Hatice Ve Aişe'nin (R. Anhuma) Faziletleri:
Rasulullah'ın (s.a.v.) Eşleri Ve Aşere-İ Mübeşşere:
Ebu (R.A.) Bekir'in Üstünlüğü:
Ebu Bekir (r.a.) ile Ali (r.a.) Arasmda Bir
Karşılaştırma:
Ali'ye (r.a) Salat Ve Selam Getirmek:
Hulefa-İ Raşidin'in Fazilet Dereceleri:
Osman (r.a) mı, Ali (r.a) mi Daha Üstündür?:
HULEFA-I RAŞIDIN VE ASHABLA İLGİLİ TARTIŞMA KONULARI
Sahabe Arasındaki Anlaşmazlıklar:
Hulefa-İ Raşidin Ve Muarızları :
Muaviye'nin (r.a) İslam'a Girişi:
Muaviye'nin Şam'a Vali Tayin Edilmesi:
Muaviye'nin Katıldığı Gazveler:
Muaviye'nin Müslüman Olarak Ölüp Ölmediği Meselesi:
Yezid Hakkında Farklı Görüşler:
Ali (r.a.) Cinlerle Savaştı Mı?:
Ehl-i Beyt'in Esir Edilmeleri;
Ebu Bekir'e Dil Uzatanın Tevbesi Kabul Edilir Mi?:
Sahabeye Dil Uzatan Tekfir Edilir Mi?
Hatice ve Aişe'den
(r.a.) hangisi daha üstündür?[1]
Müslüman olmada
öncelik, İslam'ın başlangıç döneminde etkinlik ve yardım ile dine bağlılıkta
Hatice (r.a.) öncedir. Aişe (r.a.) veya müminlerin annelerinden (Rasulullah'ın
eşlerinden) bir başkası onunla aynı değerde olmamıştır. Daha sonra Aişe'nin
(r.a.) etkisi, dini yüklenmesi, ümmete tebliğ etmesi ve ilim sahibi olmasında
da, ne Hatice (r.a.), ne bir başkası ona ortak değildir.
Bu ümmetin kadınlarının
en faziletlisi Hatice (r.a.), Aişe (r.a.) ve Fatıma'dır (r.a.). Birinin
diğerine üstünlüğü ihtilaflıdır. Bunun ayrıntılarının yeri burası değildir.
Hatice (r.a,) ve Aişe (r.a.), Rasulullah'ın (s.a.v.) eşlerindendir. Bu itibarla
"eşlerinin bütünü, kızlarının bütününden daha üstündür" denirse,
daha doğu oiur. Çünkü eşlerinin sayısı daha çoktur ve aralarında faziletli
olan, kızlarından faziletli olandan daha çoktur.[2]
Rasulullah'ın (s.a.v.)
eşlerinin Aşere-i Mübeşşere (Cennet'le müjdelenen on kişi) den daha üstün
olduğunu sadece Ebu Muhammed İbn Hazm[3]
söylemiştir. Oysa bu şaz bir görüştür ve ondan önce kimse bunu söylememiştir.
Seçkin alimlerden kim duymuşsa ona karşı çıkmıştır. Kur'an ve Sünnet'in nasları
da bu görüşü reddetmektedir.
Gösterdiği delil de
yanlıştır. Kadının Cennet'te eşiyle beraber aynı derecede olacağını,
Rasulullah'm (s.a.v.) derecesinin de en üstün olduğunu, böylece eşlerinin de
onun derecesinde bulunacaklarını söylemiştir.
Halbuki bu görüş,
Rasulullah'm (s.a.v.) eşlerinin diğer bütün peygamberlerden üstün olmalarını
gerektirmekte, Cennet ehlinden her erkeğin eşinin o erkeğin benzeri olan
kişiden üstün olmasını, Rasulullah'm (s.a.v.) yanında bulunacak çocukların ve
evleneceği hurilerin nebi ve rasullerden üstün olmasını gerektirmektedir. Bunun
geçersizliğini de bütün müminler bilmektedir. Sahih bir hadiste Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Aişe'nin
kadınlara üstünlüğü tiritin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.[4]
Burada sadece
kadınlara üstünlüğü söylenmiştir. Yine sahih hadiste Rasulullah'm (s.a.v.)
şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Erkeklerden
kamil kişi çoktur, ama kadınlardan kamil olan çok azdır. Bunlar ya iki veya
dörttür. [5]
Eşlerinin çoğu da o az
içinde bulunmamaktadır.
Ashabın üstün olduğunu
gösteren hadisler çoktur. Mesela:
"İnsanlardan dost
edinseydim, Ebu Bekir'i dost edinirdim. [6]
Bu da yeryüzündeki
kadın ve erkeklerin içinde hiç kimsenin Ebu Bekir'den (r.a.) daha üstün
olmadığını ifade etmektedir. Yine sahih bir hadiste Ali'nin (r.a.) şöyle dediği
kaydedilmektedir:
"Peygamberden
sonra bu ümmetin en üstünü Ebu Bekir ve sonra da Ömer'dir.[7]
Bunun böyle olduğunu
gösteren ve burada sayamayacağımız kadar çok nass vardır.
Özetle bu şaz bir
görüştür. Seleften daha önce kimse bunu söylememiştir. Ebu Muhammed'in, büyük
ilmine ve ilimdeki derinliğine rağmen çok güzel görüşleri yanında böyle hoş
olmayan şaz görüşleri de vardır. Bu görüşü, Meryem'in, Asiye'nin ve Musa'nın
annesinin nebi olduğunu söylemesi gibidir.
Kadı Ebu Bekir, Kadı
Ebu Ya'la, Ebu'l-Maali ve başkaları, kadınlardan peygamber olmadığına dair
icma olduğunu söylemişlerdir. Kur'an ve Sünnet de buna işaret etmektedir.
Mesela Kur'an'da şöyle buyrulmaktadır:
"Senden önce
kasabalar halkından yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkekler gönderdik."
(Yusuf: 12/109)
"Meryem oğlu
Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir. Onun annesi
dosdoğrudur." (Maide: S/75)
Annesinin en son
derecesi dosdoğru (Sıddıka) olmasıdır. Bunu başka yerde açıkladık. [8]
Ebu (r.a.) Bekir ile
Hızır arasındaki üstünlük, Hızır'ın peygamberliği kanaatine göredir. Alimlerin
çoğu ise peygamber olmadığı görüşündedir. Ebu Ali İbn Ebi Musa ve başkalarının
tercihi budur. Buna göre Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) ondan üstündür.
İkinci görüşe göre
Hızır, peygamberdir. Ebu'l-Ferec İbn el-Cevzi ve başkaları bu görüştedir. Buna
göre Ebu Bekir ve Ömer'den (r.a.) üstündür. Ancak Rasulullah ve İsa (a.s.). ondan
ittifakla üstündürler. Rasulullah (s.a.v.) bu ümmetin evvelinde, İsa (a.s.)
ahirindedir. [9]
İki kişi anlaşmazlığa
düştüler. Biri Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) Ali'den (r.a.) daha alim ve
fakih olduğunu söylerken, diğeri Ali'nin (r.a.) ikisinden daha alim ve fakih
olduğunu söylemiştir. Bunlardan hangisi doğrudur? "En büyük kadınız
(doğru hüküm veren) Ali'dir.[10]
"Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır. [11] Bu
hadisler sahih midir? Sahih iseler, Ali'nin Ebu Bekir ve Ömer'den daha alim ve
fakih olduğuna işaret ediyor mu? Birisi, Ali'nin (r.a.) Ebu Bekir (r.a.) ve
Ömer'den daha alim ve fakih olduğunda müslümanların icmaı vardır iddiasında
bulunursa, doğru mu söylemiş, hata mı etmiş olur? [12]
Allah'a hamdolsun.
Sözü dinlenir İslam alimlerinden hiçbiri Ali'nin, Ebu Bekir ve Ömer'den daha
alim ve fakih olduğunu söylememiştir. Hatta sadece Ebu Bekir'den de daha alim
ve fakih olduğunu söyleyen çıkmamıştır. Bu konuda icma olduğunu iddia eden
kimse, insanların en cahili ve yalancisıdır. Aksine Ebu Bekir'in Ali'den daha
alim olduğuna dair alimlerin icmaı olduğunu bir çok kişi belirtmiştir.
Mansur İbn Abdilcabbar
es-Sem'ani el-Mervezi[13]
bunlardandır. Şafii'nin ashabından ve Ehl-i Sünnet imamlarından olan bu alim
"Takvimu'l-Edille AIa'1-İmam" adlı kitabında, Ebu Bekir'in Aliden
daha alim olduğuna dair Ehl-i Sünnet alimlerinin icmaı bulunduğunu
belirtmiştir. Tanınmış herhangi bir imamın buna muhalefet ettiğini bilmiyorum.
Ebu Bekir (r.a.) nasıl
daha alim olmasın? Rasulullah'ın (s.a.v.) yanında fetva veriyor, emir ve nehiy
yapıyor, hüküm veriyor ve hitap ediyordu. Rasulullah'la beraber halkı İslam'a
çağırmaya çıktığında da bunu yapıyordu. Hicret günü, Huneyn günü ve
Rasulullah'la beraber bulunduğu başka günlerde yine Ebu Bekir konuşuyor,
Rasulullah da dinleyip tasvip ediyor ve söylediklerini beğeniyordu. Bu mertebe
başkasına nasip olmamıştır.
Rasulullah (s.a.v.)
ashaptan ilim, fıkıh ve re'y sahipleriyle danıştığında Ebu Bekir'e ve Ömer'e
öncelik tanıyordu. Konuşmada ve ilimde ikisi ashabın diğerlerinden önde gelirlerdi.
Bedir esirleri hakkındaki danışmasında olduğu gibi. Bu konuda ilk konuşan Ebu
Bekir ve Ömer'dir (r.a.). Başka konularda da böyledir.
Hadiste:
"Bir konuda
ikiniz anlaşırsanız ben size muhalefet etmem.
[14]
dendiği rivayet edilmiştir. Onun için alimlerin bir görüşüne göre,
"ikisinin görüşü" hüccettir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten biri
de bu şekildedir. Ama Osman ye Ali'nin görüşü için böyle değildir.
Sünen kitaplarında
Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu kaydedilir:
"Benden sonra Ebu
Bekir ve Ömer'e uyunuz.[15]
Başkası için böyle
söylememiştir. Şöyle dediği de sabittir:
"Benim ve benden
sonra raşid halifelerin sünnetine sanlınız , azı dişleriyle tutunuz, ortaya
çıkan şeylerden sakınınız, şüphesiz her bidat sapıklıktır. [16]
Raşid halifelerin
sünnetine uyulmasını emretmiştir. Bu da dört halifeyi kapsamaktadır. Ebu Bekir
ve Ömer'e uyulmasını özellikle belirtmiştir. Fiillerinde ve müslümanlara
gösterdiği şeylerde kendisine uyulan kişinin mertebesi, sadece gösterdiği
şeylerde kendisine uyutanın mertebesinden üstündür. Ashabın Rasulullah'la
beraber olduğu bir yolculukta Rasulullati'ın şöyle buyurduğu kaydedilir:
"İnsanlar Ebu
Bekir ve Ömer'e itaat ederse, doğruyu bulurlar. [17]
İbn Abbas'm Allah'ın
Kitabı 'yla fetva verdiği bir konuda, orada hüküm bulamamışsa Rasulullah'ın
(s.a.v.) sünne-tiyle, orada da bulamamışsa Ebu Bekir ve Ömer'in görüşüyle
fetva verdiği sabit olmuştur. Osman (r.a.) ve Ali'nin görüşüyle ise fetva
vermemiştir. Ümmetin deryası, fakihi ve ashabın en alimi olan İbn Abbas, Ebu
Bekir ve Ömer'in görüşünü öne alıyor ve görüşleriyle fetva veriyordu. Rasulullah'ın
(s.a.v.):
"Allah'ım, onu
dinde fakih yap ve tevili ona öğret. [18]buyurduğu
sabittir.
Sonra Ebu Bekir ve
Ömer'in Rasulullah'a yakınlığı ve onunla beraberliği başkalarının ona yakınlık
ve beraberliğinden fazladır. Özellikle Ebu Bekir'in yakınlığı ve beraberliği
daha fazladır. Bütün, gece onun yanında sohbet eder, Rasulullah ona ilim, din
ve müslümanların maslahatlarından anlatırdı. Nitekim Ebu Bekr İbn Şeybe rivayet
ederek Ebu Muaviye'nin, A'meş'ten, o da İbrahim'den, o da Alka-me'den, Ömer'in
şöyle dediğini kaydetmektedir:
"Gece Rasulullah
müslümanlarm bir işini Ebu Bekir'in yanında görüşüyor ben de onunla beraber
bulunuyordum."
Buhari ve Müslim,
Abdurrahman İbn Ebi Bekr'den şunu rivayet etmektedirler:
"Suffe ashabı
fakir kimselerdi. Rasulullah onlarla ilgili şöyle buyurdu:
"Yanında iki
kişilik yiyeceği olan üç kişi götürsün yanında dört kişilik yiyeceği olan beş
veya altı kişi götürsün."
Ebu Bekir, üç kişi
getirdi. Rasulullah on kişi getirdi, Ebu Bekir akşam yemeğini Rasulullah'm
(s.a.v.) yanında yedi ve yatsı namazı kılınmcaya kadar oturdu. Sonra bir daha
geldi ve Rasulullah (s.a.v.) uyuklayıncaya kadar oturdu. Gece çok geç vakitte
evine geldi. Eşi ona:
"Niçin
misafirlerine bakmadın?" dedi, o da:
"Yedirmedin mi?
deyince, yemediler ve senin gelmeni beklediler, dedi, yemek getirildi ve
yenildi."
Bir rivayette de:
"Geceyekadar
Rasulullah'la sohbet ederdi" denilmektedir.[19]
Hicret yolculuğunda
Rasulullah'ın yol arkadaşı sadece Ebu Bekir'di. Bedir günü de çardakda Ebu
Bekir'den başka kimse kalmadı. Rasulullah (s.a.v,) şöyle buyurmuştur:
"Sohbeti ve
malıyla Ebu Bekir bize herkesten çok lütufta bulundu, insanlardan dost
edinseydim Ebu Bekir'i edinirdim.[20]
Sahih hadis
kitaplarında bu. birçok yönden rivayet edilen en meşhur hadislerdendir.
Buharı ve Müslim.
Ebu'd-Derda'dan rivayet ediyorlar:
"RasuluHah'in
yanında oturuyordum. O anda Ebu Bekir dizi görünecek kadar eteğini çekerek
çıkıp geldi. Rasulullah (s.a.v.):
"Arkadaşınız
hayrı önce işledi" dedi. Ebu Bekir selam verdi ve:
'İbnu'l-Hattab'la
aramızda bir durum oldu, acele davrandım, sonra pişman oldum ve bağışlamasını
istedim, kabul etmedi. Onun için sana geldim" dedi. Rasulullah üç defa:
"Allah seni
bağışlasın" dedi. Sonra Ömer pişman olmuş, Ebu Bekir'in evine gitmiş,
bulamayınca Rasulullah'a çıkıp gelmişti. Rasulullah (s.a.v.) yüzünü asmağa ve
içerlemeğe başladı. Öyle ki, Ebu Bekir sakındı ve iki defa:
"Ben haksızlık yaptım"
dedi. Rasulullah şöyle buyurdu:
"Allah beni size
gönderdi. Siz yalanladınız. Ebu Bekir ise tasdik etti, malı ve canı ile
destekledi. Arkadaşımı bana bırakır mısınız?" dedi ve bunu üç defa
tekrarladı. [21] O olaydan sonra eziyet
edilmedi.
Buhari ve Müslim'de
İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet yer almaktadır:
"Ömer yatağına
konuldu, kefenlendi ve kaldırılmadan Önce halk ona dua etti, övdü ve namazını
kıldı. Ben de arala-rındaydım. Bir adam beni çok telaşlandırdı. Arkadan omuzlarımı
tuttu. Dönüp baktığımda, Ali, Ömer'e rahmet okuyor ve şöyle diyordu:
"Ameliyle
Allah'ın huzuruna çıkabilecek senden daha sevimli kişi geriye bırakmadım.
Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın seni iki arkadaşınla beraber-kılacağını
sanıyorum. Çünkü çok zaman Rasuhillah'm şöyle dediğini duyardım:
"Ben, Ebu Bekir
ve Ömer'le geldik, Ebu Bekir ve Ömer'le girdik, Ebu Bekir ve Ömer 1e
çıktık." Allah'ın seni onlarla beraber kılmasını sanıyorum (veya umuyorum).[22]
Buharı, Müslim ve
diğer kitaplarda şöyle kaydedilmektedir:
"Uhud günü
miislümanlar başarılı olamayınca, Ebu Süf-yan:
"Muhammed
aranızda mıdır?" dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Rasululİah:
"Ona cevap
vermeyin" dedi.
''Aranızda Ebu Bekir
(îbnu Ebu Kuhafe) var mıdır?" dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Rasululİah:
"Cevap
vermeyiniz" dedi.
"Aranızda Ömer
(İbnu'l-Hattap) var mıdır? dedi ve bunu üç defa tekrarladı. RavSulullah:
"Cevap
vermeyiniz" dedi. Ebu Sufyan arkadaşlarına:
"Bunlardan
kurtuldunuz" dedi. Ömer dayanamayıp şöyle dedi:
"Yalan
söylüyorsun, Allah'ın düşmanı! Saydığın kişiler yaşıyor. Hoşlanmadıkların
yaşıyor..."
Kafirlerin lideri o
durumda sadece Rasulullalrı, Ebu Bekir'i ve Ömer'i soruyor. Çünkü bunların
müslümanlann liderleri olduğunu biliyor, Rasululİah ve iki veziri!
Onun için Harun Reşid,
Malik İbn Enes'ten Rasulul-lah'm hayatında Ebu Bekir ve Ömer'in yerini sormuş,
o da şöyle demiştir:
"Rasulullah'in
hayatında onların yeri. vefatından sonra ikisinin yeri gibidir. Tam sevgi,
kaynaşma, dostluk, ilim ve dinde çokça birlikte olmak ve beraber bulunmak,
ikisinin başkalarından daha çok buna layık olmasını gerektirir. Onların
durumunu bilen herkes İçin bu apaçıktır."
Ebu Bekir'e (r.a,)
gelince; başkalarının aciz kaldığı ve kendisinin onlara açıkladığı birtakım
fıkhi ve ilmi meselelerin üstesinden gelmiş ve hassa aykırı bir görüşü tesbit
edilememiştir. Bu da ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Başkalarının ise nassa
aykırı birtakım görüşleri olmuştur... Çünkü o nasslar kendisine ulaşmamıştır.
Ömer'in (r.a.).
nasslara tevafuk ettiği yerler, Ali'nin (r.a.) tevafuk ettiklerinden fazladır.
İlim meselelerini ve alimlerin bu meseleler hakkındaki görüşlerini bilen kimseler
bunu bilirler. Mesela, kocası Ölen kadının nafakasında olduğu gibi. Bu konuda
başkasının değil. Ömer'in görüşü nassa uygun olmuştur. Haram mesele hakkında da
sadece onun görüşü nassa uygun olmuştur. Başkasının bu konudaki görüşü ise,
nasslara daha yakın olmuştur.
Buharı ve Müslim'de
Rasulullah'm (s.a.v.) şöyle dediği kaydedilmiştir:
"Sizden önceki
milletlerde muhaddesler vardı. Ümmetimden böyle biri varsa, Ömer olur.[23]
Yine şöyle buyurduğu
Buhari ve Müslim'de kaydedilmektedir:
"Rüyada gördüm ki
bana bir bardak süt veriliyor, ondan içiyorum ve tırnaklarıma kadar kanıyorum,
sonra artanı Ömer'e veriyorum."
Bunun sizde tevili
nedir, ey Allah'ın Rasulü? denilince,
"İlimdir. [24]
buyurdu.
Tirmizi ve
başkalarının rivayetinde:
"Ben size
peygamber gönderilmeseydim, Ömer gönderilirdi.[25]
buyurduğu geçmektedir.
Yine, Rasulullah
(s.a.v.), İslam'ın direği olan namazı kıldırmak için yerine Ebu Bekir'i (r.a.)
görevlendirmiştir, Sonra ibadet meseleleri içinde en girift olan hac menasikini
yerine getirmekle de görevlendirmiş ve Rasulullah haccetmeden Önce, bu
menasiki Ebu Bekir yerine getirmiştir. "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik
haccetmesin ve Kabe'yi kimse çıplak tavaf etmesin." diye ilan etmiştir.
Müşriklerle olan antlaşmaya son verildiğini bildi mı ek için arkasından
Rasulullah, Ali'yi göndermiştir. Ona yetiştiğinde Ebu Bekir:
"Amir misin,
memur musun?" demiş, o da "memur" cevabını yermişti. Böylece
Ebu Bekir, Ali'yi amir yapmıştır. Hac, yolculuk ahkamı ve başka şeylerde
Rasulullah Ali'ye, Ebu Bekir'e itaat etmesini emretmiştir. Bu da.
Rasulul-lah'ın Medine'de Ali'yi yerine bıraktığı Tebük gazvesinden sonra İdi.
Medine'de münafık, özürlü veya suçlu dışında, erkek olarak yalnızca Ali
kalmıştı. Ali, Rasulullah'a gelerek:
"Beni çoluk
çocukla beraber mi bırakıyorsun?" dedi. Rasulullah ona:
"Musa'nın yerine
Harun'un baktığı gibi benim yerime de sen bakmak istemiyor musun?" dedi. [26]
Şüphesiz Rasulullah'ın
Ali'yi savaşa götürmeyip Medine'de yerine (vekil) bırakması, derecesinin
düşmesini gerektirmez. Çünkü Musa da yerine Harun'u bırakmıştı. Rasulul-iah
her zaman yerine adamlar bırakırdı. Ama Medine'de başka adamlar olurdu. Tebük
gazvesinde ise Rasulullah bütün müslüman erkekleri yanında götürmüş ve savaştan
kimsenin geri kalmasına izin vermemişti. Çünkü yol uzun ve düşman büyüktü.
Allah (c.c.) Tevbe Suresini bu savaş münasebetiyle indirmiştir.
Ebu Bekir'in
.sadakalarla ilgili talimatı en veciz ve en kapsamlıdır. Onun için bütün
fakihler onunla amel etmiştir. Başkalarının bu konudaki talimatı ise, önce ve
İîıehsuhüır. Bu da Ebu Bekir'in nasih sünneti daha iyi bildiğini gösterir.
Buhari ve Müslim'de
Ebu Said'den şöyle rivayet edilmektedir:
"Ebu Bekir.
Rasulullah'ı hepimizden daha iyi biliyordu.[27]
Ebu Bekir'in hilafeti
zamanında da. ashab bir meselede anlaşmazlığa düştüğünde, onu Ebu Bekir çözüme
bağlar ve anlaşmazlık biterdi. Aralarında anlaşmazlığa düşüp de onun çözümüyle
anlaşmalımın ortadan kalkmadığı hiçbir mesele yoktur. Rasulullah'ın vefatı,
defnedilmesi, mirası. Üsame ordusunun gönderilmesi, zekat vermeyenlerle savaş
gibi büyük meseleler buna örnek olarak gösterilebilir. Ra-sululah'ın halifesi
ashabın arasında idi. onlara öğretiyor, doğruyu gösteriyor ve şüphelen
giderecek açıklama yapıyordu. Aralarında olduğu sürece ihtilaf etmiyorlardı.
Ondan sonra hiç kimse
onun ilim ve kemal derecesine erişememiştir. Birtakım meselelerde, mesela dede
ve kardeşlerin mirasında, haramda, üç talak meselesinde ve Ebu Bekir
zamanında ihtilaf etmedikleri bilinen meselelerde ihtilaf etmeleri gibi. Ashab
Ömer. Osman ve Ali'nin birçok görüşlerine muhalefet ettikleri halde Ebu
Bekir'in fetva veya hüküm verdiği şeylerde ona muhalefet etmemişlerdi.
Ebu Bekir.
Rasulullah'ın halifesi oldu ve İslam'ı egemen kıldı. İslam'ın hiçbir yönünü
aksatmadı. Mürtedlerden ve başkalarından muhaliflerin ve yan çizenlerin
çokluğuna rağmen, insanları çıktıkları kapıdan tekrar İslam'a sokmuştur.
Halkın ilmi ve dini onunla en mükemmel bir şekilde gerçekleşti ve din tümüyle,
önceden okluğu gibi egemen oklu. Ebu Bekir'i Rasulullah'm halifesi diye
anarlardı. Ondan sonra Ömer'i ve diğerlerini "Emini'I-Mü'minin" diye
anmış-lardır. Süheyli ve başka alimler şöyle demiştir:
"Üzülme, Allah
bizimle beraberdir." (Tevbe: 9/40) sözü. lafızda ve manada Ebu Bekir'de
zahir olmuştur. "Muhammed Allah'ın Rasulü. Ebu Bekir Allah'ın Rasulü'nün
halifesi" derlerdi. Ebu Bekir'in vefatından sonra bu lafzi bağlflik
kesildi ve ondan sonra kimseye ''Allah Rasulü'nün halifesi" denilmedi.
Sonra Ali (r.a.) bazı
sünnetleri Ebu Bekir'den (r.a.)'öğrenmiştir. Ebu Bekir ise böyle değildir.
Yani herhangi bir sünneti Ali'den öğrenmemiştir. Tevbe namazıyla ilgili olan ve
Sünen kitaplarında bulunan meşhur hadiste Ali (r.a.) şöyle demiştir:
"Rasulullah'tan
bir hadis işittiğimde, ondan Allah'ın dilediği kadar yararlanırdım. Başkası
bir hadis naklettiğinde ona yemin ettirirdim ve ancak yemin ederse onu tasdik
ederdim. Ebu Bekir bana Rasulullah'm şöyle dediğini nakletti- ki Ebu Bekir
doğru söyledi-;
"Bir günah işledikten
sonra güzelce abdest alıp iki rekat namaz kılan ve Allah'a istiğfar eden her
müslüma-m Allah bağışlar."
Bunu gösteren
şeylerden biri de, Ömer ve Ali ile beraber bulunmuş Alkame, el-Esved, Kadı
Şüreyh ve başka Küfe alimlerinin Ömer'in (r.a.) görüşünü Ali'nin (r.a.) görüşüne
tercih etmeleridir. Mekke. Medine ve Basra'da bulunan tabiinde ise bu daha açık
ve meşhurdur. Bilindiği gibi Ali (r.a.) halifeliği boyunca Kufe'de ikamet
ettiği için. orada onun ilmi ve fıkhı yaygınlaşmıştır. Onunla beraber bulunanlardan
hiçbirinin fıkıhta, ilimde ve başka şeylerde onu Ebu Bekir ve Ömer'den önde
tuttuğu bilinmemektedir. Aksine onun yanında düşmanlarıyla savaşanlar diğer
müslümanların yaptığı gibi Ebu Bekir ve Ömer'i ondan önde tutmuşlardır. Ancak
Ali'nin (r.a.) kınadığı ve karşı çıktığı kişiler bunun aksini yapmıştır ki,
bunlar Ali (r.a.) zamanında,çok az ve sönük kimselerdi. Bunlar üç gruptu;
Birincisi, Ali (r.a.)
hakkında aşırı gidenler. Onun ilah olduğunu iddia edenler gibi. Ali (r.a.)
bunları ateşte yakmıştır.
İkincisi, Ebu Bekir'e
(r.a.) kötülükle dil uzatanlardır. Bunların başında Abdullah İbn Sebe vardı. Bu
durumu Ali'ye (r.a.) ulaştığında onu öldürmek istemiş ama İbn Sebe kaçmıştır.
Üçüncüsü. Ali'yi
(r.a.) Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'den (r.a.) üstün tutanlardır. Bu konuda Ali
(r.a.) şöyle demiştir:
"Birinizin beni
Ebu Bekir ve Ömer'den üstün tuttuğunu duyarsam, onu müfteri cezası ile
cezalandırırım."
Kufe'de cami
minberinde şöyle dediği de seksenden fazla yolla rivayet edilmiştir:
"Peygamber'den
sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir ve Ömer'dir."
Buhari ve başka
kitaplarda, bilhassa Hemedan adamlarının rivayetiyle Ali'nin (r.a.) şöyle
dediği kaydedilmiştir:
"Cennetin
kapısında bir kapıcı olsaydım, Hemedan'a "selametle" gir,
derdim."
Süfyan es-Sevri"nin
Münzir es-Sevri'den -ikisi de Heme-dan"lıdır- rivayetiyle Buharı. Muhammed
İbn Kesir'den rivayet etmiştir. Bize Süfyan-ı Sevri, ona Cami İbn Seddad. ona
Ebu Ya'îa Münzir es-Sevri' Muhammed İbn el-Hanefiy-ye'den nakletmiş ve şöyle
demiştir:
"Babama, Rasulullah'tan
sonra insanların en hayırlısı kimdir?" dedim.
"Oğlum, bilmiyor
musun?" dedi.
"Hayır"
dedim.
"Ebu Bekir
(r.a.)". dedi.
"Sonra kim"
dedim,
"Ömer (r.a.)
dedi.[28]
Bunu çekinmediği
oğluna ve yakınlarına söylüyor ve kendisini onlardan üstün tutanları cezalandırıyor.
Alçak gönüllü bir kişinin, hakkı söyleyen herkesi cezalandırması yahut ona
müfteri demesi caiz değildir. Faziletlerin başında ilim gelir.
Peygamberlerden, ashaptan ve başkalarından daha üstün olanlar diğerlerinden
daha alimdirler. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hiç bilenlerle
bilmeyenler eşit olur mu?" (Zümer: 39/9)
Bunun delilleri ve
alimlerin bu konuda söyledikleri çoktur.
"Kadı olarak en
üstününüz Ali'dir." sözünü altı hadis kitabı sahiplerinden, meşhur müsned
sahiplerinden hiçbiri. ne Ahmed îbn Hanbel, ne başkası, sahih veya zayıf bir
se-nedle rivayet eden,olmamiştır. Sadece Ömer (r.a.) şöyle demiştir;
"En iyi
okuyanımız Übeyy. en iyi kadımız Ali'dir,"
Bunu da Ebu Bekir'in
vefatından sonra söylemiştir.
Tirmizi ve başkasında
RasuIuİlah'm şöyle buyurduğu kaydedilir:
"Ümmetimden
haramı ve helal) en iyi Muaz İbn Cebel, feraizi de en iyi Zeyd İbn Sabit
bilir. [29]
Hadiste Ali'nin adı
geçmemektedir. Ali (r.a.) adının geçtiği hadiste ise, zayıf olmakla birlikte
helal ve haramı en iyi Muaz İbn Cebel'in. ferazi de en iyi Zeyd İbn Sabit'in
bildiği kaydedilmektedir. Bu hadis sahih kabul edilse bile helali ve haramı
en iyi bilenin ilminin kaza (yargı) yi en iyi bilenden daha alim olduğunu
ifade etmektedir. Çünkü yargı, anlaşmızliklan dış görünüşleriyle çözümlemedir.
Halbuki meselelerin içyüzü zahirine aykırı olabilir. Nitekim Rasu-Iullah şöyle
buyurmuştur:
"Bana muhakeme
oluyorsunuz, olabilir ki biriniz delilini diğerinden daha iyi ortaya
koyabilir. Ben ancak duyduğuma göre hükmederim. Kimin lehine kardeşinin
hakkından bir şeye hükmedersem, onu almasinn. (Çijnkü bu durumda) ona ancak
ateşten bir parça vermiş oluyorum.[30]
Rasulullah. yargısının
haramı helal etmeyeceğini, müslümanın başkasının hakkından, lehine hükmedilen
bir şeyi almasının haram okluğunu belirtmiştir. Helal ve haramı bilmek zahiri
ve batını kapsar. Onun helal ve haramını bilen, dini en iyi bilen olur.
Kaza (yargı) iki
türlüdür:
Birincisi: Hasım olan
iki tarafın bir şeyi kabul etmemeleri durumunda hüküm vermektir. Bir taraf bir
şeyi iddida ederken diğer tarafın onu yalanlaması gibi. Bu durumda delil ve ona
benzer şeylere bakılarak hüküm verilir.
İkincisi: Arada inkar
edilen bir şey hakkında değil, tasdik edilen, ama her iki tarafa ne düşeceği
bilinmeyen bir şey hakkında hüküm vermektir. Bir miras taksiminde iki tarafın
ihtilaf etmesi, ya da eşlerden herbirinin diğeri üzerindeki hakkı veya iki
ortaktan herbirine düşecek miktar konusunda ihtilaf etmeleri gibi.
Bu kısım helal ve
haram konularındandır. İkisine de söylediği şeylere razı olacaklalan bir fetva
verirse, bu onlara yeterli olup ve aralarında hüküm verecek başkasına
ihtiyaçları kalmaz. Sadece karşıklı olarak bir şeyi kabul etmemeleri duYumunda
hüküm verecek birine muhtaç olurlar. Bu da genellikle haksızlık durumunda veya
unutma halinde olur. Helal ve haram bilgisine ise. salih ve facir herkes
muhtaçtır. Ama yargıya taalluk eden şeylere ancak salih kişilerden bir azınlık
muhtaç olur.
Bunun için Ebu Bekir
(r.a.). Ömer'e (r.a.) insanlar arasında hüküm germesini emredince. Ömer (r.a.)
bir yıl beklemiş, karşısına herhangi bir konuda muhakeme olacak iki kişi
çıkmamıştır. Rasulullah'ın verdiği bu türden hükümler sayılacak olursa, ancak
on kadar olduğu görülür. Bu nerede, helal ve haram hakkında buyurdukları
nerede?! Çünkü helal ve haram İslam dininin temel taşlarından biri olup avam ve
havas herkesin bilmeye muhtaç olduğu bir husustur.
"Hüküm vermeyi
(kaza) en iyi bileniniz Ali'dir." hadisi sahih kabul edilip delil
olacaksa:
"Helal ve haf amı
en iyi bileniniz Muaz'dır." hadisi, hadis alimlerinin ittifakıyla sahih
olmaya daha yakındır. Bunun senedi ondan daha sahih ve delaleti daha açık
olduğuna göre Ali'nin (r.a.) Muaz'dan daha alim olduğu konusunda bunu delil
kabul eden kimsenin cahil olduğu anlaşılır. Bu böyleyken, Muaz'dan daha üstün
olan Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'den daha alim olduğuna dair nasıl hüccet kabul
edilebilir?! Kaldı ki Muaz'ın ve Zeyd'in anıldığı hadisi bazıları "zayıf
sayarken, bazıları "hasen" kabul etmektedir. Ali'nin (r.a.) anıldığı
hadis İse "zayıftır."
"Ben ilim
şehriyim." hadisi ise daha zayıf ve dayanaksızdır. Tirmizi rivayet
etmişse bile, yalan ve uydurmadır. Onun için İbn el-Cevzi, bunu mevzu hadisler
arasında zikretmiş ve bütün yollarından mevzu olduğunu söylemiştir. Bunun
yalan olduğu bizzat metninden anlaşılır ve senedine bakmaya ihtiyaç bırakmaz.
Rasulullah ilim şehri ise, bu şehrin ancak bir tek kapısı olur ki.
RasululIalVtan tebliği sadece bir kişinin yapmış olmasını düşünmek caiz
değildir. Aksine hazır olmayanlar için kesin ilim ifade edecek tevatür derecesinde
kişilerin ondan tebliğ yapmış olması vaciptir. Bir kişinin rivayeti ancak başka
karinelerle beraber ilim ifade eder. Bu işaretler de ya mevcut değildir veya
insanla-" nn çoğuna gizlidir. Böylece Kur’an ve mütevatir sünnete dair
bilgileri meydana gelmemiş olur. Halbuki mütevatir nakil böyle olmayıp ilim,
avama da havassa da onunla hasıl olur.
Bu hadisi, övgü
yaptığını sanan cahil veya zındık biri uy-1 durmuştur. Ashaptan sadece bir
kişinin tebliğ ettiği söylenerek din ilmini iptal etmek için zındıkların
başvurduğu bir yoldur.
Sonra bu tevatürle
bilinenlere aykırıdır. Şüphesiz Rasu-lullah'tan, bütün m üs 1 uman şehirlere
Ali'den (r.a.) başka yollarla ilim ulaşmıştır. Mekke ve Medine halkı için bu
apaçıktır. Şam ve Basra halkı için de durum böyledir. Bunlar Ali'den (r.a.)
ancak çok az şey rivayet etmişlerdir. Ali'nin (r.a.) ilminin çoğu Küfe halkı
arasındaydı. Bununla beraber Kur'an'ı ve Sünnet'i, Ali'nin (r.a.) hilafet
zamanı bir yana, Osman'ın (r.a.) hilafetinden önce öğrenmişlerdi.
Medine ehlinin en
fakih ve en alimleri dini, Ömer'in (r.a.) hilafetinde öğrenmişlerdi. Yemen'de
bulunduğu süre içinde Muaz İbn Cebel'den öğrendikleri gibi, kendisinden
öğrenenler dışında Ali'den (r.a.) daha önce kimse bir şey öğrenmemiştir. Muaz
İbn Cebel'in Yemen halkı arasında ikameti ve onlara öğretmesi, Ali'nin (r.a.)
onlar arasında ikameti ve öğretmesinden daha çoktur. Onun için Yemen halkı
Ali ve Şurayh'tan rivayet ettiklerinden çok daha fazlasını Muaz'dan rivayet
etmişlerdir. Tabiinin büyüklerinden başkaları da fıkhı Muaz'dan öğrenmişlerdir.
Ali (r.a.) Kufe'ye
geldiğinde Şurayh daha önceden orada kadı idi. Ali'nin (r.a.) hilafetinde kadı
yine Şurayh ve Ubeyde es-Selmani olmuştur ki, ikisi de fıkhı Muaz'dan öğrenmişlerdir.
İslam ilmi Hicaz, Şam,
Yemen, Horasan, Mısır ve Mağ-rip gibi İslam şehirlerinde Ali (r.a.) Kufe'ye
gelmeden önce yayılmış ve Kufe'ye geldiğinde sahip olduğu bütün ilme başka
sahabiler de sahip olmuştur' Ali (r.a.) bir ilmi sadece kendisi tebliğ
etmişse, ondan başkaları bunun daha fazlasını tebliğ etmiştir.
Velayetle Ebu Bekir,
Ömer ve Osman için hasıl olan umumi tebliğ, Ali (r.a.) için hasıl olandan çok
daha fazladır. Hususi tebliğde ise, îbn Abbas'ın fetvaları, Ebu Hurey-re'nin de
rivayetleri onunkinden dahaçoktur. Halbuki Ali (r.a.) ikisinden de daha
alimdir. Nitekim Ebu Bekir, Ömer ve Osman da o ikisinden daha alimdir. Şüphe
yok ki Raşid halifeler, insanların daha çok muhtaç oldukları ilmin umumi
tebliğini, hususi ilmi tebliğ edenlerin tebliğinden daha çok
gerçekleştirmişlerdir.
Ali'nin (r.a.) ashabın
tümünden ayrı olarak özel bir ilme sahip olduğuna dair yalan ve cehalet ehlinin
rivayet ettiklerinin tümü batıldır. Sahih hadiste ona şöyle denildiği sabit
olmuştur:
"Sizde Rasulullah
tarafından verilen özel bir şey var mı? İnsanı yaratan ve daneyî yaran Allah'a
yemin ederim ki Allah'ın Kur'an hakkında kuluna verdiği anlayış ve şu sayfa
dışında bir şey yoktur, dedi. O sayfada da diyetleri gerektiren, yani diyeti
verilmesi gereken deve dişleri, esirin kurtarılması, bir kafire karşılık
müslümanin öldü itilmeme s i şeyleri vardı.[31]
"Rasulullalrm
halka vermeyip de sadece size verdiği bir şey var mıdır? Hayır, dedi. rivayeti
de vardır. Bunun dışında Rasulullah'm (s.a.v.) sadece kendisine bir ilmi verdiğini
iddia edenlerin kendisine iftira ettiklerini ifade eden ve ondan nakledilen
hadisler çoktur,
Bazı bilgisizlerin.
Ali'nin (r.a.) Ra.sulullalvin ha'sının yıkandığı sudan içtiği, bunun da
kentlisine evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini kazandırdığına ilişkin olarak
söyledikleri sözler ise, çok saçma bir yalandır. Zira ölünün yıkandığı suyu
içmek meşru değildir ve Ali de bunu içmemiştir. Böyle bir şey ilim
kazandırmaydı, orada bulunan herkes bu sudan içerdi. İlim ehlinden hiçbir kimse
bunu rivayet etmemiştir.
