İSLAMI EKONOMİ VE TOPLUMUN YÖNETİMİ
Yöneticilerin Görev ve Sorumlulukları
Zalim Devlet Başkanlarına Yardım Etmenin Sonu
Kamu Görevlilerinin Ehli Olmayanlara Verilmesi
Kamu Hukuku Alanında İlahi Hukuk ve Gelenek
TİCARİ VE EKONOMİK HAYATI DÜZENLEYEN AHLAKİ İLKELER
KAMU YARARI ve DEVLETİN SORUMLULUĞU
2- Temel İhtiyaçların Garantisi: Kollektif Sorumluluk (İş
Hürriyetinin Sınırlandırılması)
3- Tarımın İyileştirilmesi Problemi: Müzara'a
4- Çalışma Zorunluluğunda Adil Ücret Meselesi
Tavan Fiyatın Belirlenebilmesi
Tesir'in Mutlak Olarak Yasak Olduğunu Benimseyenlerin
Hatası
Özel ve Kamusal İhtiyaçların Karşılanması
Özel İhtiyaçlar ve Toplumun Sorumluluğu
Cezalar: Hadler ve Ta'zir Cezalan
a) Mali Cezaların Hukuki Durumu:
2- Münker'in Şeklini Değiştirme ya da Dönüştürme:
İYİLİĞİ EMRETME VE KÖTÜLÜKTEN ALIKOYMA
İyiliği Emretme ve Kötülükten Alıkoymanın Hukuki Durumu
İslam Ümmeti'nin Temel Misyonu
Sorumluluğun Niteliği ve Gerçekleştirme Biçimi
Yöneticilerin Zulmüne Sabır veya İsyan
İyiliği Emretme ye Kötülükten Alıkoymada Uyulacak Kural
Sevgi ve Nefret: İslami bir Yaklaşım
"Gücünün yettiğinde Allah'tan sakının."
Günahların ve İyiliklerin Dünya ve Ahiretteki Karşılığı
Tevhid: İslam Medeniyetinin Anahtarı
İnsan Tabiatının Günahı Arzulaması
İyiliği Emretme ve Kötülükten Alıkoyma Açısından İnsanlar
İnsanın İyilik Yapmasını Sağlayan Dürtüler
c) İyilere Katılmayı Arzulama Dürtüsü:
d) İyilerin Dostluğunu Kazanma Dürtüsü:
a) Kötülüklere İyilikle Karşılık Verilmeli
b) Sıkıntıların Büyümesinin Derecenin Yükselmesine Vesile
Olduğu Bilinmeli
c) İyi İşleri Yaparken Sabretmeli
Övgüye Değer Kahramanlık ve Cesaret
Toplu Yaşama Zarureti ve Hukuk
İslam Toplumunda Liderlik (Ululemr)
Bütün İyiliklerin Gayesi Allah Rızası Olmalı
Üstad, imam, allame,
şeyhülislam Ebu'l-Abbas Ahmed b. Şihabiddin Abdilhalim b. Mecdiddin
Ebi'I-Berekat Ab-disselam b. Teymiyye (r.a.) der ki:
Hamd, Allah'a
mahsustur. O'ndan yardım, hidayet ve bağış dileriz. O'na tevbe ederiz.
Nefsimizin kötülüklerinden ve kötü işlerimizden Allah'a sğmırız. Allah'ın
hidayete erdirdiğini kimse saptıramaz; saptırdığını da kimse hidayete
erdiremez.
Allah'ın tek olduğuna
ve ortağı bulunmadığına, Mu-hammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet
ederiz. Allah onu kıyametten önce, müjdeleyici ve sakmdınci, Allah'ın izniyle
O'na davet edici ve aydınlatıcı olarak gönderdi. Allah onun sayesinde bizleri
sapıklıktan hidayete erdirdi, karanlıktan aydınlığa çıkardı, yanlışlıktan
doğruluğa ulaştırdı ve kör gözleri, sağır kulakları ve mühürlü kalpleri açtı.
Çünkü, risaleti (ilahi
mesajı) tebliğ etti, emaneti yerine getirdi, ümmete doğruyu gösterdi, Allah
için tam bir cihad yaptı, Allah'ın ölüm emri gelene kadar O'na kulluk etti.
Allah'ın salat ve
selamı ona ve ailesine olsun. Allah'tan dileğimiz, ona, ümmeti namına bir
peygambere verilebilecek en yüce mükafatı vermesidir.[1]
Esasa gelince;
Bu, Hisbe konusunda
temel bir kitaptır. Bunun aslı, İslam'da bütün kamu görevlerinde gayenin, dinin
bütünüyle Allah'a ait ve Allah adının en yüce olmasıdır. Çünkü Yüce Allah,
mahlukatı yalnızca bunun için yarattı, kitapları bunun için indirdi,
peygamberleri bunun için gönderdi, peygamber ve mü'minler bunun için
savaştılar. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Cinleri ve
insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışımdir."(Zariyat: 51/56)
"(Ey Muhammed!)
Senden önce gönderdiğimiz her peygambere "Benden başka ilah yoktur. Bana
kulluk edin. diye vahyetmişizdir." (Enbiya: 21/25)
"Andolsun ki, her
ümmete Allah'a kulluk edin, azdıranlardan (tağut) kaçının diyen peygamber
göndermişizdir."
(Nahl: 16/36) Yine Yüce Allah, bütün peygamberlerin kavimlerine şöyle
dediğini haber vermiştir:
"Allah'a ibadet
edin. Asla O'ndan başka ilah yoktur." Allah'a ibadet, Allah'a ve
peygamberine itaatle olur. İşte bunlar hayırdır, i} iliktir, takvadır, iyi
işlerdir, Allah'a yaklaştırıcı davranışlardır, kalıcı iyi hareketlerdir ve
amel-i salihtir. Her ne kadar bu terimler arasında nüanslar varsa da, onlırın
açıklanma yeri burası değildir.
İnsanlarla da bunlar
için savaşılır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Fitne kalmayıp,
din yalnız Allah'ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. (Bakara: 2/193)
Buhari ve Müslim'de Ebu
Musa el-Eş'ari'den rivayet edildiğine göre, Rasulullah'a (s.a.v.):
"Biri cesaret,
Öteki kahramanlık ve bir başkası da gösteriş için savşaanlardan hangisi Allah
yolundadır?" diye sorulunca:
"Allah adının en
yüce olması için savaşandır." cevabını vermiştir.[2]
İnsanların çıkan hem
dünya, hem ahiret konsunda yalnızca cemiyet halinde yaşamaları, yardımlaşma ve
dayanırma-larıyla gerçekleşir. Yardımlaşma, yararlarını elde etmek; dayanışma
ise, zaararları defetmek içindir. Bunu belirtmek üzere, "İnsan yaratılışı
itibariyle medenidir" denilmektedir.
İnsanlar toplu halde
yaşadıklarında, yararlarını elde etmek üzere bazı işleri yapmak, zarar
bulunduğu için de bazı işlerden kaçınmak, bu iyilikleri emredene ve kötülükleri
yasaklayana itaatkar olmak zorundadırlar. Bütün insanların emreden ve
yasaklayan birine İtaati zorunludur.
İlahi kitaplara veya
bir dine mensup olmayanlar bazan isabetli, bazan da hatalı olarak- dünyevi
yararları sağladığına inandıkları hükümdarlarına itaat ederler.
Müşrikler ve tebdilden
veya mesh ve tebdilden sonra kitaplarına sarılanlar gibi, bozulmuş dinlere
mensup olanlar din ve dünya yararlarını sağlığına inandıkları noktada itaatkardırlar.
Ehl-i kitap
olmayanların bir kısmı, Ölümden sonra cezaya inanırken, bir kısmı inanmaz.
Ehl-i kitap ise,
ölümden sonra ceza konusunda ittifak halindedir. Dünyada ceza konusu ise,
bütün insanlarca kabul edilir.
İnsanlar zulmün
sonunun vahim, adaletin sonunun kerim olduğunu tartışmamışlardır.
Bu yüzden, "Allah
kafir de olsa, adil devlete yardım eder; mü'm in de olsa, zalim devlete yardım
etmez.1* rivayeti vardır.
Bu peygamber nebidir,
ümmidir. Tevrat'ta ve İncil'de adı yazılıdır, iyiliği emreder, kötülüğü
yasaklar, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri de haram kılar. Zaten, bunlar
bütün insanlara vaciptir.
Yüce Allah şöyle
buyurur:
"Biz her
peygamberi, ancak, Allah'ın izniyle itaat olunması için gönderdik. Onlar,
kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve Peygamber
de onlara mağfiret dileseydi, Allah'ın tevbeleri daima kabul ve merhamet eden
olduğunu görürlerdi. Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri
şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir
sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar." (Nisa: 4/65)
"Kim Allah'a ve
Peygamber itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştiği peygamberlerle,
dosdoğru olanlar, şehitler ve iyilerle beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar."
(Nisa: 4/69) "Allah'a ve peygambere kim itaat ederse, onun içlerinden
ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş
budur. Kim Allah'a ve peygamberine başkaldırır ve koyduğu sınırları aşarsa,
onu temelli kalacağı cehenneme sokarız, a İç altıcı azap onadır."(Nisa:
4/13-14) Rasulullah (s.a.v.) cuma hutbesinde şöyle diyordu: "Sözün en
hayırlısı, Allah'ın sözüdür; yolun en iyisi Muhammed'in yoludur; işlerin en
kötüsü sonradan dine sokulan bid'atlerdir.[3]
Başka bir hutbesinde
şöyle diyordu:
"Kim Allah'a ve
peygamberine itaat ederse, doğruyu bulur. Kim onlara isyan ederse, sadece
kendine zarar verir. Allah'a hiç bir zarar veremez. [4]
Yüce Allah, peygamberi
Muhammed'i (s.a.v.) en iyi yöntemler ve kanunlarla (menahic ve şera'i)
gönderdi, ona kitapların en üstününü indirdi; onu insanlar için çıkarılmış en
iyi ümmete gönderdi; ona ve ümmetine dinini ve nimetini tamamladı, cenneti
yalnızca ona ve getirdiğine iman edenlere verdi. Hiç kimseden, getirdiği İslam
daşındaki dini kabul etmedi, İslam'dan başka din peşinden gidenlerden bu dîn
kabul edilmeyecektir, o ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
Yüce Allah kitabında,
insanların doğru hareket etmesi için kitabı ve demiri indirdiğini
buyurmaktadır:
"Andolsun ki,
peygamberlerimizi belgelerle gönderdik, insanların doğru hareket etmeleri için
peygamberlere kitap ve ölçü indirdik pek sert olan ve insanlara bir çok
faydası bulunan demiri var ettik. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine
görmeksizin yardım edenleri meydana çıkarması içindir. Doğrusu Allah
kuvvetlidir, güçlüdür."
(Hadid: 57/25)
İşte bunun Rasulullah
(s.a.v.) ümmetine, işlerini yürütecek kimseleri tayin etmelerini, tayin
edilenlere de emanetleri ehline vermelerini ve insanlar arasında hükmettiklerinde
adaletli hüküm vermelerini emretmiştir.
Rasulullah (s.a.v.),
Allah'a itaat konusunda, müslüman-lann işlerini yürütenlere itaat etmelerini
emretmiştir. Ebu Davud'un Sünen'inde, Ebu Sa'id el-Hudri'den rivayet edildiğine
göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Üç kişi bir
yolculuğa çıktığında, içlerinden birini başkan seçsinler.[5]
Yine Ebu Davud'un
Sünen'inde bu hadisin aynısı Ebu Hureyre'den rivayetle yer almaktadır.
Ahmed b. Hanbel'in
Müsned'inde, Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
Üç kişi dışarda bir
yerde olduğunda içlerinden birini başkan seçmemeleri helal olmaz. [6]
Toplulukların en az ve
geçici olanlarında bile içlerinden birini başkan seçmemeleri gerektiğine
işarettir.
Bu yüzden kamu görevi
(vilayet), bunu Allah'a yaklaş-tırıcı bir ibadet olarak kabul eden ve bu konuda
üzerine düşeni imkanı ölçüsünde yapan kişi için, iyi işlerin en üstünlerinden
biridir.
Nitekim Ahmed
Müsned'inde Rasulullah'dan (s.a.v.): "Yaratıkların, Allah'a en sevimlisi,
adaletli devlet başkanıdır, en sevimsizi ise zalim devlet başkanıdır."
buyurduğunu nakleder. [7]
Dinin ve bütün kamu
görevlerinin özü, emretme ve yasaklamadır; Allah'ın peygamberini gönderme
gayesi olan emir, iyiliği emretme, yasaklama ise kötülüğü yasaklamadır. Bu
ikisi peygamberin ve mü'minlerin belirgin bir niteliğidir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurur:
"Mü'min erkekler
ve mü'min kadınlar, birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder, kötülükten
alıkoy arlar."
(Tevbe: 9/71)
Bu gücü yeten her
müslümana vaciptir. Aslında farz-ı ki-faye olan bu görev, başkası yerine gtirmediğinde
gücü yetene farz-ı ayn olur. Güç, iktidar ve vilayettir.
İktidar sahipleri
başkalarından daha güçlüdür, dolayısıyla onlara başkalarına yüklenmeyen
görevler yüklenir. Çünkü, vacip oluşun sebebi, güçlü olmaktır. Bu yüzden de görev,
herkese gücüne göre gerekli olur.
Yüce Allah şöyle
buyurur:
"Allah'a karşı
gelmekten gücünüz yettiğince sakının." (Tegabun: 64/16)
Bütün İslami kamu
görevlerinin amacı, yalnızca iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır. Bu
konuda nıyabetu's-saltana[8] gibi
başkomutanlık, [9]şurta (polis),
vilayetu'I-hukm[10] ed-devavinu'1-maliyye[11] ki
bu maliye görevidir ve hisbe gibi daha alt seviyedeki kamu görevleri arasında
bir fark yoktur.
Kamu, görevlilerinin
bir kısmı güvenilir tanık durumundadır, onlardan istenen doğruluktur. Hekimin
yanındaki "şuhud" denilen görevliler, görevi gelir ve gideri yazmak
olan "sahibu'd-divan, [12]
nakib[13] ve
görevi durumları yöneticiye bildirmek olan arif[14]
böyledir.
Kamu görevlilerinin
bir kısmı ise, güvenilir (emin) ve itaat edilir (mut'a) kişi durumundadır,
bunlardan istenen adalettir. Emir[15]
hakem[16] ve
muhtesib bunun örneğidir.
Her türlü haberde
doğruluk, söz ve davranışlarda adalet sayesinde, bütün durumlar düzgün olur; bu
ikisi de birbirinden ayrılmazlar. Yüce Allah:
"Rabbinin sözü,
doğruluk ve adaletle tamamlandı." buyurdu. (En'am: /115) [17]
Zalimleri zikrederken
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kim onların
yalanlarını tasdik ve zulümlerine yardım ederse, o benden değildir, ben de
ondan değilim, o benim havuzuma gelmeyecektir. Kim de onların yalanlarını
tasdik ve zulümlerine yardım etmezse, o bendendir, ben de ondanım, o benim
havuzuma gelecektir.[18]
Ayrıca, Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde yer alan hadisinde Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Doğruluğa sarılın. Çünkü doğruluk mutlak hayra götürür,
mutlak hayır da muhakkak cennete götürür. Kişi doğru hareket ede ede ve
doğruluğu araya araya nihayet Allah katında sıddık (çok doğru söyleyen)
yazılır. Sizleri yalan söylemekten şiddetle sakındırırım. Çünkü yalan söylemek
şerre götürür. Facirlik (şer) de muhakkak cehenneme götürür. Kişi yalan
söyle-ye söyleye ve yalanı araya araya nihayet Allah katında çok yalancı yazılır. [19]
İşte bunun için Yüce
Allah,
"Şeytanların kime
indiğini sîze haber vereyim mi? Onlar, iftiracıların hepsine iner."
(Şuara: 26/221-222) "Ama bundan vazgeçmezse, andolsun ki, onu perçeminden,
yalancı ve günahkar perçeminden cehenneme sürükleriz." buyurmaktadır.
(Alak: 96/15-16) [20]
İşte bunun için, her
yöneticinin (veliyyu'l-errir), doğru ve adaletli kişilerden yardım alması
gerekir. Bu imkansız olursa, yalancılığı ve haksızlığı olsa bile var olanlar
içinde en ehil günahkar ve dinden nasibi olmayan topluluklar eliyle de güçlendirir.
Vacip olan, güç yetirilenin yapılmasıdır.
Rasuiullah (s.a.v.)
veya Ömer (r.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, tayin
edeceğinden daha ehil biri bulunduğunu bilerek birini bir topluluğun başına
getirirse, Allah'a, peygamberine ve mü'minlere hainlik etmiş olur."
İşte bu yüzden Ömer
(r.a.) şöyle derdi:
"Allah'ım!
Günahkarın kuvvetini ve iyinin acizliğini sana şikayet ediyorum."
Rasulullah (s.a.v.) ve
ashabı, hristiyan Bizanslıların Me-cusileri yenişlerine sevinmişlerdi. Halbuki
her ikisi de kafirdir, ama içlerinden biri İslam'a yakındır. Bizanslılar ve
İranlılar savaştıklarında Yüce Allah bu konuda "Rum" suresini
indirdi. Olay meşhurdur.
Yusuf (a.s.) da böyle
hareket ederdi. Hem kendisi ve hem de halkı kafir olan Mısır Firavun'unun
veziri sıfatını taşıyordu. Elinden geldiğince adaletli ve iyi hareket etti ve
imkanlar ölçüsünde onları imana davet etti. [21]
Kamu görevlerinin
genel ve özel oluşu, yöneticinin yetkisi; eş zamanlı görüşler, fiili durumlar
ve gelenekten çıkarılır, şeriatte bununla ilgili bir kural yoktur.
Sözgelişi, başka bir
yer ve zamanda şurta hizmeti (vilayetu'1-harb)[22]
içinde yer alan bir görev, bazı yerlerde ve bazı zamanlarda yargılamanın
görevleri arasında bulunabilir; bunun tersi de olabilir. Hisbet ve maliye
görevleri de böyledir.
Aslında bütün bu
görevler, şer'i görevler ve dini makamlardır. Kim bu görevlerden birinde
adaletli olur ve onu bilgi ve adaletle yürütürse, imkânlar ölçüsünde Allah'a
ve peygamberine itaat ederse, bu kişi iyilerdendir. Kim de zulmeder ve
bilgisizce hareket ederse, zalim günahkarlardandır.
Bu konuda temel
prensip, yüce Allah'ın buyruğudur: "İyiler, şüphesiz nimet içindedilcr.
Allah'ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedir. (İnfitar: 82/13-14) Bu açıklamaya göre, vilayetu'1-harb
(şurta), Suriye ve Mısır'daki bu devrin geleneğinde, el kesme isyancının
cezalandırılması vb. kendisinde itlaf (canın veya bir organın gitmesi)
bulunan cezaların uygulunmasına mahsustur; bazan, hırsıza dayak cezası gibi,
itlaf olmayan cezalar da onun görevine girebilir; kimi zaman ise, çekişmeler,
tartışmalar ve yazılı belge ve şahidi bulunmayan itham davalarında hüküm
vermek de görevi olabilir.
Aynı şekilde yargı
görevi, yazılı belge ve tanığı bulunan davalara bakmak, hakların ispatı ve bu
gibi konularda hükmetmek, vakıf mütevellilerinin ve yetimlerin vasilerinin vb.
bilinen diğer işlerin durumunu denetlemek görevlerini içerir. Diğer ülkelerde sözgelimi
Mağrib ülkelerinde- vali'1-harb'in herhangi bir hükmetme görevi yoktur, o
sadece hakimin emrettiğini icra eden biridir. Bu eski geleneğe
(es-sunnetu'l-kadime) uygundur, işte bu konuda, mezheplerin ve geleneklerin ilgili
yerde belirtilen- açıklama biçimleri ve dayanakları vardır.[23]
Muhtesibin, vulat,[24]
kudat[25]ve
ehlu'd-divan[26] vb.nin görevleri
arasında bulunmayan, iyiliği emretme ve kötülüklerden alıkoyma yetkisi vardır.
Dini işlerinin pek
çoğu, yöneticiler arasında ortaktır. Görevi yapana, o konuda itaat vaciptir.
Muhtesibin, halka beş
vakit namazı vakitlerinde kılmayı emretmesi ve kılmayanı dayak ve hapisle
cezalandırması gerekir; ölüm cezası ise başkasına aittir. İmam ve müezzinleri
denetlemelidir. Gerekli olan imamet haklarından birinde noksanlık yapan veya
meşru ezandan ayrılanı yola getirir. Aciz kalması durumunda vali'1-harb
(şurta), hakim ve buna yardımcı olacak her otorite sahibinden yardım alır. [27]
Çünkü namaz, iyi
işlerin en üsütünüdür. İslam'ın direğidir, emirlerinin en önemlisidir ve
insanın iman ettiğinin göstergesidir. Yüce Allah namazı miraç gecesi farz
kılmış ve o gece peygamberle vasıtasız olarak konuşmuş, meleklerden elçi
göndermemiştir. Namaz, Peygamberdin (s.a.v.) ümmetine son vasiyetidir. Yüce
Allah Kur'an'da namazdan, genel bir ifadeden sonra, özel olarak söz etmiştir:
"Kitab'a sımsıkı
sarılanlar ve namaz kılanlar için ecir vardır. (A'raf: 7/170)
"(Ey Muhammedi)
Kitab'tan sana vahyolunam oku; namazı kıl. (Ankebut: 29/45)
Yine Yüce Allah,
Kur'an'ın çeşitli yerlerinde namazı sabır, zekat, hac ve cihadla yanyana
zikretmiştir:
"Sabır ve namazla
Allah'a sığınıp yardım isteyin. (Bakara: 2/45)
"Namazı kılın,
zekatı verin. (Bakara: 2/110)
"De ki: Namazım,
ibadetlerim... Allah içindir. (En'am: 6/162)
"Muhammed'in
beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler.
Onları rü-kua varırken, secde ederken görürsün..." (Fetih: 48/29)
"(Ey Muhammedi)
Sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bîr kısmı seninle beraber
namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yap-tıktan sonra
onlar arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber
kılsınlar, tedbirli olsunlar, silahlarını alsınlar. Kafirler, size ansızın bir
baskın vermek için, silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı dilerler.
Yağmurdan zarara görecekseniz veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanıza
engel yoktur, fakat dikkatli olun. Allah kafirlere şüphesiz ağır bir azab
hazırlamıştır. Namazı kıldıktan başka, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan
yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda, namazı gereğince kılın. Namaz
şüphesiz, inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır." (Nisa:
4/102-103) Görüldüğü gibi, namaz son derece önemlidir. İşte bunun için Ömer
(r.a.)» valilerine gönderdiği emirnamelerinde,
"Benim katımda,
en önemli işiniz namazdır. Onu koruyan ve devamlı kılan, dinini korumuş olur.
Umursamazlık gösterenler ise onun dışındaküeri daha çok umursamaz"
şeklinde yazardı.[28]
Muhtesip, cuma ve
cemaat namazlarını, doğru sözlü olmayı ve emenatleri yerine getirmeyi emreder.
Yalancılığı, hıyaneti ve bu çerçeveye giren ölçü ve tartıda noksanlık, imalatta,
ticarette, dini konularda ve benzer diğer işlerde aldatma gbi kötülüklerden
alıkoyar.
Yüce Allah (c.c.)
şöyle buyuruyor:
"İnsanlardan
kendileri bir şeyi ölçerek aldıkları vakit tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp
tartarak verdiklerinde eksik tutan kimselerin, vay haline!"
(Mutafifin: 48/1-3)
"Ölçüyü tam
yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın, insanların hakkını
azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.[29]
(Şuara: 26/181-183)
"Kendilerine
hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma. Allah, hainlikte direnen suçluyu
sevmez."
(Nisa: 4/107)
"Yusuf 'Maksadım
vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya
erdirmedi-ğini bilmesini sağlamaktı' dedi. [30]
(Yusuf: 12/52) [31]
Buhari ve Müslim'in
Sahihlerinde, Hakim b. Hızam'dan Peygamber'in (s.a.v.):
"Alıcı ile satıcı
(birbirlerinden) ayrılmadıkça seçim hakkına sahiptirler. Bunlardan her biri
doğru söyleyip de (meta ve bedele ait hususları birbirine) açıklarlarsa, bu
alış-verişlerinde kendilerine bereket ihsan olunur. Eğer iki tarafta da (mal
ile bedelin ayıbını) gizler ve yalan söylerse, bu alış-verişlerinin bereketi
giderilir." buyurduğu rivayet edilir.[32]
Müslim'in Sahih'inde,
Ebu Hureyre'den şöyle bir olay nakledilir:
"Bir gün çarşıda
dolaşırken, bir yiyecek yığının önünde duran Rasulullah (s.a.v.) elini yiyecek
maddesinin içine daldırdı. Parmağına bir ıslaklık değdi,
"Nedir bu?"
diye satıcıya sordu. Mal sahibi: "Ey Allah'ın elçisi! Yağmur yağmıştı,
ondan ıslanmış olacak" deyince Rasulullah (s.a.v.):
"Herkesin görmesi
için o ıslak tarafı üste koyamaz miydin?" dedikten sonra,
"Bizi aldatan
bizden değildir" buyurdu. Başka bir rivayet,
"Beni aldatan
benden değildir" şeklindedir. [33]
Böylece Rasulullah (s.a.v.) aldatan kişinin mutlak anlamda din ve iman ehli
içerisine girmediğini açıklamış oluyor.
Nitekim:
"Zina eden
mü'minken zina edemez; hırsızlık yapan mü'minken çalamaz; içki içen mü'minken
içemez." buyurmaktadır. [34]
Böyleleri, her ne
kadar kendilerini kafirlerden ayıran ve ateşten çıkaran imanın aslına
sahipseler de, sevap elde etmeye ve cezadan kurtulmaya hak kazandıran imanın
haki-katından uzaklaşmışlardır.
Alış-verişe aldatma,
kusurları gizleme ve Rasulullah'ın (s.a.v.) uğrayıp azarladığı kişi misali,
satılan malın görünen kısmının görünmeyenden daha güzel olması gibi malın tedlisiyle
(ayıbının gizlenmesiyle) girer.
Unlu mamuller, yemek,
mercimek, kebap vb. gıda maddesi, dokumaı, terzi vb. elbise ve daha başka
şeyler imal edenlerin yaptığı imalatta da aldatma olabilir. Bunların aldatma,
hıyanet ve kusurları gizlemelerinin yasaklanması gerekir. Paraları, cevherleri
ve ıtrıyit vb. lerini karıştıran kimyacılar da bu gruba girer. Altın ya da
gümüş, anber ya da misk, cevher, za'feran, gülsuyu ve diğer nesneleri de İmal
ederler; bunlarla adeta Allah'ın yaratıcılığına benzemektedirler.
Yüce Allah, kulların
kendisi gibi yaratabilecekleri hiçbir şey yaratmamıştır. Bilakis Yüce Allah,
Rasulullah'ın (s.a.v.) kendisinden naklettiğine göre:
"Benim gibi
yaratmaya kalkışandan daha zalim kim olabilir? Bir zerreyi yaratsınlar, bir
sivrisinek yaratsınlar." buyurmuştur.[35]
Bu yüzden, yiyecek,
giyecek, ev vb. imalatlar ancak insanların aracılığıyla yaratılmıştır. Yüce
Allah:
"Onlara bir delil
de, soylarını dolu gemiye taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice
binekler yaratmış olmamızdır. (Ya-sin: 36/41-42)
"Yonttuğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah
yaratmıştır." buyurmaktadır.
(Saffat: 37/95-96)
Maden, bitki, hayvan
gibi yaratıklar, insanoğlunun yaratamadığı şeylerdir. Ancak, taklit yoluyla
benzetebilirler, îşte bu kimyanın gerçeğidir. Çünkü o bir taklitçidir. Bu
konuda yetkili kişiler, burada zikredemeyeceğimiz eserler vermişlerdir.
Allah ve peygamberinin
yasakladığı riba ve kumar akid-leri, bey'u'i-garar,[36] hablu'l-habele, [37]
mulamese, [38]münabeze, [39]ribe'nesie
(erteleme faizi) ve ribe'1-fadl (fark faizi) gibi akid türleri de kötülükler
çerçevesine girmektedir. Aynı şekilde neceş (müşteri kızıştırma), yani alma
niyeti olmaksızın alıcı-satıcı arasına girip fiyatta haksız arttınm, [40]sağmal
hayvanın sütünü memesinde bırakmak (musarrat) ve diğer hileli satışlar da bu
çerçevededir. Yine ister ikili, ister üçlü olsun, maksat belli bir vade için
paralar arasında fark olmasıyla, faizli muameleler de kötülükler çerçevesine girer.
İkili faiz
(suna'iyye), iki kişi arasında gerçekleşen faizdir. Sözgelişi, alış-veriş,
icare (kira), musakat[41] veya
müzara'a[42] yoluyla borç toplamak
böyledir.
Rasulullah'ın
(s.a.v.):
"Alıcıdan borç
almak şartıyla ona satış yapmak, vade farkı koyarak satış yapmak, teslim
almadığı şeyi satmak ve kendinde olmayanın satışı helal değildir" buyurduğu
sabittir.[43]
Bir malı vadeli satıp,
sonra satıcıya iade etmek de böyle bir işlemdir. Ebu Davud'un Sünen'inde
Rasulullah'ın (s.a.v.):
"Kim bir satış
içinde iki satış yaparsa, ya az olan bedeli alır, veyahut da faiz olur."
buyurduğu rivayet edilir. [44]
Üçlü faiz (sulasiyye),
alıcı ve satıcının aralarına faiz için (malı faizci satın alıp, sonra faiz
verene vade ile satarak, sonra sahibine aracının yararlandığı eksik bir parayla
iade eden) bir aracı sokmaları ile gerçekleşen faizdir.
Bu muamelelerin bir
kısmı, sözgelişi bu maksatla bir şart ileri sürülmesi, malın şer'i kabzdan
(teslim alıştan) önce, şer'i şartlar olmaksızın veya beklenmesi gerektiğinden
ve muamele veya başkasıyla bir fazlalık yüklenmesi caiz olmadığından borcun
(deyn) zor durumda olana yüklenmesiyle satılması, müslümanlarm icmaıyla
haramdır; belirtilen bu muamelelerin bir kısmı ise bazı bilginler arasında
tartışmalıdır. Ancak Rasulullah (s.a.v.) sahabe ve tabiinden sabit olan bütün
bunların haram olduğudur. [45]
Satılacak malların piyasaya
(çarşıya) gelmezden önce karşılanması da kötülükler çerçevesine girmektedir.
Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bunu -fiyatı bilmemesi dolayısıyla, malı değerinin
altında satın alıp müşterinin satıcıyı aldatacağı gerekçesiyle yasaklanmıştır.[46] Bu
yüzden Rasulullah (s.a.v.) çarşıya gidip gerçek fiyatı öğrendiğinde ona
muhayyerlik (alış-verişi kabul ya da bozma) hakkı vermiştir.
Aldatılma (gabn)
durumunda muhayyerlik hakkının olduğu şüphesizdir. Aldatılma durumu yoksa,
konu bilginler arasında tartışmalıdır. Bu konud Ahmed b. Hanbel'den iki rivayet
bulunmaktadır; birincisine göre, muhayyerlik hakkı vardır, İmam Şafii'nin
görüşü de budur: ikincisine göre, gabn bulunmadığından böyle bir hakkı yoktur,
Mustersü'in[47]
aldatılma durumunda muhayyerlik hakkının olduğu, İmam Malik'in, Ahmet b.
Hanbel'in ve başkalarının görüşüdür.
Çarşı esnafı mumakis'e[48] bir
fiyatla, pazarlık yapmayan mustersil'e veya fiyatı bilmeyene bundan daha fazla
bir fiyatla satamazlar. Bu, satıcılar için hoşgörülmeyen bir
davranıştır.
Bir hadiste,
"Mustersil'in aldatılması ribadir" buyurulur. [49] Bu,
malın pazar dışında kanşlanması gibidir. Çünkü pazara gelmekte olan fiyatı
bilemez. Bu yüzden Rasulullah (s.a.v.) şehirlinin köylü malını kapatıp satışını
yasaklamış[50]"İnsanları serbest
bırakınız, Allah onları birbiriyle rızıklandırır" buyurmuştur. [51]
Bu, alıcıyı zarara
uğrattığından dolayı yasaklanmıştır. Çünkü, mukim, insanların muhtaç olduğu bir
malı satmak üzere gelmekte olanı beklediğinde, müşteri [52]bununla
zarar görür, Rasulullah (s.a.v.):
"İnsanları
bırakın, Allah onları birbirleriyle rızıklandırır" buyurmuştur. [53]
İnsanların ihtiyaç
duyduğu şeyi istiflemek de kötülüklerden biridir. Çünkü Müslim, Sahih'inde
Ma'mer b. Raşid'den, Rasulullah'ın (s.a.v.):
"İhtikar yapan,
günahkardır." buyurduğunu rivayet eder. [54]
Zira, karaborsacı, insanların ihtiyaç duyduğunu satın almaya yönelen, malı
piyasaya sürmeyen ve fiyatını yükseltmeyi düşünen kimsedir ki bu durumuyla
alıcılara zulmeden biridir.
