Hakikatlerin Bulunduğu Yerde Yeminler Bozulur
Sufilerin Mahv Ve Fena İddiaları
Dileme İle İlgili Çeşitli Yorumlar
Dilekte Bulunmanın En Güzel Yolu
Kur'an'daki Duaların Özellikten
Yunus'un (A.S.) Duası Niçin Haber Kalıbı İle Yapılmıştır?
"La İlahe İlla Ente" İfadesinin Manası
Allah Katında En Faziletli Kelam
Bu Ayet Niçin Sıkıntıyı Kaldırmak İçin Okunuyor?
Tevhid ve İstiğfarı Birleştirmek:
Uluhiyet Ve Rububiyetin Tevhidi:
Allah İçin Sevmekle Allah'la Beraber Sevme Arasındaki
Fark:
Rasul'e (a.s.) İtaat Allah'a (c.c.) İtaattir:
Kur'an Kelimelerinin Delaletlerinin Çeşitli Olması:
Uluhiyetin Tevhidinin Gerçekleştirilmesi
Riya Ve Ucub Kavramı Arasındaki Fark
Allah'ın Rasulu'nun Malı, Allah'a Ve Rasul'e İtaatta
Kullanılan Maldır:
Fıkıhçıların Görüşlerinin Yanlış Olduğunun Delilleri:
İbadet Ve Dilekte Bulunma Uluhiyet Ve Rububiyetin
Tevhidini Gerçekleştirmeye Vesiledir:
Uluhiyetin Ve Rububiyetin Tevhidi:
Peygamberlerin Masumiyeti Meselesi:
Garanik Meselesinin Tutarsızlığı Ve Bu Tutarsızlığın
Düzeltilmesi
Peygamberlerin Tevbe Ve İstiğfar Etmeleri:
Tevbe Mağfiret Ve Sevgiye Vesiledir
Peygamberlerden Günah Sadır Olması:
Mağfiret İçin Tevbenin Gerekliliği
Yalnızca Günahın İtirafı Bağışlanması İçin Yeterli
Değildir:
Günahların Bir Kısmını Bırakıp Bir Kısmından Tevbe Etmek
Sahih Bir Davranıştır:
Şeyhülislam İbn
Teymiye Allah ruhunu mukaddes kılsın-ye, Rasulullah'ın (s.a.v.) aşağıdaki
hadisi ile ilgili olarak şu sorular soruldu:
Öncelikle hadisi
zikredelim, hadis şu; Allah Rasulu (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kardeşim
Zürınun'un duası:
"Senden başka
ilah yoktur; senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum" (Enbiya: 21/87)
ayetidir, sıkıntıya
düşmüş herkim bu dua ile dua ederse, mutlaka Allah o kimseyi sıkıntıdan
kurtarır.[1]
Bu hadisle, alakalı şu
sorular sorulmuş İbn Teymiye'ye
1- Bu duanın
manası nedir?
2- Bu dua
niçin sıkıntıları gideren bir duadır?
3- Bu duada
geçen sözleri söyleme sırasında batini bir şartın bulunması gerekli midir?
4- Zorluğu
gidermeyi gerekli kılması için, kalbin itikadı, duanın anlamıyla uyumu nasıl
olmalıdır?
5-Duada geçen
"inni küntü minezzalimin ben
zalimlerden oldum" bölümünün zikredilmesinin, zorluğu gidermeyi gerekli
kılan tevhidle münasebeti nedir?
6- Bu duayı
okuyan kimsenin, sadece zalim olduğunu söyleyerek suçunu itiraf etmesi yeterli
midir, yoksa gelecekte karar verip tevbe etmesi kaçınılmaz bir gereklilik
midir?
7-Sıkıntının
giderilmesi ve kaldırılmasının, insanın yaratıklardan ve yaratıklarla alakalı
olan herşeyden umudunu kesmeye bağlı olmasının sırrı nedir?
8-Kalbin
yaratıklardan ve onlarla alakalı olan şeylerden bir şey ummaktan tamamen
vazgeçip bütün varlığı ile Allah'a bağlanması, tamamen O'na yönelmesi ve her
şeyi O'ndan ummasının asli ve belirgin sebebi nedir? Üstad bu sorulara şöyle cevap
veriyor: Hamd alemlerin Rabb'i olan Allah'a aittir.[2]
"Dua ve
davet" sözü Kur'an'da iki anlam içerir:
1- İbadet
duası (ibadet amacıyla yapılan dua).
2- Dilek
duası (Allah'tan birşey dilemek için yapılan dua).
Şu ayetler bu
tanımlara örnektir:
"Allah'la beraber
başka bir ilaha dua (ibadet) etme, sonra azab edilenlerden olursun" (Şuara:
26/213)
"Kim, Allah'la
beraber varlığını ispatlayacak hiçbir delil bulunmayan bir ilaha ibadet (dua)
ederse, onun hesabı Rabbinin yanındadır. Kuşkusuz kafirler kurtulamaz"
(Mü'minun: 23/117)
"Allah'la beraber
başka bir ilaha dua etme, O'ndan başka ilah yoktur" (Kasas: 27/88)
"Allah'ın kulu
Muhammed O'na ibadet (dua) etmek için kalkınca, neredeyse çevresinde
birbirlerine kenetlenerek keçeleşirlerdi" (Cin: 72/19)
"Onlar Allah'ı
bırakıp dişilere dua (ibadet) ediyorlar ve yalnız başkaldırım şeytandan
başkasına ibadet etmiyorlardı" (Nisa: 4/117)
"Hak dua Allah'a
yapılır; ondan başka dua ettikleri, kendilerine hiçbir cevap veremez. Bunlar
suyun ağzına gelmesi için avuçlarını suya açan kimseye benzerler. Hiçbir zaman
su ağzına ulaşmaz?' (Rad: 13/14)
"Onlar ki Allah
île beraber başka bir ilaha dua etmezler. Allah'ın haram ettiği canı haksız
yere öldürmezler ve zina etmezler." (Furkan: 25/68)
"(Ey Muhammed),
de ki: "Duanız (ibadetiniz) olmasa Rabbim sizi ne yapsın (ne diye size
değer versin?) Yalanladığınızdan ötürü azaba çarptırılmanız gerekecek." (Furkan:
25/77)
Ayetin yorumu ile
ilgili olarak şöyle denildi: "Eğer sizin O'na duanız olmasa; onun duası
size olmasa..." Buradaki mastar bazen özne ile bazen de nesne ile
tamlanmaktadır. Ancak özne ile tanılanma olasılığı daha güçlüdür. Çünkü o duayı
yapan bir öznenin olması mutlak gereklidir. Bu nedenle iki görüşten en güçlüsü
budur. Bu durumda ayette şöyle denilmektedir: Şayet O'na dua etmiyor, O'na
ibadet etmiyor ve O'ndan dilekte bulunmuyorsanız Rabbim sizi ne yapsın (ne
diye size kıymet verip dikkate alsın)? [3]
"Salat"
kavramı lugatta dua anlamındadır. Salat'a dua denilmesi ibadet ve dilemek olan
dua manasını içermesinden dolayıdır. Sözgelşi:
"Bana dua edin,
duanızı kabul ediyim" (Mü'min: 40/60)
ayeti iki biçimde
tefsir edilmiştir:
1- Bana
ibadet edin ve emrime uyun ki duanızı kabul edeyim. Şu ayette buyurulduğu
gibi:
"İman eden ve
salih amel işleyenlerin dualarını kabul eder" (Şura: 42/66)
2- Benden
isteyin, size vereyim.
Buhari ve Müslim'de
konu ile ilgili olarak şu hadis yer almıştır: Rasuhıllah (s.a.v.) şöyle
buyuruyor:
"Her gece,
gecenin son üçte bir kısmı kalınca Rabbi-miz dünya göğüne iner ve şöyle
buyurur: "Benden dileyen yok mu, dilediğini vereyim, bana istiğfar eden
yok mu, kendisini mağfiret edeyim[4]
Hadiste öncelikle dua
kelimesi, ardından sual (dilek) ve istiğfar kelimeleri zikredildi. Dileyene
aynı zamanda dua eden olduğu gibi istiğfar eden de aynı zamanda dileyendir. Ne
var ki "sail" kelimesinin kullanılması hayrı taleb eden dilekçiden
sonra gelecek şerri gidermek içindir. Her ikisinin birlikte dua eden (dai)
kelimesinden sonra zikredilmesi, bu kelimenin her ikisini ve onların dışında
kalan başka kelimeleri de içermesi, bu hass (özel) olanın genel üzerine
atfedilmesi kuralından kaynaklanmaktadır. Konuyla ilgili olarak yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Kullarım sana
benden sorarlar; kuşkusuz ben onlara çok yakınım. Dua eden, Bana dua ettiği
zaman, duasını kabul ederim" (Bakara: 2/186) [5]
Her diliyen, rağbet
eden, korku duyan kimse kendisinden dilekte bulunulan varlığa kulluk edendir.
O'na her ibadet , eden de aynı zamanda O'nun rahmetini uman ve azabından
korkandır. Her ibadet eden dileyendir ve her dileyen ibadet edendir. Bu iki
isimden herbirisi diğerinden soyutlanıp tek başına kaldığında onu içerir. Ancak
bir araya geldikleri zaman "sail" (dileyen) kelimesiyle, sual ve
taleb kalıbıyla, yararlı olanı elde etmeyi, zararlı olanı gidermeyi istemek anlamı
murad edilir. Bunun gibi ibadet eden anlamına gelen "abid"
kelimesiyle burada sual kalıbı bulunmasa da, emre uymayı taleb eden kimse
anlatılmak istenmiştir. [6]
Allah'ın zatını
isteyen ve O'na bakan "abid", dileğinin yerine getirilmesini uman
"ragıb", dileğinin yok olmasından korkan "rahib" olarak
aynı zamanda hem korkan hem de umandır. Şu İki ayet bunun misalidir.
"Gerçekten onlar
hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua edererdi ve bize derin saygı
gösterirlerdi"
(Enbiya: 21/90)
"Yanları
yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab'lerine dua ederler" (Secde:
32/16)
İster ibadet, isterse
dilek amacı içeren dua olsun, Allah'a dua eden kimsenin, umma ve korkma
duygularından uzak olduğu düşünülemez.
Bazı şeyhlerin korku
ve ümidi avama has makamlardan saydıkları anlatılır. Bu anlayış şu şekilde
yorumlanmaktadır: Bunu söyleyen şeyhin anlatmak istediği, mukarrabİnler (yani
Allah'a yakınlık kesbetmiş kimseler)in sadece Allah'ın zatını istedikleri,
O'na bakmakla haz almayı amaçladıklarıdır. Orada O'nurda haz alan yaratıklar
bulunmasa da onlar bu isteğin gerçekleşmesini umarlar, ondan mahrum kalmaktan
korkarlar. Aslında onlar da korku ve ümid duygularından uzak değildir, fakat
onların umdukları ve korktukları, taleb ettiklerine göredir. Sözgelimi
bunlardan birisi şöyle söylemektedir:
"Sana ne
cennetini arzulayarak ne de ateşinden korkarak İbadet ediyorum"
Bu sözü söyleyen zat
cennetin, alelade yaratıkların yararlandığı bir yerin, ateşin ise,
yaratıkların duydukları acının ötesinde özel bir azab olmayan yerin adı
olduğunu sanıyor. Oysa böyle düşünen kimseler cennetin adını anlama noktasında
büyük eksiklik içindedirler. Halbuki Allah'ın dostlarına ödül olarak ahirette
hazırladığı yerin adı cennettir. Allah'ın cemaline bakmak da çenet
nimetlerinden bir nimettir. Bunun için mahlukatın en faziletlisi olan kimse Allah'ın
cennetini ister, cehennem ateşinden de O'na sığınır. Bu yüzden Rasululah'm
sahabesi namazlarında şöyle dua ederlerdi: "Ben Allah'tan cenneti dilerim
ve cehennem atesinden Allah'a sığınırım[7] Bir
grub kelamcı, yukarıda zikredilen (senden cemaline bakma lezzetini isterim)
sözünü yadırgamışlardır. [8] Onİar sanıyorlar ki Allah'a
bakmaktan tad alınmaz; yaratılmışların dışında haz alınacak nimet yoktur.
Diğer (sufiler) gibi bunlar da cennetin manası konusunda yanlışa düşmüşlerdir.
Ancak onlar teleb edilmeye layık gördüklerini istiyorlar, bunlar ise bu talebi
inkar ediyorlar. [9]
Ateşten acı duyma
hususuna gelince, bu kaçınılmaz bir durumdur. Kim "beni ateşe atsalar ben
razı olurum" gibi bir söz söylese, o kimse rıza göstermeye yemin etmiştir.
Halbuki hakikatlerin bulunduğu yerde yeminler bozulur. Semmun[10]gibi
düşünenlerin sözünde de durum bunun benzeridir. Semmun şöyle demişti bir
şiirinde:
"Benim senden
başka hiçbir nasibim yoktur. sen nasıl dilersen beni Öyle imtihan et"
Semmun idrar darlığına
yakalandı. Çocuk mekteplerinin çevresinde dolaşıp çocuklara şöyle dermiş:
"Yalancı amcanıza dua eden"
Nitekim böyleleriyle
ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, siz
ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp
duruyorsunuz" (Al-i İmran:
3/143)
Tasavufi makamların
nedenselliği hakkında konuşan bazı sufiler, kaderi gözlemleme esası üzerine
bina ederek sevgi, rıza havf (orku) ve reca (umma)yı avamın makmlarından
kıldılar. Onlara göre, "Kim kadere tanık olursa, hiçbir şey değilmiş gibi
fani, sürekli var olan gibi baki kalıncaya dek fiillerin birliğine de tanık
olur. Bu durumdaki kimse bütün bu işlerden kurtulur, onların üstüne
çıkar" Halbuki bu hakikat ve şeriat yönünden düzeltilmesi gerken bir sözdür. [11]
Gerçek olan şu ki diri
olan bir varlığın eğilim duyduğu bir varlığa karşı sevgi, nefret ettiğine ise
kin beslememesi düşünülemez. Buna rağmen, "canh olan bir varlığın yanında
bütün ölçüler eşittir", derse bu kimse şöyle düşünen iki çeşit insandan
birisidir: Bu kişi ya ne söylediğini düşünemeyecek kadar cahil bir kimsedir.
Ya da kendisini büyük gören inatçı bir kimsedir. Farzedilse ki insanın basma
Öyle bir hal geldi ki aklını yitirdi -böyle bir duruma ister mahv, ister fena,
ister ğaşıy isterse da'f denilsin farketmez- bu durum insan benliğindeki
duyulan tamamen yok etmez. Bilakis o kimse sevdiği varlığa karşı eğilim duyma,
nefret ettiğine ise kin duyma hislerine sahiptir. Bazı şeylere karşı beslediği
insanı duygularda bir düşüş söz konusu olsa bile, bu, söz konusu insanın bütün
insani duyularını yitirdiği anlamına gelmez.
Kim, "rububiyetin
tevhidini (birliğini) müşahede eden kimse cem ve fena makamına girer de artık
birşeyi diğerinden ayıramama makamı olarak bilinen "fark" makamını
müşahede eder", diye inanırsa bu kimse yanılmıştır. Durum ne olursa olsun;
aksine birşeyi diğerinden ayırt etme durumu mutlaka gereklidir; çünkü bu
zorunlu olan bir husustur. Ne var ki, bir kimse şer'i bir hususta farketme
sınırlarını aşarsa bile, tabii olarak farketme sınırlarında kalır. Bu durumda
mevla'sma itaat eden birisi değil de hevasına uyan bir kimse olur.
Bu "fark"
meselesi Cüneyd (Bağdadi) ile dostları arasında gündeme gelince Cüneyd onlara
"İkinci fark" makamını anlattı, ikinci fark makamı, emredilenle
sakıncalı olan, Al-lah'm sevdiği ile hoş görmediği şeylerin arasını ayırdetme
makamıdır. Bu makamda olan kimsenin kapsayıcı kaderi (kadr-i cami) müşahede
etmesiyle olur. Bu makamda olan kimse kapsayıcı kader hususunda birşeyi diler
birşeyden ayırdetme yasasını müşahede eder. Aksi takdirde emredilenle
sakıncalı olan arasını ayırdedemeyen kimse İslam dininden çıkar.
Bu cem konusunda
konuşan kimseler (Cüneyd ve çevresi) şer'i fark sınırlarının dışına tamamen
çıkamazlar. Şayet şer'i farkın (şeriat ölçülerine göre kimseyi diğerinden
ayır-dedebilme melekesi) dışına çıkarlarsa en şerli kafirlerden olurlar. Çünkü
bu kimseler artık Rasul ile diğerlerinin arasının aynı düzeyde olduğuna kanaat
edecek, vahdet-i vücud düşüncesini benimseyecek duruma gelmiş kimselerdir. Bu
noktada yaratanla yaratılan arasını ayırdedememektedir-ler. Ancak bu görüşte
olan kimselerin tamamı işi ilhad noktasına vardırmamışlar, bilakis bir
durumdan diğerini ayırdet-mişlerdir. Böylelikle zaman zaman kıble ehli olan
diğer normal müslümanların aptığı gibi zaman Allah'a ve elçisine itaat ederken
bazan da Allah'a ve elçisine asi olmuşlardır. Bu hususlar, başka konularda
genişçe anlatılmıştır. [12]
Burada amaç
"da'vet ve dua" kelimelerinin şu hususları kapsamasıdır. Cenab-ı Hak
buyuruyor:
"Onların
dualarının sonu da: "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun"
sözleridir" (Yunus: 10/10)
Aynı konu ile ilgili
olarak hadiste şöyle buyurulmuş:
"En faziletli
zikir: "La ilahe illallah" kelimesi, en faziletli dua da
"elhamdülillah" sözüdür."
Hadisi ibn Mace[13] ve
İbn Ebi Dünya rivayet etmiştir.
Tirmizi ve diğer
hadisçilerin tahriç ettiği bir hadiste de Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Kardeşim Zünnun
(Yunus'un) (a.s.) duası: "Senden başka ilah yoktur. Senin şanın yücedir;
Ben zalimlerden oldum."(Enbiya: 21/87) ayetidir. Sıkıntıya düşen bir kimse
bu dua ile dua ederse Allah sıkıntısını mutlaka giderir."
Bu ayete
"davet" denildi. Çünkü ayet dua türünü içeren bir ayettir. Sözgelimi
"la ilahe illa ente" (Senden başka ilah yoktur) sözü uluhiyetin
tevhidini itiraf etmektir. Uluhi-yetin tevhidi ise dua çeşitlerinden birisini
içerir. Çünkü ilah, ibadet, dua ve dilek niyetiyle kendisine dua edilmeye en
çok layık olan varlıktır. O da kendisinden başka ilah olmayan Aliah'tır. [14]
Ayette yer alan:
"Ben zalimlerden oldum" ifadesi, günahı itiraf etmektir. O da
mağfireti istemeyi içerir. Çünkü dilekte bulunan taleb edici, bazan taleb
kalıbı ile dilekte bulunur, bazan da haber (bilgi) kalıbı ile. Bu ya dilekte
bulunan ya da kendisinden istenen kimsenin durumuna yahut her iki duruma göre
ayarlanır. Nuh'un (a.s.) duasında olduğu gibi. Nuh şöyle dua etmişti:
"Ey Rabbim!
Bilgim olmayan birşeyi senden dilemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz,
bana acımazsan, ziyana uğrayanlardan olurum" (Hud: 11/47)
Görüldüğü gibi
buradaki ifade dilek kalıbı değildir. Eğer Allah onu mağfiret edip ona acımazsa
ziyana uğrayanlardan olacağını Allah'tan haber veren ihbari (bilgi veren) bir
kalıptır. Ne var ki bu bilgi aynı zamanda mağfiret dilemeyi de kapsar. Bu
hususta diğer bir örnek Adem ve eşi Havva'nın şu duasıdır:
"Ey Rabbimiz! Biz
nefsimize zulmettik, eğer bizi mağfiret etmez ve bize acımazsan, biz ziyan
edenlerden oluruz" (A'raf: 7/23)
Musa'nın (a.s.) duası
da bu kabildpndir.
"Rabbim, doğrusu
bana indireceğin her hayra mulıtacım"
(Kasas: 28/24)
Bu ayette Musa'nın
(a.s.) Allah'ın kendisine indireceği her türlü hayra muhtaç olduğu durumu
anlatılmaktadır. Bu ifade, aynı zamanda, Allah'ın kendisine indireceği hayrı
istemesini de içerir.
Öte yandan Tirmizi ve
diğerleri Rasulullah'tan şu hadisi nakletmişler:
"Kur'an okumakla
meşgul olduğudan dolayı benî zikredemeyen ve benden dilekte bulunamayan
kimseye, ben dilekte bulunanlaraverdiğimden daha fazlasını veririm"[15]
Tirmizi rivayet ettği
bu hadisi "hasen" olarak tanımlamış.
Öte yandan Malik b.
el-Huveyris Rasulullah'tan şu hadisi rivayet etmiştir: Rasulullah şöyle
buyuruyor:
"Beni zikretmekle
meşgul olması nedeniyle benden dilekte bulunamayan kimseye, dileyenlere
verdiğimden daha üstününü veririm"[16]
Sanırım Beyhaki bu
hadisi merfu olarak yine bu kelimelerle rivayet etmiştir.
Süfyan b. Uyeyne'ye
Rasulullah'ın şu sözü hakkında soruldu, söz şu:
"Arefe günü
yapılması gereken dua 'Allah'tan başka ilah yoktur, O tektir, ortağı yoktur;
mülk O'nundur ve hamd O'nadır. O, herşeye gücü yetendir"[17]
Süfyan bu hadisi
zikrettikten sonra Ümeyye b. Ebus-B alt'in İbn Cüdan'ı öven şu dizelerini
okudu.
"İhtiyacımı
anlatayım mı, yoksa senin bağışlayacağınla yetineyim mi? Zira senin huyun
bağışta bulunmaktır. kişi bir gün seni övse, bu övgüyü sana arzetmek ona yeter"
Uyeyne diyor ki:
"Bu şiirde bir yaratık diğer yaratığa hitab etmektedir. Bir kul diğer kula
böyle kelimelerle hitab, ediyorsa, bir kul, yaratıcıya nasıl hitab
etmelidir?"
Rasulullah'dan
nakledilen şu dua da bu kabilden bir duadır:
"Allah'ım! Hamd
Sana aittir. Şikayetler Sanadır; yardım yalnızca Senden istenir. Yardım eden
yalnızca Sensin. Tevekkül yalnızca Sanadır. (Yalnız Sana güvenilir, yalnızca
sana dayanılır)"
Bu duada geçen
kelimeler bilgi (haber) kalıbında oldukları halde dilek anlamı da içerirler.
(Bu hadisi kimin
tahriç ettiği tesbit edilemedi) [18]
Konu ile ilgili olarak
şu ayeti örnek verelim: "Bana sıkıntı dokundu; Sen merhamet edenlerin en
merhamet edenisin" (Enbiya: 21/83)
Görüldüğü gibi ayette
Eyyub (a.s.) kendi durumunu, Rabbinin durumunu, ona dokunan sıkıntıyı
kaldırması için rahmetini dilemeyi içeren bir ai'atımla tasvir etmektedir. Duanın
sözleri haber kalıbında sözlerdir, ancak aynı zamanda dilekte bulunma anlamını
da içeriyorlar. Bu anlatım biçimi dilek ve duada bulunmada izlenecek en güzel
yoldur. Bir kimsenin tazim ettiği, rağbet ettiği ve korktuğu kimseye, ben açım,
ben ustayım demesi, ondan dilekte bulunmanın en güzel yoludur. Böyle demeyip
de beni doyur, beni tedavi et vb. istek kalıbları kullansa, bu dilenenden kesin
istekte bulunan ifade kalıplarıdır. Burada da dilekte bulunan kimse durumunu
açığa vurmakta, güçsüz olduğunu ve muhtaç olduğunu bildirmektedir. Burada
taleb kalıbıyla ifade edilen kelimelerle tam bir umma ve tam bir dileme vardır.
Bu kahb "Dilek ve
dua" kalıbıdır. Bu ifade kalıplarını, dilekte bulunan kimse, kendisinden
dilediği kimseye muhtaç olduğu, ya da kendisinden istekte bulunulan varlığın
kahrına mukadder kaldığında kullanır. Bu tür dilekler emir kipiyle
söylenilirler. Bu yöntem ya taleb edenin ihtiyacından ya da taleb edilenin
yararı gözetilerek kullanılır. Ama her açıdan zengin bir varlığa duyulan
ihtiyaç söz konusu olduğu zaman, bu durumda tezellül, muhtaçlık ve durumun dışa
vurulmasıyla salt dilek kipi kullanılır.
İhtiyaç ve muhtaçlığı
nitelemek, hal diliyle dilemektir. Bİlgi ve açıklama açısından en etkili olan
yol ubudur.
Kasd ve irade
açısından nitelemek, hal diliyle dilemektir. Bilgi ve açıklama açısından en
etkili olan yol budur.
Kasd ve irade
açısından da en açık yöntem bu yöntemdir. Bu nedenle, çoğu dualar ikinci kısma
dahil dua çeşitleridirler. Çünkü taleb eden ve dileyen kimse amacını ve
anlatmak istediğini niteler de öylece onu taleb eder ve diler. Bu yöntem ilk
amaçlanan ve uyumlu bir dileme yöntemidir. Dilenen şeyi sözle açıklama,
isteyen ve istenilenin durumu nitelendirilmemiş ise de, şayet bu her ikisinin
durumunun niteliklerini kapsıyorsa bu yöntem, iki dileme türünden en gerekli
kılan bilgi ve haberi içerdiği gibi, dilemenin bizatihi kendisi olan taleb ve
kasdı da içerir. Bunların tümü dilemeyi, onu gerekli kılanı ve dileği kabul
etmeyi kapsar. Ebubekir'in (r.a.) Allah Rasulu'ne (s.a.v.) "bana bir dua
Öğret ki namazımda onunla dua edeyim" demesine karşılık ona öğrettiği şu
duada olduğu gibi.
Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyuruyor:
"Ey Ebu Bekir! De
ki: 'Allah'ım ben kendime (nefsime) çok zulmettim; günahları yalnızea Sen
bağışlarsın. Katından bir mağfiret ile beni mağfiret et. Ve bana merhamet
eyle. Çünkü Sen çok mağfiret eden ve çok rahimsin"
Bu duanın sözlerinde
kulun mağfirete ihtiyaç duymayı gerekli kılan nefsinin durumunu nitelemesi söz
konusu olduğu gibi, bu istenilene kendisinden başka hiç kimsenin gücü
yetmemeyi gerekli kılan Rabbinin nitelenmesi de söz konusudur. Aynı zamanda bu
duada kulun talep ettiği şeyi açıkça, kendisinden dilekte bulunduğu varlığa
bildirmesi, dileğin kabulünü gerekli kılan gerekçenin açıklanması -ki bu gerekçe,
Rabbin mağfiret ve rahmetle vasıflanmasıdir- vardır. Bu ve benzeri nedenlerden
dolayı dileme yöntemlerinin ve şekillerinin en mükemmeli budur. [19]
Duaların çoğu yukarıda
anlatılanları kapsar, Musa'nın (a.s.) duasında olduğu gibi. O şöyle dua
etmişti:
"Sen bizim
velimizsin. Bizi mağfiret eyle, bize merhamet eyle; çünkü sen mağfiret
edenlerin en hayırlisısın"
(A'raf: 7/155)
Bu dua taleb
niteliğindedir. Aynı zamanda, talebin kabulünü gerekli kılan Mevla'nın
nitelenmesidir.
Diğer bir örnek:
"Ey Rabbim! Ben
kendime zulmettim, beni mağfiret eyle" (Kasas: 28/16)
Burada nefsin
durumunun nitelenmesi ve dilekte bulunma söz konusudur.
Bir başka örnek:
"Hayırdan bana
indireceğin herşeye muhtacım." (Kasas: 28/24)
Burada ise hal diliyle
dilekte bulunmayı içeren bir niteleme söz konusudur.
işte dua çeşitleri,
isteme yöntemleri bunlardan ibarettir. Her türün kendine özgü özellikleri
vardır. [20]
Bu konu ile ilgili
olarak anlatılmayan bir nokta kaldı, o da şudur: Yunus (a.s.) ve onun durumunda
olan kimseler neden durumlarını niteleme (sıfat) ve haber kalıbıyla anlatıyor,
ayıplıyorlar da istek kipiyle yapmıyorlar?
Bu soru ile ilgili
olarak şöyle denilebilir: Çünkü bu makam itiraf makamıdır. Yani bu durumda
olan kimseler sanki şunu demek istiyorlar: Başıma gelen kötülüğün, belanın
bizzat kendi günahım yüzünden olduğunu itiraf ediyorum. Zira kötülüğün temeli
günahtır. Asıl amaç ise sıkıntıyı, içine düşülen zorluğu ortadan kaldırmaktır.
İstiğfar (Allah'tan bağışlanma dileme) ikinci amaca binaen yapılmaktadır. Yunus
kendi nefsine zulmeden kötü bir kimse olduğunun bilincinde olduğu çin, içine
düştüğü zorluğun kaldırılmasını istek kipi (kalıbı) ile anlatmamıştır. Çünkü o,
kendi nefsi yüzünden zorluk ve sıkıntı içerisine düşmüştür. Bu yüzden kendisine
yaptığı zulümü itiraf etmesiyle zorluğa düşme nedeninin kaldırılmasının
anlatılması, onun durumuna daha uygun düşmektedir.
Sıkıntıların
kaldırılması hususu bunun tersinedir. Çünkü böyle bir kimse için asıl amaç
birinci kasıtla mevcut durumudur. Zira nefis doğal yapısıyla ikinci kasıt ile
gelecekte düşeceğinden korktuğu sıkıntı ve zorlukların giderilmesini istemekten
önce, hali hazırda içinde bulunduğu ve giderilmesine ihtiyaç duyduğu
zorlukların giderilmesini taleb eder. Burada söz konusu edilen birinci maksat
bağışlanma ve zorluğun kaldırılmasını istemektir. Bu kişinin kasıt ve iradesinden
öncedir; ayrıca bu, içine düştüğü zorluğun nedenine ulaşması ve amacın hasıl
olmasında daha etkindir. [21]
Duada geçen
"Subhaneke" (yanı senin şanın yücedir), kavramı, Rabbi yüceltme ve
O'nu kutsamayı içeren bir kavramdır. Bu makam O'nu zulümden ve günahsız ceza
vermekten tenzih etmeyi gerekli kılan makamdır. Bu ifadeyi söyleyen şunu
demek istiyor:
"Sen bana
zulmetmekten ve günahsız yere beni cezalandırmaktan münezzeh (uzak) ve
mukaddessin. Ancak kendi nefsine zulmeden asıl zalim benim. Çünkü şanı yüce
olan Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz onlara
zulmetmedik ancak onlar kendilerine zulmettiler" (Nahh 16/118)
"Biz onlara
zulmetmedik fakat onlar kendilerine zulmettiler" (Hud: 11/110)
"Biz onlara
zulmetmedik fakat gerçek zalim onlar idi" (Zuhruf: 43/76)
Nitekim Adem (a.s.)
şöyle dua etmişti:
"Rabbimiz biz
kendimize zulmettik" (A'raf: 7/23)
Öte yandan Müslim'in
Namaza başlama babında sahih olarak neklettiği hadisle Rasulullah şöyle dua
etmişti:
"Allah'ım, gerçek
padişah sensin, senden başka ilah yoktur; Sen Rabb'imsin, bense senin kulunum.
Ben kendime zulmettim ve günahımı itiraf ediyorum. Günahlarımın hepsini
mağfiret eyle; çünkü günahları mağfiret eden yalnızca sensin[22]
Öte yandan Buhari'nin
Sahih'inde şu hadis yer almaktadır:
"İstiğfarların en
yücesi kulun şöyle dua etmesidir: "Allah'ım! Sen benim Rabbimsin; Senden başka
ilah yoktur. Beni Sen yarattın, ben Senin kulunum; gücüm ölçüsünde Sana
verdiğim söz üzereyim. Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Üzerime olan
nimetini Sana itiraf ediyorum ve günahımı da itiraf ediyorum. Beni mağfiret
eyle, çünkü günahları mağfiret eden yalnızca Sensin"
Her kim sabahladığında
inanarak bu duayı okur ve o gün ölürse cennete girer. Kim de akşamladığında
yine inanarak bu duayı okur ve o gece ölürse cennete girer[23]
Kula gereken, Allah'ın
adalet ve ihsan sahibi olduğunu itiraf etmektir. Çünkü O, insanlara kesinlikle
zulmetmez ve hiç kimseyi günahsız yere cezalandırmaz. Allah insanlara hep
ihsanda bulunur. Zira ondan kaynaklanan her sıkıntı adalet, her nimet de
lütuftur. [24]
Yunus'un "la
ilahe illa ente" (yani Senden başka ilah yoktur) duasına gelince burada
uluhiyetin etkinliğini ispat vardır. Uluhiyet ise Allah'ın kudretinin,
bilgisinin, rahmet ve hikmetinin yetkinliğini içerir. Ayrıca burada Allah'ın
kuluna ihsanının da ispatı vardır. Çünkü ilah, me'luh demektir. Me'luh ise
ibadet edilmeye yegane hak sahibi olan varlık ma-nasındadır. O'nun ibadet
edilmeye layık yegane varlık olması, aynı zamanda O'nun çokça sevilen yegane
sevgili, çokça saygı duyulan tek saygın varlık olmasını gerekli kılan sıfatlarla
sıfatlanmış olması demektir. Gerçekte ibadet çoça sevme ve çokça acziyet
belirtmeyi içeren bir fiildir.
Yunus'un
"Sübhaneke" sözü O'na tazimi, O'nu zulüm ve benzeri noksanlıklardan
münezzeh ve mukaddes tutmayı içerir. Çünkü teşbih (Sübhaneke demek) her ne
kadar eksiklikleri olumsuz kılmayı içerdiği söyleniyorsa da, Musab b.
Talha'dan "mürsel" olarak Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir. Allah Rasulu (s.a.v.) kulun "stibhanel-lah" demesiyle
ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Bu söz, Allah'ın
(kula verdiği) kötülükten kurtulma beratıdır"[25]
Aslında olumsuzlama
(nefy) övme anlamı içermez; ancak ispat (sübut) anlamını içerdiğinde övme
anlamı ifade eder. Şayet içermezse nefiyde (olumsuzlama) övme anlamı yoktur.
Allah'tan eksikliği ve kötü olanı uzaklaştırma (nefyetme), aynı zamanda O'nun
kemal ve güzelliklerini ispatlamayı gerekli kılar. Çünkü en güzel isimler
Allah'a aittir.
Bunun gibi Kur'an'da
Allah'tan Kötülük ve eksikliği uzaklaştırmak amacıyla gelen ayetlerin tamamı,
O'nun güzelliklerini ve mükemmelliğini ispatlamayı içerir.
Şu ayetler buna
örnektir.
