ASHABIN ÜSTÜNLÜK DERECELERİ 2

Hatice Ve Aişe'nin (R. Anhuma) Faziletleri: 2

Soru: 2

Cevap: 2

Rasulullah'ın (s.a.v.) Eşleri Ve Aşere-İ Mübeşşere: 2

Ebu Bekir (r.a.) ve Hızır: 3

Ebu (R.A.) Bekir'in Üstünlüğü: 3

Soru: 3

Cevap: 3

Ebu Bekir (r.a.) ile Ali (r.a.) Arasmda Bir Karşılaştırma: 8

Cevap: 8

Ali'ye (r.a) Salat Ve Selam Getirmek: 11

Cevap: 11

Hulefa-İ Raşidin'in Fazilet Dereceleri: 11

Cevap: 11

Osman (r.a) mı, Ali (r.a) mi Daha Üstündür?: 13

HULEFA-I RAŞIDIN VE ASHABLA İLGİLİ TARTIŞMA KONULARI 15

Sahabe Arasındaki Anlaşmazlıklar: 15

Cevap: 15

Hulefa-İ Raşidin Ve Muarızları : 16

Muaviye'nin (r.a) İslam'a Girişi: 22

Muaviye'nin Şam'a Vali Tayin Edilmesi: 24

Muaviye'nin Katıldığı Gazveler: 24

Muaviye'nin Müslüman Olarak Ölüp Ölmediği Meselesi: 27

Muaviye'nin Oğlu Yezid: 29

Büyük Günah İşleyenin Durumu: 30

Yezid Hakkında Farklı Görüşler: 31

Din Ne Zaman Fesada Uğradı?: 34

ALT (r.a.) VE EHL-İ BEYT. 34

Ali (r.a.) Cinlerle Savaştı Mı?: 34

Soru: 34

Cevap: 35

Ali'nin (r.a.) Kabri: 36

Ali'nin (r.a.) Öldürülüşü: 37

Ehl-i Beyt'in Esir Edilmeleri; 37

Hüseyin'in (r.a.) Öldürülüşü; 38

Aşure Günü: 40

Bazı Türbeler: 41

SAHABEYE DİL UZATMAK.. 45

Ebu Bekir'e Dil Uzatanın Tevbesi Kabul Edilir Mi?: 45

İbn Me'sud Hakkında: 46

Ebu Hureyre Hakkında: 46

Sahabeye Dil Uzatan Tekfir Edilir Mi?. 49


ASHABIN ÜSTÜNLÜK DERECELERİ

 

Hatice Ve Aişe'nin (R. Anhuma) Faziletleri:

 

Soru:

 

Hatice ve Aişe'den (r.a.) hangisi daha üstündür?[1]

 

Cevap:

 

Müslüman olmada öncelik, İslam'ın başlangıç dönemin­de etkinlik ve yardım ile dine bağlılıkta Hatice (r.a.) önce­dir. Aişe (r.a.) veya müminlerin annelerinden (Rasulullah'ın eşlerinden) bir başkası onunla aynı değerde olmamış­tır. Daha sonra Aişe'nin (r.a.) etkisi, dini yüklenmesi, üm­mete tebliğ etmesi ve ilim sahibi olmasında da, ne Hatice (r.a.), ne bir başkası ona ortak değildir.

Bu ümmetin kadınlarının en faziletlisi Hatice (r.a.), Ai­şe (r.a.) ve Fatıma'dır (r.a.). Birinin diğerine üstünlüğü ih­tilaflıdır. Bunun ayrıntılarının yeri burası değildir. Hatice (r.a,) ve Aişe (r.a.), Rasulullah'ın (s.a.v.) eşlerindendir. Bu itibarla "eşlerinin bütünü, kızlarının bütününden daha üstün­dür" denirse, daha doğu oiur. Çünkü eşlerinin sayısı daha çoktur ve aralarında faziletli olan, kızlarından faziletli olan­dan daha çoktur.[2]

 

Rasulullah'ın (s.a.v.) Eşleri Ve Aşere-İ Mübeşşere:

 

Rasulullah'ın (s.a.v.) eşlerinin Aşere-i Mübeşşere (Cennet'le müjdelenen on kişi) den daha üstün olduğunu sadece Ebu Muhammed İbn Hazm[3] söylemiştir. Oysa bu şaz bir görüştür ve ondan önce kimse bunu söylememiştir. Seçkin alimlerden kim duymuşsa ona karşı çıkmıştır. Kur'an ve Sünnet'in nasları da bu görüşü reddetmektedir.

Gösterdiği delil de yanlıştır. Kadının Cennet'te eşiyle be­raber aynı derecede olacağını, Rasulullah'm (s.a.v.) derece­sinin de en üstün olduğunu, böylece eşlerinin de onun dere­cesinde bulunacaklarını söylemiştir.

Halbuki bu görüş, Rasulullah'm (s.a.v.) eşlerinin diğer bütün peygamberlerden üstün olmalarını gerektirmekte, Cennet ehlinden her erkeğin eşinin o erkeğin benzeri olan kişiden üstün olmasını, Rasulullah'm (s.a.v.) yanında bulu­nacak çocukların ve evleneceği hurilerin nebi ve rasullerden üstün olmasını gerektirmektedir. Bunun geçersizliğini de bü­tün müminler bilmektedir. Sahih bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Aişe'nin kadınlara üstünlüğü tiritin diğer yemekle­re üstünlüğü gibidir.[4]

Burada sadece kadınlara üstünlüğü söylenmiştir. Yine sahih hadiste Rasulullah'm (s.a.v.) şöyle buyurdu­ğu kaydedilmektedir:

"Erkeklerden kamil kişi çoktur, ama kadınlardan kamil olan çok azdır. Bunlar ya iki veya dörttür. [5]

Eşlerinin çoğu da o az içinde bulunmamaktadır.

Ashabın üstün olduğunu gösteren hadisler çoktur. Mese­la:

"İnsanlardan dost edinseydim, Ebu Bekir'i dost edi­nirdim. [6]

Bu da yeryüzündeki kadın ve erkeklerin içinde hiç kim­senin Ebu Bekir'den (r.a.) daha üstün olmadığını ifade etmektedir. Yine sahih bir hadiste Ali'nin (r.a.) şöyle dediği kaydedilmektedir:

"Peygamberden sonra bu ümmetin en üstünü Ebu Bekir ve sonra da Ömer'dir.[7]

Bunun böyle olduğunu gösteren ve burada sayamayaca­ğımız kadar çok nass vardır.

Özetle bu şaz bir görüştür. Seleften daha önce kimse bunu söylememiştir. Ebu Muhammed'in, büyük ilmine ve ilimdeki derinliğine rağmen çok güzel görüşleri yanında böyle hoş olmayan şaz görüşleri de vardır. Bu görüşü, Mer­yem'in, Asiye'nin ve Musa'nın annesinin nebi olduğunu söy­lemesi gibidir.

Kadı Ebu Bekir, Kadı Ebu Ya'la, Ebu'l-Maali ve başka­ları, kadınlardan peygamber olmadığına dair icma olduğunu söylemişlerdir. Kur'an ve Sünnet de buna işaret etmek­tedir. Mesela Kur'an'da şöyle buyrulmaktadır:

"Senden önce kasabalar halkından yalnız kendileri­ne vahyettiğimiz erkekler gönderdik." (Yusuf: 12/109)

"Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir. Onun annesi dosdoğrudur." (Maide: S/75)

Annesinin en son derecesi dosdoğru (Sıddıka) olması­dır. Bunu başka yerde açıkladık. [8]

 

Ebu Bekir (r.a.) ve Hızır:

 

Ebu (r.a.) Bekir ile Hızır arasındaki üstünlük, Hızır'ın peygamberliği kanaatine göredir. Alimlerin çoğu ise peygamber olmadığı görüşündedir. Ebu Ali İbn Ebi Musa ve başkalarının tercihi budur. Buna göre Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) ondan üstündür.

İkinci görüşe göre Hızır, peygamberdir. Ebu'l-Ferec İbn el-Cevzi ve başkaları bu görüştedir. Buna göre Ebu Bekir ve Ömer'den (r.a.) üstündür. Ancak Rasulullah ve İsa (a.s.). on­dan ittifakla üstündürler. Rasulullah (s.a.v.) bu ümmetin ev­velinde, İsa (a.s.) ahirindedir. [9]

 

Ebu (R.A.) Bekir'in Üstünlüğü:

 

Soru:

 

İki kişi anlaşmazlığa düştüler. Biri Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'in (r.a.) Ali'den (r.a.) daha alim ve fakih olduğunu söy­lerken, diğeri Ali'nin (r.a.) ikisinden daha alim ve fakih ol­duğunu söylemiştir. Bunlardan hangisi doğrudur? "En büyük kadınız (doğru hüküm veren) Ali'dir.[10] "Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır. [11] Bu hadisler sahih midir? Sahih iseler, Ali'nin Ebu Bekir ve Ömer'den daha alim ve fakih olduğuna işaret ediyor mu? Birisi, Ali'nin (r.a.) Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'den daha alim ve fakih olduğunda müslümanların icmaı vardır iddiasında bulunursa, doğru mu söylemiş, hata mı etmiş olur? [12]

 

Cevap:

 

Allah'a hamdolsun. Sözü dinlenir İslam alimlerinden hiçbiri Ali'nin, Ebu Bekir ve Ömer'den daha alim ve fakih olduğunu söylememiştir. Hatta sadece Ebu Bekir'den de da­ha alim ve fakih olduğunu söyleyen çıkmamıştır. Bu konu­da icma olduğunu iddia eden kimse, insanların en cahili ve yalancisıdır. Aksine Ebu Bekir'in Ali'den daha alim olduğu­na dair alimlerin icmaı olduğunu bir çok kişi belirtmiştir.

Mansur İbn Abdilcabbar es-Sem'ani el-Mervezi[13] bunlar­dandır. Şafii'nin ashabından ve Ehl-i Sünnet imamların­dan olan bu alim "Takvimu'l-Edille AIa'1-İmam" adlı kita­bında, Ebu Bekir'in Aliden daha alim olduğuna dair Ehl-i Sünnet alimlerinin icmaı bulunduğunu belirtmiştir. Tanın­mış herhangi bir imamın buna muhalefet ettiğini bilmiyorum.

Ebu Bekir (r.a.) nasıl daha alim olmasın? Rasulullah'ın (s.a.v.) yanında fetva veriyor, emir ve nehiy yapıyor, hüküm veriyor ve hitap ediyordu. Rasulullah'la beraber halkı İs­lam'a çağırmaya çıktığında da bunu yapıyordu. Hicret gü­nü, Huneyn günü ve Rasulullah'la beraber bulunduğu baş­ka günlerde yine Ebu Bekir konuşuyor, Rasulullah da din­leyip tasvip ediyor ve söylediklerini beğeniyordu. Bu mer­tebe başkasına nasip olmamıştır.

Rasulullah (s.a.v.) ashaptan ilim, fıkıh ve re'y sahipleriy­le danıştığında Ebu Bekir'e ve Ömer'e öncelik tanıyordu. Konuşmada ve ilimde ikisi ashabın diğerlerinden önde ge­lirlerdi. Bedir esirleri hakkındaki danışmasında olduğu gi­bi. Bu konuda ilk konuşan Ebu Bekir ve Ömer'dir (r.a.). Baş­ka konularda da böyledir.

Hadiste:                                                                 

"Bir konuda ikiniz anlaşırsanız ben size muhalefet et­mem. [14] dendiği rivayet edilmiştir. Onun için alimlerin bir görüşüne göre, "ikisinin görüşü" hüccettir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten biri de bu şekildedir. Ama Osman ye Ali'nin görüşü için böyle değildir.

Sünen kitaplarında Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurdu­ğu kaydedilir:

"Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz.[15]

Başkası için böyle söylememiştir. Şöyle dediği de sabit­tir:

"Benim ve benden sonra raşid halifelerin sünnetine sa­nlınız , azı dişleriyle tutunuz, ortaya çıkan şeylerden sa­kınınız, şüphesiz her bidat sapıklıktır. [16]

Raşid halifelerin sünnetine uyulmasını emretmiştir. Bu da dört halifeyi kapsamaktadır. Ebu Bekir ve Ömer'e uyul­masını özellikle belirtmiştir. Fiillerinde ve müslümanlara gösterdiği şeylerde kendisine uyulan kişinin mertebesi, sa­dece gösterdiği şeylerde kendisine uyutanın mertebesin­den üstündür. Ashabın Rasulullah'la beraber olduğu bir yolculukta Rasulullati'ın şöyle buyurduğu kaydedilir:

"İnsanlar Ebu Bekir ve Ömer'e itaat ederse, doğruyu bulurlar. [17]

İbn Abbas'm Allah'ın Kitabı 'yla fetva verdiği bir konu­da, orada hüküm bulamamışsa Rasulullah'ın (s.a.v.) sünne-tiyle, orada da bulamamışsa Ebu Bekir ve Ömer'in görüşüy­le fetva verdiği sabit olmuştur. Osman (r.a.) ve Ali'nin gö­rüşüyle ise fetva vermemiştir. Ümmetin deryası, fakihi ve as­habın en alimi olan İbn Abbas, Ebu Bekir ve Ömer'in görü­şünü öne alıyor ve görüşleriyle fetva veriyordu. Rasulul­lah'ın (s.a.v.):

"Allah'ım, onu dinde fakih yap ve tevili ona öğret. [18]buyurduğu sabittir.

Sonra Ebu Bekir ve Ömer'in Rasulullah'a yakınlığı ve onunla beraberliği başkalarının ona yakınlık ve beraberliğinden fazladır. Özellikle Ebu Bekir'in yakınlığı ve beraberli­ği daha fazladır. Bütün, gece onun yanında sohbet eder, Rasulullah ona ilim, din ve müslümanların maslahatlarından anlatırdı. Nitekim Ebu Bekr İbn Şeybe rivayet ederek Ebu Muaviye'nin, A'meş'ten, o da İbrahim'den, o da Alka-me'den, Ömer'in şöyle dediğini kaydetmektedir:

"Gece Rasulullah müslümanlarm bir işini Ebu Bekir'in yanında görüşüyor ben de onunla beraber bulunuyordum."

Buhari ve Müslim, Abdurrahman İbn Ebi Bekr'den şu­nu rivayet etmektedirler:

"Suffe ashabı fakir kimselerdi. Rasulullah onlarla ilgili şöyle buyurdu:

"Yanında iki kişilik yiyeceği olan üç kişi götürsün yanında dört kişilik yiyeceği olan beş veya altı kişi götür­sün."

Ebu Bekir, üç kişi getirdi. Rasulullah on kişi getirdi, Ebu Bekir akşam yemeğini Rasulullah'm (s.a.v.) yanında ye­di ve yatsı namazı kılınmcaya kadar oturdu. Sonra bir daha geldi ve Rasulullah (s.a.v.) uyuklayıncaya kadar oturdu. Gece çok geç vakitte evine geldi. Eşi ona:

"Niçin misafirlerine bakmadın?" dedi, o da:

"Yedirmedin mi? deyince, yemediler ve senin gelmeni beklediler, dedi, yemek getirildi ve yenildi."

Bir rivayette de:

"Geceyekadar Rasulullah'la sohbet ederdi" denilmekte­dir.[19]

Hicret yolculuğunda Rasulullah'ın yol arkadaşı sadece Ebu Bekir'di. Bedir günü de çardakda Ebu Bekir'den baş­ka kimse kalmadı. Rasulullah (s.a.v,) şöyle buyurmuştur:

"Sohbeti ve malıyla Ebu Bekir bize herkesten çok lütufta bulundu, insanlardan dost edinseydim Ebu Bekir'i edinirdim.[20]

Sahih hadis kitaplarında bu. birçok yönden rivayet edi­len en meşhur hadislerdendir.

Buharı ve Müslim. Ebu'd-Derda'dan rivayet ediyorlar:

"RasuluHah'in yanında oturuyordum. O anda Ebu Bekir dizi görünecek kadar eteğini çekerek çıkıp geldi. Rasulullah (s.a.v.):

"Arkadaşınız hayrı önce işledi" dedi. Ebu Bekir selam verdi ve:

'İbnu'l-Hattab'la aramızda bir durum oldu, acele davran­dım, sonra pişman oldum ve bağışlamasını istedim, kabul et­medi. Onun için sana geldim" dedi. Rasulullah üç defa:

"Allah seni bağışlasın" dedi. Sonra Ömer pişman olmuş, Ebu Bekir'in evine gitmiş, bulamayınca Rasulullah'a çıkıp gelmişti. Rasulullah (s.a.v.) yüzünü asmağa ve içerlemeğe başladı. Öyle ki, Ebu Bekir sakındı ve iki defa:

"Ben haksızlık yaptım" dedi. Rasulullah şöyle buyurdu:

"Allah beni size gönderdi. Siz yalanladınız. Ebu Be­kir ise tasdik etti, malı ve canı ile destekledi. Arkadaşı­mı bana bırakır mısınız?" dedi ve bunu üç defa tekrarla­dı. [21] O olaydan sonra eziyet edilmedi.

Buhari ve Müslim'de İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet yer almaktadır:

"Ömer yatağına konuldu, kefenlendi ve kaldırılmadan Ön­ce halk ona dua etti, övdü ve namazını kıldı. Ben de arala-rındaydım. Bir adam beni çok telaşlandırdı. Arkadan omuz­larımı tuttu. Dönüp baktığımda, Ali, Ömer'e rahmet okuyor ve şöyle diyordu:

"Ameliyle Allah'ın huzuruna çıkabilecek senden daha sevimli kişi geriye bırakmadım. Allah'a yemin olsun ki, Al­lah'ın seni iki arkadaşınla beraber-kılacağını sanıyorum. Çünkü çok zaman Rasuhillah'm şöyle dediğini duyardım:

"Ben, Ebu Bekir ve Ömer'le geldik, Ebu Bekir ve Ömer'le girdik, Ebu Bekir ve Ömer 1e çıktık." Allah'ın seni onlarla beraber kılmasını sanıyorum (veya umuyo­rum).[22]

Buharı, Müslim ve diğer kitaplarda şöyle kaydedilmek­tedir:

"Uhud günü miislümanlar başarılı olamayınca, Ebu Süf-yan:

"Muhammed aranızda mıdır?" dedi ve bunu üç defa tek­rarladı. Rasululİah:

"Ona cevap vermeyin" dedi.

''Aranızda Ebu Bekir (îbnu Ebu Kuhafe) var mıdır?" dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Rasululİah:

"Cevap vermeyiniz" dedi.

"Aranızda Ömer (İbnu'l-Hattap) var mıdır? dedi ve bu­nu üç defa tekrarladı. RavSulullah:

"Cevap vermeyiniz" dedi. Ebu Sufyan arkadaşlarına:

"Bunlardan kurtuldunuz" dedi. Ömer dayanamayıp şöy­le dedi:

"Yalan söylüyorsun, Allah'ın düşmanı! Saydığın kişiler yaşıyor. Hoşlanmadıkların yaşıyor..."

Kafirlerin lideri o durumda sadece Rasulullalrı, Ebu Bekir'i ve Ömer'i soruyor. Çünkü bunların müslümanlann liderleri olduğunu biliyor, Rasululİah ve iki veziri!

Onun için Harun Reşid, Malik İbn Enes'ten Rasulul-lah'm hayatında Ebu Bekir ve Ömer'in yerini sormuş, o da şöyle demiştir:

"Rasulullah'in hayatında onların yeri. vefatından sonra ikisinin yeri gibidir. Tam sevgi, kaynaşma, dostluk, ilim ve dinde çokça birlikte olmak ve beraber bulunmak, ikisinin başkalarından daha çok buna layık olmasını gerektirir. On­ların durumunu bilen herkes İçin bu apaçıktır."

Ebu Bekir'e (r.a,) gelince; başkalarının aciz kaldığı ve kendisinin onlara açıkladığı birtakım fıkhi ve ilmi mesele­lerin üstesinden gelmiş ve hassa aykırı bir görüşü tesbit edilememiştir. Bu da ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Başkalarının ise nassa aykırı birtakım görüşleri olmuştur... Çünkü o nasslar kendisine ulaşmamıştır.

Ömer'in (r.a.). nasslara tevafuk ettiği yerler, Ali'nin (r.a.) tevafuk ettiklerinden fazladır. İlim meselelerini ve alimlerin bu meseleler hakkındaki görüşlerini bilen kimse­ler bunu bilirler. Mesela, kocası Ölen kadının nafakasında ol­duğu gibi. Bu konuda başkasının değil. Ömer'in görüşü nassa uygun olmuştur. Haram mesele hakkında da sadece onun görüşü nassa uygun olmuştur. Başkasının bu konuda­ki görüşü ise, nasslara daha yakın olmuştur.

Buharı ve Müslim'de Rasulullah'm (s.a.v.) şöyle dediği kaydedilmiştir:

"Sizden önceki milletlerde muhaddesler vardı. Ümme­timden böyle biri varsa, Ömer olur.[23]

Yine şöyle buyurduğu Buhari ve Müslim'de kaydedilmek­tedir:

"Rüyada gördüm ki bana bir bardak süt veriliyor, on­dan içiyorum ve tırnaklarıma kadar kanıyorum, sonra artanı Ömer'e veriyorum."

Bunun sizde tevili nedir, ey Allah'ın Rasulü? denilince,

"İlimdir. [24] buyurdu.

Tirmizi ve başkalarının rivayetinde:

"Ben size peygamber gönderilmeseydim, Ömer gön­derilirdi.[25] buyurduğu geçmektedir.

Yine, Rasulullah (s.a.v.), İslam'ın direği olan namazı kıldırmak için yerine Ebu Bekir'i (r.a.) görevlendirmiştir, Sonra ibadet meseleleri içinde en girift olan hac menasikini yerine getirmekle de görevlendirmiş ve Rasulullah hac­cetmeden Önce, bu menasiki Ebu Bekir yerine getirmiştir. "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmesin ve Kabe'yi kimse çıplak tavaf etmesin." diye ilan etmiştir. Müşrikler­le olan antlaşmaya son verildiğini bildi mı ek için arkasından Rasulullah, Ali'yi göndermiştir. Ona yetiştiğinde Ebu Be­kir:

"Amir misin, memur musun?" demiş, o da "memur" ce­vabını yermişti. Böylece Ebu Bekir, Ali'yi amir yapmıştır. Hac, yolculuk ahkamı ve başka şeylerde Rasulullah Ali'ye, Ebu Bekir'e itaat etmesini emretmiştir. Bu da. Rasulul-lah'ın Medine'de Ali'yi yerine bıraktığı Tebük gazvesinden sonra İdi. Medine'de münafık, özürlü veya suçlu dışında, er­kek olarak yalnızca Ali kalmıştı. Ali, Rasulullah'a gelerek:

"Beni çoluk çocukla beraber mi bırakıyorsun?" dedi. Ra­sulullah ona:

"Musa'nın yerine Harun'un baktığı gibi benim yeri­me de sen bakmak istemiyor musun?" dedi. [26]

Şüphesiz Rasulullah'ın Ali'yi savaşa götürmeyip Medi­ne'de yerine (vekil) bırakması, derecesinin düşmesini gerek­tirmez. Çünkü Musa da yerine Harun'u bırakmıştı. Rasulul-iah her zaman yerine adamlar bırakırdı. Ama Medine'de baş­ka adamlar olurdu. Tebük gazvesinde ise Rasulullah bütün müslüman erkekleri yanında götürmüş ve savaştan kimse­nin geri kalmasına izin vermemişti. Çünkü yol uzun ve düş­man büyüktü. Allah (c.c.) Tevbe Suresini bu savaş münase­betiyle indirmiştir.

Ebu Bekir'in .sadakalarla ilgili talimatı en veciz ve en kap­samlıdır. Onun için bütün fakihler onunla amel etmiştir. Başkalarının bu konudaki talimatı ise, önce ve İîıehsuhüır. Bu da Ebu Bekir'in nasih sünneti daha iyi bildiğini göste­rir.

Buhari ve Müslim'de Ebu Said'den şöyle rivayet edil­mektedir:

"Ebu Bekir. Rasulullah'ı hepimizden daha iyi biliyor­du.[27]

Ebu Bekir'in hilafeti zamanında da. ashab bir meselede anlaşmazlığa düştüğünde, onu Ebu Bekir çözüme bağlar ve anlaşmazlık biterdi. Aralarında anlaşmazlığa düşüp de onun çözümüyle anlaşmalımın ortadan kalkmadığı hiçbir mesele yoktur. Rasulullah'ın vefatı, defnedilmesi, mirası. Üsame ordusunun gönderilmesi, zekat vermeyenlerle savaş gibi büyük meseleler buna örnek olarak gösterilebilir. Ra-sululah'ın halifesi ashabın arasında idi. onlara öğretiyor, doğ­ruyu gösteriyor ve şüphelen giderecek açıklama yapıyordu. Aralarında olduğu sürece ihtilaf etmiyorlardı.

Ondan sonra hiç kimse onun ilim ve kemal derecesine eri­şememiştir. Birtakım meselelerde, mesela dede ve kardeş­lerin mirasında, haramda, üç talak meselesinde ve Ebu Be­kir zamanında ihtilaf etmedikleri bilinen meselelerde ihti­laf etmeleri gibi. Ashab Ömer. Osman ve Ali'nin birçok gö­rüşlerine muhalefet ettikleri halde Ebu Bekir'in fetva veya hüküm verdiği şeylerde ona muhalefet etmemişlerdi.

Ebu Bekir. Rasulullah'ın halifesi oldu ve İslam'ı egemen kıldı. İslam'ın hiçbir yönünü aksatmadı. Mürtedlerden ve başkalarından muhaliflerin ve yan çizenlerin çokluğuna rağmen, insanları çıktıkları kapıdan tekrar İslam'a sokmuş­tur. Halkın ilmi ve dini onunla en mükemmel bir şekilde gerçekleşti ve din tümüyle, önceden okluğu gibi egemen oklu. Ebu Bekir'i Rasulullah'm halifesi diye anarlardı. Ondan sonra Ömer'i ve diğerlerini "Emini'I-Mü'minin" diye anmış-lardır. Süheyli ve başka alimler şöyle demiştir:

"Üzülme, Allah bizimle beraberdir." (Tevbe: 9/40) sözü. lafızda ve manada Ebu Bekir'de zahir olmuştur. "Muhammed Allah'ın Rasulü. Ebu Bekir Allah'ın Rasulü'nün ha­lifesi" derlerdi. Ebu Bekir'in vefatından sonra bu lafzi bağlflik kesildi ve ondan sonra kimseye ''Allah Rasulü'nün ha­lifesi" denilmedi.

Sonra Ali (r.a.) bazı sünnetleri Ebu Bekir'den (r.a.)'öğ­renmiştir. Ebu Bekir ise böyle değildir. Yani herhangi bir sünneti Ali'den öğrenmemiştir. Tevbe namazıyla ilgili olan ve Sünen kitaplarında bulunan meşhur hadiste Ali (r.a.) şöyle demiştir:

"Rasulullah'tan bir hadis işittiğimde, ondan Allah'ın di­lediği kadar yararlanırdım. Başkası bir hadis naklettiğinde ona yemin ettirirdim ve ancak yemin ederse onu tasdik ederdim. Ebu Bekir bana Rasulullah'm şöyle dediğini nak­letti- ki Ebu Bekir doğru söyledi-;

"Bir günah işledikten sonra güzelce abdest alıp iki re­kat namaz kılan ve Allah'a istiğfar eden her müslüma-m Allah bağışlar."

Bunu gösteren şeylerden biri de, Ömer ve Ali ile bera­ber bulunmuş Alkame, el-Esved, Kadı Şüreyh ve başka Kü­fe alimlerinin Ömer'in (r.a.) görüşünü Ali'nin (r.a.) görüşü­ne tercih etmeleridir. Mekke. Medine ve Basra'da bulunan tabiinde ise bu daha açık ve meşhurdur. Bilindiği gibi Ali (r.a.) halifeliği boyunca Kufe'de ikamet ettiği için. orada onun ilmi ve fıkhı yaygınlaşmıştır. Onunla beraber bulunan­lardan hiçbirinin fıkıhta, ilimde ve başka şeylerde onu Ebu Bekir ve Ömer'den önde tuttuğu bilinmemektedir. Aksine onun yanında düşmanlarıyla savaşanlar diğer müslümanların yaptığı gibi Ebu Bekir ve Ömer'i ondan önde tutmuşlar­dır. Ancak Ali'nin (r.a.) kınadığı ve karşı çıktığı kişiler bu­nun aksini yapmıştır ki, bunlar Ali (r.a.) zamanında,çok az ve sönük kimselerdi. Bunlar üç gruptu;

Birincisi, Ali (r.a.) hakkında aşırı gidenler. Onun ilah ol­duğunu iddia edenler gibi. Ali (r.a.) bunları ateşte yakmış­tır.

İkincisi, Ebu Bekir'e (r.a.) kötülükle dil uzatanlardır. Bunların başında Abdullah İbn Sebe vardı. Bu durumu Ali'ye (r.a.) ulaştığında onu öldürmek istemiş ama İbn Se­be kaçmıştır.

Üçüncüsü. Ali'yi (r.a.) Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'den (r.a.) üstün tutanlardır. Bu konuda Ali (r.a.) şöyle demiştir:

"Birinizin beni Ebu Bekir ve Ömer'den üstün tuttuğunu duyarsam, onu müfteri cezası ile cezalandırırım."

Kufe'de cami minberinde şöyle dediği de seksenden fazla yolla rivayet edilmiştir:

"Peygamber'den sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Be­kir ve Ömer'dir."

Buhari ve başka kitaplarda, bilhassa Hemedan adamla­rının rivayetiyle Ali'nin (r.a.) şöyle dediği kaydedilmiştir:

"Cennetin kapısında bir kapıcı olsaydım, Hemedan'a "selametle" gir, derdim."

Süfyan es-Sevri"nin Münzir es-Sevri'den -ikisi de Heme-dan"lıdır- rivayetiyle Buharı. Muhammed İbn Kesir'den rivayet etmiştir. Bize Süfyan-ı Sevri, ona Cami İbn Seddad. ona Ebu Ya'îa Münzir es-Sevri' Muhammed İbn el-Hanefiy-ye'den nakletmiş ve şöyle demiştir:

"Babama, Rasulullah'tan sonra insanların en hayırlısı kimdir?" dedim.

"Oğlum, bilmiyor musun?" dedi.

"Hayır" dedim.

"Ebu Bekir (r.a.)". dedi.

"Sonra kim" dedim,

"Ömer (r.a.) dedi.[28]

Bunu çekinmediği oğluna ve yakınlarına söylüyor ve kendisini onlardan üstün tutanları cezalandırıyor. Alçak gönüllü bir kişinin, hakkı söyleyen herkesi cezalandırması yahut ona müfteri demesi caiz değildir. Faziletlerin başın­da ilim gelir. Peygamberlerden, ashaptan ve başkalarından daha üstün olanlar diğerlerinden daha alimdirler. Yüce Al­lah şöyle buyuruyor:

"Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?" (Zümer: 39/9)

Bunun delilleri ve alimlerin bu konuda söyledikleri çok­tur.

"Kadı olarak en üstününüz Ali'dir." sözünü altı hadis kitabı sahiplerinden, meşhur müsned sahiplerinden hiçbiri. ne Ahmed îbn Hanbel, ne başkası, sahih veya zayıf bir se-nedle rivayet eden,olmamiştır. Sadece Ömer (r.a.) şöyle demiştir;

"En iyi okuyanımız Übeyy. en iyi kadımız Ali'dir,"

Bunu da Ebu Bekir'in vefatından sonra söylemiştir.

Tirmizi ve başkasında RasuIuİlah'm şöyle buyurduğu kaydedilir:

"Ümmetimden haramı ve helal) en iyi Muaz İbn Ce­bel, feraizi de en iyi Zeyd İbn Sabit bilir. [29]

Hadiste Ali'nin adı geçmemektedir. Ali (r.a.) adının geçtiği hadiste ise, zayıf olmakla birlikte helal ve haramı en iyi Muaz İbn Cebel'in. ferazi de en iyi Zeyd İbn Sabit'in bil­diği kaydedilmektedir. Bu hadis sahih kabul edilse bile he­lali ve haramı en iyi bilenin ilminin kaza (yargı) yi en iyi bi­lenden daha alim olduğunu ifade etmektedir. Çünkü yargı, anlaşmızliklan dış görünüşleriyle çözümlemedir. Halbuki meselelerin içyüzü zahirine aykırı olabilir. Nitekim Rasu-Iullah şöyle buyurmuştur:

"Bana muhakeme oluyorsunuz, olabilir ki biriniz de­lilini diğerinden daha iyi ortaya koyabilir. Ben ancak duyduğuma göre hükmederim. Kimin lehine kardeşi­nin hakkından bir şeye hükmedersem, onu almasinn. (Çijnkü bu durumda) ona ancak ateşten bir parça vermiş oluyorum.[30]

Rasulullah. yargısının haramı helal etmeyeceğini, müslümanın başkasının hakkından, lehine hükmedilen bir şeyi almasının haram okluğunu belirtmiştir. Helal ve haramı bilmek zahiri ve batını kapsar. Onun helal ve haramını bi­len, dini en iyi bilen olur.

Kaza (yargı) iki türlüdür:

Birincisi: Hasım olan iki tarafın bir şeyi kabul etmeme­leri durumunda hüküm vermektir. Bir taraf bir şeyi iddida ederken diğer tarafın onu yalanlaması gibi. Bu durumda delil ve ona benzer şeylere bakılarak hüküm verilir.

İkincisi: Arada inkar edilen bir şey hakkında değil, tas­dik edilen, ama her iki tarafa ne düşeceği bilinmeyen bir şey hakkında hüküm vermektir. Bir miras taksiminde iki tarafın ihtilaf etmesi, ya da eşlerden herbirinin diğeri üzerindeki hakkı veya iki ortaktan herbirine düşecek miktar konusun­da ihtilaf etmeleri gibi.

Bu kısım helal ve haram konularındandır. İkisine de söylediği şeylere razı olacaklalan bir fetva verirse, bu on­lara yeterli olup ve aralarında hüküm verecek başkasına ihtiyaçları kalmaz. Sadece karşıklı olarak bir şeyi kabul et­memeleri duYumunda hüküm verecek birine muhtaç olurlar. Bu da genellikle haksızlık durumunda veya unutma halinde olur. Helal ve haram bilgisine ise. salih ve facir herkes muhtaçtır. Ama yargıya taalluk eden şeylere ancak salih ki­şilerden bir azınlık muhtaç olur.

Bunun için Ebu Bekir (r.a.). Ömer'e (r.a.) insanlar ara­sında hüküm germesini emredince. Ömer (r.a.) bir yıl bek­lemiş, karşısına herhangi bir konuda muhakeme olacak iki kişi çıkmamıştır. Rasulullah'ın verdiği bu türden hükümler sayılacak olursa, ancak on kadar olduğu görülür. Bu nere­de, helal ve haram hakkında buyurdukları nerede?! Çünkü helal ve haram İslam dininin temel taşlarından biri olup avam ve havas herkesin bilmeye muhtaç olduğu bir husus­tur.

"Hüküm vermeyi (kaza) en iyi bileniniz Ali'dir." ha­disi sahih kabul edilip delil olacaksa:

"Helal ve haf amı en iyi bileniniz Muaz'dır." hadisi, ha­dis alimlerinin ittifakıyla sahih olmaya daha yakındır. Bu­nun senedi ondan daha sahih ve delaleti daha açık olduğu­na göre Ali'nin (r.a.) Muaz'dan daha alim olduğu konusun­da bunu delil kabul eden kimsenin cahil olduğu anlaşılır. Bu böyleyken, Muaz'dan daha üstün olan Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer'den daha alim olduğuna dair nasıl hüccet kabul edi­lebilir?! Kaldı ki Muaz'ın ve Zeyd'in anıldığı hadisi bazı­ları "zayıf sayarken, bazıları "hasen" kabul etmektedir. Ali'nin (r.a.) anıldığı hadis İse "zayıftır."

"Ben ilim şehriyim." hadisi ise daha zayıf ve dayanak­sızdır. Tirmizi rivayet etmişse bile, yalan ve uydurmadır. Onun için İbn el-Cevzi, bunu mevzu hadisler arasında zik­retmiş ve bütün yollarından mevzu olduğunu söylemiştir. Bunun yalan olduğu bizzat metninden anlaşılır ve senedine bakmaya ihtiyaç bırakmaz. Rasulullah ilim şehri ise, bu şehrin ancak bir tek kapısı olur ki. RasululIalVtan tebliği sa­dece bir kişinin yapmış olmasını düşünmek caiz değildir. Ak­sine hazır olmayanlar için kesin ilim ifade edecek tevatür derecesinde kişilerin ondan tebliğ yapmış olması vaciptir. Bir kişinin rivayeti ancak başka karinelerle beraber ilim ifade eder. Bu işaretler de ya mevcut değildir veya insanla-" nn çoğuna gizlidir. Böylece Kur’an ve mütevatir sünnete da­ir bilgileri meydana gelmemiş olur. Halbuki mütevatir na­kil böyle olmayıp ilim, avama da havassa da onunla hasıl olur.

Bu hadisi, övgü yaptığını sanan cahil veya zındık biri uy-1 durmuştur. Ashaptan sadece bir kişinin tebliğ ettiği söyle­nerek din ilmini iptal etmek için zındıkların başvurduğu bir yoldur.