İşte bunun için veliyyul'emr'in, insanların
zaruri ihtiyacı olması durumunda kendilerinde bulunan mallan emsal değerle
(kıymetu'1-misl) satmaya zorlama yetkisi vardır. Sözgelişi, ihtiyaç duymadığı
bir gıda maddesi olan kişi, insanların açlık çekmesi durumunda, bu gıda
maddesini insanlara emsal fiyatla satmaya zorlanır.
Bu yüzden hukukçular,
şöyle demektedir:
"Başkasının gıda
maddesine ihtiyaç duyan, bu maddeyi ondan -mal sahibinin seçim hakkı
olmaksızın- emsal fiyatıyla alır; şayet mal sahibi daha fazla bir fiyatla
satmaya kalkışırsa sadece emsal fiyatını hak eder." [55]
Yaptığımız bu
açıklamadan fiyatların bir kısmının zulüm , ve gayri caiz, bir kısmının ise
adil ve caiz olduğu ortaya çıkar. Şayet fiyat insanlara zulmetmeyi, haksız
olarak bir malı rıza göstermediği bir fiyatla satmaya zorlamayı veya Allah'ın
izin verdiğinden mahrum bırakılmayı içerirse haramdır.
Şayet fiyat, insanlar
arasında adaleti içeriyorsa; sözgelişi ödemesi, gereken bedeli emsal bedelden
fazlasını alması haram olandan menedilmeleri caiz, hatta vaciptir. [56]
Birinciye gelince,
Enes b. Malik'in rivayet ettiği şu hadis buna örnektir: Rasulullah (s.a.v.)
zamanında fiyatlar yükselmişti. Rasulullah'a:
"Narh koyup
fiyatları sınırlandırsaydın" dediler. Bunun
üzerine Rasulullah
(s.a.v.):
"Fiyatı
ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah'tır, Şüphesiz ben, -hiçbir
kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığın
olmadan-Allah'â kavuşmak emelindeyim" buyurdu.[57]
İnsanlar mallarını
normal bir şekilde sattıklarında, malın azlığı ya da nufusui artması sebebiyle
fiyatların yükselmesi Allah'tandır. İnsanların sabit bir fiyatla satmaya zorlanması
, haksız bir ışılamadır. [58]
İkincisi ise,
sözgelişi, mal sahiplerinin, insanların ihtiyaç duymasına rağmen, normal
değerinin üstünde satmaya kalkışması halinde, mallarını emsal değeriyle
satması gerektiğidir. Tes'ir'in[59]
anlamı, emsal değerle satmaya zorlanmalarıdır. Allah'ın kendilerinden
istediğini yapmaya zorlanacaklardır.
İnsanların gıda ve
diğer maddeleri yalnızca belli kişilerin satmasını ve bu maddelerin yalnızca
onlara satılıp, sonra da bunlar tarafından satılmasını benimsemesi bundan daha
ileri derecede engellenir.
Bu eşyayı onlardan
başkası satarsa, -satıcıdan alınan bir vazife (bedel) yüzünden haksız ya da
fesad bulundugudan haklı olarak- engellenir. İşte burada onlara narh uygulamak
vacip olur. Bilginlerden hiçbirinin tereddüdü bulunmaksızın, mallarını ancak
emsal değeriyle satabilirler, insanların mallarını emsal değeriyle satın
alabilirler. Çünkü onlardan başkasının bu türlü satmaktan ya da satın almaktan
ahkonması, şayet istediklerini satması ya da satın almasına izin verilseydi hem
bu mallan satmak isteyen satıcılara, hem de onlardan alacaklara zulüm olurdu.
Zulmün bütünü ortadan kaldinlamadiğinda vacip olan, mümkün olanın kaldırılmasıdır.
Bu gibilerde tes'ir
tartışmasız olarak vaciptir.
Tes'ir'in esası,
malları emsal değerle satmaya ya da satın almaya zorlanmalarıdır. Bu hukukun
birçok kuralında vaciptir. Satmaya zorlamak ancak haklı olarak caizdir. Haklı
olarak satmaya zorlamak çeşitli konularda caizdir; sözgelişi, gerekli borcu
veya nafakayı ödemek için malın satılması böyledir.
Ancak emsal fiyatla
satın almaya zorlama ise, sadece haklı olarak caizdir. Bu çeşitli konularda
böyledir. Sözgelişi başkasının gıda maddesine muztar kalan, -toprak sahibinin
asla fazlasıyla değil, ancak emsal değeriyle sorumulu tutacağı şekilde-
başkasının toprağında eken ve bina yapanın durumları böyledir. Bunun
benzerleri çoktur.
Azadda sirayet de
böyledir. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Her kim, kendisi
ile bir diğeri arasında ortak olan bir köleyi azad eder ve azada yetecek malı
bulunursa, hiçbir aldatma ve haddi aşma (eksiklik ve fazlalık) olmak-sazın o
şahsın malında köleye adilane kıymet konulur.' Kölenin geri kalan hisseleri de
bu şahsın malından Ödenip köle tamamıyla azad olur. Yoksa hissesi oranında
azad olmuş demektir.[60]
Aynı şekilde,
ibadetler için sözgelimi hac aleti (racı), köle temizlik suyu gibi herhangi
birşey satın alması gereken kişinin, bunu emsal değeriyle alması gerekir. Mal
sahibinden istediği fiyattan almak suretiyle, almaktan kaçınma hakkı yoktur.
Aynı şekilde nafakası
kendisine düşene yiyecek veya giyecek alması gereken için de durum böyledir.
Normal olarak kendisine uygun yiyecek veya giyeceği emsal fiyatla bulursa,
istediği fiyattan verilmek üzere başka birini seçme hakkı yoktur. Bunun
benzerleri çoktur.
İşte bu yüzden Ebu
Hanife ve ona bağlı olanlar gibi- bilginlerin birçoğu ücretle akar veya
başkasını taksim edenlerin şirket kurmalarını yasaklamıştır. Çünkü, insanlar
onlara muhtaçken şirket kurarlarsa, ücretlerini yükseltirler. Yalnızca
kendilerinin takdir edecekleri bir fiyatla satmak konusunda anlaşan satıcılar,
evleviyetle menedilir. Aynı şekilde, insanların mallarını haksızca (fiyatlarım
düşürerek) almak üzere, içlerinden birisinin satın alması konusunda şirket
kurmakta anlaştıklarında alıcıların menedilmesi de evleviyetle gerekir.
Yine, herhagni bir
eşyayı (sıla) satın alan veya satan grubun, satın aldıklarının fiyatını
düşürmek üzere anlaşıp, noral fiyatının altında satın almaları, sattıklarını
normalin üstünde arttırmaları ve satın almasından ve neceşten[61] daha
büyük bir zulüm olur.
Böylelikle, insanlar
almaya ve satmaya muhtaç durumdayken, mallarını emsal bedelden daha fazlasıyla
satmaya ve almaya mecbur kalsınlar diye insanlara haksızlık konusunda anlaşmış
olurlar.
İnsanların çoğunun
almaya ve satmaya ihtiyaç duyduğu nesnenin, alım ve satımına ihtiyaç genel
olduğundan dolayı yalnızca emsal bedelle satılması gerekir. [62]
İnsanların sözgelişi
çiftçiliğe, dokumacılığa ve inşaatçılığa ihtiyaç duyması gibi- bazılarının
yürütmesine ihtiyaç duyduğu meslekler de böyledir. Çünkü insanların yemek için
gıda maddesinin, giymek için elbiselerinin ve barınacakları evlerinin
bulunması zorunludur. Piyasaya ülke insanlarına yetecek ölçüde elbise
sürülmezse, kendilerine giyim eşyası dokuyacak insanlara ihtayaç duyarlar.
Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) devrinde Yemen'den, Mısır'dan ve Suriye'den
elbise ithal edilirdi; bu bölge insanları kafir oldukları halde onların
dokuduklarını yıkamaksızm giyerlerdi.
İnsanların ister başka
ülkelerden piyasaya sürülmüş, isterse kendi ülkelerinin zirai bir ürünü olsun,
ki galip olan budur gıda maddesine ihtiyacı vardır. Aynı şekilde, barınacakları
meskenlere ihtiyacı vardır, dolayısıyla inşaata muhtaçtırlar.
İşte bu yüzden, İmam
Şafii, İmam Ahmed ve İmam Gazali, Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi vb. birçok bilgin,
bu mesleklerin (sma'at) farz-ı kifaye olduğu görüşündedir. Çünkü, insanların
yararı ancak bu şekilde tamam olabilir. Aynen cihadın normalde farz-ı kifaye,
ancak düşmanın bir ülkeye kastetmesi, imamın birini göndermesi örneklerinde
olduğu üzere- başka yapan bulunmadığında farz-ı ayın olması gibi. Dini bilgiyi
öğrenmek, herkesin Allah'ın emrettiği ve yasakladığını öğrenmesinin farz-ı
ayın olmasındaki gibi herkese tek tek farz olması dışında farz-ı kifayedir.
Nitekim Ra-sulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
Allah kim için hayır
dilerse, onu dinde bilgili kılar.[63]
Allah'ın kendisi için
hayır dilediği herkes dinde bilgili olmalıdır. Kim dinde bilgili olmazsa Allah
onun için hayır dilememiş demektir.
Din, Allah'ın
peygamberine gönderdiğinden ibarettir. Kişinin tasdik etmesi ve uygulaması
gereken işte budur. Herkes Muhammed'i (s.a.v.) haber verdiği konuda genel bir
şekilde tasdik, emrettiğinde ona genel bir şekilde itaat etmelidir.
Aynı şekilde, Ölülerin
yıkanması ve kefenlenmesi, cenaze namazlarının kılınması ve defnedilmeleri de
farz-ı kifayedir.
Aynı şekilde iyiliği
emretmek ve kötülükten alıkoymak da farz-ı kifayedir. Bütün kamu görevlileri
(vİlayat) dîni niteliklidir. Emim'I-Mü'minin'lik, ondan daha alt mertebe olan
hükümdarlık, vezirlik, ister mektup yazmak, ister gider hesabı tutmak, asker
veya başkalarına yapılan harcamaları yazmak olsun divan görevleri,
vilayetu'1-harb (şurta, polis), yargı görevi ve hisbe böyledir. Bu kamu
görevlerinin tümü, sadece iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak için meşru
kılınmıştır.
Rasulullah (s.a.v.)
Medine'de yöneticilerin her işini yürütmekteydi. Uzak yerlere tayinler
yapardı. Nitekim, Mekke'ye Attab b. Esid'i, Taife Osman b. el-As'ı, Urayne'nin
köylerine Halid b. Sa'id b. el-As'ı, tayin etmiş. Yemen'e de Ali'yi, Muaz b.
Cebel'i ve Ebu Musa el-Eş'ari'yi göndermiştir. Aynı şekilde seriyyelere[64]
komutan tayin eder, mükelleflerden zekat mallarını tahsil etmek ve Kur'an'da
belirtilen hak sahiplerine harcamak üzere tahsildarlar gönderirdi. Tahsildar
Medine'ye yanında yalnızca asası olduğu halde döner, vereceği birini bulunca
Rasulullah'a (s.a.v.) hiçbir şey getirmezdi.
Rasulullah (s.a.v.)
tahsildarı denetler, gelir ve gider hesaplarını kontrol ederdi. Ebu Humeyd
es-Sa'idi'den rivayet edildiğine göre, Rasulullah (s.a.v.) Ezd kabilesinden
îb-nu'1-Lutebiyye adında birini zekat tahsildarı olarak tayin etmişti.
Vazifesini yaptıktan sonra Rasulullah'ın (s.a.v.) yanına dönünce,
"Bu sizin, bu da
bana hediye edilenlerdir" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):
"Bu adama da ne
oluyor? Allah'ın bize yüklediği bir işte onu istihdam ediyoruz da 'bu sizin, bu
da bana hediye edilenler' diyebiliyor. Anasının babasının evinde oturup
bekleseydi, ona bir hediye verilir miydi, verilmez miydi? Nefsim elinde olana
yemin ederim ki, bu çeşit bir mal alınamaz. Böyle bir mal alanlar, kıyamet
gününde, onu boynunda taşır; deveyse inleyerek, sığırsa bağırarak, koyunsa
feryatla meleyerek" dedikten sonra, ellerini koltuk altı görününceye
kadar kaldırarak üç defa:
"Allah'ın tebliğ
ettim mi?" dedi.[65]
Burada kastedilen,
farz-i kifaye olan bu işlerin, yerine getiren başka birisi olmadığında,
Özellikle başkası onlardan aciz olduğunda, farz-ı ayın olduklarıdır. İnsanlar
bir topluluğun çiftçilik, dokumacılık veya inşaatçılık yapmasına ihtiyaç
duyarlarsa, bu işi yapmak vacip olur. Veliyyu'1-emr, yapmaktan kaçındıkları
takdirde emsal bedelle (ıvadu'I-misl) onları bu işi yapmaya zorlar, insanlardan
bunun üstünde bir ücret istemelerine, insanların da hak ettiklerinden daha
azını vermek suretiyle onlara zulmetlerine izin vermez.
Aynı şekilde, cihad
için hazırlanmış askeri birlik mensupları, topraklarında ziraat yapılmasına
ihtiyaç duyarsa, çiftçilik yapanlar bu topraklan onlar adına işlemeye
zorlanır. Bu durumda askeri birlik mensupları çiftçilere zulmedemezler,
çiftçiler de birlik mensupları lehine ziraâtçiliğe zorlanırlar. [66]
Müzara'a, bilginlerin
daha sahih görüşüne göre caizdir. Müslümanlar Rasulullah ve Hulefa-i Raşidin
devirlerinde müzara'ayı uygulamışlardır. Aynı zamanda Ebubekir (r.a.), Ömer
(r.a.), Osman (r.a.), Ali (r.a.) ve diğer muhacir ailelerinin uygulamasıdır.
îbn Mes'ud gibi büyük sahabenin, Ah-med b. Hanbel, İshak b. Raheveyh, Davud b.
Ali, Buhari, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Ebubekr b. el-Munzir ve diğer hadis
ehli hukukçuların görüşü de budur. el-Leys b. Sa'd, İbn Ebi Leyla, Ebu Yusuf,
Muhammed b. el-Hasen vb. hukukçular da bu görüştedir.
Ölümüne kadar
Rasulullah (s.a.v.) çıkardıkları ekin ve meyvanın yarısı kendisinin olmak üzere
Hayber'lilerle muamele (yarıcılık) yapmıştır. Bu muamele, Ömer (r.a.) kendilerini
Hayber'den sürünceye kadar devam etmiştir. Rasu-lullah'm (s.a.v.) yarıcılığı,
toprağın imarım Hayber'lilerin yapmaları şeklindeydi. Tohum da Rasulullah'dan
değil, Hayber'lilerdendi.
İşte bunun için,
bilginlerin iki görüşünden daha sahihine göre, tohumun amilden olması caizdir;
hatta sahabeden bir gruba göre tohrnu amile aittir.
Rasulullah'm (s.a.v.)
yasakladığı muhabere[67] ve
toprak kiralaması, toprak sahibinin (rabbu'1-ard) belli bir bölümde ziraat
yapmayı şart koşmasını açıklamaktadır, işte böyle şart, nas[68] ve
bilginlerin icma'ıyla batıldır. Bu şart, tıpkı, mudarebe'de[69]
sermayedar (rabbu'1-mal) lehine belli paraların şart koşulması gibidir, böyle
bir şart ise ittifakla caiz değildir. Zira muamelenin temeli adalettir.
Bu muameleler, şirket
çeşitlerindendir. Şirket, her bir ortağın üçtebir, yarım gibi şayi (oranlı)
bir payı bulunmasıyla olur. Herhangi birine sabit bir şey takdir edilirse, bu
adalet değil, zulüm olur.
Bir grup bilgin, bu
ortaklıkları belirsiz bir bedelle kira gibi görmüştür. Onlara göre, kıyas,
haram kılınmalarını gerektirir. Bazı bilginler ise "musakat" ve müzara'ayı
haram, ihtiyaç dolayısıyla mudarabeyi mubah görmüştür. Çünkü, Ebu Hanife'nin de
benimsediği gibi, dirhemlerin (paraların) kiraya verilmesi mümkün değildir.
İmam Malik, eski
kavlinde- Şafii gibi bazı bilginler, mutlak olarak, -yeni görüşünde- Şafii gibi
bazısı ise hurma ve üzüm musakatını mubah görmüştür. Çünkü, toprağın aksine,
ağacın kiralanması mümkün değildir. Musakata bağlı olarak ihtiyaç duyulan
müzara'ayı mubah görmüşlerdir. Sözgelişi İmam Şafii'nin "toprak daha
fazla olunca", ya da Malik'in "toprak üçte bir olunca"
sözlerindeki gibi, musakata bağlı olarak müzara'ayı mubah görmüşlerdir.
Selefin ve çeşitli
bölgelerin bilginlerinin çoğuna göre, bu, çalışma amacı güden icare değil,
şirket gibidir. Çünkü her ikisinin de gayesi, ortaya çıkan ekin ve meyvadır.
Mudare-be'de olduğu gibi, biri bedeniyle, öteki malıyla ortak durumundadır.
Bunun için,
bilginlerin iki görüşünden daha sahihi, bu ortaklıklar fasid olduğunda, emsal
ücret (ücret'1-misl) değil, emsal pay gerektiğidir. Kar ya da nema'nın -bu gibi
konularda adet olduğu üzere-üçte biri ya da yarısı gerekir. Belirlenen ücret
gerekmez, çünkü bu malı ve daha fazlasını da kaplayabilir. Fasid akidlerde,
aynen sahih akidlerdekî gereklidir. Sahihte vacip olan, belirlenen ücret
değil, kârdan belirlenen şayi paydır.
Müzara'a kiradan daha
esaslıdır, adalet ve prensiplere daha yakındır. Çünkü nimet ve külfet dengesi
bulunmaktadır. Oysa kirada (muacera) toprak sahibine ücret teslim edilir. Kiracı
ise ekin elde edebileceği gibi, edememesi de mümkündür. Bilginler bunların
caiz olmasında görüş ayrılığına düşmüşlerdir, ama -toprak ona ikta edilsin veya
edilmesin-sahih olan caiz olmalarıdır. Dört mezhebe mensup veya diğer
bilginlerden herhangi birinin "ikta'ın icaresi caiz değildir"
görüşünde olduğuna rastlamadım. Müslümanlar sahabeden zamanımıza kadar ikta
arazisini kiralamaktadırlar. Ancak zamanımızda bazıları, şöyle bir görüşü
benimser: "İkta yapılan kişi (mukta'), menfaate sahip olamaz, iare
(iğreti) toprağı kiraya veren kişi (muste'ir) yerindedir." Bu kıyas iki
yönden yanlıştır:
a) Menfaat
müsteir'in[70] hakkı değildir. Bunu onu
mu'ir[71]
bağışlamıştır. Müslümanların arazisinin menfaati ise müs-lümanlarındır.
Veliyyu'1-emr sadece bir taksim edicidir. Müslümanlar arasında birbirlerinin
haklarını dağıtır, mu'ir gibi bağışlayıcı değildir. İkta yapılan kişi, mevkuz
aleyh'in[72] vakfın menfaatlerini elde
edişi gibi, istihkak[73]
hükmüyle, hatta evleyitle menfaati elde eder. Mevkuf aleyh'in ölüm ihtimali
bulunmakla birlikte vakfı kiraya vermesi caizdir, ne var ki bilginlerin İki
görüşünden daha sahih olanına göre, ölümüyle icare feshedilir. Buna bakarak,
ikta yapılan kişinin her ne kadar ölümü veya başka bir sebeple icare
feshedilirse de, ikta toprağını kiraya vermesi evleviyetle caizdir.
b) Mu'ir
icare izni verirse, tıpkı iktida olduğu gibi- icare caiz olur. Veliyyu'1-Emr,
ikta yapılanlara icare izni verebilir, bu toprağı müzara'a veya icare ile
yararlanmaları için onlara ikta etmiştir. Kira veya müzara'a yoluyla
yararlanmayı haram kılan, müslümanarın din ve dünyalarını bozmuş olur. Çünkü
dükkanlar ve evler, meskenlerdendir. İkta yapılan, bunlardan ancak icare
yoluyla yararlanabilir. Tarla ve bahçelerden ise, genelde icare, müzara'a ve
musakat yoluyla yararlanılır.
Muraba'a[74]
müzara'anm bir çeşididir. Kendi lehine bunda emekçilik yapana belirli bir
ücretle kiraya verdiğinde bundan ayrılır. Muraba'ayı pek az kişi
uygulamaktadır, çünkü malı zarara uğrayıp hiçbir şey elde etmeyebilir. Oysa
ortaklık (müşareket) bundan farklıdır, taraflar nimet ve külfeti
paylaşmaktadırlar. Böylesi adalete daha yakındn Bunun için sağlam fıtrat onu
seçer. Bütün bu meselelerin geniş açıklama yeri burası değildir. [75]
Burada açıklamak
istediğimiz, veliyyulemr'in insanların ihtiyaç duyduğu çiftçilik, dokumacılık
ve inşaatçılık gibi meslek mensuplarını bu mesleklerini yapmaya zorlaması durumunda
emsal ücreti (ucretu'1-misl) belirlemesi gerektiğidir. İş yaptıranın bundan
daha az ücret ödemesine, -zorunlu olarak- iş yapanın da daha fazla ücret almasına
izin vermez. Bu vacip tes'irden biridir.
Aynı şekilde, insanlar
silah, köprü vb. cihad aletlerini yapanlara ihtiyaç duyarlarsa, emsal ücretle
iş yaptırtırlar. Hem iş yaptıranların onlara zulmetmesine, hem de iş yapanların
-kendilerine ihtiyaç duyulmasına rağmen- haklarından fazlasını almalarına
fırsat verilmez. Bu, işlerdeki narh (tes'ir-fi'l-amal)'tır.
Mallara (tes'ir
fi'1-emval) gelince, şayet insanlar cihad için bir silaha ihtiyaç duyarlarsa,
silah yapanların bu silahı emsal bedelle (ivadu'1-misl) satmaları gerekir,
silahlan ellerinde tutup, düşmanın saldırmasına veya malları ihtiyacı olanlara
satıcıların istedikleri fiyatın sürmelerine fırsat verilmez.
Şayet imanı cihada
gidecekleri belirlerse, onlar bu işi yapmak zorundadırlar. Rasulullah (s.a.v.):
"Savaşa
çağrıldığınızda, savaşa gidiniz" buyurmaktadır.[76]
Yine Rasulullah
(s.a.v.):
"Müslümanın zorda
ve kolayda sevinçte ve üzüntüde, başkasının kendisine tercih edilmesi durumunda
itaat etmesi gerekir" buyurmuştur. [77]
Canı ve malıyla cihad
yapması vacip olduğuna göre, ci-hadda ihtiyaç duyulanı emsal bedelle satması
neden vacip olmasın?
Canıyla cihad
yapmaktan aciz olanın, bilginlerin iki görüşünün daha sahih olanına göre -İmam
Ahmed'den yapılan rivayetin biri de bu şekildedir-, malıyla cihad yapması gerekir.
Yüce Allah malla ve
canla cihadı Kur'an'ın birçok yerinde emretmiştir. Yine Yüce Allah:
"Allah'a karşı
gelmekten gücünüz yettiğince sakının." buyurmaktadır. (Tegabun: 64/16)
Rasulullah
(s.a.v.)'de:
"Size bir işi
emrettiğimde gücünüz yettiğince onu yerine getirin" buyurur.[78]
Bedenle cihaddan aciz
kalandan malla cihad yükümlülüğü düşmediği gibi, malla cihaddan aciz olandan
da bedenle cihad yükümlülüğü düşmez.
Yatalak hastalık ya da
yaşlılık dolayısıyla hacca gitmekten aciz olanın kendi adına hacca gidecek
kişiye malından pay ayırmayı vacip kılan, malıyla güç yetirene vacip kılmış
olur. Bu görüş ise, açık bir biçimde çelişkilidir. [79]Aynı
şekilde, evlerde öğütme ve ekmek yapmaktan aciz olmaları dolayısıyla,
insanların kendileri için öğütecek veya ekmek haline getirecek olanlara ihtiyaç
duymaları da böyledir. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) devrinde Medine halkı böyleydi.
Hem ücretle öğütecek ve ekmek yapacak, hem de un ve ekmek olarak satacak
kimseleri yoktu tahıl olarak satm alırlar, evlerinde öğütürler ve ekmek
yaparlardı, tes'ire ihtiyaç duymazlardı. Hububat getiren onu satar, insanlar
da piyasaya sunandan satm alırlardı. İşte bunun için, Rasulullah (s.a.v.):
"Malını piyasaya
sunan (calib) rtzıklandırılmiştır, karaborsacı (muhtekir) ise mel'undur.[80]
"İhtikar yapan
günahkardır. [81] buyurmuştur.
Rasulullah'ın (s.a.v.)
kafizu't-tahhan-ı (değirmenci ölçeği) yasakladığıyla ilgili rivayet, zayıf bir
hadistir, hatta batıldır. [82]
Çünkü, insanlar ihtiyaç duymadığından o devirde Medine'de değirmenci ve fırıncı
yoktu. Nitekim, müslümanlar çeşitli ülkeleri fethettiklerinde, çiftçilerin
hepsi kafirdi. Çünkü müslümanlar cihadla ilgileniyorlardı.
İşte bunun için,
Rasulullah (s.a.v.), Hayber'i fethettiğinde -ziraatçilik yerleşmeyi
gerektirdiğinden- sahabenin ziraatçılık yapamaması dolayısıyla, yarıya
ziraatçilik yapmak üzere bu şehri Yahudilere verdi. Hayber'i fethedenler,
Rasulullah'a (s.a.v.) ağaç altında bey'at eden Bey'atu'r-Rıdvan'ın halkıydı.
Sayıları bindörtyüz kadardı. Ca'fer'le birlikte Habeşistan'dan dönenler de
onlara katıldı. Rasulullah'ın (s.a.v.) Hayber toprağını aralarında
paylaştıkları da bunlardır. Şayet onlardan bir kısmı ziraatçilik için burada
yerleşseydi, kendilerinden başkasının yerine getirmeyeceği dinin yararları
ortadan kalkardı,
Ömer (r.a.) zamanında,
ülkeler fethedilip, müslümanlar çoğalınca Yahudilere ihtiyaçları kalmadı,
onları sürdüler. Rasulullah (s.a.v.):
"Sizi burada
dilediğimiz sürece (bir rivayete göre "Allah sizi tuttuğu sürece")
tutarız. [83] buyurmuştur.
Vefatı sırasında da
oradan çıkarılmalarını emretmişti. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Yahudileri ve
hıristiyanlan Arap yarımadasından sürünüz.[84]
Bu sebeple, Muhammed
b. Cerir et-Taberi gibi bir grup bilgin, kafirlerin ancak müslümanlar
kendilerine ihtiyaç duyduklarında müslümanlarm ülkelerinde cizyeyle oturtulabilecekleri,
kendilerine ihtiyaç duyulmadığında Hayber halkı gibi sürülecekleri görüşünü
benimsemiştir. Bu konu, yeri burası olmayan tartışmalı bir konudur.
Bu açıklamalardaki
gaye, insanların değirmenci ve fırıncılara ihtiyaçlarının iki şekilde
olduğudur.
a) Evdekiler
için öğüten ve ekmek yapan kimseler gibi, imalat yapmalarına ihtiyaç duymaları.
Bu kişiler ücret almaya hak kazanırlar. Kendilerine ihtiyaç duyulması halinde,
diğer meslek mensupları gibi sadece emsal ücreti alabilirler.
b) İmalat ve
satışlarına, ihtiyaç duymaları. Böylelikle, insanların piyasadan almaya
ihtiyacı dolayısıyla hububatı alacak, öğütecek ve pişirecklere, ekmek olarak
satacaklara ihtiyaç duyarlar. Şayet bunların, insanların ihtiyacı olmakla
birlikte, piyasaya sunulan hububatı satın alıp, un ve ekmek olarak diledikleri
fiyatla satmalarına fırsat verilirse, bu büyük bir zarar olur. Bunlar, dört
mezhep imamı ve müslü-man bilginlerin çoğuna göre, ticaret zekatı ödemekle
mükellef tüccardır.
Aynı şekilde, satarak
kar etmek gayesiyle bir şey satın alan, ister onda bir iş yapsın veya yapmasın,
bir yiyecek, bir elbise veya hayvan satın alsın, ister bunları bir ülkeden
yolcu, talebin artması vaktine kadar elinde tutup bekleten biri olsun, isterse
dükkan sahipleri gibi sürekli devir-teslim (sürüm) yapan biri olsun, bütün
bunların hepsine ticaret zekatı ödemek vaciptir.
İnsanların ihtiyaç
duymaları dolayısıyla, un ve ekmek yapmaları gerektiğinde, -önceden de geçtiği
gibi- bunu yapmaya mecbur edilirler ya da belirli biri mecbur edilmeksizin
insanların ihtiyaç duyduklarını gönüllü olarak yaparlar. Her iki durumda un ve
hububata narh konur. Hububatı, unu, ekmeği hem kendilerine, hem de insanlara
zarar verilmeksizin, normal kar sağlayarak emsal ücretle satabilirler. [85]
Bilginler tes'ir
(narh) konusunda iki meselede görüş ayrılığına düşmüştür;
1) Yüksek
bir fiyat bulunup, bazıları bunun da üstünde satmak istediklerinde, Malik'in
mezhebine göre çarşıda bundan menedilirler.
Daha düşük fiyata
satma meselesinde, Malikilerin iki görüşü vardır; İmam Şafii, İmam Ahmed'in
mezhebine mensup Ebu Hafs b. el-Akberi (el-Ukberi), kadı Ebu Ya'la, eş-Şerif
Ebu Ca'fer, Ebu'l-Hattab, İbn Akil ve diğerlerine göre ise menedilirler.
İmam Malik, Muvatta
adlı eserinde Yunus b. Seyf'ten,o nun da Sa'id b. el-Müseyyeb'den
rivayet,ettiği şu olayı delil olarak ileri sürüyor: Ömer, çarşıda kuru üzüm
satan Ha-tıb b. Ebi Belta'a'ya uğradı. Ömer ona:
"Ya fiyatı
arttırırsın, ya da çarşımızdan uzaklaştırılırsın" dedi. [86]
İmam Şafii ve onun
görüşündekiler ise, Şafii'nin şu ona cevap verirler: ed-Deraverdi'den, Davud b.
Salih et-Temmar'dan, el-Kasım b. Muhammed'den, Ömer'den rivayet edilir:
Ömer, el-Musalla çarşısında
içlerinde kuru üzüm olan iki Çuval bulunan Hatıb'a uğradı. Fiyatını sordu. Her
bir dirhem için iki mudd[87]
artırmasını istedi. Ömer Hatıb'a şunları söyledi:
"Taif ten kuru
üzüm yüklü bir kervan geliyor. Onlar senin fiyatını göz önünde bulundururlar.
Ya fiyatını yükselt, ya da kuru üzümünü evine koyar, dilediğin zaman
satarsın." Ömer, eve dönünce kendisini sorguladı. Sonra evinde bulunan
Hatıb'a geldi Ve şöyle dedi:
"Sana söylediğim,
bir bilgim dolayısıyla değildir ve bir kaza (bağışlayıcı durum) da değildir.
Bu, kendisiyle bölge halkının iyiliğini istediğim bir şeydir. Nerede istersen
orada sat, kaça istersen o kadara sat..."
îmam Şafii şöyle
diyor: "Bu hadis, Malik'in rivayet ettiğine aykırı değildir. Ne var ki,
o, hadisin bir kısmını rivayet etmiştir veya ondan rivayet eden böyle rivayet
etmiştir. Bu ise, hadisin başını ve sonunu bir araya getirmiştir. Ben de onu
benimsiyorum." Çünkü insanlar, mallarına çok bağlıdırlar. Onların
mallarının tamamını veya bir kısmını kendilerine gerekli olan durumlar dışında
rızaları olmaksızın kimse alamaz; bu ise o zorunlu durumlardan değildir.
İmam Malik'in
görüşüyle ilgili olarak Ebu'l-Velid el-Baci şöyle diyor:
"Düşük satanın
uyması istenen, insanların çoğunun uyguladığı fiyattır. Bir veya az sayıda
kişi fiyatı düşürmekte çoğunluktan ayrılırlarsa, çoğunluğun fiyatına uyum sağlamaları
emredilir. Çünkü, esas alınan, çoğunluğun durumudur, satılan mallar da buna
göre değerlendirilir."
