iner." (Şuara: 26/221-222) "Ama bundan vazgeçmezse, andolsun ki, onu perçeminden, yalancı ve günahkar perçeminden cehenneme sürükleriz." buyurmaktadır. (Alak: 96/15-16) [20]

 

Kamu Görevlilerinin Ehli Olmayanlara Verilmesi

 

İşte bunun için, her yöneticinin (veliyyu'l-errir), doğru ve adaletli kişilerden yardım alması gerekir. Bu imkansız olur­sa, yalancılığı ve haksızlığı olsa bile var olanlar içinde en ehil günahkar ve dinden nasibi olmayan topluluklar eliyle de güç­lendirir. Vacip olan, güç yetirilenin yapılmasıdır.

Rasuiullah (s.a.v.) veya Ömer (r.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, tayin edeceğinden daha ehil biri bulunduğunu bi­lerek birini bir topluluğun başına getirirse, Allah'a, peygam­berine ve mü'minlere hainlik etmiş olur."

İşte bu yüzden Ömer (r.a.) şöyle derdi:

"Allah'ım! Günahkarın kuvvetini ve iyinin acizliğini sana şikayet ediyorum."

Rasulullah (s.a.v.) ve ashabı, hristiyan Bizanslıların Me-cusileri yenişlerine sevinmişlerdi. Halbuki her ikisi de ka­firdir, ama içlerinden biri İslam'a yakındır. Bizanslılar ve İranlılar savaştıklarında Yüce Allah bu konuda "Rum" su­resini indirdi. Olay meşhurdur.

Yusuf (a.s.) da böyle hareket ederdi. Hem kendisi ve hem de halkı kafir olan Mısır Firavun'unun veziri sıfatını ta­şıyordu. Elinden geldiğince adaletli ve iyi hareket etti ve im­kanlar ölçüsünde onları imana davet etti. [21]

 

Kamu Hukuku Alanında İlahi Hukuk ve Gelenek

 

Kamu görevlerinin genel ve özel oluşu, yöneticinin yet­kisi; eş zamanlı görüşler, fiili durumlar ve gelenekten çıka­rılır, şeriatte bununla ilgili bir kural yoktur.

Sözgelişi, başka bir yer ve zamanda şurta hizmeti (vilayetu'1-harb)[22] içinde yer alan bir görev, bazı yerlerde ve ba­zı zamanlarda yargılamanın görevleri arasında bulunabi­lir; bunun tersi de olabilir. Hisbet ve maliye görevleri de böy­ledir.

Aslında bütün bu görevler, şer'i görevler ve dini makam­lardır. Kim bu görevlerden birinde adaletli olur ve onu bil­gi ve adaletle yürütürse, imkânlar ölçüsünde Allah'a ve peygamberine itaat ederse, bu kişi iyilerdendir. Kim de zul­meder ve bilgisizce hareket ederse, zalim günahkarlardan­dır.

Bu konuda temel prensip, yüce Allah'ın buyruğudur: "İyiler, şüphesiz nimet içindedilcr. Allah'ın buyruğun­dan çıkanlar cehennemdedir.  (İnfitar: 82/13-14) Bu açıklamaya göre, vilayetu'1-harb (şurta), Suriye ve Mı­sır'daki bu devrin geleneğinde, el kesme isyancının cezalan­dırılması vb. kendisinde itlaf (canın veya bir organın gitme­si) bulunan cezaların uygulunmasına mahsustur; bazan, hır­sıza dayak cezası gibi, itlaf olmayan cezalar da onun görevine girebilir; kimi zaman ise, çekişmeler, tartışmalar ve ya­zılı belge ve şahidi bulunmayan itham davalarında hüküm vermek de görevi olabilir.

Aynı şekilde yargı görevi, yazılı belge ve tanığı bulunan davalara bakmak, hakların ispatı ve bu gibi konularda hük­metmek, vakıf mütevellilerinin ve yetimlerin vasilerinin vb. bilinen diğer işlerin durumunu denetlemek görevlerini içerir. Diğer ülkelerde sözgelimi Mağrib ülkelerinde- vali'1-harb'in herhangi bir hükmetme görevi yoktur, o sadece hakimin emrettiğini icra eden biridir. Bu eski geleneğe (es-sunnetu'l-kadime) uygundur, işte bu konuda, mezheplerin ve geleneklerin ilgili yerde belirtilen- açıklama biçimleri ve dayanakları vardır.[23]

 

Muhtesibin Görevleri

 

Muhtesibin, vulat,[24] kudat[25]ve ehlu'd-divan[26] vb.nin gö­revleri arasında bulunmayan, iyiliği emretme ve kötülükler­den alıkoyma yetkisi vardır.

Dini işlerinin pek çoğu, yöneticiler arasında ortaktır. Görevi yapana, o konuda itaat vaciptir.

Muhtesibin, halka beş vakit namazı vakitlerinde kılma­yı emretmesi ve kılmayanı dayak ve hapisle cezalandırma­sı gerekir; ölüm cezası ise başkasına aittir. İmam ve müez­zinleri denetlemelidir. Gerekli olan imamet haklarından bi­rinde noksanlık yapan veya meşru ezandan ayrılanı yola ge­tirir. Aciz kalması durumunda vali'1-harb (şurta), hakim ve buna yardımcı olacak her otorite sahibinden yardım alır. [27]

 

Namazın Anlam ve Önemi

 

Çünkü namaz, iyi işlerin en üsütünüdür. İslam'ın direği­dir, emirlerinin en önemlisidir ve insanın iman ettiğinin göstergesidir. Yüce Allah namazı miraç gecesi farz kılmış ve o gece peygamberle vasıtasız olarak konuşmuş, melek­lerden elçi göndermemiştir. Namaz, Peygamberdin (s.a.v.) ümmetine son vasiyetidir. Yüce Allah Kur'an'da namazdan, genel bir ifadeden sonra, özel olarak söz etmiştir:

"Kitab'a sımsıkı sarılanlar ve namaz kılanlar için ecir vardır. (A'raf: 7/170)

"(Ey Muhammedi) Kitab'tan sana vahyolunam oku; namazı kıl. (Ankebut: 29/45)

Yine Yüce Allah, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde namazı sabır, zekat, hac ve cihadla yanyana zikretmiştir:

"Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin. (Bakara: 2/45)

"Namazı kılın, zekatı verin. (Bakara: 2/110)

"De ki: Namazım, ibadetlerim... Allah içindir. (En'am: 6/162)

"Muhammed'in beraberinde bulunanlar, inkarcıla­ra karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rü-kua varırken, secde ederken görürsün..."  (Fetih: 48/29)

"(Ey Muhammedi) Sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bîr kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yap-tıktan sonra onlar arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kı­sım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli olsunlar, si­lahlarını alsınlar. Kafirler, size ansızın bir baskın vermek için, silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı dilerler. Yağmurdan zarara görecekseniz veya hasta olursanız, si­lahlarınızı bırakmanıza engel yoktur, fakat dikkatli ol­un. Allah kafirlere şüphesiz ağır bir azab hazırlamıştır. Namazı kıldıktan başka, Allah'ı ayakta iken, oturur­ken, yan yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda, namazı gereğince kılın. Namaz şüphesiz, inananlara be­lirli vakitlerde farz kılınmıştır." (Nisa: 4/102-103) Görüldüğü gibi, namaz son derece önemlidir. İşte bunun için Ömer (r.a.)» valilerine gönderdiği emirnamelerinde,

"Benim katımda, en önemli işiniz namazdır. Onu koru­yan ve devamlı kılan, dinini korumuş olur. Umursamazlık gösterenler ise onun dışındaküeri daha çok umursamaz" şeklinde yazardı.[28]

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

TİCARİ VE EKONOMİK HAYATI DÜZENLEYEN AHLAKİ İLKELER

 

Doğru Ölçü ve Tartı

 

Muhtesip, cuma ve cemaat namazlarını, doğru sözlü ol­mayı ve emenatleri yerine getirmeyi emreder. Yalancılığı, hıyaneti ve bu çerçeveye giren ölçü ve tartıda noksanlık, ima­latta, ticarette, dini konularda ve benzer diğer işlerde aldat­ma gbi kötülüklerden alıkoyar.

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"İnsanlardan kendileri bir şeyi ölçerek aldıkları va­kit tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak verdik­lerinde eksik tutan kimselerin, vay haline!"

(Mutafifin: 48/1-3)

"Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın, insanların hakkını azaltmayın. Yeryü­zünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.[29]

(Şuara: 26/181-183)

"Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma. Allah, hainlikte direnen suçluyu sevmez."

(Nisa: 4/107)

"Yusuf 'Maksadım vezire, gıyabında ihanet etmedi­ğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya erdirmedi-ğini bilmesini sağlamaktı' dedi. [30] (Yusuf: 12/52) [31]

 

Hileli İşlerin Kontrolü

 

Buhari ve Müslim'in Sahihlerinde, Hakim b. Hızam'dan Peygamber'in (s.a.v.):

"Alıcı ile satıcı (birbirlerinden) ayrılmadıkça seçim hakkına sahiptirler. Bunlardan her biri doğru söyleyip de (meta ve bedele ait hususları birbirine) açıklarlarsa, bu alış-verişlerinde kendilerine bereket ihsan olunur. Eğer iki tarafta da (mal ile bedelin ayıbını) gizler ve ya­lan söylerse, bu alış-verişlerinin bereketi giderilir." bu­yurduğu rivayet edilir.[32]

Müslim'in Sahih'inde, Ebu Hureyre'den şöyle bir olay nakledilir:

"Bir gün çarşıda dolaşırken, bir yiyecek yığının önünde duran Rasulullah (s.a.v.) elini yiyecek maddesinin içine daldırdı. Parmağına bir ıslaklık değdi,

"Nedir bu?" diye satıcıya sordu. Mal sahibi: "Ey Allah'ın elçisi! Yağmur yağmıştı, ondan ıslanmış olacak" deyince Rasulullah (s.a.v.):

"Herkesin görmesi için o ıslak tarafı üste koyamaz miydin?" dedikten sonra,

"Bizi aldatan bizden değildir" buyurdu. Başka bir riva­yet,

"Beni aldatan benden değildir" şeklindedir. [33] Böylece Rasulullah (s.a.v.) aldatan kişinin mutlak anlam­da din ve iman ehli içerisine girmediğini açıklamış oluyor.

Nitekim:

"Zina eden mü'minken zina edemez; hırsızlık yapan mü'minken çalamaz; içki içen mü'minken içemez." bu­yurmaktadır. [34]

Böyleleri, her ne kadar kendilerini kafirlerden ayıran ve ateşten çıkaran imanın aslına sahipseler de, sevap elde et­meye ve cezadan kurtulmaya hak kazandıran imanın haki-katından uzaklaşmışlardır.

Alış-verişe aldatma, kusurları gizleme ve Rasulullah'ın (s.a.v.) uğrayıp azarladığı kişi misali, satılan malın görünen kısmının görünmeyenden daha güzel olması gibi malın tedlisiyle (ayıbının gizlenmesiyle) girer.

Unlu mamuller, yemek, mercimek, kebap vb. gıda mad­desi, dokumaı, terzi vb. elbise ve daha başka şeyler imal edenlerin yaptığı imalatta da aldatma olabilir. Bunların al­datma, hıyanet ve kusurları gizlemelerinin yasaklanması gerekir. Paraları, cevherleri ve ıtrıyit vb. lerini karıştıran kim­yacılar da bu gruba girer. Altın ya da gümüş, anber ya da misk, cevher, za'feran, gülsuyu ve diğer nesneleri de İmal ederler; bunlarla adeta Allah'ın yaratıcılığına benzemekte­dirler.

Yüce Allah, kulların kendisi gibi yaratabilecekleri hiç­bir şey yaratmamıştır. Bilakis Yüce Allah, Rasulullah'ın (s.a.v.) kendisinden naklettiğine göre:

"Benim gibi yaratmaya kalkışandan daha zalim kim olabilir? Bir zerreyi yaratsınlar, bir sivrisinek yarat­sınlar." buyurmuştur.[35]

Bu yüzden, yiyecek, giyecek, ev vb. imalatlar ancak in­sanların aracılığıyla yaratılmıştır. Yüce Allah:

"Onlara bir delil de, soylarını dolu gemiye taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binekler yaratmış olmamızdır. (Ya-sin: 36/41-42)

"Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır." buyurmaktadır.

(Saffat: 37/95-96)

Maden, bitki, hayvan gibi yaratıklar, insanoğlunun yara­tamadığı şeylerdir. Ancak, taklit yoluyla benzetebilirler, îşte bu kimyanın gerçeğidir. Çünkü o bir taklitçidir. Bu konuda yetkili kişiler, burada zikredemeyeceğimiz eserler vermişlerdir.

Allah ve peygamberinin yasakladığı riba ve kumar akid-leri, bey'u'i-garar,[36] hablu'l-habele, [37] mulamese, [38]münabeze, [39]ribe'nesie (erteleme faizi) ve ribe'1-fadl (fark fa­izi) gibi akid türleri de kötülükler çerçevesine girmektedir. Aynı şekilde neceş (müşteri kızıştırma), yani alma niyeti ol­maksızın alıcı-satıcı arasına girip fiyatta haksız arttınm, [40]sağmal hayvanın sütünü memesinde bırakmak (musarrat) ve diğer hileli satışlar da bu çerçevededir. Yine ister ikili, is­ter üçlü olsun, maksat belli bir vade için paralar arasında fark olmasıyla, faizli muameleler de kötülükler çerçevesine gi­rer.

İkili faiz (suna'iyye), iki kişi arasında gerçekleşen faiz­dir. Sözgelişi, alış-veriş, icare (kira), musakat[41] veya müzara'a[42] yoluyla borç toplamak böyledir.

Rasulullah'ın (s.a.v.):

"Alıcıdan borç almak şartıyla ona satış yapmak, va­de farkı koyarak satış yapmak, teslim almadığı şeyi sat­mak ve kendinde olmayanın satışı helal değildir" bu­yurduğu sabittir.[43]

Bir malı vadeli satıp, sonra satıcıya iade etmek de böy­le bir işlemdir. Ebu Davud'un Sünen'inde Rasulullah'ın (s.a.v.):

"Kim bir satış içinde iki satış yaparsa, ya az olan be­deli alır, veyahut da faiz olur." buyurduğu rivayet edilir. [44]

Üçlü faiz (sulasiyye), alıcı ve satıcının aralarına faiz için (malı faizci satın alıp, sonra faiz verene vade ile satarak, sonra sahibine aracının yararlandığı eksik bir parayla ia­de eden) bir aracı sokmaları ile gerçekleşen faizdir.

Bu muamelelerin bir kısmı, sözgelişi bu maksatla bir şart ileri sürülmesi, malın şer'i kabzdan (teslim alıştan) önce, şer'i şartlar olmaksızın veya beklenmesi gerektiğin­den ve muamele veya başkasıyla bir fazlalık yüklenmesi ca­iz olmadığından borcun (deyn) zor durumda olana yüklen­mesiyle satılması, müslümanlarm icmaıyla haramdır; belir­tilen bu muamelelerin bir kısmı ise bazı bilginler arasında tartışmalıdır. Ancak Rasulullah (s.a.v.) sahabe ve tabiinden sabit olan bütün bunların haram olduğudur. [45]

 

Bazı Pazar Eksiklikleri

 

Satılacak malların piyasaya (çarşıya) gelmezden önce kar­şılanması da kötülükler çerçevesine girmektedir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bunu -fiyatı bilmemesi dolayısıyla, ma­lı değerinin altında satın alıp müşterinin satıcıyı aldatacağı gerekçesiyle yasaklanmıştır.[46] Bu yüzden Rasulullah (s.a.v.) çarşıya gidip gerçek fiyatı öğrendiğinde ona muhayyerlik (alış-verişi kabul ya da bozma) hakkı vermiştir.

Aldatılma (gabn) durumunda muhayyerlik hakkının ol­duğu şüphesizdir. Aldatılma durumu yoksa, konu bilginler arasında tartışmalıdır. Bu konud Ahmed b. Hanbel'den iki rivayet bulunmaktadır; birincisine göre, muhayyerlik hak­kı vardır, İmam Şafii'nin görüşü de budur: ikincisine göre, gabn bulunmadığından böyle bir hakkı yoktur,

Mustersü'in[47] aldatılma durumunda muhayyerlik hakkı­nın olduğu, İmam Malik'in, Ahmet b. Hanbel'in ve başka­larının görüşüdür.

Çarşı esnafı mumakis'e[48] bir fiyatla, pazarlık yapma­yan mustersil'e veya fiyatı bilmeyene bundan daha fazla bir fiyatla satamazlar. Bu, satıcılar için hoşgörülmeyen bir

davranıştır.

Bir hadiste, "Mustersil'in aldatılması ribadir" buyurulur. [49] Bu, malın pazar dışında kanşlanması gibidir. Çünkü paza­ra gelmekte olan fiyatı bilemez. Bu yüzden Rasulullah (s.a.v.) şehirlinin köylü malını kapatıp satışını yasakla­mış[50]"İnsanları serbest bırakınız, Allah onları birbiriyle rızıklandırır" buyurmuştur. [51]

Bu, alıcıyı zarara uğrattığından dolayı yasaklanmıştır. Çünkü, mukim, insanların muhtaç olduğu bir malı satmak üzere gelmekte olanı beklediğinde, müşteri [52]bununla zarar gö­rür, Rasulullah (s.a.v.):

"İnsanları bırakın, Allah onları birbirleriyle rızıklandırır" buyurmuştur. [53]

 

Karaborsacılık

 

İnsanların ihtiyaç duyduğu şeyi istiflemek de kötülükler­den biridir. Çünkü Müslim, Sahih'inde Ma'mer b. Raşid'den, Rasulullah'ın (s.a.v.):

"İhtikar yapan, günahkardır." buyurduğunu rivayet eder. [54] Zira, karaborsacı, insanların ihtiyaç duyduğunu sa­tın almaya yönelen, malı piyasaya sürmeyen ve fiyatını yükseltmeyi düşünen kimsedir ki bu durumuyla alıcılara zulmeden biridir.

 İşte bunun için veliyyul'emr'in, insanların zaruri ihtiya­cı olması durumunda kendilerinde bulunan mallan emsal de­ğerle (kıymetu'1-misl) satmaya zorlama yetkisi vardır. Söz­gelişi, ihtiyaç duymadığı bir gıda maddesi olan kişi, insan­ların açlık çekmesi durumunda, bu gıda maddesini insanla­ra emsal fiyatla satmaya zorlanır.

Bu yüzden hukukçular, şöyle demektedir:

"Başkasının gıda maddesine ihtiyaç duyan, bu maddeyi ondan -mal sahibinin seçim hakkı olmaksızın- emsal fiya­tıyla alır; şayet mal sahibi daha fazla bir fiyatla satmaya kal­kışırsa sadece emsal fiyatını hak eder." [55]

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

KAMU YARARI ve DEVLETİN SORUMLULUĞU

 

1- Narh (Tes'ir) Problemi:

 

Yaptığımız bu açıklamadan fiyatların bir kısmının zulüm , ve gayri caiz, bir kısmının ise adil ve caiz olduğu ortaya çı­kar. Şayet fiyat insanlara zulmetmeyi, haksız olarak bir ma­lı rıza göstermediği bir fiyatla satmaya zorlamayı veya Al­lah'ın izin verdiğinden mahrum bırakılmayı içerirse ha­ramdır.

Şayet fiyat, insanlar arasında adaleti içeriyorsa; sözge­lişi ödemesi, gereken bedeli emsal bedelden fazlasını alma­sı haram olandan menedilmeleri caiz, hatta vaciptir. [56]

 

a) Gaiz Narh:

 

Birinciye gelince, Enes b. Malik'in rivayet ettiği şu ha­dis buna örnektir: Rasulullah (s.a.v.) zamanında fiyatlar yükselmişti. Rasulullah'a:

"Narh koyup fiyatları sınırlandırsaydın" dediler. Bunun

üzerine Rasulullah (s.a.v.):

"Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Al­lah'tır, Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığın olmadan-Allah'â kavuşmak emelindeyim" buyurdu.[57]

İnsanlar mallarını normal bir şekilde sattıklarında, ma­lın azlığı ya da nufusui artması sebebiyle fiyatların yüksel­mesi Allah'tandır. İnsanların sabit bir fiyatla satmaya zor­lanması , haksız bir ışılamadır. [58]

 

b) Vacip Narh:

 

İkincisi ise, sözgelişi, mal sahiplerinin, insanların ihtiyaç duymasına rağmen, normal değerinin üstünde satmaya kal­kışması halinde, mallarını emsal değeriyle satması gerekti­ğidir. Tes'ir'in[59] anlamı, emsal değerle satmaya zorlanma­larıdır. Allah'ın kendilerinden istediğini yapmaya zorlana­caklardır.

İnsanların gıda ve diğer maddeleri yalnızca belli kişile­rin satmasını ve bu maddelerin yalnızca onlara satılıp, son­ra da bunlar tarafından satılmasını benimsemesi bundan daha ileri derecede engellenir.

Bu eşyayı onlardan başkası satarsa, -satıcıdan alınan bir vazife (bedel) yüzünden haksız ya da fesad bulundugudan haklı olarak- engellenir. İşte burada onlara narh uygula­mak vacip olur. Bilginlerden hiçbirinin tereddüdü bulunmak­sızın, mallarını ancak emsal değeriyle satabilirler, insanla­rın mallarını emsal değeriyle satın alabilirler. Çünkü onlar­dan başkasının bu türlü satmaktan ya da satın almaktan ahkonması, şayet istediklerini satması ya da satın almasına izin verilseydi hem bu mallan satmak isteyen satıcılara, hem de onlardan alacaklara zulüm olurdu. Zulmün bütünü ortadan kaldinlamadiğinda vacip olan, mümkün olanın kaldırılma­sıdır.

Bu gibilerde tes'ir tartışmasız olarak vaciptir.

Tes'ir'in esası, malları emsal değerle satmaya ya da sa­tın almaya zorlanmalarıdır. Bu hukukun birçok kuralında va­ciptir. Satmaya zorlamak ancak haklı olarak caizdir. Haklı olarak satmaya zorlamak çeşitli konularda caizdir; sözgeli­şi, gerekli borcu veya nafakayı ödemek için malın satılma­sı böyledir.

Ancak emsal fiyatla satın almaya zorlama ise, sadece hak­lı olarak caizdir. Bu çeşitli konularda böyledir. Sözgelişi baş­kasının gıda maddesine muztar kalan, -toprak sahibinin as­la fazlasıyla değil, ancak emsal değeriyle sorumulu tutaca­ğı şekilde- başkasının toprağında eken ve bina yapanın du­rumları böyledir. Bunun benzerleri çoktur.

Azadda sirayet de böyledir. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Her kim, kendisi ile bir diğeri arasında ortak olan bir köleyi azad eder ve azada yetecek malı bulunursa, hiç­bir aldatma ve haddi aşma (eksiklik ve fazlalık) olmak-sazın o şahsın malında köleye adilane kıymet konulur.' Kölenin geri kalan hisseleri de bu şahsın malından Öde­nip köle tamamıyla azad olur. Yoksa hissesi oranında azad olmuş demektir.[60]

Aynı şekilde, ibadetler için sözgelimi hac aleti (racı), kö­le temizlik suyu gibi herhangi birşey satın alması gereken ki­şinin, bunu emsal değeriyle alması gerekir. Mal sahibinden istediği fiyattan almak suretiyle, almaktan kaçınma hakkı yoktur.

Aynı şekilde nafakası kendisine düşene yiyecek veya giyecek alması gereken için de durum böyledir. Normal olarak kendisine uygun yiyecek veya giyeceği emsal fiyat­la bulursa, istediği fiyattan verilmek üzere başka birini seç­me hakkı yoktur. Bunun benzerleri çoktur.

İşte bu yüzden Ebu Hanife ve ona bağlı olanlar gibi- bil­ginlerin birçoğu ücretle akar veya başkasını taksim edenle­rin şirket kurmalarını yasaklamıştır. Çünkü, insanlar onla­ra muhtaçken şirket kurarlarsa, ücretlerini yükseltirler. Yal­nızca kendilerinin takdir edecekleri bir fiyatla satmak konu­sunda anlaşan satıcılar, evleviyetle menedilir. Aynı şekilde, insanların mallarını haksızca (fiyatlarım düşürerek) almak üzere, içlerinden birisinin satın alması konusunda şirket kurmakta anlaştıklarında alıcıların menedilmesi de evlevi­yetle gerekir.

Yine, herhagni bir eşyayı (sıla) satın alan veya satan grubun, satın aldıklarının fiyatını düşürmek üzere anlaşıp, noral fiyatının altında satın almaları, sattıklarını normalin üs­tünde arttırmaları ve satın almasından ve neceşten[61] daha bü­yük bir zulüm olur.

Böylelikle, insanlar almaya ve satmaya muhtaç durum­dayken, mallarını emsal bedelden daha fazlasıyla satmaya ve almaya mecbur kalsınlar diye insanlara haksızlık konu­sunda anlaşmış olurlar.

İnsanların çoğunun almaya ve satmaya ihtiyaç duyduğu nesnenin, alım ve satımına ihtiyaç genel olduğundan dola­yı yalnızca emsal bedelle satılması gerekir. [62]

 

2- Temel İhtiyaçların Garantisi: Kollektif Sorumluluk (İş Hürriyetinin Sınırlandırılması)

 

İnsanların sözgelişi çiftçiliğe, dokumacılığa ve inşaat­çılığa ihtiyaç duyması gibi- bazılarının yürütmesine ihtiyaç duyduğu meslekler de böyledir. Çünkü insanların yemek için gıda maddesinin, giymek için elbiselerinin ve barınacakla­rı evlerinin bulunması zorunludur. Piyasaya ülke insanları­na yetecek ölçüde elbise sürülmezse, kendilerine giyim eş­yası dokuyacak insanlara ihtayaç duyarlar. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) devrinde Yemen'den, Mısır'dan ve Suri­ye'den elbise ithal edilirdi; bu bölge insanları kafir olduk­ları halde onların dokuduklarını yıkamaksızm giyerlerdi.

İnsanların ister başka ülkelerden piyasaya sürülmüş, isterse kendi ülkelerinin zirai bir ürünü olsun, ki galip olan budur gıda maddesine ihtiyacı vardır. Aynı şekilde, barına­cakları meskenlere ihtiyacı vardır, dolayısıyla inşaata muh­taçtırlar.

İşte bu yüzden, İmam Şafii, İmam Ahmed ve İmam Ga­zali, Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi vb. birçok bilgin, bu meslek­lerin (sma'at) farz-ı kifaye olduğu görüşündedir. Çünkü, insanların yararı ancak bu şekilde tamam olabilir. Aynen ci­hadın normalde farz-ı kifaye, ancak düşmanın bir ülkeye kastetmesi, imamın birini göndermesi örneklerinde olduğu üzere- başka yapan bulunmadığında farz-ı ayın olması gibi. Dini bilgiyi öğrenmek, herkesin Allah'ın emrettiği ve ya­sakladığını öğrenmesinin farz-ı ayın olmasındaki gibi her­kese tek tek farz olması dışında farz-ı kifayedir. Nitekim Ra-sulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

Allah kim için hayır dilerse, onu dinde bilgili kı­lar.[63]

Allah'ın kendisi için hayır dilediği herkes dinde bilgili ol­malıdır. Kim dinde bilgili olmazsa Allah onun için hayır di­lememiş demektir.

Din, Allah'ın peygamberine gönderdiğinden ibarettir. Kişinin tasdik etmesi ve uygulaması gereken işte budur. Herkes Muhammed'i (s.a.v.) haber verdiği konuda genel bir şekilde tasdik, emrettiğinde ona genel bir şekilde itaat etme­lidir.

Aynı şekilde, Ölülerin yıkanması ve kefenlenmesi, cena­ze namazlarının kılınması ve defnedilmeleri de farz-ı kifa­yedir.                                           

Aynı şekilde iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak da farz-ı kifayedir. Bütün kamu görevlileri (vİlayat) dîni niteliklidir. Emim'I-Mü'minin'lik, ondan daha alt mertebe olan hükümdarlık, vezirlik, ister mektup yazmak, ister gider he­sabı tutmak, asker veya başkalarına yapılan harcamaları yazmak olsun divan görevleri, vilayetu'1-harb (şurta, polis), yargı görevi ve hisbe böyledir. Bu kamu görevlerinin tümü, sadece iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak için meş­ru kılınmıştır.

Rasulullah (s.a.v.) Medine'de yöneticilerin her işini yü­rütmekteydi. Uzak yerlere tayinler yapardı. Nitekim, Mek­ke'ye Attab b. Esid'i, Taife Osman b. el-As'ı, Urayne'nin köylerine Halid b. Sa'id b. el-As'ı, tayin etmiş. Yemen'e de Ali'yi, Muaz b. Cebel'i ve Ebu Musa el-Eş'ari'yi göndermiş­tir. Aynı şekilde seriyyelere[64] komutan tayin eder, mükellef­lerden zekat mallarını tahsil etmek ve Kur'an'da belirtilen hak sahiplerine harcamak üzere tahsildarlar gönderirdi. Tahsildar Medine'ye yanında yalnızca asası olduğu halde dö­ner, vereceği birini bulunca Rasulullah'a (s.a.v.) hiçbir şey getirmezdi.

Rasulullah (s.a.v.) tahsildarı denetler, gelir ve gider he­saplarını kontrol ederdi. Ebu Humeyd es-Sa'idi'den rivayet edildiğine göre, Rasulullah (s.a.v.) Ezd kabilesinden îb-nu'1-Lutebiyye adında birini zekat tahsildarı olarak tayin et­mişti. Vazifesini yaptıktan sonra Rasulullah'ın (s.a.v.) ya­nına dönünce,

"Bu sizin, bu da bana hediye edilenlerdir" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):

"Bu adama da ne oluyor? Allah'ın bize yüklediği bir işte onu istihdam ediyoruz da 'bu sizin, bu da bana he­diye edilenler' diyebiliyor. Anasının babasının evinde oturup bekleseydi, ona bir hediye verilir miydi, verilmez miydi? Nefsim elinde olana yemin ederim ki, bu çeşit bir mal alınamaz. Böyle bir mal alanlar, kıyamet gününde, onu boynunda taşır; deveyse inleyerek, sığırsa bağırarak, koyunsa feryatla meleyerek" dedikten sonra, ellerini kol­tuk altı görününceye kadar kaldırarak üç defa:

"Allah'ın tebliğ ettim mi?" dedi.[65]

Burada kastedilen, farz-i kifaye olan bu işlerin, yerine ge­tiren başka birisi olmadığında, Özellikle başkası onlardan aciz olduğunda, farz-ı ayın olduklarıdır. İnsanlar bir toplu­luğun çiftçilik, dokumacılık veya inşaatçılık yapmasına ih­tiyaç duyarlarsa, bu işi yapmak vacip olur. Veliyyu'1-emr, yapmaktan kaçındıkları takdirde emsal bedelle (ıvadu'I-misl) onları bu işi yapmaya zorlar, insanlardan bunun üstün­de bir ücret istemelerine, insanların da hak ettiklerinden daha azını vermek suretiyle onlara zulmetlerine izin vermez.