"Allah ki,
O'nadan başka ilah yoktur. Diridir, yaratıklarını gözetip ayakta tutandır.
Kendisini sayıklama ve uyku tutmaz" (Bakara: 2/255)
O'nu sayıklama ve uyku
tutmasını nefyetme, O'nun diriliğinin ve kayyumiyeti (yaratıklarını gözetip
ayakta tutmacın mükemmeliyetini içerir.
Diğer bir örnek şu
ayettir:
"Bize bir usanma,
bir yorgunluk da dokunmadı" (A'raf:7/38)
Bu ayet de Allah'ın
kudretinin kemalini kapsayan bir ayettir.
Bu durumda, Allah'ı
kötülükten uzak tutmayı ve eksikliği ondan nefyetmeyi içeren
"Sübhanellah" kelimesi aynı zamanda O'na saygı duymaya da şamildir.
Yunus'un (a.s.) "Sübhaneke" (Senin şanın yücedir) sözü Allah'ı
zulümden uzak tutmak, O'nun zulümden uzak olmasını gerekli kılan yüceliğini
ispatlamak amacıyla söylediği bir sözdür. Çünkü zalim ya zulmetmeye gereksinim
duyması ya da bilgisizliği yüzünden zulmeder. Halbuki Allah herşeyden müstağni,
herşeyi bilen, kendi kendine yetendir. O'nun dışındaki herşey O'na muhtaçtır.
Bu, O'nun yüceliğinin mükemmelliğidir. [26]
Yunus'un (a.s.) bu
duasında hem tehlil (la ilahe illallah) hem de teşbih (sübhanellah) kelimeleri
vardır. Sözgelişi "la ilahe illa ente -senin şanın yücedir- sözü ise teşbihtir.
Nitekim bu kelimelerle ilgili olarak Rasululah'ın (s.a.v.) şöyle dediği
rivayet edilmiştir.
"Kur'an'dan sonra
en faziletli kelam dört tanedir; bunların hepsi gene Kur'an'da yer almişir.
Bunlar "Sübhanellah", "elhamdülillah", "la ilahe
illallah" ve "Allahu ekber", kelimeleridir"[27]
Buradaki kelimelerden
tahmid "elhamdülillah" teşbihe yakın ve ona bağılıdır; tekbir (Allahu
ekber) ise tehlil'e yakın ve ona bağlıdır.
Rasululah'a (s.a.v.)
soruldu:
"En faziletli
kelam hangisidir?" O şöyle buyurdu:
"Cenab- Hakk'ın
melekler için seçtiği en faziletli kelam; Subhanellahi ve bi hamdihi"
kelamıdır.[28]
Aynı konuda Buharı ve
MüslimRAsulullah'tan (s.a.v.) şu hadisi rivayet etmişler:
"İki kelime
vardır ki bunlar dile kolay, mizanda ağır ve Rahman'a sevimlidirler. Birisi
'Allah'ın şanı yücedir ve hamd O'nadır kelimesi, diğeri de azim olan Allah'ın
şanı yücedir kelimesidir. [29]
Yüce Allah da bu
hadisi teyid eder mahiyette şöyle buyurmaktadır.
"Rabb'ini hamd
ederek teşbih et" (Nasr: 110/3)
Melekler de şöyle
demişti:
"Biz seni hamd
ile teşbih ediyoruz" (Bakara: 2/30)
Bu iki kelimeden
birisi tahmid, diğeri ise ta'zim kelimesine yakın kılınmıştır. Hani biz önceki
sayfalarda demiştik ki, teşbih kavramında Allah'ın güzelliklerini ve
mükemmel-liyetini içeren, kötülüğü ve eksikliği O'ndan uzaklaştıran anlam
vardır. Elhamdülillah kavramı ise sadece ilahi güzellikleri övgü için
kullanılır. Bu nedenle celal ve ikram sıfatları birbirlerine
yaklaştırıldıkları gibi hamd ile tazim kavramları da birbirine
yaklaştmlmıştır. Çünkü her yüce olan varlık övgüye layık değil, her sevilen
varlık da övgüye ve tazim edilmeye layık değildir. Yukarıda ibadet kavramının
hamd anlamını içeren en yetkin sevgiyi ve tazim manasını içeren en mükemmel
acziyeti (zül) kapsadığı hususunun sözü edilmişti. Zira ibadette O'nu sevmek ve
O'nun güzelliklerini övmek anlamı saklı olduğu gibi O'nun kibriya-sı ve
azametinin kaşısında zelil ve hakirliğini idrak etme,
O'nun celal ve ikram
sahibi olduğunu itiraf etme anlamı da mündemiçtir. Nitekim o celal ve ikram
sıfatlarına layık, şanı yüce olan yegane varlıktır.
Bazı alimler
"celal" sıfatının selbi (olumsuz) sıfatlardan "ikram"
sıfatlarından olduğunu sanmışlar. Sözgelişi Razi ve benzeri ilim adamları bu
kanıda olanlardandır. Doğrusu her iki sıfat da sübuti (olumlu) sıfatlardandır.
Çünkü mükem-meliye katmlama, eksikliği olumsuzlamaya gerektirir. Ancak sübutun
çeşidi zikredilir ki bu da O'nun sevilmeye ve saygı duyulmaya layık yegane
varlık olmasıdır. Çünkü o şöyle buyurmaktadır:
"Kuşkusuz Allah
zengin ve övülendir" (Lokman: 31/26)
Süleyman'ın (a.s.) şu
sözü de bu kabildendir:
"Kuşkusuz Rabbim
zengin ve çok cömerttir" (Nemi: 27/40) şu ayet de bu niteliktedir:
"Mülk O'nundur,
hamd O'nadır" (Tegabun: 64/1)
Haddi zatında
zenginlik ve mülk sahibi çok kimseler vardır ki bunlar övülen değil aksine
kınanan kimselerdir. Çünkü hamd sevilen kimsenin güzelliklerinin övülmesinden
söz etmeyi içerir, bu aynı zamanda O'na duyulan sevgiden dolayı, sevilen
kimsenin güzellikleri hakkında bilgi vermeyi de kapsar.
Öte yandan övülme ve
sevilmeden pay alan birçok kimse de vardır ki bunlarda da azameti, zenginliği
ve mülkü olumsuz kılan acziyet, zayıflık ve hakirlik gibi eksiklikler vardır.
İlk olarak sayılan niteliklere sahip kimseden korkulur, çekinilir, ancak
sevilmez. Son olarak Özellikleri anlatılan kimse ise sevilir ve övülür, lakin
kendisinden çekinilmez ve korkulmaz. Oysa kemal (tam yetkinlik) iki vasfın bir
araya gelmesi ile gerçekleşir. Şu hadiste Duyurulduğu gibi:
"Mümin tatlılık
(sevimlilik) ve görkemlilikle rıziklandırılan kimsedir" (hadisi tahriç
eden tespit edilememiştir)
Rasulullah'ın
niteliklerim anlatan bir hadiste ise şöyle denilmekte:
"Rasululah'ı ilk
gören kimse görkemi karşısında korkuya kapılırdı; ancak onunla biraz beraber
olup tanıyınca severdi"[30]
Ezanın kelimelerinde
olduğu gibi teşbih tahmide, tehlil de tekbire yaklaştınlmıştır. Çünkü bunlardan
herbirisi tek basma kaldığında diğerinin anlamını da içerir zira teşbih ve tahmid
birlikte saygı kavramını içerirler, bu aynı zamanda kendisine ibadet edilenin
ispatım da kapsar. Bu durum ise uluhiyeti gerekli kılar. Çünkü uluhİyet sevimli
olmayı, O'ndan başka hiçbir varlığın en mükemmel sevgiye layık olmamasını
ihtiva eder.
"Hamd",
sevilmeye layık övülen sıfatlardan söz etmektir. Bu nedenle uluhiyet hamdın da
en mükemmel olanına şamildir. Bundan dolayı "elhamdülillah" söze
başlamanın anahtarı kılınmıştır. Nitekim bir hadiste şöyle Duyurulmuştur:
"Elhamdülilah ile
başlanılmayan her iş güçlüktür"[31]
"Sübhanellah"
kavramı, daha önce de değindiğimiz gibi Allah'ın azametini ispatlama anlamı da
taşır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak:
"Azim olan
Rabb'inin adım teşbih et" (Vakıa: 56/74-96) buyurmuştur.
Bununla alakalı olarak
Rasulullah da şöyle buyurmuştur:
"Bu ayeti
rükunuzda okuyun"[32]
Secde ile ilgil olarak
da şöyle buyurmuştur: "Ama rüku'a gelince orada Rabbinizi yüceltin; secdede
ise orada dua edin. Çünkü secdede ettiğiniz dua kabul edilir"20
Rasulullah rükudaki
tazim meselesini secdedekinden-daha özel kılmıştır, zira teşbih aynı zamanda tazimi
de kapsar.
Hadiste anlatılan
"Sübhanallah ve bi hamdihi (Allah'ın şanı yücedir ve hamd yalnız O'na
aittir) sözü Allah'ı eksikliklerden uzak kılmayı (tenzih) O'na tazim etmeyi,
O'nun uluhiy etini ve O'na hamdetmeyi ispatlayan bir ifadedir.
"La ilahe
illalahu vellahu ekber" (Allah'tan başka ilah yoktur, Allah en büyüktür)
sözüne gelince, buradaki "la ilahe illallah" kelimesi Allah'ın
övülmesi gereken sıfatlarını kanıtlar. Buradaki kavramların tamamı, Allah'ın
uluhiyet sıfatını kanıtlar mahiyettedir.
"Allahu
Ekber" bölümü ise Allah'ın azametini ispat eder. Çünkü kibriya azameti
içerir; ne var ki "kibriya" kavramı "azamet" kavramından
daha mükemmel bir anlam ağırlığı taşır. Bundan dolayı namazda ve ezanda
söylenmesi meşru kılınan sözlerin hepsi "Allahu ekber" ifadesi ile
gelmiştir. Çünkü bu ifade "Allahu a'zam" ifadesinden daha tam mana
ihtiva eder. Nitekim Rasulullah'tan (s.a.v.) tesbit edilen bir hadiste konuya
ilişkin olarak şöyle buyurulmuştur:
"Allah Teala şöyle
buyuruyor: "Kibriya benim rîdam (belden yukarı giyilen elbise, bir anlamda
gömlek), azamet ise benim ızarını (belden aşağı giyilen elbise)dir. Bunlardan
biri konusunda bana ters düşen kimseye az-ab ederim.[33]
Hadiste azamet izara,
kibriya ise ridaya benzetilmiştir. Ridanın izardan daha önemli olduğu bilinir.
Tekbir, tazimden daha yetkin
bir kavram olduğu için bu hakikat bizzat Allah'ın sözleri ile açıklanmıştır.
Çünkü tekbir aynı zamanda tazim kavramını da içerir.
"Sübhanallah"
sözünün ise tazimi içeren Allah'ı bütün kötülüklerden uzaklaştırma anlamı
içerdiği açıklanmıştır. Bu durumda iki kelimeden herbiri, tek başına kaldığı
zaman, diğerinin anlamını da içerir. Bir arada bulunmaları halinde her kelimye
kendi özgün anlamı verilir.
Bu durum, Allah'a
değin tüm isimlerde vakidir. Çünkü bu isimlerden birisi diğerinin anlamım
gerekli kılar. Zira isim zata işaret eder. Zat ise diğer ismin manasını gerekli
kılar. Ancak bu lüzumlu olması halinde olur. Her ismin kendine özgü anlamına,
zata birlikte delalet etmesi uzlaşma, bunlardan birisine işareti ise kapsama
yoluyladır.
Dua edenin "la ilahe
illa ente sübhaneke" kelimesi, sözü edilen ve Kur'an'dan sonra en
faziletli kelam olarak tanımlanan dört kelimeyi de kapsar. Bu kelimeler aynı
zamanda Allah'ın en güzel isimlerinin ve en yüce sıfatlarının manasını
içerir. Bu kelimelerde övgünün de en mükemmeli vardır.
"İnni küntü
minezzalimin (ben zalimlerden oldum)" sözüne gelince; bu ifade de dua eden
kimsenin (Yunus'un (a.s.) yaşadığı durumun hakikatini itiraftır. Kullardan hiçbirisi
nefsini bu nitelikten tamamen soyutlayamaz, kurtaramaz. Özellikle Rabb'ine
münacaat (yakarma) makamında konuyla alakalı bir hadiste şöyle buyuruluyor:
"Bir kulun, ben
Mettaoğlu Yunus'tan daha hayırlıyım demesi yakışık almaz.[34]
Başka bir yerde de
şöyle buyurmuştur:
"Ben Yunus ibn
Metta'dan daha hayırlıyım diyen
kimse yalan
söylemiştir.[35]
Kim, kendi nefsine
zulmettiğini itiraf etmediğinden dolayı kendisinin Yunus'tan hayırlı olduğunu
sanırsa o kimse yalancıdır. Bu yüzden yaratıkların efendisi bile bu noktada
kendilerini Yunus'tan (a.s.) üstün tutmamışlar, aksine şöyle demişlerdir:
"Bütün
peygamberlerin babası Adem (a.s.) sonuncusu ise Muhammed'dir (s.a.v.) [36]
Konu hakkında soru
soran kimsenin şu sözüne gelince; "Bu duanın okunması niçin sıkıntıyı
kaldırmayı gerekli kılmıştı?" Bu böyledir. Çünkü sıkıntıyı Allah'tan
başka kaldıracak hiçbir güç yoktur. Şu ayetlerde, bunun gerekçesi açıklanmıştır:
"Eğer Allah sana
bir zaar konudurursa onu, yine O'ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir
hayır düese, O'nun lütfunu geri çevirecek de yoktur"
(Yunus: 10/107)
Öte yandan günahlar
zora, sıkıntıya düşmenin nedenidir. İstiğfar etmek (Allah'tan mağfiret dileme)
ise bu nedenleri ortadan kaldırır. Örnek:
"Sen aralarında
bulundukça Allah onlara azab edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken de
Allah onlara azab edecek değildi" (Enfal: 8/33)
Yüce Allah bu ayette
istiğfar edenlere azab etmeyeceğini bildirmektedir. Konuya ilişkin olarak
hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Kim istiğfarı
çok yaparsa Allah, içine düştüğü her türlü sıkıntıdan dolayı ona bir kurtuluş,
her darliktan bir çıkış yolu nasip eder. Ve hiç hesaplamadığı yerden onu
rızıklandırır.[37]
Öte yandan Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır
"Başınıza gelen
herhangi bir felaket, kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah işlediklerinizin
bir çoğunu affeder" (Şura: 42/30)
Yunus'un (a.s.)
duasındaki "İnni küntü minez zalim in (Ben zalimlerden oldum)" sözü
günahı itiraf olduğu gibi, aynı zamanda istiğfardır. Çünkü bu itiraf mağfiret
istemeyi kapsayan bir itiraftır.
"La ilahe illa
ente (senden başka ilah yoktur)" ifadesi ise uluhiyetin birliğini
gerçekleştirmektir. Çünkü Allah'ın dilemesinden başka hiçbir şey hayrı gerekli
kılamaz. Nitekim "Allah'ın dilediği oldu, dilemediği olmadı" sözü bir
yasadır. Kulu bu hayra ulaşmaktan engelleyen ise onun günahıdır. Zira insanın
gücü dışıda vuku bulan herşey, kulların işlerinden olsa bile, Allah'ın
kaderiyle olmaktadır. Ne var ki Allah, emredileni yapmayı, sakıncalı olandan
kaçmayı kurtuluş ve mutluluk için bir neden kılmıştır. Bu yüzden, tevhidin
şehadeti bütün hayırların kapısmı açar; günahlardan istiğfar da kötülüklerin
kapısını kapatır. [38]
Bundan dolayı kula
yakışan yalnızca Allah'a umut bağlaması ve Allah'ın kendisine herhangi bir
haksızlık edeceğinden korkmamasıdır. Çünkü yukarıda örnek verilen ayetlerde
de görüldüğü gibi Allah kesinlikle insanlara hiçbir haksızlık yapmaz fakat
insanlar kendilerine zulmederler. Belki insan günahı yüzünden Allah'ın
kendisini cezalandırmasından korkar. Bu hakikat Ali'den nakledilen şu sözdür,
o şöyle demişti:
"Kul kesinlikle
Rabibinden başka hiç kimseden birşey ummasın; kendi günahından başka da hiçbir
şeyden korkmasın"
Merfu' bir hadiste
Rasulullah'ın bir hastanın yanma girip ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah
hastaya:
"Kendini nasıl
buluyorsun?" diye sormuş. Hasta şu cevabı vermiş: "
Çareyi, şifayı
yalnızca Allah'tan diliyorum ve günahlarımdan korkuyorum" Bunun üzerine
Rasululalh (s.a.v.)
"Bu iki endişe
bir kulun yüreğinde bir arada bulunmaz; ancak Allah (c.c.) o kimseyi
korktuğundan emin, umduğuna nail eder.[39]
Umudun mahluka, beşeri
bir güce ve eyleme değil yalnızca Allah'a bağlanması gerekir. Çünkü Allah'tan
başkasına ümit bağlamak şirk (Allah'a eş koşmak)tır. Allah umulanın
karşılanması için birçok nedenler yaratsa da sebeb tek başına bağımsız olarak
bir işe yaramaz; ancak mutlaka bir yardımcı ve onun işlevselliğini engeleyen
geçici engellerin giderilmesi gerekir. Bu ise ancak Allah'ın dilemesi (meşiet)
ile gerçekleşir.
Bu nedenle şöyle
denilmiştir: Nedenlere yönelmek tev-hid noktasında şirktir. Oysa nedenlerin
tamamen yok sayılması düşüncede eksikliktir; nedenlerden tamamen yüz çevirmek
de şeriatta kınanmıştır. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O halde
işlerinden boşaldığın zaman ibadetle uğraş ve yorul"
"Ve rabbine
rağbet et" (İnşirah: 94/7-8)
Ayette rağbetin
yalnızca O'na olması emredümektedir. Diğer bir ayette ilgil şöyle
buyurulmuştur:
"Eğer
inanıyorsanız yalnızca Allah'a dayanın, güvenin" (Maide: 5/22)
Gerçekte kalp bir şey
ummadığı kimseye dayanıp güvenmez. Her kim gücüne, ameline, ilmine, durumuna,
dostuna, yakınma, şeyhine, idarecisine ya da malına, Allah'ı dik-kata almadan
güvenir, ümit bağlarsa, bu nedenden ötürü burada bir güvenme, bir dayanma
(tevekkül) söz konusudur. Bir kimse yaratıklardan birşey umar ya da ona dayanıp
güvenirse, bu zannından dolayı ziyana uğrar ve en kötüsü müşrik (Allah'a ortak
koşanlardan) olur. Örneği şu ayette verilmiştir:
"Kim Allah'a
ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgar onu
uzak biryere sürüklüyor gibidir" (Hac: 22/31)
Müşrikler mahluklardan
korkarlar, onlara umut bağlarlar. Bu yüzden o kimsenin kalbinde bir korku bir
panik meydana gelir şu ayet buna örnektir.
"Allah'ın,
kendilerine hiçbir güç, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a
ortak koştuklarından dolayı, kafirlerin kalplerine korku salacağız" (Al-i
İmran: 3/151)
Kişi şirkten tam
olarak arındığı zaman gerçek güvene kavuşur. Bu konuda yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"İnananlar ve
imanlarına zülüm buiaştırmayanlar... İşte gerçek güven onlar için ve doğru yolu
bulanlar da onlardır" (En'am:6/82)
Rasulullah ayette
geçen "zulüm" kavramını şirk ile açıklamıştır. Nitekim İbn Mesud, bu
ayet indiğinde, sahabenin Allah Rasulune şu soruyu sorduklarını naklediyor:
"Ey Allah'ın elçisi! Şangimiz kendine zulmetmiyor ki? Rasulullah (s.a.v.)
şu cevabı vermiş:
"Bu ayette
kullanılan zulüm kelimesiyle anlatılmak istenen şirktir. Salih kul (Lokman)'un
şu sözünü duymadı mı? Kuşkusuz şirk büyük bir zulümdür.[40]
Diğer örnekleri de
şöyle sıralayilım:
"İnsanlardan
kimi, Allah'tan başka ortaklar edinir, Allah'ı sever gibi onları severler.
İnananlar ise en çok Allah'ı severler. Zalimler azabı gördükleri zaman, bütün
gücün Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını
keşke bilselerdi?"
"İşte tabi
olunanlar kendilerine tabi olanlardan uzak durdular; azabı gördüler
aralarındaki bütün bağlar kesildi"
"Uyanlar şöyle
dediler: "Ah keşke bir daha dünyaya dönmemiz mümkün olsaydı, şimdi onların
bizden uzak durduğu gibi biz de onlardan uzak dursaydık. Böylece Allah, onlara
işledikleri bütün fiilleri hasret olarak gösterecektir. Ve onlar ateşten
çıkacak değilerdir"
(Bakara: 2/165-167)
"De ki: O'ndan
başka tanrı olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, onlar ne sizden sıkıntıyı
kaldırabilirler, ne de onu başka birşeye çevirebilirler"
"O yalvardıkları
da, onların Allah'a en yakın olanları da Rab'lerine yaklaşmak için vesile
ararlar; O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin azabı,
cidden korkunçtur" (İsra:
17/56-57)
Bu yüzden Allah
nedenleri zikrederek vesilelere itimad edilmemesini, Allah'tan başka bir
kimseden birşey umulma-masını emrediyor:
Allah, meleklerin
indin İmesiyle ilgili olarak da şöyle buyuruyor:
"Allah bunu ancak
sizi sevindiren müjde olsun, kalbiniz yatışıp güven ve huzura kavuşasınız diye
yapmıştır. (Bedir savaşı sırasında melekleri indirmiştir) Yardım, yalnız Allah
katındandır. Allah aziz ve hakimdir"
(Al-iİmran: 3/126)
Diğer bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Eğer Allah size yardım ederse
size galip gelecek, sizi yenilgiye uğratacak hiçbir güç yoktur. Ve eğer sizi
yüzüstü bırakırsa, O'ndan sonra artık size yardım edecek kim var? Mü'minler
yalnızca Allah'a dayansınlar" (Al-i İmran: 3/160) [41]
Daha önce de
değindiğimiz gibi dua iki çeşittir: İbadet amacıyla yapılan dua ve dilek için
yapılan dua. Duanın her iki türünün de Allah'tan başkasına yapılması doğru
değildir. Zira kim Allah'ın yanı sıra başka bir ilah tutarsa kınanmış ve yalnız
başına bırakılmış olarak oturup kalır.
Umut bağlayan, dileyen
ve taleb eden bunların hepsi diteklerinin kabulü için Allah'tan başkasına umut
bağlamaları doğru değildir. Allah'tan başkasından hiçbir şey isteyemezler.
Bununla ilgili olarak Rasulullah şöyle buyurmuştur:
"Kalbin ve
dilinle istemeksizin sana verilen malı al. Ancak nefsin o mala uymasın.[42]
'Müsrif kalbi ile
dileyen "Sah"' ise dili ile isteyen demektir.
Aynı bölümde, Ebu Said
el-Hudri şöyle bir hadis naklediyor: Bize bir kıtlık erişti de, birşeyler
istemek için Rasululah'a (s.a.v.) gittim. Yanma vardığımda kendisini, insanlara
şu konuşmayı yaparken buldum:
"Ey insanlar!
Allah'a yemin olsun! Ne zaman elimizde bir mal bulunursa biz kesinlikle onu
size vermeyi geciktirmeyiz. Ama kim kendisini ihtiyaçsız gösterirse Allah onu
zengin eder; kim iffetli olmak isterse Allah onu iffetli (namuslu) eder. Kim
sabrederse Allah onu sabırlı kılar zira bir kimseye verilen nimetlerden
sabırdan daha genişi ve daha iyisi yoktur. [43]
"İstiğna"
kalbiyle Allah'ın dışında hiç kimseden birşey dilememe halidir.
"İstİfaf' ise
diliyle hiç kimseden birşey istememe hali. Bu nedenledir ki, İmam Ahmed'e
"tevekkül" nedir? diye sorulduğunda şu cevabı vermişti:
"Yaratıklara, kalben umut bağlamamaktır." Bu görüşünde delilin nedir?
dendiğinde, İmam, "Halil'in (a.s.) (İbrahim peygamber) ateşe atıldığı
sırada, Cebrail'in "Birşeye ihtiyacın var mı?" sorusuna verdiği şu
cevabı, delil olarak göstermiştir.
"Sana ihtiyacım
olup olmadığını soruyorsan, hayır!"[44]
Bu ve benzeri haberler
kulun, kendisine yararlı olanın elde edilmesini, zararlı olanın giderilmesini
isteme hususunda kalbini yalnızca Allah'a yöneletmesi gerektiğini belirten
bilgilerdir. Bu-nedenle sıkıntıya düşen Yunus (a.s.) ve O'nun durumunda
olanlar: "La ilahe illa ente" demiştir.
Nitekim benzeri bir
haber İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. İbn Abbas Allah Rasulunun sıkmti
zamanlarında şöyle dediğini naklediyor:
"Azim ve halim
olan Allah'tan başka ilah yoktur. Yüce Arş'm Rabbi Allah'tan başka ilah yoktur.
Kerim Arş'ın Rabbi, göklerin Rabbi ve yerin Rabib olan Allah'tan başka ilah
yoktur"[45]
Bu kelimelerde
tevhidin gerçekleştirilmesi, kulun Rabbinin uluhiyetini kabullenmesi, bütün
umudunu, eşi olmayan tek varlığa bağlaması vardır. Duanın içerdiği kelimeler
haber kelimeleri olmalarına karşın taleb (dilek) anlamı içerirler.
İnsanlar, her ne kadar
dilleriyle "la ilahe illallah" deseler de, kulun bu kelimeyi ihlaslı
bir kalple söylemesi ona ayrı bir hakikat kazandırır. Zira tevhidin hakikate
geçirilmesi, Allah'a itate daha bir mükemmeliyet katar.
Şanı yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Hcvasmi ilah
edineni gördün mü? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?"
"Yoksa sen
onların çoğunun dinlediklerini, aklını kullandıklarını mı sanıyorsun? Hayır,
onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha sapıktır"(Furkan:
25/43-44)
Kim, hevasını
ilahlaştırırsa o onu ilah bellemiştir. Artık hevası onun mabudu olmuştur. İşte
güzel buldukları şeyler Allah'tan başka ortaklar belleyerek ilah edinip,
Allah'ı sever gibi onları seven müşriklerin durumu budur. O'nun için Halil
şöyle demişti:
"Ben batıp
gidenleri sevmem (En'am: 6/76)
Aslında İbrahim'in
(a.s.) kavmi kainatın aslı mimarını inkar etmiyorlardı, fakat onlardan herbiri
kendince güzel bulduğu, güneş, ay ve yıldızlar gibi yararlı sandığı varlıklara
kulluk ediyorlardı. Oysa Halil batan nesnenin, kendisine kulluk edenin
gözünden kaybolduğunu, artık kendisine tapanı görmediğini, söylediğini
duymadığını, durumunu bilmediğini, nedenli ya da nedensiz ne bir yarar, ne de
bir zarar verebildiğini açıklamıştı. Öyle ise batana ibadet etmenin gerekçesi
neydi?!... [46]
Kul ne zaman "la
ilahe illallah" kelimesinin, anlamını gerçekleştirirse, hevasını ilah
edinme düşüncesi kalbinden çıkar, masiyetler ve günahlar ondan uzaklaşır.
"Böylece biz
kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o ihlasa erdirilmiş temiz
kullanmazdandır"
(Yusuf: 12/24)
Ayette Yusuf'tan
kötülüğün ve fuhşun çevirilmesine gerekçe olarak, onun Allah'ın halis
kullarından olduğu, gösterilmiştir.
Cenab-ı Hak muhlis
kullan hakkında şeytana ise şöyle buyurmuştur:
"İblis benim
kullarım üzerinde senin otoriten yoktur" (Hicr: 15/42)
Bu özelliği taşıyan
kullarla ilgili, şeytan da şunu söylemiştir:
"Senin şerefin
hakkı için! Onların hepsini saptıracağım"
"Ancak onlardan
muhlis olanlar hariç (onları saptıra mayacağim)" (Sad: 38/82-83)
Rasulullah da şöyle
buyuruyor:
"Kim kalbinden
gelerek ili I asla "la ilahe illallah" dese Allah onu cehenneme
haram kılar.[47]
Gerçekte ihlas,
cehenneme girme nedenlerini ortadan kaldırır, "la ilahe illallah" diyenlerden
kim cehenneme düşerse, kendisini ateşe haram kılan ihlası gerçekleştirememiş
demektir. Belki, kendisinin ateşe düşmesine vesile olan bir çeşit şirk vardı.
Çünkü bu ümmetin kalbinde şirk, karanlık gecede siyahinermer üzerinde yürüyen
bir karıncanın yürüyüşünden daha gizli, daha sinsidir. Bundan dolayı kul, her
namazında: "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz"
ifadesini söylemekle emredilmiştir.
Şeytan şirki emreder,
nefis, bu emirde ona itaat eder. Bu yüzden nefis Allah'tan başkasına yönelir.
Bu, ya o yöneldiği
varlıktan korkması ya da ondan bir-şey dilemesinden kaynaklanır İşte bütün bu
nedenlerden ötürü kul sürekli tevhid inancını şirk belirtilerinden arındırmaya
muhtaçtır. Bu hususta Rasulullah, İbn Ebu Asım'ın rivayet ettiği bir hadiste
şöyle buyurmuştur;
"Şeytan şöyle
der: Ben insanları günahlarla yok ederim, onlar da beni "la ilahe
illallah" ve istiğfar ile yok ederler. Böyle yaptıkları zaman onların
kalbine nevalarını yayarım da böylelikle günah işlerler fakat istiğfar etmezler.
Çünkü yaptıklarının güzel olduğunu sanırlar.[48]
Allah'tan bir hidayet
olmadan hevasma uyan kimsenin de, nevasını ilah edinme tehlikesinden bir parça
nasibi vardır. Bu giderek şirke dönüştüğü için kişiyi istiğfardan alıkoyar.
Ama tevhidi ve
istiğfarı gerçek anlamıyla hakikate çeviren kimseye gelince, şirkin tamamen bu
kimseden uzaklaştırılması gerekir. İşte bundan dolayı Yunus (a.s.) "la
ilahe illa ente Sübhaneke innî küntü minezzalimin (senden başka ilah yoktur;
Senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum) demiştir"[49]
Cenab-i Hak birden
fazla yerde tevhidi ve istiğfarı birlikte kullanmıştır. Sözgelimi şu ayetlerde
olduğu gibi:
"Bil ki,
Allah'tan başka İlah yoktur, kendi günahların, mü'min erkek ve mü'min kadınların
günahları için istiğfar et"
(Muhammedi 47/19)
"Allah'tan
başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben O'nun tarafından size gönderilen bir
uyarıcı ve müjdeleyiciyim"
"Ve Rabbinizden
mağfiret dileyesiniz" (Hud:ll/2-3)
"Ad kavmine de
peygamber olarak kardeşleri Hud'u gönderdik. Şöyle dedi: "Ey kavmim! Sizin
için ondan başka ilah olmayan Allah'a ibadet edin"
"Ey kavmim!
Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin" (Hud: 11/50-52)
"Ona yönelin ve
O'na istiğfar edin" (Fussilet: 41/6)
Rasulullah meclislerin
bitiminde şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Senin
şanın yücedir; hamd sanadır. Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim; sana
istiğfar eder ve sana tevbe ederim"
Şayet meclis bir
rahmet meclisi ise, duanın okunması ile, duasına uygun olduğu gibi olur; şayet
faydasız şeylerin konuşulup yapıldığı bir meclis ise, bu dua onun keffareti
olur"[50]
Abdestin sonundu
Rasulullahın şu duayı okuduğu naklediliyor:
"Allah'tan başka
ilah olmadığına, ortağı olmadığına, Muhamed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna
şehadet ederim. Allah'ım! Beni çokça tevbe edenlerden ve çokça
temizlenenlerden kıl"[51]
Bu dua hem tevhidi hem
de istiğfarı içerir. Çünkü başlangıcında, dinin bütün ilkelerini kendilerinde
toplayan iki temel ilkesi, şehadet kelimeleri vardır. Zira dinin tamamı bu iki
şehadet ilkesinde toplanmıştır. Bu ilkeler bizim Allah'tan başkasına kulluk
etmemizi, O'nun Rasulu'ne itaat etmemizi içerir. Aslında dinin tamamı bu
noktada Allah'a ve Rasul'e itaat etmek sayesinde Allah'a kulluk etmeye
dahildir. Farz ve müstehab olan her eylem Allah'a ve Rasulu'ne itaat kapsamına
dahildir.
Nitekim konumuzla
alakalı olarak bir haberde Allah elçisinin şöyle dua ettiği nakledilmiştir:
"Allah'ım! Senin
şanın yücedir. Sana hamdolsun. Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim.
Sana istiğfar eder ve sana tevbe ederim"
Bu dua meclisin
kefaretidir. Meclisin sonunda okunacağı gibi abdestin sonunda da okunur.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.) namazın sonunda şöyle dua ederdi:
"Allah'ım, önce
yaptığım, sonraya bıraktığım gizlediğim açıkladığım şeyden ötürü beni bağışla
Sen onu benden çok daha iyi bilirsin. Öne alan, sonraya bırakan Sensin. Senden
başka ilah yoktur[52]
Burada dua öne
alınmış, tevhid sona bırakılmıştır. Çünkü namazın sonunda dua yapılması
emredilmiştir. Tevhid-
Hakikatte ibadet ve
Allah'ı övme amacıyla yapılan dua türü, dilek ve temenni amacıyla yapılan dua
türünden daha faziletlidir. Birkaç faziletlinin bir arada bulunması halinde,
daha çok faziletli olan daha az faziletli olanın önüne alınır. Sözgelişi namaz,
Kur'an okumaktan, Kur'an okumak zikirden, zikir dilekte bulunulan duadan daha
faziletlidir. Bunun yanı sıra faziletli kılınan birşey için, daha da fazilet
kazanılacak zamanlar, mekanlar ve durumlar vardır. Ne var ki dinin başı,
sonu, dışı, içi hepsi tevhiddir; dinin tamamını Allah'a özgü kılmak ise
"la ilahe illallah" ilkesini gerçekleştirmektir. [53]
"la ilahe
illallah" kelimesini söyleme hususunda Vitün müslümanlar müşterektirler.
Fakat bu ilkeyi gerçekleştirme noktasında birbirlerinden üstündürler. Ne ki biz
bu üstünlüğü tesbit etme imkanına sahip değiliz. Nitekim bazı müslümanlar
zorunlu tevhidin, Allah'ın herşeyin yaratıcısı ve Rabbi olduğunu ikrar, dile
getirme, kabullenme ve onaylamaktan ibaret olduğunu sanırlar, oysa Arap
müşriklerinin ikrar ettikleri rububiyetin tevhidi ile, gerçek anlamda, Allah
Rasulu'nun (s.a.v.) onları davet ettiği uluhiyetin tevhidi arasındaki farkı
ayırdedemezler; sözlü tevhid ile ameli tevhidi birleş tiremezler.