Ebu Bekir. Ömer ve
başkalarından ayrı olarak gizli (batın) bir ilme sahip olduğu iddiası da,
miilhid batmilerin ve onlardan daha kafir benzerlerinin İftirasıdır. Hatta
onlarda hristiyan ve yahudilerde bulunmayan küfür bulunmaktadır. Ali'nin
(r.a.) peygamberliğine ve ulubiyetine inananlar, Rasulullah'tan daha alim
olduğu ve batında Rasulullah'ın muallimi olduğuna ve ancak aşın küfür ve ilhad
ehlinin söyleyeceği benzeri iddialara inananlar gibi. Allahu a'lem. [32]
Sünnete bağlı olduğu
halde Rasulullah'ın (s.a.v.). Ali'ye (r.a.):
"Sen bendensin,
ben de sendenim.[33]
"Senin benim
yanımdaki yerin, Harun'un Musa'nın yanındaki yeri gibidir. [34]
"Bayrağı Allah ve
Rasulü'nü seven birine vereceğim..." [35]
"Ben kimin m
evlası isem Ali de onun mevlasıdir. Allah'ını, ona kim dost olursa onun dostu,
kim düşmanı olursa onun düşmani ol... [36]
"Ehl-i Beyt'im
konusunda size Allah'ı hatırlatırım.[37]
gibi sözleri ve Yüce
Allah'ın:
"Gelin,
çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve
kendinizi çağıralım; {hep birlikte) dua edelim ve Allah'ın lanetinin yalancılar
üzerine olmasını dileyelim. (AI-i İmran: 3/61)
"İnsan,
zikredilecek hiçbir şey değilken (ve henüz yok iken) üzerinden muhakkak bir
zaman gelip geçmiştir.". (İnsan:
76/1)
"İşte şu iki
hasım, Rableri hakkında çekişmeye girmişler. Küfredenler için ateşten bir
gömlek biçilmiştir. Başlarının üzerinden de kaynar su dökülür."(Hacc:
22/19) ayetleri karşısında üç Raşid halifenin Ali'ye (r.a.) üstünlükleri
konusunda şüpheye düşenin durumu Şeyhülislam'a soruldu. [38]
Her şeyden önce şu
husus bilinmeli ki: Üstün kabul edilen kişi. kendisinden üstün tutulduğu
kişide bulunmayan birtakım hasletlere sahip olmalı ki. üstünlük söz konusu
olsun. İki kişi eşit seviyede olur. fakat biri diğerinden farklı iyi birtakım
özelliklere sahip bulunursa, bu farklılıklardan dolayı ondan üstün olur. Ortak
meziyetler birinin diğerine üstünlüğünü gerektirmez.
Durum böyle olunca, Ebu
Bekir'in (r.a.) temayüz ettiği ve bu hususlarda kimsenin ona oıtak bulunmadığı
birtakım meziyetleri vardır. Ali'nin (r.a.) meziyetleri ise. ortak
meziyetlerdir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.):
"Şayet yeryüzü
halkından bir dost edinseydim EbU Bekir'i dost edinirdim. [39]
"Ebu Bekir'in
kapısı hariç mescide açılan her kapı kapatilsm.[40]
"Arkadaşlığı ve
malı hususunda bana en cömert davranan Ebu Bekir'dir. [41]
buyurmuştur.
Ebu Bekir'deki
(ı'.'a.) şu üç haslete başka hiç kimse sahip değildir.
a-
Arkadaşlığı ve malı hususunda hiç kimse Rasuluflah'a Ebu Bekir'den (r.a.)
mukaddem değildir.
b-"Ebu
Bekir'in (r.a.) kapısı hariç..." sözü, bu hususu sadece Ebu Bekir'e
(r.a;) tahsis etmektedir. Ba"zi yalancılar. Ali (r.a.) hakkında da bu
rivayete benzer bir rivayet uydurmak istemişlerdir. Ne var ki uydurma rivayet
sahih rivayete karşı koyamaz.
c-"Şayet
yeryüzünde bir dost edinseydim..." Şayet dostluğu mümkün olsaydı, beşerden
başka hiçbirinin bunu haketmeyeceğine dair bir hükümdür. Başkası Ebu Bekir'den
(r.a.) üstün olsaydı, bunu hak eden o olurdu.
Yine hastalığı
süresince mescitte imamlık yapmasını emretmesi, sünneti ikame edip cahiliyetin
izlerini yok etmesi için onu Medine'nin hacc emiri olarak tayin etmesi de.
onun özel meziyetlerindendir. Aynı şekilde (Aişe'ye (r.a.):
"Babanı ve
kardeşini çağır ki Ebu Bekir için bir vasiyet yazayım. [42]
şeklindeki sahih hadisle benzeri pek çok hadis sahabe arasında ona denk birinin
bulunmadığını beyan etmektedir.
Rasulullah (s.a.v.)'ın
Ali'ye (r.a.):
"Sen bendensin,
ben de sendenim." demesine gelince, bunu başkalarına, mesela Selman ve
Eş'arilere de söylemiştir. Aynca;Yüce Allah'ın:
"Onlar, sizden
olduklarına dair Allah'a yemin ediyorlar; oysa sizden değillerdir."
(Tevbe: 9/56)
Bu ayetle Rasulullah
(s.a.v.)'m
"Bizi aldatan
bizden değildir. Bize silah çeken bizden değildir.[43]
hadisi, bu büyük günahları işlemeyenlerin bizden olduğunu ifade etmektedir.
Kısacası her kamil mümin Peygamberdendir ve Peygamber de ondandır. Aynı şekilde
Rasulullalı'm (s.a.v.) Hamza'mn (r.a.) kızına:
"Sen bizdensin,
biz de sendeniz." demesi, Zeyd'e:
"Sen kardeşimiz
ve azadlımızsın. [44] demesi bunlara has şeyler
değildir. Aksine bütün azadlıları bu durumdadır.
"Bayrağı Allah ve
Rasulü'nü seven birine vereceğim..." hadisi de bu durumdur. Ali'nin
(r.a.) faziletiyle ilgili rivayetlerin en sahihi de budur. Ancak bazı
yalancılar bu rivayete:
"Ebu Bekir ve
Ömer bayrağı aldılar ama kaçtılar." sözlerini ilave etmişlerdir. Halbuki
Ömer (r.a.)'in:
"Ancak o gün
komutanlığı sevdim[45]
dediği sahih bir rivayetle sabittir. Aslında hadis. Ali (r.a.) hakkında ileri
giden Nasibe'ye reddiyedir ve bu. Ali'ye (r.a.) has bir durum değildir. Aksine
her kamil mümin, Allah ve Rasulü'nü sever ve onlar da onu severler. Yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"Allah, öyle bir
kavim getirir ki, kendisi onları sever onlar da Allah'ı severler." (
Maide: 5/54)
Bu ayette söz konusu
edilenler, mürtedlerle savaşanlardır ki, onların imamı Ebu Bekir'dir.
Sahih bir rivayette
sahabenin biri. Rasulullala:
"İnsanlar
arasında en çok sevdiğin kimdir?" sorusuna Rasulullah'ın:
'Aise'dir' cevabını
verdiği:
"Ya
erkeklerden'.'" sorusuna da: 'Onun babasıdır' elediği nakledilmektedir.[46] Bu
da Ebu Bekir'in (r.a.) üstünlük delillerinden biridir. "Yanımdaki yerinin,
Harun'un ve Musa'nın yanındaki yeri gibi olmasını istemez misin?" hadisine
gelince, Rasulullah Tebük gazvesine çıktığında Medine'de yerine Ali'yi (r.a.)
bırakınca bu sözü söylemiştir. Hatta kendisine buğzet-tiği için onu Medine'de
bıraktığı dedikodusu da olmuştur. Rasululfah (s.a.v.) savaşa çıktığında
müslümanlardan birini Medine'de yerine bırakırdı. Medine'de bu işi yürütecek
müminler mevcuttu. Ancak Tebük gazvesinde, özrü bulunanlar hariç hiç kimseye
Medine'de kalma izni vermedi. Sadece özrü bulunanlarla emre itaat etmeyenler
kaldı. İşte bu sebeple Tebük gazvesine çıktığında yerine bırakacağı kimsenin
görünürde durumu zayıftı. Yine bu sebepledir ki. münafıklar Ali (r.a.)
hakkında ileri-geri konuşmuşlardı. Rasulullah (s.a.v.) da. Ali'ye (r.a.),
kendisini Medine'de bırakıyorsa, yanındaki değerinin eksikliğinden kaynaklanmadığını,
nitekim risalette ortağı olduğu halde Musa'nın Harun'un yerine baksın diye
bıraktığını açıklamış ve "buna rızan yok mu?" demiştir. Bilindiği
gibi daha önce başkalarına da bu görevi vermiştir. Dolayısıyla onlar da aynı
durumdaydılar. Eğer Tebük gazvesindeki bu görevlendirme, diğerlerinden daha
önemli olsaydı, Ali'nin (r.a.) kendisi de elbette ki bunu anlardı ve
Rasuluilah'm (s.a.v.) peşinden ağlamazdı. Hicretin dokuzuncu yılında
Rasulullah'ıh (s.a.v.) Ebu Bekir'i (r.a.) Ali'ye (r.a.) de emir tayin etmesi
,'bu söylediklerimizi teyid etmektedir. Antlaşmaların son bulduğunu bildirmek
üzere Ali'yi (r.a.) göndermesi ona has durumlardan değildir. Çünkü adet gereği
anlaşmalara son vermek ve anlaşma akdetmek ancak Ehl-i Beyt'inden biri
tarafından gerçekleştirilecekti. Ehl-i Beyt'inden başka herhangi biri de bu
görevi yerine getirebilirdi. Ancak HaşimoğuElan'nın en faziletlisinin Ali
(r.a.) okluğunu burada belirtelim. Bu sebeple sair Haşimoğullan'na takdim
edilmesi, onun bir hakkıdır.
Sonuç olarak:
"...Buna razı değil misin?" hadisinden sonra Ebu Bekir'in (r.a.) emir
tayin edilmesi. Ali'nin (r.a) heryönden Harun (r.a.) menzilesinde olmadığına
delildir. Bu sebeple, her ne kadar Rasulullah. Medine'de onu yerine emir
bırakmasını Harun'a benzetmişse de bu, ona has bir durum değildir.
Kaldı ki Rasulııilah
(s.a.v.). esirlerle ilgili görüşlerini belirtirlerken Ebu Bekir'i. İbrahim
(a.s.) ve İsa'ya ve Ömer'i de Nuh (a.s.) ve Musa'ya benzetmiştir ve bu
benzetmeler. Ali'yi Harun'a benzetmekten çok daha önemlidir. Hiçbir zaman bu
Ebu Bekir ile Ömer'in o peygamberlerin menzilesinde olmalarını da gerektirmez.
Bir şey başka birine bazı yönlerden benzediğinde onu. o şeye benzetmek hem
Kur'an'da. hem sünnette, hem de Arap dilinde çok rastlanan bir durumdur.
"Ben kimin
mevlası isem, Ali de onun mevlası dır. Allah'ım! Ona dost olanın dostu
ol." hadisine gelince. Tirmizi dışında diğer temel hadis kitaplarında
böyle bir rivayet yoktur. Hem Tirmizi'de de hadisin sadede:
"Kimin mevlası
isem, Ali de onun mevlasıdır" kısmı mevcuttur. Buna ilave olan kısım,
hadisten değildir. Nitekim İmam Ahmed'e bu ilave sorulmuş:
"Kufelilerin
ilavesidir'1 karşılığını vermiştir; Bu ilavenin oydurma okluğu birkaç vecihle
sabittir:
a- Hak.
Peygamber hariç hiçbir zaman belli bir kimsenin yanında olmaz. Eğer böyle
olsaydı, her dediğine uymak vacip olurdu. Sahabenin ve etbaımn nassa
aykırılığına inandıklarından dolayı bazı meselelerde ona muhalefet ettikleri
bilinen bir gerçektir. Mesela hamile olduğu halde kocası öltn kadınla ilgili
görüsü bu hususlardandır.
"Allah'ım, ona
yardım edene yardım et..." sözü vakıaya aykırıdır. Sfffin vakasında ondan
yana savaşanlar galip gelmemişlerdir. Onun yanında savaşmayan bazı kimseler de
mağlubiyete uğramamışlardır. Mesela Irak'ı fetheden Sa'd. onunla birlikte
savaşmamıştır. Hatta kendisiyle savaşan Muaviye taraftarları ve Ümeyyeoğullan
bir çok küffar beldesini fethetmişler ve Allah onlara yardımda bulunmuştur.
"Allah'ım, ona
dost olana dost, düşmanlık edene de düşman ol." sözü de aynı şekildedir;
İslam'ın temeline aykırıdır. Çünkü Kur"an-ı Kerim, birbirleriyle
savaşsalar ve birbirlerine haksızlık etseler bile müminlerin kardeş okluklarını
söylemektedir. Aslında "Ben kimin mevtası isem, Ali de onun
mevlasıdır." hadisine ta'n eden hadis ehli vardır. Mesela Buhari ve
başkaları onu tenkit etmiştir. Bazı hadis ehli ise. onun hasen olduğunu
söylemişlerdir. Ama eğer Rasulullah böyle bir şey söylemişse bundan özel bir
dostluk anlaşılmaz, aksine müşterek bir dostluk anlaşılır. O da, müminler
arasındaki iman dostluğudur. Muvalat (dostluk), düşmanlığın zıttıdır. Şüphesiz
başkalarına karşı müminlere muvalat gereklidir. Böylece hadiste Nasibe'ye
reddiye vardır.
"Ali'nin (r.a.)
namaz kılarken yüzüğünü sadaka olarak verdiğini." ifade eden hadise
gelince, bu hadisin uydurma olduğu konusunda hadis ehli ittifak etmiştir.
Uydurma olduğu birkaç vecihten sabit olup bu vecihler başka yerlerde etraflıca
anlatılmışa".
Gadir-i Huni günü:
"Ehl-i Beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatırım." hadisine
gelince, bu tavsiye sadece Ali'ye (r.a.) has değildir. Ehl-i Beyt'in hepsi bu
konuda eşittir. Bu vasiyete en uzak olanlar ise, Rafızilerdir. Çünkü onlar
Abbas (r.a.) ve zürriyetiııe: hatta Ehl-i Beyt'in büyük çoğunluğuna düşmanlık
besler ve onlara karşı kafirlere yardım ederler.
"Mübahele[47]
ayetine gelince, yine Ali'.ye (r.a.) has bir şey değildir. Aksine Ali (r.a.).
Katıma ve iki çocuklarım (Hasan ve Hüseyin'i) çağırmıştır. Bunu yapması ise,
ümmetin en faziletlileri olmaları sebebiyle değil. Ehl-i Beyt'inin ha-vassı
olmaları sebebiyledir. Nitekim bu durum aba ile ilgili şu hadisten açıkça
anlaşılmaktadır:
"Allah'ım, bunlar
Ehl-i Beyt'imdir. Onlardan pisliği (ricsi) gider ve onları tertemiz kıl. [48]
Rasulullah (s.a.v.)
onlara dua etmiş ve duayı onlara tahsis etmiştir. el-Enfüsü" kelimesiyle
tek nev' kastedilir. Mesela:
"İnanan erkek ve
kadınlar, kendi nefisleri hakkında en güzel zanda bulundular. (Nur: 24/12 )
"Nefislerinizi
(yekdiğerinizi) öldürün."(Bakara: 2/54) ayetlerinde anlatılan budur.
"Sen bendensin,
ben de sendenim." hadisine gelince, bundan maksadın Ali"nin (r.a.)
Peygamberin zatından olduğunun kastedilmediği açıktır. Ama Ali'nin (r.a.) Ehl-i
Beyt içerisinde en üstünü olduğunda da şüphe yoktur. Onun öyle akrabalık ve
iman meziyeti var ki. diğer Ehl-i Beyt'te bu meziyet yoktur. Böylece Ali (r.a.)
Mübahele kapsamına girmiş oluyor. Ancak bu. Ehl-i Beyften olmayanlar arasında
ondan daha faziletli birinin, ondan daha faziletli olmasına engel değildir.
Çünkü Mübahele sadece akrabalar çerçevesinde vaki olmuştur.
"İşte şu iki hasım,
Rablari hakkında çekişmeye girmişler. Küfredenler için ateşten bir gömlek
biçilmiştir. Başlarının üzerinden de kaynar su dökülür." (Hac; 22/19) ayeti
de sadece (r.a.) hakkında değildir. Ali (r.a.). Hamza ve Ubeyde ve hatta Bedir
savaşına katılan bütün müslü-manlar bunda müşterektir.
"İnsanın
üzerinden henüz kendisinin anılan bir şey..." suresine gelince bu surenin,
Ali (r.a.). Batıma ve iki çocukları hakkında indiğini söylemek, tamamen
yalanpır. Çünkü bu süre Mekki'dir ve Hasan'la Hüseyin Medine'de doğmuşlardır.
Bu görüşün doğruluğunu kabul etsek bile, miskin, yetim ve esire yedirenin,
sahabenin en faziletlisi olduğuna ilişkin bir işaret yoktur. Aksine ayet, bu
işi yapan herkes hakkında ortaktır. Her kim bunu yaparsa sevap kazanır. Kaldı
ki, Allah'a İman, namazı vaktinde kılmak ve Allah yolunda cihad etmek bundan
çok daha faziletlidir. [49]
İbn Teymiye'ye:
"Başkasını Ali'ye üstün tutmam." diyen Ali'nin (r.a) ismi anıldığında
sadece ona salat ve selam getiren kimsenin durumu soruldu, sadece ona selam
getirmek caiz midir? [50]
RasululJah (s.a.v)
hariç kimseye ne Ebu Bekir'e, ne Ömer'e, ne Osman'a, ne Ali 'ye salat ve selamı
tahsis etmek doğru değildir. Bunu yapan bidat ihdas etmiş olur. Ya hepsine
salat ve selam getirecektir, ya da hiçbiri
Aksine meşru olanı:
"Allah'ım,
Muhammed'e ve Muhammed'ı lat et, İbrahim'e ve İbrahim'in aline salat et»
Muhammed'e ve Muhanime d'in aline mübare rahim'e ve İbrahim'in aline mübarek
kıldığın gişüp-he yok ki sen hamidsin (övgüler sanadır), mecidsin (azamet sana
mahsustur)." demektir.
"Başkasını Ali'ye
üstün tutmam." diyen ise, hatalıdır veşer'i delillere aykırı bir tavır
içerisindedir. Allahu a'lem. [51]
îbn Teymiye'ye
soruldu:
Ebu Muhammed Abdullah
b. Ebi Zeyd'in4'Akide"sinin sonunda, "Nesillerin en hayırlısı,
Rasulullah'ı (s.a.v) görüp ona inananlardır. Sonra onların ardından gelenler,
sonra da bunların ardından gelenlerdir. Sahabenin en faziletlileri ise,
Hulefa-i Raşidin. yani Ebu Bekir. Ömer, Osman ve Ali'dir" şeklindeki
görüşüne ne dersiniz? Ebu Bekir'in Ömer'den, Ömer'in Osman'dan ve Osman'ın
Ali'den üstün olduğuna delil nedir'.' Eğer bu durum delille ispatlanırsa, bunlardan
birini kendisinden daha faziletli olana üstün tutana bir ceza gerekir mi
gerekmezini? Bu somları ayrıntılı bir şekilde açıklayın, tnşaallah Allah
ecrinizi verir. [52]
Hamd, alemlerin Rabbi
Allah'a mahsustur. Fazilette önce Ebu Bekir'in, sonra Ömer'in, sonra Osman'ın,
sonra da Ali'nin geldiği görüşü sahabe, tabiin ve etbauttabiinden i-Hm ve dinle
şöhret bulmuş müslüman müçtehidler arasında ittifak edilen bir görüştür.
Malik'in ve Medine ehlinin, Leys b. Sa'd'in ve Mısır ehlinin, el-Evzai'nin ve
Şam ehlinin, Süfyan es-Sevri'nin. Ebu Hanife, Hammad b. Zeyd. Hammacl b. Seleme
ve benzeri Irak ehlinin görüşü budur. Şafii. Ah-med b. Hanbei. İshak. Ebu Ubeyd
ve benzeri ümmet içerisinde sıdk ehli olmakla bilinen imamiar da bu
görüştedir. Hatta İmanı Malik, Medine ehlinin bu konuda icma ettiklerini
naklederek, güvendiklerimden. Ebu Bekir'le Ömer'i diğerlerine takdim etme
hususunda şüphesi olan birine rastlamadım demektedir.
Hatta Emirü'l-Mü'minin
Ali b. Ebi Talib'in de bu görüşte olduğu "fiıüstefız" haberlerle
nakledilmektedir. Sahih-i Buhari de Muhammed İbnu'l-Hanefiyye'nin babası Ali b.
EbiTalib"e:
"Pabacığım,
Rasulullah'dan (s.a.vj sonra ümmetin en faziletlisi kimdir?" dediği,
babasının:
"Ey oğul. bunu
bilmiyor musun?" dediği.
"Bilmiyorum"
deyince de:
"Ebu
Bekir'dir", dediği,
"Sonra
kimdir?" sorusuna da:
"Ömer'dir,
karşılığını verdiği nakledilmektedir. Bu durum seksen veçhe yakın tarikle
rivayet edilmiştir. Hatta Ali'nin (r.a) Küfe mescidinin minberinden şöyle
dediği nakledilmiştir:
"Beni Ebu Bekir
ve Ömer'e üstün tutan biriyle karşılaşacak olsam, onu müfterinin cezası olan
seksen değnekle cezalandırırım."
O halde böyle bir
iddiada bulunan kişi Ali'nin (r.a) bu sözünün gereği olarak seksen değnekle
cezalandırılır.
Süfyan eg-Sevri:
"Ali'yi, Ebu Bekir'den üstün tutan. Muhacirlerin değerini düşürür. Bu
görüşte ısrar etmeye devam ettiği halde Allah'a bir amelinin yükseleceğini de
sanmıyorum" demektedir. Tirmizi ve başka hadis kitaplarında bu bütünlük
meselesi Rasulullah'dan (s.a.v) rivayet edilerek şöyle buyurduğu
belirtilmektedir:
"Ey Ali, bu ikisi
(Ebu Bekir ve Ömer), nebilerle rasul-ler hariç evvelkilerle sonrakiler dahil
Cennet ehlinin olgun yaştakilerinin efendileridir.[53]
Buharı, Müslim ve
başka hadis kitaplarında Ebu Said, İb-nu Abbas, Cündtib b. Abdillah, İbnıf
z-Zübeyr ve başkalarından yapılan ve birkaç vecihten rivayet edilen hadiste
RasulullarTm fs.a.v) şöyle dediği nakledilmetedir:
"Yeryüzündekilerden
bir dost edinseydim Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ne var ki arkadaşınız
-kendisini kastediyor- Allah'ın dostudur. [54]
Sahih rivayette
Rasulullah (s.a.v)'m minberden şöyle dediği nakledilmiştir:
"Arkadaşlığı ve
malı konusunda insanlardan bana en cömerdi Ebu Bekir'dir. Yeryüzündekilerden
dost edinseydim, Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ne var ki arkadaşınız kendisini
kastediyor- Allah'ı dost edindi. Bilesiniz, Ebu Bekir'in kapısı hariç mescide
açılan bütün kapılar kapatılsın. [55]
Bu hadis, şayet
dünyadaki yaratılmışlardan dost edinme mümkün olsaydı, bunu hakedenin Ebu Bekir
olduğuna açık bir delildir. Bu duruma göre Rasulullah'm (s.a.v) indinde
ümmetinin en faziletlisi en çok sevdiği Ebu Bekir'dir (r.a)". Yine sahih
bir rivayette Amrb. el-As'ınRasulullah'a (s.a.v):
"İnsanlardan en
sevdiğin kimdir?" sorusuna Rasulul-İah'in (s.a.v):
"Aişe'dir."
dediği,
"Erkeklerden
kimdir?" sorusuna da:
"Babasıdır."
karşılığını verdiği nakledilmektedir.
Yine sahih rivayette
Rasulullah'm (s.a.v) Aişe'ye (r.a):
"Bana babanı ve
kardeşini çağır ki Ebu Bekir için bir belge yazayım, benden sonra insanlar onun
hakkında ihtilafa düşmesinler.[56]
dediği, sonra da:
"Allah da,
müminler de Ebu Bekir'den başkasını kabul etmezler." buyurduğu
nakledilmektedir.
Yine sahih rivayette
bir kadının Rasulullah'a gelerek:
"Ya Rasulailah,
tekrar geldiğimde ya seni bulamazsam sanki ölmüş olabileceğini kastediyordu-
demiş, bunun üzerine Rasulullah (s.a.v):
"Ebu Bekir'e
gidersin" buyurmuştur.
Sünelilerde:
"Benden sonra Ebu
Bekir ve Ömer'e uyun. [57] buyurduğu
nakledilmektedir.
Yine sahih rivayette
yolculuk esnasında şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Eğer topluluk
Ebu Bekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğru yolu bulurlar. [58]
Yine Sünenler'de de
şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Sanki kendimi
bir kefeye, ümmeti de bir kefeye konmuş gibi gördüm; ben ağır bastım. Sonra
Ebu Bekir bir kefeye, ümmet bir kefeye kondu ve Ebu Bekir ağır bastı. Sonra da
Ömer bir kefeye, ümmet bir kefeye kondu ve Ömer ağır bastı. [59]
Sahih rivayette yine
şöyle nakledilmiştir: Ebu Bekir'le Ömer arasında bir şeyler geçmişti. Ebu
Bekir. Ömer'den kendisi için mağfiret dilemesini istemiş ancak Ömer buna icabet
etmemişti. Bunun üzerine Ebu Bekir, Rasulullah (ş.a.v)'a giderek bu durumu
haber verdi. Rasulullah (s.a.v):
"Otur ya Ebu Bekir, Allah seni bağışlayacaktır. buyurdu.
Bu arada Ömer yaptığına pişman olmuş, Ebu Bekir'in evine gitmiş, bulamayınca
da Rasulullah'a (s.a.v) gitmiştir. Rasulullah (s.a.v) gayet kızmış ve şöyle
buyurmuştur:
''Ey insanlar, size
geldim ve: Ben Allah'ın eliçisiyim dedim. Siz; "Yalan söylüyorsun"
dediniz, ama Ebu Bekir: "Doğru söylüyorsun" dedi. Hala arkadaşımı
rahat bırakmayacak mısınız? Hala arkadaşımı rahat bırakmayacak mısınız?"
Bu olaydan sonra Ebu
Bekir rahatsız edilmedi.
Yine Sahih ve Sünen
kitaplarında rivayet edilir ki: Peygamber (s.a.v.) hastalığında:
"Ebu Bekir'e söyleyin,
cemaata namaz kıldırsın.[60]
demiş ve bunu iki veya üç defa tekrar etmiştir. Hatta:
"Sizler Yusuf'un
etrafındaki kadınlar gibisiniz, söyleyin Ebu Bekir'e, cemaate namaz
kıldırsın" demiştir.
Ömer. Osman, Ali ve
başkaları mevcut oldukları halde imamlık konusunda Ebu Bekir için Rasulullah'ın
(s.a.v.) bu tahsis, tekrar ve te'kidi, kendi yanında Ebu Bekir'in, ümmetin
diğer fertlerinden mukaddem olduğunu açıkça beyan etmektedir. Yine sahih
rivayette, Ömer'in cenazesi üzerinde namaz kılınmak üzere cemaatin önüne
bırakılınca Ali b. EbiTalib'in safları yararak öne geçtiği ve şöyle dediği nakledilmiştir:
"Allah'ın seni
önceki iki arkadaşınla beraber kılmasını dilerim. Çünkü Peygamberdin (s.a.v.):
"Ben, Ebu Bekir
ve Ömer (falan yerden) çıktık... Ben, Ebu Bekir ve Ömer (falan yere) girdik...
Ben, Ebu Bekir ve Ömer (şu yere) gittik" dediğini pek çok kere
duydum."
Bu Rasulullah'ın
(s.a.v.) bir yere giderken, bir yerden ayrılırken ve yolculuğunda
beraberliklerim" ifade etmektedir.
Bu nedenledir ki Harun
Reşid, İmam Malike:
"Ey Abdullah'ın
babası. Ebu Bekir'le Ömer'in Peygamberdin yanındaki mertebeleri nedir?''
dediğinde, İmanı Malik:
"'Ey müminlerin
emiri. vefatından sonra mertebeleri ne idiyse hayatında da oydu,"
karşılığını vermiştir. O zaman da Harun Reşid:
''Yeterli cevabı aldım
ya Malik" demiştir. Bu haberler, Ra-sulullah'in (s.a.v.) yanında onların
mevkiini, işlerinde onunla beraberliklerini ve onlarla içli-dışlı oluşlarını
gösterir. Rasulul-lah'm (s.a.v.) hayatını, söz ve fiilleriyle ashabına karşı
tavırlarını bilen herkes bu hususları da zorunlu olarak bilir.
Bu nedenle.
Rasulullah'ın siretinden. sünnet ve ahlakından haberdar olan hiç kimse buna
karşı çıkmaz. Karşı çıkan, ya da tereddüt eden, bazı konularda bilgi sahibi
olsa da Rasulııl-lah (s.a.v.) hakkında yeterli bir bilgiye sahip değildir. En
azından birçok yalan rivayete muhatap olmuştur ve bunların hakikatini
bilmemektedir. Ancak bu gibi sebeplerden tereddüte düşmüş veya Ebu Bekir'den
başkasını ona tercih etmiştir. Oysa havastan ilim ehli bu rivayetlerin uydurma
olduğunu bilmektedir.
Bu husus, başkaları
şüphelense ya da reddetse bile Rasulul-lah'ın (s.a.v) sünnetini bilenlerce
zorunlu olarak bilinen diğer durumlar gibidir. Nitekim buna benzer bir çok
husus vardır. Mesela Rasulullah'ın (s.a.v) şefaati, havuzu ile büyük günah işleyenlerin
cezalarını çektikten sonra Cehenııem'den çıkacakları. Allah'ın sıfatları,
kader, uluvv. rü"yet ve muhaddislerce ittifak edilen ıliğer itikadi
konulara dair hadisler, hadis bilginlerince mütevatir oldukları halde
başkalarınca bilinmemektedir. Yine Şuf'a. davalının yemin ettirilmesi, evli
zaninin rec-medilmesi, hırsızlıkta nisaba itibar edilmesi ve benzeri bazı bidat
ehlince karşı çıkılan bir çok hükme dair hadisler mütehas-sıslannca mütevatir
kabul edildikleri hakle başkalan bunlar karşısında tereddüde düşmekte ya da
onları reddetmektedirler.
Bu nedenle İslara
müçtehidleri. bir şahit! ve yemine dayanarak hüküm verilip verilmeyeceği,
kasam e. kur'a ve benzen tevatür derecesine ulaşmayan haberlerle-haklarında
hüküm verilen içtihadı meselelerde muhalefet edeni bidat-çi nitelemedikleri
halde yukarıda saydığımız temel meselelerde muhalefet edeni bidatçi diye
nitelemede ittifak etmişlerdir. [61]
Osman'ın (r.a) rai.
yoksa Ali'nin (r.a) mi daha üstün olduğu meselesi. Ebu Bekir'le (r.a) Ömer'in
(r.a) üstünlüğünün altında bir meseledir. Çünkü bu mesele de ihtilaf hasıl
olmuştur. Mesela Süfyan es-Sevri ve Küfe alimlerinden bir topluluk Ali'yi
Osman'a tercfh etmişlerdir. Ancak sonradan Süfyan ve başkaları bu görüşlerinden
dönmüşlerdir. Medine alimlerinden bazısı da Osman ve Ali konusunda tevakkuf
etmişlerdir. İmam Malik'ten gelen iki rivayeten biri şu şekildedir. Diğer
rivayette ise, Osman. Ali'den üstün tutulmuştur. Nitekim Şafii. Ebu Hanife ve
talebeleri. Ahmed b. Hanbel ve talebeleri ile sair müçtehidler bu görüştedir.
Hatta bunlar. Ali'yi
(r.a) Osman'a (r.a) takdim edenlerin bidat ehlinden olup olmayacağı konusunda
ihtilafa düşmüş ve iki ayrı görüşe kail olmuşlardır. Bu konuda Ahmed b. Hanbel
Men iki rivayet nakledilmiştir. Eyyub es-Sahtiyani, Ahmed b. Hanbel ve
Darekutni. Ali'yi Osman'a takdim edenler Muhacirlerle Ensar'ın değerini
düşürmüş olurlar demişlerdir. Eyyub es-Sahtiyani, şu Ehl-i Sünnet'in ve Basra
halkının imamı olan zattır. Malik, "Muvatta" ında ondan rivayette
bulunmuştur. Halbuki Irak ehlinin hiçbirinden hadis rivayet etmiş değildir.
Hatta kendisinden Eyyub'tan rivayet hususunun sorulduğu ve:
"Size kimden
rivayet nakletmişsem Eyyub ondan daha üstündür" dediği rivayet
edilmektedir. Ebu Hanife de onu anarak şöyle demiştir:
"Onu Rasulullah'm
(s.a.v) mescidinde otururken gördüm. Öyle bir oturuşu vardı ki bunu
hatırladığımda (heybetinden) tüylerim diken diken olur."
Bunun başka bir delili
Buhari ve Müslim ile başkaları fbn Ömer'den naklettikleri şu rivayettir: îbn
Ömer diyor ki:
"Rasulullah
(s.a.v) zamanında kimin daha üstün olduğunu aramızda konuşurduk. Önce Ebu
Bekir, sonra Ömer, sonra da Osman derdik." Rivayetlerin birinde de şöyle
denilmektedir:
"Bu durum
Rasulullah'ın (s.a.v) kulağına giderdi ve bunu yadırgamazdı.[62]
Yine Sahih-i Buhari ve
başkalarının naklettikleri sahih bir rivayette Emirü'l-Mü'min'in Ömerb.
el-Hattab'ın hilafeti altı kişi arasında meşveretle tayin edilmesini
istediğinde Osman, AH, Talha. Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf ı seçtiği
-Aşere-i Mübeşşere'den ve kendi kabilesinden olan Said b. Zeyd'i bu altı kişiye
katmadığı ve oğlu Abdullah'ın halife seçilmemesi kaydıyla şura ehlinden
sayılması. ölümünden sonra bu altı kişi, biri üzerinde ittifak edinceye kadar
namazı Suhayb'ın kıldırmasını vasiyet ettiği sabittir.
Ömer(r.a.) vefat
ettiğinde bu altı kişi minberin yanında toplandılar. Talha:
"Ben hakkımı
Osman'a devrediyorum" dedi. Zübeyr:
"Ben de hakkımı
Ali'ye devrediyorum" dedi. Sa'd:
"Ben de hakkımı
Abdurrahman b. Avf'a devrediyorum" dedi. Böylece üç kişi çekilmiş ve üçü
de kalmış oldu. Bu üç kişi toplandı. Abdurrahman b. Avf:
"Bizden birimiz
çekilsin ve o çekilen, birini tayin etsin" dedi. Hem Osman, hem de Ali
sustular. O zaman Abdurrah-man:
"Ben
çekiliyorum" dedi. Ayrıca:
"İkisinden
faziletlisini tayin edeceğime dair Allah'ın ahd ve imsakinin kendi üzerinde
olduğunu" söylediği rivayet edilmektedir. Sonra Abdurrahman b. Avf bu
yoğun temaslarını ifade babında:
"Üç gün boyunca
gözlerim uyku yüzü görmedi" demiştir. Üçüncü gün olunca da Osman'a:
"Seni tayin
ettiğim takdirde adil davranacağına, Ali'yi tayin edecek olursam dinleyip
itaat edeceğine dair Allah'ın ahd ve misakına söz verir misin?" demiş,
Osman:
"Evet"
demiştir. Sonra Ali'ye:
"Seni tayin
ettiğim takdirde adil davranacağına. Osman'ı tayin edecek olursam dinleyip itaat
edeceğine dair Allah'ın ahd ve misakma söz verir misin?"' demiş ve Ali
de:
"Evef demiştir.
Bunun üzerine Abdurrahmah b. Avf:
"Gördüm ki kimse
Osman'dan şaşmıyor" demiştir. O zaman Ali. Abdurrahman ve sair
müslümanlar, hiçbir ba's-ki ya da çıkar gözetmeksizin gönül rızasıyla Osman'a
biat ettiler.
Bu, Osman'ın Ali'ye
takdim edilmesine dair onların bir icmaldir. Bu nedenledir ki Eyyub. Ahmed b.
Hanbel ve Darekutni:
"Ali'yi Osman'a
takdim eden Muhacir ve Ensar'm değerini düşürmüş olur" demişlerdir. Bu
duruma göre Osman takdim edilmeye daha layık olmadığı halde onu takdim ederlerken
ya fazileti konusunda cahil oldukları, ya da dini bir tercih etmekle
zulmettikleri söylenecektir. Onlara cehalet ve zulmü isııad eden ise, onların
değerini küçültmüş olur.
Onlardan bazılarının
Ali'ye (r.a.) kin beslediği, kin besleyenlerin güçlü oldukları vs. gibi
nevasından konuşanların ileri sürdüklerini ileri süren, ashabı hakkı söyleme
hususunda aciz olmakla itham etmiş ve o dönemde batıl ehlinin hak ehline
galebe çaldığını söylemiş olur ki bu, ashabın en uzak oldukları ve en güçlü
bulundukları bir hususta bir vehimden ibarettir. Çünkü Ömer (r.a.) vefat
ettiğinde müslümanlar Öyle bir kuvvet, izzet ve üstünlüğe, birlik ve beraberliğe
sahip idiler ki, hiçbir zaman bu hususlarda bu duruma ulaşmamışlardır, İman
ehlinin en üstün ve küfürle nifak ehlinin en zelil oldukları dönem o dönemdir.
Bu konularda en basit bir bilgiye sahip olan bile bunu rahatlıkla bilir.
Böyle bir durumda o
dönem müslümanlannı cahil, zalim veya hakkı ayakta tutmaktan aciz olmakla itham
eden, onların değerini küçültmüş ve Allah'ın:
"İnsanlar için
çıkarılmış en hayırlı ümmet." şeklindeki şehadetine ters bir tavır içine
düşmüş olur.
Rafizilerin
görüşlerinin temeli budur. Rafıziliği ortaya atan da yahudi olup İslam kılıfına
girmiş bir münafıktır. İmanın temeline saldıran desiselerle cahilleri
kandırmıştır. Rafıziliğin, nifak ve zındıklığa açılan kapıların en büyüğü
ol-masınm sebebi de budur. Kişi başlangıçta nötr iken sonra Ali'yi (r.a.) üstün
kılan, sonra diğerlerine söven, sonra aşırı giden ve en sonunda da muattileden
bir mülhid olur. İşte bu sebepledir ki, İsmaili ve Nusayrilerle benzeri
Karamita, Batıniyye ve Dürziyye ile çeşitli zındık ve münafıkların ileri
gelenleri Rafıziliğe iltihak etmişlerdir.
Rasulullah'ın (s.a.v.)
sohbetinde bulunan nesillerin en hayırlısına saldıran, haddizatında
Rasulullah'ın kendisine de saldırmış olur. Nitekim İmam Malik ve başka alimler
bunu şöyle ifade etmişlerdir:
"Rasulullah'ın
(s.a.v.) ashabına saldırıp onları küçültenler, bunu yaparken muhataba şunu
telkin etmek istiyorlar: Kötü kişinin kötü arkadaşları olur; eğer iyi olsaydı,
arkadaşları da İyi olurdu.
Yine Kur'an'ı, İslam'ı
ve Rasululîah'in (s.a.v) sünnetini bize aktaranlar, Ali (r.a.) ile
başkalarının faziletlerini de nakledenler onlardır. Onları gözden düşürmek din
konusunda da naklettiklerine güvenmeme sonucunu doğurur. O zaman ne Ali'nin
(r.a.), ne bir başkasının fazileti kalır. Aslında Rafıziler, cahil
kimselerdir, ne akıllan, ne nakilleri, ne dinleri, ne de mamur dünyaları
vardır. Eğer Ali'ye buğzeden Nasibe'den, ya da fışkına ve küfrüne kail olan
Haricilerle benzerlerinden biri onlardan Hz. Ali'nin iman ve üstünlüğünü isbat
edecek bir delil getirmelerini isteyecek olursa susar kalırlar. Harici
tartışmada onlara galip getir. Çünkü Hz. Ali'nin (r.a) faziletlerini
nakledenler, Rafızile-rin sövüp saydıkları sahabedir. Onların metodlarından
gidilecek olursa, Ali'nin (r.a.) belli hiçbir fazileti ispatlanamaz.
Halifelerden kimine, riyaset peşindeydiler ve bunun için savaştılar şeklinde
iftirada bulunup onları küçültmek istiyorlarsa. Haricilerin. Ali (r.a.)
hakkında, "savaşmadan itaat eden" şeklindeki benzeri iddiaları,
tutarlı olmaya daha yakın olurdu. Ne var ki Rafıziler cahil kimselerdir ve zındıkların
peşine takılmış gidiyorlar.
Kur'an-ı Kerim bir çok
yerde ashabı övmektedir. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Muhacirlerden ve
Ensar'dan (İslam'a girmekte) ilk öne geçenler ile bunlara güzelce tabi
olanlar.. Allah on-laradan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır.
(Tevbe: 9/100)
"Elbette
içinizden (Mekke'nin) feth (in) den önce (Hak yolunda) harcayan ve savaşan
(lar, ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve
savaşanlardan daha büyüktür. Allah hepsine de en güzel sonucu vaadetmiştir."