Sonra bu tevatürle bilinenlere aykırıdır. Şüphesiz Rasu-lullah'tan, bütün m üs 1 uman şehirlere Ali'den (r.a.) başka yol­larla ilim ulaşmıştır. Mekke ve Medine halkı için bu apaçık­tır. Şam ve Basra halkı için de durum böyledir. Bunlar Ali'den (r.a.) ancak çok az şey rivayet etmişlerdir. Ali'nin (r.a.) ilminin çoğu Küfe halkı arasındaydı. Bununla beraber Kur'an'ı ve Sünnet'i, Ali'nin (r.a.) hilafet zamanı bir yana, Osman'ın (r.a.) hilafetinden önce öğrenmişlerdi.

Medine ehlinin en fakih ve en alimleri dini, Ömer'in (r.a.) hilafetinde öğrenmişlerdi. Yemen'de bulunduğu süre içinde Muaz İbn Cebel'den öğrendikleri gibi, kendisinden öğrenenler dışında Ali'den (r.a.) daha önce kimse bir şey öğ­renmemiştir. Muaz İbn Cebel'in Yemen halkı arasında ika­meti ve onlara öğretmesi, Ali'nin (r.a.) onlar arasında ika­meti ve öğretmesinden daha çoktur. Onun için Yemen hal­kı Ali ve Şurayh'tan rivayet ettiklerinden çok daha fazlası­nı Muaz'dan rivayet etmişlerdir. Tabiinin büyüklerinden başkaları da fıkhı Muaz'dan öğrenmişlerdir.

Ali (r.a.) Kufe'ye geldiğinde Şurayh daha önceden ora­da kadı idi. Ali'nin (r.a.) hilafetinde kadı yine Şurayh ve Ubeyde es-Selmani olmuştur ki, ikisi de fıkhı Muaz'dan öğ­renmişlerdir.

İslam ilmi Hicaz, Şam, Yemen, Horasan, Mısır ve Mağ-rip gibi İslam şehirlerinde Ali (r.a.) Kufe'ye gelmeden ön­ce yayılmış ve Kufe'ye geldiğinde sahip olduğu bütün ilme başka sahabiler de sahip olmuştur' Ali (r.a.) bir ilmi sade­ce kendisi tebliğ etmişse, ondan başkaları bunun daha faz­lasını tebliğ etmiştir.

Velayetle Ebu Bekir, Ömer ve Osman için hasıl olan umumi tebliğ, Ali (r.a.) için hasıl olandan çok daha fazladır. Hususi tebliğde ise, îbn Abbas'ın fetvaları, Ebu Hurey-re'nin de rivayetleri onunkinden dahaçoktur. Halbuki Ali (r.a.) ikisinden de daha alimdir. Nitekim Ebu Bekir, Ömer ve Osman da o ikisinden daha alimdir. Şüphe yok ki Raşid halifeler, insanların daha çok muhtaç oldukları ilmin umu­mi tebliğini, hususi ilmi tebliğ edenlerin tebliğinden daha çok gerçekleştirmişlerdir.

Ali'nin (r.a.) ashabın tümünden ayrı olarak özel bir ilme sahip olduğuna dair yalan ve cehalet ehlinin rivayet ettikle­rinin tümü batıldır. Sahih hadiste ona şöyle denildiği sabit olmuştur:

"Sizde Rasulullah tarafından verilen özel bir şey var mı? İnsanı yaratan ve daneyî yaran Allah'a yemin ederim ki Allah'ın Kur'an hakkında kuluna verdiği anlayış ve şu say­fa dışında bir şey yoktur, dedi. O sayfada da diyetleri gerek­tiren, yani diyeti verilmesi gereken deve dişleri, esirin kur­tarılması, bir kafire karşılık müslümanin öldü itilmeme s i şeyleri vardı.[31]

"Rasulullalrm halka vermeyip de sadece size verdiği bir şey var mıdır? Hayır, dedi. rivayeti de vardır. Bunun dı­şında Rasulullah'm (s.a.v.) sadece kendisine bir ilmi ver­diğini iddia edenlerin kendisine iftira ettiklerini ifade eden ve ondan nakledilen hadisler çoktur,

Bazı bilgisizlerin. Ali'nin (r.a.) Ra.sulullalvin ha'sının yı­kandığı sudan içtiği, bunun da kentlisine evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini kazandırdığına ilişkin olarak söyledik­leri sözler ise, çok saçma bir yalandır. Zira ölünün yıkandı­ğı suyu içmek meşru değildir ve Ali de bunu içmemiştir. Böyle bir şey ilim kazandırmaydı, orada bulunan herkes bu sudan içerdi. İlim ehlinden hiçbir kimse bunu rivayet etme­miştir.

Ebu Bekir. Ömer ve başkalarından ayrı olarak gizli (ba­tın) bir ilme sahip olduğu iddiası da, miilhid batmilerin ve onlardan daha kafir benzerlerinin İftirasıdır. Hatta onlarda hristiyan ve yahudilerde bulunmayan küfür bulunmakta­dır. Ali'nin (r.a.) peygamberliğine ve ulubiyetine inananlar, Rasulullah'tan daha alim olduğu ve batında Rasulullah'ın muallimi olduğuna ve ancak aşın küfür ve ilhad ehlinin söyleyeceği benzeri iddialara inananlar gibi. Allahu a'lem. [32]

 

Ebu Bekir (r.a.) ile Ali (r.a.) Arasmda Bir Karşılaştırma:

 

Sünnete bağlı olduğu halde Rasulullah'ın (s.a.v.). Ali'ye (r.a.):

"Sen bendensin, ben de sendenim.[33]

"Senin benim yanımdaki yerin, Harun'un Musa'nın yanındaki yeri gibidir. [34]

"Bayrağı Allah ve Rasulü'nü seven birine verece­ğim..." [35]

"Ben kimin m evlası isem Ali de onun mevlasıdir. Al­lah'ını, ona kim dost olursa onun dostu, kim düşmanı olursa onun düşmani ol... [36]

"Ehl-i Beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatırım.[37]

gibi sözleri ve Yüce Allah'ın:

"Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımı­zı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; {hep birlikte) dua edelim ve Allah'ın lanetinin yalancılar üzerine olmasını dileyelim. (AI-i İmran: 3/61)

"İnsan, zikredilecek hiçbir şey değilken (ve henüz yok iken) üzerinden muhakkak bir zaman gelip geçmiş­tir.".                                                            (İnsan: 76/1)

"İşte şu iki hasım, Rableri hakkında çekişmeye girmiş­ler. Küfredenler için ateşten bir gömlek biçilmiştir. Baş­larının üzerinden de kaynar su dökülür."(Hacc: 22/19) ayetleri karşısında üç Raşid halifenin Ali'ye (r.a.) üstünlük­leri konusunda şüpheye düşenin durumu Şeyhülislam'a so­ruldu. [38]

 

Cevap:

 

Her şeyden önce şu husus bilinmeli ki: Üstün kabul edi­len kişi. kendisinden üstün tutulduğu kişide bulunmayan bir­takım hasletlere sahip olmalı ki. üstünlük söz konusu olsun. İki kişi eşit seviyede olur. fakat biri diğerinden farklı iyi bir­takım özelliklere sahip bulunursa, bu farklılıklardan dola­yı ondan üstün olur. Ortak meziyetler birinin diğerine üstün­lüğünü gerektirmez.

Durum böyle olunca, Ebu Bekir'in (r.a.) temayüz ettiği ve bu hususlarda kimsenin ona oıtak bulunmadığı birtakım meziyetleri vardır. Ali'nin (r.a.) meziyetleri ise. ortak meziyetlerdir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.):

"Şayet yeryüzü halkından bir dost edinseydim EbU Bekir'i dost edinirdim. [39]

"Ebu Bekir'in kapısı hariç mescide açılan her kapı kapatilsm.[40]

"Arkadaşlığı ve malı hususunda bana en cömert dav­ranan Ebu Bekir'dir. [41] buyurmuştur.

Ebu Bekir'deki (ı'.'a.) şu üç haslete başka hiç kimse sahip değildir.

a- Arkadaşlığı ve malı hususunda hiç kimse Rasuluflah'a Ebu Bekir'den (r.a.) mukaddem değildir.

b-"Ebu Bekir'in (r.a.) kapısı hariç..." sözü, bu husu­su sadece Ebu Bekir'e (r.a;) tahsis etmektedir. Ba"zi yalancılar. Ali (r.a.) hakkında da bu rivayete benzer bir rivayet uy­durmak istemişlerdir. Ne var ki uydurma rivayet sahih riva­yete karşı koyamaz.

c-"Şayet yeryüzünde bir dost edinseydim..." Şayet dostluğu mümkün olsaydı, beşerden başka hiçbirinin bunu haketmeyeceğine dair bir hükümdür. Başkası Ebu Bekir'den (r.a.) üstün olsaydı, bunu hak eden o olurdu.

Yine hastalığı süresince mescitte imamlık yapmasını emretmesi, sünneti ikame edip cahiliyetin izlerini yok etme­si için onu Medine'nin hacc emiri olarak tayin etmesi de. onun özel meziyetlerindendir. Aynı şekilde (Aişe'ye (r.a.):

"Babanı ve kardeşini çağır ki Ebu Bekir için bir va­siyet yazayım. [42] şeklindeki sahih hadisle benzeri pek çok hadis sahabe arasında ona denk birinin bulunmadığını beyan etmektedir.

Rasulullah (s.a.v.)'ın Ali'ye (r.a.):

"Sen bendensin, ben de sendenim." demesine gelince, bunu başkalarına, mesela Selman ve Eş'arilere de söylemiş­tir. Aynca;Yüce Allah'ın:

"Onlar, sizden olduklarına dair Allah'a yemin ediyor­lar; oysa sizden değillerdir." (Tevbe: 9/56)

Bu ayetle Rasulullah (s.a.v.)'m

"Bizi aldatan bizden değildir. Bize silah çeken bizden değildir.[43] hadisi, bu büyük günahları işlemeyenlerin biz­den olduğunu ifade etmektedir. Kısacası her kamil mümin Peygamberdendir ve Peygamber de ondandır. Aynı şekil­de Rasulullalı'm (s.a.v.) Hamza'mn (r.a.) kızına:

"Sen bizdensin, biz de sendeniz." demesi, Zeyd'e:

"Sen kardeşimiz ve azadlımızsın. [44] demesi bunlara has şeyler değildir. Aksine bütün azadlıları bu durumdadır.

"Bayrağı Allah ve Rasulü'nü seven birine verece­ğim..." hadisi de bu durumdur. Ali'nin (r.a.) faziletiyle il­gili rivayetlerin en sahihi de budur. Ancak bazı yalancılar bu rivayete:

"Ebu Bekir ve Ömer bayrağı aldılar ama kaçtılar." söz­lerini ilave etmişlerdir. Halbuki Ömer (r.a.)'in:

"Ancak o gün komutanlığı sevdim[45] dediği sahih bir ri­vayetle sabittir. Aslında hadis. Ali (r.a.) hakkında ileri giden Nasibe'ye reddiyedir ve bu. Ali'ye (r.a.) has bir durum değildir. Aksine her kamil mümin, Allah ve Rasulü'nü se­ver ve onlar da onu severler. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Allah, öyle bir kavim getirir ki, kendisi onları sever onlar da Allah'ı severler." ( Maide: 5/54)

Bu ayette söz konusu edilenler, mürtedlerle savaşanlar­dır ki, onların imamı Ebu Bekir'dir.

Sahih bir rivayette sahabenin biri. Rasulullala:

"İnsanlar arasında en çok sevdiğin kimdir?" sorusuna Rasulullah'ın:

'Aise'dir' cevabını verdiği:

"Ya erkeklerden'.'" sorusuna da: 'Onun babasıdır' elediği nakledilmektedir.[46] Bu da Ebu Bekir'in (r.a.) üstünlük delillerinden biridir. "Yanımdaki yerinin, Harun'un ve Musa'nın yanında­ki yeri gibi olmasını istemez misin?" hadisine gelince, Rasulullah Tebük gazvesine çıktığında Medine'de yerine Ali'yi (r.a.) bırakınca bu sözü söylemiştir. Hatta kendisine buğzet-tiği için onu Medine'de bıraktığı dedikodusu da olmuştur. Rasululfah (s.a.v.) savaşa çıktığında müslümanlardan biri­ni Medine'de yerine bırakırdı. Medine'de bu işi yürütecek müminler mevcuttu. Ancak Tebük gazvesinde, özrü bulunan­lar hariç hiç kimseye Medine'de kalma izni vermedi. Sade­ce özrü bulunanlarla emre itaat etmeyenler kaldı. İşte bu se­beple Tebük gazvesine çıktığında yerine bırakacağı kimse­nin görünürde durumu zayıftı. Yine bu sebepledir ki. müna­fıklar Ali (r.a.) hakkında ileri-geri konuşmuşlardı. Rasulul­lah (s.a.v.) da. Ali'ye (r.a.), kendisini Medine'de bırakı­yorsa, yanındaki değerinin eksikliğinden kaynaklanmadığı­nı, nitekim risalette ortağı olduğu halde Musa'nın Harun'un yerine baksın diye bıraktığını açıklamış ve "buna rızan yok mu?" demiştir. Bilindiği gibi daha önce başkalarına da bu görevi vermiştir. Dolayısıyla onlar da aynı durumdaydı­lar. Eğer Tebük gazvesindeki bu görevlendirme, diğerlerin­den daha önemli olsaydı, Ali'nin (r.a.) kendisi de elbette ki bunu anlardı ve Rasuluilah'm (s.a.v.) peşinden ağlamazdı. Hicretin dokuzuncu yılında Rasulullah'ıh (s.a.v.) Ebu Be­kir'i (r.a.) Ali'ye (r.a.) de emir tayin etmesi ,'bu söyledikle­rimizi teyid etmektedir. Antlaşmaların son bulduğunu bil­dirmek üzere Ali'yi (r.a.) göndermesi ona has durumlardan değildir. Çünkü adet gereği anlaşmalara son vermek ve an­laşma akdetmek ancak Ehl-i Beyt'inden biri tarafından gerçekleştirilecekti. Ehl-i Beyt'inden başka herhangi biri de bu görevi yerine getirebilirdi. Ancak HaşimoğuElan'nın en faziletlisinin Ali (r.a.) okluğunu burada belirtelim. Bu sebep­le sair Haşimoğullan'na takdim edilmesi, onun bir hakkıdır.

Sonuç olarak: "...Buna razı değil misin?" hadisinden sonra Ebu Bekir'in (r.a.) emir tayin edilmesi. Ali'nin (r.a) heryönden Harun (r.a.) menzilesinde olmadığına delildir. Bu sebeple, her ne kadar Rasulullah. Medine'de onu yerine emir bırakmasını Harun'a benzetmişse de bu, ona has bir du­rum değildir.

Kaldı ki Rasulııilah (s.a.v.). esirlerle ilgili görüşlerini be­lirtirlerken Ebu Bekir'i. İbrahim (a.s.) ve İsa'ya ve Ömer'i de Nuh (a.s.) ve Musa'ya benzetmiştir ve bu benzetmeler. Ali'yi Harun'a benzetmekten çok daha önemlidir. Hiçbir za­man bu Ebu Bekir ile Ömer'in o peygamberlerin menzile­sinde olmalarını da gerektirmez. Bir şey başka birine bazı yönlerden benzediğinde onu. o şeye benzetmek hem Kur'an'da. hem sünnette, hem de Arap dilinde çok rastlanan bir durumdur.

"Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlası dır. Al­lah'ım! Ona dost olanın dostu ol." hadisine gelince. Tirmizi dışında diğer temel hadis kitaplarında böyle bir riva­yet yoktur. Hem Tirmizi'de de hadisin sadede:

"Kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır" kısmı mevcuttur. Buna ilave olan kısım, hadisten değildir. Nite­kim İmam Ahmed'e bu ilave sorulmuş:

"Kufelilerin ilavesidir'1 karşılığını vermiştir; Bu ilavenin oydurma okluğu birkaç vecihle sabittir:

a- Hak. Peygamber hariç hiçbir zaman belli bir kimsenin yanında olmaz. Eğer böyle olsaydı, her dediğine uymak vacip olurdu. Sahabenin ve etbaımn nassa aykırılığına inan­dıklarından dolayı bazı meselelerde ona muhalefet ettikle­ri bilinen bir gerçektir. Mesela hamile olduğu halde kocası öltn kadınla ilgili görüsü bu hususlardandır.

"Allah'ım, ona yardım edene yardım et..." sözü vakı­aya aykırıdır. Sfffin vakasında ondan yana savaşanlar galip gelmemişlerdir. Onun yanında savaşmayan bazı kimseler de mağlubiyete uğramamışlardır. Mesela Irak'ı fetheden Sa'd. onunla birlikte savaşmamıştır. Hatta kendisiyle savaşan Muaviye taraftarları ve Ümeyyeoğullan bir çok küffar bel­desini fethetmişler ve Allah onlara yardımda bulunmuştur.

"Allah'ım, ona dost olana dost, düşmanlık edene de düşman ol." sözü de aynı şekildedir; İslam'ın temeline aykırıdır. Çünkü Kur"an-ı Kerim, birbirleriyle savaşsalar ve bir­birlerine haksızlık etseler bile müminlerin kardeş oklukla­rını söylemektedir. Aslında "Ben kimin mevtası isem, Ali de onun mevlasıdır." hadisine ta'n eden hadis ehli vardır. Mesela Buhari ve başkaları onu tenkit etmiştir. Bazı hadis ehli ise. onun hasen olduğunu söylemişlerdir. Ama eğer Rasulullah böyle bir şey söylemişse bundan özel bir dostluk anlaşılmaz, aksine müşterek bir dostluk anlaşılır. O da, müminler arasındaki iman dostluğudur. Muvalat (dostluk), düşmanlığın zıttıdır. Şüphesiz başkalarına karşı müminle­re muvalat gereklidir. Böylece hadiste Nasibe'ye reddiye var­dır.

"Ali'nin (r.a.) namaz kılarken yüzüğünü sadaka olarak verdiğini." ifade eden hadise gelince, bu hadisin uydurma ol­duğu konusunda hadis ehli ittifak etmiştir. Uydurma oldu­ğu birkaç vecihten sabit olup bu vecihler başka yerlerde et­raflıca anlatılmışa".

Gadir-i Huni günü: "Ehl-i Beyt'im konusunda size Al­lah'ı hatırlatırım." hadisine gelince, bu tavsiye sadece Ali'ye (r.a.) has değildir. Ehl-i Beyt'in hepsi bu konuda eşittir. Bu vasiyete en uzak olanlar ise, Rafızilerdir. Çünkü onlar Abbas (r.a.) ve zürriyetiııe: hatta Ehl-i Beyt'in büyük çoğunluğuna düşmanlık besler ve onlara karşı kafirlere yar­dım ederler.

"Mübahele[47] ayetine gelince, yine Ali'.ye (r.a.) has bir şey değildir. Aksine Ali (r.a.). Katıma ve iki çocuklarım (Ha­san ve Hüseyin'i) çağırmıştır. Bunu yapması ise, ümmetin en faziletlileri olmaları sebebiyle değil. Ehl-i Beyt'inin ha-vassı olmaları sebebiyledir. Nitekim bu durum aba ile ilgi­li şu hadisten açıkça anlaşılmaktadır:

"Allah'ım, bunlar Ehl-i Beyt'imdir. Onlardan pisli­ği (ricsi) gider ve onları tertemiz kıl. [48]

Rasulullah (s.a.v.) onlara dua etmiş ve duayı onlara tah­sis etmiştir. el-Enfüsü" kelimesiyle tek nev' kastedilir. Mesela:

"İnanan erkek ve kadınlar, kendi nefisleri hakkında en güzel zanda bulundular. (Nur: 24/12 )

"Nefislerinizi (yekdiğerinizi) öldürün."(Bakara: 2/54) ayetlerinde anlatılan budur.

"Sen bendensin, ben de sendenim." hadisine gelince, bundan maksadın Ali"nin (r.a.) Peygamberin zatından olduğunun kastedilmediği açıktır. Ama Ali'nin (r.a.) Ehl-i Beyt içerisinde en üstünü olduğunda da şüphe yoktur. Onun öyle akrabalık ve iman meziyeti var ki. diğer Ehl-i Beyt'te bu meziyet yoktur. Böylece Ali (r.a.) Mübahele kapsamına girmiş oluyor. Ancak bu. Ehl-i Beyften olmayanlar arasın­da ondan daha faziletli birinin, ondan daha faziletli olması­na engel değildir. Çünkü Mübahele sadece akrabalar çerçe­vesinde vaki olmuştur.

"İşte şu iki hasım, Rablari hakkında çekişmeye gir­mişler. Küfredenler için ateşten bir gömlek biçilmiştir. Başlarının üzerinden de kaynar su dökülür." (Hac; 22/19) ayeti de sadece (r.a.) hakkında değildir. Ali (r.a.). Hamza ve Ubeyde ve hatta Bedir savaşına katılan bütün müslü-manlar bunda müşterektir.

"İnsanın üzerinden henüz kendisinin anılan bir şey..." suresine gelince bu surenin, Ali (r.a.). Batıma ve iki çocukları hakkında indiğini söylemek, tamamen yalanpır. Çünkü bu süre Mekki'dir ve Hasan'la Hüseyin Medine'de doğmuşlardır. Bu görüşün doğruluğunu kabul etsek bile, mis­kin, yetim ve esire yedirenin, sahabenin en faziletlisi oldu­ğuna ilişkin bir işaret yoktur. Aksine ayet, bu işi yapan herkes hakkında ortaktır. Her kim bunu yaparsa sevap ka­zanır. Kaldı ki, Allah'a İman, namazı vaktinde kılmak ve Al­lah yolunda cihad etmek bundan çok daha faziletlidir. [49]

 

Ali'ye (r.a) Salat Ve Selam Getirmek:

 

İbn Teymiye'ye: "Başkasını Ali'ye üstün tutmam." diyen Ali'nin (r.a) ismi anıldığında sadece ona salat ve selam ge­tiren kimsenin durumu soruldu, sadece ona selam getirmek caiz midir? [50]

 

Cevap:

 

RasululJah (s.a.v) hariç kimseye ne Ebu Bekir'e, ne Ömer'e, ne Osman'a, ne Ali 'ye salat ve selamı tahsis etmek doğru değildir. Bunu yapan bidat ihdas etmiş olur. Ya hepsine salat ve selam getirecektir, ya da hiçbiri

Aksine meşru olanı:

"Allah'ım, Muhammed'e ve Muhammed'ı lat et, İbrahim'e ve İbrahim'in aline salat et» Muhammed'e ve Muhanime d'in aline mübare rahim'e ve İbrahim'in aline mübarek kıldığın gişüp-he yok ki sen hamidsin (övgüler sanadır), mecidsin (aza­met sana mahsustur)." demektir.

"Başkasını Ali'ye üstün tutmam." diyen ise, hatalıdır veşer'i delillere aykırı bir tavır içerisindedir. Allahu a'lem. [51]

 

Hulefa-İ Raşidin'in Fazilet Dereceleri:

 

îbn Teymiye'ye soruldu:

Ebu Muhammed Abdullah b. Ebi Zeyd'in4'Akide"sinin sonunda, "Nesillerin en hayırlısı, Rasulullah'ı (s.a.v) görüp ona inananlardır. Sonra onların ardından gelenler, sonra da bunların ardından gelenlerdir. Sahabenin en faziletlileri ise, Hulefa-i Raşidin. yani Ebu Bekir. Ömer, Osman ve Ali'dir" şeklindeki görüşüne ne dersiniz? Ebu Bekir'in Ömer'den, Ömer'in Osman'dan ve Osman'ın Ali'den üstün olduğuna delil nedir'.' Eğer bu durum delille ispatlanırsa, bun­lardan birini kendisinden daha faziletli olana üstün tutana bir ceza gerekir mi gerekmezini? Bu somları ayrıntılı bir şekil­de açıklayın, tnşaallah Allah ecrinizi verir. [52]

 

Cevap:

 

Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Fazilette ön­ce Ebu Bekir'in, sonra Ömer'in, sonra Osman'ın, sonra da Ali'nin geldiği görüşü sahabe, tabiin ve etbauttabiinden i-Hm ve dinle şöhret bulmuş müslüman müçtehidler arasında ittifak edilen bir görüştür. Malik'in ve Medine ehlinin, Leys b. Sa'd'in ve Mısır ehlinin, el-Evzai'nin ve Şam ehlinin, Süfyan es-Sevri'nin. Ebu Hanife, Hammad b. Zeyd. Hammacl b. Seleme ve benzeri Irak ehlinin görüşü budur. Şafii. Ah-med b. Hanbei. İshak. Ebu Ubeyd ve benzeri ümmet içeri­sinde sıdk ehli olmakla bilinen imamiar da bu görüştedir. Hatta İmanı Malik, Medine ehlinin bu konuda icma ettikle­rini naklederek, güvendiklerimden. Ebu Bekir'le Ömer'i diğerlerine takdim etme hususunda şüphesi olan birine rast­lamadım demektedir.

Hatta Emirü'l-Mü'minin Ali b. Ebi Talib'in de bu görüş­te olduğu "fiıüstefız" haberlerle nakledilmektedir. Sahih-i Buhari de Muhammed İbnu'l-Hanefiyye'nin babası Ali b. EbiTalib"e:

"Pabacığım, Rasulullah'dan (s.a.vj sonra ümmetin en fa­ziletlisi kimdir?" dediği, babasının:

"Ey oğul. bunu bilmiyor musun?" dediği.

"Bilmiyorum" deyince de:

"Ebu Bekir'dir", dediği,

"Sonra kimdir?" sorusuna da:

"Ömer'dir, karşılığını verdiği nakledilmektedir. Bu du­rum seksen veçhe yakın tarikle rivayet edilmiştir. Hatta Ali'nin (r.a) Küfe mescidinin minberinden şöyle dediği nakledilmiştir:

"Beni Ebu Bekir ve Ömer'e üstün tutan biriyle karşıla­şacak olsam, onu müfterinin cezası olan seksen değnekle ce­zalandırırım."        

O halde böyle bir iddiada bulunan kişi Ali'nin (r.a) bu sö­zünün gereği olarak seksen değnekle cezalandırılır.

Süfyan eg-Sevri: "Ali'yi, Ebu Bekir'den üstün tutan. Muhacirlerin değerini düşürür. Bu görüşte ısrar etmeye de­vam ettiği halde Allah'a bir amelinin yükseleceğini de san­mıyorum" demektedir. Tirmizi ve başka hadis kitaplarında bu bütünlük meselesi Rasulullah'dan (s.a.v) rivayet edile­rek şöyle buyurduğu belirtilmektedir:

"Ey Ali, bu ikisi (Ebu Bekir ve Ömer), nebilerle rasul-ler hariç evvelkilerle sonrakiler dahil Cennet ehlinin olgun yaştakilerinin efendileridir.[53]

Buharı, Müslim ve başka hadis kitaplarında Ebu Said, İb-nu Abbas, Cündtib b. Abdillah, İbnıf z-Zübeyr ve başkala­rından yapılan ve birkaç vecihten rivayet edilen hadiste RasulullarTm fs.a.v) şöyle dediği nakledilmetedir:

"Yeryüzündekilerden bir dost edinseydim Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ne var ki arkadaşınız -kendisini kastedi­yor- Allah'ın dostudur. [54]

Sahih rivayette Rasulullah (s.a.v)'m minberden şöyle dediği nakledilmiştir:

"Arkadaşlığı ve malı konusunda insanlardan bana en cömerdi Ebu Bekir'dir. Yeryüzündekilerden dost edinseydim, Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ne var ki arka­daşınız kendisini kastediyor- Allah'ı dost edindi. Bilesi­niz, Ebu Bekir'in kapısı hariç mescide açılan bütün ka­pılar kapatılsın. [55]

Bu hadis, şayet dünyadaki yaratılmışlardan dost edinme mümkün olsaydı, bunu hakedenin Ebu Bekir olduğuna açık bir delildir. Bu duruma göre Rasulullah'm (s.a.v) indinde ümmetinin en faziletlisi en çok sevdiği Ebu Bekir'dir (r.a)". Yine sahih bir rivayette Amrb. el-As'ınRasulullah'a (s.a.v):

"İnsanlardan en sevdiğin kimdir?" sorusuna Rasulul-İah'in (s.a.v):

"Aişe'dir." dediği,

"Erkeklerden kimdir?" sorusuna da:

"Babasıdır." karşılığını verdiği nakledilmektedir.

Yine sahih rivayette Rasulullah'm (s.a.v) Aişe'ye (r.a):

"Bana babanı ve kardeşini çağır ki Ebu Bekir için bir belge yazayım, benden sonra insanlar onun hakkında ih­tilafa düşmesinler.[56] dediği, sonra da:

"Allah da, müminler de Ebu Bekir'den başkasını ka­bul etmezler." buyurduğu nakledilmektedir.

Yine sahih rivayette bir kadının Rasulullah'a gelerek:

"Ya Rasulailah, tekrar geldiğimde ya seni bulamazsam sanki ölmüş olabileceğini kastediyordu- demiş, bunun üze­rine Rasulullah (s.a.v):

"Ebu Bekir'e gidersin" buyurmuştur.

Sünelilerde:

"Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer'e uyun. [57] buyur­duğu nakledilmektedir.

Yine sahih rivayette yolculuk esnasında şöyle buyurdu­ğu nakledilmiştir:

"Eğer topluluk Ebu Bekir ve Ömer'e itaat ederler­se doğru yolu bulurlar. [58]

Yine Sünenler'de de şöyle dediği rivayet edilmektedir:

"Sanki kendimi bir kefeye, ümmeti de bir kefeye kon­muş gibi gördüm; ben ağır bastım. Sonra Ebu Bekir bir kefeye, ümmet bir kefeye kondu ve Ebu Bekir ağır bas­tı. Sonra da Ömer bir kefeye, ümmet bir kefeye kondu ve Ömer ağır bastı. [59]

Sahih rivayette yine şöyle nakledilmiştir: Ebu Bekir'le Ömer arasında bir şeyler geçmişti. Ebu Bekir. Ömer'den kendisi için mağfiret dilemesini istemiş ancak Ömer buna icabet etmemişti. Bunun üzerine Ebu Bekir, Rasulullah (ş.a.v)'a giderek bu durumu haber verdi. Rasulullah (s.a.v):

"Otur ya Ebu   Bekir, Allah seni bağışlayacaktır. buyurdu. Bu arada Ömer yaptığına pişman olmuş, Ebu Be­kir'in evine gitmiş, bulamayınca da Rasulullah'a (s.a.v) gitmiştir. Rasulullah (s.a.v) gayet kızmış ve şöyle buyurmuş­tur:

''Ey insanlar, size geldim ve: Ben Allah'ın eliçisiyim dedim. Siz; "Yalan söylüyorsun" dediniz, ama Ebu Be­kir: "Doğru söylüyorsun" dedi. Hala arkadaşımı rahat bırakmayacak mısınız? Hala arkadaşımı rahat bırakma­yacak mısınız?"

Bu olaydan sonra Ebu Bekir rahatsız edilmedi.

Yine Sahih ve Sünen kitaplarında rivayet edilir ki: Pey­gamber (s.a.v.) hastalığında:

"Ebu Bekir'e söyleyin, cemaata namaz kıldırsın.[60] demiş ve bunu iki veya üç defa tekrar etmiştir. Hatta:

"Sizler Yusuf'un etrafındaki kadınlar gibisiniz, söy­leyin Ebu Bekir'e, cemaate namaz kıldırsın" demiştir.

Ömer. Osman, Ali ve başkaları mevcut oldukları halde imamlık konusunda Ebu Bekir için Rasulullah'ın (s.a.v.) bu tahsis, tekrar ve te'kidi, kendi yanında Ebu Bekir'in, ümme­tin diğer fertlerinden mukaddem olduğunu açıkça beyan etmektedir. Yine sahih rivayette, Ömer'in cenazesi üzerin­de namaz kılınmak üzere cemaatin önüne bırakılınca Ali b. EbiTalib'in safları yararak öne geçtiği ve şöyle dediği nak­ledilmiştir:

"Allah'ın seni önceki iki arkadaşınla beraber kılmasını dilerim. Çünkü Peygamberdin (s.a.v.):

"Ben, Ebu Bekir ve Ömer (falan yerden) çıktık... Ben, Ebu Bekir ve Ömer (falan yere) girdik... Ben, Ebu Bekir ve Ömer (şu yere) gittik" dediğini pek çok kere duydum."

Bu Rasulullah'ın (s.a.v.) bir yere giderken, bir yerden ay­rılırken ve yolculuğunda beraberliklerim" ifade etmektedir.

Bu nedenledir ki Harun Reşid, İmam Malike:

"Ey Abdullah'ın babası. Ebu Bekir'le Ömer'in Peygam­berdin yanındaki mertebeleri nedir?'' dediğinde, İmanı Malik:

"'Ey müminlerin emiri. vefatından sonra mertebeleri ne idiyse hayatında da oydu," karşılığını vermiştir. O zaman da Ha­run Reşid:

''Yeterli cevabı aldım ya Malik" demiştir. Bu haberler, Ra-sulullah'in (s.a.v.) yanında onların mevkiini, işlerinde onunla beraberliklerini ve onlarla içli-dışlı oluşlarını gösterir. Rasulul-lah'm (s.a.v.) hayatını, söz ve fiilleriyle ashabına karşı tavır­larını bilen herkes bu hususları da zorunlu olarak bilir.

Bu nedenle. Rasulullah'ın siretinden. sünnet ve ahlakın­dan haberdar olan hiç kimse buna karşı çıkmaz. Karşı çıkan, ya da tereddüt eden, bazı konularda bilgi sahibi olsa da Rasulııl-lah (s.a.v.) hakkında yeterli bir bilgiye sahip değildir. En azın­dan birçok yalan rivayete muhatap olmuştur ve bunların haki­katini bilmemektedir. Ancak bu gibi sebeplerden tereddüte düşmüş veya Ebu Bekir'den başkasını ona tercih etmiştir. Oy­sa havastan ilim ehli bu rivayetlerin uydurma olduğunu bilmek­tedir.

Bu husus, başkaları şüphelense ya da reddetse bile Rasulul-lah'ın (s.a.v) sünnetini bilenlerce zorunlu olarak bilinen diğer durumlar gibidir. Nitekim buna benzer bir çok husus vardır. Mesela Rasulullah'ın (s.a.v) şefaati, havuzu ile büyük günah iş­leyenlerin cezalarını çektikten sonra Cehenııem'den çıkacak­ları. Allah'ın sıfatları, kader, uluvv. rü"yet ve muhaddislerce it­tifak edilen ıliğer itikadi konulara dair hadisler, hadis bilginle­rince mütevatir oldukları halde başkalarınca bilinmemekte­dir. Yine Şuf'a. davalının yemin ettirilmesi, evli zaninin rec-medilmesi, hırsızlıkta nisaba itibar edilmesi ve benzeri bazı bi­dat ehlince karşı çıkılan bir çok hükme dair hadisler mütehas-sıslannca mütevatir kabul edildikleri hakle başkalan bunlar kar­şısında tereddüde düşmekte ya da onları reddetmektedirler.

Bu nedenle İslara müçtehidleri. bir şahit! ve yemine da­yanarak hüküm verilip verilmeyeceği, kasam e. kur'a ve benzen tevatür derecesine ulaşmayan haberlerle-haklarında hüküm verilen içtihadı meselelerde muhalefet edeni bidat-çi nitelemedikleri halde yukarıda saydığımız temel mesele­lerde muhalefet edeni bidatçi diye nitelemede ittifak et­mişlerdir. [61]

 

Osman (r.a) mı, Ali (r.a) mi Daha Üstündür?:

 

Osman'ın (r.a) rai. yoksa Ali'nin (r.a) mi daha üstün ol­duğu meselesi. Ebu Bekir'le (r.a) Ömer'in (r.a) üstünlüğü­nün altında bir meseledir. Çünkü bu mesele de ihtilaf hasıl olmuştur. Mesela Süfyan es-Sevri ve Küfe alimlerinden bir topluluk Ali'yi Osman'a tercfh etmişlerdir. Ancak sonradan Süfyan ve başkaları bu görüşlerinden dönmüşlerdir. Medi­ne alimlerinden bazısı da Osman ve Ali konusunda tevak­kuf etmişlerdir. İmam Malik'ten gelen iki rivayeten biri şu şekildedir. Diğer rivayette ise, Osman. Ali'den üstün tutul­muştur. Nitekim Şafii. Ebu Hanife ve talebeleri. Ahmed b. Hanbel ve talebeleri ile sair müçtehidler bu görüştedir.

Hatta bunlar. Ali'yi (r.a) Osman'a (r.a) takdim edenlerin bidat ehlinden olup olmayacağı konusunda ihtilafa düşmüş ve iki ayrı görüşe kail olmuşlardır. Bu konuda Ahmed b. Hanbel Men iki rivayet nakledilmiştir. Eyyub es-Sahtiyani, Ahmed b. Hanbel ve Darekutni. Ali'yi Osman'a takdim edenler Muhacirlerle Ensar'ın değerini düşürmüş olurlar demişlerdir. Eyyub es-Sahtiyani, şu Ehl-i Sünnet'in ve Bas­ra halkının imamı olan zattır. Malik, "Muvatta" ında ondan rivayette bulunmuştur. Halbuki Irak ehlinin hiçbirinden ha­dis rivayet etmiş değildir. Hatta kendisinden Eyyub'tan ri­vayet hususunun sorulduğu ve:

"Size kimden rivayet nakletmişsem Eyyub ondan daha üstündür" dediği rivayet edilmektedir. Ebu Hanife de onu anarak şöyle demiştir:

"Onu Rasulullah'm (s.a.v) mescidinde otururken gör­düm. Öyle bir oturuşu vardı ki bunu hatırladığımda (heybe­tinden) tüylerim diken diken olur."