Nitekim arap
müşrikleri; "Kainatın iki yaratıcısı vardır; birşeyi yaratırken Allah'ın
yanında başka bir Rab vardır"; demiyorlaith. Bilakis Cenab-ı Hakk'ın
ifadesiyle şöyle diyorlardı:
"Onlara:
"Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan: "Elbette Allah"
diyecekler. (Lokman: 31/25)
Diğer bir ayette de
şöyle buyuruyor yüce Allah:
"Onların çoğu
ancak ortak kokarak Allah'a inanır" (Yusuf: 12/10)
Başka bir yerde aynı
mesele ile alakalı olarak şöyle buyuruyor. Cenab-ı Hak:
"De ki:
"Biliyorsanız (söyleyin), dünya ve içinde olanlar kimindir? Allah'ındır
diyecekler. O halde düşünmüyor musunuz? Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın
Rabbb'i kimdir de? Allah'ındır diyecekler. O halde korkmuyormusunuz? de.
Biliyorsanız (söyleyin) her şeyin melekutu (mülkiyeti ve yönetimi) elinde
olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollanmaya muhtaç olmayan kimdir?
de. Allah'a aittir diyecekler. O halde nasıl büyükleniyorsunz de (Müminun:
23/84-89)
Arap müşrikleri
Allah'ın tek yaratıcı olduğunu ikrar etmenin yanı sıra; başka tanrıları ona eş
koşuyor ve onları, Allah katında kendilerine şefaatçi kılıyorlardı. Gerekçe
olarak şöyle konuşuyorlardı: "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar
diye kulluk ediyoruz." Ayrıca onları Allah'ı sevdikleri gibi
seviyorlardı.
Sevgide, kullukta,
duada, dilemede eş koşma itikda ve Allah'ı ikrar konusunda eş koşmaktan farklı
değildir. Şu ayette buyurulduğu gibi:
"İnsanlardan
kimileri Allah'tan başka ortaklar edinirler; Allah'ı sever gibi onları
severler; oysa iman edenler en çok Allah'ı severler." (Bakara: 2/165)
Kim bir yaratılmışı,
yaratıcıyı sevdiği gibi severse, o kimseyi yaratıcıya ortak koşmuştur. Her ne
kadar Allah'ın yaratıcısı kabullense de o varlığı, Arap müşriklerinin Allah'ı
sever gibi sevdikleri Allah'tan başka ortaklardan edinmiştir. [54]
Allah ve Rasulu,
yaratılanları Allah için sevmekle yine yaratıkları Allah'la beraber sevmenin
arasını ayırmışlardır. Zira bunlardan birincisinde Allah, O'nunla birlikte başka
hiçbir varlığın sevilmediği, söz konusu insanın sevgi gücünün son noktasına dek
sevdiği ve kulluk ettiği yegane sevgilisi ve mabudu olur. Ancak bu söz konusu
kimse, yüce Allah'ın velilerini ve saîih kullarını sevdiğini, bu yüzden o da
onları Allah için sevdiğini kavradığı; aynı şekilde yüce Allah'ın buyurulanm
yapılmasını, zararla (haram) olanın terkedilmesini sevdiğini, onun da aynı şeyi
sevmesi gerektiğini bildiği zaman mümkündür. Ancak bu durumda o kimse Allah
sevgisine uyarak, O'nun sevginin türevi ve o sevginin kapsamına dahil olduğu
İçin sevgisi Allah için olur.
Buna karşılık kim
Allah'la beraber başka bir varlığı sever ondan umarak ve korkarak onu Allah'a
eş koşarsa; ona itaat, Allah'a itaat etmek anlamına geldiğini bilmediği bir
kimseye iatat eder bundan başka şefaat etmesine Allah'ın izin verdiğini
bilmeksizin, bir kimseyi kendisine şefaatçi edinirse bu durum diğerinin
tersinedir. Şu ayetlerde, bu hususa dikkat çekilmektedir:
"Allah'ı bırakıp
kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere kulluk ediyorlar ve:
"Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" diyorlar"
(Yunus: 10/18)
"Onlar
hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı Allah'tan başka Rab'Ier
edindiler. Halbuki kendilerine sadece tek ilah olan Allah'a ibadet etmeleri
emredilmişti. O'ndan başka ilah yoktur. O, onların eş koştukları şeylerden
münezzehtir." (Tevbe: 9/31)
Bu ayet indirildiğinde
Adiy b. Hatim Rasulullah'a (s.a.v.):
"Biz onlara
kulluk etmiyorduk ki" demişti. Rasulullah (s.a.v.) ise şu açıklamayı
yaparak ayetin indiriliş gerekçesini belirtmişti:
"Onlar,
diğerlerine haramları helal kılıyor, helalleri de haram kılıyorlaı, onlaı da
onlara itaat ediyoılardı. İşte bu uygulama, onların, bu helal ve haiamlar
koyanlara ibadet etmeleri demektir."[55]
Konuyla alakalı diğer
ayetler ise şunlardır: "Yoksa onların kendilerine, Allah'ın izin vermediği
dini koyan ortakları mı var?" (Şura: 42/21)
"O gün zalim
elleri ısırıp: "Ne olurdu! Keşke ben peygamberle beraber bir yol
tutaydım!" der. Vah bana, ne olurdu, ben falanı dost tutmasaydm! O beni,
bana gelen Kur'an'dan saptırdı. Zaten şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısı,
bırakır." (Furkan: 25/27) [56]
Rasul'e itaat farzdr;
çünkü kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir; helal O'nun
helal kıldığı, haram O'nun haram kıldığı, din, O'nun teşri ettiğidir.
Rasul'un dışında kalan
alimler, şeyhler, idareciler ve krallara, ancak onlara itaat Allah için olduğu
zaman itaat gereklidir.
Bu kimseler, Allah ve
Rasulu onlara itaat emrettiği zaman, onlara itaat edildiğinde Rasul'e itaat
kapsamına girer Allah bunu şu şekilde belirlemiştir:
"Ey inananlar!
Allah'a itaat edin, Rasul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin."
(Nisa: 4/59)
Ayette
"Eti'ur-Resul ve etiü ulü-Emri minkum" denilmemiş. Çünkü burada
ululemre itaat, Rasul'e itaat kapsamına dahil edilmiştir. Rasul'e itaat ise
gerçekte Allah için itaattir. Ayette, Rasul'e itaat hususunda "etiu"
fiili tekrarlanırken ululemre itaat konusunda tekrarlanmamıştır. Çünkü kim
Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Zira bir kimsenin, Rasul
birşeyi buyurduğunda o şeyi Allah'ın emredip emretmediğini sogulaması gerekli
değildir. Ululemr ise bunun tam tersinedir. Çünkü onların bazan Allah'a isyan
ile emrettikleri olur. Bu yüzden onlara her itaat eden kimse gerçekte Allah'a
itaat etmiş değildir. Yalnzca, Allah'a isyan olmadığı kesinlikle bilindiği, emredileni
Allah'ın emredip emretmediğine bırakıldıktan sonra, onların emrettiklerine
itaat edilir. Bu kimselerin ulemadan ya da idarecilerden olan emir
sahiplerinden olmaları bu hakikati değiştirmez. Alimlerin taklid edilmesi,
diğer saygın iktidar sahibi emir sahiplerine itaat da bu yasa kapsamına
dahildir. Ancak bu uygulama neticesinde din tamamen Allah'a ait kılmmş olur.
Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor:
"Fitne tamamen
yok oluncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın. (Enfal:
8/39)
Rasulullah'a (s.a.v.)
soruldu:
"Ey Allah'ın
elçisi! Kişi şecaat arzetmek için savaşır; kızgınlık ve gayret için savaşır;
riya için savaşır; şimdi bu durumda bunlardan hangisi Allah yolundadır?"
Rasululah şu cevabı vermiş:
"Kim, Allah'ın
kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa işte yalnızca o Allah yolundadır.[57]
Gerçekte insanların
çoğu bir halifeyi, bir alimi, bir şeyhi ya da bir idareciyi öylesine severler
ki onu Allah'a eş koşar. Her ne kadar o kimseyi Allah için sevdiğini idda etse
de işin aslı budur.
Her kim Rasul'den
başkasını, Allah'ın ve Rasulu'nun emirlerine ters olduğunu bile bile her
emrettiği ve yasakladığı konuda itaat edilmesi gerekli birisi olarak bellerse,
işte o kimseyi Allah'a ortak koşmuştur. Belki de o kimse, hiristiyanlaiın
Mesih' e yaptıkları gibi, o kimseye dua eder, o kimseden imdat ister ve onun
dostlarını veli edinir, düşmanlarına düşmanlık eder. Her emrettiği ve her
yasakladığı konuda helal ve haram olarak belirlediği meselelerde itaati gerekli
görür. Böylelikle söz konusu kimseyi Allah'ın ve Rasul'un yerine koyar. İşte bu
Mesih'in yandaşlarının içine düştüğü şirktir. Nitekim şu ayet-i kerimede buna
işaret edilmiştir:
"İnsanlardan
kimileri, Allah'tan başka ortaklar edinerek, Allah'ı sever gibi onları
severler. îman edenler ise en çok Allah'ı severler" (Bakara: 2/165)
Aslmda tevhid ve şirk
kalpten kaynaklanan söz ve görüşler ile yine kalpten kaynaklanan amellerde
olur. Bunun için Cüneyd (Bağdadi) şöyle demiş: "Tevhid, kalbin sözü ve
görüşü, tevekkül ise kalbin eylemidir"
Cüneyd bu sözü ile
şunu demek istemiş: "Tevhid, tasdikten ibarettir. Tasdiki, tevekküle
yakın bulduğu çin Cüneyd, tevekkülü tasdikin temeli kılmıştır" Zira tevhid
kelimesi tek kaldığında bu durumda kalbin sözünü ve eylemini de içerir.
Tevekkül ise, tevhidin tamamlayıcısıdır. [58]
"İman"
kelimesi tek olduğunda zahiri (görünen) ve batini ameller, onun anlam örgüsüne
girer.
İman şöyle
tanımlanmıştır. "İman söz ve amelden ibarettir". Yani kalbin ve
dilin sözü, kalp ve organların amelidir. Nitekim Buhari ve Müslim'in ittifakla
rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurmuş Rasullah (s.a.v.):
"İman, yetmiş
parçadan müteşekkil bir dizgedir. En yücesi, "la ilahe illallah"
sözüdür. En düşük değerde olanı ise yol üzerinde, insanlara zarar veren
nesneleri yok etmektir. Haya imandan bir parçadır"[59]
Aynı konuyu ayet-i
kerime şöyle açıklamıştır:
"Gerçekten iman
eden o kimselerdir ki, Allah'a ve elçisine iman ettiler, sonra şüphe
etmediler; Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte sadık
olanlar yalnızca onlardır" (Hucurat: 49/15)
Diğer bir ayet aynı
konuyu şöyle işlemekte:
"Gerçekte iman
edenler yalnızca şu kimselerdir ki: Allah anıldığında kalpleri titrer; O'nun
ayetleri, kendilerine okunduğunda imanlarını artırırlar ve yalnızca Rab'lerine
güvenirler. Ayrıca onlar namazı dosdoğru kiarlar; kendilerine rizikı olarak
verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek inananlar onlardır" (Enfal: 8/2-4)
Başka bir ayette ise:
"Müminleri o
kimselerdir ki Allah'a ve peygamberlerine inanmışlardır. Rasulullah ile
bareber bulundukları zaman ondan izin almadan gitmezler" (Nur: 24/62)
Allah Rasulu'nun
Abdulkays'm elçilerine söylediği gibi, "Mutlak iman" kavramına,
"îslam" kavramı da dahildir. Sözgelişi Rasulullah şöyle
buyurmaktadır:
"Size Allah'a
iman etmeyi emrediyorum; Allah'a iman etmenin ne demek olduğnu biliyor musunuz?
Allah'tan başka ilah olmadığına, muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet
etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, ganimet olarak aldıklarınızdan beşte
birini vermenizdir. [60]
Buradan hareketle
Selef: "Her mü'min, müslümandir, ancak her Müslim mümin değildir"
demiştir.
Fakat
'"iman" kavramı "amel" veya "islam" kavramlarıyla
birlikte kullanıldığında şu ayette buyurulduğu gibi araları ayrılır:
"Onlar ki iman
etti ve salih amel ettiler"
Bu tür ifadeler
Kur'an'in birçok yerinde kullanılmıştır.
Öte yandan, Cebrail'in
kendisine sorması üzerine Rasululah "İslam", "iman" ve
"ihsan" kavramlarını şu şekilde açıklamıştır:
"İslam: Allah'tan
başka ilah olmadığına ve Muham-rned'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek,
Namazı dosdoğru kılmak, Zekatı vermek, Ramazan orucunu tutmak Kabe'yi ziyaret
etmektir"[61]
Rasulullah'ın bu
açıklaması üzerine Cebrail yine soruyor:
"o zam^ı iman
nedir?" Rasulullah (s.a.v.) şöyle cevaplıyor bu soruyu da:
"Allah'a iman
etmek, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ölümden sonra dirilmeye, kadere
O'nun hayrına ve şerrine iman etmektir"
Son olarak,
"İhsan nedir?" diye sorusunu soruyor cebra-il. Rasulullah bu soruyu
şöyle bir tanımla cevaplıyor:
"İhsan: Allah'a,
O'nu görüyor gibi ibadet etmekliğin-dir; çünkü eğer sen O'nu görmüyorsan, O
mutlaka seni görüyordur"
Bu hadiste
"İslam", "İman" kavramlarının arası, ikisi de birbirine
yakın anlamlar içerdiği için ayrılmıştır. Ve burada "İslam" kavramı,
tek başına kullanıldığı için "İman" kavramına dahil edilmiştir.
"Amel"
kavramı da bunun gibidir. Çünkü yukarıdaki hadiste söz konusu edilen
"İslam" kavramı "amel"den kaynaklanır. Ayrıca görünürde
yapılan eylem, kalbin imanın ve onun gerekli kıldığının bir göstergesidir.
Kalpte iman vücut bulduğu zaman buna bağlı olarak organlarda da imanın alametlerinin
tezahür etmesi zaruridir. Kalbin imanı denildiğinde, bunun kalbin tasdiki ve
boyun eğmesinden kaynaklanması demektir. Şayet böyle değil de, bir kimse,
kalbi ile Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğnu tasdik ettiği halde, O'na
buğzediyor, O'nu kıskanıyor ve O'na uymayı kendisine yedir emiyorsa, o kimsenin
kalbi gerçek anlamda iman etmiş değildir.
"İman"
kelimesi "tasdik" anlamını içeriyorsa da, onunla eş anlamlı
değildir. Sözgelişi bir olguyu tasdik eden herkese, o kişi, tasdik ettiği
olguya iman etmiştir, denilemez. Öte yandan eğer bir kimse: "Ben
"bir"in, "ikf'nin yansı olduğunu; göğün üstümüzde, yerin
altımızda olduğunu vb. insanların gözlemlediği ve bildiği şeyleri tasdik
ederim" derse, o kimse tasdik ettiği şeye iman etmiştir, denilmez. Aksine
"iman" kavramı, sadece gaybi olgular hakkında verilen haberlerin
tasdik edilmesi halinde, muhtevasına uygun anlamını ifade etmiş olur. Yusuf'un
(a.s.) kardeşlerinin sözlerinde olduğu gibi.
"Sen bize iman
etmezsin biz doğru olsak bile" (Yusuf: 12/17)
Zira, onlar, Yakub'a
(a.s.), kendisinin görmediği bir şeyi haber verecek, O'na iman edenle, Ö'nunla
iman eden arasını ayırt ediyorlar. Bunlardan birincisi, haber veren için
söylenir, ikincisi ise, kendisi ile haber verilen için kullanılır. Yusuf'un
(a.s.) kardeşlerinin söylediği gibi:
"Sen bize
inanmıyorsun"
Başka bir ayette bu
meseleye şöyle değiniliyor:
"Kavminden genç
bir nesil hariç Musa'ya inanmadılar" (Yunus: 10/83)
"İçlerinden bir
kısmı da peygambere sıkıntı verirler. O her söyleneni dinleyen bir kulaktır,
derler. De ki: O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere
inanır" (Tevbe: 9/61)
Görüldüğü gibi ayette
Allah'a iman etmekle, müminlere inanma kavramları ayırdedilmiştir. Anlatılmak
istenen, müminler, birşeyi haber verdikleri zaman doğrulamasıdır. Allaha
inanmasına gelince, bu O'nu ikrar etmesi babındandır.
Cenab-ı Hakk'ın
Fir'avn ve ileri gelenleri hakkındaki sözü de bu bağlamdadır:
"Bizim gibi iki
beşer olana mı inanacağız"
(Müminun: 23/47)
Yani onların ikisinin
doğruluğun mu ikrar edip, tasdik edeceğiz, demektir.
Bu muhtevada olan bir
diğer ayet ise şudur:
"Şimdi ey
müminler, bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup
vardır ki, Allah'ın kelmanı duyarlar da, düşünüp akıl erdirdikten sonra, bile
bile onu değiştirirlerdi" (Bakara: 2/75)
Diğer bir örnek:
"Bunun üzerine
Lut ona inandı ve kavmine dedi ki: Ben Rabb'imin buyurduğu yere göçeceğim"(Anekbut:
29/26)
İman kavramının başka
bir kullanım biçimi de şu ayettir:
"Onlar ki gayba
inanırlar" (Bakara: 2/3)
Şu ayet de bu kavramın
kullanılmasına diğer bir Örnektir:
"Rasul,
Kahirinden kendisine indirilene iman etti, müminler de hepsi birlikte Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, Husullerine inandılar. Rasullerden hiçbirisini
diğerinden ayırmayız" (Bakara: 2/285)
Aynı paralelde diğer
bir misal:
"Birr Ancak o
kimsenin birre ulaşmasıdır ki: Allah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba ve
Peygamberlere inandı"
(Bakara: 2/177)
Yani bu ilkeleri ikrar
ettiler. Buna benzer ifadeler,
Kur'an'm birçok
yerinde yer almıştır. [62]
Burada asıl amaç,
"İman" kelimesinin yalnız bazı haberlerde kullanıldığı ve bu
kelimenin "enin" (güvenlik) kelimesinden alındığıdır. Bunun gibi
"ikrar" kelimesi de "kar" kelimesinden alınmıştır. Zira
mümin güvenlik içerisinde olan kimse demektir. Bunun gibi "mükir"de
ikrar eden kimse demektir. Bu yüzden bir amelin kalpten kaynaklanması için, o
amelin doğruluğunun kalp tarafından tasdik edilmesi gerekir.
Bir kimse Muhammed'in
Allah'ın Rasulu olduğunu bildiğinde, bu bilgisini onu sevme, ona saygı duyma
duygularıyla birleştirmeyerek, ona buğzeder, onu kıskanır ve ona uymayı
kendine yediremezse, o kimse ona iman etmiş değil aksine onu inkar etmiştir.
îblis'in, Fir'avn'ın,
Peygamberi çocukları gibi tanıdıkları halde onu inkar eden kitap ehlinin
küfürleri de bu kabildendir. Çünkü İblis ne verilen haberi ne de haberi vereni
yalanlamıştı. Sadece Rabb'inin buyruğunu yerine getirmeyi kendisine
yedirememişti. Nitekim Fir'avn ve kavmi hakkında da Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur:
Vicdanları, onların
doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulüm ve kendini büyük görme yüzünden
onlar inkar ettiler." (Nemi: 27/14)
Musa da Fir'avn'a
şöyle demişti:
"Musa dedi ki:
"(Ey Fir'avn) Bunları, ancak göklerin ve yerin Rabb'inin, deliller olarak
insanlara indirdiğini pekala bildiiî"
(İsra: 17/102)
Diğer bir ayette ise
şöyle buyurulmuş:
"Kendilerine
kitap verdiklerimiz, O'nü, oğulların tanıdıkları gibi tanırlar" (Bakara:
2/146)
Yalnızca kalbin hakkı
bilmesi, şayet o bilgiyi, hak bilgisinin gereğince, yine kalpten gelen amel
ile birleştiremezse, kalbi ile o hak bilgiyi sevmez ve ona uymazsa, bu bilgi
sahibine hiçbir yarar sağlamaz. Bilakis, Allah'ın kıyamet gününde ilmi ile
amel etmeyen alimleri çarptıracağı insanların en çetin azab görenlerinden
olacaktır. Bu nedenledir ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle dua etmiştir:
"Allah'ım
yararsız bilgiden, doymayan nefisten, kabul görmeyen duadan ve korkmayan
kalpten sana sığın»[63]
Ne var ki
"Cehmiye ekolüne mensub olan kimseler, salt kalbin hakkı bilmesini ve o
bilginin doğruluğunu tasdik etmesini "İman" olarak tanımlamışlardır.
Şeriat bir kimsenin mümin olmadığına işaret ederse bu, o kimsenin kalben hak
bilgisine sahip olmadığına işaret eder. Bu sanı, şeriatçe ve akılca cehaletin
en büyüğüdür. Bu düşüncenin reel anlamdaki ifadesi, müminle kafirin bir
olduğnu gerekli kılar. Bu nedenledir ki, Vek'i b. El-Cerrah, Ahmed b. Hanbel ve
diğer önce gelen ilim adamları, bu düşünceleri yüzünden "Cehmiye"
ekolüne mensup kişileri kafir kabul etmişlerdir.
Biliyoruz ki, gerçeği
bildiği halde, başka bir maksatla o gerçeği yadırgayan; gerçeğin karşısında
kendini büyük gören her insanın onun bilgisine sahip olmadığı düşünülemez.
Bu açıklamalar
sonucunda imanın "kalbin tasdiki ve ameli" olarak tanımlanması kesin
bir gerekliliktir. Nitekim selef ulemasının görüşü de aynı manadadır:
"İman: Söz ve amelden ibarettir"
Bu bilgilerden sonra
şunu söyleyebiliriz:
Kalp birşeyin
hakikkatini tasdik edip, iradeyi içeren tam bir sevgi ile onu sevdiği zaman,
bunun göstergesi olan eylemlerin tezahür etmesi gerekir. Çünkü kesin irade tam
kudretle birleştiğinde, amaçlananın kesinlikle meydana gelmesi gerekir. Bir
eylemin meydana gelmesini olumsuz kılan nedenler yeterli gücün bulunamaması,
ya da yeterli iradenin yokluğundandir. Böylesine olumsuz bir durum söz konusu
değilse, aranılan bu gerçekler yeterli ölçülerde mevcutsa, bu, seçme sonucu
eylemin meydana gelmesini gerekli kılar. Sözgelişi kalp tam bir ikrarla
Muhammed'in Allah'ın Ra-sulu oluşunu ikrar edip tam bir sevgi ile O'nu sevdiği
halde bu gücü yettiği halde bunu sözle ifade etmekten imtina ederse;
nedenlerden ötürü şehadet düşüncesini dile getire-miyorsa da o kimse mümindir.
Nitekim Ebu Talib,
Muhammed'in Allah'ın Rasulu olduğunu biliyor ve onu seviyor idi. Ne var ki,
Ebu Talib'in O'nu sevmesi Allah ioir değil aksine yeğeni olduğundan dolayı idi.
Muhammed'i sevdiğini açıkça ifade etmesi, Onun vesilesi ile şeref ve liderlik
elde etme amacına dayanıyordu. Yani onu sevmemesinin temeli riyaset sevdasına
dayanıyordu. Bu yüzdendir ki, Ebu Talib ölürken şehadet getirmesi kendisine
teklif edildiğinde, bu ikrar sonucunda, asıl sevdiği dinin yok olacağını
gördü. Zira asıl sevdiği din kendisine yeğeninden daha sevimli olduğu için bu
teklifi kabul edip şehadet ilkesini kabullenemedi. Şayet onu gerçek anlamda
sevseydi, Ebu Bekir'in sevdiği gibi severdi. Nitekim onun hakkında Cenab-ı Hak şu
ayetleri indirmiştir.
"Ondan uzak
tutulur; en takva olan o ki malını Allah rızası için vererek temizlenir. Ve
onda hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur. Yalnız yüce Rabb'inin
rızasına ermek için verir. Yakında kendisi de (Allah'ın vereceği nimetle) razı
olacaktır. (Leyi: 92/17-21)
Ebu Talitt, Ömer,
Osman, Ali ve şehadeti kesin bir dille dile getiren diğer müminlerin sevdiği
gibi severdi, şayet gerçekten onu sevseydi. Bu yüzden onun sevgisi Allah için
sevmek kategorisine giren sevgi türünden değil, Allah İle beraber sevme
kategorisine giren ve insanı şirke düşüren sevgi türünden idi. Bu nedenle
Cenab-ı Hak, Rasul'e yardımcı olma adına Ebu Talib'in yaptıklarını kabul
etmemişti. Çünkü o yaptığını Allah için yapmamıştı. Zira Allah kendi rızasını
kazanma amacıyla yapılmayan amelleri kabul etmez. Sadece kendi rızası aranarak
yapılanları kabul eder. En yüce Rabbinin zatını isteme amacıyla amel edenin
ettiği gibi amel eden bunun tersinedir. [64]
Hakikat şu ki,
"iman" ve "tevhid"in realite kazanbilme-si için her
ikisinde de sevginin kalbin ta derinliklerinden kaynaklandığı gibi amelin de
kalpten kaynaklanması gerekir.
Öte yandan dinin
tamamen Allah'a özgü kılınması gerekir, Amelsiz bir din, din değildir. Çünkü
din kavramı ibadet ve itaati içerir. Nitekim Cenab-ı Hak iki sureyi tamamen bu
iki konuyla ilgili olarak indirmiştir.
"Kulya
eyyühelkafirun ve "Kulhüvellahü ehad" sureleri. Bu surelerden ilki
söz ve amelin tevhidini, ikincisi ise amel ve iradenin tevhidini anlatır.
Sözedilen birinci surede şöyle buyurulmaktadır:
"De ki: O Allah
birdir. Allah sameddir. Kendisi do-ğurmamıştir ve başkası tarafından
doğurulmamıştir. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (İhlas: 112/1-4)
Cenab-ı Hak bu tevhidi
söylemeyi emrettikten sonra ikinci İhlas surelerinde de şöyle buyurmuştur:
"De ki: Ey
Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime,
ibadet edenler değilsiniz. Ben kesinlikle sizin taptıklarınıza ibadet edecek
değilim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz
size, benim dinim banadır"(Kafirun: 109/1-6)
Bu surede de Cenab-i
Hak, Allah'tan başka tapılan tanrılardan uak durmayı geektiren ifadelerin dile
getirilmesini ve ibadeti salt Allah için yapmayı emrediyor.
"İbadet" kelimesinin
asıl anlamı kasıt ve iradedir. İbadet kavramı tek başına kullanıldığında,
tevekkül ve benzeri kavramlar da onun anlam örgüsü içerisine dahil olur, ibadet
kelimesi tevekkül kavramıyla birleştirildiği zaman, tevekkül, ibadet
kavramının bir parçasına dönüşür. Nitekim iman kavramını anlatırken biz bu
konuyu anlatmıştık.
"İbadet"
kavramı ile ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor aşağıdaki ayetlerde:
"Ben cin ve
insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat: 51/56)
"Ey İnsanlar! Rabbinize
ibadet edin" (Bakara: 2/21)
Bu ve benzeri
ayetlerde anlatılan ibadet kapsamına, emredilenleri yapmak, sakıncalı olanları
terketme hususu girer. Tevekkül de bu bağlamdadır. Başka bir surede şöyle buyurmuştur.
Cenab-ı Hak:
"Ancak sana
ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz» (Fatiha: 1/5)
"Öyle ise O'na
ibadet et ve Ona tevkkül et" (Hud: 11/123) [65]
Buna benzer birçok
ayet vardır Kur'an-ı Kerim'de: Genel ve Özel konularda, tek ve birlikte olmaları
hesabıyla kelimenin anlamlara işareti çeşitlilik arzeder; sözgelimi
"Ma'ruf ve münker" kelimelerinde olduğu gibi. Nitekim Cenab-ı Hak bu
hususta şöyle buyurmuştur: Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz.
Ma'ruf"u emreder, münker'den men'edersiniz" (AI-i İmran: 3/110)
"İnanan erkekler
ve inanan kadınlardan bazısı, bazısının velileridir. Ma'ruf u emreder,
münker'den nehye-derler"
(Tevbe: 9/71)
"Onlara ma'ruf u
emrediyor, onları münker'den nehyediyor" (A'raf: 7/157)
Allah'ın çirkin
gördüğü herşey Münker kavramına Allah'ın hoşgördüğü ve sevdiği herşey de
Ma'ruf kavramının kapsamına girer.,
Başka bir konu ile
ilgili olarak şöyle buyurulmuştur:
"Muhakkak namaz
fahşa ve münkerden men'der" (Ankebut: 29/45)
Bu ayette 'münker,
'fahşa' üzerine atfedilmiş bu nedenle 'bağy'de münker kavramına dahil
edilmiştir.
Diğer bir ayette ise
şöyle buyurulmaktadır:
"Muhakkak AİIah
adaleti, ihsanı, yakına vermeyi emreder. Fahşa'dan, münker'den ve bağy'den de
men'der"
(Nahl: 16/90)
Bu ayette de fahşa ve
bağy kavramları, münker kavramıyla birlikte kullanılmıştır.
'Fukara' ve 'Mesakin'
kelimeleri de bu türden kelimelerdir. Bunlardan herbirisi tek başına kaldığında
diğerinin anlamını da içerir. Ancak birlikte kullanıldıklarında aralarında
nüans vardır. Ne var ki burada iki isimden birisi diğerinden daha genel anlam
ifade eder. Aralarında genel ve özel anlam ifade etme farkı vardır.
Zira yalnız Allah'ı
sevmek, yalnızca O'na tevekkül etmek, sırf O'ndan korkmak ve bunun gibi
eylemlerin tümü Allah'ın tevhidi kapsamına girer.
Nitekim sevgi
konusunda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır.
"İnsanlardan
kimileri Allah'tan başka ortaklar edinir; Allah'ı sevdikleri gibi onları
severler, iman edenler ise en çok Allah'ı severler" (Bakara: 2/165)
"De ki: Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız;
kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız
meskenler, size Allah'tan, Rasulu'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha
sevgili ise, o halde Allah emrini getirinceye kadar gözetleyin!" (Tevbe:
9/24)
Ayette itaatin Allah
için ve Rasul'e olması gerekli kılınırken 'korku' ve 'takva'nın yalnız Allah
için olmsı gerekli kılınmıştır.
Diğer bir ayette ise
şöyle bu vurulmaktadır: "Eğer onlar, Allah'ın ve elçisinin kendilerine verdiklerine
razı olsalar "Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan verecek
Rasulu de, biz Allah'a ulaşmayı isteyen kimselerdeniz" deselerdi, daha iyi
olurdu" (Tevbe: 9/59)
"O halde
işlerinden birini bitirince diğerine girişle yanız Rabb'inden iste" (Duha: 93/7-8)
Bu ayetlerde de
yeterlilik ve rağbetin yalnızca Allah'a has kılınması gerekli kıınmıştır.
Bu konularda alakalı
daha genişçe malumat başka yerlerde vardır, arzedenler oralara başvurabilir. [66]
Burada "La ilahe
İlla ente" diyen kimsenin asıl amacı şudur: Uluhiyet sıfatının yalnızca
Allah'a özgü kılınması. Bu aynı zamanda, uluhiyetin sözle ve eylemle Allah'a
ait olduğunu tasdik etfeıeyi de içerir. Nitekim yukarıda da değindiğimiz gibi
Arap müşrikleri Allah'ın herşeyin Rabbi olduğunu kabul ediyorlar, ancak onunla
beraber başka tanrılar ediniyorlar, böylelikle uluhiyet sıfatını yalnızca Allah'a
ait kılmıyorlardı. Çünkü uluhiyeti yalnızca Allah'a ait kılma, O'ndan başkasına
ibadet etmemeyi ve O'ndan başkasından hiçbir şey dilememeyi gerekli kılar. Şu
ayette ifade edildiği gibi:
"Ancak Sana
ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz" (Fatiha: 1/5)
İnsan, bazan yalnız
Allah'tan dilemeyi ve O'na tevekkül etmeyi amaç edinir. Ancak bu dilekte
bulunduğu işler Allah'ın sevmediği, belki de çirkin gördüğü ve yasakladığı işler
olabilir. Bu durumda olan kimse yalnız Allah'tan dileme ve yalnız O'na dayanma
hususunda halis niyetli olsa bile, O'na kullukta ve itaatta gerçek anlamda
halis değildir.
Allah'ın ve Rasulu'nun
emrine aykırı hareketlerde bulunan mükaşefecilerin bozuk yönelimlerde
bulunanların çoğunun durumu budur. Nitekim onların çoğu, Allah'tan kendilerine
yardım bulunmasını İsterler, ancak, bu dilekleri, Allah'ın ve Rasulu'nun
emrine uygun olmadığı için, dünyada paylarına düşen nasipleri meydana gelir.
Ancak sonlan kötü olur. Nitekim bu tür durumlarla ilgili, Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır:
"Denizde boğulma
korkusu gibi bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yalvardıklarmız
kaybolur. Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz
gerçekten insan nankördür" (İsra: 17/67)
"İnsana bir
darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize
yalvarır; ama biz onun darlığını açıp kaldırınca sanki kendisine dokunan bir
darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte israfçılara,
yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir" (Yunus: 10/12)
Diğer bir grup insan
ise Allah'a ve Rasul'e itaati amaçlar fakat gerçek anlamda O'na dayanıp
güvenmez ve O'ndan yardım istemez. Bu sınıfa giren kimseler hüsnü niyetlerine
ve itaatlerine karşılık sevap alırlar. Ancak amaçlarında tek başlarına
kalırlar. Çünkü yalnız Allah'tan yardım dileme ve yalnızca Allah'a güvenip
bağlanmayı gerektiği gibi realize edememişlerdir. Bu durumdaki kimselerden
bazıları zayıflık ve dirençsizlik belasına duçar olurken, diğerleri ise ucu-ba
(kendini beğenme) düşmekle cezalandırılırlar. Şayet hayır olarak elde etmek
istediğini gerçekleştiremezse bu onun zayıflığından kaynaklanır; bazen de
korkaklığa, dirençsiz-liğe düşer. Şayet maksadı meydana gelirse, kendisine ve
gücüne bakar bunun sonucunda kendini beğenme ve kendinden memnun olma (ucub)
hasıl olur. Halinden memnun, amacının meydana geldiği sanısına kapihrsa bir
başına kalır. Şu ayette buyurulduğu gibi.
"Hani o gün
çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı.