(Hadid: 57/10)
"Muhammed
Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kafirlere karşı şiddetli, kendi
aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah'ın lütuf ve
rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nisanları vardır.
Onların Tevrat'taki vasıflan ve İncil'deki vasıfları da şudur: Bir ekin
gibidirler ki, filizini çıkardı, onu güçlendirdi, kalınlaştı, derken gövdesinin
üstüne dikildi, ekincilerin hoşuna gider, onlara karşı kafirleri de
öfkelendirir (bir duruma geldi)." (Fetih: 48/29)
"Allah şu
müminlerden razı olmuştur ki onlar, ağa-cın altında sana biat ediyorlardı.
Allah onların gönülle-rindeki (doğruluk ve vefa)yı bildiği için onların üzerine
huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi."
(Fetih: 48/18)
Sahih-i Müslim'de
Rasulullah'in (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Ağacın altında
biat edenlerin hiçbiri Cehennem'e girmeyecektir.[63]
Buharı ve Müslim'de
Ebu Said'den şöyle buyurduğu nakJ edilmektedir:
"Ashabıma
sövmeyin. Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki sizden biriniz, Uhud dağı kadar
altın infak etse, onlardan birinin ne bir müd'düne[64] ne
yarısına ulaşabilir. [65]
Yine birkaç tarikten
rivayet edilen sahih bir rivayette şöyle dediği nakledilmiştir:
"Nesillerin en
hayırlısı, aralarında gönderildiğim nesildir. Sonra onları takip edenler,
sonra da bunları takip edenler gelir. [66]
Sahabenin faziletleri
onları övme ve nesillerin diğer nesillerden üstünlüğüyle ilgili bu hadisler
müstefiz, hatta mütevatir derecesine ulaşmıştır. Bu sebeple onlara saldırmak.
Kur'atı ve Sünnet'e saldırmaktır. Bu nedenledir ki alimler Rafizileri tekfir
etmişlerdir. Bu konuyu başka yerde etraflıca anlattık. Allah'u a'leni[67]
Şeyhülislam İbn
Teymiye'ye, Ali. Muaviye, Talha, Ai-şe gibi sahabe arasında çıkan
anlaşmazlıklar soruldu: Bundan hesaba çekilecekler mi? [68]
Osman (r.a.). Ali.
Talha. Ziibeyr ve Aişe'nin Cennet ehlinden oldukları sahih nasslarla sabittir.
Hatta sahih rivayette "Ağacın altında biat edenlerden kimsenin Cehennem'e
girmeyeceği" belirtilmektedir.
Ebu Musa el-Eş'ari,
Amr b. el-As ve Muaviye b. Siifyan sahabeden olup birtakım fazilet ve güzel
davranışları vardır.
Kendileri hakkında
söylenenlerin çoğu yalandır. Doğrularına gelince, eğer bunlar da müctehkl
idilerse, müctehid isabet ederse iki ecri, hata ederse bir ecri vardır ve
hataları affvedilir.
Ama diyelim ki.
birtakım günahları vardır. Günahlar, mutlak olarak Cehennemce girmeyi
gerektirmez. Ancak Cehennem'e girmeye engel olan şu on durumdan birisi mevcut
değilse, o zaman Cehennem'e girme söz konusu olur:
Tevbe, istğfar,
günahları silen iyilikler, günahları bağışlatan musibetler, Rasulullah'm
(s.a.v.) şefaati, başkalarının şefaati, müminin duası, ölüye bağışlanan sevap,
sadaka ve köle azad etme, kabir fitnesi ve kıyametin korkunç halleri
bunlardandır.
Rasulullah'ın (s.a.v):
"Nesillerin en
hayırlısı, aralarında gönderildiğim nesildir. Sonra, onların ardından gelenler,
sonra bunların ardından gelenlerdir." buyurduğu Buharı ve Müslim'de
sabittir.
Bu duruma göre
sahabeden herhangi biri için Cehennem'e kesin olarak götürülecek bir günahının
bulunduğunu kesin bir dille söyleyen, yalancıdır. Biri. hakkında bilgisi bulunmadığı
bir konuda bir şey söyleyecek olursa sözü reddedildiğine göre, ya bir çok
delilin isbat ettiğinin tersini söylüyorsa artık ona ne demeli? O halde sahabe
arasında çıkan anlaşmazlıkları gündeme getirip onları kınayan ya da batıl bir
yolla bir kısmı hakkında taassuba saplanan -ki Allah bizi bundan nehyetmiştir-
zalimdir ve haddini aşmaktadır.
Sahih rivayette
Rasulullah'ın (s.a.v) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Müslümanlar
tefrikaya düşünce bir fırka dinin dışına çıkacak ve iki taifeden hakka daha
yakın olanı dinin dışına çıkan bu fırkayı öldürecek.[69]
Yine sahih bir
rivayette Hasan (r.a.) hakkında şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Bu torunum
efendi -seyyid- dir, Allah onunla müslü-manlardan iki büyük grubun arasını
ıslah edecektir. [70]
Buharı ve Müslim'de
Ammar'dan:
"Baği olan fırka
onu öldürecektir" buyurduğu nakledilmektedir. Ayrıca Yüce Allah Kur'an'da
şöyle buyurmaktadır:
"Eğer
inananlardan iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine
saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun.
(Allah'ın buyruğuna) dönerse artık onların arasını düzeltin ve adil. Allah,
adalet (le hareket) edenleri sever. (Hucurat: 49/9)
Böylece Kur'an, Sünnet
ve selefin icmaı ile onların müslüman ve mümin oldukları ve Ali (r.a.) ile
onunla birlikte olanların, karşılarında onlarla savaşanlardan hakka daha yakın
oldukları sabittir. Allah'u a'lem.
Şeyhülislam îbn
Teyıniyye şöyle demiştir:
Ayrıca şu husus
bilinmeli ki: Sahabe arasında çıkan anlaşmazlıklara dalmamak, her iki tarafa
da mağfiret dilemek ve onlara dostluk duygulan beslemek tercih edilmesi
gereken bir tavır olmakla birlikte taraflardan herbirinin. alimler için söz
konusu olan içtihat ve tevilin onlar için de söz konusu olduğuna mutlaka
inanmak da gerekli değildir. Bilakis onlar arasında da günahkar ve kötülük işleyen,
içtihadına bir nevi heva karıştırarak kusur işleyen vardır. Ancak, kötülük,
bir çok iyilikle birlikte olunca ikinci plana düşmüş olur ve affedilir.
Ehl-i Sünnet, hepsi
hakkında iyi düşünür, onlara rahmet okur ve bağışlanmalarını diler. Ancak
hiçbir zaman masum olup günah işlemediklerini ve içtihadlannda hata etmediklerini
söylemez. Masumiyet sadece Rasulullah (s.a.v.) için söz konusudur. Gerisinin
günah işlediğini ve hata ettiğini söylemek caizdir. Fakat sahabe, Yüce
Allah'ın şu ayette belirttiği gibidirler:
"Onlar öyle
kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların
kötülüklerinden geçeriz, Cennet halkı arasındadırlar. Bu (dünyada) kendilerine
vaadedilen doğru vaad (in gerçekleşmesi) dir." (Ahkaf: 46/16)
Amellerin faziletleri,
netice ve sonuçlan itibariyledir, şekilleri itibariyle değil. [71]
Dört Raşid halife,
kıble ehlinden İslam'a mensup bazı kimselerin düşmanlık, lanet, kin ve
tekfirlerine maruz kalmışlardır. Diğer gruplar hariç Rafıziler. Ebu Bekir ve
Ömer'e kin beslemekte, onlara lanet okumakta I ar. Bu nedenledir ki İmam
Ahmed'e Rafızilerin kimler olduğu sorulduğunda: "Ebu Bekir ve Ömer'e
şovenlerdir."' karşılığını vermiştir. Rafızilik ismi buradan gelir. Zeyd
b. Ali. Ebu Bekir ve Ömer'i reddettiklerinden dolayı Rafıziler ismini aldıkları
da söylenmektedir,
Rafıziliğin temeli,
münafıklarla zındıklardır. Rafıziliği ilk ortaya koyan, zındık îbn Sebe'dir.
İmamet ve hakkında nass bulunduğu iddiasıyla Ali (r.a.) konusunda aşırılığa sapmış
masum olduğunu ileri sürmüştür. Temeli nifaka dayandığı içindir ki seleften
bazısı: "Ebu Bekir ve Ömer'i sevmek iman. onlara buğz beslemek nifaktır.
Haşimoğulla-rını sevmek iman, onlara buğz beslemek nifaktır." demiştir.
Abdullah b. Mes'ud
şöyle demiştir:
"Ebu Bekir ve
Ömer'i sevmek , onların üstünlüğünü tanımak sünnettendir." Yani
Rasulullah'm (s.a.v.) emrettiği şeriatındandir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.):
"Benden sonra şu
iki kişiye: "Ebu Bekir ye Ömer'e uyun," buyurmuştur.[72]
Bu sebeple, onların,
sonrakilere üstünlüklerini tanımak. tereddüt gösterilmesi caiz olmayan bir
vaciptir. Oysa Osman ile Ali'nin durumu böyle değildir. Hangisinin daha üstün
olduğunda tevakkuf etmenin caiz olup-olmadığı konusunda iki görüş vardır.
Aynı şekilde Ali'nin
Osman'dan üstün olduğu görüşüne varmanın caiz olup olmadığı konusunda da iki
rivayet vardır.
Birine göre caiz
değildir. Kim Ali'yi Osman'dan üstün tutarsa Sünnet'ten çıkıp bidate girmiş
olur. Çünkü bu hareketiyle sahabenin icmama ters düşmüştür. Bu nedenledir ki:
"Ali'yi Osman'a
takdim eden Muhacir ve Ensar'in değerini küçültmüş olur" denilmiştir. Bu
görüş birçok kişiden rivayet edilmiştir, Eyubes-Sahtiyani, Ahmed b. Hanbel ve
Da-rekutni bunlardandır.
İkinci görüşe göre
ise. Osman ile Ali'nin durumlarının birbirine yakın olmaları sebebiyle Ali'yi
takdim edene bidat eh-Iindendir denmez. Çünkü sünnet, şeriattır. Şeriat da
Allah ve Rasulu'nün din olarak ortaya koyduklarıdır. O da vacip veya niüstahab
olarak emrettikleridir. Bunun aksini düşünmek caiz değildir. Ancak müstahabhğını
inkar etmemek kaydıyla müstahabı terketmek caizdir. Müstehablığmı bilmek ise.
farz-ı kifayedir. Böylece dinden hiçbir şeyin kaybolmaması sağlanmış
olmaktadır. Ebu Bekir ve Ömer'e tabi olmanın ve onları diğer sahabeden üstün
tutmanın vücubiyetine dair şer'İ deliller mevcut olduğuna göre bunu terketmek
caiz değildir.
Osman'a fr.a.)
gelince. Rafızilerin yanında Zeydi Şiiler-le Haricilerden bir grup da ona kin
beslemiş, oha sövmüş ya da onu tekfir etmiştir.
Ali'ye (r.a.) gelince.
Haricilerle Ümeyyeoğullan'ndanpek çoğu ve ona karşı savaşanlardan
Ümeyyeoğulian'nm taraftarları ona kin beslemiş, ona sövmüş veya onu tekfir
etmişlerdir. Hariciler Osman (r.a.) ve Ali'yi tekfir etmekle de kaîmaz saif
Cemaat Ehlini de tekfir ederler.
Hakem olayından sonraki
Ali (r.a,) taraftarlarıyla Muavi-ye (r.a.) taraftarlarına gelince, onların
birbirlerine karşı tavırları karşılıklıydı. Karşılıklı olarak birbirlerine
lanet okuyor ya da birbirlerini tekfir ediyorlardı. Ancak Ali'nin fr.a.)
taraftarları ne Ebu Bekir ve Ömer'e.diJ uzatıyorlardı, ne de Ali'yi (r.a.)
onlardan üstün tutan vardı. Hatta Osman'ın (r.a.) aleyhinde konuşmak bile
aralarında yaygın değildi. Biri aleyhinde konuştu mu, diğeri onu savunuyordu.
Aynı şekilde Ali'yi
(r.a.) Osman'dan (r.a,) üstün tutmak da aralarında yaygın değildi. Ali'ye
(r.a.) dil uzatmak ise,
Muaviye'nin (r.a.)
taraftarları arasında yaygındı. Bu nedenledir ki Ali ve taraftarları, Muaviye
taraftarlarından daha haklı ve hakka daha yakın idiler. Nitekim Buhari ve
Müslim, Ebu Said'den RasuIullalVın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:
"Müslümanlar
tefrikaya düştüklerinde onlardan bir fırka (dinden) çıkacak ve iki gruptan daha
haklı olanı bu fırkayı öldürecektir.[73]
Yine sahih bir
rivayette:
İki gruptan hakka daha
yakın olanı onları Öldürecek. denmektedir.
Ali'nin fr.a.)
hilafeti ve ona karşı savaşanların durumu:
Ali'ye (r.a.) dil
uzatmak ve ona lanet okumak bağifik olup bunu yapan grup "
et-taifetu'1-bağiye" diye isimlendirilmiştir. Nitekim Buhari,
"Sahihinde Halil el-Hiza'dan İkri-me'nin şöyle dediğini nakletmektedir:
İbn Abbas bana ve oğlu Ali'ye:
"Ebu Sairi"e
gidin ve onun söylediklerini dinleyin" dedi. Biz de gittik, bir duvarın
inşaatıyla meşguldü. Entarisini toparladı ve konuşmaya başladı. Söz nihayet
mescidin İnşasına geldi ve: Biz birer kerpiç taşıyorduk, Arnmar ise ikişer ikişer
taşıyordu. Rasulullah (s.a.v.) onun bu halini görünce üzerindeki tozu
silkeleyerek şöyle buyurdu;
"Vah vah, ya
Ammar! Onu baği bir grup öldürecek. Kendisi onları Cennet'e davet edecek, onlar
ise onu Ce-hennem'e davet edecekler.
Ebu Said dedi ki:
Ammar: "Fitnelerden Allah'a sığınının" dedi.
Aynı rivayeti Müslim
yine Ebu Said'den nakletmiştir. Söz konusu rivayette Ebu Said şöyle
elemektedir:
"Benden daha
hayırlı olan Ebu Katade bana haber verdi ki: Ammar hendek kazarken Rasulullah
(s.a.v.) yanma gidip Ammar'ın başını silmiş ve:
"Vah vah, ey
Sümeyye'nin oğlu, onu baği bir grup öldürecektir.[74]
Müslim aynı konuyu
Ümmü Seleme'den de nakletmiştir. Bu rivayeti Ümmü Seleme, Rasulullah
(s.a.v.)'ın:
"Ammar'ı baği bir
grup öldürecektir. [75] buyurduğunu
nakletmektedir.
Bu rivayet de Ali'nin
(r.a.) hilafetinin sıhhatına. ona itaatin vücubuna, ona itaat etmeye davet
edenin Ceıınet'e. onunla savaşmaya davet edenin ise velevki müteevvil olsun-
Cehennem e davet ettiğine, ayrıca Ali'yle (r.a.) saj vaşmanın caiz olmadığına
delildir. Bana göre ona karşı savaşan kişi. ister müteevvil olsun, ister
tevilsiz baği olsun hata içerisindedir. Mezhep alimlerimizin iki görüşünden
essah olanı budur. Mütevvil bağilerle savaşmayı buna dayandıran fıkıh
imamlarının görüşü de budur.
Mesela İmam Şafii.
Ali'nin (r.a.) davranışından hareketle mütevvil bağilerle savaşılacağı
görüşündedir. Hatta Yahya b. Main'in, Şafii'nin bu görüşüne karşı çıkarak:
"Talha ile
Zübeyr'i baği mi sayıyor?1'demesi üzerine İmam Ahmed b. Haribel:
"Bu konuda başka
bir kaide koymaya bir yetkisi mi vardı ki" diyerek Şafii'yi savunmuştur.
İbn Hanbel bu sözüyle şunu demek istiyordu: Bağilerle savaş konusunda Ali'nin
(r.a.) davaranışmı kendisine rehber edinmeseycli Raşid Halifelerin sünnetinden
başka bir dayanağı olmazdı.
İkinci görüş ise,
"hermüetehid isabet eder" görüşüne binaen her iki taraf da isabet
etmiştir. Mutezile ve Eşarilerden bir grup kelam ehlinin görüşübudur.
Bu meselede üçüncü bir
görüş vardır ki, o da: İsabet eden bir taraftır ama şu taraftır şeklinde
ayniyle tesbit mümkün değildir. İbn Hamid ve Kadı ile başkaları bu üç görüşü
zikretmişlerdir. Bu son görüş, Basra alimleriyle hadis ehli bir de her ikisi de
imamdı ve bir anda iki halifenin mevcudiyeti caizdir diyen kelam ehlinden
Keramiye'nin, Ali'nin (r.a.) hilafeti konusunda tevakkuf edenlerin görüşüne benziyor.
Lakin Ahmed b.
Hanbel'den nakledilen Ali'nin (r.a.) hilafetinde tevakkuf ecfenin bidat
ehlinden olduğu şeklindedir. Hatta tevakkuf eden kimsenin, kendi eşeğinden
daha aptal olduğunu söylemiş ve onunla ilişkinin kesilmesini emrederek onunla
evlenilrnesini de yasaklamıştır. Ne Ahmed, ne de başka bir Ehl-i Sünnet imamı
Ali'nin (r.a.) daha haklı olduğu hususunda ne tereddüt göstermiş ne de bu konuda
bir şüpheleri olmuştur. Ayniyle değil de onlardan birinin isabet etmiş olduğunu
söylemek Ali'den (r.a.) başkasının daha haklı olabileceğini caiz görmek
neticesini doğurur ki bunu, müteevvil de olsa ancak sapık bir bidatçi. ya da
bir nevi Nasibeliği bulunan biri söyler. Fakat kimileri, taraflardan bilinin
hatalı olduğunu söylemekten, ya da sahabe arasındaki anlaşmazlıklarda herhangi
bir görüş belirtmekten imtina etme kabilinden susabilir. Aslında bu görüş de,
her iki tara^ fm isabet ettiğini söyleyen görüşe benzemektedir.
Sünnet imamları ile
hadis ehli, diğer tarafı zalim ve baği olmakla niteleme hususunda şüpheye
düşmüş olsalar bile Ali'nin (r.a.) daha haklı ya da hakka daha yakın olduğu
konusunda hiçbir şüpheye düşmemişlerdir. Nitekim Naslar da Ali'nin (r.a.) bu
durumuna işaret etmektedir. Ammar'la ilgili hadise dayanarak karşı tarafı
zalim veya baği olarak niteleyen ise, bu konuda içtihad edeni tevil ehlinden
saymıştır.
Geriye şöyle denilmesi
kalıyor: Allah, baği grupla savaşmayı emretmiştir. Böylece savaşta Ali'nin
(r.a.) yanında yer almış olmak vacip oluyor. Savaşa karışmayanlar ise Sa'd,
Zeyd, İbn Ömer, Üsame, Muhammed b. Mesleme, Ebu Bekre gibi sahabenin ileri
gelenleridir. Bunlar Rasulullah (s.a.v)'m fitne zamanlarında savaşa katılmamaya
dair tavsiyeleriyle:
"O fitne
esnasında oturan ayaktakinden, ayakta duran yürüyenden ve yürüyjen savaşı
alevlendirenden daha hayırlıdır.[76]
"O zaman dinini
fitnelerden korumak için müslüma-nın en hayırlı malı neredeyse dağların
tepelerinde ve bulutlara dokundukları yerlerdeki koyun sürüsü olacaktır. [77]
söyleri ve fitne esnasında kılıcı olanın:
"Tahtadan bir
kılıç edinmesine. [78] dair emrini rivayet
ederler. Yine Ali'nin (r.a.) yanında savaşmaya gitmek üzere olan Ahnef b.
Kays'e Ebu Bekre'nin naklettiği Rasulullah'ın (s.a.v):
"İki müslüman
kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde öldüren de, öldürülen de
Cehennem'dedir. [79] sözünü delil olarak
ileri sürerler. Aynı şekilde Rasululiah'm (s.a.v.):
"Benden sonra bir
kısmınız, bir kısmının boynunu vuran kafirler olmayın. [80] sözü
de buna delildir. Hadis ehli ile Sünnet imamlarının hepsi bu görüştedir.
Hatta: Alimlerimizin
Ali de (r.a.) savaşa girmeseydi kendisi için daha iyi olurdu dedikleri
nakledilmiştir. Zaten
Ali'nin (r.a.)
kendisinin savaş aleyhinde konuşması, müte-reddid tavırlara girmesi ve oğlu
Hasan’ıh:
''Seni sakındırmamış
mıydım babacığım!" demesi ve kendisinin de: "Allah için, Sa'd b.
Malik ve Abdullah b. Ömer'in makamları ne güzeldir. Eğer o makam iyilik ise.
mükafatı ne büyüktür! Ama günah ise. hatası ne küçüktür!" karşılığını
vermesinden de açıkça anlaşılmaktadır.
Bütün bunlar ona
itaatin vücubıına ters şeylerdir. Bu sebeple İmam Ahmed'in Ali'yi (r.a.)
dördüncü halife saymaması gerektiğine bunu delil göstermişlerdir. O bu görüşünü
izhar edince kimileri ona: "Eğer itaati vacip bir imam olduğunu
söylüyorsan, bunda Talha ve Zübeyr'e dil uzatma vardır. Çünkü onlar ona itaat
etmemiş aksine, ona karşı savaşmışlardır" demiştir Bunun üzerine İmam
Ahmed:
"Savaşları beni
ilgilendirmiyor 'karşılığı vermiştir. Yani. Ali'nin (r.a.) kardeşleriyle
aralarındaki anlaşmazlıklar benim işim değil. Çünkü onların kendi aralarında
ictihad ve yorumları var ki onlar hu konularda benden ehildirler. Ayrıca bu
gibi şeyler beni ilgilendiren ilim meselelerinden değil ki. herbirinin
durumunun hakikatini bileyim. Aslında ben onlara mağfiret dilemek, kalbimi
onlara karşı temiz tutmak, onları, sevmek ve onlara dost olmakla emrolunmuşum.
Hem onların iyilik rve fazilette Öyle öncelikleri var ki bir çırpıda tutulup
atılamaz. Ancak şunu da belirtmeliyim ki; Osman'a (r.a.) itaat ve ona yardımcı
olmada geri duranlar ve birtakım tevillerle ona muhalefet edenlerin muhalefeti
her ne kadar daha ehven i'diyse de. Osman'ın (r.a.-) hilafeti son günlerine
kadarna'sıl sabit idiyse Ali'nin (r.a.) hilafet ve imamlığına, inanmak ta nas
ile sabit bir husus olup bazı zatlar'onu ter-ketmiş olsa bile, uyulması
vaciptir.
Selef ve halefin
farklı görüşler ileri sürdükleri konu işte budur. Onlardan bir kısmı. Ali'nin
(r.a.) yanında yer almanın vacib olduğunu söylemektedir. Nitekim yanında yer
alıp savaşa
katılanların görüşü buydu. Bağilerle savaş konusunda eser veren kelam ve rey
ehlinden bir çoğunun görüşü de budur. Bu eserlerinde Ali'nin (r.a.) yanında
savaşmanın, ona itaat etmenin ve bağilerle savaşmanın vacip olduğunu
söylemekte!er. Bu şekilde bir görüşün tanzimini önce Küfe fakihieri başlatmış
ve başkaları da onları izlemişlerdir.
Diğerleri ise şöyle
diyorlar: Aksine, fitne dönemlerinde savaştan kaçınılır. Nitekim bu hususu
ifade eden pek çok meşhur nass vardır. Savaşa katılmayanlar da bunlara dayanmışlardır.
Rasulullah (s.a.v.):
"Fitne esnasında
savaşa katılmamak daha hayırlıdır.[81]
"Fitnelerden
kaçmak için dağ haslarında koyun gütmek, fitne esnasında savaşmaktan
hayırlıdır. [82] buyurmaktadır.
Yine fitne esnasında
sahabeden bazısına savaşa katılmamalarını tavsiye etmiş, odundan bir kılıç
edinmelerini emretmiştir. Ayrıca Ali'nin (r.a.) kendisi de, savaşa katılmayanları
kınamamış, hatta sonuçta bazen onlara imrenmiştir.
İşte bu nasslar sebebiyledir
ki: "Ali (r.a.) savaşa katılma-saydı daha iyi olurdu" görüşünde
alimlerimiz ittifak etmişlerdir. Çünkü nasslar, fitne esnasında oturanın,
ayaktakine ve savaştan uzak durmaya, ona katılmayı tercih etmiştir. Onlar
şöyle demişlerdir: "Bir işin üstünlüğü, sonucunun üstünlüğüyle belli
olur." Şüphesiz, karşı taraf savaşı başlatma-saydı, Ali'de (r.a.) karşılık
vermemiş olsaydı, itaatinden dışarı çıkmaları gibi birçok şey patlak vermezdi.
Ne var ki, savaşla uğranılan belalar aitmiş, kan dökülmüş, kalpler birbirlerinden
daha da uzaklaşmış. Hariciler ona karşı çıkmış. hakemlerkarar vermiş; öyle ki
Ali'nin (r.a.) karşıtı Emirü'l-Mü'rmnîp diye adlandırılmış; savaştan önce
mevcut olmayan bir çok bozukluk ortaya çıkmış ve savaşla da belirgin bir
maslahat ortaya çıkmamıştır.
Bu da, savaşa
girilmemiş olsaydı, daha iyi olurdu görüşünün tercih edilmesine delildir.
Amellerin faziletleri, sonuçlarıyla anlaşılır. Kur'an, ancak savaş
vukubulduktan sonra baği grupla savaşıimasını öngörmektedir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer
inananlardan iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine
saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun.
(Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve adil
olun. Allah adalet (le haraket) edenleri sever." (Hucurat: 49/9)
Görüldüğü gibi Allah'u
Teala henüz işin başında iki gruptan biriyle savaşmayı emretmiyor. Önce
barıştırmayı ve ancak ondan sonra baği tarafla savaşmayı emrediyor.
Eğer: "Bağilik.
savaşın başlangıcını da içerir, savaş sonrasını da" denecek olursa; cevap
olarak denir ki; Ayette, taraflardan birinin diğeriyle savaşmasına dair bir
emir yoktur. Diğer müminlerin baği tarafla savaşmaları emri vardır. Oysa
burada anlatılmak istenen, Ali'nin (r.a.) savaşmasına dair bir emir
olmadığıdır. Aksine savaşmaması daha iyi olurdu. Ama, savaşılmamış olsaydı daha
iyi davranılmış olurdu denmekle birlikte savaşmasının caiz olması, ya da işin
batini yönünden caiz olmamakla birlikte içtihadına dayanarak savaşmışsa, böyle
bir durumda baği tarafla savaşmak vacip mi. yoksa fitne esnasında
savaşilmaması mı gerekirdi? Delillerin çatıştığı nokta işte burasıdır. Kaldı
ki, alimler ve mümin mücahidler Ali (r.a.) ile bağlılarının daha haklı olduklarına
ilişkin içtihadlan ortaya çıktıktan sonra da iki eğilim söz konusu olabilir.
Birincisi: Baği
tarafla savaş güç ve imkan şartına bağlıdır. Çünkü bunlarla savaş, müşrik ve
kafirlerle savaşmaktan daha iyi değildir. Bilindiği gibi müşrik ve kafirlerle
savaş bu şaıta bağlı bir husustur. Bazen meşru maslahat, mal üzere anlaşma ve
barış akdedip anlaşmayla sağlanır. Nitekim Rasu-lullah (s.a.v.) birkaç defa bu
yola başvurmustur. Devlet başkanı, daha güçlü olmanın gerekliliğine inanır ve
bu gücü temin edemezse, savaşmaması daha yararlıdır.
Söz konusu ettiğimiz
savaşın kötülüğünün yararından çok olduğu görüşüne varan kişi. bu savaşın fitne
savaşı olduğunu bilir ve dolayısıyla bu savaşta imama itaat vacip değildir.
Çünkü ona itaat, ancak emredilende birmasiyetin bulunmadığını nass ile tesbit
ettiği zaman kişiye vaciptir. O halde bu savaşın, terekedilmesi yapılmasından
hayırlı olan bir fitne savaşı olduğunu bilen açısından, muayyen ve hass bir
nasstan sarf-ı nazar ederek ulu'I-emr'e itaat konusundaki mutlak ve anım bir
nassa uyması vacip değildir. Kaldı ki Yüce Allah, anlaşmazlık esnasında Allah
ve Rasulüne müracaat etmeyi emretmektedir.
Rasulullah'ın (s.a.v.)
kendisinden sonra gelecek idarecilerin zulüm ve azgınlıklarını haber vermesi
ve haklarından gelinemeyeceği için onlarla savaşmaktan sakındırması da buna
delildir. Çünkü böyle bir savaşın zararı yararından çoktur. Nitekim İslam'uruk
döneminde de müslümanlar savaşmaktan menedilmişlerdi. Yüce Allah bu hususu şu
ayetinde dile getirmiştir:
"Kendilerine:
Ellerini (savaştan) çekin denilenleri görmedin mi?" (Nisa: 4/77)
Rasuluüah ve ashabı
Allah'ın emri gelinceye kadar müşrik ve münafıkların eziyetlerine karşı
sabretmek, onları affetmek ve müsamahacı olmakla emredilmişlerdi.
İkinci veçhe gelince:
Yeni bir imam tayin ederek ona Emîrü'l-Mü'minin ismini verme, hak imamı
lanetleme ve benzeri davranışlarından dolay o esnada baği olmuşlardı. Bunun
kendisi bağiliktir. Oysa savaş çıktıktan sonra bağligin ortaya çıkması bundan
farklıdır. Evet, savaş bir fitne idi. Yüce Allah müminlerden iki grubun
savaşmasını söz konusu ettikten sonra:
"Onlardan biri
diğerine haksızlık ederse." buyurmaktadır. Savaşın taraflardan biri haddi
aşınca savaşmayı emrettiğine göre, savaşan taraflardan birinin bir durumda baği
olurken başka bir'durumda olmayabileceğine işaret etmektedir.
Buna göre fitne
esnasında savaştan uzak durmayı ifade eden nasslar, bağilik söz konusu olmazdan
önceki durumu içerirler. Böylece Ali'nin (r.a.) yanında savaşa katılmak
vacipti. Çünkü savaştan Önce karşı taraf baği olmuştu. İbn Ömer'in rivayeti de
buna göre\tevil edilir. O, zaman, yani hakem olayı, teşayyu' (Şiileşme)
ve'bağiliğin zuhurundan sonra Ali (r.a.) onlarla savaşmadı ve taraftarları da
savaş konusunda kendisine itaat etmedi. İşte o zamandan itibaren, vacip
olduğu halde savaşı terketmel erinden dolayı taraftarları kınandı ve o zaman
Şia ismini aldılar. O vakit itaati vacip imama yani Emirü'l-Mü'minin AH b.
EbiTalib'e karşı çıkmalarından dolayı kınandılar. Vacip olan yardıma yanaşmamaları
sebebiyle de batıl ve zulüm ehli oldular. Çünkü batıl ve zulüm ehli olmak,
bazen hakkı terketmekten, bazen de hakka saldırmaktan dolayı olur.
İşte o zaman Muaviye
ile birlikte olan Osman (r.a.) taraftarları Ali'nin (r.a,) taraftarlarından
üstün duruma geçtiler. Bu sebeple de onlara galip geldiler. Yine bu sebeple
Ra-sulullah (s.a.v.):
"Ümmtimden bir
taife daima muhaliflerine galip gelecektir.[83]
buyurmuştur. Muaviye de bunu kendisine delil olarak ileri sürmüştür. Ayrıca
Malik b. Yuhamir, Muaz b. Cebel"den nakille bu grubun Şam'da olduğunu söylemeye
kalkışmıştır. Ali (r.a.). Raşid halifelerdendir. Muaviye ise, meliklerin
ilkidir. O halde mesele bu cinsten olup zorba hükümdarların adalet ehliyle
savaşması ve Raşid halifelerin siretlerine ittibâ meselesidir. İnsanların pek
çoğu meseleye bu aceleci tavırla yaklaşmaktadır. Çünkü bunda adaleti ayakta
tutmanın gerçekleştiğine inanıyor. Halbuki bunun imkan dışı olduğunu ve
zararının, yararından çok olduğunu bilmiyorlar.
İşte bu sebeple hadis
ehlinin görüşü; baği meliklerle savaşa girmemek ve zulümlerine sabretmek
şeklindedir. Ta ki iyi kimseye zarar gelmesin, başka bir ifadeyle facirin zararından
korunulsuıı. Belki de bu. henüz işin başında Kur'an'ın savaşı emretmemesinin
sırlarındandır; ancak iki grubun savaşa tutuşmalarından ve onları barıştırma
girişiminden sonra haksızlık eden tarafla savaşmayı emretmiştir. Heva ehlinden
iki grup savaşacak olursa -mesela Kays ve Yemenlilerin savaşmaları gibi, çünkü
ayet buna benzer bir olay üzere İnmiştir- Önce onları barıştırmak gerekir.
Barış sağlanamadığı takdirde sultanın ve müslümanlamı haksız tarafla savaşmaları
vacip olur. Çünkü onların buna güçleri vardır. Vacip olması, onların buna
güçlen yettiği içindir. İşte bu, henüz işin başında sözle müdahalenin rüchani
yetini ortaya koymaktadır. Birinci durumda ne savaşmak için güç yeterlidir, ne
de bağilik apaçık bir şekilde ortaya çıkmıştır. İkinci durumda ise bağilik
ortaya çıkmış ve güç yetmeme durumu daha da artmıştır.
Meseleye mutlak olarak
bakıldığında daha haklı ve hakka daha yakın tarafın Ali'nin (r.a.) tarafı
olduğumla şüphe yoktur. Karşı taraf ise, yukarıda naklettiğimiz Ebu Said hadisinden
de anlaşıldığı gibi baği olmakla nitelenmiştir.
Muaviye (r.a.). Muğire
ve başkaları Şam grubunun Muaviye taraftarlarının- rüçhaniyetine, Buhari ve Müslim'de
geçen şu rivayeti delil olarak ileri sürmüşlerdir. Bu rivayette Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Ümmetimden her
zaman için Allah'ın emrini ayakta tutacak bir grup bulunacaktır. Kıyamet
kopuncaya kadar da ona muhalefet edenin ve onların yardımına koşmayanın bu
gruba bir zararı olmayacaktır.[84]
Bu rivayet söz konusu
edildiğinde Malik b. Yulıamir ayağa kalkmış ve:
"Bu grubun Şam'da
olacağını Muaz b. Cebel'den duydum" demiştir. Bunun üzerine Muaviye:
'işte Malik b.
Yuhamir, Muaz'ın: "O grubun Şam'da olduklarım'' söylediğini bizzat
duymuş" demiştir. Buhari ve Müslim'de Muaviye'nin (r,a.) hadisi budur.
Muğire b. Şu'be'nin naklettiği hadis te buna benzerdir. Söz konusu hadiste
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Allah emri gelip
kıyamet kopuncaya kadar ümmetimden bir grub taife hak üzere olacaklardır. [85]
Bu rivayetlerde Şam
halkının rüchaniyetine iki vecihten delil bulunduğunu ileri sürerler:
Birincisi: Savaş ve
fitneden sonra galip gelen ve iktidarı ele geçirenler kendileridir. Nitekim
Rasulullah (s.a.v.) muhaliflerinin kendilerine zarar vermeyeceğini
belirtmiştir. Bu, ümmet içerisinde hakkı ayakta tutan tarafın galip gelen taraf
olmasını gerektirmektedir. Böylece galip geldiklerine göre hak ehli kendileri
olmuş oluyor.
İkincisi: Nasslar,
-mesela Muaz'ın sözü gibi- haklı tarafın Şam'da olduklarını belirtmiştir. Yine
Müslim'in Ebu Hüreyre'den naklettiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Garp ehli daima
galip gelecekler. [86]
İmam Ahmed garb
ehlinden maksadın Şam halkı olduğunu söylemiştir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)
Medine'de ikamet ediyordu ve Medine'nin batısına düşeni batı, doğusuna düşeni
de doğu olarak isimlendiriyordu. Necd halkı ile onların doğusund akil erini de
Meşrik halkı olarak isimlendiriyordu. Nitekim fbn Ömer: Meşrik ehlinden iki
kişi gelmişlerdi, birer konuşma yaptıklarında Rasulullah (s.a.v.):
"Güzel konuşmanın
Öylesi var ki, sihirdir.[87]
buyurdu, demiştir.
Rasulullah'ın (s.a.v.)
kötülüğün aslının meşrik (doğu) olduğunu söylediğine dair pek çok rivayet
vardır. Doğu tarafına işaret ederek:
"Fitne buradadır,
fitne buradadır. [88]
"Küfrün başı doğu
tarafıdır. [89] sözü ve benzeri sözlerinde
olduğu gibi. Böylece ümmetinden hakkı ayakta tutan galip grubun mağribte, yani
Şam ve Şam'ın batısında bulunanlar olduğunu, fitne ve küfılin başının ise
doğuda olduğunu haber vermiştir. Medine halkı, Şam halkını, "Mağrib
ehli" diye isimlendirmektedir. Evzai için: "Mağrib ehlinin
imamı", Süfyan es-Sevri ve benzerleri için de: "O. meş-riklidir ve
meşrik ehlinin imamıdır" diyorlardı. Çünkü Medine açısından Fırat'a kadar
uzanan yerler batı, Mekke açısından ise Harran, Rakke ve civarı batıdır. Bu
nedenle de rükni Sami'ye yönelmeleri ve kutb-i Sami'yi arkalarına almaları
anlamında kıbleleri en mutedil yöre halkı buralardır. Ne Irak halkı gibi sağ
tarafa, ne de Şam halkı gibi sol tarafa meylederler.
Dediler ki: Eğer bu
nasslar ümmetinden hakkı ayakta tutan ve muhalefet edenle imdadına koşmayanın
kendisine zarar vermediği grubun Şam halkı olduğuna delalet ediyorsa,
"Ammar'i baği
grup öldürecektir" ve: "Hakka daha yakın olanı onları
öldürecektir" .sözleriyle çelişiyor demektir. Her iki tarafı eşit ve
isabet etmiş kabul eden, ya da taraflardan birini tercihe yanaşmayanların
delillerinden biri de budur. Doğruya daha yakın görüleni de budur. Onlardan bir
kısmı, bunları diğerlerine karşı delil olarak ileri sü'rmüşler-sede, itibar
edilir bir görüş olmayıp Masibe'nin görüşlerin-dendir. Şia ve Rafizilerin
görüşlerinin karşı yönde bir benzeridir. Aslında bunlar neva ehlidir, bizler
ise. ilim ve adalet ehlini muhatap alıyoruz.
Ama kuşkusuz bu
nassların arasının cemedilip uzlaştırılması gerekir. Şöyle ki:
a-
Rasulullah (s.a.v)’ın
"Garb ehli galip gelmeye devam edecekler." ve benzeri Şam ehlinin galip geleceklerine
dair sözlerine gelince, vukubulan da budur. Onlar galip olmaya devam ettiler.
b- "Ümmetimden bir grup daima Allah'ın emrini
ayakta tutacaktır." sözüyle bu
grubun galip gelen grup olduğunu bildiren sözlerine gelince, bu, aralarında
baği olanın bulunmayacağı ve hakkın başkalarının yanında da bulunmayacağını
gerektirmez. Aksine aralarında böylesi de. öylesi de vardır.
c- "Daha haklı olanı onları öldürecektir." sözüne gelince, Ali (r'a.) ve taraftarlarının
daha haklı olduğuna delildir. Çünkü Öldürülen karşı taraftandı. Ayrıca şahıs
veya grup bazı durumlarda dün olsa da bu, Allah'ın emrini ayakta tutmasına ve
Allah'la Rasulullah'a itaatin dışında Allah'ın emrini ayakta tutarak galip
gelmesine engel değildir. Bazen de bir davranış itaat olur ama bir başkası daha
itaatkarca olabilir.
Bağilikieri
bağışlanmış bir hata veya bağışlanmış bir günah olmakla birlikte kimi
durumlarda bazılarının baği olması da. nasların işaret ettiği şeye engel
değildir. Çünkü
Rasulullah (s.a.v.)
Sara halkının bütününden ve büyüklüklerinden haber vermiştir ve hiç şüphesiz
bir bütün olarak ele alındıklarında genel olarak üstündürler.
Aynı şekilde Ömer de
(r.a.) hilafeti döneminde Şam halkını Irak halkına üstün tutardı. Hatta birkaç
defa Şam'a gittiği halde Irak'a gitmemiş, gitmesi istendiğinde de 'gitmem'
demiştir. Ölümüyle sonuçlanan yaralanma olayında o zaman ümmetin en
faziletlileri olan Medine halkı Önce yanına girmiş, sonra Şam halkı, sonra da
Irak halkı. Yani yanma en son girenler Irak halkı olmuştur. Sahih rivayet bu
şekildedir.