Îbnu'l-Kasim,
Malik'ten "İnsanlar, beş için cezalandırılmaz" şeklinde rivayet
ediyor. Diyor ki:
"Bence bu konuda
çarşıların durumuna bakmak gerekir."
Çarşıda fiyatı
arttırana ceza verilir mi? Yani, düşük fiyatla verene uyguladığı gibi, mesela
satılan mal kadar dir-. hemle ceza uygulanır mı?
Ebu'l-Hasen el-Kassar
el-Maliki şöyle diyor:
"Bilginlerimiz,
Malik'in 'Fakat fiyatı kim indirirse' sözü hakkında ihtilaf ettiler.
Bağdad'hlar der ki:
"Başkaları
sekizini satarken, beşini bir dirheme satanı kastetti.' Mısır'Mardan bir grup
'Başkası beşini satarken, sekizini satanı kastetti' derler. Bence, her iki
durum da yasaktır. Çünkü insanlar beş satarken, sekiz satan, çarşı halkının
alım-satım düzenini bozar. Hatta bu kavga ve düşmanlığa götürebilir. Hepsinin
yasaklanmasında yarar vardır."
Ebu'l-Velid şunları
söylüyor:
"Şüphesiz ki bu, çarşı
esnafıyla ilgili hükümdür. Malını piyasaya sürene73 gelince, İmam Muhammed'in
rivayet ettiği Muvatta' kitabında 'Malım piyasaya sunanın çarşıda diğerlerinden
daha aşağıya satması yasaklanamaz' ifadesi yer alır. İbn Habib ise 'Buğday ve
arpa dışındakiler, ancak diğerlerinin fiyatıyla satılır, bu fiyata uyulmazsa
çarşıdan çıkarılır. '
Buğday ve arpa Calibi
ise, dilediği gibi satabilir, ancak kendileriyle ilgili olarak çarşı halkının
hükmü geçerlidir. Bazılarına izin verilirse, fiyat konusunda serbest
bırakılırlar. İzin verilenler çokça, kalanı için ister onlar gibi satın, isterseniz
ayrılıp gidin' denir."
İbn Habib şöyle diyor:
"Bu yensin
yenilmesin mekil (ölçüden) ve mevzunda (tartılan) geçerlidir. Çünkü, diğerleri
arasında bir benzerlik bulunmadığından dolayı tes'iri mümkün değildir."
Ebu'l-Velid der ki:
"Mekil ve mevzun eşit olduklarında, demek istiyor. Şayet farklı olursa,
kaliteliyi satanın, daha kötüyü satanla aynı fiyata satması emredilemez." [88]
Tes'ir konusunda
bilginlerin görüş ayrılığına düştüğü [89]
Calib, ithalatçı. ikinci mesele, insanlar vacip olanı yerine getirmekle birlikte,
çarşı halkının aşamayacakları bir sınırın belirlenip belir-
lenemeyceği konusudur.
Bilginlerin çoğu,
hatta meşhur görüşünde bizzat İmam Malik, bu durumu kabul etmez. Bu görüş İbn
Ömer, Salim ve el-Kasım b. Muhammed'den de rivayet edilir.
Ebu'l-Velid; Sa'idb.
El-Müseyyeb,Rabi'ab. Ebi Abdir-rahman ve Yahya b. Sa'id'den tavan fiyat
belirlenebileceğini -sözlerini zikretmeksizin- rivayet eder.
Eşheb, Malik'ten
"Sahibu's-Suk"un[90]
kasapların sattığı koyun eti için [91]deve
eti için yarım ntl-şeklinde narh koyabilir, buna uymazlarsa çarşıdan
çıkarılırlar" görüşünü nakleder. Der ki:
"Satın almalarını
uygun gördüğü miktar için narh konmasında bir beis yoktur, ama çarşıdan
uzaklaşmalarından korkarım."
Bu görüşü
benimseyenler, bunun, fiyatın yükseltilmesini ve durumlarının bozulmasını
önlemek suretiyle, insanların yararına olduğunu belirtiler. İnsanların satışa
zorlan-mayıp, veliyyu'l-emr'in alıcı ve satıcı lehine uygun gördüğü yarara
göre belirlediği fiyat dışında, satmaktan alıkona-caklarını, ifade ederler.
Satıcının kar etmesi yasaklanamaz, onun da insanlara zararlı olmasına izin
verilmez.
Çoğunluk ise, daha
önce geçen ve Ebu Davud ve başkalarının da el-Ala b. Abdirrahman'dan, o
babasından, babasının da Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadisi delil olarak
ileri sürer: Bir adam Rasulullah'a (s.a.v.) gelerek:
"Ey Allah'ın
elçisi! Narh koysana!" dedi. Rasulullah (s.a.v.):
'Hayır, Allah'a dua
ederim» cevabını verdi. Adam, yeniden geldi ve:
"Ey Allah'ın
elçisi! Narh koysana!" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):
"Fiyatları
yükselten ve düşüren Yüce Allah'tır. Ben de başkasına ait haksız bir mal
olmaksızın Allah'a kavuşmak emelindeyim." buyurdu.[92]
Derler ki:
"İnsanların vacip olamayan bir satışa zorlanması ya da şer'an mubah
kılmandan engellenmesi onlara zulümdür; zulüm ve haramdır."
Caiz görenlere göre
bunun niteliğine gelince, İbn Habib şöyle diyor:
"İmam, bu şeyin
çarşı halkından ileri gelenlerini toplamalı, doğruluklarını göstermek için
başkalarını hazır bulundurmalıdır. Onlara:
"Nasıl
alıyorsunuz? Nasıl satıyorsunuz?" diye sormalıdır. Razı oluncaya değin,
onların ve halkın yararı bulunan noktaya kadar indirim yapmalarını sağlar.
Tes'ire zorlanmazlar, ama gönüllü olarak buna yönlendirilirler. Cevaz verenler
de zaten bu şekilde izin vermişlerdir."
Ebu'l-Velid şöyle
diyor: "Bunun gerekçesi, bu yolla, onun, alıcı ve satıcıların yararlarım
bilme imkanını elde etmesidir. Bu konuda satıcıların ayakta durabileceği ve insanlara
zarar vermeyecekleri bir kar belirler."
Bu konuda onlar için
bir kar olmayan fiyatı rızaları bulunmaksızın belirlemesi, fiyatların
bozulması (fesadu'l-es'ar), temel gıda maddelerinin (akvat) saklanması ve insanların
mallarının telef edilmesi sonucunu doğurur."
Derim ki: Bilginlerin
tartışma konusu ettiği işte budur.
İnsanların satmaları
gerekenden kaçınmalarına gelince, işte bu durumda vacibi yapmaları emredilir,
yapmazlarsa cezalandırılırlar. Aynı şekilde, emsal bedelle (semenu'1-misl)
satması gerekip daha fazlası olmadıkça satmaktan kaçmanların da vacip olanı
yapması emredilir, yapmaması durumunda hiç şüphesiz cezalandırılırlar. [93]
Rasulullah'ın
(s.a.v.):
"Fiyatı
ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah'tır. Şüphesiz ben, -hiçbir
kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan-Allah'a
kavuşmak emelindeyim[94]
hadisine dayanarak tes'iri mutlak olarak yasaklayanlar hatalıdırlar. Çünkü, bu
özel bir olaydır (kadıyye mu'ayyene), genel bir söz değildir. Bu olayda, vacip
bir satıştan veya işten kaçınan, ya da emsal bedelden daha fazlasını isteyen
herhangi birisi yoktur.
Bilindiği gibi, adet
olduğu şekilde sahibi malı piyasaya arzedip, insanlar bu mala aşırı talep
duyduklarında narh konmaz.
Belirttiğimiz gibi,
Medine'de, satılan gıda maddeleri çoğunlukla dışarıdan gelirdi, bazan orada
ekilen birşey de satılabilirdi, burada yalnızca arpa ekilirdi. Alıcı ve
satıcılar belirli kişiler değildi. Orada bir işe veya malına ihtiyaç duyduğu
herhangi bir kimse yoktu. Bilakis, müslümanlarm hepsi aynı cinstendi, hepsi
Allah yolunda cihad ederdi. Müslümanlardan ergenlik çağına ulaşan ve gücü
yetenlerin hepsi savaşan çıkardı. Her biri canıyla ve malıyla ya da zekat ve
fey'den verilenler ve başkasının hazırladzğıyla savaşırdı. Satıcıların
emtiasını yalnızca belirli bir ücretle satmaya zorlanmaları, haksız bir
zorlama olurdu. Satışın kendisine zorlamak caiz olmadığına göre, fiyatın
belirlenmesi de aynı şekilde caiz olmazdı.
Bir şeyi satması
kendisine düşen kişiye gelince, bu Ra-sulullah'ın (s.a.v.) kendisi için fiyat
belirlediği, bu fiyatı uygulayan ve narh konan kişi gibidir. Buhari ve
Müslim'de yer alan rivayete göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim, kendisi
ile bir başkası arasında ortak olan bir köleyi azad eder ve azada yetecek malı
varsa, hiçbir eksiklik ve fazlalık olmaksızın o şahsın malında köleye adilane
kıymet konur. Kölenin geri kalan hisseleri de bu şahsın malından ödenip köle
tamamıyla azad edilir.[95]
Kölenin hürriyetini
tamamlamak için, ortağının azad etmediği payını azad etmeye malik olması vacip
olunca, kölenin bütünü adil ve tam bir şekilde değerlendirilmek ve değerinden
payı verilmek suretiyle fiyatı (ivad) belirlenir.
Malik, Ebu Hanife ve
îmam Ahmed gibi bilginlerin çoğuna göre, ortağın hakkı yarısının değerinde
değil, değerinin yarısındadır. İşte bu sebeple, bu bilginler ortaklardan biri
isteyince taksimi mümkün olmayanların satılacağım ve bedelinin bölüşüleceğim,
kaçmanın satmaya zorlanacağını benimser.
Ba/ı Malikiler bunu
icma olarak anlatır. Bu sahih hadisin de belirttiği gibi, ortağın hakkı
değerinin yarasındadır. Ortağın hakkının verilmesi, ancak tümünün satılmasıyla
mümkün olur. Sari, ortağın ihtiyacı dolayısıyla bir şeyin malikinin mülkünden
emsal bedelle (ıvadu'1-misl) çıkarılmasını vacip kıldığına ve malikin
değerinin yarısından fazlasını isteme hakkı bulunmadığına göre, muztann
yiyecek, giyecek vb. uç, ihtiyacı gibi, ihtiyacı bu payının azad edilmesine
ihtiyacından dolayı daha fazla olanın durumu nedir?
İşte, Rasulullah'ın
(s.a.v.) tümünün emsal değerinin (kıymetiu'1-misl) belirlenmesini emretmesi,
gerçek bir tes' irdir.
Aynı şekilde, ortaklık
ve taksim (mukaseme) zararından kurtulmak için, ortağın, fazla değil, alıcının
ödediği aynı bedelle meşfu'un (şuf a konusu taşınmazın) yarısını onun elinden
alması caizdir. Bu, sünnetten çok sayıda delil ve bilginlerin icmaıyla
sabittir.
Bu, bir kişi için
tamamlama yararını elde etmek gayesiyle, fazla değil, emsal bedelini Ödemeye
zorlama olduğuna göre, bundan daha büyüğünün durumu nasıldır?
Ortağına istediği
fiyata satma hakkı yoktur. Hatta, kendine mal olan bedelden daha fazlasını
ortaktan isteme hakkına sahip değildir.
Gerçekte bu, bir eşit
tevliyedir. Çünkü, tevliye[96]
alıcının elindeki malı kendine maloîan fiyatta başkasına vermesi durumudur. Bu,
emsal fiyatla satıştan daha ileridedir. Bununla birlikte, alıcı, ortağı
dışındaki birine satmaya zorlanamaz, ona istediği gibi satabilir. Çünkü, bu
yabancının onu satın almaya ihtiyacı, ortağmki gibi değildir. [97]
Bir topluluğun
barınacakları başka bir yer bulamadıklarında birinin evinde oturma zorunluluğu
olursa, bu kişinin o topluluğu evinde oturtması gerekir. Aynı şekilde soğuktan
korunacakları elbiselerin, ya da yemek pişirecekleri, ev yapacakları veya su
içecekleri aletlerin iğreti verilmesine ihtiyaç duyduklarında da bunları
karşılıksız olarak vermesi gerekir.
Su çekecekleri bir
kovanın, yemek pişirecekleri bir tencerenin ya da kazanacakları bir ayak
keserinin iğreti verilmesine ihtiyaçları olursa, fazlasıyla değil, emsal
ücretle (ucretu'I-misl) vermesi gerekir
mi?
Bu konuda -İmam
Ahmed'in ve diğerlerinin mezhebinde- bilginlerin iki görüşü vardır. Sahih olan,
Kur'an ve Sünnet'in de gösterdiği gibi, sahibinin'bunların yararına veya
bedeline ihtiyacı yoksa, karşılıksız vermenin vacip olduğudur. Yüce Allah şöyle
buyurur:
"Vay o namaz
kılanların haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar.
Onlar (iğreti olarak) basit şeyleri dahi vermezler." (Maun: 107/4-7)
İbn Mes'ud'dan
nakledildiğine göre, şöyle demiştir:
"Ma'un'u (basit
şeyleri), kovanın, tencerenin ve baltanın (ayak keserinin) iğreti verilmesi
olarak değerlendirirdik."
Buhari ve Müslim'de
Rasulullah'dan (s.a.v.) atla ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"O kimisi için
ecirdir, kimisi için (fakirlik ve ihtiyacına) bir perdedir, bazısına da
boynunda bir vebaldir.[98]
Yine Buhari ve
Müslim'de Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilir:
"Su (veya süt)
kovasının ve erkek develeri ihtiyacı olanlara tohumluk için iğreti verilmesi
devedeki haklardandır. [99]Rasulullah'ın (s.a.v.)
erkek at ve deve için, dişi at ve deve sahibinden ücret almayı yasakladığı
sabittir. [100]
Bu menfaatin
bağışlanması gerektiği, İmam Ahmed ve diğerlerinin görüşüdür.
Toprak sahibine bir
zarar vermeksizin başkasına alt bir topraktan su geçirme ihtiyacı doğunca,
toprak sahibi buna zorlanabilir mi? Bu konuda bilginlerin iki görüşü, İmam
Ah-med'den iki rivayet vardır. Bu konudaki haberler, Ömer'den (r.a.) nakledilir el-Muhenna'a şöyle demiştir:
"Karnının
üstünden de olsa, onu oradan akıtacağız." Sahabe ve tabiinden birçoğuna
göre, zinet eşyanın zekatı, iğreti olarak verilmesidir. Bu, aynı zamanda İmam
Ahmed ve başkalarının, iki açıklama şeklinden biridir. Bağışlanması gereken
mefaatler iki çeşittir:
1)
Menfaatlerin bir kısmı, atta, devede ve zinet eşyasının ariyet verilmesinde
belirttiğimiz gibi, malın hakkıdır.
2)
Menfaatlerin bazısı ise, insanların İhtiyacı dolayısıyla vacip olur.
Aynı şekilde, bedeni
menfaatlerden, sözgelişi insanlara ilim öğretmek ve fetva vermek, şahitlik
yapmak ve aralarında hükmetmek, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, cihad
etmek vb. bedeni menfaatlerden yararlandırma, ihtiyaç durumunda vaciptir.
Muhtaçların malların
menfaatlerinden yararlandırılmalarının vacip olması engellenemez. Yüce Allah
(c.c.) şöyle
buyuruyor:
"Kitap onu
Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın...
çağrıldıklarında çekinmesinler."
(Bakara: 2/282)
Şahitlik için ücret
alınması konusunda bilginlerin dört görüşü vardır; bunlar, İmam Ahmed ve
başkalarının dört açıklama şeklidir:
1) Mutlak
olarak caiz değildir.
2) Ancak
ihtiyaç halinde caiz olabilir.
3) Caizdir; ancak, bizzat kendisinin şahitlik
yapması gerektiğinde caiz değildir.
4) Caizdir;
şayet iş (amel) sırasında ücret alırsa, eda sırasında alamaz.
Bütün bunların özel
açıklanma yerleri vardır. Buradaki gayemiz, malın ya emsal bedel
(semenu'l-misi) veya satın aldığı bedel gibi belirlenen bir bedelle (semen
mukadder) malını satması gerektiği şeklinde çeşitli konularda sünnet delili
bulunduğundan fiyat belirlemenin (takdiru's-semen) mutlak olarak haram olmadığı
neticesine ulaşmaktır. [101]
Rasulullah'm (s.a.v.)
azad eden ortağın payını satın alma konusundaki kölenin değerini belirleme
emri hürriyeti tamamlamak içindir; bu, Allah hakkıdır.
İnsanların genel bir
ihtiyaç duyduğu konuda hak, Allah'a aittir, işte bu sebeple, bilginler,
böylesini, kulların hakları (hukuk'1-adameyyin) ve hadleri
(hududu'1-ademiy-yin) değil de, Allah'ın haklan (hukukullah) ve hadleri
(hu-dudullah) olarak kabul ederler. Sözgelişi, camilerin hakları, fey' malı,
zekatlar, ihtiyaç sahiplerine ve kamu yararına vakıf vb. böyledir. Yine, isyancılığın,
hırsızlığın, zinanın, şarap içmenin cezalandırılması (hadler) da bu gruptandır.
Malı yüzünden bir kişiyi öldüren, bilginlerin ittifakıyla zorunlu olarak
öldürülür, bu konuda maktulün mirasçılarının af yetkileri yoktur. Aralarındaki
bir husumet gibi özle bir garaz dolayısıyla bir kişiyi öldürmek ise böyle
değildir. Bu, maktulün velilerine aittir. Bilginlerin ititfakıyla, isterlerse
katlederler, isterlerse affederler.
İnsanların yiyecek,
giyecek vb. ne ihtiyacı kamu yararıyla ilgilidir. Buradaki hak özel bir
kişinin değildir. Bunlarda satması gereken mal için emsal fiyatın
(semetu'1-misl) belirlenmesi, hürriyetin tamamlanması için belirlenmesinden
daha üstündür. Ancak hürriyetin tamamlanması, azad eden ortağa düşer. Şayet
fiyat belirlenmezse, diğer ortağın dilediğini istemesiyle zarara uğranılır.
Oysa burada insanların hepsinin kendilerine yiyecek ve giyecek satın alması
zorunludur. Şayet eşyasına ihtiyaç duyulan kişiye dilediği gibi satma fırsatı
verilirse, insanların zararı daha büyük olur. [102]
İşte bunun için
hukukçular, "İnsan başkasının malına muztar kalırsa, mal sahibinin bu malı
emsal fiyatıyla (seme-nu'1-misl) vermesi gerekir" demektedirler.
Satması gerekenle
gerekmeyen arasında bir ayrım yapmak gerekir. Mezhep imamlarının muavazayı
(değişimi) vacip kılmaktan ve narhtan en uzak olanı, îmam Şafii'dir. Bununla
birlikte o, malına muztar kalınan kişinin bunu emsal fiyatla (semenu'1-misl)
muztar kalana vermesi gerektiği görüşündedir.
İnsanların ihtiyacı
olması durumunda tes'irin cevazı konusunda şafil hukukçular görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bu konuda iki görüşleri vardır.
Ebu Hanife yanlısı
hukkuçular, şöyle demektedirler: "Sultan, ancak kamu zararı sözkonusu
olması durumunda narh koyabilir. Muhtekir'in durumu hakime götürüldüğünde, bu
konudaki fiyatı gözönünde tutarak kendisinin ve ailesinin azığından arta kalanı
satar, ihtikar yapmasını yasaklar. Şayet tüccar hakime ikinci kez dava
edilirse, onu önlemek (zecr) veya insanların zararını ortadan kaldırmak için
hapseder ve takdir ettİğibİr ceza verir. Eğer gıda maddesinin sahipleri,
değeri fahiş bir şekilde aşarlar ve hakim de insanların haklarım ancak narhla
koruyabilirse, bilirkişilere (ehlu'r-re'y ve'1-basire) danışarak narh koyar.
Narh koyduktan sonra herhangi birisi fiyatı aşarsa, onu narha uymaya mecbur
eder."
Bu, Ebu Hanife'nin
görüşü açısından çok açıktır; zira, hür bir insana hacr konamayacağı görüşündedir.
Belirli kişilere hacr[103]
konması dışında, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre de böyledir. İmam'ın
belirlediği fiyatla satanın bu işlemi sahihtir, çünkü tehdit altında değildir.
Acaba, karaborsacının
stok ettiği gıda maddesini rızası olmaksızın hakim (kadı) satabilir mi? Bunun,
borçlunun malı hakkında bilinen ihtilaf gibi olduğu söylenmiştir. Bazıları
işte burada ittifakla satabilir demektedirler; çünkü Ebu Hanife, hacr'i kamu
zararının ortadan kaldırılması için benimsemektedir. [104]
Rasulullah (s.a.v.)
devrinde fiyat yükselince, narh koymasını istediler, ancak o bundan kaçındı.
Yanında gıda maddesi bulunup, satışından kaçınan olduğu belirtilmemiştir.
Bilakis, gıda maddesi satanların çoğu, bunları dışarıdan getirmekte ve çarşıya
girince satmaktaydılar.
Ne var ki Rasulullah
(s.a.v.), şehirlinin köyle malını kapatmasını ve onun simsarı olmasını
yasaklamıştır. Rasulullah (s.â.v.) şöyle buyuruyor:
"İnsanları
bırakınız, Allah onları birbirlerinden rızıklandınr.[105]
Bu hadis,
Rasulullah'dan (s.a.v.) birkaç şekilde sabittir.
Fiyatı (piyasayı)
bilen şehirlinin, emtiayı dışarıdan getiren köylüye aracılık etmesini
yasaklamıştır. Çünkü, insanların ihtiyacını bilerek beklerse, alıcıya fiyatı
yükseltir. Her ne kadar vekalet, genelde mubah ise de, insanların zararına
olarak fiyat yükseltildiğinden köylüye aracılık etmesini yasaklamıştır.
Rasulullah (s.a.v.)
dışarıdan mal getirenleri karşılamayı yas aklamış tn. Bu, Sahih'te bir çok
şekilde sabittir. Rasulullah (s.a.v.) satıcıya, çarşıya indiğinde seçim hakkı
tanımıştır. Bu sebeple, hukukçuların çoğu, emsal fiyatın altında ve aldanma
oluşu dolayısıyla satıcı zarar gördüğünden ötürü yasakladığı görüşündedir.
Rasulullah (s.a.v.) bu
satıcıya seçim hakkı tanımıştır, ancak, bu seçim hakkı, mutlak mıdır, yoksa
aldanması durumunda mı söz konusudur? Bu konuda bilginlerin iki görüşü
vardır. îmam Ahmed'den her ikisi de rivayet edilmektedir. Daha açık olanına
göre, seçim hakkı, aldandığı zaman söz konusudur. İkinciye göre, mutlak olarak
bu hakkı vardır; İmam Şafii'nin açık görüşü de budur.
Bir grup bilgin ise,
karşılayan, malı alıp sonra sattığında, alıcı zarara uğrayacağından dolayı
yasaklandığı görüşündedir.
Kısacası, Rasullulah
(s.a.v.) satıcının fiyatı -ki bu emsal fiyattır (semenu'I-misl)- ve alıcının da
metai bilmesi için, aslında helal olan ahm-satımı yasaklıyor. Kıyam yanlış
yapar ise şöyle diyor: "Alıcı dilediği şekilde satm alabilir; bizzat
satıcıdan almıştır. Aynı şekilde köylü, şehirliyi vekil kılabilir."
Ne var ki, Sari, kamu
yararını gözetmiştir. Çünkü, dışarıdan mal getiren (calib), fiyatı bilmeyince
emsal fiyattan habersiz kalıp alıcı onu aldatabilir. İşte bu sebeple, İmam
Malik ve İmam Ahmed her mustersil'i buna katmaktadır. Mustersiİ, pazarlık
yapmayan ve malın değerini bilmeyendir. Bu açıdan, fiyatı bilmeden piyasaya
mal getiren yerindedir.
Görüldüğü gibi, bu
satıcıdan alma zorunlulukları yoksa da, insanın bu gibilere mutlaka normal
fiyatla (bu emsal fiyattır) satması gerekir. Ancak, malın değerinden habersizlikleri
veya satıcıya güvenmeleri dolayısıyla, pazarlık yapmıyorlar. Satışta rıza
esastır, rıza da bilgiden sonra doğar. Aldatıldığını bilmeyen, bazan razı olur,
bazan olmaz. Alda-(ildiğini bilen ve razı olan için bir problem yoktur, ama emsal
fiyata (semenu'1-misl) razı olmazsa, bu hoşnutsuzluğu dikkate alınmaz. Bu
sebeple, Sari, kusur veya tedlisi[106] bilmeyene
seçim hakkı tanımıştır. Çünkü, alım-satımda, malın sağlam ve içinin de dışı
gibi olması esastır. Buna rağmen satın aldığında, rızası böylece ortaya çıkmış
olur. Malda bir hile ve kusur olduğu, -sözgelişi bir niteliğini belirtir de bunun
aksi- ortaya çıkarsa, razı olabileceği gibi, olmaması da mümkündür. Razı olursa
bir problem yok, ama razı olmazsa ahmsatım feshedilir.
Buhari ve Müslim'in
Sahih'lerinde Hakim b. Hızam'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Alıcı ile satıcı
(birbirlerinden) ayrılmadıkça seçim hakkına sahiptirler. Bunlardan her biri
doğru söyleyip
de (meta ve bedele ait
hususları birbirine) açıklarlarsa, bu ahş-verişlerinde kendilerine bereket
ihsan olunur. Eğer iki taraf da (mal ve bedelin ayıbım) gizler ve yalan
söylerse, bu ahş-verişlerinin bereketi giderilir. [107]
Sünen'in de şu hadis
rivayet edilir:
"Bir adamın
başkasının toprağında bir ağacı vardı. Toprağın sahibi, ağaç sahibinin
girişinden zarar görüyordu. Bu durumu Rasulullah'a (s.a.v.) şikayet etti.
Rasuluîlah (s.a.v.), ağacın bedelini kabul etmesini ya da ağacı ona bağışlamasını
emretti, ama adam bunu yapmadı. Rasulullah (s.a.v.), toprak sahibine sökme izni
verdi, ağaç sahibine de şöyle buyurdu:
"Sen zarar verici
birisin. [108]
Bu olayda Rasuİullah
(s.a.v.) ağacı bağışlamadığı takdirde- satmasını zorunlu kıldı, alıcının
ihtiyacı olması durumunda satışın zorunluluğunu gösterdi.
İnsanların tümünün
gıda maddesine duyduğu ihtiyaca göre, bunun ihtiyacı ne derece önemli olabilir?
Hububatı öğütmek ve
pişirmek suretiyle gıda maddeleri ticareti yapanlar da böyledir. İnsanlar
yararlanmaya ihtiyaç duyduklarında han, kaysariyye (kapalıçarşı) ve hamam
sahipleri de böyledir. Çünkü, ticaret yapmak için bunları açmıştır. İnsanları,
ihtiyaçları varken, ücret dilediği gibi olmadıkça içeri almaktan kaçınmasına
izin verilmez, emsal ücretle bunlardan yararlandırmaya zorlanır. Aynı şekilde,
insanlar ihtiyaç duyarken, ticaretini yapmak için buğday satın alıp, onu
öğüten ve un satın alıp fırıncılık yapan kimseler de böyledir, hatta emsal
fiyatla satmaya zorlanması daha da önemlidir. Pişirmek ve öğütmekten kaçınıp,
insanlar da bundan zarar görürlerse, -daha önce de geçtiği gibi- bunları
yapmaya zorlanır. İnsanlar yetecek ölçüde yaptıklarında normal fiyatla satın
alınıp ihtiyaçları karşılanabil ir s e narh koymaya ihtiyaç duyulmaz. Ama
insanların ihtiyacı ancak adil narhla karşılanabilirse, tam adil narh konur. [109]
Dini konularda da aldatma
ve hileler vardır. Sözgelişi, Kur'an, sünnet ve ümmetin selefinin icmaına
aykırı bid'at söz ve fililer; müslümanların camilerinde ıslık ve el çırpma
hareketleri yapma; sahabenin veya müslümanların çoğu hakkında kötü sözler
söyleme; müslümanların imamları ve ileri gelenleri, ümmet içinde hayırla anılan
yöneticlir aleyhinde konuşma; ilim ehlinin kabul ettiği Rasulullah'a (s.a.v.)
ait hadisleri reddetme; Rasulullah'a (s.a.v.) iftira edilen uydurma hadisleri
rivayet etmek, Rasulullah'ın (s.a.v.) şe-riatmden çıkmaya izin vermek şeklinde
dinde aşırı gitmek, Allah'ın isim ve sıfatlarında ayetlerini tahirf etmekte, Allah'ın
takdirini inkar etmekte, kaza ve kaderde Allah'ın emrine ve yasaklamasına
muhalefette ilhad; Allah'ın yolundan döndürmek için ya da ehlinden olmayan
biri tarafından iyi zannedilmesi maksadıyla peygamberlerin mucizelerine,
evliyanın kerametlerine benzer sihirbazlık ve gözbağcılık oyunları yapmak hep
birer dini aldatma ve hile örneğidir.
Bu gibi kötülükleri
yapanların engellenmesi tevbe etmeyip yasaklandığında İslam'ın getirdiği ölüm,
sopa vb. cezalardan biriyle cezalandırılması gerekir. Muhtesib, böyle-lerine
sözlü veya fiili ta'zir cezası uygulamalı, kötülüğün beklendiği konulan a
toplanmayı engellemelidir. Ceza ancak sabit olan bir su^ dolayısıyla
uygulanabilir.
Engeleme ve tedbir,
suç işleneceğini tahminle de olabilir. Ömer (r.a.) çocukların, ahlaksızlıkla
tanınan kişilerle birlikte olmalarını engellemiştir. Bu yalancılıkla itham
olunanın tanıklığından, hainlikle itham olunana güvenmek ve borcunu
geciktirmekle itham olunanla ilişkiye girmekten korunma gibidir. [110]
İyiliği emretme ve
kötülükten alıkoyma, ancak şer'i cezalarla tamam olur. Çünkü Yüce Allah,
Kur'an'la yola gelmeyeni, sultanla yola getirir. Cezaların (hudud) uygulanması,
veliyyulemr'lere vaciptir. Bu ise, vaciplerin terkedil-mesi ve haramların
yapılması dolayısıyla ceza vermek suretiyle gerçekleşir.
Cezaların bir kısmı,
zina iftirasında bulunana seksen değnek vurulması ve hırsızın elinin
kesilmesinde olduğu gibi belirlenmiştir. Bir kısmı ise, "ta'zir"
adıyla bilinip belirlenmemiştir, sayıları ve niteliği suçların büyüklüğü ve küçüklüğüne,
suçu işleyenin ve suçun azlığı ve çokluğuna göre farklılık gösterir.
Ta'zir'in bir çok
çeşidi vardır. Bir kısmı sözlü azarlama ve alıkoyma, bir kısmı hapsetme, bir
kısmı sürgün ve bir kısmı da dayak atma türündedir.
Şayet dayak türünden
ta'zir, sözgelişi namazın kıhnma-ması gibi bir vacibin terkinden, güç yettiği
halde borcu ödememek, gasbedilen malı iade etmemek ve emenati ehline vermemek
gibi vacip hakları yapmamaktan dolayı uygulanıyor ise vacibi yerine
getirinceye kadar aralıklı olarak (birkaç kez ve her gün) uygulanır. Eğer
dayak, geçmişte işlediği bir uça karşılık bir ceza veya Allah'ın ona ve onun
dışındakilere verdiği bir ibret cezası ise, böylesi ceza ihtiyaç miktarınca
uygulanır, bunun azı İçin bir sınır yoktur. [111]
Ta'zir'in en çoğu
konusunda, İmam Ahmed'in ve diğerlerinin mezheplerinde üç görüş vardır:
a) On sopa
almalıdır.
b) Ya
otuzdokuz, ya da yetmişdokuz sopa olarak hadlerin en azının altında olmalıdır.
Bu, Ebu Hanife'nin görüşünü paylaşanların pek çoğuna, Şafii ve İmam Ahmed'in
ashabından bir grubun görüşü olup, İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir, ama,
şayet ta'zir belirlenen bir cezası olan suçla ilgiliyse, bu belirlenen miktarı
aşmaz. Sözgelişi, nisabın altında bir malı çalma suçunun ta'ziri el kesme
derecesine varamaz; şarapla ağzı çalkalamanın cezası içki haddine varamaz;
zina dışındaki iftiranın cezası had derecesine ulaşamaz. Bu, görüşlerin en orta
yolu tutanıdır; Rasulullah'ın (s.a.v.) ve Hulefa-i Raşidin'in sünneti de bunu
göstermektedir.