Bütün genişliğine rağmen, yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozularak
arkanızı dönüp kaçmaya başlamıştınız. Sonra Allah, Rasulu'nun ve mü'minlerin
üzerine güven veren rahmetini (sekine) indirdi; sizin görmediğiniz askerler
indirdi ve kafirleri azaba çarptırdı (bozguna uğrattı) işte kafirlerin cezası
budur!. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder.
Allah bağışlayan esirgeyendir" (Tevbe: 9/25-27) [67]
Birçok insan
"riya" ile "ucub" kavramlarını aynı kavramlar sanır. Oysa
bunlar birbirinden farklı kavramlardır. Sözgelişi riya, yaratıkla Allah'a
ortak koşma kapsamına dahil bir şirk çeşididir, "ucab" ise, kişinin
kendi nefsi ile Allah'a ortak Koşması demektir; müstekbirlerin durumu böyledir.
Mürai (gösteriş için
ibadet eden kimse) "iyyake na'bu-du" (yanız sana ibadet ederiz)
ilkesini gerçekleştirememiştir. Ucub eden kimse ise "iyya ke
neslain" (yalnızca Senden yardım dileriz) ilkesine hakikat
kazandıramamaştır. Kim "iy-yake na'budu" ilkesini gerçekleştirmeyi
başırırsa "riya"dan kurtulur. Öte yandan kim de "ve iyyake
nestain" ilkesini pratiğe geçirebilirse o da ucub sınırlarından çıkar.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Üç şey insanı
helake sürükleyen özelliklerdendir: "İtaat edilen cimrilik, peşisıra
gidilen dizginlenemeyen arzular (heva) ve kişinin kendini beğenmesi"[68]
Bu özelliklerin ve bu
özellikleri kendi benliğinde taşıyan kimselerin böylesine kötü olarak
tanımlanması, o kimsenin ibadetlerinin Allah için olmadığı, Allah'tan yardım
dilemediklerinden dolayı değil aksine O'ndan başkasına kulluk etmeleri ve
O'ndan başkasından yardım dilemeleridir. İki nedenden dolayı böyle hareket eden
kimseler müşrikler sı-nıfmdadirlar.
Şeytani durumlar
gösteren, yalan söyleme, facirlik yapma şeytanların sevdiği dualarla ona dua
etme, şeytanların itaat ettikleri işleri yapmaya kesin karar verme gibi
şeytanların sevdikleri işleri sevenler de, şeytanları Allah'a eş koşan
müşriklerdendir. Başka yerlerde bu konular hakkında daha detaylı malumat
verilmiştir.
Bu sınıfa dahil müşrikler
evliyanın kerametinden olduğunu sandıkları bazı olağanüstülükler gösterebilme
yeteneğini elde ederler. Bütün bu olağanüstülükler büyücüler ve kahinler
(falcılar)ın özelliklerindendir. Bu yüzden Kur'an kaynaklı iman ile nefsani ve
şeytani özellikler taşınan iman arasındaki nüansı belirlememiz gerekir.
Bunların dışında kalan
dördüncü bir grup vardır ki bunlar dinin sadece Allah'a ait olduğunu kabul
eden (dinlerini Allah'a has kılan), yalnızca O'na kulluk eden ve yalnızca
O'na bağlanıp O'na
güvenen ve dayanan "tevhid ehli" olan kimselerdir.
Sıknıtya düşen
Yunus'un (a.s.) "la ilahe illa ente, (Senden başka ilah yoktur)"
sözü bu konunun iki türünden birisini hatıra getirmektedir. Cenab-ı Hak kime
nimetini ta-mamlamışsa o kimse iki türünde de tevhidi gerçekleştirmiş olur.
Çünkü sıkıntıya düşen bir kimsenin yalvarıp yakarması, içinde bulunduğu zor
durumun giderilip, ondan kaynaklanacak yararı elde etme noktasında
.odaklaştırmıştir. Bu yüzden: "la ilahe illallah" derken,
"Senden başka sıkıntıyı kaldıracak yoktur" bilinciyle söyler; nimet,
başkası değil yalnızca Senden nimet gelir. Bu düşünde Allah'ın
rububiyetin-deki tekliğini (rububiyetin tevhidini) gerçekleştirmeyi hazırlayan
nedenlerdir. Ayrıca dilek; talep ve Allah'a tevekkül gibi konularda tevhidi
yakalamayı sağlar; ayrıca uluhiyetin, Allah'ın sevdiği, razı olduğu,
yapılmasını buyurduğu ulu-' niyetin açığa çıkarılmasıdır. Bunun ifadesi ise
şudur: Allah'tan başkasına ibadet etmemek, O'na kulluğu ancak O'na ve
Rasulu'ne itaatle yapmak. Her kim "La ilahe illa ente" derken bu
bünçle söylerse işte o gerçekten kulluğunu Allah İçin yapmış, yalnızca O'na
bağlanmış, O'na güvenip dayanmış ve şu ayette İfade edilen ilahi buyruğun
canlı örneğini teşkil etmiş olur; Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"O halde O'na
ibadet et ve yalnızca O'na tevekkül et (güven, bağlan ve dayan)" (Hud:
11/123)
Diğer bir örnek:
"Yalnızca O'na
dayanıp güvendim, ve O'na yöneldim. Rabb'inin adını zikret ve benliğini
herşeyden boşaltarak tamamen O'ha yönel. Doğunun da batının da Rabb'ı O'dur,
O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse yalnızca O'nu vekil edin" (Müzzemmil:
73/8-9)
Şayet kulun elde
etmeyi Allah'tan dilediği şey haram kılınmış birşey ise, dileği yerine
getirilse bile günahkar olur.
Eğer Allah'a itaat ve
ibadet etmek üzere O'ndan yardım isteme amacı olmaksızın mubah olan birşeyi
isterse ne günahkar olur ne de sevap elde edebilir. Bir kul eğer Allah'a ibadet
ve itaat etmek amacıyla O'ndan yardım isterse bundan dolayı hem sevap hem de
ilahi ecir kazanır.
Bu temel ilke ile
hareket ederek kul-peygamber ile kral-peygamber kavramları arasındaki farkı
belirleyebiliriz. Nitekim bizim peygamberimiz "kral-peygamber"
olmakla, "kul-peygamber" olma arasında serbest bırakılınca O
"tercihini kul-peygamber" olmaktan yana kullanmıştır[69] Zira
kul-Rasul demek, kendisine verilen emirden başkasını yapmayan demektir. Bu
nedenle onun yaptıklarının tümü Allah için yapılan ibadet mahiyetindedir.
Ayrıca kendisini Rasul olarak gönderenin emirlerini tam olarak uygulayan halis
bir kuldan başkası değildir. O nitekim Buhari'nin kaydettiği bir hadiste bu
gerçeği şu sözleriyle dile getirmiştir:
"Vallahi ben
kendimden ne kimseye birşey verebilirim ne de verilmesi gereken birşeyi
kimseden engelleyebilirim. Ben yalnızca kendisine emredilen şeyleri yerli yerine
koyan bir taksimciyim, o kadar. [70]
Rasulullah (s.a.v.)
"Ben kendimden ne
kimseye birşey verebilirim ne de verilmesi gereken birşeyi kimseden
engelleyebilirim."
sözüyle bu noktada,
kadere ve oluş (kevn) yönünden Allah'ın tekliğini anlatmak istememiştir. Çünkü
bütün yaratıklar bu hususta onunla ortak özelliğe sahiptir. Nitekim Cenab-i
Hakk'ın kazası ve kaderi gerekli kılmadan hiç kimse ne birşey verebilme ne de
verilmesi gerekeni engelleyebilme gücüne ve yetkisine sahiptir. Bu sözüyle o
sadece şeriat ve din açısından Allah'ın tek olduğunu anlatmak istemiştir.
Rasulullah şunu ifade etmeyi amaçlamış: Ben sadece ver-, mekle emredildiğim
şeyi verir, verilmemesi emredilen şeyi de vermem. Çünkü verme vermeme
konularında ben Allah'a itaat ediciyim. Nitekim Rasulullah fey[71]
zekat ve savaşta düşmandan kazanılan ganimetleri, miras bırakılan malları
sahiplerine taksim ettiği gibi paylaştınrdı. Çünkü bu taksimi böyle yapmasını
ona bizzat Cenab-i Hak buyurmuştu. [72]
Burada bu konuyu ele
almamızın nedeni Kur'an'da malın Allah'a ve elçisine nisbet edilmesidir. Böyle
bir ifadenin kullanılmasıyla anlatılmak istenen, söz konusu malın Al-lah'a ve
Rasul'e itaat yolunda harcanmasının gerekliliğidir. Yoksa fıkmçıların sandığı
gibi o malın mülkiyetinin Rasul'e ait olduğu anlatılmak istenmiyor, ayrıca
böyle bir nisbetin kullanılmasıyla söz konusu malın yaratma ve takdir etme yönünden
mülkiyetinin Allah'a ait olduğunu anlatmak amaç-lanmamıştır. Çünkü bütün mallar
o konumda (Allah'ın mül-kiyeti)dir. Şu ayette buyurulduğu gibi:
"De ki ganimetler
Allah'a ve elçiye aittir" (Enfal: 8/1)
"Bilin ki ganimet
olarak aldıklarınızın beşte biri Allah'a ve elçisine aittir. (Enfal: 8/41)
"Allah'ın
onlardan elçisine verdiği ganimetlere gelince siz onu elde etmek için onun
üzerine ne at ne de deve sürmediniz. Fakat Allah elçilerini, dilediği
kimselerin üzerine salar. Allah herşeyi yapabilir. Allah'ın o kent halkından,
elçisine verdiği ganimetler, Allah'a, elçiye, O'na yakın olanlara aittir"
Beşte bir konusunda
zikredilenin aynısı, fey' konusunda da zikredilmiştir.
Bu ayetleri dikkate
alarak bazı fıkıhçılar, ayetlerde söz konusu edilen malların Allah'a ve Rasul'e
nisbet edilmesi, insanların kendi emlaklanna sahip oldukları gibi onların da o
malın mülkiyetine sahip olmalarını gerektirdiğini sanmışlardır. Sözgelişi
onların bir kısım şöyle demiştir: "Bedir savaşında elde edilen
ganimetlerin tamamı Rasul'e ait idi." Öte yandan bir kısmı da "fey'in
beşte dördü Rasulullah'ın idi" Bazısı: "Beşte birin tamamını alma
hakkı tamamen peygamberindi "fey'in beşte beşi tamamı da peygamberin
hakkı idi" şeklinde görüşler ileri sürmüştüler. Bu tür görüşlere Şafii,
Ahmed, Ebu Hanife ve diğer önde gelen mezheb imamlarının taraftan alimlerin
görüşleri arasında rastlanmak mümkündür. Oysa bu görüşler birkaç yönden yanlıştırlar: [73]
1-
Rasulullah diğer insanların mallarının sahipleri oldukları gibi yukarıdaki
ayetlerde sözü edilen malların sahibi değildi. Kralların kendi mülkiyetinde
olan malları istedikleri biçimde kullandıkları gibi, Peygamber o mallar
üzerinde tasarrufta bulunamazdı. Zira söz konusu kimselerin kendilerine ait
olan mallar üzerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunmaları mubahtır. Bu
tasarruf ya, malın sahibi olan kişinin, kendi özel amaçlarına göre bu malı
kullanması, ya da o malı kullanabilme yetkisine sahip bir kral olması nedeniyle,
kendi krallığının yararına tasarrufta bulunması şeklinde olur. Nitekim
"kral-Peygamber" olan Davud (a.s.) ile Süleyman'ın (a.s.) durumu
böyle idi. Onlarla ilgili Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Bu bizim
ihsanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır (dedik)" (Sa'd:
38/39)
Yani dilediğin
kadarını ve dilediğini de verme. Bu uygulamadan ötürü sana hesap yoktur.
Halbuki bizim
peygamberimizin durumu böyle değildi. Zira o "kral-Peygamber"
sınıfından değil, "kulPeygamber" sınıfından idi. Bu yüzden vermekle
emredildiği miktardan başkasını veremez, verilmemesi emredilenden başkasını
vermemezlik edemezdi. O malı sadece Allah'a ibadet ve itaat etmek amacıyla
kullanırdı.
2- Hiçbir
peygamber, "kral-peygamber" de olsa kendinden sonraya miras
bırakamazdı. Başka bir ifadeyle hiçbir peygambere mirasçı olunmaz. Çünkü
peygamberler bir mülkiyete malik olsalar bile, diğer insanların mallarına
sahip olduğu gibi sahip olunmazlar. Hal böyle iken, kul ve peyam-ber olma
sıfatına sahip olan bir peygamber, diğer insanlar gibi mülkiyet sahibi
olabilir.
3-
Rasulullah (s.a.v.) kendisine ve ailesine ihtiyaç mik-tannca infakta bulunur,
geriye kalanların tamamını Allah'a itaat yolunda harcardı..Oysa diğer kralların
durumu böyle değildir.
Aslında üzerinde
tasarrufta bulunulan malların tümünün mülkiyeti Allah'a ve Rasulü'ne aittir;
şu anlamda: Allah, elçisine, o mali kendisine itaat amacıyla kullanmasını
buyurmuştur. Böylelikle söz konusu mallan paylaştırmada bu emre itaat etmesi,
diğer emirlere itaatinin vacip kılındığı gibi vacip kılınmıştır. Bu nedenle
kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Çünkü o bu bağlamda
Allah'tan aldığını doğrudan İnsanlara ulaştıran bir tebliğci konumundadır.
Öte yandan Allah
Rasulü ganimet mallarım paylaştırırken iki noktayı dikkate almıştır:.
a-
Mirasçılarda olduğu gibi hak sahibini, ve kullanması gereken mal miktarını
belirlemek.
b-
İçtihadına, gözlem ve görüş bildirmesine ihtiyaç duyulma durumu için bu konuda
Allah'ın kendisine verdiği emir, beş vakit namazda, Kabe'yi haftalık tavaf etme
konusunda olduğu gbi şeriatla sınırlandırılmıştır. Pay edilen bu malın miktarı
belirlenirken, kendisine emri verilen kimsenin içtihadına başvurulur. Neticede
Allah'ın sevdiği yararın elde edilmesi Ölçüsünde belirlenen miktardan ya
artılır ya da azaltılır.
Bu konu, ilim
adamlarının, üzerinde görüş beirliğine varamadıkları konulardandır. Nitekim
fıkıhçılar bu konuda tartışlan gibi eşlere verilecek nafaka konusunda da görüş
ayrılığına düşmüşlerdir: Bu nafakanın miktarı, şeriat ile mi belirlenmelidir
yoksa örfe mi başvurulmalıdır? Bu durumda insanların ekonomik durumuna göre bu
nafakanın miktarı ve niteliği farklı olmaz mı?
Cumhur-u fukaha ikinci
görüşü benimsemiştir. Ki Rasu-lullah'ın (s.a.v.) Hind hakkında buyurduğu
hadisle Örtüşen en doğru görüş de budur. Hind'e şöyle buyurmuştu Rasulul-lah
(s.a.v.):
"Bilinen ölçülere
göre sana çocuklarına yetecek kadar nfaka al"[74]
Ünlü veda hutbesinde
ise bu konu ile ilgili şu açıklamada bulunmuş Rasulullah (s.a.v.):
"Maruf ölçülere
göre kadınların giyimlerini ve nafakalarını temin etmek size aittir"[75]
İlim adamları aynı
şekilde keffareti gerektiren konularda da tartışmışlardır: Bunun Ölçüsü
şeriata göre mi belirlenecek yoksa örfe göre mi?
Öte yandan mallardan
Allah'a ve Rasulu'ne nisbet edilenler konusunda tekrar dönecek olursak onların
taksim edilmesi hususunda Rasululah'ın (s.a.v.) emrine başvurulurdu.
Mirasçılarda hak sahibi olarak adlandırılanlar hususu bunun tersinedir. Bundan
dolayı Rasulullah Huneyn savaşının yapıldığı yıl şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın
fethedilen memleketin mallarından fey'den size verdiğinden sadece beşte biri
bana aittir. Beşte birin dağıtım meselesi ise size bırakılmıştır"[76]
Yani beşte birin
dışında Rasulullah'm içtihadına ve özel bakış açısına başvurulmasını gerekli
kılan, taksim etmekle ilgili O'na yönelik bir hüküm yoktur. Bundan dolayı Rasulullah
söz konusu hadisinde "o size bırakılmıştır" ifadesini kullanmıştır;
Ganimetlerin beşte dördü ise bunun tersinedir. Bu sadece o vakanın içerisinde
bizzat bulunanlara verilen bir haktır.
Bu gerekçelerden Ötürü
emirler ganimetleri, on'an elde edenler arasında paylaştırıyor. Beşte birlik
kısım ise ümmeti içerisinde kendisinden sonra Raşid halifeler olarak bilinen
halifelerin önüne götürülüyor, onları emrine göre pay ediliyordu. Beşte
dörtlük kısmı için, diğer fetva istenen konularda olduğu gibi; Allah'ın ve
Rasul'un konu ile ilgili hükümlerine başvuruluyordu. Söz konusu emirler hadler
(İs-Iami cezalar) konusunda da şeriatın hükmünü öğrenmek için aynı yöntemi
uyguluyorlardı.
Rasululah (s.a.v.)
müelîefe-i kulub (İslam'a içsel bir ilgi duyan kimseler)e, ganimetlerden pay
verildiği donemde pay vermişti. Bunun üzerine bazı alimler: "Rasulullah'ın
bu kimselere verdiği pay beşte birlik kısımdandı" demiş; bazıları ise:
"O ganimetin aslından idi" demiştir. Bu görüşe göre Rasulullah bunu,
böyle yaparak mü'minlerin gönlünü hoş tutmak istemiştir; bu nedenle Rasulullah salat
ve selam üzerine olsun- Ensar'dan azarladığı birisine, azarlanmasını gidermek
ve bu nedenle onlara ödün vermek amacıyla bu şekilde cevap vermiştir.
Öte yandan bazı
alimler de şu görüşü ileri sürmüşler: Ganimeti kazanan kimseler, elde
edilenler pay edilmediği sürece ona sahip olamazlar. Burada "İmam"a
düşen diğer konularda olduğu gibi bu konuda da kişisel içtihadına başvurup
ona göre uygulamada bulunmaktır. [77]
Burada asıl amacımız
Allah'a ibadet eden ve yalnız O'ndan yardım dileyen, sırf O'nun için amel eden
ve Allah'a verdiği "Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz"
sözünü gerekleştiren ihlasılı kulun özelliklerini, durumunu açıklamaktır. [78]
Uluhiyet aslında
rububiyet sıfatını içerse de, rububiyet uluhiyeti gerektirir. Bu iki sıfattan
birisi tek başlarına kaldıklarında diğerini içerdiği zaman, bu, birlikte
bulundukları sırada kendilerine özgü anlamlan ile Özgün kılınmalarına mani
değildir. Şu ayet buna güzel bir örnektir.
"(Ey Muhammed!)
De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine; insanların melikine; insanların
ilahına"
(Nas: 114/1-3)
Başka bir örnek:
"Hamd, alemlerin
Rabbi Allah'adır" (Fatiha: 1/1)
Burada iki ad biraraya
getirilmiştir: İlah ismi ve Rab ismi.
"Rab" ise
kulunu terbiye eden, bütün İşlerini çekip çeviren varlık demektir. [79]
Bu kavramlardan dolayı
"ibadet" olgusu "Allah" ismi ile doğrudan bağlantılı
kılınmıştır. "Dileme" eylemi ise "Rab" adıyla
ilişkilendirilmiştir. Çünkü "İbadet" mahlukatın yara-tılşınm asıl
amacıdır. Uluhiyet asıl amaçtır. Rububiyet ise yaratıkların, yaratılıp
geliştirilmelerini, bu nedenle başlangıç durumlarını içerir. Sözgelimi namaz
kılan bir kimse: "İy-yake na'budu ve iyyake nestain -yalnız Sana ibadet
eder, yalnız Senden yardım dileriz" dediği zaman başlangıçta asıl gaye
olanı vesileye tercih etmekle işe başlamıştır. Çünkü "ibadet",
ulaşılması gereken asıl gayedir; "Yardım dileme" ise kişiyi ona
ulaştıran bir vesiledir. Burada asıl hikmet ve temel neden budur. Amaçlanan
illet (nedensellik) ile etken illet arasındaki fark biliniyor. Bundan dolayı
denilmiştir ki: "Niyetin başlangıcı, eylemin sonunu, azgınlığın başı da
düşüşün, çöküşün sonunu gösterir"
"İllet-i
gaiye" tasavvur ile irade de Önceden varolmuştur. Ancak varoluşta sonraya
bırakılmıştır. Sözgelişi mü'nıin başlangıçta Allah'a ibadeti amaçlar. Ancak o
bilir ki bu eylem, mabudun yardımı olmadan gerçekleşmez. Bu nedenle
"Ancak Sana
ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz"
der.
"ibadet" eylemi, bu isme bağlandığı için, şanı yüce olan Allah ezan
ve ikametin kelimelerinde olduğu gibi, söylenmesi şeriatça emredilen zikirleri
bu adla getirdi: "Allahu Ekber, Allahu ekber kelimelei; yanı sırakelime-i
şehadet: Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedu erine Muhamme-den Rasulullah;
Teşehhüdde: "ettehiyat-ü lillah (Bütün selamlar Allah'a aittir)";
teşbihte "Sübhanallah"; tahmidde:
"Elhamdülillah";
tehlilde: "la ilahe illallah"; tekbirde ise: "Allahu Ekber"
kelimeleri gibi; bunların hepsi Allah ismine bağlanmışlardır.
Dilekte bulunma
konusuna gelince, bu tür duaların çoğunda: "Rab" kelimesi
kullanılmıştır: Mesela Adem ve Havva'nın dualarında olduğu gibi:
"Ey Rabbimiz biz
kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen,
ziyana uğrayanlardan oluruz" (A'raf: 7/23)
Nuh'un duası şöyle:
"Ey Rabbim!
Bilgim olmayan şey hakkında dilekte bulunmaktan san sığınırım" (Hud:
1İ/47)
Musa'nın duası:
"Rabbim! Ben
kendime zulmettim; beni mağfiret eyle" (Kasas: 28/16)
Halil (îbrahim)'in
duası:
"Rabbimiz!
Yaptıklarımızı bizden kabul et; kuşkusuz Sen işiten ve bilensin" (Bakara:
2/127)
Şu da da bir başka
Örnek:
"Rabbimiz! Bize
dünyada iyilik ver; ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem ateşinin azabından
koru"
(Bakara: 2/201)
Bunun benzeri dualar,
Kur'an'da hayli çoktur.
İmam Malik'in şöyle
dediği nakledilmiştir: Bir kimsenin şu ifadeleri kullanarak dua etmesi çirkin
görülmüş: "Ya Seyyidi (Ey efendim! Ey efendim) ya Hannan! (Ey merhametli!
Ey merhametli!); ancak Peygamberlerin dua biçimiyle dua etmesi istenmiştir:
"Rabbena! Rabbimiz! Rabbimiz! Bu bilgi, el-Atebi'nin, el-Atabiye adlı
kitabında nakledilmiştir.[80]
Ülul elbab (arınıp
saflanmış öz akıl sahipleri) ile ilgili olarak şöyle buyuruyor. Cenab-ı Hak:
"Onlar ayakta,
oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler, göklerin ve yerin
yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz, bunları boşuna yaratmadın derler.
Senin şanın yücedir. Bizi ateş azabından koru"
(Al- İmran: 3/191)
Kulun kalbinden
Allah'tan birşey dileme duygusu (niyeti) geçtiği zaman, Allah'ın Rab ismiyle
dilekte bulunması onun bu niyetine uygun düşer. Şayet Rab ismini içerdiğinden
Allah adıyla dilekte bulunursa bu da güzel olur.
Ama kalbinden ibadet
etme niyeti geçtiği zaman, Allah ismi, bu eylemi için en uygun olandır. Bunun
yanı sıra Allah'ı övmeye başladığı zaman yine Allah adım anar. Ancak kul dua
etmeyi amaçladığında, Allah'ın Rab adını kullanarak dua yapar. Yunus'un (a.s.)
şu duasında olduğu gibi:
"Senden başka
ilah yoktur; Senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum" (Enbiya: 21/87)
Adem'in (a.s.) duası:
"Rabbimiz! Biz
kendimize zulmettik; eğer bizi mağfiret etmezsen ve bize merhamet etmezsen o
zaman ziyana uğrayanlardan oluruz"
(A'raf: 7/23)
Yunus (a.s.) kavmine
kızıp gitmişti. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sen Rabbinin
hükmüne sabret, balık sahibi Yunus gibi olma" (Kalem: 68/48)
"Yunus, Rabbinden
izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için kendi kendisini kınarken (denize
attılar) balık onu yuttu" (Saffat: 37/142)
Yunus (a.s.)
kınanmasını geretiren bir eylemde bulunmuştu. Bu nedenle onun durumuna uygun
düşen, günahtan bağışlanması için istiğfar, Rabbine sena (övgü); O'ndan başka
ilahın olmadığını, ibadet edilmeye ondan başkasının layık olmadığını, hevaya
uyulmaması gerektiği, hevaya uymanın, tek olan Allah'a ibadeti zayıflattığını
itiraf etmekle işe başlaması uygun düşerdi.
Rivayet edildiğine
göre, ilahi azab Yunus'un (a.s.) kavmini kuşatmıştı. Fakat bir hikmet gereği
onları kuşatan bu azap üzerlerinden kaldırıldı. Halbuki Yunus (a.s.) peygamber
onları, yaptıklarının yüzünden, Allah'ın azabının kendilerine gelmesi ile
korkutmuştu. Azabın onlardan kaldırılması nedeniyle, kendisini yalancılıkla
suçlayacaklarından korkup öfkelenmişti.
Bunun üzerine Yunus
(a.s.), Allah'ın Kur'an'da olayla ilgili anlattıklarını yapmıştı ve "la
ilahe illa ente" ifadesiyle başlayan duayı yapmıştı. İşte bu kelam
"la ilahe illa ente" Allah'ın dışında kalan bütün varlıkları "uluhiyet"
sıfatından uzaklaştırmayı içerir. Bu söz ister nefsin kendi nevasından, ister
yaratığa itaatten, isterse başka bir eylemden sadır olsun, bütün bu durumlar
kelamın içerdiği anlamı değiştirmez. Bu nedenle Yunus (a.s.) söz konusu
kelamın ardından şöyle demişti:
"Senin şanın
yücedir; ben zalimlerden oldum"
Kulun bu kelimeyi
söylenme amacına uygun olmayan yerde kullanması güzel değildir.
Adem'e gelince o, ilk
önce günahını itiraf ederek şöyle demişti: "Biz zulmettik" Çünkü Adem
bu sözü söylediğinde, Allah bu emri kendisine verdiği için, uluhiyet konusunda
onunla tartışan, çelişen hiç kimse yoktu. Olsa olsa şeytanın kendilerine
söylediğini doğru sanmış olabilirlerdi:
"(Şeytan onlara):
"Elbette ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin etti. Böylece onları
kandırarak aşağı sarkıttı"
(A'raf: 7/21-22)
Şeytan onların ikisini
(Adem ve Havva) açıktan nasihat ederek kandırmayı başarmıştı. Onların bu açık
nasihat karşısında kandırıldıklarını kabul etmeleri, şöyle dua etmelerine
uygun düşmektedir: "Rabbimiz biz kendimize zulmettik" Çünkü şeytanın
nasihatine kanma olayı uluhiyete gölge düşürecek heva ve hevesten değil, bir
eksiklikten meydana gelmişti. Bu nedenle her ikisi de bu tür tuzaklara bir daha
düşmemek, bu tür aldatmacalara bir kez daha kanmamak için bilgilerini
terbiyelerini geliştirip mükemmelleştirmeye muhtaç idiler. Onların her ikisi de
bu ihtiyaçlarını, O'ndan başka ihtiyaçlarını hiç kimsenin karşı I ay amay
cağını bildikleri Rableri olan Allah'a sunmuş, O'nu, buna şahid tutmuşlardı.
Zünnun (Yunus (a.s.))
ise, kavminin kurtarılmasını uygun görmeyerek öfkeye kapılmış, bu hareketi
uluhİyet hakkındaki bilgilerinin ve kavrayışının eksik olduğu neticesini
doğurmuş olduğuna bizzat tanık olmuştu. Ayrıca burada Yunus'un başka birşey
sevmesinden ötürü eyleminde bir çelişki meydana gelmişti. Bu çelişkiden
kurtulmak, Allah için sevmenin ve Allah'ın uluhiyetini dile getirmeye
engelleyen bütün duygulardan soyutlanmak için "la ilahe illa ente-Senden
başka ilah yoktur-"
demesi gerekiyordu.
Nitekim o da bunu söylemişti.
Çünkü bir kulun
"la ilahe illa ente" demesi, onun nevasını tanrı edinme duygusunu ve
yanılgısını yok eder. Nitekim bu konu ile ilgili olarak Rasulullah'm şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Gök kubbe
altında Allah katında istenen günahların en büyüğü, peşi sıra gidilen nevayı
put edinip ona tapmaktır"[81]
Yunus (a.s.) yukarıda
söylediği kelimeyi söylemekle uluhiyet sıfatını yalnızca Allah'a ait kılmayı
gerçekleştirmeyi, O'ndan başka bir varlığa O'na eş koşması anlamına gelen
hevasına uyma çelişkisini tamamen yok etmeyi en mükemmel noktasına
ulaştırmıştır. "La ilahe illa ente" ilkesini gerçekleştirdiği andan
itibaren, hak olan uluhiyet anlayışına başka birşeyi katıştırma ve onu bozma
istenci (iradesi) kalmamış, aksine dini tamamen Allah'a özgü kılan, Allah'ın
en ihlaslı kullarından birisi olmuştu.
Bu durum, aynı halin
arız olduğu kimsede de meydana gelir. Bu nedenle Allah'ın yaratması ve
emretmesinde O'na karşı çıkma, kadere öfkelenme, O'nun hikmeti ve rahmeti
hususunda vesveseye düşme türü duyguların izleri benliğinde kalır. îşte kul bu
tür olumsuz duygulardan, düşüncelerden ve onlardan mütevellid eylemlerden
kurtulabilmek için benliğinden iki şeyi silmeye muhtaçtır:
1- Bozuk
düşünceler ve görüşler;
2- Bozuk
heva ve hevesler.
Bunları yok etmeyi
başarınca kul anlar ki hikmet ve adalet kulun bilgi ve hikmetinin gerekli
kıldığı şeyler değil Allah'ın bilgisi ve hikmetinin gerikli kıldığı şeylerdir.
Kul bunu anlayınca hevası, Allah'ın kendisine emrettiğine uyar; Allah'ın emri
ve hükmüne ters düşen heva ve hevesi olmaz. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur:
"Hayır hayır,
Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli meselelerde seni hakem
yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir bozukluk duymadan, tam
anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar"
(Nisa: 4/65)
Öte yandan Rasululah
da (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Canımı elinde
tutana yemin olsun ki, sizden biriniz, hevası benim Allah'tan getirdiklerime
tam anlamıyla uyuncaya dek iman etmiş olamaz[82]
Diğer bir haberde Ömer'in
Allah Rasulu'ne "Ya Rasulallah Allah'a yemin olsun ki sçn bana kendi
canımdan daha sevimlisin" demişti; bunun üzerine Rasululah'ta
Ömer"e:
"Şimdi imanın
tamam oldu ey Ömer!" dediği rivayet edilmiştir.[83]
Başka bir hadiste
şöyle buyurmuş Allah Rasulu:
"Sizden birisi,
ben kendisine çocuğundan, ana-ba-basındsn ve tüm insanlardan daha sevimli
oluncaya dek iman etmiş olamaz"
Bir ayette ise şöyle
buyuruyor. Cenab-i Hak:
"De ki: Eğer
babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız
mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler,
size Allah'tan elçisinden ve O'nun yolunca cihad etmekten daha sevgili ise, o
halde Allah emrini getirinceye kadar bekleyin" (Tevbe: 9/24)
îman kulun Rasulu
hakem edinip O'nun hükmüne teslim oluncaya, nevası O'nun Allah katından
getirdiğine uyunca-ya, Rasul ve O'nun yolunda cihad, insana nefsi malı ve ailesinden
daha sevimli oluncaya dek meydana gelmediğine göre, kulun Allah'ı hakem
edinmesi ve O'na teslim olması nasıl olmalıdır?! Bunu gerçekten iyi düşünmek
gerek!
Kimi insan kendi sanısınca
bir kavmin azabı hak ettiğine kanaat getirdiğ halde Allah onlara acıyıp onları
mağfiret edebilir bazen. Tabii ki bu durum, söz konusu kimsenin hoşuna gitmez.
Bunun böyle olması ya o görüşte olan kimsenin Allah'ın hükmüyle çelişen, ters
düşen bir iradeye sahip olmasından ya da Allah'ın bilgisine aykırı zanna kapılmasından
kaynaklanır. Halbuki Allah bilen ve hükmedendir. Sözgelişi sen O'nun heşeyi
bildiğini ve herşeye hükmünü geçirdiğini kavradığın zaman, O'nun yaptğı hiçbir
şey karşısında hoşnutsuzluğa kapılmazsın. Bu, O'nun emrettiği, yarattığı her
hususta böyledir. Çünkü o bizim hoşgörmediğimiz ve bizi öfkelendiren hiçbir
şeyi bize emretmemiş-tir ve emretmez de.
Yaratıklar tarafından
bize O'nun çirkin bulduğu küfür, fısk ve isyan gibi işler emredilmesi hususuna
gelince, bu noktada bize gereken, yaratıkların emrine değil O'nun emrine itaat
etmektir. O'nun, kullarının tevbelerini kabul etmesi, günah ve isyanları
yüzünden çarptırıldıkları azabdan kurtarması meselesi, bize hoş karşılamamazı
emretmediği O'nun kendine özgü yaptığı işlerdendir. Esrarını araştırıp
sorgulamakbizim İşimiz değildir. Belki bu yaptıkları bizzat kendi sevdiği
işlerdendir. Çünkü o çok tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever.
Allah'ın bu fiilini hoş karşılamamak, bir tür O'nun uluhiyet sıfatına gölge
düşüren bir düşünceye uymaktır. Bu durumda olan kimseye gereken "la ilahe
illa ente (Senden başka ilah yoktur)" diyerek Allah'ın uluhiyette tek
olduğu ilkesini yeniden gerçekleştirmektir.
Bizim yapmamız gereken
ise O'nun sevdiğini sevmek, O'nun razı olduğundan razı olmak, O'nun emrettiği
ile emretmek, O'nun yasakladığından yasaklamaktır. Çünkü O: Çok tevbe edenleri
ve çok temizlenenleri sever" (Bakara: 2/222) olduğuna göre bize düşen de
onları sevmek, O'nun olmasını istediği hususlarda, isteğine aykırı İstikamette
irade göstermemektir. [84]
Bu konuda söylenmesi
gereken söz şu temel düşünce üzerine kurulmuştur; bu temel düşünce şudur:
Peygamberler Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun-, şanı yüce olan cenab-ı
Hakk'ın katından alarak insanlara sundukları bilgiler ve pey amberi iklerini
tebliğ hususunda, bütün ümmet imamlarının ittifakı ile masum, (günahsız)dırlar.