Aynı şekilde, cihad için hazırlanmış askeri birlik mensup­ları, topraklarında ziraat yapılmasına ihtiyaç duyarsa, çift­çilik yapanlar bu topraklan onlar adına işlemeye zorlanır. Bu durumda askeri birlik mensupları çiftçilere zulmedemezler, çiftçiler de birlik mensupları lehine ziraâtçiliğe zorlanırlar. [66]

 

3- Tarımın İyileştirilmesi Problemi: Müzara'a

 

Müzara'a, bilginlerin daha sahih görüşüne göre caizdir. Müslümanlar Rasulullah ve Hulefa-i Raşidin devirlerinde müzara'ayı uygulamışlardır. Aynı zamanda Ebubekir (r.a.), Ömer (r.a.), Osman (r.a.), Ali (r.a.) ve diğer muhacir aile­lerinin uygulamasıdır. îbn Mes'ud gibi büyük sahabenin, Ah-med b. Hanbel, İshak b. Raheveyh, Davud b. Ali, Buhari, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Ebubekr b. el-Munzir ve diğer hadis ehli hukukçuların görüşü de budur. el-Leys b. Sa'd, İbn Ebi Leyla, Ebu Yusuf, Muhammed b. el-Hasen vb. hukukçular da bu görüştedir.

Ölümüne kadar Rasulullah (s.a.v.) çıkardıkları ekin ve meyvanın yarısı kendisinin olmak üzere Hayber'lilerle mu­amele (yarıcılık) yapmıştır. Bu muamele, Ömer (r.a.) ken­dilerini Hayber'den sürünceye kadar devam etmiştir. Rasu-lullah'm (s.a.v.) yarıcılığı, toprağın imarım Hayber'lilerin yapmaları şeklindeydi. Tohum da Rasulullah'dan değil, Hayber'lilerdendi.

İşte bunun için, bilginlerin iki görüşünden daha sahihi­ne göre, tohumun amilden olması caizdir; hatta sahabeden bir gruba göre tohrnu amile aittir.

Rasulullah'm (s.a.v.) yasakladığı muhabere[67] ve toprak kiralaması, toprak sahibinin (rabbu'1-ard) belli bir bölüm­de ziraat yapmayı şart koşmasını açıklamaktadır, işte böy­le şart, nas[68] ve bilginlerin icma'ıyla batıldır. Bu şart, tıpkı, mudarebe'de[69] sermayedar (rabbu'1-mal) lehine belli para­ların şart koşulması gibidir, böyle bir şart ise ittifakla caiz değildir. Zira muamelenin temeli adalettir.

Bu muameleler, şirket çeşitlerindendir. Şirket, her bir or­tağın üçtebir, yarım gibi şayi (oranlı) bir payı bulunmasıy­la olur. Herhangi birine sabit bir şey takdir edilirse, bu ada­let değil, zulüm olur.

Bir grup bilgin, bu ortaklıkları belirsiz bir bedelle kira gi­bi görmüştür. Onlara göre, kıyas, haram kılınmalarını gerek­tirir. Bazı bilginler ise "musakat" ve müzara'ayı haram, ihtiyaç dolayısıyla mudarabeyi mubah görmüştür. Çünkü, Ebu Hanife'nin de benimsediği gibi, dirhemlerin (paraların) kiraya verilmesi mümkün değildir.

İmam Malik, eski kavlinde- Şafii gibi bazı bilginler, mutlak olarak, -yeni görüşünde- Şafii gibi bazısı ise hurma ve üzüm musakatını mubah görmüştür. Çünkü, toprağın aksine, ağacın kiralanması mümkün değildir. Musakata bağlı olarak ihtiyaç duyulan müzara'ayı mubah görmüş­lerdir. Sözgelişi İmam Şafii'nin "toprak daha fazla olunca", ya da Malik'in "toprak üçte bir olunca" sözlerindeki gibi, musakata bağlı olarak müzara'ayı mubah görmüşlerdir.

Selefin ve çeşitli bölgelerin bilginlerinin çoğuna göre, bu, çalışma amacı güden icare değil, şirket gibidir. Çünkü her ikisinin de gayesi, ortaya çıkan ekin ve meyvadır. Mudare-be'de olduğu gibi, biri bedeniyle, öteki malıyla ortak duru­mundadır.

Bunun için, bilginlerin iki görüşünden daha sahihi, bu or­taklıklar fasid olduğunda, emsal ücret (ücret'1-misl) değil, emsal pay gerektiğidir. Kar ya da nema'nın -bu gibi konu­larda adet olduğu üzere-üçte biri ya da yarısı gerekir. Belir­lenen ücret gerekmez, çünkü bu malı ve daha fazlasını da kaplayabilir. Fasid akidlerde, aynen sahih akidlerdekî gerek­lidir. Sahihte vacip olan, belirlenen ücret değil, kârdan be­lirlenen şayi paydır.

Müzara'a kiradan daha esaslıdır, adalet ve prensiplere da­ha yakındır. Çünkü nimet ve külfet dengesi bulunmaktadır. Oysa kirada (muacera) toprak sahibine ücret teslim edilir. Ki­racı ise ekin elde edebileceği gibi, edememesi de müm­kündür. Bilginler bunların caiz olmasında görüş ayrılığına düşmüşlerdir, ama -toprak ona ikta edilsin veya edilmesin-sahih olan caiz olmalarıdır. Dört mezhebe mensup veya di­ğer bilginlerden herhangi birinin "ikta'ın icaresi caiz değil­dir" görüşünde olduğuna rastlamadım. Müslümanlar saha­beden zamanımıza kadar ikta arazisini kiralamaktadırlar. Ancak zamanımızda bazıları, şöyle bir görüşü benimser: "İkta yapılan kişi (mukta'), menfaate sahip olamaz, ia­re (iğreti) toprağı kiraya veren kişi (muste'ir) yerindedir." Bu kıyas iki yönden yanlıştır:

a) Menfaat müsteir'in[70] hakkı değildir. Bunu onu mu'ir[71] bağışlamıştır. Müslümanların arazisinin menfaati ise müs-lümanlarındır. Veliyyu'1-emr sadece bir taksim edicidir. Müslümanlar arasında birbirlerinin haklarını dağıtır, mu'ir gibi bağışlayıcı değildir. İkta yapılan kişi, mevkuz aleyh'in[72] vakfın menfaatlerini elde edişi gibi, istihkak[73] hükmüyle, hatta evleyitle menfaati elde eder. Mevkuf aleyh'in ölüm ih­timali bulunmakla birlikte vakfı kiraya vermesi caizdir, ne var ki bilginlerin İki görüşünden daha sahih olanına göre, ölü­müyle icare feshedilir. Buna bakarak, ikta yapılan kişinin her ne kadar ölümü veya başka bir sebeple icare feshedilirse de, ikta toprağını kiraya vermesi evleviyetle caizdir.

b) Mu'ir icare izni verirse, tıpkı iktida olduğu gibi- icare caiz olur. Veliyyu'1-Emr, ikta yapılanlara icare izni verebilir, bu toprağı müzara'a veya icare ile yararlanmaları için onlara ikta etmiştir. Kira veya müzara'a yoluyla yararlanmayı haram kılan, müslümanarın din ve dünyalarını bozmuş olur. Çünkü dükkanlar ve evler, meskenlerdendir. İkta yapılan, bunlar­dan ancak icare yoluyla yararlanabilir. Tarla ve bahçelerden ise, genelde icare, müzara'a ve musakat yoluyla yararlanılır.

Muraba'a[74] müzara'anm bir çeşididir. Kendi lehine bun­da emekçilik yapana belirli bir ücretle kiraya verdiğinde bun­dan ayrılır. Muraba'ayı pek az kişi uygulamaktadır, çünkü malı zarara uğrayıp hiçbir şey elde etmeyebilir. Oysa ortak­lık (müşareket) bundan farklıdır, taraflar nimet ve külfeti paylaşmaktadırlar. Böylesi adalete daha yakındn Bunun için sağlam fıtrat onu seçer. Bütün bu meselelerin geniş açıkla­ma yeri burası değildir. [75]

 

4- Çalışma Zorunluluğunda Adil Ücret Meselesi

 

Burada açıklamak istediğimiz, veliyyulemr'in insanların ihtiyaç duyduğu çiftçilik, dokumacılık ve inşaatçılık gibi meslek mensuplarını bu mesleklerini yapmaya zorlaması du­rumunda emsal ücreti (ucretu'1-misl) belirlemesi gerektiği­dir. İş yaptıranın bundan daha az ücret ödemesine, -zorun­lu olarak- iş yapanın da daha fazla ücret almasına izin ver­mez. Bu vacip tes'irden biridir.

Aynı şekilde, insanlar silah, köprü vb. cihad aletlerini ya­panlara ihtiyaç duyarlarsa, emsal ücretle iş yaptırtırlar. Hem iş yaptıranların onlara zulmetmesine, hem de iş yapan­ların -kendilerine ihtiyaç duyulmasına rağmen- haklarından fazlasını almalarına fırsat verilmez. Bu, işlerdeki narh (tes'ir-fi'l-amal)'tır.

Mallara (tes'ir fi'1-emval) gelince, şayet insanlar cihad için bir silaha ihtiyaç duyarlarsa, silah yapanların bu silahı emsal bedelle (ivadu'1-misl) satmaları gerekir, silahlan el­lerinde tutup, düşmanın saldırmasına veya malları ihtiyacı olanlara satıcıların istedikleri fiyatın sürmelerine fırsat ve­rilmez.

Şayet imanı cihada gidecekleri belirlerse, onlar bu işi yap­mak zorundadırlar. Rasulullah (s.a.v.):

"Savaşa çağrıldığınızda, savaşa gidiniz" buyurmakta­dır.[76]

Yine Rasulullah (s.a.v.):

"Müslümanın zorda ve kolayda sevinçte ve üzüntüde, başkasının kendisine tercih edilmesi durumunda itaat et­mesi gerekir" buyurmuştur. [77]

Canı ve malıyla cihad yapması vacip olduğuna göre, ci-hadda ihtiyaç duyulanı emsal bedelle satması neden vacip olmasın?

Canıyla cihad yapmaktan aciz olanın, bilginlerin iki gö­rüşünün daha sahih olanına göre -İmam Ahmed'den yapılan rivayetin biri de bu şekildedir-, malıyla cihad yapması ge­rekir.

Yüce Allah malla ve canla cihadı Kur'an'ın birçok yerin­de emretmiştir. Yine Yüce Allah:

"Allah'a karşı gelmekten gücünüz yettiğince sakı­nın." buyurmaktadır. (Tegabun: 64/16)

Rasulullah (s.a.v.)'de:

"Size bir işi emrettiğimde gücünüz yettiğince onu ye­rine getirin" buyurur.[78]

Bedenle cihaddan aciz kalandan malla cihad yükümlülü­ğü düşmediği gibi, malla cihaddan aciz olandan da beden­le cihad yükümlülüğü düşmez.

Yatalak hastalık ya da yaşlılık dolayısıyla hacca git­mekten aciz olanın kendi adına hacca gidecek kişiye malın­dan pay ayırmayı vacip kılan, malıyla güç yetirene vacip kıl­mış olur. Bu görüş ise, açık bir biçimde çelişkilidir. [79]Aynı şekilde, evlerde öğütme ve ekmek yapmaktan aciz ol­maları dolayısıyla, insanların kendileri için öğütecek veya ekmek haline getirecek olanlara ihtiyaç duymaları da böyle­dir. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) devrinde Medine halkı böy­leydi. Hem ücretle öğütecek ve ekmek yapacak, hem de un ve ekmek olarak satacak kimseleri yoktu tahıl olarak satm alır­lar, evlerinde öğütürler ve ekmek yaparlardı, tes'ire ihtiyaç duy­mazlardı. Hububat getiren onu satar, insanlar da piyasaya su­nandan satm alırlardı. İşte bunun için, Rasulullah (s.a.v.):

"Malını piyasaya sunan (calib) rtzıklandırılmiştır, karaborsacı (muhtekir) ise mel'undur.[80]

"İhtikar yapan günahkardır. [81] buyurmuştur.

Rasulullah'ın (s.a.v.) kafizu't-tahhan-ı (değirmenci ölçe­ği) yasakladığıyla ilgili rivayet, zayıf bir hadistir, hatta ba­tıldır. [82] Çünkü, insanlar ihtiyaç duymadığından o devirde Medine'de değirmenci ve fırıncı yoktu. Nitekim, müslümanlar çeşitli ülkeleri fethettiklerinde, çiftçilerin hepsi ka­firdi. Çünkü müslümanlar cihadla ilgileniyorlardı.

İşte bunun için, Rasulullah (s.a.v.), Hayber'i fethetti­ğinde -ziraatçilik yerleşmeyi gerektirdiğinden- sahabenin zi­raatçılık yapamaması dolayısıyla, yarıya ziraatçilik yap­mak üzere bu şehri Yahudilere verdi. Hayber'i fethedenler, Rasulullah'a (s.a.v.) ağaç altında bey'at eden Bey'atu'r-Rıdvan'ın halkıydı. Sayıları bindörtyüz kadardı. Ca'fer'le birlikte Habeşistan'dan dönenler de onlara katıldı. Rasulul­lah'ın (s.a.v.) Hayber toprağını aralarında paylaştıkları da bunlardır. Şayet onlardan bir kısmı ziraatçilik için burada yerleşseydi, kendilerinden başkasının yerine getirmeyece­ği dinin yararları ortadan kalkardı,

Ömer (r.a.) zamanında, ülkeler fethedilip, müslümanlar çoğalınca Yahudilere ihtiyaçları kalmadı, onları sürdüler. Ra­sulullah (s.a.v.):

"Sizi burada dilediğimiz sürece (bir rivayete göre "Al­lah sizi tuttuğu sürece") tutarız. [83] buyurmuştur.

Vefatı sırasında da oradan çıkarılmalarını emretmişti. Ra­sulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Yahudileri ve hıristiyanlan Arap yarımadasından sürünüz.[84]

Bu sebeple, Muhammed b. Cerir et-Taberi gibi bir grup bilgin, kafirlerin ancak müslümanlar kendilerine ihtiyaç duyduklarında müslümanlarm ülkelerinde cizyeyle oturtu­labilecekleri, kendilerine ihtiyaç duyulmadığında Hayber halkı gibi sürülecekleri görüşünü benimsemiştir. Bu konu, yeri burası olmayan tartışmalı bir konudur.

Bu açıklamalardaki gaye, insanların değirmenci ve fırın­cılara ihtiyaçlarının iki şekilde olduğudur.

a) Evdekiler için öğüten ve ekmek yapan kimseler gibi, imalat yapmalarına ihtiyaç duymaları. Bu kişiler ücret alma­ya hak kazanırlar. Kendilerine ihtiyaç duyulması halinde, di­ğer meslek mensupları gibi sadece emsal ücreti alabilirler.

b) İmalat ve satışlarına, ihtiyaç duymaları. Böylelikle, in­sanların piyasadan almaya ihtiyacı dolayısıyla hububatı alacak, öğütecek ve pişirecklere, ekmek olarak satacaklara ihtiyaç duyarlar. Şayet bunların, insanların ihtiyacı olmak­la birlikte, piyasaya sunulan hububatı satın alıp, un ve ek­mek olarak diledikleri fiyatla satmalarına fırsat verilirse, bu büyük bir zarar olur. Bunlar, dört mezhep imamı ve müslü-man bilginlerin çoğuna göre, ticaret zekatı ödemekle mükel­lef tüccardır.

Aynı şekilde, satarak kar etmek gayesiyle bir şey satın alan, ister onda bir iş yapsın veya yapmasın, bir yiyecek, bir elbise veya hayvan satın alsın, ister bunları bir ülkeden yolcu, talebin artması vaktine kadar elinde tutup bekleten bi­ri olsun, isterse dükkan sahipleri gibi sürekli devir-teslim (sü­rüm) yapan biri olsun, bütün bunların hepsine ticaret zeka­tı ödemek vaciptir.

İnsanların ihtiyaç duymaları dolayısıyla, un ve ekmek yapmaları gerektiğinde, -önceden de geçtiği gibi- bunu yapmaya mecbur edilirler ya da belirli biri mecbur edilmeksi­zin insanların ihtiyaç duyduklarını gönüllü olarak yaparlar. Her iki durumda un ve hububata narh konur. Hububatı, unu, ekmeği hem kendilerine, hem de insanlara zarar veril­meksizin, normal kar sağlayarak emsal ücretle satabilirler. [85]

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

NARH KONUSUNDAKİ TARTIŞMALAR

 

Piyasa Fiyatından Sapmalar

 

Bilginler tes'ir (narh) konusunda iki meselede görüş ay­rılığına düşmüştür;

1) Yüksek bir fiyat bulunup, bazıları bunun da üstünde satmak istediklerinde, Malik'in mezhebine göre çarşıda bundan menedilirler.

Daha düşük fiyata satma meselesinde, Malikilerin iki görüşü vardır; İmam Şafii, İmam Ahmed'in mezhebine mensup Ebu Hafs b. el-Akberi (el-Ukberi), kadı Ebu Ya'la, eş-Şerif Ebu Ca'fer, Ebu'l-Hattab, İbn Akil ve diğerlerine göre ise menedilirler.

İmam Malik, Muvatta adlı eserinde Yunus b. Seyf'ten,o nun da Sa'id b. el-Müseyyeb'den rivayet,ettiği şu olayı de­lil olarak ileri sürüyor: Ömer, çarşıda kuru üzüm satan Ha-tıb b. Ebi Belta'a'ya uğradı. Ömer ona:

"Ya fiyatı arttırırsın, ya da çarşımızdan uzaklaştırılırsın" dedi. [86]

İmam Şafii ve onun görüşündekiler ise, Şafii'nin şu ona cevap verirler: ed-Deraverdi'den, Davud b. Sa­lih et-Temmar'dan, el-Kasım b. Muhammed'den, Ömer'den rivayet edilir:

Ömer, el-Musalla çarşısında içlerinde kuru üzüm olan iki Çuval bulunan Hatıb'a uğradı. Fiyatını sordu. Her bir dirhem için iki mudd[87] artırmasını istedi. Ömer Hatıb'a şunları söy­ledi:

"Taif ten kuru üzüm yüklü bir kervan geliyor. Onlar se­nin fiyatını göz önünde bulundururlar. Ya fiyatını yükselt, ya da kuru üzümünü evine koyar, dilediğin zaman satarsın." Ömer, eve dönünce kendisini sorguladı. Sonra evinde bulu­nan Hatıb'a geldi Ve şöyle dedi:

"Sana söylediğim, bir bilgim dolayısıyla değildir ve bir kaza (bağışlayıcı durum) da değildir. Bu, kendisiyle bölge halkının iyiliğini istediğim bir şeydir. Nerede istersen ora­da sat, kaça istersen o kadara sat..."

îmam Şafii şöyle diyor: "Bu hadis, Malik'in rivayet et­tiğine aykırı değildir. Ne var ki, o, hadisin bir kısmını riva­yet etmiştir veya ondan rivayet eden böyle rivayet etmiştir. Bu ise, hadisin başını ve sonunu bir araya getirmiştir. Ben de onu benimsiyorum." Çünkü insanlar, mallarına çok bağ­lıdırlar. Onların mallarının tamamını veya bir kısmını ken­dilerine gerekli olan durumlar dışında rızaları olmaksızın kimse alamaz; bu ise o zorunlu durumlardan değildir.

İmam Malik'in görüşüyle ilgili olarak Ebu'l-Velid el-Baci şöyle diyor:

"Düşük satanın uyması istenen, insanların çoğunun uy­guladığı fiyattır. Bir veya az sayıda kişi fiyatı düşürmekte çoğunluktan ayrılırlarsa, çoğunluğun fiyatına uyum sağla­maları emredilir. Çünkü, esas alınan, çoğunluğun durumu­dur, satılan mallar da buna göre değerlendirilir."

Îbnu'l-Kasim, Malik'ten "İnsanlar, beş için cezalandırıl­maz" şeklinde rivayet ediyor. Diyor ki:

"Bence bu konuda çarşıların durumuna bakmak gere­kir."

Çarşıda fiyatı arttırana ceza verilir mi? Yani, düşük fiyat­la verene uyguladığı gibi, mesela satılan mal kadar dir-. hemle ceza uygulanır mı?

Ebu'l-Hasen el-Kassar el-Maliki şöyle diyor:

"Bilginlerimiz, Malik'in 'Fakat fiyatı kim indirirse' sözü hakkında ihtilaf ettiler. Bağdad'hlar der ki:

"Başkaları sekizini satarken, beşini bir dirheme satanı kastetti.' Mısır'Mardan bir grup 'Başkası beşini satarken, se­kizini satanı kastetti' derler. Bence, her iki durum da yasak­tır. Çünkü insanlar beş satarken, sekiz satan, çarşı halkının alım-satım düzenini bozar. Hatta bu kavga ve düşmanlığa gö­türebilir. Hepsinin yasaklanmasında yarar vardır."

Ebu'l-Velid şunları söylüyor:

"Şüphesiz ki bu, çarşı esnafıyla ilgili hükümdür. Malını piyasaya sürene73 gelince, İmam Muhammed'in rivayet et­tiği Muvatta' kitabında 'Malım piyasaya sunanın çarşıda di­ğerlerinden daha aşağıya satması yasaklanamaz' ifadesi yer alır. İbn Habib ise 'Buğday ve arpa dışındakiler, ancak diğerlerinin fiyatıyla satılır, bu fiyata uyulmazsa çarşıdan çı­karılır. '

Buğday ve arpa Calibi ise, dilediği gibi satabilir, ancak kendileriyle ilgili olarak çarşı halkının hükmü geçerlidir. Ba­zılarına izin verilirse, fiyat konusunda serbest bırakılırlar. İzin verilenler çokça, kalanı için ister onlar gibi satın, ister­seniz ayrılıp gidin' denir."

İbn Habib şöyle diyor:

"Bu yensin yenilmesin mekil (ölçüden) ve mevzunda (tartılan) geçerlidir. Çünkü, diğerleri arasında bir benzerlik bulunmadığından dolayı tes'iri mümkün değildir."

Ebu'l-Velid der ki: "Mekil ve mevzun eşit olduklarında, demek istiyor. Şayet farklı olursa, kaliteliyi satanın, daha kö­tüyü satanla aynı fiyata satması emredilemez." [88]

 

Tavan Fiyatın Belirlenebilmesi

 

Tes'ir konusunda bilginlerin görüş ayrılığına düştüğü [89] Calib, ithalatçı. ikinci mesele, insanlar vacip olanı yerine getirmekle birlik­te, çarşı halkının aşamayacakları bir sınırın belirlenip belir-

lenemeyceği konusudur.

Bilginlerin çoğu, hatta meşhur görüşünde bizzat İmam Malik, bu durumu kabul etmez. Bu görüş İbn Ömer, Salim ve el-Kasım b. Muhammed'den de rivayet edilir.

Ebu'l-Velid; Sa'idb. El-Müseyyeb,Rabi'ab. Ebi Abdir-rahman ve Yahya b. Sa'id'den tavan fiyat belirlenebilece­ğini -sözlerini zikretmeksizin- rivayet eder.

Eşheb, Malik'ten "Sahibu's-Suk"un[90] kasapların sattığı koyun eti için [91]deve eti için yarım ntl-şeklinde narh koyabilir, buna uymazlarsa çarşıdan çıkarılırlar" görü­şünü nakleder. Der ki:

"Satın almalarını uygun gördüğü miktar için narh konma­sında bir beis yoktur, ama çarşıdan uzaklaşmalarından kor­karım."

Bu görüşü benimseyenler, bunun, fiyatın yükseltilmesi­ni ve durumlarının bozulmasını önlemek suretiyle, insanla­rın yararına olduğunu belirtiler. İnsanların satışa zorlan-mayıp, veliyyu'l-emr'in alıcı ve satıcı lehine uygun gördü­ğü yarara göre belirlediği fiyat dışında, satmaktan alıkona-caklarını, ifade ederler. Satıcının kar etmesi yasaklanamaz, onun da insanlara zararlı olmasına izin verilmez.

Çoğunluk ise, daha önce geçen ve Ebu Davud ve başka­larının da el-Ala b. Abdirrahman'dan, o babasından, baba­sının da Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadisi delil olarak ileri sürer: Bir adam Rasulullah'a (s.a.v.) gelerek:

"Ey Allah'ın elçisi! Narh koysana!" dedi. Rasulullah (s.a.v.):

'Hayır, Allah'a dua ederim» cevabını verdi. Adam, ye­niden geldi ve:

"Ey Allah'ın elçisi! Narh koysana!" dedi. Bunun üzeri­ne Rasulullah (s.a.v.):

"Fiyatları yükselten ve düşüren Yüce Allah'tır. Ben de başkasına ait haksız bir mal olmaksızın Allah'a kavuş­mak emelindeyim." buyurdu.[92]

Derler ki: "İnsanların vacip olamayan bir satışa zorlan­ması ya da şer'an mubah kılmandan engellenmesi onlara zu­lümdür; zulüm ve haramdır."

Caiz görenlere göre bunun niteliğine gelince, İbn Habib şöyle diyor:

"İmam, bu şeyin çarşı halkından ileri gelenlerini topla­malı, doğruluklarını göstermek için başkalarını hazır bulun­durmalıdır. Onlara:

"Nasıl alıyorsunuz? Nasıl satıyorsunuz?" diye sormalı­dır. Razı oluncaya değin, onların ve halkın yararı bulunan noktaya kadar indirim yapmalarını sağlar. Tes'ire zorlanmaz­lar, ama gönüllü olarak buna yönlendirilirler. Cevaz ve­renler de zaten bu şekilde izin vermişlerdir."

Ebu'l-Velid şöyle diyor: "Bunun gerekçesi, bu yolla, onun, alıcı ve satıcıların yararlarım bilme imkanını elde etmesidir. Bu konuda satıcıların ayakta durabileceği ve in­sanlara zarar vermeyecekleri bir kar belirler."

Bu konuda onlar için bir kar olmayan fiyatı rızaları bu­lunmaksızın belirlemesi, fiyatların bozulması (fesadu'l-es'ar), temel gıda maddelerinin (akvat) saklanması ve insan­ların mallarının telef edilmesi sonucunu doğurur."

Derim ki: Bilginlerin tartışma konusu ettiği işte budur.

İnsanların satmaları gerekenden kaçınmalarına gelince, işte bu durumda vacibi yapmaları emredilir, yapmazlarsa ce­zalandırılırlar. Aynı şekilde, emsal bedelle (semenu'1-misl) satması gerekip daha fazlası olmadıkça satmaktan kaçmanların da vacip olanı yapması emredilir, yapmaması durumun­da hiç şüphesiz cezalandırılırlar. [93]

 

Tesir'in Mutlak Olarak Yasak Olduğunu Benimseyenlerin Hatası

 

Rasulullah'ın (s.a.v.):

"Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Al­lah'tır. Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan-Allah'a kavuşmak emelindeyim[94] hadisine dayanarak tes'iri mutlak olarak yasaklayanlar hatalıdırlar. Çünkü, bu özel bir olaydır (kadıyye mu'ayyene), genel bir söz değil­dir. Bu olayda, vacip bir satıştan veya işten kaçınan, ya da emsal bedelden daha fazlasını isteyen herhangi birisi yoktur.

Bilindiği gibi, adet olduğu şekilde sahibi malı piyasaya arzedip, insanlar bu mala aşırı talep duyduklarında narh konmaz.

Belirttiğimiz gibi, Medine'de, satılan gıda maddeleri çoğunlukla dışarıdan gelirdi, bazan orada ekilen birşey de satılabilirdi, burada yalnızca arpa ekilirdi. Alıcı ve satıcılar belirli kişiler değildi. Orada bir işe veya malına ihtiyaç duyduğu herhangi bir kimse yoktu. Bilakis, müslümanlarm hepsi aynı cinstendi, hepsi Allah yolunda cihad ederdi. Müslümanlardan ergenlik çağına ulaşan ve gücü yetenlerin hepsi savaşan çıkardı. Her biri canıyla ve malıyla ya da ze­kat ve fey'den verilenler ve başkasının hazırladzğıyla sava­şırdı. Satıcıların emtiasını yalnızca belirli bir ücretle satma­ya zorlanmaları, haksız bir zorlama olurdu. Satışın kendisi­ne zorlamak caiz olmadığına göre, fiyatın belirlenmesi de aynı şekilde caiz olmazdı.

Bir şeyi satması kendisine düşen kişiye gelince, bu Ra-sulullah'ın (s.a.v.) kendisi için fiyat belirlediği, bu fiyatı uy­gulayan ve narh konan kişi gibidir. Buhari ve Müslim'de yer alan rivayete göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Her kim, kendisi ile bir başkası arasında ortak olan bir köleyi azad eder ve azada yetecek malı varsa, hiçbir eksiklik ve fazlalık olmaksızın o şahsın malında köleye adilane kıymet konur. Kölenin geri kalan hisseleri de bu şahsın malından ödenip köle tamamıyla azad edilir.[95]

Kölenin hürriyetini tamamlamak için, ortağının azad et­mediği payını azad etmeye malik olması vacip olunca, kö­lenin bütünü adil ve tam bir şekilde değerlendirilmek ve de­ğerinden payı verilmek suretiyle fiyatı (ivad) belirlenir.

Malik, Ebu Hanife ve îmam Ahmed gibi bilginlerin ço­ğuna göre, ortağın hakkı yarısının değerinde değil, değeri­nin yarısındadır. İşte bu sebeple, bu bilginler ortaklardan bi­ri isteyince taksimi mümkün olmayanların satılacağım ve be­delinin bölüşüleceğim, kaçmanın satmaya zorlanacağını benimser.

Ba/ı Malikiler bunu icma olarak anlatır. Bu sahih hadi­sin de belirttiği gibi, ortağın hakkı değerinin yarasındadır. Ortağın hakkının verilmesi, ancak tümünün satılmasıyla mümkün olur. Sari, ortağın ihtiyacı dolayısıyla bir şeyin ma­likinin mülkünden emsal bedelle (ıvadu'1-misl) çıkarılma­sını vacip kıldığına ve malikin değerinin yarısından fazla­sını isteme hakkı bulunmadığına göre, muztann yiyecek, gi­yecek vb. uç, ihtiyacı gibi, ihtiyacı bu payının azad edilme­sine ihtiyacından dolayı daha fazla olanın durumu nedir?

İşte, Rasulullah'ın (s.a.v.) tümünün emsal değerinin (kıymetiu'1-misl) belirlenmesini emretmesi, gerçek bir tes' irdir.

Aynı şekilde, ortaklık ve taksim (mukaseme) zararından kurtulmak için, ortağın, fazla değil, alıcının ödediği aynı be­delle meşfu'un (şuf a konusu taşınmazın) yarısını onun elinden alması caizdir. Bu, sünnetten çok sayıda delil ve bil­ginlerin icmaıyla sabittir.

Bu, bir kişi için tamamlama yararını elde etmek gayesiy­le, fazla değil, emsal bedelini Ödemeye zorlama olduğuna gö­re, bundan daha büyüğünün durumu nasıldır?

Ortağına istediği fiyata satma hakkı yoktur. Hatta, ken­dine mal olan bedelden daha fazlasını ortaktan isteme hak­kına sahip değildir.