Ebu Bekir'in (r.a.) de
Şam fethine verdiği önem, Irak'ın fethine verdiği önemden fazlaydı. Hatta
."Şam'ın köylerinden bir köy. Irak'ın şehirlerinden birini fethetmekten
bana daha sevimlidir." Demiştir.
Allah'ın Kitabı ile
Rasulü'nün ve ashabının sünnetinde Şam ve Gaip halkının Necd, Irak. ve sair
Şark halklarına üstünlüklerine dair nasslar burada zikredilmeyecek kadar pek
çoktur. Hatta Rasulullah'dan (s.a.v.) rivayet edilmiş, şark ehlini kınayan o
kadar sahih rivayetler ve "Fitne ile küfrün başının buradan olacağına
dair" bir çok haber vardır. Ancak onları anmanın yeri burası değildir.
Şark halkının onlara üstünlüğü sadece Ali'nin (r.a.) aralarında olmasıydı. Bu
ise, geçici bir durumdu. Bu nedenledir ki Ali (r.a.) vefat edip aralarından
çekildikten sonra onlardan çok fitne, münafıklık, irtidat ve bidat durumları
ortaya çıkmıştır. Bu dahi. Garplıların onlardan üstün olduğunu gösteren bir
delildir.
Aynı şekilde ileri
gelenleri arasında Şam halkından daha üstün alim ve salih kimseler de vardı.
Mesela Ali (r.a.), îbn Mes'ud, Ammar, Huzeyfe ve benzerleri, Şam'daki bir çok
sahabeden üstün idiler. Ne var ki bir bütün olarak bir tarafın tercih
edilmesi, diğer tarafın bâzı yönlerden.üstün olmasına engel değildir.
Rasulullah (s.a.v.),
Allah'ın emrini kıyamete kadar ayakta tutma hususunda Şam halkını
diğerlerinden ayırmış ve kıyamete kadar galip grubun aralarında olduğunu haber
vermiştir. Bu, çokluk ve kuvvetle birlikte sürekli devam edecek bir durumu
haber vermedir. Şam'ın dışında herhangi bir İslam beldesi için bu vasıf söz
konusu değildir. Mesela, imanın doğuş yeri olan Hicaz böyle değildir. Son
zamanlarda bu bölgede ilim de, iman da, muzafferiyet de, cihad da eksilmiştir.
Yemen, Irak ve Meşrik yine aynı durumdadır.
Şam ise böyle
değildir, onda ilim de iman da vardır. Bunlar uğruna savaşan da her zaman galip
gelmektedir Rasulullah (s.a.v.)'m Şam halkı hakkında söylediklerinden
analaşılan da Allah'u a'lem budur.
Her ne kadar Ali'ye
(r.a.) muhalefet edenlere karşı Ali (r.a.) daha haklı ve nasslann da belirttiği
gibi Ammar'i öldüren grup baği ise de bu anlattıklarımız Şam halkının diğerleri
karşısındaki önceliğini gösterir. Bize düşen, Allah'tan gelen nasslann hepsine
inanmak ve hakkın tamamını ikrar etmektir. Hevamıza uymamah ve bir bilgiye
sahip bulunmadan konuşmamalıyız. Aksine, ilim ve adalet yollarına tabi
olmalıyız ki bu da Kur'an ve Sünnet'e tabi olmaktır. Hakkın bir kısmına
tutunup diğer kısımlarını görnıez-likten gelmeye gelince, tefrika ve ayrılığa
düşmenin kaynağı işte budur.
Bu nedenle, fukahadan
bir grup Ali'nin (r.a.) yanında savaşmanın vacip olduğuna inanınca bunu şöyle
fıkhı bir kaide haline getirdiler. Buna göre bir grup caiz bir tevile dayanarak
devlet başkanına karşı çıkarsa devlet başkanına karşı çıkanlara haber gönderir,
eğer bir haksızlığı dile getirirse devlet başkanı bunu giderir. Eğer şüpheli
bir durumu, dile getirirlerse, devlet başkanı meseleyi onlara açıklar. Bundan
sonra dönerlerse ne ala, ama dönmeyecek olurlarsa hem devlet başkanının, hem
de müslumanların onlara savaş açmaları vacip olur.
Ayrıca Ebu Bekir'in
(r.a.) zekat vermeyenlerle savaşmasıyla Ali'nin (r.a.) (dinden) çıkmış
Hariciierlere savaş açmasını da bu kaidenin kapsamına soktular. Böylece
kendisinden sakındırılan fitne savaşı ve terki, yapılmasından daha hayırlı
olan savaş ile mürted Haruriye haricileri ve Mazdekizm ve benzeri mezheplere
bağlı münafıklarla savaş arasında bir ayırım yapmaksızın müslümanların idare
işini yüklenmiş ve adalet ehli olduklarına inandıkları her sultan ve halifeye b
aşk al dıı arılan baği olarak görmüşlerdir.
Bunun, temelde Küfe
ehlinin bazı fakihleriyle izleyicilerinin, sonra Şafii ve talebelerinin, sonra
"Bağilerle Savaş" konusunda eser veren Ahmed b, Henbel'in
izleyicilerinden bir çoğunun den kaynaklandığını görürsün. Onlar da bunların
izledikleri yolu takip etmişlerdir. Mesela el-Hıraki el-Müzeni'nin.[90] el-Müzeni
de Muhammed b. Hasen'in[91]
"Muhtasarımın yolunu izlemiştir. Bu, birbirinin yolunu izleme bazı terkib
ve babiara ayırma hususunda da olsa mevcuttur.
Ahkam hadislerini
derleyenler. "Bağiler ve Haricilerle Savaş" konusunu bir arada
zikrederler. Oysa bağilerle savaş konusunda Kevser b. Hakim'in Nafi'den
naklettiği hadis dışında Rasulullah'a (s.a.v.) atfedilen hiçbir hadis yoktur.
Kaldı ki Rasulullah'a (s.a.v.) atfedilen bu hadis de mevzudur.
Buhari'nin Sahih'i ve
Sünen gibi hadis kitaplarına gelince, bunlarda sadece dinden dönenlerle ve
Haricilerler ki
bunlar heva ehli
kimselerdir savaş söz konusu edilmektedir. İmam Ahmed ve benzerlerinin hadis
kitaplarında sadece bu konudan söz edilmektedir.
Öyie sanıyorum ki İmam
Malik ve talabelerinin de kitaplarında da "Bağilerle Savaş" babı
yoktur. Onlar da sadece dinden dönenler ve heva ehlinden bahsetmektedir.
Allah'ın Kitabı'nda ve Rasulü'nün Sünneti'nde sabit olan konu budur. Şeriat ve
Sünnet'in dışına çıkanla savaşmak arasındaki fark da budur. Rasulullah
(s.a.v.) bunu emretmiştir.
Belli bir devlet
başkanına itaat etmeyenle savaşmaya gelince, nasslarda böyle bir emir söz
konusu değildir. Böylece ahkam hadislerini toplayıp bağileri Haricilerle
beraber zikrederek "Baği ve Haricilerler Savaş" şeklinde bir bab
açanlar üç sakıncalı duruma düşmüşlerdir:
a- Sünnet ve
şeriat açısından devlet başkanına yakın bir seviyede veya benzeri bir durumda
olanlara devlet başkanına itaat etmemekle tefrikaya sebep olduklarından ve
tefrika da fitne olduğundan o kimselerle savaşmanın gerekliliğini ileri
sürmeleri.
b- İslam
şeriatının bazı.prensiplerinden döndükleri için mürted duruma düşenlerle
bunların eşit tutulmaları.
c- Okun avı
delip geçmesi gibi İslam dininden çıkan Haricilerle savaşma ile bunlarla
savaşın eşit tutulması.
Ahkam hadislerini
toplayan bu kimseler, kendilerinin adalet ehli, karşıtlarının da baği olduğu
noktasından hara-ket ederek hükümdarların ve idarecilerin bir çok hevaları-na
uyar, idarecilere karşı olanlarla savaşılnıasını emrederler. Aslında bunlar,
ya bazı alimlere, ya kelamcılara, ya da tarikat şeyhlerine bağnazlık
derecesinde bağlı kimselerdir. Bu tavırları içtihada dayalı değildir, eksikliği
ve tevili ihtiva eden bir nevaya dayalıdır çoğu zaman. Ne yazık ki bu ümmetin
alimleri, abidleri, idareci ve komutanları arasında böyleleri pek çoktur.
Sıkıntı kayanaklarından biri de budur.
Adil olmalarını Yüce
Allah'tan diliyoruz, güç ve kuvvet ancak O'ndandır.
İşte bu se'beple
grupların en adili hadis ehli olan Ehl-i Sünnettir.
Bunlar, İslam'dan
dönen ya da bazı prensiplerini kabul etmeyen kimselerle savaşılmasın]
emrettiklerinde Talha ve Zübeyr'le savaşan Ali'nin (r.a.) takip ettiği yolun
takip edilmesini emrederler: Onların ne zürriyetleri esir edilecek ne de mallan
ganimet olarak alınacaktır; ne yaralıları ne de esirleri öldürülecektir,
Rasulullah'm (s.a.v.) emrettiğine riayeteder. Ali (r.a.)'nin Haricilerle
savaşında takip ettiği yolu takip ederler. Allah ve Rasulü'nün emrettiğini. Ebu
Bekir (r.a.)'in zekat vermekten kaçınanlara karşı takındığı tavrı gözetirler.
Mürted ve dinden çıkmış olanlarla kötülük yapan müslümanlan bir tutmaz; bu
konuda Allah'ın uyulmasını emrettiği farkı hesaba katarlar. Bir tuttuğunu da
herhangi bir tevile saparak farklı saymazlar.
[92]
Şeyhülislam
İbnTeymiye'ye Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye'nin ne zaman İslam'a girdiği?
îmanının, diğerlerinin imanı gibi olup olmadığı? Kendisi hakkında başka nelerin
söylendiği? soruldu.
O da şöyle cevap
verdi:
Ebu Süfyan'm oğlu
Muaviye'nin imanı, Mekke fethedil-diği gün iman eden kardeşi Yezid b. Ebi
Süfyan, Süheyl b. Amr, Savfan b. Ümeyye. İklime b. Ebi Cehil, el-Haris b.
Hi-şam. Ebu'1-Esed b. Ebi'l-As b. Ümeyye ve benzerlerinin imanı gibidir. İmanı
mütevatir nakil ve bu konuyu bilen i-lim ehlinin icmaıyla sabittir.
Bunlar,
"Tulaka" diye isimlendirilirler. Çünkü Rasulul-lah'ın (s.a.v.)
Mekke'yi zor kullanarak fethettiği gün iman etmişler ve Rasulullah. onları
salıvermiş; onlara mal vererek kalplerini İslam'a i s indirmiştir. Hatta Ebu
Süfyan'ln oğlu Muaviye'nin, Halici b. Velid, Amr b. el-As, Osman b. Talha gibi
Mekke fethinde? önce İslam'ı kabul edip Mekke'den Medine'ye hicret ettiği
rivayet edilir. Eğer bu rivayet sahih ise, o zaman Muaviye muhacirlerdendir.
Ama ister fetihten
önce olsun, ister sonra olsun yukarıda adı geçenlerle birlikte fetih yılında
İslam'a girdiği, alimler arasında ittifakla kabul edilen bir husustur. Ne var
ki kimi uydurmacılar, onun, İslam'a girdiğinden dolayı babasını kınadığını
ileri sürerler ki bu, alimlerinin ittifakı ile yalandır.
Fetih İslam'a giren bu
kimseler en iyi müslümanlar-dan idiler.,Hal ve tavırları itibariyle en
iyilerindendiler. Kötülükle itham edilmemişlerdir. İlim ehlinden hiç kimse
onları münafıklıkla itham'etmiş değildir. Oysa başkaları itham edilmiştir.
Aksine aralarından İslam'ı güzel olanlar; Allah'a ve RasulÜ'ne en güzel şekilde
itaat edenler; Allah ve Rasulü'nü sevenler ve Allah'm emirlerine titizlikle
riayet edenler çıkmıştır. Bu saydığımız meziyetler, bu kimselerin batında
imanlarının kuvvetli olduğuna ve iyi müslüman-liklanna delildir. Nitekim
onlardan, Rasulullalvın (s.a.v.) idareci olarak tayin ettiği ve kendisine naib
kıldığı kimseler de vardır. Mesala Attab b. Esid'i kendisine naib olarak
Mekke'ye vali tayin etmiştir. Bu zat en iyi mû'slümanlardan-di. "Ey
Mekkeliler, Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz namazdan geri durduğunu
duyacak olursam boynunu vururum" diyen biriydi.
Rasulullah
(s.a.v.),,Muaviye'nin babası Ebu Süfyan b. Harb'ı kendisine naib olarak
Necran'a vali tayin etmişti. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) vefat ettiğinde Ebu
Süfyan'ın Nec-ran valiliği devam.ediyordu.
Muaviye'nin
müslümanlığı, ilim ehlinin ittifakı ile babasından daha iyiydi. Kardeşi Yezid
b. Süfyan'ın müslüman-hğı ise her ikisinden de iyiydi. Bu sebepledir ki Ebu
Bekir (r.a.) Şam fethinde hristiyanlarla yapılan savaşta kendisini komutan
olarak tayin etmişti. Ebu Bekir'in komutanlarından biri kendisiydi. Ona bir
vasiyette bulunmuştu ki ilim ehli bu vasiyyeti nakletmiş ve ona itimat etmişlerdir?
Malik, Muvat-ta'ında bunu zikreder. Başka muhaddisler de aynı vasiyyeti
naklederler. Yine o atlı olduğu halde, Ebu Bekir (r.a.) yürüyerek onu
uğurlamaya çıkmıştır. Bunun üzerine Ebu Bekir'e:
"Ey
Rasulııllah'in halifesi! Ya sen de bir ata bin ya da ben ineyim" demiş ama
Ebu Bekir:
"Ne sen inersin,
ne de ben binerim. Bu adımlarımın, Allah yolunda sayılmasını dilerim"
demiştir.
Aynı şekilde Amr b.
el-A.s ve Ubeyde b. el Cerrah da birer komutan idiler. Ancak cesaretinden ve
savaştaki becerisinden dolayı Haiid b. Velid onlara tercih edilmiştir. Ama Ebu
Bekir (r.a.) vefat ettiğinde Ömer (r.a.). Ebu Ubeyde'yi hepsine komutan tayin
etmiştir. Çünkü Ömer (r.a.) din konusunda sen idi. Ebu Ubeyde de çok yumuşak
olduğundan onu başa geçirmiştir. Ebu Bekir (r.a.). yumuşak biriydi. O da.
kafirlere karşı sert olan Halid'i başa geçirmişti. Böylece işler mutedil bir
şekilde yoluna girsin diye yumuşak, seıt olanı: sert olan da yumuşak olanı başa
geçirmiştir. Her ikisi, kendileri hakkında Allah ve Rasulüne en sevimli olanı
yapmışlardır. Rasulullah (s.a.v) ise, insanların en mükemmeli idi; kafir ve
münafıklara karşı çok şedid idi. Allah onu, en mükemmel yolu tutmakla tavsif
etmiştir. Nitekim Allahu Teala onun ümmetini nitelerken şöyle buyurmuştur:
"Kafirlere karşı
şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler." (Fetih: 48/29)
"Müminlere karşı
alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad
ederler, hiçbir
kmayıcımn kınamasından
korkmazlar. (Maide: 5/54)
Sahih bir rivayette
sabit okluğu üzere Rasulullalı (s.a.v.) Bedir esirleri konusunda ashabıyla
meşveret ettiğinde Ebu Bekir (r.a.), kendilerinden fidye alınıp serbest
bırakılmalarım önerirken Ömer (r.a.). boyunlarının vurulmasını önermiştir.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah kendi
yolunda bazı kimselerin kalplerini öyle yumuşatır ki pamuktan yumuşak olur.
Bazılarını da öyle sertleştirir ki kayadan sert olur.
Ey Eba Bekir, senin
benzerin, İbrahim Halil'in benzeridir, hani o, şöyle demişti:
'Artık bundan böyle
kim bana uyarsa o, bendendir, kim bana karşı gelirse (o da senin merhametine
kalmıştır), şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin." (İbrahim: 14/36)
"Bir de Meryem
oğlu İsa'nın benzeridir, hani o şöyle demişti:
'Eğer onlara azap
edersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın); eğer onları
bağışlarsan şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin." (Maide:
5/118)
"Ya Ömer, senin
de benzerin Nuh aleyhisselamın benzeridir, hani o, şöyle demişti:
'Rabbim, yeryüzünde
kafirlerden tek kişi bırakma. (Nuh: 71/26)
Yine İmran oğlu
Musa'nın benzeridir, hani o, şöyle demişti:
"Rabbim, onların
mallarını yok et, kalplerini sık ki, acı azabı görünceye kadar
inanmasınlar."(Yunus: 10/88)
Rasulullah (s.a.v.)
hayatta iken Ebu Bekir ile Ömer, Ra-sulullah'm onları nitelediği gibi idiler. O
ikisi, yeryüzü halkından onun vezirleri idiler.
Sahih bir rivayette
İbn Abbas'ın (r.a.) şöyle dediği nakledilir:
"Ömer b.
Hattab'ıri fr.a.) na'şi konulup insanlar onu ziyarete geldiklerinde bir döndüm
ki Ali b. Ebi Talib (r.a.) orada duruyor ve şöyle diyor:
"Allah'a yemin
ederim ki yeryüzünde onun ameliyle Allah'a kavuşmayı dilediğim tek kişi,
şuradaki ölüdür. Dilerim ki Allah seni, iki arkadaşınla birlikte hasretsin.
BenRa-sulullah'in (s.a.v.):
"Ben, Ebıı Bekir
ve Ömer'le birlikte girdik... Ben, Ebu Bekir ve Ömer'le birlikte çıktık... Ben,
Ebu Bekir ve Ömer'le birlikte gittik..." dediğini ne kadar çok
duydum."
Yine sahih rivayetle
sabittir ki Uhud günü müslümanla-nn çoğu yenilgiye uğradığında bir de ne
görelim, Ebu Süfyan:
"Muhammed
aranızda mı? Muhammed aranızda mı? Muhammed aranızda mı?" diye
bağırıyordu. Rasulullah (s.a.v.):
"Ona cevap
vermeyin." dedi. Sonra şöyle bağırdı:
Ebi Kuhafe aranızda
mı? İbn Ebi Kuhafe aranızda mı? İbn Ebi Kuhafe aranızda mı?" Rasulullah
(s.a.v.) yine:
"Ona cevap
vermeyin." dedi. Ebu Süfyan sonra şöyle bağırdı:
"İbnu'l-Hattab
aranızda mı? Îbnu'l-Hattab aranızda mı? İbnu'l-Hattab aranızda mı?"
Rasulullah (s.a.v.) yine:
"Ona cevap
vermeyin." dedi.
Hadis uzunca devam
eder. İşte düşman ordusunun komutam, bu üç kişiyi soruyor: Rasulullah
(s.a.v.), Ebu Bekir ve Ömer'i. Çünkü biliyordu ki, İslam ordusunun başı bunlardır.
"Ebu Bekir'le
Ömer'in Rasulullah (s.a.v.) katında mertebeleri nedir?" diye sordu.
Malik:
"Vefatından sonra
mertebeleri ne idiyse hayatında da o idi1' şeklinde cevap verdi. O aman Harun
er-Reşid:
Soruma tam cevap
verdin" dedi.
Rasulullah (s.a.v.)
vefat edip Ebu Bekir halife seçildiğinde. Allahu Teala, Ebu Bekir'i daha önce
kendisinde bulunmayacak şekilde onu sert kıldı. Öyle ki bu hususta Ömer'i
geçti. Nihayet Usame ordusunu uğurladıktan sonra dinden dönenlerle savaştı. Bu.
kendisine halife olduğu Rasulul-lah'm (s.a.v.) erdemliğinin bir uzantısı
niteliğinde Ebu Bekir'in erdemliğiydi.
Ömer'de (r.a.) halife
seçildiğinde ANah. Ömer'i öyle şefkat ve merhametli kıldı ki daha Önce o. öyle
değildi. Böylece bu nitelik de onu erdemli kıldı, nihayet Mü'minle-rin Emfri
oldu. Bu sebepledir ki Ebu Bekir. Halid'i komutan tayin ederken, Ömer de Ebu
Ubeyde'yi komutan tayin etti. [93]
Ömer (r.a.) halife
tayin edilinceye kadar Yezid tx Ebi Süf-yan Şam valisiydi. Yezid b. Ebi Süfyan
vefat ettiğinde Ömer Yezid'in kardeşi Muaviye'yi Yezid'in yerine Şam'a vali
tayin etti. Ömer (r.a.) vefat edinceye kadar o valiliğe devam etti. Ömer
(r.a.) ve raiyyesi. ondan memnun idiler. İyi bir sireti vardı, merhamet ve
adaletinden dolayı herkes ondan memnun idi. Kendisinden şikayetçi olan,
hakkının yendiğini ileri süren yoktu. Muaviye'nin oğlu Yezid, Rasulul-lah'm
(s.a.v.) ashabından değildi; Osman'ın (r.a.) hilafeti döneminde doğmuş ve
babası, sahabi olan amcası Yezid'in ismini ona vermişti. [94]
Mekke fethi
müslümanlarmdan Muaviye, kardeşi Yezid. Süheyl b. Amr. el-Haris b. Hişam ve
başkalan Rasuluîlah'la (s.a.v.) birlikte Hımeyn gazvesine katılmış ve Allah'ın:
"Sonra Allah,
Râsulunün ve müminlerin üzerine se-kinetini (güven veren rahmetini) indirdi,
sizin görmediğiniz askerler indirdi ve kafirleri azaba çarptırdı (bozguna
uğrattı). İşte kafirlerin cezası budur." (Tevbe: 9/26) sözünün kapsamına
girmişlerdir. O halde onlar, Rasulullah ile (s.a.v.) birlikte Allah'ın sekineti
üzerlerine indirdiği müminler arasındadırlar. Yine Rasulullah'la birlikte Taif
gazvesine katılarak burayı muhasara altına almış; mancınıkla buraya
saldırmışlardır. ŞanVda da hristiyanlarla karşılaşmışlardır. Allah. Berae
Suresjni bu konuda indirmiştir. Bu gazve, Osman b. Affan'ın (r.a.) Allah
yolunda orduya bin deveyi savaş için tam takım teçhiz ettiği üzre (şiddetli
sıkıntı) gazvesidir. Orduya bu miktar da yetmeyince elli deve daha ilavede
bulunmuştur.[95]
Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v.):
"Bugün bu
yaptıklarından sonra Osman ne yaparsa ona bir zarar vermez." demiştir. Bu
çarpışmanın cereyan etmediği Peygamberimizin son gazvesidir.
Rasulullah (s.a.v.)
bizat yirmi küsur gazveye katılmış ve bunlardan ancak şu dokuzunda savaş
vukubulmuştur: Bedir, Uhud, Mustalıkoğullan, Hendek. Zükared ve Taif.
Rasulul-lah'ın (s.a.v.) topladığı en büyük ordu Huneyn ve Taif gazveleri olup
ordunun sayısı onikibin idi. Rasulullah'la birlikte savaşa çıkan en büyük ordu
ise Tebük'te olmuştur. Bu gazvede ordunun sayısı sayılamayacak kadar çoktu.
Ancak bu gazvede savaş vukubulmamıştır.
Yukarıda saydığımız
kimseler Allahu Teala'nm:
"Elbette
içinizden (Mekke'nin) feth (in) den önce (Hak yolunda) harcayan ve savaşan
(lar. ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve
savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de
(gerek fethinden önce.
gerek fetihten sonra infak eden ve savaşan müslümanlara) en güzel sonucu
vaadetmiştir."
.sözünün de kapsamına
giriyorlar. Fetih günü İslam'a giren bu Tulaka. fetihten sonra infak edip
savaşanlardır ve Allah kendilerine güzel sonucu vaadetmiştir. Çünkü onlar.
Huneyn ve Taif te infak etmiş ve her ikisinde savaşmışlardır. Allah hepsinden
razı olsun.
Onlar yine Allah'ın
kendilerinden razı olduğu kimseler arasındadırlar. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
"Muhacirlerden ve
Ensar'dan (İslam' girmekte) ilk öne geçenler ile bunlara güzelce tabi
olanlar... Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı
olmuşlardır." (Tevbe: 9/100)
İlk öne geçenler.
Hudeybiye antlaşmasından Önce müs-lüman olanlardır. Mesala ağaç altında
Rasulutlah'a (s.a.v.) biat edenler gibi. Nitekim Yüce Allah bunlar hakkında şöyle
buyurmaktadır:
"Allah şu
müminlerden razı olmuştur ki onlar, ağacın altında sana biat
ediyorlardı," (Fetih: 48/18)
Sayıları, bindöryüzden
fazlaydı. Hepsi de Cennet ehlidir. Nitekim sahih bir rivayette RasuluIIah'ın
(s.a.v.) şöyle buyurduğu sabittir:
"Ağaç altında
biat edenlerden kimse Cehennem'e girmez.[96]
Bunlar arasında Hatıb
b. Ebi Beltae de vardı ki bu zatın bilinen birtakım kötü tavırları vardır.
Mesala. Rasulullah'ın (s.a.v.) haberlerini müşriklere yazmıştı. Ayrıca
kölelerine kötü davanırdı. Sahih bir rivayette kölesinin Rasuiullah'a (s.a.v.) gelerek".
Ey Allah'ın Rasulü.
Hatıb mutlaka Cehennemce girecek." dediği ve Rasulullah'ın (s.a.v.):
"Yalan
söylüyorsun, çünkü o, Bedir ve Hudeybiye'ye katıldı" dediği
nakledilmektedir.[97]
Yine sahih rivayette
sabittir ki Hatıb, Rasulullah'ın (s.a.v.) üzerlerine yürüyeceğini müşriklere
yazdığında Rasululah (s.a.v.). mektubu götüren kadını yakalamak üzere AH b. Ebi
Talib ile Zübeyr'i göndermiş ve onlar da kadını yakalayıp getirdiklerinde
Hatıb'ı çağırtarak:
"Bu yaptığın da
ne. ya Hatıb!" diye azarlamıştır. Bunun üzerine o da şöyle cevap
vermiştir:
"Allah'a yemin
ederim ki ya Rasulaliah. dinimden dönmüş olarak bunu yapmadım. İslam'a
girdikten sonra küfre dönmeye de razı değilim. Ne var ki Kureyş'e sığınmış biriyim,
onlardan değilim. Ashabından seninle beraber olanların orada akrabaları var,
oradaki ailelerini koruyorlar. Benim akrabalarımı koruyacak kimse yok, istedim
ki orada akrabalarımı koruyan birileri olsun."
Bunun üzerine Ömerb.
el-Hattab:
"Bırak şu
münafığın başını u curayım" demiş fakat Rasulullah:
"O, Bedir
savaşına katılmış biridir, ne biliyorsun belki Allah: Dilediğini yapın, sizleri
bağışladım buyurmuştur.[98]
dedi.
Bu hadis. 'İlk öne
geçenlerin' -mesela Bedir ve Hudeybiye'ye katılanların ilk olmaları, iman ve
cihadlan sebebiyle büyük günahlarının Allah tarafından bağışlanacağını beyan
etmektedir. Nasıl Hatıb yaptığından dolayı cezalandırılmamışa, günahlarından
dolayı herhangi bir kimsenin onları muaheze etmesinincaiz olmadığını gösterir.
Ali (r.a.) ile Talha.
Zübeyr ve benzerleri arasında olup bitenler için de bu hadis değildir; çünkü
aralarında vukubulanlarya bir içtihada dayalıydı ki. bu takdirde kimsenin
birşey söylemeye hakkı yoktur.
Nitekim Rasullulah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Hakim îçtihad
edip isabet ederse, kendisi için iki mükafat vardır. Ama içtihad eder de hata
ederse, bu takdirde bir mükafatı vardır.[99]
Şayet ortada
işledikleri bir günah varsa, Allah'ın işlediklerini afvedip kendilerinden razı
olduğu sabittir. O halde onlardan bin bir günah işlemiş olsa bile ona zarar
vermez. Günahları silen sebeplere sarılmasından dolayı o günah silinmiştir.
Mesela ya tevbe etmiş ve Allah tevbesini kabul etmiştir ya günahları silen
iyilikleri vardır ya da uğradiğı bir bela günahına keffaret olmuştur. Sahih bir
rivayette Rasu-lullah'in (s.a.v.) şöyle buyurduğu sabittir;
"Bir mümin
yorgunluk, hastalık, keder, hüzün ve eziyyete uğradı mı mutlaka Allah bunu
günahlarına keffaret kılar. [100]
îlk önce geçenlerden
sonra gelenler, Hudeybiye'den sonra İslam'a girenler olup bunlar Yüce Allah'ın;
"Allah hepsine de
(gerek fetihten önce. gerek fetihten sonra infak eden ve savaşan müslümanlara) en
güzel sonucu vaadetmiştir. (Hadid: 57/10)
"...bunlara
güzelce tabi olanlar... Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı
olmuşlardır." (Tevbe; 9/100) sözünün kapsamına girerler. Halici b, Velid,
Amr b. Vehd. Amr b. el-As, Osman b. Talha ve başkaları Mekke fethinden önce
İslam'a girmişlerdir. Tulaka'dan sonra İslam'a girenler ise, Taif halkı olup en
son İslam'a dır. Rasulullah'ın fs.a.v.) Taife emir olarak tayin ettiği Osman b.
Ebi'l-As es-Sekafi. bunlardan olup en son İslam'a girenlerden olduğu halde,
sahabenin iyilerindendi.
O halde kişi sonradan
İslam'ı kabul eden biri olduğu halde kendisinden önce İslam'a giren birinden
üstün olabiliyor. Nitekim Ömer (r.a.) ilklerden değildi. İslam'a girenlerin
kırkıncısı olduğu söylenir. Ama bununla birlikte kendisinden önce müslüman
olanların pek çoğundan üstündür. Mesela Osman. Talha, Zübeyr. Sa'd. Abdurrahman
b. Avf bunların hepsi Ömer'den (r.a.) önce ve Ebu Bekir'in eli üzere müslüman
olmuşlardır, ama Ömer hepsinden üstündür.
İslam'a ilk girenler:
Büyük ve hür erkeklerden Ebu Bekir; küçük ve hürlerden Ali; kölelerden Zeyd b.
Harise ve kadınlardan da Ümmü'l-Mü'minin Hatice'dir (r.a.). İlim ehli bu
konuda ittifak halindedir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Onlar ki
inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve
onlar ki (yurtlarına göçenleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar,
birbirlerinin velisi (dostu, koruyucusu) durlar... Onlar ki, inandılar,
hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar; onlar ki, (göç edip gelen müminleri)
barındırdılar ve (onlara) yardım ettiler, İşte gerçek müminler onlardır. Onlar
için bağış ve bol rızık vardır. Onlar ki sonradan inandılar, hicret ettiler,
sizinle beraber savaştılar, işte onlar da sizdendir." (Enfal: 8/72-75)
Bu ayetler, geneldir.
Yüce Allah ayrıca
şöyle buyurmuştur:
"(Bir de o
mallar), göç eden fakirlere aittir ki (onlar), yurtlarından ve mallarından
(sürülüp) çıkarılmışlardır; Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve
Rasulu'na (canlarıyla, mallarıyla) yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.
Ve onlardan önce o yurda (Medine'ye) yerleşen, imana sarılanlar, kendilerine
göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimet)Ierden ötürü göğüslerinde
bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin yaçlan olsa dahi, (göç eden
yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir. Onlardan sonra gelenler derler
ki; 'Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde
inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin."
(Haşr: 59/8-10)
Bu son ayetler, ilk
önce geçenlerden sonra İslam'ı kabul edenleri içine alıyor. O halde
Rasulullalvın (s.a.v.) ashabı olan; ona inanmış ve kendisiyle birlikte savaşmış
olanlar, nasıl bu ayetlerin kapsamına girmesinler?
Sahih bir hadiste
Rasulullah'in (s.a.v.):
Muhacir, Allah'ın
yasakladığından uzak durandır.[101]
dediği
nakledilmektedir. O halde Tufaka'dan olup İslam'ı kabul eden ve Allah'ın
yasakladıklarından uzakduran bu "hicret"in kapsamına girmektedir.
Aynca Yüce Allah'ın:
"Onlar ki
sonradan inandılar, hicret ettiler, sizinle beraber savaştılar, işte onlar da
sizdendir." sözünün kapsamına girdikleri gibi, "Allah hepsine de
(gerek fetihten önce, gerek fetihten sonra infak eden ve savaşan müslümanlara
en güzel sonucu vaadetmiştir." (Hadid: 57/10) sözünün de kapsamına
girerler.
Yüce Allah yine şöyle
buyurmaktadır:
"Muhammed,
Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kafirlere karşı şiddetli, kendi
aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah'ın lütuf ve
rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.
Onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları da şudur: Bir ekin gibidirler
ki, filizini çıkardı, onu güçlendirdi, kalınlaştı, derken gövdesinin üstüne
dikildi, ekincilerin hoşuna gider, onlara karşı kafirleri de öfkelendirir (bir
duruma geldi). Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük
mükafat vaadetmiştir." (Fetih: 48/29)
Bu ayet, Rasulullah'la
(s.a.v.) birlikte oldukları halde İnanların hepsini İçine alır.
Sıhah kitaplarıyla
başkalarında bir çok senette nakledilen müstefiz bir haberde Rasulullah'ın
(s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Nesillerin en
hayırlısı, kendileri arasında gönderildiğim nesildir.; sonra, onları takip
edenler; sonra da, bunları takip edenlerdir.[102]
Sahih bir rivayette
nakledildiği üzere Abdurrahman ile Halid arasında tatsız bir durum
vukubülmüştu, bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.), Halid'e şöyle dedi:
"Ey Halid,
ashabıma sövmeyin; Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Allah yolunda Uhud
dağı kadar altun dağıtsa, onlardan birinin, bir müd değerindeki infakına hatta
yarısına bile ulaşamaz. [103]
Rasululfah (s.a.v.) bu
sözüyle Hudeybiye'den sonra îslam'a girenleri kastediyor. Bunlardan biri, Uhud
dağı kadar altun ifak etse, ilk Öne geçen (yani Hudeybiye'den önce İslam'a
girenlerden birinin ne değerine ulaşır, ne de onun yansı bir değere ulaşır.
Hudeybiye'den sonra
İslam'ı kabul edenler de, Yüce Allah'ın şu sözünün kapsamına giriyorlar:
"Elbette
içinizden (Mekke'nin) feth(in)den önce (Hak yolunda) harcayan ve savaşan(lar,
ötekilerle) bir olmaz.
Onların derecesi
sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah
hepsine de (gerek fetihten önce. gerek fetihten sonra infak eden ve savaşan
müslümanlara) en güzel sonucu vaadetmiştir."
(Hadid: 57/10)
Sahabenin birbirlerine
oranla durumları bu olunca sonra gelenlerin onlara nazaran mertebesi nasıl
olacaktır? "Sahabe", isnı-i cins olup az veya çok Rasulullah (s.a.v.)
ile beraberliği olan için kullanılır. Ancak her birinin sahabiliği. Rasulullah'la
beraberliği miktarmcadir. Beraberliği bir sene olan. bir ay olan, bir saat olan
ya da mümin olarak onu gören vardır ve bütün bunlar şahabıdır. Lakin her
birinin sahabiliği, beraberliği miktanncadır. Nitekim sahih bir rivayette
Rasulullah (s.a.v.)'ın şöyle dediği sabittir;
"Bazı
topluluklara sefer yapılacak ve onlar: 'Aranızda Peygamberce beraber bulunmuş
olanlar var mı? (Bir rivayette: Rasuiullah'ı gören var mı?)' denilecek ve sefere
çıkmış olanlar: 'Evet' diyecekler. Bunun üzerine kapılar kendilerine
açılacaktır. Sonra bazı topluluklara sefer yapılacak ve onlar 'Aranızda
Rasulullah'la beraber bulunmuş olanlarla beraber bulunmuş kimseler var mı?
(Bir rivayette: 'Rasulullah'ı görenleri görenler var mı?)' denilecek ve sefere
çıkmış olanlar: 'Evet' diyecekler. Böylece onlara da kapılar açılacaktır.
Sonra bazı topluluklara sefer yapılacak^ve onlar: 'Aranızda Rasuiullah'ı
görmüş olanları görenleri gören var mı? (Bir rivayette: 'Rasululalvla beraber
bulunmuş olanlarla beraber bulunmuşlarla beraber bulunanlar var mi?)'diyecekler
ve sefere çıkanlar: 'Evet' diyecekler. Bunun üzerine onlara da kapılar
açılacaktır.[104]
Başka birsenedle
nakledilen bir rivayette dört nesil zikredilmektedir.
Rasululah (s.a.v.) bu
hadiste hükmü, sohbetinde bulunma ve kendisini görmeye bağlamış ve mümin
olarak kendisini görenlerden dolayı Allah'ın müslümanlara fetih yapmayı
müyesser kılacağını bildirmektedir.
Bu meziyet, sahabeden
başkasına nasip olmaz. Bir kişinin ameli, bir sahabinin amelinden fazla bile
olsa, o sahabiye ulaşamaz. [105]
Bir önceki bölümde
anlattıklarım anlaşıldıysa. hemen belirtelim ki sahabeden birinin mümin
olduğunu bilmenin yolu, başka benzerinin mümin olduğunu bilme yolunun aynısıdır.
Sahabi oluşunun bilinebildiği yol da. benzerlerinin sahabi olmalarının
bilineceği yol olduğu anlaşılmıştır.
Muaviye, kardeşi
Yezid, Ebu Cehrin oğlu İkrime, Saf-van b. Umeyye, el-Haris b. Hişam, Süheyl b.
Amr gibi Mekke'nin fethedildiği yıl islam'a giren Tulaka'nm müslü-manlığı ve
İslam üzere öldükleri alimlerce tevatüren sabittir.
Muaviye'nin
İslamiyeti, diğerlerinden daha açıktır. Çünkü o, kırk yıl idarecilik
yapmıştır. Ali (r.a.) döneminde olup bitenlere rağmen yirmi yıl Ömer (r.a.) ve
Osman'ın (r.a.) tayinleriyle idarecilik yapmış, geri kalan yirmi yılda da
bağımsız olarak idareciliği yürütmüştür. Böylece Rasu-lullah'm (s.a.v.)
vefatının ellinci, hicri altmışıncı yıla kadar iktidarda kalmıştır. Hasan
(r.a.) ise, hicri kırkıncı yılda ona iktidarı devretmiştir. Müslümanların
sözlerinin bir olması ve müsiümanlar.arasındaki fitnenin ortadan kalkması sebebiyle
bu yıla "Birlik Yılı" adı verilmiştir.
Hasan'ın (r.a.) bu
davranışı, daha önce Rasulullah (s.a.v.) tarafından haber verilmiş ve övülmüştür.
Nitekim Buhari ve başkalarının Ebu Bekir'den (r.a.) naklettiği bir rivayete göre
Ra.sulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Benim bu oğlum
seyyiddir (idareci olacaktır) ve Allah kendisi sebebiyle müslümanlardan iki
fırkayı barıştıracaktır.[106]
Böylece Rasuiuliah
(s.a.v.) oğlunu, kendisi sebebiyle Allah'ın müslüman iki büyük grubu
barıştıracağından dolayı Övmüştür ki. bu işi Muaviye'ye terkettiğinde
gerçekleşmiştir. Bu iş gerçekleşmeden herbiri. büyük ordularla diğerinin,
üzerine yürümüştü.
Rasuluflah'm (s.a.v.).
Hasarr'ı barışı seçip savaşa girme-yeceğinden dolayı övmesi. Allah indinde iki
taraf arasındaki barışın, savaşmaktan daha sevimli olduğunu gösterir. Böylece
Hasan"m savaşmakta memur olmadığı da anlaşılmaktadır. O halde eğer
Muaviye kafir olsaydı, bir kafirin hakim kılınıp idarenin kendisine teslim
edilmesi, Allah ve Rasulü'nün sevdiği bir şey olmazdı. Hadis aksine. Hasan ve
taraftarlarının mümin olduklarını gösterdiği gibi Muaviye ve taraftarlarının da
mümin olduklarına ve Hasan'm yaptığının. Allah indinde övülen ve O'nunla
Rasulünün nezdinde tasvip gören bir hareket olduğuna işaret etmektedir.
Ayrıca Buhari ve
Müslim'in Said el-Hudri'den rivayet ettikleri bir hadiste Rasuiuliah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
"İnsanların
tefrikaya düştükleri bir sırada bir fırka (İslam'dan) çıkacak ve daha haklı
olan bir rivayette.
"Hakka daha yakın
olan fırka, onları Öldürecektir. [107]
Bu sahih hadis,
savaşan her iki fırkanın yani Ali (r.a.) ve taraftarlarıyla Muaviye ve
taraftarlarının Hak üzere olduklarına, Ali (r.a.) ile taraftarının da Muaviye
ve taraftarlanndan hakka daha yakın bulunduklarına delildir.