Bu nedenle Cenab-i Hakk'ın aşağıda aktaracağımız ayetlerde buyurduğu gibi, onların,
Allah katından getirdiklerinin tümüne iman etmek farz kılınmıştır.
"Allah"a,
bize indirilene, İbrahim'e, İsmali'e, İshak'a, Yakub'a ve torun kabilelere
indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve diğer peyamberlere Rab'leri tarafından
verilene inandık; onlar arasında bir ayırımı yapmayız; biz Allah'a teslim
ojanlariz" deyin. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru
yolu bulmuş olurlar. Ama dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara
karşı Allah sana yeter; O, işitendir, bilendir"
(Bakara: 2/136-137)
Asıl birr o
kimsenindir kî, AHah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere
inandı" (Bakara: 2/177)
"Peygamber
Rabbinderikendisine indirilene iman etti, mü'minler de hepsi Allah'a,
meleklerine, kitaplarına Ve peyam ferleri ne inandı. Onun elçilerinden
hiçbirini di-ğterinden ayırtetmeyiz. dediler. Ve dediler ki: "İşittik itâat
ettik! Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz. Dönüşü sanadır;?' (Bakara: 2/285)
' Peygamberlerin
dışında kalan insanlar bu durumun tersinedir; çünkü oiıların hiçbirisi, (evliya
olsalar bile) peygamberle masum kılındıkları gbi masum kılınmış değildir.
Bundan dolayı kim peyamberlerden herhangi birisine söverse, tüm islam
hukukçularının ittifakıyla öldürülür; onların dışındaki insanlara küfreden ise
Öldürülmez.
Peygamberler için
sabit olan bü masumiyet olgusu, nübüvvet ve risalet amacının gerçeklik
kazanması için şart kılınmıştır. Zira 'Nebi', Allah'tan haber veren kimsedir;'
'Rasul' ise Allah tarafından görevlendirilip, bir şeriatla gönderilen kimsedir.
Bu nedenle her 'rasul' 'nebİ'dir; ancak her 'nebi', 'rasul' değildir.
Masumiyet olgusu,
peyamberlerin Allah'tan alarak kısanlara tebliğ ettiği bütün hususlarda
sabittir; bu noktada, tüm müslümanların ittifakı ile harhangi bir yanılgı
olduğu kesinlikle düşünülemez. [85]
Bu konuyla alakalı
olarak şöyle bir soru sorulabilir: Ce-nab-ı Hak, eksikliğini düzeltip hatasını
giderdiği, şeytanın vahiy dışında peyamberlerin kalplerine attığı düşünceleri
tamamen silerek ayetlerini sağlamlaştırdığı yerlerde farklı birşeyin meydana
gelmesi düşünülebilir mi?
Bu hususta iki farklı
görüş vardır:
1- Selef
alimlerinden gelen yaygın görüşe göre, Kur'an böyle birşeyin olabililiğini
onaylar.
2- Oysa daha
sonra5 gelen alimler (müteahhirin) bu görüşü şiddetle reddetmişler necm
süresindeki söz konusu ayetlerle ilgili yapılan şu açıklamayı sert dille
eleştirmişlerdir. O görüş şöyle di:
''Bunlar en yüce
garaniklerlerdir; onların Allah katında şefaatçi olabilecekleri umulur"
Müteahhirin (sonra
gelen) uleması böyle birşeyin kesinlikle sabit olmadığını söylemiş ve şöyle
demşiler:
"Kim bunun
kanıtlanmış bir düşünce olduğu kanısına varmışsa o şunu demek istemiştir:
Peygamberler vahyi dinlerken şeytan bu düşünceyi onların kalbine atmıştı,
ancak Ra-sulullah bu ifadeyi sözcüklere dökerek dile getirmemiştir. Ancak bu
takdir üzerinde sorulması gereken bir soru vardır Şöyle ki:
"Ancak o peyamber
istediği zaman şeytan onun temennisine bir düşünce atmış olmasın" (Hac:
22/52)
Bu ayetle ilgili
alimlerin görüşünü yukarıda sunduk.
Selef alimler nin
konuyla ilgili görüşü dile getiren sön dönem alimleri, bu görüşün kanıtlanarak
nakledilmiş bir görüş olduğunu, bu görüşü eleştirmenin mümkün olmadığı, bunun
böyle olduğuna, kur'an'ın şu ayetle işaret ettiğini söylemişlerdir:
"Senden önce
hiçbir rasul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman, şeytan onun
temennisine bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın attığını siler,
sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Allah bilendir, hakimdir."
"Allah bunu böyle
yapar ki, şeytanın artığım, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri
katılaşanlar için bir imtihan yapsın; zalimler uzak bir ayrıliK
içindedirler."
"Ve kendilerine
ilim verilmiş olanlar da o Kur'an'ın Rabbinden gelen bir hak olduğunu bilsinler
de ona inansınlar; böylece kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz Allah,
inananları mutlaka doğru yola iletir."
(Hac: 22/52-54)
Son dönem alimleri, bu
ayetlerle ilgili görüşlerin tefsir ve hadis kitaplarında yer aldığını,
Kur'an'ın bu görüşlere muvafakat ettiğini söylüyor ve şunu ekliyorlar:
Allah'ın, şeytanın peygamberlerin kalplerine attığı düşünceyi silip ayetlerini
sağlamlaştırması, bu ayetlerde meydana gelebilmesi olası şeytani etkiyi tamamen
ortadan kaldırmak, Allah'ın ayetleri başka varlıkların düşünce ve sözleriyle
karışmasın diye 'hak' olanı 'batıl'dan ayırmak içindir. Bunun yanı sıra
şeytanın attığı düşünceleri, kalplerinde hastalık olan ve kalpleri katılaşanlar
için bir fitne kılması, ancak insanlar onu kendi nefislerinde gizli olarak
değil de açıktan duydukları, dinledikleri zaman olur. Çünkü nesh (silme)den
meydana gelen, fitne başka bir nesihten meydana gelen fitne (imtihan) cinsindendir.
Bu tür fitne
Rasuİullah'ın (s.a.v.) doğruluğuna ve bu tür nevadan uzak olduğuna işaret eder.
Nitekim o birşeyi emreder de daha sonra emrettiğinin tersini emrettiği olurdu.
Emirlerin her ikisi de Allah katından idi ve doğrulukları da onaylanmıştı.
Çünkü Allah'ın sözü, O'nun kendinden söylediğini neshederdi. Allah'ın neshedip
geçerliliğini kaldırdığı söz böyle değildi. Çünkü o, Allah'ın doğrulukta ona
itimat ettiğine ve söylediği sözün hak olduğuna işaret eder. Nitekim Aişe
(a.s.) konuyla alakalı olarak şöyle buyurmuştur:
"EğerMuhammed,
vahiyden birşey gizleyecek olsaydı elbette şu ayeti gizlerdi.
'Fakat Allah'ın açığa
vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekmiyordun; halbuki asıl
korkmana layık olan Allah idi[86]
(Ahzab: 33/37)
Görüyorsunuz ki batıl
İle kendisini büyük göstermeye çalışan kimse, yanlış söylese bile her söylediği
ile kendisine yardım etmek, kendisini takviye etmek ister. Oysa Allah
Ra-sulu'nun (s.a...) Allah'ın, şeytanın peygamberlerin kalbine attığı
düşünceleri silip kendi ayetlerini sağlamlaştırdığını açıklamakla, kendisinin
doğruluğuna ve yalandan uzak olduğuna işaret etmektedir. Peygamberlikte asıl
amaç da budur. Çünkü o doğruluğu Allah tarafından onaylanıp teslim edilmiş bir
peyamberdir. Bu yüzden onun yalanlanması seksiz şüphesiz, katıksız küfürdür.
Peygamberlik
vazifesini tebliğe ilişkin konuların dışındaki masumiyet meselesine gelince,
bu konuda alimlerin farklı görüşleri vardır: Eu akıl yolu ile mi yoksa nakil yolu
ile mi saptanmalıdır? Bundan başka masumiyet konusunda söz konusu edilen küçük
günahlar mı, büyük günahlar mı ya da onlardan bir kısmının mı kastedildiği, ya
da masumiyet denilince sadece o günahları yapmak değil, ikrar etmek mi olduğu
konusunda tartışmışlar. Bunun dışında şu konularda da farklı düşünmüş, farklı
görüşler ileri sürmüşler:, Peygamberlerin yalnızca peygamberlik vazifelerini
tebliğ sırasında masum oldukları hakkında kesin hüküm verilebilir. Bunun
dışındaki konularda masumiyetleri hakkında yargıya varmak zorunlu değildir.
Bundan başka,
peygamberlik görevi gelmezden bir peygamberin küfürden masum olması gerekli
midir, yoksa gerekli değil midir? Bu konuda başka yerlerde genişçe söz edilmiştir.
Ancak cumhur alimlerinin benimsediği ve seleften gelen bilgilerle örtüşen
görüş, peygamberlerin mutlak manada günah işlemekten masum olduğunu, onların
günah işlediği görüşünde olan kimseleri reddetmenin gerekliliğini
kanıtlamaktadır. Peygamberlerin masumiyeti ile ilgili görüşler irdelenip
düzeltildiği zaman, peyamberlerin masumiyetine kani olanların görüşünün
doğruluğu ortay a.çıkacaktır.
Peygamberlerin
masumiyetini olumsuz kılanların delilleri, peygamber oldukları kabul edilen
kimselerin günah işlediğine delalet etmez. Öte yandan peygamberlerin masum olduğu
görüşünde olanlar ise peygamberlere uymanın meşru kılınmasını delil olarak
göstermektedirler. Bu meşruiyet, onların günah olma niteliği taşıyan
eylemlerde bulunmaları caiz görüldüğü zaman caiz olmaz. Biliyoruz ki, onlara
uymak, ancak onların nehyedildikleri veya geri döndükleri hususlarda değil,
peyamber odukları kabullenildiği durumda zorunlu kılınmıştır. Ama emir ve yasaklardan
herhangi birisinin hükmü kaldırıldığında (neshedildiğinde) bir peygamber bu
emirle emredemez, yasaklanmış olandan yasaklayamaz. Peygamberin böyle bir
yetkisi yok iken o emre ve o yasağa uymak ve ona itaat nasıl zorunlu kılınır.
Peygamberlerin masumiyetini
savunan ilim adamları, günahı mükemmelliğe yetkinliğe karşıt olduğunu ya da günah
işleyen bir kimseyi peygamberlik gibi büyük bir nimetle taltif etmenin en
çirkirı davranış olduğ ya da günahın insanların nefretini gerektirdiği gibi
akli delilleri ileri sürmektedirler. Bu, ancak bir kimsenin böyle bir kişilik
üzerinde sabit kalması ve bu kişilikten geri donmemesiyle olur. Şayet durum
böyle değil de söz konusu kimse günah işlemişse o günahtan Allah'ın kabul
ettiği ve o kimseyi affedip bulunduğu yerden daha yüce bir konuma çıkaracağı
'nasuh' bir tevbe etmesiyle mümkündür.
Nitekim bazı selef
uleması, Davud'un (a.s.) tevbe ettikten sonra, hata işlemeden önceki
konumundan daha yüce bir konuma ulaştığını buna delil olarak göstermişlerdir.
Diğer bir grup alim
iseşunu delil olarak göstermiştir:
"Eğer tevbe,
Allah'a en sevimli olan eylemlerden olmasaydı Cenab-i Hak yaratıklarını günah
işlemekle deneyip onlara ikramda bulunmazdı"
Tevbe konusunda
Rasuluîah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah için kulunun
günah işleyip tevbe etmesi, olduğu yerde durup duran kimseden daha
sevimlidir"[87]
Öte yandan Cenab-ı
Hak:
"Muhakkak Allah
çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever" (Bakara: 2/222)
"Ancak tevbe
eden, iman eden ve salih amel işleyenler (değil); işte onlar Allah'ın
kötülüklerini iyliğe değiştirdiği kimselerdir" (Furkan: 25/70) buyurmaktadır.
Öte yandan sahih
olarak nakledilen bir hadiste kulun küçük günahları Allah'a arz olunup büyük
günahların Allah'tan saklandığı, oysa Allah'ın açığa vurulmayan günahlardan
ötürü kuluna müşfik davrandığı anlatılmaktadır. Söz konusu kudsi hadiste
Cenab-ı Hak kuluna şöyle buyurmuştur:
"Ben o günahları
senin için bağışladım. Onlardan her bir kötü amelin yerini iyiye
değiştirdim"Bunun üzerine kul şöyle der: "Ya Rab! Benim
göstermediğim günahlarım da var"[88]
Kul kötülüklerin
iyilikle değiştirildiğini görünce, açığa vurmaktan korktuğu büyük günahların da
görülmesini talep eder. Ancak malumdur ki, kulun kötülüklerinin iyiliklerle değiştirildiği
bu durum, günahların meydana gelmeyip iyiliklerle değiştirilmesinden daha
yücedir.
Said b. Cübeyr'in de
aralarında bulunduğu bir grup selef alimi konu ile alakalı olarak şöyle
demişler:
"Kul güzel bir
amel eder, ancak o ameli yüzünden cehenneme girer; öte yandan bir kul da kötü
bir amel eder ve o amel sayesinde cennete girer. Bu nasıl olur? Şöyle: Bir kul
güzel amel eder. Fakat, o amel nedeniyle ucuba düşer (kendini beğenir) ve
diğer insanlara karşı övünür. Böylelikle cehenneme düşer; kötü amel eden de,
bu ameli yüzünden sürekli korku içinde olur ve tevbe eder, daima pişmanlık içerisinde
olur. Böylelikle cennete girer"
Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor:
"Göklerin ve
yerin ve dağların kabul etmediği o emaneti insan yüklendi. Gerçekten o çok
zalim çok cahildir. Allah bu emaneti insana vermiştir ki, münafık erkeklere ve
münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azab etsin; mü'min
erkekleri ve mü'min kadınları da bağışlasın; Allah gafur ve rahimdir" (Ahzab:
33/72-73)
Aslında her insanın
amacı, Allah'ın tevbelerim kabul ettiği inanan erkek ve inanan kadınlardan
olmaktır.
Öte yandan kitab,
sahih sünnet ve Kur'an'dan önce indirilen diğer kitaplarda bu görüşle örtüşen
ve onu teyid eder nitelikte, sayılmayacak kadar örnekler vardır.
Bu görüşü reddedenler
ise bu bilginleri sapık ekoller olan "Cehmiye", "Kaderiye"
ve "Dehriye"nin "Allah'ın isim ve sıfatlan",
"kader" ve "ahiref'le ilgili nasları yorumladıkları (tevil)
gibi yorumladılar. Bu tevil girişimi, batıl olduğu kesinlikle bilinen batini
"Karamita" ekolünün nasları tevil ettikleri Allah'ın kelimelerini,
yerlerinin dışına çıkaran kimselerin eylemi türünden bir grişimdir. Mesela bu
sayılan ekole mensup kişilerden herbirisi peygamberlere saygıyı amaçlarlar
ancak bu girişimleri ve yöntemlerinin sakatlığı yüzünden onları yalanlamakla
neticelenir; onlara iman etmek isterler fakat küfre düşerler.
Gelgelelim masumiyet
meselesine: Peygamberlerin masumiyetlerinin şeriat, akıl ve icma deliliyle
kanıtlandığı bilinmektedir. Ancak bu, risaleti tebliğ noktasında kastedilen
masumiyettir. Bu kavramla, Peygamberlerin tebliğ ettiği ilahi emirleri kabul
etmedikleri zaman o kimseler bu kavramdan yararlanamazlar. Ancak ya anlamını
bozdukları kavramı ikrar ederler ya da bu noktada, bütün bildikleri bir takım
kuruntulardan ibaret olan onun ötesinde kitabı bilmeyen ümmilerin durumuna
düşerler. Şayet "masumiyet" kavramı onların iddia ettikleri anlamı
içeren bir kavram ise bundan yararlanamazlar; hem onların böyle bir kavramdan
yararlanmaya ihtiyaçları da yoktur. Çünkü bu kavram ona iman etmekle
emredilmeyen, onlardan başka bir insan grubuyla alakalıdır. Bu gruba mensup
kişilerden herhangi birisi, peygamberler hakkında, Allah'tan, ellerinde bir
delil bulunmadan konuşur; öte yandan peygamberleri tasdik ve onlara itaat
için yapılması gerekli olanları da terkeder. Oysa onları tasdik ve onlara
itaatten mutluluk, huzur bunun karşıtından ise kötülük, mutsuzluk meydana
gelir.
Yüce Allah'ın
buyurduğu gibi:
"Ona (peygambere)
gereken kendisine yükletilen tebliğ görevini yapmak, size gereken de size
yükletilen itaat görevini yapmaktır" (Nur: 24/54) [89]
Şanı yüce olan Allah,
Kur'an'da peygamberlerden söz ettiğinde daima tevbe ve istiğfar kavramlarını
da birlikte zikretmektedir. Adem ve eşinin şu duasında olduğu gibi:
"Rabbimiz! Biz
kendimize zulmettik; eğer bizi mağfiret etmez ve bize merhamet etmezsen
elbette biz zarara uğrayanlardan oluruz" (A'raf: 7/23)
Nuh'un duası;
"Rabbim! Hakkında
bilgim olmayan birşey senden dilemekten yine Sana sığınırım; eğer beni
mağfiret etmez ve bana merhamet etmezsen ziyana uğrayanlardan olurum"
(Hud: 11/47)
Halil'in (İbrahim)
duası;
"Rabbimiz! Beni
anamı babamı ve bütün müminleri hesab gününde mağfiret eyle" (İbrahim:
14/41)
"Dîn günü benim
bütün hatalarımın bağışlanmasını isterim" (Şuara: 26/87)
Musa'nın (a.s.) duası:
"Sen bizim
velimizsin; bizi mağfiret eyle ve bize merhamet eyle; çünkü sen mağfiret
edenlerin en hayırlisısın. Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de; biz sana
yöneldik" (A'raf: 7/155-156)
"Rabbim! Ben kendime
zulmettim; beni mağfiret et" (Kassas: 26/16)
"Ayılınca:
"Sen yücesin, Sana tevbe ettim; ben inananların ilkiyim" (A'raf:
7/143)
dedi. Cenab-ı Hak
Davud'dan (a.s.) da şöyle söz etmektedir:
"RabbMnden
mağfiret diledi, eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip bize döndü". Biz
de ondan bunu affettik; yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği
vardır" (Sa'd: 38/24-25)
Süleyman (a.s.)
hakkında da şöyle buyuruyor. Cenab-ı Hak:
"Rabbim, beni
mağfiret et, bana benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık)
ver. Çünkü yalnız çokça lütfeden Sensin Sen" (Sad: 38/35)
Ama Yusuf-u Siddik'a
gelince, Cenab-ı Hak onun hakkında herhangi bir günahtan söz etmemiştir. Bu
nedenle ondan, o günaha uygun düşecek bir istiğfar şekli de zikret-memiştir.
Sadece şöyle buyurmakla yetinmiştir:
"Böylece biz
kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o, ihlasa erdirilmiş temiz
kullarımızdandır."
(Yusuf: 12/24)
Cenab-ı Hak bu ayette
kötülüğü ve fuhşu ondan çevirdiğini bildirmektedir. Bu ifade Yusuf'tan ne
kötülüğün ne de fuhşun sadır olduğuna işaret etmektedir.
Şu ayete gelince:
"Andolsun kadın
onu arzu etmişti; eğer Rabb'inin doğru delilini görmeseydi o da onu arzu
etmişti."
(Yusuf: 12/24)
Burada kullanılan
"hemm" kelimesi bünyesinde iki tür bulunduran cins isimlerden
birisidir. Nitekim kavramla ilgili olarak şöyle diyor İmam Ahmed: "Hemm
iki türlüdür: Hatıraların arzusu; sırların arzusu. Kavram bir hadiste şu kelimelerle
dile getirilmiştir:
"Kul bir kötlüğü
yapmayı arzuladığında bunu uygulamaya geçirmedikçe, bundan ona bir günah
yazılmaz; ancak bu arzuyu Allah için terkettiği zaman onun amel defterine bir
iyilik yazar; ancak bu niyetlediği kötlüğü yaparsa yalnızca bir kötülük yazar
amel defterine.[90]
Burada dikkat edilmesi
gereken bir nüans vardır:
Şayet söz konusu
edilen kul bu arzusunu Allah adına değil başka bir amaçla terkederse onun amel
defterine bir iyilik yazılmaz; ancak bir kötülük de yazılmaz.
Yusuf (a.s.), ayette
sözü edilen kadına karşı içende duyduğu arzuyu, Allah için terketmiştir. Bu
nedenle Cenab-ı Hak da onun bu ihlasi için, kötülüğü ve fuhşu ondan
çevirmiştir. Bu ancak, günahı gerektiren öğe bulunduğu zaman olur ki burada
günahı gerekli kılan öğe "arzu duyma" duygusudur. Onun karşıtı ise
kalbin Allah adına günahtan yüz çevirmesini gerekli kılan
"ihlas"tır.
Yusuf'tan (a.s.),
karşılığında sevap verilen iyilikten başka birşey sadır olmamıştır. Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyor:
"Muttaki olanlar,
kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ın sevap ve
cezasını) hatırlarlar, hemen gerçeği görürler" (A'raf: 7/201)
Nakledilir ki: Yusuf
şalvarını giyip, kadınların da içinde bulunduğu bir mecliste otururken
Yakub'ün suretini ellerinin üzerinde görmüş. Bu ve buna benzer bilgilerden
hiçbirisi Allah ve Rasulu'nce verilen bilgiler değildir. Böyle olmadığına göre
demek ki ba tür saçma sapan bilgiler, Peygamberleri yalanlama ve onları kınama
hususunda insanların en azılısı olan yahudilerden alınmıştır. Bu konularda
yahudilerden aldıkları bilgileri aktarmayı adet haline getirmiş müslümanlar
nedense bizim peygamberimizden tek bir harf bile nakletmemişlerdir. [91]
Yusuf (a.s.)
peygamberle ilgili olayların anlatıldığı surede şöyle bir ayet
zikredilmektedir:
"Ben nefsimi
temize çıkarmam; çünkü nefis, daima kötülüğü emreder. Rabb'imin rahmet ettiği
nefis hariç"
(Yusuf: 12/5)
Bu söz azizin karısına
ait bir sözdür. Bunun böyle olduğuna bizatihi Kur'an'ın açıklamaları işaret
eder; bu hususta Kur'an'ı derinlemesine düşünen kimse kuşku duymaz. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır bu konuyla alakalı olarak:
"(Elçi bu yorumu
getirince) kral: "Onu bana getirin!" dedi. Elçi, Yusuf'un yanına
gelince (Yusuf): "Efendine dön ona sor, ellerini kesen o kadınların
maksadı neydi? (Bunu ortaya çıkarsın). Şüphesiz Rabbim, onların tuzaklarını
biliyor" dedi. (Kral, kadınlara): "Yusuf'un nefsinden ;nurad almak
istediğiniz zaman durumunuz neydi?" dedi. Dediler ki: "Haşa, Allah
için söylemek lazım, biz ondan hiçbir kötülük görmedik!" Aziz'in karısı
da: "İşte şimdi hak yerini buldu, ben onun nefsinden murad almak
istememiştim. O tamamen doğrulardandır!" dedi."
"(Gerçeği
söyledim ki Yusuf) benim, kendisine arkadan hainlik etmediğimi ve Allah'ın
hainlerin tuzağını başarıya ulaştırmayacağını bilsin. Ben nefsimi temize çıkarmam.
Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Rabb'imiri rahmet ettiği nefis hariç.
Rabb'im gafur ve rahimdir" (Yusuf: 12/50-53)
Bu sözlerin tamamı,
azizin karısına ait sözlerdir. Çünkü Yusuf (a.s.) o sırada hapisteydi ve henüz
kralın huzuruna çıkarılmış değildi. Daha önce kralı ne görmüş ne de konuşmasını
dinlemişti. Fakat suçsuzluğu, kendisinin gıyabında ortaya çıkmıştı. Aziz'in
karısının dediği gibi: "Benim kendisine arkasından hainlik etmediğimi
bilsin" Yani o benim yanımda değilken ona ihanet etmeyeyim. Oysa ben onun
yanında bulunduğum sırada onu arzulamıştım. Aziz'in karısının bu itirafı
üzerine:
"Kral: "Onu
bana getirin dedi, onu kendime özel dost edineyim" Kendisiyle konuşup
ondaki tutarlılığı görünce Yusuf'a: "Sen, dedi, artık bugün yanımızda
me'ki sahibi güvenilir bir kimsesin"dedi. (Yusuf: 12/54)
Ayetler böylesine açık
olmasına rağmen, tefsircilerin çoğu yukarıda 53. ayette sözü edilen ifadelerin
Yusuf'a (a.s.) ait sözler olduğunu söylemişler. Bazısı sadece bu görüşü
benimsemiş ki bu son derece tutarsız bir görüştür; kesinlikle bir delile
dayanmıyor. Aksine görüşün yanlışlığına işaret eden deliller vardır. Bu konuda,
başka yerlerde genişçe söz edilmiştir.
Buraya kdar tüm
anlattıklarımızla şu neticeye varmayı amaçlamıştık: Yunus kıssası, onun
kınanmasına ve ayıplanmasına neden olan bütün suçların bağışlandığı, bu vesile
ile Allah'ın onları iyiliklerle değiştirdiği ve onun derecesini yükselttiğini
de içermektedir. Yunus (a.s.) balığın karnından çıktıktan sonra, onun yaptığı
tevbe, derece bakımından, o hataya düşmezden önce bulunduğu noktadan daha
yüksek bir noktaya erişmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak bu hususu şöyle
açıklamaktadır:
"Sen Rabb'inin
hükmüne sabret, balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan yutkunarak
Allah'a seslenmişti. Eğer rabb'inden ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış
olarak çıplak bir yere atılırdı. Fakat Rabb'i onun duasını kabul etti de salih
kullarından eyledi" (Kalem: 68/48-50)
Bu son durum, balığın
yutma durumunun tersidir. O dönemle ilgili olarak Kur'an şu bilgiyi
vermektedir:
"(Yunus,
Rabb'inden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için) kendi kendisini kınarken
denize attılar ve balık onu yuttu" (Saffat: 37/142)
Bu ayet Yunus
peygamberin kınanma durumunda bulunduğu dönem hakkında bilgi vermektedir.
"Kınanmış", kınanacak bir eylemde bulunmuş kimse demektir. Bu
kınanmış durumda bulunan Yunus, yerilmiş olarak çıplak yere atılacağı durumda
ve dönemde değildir. Bu son dönem onun şu duayı söylediği dönemdir.
"Senden başka ilah yoktur; Senin şanın yücedir, ben zalimlerden
oldum" Bu durum Yu-nus'un (a.s.) daha önce bulunduğundan daha yüksek konumda
olduğu bir durumdur. Zira itibar (dikkate alınması gereken nokta) başlangıç
noktasındaki geçirilen evrelere değil, son olgunluk (kemal) noktasınadır;
ameller sonuçlarına göre değerlendirilir.
Allahu Teala insanı
yaratıp onu annesinin karnından hiçbir şey bilmeyen bir varlık olarak çıkardı;
sonra ona bazı bilgiler Öğreterek eksik bir durumdan peyderpey kemal noktasına
ulaştırdı. Öyle ise, insanoğlunun olgunluk dönemi öncesinde geçirdiği evreyi
dikkate almak doğru değildir. İtibar, insanın olgunluk döneminedir. Onun için
Yunus peygamber ve onun dışındaki tüm peygamberler Ömürlerinin dönemlerinde
kişiliklerinin en yetkin noktalarına ulaşmışlardır.
Buradan hareketle şunu
söyleyebiliriz: Melekleri peyam-berler ve diğer salih kullardan üstün kabul
eden kimseler, bu tercihlerinde yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü onlar melekleri,
salih kimselerin yaşamlarının başlangıçtaki eksik dönemlerini dikkate alarak,
meleklerin daha kamil oldukarına itibar etmişler, ama yanlışa düşmüşler; oysa
peygamber ve salih kimselerin kendilerindeki eksikliklerin tamamını giderip
Rahman'm rızasını kazanarak cennete girdikleri, orada her türlü rahmete ve
esenliğe ulaşıp orada yerleştikleri dönemden sonrasına itabar etselerdi bu
yanlışa düşmezlerdi. Ki onların cennetteki durumunu Kur'an şöyle anlatmaktadır:
"Melekler de her
kapıdan yanlarına vararak: "Sabretmenize karşılık selam size; yurdun sonu
ne güzel derler".
(R'ad: 13/23-24)
Söz konusu kimselerin
bu ayette anlatılan dönemi dikkate alındığında, onların diğer tüm yaratıklardan
daha üstün oldukları ortaya çıkar. Böyle yapılmazsa akıllı bir kimsenin, sözü
edilen kimselerden herbirisinin övülme, üstün kılınma, her türlü eksikliklerden
ve ayıplardan uzaklaşarak, övülecek en yetkin noktaya ulaştıkları dönemden
öncesini dikkâte alıp ona göre değerlendirmede bulunması ve yargıya varması
doğru olur mu? Şayet bu dönem dikkate alınıyorsa, onlardan herbirisinin önce
meni, sonra embriyo (alaka) sonra bir tutamlık şekilsiz et parçası, sonra
kendisine ruh üflendiği, ardından bebek olarak doğduğu, emzirildiği, çocuk
olduğu bütün dönemler sonuna dek dikkate alınmalıdır. Bütün bu dönemleri
dikkate alan herkes, söz konsu dönemlerin olgunluk ve faziletlilik hususunda en
kamil noktaya ulaşıp bu iltifatlara liyakat kazandığı olgunluk noktasına
ulaşmadığını bilir; söz konusu evrelerden geçen insan, kemale erme olgusu
meydana geldiğinde ancak son dönüşüm noktası dikkate alınarak faziletli
olduğuna karar verilir. [92]
Bazı kimseler, îslam
üzere doğup hiçbir zaman küfre düşmeyen bir kimsenin, kafir iken müslüman olan
kimseden daha üstün olduğun sanır; oysa bu tamamen yanlış frr sanıdır. Çünkü
önemli olan, dikkate alınması gereken nokta sonuç (akibet) noktasıdır; bu iki
insandan hangisi son dönemlerinde takvada daha ileri bir noktaya erişmiş ise en
faziletli kimse odur. Çünkü biz şunu gayet iyi biliyoruz ki, küfürden so :ra
Allah'a ve Rasulu'ne iman eden ensar ve muhacirden İlk dönem müslümanları, daha
sonra İslam üzere doğan kendi çocuklarından ve diğer müslümanlar-dan daha
faziletli idiler. Çünkü şu bir gerçektir ki, şerri (kötülüğü) tadarak kendi
deneyimi ile onu tanıyıp daha sonra hayrı (iyiliği) tadarak yine kendi
deneyimiyle onu tanıyan kimse, bizzat kendi çabasıyla iyliği yakaladığı ve onu
tanıdığı için onu daha bir sıcak duygularla sever; öte yandan kötülüğü de
bizzat kendi deniyimleriyle tandığı ve tattığı için, kötülüğü bilmeyen, onu
tatmayan kimseden daha fazla ondan tiksinir ve nefret eder. Şöyle de demek
mümkün: İyilikten başka birşeyi tatmayan ve tanımayan kimse daha sonra bir
kötülükle karşı karşıya kaldığı zamanbelki de onun kötü olduğunu anlayamaz. Bu
nedenle ya bilmeyerek kötülüğün içine düşer ya da o kötülüğü tanıyan kimsenin,
o kötülüğü yadırgayıp ondan tiksinerek kaçındığı gibi yadır-gayamaz,
tiksinemez. Bu nedenle Ömer (r.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cahiliyeyi
tanımayan kimselerin yüzünden, İslam'ın ilk dönemdeki safiyeti, sadeliği, halka
halka bozulmaya uğrayacaktır"
Yine Ömer aynı
bağlamda şöyle diyor:
"İslam'ın
yetkinliği marufu emretmek, münkerden yasaklamakla sağlanır; bunun
tamamlanması ise ancak Allah yolunda cihad etmekle mümkündür. Kim onun
dışındaki kavramları tanımadan yalnızca marufu tanımakla işe başlarsa münkerin
mahiyeti, niteliği, özellikleri ve doğurduğu zararlar hakkında bilgisi olmaz.
Bu bilgisizliği nedeniyle, münker ehliyle nasıl mücadele edeceğini de bilemez;
tutarlı bir strateji belirleyemez. Bu nedenle bir kimse, sakınmak, ehlini
ondan men etmek ve onlarla mücadele etmek gibi iyi niyet taşıdığı zaman
kötülüğü ve onun belirgin özelliklerini bilmesi (tanıması), onun hakkında
bilgisiz olmasından daha hayırlıdır"
Bu yüzdendir ki sahabe
iyilği (hayrı) ve kötülüğü (şerri) bütün boyutlarıyla bildikleri, İslam'ın,
imanın ve salih amelin ne denli güzel, küfür ve Allah'a başkaldırı (isyan)ın ne
denli çirkin bir durum olduğunu bilmeleri nedeniyle iyiliği tam anlamıyla
sevip kötülükten tiksindikleri için iman ve cihad yönünden kendilerinden sonra
gelen kuşaklardan daha yüce kişiliklere sahip idiler. Yine bu realiteden ötürü fakirliğin,
hastalığın ve korkunun acısını tadan kimse, zenginliğe, sağlığa ve güvenliğe,
onları tatmayan kimseden, daha tutukuludurlar. Bu nedenle ünlü Arab şair
el-Bihteri:
"Karşıtlık, kendi
karşıtı olan nesnenin güzelliğini açığa çıkarırder.[93]
Arap edebiyatının
diğer çok önemli bir şairi olan Ebu Tayyib el-Mütenebbi İse şöyle diyor bir şiirinde:
"Nesneler
(şeyler) karşıtlarıyla belirginleşir ortaya çıkarlar"[94]
Öte yandan aynı konu
ile alakalı, Ömer'in şöyle bir sözü var:
"Ben aldatıcı bir
kimse değilim. Bu nedenle hiçbir aldatıcı beni aldatamaz"
Gerçi övgüye layık,
temiz kalp sahibi kimse kötülüğü değil iyiliği ister. Bunun en iyi bir şekilde
olması ancak iyilik ve kötülüğün bütün boyutlarıyla bilinmesiyle mümkündür.
Ama kötülüğü tanımayan bir kimse bu noktada eksikliği yüzünden, takdire şayan
bir kimse değildir.
Aslında amaç burada
bütün bunları söylerken her küfrün ve isyanın tadını tadan kimsenin, bu bilgisi
nedeniyle, onu tatmayan ve bilmeyen kimseden mutlak anlamda küfrü ve isyanı
daha iyi bildiği ve onlardan daha fazla tiksinip kaçındığı anlatmak değildir.