Gerçekte bu, bir eşit tevliyedir. Çünkü, tevliye[96] alıcının elindeki malı kendine maloîan fiyatta başkasına vermesi durumudur. Bu, emsal fiyatla satıştan daha ileridedir. Bunun­la birlikte, alıcı, ortağı dışındaki birine satmaya zorlanamaz, ona istediği gibi satabilir. Çünkü, bu yabancının onu satın almaya ihtiyacı, ortağmki gibi değildir. [97]

 

Özel ve Kamusal İhtiyaçların Karşılanması

 

Bir topluluğun barınacakları başka bir yer bulamadıkla­rında birinin evinde oturma zorunluluğu olursa, bu kişinin o topluluğu evinde oturtması gerekir. Aynı şekilde soğuk­tan korunacakları elbiselerin, ya da yemek pişirecekleri, ev yapacakları veya su içecekleri aletlerin iğreti verilmesi­ne ihtiyaç duyduklarında da bunları karşılıksız olarak ver­mesi gerekir.

Su çekecekleri bir kovanın, yemek pişirecekleri bir ten­cerenin ya da kazanacakları bir ayak keserinin iğreti veril­mesine ihtiyaçları olursa, fazlasıyla değil, emsal ücretle  (ucretu'I-misl) vermesi gerekir mi?

Bu konuda -İmam Ahmed'in ve diğerlerinin mezhebin­de- bilginlerin iki görüşü vardır. Sahih olan, Kur'an ve Sünnet'in de gösterdiği gibi, sahibinin'bunların yararına veya bedeline ihtiyacı yoksa, karşılıksız vermenin vacip olduğudur. Yüce Allah şöyle buyurur:

"Vay o namaz kılanların haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. Onlar (iğreti olarak) basit şeyleri dahi vermezler." (Maun: 107/4-7)

İbn Mes'ud'dan nakledildiğine göre, şöyle demiştir:

"Ma'un'u (basit şeyleri), kovanın, tencerenin ve baltanın (ayak keserinin) iğreti verilmesi olarak değerlendirirdik."

Buhari ve Müslim'de Rasulullah'dan (s.a.v.) atla ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilir:

"O kimisi için ecirdir, kimisi için (fakirlik ve ihtiyacı­na) bir perdedir, bazısına da boynunda bir vebaldir.[98]

Yine Buhari ve Müslim'de Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle bu­yurduğu nakledilir:

"Su (veya süt) kovasının ve erkek develeri ihtiyacı olanlara tohumluk için iğreti verilmesi devedeki haklar­dandır. [99]Rasulullah'ın (s.a.v.) erkek at ve deve için, dişi at ve de­ve sahibinden ücret almayı yasakladığı sabittir. [100]

Bu menfaatin bağışlanması gerektiği, İmam Ahmed ve di­ğerlerinin görüşüdür.

Toprak sahibine bir zarar vermeksizin başkasına alt bir topraktan su geçirme ihtiyacı doğunca, toprak sahibi buna zorlanabilir mi? Bu konuda bilginlerin iki görüşü, İmam Ah-med'den iki rivayet vardır. Bu konudaki haberler, Ömer'den  (r.a.) nakledilir el-Muhenna'a şöyle demiştir:

"Karnının üstünden de olsa, onu oradan akıtacağız." Sahabe ve tabiinden birçoğuna göre, zinet eşyanın zeka­tı, iğreti olarak verilmesidir. Bu, aynı zamanda İmam Ahmed ve başkalarının, iki açıklama şeklinden biridir. Bağışlanması gereken mefaatler iki çeşittir:

1) Menfaatlerin bir kısmı, atta, devede ve zinet eşyasının ariyet verilmesinde belirttiğimiz gibi, malın hakkıdır.

2) Menfaatlerin bazısı ise, insanların İhtiyacı dolayısıy­la vacip olur.

Aynı şekilde, bedeni menfaatlerden, sözgelişi insanlara ilim öğretmek ve fetva vermek, şahitlik yapmak ve araların­da hükmetmek, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, cihad etmek vb. bedeni menfaatlerden yararlandırma, ihti­yaç durumunda vaciptir.

Muhtaçların malların menfaatlerinden yararlandırılma­larının vacip olması engellenemez. Yüce Allah (c.c.) şöyle

buyuruyor:

"Kitap onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmak­tan çekinmesin, yazsın... çağrıldıklarında çekinmesinler."

(Bakara: 2/282)

Şahitlik için ücret alınması konusunda bilginlerin dört gö­rüşü vardır; bunlar, İmam Ahmed ve başkalarının dört açık­lama şeklidir:

1) Mutlak olarak caiz değildir.

2) Ancak ihtiyaç halinde caiz olabilir.

3)  Caizdir; ancak, bizzat kendisinin şahitlik yapması gerektiğinde caiz değildir.

4) Caizdir; şayet iş (amel) sırasında ücret alırsa, eda sı­rasında alamaz.

Bütün bunların özel açıklanma yerleri vardır. Buradaki gayemiz, malın ya emsal bedel (semenu'l-misi) veya satın aldığı bedel gibi belirlenen bir bedelle (semen mukadder) malını satması gerektiği şeklinde çeşitli konularda sünnet delili bulunduğundan fiyat belirlemenin (takdiru's-semen) mutlak olarak haram olmadığı neticesine ulaşmaktır. [101]

 

Allah Hakları ve Kul Hakları

 

Rasulullah'm (s.a.v.) azad eden ortağın payını satın al­ma konusundaki kölenin değerini belirleme emri hürriyeti tamamlamak içindir; bu, Allah hakkıdır.

İnsanların genel bir ihtiyaç duyduğu konuda hak, Al­lah'a aittir, işte bu sebeple, bilginler, böylesini, kulların hakları (hukuk'1-adameyyin) ve hadleri (hududu'1-ademiy-yin) değil de, Allah'ın haklan (hukukullah) ve hadleri (hu-dudullah) olarak kabul ederler. Sözgelişi, camilerin hakla­rı, fey' malı, zekatlar, ihtiyaç sahiplerine ve kamu yararına vakıf vb. böyledir. Yine, isyancılığın, hırsızlığın, zinanın, şarap içmenin cezalandırılması (hadler) da bu gruptandır. Malı yüzünden bir kişiyi öldüren, bilginlerin ittifakıyla zo­runlu olarak öldürülür, bu konuda maktulün mirasçılarının af yetkileri yoktur. Aralarındaki bir husumet gibi özle bir ga­raz dolayısıyla bir kişiyi öldürmek ise böyle değildir. Bu, maktulün velilerine aittir. Bilginlerin ititfakıyla, isterlerse katlederler, isterlerse affederler.

İnsanların yiyecek, giyecek vb. ne ihtiyacı kamu yararıy­la ilgilidir. Buradaki hak özel bir kişinin değildir. Bunlar­da satması gereken mal için emsal fiyatın (semetu'1-misl) be­lirlenmesi, hürriyetin tamamlanması için belirlenmesinden daha üstündür. Ancak hürriyetin tamamlanması, azad eden ortağa düşer. Şayet fiyat belirlenmezse, diğer ortağın dile­diğini istemesiyle zarara uğranılır. Oysa burada insanların hepsinin kendilerine yiyecek ve giyecek satın alması zorun­ludur. Şayet eşyasına ihtiyaç duyulan kişiye dilediği gibi satma fırsatı verilirse, insanların zararı daha büyük olur. [102]

 

Özel İhtiyaçlar ve Toplumun Sorumluluğu

 

İşte bunun için hukukçular, "İnsan başkasının malına muztar kalırsa, mal sahibinin bu malı emsal fiyatıyla (seme-nu'1-misl) vermesi gerekir" demektedirler.

Satması gerekenle gerekmeyen arasında bir ayrım yap­mak gerekir. Mezhep imamlarının muavazayı (değişimi) vacip kılmaktan ve narhtan en uzak olanı, îmam Şafii'dir. Bununla birlikte o, malına muztar kalınan kişinin bunu em­sal fiyatla (semenu'1-misl) muztar kalana vermesi gerekti­ği görüşündedir.

İnsanların ihtiyacı olması durumunda tes'irin cevazı ko­nusunda şafil hukukçular görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu konuda iki görüşleri vardır.

Ebu Hanife yanlısı hukkuçular, şöyle demektedirler: "Sultan, ancak kamu zararı sözkonusu olması durumun­da narh koyabilir. Muhtekir'in durumu hakime götürüldü­ğünde, bu konudaki fiyatı gözönünde tutarak kendisinin ve ailesinin azığından arta kalanı satar, ihtikar yapmasını ya­saklar. Şayet tüccar hakime ikinci kez dava edilirse, onu ön­lemek (zecr) veya insanların zararını ortadan kaldırmak için hapseder ve takdir ettİğibİr ceza verir. Eğer gıda mad­desinin sahipleri, değeri fahiş bir şekilde aşarlar ve hakim de insanların haklarım ancak narhla koruyabilirse, bilirki­şilere (ehlu'r-re'y ve'1-basire) danışarak narh koyar. Narh koyduktan sonra herhangi birisi fiyatı aşarsa, onu narha uy­maya mecbur eder."

Bu, Ebu Hanife'nin görüşü açısından çok açıktır; zira, hür bir insana hacr konamayacağı görüşündedir. Belirli kişile­re hacr[103] konması dışında, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre de böyledir. İmam'ın belirlediği fiyatla satanın bu işlemi sahihtir, çünkü tehdit altında değildir.

Acaba, karaborsacının stok ettiği gıda maddesini rızası olmaksızın hakim (kadı) satabilir mi? Bunun, borçlunun malı hakkında bilinen ihtilaf gibi olduğu söylenmiştir. Ba­zıları işte burada ittifakla satabilir demektedirler; çünkü Ebu Hanife, hacr'i kamu zararının ortadan kaldırılması için benimsemektedir. [104]

 

Piyasa Fiyatı ve Adil Fiyat

 

Rasulullah (s.a.v.) devrinde fiyat yükselince, narh koy­masını istediler, ancak o bundan kaçındı. Yanında gıda maddesi bulunup, satışından kaçınan olduğu belirtilmemiş­tir. Bilakis, gıda maddesi satanların çoğu, bunları dışarıdan getirmekte ve çarşıya girince satmaktaydılar.

Ne var ki Rasulullah (s.a.v.), şehirlinin köyle malını ka­patmasını ve onun simsarı olmasını yasaklamıştır. Rasulul­lah (s.â.v.) şöyle buyuruyor:

"İnsanları bırakınız, Allah onları birbirlerinden rızıklandınr.[105]

Bu hadis, Rasulullah'dan (s.a.v.) birkaç şekilde sabittir.

Fiyatı (piyasayı) bilen şehirlinin, emtiayı dışarıdan ge­tiren köylüye aracılık etmesini yasaklamıştır. Çünkü, insan­ların ihtiyacını bilerek beklerse, alıcıya fiyatı yükseltir. Her ne kadar vekalet, genelde mubah ise de, insanların za­rarına olarak fiyat yükseltildiğinden köylüye aracılık et­mesini yasaklamıştır.

Rasulullah (s.a.v.) dışarıdan mal getirenleri karşılamayı yas aklamış tn. Bu, Sahih'te bir çok şekilde sabittir. Rasulul­lah (s.a.v.) satıcıya, çarşıya indiğinde seçim hakkı tanımıştır. Bu sebeple, hukukçuların çoğu, emsal fiyatın altında ve aldanma oluşu dolayısıyla satıcı zarar gördüğünden ötürü ya­sakladığı görüşündedir.

Rasulullah (s.a.v.) bu satıcıya seçim hakkı tanımıştır, ancak, bu seçim hakkı, mutlak mıdır, yoksa aldanması du­rumunda mı söz konusudur? Bu konuda bilginlerin iki gö­rüşü vardır. îmam Ahmed'den her ikisi de rivayet edilmek­tedir. Daha açık olanına göre, seçim hakkı, aldandığı zaman söz konusudur. İkinciye göre, mutlak olarak bu hakkı var­dır; İmam Şafii'nin açık görüşü de budur.

Bir grup bilgin ise, karşılayan, malı alıp sonra sattığın­da, alıcı zarara uğrayacağından dolayı yasaklandığı görüşün­dedir.

Kısacası, Rasullulah (s.a.v.) satıcının fiyatı -ki bu emsal fiyattır (semenu'I-misl)- ve alıcının da metai bilmesi için, as­lında helal olan ahm-satımı yasaklıyor. Kıyam yanlış yapar ise şöyle diyor: "Alıcı dilediği şekilde satm alabilir; bizzat satıcıdan al­mıştır. Aynı şekilde köylü, şehirliyi vekil kılabilir."

Ne var ki, Sari, kamu yararını gözetmiştir. Çünkü, dışa­rıdan mal getiren (calib), fiyatı bilmeyince emsal fiyattan ha­bersiz kalıp alıcı onu aldatabilir. İşte bu sebeple, İmam Malik ve İmam Ahmed her mustersil'i buna katmaktadır. Mustersiİ, pazarlık yapmayan ve malın değerini bilmeyen­dir. Bu açıdan, fiyatı bilmeden piyasaya mal getiren yerin­dedir.

Görüldüğü gibi, bu satıcıdan alma zorunlulukları yoksa da, insanın bu gibilere mutlaka normal fiyatla (bu emsal fi­yattır) satması gerekir. Ancak, malın değerinden habersiz­likleri veya satıcıya güvenmeleri dolayısıyla, pazarlık yap­mıyorlar. Satışta rıza esastır, rıza da bilgiden sonra doğar. Aldatıldığını bilmeyen, bazan razı olur, bazan olmaz. Alda-(ildiğini bilen ve razı olan için bir problem yoktur, ama emsal fiyata (semenu'1-misl) razı olmazsa, bu hoşnutsuzlu­ğu dikkate alınmaz. Bu sebeple, Sari, kusur veya tedlisi[106] bil­meyene seçim hakkı tanımıştır. Çünkü, alım-satımda, ma­lın sağlam ve içinin de dışı gibi olması esastır. Buna rağmen satın aldığında, rızası böylece ortaya çıkmış olur. Malda bir hile ve kusur olduğu, -sözgelişi bir niteliğini belirtir de bu­nun aksi- ortaya çıkarsa, razı olabileceği gibi, olmaması da mümkündür. Razı olursa bir problem yok, ama razı ol­mazsa ahmsatım feshedilir.

Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde Hakim b. Hızam'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur:

"Alıcı ile satıcı (birbirlerinden) ayrılmadıkça seçim hakkına sahiptirler. Bunlardan her biri doğru söyleyip

de (meta ve bedele ait hususları birbirine) açıklarlarsa, bu ahş-verişlerinde kendilerine bereket ihsan olunur. Eğer iki taraf da (mal ve bedelin ayıbım) gizler ve yalan söylerse, bu ahş-verişlerinin bereketi giderilir. [107]

Sünen'in de şu hadis rivayet edilir:

"Bir adamın başkasının toprağında bir ağacı vardı. Top­rağın sahibi, ağaç sahibinin girişinden zarar görüyordu. Bu durumu Rasulullah'a (s.a.v.) şikayet etti. Rasuluîlah (s.a.v.), ağacın bedelini kabul etmesini ya da ağacı ona bağışlama­sını emretti, ama adam bunu yapmadı. Rasulullah (s.a.v.), toprak sahibine sökme izni verdi, ağaç sahibine de şöyle bu­yurdu:

"Sen zarar verici birisin. [108]

 

Kamu Yararı Açısından Tes'ir

 

Bu olayda Rasuİullah (s.a.v.) ağacı bağışlamadığı tak­dirde- satmasını zorunlu kıldı, alıcının ihtiyacı olması du­rumunda satışın zorunluluğunu gösterdi.

İnsanların tümünün gıda maddesine duyduğu ihtiyaca göre, bunun ihtiyacı ne derece önemli olabilir?

Hububatı öğütmek ve pişirmek suretiyle gıda maddele­ri ticareti yapanlar da böyledir. İnsanlar yararlanmaya ihti­yaç duyduklarında han, kaysariyye (kapalıçarşı) ve hamam sahipleri de böyledir. Çünkü, ticaret yapmak için bunları aç­mıştır. İnsanları, ihtiyaçları varken, ücret dilediği gibi olma­dıkça içeri almaktan kaçınmasına izin verilmez, emsal üc­retle bunlardan yararlandırmaya zorlanır. Aynı şekilde, in­sanlar ihtiyaç duyarken, ticaretini yapmak için buğday sa­tın alıp, onu öğüten ve un satın alıp fırıncılık yapan kimse­ler de böyledir, hatta emsal fiyatla satmaya zorlanması da­ha da önemlidir. Pişirmek ve öğütmekten kaçınıp, insanlar da bundan zarar görürlerse, -daha önce de geçtiği gibi- bun­ları yapmaya zorlanır. İnsanlar yetecek ölçüde yaptıkların­da normal fiyatla satın alınıp ihtiyaçları karşılanabil ir s e narh koymaya ihtiyaç duyulmaz. Ama insanların ihtiyacı an­cak adil narhla karşılanabilirse, tam adil narh konur. [109]

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

SUÇ VE CEZA

 

Dini Konularda Aldatma

 

Dini konularda da aldatma ve hileler vardır. Sözgelişi, Kur'an, sünnet ve ümmetin selefinin icmaına aykırı bid'at söz ve fililer; müslümanların camilerinde ıslık ve el çırpma hareketleri yapma; sahabenin veya müslümanların çoğu hakkında kötü sözler söyleme; müslümanların imamları ve ileri gelenleri, ümmet içinde hayırla anılan yöneticlir aley­hinde konuşma; ilim ehlinin kabul ettiği Rasulullah'a (s.a.v.) ait hadisleri reddetme; Rasulullah'a (s.a.v.) iftira edilen uydurma hadisleri rivayet etmek, Rasulullah'ın (s.a.v.) şe-riatmden çıkmaya izin vermek şeklinde dinde aşırı gitmek, Allah'ın isim ve sıfatlarında ayetlerini tahirf etmekte, Al­lah'ın takdirini inkar etmekte, kaza ve kaderde Allah'ın emrine ve yasaklamasına muhalefette ilhad; Allah'ın yolun­dan döndürmek için ya da ehlinden olmayan biri tarafından iyi zannedilmesi maksadıyla peygamberlerin mucizeleri­ne, evliyanın kerametlerine benzer sihirbazlık ve gözbağcı­lık oyunları yapmak hep birer dini aldatma ve hile örneği­dir.

Bu gibi kötülükleri yapanların engellenmesi tevbe etme­yip yasaklandığında İslam'ın getirdiği ölüm, sopa vb. ceza­lardan biriyle cezalandırılması gerekir. Muhtesib, böyle-lerine sözlü veya fiili ta'zir cezası uygulamalı, kötülüğün beklendiği konulan a toplanmayı engellemelidir. Ceza an­cak sabit olan bir su^ dolayısıyla uygulanabilir.

Engeleme ve tedbir, suç işleneceğini tahminle de olabi­lir. Ömer (r.a.) çocukların, ahlaksızlıkla tanınan kişilerle birlikte olmalarını engellemiştir. Bu yalancılıkla itham oluna­nın tanıklığından, hainlikle itham olunana güvenmek ve borcunu geciktirmekle itham olunanla ilişkiye girmekten ko­runma gibidir. [110]

 

Cezalar: Hadler ve Ta'zir Cezalan

 

a) Ta'zir'in Türleri:

 

İyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma, ancak şer'i ce­zalarla tamam olur. Çünkü Yüce Allah, Kur'an'la yola gel­meyeni, sultanla yola getirir. Cezaların (hudud) uygulanma­sı, veliyyulemr'lere vaciptir. Bu ise, vaciplerin terkedil-mesi ve haramların yapılması dolayısıyla ceza vermek su­retiyle gerçekleşir.

Cezaların bir kısmı, zina iftirasında bulunana seksen değnek vurulması ve hırsızın elinin kesilmesinde olduğu gi­bi belirlenmiştir. Bir kısmı ise, "ta'zir" adıyla bilinip belir­lenmemiştir, sayıları ve niteliği suçların büyüklüğü ve kü­çüklüğüne, suçu işleyenin ve suçun azlığı ve çokluğuna göre farklılık gösterir.

Ta'zir'in bir çok çeşidi vardır. Bir kısmı sözlü azarlama ve alıkoyma, bir kısmı hapsetme, bir kısmı sürgün ve bir kıs­mı da dayak atma türündedir.

Şayet dayak türünden ta'zir, sözgelişi namazın kıhnma-ması gibi bir vacibin terkinden, güç yettiği halde borcu ödememek, gasbedilen malı iade etmemek ve emenati ehli­ne vermemek gibi vacip hakları yapmamaktan dolayı uygu­lanıyor ise vacibi yerine getirinceye kadar aralıklı olarak (bir­kaç kez ve her gün) uygulanır. Eğer dayak, geçmişte işledi­ği bir uça karşılık bir ceza veya Allah'ın ona ve onun dışın­dakilere verdiği bir ibret cezası ise, böylesi ceza ihtiyaç miktarınca uygulanır, bunun azı İçin bir sınır yoktur. [111]

 

b) Ta'zir'in Miktarı: .

 

Ta'zir'in en çoğu konusunda, İmam Ahmed'in ve di­ğerlerinin mezheplerinde üç görüş vardır:

a) On sopa almalıdır.

b) Ya otuzdokuz, ya da yetmişdokuz sopa olarak hadle­rin en azının altında olmalıdır. Bu, Ebu Hanife'nin görüşü­nü paylaşanların pek çoğuna, Şafii ve İmam Ahmed'in as­habından bir grubun görüşü olup, İmam Ahmed'den de ri­vayet edilmiştir, ama, şayet ta'zir belirlenen bir cezası olan suçla ilgiliyse, bu belirlenen miktarı aşmaz. Sözgelişi, nisa­bın altında bir malı çalma suçunun ta'ziri el kesme derece­sine varamaz; şarapla ağzı çalkalamanın cezası içki haddi­ne varamaz; zina dışındaki iftiranın cezası had derecesine ulaşamaz. Bu, görüşlerin en orta yolu tutanıdır; Rasulullah'ın (s.a.v.) ve Hulefa-i Raşidin'in sünneti de bunu göstermek­tedir.

Rasulullah (s.a.v.), karısının cariyesiyle yine karısının iz­niyle ilişki kuran kişiye yüz değnek vurulmasını emretmiş ve şüphe dolayısıyla haddi düşürmüştür.[112] Ebubekir ve Ömer, aynı yatakta bulunan erkek ve kadının her birine yü­zer değnek vurulmasını emretmişlerdir. Ömer, yüzüğünü na­kışlayan ve beytülmaldan alan kişiye yüz değnek vurulma­sını emretmiştir; iki gün peşpeşe yüzer değnek vurdurmuş-tur. Gördüğü bid'ati dolayısıyla, Sabig b. Asel'e saymaksızın bir çok defa dayak atmıştır. Müslümanların birliğini bozan ve din konusundaki bid'atm propagandasını yapan ki­şiler gibi, yeryüzündeki bozgunculuğu ancak öldürülmesiy­le ortadan kalkan kişi öldürülür. Yüce Allah:

"Bunun için İsrailoğullarına şöyle yazdık: 'Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gi­bi olur.. (Maide: 5/32) Rasuhıllah da (s.a.v.):

"İşiniz bir tek adamın çevresinde toplu halde devam edip giderken, gelip sizin birliğinizi parçalamak isteye­nin -kim (nerede) olursa olsun- boynunu kılıçla vuru­nuz.[113] buyurur.

Rasuhıllah (s.a.v.) kasten kendisini yalanlayan kişinin katledilmesini emretmiştir. Deylem el-Himyeri, Rasulul-lah (s.a.v.) buğdaydan yapılan bir içkinin hükmünü sordu­ğunda:

"Kim bunu içmeyi bırakmazsa, onu öldürün" cevabı­nı vermiştir. [114]

İşte bu sebeple, İmam Malik ve bir grup Hanbeli hukuk­çu, casusun öldürülmesi gerektiği görüşünü benimsemişler­dir. Malik ve ona katılan bazı Şafii hukukçular, bid'at pro­pagandası yapanın öldürülmesi görüşündedir.

Bu konunun asil açıklanma yeri burası değildir. Çünkü muhtesibin, ölüm ve el kesme cezası verme yetkisi yoktur.

Ta'zir'in bir çeşidi de sürgün ve uzaklaştırmadır. Nite­kim Ömer (r.a.) şarap içeni Hayber'e Sabig b. Asel'i Bas­ra'ya sürmüş, kadınların çılgına dönmesi yüzünden Nasr b. Haccac'ı Basra'ya uzaklaşmıştır. [115]

 

c) Mali Cezalar:

 

a) Mali Cezaların Hukuki Durumu:

 

İmam Malik'in meşhur görüşüne, bazı konularda tartış­masız, bazılarında tartışmalı olarak İmam Ahmed'e ve ayrıntısı tartışmalı olmakla birlikte İmam Şafii'nin bir görüsüne göre, özel bazı konularda, mali ceza biçimindeki ta'zirler de meşrudur. Nitekim, Rasulullah'm (s.a.v.) sünneti de bunu göstermektedir. Medine hareminde avlanan kişiyi gö­renin bu avcıyı yağmalamasına izin vermiştir. Şarap kapla­rının kırılmasını ve fıçıların parçalanmasını emretmiştir. Yine Abdullah b. Ömer'e usfur bitkisiyîe sarıya boyanmış iki elbisesini yakmasını emretmiştir. Abdullah:

"Onları yıkayayım mı?" diye sorunca, Rasulullah (s.a.v.):

"Hayır, yakmalısın" cevabını vermişti.[116]

Rasulullah (s.a.v.) Hayber savaşında ehli eşek eti bulu­nan kapların kırılmasını emretmiş, dökmek için izin istedik­lerinde bu izni vermiştir. Tencerelerde eşek eti kaynadığı­nı görünce kırılmalarını ve içindekilerin dökülmesini emret­miştir.

"Etleri döküp de, kaplan yıkasak (olmaz mı)?" şeklinde sorulunca,

"Yahut böyle yapınız" cevabını vermiştir. [117] Bu, her ikisinin de caiz olduğunu göstermekterdir. Çünkü bu şekil­de ceza, vacip kılınmamıştır.

Rasulullah (s.a.v.) Mescidu'd-Dırar'ı yıktırmış, [118] Musa, tanrılaştırman buzağıyı yaktırmıştır. Rasulullah (s.a.v.) ko­ruma altında bulunmayan yerden çalanın katıyla tazminat ödemesine hükmetmiştir. Ganimet malından aşıranın elin­deki bu düşmanı Öldüren kişiyi mahrum bıraktığı da rivayet edilmiştir.

Ömer ve Ali, şarap satılan yerin yakılmasını emretmiş­lerdir. Zekat ödemeyenin malının yarısı alınmıştır. Osman,

imam mushafa aykırı mushafları yakmıştır. Ömer, eskilerin (eskilerle ilgili) kitaplarını ve Sa'd b. Ebi Vakkas'ın in­sanlardan uzaklaşmak istediğinde yapmış olduğu köşkü yaktırmıştır. Bu iş için Muharnmed b. Mesleme'yi gönder­miş ve yakmasını emretmiştir. Muhammed b. Mesleme de gidip, köşkü yakmıştır.

Bütün bu olaylar doğrudur ve ilim ehlince bilinmektedir, benzerleri de çoktur.

Mali cezaların yürürlükten kaldırıldığını (nesh edildiği­ni) benimseyen ve bunu İmam Malik ile İmam Ahmed adı­na belirtenler, her ikisinin mezhebini de yanlış anlamış de­mektir. Hangi mezhep için olursa olsun, mutlak olarak be­lirtenler, delilsiz bir görüş benimsemiş olurlar. Rasulul-lah'dan (s.a.v.) bütün mali cezalan haram kıldığını belirten hiçbir haber gelmemiştir. Onun vefatından sonra da Hule-fa-i Raşidin'in ve sahabenin büyüklerinin bunları benimse­mesi, neshedilmeyip yürürlükte (muhkem) olduğuna delil­dir.

Bütün bu örneklerin çoğu, İmam Ahmed ile Malik ve onun mezhebine mensup olanlardan da nakledilmiştir. Ba­zısı da kendisine hadis olarak ulaştığı ölçüde de İmam Şa­fii'nin görüşüdür.

İmam Malik, İmam Ahmed ve başkalarına göre, mali cezalar da bedeni cezalar gibi, İslam'a uygun ve aykırı kı­sımlarına ayrılır, bu iki mezhep imamına göre mali cezalar yürürlükten kaldırılmamıştır.

Mali cezaların yürürlükten kaldırıldığını ileri sürenlerin ne Kur'an'dan, ne de sünnetten neshe dair hiçbir delilleri yoktur. Yalnızca nesh iddialarmdan başka hiçbir delilleri ol­maksızın, sahih naslara ve sabit sünnete aykırı düşenlerin ço­ğunun anlayışı böyledir. Nesh görüşünü benimseyenden delil istenince, hiçbir delil bulamaz. Ancak, mensup oldu­ğu grup, bazı nasları uygulamanın terkedilmesi görüşünü benimser ya da bu naslarm uygulanmasının icma ile bırakıldı­ğını vehmeder, icma nesh delilidir. Kuşkusuz, icmaın sabit olması, yürürlükten kaldırıldığına delil olur. Çünkü, ümmet herhangi bir hata üzerinde birleşmez.

Ancak, herhangi bir nassın terkine dair hiçbir icma bilin­mez, nassı ancak başka bir nas kaldırabilir. Bu sebeple, ic­ma bulunduğu iddiasıyla nasların neshini Öne sürenlerin çoğunun bu iddiası araştırıldığında ileri sürdüğü bu icma'm sahih olmadığı görülür, bilakis onun kastettiği bu konuda gö­rüş ayrılığı bilinmediğidir. Aynca, bunlardan bir kısmı, il­im ehlinin çoğunluğunun mensup olduğu mezhep hukukçu­larına zıt görüştedir, kaldı ki bilginlerin görüşlerinden ha­bersizdir.

Aynı şekilde, Allah hakkı olan şer'i vacipler, üç çeşittir:

1) İbadetler: Namaz, zekat, oruç gibi,

2) Cezalar: Belirlenmiş ya da sayı ve niteliği yönetcile-re bırakılmış olan cezalar.

3) Kefaaretler.                                                         

Vacip çeşitlerinden her biri bedeni, mali ve karma kısım­larına ayrılır.

Namaz ve oruç bedeni, zekat mali, hac karma ibadettir.

Doyurma, mali; oruç, bedeni; hedy olarak kurban kes­me[119] karma türünden keffarettir.

İdam etme ve el kesme, bedeni; şarap kaplarının yok edilmesi, mali; koruma altında olmayan yerden çalana da­yak ve iki katını Ödetme, kafirlerle savaş ve mallarını alıkoy­ma, karma cezadır.

Bunun yanısıra, bedeni cezalar, hırsızın elinin kesilme­si gibi, bazan geçmişte yapılan bir işin cezası, bazan da katilin öldürülmesi gibi gelecektekini önlemek maksadıyla olur.[120]

 

b) Mali Cezların Türleri

 

1- Münkerin İtlafı:

 

Mali cezaların bir kısmı, kötülüğün (münker'in) ortadan kaldırılması türüdendir. Bedeni cezalar gibi, mali cezalar da itlaf, tağyir (değiştirme) ve başkasına temlik kısımlarına ay­rılır.