Rasulullah (s.a.v.),
karısının cariyesiyle yine karısının izniyle ilişki kuran kişiye yüz değnek
vurulmasını emretmiş ve şüphe dolayısıyla haddi düşürmüştür.[112]
Ebubekir ve Ömer, aynı yatakta bulunan erkek ve kadının her birine yüzer
değnek vurulmasını emretmişlerdir. Ömer, yüzüğünü nakışlayan ve beytülmaldan
alan kişiye yüz değnek vurulmasını emretmiştir; iki gün peşpeşe yüzer değnek
vurdurmuş-tur. Gördüğü bid'ati dolayısıyla, Sabig b. Asel'e saymaksızın bir çok
defa dayak atmıştır. Müslümanların birliğini bozan ve din konusundaki bid'atm
propagandasını yapan kişiler gibi, yeryüzündeki bozgunculuğu ancak
öldürülmesiyle ortadan kalkan kişi öldürülür. Yüce Allah:
"Bunun için
İsrailoğullarına şöyle yazdık: 'Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde
bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur..
(Maide: 5/32) Rasuhıllah da (s.a.v.):
"İşiniz bir tek
adamın çevresinde toplu halde devam edip giderken, gelip sizin birliğinizi
parçalamak isteyenin -kim (nerede) olursa olsun- boynunu kılıçla vurunuz.[113]
buyurur.
Rasuhıllah (s.a.v.)
kasten kendisini yalanlayan kişinin katledilmesini emretmiştir. Deylem
el-Himyeri, Rasulul-lah (s.a.v.) buğdaydan yapılan bir içkinin hükmünü sorduğunda:
"Kim bunu içmeyi
bırakmazsa, onu öldürün" cevabını vermiştir. [114]
İşte bu sebeple, İmam
Malik ve bir grup Hanbeli hukukçu, casusun öldürülmesi gerektiği görüşünü
benimsemişlerdir. Malik ve ona katılan bazı Şafii hukukçular, bid'at propagandası
yapanın öldürülmesi görüşündedir.
Bu konunun asil
açıklanma yeri burası değildir. Çünkü muhtesibin, ölüm ve el kesme cezası verme
yetkisi yoktur.
Ta'zir'in bir çeşidi
de sürgün ve uzaklaştırmadır. Nitekim Ömer (r.a.) şarap içeni Hayber'e Sabig
b. Asel'i Basra'ya sürmüş, kadınların çılgına dönmesi yüzünden Nasr b.
Haccac'ı Basra'ya uzaklaşmıştır. [115]
İmam Malik'in meşhur
görüşüne, bazı konularda tartışmasız, bazılarında tartışmalı olarak İmam
Ahmed'e ve ayrıntısı tartışmalı olmakla birlikte İmam Şafii'nin bir görüsüne
göre, özel bazı konularda, mali ceza biçimindeki ta'zirler de meşrudur.
Nitekim, Rasulullah'm (s.a.v.) sünneti de bunu göstermektedir. Medine hareminde
avlanan kişiyi görenin bu avcıyı yağmalamasına izin vermiştir. Şarap kaplarının
kırılmasını ve fıçıların parçalanmasını emretmiştir. Yine Abdullah b. Ömer'e
usfur bitkisiyîe sarıya boyanmış iki elbisesini yakmasını emretmiştir.
Abdullah:
"Onları yıkayayım
mı?" diye sorunca, Rasulullah (s.a.v.):
"Hayır,
yakmalısın" cevabını vermişti.[116]
Rasulullah (s.a.v.)
Hayber savaşında ehli eşek eti bulunan kapların kırılmasını emretmiş, dökmek
için izin istediklerinde bu izni vermiştir. Tencerelerde eşek eti kaynadığını
görünce kırılmalarını ve içindekilerin dökülmesini emretmiştir.
"Etleri döküp de,
kaplan yıkasak (olmaz mı)?" şeklinde sorulunca,
"Yahut böyle
yapınız" cevabını vermiştir. [117] Bu,
her ikisinin de caiz olduğunu göstermekterdir. Çünkü bu şekilde ceza, vacip
kılınmamıştır.
Rasulullah (s.a.v.)
Mescidu'd-Dırar'ı yıktırmış, [118]
Musa, tanrılaştırman buzağıyı yaktırmıştır. Rasulullah (s.a.v.) koruma altında
bulunmayan yerden çalanın katıyla tazminat ödemesine hükmetmiştir. Ganimet
malından aşıranın elindeki bu düşmanı Öldüren kişiyi mahrum bıraktığı da
rivayet edilmiştir.
Ömer ve Ali, şarap
satılan yerin yakılmasını emretmişlerdir. Zekat ödemeyenin malının yarısı
alınmıştır. Osman,
imam mushafa aykırı
mushafları yakmıştır. Ömer, eskilerin (eskilerle ilgili) kitaplarını ve Sa'd b.
Ebi Vakkas'ın insanlardan uzaklaşmak istediğinde yapmış olduğu köşkü
yaktırmıştır. Bu iş için Muharnmed b. Mesleme'yi göndermiş ve yakmasını
emretmiştir. Muhammed b. Mesleme de gidip, köşkü yakmıştır.
Bütün bu olaylar
doğrudur ve ilim ehlince bilinmektedir, benzerleri de çoktur.
Mali cezaların
yürürlükten kaldırıldığını (nesh edildiğini) benimseyen ve bunu İmam Malik ile
İmam Ahmed adına belirtenler, her ikisinin mezhebini de yanlış anlamış demektir.
Hangi mezhep için olursa olsun, mutlak olarak belirtenler, delilsiz bir görüş
benimsemiş olurlar. Rasulul-lah'dan (s.a.v.) bütün mali cezalan haram kıldığını
belirten hiçbir haber gelmemiştir. Onun vefatından sonra da Hule-fa-i
Raşidin'in ve sahabenin büyüklerinin bunları benimsemesi, neshedilmeyip
yürürlükte (muhkem) olduğuna delildir.
Bütün bu örneklerin
çoğu, İmam Ahmed ile Malik ve onun mezhebine mensup olanlardan da
nakledilmiştir. Bazısı da kendisine hadis olarak ulaştığı ölçüde de İmam Şafii'nin
görüşüdür.
İmam Malik, İmam Ahmed
ve başkalarına göre, mali cezalar da bedeni cezalar gibi, İslam'a uygun ve
aykırı kısımlarına ayrılır, bu iki mezhep imamına göre mali cezalar
yürürlükten kaldırılmamıştır.
Mali cezaların
yürürlükten kaldırıldığını ileri sürenlerin ne Kur'an'dan, ne de sünnetten
neshe dair hiçbir delilleri yoktur. Yalnızca nesh iddialarmdan başka hiçbir
delilleri olmaksızın, sahih naslara ve sabit sünnete aykırı düşenlerin çoğunun
anlayışı böyledir. Nesh görüşünü benimseyenden delil istenince, hiçbir delil
bulamaz. Ancak, mensup olduğu grup, bazı nasları uygulamanın terkedilmesi
görüşünü benimser ya da bu naslarm uygulanmasının icma ile bırakıldığını
vehmeder, icma nesh delilidir. Kuşkusuz, icmaın sabit olması, yürürlükten
kaldırıldığına delil olur. Çünkü, ümmet herhangi bir hata üzerinde birleşmez.
Ancak, herhangi bir
nassın terkine dair hiçbir icma bilinmez, nassı ancak başka bir nas
kaldırabilir. Bu sebeple, icma bulunduğu iddiasıyla nasların neshini Öne
sürenlerin çoğunun bu iddiası araştırıldığında ileri sürdüğü bu icma'm sahih
olmadığı görülür, bilakis onun kastettiği bu konuda görüş ayrılığı
bilinmediğidir. Aynca, bunlardan bir kısmı, ilim ehlinin çoğunluğunun mensup
olduğu mezhep hukukçularına zıt görüştedir, kaldı ki bilginlerin görüşlerinden
habersizdir.
Aynı şekilde, Allah
hakkı olan şer'i vacipler, üç çeşittir:
1)
İbadetler: Namaz, zekat, oruç gibi,
2) Cezalar:
Belirlenmiş ya da sayı ve niteliği yönetcile-re bırakılmış olan cezalar.
3)
Kefaaretler.
Vacip çeşitlerinden
her biri bedeni, mali ve karma kısımlarına ayrılır.
Namaz ve oruç bedeni,
zekat mali, hac karma ibadettir.
Doyurma, mali; oruç,
bedeni; hedy olarak kurban kesme[119]
karma türünden keffarettir.
İdam etme ve el kesme,
bedeni; şarap kaplarının yok edilmesi, mali; koruma altında olmayan yerden
çalana dayak ve iki katını Ödetme, kafirlerle savaş ve mallarını alıkoyma,
karma cezadır.
Bunun yanısıra, bedeni
cezalar, hırsızın elinin kesilmesi gibi, bazan geçmişte yapılan bir işin
cezası, bazan da katilin öldürülmesi gibi gelecektekini önlemek maksadıyla
olur.[120]
Mali cezaların bir
kısmı, kötülüğün (münker'in) ortadan kaldırılması türüdendir. Bedeni cezalar
gibi, mali cezalar da itlaf, tağyir (değiştirme) ve başkasına temlik
kısımlarına ayrılır.
Kendilerine bağlı
olarak maddi ve şekil türünden mün-kerlerin bulunduğu yer de yok edilebilir.
Bu, itlaf türünden bir misli cezadır. Sözgelişi, şekilleri münker olduğundan
ma-, bud edinilen putların kendilerinin yok edilmesi caizdir. Şayet taş veya
ağaç vb. den olursa, kırılması ve yakılması caizdir. Aynı şekilde, tanbur gibi
eğlence aletlerinin yok edilmesi hukukçuların çoğunluğuna göre caizdir, bu
Malik'in ve iki rivayetin daha meşhurunda İmam Ahmed'in görüşüdür. Yine, şarap
kaplarının kırılması ve yakılması, şarap satılan dükkanların yakılması caizdir.
İmam Ahmed ve bazı Maliki ve diğer mezheplere mensup hukukçular bu
görüştedirler. Bu konuda, Ömer'den (r.a.) nakledilen, Ruveyşid es-Sakafi'nin
şarap satılan dükkanının yakılmasını emretmesi olayına dayanırlar. Ömer,
Ruveyşid'e:
"Sen Ruveyşid
(iyi örnek) değil, fuveysık (ahlakı bozuk) birisin" dedi. Aynı şekilde,
mü'minlerin emiri Ali de, Ebu Ubeyde ve başkalarının naklettiğine göre, şarap
satılan bir köyün yakılmasını emretmiştir. Çünkü, satışının yapıldığı yer,
tıpkı kaplar gibidir. Bu meşhur olanına göre İmam Ahmed'in, Malik'in ve
başkalarının görüşüdür.
Buna benzer örneklerden
birisi de, Ömer'in, sattığı süte su karıştıran adam gördüğünde, sütünü dökmesi
olayıdır. Ömer'den sabit olmuştur. Aynı esası benimseyen bir grup hukukçu da bu
şekilde fetva vermiştir. Çünkü, Rasululah'dan (s.a.v.) içmek için değil, satmak
için süte su karıştırmayı yasakladığı rivayet edilir. Zira karıştırıldığında
alıcı, sütü sudan ayıramayacağından Ömer onu ortadan kaldırdı.
Bu esası benimseyen
bir grup hukukçunun, kalitesiz dokunan elbiselerin parçalanmasının ve
yakılmasının caiz olması gibi, imalatı kanşık malların yok edilmesinin caiz olduğuna
fetva vermeleri de buna benzer.
İşte bu sebeple, İbni
Zubeyr'in sırtında, ipekten bir elbiseyi gören Ömer, bu elbiseyi yırttı. Bunun
üzerine ez-Zubeyr, "Çocuğu korkuttun" deyince Ömer (r.a.):
"Onlara ipek
giydirmeyin" cevabını verdi. Abdullah b. Ömer'in, Rasulullah'ın (s.a.v.)
emriyle sarıya boyanmış (mu'asfer) elbisesini yakması da böyledir. Bedendeki
suç işleyen yerin yok edilmesi de bu şekildedir; sözgelişi, hırsızın eli,
isyancının eli ve ayağı kesilir. Telef edilme konusunda, kötülüğü yaptığı
beden parçasının yok edilmesi, bu kötülüğü yeniden yapmasından bir
alıkoymadır. Münker'in itlafı mutlak olarak gerekli değildir, bilakis ilgili
kısımda bir bozguncu unsur olmayınca, Allah rızası için ya da tasad-duk
edilerek bırakılması caizdir. Nitekim, bir grup bilgin bu esasa göre, ekmek,
yemek ve kızartmanın, pişmemişleri gibi olduğuna fetva vermişlerdir.
Kalitesiziyle karıştırılan ve alıcıya kaliteli vb. gösterilen karışık (hileli)
yemek gibi yoksullara tasadduk edilir, çünkü bu da yok edilmesi yollarından
biridir.
Madem ki Ömer, satışa
arzedilen su ile karıştırılmış sütü itlaf etmiştir, öyleyse bunun tasadduk
edilmesi evleviyet-le caizdir. Çünkü böylelikle hilekarı cezalandırılması ve
tekrarlamaktan ahkonması gerçekleşir, yoksulların bundan yararlanması
itlafından daha faydalıdır. Ömer, verdiği maaşlarla (ata) onları muhtaç
bırakmadığından dolayı bu malı yok etmiştir. Medine'de yoksul ya çok azdı, ya
da hiç yoktu. Bu yüzden bir grup bilgin, bunun tasadduk edilmesine izin
vermiş, itlafını ise mekruh görmüşlerdir.
Müdevvene'de Malik b.
Enes'ten şöyle bir nakil vardır:
"Ömer, hileli
sütü, sahibini cezalandırmak (te'dib) için yere dökerdi." İbnu'l-Kasım'ın
rivayetine göre, Malik, bunu mekruh, tasadduk edilmesini uygun görmüştür.
Az karşılığında
tasadduk edilmesi konusunda bilginlerin iki görüşü vardır.
Eşheb, Malik'ten, mali
cezaları kabul etmediğim ve "Birini öldürse bile, hiçbir günah insanın
malını helal kılmaz" dediğini rivayet eder. Ancak birinci görüşü daha
meşhurdur. Hileli sütün tasadduk edilmesini iyi görmüştür. Bunda, telef etmek
suretiyle hilekann cezalandırılması, kendilerine verilmesiyle yoksulların
yararı sözkonusudur. Malik'e:
"Za'feran, misk
gibi mi?" diye sorulunca, "Buna ne kadar da benzer! Ona hile katınca
tıpkı sütun durumu gibi olur" cevabını verdi. İbnu'l-Kasım şöyle demiştir:
"Bu, azında
sözkonusudur. Çok olması durumunda, geçerli görmüyorum. Sahibinin
cezalandırılması gerekir. Çünkü bu konuda çok mal gider. Sadaka olarak dağıtmayı,
çok karşılığında benimsemiş olmalıdır." Bilginlerden (şuyuh) biri şöyle
der:
"İmam Malik'in
görüşüne göre, bu çok olsun, az olsun farksızdır. Çünkü o, za'feran, süt ve
miski, azını ve çoğunu eşit tutmuştur."
Îbnu'l-Kasım buna
karşı çıkmış ve yalnızca az olanda tasadduk görüşünü benimsemiştir.
Bu hükümler, malına
bizzat kendisi hile karıştıranlar için geçerlidir. Yanında, bizzat kendisinin
hile katmayıp, satırTalma, hibe veya miras yoluyla ele geçirdiği hileli mal bulunan
kimsenin malından hiçbir şey tasadduk edilmeyeceği tartışmasızdır.
Hileli elbisenin telef
edilmesine fetva verenlerden birisi de İbnu'l-Kattan'dır. İyi dokunmamış
yorganlar hakkında "ateşte yakılır" demiştir.
İbn Attab ise, bunlar
hakkında, tasadduk edilmesini fetvasını vermiş ve "İmalatçılarına
gidilip, yaptıklarına son vermediklerinde parçalara ayrılır ve yoksullara
verilir" demiş, hileli ekmeğin yoksullara dağıtılması fetvasını da
vermiştir.
İbnu'l-Kattan bu
görüşüne karşı çıkarak, "Bu müslü-man birinin malı hakkında ancak izniyle
helai olabilir" demiştir.
Kadı Ebu'l-Asbağ şöyle
diyor:
"Bu cevabı
tutarsız ve sözü çelişkilidir. Çünkü, yorganların ateşte yakılacağı şeklindeki
cevabı, bu ekmeğin yoksullara verilmesinden daha kötüdür. İbn Attab bu konudaki
esasında daha sağlam ve sözüne daha uylur durumundadır."
Veliyyuiemr, hilekann
sadaka veya itlafla cezalandırılmasını uygun görmediğinde, ya hileyi ortadan
kaldırarak ya da hileli olduğunu bilene satmasını ve başka birini aldatmamasını
sağlayarak bu aldatmayla insanlara bir zarar gelmesini engellemelidir.
Abdülmelik b. Habib
şöyle diyor: Mutarraf ve İbn'l-Macişun'a, 'Eşheb'in rivayetine göre:
"Hileli malı
tasadduk etmemiz yasaklandığına göre, hile yapan veya eksik tartan hakkında
sizce doğrusu nedir?" diye sordum. Buna:
"Dayak ve hapis,
çarşıdan sürgün gibi, cezalar verilir. Ekmeğin ve sütün artanı ya da miskin ve
za'feramn hile yapılanı dağıtılmaz ve yağma edilmez" cevabını
verdiler."
Abdülmelik b. Habib
sözlerine şunları ekliyor:
"İmam hileli malı
sahibine iade etmez. Hile yapmayacağına güven duyduğu bir yed-i emini onun
adına satışla görevlendirir. Çoğaldığı takdirde ekmekleri kırar ve sahibine
teslim eder. Hileli bal, tereyağ ve süt, satıcı adına isteklilere satılır ve
alıcıya hile bulunduğu açıkça söylenir. Hile karıştırılan ticari mallarla
ilgili uygulama (amel) işte bu şekildedir. Maliki mezhebine mensup veya diğer
hukukçulardan konuyu açıklamasını istediğim açıklama şekli de budur." [121]
Münker'lerin şeklini
değiştirmeye gelince, Ebu Davud'un Abdullah b. Ömer'den Rasulullah'ın (s.a.v.)
müslü-manlar arasında tedavülde olan sikkelerin zaruret olmadıkça kırılmasını
(bozmayı) yasakladığım rivayet ettiği olay buna örnektir.[122]
Şayet dirhem ya da dinarlarla ilgili olarak zaruret varsa bozulabilirler.
Şekil değişikliğinin
başka bir örneği yere serili olmadığında canlı veya diğer resimlerin
değiştirilmesidir. Ebu Hurey-re'nin rivayet etitği hadis, bununla ilgilidir:
Cibril bana geldi ve şöyle dedi:
"Dün gecce sana
geldim. Eve girmeme engel olan; içerideki bir adam heykeli, resimler bulunan
bir perde ve bir köpekti. Evdeki heykelin kafasının koparılıp ağaç gibi olmasını;
perdenin kesilip yere serilen iki yastık yapılmasını ve köpeğin çıkarılmasını
emret." Rasulullah (s.a.v.) bu dediklerini aynen yaptı. [123]
Ayn (madde) veya haram
bir bileşimin ortadan kaldırılması konusu, müslümanlar arasında ittifakla
kabul edilmiştir. Sözgelişi, müslüman bir kişideki şarabın dökülmesi, eğlence
aletlerinin parçalanması, resimli şekillerin değiştirilmesi böyledir. Ne var
ki, içindeki nesneye bağlı olarak bulunduğu yerin yok edilmesinin caiz olup
olmaması tartışmalıdır. Doğrusu, Kur'an, Sünnet ve Selefin icmaının da
gösterdiği gibi caiz olduğudur. Bu, İmam Malik'in açık İmam Ahmed'in ve
başkalarının da görüşüdür. Doğrusu, yiyecek ya da içecek türünden her eşit
sarhoş edici nesnenin haram olduğudur. Bit[124]
mizr, [125]haşhaş vb. de aym şekilde
haram çerçevesine girer. [126]
Mala sahip kılma
(temlik) türünden mali cezaya gelince, bunun dayanağı Ebu Davud ve diğer Sünen
sahiplerinin Rasulullah'dan (s.a.v.) devşirilmezden önce daldaki meyva-yı
çalana, ağıla dönmezden önce sürüden çalana, te'dib (ibret) dayağı ve katıyla
tazminat gerekeceği rivayetidir.14 Ömer de yitik deveyi gizleme hakkında,
katıyla tazminat ödenmesi hükmünü vermiştir. İmam Ahmed ve başka bazılarından
bir grup bilgin bütün bunları benimsemiştir. Ömer ve başkaları, aç kölelerin
aldığı bir bedeviye ait deve hakkında katıyla tazminat ve tazminatı
efendilerine Ödetip, kölelerden el kesme cezasını düşürmüştür.
Osman (r.a.),
ta'ammüden bir zimmiyi öldüren müslümana diyeti iki kat Ödetmiştir. Çünkü,
zimminin diyeti, müslüman diyetinin yansıdır, Ahmed b. Hanbel de bu görüşü benimsemiştir. [127]
Sevap ve ceza,
Allah'ın takdirinde ve şeriatinde yapılan iş cinsinden olurlar. Çünkü bu, ilahi
adalettendir.
Yüce Allah (c.c.)
şöyle buyurur:
"Bir iyiliği
açığa vurur veya gizler yahut bir kötülüğü affederseniz, bilin ki Allah da
affedicidir, güçlü olandır." (Nisa:
4/149)
"Affetsinler,
geçsinler, Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?" (Nur: 24/22)
Rasulullah (s.a.v.)'de
şöyle buyurur:
"Merhamet etmeyen
merhamet olunmaz.[128]
"Allah tektir,
teki sever. [129]
"Allah, güzeldir,
güzeli sever. [130]
"Allah temizdir,
ancak temizi kabul eder. [131]
"Allah temizdir,
temizliği sever. [132]
Bu sebeple, hırsızın
elinin, isyankarın elinin ve ayağının kesilmesi, kan, mal ve zarar vermede
(yaralamada) kısas hükmü getirilmiştir.
Şayet cezanın suç
cinsinden olması imkanı varsa, imkan ölçüsünde meşru olan budur. Ömer'den
yalancı şahidi, eşeğe ters bindirip, yüzüne kara sürmeyi emrettiği rivayet edilir.
Çünkü o, doğru sözü ters yüz ettiğinden, yüzü de tersine çevrilir, yüzünü yalanla
karaladığından yüzüne kara sürülür.
İmam Ahmed'e bağlı
veya başka hukukçulardan bir grup bilgin, yalancı şahidin ta'ziri hakkında bu
cezayı benimsemiştir.
Bu sebeple, Yüce Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
"Bu dünyada kalbi
kör olan, ahirette de kör ve daha şaşkındır. (İsra: 17/72)
"Benim kitabımdan
yüzçeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör
olarak hasrederiz. O zaman: "Rabbim! Beni niçin kör olarak hasrettin,
oysa ben gören bir kimseydim" der. Allah 'Böyledir, ayetlerimiz sana
gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de böylece unutulursun der."
(Ta-ha: 20/124-126)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Zorbalar ve
kibirliler, insanların ayaklarıyla çiğnediği tozlar biçimindedirler.[133]
Çünkü, onlar Allah'ın
kullarını hoş görünce, Allah da onları kullarına hor göstermiştir. Aynı
şekilde Allah için tevazu göstereni Allah yüceltir, kullan ona karşı mütevazi
kılar.
Yüce Allah, bizi ve
mü'min kardeşlerimizi ıslah etsin, sevdiği ve hoşnut olduğu söz ve işlerde bizi
ve diğer mü'min kardeşlerimizi başarılı kılsın! Alemlerin Rabbı Allah'a hamd,
efendimiz Muhammed (s.a.v.) ailesi ve ashabına salat olsun. [134]
İyiliği emretme ve
kötülükten alıkoyma, Yüce Allah'ın kendisi sebebiyle kitaplarını indirdiği ve
peygamberlerini gönderdiği dini bir esastır.
Allah'ın bildirmesi
(risaletullah), haber verme (ihbar) ya da istek (inşa) biçiminde olur. Haber
verme; tevhid ve va'd ile va'idi[135] de
içeren kıssalar gibi kendinden ve yaratıklardan söz ederek olur. İstek ise;
emretme yasaklama ve serbest bırakma şeklindedir.
Bu "kıssa",
"tevhid" ve "emir" gibi temel konulara ayrılan Kur'an'in
"tevhid" bölümünü içermesi dolayısıyla, Rasulullah'ın (s.a.v.):
"İhlas suresi
Kur'an'ın üçte biridir[136]
hadisindeki ve Yüce Allah'ın Rasulullah'ın (s.a.v.) özelliklerini belirttiği:
"O peygamber,
onlara iyi olanı emreder ve fenalıktan meneder, temiz şeyle i helal, murdar şeyleri
haram kılar..."
(A'raf: 7/157) buyruğundaki taksimi gibidir. Yüce Allah'ın bu ayeti,
Rasullullah'ın (s.a.v.), peygamberliğinin kelamını açıklar. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)
kendisinin diliyle Allah'ın her iyiyi emrettiği, her kötülüğü yasakladığı, her
temizi helal ve her pis şeyi haram kıldığı kimsedir. Bu sebeple, Rasulullah'ın
(s.a.v.):
"Ben ahlaki
yücelikleri tamamlamak için gönderildim[137]
buyurduğu rivayet edilir.
Buhari ve Müslim'in
ittifak ettiğibir hadisinde Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Ben ve diğer
peygamberler, bir ev yapıp, onu tamamlayan ve mükemmel yapan, ama bir kerpiç
kadar boşluk bırakan adama benzeriz. İnsanlar bu evi gezerek güzelliğine hayran
kalırlar ve 'keşke bu kerpiç boşluğu olmasaydı' derler. İşte ben, (binayı
tamamlayan) bu kerpiç yerindeyim. [138]
buyurduğu rivayet edilir.
Rasulullah (s.a.v.)
sayesinde, her iyiyi emretmeyi, her kötülükten alıkoymayı, her temizi helal ve
her pis şeyi haram kılmayı içeren Allah'ın dini tamamlanmış oldu. Kendisinden
önceki peygamberler ise, milletlerine bazı temiz şeyleri haram kılardı.
Nitekim Yüce Allah:
"Tevrat'ın
indirilmesinden önce İsrail'in (Ya'kub peygamberin) kendilerine haram
ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğuIIarına helal idi."
(Al-i İmran: 3/93)
Pis şeylerin haram
kılınması, kötülüğün yasaklanması; temiz şeylerin helal kılınması ise,
iyiliğin emredilmesi çerçevesine girer. Zira, temiz şeylerin haram kılınması,
Allah'ın yasakladığı bir durumdur.
Bütün iyilikleri emretme
ve her kötülüğü yasaklama, Allah'ın kendisi sayesinde iyilik çerçevesine giren
ahlaki yüçelikleri tamamladığı peygamaberle ancak kemale eren durumlardır.
Yüce Allah:
"Bugün size
dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için
İslam'ı beğendim." buyurur. (Maide: 5/3)
Allah bizim için dini
bütünlemiş, bize olan nimetini tamarnlamış ve din olarak îslam'i beğenmiştir. [139]
Yüce Allah, bu ümmeti
de peygamberi gibi nitelendirmiştir:
"Siz insanlar
için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, fenalıktan alıkoyan ve Allah'a inanan
hayırlı bir ümmetsizin... (Al-i İmran: 3/110)
"Mü'min erkekler
ve mü'm in kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiliği emreder, kötülükten
alıkoyarlar"
(Tevbe: 9/71)
Bu sebeple, Ebu
Hureyre şöyle demiştir:
"Siz insanlar
için, insanların en hayırlısısınız. Onları (imana çağırarak) kelepçe (pranga)
ve zincirlerle getirip cennete sokuyorsunuz."
Yüce Allah, bu ümmetin
insanlar için en hayırlı ümmet olduğunu, onlara en yararlı ve iyiliklerle dolu
bulunduğunu açıklamıştır. Çünkü bu ümmet, insanlara iyiliği emretme ve onları
kötülükten alıkoyma emrini, herkese her iyiyi emrederek ve herkesi de her
kötülükten alıkoyarak yerine getirmek suretiyle nitelik ve sayı açısından
gerçekleştirmiştir. Bunu, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad ederek
yapmıştır.. İşte bu durum, insanlar için en iyi yarardır. Oysa, diğer
ümmetler, herkese her iyiyi emretmemiş ve herkesi her kötülükten
alıkoymamıştır, bu uğurda savaş etmemişlerdir, hatta hiç savaşmayanları da
vardır. Savaş yapanlarım sözgelişi îsrailoğullarının çoğu savaşmaları, tıpkı
saldırgan ve zalimle savaşıldığı gibi, düşmanlarını yurtlarından çıkarmak
içindir, imana davet ya da onlara iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymak maksadıyla
değildir. Nitekim, Musa (a.s.) kavmine şöyle demiştir:
"Ey milletim!
Allah'ın size yazdığı kutsal yere girin, ardınıza dönmeyin, yoksa kaybedenler
olarak dönersiniz demiştir. (Ey Musa! Orada zorba bir millet vardır onlar
oradan çıkmadıkça biz oraya giremeyeceğiz, eğer çıkarlarsa biz de gireriz'
demişlerdi. Korkanlar arasında bulunan, Allah'ın nimete erdirdiği iki adam,
'Üstlerine iki kapıdan yürüyün, oradan girerseniz, şüphesiz galip gelirsiniz,
eğer inanıyorsanız Allah'a güvenin' demişlerdi. 'Ey Musa! Onlar orada oldukça
biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz burada
oturacağız' demişlerdi. (Maide": 5/21-24)
Yüce Allah şöyle
buyurur:
"Musa'dan sonra
îsrailoğullarının Heri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerinden birine, 'Bize
bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım' demişlerdi. 'Ya savaş size
farz kılındığında gitmeyecek olursanız?' demişti. 'Memleketimizden ve
çocuklarımızdan uzaklaştırıldığımıza göre, niye Allah yolunda savaşmayalım?"
demişlerdi. Ama savaş onlara farz kılınınca, az bir kısmı müstesna yüz
çevirdiler. Allah zalimleri bilir."
(Bakara: 2/246)
Savaşmanın
gerekçesini, yurtlarından ve çocuklarından sürülmeleri olarak gördüler. Bununla
birlikte, bu emredil diklerinden kaçınıyorlardı.
Bilindiği gibi bizden
önceki mü'min ümmetlerin en büyüğü -Sahihayn'da, sahih olduğunda ittifak
edilen hadiste ifade edildiği gibi- İsrailoğullarıdir: Bir gün Rasulullah
(s.a.v.) yanımıza geldi ve şöyle dedi: "Bana bütün ümmetler gösterildi.
Yanında bir kişi bulunan bir peygamber, yanında iki kişi bulunan bir peygamber,
yanında bir grup bulunan bir peygamber ve yanında kimse bulunmayan bir
peygamber geçti. Derken bana uzaktan bir karaltı gösterildi. Ben onları ümmetim
zannetmiştim. Bana:
"Bu Musa (a.s.)
ve kavmidir; Sen ufka doğru bak" denildi. Ben hemen baktım. Bir de ne
göreyim! Büyük bir karaltı. Bana tekrar:
"Diğer ufka doğru
bak" denildi. Yine muazzam bir karaltı gördüm. Buna:
"Bu senin
ümmetindir! Bunlarla beraber yetmişbin kişi hesapsız ve azapsız olarak cennete
girecektir" denildi.
Rasulullah (s.a.v.) bu
hitabesinden sonra kalktı ve evine girdi. Bunun ardından insanlar, hesapsız ve
azapsız olarak cennete girecek olan (bu kimseler'in vasıflan) hakkında
münazaraya daldılar. Bazısı:
"Belki bunlar
Rasulullah'a (s.a.v.) arkadaşlık yapmışlardır" dedi. Bazıları da:
"Belki onlar
İslam içinde doğanlar ve Allah'a şik koşmayanlardır" dediler. Bu şekilde
bir çok sözler söylediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) onların yanına
çıkageldi.
"Neyi
tartışıyorsunuz?" diye sordu. Kendisine tartıştıkları konuyu haber
verdiler. Rasulullah:
"Cennete hesapsız
girecek mü'minler, efsun yapmayanlar, efsun yaptırmayanlar, uğursuzluğa
inanmayanlar ve Allah'a güvenenlerdir." buyurdu. Bunun üzerine Uk-kaşe b.