Çünkü dinden
çıkanlarla savaşan. Ali'dir (r.a.). Bunlar, Haruriyye fırkasından Hariciler
olup daha önce Ali (r.a.) taraftarı iken sonra ona karşı koymuş; onu ve
beraberindekileri tekfir etmiş, kendisine düşmanlık ilan edip ona karşı savaşmışlardır.
Müstefiz. hatta mütevatir olarak nakledilen haberlerle Rasuluîlalvm (s.a.v.)
haber verdiği fırka bunlardır. Nitekim kendileriyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz,
namaz kılışları yanında kendi namazını, oruçları yanında kendi orucunu, Kur'an
okuyuşları yanında kendi okuyuşunu küçümser. Kur'an okurlar, ama (bu
okuyuşları) hançerelerinden aşağı inmez. Okun avı delip geçmesi gibi İslam'dan
çıkarlar. Onlara her nerede karşılaşırsanız onları öldürünüz; çünkü öldürülmelerinde
Kıyamet günü Allah yanında mükafat vardır. Alametlerine gelince; aralarında
elleri sakat ve üzerinde uzun kalın kıllar bulunan, kasları gelişmiş biri var.[108]
Ali (r.a.) ve taraftarlarına
düşmanlık ilan eden; öldürülmesini helal sayan ve onu tekfir edenler
bunlardır. Nitekim ileri gelenlerinden Abdurrahman b. Mülcem el-Muradi onu
öldürmüştür. Dinden çıkmış bu Nasibe Haricileri: "Osman, Ali b. Ebi Talib
ve beraberindekiler mürted kafirlerdendir" dediklerinde müslümanların
onlara karşı delilleri: Sahabenin imanına dair mütevatir haberler, Kur'an ve
sahih sünnette Allah'ın kendilerini övdüğü, kendilerinden hoşnut olduğu. Cennet
ehli olduklarına dair nasslarla sabit hususlardır. Bu delilleri kabul etmeyen
kimsenin, ne Ali b. Ebi Talib ne de benzerlerinin imanını isbatlama imkanı
vardır.
Şayet Nasibe'den biri
Rafızi'ye: "Ali. kafir veya zalim bir fasıktı; çünkü din için değil, başa
geçme sevdasına kapılarak savaştı; Ceme], Sıffin ve Harura'da Muhammed'in
(s.a.v,) ümmetinden binlercesini Öldürdü. RasuluİIah'ın (s.a.v.) vefatından
sonra ne bir kafirle savaştı, ne bir şehir fethetti; aksine, kıble ehline savaş
açtı" derse, Ali'ye (r.a.) kin besleyen Nasibe'nin benzeri iddialarını ileri
sürecek olsa, bu Nasibe'ye ilk öne geçenlerin hepsini seven ve hepsine
taraftar olan Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'ten başkası cevap veremez.
Nasibe'ye derler ki:
Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha, Zü-beyir ve benzerlerinin imanları tevatür,
hicretleri ve eihad-larıyla sabittir. Ayrıca Kur'an-i Rerim'de Allah'ın övdüğü
ve kendilerinden hoşnut olduğu sabit bir vakıadır. Yine sahih rivayetlerde
Rasulullah'ın (s.a.v) hem Özel, hem genel olarak onları övdüğü kesindir. Şu
müstefiz haberde olduğu gibi;
"Yeryüzü halkından
dost edinseydim, Ebu Bekir'i dost edinirdim.[109]
Yine şöyle
buyurmaktadır:
"Sizden önceki
ümmetlerde muhaddes (mülhem)ler vardı. Ümmetimden biri varsa o da Ömer'dir. [110]
Aynı şekilde Osman
(r.a.) hakkında:
"Meleklerin
utandığı birinden utanmıyayim mı? [111]
Ali hakkında (r.a.):
"Sancağı Allah ve
Rasulü'nü seven, Allah ve Rasu-lü'nün de kendisini sevdikleri birine vereceğim.
Allah, onun eli üzere fetih müyesser kılacaktır. [112]
Zübeyir hakkında:
"Her peygamberin
havarileri vardır, benim havarim de Zübeyir'dir.[113] buyurmuş
ve benzeri şekilde bir çok sahabeyi övmüştür.
Rafizi"ye
gelince. Ali'yi (r.a.) sevmeyen Nasibe'den gelecek itirazlara geçmişlerin
hepsini seven Ehl- Sünnet'in getirdiği delilleri getirme imkanı yoktur. Çünkü:
"Ali'nin müslümanlığı tevatür yoluyla sabittir" diyecek olsa, Nasi-.
be'den olan kişi "Aynı şekilde Ebu Bekir. Ömer. Osmajı. Muaviye ve
başkalarının da müslümanlığı tevatür ile. sabittir. Oysa sen bunların ya
müslümanlığma- ya dü adaletlerine dil uzatıyorsun" diyecektir.
Şayet: "Ali'nin
imam, Rasulullah'm (s/a.v.) kendisini ölmesiyle sabittir" diyecek olsa,
ona deriz ki: Bu hadisleri nakleden, dil uzattığın sahabenin kendileridir.
Çünkü bu hadislerin ravileri: Sa'd b. EĞi Vakkas. Aişe. Sehl b. Sa'd,es-Sa-idi
ve benzerleridir. Rafizilerise bunların hepsine saldırıyorlar. Eğer bunlar ve
benzerlerinin rivayetleri zayıf ise, Ali'nin faziletleri hakkındaki
rivayetlerin hepsi batıl olur. Bû takdirde de Rafizilerin hiçbir delili
kalmamış olur. Ama rivayetleri sahih ise. bunların failetlerini rivayet
ettikleri Ebu Bekir, Ömer. Osman v.s.nin faziletleri de Ali'nin faziletleri gibi
sabittir.
Şayet Rafizi:
"Ali'nin faziletleri Şiilerce mütevatirdir. Nitekim onlar, imamlığın Ali
"ye ait olduğu tevatür yoluyla sabittir, diyorlar" derse, cevap olarak
kendisine denilir ki: Sahabe olmayan Şiilere gelince, onlar ne Rasulullalrı
(s.a.v.) görmüş, ne sözünü duymuşlardır. Dolayısıyla nakilleri mürsel ve
münkatı'dir. sahabeye dayanmadıkça sahih olamaz.
Rafizilerin güven
duyduğu sahabilerin sayısı çok azdır. Ancak on küsur veya bu sayı
civarındadır.- Bu sayıyla da tevatür sabit olmaz. Çünkü bu kadar az sayıdaki
kişi yalan üzere anlaşabilirler. Faziletlerini nakleden sahabenin cumhuru ise.
Rafızilerin reddettiği kimselerdir. Ayrıca Kur'an'm övdüğü çoğunluğun yalan
söyleyeceklerini ve hakkı gizleyeceklerini caiz görüyorlarsa bunun az sayıdaki
kimse için cevazı öncelikle mümkündür.
Yine eğer Rafızi:
"Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın hedefi başa geçmekti, başa geçmekle
başkalarına zulmettiler" diyecek olsa, ona denilir ki: Bunlar, başa geçme
hususunda hiçbir müslümanla savaşmamışlardir. Onlar ancak müıted ve kafirlerle
savaştılar. Kisra ve Kayser'i yenilgiye uğratanlar. Fars ülkesini fethedenler
ve İslam'ı ayakta tutup iman ehlini aziz kılan ve küfür ile ehlini perişan
edenler onlardır.
Mertebe olarak Osman,
Ebu Bekir'le Ömer'den geri olmasına rağmen emri altındakiler onu öldürmeye
geldikleri halde o, müslümanlarla savaşmadı. Başa geçmek için de bir
miislümanı öldürmüş değildir. Bununla birlikte bunların idarecilikte
zulmettiklerini, Rasulullah'a düşman olduklarını söylersem, Nasibe'den birinin
iddiaları seninkinden çok daha kuvvetli olur.
Bu kimseler hakkında
kötü söz söyler; onları zalim ve Ra-sulullah düşmanı gösterirsen, bu,
Haricilerle sana karşı çıkan Nasibe için bir delil olur. Çünkü onlar şöyle
diyorlar: "Kim riyaset düşkünü olmakla tavsif edilmeye daha layıktır?
Başa geçmek için müslümanlarla savaşan -ve kafirlerle savaşmayan- kendisine
itaat etsinler diye savaşı başlatan; namaz kılan, zekat veren, Allah'ın evini
hacceden. Ramazan orucunu tutan ve Kur'an okuyan kıble ehlinden binler-cesini
öldüren mi, yoksa müslümanlarla savaşmayan; aksine, namaz ve zekat ehline
değer veren, onlara yardım edip onları koruyan; idareci olduğu halde Öldürülen,
nefis müda-fası için bile savaşmayan, nihayet kendi evinde ve akrabası
arasında öldürülen mi? Böyle birini zalim olmak, yöneticiliği sırasında
mslümanlara zulmetmekle nitelemek yerine, iktidar için savaşan ve bu uğurda
müsiümanları öldüren kimseyi bu vasıflarla nitelemen daha doğru ve gerekli
olmaz mı?
Bu ve benzeri
hususlardan anlaşıldığı gibi Rafiziler, ne doğru dürüst bırakıl veya sahih bir
nakle, ne makbul birdin ve mamur bir dünyaya sahiptirler. Aksine onlar,
grupların en yalancıları ve cahilleridir. İnançları, her türlü zındık ve
müıtedin İslam aleyhinde çalışmasına müsaittir. Nitekim Nu-sayriyye ve
îsmailiyye gibi fırkalar onlar arasında zemin bulmuştur. Bunlar, ümmetin
iyilerini hedef alıp onlara düşmanlık yaparken Allah dininin düşmanı yahudi,
hristiyan ve müşriklere taraftarlık yapmışlardır. Mütevatir doğrulara karşı
koymuş, apaçık uydurma yalanlardan yana olup bunları desteklemişlerdir. Onlar.
Şa'bi'nin kendileri hakkında söylediği gibidirler ki Şa'bi onları çok iyi
tanırdı-: "Dört ayaklı hayvanlardan olsalardı eşekler sınıfından, kuş olsalardı
kargalar sınıfından olurlardı."
İşte bu sebeple onlar,
insanların en müfterileridir. Muavi-ye (r.a.) hakkında söyledikleri de iftira
ve yalandır. Muavi-ye'nin Rasulullah (s.a.v.) tarafından idareci olarak görevlendirildiği
tevatürle sabittir. Rasulullah'la birlikte savaşmış ve ona vahiy katipliği
yapmıştır. Vahiy katipliği hususunda Rasulullah (s.a.v.) onu itham etmemiştir.
İnsanları en iyi tanıyanlardan biri olan ve hakkın kalp ve diline yansıdığı
Ömer (r.a.) onu vali olarak tayin etmiştir.
Rasulullah (s.a.v.),
babası Ebu Süfyan'ı vali olarak tayin etmişti ve Rasulullah vefat edinceye
kadar valiliği devam etmişti. Muaviye ise. müslümanların ittifakı ile
babasından daha hayırlı ve daha iyi birmüslümandı. Rasulullah (s.a.v.) babasını
vali olarak tayin ettiğine göre onun valiliği haydi haydi caizdir. O hiçbir
zaman dinden dönenlerden olmamış, ilim ehlinden hiç kimse onun dinden iıtidat
ettiğini söylememiştir. Onu irtidat etmekle suçlayanlar, Ebu Bekir, Ömer ve
Osman'ı, Bedir gazvesine katılmışların hepsini, Rıdvan hiatında bulunanları,
Muhacir ve Ensar'dan İslam'a ilk girenleri ve iyilikle onlara tabi olanları
kendilerine yakışmayan kötü vasıflarla niteleyenlerdir,
Muaviye, babası ve
benzerlerini dinden dönmekle suçlayanlardan bir kısmı: "Muaviye Öldüğünde
yüzü doğuya doğruydu ve yüzünün üzerinde haç vardı" derler,,Her akıl
sahibi bunun yalan ve iftira olduğunu bilir, Değil Muavi-ye'yi, onun altında
olan Em evi ve Abbasi sultanlarından Abdülmeîik b. Mervan ve çocuklarının, Ebi
Ca'fer el-Mansur ve Mehdi ve Hadi ismindeki oğullarının, Harun er-Reşid ve
benzeri Hilafet makamına geçmiş olanların bile dinden döndüklerini ve Hristiyan
dini üzerinde öldüklerini söylemenin kocaman bir yalan ve iftira olduğunu her
akıl sahibi bilir. [114]
Hatta bütün
yaptıklarına rağmen oğlu Yezid "in bile kafir ve mülteci olduğunu
söylemek, ona bir iftiradır. O da, diğer müsîüman sultanlar gibi bir sultan
idi. Sultanların birçoğunun iyilikleri de? kötülükleri de vardır; iyilikleri
büyük olduğu gibi kötülükleri de büyüktür. Onlardan birine benzerlerini
görmezlikten gelmek ya cehaletin, ya da haksızlığın bir eseridir.
Bunlar da sair müslümanlar
gibidir; kiminin iyilikJeri kötülüklerinden daha çoktur. Kimi kötülüklerinden
tevbe etmiş ye kiminin günahlarını Allah bağışlamıştır. Kimini Cennet'e
sokacaktır, kimi de kötülüklerinden dolayı cezaya çarptırılacaktır. Olur ki
Allah kimilerinin hakkındaki bir peygamberin veya şefaat ehlinden birinin
şefaatini kabul edecektir. Bunlardan birinin kesin olarak Cehennem gireceğini
söylemek, bidat ve sapıklık ehlinin sözlerindendir.
Aynı şekilde onlardan
belli herhangi birine İanet etmek, salih kimselerin davranışlarından değildir.
Rasulullah'm (s.a.v.):
"Allah içkiye,
onu imal edene, imal işinde çalışana, onu taşıyana, içiren ve içenine, alıcı ve
satıcısına, bir de parasından yiyene lanet etsin."
dediği sabittir. Ama
bununla birlikte sahih bir rivayette: Rasululah (s.a.v.) döneminde
"himar=eşek" diye çağrılan birinin bulunduğu ve bu zatın çokça içki
içtiği, her Rasulul-lalra (s.a.v.) getirildiğinde de kırbaçlanarak (celd) cezalandırıldığı,
yine bir defasında kırbaçlanmak üzere getirildiğinde orada hazır bulunan
birinin:
"Allah bu adama
lanet etsin ne de çok peygambere getiriliyor" dediği ve Rasulullah'ın
(s.a.v.):
"Ona lanet okuma!
Çünkü o, Allah ve Rasulu'hu seviyor[115]
buyurduğu nakledilmektedir.
Görüldüğü giibi
Rasulullah (s.a.v.) içki içeni genel olarak lanetlediği halde belli bir
müminin lanetlenmesini yasaklamıştır.
Nitekim biz, Yüce
Allah'ın:
"Haksız yere
yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar.
(Nisa: 4/10) sözünü söylediğimiz halde bir kimsenin böyle birinin Cehen-nem'e
gideceğini kesin olarak söylemeye hakkı yoktur. Olur ki o adam tevbe eder ya da
AUah, iyilikleri sebebiyle günahlarını bağışlar. Ya da başına öyle musibetler
gelir ki günahlarına keffaret olur, makbul bir şefaatle kurtulur veya Allah
onu affeder.
Kişi sultan olsun veya
olmasın onun durumu da böyledir. Ondan bir zülüm sadır olmuşsa bu,
lanetlememizi ya da kesin olarak Cehennem gideceğine tanıklık etmemizi gerektirmez.
Böyle davranmak, bidat ve sapıklık ehlinin işidir. Herhangi bir kişi hakkında
takınılacak tavır bu olunca ya zulmüyle birlikte affedilme ümidi bulunan büyük
iyilikler sahibi kimse için ne demeli. Kaldı ki Buharı Sahih'inde /bıı
Ömer'den naklen RasululJah'm (s.a.v.) şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Kostanriniyye'ye
(İstanbul'a) sefere giden iik ordunun günahları bağışlanmıştır.mi
İstanbul'un fethi için
giden ilk ordunun komutam Muavi-ye'nin oğlu Yezid'dir. Bu seferde Ebu Eyyiib
el-Ensari de vardı ve bu zat bu seferde vefat etmiştir. Kabri de hala oradadır.
Bu sebepledir ki selef
imamlarından mutedil olanlar; "Yezid ve benzerlerine ne söver, ne de onları
severiz" derlerdi. Yani kendisinden sadır olan zulmü sevmeyiz. Tek kişiden
iyilikler de, kötülükler de; taatlar da, masiyerler de, hayırlı şeyler de, kötü
şeyler de sadır olur. Allah, iyiliklerinden dolayı onu mükafatlandırır,
kötülüklerinden dolayı da cezalandırır. Ama dilerse, onu bağışlarda. Yaptığı
iyilikleri sever, kötülüklerinden hoşlanmaz.
Kötülükleri küçük
günahlar şeklinde olanın günahlarının affedileceğini Mu'tezililer de söylerler. [116]
Büyük günah işleyene gelince,
ümmetin selefi, müctehidleri ve Sünnet vel Cemaat kesin olarak bunların
Cehennem gideceğini söylemezler. Aksine, Allah onu bağışlayabilir derler.
Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kendisine
ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar."
(Nisa: 4/48)
Bu ayet, Allah'a ortak
koşmayan hakkındadır ve bağışlamayı Allah'ın isteği şartına bağlamıştır. Yüce
Allah'ın:
"Ey nefislerine
karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün
günahları bağışlar."
(Zümer: 39/53) buyurması da tevbe edenler hakkındadır. Bu sebeple mutlak
ve genel bir ifade kullanılmıştır.
Haricilerle
Mu'tezililer ise, büyük günah işleyenin ebedi olarak Cehennem'de kalacağını
söylerler. Ayrıca onlar, bazı iyi kimselerin büyük günah işleyenlerden olduğunu
vehmederler. Nİitekim Hariciler. Osman (r.a.) ve Ali (r.a.) ile taraftarlarının
Cehennem'de ebediyyen kalacaklarını vehmederler. Aynı şekilde kimileri de Muaviye,
Amrb. el-As ve benzerleri için bunu söylerler. Bunlar, görüşlerini iki batıl
mukaddime üzerine bina ederler:
Bunlardan biri: Falan
şahıs büyük günah işleyenlerdendir.
İkincisi:. Her büyük
günah işleyen Cehennem'de ebe-diyyen kalacaktır.
Her iki söz de
batıldır. Hele ikincisi mutlak olarak batıldır. Birincisinin de batılhğı
bilinir ama tevakkuf da edilebilir.
Muaviye ve benzerleri
gibi müslümanlığım açıkça ilan eden, namaz kılan, oruç tutan ve hacceden birine
o. küfrü üzere devam etti demek; benzeri ol an .başka biri için mesela Abbas.
Ca'fer, Akil ve Ebu Bekir, Ömer, Osman hakkında aynı şeyi iddia etmek gibidir.
Yine mesela Hasan ve Hüseyin'in Aii b. Ebi Talib'in değil Selman-ı Farisi'nin
oğulları olduklarını, Rasuiullalrın (s.a.v.) Ebu Bekir'le Ömer'in kızlarıyla
evlenmediğini, iki kızını Osman'la evlendirmediğini iddia etmek gibidir. Hatta
Muaviye'nin müslümanlığım inkar etmek, bu hususları inkar etmekten çok daha
çirkindir. Çünkü bu sibi şeylerden bir kısmı sadece alim-ler tarafından bilinebilir.
Muaviye'nin İslam'a
girdiği. müslüman toplumda idarecilik yaptığı, emirlik ve hilafet makamına
oturduğu, bütün bunlar avam tarafından da bilinmektedir. Biri Ali'nin küfür
üzere devam ettiğini iddia edecek olsa, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Muaviye ve
başkalarının müslümanlığını inkar edene karşı getirilecek delillerden başkası
getirilemez. Bunlardan biri, diğerinden daha faziletli de olsa, aralarındaki
fazilet farklılığı. müsJümanJıklarının ortaya konmasındaki ortaklığa engel
değildir.
Biri çıkıp Muaviye'nin
imanı münafıklıktan başka bir şey değildir diyecek olsa, bu da yalan ve
uydurmadan ibarettir. Alimlerden Muviye'yi münafıklıkla itham eden olmamıştır,
hepsi islammm iyi olduğunda müttefiktir. Babası Ebu Süf-yan'ın müslümanlığının
iyiliğinde susarlar ama Muaviye ve kardeşi Yezid'in müslümanlıklanmn iyiliği
hususunda bir tereddüt yoktur. Ayni şekilde fetih yılında İslam'ı kabul eden
İkrime b. Ebi Cehl, Süheyl b. Arar, Safvan b. Ümeyye ve benzerlerinin
müslümanlıklanmn iyiliğinde ihtilaf eden olmamıştır. Müslümanlar başkası
namına ve bağımsız olarak kırk yıl idarecilik yapan, onlara beş vakit namaz
kıldıran, hutbe okuyup vaaz eden. iyiliği emredip kötülükten sakındıran,
şeriatin emirlerini uygulayan, fey; ganimet ve zekatlarım aralarında taksim
eden onlarla birlikte hacceden biri nasii olur da münafıklığını hepsinden
gizleyebilir? Hem de aralarında sahabenin ileri gelenlerinden pek çok kimse bulunduğu
halde.
Hatta bundan da daha
kuvvetlisi -Allah 'a şükürler olsun-ne Emevi halifelerinden, ne Abbasi
halifelerinden zındıklık ve münafıklıkla itham edileni vardır. Emevilerden bir
tür bidat ve zulme nisbet, edilen olmuşsa da hiçbiri zındıklık ve münafıklığa
nisbet edilmemiştir. En azından ilim ehlinden hiç kimse onlan bu vasıflarla
nitelernemiştir.
Zındıklık ve
münafıklıkla bilinenler, Aleviyyun diye isimlendirilen ve Mısır'la magri b'te
hüküm sürmüş olan LJbeyd el-Kacklah oğullarıdır. Bunlar, kafir bir sülaleden geliyorlardı.
İlim ehli ittifakla onları zındıklık ve münafıklığa nisbet etmektedir. Aynı
şekilde Tevaif-i Mülük diye bilinenlerden Büveyhoğıılları ve başkalarından bir
kısmı zındıklık ve münafıklıkla itham edilmişlerdir. Müslümanların genel
halifelerine gelince 'Allah, müslümanların idare işini zındık ve münafığın
eline düşürmemiştir. Bunun bilinmesi gerekir ve bu, önemli bir husustur.
Alimler. Muaviye'nin,
bu ümmetin sultanlarının en faziletlisi okluğunda ittifak etmişlerdir.
Kendisinden önceki dördü, Rasulullah'm halifesiydiier. Muaviye meliklerin
(sultanların) ilkidir ve onun sultanlığı rahmet sultanlığıydı. Nitekim bir
hadiste şöyle buyrulmaktadır:
"Mülk
(idarecilik) nübüvvet ve rahmet olacaktır. Sonra hilafet ve rahmet, sonra
sultanlık ve rahmet, sonra sultanlık ve zorbalık, sonra da zalim sultanlık
olacaktır.[117]
Onun sultanlığında
öyle rahmet ve müslümanlığına yarar vardı ki. sultanlığının diğerlerinin
sultanlığından üstünlüğü buradan anlaşılmaktadır.
Kendisinden Öncekiler,
nübüvvet halifeleriydiler. Çünkü Rasulullah'm (s.a.v.):
"Peygamberlik
hilafeti otuz yıl olacaktır, sonra saltanata dönüşecektir. [118]
buyurduğu sabittir.
Ebu Bekir, Ömer, Osman ve AH -Allah hepsinden razı olsun- raşid halifeler ve
hidayet rehberi imamlardı. Rasulullah (s.a.v.) onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Benim ve benden
sonra gelecek raşid halifelerin yoluna sarılın. Ona sarılın ve dişlerinizle
sımsıkı tutunun. Sakın sonradan çıkacak şeylere iltifat etmeyesiniz, (din konusunda)
sonradan çıkan her şey bidattir.[119]
Ali'nin (r.a.)
hilafeti konusunda tartışmaya girenler olmuştur. Kimi. döneminin fitne dönemi
olduğunu, cemaat dönemi olmadığını söylemiştir. Kimi, biranda iki halifenin bulunması
caizdir; o da halifedir. Muaviye de. Çünkü ümmet, Ali (r.a.) üzerinde ittifak
etmemiş ve aynı görüşü1 pay-laşmamıştır.
Ama imamların kail bulunduğu
sahih görüş, belirttiğimiz hadisten dolayı hilafetinin raşid hilafet olduğudur.
Ali (r.a.), döneminde kendisini "Emirü'l Mü'minin" diye isimlendiriyordu
ve sahabe de kendisi için bu unvanı kullanıyordu. İmam Ahmed b. Hanbel şöyle
demiştir:
''Ali 'yi dördüncü
halife saymayan, evinin önündeki eşekten daha sapıktır." Bununla birlikte
hiç şüphesiz her halifenin bir mertebesi vardır.
Ebu Bekir ve Ömer'le
kimse boy ölçüşemez. Nitekim Ra-sulullah (s.a.v.):
"Benden sonraki
iki kişiye; Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz. [120]
buyurmuştur.
Ali'nin (r.a.)
taraftarlarından kendisiyle birlikte onlar bile, tartışmasız Ebu Bekir'le
Ömer'i ondan üstün tutuyorlardı. Ali'nin (r.a.) kendisinin: "Beni Ebu
Bekir ve Ömer'den üstün tutan biriyle karşılaşacak olsam mutlaka ona müfteri
cezası veririm" dediği sabittir.
Onlar sadece Osman'la
(r.a.) Ali konusunda tartışıyorlardı. Ancak Osman'la (r.a.) biat yapılmadan
önce Ömer'in (r.a.) şura'yı altı kişi arasında kıldığında, bu altı kişinin ittifakıyla
Osman'ın (r.a.) Ali'den (r.a.) üstünlüğü sabit olmuştur. Bu altı kişi. Osman,
Ali. Talha, Zübeyir, Sa'd ve Abdur-rahman b. Avf idi. Bunlardan üçü: Talha,
Zübeyir, ve Sa'd kendiliklerinden çekilmiş ve hilafet işi Osman, Ali ve
Abdurrahman arasında kalmıştır. Üçünden biri, ikisinden birini.halife
seçecekti. Abdurrahman üç gün Muhacir, Ensar ve Tabiin arasında görüşmeler
yapmış ve neticede herkesin Osman'da karar kıldığını haber vermiştir.
Osman'ın (r.a.) vefatı
ve hilafeti konusu uzun bir meseledir, dileyen güvenilir kimselerin eserlerine
müracaat etsin. Allah'u a'lem. Peygamberimiz Muhammed'e salat ve selam olsun. [121]
Şeyhülislam -Allah
rahmet etsin şöyle dedi:
İnsanlar, Muaviye b.
Ebi Süfyan'ın oğlu Yezid hakkında ikisi aşırı, mutedil olmak üzere üç fırkaya
ayrıldılar:
Aşırılardan birine
göre o, münafık bir kafir îdi. Rasulul-lah'a (s.a.v.) olan kinine su serpmek,
ondan intikam almak Bedir gazvesinde ve diğer savaşlarda Ali b. Ebi Talib ve diğerlerinin
eli üzere öldürülen dedesi Utbe. dedesinin kardeşi Şeybe, dayısı Utbe'nin oğlu
el-Velid ve diğer akrabalarının öcünü almak için Rasulullah'm torunlarını
öldürmeye çalıştı. Dediler ki: Bu yaptığı. Bedir savaşından kalma bir kin ve
cahiliye damarıdır. Onun dili üzere de şöyle bir şiir söylerler:
" O yüklü develer
görüldüğünde ve o başlar Cirun tepesinde yükseldiğinde,
Karga öttü. İster öt
ister ötme dedim. Ben Peygamber den alacağımı aldım."
Yine İbn
ez-Ziba'ra'nın Uhud günü söylediği şu şiirini okuduğunu söylerler:
"Keşke Bedir'deki
büyüklerim göreydi
Hazreclilerin atılan
oklardan nasıl korktuklarını.
Büyüklerinden bir
çoğunu öldürdük
Bedir'e karşılık olsun
diye. tam da karşılık oldu."
Ve buna benzer daha
nice şeyler söylediler.
Rafizİleriçin böyle
sözler söylemek kolaydır. O Rafizi-ler ki Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibilerini
bile tekfir ederken elbette Yezidi' tekfir etmek onlar için çok daha kolaydır.
Aşırı fırkaları
ikincisi ise, Yezid'İ salih bir kişi ve adil bir imam sanırlar/Onlara göre o,
Rasulullah (s.a.v.) döneminde doğmuş "sahabe"dendir. Rasulullah onu
eline almış ve ona dua etmiştir. Bazen onu Ebu Bekir ve Ömer'den üstün
tutarlar. Aralarında onun bir Peygamber olduğunu söyleyen de olmuştur. Şeyh
Adiy veya Hasan el-MaktüTün dilinden yalan uydurarak şöyle dediğini
naklederler:
"Yezid hakkında
tereddüde düştüklerinden dolayı yetmiş velinin yüzü kıbleden
alikonmuştur."
Bu gibi sözleri
Adaviyye tarikatının aşırıları ile Kürtler ve benzeri sapıklar söylerler. Oysa
Şeyh Adiy, Ümeyyeoğul-lar'indan salih, zahid ve fazıl bir kişiydi. O, ancak
Şeyh Ebu'l-Ferec el-Makdisi ve benzerlerinin davet ettiği tarikata davet
ederdi. Akidesi, şeyhinin akidesine uygundu. Fakat sonradan tarikatlarına mevzu
hadisler, batıl teşbih. Şeyh Adiy ve Yezid konusunda aşırılıkla, Rafizilere
saldırı hususunda birtakım aşırılıklar; Rafizilerin tevbesinin kabul edilmeyeceği
ve benzeri yalan ve sapıklıklar ilave ediJdi.
Az bir aklı,
geçmişlerin hal ve tavırları konusunda az bir bilgisi olan, bu iki gömsün de
batıl olduğunu bilir. Bu sebepledir ki sünnete bağlılık!arıyla bilinen ilim
ehlinden, değerlendirme kabiliyeti olan akıl erbabından hiç kimse bu iki görüşe
de ihtilaf etmemiştir.
Üçüncü görüş ise
şöyledir; O. müslüman .sultanlardan olup hem iyilikleri, hem de kötülükleri
vardır. Osman'ın (r.a.) hilafeti döneminde doğmuştur. Kafir değildir. Ne var ki
kendisi sebebiyle Hüseyin (r.a.) şehid edilmiş ve Harre baskını vukubulmustur.
Ne sahabi. ne de Allah in salih kullanndandı. Akıl, ilim. Sünnet ve Cemaat
ehlinin hepsinin görüşü budur.
Sonra Yezid konusunda
üç fırkaya ayrılmışlar. Bir fırka onu lanetlemiş; bir fırka onu sevmiş ve
birisi de ona ne .sövmüş, ne de onu sevmiştir. İmam Ahmed'den ve onun ashabı
ile diğer müslümanlardan mutedil olanların hepsinden nakledilen, sonuncu
görüştür.
İmam Ahmed'in oğlu
Salih şöyle diyor:
"Babama dedim ki:
Bir topluluk Yezid'i sevdiklerim söylüyorlar. "Ey oğul dedi, Allah'a ve
ahiret gününe inanan, Yezid'i sever mi?" "O halde niçin onu
lanetlemiyorsun?" dedim. Ey oğul dedi. babanın bir kimseye lanet ettiğini
hiç gördün mü?
Mehna şöyle demektedir:
Yezid b. Muaviye b. Ebi Süf-yan'ı Ahmed'e sordum.
"O Öyle biridir
ki, Medine'de yaptığını yaptı" dedi.
"Ne yaptı?"
dedim.
"Rasulullah'in
(s.a.v.) ashabından bazısını öldürdü ve bunun dışında birtakım şeyler
yaptı" dedi.
"Başka ne
yaptı?" dedim.
"Medine'yi
yağmaladı" dedi.
"Kendisinden
hadis nakledilir mi?" dedim.
"Hayır,
kendisinden bir hadis bile nakledilmez" dedi. Kadı Ebu Ya'la ve başkaları
da aynı şeyi zikrederler.
Ebu Muhammed
el-Makdisi'ye Yezid'in durumu sorul-duğunda:
"Bana ulusan şey
o ki kendisine ne sövülür ne de sevilir" dedi.
Bize de ulaşan o ki.
dedemiz Ebu Abdillahb. Teymiye'ye Yezid'in durumu sorulduğunda: Ne eksilt, ne
de arttır, demiştir. Yezid ve benzerleri hakkında söylenecek en adil ve en
güzel söz budur.
Kendisine sövülmemesi
ve lanetlenmemesi meselesine
gelince;
lanetlenmesini gerektiren birfi.skının bulunmaması, ya da tahrimen veya
tenzihen belli bir fasifcın bizzat lanetlenmeyeceği sebebiyledir.
Buharı""nin Sahih'inde Ömer'den (r.a.) nakledilen "Hım ar"
isimli zatın kıssasında. bu zatın tekrar tekrar içki içtiği ve bunun için
kırbaçlandığı (ceJd) bunun üzerine sahabeden biri Hımar'ı lanetleyince
Rasulullah'in (s.a.v.):
"Ona lanet etme,
çünkü o, Allah ve Rasuliinii sever[122]
buyurduğu sabittir.
Yine şöyle
buyurmuştur:
"Mümine lanet
okumak, onu öldürmek gibidir. [123]
Oysa Rasulullah
(s.a.v.) içkiyi ve içki içeni lanetlemiştir. Böylece RasuluHah (s.a.v.) genel
olarak içki içeni lanetlediği halde sahih hadiste içki içen şu belli şahsı
lanetleme-miştir.
Aynı şekilde
yetimlerin mallarını yiyen, zina eden ve hırsızlık yapanlar hakkındaki
cezalarla ilgili nasslar genel olmakla birlikte bu gibi şeyleri yapan bir
kimsenin bizzat Cehennem ehlinden olacağım kesin olarak söyleyemeyiz. Çünkü ya
tevbe etmesi, ya günahları bağışlatan iyilikler işlemesi, ya günahları
bağışlatan musibetlere uğraması ya makbul şefaat ya da başka yerlerde
anlattığımız diğer sebeplerden dolayı tercih edici bir engel sebebiyle o genel
nassların gereğinin gerçekleşmemesi mümkündür. Böylece lanetlenmemesinin üç gerekçesi
zikredilmiş oldu.
Onu Ianetleyenlere
gelince, bunlardan bir kısmına göre onu lanetlememek, lanetlenmesinin caiz
olmadığından değil, sairmubah sözleri terketme nevilidendir. Onu sevmeye
gelince, çünkü özel sevgi ancak peygamberler, sıddikler. sa-finler ve
şehidleriçin olup kendisi bunların hiçbirinden değildir. Nitekim Rasulullah
(s.a.v.):
"Kişi, sevdiğiyle
beraberdir[124]buyurmuştur.
Allah ve ahiret gününe
inanan bir kimse ise. ne Yezit, ne benzeri adil olmayan herhangi bir sultanla
beraber olmak ister.
Yezidi sevmemenin de
iki gerekçesi vardır;
Birincisi; sevilmesini
gerektiren salih amelleri yoktur. Zorba sultanlardan biri olarak kalmıştır.
Böyle kimseleri sevmek meşru değildir. Bu gerekçe ve faşıklığı kendisi indinde
sabit olmadığını söyleyenin gerekçesi kanaatimce tevile müsaittir.
İkincisi: Hal ve
tavırlarında zalimliğini ve faşıklığını gerektiren hususlar kendisinden sadır
olmuştur. Hüseyin'in (r.a.) durumu ve Harre halkının durumu gibi.
Ebu'l-Ferec
İbmı'l-Cevzi, Keyelherrasi ve başka alimlerin onu lanetlemelerine gelince
lanetlenmesini mubah kılan fiileri işlemesi sebebiyledir. Ayrıca onlar o bir
fasıktı ve her fasık lanetlenir, ya da fasıklığma hükmolunmasabile masi-yet
sahibinin lanetlenebileceği görüşünde olabilirler. Nitekim Sıffin savaşına
katılanlar Kunut duasında birbirlerini la-netlemişlerdir. Ali ve taraftarları
namazdaki Kunut dualarında Şam halkından bazı kimseleri şahıslarını zikrederek
lanetlerken aynı şekilde Şamlılar da karşı tarafı lanetlemişler-dir. Oysa
savaşan her iki taraf da: adil olanları da, baği olanları da caiz tevil
ehlindendir ve onlardan hiçbiri fasık olarak nitelenemez. Sair fasıklar
lanetlenmese de, işlediği büyük günahların özelliği sebebiyle lanetleniyor da
olabilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.), bazı masiyetleri işleyenleri genel
olarak lanetlediği gibi hepsini olmasa da bazı asileri şahıs olarak laneti
emiştir. Bunlar da. lan eti erimesinin üç gerekçesidir.
Sevilmesini caiz gören
veya onu seven Gazali ve Dus-ti'nin görüşlerine gelince, bunların da iki gerekçesi
vardır:
Birincisi:
O. sahabe döneminde ümmetin idare görevini yürütmüş ve sahebeden hala hayatta
olanların kendisine tabı oldukları bir müsiümandır. İyi birtakım hasletleri
vardı. Hoş karşılanmayan Harre olayı ve diğeı;hususlarda kendisine göre tevilleri
vardı. O. hata etmiş bir müctehiddir. derler. Ayrıca diyorlar ki: Harre halkı,
kendileri başta ona biati bozmuşlardı. İbn Ömer ve başkaları Harre halkının bu
tavırlarının yanlış olduğunu söylemişlerdir. Hüseyin'in (r.a.) öldürülmesine
gelince. Yezid ne böyle bir şeyi emretmiş, ne de kınamıştır. Hüseyin'in (r.a.)
başı kendisine değil. İbn Zi-yad'a götürülmüştü.
İkincisi: BuliarTriin
Sahih'inde İbn Ömer'den yaptığı bir rivayette Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle
buyurduğu sabittir;
"Kostantiniyye
(İstanbul) üzerine yürüyen ilk ordunun günahları bağışlanmıştır."
Kostantiniyye "ye
sefer yapan ilk ordunun komutam. Yezid idi,
Meselenin gerçeği şu
ki: Bu görüşlerin her ikisinde de iç-tihad geçerlidir. Çünkü masiyetleri
işleyen birini lanetlemek içtihadın geçerli olduğu bir sahadır. Hem.
iyilikleri, hem de kötülükleri işleyen birini sevme hususunda da durum budur.
Bilakis, bir kimsede hem övülecek, hem de yerilecek hasletlerin hem sevap, hem
de günahın bir arada bulunması çelişen bir durum değildir. Aynı şekilde, hem
iyilikleri. hem de kötülükleri bulunması sebebiyle bir kimseye hem rahmet
okunması ve dua edilmesi ile lanetlenip sövülmesi de çelişkili bir durum
değildir.
Ehl-i Sünnet,
-Cehennem 'e girseler yahut girmeye müstahak olsalar bile- din ehli fasıkların
eninde sonunda Cennet'e gireceleri, böylece hem sevap, hem de cezayı bir arada
bulunduracakları konusunda ittifak halindedirler. Ancak Mu 'tezile ve
Hariciler buna karşılar. Onlara göre mükafatı hakeden cezayı haketmez, ikabı
hakaden de sevabı haketmez. Bu mesele meşhur olup ayrıntılara girmenin yeri burası
değildir.
Bir kimseye hem
duanın, hem de beddua etmenin caiz olduğu meselesi cenazeler konusunda
tafsilatlı bir şekilde anlatılacaktır. Burada şu kadarını belirtelim ki:
Müslümanların iyisine de. facirine de rahmet okunur. Her ne kadar bunun
yanında facir olanına ya şahsı veya nev'i itibariyle lanetlenebilse de durum
budur. Lakin ilk durum -yani ne kendisine sövülmesi, ne de sevilmesi -daha
orta ve adil bir yoldur. İşte bu sebeple ben, büyük fitne esnasında Dımaşk'a
gelen Moğol komutanına bu şekilde cevap verdim. Benimle onun ve başkaları
arasında birtakım konuşmalar geçti. Bana bazı sorular sormuştur ve ben de
cevap verdim. Sorularından biri de: "Yezid hakkında ne diyorsunuz?"
şeklindeydi. "Ona ne söver, ne de onu severiz; çünkü o, salih biri değil
ki onu sevelim, ama biz, müslümanlardan herhangi birine şahsım belirterek de
sövmeyiz" dedim. Bunun üzerine: "Onu lanetlemiyor musunuz? Zalim
biri değil miydi? Hüseyin'i öldürmedi mi?" dedi.
Ona dedim ki: Haccac
b. Yusuf ve benzeri zalimlerden sözedildiğinde Yüce Allah'ın Kur'an-Kerim'de
buyurduğu:
"İyi bilin ki
Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir. (Hud: 11/18)
sözüne benzer
söyleriz. Herhangi bir kimseyi bizzat lanet-lemeyi sevmeyiz. Ama şunu da
belirtelim ki, alimlerden bir kısmı onu lanetlemiştir. Aslında bu. içtanada
açık bir husustur. Lakin bizim tercih edip tasvip ettiğimiz görüş budur.