Kendilerine bağlı olarak maddi ve şekil türünden mün-kerlerin bulunduğu yer de yok edilebilir. Bu, itlaf türünden bir misli cezadır. Sözgelişi, şekilleri münker olduğundan ma-, bud edinilen putların kendilerinin yok edilmesi caizdir. Şa­yet taş veya ağaç vb. den olursa, kırılması ve yakılması ca­izdir. Aynı şekilde, tanbur gibi eğlence aletlerinin yok edil­mesi hukukçuların çoğunluğuna göre caizdir, bu Malik'in ve iki rivayetin daha meşhurunda İmam Ahmed'in görüşüdür. Yine, şarap kaplarının kırılması ve yakılması, şarap satılan dükkanların yakılması caizdir. İmam Ahmed ve bazı Mali­ki ve diğer mezheplere mensup hukukçular bu görüştedirler. Bu konuda, Ömer'den (r.a.) nakledilen, Ruveyşid es-Sakafi'nin şarap satılan dükkanının yakılmasını emretmesi olayına dayanırlar. Ömer, Ruveyşid'e:

"Sen Ruveyşid (iyi örnek) değil, fuveysık (ahlakı bozuk) birisin" dedi. Aynı şekilde, mü'minlerin emiri Ali de, Ebu Ubeyde ve başkalarının naklettiğine göre, şarap satılan bir köyün yakılmasını emretmiştir. Çünkü, satışının yapıldığı yer, tıpkı kaplar gibidir. Bu meşhur olanına göre İmam Ah­med'in, Malik'in ve başkalarının görüşüdür.

Buna benzer örneklerden birisi de, Ömer'in, sattığı sü­te su karıştıran adam gördüğünde, sütünü dökmesi olayıdır. Ömer'den sabit olmuştur. Aynı esası benimseyen bir grup hukukçu da bu şekilde fetva vermiştir. Çünkü, Rasululah'dan (s.a.v.) içmek için değil, satmak için süte su karıştırmayı yasakladığı rivayet edilir. Zira karıştırıldığında alı­cı, sütü sudan ayıramayacağından Ömer onu ortadan kaldır­dı.

Bu esası benimseyen bir grup hukukçunun, kalitesiz do­kunan elbiselerin parçalanmasının ve yakılmasının caiz ol­ması gibi, imalatı kanşık malların yok edilmesinin caiz ol­duğuna fetva vermeleri de buna benzer.

İşte bu sebeple, İbni Zubeyr'in sırtında, ipekten bir elbi­seyi gören Ömer, bu elbiseyi yırttı. Bunun üzerine ez-Zubeyr, "Çocuğu korkuttun" deyince Ömer (r.a.):

"Onlara ipek giydirmeyin" cevabını verdi. Abdullah b. Ömer'in, Rasulullah'ın (s.a.v.) emriyle sarıya boyanmış (mu'asfer) elbisesini yakması da böyledir. Bedendeki suç iş­leyen yerin yok edilmesi de bu şekildedir; sözgelişi, hırsı­zın eli, isyancının eli ve ayağı kesilir. Telef edilme konusun­da, kötülüğü yaptığı beden parçasının yok edilmesi, bu kö­tülüğü yeniden yapmasından bir alıkoymadır. Münker'in it­lafı mutlak olarak gerekli değildir, bilakis ilgili kısımda bir bozguncu unsur olmayınca, Allah rızası için ya da tasad-duk edilerek bırakılması caizdir. Nitekim, bir grup bilgin bu esasa göre, ekmek, yemek ve kızartmanın, pişmemişleri gibi olduğuna fetva vermişlerdir. Kalitesiziyle karıştırılan ve alıcıya kaliteli vb. gösterilen karışık (hileli) yemek gibi yoksullara tasadduk edilir, çünkü bu da yok edilmesi yolla­rından biridir.

Madem ki Ömer, satışa arzedilen su ile karıştırılmış sü­tü itlaf etmiştir, öyleyse bunun tasadduk edilmesi evleviyet-le caizdir. Çünkü böylelikle hilekarı cezalandırılması ve tekrarlamaktan ahkonması gerçekleşir, yoksulların bundan yararlanması itlafından daha faydalıdır. Ömer, verdiği ma­aşlarla (ata) onları muhtaç bırakmadığından dolayı bu ma­lı yok etmiştir. Medine'de yoksul ya çok azdı, ya da hiç yok­tu. Bu yüzden bir grup bilgin, bunun tasadduk edilmesine izin vermiş, itlafını ise mekruh görmüşlerdir.

Müdevvene'de Malik b. Enes'ten şöyle bir nakil var­dır:

"Ömer, hileli sütü, sahibini cezalandırmak (te'dib) için yere dökerdi." İbnu'l-Kasım'ın rivayetine göre, Malik, bu­nu mekruh, tasadduk edilmesini uygun görmüştür.

Az karşılığında tasadduk edilmesi konusunda bilginlerin iki görüşü vardır.

Eşheb, Malik'ten, mali cezaları kabul etmediğim ve "Bi­rini öldürse bile, hiçbir günah insanın malını helal kılmaz" dediğini rivayet eder. Ancak birinci görüşü daha meşhurdur. Hileli sütün tasadduk edilmesini iyi görmüştür. Bunda, te­lef etmek suretiyle hilekann cezalandırılması, kendilerine verilmesiyle yoksulların yararı sözkonusudur. Malik'e:

"Za'feran, misk gibi mi?" diye sorulunca, "Buna ne kadar da benzer! Ona hile katınca tıpkı sütun durumu gibi olur" cevabını verdi. İbnu'l-Kasım şöyle demiştir:

"Bu, azında sözkonusudur. Çok olması durumunda, ge­çerli görmüyorum. Sahibinin cezalandırılması gerekir. Çün­kü bu konuda çok mal gider. Sadaka olarak dağıtmayı, çok karşılığında benimsemiş olmalıdır." Bilginlerden (şuyuh) bi­ri şöyle der:

"İmam Malik'in görüşüne göre, bu çok olsun, az olsun farksızdır. Çünkü o, za'feran, süt ve miski, azını ve çoğunu eşit tutmuştur."

Îbnu'l-Kasım buna karşı çıkmış ve yalnızca az olanda ta­sadduk görüşünü benimsemiştir.

Bu hükümler, malına bizzat kendisi hile karıştıranlar için geçerlidir. Yanında, bizzat kendisinin hile katmayıp, satırTalma, hibe veya miras yoluyla ele geçirdiği hileli mal bu­lunan kimsenin malından hiçbir şey tasadduk edilmeyeceği tartışmasızdır.

Hileli elbisenin telef edilmesine fetva verenlerden biri­si de İbnu'l-Kattan'dır. İyi dokunmamış yorganlar hakkın­da "ateşte yakılır" demiştir.

İbn Attab ise, bunlar hakkında, tasadduk edilmesini fet­vasını vermiş ve "İmalatçılarına gidilip, yaptıklarına son ver­mediklerinde parçalara ayrılır ve yoksullara verilir" demiş, hileli ekmeğin yoksullara dağıtılması fetvasını da vermiştir.

İbnu'l-Kattan bu görüşüne karşı çıkarak, "Bu müslü-man birinin malı hakkında ancak izniyle helai olabilir" demiştir.

Kadı Ebu'l-Asbağ şöyle diyor:

"Bu cevabı tutarsız ve sözü çelişkilidir. Çünkü, yorgan­ların ateşte yakılacağı şeklindeki cevabı, bu ekmeğin yok­sullara verilmesinden daha kötüdür. İbn Attab bu konuda­ki esasında daha sağlam ve sözüne daha uylur durumunda­dır."

Veliyyuiemr, hilekann sadaka veya itlafla cezalandırıl­masını uygun görmediğinde, ya hileyi ortadan kaldırarak ya da hileli olduğunu bilene satmasını ve başka birini aldatma­masını sağlayarak bu aldatmayla insanlara bir zarar gel­mesini engellemelidir.

Abdülmelik b. Habib şöyle diyor: Mutarraf ve İbn'l-Macişun'a, 'Eşheb'in rivayetine göre:

"Hileli malı tasadduk etmemiz yasaklandığına göre, hi­le yapan veya eksik tartan hakkında sizce doğrusu nedir?" diye sordum. Buna:

"Dayak ve hapis, çarşıdan sürgün gibi, cezalar verilir. Ek­meğin ve sütün artanı ya da miskin ve za'feramn hile yapı­lanı dağıtılmaz ve yağma edilmez" cevabını verdiler."

Abdülmelik b. Habib sözlerine şunları ekliyor:

"İmam hileli malı sahibine iade etmez. Hile yapmayaca­ğına güven duyduğu bir yed-i emini onun adına satışla görevlendirir. Çoğaldığı takdirde ekmekleri kırar ve sahibine teslim eder. Hileli bal, tereyağ ve süt, satıcı adına isteklile­re satılır ve alıcıya hile bulunduğu açıkça söylenir. Hile karıştırılan ticari mallarla ilgili uygulama (amel) işte bu şekildedir. Maliki mezhebine mensup veya diğer hukuk­çulardan konuyu açıklamasını istediğim açıklama şekli de budur." [121]

 

2- Münker'in Şeklini Değiştirme ya da Dönüştürme:

 

Münker'lerin şeklini değiştirmeye gelince, Ebu Da­vud'un Abdullah b. Ömer'den Rasulullah'ın (s.a.v.) müslü-manlar arasında tedavülde olan sikkelerin zaruret olmadık­ça kırılmasını (bozmayı) yasakladığım rivayet ettiği olay bu­na örnektir.[122] Şayet dirhem ya da dinarlarla ilgili olarak zaruret varsa bozulabilirler.

Şekil değişikliğinin başka bir örneği yere serili olmadığın­da canlı veya diğer resimlerin değiştirilmesidir. Ebu Hurey-re'nin rivayet etitği hadis, bununla ilgilidir: Cibril bana geldi ve şöyle dedi:

"Dün gecce sana geldim. Eve girmeme engel olan; içe­rideki bir adam heykeli, resimler bulunan bir perde ve bir kö­pekti. Evdeki heykelin kafasının koparılıp ağaç gibi olma­sını; perdenin kesilip yere serilen iki yastık yapılmasını ve köpeğin çıkarılmasını emret." Rasulullah (s.a.v.) bu dedik­lerini aynen yaptı. [123]

Ayn (madde) veya haram bir bileşimin ortadan kaldırıl­ması konusu, müslümanlar arasında ittifakla kabul edil­miştir. Sözgelişi, müslüman bir kişideki şarabın dökülmesi, eğlence aletlerinin parçalanması, resimli şekillerin değiş­tirilmesi böyledir. Ne var ki, içindeki nesneye bağlı olarak bulunduğu yerin yok edilmesinin caiz olup olmaması tartış­malıdır. Doğrusu, Kur'an, Sünnet ve Selefin icmaının da gösterdiği gibi caiz olduğudur. Bu, İmam Malik'in açık İmam Ahmed'in ve başkalarının da görüşüdür. Doğrusu, yi­yecek ya da içecek türünden her eşit sarhoş edici nesnenin haram olduğudur. Bit[124] mizr, [125]haşhaş vb. de aym şekilde ha­ram çerçevesine girer. [126]

 

3- Mata Sahip Kılma

 

Mala sahip kılma (temlik) türünden mali cezaya gelince, bunun dayanağı Ebu Davud ve diğer Sünen sahiplerinin Rasulullah'dan (s.a.v.) devşirilmezden önce daldaki meyva-yı çalana, ağıla dönmezden önce sürüden çalana, te'dib (ib­ret) dayağı ve katıyla tazminat gerekeceği rivayetidir.14 Ömer de yitik deveyi gizleme hakkında, katıyla tazminat ödenmesi hükmünü vermiştir. İmam Ahmed ve başka bazı­larından bir grup bilgin bütün bunları benimsemiştir. Ömer ve başkaları, aç kölelerin aldığı bir bedeviye ait deve hak­kında katıyla tazminat ve tazminatı efendilerine Ödetip, kö­lelerden el kesme cezasını düşürmüştür.

Osman (r.a.), ta'ammüden bir zimmiyi öldüren müslümana diyeti iki kat Ödetmiştir. Çünkü, zimminin diyeti, müs­lüman diyetinin yansıdır, Ahmed b. Hanbel de bu görüşü be­nimsemiştir. [127]

 

Suça Uygun Ceza

 

Sevap ve ceza, Allah'ın takdirinde ve şeriatinde yapılan iş cinsinden olurlar. Çünkü bu, ilahi adalettendir.

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Bir iyiliği açığa vurur veya gizler yahut bir kötülü­ğü affederseniz, bilin ki Allah da affedicidir, güçlü olan­dır."                                                            (Nisa: 4/149)

"Affetsinler, geçsinler, Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?" (Nur: 24/22)

Rasulullah (s.a.v.)'de şöyle buyurur:

"Merhamet etmeyen merhamet olunmaz.[128]

"Allah tektir, teki sever. [129]

"Allah, güzeldir, güzeli sever. [130]

"Allah temizdir, ancak temizi kabul eder. [131]

"Allah temizdir, temizliği sever. [132]

Bu sebeple, hırsızın elinin, isyankarın elinin ve ayağının kesilmesi, kan, mal ve zarar vermede (yaralamada) kısas hükmü getirilmiştir.

Şayet cezanın suç cinsinden olması imkanı varsa, imkan ölçüsünde meşru olan budur. Ömer'den yalancı şahidi, eşe­ğe ters bindirip, yüzüne kara sürmeyi emrettiği rivayet edi­lir. Çünkü o, doğru sözü ters yüz ettiğinden, yüzü de tersi­ne çevrilir, yüzünü yalanla karaladığından yüzüne kara sü­rülür.

İmam Ahmed'e bağlı veya başka hukukçulardan bir grup bilgin, yalancı şahidin ta'ziri hakkında bu cezayı benimse­miştir.

Bu sebeple, Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Bu dünyada kalbi kör olan, ahirette de kör ve daha şaşkındır. (İsra: 17/72)

"Benim kitabımdan yüzçeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak has­rederiz. O zaman: "Rabbim! Beni niçin kör olarak has­rettin, oysa ben gören bir kimseydim" der. Allah 'Böy­ledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de böylece unutulursun der."

(Ta-ha: 20/124-126) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Zorbalar ve kibirliler, insanların ayaklarıyla çiğ­nediği tozlar biçimindedirler.[133]

Çünkü, onlar Allah'ın kullarını hoş görünce, Allah da on­ları kullarına hor göstermiştir. Aynı şekilde Allah için teva­zu göstereni Allah yüceltir, kullan ona karşı mütevazi kılar.

Yüce Allah, bizi ve mü'min kardeşlerimizi ıslah etsin, sevdiği ve hoşnut olduğu söz ve işlerde bizi ve diğer mü'min kardeşlerimizi başarılı kılsın! Alemlerin Rabbı Allah'a hamd, efendimiz Muhammed (s.a.v.) ailesi ve ashabına salat olsun. [134]

 

İKİNCİ KISIM

 

ADALETLİ TOPLUMA DOĞRU

 

ALTINCI BÖLÜM

 

İYİLİĞİ EMRETME VE KÖTÜLÜKTEN ALIKOYMA

 

İyiliği Emretme ve Kötülükten Alıkoymanın Hukuki Durumu

 

İyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma, Yüce Allah'ın kendisi sebebiyle kitaplarını indirdiği ve peygamberlerini gönderdiği dini bir esastır.

Allah'ın bildirmesi (risaletullah), haber verme (ihbar) ya da istek (inşa) biçiminde olur. Haber verme; tevhid ve va'd ile va'idi[135] de içeren kıssalar gibi kendinden ve yaratıklar­dan söz ederek olur. İstek ise; emretme yasaklama ve serbest bırakma şeklindedir.

Bu "kıssa", "tevhid" ve "emir" gibi temel konulara ay­rılan Kur'an'in "tevhid" bölümünü içermesi dolayısıyla, Rasulullah'ın (s.a.v.):

"İhlas suresi Kur'an'ın üçte biridir[136] hadisindeki ve Yüce Allah'ın Rasulullah'ın (s.a.v.) özelliklerini belirt­tiği:

"O peygamber, onlara iyi olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyle i helal, murdar şeyleri haram kı­lar..."                                                         (A'raf: 7/157) buyruğundaki taksimi gibidir. Yüce Allah'ın bu ayeti, Rasullullah'ın (s.a.v.), peygamberliğinin kelamını açıklar. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) kendisinin diliyle Allah'ın her iyi­yi emrettiği, her kötülüğü yasakladığı, her temizi helal ve her pis şeyi haram kıldığı kimsedir. Bu sebeple, Rasulullah'ın (s.a.v.):

"Ben ahlaki yücelikleri tamamlamak için gönderil­dim[137] buyurduğu rivayet edilir.

Buhari ve Müslim'in ittifak ettiğibir hadisinde Rasulul­lah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Ben ve diğer peygamberler, bir ev yapıp, onu ta­mamlayan ve mükemmel yapan, ama bir kerpiç kadar boşluk bırakan adama benzeriz. İnsanlar bu evi gezerek güzelliğine hayran kalırlar ve 'keşke bu kerpiç boşluğu olmasaydı' derler. İşte ben, (binayı tamamlayan) bu ker­piç yerindeyim. [138] buyurduğu rivayet edilir.

Rasulullah (s.a.v.) sayesinde, her iyiyi emretmeyi, her kö­tülükten alıkoymayı, her temizi helal ve her pis şeyi haram kılmayı içeren Allah'ın dini tamamlanmış oldu. Kendisin­den önceki peygamberler ise, milletlerine bazı temiz şeyle­ri haram kılardı. Nitekim Yüce Allah:

"Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in (Ya'kub peygamberin) kendilerine haram ettiğinden başka bü­tün yiyecekler İsrailoğuIIarına helal idi."

(Al-i İmran: 3/93)

Pis şeylerin haram kılınması, kötülüğün yasaklanması; te­miz şeylerin helal kılınması ise, iyiliğin emredilmesi çerçe­vesine girer. Zira, temiz şeylerin haram kılınması, Allah'ın yasakladığı bir durumdur.

Bütün iyilikleri emretme ve her kötülüğü yasaklama, Al­lah'ın kendisi sayesinde iyilik çerçevesine giren ahlaki yüçelikleri tamamladığı peygamaberle ancak kemale eren du­rumlardır. Yüce Allah:

"Bugün size dininizi bütünledim, üzerinize olan nime­timi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğen­dim." buyurur. (Maide: 5/3)

Allah bizim için dini bütünlemiş, bize olan nimetini tamarnlamış ve din olarak îslam'i beğenmiştir. [139]

 

İslam Ümmeti'nin Temel Misyonu

 

Yüce Allah, bu ümmeti de peygamberi gibi nitelendirmiş­tir:

"Siz insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, fe­nalıktan alıkoyan ve Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsizin... (Al-i İmran: 3/110)

"Mü'min erkekler ve mü'm in kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar"

(Tevbe: 9/71)

Bu sebeple, Ebu Hureyre şöyle demiştir:

"Siz insanlar için, insanların en hayırlısısınız. Onları (imana çağırarak) kelepçe (pranga) ve zincirlerle getirip cennete sokuyorsunuz."

Yüce Allah, bu ümmetin insanlar için en hayırlı ümmet olduğunu, onlara en yararlı ve iyiliklerle dolu bulunduğunu açıklamıştır. Çünkü bu ümmet, insanlara iyiliği emretme ve onları kötülükten alıkoyma emrini, herkese her iyiyi emre­derek ve herkesi de her kötülükten alıkoyarak yerine getir­mek suretiyle nitelik ve sayı açısından gerçekleştirmiştir. Bu­nu, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad ederek yapmıştır.. İşte bu durum, insanlar için en iyi yarardır. Oy­sa, diğer ümmetler, herkese her iyiyi emretmemiş ve herke­si her kötülükten alıkoymamıştır, bu uğurda savaş etmemiş­lerdir, hatta hiç savaşmayanları da vardır. Savaş yapanlarım sözgelişi îsrailoğullarının çoğu savaşmaları, tıpkı sal­dırgan ve zalimle savaşıldığı gibi, düşmanlarını yurtlarından çıkarmak içindir, imana davet ya da onlara iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymak maksadıyla değildir. Nitekim, Musa (a.s.) kavmine şöyle demiştir:

"Ey milletim! Allah'ın size yazdığı kutsal yere girin, ardınıza dönmeyin, yoksa kaybedenler olarak dönersi­niz demiştir. (Ey Musa! Orada zorba bir millet vardır onlar oradan çıkmadıkça biz oraya giremeyeceğiz, eğer çıkarlarsa biz de gireriz' demişlerdi. Korkanlar arasın­da bulunan, Allah'ın nimete erdirdiği iki adam, 'Üstle­rine iki kapıdan yürüyün, oradan girerseniz, şüphesiz ga­lip gelirsiniz, eğer inanıyorsanız Allah'a güvenin' demiş­lerdi. 'Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz burada oturacağız' demişlerdi. (Maide": 5/21-24)

Yüce Allah şöyle buyurur:

"Musa'dan sonra îsrailoğullarının Heri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerinden birine, 'Bize bir hü­kümdar gönder de Allah yolunda savaşalım' demişlerdi. 'Ya savaş size farz kılındığında gitmeyecek olursanız?' demişti. 'Memleketimizden ve çocuklarımızdan uzak­laştırıldığımıza göre, niye Allah yolunda savaşmaya­lım?" demişlerdi. Ama savaş onlara farz kılınınca, az bir kısmı müstesna yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir."

(Bakara: 2/246)

Savaşmanın gerekçesini, yurtlarından ve çocuklarından sürülmeleri olarak gördüler. Bununla birlikte, bu emredil diklerinden kaçınıyorlardı.

Bilindiği gibi bizden önceki mü'min ümmetlerin en bü­yüğü -Sahihayn'da, sahih olduğunda ittifak edilen hadiste ifade edildiği gibi- İsrailoğullarıdir: Bir gün Rasulullah (s.a.v.) yanımıza geldi ve şöyle dedi: "Bana bütün ümmetler gösterildi. Yanında bir kişi bu­lunan bir peygamber, yanında iki kişi bulunan bir pey­gamber, yanında bir grup bulunan bir peygamber ve ya­nında kimse bulunmayan bir peygamber geçti. Derken bana uzaktan bir karaltı gösterildi. Ben onları ümmetim zannetmiştim. Bana:

"Bu Musa (a.s.) ve kavmidir; Sen ufka doğru bak" de­nildi. Ben hemen baktım. Bir de ne göreyim! Büyük bir karaltı. Bana tekrar:

"Diğer ufka doğru bak" denildi. Yine muazzam bir karaltı gördüm. Buna:

"Bu senin ümmetindir! Bunlarla beraber yetmişbin kişi hesapsız ve azapsız olarak cennete girecektir" denil­di.

Rasulullah (s.a.v.) bu hitabesinden sonra kalktı ve evine girdi. Bunun ardından insanlar, hesapsız ve azapsız olarak cennete girecek olan (bu kimseler'in vasıflan) hakkında münazaraya daldılar. Bazısı:

"Belki bunlar Rasulullah'a (s.a.v.) arkadaşlık yapmışlar­dır" dedi. Bazıları da:

"Belki onlar İslam içinde doğanlar ve Allah'a şik koşma­yanlardır" dediler. Bu şekilde bir çok sözler söylediler. Bu­nun üzerine Rasulullah (s.a.v.) onların yanına çıkageldi.

"Neyi tartışıyorsunuz?" diye sordu. Kendisine tartıştık­ları konuyu haber verdiler. Rasulullah:

"Cennete hesapsız girecek mü'minler, efsun yapma­yanlar, efsun yaptırmayanlar, uğursuzluğa inanmayan­lar ve Allah'a güvenenlerdir." buyurdu. Bunun üzerine Uk-kaşe b. Mıhsan ayağa kalkıp:

"Beni de onlardan kılması için Allah'a dua ediver" de­di. Rasulullah (s.a.v.):

"Sen onlardansın" buyurdu. Bunun ardından başka bi­ri kalktı ve yine:

"Beni de onlardan kılması için Allah'a dua eyle" dedi. Rasulullah (s.a.v.):

"Bu hususta Ukkaşe senden öne geçti" buyurdu.[140]

 

Sorumluluğun Niteliği ve Gerçekleştirme Biçimi

 

Bu sebeple, bu ümmetin içmaı, delil olmuştur. Çünkü Yü­ce Allah, onların her iyiliği emrettiğini ve her kötülükten alı­koyduğunu haber vermiştir. Şayet bir haramın mubah olma­sı, bir vacibin düşürülmesi, bir helalin haram kılınması ve­ya Allah ya da insanlarla ilgili olarak batıl biçimde haber ver­me konusunda ittifak etseydiler, kötülüğü emretmek ve -gü­zel söz, iyi iş gibi- iyilikten alıkoymakla niteleneceklerdi. Bilakis ayet, ümmetin emretmediğinin iyilik, alıkoymadığı­nın da kötülük olamayacağını içerir. Her iyiliği emrettiği­ne ve her kötülükten alıkoyduğuna göre, hepsinin birden kö­tülüğü emretmesi ya da hepsinin birden iyilikten alıkoyma­sı nasıl mümkün olabilir?

Bu ümmetin iyiliği emrettiğini, kötülükten alıkoyduğu­nu haber verirken Yüce Allah bu görevi onlara farz-ı kifa-ye olarak yüklemiştir:

"Sizden iyiyi çağıran, doğruluğu emreden ve kötülük­ten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte başarıya erişen­ler yalnız onlardır. (Al-i İmran: 3/104)

Yüce Allah iyiliği emretmenin ve kötülükten alıkoyma­nın bu ümmetin bütünü tarafından gerçekleştirildiğini haber verdiğine göre, iyiliği emredenlerin ve kötülükten alıkoyan­ların bu durumlarının dünyadaki her mükellefe ulaşması şart değildir. Çünkü bu, peygamberliğin tebliği şartı bile de­ğilken onun çerçevesine giren bir konuda nasıl şart koşula-bilir? Bilakis şart olan, mükelleflerin iyilik ve kötülük konusunda kendilerinin bilgi edinmeleridir. Şayet bu konuda kusurlu davranıp, yapan kişi üzerine düşeni yaparken bun­ları Öğrenemezlerse, kusurun sorumluluğu kendilerine ait olur.

Aynı şekilde, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoy­mak, her müslümana tek tek görev değildir. Bilakis -Kur'an'm da gösterdiği gibi- farz-ı kifayedir. Cihad bunun tamamlayıcısı olduğuna göre, cihadın kendisi de farz-ı ki-faye olur. Görevi yerine getirmesi gereken bunu yapmadı­ğında, her gücü yeten kendi gücü oranında günahkar olur. Çünkü o, her insana gücü oranında görevdir.

Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Sizden bir kötülük gören, onu eliyle değiştirsin; bu­na gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da gücü yet­mezse kalbiyle buğzetsin. Bu sonuncusu imanın en zayı­fıdır.[141]

Böyle olunca, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak ve bunun cihatla tamamlanmasının emredildiğimiz en büyük iyilik olduğu anlaşılır. Bunun için "İyiliği emretmen ve ko-.tülükten alıkoyman, kötülükle olmamalıdır" denilmiştir.

İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, vacip ve müstehapların en yücelerinden olduğuna göre, vacip ve müstehaplarda yararın zarardan üstün olması gerekir. Çün­kü, peygamberler bu sebeple gönderilmiş ve kitaplar bu sebeple indirilmiştir. Allah kötülüğü (fesadı) sevmez. Bila­kis, Allah'ın her emrettiği yarardır. Yüce Allah Kur'an'ın bir çok yerinde yararlıyı ve yararlı iş yapanları, iman edip iyi işler yapanları övmüş, kötüleri de kınamıştır. Emretme ve alıkoymanın zararı yararından üstün olursa, bir vacip terkedilmiş ve haram işlenmiş olsa bile, böylesi Allah'ın em­rettiğinden olamaz. Çünkü mü'minin, kulları konusunda

Allah'tan sakınması gerekir, onları hidayete erdirmek mü'minin görevi değildir. Yüce Allah'ın:

"Ey inananlar! Siz kendinize bakın; doğru yolda ise­niz sapıtan kimse size zara veremez..." (Maide: 5/105) buyruğu bunu ifade eder. Doğru yolda olma, ancak vacibin yerine getirilmesiyle tamam olur.

Müslüman, diğer vacipleri yaptığı gibi, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama vacibini de yerine getirirse, sapık­ların sapması ona zarar vermez.

Bu, bazan kalb, bazan dil ve bazan da el ile olur.

Kalb ile, her durumda yapılması gerekir. Çünkü bunda, bir zarar sözkonusu değildir. Bunu yapmayan, mü'min ola­maz. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"...Bu ise, imanın en aşağı veya en zayıfıdır.[142]

"Bunun ötesinde hardal tanesi kadar iman yoktur. [143]

İbnMes'ud(r.a.):

"Yaşayan ölü kimdir?" diye sorulunca:

"İyiliği bilmeyen ve kötülükten alıkoymayandır" ceva­bını vermiştir. İşte böylesi, Huzeyfe b. el-Yeman'ın rivayet ettiği hadiste geçen fitneye düşen kimsedir. [144]

Bu noktada, insanlardan iki grup hata etmektedir:

a) Birinci grup, aşağıdaki ayeti tevil ederek iyiliği em­retmek ve kötülükten alıkoymakla ilgili görevlerini bırakır. Nitekim Ebubekir (r.a.) bir hutbesinde şunları söyledi:

"Sizler 'Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapı­tan kimse size zarar vermez."                 (Maide: 5/105) ayetini okuyor fakat onu, ifade ettiğiı anlam dışında başka bir yöne yorumluyorsunuz. Ben, Rasulullah'in (s.a.v.):

"İnsanlar kötülüğü görür de onu değiştirmezlerse, neredeyse Yüce Allah bu yüzden azabı onlara umumi kılar (bütün insanları azaba uğratması pek yakındır).[145] bu­yurduğunu işittim."

b) îkinci gruptakiler, Ebu Sa'lebe el-Huşeni'nin rivayet ettiği hadiste geçtiği gibi, diliyle ya da eliyle bilgisizce, yumuşaklık göstermeksizin (hilm), sabırsızca ve yararlıyla zararlıyı, güç yetirdiğiyle yetiremediği düşünmeksizin mut­lak olarak iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak isteyen­lerdir.

Ebu Sa'lebe el-Huseni:

"Ben bu ayeti (Maide: 5/105), Rasulullah'a (s.a.v.) sor­dum, şöyle buyurdu demektedir:

"Birbirinize iyiliği emredin, kötülükten de alıkoyun. (insanlarda) boyun eğilen cimrilik, uyulan arzular, tercih edilen dünyalık, herkesin kendi görüşünü beğenmesini ve güç yetiremediği bir durum gördüğünde, kendine bak, başkalarını bırak. Çünkü, senden sonra öyle gün­ler gelecek ki, bu günlerde sabretmek, ateş parçasını elinde tutmak gibidir. Bu günlerde (iyi) iş yapana, aynı işi yapan elli adamın sevabı vardır. [146]

Bu gruptakiler, sınırını aştığı halde, bu konuda Allah'la ve peygamberine itaat ettiğine inanarak iyiliği emreder ve kötülükten alıkoy ar. Nitekim, zaruri yararından (kötülüğü iyiliğinden) daha fazla olduğu halde, yerine getirdiği iyili­ği emretme, kötülükten alıkoyma ve bu yolda cihad etme­de hata eden Havaric, Mu'tezile, Rafıziler vb. bid'at ve ne­va ehlinin pek çoğu bu şekilde hareket ederler. [147]

 

Yöneticilerin Zulmüne Sabır veya İsyan

 

Bu sebeple, Rasulullah (s.a.v.) imamların (devlet başkanlarının) zulmüne sabretmeyi emretmiş, namazı kıldıkları sürece onlara savaş açmayı yasaklamıştır:

"Benden sonra istibdat ve hoşlanmayacağınız işler göreceksiniz." Bunun üzerine etrafındakiler,

"Bize ne emredersin?" diye sorduklarında:

"Haklarını verin, kendi hakkınızı da (alamadığınız zaman) Allah'tan isteyin" cevabını verdi.[148]

Bu konuyu başka bir eserimizde genişçe ele aldık.