Mıhsan ayağa kalkıp:
"Beni de onlardan
kılması için Allah'a dua ediver" dedi. Rasulullah (s.a.v.):
"Sen
onlardansın" buyurdu. Bunun ardından başka biri kalktı ve yine:
"Beni de onlardan
kılması için Allah'a dua eyle" dedi. Rasulullah (s.a.v.):
"Bu hususta
Ukkaşe senden öne geçti" buyurdu.[140]
Bu sebeple, bu ümmetin
içmaı, delil olmuştur. Çünkü Yüce Allah, onların her iyiliği emrettiğini ve
her kötülükten alıkoyduğunu haber vermiştir. Şayet bir haramın mubah olması,
bir vacibin düşürülmesi, bir helalin haram kılınması veya Allah ya da
insanlarla ilgili olarak batıl biçimde haber verme konusunda ittifak
etseydiler, kötülüğü emretmek ve -güzel söz, iyi iş gibi- iyilikten
alıkoymakla niteleneceklerdi. Bilakis ayet, ümmetin emretmediğinin iyilik,
alıkoymadığının da kötülük olamayacağını içerir. Her iyiliği emrettiğine ve
her kötülükten alıkoyduğuna göre, hepsinin birden kötülüğü emretmesi ya da
hepsinin birden iyilikten alıkoyması nasıl mümkün olabilir?
Bu ümmetin iyiliği
emrettiğini, kötülükten alıkoyduğunu haber verirken Yüce Allah bu görevi
onlara farz-ı kifa-ye olarak yüklemiştir:
"Sizden iyiyi
çağıran, doğruluğu emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte
başarıya erişenler yalnız onlardır. (Al-i İmran: 3/104)
Yüce Allah iyiliği
emretmenin ve kötülükten alıkoymanın bu ümmetin bütünü tarafından
gerçekleştirildiğini haber verdiğine göre, iyiliği emredenlerin ve kötülükten
alıkoyanların bu durumlarının dünyadaki her mükellefe ulaşması şart değildir.
Çünkü bu, peygamberliğin tebliği şartı bile değilken onun çerçevesine giren
bir konuda nasıl şart koşula-bilir? Bilakis şart olan, mükelleflerin iyilik ve
kötülük konusunda kendilerinin bilgi edinmeleridir. Şayet bu konuda kusurlu
davranıp, yapan kişi üzerine düşeni yaparken bunları Öğrenemezlerse, kusurun
sorumluluğu kendilerine ait olur.
Aynı şekilde, iyiliği
emretmek ve kötülükten alıkoymak, her müslümana tek tek görev değildir.
Bilakis -Kur'an'm da gösterdiği gibi- farz-ı kifayedir. Cihad bunun
tamamlayıcısı olduğuna göre, cihadın kendisi de farz-ı ki-faye olur. Görevi
yerine getirmesi gereken bunu yapmadığında, her gücü yeten kendi gücü oranında
günahkar olur. Çünkü o, her insana gücü oranında görevdir.
Nitekim Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurur:
"Sizden bir kötülük
gören, onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da
gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu sonuncusu imanın en zayıfıdır.[141]
Böyle olunca, iyiliği
emretmek, kötülükten alıkoymak ve bunun cihatla tamamlanmasının emredildiğimiz
en büyük iyilik olduğu anlaşılır. Bunun için "İyiliği emretmen ve
ko-.tülükten alıkoyman, kötülükle olmamalıdır" denilmiştir.
İyiliği emretmek ve
kötülükten alıkoymak, vacip ve müstehapların en yücelerinden olduğuna göre,
vacip ve müstehaplarda yararın zarardan üstün olması gerekir. Çünkü,
peygamberler bu sebeple gönderilmiş ve kitaplar bu sebeple indirilmiştir. Allah
kötülüğü (fesadı) sevmez. Bilakis, Allah'ın her emrettiği yarardır. Yüce Allah
Kur'an'ın bir çok yerinde yararlıyı ve yararlı iş yapanları, iman edip iyi
işler yapanları övmüş, kötüleri de kınamıştır. Emretme ve alıkoymanın zararı
yararından üstün olursa, bir vacip terkedilmiş ve haram işlenmiş olsa bile,
böylesi Allah'ın emrettiğinden olamaz. Çünkü mü'minin, kulları konusunda
Allah'tan sakınması
gerekir, onları hidayete erdirmek mü'minin görevi değildir. Yüce Allah'ın:
"Ey inananlar!
Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zara
veremez..." (Maide: 5/105) buyruğu bunu ifade eder. Doğru yolda olma,
ancak vacibin yerine getirilmesiyle tamam olur.
Müslüman, diğer
vacipleri yaptığı gibi, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama vacibini de
yerine getirirse, sapıkların sapması ona zarar vermez.
Bu, bazan kalb, bazan
dil ve bazan da el ile olur.
Kalb ile, her durumda
yapılması gerekir. Çünkü bunda, bir zarar sözkonusu değildir. Bunu yapmayan,
mü'min olamaz. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"...Bu ise,
imanın en aşağı veya en zayıfıdır.[142]
"Bunun ötesinde
hardal tanesi kadar iman yoktur. [143]
İbnMes'ud(r.a.):
"Yaşayan ölü kimdir?"
diye sorulunca:
"İyiliği bilmeyen
ve kötülükten alıkoymayandır" cevabını vermiştir. İşte böylesi, Huzeyfe
b. el-Yeman'ın rivayet ettiği hadiste geçen fitneye düşen kimsedir. [144]
Bu noktada,
insanlardan iki grup hata etmektedir:
a) Birinci
grup, aşağıdaki ayeti tevil ederek iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymakla
ilgili görevlerini bırakır. Nitekim Ebubekir (r.a.) bir hutbesinde şunları
söyledi:
"Sizler 'Siz
kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar
vermez." (Maide:
5/105) ayetini okuyor fakat onu, ifade ettiğiı anlam dışında başka bir yöne
yorumluyorsunuz. Ben, Rasulullah'in (s.a.v.):
"İnsanlar
kötülüğü görür de onu değiştirmezlerse, neredeyse Yüce Allah bu yüzden azabı
onlara umumi kılar (bütün insanları azaba uğratması pek yakındır).[145] buyurduğunu
işittim."
b) îkinci
gruptakiler, Ebu Sa'lebe el-Huşeni'nin rivayet ettiği hadiste geçtiği gibi,
diliyle ya da eliyle bilgisizce, yumuşaklık göstermeksizin (hilm), sabırsızca
ve yararlıyla zararlıyı, güç yetirdiğiyle yetiremediği düşünmeksizin mutlak
olarak iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak isteyenlerdir.
Ebu Sa'lebe el-Huseni:
"Ben bu ayeti
(Maide: 5/105), Rasulullah'a (s.a.v.) sordum, şöyle buyurdu demektedir:
"Birbirinize
iyiliği emredin, kötülükten de alıkoyun. (insanlarda) boyun eğilen cimrilik,
uyulan arzular, tercih edilen dünyalık, herkesin kendi görüşünü beğenmesini ve
güç yetiremediği bir durum gördüğünde, kendine bak, başkalarını bırak. Çünkü,
senden sonra öyle günler gelecek ki, bu günlerde sabretmek, ateş parçasını
elinde tutmak gibidir. Bu günlerde (iyi) iş yapana, aynı işi yapan elli adamın
sevabı vardır. [146]
Bu gruptakiler,
sınırını aştığı halde, bu konuda Allah'la ve peygamberine itaat ettiğine
inanarak iyiliği emreder ve kötülükten alıkoy ar. Nitekim, zaruri yararından
(kötülüğü iyiliğinden) daha fazla olduğu halde, yerine getirdiği iyiliği
emretme, kötülükten alıkoyma ve bu yolda cihad etmede hata eden Havaric,
Mu'tezile, Rafıziler vb. bid'at ve neva ehlinin pek çoğu bu şekilde hareket
ederler. [147]
Bu sebeple, Rasulullah
(s.a.v.) imamların (devlet başkanlarının) zulmüne sabretmeyi emretmiş, namazı
kıldıkları sürece onlara savaş açmayı yasaklamıştır:
"Benden sonra
istibdat ve hoşlanmayacağınız işler göreceksiniz." Bunun üzerine
etrafındakiler,
"Bize ne
emredersin?" diye sorduklarında:
"Haklarını verin,
kendi hakkınızı da (alamadığınız zaman) Allah'tan isteyin" cevabını verdi.[148]
Bu konuyu başka bir
eserimizde genişçe ele aldık.
Bu sebeple, cemaate
bağlanmak, imamlara karşı ve ayrıca fitne zamanında savaşmamak, ehl-i sünnet
ve'I-cema-at'ın esaslarından olmuştur.
Mq'tezile dini
esaslarını beş tane olarak belirlemiştir:
1) Tevhid:
Allah'ın sıfatlarını kabul etmemektir.
2) Adi:
Kaderi reddetmektir.
3) el-Menzile
beyne'l-Menzileteyn. [149]
4)
Günahkarın cezalandırılmasının Allah'a vacip olması.
5) İmamlara
karşı savaşmayı da içeren iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma.
İmamlara karşı savaşma
konusunu, başka bir eserimde ele aldım. [150]
Konunun özü, genel
kuralın kapsamına girer: "Yararlar ve zararlar, iyilikler ve kötülükler
çatıştığında ya da karıştığında yarar ve zararların yarıştığı ve çatıştığı
konuda daha üstün olanın tercih edilmesi gerekir. Çünkü, iyiliği emretme ve.
kötülükten alıkoyma konusunda her ne kadar bir yararın sağlanmasını ve bir
zararın kaldırılmasını içeriyorsa da-, çatışana bakılır. Şayet yararlardan
kaçırılan ya da zararlardan sağlanan daha fazla ise, bu emredilen olamaz, bilakis
zararı yararından daha fazlaysa haram olur. Ne var ki yararların ve zararların
miktarları şeriat ölçüsüne vurulur. İnsan naslara uyabildiğinde, onlardan
vazgeçemez; böyle olmazsa, eşhab ve neza'ir[151]
bilgisine dayanarak kendi içtihadını ortaya koyar. Nasları veya onların
hükümlere delaleti (yorumu) yollarını bilenlerin naslar tarafından aciz bırakılması
pek azdır."
Buna göre, her ikisini
birden yaparak ya da bırakarak bir iyilik ile bir kötülüğü ikisini ayıramayacak
biçimde birleştiren bir kişi veya grubun, iyiliği emretmesi ve kötülükten
alıkoyması caiz değildir, -daha az zazari içerse de- onu emreder. Daha fazla
bir yararın ortadan kaldırılmasını içeren bir kötülükten alıkoyamaz, böyle bir
alıkoyma Allah yolundan çevirme, Allah'a ve peygamberine itaatten ve iyilikleri
yapmanın ortadan kaldırılmasına çalışma olur. Şayet kötülük daha fazlaysa
-daha az bir yararın kaldırılmasını içerse bile- bu kötülükten alıkoymak
gerekir. Kendisinden daha fazla kötülük bulunan bir iyinin emredilmesi;
kötünün em-redümesi ve Allah'a ve peygamberine isyan konusunda çalışma olur.
Şayet iyilik ve kötülük eşit durumda olurlarsa, ne emredilirler, ne de
alıkonurlar. Bazan iyiyi emretmek, ba-zan kötüden alıkoymak daha yararlı olur,
bazan da iyi ve kötünün eşdeğerde olması durumunda ne emretmek, ne de
alıkoymak yararlı olmaz ki bu belirli olaylarda söz konusudur.
Çerçeve olarak ele
alındığında, iyilik mutlak olarak emredilir, kötülükten de mutlak olarak
alıkonur. Yapan bir tek kişi veya grup, iyisiyle emredilir, kötülükten alıkonur,
iyiyi yapan övülür, kötüyü yapan kınanır. Bir iyinin emredilmesi, daha
fazlasının kaybını veya daha fazla bir kötülüğün sağlanmasını içeremez. Aynı
şekilde, kötülükten alıkoyma da, daha kötüsünün sağlanmasını veya daha üstün
bir iyinin ortadan kaldırılmasını içeremez. Durum karıştığında, mü'min, gerçek
belirinceye kadar araştırmasını sürdürür; bir taate ancak bilerek ve niyet
ederek girişir, bunu terkederse isyankar olur. Vacip işin terkedilmesi de,
yasaklanan işin yapılması da isyandır (ma'siyet). Bu son derece geniş bir konudur.
Rasulullah'ın (s.a.v.)
yardımcıları (avanesi) bulunan münafıkların ve fücur ehlinin liderlerinden
Abdullah b. Ubeyy ve benzerlerini kabul etmesi bu konuya girer. Çünkü,
kötülüğünün aynı türden bir cezayla ortadan kaldırılması, kavminin öfkelenmesi
ve taassubu, Muhammed'in çevresindeki arkadaşlarını öldürdüğünü duyduklarında
insanlara nefret etmesi gibi daha üstün bir iyinin ortadan kaldırılmasını
gerektirebilirdi. İşte bu yüzden, ifk olayında,[152] bir
konuşma yapmasını istediklerinde Rasulullah (s.a.v.) yaptığı konuşmada mazur
görülmesini istemiştir. Bu konuşmasından sonra Sa'd b. Mu'az, Rasulullah'ı
(s.a.v.) desteklediğini söylemiş, kuvvetli imanına rağmen Sa'd b. Ubade kabile
taassubuna kapılmıştır.[153]
Bunun aslı, insanın
iyi sevmesinin, nefretinin, istek ve hoşnutsuzluğunun Allah'ın sevgisine,
nefretine, istek ve hoşnutsuzluğuna uygun olmasıdır; aynı şekilde, sevdiğini
yapmasının ve hoşlanmadığını bırakmasının gücü ve kudreti oranında olmasıdır.
Çünkü Yüce Allah, herkese ancak gücü ölçüsünde teklifte bulunur. Yüce Allah
(c.c.) şöyle buyurmuştur: [154]
(Tegabun: 64/16)
Kalben sevmek, nefret
etmek, istek ve hoşlanmaya gelince, bunlar tam ve kesin olmalıdır. Bunun
eksikliğini sadece iman eksikliği ortaya çıkarır. Bedenin fiili ise gücü ölçüsünde
olur.
Kalbin isteiği ve
hoşnutsuzluğu tam ve eksiksiz, onun yanında kulun fiili de gücü oranında
olursa, -başka bir eserimizde açıkladığımız gibi- tam yapanın sevabını alır.
Çünkü, insanlardan bazısının sevgi ve nefreti, istek ve hoşnutsuzluğu, Allah
ve peygamberi için sevgi, Allah ve peygamberi için nefret oranında değil,
nefsinin sevgisi ve nefreti oranındadır. Oysa bu, heva (nefis arzusu)
türündendir. İnsan bu yola giderse, hevasına uymuş olur.
"...Allah'tan bir
yol bir gösterici olmadan hevasına uyandan daha sapık kim vardır?" (Kasas:
28/50)
Çünkü nefsi arzunun
(heva) temeli, nefis sevgisidir. Bunu nefret ve nefis arzusu izler. Nefisteki
bu sevgi ye nefret, kontrol altında tutulamayacağından kınanmaz. Kınanacak olan
bunun emrine girmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"Ey Davud! Seni
şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet,
hevese uyma yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır. (S'ad: 38/26)
"Allah'tan bir
yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?" (Kasas:
28/50)
Rasulullah'da (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
"Üç şey
kurtarıcıdır:
1) Gizlide
ve açıkta Allah korkusu,
2)
Yoksullukta ve zenginlikte iktisat,
3)
Öfkeliyken ve hoşnutken doğruyu söylemek. Üç şey de yok edicidir:
1) Emrine
girilen cimrilik,
2) Uyulan
arzu,
3) Kişinin
kendisini beğenmesi.[155]
Sevilen ve nefret
edilen bulunması durumunda, sevgi ve nefreti zevk, heyecan (vecd), istek vb.
izler. Allah ve peygamberinin emri olmaksızın buna uyan, Allah'tan bir hidayet
olmaksızın nefsinin arzusuna uymuş olur, hatta durum kendi arzusunu tanrı
edinmeye kadar varabilir.
Dini konularda nefsin
arzularına uymak, şehevatta (dünyevi konularda) uymaktan daha tehlikelidir.
Çünkü birincisi, ehl-i kitap ve müşrik kafirlerin durumudur. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurur:
"Eğer ey
Muhammedi Sana cevap vermezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil,
Allah'tan bir yol-gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır?
Allah zalim milleti şüphesiz ki doğru yola eriştirmez." (Kasas: 28/50)
"Allah size
kendinizden bir misal vermektedir. Size verdiğiniz rizıklarda, emrinizde
bulunan kölelerinizin de eşit surette hak sahibi olmalarına razı olur ve
birbirinizi saydığınız gibi, bu ortaklarınızı sayar mısınız (ki bizzat
yaptığınız işlerde bize ortaklar koşulmasına razı olasınız?) Düşünen millete
ayetleri böylece uzun uzadıya açıklarız. Hayır! Zulmedenler, körükürüne kendi
heveslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola
eriştirebîlir? Onların yardımcıları da yoktur. Ey Muhammedi Hakka yönelerek,
kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında
değişme yoktur, işte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum:
30/28-29)
"Size ne oluyor
ki, Allah size darda kalmanızın dışında haram olanları genişçe anlatmışken
adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk heva ve
heveslerine uyarak bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen
Rabbımdır? (En'am: 6/119)
"De ki: Ey kitap
ehli! Haksız olarak dininizde taşkın-Lik etmeyin. Daha önce sapıtan, çoğunu
saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir milletin heveslerine uymayın."
(Maide: 5/77)
"Kendi dinlerine
uymadıkça, Yahudi ve Hristiyanla-rı senden asla hoşnut olmayacaklardır. De ki:
Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların heveslerine
uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı olur. (Bakara:
2/120)
"...Andolsun ki,
eğer sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan, şüphesiz o zaman
zulmedenlerden olursun." (Bakara: 2/145)
"O halde,
Allah'ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet. (Maide: 5/49)
İşte bu sebeple, Kitap
ve sünnetin gereğinden uzaklaşan bilgin ve abidler, selefimizin de ehlu'1-ehva
olarak isimlendirdiği gibi- heva ehlinden kabul edilir. Çünkü, bilgiye uymayan
herkes, nefsinin arzusuna uymuş olur. Dini bilgi, ancak Allah'ın
peygamberlerini bu sebeple gönderdiği hida-yetiyle olur. Bu yüzden, Yüce Allah
(c.c.) şöyle buyurur:
"...Doğrusu
çoğunluk heva ve heveslerine uyarak bilmeden sapıtıyorlar. (En'am: 6/119)
"Allah'tan bir
yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır? (Kasas: 28/50)
İnsana düşen, nefsinin
sevgi ve nefretinin, bu sevgi ve nefretin dozunun, Allah'ın ve peygamberinin
emrine uygun olup olmadığına bakmaktır. Bu, Allah'ın peygamberine ha sevgi ve
nefretle emrolunmak suretiyle- indirdiği hidayetidir; bu konuda Allah ve
peygamberinin önüne geçmiş de olmaz. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Ey inananlar!
Allah'tan ve peygamberinden öne geçmeyin.»" (Hucurat: 49/1)
Allah ve
Peygamberinden bir emir almaksızın seven ya da nefret edenin bu davraşmda bir
tür Allah'ın ve peygamberinin önüne geçiş vardır. Yalın sevgi ve nefret,
nefsin arzusudur. Ancak haram olan, Allah'tan bir hidayet olmaksızın sevgi ve
nefretine uymaktır. Bu sebeple Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"...Hevese uyma,
yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara,
işte onlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azab vardır." (Sa'd:
38/26)
Yüce Allah, nefsinin
arzusuna uyanı, bu uymasının Allah yolundan saptırdığını haber vermektedir.
Allah'ın yolu, peygamberine indirdiği hidayetidir, bu Allah'a götüren yoldur. [156]
Gerçekten, iyiliği
emretmek ve kötülükten alıkoymak, en üstün,.en faziletli ve en güzel
vaciplerdendir. Yüce Allah (cc):
"Hanginizin daa
iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O'dur." (Mülk:
67/2) buyurur.
el-Fudayl b. Iyad'ın
(ö. 187) dediği gibi, bu ayetteki "daha iyi" ifadesinin, "en
samimisi ve doğrusu" olarak anlaşılması gerekir. Çünkü yapılan iş, samimi
olur, ama doğru olmazsa, samimi ve doğru oluncaya kadar kabul edilmez. Doğru
olur, ama samimi olmazsa, samimi ve doğru oluncaya kadar kabul edilmez. Doğru
olur, ama samimi olmazsa, samimi ve doğru oluncaya kadar yine kabul edilmez.
Samimi, Allah için; doğru ise, sünnete göre yapılandır. Amel-i salihte Allah
rızasının aranması gerekir. Çünkü Yüce Allah, yalnızca rızasının arandığı işi
kabul eder. Bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Yüce Allah
buyurur ki: Ben şirkten en uzak olanım. Kim bir iş yapar da onda bana
başkasını ortak koşarsa, ben ondan uzağım, yaptıklarının hepsi ortak koştu
ğunun dur.[157]
İşte bu, İslam'ın aslı
olan tevhiddir; Allah'ın bütün peygamberlerini gönderme ve mahrukatını yaratma
sebebi olan dindir. Allah'ın kullardaki hakkı, ona ibadet etmeleri ve O'na
hiçbir şeyi ortak kosınamalarıdır. Bununla birlikte, yapılan işin iyi olması
gerekir. Bu, Allah'ın ve peygamberinin emrettiğidir, taattir. Her taat, iyi
iştir. Her amel-i salih (iyi iş). Böylesi vacip ya da müstehab olarak
emredilendir. İşte bu amel-i salihtir, iyi davranıştır (hasen), iyiliktir
(birr), hayırdır. Bunun zıddı ise, ma'siyettir, fasid ameldir, seyyiedir,
fücurdur, zulümdür. [158]
Her işte iki şeyin,
niyet ve hareketin bulunması zorunludur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.):
"İsimlerin en
doğrusu» Haris (hırslı) ve Hemmam (irade sahibindir.[159]
buyurmuştur.
Haris ve Hemmam'dan
her birinin hareket ve niyeti vardır.
Ancak, Allah'ın kabul
etitği ve sevaplandırdığı övgüye değer niyet, yapılan işte Allah rızasının
gözetilmesidir. Övgüye değer iş, sahih, emredilen iştir.
Bu sebeple, Ömer
(r.a.) duasında:
"Allah'ım! Bütün
işimi iyi kıl, rızan için onu halis kıl, onda iç kimseye bir pay kılma"
demekteydi.
Bu, her iyi işin
ölçüsü olduğuna göre, iyiyi emretmek ve kötülükten alıkoymanın da aynen bu
şekilde olması gerekir. Bu, bizzat emreden ve alıkoyan hakkında geçerlidir. Bilinç
ve kavrayışla olmadığı takdirde, işi amel-i saîih olmaz.
Ömer b. Abdulaziz:
"Allah'a bilgisizce ibadet edenin bozduğu, düzelttiğinden daha fazla
olur." derdi.
Muaz b. Cebel'İn
hadisinde de:
"Bilgi, eylemin
önderidir (kılavuzudur), eylem ona bağlıdır." demektedir.
Çünkü, amaç ve eylem,
bilgiyle olmasa, cehalet ve sapıklık, daha önce de geçtiği gibi- nefsin
arzusuna uymak olur. İşte, cahiliyye insanı ile İslam insanı arasındaki fark
budur.
İyiliği Emretme ve
Kötülükten Alıkoymanın Metodolojisi[160]
İyiliği ve kötülüğü
bilmek, onları birbirinden ayirdetmek gerekir. Aynı şekilde iyiliğin
emredildiği ve kötülükten alıkonan kişileri de bilmek gerekir. İyiliği emretme
ve kötülükten alıkoymanın doğru yolla (sırat-ı müstakim) gerçekleştirilmesi
gerekir; bu, amacı gerçekleştirmeye en yakın yoldur. [161]
Bu konuda yumuşak
(nazik) davranmak gerekir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Yumuşaklığın
süslemediği, sertliğin lekelemediği bir şey yoktur.[162]
"Allah
yumuşaktır, her işte yumuşaklığı sever, sertliğe vermediğini, yumuşaklığa
verir. [163]
Aynı şekilde,
sıkıntıları anlayış (hilm) ve sabırla karşılamak gerekir. Çünkü bu işlevi
yerine getirenin sıkıntıyla karşılaşması kaçınılmazdır. Şayet anlayışlı ve
sabırlı olmazsa, Lokman'ın oğluna dediği gibi, bozduğu düzelttiğinden daha
fazla olur.
"Ey oğulcuğum!
Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy, başına gelene sabret, doğrusu
bunlar, azmedilmeğe değer işlerdir. (Lokman: 31/7)
Bu sebeple, Yüce Allah
-iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymanın önderleri olan- peygamberlere,
mesela son peygambere sabırlı olmayı emretmiştir; hatta sabırlı olmak
peygamberliğini tebliğe bitişiktir, çünkü peygamberliğimin başladığı
"İkra (alak) suresinden sonra kendisine ilk olarak "Müddessir"
suresi inidirildi:
"Ey örtüye
bürünen Muhammedi Kalk da uyar. Rab-bini yücelt. Giydiklerini temiz tut. Kötü
şeyleri terketme-ye devam et. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbın
için sabret. (Müddessir: 74/1-7)
Böylece Yüce Allah,
dini insanlara duyurmayla ilgili bu ayetlere uydurma (inzar) emriyle başlamış
sabretmesi emriyle bitirmiştir. Uyarmanın bizzat kendisi, iyiliği emretme ve
kötülükten alıkoymadır. Böylece Yüce Allah, bundan sonra sabretmek gerektiğini
öğretmiştir:
"Ey Muhammedi
Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret; doğrusu sen bizim nezaretimiz
altındasın..."
(Tur: 52/48) "Putperestlerin söylediklerine sabret, yanlarından
güzellikle ayrıl." (Müzemmil: 73/10) "Ey Muhammedi Peygamberlerden
azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. (Ahkaf: 48/35) "Ey
Muhammed! Sen Rabbinin hükmüne kadar sabret, balık sahibi Yunus gibi olma, o
pek üzgün olarak Rabbina seslenmişti." (Kalem: 68/48) "Sabret, senin
sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır; onlara üzülme, kurdukları düzenlerden de
endişe etme." (Nahl: 16/127). "Sabret, Allah iyi davrananların
ecrini elbette zayi etmez."
(Hud: 11/115) Bu üçünün yani ilim, yumuşaklık ve sabrın bulunması,
zorunludur.
Her ne kadar üçü
içiçelerse de, ilim, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymanın öncesindedir,
yumuşaklık beraberinde, sabır ise sonundadır. Nitekim bu durum kadı Ebu
Ya'la'nın el-Mu'temed fi Usuli'1-Fıkh adlı eserinde merfu olarak rivayet ettiği
bazı selefimizin eserinde açıkça görülür:
"İyiliği emretme
ve kötülükten alıkoymayı, ancak emrettiği ve alıkoyduğu konusunda bilgili,
yumuşak ve anlayışlı olanlar gerçekleştirebilirler."
Bilinmelidir ki,
iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma işlevini bu niteliklerle gerçekleştirme
pek çok insanda zorluk yaratır. Böylece, sözkonusu işlevin kendisinden düştüğünü
zannederek yürütmez. Oysa bu, sözkonusu nitelikler bulunmaksızın yürütmekten daha
fazla ya da daha az zararlıdır. Vacip bir işin terkedilmesi ise, günahtır
(ma'siyet). Bir ma'siyetten Öbürüne geçiş, birincisinden daha büyük
ma'si-yettir; tıpkı kızgın kumdan ateşe sığınmak gibi.
Bir ma'siyetten
öbürüne geçen, batıl bir dinden yine batıl bir dine geçen gibidir. İkincisi
birincisinden daha kötü olabileceği gibi, daha az kötü ya da eşit de olabilir.
İyiliği emretme ve kötülükten alıkoymada kusurlu ya da haddi aşmış olanları
da, aynı şekilde birinin günahının öbüründen daha çok ya da birbirleriyle eşit
olduğunu görürsün. [164]
Bilindiği gibi,
Allah'ın kainatta ve bizlerdeki mucizele-riyle bize gösterdiğine ve Kur'an'daki
ayetlerde belirttiğine göre, günahlar musibetlerin sebebidir, musibetler ve ceza,
kötü hareketlerden dolayıdır; taat ise nimetin sebebidir, işi güzel yapmak
Allah'ın lütfuna bir sebeptir. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Başına gelen
herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O, yine de çoğunu
affeder."
(Şura: 42/30)
"Sana ne iyilik
gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendilidendir.. (Nisa: 4/79)
"İki topluluğun
karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirenlerin, yaptıklarının bir kısmından
ötürü şeytan ayaklarını kaydırıp yoldan çıkarmak istemişti. Allah, andolsun ki
onları affetti. Allah, bağışlayandır, halimdir."
(Al-iİmran: 3/155)
"Başkalarını iki
misline uğrattığımız bir musibete kendiniz uğrayınca mı (Bu nereden?' dersiniz?
Ey Mu-hammed *O Kendi tarafınizdahdır' de. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.
(Al-i İmran: 3/165)
"(Yahut)
yaptıklarına karşılık onları ortadan kaldırır, bir çoğunu da bağışlar. (Şura:
42/34)
"Elleriyle
yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman görürsün ki
insan gerçekten pek nankördür. (Şura: 42/48)
"Oysa, sen
içlerinde iken Allah onlara azap etmez. Onlar bağışlanma dilerlerken de elbet
Allah azab edecek değildir. (Enfal: 8/33)
Yüce Allah, Nuh kavmi,
Ad ve Semud kavmi, Lut kavmi, Ashab-u Medyen ve Firavun kavmi gibi günahkar
milletleri dünyada nasıl cezalandırdığını ve ahirette nasıl cezalandıracağını
haber vermiştir.
Bu sebeple, Firavun
ailesinden bir mü'min şöyle demiştir:
"Ey milletim!
Doğrusu ben sizin için, Nuh milletinin, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin
durumu gibi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün
benzerinden koruyorum. Allah kullara zulüm dilemez. Ey Milletim! Ahu figan
gününüden sizin hesabınıza korkuyorum. Arkanıza dönüp kaçacağınız gün Allah'a
karşı sizi koruyan bulunmaz. Allah'ın saptırdığını doğru yola getirecek yoktur.
(Gafir: 40/30-33)
Yüce Allah şöyle
buyurur:
"İşte azap
böyledir; ama ahiret azabı daha büyüktür. Keşke bilseler. (Kalem: 68/33)
"Kendilerine iki
defa azap edeceğiz; onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar. (Tevbe: 9/101)
"Belki
yollarından dönerler diye andolsun onlara büyük azaptan önce dünya azabından
tattırırız." (Secde: 32/21)
"Ey Muhammedi
Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle;
bu, can yakan bir azaptır, insanlar: "Rabbimiz! Bu azabı bizden kaldır
doğrusu biz inananlarız" derler. Nerede onlarda öğüt almak? Kendilerine
gerçeği açıklayan bir peygamber gelmişti ve ondan yüz çevirmişler,
"Belletilmiş bir deli" demişlerdi. Biz sizden azabı az bir süre için
kaldıracağız, siz yine de eski inkarcılığınıza döneceksiniz. Onları çarptıkça
çarpacağımız gün öcümüzü şüphesiz alırız." (Duhan: 44/10-16) [165]
Bu sebeple, Yüce
Allah, korkutma bulunan surelerin çoğunda, günahkarlara dünyada verdiği ve
ahiretteki karşılığı belirtir; zira ahiret azabı ve sevabı daha büyüktür, orası
sürekli yurttur. Dünyada ve ahiretteki sevap ve cezayı -Yusuf'un kıssasında
olduğu gibi- esasen birbirine bitişik olarak belirtir. Yüce Allah (c.c.) şöyle
buyurur:
"Yusuf'u böylece
o memlekete yerleştirdik; istediği yerde oturabilirdi. Rahmetimizi tıpkı bu
misalde olduğu gibi istediğmize veririz; iyi davrananların ecrini zayi
etmeyiz. Ama ahiret ecri inananlar ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için
daha iyidir." (Yusuf; 12/56-57)
"Bu yüzden Allah
onlara dünya nimetini de ahiret nimetini de fazlasıyla verdi. Allah işlerini
iyi yapanları sever."
(Al-i İmran: 3/48)
"Haksızlığa
uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret eden kimseleri, andolsun ki dünyada
güzel bir yerde yerleştiririz. Ahiret ecri ise daha büyüktür, keşke bilseler.
Onlar sabreden ve yalnız Rablarma güvenen kimselerdir." (Nahl: 16/41-42)
Yüce Allah İbrahim'den
söz ederken şöyle buyuruyor:
"Dünyada ona
iyilik verdik, doğrusu o ahirette de iyilerdendir. (Nahl: 16/122)
Dünya ve ahiret
azabıyla ilgil olarak Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Canları
boğarcasına şiddetle çekip alanlara andolsun. Canları kolaylıkla alanlara
andolsun. Yarıştıkça yarışan ve işleri yöneten meleklere andolsun (ki kıyamet
kopacaktır). O gün bir sarsıntı sarsar. Peşinden bir diğeri gelir."