Bunun başka bir delili Buhari ve Müslim ile başkaları fbn Ömer'den naklettikleri şu rivayettir: îbn Ömer diyor ki:

"Rasulullah (s.a.v) zamanında kimin daha üstün olduğu­nu aramızda konuşurduk. Önce Ebu Bekir, sonra Ömer, sonra da Osman derdik." Rivayetlerin birinde de şöyle de­nilmektedir:

"Bu durum Rasulullah'ın (s.a.v) kulağına giderdi ve bu­nu yadırgamazdı.[62]

Yine Sahih-i Buhari ve başkalarının naklettikleri sahih bir rivayette Emirü'l-Mü'min'in Ömerb. el-Hattab'ın hilafeti altı kişi arasında meşveretle tayin edilmesini istediğinde Osman, AH, Talha. Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf ı seçtiği -Aşere-i Mübeşşere'den ve kendi kabilesinden olan Said b. Zeyd'i bu altı kişiye katmadığı ve oğlu Abdul­lah'ın halife seçilmemesi kaydıyla şura ehlinden sayılması. ölümünden sonra bu altı kişi, biri üzerinde ittifak edinceye kadar namazı Suhayb'ın kıldırmasını vasiyet ettiği sabittir.

Ömer(r.a.) vefat ettiğinde bu altı kişi minberin yanında toplandılar. Talha:

"Ben hakkımı Osman'a devrediyorum" dedi. Zübeyr:

"Ben de hakkımı Ali'ye devrediyorum" dedi. Sa'd:

"Ben de hakkımı Abdurrahman b. Avf'a devrediyorum" dedi. Böylece üç kişi çekilmiş ve üçü de kalmış oldu. Bu üç kişi toplandı. Abdurrahman b. Avf:

"Bizden birimiz çekilsin ve o çekilen, birini tayin etsin" dedi. Hem Osman, hem de Ali sustular. O zaman Abdurrah-man:

"Ben çekiliyorum" dedi. Ayrıca:

"İkisinden faziletlisini tayin edeceğime dair Allah'ın ahd ve imsakinin kendi üzerinde olduğunu" söylediği riva­yet edilmektedir. Sonra Abdurrahman b. Avf bu yoğun te­maslarını ifade babında:

"Üç gün boyunca gözlerim uyku yüzü görmedi" demiş­tir. Üçüncü gün olunca da Osman'a:

"Seni tayin ettiğim takdirde adil davranacağına, Ali'yi ta­yin edecek olursam dinleyip itaat edeceğine dair Allah'ın ahd ve misakına söz verir misin?" demiş, Osman:

"Evet" demiştir. Sonra Ali'ye:

"Seni tayin ettiğim takdirde adil davranacağına. Os­man'ı tayin edecek olursam dinleyip itaat edeceğine dair Al­lah'ın ahd ve misakma söz verir misin?"' demiş ve Ali de:

"Evef demiştir. Bunun üzerine Abdurrahmah b. Avf:

"Gördüm ki kimse Osman'dan şaşmıyor" demiştir. O zaman Ali. Abdurrahman ve sair müslümanlar, hiçbir ba's-ki ya da çıkar gözetmeksizin gönül rızasıyla Osman'a biat ettiler.

Bu, Osman'ın Ali'ye takdim edilmesine dair onların bir icmaldir. Bu nedenledir ki Eyyub. Ahmed b. Hanbel ve Darekutni:

"Ali'yi Osman'a takdim eden Muhacir ve Ensar'm değe­rini düşürmüş olur" demişlerdir. Bu duruma göre Osman tak­dim edilmeye daha layık olmadığı halde onu takdim eder­lerken ya fazileti konusunda cahil oldukları, ya da dini bir tercih etmekle zulmettikleri söylenecektir. Onlara cehalet ve zulmü isııad eden ise, onların değerini küçültmüş olur.

Onlardan bazılarının Ali'ye (r.a.) kin beslediği, kin bes­leyenlerin güçlü oldukları vs. gibi nevasından konuşanların ileri sürdüklerini ileri süren, ashabı hakkı söyleme hususun­da aciz olmakla itham etmiş ve o dönemde batıl ehlinin hak ehline galebe çaldığını söylemiş olur ki bu, ashabın en uzak oldukları ve en güçlü bulundukları bir hususta bir ve­himden ibarettir. Çünkü Ömer (r.a.) vefat ettiğinde müslümanlar Öyle bir kuvvet, izzet ve üstünlüğe, birlik ve beraber­liğe sahip idiler ki, hiçbir zaman bu hususlarda bu duruma ulaşmamışlardır, İman ehlinin en üstün ve küfürle nifak ehlinin en zelil oldukları dönem o dönemdir. Bu konularda en basit bir bilgiye sahip olan bile bunu rahatlıkla bilir.

Böyle bir durumda o dönem müslümanlannı cahil, zalim veya hakkı ayakta tutmaktan aciz olmakla itham eden, on­ların değerini küçültmüş ve Allah'ın:

"İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet." şeklinde­ki şehadetine ters bir tavır içine düşmüş olur.

Rafizilerin görüşlerinin temeli budur. Rafıziliği ortaya atan da yahudi olup İslam kılıfına girmiş bir münafıktır. İma­nın temeline saldıran desiselerle cahilleri kandırmıştır. Ra­fıziliğin, nifak ve zındıklığa açılan kapıların en büyüğü ol-masınm sebebi de budur. Kişi başlangıçta nötr iken sonra Ali'yi (r.a.) üstün kılan, sonra diğerlerine söven, sonra aşı­rı giden ve en sonunda da muattileden bir mülhid olur. İşte bu sebepledir ki, İsmaili ve Nusayrilerle benzeri Karamita, Batıniyye ve Dürziyye ile çeşitli zındık ve münafıkların ileri gelenleri Rafıziliğe iltihak etmişlerdir.

Rasulullah'ın (s.a.v.) sohbetinde bulunan nesillerin en ha­yırlısına saldıran, haddizatında Rasulullah'ın kendisine de saldırmış olur. Nitekim İmam Malik ve başka alimler bunu şöyle ifade etmişlerdir:

"Rasulullah'ın (s.a.v.) ashabına saldırıp onları küçül­tenler, bunu yaparken muhataba şunu telkin etmek istiyor­lar: Kötü kişinin kötü arkadaşları olur; eğer iyi olsaydı, ar­kadaşları da İyi olurdu.

Yine Kur'an'ı, İslam'ı ve Rasululîah'in (s.a.v) sünneti­ni bize aktaranlar, Ali (r.a.) ile başkalarının faziletlerini de nakledenler onlardır. Onları gözden düşürmek din konusunda da naklettiklerine güvenmeme sonucunu doğurur. O za­man ne Ali'nin (r.a.), ne bir başkasının fazileti kalır. Aslın­da Rafıziler, cahil kimselerdir, ne akıllan, ne nakilleri, ne dinleri, ne de mamur dünyaları vardır. Eğer Ali'ye buğzeden Nasibe'den, ya da fışkına ve küfrüne kail olan Harici­lerle benzerlerinden biri onlardan Hz. Ali'nin iman ve üstünlüğünü isbat edecek bir delil getirmelerini isteyecek olursa susar kalırlar. Harici tartışmada onlara galip getir. Çünkü Hz. Ali'nin (r.a) faziletlerini nakledenler, Rafızile-rin sövüp saydıkları sahabedir. Onların metodlarından gidi­lecek olursa, Ali'nin (r.a.) belli hiçbir fazileti ispatlana­maz. Halifelerden kimine, riyaset peşindeydiler ve bunun için savaştılar şeklinde iftirada bulunup onları küçültmek is­tiyorlarsa. Haricilerin. Ali (r.a.) hakkında, "savaşmadan itaat eden" şeklindeki benzeri iddiaları, tutarlı olmaya da­ha yakın olurdu. Ne var ki Rafıziler cahil kimselerdir ve zın­dıkların peşine takılmış gidiyorlar.

Kur'an-ı Kerim bir çok yerde ashabı övmektedir. Şu ayetlerde olduğu gibi:

"Muhacirlerden ve Ensar'dan (İslam'a girmekte) ilk öne geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlar.. Allah on-laradan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlar­dır. (Tevbe: 9/100)

"Elbette içinizden (Mekke'nin) feth (in) den önce (Hak yolunda) harcayan ve savaşan (lar, ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah hepsine de en güzel sonucu vaadetmiştir." (Hadid: 57/10)

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulu­nanlar, kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merha­metlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah'ın lü­tuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secde­lerin izinden nisanları vardır. Onların Tevrat'taki vasıflan ve İncil'deki vasıfları da şudur: Bir ekin gibidirler ki, filizini çıkardı, onu güçlendirdi, kalınlaştı, derken göv­desinin üstüne dikildi, ekincilerin hoşuna gider, onlara karşı kafirleri de öfkelendirir (bir duruma geldi)." (Fetih: 48/29)

"Allah şu müminlerden razı olmuştur ki onlar, ağa-cın altında sana biat ediyorlardı. Allah onların gönülle-rindeki (doğruluk ve vefa)yı bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi."

(Fetih: 48/18)

Sahih-i Müslim'de Rasulullah'in (s.a.v) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir:

"Ağacın altında biat edenlerin hiçbiri Cehennem'e girmeyecektir.[63]

Buharı ve Müslim'de Ebu Said'den şöyle buyurduğu nakJ edilmektedir:

"Ashabıma sövmeyin. Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki sizden biriniz, Uhud dağı kadar altın infak et­se, onlardan birinin ne bir müd'düne[64] ne yarısına ula­şabilir. [65]

Yine birkaç tarikten rivayet edilen sahih bir rivayette şöy­le dediği nakledilmiştir:

"Nesillerin en hayırlısı, aralarında gönderildiğim ne­sildir. Sonra onları takip edenler, sonra da bunları takip edenler gelir. [66]

Sahabenin faziletleri onları övme ve nesillerin diğer ne­sillerden üstünlüğüyle ilgili bu hadisler müstefiz, hatta mütevatir derecesine ulaşmıştır. Bu sebeple onlara saldırmak. Kur'atı ve Sünnet'e saldırmaktır. Bu nedenledir ki alimler Rafizileri tekfir etmişlerdir. Bu konuyu başka yerde etraf­lıca anlattık. Allah'u a'leni[67]

 

HULEFA-I RAŞIDIN VE ASHABLA İLGİLİ TARTIŞMA KONULARI

 

Sahabe Arasındaki Anlaşmazlıklar:

 

Şeyhülislam İbn Teymiye'ye, Ali. Muaviye, Talha, Ai-şe gibi sahabe arasında çıkan anlaşmazlıklar soruldu: Bun­dan hesaba çekilecekler mi? [68]

 

Cevap:

 

Osman (r.a.). Ali. Talha. Ziibeyr ve Aişe'nin Cennet ehlinden oldukları sahih nasslarla sabittir. Hatta sahih riva­yette "Ağacın altında biat edenlerden kimsenin Cehen­nem'e girmeyeceği" belirtilmektedir.

Ebu Musa el-Eş'ari, Amr b. el-As ve Muaviye b. Siifyan sahabeden olup birtakım fazilet ve güzel davranışları var­dır.

Kendileri hakkında söylenenlerin çoğu yalandır. Doğru­larına gelince, eğer bunlar da müctehkl idilerse, müctehid isabet ederse iki ecri, hata ederse bir ecri vardır ve hatala­rı affvedilir.

Ama diyelim ki. birtakım günahları vardır. Günahlar, mutlak olarak Cehennemce girmeyi gerektirmez. Ancak Cehennem'e girmeye engel olan şu on durumdan birisi mevcut değilse, o zaman Cehennem'e girme söz konusu olur:

Tevbe, istğfar, günahları silen iyilikler, günahları bağış­latan musibetler, Rasulullah'm (s.a.v.) şefaati, başkalarının şefaati, müminin duası, ölüye bağışlanan sevap, sadaka ve köle azad etme, kabir fitnesi ve kıyametin korkunç halleri bunlardandır.

Rasulullah'ın (s.a.v):

"Nesillerin en hayırlısı, aralarında gönderildiğim nesildir. Sonra, onların ardından gelenler, sonra bunla­rın ardından gelenlerdir." buyurduğu Buharı ve Müs­lim'de sabittir.

Bu duruma göre sahabeden herhangi biri için Cehen­nem'e kesin olarak götürülecek bir günahının bulunduğunu kesin bir dille söyleyen, yalancıdır. Biri. hakkında bilgisi bu­lunmadığı bir konuda bir şey söyleyecek olursa sözü redde­dildiğine göre, ya bir çok delilin isbat ettiğinin tersini söy­lüyorsa artık ona ne demeli? O halde sahabe arasında çıkan anlaşmazlıkları gündeme getirip onları kınayan ya da batıl bir yolla bir kısmı hakkında taassuba saplanan -ki Allah bi­zi bundan nehyetmiştir- zalimdir ve haddini aşmaktadır.

Sahih rivayette Rasulullah'ın (s.a.v) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

"Müslümanlar tefrikaya düşünce bir fırka dinin dı­şına çıkacak ve iki taifeden hakka daha yakın olanı di­nin dışına çıkan bu fırkayı öldürecek.[69]

Yine sahih bir rivayette Hasan (r.a.) hakkında şöyle bu­yurduğu nakledilmiştir:

"Bu torunum efendi -seyyid- dir, Allah onunla müslü-manlardan iki büyük grubun arasını ıslah edecektir. [70]

Buharı ve Müslim'de Ammar'dan:

"Baği olan fırka onu öldürecektir" buyurduğu nakle­dilmektedir. Ayrıca Yüce Allah Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:

"Eğer inananlardan iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık onların arasını düzel­tin ve adil. Allah, adalet (le hareket) edenleri sever. (Hucurat: 49/9)

Böylece Kur'an, Sünnet ve selefin icmaı ile onların müslüman ve mümin oldukları ve Ali (r.a.) ile onunla birlikte olanların, karşılarında onlarla savaşanlardan hakka daha yakın oldukları sabittir. Allah'u a'lem.

Şeyhülislam îbn Teyıniyye şöyle demiştir:

Ayrıca şu husus bilinmeli ki: Sahabe arasında çıkan an­laşmazlıklara dalmamak, her iki tarafa da mağfiret dile­mek ve onlara dostluk duygulan beslemek tercih edilmesi gereken bir tavır olmakla birlikte taraflardan herbirinin. alimler için söz konusu olan içtihat ve tevilin onlar için de söz konusu olduğuna mutlaka inanmak da gerekli değildir. Bilakis onlar arasında da günahkar ve kötülük işleyen, içti­hadına bir nevi heva karıştırarak kusur işleyen vardır. An­cak, kötülük, bir çok iyilikle birlikte olunca ikinci plana düş­müş olur ve affedilir.

Ehl-i Sünnet, hepsi hakkında iyi düşünür, onlara rah­met okur ve bağışlanmalarını diler. Ancak hiçbir zaman masum olup günah işlemediklerini ve içtihadlannda hata et­mediklerini söylemez. Masumiyet sadece Rasulullah (s.a.v.) için söz konusudur. Gerisinin günah işlediğini ve hata etti­ğini söylemek caizdir. Fakat sahabe, Yüce Allah'ın şu ayet­te belirttiği gibidirler:

"Onlar öyle kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini on­lardan kabul ederiz ve onların kötülüklerinden geçe­riz, Cennet halkı arasındadırlar. Bu (dünyada) kendile­rine vaadedilen doğru vaad (in gerçekleşmesi) dir." (Ahkaf: 46/16)

Amellerin faziletleri, netice ve sonuçlan itibariyledir, şe­killeri itibariyle değil. [71]

 

Hulefa-İ Raşidin Ve Muarızları :

 

Dört Raşid halife, kıble ehlinden İslam'a mensup bazı kimselerin düşmanlık, lanet, kin ve tekfirlerine maruz kal­mışlardır. Diğer gruplar hariç Rafıziler. Ebu Bekir ve Ömer'e kin beslemekte, onlara lanet okumakta I ar. Bu nedenledir ki İmam Ahmed'e Rafızilerin kimler olduğu sorulduğunda: "Ebu Bekir ve Ömer'e şovenlerdir."' karşılığını vermiştir. Ra­fızilik ismi buradan gelir. Zeyd b. Ali. Ebu Bekir ve Ömer'i reddettiklerinden dolayı Rafıziler ismini aldıkları da söylen­mektedir,

Rafıziliğin temeli, münafıklarla zındıklardır. Rafıziliği ilk ortaya koyan, zındık îbn Sebe'dir. İmamet ve hakkında nass bulunduğu iddiasıyla Ali (r.a.) konusunda aşırılığa sapmış masum olduğunu ileri sürmüştür. Temeli nifaka da­yandığı içindir ki seleften bazısı: "Ebu Bekir ve Ömer'i sevmek iman. onlara buğz beslemek nifaktır. Haşimoğulla-rını sevmek iman, onlara buğz beslemek nifaktır." demiştir.

Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir:

"Ebu Bekir ve Ömer'i sevmek , onların üstünlüğünü ta­nımak sünnettendir." Yani Rasulullah'm (s.a.v.) emrettiği şeriatındandir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.):

"Benden sonra şu iki kişiye: "Ebu Bekir ye Ömer'e uyun," buyurmuştur.[72]

Bu sebeple, onların, sonrakilere üstünlüklerini tanımak. tereddüt gösterilmesi caiz olmayan bir vaciptir. Oysa Osman ile Ali'nin durumu böyle değildir. Hangisinin daha üstün ol­duğunda tevakkuf etmenin caiz olup-olmadığı konusunda iki görüş vardır.

Aynı şekilde Ali'nin Osman'dan üstün olduğu görüşüne varmanın caiz olup olmadığı konusunda da iki rivayet var­dır.

Birine göre caiz değildir. Kim Ali'yi Osman'dan üstün tutarsa Sünnet'ten çıkıp bidate girmiş olur. Çünkü bu hareketiyle sahabenin icmama ters düşmüştür. Bu nedenledir ki:

"Ali'yi Osman'a takdim eden Muhacir ve Ensar'in değeri­ni küçültmüş olur" denilmiştir. Bu görüş birçok kişiden ri­vayet edilmiştir, Eyubes-Sahtiyani, Ahmed b. Hanbel ve Da-rekutni bunlardandır.

İkinci görüşe göre ise. Osman ile Ali'nin durumlarının bir­birine yakın olmaları sebebiyle Ali'yi takdim edene bidat eh-Iindendir denmez. Çünkü sünnet, şeriattır. Şeriat da Allah ve Rasulu'nün din olarak ortaya koyduklarıdır. O da vacip ve­ya niüstahab olarak emrettikleridir. Bunun aksini düşün­mek caiz değildir. Ancak müstahabhğını inkar etmemek kaydıyla müstahabı terketmek caizdir. Müstehablığmı bilmek ise. farz-ı kifayedir. Böylece dinden hiçbir şeyin kaybolma­ması sağlanmış olmaktadır. Ebu Bekir ve Ömer'e tabi olma­nın ve onları diğer sahabeden üstün tutmanın vücubiyetine dair şer'İ deliller mevcut olduğuna göre bunu terketmek caiz değildir.

Osman'a fr.a.) gelince. Rafızilerin yanında Zeydi Şiiler-le Haricilerden bir grup da ona kin beslemiş, oha sövmüş ya da onu tekfir etmiştir.

Ali'ye (r.a.) gelince. Haricilerle Ümeyyeoğullan'ndanpek çoğu ve ona karşı savaşanlardan Ümeyyeoğulian'nm taraf­tarları ona kin beslemiş, ona sövmüş veya onu tekfir etmiş­lerdir. Hariciler Osman (r.a.) ve Ali'yi tekfir etmekle de kaîmaz saif Cemaat Ehlini de tekfir ederler.

Hakem olayından sonraki Ali (r.a,) taraftarlarıyla Muavi-ye (r.a.) taraftarlarına gelince, onların birbirlerine karşı ta­vırları karşılıklıydı. Karşılıklı olarak birbirlerine lanet oku­yor ya da birbirlerini tekfir ediyorlardı. Ancak Ali'nin fr.a.) taraftarları ne Ebu Bekir ve Ömer'e.diJ uzatıyorlardı, ne de Ali'yi (r.a.) onlardan üstün tutan vardı. Hatta Osman'ın (r.a.) aleyhinde konuşmak bile aralarında yaygın değildi. Bi­ri aleyhinde konuştu mu, diğeri onu savunuyordu.

Aynı şekilde Ali'yi (r.a.) Osman'dan (r.a,) üstün tutmak da aralarında yaygın değildi. Ali'ye (r.a.) dil uzatmak ise,

Muaviye'nin (r.a.) taraftarları arasında yaygındı. Bu ne­denledir ki Ali ve taraftarları, Muaviye taraftarlarından da­ha haklı ve hakka daha yakın idiler. Nitekim Buhari ve Müslim, Ebu Said'den RasuIullalVın (s.a.v.) şöyle buyurdu­ğunu nakletmişlerdir:

"Müslümanlar tefrikaya düştüklerinde onlardan bir fırka (dinden) çıkacak ve iki gruptan daha haklı olanı bu fırkayı öldürecektir.[73]

Yine sahih bir rivayette:

İki gruptan hakka daha yakın olanı onları Öldüre­cek. denmektedir.

Ali'nin fr.a.) hilafeti ve ona karşı savaşanların durumu:

Ali'ye (r.a.) dil uzatmak ve ona lanet okumak bağifik olup bunu yapan grup " et-taifetu'1-bağiye" diye isimlendirilmiş­tir. Nitekim Buhari, "Sahihinde Halil el-Hiza'dan İkri-me'nin şöyle dediğini nakletmektedir: İbn Abbas bana ve oğ­lu Ali'ye:

"Ebu Sairi"e gidin ve onun söylediklerini dinleyin" dedi. Biz de gittik, bir duvarın inşaatıyla meşguldü. Entarisini to­parladı ve konuşmaya başladı. Söz nihayet mescidin İnşası­na geldi ve: Biz birer kerpiç taşıyorduk, Arnmar ise ikişer iki­şer taşıyordu. Rasulullah (s.a.v.) onun bu halini görünce üze­rindeki tozu silkeleyerek şöyle buyurdu;

"Vah vah, ya Ammar! Onu baği bir grup öldürecek. Kendisi onları Cennet'e davet edecek, onlar ise onu Ce-hennem'e davet edecekler.

Ebu Said dedi ki: Ammar: "Fitnelerden Allah'a sığınının" dedi.

Aynı rivayeti Müslim yine Ebu Said'den nakletmiştir. Söz konusu rivayette Ebu Said şöyle elemektedir:

"Benden daha hayırlı olan Ebu Katade bana haber verdi ki: Ammar hendek kazarken Rasulullah (s.a.v.) yanma gi­dip Ammar'ın başını silmiş ve:

"Vah vah, ey Sümeyye'nin oğlu, onu baği bir grup öl­dürecektir.[74]

Müslim aynı konuyu Ümmü Seleme'den de nakletmiştir. Bu rivayeti Ümmü Seleme, Rasulullah (s.a.v.)'ın:

"Ammar'ı baği bir grup öldürecektir. [75] buyurduğu­nu nakletmektedir.

Bu rivayet de Ali'nin (r.a.) hilafetinin sıhhatına. ona itaatin vücubuna, ona itaat etmeye davet edenin Ceıınet'e. onunla savaşmaya davet edenin ise velevki müteevvil ol­sun- Cehennem e davet ettiğine, ayrıca Ali'yle (r.a.) saj vaşmanın caiz olmadığına delildir. Bana göre ona karşı sa­vaşan kişi. ister müteevvil olsun, ister tevilsiz baği olsun ha­ta içerisindedir. Mezhep alimlerimizin iki görüşünden essah olanı budur. Mütevvil bağilerle savaşmayı buna dayandıran fıkıh imamlarının görüşü de budur.

Mesela İmam Şafii. Ali'nin (r.a.) davranışından hareket­le mütevvil bağilerle savaşılacağı görüşündedir. Hatta Yah­ya b. Main'in, Şafii'nin bu görüşüne karşı çıkarak:

"Talha ile Zübeyr'i baği mi sayıyor?1'demesi üzerine İmam Ahmed b. Haribel:

"Bu konuda başka bir kaide koymaya bir yetkisi mi var­dı ki" diyerek Şafii'yi savunmuştur. İbn Hanbel bu sözüy­le şunu demek istiyordu: Bağilerle savaş konusunda Ali'nin (r.a.) davaranışmı kendisine rehber edinmeseycli Raşid Ha­lifelerin sünnetinden başka bir dayanağı olmazdı.

İkinci görüş ise, "hermüetehid isabet eder" görüşüne binaen her iki taraf da isabet etmiştir. Mutezile ve Eşarilerden bir grup kelam ehlinin görüşübudur.

Bu meselede üçüncü bir görüş vardır ki, o da: İsabet eden bir taraftır ama şu taraftır şeklinde ayniyle tesbit müm­kün değildir. İbn Hamid ve Kadı ile başkaları bu üç görüşü zikretmişlerdir. Bu son görüş, Basra alimleriyle hadis ehli bir de her ikisi de imamdı ve bir anda iki halifenin mevcu­diyeti caizdir diyen kelam ehlinden Keramiye'nin, Ali'nin (r.a.) hilafeti konusunda tevakkuf edenlerin görüşüne ben­ziyor.

Lakin Ahmed b. Hanbel'den nakledilen Ali'nin (r.a.) hilafetinde tevakkuf ecfenin bidat ehlinden olduğu şeklinde­dir. Hatta tevakkuf eden kimsenin, kendi eşeğinden daha ap­tal olduğunu söylemiş ve onunla ilişkinin kesilmesini em­rederek onunla evlenilrnesini de yasaklamıştır. Ne Ahmed, ne de başka bir Ehl-i Sünnet imamı Ali'nin (r.a.) daha hak­lı olduğu hususunda ne tereddüt göstermiş ne de bu konu­da bir şüpheleri olmuştur. Ayniyle değil de onlardan birinin isabet etmiş olduğunu söylemek Ali'den (r.a.) başkasının da­ha haklı olabileceğini caiz görmek neticesini doğurur ki bunu, müteevvil de olsa ancak sapık bir bidatçi. ya da bir ne­vi Nasibeliği bulunan biri söyler. Fakat kimileri, taraflardan bilinin hatalı olduğunu söylemekten, ya da sahabe arasında­ki anlaşmazlıklarda herhangi bir görüş belirtmekten imtina etme kabilinden susabilir. Aslında bu görüş de, her iki tara^ fm isabet ettiğini söyleyen görüşe benzemektedir.

Sünnet imamları ile hadis ehli, diğer tarafı zalim ve baği olmakla niteleme hususunda şüpheye düşmüş olsalar bile Ali'nin (r.a.) daha haklı ya da hakka daha yakın olduğu konusunda hiçbir şüpheye düşmemişlerdir. Nitekim Naslar da Ali'nin (r.a.) bu durumuna işaret etmektedir. Ammar'la ilgi­li hadise dayanarak karşı tarafı zalim veya baği olarak nite­leyen ise, bu konuda içtihad edeni tevil ehlinden saymıştır.

Geriye şöyle denilmesi kalıyor: Allah, baği grupla savaş­mayı emretmiştir. Böylece savaşta Ali'nin (r.a.) yanında yer almış olmak vacip oluyor. Savaşa karışmayanlar ise Sa'd, Zeyd, İbn Ömer, Üsame, Muhammed b. Mesleme, Ebu Bekre gibi sahabenin ileri gelenleridir. Bunlar Rasulullah (s.a.v)'m fitne zamanlarında savaşa katılmamaya dair tav­siyeleriyle:

"O fitne esnasında oturan ayaktakinden, ayakta du­ran yürüyenden ve yürüyjen savaşı alevlendirenden da­ha hayırlıdır.[76]

"O zaman dinini fitnelerden korumak için müslüma-nın en hayırlı malı neredeyse dağların tepelerinde ve bu­lutlara dokundukları yerlerdeki koyun sürüsü olacak­tır. [77] söyleri ve fitne esnasında kılıcı olanın:

"Tahtadan bir kılıç edinmesine. [78] dair emrini rivayet ederler. Yine Ali'nin (r.a.) yanında savaşmaya gitmek üze­re olan Ahnef b. Kays'e Ebu Bekre'nin naklettiği Rasulullah'ın (s.a.v):

"İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldikle­rinde öldüren de, öldürülen de Cehennem'dedir. [79] sö­zünü delil olarak ileri sürerler. Aynı şekilde Rasululiah'm (s.a.v.):

"Benden sonra bir kısmınız, bir kısmının boynunu vuran kafirler olmayın. [80] sözü de buna delildir. Hadis eh­li ile Sünnet imamlarının hepsi bu görüştedir.

Hatta: Alimlerimizin Ali de (r.a.) savaşa girmeseydi kendisi için daha iyi olurdu dedikleri nakledilmiştir. Zaten

Ali'nin (r.a.) kendisinin savaş aleyhinde konuşması, müte-reddid tavırlara girmesi ve oğlu Hasan’ıh:

''Seni sakındırmamış mıydım babacığım!" demesi ve kendisinin de: "Allah için, Sa'd b. Malik ve Abdullah b. Ömer'in makamları ne güzeldir. Eğer o makam iyilik ise. mükafatı ne büyüktür! Ama günah ise. hatası ne küçük­tür!" karşılığını vermesinden de açıkça anlaşılmaktadır.

Bütün bunlar ona itaatin vücubıına ters şeylerdir. Bu se­beple İmam Ahmed'in Ali'yi (r.a.) dördüncü halife saymaması gerektiğine bunu delil göstermişlerdir. O bu görü­şünü izhar edince kimileri ona: "Eğer itaati vacip bir imam olduğunu söylüyorsan, bunda Talha ve Zübeyr'e dil uzatma vardır. Çünkü onlar ona itaat etmemiş aksine, ona karşı sa­vaşmışlardır" demiştir Bunun üzerine İmam Ahmed:

"Savaşları beni ilgilendirmiyor 'karşılığı vermiştir. Ya­ni. Ali'nin (r.a.) kardeşleriyle aralarındaki anlaşmazlıklar be­nim işim değil. Çünkü onların kendi aralarında ictihad ve yo­rumları var ki onlar hu konularda benden ehildirler. Ayrıca bu gibi şeyler beni ilgilendiren ilim meselelerinden değil ki. herbirinin durumunun hakikatini bileyim. Aslında ben on­lara mağfiret dilemek, kalbimi onlara karşı temiz tutmak, on­ları, sevmek ve onlara dost olmakla emrolunmuşum. Hem on­ların iyilik rve fazilette Öyle öncelikleri var ki bir çırpıda tu­tulup atılamaz. Ancak şunu da belirtmeliyim ki; Osman'a (r.a.) itaat ve ona yardımcı olmada geri duranlar ve birtakım tevillerle ona muhalefet edenlerin muhalefeti her ne kadar daha ehven i'diyse de. Osman'ın (r.a.-) hilafeti son günleri­ne kadarna'sıl sabit idiyse Ali'nin (r.a.) hilafet ve imamlığına, inanmak ta nas ile sabit bir husus olup bazı zatlar'onu ter-ketmiş olsa bile, uyulması vaciptir.

Selef ve halefin farklı görüşler ileri sürdükleri konu iş­te budur. Onlardan bir kısmı. Ali'nin (r.a.) yanında yer almanın vacib olduğunu söylemektedir. Nitekim yanında yer

alıp savaşa katılanların görüşü buydu. Bağilerle savaş konu­sunda eser veren kelam ve rey ehlinden bir çoğunun görü­şü de budur. Bu eserlerinde Ali'nin (r.a.) yanında savaşma­nın, ona itaat etmenin ve bağilerle savaşmanın vacip oldu­ğunu söylemekte!er. Bu şekilde bir görüşün tanzimini önce Küfe fakihieri başlatmış ve başkaları da onları izlemişlerdir.

Diğerleri ise şöyle diyorlar: Aksine, fitne dönemlerinde savaştan kaçınılır. Nitekim bu hususu ifade eden pek çok meşhur nass vardır. Savaşa katılmayanlar da bunlara dayan­mışlardır. Rasulullah (s.a.v.):

"Fitne esnasında savaşa katılmamak daha hayırlı­dır.[81]

"Fitnelerden kaçmak için dağ haslarında koyun güt­mek, fitne esnasında savaşmaktan hayırlıdır. [82] buyur­maktadır.

Yine fitne esnasında sahabeden bazısına savaşa katılma­malarını tavsiye etmiş, odundan bir kılıç edinmelerini em­retmiştir. Ayrıca Ali'nin (r.a.) kendisi de, savaşa katılmayan­ları kınamamış, hatta sonuçta bazen onlara imrenmiştir.

İşte bu nasslar sebebiyledir ki: "Ali (r.a.) savaşa katılma-saydı daha iyi olurdu" görüşünde alimlerimiz ittifak etmiş­lerdir. Çünkü nasslar, fitne esnasında oturanın, ayaktakine ve savaştan uzak durmaya, ona katılmayı tercih etmiştir. On­lar şöyle demişlerdir: "Bir işin üstünlüğü, sonucunun üstün­lüğüyle belli olur." Şüphesiz, karşı taraf savaşı başlatma-saydı, Ali'de (r.a.) karşılık vermemiş olsaydı, itaatinden dışarı çıkmaları gibi birçok şey patlak vermezdi. Ne var ki, savaşla uğranılan belalar aitmiş, kan dökülmüş, kalpler bir­birlerinden daha da uzaklaşmış. Hariciler ona karşı çıkmış. hakemlerkarar vermiş; öyle ki Ali'nin (r.a.) karşıtı Emirü'l-Mü'rmnîp diye adlandırılmış; savaştan önce mevcut olmayan bir çok bozukluk ortaya çıkmış ve savaşla da belirgin bir maslahat ortaya çıkmamıştır.

Bu da, savaşa girilmemiş olsaydı, daha iyi olurdu görü­şünün tercih edilmesine delildir. Amellerin faziletleri, sonuç­larıyla anlaşılır. Kur'an, ancak savaş vukubulduktan sonra baği grupla savaşıimasını öngörmektedir. Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır:

"Eğer inananlardan iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların ara­sını düzeltin ve adil olun. Allah adalet (le haraket) eden­leri sever." (Hucurat: 49/9)

Görüldüğü gibi Allah'u Teala henüz işin başında iki gruptan biriyle savaşmayı emretmiyor. Önce barıştırmayı ve ancak ondan sonra baği tarafla savaşmayı emrediyor.

Eğer: "Bağilik. savaşın başlangıcını da içerir, savaş son­rasını da" denecek olursa; cevap olarak denir ki; Ayette, ta­raflardan birinin diğeriyle savaşmasına dair bir emir yoktur. Diğer müminlerin baği tarafla savaşmaları emri vardır. Oy­sa burada anlatılmak istenen, Ali'nin (r.a.) savaşmasına dair bir emir olmadığıdır. Aksine savaşmaması daha iyi olurdu. Ama, savaşılmamış olsaydı daha iyi davranılmış olurdu denmekle birlikte savaşmasının caiz olması, ya da işin batini yönünden caiz olmamakla birlikte içtihadına dayana­rak savaşmışsa, böyle bir durumda baği tarafla savaşmak va­cip mi. yoksa fitne esnasında savaşilmaması mı gerekirdi? Delillerin çatıştığı nokta işte burasıdır. Kaldı ki, alimler ve mümin mücahidler Ali (r.a.) ile bağlılarının daha haklı ol­duklarına ilişkin içtihadlan ortaya çıktıktan sonra da iki eğilim söz konusu olabilir.

Birincisi: Baği tarafla savaş güç ve imkan şartına bağlı­dır. Çünkü bunlarla savaş, müşrik ve kafirlerle savaşmaktan daha iyi değildir. Bilindiği gibi müşrik ve kafirlerle savaş bu şaıta bağlı bir husustur. Bazen meşru maslahat, mal üzere an­laşma ve barış akdedip anlaşmayla sağlanır. Nitekim Rasu-lullah (s.a.v.) birkaç defa bu yola başvurmustur. Devlet başkanı, daha güçlü olmanın gerekliliğine inanır ve bu gü­cü temin edemezse, savaşmaması daha yararlıdır.

Söz konusu ettiğimiz savaşın kötülüğünün yararından çok olduğu görüşüne varan kişi. bu savaşın fitne savaşı olduğu­nu bilir ve dolayısıyla bu savaşta imama itaat vacip değil­dir. Çünkü ona itaat, ancak emredilende birmasiyetin bulun­madığını nass ile tesbit ettiği zaman kişiye vaciptir. O hal­de bu savaşın, terekedilmesi yapılmasından hayırlı olan bir fitne savaşı olduğunu bilen açısından, muayyen ve hass bir nasstan sarf-ı nazar ederek ulu'I-emr'e itaat konusundaki mutlak ve anım bir nassa uyması vacip değildir. Kaldı ki Yü­ce Allah, anlaşmazlık esnasında Allah ve Rasulüne müra­caat etmeyi emretmektedir.

Rasulullah'ın (s.a.v.) kendisinden sonra gelecek idareci­lerin zulüm ve azgınlıklarını haber vermesi ve haklarından gelinemeyeceği için onlarla savaşmaktan sakındırması da bu­na delildir. Çünkü böyle bir savaşın zararı yararından çok­tur. Nitekim İslam'uruk döneminde de müslümanlar savaş­maktan menedilmişlerdi. Yüce Allah bu hususu şu ayetin­de dile getirmiştir:

"Kendilerine: Ellerini (savaştan) çekin denilenleri görmedin mi?" (Nisa: 4/77)

Rasuluüah ve ashabı Allah'ın emri gelinceye kadar müş­rik ve münafıkların eziyetlerine karşı sabretmek, onları af­fetmek ve müsamahacı olmakla emredilmişlerdi.