Çünkü burada tam bir uyum mümkün değildir. Sözgelimi bazan doktor hastalığı
hastadan çok daha iyi bilir. Bunun gibi peygamberler de dinlerin uzmanları
oldukları için, diğer insanların tattığı gibi kötülüğü tatmasalar da, kalpleri
nelerin düzelttiğini, nelerin bozduğunu diğer insanlardan çok daha iyi
bilirler.
Burada asıl anlatılmak
istenen şudur: Bazı insanlar, kötülüğü tadarak öğrenir. Bu öğrenme eyleminden
öznel bir deneyim meydana gelir. Bu deneyim sonucunda söz konusu kişi o
kötülükten nefret eder, buna karşılık diğer bazı insanların tattığı halde elde
edemedikleri bir sevgi ile iyiliği sever ve ona sımsıkı yapışırlar. Sözgelimi
başlangıçta müşrik hristiyan veya yahudi olan bir takım insanlar vardır, bunlar
şüphelerden, bozuk düşüncelerden, zulüm ve kötülükten ne tür bir küfür olgusu
meydana geldiğini gayet iyi bilirler. Daha sonra Cenab-i Hak kalplerini İslam'a
açtığında İslam'ın güzelliğini öğrenip tanırlar. Bu tanıma ve kavrama, çoğu
kez İslam'a daha çok gönül vermelerine; İslam'ın ve küfrün gerçek anlamda
hakikatinden habersiz bazı kimselerden daha çok küfürden nefret etmelerine
neden olur. Çünkü gerçek anlamda İslam'ın ve küfrün hakikatini bilmeyen kimse,
bazan şu hakikate bazan bu hakikate karşı çıkmaktan ya da şunun övülmesi
ötekinin yerilmesinden başkalarını taklid etmekten kurtulamaz.
Bu hakikati, şöyle bir
örnekle daha iyi açıklamamız mümkündür:
Açlığın acısını tadan
bir kjrnse, daha sonra, doymanın zevkini tadar, hastalığın acısını tadan bir
kimse bunun ardından sıhhat ve afiyetin lezzetini tadar; ya da korkunun
acısını tadan bir kimse ardından güvenliğe kavuşmanın mutluluğunu tadar. Şimdi
böylesi olumsuzlukların acısını tadan bir kimsenin sıhhate, güvenliğe ve
tokluğa duyduğu sevgi, buna karşın, açlıktan, hastalıktan ve korkuya
kapılmaktan duyduğu nefret, bu belalara uğrayıp bunların hakikatim bilmeyen
kimseden elbette çok daha büyük olur.
Bunun gibi bid'atçı ve
kötü kimselerin arasında yaşayıp daha sonra, Allah'ın hakkı kendisine
açıklaması bereketiyle bu hakkı kavrayarak günahlarına içten bir pişmanlıkla tev-be
eden; ve Allah yolunda cihad etmekle nzıklandırılan kimse, içinde geldiği
kimselerin durumunu çok daha iyi bilir, onlara denk olmaktan daha çok kaçınır,
onlarla yaptığı cihadı, diğerlerinden daha büyük olur.
Nitekim Nuaym b.
Hammad el-Hu zai-Cehm iyelere karşı en çetin mücadeleyi veren alimdir-Cehmiye
ile ilgili mücadelesi hakkında şöyle diyor:
"Onlara karşı en
sert mücadeleyi ben veriyorum; çünkü daha önce ben de onlardan birisi idim.[95]
Öte yandan yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"Sonra Rabb'in
şunlardan yanadır ki, cehaletle kötülük işlediler, sonra onun ardından tevbe
ettiler, uslandılar. Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbette bağışlayan, rahmet
edendir." (NahI: 16/119)
Bu ayet-i kerime daha
önce müşrik iken dinlerinden ötürü insanlara işkence edip daha sonra Allah'a
tevbe eden ve Allah'ın da tevbelerini kabul ettiği sahabeden bir grup insandır;
bunlar daha sonra Allah'a ve Rasulü'ne hicret etmiş, cihad etmiş ve başlarına
gelen belalara sabretmiş kimselerdir.
Nitekim Ömer b.
Hattab, Halid b. Velid önceleri insanların İslam'a karşı düşmanlık eden en
azılıları idiler. Fakat müslüman olunca her ikisi de kendilerinden önce
müslüman olan kimselerden iman, salih, amel, kafirlerle cihad, Allah ve
Rasulu'nun dinine yardım konusunda çok daha ileriye geçtiler. Sözgelmi Ömer,
iman, ihlas, sadakat, Allah bilgisi (marifet) ileri görüşlülük (feraset)
nüranilikte en mükemmel, nefsin hevasından en çok uzak duran, Allah'ın dinini
hakim kılma hususunda en üstün çabayı gösteren kimse olduğu İçin, fazilet
yönünden Ebubekir'in dışında, diğer tümü insanlardan ileri geçmişti.
Bu ve diğer örneklerin
ortaya çıkardığı gerçek şudur: Dikkate alınması gereken hususu, başlangıç
dönemlerindeki eksiklikler değil, sonuçla ulaşılan tekamül noktasıdır.
İsrailiyata ait
haberlerin birisinde şöyle bir ifade zikredilmektedir:
"Yüce Allah
Davud'a (a.s.) şöyle buyurdu:
"Günaha gelince
biz onu bağışladık; sevgiye gelince artık onda geri dönüş yoktur"
Bu bilginin doğru
olduğunu tesbit etseniz bile böyle bir yasa bizim için şer'i ölçü olamaz; dinimizi
de böyle bir temel üzerine bina etmemiz mümkün değildir. Çünkü Muhamrned'in
getirdiği dinde tevbe hakkında gelen bilgil-re, sağlanan kolaylıklar, bizden
önce gelen şeriatların hiçbirisinde gelmemiştir. Bundan dolayı Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Ben rahmet
peygamberiyim; ben tevbe peygamberiyim[96]
O Rasul sayesinde,
bizden Önceki ümmetlerin sırtındaki ağır yükler, boyunlarındaki zincirler
bizden kaldırıldı. [97]
Cenab-ı Hak Kitab-ı
Kerim'inde şöyle buyuruyor: "Kuşkusuz Allah çokça tevbe edenleri ve çokça
temizlenenleri sever" (Bakara: 2/222) Verilen bilgilere göre yüce Allah
bir kimse muhtaç olduğu yiyeceği içeceği ve bineğini yitirip de bulmaktan ümidini
kestiği bir sırada onları bulduğu anda onun duyduğu sevinçten daha büyüğünü,
tevbekar kulunun kendisine tevbe etiği sırada duyar. Bu sevinç Rabb'(in tevbe
eden kulun tevbesi karşısında duyduğuna göre bu aynı zamanda O'nun sevgisidir.
Hal böyle iken onun sevgisine yeniden dönüş yoktur görüşü nasıl savunulabilir.
Oysa o şöyle buyuruyor:
"O çok bağışlayan
ve çok sevendir. Arş'm sahibidir, yücedir. Dilediğini yapandır" (Buruc:
85/14-16)
Ne var ki, O'nun
sevgisi ve dostluğu, tevbe ettikten sonra kulun O'na yaklaşmasına göredir.
Kulun tevbe etmesinin ardından "Hak"ın sevdiği eylemlerde bulunması,
tevbe etmezden önce yaptıklarından daha faziletlidir; Allah'ın da tevbe
ettikten sonra o kuluna duyduğu sevgi, tevbe etmeden önce duyduğu sevgiden daha
büyüktür. Eylem noksan olursa buna bağlı olarak meydena gelecek iş de noksan
olur. Çünkü ceza (karşılık) eylemin cinsine göredir. Zira senin Rabb'in kullara
zulmedici değildir.
Öte yandan Buhari'nin
Sahih'inde naklettiği bir hadiste Rasulullah şöyle buyurmaktadır:
"Şam yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Her kim benim dostum olan bir kuluma düşmanlık ederse
ben de ona savaş ilan ederim. Kul kendisine farz kıldığım ibadetleri yerine
getirerek bana yaklaştığı gibi hiçbir şeyle bana yak-İaşamaz. Kulum nafile
ibadetlerle bana öylesine yaklaşır ki neticede onu severim. Ben onu sevdiğim
zaman artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.
Artık bundan böyle benimle duyar, benimle görür, benimle tutar ve benimle
işitir. Eğer ki diliyle benden birşey isterse kesinlikle onu kendisine
veririm; benden birşey hakkında sığınma dileğinde bulunursa, o sığındığı
şeyden onu korurum; ben yapmayı dilediğim hiçbir şey hakkında, mü'minin ölümü
karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Fakat b'unda kulum ölümden
hoşlanmıyordu, ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum"[98]
Peygamberlerden sonre
en faziletli velilerin Muhacir ve Ensar'dan İlk dönem mü s lüm anlarının
olduğunu biliyoruz. Zira Rabblerine küfür, fısk ve isyandan tevbe ettikten sonra
onlara olan sevgisi ve dostluğu, sevgi ve dostluğun en yücesidir. Her ne zaman
farz namazlardan sonra nafile ibadetle O'na yaklaşmrşlarsa sevgiler ve
dostlukları o nis-betle artmıştır. Cenab-i Hak şöyle buyurmaktadır:
"Belki de Allah
sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah kadirdir.
Allah gafurdur, rahimdir" (Mümtehine: 60/7)
Bu ayet Ebu Süfyan b.
Harb, Ebu Süfyan b. el-Haris, Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr, İkrime b. Ebu
Cehil, Safvan b. Ümeyye ve diğer kimseler hakkında indirilmiştir. Bu kimseler
Hendek ve diğer savaşlarda Allah'a ve Rasuiu'ne karşı düşmanlık ilan etmiş
müşriklerdi. Bu zevat Allah ve Rasuiu'ne düşmanlıkta bulunduktan.sonra Cenab-ı
Hak onlarla elçisi ve mü'mînler arasına bir sevei koydu. Onlardan herbirisi
diğerinden daha faziletli idi bu iıususta. Sözgelimi İkrime, Süheyl ve Haris b.
Hişam, Ebu Süfyan b. Harb vb. den sevgi açısından daha üstün bir konumda
idiler. Bunun böyle olduğu Buharİ'nin kaydettiği şu hadis ile tesbit edilmiştir:
"Muaviye'nin
annesi, Ebu Süfyan'ın karısı Hind Allah Rasuiu'ne şöyle dedi: "Allah'a
yemin olsun ki ey Allah'ın Rasulu zamanında yeryüzünde senin hane halkın kadar
hor ve hakir olmaların ıistediğim hiçbir ev halkı yoktu. Soıtra durum değişip
bugün oldu, yeryüzünde senin ev halkın kadar üstün ve saygın olmalarını
istediğim hiçbir ev halkı yoktur, dedi. Rasululah kendisinin de aynı durumda
olduğunu Hind'e anlattı"[99]
Biliyoruz ki,
mü'minler arasındaki sevgi ve dostluk, tamamen onların Allah için sevme esasına
göre olur. Çünkü imanın en güvenilir bağı Allah için sevmek, Allah için öfkelenip
nefret etmektir. Zira Allah için sevmek tevhidin olgunluğundan kaynaklanır;
buna karşın Allah ile beraber başka bir varlığı sevmek ise şirktir. Yüce Allah
bu hususu şöyle açıklıyor:
"İnsanlardan kimi
vardır ki Allah'tan başka ortaklar edinirler; Allah'ı sevdikleri gibi onları
severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler" (Bakara: 2/165)
Peygamber ve mü'minler
ile düşman olan müşrikler arasında meydana gelen bu sevgi, Allah için oluşan
bir sevgi ve dostluk idi. Zira kim Allah'ı severse Allah da onu sever, kim
Allah'ı dost edinirse Alalh da onu dost edinir. Biz biliyoruz ki Allah, o
kimseler tevbe ettikten sonra, onlar O'nu sevip dost edindikleri gibi, O da
onları sevmiş ve dost edimiştir. Hal böyle iken nasıl şöyle denilebilir:
"Tev-bekar olan kimse Allah'ın sevgisini ve dostluğunu değil, yalnızca
onun mağfiretini elde edebilir?!"
Şimdi biri çıkıp şöyle
sorabilir: Sözü edilen bu kimseler kafir idiler yaptıklarının haram olduğunu
bilmiyorlar, belki cahil idiler. Oysa yaptığının haram olduğunu bilip de yapan
kimsenin durum bunun tersinedir?
Buna iki biçimde cevap
verilebilir?
1- İş
söylendiği gibi değildir. Bilakis kafirlerin birçoğu Muhammed'in Allah Rasulu
olduğunu biliyorlar fakat kıskançlıkları ve kibirleri yüzünden O'na düşmanlık
ediyorlardı. Nitekim bu Süfyan daha henüz Ümeyye b. Ebus-Salt ve Rum Kralı
Hirakl gibi isimler duymazdan Önce Rasulullah'ın (s.a.v.) peyamberliği haberini
duymuştu.[100]Ebu Süfyan'ın anlattığma
göre, Rasulullah'm peygamberliği konusunda henüz kesin bir kanıya varmamıştı. Rasulullah'ın
emri yakında aşikar olacak, böylelikle o peygamberi hoş karşılamadığı halde
Allah onu İslam'a sokacaktı. Nitekim Yemruk[101]
savaşının yapıldığı yıl bu büyük düşmanlıktan sonra ondan ve başkalarından, İslam'ın
güzelliğine, Allah ve Rasulu için sevdiğine işaret eden ifadeler duyuldu.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor, böyleîeri hakkında:
"Onlar ki Allah
ile beraber başka bir ilaha dua ve ibadet etmezler. Allah'ın haram ettiği cam
haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur.
Kıyamet günü O'nun için azab kat kat yapılır ve o azabın içinde hor ve hakir
olarak kalır. Ancak tev-be edip inanan ve salih amel işleyenler işte Allah onların
kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir. [102](Furkan: 25/67-70)
Allah onların
kötülüklerini iyiliğe değiştirdiği zaman iyilikler, Allah'ın onları sevmesini
gerektirir. Öte yandan kötülüklerin iyiliklere değiştirilmesi sadece kafir olup
sonradan müslüman olanlara özgü bir muamele değildir. Çünkü yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Allah'a göre şu
kimselerin tevbesi makbuldür ki, cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından
dönerler, işte Allah onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve
hikmet sahibidir" (Nisa: 4/17)
Ebu'l-Aliye şöyle
diyor:
"Rasulullah'ın
sahabesine bu ayetin gerekçesi ve içeriği ile ilgili soru sorduğumda bana şu
karşılığı verdiler: "Cahil olarak Allah'a isyan eden, ölümden önce,
günahının hemen ardından tevbe eden herkes bu ayetin içerdiği anlamın kapsamına
dahildir"
2- Tevbe edenle,
Allah'ın tevbe edenlere duyduğu sevgi ile tevbe eden arasındaki bir farktan
söz edilmektedir ki bunun hiçbir temeli yoktur. Aksine kitab ve sünnet Allah'ın
tevbe edenleri sevdiği, tevbe edenlerin tevbesi nedeniyle sevinç duyduğuna
işaret eder. Bu kişilerin yaptıklarının günah olduğunu bilerek yapmaları ile
bilmeyerek yapmaları arasında tevbe açısından hiçbir fark yoktur.. [103]
Yaptığı eylemin günah
olduğunu bilip ardından tevbe eden kimseye gereken, yaptığı eylemden ötürü kınanmayı
mucib niteliğini övgüye değer bir niteliğe değiştirmektir. 'Hakk'a öfkelendiği
zaman onu sevmesi, batılı sevdiği zaman ona da hiç zaman yitirmeden
öfkelenmesi gerekir. Nitekim tevbekar olan kimsenin "Hakk'ı hak olarak
bilip onu yapması, batılı da batıl olarak bilip ona öfkelenip ondan kaçması,
yüce Allah'ın sevdiği ve razı olduğu eylemlerdendir.[104]
Zira Allah'ın sevgisi,kulun O'nun sevdiği eylemleri yapmasına göredir. Her kim
Hakk'ın sevdiği fiillerden en büyüğünü yaparsa Hakk'm da O'na olan sevgisi o
derece büyük olur.
Kişi,Hakk'ın çirkin
gördüğü bir kimse konumundan, üzerinde bulunduğu batıldan nefret etmesinin
gücüne göre, O'nun sevdiği bir konuma geçer. Sevgisinin gücüne göre,Hakk'ın
sevgisi de ona intikal eder. Hakk'ın da ona, o nisbete bir sevgi duyması
gerekir. Belki Allah kötülüklerini bile iyiliklere değiştirir. Çünkü o kimse
kınanmayı gerektiren durumunu övülmeye layık bir duruma çevirmişti. Bu yüzdenAllah
da onun kötülüklerini iyiliklere çevirir. Çünkü ceza (karşılık), eylemin
cinsindendir. Bu takdirde tevbe eden kimsenin Hakk'a sevimli olarak yaptığı
eylem başkalarının yaptığından daha büyük olursa Hakk'ın ona olan sevgisi de o
nisbette büyük olur. Bunun gibi Allah, kendisinden yapmasını istediği için bir
eylemde bulunduğu zaman bu eylem tevbe etmeden önce Allah adına yaptığı
eylemlerden daha yüce olursa, Allah'ın tevbe ettikten sonra ona olan sevgisi
ve dostluğu da, tevbe etmeden önce olan sevgi ve dostluğundan daha yüce olur.
Böyle iken sevgi ve dostlukla geriye dönüş yoktur, denebilir.
Bu açıklamalarla şöyle
diyen kimsenin şüphesine açıkça cevap verilmiş oldu:
"Allah,
peygamberlik kendisine verilmeden önce masum olmayan hiçbir peygamber
göndermemiştir."Bu görüş bazı rafızi ve diğer gurupların savunduğu bir
görüştür . Şöyle diyenlerin görüşü de aynı nitelikte bir görüştür."Allah,
nübüvvetten önce mü'min olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir."
Bu görüşü savunan
kimseler işleyen kişi tevbe etse de günah işlemenin bir eksiklik olduğunu
vehmediyorlar. Bu nokta onların yanlışa düştüğü noktadır. Kim günah işleyen
kişinin bir daha geriye dönmemek üzere tevbe etmesine rağmen,eksik olduğunu
sanırsa,o kimse büyük bir yanlışa düşmüştür. Çünkü kınama ve ceza, günahkar
olan kimseye layıktır. Tevbe eden kimsenin bu tür karşılıklar görmesi doğru
değildir. Fakat tevbeyi önceye alırsa, ona bu gibi 'karşılıklar reva görülmez;
ama tevbeyi ertelerse tevbe ile günahın işlenmesi arasmda geçen süre
içerisinde durumuyla örtüşen bir kmama ve cezaya çarptırılabilir. [105]
Peygamberler tevbeyi
kesinlikle ertelemez, bilakis ona koşarlardı. Tevbeyi gecirtirmedikleri gibi
yanlış yapmakta ısrar da etmezlerdi. Çünkü onlar bu tür tutarsız davranışları
işlemekten tamamen masumdurlar. Onlardan hangisi yanılgıya düştükten sonra
tevbe etmeyi birazcık olsun geciktir-mişse, Cenab-j Hak, peygamberlik geldikten
sonra yaptığı hatadan ötürü Yunus'a (a.s.) yaptığı gibi bir beleya uğratarak,
işlediği suçun keffaretini ona ödetmiştir. Bu keffaret ödetme olayı biraz önce
de değindiğimiz gibi kendisine peygamberlik görevi verildikten sonra vuku
bulmuştur. Peygamberlikten önce olduğu söylenirse de bu doğru değildir. Çünkü
bu dönemde işlediği bir suç nedeniyle, Allah'ın ona bir keffaret ödetmesine
gerek yoktur.
Aslında daha önceki
sayfalarda da belirtildiği gibi küfür ve günahtan tevbe eden kimse, hiç küfre
ve günaha düşmeyen kimseden daha faziletli olur bazan. Tevbe eden kimse
faziletli bir kimse olabileceğine göre, fazilette hiçbir insanın kendisine
denk olamayacağı bir kimse peygamberliğe en çok layık olur. Nitekim Allah,
Yusuf'un (a.s.) kardeşleri, onların ve torunlarının günahları hakkında da bilgi
vererek şöyle buyurmuş:
"Lut ona iman
etti ve İbrahim kavmine dedi ki: Rabb'ime ibadet edeceğim yere göç edeceğim.
Kuşkusuz o, galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. "(Ankebut: 29/26) Lut
öncelikle İbrahim peygambere iman etti. Ardından Cenab-i Hak onu Lut kavmine
peygamber olarak gönderdi.
Öte yandan Şuayb
peygamber olayı hakkında da şu bilgiyi vermektedir, Kur'an;
"Kavminden
müstekbir olan ileri gelenler dediler ki: "Ey Şuayb, yajmutlaka seni ve
seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız, ya dadinimize
dönersiniz!" Dedi ki istemesek de mi bizi yurdumuzdan çıkaracak veya
dinimizden döndüreceksiniz? Allah bizi, sizin dininizden kurtardıktan sonra,
eğer tekrar ona döner-ı sek Allah'a
yalan iftira etmiş oluruz'. Rabbimiz Allah dilemedikten sonra o sizin dediğiniz
dine dönmemiz, bizim için olur şey değildir. Rabbimiz bilgi yönünden herşeyi
kuşatmıştır. Biz Allah.'a dayanıp güvenmişiz. Rabbim! Bizimle kavmimiz arasındaki
durumunu hak ile açığa çıkar. Muhakkak ki sen hakikatleri açığa çıkaranların
en hayirhsısın!" (A'raf: 7/88-89)
Diğer bir ayette ise
şöyle buyurmaktadır:
"Kafirler
peygamberlerine dediler ki: "Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkarırız, ya da
bizim dinimize dönerseniz!" Rableri de onlara şöyle vahyetti:
"Zalimleri mutlaka helak edeceğiz!. Ve onlardan sonra sizi o yere yerleştireceğiz.
Bu, makamından korkan ve tehdidimden korkan için verdiğim sözdür (İbrahim: 14/13-14)
Sonucun mükemmeliğinin
dikkate alınması gerektiği hususu anlaşıldığına göre, konu kavranılmış
demektir, işte bu mükemmeliyet ancak tevbe ve istiğfar ile elde edilir. Tarihin
ilk dönemlerinde ve son dönemlerinde yaşamış tüm kulların tevbe etmesi kesin
bir gerekliliktir. Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi:
"Allah, emaneti
insana vermekle münafık erkeklere münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik
kadınlara azab etsin; mü'inin erkeklerin ve mü'min kadınların da tevbesini
kabul etsin. Allah gafur ve rahimdir"
(Ahzab: 33/73) [106]
Yüce Allah Adem, Nuh
ve onlardan sonra, Peygamberlerin sonuncusu Muhammed'e kadar gelen bazı
peyamber-lerin tevbesi hakkında bilgi vermektedir. Mesela Kur'an'ın son
indirilen surelerinden birisi olan Nasr suresinde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın yardımı
ve fethi geldiği, ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini
gördüğün zaman. Rabb'ine hamdederek teşbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü o,
tevbeleri çok kabul edendir" (Nasr: 110/1-3)
Öte yandan Aişe
Rasuluİah'm (s.a.v.) rüku ve secdesinde genellikle şöyle dua ettiğini rivayet
etmektedir.
"Allah'ım! Senin
şanın yücedir. Rabbimiz, Sana hanı-dederiz Allah'ım! Beni bağışla"[107]
Nitekim Rasulullah
henüz böyle dua etmezden önce Cenab-i Hak kendisine şu ayeti indirmiştir:
"Andölsun Allah,
peygamberi ve güçlük saatinde ona uyan muhacirleri ve ensari affetti. O zaman
içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuş iken yine de onların
tevbesini kabul buyurdu. Çünkü o, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir"
(Tevbe: 9/17)
Konu ila alakalı
olarak Rasulullah da (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Ey İnsanlar!
Rabbinize tevbe edin; canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ben günde
yetmiş kereden fazla "esteğfurullah'e ve etubu ileyh" (Allah'tan
mağfiret dilerim ve O'na tevbe ederim) derim"[108]
Öte yandan Müslim,
el-Eğar el-Müzeni'den, Rasuîul-lah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Elbette benim
kalbimde bulutlanır; bundan dolayı günde yüz defa "estağfirullah"
(Allah'tan mağfiret dilerim) derim. [109]
îbn Ömer ayn konu ile
ilgili şöyle rivayet etmektedir. Ra-sukülah'ın (sa.v.) bir mecliste, yüz kez
şöyle dua ettiğini saydık:
"Rabbim! Beni
bağışla, tevbemi kabul buyur. Kuşkusuz sen tevbeleri çokça kabul buyuran ve günahları
çokça bağışlayansn.[110]
Buhari, Müslim Ebu
Musa'dan, Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle dua ettiğini nakletmektedir:
"Allah'ın
işlerîmdeki hatalarımı, bilgisizliğimi ve aşırılığım bağışla. Zira sen onu
benden çok daha iyi bilirsin. Allah'ın şakamı, ciddiyetimi, hatamı ve kastımı
bağışla; ki bunların tamamı benim katımdadır; benden meydana gelen durumlardır.
Allah'm yapıp öne süıdü-ğüm yapmayp eitelediğim, açktan yaptığım şeyler için
beni mağfiiet et. Çünkü bunların hepsini sen benden iyi bilirsin. Öne alan
sonraya bırakan gerçekte sensin ve sen herşeye güç yetirensin. [111]
Gene Buhari ve Müslim,
Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini aktarmaktalar:
Ebu Hureyre anlatıyor:
Rasulullah'a:
"Ey Allah'n
elçisi namazda tekbi ile kraat arasnda hangi duay okuyorsun?" diye
sorduğumda şöyle dua ettiğini söyledi:
"Allah'ım! Doğu
ile batının arasını birbirinden uzaklaştırdığın gibi benimle hatalarımın
arasın da birbirinden uzaklaştır. Allah'ım! Beyaz elbisenin kirden
temizlendiği gibi beni de hatalarımdan temizle. Allah'ım! Beni kar, buz ve
soğuk su ile hatalarımdan yıka. [112]
Ancak, Müslim ve diğer
bazı hadis kaynakları Rasuluî-lah'm, başı rükudan kalkdığı zaman bu duayı
okuduğunu ifade etmişler.
Gene Müslim, Ali'den
(r.a.) Rasulullah'm (s.a.v.) iftitah tekbiri (namazın başlama tekbiri)'nin
ardından şu duayı okuduğunu rivayet etmektediı:
"Allah'ın! Sen
padişahsın. Senden başka ilah yoktur; Sen Rabbimsin ve ben Senin kulunum. Ben
nefsime zulmettim ve kötülük işledim. Beni mağfiret et; çünkü Senden başka hiç
kimse günahları mağfiret edemez. Beni ahlakların en güzeline ilet; Senden
başka hiç kimse en güzel ahlaka iletemez. Kötü ahlakı benden çevir; Senden
başka hiç kimse kötü ahlakı benden çevire-mez."
Yine Müslim
Sahih'inde, Rasulullah'm secdede iken şöyle dua ettiğini kaydetmiş:
"Allah'm!
Küçük-büyük gizli-açk, önce ve sonra yap-tğm günahlan hepsini mağfiret et.[113]
Öte yandan sünen
sahipleri, Rasulullah'm (s.a.v,) at v.b. binek hayvanına binerken şöyle dua
ettiğini İmam Ali'den rivayet etmişlerdir:
"Bunu bizim
emrimize veren Allah'ın şanı yücedir. Yoksa biz bunu hizmetimize yan aş ti ram
azdık. [114]
(Zuhuf: 43/13)
Rasulullah ardından
tekbir alır ve hamd eder sonra şöyle dua ederdi:
"Senin şanın
yücedir. Ben kendime zulmettim. Beni mağfiret eyle. Çünkü senden başka
günahları mağfiret eden yoktur." Ardından gülerek şöyle buyurdu:
"Rabb, kulunun
"beni bağışla; çünkü günahlan Senden başka bağışlayacak hiç kimse
yoktur" şeklinde dua etmesinden hoşlanır ve şöyle der:
"Kulum, benden
başka günahları hiç kimsenin bağışlamayacağını öğrenmiş."
Allahu Teala Rasule
şöyle dua etmesini buyurdu:
"Kendinin mümin
erkek ve mümin kadınların günahı için mağfiret dile." (Muhammed: 47/19)
Allahu Teala devamla
şöyle buyuruyor:
"Biz sana apaçık
bir fetih verdik. Ta ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı
bağışlasın, bütün tasalarını gidersin. Ve sana olan nimetini tamamlasın ve Seni
doğru bir yola iletsin. (Feth: 48/1-2)
Buharı ve Müslim,
şefaat hadisinde Rasulullah'm (s.a.v.) şöyle buyurduğunu kaydetmişler:
"Kıyamet günü
kendisinden şefaat dileğinde bulunanlara Mesih şöyle diyecek: "Muhammed'e
gidin. Çünkü O, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışladığı bir
kuldu.[115]
Yine Buhari Sahih'inde
şu hadisi nakletmiş:
"Rasulullah
ayakları şişinceye dek ibadet ederdi; Bunu görenler kendisine:
"Neden böyle
yapıyorsun, oysa Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını
bağışlamıştır?" diye sorulunca Rasulullah (s.a.v.):
"Rabbine şükreden
bi kul da mı olmaya. [116]
Diye cevap verdi.
Bu konu ile ilgili
kitap ve sünnette biçok nass vardır: Bunun yanısıra sahabe, tabiin ve,müslüman
alimlerden bibirini destekler mahiyette biçok görüş vardır. [117]
Konu ile alakalı
naslar çok olmasına karşın alimler Cehmiyye, Batiniyye ekolüne mensub kişilerin
nasları tevil ettikleri gibi bu nasları da tevil etmişlerdir. Onların bu
tevillerinin bozukluğu naslar üzerinde derinlemesine düşünen kimseye bozukluğu
açktır. Bu tevil, kavramları konuldukları yerin dşına çıkarma (tahrif)
cinsinden bir tevil et-mekdir. Nitekim sözünü ettiğimiz bu guruplar:
"Allah senin
geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamk için böyle yapmştır"
Ayetini şu şekilde
tevil etmişler. Buradaki "geçmiş günahlar" ile Adem'in günahı,
"gelecek günahlar" kavramı ile peygamberin ümmetinin günahı
anlatılmak istenmişti demişlerdir. Bu görüşün asılsız olduğu açıktır. Bu
görüşün yanlışlığını birkaç açıdan ispatlamak mümkündür:
1- Adem
(a.s.) daha yeryüzüne indirilmeden Allah'a tevbe etmişti. O zaman ile şu ayetin
indirildiği Hudeybiye Anîaşmasx'nın yapıldığı zaman arasında ne alaka var;
çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Adem Rabbinin
buyruğuna karşı geldi ve yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul
etti, doğru yola iletti." (Taha: 20/121-122)
"Adem Rabbinden
bir takım kelimeler aldı. Bunun üzerine onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz o,
tevbeyi çok kabul edendir, çok rahimdir. (Bakara: 2/37)
"Rabbimiz, biz
kendimize zulmettik, eğer bizi mağfiret etmez vte bize merhamet etmezsen,
elbette ziyana uğrayanlardan oluruz. (A'af: 7/23)
2- Şöyle denilebilir. Bu iddia sahiplerine göre
Adem (a.s.) bütün tartışmaların kaynağıdır. Zia onun için mağfiret dilemeye
gerek yoktur tartışmaya göre. Çünkü o peygamberdir. Kim peygamberden günah
sadır olmadı der ve bu görüşü benimserse aynı görüşü Adem, Muhammed ve diğer
peygambeler için de söylemesi ve kabul etmesi gerekir.
3- Yüce
Allah, yapılmayan bir günahı günah olarak kabul etmez. Çünkü o şöyle
buyurmuştur:
"Hiçbir günahkar,
başkasının günahını çekmez." (Fatır: 35/18)
Bu ayetlerden
anlıyoruz ki, Adem'in ümmetinin ya da diğer insanların günahının Muhammed'e izafe
edilmesi imkansızdır.
"Ona gereken
kendisine yükletilen tebliğ görevini yapmak, size gereken de, size yükletilen
itaat görevini yapmaktır. (Nur: 24/54)
"Allah yolunda
savaş; sen yalnız kendi nefsinden sorumlusun. (Nisa: 4/84)
Bütün peygamberlerin
ve diğer peygamberlerin günahlarının Muhammed'e (s.a.v.) nisbet edilmesini
caiz görelim, o zaman "Allah bunu senin geçmiş ve gelecek günahlarını
mağfiret etmek için yaptı" ayetinde anlatılmak istenen, ey Muhammed senden
önce gelen peygamber ve ümmetlerin günahıdır. O zaman Rasulullah (s.a.v.) tüm
yaratıklara şefaat eder. Çünkü o insanoğlunun efendisidir. Nitekim bir
hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Ben Ademoğlu'nun
efendisiyim; bununla övünmem. Nitekim Adem (a.s.) ve O'nun dışındaki tüm peygamberler
kıyamet günü benim sancağım altında toplanacaktır. Bir araya toplandrklarında
ben peygamberlerin hem konuşmacısı ve hem de imamı olacağım.[118]
Bu durumda sadece
Adem'in (a.s.) günahı Muhammed'e izafe edilmekle yetinilmez, yukarıda sözünü
ettiğimiz kimselerin sözlerinin ciddiye alnması halinde önce ve sonra yaşamış
tüm insanların günahının O'na nisbet edilmesi geıekir.
Şayet denilse: Allah
bütün ümmetlerin günahlarını bağışlamamiştir, buna bağlı olarak Peygamber'in
ümmetinin günahının hepsini de affetmemiş denilir.
4- Rasulullah'm
(s.a.v.) günah ile diğer müminlerin günahının arası, şu ayetle
ayırdedilmiştir.
"Hem kendi
günahın, hem de mümin erkek ve mümin kadınların günahı için mağfiret
dile." (Muhammed: 47/19)
Bu durumda diğer
müminlerin günahları nasıl O'nun günahı olur?
5- Yukarıda
sözü edilen ayet inince sahabe Rasulullah'a (s.a.v.) şöyle sormuş:
"Ey Allah'ın
Rasulu bu ayet sizin durumunuzu açıklıyor; ya bizim durumumuz?" Bu soru
üzerine Cenab-i Hak onu izleyen şu ayeti indirdi:
"O, imanlarına
iman katsınlar diye müminlerin kalplerine huzurve sükun indirdi. (Fetih 48/4)[119]
Bu ayet, bir önceki
ayetin:
"Allah senin
geçmiş ve gelecek günahını bağışlamak için böyle yaptı."
Rasulullah'm (s.a.v.)
ümmetine değil bizzat kendisine özgü olduğuna işaret etmektedir.
6-Allah (c.c).