(Nazi'at: 79/1-7)
Yüce Allah kıyametten
mutlak olarak şöylece bahsediyor:
"Ey Muhammedi
Musa'nın başından geçen olay sana geldi mi? Tuva'da, kutsal bir vadide, Rabbi
ona şöyle hitabetmişti: "Firavun'a git; doğrusu o azmıştır. Ona deki:
"Arınmağa niyetin
var mı? Rabbına giden yolu göstereyim ki O'na saygı duyup korkarsın"
Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi. Ama firavun yalanladı ve baş
kaldırdı. Geri dönüp yürüdü, adamlarını toplayıp seslendi:
"Sizin en yüce
rabbiniz benim" dedi. Allah bunun üzerine onu dünya ve ahiret azabına
uğrattı. Doğrusu bunda Allah'tan korkan kimseye ders vardır." (Nazi'at:
79/15-26)
Bundan sonra Yüce
Allah, kainatın başlangıcı ve sonundan söz eder:
"Ey inkarcılar!
Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip
yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü
aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak
yer meydana getirmiştir. Dağları yerleştirmiştir. Bunları sizin ve
hayvanlarınızın geçinmesi için yapmıştır. Güç yetirilmeyen en büyük baskın
geldiği zaman o gün, insan ne uğurda çalıştığını anlar. Cehennem her bakanın
görebileceği şekilde gösterilir. İşte, azıp da dünya hayatını tercih edenin
varacağı yer şüphesiz cennettir. Ey Muhammed! Senden ki-yameten ne zaman gelip
çatacağını sorarlar. Nerde senden onu anlatması? Onun bilgisi Rabbine aittir.
Sen sadece kıyametten korkanı uyaransın. Kıyameti gördükle-, ri gün dünyada
ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını
sanırlar." (Nazi'at: 79/27-41) Aynı şekilde Yüce Allah şöyle buyurur:
"Varlık sahibi olup da seni yalanlayanları bana bırak, onlara az bir mehil
ver. Şüphesiz katımızda onlar için ağır boyunduruklar, cehennem, rjtğazı
takayan bir yiyecek ve can yakan azap vardır. Kıyametin koptuğu gün, yeryüzü
ve dağlar sarsılır; dağlar, yumuşak kum yığını haline gelir. Firavun'a bir
peygamber gönderdiğimiz gibi, size de, hakkınızda şahidlik edecek bir peygamber
gönderdik. Ama Firavun o peygambere karşı gelmişti de onu çok ağır bir şekilde
tutup cezalandırmıştık." (Müzemmil: 27/11-16)
Yine el-Hakka
suresinde Semud, Ad ve Firavun gibi geçmiş milletlerden söz ettikten sonra Yüce
Allah şöyle
buyurur:
"Sur'a bir üfürüş
üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşta birbirine çarpıldığı zaman,
işte o gün olacak olur, kıyamet kopar. Gök yarılır, o gün düzeni bozulur.
Melekler onun çevresindedîler. O gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz
tanesi yüklenir. Ey İnsanlar! O gün siz huzura alınırsınız, hiçbir şeyiniz
gizli kalmaz. Kitabı sağından verilen 'Alın kitabımı okuyun, doğrusu bir
hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum" der.' Artık o, meyveleri
sarkmış, yüksek bir bahçede hoş bir yaşayış içindedir. Onlara şöyle denir:
"Geçmiş günlerde,
peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz, içiniz." Fakat kitabı
kendisine solundan verilen kimse:
"Kitabım keşke
bana verilmeseydi, keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Bu iş keşke son
bulmuş olsaydı. Malım bana fayda vermedi. Gücü de kalmadı" der. İlgililere
şöyle buyurulur:
"Onu alın,
bağlayın. Sonra cehenneme yaslayın. Sonra onu boynu yetmiş arşın olan zincire
vurun. Çünkü o, Yüce Allah'a inanmazdı. (Hakka: 69/13-14)
Kalem suresinde,
mallarındaki başkasına ait hakkı vermeyen bahçe halkını ve gördükleri cezayı
şöylece belirtir:
"İşte azap
böyledir, ama ahiret azabı daha büyüktür. Keşke bilseler. (Kalem: 68/33)
Yüce Allah şöyle
buyurur:[166]
"Daha önce inkar
edip de, inkarlarının karşılığını tadan kimselerin haberi sana gelmedi mi?
Onlara can yakıcı azap vardır. Bu, kendilerine peygamberleri belgelerle
geldiğinde "Bizi doğru yola bir insan mı eriştirecek?" diyerek inkar
edip gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürüdür. Allah hiç bir şeye muhtaç
olmadığını ortaya koymuştur. Allah müstağnidir, övülmeye layık olandır. İnkar
edenler, tekrar- dirilmeyeceklerini ileri sürerler. Ey Muhammed! De ki:
"Evet, Rabbıma andolsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra
yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a kolaydır. (Tegabun: 64/5-7)
Aynı şekilde Yüce Allah Kaf suresinde peygamberlere karşı çıkanların durumunu,
dünya ve ahiretteki iyilerin mükafatı ve kötülerin cezalarını belirtiyor.
Kamer suresinde de aynı durumu açıklıyor. Tıpkı bunlar gibi:
"Ha-mim"le başlayan Gafir, Secde, Zuhruf, Duhan (40, 41, 42, 43)
sureleri ile sayısız diğer surelerde de aynı konular ele alınmıştır. [167]
Tevhid, va'd
(mü'minlerin mükafatı) ve va'id (kafirlerin cezası), ilk indirilen ayetlerde
ele alınmıştır. Nitekim Buha-ri'nin Sahih'inde Yusuf b. Mahek'ten şöyle rivayet
vardır:
"Mü'minlerin
annesi Aİşe'nİn yanındaydım. Irak'lı biri geldi ve:
"Hangi kefen daha
iyidir?" diye sordu. Aişe:
"Hayrola, neyin
var?" diyerek hayretini belirtti. Adam:
"Ey mü'minlerin
annesi! Bana Mushaf'ını göster" dedi. Aişe "Niçin?" diye sordu. Adam:
"Kur'an'ı bu
şekilde birleştirmek için; çünkü birleştirilmemîş olarak okunuyor" dedi.
Bunun üzerine Aişe şöyle dedi:
"Hangisini önce
okursan sana ne zararı olabilir? îlk inen sure mufassaldandı bu surede cennet
ve cehennemden söz edilmektedir. İnsanlar islam'a ısınınca helal ve haram konuları
indi. Şayet "Şarap içmeyin" yasağı ilk kez inseydi, "şarabı asla
bırakmayız" derlerdi. Eğer "zina etmeyin" yasağı inseydi,
"zinayı asla bırakmayız" derlerdi. Ben oyun oynayan küçük bir kızken
Mekke'de Rasulullah'a (s.a.v.):
"Kyamet onların
azab ile va'dedildikleri gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür" (Kamer:
54/46)
ayeti indi. Bakara ve
Nisa sureleri, ben onun yanmdayken indi." Ravinin belirttiğine göre Aişe,
Mushaf'ını çıkardı ve adama surelerin ayetlerini yazdırdı.[168]
Küfür (inançsızlık),
günah ve isyan; kötülük ve düşmanlığın sebebi olduğuna göre, şayet bir kişi ya
da grup bir günah işler de diğerleri iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma
işlevini yerine getirmezse, bu hepsinin günahı olur; eğer bazıları yasaklanan
bir biçimde hoşnutsuzluk gösterirse, bu da hepsinin günahı olur, bunun
sonucunda gruplaşma, görüş ayrılığı ve kötülük ortaya çıkar. Bu ise, eski ve
yeni fitne ve kötülüklerin en büyüklerindendir. Zira insan, zalim ve
bilgisizdir. Zulmün ve bilgisizliğin birçok türü vardır. Bir kişinin zulmü ve
bilgisizliği bir çeşit, ikinci, üçüncü ve diğer kişilerin zulmü ve bilgisizliği
başka çeşittir. Meydana gelen fitneleri inceleyen, sebeplerini bunlarda bulur;
yine, bu ümmetin emirlerinin, bilginlerinin ve bu çerçeveye giren hükümdarlar,
şeyhler ve onların peşinden giden halk arasında ortaya çıkan fitnelerin aslının
da aynı şey olduğunu görür.
Dini ve şehvani
arzular, dinle ilgili bid'atler ve dünyevi kötülükler (fücur) gibi sapıklık ve
cehaletin sebepleri de bu çerçeveye girer. Çünkü sapıklık ve cehaletin sebepleri
olan dini konulardaki bid'atler ve dünyevi kötülükler, zulüm ve bilgisizlikleri
yüzünden insanları ortaklaşa kapsarlar. İnsanların bazısı -zina,
homoseksüellik vb. içki içmek, hıyanet, hırsızlık, gasp vb. yollarla malla
ilgili zulümler gibi- bazı günahlanyla hem kendilerine, hem de başkalarına
haksızlık yaparlar. [169]
Bilindiği gibi, -her
ne kadar aklen ve dinen çikin ve kınanmış olarak değerlendirilseler de-
günahlar, insanlar tarafından arzulanırlar. İnsan tabiatının bir Özelliği,
başkasının kendisinden daha ileride olmasından hoşlanmayıp, aynı şeyin
kendisinde de bulunmasını istemesidir. Bu, hasedin iki türünden en düşük olan
"gıpta"dır. İnsan tabiatı, başkasından üstün olmayı ve kendisini
başkasına tercih etmeyi ister, ya da onu kıskanır ve -her ne kadar
gerçekleşmese de-ondaki nimetin yok olmasını temenni eder. İnsan tabiatın-daki
üstünlük (uluvv), kötülük (fesad), gurur ve hased gibi duyguların gereği,
yalnızca kendi arzularının gerçekleşmesidir. Böyle olduğuna göre, başkasının
kendisinden üstün olmasını ve kendi arzularını gerçekleştirmesini nasıl kabul
edebilir? Bu konuda orta yolu bulanlar, paylaşma ve eşitlikten hoşlananlardır,
diğerleri ise çok zalim ve kıskançtır.
Bu ikisi, mubahlarda
ve Allah hakkı dolayısıyla haram kılman işlerde olur. Yeme-içme, nikah,
giyinme, binme ve mallar gibi mubah çerçevesine giren olay ve durumların
yalnızca kendisinde bulunmasını arzulama halinde zulüm, cimrilik ve hased
ortaya çıkar. [170]
Bütün bunların aslı,
ihtirastır (şuhh), Buhari'de yer alan bir hadise göre, Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"İhtirastan
kaçınınız. Çünkü o, sizden öncekileri yok etti. Onlara cimriliği emretti,
cimrilik yaptılar, zulmü emretti, zulmettiler; akrabalarla bağı kesmeyi
emretti, bu bağı kestiler.[171]
Bu sebeple, Ensar'm
niteliklerini belirtirken Yüce Allah şöyle buyurur:
"Daha önceden
Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler, karşısında içlerinde
bir çekememezlik hissetmezler[172]
kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tutarlar.
Nefsinin tamahkarlığından (şuhh) korunabilmiş kimseler, işte onlar mutluluğa
erenlerdir." (Haşr: 59/9)
Kabe'yi tavaf eden
Abdurrahman b. Avf in söyle dediği görüldü:
"Rabbım! Nefsimin
ihtirasından beni koru! Rabbım! Nefsimin ihtirasından beni koru!" Bu
sırada durum kendisine sorulunca:
"Nefsimin
ihtirasından korunduğumda, cimrilikten, zulümden ve akrabalarla bağı kesmekten
de korunmuş olurum" cevabını verdi.
Bu ihtiras, nefsin bu
şiddetli ihtirası, borcunu ödememeyi, başkasının malını alarak zulmetmeyi,
akrabalarla bağı kesmeyi ve başkasında bulunandan hoşlanmaması demek olan
hasedi ortaya çıkarır.
Hasedde, tamahkarlık
ve zulüm vardır. Çünkü böylece, başkasına verilen dolayısıyla tamahkarlık ve
elindekinin yok olmasını istemekle zulüm meydana gelir. [173]
Durum, bu gibi mubah
arzularda böyle olunca, zina, içki içmek ve benzeri haramlarda nasıl olur?
Bunlardan birinin
gerçekleşmesi durumunda iki tür hoşnutsuzluk ortaya çıkar:
1) Genelde
mubah olan işlerdeki gibi, tekel ve zulüm bulunması dolayısıyla onlardan
hoşlanmama.
2) Allah
hakkı bulunmasından dolayı onlardan hoşlanmama.
Bu sebeple, günahlar
üç kısımdır:
1) İnsanlara
zulüm bulunanlar: Mallarını alarak, haklarını vermeyerek, hased vb. ile zulüm
gibi.
2) Sadece
kendisine zulüm bulunanlar: Zararları başkasına uzanmayınca içki içmek, zina
gibi.
3) Hem
insanlara, hem kendisine zulüm bulunanlar: Yöneticinin insanların malını alıp,
bunlarla zina yapması, şarap içmesi, kötülük işlemesi, -bazı kadm ve
çocuklardan hoşlananların yaptığı gibi- bu tür sebeplerle kendisinin yaptıklarını
insanlara duyuranlara zina yaptırması ve onlara zarar vermesi gibi.
Yüce Allah şöyle
buyurur:
"De ki: Rabbim
sadece, açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında
hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğinz
şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'raf: 7/33) [174]
İnsanların dünyadaki işleri;
-herhangi bir günaha katılma sözkonusu olmasa da- haklardaki zulümle düzgün
olmaktan ziyade, -kendisinde bir günaha katılma sözkonüsu da olsa-adaletledüzgün
olur...'
Bu sebeple,
"Allah, kafir de
olsa adil devleti yaşatır, ama müslüman da olsa zalim devleti yaşatmaz"
denilmiştir. Aynı şev kilde:
"Dünya adalet ve
küfürle devam eder, ama zulüm ve İslam'la devam etmez" denir.
Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: "İsyan (bagy, zulüm) ve akrabayla bağı kesmekten daha
hızlı cezası olan hiçbir günah yoktur.[175]
İsyankarın cezası,
-ahirette affedilse ve merhamet edilse bile- dünyada verilir. Çünkü adalet,
her şeyin esasıdır. Dünya işi adaletle yürütüldüğünde, -her ne kadar sahibinin
ahirette bir nasibi yoksa da- ayakta durur, ama adaletle yü-rütülmezse,
-ahirette kendisine yetecek imanı bulunsa bile-ayakta duramaz.
İnsanın tabiatındaki
büyüklenmek (uluvv), kıskanmak ve hakka tecavüz suretiyle başkasına zulmetme
güdüsü vardır. Ayrıca, zina dinen iğrenç kabul edilen nesneleri yemek gibi
kötü arzularım gerçekleştirerek, kendisine zulmetme güdüsü de vardır. Böylece
kendisine zulmetmeyene zulmedebilir ve kendisinden başkası böyle bir eylemde
bulunmasa bile, bu arzular kendisine etki edebilir. Diğerlerinin zulmettiğini
ve şehevi arzularını yerine getirdiğini görünce, bu arzular ve onlarla ilgili
zulmün dürtüsü daha şiddetli bir şekilde artar. Bazan da sabreder. Bu durum,
başkalarına olan kiri ve hased duygularını kamçılar. Daha önce kendisinde böyle
düşünce olmadığı halde, onların cezalandırılmalarını ve kendilerinde mevcut
olan iyilğin gitmesini istemeye başlar. Bu sön durumda, bankasının kendisine ve
müslüman-lara zulmetmiş Olduğu konusunda akıl ve din yönünden delili ileri sürer;
ona iyiliği emretmenin ve onu kötülükten alıkoymanın, bu konuda cihad yapmanın
vacip olduğunu öne
sürer. [176]
İyiliği emretme ve
kötülükten alıkoyma noktasında insanlar üç sınıftır:
1) Birinci
gruptakiler, yalnız kendi arzularını düşünürler, yalnızca verildiklerine
hoşnutluk gösterirler ve yalnızca mahrum edildiklerine öfkelenirler. Bunlardan
birine arzuladığı -helal ya da haram- herhangi bir şey verildiğinde, öfkesi
yatışır, hoşnutluğu doğar. Ona göre, daha önce yasakladığı, bu yüzden ceza
verdiği, sahibini kınadığı ve öfkelendiği bir durum, artık hoşnut olunan bir
duruma dönüşür. Artık bu işi kendisi yapar, bu konuda ortak ve yardımcı olur,
kendisini alıkoyan ve engelleyene düşman kesilir. Bu, insanların çoğunun
durumudur. İnsan bunun sayısız örneklerini görür ve duyar.
Bunun sebebi, insanm
zalim ve cahil olmasıdır. Bu yüzden adil davranmaz, bazan her iki durumda da
zalim olabilir.
Belirtilen bu gruptan
olan kişilerin, emrinde olanlara zulmeden ve haklarını çiğneyen bir yöneticiden
hoşlanma-yıp, bu yöneticinin tattırdığı makam, mal gibi bazı şeylere rıza
göstererek, ona yardımcı kesildiğini görürsün. Bunların en iyi hali,
yöneticiye hoşnutsuzluklarını göstermeyişleridir. Aynı şekilde bu gruptan
insanları içki içenden, zina yapandan ve eğlenceye dalandan hoşlanmadıklarını,
ama aynı kötülüklerin içine çekildiklerinde ya da bu işlerde bir şeyler
tattmldığmda, bizimle onlar adına mücadeleye giriştiğini görürsün. Bunun
sonucunda böylelerinin, bazan daha önceki durumlarından daha kötü, bazan ondan
biraz daha iyi bir duruma düştüklerini ya da aynı durumda olduklarını görürsün.
2) İkinci
grup, sağlam bir dindarlığı olanlardır. Bu konuda Allah için dosdoğru ve
eylemlerinde yapıcı (muslin) olurlar. Kendilerine yapılan eziyetlere sabretmek
suretiyle doğru yolda olmaya devam ederler. İşte bu grup, iman edip, iyi işler
yapanlardır, onlar insanlar için çıkarılmış iyiliği emreden, kötülükten
alıkoyan ve Allah'a iman eden iyi ümmete mensuptur.
3) Üçüncü
grup, iki özelliğe de sahip bulunanlardır. Mü'minlerin çoğu bu gruba-mensuptur.
Bunlar hem dindardır, hem de nefsin arzularına boyun eğmişlerdir. Kalplerinde
hem itaat, hem de isyan duygusu vardır; ona bazan birinci, bazan da ikinci
duygusu egemen olur. [177]
Bu üçlü tipoloji,
aynen nefisleri, "emmare", "mutma'in-ne" ve
"levvame" şeklinde üçe ayırmaya benzer:
Birinci gruptakiler,
kendilerine kötülüğü emreden nefs-i emmare sahipleridir.
İkinci gruptakiler,
Yüce Allah'ın hakkında:
"Ey huzur içinde
olan can (nefis)! O, senden sen de O'ndan hoşnut olarak Rabbına dön! Ey can
(nefis)! İyi kullarımın arasına gir, cennetime gir." (Beled: 89/27-30)
buyurduğu nefs-i mutma'inne sahipleridir.
Üçüncü gruptakiler
ise, günah işleyip, sonra bu yüzden kendini kınayan, bu her iki özelliği
taşıyan, iyi ve kötü eylemi Kavuran nefs-i levvame sahipleridir, (s.a.v.):
"Benden sonra bu
ikisine, Ebubekİr ile Ömer'e uyun[178]
diyerek, mü s İti inanların kendilerine uymakla em-rolundukları Ebubekir ile
Ömer devirlerinde insanlar, peygamber çağına en yakın, iman ve düzgünlük
(salah) yönünden en yüce durumdaydılar. İmamları da vacipleri en iyi şekilde
yerine getiriyor ve doygunluğu sağlıyorlardı. İkinci grupta bulundukları için
onlar devrinde fitne çıkmadı. Osman devrinin sonu ile Ali devrinde, üçüncü
gruptakilerin sayısı arttı, iman ve dindarlıkla birlikte nefsi arzu ve şüphelerine
boyun eğmeye başladılar. Bu hem bazı yöneticilerde, hem de halkta kendini
gösterdi. Bundan sonra da böyleleri-nin sayısı artarak, her iki tarafta da
takva ve itaatin tam özümsenememesi, nefsi arzu ve az önce saydığımız sebeplerle
fitne ortaya çıktı. Her iki grup da iyiliği emrettiği ve kötülükten
alıkoyduğu, hakikat ve adaletin kendinden yana olduğu yorumunu (te'vil)
yaptılar. Ne var ki, bu yorumun bizzat kendisi bir çeşit nefsi arzuya uymaktır:
her ne kadar iki gruptan birisi hakikate diğerinden daha yakınsa da bu te'vilde
zan ve nefsin arzuladığı durum sözkonusudur.
Bu yüzden mü'mine düşen,
kalbini doğru yolda tutma, şüpheye düşürmeme, hidayet ve takva üzere durma,
nefsinin arzularına uymama konusunda Allah'tan yardım istemek ve ona tevekkül
etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammedi
Bundan ötürü sen birliğe çağır ve emrolunduğun gibi doğru ol; onların
heveslerine uyma ve 'Allah'ın indirdiği kitaba inandım aranızda adaletle
hükmetmekle emrolundum, Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir"
de." (Şura: 42/15) [179]
Müslümanların iman ve
ibadet konularında bölünme ve görüş ayrılığına düşmeleri de buna dayanır. Bu
gibi durumlar müslümanlarrn sıkıntılarını arttırır. Böyle durumlarda fitneden
kurtulmak için müslümanlar iki şeye muhtaçtır: [180]
Bunun alt bölümleri
vardır.
Müslümanlar gerektiren
durum bulunduğu için- benzerlerinin düştüğü dini ve dünyevi fitneyi
kendilerinden uzaklaştırmaya muhtaçtır. Çünkü, diğerleri gibi, onların da
nefisleri ve şeytanları vardır. [181]
Emsallerinin de,
arzulanan şeyleri yapmasını görmesi za- . ten insanın nefsinde mevcut bulunan
kötülük yapma duygusunu güçlendirir. Niceleri var ki ne iyilik ne de kötülük
yapmak ister; ama başkasının ve özellikle de emsallerinin yaptığını görünce o,
da bu işi yapar. Çünkü insanlar güvercin sürüsü gibidir, birbirine benzemeye
çalışırlar.
Bu yüzden, bir iyiliği
ya da kötülüğü ilk yapan, kendisini izleyenin sevabını ya da günahını da
yüklenir. Nitekim Ra-sulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Güzel bir yol
açana kendisinin ve sevapları hiç ek-silmeksizin kıyamete kadar onun yolundan
gidenin günahını yüklenir.[182]
Çünkü, işin özünde bir
ortaklıkları vardır. Bir şey benzerinin hükmünü alır. Bu ikisi, benzeme
duygusu ve günah işlemeye meyyal insan tabiatı, güçlü iki dürtüdür.. Bunlara
aşağıdaki iki dürtü daha eklenince durumu siz düşünün. [183]
Kötülük yapanların pek
çoğu, bulundukları durumu onaylayanlardan hoşlanırlar, onaylamayanlardan
hoşlanmazlar. Bu, bozuk dinlerde, her bir topluluğun kendilerine katılanlara
dostluk, katılmayanlara düşmanlık göstermeleri şeklinde apaçık görülür. [184]
Dünya işleri ve nefsi
arzular da böyledir. Zorba devlet yöneticileri, yolkesiciler vb.deki gibi,
yaptıklarına yardım etmelerinden dolayı; yanlarına gelen herkesin içmelerini
tercih ettikleri için, içki meclisi kuranlarda olduğu gibi onaylamalarından,
kendisini kıskanmaları ya da onlardan üstün hale gelip övülmesi yüzünden
yalnızca onun iyilikle belirginleşmesinden hoşlanmadıklarından dolayı, yahut
aleyhine bir delili olmaması için, veyahut kendilerini bizzat cezalandırmasından
veya bildirmesinden korkmaları veyahut da minneti ve tehdidi altında
kalmamaları vb. sebeplerle çoğu kez kendilerine ortak olanları seçer ve tercih
ederler.
Yüce Allah (c.c.)
şöyle buyuruyor:
"Kitap ehlinin
çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten
ötürü, sizi, inandıktan sonra küfre döndürmeyi isterler. Allah'ın gelene kadar
onları affedin, geçin. Allah muhakkak her şeye kadirdir." (Bakara: 2/109)
Onlar kendileri inkar
ettikleri gibi, keşke siz de inkar etseniz de eşit olsanız isterler.. (Nisa:
4/89)
Osman şöyle diyor:
"Zina yapan
kadın, bütün kadınların zina yapmasını ister."
Ortaklığın, içki,
yalan ve bozuk inançtaki ortaklık gibi bazan bizzat aynı kötülükle, başkasının
da zina yapmasını arzulayan zinakar, başkasının da çalmasını arzulayan hırsız
gibi bazan da aynı türden kötülükle ama başka bir kadın ve malda olmak üzere-
gerçekleşmesini isterler. [185]
İkinci dürtüye
gelince, bir kişinin yaptıkları kötülüğe ortak olmasını isterler. Ortak olursa
ne ala! Ama ortak olmazsa tehit ölçüsünde veya ondan daha hafif ölçüde kendisine
işkence ve eziyet ederler. Yaptıkları kötülükle.başka-sının da kendilerine
ortak olmasını isteyen, bu kötülüğü ona emreden ve isteklerine ulaşmak için
ondan yardım isteyen bu kişiler, şayet o yabancı kişi kendilerine ortak
ohnvon-lara yardım ve itaat ederse, hemen kusurlarını sayıp dökerler, onunla
alay ederler ve başka işlerde aleyhine bir delil olarak ileri sürerler; ama
onlara katılmazsa kendisine işkence ve eziyet ederler. Güçlü zalimlerin çoğunun
durumu budur. [186]
Kötülükte sözkonusu
olan bu durum aynen, hatta daha ileri derecede iyilikte de sözkonusudur.
Nitekim Yüce Allah:
"Mü'mirilerin
Allah'ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir..." buyurur. (Bakara: 2/165)
Çünkü iyilik dürtüsü
daha güçlüdür. [187]
İnsanda, iman etmeye,
bilgiye, doğruluğa, adalate ve emanetleri yerine getirmeye çağıran bir dürtü vardır. [188]
İnsan aynı şeyi
başkasının, Özellikle de benzeri birinin yaptığını görünce, özellikle rekabet
duygusuyla içinde başka bir dürtü daha doğar. Bu, övgüye değer ve güzel bir harekettir. [189]
Mü'min ve iyilerden
aynı işi onaylamak ve katılmak isteyeni ya da yapmadığında hoşlanmayanları
görünce de insanın içinde üçüncü bir dürtü doğar. [190]
İyiliği
emrettiklerinde ve bu yüzden iyiyi yaptığında dost ya da yapmadığında düşman
olduklarını ve kendisini cezalandırdıklarını görünce, içlerinde dördüncü bir
dürtü doğar. [191]
Bu yüzden mü'minlerin
kötülüklere onların zıddı iyilik le karşılık vermeleri emrolunmuştur, tıpkı
doktorun hastalığa onun zıddı ile karşılık vermesi gibi.
Mü'min nefsini ıslah
etmekle emrolunmuştur. Bu iki şeyle, yani iyiliklere engel olmaya ve
kötülükleri işlemeye iten motiflere rağmen iyilikleri yapmak ve kötülükleri
bir rakmakla olur. Bunlar dört çeşittir. Aynı şekilde, bu dört yolla gücü ve
imkanı ölçüsünde başkasını ıslah etmekle de emrolunmuştur.
Yüce Allah (c.c.)
şöyle buyurur:
"Andolsun asra
(ikindi vakti) kî, gerçekten insan ziyandadır. İman eden, salih ameller
işleyen, birbirine hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye edenler müstesna." (Aşr:
103/1-3)
İmam Şafii'nin şöyle
dediği nakledilir: "Bütün insanlar Asr suresini düşünseler, onlara
yeter." Gerçekten de Öyledir. Çünkü Yüce Allah, kendisi mü'min ve iyi
olan, başkalarına da hakikati ve sabrı tavsiye edenler dışındakilerin hüsrana
uğradıklarını haber vermektedir. [192]
Sıkıntı artınca, bu
durum mü'minin derecesinin yükselmesine ve sevabının artmasına vesile olur.
Nitekim Rasulul-lah'a(s.a.v.):
"İnsanların en
çok belaya uğrayanı kimdir?" diye sorulunca, şu cevabı vermiştir:
"Peygamberler,
sonra iyiler, sırayla onları izleyen diğerleri. İnsan dinine göre sınanır. Dini
sağlamasa sıkıntısı artırılır. Dini sağlam değilse, sıkıntısı azaltılır. Yeryüzünde
yürüyüp, hatası kalmaymcaya kadar mü'minin sınanması sürecektir.[193]
İşte bu durumda,
mü'min, başkasının ihtiyaç duymayacağı ölçüde sabra ihtiyaç duyar. Dinde
önderliğin sebebi de budur. Nitekim Yüce Allah:
"Sabredip
ayetlerimize kesin olarak inanmalarından ötürü, aralarından, onları
buyruğumuzla doğru yola götürecek önderler yaptık" buyurur. (Secde: 32/24)
Hem emredilen iyiliği yapmak, hem de yasaklanan kötülüğü yapmamak için sabır
kaçınılmazdır. İşkencelere, söylenenlere, başa gelen kötülüklere sabır,
nimetler bulununca şımarmamak vb. sabır çeşitleri de bu çerçeveye girer. [194]
Kendisini doyuracak,
nimetlenecek ve gıdalanacağı bir sevi yani kesin bilgi (yakin) yoksa, insanın
sabretmesi imkansızdır. Nitekim Ebubekir'in (r.a.) rivayet ettiği hadiste
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar!
Allah'tan kesin bilgi ve sağlık isteyiniz. Çünkü, kesin bilgiden sonra
sağlıktan daha üstün bir şey insana verilmemiştir. Allah'tan bu ikisini
isteyin.[195]
Aynı şekilde,
başkasına bir iyiliği emredince, bu konuda kendisine katılmasını arzulaymca ya
da onu bir kötülükten alıkoyunca da, bu kişiye hoşlanüanın ortaya çıkması,
hoşlanılmaya ortadan kalkması gibi gayesine ulaşmasını sağlayacak biçimde iyi
davranması gerekir. Çünkü insanlar acıya, ancak bir tatlılık olunca
katlanırlar, bundan başka yol yoktur. Bu yüzden Yüce Allah, kalblerin kazanılmasını
emretmiş, hatta kalbleri kazanılacaklara zekattan pay ayırmıştır.
Yüce Allah,
peygamberine şöyle buyurmuştur:
"Sen af yolunu
tut, bağışla, uygun (ma'ruf) olanı emret, bilgisizlere aldırış etme."
(A'raf: 7/199)
Yüce Allah yine şöyle
buyurur:
"(O zor geçit)
sonra, inanıp birbirlerine sabır tavsiye edenlerden ve merhametlilerden olmayı
tavsiye edenlerden olmaktır." (Beled: 90/17)
Sabretmek ve
merhametli olmak zorunludur. Cesaret ve kerem (cömertlik) işte budur. [196]
Bu yüzden Yüce Allah,
bazan namaz ile insanlara iyilik yapmak olan zekatı, bazan da namaz, zekat ve
sabrı yanya-na zikreder. Her üçü de zorunludur. Hem kendileri, hem de
başkalarını ıslah konusunda mü'minlerin yararı ancak bunlarla gerçekleşebilir.
Özellikle fitne ve sıkıntı arttığında, bunlara duyulan ihtiyaç da şiddetlenir.
Hoşgörü ve sabır, bütün insanların ihtiyaç duyduğu değerlerdir. İnsanların dini
ve dünyevi çıkarları ancak bu ikisiyle gerçekleşebilir.
Bu yüzden hepsi
cesaret ve cömertliği (kerem) överler, hatta şairlerin şiirlerinde en çok
övdüğü değer de cömertliktir. Aynı şekilde cimrilik ve korkaklığı da yererler.
İnsani arın-doğruluk
ve adaleti övmekte, yalancılık ve zulmü yermekte olduğu gibi- ittifak ettiği
konular mutlaka gerçektir.
Bedeviler" Rasulullah'dan
(s.a.v.) yardım istediklerinde onu bir çalıya (semura, sakız ağacı)
sıkıştırdılar, bu çalı cübbesine takıldı. Onlara dönerek şöyle dedi:
"Nefsim elinde
olan Allah'a yemin ederim ki, elimde şu dikenler kadar hayvan olsaydı, hepsini
aranızda bölüştürürdüm. Beni asla cimri, korkak ve yalancı olarak
göremezsiniz.[197]
Ancak bütün bunlar,
amaç ve niteliklere göre farklılık gösterir. İşler niyetlere göredir, herkes
niyetinin karşılığını görür.[198]
Bu yüzden Kur'an ve
sünnet, cimrilik ve korkaklığı yermiş, Allah yolundaki cesaret ve hoşgörüyü
(simaha) övmüştür.
Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurur:
"İnsandaki en
kötü şey, şiddetli cimrilik ve korkaklıktır. [199]
Rasulullah (s.a.v.):
"Ey
Selemoğulları! Sizin efendiniz (Seyyid) kimdir?" diye sordu.
"Cimriliğini
ayıplamakla birlikte, el-Cedd b. Kays'tır" dediler. Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v.):
"Cimrilikten daha
kötü bir hastalık mı olur?" cevabını verdi. [200]
Başka bir rivayette
ise:
"Cimri efendi
olamaz. Sizin efendiniz ak saçlı genç olan el-Bera b. Ma'rur'dur." ifadesi
yer alır. [201]
Buhari'nin Sahih'inde
nakledildiğine göre, Cablr b. Ab-dillah Ebubekir'e:
"Bana ya
vereceksin, ya da cimrilik edeceksin" deyince, Ebubekir:
"Bana bunları
söylüyorsun. Cimrilikten daha kötü bir hastalık mı olur?" cevabını verdi.
Böylece cimriliği, en büyük hastalıklardan biri olarak göstermiştir.[202]
Müslim'in Sahih'inde
Selman b. Rebi'a'dan rivayet edildiğine göre Ömer şöyle diyor:
"Rasulullah
(s.a.v.) bir malı taksim etti. Ben de:
"Ey Allah'ın
elçisi! Bunlardan başkası ona daha layık" dedim. Bana:
"Onlar beni,
benden çirkin sözlerle yardım istemek ile beni cimrilerden saymak arasında
seçenekli bıraktılar. Ben cimri değilim" cevabını verdi. [203]
Rasulullah (s.a.v.),
kendisinden uygunsuz bir biçimde yardım istediklerini, verirse işi ala
olacağını, ama vermediği takdirde cimri diyeceklerini, kendisini iki kötü
davranıştan, yersiz hareket ya da cimrilikten birini yapmak zorunda
bıraktıklarını, cimriliği daha kötü gördüğünü, vermek suretiyle bu daha kötüyü
defettiğini belirtiyor. [204]
Cimnlik bir
çerçevedir, onun kapsamına giren büyük ve küçük kötülükler yardık ' Yüce Allah
şöyle, buyurur:
Allah'ın bol
nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakııi bunun kendileri için hayırlı
olduğunu sanmasınlar, bilakis bu onların kötülüğünedirv Cimrilik yapıkları
şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır."
(Al-iİmrah: 3/180)
"Allah'a kulluk
edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, âna-babaya yakınlıklara, yetimlere,
düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa,. yolcuya,
elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenip
öğünenleri sevmez. Onlar cimrilik ederler, insanlara cimrilik tavsiyesinde
bulunurlar. Allah'ın bol nimetinden kendilerine verdiğini gizlerler. Kafirlere
aşağılık bir azap hazırlamışızdır." (Nisa: 4/36-37)
"Verdiklerinin
kabul olmasına engel olan, Allah'ı ve peygamberini inkar etmeleri, namaza
tembel tembel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir." (Tevbe: 9/54)
"Allah onlara bol nimetinden verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler.
Zaten dönektirler. Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları
için O'nunla karşılaşacakları güne kadar Allah kalblerine nifak soktu." (Tevbe:
9/76-77)
"İşte sizler
Allah yolunda sarfetmeye çağrılan kimselersiniz. Kiminiz cimrilik yapıyor, ama
cimrilik yapan bilsin ki, ancak kendine karşı cimrilik yapmış olur..." (Muhammed:
47/38)
"Vay o namaz
kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş
yaparlar. Onlar eğreti olarak basit şeyleri dahi vermezler." (Maun:
107/4-7) "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda safretme-yenlere can
yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları,
böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. 'Bu kendiniz için biriktirdiğinizdir,
biriktirdiğinizi tadın' denecek." (Tevbe: 9/34-35) Kur'an'daki
yardım etmeyi ve vermeyi emreden bütün ayetlerin aynı zamanda cimriliği
yermekte olduğu kabul edilir. [205]
Kur'an korkaklığı da
pek çok ayetinde kınamıştır. Sözgelişi şu ayetler bunun örneğidir:
"Tekrar savaşmak
için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o
gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun
varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!"
(Enfal: 8/16)
"Sizden
olmadıkları halde, sizinle beraber olduklarına Allah'a yemin ederler. Oysa
onlar korkak bir topluluktur. Bir sığınak veya mağara yahut girecek bir yer
bulmuş olsalardı, çarçabuk oraya yönelirlerdi." (Tevbe: 9/56-57)
"İnananlar
"Keşke bir sure indirilse de cihada çıksak" derlerdi. Fakat kesin
anlamlı bir sure inip orada savaş zikredilince, kalplerinde hastalık olanların,
ölüm korkusuyla bayılmış kimselerin bakışları gibi, Ey Muhammed sana
baktıklarım gördün. Oysa onlara itaat etmek ve uygun olanı söylemek
yaraşırdı." (Muhammed: 47/20)
"Kendilerine
'Elinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin" denenleri görmedin
mi? Onlara savaş farz kıılndığında, içlerinden bir takımı hemen, insanlardan,
Allah'tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve 'Rab-bimiz! Bize savaşı
niçin farz kıldın, bizi yakın bir zanıa-na kadar te'hir edemez miydin?"
derler. Ey Muhammed! Dünya geçimliği azdır, ahiret, Allah'a karşı gelmekten
sakınan için hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez" de."
(Nisa: 4/77) [206]
Kur'an'daki cihada
teşvik eden, kaçınanları ve terke-denlerİ kınayan ayetler, aynı zamanda
korkaklığı yermektedir.
İnsanların dini ve
dünyevi düzgünlüğü ancak bizzat cihad yapmayanların yerine cihad yapacakları
getireceğini haber vermektedir:
"Ey İnananlar!
Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın" denilince, yere çöküp
kaldınız? Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının
geçimi ahirete göre pek az bir şeydir. Çikmazsaniz Allah size can yakıcı azapla
azap eder ve yerinize başka bir millet getirir. Ona bir şey de yapamazsınız.
Allah her şeye kadirdir. (Tevbe: 9/39)
"İşte sizler,
Allah yolunda sarfetmeye çağırılan kimselersiniz. Kiminiz cimrilik yapıyor,
ama cimrilik yapan bilsin ki, ancak kendine karşı cimrilik etmiş olur. Allah
zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan
kaldırır, sizin gibi olmayacak bîr milleti yerinize getirir. (Muhammed: 47/38)
Yüce Allah, cesaret ve
cömertlik sayesinde eskileri üstün kılmıştır:
"Göklerin ve
yerin mirasçısı Allah olduğu halde, Allah yolunda siz niçin sarfetmiyorsunuz?
İçinizden Mekke'nin fethinden önce sarfeden ve savaşan kimseler, daha sonra
sarfedip savaşan kimselerle bir değildirler, berikiler daha üstün
derecededirler. Allah, işlediklerinizden haberdardır. (Hadid: 57/10)
Yüce Allah, Kur'an'm
pekçok ayetinde canı ve malıyla Allah yolunda cihad etmeyi zikretmiş ve övmüştür.
Allah'a itaat uğrundaki cesaret ve hoşgörü (infak) işte budur.
Yüce Allah şöyle
buyurur:
"Nice az
topluluk, çok topluluğa -Allah'ın izniyle-üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle
beraberdir."
(Bakara: 2/249)
"Ey İnananlar!
Bir toplulukla karşılaşırsanız, dayanın; başarıya ereşibelmeniz için Allah'ı
çok anın. Allah'a ve peygamberine itaat edin; çekilmeyin, yoksa korkar
başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah
sabredenlerle beraberdir." (Enfal: 8/45-46)
Cesaret, beden gücü
değildir. İnsan bedence güçlü, ama yüreksiz olabilir. Cesaret, yalnızca
yürekliliktir. Savaşın temeli beden gücü ve savaşma sanatı, yüreklilik ve savaş
aşinalığıdır. Bu ikisinden Övgüye değer olanı, düşüncesizce ve övülen ile
yerileni ayırmaksızın yapılan değil, bilgi ve bilinçle olanıdır. Bu sebeple
güçlü kişi, öfkelendiği sırada nefsine hakim olup, uygun olanı yapan insandır.
Öfkesine yenilen ise ne cesur, ne de güçlüdür.
[207]
Daha önce de sözü
edildiği gibi, bütün bunların esası sabırdır; sabır zorunludur.
Sabır iki çeşittir:
1) Öfke
sırasında sabır.
2) Musibet
sırasındaki sabır. El-Hasen'ul-Basri şöyle demiştir:
"Hiç kimse, öfke
anındaki yumuşaklık ve felaket anındaki sabırdan daha büyük bir yudum
yutkunmamıştır."
Bu, elem verici durum
sabretme esasına dayanır. Elem verici durum, giderilebilen Özellikteyse
öfkeyi, giderilemeyecek özellikteyse üzüntüyü arttırır. Bu yüzden, Öfkelinince
yapabilme gücünü hissetme arasında kanın harekete geçmesi dolayısıyla yüz
kızarır; üzülünce, yapamayacağını anlama sırasında kanın çekilmesiyle sararır.
Bu sebeple, Rasuluîlah
(s.a.v.) Müslim'in İbn Mes'ud'dan rivayet ettiği sahih hadiste şu ilkeyi
getirmiştir. Rasuluîlah (s.a.v..):
"Rakub kime
dersiniz" diye sordu. "Çocuğu olmayana" cevabını verdiklerinde,
"Rakub, bu
değildir. Çocuklarından hiçbiri kendinden önce ölmeyen kimsedir" buyurdu.
Rasulullah (s.a.v.):
"Pehlivan diye
kime dersiniz?" diye sordu. Bunun üzerine: ,
"Güreşte
başkasını yenendir."
"Hayır, pehlivan
bu değildir. Pehlivan, öfke anında nefsine hakim olsa kimsedir" buyurdu.[208]
Bu hadisiyle
Rasulullah (s.a.v.)» musibet ve Öfke anında sabretmek gerektiğini belirtmiştir.
Yüce Allah musibet
konusunda şöyle buyurur:
"Muhakkak sizi
biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle
deneriz, sabredenlere müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde, 'Biz Allah'ınız
ve elbette O'na döneceğiz' derler."
(Bakara: 2/155-156)
Yüce Allah Öfkele
hakim olmak konusunda ise şöyle
buyuruyor:
"Bu ancak
sabredenlere vergidir; bu ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir." (Fussilet: 41/35)
Musibet ve öfke
anındaki sabırların aynı çerçevede ele alınması, tıpkı musibet ve nimet
anındaki sabırların aynı çerçevede ele alınması gibidir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurur:
"Andolsun ki,
insana nimetimizi tattırır, sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz
bir nanköre döner. Başına gelen sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırırsak
'Musibetler başından gitti' der. Doğrusu o, şimarıp böbürlenen biridir.
Bunların dışında sabredip iyi işler işleyen kimselere, işte onlara mağfiret ve
büyük ecir vardır."
(Hud: 11/9-11) "Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği
nimetlerle şımarmamamz içindir."
(Hadid: 57/23) Ka'b b. ez-Zuheyr, muhacir sahabeyi şöyle nitelemiştir:
"Kılıçlan düşman için toplluğa inince şımarmazlar, yenildiklerinde de
sabırsızlaşmazlar.[209]
Hasan b. Sabit ise
Ensar'ı nitelerken şöyle diyor: "Yenildiklerinde de ne paniğe kapılırlar,
ne de donup kalırlar. [210]Rasulullah'ı (s.a.v.)
nitelerken bazı Araplar şöyle derler: "Yenmesine çok sevinmez,
yenilmesinde de canı sıkılmazdı."
Şeytan bu iki durumda
insanları yürekleri, sesleri ve elleriyle haddi aşmaya çağırdığı için,
Rasulullah (s.a.v.) bunu yasaklamıştır. Oğlu ibrahim Ölünce, ağlamakta olan
Ra-sulullah'a (s.a.v.):
"Ağlıyor musun?
Sen ağlamayı yasaklamadın mı?" denildi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):
"Ben iki ahmak ve
günahkar sesi yasakladım:
1) Bir
eğlence ve oyunun nağmesindeki, şeytanın çal-gılarmdaki ses,
2) Musibet
sırasındaki, yanaklarını dövme, elbiselerini yırtma ve cahiliye feryadını
sürdürme sesi" buyurdu. [211]
Böylece bu iki sesi
aynı çerçevede ele almıştır.
Rasulullah'ın Musibet
Sırasında Yasakladığı Fiiller
Rasulullah (s.a.v.)
musibet durumunda bazı şeyleri yasaklamıştır. Sözgelişi, aşağıdaki hadisler
bunun örneğidir:
"Yanaklarını
döven, elbisesini yırtan ve cahiliye adedini sürdüren bizden değildir. [212]
"Musibet
sırasında saçını yolan, bağıran ve elbisesini yırtan kadınlardan uzağım.[213]
"Göz ve kalbden
olan, Allah'tandır. El ve dilden olan, şeytandandır. [214]
"Allah gözden
akan yaş ve kalbin üzüntüsünden dolayı azab etmez. Ancak dilini göstererek-
bundan dolayı azap ya da merhamet eder. [215]
"Yas tutulan ölü,
bu yas sebebiyle azap görür. [216]
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Ölünün arkasından feryad ve figanla
ağlayan kadın, ölmeden önce tevbe etmezse, kiyamte gününde üzerinde katranlı
bir elbise ve uyuzlu bir gömlük olduğu halde kaldırılır. [217]
Üstünlük, musibet ve
sevinçle ilgiil olarak Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Allah her şeyde
güzelliği (ihsan) farz kılmıştır. Öldürürken güzel öldürünüz. Kurbanı güzel
kesiniz. Hayvan keseniniz, bıçağını bilesin, kestiğini rahat ettirsin. [218]
"Öldürme
açısından insanların en iffetlisi, iman ehlidir. [219]
"İşkence etmeyin,
vefasızlık göstermeyin, çocukları öldürmeyin.
[220]
Rasulullah'ın (s.a.v.)
Yüce Allah'ın şu buyruklarına uyarak, cihadda ittidali emreden bunlar gibi daha
birçok hadisi vardır:
"Ey İnananlar!
Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan
öfkeniz sizi adaletsizliğe götürmesin; adil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten
sakınmaya daha yakındır. (Maide: 5/8)
"Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşarı
gidenleri sevmez."
(Bakara: 2/190)
Rasullullah (s.a.v.)
ipek giymeyi, altın yüzük takmayı, altın ve gümüş kaplarda yeme-içme ve
elbiseyi uzatma gibi nimetlerde israf ve böbürlenmeyi yasaklamış, halı, ipek
ve ipekliyi, şarabı, çalgı aletlerini helal sayanları kınamış ve kıyamet gününde
karşılaşacakları kötü durumu belirtmiştir.
Yüce Allah şöyle
buyurur:
"Allah, kendini
beğenip, öğünenleri elbette sevmez." (Nisa: 4/31)
"Milleti ona,
'Böbürlenme, Allah şüphesiz ki böbürlenenleri sevmez' dedi." (Kassas:
28/76)
Arzuda haddi aşmaya
sabırla birlikte bu üç durum, bu babın temelidir. Şunun için ki, insan,
sevdiği ve arzuladığı ile nefret ettiği ve hoşlanmadığı arasındadır. İnsan
sevgi ve, arzu sırasında bu ikisinin, öfke ve nefret anında da bu ikisinin
taşkınlığına karşı sabretmeye muhtaçtır. Aynı şekilde, sevinç anında bunun
taşkınlığına, musibet sırasında bu musibete sabırsızlığa karşı direnmeye
muhtaçtır.
RasuluÜah (s.a.v.)
yukarıdaki hadisinde iki sesi, ahmak ve facir sesi hatırlatmıştır:
1) Sevinçte
aşırılığa götürüp, insanı gururlu bir sevince boğan ses!
2) Üzüntü
sırasında sabırsızlığa sebep olarak, insanı çok , sabırsız hale getiren ses.
Cihadda söylenip
aletsiz terennüm edilen şiirlerden olu-şan seslör gitıi1, Allah için İnsanın
öfkesini harekete geçiren sese ve aynı şekilde -sünnette geçtiği şekilde-
kadınlar ve çocuklar için düğünlerde ve sevinç anlarında def çalma gibi sevinç
zamanlarındaki şehvet seslerine izin verilmiştir.
İnsanları harekete
geçirmek için sesli olarak söylenen şiirlerin çoğu şu dört gruba girer:
1) Gençlikle
ilgili şiirler (teşbih),
2) Hamaset
ve hicvi konu edinen öfke ve kahramanlık şiirleri (hamaset),
3)
Mersiyeler gibi musibet (ağır) şiirleri,
4)
Medhiyeler gibi nimet ve sevinçten söz eden şiirler. Yüce Allah'ın da
belirttiği gibi şairler, karakterlerine
(tab1) uygun şiirler
yazmayı adet edinmiştir:
"Onların her
vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez
misin?"
(Şuara: 26/225-226)
Bu sebeple,
azgınların, şairlere uyduklarını haber vermiştir. Ayette geçen
"gavi" (azgın) kelimesi, bilgisi olmadığı halde (körü körüne)
arzusuna uyan kimse anlamına gelir. Aynı kökten gelen ve hidayetin zıddı olan
"gayy" (sapıklık, cahillik) işte budur; nitekim, yararını bilmeyen
saplan da, hidayete erenin ztddıdir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Batmakta olan
yıldıza andolsun ki, arkadaşınız Mu-hammed sapmamış ve azmamıştır. (Necm:
53/1-2)
Bu sebeple Rasulullah
(s.a.v.):
"Benden sonra
benim sünnetime ve benden sonraki hidayeti bulan doğru yoldaki halifelerimin
sünnetine sarılın.[221]
buyurmuştur.
Bu yüzden şairlerin
cesaret ve hoşgörünün bütün çeşitlerini övdüklerini görürsün. Zira bu ikisinin
yokluğu genel olarak kınanmıştır. Ama varlıkları sayesinde ise genel olarak
insanların gayeleri gerçekleşir. Ancak bu konu açısından ahırete kazançlı
ç.kanlar, Allah'tan sakınanlardır O ndan satamayanlar ise, ahirette değil
dünyada kazan': h pkjrbr iyi sonuç her ne kadar ahirette ise de, dünyaca da o
abıHr. Nnekım Yüce Allah Nuh ve gemisinin kurtuluşu olayını anlatırken şöyle
buyurur:
"Ey Nuh! Sana ve
seninle beraber olan topluluklara b.zden bir selamet ve bereket.e gemiden in.
Ama birçok topluluklar, da geçindireceğiz, sonra onlara can yakıcı bir azap
vereceğiz» denildi. Ey Muhammedi Bunlar sana vahyett.g.m.z bilinmeyen
olaylardır. Sen de, milletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret, sonuç
Al-lah'tan sak.nanlarınd.r.»
Yme Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır.
"O halde size
tecavüz edene, size tecavüz ettikleri gibi ecavuz edin Allah'tan sakmm ve
Allah'.n sak.nan-larla beraber olduğunu bilin.» (Bakara: 2/194) [222]
Bu konuda ölçü, Allah
ve peygamberinin övdüğünü övmektir. Çunku, şairler, hatipler vb.nin değil,
yalmzca Allah övgüsü güzel, kmamas:
kötüdür. Bu sebeple, Temi-mogullarından birisi Rasulullah'a (sav)
"Benim övgüm
güzel, kmamam da kötüdür" dediğinde Rasulullah ona:
"Övgüsü güzel,
kmamas. kötü olan, Allah'tır» cevabını verdı.[223]
Yüce Allah kendi
yolundaki cesaret ve hoşgörüyü (sima-ha) ovmuştunNıtekim Buhari ve Müslim'in
Sahihlerinde Ebu Musa el-Eş arı'den rivayet edilen hadise göre, Rasulullan
(s.a.v.) a:
"Ey Allah'ın
elçisi! Birisi cesaret, öteki kahramanlık ve üçüncüsü gösteriş için
savaşanlardan hangisi Allah yolundadır" denilince,
"Allah adının en
yüce olması için savaşandır?" cevabını verdi.[224]Yüce
Allah:
"Fitne kalmayıp,
yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın" buyurur. (Enfal: 8/39)
Zira, bu mahlukatrn yaratılış sebebidir. Nitekim Yüce Allah:
"Cinleri ve
insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışındır." buyurmaktadır.
(Zariyat: 51/56)
Allah'ın mahlukatı
yaratma gayesine yönelik herşey, Allah katında övgüye değer olur. İnsana
kalacak olan ve Allah'ın faydalı göreceği de budur ki amel-i salih işte böyleler
idir.
Bu yüzden insanlar
dört sınıftır:
1) Allah
için cesaret ve hoşgörüyle (simaha) amel edenler. Cenneti hak eden mü'minler
işte bunlardır.
2) Cesaret
ve hoşgörüyle yaptığı işi Allah için olmayanlar. Bunlar yaptıklarıyla dünyada
yararlanırlar, ama ahi-rette nasipleri yoktur.
3)Allah
için, ama cesaretsiz ve hoşgörüsüz iş yapanlar. Bunların, durumlarına göre
işlerinde bir tür münafıklık ve iman noksanlığı vardır.
4)Allah için
iş yapmayan ve işinde cesaret ve hoşgörü bulunmayanlar. Bunların ne dünyada,
ne de ahrette nasipleri yoktur.
Bu ahlak ve fiiller,
sıkıntı ve şiddetli fitnelerle dolu zamartlarda genel veya özel olarak her
mü'minin ihtiyaç duyduğu peylerdir. Fitneyle karşılaştıklarında, kendilerine
ıslah etmeye ve kendilerinden günahları defetmeye muhtaçtırlar. Aynı şekilde,
güçleri oranında, başkalarına iyiliği emretme ve onları kötülükten alıkoymaya
da ihtiyaç duyarlar. Bu iki durumdan her biri gerçekten zorluk doludur, bununla
birlikte Allah bunları dilediğine kolaylaştırır. Çünkü Yüce Allah mü'minlere,
iman etmeyi ve iyi iş (amel-i salih) yapmayı, insanları iman etmeye ve iyi iş
yapmak üzere daveti ve cihad etmeyi emretmiştir.
"Andolsun ki,
Allah'a yardım edenlere, O da yardım eder. Doğrusu Allah, kuvvetlidir, güçlüdür.
Onları biz yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekat verirler, iyiliği
emrederler, kötülükten alıkoyarlnr. İşlerin sonucu Allah'a aittir." (Hacc:
22/40-41)
"Doğrusu biz
peygamberimize ve insanlara dünya hayatında ve şahidlerin şahitlik edecekleri
günde yardım ederiz." (Gafir: 40/51)
"Allah
'AndoIsjCTİti, ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz' diye yakmıştır. Doğrusu
Allah kuvvetlidir, güçlüdür. (Mücadele: 58/51)
"Bizim ordumuz
şüphesiz galip gelecektir." (Saffat: 37/173) [225]
îyiliği emretmek ve
kötülükten alıkoymak ve Allah yolunda cihad, insanın fitneye maruz
kalabileceği bela ve sıkıntılardan olduğu için, insanların bazıları bu konudaki
gö-. revini terketmek gayesiyle fitneden kurtulmak istediği gerekçesini ileri
sürer. Nitekim münafıklardan söz ederken Yüce Allah:
"Onlardan 'Bana
izin ver, beni fitneye düşürme' diyen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye
düşmüşlerdi." buyurmaktadır. (Tevbe: 9/49)
Tefsir'de
belirtildiğine göre, bu ayet Rasulullah (s.a.v.) Bizanslılarla savaşa (Tebük)
hazırlanmasını emrettiği el-Cedd b. Kays hakkında inmiştir. Zannederim
Rasulullah (s.a.v.) ona:
"Rumların sarışın
kadınlarına gönlün var mı?" deyince,
"Ey Allah'ın
elçisi! Ben kadınlara karşı sabırsız biriyim. Onların kadınlarını görünce
fitneden korkarım. Bana izin ver ve beni fitneye düşürme" dedi.
Bu el-Cedd b. Kays,
ağaç altında yapılan Rıdvan bey'atından kaçman ve kırmızı bir deveyle gizlenen
kişidir.[226] Onun hakkında Rasulullah
(s.a.v.):
"Kırmızı deveyle
gizlenen dışında, bu bey'ate katılmayanların hepsi affedilmiştir"
buyurmuştur.[227]
İşte bu olay üzerine
az önce geçen Tevbe: 9/49 ayeti inmiştir.
el-Cedd b. Kays,
savaşa katılmamayı kadınların fitnesinden korunmak ve fitnelerine düşmemek
için istediğini belirtmiştir. Böylece ona göre, haramdan korunması ve bu yolda
nefsiyle savaşması bunun sonucu azap görmesi ya da bu haramı işleyip günahkar
olması gerekiyordu. Zira, güzel nesneleri görüp onları seven, ister Allah'ın
haram kılması, isterse fırsat bulamaması yüzünden buna imkan bulamazsa kalbi
sıkıntı duyar. Ama gücü yeter ve haramı işlerse helak olur. Kadınlarla
ilişkinin helal olanında bile bazan sıkıntı vardır.
"Beni fitneye
düşürme" sözünün açıklaması işte budur. Yüce Allah da:
"Bilin ki onlar
zaten fitneye düşmüşlerdir." buyurmaktadır. (Tevbe: 9/49)
"Vacip cihaddan
yüz çevirmesi ve kaçınması, imanının zayıflığı, kendisine cihadı terketmeyi
süsleyen kalbindeki hastalığın bizzat kendisi, düşmüş olduğu büyük bir
fitnedir" demek istemektedir. Durum böyleyken, başına gelen büyük fitneye
düşmekle, henüz başına gelmemiş küçük bir fitneden kutulmayı nasıl
isteyebilir? Yüce Allah:
"Fitne kalmayıp
yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın." buyuruyor. (Bakara:
2/193)
Allah'ın fitne
kalmasın diye emrettiği savaşı terkeden, kalbindeki şüphe, gönlündeki hastalık
ve Allah'ın emrettiği cihadı terketmek gibi durumlarla zaten fitneye düşmüş demektir.
Bu konuyu iyi düşünmek
gerekir, burada gerçekten çok kritik bir durum vardır.
Bu noktada insanlar
iki gruptur:
1) İyiliği
emreden, kötülükten alıkoyan ve iddialarına göre fitneyi ortadan kaldırmak
gayesiyle savaşanlar. Oysa bunların yaptıkları en büyük fitnedir. Müslümanlar
arasında çıkan fitnede savaşanlar, sözgelişi hariciler böyledir.
2) Bizzat
fitneye düştükleri halde, fitneden korunmak ga-rekçesiyle iyiliği emretmek,
kötülükten alıkoymaktan ve sayesinde dinin tamamen Allah'ın ve Allah adının en
yüce olduğu savaştan kaçınanlar. Hoşa giden gerekçelerle düşülen fitneler de,
Berae suresinde zikredilen fitne çerçevesine girer. Çünkü bu durum, ayetin
iniş sebebidir. Kaçtıklarını sandıklarından daha büyük olan fitneye düştükleri
halde, nefsi arzularının fitnesine düşmemek gerekçesiyle üzerlerine düşen
iyiliği emretmeyi, kötülükten alıkoymayı ve sayesinde dinin tamamen Allah'ın
ve Allah adının en yüce olduğu cihadı terkeden pek çok dindarın durumu budur.
Oysa böylelerinin görevi, vacibi yapmak ve haram işlememektir; bu ikisi
birbirinden ayrılmaz. Bunları, nefisleri kendilerine sözkonusu bu iki görevi
hep birlikte yaptıklarında ya da yapmadıklarında itaat ettiği için yerine
getirmediler. Riyaseti, malı ve sapıklık arzularını sevenlerin pekçoğu
böyledir. Çünkü üzerine düşen iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma, cihad,
imaret vb. görevleri yerine getirenler, bazı haramları kaçınılmaz olarak
işler. Bu durumda, iki durumun daha üstün olanına bakması gerekir. Eğer
emredilen bu haramı terketmekten daha sevaplı ise, kötülükte daha aşağı
durumda olanın birleşmesi endişesiyle bunu terketmez. Şayet haramı terketmek
daha sevaplı ise, bundan daha aşağı durumda olan vacip bir fiilin sevabı
iyilik ve kötülük durumlarının birleşmesiyle olur;
Bu, böyledir. Konu
oldukça uzun bir konudur. [228]
Yeryüzündeki her
insanın iyiliği emretmesi ve kötülükten alıkoyması, kendisine de iyiliğin
emredilmesi ve kötülükten alıkonması zorunludur. Hatta tek başına kalsa bile,
iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma görevini bizzat kendisine uygulaması
gerekir. Nitekim Yüce Allah:
"Çünkü nefis,
Rabbinin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder" buyurmaktadır. (Yusuf:
12/53)
Zira emretme, bir işi
yapmayı istemek ve arzulamaktır; yasaklama ise, terketmeyi İstemek ve
arzulamaktır.
Her canlıda,
kendisinin ya da imkan bulursa başkasının bir işi yapmasını harekete getiren
bir arzu ve istek vardır. Çünkü insan, iradesiyle hareket eden bir canlıdır.
İnsanlar, ancak birarada yaşarlar. İki ya da daha fazla kişi bir araya gelince,
bir işi emretmeleri, başka birini de yasaklamaları kaçınılmazdır. Bu yüzden
namazda cemaatin en azı iki kişidir. Nitekim "İki ve daha fazlası
cemaattır" denir. Fakat bu durum, yalnızca namaza bir katılım (iştirak)
olduğu için, biri imam, diğeri de ona uyan (me'mum) olmak üzere iki kişiyle
gerçekleşir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Malik b. Huvey-ris ve arkadaşına:
"Namaz vakti
gelince, ezan okuyun, kaamet getirin ve daha yaşlınız imam olsun"
buyurmuştur.[229]
Bu ikisi, kıraat
açısından birbirlerine yakın durumdaydılar.
Sıradan işlerle ilgili
olarak, sünenMe Rasulullah (s.a.v.): "Yolculuğa çıkan üç kişinin
içlerinden birini başlarına geçirmemesi helal değildir[230]
buyurmaktadır.
Madem ki iyiliği
emretme ve kötülükten alıkoyma insanların varlığının bir gereğidir, Öyleyse
Allah ve peygamberinin emrettiği iyiliği emretmeyen ve Allah ile peygamberinin
yasakladığı kötülükten alıkoymayan, kendisine Allah ve peygamberinin
yasakladığı kötülükten alıkonmayan kimsenin, ya buna aykırı şekilde, ya da
Allah'ın indirdiği hak ile Allah'ın indirmediği batılın karıştığı şekilde iyiliği
emretmesi, kötülükten alıkoyması, kendisine iyiliği emredil-mesi ve kötülükten
alıkonması kaçınılmazdır. Bunu bir dini esas kabul ettiği takdirde, böylesi
bid'at, sapık ve batıl bir yol olur.
Her insan iradesiyle
hareket ettiği için, ihtiras ve niyet sahibidir. Niyeti ve işi Allah rızası
için iyi olmazsa, bu iş fasid ya da Allah rızası dışında bir işi olur ki bu da
batıldır. Nitekim Yüce Allah:
"Ey insanlar!
Doğrusu sizin çalışmalarınız (işleriniz) çeşitlidir." buyurur. (Leyi: 92/4)
Bütün bu işler:
"Küfre sapan,
Allah yolundan çeviren ve işleri boşa giden" (Muhammedi 47/1)
kafirlerin işleri
türünden olup batıldır.
Yüce Allah şöyle
buyurur:
"İnkar edenlerin
işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat
oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını
görür. Allah hesabı çabuk görendir. (Nur: 24/39)
"Yaptıkları her
işi ele alır, onu tozduman ederiz." (Furkan: 25/23) [231]
Yüce Allah kitabında,
kendisine, peygamberine ve mü'minlerden olan ululemr'e itaat etmeyi
emretmektedir:
"Ey İnananlar!
Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara (ululemr'e)
itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsınız-
onun halini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en
güzeldir." (Nisa: 4/59)
Ululemr, iş sahipleri
ve malikleri olup bunlar iyiliği emredenler ve kötülükten alıkoyanlardır. Bu
konuda el (otorite) ve güç sahipleri ile ilim ve kelam ehli ortaktırlar, Bu
yüzden ululemr, bilginler (ulema) ve emirler (ümera)[232]
olmak üzere iki sınıftır. Bu ikisi düzgün olduklarında insanlar da düzgün olur,
bozuk olduklarında insanlar da bozuk olur. Ni-tikim Ebubekir (r.a.), kendisine:
"Bu iki idare ne
zamana kadar sürecek?" diye soran Ah-mesiyye adındaki kadına:
"Yöneticeliriniz
doğru yolda olduğu sürece" cevabını vermiştir. Hükümdarlar, şeyhler,
ehlu'd-divan ve her önder durumundaki kişi, ululemr çerçevesine girer.