İkinci veçhe gelince: Yeni bir imam tayin ederek ona Emîrü'l-Mü'minin ismini verme, hak imamı lanetleme ve benzeri davranışlarından dolay o esnada baği olmuşlardı. Bunun kendisi bağiliktir. Oysa savaş çıktıktan sonra bağligin ortaya çıkması bundan farklıdır. Evet, savaş bir fitne idi. Yüce Allah müminlerden iki grubun savaşmasını söz ko­nusu ettikten sonra:

"Onlardan biri diğerine haksızlık ederse." buyurmak­tadır. Savaşın taraflardan biri haddi aşınca savaşmayı em­rettiğine göre, savaşan taraflardan birinin bir durumda baği olurken başka bir'durumda olmayabileceğine işaret etmek­tedir.

Buna göre fitne esnasında savaştan uzak durmayı ifade eden nasslar, bağilik söz konusu olmazdan önceki durumu içerirler. Böylece Ali'nin (r.a.) yanında savaşa katılmak vacipti. Çünkü savaştan Önce karşı taraf baği olmuştu. İbn Ömer'in rivayeti de buna göre\tevil edilir. O, zaman, yani ha­kem olayı, teşayyu' (Şiileşme) ve'bağiliğin zuhurundan sonra Ali (r.a.) onlarla savaşmadı ve taraftarları da savaş ko­nusunda kendisine itaat etmedi. İşte o zamandan itibaren, va­cip olduğu halde savaşı terketmel erinden dolayı taraftarla­rı kınandı ve o zaman Şia ismini aldılar. O vakit itaati vacip imama yani Emirü'l-Mü'minin AH b. EbiTalib'e karşı çık­malarından dolayı kınandılar. Vacip olan yardıma yanaşma­maları sebebiyle de batıl ve zulüm ehli oldular. Çünkü ba­tıl ve zulüm ehli olmak, bazen hakkı terketmekten, bazen de hakka saldırmaktan dolayı olur.

İşte o zaman Muaviye ile birlikte olan Osman (r.a.) taraf­tarları Ali'nin (r.a,) taraftarlarından üstün duruma geçti­ler. Bu sebeple de onlara galip geldiler. Yine bu sebeple Ra-sulullah (s.a.v.):

"Ümmtimden bir taife daima muhaliflerine galip ge­lecektir.[83] buyurmuştur. Muaviye de bunu kendisine delil olarak ileri sürmüştür. Ayrıca Malik b. Yuhamir, Muaz b. Cebel"den nakille bu grubun Şam'da olduğunu söylemeye kalkışmıştır. Ali (r.a.). Raşid halifelerdendir. Muaviye ise, meliklerin ilkidir. O halde mesele bu cinsten olup zorba hükümdarların adalet ehliyle savaşması ve Raşid halifele­rin siretlerine ittibâ meselesidir. İnsanların pek çoğu mesele­ye bu aceleci tavırla yaklaşmaktadır. Çünkü bunda adaleti ayakta tutmanın gerçekleştiğine inanıyor. Halbuki bunun im­kan dışı olduğunu ve zararının, yararından çok olduğunu bil­miyorlar.

İşte bu sebeple hadis ehlinin görüşü; baği meliklerle sa­vaşa girmemek ve zulümlerine sabretmek şeklindedir. Ta ki iyi kimseye zarar gelmesin, başka bir ifadeyle facirin zara­rından korunulsuıı. Belki de bu. henüz işin başında Kur'an'ın savaşı emretmemesinin sırlarındandır; ancak iki grubun sa­vaşa tutuşmalarından ve onları barıştırma girişiminden son­ra haksızlık eden tarafla savaşmayı emretmiştir. Heva ehlin­den iki grup savaşacak olursa -mesela Kays ve Yemenlile­rin savaşmaları gibi, çünkü ayet buna benzer bir olay üze­re İnmiştir- Önce onları barıştırmak gerekir. Barış sağlana­madığı takdirde sultanın ve müslümanlamı haksız tarafla sa­vaşmaları vacip olur. Çünkü onların buna güçleri vardır. Va­cip olması, onların buna güçlen yettiği içindir. İşte bu, he­nüz işin başında sözle müdahalenin rüchani yetini ortaya koymaktadır. Birinci durumda ne savaşmak için güç yeter­lidir, ne de bağilik apaçık bir şekilde ortaya çıkmıştır. İkinci durumda ise bağilik ortaya çıkmış ve güç yetmeme durumu daha da artmıştır.

Meseleye mutlak olarak bakıldığında daha haklı ve hak­ka daha yakın tarafın Ali'nin (r.a.) tarafı olduğumla şüphe yoktur. Karşı taraf ise, yukarıda naklettiğimiz Ebu Said ha­disinden de anlaşıldığı gibi baği olmakla nitelenmiştir.

Muaviye (r.a.). Muğire ve başkaları Şam grubunun Muaviye taraftarlarının- rüçhaniyetine, Buhari ve Müs­lim'de geçen şu rivayeti delil olarak ileri sürmüşlerdir. Bu rivayette Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"Ümmetimden her zaman için Allah'ın emrini ayak­ta tutacak bir grup bulunacaktır. Kıyamet kopuncaya kadar da ona muhalefet edenin ve onların yardımına koşmayanın bu gruba bir zararı olmayacaktır.[84]

Bu rivayet söz konusu edildiğinde Malik b. Yulıamir ayağa kalkmış ve:

"Bu grubun Şam'da olacağını Muaz b. Cebel'den duy­dum" demiştir. Bunun üzerine Muaviye:

'işte Malik b. Yuhamir, Muaz'ın: "O grubun Şam'da olduklarım'' söylediğini bizzat duymuş" demiştir. Buhari ve Müslim'de Muaviye'nin (r,a.) hadisi budur. Muğire b. Şu'be'nin naklettiği hadis te buna benzerdir. Söz konusu ha­diste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"Allah emri gelip kıyamet kopuncaya kadar ümme­timden bir grub taife hak üzere olacaklardır. [85]

Bu rivayetlerde Şam halkının rüchaniyetine iki vecihten delil bulunduğunu ileri sürerler:

Birincisi: Savaş ve fitneden sonra galip gelen ve iktida­rı ele geçirenler kendileridir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) mu­haliflerinin kendilerine zarar vermeyeceğini belirtmiştir. Bu, ümmet içerisinde hakkı ayakta tutan tarafın galip gelen taraf olmasını gerektirmektedir. Böylece galip geldiklerine göre hak ehli kendileri olmuş oluyor.

İkincisi: Nasslar, -mesela Muaz'ın sözü gibi- haklı tara­fın Şam'da olduklarını belirtmiştir. Yine Müslim'in Ebu Hüreyre'den naklettiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur:

"Garp ehli daima galip gelecekler. [86]

İmam Ahmed garb ehlinden maksadın Şam halkı olduğunu söylemiştir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) Medine'de ikamet ediyordu ve Medine'nin batısına düşeni batı, doğusuna dü­şeni de doğu olarak isimlendiriyordu. Necd halkı ile onla­rın doğusund akil erini de Meşrik halkı olarak isimlendiriyor­du. Nitekim fbn Ömer: Meşrik ehlinden iki kişi gelmişler­di, birer konuşma yaptıklarında Rasulullah (s.a.v.):

"Güzel konuşmanın Öylesi var ki, sihirdir.[87] buyur­du, demiştir.

Rasulullah'ın (s.a.v.) kötülüğün aslının meşrik (doğu) ol­duğunu söylediğine dair pek çok rivayet vardır. Doğu tara­fına işaret ederek:

"Fitne buradadır, fitne buradadır. [88]

"Küfrün başı doğu tarafıdır. [89] sözü ve benzeri sözle­rinde olduğu gibi. Böylece ümmetinden hakkı ayakta tutan galip grubun mağribte, yani Şam ve Şam'ın batısında bu­lunanlar olduğunu, fitne ve küfılin başının ise doğuda oldu­ğunu haber vermiştir. Medine halkı, Şam halkını, "Mağrib ehli" diye isimlendirmektedir. Evzai için: "Mağrib ehlinin imamı", Süfyan es-Sevri ve benzerleri için de: "O. meş-riklidir ve meşrik ehlinin imamıdır" diyorlardı. Çünkü Me­dine açısından Fırat'a kadar uzanan yerler batı, Mekke açı­sından ise Harran, Rakke ve civarı batıdır. Bu nedenle de rükni Sami'ye yönelmeleri ve kutb-i Sami'yi arkalarına al­maları anlamında kıbleleri en mutedil yöre halkı buralardır. Ne Irak halkı gibi sağ tarafa, ne de Şam halkı gibi sol tara­fa meylederler.

Dediler ki: Eğer bu nasslar ümmetinden hakkı ayakta tu­tan ve muhalefet edenle imdadına koşmayanın kendisine za­rar vermediği grubun Şam halkı olduğuna delalet ediyorsa,

"Ammar'i baği grup öldürecektir" ve: "Hakka daha ya­kın olanı onları öldürecektir" .sözleriyle çelişiyor demek­tir. Her iki tarafı eşit ve isabet etmiş kabul eden, ya da taraf­lardan birini tercihe yanaşmayanların delillerinden biri de budur. Doğruya daha yakın görüleni de budur. Onlardan bir kısmı, bunları diğerlerine karşı delil olarak ileri sü'rmüşler-sede, itibar edilir bir görüş olmayıp Masibe'nin görüşlerin-dendir. Şia ve Rafizilerin görüşlerinin karşı yönde bir ben­zeridir. Aslında bunlar neva ehlidir, bizler ise. ilim ve ada­let ehlini muhatap alıyoruz.

Ama kuşkusuz bu nassların arasının cemedilip uzlaştırıl­ması gerekir. Şöyle ki:

a- Rasulullah (s.a.v)’ın

"Garb ehli galip gelmeye devam edecekler." ve ben­zeri Şam ehlinin galip geleceklerine dair sözlerine gelince, vukubulan da budur. Onlar galip olmaya devam ettiler.

b- "Ümmetimden bir grup daima Allah'ın emrini ayakta tutacaktır." sözüyle bu grubun galip gelen grup ol­duğunu bildiren sözlerine gelince, bu, aralarında baği ola­nın bulunmayacağı ve hakkın başkalarının yanında da bu­lunmayacağını gerektirmez. Aksine aralarında böylesi de. öylesi de vardır.

c- "Daha haklı olanı onları öldürecektir." sözüne ge­lince, Ali (r'a.) ve taraftarlarının daha haklı olduğuna delil­dir. Çünkü Öldürülen karşı taraftandı. Ayrıca şahıs veya grup bazı durumlarda dün olsa da bu, Allah'ın emrini ayak­ta tutmasına ve Allah'la Rasulullah'a itaatin dışında Al­lah'ın emrini ayakta tutarak galip gelmesine engel değildir. Bazen de bir davranış itaat olur ama bir başkası daha itaat­karca olabilir.

Bağilikieri bağışlanmış bir hata veya bağışlanmış bir günah olmakla birlikte kimi durumlarda bazılarının baği olması da. nasların işaret ettiği şeye engel değildir. Çünkü

Rasulullah (s.a.v.) Sara halkının bütününden ve büyüklük­lerinden haber vermiştir ve hiç şüphesiz bir bütün olarak ele alındıklarında genel olarak üstündürler.

Aynı şekilde Ömer de (r.a.) hilafeti döneminde Şam hal­kını Irak halkına üstün tutardı. Hatta birkaç defa Şam'a gittiği halde Irak'a gitmemiş, gitmesi istendiğinde de 'git­mem' demiştir. Ölümüyle sonuçlanan yaralanma olayında o zaman ümmetin en faziletlileri olan Medine halkı Önce ya­nına girmiş, sonra Şam halkı, sonra da Irak halkı. Yani ya­nma en son girenler Irak halkı olmuştur. Sahih rivayet bu şe­kildedir.

Ebu Bekir'in (r.a.) de Şam fethine verdiği önem, Irak'ın fethine verdiği önemden fazlaydı. Hatta ."Şam'ın köylerin­den bir köy. Irak'ın şehirlerinden birini fethetmekten bana daha sevimlidir." Demiştir.

Allah'ın Kitabı ile Rasulü'nün ve ashabının sünnetinde Şam ve Gaip halkının Necd, Irak. ve sair Şark halklarına üs­tünlüklerine dair nasslar burada zikredilmeyecek kadar pek çoktur. Hatta Rasulullah'dan (s.a.v.) rivayet edilmiş, şark eh­lini kınayan o kadar sahih rivayetler ve "Fitne ile küfrün ba­şının buradan olacağına dair" bir çok haber vardır. Ancak on­ları anmanın yeri burası değildir. Şark halkının onlara üstün­lüğü sadece Ali'nin (r.a.) aralarında olmasıydı. Bu ise, ge­çici bir durumdu. Bu nedenledir ki Ali (r.a.) vefat edip ara­larından çekildikten sonra onlardan çok fitne, münafıklık, irtidat ve bidat durumları ortaya çıkmıştır. Bu dahi. Garplıla­rın onlardan üstün olduğunu gösteren bir delildir.

Aynı şekilde ileri gelenleri arasında Şam halkından da­ha üstün alim ve salih kimseler de vardı. Mesela Ali (r.a.), îbn Mes'ud, Ammar, Huzeyfe ve benzerleri, Şam'daki bir çok sahabeden üstün idiler. Ne var ki bir bütün olarak bir ta­rafın tercih edilmesi, diğer tarafın bâzı yönlerden.üstün ol­masına engel değildir.

Rasulullah (s.a.v.), Allah'ın emrini kıyamete kadar ayak­ta tutma hususunda Şam halkını diğerlerinden ayırmış ve kı­yamete kadar galip grubun aralarında olduğunu haber ver­miştir. Bu, çokluk ve kuvvetle birlikte sürekli devam ede­cek bir durumu haber vermedir. Şam'ın dışında herhangi bir İslam beldesi için bu vasıf söz konusu değildir. Mesela, imanın doğuş yeri olan Hicaz böyle değildir. Son zamanlar­da bu bölgede ilim de, iman da, muzafferiyet de, cihad da ek­silmiştir. Yemen, Irak ve Meşrik yine aynı durumdadır.

Şam ise böyle değildir, onda ilim de iman da vardır. Bunlar uğruna savaşan da her zaman galip gelmektedir Ra­sulullah (s.a.v.)'m Şam halkı hakkında söylediklerinden analaşılan da Allah'u a'lem budur.

Her ne kadar Ali'ye (r.a.) muhalefet edenlere karşı Ali (r.a.) daha haklı ve nasslann da belirttiği gibi Ammar'i öl­düren grup baği ise de bu anlattıklarımız Şam halkının di­ğerleri karşısındaki önceliğini gösterir. Bize düşen, Al­lah'tan gelen nasslann hepsine inanmak ve hakkın tamamı­nı ikrar etmektir. Hevamıza uymamah ve bir bilgiye sahip bulunmadan konuşmamalıyız. Aksine, ilim ve adalet yolla­rına tabi olmalıyız ki bu da Kur'an ve Sünnet'e tabi ol­maktır. Hakkın bir kısmına tutunup diğer kısımlarını görnıez-likten gelmeye gelince, tefrika ve ayrılığa düşmenin kayna­ğı işte budur.

Bu nedenle, fukahadan bir grup Ali'nin (r.a.) yanında sa­vaşmanın vacip olduğuna inanınca bunu şöyle fıkhı bir ka­ide haline getirdiler. Buna göre bir grup caiz bir tevile da­yanarak devlet başkanına karşı çıkarsa devlet başkanına karşı çıkanlara haber gönderir, eğer bir haksızlığı dile geti­rirse devlet başkanı bunu giderir. Eğer şüpheli bir durumu, dile getirirlerse, devlet başkanı meseleyi onlara açıklar. Bundan sonra dönerlerse ne ala, ama dönmeyecek olurlar­sa hem devlet başkanının, hem de müslumanların onlara savaş açmaları vacip olur.

Ayrıca Ebu Bekir'in (r.a.) zekat vermeyenlerle savaşmasıyla Ali'nin (r.a.) (dinden) çıkmış Hariciierlere savaş açma­sını da bu kaidenin kapsamına soktular. Böylece kendisin­den sakındırılan fitne savaşı ve terki, yapılmasından daha ha­yırlı olan savaş ile mürted Haruriye haricileri ve Mazdekizm ve benzeri mezheplere bağlı münafıklarla savaş arasında bir ayırım yapmaksızın müslümanların idare işini yüklenmiş ve adalet ehli olduklarına inandıkları her sultan ve halifeye b aşk al dıı arılan baği olarak görmüşlerdir.

Bunun, temelde Küfe ehlinin bazı fakihleriyle izleyici­lerinin, sonra Şafii ve talebelerinin, sonra "Bağilerle Savaş" konusunda eser veren Ahmed b, Henbel'in izleyicilerin­den bir çoğunun den kaynaklandığını görürsün. Onlar da bunların izledikleri yolu takip etmişlerdir. Mese­la el-Hıraki el-Müzeni'nin.[90] el-Müzeni de Muhammed b. Hasen'in[91] "Muhtasarımın yolunu izlemiştir. Bu, birbirinin yolunu izleme bazı terkib ve babiara ayırma hususunda da olsa mevcuttur.

Ahkam hadislerini derleyenler. "Bağiler ve Haricilerle Savaş" konusunu bir arada zikrederler. Oysa bağilerle savaş konusunda Kevser b. Hakim'in Nafi'den naklettiği hadis dı­şında Rasulullah'a (s.a.v.) atfedilen hiçbir hadis yoktur. Kaldı ki Rasulullah'a (s.a.v.) atfedilen bu hadis de mevzu­dur.

Buhari'nin Sahih'i ve Sünen gibi hadis kitaplarına ge­lince, bunlarda sadece dinden dönenlerle ve Haricilerler ki

bunlar heva ehli kimselerdir savaş söz konusu edilmekte­dir. İmam Ahmed ve benzerlerinin hadis kitaplarında sade­ce bu konudan söz edilmektedir.

Öyie sanıyorum ki İmam Malik ve talabelerinin de kitap­larında da "Bağilerle Savaş" babı yoktur. Onlar da sadece dinden dönenler ve heva ehlinden bahsetmektedir. Allah'ın Kitabı'nda ve Rasulü'nün Sünneti'nde sabit olan konu bu­dur. Şeriat ve Sünnet'in dışına çıkanla savaşmak arasında­ki fark da budur. Rasulullah (s.a.v.) bunu emretmiştir.

Belli bir devlet başkanına itaat etmeyenle savaşmaya gelince, nasslarda böyle bir emir söz konusu değildir. Böy­lece ahkam hadislerini toplayıp bağileri Haricilerle beraber zikrederek "Baği ve Haricilerler Savaş" şeklinde bir bab açanlar üç sakıncalı duruma düşmüşlerdir:

a- Sünnet ve şeriat açısından devlet başkanına yakın bir seviyede veya benzeri bir durumda olanlara devlet başkanı­na itaat etmemekle tefrikaya sebep olduklarından ve tefri­ka da fitne olduğundan o kimselerle savaşmanın gereklili­ğini ileri sürmeleri.

b- İslam şeriatının bazı.prensiplerinden döndükleri için mürted duruma düşenlerle bunların eşit tutulmaları.

c- Okun avı delip geçmesi gibi İslam dininden çıkan Haricilerle savaşma ile bunlarla savaşın eşit tutulması.

Ahkam hadislerini toplayan bu kimseler, kendilerinin adalet ehli, karşıtlarının da baği olduğu noktasından hara-ket ederek hükümdarların ve idarecilerin bir çok hevaları-na uyar, idarecilere karşı olanlarla savaşılnıasını emreder­ler. Aslında bunlar, ya bazı alimlere, ya kelamcılara, ya da tarikat şeyhlerine bağnazlık derecesinde bağlı kimselerdir. Bu tavırları içtihada dayalı değildir, eksikliği ve tevili ihti­va eden bir nevaya dayalıdır çoğu zaman. Ne yazık ki bu üm­metin alimleri, abidleri, idareci ve komutanları arasında böyleleri pek çoktur. Sıkıntı kayanaklarından biri de budur.

Adil olmalarını Yüce Allah'tan diliyoruz, güç ve kuvvet an­cak O'ndandır.

İşte bu se'beple grupların en adili hadis ehli olan Ehl-i Sünnettir.

Bunlar, İslam'dan dönen ya da bazı prensiplerini kabul etmeyen kimselerle savaşılmasın] emrettiklerinde Talha ve Zübeyr'le savaşan Ali'nin (r.a.) takip ettiği yolun takip edilmesini emrederler: Onların ne zürriyetleri esir edilecek ne de mallan ganimet olarak alınacaktır; ne yaralıları ne de esirleri öldürülecektir, Rasulullah'm (s.a.v.) emrettiğine riayeteder. Ali (r.a.)'nin Haricilerle savaşında takip ettiği yolu takip ederler. Allah ve Rasulü'nün emrettiğini. Ebu Be­kir (r.a.)'in zekat vermekten kaçınanlara karşı takındığı tav­rı gözetirler. Mürted ve dinden çıkmış olanlarla kötülük ya­pan müslümanlan bir tutmaz; bu konuda Allah'ın uyulma­sını emrettiği farkı hesaba katarlar. Bir tuttuğunu da herhan­gi bir tevile saparak farklı saymazlar. [92]

 

Muaviye'nin (r.a) İslam'a Girişi:

 

Şeyhülislam İbnTeymiye'ye Ebu Süfyan'ın oğlu Muavi­ye'nin ne zaman İslam'a girdiği? îmanının, diğerlerinin imanı gibi olup olmadığı? Kendisi hakkında başka nelerin söylendiği? soruldu.

O da şöyle cevap verdi:

Ebu Süfyan'm oğlu Muaviye'nin imanı, Mekke fethedil-diği gün iman eden kardeşi Yezid b. Ebi Süfyan, Süheyl b. Amr, Savfan b. Ümeyye. İklime b. Ebi Cehil, el-Haris b. Hi-şam. Ebu'1-Esed b. Ebi'l-As b. Ümeyye ve benzerlerinin imanı gibidir. İmanı mütevatir nakil ve bu konuyu bilen i-lim ehlinin icmaıyla sabittir.

Bunlar, "Tulaka" diye isimlendirilirler. Çünkü Rasulul-lah'ın (s.a.v.) Mekke'yi zor kullanarak fethettiği gün iman etmişler ve Rasulullah. onları salıvermiş; onlara mal vere­rek kalplerini İslam'a i s indirmiştir. Hatta Ebu Süfyan'ln oğlu Muaviye'nin, Halici b. Velid, Amr b. el-As, Osman b. Talha gibi Mekke fethinde? önce İslam'ı kabul edip Mek­ke'den Medine'ye hicret ettiği rivayet edilir. Eğer bu riva­yet sahih ise, o zaman Muaviye muhacirlerdendir.

Ama ister fetihten önce olsun, ister sonra olsun yukarı­da adı geçenlerle birlikte fetih yılında İslam'a girdiği, alim­ler arasında ittifakla kabul edilen bir husustur. Ne var ki ki­mi uydurmacılar, onun, İslam'a girdiğinden dolayı babası­nı kınadığını ileri sürerler ki bu, alimlerinin ittifakı ile ya­landır.

Fetih İslam'a giren bu kimseler en iyi müslümanlar-dan idiler.,Hal ve tavırları itibariyle en iyilerindendiler. Kötülükle itham edilmemişlerdir. İlim ehlinden hiç kimse onları münafıklıkla itham'etmiş değildir. Oysa başkaları itham edilmiştir. Aksine aralarından İslam'ı güzel olanlar; Allah'a ve RasulÜ'ne en güzel şekilde itaat edenler; Allah ve Rasulü'nü sevenler ve Allah'm emirlerine titizlikle riayet edenler çıkmıştır. Bu saydığımız meziyetler, bu kimselerin batında imanlarının kuvvetli olduğuna ve iyi müslüman-liklanna delildir. Nitekim onlardan, Rasulullalvın (s.a.v.) idareci olarak tayin ettiği ve kendisine naib kıldığı kimse­ler de vardır. Mesala Attab b. Esid'i kendisine naib olarak Mekke'ye vali tayin etmiştir. Bu zat en iyi mû'slümanlardan-di. "Ey Mekkeliler, Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz namazdan geri durduğunu duyacak olursam boynunu vuru­rum" diyen biriydi.

Rasulullah (s.a.v.),,Muaviye'nin babası Ebu Süfyan b. Harb'ı kendisine naib olarak Necran'a vali tayin etmişti. Ni­tekim Rasulullah (s.a.v.) vefat ettiğinde Ebu Süfyan'ın Nec-ran valiliği devam.ediyordu.

Muaviye'nin müslümanlığı, ilim ehlinin ittifakı ile babasından daha iyiydi. Kardeşi Yezid b. Süfyan'ın müslüman-hğı ise her ikisinden de iyiydi. Bu sebepledir ki Ebu Bekir (r.a.) Şam fethinde hristiyanlarla yapılan savaşta kendisini komutan olarak tayin etmişti. Ebu Bekir'in komutanlarından biri kendisiydi. Ona bir vasiyette bulunmuştu ki ilim ehli bu vasiyyeti nakletmiş ve ona itimat etmişlerdir? Malik, Muvat-ta'ında bunu zikreder. Başka muhaddisler de aynı vasiyye­ti naklederler. Yine o atlı olduğu halde, Ebu Bekir (r.a.) yü­rüyerek onu uğurlamaya çıkmıştır. Bunun üzerine Ebu Be­kir'e:

"Ey Rasulııllah'in halifesi! Ya sen de bir ata bin ya da ben ineyim" demiş ama Ebu Bekir:

"Ne sen inersin, ne de ben binerim. Bu adımlarımın, Al­lah yolunda sayılmasını dilerim" demiştir.

Aynı şekilde Amr b. el-A.s ve Ubeyde b. el Cerrah da bi­rer komutan idiler. Ancak cesaretinden ve savaştaki bece­risinden dolayı Haiid b. Velid onlara tercih edilmiştir. Ama Ebu Bekir (r.a.) vefat ettiğinde Ömer (r.a.). Ebu Ubeyde'yi hepsine komutan tayin etmiştir. Çünkü Ömer (r.a.) din ko­nusunda sen idi. Ebu Ubeyde de çok yumuşak olduğundan onu başa geçirmiştir. Ebu Bekir (r.a.). yumuşak biriydi. O da. kafirlere karşı sert olan Halid'i başa geçirmişti. Böyle­ce işler mutedil bir şekilde yoluna girsin diye yumuşak, seıt olanı: sert olan da yumuşak olanı başa geçirmiştir. Her ikisi, kendileri hakkında Allah ve Rasulüne en sevimli ola­nı yapmışlardır. Rasulullah (s.a.v) ise, insanların en mükem­meli idi; kafir ve münafıklara karşı çok şedid idi. Allah onu, en mükemmel yolu tutmakla tavsif etmiştir. Nitekim Allahu Teala onun ümmetini nitelerken şöyle buyurmuştur:

"Kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merha­metlidirler." (Fetih: 48/29)

"Müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onur­lu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir

kmayıcımn kınamasından korkmazlar. (Maide: 5/54)

Sahih bir rivayette sabit okluğu üzere Rasulullalı (s.a.v.) Bedir esirleri konusunda ashabıyla meşveret ettiğinde Ebu Bekir (r.a.), kendilerinden fidye alınıp serbest bırakılmala­rım önerirken Ömer (r.a.). boyunlarının vurulmasını öner­miştir. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur:

"Allah kendi yolunda bazı kimselerin kalplerini öy­le yumuşatır ki pamuktan yumuşak olur. Bazılarını da öyle sertleştirir ki kayadan sert olur.

Ey Eba Bekir, senin benzerin, İbrahim Halil'in ben­zeridir, hani o, şöyle demişti:

'Artık bundan böyle kim bana uyarsa o, bendendir, kim bana karşı gelirse (o da senin merhametine kalmıştır), şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin." (İbrahim: 14/36)

"Bir de Meryem oğlu İsa'nın benzeridir, hani o şöy­le demişti:

'Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır (di­lediğini yaparsın); eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen da­ima üstünsün, hikmet sahibisin." (Maide: 5/118)

"Ya Ömer, senin de benzerin Nuh aleyhisselamın benzeridir, hani o, şöyle demişti:

'Rabbim, yeryüzünde kafirlerden tek kişi bırakma. (Nuh: 71/26)

Yine İmran oğlu Musa'nın benzeridir, hani o, şöyle demişti:

"Rabbim, onların mallarını yok et, kalplerini sık ki, acı azabı görünceye kadar inanmasınlar."(Yunus: 10/88)

Rasulullah (s.a.v.) hayatta iken Ebu Bekir ile Ömer, Ra-sulullah'm onları nitelediği gibi idiler. O ikisi, yeryüzü halkından onun vezirleri idiler.

Sahih bir rivayette İbn Abbas'ın (r.a.) şöyle dediği nak­ledilir:

"Ömer b. Hattab'ıri fr.a.) na'şi konulup insanlar onu zi­yarete geldiklerinde bir döndüm ki Ali b. Ebi Talib (r.a.) ora­da duruyor ve şöyle diyor:

"Allah'a yemin ederim ki yeryüzünde onun ameliyle Allah'a kavuşmayı dilediğim tek kişi, şuradaki ölüdür. Di­lerim ki Allah seni, iki arkadaşınla birlikte hasretsin. BenRa-sulullah'in (s.a.v.):

"Ben, Ebıı Bekir ve Ömer'le birlikte girdik... Ben, Ebu Bekir ve Ömer'le birlikte çıktık... Ben, Ebu Bekir ve Ömer'le birlikte gittik..." dediğini ne kadar çok duydum."

Yine sahih rivayetle sabittir ki Uhud günü müslümanla-nn çoğu yenilgiye uğradığında bir de ne görelim, Ebu Süfyan:

"Muhammed aranızda mı? Muhammed aranızda mı? Muhammed aranızda mı?" diye bağırıyordu. Rasulullah (s.a.v.):

"Ona cevap vermeyin." dedi. Sonra şöyle bağırdı:

Ebi Kuhafe aranızda mı? İbn Ebi Kuhafe aranızda mı? İbn Ebi Kuhafe aranızda mı?" Rasulullah (s.a.v.) yine:

"Ona cevap vermeyin." dedi. Ebu Süfyan sonra şöyle bağırdı:

"İbnu'l-Hattab aranızda mı? Îbnu'l-Hattab aranızda mı? İbnu'l-Hattab aranızda mı?" Rasulullah (s.a.v.) yine:

"Ona cevap vermeyin." dedi.

Hadis uzunca devam eder. İşte düşman ordusunun komu­tam, bu üç kişiyi soruyor: Rasulullah (s.a.v.), Ebu Bekir ve Ömer'i. Çünkü biliyordu ki, İslam ordusunun başı bunlar­dır.

"Ebu Bekir'le Ömer'in Rasulullah (s.a.v.) katında mer­tebeleri nedir?" diye sordu. Malik:

"Vefatından sonra mertebeleri ne idiyse hayatında da o idi1' şeklinde cevap verdi. O aman Harun er-Reşid:

Soruma tam cevap verdin" dedi.

Rasulullah (s.a.v.) vefat edip Ebu Bekir halife seçildiğin­de. Allahu Teala, Ebu Bekir'i daha önce kendisinde bulun­mayacak şekilde onu sert kıldı. Öyle ki bu hususta Ömer'i geçti. Nihayet Usame ordusunu uğurladıktan sonra dinden dönenlerle savaştı. Bu. kendisine halife olduğu Rasulul-lah'm (s.a.v.) erdemliğinin bir uzantısı niteliğinde Ebu Be­kir'in erdemliğiydi.

Ömer'de (r.a.) halife seçildiğinde ANah. Ömer'i öyle şefkat ve merhametli kıldı ki daha Önce o. öyle değildi. Böylece bu nitelik de onu erdemli kıldı, nihayet Mü'minle-rin Emfri oldu. Bu sebepledir ki Ebu Bekir. Halid'i komu­tan tayin ederken, Ömer de Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etti.   [93]       

 

Muaviye'nin Şam'a Vali Tayin Edilmesi:

 

Ömer (r.a.) halife tayin edilinceye kadar Yezid tx Ebi Süf-yan Şam valisiydi. Yezid b. Ebi Süfyan vefat ettiğinde Ömer Yezid'in kardeşi Muaviye'yi Yezid'in yerine Şam'a vali tayin etti. Ömer (r.a.) vefat edinceye kadar o valiliğe de­vam etti. Ömer (r.a.) ve raiyyesi. ondan memnun idiler. İyi bir sireti vardı, merhamet ve adaletinden dolayı herkes on­dan memnun idi. Kendisinden şikayetçi olan, hakkının yen­diğini ileri süren yoktu. Muaviye'nin oğlu Yezid, Rasulul-lah'm (s.a.v.) ashabından değildi; Osman'ın (r.a.) hilafeti dö­neminde doğmuş ve babası, sahabi olan amcası Yezid'in is­mini ona vermişti. [94]

 

Muaviye'nin Katıldığı Gazveler:

 

Mekke fethi müslümanlarmdan Muaviye, kardeşi Ye­zid. Süheyl b. Amr. el-Haris b. Hişam ve başkalan Rasuluîlah'la (s.a.v.) birlikte Hımeyn gazvesine katılmış ve Al­lah'ın:                     

"Sonra Allah, Râsulunün ve müminlerin üzerine se-kinetini (güven veren rahmetini) indirdi, sizin görmediği­niz askerler indirdi ve kafirleri azaba çarptırdı (bozgu­na uğrattı). İşte kafirlerin cezası budur." (Tevbe: 9/26) sözünün kapsamına girmişlerdir. O halde onlar, Rasulullah ile (s.a.v.) birlikte Allah'ın sekineti üzerlerine indirdiği müminler arasındadırlar. Yine Rasulullah'la birlikte Taif gazvesine katılarak burayı muhasara altına almış; mancınık­la buraya saldırmışlardır. ŞanVda da hristiyanlarla karşılaş­mışlardır. Allah. Berae Suresjni bu konuda indirmiştir. Bu gazve, Osman b. Affan'ın (r.a.) Allah yolunda orduya bin de­veyi savaş için tam takım teçhiz ettiği üzre (şiddetli sıkın­tı) gazvesidir. Orduya bu miktar da yetmeyince elli deve da­ha ilavede bulunmuştur.[95]                

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.):

"Bugün bu yaptıklarından sonra Osman ne yaparsa ona bir zarar vermez." demiştir. Bu çarpışmanın cereyan etmediği Peygamberimizin son gazvesidir.       

Rasulullah (s.a.v.) bizat yirmi küsur gazveye katılmış ve bunlardan ancak şu dokuzunda savaş vukubulmuştur: Bedir, Uhud, Mustalıkoğullan, Hendek. Zükared ve Taif. Rasulul-lah'ın (s.a.v.) topladığı en büyük ordu Huneyn ve Taif gaz­veleri olup ordunun sayısı onikibin idi. Rasulullah'la birlik­te savaşa çıkan en büyük ordu ise Tebük'te olmuştur. Bu gaz­vede ordunun sayısı sayılamayacak kadar çoktu. Ancak bu gazvede savaş vukubulmamıştır.

Yukarıda saydığımız kimseler Allahu Teala'nm:

"Elbette içinizden (Mekke'nin) feth (in) den önce (Hak yolunda) harcayan ve savaşan (lar. ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlar­dan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de

(gerek fethinden önce. gerek fetihten sonra infak eden ve sa­vaşan müslümanlara) en güzel sonucu vaadetmiştir."

.sözünün de kapsamına giriyorlar. Fetih günü İslam'a giren bu Tulaka. fetihten sonra infak edip savaşanlardır ve Allah kendilerine güzel sonucu vaadetmiştir. Çünkü onlar. Huneyn ve Taif te infak etmiş ve her ikisinde savaşmışlardır. Allah hepsinden razı olsun.

Onlar yine Allah'ın kendilerinden razı olduğu kimseler arasındadırlar. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Muhacirlerden ve Ensar'dan (İslam' girmekte) ilk öne geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlar... Allah on­lardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır." (Tevbe: 9/100)

İlk öne geçenler. Hudeybiye antlaşmasından Önce müs-lüman olanlardır. Mesala ağaç altında Rasulutlah'a (s.a.v.) biat edenler gibi. Nitekim Yüce Allah bunlar hakkında şöy­le buyurmaktadır:

"Allah şu müminlerden razı olmuştur ki onlar, ağa­cın altında sana biat ediyorlardı," (Fetih: 48/18)

Sayıları, bindöryüzden fazlaydı. Hepsi de Cennet ehlidir. Nitekim sahih bir rivayette RasuluIIah'ın (s.a.v.) şöyle bu­yurduğu sabittir:

"Ağaç altında biat edenlerden kimse Cehennem'e girmez.[96]

Bunlar arasında Hatıb b. Ebi Beltae de vardı ki bu zatın bilinen birtakım kötü tavırları vardır. Mesala. Rasulullah'ın (s.a.v.) haberlerini müşriklere yazmıştı. Ayrıca kölelerine kö­tü davanırdı. Sahih bir rivayette kölesinin Rasuiullah'a  (s.a.v.) gelerek".