Bu sebeple, cemaate bağlanmak, imamlara karşı ve ay­rıca fitne zamanında savaşmamak, ehl-i sünnet ve'I-cema-at'ın esaslarından olmuştur.

Mq'tezile dini esaslarını beş tane olarak belirlemiştir:

1) Tevhid: Allah'ın sıfatlarını kabul etmemektir.

2) Adi: Kaderi reddetmektir.

3) el-Menzile beyne'l-Menzileteyn. [149]

4) Günahkarın cezalandırılmasının Allah'a vacip olma­sı.

5) İmamlara karşı savaşmayı da içeren iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma.

İmamlara karşı savaşma konusunu, başka bir eserimde ele aldım. [150]

 

İyiliği Emretme ye Kötülükten Alıkoymada Uyulacak Kural

 

Konunun özü, genel kuralın kapsamına girer: "Yararlar ve zararlar, iyilikler ve kötülükler çatıştığında ya da karıştığında yarar ve zararların yarıştığı ve çatıştığı konuda da­ha üstün olanın tercih edilmesi gerekir. Çünkü, iyiliği em­retme ve. kötülükten alıkoyma konusunda her ne kadar bir yararın sağlanmasını ve bir zararın kaldırılmasını içeriyor­sa da-, çatışana bakılır. Şayet yararlardan kaçırılan ya da za­rarlardan sağlanan daha fazla ise, bu emredilen olamaz, bi­lakis zararı yararından daha fazlaysa haram olur. Ne var ki yararların ve zararların miktarları şeriat ölçüsüne vurulur. İnsan naslara uyabildiğinde, onlardan vazgeçemez; böyle ol­mazsa, eşhab ve neza'ir[151] bilgisine dayanarak kendi içtiha­dını ortaya koyar. Nasları veya onların hükümlere delaleti (yorumu) yollarını bilenlerin naslar tarafından aciz bıra­kılması pek azdır."

Buna göre, her ikisini birden yaparak ya da bırakarak bir iyilik ile bir kötülüğü ikisini ayıramayacak biçimde birleş­tiren bir kişi veya grubun, iyiliği emretmesi ve kötülükten alıkoyması caiz değildir, -daha az zazari içerse de- onu em­reder. Daha fazla bir yararın ortadan kaldırılmasını içeren bir kötülükten alıkoyamaz, böyle bir alıkoyma Allah yolun­dan çevirme, Allah'a ve peygamberine itaatten ve iyilikle­ri yapmanın ortadan kaldırılmasına çalışma olur. Şayet kö­tülük daha fazlaysa -daha az bir yararın kaldırılmasını içer­se bile- bu kötülükten alıkoymak gerekir. Kendisinden da­ha fazla kötülük bulunan bir iyinin emredilmesi; kötünün em-redümesi ve Allah'a ve peygamberine isyan konusunda ça­lışma olur. Şayet iyilik ve kötülük eşit durumda olurlarsa, ne emredilirler, ne de alıkonurlar. Bazan iyiyi emretmek, ba-zan kötüden alıkoymak daha yararlı olur, bazan da iyi ve kö­tünün eşdeğerde olması durumunda ne emretmek, ne de alıkoymak yararlı olmaz ki bu belirli olaylarda söz konusu­dur.

Çerçeve olarak ele alındığında, iyilik mutlak olarak em­redilir, kötülükten de mutlak olarak alıkonur. Yapan bir tek kişi veya grup, iyisiyle emredilir, kötülükten alıkonur, iyiyi yapan övülür, kötüyü yapan kınanır. Bir iyinin emre­dilmesi, daha fazlasının kaybını veya daha fazla bir kötülü­ğün sağlanmasını içeremez. Aynı şekilde, kötülükten alıkoy­ma da, daha kötüsünün sağlanmasını veya daha üstün bir iyi­nin ortadan kaldırılmasını içeremez. Durum karıştığında, mü'min, gerçek belirinceye kadar araştırmasını sürdürür; bir taate ancak bilerek ve niyet ederek girişir, bunu terkederse isyankar olur. Vacip işin terkedilmesi de, yasaklanan işin ya­pılması da isyandır (ma'siyet). Bu son derece geniş bir ko­nudur.

Rasulullah'ın (s.a.v.) yardımcıları (avanesi) bulunan münafıkların ve fücur ehlinin liderlerinden Abdullah b. Ubeyy ve benzerlerini kabul etmesi bu konuya girer. Çün­kü, kötülüğünün aynı türden bir cezayla ortadan kaldırılması, kavminin öfkelenmesi ve taassubu, Muhammed'in çev­resindeki arkadaşlarını öldürdüğünü duyduklarında insan­lara nefret etmesi gibi daha üstün bir iyinin ortadan kaldı­rılmasını gerektirebilirdi. İşte bu yüzden, ifk olayında,[152] bir konuşma yapmasını istediklerinde Rasulullah (s.a.v.) yap­tığı konuşmada mazur görülmesini istemiştir. Bu konuş­masından sonra Sa'd b. Mu'az, Rasulullah'ı (s.a.v.) destek­lediğini söylemiş, kuvvetli imanına rağmen Sa'd b. Ubade kabile taassubuna kapılmıştır.[153]

 

YEDİNCİ BOLUM

 

REFORMUN STRATEJİSİ

 

Sevgi ve Nefret: İslami bir Yaklaşım

 

Bunun aslı, insanın iyi sevmesinin, nefretinin, istek ve hoşnutsuzluğunun Allah'ın sevgisine, nefretine, istek ve hoşnutsuzluğuna uygun olmasıdır; aynı şekilde, sevdiğini yapmasının ve hoşlanmadığını bırakmasının gücü ve kud­reti oranında olmasıdır. Çünkü Yüce Allah, herkese ancak gücü ölçüsünde teklifte bulunur. Yüce Allah (c.c.) şöyle bu­yurmuştur: [154]

 

"Gücünün yettiğinde Allah'tan sakının."

 

(Tegabun: 64/16)

Kalben sevmek, nefret etmek, istek ve hoşlanmaya gelin­ce, bunlar tam ve kesin olmalıdır. Bunun eksikliğini sade­ce iman eksikliği ortaya çıkarır. Bedenin fiili ise gücü ölçü­sünde olur.

Kalbin isteiği ve hoşnutsuzluğu tam ve eksiksiz, onun ya­nında kulun fiili de gücü oranında olursa, -başka bir eseri­mizde açıkladığımız gibi- tam yapanın sevabını alır. Çün­kü, insanlardan bazısının sevgi ve nefreti, istek ve hoşnut­suzluğu, Allah ve peygamberi için sevgi, Allah ve peygam­beri için nefret oranında değil, nefsinin sevgisi ve nefreti ora­nındadır. Oysa bu, heva (nefis arzusu) türündendir. İnsan bu yola giderse, hevasına uymuş olur.

"...Allah'tan bir yol bir gösterici olmadan hevasına uyandan daha sapık kim vardır?" (Kasas: 28/50)

Çünkü nefsi arzunun (heva) temeli, nefis sevgisidir. Bu­nu nefret ve nefis arzusu izler. Nefisteki bu sevgi ye nefret, kontrol altında tutulamayacağından kınanmaz. Kınanacak olan bunun emrine girmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"Ey Davud! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıl­dık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır. (S'ad: 38/26)

"Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevesine uyan­dan daha sapık kim olabilir?" (Kasas: 28/50)

Rasulullah'da (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"Üç şey kurtarıcıdır:

1) Gizlide ve açıkta Allah korkusu,

2) Yoksullukta ve zenginlikte iktisat,

3) Öfkeliyken ve hoşnutken doğruyu söylemek. Üç şey de yok edicidir:

1) Emrine girilen cimrilik,

2) Uyulan arzu,

3) Kişinin kendisini beğenmesi.[155]

Sevilen ve nefret edilen bulunması durumunda, sevgi ve nefreti zevk, heyecan (vecd), istek vb. izler. Allah ve pey­gamberinin emri olmaksızın buna uyan, Allah'tan bir hida­yet olmaksızın nefsinin arzusuna uymuş olur, hatta durum kendi arzusunu tanrı edinmeye kadar varabilir.

Dini konularda nefsin arzularına uymak, şehevatta (dün­yevi konularda) uymaktan daha tehlikelidir. Çünkü birinci­si, ehl-i kitap ve müşrik kafirlerin durumudur. Nitekim Yü­ce Allah şöyle buyurur:

"Eğer ey Muhammedi Sana cevap vermezlerse, onla­rın sadece heveslerine uyduklarını bil, Allah'tan bir yol-gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah zalim milleti şüphesiz ki doğru yola eriştirmez." (Kasas: 28/50)

"Allah size kendinizden bir misal vermektedir. Size verdiğiniz rizıklarda, emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit surette hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirini­zi saydığınız gibi, bu ortaklarınızı sayar mısınız (ki biz­zat yaptığınız işlerde bize ortaklar koşulmasına razı olası­nız?) Düşünen millete ayetleri böylece uzun uzadıya açıklarız. Hayır! Zulmedenler, körükürüne kendi he­veslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebîlir? Onların yardımcıları da yoktur. Ey Muhammedi Hakka yönelerek, kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yara­tışında değişme yoktur, işte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum: 30/28-29)

"Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışın­da haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk heva ve heveslerine uyarak bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbımdır? (En'am: 6/119)

"De ki: Ey kitap ehli! Haksız olarak dininizde taşkın-Lik etmeyin. Daha önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğ­ru yoldan ayrılan bir milletin heveslerine uymayın."

(Maide: 5/77)

"Kendi dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hristiyanla-rı senden asla hoşnut olmayacaklardır. De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra on­ların heveslerine uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı olur. (Bakara: 2/120)

"...Andolsun ki, eğer sana gelen ilimden sonra onla­rın heveslerine uyarsan, şüphesiz o zaman zulmedenler­den olursun." (Bakara: 2/145)

"O halde, Allah'ın indirdiği kitap ile aralarında hük­met. (Maide: 5/49)

İşte bu sebeple, Kitap ve sünnetin gereğinden uzaklaşan bilgin ve abidler, selefimizin de ehlu'1-ehva olarak isimlen­dirdiği gibi- heva ehlinden kabul edilir. Çünkü, bilgiye uy­mayan herkes, nefsinin arzusuna uymuş olur. Dini bilgi, an­cak Allah'ın peygamberlerini bu sebeple gönderdiği hida-yetiyle olur. Bu yüzden, Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"...Doğrusu çoğunluk heva ve heveslerine uyarak bil­meden sapıtıyorlar. (En'am: 6/119)

"Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevesine uyan­dan daha sapık kim vardır? (Kasas: 28/50)

İnsana düşen, nefsinin sevgi ve nefretinin, bu sevgi ve nefretin dozunun, Allah'ın ve peygamberinin emrine uygun olup olmadığına bakmaktır. Bu, Allah'ın peygamberine ha sevgi ve nefretle emrolunmak suretiyle- indirdiği hidayeti­dir; bu konuda Allah ve peygamberinin önüne geçmiş de ol­maz. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Ey inananlar! Allah'tan ve peygamberinden öne geçmeyin.»" (Hucurat: 49/1)

Allah ve Peygamberinden bir emir almaksızın seven ya da nefret edenin bu davraşmda bir tür Allah'ın ve peygam­berinin önüne geçiş vardır. Yalın sevgi ve nefret, nefsin arzusudur. Ancak haram olan, Allah'tan bir hidayet olmak­sızın sevgi ve nefretine uymaktır. Bu sebeple Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"...Hevese uyma, yoksa seni Allah'ın yolundan saptı­rır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, işte onlara, he­sap gününü unutmalarına karşılık çetin azab vardır." (Sa'd: 38/26)

Yüce Allah, nefsinin arzusuna uyanı, bu uymasının Al­lah yolundan saptırdığını haber vermektedir. Allah'ın yolu, peygamberine indirdiği hidayetidir, bu Allah'a götüren yol­dur. [156]

 

İyi İş (Amel-İ Salih)

 

Gerçekten, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, en üstün,.en faziletli ve en güzel vaciplerdendir. Yüce Allah (cc):

"Hanginizin daa iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O'dur." (Mülk: 67/2) buyurur.

el-Fudayl b. Iyad'ın (ö. 187) dediği gibi, bu ayetteki "daha iyi" ifadesinin, "en samimisi ve doğrusu" olarak an­laşılması gerekir. Çünkü yapılan iş, samimi olur, ama doğ­ru olmazsa, samimi ve doğru oluncaya kadar kabul edilmez. Doğru olur, ama samimi olmazsa, samimi ve doğru olunca­ya kadar kabul edilmez. Doğru olur, ama samimi olmazsa, samimi ve doğru oluncaya kadar yine kabul edilmez. Samimi, Allah için; doğru ise, sünnete göre yapılandır. Amel-i salihte Allah rızasının aranması gerekir. Çünkü Yüce Allah, yalnızca rızasının arandığı işi kabul eder. Bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Yüce Allah buyurur ki: Ben şirkten en uzak ola­nım. Kim bir iş yapar da onda bana başkasını ortak ko­şarsa, ben ondan uzağım, yaptıklarının hepsi ortak koş­tu ğunun dur.[157]

İşte bu, İslam'ın aslı olan tevhiddir; Allah'ın bütün pey­gamberlerini gönderme ve mahrukatını yaratma sebebi olan dindir. Allah'ın kullardaki hakkı, ona ibadet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak kosınamalarıdır. Bununla birlikte, ya­pılan işin iyi olması gerekir. Bu, Allah'ın ve peygamberinin emrettiğidir, taattir. Her taat, iyi iştir. Her amel-i salih (iyi iş). Böylesi vacip ya da müstehab olarak emredilendir. İş­te bu amel-i salihtir, iyi davranıştır (hasen), iyiliktir (birr), hayırdır. Bunun zıddı ise, ma'siyettir, fasid ameldir, seyyiedir, fücurdur, zulümdür. [158]

 

Niyet ve Davranış

 

Her işte iki şeyin, niyet ve hareketin bulunması zorunlu­dur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.):         

"İsimlerin en doğrusu» Haris (hırslı) ve Hemmam (irade sahibindir.[159] buyurmuştur.

Haris ve Hemmam'dan her birinin hareket ve niyeti var­dır.

Ancak, Allah'ın kabul etitği ve sevaplandırdığı övgüye değer niyet, yapılan işte Allah rızasının gözetilmesidir. Öv­güye değer iş, sahih, emredilen iştir.

Bu sebeple, Ömer (r.a.) duasında:

"Allah'ım! Bütün işimi iyi kıl, rızan için onu halis kıl, on­da iç kimseye bir pay kılma" demekteydi.

Bu, her iyi işin ölçüsü olduğuna göre, iyiyi emretmek ve kötülükten alıkoymanın da aynen bu şekilde olması gerekir. Bu, bizzat emreden ve alıkoyan hakkında geçerlidir. Bi­linç ve kavrayışla olmadığı takdirde, işi amel-i saîih ol­maz.

Ömer b. Abdulaziz: "Allah'a bilgisizce ibadet edenin bozduğu, düzelttiğinden daha fazla olur." derdi.

Muaz b. Cebel'İn hadisinde de:

"Bilgi, eylemin önderidir (kılavuzudur), eylem ona bağ­lıdır." demektedir.

Çünkü, amaç ve eylem, bilgiyle olmasa, cehalet ve sapık­lık, daha önce de geçtiği gibi- nefsin arzusuna uymak olur. İşte, cahiliyye insanı ile İslam insanı arasındaki fark budur.

İyiliği Emretme ve Kötülükten Alıkoymanın Metodolojisi[160]

 

a) Bilgi

 

İyiliği ve kötülüğü bilmek, onları birbirinden ayirdetmek gerekir. Aynı şekilde iyiliğin emredildiği ve kötülükten alıkonan kişileri de bilmek gerekir. İyiliği emretme ve kötülük­ten alıkoymanın doğru yolla (sırat-ı müstakim) gerçekleş­tirilmesi gerekir; bu, amacı gerçekleştirmeye en yakın yol­dur. [161]

 

b) Yumuşaklık

 

Bu konuda yumuşak (nazik) davranmak gerekir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Yumuşaklığın süslemediği, sertliğin lekelemediği bir şey yoktur.[162]

"Allah yumuşaktır, her işte yumuşaklığı sever, sert­liğe vermediğini, yumuşaklığa verir. [163]

 

c) Anlayış ve Sabır

 

Aynı şekilde, sıkıntıları anlayış (hilm) ve sabırla karşı­lamak gerekir. Çünkü bu işlevi yerine getirenin sıkıntıyla karşılaşması kaçınılmazdır. Şayet anlayışlı ve sabırlı ol­mazsa, Lokman'ın oğluna dediği gibi, bozduğu düzeltti­ğinden daha fazla olur.

"Ey oğulcuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy, başına gelene sabret, doğrusu bunlar, azmedilmeğe değer işlerdir. (Lokman: 31/7)

Bu sebeple, Yüce Allah -iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymanın önderleri olan- peygamberlere, mesela son peygambere sabırlı olmayı emretmiştir; hatta sabırlı olmak peygamberliğini tebliğe bitişiktir, çünkü peygamberliği­min başladığı "İkra (alak) suresinden sonra kendisine ilk ola­rak "Müddessir" suresi inidirildi:

"Ey örtüye bürünen Muhammedi Kalk da uyar. Rab-bini yücelt. Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terketme-ye devam et. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbın için sabret. (Müddessir: 74/1-7)

Böylece Yüce Allah, dini insanlara duyurmayla ilgili bu ayetlere uydurma (inzar) emriyle başlamış sabretmesi em­riyle bitirmiştir. Uyarmanın bizzat kendisi, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymadır. Böylece Yüce Allah, bundan son­ra sabretmek gerektiğini öğretmiştir:

"Ey Muhammedi Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret; doğrusu sen bizim nezaretimiz altında­sın..."                                                           (Tur: 52/48) "Putperestlerin söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl." (Müzemmil: 73/10) "Ey Muhammedi Peygamberlerden azim sahibi olan­ların sabrettiği gibi sen de sabret. (Ahkaf: 48/35) "Ey Muhammed! Sen Rabbinin hükmüne kadar sab­ret, balık sahibi Yunus gibi olma, o pek üzgün olarak Rabbina seslenmişti." (Kalem: 68/48) "Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır; onlara üzülme, kurdukları düzenlerden de endişe et­me." (Nahl: 16/127). "Sabret, Allah iyi davrananların ecrini elbette zayi et­mez."                                                           (Hud: 11/115) Bu üçünün yani ilim, yumuşaklık ve sabrın bulunması, zorunludur.

Her ne kadar üçü içiçelerse de, ilim, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymanın öncesindedir, yumuşaklık berabe­rinde, sabır ise sonundadır. Nitekim bu durum kadı Ebu Ya'la'nın el-Mu'temed fi Usuli'1-Fıkh adlı eserinde merfu olarak rivayet ettiği bazı selefimizin eserinde açıkça görü­lür:

"İyiliği emretme ve kötülükten alıkoymayı, ancak emret­tiği ve alıkoyduğu konusunda bilgili, yumuşak ve anlayış­lı olanlar gerçekleştirebilirler."

Bilinmelidir ki, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma işlevini bu niteliklerle gerçekleştirme pek çok insanda zor­luk yaratır. Böylece, sözkonusu işlevin kendisinden düştü­ğünü zannederek yürütmez. Oysa bu, sözkonusu nitelikler bulunmaksızın yürütmekten daha fazla ya da daha az zarar­lıdır. Vacip bir işin terkedilmesi ise, günahtır (ma'siyet). Bir ma'siyetten Öbürüne geçiş, birincisinden daha büyük ma'si-yettir; tıpkı kızgın kumdan ateşe sığınmak gibi.

Bir ma'siyetten öbürüne geçen, batıl bir dinden yine ba­tıl bir dine geçen gibidir. İkincisi birincisinden daha kötü ola­bileceği gibi, daha az kötü ya da eşit de olabilir. İyiliği em­retme ve kötülükten alıkoymada kusurlu ya da haddi aşmış olanları da, aynı şekilde birinin günahının öbüründen daha çok ya da birbirleriyle eşit olduğunu görürsün. [164]

 

Günah ve Afet, Taat ve Nimet

 

Bilindiği gibi, Allah'ın kainatta ve bizlerdeki mucizele-riyle bize gösterdiğine ve Kur'an'daki ayetlerde belirttiğine göre, günahlar musibetlerin sebebidir, musibetler ve ce­za, kötü hareketlerden dolayıdır; taat ise nimetin sebebidir, işi güzel yapmak Allah'ın lütfuna bir sebeptir. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Başına gelen herhangi bir musibet ellerinizle işledik­lerinizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder."

(Şura: 42/30)

"Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendilidendir.. (Nisa: 4/79)

"İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çeviren­lerin, yaptıklarının bir kısmından ötürü şeytan ayakla­rını kaydırıp yoldan çıkarmak istemişti. Allah, andolsun ki onları affetti. Allah, bağışlayandır, halimdir."

(Al-iİmran: 3/155)

"Başkalarını iki misline uğrattığımız bir musibete kendiniz uğrayınca mı (Bu nereden?' dersiniz? Ey Mu-hammed *O Kendi tarafınizdahdır' de. Doğrusu Allah her şeye kadirdir. (Al-i İmran: 3/165)

"(Yahut) yaptıklarına karşılık onları ortadan kaldırır, bir çoğunu da bağışlar. (Şura: 42/34)

"Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötü­lük gelirse, işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür. (Şura: 42/48)

"Oysa, sen içlerinde iken Allah onlara azap etmez. On­lar bağışlanma dilerlerken de elbet Allah azab edecek değildir. (Enfal: 8/33)

Yüce Allah, Nuh kavmi, Ad ve Semud kavmi, Lut kav­mi, Ashab-u Medyen ve Firavun kavmi gibi günahkar milletleri dünyada nasıl cezalandırdığını ve ahirette nasıl ceza­landıracağını haber vermiştir.

Bu sebeple, Firavun ailesinden bir mü'min şöyle demiş­tir:

"Ey milletim! Doğrusu ben sizin için, Nuh milleti­nin, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gi­bi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden koruyorum. Allah kullara zulüm dilemez. Ey Milletim! Ahu figan gününüden sizin hesa­bınıza korkuyorum. Arkanıza dönüp kaçacağınız gün Al­lah'a karşı sizi koruyan bulunmaz. Allah'ın saptırdığı­nı doğru yola getirecek yoktur. (Gafir: 40/30-33)

Yüce Allah şöyle buyurur:

"İşte azap böyledir; ama ahiret azabı daha büyüktür. Keşke bilseler. (Kalem: 68/33)

"Kendilerine iki defa azap edeceğiz; onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar. (Tevbe: 9/101)

"Belki yollarından dönerler diye andolsun onlara bü­yük azaptan önce dünya azabından tattırırız." (Secde: 32/21)

"Ey Muhammedi Göğün, insanları bürüyecek ve göz­le görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle; bu, can yakan bir azaptır, insanlar: "Rabbimiz! Bu azabı bizden kaldır doğrusu biz inananlarız" derler. Nerede onlarda öğüt almak? Kendilerine gerçeği açıklayan bir peygam­ber gelmişti ve ondan yüz çevirmişler, "Belletilmiş bir deli" demişlerdi. Biz sizden azabı az bir süre için kaldıra­cağız, siz yine de eski inkarcılığınıza döneceksiniz. On­ları çarptıkça çarpacağımız gün öcümüzü şüphesiz alı­rız." (Duhan: 44/10-16) [165]

 

Günahların ve İyiliklerin Dünya ve Ahiretteki Karşılığı

 

Bu sebeple, Yüce Allah, korkutma bulunan surelerin çoğunda, günahkarlara dünyada verdiği ve ahiretteki karşı­lığı belirtir; zira ahiret azabı ve sevabı daha büyüktür, ora­sı sürekli yurttur. Dünyada ve ahiretteki sevap ve cezayı -Yusuf'un kıssasında olduğu gibi- esasen birbirine bitişik ola­rak belirtir. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Yusuf'u böylece o memlekete yerleştirdik; istediği yerde oturabilirdi. Rahmetimizi tıpkı bu misalde oldu­ğu gibi istediğmize veririz; iyi davrananların ecrini za­yi etmeyiz. Ama ahiret ecri inananlar ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir." (Yusuf; 12/56-57)

"Bu yüzden Allah onlara dünya nimetini de ahiret ni­metini de fazlasıyla verdi. Allah işlerini iyi yapanları sever."                                                (Al-i İmran: 3/48)

"Haksızlığa uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret eden kimseleri, andolsun ki dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Ahiret ecri ise daha büyüktür, keşke bilse­ler. Onlar sabreden ve yalnız Rablarma güvenen kimselerdir." (Nahl: 16/41-42)

Yüce Allah İbrahim'den söz ederken şöyle buyuruyor:

"Dünyada ona iyilik verdik, doğrusu o ahirette de iyilerdendir. (Nahl: 16/122)

Dünya ve ahiret azabıyla ilgil olarak Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Canları boğarcasına şiddetle çekip alanlara andol­sun. Canları kolaylıkla alanlara andolsun. Yarıştıkça yarışan ve işleri yöneten meleklere andolsun (ki kıyamet kopacaktır). O gün bir sarsıntı sarsar. Peşinden bir diğe­ri gelir."                                                (Nazi'at: 79/1-7)

Yüce Allah kıyametten mutlak olarak şöylece bahsedi­yor:

"Ey Muhammedi Musa'nın başından geçen olay sa­na geldi mi? Tuva'da, kutsal bir vadide, Rabbi ona şöy­le hitabetmişti: "Firavun'a git; doğrusu o azmıştır. Ona deki:

"Arınmağa niyetin var mı? Rabbına giden yolu gös­tereyim ki O'na saygı duyup korkarsın" Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi. Ama firavun yalanladı ve baş kaldırdı. Geri dönüp yürüdü, adamlarını toplayıp seslendi:

"Sizin en yüce rabbiniz benim" dedi. Allah bunun üzerine onu dünya ve ahiret azabına uğrattı. Doğrusu bunda Allah'tan korkan kimseye ders vardır." (Nazi'at: 79/15-26)

Bundan sonra Yüce Allah, kainatın başlangıcı ve so­nundan söz eder:

"Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yok­sa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündü­zünü aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenlemiştir. Suyu­nu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir. Dağları yerleştirmiştir. Bunları sizin ve hayvanlarınızın geçinmesi için yapmıştır. Güç yetirilmeyen en büyük baskın geldiği zaman o gün, insan ne uğurda çalıştığını anlar. Cehennem her bakanın görebileceği şekilde gös­terilir. İşte, azıp da dünya hayatını tercih edenin vara­cağı yer şüphesiz cennettir. Ey Muhammed! Senden ki-yameten ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde sen­den onu anlatması? Onun bilgisi Rabbine aittir. Sen sa­dece kıyametten korkanı uyaransın. Kıyameti gördükle-, ri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vak­ti kadar kalmış olduklarını sanırlar." (Nazi'at: 79/27-41) Aynı şekilde Yüce Allah şöyle buyurur: "Varlık sahibi olup da seni yalanlayanları bana bırak, onlara az bir mehil ver. Şüphesiz katımızda onlar için ağır boyunduruklar, cehennem, rjtğazı takayan bir yiye­cek ve can yakan azap vardır. Kıyametin koptuğu gün, yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar, yumuşak kum yığını haline gelir. Firavun'a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de, hakkınızda şahidlik edecek bir peygamber gönderdik. Ama Firavun o peygambere karşı gelmişti de onu çok ağır bir şekilde tutup cezalandırmıştık." (Müzemmil: 27/11-16)

Yine el-Hakka suresinde Semud, Ad ve Firavun gibi geçmiş milletlerden söz ettikten sonra Yüce Allah şöyle

buyurur:

"Sur'a bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşta birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar. Gök yarılır, o gün düzeni bo­zulur. Melekler onun çevresindedîler. O gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir. Ey İnsanlar! O gün siz huzura alınırsınız, hiçbir şeyiniz gizli kalmaz. Kitabı sağından verilen 'Alın kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum" der.' Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede hoş bir yaşayış içindedir. Onlara şöyle denir:

"Geçmiş günlerde, peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz, içiniz." Fakat kitabı kendisine solun­dan verilen kimse:

"Kitabım keşke bana verilmeseydi, keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Bu iş keşke son bulmuş olsay­dı. Malım bana fayda vermedi. Gücü de kalmadı" der. İl­gililere şöyle buyurulur:

"Onu alın, bağlayın. Sonra cehenneme yaslayın. Son­ra onu boynu yetmiş arşın olan zincire vurun. Çünkü o, Yüce Allah'a inanmazdı. (Hakka: 69/13-14)

Kalem suresinde, mallarındaki başkasına ait hakkı ver­meyen bahçe halkını ve gördükleri cezayı şöylece belirtir:

"İşte azap böyledir, ama ahiret azabı daha büyüktür. Keşke bilseler. (Kalem: 68/33)

Yüce Allah şöyle buyurur:[166]

"Daha önce inkar edip de, inkarlarının karşılığını tadan kimselerin haberi sana gelmedi mi? Onlara can ya­kıcı azap vardır. Bu, kendilerine peygamberleri belgeler­le geldiğinde "Bizi doğru yola bir insan mı eriştirecek?" diyerek inkar edip gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürü­dür. Allah hiç bir şeye muhtaç olmadığını ortaya koy­muştur. Allah müstağnidir, övülmeye layık olandır. İn­kar edenler, tekrar- dirilmeyeceklerini ileri sürerler. Ey Muhammed! De ki: "Evet, Rabbıma andolsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra yaptıklarınız size bildirile­cektir. Bu, Allah'a kolaydır. (Tegabun: 64/5-7) Aynı şekilde Yüce Allah Kaf suresinde peygamberlere karşı çıkanların durumunu, dünya ve ahiretteki iyilerin mü­kafatı ve kötülerin cezalarını belirtiyor. Kamer suresinde de aynı durumu açıklıyor. Tıpkı bunlar gibi: "Ha-mim"le baş­layan Gafir, Secde, Zuhruf, Duhan (40, 41, 42, 43) surele­ri ile sayısız diğer surelerde de aynı konular ele alınmıştır. [167]

 

Tevhid: İslam Medeniyetinin Anahtarı

 

Tevhid, va'd (mü'minlerin mükafatı) ve va'id (kafirlerin cezası), ilk indirilen ayetlerde ele alınmıştır. Nitekim Buha-ri'nin Sahih'inde Yusuf b. Mahek'ten şöyle rivayet vardır:

"Mü'minlerin annesi Aİşe'nİn yanındaydım. Irak'lı biri geldi ve:

"Hangi kefen daha iyidir?" diye sordu. Aişe:

"Hayrola, neyin var?" diyerek hayretini belirtti. Adam:

"Ey mü'minlerin annesi! Bana Mushaf'ını göster" dedi. Aişe  "Niçin?" diye sordu. Adam:

"Kur'an'ı bu şekilde birleştirmek için; çünkü birleştirilmemîş olarak okunuyor" dedi. Bunun üzerine Aişe şöyle de­di:

"Hangisini önce okursan sana ne zararı olabilir? îlk in­en sure mufassaldandı bu surede cennet ve cehennemden söz edilmektedir. İnsanlar islam'a ısınınca helal ve haram ko­nuları indi. Şayet "Şarap içmeyin" yasağı ilk kez inseydi, "şarabı asla bırakmayız" derlerdi. Eğer "zina etmeyin" yasağı inseydi, "zinayı asla bırakmayız" derlerdi. Ben oyun oynayan küçük bir kızken Mekke'de Rasulullah'a (s.a.v.):

"Kyamet onların azab ile va'dedildikleri gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür" (Kamer: 54/46)

ayeti indi. Bakara ve Nisa sureleri, ben onun yanmdayken indi." Ravinin belirttiğine göre Aişe, Mushaf'ını çıkardı ve adama surelerin ayetlerini yazdırdı.[168]

Küfür (inançsızlık), günah ve isyan; kötülük ve düş­manlığın sebebi olduğuna göre, şayet bir kişi ya da grup bir günah işler de diğerleri iyiliği emretme ve kötülükten alıkoy­ma işlevini yerine getirmezse, bu hepsinin günahı olur; eğer bazıları yasaklanan bir biçimde hoşnutsuzluk gösterir­se, bu da hepsinin günahı olur, bunun sonucunda gruplaşma, görüş ayrılığı ve kötülük ortaya çıkar. Bu ise, eski ve yeni fitne ve kötülüklerin en büyüklerindendir. Zira insan, zalim ve bilgisizdir. Zulmün ve bilgisizliğin birçok türü vardır. Bir kişinin zulmü ve bilgisizliği bir çeşit, ikinci, üçüncü ve di­ğer kişilerin zulmü ve bilgisizliği başka çeşittir. Meydana ge­len fitneleri inceleyen, sebeplerini bunlarda bulur; yine, bu ümmetin emirlerinin, bilginlerinin ve bu çerçeveye giren hü­kümdarlar, şeyhler ve onların peşinden giden halk arasında ortaya çıkan fitnelerin aslının da aynı şey olduğunu görür.