Rasul'un (s.a.v.) ümmetinin tümünün günahlarını bağışlamış değildir; aksine
ümmetinden bazılarının günahlaır yüzünden ya bu dünyada ya da ahirette cezaya
çarptırılacağı kanıtlanmştir. Bunun böyle olduğu, doğru söyledikleri onaylanmş
insanlar aracrlrğryla tevatüren nakledilmiştir; selef ve halef imamlarının
hepsi ittifak etmişlerdir. Bu konuda bu hakikatin dünyadaki şahitlerinin
sayısı, Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Nitekim yüce Allah
(c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"İş ne sizin
kuruntunuza, ne kitap ehlinin kuruntusuna göre olmaz; kötülük yapan, cezasını
çeker." (Nisa: 4/123)
İstiğfar ve tevbe,
bazan günahı terketmekten daha faziletli olur. Bulunduğu durumdan daha
faziletli bir duruma ulaşan kimse, İlk durumuna tevbe etmiş demektir. Ne var
ki, kınama, tehdit yalnızca günaha karşılık olur. [120]
Bu konu ile ilgili
sorulan soruya gelince, soru şöyle idi: Tevhidin yanı sıra sadece hatayı itiraf
etmek, o hatanın bağışlanmasını ve o hatadan ötürü sıkıntı içerisine düşen
kimseden bu sıkıntısının kaldırılmasını gerekli kılar mı? Yoksa günahın
mağfiret olması için başka birşeye ihtiyaç var mıdır?
Bu soruya şu şekilde
cevap verilir:
Günahın mağfiretinin
gerekli kılınması için, tevhidin yanı sıra emredilen tevbenin de edilmesi
gerekir. Çünkü yüce Allah tevbe olmadan şirki affetmeyeceğini çeşitli ayetlerde
ifade buyurmuştur:
"Allah, kendisine
ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başka herşeyi dilediğine bağışlaı."
(Nisa: 4/48,116)
İki yerde de Kur'an,
"şirkten başkası" terimini kullanmış. Bu günahların ve şirkin ancak
tevbe ile affedileceği anlatılmıştır. Tevbesiz affedilmeleri hususuna gelince
bu ancak Allah'ın meşietine (dilemesine) bağlı bir durumdur. Nitekim Cenab-ı
Hak bu hususta şöyle buyurmuştur:
"(Ey Muhammed!)
De ki: "Ey nefislerine karşı aşın giden kullarım, Allah'ın rahmetinden
ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o çok bağışlayan çok
merhamet edendir." (Zümer: 39/53)
Bu ayet tevbekar
olanlar hakkında inmiştir. Bu nedenle ifade genel olarak kullanılmış ve
Allah'ın günahların hepsini affedebileceği kesin bir ifade ile belirtilmiştir.
Oysa bir önceki ayette:
"Şirkten
başkasını dilediğine bağışlar" ifadesi yer almşti. Yani burada bağışlama
şirkten başkasına Özgü kııl-narak tamametı Allah'ın iradesine bağlanmşıtır.
Buradan anlıyoruz ki şirk, ancak tevbe sonucu bağışlanır. Şirkin dışındaki
günahlara gelince bunları Allah tevbe eden kimseye bağışlayabileceği gibi
tevbesiz de bazan dilediği kimseye bağışlar.
Hatayı, günahı
tevhidle birlikte İtiraf etmek eğer tevbeyi içeriyorsa, bu aynı zamanda
mağfireti de gerektirir. Günah bağışlandığında onun nedeniyle verilecek ilahi
ceza ortadan kalkar. Çünkü tevbe bir anlamda günahin şerrinden korunmadır. [121]
Bazı insanlar
"el-Ğafr" derler bu "es-Setr" (örtmek) demektir. Mağfirete
mağfiret ve ğıfar denilmesi bu kelimenin içeriğinde örtme manası olmasından
ötürüdür. Nitekim Allah'ın "el-Gaffar" adı, "settar"
(çokça öten) kelimesi ile tefsir edilir. Ancak bu el-ğafir kavramının anlamını eksiltmek
demektir. Çünkü mağfiretin anlamı günahtan ötürü ceza verilmemesi, dolayısıyla
günahın kötülüğünden korumadır. Kimin günahı bağışlanırsa bu günah karşilığnda
cezaya çarptırılmaz. Fakat günahın yalnızca örtülmesi halinde günah
karşılığında batında (görünmeyen yerde) günah İşleyen kişi cezalandırılır. Bir
kimse açıktan veya gizliden günah nedeniyle cezaya çarptırıhyorsa, o kimse mağfiret
edilmemiş demektir. Günahın mağfiret edilmesi demek, o günah nedeniyle hak
edilmiş cezanın verilmemesidir.
Bununla beraber günah
işleyen kimse mağfiret edilmesinin yanı sıra bazı dünyevi belalara uğruyorsa
eğer, bu bela onun Allah katındaki ecrinin artmasına vesile olur. Bu durum
mağfirete aykrı değildir.
Bunun gibi tevbeyi
tamamlayan faktörle, tevbenin ardından güzelliklerin iyiliklerin yaplmasıdır.
Tevbe için şart koşulan öğeler, tevbe eylemini tamamlayan öğelerdir.
Bazı kimseler
kendisini tevbekar sanır, oysa o tevbekar değil, günah işlemeyi terkeden
kimsedir. Günahı terk eden kimse tevbekar olandan farklı bir kimsedir. Çünkü
günahı terkeden kimse bazan günah işlemek hatırına gelmediği, bazan da günah
işlemekten aciz olduğu için, ya da dini olmayan bir nedenden Ötürü iradesini
günah işleme yönünde kullanmaması nedeniyle günahtan yüz çevirir. Bütün bu
eylemler tevbe etme anlamını içermez. Aksine bir kimsenin tevbekar olabilmesi
için yaptığı eylemin kötülük olduğuna inanacak ve onu hoş görmeyecek. Allah o
eylemi yapmaktan onu nehyettiği için onu yaparak ve yalnızca Allah adına ve
eylemi yapmayı terkedecektir. Yoksa yaratıklara rağbet edip onların beğenisini
kazanmak ya da insanlardan korktuğu için değil. Zira tevbe, iyiliklerin en
yücesidir. İyiliklerin tamamında ise onların ihlasla Allah için yaplması ve
O'nun emrine uygun olması şart koşulmuştur Nitekim Fudayl b. İyad Allah'ın:
"Hanginizin daha
güzel amel edeceği hususunda sizi denemek için yüce Allah hayatı ve ölümü
yarattı."
(Mülk: 67/2)
Ayeti hakkında şu
yorumu yapmaktadır: En ihlaslı ve en doğru ameli, demektir. Bu açıklaması
üzerine kendisine şöyle sordular:
"Ey Ebu Ali en
ihlaslı ve en doğru amel nedir? Şu cevabı verdi:
"Bir amel ihlaslı
olduğu zaman şayet doğru olmazsa kabul edilmez. Bunun gibi doğru olup, ihlaslı
olmazsa yine kabul edilmez. Amel ancak hem ihlaslı hem de doğru olduğu zaman
kabul olur. Amelin halis olması, onun yalnızca Allah için olması, doğru olması
ise, sünnet üzere olması demektir."
Nitekim Ömer b. Hattab
(r.a.) duasında şöyle dedi:
"Allah'ım
âmellerimin hepsini salih kıl, onu ihlas ile rızana uygun kıl. Onda senin
dışında hiçbir kimse için bir amaç kılma."
Tevbe konusunda bu
konunun dışında başka yerde daha genişçe malumat vardır. [122]
Günahın Allah' a saygı
duyma esasına dayak olarak, ondan vazgeçmeksizin itiraf edilmesi hususuna
gelince bu kendi başına istiğfardır belki fakat tevbe değildir. Bu günahından
tevbe etmeksizin, Allah'tan günahın bağışlamasını istemek gibidir. Bu Allah'ın
(c.c.) rahmetinden umut kesmek demektir. Oysa o kimsenin mağfiret yolları
kapatılmış değildir. O kimse yalnzca dua eden bir duacıdır. Nitekim Buhari'nin
Sahih'inde, Rasulullah'tan (s.a.v.) konu ile alakalı şu hadis kaydedilmiştir.
"İçinde günah
sözcüğü içermeyen kelimelerle, sıla-i rahimi kesmeden Allah'a dua eden herkese
şu üç karşılıktan birisi ile karşılık verilir:
1- Ya acilen
duasının karşılığı verilir;
2- Ya da o
dua karşılığının benzeri bir cezası ertelenir.
3- Ya da o
dilediğinin benzeri kadar bir kötülük ondan çevrilir." Sahabe:
"Ya Rasulallah
biz bu dilediğimizi çoğalttığımızda durum ne olur diye" sordular:
Rasulullah şu karşılığı verdi.
"Allah da fazla
çoğaltır."
Bu ve benzeri dualarla
mağfiret elde edilir. Şayet elde edilmezse o zaman o dua ile insan başka bir
kötülükten çevirilir ya da başka bir hayır meydana gelir. Her dua ile mutlaka
bir yarar sağlandığı gibi bu tur dualar ile de mutlaka yarar sağlanabilir.
Bazı alimlerin,
ısrarla tevbe ve istiğfar etmenin yalancıların tevbesi olduğu görüşlerine
gelince; bu, istiğfar eden kimse tevbe amacıyla bunu söylese veya istiğfarının tevbe
olduğunu iddia ederse, o kimse bu istiğfar ile tevbekar olur. Ancak istiğfarın
yanı sıra günahta ısrar etmesi halinde tevbekar olmadığında kuşku yoktur. Çünkü
tevbenin yanı sıra günahta ısrar etmek birbirine karşjt durumlardır; zira günaha
devam tevbenin karşıtıdır. Ancak tevbesiz istiğfar etmek tevbeye aykırı
değildir.
Şu soruya gelince:
Belili bi günah itiaf, bikaç günahın meydana getidiğidurumu yok edebilir mi
yoksa teybe etmek için bütün günahlar ayr ayr itiraf edip dile getimek mi
geekir?
Bu soruya şu esaslara
göre cevap verilebilir:
1- Başka bir
günahta ısrar etmenin yanı sıra belili bi günahtan tevbe etmek, o iki günahtan
birisi diğerinden daha çok tevbe etmeyi gerektirdiği ya da birisinin engeli
diğerinden daha çetin olduğu zaman doğrudur. Selef ve halef alîmîer ince
benimsenen maruf görüş budur.
Öte yandan Ebu Haşim
gibi kelamcılardan bazıları, çirkin bir işten tevbe etmenin, diğerine devam
edilmesi halinde sahih, olmayacağı görüşünü benimsemişlerdir.
Diyorlar ki, tevbeye
neden olan eğer Allah (c.c.) korkusu değilse, bu tevbe sahih bi îevbe
değildir. Çünkü korku günahların bir ksmının işlenmesine değil, tümünün
işlenmesine engeldir. Nitekim Kadı Ebu Ya'la ve İbn Akil bu rivayeti İmam
Ahmed'den aktarmışlar. Çünkü el-Mevezi İmam Ahmed'den fuhuştan tevbe eden
kimsenin durumunu kendisine soran kimseye şöyle dediğini aktarmıştır: Eğer hasta
olursam, tekrar geri dönmem; fakat bakış terkedümez." Bunun üzerine İmam
Ahmed: "Öyle ise bu nasl tevbe etmek olur." şeklinde cevap vermiş
Cerir b. Abdullah Allah Rasu-lune ani bakışfo. alakalı soru sorduğunda,
Rasulullah'ın ona şu cevab vediğinİ eklemiş:
"Gözünü çevir.[123]
Gerçi İmam Ahmed ve
diğer imamlardan tevbenin sıhhatine dair olumlu görüşlerin varlığı
bilinmektedir. Ancak İmam Ahmed yukarda söz konusu edilen tevbe meselesinde bu
tevbenin, tevbekarın mutlak tevbeyi elde etmesine neden olan umumi tevbe
kapsamında olmadığım ifade etmişti. Bunun gibi bu tür günahın, kebaire (büyük
günahlar işlemeye) devam edilerek yapılan günah gibi olduğunu anlatmak istememiştir.
Çünkü bu konu ile alakalı ondan bize kadar gelen görüşleri, onun bu görüşü ile
ilgili böyle bir sonuç çıkarmamıza ters düşer. Zira İmam'in görüşlerinden
birbirini destekleyen göüşlerini birbiri üzerine yüklemekle, onun görüşünü
tenakuz (çelişki) ile yorumlamaktan daha iyidir. Özellikle o diğer görüş.
Seleften kim tarafından söylendiği bilinmediği, böyle bir görüşü kimin ortaya
attığı tesbit edilemediği zaman. Nitekim bizzat İmam'ın kendisi bu hususta
şöyle der: "Öncüsü olmayan bir konu hakkında konuşmaktan seni
sakındırırım." Böyle bir sıkıntıya düştüğünde de şöyle derdi:
"Hakkında birkaç söz söylenmeyen mesele hakkında nasıl söz
söyleyeyim!" İmam, çokluk sünnete, sahabe ve tabiinden gelen Kur'an ve
sünnetin onaylayıp desteklediğibilgilere ve uygulamalara uyardı. Bunun
dışındaki tutumu ve görüşleri hoş karşilamazdı.
"Allah'tan korkma
bütün günahlardan tevbe etmeyi gerektik mi?" sorusuna şöyle bir cevap
verilebilir. Günahların hangisinin diğerinden daha çirkin olduğu bilinir. Bu durumda
en çikin olduğu konusunda kesin kanıya varılan günahtan tevbe edilir.
Şu şekilde de cevap
verilebilir: Kişi işlediği günahların ikisinin de çirkin şeyler olduğunu bilir.
Ne var ki hevası birinden kurtulma konusunda ona egemen olur bu yüzden ondan
vazgeçemez. O zaman vaçgeçemediğinden değil, işlemekten vazgeçtiği günahtan
tevbe eder. Bu yerine getirilmesi gereken görevlerden bir ksmının yerine
getirilmeyip diğer bir kısmının ifa edilmesine benzer. Kişinin yerine getirdiği
bu görev kendisinden kabul edilir.
Fakat Mutezileler bu
konuda temelden yanlış bir görüşe saplanmışlardır. İsim konusunda farklı
olsalar, ters düşseler bile, yargı verme konusunda Hariciler de bu konuda onlarla
uyum içinde olmuş, aynı görüşü paylaşmışlardır. Sözgelişi:
Mesele hakkında şöyle
söylüyorlar:
"Kebair (büyük
günah) işleyen kimseler ebedi olarak cehennemde kalacaklardır; ne şefaat ne de
başka bir gerekçe ile oradan çıkarılabileceklerdir." Onlara göre:
"Allah'ın bir
kimseyi yaptığı günahtan ötürü önce cezalandırıp ardından ona sevap vermesi
imkansızdır. Bu nedenle derler ki: "Büyük günah işlemekle bütün iyilikler
hükümsüz kalır."
Halbuki sahabe ve ehli
sünnet ve cemaat taraftaları, büyük günah işleyen kimselerin cehennem
azabından çıkabilecekleri ve kendilerine şefaat edileceği görüşündedirler. Tek
bir büyük günah işlemek daha önceden yapılan iyilikleri tamamen yok etmez.
Yalnz Ehli Sünnefe göre büyük günah işlendiğinde, bu günaha mukabil bir
iyiliğin yok olmasına neden olur. Bütün iyilikleri, küfre düşmenin dışında hiçbir
büyük günah tamamen yok etmez; tevbenin dışında bütün kötülüklerin yok
edilmediği gibi. Sözgelişi büyük günah işleyen bir kimse, iyilikle işlediği ve
bunlarla Allah'ın rızasını elde etmek istediği zaman, bu yaptıklarına
karşılık, işlediği büyük günahlar nedeniyle ilahi cezaya çarptırılmayı hak
etse bile Allah ona sevap verir.
Nitekim Allah
hırsızlık yapan, zina eden, birbirini öldüren müminler ile isim ve ahkam
konusunda küfre düşen kafirlerin hükmünün arasını ayırmıştır. Rasulullah
(s.a.v.)'tan gelen mütevatir sünnet ile sahabenin icmaı başka yerlerde daha
genişçe irdelendiği gibi, bunun böyle olduğuna işaret eder.
Cenab Hakkın:
"Allah sadece
muttakilerin yaptıklarını kabul e'der. (Maide: 5/27)
Ayeti Üzerinde
alimlerin tartışmaları da bu kabilden bir tartışmadır.
Sözgelişi Hariciler ve
Mutezile'Ierin görüşüne göre "Büyük günah işlemeden mutlak takva sahibi
olan kimselerden başkasının yaptığı iyilik kabul edilmez." Mürcielere göre
"Şirkten sakınan kimsenin yaptığı iyilik ancak kabul edilir." Bu
görüşleri ile onlar büyük günah işleyen kimseleri de "Muttakiler"
kapsamına dahil etmektedirler. Oysa Ehli Sünnet ve'1-Cemaat taraftarlarına
göre Allah'tan korkarak Allah'ın emrine muvafık sadece Allah için amel yapan
ih-laslı kimselerin yaptıkları ameller kabul edilecektir. Kim takva Ölçülerine
uygun amel ederse bu amel mutlaka kendisinden kabul edilecektir başka
konularda asi olsa bile... Kim amel ederken takva ölçüsünü dikkate almazsa,
başka konularda itaatkar olsa bile, bu yaptığı amel kendisinden kabul edilmez. [124]
Günahların bir kısmını
bırakıp bir kısmından tevbe etmek olumlu bir harekettir. Bu, emredilen
iyiliklerin bir kismuıı yapıp bir ksmını bırakmak gibidir. Ancak bunlar, imanın
başka amelleri yapmakta şart koşulduğu, yapılan bir eylemin sahih olması için
gereken bir amelin terk edilmesi söz konusu olduğu zaman doğrudur. Nitekim
Kur'an bu hususu şöyle ifade etmiştir:
"Kim de ahireti
ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının
karşılığı vardır."
(İsa: 17/19)
"Erkek ve
kadından her kim inanmış olarak salih bir iş yaparsa, onu dünyada hoş bir
hayatla yaşatırız. Ahirette ise onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle
veririz." (Nahl: 116/97)
"Sizden kim
dininden döner ve kafir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da
ahirette de boşa çkmıştır ve onlar ateş halkıdır; orada sürekli kalacaklardır."
(Bakara: 2/217) [125]
Günahkar olan bir
kimse, günahlarının bir kısmından tevbe ederken bir kısmından tevbe etmezse bu
durumda yapılan tevbe yalnızca, tevbe edilen günahın bağışlanmasını gerekli
kılar. Ama bu günahlardan tevbe edilmeyen günahta kişi, günahından tevbe
etmeyen kimsenin durumunda oluduğu gibi, işlemiş olduğu o günah üzerinde kalır.
Bir değişiklik söz konusu olmaz. Doğrusu bu hususta herhangi bir tartşmanm
olduğunu bilmiyorum. Ancak bir kafirin müslüman olması durumunda, mesele farklı
bir boyut kazanmaktadır. Çünkü söz konusu kimsenin müslüman olması aynı zamanda
onun küfürden tevbe etmesini de içerir. Bu yüzden müslüman olmakla, tevbe
ettiği küfürden ötürü bağışlanır. Fakat burada şöyle bir sorunun gündeme getirilmesi
olasıdır: Bir kimse küfür halinde iken işlediği günahlarından ötürü, müslüman
olduktan sonra tevbe etmezse yalnızca müslüman olması bu günahların mağfiret
edilmesini sağlar mı? Bu konuda iki görüş vardr:
1- Kafir bir
feimse müslüman olması halinde bütün günahlar bağışlanır. Çünkü
Müslim'in-rivayet ettiği bir hadisi şerifte Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
"islam kendinden
önceki vaki olan tüm günahların hükmünü) düşürür.[126]
Öte yandan Cenab Hak
şu ayette de şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed:) O
küfredenlere "eğer küfürlerine ve düşmanlıklarına son verirlerse, geçmiş
günahlarının bağışlanacağını söyle." (Enfal: 8/38)
2- O dönemde
işlediği günahlarından tevbe etmediği sürece yalnız müslüman olmakla, tüm
günahlarından bağışlanmayı hak edemez.
Sözgelişi bir kimse
müslüman olduğu zaman, küfürde değil de kebair (büyük) günahlar işlemeye devam
ederse, söz konusu kimsenin bu noktadaki hükmü, büyük günahlar işleyen kimsenin
durumu gibidir. Metedoloji ve delil kitapları bu hususun böyle olduğuna işaret
eder. Çünkü Rasu-lullah (s.a.v.) Hakim b. Hizam'in:
"Ey Allah'ın
Rasulu! Cahiliyye döneminde işlediğimiz günahlardan sorumlu tutulacak
mıyız?" sorusuna şöyle cevap vermişti:
"Sizden müslüman
olduktan sona güzel davranan bir kimse, cahiliyye döneminde işlediği
eylemlerden sorumlu tutulmayacaktır. Ancak müslüman olduktan sonra da kötü
davranan kimse müslüman olmadan önce ve müslüman olduktan sonra işlediği bütün
günahlardan sorumlu tutulacaktır.[127]
Bu hadis müslüman
olduktan sonra ihsan üzerine hareket eden kimsenin, cahiliyye döneminde
işlediği günahlarından ötürü tabi tutulması gereken sorumluluğun kaldırılacağı,
buna karşılık, muhsince davranmayan kimsenin sorumluluklarının
kaldırılmayacağına (günahlarının bağışlanmayacağına) işaret etmektedir. Kişi
müslüman olduktan sonra ihsan üzere bir hayat yaşamıyorsa, önceki ve sonraki
tüm günahlarından sorumludur; günahlarından tevbe etmediği sürece de muhsin
değildir. Çünkü az önce de kaydettiğimiz gibi Cenab-ı Hak:
"(Ey Muhammed),
küfredenlere, eğer küfür ve nifaklarına son verirlerse, geçmişte yaptıkları
günahların bağışlanacağını söyle." (Enfal: 8/38) Buyurmuştu.
Görüldüğü gibi bu
ayet, bir günaha son veren kimsenin geçmişte yaptığı yalnızca o günahının
bağışlanacağına işaret ediyor; geçmişte yapılan başka günahların bağışlanmasına
değil. Çünkü başka günah için şöyle diyen kimsenin görüşü burada gündeme
gelmektedir: "Eğer sen günah işlemeye son verirsen geçmişte yaptıkların
bağışlanır." Bu ve benzeri ifadelerden "sen şu işe son verirsen
geçmişte bu işi yapman dolayısıyla kazandığın günahını bağışlarım; sen birşeye
son verdiğin zaman geçmişte o şeyi yapmandan ötürü kazandığın günah
bağışlanır" Bunun benzeri bir anlamı şu ifade şeklinden çıkarmak
mümkündür: "Eğe tevbe edersen" oysa bu ifadeden şu anlaşılmaz: Senin
bir günaha son vermen ile geçmişte yaptığın o günahından başkaları da af
edilir.
Rasulullah'm (s.a.v.)
biraz önce kaydettiğimiz sözünde: "İslam kendisinden önce vaki olan
günahları ve sorumlulukları düşürür;" demiştir. "İslam kişinin
kendisinden önceki yapılan eylemlerle ilişkini keser." hadisine gelince
bu hadis, Amr b. el-As, müslüman olduğu sırada, Resululah'a (s.a.v.) geçmişte
yaptığı günahların bağışlanıp bağışlanmayacağını sorduğunda ona verdiği şu
cevaptır:
"Ey Amr, sen
bilmiyor musun, İslam, kendisinden önce vaki olan günahlardan doğan sorumluluğu
düşürür. Tevbe, önce yapılan günahı düşürür; hicret, kendinden önce yapılan
günahların sorumluluğunu düşürür."
Biliyoruz ki tevbe,
sadece kendinden tevbe edilen günahın bağışlanmasını gerektirir; bütün
günahların mağfiret edilmesini değil. [128]
însan bir günahı işler
ve ondan tevbe eder. Bazan insan, işlediği günahı belirtmeden kayıtsız şartsız,
mutlak anlamda tevbe eder. Ne varki insanın amacı genel anlamda bir tevbe
etmekse bu, günah olarak görülen bütün eylemleri kapsar. Çünkü genel tevbe,
emredilen fiilî yapmak, sakıncalı fiili terketmekle genel bir kararlılığı
içerir. Bunun gibi genel anlamda bir pişmanlık da bütün sakıncalı eylemleri
içerir.
"pişmanlık"
kavramı ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: Pişmanlık, itikadi ya da iradi
(istem) konulardadır. Yada: insana zarar veren eylem olması nedeniyle, insanın
canını yakan eylemler konusunda olur. Çünkü kalp, yapılan işin zararlı olduğu
bilincine vardığı zaman, yapılan bu işin kötü eylemlerden olduğu bilgisi
meydana gelir. Bu durum, itikadi konularda söz konusudur, bu tür eylemin, yapan
kimse tarafından çirkin görülmesi ise iradi (îstem) konulardandır. Bu eziyet
meydana gelir. Bu da gam, keder gibi psikolojik acı veren eylemlerdendir. Buna
karşın insana tad ve ruhi sevinç veren eylemler de vardır ki, bunlar da insana
ruhi haller kazandıran eylemler kapsamındadır itikad ve iradi eylemlerden
değildir.
Oysa felsefeciler ve
onların yolundan giden bazıları şöyle diyorlar: "Tad, güzel ve uygun
olanın algılanmasıdır, acı ise insana nefret veren şeyin algılanmasından doğan
bir duygudur."
Bu görüş yanlıştır;
çünkü tad ve acı, insan ruhuna uygun ve aykırı düşen eylemlerin algılanması
ardından meydana gelen iki farklı durumdur. Mesela sevgi, insan ruhuna hoş
gelen bir duygudur. İstekle yenilen yemek gibi. Burada üç farklı durum söz
konusudur;
1- Sevgi;
örnek yemeğe istek duymak.
2- Bu
yemekten meydana gelen tad. Oysa tad isteğe ve yemeğe istek duyan kimsenin
zevkine terstir. Belki tad, yemeğe istek duyan kimsenin tatmasının meydana
gelmesidir; iştah duyanın bizatihi tatması değil.
Mekruh (hoş
görülmeyen) şeylerde de durum aynıdır.
Sözgelişi bırşeyi
çirkin görmek birşeydir, onun meydana gelmesi ise başka birşeydir; bu çirkin
olan eylemden ruhsal acının meydana gelmesi ise üçüncü bir durumdur.
Allah sevgisine
ehliyet kazanmış arif kimselerin elde ettikleri nimet ve sevinçler de aynı
kapsama dahildir. Mesela onların Allah için sevmeleri bir durum, sevgilinin
anılmasından meydana gelen sevab başka bir durum; bu zikir ile ruhsal bir
lezzetin meydana gelmesi ise üçüncü bir durumdur.
Kuşkusuz sevgiliyi
duyumsamak için sevginin bulunması şarttır. İştihayı duyumsamak için şehvetin
şart olması gibi. Ne var ki tad almada şart koşulan duyumsama, sevgide şart
koşulan duyumsama biçiminden farklıdır. Bu ikinci duruma algılama, zevk alma,
vecd ve visal hali denilir, batını olsun zahirî olsun sevgilinin
algılanabilmesi durumu bu kavramlarla anlatılır. Daha sonra bu algılama zevki,
tad almayı gerektirir. Lezzet ise açıktan ya da gizli olarak canlı kimsenin
duyumsadığı bir durumdur. Nitekim Rasuluilah bir hadislerinde şöyle
buyurmuşlardır:
"Allah'ın
Rablığına, İslam'ın din olduğuna ve Mu-hammed'in nebiliğirte razı olan ve
bunları kabul eden kimse imanın lezzetini tadar.[129]
Öte yandan Buhari ve
Müslim'in kaydettiği bir hadiste ise Resullulah (s.a.v.) aynı konuda şöyle
buyurmuştur:
"Şu üç özelliğe
sahip olan kimse imanın lezzetini duyar."
1- Allah ve
Rasulü, kendisine herşeyden daha sevgili olan kimse,
2- Bir
kimseyi yalnız Allah için seven kimse,
3- Allah
kendisini kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmaktan daha
tehlikeli bulan kimse.
Bu hadislerinde
Resulullah (s.a.v): "Allah'ın Rablığına, islam'ın din olduğuna ve
Muhammed'in nübüvvetine rıza göstererek onları kabul eden kimsenin imanın
tadını tadacağını; Allah'ı ve Resulü'nü herşeyden daha çok sevmeyi başaran,
bir kişiyi başka bir amaçla değil yalnızca Allah için seven; imanın karşıtı
olan küfre düşmeyi ateşe düşmek kadar çirkin ve tehlikeli bulan kimsenin
yüreğinde imanın tadını bulacağını", açıklamaktadır. İşte bu imanı sevmek,
küfrü çirkin ve tehlikeli görmek, rıza ve kabulün imanın lezzetini tatmayı
gerekli kıldığı gibi imanın lezzetini gerekli kılar. İşte asıl lezzet budur.
Burada kastedilen lezzet kalpte meydana gelen tasdik ve marifetin bizzat
kendisi de değildir. Bilakis bu tasdik ve marifetin sonucu, onun semeresi ve
gerekçesidir. Bu kavramlar birbirini gerekli kılan olgulardır. Ruhsal lezzet
ancak sevgi ve zevkin bulunması durumunda meydana gelir. Şayet böyle olmazsa,
kim bir şeyi sever lakin ondan bir zevk duyamazsa bu sevgiden hiçbir tad
alamaz. Tıpkı istekle yemek yediği halde ondan bir zevk alamadığı gibi. Yada
bunun tersi durum olursa, yani bir kimse sevmediği birşeyi istemediği bir
duyguyu tattığı zaman olduğu gibi, bundan da bir tat alamaz. Ancak insan
bir-şeyin sevgisi ve zevkini bir araya getirebildiği zaman, bun-. dan sonra bir
lezzet meydana gelir ve o kimse de o lezzeti tadabilir.
Şayet insan birisine
buğz etse ye bu buğzun zevkini tat-.sa, bundan acı meydana gelir. Sözgelişi
günaha buğzeden (kızan) kimse onu yapmazsa pişman olmaz. Günaha kızmayan kimse
onu işlediğinden dolayı pişmanlık duymaz. İnsan günahı işlediği ve onun,
kızdığı eylemlerden olduğunu ve kendisine dünyada ve ahirette zarar vereceğini
anladığı zaman, bu günahı işlediğinden dolayı büyük bir pişmanlık duyar.
Nitekim Müsned'de İbn Mesu'd, Resulullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Pişmanlık bir
çeşit tevbedir.[130]
Bütün bu hakikatler
açıklığa kavuştuktan sonra denilebilir ki, kim umumi (kayıtsız şartsız tüm
günahlarını kastederek) olarak tevbe ederse, bu tevbe o kimsenin bütün günahlarının
bağışlanmasını gerektirir. Günahlarını açıkça belirtmezse ancak bu belirsizlik
söz konusu umumi tevbe ile çelişirse, bu durumda tevbeyi belirli kılmak
gerekir. Bu, şunun gibidir: Bazı günahlar vardır ki, tevbe edene kimse bu
günahı tevbesinde belirtmezse, o günahı işleme istenci (iradesi) güçlü olduğu
ya da o yaptığının çirkin bir eylem değil, güzel bir eylem olduğuna inandığı
için, o günahtan tevbe etmiş olmaz.
Şayet o günahı
belirttiği halde ondan tevbe etmezse, bu belirleme tevbe kapsamına girmez. Ama
tevbe sırasında günahı olduğu gibi belirtip dile getirirse, o günahtan tevbe
etmiş olur. Çünkü umumi olarak yapılan tevbe o günahı da kapsamış olur
böylelikle.
"Mutlak
tevbe" kavramına gelince, yani kayıt ve şarta bağlamadan yapılan tevbe
türü, kısaca yapılan bir tevbe türüdür. Bütün günahlardan tevbeyi içermez.
Mutlak ifade biçiminde olduğu gibi bu tevbe türü, bütün günah türlerinin bu
tevbe kapsamına girmesini gerekli kılmadığı gibi, o günahların o kapsama
girmesini de engellemez. Ne ki böyle bir tevbe, bütün günahların
bağışlanmasında da neden olabilir. Her iki durumun vukuu da mümkündür. Umumi
tevbe bunun tersinedir. Çünkü umumi tevbe (günahların tümüne birden tevbe
etmek) bütün günahların affedilmesini gerekli kılar.
Gerçi insanların çoğu,
tevbe sırasında çirkinlikle nitelenen günahlardan bir kısmını ya da dil ve el
ile yapılan haksızlıklardan bazısını belirtir. İmanın bölümlerinden ve
hakikatlerin açıktan ve gizliden yerine getirmesi emredilen fiillerden bazısını
terketmesi insana, bazı çirkin eylemleri işlemekten daha büyük zarar verir.
Çünkü, kulun gerçek mü'min olmasını salayan iman hakikatlerinden Allah'ın
emrettiği fiiller bazı görünür günahları terketmekten daha yararlı olur. Allah'ı
ve Resulünü sevmek gibi. Bu, fiilen yapılan iyiliklerin nesinden daha büyük
değerdedir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) zamanında içki içen bir adam,
Rasulul-lah (s.a.v.)'in huzuruna getirildiğinde, içki içmesi nedeniyle
Rasulullah ona had uyguladı; gerektiği kadar sopa attırdı. Bu suçu birkaç kez
işleyince o kimseyi yine Rasulullah'ın huzuruna getirdiler. Resulullah (s.a.v.)
da yine dövülmesini buyurdu. Bu sırada adamın birisi suçluya lanet etti. bunu
duyan Rasululah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ona lanet etme,
çünkü o, Allah ve Rasülünü sever.[131]
Görüldüğü gibi
Rasulullah (s.a.v.) söz konusu kimse içki içmeye devam etmesine rağmen ve içki
konusunda on sınıf insanı lanetlediği halde Allah'ı ve rasulü'nü sevdiği için
ona lanet edilmesini yasaklamıştır. Halbuki şu hadisinde on sınıf insana içki
nedeniyle lanet etmiştir.
"İçkiye, onu
sıkana, sıktirana, içene, içenlere hizmet edene, taşıyana, kendisine taşınana,
satana, satın alana ve ondan kazanılan parayı yiyene lanet olsun. [132]
Burada lanet kavramı
mutlak (kayıtsız) kullanılmıştır. Kendisine lanet edilmesinden korktuğu için bu
lanetin edilmesine mani olan engelin yerine konulacak belirli bir laneti
gerekli kılmaz.
"Genel anlamda
tekfir" ve "genel anlamda tehdit" etme olayı da bunun gibidir.
Bu nedenle kitab ve sünnette yer alan mutlak manada tehdit konusunda engellerin
tamamen ortadan kalkıp şartların sabit olması şart kılınmıştır. Bu nedenle
bütün müslüman alimlerin ittifakıyla günahlardan tevbe eden kimse o tehdite
dahil değildir; bunun gibi kötülüklerini silen iyilikleri olan kimse, kendisine
şefaat edilen ve Allah tarafından bağışlanan kimse de bu mutlak tehdite muhatap
değildir. Çünkü tevbe, kötülükleri silen iyilikler, kefaret yerine geçecek
belalar nedeniyle, cezası cehenneme düşmek olan günahlar ortadan kalkar,
(Bunların hepsi dünyevi cezalardır) Aynı şey berzah aleminde yaşanacak şiddetli
hayatta, kıyamette arasat meydanında meydana gelir. Aynı Şekilde mü'min
kimsenin duasıyla da günahları yüzünden çarptırılacağı ceza ortadan kalkar:
Rasulullah'a salat ve selam getirme, şefaat edenin kendi yolunda gidene şefaat
etmesi, şefaatçılann efendisinin bizzat şefaat etmesi ile gerçekleştirilir bu
durum.