Ey Allah'ın Rasulü. Hatıb mutlaka Cehennemce gire­cek." dediği ve Rasulullah'ın (s.a.v.):

"Yalan söylüyorsun, çünkü o, Bedir ve Hudeybiye'ye katıldı" dediği nakledilmektedir.[97]

Yine sahih rivayette sabittir ki Hatıb, Rasulullah'ın (s.a.v.) üzerlerine yürüyeceğini müşriklere yazdığında Rasululah (s.a.v.). mektubu götüren kadını yakalamak üzere AH b. Ebi Talib ile Zübeyr'i göndermiş ve onlar da kadını ya­kalayıp getirdiklerinde Hatıb'ı çağırtarak:

"Bu yaptığın da ne. ya Hatıb!" diye azarlamıştır. Bunun üzerine o da şöyle cevap vermiştir:

"Allah'a yemin ederim ki ya Rasulaliah. dinimden dön­müş olarak bunu yapmadım. İslam'a girdikten sonra küfre dönmeye de razı değilim. Ne var ki Kureyş'e sığınmış bi­riyim, onlardan değilim. Ashabından seninle beraber olan­ların orada akrabaları var, oradaki ailelerini koruyorlar. Benim akrabalarımı koruyacak kimse yok, istedim ki ora­da akrabalarımı koruyan birileri olsun."

Bunun üzerine Ömerb. el-Hattab:

"Bırak şu münafığın başını u curayım" demiş fakat Rasulullah:

"O, Bedir savaşına katılmış biridir, ne biliyorsun belki Allah: Dilediğini yapın, sizleri bağışladım buyur­muştur.[98] dedi.

Bu hadis. 'İlk öne geçenlerin' -mesela Bedir ve Hudey­biye'ye katılanların ilk olmaları, iman ve cihadlan sebebiy­le büyük günahlarının Allah tarafından bağışlanacağını be­yan etmektedir. Nasıl Hatıb yaptığından dolayı cezalandı­rılmamışa, günahlarından dolayı herhangi bir kimsenin onları muaheze etmesinincaiz olmadığını gösterir.

Ali (r.a.) ile Talha. Zübeyr ve benzerleri arasında olup bi­tenler için de bu hadis değildir; çünkü aralarında vukubulanlarya bir içtihada dayalıydı ki. bu takdirde kimsenin birşey söylemeye hakkı yoktur.

Nitekim Rasullulah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Hakim îçtihad edip isabet ederse, kendisi için iki mükafat vardır. Ama içtihad eder de hata ederse, bu tak­dirde bir mükafatı vardır.[99]

Şayet ortada işledikleri bir günah varsa, Allah'ın işledik­lerini afvedip kendilerinden razı olduğu sabittir. O halde on­lardan bin bir günah işlemiş olsa bile ona zarar vermez. Gü­nahları silen sebeplere sarılmasından dolayı o günah silin­miştir. Mesela ya tevbe etmiş ve Allah tevbesini kabul et­miştir ya günahları silen iyilikleri vardır ya da uğradiğı bir bela günahına keffaret olmuştur. Sahih bir rivayette Rasu-lullah'in (s.a.v.) şöyle buyurduğu sabittir;

"Bir mümin yorgunluk, hastalık, keder, hüzün ve eziyyete uğradı mı mutlaka Allah bunu günahlarına keffaret kılar. [100]

îlk önce geçenlerden sonra gelenler, Hudeybiye'den sonra İslam'a girenler olup bunlar Yüce Allah'ın;

"Allah hepsine de (gerek fetihten önce. gerek fetihten sonra infak eden ve savaşan müslümanlara) en güzel sonu­cu vaadetmiştir. (Hadid: 57/10)

"...bunlara güzelce tabi olanlar... Allah onlardan ra­zı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır." (Tevbe; 9/100) sözünün kapsamına girerler. Halici b, Velid, Amr b. Vehd. Amr b. el-As, Osman b. Talha ve başkaları Mekke fet­hinden önce İslam'a girmişlerdir. Tulaka'dan sonra İslam'a girenler ise, Taif halkı olup en son İslam'a dır. Rasulullah'ın fs.a.v.) Taife emir olarak tayin ettiği Osman b. Ebi'l-As es-Sekafi. bunlardan olup en son İs­lam'a girenlerden olduğu halde, sahabenin iyilerindendi.

O halde kişi sonradan İslam'ı kabul eden biri olduğu halde kendisinden önce İslam'a giren birinden üstün olabi­liyor. Nitekim Ömer (r.a.) ilklerden değildi. İslam'a giren­lerin kırkıncısı olduğu söylenir. Ama bununla birlikte ken­disinden önce müslüman olanların pek çoğundan üstündür. Mesela Osman. Talha, Zübeyr. Sa'd. Abdurrahman b. Avf bunların hepsi Ömer'den (r.a.) önce ve Ebu Bekir'in eli üzere müslüman olmuşlardır, ama Ömer hepsinden üstün­dür.

İslam'a ilk girenler: Büyük ve hür erkeklerden Ebu Be­kir; küçük ve hürlerden Ali; kölelerden Zeyd b. Harise ve ka­dınlardan da Ümmü'l-Mü'minin Hatice'dir (r.a.). İlim eh­li bu konuda ittifak halindedir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mal­larıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göçen­leri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirle­rinin velisi (dostu, koruyucusu) durlar... Onlar ki, inan­dılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar; onlar ki, (göç edip gelen müminleri) barındırdılar ve (onlara) yar­dım ettiler, İşte gerçek müminler onlardır. Onlar için ba­ğış ve bol rızık vardır. Onlar ki sonradan inandılar, hic­ret ettiler, sizinle beraber savaştılar, işte onlar da sizden­dir." (Enfal: 8/72-75)

Bu ayetler, geneldir.

Yüce Allah ayrıca şöyle buyurmuştur:

"(Bir de o mallar), göç eden fakirlere aittir ki (onlar), yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır; Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve Rasulu'na (canlarıyla, mallarıyla) yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır. Ve onlardan önce o yurda (Medine'ye) yer­leşen, imana sarılanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimet)Ierden ötürü göğüsle­rinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin yaçlan olsa dahi, (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canla­rına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir. Onlardan son­ra gelenler derler ki; 'Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananla­ra karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin." (Haşr: 59/8-10)

Bu son ayetler, ilk önce geçenlerden sonra İslam'ı ka­bul edenleri içine alıyor. O halde Rasulullalvın (s.a.v.) ashabı olan; ona inanmış ve kendisiyle birlikte savaşmış olan­lar, nasıl bu ayetlerin kapsamına girmesinler?

Sahih bir hadiste Rasulullah'in (s.a.v.):

Muhacir, Allah'ın yasakladığından uzak durandır.[101]

dediği nakledilmektedir. O halde Tufaka'dan olup İs­lam'ı kabul eden ve Allah'ın yasakladıklarından uzakduran bu "hicret"in kapsamına girmektedir. Aynca Yüce Allah'ın:

"Onlar ki sonradan inandılar, hicret ettiler, sizinle be­raber savaştılar, işte onlar da sizdendir." sözünün kapsa­mına girdikleri gibi, "Allah hepsine de (gerek fetihten ön­ce, gerek fetihten sonra infak eden ve savaşan müslümanlara en güzel sonucu vaadetmiştir." (Hadid: 57/10) sözü­nün de kapsamına girerler.

Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:

"Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulu­nanlar, kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah'ın lü­tuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları da şudur: Bir ekin gi­bidirler ki, filizini çıkardı, onu güçlendirdi, kalınlaştı, derken gövdesinin üstüne dikildi, ekincilerin hoşuna gi­der, onlara karşı kafirleri de öfkelendirir (bir duruma gel­di). Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükafat vaadetmiştir." (Fetih: 48/29)

Bu ayet, Rasulullah'la (s.a.v.) birlikte oldukları halde İnanların hepsini İçine alır.

Sıhah kitaplarıyla başkalarında bir çok senette nakledi­len müstefiz bir haberde Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle bu­yurduğu nakledilmektedir:

"Nesillerin en hayırlısı, kendileri arasında gönderil­diğim nesildir.; sonra, onları takip edenler; sonra da, bunları takip edenlerdir.[102]

Sahih bir rivayette nakledildiği üzere Abdurrahman ile Halid arasında tatsız bir durum vukubülmüştu, bunun üze­rine Rasulullah (s.a.v.), Halid'e şöyle dedi:

"Ey Halid, ashabıma sövmeyin; Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Allah yolunda Uhud dağı kadar altun dağıtsa, onlardan birinin, bir müd değerindeki infakına hatta yarısına bile ulaşamaz. [103]

Rasululfah (s.a.v.) bu sözüyle Hudeybiye'den sonra îslam'a girenleri kastediyor. Bunlardan biri, Uhud dağı kadar altun ifak etse, ilk Öne geçen (yani Hudeybiye'den önce İslam'a girenlerden birinin ne değerine ulaşır, ne de onun yansı bir değere ulaşır.

Hudeybiye'den sonra İslam'ı kabul edenler de, Yüce Allah'ın şu sözünün kapsamına giriyorlar:

"Elbette içinizden (Mekke'nin) feth(in)den önce (Hak yolunda) harcayan ve savaşan(lar, ötekilerle) bir olmaz.

Onların derecesi sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de (ge­rek fetihten önce. gerek fetihten sonra infak eden ve sava­şan müslümanlara) en güzel sonucu vaadetmiştir."

(Hadid: 57/10)

Sahabenin birbirlerine oranla durumları bu olunca sonra gelenlerin onlara nazaran mertebesi nasıl olacaktır? "Sahabe", isnı-i cins olup az veya çok Rasulullah (s.a.v.) ile be­raberliği olan için kullanılır. Ancak her birinin sahabiliği. Ra­sulullah'la beraberliği miktarmcadir. Beraberliği bir sene olan. bir ay olan, bir saat olan ya da mümin olarak onu gö­ren vardır ve bütün bunlar şahabıdır. Lakin her birinin sa­habiliği, beraberliği miktanncadır. Nitekim sahih bir riva­yette Rasulullah (s.a.v.)'ın şöyle dediği sabittir;

"Bazı topluluklara sefer yapılacak ve onlar: 'Ara­nızda Peygamberce beraber bulunmuş olanlar var mı? (Bir rivayette: Rasuiullah'ı gören var mı?)' denilecek ve se­fere çıkmış olanlar: 'Evet' diyecekler. Bunun üzerine ka­pılar kendilerine açılacaktır. Sonra bazı topluluklara sefer yapılacak ve onlar 'Aranızda Rasulullah'la bera­ber bulunmuş olanlarla beraber bulunmuş kimseler var mı? (Bir rivayette: 'Rasulullah'ı görenleri görenler var mı?)' denilecek ve sefere çıkmış olanlar: 'Evet' diye­cekler. Böylece onlara da kapılar açılacaktır. Sonra ba­zı topluluklara sefer yapılacak^ve onlar: 'Aranızda Ra­suiullah'ı görmüş olanları görenleri gören var mı? (Bir rivayette: 'Rasululalvla beraber bulunmuş olanlarla beraber bulunmuşlarla beraber bulunanlar var mi?)'diyecekler ve se­fere çıkanlar: 'Evet' diyecekler. Bunun üzerine onlara da kapılar açılacaktır.[104]

Başka birsenedle nakledilen bir rivayette dört nesil zikredilmektedir.

Rasululah (s.a.v.) bu hadiste hükmü, sohbetinde bulun­ma ve kendisini görmeye bağlamış ve mümin olarak kendi­sini görenlerden dolayı Allah'ın müslümanlara fetih yap­mayı müyesser kılacağını bildirmektedir.

Bu meziyet, sahabeden başkasına nasip olmaz. Bir kişi­nin ameli, bir sahabinin amelinden fazla bile olsa, o sahabiye ulaşamaz. [105]

 

Muaviye'nin Müslüman Olarak Ölüp Ölmediği Meselesi:

 

Bir önceki bölümde anlattıklarım anlaşıldıysa. hemen be­lirtelim ki sahabeden birinin mümin olduğunu bilmenin yo­lu, başka benzerinin mümin olduğunu bilme yolunun aynı­sıdır. Sahabi oluşunun bilinebildiği yol da. benzerlerinin sahabi olmalarının bilineceği yol olduğu anlaşılmıştır.

Muaviye, kardeşi Yezid, Ebu Cehrin oğlu İkrime, Saf-van b. Umeyye, el-Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr gibi Mekke'nin fethedildiği yıl islam'a giren Tulaka'nm müslü-manlığı ve İslam üzere öldükleri alimlerce tevatüren sabit­tir.

Muaviye'nin İslamiyeti, diğerlerinden daha açıktır. Çün­kü o, kırk yıl idarecilik yapmıştır. Ali (r.a.) döneminde olup bitenlere rağmen yirmi yıl Ömer (r.a.) ve Osman'ın (r.a.) tayinleriyle idarecilik yapmış, geri kalan yirmi yılda da bağımsız olarak idareciliği yürütmüştür. Böylece Rasu-lullah'm (s.a.v.) vefatının ellinci, hicri altmışıncı yıla kadar iktidarda kalmıştır. Hasan (r.a.) ise, hicri kırkıncı yılda ona iktidarı devretmiştir. Müslümanların sözlerinin bir olması ve müsiümanlar.arasındaki fitnenin ortadan kalkması sebe­biyle bu yıla "Birlik Yılı" adı verilmiştir.

Hasan'ın (r.a.) bu davranışı, daha önce Rasulullah (s.a.v.) tarafından haber verilmiş ve övülmüştür. Nitekim Buhari ve başkalarının Ebu Bekir'den (r.a.) naklettiği bir rivayete gö­re Ra.sulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Benim bu oğlum seyyiddir (idareci olacaktır) ve Allah kendisi sebebiyle müslümanlardan iki fırkayı barıştıracaktır.[106]

Böylece Rasuiuliah (s.a.v.) oğlunu, kendisi sebebiyle Allah'ın müslüman iki büyük grubu barıştıracağından dola­yı Övmüştür ki. bu işi Muaviye'ye terkettiğinde gerçekleş­miştir. Bu iş gerçekleşmeden herbiri. büyük ordularla diğe­rinin, üzerine yürümüştü.

Rasuluflah'm (s.a.v.). Hasarr'ı barışı seçip savaşa girme-yeceğinden dolayı övmesi. Allah indinde iki taraf arasında­ki barışın, savaşmaktan daha sevimli olduğunu gösterir. Böylece Hasan"m savaşmakta memur olmadığı da anlaşıl­maktadır. O halde eğer Muaviye kafir olsaydı, bir kafirin ha­kim kılınıp idarenin kendisine teslim edilmesi, Allah ve Rasulü'nün sevdiği bir şey olmazdı. Hadis aksine. Hasan ve taraftarlarının mümin olduklarını gösterdiği gibi Muaviye ve taraftarlarının da mümin olduklarına ve Hasan'm yaptığının. Allah indinde övülen ve O'nunla Rasulünün nezdinde tas­vip gören bir hareket olduğuna işaret etmektedir.

Ayrıca Buhari ve Müslim'in Said el-Hudri'den rivayet et­tikleri bir hadiste Rasuiuliah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"İnsanların tefrikaya düştükleri bir sırada bir fırka (İslam'dan) çıkacak ve daha haklı olan bir rivayette.

"Hakka daha yakın olan fırka, onları Öldürecektir. [107]

Bu sahih hadis, savaşan her iki fırkanın yani Ali (r.a.) ve taraftarlarıyla Muaviye ve taraftarlarının Hak üzere olduk­larına, Ali (r.a.) ile taraftarının da Muaviye ve taraftarlanndan hakka daha yakın bulunduklarına delildir.

Çünkü dinden çıkanlarla savaşan. Ali'dir (r.a.). Bunlar, Haruriyye fırkasından Hariciler olup daha önce Ali (r.a.) ta­raftarı iken sonra ona karşı koymuş; onu ve beraberindeki­leri tekfir etmiş, kendisine düşmanlık ilan edip ona karşı sa­vaşmışlardır. Müstefiz. hatta mütevatir olarak nakledilen ha­berlerle Rasuluîlalvm (s.a.v.) haber verdiği fırka bunlardır. Nitekim kendileriyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Sizden biriniz, namaz kılışları yanında kendi na­mazını, oruçları yanında kendi orucunu, Kur'an okuyuş­ları yanında kendi okuyuşunu küçümser. Kur'an okur­lar, ama (bu okuyuşları) hançerelerinden aşağı inmez. Okun avı delip geçmesi gibi İslam'dan çıkarlar. Onlara her nerede karşılaşırsanız onları öldürünüz; çünkü öl­dürülmelerinde Kıyamet günü Allah yanında mükafat vardır. Alametlerine gelince; aralarında elleri sakat ve üzerinde uzun kalın kıllar bulunan, kasları gelişmiş bi­ri var.[108]

Ali (r.a.) ve taraftarlarına düşmanlık ilan eden; öldürül­mesini helal sayan ve onu tekfir edenler bunlardır. Nitekim ileri gelenlerinden Abdurrahman b. Mülcem el-Muradi onu öldürmüştür. Dinden çıkmış bu Nasibe Haricileri: "Osman, Ali b. Ebi Talib ve beraberindekiler mürted kafirlerden­dir" dediklerinde müslümanların onlara karşı delilleri: Sa­habenin imanına dair mütevatir haberler, Kur'an ve sahih sünnette Allah'ın kendilerini övdüğü, kendilerinden hoşnut olduğu. Cennet ehli olduklarına dair nasslarla sabit husus­lardır. Bu delilleri kabul etmeyen kimsenin, ne Ali b. Ebi Ta­lib ne de benzerlerinin imanını isbatlama imkanı vardır.

Şayet Nasibe'den biri Rafızi'ye: "Ali. kafir veya zalim bir fasıktı; çünkü din için değil, başa geçme sevdasına ka­pılarak savaştı; Ceme], Sıffin ve Harura'da Muhammed'in (s.a.v,) ümmetinden binlercesini Öldürdü. RasuluİIah'ın (s.a.v.) vefatından sonra ne bir kafirle savaştı, ne bir şehir fethetti; aksine, kıble ehline savaş açtı" derse, Ali'ye (r.a.) kin besleyen Nasibe'nin benzeri iddialarını ileri sürecek olsa, bu Nasibe'ye ilk öne geçenlerin hepsini seven ve hep­sine taraftar olan Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'ten başkası ce­vap veremez.

Nasibe'ye derler ki: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha, Zü-beyir ve benzerlerinin imanları tevatür, hicretleri ve eihad-larıyla sabittir. Ayrıca Kur'an-i Rerim'de Allah'ın övdüğü ve kendilerinden hoşnut olduğu sabit bir vakıadır. Yine sa­hih rivayetlerde Rasulullah'ın (s.a.v) hem Özel, hem genel olarak onları övdüğü kesindir. Şu müstefiz haberde olduğu gibi;

"Yeryüzü halkından dost edinseydim, Ebu Bekir'i dost edinirdim.[109]

Yine şöyle buyurmaktadır:

"Sizden önceki ümmetlerde muhaddes (mülhem)ler vardı. Ümmetimden biri varsa o da Ömer'dir. [110]

Aynı şekilde Osman (r.a.) hakkında:

"Meleklerin utandığı birinden utanmıyayim mı? [111]

Ali hakkında (r.a.):

"Sancağı Allah ve Rasulü'nü seven, Allah ve Rasu-lü'nün de kendisini sevdikleri birine vereceğim. Allah, onun eli üzere fetih müyesser kılacaktır. [112]

Zübeyir hakkında:

"Her peygamberin havarileri vardır, benim havarim de Zübeyir'dir.[113] buyurmuş ve benzeri şekilde bir çok sahabeyi övmüştür.

Rafizi"ye gelince. Ali'yi (r.a.) sevmeyen Nasibe'den ge­lecek itirazlara geçmişlerin hepsini seven Ehl- Sünnet'in ge­tirdiği delilleri getirme imkanı yoktur. Çünkü: "Ali'nin müslümanlığı tevatür yoluyla sabittir" diyecek olsa, Nasi-. be'den olan kişi "Aynı şekilde Ebu Bekir. Ömer. Osmajı. Muaviye ve başkalarının da müslümanlığı tevatür ile. sabit­tir. Oysa sen bunların ya müslümanlığma- ya dü adaletleri­ne dil uzatıyorsun" diyecektir.

Şayet: "Ali'nin imam, Rasulullah'm (s/a.v.) kendisini öl­mesiyle sabittir" diyecek olsa, ona deriz ki: Bu hadisleri nak­leden, dil uzattığın sahabenin kendileridir. Çünkü bu hadis­lerin ravileri: Sa'd b. EĞi Vakkas. Aişe. Sehl b. Sa'd,es-Sa-idi ve benzerleridir. Rafizilerise bunların hepsine saldırıyor­lar. Eğer bunlar ve benzerlerinin rivayetleri zayıf ise, Ali'nin faziletleri hakkındaki rivayetlerin hepsi batıl olur. Bû tak­dirde de Rafizilerin hiçbir delili kalmamış olur. Ama riva­yetleri sahih ise. bunların failetlerini rivayet ettikleri Ebu Be­kir, Ömer. Osman v.s.nin faziletleri de Ali'nin faziletleri gi­bi sabittir.

Şayet Rafizi: "Ali'nin faziletleri Şiilerce mütevatirdir. Ni­tekim onlar, imamlığın Ali "ye ait olduğu tevatür yoluyla sa­bittir, diyorlar" derse, cevap olarak kendisine denilir ki: Sa­habe olmayan Şiilere gelince, onlar ne Rasulullalrı (s.a.v.) görmüş, ne sözünü duymuşlardır. Dolayısıyla nakilleri mürsel ve münkatı'dir. sahabeye dayanmadıkça sahih olamaz.

Rafizilerin güven duyduğu sahabilerin sayısı çok azdır. Ancak on küsur veya bu sayı civarındadır.- Bu sayıyla da tevatür sabit olmaz. Çünkü bu kadar az sayıdaki kişi yalan üzere anlaşabilirler. Faziletlerini nakleden sahabenin cum­huru ise. Rafızilerin reddettiği kimselerdir. Ayrıca Kur'an'm övdüğü çoğunluğun yalan söyleyeceklerini ve hakkı gizle­yeceklerini caiz görüyorlarsa bunun az sayıdaki kimse için cevazı öncelikle mümkündür.

Yine eğer Rafızi: "Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın hede­fi başa geçmekti, başa geçmekle başkalarına zulmettiler" di­yecek olsa, ona denilir ki: Bunlar, başa geçme hususunda hiç­bir müslümanla savaşmamışlardir. Onlar ancak müıted ve ka­firlerle savaştılar. Kisra ve Kayser'i yenilgiye uğratanlar. Fars ülkesini fethedenler ve İslam'ı ayakta tutup iman eh­lini aziz kılan ve küfür ile ehlini perişan edenler onlardır.

Mertebe olarak Osman, Ebu Bekir'le Ömer'den geri ol­masına rağmen emri altındakiler onu öldürmeye geldikle­ri halde o, müslümanlarla savaşmadı. Başa geçmek için de bir miislümanı öldürmüş değildir. Bununla birlikte bunların idarecilikte zulmettiklerini, Rasulullah'a düşman oldukla­rını söylersem, Nasibe'den birinin iddiaları seninkinden çok daha kuvvetli olur.

Bu kimseler hakkında kötü söz söyler; onları zalim ve Ra-sulullah düşmanı gösterirsen, bu, Haricilerle sana karşı çı­kan Nasibe için bir delil olur. Çünkü onlar şöyle diyorlar: "Kim riyaset düşkünü olmakla tavsif edilmeye daha layık­tır? Başa geçmek için müslümanlarla savaşan -ve kafirler­le savaşmayan- kendisine itaat etsinler diye savaşı başlatan; namaz kılan, zekat veren, Allah'ın evini hacceden. Rama­zan orucunu tutan ve Kur'an okuyan kıble ehlinden binler-cesini öldüren mi, yoksa müslümanlarla savaşmayan; aksi­ne, namaz ve zekat ehline değer veren, onlara yardım edip onları koruyan; idareci olduğu halde Öldürülen, nefis müda-fası için bile savaşmayan, nihayet kendi evinde ve akraba­sı arasında öldürülen mi? Böyle birini zalim olmak, yöneticiliği sırasında mslümanlara zulmetmekle nitelemek yeri­ne, iktidar için savaşan ve bu uğurda müsiümanları öldüren kimseyi bu vasıflarla nitelemen daha doğru ve gerekli olmaz mı?

Bu ve benzeri hususlardan anlaşıldığı gibi Rafiziler, ne doğru dürüst bırakıl veya sahih bir nakle, ne makbul birdin ve mamur bir dünyaya sahiptirler. Aksine onlar, grupların en yalancıları ve cahilleridir. İnançları, her türlü zındık ve müıtedin İslam aleyhinde çalışmasına müsaittir. Nitekim Nu-sayriyye ve îsmailiyye gibi fırkalar onlar arasında zemin bul­muştur. Bunlar, ümmetin iyilerini hedef alıp onlara düşman­lık yaparken Allah dininin düşmanı yahudi, hristiyan ve müşriklere taraftarlık yapmışlardır. Mütevatir doğrulara karşı koymuş, apaçık uydurma yalanlardan yana olup bun­ları desteklemişlerdir. Onlar. Şa'bi'nin kendileri hakkında söylediği gibidirler ki Şa'bi onları çok iyi tanırdı-: "Dört ayaklı hayvanlardan olsalardı eşekler sınıfından, kuş olsa­lardı kargalar sınıfından olurlardı."

İşte bu sebeple onlar, insanların en müfterileridir. Muavi-ye (r.a.) hakkında söyledikleri de iftira ve yalandır. Muavi-ye'nin Rasulullah (s.a.v.) tarafından idareci olarak görevlen­dirildiği tevatürle sabittir. Rasulullah'la birlikte savaşmış ve ona vahiy katipliği yapmıştır. Vahiy katipliği hususunda Ra­sulullah (s.a.v.) onu itham etmemiştir. İnsanları en iyi tanı­yanlardan biri olan ve hakkın kalp ve diline yansıdığı Ömer (r.a.) onu vali olarak tayin etmiştir.

Rasulullah (s.a.v.), babası Ebu Süfyan'ı vali olarak tayin etmişti ve Rasulullah vefat edinceye kadar valiliği devam et­mişti. Muaviye ise. müslümanların ittifakı ile babasından da­ha hayırlı ve daha iyi birmüslümandı. Rasulullah (s.a.v.) ba­basını vali olarak tayin ettiğine göre onun valiliği haydi haydi caizdir. O hiçbir zaman dinden dönenlerden olmamış, ilim ehlinden hiç kimse onun dinden iıtidat ettiğini söylememiştir. Onu irtidat etmekle suçlayanlar, Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ı, Bedir gazvesine katılmışların hepsini, Rıdvan hiatında bulunanları, Muhacir ve Ensar'dan İslam'a ilk gi­renleri ve iyilikle onlara tabi olanları kendilerine yakışma­yan kötü vasıflarla niteleyenlerdir,

Muaviye, babası ve benzerlerini dinden dönmekle suçla­yanlardan bir kısmı: "Muaviye Öldüğünde yüzü doğuya doğruydu ve yüzünün üzerinde haç vardı" derler,,Her akıl sahibi bunun yalan ve iftira olduğunu bilir, Değil Muavi-ye'yi, onun altında olan Em evi ve Abbasi sultanlarından Abdülmeîik b. Mervan ve çocuklarının, Ebi Ca'fer el-Mansur ve Mehdi ve Hadi ismindeki oğullarının, Harun er-Reşid ve benzeri Hilafet makamına geçmiş olanların bile dinden döndüklerini ve Hristiyan dini üzerinde öldüklerini söyle­menin kocaman bir yalan ve iftira olduğunu her akıl sahibi bilir. [114]

 

Muaviye'nin Oğlu Yezid:

 

Hatta bütün yaptıklarına rağmen oğlu Yezid "in bile ka­fir ve mülteci olduğunu söylemek, ona bir iftiradır. O da, di­ğer müsîüman sultanlar gibi bir sultan idi. Sultanların bir­çoğunun iyilikleri de? kötülükleri de vardır; iyilikleri büyük olduğu gibi kötülükleri de büyüktür. Onlardan birine benzerlerini görmezlikten gelmek ya cehaletin, ya da hak­sızlığın bir eseridir.

Bunlar da sair müslümanlar gibidir; kiminin iyilikJeri kö­tülüklerinden daha çoktur. Kimi kötülüklerinden tevbe et­miş ye kiminin günahlarını Allah bağışlamıştır. Kimini Cennet'e sokacaktır, kimi de kötülüklerinden dolayı ceza­ya çarptırılacaktır. Olur ki Allah kimilerinin hakkındaki bir peygamberin veya şefaat ehlinden birinin şefaatini ka­bul edecektir. Bunlardan birinin kesin olarak Cehennem gireceğini söylemek, bidat ve sapıklık ehlinin sözlerindendir.

Aynı şekilde onlardan belli herhangi birine İanet etmek, salih kimselerin davranışlarından değildir. Rasulullah'm (s.a.v.):

"Allah içkiye, onu imal edene, imal işinde çalışana, onu taşıyana, içiren ve içenine, alıcı ve satıcısına, bir de parasından yiyene lanet etsin."

dediği sabittir. Ama bununla birlikte sahih bir rivayette: Rasululah (s.a.v.) döneminde "himar=eşek" diye çağrılan bi­rinin bulunduğu ve bu zatın çokça içki içtiği, her Rasulul-lalra (s.a.v.) getirildiğinde de kırbaçlanarak (celd) ceza­landırıldığı, yine bir defasında kırbaçlanmak üzere getiril­diğinde orada hazır bulunan birinin:

"Allah bu adama lanet etsin ne de çok peygambere ge­tiriliyor" dediği ve Rasulullah'ın (s.a.v.):

"Ona lanet okuma! Çünkü o, Allah ve Rasulu'hu se­viyor[115] buyurduğu nakledilmektedir.

Görüldüğü giibi Rasulullah (s.a.v.) içki içeni genel ola­rak lanetlediği halde belli bir müminin lanetlenmesini yasak­lamıştır.

Nitekim biz, Yüce Allah'ın:

"Haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler, karınla­rına sadece ateş doldurmaktadırlar. (Nisa: 4/10) sözünü söylediğimiz halde bir kimsenin böyle birinin Cehen-nem'e gideceğini kesin olarak söylemeye hakkı yoktur. Olur ki o adam tevbe eder ya da AUah, iyilikleri sebebiyle günahlarını bağışlar. Ya da başına öyle musibetler gelir ki günahlarına keffaret olur, makbul bir şefaatle kurtulur ve­ya Allah onu affeder.

Kişi sultan olsun veya olmasın onun durumu da böyledir. Ondan bir zülüm sadır olmuşsa bu, lanetlememizi ya da kesin olarak Cehennem gideceğine tanıklık etmemizi ge­rektirmez. Böyle davranmak, bidat ve sapıklık ehlinin işi­dir. Herhangi bir kişi hakkında takınılacak tavır bu olunca ya zulmüyle birlikte affedilme ümidi bulunan büyük iyilik­ler sahibi kimse için ne demeli. Kaldı ki Buharı Sahih'inde /bıı Ömer'den naklen RasululJah'm (s.a.v.) şöyle dediğini ri­vayet etmektedir:

"Kostanriniyye'ye (İstanbul'a) sefere giden iik ordu­nun günahları bağışlanmıştır.mi

İstanbul'un fethi için giden ilk ordunun komutam Muavi-ye'nin oğlu Yezid'dir. Bu seferde Ebu Eyyiib el-Ensari de vardı ve bu zat bu seferde vefat etmiştir. Kabri de hala ora­dadır.

Bu sebepledir ki selef imamlarından mutedil olanlar; "Yezid ve benzerlerine ne söver, ne de onları severiz" derlerdi. Yani kendisinden sadır olan zulmü sevmeyiz. Tek kişiden iyilikler de, kötülükler de; taatlar da, masiyerler de, hayırlı şeyler de, kötü şeyler de sadır olur. Allah, iyilik­lerinden dolayı onu mükafatlandırır, kötülüklerinden dola­yı da cezalandırır. Ama dilerse, onu bağışlarda. Yaptığı iyi­likleri sever, kötülüklerinden hoşlanmaz.

Kötülükleri küçük günahlar şeklinde olanın günahlarının affedileceğini Mu'tezililer de söylerler. [116]

 

Büyük Günah İşleyenin Durumu:

 

Büyük günah işleyene gelince, ümmetin selefi, müctehidleri ve Sünnet vel Cemaat kesin olarak bunların Cehennem gideceğini söylemezler. Aksine, Allah onu bağış­layabilir derler. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bun­dan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisa: 4/48)

Bu ayet, Allah'a ortak koşmayan hakkındadır ve bağışlamayı Allah'ın isteği şartına bağlamıştır. Yüce Allah'ın:

"Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları ba­ğışlar."                                                    (Zümer: 39/53) buyurması da tevbe edenler hakkındadır. Bu sebeple mutlak ve genel bir ifade kullanılmıştır.                 

Haricilerle Mu'tezililer ise, büyük günah işleyenin ebe­di olarak Cehennem'de kalacağını söylerler. Ayrıca onlar, bazı iyi kimselerin büyük günah işleyenlerden olduğunu vehmederler. Nİitekim Hariciler. Osman (r.a.) ve Ali (r.a.) ile taraftarlarının Cehennem'de ebediyyen kalacaklarını vehmederler. Aynı şekilde kimileri de Muaviye, Amrb. el-As ve benzerleri için bunu söylerler. Bunlar, görüşlerini iki batıl mukaddime üzerine bina ederler:

Bunlardan biri: Falan şahıs büyük günah işleyenlerden­dir.

İkincisi:. Her büyük günah işleyen Cehennem'de ebe-diyyen kalacaktır.

Her iki söz de batıldır. Hele ikincisi mutlak olarak batıl­dır. Birincisinin de batılhğı bilinir ama tevakkuf da edilebi­lir.

Muaviye ve benzerleri gibi müslümanlığım açıkça ilan eden, namaz kılan, oruç tutan ve hacceden birine o. küfrü üzere devam etti demek; benzeri ol an .başka biri için mese­la Abbas. Ca'fer, Akil ve Ebu Bekir, Ömer, Osman hakkın­da aynı şeyi iddia etmek gibidir. Yine mesela Hasan ve Hüseyin'in Aii b. Ebi Talib'in değil Selman-ı Farisi'nin oğulları olduklarını, Rasuiullalrın (s.a.v.) Ebu Bekir'le Ömer'in kızlarıyla evlenmediğini, iki kızını Osman'la ev­lendirmediğini iddia etmek gibidir. Hatta Muaviye'nin müs­lümanlığım inkar etmek, bu hususları inkar etmekten çok da­ha çirkindir. Çünkü bu sibi şeylerden bir kısmı sadece alim-ler tarafından bilinebilir.                           

Muaviye'nin İslam'a girdiği. müslüman toplumda idare­cilik yaptığı, emirlik ve hilafet makamına oturduğu, bütün bunlar avam tarafından da bilinmektedir. Biri Ali'nin küfür üzere devam ettiğini iddia edecek olsa, Ebu Bekir, Ömer, Os­man, Muaviye ve başkalarının müslümanlığını inkar ede­ne karşı getirilecek delillerden başkası getirilemez. Bunlar­dan biri, diğerinden daha faziletli de olsa, aralarındaki fa­zilet farklılığı. müsJümanJıklarının ortaya konmasındaki ortaklığa engel değildir.

Biri çıkıp Muaviye'nin imanı münafıklıktan başka bir şey değildir diyecek olsa, bu da yalan ve uydurmadan ibarettir. Alimlerden Muviye'yi münafıklıkla itham eden olmamıştır, hepsi islammm iyi olduğunda müttefiktir. Babası Ebu Süf-yan'ın müslümanlığının iyiliğinde susarlar ama Muaviye ve kardeşi Yezid'in müslümanlıklanmn iyiliği hususunda bir tereddüt yoktur. Ayni şekilde fetih yılında İslam'ı kabul eden İkrime b. Ebi Cehl, Süheyl b. Arar, Safvan b. Ümeyye ve benzerlerinin müslümanlıklanmn iyiliğinde ihtilaf eden ol­mamıştır. Müslümanlar başkası namına ve bağımsız olarak kırk yıl idarecilik yapan, onlara beş vakit namaz kıldıran, hutbe okuyup vaaz eden. iyiliği emredip kötülükten sakın­dıran, şeriatin emirlerini uygulayan, fey; ganimet ve ze­katlarım aralarında taksim eden onlarla birlikte hacceden biri nasii olur da münafıklığını hepsinden gizleyebilir? Hem de aralarında sahabenin ileri gelenlerinden pek çok kimse bu­lunduğu halde.

Hatta bundan da daha kuvvetlisi -Allah 'a şükürler olsun-ne Emevi halifelerinden, ne Abbasi halifelerinden zındıklık ve münafıklıkla itham edileni vardır. Emevilerden bir tür bi­dat ve zulme nisbet, edilen olmuşsa da hiçbiri zındıklık ve münafıklığa nisbet edilmemiştir. En azından ilim ehlinden hiç kimse onlan bu vasıflarla nitelernemiştir.

Zındıklık ve münafıklıkla bilinenler, Aleviyyun diye isimlendirilen ve Mısır'la magri b'te hüküm sürmüş olan LJbeyd el-Kacklah oğullarıdır. Bunlar, kafir bir sülaleden ge­liyorlardı. İlim ehli ittifakla onları zındıklık ve münafıklı­ğa nisbet etmektedir. Aynı şekilde Tevaif-i Mülük diye bi­linenlerden Büveyhoğıılları ve başkalarından bir kısmı zın­dıklık ve münafıklıkla itham edilmişlerdir. Müslümanla­rın genel halifelerine gelince 'Allah, müslümanların idare işi­ni zındık ve münafığın eline düşürmemiştir. Bunun bilinme­si gerekir ve bu, önemli bir husustur.