Dini ve şehvani arzular, dinle ilgili bid'atler ve dünye­vi kötülükler (fücur) gibi sapıklık ve cehaletin sebepleri de bu çerçeveye girer. Çünkü sapıklık ve cehaletin sebeple­ri olan dini konulardaki bid'atler ve dünyevi kötülükler, zulüm ve bilgisizlikleri yüzünden insanları ortaklaşa kapsar­lar. İnsanların bazısı -zina, homoseksüellik vb. içki içmek, hıyanet, hırsızlık, gasp vb. yollarla malla ilgili zulümler gibi- bazı günahlanyla hem kendilerine, hem de başkaları­na haksızlık yaparlar. [169]

 

İnsan Tabiatının Günahı Arzulaması

 

Bilindiği gibi, -her ne kadar aklen ve dinen çikin ve kı­nanmış olarak değerlendirilseler de- günahlar, insanlar ta­rafından arzulanırlar. İnsan tabiatının bir Özelliği, başkası­nın kendisinden daha ileride olmasından hoşlanmayıp, ay­nı şeyin kendisinde de bulunmasını istemesidir. Bu, hasedin iki türünden en düşük olan "gıpta"dır. İnsan tabiatı, başka­sından üstün olmayı ve kendisini başkasına tercih etmeyi is­ter, ya da onu kıskanır ve -her ne kadar gerçekleşmese de-ondaki nimetin yok olmasını temenni eder. İnsan tabiatın-daki üstünlük (uluvv), kötülük (fesad), gurur ve hased gibi duyguların gereği, yalnızca kendi arzularının gerçekleşme­sidir. Böyle olduğuna göre, başkasının kendisinden üstün ol­masını ve kendi arzularını gerçekleştirmesini nasıl kabul ede­bilir? Bu konuda orta yolu bulanlar, paylaşma ve eşitlikten hoşlananlardır, diğerleri ise çok zalim ve kıskançtır.

Bu ikisi, mubahlarda ve Allah hakkı dolayısıyla haram kı­lman işlerde olur. Yeme-içme, nikah, giyinme, binme ve mallar gibi mubah çerçevesine giren olay ve durumların yalnızca kendisinde bulunmasını arzulama halinde zulüm, cimrilik ve hased ortaya çıkar. [170]

 

Hırsın Gurur Sebebi Oluşu

 

Bütün bunların aslı, ihtirastır (şuhh), Buhari'de yer alan bir hadise göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"İhtirastan kaçınınız. Çünkü o, sizden öncekileri yok etti. Onlara cimriliği emretti, cimrilik yaptılar, zulmü emretti, zulmettiler; akrabalarla bağı kesmeyi emretti, bu bağı kestiler.[171]

Bu sebeple, Ensar'm niteliklerini belirtirken Yüce Allah şöyle buyurur:

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönülleri­ne imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler, karşısında iç­lerinde bir çekememezlik hissetmezler[172] kendileri zaru­ret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tu­tarlar. Nefsinin tamahkarlığından (şuhh) korunabilmiş kimseler, işte onlar mutluluğa erenlerdir." (Haşr: 59/9)

Kabe'yi tavaf eden Abdurrahman b. Avf in söyle dedi­ği görüldü:

"Rabbım! Nefsimin ihtirasından beni koru! Rabbım! Nefsimin ihtirasından beni koru!" Bu sırada durum kendi­sine sorulunca:

"Nefsimin ihtirasından korunduğumda, cimrilikten, zu­lümden ve akrabalarla bağı kesmekten de korunmuş olurum" cevabını verdi.

Bu ihtiras, nefsin bu şiddetli ihtirası, borcunu ödememe­yi, başkasının malını alarak zulmetmeyi, akrabalarla bağı kesmeyi ve başkasında bulunandan hoşlanmaması demek olan hasedi ortaya çıkarır.

Hasedde, tamahkarlık ve zulüm vardır. Çünkü böylece, başkasına verilen dolayısıyla tamahkarlık ve elindekinin yok olmasını istemekle zulüm meydana gelir. [173]

 

Günah ve Toplum

 

Durum, bu gibi mubah arzularda böyle olunca, zina, iç­ki içmek ve benzeri haramlarda nasıl olur?

Bunlardan birinin gerçekleşmesi durumunda iki tür hoş­nutsuzluk ortaya çıkar:

1) Genelde mubah olan işlerdeki gibi, tekel ve zulüm bu­lunması dolayısıyla onlardan hoşlanmama.

2) Allah hakkı bulunmasından dolayı onlardan hoşlanma­ma.

Bu sebeple, günahlar üç kısımdır:

1) İnsanlara zulüm bulunanlar: Mallarını alarak, hakla­rını vermeyerek, hased vb. ile zulüm gibi.

2) Sadece kendisine zulüm bulunanlar: Zararları başka­sına uzanmayınca içki içmek, zina gibi.

3) Hem insanlara, hem kendisine zulüm bulunanlar: Yö­neticinin insanların malını alıp, bunlarla zina yapması, şa­rap içmesi, kötülük işlemesi, -bazı kadm ve çocuklardan hoş­lananların yaptığı gibi- bu tür sebeplerle kendisinin yaptık­larını insanlara duyuranlara zina yaptırması ve onlara zarar vermesi gibi.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"De ki: Rabbim sadece, açık ve gizli fenalıkları, güna­hı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirme­diği şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğinz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'raf: 7/33) [174]

 

Adalet ve Zulüm                                   

 

İnsanların dünyadaki işleri; -herhangi bir günaha katıl­ma sözkonusu olmasa da- haklardaki zulümle düzgün olmak­tan ziyade, -kendisinde bir günaha katılma sözkonüsu da ol­sa-adaletledüzgün olur...'

Bu sebeple,                                                      

"Allah, kafir de olsa adil devleti yaşatır, ama müslüman da olsa zalim devleti yaşatmaz" denilmiştir. Aynı şev kilde:

"Dünya adalet ve küfürle devam eder, ama zulüm ve İs­lam'la devam etmez" denir.                         

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İsyan (bagy, zulüm) ve akrabayla bağı kesmekten daha hızlı cezası olan hiçbir günah yoktur.[175]

İsyankarın cezası, -ahirette affedilse ve merhamet edil­se bile- dünyada verilir. Çünkü adalet, her şeyin esasıdır. Dünya işi adaletle yürütüldüğünde, -her ne kadar sahibinin ahirette bir nasibi yoksa da- ayakta durur, ama adaletle yü-rütülmezse, -ahirette kendisine yetecek imanı bulunsa bile-ayakta duramaz.

İnsanın tabiatındaki büyüklenmek (uluvv), kıskanmak ve hakka tecavüz suretiyle başkasına zulmetme güdüsü vardır. Ayrıca, zina dinen iğrenç kabul edilen nesneleri yemek gi­bi kötü arzularım gerçekleştirerek, kendisine zulmetme gü­düsü de vardır. Böylece kendisine zulmetmeyene zulmede­bilir ve kendisinden başkası böyle bir eylemde bulunmasa bile, bu arzular kendisine etki edebilir. Diğerlerinin zulmet­tiğini ve şehevi arzularını yerine getirdiğini görünce, bu arzular ve onlarla ilgili zulmün dürtüsü daha şiddetli bir şe­kilde artar. Bazan da sabreder. Bu durum, başkalarına olan kiri ve hased duygularını kamçılar. Daha önce kendisinde böyle düşünce olmadığı halde, onların cezalandırılmaları­nı ve kendilerinde mevcut olan iyilğin gitmesini istemeye başlar. Bu sön durumda, bankasının kendisine ve müslüman-lara zulmetmiş Olduğu konusunda akıl ve din yönünden de­lili ileri sürer; ona iyiliği emretmenin ve onu kötülükten alı­koymanın, bu konuda cihad yapmanın vacip olduğunu öne

sürer. [176]

 

SEKİZİNCİ BÖLÜM

 

İNSAN VE DAVRANIŞLARI

 

İyiliği Emretme ve Kötülükten Alıkoyma Açısından İnsanlar

 

İyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma noktasında insan­lar üç sınıftır:

1) Birinci gruptakiler, yalnız kendi arzularını düşünürler, yalnızca verildiklerine hoşnutluk gösterirler ve yalnızca mahrum edildiklerine öfkelenirler. Bunlardan birine arzu­ladığı -helal ya da haram- herhangi bir şey verildiğinde, öf­kesi yatışır, hoşnutluğu doğar. Ona göre, daha önce yasak­ladığı, bu yüzden ceza verdiği, sahibini kınadığı ve öfkelen­diği bir durum, artık hoşnut olunan bir duruma dönüşür. Ar­tık bu işi kendisi yapar, bu konuda ortak ve yardımcı olur, kendisini alıkoyan ve engelleyene düşman kesilir. Bu, insan­ların çoğunun durumudur. İnsan bunun sayısız örneklerini görür ve duyar.

Bunun sebebi, insanm zalim ve cahil olmasıdır. Bu yüz­den adil davranmaz, bazan her iki durumda da zalim olabi­lir.

Belirtilen bu gruptan olan kişilerin, emrinde olanlara zulmeden ve haklarını çiğneyen bir yöneticiden hoşlanma-yıp, bu yöneticinin tattırdığı makam, mal gibi bazı şeylere rıza göstererek, ona yardımcı kesildiğini görürsün. Bunla­rın en iyi hali, yöneticiye hoşnutsuzluklarını göstermeyiş­leridir. Aynı şekilde bu gruptan insanları içki içenden, zina yapandan ve eğlenceye dalandan hoşlanmadıklarını, ama ay­nı kötülüklerin içine çekildiklerinde ya da bu işlerde bir şey­ler tattmldığmda, bizimle onlar adına mücadeleye giriştiğini görürsün. Bunun sonucunda böylelerinin, bazan daha önceki durumlarından daha kötü, bazan ondan biraz daha iyi bir duruma düştüklerini ya da aynı durumda olduklarını gö­rürsün.

2) İkinci grup, sağlam bir dindarlığı olanlardır. Bu konu­da Allah için dosdoğru ve eylemlerinde yapıcı (muslin) olurlar. Kendilerine yapılan eziyetlere sabretmek suretiyle doğru yolda olmaya devam ederler. İşte bu grup, iman edip, iyi işler yapanlardır, onlar insanlar için çıkarılmış iyiliği em­reden, kötülükten alıkoyan ve Allah'a iman eden iyi ümme­te mensuptur.

3) Üçüncü grup, iki özelliğe de sahip bulunanlardır. Mü'minlerin çoğu bu gruba-mensuptur. Bunlar hem dindar­dır, hem de nefsin arzularına boyun eğmişlerdir. Kalplerin­de hem itaat, hem de isyan duygusu vardır; ona bazan birin­ci, bazan da ikinci duygusu egemen olur. [177]

 

Nefislerin Çeşitleri

 

Bu üçlü tipoloji, aynen nefisleri, "emmare", "mutma'in-ne" ve "levvame" şeklinde üçe ayırmaya benzer:

Birinci gruptakiler, kendilerine kötülüğü emreden nefs-i emmare sahipleridir.

İkinci gruptakiler, Yüce Allah'ın hakkında:

"Ey huzur içinde olan can (nefis)! O, senden sen de O'ndan hoşnut olarak Rabbına dön! Ey can (nefis)! İyi kullarımın arasına gir, cennetime gir." (Beled: 89/27-30) buyurduğu nefs-i mutma'inne sahipleridir.

Üçüncü gruptakiler ise, günah işleyip, sonra bu yüzden kendini kınayan, bu her iki özelliği taşıyan, iyi ve kötü ey­lemi Kavuran nefs-i levvame sahipleridir,  (s.a.v.):

"Benden sonra bu ikisine, Ebubekİr ile Ömer'e uyun[178] diyerek, mü s İti inanların kendilerine uymakla em-rolundukları Ebubekir ile Ömer devirlerinde insanlar, pey­gamber çağına en yakın, iman ve düzgünlük (salah) yö­nünden en yüce durumdaydılar. İmamları da vacipleri en iyi şekilde yerine getiriyor ve doygunluğu sağlıyorlardı. İkin­ci grupta bulundukları için onlar devrinde fitne çıkmadı. Os­man devrinin sonu ile Ali devrinde, üçüncü gruptakilerin sa­yısı arttı, iman ve dindarlıkla birlikte nefsi arzu ve şüphe­lerine boyun eğmeye başladılar. Bu hem bazı yöneticilerde, hem de halkta kendini gösterdi. Bundan sonra da böyleleri-nin sayısı artarak, her iki tarafta da takva ve itaatin tam özümsenememesi, nefsi arzu ve az önce saydığımız sebep­lerle fitne ortaya çıktı. Her iki grup da iyiliği emrettiği ve kö­tülükten alıkoyduğu, hakikat ve adaletin kendinden yana ol­duğu yorumunu (te'vil) yaptılar. Ne var ki, bu yorumun bizzat kendisi bir çeşit nefsi arzuya uymaktır: her ne kadar iki gruptan birisi hakikate diğerinden daha yakınsa da bu te'vilde zan ve nefsin arzuladığı durum sözkonusudur.

Bu yüzden mü'mine düşen, kalbini doğru yolda tutma, şüpheye düşürmeme, hidayet ve takva üzere durma, nefsi­nin arzularına uymama konusunda Allah'tan yardım istemek ve ona tevekkül etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyu­ruyor:

"Ey Muhammedi Bundan ötürü sen birliğe çağır ve emrolunduğun gibi doğru ol; onların heveslerine uyma ve 'Allah'ın indirdiği kitaba inandım aranızda adaletle hükmetmekle emrolundum, Allah bizim de Rabbimiz, si­zin de Rabbinizdir" de." (Şura: 42/15) [179]

 

İnsanı Kötülüğe İten Dürtüler

 

Müslümanların iman ve ibadet konularında bölünme ve görüş ayrılığına düşmeleri de buna dayanır. Bu gibi du­rumlar müslümanlarrn sıkıntılarını arttırır. Böyle durum­larda fitneden kurtulmak için müslümanlar iki şeye muhtaç­tır: [180]

 

1) Birinci Dürtü:

 

Bunun alt bölümleri vardır.

Müslümanlar gerektiren durum bulunduğu için- ben­zerlerinin düştüğü dini ve dünyevi fitneyi kendilerinden uzaklaştırmaya muhtaçtır. Çünkü, diğerleri gibi, onların da nefisleri ve şeytanları vardır. [181]

 

a) Başkasına Benzeme:

 

Emsallerinin de, arzulanan şeyleri yapmasını görmesi za- . ten insanın nefsinde mevcut bulunan kötülük yapma duygu­sunu güçlendirir. Niceleri var ki ne iyilik ne de kötülük yapmak ister; ama başkasının ve özellikle de emsallerinin yaptığını görünce o, da bu işi yapar. Çünkü insanlar güver­cin sürüsü gibidir, birbirine benzemeye çalışırlar.

Bu yüzden, bir iyiliği ya da kötülüğü ilk yapan, kendisi­ni izleyenin sevabını ya da günahını da yüklenir. Nitekim Ra-sulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Güzel bir yol açana kendisinin ve sevapları hiç ek-silmeksizin kıyamete kadar onun yolundan gidenin gü­nahını yüklenir.[182]

Çünkü, işin özünde bir ortaklıkları vardır. Bir şey ben­zerinin hükmünü alır. Bu ikisi, benzeme duygusu ve günah işlemeye meyyal insan tabiatı, güçlü iki dürtüdür.. Bunlara aşağıdaki iki dürtü daha eklenince durumu siz düşünün. [183]

 

b) Arzu ve Görüşte Uyuşma:

 

Kötülük yapanların pek çoğu, bulundukları durumu onay­layanlardan hoşlanırlar, onaylamayanlardan hoşlanmazlar. Bu, bozuk dinlerde, her bir topluluğun kendilerine katılan­lara dostluk, katılmayanlara düşmanlık göstermeleri şeklin­de apaçık görülür. [184]

 

c) Arzularda Ortaklık:

 

Dünya işleri ve nefsi arzular da böyledir. Zorba devlet yö­neticileri, yolkesiciler vb.deki gibi, yaptıklarına yardım et­melerinden dolayı; yanlarına gelen herkesin içmelerini ter­cih ettikleri için, içki meclisi kuranlarda olduğu gibi onay­lamalarından, kendisini kıskanmaları ya da onlardan üstün hale gelip övülmesi yüzünden yalnızca onun iyilikle belir­ginleşmesinden hoşlanmadıklarından dolayı, yahut aleyhi­ne bir delili olmaması için, veyahut kendilerini bizzat ceza­landırmasından veya bildirmesinden korkmaları veyahut da minneti ve tehdidi altında kalmamaları vb. sebeplerle ço­ğu kez kendilerine ortak olanları seçer ve tercih ederler.

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Kitap ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli ol­duktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi, inandıktan sonra küfre döndürmeyi isterler. Allah'ın gelene kadar onları affedin, geçin. Allah muhakkak her şeye kadirdir." (Bakara: 2/109)

Onlar kendileri inkar ettikleri gibi, keşke siz de inkar etseniz de eşit olsanız isterler.. (Nisa: 4/89)

Osman şöyle diyor:

"Zina yapan kadın, bütün kadınların zina yapmasını is­ter."

Ortaklığın, içki, yalan ve bozuk inançtaki ortaklık gibi bazan bizzat aynı kötülükle, başkasının da zina yapmasını arzulayan zinakar, başkasının da çalmasını arzulayan hırsız gibi bazan da aynı türden kötülükle ama başka bir kadın ve malda olmak üzere- gerçekleşmesini isterler. [185]

 

2- İkinci Dürtü:

 

İkinci dürtüye gelince, bir kişinin yaptıkları kötülüğe ortak olmasını isterler. Ortak olursa ne ala! Ama ortak ol­mazsa tehit ölçüsünde veya ondan daha hafif ölçüde kendi­sine işkence ve eziyet ederler. Yaptıkları kötülükle.başka-sının da kendilerine ortak olmasını isteyen, bu kötülüğü ona emreden ve isteklerine ulaşmak için ondan yardım iste­yen bu kişiler, şayet o yabancı kişi kendilerine ortak ohnvon-lara yardım ve itaat ederse, hemen kusurlarını sayıp dö­kerler, onunla alay ederler ve başka işlerde aleyhine bir delil olarak ileri sürerler; ama onlara katılmazsa kendisine işkence ve eziyet ederler. Güçlü zalimlerin çoğunun duru­mu budur. [186]

 

İnsanın İyilik Yapmasını Sağlayan Dürtüler

 

Kötülükte sözkonusu olan bu durum aynen, hatta daha ile­ri derecede iyilikte de sözkonusudur. Nitekim Yüce Allah:

"Mü'mirilerin Allah'ı sevmesi ise hepsinden kuvvet­lidir..." buyurur. (Bakara: 2/165)

Çünkü iyilik dürtüsü daha güçlüdür. [187]

 

a) Vicdan Dürtüsü:

 

İnsanda, iman etmeye, bilgiye, doğruluğa, adalate ve emanetleri yerine getirmeye çağıran bir dürtü vardır. [188]

 

b) Yarışma Dürtüsü:

 

İnsan aynı şeyi başkasının, Özellikle de benzeri birinin yaptığını görünce, özellikle rekabet duygusuyla içinde baş­ka bir dürtü daha doğar. Bu, övgüye değer ve güzel bir ha­rekettir. [189]

 

c) İyilere Katılmayı Arzulama Dürtüsü:

 

Mü'min ve iyilerden aynı işi onaylamak ve katılmak is­teyeni ya da yapmadığında hoşlanmayanları görünce de in­sanın içinde üçüncü bir dürtü doğar. [190]

 

d) İyilerin Dostluğunu Kazanma Dürtüsü:

 

İyiliği emrettiklerinde ve bu yüzden iyiyi yaptığında dost ya da yapmadığında düşman olduklarını ve kendisini ce­zalandırdıklarını görünce, içlerinde dördüncü bir dürtü do­ğar. [191]

 

Islahın Yolu

 

a) Kötülüklere İyilikle Karşılık Verilmeli

 

Bu yüzden mü'minlerin kötülüklere onların zıddı iyilik le karşılık vermeleri emrolunmuştur, tıpkı doktorun hasta­lığa onun zıddı ile karşılık vermesi gibi.

Mü'min nefsini ıslah etmekle emrolunmuştur. Bu iki şeyle, yani iyiliklere engel olmaya ve kötülükleri işleme­ye iten motiflere rağmen iyilikleri yapmak ve kötülükleri bir rakmakla olur. Bunlar dört çeşittir. Aynı şekilde, bu dört yol­la gücü ve imkanı ölçüsünde başkasını ıslah etmekle de emrolunmuştur.

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Andolsun asra (ikindi vakti) kî, gerçekten insan ziyan­dadır. İman eden, salih ameller işleyen, birbirine hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye edenler müstesna." (Aşr: 103/1-3)

İmam Şafii'nin şöyle dediği nakledilir: "Bütün insanlar Asr suresini düşünseler, onlara yeter." Gerçekten de Öyledir. Çünkü Yüce Allah, kendisi mü'min ve iyi olan, başkalarına da hakikati ve sabrı tavsiye edenler dışındakilerin hüsrana uğradıklarını haber vermektedir. [192]

 

b) Sıkıntıların Büyümesinin Derecenin Yükselmesine Vesile Olduğu Bilinmeli

 

Sıkıntı artınca, bu durum mü'minin derecesinin yüksel­mesine ve sevabının artmasına vesile olur. Nitekim Rasulul-lah'a(s.a.v.):

"İnsanların en çok belaya uğrayanı kimdir?" diye soru­lunca, şu cevabı vermiştir:

"Peygamberler, sonra iyiler, sırayla onları izleyen diğerleri. İnsan dinine göre sınanır. Dini sağlamasa sıkın­tısı artırılır. Dini sağlam değilse, sıkıntısı azaltılır. Yer­yüzünde yürüyüp, hatası kalmaymcaya kadar mü'minin sınanması sürecektir.[193]

 

c) İyi İşleri Yaparken Sabretmeli

 

İşte bu durumda, mü'min, başkasının ihtiyaç duymaya­cağı ölçüde sabra ihtiyaç duyar. Dinde önderliğin sebebi de budur. Nitekim Yüce Allah:                                   

"Sabredip ayetlerimize kesin olarak inanmalarından ötürü, aralarından, onları buyruğumuzla doğru yola götürecek önderler yaptık" buyurur. (Secde: 32/24) Hem emredilen iyiliği yapmak, hem de yasaklanan kötü­lüğü yapmamak için sabır kaçınılmazdır. İşkencelere, söy­lenenlere, başa gelen kötülüklere sabır, nimetler bulununca şımarmamak vb. sabır çeşitleri de bu çerçeveye girer. [194]

 

d) Kesin Bilgi Sahibi Olmalı

 

Kendisini doyuracak, nimetlenecek ve gıdalanacağı bir sevi yani kesin bilgi (yakin) yoksa, insanın sabretmesi im­kansızdır. Nitekim Ebubekir'in (r.a.) rivayet ettiği hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:                      

"İnsanlar! Allah'tan kesin bilgi ve sağlık isteyiniz. Çünkü, kesin bilgiden sonra sağlıktan daha üstün bir şey insana verilmemiştir. Allah'tan bu ikisini isteyin.[195]

 

e) İyi Davranmalı

 

Aynı şekilde, başkasına bir iyiliği emredince, bu konu­da kendisine katılmasını arzulaymca ya da onu bir kötülük­ten alıkoyunca da, bu kişiye hoşlanüanın ortaya çıkması, hoşlanılmaya ortadan kalkması gibi gayesine ulaşmasını sağlayacak biçimde iyi davranması gerekir. Çünkü insanlar acıya, ancak bir tatlılık olunca katlanırlar, bundan başka yol yoktur. Bu yüzden Yüce Allah, kalblerin kazanılmasını em­retmiş, hatta kalbleri kazanılacaklara zekattan pay ayırmış­tır.

Yüce Allah, peygamberine şöyle buyurmuştur:

"Sen af yolunu tut, bağışla, uygun (ma'ruf) olanı em­ret, bilgisizlere aldırış etme." (A'raf: 7/199)

Yüce Allah yine şöyle buyurur:

"(O zor geçit) sonra, inanıp birbirlerine sabır tavsiye edenlerden ve merhametlilerden olmayı tavsiye edenler­den olmaktır." (Beled: 90/17)

Sabretmek ve merhametli olmak zorunludur. Cesaret ve kerem (cömertlik) işte budur. [196]

 

Namaz, Zekat ve Sabır

 

Bu yüzden Yüce Allah, bazan namaz ile insanlara iyilik yapmak olan zekatı, bazan da namaz, zekat ve sabrı yanya-na zikreder. Her üçü de zorunludur. Hem kendileri, hem de başkalarını ıslah konusunda mü'minlerin yararı ancak bun­larla gerçekleşebilir. Özellikle fitne ve sıkıntı arttığında, bun­lara duyulan ihtiyaç da şiddetlenir. Hoşgörü ve sabır, bütün insanların ihtiyaç duyduğu değerlerdir. İnsanların dini ve dünyevi çıkarları ancak bu ikisiyle gerçekleşebilir.

Bu yüzden hepsi cesaret ve cömertliği (kerem) överler, hatta şairlerin şiirlerinde en çok övdüğü değer de cömertlik­tir. Aynı şekilde cimrilik ve korkaklığı da yererler.

İnsani arın-doğruluk ve adaleti övmekte, yalancılık ve zulmü yermekte olduğu gibi- ittifak ettiği konular mutlaka gerçektir.

Bedeviler" Rasulullah'dan (s.a.v.) yardım istediklerinde onu bir çalıya (semura, sakız ağacı) sıkıştırdılar, bu çalı cübbesine takıldı. Onlara dönerek şöyle dedi:

"Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, elimde şu dikenler kadar hayvan olsaydı, hepsini aranızda bö­lüştürürdüm. Beni asla cimri, korkak ve yalancı olarak göremezsiniz.[197]

Ancak bütün bunlar, amaç ve niteliklere göre farklılık gösterir. İşler niyetlere göredir, herkes niyetinin karşılığı­nı görür.[198]

 

Cimriliğin Kınanması

 

Bu yüzden Kur'an ve sünnet, cimrilik ve korkaklığı yer­miş, Allah yolundaki cesaret ve hoşgörüyü (simaha) öv­müştür.

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"İnsandaki en kötü şey, şiddetli cimrilik ve korkak­lıktır. [199]

Rasulullah (s.a.v.):

"Ey Selemoğulları! Sizin efendiniz (Seyyid) kimdir?" diye sordu.

"Cimriliğini ayıplamakla birlikte, el-Cedd b. Kays'tır" de­diler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):

"Cimrilikten daha kötü bir hastalık mı olur?" ceva­bını verdi. [200]

Başka bir rivayette ise:

"Cimri efendi olamaz. Sizin efendiniz ak saçlı genç olan el-Bera b. Ma'rur'dur." ifadesi yer alır. [201]

Buhari'nin Sahih'inde nakledildiğine göre, Cablr b. Ab-dillah Ebubekir'e:

"Bana ya vereceksin, ya da cimrilik edeceksin" deyince, Ebubekir:

"Bana bunları söylüyorsun. Cimrilikten daha kötü bir has­talık mı olur?" cevabını verdi. Böylece cimriliği, en büyük hastalıklardan biri olarak göstermiştir.[202]

Müslim'in Sahih'inde Selman b. Rebi'a'dan rivayet edil­diğine göre Ömer şöyle diyor:

"Rasulullah (s.a.v.) bir malı taksim etti. Ben de:

"Ey Allah'ın elçisi! Bunlardan başkası ona daha layık" dedim. Bana:

"Onlar beni, benden çirkin sözlerle yardım istemek ile beni cimrilerden saymak arasında seçenekli bıraktılar. Ben cimri değilim" cevabını verdi. [203]

Rasulullah (s.a.v.), kendisinden uygunsuz bir biçimde yardım istediklerini, verirse işi ala olacağını, ama vermedi­ği takdirde cimri diyeceklerini, kendisini iki kötü davranış­tan, yersiz hareket ya da cimrilikten birini yapmak zorunda bıraktıklarını, cimriliği daha kötü gördüğünü, vermek sure­tiyle bu daha kötüyü defettiğini belirtiyor. [204]

 

Cimriliğin Çeşitleri

 

Cimnlik bir çerçevedir, onun kapsamına giren büyük ve küçük kötülükler yardık ' Yüce Allah şöyle, buyurur:

Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik eden­ler, sakııi bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanma­sınlar, bilakis bu onların kötülüğünedirv Cimrilik yap­ıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır."