Bunlardan her birinin Allah'ın emrettiği iyiliği emretmesi ve yasakladığından
alıkoyması gerekir. Bunlara itaat etmesi gerekenlerin de Allah'a itaat
konusunda itaat etmesi, ma'siyet konusunda ise itaat etmemesi gerekir. Nitekim
Ebubekir (r.a.), halife seçildiğinde okuduğu hutbede şunları söylemiştir:
"İnsanlar! Sizin
kuvvetli saydığınız, hakkı kendisinden alana kadar benim katımda zayıftır.
Sizin zayıf saydığınız ise, hakkını alıp teslim edene kadar benim katımda
kuvvetlinizdir. Allah'a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a isyan
ettiğimde ise, bana itaat borcunuz yoktur.[233]
Bütün iyiliklerde iki
şeyin, Allah rızasını gözetme ve şeriate uygun olma şartlarının bulunması
zorunlu olduğuna göre, bunlar sözlerde ve fiillerde, güzel söz ve işlerde,
ilmi ve ibadetle ilgili işlerde bulunmalıdır. Bu yüzden, Sahih'te yer alan
hadise göre, Rasulullah'ın (s.a.v,):
"Cehennem
ateşinin yakacağı üç kişiden birincisi, insanlar bilgin ve okuyucu desinler
dîye ilim öğrenip öğreten, Kur'an'ı okuyup okutandır, ikincisi, cesur ve
atılgan demeleri için savaşan ve cihad yapandır; üçüncüsü, cömert ve eli açık
desinler dîye sadaka ve mal verendir. buyurmuştur.
Zira, riya ve şöhreti
arzulayan bu üç kişi, peygamberlerden sonra gelen sıddikler (çok doğrular),
şehidler ve iyilerden sayılırlar. Çünkü, Allah'ın peygamberlerine gönder-diğ
ilmi öğrenen ve onu Allah rızası için öğreten kimse, sıd-dık olur. Allah adının
en yüce olması için savaşan ve öldüren, şehid olur. Allah rızasını arzulayarak
iyilik yapan, iyi (salih) olur. Bu yüzden malında cimrilik eden, ölüm sırasında
geri dönmeyi arzular. Nitekim îbn Abbas:
"Malı olup da
bununla haccetmeyen ve zekatını vermeyen, ölümü sırasında hayata geri dönmeyi
arzular" dedikten sonra, Yüce Allah'ın:
"Birinize ölüm
gelip de 'Rabbım! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem,
iyilerden olsam1 diyeceği zaman gelmezden önce, size verdiğimiz rızıklardan
sarf edin. (Münafıkun: 63/10) ayetini okudu.
Bu ilmi ve kelamı
işleri haber verenin, Allah ve ahiret-le, olmuş ve olacaklarla ilgili haberinin
doğru ve hakikat olması gerekir. Aynı şekilde emrettiği ve yasakladığının da,
peygamberlerin Allah'tan getirdiği gibi olması gereklidir. Sünnete ve şeriate
uygun, Allah'ın kitabı ve peygamberinin sünnetinin izinden giden doğru yol da
budur.
Aynı şekilde, kulların
yaptığı ibadetler de, Allah'ın meşru kıldıklarından, Allah ve peygamberinin
emrettiklerinden olduğud a; gerçek, doğru ve Allah'ın peygamberlerine
gönderdiğine uygun olur. Bu her iki gruba da girmeyen ibadetler, bazıları
bunları ilim, makul, ibadet, mücahede, zevk ve makamı olarak isimlendirse de,
saptıracı bid'at ve bilgisizliktir.
Yine bunların Allah
emrettği için emredilmesi ve yasakladığı için alıkonması; peygamberlerin haber
verdiği gerçek, iman ve hidayet olduğu için Allah'ın haber verdiğinin haber
verilmesi gerekir. Aynı şekilde ibadette Allah naşının gözetilmesi gerekir.
Bunlar arzularına uymak ve izeti nefsini okşamak (hamiyet), ilim ve fazilet
göstermek veya riya ve şöhret arzusuyla söylenirse, cesaret, hamiyet ve gösterişi
için savaşan yerinde olur.
Böylece pekçok ilim ve
görüş, ibadet ve hal sahibinin düştüğü durum daha iyi anlaşılır. Bunların
söylediği pekçok söz, Kur'an ve sünnete aykırı olur ya da sünnete aykırılık ya
da uygunluk içerir.
Bunların yaptığı
ibadetlerin pekçoğu, Allah'ın emretmediği, hatta yasakladığı türdendir ya da
hem meşru, hem de yasak olan durumları içerir. Bunların yapacakları savaşın
pek çoğu, emredilen savaşa aykırıdır ya da emredileni ve yasaklananı kapsar.
Yaptıkları savaş da böyledir. Meşru, yasak ya da karma kısımlarından her
birinde, sahibinin niyeti iyi olabileceği gibi arzularına uymuş da olabilir,
bazan ikisi de bulunabilir.
Bunlar, bu işlerdeki
dokuz kısımdır.
Devlet mallarından
olan fey' ve diğer mallarda, vakıf malları, vasiyet edilen mallar, adanan
mallar, ihsan ve bağış türleri, sadakalar ve akrabayla bağlar da (sılat) da
durum böyledir.
Bütün bunlar hakla
batılın, iyi ile kötünün karıştırılmasıdır.
Bunlardan kötü olanı
yapanlar, hatalı veya unutmuş olduklarında -ecir alan ve hatası affedilen
müctehid gibi- affedilir; yahut yapılan küçük bir hata olur da büyüklerden kaçınması
kefaret olabilir; veyahut tevbe ederek, kötülükleri yok eden iyiliklerle ya da
dünya musibetleri vb. ile affedilmiş olabilir.
Allah'ın kendisi
sebebiyle kitaplarını indirdiği ve peygamberlerini gönderdiğ dini, daha önce
de sözü edilen iyi iş (amel- salih'i) yalnızca Allah rızası için yapmayı
emreder. Allah'ın hiç kimseden başkasını kabul etmediği genel İslam işte
budur. Nitekim Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Kim İslam'dan
başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, ahirette de
kaybedenlerdendir."
(Al-i İmran: 3/85)
"Allah, melekler
ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, O'ndan başka ilah olmadığına
şahitlik etmişlerdir. O'ndan başka ilah yoktur. O, güçlüdür, hakimdir. Allah
katında yegane din, şüphesiz İslam'dır."
(Al-i İmran: 3/18-19) [234]
İslam'ın iki anlamı
vardır:
1)
Birincisi, tesliîr. olmak ve boyun eğmektir. Bu yüzden müslüman kibirli olamaz.
2) Yüce
Allah m:
"Allah geçimsiz
efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak
verir."
(Zümer: 39/29)
ayetinde geçtiği gibi,
İslam'ın ikinci anlamı, bağlılıktır. Bu yüzden, müslüman müşrik olamaz.
Öyleyse İslam, kulun
yalnızca alemlerin Rabbı olan Allah'a teslim olmasıdır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurur:
"Kendini
bilmezden başkası İbrahim'in dininden yüz çevirmez. Andolsun ki, dünyada onu
seçtik, şüphesiz o, ahirette de iyilerdendir. Rabbı ona 'Teslim ol' buyurduğunda,
'Alemlerin Rahbına teslim oldum' demişti. İbr ı him, bunu oğullarına vasiyet
etti. Ya'kub da 'Oğullarım! Allah dini size seçti, siz de ancak O'na teslim
olmuş olarak can verin' dedi." (Bakara: 2/130-132)
"De ki: Şüphesiz
Rabbim beni doğru yola, gerçek dine, doğruya yönelen ve puta tapanlardan
olmayan İbrahim'in dinine iletmiştir. De ki: Namazım, ibadetlerim hayatım ve
ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiç bir ortağı yoktur; böyle
emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim. De ki: "Allah her şeyin Rabbi
iken O'ndan başka bir rab mı arayayım? Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse
başkasının yükünü taşımaz; sonunda dönüşünüz Rabbımzadır, ayrılığa düştüğünüz
şeyleri size bildirecektir." (En'am: 6/161-164)
"İslam"
kelimesi, aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi "lam" cer harfiyle geçişli
yapılmış, ama aslında geçişsiz bir fiil olarak kullanılır:
"Rabbbinize
yönelin. Azab size gelmeden önce O'na teslim olun; sonra yardım
görmezsiniz." (Zümer: 39/54)
"Melike, 'Rabbim!
Şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman'la beraber, alemlerin Rabbi olan
Allah'a teslim oldum" dedi. (Nemi: 27/44)
"Allah'ın
dininden başka bir din mi arzu ediyorlar?
Oysa göklerde ve yerde
kim varsa, ister istemez O'na teslim olmuştur. (Al-i İmran: 3/83) "De ki:
Arkadaşları bize gel diye doğru yola çağırırken -şeytanların yeryüzünde
şaşırttıkları bir kimse gibi-geriye mi dönelim. Allah bizi doğru yola
eriştirdikten sonra bize faydası olmayan, zarar da veremeyen Allah'tan başka
şeylere mi yalvaralım? De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Alemlerin
Rabbine teslim olarak namaz kılın, Allah'tan sakının diye emrolunduk.' Kendisine
toplanacağınız O'dur." (En'am: 6/72) "İslam" kelimesi,
"İhsan" kelimesiyle yanyana olarak geçişli fiil şeklinde de
kullanılır. Yüce Allah'ın şu ayetlerinde bunun örneklerini görüyoruz:
"Dediler ki:
Yahudi veya hristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek.' Bu onların
kuruntularıdır. Ey Muhammed de ki: Sözünüz doğru ise, delillerinizi getirin.'
Hayır öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah'a veren, kimsenin ecri Rabbinin
kalındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara:
2/111-112)
"İyilik yaparak
kendisini Allah'a teslim edip, hakka yönelen İbrahim'in dinine uyandan, din
bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrahim' i dost edinmişti." (Nisa:
4/125)
Bu ayetlerde Yüce
Allah, bundan daha güzel bir din olacağım kabul etmemiştir. Bu eşsiz din,
kişinin iyilik yaparak kendisini Allah'a teslim etmesidir. Yüce Allah bu
ayetlerde, iyi olduğu halde kendisini Allah'a teslim edenin Rabbi katında
sevabını göreceğini, onlara korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini belirtiyor.
Kapsamlı ve genel nitelikteki "İslam" kelimesini, ancak Yahudileşen
veya hıristiyan-laşanların cennete gireceklerini iddia edenleri reddetmek,
amacıyla açıklamaya çalıştım.
• Bu iki nitelik, yani
kendini Allah'a teslim etme ve ihsan nitelikleri, daha önce açıkladığımız
önemli iki esastır. Bunlar da, işin Allah rızası için yapılması, sünnete ve
şeriate uygun biçimde doğru olmasıdır. Çünkü kendini Allah'a teslim etme,
Allah rızasını gözetmeyi ve niyet etmeyi içerir. Nitekim bazıları şöyle derler
"Sayısız
günahlar(lar) için Allah'a tevbe ederim.
Niyet ve iş yalnızca
kulların Rabbı içindir.
Burada dört terim
kullanılmıştır:
1) Kendini
teslim etme (İslamu'1-Vech),
2) Yüzünü
dönme (İkametu'1-Vech),
3) Yüzünü
çevirme (Tevcihu'1-Vech),
4) Yüz
(Vech).
Aşağıdaki ayetlerde
bunların örnekleri yer almaktadır:
"Her secde
yerinde yüzünüzü Rabbinize doğrultun." (A'raf: 7/29)
"Ey Muhammed!
Halka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver."(Rum:
30/30)
"Doğrusu ben
yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim. Ben puta
tapanlardan değilim."
(En'am: 6/79)
Rasulullah (s.a.v.)'de
namaza başlarken yaptığı duada şöyle derdi:
"Yüzümü dosdoğru
olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben müşriklerden değilim.[235]
Buhari ve Müslim
Sahih'lerinde el-Bera b. Azib'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.)
yatağa girince ona şu duayı okumasını öğretti:
"Allah'ım!
Kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim. [236]
Yine (vech), hem yönelen
hem de kendisine doğru yönelinen için kullanılır. Nitekim "Hangi yönü
diyorsun?" demektir. Çünkü bu ikisi, birbirinden ayrılmazlar. însan bir yere
yöneldiğinde, yüzünü de yöneltir, yüzü yönelişine uyar. Bu hem içinde, hem
dışında böyledir. Bu dört durumdur. İç asıldır, dış ise kemal ve semboldür.
Kalbi bir şeye yönelince, dış yüzü de ona uyar. Kulun niyeti, maksadı ve
yönelişi Allah'a olursa, işte bu irade ve maksadının düzgünlüğünü gösterir.
Bunun yanında iyi (muhsin) de olursa iş iyi olmuş, ibadetinde Rabbına kimseyi
ortak koşmamış demektir.
Ömer (r.a.) şöyle
demiştir:
"Allah'ım! Bütün
işimi iyi kıl. Onu senin rızan için halis kıl. Bu işimde kimseye pay
verme." [237]
îyi iş, ihsandır;
ihsan, iyilik yapmak demektir ki Allah'ın emridir. Allah'ın emrettiği; O'nun
meşru kıldığı» Kur'an'a, sünnete ve şeriate uygun olan demektir. Yüce Allah,
niyeti halisane Allah için olanı ve bunun yanında işini iyi yapanın, sevabı
kazandığını ve cezadan kurtulduğunu haber vermiştir.
Bu yüzden, selef
imamları bu iki esası bir arada toplardı. Mesela el-Fudayl b. Iyad:
"Hangisinden daha
iyi iş yaptığını belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O'dur (Mülk: 64/2)
ayetini okuyup "daha iyi" kelimesini, "en halisi ve en doğrusu"
şeklinde yorumlamıştır. Kendisine:
"Ey Ebu AH! En
halis ve en doğru olan hangisidir?" diyesorulunca,
"İş doğru olur
halis olmazsa makbul değildir. Halis olur da, doğru olmazsa yine makbul olmaz.
Ancak hem halis, hem de doğru oiunca makbul olur." cevabını vermiştir.
İşin halis olması,
Allah için olması, doğru olması, sünnete uygun olmasıyla belirlenir.
İbn Şahin ve
el-Lalika'i, Said b. Cubeyr'in şöyle dediğini naklederler:
"Hiçbir söz işsiz
makbul olmaz. Hiçbir söz ve iş, niyetsiz makbul değildir. Hiçbir söz, iş ve
niyet, sünnete uygun olmadıkça kabul edilmez."
Bu ikisi aynı sözü
el-Hasenu'1-Basri'den de rivayet ederler, ancak "makbul değildir"
ifadesinin yerine, "iyi olmaz" ifadesini kullanırlar.
Bu ifade de, iman için
yalnızca sözü (ikrar'ı) yeterli sayan Mürcie'nin görüşüne reddiye
sözkonusudur. Oysa bu ifade, hem sözün, hem de fiilin bulunmasının zorunlu
olduğunu belirtmiştir. Çünkü iman, söz ve fiildir. Başka bir eserimizde geniş
olarak açıkladığımız gibi, imanın bulunması için söz ve fiilin buunması zorunludur.
Yine burada, mü'minlerin ittifakıyla Allah'a ve meşru kıldıklarına sevgisizlik
ve büyüklenmeyle birlikte yalnızca kalble tasdik ve dille ikrarın iyi bir
fiille bitişmedikçe iman olmadığını açıkladık.
Fiilin aslı, kalbin
fiilidir. Bu fiil de, sevgisizlik ve büyük-lenmeye aykırı olan sevgi ve
saygıdır.
Söz ve fiilin ancak
niyetle makbul olacağını belirtirler. Bu çok açıktır. Çünkü söz ve fiil, Yüce
Allah için halis olmazsa, Allah onu kabul etmez. Söz, fiil ve niyetin sünnete
uygun olmadıkça makbul olmadığını da belirtirler. Sünnet; şeriat demektir, Allah
ve peygamberinin emrettiği demektir. Çünkü Allah'ın emrettiği şekilde meşru ve
sünnete uygun olmayan fiil ve niyet, bid'at olur. Her bid'at sapıklıktır;
Allah'ın sevmediği ve kabul etmediği bir şeydir. Böyle bir iş, müşriklerin ve
ehl-i kitabın işleri gibi, salih amel olmaz. [238]
Selefin
terminolojisinde sünnet; sünnet konusunda eser verenlerin pekçoğu itikadla
ilgili olanları kastetseler de, ibadet ve itikadla ilgili sünnet için
kullanılır.
İbn Mes'ud, Ubeyy b.
Ka'b ve Ebu'd-Derda'nın şu sözleri, bunun örneğidir: "Sünnet üzere orta
yolu tutmak, bid'ate götüren ictihaddan daha iyidir." Buna benzer başka
sözler de vardır.
Alemlerin Rabbi
Allah'a hamdolsun. O'nun salat ve selamları Muhammed'e, temiz ailesine ve bütün
ashabına olsun. [239]
[1] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 3.
[2] Buhari, Tevhid: 28; Müslim İmare: 150.
[3] Buharı İ'tisam: 2; İbn Mace Mukaddime; 7.
[4] Müslim Cum'a: 48; Darimi Salat: 223; Ahmed b. Hanbel
Müsned: 4/256.
[5] Ebu Davud Cihad; 80.
[6] Ahmed Müsned: 2/177.
[7] Ahmed Müsned: 3/22, 55.
İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 4-8.
[8] Başvezirlik.
[9] Yüksek askeri otorite.
[10] Hakimlik.
[11] Maliye görevlileri.
[12] Vezir, bakan.
[13] Denetçi.
[14] Muhafız.
[15] Vali.
[16] Sulh hakimi
[17] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 8-10.
[18] Tirmizi Cum'a: 79; Fiten: 7; Menakib: 31; Ahmet
Müsned: 1/5,2/95.
[19] Müslim Birr: 105; Ebu'Davud Edeb: 80; Tirmizi Birr:
46; Ahmet Müsned: 1/384,393.
[20] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 10-11
[21] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 11.
[22] Kalkaşandi'ye göre, Vilayetu'1-Harb Şurta'nm (polis)
Öbür adıdır. (Subhu'1-A'şa: 4/23).
[23] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 11-12.
[24] Valiler
[25] Yargıçlar
[26] İdari birimler
[27] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 13.
[28] MalikVukut:6.
[30] Doğru ölçüp tartmayı tavsiye eden diğer ayetler için
bkz. En'am: 6/152; Hud: 11/85; İsra: 17/35.
[31] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 15.
[32] Buhari Büyü: 43; Müslim Büyü: 44.
[33] Müslim İman: 164; Ebu Davud Büyü: 50; İbn Mace
Ticarat: 45.
[34] Buhari Mezalim: 30; Tirmizi İman: 100,104.
[35] Ahmed Müsned: 2/259, 451, 527.
[36] Bey'u'l-Garar: Akdin unsurlarından biri meçhul kalan
satış.
[37] Hablu'l-Habele: Ana karnındaki yavruyu veya onun
yavrusunu satmak.
[38] Mulamese: Alınacak mala dokunmak suretiyle satış.
Satıcı alıcıya, "mala dokunursan, aramızdaki alış-veriş bağlayıcı
olmuştur" derdi.
[39] Munabeze: Ölçüp tartmadan, belirtmeden alış-veriş.
satıcı müşteriye: "Hangi malı Önüne attıysam, aramızdaki alış-veriş
bağlayıcı olmuştur" derdi.
[40] Neceş'i yasaklayan hadis için bkz. Malik Büyü: 97.
[41] Muasakat Ağaç birinden, emek ve bakım diğerinden olmak
ve meyve aralarında bölüşülmek üzere yapılan meyva ortakçılığı.
[42] Müzara'a, Tarla birinden emek diğerinden olmak üzere
yapılan ortakçılık.
[43] Ebu Davud Büyü: 68; Tirmizi Büyü: 19; Tirmizi bu hadis
için "sahihtir" demiştir.
[44] Ebu Davud Büyü: 53.
[45] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 16-19.
[46] Bu konudaki hadisler İçin bkz. Buharı Büyü: 64, 68,71;
Müslim Büyü: 11, 19.
[47] Mustersil: Bilmediği ya da tecrübesi olmadığı için
satıcıya güvenip pazarlık yapmayan alıcı.
[48] Mumakis Pazarlık yapan alıcı.
[49] Beyhaki Sünen: 5/349.
[50] Bu konudaki hadisler için bkz. Buhari Büyü: 58, 64;
Müslim Büyü: 11, 12,18,20-22.
[51] Müslim Büyü: 30; Ebu Davud Büyü: 45.
[52] Müslim Büyü: 19; Tirmizi Büyü: 19.
[53] Müslim Büyü: -.0; Ebu Davud öüyü: 45.
İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 19-21.
[54] Müslim Müsakat: 129, 130; Ebu Davud Büyü: 40, 41; İbn
Mace Ticarat: 6; Ahmed Müsned: 3/453.
[55] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 21.
[56] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 22.
[57] Ebu Davud Büyü: 49; Tirmizi Büyü: 73 (Tirmizi bu
hadisi sahih görmüştür).
[58] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 22.
[59] Tes'ir: Devletin fiyatları belirlemesi, narh.
[60] Müslim Eyman: 50-51; Ebu Davud İtak: 6; Tirmizi Nikah:
68.
[61] Neceş, Müşteri kızıştırmak, hileli arıtırım ve
indirim.
[62] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 23-25.
[63] Müslim İmare: 175.
[64] Seriyye: 5-300 veya 400 kişi civarındaki fedakarlık ve
kahramanlık gösteren askeri/öncü birlik.
[65] Buhari Hiyel: 15; Müslim İmare: 26-27.
[66] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 25-28.
[67] Muhabere: Sahibinin belli oranda ekin olmak üzere
tarlayı çiftçiye kiralaması.
[68] Kur'an veya sünnet.
[69] Mudarebc: Emek sermaye ortaklığı.
[70] İğreti olan.
[71] İğreti veren.
[72] Kendisine vakıf yapılan.
[73] Bir şeyin başkasına verilmesi gereken vacip bir hak
olarak ortaya çıkışı.
[74] Muraba'a: Bahar mevsimi için kiralama.
[75] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 28-31.
[76] Buharı Cihad: 127; Müslim Cihad: 2.
[77] Buhari Fiten: 3; Müslim Iraare: 35, 41-42.
[78] Buhari İ'tisam: 142; Müslim Fezail: 183.
[79] Hisbe'nin Arapçasım yayına hazırlayan Muhammed Zuhrİ
en-Neccar, metnin şöyle olması gerektiğni belirtiyor: "Herhangi bir sebeple
aciz kalana haccı vacip kılıp, her ikisi de herhangi bir şekilde gücü yelene
farz olmakla birlikte aynısını cihadda farz kılmayan, çelişkiye düşmüş
olur."
[80] İbn Mace Ticarat: 6; Darimi Büyü: 12.
[81] Müslim Musakat: 129, 130; Ebu Davud Büyü: 40-41; İbn
Mace Tİcarat: 6; İmam Ahmed: 1/31, 2/33, 3/453.
[82] Kafizu't-Tahban (değirmenci ölçeği). Un yaptıracak
olanın buğdayını değirmenciye verip, değirmencinin de Ücretini undan alması meselesi,
Hanefi fıkhında çok tartışılmış bir problemdir.
[83] Buhari Cizye: 6; Müslim Musakat: 6; Maljk Musakat: 1.
[84] Buhari Cizye: 6; Müslim Musakat: 20; Darimi Siyer: 54.
[85] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 32-36.
[86] Malik Muvatta Büyü: 57.
[87] Mudd: Hanefüere göre: 1.032 litre, 815.39 gr.;
çoğunluğa göre 0.687 litre, 543 gr.
[88] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 37-39.
[89] Calib, ithalatcı
[90] Çarşı yöneticisi.
[91] Rıtl: 407,695 gr.
[92] Ebu Davud, Büyü: 49; Tirmizi, Büyü: 73
[93] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 39-42.
[94] Ebu Davud, Büyü: 49; Tirmizi, Büyü: 73
[95] Müslim Eyman: 50, 51; Ebu Duvad İtak: 6.
[96] Alış fiatına satış. 44
[97] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 42-44.
[98] Ebu Davud Zekat: 32.
[99] Buhari Cihad: 48; Müslim Zekat: 24.
[100] Müslim Zekat: 27; Darimi Zekat: 3.
[101] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 44-47.
[102] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 47-48.
[103] Kısıtlama
[104] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 48-49.
[105] Müslim Buyu: 30; Ebu Davud Büyü: 45
[106] Hile, malın kusurunu gizleme durumu.
[107] Buhari Büyü: 43; Müslim Büyü: 44- 47.
[108] EbuDavud Akdiye:31.
[110] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 53-54.
[111] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 54.
[112] Ebu Davud Hudud: 27; Tirmizi Hudud: 21 Nesai Nikah:
80.
[113] Müslim imare: 59; Ebu Davud Sünne: 27.
[114] Ebu Davud Eşribe: 5. Hadis no: 3683.
[115] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 55-56.
[116] Müslim Libas: 27, 28; Nesai Zinet: 95.
[117] Buhari Zebaih: 14; Müslim Sayd: 33.
[118] Mescidu'd-Dırar Tebük savaşı sırasında münafıkların
müslüman-lan bölmek ve Rasulullah'a (s.a.v.) suikast amacıyla Medine'de Küba
mescidinin karşısına yaptıkları mescid. Bu yüzden "muzır mescid" adıyla
anılmıştır. (Tevbe: 9/107)
[119] Hedy kurbanı: Harem'e hediye edilen hayvan.
[120] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 56-59.
[121] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 60-64.
[122] Ebu Davud Büyü: 48; İbni Mace Ticarat: 52.
[123] Ebu Davud Libas: 445; Tirmizi Edeb: 44; Ahmed Müsned:
3/151,283; Tirmizi hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.
[124] Bit': Köpük almış bal nebizi (şırası).
[125] Mizr: Arpa ve buğdaydan yapılan köpüğü atmış içki,
buğday şarabı.
[126] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 64-65.
[127] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 65.
[128] Buhari Edeb: 18; Müslim Fezail: 66.
[129] Buhari Da'avat: 69; Müslim Zikir: 5, 6.
[130] Tirmizi Birr: 61; Ahmed Müsned: 1/366.
[131] Müslim Zekat: 65; Tirmizi Edeb: 41.
[132] Tirmizi Edeb: 41.
[133] Tirmizi Kıyamet: 47; Ahmed Müsned: 2/179.
[134] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 65-67.
[135] Va'd-Va'id: İyinin mükafatı, kötünün cezası.
[136] Ebu Davud Vitr: 18; Tirmizi Sevabu'l-Kıır'an: 10.
[137] Malik Muvatta Husnu'1-Hulk: 8; Ahmed Müsned: 2/381.
[138] Buhari Menakıb: 18 Müslim Fedailu'n-Nebi: 20-23;
Tirmizi Emsal: 8/76; Ahmed: 2/244, 257.
[139] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 68-70.
[140] Buhari, Tıbb: 17, Enbiya: 31; Müslim, İman: 374.
[142] Müslim İman: 78.
[143] Buhari İman: 15; Müslim İman: 80.
[144] Bu hadis için bkz. Müslim İman: 231.
[145] Tirmizi Fiten: 8; Ebu Davud Melahim: 17; İbn Mace
Fiten: 20; Ahmed Müsned: 1/2, 5, 7, 9.
[146] İbn Mace Fiten: 21. Hadis no: 4014.
[147] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 73-76.
[148] Buhari, Enbiya: 50; Müslim îmame: 44; Tirmizi Fiten:
25; İmam Ahmed: 1/384.
[149] Büyük günah işleyen kimsenin dünyada iman ile küfür
arasında bir yerde bulunması.
[150] Bu konuyu şu eserinde ele almıştır:
Minhacu's-Sünneti'n-Ne-beviyye: 2/86-87.
[152] h. 5/m. 626'daki Beni Mustalik savaşından dönerken
Rasulullah'ın eşi Aişe'nin, emaneten takmdiğ ı gerdanlığ ı yolda düşürdükten
sonra, aramaya giderek kervandan geri kalması üzerine, münafıkların şerefli
şahsiyetine yönettikleri çirkin ifttesizlik iftirası. (Nur: 24/11-20).
[153] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 77-79.
[154] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 80.
[155] Benzeri için bkz. Ebu Davud Melahim: 17.
[156] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 80-83.
[157] İbn Mace Zühd: 21; İmam Ahmed Müsned: 2/301,435;
el-Eha-disu'l-Kudsiyye: 1/291.
[158] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 84-85.
[159] Darimi Edeb: (il; İmam-Ahmcd: 4/345.
[160] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 85.
[161] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 86.
[162] Müslim Birr: 78; Ebu Davud Edeb: 10.
[163] Müslim Bn: 77; Ebu Davud Edeb: 10.
[165] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 88-90.
[166] Mufsassal: Kaf suresinden Kur'an'ın sonuna kadar yer
alan son yedide bir sureler.
[167] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 90-94.
[168] Buhari Fedailu'l-Kur'an: 6.
[169] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 94-95.
[170] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 96.
[171] Buhari, Darimi Zekat: 46; Ahmed Müsned: 2/160. 96
[172] Yani, muhacir kardeşlerine verilenlerden dolayı
içlerinde bir haset yoktur.
[173] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 96-97.
[174] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 97-98.
[175] İbn Mace ZUhd: 23; Ebu Davud Edeb: 43.
[176] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 98-99.
[177] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 100-101.
[178] Tirmizi Menakıb: 16; îbn Mace Mukaddime: 11; İmam
Ahrned: 5/382.
[179] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 101-102.
[180] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 103.
[181] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 103.
[182] Müslim, Zekat: 69, no: 1017.
[183] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 103-104.
[184] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 104.
[185] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 104-105.
[186] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 105.
[187] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 105.
[188] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106.
[189] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106.
[190] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106.
[191] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106.
[192] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 106-107.
[193] Darimi Rikak: 2/320; İmam Ahmed: 1/172.
[195] Tirmizi Dua: 105; tbn Mace Dua: 5.
İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 108.
[196] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 108-109.
[197] Buhari Cihad: 24; Hums: 19; Ahmed: 4/83.
[198] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 109-110.
[199] Ebu Davud Cihad: 21; Ahmed: 2/302.
[200] Buhari Meğazi: 73; Humus: 15.
[201] İbn Hişam Şiret: 2/104; Kurtubi Tefsir: 9/159.
[202] Buhari, Hums: 15; Ahmed b. Hanbel: 3/308.
[203] Müslim, Zekat: 127, Ahmed b. Hanbel: 1/20, 35.
[204] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 110-111.
[205] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 111-112.
[206] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 112-113.
[207] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 113-115.
[208] Müslim Bin: 106; Ahmed: 1/382. 116
[209] Banet Su'ad kasidesinden alınmıştır. Bkz. Şerhu Divanı
Ka'b: 25. •
[210] Bkz. Divanu Hassan (Yay. Seyyid Hanefi Hasaneyn): 239.
[211] Buhari Cenaiz: 32; Tirmizi Ctsnaib: 25.
[212] Buhari Cenaiz: 35; Ahmed: 1/432.
[213] Buhari Cenaiz: 37; Müslim İman: 166.
[214] Buhari Cenaiz: 43
[215] Buhari Cenaiz: 4
[216] Buhari Cenaiz: 4.
[217] Müslim Cenaı?.: 29; İbn Mace Cenaiz: 51.
[218] Tirmizi Diyat: j 4; Nesai Dahaya: 22.
[219] Ebu Davud Cihad: 110; İbn Mace Diyat: 30
[220] Müslim Cihad: 2.
[221] Ebu Davud Sünnet: 5; Tirmizi İlim, İbn Mace Mukaddime:
16.
[222] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 115-121.
[223] Tirmizi Tefsiru Süre: 49; Ahmed: 3/488.
[224] Buhan Tevhid: 28; Müslim İrnare: 150.
[225] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 121-123.
[226] Kurtubi Tefsir: 8/Î58. Ayrıca bkz. İbn Hişam Siret:
4/159.
[227] Müslim Münafikun: 12.
[228] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 123-126.
[229] Müslim, Mesacid: 293.
[230] Ebu Davud, Cihad: 80; Ahmed b. Hanbel: 2/177.
[231] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 127-128.
[232] Ümera: Toplumun siyasi, ekenomik ve sosyal alanlardaki
liderleri.
[233] Ahmet Zeki Safvet Cemheratu Hutabi'1-Arab: 1/67. 130
İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 129-130.
[234] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 130-132.
[235] Müslim Musafirin: 201; Ebu Davud Edahi: 4.
[236] Müslim Zikr: 5; Buhari Vudu: 75.
[237] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 132-136.
[238] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 136-137.
[239] İbni Teymiyye, Hisbe, Tevhid Yayınları: 138.