Alimler. Muaviye'nin, bu ümmetin sultanlarının en faziletlisi okluğunda ittifak etmişlerdir. Kendisinden ön­ceki dördü, Rasulullah'm halifesiydiier. Muaviye melikle­rin (sultanların) ilkidir ve onun sultanlığı rahmet sultanlığıy­dı. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmaktadır:

"Mülk (idarecilik) nübüvvet ve rahmet olacaktır. Son­ra hilafet ve rahmet, sonra sultanlık ve rahmet, sonra sul­tanlık ve zorbalık, sonra da zalim sultanlık olacaktır.[117]

Onun sultanlığında öyle rahmet ve müslümanlığına ya­rar vardı ki. sultanlığının diğerlerinin sultanlığından üs­tünlüğü buradan anlaşılmaktadır.

Kendisinden Öncekiler, nübüvvet halifeleriydiler. Çünkü Rasulullah'm (s.a.v.):

"Peygamberlik hilafeti otuz yıl olacaktır, sonra salta­nata dönüşecektir. [118]

buyurduğu sabittir. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve AH -Al­lah hepsinden razı olsun- raşid halifeler ve hidayet rehberi imamlardı. Rasulullah (s.a.v.) onlar hakkında şöyle buyur­maktadır:

"Benim ve benden sonra gelecek raşid halifelerin yo­luna sarılın. Ona sarılın ve dişlerinizle sımsıkı tutunun. Sakın sonradan çıkacak şeylere iltifat etmeyesiniz, (din konusunda) sonradan çıkan her şey bidattir.[119]

Ali'nin (r.a.) hilafeti konusunda tartışmaya girenler ol­muştur. Kimi. döneminin fitne dönemi olduğunu, cemaat dö­nemi olmadığını söylemiştir. Kimi, biranda iki halifenin bu­lunması caizdir; o da halifedir. Muaviye de. Çünkü üm­met, Ali (r.a.) üzerinde ittifak etmemiş ve aynı görüşü1 pay-laşmamıştır.

Ama imamların kail bulunduğu sahih görüş, belirttiğimiz hadisten dolayı hilafetinin raşid hilafet olduğudur. Ali (r.a.), döneminde kendisini "Emirü'l Mü'minin" diye isimlendi­riyordu ve sahabe de kendisi için bu unvanı kullanıyordu. İmam Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:

''Ali 'yi dördüncü halife saymayan, evinin önündeki eşek­ten daha sapıktır." Bununla birlikte hiç şüphesiz her halife­nin bir mertebesi vardır.

Ebu Bekir ve Ömer'le kimse boy ölçüşemez. Nitekim Ra-sulullah (s.a.v.):

"Benden sonraki iki kişiye; Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz. [120] buyurmuştur.

Ali'nin (r.a.) taraftarlarından kendisiyle birlikte onlar bi­le, tartışmasız Ebu Bekir'le Ömer'i ondan üstün tutuyorlar­dı. Ali'nin (r.a.) kendisinin: "Beni Ebu Bekir ve Ömer'den üstün tutan biriyle karşılaşacak olsam mutlaka ona müfte­ri cezası veririm" dediği sabittir.

Onlar sadece Osman'la (r.a.) Ali konusunda tartışıyorlar­dı. Ancak Osman'la (r.a.) biat yapılmadan önce Ömer'in (r.a.) şura'yı altı kişi arasında kıldığında, bu altı kişinin it­tifakıyla Osman'ın (r.a.) Ali'den (r.a.) üstünlüğü sabit olmuş­tur. Bu altı kişi. Osman, Ali. Talha, Zübeyir, Sa'd ve Abdur-rahman b. Avf idi. Bunlardan üçü: Talha, Zübeyir, ve Sa'd kendiliklerinden çekilmiş ve hilafet işi Osman, Ali ve Abdurrahman arasında kalmıştır. Üçünden biri, ikisinden biri­ni.halife seçecekti. Abdurrahman üç gün Muhacir, Ensar ve Tabiin arasında görüşmeler yapmış ve neticede herkesin Osman'da karar kıldığını haber vermiştir.

Osman'ın (r.a.) vefatı ve hilafeti konusu uzun bir mese­ledir, dileyen güvenilir kimselerin eserlerine müracaat etsin. Allah'u a'lem. Peygamberimiz Muhammed'e salat ve selam olsun. [121]

 

Yezid Hakkında Farklı Görüşler:

 

Şeyhülislam -Allah rahmet etsin şöyle dedi:

İnsanlar, Muaviye b. Ebi Süfyan'ın oğlu Yezid hakkın­da ikisi aşırı, mutedil olmak üzere üç fırkaya ayrıldılar:

Aşırılardan birine göre o, münafık bir kafir îdi. Rasulul-lah'a (s.a.v.) olan kinine su serpmek, ondan intikam almak Bedir gazvesinde ve diğer savaşlarda Ali b. Ebi Talib ve di­ğerlerinin eli üzere öldürülen dedesi Utbe. dedesinin karde­şi Şeybe, dayısı Utbe'nin oğlu el-Velid ve diğer akrabala­rının öcünü almak için Rasulullah'm torunlarını öldürmeye çalıştı. Dediler ki: Bu yaptığı. Bedir savaşından kalma bir kin ve cahiliye damarıdır. Onun dili üzere de şöyle bir şiir söylerler:

" O yüklü develer görüldüğünde ve o başlar Cirun tepe­sinde yükseldiğinde,

Karga öttü. İster öt ister ötme dedim. Ben Peygam­ber den alacağımı aldım."

Yine İbn ez-Ziba'ra'nın Uhud günü söylediği şu şiirini okuduğunu söylerler:

"Keşke Bedir'deki büyüklerim göreydi

Hazreclilerin atılan oklardan nasıl korktuklarını.

Büyüklerinden bir çoğunu öldürdük

Bedir'e karşılık olsun diye. tam da karşılık oldu."

Ve buna benzer daha nice şeyler söylediler.

Rafizİleriçin böyle sözler söylemek kolaydır. O Rafizi-ler ki Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibilerini bile tekfir eder­ken elbette Yezidi' tekfir etmek onlar için çok daha kolay­dır.

Aşırı fırkaları ikincisi ise, Yezid'İ salih bir kişi ve adil bir imam sanırlar/Onlara göre o, Rasulullah (s.a.v.) döne­minde doğmuş "sahabe"dendir. Rasulullah onu eline almış ve ona dua etmiştir. Bazen onu Ebu Bekir ve Ömer'den üs­tün tutarlar. Aralarında onun bir Peygamber olduğunu söy­leyen de olmuştur. Şeyh Adiy veya Hasan el-MaktüTün di­linden yalan uydurarak şöyle dediğini naklederler:

"Yezid hakkında tereddüde düştüklerinden dolayı yetmiş velinin yüzü kıbleden alikonmuştur."

Bu gibi sözleri Adaviyye tarikatının aşırıları ile Kürtler ve benzeri sapıklar söylerler. Oysa Şeyh Adiy, Ümeyyeoğul-lar'indan salih, zahid ve fazıl bir kişiydi. O, ancak Şeyh Ebu'l-Ferec el-Makdisi ve benzerlerinin davet ettiği tarika­ta davet ederdi. Akidesi, şeyhinin akidesine uygundu. Fakat sonradan tarikatlarına mevzu hadisler, batıl teşbih. Şeyh Adiy ve Yezid konusunda aşırılıkla, Rafizilere saldırı husu­sunda birtakım aşırılıklar; Rafizilerin tevbesinin kabul edil­meyeceği ve benzeri yalan ve sapıklıklar ilave ediJdi.

Az bir aklı, geçmişlerin hal ve tavırları konusunda az bir bilgisi olan, bu iki gömsün de batıl olduğunu bilir. Bu sebep­ledir ki sünnete bağlılık!arıyla bilinen ilim ehlinden, değer­lendirme kabiliyeti olan akıl erbabından hiç kimse bu iki gö­rüşe de ihtilaf etmemiştir.

Üçüncü görüş ise şöyledir; O. müslüman .sultanlardan olup hem iyilikleri, hem de kötülükleri vardır. Osman'ın (r.a.) hilafeti döneminde doğmuştur. Kafir değildir. Ne var ki kendisi sebebiyle Hüseyin (r.a.) şehid edilmiş ve Harre baskını vukubulmustur. Ne sahabi. ne de Allah in salih kullanndandı. Akıl, ilim. Sünnet ve Cemaat ehlinin hepsinin gö­rüşü budur.

Sonra Yezid konusunda üç fırkaya ayrılmışlar. Bir fırka onu lanetlemiş; bir fırka onu sevmiş ve birisi de ona ne .sövmüş, ne de onu sevmiştir. İmam Ahmed'den ve onun as­habı ile diğer müslümanlardan mutedil olanların hepsin­den nakledilen, sonuncu görüştür.

İmam Ahmed'in oğlu Salih şöyle diyor:

"Babama dedim ki: Bir topluluk Yezid'i sevdiklerim söylüyorlar. "Ey oğul dedi, Allah'a ve ahiret gününe inanan, Yezid'i sever mi?" "O halde niçin onu lanetlemiyorsun?" de­dim. Ey oğul dedi. babanın bir kimseye lanet ettiğini hiç gör­dün mü?

Mehna şöyle demektedir: Yezid b. Muaviye b. Ebi Süf-yan'ı Ahmed'e sordum.

"O Öyle biridir ki, Medine'de yaptığını yaptı" dedi.

"Ne yaptı?" dedim.

"Rasulullah'in (s.a.v.) ashabından bazısını öldürdü ve bu­nun dışında birtakım şeyler yaptı" dedi.

"Başka ne yaptı?" dedim.

"Medine'yi yağmaladı" dedi.

"Kendisinden hadis nakledilir mi?" dedim.

"Hayır, kendisinden bir hadis bile nakledilmez" dedi. Ka­dı Ebu Ya'la ve başkaları da aynı şeyi zikrederler.

Ebu Muhammed el-Makdisi'ye Yezid'in durumu sorul-duğunda:

"Bana ulusan şey o ki kendisine ne sövülür ne de sevilir" dedi.

Bize de ulaşan o ki. dedemiz Ebu Abdillahb. Teymiye'ye Yezid'in durumu sorulduğunda: Ne eksilt, ne de arttır, de­miştir. Yezid ve benzerleri hakkında söylenecek en adil ve en güzel söz budur.

Kendisine sövülmemesi ve lanetlenmemesi meselesine

gelince; lanetlenmesini gerektiren birfi.skının bulunmama­sı, ya da tahrimen veya tenzihen belli bir fasifcın bizzat la­netlenmeyeceği sebebiyledir. Buharı""nin Sahih'inde Ömer'den (r.a.) nakledilen "Hım ar" isimli zatın kıssasında. bu zatın tekrar tekrar içki içtiği ve bunun için kırbaçlandı­ğı (ceJd) bunun üzerine sahabeden biri Hımar'ı lanetleyin­ce Rasulullah'in (s.a.v.):

"Ona lanet etme, çünkü o, Allah ve Rasuliinii sever[122] buyurduğu sabittir.

Yine şöyle buyurmuştur:

"Mümine lanet okumak, onu öldürmek gibidir. [123]

Oysa Rasulullah (s.a.v.) içkiyi ve içki içeni lanetlemiştir. Böylece RasuluHah (s.a.v.) genel olarak içki içeni lanet­lediği halde sahih hadiste içki içen şu belli şahsı lanetleme-miştir.

Aynı şekilde yetimlerin mallarını yiyen, zina eden ve hır­sızlık yapanlar hakkındaki cezalarla ilgili nasslar genel ol­makla birlikte bu gibi şeyleri yapan bir kimsenin bizzat Cehennem ehlinden olacağım kesin olarak söyleyemeyiz. Çünkü ya tevbe etmesi, ya günahları bağışlatan iyilikler iş­lemesi, ya günahları bağışlatan musibetlere uğraması ya makbul şefaat ya da başka yerlerde anlattığımız diğer sebep­lerden dolayı tercih edici bir engel sebebiyle o genel nassların gereğinin gerçekleşmemesi mümkündür. Böylece lanetlenmemesinin üç gerekçesi zikredilmiş oldu.

Onu Ianetleyenlere gelince, bunlardan bir kısmına göre onu lanetlememek, lanetlenmesinin caiz olmadığından de­ğil, sairmubah sözleri terketme nevilidendir. Onu sevmeye gelince, çünkü özel sevgi ancak peygamberler, sıddikler. sa-finler ve şehidleriçin olup kendisi bunların hiçbirinden de­ğildir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.):

"Kişi, sevdiğiyle beraberdir[124]buyurmuştur.

Allah ve ahiret gününe inanan bir kimse ise. ne Yezit, ne benzeri adil olmayan herhangi bir sultanla beraber olmak is­ter.

Yezidi sevmemenin de iki gerekçesi vardır;

Birincisi; sevilmesini gerektiren salih amelleri yoktur. Zorba sultanlardan biri olarak kalmıştır. Böyle kimseleri sev­mek meşru değildir. Bu gerekçe ve faşıklığı kendisi indin­de sabit olmadığını söyleyenin gerekçesi kanaatimce tevi­le müsaittir.

İkincisi: Hal ve tavırlarında zalimliğini ve faşıklığını gerektiren hususlar kendisinden sadır olmuştur. Hüseyin'in (r.a.) durumu ve Harre halkının durumu gibi.

Ebu'l-Ferec İbmı'l-Cevzi, Keyelherrasi ve başka alimle­rin onu lanetlemelerine gelince lanetlenmesini mubah kılan fiileri işlemesi sebebiyledir. Ayrıca onlar o bir fasıktı ve her fasık lanetlenir, ya da fasıklığma hükmolunmasabile masi-yet sahibinin lanetlenebileceği görüşünde olabilirler. Nite­kim Sıffin savaşına katılanlar Kunut duasında birbirlerini la-netlemişlerdir. Ali ve taraftarları namazdaki Kunut duala­rında Şam halkından bazı kimseleri şahıslarını zikrederek la­netlerken aynı şekilde Şamlılar da karşı tarafı lanetlemişler-dir. Oysa savaşan her iki taraf da: adil olanları da, baği olanları da caiz tevil ehlindendir ve onlardan hiçbiri fasık olarak nitelenemez. Sair fasıklar lanetlenmese de, işlediği büyük günahların özelliği sebebiyle lanetleniyor da olabi­lir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.), bazı masiyetleri işleyenle­ri genel olarak lanetlediği gibi hepsini olmasa da bazı asi­leri şahıs olarak laneti emiştir. Bunlar da. lan eti erimesinin üç gerekçesidir.

Sevilmesini caiz gören veya onu seven Gazali ve Dus-ti'nin görüşlerine gelince, bunların da iki gerekçesi vardır:

Birincisi: O. sahabe döneminde ümmetin idare görevini yürütmüş ve sahebeden hala hayatta olanların kendisine ta­bı oldukları bir müsiümandır. İyi birtakım hasletleri vardı. Hoş karşılanmayan Harre olayı ve diğeı;hususlarda kendi­sine göre tevilleri vardı. O. hata etmiş bir müctehiddir. der­ler. Ayrıca diyorlar ki: Harre halkı, kendileri başta ona bi­ati bozmuşlardı. İbn Ömer ve başkaları Harre halkının bu ta­vırlarının yanlış olduğunu söylemişlerdir. Hüseyin'in (r.a.) öldürülmesine gelince. Yezid ne böyle bir şeyi emretmiş, ne de kınamıştır. Hüseyin'in (r.a.) başı kendisine değil. İbn Zi-yad'a götürülmüştü.

İkincisi: BuliarTriin Sahih'inde İbn Ömer'den yaptığı bir rivayette Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu sabittir;

"Kostantiniyye (İstanbul) üzerine yürüyen ilk ordunun günahları bağışlanmıştır."

Kostantiniyye "ye sefer yapan ilk ordunun komutam. Ye­zid idi,

Meselenin gerçeği şu ki: Bu görüşlerin her ikisinde de iç-tihad geçerlidir. Çünkü masiyetleri işleyen birini lanetlemek içtihadın geçerli olduğu bir sahadır. Hem. iyilikleri, hem de kötülükleri işleyen birini sevme hususunda da durum budur. Bilakis, bir kimsede hem övülecek, hem de yerilecek hasletlerin hem sevap, hem de günahın bir arada bulunma­sı çelişen bir durum değildir. Aynı şekilde, hem iyilikleri. hem de kötülükleri bulunması sebebiyle bir kimseye hem rahmet okunması ve dua edilmesi ile lanetlenip sövülmesi de çelişkili bir durum değildir.

Ehl-i Sünnet, -Cehennem 'e girseler yahut girmeye müs­tahak olsalar bile- din ehli fasıkların eninde sonunda Cen­net'e gireceleri, böylece hem sevap, hem de cezayı bir ara­da bulunduracakları konusunda ittifak halindedirler. An­cak Mu 'tezile ve Hariciler buna karşılar. Onlara göre müka­fatı hakeden cezayı haketmez, ikabı hakaden de sevabı haketmez. Bu mesele meşhur olup ayrıntılara girmenin yeri bu­rası değildir.

Bir kimseye hem duanın, hem de beddua etmenin caiz ol­duğu meselesi cenazeler konusunda tafsilatlı bir şekilde anlatılacaktır. Burada şu kadarını belirtelim ki: Müslüman­ların iyisine de. facirine de rahmet okunur. Her ne kadar bu­nun yanında facir olanına ya şahsı veya nev'i itibariyle lanetlenebilse de durum budur. Lakin ilk durum -yani ne ken­disine sövülmesi, ne de sevilmesi -daha orta ve adil bir yol­dur. İşte bu sebeple ben, büyük fitne esnasında Dımaşk'a ge­len Moğol komutanına bu şekilde cevap verdim. Benimle onun ve başkaları arasında birtakım konuşmalar geçti. Ba­na bazı sorular sormuştur ve ben de cevap verdim. Sorula­rından biri de: "Yezid hakkında ne diyorsunuz?" şeklin­deydi. "Ona ne söver, ne de onu severiz; çünkü o, salih bi­ri değil ki onu sevelim, ama biz, müslümanlardan herhangi birine şahsım belirterek de sövmeyiz" dedim. Bunun üzeri­ne: "Onu lanetlemiyor musunuz? Zalim biri değil miydi? Hü­seyin'i öldürmedi mi?" dedi.

Ona dedim ki: Haccac b. Yusuf ve benzeri zalimlerden sözedildiğinde Yüce Allah'ın Kur'an-Kerim'de buyurduğu:

"İyi bilin ki Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir. (Hud: 11/18)

sözüne benzer söyleriz. Herhangi bir kimseyi bizzat lanet-lemeyi sevmeyiz. Ama şunu da belirtelim ki, alimlerden bir kısmı onu lanetlemiştir. Aslında bu. içtanada açık bir husus­tur. Lakin bizim tercih edip tasvip ettiğimiz görüş budur.

Hüseyin'i (r.a.) öldüren, ya da öldürülmesine yardımcı olan, buna rıza gösteren kimseye gelince; Allah'ın, melek­lerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun; Allah onu ne bağışlar, ne de affeder.

Moğol komutanı:

"Ehî-i Beyt'i sevmiyor musunuz?" dedi.

Dedim ki: Aksine, onları .sevmek bizce farzdır ve ifa edilmesi gereken birgörevdİr. Kişi. onları sevmekten dola­yı mükafatlandırılır. Çünkü Müslim'in Sahih'inde nakletti­ği bir rivayete göre Zeyd b. Erkam şöyle demektedir Rasu-lulJah (s.a.v.) Mekke ile Medine arasında "Hum" denilen bir göl yatağında bize bir hutbe verdi ve bu hutbesinde şöyle de­di:

"Ey insanlar! Size iki değerli şey bıraktım. Bunlardan biri: Allah'ın Kitabi'dir."

Allah'ın Kitabından sözetti ve ona sarılmamızı sıkı bir şekilde tavsiye etti. Sonra şöyle devam etti:

"Diğeri de: Akrabam, Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatırım.[125]

O Moğol komutanına ayrıca şöyle dedim: Biz namazımız­da her gün şöyle deriz:

''Allah'ım. İbrahim ve aline salat ettiğin gibi Muham-mecFe ve aline de salat et. Şüphe yok ki .sen, Övülensin, aza­met ve celal sahibisin. Allah'ım, İbrahim ve alinin feyiz ve bereketini arttırdığın gibi Muhammed ve alinin feyiz ve bereketini de arttır. Şüphe yok ki sen. övülensin. azamet ve celal sahibisin." O zaman Moğol komutanı;

"Peki onlara buğz besleyenler kim?" dedi. Dedim ki:

"Kim onlara buğz besliyorsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah onu ne bağışlar, ne de affeder."

Sonra Moğol vezire sordum:

"Bu adam Tatar olduğu halde niçin Yezid'i soruyor?"

"Kendisine Dımaşk halkının Nasibe'den olduğunu söy­lemişlerdi" dedi. O zaman yüksek bir sesle bağırarak şöy­le dedim:

"Bunu söyleyen yalan söylüyor. Kim bu iddiada bulunu­yorsa Allah'ın laneti onun üzerine olsun. Allah'a yemin

ederim ki Dimaşk halkı arasında Nasibe'den kimse yoktur. Onlar arasında böyle bir kişi bile tanımıyorum. Dımaşk'îa Ali'ye (r.a.) dil uzatan biri çıksa müslümanlarona gereken cevabı verirler. Evet önceleri Emeviler buralara hakim iken onlardan bazısı Ali'ye (r.a.) düşmanlık besler ve nahoş söz­ler söylerlerdi. Ama bugün, onlardan bir kişi bile kalmış de­ğildir. [126]

 

Din Ne Zaman Fesada Uğradı?:

 

İbn Teymiye'ye. çeşitli fesat nevileri üzerine bir araya gelmiş bir topluluğun durumu soruldu.

Bunlardan bazısı şöyle diyor: Din. bundan çok daha ön­ce, ta Ali b. Ebi Talib'ten hilafetin alınmasıyla bozuldu. On­dan sonra idareyi ele geçirenler, buna ehil değildiler. Onla­rı idareci bilmek de doğru değildir. Bu sebeple ta o zaman­dan beri müslümanların akidelerinden hiçbiri sahih değil­dir; ne nikah akidleri. ne başka akidleri. Ali'den (r.a.) hila­fetin alınmasından bu yana evlenenlerin hepsinin nikahı fasittir. Aynı şekilde diğer akidler. idarecilikler ve diğer hu­suslar da fasittir.

" Bunu söyleyen kişi şu iddialarda bulunuyor: Allah, Haç­tır. Lafza-i CelaFin herbir harfi Haçın çizgilerinden bilinin üzerindedir. Bu şahıs ayrıca Yahudilik ve Hristiyanliğın. ay­nı şekilde Mecusilik ve diğer dinlerin hak üzere olduklarını söylüyor.

İbn Teymiye'nin cevabı:

Bu cahil, cehaletinde doğrulan yalanlayan ve hurafele­ri ancak İslam'ın temel prensiplerini bilmeyenler arasında revaç bulan Rafizilere benziyor. Bu soruda söz konusu edi­lenler bunlar gibidir. 

Denilir ki onlar, hilafetin Ali'den (r.a,) alınışından itiba­ren dinin bozulduğunu söylüyorlar. Ali'den (r.a.) hilafetin alınması ise, RasuluIIah'in (s.a.v.) vefatından itibaren baş­lamaktadır. Hulefa-i Raşidin, hilafete ehil değildirler; o za­mandan bu yana Müslümanların akidleri batıldır. Allah da haçtır. Yahudi, Hristiyan ve MecusiJer hak üzeredirler vs. gi­bi iddialarda bulunuyorlar. Bu iddialarda bulunan kişi. Nu~ sayriye, İsmailiye, ve bunların etbaı gibi Batını ve Karmatılerin cinsinden bir zındık olup zındıkların en kötü I erinden­dir.

Bu sebeple birbirleriyle çelişen bir sürü iddia ileri sür­mektedir. Çünkü yahudi, hristiyan ve rnecusilerin dinlerini kabul ettiği halde Hulefa-i Raşidin ve Muhacirlere En-sar'dan dinde ilk Öne geçenlerin dinine dil uzatan kişi ancak insanların en cahil ve en kafiri olmalıdır. Şayet bu kişi, İs­lam ümmetinin insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet ol­duğunu; ümmetin en hayırlılarının da ilk nesil, daha sonra da onları takip eden nesil olduğunu bilen müminlerden ol­saydı, kafirlerin dinini kabul etmez ve Muhacirlerle En-sar'in dinine dil uzatmazdı. Böylelerine başka yerlerde uzun uzadıya cevap verdik.

Rafizilere cevap verirken bu iddiaları da cevaplandırdık.

Burada şu kadarını söyleyelim ki: Bu sözleri söyleyen ki­şi, Muhammed'in, Allah'ın elçisi olduğuna inanmamak­tadır. Biz ancak Muhammedin Allah'ın elçisi olduğunu ka­bul edene cevap veririz, şüphelerini giderecek açıklamalar­da bulunuruz. Peygamberliğine dil uzatana söylenecek söz­ler başkadır, ona da o açıdan cevap veririz. Her sözün bir ye­ri vardır. [127]

 

ALT (r.a.) VE EHL-İ BEYT

 

Ali (r.a.) Cinlerle Savaştı Mı?:

 

Soru:

 

Ali'nin (r.a.) 'Bir'" denilen yerde cinlerle savaştığını. Hayber günü elini köprü gibi uzatıp ordunun üzerinden geçtiği. Ahzab savaşında onyedi parçaya bölünüp her par­çasının kılıç sallayan bir savaşçı olduğu ve bu savaşçılardan herbirinin. ben Ali'yim dediği, uzayıp kısalan ve Zülfikar is­minde bir kılıcının olduğu, başının üzerinde mermerden yapılmış bir küp bulunan Merhab'a bu kılıçla vurduğu bir darbeyle başının üzerindeki küp dahil Merhab'la atını iki­ye bölüp kılıcın yere kadar indiği, havada birinin: "Zülfi-kar'dan başka kılıç yok ve Ali'den başka genç yok" diye ni­da ettiği, mancınığa konulup Gurab kalesine fırlatıldığı, her peygambere gizli gönderildiği halde Peygamberimizle (s.a.v.) birlikte cehren gönderildiği, yalnız başına ellibin ki­şilik, yirmibin kişilik ve otuzbin kişilik ordularla savaştığı. Hayber fethinde Merhab'la yaptığı mübarezecle vurduğu bir kılıç darbesiyle Merhab'ı uzunlamasına ve atını da en­lemesine ikiye böldüğü, hatta kılıcının yere iki veya üç zi­ra' (kulaç) girdiği. Hayber kalesinin halkasını tutup salladı­ğında. Hayber şehrinin tamamen sallandığı ve surların burç­larının düştüğü söylenmektedir. İlim ehlince bunlar ger­çekten doğru mudur? [128]

 

Cevap:

 

Hamd, Allah'adır. Söz konusu edilen bu şeylerin hepsi ilim ve iman ehilinin ittifakıyla yalan ve uydurmadır.

Ne Ali (r.a.). ne başka bir sahabi cinlerle savaşmış değil­dir. Cinlerle bir başkası da savaşmış değiller. Ne Bi'r-u Zati'l-Alem'de. ne başka bir yerde.

Cinlerle savaştığına dair hadis, ilim ehlinin ittifakıyla uy­durulmuş mevzu bir hadistir. Rasululah (s.a.-v.) döneminde Ali (r.a.), ellzbin veya otuzbin kişilik bir orduyla savaşmış değildir. Katıldığı savaşların hiçbirinde düşman ordusu bu sayıya ulaşmamıştır. Artık nerede kaldı böyle bir orduyla yalnız başına savaşmış olması, Rasului/ah'la (s.a.v.) birlik­te katıldığı savaşların sayısı dokuz olup bunlar: Bedir, UTıud, Hendek, ttayber, Mekke'nin fethi, Huneyn ve başka­larıdır.

Müşriklerin sayısının en çok olduğu savaş, Ahzab yani Hendek savaşıdır. Bu savaşta müşrikler Medine'yi kuşatma altında tutuyorlardı. Bu savaşta ne düşman, ne de Müslüman­ların tümü savaşıyordu. Her iki taraftan az sayıda kişi sava­şıyordu. Bu savaşta AJi, Amrb. Abduvudd ei-Amiri'yi Öl­dürmüştür. Mübarezeye çıktığında karşısında sadece bir kişi vardı, iki kişi değil.

Hayber fethinde Merhab'îa aralarında geçene gelince, sa­hih bir rivayette RasuluİIah'ın fs.a.v.) şöyle buyurduğu sa­bittir;

"Sancağı, Allah ve Rasulünü seven, Allah ve Rasu-lü'nün de kendisini sevdiği birine vereceğim. Allah, fet­hi bu kişinin eli üzere müyesser kılacaktır.[129]

Rasuluüah (s.a.v.) daha sonra sancağı Ali'ye (r.a.) ver­miştir. Jiayber savaşı müteaddid günler devam etmiş ve bazı kaleleri Ali'nin (r.a.) eü üzere fethedilmiştir.

Bir rivayette Merhab'i Ali (r.a.), başka bir rivayete gö­re ise Muhammed b. Mesleme Öldürmüştür, Aslında Merhab isminde iki ayrı zatın bulunduğu ve tabirinin, bunlardan bi­rini öldürmüş olacağı da muhtemeldir. Merhab-m öldürül­mesi de normal bir şekilde olmuştur. Ali (r.a.) ne onu, ne de atını ikiye bölmüştür. Kılıcı yere de geçmemiştir. Ne Ali'ye  (r.a.). ne başka birine gökten kılıç inmiş değildir. Ordunun geçmesi için Ali'nin (r.a.) elini köprü gibi uzattığı, kapıyı söktüğünde Hayber surlarının sallandığı, burçlarının yıkıl­dığı gibi hususlar da uydurmadır. Hayber. bir şehir de değil­di, kaleleri birbirinden ayrı birkaç kale ve çiftlikleri olan bir yerdi.

Rivayet edilen, kendisinin kale kapısını söktüğü ve raüs-lümanlann kaleye girdiği şeklindedir. Mancınıkla kalenin içi­ne atıldığı meselesi de yalandır. Aslında savaşlarda Ali (r.a.) ve başkaları hakkında söylenen bu tür şeylerin hepsi mübalağa ve uydurmadır. Bunlara bir çok yalan ilave edil­miştir. Tıpkı Antere ve başka kahramanlara isnad edilen ya­lanlar gibi. Rasululah'ın (s.a.v.) vefatından sonra Ali'nin (r.a.) katıldığı savaşların toplamı üç olup bunlar: Cemel, Sıf-fin ve Nehrevan savaşlarıdır. AUahu a'lem.

İbnTeymiye'ye soruldu:

Ali'nin (r.a.) Bi"r denilen yerde cinlerle savaştığını, on iki bin kişiyle savaşıp onlan yendiğini söyleyen hakkında ne dersiniz?

İbn Teymiye'nin cevabı:

Sahabeden hiçbiri; ne Ali (r.a.), ne bir başkası yalnız ba­şına ne on iki bin, ne de on bin kişiyle savaşmıştır. Hatta Ra-sulullah'la (s.a.v.) savaşan müşriklerin en çok olduğu savaş Hendek savaşıdır ve bu savaşta sayıları bu sayıya yakındı. Bu savaşta Ali (r.a.) sadece bir kişiyi öldürmüştür ki bu zat. Amr b. Abdivudd el-Amiri idi.

İnsanlardan hiç kimse: ne Ali, ne bir başkası cinlerle savaşmamıştır. Bilakis o, öyle bir savaşa girmiş olmaktan Sahabenin peşinden giden cinler, müşrik cinlerle sa­vaşıyorlardı ve sahabenin kendileriyle savaşmalarına ihtiyaçları yoktu.

İbn Teymiye'ye soruldu:

Fatıma'nm (r.a.) Rasulullah (s.a.v.)'a giderek:

"Ey Allah'ın Rasuİu! Cuma gecesi hariç Ali tüm gecele­ri ibadetle geçirir. Sadece Cuma gecesi vitir namazını kıldıktan sonra fecre kadar uyur" dediği, bunun üzerine Peygamber'in;

"Allah, Ali'nin ruhunu her Cuma gecesi göğe yükseltir ve fecre kadar onun ruhu gökte teşbih eder" buyurduğu doğru mudur? Ayrıca Ali (r.a,):

"Göklerin yollanın benden sorun, çünkü ben göklerin yol­larım, yerin yollarından daha iyi bilirim" demiş midir?

İbn Teymiye'nin cevabı;      

Ali (r.a.) hakkında rivayet edilen hadis, tamamen uydur­madır. İlim ehlinden kimse böyle bir hadis nakletmiş değil­dir.

"Göklerin yollarını benden sorun..." sözüne gelince, bu sözü söylemiştir. Ancak o, bu sözüyle fiziki anlamda bir reh­berlik kasdetmiş. Allah'a yaklaştıran saiih amelleri kas-detmiştir. Allahu a'Iem.

İbn Teymiye'ye soruldu;

Ali (r.a.) b. Ebi Talib'in Enl-i Beyt'ten olmadığını, ken­disine salat getirelemeyeceğini ve ona salat getirmenin bidat olduğunu söyleyen biri hakkında ne dersiniz?

İbn Teymiye'nin cevabı;

Ali. b. Ebi Talib'in Ehl-İ Beyt'ten oluşu. müsJümanlar ara­sında ihtilafsız bir konudur. Hatta bu mesele müslümaniar nezdinde o kadar açıktır ki, delil getirmeye bile ihtiyaç yoktur. Hem Ehl-i Beyt'in ve Rasulullah'dan (s.a.v.) sonra Haşimoğullarrnın en faziletlisidir. Rasulullah'm (s.a.v.), abasını Ali, Patıma, Hasan ve Hüseyin'in üzerlerine tutup;

"Allah'ım, bunlar Ehl-i Beyt'imdir, onlardan ricsi (kötülüğü) gider ve onları tertemiz kıl.[130] buyurduğu sa­bittir.

Yalnız ona salat getirmeye gelince, bu. Rasulullah'tan (s.a.v.) başka yalnızca birine salat getirmenin, mesela: 'Al­lah'ım, Ömer'e ya da Ali'ye Salat et' demenin caiz olup ol­madığı meselesine girer ki, alimler arasında ihtilaflı bir ko­nudur.

Malik. Şafii ve Hanbelilerden bir gruba göre Rasulul­lah'tan (s.a.v.) başka birine yalnız başına salat getirilmez. Nitekim İbn Abbas'ın: "Rasulullah (s.a.v.) dışında birine sa­lat getirmenin yakışık aldığını bilmiyorum" dediği rivayet edilmiştir.

İmam Ahmed ve ashabının çoğunluğuna göre ise. bunda bir sakınca yoktur. Çünkü Ali b. Ebu Talib. Ömer b. Hat-tab'a: "Allah sana salat etsin" demiştir. Bu görüş daha sa­hih ve evladır.

Ne var ki. sahabeden ve peygamber'in akrabalarından sa­dece Ali (r.a.) veya bir başkasına ona özelmiş gibi salat getirip onun dışında kimseye getirmemek, onu Peygam-ber'e (s.a.v.) benzetmek olacağından, bidat'tir. [131]

 

Ali'nin (r.a.) Kabri:

 

Şeyhi'lislam İbn Teymiye'ye soruldu: Emiril-Mü'minin Ali b. Ebi Talib'in (r.a.): "Öldüğümde beni deveme bindirin ve onu serbest bıra­kın, nereye çökerse beni oraya gömün" dediği ve devenin ba­şını alap gittiği, dolayısıyla kabrinin nerede olduğunun bi­linmediği doğru mudur? İlim ve hadis ehlinden ya da İslam dininde sözüne itibar edilir biri böyle birşey demiş midir? İlim ellilinden Ali'nin (r.a.) nereye defnedildiğini bilen var mıdır? Ali (r.a.) ne sebeple, ne zaman ve kim tarafından öl­dürülmüştür?

Hüseyin'i kim öldürdü ve ne sebeple öldürüldü? Rasulullah'm (s.a.v.) Ehl-i Bevt'inin esir edildikleri, onlan örtecek köşkünde gömüldüğü ve kendisini tekfir edip öldürülmesi­ni helal gören Haricilerini kabrini açmamaları için gömül­düğü yerin gizli tutulduğudur. Onu öldüren de. Haricilerden Abdurrabman b. Mülcemel-Muradi isminde bir zattır. Ken­disi başka iki kişiyle anlaşmışlardı: biri Ali'yi, biri Mu-aviye'yi. diğeri ise Amrb. el-As'ı öldürecekti. Hariciler, bu üçüncü ve hevalanna uymayan herkesi tekfir ederler.

Rasulullah'm (s.a.v.) onları kınayan sözleri tevatür de­recesine varmıştır. Onlarla ilgili hadisi Müslrtn. on vecihteır. Buharı, birkaç vecihten: Sünen ve Müsned yazarları ise. daha çok vecihten tahriç etmişlerdir. Rasulullah (s.a.v.). onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Sizden biriniz namazını namazlanyla kıyasladığın­da kendi namazını, oruçları karşısında orucunu, kıraat­leri karşısında kıraatini küçümser. Kur'an okurlar ama hançerlerinden aşağı inmez. Okun avı delip geçmesi gi­bi İslam'dan çıkarlar. Onlarla karşılaşacak olsam, Ad kavminin öldürülüşü gibi onları öldüreceğim."bir başka rivayette ise:

"Onlarla nerede karşılaşırsanız, onları öldürünüz. Çünkü onları öldüren için Kıyamet günü Allah'ın yanın­da mükafat vardır. Onlar müslümanları öldürürler.[132]

Sahabe, onlarla savaş konusunda ittifak etmişlerdir. An­cak onlara ilk savaş açan ve bunu emreden, Ali'dir (r.a.). Bu-hari ve Müslim'in Ebu Said'den rivayet ettikleri bir hadis­te Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlar tefrikaya düştüğü bir sırada bir fırka din­den çıkacak ve iki fırkanın daha haklı olanı onları öldü­recektir. [133]Ali (ve taraftarları) Nehravan'da onları öldürmüşlerdir.