(Al-iİmrah: 3/180)

"Allah'a kulluk edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşma­yın, âna-babaya yakınlıklara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa,. yolcuya, elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Al­lah kendini beğenip öğünenleri sevmez. Onlar cimrilik ederler, insanlara cimrilik tavsiyesinde bulunurlar. Al­lah'ın bol nimetinden kendilerine verdiğini gizlerler. Kafirlere aşağılık bir azap hazırlamışızdır." (Nisa: 4/36-37)

"Verdiklerinin kabul olmasına engel olan, Allah'ı ve peygamberini inkar etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir." (Tevbe: 9/54) "Allah onlara bol nimetinden verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler. Zaten dönektirler. Allah'a verdikleri söz­den caydıkları ve yalancı oldukları için O'nunla karşı­laşacakları güne kadar Allah kalblerine nifak soktu." (Tevbe: 9/76-77)

"İşte sizler Allah yolunda sarfetmeye çağrılan kimse­lersiniz. Kiminiz cimrilik yapıyor, ama cimrilik yapan bilsin ki, ancak kendine karşı cimrilik yapmış olur..." (Muhammed: 47/38)

"Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları na­mazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. Onlar eğre­ti olarak basit şeyleri dahi vermezler." (Maun: 107/4-7) "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda safretme-yenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları on­larla dağlanacak. 'Bu kendiniz için biriktirdiğinizdir, bi­riktirdiğinizi tadın' denecek."             (Tevbe: 9/34-35) Kur'an'daki yardım etmeyi ve vermeyi emreden bütün ayetlerin aynı zamanda cimriliği yermekte olduğu kabul edilir. [205]

 

Korkaklığın Kınanması

 

Kur'an korkaklığı da pek çok ayetinde kınamıştır. Sözgelişi şu ayetler bunun örneğidir:

"Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arka­sını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüş­tür!"                                                       (Enfal: 8/16)

"Sizden olmadıkları halde, sizinle beraber oldukları­na Allah'a yemin ederler. Oysa onlar korkak bir toplu­luktur. Bir sığınak veya mağara yahut girecek bir yer bulmuş olsalardı, çarçabuk oraya yönelirlerdi." (Tevbe: 9/56-57)

"İnananlar "Keşke bir sure indirilse de cihada çıksak" derlerdi. Fakat kesin anlamlı bir sure inip orada savaş zikredilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm korku­suyla bayılmış kimselerin bakışları gibi, Ey Muham­med sana baktıklarım gördün. Oysa onlara itaat etmek ve uygun olanı söylemek yaraşırdı." (Muhammed: 47/20)

"Kendilerine 'Elinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin" denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kıılndığında, içlerinden bir takımı hemen, insanlardan, Allah'tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve 'Rab-bimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın, bizi yakın bir zanıa-na kadar te'hir edemez miydin?" derler. Ey Muhammed! Dünya geçimliği azdır, ahiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez" de."                                                          (Nisa: 4/77) [206]

 

Cömertlik ve Cesaret

 

Kur'an'daki cihada teşvik eden, kaçınanları ve terke-denlerİ kınayan ayetler, aynı zamanda korkaklığı yermektedir.

İnsanların dini ve dünyevi düzgünlüğü ancak bizzat cihad yapmayanların yerine cihad yapacakları getireceğini haber vermektedir:

"Ey İnananlar! Size ne oldu ki, "Allah yolunda sava­şa çıkın" denilince, yere çöküp kaldınız? Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimi ahirete göre pek az bir şeydir. Çikmazsaniz Allah size can yakıcı azapla azap eder ve yerinize başka bir mil­let getirir. Ona bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir. (Tevbe: 9/39)

"İşte sizler, Allah yolunda sarfetmeye çağırılan kim­selersiniz. Kiminiz cimrilik yapıyor, ama cimrilik yapan bilsin ki, ancak kendine karşı cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirse­niz sizi ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bîr mille­ti yerinize getirir. (Muhammed: 47/38)

Yüce Allah, cesaret ve cömertlik sayesinde eskileri üs­tün kılmıştır:

"Göklerin ve yerin mirasçısı Allah olduğu halde, Al­lah yolunda siz niçin sarfetmiyorsunuz? İçinizden Mek­ke'nin fethinden önce sarfeden ve savaşan kimseler, da­ha sonra sarfedip savaşan kimselerle bir değildirler, be­rikiler daha üstün derecededirler. Allah, işledikleriniz­den haberdardır. (Hadid: 57/10)

Yüce Allah, Kur'an'm pekçok ayetinde canı ve malıyla Allah yolunda cihad etmeyi zikretmiş ve övmüştür. Allah'a itaat uğrundaki cesaret ve hoşgörü (infak) işte budur.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"Nice az topluluk, çok topluluğa -Allah'ın izniyle-üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir."

(Bakara: 2/249)

"Ey İnananlar! Bir toplulukla karşılaşırsanız, daya­nın; başarıya ereşibelmeniz için Allah'ı çok anın. Al­lah'a ve peygamberine itaat edin; çekilmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sab­redin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir." (Enfal: 8/45-46)

Cesaret, beden gücü değildir. İnsan bedence güçlü, ama yüreksiz olabilir. Cesaret, yalnızca yürekliliktir. Savaşın temeli beden gücü ve savaşma sanatı, yüreklilik ve savaş aşi­nalığıdır. Bu ikisinden Övgüye değer olanı, düşüncesizce ve övülen ile yerileni ayırmaksızın yapılan değil, bilgi ve bi­linçle olanıdır. Bu sebeple güçlü kişi, öfkelendiği sırada nefsine hakim olup, uygun olanı yapan insandır. Öfkesine yenilen ise ne cesur, ne de güçlüdür. [207]

 

Sabrın Çeşitleri

 

Daha önce de sözü edildiği gibi, bütün bunların esası sa­bırdır; sabır zorunludur.

Sabır iki çeşittir:

1) Öfke sırasında sabır.

2) Musibet sırasındaki sabır. El-Hasen'ul-Basri şöyle demiştir:

"Hiç kimse, öfke anındaki yumuşaklık ve felaket anında­ki sabırdan daha büyük bir yudum yutkunmamıştır."

Bu, elem verici durum sabretme esasına dayanır. Elem ve­rici durum, giderilebilen Özellikteyse öfkeyi, giderilemeye­cek özellikteyse üzüntüyü arttırır. Bu yüzden, Öfkelinince ya­pabilme gücünü hissetme arasında kanın harekete geçmesi dolayısıyla yüz kızarır; üzülünce, yapamayacağını anlama sırasında kanın çekilmesiyle sararır.

Bu sebeple, Rasuluîlah (s.a.v.) Müslim'in İbn Mes'ud'dan rivayet ettiği sahih hadiste şu ilkeyi getirmiştir. Rasuluîlah (s.a.v..):

"Rakub kime dersiniz" diye sordu. "Çocuğu olmayana" cevabını verdiklerinde,

"Rakub, bu değildir. Çocuklarından hiçbiri kendin­den önce ölmeyen kimsedir" buyurdu. Rasulullah (s.a.v.):

"Pehlivan diye kime dersiniz?" diye sordu. Bunun üze­rine: ,

"Güreşte başkasını yenendir."

"Hayır, pehlivan bu değildir. Pehlivan, öfke anında nefsine hakim olsa kimsedir" buyurdu.[208]

Bu hadisiyle Rasulullah (s.a.v.)» musibet ve Öfke anında sabretmek gerektiğini belirtmiştir.

Yüce Allah musibet konusunda şöyle buyurur:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabre­denlere müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde, 'Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz' derler."

(Bakara: 2/155-156)

Yüce Allah Öfkele hakim olmak konusunda ise şöyle

buyuruyor:

"Bu ancak sabredenlere vergidir; bu ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir."                   (Fussilet: 41/35)

Musibet ve öfke anındaki sabırların aynı çerçevede ele alınması, tıpkı musibet ve nimet anındaki sabırların aynı çer­çevede ele alınması gibidir. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurur:

"Andolsun ki, insana nimetimizi tattırır, sonra onu on­dan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner. Başına gelen sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırırsak 'Musibetler başından gitti' der. Doğrusu o, şimarıp bö­bürlenen biridir. Bunların dışında sabredip iyi işler iş­leyen kimselere, işte onlara mağfiret ve büyük ecir var­dır."                                                    (Hud: 11/9-11) "Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size ver­diği nimetlerle şımarmamamz içindir."   (Hadid: 57/23) Ka'b b. ez-Zuheyr, muhacir sahabeyi şöyle nitelemiştir: "Kılıçlan düşman için toplluğa inince şımarmazlar, ye­nildiklerinde de sabırsızlaşmazlar.[209]

Hasan b. Sabit ise Ensar'ı nitelerken şöyle diyor: "Yenildiklerinde de ne paniğe kapılırlar, ne de donup ka­lırlar. [210]Rasulullah'ı (s.a.v.) nitelerken bazı Araplar şöyle derler: "Yenmesine çok sevinmez, yenilmesinde de canı sıkıl­mazdı."

Şeytan bu iki durumda insanları yürekleri, sesleri ve el­leriyle haddi aşmaya çağırdığı için, Rasulullah (s.a.v.) bunu yasaklamıştır. Oğlu ibrahim Ölünce, ağlamakta olan Ra-sulullah'a (s.a.v.):

"Ağlıyor musun? Sen ağlamayı yasaklamadın mı?" denildi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):

"Ben iki ahmak ve günahkar sesi yasakladım:

1) Bir eğlence ve oyunun nağmesindeki, şeytanın çal-gılarmdaki ses,

2) Musibet sırasındaki, yanaklarını dövme, elbisele­rini yırtma ve cahiliye feryadını sürdürme sesi" buyur­du. [211]

Böylece bu iki sesi aynı çerçevede ele almıştır.

Rasulullah'ın Musibet Sırasında Yasakladığı Fiiller

Rasulullah (s.a.v.) musibet durumunda bazı şeyleri yasaklamıştır. Sözgelişi, aşağıdaki hadisler bunun örneğidir:

"Yanaklarını döven, elbisesini yırtan ve cahiliye ade­dini sürdüren bizden değildir. [212]

"Musibet sırasında saçını yolan, bağıran ve elbisesi­ni yırtan kadınlardan uzağım.[213]

"Göz ve kalbden olan, Allah'tandır. El ve dilden olan, şeytandandır. [214]

"Allah gözden akan yaş ve kalbin üzüntüsünden do­layı azab etmez. Ancak dilini göstererek- bundan dola­yı azap ya da merhamet eder. [215]

"Yas tutulan ölü, bu yas sebebiyle azap görür. [216] Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Ölünün arkasından feryad ve figanla ağlayan kadın, ölmeden önce tevbe etmezse, kiyamte gününde üzerinde katranlı bir elbise ve uyuzlu bir gömlük olduğu halde kal­dırılır. [217]

Üstünlük, musibet ve sevinçle ilgiil olarak Rasulullah  (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Allah her şeyde güzelliği (ihsan) farz kılmıştır. Öldü­rürken güzel öldürünüz. Kurbanı güzel kesiniz. Hay­van keseniniz, bıçağını bilesin, kestiğini rahat ettir­sin. [218]

"Öldürme açısından insanların en iffetlisi, iman eh­lidir. [219]

"İşkence etmeyin, vefasızlık göstermeyin, çocukları öl­dürmeyin. [220]

Rasulullah'ın (s.a.v.) Yüce Allah'ın şu buyruklarına uyarak, cihadda ittidali emreden bunlar gibi daha birçok ha­disi vardır:

"Ey İnananlar! Allah için adaleti ayakta tutup göze­ten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adalet­sizliğe götürmesin; adil olun; bu, Allah'a karşı gelmek­ten sakınmaya daha yakındır. (Maide: 5/8)

"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı git­meyin; doğrusu Allah aşarı gidenleri sevmez."

(Bakara: 2/190)

Rasullullah (s.a.v.) ipek giymeyi, altın yüzük takmayı, al­tın ve gümüş kaplarda yeme-içme ve elbiseyi uzatma gibi ni­metlerde israf ve böbürlenmeyi yasaklamış, halı, ipek ve ipekliyi, şarabı, çalgı aletlerini helal sayanları kınamış ve kı­yamet gününde karşılaşacakları kötü durumu belirtmiştir.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"Allah, kendini beğenip, öğünenleri elbette sevmez." (Nisa: 4/31)

"Milleti ona, 'Böbürlenme, Allah şüphesiz ki böbür­lenenleri sevmez' dedi." (Kassas: 28/76)

Arzuda haddi aşmaya sabırla birlikte bu üç durum, bu ba­bın temelidir. Şunun için ki, insan, sevdiği ve arzuladığı ile nefret ettiği ve hoşlanmadığı arasındadır. İnsan sevgi ve, arzu sırasında bu ikisinin, öfke ve nefret anında da bu iki­sinin taşkınlığına karşı sabretmeye muhtaçtır. Aynı şekilde, sevinç anında bunun taşkınlığına, musibet sırasında bu mu­sibete sabırsızlığa karşı direnmeye muhtaçtır.

RasuluÜah (s.a.v.) yukarıdaki hadisinde iki sesi, ahmak ve facir sesi hatırlatmıştır:

1) Sevinçte aşırılığa götürüp, insanı gururlu bir sevince boğan ses!

2) Üzüntü sırasında sabırsızlığa sebep olarak, insanı çok , sabırsız hale getiren ses.

Cihadda söylenip aletsiz terennüm edilen şiirlerden olu-şan seslör gitıi1, Allah için İnsanın öfkesini harekete geçiren sese ve aynı şekilde -sünnette geçtiği şekilde- kadınlar ve çocuklar için düğünlerde ve sevinç anlarında def çalma gibi se­vinç zamanlarındaki şehvet seslerine izin verilmiştir.

İnsanları harekete geçirmek için sesli olarak söylenen şi­irlerin çoğu şu dört gruba girer:

1) Gençlikle ilgili şiirler (teşbih),

2) Hamaset ve hicvi konu edinen öfke ve kahramanlık şi­irleri (hamaset),

3) Mersiyeler gibi musibet (ağır) şiirleri,

4) Medhiyeler gibi nimet ve sevinçten söz eden şiirler. Yüce Allah'ın da belirttiği gibi şairler, karakterlerine

(tab1) uygun şiirler yazmayı adet edinmiştir:

"Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin?"

(Şuara: 26/225-226)

Bu sebeple, azgınların, şairlere uyduklarını haber vermiş­tir. Ayette geçen "gavi" (azgın) kelimesi, bilgisi olmadığı halde (körü körüne) arzusuna uyan kimse anlamına gelir. Ay­nı kökten gelen ve hidayetin zıddı olan "gayy" (sapıklık, ca­hillik) işte budur; nitekim, yararını bilmeyen saplan da, hi­dayete erenin ztddıdir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Batmakta olan yıldıza andolsun ki, arkadaşınız Mu-hammed sapmamış ve azmamıştır. (Necm: 53/1-2)

Bu sebeple Rasulullah (s.a.v.):

"Benden sonra benim sünnetime ve benden sonraki hi­dayeti bulan doğru yoldaki halifelerimin sünnetine sarılın.[221] buyurmuştur.

Bu yüzden şairlerin cesaret ve hoşgörünün bütün çeşit­lerini övdüklerini görürsün. Zira bu ikisinin yokluğu genel olarak kınanmıştır. Ama varlıkları sayesinde ise genel ola­rak insanların gayeleri gerçekleşir. Ancak bu konu açısından ahırete kazançlı ç.kanlar, Allah'tan sakınanlardır O ndan satamayanlar ise, ahirette değil dünyada kazan': h pkjrbr iyi sonuç her ne kadar ahirette ise de, dünyaca da o abıHr. Nnekım Yüce Allah Nuh ve gemisinin kurtuluşu olayını anlatırken şöyle buyurur:                                   

"Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara b.zden bir selamet ve bereket.e gemiden in. Ama birçok topluluklar, da geçindireceğiz, sonra onlara can yakıcı bir azap vereceğiz» denildi. Ey Muhammedi Bunlar sa­na vahyett.g.m.z bilinmeyen olaylardır. Sen de, milletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret, sonuç Al-lah'tan sak.nanlarınd.r.»                     

Yme Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

"O halde size tecavüz edene, size tecavüz ettikleri gi­bi ecavuz edin Allah'tan sakmm ve Allah'.n sak.nan-larla beraber olduğunu bilin.» (Bakara: 2/194) [222]

 

Övgüye Değer Kahramanlık ve Cesaret

 

Bu konuda ölçü, Allah ve peygamberinin övdüğünü öv­mektir. Çunku, şairler, hatipler vb.nin değil, yalmzca Allah  övgüsü güzel, kmamas: kötüdür. Bu sebeple, Temi-mogullarından birisi Rasulullah'a (sav)

"Benim övgüm güzel, kmamam da kötüdür" dediğinde Rasulullah ona:                                                      

"Övgüsü güzel, kmamas. kötü olan, Allah'tır» ceva­bını verdı.[223]

Yüce Allah kendi yolundaki cesaret ve hoşgörüyü (sima-ha) ovmuştunNıtekim Buhari ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu Musa el-Eş arı'den rivayet edilen hadise göre, Rasulullan (s.a.v.) a:

"Ey Allah'ın elçisi! Birisi cesaret, öteki kahramanlık ve üçüncüsü gösteriş için savaşanlardan hangisi Allah yolun­dadır" denilince,

"Allah adının en yüce olması için savaşandır?" ceva­bını verdi.[224]Yüce Allah:

"Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar on­larla savaşın" buyurur. (Enfal: 8/39) Zira, bu mahlukatrn yaratılış sebebidir. Nitekim Yüce Al­lah:

"Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışındır." buyurmaktadır. (Zariyat: 51/56)

Allah'ın mahlukatı yaratma gayesine yönelik herşey, Allah katında övgüye değer olur. İnsana kalacak olan ve Allah'ın faydalı göreceği de budur ki amel-i salih işte böyle­ler idir.

Bu yüzden insanlar dört sınıftır:

1) Allah için cesaret ve hoşgörüyle (simaha) amel eden­ler. Cenneti hak eden mü'minler işte bunlardır.

2) Cesaret ve hoşgörüyle yaptığı işi Allah için olma­yanlar. Bunlar yaptıklarıyla dünyada yararlanırlar, ama ahi-rette nasipleri yoktur.

3)Allah için, ama cesaretsiz ve hoşgörüsüz iş yapanlar. Bunların, durumlarına göre işlerinde bir tür münafıklık ve iman noksanlığı vardır.

4)Allah için iş yapmayan ve işinde cesaret ve hoşgörü bu­lunmayanlar. Bunların ne dünyada, ne de ahrette nasiple­ri yoktur.

Bu ahlak ve fiiller, sıkıntı ve şiddetli fitnelerle dolu zamartlarda genel veya özel olarak her mü'minin ihtiyaç duy­duğu peylerdir. Fitneyle karşılaştıklarında, kendilerine ıslah etmeye ve kendilerinden günahları defetmeye muhtaçtırlar. Aynı şekilde, güçleri oranında, başkalarına iyiliği emretme ve onları kötülükten alıkoymaya da ihtiyaç duyarlar. Bu iki durumdan her biri gerçekten zorluk doludur, bununla bir­likte Allah bunları dilediğine kolaylaştırır. Çünkü Yüce Allah mü'minlere, iman etmeyi ve iyi iş (amel-i salih) yap­mayı, insanları iman etmeye ve iyi iş yapmak üzere daveti ve cihad etmeyi emretmiştir.

"Andolsun ki, Allah'a yardım edenlere, O da yar­dım eder. Doğrusu Allah, kuvvetlidir, güçlüdür. Onları biz yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekat verir­ler, iyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlnr. İşlerin sonucu Allah'a aittir." (Hacc: 22/40-41)

"Doğrusu biz peygamberimize ve insanlara dünya hayatında ve şahidlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz." (Gafir: 40/51)

"Allah 'AndoIsjCTİti, ben ve peygamberlerim üstün ge­leceğiz' diye yakmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür. (Mücadele: 58/51)

"Bizim ordumuz şüphesiz galip gelecektir." (Saffat: 37/173) [225]

 

Cihad

 

îyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak ve Allah yo­lunda cihad, insanın fitneye maruz kalabileceği bela ve sıkıntılardan olduğu için, insanların bazıları bu konudaki gö-. revini terketmek gayesiyle fitneden kurtulmak istediği ge­rekçesini ileri sürer. Nitekim münafıklardan söz ederken Yü­ce Allah:                                                 

"Onlardan 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme' di­yen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdi." buyurmaktadır. (Tevbe: 9/49)

Tefsir'de belirtildiğine göre, bu ayet Rasulullah (s.a.v.) Bizanslılarla savaşa (Tebük) hazırlanmasını emrettiği el-Cedd b. Kays hakkında inmiştir. Zannederim Rasulullah (s.a.v.) ona:

"Rumların sarışın kadınlarına gönlün var mı?" deyin­ce,

"Ey Allah'ın elçisi! Ben kadınlara karşı sabırsız biri­yim. Onların kadınlarını görünce fitneden korkarım. Bana izin ver ve beni fitneye düşürme" dedi.

Bu el-Cedd b. Kays, ağaç altında yapılan Rıdvan bey'atın­dan kaçman ve kırmızı bir deveyle gizlenen kişidir.[226] Onun hakkında Rasulullah (s.a.v.):

"Kırmızı deveyle gizlenen dışında, bu bey'ate katılma­yanların hepsi affedilmiştir" buyurmuştur.[227]

İşte bu olay üzerine az önce geçen Tevbe: 9/49 ayeti in­miştir.

el-Cedd b. Kays, savaşa katılmamayı kadınların fitnesin­den korunmak ve fitnelerine düşmemek için istediğini be­lirtmiştir. Böylece ona göre, haramdan korunması ve bu yolda nefsiyle savaşması bunun sonucu azap görmesi ya da bu haramı işleyip günahkar olması gerekiyordu. Zira, güzel nesneleri görüp onları seven, ister Allah'ın haram kılması, isterse fırsat bulamaması yüzünden buna imkan bulamazsa kalbi sıkıntı duyar. Ama gücü yeter ve haramı işlerse helak olur. Kadınlarla ilişkinin helal olanında bile bazan sıkıntı vardır.

"Beni fitneye düşürme" sözünün açıklaması işte budur. Yüce Allah da:

"Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir." buyurmak­tadır. (Tevbe: 9/49)

"Vacip cihaddan yüz çevirmesi ve kaçınması, imanının zayıflığı, kendisine cihadı terketmeyi süsleyen kalbindeki hastalığın bizzat kendisi, düşmüş olduğu büyük bir fitnedir" demek istemektedir. Durum böyleyken, başına gelen büyük fitneye düşmekle, henüz başına gelmemiş küçük bir fitne­den kutulmayı nasıl isteyebilir? Yüce Allah:

"Fitne kalmayıp yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın." buyuruyor. (Bakara: 2/193)

Allah'ın fitne kalmasın diye emrettiği savaşı terkeden, kalbindeki şüphe, gönlündeki hastalık ve Allah'ın emrettiği cihadı terketmek gibi durumlarla zaten fitneye düşmüş de­mektir.

Bu konuyu iyi düşünmek gerekir, burada gerçekten çok kritik bir durum vardır.

Bu noktada insanlar iki gruptur:

1) İyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve iddialarına gö­re fitneyi ortadan kaldırmak gayesiyle savaşanlar. Oysa bunların yaptıkları en büyük fitnedir. Müslümanlar arasın­da çıkan fitnede savaşanlar, sözgelişi hariciler böyledir.

2) Bizzat fitneye düştükleri halde, fitneden korunmak ga-rekçesiyle iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymaktan ve sayesinde dinin tamamen Allah'ın ve Allah adının en yüce olduğu savaştan kaçınanlar. Hoşa giden gerekçelerle düşü­len fitneler de, Berae suresinde zikredilen fitne çerçevesi­ne girer. Çünkü bu durum, ayetin iniş sebebidir. Kaçtıkla­rını sandıklarından daha büyük olan fitneye düştükleri hal­de, nefsi arzularının fitnesine düşmemek gerekçesiyle üzer­lerine düşen iyiliği emretmeyi, kötülükten alıkoymayı ve sa­yesinde dinin tamamen Allah'ın ve Allah adının en yüce ol­duğu cihadı terkeden pek çok dindarın durumu budur. Oy­sa böylelerinin görevi, vacibi yapmak ve haram işleme­mektir; bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Bunları, nefisleri ken­dilerine sözkonusu bu iki görevi hep birlikte yaptıklarında ya da yapmadıklarında itaat ettiği için yerine getirmediler. Riyaseti, malı ve sapıklık arzularını sevenlerin pekçoğu böyledir. Çünkü üzerine düşen iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma, cihad, imaret vb. görevleri yerine getirenler, ba­zı haramları kaçınılmaz olarak işler. Bu durumda, iki duru­mun daha üstün olanına bakması gerekir. Eğer emredilen bu haramı terketmekten daha sevaplı ise, kötülükte daha aşa­ğı durumda olanın birleşmesi endişesiyle bunu terketmez. Şayet haramı terketmek daha sevaplı ise, bundan daha aşa­ğı durumda olan vacip bir fiilin sevabı iyilik ve kötülük du­rumlarının birleşmesiyle olur;

Bu, böyledir. Konu oldukça uzun bir konudur. [228]

 

DOKUZUNCU BÖLÜM

 

TOPLUM ve LİDERLİK

 

Toplu Yaşama Zarureti ve Hukuk

 

Yeryüzündeki her insanın iyiliği emretmesi ve kötülük­ten alıkoyması, kendisine de iyiliğin emredilmesi ve kötü­lükten alıkonması zorunludur. Hatta tek başına kalsa bile, iyi­liği emretme ve kötülükten alıkoyma görevini bizzat kendi­sine uygulaması gerekir. Nitekim Yüce Allah:

"Çünkü nefis, Rabbinin merhameti olmadıkça, kötü­lüğü emreder" buyurmaktadır. (Yusuf: 12/53)

Zira emretme, bir işi yapmayı istemek ve arzulamaktır; yasaklama ise, terketmeyi İstemek ve arzulamaktır.

Her canlıda, kendisinin ya da imkan bulursa başkasının bir işi yapmasını harekete getiren bir arzu ve istek vardır. Çünkü insan, iradesiyle hareket eden bir canlıdır. İnsanlar, ancak birarada yaşarlar. İki ya da daha fazla kişi bir araya gelince, bir işi emretmeleri, başka birini de yasaklamaları ka­çınılmazdır. Bu yüzden namazda cemaatin en azı iki kişidir. Nitekim "İki ve daha fazlası cemaattır" denir. Fakat bu du­rum, yalnızca namaza bir katılım (iştirak) olduğu için, biri imam, diğeri de ona uyan (me'mum) olmak üzere iki kişiy­le gerçekleşir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Malik b. Huvey-ris ve arkadaşına:

"Namaz vakti gelince, ezan okuyun, kaamet getirin ve daha yaşlınız imam olsun" buyurmuştur.[229]

Bu ikisi, kıraat açısından birbirlerine yakın durumdaydı­lar.

Sıradan işlerle ilgili olarak, sünenMe Rasulullah (s.a.v.): "Yolculuğa çıkan üç kişinin içlerinden birini başları­na geçirmemesi helal değildir[230] buyurmaktadır.

Madem ki iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma insan­ların varlığının bir gereğidir, Öyleyse Allah ve peygambe­rinin emrettiği iyiliği emretmeyen ve Allah ile peygambe­rinin yasakladığı kötülükten alıkoymayan, kendisine Al­lah ve peygamberinin yasakladığı kötülükten alıkonmayan kimsenin, ya buna aykırı şekilde, ya da Allah'ın indirdiği hak ile Allah'ın indirmediği batılın karıştığı şekilde iyiliği em­retmesi, kötülükten alıkoyması, kendisine iyiliği emredil-mesi ve kötülükten alıkonması kaçınılmazdır. Bunu bir di­ni esas kabul ettiği takdirde, böylesi bid'at, sapık ve batıl bir yol olur.

Her insan iradesiyle hareket ettiği için, ihtiras ve niyet sa­hibidir. Niyeti ve işi Allah rızası için iyi olmazsa, bu iş fasid ya da Allah rızası dışında bir işi olur ki bu da batıldır. Ni­tekim Yüce Allah:

"Ey insanlar! Doğrusu sizin çalışmalarınız (işleriniz) çeşitlidir." buyurur.  (Leyi: 92/4)

Bütün bu işler:

"Küfre sapan, Allah yolundan çeviren ve işleri boşa giden" (Muhammedi 47/1)

kafirlerin işleri türünden olup batıldır.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"İnkar edenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabı­nı görür. Allah hesabı çabuk görendir. (Nur: 24/39)

"Yaptıkları her işi ele alır, onu tozduman ederiz." (Furkan: 25/23) [231]

 

İslam Toplumunda Liderlik (Ululemr) 

 

Yüce Allah kitabında, kendisine, peygamberine ve mü'minlerden olan ululemr'e itaat etmeyi emretmektedir:

"Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara (ululemr'e) itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsınız- onun halini Allah'a ve peygambere bıra­kın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir." (Nisa: 4/59)

Ululemr, iş sahipleri ve malikleri olup bunlar iyiliği em­redenler ve kötülükten alıkoyanlardır. Bu konuda el (otori­te) ve güç sahipleri ile ilim ve kelam ehli ortaktırlar, Bu yüz­den ululemr, bilginler (ulema) ve emirler (ümera)[232] olmak üzere iki sınıftır. Bu ikisi düzgün olduklarında insanlar da düzgün olur, bozuk olduklarında insanlar da bozuk olur. Ni-tikim Ebubekir (r.a.), kendisine:

"Bu iki idare ne zamana kadar sürecek?" diye soran Ah-mesiyye adındaki kadına:

"Yöneticeliriniz doğru yolda olduğu sürece" cevabını vermiştir. Hükümdarlar, şeyhler, ehlu'd-divan ve her önder durumundaki kişi, ululemr çerçevesine girer. Bunlardan her birinin Allah'ın emrettiği iyiliği emretmesi ve yasakla­dığından alıkoyması gerekir. Bunlara itaat etmesi gereken­lerin de Allah'a itaat konusunda itaat etmesi, ma'siyet ko­nusunda ise itaat etmemesi gerekir. Nitekim Ebubekir (r.a.), halife seçildiğinde okuduğu hutbede şunları söylemiştir:

"İnsanlar! Sizin kuvvetli saydığınız, hakkı kendisinden alana kadar benim katımda zayıftır. Sizin zayıf saydığınız ise, hakkını alıp teslim edene kadar benim katımda kuvvetlinizdir. Allah'a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a isyan ettiğimde ise, bana itaat borcunuz yoktur.[233]

 

Bütün İyiliklerin Gayesi Allah Rızası Olmalı

 

Bütün iyiliklerde iki şeyin, Allah rızasını gözetme ve şeriate uygun olma şartlarının bulunması zorunlu olduğuna gö­re, bunlar sözlerde ve fiillerde, güzel söz ve işlerde, ilmi ve ibadetle ilgili işlerde bulunmalıdır. Bu yüzden, Sahih'te yer alan hadise göre, Rasulullah'ın (s.a.v,):

"Cehennem ateşinin yakacağı üç kişiden birincisi, insanlar bilgin ve okuyucu desinler dîye ilim öğrenip öğreten, Kur'an'ı okuyup okutandır, ikincisi, cesur ve atılgan demeleri için savaşan ve cihad yapandır; üçün­cüsü, cömert ve eli açık desinler dîye sadaka ve mal ve­rendir. buyurmuştur.