Hüseyin'i (r.a.)
öldüren, ya da öldürülmesine yardımcı olan, buna rıza gösteren kimseye gelince;
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun; Allah onu
ne bağışlar, ne de affeder.
Moğol komutanı:
"Ehî-i Beyt'i
sevmiyor musunuz?" dedi.
Dedim ki: Aksine,
onları .sevmek bizce farzdır ve ifa edilmesi gereken birgörevdİr. Kişi. onları
sevmekten dolayı mükafatlandırılır. Çünkü Müslim'in Sahih'inde naklettiği bir
rivayete göre Zeyd b. Erkam şöyle demektedir Rasu-lulJah (s.a.v.) Mekke ile
Medine arasında "Hum" denilen bir göl yatağında bize bir hutbe verdi
ve bu hutbesinde şöyle dedi:
"Ey insanlar!
Size iki değerli şey bıraktım. Bunlardan biri: Allah'ın Kitabi'dir."
Allah'ın Kitabından
sözetti ve ona sarılmamızı sıkı bir şekilde tavsiye etti. Sonra şöyle devam
etti:
"Diğeri de:
Akrabam, Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatırım.[125]
O Moğol komutanına
ayrıca şöyle dedim: Biz namazımızda her gün şöyle deriz:
''Allah'ım. İbrahim ve
aline salat ettiğin gibi Muham-mecFe ve aline de salat et. Şüphe yok ki .sen,
Övülensin, azamet ve celal sahibisin. Allah'ım, İbrahim ve alinin feyiz ve
bereketini arttırdığın gibi Muhammed ve alinin feyiz ve bereketini de arttır.
Şüphe yok ki sen. övülensin. azamet ve celal sahibisin." O zaman Moğol
komutanı;
"Peki onlara buğz
besleyenler kim?" dedi. Dedim ki:
"Kim onlara buğz
besliyorsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun.
Allah onu ne bağışlar, ne de affeder."
Sonra Moğol vezire
sordum:
"Bu adam Tatar
olduğu halde niçin Yezid'i soruyor?"
"Kendisine Dımaşk
halkının Nasibe'den olduğunu söylemişlerdi" dedi. O zaman yüksek bir
sesle bağırarak şöyle dedim:
"Bunu söyleyen
yalan söylüyor. Kim bu iddiada bulunuyorsa Allah'ın laneti onun üzerine olsun.
Allah'a yemin
ederim ki Dimaşk halkı
arasında Nasibe'den kimse yoktur. Onlar arasında böyle bir kişi bile tanımıyorum.
Dımaşk'îa Ali'ye (r.a.) dil uzatan biri çıksa müslümanlarona gereken cevabı
verirler. Evet önceleri Emeviler buralara hakim iken onlardan bazısı Ali'ye
(r.a.) düşmanlık besler ve nahoş sözler söylerlerdi. Ama bugün, onlardan bir
kişi bile kalmış değildir. [126]
İbn Teymiye'ye.
çeşitli fesat nevileri üzerine bir araya gelmiş bir topluluğun durumu soruldu.
Bunlardan bazısı şöyle
diyor: Din. bundan çok daha önce, ta Ali b. Ebi Talib'ten hilafetin
alınmasıyla bozuldu. Ondan sonra idareyi ele geçirenler, buna ehil değildiler.
Onları idareci bilmek de doğru değildir. Bu sebeple ta o zamandan beri
müslümanların akidelerinden hiçbiri sahih değildir; ne nikah akidleri. ne
başka akidleri. Ali'den (r.a.) hilafetin alınmasından bu yana evlenenlerin
hepsinin nikahı fasittir. Aynı şekilde diğer akidler. idarecilikler ve diğer hususlar
da fasittir.
" Bunu söyleyen
kişi şu iddialarda bulunuyor: Allah, Haçtır. Lafza-i CelaFin herbir harfi
Haçın çizgilerinden bilinin üzerindedir. Bu şahıs ayrıca Yahudilik ve
Hristiyanliğın. aynı şekilde Mecusilik ve diğer dinlerin hak üzere olduklarını
söylüyor.
İbn Teymiye'nin
cevabı:
Bu cahil, cehaletinde
doğrulan yalanlayan ve hurafeleri ancak İslam'ın temel prensiplerini
bilmeyenler arasında revaç bulan Rafizilere benziyor. Bu soruda söz konusu edilenler
bunlar gibidir.
Denilir ki onlar,
hilafetin Ali'den (r.a,) alınışından itibaren dinin bozulduğunu söylüyorlar.
Ali'den (r.a.) hilafetin alınması ise, RasuluIIah'in (s.a.v.) vefatından itibaren
başlamaktadır. Hulefa-i Raşidin, hilafete ehil değildirler; o zamandan bu
yana Müslümanların akidleri batıldır. Allah da haçtır. Yahudi, Hristiyan ve
MecusiJer hak üzeredirler vs. gibi iddialarda bulunuyorlar. Bu iddialarda
bulunan kişi. Nu~ sayriye, İsmailiye, ve bunların etbaı gibi Batını ve Karmatılerin
cinsinden bir zındık olup zındıkların en kötü I erindendir.
Bu sebeple
birbirleriyle çelişen bir sürü iddia ileri sürmektedir. Çünkü yahudi,
hristiyan ve rnecusilerin dinlerini kabul ettiği halde Hulefa-i Raşidin ve
Muhacirlere En-sar'dan dinde ilk Öne geçenlerin dinine dil uzatan kişi ancak
insanların en cahil ve en kafiri olmalıdır. Şayet bu kişi, İslam ümmetinin
insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olduğunu; ümmetin en hayırlılarının
da ilk nesil, daha sonra da onları takip eden nesil olduğunu bilen müminlerden
olsaydı, kafirlerin dinini kabul etmez ve Muhacirlerle En-sar'in dinine dil
uzatmazdı. Böylelerine başka yerlerde uzun uzadıya cevap verdik.
Rafizilere cevap
verirken bu iddiaları da cevaplandırdık.
Burada şu kadarını
söyleyelim ki: Bu sözleri söyleyen kişi, Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna
inanmamaktadır. Biz ancak Muhammedin Allah'ın elçisi olduğunu kabul edene
cevap veririz, şüphelerini giderecek açıklamalarda bulunuruz. Peygamberliğine
dil uzatana söylenecek sözler başkadır, ona da o açıdan cevap veririz. Her
sözün bir yeri vardır. [127]
Ali'nin (r.a.)
'Bir'" denilen yerde cinlerle savaştığını. Hayber günü elini köprü gibi
uzatıp ordunun üzerinden geçtiği. Ahzab savaşında onyedi parçaya bölünüp her
parçasının kılıç sallayan bir savaşçı olduğu ve bu savaşçılardan herbirinin.
ben Ali'yim dediği, uzayıp kısalan ve Zülfikar isminde bir kılıcının olduğu,
başının üzerinde mermerden yapılmış bir küp bulunan Merhab'a bu kılıçla vurduğu
bir darbeyle başının üzerindeki küp dahil Merhab'la atını ikiye bölüp kılıcın
yere kadar indiği, havada birinin: "Zülfi-kar'dan başka kılıç yok ve
Ali'den başka genç yok" diye nida ettiği, mancınığa konulup Gurab
kalesine fırlatıldığı, her peygambere gizli gönderildiği halde Peygamberimizle
(s.a.v.) birlikte cehren gönderildiği, yalnız başına ellibin kişilik, yirmibin
kişilik ve otuzbin kişilik ordularla savaştığı. Hayber fethinde Merhab'la
yaptığı mübarezecle vurduğu bir kılıç darbesiyle Merhab'ı uzunlamasına ve atını
da enlemesine ikiye böldüğü, hatta kılıcının yere iki veya üç zira' (kulaç)
girdiği. Hayber kalesinin halkasını tutup salladığında. Hayber şehrinin
tamamen sallandığı ve surların burçlarının düştüğü söylenmektedir. İlim
ehlince bunlar gerçekten doğru mudur? [128]
Hamd, Allah'adır. Söz
konusu edilen bu şeylerin hepsi ilim ve iman ehilinin ittifakıyla yalan ve
uydurmadır.
Ne Ali (r.a.). ne
başka bir sahabi cinlerle savaşmış değildir. Cinlerle bir başkası da savaşmış
değiller. Ne Bi'r-u Zati'l-Alem'de. ne başka bir yerde.
Cinlerle savaştığına
dair hadis, ilim ehlinin ittifakıyla uydurulmuş mevzu bir hadistir. Rasululah
(s.a.-v.) döneminde Ali (r.a.), ellzbin veya otuzbin kişilik bir orduyla
savaşmış değildir. Katıldığı savaşların hiçbirinde düşman ordusu bu sayıya
ulaşmamıştır. Artık nerede kaldı böyle bir orduyla yalnız başına savaşmış
olması, Rasului/ah'la (s.a.v.) birlikte katıldığı savaşların sayısı dokuz olup
bunlar: Bedir, UTıud, Hendek, ttayber, Mekke'nin fethi, Huneyn ve başkalarıdır.
Müşriklerin sayısının
en çok olduğu savaş, Ahzab yani Hendek savaşıdır. Bu savaşta müşrikler
Medine'yi kuşatma altında tutuyorlardı. Bu savaşta ne düşman, ne de Müslümanların
tümü savaşıyordu. Her iki taraftan az sayıda kişi savaşıyordu. Bu savaşta AJi,
Amrb. Abduvudd ei-Amiri'yi Öldürmüştür. Mübarezeye çıktığında karşısında
sadece bir kişi vardı, iki kişi değil.
Hayber fethinde
Merhab'îa aralarında geçene gelince, sahih bir rivayette RasuluİIah'ın
fs.a.v.) şöyle buyurduğu sabittir;
"Sancağı, Allah
ve Rasulünü seven, Allah ve Rasu-lü'nün de kendisini sevdiği birine vereceğim.
Allah, fethi bu kişinin eli üzere müyesser kılacaktır.[129]
Rasuluüah (s.a.v.)
daha sonra sancağı Ali'ye (r.a.) vermiştir. Jiayber savaşı müteaddid günler
devam etmiş ve bazı kaleleri Ali'nin (r.a.) eü üzere fethedilmiştir.
Bir rivayette Merhab'i
Ali (r.a.), başka bir rivayete göre ise Muhammed b. Mesleme Öldürmüştür,
Aslında Merhab isminde iki ayrı zatın bulunduğu ve tabirinin, bunlardan birini
öldürmüş olacağı da muhtemeldir. Merhab-m öldürülmesi de normal bir şekilde
olmuştur. Ali (r.a.) ne onu, ne de atını ikiye bölmüştür. Kılıcı yere de
geçmemiştir. Ne Ali'ye (r.a.). ne başka
birine gökten kılıç inmiş değildir. Ordunun geçmesi için Ali'nin (r.a.) elini
köprü gibi uzattığı, kapıyı söktüğünde Hayber surlarının sallandığı,
burçlarının yıkıldığı gibi hususlar da uydurmadır. Hayber. bir şehir de değildi,
kaleleri birbirinden ayrı birkaç kale ve çiftlikleri olan bir yerdi.
Rivayet edilen,
kendisinin kale kapısını söktüğü ve raüs-lümanlann kaleye girdiği şeklindedir.
Mancınıkla kalenin içine atıldığı meselesi de yalandır. Aslında savaşlarda Ali
(r.a.) ve başkaları hakkında söylenen bu tür şeylerin hepsi mübalağa ve
uydurmadır. Bunlara bir çok yalan ilave edilmiştir. Tıpkı Antere ve başka
kahramanlara isnad edilen yalanlar gibi. Rasululah'ın (s.a.v.) vefatından
sonra Ali'nin (r.a.) katıldığı savaşların toplamı üç olup bunlar: Cemel,
Sıf-fin ve Nehrevan savaşlarıdır. AUahu a'lem.
İbnTeymiye'ye soruldu:
Ali'nin (r.a.)
Bi"r denilen yerde cinlerle savaştığını, on iki bin kişiyle savaşıp onlan
yendiğini söyleyen hakkında ne dersiniz?
İbn Teymiye'nin
cevabı:
Sahabeden hiçbiri; ne
Ali (r.a.), ne bir başkası yalnız başına ne on iki bin, ne de on bin kişiyle
savaşmıştır. Hatta Ra-sulullah'la (s.a.v.) savaşan müşriklerin en çok olduğu
savaş Hendek savaşıdır ve bu savaşta sayıları bu sayıya yakındı. Bu savaşta Ali
(r.a.) sadece bir kişiyi öldürmüştür ki bu zat. Amr b. Abdivudd el-Amiri idi.
İnsanlardan hiç kimse:
ne Ali, ne bir başkası cinlerle savaşmamıştır. Bilakis o, öyle bir savaşa
girmiş olmaktan Sahabenin peşinden giden cinler, müşrik cinlerle savaşıyorlardı
ve sahabenin kendileriyle savaşmalarına ihtiyaçları yoktu.
İbn Teymiye'ye
soruldu:
Fatıma'nm (r.a.)
Rasulullah (s.a.v.)'a giderek:
"Ey Allah'ın
Rasuİu! Cuma gecesi hariç Ali tüm geceleri ibadetle geçirir. Sadece Cuma
gecesi vitir namazını kıldıktan sonra fecre kadar uyur" dediği, bunun
üzerine Peygamber'in;
"Allah, Ali'nin
ruhunu her Cuma gecesi göğe yükseltir ve fecre kadar onun ruhu gökte teşbih
eder" buyurduğu doğru mudur? Ayrıca Ali (r.a,):
"Göklerin
yollanın benden sorun, çünkü ben göklerin yollarım, yerin yollarından daha iyi
bilirim" demiş midir?
İbn Teymiye'nin
cevabı;
Ali (r.a.) hakkında
rivayet edilen hadis, tamamen uydurmadır. İlim ehlinden kimse böyle bir hadis
nakletmiş değildir.
"Göklerin
yollarını benden sorun..." sözüne gelince, bu sözü söylemiştir. Ancak o,
bu sözüyle fiziki anlamda bir rehberlik kasdetmiş. Allah'a yaklaştıran saiih
amelleri kas-detmiştir. Allahu a'Iem.
İbn Teymiye'ye
soruldu;
Ali (r.a.) b. Ebi
Talib'in Enl-i Beyt'ten olmadığını, kendisine salat getirelemeyeceğini ve ona
salat getirmenin bidat olduğunu söyleyen biri hakkında ne dersiniz?
İbn Teymiye'nin
cevabı;
Ali. b. Ebi Talib'in
Ehl-İ Beyt'ten oluşu. müsJümanlar arasında ihtilafsız bir konudur. Hatta bu
mesele müslümaniar nezdinde o kadar açıktır ki, delil getirmeye bile ihtiyaç
yoktur. Hem Ehl-i Beyt'in ve Rasulullah'dan (s.a.v.) sonra Haşimoğullarrnın en
faziletlisidir. Rasulullah'm (s.a.v.), abasını Ali, Patıma, Hasan ve Hüseyin'in
üzerlerine tutup;
"Allah'ım, bunlar
Ehl-i Beyt'imdir, onlardan ricsi (kötülüğü) gider ve onları tertemiz kıl.[130]
buyurduğu sabittir.
Yalnız ona salat
getirmeye gelince, bu. Rasulullah'tan (s.a.v.) başka yalnızca birine salat
getirmenin, mesela: 'Allah'ım, Ömer'e ya da Ali'ye Salat et' demenin caiz olup
olmadığı meselesine girer ki, alimler arasında ihtilaflı bir konudur.
Malik. Şafii ve
Hanbelilerden bir gruba göre Rasulullah'tan (s.a.v.) başka birine yalnız
başına salat getirilmez. Nitekim İbn Abbas'ın: "Rasulullah (s.a.v.)
dışında birine salat getirmenin yakışık aldığını bilmiyorum" dediği
rivayet edilmiştir.
İmam Ahmed ve
ashabının çoğunluğuna göre ise. bunda bir sakınca yoktur. Çünkü Ali b. Ebu
Talib. Ömer b. Hat-tab'a: "Allah sana salat etsin" demiştir. Bu görüş
daha sahih ve evladır.
Ne var ki. sahabeden
ve peygamber'in akrabalarından sadece Ali (r.a.) veya bir başkasına ona
özelmiş gibi salat getirip onun dışında kimseye getirmemek, onu Peygam-ber'e
(s.a.v.) benzetmek olacağından, bidat'tir. [131]
Şeyhi'lislam İbn
Teymiye'ye soruldu: Emiril-Mü'minin Ali b. Ebi Talib'in (r.a.): "Öldüğümde
beni deveme bindirin ve onu serbest bırakın, nereye çökerse beni oraya
gömün" dediği ve devenin başını alap gittiği, dolayısıyla kabrinin nerede
olduğunun bilinmediği doğru mudur? İlim ve hadis ehlinden ya da İslam dininde
sözüne itibar edilir biri böyle birşey demiş midir? İlim ellilinden Ali'nin
(r.a.) nereye defnedildiğini bilen var mıdır? Ali (r.a.) ne sebeple, ne zaman
ve kim tarafından öldürülmüştür?
Hüseyin'i kim öldürdü
ve ne sebeple öldürüldü? Rasulullah'm (s.a.v.) Ehl-i Bevt'inin esir
edildikleri, onlan örtecek köşkünde gömüldüğü ve kendisini tekfir edip
öldürülmesini helal gören Haricilerini kabrini açmamaları için gömüldüğü
yerin gizli tutulduğudur. Onu öldüren de. Haricilerden Abdurrabman b.
Mülcemel-Muradi isminde bir zattır. Kendisi başka iki kişiyle anlaşmışlardı:
biri Ali'yi, biri Mu-aviye'yi. diğeri ise Amrb. el-As'ı öldürecekti. Hariciler,
bu üçüncü ve hevalanna uymayan herkesi tekfir ederler.
Rasulullah'm (s.a.v.)
onları kınayan sözleri tevatür derecesine varmıştır. Onlarla ilgili hadisi Müslrtn.
on vecihteır. Buharı, birkaç vecihten: Sünen ve Müsned yazarları ise. daha çok
vecihten tahriç etmişlerdir. Rasulullah (s.a.v.). onlar hakkında şöyle
buyurmaktadır:
"Sizden biriniz
namazını namazlanyla kıyasladığında kendi namazını, oruçları karşısında
orucunu, kıraatleri karşısında kıraatini küçümser. Kur'an okurlar ama
hançerlerinden aşağı inmez. Okun avı delip geçmesi gibi İslam'dan çıkarlar.
Onlarla karşılaşacak olsam, Ad kavminin öldürülüşü gibi onları
öldüreceğim."bir başka rivayette ise:
"Onlarla nerede
karşılaşırsanız, onları öldürünüz. Çünkü onları öldüren için Kıyamet günü
Allah'ın yanında mükafat vardır. Onlar müslümanları öldürürler.[132]
Sahabe, onlarla savaş
konusunda ittifak etmişlerdir. Ancak onlara ilk savaş açan ve bunu emreden,
Ali'dir (r.a.). Bu-hari ve Müslim'in Ebu Said'den rivayet ettikleri bir hadiste
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlar
tefrikaya düştüğü bir sırada bir fırka dinden çıkacak ve iki fırkanın daha
haklı olanı onları öldürecektir. [133]Ali
(ve taraftarları) Nehravan'da onları öldürmüşlerdir.
Harura denilen yerde
toplandıkları için onlara Haruriyye ismi verilmiştir.
Ali (r.a.), onlarla
savaşmadan önce kendilerine İbn Ab-bas'i göndermiş ve onun onlarla yaptığı
tartışma sonucun-da'yanya yakını geri dönmüşlerdir. Geri kalanlar ise, Abdullah
b. Habbab'ı öldürmüş ve müslümanfarın mallarına saldırmışlardı. Bunun üzerine
Ali (r.a.) onlarla savaşılması için emir verdi. Ayrıca kendilerine,
Rasufullah'ın (s.a.v.) onlar hakkında söyledikleri nakledilerek aralarındaki
alamet de hatırlatıldı. Söz konusu alamet, aralarında elleri sakat ve kısacık,
memesinin üzerinde de sarkan bir et parçası olan birinin bulunmasiydı.
Öldürüldüklerinde cesetler arasında bu nitelikleri taşıyan biri bulunmuştur. [134]
Üç harici,
müsiümanların üç emirini öldürmeyi kararlaştırdıklarında Abdurrahman b. Mulcem
hicretin kırkıncı yılı Ramazan ayının onyedisinde Cuma günü Ali'yi (r.a.) öldürdü.
O yıl. halifelerle naibleri. beş vakit namazlarla. Cuma, bayram, istiska.
kusuf. cenaze vs. gibi namazları kendileri kıldırıyorlardı. Yani savaşta
komutan olan. namazda da imam oluyordu. Abdurrahman b. Mulcem de, Ali'ye pusu
kurmuş namaza gitmesini bekliyordu. Sabah namazı için evinden çıktığında
gizlendiği yerden çıkıp onu öldürdü.
Muaviye'yi öldürmek
isteyene gelince, onu yaraladığı söylenir. Doktor, Muaviye'ye: "Tedavi
edilmen mümkün ama bundan böyle çocuğun olmayacak" demiştir. Muavi-ye'nin,
öldürülme korkusuyla o günden itibaren mescidde bir yer ayırttığı, oraya sadece
komutan ve saray halkının girmelerine izin verilerek onlara namaz kıldırdığı
da söylenir. Bazıları böyle bir yerin tahsisini ve orada namaz kılınmasını
kerih görmüşlerdir.
Amr b. el-As'ı
öldümıek isteyene gelince, o gün Amr, Harice isminde bir zatı namazı kıldırmak
üzere kendi yerine görevlendirmişti. Harici bu zatı Amr sanarak öldürmüştür.
Daha sonra öldürdüğü kişinin Amr olduğunu anlayınca: "Ben Amr'ı öldüırnek
istedim ama Allah. Harice'nin ölümünü istedi" demiş ve sözü darb-ı mesel
haline gelmiştir.
Haricilerin
kabirlerini açmaları korkusuyla Ali, Muavi-ye ve Amr'ın mezarlarının gizli
tutulduğu söylenir. Bu sebeple Muaviye devlet sarayında büyük mescidin güney
duvarının iç tarafına gömülmüştür ki. buraya el-Hadra denilirdi. Halk buranın
Hud'un (a.s.) mezarı olduğunu sanmaktadır. Oysa Hud'un Dimaşk'a gelmediği
hususunda alimler ittifak halindedir. Hud'un mezarı, gönderildiği yer olan.
Ye-men'dedir. Hicret ettiği Mekke'de olduğunu söyleyenler de vardır. Ama hiç
kimse Dımaşk'ta olduğunu söylememiştir.
"Babü's-Sağir'in
dışında gömülü olan Muaviye ise. Muaviye b. Yezid olup kırk gün halifelik
makamına oturan zühd ve din sahibi biriydi. Ali (r.a.) ise orada gömülmüş ve
mezan saklı tutulmuştur. Bu sebeple mezarı bilinmemektedir.
Necef teki mezara gelince,
ilim ehli, buranın Ali'ye (r.a.) ait olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir.
Aksine oranın Muğire b. Şu'be'nin mezarı olduğu söylenmektedir. Üçyüz küsur
seneye kadar ne kimse oranın Ali'nin (r.a.) mezarı olduğunu söylemiş, ne de
müslümanlardan orayı ziyaret eden olmuştur. Halbuki Şia'dan olsun, Ehl-i
Beyt'ten olsun, diğer müslümanlardan olsun bir çok müslüman o çevrede yaşıyordu
ve idare merkezi de Küfe idi.
Orası üçyüz küsur sene
sonra acem olan Büveyhoğullan'nın hakimiyetleri döneminde ziyaret yeri edilmiştir.
Bu konuda Harun Reşid'in o ziyarete geldiği belirtilen ve hiçbir delile
dayanmayan şeyler ihtiva eden bir de hikaye nakletm islerdir. [135]
Ehl-i Beyt'in esir
alınmaları, çırılçıplak soyulduktan sonra develere bindirilmeleri ve avret
yerlerini örtmek üzere develerde iki hörğiiç bittiği meselesine gelince bu. en
çirkin ve açık yalanlardan biridir. Zındık ve münafıklar, İslam'a, Ehl-i
Beyt'tenolan ve olmayan miislümanlara hakaret olsun diye bu yaîam
uydurmuşlardır. Bu gibi .şeyleri ve içerdiği yalanlan duyan kimse, bize
nakledilen Peygamberlerin mucizeleriyle evliyanın kerametlerinin de bu nevi
şeyler olduğunu zannedebilir. Ayrıca bu ümmet. Peygamberinin Ehl-i Beyt'ini
esir alabiliyorsa, insanlar için çıkarılmış bu en hayırlı ümmet hakkında daha
neler söylenir onu ancak Allah bilir. Çünkü her akıl sahibi, çift hörgüçlü develerin,
Rasulullah'ın (s.a.v.) gelişinden ve Ehl-i Beyften önce. tıpkı diğer deve,
koyun, sığır, at. katır ve keçiler gibi onların da var olduğunu bilir.
Bu yalan. Ali'nin
(r.a.) Hayber savaşında elini köprü yapması ve katırların eline basmasıyla:
"Soyunuz korusun" deyip ondan sonra katırların soyunun kesildiği
şeklindeki uydurmalara benziyor. Çünkü her akıl sahibi katırın hiçbir zaman
soyunun bulunmadığım bilir. Kaldı ki Hayber'de müslümanların bir katırları bile
yoktu. İlk katırları, Mısır hükümdarı Mukavkis'mRasulullah'a (s.a.v.) hediye
ettiği katır olup RasuluJlah'in (s.a.v.) vefatına kadar onun yanında
kalmıştır.
Müslim'in Ebu
Hureyre'den naklettiği bir rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Cehennem
ehlinden olup ümmetimden iki sınıf var ki, onları henüz görmedim: Bunlardan
biri, giyinik (fakat çıplaktırlar), erkeklerin kalplerini kendilerine meylettirir
ve dikkat çekecek tavırlar takınırlar. Başlarının üstünde Horasan develerinin
hörgüçleri gibi şeyler var.
İşte bunlar, ne
Cennet'e girerler, ne de kokusunu alırlar. Diğerleri ise: Sığır kuyruklarına
benzer kamçıları olan ve bunlarla Allah'ın kullarını döven erkeklerdir.[136]
Rasulullah (s.a.v.)
saçlarını başlarının üzerinde büyük bir top şekilnde bağlayanların bu durumunu
deve hörgücüne benzetmiştir. Şayet ashab iki hörgüçlü deveyi bilmemiş olsalardı
bu benzetmeyi anlamazlardı. Nitekim saçı bu şekilde bağlama Rasulullah'ın vefatından
uzun müddet sonra ortaya çıkmıştır. Ayrıca hörgüçler çıplak kişinin avret yerlerini
örtmezler. Allah, çıplakları örtmeyi dilerse, çıplak olarak mancınıktan ateşe
atılan İbrahim'i (r.a.) nasıl öıttüy-se. örtmeye elverişli şeylerle örter-.
Bu anlatılanların
yalan olduğunun başka bir delili de şudur: Müslümanlar ötedenberi Ehl-i Kitap
ve diğer kafirlerden esir alıyorlar ama hiçbir zaman kadınları vücudları görünecek
şekilde soyup hayvanlara bindirdikleri vaki değildir. Esir kadınının görünen
tarafı, yüzü, elleri veya ayaklandır.
Aslında İslam
tarifinin hiçbir döneminde müslümanlar Ehl-i Beyt olduklarını bile bile Ehl-i
Beyt'ten kimseyi esir almamışlardır. Ama Ehl-i Beyt'ten okluklarını bilmeden
esirler arasında böyleleri bulunmuşlar başka. Mesela düşman müslümanlardan
esir kadınlar almış ve müslümanlar daha sonra bunları kurtarmış, kendilerini
tanıtıncaya kadar esir muamelesi görmüş olabilirler. Ama kendilerini tanıtıp
hür kadınlardan oldukları anlaşıldığında serbest bırakılmışlardır. Bir zındık
veya münafık soyunu bildiği halde bir kadına Allah'ın haram kıldığı bir
muamelede bulunmuşsa, onu Allah bilir. İslam tarihinde aleni olarak böyle bir
şey yapılmış değildir.
Bu gibi cahiller
Haccac b. Yusuf'un Eşrafı öldürüp soylarını kurutmak istediğini de söylerler.
Bunu ancak tariİli bilmeyen cahiller söyler. Haccac'm birçok insanın kanına
girdiği ve zulmettiği doğrudur. Ne var ki, Haşimoğulla-ninin eşrafından birini
bile öldürmüş değildir. Hatta efendisi Abdülmelik b, Mervan. Haşimoğular'ım
-ki eşraf bunlardır- öldürmesini ve onlara .sataşmasını yasaklamıştı. Ancak
onlar savaşı başlattıktan sonra karşılık vermiştir. Yani Hüseyin'in fr.a.)
öldürülmesiyle bir ilişkisi yoktur.
Abdülmelik'in hilafeti
ve Haccac'm Irak valiliği boyunca onun Haşimoğullariridan bir kimseyi
öldürdüğü bilinmemektedir. [137]
Esir edilmelerini söz
konusu edenler en çok Hüseyin'in öldürülmesini ve yakınlarının Yezid'e
götürülmelerini diline dolamaktadırlar. Oysa bunlar olup-bitenden habersizdirler.
Öyle ki aralarından bazıları, Hüseyin'in yakınlarının Mısır'a götürülüp orada
öldürüldüklerini, sayılarının çok olduğunu ve üzerinde Öldürülme izleri
bulunan nerede ölü görseler, bunların esiredilen ve öldürülen Hüseyin'in
yakınları olduğunu söylerler.
Hakikatte bunların
hepsi yalan ve uydurmadır. Hüseyin (r.a.) hicretin altmışbirinci yılı Aşure
günü öldürülmüştür. Allah, onu öldüren ve öldürülmesine razı olana lanet etsin.
Öldürülmesini teşvik
eden Şimrîbn Zrl-Cevşen'dir. Bu konuda Irak valisi Ubeydullah b. Ziyad'a
birmektup yazdı. Ubeydullahda, emri altındaki Amrb. Sa' d. Ebi Vakkas'a,
Hüseyin'le savaşmasını emretti. Bu sırada Hüseyin (r.a.) onlardan, daha önce
bazı müslümanlann talepte bulunduğu şeyleri talep etti. Beraberinde savaşçı
getirmemişti. Onlardan şunları istedi: Ya kendisini Medine'ye geri götürsünler,
ya amcası oğlu Yezid'e. ya da sınırda kafirlerle savaşmak üzere sınır
bölgesine götürsünier. Ancak onlar bu isteklerini reddettiler veya onu esir
alacaklarını ya da öldüreceklerini söylediler. Sonunda kendisiyle savaşıp onu
ve akrabalarından bir grup ile başkalarını öldürdüler.
Sonra eşyalarıyla
yakınlarını Dımaşk'taki Yezid b. Mu-aviye'ye götürdüler. Aslında Yezid, onlara
ne onu öldürmelerini emretmişti, ne de yapılanlara gönlü razı idi. Olayı duyunca
sevinmemiş, aksine bu yaptıklarından dolayı onları kınamış ve: "Hüseyin'i
öldürmeseydiler Irakların itaatından razıydım" demiştir. Ayrıca şöyle
demiştir: "Allah İbn Mercane'ye -Ubeydullah b. Ziyad'a-lanet etsin,
kendisiyle Hüseyin arasında bir akrabalık bağı olsaydı onu öldürmezdi."
O, bu sözleriyle Ubuyduüah'a hareket ederek nesebini söylemek istiyordu. Çünkü
babası Ziyad'ın soyu belli olmayıp Ebu Süfyan'anisbet ediliyordu. Emevi ailesi
ileHaşim ailesi, ikisi de Abdimenafoğulları'dır.
Rivayet edilir ki,
Hüseyin'in (r.a.) eşyalarıyla yakınları Yezid'e getirildiklerinde Yezid'in
evinde ağlama ve feryad sesleri yükselmiştir. Yezid, Hüseyin'in yakınlarına iyi
dav-ramış ve onlara değer vermiştir. Oğlu Ali'ye de, kendisinin yanında veya
Medine'ye gitmek arasında muhayyer bırakmış ancak o, Medine'ye gitmeyi tercih
etmiştir. Dımaşk camisinde 'Ali b. Hüseyin'in Zindanı" ismi verilen yerin
aslı yoktur.
Bununla birlikte
Yezid, Hüseyin'i öldürenlere had uygu lamamış; onları cezaiandırmamıştır. Aksine
saltanatını koruma endişesiyle Hüseyin'in (r.a.) taraftarlarını öldürtmüştür.
Ayrıca Hüseyin'in öldürmesi üzerine bazı beytler söylediği de nakledilir ki
bunlar, sarih küfrü gerektiren sözlerdir. Şu beyitlerde olduğu gibi:
"O yüklü develer
göründüğünde ve o başlar Ciruıı tepelerinde yükseldiğinde.
Karga öttü. İster öt
ister ötme dedim, ben Peygamber'den alacağımı aldım."
Bu şiir tamamen
küfürdür.
Kuşkusuz Yezid
hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir gruba göre o kafirdir. Hatta
bunlar yalnız onu değil, babasını da. hatta onunla beraber Ebu Bekir, Ömer. Osman
ve Muhacirlerle Ensar'in büyük çoğunluğunu tekfir ederler ki. bunlar Allah'ın
en cahil ve sapık kullarından Rafizilerdir. İnsanlar arasında Allah'a.
Rasulü'ne, sahabe ve yakınlarına en çok iftira edenler onlardır. Yezid hakkındaki
yalanları. Ebu Bekir. Ömer ve Osman'a yalanları gibidir. Hatta Yezid hakkındaki
yalanları daha ehvendir.
Bir gruba göre o.
hidayet imamlarından, adil halifelerden ve şalih müminlerdendir. Hatta bazıları
onun sahabi olduğunu söylerken bazıları da Peygamber olduğunu iddia etmektedir.
Bu da cehalet ve sapıklığın bir eseridir. Aksine o. müslümanlarm sultanlarından
biridir; iyilikleri de vardır kötülükleri de. Onun hakkında söylenecek söz.
diğer sultanlar hakkında söylenenlerin aynısındır. Nitekim bu konuyu başka
yerde etraflıca anlattık.
Hüseyin'in (r.a.)
Öldürülüşüne, Kerbela'da Fırat nehrine yakın bir yerde Öldürülmüştür. Cesedi
öldürüldüğü yerde gömülmüş ve başı Kufe'deki Ubeydullah b. Ziyad'a götürülmüştür.
Buhari'nin Salih'inde ve başka imamların rivayet ettikleri budur.
Şam'daki Yezid'e
götürüldüğü meselesi, munkatı se-nedlerle rivayet edilmiş olup böyle bir şey
sabit değildir. Hatta bu rivayetlerin uydurma olduğuna işaret eden hususlar
vardır. Çünkü söz konusu rivayetlerde Yezid'in. (Hüseyin'in) dişlerini bir
çubukla dürttüğü, orada hazır bulunan Enis b. Malik ve Ebu Berze gibi sahabenin
bu davranışa karşı çıktıkları kaydedilmektedir ki bu. bir iltibas
(kanştirma)dır. Sahihlerde Müsned'lerde nakledilen budur. Yani bu rivayetlerde
Yezid, Ubeydullah b. Ziyad'ın yerine konulmuştur. Kuşkusuz Öldürmesini emreden
de Ubeydullah b. Ziyad idi ve başı da bu şahsa götürülmüştü. Nitekim bu sebeple
İbn Zi-yad daha sonra öldürülmüştür. Bu işin İbn Ziyad tarafından yapıldığını
belirten diğer bir husus rivayetlerde söz konusu edilen Enes ve Ebu Berze gibi
sahabilerin Şam'da değil. Irak'ta bulunmalarıdır. Bu yalanlan uyduranlar, cahil
kimseler Olup görüşlerine neyi delil getireceklerini de bilmemektedirler.
Başının Mısır'a
götürüldüğü meselesine gelince, bu alimlerin ittifakıyla yanlıştır. Alimler,
Kahire'de "Meşhe-du'1-Hüseyn"' denilen yerde Hüseyin'in (r.a.)
başının bulunmadığını ittifakla söylemektedirler. Aslında bu mesele, iki yüz
yıl hüküm süren ve Nuruddin Mahmud döneminde hakimiyetleri son bulan
Ubeydullah b. el-Kaddahoğulları'nın hakimiyetlerinin son dönemlerinde
uydurulmuştur. Bunlar kendilerinin. Fatima'mn (r.a.) soyundan geldiklerini ve
Seyyid olduklarını söylerler. Neseb ilmi bilginleri ise. sahih bir neseblerinin
bulunmadığını ifade ederler. Dedelerinin. eş-Şerif el-Huseyni'nin beslemesi
olduğu ve bu sebeple Seyyid'lik iddiasında bulundukları da söylenir.
Mezhep ve akidelerine
gelince. İslam dinini bilen alimlerin ittifakıyla merduddur. Şia'dan görünürlerdi.
Ancak ileri gelenlerinden ve tabilerinden bir çoğu hakikatte Batını
Karmatilerden idiler ve bunu gizlerlerdi. Batını Karma-tilik ise. yeryüzü
mezheplerinin en kötülerindendir. Yahudi ve Hristiyanlıktan da daha bozuk bir
mezheptir. Bu sebepledir ki onlara iltihak edenler hep zındık, münafık ve
bidat-çılar; mütefeisife, İbahiye. Rafıze ve benzerleri olmuştur, İ-Hm ve iman
ellilinin, imansızlıklarından şüphe etmemeleri de bu sebepledir.
Bu ziyaretgah, hicri
beşinci asırda Askalan'dan nakledilerek ihdas edildi. Bundan kısa bir müddet
sonra son sultanları Azid'in ölümüyle Fatimilerin hakimiyeti de son buldu.
Ali'nin oğlu
Hüseyin'in -Allah ikisinden de razı olsunbaşının nerede olduğu konusunda ilim
ehlinin tercihi. Zübeyr b. Bekkar'm "Ensabu Kureyş" kitabında
zikrettiğidir ki Zübeyr b. Bekkarbu konularda oldukça geniş bilgi sahibi ve en
güvenilir tarihçidir. Ona göre, Hüseyin'in başı Medine'ye götürülmüş ve burada
defnedilmiştir. Zübeyr'in bu söylediği gayet uygundur çünkü kardeşi Hasan
amcasının babası Ab-bilibas oğlu Ali vs. gibi yakınları burada gömülüdür.
"Zü'n-Nesebeyn
beyne dihye ve'1-Huseyin" lakabıyla nen EbuM-Hatîab b. Dihye,
"el-İîmu'I-Meşhur fi fadli-Eyyam ve'ş-Şuhur" isimli eserinde Zubeyr
b. Bekkar'ın Muhammed b. Hasan hakkında söylediklerini söz konusu e-derken
şöyle demektedir: ''Hüseyin'in başı getirildiğinde Ümeyyeoğulları Amrb.
Said'inyanındaydılar. O sırada bağırıp çağırmalar duydular. Ne oluyor? diye
sorduklarında kendilerine: Bunlar Haşimoğullan'mn kadınları Ali'nin oğlu
Hüseyin'in başı getirildi ve Hüseyin'in başını gördüklerinde ağlamaya
başladılar denildi. Ali'nin oğlu Hüseyin'in başı getirildi ve Amr'ın yanma
içeriye alımlı. Bunun üzerine Amr: "Allah'a yemin ederim ki.
Emirü'l-Mü'rninin'in onu bana göndermesini arzu etmezdim." Ebu Hattat),
bunları naklettikten sonra şöyle demektedir: "Bu Rivayet Hüseyin'in
başının Medine'ye getirildiğine delildir. Zaten bu konuda sahih olan da budur.
Bu rivayeti bize nakleden Zübeyr neseb ilminin en bilginidir."
Ebu'l-Hattab. daha sonra şöyle devam etmektedir: "Başının Askalan'daki
bir zi-yaretgahta olduğuna dair iddialar, batıl olup azıcık aklı olan kimse
buna inanmaz. Çünkü Ümeyyeoğullarf nın, -ortaya koydukları öldürme, düşmanlık
ve kinleriyle birlikte- başın üzerinde bir ziyaretgah inşa etmeleri
düşünülemez.