Bu durumda, hangi
günahtan tevbe edilirse, o günahın gerekli kıldığı ilahi ceza da ortadan
kalkar. Kişi tevbe etmediği sürece, tevbe edilmeyen günahlar için konulan hüküm
o kimse için uygulanır. Günah yüzünden bir zorluk meydana geldiği zaman, o
günahı işleyen kimse, bir kısmından tevbe etmesi halinde, tevbe ettiği Ölçüde
o zorluk hafifletilir. Kendisinden tevbe edilmeyen günah ve umumi tevbe eden
kimsenin durumu bunun tersinedir.
Kaldıki insanlar çoğu
durumlarda, çok muhtaç olmalarına rağmen umum (tüm günahlarına) tevbe etmezler.
Halbuki her durumda kulun tevbe etmesi vaGİbtir. Çünkü o, yapılması Allah
tarafından emredilen bir işi terketme ya da sakıncalı bir işi yapma konusunda
sınırlan aşarak sürekli yanlış içinde düşer. Bu yüzden kulun her zaman tevbe
etmesi gerekir. En doğrusunu Allah bilir.
Şu soruya gelince:
Gerçek gerçek özgürlüğün, yaratıklardan birşey ummayı tamamen kesmenin
ardından gelmesinin nedeni nedir. Kalbin onlarla tamamen ilşikisini kesip
yalnızca Allah'a bağlamanın gerekçesi nedir?
Bu soruya kısaca şöyle
cevap verilebilir:
Bunun başlıca nedeni
uluhiyyet ve rububiyet noktasında tevhidi (bu niteliklerin yalnızca Allah'a ait
olduğu hususu) gerçekleştirmektir.
"Rububiyetin
tevhidi" Allah'tan başka yaratıcının olmadığı, ondan bağımsız hiç
kimsenin hiç b;r işi yapamayacağı, aksine onun dilediğinin olacağı,
dilemediğinin olmayacağı gerçeğim idrak etmek ve kabul etmektir. Nitekim
Al-lah'ın dışındaki her varlık bir neden belirlediği zaman ona yardımcı olacak
ya da onu o işi gerçekleştirmekten engelleyen bir ortak mutlaka gereklidir.
Allah'ın dışındaki bir canlıdan herhangi bir işi yapması istendiği zaman, ondan
bağımsız olarak ve kendi başına takdir edemeyeceği bir iş istenmiş olur.
Nitekim, kuldan kendi istemiyle gerçekleştireceği bir işi yapması istense bile
bu işi, Allah'ın kendisine yardımı olmadan gerçekleştirmesi mümkün değildir;
insan kesin iradesi ve tam kudretiyle bir işi meydana getirmeye yönelse bile bu
böyledir. Çünkü tam kudret (yapabililir-lik) ve kesin istem (irade) bulunsa
bile dıştan bir takdir edenin mutlaka bulunması gerekir.
Aslında yalnızca
Cenab-ı hakk'ın dilemesi, her istediği ni gerçekleştirebilmeyi gerektirir.
Çünkü yalnızca Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. O'nun dışında hiç bir
varlığın tek başına iradesi birşeyin gerçekleşmesini gerekli kılmaz. Ancak
olmasını istediği birşey, dışarıdan bir takdiredenin takdiriyle olur. Eğer Rab
bu hususta ona yardım etmezse kesinlikle yapmak istediğini gerçekleştiremez.
Kısaca tek başına
kulun iradesi Allah'ın dilemesi olmadan hiçbir şeyi meydana getiremez. Nitekim
Cenab-ı Hak konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Aranızdan
müstakim olmak dileyenler için."
"Alemlerin Rabb'i
Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet
sahibidir."
"Dilediğini
rahmetine sokar, zalimlere de acı bir az-ab vardır. (İnsan, 76/28-31)
"Dileyen onu
düşünür, öğüt alır."
"Allah
dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. O, takva ve mağfiret ehlidir. (Müddessir,
74/55-56)
Yaratıktan birşey
uman, elde etmek istediğini kalbi ile o yaratıktan diler. Oysa söz konusu
yaratık bu konuda acizdir. Ayrıca bu davranış Allah'ın kesinlikle bağışlamayacağı
şirktir. Allah'ın kullarına olan ihsanı ve olağanüstü nimeti onlarm kalbini
tevhidden çevirecek, şirki talep etmekten onları engellemesidir. Ayrıca kul,
uluhiyyet sıfatını yalnızca Allah'a Özgü kılmayı başarması halinde dünya ve
ahiret saadetini elde etmiş olur. Bu durumu gerçekleştiremeyenler hakkında
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır.:
"İnsana bir
darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, otururken, yahut ayakta bize
yalvarır; ama biz onun darlığını açıp kaldırınca sanki kendisine dokunan bir darlıktan
ötürü bize hiç yalvarmamiş gibi hareket eder. İşte müsriflere, yaptıkları iş
börlesine süslü gösterilmiştir."(Yunus: 10/12)
"Denizde size
boğulma korkusuna benzer bir sıkıntı dokunduğu zaman, O'nun dışında bütün
yalvardık-larmız kaybolur. Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine Allah'ı
bırakıp tanımaktan yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür. (İsra: 17/67)
Böyle durumlarda insan
için Allah'ın birliğine delalet eden delil hasıl olur.
Nitekim Cenab-ı Hak
müşriklerin de başlangıçta herşeyin yaratıcısı olarak Allah'ı kabul
ettiklerini, ama daha sonra ortak koştuklarını, ortak koşmadan yalnızca O'na
ibadet etmediklerini bildirmektedir:
"Deki:
"biliyorsanız dünya ve içinde bulunanlar kimindir?"
"Allah'ındır,"
diyecekler. O halde düşünüp ilk kez yaratanın ikinci defa yine yaratabileceğini
anlamıyor musunuz? de.
"Yedi göğün Rabbi
ve büyük arş'ın rabbi kimdir" de.
"Allah'ındır,
"diyecekler. O halde O'nun azabından korkmuyormusunuz" de.
"biliyorsanız
söyleyin, herşeyin melekutu ve yönetimi elinde olan, koruyup kollayan fakat
kendisi korunup kollanmaya muhtaç olmayan kimdir" de.
"Herşeyin
yönetimi Allah'a aittir," diyecekler.
"O halde nasıl
büyüleniyorsunuz" de. (Mü'minun: 23/89)
"Andolsun onlara:
Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim sizin yararınıza çalışmak için
boyun eğdirdi" desen:
"Allah"
derler. O halde nasıl döndürülüyorsunuz? (Ankebut: 29/61)
Kuran- Kerim'de bu
konu ile alakalı bir çok ayet vardır. Allah'ın kullarına sunduğu nimeti
tammalamasımn bir diğer göstergesi, onlara bazı zorluklar ve sıkıntılar
indirerek onları kendi birliğine sığındırması böylelikle dini yalnızca ona
özgü kılarak ihlasla sadece ona dua etmelerini onun dışında hiç kimseden hiçbir
şey dilememeleri ve kalplerini yalnızca ona bağlayıp, onun dışında hiç kimseye
bağlamamalarını sağlamasıdır. Böylelikle kullar yalnızca Ona yaslanıp yalnızca
ona güvenle ve yönelme neticesini elde etmiş, imanın lezzetini ve zevkim
tatmışlardır. Şirkten uzak kalma hususu ise Allah in insanlara lütfettiği
hastalık, korku ya da kıtlığın giderilmesi yahut geçim darlığını giderip
yerine bolluk meydana getirmesinden çok daha büyük bir nimettir. Çünkü bu
sayılanların hepsi kafirlerin müslümanlar-dan daha fazlasını elde ettikleri
bedensel ve dünyevi nimetlerdir.
Dini yalnızca Allah'a
has kılan ihlaslı tevhid ehlinin elde ettiği dünyevi ve uhrevi nimetlere
gelince, bunların yüceliğini, sınırlarını sözle anlatmak, erdemlerini akılla
belirlemek mümkün değildir. Zira her mü'minin, imanı ölçüsünde bu olağanüstü
nimetlerinden nasibi vardır. Bundan dolayı geçmiş düşünürlerden bazısı şöyle
demiş: ,"Ey insanoğlu, Efendinin kapısını ne kadar çok çalarsan ihtiyacın
o kadar erken ve o kadar bol karşılanır."
Aynı bağlamda bazı
şeyhler de şöyle demişler.
"İsterim ki
Allah'a ihtiyacım olsun da Ona dua edeyim; bu vesile ile bana onu bilme ve ona
yakarma lezzetini tad-ma imkanlarını açsın; bununla beraber nefsimin bu dua etmeyle
eyleminden yüzçevirmesi korkusuyla karşılanmasını dilediğim ihtiyacımın erken
verilmesini İstemem. Çünkü nefis haz almaktan başka bir amaç gütmez. Hazzı
tadınca hemen ondan yüz çevirir."
Yahudilere ait bazı
kaynaklarda ise şöyle denilmiştir:
"Ey insanoğlu!
Bela benimle senin aranı birleştirir. Afiyet ve esenlikte olmak ise seninle
nefsinin arasını birleştirir."
Bunun benzeri anlamlı
(veciz) sözler hayli çoktur.
Mü'min kimsenin
bunları açık ve gizli duyularla algılayabileceği, tadabileceği kadar
mevcuttur. Bu anlattıklarımız hakkında az ya da çok bilgisi deneyimi bulunmayan
hiç bir mü'min yoktur. Bunların hepsi tadılmadan bilinmeyen manevi olgular ve
manevi lezzetlerdir. Burada kullanılan "zevk" kavramı, her ne kadar
bazıları onu aslında dil ile tatmaya özgü kılınan bir kavram sanıyorsa da kitab
ve sünnette kullanılışı, insanın ruhsal yapısına uygun veya ters düşen şeyi
duyumsatma hususunda kullanılan bir kavramdan daha genel anlam içerdiğinde
işaret etmektedir. "İhsas" kavramında olduğu gibi. Bu kavram da
diğeri gibi normalde beş duyu organı ile duyumsanan hususlarda kullanılışından
daha kapsamlı bir anlam alanına sahiptir. İşin bir de batın (içsel) yönü
vardır.
Sözlükte bu kelimenin
aslı "ruyet( görmektir)
Şu ayette kullanıldığı
gibi:
"Şimdi onlardan
hiçbirini görüyor musun?" (Meryem, 19/98) öte yandan "zevk"
kavramı da Kuran-ı kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:
1- "Bunun
üzerine Allah o kente açlık ve korku elbisesini giyme acısın taddırdı. (Nahl:
16/112)
Görüldüğü gibi ayette
korku ve açlık tadılan olgular olarak ifade edilmiştir. Ve o kente elbise
nisbet edilerek, açlığın ve korkunun giyilmesi anlatımıyla, elbise,.onu giyen
kişiyi kuşattığı gibi açlığın ve korkunun da o kenti öylece kuşattığı
anlatılmıştır. Halbuki "acı duyma" olgusu bunun tesinedir. Çünkü acı
insanın bütün algılama alanlarını kuşatmayı yalnızca bazı yerlere özgü kalır.
Şu ayetler buna örnektir.
"Siz, acı azabı
tadacaksınız. (Saffat:38/38)
"Tat, çünkü sen
kendince üstün, şerefliydin." (Duhan: 44/49)
"O gün yüzü koyun
ateşe sürüklenecekler "cehennemin dokunuşunu tadın." diye"
(Kamer: 54/48)
"Orada ölümü
tadmazlar. (Duhan: 44/57)
"Orada ne bir
serinlik, ne içilecek bir şey tadmazlar."
"Yalnızca kaynar
su ve irin." (Nebe: 78/24-25)
"Belki dönüp yola
gelirler diye, mutlaka onlara o büyük azabından ayrı olarak yakın azabı da
tattıracağız."
(Secde: 32/21)
Öte yandan aynı
kavramla alakalı olarak Resululah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın
Rabhğına, islamın din olmasına ve MuT hammed'in NebÜiğine razı olup kabul eden
kimse imanın lezzetini tatmıştır."
Bunun dışında
"zevk" kavramının insan pisikolojisine uygun ve ters düşen konularda
kullanıldığı da bir hayli çoktur. Şu hadiste olduğu gibi.
"Şu üç özellik
kendisinde bulunan kimse imanın lezzetini yüreğinde bulur." Bu hadise
önceki sayfalarda değinilmiştir.
Mü'min bir kimsenin
imanın lezzetini yüreğinde bulması ve imanın lezzetini tatması gibi deyimleri,
bu vecd halini elde eden kimseler ancak anlayabilir.
Bu zevki tadan
kimseler birbirleri arasıda farklı derecelerdedirler. Bu zevki iman ehli olan
kimseler ancak kalplerini tevhidi bir tecdidden gecikip Allah'ı
birlediklerinde, şirkten arınmış ve ihlas ile dini yalnız ona özgü kılarak
başkasına değil sırf ona yöneldiklerinde, birşeyi ancak onun için
sevdiklerinde, yalnız ona güvenip ona bağlandıklarında yalnız onun için dost
olup onun için düşman olduklarında başkasından değil sadece ondan
dilediklerinde onun dışında hiç kimseden birşey ummayıp yalnızca ondan umduklarında
sadece ve sadece ondan korktuklarında elde ederler. Bütün bunların yanı sıra bu
kimselerin yapması gereken diğer görevler de vardır. Şöyle ki: Yalnızca ona
ibadet eder yalnızca ona yardım dilerler. Halk arasında Hak ile olurlar;
halkın yan\nda tutku ve dizginlenemeyen arzılarına yenik düşmezler; Allah'ın
iradesinde kendi iradelerini ifna (yok) ederler; O'nun sevgsinde erirler. Onun
korkusu karşısında başka korkuları yok eder. O'ndan ummanın karşısında
başkasından umma duygusunu izale ederler; ona dua etmenin yanı sıra bir başkasına
dua etmezler.. Bütün bu olgular, ancak nasibi olan kimselerce denenir, tadılır
ve öylece anlaşılır. Herkes bunları nasibi ölçüsünde anlar. Mü'min olup da gücü
nisbetinde bu olgulardan pay almayan hiç kimse yoktur. İşte Allah'ın kendisi
ile rasullar gönderdiği adına kitaplar indirdiği ki Kur'an. bunların zirvesidir İslam'ın
hakikati budur....
En iysini ve en
doğrusunu bilen şanı yüce olan Allah'tır. [133]
[1] Ahmed Müsned: 1/170; Tirmizi: 5/529;
Nesai Amel'ül-yevm vel-Leyle: 656; Hakim Müstedrek: 1/505, 2/383.
[2] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
3-4.
[3] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
4-5.
[4] Buhari Da'avat: 7/149; Tevhid: 8/197; Edeb: 196;
Müslim: 1/521; Ebu Davud Tatavvu: 2/77; îbn Mace İkame: 1/435; Ahmed Müsned:
2/264.
[5] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
5-6.
[6] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları: 6.
[7] İbn Mace İkame: 1/295; Dua: 2/1264; Ebu Davud Namaz:
1/501; Ahmed Müsned: 3/474
[8] Nesai Kitab'üs-Sehv: 3/54. Ata b. Saib babasının şöyle
dediğim naklediyor: Ammar b. Yasir bizimle kısa bir namaz kıldı. Orada bulunanlar
namazı niçin kısaltarak kıldığını sordular, şöyle cevap verdi: Ben orada
Rauslulah'dan dinlenilen duayı okudum. Ammar oradan kalkınca, aralarından
birisi onu izleyerek okuduğu duanın hangi dua olduğunu sordu. O da şu duayı
okudu:
"Allah'ım! Senin,
gaybi bilgin ve yaratıkların üzerine olan gücünle senden diliyorum; hayat benim
için hayırlı olduğunu dieldiğin sürece beni yaşat; ölüm benim için hayırlı
olduğunu bildiğin zaman da beni öldür. Allah'ım görünen ve görünmeyende senden
korkmayı senden isterim. Rıza ve gazabında hak kelimeyi senden dilerim.
Fakirlik ve zenginlikte doğru yolu senden İsterim. Senden bitmeyen nimet,
kesintiye uğramayan göz aydınlığı, kazadan sonra rıza, ölümden sonra hoş bir
yaşam isterim. Ayrıca senin cemaline bakma lezzetini; zarar veren zararlılardan
başka ve saptıran fitne olmaksızın sana kavuşma arzusunu senden dilerim.
Allah'ım bizi iman sözüyle süsle ve hidayet olmuşlardan kıl"
Bu haber ayrıca şu kaynaklarda yer almaktadır: Hakim Müstedrek: 1/524;
İbn Hibban: 509; Ayrıca: Nesai: 3/474; Ahmed Müsned: 4/364. Hadisin ravileri
güvenilir kimselerdir. Rasulullah'a ait olduğu tesbit edilen bu duanın
kelimelerini inkar eden kelamcıların görüşüne iltifat edilmemiştir.
[9] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
6-8.
[10] Semmun b. Hamza (Semmun b. Abdulah da denilir):
Ebu'l-Ha-sen el-Havvas; mezkur olaydan Ötürü kendine yalancı Semmun anlamına
gelen: "Semmun-Kezzab" adını vermişti. Ser'i Sakati, Ebu Ahed
el-Kaîanüsi ile arkadaşlık etmiş. Sevgiden en güzel söz edenlerden idi. Semmun,
Irak'ta yaşayan sufilerin en büyüklerinden sayılır. Cüneyd'den sonra ölmüştür.
Bkz: Tabakatu's-Safiye: 195-199; El-Hüye: X/209-314; Tarih-i Bağdadi:
9/234-237; Er-Risalet'ül-Kuşeyriye: .1/133; E!-Bidaye ven-Nihaye: 11/115.
[11] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
8-9.
[12] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
9-11.
[13] İbn Mace: Edeb: 2/1249; İbn Ebi Dünya Kitab'üş-Şükr:
113; Tirmizi Da'avat: 5/262; Nesaİ Amelü'1-yevm ve'1-leyle: 831.
[14] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
11-12.
[15] Tirmizi Fezail'ül-Kur'an: 5/184; Beyhaki Şuab'ül-İman:
567-568.
[16] Malik b. El-Huveyris, Tabiindendir; Mansur'dan rivayet
etmiş. Şu'ab'ul-tman: 570.
[17] Hattabi Şe'nud-dua: 207; Fethu'1-Bari: 11/147. Arefe
gününde yapılması gereken en faziletli dua hadisi İse şu kaynaklarda yer
almıştı: Tirmizi Da'avat: 5/3585; Malik Muvatta: 422.
[18] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
12-14.
[19] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
14-16.
[20] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları: 16.
[21] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
17.
[22] Müslim Misafirin: 1/534-535; Ali b. Ebu Talib Allah
Rasülu (s.a.v.) namaza kalktığı zaman şöyle dua ettiğini rivayet etmiş:
"Yüzümü, (özümü)
hanif olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim; ben müşriklerden değilim.
Kuşkusuz namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ölümüm Alemlerin Rabbi içindir.
O'nun ortağı yoktur. Ve benim ilk müslümanlardan olmam emredildi. Böylece
Allah'ım sen padişahsın. Senden başka ilah yoktur; Sen benim Rabb'im, bense senin
kulunum; ben kendime zulmettim ve günahımı itiraf ettim. Günahlarımın hepsini
mağfiret eyle. Çünkü günahları mağfiret eden yalnızca Sensin. Senden başka hiç
kimsenin daha güzeline hidayet etmediği ahlakın en güzeline beni hidayet eyle.
Senden başka kimsenin beni yüz çevirtmediği kötülüklerden beni yüz çevirt,
uzak tut. Evet, emrine hazırım. Bütün hayırlar Senin elindedir; serse Sana ait
değildir. Ben Sana aitim ve sana yöneldim. Şanın yücedir; Sana istiğfar eder ve
yalnızca sana tevbe ededim" Ayrıca bkz. Ebu Davud: 1/481; Tirmi-zi: 5/485;
Nesai: 2/130; Darimi: 282; Ahmed: 1/94-102.
[23] Buhari Da'avat: 7/145-150.
[24] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
18-19.
[25] Hadisi İbn Cerir Taberi, tefsirinde kaydetmiştir:
15/2. 20
[26] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
19-21.
[27] Müslim Sahih: 2/1685.
[28] Müslim 3/2093.
[29] Buhari Dualar: 7/168; Yeminler ve Akidler: 7/229;
Tevhid: 8/219; Müslim Zikir: 3/2072.
[30] Tirmizi: 5/599; Beyhaki Delail'ün-Nübüvve: 1/270.
[31] Ebu Davud Sünen: 5/172.
[32] Ebu Davud sünen: 1/542; İbn Mace:'1/287; Ahmed Müsned:
4/155.
[33] Müslim Sahih: 3/2023; Ebu Davud Libas: 4/350;
İbn Mace Zühd: 2/1397; Ahmed Müsned; 2/376, 414, 427-442.
[34] Buhari Peygamberler babı: c.4, s: 132, 133; Müslim
Fezail c:2 s: 1846,-tbn Abbas ve Ebu Hueyre'den; Ebu Davud, c 5, s: 51, s:
4669, İbn Ab-bas'tan; Buhari, c: 4, s: 132; Nesai, el-Kübra, c. 7 s. 45, İbn
Mesud'dan.
[35] Ahmed. c. 2,451; Hakim, el-Müstedrek, c. 2, s: 485 Ebu
Hureyre'den
[36] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
21-27.
[37] Zayıf olduğu tesbit edilen bu hadisiAhraed ve Hakim
kaydetmiştir. Ayrıca tahrici için bakınız: Beyhaki Şu'ab'ul-İman: 636.
[38] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
27-28.
[39] Tirmizi, İbn Mace, Ebu Yala ve Beyhaki, Şuabu'1-iman,
12. şube
[40] Buhari Enbiya: 4/112-137; Müslim İman: 1/114; Ahmed
Müsned: 1/378-242-444.
[41] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
28-32.
[42] Buharı Kitabu'l-Zekat, c2, s. 130; K i tabu'1-Ahkam,
c.8, s 111 Müsüm Kitabu'z-zekatcl s723, h.no: 1045; Beyhaki Şuabu'1-iman 22.
bölüm
[43] Buhari Zekat: 2/129; Rekaik: 7/183; Müslim Zekat:
1/729; Ebu Davud Zekat: 2/295; Tirmizi Birr: 41/373; Nesai Zekat: 5/95-96;
Darimi Zekat: 384; Ahmed Müsned: 3/367.
[44] Bu hikaye, Beğavi'nİn tefsirinde (4/301) genişçe
anlattığı hikayenin bir parçasıdır. Anlatıldığına göre, Nemrut tarafından
ateşe atılırken Cebrail geliyor ve: "Ey İbrahim! Bir ihtiyacın var mı?
diye Halil'in (a.s.) halini soruyor. Halil yukarıda verilen cevabı veriyor.
Diyor ki: "Bu sorudan kendini kastediyorsan, sana İhtiyacım yoktur"
Bunun üzerine Cebrail:'"öyleyse Rabb'inden iste", önerisinde
bulunuyor. O da: "Dilediğim şeyde o bana yeter zira benim durumumu
biliyor" şeklinde karşılık veriyor. İbn Verrak bu son cümleyi:
"Tenzİhuş-Şeriat-il-Merfu'a" adlı eserinde zikretmiş: 1/250. Ve İbn
Teymİye bu haberin uydurma olduğunu söylediğini yazmış; El Albani ise:
"Ed-Daifa" adlı eserinde bu habere yer vermiş ve haberin aslının
olmadığını söylemiş.
[45] Buhari Da'avai: 7/154; Tevhid: 7/177-178; Müslim
Zikir: 3/2093; Ahmed Müsned: 1/228, 254, 280, 284, 339, 356.
[46] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
33-35.
[47] Buhari: 1/41; Müslim: 1/61.
[48] tbn Ebu Asım Sünne: 1/9; El-Albani bu hadisin uydurma
(mevzu) olduğunu söylemiş. Aynı hadisi Ebu Ya'la Müsned'inde kaydetmiş: 1/123,
El-Heysemi hadisin ravilerinden Osman b. Matar'ın zayıf olduğunu söylüyor.
Zevaid: X/207.
[49] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
36-37.
[50] Nesai Amelü'1-yevm vel-leyle: 429-430; Ebu'l-Aliye
hadisi Rasulullah'tan mürsel olarak nakletmiş. Aynı hadisi merfu olarak şu
kaynaklar almışlar: Nesai: 427; Hakim Miistedrek: 2/5337; Ebu Davud: 5/182;
Darimi î/537 Taberani Mücem El-Kebir: 1586.
[51] Tirmizi Cami: 1/77-78; Müslim: 1/2Q9; Ebu Davud:
1/118-119; Nesai: 1/92; Ahined: 1/19 Öte yandan Nesai AmelrUl yevm vel-leyle ad
le bitirilmesi, namazın
iki emirden en faziletlisi olan tevhid-le bitirilmesi içindir. Bunun
amaçlanmadığında durum bunun tersinedir (Tevhid öne alınır, dua sona
bırakılır). Çünkü tevhidin öne alınması daha faziletlidir.
Iı eserinde aynı hadisi Ebu Said'den şu sözlerle rivayet etmiş:
"Kim ab-dest alıp ardından: "Allah'ım! Senin şanın yücedir, sana
hamdolsun, Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim; Sana istiğfar eder Sana
tevbe ederim" derse bir deriye yazılıp mühürlenir ve kıyamete kadar bu mühür
bozulmaz"
[52] Müslim: 1/534-536.
[53] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
37-40.
[54] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
40-41.
[55] Tirraizi: 5/278; Beyhaki Sünen: 10/116;
Ed-Dü'ui-Mensur: 4/174.
[56] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
41-43.
[57] Buhari İlim: 1/40; Tevhid: 8/40; Müslim İmare:
2/1512-1513; Tirmizi Fezail; 4/179; İbn Mace Cihadr2/931; Ahmed Müsned:
4/397-405,417.
[58] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
43-45.
[59] Hadîsin aslı da tam tamına böyledir.Müslim hadisi iman
bölümünde nakletmiş.
[60] Buharı İman: 1/19; İlim: 1/30; Ahad: S/136; Müslim
İman: 1/47.
[61] Buhari 1/18; Müslim: 1/39.
[62] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
45-50.
[63] Müslim, Kitabu'z-zikir, c: 3, s: 2088,
[64] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
50-53.
[65] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
53-54.
[66] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
54-56.
[67] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
56-58.
[68] Hadis, Enes, Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Abdullah
b. Ebu Evfa ve Abdullah b. Ömer'den rivayet edilmiştir. Beyhaki Şu'ab'ul-îman:
2.
[69] BeyhakiŞııabu'l-iman: 159
[70] Buhari Kitab'ül-Humus: 4/49; Ahmed Müsned: 2/482.
[71] Fethedilen memleketlerden elde edilen mallar.
[72] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
58-62.
[73] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
62-63.
[74] Buhari: 3/36; 6/193; Müslim: 2/1338; Nesai: 8/246-247;
İbn Mace: 2/769; Darimi: 555.
[75] Müslim: 1/886-892; Ebu Davud: 2/455-463; İbn Mace:
2/1022-1027.
[76] Ebu Davud: 3/188; Hakim: 3/616; Beyhaki Sünen: 6/339;
Ömer b. Abese'den; Ebu Davud: 3/142-143; Nesai: 7/131; Ahmed ve Beyhaki:
6/336-337.
[77] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
63-67.
[78] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
67.
[79] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
67-68.
[80] EI-Atebi, Ebu Abdullah, Muhammed b. Ahmed b. Ahmed b.
Ab-dulaziz b. Utbe b. Humeyd b. Atebe b. Ebu Süfyan, el-Emevi e!-Süfya-ni
el-Kurtubi, el-Maliki. Endülüs fıkıhçılarından olan bu alimin "el-
Atabiye" adlı kitabı vardır. Bazı yolculuklara çıktı ve Sahnun'dan ilim
aldı. Fikhi meseleleri ezberler ve onları bir araya getirirdi. Hadislerin
tahriç edilmesini, ayetlerin iniş nedenini oldukça iyi bilirdi. Ancak rivayetlerinin
birçoğu nakledilmiştir. Bkz: Tarih-i Ulema-İl Endülüs: 2/6-7; es-Siyer:
12/335-336; El-Vafi: 2/30; Tertib^l-Medarik: 3/144-146; Ed-Dibac'ül-Mezheb:
238.
[81] Taberani el-Kebir, Ebu Ümame'den, Heysemi, El-Hasen b.
Dinar'ın Metruk-ul-Had İs (rivayet ettiği hadisler kabul edilmeyen) birisi olduğunu
söylemiştir. Bkz: Mecma'uz-Zevaid? 1718.
[82] Beğavi Şerh'üs-Sünne: 1/213.
[83] Buhari Kitab'ül-Eymen ve'n-Niizur: 7/218; Ahmed
Miisned: 4/336.
[84] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
68-75.
[85] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
75-77.
[86] Buhari Tevhid: 8/375; Müslim İman: 1/160; Tirmizi
Tefsir: 5/352; Ahmed Müsned: 6/241; Diirrü'l-Mensur: 6/613.
[87] Buhari Daavat: 6/146; Müslim: 3/2104.
[88] Müslim iman: 1/177; Tirmizi: 4/713; Ahmed Müsned:
5/157-160. 82
[89] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
77-83.
[90] Buharı Rikak: 7/187; Müslim İman: 1/118.
[91] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
84-86.
[92] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
86-90.
[93] B u şiir el-Bihteri'ye aittir. Başlangıç dizesi
şöyledir: "İki karşıtlık, bir güzellik için bir araya gelirler"
[94] Ebu't-Tayyib, el-Mütenebbi Divan: 1/22.
[95] SiyerA'lamu'n-Nübela: 10/597; Tarih-u Bağdat: 13/307.
[96] Müslim: 2/1828. Ebu Musa el-Eş'ari şöyle diyor: "Rasulullah
(s.a.v.) kendisini bize şöyle tanımlıyordu: "Ben Muhammed'im, ben
Ahmed'im, ben Mukaffa'yım, ben Haşir'im, ben tevbe ve rahmet
peyam-beriyim"; Ahmed Müsned: 5/404.
[97] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
90-95.
[98] BuhariRekaik: 7/190. 96
[99] Buharı Menakib'ül-Ensar: 4/232; Ahkam: 8/109; Müslim
Akdiye: 2/1339.
[101] Bkz. İsabe: 2/173.
[102] Taberi Tefsir: 4/298.
[103] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
98-100.
[104] Taberi,Tefsir, c.IV, s.298
[105] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
100-101.
[106] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
101-103.
[107] Buhari Kitabu't-Tefsir: 6/93; Müslim Salat: 1/350; Ebu
Davud Salat: Ahmed Müsned: 6/43, 49, 190.
[108] Buhai Daavat: 7/145.
[109] Müslim Zikir: 3/2075; Beyhaki Şuab'ul-lman: 47.
[110] Buhari Dualar: 7/166; Müslim Zikir: 3/2087.
[111] Buhari Ezan: 1/180; Müslim Mesacid: 1/419;
Ebu Davud Salat: 1/493; Nesai: 2/129; İbn Mace: 1/263; Ahmed: 2/494.
[112] Müslim: 1/346-347.
[113] Müslim Salat: 1/350; Ebu Davud: 1/547.
[114] Ebu Davud Cihad: 3/77; Tirmizi Da'avat: 5/501;
Nesai Amel'ul-Yevm vel-leyle: 502; İbn Hihban Sahih: 2380-2381; Hakim
Müstedrek: 2/98-99; Beyhaki Sünen: 5/252.
[115] Buhari: Tevhid: 8/73; Müslim İman: 1/180; Beyhaki
Şu'abül-İman: 303.
[116] Buhari Tefsir: 6/44; Beyhaki Şuab'ul-tman: 33.
[117] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
103-107.
[118] Hadisi bu sözleri ile kaynaklarda bulamadım. Ancak
Tirmizi Enes b. Malik'ten aynı hadisi şu sözlerle nakletmiş: Rasulullah
buyuruyor:
"İnsanlar
dirilmeye başladığında ilk dirilecek olan insan benini. İnsanlar bir araya
toplandrklarndan onların konuşmacıları ben olacağım; hesapları kolay
görüldüğünde onları cennetle ilk müjdeleyen ben olacağım. Hamd sancağı benim
elimde olacaktır. Rabbi katında insanoğlunun en kerametlisi ben olacağım,
ancak bununla övünmüyorum. Ebu İsa bu hadisi garip olarak tanımlamıştır. 5/585;
Beyhaki Delail: 5/484; el-Albani bu hadisi Camius-Sağir'in zayıf hadisleri adlı
çalışmasında zikretmiş: 1406; Timizi Ebu Said'den: 5/587; Ahmed: 3/2; İbn
Mace: 2/1440; Tirmizi: 5/586; Übeyy b. Ka'b'dan, Rasulullah şöyle buyurdu:
"Kıyamet günü
olduğu zaman ben peygamberlerin konuşmacısı ve imamı olacağım; onlara ancak ben
şefaat edeceğim, fakat bunlaila övünmüyorum." Ahmed; 5/137-138; İbn Mace:
2/1443; Hakim: 1/71.
[119] Buharı Meğazi: 5/66; Müslim Cihad: 2/1413; Tirmizi:
5/285-286; Ahmed: 3/122-134-173-197-215-252; Ebu Ya'la Müsned: 5/308, 5/21;
Taberi Tefsir: 26/69; el-Vahidi, Esbabu'n-Nüzul: 404-405; Beyhaki Sünen: 9/222.
[120] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
108-111.
[121] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
112-113.
[122] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
113-115.
[123] Ebu Davud Nikah: 2/609; Müslim Edeb: 2/1699 116
[124] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
115-119.
[125] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
119-120.
[126] Müslim îman: 1/112. 120
[127] Buhari: 8/49
[128] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
120-122.
[129] Müslim, Kitab-üi -iman, c. I, s.62; Beyhaki,
Şu'ab'ül-iman, H.195.
[130] Ahmet, el- Müsned, c. i; s. 376, 223-433; El- Hakim,
c. IV, s. 242; ElBeyhaki, Şu'ab'ül- îman, Tevbe babı, 47, Şube.
İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları: 123-126.
[131] Buhari- Kitab-ül- Hudud, c. VIII, s. 14
[132] Ebu Davud, c. IV, s. 81-82; H. No 3674; İbn Mace, c.
II, s. 1121; H. No 3380 , El - Hakim, el- Müstedrek, c. II, s. 32.
[133] İmam İbn Teymiyye, Dua Ve Tevhid, Tevhid Yayınları:
126-135.