Zira, riya ve şöhreti arzulayan bu üç kişi, peygamberler­den sonra gelen sıddikler (çok doğrular), şehidler ve iyiler­den sayılırlar. Çünkü, Allah'ın peygamberlerine gönder-diğ ilmi öğrenen ve onu Allah rızası için öğreten kimse, sıd-dık olur. Allah adının en yüce olması için savaşan ve öldü­ren, şehid olur. Allah rızasını arzulayarak iyilik yapan, iyi (salih) olur. Bu yüzden malında cimrilik eden, ölüm sırasın­da geri dönmeyi arzular. Nitekim îbn Abbas:

"Malı olup da bununla haccetmeyen ve zekatını verme­yen, ölümü sırasında hayata geri dönmeyi arzular" dedikten sonra, Yüce Allah'ın:

"Birinize ölüm gelip de 'Rabbım! Beni yakın bir sü­reye kadar ertelesen de, sadaka versem, iyilerden ol­sam1 diyeceği zaman gelmezden önce, size verdiğimiz rızıklardan sarf edin. (Münafıkun: 63/10) ayetini okudu.

Bu ilmi ve kelamı işleri haber verenin, Allah ve ahiret-le, olmuş ve olacaklarla ilgili haberinin doğru ve hakikat ol­ması gerekir. Aynı şekilde emrettiği ve yasakladığının da, peygamberlerin Allah'tan getirdiği gibi olması gereklidir. Sünnete ve şeriate uygun, Allah'ın kitabı ve peygamberinin sünnetinin izinden giden doğru yol da budur.

Aynı şekilde, kulların yaptığı ibadetler de, Allah'ın meş­ru kıldıklarından, Allah ve peygamberinin emrettiklerin­den olduğud a; gerçek, doğru ve Allah'ın peygamberlerine gönderdiğine uygun olur. Bu her iki gruba da girmeyen ibadetler, bazıları bunları ilim, makul, ibadet, mücahede, zevk ve makamı olarak isimlendirse de, saptıracı bid'at ve bilgisizliktir.

Yine bunların Allah emrettği için emredilmesi ve yasak­ladığı için alıkonması; peygamberlerin haber verdiği gerçek, iman ve hidayet olduğu için Allah'ın haber verdiğinin ha­ber verilmesi gerekir. Aynı şekilde ibadette Allah naşının gözetilmesi gerekir. Bunlar arzularına uymak ve izeti nef­sini okşamak (hamiyet), ilim ve fazilet göstermek veya ri­ya ve şöhret arzusuyla söylenirse, cesaret, hamiyet ve gös­terişi için savaşan yerinde olur.

Böylece pekçok ilim ve görüş, ibadet ve hal sahibinin düştüğü durum daha iyi anlaşılır. Bunların söylediği pekçok söz, Kur'an ve sünnete aykırı olur ya da sünnete aykırılık ya da uygunluk içerir.

Bunların yaptığı ibadetlerin pekçoğu, Allah'ın emret­mediği, hatta yasakladığı türdendir ya da hem meşru, hem de yasak olan durumları içerir. Bunların yapacakları sava­şın pek çoğu, emredilen savaşa aykırıdır ya da emredileni ve yasaklananı kapsar. Yaptıkları savaş da böyledir. Meşru, ya­sak ya da karma kısımlarından her birinde, sahibinin niye­ti iyi olabileceği gibi arzularına uymuş da olabilir, bazan iki­si de bulunabilir.

Bunlar, bu işlerdeki dokuz kısımdır.

Devlet mallarından olan fey' ve diğer mallarda, vakıf malları, vasiyet edilen mallar, adanan mallar, ihsan ve ba­ğış türleri, sadakalar ve akrabayla bağlar da (sılat) da durum böyledir.

Bütün bunlar hakla batılın, iyi ile kötünün karıştırılmasıdır.

Bunlardan kötü olanı yapanlar, hatalı veya unutmuş ol­duklarında -ecir alan ve hatası affedilen müctehid gibi- af­fedilir; yahut yapılan küçük bir hata olur da büyüklerden ka­çınması kefaret olabilir; veyahut tevbe ederek, kötülükleri yok eden iyiliklerle ya da dünya musibetleri vb. ile affedil­miş olabilir.

Allah'ın kendisi sebebiyle kitaplarını indirdiği ve pey­gamberlerini gönderdiğ dini, daha önce de sözü edilen iyi iş (amel- salih'i) yalnızca Allah rızası için yapmayı emreder. Allah'ın hiç kimseden başkasını kabul etmediği genel İs­lam işte budur. Nitekim Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Kim İslam'dan başka bir dine yönelirse, onunki ka­bul edilmeyecektir. O, ahirette de kaybedenlerdendir."

(Al-i İmran: 3/85)

"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahip­leri, O'ndan başka ilah olmadığına şahitlik etmişlerdir. O'ndan başka ilah yoktur. O, güçlüdür, hakimdir. Allah katında yegane din, şüphesiz İslam'dır."

(Al-i İmran: 3/18-19) [234]

 

İslam'ın Anlamı

 

İslam'ın iki anlamı vardır:

1) Birincisi, tesliîr. olmak ve boyun eğmektir. Bu yüzden müslüman kibirli olamaz.

2) Yüce Allah m:

"Allah geçimsiz efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir."

(Zümer: 39/29)

ayetinde geçtiği gibi, İslam'ın ikinci anlamı, bağlılıktır. Bu yüzden, müslüman müşrik olamaz.

Öyleyse İslam, kulun yalnızca alemlerin Rabbı olan Al­lah'a teslim olmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"Kendini bilmezden başkası İbrahim'in dininden yüz çevirmez. Andolsun ki, dünyada onu seçtik, şüphesiz o, ahirette de iyilerdendir. Rabbı ona 'Teslim ol' buyurdu­ğunda, 'Alemlerin Rahbına teslim oldum' demişti. İbr ı him, bunu oğullarına vasiyet etti. Ya'kub da 'Oğullarım! Allah dini size seçti, siz de ancak O'na teslim olmuş ola­rak can verin' dedi." (Bakara: 2/130-132)

"De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, gerçek di­ne, doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbra­him'in dinine iletmiştir. De ki: Namazım, ibadetlerim ha­yatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiç bir ortağı yoktur; böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim. De ki: "Allah her şeyin Rabbi iken O'ndan başka bir rab mı arayayım? Herkesin kazandı­ğı kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz; so­nunda dönüşünüz Rabbımzadır, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir." (En'am: 6/161-164)

"İslam" kelimesi, aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi "lam" cer harfiyle geçişli yapılmış, ama aslında geçişsiz bir fiil ola­rak kullanılır:

"Rabbbinize yönelin. Azab size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra yardım görmezsiniz." (Zümer: 39/54)

"Melike, 'Rabbim! Şüphesiz ben kendime yazık etmi­şim. Süleyman'la beraber, alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" dedi. (Nemi: 27/44)

"Allah'ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar?

Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na tes­lim olmuştur. (Al-i İmran: 3/83) "De ki: Arkadaşları bize gel diye doğru yola çağırır­ken -şeytanların yeryüzünde şaşırttıkları bir kimse gibi-geriye mi dönelim. Allah bizi doğru yola eriştirdikten sonra bize faydası olmayan, zarar da veremeyen Al­lah'tan başka şeylere mi yalvaralım? De ki: Doğru yol an­cak Allah'ın yoludur. Alemlerin Rabbine teslim olarak namaz kılın, Allah'tan sakının diye emrolunduk.' Ken­disine toplanacağınız O'dur." (En'am: 6/72) "İslam" kelimesi, "İhsan" kelimesiyle yanyana olarak ge­çişli fiil şeklinde de kullanılır. Yüce Allah'ın şu ayetlerin­de bunun örneklerini görüyoruz:

"Dediler ki: Yahudi veya hristiyan olmayan kimse el­bette cennete girmeyecek.' Bu onların kuruntularıdır. Ey Muhammed de ki: Sözünüz doğru ise, delillerinizi geti­rin.' Hayır öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah'a veren, kimsenin ecri Rabbinin kalındadır. Onlara kor­ku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara: 2/111-112)

"İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim edip, hakka yönelen İbrahim'in dinine uyandan, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrahim' i dost edinmişti." (Nisa: 4/125)

Bu ayetlerde Yüce Allah, bundan daha güzel bir din ola­cağım kabul etmemiştir. Bu eşsiz din, kişinin iyilik yaparak kendisini Allah'a teslim etmesidir. Yüce Allah bu ayetler­de, iyi olduğu halde kendisini Allah'a teslim edenin Rabbi katında sevabını göreceğini, onlara korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini belirtiyor. Kapsamlı ve genel nitelikte­ki "İslam" kelimesini, ancak Yahudileşen veya hıristiyan-laşanların cennete gireceklerini iddia edenleri reddetmek, amacıyla açıklamaya çalıştım.

• Bu iki nitelik, yani kendini Allah'a teslim etme ve ihsan nitelikleri, daha önce açıkladığımız önemli iki esastır. Bun­lar da, işin Allah rızası için yapılması, sünnete ve şeriate uy­gun biçimde doğru olmasıdır. Çünkü kendini Allah'a teslim etme, Allah rızasını gözetmeyi ve niyet etmeyi içerir. Nite­kim bazıları şöyle derler

"Sayısız günahlar(lar) için Allah'a tevbe ederim.

Niyet ve iş yalnızca kulların Rabbı içindir.

Burada dört terim kullanılmıştır:

1) Kendini teslim etme (İslamu'1-Vech),

2) Yüzünü dönme (İkametu'1-Vech),

3) Yüzünü çevirme (Tevcihu'1-Vech),

4) Yüz (Vech).

Aşağıdaki ayetlerde bunların örnekleri yer almaktadır:

"Her secde yerinde yüzünüzü Rabbinize doğrultun." (A'raf: 7/29)

"Ey Muhammed! Halka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver."(Rum: 30/30)

"Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğ­ruya yönelerek çevirdim. Ben puta tapanlardan değilim."

(En'am: 6/79)

Rasulullah (s.a.v.)'de namaza başlarken yaptığı duada şöyle derdi:

"Yüzümü dosdoğru olarak gökleri ve yeri yaratana çe­virdim. Ben müşriklerden değilim.[235]

Buhari ve Müslim Sahih'lerinde el-Bera b. Azib'den ri­vayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) yatağa girince ona şu duayı okumasını öğretti:

"Allah'ım! Kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim. [236]

Yine (vech), hem yönelen hem de kendisine doğru yönelinen için kullanılır. Nitekim "Hangi yönü diyorsun?" demektir. Çünkü bu ikisi, birbirinden ayrılmazlar. însan bir ye­re yöneldiğinde, yüzünü de yöneltir, yüzü yönelişine uyar. Bu hem içinde, hem dışında böyledir. Bu dört durumdur. İç asıldır, dış ise kemal ve semboldür. Kalbi bir şeye yönelin­ce, dış yüzü de ona uyar. Kulun niyeti, maksadı ve yöneli­şi Allah'a olursa, işte bu irade ve maksadının düzgünlüğü­nü gösterir. Bunun yanında iyi (muhsin) de olursa iş iyi ol­muş, ibadetinde Rabbına kimseyi ortak koşmamış demek­tir.

Ömer (r.a.) şöyle demiştir:

"Allah'ım! Bütün işimi iyi kıl. Onu senin rızan için ha­lis kıl. Bu işimde kimseye pay verme." [237]

 

İyi İş (Amel-İ Salih)

 

îyi iş, ihsandır; ihsan, iyilik yapmak demektir ki Al­lah'ın emridir. Allah'ın emrettiği; O'nun meşru kıldığı» Kur'an'a, sünnete ve şeriate uygun olan demektir. Yüce Allah, niyeti halisane Allah için olanı ve bunun yanında işi­ni iyi yapanın, sevabı kazandığını ve cezadan kurtulduğu­nu haber vermiştir.

Bu yüzden, selef imamları bu iki esası bir arada toplar­dı. Mesela el-Fudayl b. Iyad:

"Hangisinden daha iyi iş yaptığını belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O'dur (Mülk: 64/2) ayetini okuyup "daha iyi" kelimesini, "en halisi ve en doğru­su" şeklinde yorumlamıştır. Kendisine:

"Ey Ebu AH! En halis ve en doğru olan hangisidir?" diyesorulunca,

"İş doğru olur halis olmazsa makbul değildir. Halis olur da, doğru olmazsa yine makbul olmaz. Ancak hem halis, hem de doğru oiunca makbul olur." cevabını vermiştir.

İşin halis olması, Allah için olması, doğru olması, sün­nete uygun olmasıyla belirlenir.

İbn Şahin ve el-Lalika'i, Said b. Cubeyr'in şöyle dediği­ni naklederler:

"Hiçbir söz işsiz makbul olmaz. Hiçbir söz ve iş, niyet­siz makbul değildir. Hiçbir söz, iş ve niyet, sünnete uygun olmadıkça kabul edilmez."

Bu ikisi aynı sözü el-Hasenu'1-Basri'den de rivayet eder­ler, ancak "makbul değildir" ifadesinin yerine, "iyi olmaz" ifadesini kullanırlar.

Bu ifade de, iman için yalnızca sözü (ikrar'ı) yeterli sa­yan Mürcie'nin görüşüne reddiye sözkonusudur. Oysa bu ifa­de, hem sözün, hem de fiilin bulunmasının zorunlu olduğu­nu belirtmiştir. Çünkü iman, söz ve fiildir. Başka bir eseri­mizde geniş olarak açıkladığımız gibi, imanın bulunması için söz ve fiilin buunması zorunludur. Yine burada, mü'minlerin ittifakıyla Allah'a ve meşru kıldıklarına sevgisizlik ve büyüklenmeyle birlikte yalnızca kalble tasdik ve dille ikrarın iyi bir fiille bitişmedikçe iman olmadığını açıkladık.

Fiilin aslı, kalbin fiilidir. Bu fiil de, sevgisizlik ve büyük-lenmeye aykırı olan sevgi ve saygıdır.

Söz ve fiilin ancak niyetle makbul olacağını belirtirler. Bu çok açıktır. Çünkü söz ve fiil, Yüce Allah için halis ol­mazsa, Allah onu kabul etmez. Söz, fiil ve niyetin sünnete uygun olmadıkça makbul olmadığını da belirtirler. Sünnet; şeriat demektir, Allah ve peygamberinin emrettiği demek­tir. Çünkü Allah'ın emrettiği şekilde meşru ve sünnete uy­gun olmayan fiil ve niyet, bid'at olur. Her bid'at sapıklık­tır; Allah'ın sevmediği ve kabul etmediği bir şeydir. Böy­le bir iş, müşriklerin ve ehl-i kitabın işleri gibi, salih amel olmaz. [238]

 

Selefe Göre Sünnet

 

Selefin terminolojisinde sünnet; sünnet konusunda eser verenlerin pekçoğu itikadla ilgili olanları kastetseler de, ibadet ve itikadla ilgili sünnet için kullanılır.

İbn Mes'ud, Ubeyy b. Ka'b ve Ebu'd-Derda'nın şu söz­leri, bunun örneğidir: "Sünnet üzere orta yolu tutmak, bid'ate götüren ictihaddan daha iyidir." Buna benzer başka sözler de vardır.

Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun. O'nun salat ve selamları Muhammed'e, temiz ailesine ve bütün ashabına olsun. [239]



[1] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 3.

[2] Buhari, Tevhid: 28; Müslim İmare: 150.

[3] Buharı İ'tisam: 2; İbn Mace Mukaddime; 7.

[4] Müslim Cum'a: 48; Darimi Salat: 223; Ahmed b. Hanbel Müsned: 4/256.

[5] Ebu Davud Cihad; 80.

[6] Ahmed Müsned: 2/177.

[7] Ahmed Müsned: 3/22, 55.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 4-8.

[8] Başvezirlik.

[9] Yüksek askeri otorite.

[10] Hakimlik.

[11] Maliye görevlileri.

[12] Vezir, bakan.

[13] Denetçi.

[14] Muhafız.

[15] Vali.

[16] Sulh hakimi

[17] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 8-10.

[18] Tirmizi Cum'a: 79; Fiten: 7; Menakib: 31; Ahmet Müsned: 1/5,2/95.

[19] Müslim Birr: 105; Ebu'Davud Edeb: 80; Tirmizi Birr: 46; Ah­met Müsned: 1/384,393.

[20] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 10-11

[21] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 11.

[22] Kalkaşandi'ye göre, Vilayetu'1-Harb Şurta'nm (polis) Öbür adı­dır. (Subhu'1-A'şa: 4/23).

[23] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 11-12.

[24] Valiler

[25] Yargıçlar

[26] İdari birimler

[27] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 13.

[28] MalikVukut:6.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 13-14.

[29] Bu ayetlerde Şuayb'dan (a.s.) söz edilir.

[30] Doğru ölçüp tartmayı tavsiye eden diğer ayetler için bkz. En'am: 6/152; Hud: 11/85; İsra: 17/35.

[31] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 15.

[32] Buhari Büyü: 43; Müslim Büyü: 44.

[33] Müslim İman: 164; Ebu Davud Büyü: 50; İbn Mace Ticarat: 45.

[34] Buhari Mezalim: 30; Tirmizi İman: 100,104.

[35] Ahmed Müsned: 2/259, 451, 527.

[36] Bey'u'l-Garar: Akdin unsurlarından biri meçhul kalan satış.

[37] Hablu'l-Habele: Ana karnındaki yavruyu veya onun yavrusunu satmak.

[38] Mulamese: Alınacak mala dokunmak suretiyle satış. Satıcı alı­cıya, "mala dokunursan, aramızdaki alış-veriş bağlayıcı olmuştur" der­di.

[39] Munabeze: Ölçüp tartmadan, belirtmeden alış-veriş. satıcı müş­teriye: "Hangi malı Önüne attıysam, aramızdaki alış-veriş bağlayıcı olmuş­tur" derdi.

[40] Neceş'i yasaklayan hadis için bkz. Malik Büyü: 97.

[41] Muasakat Ağaç birinden, emek ve bakım diğerinden olmak ve meyve aralarında bölüşülmek üzere yapılan meyva ortakçılığı.

[42] Müzara'a, Tarla birinden emek diğerinden olmak üzere yapılan ortakçılık.

[43] Ebu Davud Büyü: 68; Tirmizi Büyü: 19; Tirmizi bu hadis için "sahihtir" demiştir.

[44] Ebu Davud Büyü: 53.

[45] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 16-19.

[46] Bu konudaki hadisler İçin bkz. Buharı Büyü: 64, 68,71; Müslim Büyü: 11, 19.

[47] Mustersil: Bilmediği ya da tecrübesi olmadığı için satıcıya gü­venip pazarlık yapmayan alıcı.

[48] Mumakis Pazarlık yapan alıcı.

[49] Beyhaki Sünen: 5/349.

[50] Bu konudaki hadisler için bkz. Buhari Büyü: 58, 64; Müslim Bü­yü: 11, 12,18,20-22.

[51] Müslim Büyü: 30; Ebu Davud Büyü: 45.

[52] Müslim Büyü: 19; Tirmizi Büyü: 19.

[53] Müslim Büyü: -.0; Ebu Davud öüyü: 45.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 19-21.

[54] Müslim Müsakat: 129, 130; Ebu Davud Büyü: 40, 41; İbn Mace Ticarat: 6; Ahmed Müsned: 3/453.

[55] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 21.

[56] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 22.

[57] Ebu Davud Büyü: 49; Tirmizi Büyü: 73 (Tirmizi bu hadisi sahih görmüştür).

[58] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 22.

[59] Tes'ir: Devletin fiyatları belirlemesi, narh.

[60] Müslim Eyman: 50-51; Ebu Davud İtak: 6; Tirmizi Nikah: 68.

[61] Neceş, Müşteri kızıştırmak, hileli arıtırım ve indirim.

[62] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 23-25.

[63] Müslim İmare: 175.

[64] Seriyye: 5-300 veya 400 kişi civarındaki fedakarlık ve kahra­manlık gösteren askeri/öncü birlik.

[65] Buhari Hiyel: 15; Müslim İmare: 26-27.

[66] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 25-28.

[67] Muhabere: Sahibinin belli oranda ekin olmak üzere tarlayı çift­çiye kiralaması.

[68] Kur'an veya sünnet.

[69] Mudarebc: Emek sermaye ortaklığı.

[70] İğreti olan.

[71] İğreti veren.

[72] Kendisine vakıf yapılan.

[73] Bir şeyin başkasına verilmesi gereken vacip bir hak olarak or­taya çıkışı.

[74] Muraba'a: Bahar mevsimi için kiralama.

[75] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 28-31.

[76] Buharı Cihad: 127; Müslim Cihad: 2.

[77] Buhari Fiten: 3; Müslim Iraare: 35, 41-42.

[78] Buhari İ'tisam: 142; Müslim Fezail: 183.

[79] Hisbe'nin Arapçasım yayına hazırlayan Muhammed Zuhrİ en-Neccar, metnin şöyle olması gerektiğni belirtiyor: "Herhangi bir sebep­le aciz kalana haccı vacip kılıp, her ikisi de herhangi bir şekilde gücü ye­lene farz olmakla birlikte aynısını cihadda farz kılmayan, çelişkiye düş­müş olur."

[80] İbn Mace Ticarat: 6; Darimi Büyü: 12.

[81] Müslim Musakat: 129, 130; Ebu Davud Büyü: 40-41; İbn Ma­ce Tİcarat: 6; İmam Ahmed: 1/31, 2/33, 3/453.

[82] Kafizu't-Tahban (değirmenci ölçeği). Un yaptıracak olanın buğ­dayını değirmenciye verip, değirmencinin de Ücretini undan alması me­selesi, Hanefi fıkhında çok tartışılmış bir problemdir.

[83] Buhari Cizye: 6; Müslim Musakat: 6; Maljk Musakat: 1.

[84] Buhari Cizye: 6; Müslim Musakat: 20; Darimi Siyer: 54.

[85] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 32-36.

[86] Malik Muvatta Büyü: 57.

[87] Mudd: Hanefüere göre: 1.032 litre, 815.39 gr.; çoğunluğa göre 0.687 litre, 543 gr.

[88] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 37-39.

[89] Calib, ithalatcı

[90] Çarşı yöneticisi.

[91] Rıtl: 407,695 gr.

[92] Ebu Davud, Büyü: 49; Tirmizi, Büyü: 73

[93] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 39-42.

[94] Ebu Davud, Büyü: 49; Tirmizi, Büyü: 73

[95] Müslim Eyman: 50, 51; Ebu Duvad İtak: 6.

[96] Alış fiatına satış. 44

[97] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 42-44.

[98] Ebu Davud Zekat: 32.

[99] Buhari Cihad: 48; Müslim Zekat: 24.

[100] Müslim Zekat: 27; Darimi Zekat: 3.

[101] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 44-47.

[102] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 47-48.

[103] Kısıtlama

[104] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 48-49.

[105] Müslim Buyu: 30; Ebu Davud Büyü: 45

[106] Hile, malın kusurunu gizleme durumu.

[107] Buhari Büyü: 43; Müslim Büyü: 44- 47.

[108] EbuDavud Akdiye:31.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 49-51.

[109] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 52.

[110] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 53-54.

[111] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 54.

[112] Ebu Davud Hudud: 27; Tirmizi Hudud: 21 Nesai Nikah: 80.

[113] Müslim imare: 59; Ebu Davud Sünne: 27.

[114] Ebu Davud Eşribe: 5. Hadis no: 3683.

[115] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 55-56.

[116] Müslim Libas: 27, 28; Nesai Zinet: 95.

[117] Buhari Zebaih: 14; Müslim Sayd: 33.

[118] Mescidu'd-Dırar Tebük savaşı sırasında münafıkların müslüman-lan bölmek ve Rasulullah'a (s.a.v.) suikast amacıyla Medine'de Küba mescidinin karşısına yaptıkları mescid. Bu yüzden "muzır mescid" adıy­la anılmıştır. (Tevbe: 9/107)

[119] Hedy kurbanı: Harem'e hediye edilen hayvan.

[120] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 56-59.

[121] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 60-64.

[122] Ebu Davud Büyü: 48; İbni Mace Ticarat: 52.

[123] Ebu Davud Libas: 445; Tirmizi Edeb: 44; Ahmed Müsned: 3/151,283; Tirmizi hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.

[124] Bit': Köpük almış bal nebizi (şırası).

[125] Mizr: Arpa ve buğdaydan yapılan köpüğü atmış içki, buğday şa­rabı.

[126] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 64-65.

[127] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 65.

[128] Buhari Edeb: 18; Müslim Fezail: 66.

[129] Buhari Da'avat: 69; Müslim Zikir: 5, 6.

[130] Tirmizi Birr: 61; Ahmed Müsned: 1/366.

[131] Müslim Zekat: 65; Tirmizi Edeb: 41.

[132] Tirmizi Edeb: 41.

[133] Tirmizi Kıyamet: 47; Ahmed Müsned: 2/179.

[134] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 65-67.

[135] Va'd-Va'id: İyinin mükafatı, kötünün cezası.

[136] Ebu Davud Vitr: 18; Tirmizi Sevabu'l-Kıır'an: 10.

[137] Malik Muvatta Husnu'1-Hulk: 8; Ahmed Müsned: 2/381.

[138] Buhari Menakıb: 18 Müslim Fedailu'n-Nebi: 20-23; Tirmizi Emsal: 8/76; Ahmed: 2/244, 257.

[139] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 68-70.

[140] Buhari, Tıbb: 17, Enbiya: 31; Müslim, İman: 374.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 70-73.

[141] Müslim İman: 78.

[142] Müslim İman: 78.

[143] Buhari İman: 15; Müslim İman: 80.

[144] Bu hadis için bkz. Müslim İman: 231.

[145] Tirmizi Fiten: 8; Ebu Davud Melahim: 17; İbn Mace Fiten: 20; Ahmed Müsned: 1/2, 5, 7, 9.

[146] İbn Mace Fiten: 21. Hadis no: 4014.

[147] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 73-76.

[148] Buhari, Enbiya: 50; Müslim îmame: 44; Tirmizi Fiten: 25; İmam Ahmed: 1/384.

[149] Büyük günah işleyen kimsenin dünyada iman ile küfür arasın­da bir yerde bulunması.

[150] Bu konuyu şu eserinde ele almıştır: Minhacu's-Sünneti'n-Ne-beviyye: 2/86-87.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 76-77.

[151] Benzer olayların benzer hükmü alması.

[152] h. 5/m. 626'daki Beni Mustalik savaşından dönerken Rasulul­lah'ın eşi Aişe'nin, emaneten takmdiğ ı gerdanlığ ı yolda düşürdükten son­ra, aramaya giderek kervandan geri kalması üzerine, münafıkların şeref­li şahsiyetine yönettikleri çirkin ifttesizlik iftirası. (Nur: 24/11-20).

[153] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 77-79.

[154] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 80.

[155] Benzeri için bkz. Ebu Davud Melahim: 17.

[156] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 80-83.

[157] İbn Mace Zühd: 21; İmam Ahmed Müsned: 2/301,435; el-Eha-disu'l-Kudsiyye: 1/291.

[158] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 84-85.

[159] Darimi Edeb: (il; İmam-Ahmcd: 4/345.

[160] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 85.

[161] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 86.

[162] Müslim Birr: 78; Ebu Davud Edeb: 10.

[163] Müslim Bn: 77; Ebu Davud Edeb: 10.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 86.

[164] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 86-88.

[165] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 88-90.

[166] Mufsassal: Kaf suresinden Kur'an'ın sonuna kadar yer alan son yedide bir sureler.

[167] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 90-94.

[168] Buhari Fedailu'l-Kur'an: 6.

[169] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 94-95.

[170] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 96.

[171] Buhari, Darimi Zekat: 46; Ahmed Müsned: 2/160. 96

[172] Yani, muhacir kardeşlerine verilenlerden dolayı içlerinde bir ha­set yoktur.

[173] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 96-97.

[174] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 97-98.

[175] İbn Mace ZUhd: 23; Ebu Davud Edeb: 43.

[176] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 98-99.

[177] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 100-101.

[178] Tirmizi Menakıb: 16; îbn Mace Mukaddime: 11; İmam Ahrned: 5/382.

[179] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 101-102.

[180] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 103.

[181] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 103.

[182] Müslim, Zekat: 69, no: 1017.

[183] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 103-104.

[184] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 104.

[185] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 104-105.

[186] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 105.

[187] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 105.

[188] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106.

[189] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106.

[190] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106.

[191] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106.

[192] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106-107.

[193] Darimi Rikak: 2/320; İmam Ahmed: 1/172.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 107.

[194] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 108.

[195] Tirmizi Dua: 105; tbn Mace Dua: 5.

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 108.

[196] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 108-109.

[197] Buhari Cihad: 24; Hums: 19; Ahmed: 4/83.

[198] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 109-110.

[199] Ebu Davud Cihad: 21; Ahmed: 2/302.

[200] Buhari Meğazi: 73; Humus: 15.

[201] İbn Hişam Şiret: 2/104; Kurtubi Tefsir: 9/159.

[202] Buhari, Hums: 15; Ahmed b. Hanbel: 3/308.              

[203] Müslim, Zekat: 127, Ahmed b. Hanbel: 1/20, 35.

[204] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 110-111.

[205] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 111-112.

[206] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 112-113.

[207] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 113-115.

[208] Müslim Bin: 106; Ahmed: 1/382. 116

[209] Banet Su'ad kasidesinden alınmıştır. Bkz. Şerhu Divanı Ka'b: 25. •

[210] Bkz. Divanu Hassan (Yay. Seyyid Hanefi Hasaneyn): 239.

[211] Buhari Cenaiz: 32; Tirmizi Ctsnaib: 25.

[212] Buhari Cenaiz: 35; Ahmed: 1/432.

[213] Buhari Cenaiz: 37; Müslim İman: 166.

[214] Buhari Cenaiz: 43

[215] Buhari Cenaiz: 4

[216] Buhari Cenaiz: 4.

[217] Müslim Cenaı?.: 29; İbn Mace Cenaiz: 51.

[218] Tirmizi Diyat: j 4; Nesai Dahaya: 22.

[219] Ebu Davud Cihad: 110; İbn Mace Diyat: 30

[220] Müslim Cihad: 2.

[221] Ebu Davud Sünnet: 5; Tirmizi İlim, İbn Mace Mukaddime: 16.

[222] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 115-121.

[223] Tirmizi Tefsiru Süre: 49; Ahmed: 3/488.

[224] Buhan Tevhid: 28; Müslim İrnare: 150.

[225] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 121-123.

[226] Kurtubi Tefsir: 8/Î58. Ayrıca bkz. İbn Hişam Siret: 4/159.

[227] Müslim Münafikun: 12.

[228] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 123-126.

[229] Müslim, Mesacid: 293.

[230] Ebu Davud, Cihad: 80; Ahmed b. Hanbel: 2/177.

[231] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 127-128.

[232] Ümera: Toplumun siyasi, ekenomik ve sosyal alanlardaki lider­leri.

[233] Ahmet Zeki Safvet Cemheratu Hutabi'1-Arab: 1/67. 130

İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 129-130.

[234] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 130-132.

[235] Müslim Musafirin: 201; Ebu Davud Edahi: 4.

[236] Müslim Zikr: 5; Buhari Vudu: 75.

[237] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 132-136.

[238] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 136-137.

[239] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 138.