Ubeydoğulları'nın
ej-Kasım İsa b. ez-Zafir isimli sultanlarının hakimiyeti döneminde son
günlerini yaşarken gider ayak yaptıkları tahribat çok büyük olmuştur. Söz
konusu kişi, beş yaşını henüz doldurmuştu ki hilafet makamına getiriimiş. Bu
zat, 544 hicri yılı Muharrem ayının birinde Cuma günü dünyaya gelmiş, babası
Ez-Zafir'in Öldürülme-siyle de 549 yılı Muharrem ayının sonunda perşembe günü
sabahı kendisine biat edilerek hilafet makamına gatiri)mişT tir. Dolayısıyla ne
yaptığı akidler. ne de anlaşmalar caizdir. Ölümü de 555 hicri Recep'in bitimine
13 gün kala Cuma gecesi olduğuna göre onbir yaşındayken ölmüştür. İşte bu kişinin
hilafeti döneminde Kahire'dekt ziyaretgah ihdas edilmiş ve Askalan'dan
getirilen kemiklerle beraber halkın gözü önünde o baş bu ziyaretgaha
konulmuştur. Şüphesiz bu hareket tamamen kasıtlıydı ve halkın gözünü boyamayı
hedef ediniyordu. Böylece cahil halkın kendilerine meyletmelerini sağlamağa
çalışıyorlardı': Hüseyin'in (r.a.) öMürü-mesiyle ilgili eser verenlerin hepsi,
mübarek başının batıya götürülmediği konusunda ittifak etmişlerdir.
Ebu'i-Hattab b. Dihye'nin söz konusu ziyaretgahla ilgili görüşü de budur. İbn
Dihye bu ziyaretgahın uydurma mahsûlü olduğunu ve i-lim ehlinin bu konuda
ittifak ettiklerini söylemektedir.
Bu benzeri konularda
söylenecek çok şey vardır.
Osman (r.a.). Hüseyin
(r.a.) ve benzerlerinin Öldürülmeleri, bir çok fitnenin, yalan ve uydurmanın
doğmasına sebep olmuş, mütekaddimin ve müteahhirinden bir çok kişi bu konulara
bulaşmış. Emirü'I-Mü'minin Osman (r.a.) ve Mü'minin Ali (r.a.) hakkında bir çok
yalanlar uydurulmuştur. Sevenleri birtakım yalanlar uydururken sevmeyenleri
de başka yalanlar uydurmuştur. Özellikle Osman'ın (r.a.) öldürülmesinden sonra
yalan kapısı ardına kadar açılmıştır.
Emirü'l-Mü'minin Ali
b. Ebi Talib hakkında her iki taraf bir sürü yalan uydurulmuştur ki Ali
bunlardan beridir. Bidat, uydurma ve yalan arttıkça artmıştır. O kadar şey uydurulmuştur
ki bunların hepsini sıralamak uzun sürer. Me-sala müteahhirinden pek çoğu Aşure
gününü uydurmuşlardır. Bir grup bu günü yas günü ilan etmiş, bu günde mersiyeler
okunmaya, ah-ü figan naraları atmaya, insanlar kendi vü-cudlanna ve hayvanlara
işkence yapmaya, Allah'ın velilerine sövülüp EhJ-i Beyt hakkında yalanlar
uydumıaya ve Allah'ın kitabıyla Rasulü'nün sünnetinde yasaklanmış daha nice
münkerler işlemeye başlanılmıştır.
Hüseyin (r.a.) bu
günde şehid edilmekle Allah tarafından yüceltilmiş, onu öldüren, öldürülmesine
yardımcı olan ve bu işe rıza gösterenleri da alçaltmıştır. Kendisinden önce
şehid edilenler, onun için güzel bir numunedir. O da, kardeşi de Cennet ehli
gençlerin efendileridir. Onlar İslam'ın hakimiyeti döneminde yaşamış hicret,
cihad ve Allah yolunda .eziyet gibi diğer Ehl-i Beyt'innaiJ oldukları meziyetlere
nail olmamışlardı. Allah, şereflerini tamamlamak ve derecelerini yükseltmek
için onlara şehid olmayı nasip etmiştir. Hiç şüphesiz Hüseyin (r.a.)
öldürülmesi büyük bir musibettir ve musibetler gelip çattığında Yüce Allah;
"İnna lillah ve
inna ileyhi raciun" dememizi şu sözleriyle-emretmektedir[138]
"Sabredenleri
müjdele. Onlara bir musibet eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve O'na
dönücüyüz' derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve
doğru yolu bulanlar da onlardır."
(Bakara: 2/155-157)
Buhari ve Müslim'in
naklettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Başına bir
musibet geldiğinde: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na dönücüyüz. Allah'ım, bu
musibet sebebiyle ben mükafatlandır, onun yerine bana daha hayırlısını ver' diyen
hiçbir müslüman yoktur ki Allah onu mükafatlandırmasın ve musibetini hayırlı
bir şeye döndürmesin."
Bu konudaki
rivayetlerin en güzeli İmam Ahmed ve İbn
Mace'nin, Hüseyin'in
kızı Fatıma'nm babasından naklettiği şu hadistir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
"Başına bir
musibet gelmiş bir müslümanın musibeti söz konusu edildiğinde -velevki o
musibet çok önce vu-kubulmuş olsun- 'Biz Allah içiniz ve biz Ona dönücüyüz'
diyen hiçbir müslüman yoktur ki Allah ona, o musibet vukubulduğu günkü mükafatı
vermesin.[139]
Bu hadisi, babasının
şehid edilişine şahid olan Fatıma ba-bısından naklen rivayet etmektedir.
Bilindiği gibi.
üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen Hüseyin'in (r.a.) başına gelen musibet
hala söz konusu edilmektedir. İslamın güzel taraflarından biri de.
Rasulullah'ın (s.a.v.) bu hadisinin Hüseyin (r.a.) tarafından rivayet edilmiş
olmasıdır. İşte Hüseyin (r.a.)"in başına gelen musibet tekrar edildiğinde:
"Biz Allah içiniz Ö'na dönücüyüz"' diyen müslüman, bu musibetin
vukubulduğu günkü müslümanla-rııı hakettiği mükafatı hakeder.
Ama aradan bunca yıl
geçmesine rağmen bu musibet söz konusu edildiğinde Rasulullah'm (s-.a.v.)
yasakladığı tavırları takınmanın, mesala yüzünü gözünü tırmalayıp elbiselerini
parçalayanın da cezası şiddetlenmektedir. Buhari ve Müslim'in İbnMes'ud'dan
naklettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Üstünü başını
yolan ve cahiliyet çağrısıyla çağıran bizden değildir." [140]
Yine ikisinin
rivayetine göre Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.) şöyle demiştir:
"Rasulullah'm beri
olduğundan ben de beriyim: Rasulullah (s.av.): "Musibet esnasında başım
yolan (veya taraş eden) kadından, bağırıp çağıran ve üstünü baş mı yolan
kadmdan beriydi.[141]
Müslim'in. Ebu Malik
el-Eş'ari'den bir rivayeti de şöyledir: RasufuIIab (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ümmetimde
cahiliyetten dört husus olacak ki kadınlar bunu pek terketmeyecekler: Soyuyla
övünme, soyundan dolayı başkasını kınama, yıldızların hareketlerinden
yağmurun yağacağını bekleme ve ölü üzerine feryat edip cahiliyet hasletlerini
sıralama. [142]
RasuluIIah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Biri öldüğünde
bağırıp çağıran ve cahili davranışları döküp sıralayan kadın. Ölümünden önce
tevbe etmediği takdirde Kıyamet günü üzerinden katrandan bir elbise ve
uyuzluktan oluşmuş zırh giymiş olarak haşrolunur. [143]
Bu husustaki
rivayetler pek çoktur.
Bir de buna müminlere
haksızlığın, onları lanetleme ve onlara sövmenin, ayrılık ve ilhad ehlinin dine
saldırma hedeflerine yardımcı olma ve benzeri daha sayısız kötülüklere sebep
olmanın ilave edildiğini düşünecek olursak, vebalin ne kadar büyüdüğünü varın
siz hesaplayın. [144]
" Sünnet ehlinden
olduğunu iddia edenlerin bir kısmı da bugünle ilgili birtakım mevzu hadisler
rivayet eder veya kendilerine rivayet edilir. Onlar da diğerlerine muhalefet
ederek bu rivayetleri esas alırlar. Böylece batıla batılla karşılık verirler.
Karşı tarafın yaptıkları daha bozuk ve ilhad ehline daha yarayışlı olmasına
rağmen bidati başka bir bidatle reddetmeye kalkışırlar. Mesela bu konuda
nakledilen uzun bir hadisin bir bölümü şöyledir:
"Kim Aşure günü
yıkanırsa, o yıl hastalanmaz ve kim gözlerine sürme çekerse o yıl gözünden
rahatsız olmaz. Kına yakan... muşafaha eden..." vs. hadisler bazı hadis
ehli tarafından tasvib görmüş "sahihtir, şened-i sahihin şartalan-na
haizdir"' gibi nitelemelerle nitelenmiş olsalar da hadise gerçekten vakıf
ilim ehlinin ittifakıyla uydurmadır. Bu konuyu başka yerde etraflı bir şekilde
anlattık.
Müslüman
müçtehidlerden hiçbiri, bugünde yıkanmayı, sürme çekmeyi, kına yakmayı ve
benzen şeyleri müstehap görmemiş, sözüne güvenilir. Allah'ın emir ve neni yi
e-rini öğrenmek için kendisine danışılır hiçbir mü si uman alim böyle bir şey
dememiş: ne Rasulullah (s.a.v.), ne Ebu Bekir, ne Osman, ne Ali böyle bir şey
yapmıştır.
Hadis alimlerinin
eserlerinde, ne Ahmed. İshak, Ahmed b. Munay el-Hurneydi. ed-Dalani. Ebu
Ya'lael-Mevsili ve benzerlerinin müsnedlerinde. ne sıhah ne Sünen'ler gibi
konularına göre hadisleri toplayan kitaplarda, ne Malik, Veki".
Abdurrezzak. Said b. Mansur, İbn Ebi Şeybe ve benzerlerinin müsned ve eserleri
cemedenlerde böyle bir hadis rivayet edilmemiştir.
Ayrıca heva ehli bu
gibi şeyleri yapanların Ehl-i Beyt'e düşmanlıklarından, onlara olan kinleri
tatmin etmekten kaynaklandığını ileri sürerler. Ancak Ehl-i Sünneften olan kişi,
bunu kesinlikle reddeder: Ehl-i Beyt'e bir düşmanlığının bulunmadığını; aksine
Ehl-i Beyt'i sevme konusunda herkesten daha haklı ve onlara bağlı olduğunu
belirterek cevap verir. Bu iddiasında haklıdır da. Ne var ki Ehl-i Sünnet'ten
Aşure günü bu gibi şeyleri yapmanın müstahap okluğunu söyleyenler, bir şüphe ve
yanlışlık eseri bu görüşe inanmışlardır. Kim böyle bir şeyi başlatmış; kastı.
Ehl-i Beyt'e düşmanlık mıydı, başka bir şey miydi, onu Allah bilir. Ama şunu
kesin olarak biliyoruz ki: Allah'ın gösterdiği yoklan başkasını yol edinmek,
.sapıklıktır.
Bize düşen: Rabbimizin
indirdiği Kitap ve hikmete tabi olmak, Allah'ın kendilerine nimet verdiği
peygamberlerin, sıddıkfann. şehid ve salıhlerin yoluna, sırat-] müstakime sarılmak;
hep birlikte Allah'ın ipine tutunarak tefrikaya düşmemek. Allah'ın emrettiği
marufu emredip yasakladığı münkerden sakınmak ve amellerimizde sadece Allah'ın
rızasını gözetmektir. İslam dini işte budur.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır;
"Hayır, kim işini
güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükafatı, Rabbinin yanındadır.
Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara: 2/112)
"Hangi insan, din
yönünden, iyilik edici olarak yüzünü Allah'a teslim edip dosdoğru İbrahim
dinine tabi olandan daha güzel olabilir. Allah, İbrahim'i dost edinmişti.
(Nisa: 4/125)
"Onlar bir
kötülük yaptıkları zaman: 'Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize böyle
emretti' derler. 'Allah kötülüğü emretmez de. Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz?' De ki: 'Rabbim bana adaleti emretti. Her mescitte
yüzlerinizi O'na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na yalvarın.
İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz'. (O) bir topluluğu doğru yola
iletti, bir topluluğa da sapıklık müstehak oldu. Çünkü onlar, şeytanları
Allah'tan başka dostlar tuttular ve kendilerinin de doğru yolda olduklarını
sanıyorlar. (A'raf: 7/28-30)
"Ey inananlar,
Allah'tan, O'na yaraşır biçimde kor-r-kun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Ve
topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın: Allah'ın size olan nimetini
hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz. (Allah) kalplerinizi
birleştirdi. O'nun ni m etiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir
çukurun kenarında bulunuyordunuz. (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini
böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz, içinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup
kötülükten meneden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilaf edenler gibi
olmayın. İşte onlar (evet) onlar için (Kıyamet günü) büyük bir azap vardır. O
gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. (Al-i İmran: 3/102-106)
İbn Abbas.
"Sünnet ve Cemaat Ehlinin yüzü ağarır, bidat ve ayrılık ehlinin ise. yüzü
kafanı" demiştir.
Yüce Allah yine şöyle
buyurmaktadır:
"Dinlerini parça
parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.
(En'am: 6/159)
"Oysa
kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na
kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti. İşte doğru
din budur. (Beyyine: 98/5) [145]
Uydurma olan sadece bu
türbeler değil, peygamberlere ve başkalarına nisbet edilen türbeler de
böyledir. Mesela Ba'lbek yakınlarında Lübnan dağının eteklerindeki "Nuh
Mezarı", Dımaşk Mescidi'nin güneyindeki "Hud Mezarı" da
uydurmadır. Aslında buradaki kabir. Muaviye b. Ebi Süf-yan'ın mezarıdır. Yine
Dımaşk'ın doğusundaki "Ubeyy b. Ka'b'm mezarı"nm da aslı yoktur.
Çünkü Ubeyy Dımaşk'a gelmiş değildir. Alimler bu konuda ittifak halindedir.
Aynı şekilde Dımaşk'ta
Rasulullah'ın (s.a.v.) hanımlarına nisbet edilen mezarların da aslı yokutur.
Çünkü hepsi Medine'de vefat etmişlerdir.
Yine Mısır'da
"Ali b. Hüseyin"1. "Ca'fer es-Sâdık" ve benzerlerine nisbet
edilen mezarların da aslı yoktur. Bu konuda alimler ittifak etmiş/erdir. Ali b.
Hüseyin'in ve Ca'feres-Sadık'ın da mezarları Medine'dedir. Abdülaziz
el-Kinani'nin belirttiğine göre Peygamberimiz'in mezarı hariç hiçbir
peygamberin mezarı belli değildir. Başkaları İbrahim'in (a.s.) mezarının da
belli olduğunu söylemişlerdir.
Kabirlerin yerlerinin
ilim ehlince ke.sin olarak bilinmemesi, yerlerini tesbit etmenin dini bir
mesele olmaması sebebiyledir. Nitekim Rasufullah (s.a.v.), mezarların mescit
edinilmelerini yasaklamıştır. Yerlerini bilmek, dini bir mesele olmayınca
tesbit edilip korunmaları da gerekmemiştir.
Allah'ın, Peygamberini
kendisiyle gönderdiği ilme gelince, o, zaptedilmiş ve korunmuştur. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O zikri
(Kur'ani) biz indirdik, biz; ve onun koyucusu da elbette biziz!" (Hicr:
15/9)
Sahih hadislerde
Rasulullah şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden bir
zümre daima hak üzere olacaktır. Muhalif olanlar ve onlardan uzak duranlar,
onlara bir zarar vermeyeceklerdir."
Bu uydurmaların aslı
ise, sapıklık, bidat ve şirktir. Sapıklık oluşu; bu ziyaretgahları ziyaret
için yolculuğa çıkmanın, onlann bulunduğu yerde namaz kılma, dua etme, kurban
kesme, onları öperek selamlamanın ve buna benzer hususların, iyilik ve dini
amellerden olduğunun samlmasidir. Hatta el-Murtaza ve Ebu Ca'fer et-Tusi'nin
şeyhi, eş-Şeyhü'1-Mufid lakabıyla bilinen ve Rafizilerin imamlarından biri olan
Mu-hammed b. en-Nu'man'ın yazdığı ve "el-Hacc ila ziyareti'l-Meşahid"
ismini verdiği büyükçe bir kitabını gördüm. Bu kitapta RasuiuMah (s.a.v.) ve
Ehl-i Beyt'e atfedilen öyle rivayetler var ki bu ziyaretgahları ziyaret edip
haccetmek konusunda söylenenler, Allah'ın Evi'ni haccetmek konusunda söylenmiş
değildir. Oysa naklettiklerinin hepsi en açık yalan ve iftiradan ibarettir. Bu
kitapta gördüğüm yalan ve iftiralar, okuduğum Yahudi ve Hristiyan kitapların
bir-çoğunudaki yalan ve iftiralardan daha çoktur. Aslında bu gibi bidatleri
çıkaran ve uyduranlar, münafık ve zındıklardan bir grup olup gayeleri insanları
Allah'ın yolundan alıkoymak, İslam dinini bozmaktır. İnsanlara, dini Allah'a
halis kılmanın zıttı olan şirki, dini bir kalıp içerisinde sunmaya
çalışıyorlar. Nitekim İbn Abbas ve seleften başkaları, Yüce Allah'ın Nuh
kavmiyle iigili olarak buyurduğu:
"Dediler ki:
'İlahlarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne de Yeğus'u, Yeuk'u ve Nesr'i
bırakmayın."
(Nuh: 71/23) ayetinin
tefsirinde şöyle demişlerdir: Ayette isim geçenler, Nuh kavminden salih
kimselerdir. Öldüklerinde o dönemdeki insanlar bunların kabirlerine üşüştüler,
sonra da heykellerini yaptılar. Bu hususu Buharı, Sahih'inde zikretmekte,
kitabının evvelinde peygamberlerin kıssalarını anlatırken ve başka yerlerde
etraflı bir şekilde anlatmaktadır.
Bu sebepledir ki Sabii
müşrik filozoflardan bazıları bu şirki destekler mahiyette eserler yazmış, Allah
ve Rasulu'ne düşmanlıkta Batını Karmatileıie işbirliği etmişlerdir. Ne yazık ki
bu çabalarıyla bir çok kimseyi fitneye sürüklemiş ve onları Allah'ın dininden
alikoymuşîardtr.
Temel vasıfları
mescitleri işlevsiz kılarak türbeleri tazim etmektir. Türbeleri tazim, onları
haccetme, onları Allah'a ortak koşma gibi hususlarda Allah'ın, Rasulu'nun ve
hidayet imamlarının emretmediği şeyler yaparlar. Hatta değil emrettikleri,
Allah ve Rasulü'nün mümin kullara yasakladıkları fiilleri işlerler.
Allah'ın inşa edilmelerini
ve onlarla isminin ahnmasmi istediği mescitlere gelince, onları harabeye
çevirirler. Ancak masum bir imamın peşinde namaz kılınabileceği ve benzeri
safsataları ileri sürerek bazen bu mescitlerde ne
Cuma. ne de diğer
vakitleri kılarlar.
Ali "nin (r.a.)
masum olduğu ve hilafetinin nasslarla sabit olduğu bidatini ilk ileri süren
kişi. bu münafıkların piri olan. yahudi Abdullah b. Sebe'dir, Pavlos'un
Hristiyanlık dinini bozduğu gibi o da müslüman görünerek İslam dinini bozmak
istemiştir. Bu şahsın Ebu Bekir ve Ömer'e dil uzattığını duyan Ali (r.a.) onu
Öldürmek istemiş ama kaçıp kurtulmuştur. Nitekim Ali (r.a.), kendisinin ilah
olduğunu iddia eden Gulat'ı yakmıştır. Kendisini Ebu Bekir ve Ömer'e tercih
eden Mufaddite hakkında da şöyle demiştir:
"Beni Ebi Bekir
ve Ömer'den üstün tutan biriyle karşılaşırsam mutlaka ona müfteri cezasını
uygularım."'
Münafık zındıkların
peşinden giden bu müfteri sapıklar, bu gibi iftira ve bühtanlanyla İslam'ın
şiarını, direğinin ayakta durmasını, kısaca Rasulullah'in (s.a.v.) rehberlik
ettiği hidayet sünnetini engelliyor ve ne Cuma. ne de cemaat namazlarını
kılıyorlar.
İşte bu yoldan
gidenler, türbelerle mescitleri eşit tutmaktadırlar. Hatta namaz, kıraat,
zikir ve benzeri şeylerin camide icra edilmeleri meşru olduğu gibi, bunların
türbelerde icra edilmesini de meşru görürler. Bazen hal ve kal lisanlanyla
kabir ve türbelerle ibadetin Allah'ın evleri olan mescitlerden daha faziletli
olduğunu bile söylerler. Hatta daha ileri giderek, onlardan biri dua, ya da
tevbe etmek istediği zaman, şeyhi veya ta'zim ettiği başka birinin mezarına
giderek ne mescitlerde, ne seher vakitlerinde, ne de bir ve fcâhhar olan
Allah'a secde ederken kendisinde müşahade edemeyeceğim bir huşu ve tezellüî
ile dua ettiğini görürsün.
Nihayet öyle bir
noktaya gelindi ki, cahillerinden pek çoğu, tıpkı hristiyanların İsa (a.s.) ve
annesinden talepte bulundukları gibi ölülere dua eder, onlardan istiğasede
bulunurlar; ölülerden sıkıntılarının giderilmesini, isteklerinin yerine
getirilmesini, düşmanlarına karşı zafere ulaşmalanın, üzerlerinden musibet ve
belaların kaldırılmasını ve bunlar gibi ancak yerin ve göklerin Raböinden
istenebilecek şeyleri isterler.
Öyle ki aralarından
biri hacca gitmek istediği zaman maksadı, Allah'ın kendisine farz kıldığı
"Allah'ın kutsal evini" ziyaretten çok, Medine'yi ziyaret etmektir.
Rasulullah'm teşvik
ettiği mescidinde namaz kılmayı önemsemezler. Oysa sahih bir hadiste Rasulullah
(s.a.v/) şöyle buyurmaktadır;
"Mescid-i Haram
hariç, benim şu mescidimde namaz kılmak başka mescidlerde kılınan bin namazdan
hayırlıdır.[146]
Yine, nerede bulunursa
bulunsun, Allah'ın emrettiği Rasulullah'a (s.a.v.) salat ve selam getirmeyi
önemsemez, Rasulullah'ın (s.a.v.) emirlerine uymayı, Sünneti'ninpeşinden
gitmeyi, ona değer vermeyi gözardı eder. Oysa Rasulullah'! kendi aile
efradından, malından ve bütün insanlardan, hatta kendi nefsinden daha çok
sevmesi gereklidir. Bütün bunları bırakır ama Rasulullah'ın veya başka birinin
mezarını ziyaret etmeyi hedef edinir. Halbuki ne Allah ve ne Rasulü böyle bir
şeyi emretmiş, ne ashab böyle davranmış ve ne de müctehid imamlar bunu hoş
karşılamışlardır.
Belki haccetmekten
çok, hacca gitmekteki maksadı Rasulullah'ın kabrini ziyaret etmek veya ikisini
de eşit tutmaktır ki bu, müslümanlarm itifakı ile sapıklıktır. Aslında
-Peygamber kabri olsun, başka birinin kabri olsun- kabir ziyareti maksadıyla
yolculuğa çıkmak alimlerin cumhuru tarafından yasaklanmıştır. Hatta, bu
yolculuğun, yasaklanmış bir yolculuk olması sebebiyle özellikle orada namaz
kılmanın hedef edininmesini de yasaklamışlardır. Bunun delili ise, Buharı ve
Müslim'de nakladilen şu hadistir:
"Sadece üç mescid
için yolculuğa çıkılabilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim bu mescidim.[147]
Kabir ziyaretleriyle
ilgili hadislerin hepsi zayıftır, hatta mevzudur. İmam Malik ve Medine m
üctehiâl erin den başkaları, kişinin: "Peygamber'in kabrini ziyaret
ettim" demesini hoş kalkılamazlardı. Sünnet olan; RasuluIIah'ın (s.a.v.)
kabrinin yanma gelindiğinde ona selam getirmektir. Nitekim Sahabe ve Tabiin
böyle yapıyorlardı. Bu konuyu başka yerde etraflıca anlattık.
Kabe'den başkasını
tavaf etmek de aynı durumdadır. Kabe'den başka bir yerin tavaf edilmesinin caiz
olmadığı hususunda müslümanlar ittifak halindedir. Ne Beytü'1-Mak-dis'teki
Sahra (kaya)mn tavaf edilmesi, ne RasuluIIah'ın (s.a.v.) gömülü bulunduğu
odanın, ne Arafat'taki Kub-, benin, ne de başka bir yerin tavaf edilmesi
caizdir.
Aynı şekilde iki
Rükn-i Yemani dışında bir yerin selam-lanması ve öpülmesi de müslümanların
ittifakı ile caiz değildir. Hacer-i Esved hem selamlanır, hem de öpülür. Rükn-i
Yemani ise sadece selamlanır. Öpüleceğinin söylenmesi zayıf bir görüştür.
Bu ikisinin dışındaki
yerlerin, mesela Beytullah'ın yan taraflarının ikiRükn-i Sami'nin, Makam-ı İbrahim'in,
Sahra'nın, Rasulullah'ın (s.a.v.) gömülü bulunduğu odanın, sair peygamber veya
salihlerin mezarlarının selamlanması ra, öpülmesi de caiz değildir.
Buhari ve Müslim'in
Ebu Hureyre'den naklettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Allah yahudi ve
hrıstiyanları gebertsin; çünkü onlar, peygamberlerinin kabirlerini mescit
edindiler. [148]
Müslim'in rivayeti ise
şöyledir:
"Allah, yahudi ve
hristiyanlara lanet etsin; çünkü onlar, peygamberlerinin kabirlerini mescit
edindiler.[149]
Yine Buhari ve Müslim'in
nakline göre Aişe ve tbn Abbas şöyle demişlerdir;
"Rasulullah(s.a.v.)
hastalığında yüzünü bir örtü ile örtmeye başladı. Örtü kendisine sıkıntı
verdiğinde yüzünü açar ve o haldeyken:
'Allah, yahudi ve
hristiyanlara lenet etsin; çünkü onlar, peygamberlerinin kabirlerini mescit
edindiler. [150]
buyurarak
yaptıklarından sakındırıyordu.
Yine Buhari ve Müslim,
Aişe'den şunu nakletmişlerdir. Rasulullah (s.a.v.) vefatıyla sonuçlanan
hastalığı sırasında şöyle buyurdu:
"Allah, yahudi ve
hristiyanlara lanet etsin; çünkü onlar, peygambelerinin kabirlerini mescit
edindiler."
Rasulullah eğer
kabrinin mescit edinilmesinden endişe etmeseydi, kabrim açığa yaptırırdı.
Müslim'in Cündep'ten
rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) vefatlarından beş gün önce şöyle
buyurmuştur:
"Allah, sizden
birinizi dost edinmekten beni müstağni kıldı. Şayet ümmetimden birini dost
edinseydim, Ebu Bekir'i dost seçerdim. Allah, İbrahim'i dost edindiği gibi beni
de dost edinmiştir. Sizden önce birtakım kimseler, kabirleri mescitler haline
getirirlerdi. Dikkatli olun, kabirleri mescitler yapmayın. Bundan sizi
nehyediyorum. [151]
Müslim'in, Ebu Mersed
el-Ganevi'den nakline göre Rasuhıİlah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Mezarların
üzerine oturmayın ve onlara doğru namaz kılmayın. [152]
Ebu'Said ei-Hudri
(r.a.) Rasulullah"ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Mezarlıkla hamam
hariç, yeryüzünün tamamı mesçittir."
Hadisi. Ebu Davud,
Tirmizi ve İbn Mace gibi Sünen sahipleri nakletmiştir. Mürsel bir rivayet
olması gerekçesiyle kimileri bu hadisi illetli kabul etmiştir. Hafız ise sahih
olduğunu söylemektedir.
Buharı ve Müslim,
Aişe'nin (r.a.) şöyle dediğini naklet-mişlerdir:
"Rasulullah
(s.a.v.) rahatsızlandığında hanımlarından biri kendisine. Habeşistan'da gördüğü
'Mariye' ismi verilen bir kiliseden sözetti. Ümmü Seleme ve Ümmü Habibe,
Habeşistan'a gitmiş o kiliseyi görmüşlerdi. Rasulullah (s.a.v.) başını kaldırdı
ve şöyle buyurdu:
"Onlar öyle
kimselerdir ki aralarından salih biri vefat ettiğinde kabrinin üzerine bir
mescit inşa eder ve içinde o resimleri yaparlar. İşte onlar Allah indinde insanların
en kötüleridir.[153]
İbn Abbas'ın şöyle
dediği nakledilmiştir:
"Rasulullah
(s.a.V;), kabirleri ziyaret eden kadınları ve kabirler üzerine mescit inşa edip
kabirleri bir örtü ile Örtenleri lanetlemiştir. [154]
Bu hadisi Ebu Davud,
Nesai ve Tirmizi gibi Sünen sahipleri nakletmişlerdir. Tirmizi, hadisin hasen
olduğunu belirtmiştir. Tirmizi'nin bazı nüshalarında ise, sahih olduğu
yazılıdır.
Malik'hi Muvatta'ında
Rasulullah'm (s.a.v.):
"Allah'ım,
kabrimi tapılan bir put kılma. [155]dediği
nakledilir. Ebu Davud'un Sünen'inde de şöyle dediği nakledilmektedir:
"Kabrimi bayram
yeri ve evlerinizi de mezarlık haline getirmeyin.[156]
Mescitlerde namaz
kılmak. Kur'an okumak, dua etmek ve benzen ibadetlere gelince. Yüce Allah bu
konuda şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın
mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların har ab olmasına
çalışandan daha zalim kim vardır?" (Bakara: 2/114)
Yine şöyle buyu itti
aktadır:
"Allah'ın
mescitlerini ancak, Allah'a ve Ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren
ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar onarırlar. İşte onlar, doğru yolu
bulanlardan olabilirler. (Tevbe: 9/18)
Tirmizi'nin nakline
göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kişinin camiye
gitmeyi ihtiyat haline getirdiğini görürseniz, imanlı olduğuna şehadet ediniz.
Çünkü Yüce Allah: 'Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve Ahiret gününe
inanan, namazı kılan' buyurmuştur. [157]
Yüce Allah yine şöyle
buyurmaktadır:
"De ki: 'Rabbim
bana adaleti emretti. Her mescitte yüzlerinizi O'na doğrultun ve dini yalnız
kendisine has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na
döneceksiniz." (A'raf: 7/29)
"Mescitler,
Allah'a mahsustur. Allah ile beraber bir başkasına dua etmeyin." (Cin:
72/18)
"(Bu kandil)
Allah'ın yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdir.
Onların içinde sabah-akşam O'nu teşbih ederler."
"Mescitlerde
ibadete çekilmiş iken kadınlara yaklaşmayın. (Bakara: 2/187)
Buharı ve Müslim'de
nakledildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kişinin mescitte
kıldığı namaz, evinde ve işyerinde kıldığı namazdan yirmibeş derece üstündür.[158]
Bir rivayette ise:
"Cemaatle namaz,
sizden birinizin yalnız başına kıldığı namazdan yirmibeş derece üstündür. [159]denilmektedir.
Başka sahih bir rivayette
ise şöyle buyurulmaktadir:
"Münafıklara en
ağır gelen namaz yatsı ve sabah namazlarıdır. Ama bu namazlardaki büyük sevabı
buseydiler, sürünerek de olsa, onlara gelirlerdi. Öyle azmettim ki, birine
emredeyim cemaate namazı o kıldırsın. Ben de, beraberlerinde odun demetleri
bulunan birkaç kişiyle çıkayım ve cemaate gelmeyenlerin evlerini ü-zerlerinde
yakayım. [160]
Müslim, Ebu
Hureyre'nin şöyle dediğini nakleder:
"Rasulullah'a
a'mabiri geldi ve:
'Ya Rasul'allah, beni
mescide götürecek biri yoktur' diyerek evinde namaz kılmak üzere kendisine
ruhsat vermesini istedi. Rasulullah ona ruhsat verdi. Ancak adam kalkıp
gidecekken:
"Ezanın sesini
duyuyor musun?" diye sordu. Adam
"Duyuyorum"
deyince. Rasulullah:
"O halde çağrıya
icabet et. [161]
Yine Müslim'in nakline
göre Ebu Saidfr.a.) şöyle demiştir: Yarın müslüman olarak Allah'la karşılaşmak
isteyen, namazlara çağrıldığı yerde onlara devam etsin. Çünkü Allah,
Peygamberimize hidayet yollarını teşri buyurmuştur ve bu namazlar da
bunlardandır. Şayet namazım evjılde kılan şu adam gibi namazlarınızı
evlerinizde kılarsanız., Peygamberimizin yolunu terketmiş olursunuz. Onun
yolunu terkettiğinizde de sapıtmış olursunuz. Güzel güzef abdest alıp sonra da
bu mescitlerden birine giden hiçbir kimse yoktur ki, attığı her adım için Allah
ona bir iyilik yazmasın, bu sayede bir derecesini yükseltmesin ve günahlarından
birini de bağışlamasın. Bizim zamanımızda ancak münafıklığı malum olanlar
mescide gelmezdi. Hatta yalnız başına mescide gelmeyen kişi, başkalarının
yardımıyla mescide getirilirdi."
Bu, geniş bir konudur.
Yazdıklarımızla, bu hususta hanif tevhid ehlinin; Allah'ın kendisiyle Peygamberi'ni
gönderdiği ve Kitabım kendisiyle indirdiği Allah dininin tabileri İbrahim
itikadı ehlinin hidayet yolu ile hakkı batıla karıştıran ve hanif itikadı şirke
bulayanların yolu arasındaki farka dikkat çekmek istedik.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Senden önce
gönderdiğimiz elçilerimizden sor: Rahman'dan başka tapılacak ilahlar yapmış
mıyız?"
(Zuhruf: 43/45)
"Senden önce
hiçbir peygamber göndermedik ki.ona: 'Benden başka ilah yoktur, bana kulluk
edin!' diyeivah-yetmiş olmayalım." (Enbiya: 21/-25)
"Biz her ümmete,
yalnız Allah'a ibadet etmeleri ve şeytandan da sakınmaları için bir peygamber
gönderdik." (Nahl: 16/3.6)
"Oysa
kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na
kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti. İşte doğru
ilin budur." (Beyyine: 98/5)
"Sen yüzünü,
Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun
olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez.
İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız O'na yönelin ye
O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın. (Onlar),
dirilerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendi yamndakiyle
sevin(ip övûnjmektedir."
(Rum: 30/30)
Hiç şüphesiz Allah
daha iyisini bilir.
Sahabe ve Tabiun'a
gelince, müctehidlerden bazısı, Rasulullah'Ia (s.a.v.) beraberliği olan her
kişinin beraberliği olmayan her kişiden mutlak olarak üstün olduğu görüşünü kabul
etmektedirler. Bu sebeple karşılaştırmayı Muaviye ile Ömer b. Abdülaziz
arasında yaparlar. Tabi bunu söyleyenler de, Ömert. Abdülazizi 'in yönetim
tavırlarının, Muaviye'nin yönetim ve.tavırlarından adil olduğunu itiraf
ederler. Fakat Muaviye sahabi olduğu ve sahabenin, sahabi olma yönüyle elde
ettiği dereceye başka biri ilmiyle ulaşamaz, derler.
Buhari ve Müslim'de
nakledilen:
"Ashabıma sövmeyin,
nefsimi elinde tutana yemin ederim ki sizden biriniz Uhud dağı kadar al tun
infak etse, onların ne bir müd'düne (müd, bir ağırlık birimidir) ne de onun
yarısına ulaşabilir.[162]
hadisini delil olarak zikrederler ve derler ki: Uhud dağının tamamı altun
olsa, onlardan birinin müd'dünün yarısı bile olamayacağına göre faziletle
onların öyle bir üstünlüğü var ki, hiç kimse, sahabi olmakla ulaştıkları
dereceye ulaşamaz.
Meselenin açıklanarak
ve ayrıntıları üzerinde durulacak birtakım yönleri var ki onları burada
anlatmak yeri değildir. [163]
İbnTeymiye'ye soruldu:
Ebu Bekir'e söven
kimsenin durumu hakkında ihtilafa düşen iki kişiden biri: Allah böyle bir
kimsenin tevbesini kabul ederken diğeri: Tevbesi kabul edilmez diyor. Siz bu
konuda ne devsiniz?
İbn Teymiye'nin
cevabı:
Müslüman müctehidlerin
kabul ettiği doğru görüş; Allah'ın, tevbe eden herkesin tevbesini kabul edeceği
şeklindedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Ey
nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
(Zümeri: 39/53) ayette yüce Allah, tevbe edene bütün günahları affedileceğini
ifade etmektedir. Bu sebeple de, kayıt koymadan sözü ıtlak ve umum üzere
kullanmıştır.
Herhalde sahabenin
bazısına dil uzatmak, peygamberlere ya da Allah' a dil uzatmaktan daha büyük
bir şey değildir. Kendi aralarında Peygamberimizde dil uzatan yahudi ve
hristiyanlar tevbe edip İslam'ı kabul ettiklerinde, tevbele-rinin kabul
edileceği konusunda müslümanlar ittifak etmişlerdir. Rivayet edilen:
"Sahabeme dil
uzatmak, affedilmeyen bir günahtır.[164]
şeklindeki hadise gelince, tamanen uydurmadır. fedümeyen şirk olsa bile, ondan
tevbe edene affedilir. Bu hususta da müslümanların ittifakı vardır.
Beşer hakkının
bulunduğu meselelere gelince, buna da iki vecihten cevap verilir:
Birincisi: Allah,
hırsızlık yapan," lakap takan ve benzeri beşer hakkının tealluk ettiği
günahlara tevbe etmeyi emretmektedir: Mesela yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hırsızlık eden
erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerin
kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir. Kim yaptığı haksızlıktan sonra
tevbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü
Allah bağışlayan, merhamet edendir. (Maide: S/38-39)
Yine şöyle
buyurmaktadır: birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İnandıktan sonra kötü
ad(la çağrılmak), ne kötü bir şeydir? Kim tevbe itmezse, işte onlar,
zalimlerdir," (Hucurat: 49/11)
Böyle bir kimse tevbe
ettiği takdirde, kedisine haksızlık yapılan kişiye, uğradığı haksızlık oranında
mükafat verilir.
İkincisi: Bu görüşte
olanlar tevile başvuruyorlar. Rafizi bu yaptığından tevbe eder ve sahabenin faziletine
itikad edip onları sever ve onlara dua ederse, diğer günahkarlar için söz
konusu olduğu gibi kendisinin de kötülükleri iyiliklere dönüşür. [165]
İbn Teymiye'ye
soruldu:.
Çeşitli fesat konulan
çevresinde bir araya gelmiş bir topluluk var. Aralarında öyleleri ver ki
kendisine. İbn Mes'ud tarafından rivayet edilmiş Peygamber'in (s.a.v.)
hadisleri okunduğunda, ya da; "bu, İbn Me'sud'un görüşüdür"
denildiğinde, İbn Mes'ud'a atıp-tutmaya başlar, rivayetini zayıf görür. Sahabe
arasında eksik biri olarak değerlendirilir. Hatta bazıları kıraatine önem
vermez ve Kur'ari'dan sadece Muavvizeteyn surelerini harfettiğini ileri
sürerler. Böyleleri hakkında ne dersiniz?
İbn Teymİye'.nin
cevabı:
İbn Mesud -Allah
kendisinden razı olsun-, sahabenin büyüklerinden ve en değerlilerindendir.
Hatta Ömer (r.a.) onun hakkında:
"İlim dolu
dağarcık" derdi. Ebu Musa da şöyle demektedir:
"RaSülullarTın
(s.a.v.) evine çokça girip çıktığından dolayı Abdullah b. Me'sud'u
Rasulullah'ın (s.a.v.) Ehl-i Beyt'inden sayardık." Rasulullah (s.a.v.) ona
şöyle demiştir:
"Seni
sakmdırıncaya kadar kapımı açabilir ve beni dinleyebilirsin.[166]
Sünelilerde ise şöyle
bir hadis nakledilmektedir:
"Benden
sonrakilere: Ebu Bekir ve Ömer'e uyun ve İbn Ümmü Abd'ın (İbn Mesudun) da yoluna
sarılınız. [167]
Sahih bir rivayette
de:
"Kur'an'ın indiği
tazelikte okumak isteyen İbn Ümmü Abd'ın kıraati üzere okusun."
buyurmaktadır.
Ayrıca Irak
fethedildiğinde. Iraklılara Kur an ve Sünnet'i öğretmek üzere onu Irak'a
göndermiştir. Irak'a gönderilen sahabenin de en bilgini odur.
Ebu Musa, yine şöyle
demiştir:
"Şu büyük alim
aranızda olduğu müddetçe bana bir şey sormayın."
İbn Me'sud'un kendisi
de şöyle demektedir:
"Allah'ın
Kitabrnı benden daha iyi bilen birini duysam ve develer bulunduğu yere ulaşabiliyorsa,
mutlaka oraya giderim."
Ölmek üzere olan Muaz
b. Cebel'in üzerine ağlayan Malik b.