Harura denilen yerde toplandıkları için onlara Haruriyye is­mi verilmiştir.

Ali (r.a.), onlarla savaşmadan önce kendilerine İbn Ab-bas'i göndermiş ve onun onlarla yaptığı tartışma sonucun-da'yanya yakını geri dönmüşlerdir. Geri kalanlar ise, Abdul­lah b. Habbab'ı öldürmüş ve müslümanfarın mallarına sal­dırmışlardı. Bunun üzerine Ali (r.a.) onlarla savaşılması için emir verdi. Ayrıca kendilerine, Rasufullah'ın (s.a.v.) onlar hakkında söyledikleri nakledilerek aralarındaki alamet de hatırlatıldı. Söz konusu alamet, aralarında elleri sakat ve kısacık, memesinin üzerinde de sarkan bir et parçası olan bi­rinin bulunmasiydı. Öldürüldüklerinde cesetler arasında bu nitelikleri taşıyan biri bulunmuştur. [134]

 

Ali'nin (r.a.) Öldürülüşü:

 

Üç harici, müsiümanların üç emirini öldürmeyi kararlaş­tırdıklarında Abdurrahman b. Mulcem hicretin kırkıncı yı­lı Ramazan ayının onyedisinde Cuma günü Ali'yi (r.a.) öl­dürdü. O yıl. halifelerle naibleri. beş vakit namazlarla. Cu­ma, bayram, istiska. kusuf. cenaze vs. gibi namazları ken­dileri kıldırıyorlardı. Yani savaşta komutan olan. namazda da imam oluyordu. Abdurrahman b. Mulcem de, Ali'ye pu­su kurmuş namaza gitmesini bekliyordu. Sabah namazı için evinden çıktığında gizlendiği yerden çıkıp onu öldürdü.

Muaviye'yi öldürmek isteyene gelince, onu yaraladığı söylenir. Doktor, Muaviye'ye: "Tedavi edilmen mümkün ama bundan böyle çocuğun olmayacak" demiştir. Muavi-ye'nin, öldürülme korkusuyla o günden itibaren mescidde bir yer ayırttığı, oraya sadece komutan ve saray halkının gir­melerine izin verilerek onlara namaz kıldırdığı da söylenir. Bazıları böyle bir yerin tahsisini ve orada namaz kılınması­nı kerih görmüşlerdir.

Amr b. el-As'ı öldümıek isteyene gelince, o gün Amr, Harice isminde bir zatı namazı kıldırmak üzere kendi yeri­ne görevlendirmişti. Harici bu zatı Amr sanarak öldürmüş­tür. Daha sonra öldürdüğü kişinin Amr olduğunu anlayınca: "Ben Amr'ı öldüırnek istedim ama Allah. Harice'nin ölümü­nü istedi" demiş ve sözü darb-ı mesel haline gelmiştir.

Haricilerin kabirlerini açmaları korkusuyla Ali, Muavi-ye ve Amr'ın mezarlarının gizli tutulduğu söylenir. Bu se­beple Muaviye devlet sarayında büyük mescidin güney du­varının iç tarafına gömülmüştür ki. buraya el-Hadra denilir­di. Halk buranın Hud'un (a.s.) mezarı olduğunu sanmakta­dır. Oysa Hud'un Dimaşk'a gelmediği hususunda alimler it­tifak halindedir. Hud'un mezarı, gönderildiği yer olan. Ye-men'dedir. Hicret ettiği Mekke'de olduğunu söyleyenler de vardır. Ama hiç kimse Dımaşk'ta olduğunu söyleme­miştir.

"Babü's-Sağir'in dışında gömülü olan Muaviye ise. Muavi­ye b. Yezid olup kırk gün halifelik makamına oturan zühd ve din sahibi biriydi. Ali (r.a.) ise orada gömülmüş ve mezan saklı tu­tulmuştur. Bu sebeple mezarı bilinmemektedir.

Necef teki mezara gelince, ilim ehli, buranın Ali'ye (r.a.) ait olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Aksine oranın Muğire b. Şu'be'nin mezarı olduğu söylenmekte­dir. Üçyüz küsur seneye kadar ne kimse oranın Ali'nin (r.a.) mezarı olduğunu söylemiş, ne de müslümanlardan orayı ziyaret eden olmuştur. Halbuki Şia'dan olsun, Ehl-i Beyt'ten olsun, diğer müslümanlardan olsun bir çok müslüman o çevrede yaşıyordu ve idare merkezi de Küfe idi.

Orası üçyüz küsur sene sonra acem olan Büveyhoğullan'nın hakimiyetleri döneminde ziyaret yeri edilmiştir. Bu ko­nuda Harun Reşid'in o ziyarete geldiği belirtilen ve hiçbir delile dayanmayan şeyler ihtiva eden bir de hikaye nakletm islerdir. [135]

 

Ehl-i Beyt'in Esir Edilmeleri;

 

Ehl-i Beyt'in esir alınmaları, çırılçıplak soyulduktan sonra develere bindirilmeleri ve avret yerlerini örtmek üze­re develerde iki hörğiiç bittiği meselesine gelince bu. en çir­kin ve açık yalanlardan biridir. Zındık ve münafıklar, İs­lam'a, Ehl-i Beyt'tenolan ve olmayan miislümanlara haka­ret olsun diye bu yaîam uydurmuşlardır. Bu gibi .şeyleri ve içerdiği yalanlan duyan kimse, bize nakledilen Peygam­berlerin mucizeleriyle evliyanın kerametlerinin de bu nevi şeyler olduğunu zannedebilir. Ayrıca bu ümmet. Peygam­berinin Ehl-i Beyt'ini esir alabiliyorsa, insanlar için çıkarıl­mış bu en hayırlı ümmet hakkında daha neler söylenir onu ancak Allah bilir. Çünkü her akıl sahibi, çift hörgüçlü deve­lerin, Rasulullah'ın (s.a.v.) gelişinden ve Ehl-i Beyften önce. tıpkı diğer deve, koyun, sığır, at. katır ve keçiler gi­bi onların da var olduğunu bilir.

Bu yalan. Ali'nin (r.a.) Hayber savaşında elini köprü yapması ve katırların eline basmasıyla: "Soyunuz korusun" deyip ondan sonra katırların soyunun kesildiği şeklindeki uy­durmalara benziyor. Çünkü her akıl sahibi katırın hiçbir zaman soyunun bulunmadığım bilir. Kaldı ki Hayber'de müslümanların bir katırları bile yoktu. İlk katırları, Mısır hü­kümdarı Mukavkis'mRasulullah'a (s.a.v.) hediye ettiği ka­tır olup RasuluJlah'in (s.a.v.) vefatına kadar onun yanında kalmıştır.

Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettiği bir rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Cehennem ehlinden olup ümmetimden iki sınıf var ki, onları henüz görmedim: Bunlardan biri, giyinik (fa­kat çıplaktırlar), erkeklerin kalplerini kendilerine meylet­tirir ve dikkat çekecek tavırlar takınırlar. Başlarının üstünde Horasan develerinin hörgüçleri gibi şeyler var.

İşte bunlar, ne Cennet'e girerler, ne de kokusunu alırlar. Diğerleri ise: Sığır kuyruklarına benzer kamçıları olan ve bunlarla Allah'ın kullarını döven erkeklerdir.[136]

Rasulullah (s.a.v.) saçlarını başlarının üzerinde büyük bir top şekilnde bağlayanların bu durumunu deve hörgücüne benzetmiştir. Şayet ashab iki hörgüçlü deveyi bilmemiş ol­salardı bu benzetmeyi anlamazlardı. Nitekim saçı bu şekil­de bağlama Rasulullah'ın vefatından uzun müddet sonra ortaya çıkmıştır. Ayrıca hörgüçler çıplak kişinin avret yer­lerini örtmezler. Allah, çıplakları örtmeyi dilerse, çıplak olarak mancınıktan ateşe atılan İbrahim'i (r.a.) nasıl öıttüy-se. örtmeye elverişli şeylerle örter-.

Bu anlatılanların yalan olduğunun başka bir delili de şudur: Müslümanlar ötedenberi Ehl-i Kitap ve diğer kafir­lerden esir alıyorlar ama hiçbir zaman kadınları vücudları gö­rünecek şekilde soyup hayvanlara bindirdikleri vaki değil­dir. Esir kadınının görünen tarafı, yüzü, elleri veya ayakla­ndır.

Aslında İslam tarifinin hiçbir döneminde müslümanlar Ehl-i Beyt olduklarını bile bile Ehl-i Beyt'ten kimseyi esir almamışlardır. Ama Ehl-i Beyt'ten okluklarını bilmeden esirler arasında böyleleri bulunmuşlar başka. Mesela düş­man müslümanlardan esir kadınlar almış ve müslümanlar da­ha sonra bunları kurtarmış, kendilerini tanıtıncaya kadar esir muamelesi görmüş olabilirler. Ama kendilerini tanıtıp hür kadınlardan oldukları anlaşıldığında serbest bırakıl­mışlardır. Bir zındık veya münafık soyunu bildiği halde bir kadına Allah'ın haram kıldığı bir muamelede bulun­muşsa, onu Allah bilir. İslam tarihinde aleni olarak böyle bir şey yapılmış değildir.

Bu gibi cahiller Haccac b. Yusuf'un Eşrafı öldürüp soylarını kurutmak istediğini de söylerler. Bunu ancak tariİli bilmeyen cahiller söyler. Haccac'm birçok insanın kanı­na girdiği ve zulmettiği doğrudur. Ne var ki, Haşimoğulla-ninin eşrafından birini bile öldürmüş değildir. Hatta efen­disi Abdülmelik b, Mervan. Haşimoğular'ım -ki eşraf bun­lardır- öldürmesini ve onlara .sataşmasını yasaklamıştı. An­cak onlar savaşı başlattıktan sonra karşılık vermiştir. Yani Hüseyin'in fr.a.) öldürülmesiyle bir ilişkisi yoktur.

Abdülmelik'in hilafeti ve Haccac'm Irak valiliği bo­yunca onun Haşimoğullariridan bir kimseyi öldürdüğü bilinmemektedir. [137]

 

Hüseyin'in (r.a.) Öldürülüşü;

 

Esir edilmelerini söz konusu edenler en çok Hüseyin'in öldürülmesini ve yakınlarının Yezid'e götürülmelerini dili­ne dolamaktadırlar. Oysa bunlar olup-bitenden habersiz­dirler. Öyle ki aralarından bazıları, Hüseyin'in yakınlarının Mısır'a götürülüp orada öldürüldüklerini, sayılarının çok ol­duğunu ve üzerinde Öldürülme izleri bulunan nerede ölü gör­seler, bunların esiredilen ve öldürülen Hüseyin'in yakınla­rı olduğunu söylerler.

Hakikatte bunların hepsi yalan ve uydurmadır. Hüseyin (r.a.) hicretin altmışbirinci yılı Aşure günü öldürülmüştür. Allah, onu öldüren ve öldürülmesine razı olana lanet etsin.

Öldürülmesini teşvik eden Şimrîbn Zrl-Cevşen'dir. Bu konuda Irak valisi Ubeydullah b. Ziyad'a birmektup yazdı. Ubeydullahda, emri altındaki Amrb. Sa' d. Ebi Vakkas'a, Hüseyin'le savaşmasını emretti. Bu sırada Hüseyin (r.a.) on­lardan, daha önce bazı müslümanlann talepte bulunduğu şey­leri talep etti. Beraberinde savaşçı getirmemişti. Onlardan şunları istedi: Ya kendisini Medine'ye geri götürsünler, ya amcası oğlu Yezid'e. ya da sınırda kafirlerle savaşmak üze­re sınır bölgesine götürsünier. Ancak onlar bu isteklerini reddettiler veya onu esir alacaklarını ya da öldüreceklerini söylediler. Sonunda kendisiyle savaşıp onu ve akrabala­rından bir grup ile başkalarını öldürdüler.

Sonra eşyalarıyla yakınlarını Dımaşk'taki Yezid b. Mu-aviye'ye götürdüler. Aslında Yezid, onlara ne onu öldürme­lerini emretmişti, ne de yapılanlara gönlü razı idi. Olayı du­yunca sevinmemiş, aksine bu yaptıklarından dolayı onları kı­namış ve: "Hüseyin'i öldürmeseydiler Irakların itaatından razıydım" demiştir. Ayrıca şöyle demiştir: "Allah İbn Mercane'ye -Ubeydullah b. Ziyad'a-lanet etsin, kendisiyle Hü­seyin arasında bir akrabalık bağı olsaydı onu öldürmezdi." O, bu sözleriyle Ubuyduüah'a hareket ederek nesebini söy­lemek istiyordu. Çünkü babası Ziyad'ın soyu belli olmayıp Ebu Süfyan'anisbet ediliyordu. Emevi ailesi ileHaşim ai­lesi, ikisi de Abdimenafoğulları'dır.

Rivayet edilir ki, Hüseyin'in (r.a.) eşyalarıyla yakınları Yezid'e getirildiklerinde Yezid'in evinde ağlama ve feryad sesleri yükselmiştir. Yezid, Hüseyin'in yakınlarına iyi dav-ramış ve onlara değer vermiştir. Oğlu Ali'ye de, kendisinin yanında veya Medine'ye gitmek arasında muhayyer bırak­mış ancak o, Medine'ye gitmeyi tercih etmiştir. Dımaşk camisinde 'Ali b. Hüseyin'in Zindanı" ismi verilen yerin as­lı yoktur.

Bununla birlikte Yezid, Hüseyin'i öldürenlere had uygu lamamış; onları cezaiandırmamıştır. Aksine saltanatını ko­ruma endişesiyle Hüseyin'in (r.a.) taraftarlarını öldürtmüş­tür. Ayrıca Hüseyin'in öldürmesi üzerine bazı beytler söy­lediği de nakledilir ki bunlar, sarih küfrü gerektiren sözler­dir. Şu beyitlerde olduğu gibi:

"O yüklü develer göründüğünde ve o başlar Ciruıı tepe­lerinde yükseldiğinde.

Karga öttü. İster öt ister ötme dedim, ben Peygamber'den alacağımı aldım."

Bu şiir tamamen küfürdür.

Kuşkusuz Yezid hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş­tür. Bir gruba göre o kafirdir. Hatta bunlar yalnız onu değil, babasını da. hatta onunla beraber Ebu Bekir, Ömer. Os­man ve Muhacirlerle Ensar'in büyük çoğunluğunu tekfir ederler ki. bunlar Allah'ın en cahil ve sapık kullarından Rafizilerdir. İnsanlar arasında Allah'a. Rasulü'ne, sahabe ve yakınlarına en çok iftira edenler onlardır. Yezid hakkında­ki yalanları. Ebu Bekir. Ömer ve Osman'a yalanları gibidir. Hatta Yezid hakkındaki yalanları daha ehvendir.

Bir gruba göre o. hidayet imamlarından, adil halifelerden ve şalih müminlerdendir. Hatta bazıları onun sahabi oldu­ğunu söylerken bazıları da Peygamber olduğunu iddia etmek­tedir. Bu da cehalet ve sapıklığın bir eseridir. Aksine o. müslümanlarm sultanlarından biridir; iyilikleri de vardır kötülükleri de. Onun hakkında söylenecek söz. diğer sultan­lar hakkında söylenenlerin aynısındır. Nitekim bu konuyu başka yerde etraflıca anlattık.

Hüseyin'in (r.a.) Öldürülüşüne, Kerbela'da Fırat nehrine yakın bir yerde Öldürülmüştür. Cesedi öldürüldüğü yerde gö­mülmüş ve başı Kufe'deki Ubeydullah b. Ziyad'a götürül­müştür. Buhari'nin Salih'inde ve başka imamların rivayet ettikleri budur.

Şam'daki Yezid'e götürüldüğü meselesi, munkatı se-nedlerle rivayet edilmiş olup böyle bir şey sabit değildir. Hat­ta bu rivayetlerin uydurma olduğuna işaret eden hususlar var­dır. Çünkü söz konusu rivayetlerde Yezid'in. (Hüseyin'in) dişlerini bir çubukla dürttüğü, orada hazır bulunan Enis b. Malik ve Ebu Berze gibi sahabenin bu davranışa karşı çık­tıkları kaydedilmektedir ki bu. bir iltibas (kanştirma)dır. Sa­hihlerde Müsned'lerde nakledilen budur. Yani bu rivayet­lerde Yezid, Ubeydullah b. Ziyad'ın yerine konulmuştur. Kuşkusuz Öldürmesini emreden de Ubeydullah b. Ziyad idi ve başı da bu şahsa götürülmüştü. Nitekim bu sebeple İbn Zi-yad daha sonra öldürülmüştür. Bu işin İbn Ziyad tarafından yapıldığını belirten diğer bir husus rivayetlerde söz konusu edilen Enes ve Ebu Berze gibi sahabilerin Şam'da değil. Irak'ta bulunmalarıdır. Bu yalanlan uyduranlar, cahil kim­seler Olup görüşlerine neyi delil getireceklerini de bilmemek­tedirler.

Başının Mısır'a götürüldüğü meselesine gelince, bu alimlerin ittifakıyla yanlıştır. Alimler, Kahire'de "Meşhe-du'1-Hüseyn"' denilen yerde Hüseyin'in (r.a.) başının bulun­madığını ittifakla söylemektedirler. Aslında bu mesele, iki yüz yıl hüküm süren ve Nuruddin Mahmud döneminde ha­kimiyetleri son bulan Ubeydullah b. el-Kaddahoğulları'nın hakimiyetlerinin son dönemlerinde uydurulmuştur. Bunlar kendilerinin. Fatima'mn (r.a.) soyundan geldiklerini ve Seyyid olduklarını söylerler. Neseb ilmi bilginleri ise. sahih bir neseblerinin bulunmadığını ifade ederler. Dedelerinin. eş-Şerif el-Huseyni'nin beslemesi olduğu ve bu sebeple Seyyid'lik iddiasında bulundukları da söylenir.

Mezhep ve akidelerine gelince. İslam dinini bilen alim­lerin ittifakıyla merduddur. Şia'dan görünürlerdi. Ancak ileri gelenlerinden ve tabilerinden bir çoğu hakikatte Batı­nı Karmatilerden idiler ve bunu gizlerlerdi. Batını Karma-tilik ise. yeryüzü mezheplerinin en kötülerindendir. Yahu­di ve Hristiyanlıktan da daha bozuk bir mezheptir. Bu sebep­ledir ki onlara iltihak edenler hep zındık, münafık ve bidat-çılar; mütefeisife, İbahiye. Rafıze ve benzerleri olmuştur, İ-Hm ve iman ellilinin, imansızlıklarından şüphe etmemeleri de bu sebepledir.

Bu ziyaretgah, hicri beşinci asırda Askalan'dan nakledi­lerek ihdas edildi. Bundan kısa bir müddet sonra son sultan­ları Azid'in ölümüyle Fatimilerin hakimiyeti de son buldu.

Ali'nin oğlu Hüseyin'in -Allah ikisinden de razı olsunbaşının nerede olduğu konusunda ilim ehlinin tercihi. Zübeyr b. Bekkar'm "Ensabu Kureyş" kitabında zikrettiğidir ki Zü­beyr b. Bekkarbu konularda oldukça geniş bilgi sahibi ve en güvenilir tarihçidir. Ona göre, Hüseyin'in başı Medine'ye götürülmüş ve burada defnedilmiştir. Zübeyr'in bu söylediği gayet uygundur çünkü kardeşi Hasan amcasının babası Ab-bilibas oğlu Ali vs. gibi yakınları burada gömülüdür.

"Zü'n-Nesebeyn beyne dihye ve'1-Huseyin" lakabıyla nen EbuM-Hatîab b. Dihye, "el-İîmu'I-Meşhur fi fadli-Eyyam ve'ş-Şuhur" isimli eserinde Zubeyr b. Bekkar'ın Muhammed b. Hasan hakkında söylediklerini söz konusu e-derken şöyle demektedir: ''Hüseyin'in başı getirildiğinde Ümeyyeoğulları Amrb. Said'inyanındaydılar. O sırada ba­ğırıp çağırmalar duydular. Ne oluyor? diye sorduklarında kendilerine: Bunlar Haşimoğullan'mn kadınları Ali'nin oğ­lu Hüseyin'in başı getirildi ve Hüseyin'in başını gördük­lerinde ağlamaya başladılar denildi. Ali'nin oğlu Hüseyin'in başı getirildi ve Amr'ın yanma içeriye alımlı. Bunun üzeri­ne Amr: "Allah'a yemin ederim ki. Emirü'l-Mü'rninin'in onu bana göndermesini arzu etmezdim." Ebu Hattat), bunları naklettikten sonra şöyle demektedir: "Bu Rivayet Hüse­yin'in başının Medine'ye getirildiğine delildir. Zaten bu konuda sahih olan da budur. Bu rivayeti bize nakleden Zü­beyr neseb ilminin en bilginidir." Ebu'l-Hattab. daha son­ra şöyle devam etmektedir: "Başının Askalan'daki bir zi-yaretgahta olduğuna dair iddialar, batıl olup azıcık aklı olan kimse buna inanmaz. Çünkü Ümeyyeoğullarf nın, -ortaya koydukları öldürme, düşmanlık ve kinleriyle birlikte- başın üzerinde bir ziyaretgah inşa etmeleri düşünülemez.

Ubeydoğulları'nın ej-Kasım İsa b. ez-Zafir isimli sultan­larının hakimiyeti döneminde son günlerini yaşarken gider ayak yaptıkları tahribat çok büyük olmuştur. Söz konusu ki­şi, beş yaşını henüz doldurmuştu ki hilafet makamına getiriimiş. Bu zat, 544 hicri yılı Muharrem ayının birinde Cu­ma günü dünyaya gelmiş, babası Ez-Zafir'in Öldürülme-siyle de 549 yılı Muharrem ayının sonunda perşembe günü sabahı kendisine biat edilerek hilafet makamına gatiri)mişT tir. Dolayısıyla ne yaptığı akidler. ne de anlaşmalar caizdir. Ölümü de 555 hicri Recep'in bitimine 13 gün kala Cuma ge­cesi olduğuna göre onbir yaşındayken ölmüştür. İşte bu ki­şinin hilafeti döneminde Kahire'dekt ziyaretgah ihdas edil­miş ve Askalan'dan getirilen kemiklerle beraber halkın gö­zü önünde o baş bu ziyaretgaha konulmuştur. Şüphesiz bu hareket tamamen kasıtlıydı ve halkın gözünü boyamayı he­def ediniyordu. Böylece cahil halkın kendilerine meyletme­lerini sağlamağa çalışıyorlardı': Hüseyin'in (r.a.) öMürü-mesiyle ilgili eser verenlerin hepsi, mübarek başının batıya götürülmediği konusunda ittifak etmişlerdir. Ebu'i-Hattab b. Dihye'nin söz konusu ziyaretgahla ilgili görüşü de budur. İbn Dihye bu ziyaretgahın uydurma mahsûlü olduğunu ve i-lim ehlinin bu konuda ittifak ettiklerini söylemektedir.

Bu benzeri konularda söylenecek çok şey vardır.

Osman (r.a.). Hüseyin (r.a.) ve benzerlerinin Öldürülmeleri, bir çok fitnenin, yalan ve uydurmanın doğmasına se­bep olmuş, mütekaddimin ve müteahhirinden bir çok kişi bu konulara bulaşmış. Emirü'I-Mü'minin Osman (r.a.) ve Mü'minin Ali (r.a.) hakkında bir çok yalanlar uydurul­muştur. Sevenleri birtakım yalanlar uydururken sevmeyen­leri de başka yalanlar uydurmuştur. Özellikle Osman'ın (r.a.) öldürülmesinden sonra yalan kapısı ardına kadar açıl­mıştır.

Emirü'l-Mü'minin Ali b. Ebi Talib hakkında her iki ta­raf bir sürü yalan uydurulmuştur ki Ali bunlardan beridir. Bidat, uydurma ve yalan arttıkça artmıştır. O kadar şey uy­durulmuştur ki bunların hepsini sıralamak uzun sürer. Me-sala müteahhirinden pek çoğu Aşure gününü uydurmuşlardır. Bir grup bu günü yas günü ilan etmiş, bu günde mersiye­ler okunmaya, ah-ü figan naraları atmaya, insanlar kendi vü-cudlanna ve hayvanlara işkence yapmaya, Allah'ın velile­rine sövülüp EhJ-i Beyt hakkında yalanlar uydumıaya ve Al­lah'ın kitabıyla Rasulü'nün sünnetinde yasaklanmış daha ni­ce münkerler işlemeye başlanılmıştır.

Hüseyin (r.a.) bu günde şehid edilmekle Allah tarafından yüceltilmiş, onu öldüren, öldürülmesine yardımcı olan ve bu işe rıza gösterenleri da alçaltmıştır. Kendisinden önce şehid edilenler, onun için güzel bir numunedir. O da, kardeşi de Cennet ehli gençlerin efendileridir. Onlar İslam'ın haki­miyeti döneminde yaşamış hicret, cihad ve Allah yolunda .eziyet gibi diğer Ehl-i Beyt'innaiJ oldukları meziyetlere na­il olmamışlardı. Allah, şereflerini tamamlamak ve derece­lerini yükseltmek için onlara şehid olmayı nasip etmiştir. Hiç şüphesiz Hüseyin (r.a.) öldürülmesi büyük bir musibettir ve musibetler gelip çattığında Yüce Allah;

"İnna lillah ve inna ileyhi raciun" dememizi şu sözleriyle-emretmektedir[138]

"Sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet eriştiği za­man: 'Biz Allah içiniz ve O'na dönücüyüz' derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."   (Bakara: 2/155-157)

Buhari ve Müslim'in naklettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"Başına bir musibet geldiğinde: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na dönücüyüz. Allah'ım, bu musibet sebebiyle ben mükafatlandır, onun yerine bana daha hayırlısını ver' di­yen hiçbir müslüman yoktur ki Allah onu mükafatlan­dırmasın ve musibetini hayırlı bir şeye döndürmesin."

Bu konudaki rivayetlerin en güzeli İmam Ahmed ve İbn

Mace'nin, Hüseyin'in kızı Fatıma'nm babasından nakletti­ği şu hadistir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Başına bir musibet gelmiş bir müslümanın musibe­ti söz konusu edildiğinde -velevki o musibet çok önce vu-kubulmuş olsun- 'Biz Allah içiniz ve biz Ona dönücüyüz' diyen hiçbir müslüman yoktur ki Allah ona, o musibet vukubulduğu günkü mükafatı vermesin.[139]

Bu hadisi, babasının şehid edilişine şahid olan Fatıma ba-bısından naklen rivayet etmektedir.

Bilindiği gibi. üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen Hü­seyin'in (r.a.) başına gelen musibet hala söz konusu edilmek­tedir. İslamın güzel taraflarından biri de. Rasulullah'ın (s.a.v.) bu hadisinin Hüseyin (r.a.) tarafından rivayet edil­miş olmasıdır. İşte Hüseyin (r.a.)"in başına gelen musibet tekrar edildiğinde: "Biz Allah içiniz Ö'na dönücüyüz"' diyen müslüman, bu musibetin vukubulduğu günkü müslümanla-rııı hakettiği mükafatı hakeder.

Ama aradan bunca yıl geçmesine rağmen bu musibet söz konusu edildiğinde Rasulullah'm (s-.a.v.) yasakladığı ta­vırları takınmanın, mesala yüzünü gözünü tırmalayıp elbi­selerini parçalayanın da cezası şiddetlenmektedir. Buhari ve Müslim'in İbnMes'ud'dan naklettikleri bir hadiste Rasulul­lah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"Üstünü başını yolan ve cahiliyet çağrısıyla çağıran bizden değildir." [140]

Yine ikisinin rivayetine göre Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.) şöyle demiştir:

"Rasulullah'm beri olduğundan ben de beriyim: Rasulul­lah (s.av.): "Musibet esnasında başım yolan (veya taraş eden) kadından, bağırıp çağıran ve üstünü baş mı yolan kadmdan beriydi.[141]

Müslim'in. Ebu Malik el-Eş'ari'den bir rivayeti de şöy­ledir: RasufuIIab (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Ümmetimde cahiliyetten dört husus olacak ki kadın­lar bunu pek terketmeyecekler: Soyuyla övünme, so­yundan dolayı başkasını kınama, yıldızların hareketle­rinden yağmurun yağacağını bekleme ve ölü üzerine feryat edip cahiliyet hasletlerini sıralama. [142]

RasuluIIah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Biri öldüğünde bağırıp çağıran ve cahili davranışla­rı döküp sıralayan kadın. Ölümünden önce tevbe etme­diği takdirde Kıyamet günü üzerinden katrandan bir el­bise ve uyuzluktan oluşmuş zırh giymiş olarak haşrolunur. [143]

Bu husustaki rivayetler pek çoktur.

Bir de buna müminlere haksızlığın, onları lanetleme ve onlara sövmenin, ayrılık ve ilhad ehlinin dine saldırma he­deflerine yardımcı olma ve benzeri daha sayısız kötülükle­re sebep olmanın ilave edildiğini düşünecek olursak, veba­lin ne kadar büyüdüğünü varın siz hesaplayın. [144]

 

Aşure Günü:

 

" Sünnet ehlinden olduğunu iddia edenlerin bir kısmı da bu­günle ilgili birtakım mevzu hadisler rivayet eder veya ken­dilerine rivayet edilir. Onlar da diğerlerine muhalefet ede­rek bu rivayetleri esas alırlar. Böylece batıla batılla karşı­lık verirler. Karşı tarafın yaptıkları daha bozuk ve ilhad ehline daha yarayışlı olmasına rağmen bidati başka bir bidatle reddetmeye kalkışırlar. Mesela bu konuda nakledilen uzun bir hadisin bir bölümü şöyledir:

"Kim Aşure günü yıkanırsa, o yıl hastalanmaz ve kim gözlerine sürme çekerse o yıl gözünden rahatsız olmaz. Kı­na yakan... muşafaha eden..." vs. hadisler bazı hadis ehli tarafından tasvib görmüş "sahihtir, şened-i sahihin şartalan-na haizdir"' gibi nitelemelerle nitelenmiş olsalar da hadise gerçekten vakıf ilim ehlinin ittifakıyla uydurmadır. Bu ko­nuyu başka yerde etraflı bir şekilde anlattık.

Müslüman müçtehidlerden hiçbiri, bugünde yıkanma­yı, sürme çekmeyi, kına yakmayı ve benzen şeyleri müstehap görmemiş, sözüne güvenilir. Allah'ın emir ve neni yi e-rini öğrenmek için kendisine danışılır hiçbir mü si uman al­im böyle bir şey dememiş: ne Rasulullah (s.a.v.), ne Ebu Be­kir, ne Osman, ne Ali böyle bir şey yapmıştır.

Hadis alimlerinin eserlerinde, ne Ahmed. İshak, Ahmed b. Munay el-Hurneydi. ed-Dalani. Ebu Ya'lael-Mevsili ve benzerlerinin müsnedlerinde. ne sıhah ne Sünen'ler gibi konularına göre hadisleri toplayan kitaplarda, ne Malik, Veki". Abdurrezzak. Said b. Mansur, İbn Ebi Şeybe ve ben­zerlerinin müsned ve eserleri cemedenlerde böyle bir hadis rivayet edilmemiştir.

Ayrıca heva ehli bu gibi şeyleri yapanların Ehl-i Beyt'e düşmanlıklarından, onlara olan kinleri tatmin etmekten kay­naklandığını ileri sürerler. Ancak Ehl-i Sünneften olan ki­şi, bunu kesinlikle reddeder: Ehl-i Beyt'e bir düşmanlığının bulunmadığını; aksine Ehl-i Beyt'i sevme konusunda her­kesten daha haklı ve onlara bağlı olduğunu belirterek cevap verir. Bu iddiasında haklıdır da. Ne var ki Ehl-i Sünnet'ten Aşure günü bu gibi şeyleri yapmanın müstahap okluğunu söyleyenler, bir şüphe ve yanlışlık eseri bu görüşe inanmış­lardır. Kim böyle bir şeyi başlatmış; kastı. Ehl-i Beyt'e düşmanlık mıydı, başka bir şey miydi, onu Allah bilir. Ama şunu kesin olarak biliyoruz ki: Allah'ın gösterdiği yoklan başkasını yol edinmek, .sapıklıktır.

Bize düşen: Rabbimizin indirdiği Kitap ve hikmete tabi olmak, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerin, sıddıkfann. şehid ve salıhlerin yoluna, sırat-] müstakime sa­rılmak; hep birlikte Allah'ın ipine tutunarak tefrikaya düş­memek. Allah'ın emrettiği marufu emredip yasakladığı münkerden sakınmak ve amellerimizde sadece Allah'ın rı­zasını gözetmektir. İslam dini işte budur.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

"Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükafatı, Rabbinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara: 2/112)

"Hangi insan, din yönünden, iyilik edici olarak yüzü­nü Allah'a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tabi olandan daha güzel olabilir. Allah, İbrahim'i dost edin­mişti. (Nisa: 4/125)

"Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: 'Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize böyle emretti' derler. 'Al­lah kötülüğü emretmez de. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?' De ki: 'Rabbim bana adale­ti emretti. Her mescitte yüzlerinizi O'na doğrultun ve di­ni yalnız kendisine has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz'. (O) bir topluluğu doğru yola iletti, bir topluluğa da sapıklık müstehak oldu. Çünkü onlar, şeytanları Allah'tan başka dostlar tut­tular ve kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlar. (A'raf: 7/28-30)

"Ey inananlar, Allah'tan, O'na yaraşır biçimde kor-r-kun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Al­lah'ın ipine yapışın, ayrılmayın: Allah'ın size olan nime­tini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz. (Al­lah) kalplerinizi birleştirdi. O'nun ni m etiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulu­nuyordunuz. (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size ayet­lerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz, içinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten meneden bir toplu­luk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilaf eden­ler gibi olmayın. İşte onlar (evet) onlar için (Kıyamet günü) büyük bir azap vardır. O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. (Al-i İmran: 3/102-106)

İbn Abbas. "Sünnet ve Cemaat Ehlinin yüzü ağarır, bidat ve ayrılık ehlinin ise. yüzü kafanı" demiştir.

Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:

"Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. (En'am: 6/159)

"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri, nama­zı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur. (Beyyine: 98/5) [145]

 

Bazı Türbeler:

 

Uydurma olan sadece bu türbeler değil, peygamberlere ve başkalarına nisbet edilen türbeler de böyledir. Mesela Ba'lbek yakınlarında Lübnan dağının eteklerindeki "Nuh Mezarı", Dımaşk Mescidi'nin güneyindeki "Hud Mezarı" da uydurmadır. Aslında buradaki kabir. Muaviye b. Ebi Süf-yan'ın mezarıdır. Yine Dımaşk'ın doğusundaki "Ubeyy b. Ka'b'm mezarı"nm da aslı yoktur. Çünkü Ubeyy Dımaşk'a gelmiş değildir. Alimler bu konuda ittifak halindedir.

Aynı şekilde Dımaşk'ta Rasulullah'ın (s.a.v.) hanımla­rına nisbet edilen mezarların da aslı yokutur. Çünkü hepsi Medine'de vefat etmişlerdir.

Yine Mısır'da "Ali b. Hüseyin"1. "Ca'fer es-Sâdık" ve benzerlerine nisbet edilen mezarların da aslı yoktur. Bu konuda alimler ittifak etmiş/erdir. Ali b. Hüseyin'in ve Ca'feres-Sadık'ın da mezarları Medine'dedir. Abdülaziz el-Kinani'nin belirttiğine göre Peygamberimiz'in mezarı ha­riç hiçbir peygamberin mezarı belli değildir. Başkaları İb­rahim'in (a.s.) mezarının da belli olduğunu söylemişlerdir.

Kabirlerin yerlerinin ilim ehlince ke.sin olarak bilinme­mesi, yerlerini tesbit etmenin dini bir mesele olmaması se­bebiyledir. Nitekim Rasufullah (s.a.v.), mezarların mescit edinilmelerini yasaklamıştır. Yerlerini bilmek, dini bir me­sele olmayınca tesbit edilip korunmaları da gerekmemiştir.

Allah'ın, Peygamberini kendisiyle gönderdiği ilme ge­lince, o, zaptedilmiş ve korunmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O zikri (Kur'ani) biz indirdik, biz; ve onun koyucu­su da elbette biziz!" (Hicr: 15/9)

Sahih hadislerde Rasulullah şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimden bir zümre daima hak üzere olacaktır. Muhalif olanlar ve onlardan uzak duranlar, onlara bir zarar vermeyeceklerdir."