Yumahires-Sekseki'ye, Muaz'ın tavsiye ettiği üç
kişiden biri İbn
Me'sud'dur. Bu tavsiye şu şekilde olmuştur: Muaz. Malik b. Yumahir'e:
"Niçin
ağlıyorsun?" demiş, o da:
"Beni ağlatan ne
aramızdaki akrabalık bağı, ne de senden dolayı elde edeceğim dünyalık bir
menfaattir. Ben, ancak senden Öğrendiğim ilim ve iman için ağlıyorum"
demiştir. Bunun üzerine Muaz ona şu tavsiyede bulunmuştur:
"İlim ve iman,
onları aramakta olan için oldukları yerde duruyorlar, isteyen onları bulur.
İlmi dört kişinin yanında ara. Eğer bunlar sana cevap veremiyorlarsa, yeryüzü
halkının hepsi sana cevap veremezler demektir." Muaz. kendisine bu dört
kişinin: İbn Me'sud, Ubeyy b. Ka'b, Abdullah b. Selam ravi dördüncü kişiyi tam
hatırlayamadığı için ve öyle sanıyorum ki Ebu'd-Derda olduğunu söylemiştir.
Yine Muaz'm yeryüzünün
en bilginleri sorulduğunda bunlardan birinin, Irak'taki İbn Mes'ud olduğunu
söylemiştir. İbn Me'sud, ilim konusunda Ömer, Ali, Ubeyye ve Muaz
tabakasmdadır; yani sahabe alimlerinin ilk tabakasında yer almaktadır. Bu
sebeple ona dil uzatan ya da rivayetin-ni zayıf olduğunu söyleyen ancak Ebu
Bekir, Ömer ve Osman'a dil uzatan Rafizilerin cinsinden biridir. Onun bu tavrı,
ya sahabe konusunda hiçbir bilgiye sahip olmadığına ya da zındıklık ve
münafıklığına delalet eder. [168]
İbnTeymiye'ye soruldu:
"Musarrat[169]
meselesinde bir diğeriyle tartışıyor ve bu durumdaki hayvanı dileyen müşteri
geri verebilir diyor ve Ebu Hureyre'den nakledilen müttefakun aleyh olan hadisi
de bunun caiz olduğuna dair delil getiriyor. Hasmı buna muhalefet ederek şöyle
diyor: Ebu Hureyre sahabenin fakih-lerinden değildi. Hatta Ömer b. Hattab çok
hadis rivayet etmesini hoş karşılamamış; hadis rivayetini yasaklamış ve ona
"Tekrar rivayet edecek olsan şöyle şöyle yaparım" demiştir. İbn
Abbas ve Aişe'de (r.a.), bazı rivayetlerini reddetmişlerdir. Bu hasmın
söylediği doğru mudur? Ebu Hureyre hakkında bu tür söz söyleyen birine ne
gerakir?
İbn Teymiye'nin
cevabı;
Hamd Allah'adır.
Yapılan bu itiraz birkaç yönden hatalıdır.
1-Sahabenin
fakihlerinden olmadığı iddiası, yanlıştır. Çünkü Ömer b. el-Hattab. Ebu
Hureyre'yi, halkı müslüman-lann en iyilerinden olan ve elçileri -Abdü'1-Kays
Elçileri olarak bilinirler- Rasulullalr a (s.a.v.) hicret eden Bahreyn'e vali
tayin etmiştir.
Ebu Hureyre bunların
emiri idi ve fıkhın en ince meselelerinde onlara fetva veriyordu. Üç talaktan
az sayıdaki talakla boşanmış olup başka bir kocaya varan ve bilahare ilk kocasına
dönen kadının bu ilk kocasının üç talaka sahip olup olmayacağı meselesi
bunlardandır. Koca bu üç talaka sahip olacak mı? Nitekim İbn Abbas ve İbn
Ömer'in görüşü budur. Ebu Hanife'nin görüşü de bu istikamettedir. Ayrıca
Ömer'den gelen bir rivayet de bu şekildedir. Çünkü başkasıyla evlenmesi, üç
talakı oltadan kaldırdığı gibi üçten az talakı da ortadan kaldırmaktadır.
Yoksa ilk kocanın üçten az talakları devam edecek mi? Nitekim sahabenin
büyüklerinden Ömer (r.a.) ve başkalarının görüşüyle Malik ve Şafii'nin mezhebi
budur. Çünkü ikinci koca, ancak üç talakla gerçekleşen haramlığı ortadan
kaldırmaktır. Üç talaktan az talakla boşanmış olan, henüz kocasına haram kılınmış
bir duruma düşmemiştir. Başka biriyle evlenmiş olması, ilk kocanın üç talaktan
az boşamaların hükmünü kaldırım z. Ebu Hureyre bu görüş doğrultusunda fetrmîştir.
Daha sonra bunu Ömer'e bildirmiş. Ömer de bunu kabul etmiştir. Hatta: Başka bir
fetva vermiş olsaydın, seni incitecek derecede döverdim, demiştir.
İşte Ebu Hureyre. İbn
Abba.s ve başka sahabinin büyük fakihleriyle birlikte fıkhın bu gibi ince
meselelerinde fetva vermiş biridir. Nakledilen fetvaları onun bu gücünü ortaya
koymaktadır. Nasıl Ömer ve Ali'nin. İmran b. Husayn ile Ebu Musa el-Eş'ari'den
daha fakih olmaları bu ikisini fakih olmaktan çıkarmıyorsa. Muaz. îbn Me'sud ve
benzerlerinin Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer ve benzerlerinden daha fakih
olmaları da. bunları fakih olmaktan çıkarmaz.
2- Bu itiraz
eden kişiye denir ki: Ümmetin bütün alimleri. Ebu Hureyre'nin naklettiği kıyas
ve zahire muhalif hadislerle amel etmişlerdir. Nitekim hepsi. Ebu Hureyre'nin
naklettiği:
"Bir kadın,
halası ve teyzesi üzerine nikahlanamaz.[170]
hadisiyle amel
etmişlerdir. Yine Ebu Hanife, Şafii, Ah-med ve başkaları onun naklettiği:
"Unutarak yeyip
içen orucunu tamamlasın. Çünkü onu yedirip içiren ancak Allah'tır. [171]
hadisiyle amel
etmişlerdir, Oysa Ebu Hanife'nin kıyasına göre böyle bir kişinin orucu
bozulmuş olur. Ama Ebu Hanife Ebu Hureyre'nin bu hadisinden dolayı burada
kıyası terketmiştir. Bunun benzerleri pek çoktur.
Yine Malik, Şafii ve
Ahmed. köpeğin yaladığı kabın yedi defa yıkanması gerektiğini bildiren Ebu
Hureyre'nin hadisiyle amel etmişlerdir. Oysa İmam Malik'in kıyasına göre temiz
olduğundan yıkanmasına gerek yoktur. Aksine. müctehid imamlar, Ebu Hureyre'nin
hadislerinden aşağı hadislerden dolayı bile kıyası terkederler. Nitekim Ebu
Hanife sahabeden kimin
rivayet ettiği bilinmeyen namazda kahkahayla gülmekle ilgili mürsel[172] bir
hadisten dolayı kıyası terketmiştir. Ebu Hureyre'nin hadisleri, ümmetin ittifakı
ile böyle bir hadisten daha kuvvetlidir.
3- İtiraz
eden kişiye şöyle denilir: Muhaddis, duyduğu hadisin lafızların] zaptetti mi,
fakih olmaması hadisin kendisine zarar vermez. Kuran kelimelerini, teşehhüd.
ezan vb. şeyleri ezberleyen gibi. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Bir hadisi duyup
onu, duymayana ulaştıran kişinin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü nice fıkıh
taşıyıcısı vardır ki fakih değildir ve nice fıkıh taşıyıcısı, onu kendisinden
daha fakih olana taşır. [173]
Hadis, daha fakih
birinin, fıkıhta kendisinden daha aşağıda olan bir kimseden hadis
alabileceğini açık açık ifade etmektedir. Mana ile rivayet söz konusu olduğu
zaman ravinin fakih olması mutlaka gereklidir. Çünkü fakih olmayanın bilmeden
hadisi yanlış anlamış olabileceğinden korkulur.
Ebu Hureyre ise.
ümmetin en iyi ezber yap ani armd andır. Rasulullah (s.a.v.) kendisine
"hıfz" (ezber yapma) konusunda dua etmiştir ve kendisi de:
"Rasulullah'in
(s.a.v.) bu duasından sonra duyduğum hiçbir şeyi unutmadım" demiştir. Bu
sebeple o. "Musarrat" hadisiyle başkalarını lafızlarıyla
nakletmiştir.
4- Ömer.
oğlu Abdullah, Tbn Abbas, Aişe vs. gibi sahabenin hepsi Ebu Hureyre'nin
hadisini alıyorlardı. Hadis kitaplarını inceleyen bilir.
5- Sahabeden
hiç kimse, Ebu Hureyre'nin naklettiği bir hadise, ta'n etmemiş; burada hata
etmiştir şeklinde bir şey söylememiştir. Ne Ömer (r.a.) ne bir başkası böyle
bir iddiada bulunmuştur. Aksine, bir defasında Ebu Hureyre, Aişe'nin odasının
bulunduğu yere gelmiş ve:
"Ey odadaki,
naklettiklerim hususunda bir diyeceğin var mı?" demiştir. Aişe (r.a.)
namazını bitirdikten sonra, rivayet ettikleri konusunda bir şeyin
bulunmadığını belirtmiş ve şu ilavede bulunmuştur:
"Ancak Rasulullah
fs.a.v.) sizin gibi sözü peşpeşe sıralamazdı, sözü o kadar tane tane söylerdi
ki, kişi kelimelerini saymaya kalksaydı onları sayar ve ezberlerdi."
Aişe (r.a.)'nin bu
sözünden de anlaşıldığı gibi rivayet edilenlere değil, rivayet üslubuna karşı
çıkıyordu.
Aynı şekilde İbn
Ömer'e de: Ebu Hureyre'nin naklettiği hadisleri reddetmek gibi bir kanaatin
olup olmadığı sorulmuş, o da:
"Hayır, ama
kendisi o kadar rivayet nakletti ki bize nakledeceğimiz pek bir şey
bırakmadı." demiştir. Ebu Hureyre'nin kendisi de:
"Onlar unutmuş
ben ezberlemişsem, benim ne suçum var" demektedir. Ebu Hureyre'nin
rivayetlerini çok görüyor bazısı da, "Ebu Hureyre çok rivayet etti"
diyorlardı. Bu konuda Ebu Hureyre şöyle demektedir:
"Ebu Hureyre çok
rivayet ediyor diyorlar. Hepimiz Allah'a varacağız. (Meselenin asıl şudur):
Muhacir kardeşlerim çarşılarda ticaretle uğraşıyorlardı. Ensar kardeşim de
iş-güçle meşgul idiler. Ben ise, fakir biri idim ve hep Rasulul-lah'la (s.a.v.)
beraberdim, onlar yokken ben onun yanındaydım, onlann unuttuklarını ben
ezberliyordum. Bir defasında Rasulullah (s.a.v.) bize bir konuşma yaptı.
Sonra:
"Kim elbiseni
açıp serecek" dedi. Ben elbisemi serdim, Rasulullah benim için dua etti ve
ondan sonra Rasulullah'dan (.s.a.v.) ne duyduysam hiç unutmadım.[174]
Ayrıca geceyi üçe
böldüğü: üçte birini namaz kılmaya, birini hadisleri tekrar etmeye, birini de
uyumaya ayırdığı rivayet edilmektedir.
Böylece o. hadisleri
zaptedip ezberlemesini Rasulul-lah'fa (s.a.v.) beraberliğine, başka şeylerle
uğraşmasına ve Rasulullah'ın kendisine dua edişine bağlamaktadır.
Ömer b. Hattab'ın
kendisi de Ebu Hureyre'den hadis alır. ihtiyaç duyduğu hususlarda
Rasulullah'dan (s.a.v.) duyduklarını sorardı. Hadis rivayetinden dolayı onu
tehdit etmiş de değildir. Ne var ki Ömer. rivayette titiz olmayı sever ve
böylece insanların cür'eîkar davranarak hadislere İlavelerde bulunmalarının
Önüne geçmeye çalışırdı. Bu sebepledir ki Ebu Musa, imamların ittifakıyla
sahabenin büyüklerinden ve en güvenilir kişilerdendi.
6-Sahabe,
fıkhi meselelerde Ebu Hureyre'den geri kimselere de müracaat ederlerdi. Mesela
Ömer (r.a.). "Ceninin diyeti" konusunda Hami b. Malik ve başkalarına;
Osman "kocası ölen kadının, kocasının evinde ne kadar beklemesi gerektiği
konusunda" Faria bintu Malik müracaat etmiştir. Yine Ömer (r.a.) ve
başkaları, "kocasının diyetinden kadının alacağı miras" konusunda
Dahhak b. Süfyan el-Kilabi'ye; Zeyd b. Sabit ve başkaları da "lıayız
halindeki kadından veda tavafının sakıt olacağı" konusunda Ensar'dan bir
kadına müracaat etmişlerdir.
Aynı şekilde İbn Mesud
kocası ölmüş mufavvize[175]
kadının, benzerlerinin mehrini alacağına dair fetva verince. Eşca' kabilesinden
bazı kimseler, Rasulullah'm (s.a.v.) Buru' bintu Vaşık hakkında aynı hükmü
uyguladığını beürtmişler. İbn Mes'ud da bu habere son derece seviniTıişti. Yine
Ebu Bekir (r.a.), Muğireb. Şu'beile Muhammed b. Mesleme'nin hadislerine
dayanarak nineye mirastan verileceğine karar veriliştir. Bu naklettiklerimizin
benzerleri pek çoktur.
7-
İtirazcıya şöyle denilir: Ebu Hureyre'nin "Musafrat" la ilgili
hadisine muhalefet eden, bu hadisin temel kaideye ya da temel kaideye yapılan
kıyasa muhalif olduğunu söyler.
Bu durumda kendisine
denilir ki: Aksine bu hadi.s konusunda söylenecek söz, kendilerinde nasslara
tabi olunan benzerleri hakkında söylenenin aynıdır. Çünkü bu badis,
başkalarına muhalefet hususunda gelmiştir, başkalarına benzer hususlarda değil.
Kıyas ise, benzerleri eşit kılma ve birbirlerine muhalif olanları tefrik
etmektir. Bu hadise karşı çıkan şöyle der: Hadis kusurdan dolayı satınahnanm
satıcıya geri çevirmekte ve telef olanın karşılığını takdir etmektedir. Aksine,
benzerlerine göre olsaydı ya benzeri ya da değeri tazmin olunurdu. Bu hadise
göre ise ne misli, ne de değeri tazmin edilmektedir. Ayrıca tazmini müşteriye
ait kılmaktadır. Gelir ise, sorumluluk yüklenmenin karşılığıdır.
Böyle diyene denir ki:
Satılan hayvanı geri iade etmek tedlis ve imamların ittifakıyla hayvanın
vasfının farklı oluşundan mümkün olur. Sattığı hayvanın asıl vasfını ani atmayı
p tedlis yapan kişi, hayvanının bu vasfını diliyle söylememiş olsa bile,
diliyle söylemiş gibi kabul edilir. Bu nevi muhayyerlik, kusurdan dolayı geri
iade etmedeki muhayyerliğin dışındadır.
Kendisine yine şöyle
denilir: Müşteri, hayvan kendi mülkü olduğu sırada onda meydana gelen sütün
karşılığını değil, satın aldığı sırada memesinde bulunan sütün karşılığım
ödemektedir. Çünkü musarratı aldığı sırada memesindeki süt kendisi tarafından
telef edilmiştir ve bu sebeple de bunun karşılığını ödeyecektir. ŞarV sadece
bedelini takdir etmiştir. Çünkü eski süt ile yenisi birbirine kanamıştır ve artık
eskinin miktarını tayin etmek mümkün değildir.
Bu sebeple müşteriden
ne misli ne de kıymeti tazmin edilemez. Sari1, anlaşmazlığa son verecek bir
bedel takdir etmiştir. Nitekim can ve vücut azalarının diyet ve yararları da
böyie bir usul takip edilerek takdir edilmiştir. Ta ki, çıkabilecek anlaşmazlık
kökünden engellenmiş olsun. Tahakkuk eden hak, miktar olarak tesbit
edilebiliyorsa . ona uymak gerekir. Ama bu mümkün değilse, Sari', yolların en
uygununu ve hakka en yakın olanını emreder.
Keyl (hacim) ve vezn (tartı)
mümkün olmadığında tahmini; kesin bilginin mümkün olmadığı yerde de zan ile
hareket etmeyi, tam mübhemlik söz konusu olduğunda da hak sahibini belirlemek
için kura atmayı emreder. Bazen de başka bir yol bulunmadığı takdirde
anlaşmazlığı bertaraf etmek için bedeli takdir eder. Söz konusu ettiğimiz
musarrat da müşterinin satıcıya bir sa' vermesi, aldığı süte karşılık bir
bedeldir.
Bu meseleyle ilgili
olarak Ebu Said b. es-Sem'ani'nhv naklettiği bir olay var. Olayı Ebu Said,
Yusuf el-Hemedani'den; o, fakih Ebu İshak eş-Şirazi'den; o da, Ebu't-Tay-yib
et-Taberi'den nakletmiş. Ebu Tayyib et-Taberi diyor ki:
"Bağdat'da camide
oturuyorduk. Horasanlı biri geldi ve bize musarratı sordu. Ona cevap verdik ve
delil olarak Ebu Hureyre'nin hadisini ileri sürdük. Adam, Ebu Hureyre hakkında
ileri-geri sözler söyledi. Hemen ardından caminin tavanından bir yılan düştü ve
aramıza gelip o Horasanlının üzerine üzerine giderek onu ısırdı ve ölümüne
sebep oldu."
Bu olayın bir
benzerini et-Taberaııi "Kitabü's-Sünne" isimli eserinde Zekeriyya
Yahya es-Saci'den naklediyor. es-Saci diyor ki:
"Hadis dinlemek
üzere muhtelif alimlere gidiyorduk.
Birdefasmda hızlı
hızlı yürüyorduk beraberimizde de ağzı bozuk hayasız bir genç vardı. Biz öyle
yürürken o genç: Haydi ayaklarınız!'meleklerin kanatlarından kaldırın, kanatlarını
kırmayın" dedi. Bu sözleri söyledikten sonra iki ayağı tutmaz oldu."'
Bunun bir çok benzeri vardır. Allah'tan Kitabı "na .Rasulu'nün (s.a.v.)
Sünneti'ne ve delillere uyma bağlılığını dileriz. Şüphesiz en doğruyu bilen
Allah'tır. [176]
Şeyhülislam fbn
Teymiye'ye soruldu:
Müslüman bir grup var.
bunlar, kelime-i şehadeti getiriyor, oruç tutuyor, zekat veriyor; Allah'ın
rızasını kazanmak için gayret ediyorlar. Ancak Rasulullah'in (s.a.v.) ashabına
dil uzatanları tekfir ediyor, tevbe etseler bile tev-belerinin kabul
edileceğinin ümit edilmediğini söylüyor ve dil uzatmada ısrarlı olanların
Cehennem'de ebediyyen kalacaklarını iddia ediyorlar. Tevbelerinin kabuî
edileceğini söyleyenlere de "Receviyye"' ismini veriyorlar. Bir
kişinin sağlam bir akideye sahip olduğunu tam tahkik etmeden peşinde namaz
kılmıyorlar. Bunlardan biri bir şey söylediğinde ya da istediğinde mutlaka
"inşaallah" diyor. Bu yaptıkları doğru mu. değil mi?
İbn Teymiye'nin
cevabı:
HanuL Allah'a
mahsustur. Buıiar, müslüman bir topluluktur. Diğer müslümanlar gibi bunlar da
yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. Allah'a ve Rasulü'ne imanlarından ve
onlara itaatlerinden dolayı Allah onları mükafatlandira-çaktır. Bu gibi mesel
elerdeki hatalarından dolayı iman ve takvaları kaybolmaz. Bunlar da-, itikad
ettikleri ve yaptıkları şeylerin büyük çoğunluğunda isabet eden, azında da hata
eden sair müslüman gruplar gibidirler.
Sahabeye dil uzatanın
tevbesinin kabul edilmeyeceği ve ebedi olarak Cehennem'de kalacağı şeklindeki
iddiaları yanlıştır. Selef ve dört müctehidle başka imamların görüşü:
Benzerleri için söz konusu olduğu gibi Rafizilerin de tev-belerinin kabul
edileceği şeklindedir. Rivayet edilen:
"Sahabilerime dil
uzatmak, afvedilmeyen bir günahtır." şeklindeki hadis, batıl olup ilim
ehlinden hiç kimse onu rivayet etmemiştir. Sahih olduğu farzedüse bile. bununla
tevbe etmeyen kastedilir, Allah mutlaka sahabenin hakkını ondan alacaktır.
Tevbe edene gelince.,
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"(Tarafımdan
onlara) de ki: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden
ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. (Zümer: 39/53)
Allah, tevbe edenlerin
bütün günahlarını bağışlayacağını bildiriyor. Sahabeye dil uzatan kişi. bunun
caiz okluğuna inanıyorsa, bidatçı bir sapıktır. Bu hususta hak, Allah'ındır.
Böyle bir kimsenin durumu, Rasulullah'ın sihirbaz ya da yalancı olduğuna inanıp
ona dil uzatanın durumu gibidir. Böyle biri İslam'ı kabul edecek olsa, Allah
müslümanlığmı kabul eder. Rafızinin durumu da budur, hak kendisine belli olur
ve tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder. Şayet bu yaptığının haram olduğunu
ikrar ediyorsa, tıpkı diğer müs-lümanlara iftira eden ve onların aleyhinde
dedikodu yapan gibi zalimdir. Kullara haksızlık yapıp zulmetmekten tevbe edenin
tevbesi geçerlidir. Kendilerine haksızlık yaptığı kimselere dua eder ve onlara
dil uzattığı kadar onları hayırla anar. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.
Şayet biri taş için,
"bu taştır" dediğinde kişi: "Bunun taş olduğunu kesin olarak
söyleyemem" derse, hata etmiş olur. Lakin maksadı: Bunun taş olduğuna
kesin olarak hüküm verirsem. Allah'ın onu başka bir şey yapmaya gücü yoktur demiş
olurum, diyecek olursa, ona denilir ki: Aksine, o. şimdilik kesin olarak
taştır ve Allah da onu başka bir maddeye tahvil etmesine kesin olarak kadirdir.
"İnşaallah" demekle şayet maksadı, Allah'ın onu değiştirmeye kadir
olduğunu söylemek ise. bu doğrudur. Ama onun taş olduğundan şüphe ediyorsa,
bildiği halde bilmiyor görünümüne girdiğinden dolayı ta'zir edilir.
Durumu belli olmayan
herkesin arkasında namaz kılmanın caiz olduğu hususu, dört müctehid tie diğer
müctehidlerin ittifak ettikleri husustur. Ben ancak batinmdaki akidesinin de
sağlam olduğunu bildiğim kişinin arkasında cuma ya da diğer vakit namazlarım
kılarım, diyen, bidat ehlinden ofup sahabi. tabiin ve müslümanlann dört
müctehid imamı ile diğer miictehidlere muhalefet etmektedir. Allahu a'lem. [177]
[1] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 3.
[2] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 3.
[3] Tam adı Ebu Muhammed Aii b. Alınıed b. Saİd b. Hazm
olan tbn Hazm, 994 yılında doğmuş Endülüs Araplarındandir. Bir çok konularda
oldukça geniş bilgi sahibi, ihlaslı bir bilgin ve tanınmış bir kelam ve tarih
mütehassısı, aynı zamanda höyük hır şairdir.
[4] Buhari, Enbiya: 32, 46, Fedail: 30, At'ima: 25, 30,
Tirmizi, At'ima; 31,Menakıb: 62.
[5] Buhari, Enbiya: 32, 46, Fedail: 30, At'ima: 25,
Müslim, Fedail: 70, Tirmizi, At'ima: 31,îbn Mace, At'ima: 14.
[6] Buhari, Salat: 80, Feraiz; 9, Fedail: 3, 5, İbn Macc,
Mukaddime: 11, Ahmed: 3/18, 4/4.
[7] îbn Mace, Mukaddime: 11.
[8] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 3-5.
[9] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 5-6.
[10] Buharı, Tefsir: 2, 7; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed:
5/112. .
[11] Bu hadis kaynaklarda teshil edilememiştir.
[12] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 6.
[13] Mansur es-Sem'anİ el-Temimi el-Mervezi ( 489/1095 );
Müfes-sir, muhaddis, mütekellim, fakİlı ve usuküdür. El-Kavati fi Usuli'l-Fıkh,
Minhacu Ehİİ's-Sünne, el-İntisar fi'! Hadis, Tefsİrü'I-Kur'an gibi eserleri
vardır. (Kehhale, 13/20)
[14] Kaynaklarda bu lıadis teshir edilmemiştir.
[15] Tirmizi, Menakıb: 16, 37; İbn Mace, Mukaddime: 11.
[16] Ebu Davud, Sünnet: 5; Tİrmizi, İlim: 16;
İbn Mace, Mukaddime: 6; Darimi, Mukaddime: J6; Ahmed: 4/126,127.
[17] Müslim, Mesacid: 311; Ahmed: 5/298.
[18] Buhari, Vudu: 10; Müslim, Fedaiiu Sahabe, 138; Ahmed:
1/266, 314, 328, 335.
[19] Buhari, Mevakit: 41; Menakıb: 35; Müslim, Eşribe: 176;
Ahmed: 1/198.
[20] Buhari, Salak 80; Menakıb Ensar: 45; Fedailıı Sahabe:
3, 5; Feraiz: 9: Müslim, Mesacid: 38; pedailu Sahabe: 2,7; Tirmizi, Menakıb:
14, 16; İbn Mace, Mukaddime: li;
[21] Buharİ, Fedailu Ashabı'n-Nebi: 5.
[22] Buhari, I-edaiîu Sahabe: 6; Müslim, Fedailu Sahabe:
14; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed: 1/112.
[23] Buhari, FedaiJu Sahabe: 6; Enhiya: 54; Ahmed: 6/55.
[24] Buhari, îlim: 22; Ta'bir: 15; Müslim, Fedailu Sahabe:
16; Darimi, Rüya: 13.
[25] Tirmizi Menakıb: 49.
[26] îbn Mace, Mukaddime: 11.
[27] Buhari. Salat: 80; Fedai] Ashab'i'ri-Nebi: 3; Meruıkih
Ensar: 45; Tirmizi, Menakih': 15;
[28] Buharı, Fedailu Sahabe: 5; îbn Mace, Ahkam: 37:
[29] îbn Mace, Mukaddime: 11.
[30] Buhari, Şehadat: 27; Ahkam: 30; Hilye: 10; Müslim,
Akdiyye: 4; Ebu Davud, Akdiyye: 7: Tirmizi, Ahkam: 1İ; Nesaİ, Kudat: 13, 33;
İbn Mace, Ahkam: 5.
[31] BuharivCihad; 171; Cizye: 10, 11; İtisam: 5; İlim: 39;
Feraiz: 21; Diyat: 24, 31; Ebu Davud, Menasik: 95; Tirmizi, Diyat: 16; îbn
Mace, Diyat: 21.
[32] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 6-22.
[33] Tirrnizî, Menakib; 62;
[34] Buhari-i, Pcdailu Ashiihi'n-Nebi: 9; Tirmizi, Menakib:
20,
[35] Buhari, Cihad: 102; Müslim. Fedailu .Sahabe: 32;
Tirmîzi, MenaicıH: 20.
[36] Tirmizi. Memıkıh; 19
[37] Tirmizi, Memıkıb: 31.
[38] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
22-23.
[39] Ahnıed: i/377; Tirmizi, Menakıb: 14; İbn Maue,
Mukaddime: II;
[40] Bulıari. Memıkıb: 45; Müslim, Fedaii: 2.
[41] Buhari, Salat: 80: T-edai: 3: Tirmizi. Menakıb: 15:
Ahmed: 3/1 S.
[42] Müslim, Folailu Sahabe: il.
[43] Müslim, İman: 164; Ebu Davut!, Büyü: 50: Tirmizi,
Büyü: 72; İbn Mace, Ticarat: 36.
[44] Buhari, Sulh: 6; Fcdailu Ashabı'n-Nebi: 17; İbn
Hanbel: 1/108.
[45] Buhari, Cihad: 102: Müslim, I-edaılu Sahabe; 32:
Tirmizi, Memtkıb: 20.
[46] Müslim, Fedaihı Sahabe: 33; Alımetl: 2/384
[47] Mübahele: Hasım tarafların, taraflardan yalan
söyleyene İane! okumaları anlamına gelir. Ai-İ îmran Suresinin 61. ayeti olan
Mübahele ayetinin nüzul sebebi şöyledir: Necran hristiyanlarsndan bir heyet
Rasululîah'a (s.a.v.) geldi. Rasuhıllah, onları İslam'a davet etti, aralarında
iki rahip:
"Biz senden Önce
İslam-ı kabul ettik" dediler, Rasululiah (s.a.v.):
"Sizi İslam'ı
kabul etmekten alıkoyan şeyleri biliyorum." deyince, onlar:
'"Madem
biliyorsun, baydı söyle" demişler. Rasulullah (s.a.v.):
"Haç, içki ve
domuzu sevmeleri olduğunu söylemiş ve onlar bunu yalanlamışlardı. Bunun
üzerine Rasuhılhıh (s.a.v.):
"Gelin yalancıya
lanet okuyalım." demiştir.
(El-Vahidi, Esbabu'n-Nüzul, Mısır 1968, s: 58-59)
[48] Tirmizi, Menakıb:60; Ahmed: 1/33 3.
[49] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
23-30.
[50] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 30.
[51] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
30-31.
[52] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 31.
[53] Tİrmizi, Menakib: 16; İbn Mace, Mukaddime: 11.
[54] Buhari, Salat: 80; Müslim, Fedail: 2/7; Tİrmizi,
Menakıb: 11.
[55] Buhari, Salat: 80; Ahmed: 1/27.
[56] Müslim. Fedailu s-Sâhab&: 11.
[57] Tinnizi, Memıkıb: 16, 37; İbn Mace, Mukaddime: 11;
Ahmed: 5/382, 385.
[58] IbnHanhel: 5/298.
[59] Buharı. Tefsir: 7/3
[60] Buhari. Ezan: 39, 46, 68; Nisam, 5; Müslim, Salaî: 94;
Ebu Davud, Sala!: 169; Tirmizi, Menakıb: 16.
[61] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
31-37.
[62] Buluıri, Fedailu Ashabı'n-Nebi: 7.
[63] Müslim, İman: 175; Tirnıizi, Menakıb: 57, 58.
[64] Bir müd, 832 gr. ağırlığında bir ağırlık birimidir.
[65] Buhari, Fedailu Ashabi'n-NebJ: 5; Müslim, Fedailu
Sahihe: 221,
[66] Buhari, Fedailu Ashabı'n-Nebi: 1; Muslini, Fedailu
Sahub"e:210.
[67] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
37-42.
[68] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 43.
[69] Müslim, Zekat: 150; Ebu Davud, Sünnet: 12.
[70] Buharı, Sulh: 9; Fedailu Aslıabi'n-Nebi: 22; Fiten:
20. Ebu Davud, Sünnet: 12; Tirmizi, Menakib: 30.
[71] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
43-45.
[72] Tirmizi, Menakıh: 16; İbn Mace, Mukaddime: I I. 46
[73] Buharı, Salar: 63, Cihad: 17.
[74] Buhari, Salat: 63, Müslim, Fiten: 70, Tirimizi,
Menakıb: 34, Ahmed: 2/161, 164.
[75] Müslim, Fiten: 70
[76] Buhar, Fiten: 9; Menakıb: 25; Müslim, Filen: 10;
Ebu Davud, Fiten: 2; Tirmizi, Fiten: 29; İbn Mace, Fiten: 10.
[77] Buharı, tman: 12; Fiten: 14; Ebu Davud, Fiten: 4.
[78] Tirmizi, Fiten: 33; İbn Mace, Fiten: 10.
[79] Buharı, İman: 22; Fiten: 10; Müslim, Fiten: 14.
[80] Buharı, İlim: 43; Fiten: 8; Ebu Davud, Sünnet: 15.
[81] Ahmed: 6/419.
[82] Buliari.îman; 12; Rten: 14; Ebu Davud, Filen: 4;
[83] Buharı İtisam: 10. Müsüm, İman: 247, Ebu Davud Fİten:
I, Tinnizi Filen: 27,
[84] Buhari, t'tisam: 10; Müslim, İman: 247.
[85] Buhari, frisam: 1 0, Menakıb: 28, Müslim, îmare: 171,
174.
[86] Müslim îmare: 177.
[87] Buharı Tib: 51, Nikah: 47, Müslim Cuma: 47, Ebıı Davud
Edeb: 86.
[88] Bıılıari Talak: 24, Fiten: 16, Müslim Fiten: 50,
Tirmizi Filen: 79.
[89] Müslim İman: 86, Buharı Bedıful-Halk: 15, Tirmizi,
Fiten: 71.
[90] el-Müzeni: İmam Şafi'nin talabelerinden olup 877
yılında vefat etmiştir. 'Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İsî. 1975, s.
100.
[91] Muharn'ıned fa. Hasen: Hanefi mezhebinin önde gelen
imamlarm-dandır. Daha çok Ebu Yusuf'un yanında okumuş, İmam Malik yanında üç
yıj kadar okumuştur. 805 yılında vefat etmiştir. "Hayreddin Karaman,
a.g.e, s. 96.
[92] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
45-65.
[93] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
65-70.
[94] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 70.
[95] Bir nüshada "beş yüz at iiave ettiği yazılıdır.
Tirmizİ'nin Abdur-raiıınan h. IIabbab"t;ın nakline göre, Osman (r.a.) allı
yiiz deve teçhiz etmiş ve sonrada, bin dinar getirip vermiştir.
[96] Tinîıizi, Memılab: 57, 58.
[97] Ruhari Sure: 60/1, Ebıı Da\ ud Sünnet: 8.
[98] Aynı kaynaklar.
[99] Buharı, î'tisam: 21: Müslim, Akdiye: 15; Ebu Davad
Aktliye: 2; Mesai, Ahkam: 2; Kudal: 3; İbn Macc, Ahkam: 3,
[100] Ahmed:4/38, 61.
[101] Buhari Jman; 4; Rikak: 26; Ebu Davud, Vilr: 2, 11,
12,Cih;id:2; Nesai, İman: 9; İbn Mace, Firen: 2.
[102] Müslim, Padailu's-Sahabe: 210; Ebu Davud, Sünnet: 9.
[103] Müslim, Fadailıı's-Salıabe: 221: Elîu Davud, Sünnet:
10.
[104] Tiraıİ7,i, Cihad: 76; Fadailu Ashafii'n-Nebi: 1
Müslim, Fadailu Aslıafri'n-Nehi: 208.
[105] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
70-79.
[106] Buhari, Sulh: 9, Fadailu Ashabin-Nebbi. 2. Mcııakıb:
25; \ibu Davıui, Siinnei: 12; Tirmizi. Mcnakıb: 30.
[107] Ruhari, Menakıb:25; Edeb: 95: Miîrted: 7; Müslim,
Zekal: 150, 152; Ebu Davııd, Sünnet: 12.
[108] Buharı, Enbiya: 6; Menakıb: 25: MeğaZİ: 61; Tevlıid:
23: Müslim, /-ekai: 142, 144. 147. 148; Ebu Davud. Sünnet; 28: Tirmizi, Fiten:
24: Nestn, Zekat: 79.
[109] Ahmed: 1/377, 389, 395, Tirmizi Menakıb: 14, İbn Mace
Mukaddime: İ1.
[110] Buhari Fadailu VSahabe: 6, Enbiya: 54,
Müslim, Fadaiiu's-Sahabe:23. Tirm'izi Menakıb: 17, Ahmed: 6/55.
[111] Müslim, Fadailu's-Sahabe: 26; Ahine1/71
[112] Buhari, Fadailu Asbabin-Nebi: 9; Müslim, Fedailu'a
Sahabfe: 32.
[113] Buharı CfHadi 40, 4]; fedai Ilı VSahabe: 48,
Tbn Mace Mukaddime: 11.
[114] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
79-86.
[115] Ahmed: 4/115.
[116] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
86-88.
[117] Onrimi, Rşrihe: 8
[118] Ebu Davud, Sünnet: 8; Tirmizi, Fiten: 48; Ahme- 4/273.
[119] Tİrmizi, Dm, 16; Ebu Davud, Sünnet, 5; İbn Mace,
Mukaddime: 6
[120] Tirmizi Memtkıb: 16, İbn Mace Mukaddime: 11.
[121] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
88-93.
[122] Ahmed: 4/115;
[123] Buharı, Edep 44; Müslim, Eyinan, 176.
[124] Buhari, Edeb: 96; Müslim, Birn 165; Tirmizi, Zflhd:50.
[125] Miisiim, FadmluVSaJıabe: 36, 37,
[126] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
93-101.
[127] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
101-102.
[128] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 103.
[129] Buharı', FadaiJu Ashahrn-Nehi: 9; Müslim, F?dai:
35-36.
[130] Tirmizi.Meınıkfb: 60 Alımed, 1/331
[131] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
103-107.
[132] Buhari, Menakıh: 24: Fedail: 36;îstitabe: 6,7 ;
Müslim. Zekat: 147. 148; İbn Mace, Mukaddime: 12;Ahnıed: 3/33, 34.
[133] Müslim, Zekat: 150: Ebu Davud, Sünnet: 12.
[134] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
107-110.
[135] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
110-111.
[136] Müslim, Libas: 34; Cennet: 52.
[137] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
112-114.
[138] Buhari, Marda: 1; Müslim, Çenaiz: 3-4.
[139] Ahmed: 3/321; İbn Mace( Cenaiz: 55.
[140] Buharı, Cenaİ7.: 35, 38. 39; Mislim, İman: 165:
Tirmizi, Cenaiz: 22; Nesaû Cenaiz: 17, 19, 21; İbn Mace, Cenaiz: 52.
[141] Müslim, İman: 167; Ebu Davnd, Cenaiz: 25; Ahmed:
4/397.
[142] Müslim, Cenaiz: 29; Ebu Davud, Edeb: 111.
[143] Müslim, Cenaiz: 29; fb'n Mace, Cenaiz: 51.
[144] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
114-122.
[145] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
122-125.
[146] Buharı Mescidu Mekke: t, Müslim, Hac: 505.
[147] Buhari, Mescidu Mekke: t, 6; Müslim, Haec: 415.
[148] Buhari, Salat: 55; Müslim, Mesacid: 20.
[149] Buharı, Salai: 48; Cenaiz: 62; Müslim, Mesacid:19.
[150] Buhari, Salat: 48; Müslim, Mesacid: 19.
[151] Müslim, Mesacid-. 23.
[152] Müslim, Cenaiz: 97, 98; Ebu Davuâ, Cenait: 73.
[153] Buharı, Salat: 48, 54; Müslim, Mesacid: 16.
[154] Tirmizi, Salat: 121, Cenaiz: 61; Nesai, Cenaiz: 164;
İbn Mace, Cenaiz: 49.
[155] Muvalta, Sefer: 85.
[156] Ebu Davucl, Mendik: 96
[157] Tirmizi, Tefsir Şifre: 9/8.
[158] Buhari, Büyü: 49; Müslim, Mesacid: 271.
[159] Müslim, Mesacid: 271; tbn Mace, Mesacid: 16.
[160] Buhari, MevakitıTs-Salat:'2O, Ezan: 34; Ebu Davud,
Salat: 49; Nesai, İmamet: 45.
[161] Müslim, Mcıcid: 255.
[162] Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221, 222.
[163] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
125-136.
[164] Acluni Keşfu'1-Hafa (Beyrut- 1351 h.) 1/444,
[165] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
137-138.
[166] îbnHanbel 1/388.
[167] Tirmizi, Menakıb: 1, 37: İbn Maee, Mukaddime, 11
[168] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
138-140.
[169] Hayvanın bol süt verdiğini göstermek için onu bir
müddet sağmamak ve bu haliyle onu satmak.
[170] Buhari, Nikah: 27; Müslim, Nikalı: 37.
[171] Buhari, Kyman: 15; Tirmizi, Savm: 26: îbn Mace, Siyam:
15.
[172] Mürsel Hadis: Rasulullah'ın yakın bir devirde yaşamış
olmaları dolayısıyla, sahabenin çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan
tabiilerin, işittikleri sahabilerİ atlayıp doğrudan doğruya Rasulullah'a
is-nadla "kale Rasulullah" diyerek rivayet ettikleri hadislere denir.
(Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları: Ankara-1980, s. 291)
[173] Ebu Davud, tim: 10; Tirmizi, îlnı: 7; İbn Mace.
Mukaddime': 18.
[174] Müslim, FadaU's-Sahabe; 159-160; tbn Hanbel. 2/24.
[175] Mufavvize: Emr-i nikahını velisine tefviz ve havale
edip meiırden bahsetmeyen kadındır. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İs-Imniyye ve
Islilahat-ı Fıklııyye Kamusu, 2/11)
[176] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
140-148.
[177] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları:
148-150.