Bu uydurmaların aslı ise, sapıklık, bidat ve şirktir. Sapık­lık oluşu; bu ziyaretgahları ziyaret için yolculuğa çıkmanın, onlann bulunduğu yerde namaz kılma, dua etme, kurban kes­me, onları öperek selamlamanın ve buna benzer hususların, iyilik ve dini amellerden olduğunun samlmasidir. Hatta el-Murtaza ve Ebu Ca'fer et-Tusi'nin şeyhi, eş-Şeyhü'1-Mufid lakabıyla bilinen ve Rafizilerin imamlarından biri olan Mu-hammed b. en-Nu'man'ın yazdığı ve "el-Hacc ila ziyareti'l-Meşahid" ismini verdiği büyükçe bir kitabını gördüm. Bu ki­tapta RasuiuMah (s.a.v.) ve Ehl-i Beyt'e atfedilen öyle riva­yetler var ki bu ziyaretgahları ziyaret edip haccetmek konusunda söylenenler, Allah'ın Evi'ni haccetmek konusun­da söylenmiş değildir. Oysa naklettiklerinin hepsi en açık yalan ve iftiradan ibarettir. Bu kitapta gördüğüm yalan ve if­tiralar, okuduğum Yahudi ve Hristiyan kitapların bir-çoğunudaki yalan ve iftiralardan daha çoktur. Aslında bu gibi bidatleri çıkaran ve uyduranlar, münafık ve zındıklardan bir grup olup gayeleri insanları Allah'ın yolundan alıkoymak, İslam dinini bozmaktır. İnsanlara, dini Allah'a halis kıl­manın zıttı olan şirki, dini bir kalıp içerisinde sunmaya çalışıyorlar. Nitekim İbn Abbas ve seleften başkaları, Yüce Allah'ın Nuh kavmiyle iigili olarak buyurduğu:

"Dediler ki: 'İlahlarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne de Yeğus'u, Yeuk'u ve Nesr'i bırakmayın."

(Nuh: 71/23) ayetinin tefsirinde şöyle demişlerdir: Ayette isim geçenler, Nuh kavminden salih kimselerdir. Öldüklerinde o dönem­deki insanlar bunların kabirlerine üşüştüler, sonra da hey­kellerini yaptılar. Bu hususu Buharı, Sahih'inde zikretmek­te, kitabının evvelinde peygamberlerin kıssalarını anlatırken ve başka yerlerde etraflı bir şekilde anlatmaktadır.

Bu sebepledir ki Sabii müşrik filozoflardan bazıları bu şir­ki destekler mahiyette eserler yazmış, Allah ve Rasulu'ne düşmanlıkta Batını Karmatileıie işbirliği etmişlerdir. Ne yazık ki bu çabalarıyla bir çok kimseyi fitneye sürüklemiş ve onları Allah'ın dininden alikoymuşîardtr.

Temel vasıfları mescitleri işlevsiz kılarak türbeleri taz­im etmektir. Türbeleri tazim, onları haccetme, onları Allah'a ortak koşma gibi hususlarda Allah'ın, Rasulu'nun ve hidayet imamlarının emretmediği şeyler yaparlar. Hatta değil emret­tikleri, Allah ve Rasulü'nün mümin kullara yasakladıkları fiilleri işlerler.

Allah'ın inşa edilmelerini ve onlarla isminin ahnmasmi istediği mescitlere gelince, onları harabeye çevirirler. An­cak masum bir imamın peşinde namaz kılınabileceği ve benzeri safsataları ileri sürerek bazen bu mescitlerde ne

Cuma. ne de diğer vakitleri kılarlar.

Ali "nin (r.a.) masum olduğu ve hilafetinin nasslarla sabit olduğu bidatini ilk ileri süren kişi. bu münafıkların piri olan. yahudi Abdullah b. Sebe'dir, Pavlos'un Hristiyanlık dinini bozduğu gibi o da müslüman görünerek İslam dinini bozmak istemiştir. Bu şahsın Ebu Bekir ve Ömer'e dil uzat­tığını duyan Ali (r.a.) onu Öldürmek istemiş ama kaçıp kur­tulmuştur. Nitekim Ali (r.a.), kendisinin ilah olduğunu id­dia eden Gulat'ı yakmıştır. Kendisini Ebu Bekir ve Ömer'e tercih eden Mufaddite hakkında da şöyle demiştir:

"Beni Ebi Bekir ve Ömer'den üstün tutan biriyle kar­şılaşırsam mutlaka ona müfteri cezasını uygularım."'

Münafık zındıkların peşinden giden bu müfteri sapıklar, bu gibi iftira ve bühtanlanyla İslam'ın şiarını, direğinin ayakta durmasını, kısaca Rasulullah'in (s.a.v.) rehberlik ettiği hidayet sünnetini engelliyor ve ne Cuma. ne de cemaat namazlarını kılıyorlar.

İşte bu yoldan gidenler, türbelerle mescitleri eşit tut­maktadırlar. Hatta namaz, kıraat, zikir ve benzeri şeylerin camide icra edilmeleri meşru olduğu gibi, bunların tür­belerde icra edilmesini de meşru görürler. Bazen hal ve kal lisanlanyla kabir ve türbelerle ibadetin Allah'ın evleri olan mescitlerden daha faziletli olduğunu bile söylerler. Hatta da­ha ileri giderek, onlardan biri dua, ya da tevbe etmek istediği zaman, şeyhi veya ta'zim ettiği başka birinin mezarına giderek ne mescitlerde, ne seher vakitlerinde, ne de bir ve fcâhhar olan Allah'a secde ederken kendisinde müşahade ede­meyeceğim bir huşu ve tezellüî ile dua ettiğini görürsün.

Nihayet öyle bir noktaya gelindi ki, cahillerinden pek çoğu, tıpkı hristiyanların İsa (a.s.) ve annesinden talepte bulundukları gibi ölülere dua eder, onlardan istiğasede bulunurlar; ölülerden sıkıntılarının giderilmesini, istek­lerinin yerine getirilmesini, düşmanlarına karşı zafere ulaşmalanın, üzerlerinden musibet ve belaların kaldırılmasını ve bunlar gibi ancak yerin ve göklerin Raböinden istenebilecek şeyleri isterler.

Öyle ki aralarından biri hacca gitmek istediği zaman maksadı, Allah'ın kendisine farz kıldığı "Allah'ın kutsal evi­ni" ziyaretten çok, Medine'yi ziyaret etmektir.

Rasulullah'm teşvik ettiği mescidinde namaz kılmayı önemsemezler. Oysa sahih bir hadiste Rasulullah (s.a.v/) şöy­le buyurmaktadır;

"Mescid-i Haram hariç, benim şu mescidimde na­maz kılmak başka mescidlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır.[146]

Yine, nerede bulunursa bulunsun, Allah'ın emrettiği Rasulullah'a (s.a.v.) salat ve selam getirmeyi önemsemez, Rasulullah'ın (s.a.v.) emirlerine uymayı, Sünneti'ninpeşin­den gitmeyi, ona değer vermeyi gözardı eder. Oysa Rasulul­lah'! kendi aile efradından, malından ve bütün insanlardan, hatta kendi nefsinden daha çok sevmesi gereklidir. Bütün bunları bırakır ama Rasulullah'ın veya başka birinin meza­rını ziyaret etmeyi hedef edinir. Halbuki ne Allah ve ne Rasulü böyle bir şeyi emretmiş, ne ashab böyle davranmış ve ne de müctehid imamlar bunu hoş karşılamışlardır.

Belki haccetmekten çok, hacca gitmekteki maksadı Rasulullah'ın kabrini ziyaret etmek veya ikisini de eşit tut­maktır ki bu, müslümanlarm itifakı ile sapıklıktır. Aslında -Peygamber kabri olsun, başka birinin kabri olsun- kabir zi­yareti maksadıyla yolculuğa çıkmak alimlerin cumhuru tarafından yasaklanmıştır. Hatta, bu yolculuğun, yasaklan­mış bir yolculuk olması sebebiyle özellikle orada namaz kıl­manın hedef edininmesini de yasaklamışlardır. Bunun delili ise, Buharı ve Müslim'de nakladilen şu hadistir:

"Sadece üç mescid için yolculuğa çıkılabilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim bu mescidim.[147]

Kabir ziyaretleriyle ilgili hadislerin hepsi zayıftır, hatta mevzudur. İmam Malik ve Medine m üctehiâl erin den baş­kaları, kişinin: "Peygamber'in kabrini ziyaret ettim" demesi­ni hoş kalkılamazlardı. Sünnet olan; RasuluIIah'ın (s.a.v.) kabrinin yanma gelindiğinde ona selam getirmektir. Nitekim Sahabe ve Tabiin böyle yapıyorlardı. Bu konuyu başka yer­de etraflıca anlattık.

Kabe'den başkasını tavaf etmek de aynı durumdadır. Kabe'den başka bir yerin tavaf edilmesinin caiz olmadığı hususunda müslümanlar ittifak halindedir. Ne Beytü'1-Mak-dis'teki Sahra (kaya)mn tavaf edilmesi, ne RasuluIIah'ın (s.a.v.) gömülü bulunduğu odanın, ne Arafat'taki Kub-, benin, ne de başka bir yerin tavaf edilmesi caizdir.

Aynı şekilde iki Rükn-i Yemani dışında bir yerin selam-lanması ve öpülmesi de müslümanların ittifakı ile caiz değildir. Hacer-i Esved hem selamlanır, hem de öpülür. Rükn-i Yemani ise sadece selamlanır. Öpüleceğinin söylen­mesi zayıf bir görüştür.

Bu ikisinin dışındaki yerlerin, mesela Beytullah'ın yan taraflarının ikiRükn-i Sami'nin, Makam-ı İbrahim'in, Sahra'nın, Rasulullah'ın (s.a.v.) gömülü bulunduğu odanın, sair peygamber veya salihlerin mezarlarının selamlanması ra, öpülmesi de caiz değildir.

Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah yahudi ve hrıstiyanları gebertsin; çünkü onlar, peygamberlerinin kabirlerini mescit edindiler. [148]

Müslim'in rivayeti ise şöyledir:

"Allah, yahudi ve hristiyanlara lanet etsin; çünkü onlar, peygamberlerinin kabirlerini mescit edindiler.[149]

Yine Buhari ve Müslim'in nakline göre Aişe ve tbn Abbas şöyle demişlerdir;

"Rasulullah(s.a.v.) hastalığında yüzünü bir örtü ile ört­meye başladı. Örtü kendisine sıkıntı verdiğinde yüzünü açar ve o haldeyken:

'Allah, yahudi ve hristiyanlara lenet etsin; çünkü on­lar, peygamberlerinin kabirlerini mescit edindiler. [150]

buyurarak yaptıklarından sakındırıyordu.

Yine Buhari ve Müslim, Aişe'den şunu nakletmişlerdir. Rasulullah (s.a.v.) vefatıyla sonuçlanan hastalığı sırasında şöyle buyurdu:

"Allah, yahudi ve hristiyanlara lanet etsin; çünkü onlar, peygambelerinin kabirlerini mescit edindiler."

Rasulullah eğer kabrinin mescit edinilmesinden endişe et­meseydi, kabrim açığa yaptırırdı.

Müslim'in Cündep'ten rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) vefatlarından beş gün önce şöyle buyurmuştur:

"Allah, sizden birinizi dost edinmekten beni müstağ­ni kıldı. Şayet ümmetimden birini dost edinseydim, Ebu Bekir'i dost seçerdim. Allah, İbrahim'i dost edindiği gibi beni de dost edinmiştir. Sizden önce birtakım kimseler, kabirleri mescitler haline getirirlerdi. Dikkatli olun, ka­birleri mescitler yapmayın. Bundan sizi nehyediyorum. [151]

Müslim'in, Ebu Mersed el-Ganevi'den nakline göre Rasuhıİlah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Mezarların üzerine oturmayın ve onlara doğru na­maz kılmayın. [152]

Ebu'Said ei-Hudri (r.a.) Rasulullah"ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Mezarlıkla hamam hariç, yeryüzünün tamamı mesçittir."

Hadisi. Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace gibi Sünen sahipleri nakletmiştir. Mürsel bir rivayet olması gerek­çesiyle kimileri bu hadisi illetli kabul etmiştir. Hafız ise sahih olduğunu söylemektedir.

Buharı ve Müslim, Aişe'nin (r.a.) şöyle dediğini naklet-mişlerdir:

"Rasulullah (s.a.v.) rahatsızlandığında hanımlarından biri kendisine. Habeşistan'da gördüğü 'Mariye' ismi verilen bir kiliseden sözetti. Ümmü Seleme ve Ümmü Habibe, Habeşistan'a gitmiş o kiliseyi görmüşlerdi. Rasulullah (s.a.v.) başını kaldırdı ve şöyle buyurdu:

"Onlar öyle kimselerdir ki aralarından salih biri ve­fat ettiğinde kabrinin üzerine bir mescit inşa eder ve içinde o resimleri yaparlar. İşte onlar Allah indinde in­sanların en kötüleridir.[153]

İbn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmiştir:

"Rasulullah (s.a.V;), kabirleri ziyaret eden kadınları ve kabirler üzerine mescit inşa edip kabirleri bir örtü ile Örten­leri lanetlemiştir. [154]

Bu hadisi Ebu Davud, Nesai ve Tirmizi gibi Sünen sahip­leri nakletmişlerdir. Tirmizi, hadisin hasen olduğunu belirt­miştir. Tirmizi'nin bazı nüshalarında ise, sahih olduğu yazılıdır.

Malik'hi Muvatta'ında Rasulullah'm (s.a.v.):

"Allah'ım, kabrimi tapılan bir put kılma. [155]dediği nakledilir. Ebu Davud'un Sünen'inde de şöyle dediği nakledilmektedir:                   

"Kabrimi bayram yeri ve evlerinizi de mezarlık haline getirmeyin.[156]

Mescitlerde namaz kılmak. Kur'an okumak, dua etmek ve benzen ibadetlere gelince. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların har ab olmasına çalışandan daha za­lim kim vardır?" (Bakara: 2/114)

Yine şöyle buyu itti aktadır:

"Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a ve Ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar onarırlar. İşte onlar, doğru yolu bulanlardan olabilirler. (Tevbe: 9/18)

Tirmizi'nin nakline göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur:

"Kişinin camiye gitmeyi ihtiyat haline getirdiğini görürseniz, imanlı olduğuna şehadet ediniz. Çünkü Yüce Allah: 'Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve Ahiret gününe inanan, namazı kılan' buyurmuştur. [157]

Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:

"De ki: 'Rabbim bana adaleti emretti. Her mescitte yüzlerinizi O'na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz." (A'raf: 7/29)

"Mescitler, Allah'a mahsustur. Allah ile beraber bir başkasına dua etmeyin." (Cin: 72/18)

"(Bu kandil) Allah'ın yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdir. Onların içinde sabah-akşam O'nu teşbih ederler."          

"Mescitlerde ibadete çekilmiş iken kadınlara yaklaş­mayın. (Bakara: 2/187)

Buharı ve Müslim'de nakledildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Kişinin mescitte kıldığı namaz, evinde ve işyerinde kıldığı namazdan yirmibeş derece üstündür.[158]

Bir rivayette ise:

"Cemaatle namaz, sizden birinizin yalnız başına kıl­dığı namazdan yirmibeş derece üstündür. [159]denilmek­tedir.

Başka sahih bir rivayette ise şöyle buyurulmaktadir:

"Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı ve sabah namazlarıdır. Ama bu namazlardaki büyük sevabı buseydiler, sürünerek de olsa, onlara gelirlerdi. Öyle azmettim ki, birine emredeyim cemaate namazı o kıldır­sın. Ben de, beraberlerinde odun demetleri bulunan bir­kaç kişiyle çıkayım ve cemaate gelmeyenlerin evlerini ü-zerlerinde yakayım. [160]

Müslim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini nakleder:

"Rasulullah'a a'mabiri geldi ve:

'Ya Rasul'allah, beni mescide götürecek biri yoktur' di­yerek evinde namaz kılmak üzere kendisine ruhsat verme­sini istedi. Rasulullah ona ruhsat verdi. Ancak adam kalkıp gidecekken:

"Ezanın sesini duyuyor musun?" diye sordu. Adam

"Duyuyorum" deyince. Rasulullah:

"O halde çağrıya icabet et. [161]

Yine Müslim'in nakline göre Ebu Saidfr.a.) şöyle demiştir: Yarın müslüman olarak Allah'la karşılaşmak isteyen, namazlara çağrıldığı yerde onlara devam etsin. Çünkü Al­lah, Peygamberimize hidayet yollarını teşri buyurmuştur ve bu namazlar da bunlardandır. Şayet namazım evjılde kılan şu adam gibi namazlarınızı evlerinizde kılarsanız., Peygamberimizin yolunu terketmiş olursunuz. Onun yolunu terkettiğinizde de sapıtmış olursunuz. Güzel güzef abdest alıp sonra da bu mescitlerden birine giden hiçbir kimse yoktur ki, attığı her adım için Allah ona bir iyilik yazmasın, bu sayede bir derecesini yükseltmesin ve günahlarından birini de bağışlamasın. Bizim zamanımızda ancak münafıklığı malum olanlar mescide gelmezdi. Hatta yalnız başına mescide gelmeyen kişi, başkalarının yardımıyla mescide getirilir­di."

Bu, geniş bir konudur. Yazdıklarımızla, bu hususta hanif tevhid ehlinin; Allah'ın kendisiyle Peygamberi'ni gönder­diği ve Kitabım kendisiyle indirdiği Allah dininin tabileri İbrahim itikadı ehlinin hidayet yolu ile hakkı batıla karıştıran ve hanif itikadı şirke bulayanların yolu arasındaki farka dikkat çekmek istedik.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizden sor: Rah­man'dan başka tapılacak ilahlar yapmış mıyız?" 

(Zuhruf: 43/45)

"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki.ona: 'Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin!' diyeivah-yetmiş olmayalım." (Enbiya: 21/-25)

"Biz her ümmete, yalnız Allah'a ibadet etmeleri ve şeytandan da sakınmaları için bir peygamber gön­derdik."                                                     (Nahl: 16/3.6)

"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmişti. İşte doğru ilin budur." (Beyyine: 98/5)

"Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çe­vir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiş­tirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız O'na yönelin ye O'ndan korkun; na­mazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın. (On­lar), dirilerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendi yamndakiyle sevin(ip övûnjmektedir."

(Rum: 30/30)

Hiç şüphesiz Allah daha iyisini bilir.

Sahabe ve Tabiun'a gelince, müctehidlerden bazısı, Rasulullah'Ia (s.a.v.) beraberliği olan her kişinin beraberliği olmayan her kişiden mutlak olarak üstün olduğu görüşünü kab­ul etmektedirler. Bu sebeple karşılaştırmayı Muaviye ile Ömer b. Abdülaziz arasında yaparlar. Tabi bunu söyleyenler de, Ömert. Abdülazizi 'in yönetim tavırlarının, Muaviye'nin yöne­tim ve.tavırlarından adil olduğunu itiraf ederler. Fakat Muaviye sahabi olduğu ve sahabenin, sahabi olma yönüyle elde ettiği dereceye başka biri ilmiyle ulaşamaz, derler.

Buhari ve Müslim'de nakledilen:

"Ashabıma sövmeyin, nefsimi elinde tutana yemin ederim ki sizden biriniz Uhud dağı kadar al tun infak et­se, onların ne bir müd'düne (müd, bir ağırlık birimidir) ne de onun yarısına ulaşabilir.[162] hadisini delil olarak zik­rederler ve derler ki: Uhud dağının tamamı altun olsa, on­lardan birinin müd'dünün yarısı bile olamayacağına göre faziletle onların öyle bir üstünlüğü var ki, hiç kimse, sahabi olmakla ulaştıkları dereceye ulaşamaz.

Meselenin açıklanarak ve ayrıntıları üzerinde durula­cak birtakım yönleri var ki onları burada anlatmak yeri değildir. [163]

 

SAHABEYE DİL UZATMAK

 

Ebu Bekir'e Dil Uzatanın Tevbesi Kabul Edilir Mi?:

 

İbnTeymiye'ye soruldu:

Ebu Bekir'e söven kimsenin durumu hakkında ihtilafa düşen iki kişiden biri: Allah böyle bir kimsenin tevbesini kabul ederken diğeri: Tevbesi kabul edilmez diyor. Siz bu konuda ne devsiniz?

İbn Teymiye'nin cevabı:

Müslüman müctehidlerin kabul ettiği doğru görüş; Al­lah'ın, tevbe eden herkesin tevbesini kabul edeceği şeklin­dedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"De ki: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Al­lah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günah­ları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyen­dir." (Zümeri: 39/53) ayette yüce Allah, tevbe edene bütün günahları affedileceğini ifade etmektedir. Bu sebeple de, kayıt koymadan sözü ıtlak ve umum üzere kullanmıştır.

Herhalde sahabenin bazısına dil uzatmak, peygamberle­re ya da Allah' a dil uzatmaktan daha büyük bir şey değildir. Kendi aralarında Peygamberimizde dil uzatan yahudi ve hristiyanlar tevbe edip İslam'ı kabul ettiklerinde, tevbele-rinin kabul edileceği konusunda müslümanlar ittifak etmiş­lerdir. Rivayet edilen:

"Sahabeme dil uzatmak, affedilmeyen bir günah­tır.[164] şeklindeki hadise gelince, tamanen uydurmadır. fedümeyen şirk olsa bile, ondan tevbe edene affedilir. Bu hu­susta da müslümanların ittifakı vardır.

Beşer hakkının bulunduğu meselelere gelince, buna da iki vecihten cevap verilir:

Birincisi: Allah, hırsızlık yapan," lakap takan ve benzeri beşer hakkının tealluk ettiği günahlara tevbe etmeyi emret­mektedir: Mesela yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşı­lık Allah'tan bir ceza olarak ellerin kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir. Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir. (Maide: S/38-39)

Yine şöyle buyurmaktadır: birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İnandık­tan sonra kötü ad(la çağrılmak), ne kötü bir şeydir? Kim tevbe itmezse, işte onlar, zalimlerdir," (Hucurat: 49/11)

Böyle bir kimse tevbe ettiği takdirde, kedisine haksızlık yapılan kişiye, uğradığı haksızlık oranında mükafat verilir.

İkincisi: Bu görüşte olanlar tevile başvuruyorlar. Rafizi bu yaptığından tevbe eder ve sahabenin faziletine itikad edip onları sever ve onlara dua ederse, diğer günahkarlar için söz konusu olduğu gibi kendisinin de kötülükleri iyiliklere dönüşür. [165]

 

İbn Me'sud Hakkında:

 

İbn Teymiye'ye soruldu:.

Çeşitli fesat konulan çevresinde bir araya gelmiş bir topluluk var. Aralarında öyleleri ver ki kendisine. İbn Mes'ud tarafından rivayet edilmiş Peygamber'in (s.a.v.) hadisleri okunduğunda, ya da; "bu, İbn Me'sud'un görüşü­dür" denildiğinde, İbn Mes'ud'a atıp-tutmaya başlar, riva­yetini zayıf görür. Sahabe arasında eksik biri olarak değer­lendirilir. Hatta bazıları kıraatine önem vermez ve Kur'ari'dan sadece Muavvizeteyn surelerini harfettiğini ileri sürerler. Böyleleri hakkında ne dersiniz?

İbn Teymİye'.nin cevabı:

İbn Mesud -Allah kendisinden razı olsun-, sahabenin büyüklerinden ve en değerlilerindendir. Hatta Ömer (r.a.) onun hakkında:

"İlim dolu dağarcık" derdi. Ebu Musa da şöyle demek­tedir:

"RaSülullarTın (s.a.v.) evine çokça girip çıktığından dolayı Abdullah b. Me'sud'u Rasulullah'ın (s.a.v.) Ehl-i Beyt'inden sayardık." Rasulullah (s.a.v.) ona şöyle demiş­tir:

"Seni sakmdırıncaya kadar kapımı açabilir ve beni dinleyebilirsin.[166]

Sünelilerde ise şöyle bir hadis nakledilmektedir:

"Benden sonrakilere: Ebu Bekir ve Ömer'e uyun ve İbn Ümmü Abd'ın (İbn Mesudun) da yoluna sarılınız. [167]

Sahih bir rivayette de:

"Kur'an'ın indiği tazelikte okumak isteyen İbn Üm­mü Abd'ın kıraati üzere okusun." buyurmaktadır.

Ayrıca Irak fethedildiğinde. Iraklılara Kur an ve Sünnet'i öğretmek üzere onu Irak'a göndermiştir. Irak'a gönderilen sahabenin de en bilgini odur.

Ebu Musa, yine şöyle demiştir:

"Şu büyük alim aranızda olduğu müddetçe bana bir şey sormayın."

İbn Me'sud'un kendisi de şöyle demektedir:

"Allah'ın Kitabrnı benden daha iyi bilen birini duysam ve develer bulunduğu yere ulaşabiliyorsa, mutlaka oraya giderim."

Ölmek üzere olan Muaz b. Cebel'in üzerine ağlayan  Malik b. Yumahires-Sekseki'ye, Muaz'ın tavsiye ettiği üç

kişiden biri İbn Me'sud'dur. Bu tavsiye şu şekilde olmuştur: Muaz. Malik b. Yumahir'e:

"Niçin ağlıyorsun?" demiş, o da:

"Beni ağlatan ne aramızdaki akrabalık bağı, ne de senden dolayı elde edeceğim dünyalık bir menfaattir. Ben, ancak senden Öğrendiğim ilim ve iman için ağlıyorum" demiştir. Bunun üzerine Muaz ona şu tavsiyede bulunmuştur:

"İlim ve iman, onları aramakta olan için oldukları yerde duruyorlar, isteyen onları bulur. İlmi dört kişinin yanında ara. Eğer bunlar sana cevap veremiyorlarsa, yeryüzü halkının hepsi sana cevap veremezler demektir." Muaz. kendisine bu dört kişinin: İbn Me'sud, Ubeyy b. Ka'b, Abdullah b. Selam ravi dördüncü kişiyi tam hatırlayamadığı için ve öyle sanıyorum ki Ebu'd-Derda olduğunu söylemiştir.

Yine Muaz'm yeryüzünün en bilginleri sorulduğunda bunlardan birinin, Irak'taki İbn Mes'ud olduğunu söylemiş­tir. İbn Me'sud, ilim konusunda Ömer, Ali, Ubeyye ve Muaz tabakasmdadır; yani sahabe alimlerinin ilk tabakasın­da yer almaktadır. Bu sebeple ona dil uzatan ya da rivayetin-ni zayıf olduğunu söyleyen ancak Ebu Bekir, Ömer ve Os­man'a dil uzatan Rafizilerin cinsinden biridir. Onun bu tav­rı, ya sahabe konusunda hiçbir bilgiye sahip olmadığına ya da zındıklık ve münafıklığına delalet eder. [168]

 

Ebu Hureyre Hakkında:

 

İbnTeymiye'ye soruldu:

"Musarrat[169] meselesinde bir diğeriyle tartışıyor ve bu durumdaki hayvanı dileyen müşteri geri verebilir diyor ve Ebu Hureyre'den nakledilen müttefakun aleyh olan hadisi de bunun caiz olduğuna dair delil getiriyor. Hasmı buna muhalefet ederek şöyle diyor: Ebu Hureyre sahabenin fakih-lerinden değildi. Hatta Ömer b. Hattab çok hadis rivayet et­mesini hoş karşılamamış; hadis rivayetini yasaklamış ve ona "Tekrar rivayet edecek olsan şöyle şöyle yaparım" de­miştir. İbn Abbas ve Aişe'de (r.a.), bazı rivayetlerini reddet­mişlerdir. Bu hasmın söylediği doğru mudur? Ebu Hurey­re hakkında bu tür söz söyleyen birine ne gerakir?

İbn Teymiye'nin cevabı;

Hamd Allah'adır. Yapılan bu itiraz birkaç yönden hatalıdır.

1-Sahabenin fakihlerinden olmadığı iddiası, yanlıştır. Çünkü Ömer b. el-Hattab. Ebu Hureyre'yi, halkı müslüman-lann en iyilerinden olan ve elçileri -Abdü'1-Kays Elçileri olarak bilinirler- Rasulullalr a (s.a.v.) hicret eden Bahreyn'e vali tayin etmiştir.

Ebu Hureyre bunların emiri idi ve fıkhın en ince meselelerinde onlara fetva veriyordu. Üç talaktan az sayı­daki talakla boşanmış olup başka bir kocaya varan ve bila­hare ilk kocasına dönen kadının bu ilk kocasının üç talaka sahip olup olmayacağı meselesi bunlardandır. Koca bu üç ta­laka sahip olacak mı? Nitekim İbn Abbas ve İbn Ömer'in görüşü budur. Ebu Hanife'nin görüşü de bu istikamettedir. Ayrıca Ömer'den gelen bir rivayet de bu şekildedir. Çünkü başkasıyla evlenmesi, üç talakı oltadan kaldırdığı gibi üç­ten az talakı da ortadan kaldırmaktadır. Yoksa ilk kocanın üçten az talakları devam edecek mi? Nitekim sahabenin büyüklerinden Ömer (r.a.) ve başkalarının görüşüyle Malik ve Şafii'nin mezhebi budur. Çünkü ikinci koca, ancak üç ta­lakla gerçekleşen haramlığı ortadan kaldırmaktır. Üç ta­laktan az talakla boşanmış olan, henüz kocasına haram kı­lınmış bir duruma düşmemiştir. Başka biriyle evlenmiş ol­ması, ilk kocanın üç talaktan az boşamaların hükmünü kal­dırım z. Ebu Hureyre bu görüş doğrultusunda fetrmîştir. Daha sonra bunu Ömer'e bildirmiş. Ömer de bunu kabul etmiştir. Hatta: Başka bir fetva vermiş olsaydın, seni in­citecek derecede döverdim, demiştir.

İşte Ebu Hureyre. İbn Abba.s ve başka sahabinin büyük fakihleriyle birlikte fıkhın bu gibi ince meselelerinde fetva vermiş biridir. Nakledilen fetvaları onun bu gücünü ortaya koymaktadır. Nasıl Ömer ve Ali'nin. İmran b. Husayn ile Ebu Musa el-Eş'ari'den daha fakih olmaları bu ikisini fakih olmaktan çıkarmıyorsa. Muaz. îbn Me'sud ve benzerlerinin Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer ve benzerlerinden daha fakih olmaları da. bunları fakih olmaktan çıkarmaz.

2- Bu itiraz eden kişiye denir ki: Ümmetin bütün alimleri. Ebu Hureyre'nin naklettiği kıyas ve zahire muhalif hadisler­le amel etmişlerdir. Nitekim hepsi. Ebu Hureyre'nin naklet­tiği:

"Bir kadın, halası ve teyzesi üzerine nikahlanamaz.[170]

hadisiyle amel etmişlerdir. Yine Ebu Hanife, Şafii, Ah-med ve başkaları onun naklettiği:

"Unutarak yeyip içen orucunu tamamlasın. Çünkü onu yedirip içiren ancak Allah'tır. [171]

hadisiyle amel etmişlerdir, Oysa Ebu Hanife'nin kıyası­na göre böyle bir kişinin orucu bozulmuş olur. Ama Ebu Hanife Ebu Hureyre'nin bu hadisinden dolayı burada kıyası terketmiştir. Bunun benzerleri pek çoktur.

Yine Malik, Şafii ve Ahmed. köpeğin yaladığı kabın yedi defa yıkanması gerektiğini bildiren Ebu Hureyre'nin hadisiyle amel etmişlerdir. Oysa İmam Malik'in kıyasına göre temiz olduğundan yıkanmasına gerek yoktur. Aksine. müctehid imamlar, Ebu Hureyre'nin hadislerinden aşağı hadislerden dolayı bile kıyası terkederler. Nitekim Ebu

Hanife sahabeden kimin rivayet ettiği bilinmeyen namazda kahkahayla gülmekle ilgili mürsel[172] bir hadisten dolayı kıyası terketmiştir. Ebu Hureyre'nin hadisleri, ümmetin it­tifakı ile böyle bir hadisten daha kuvvetlidir.

3- İtiraz eden kişiye şöyle denilir: Muhaddis, duyduğu ha­disin lafızların] zaptetti mi, fakih olmaması hadisin kendisine zarar vermez. Kuran kelimelerini, teşehhüd. ezan vb. şeyleri ezberleyen gibi. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur:

"Bir hadisi duyup onu, duymayana ulaştıran kişinin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir ve nice fıkıh taşıyıcısı, onu kendisinden daha fakih olana taşır. [173]

Hadis, daha fakih birinin, fıkıhta kendisinden daha aşağı­da olan bir kimseden hadis alabileceğini açık açık ifade et­mektedir. Mana ile rivayet söz konusu olduğu zaman ravinin fakih olması mutlaka gereklidir. Çünkü fakih olmayanın bilmeden hadisi yanlış anlamış olabileceğinden korkulur.

Ebu Hureyre ise. ümmetin en iyi ezber yap ani armd andır. Rasulullah (s.a.v.) kendisine "hıfz" (ezber yapma) konusun­da dua etmiştir ve kendisi de:

"Rasulullah'in (s.a.v.) bu duasından sonra duyduğum hiçbir şeyi unutmadım" demiştir. Bu sebeple o. "Musarrat" hadisiyle başkalarını lafızlarıyla nakletmiştir.

4- Ömer. oğlu Abdullah, Tbn Abbas, Aişe vs. gibi sa­habenin hepsi Ebu Hureyre'nin hadisini alıyorlardı. Hadis kitaplarını inceleyen bilir.

5- Sahabeden hiç kimse, Ebu Hureyre'nin naklettiği bir hadise, ta'n etmemiş; burada hata etmiştir şeklinde bir şey söylememiştir. Ne Ömer (r.a.) ne bir başkası böyle bir id­diada bulunmuştur. Aksine, bir defasında Ebu Hureyre, Aişe'nin odasının bulunduğu yere gelmiş ve:

"Ey odadaki, naklettiklerim hususunda bir diyeceğin var mı?" demiştir. Aişe (r.a.) namazını bitirdikten sonra, ri­vayet ettikleri konusunda bir şeyin bulunmadığını belirtmiş ve şu ilavede bulunmuştur:

"Ancak Rasulullah fs.a.v.) sizin gibi sözü peşpeşe sıralamazdı, sözü o kadar tane tane söylerdi ki, kişi ke­limelerini saymaya kalksaydı onları sayar ve ezberlerdi."

Aişe (r.a.)'nin bu sözünden de anlaşıldığı gibi rivayet edilenlere değil, rivayet üslubuna karşı çıkıyordu.

Aynı şekilde İbn Ömer'e de: Ebu Hureyre'nin naklettiği hadisleri reddetmek gibi bir kanaatin olup olmadığı sorul­muş, o da:

"Hayır, ama kendisi o kadar rivayet nakletti ki bize nak­ledeceğimiz pek bir şey bırakmadı." demiştir. Ebu Hurey­re'nin kendisi de:

"Onlar unutmuş ben ezberlemişsem, benim ne suçum var" demektedir. Ebu Hureyre'nin rivayetlerini çok görüyor bazısı da, "Ebu Hureyre çok rivayet etti" diyorlardı. Bu konuda Ebu Hureyre şöyle demektedir:

"Ebu Hureyre çok rivayet ediyor diyorlar. Hepimiz Al­lah'a varacağız. (Meselenin asıl şudur): Muhacir kardeşlerim çarşılarda ticaretle uğraşıyorlardı. Ensar kardeşim de iş-güçle meşgul idiler. Ben ise, fakir biri idim ve hep Rasulul-lah'la (s.a.v.) beraberdim, onlar yokken ben onun yanınday­dım, onlann unuttuklarını ben ezberliyordum. Bir defasın­da Rasulullah (s.a.v.) bize bir konuşma yaptı. Sonra:

"Kim elbiseni açıp serecek" dedi. Ben elbisemi serdim, Rasulullah benim için dua etti ve ondan sonra Rasulullah'dan (.s.a.v.) ne duyduysam hiç unutmadım.[174]

Ayrıca geceyi üçe böldüğü: üçte birini namaz kılmaya, birini hadisleri tekrar etmeye, birini de uyumaya ayırdığı ri­vayet edilmektedir.

Böylece o. hadisleri zaptedip ezberlemesini Rasulul-lah'fa (s.a.v.) beraberliğine, başka şeylerle uğraşmasına ve Rasulullah'ın kendisine dua edişine bağlamaktadır.

Ömer b. Hattab'ın kendisi de Ebu Hureyre'den hadis alır. ihtiyaç duyduğu hususlarda Rasulullah'dan (s.a.v.) duyduklarını sorardı. Hadis rivayetinden dolayı onu tehdit etmiş de değildir. Ne var ki Ömer. rivayette titiz olmayı se­ver ve böylece insanların cür'eîkar davranarak hadislere İlavelerde bulunmalarının Önüne geçmeye çalışırdı. Bu se­bepledir ki Ebu Musa, imamların ittifakıyla sahabenin büyüklerinden ve en güvenilir kişilerdendi.

6-Sahabe, fıkhi meselelerde Ebu Hureyre'den geri kim­selere de müracaat ederlerdi. Mesela Ömer (r.a.). "Ceninin diyeti" konusunda Hami b. Malik ve başkalarına; Osman "kocası ölen kadının, kocasının evinde ne kadar beklemesi gerektiği konusunda" Faria bintu Malik müracaat etmiştir. Yine Ömer (r.a.) ve başkaları, "kocasının diyetinden kadının alacağı miras" konusunda Dahhak b. Süfyan el-Kilabi'ye; Zeyd b. Sabit ve başkaları da "lıayız halindeki kadından ve­da tavafının sakıt olacağı" konusunda Ensar'dan bir kadına müracaat etmişlerdir.

Aynı şekilde İbn Mesud kocası ölmüş mufavvize[175] kadının, benzerlerinin mehrini alacağına dair fetva verince. Eşca' kabilesinden bazı kimseler, Rasulullah'm (s.a.v.) Bu­ru' bintu Vaşık hakkında aynı hükmü uyguladığını beürtmişler. İbn Mes'ud da bu habere son derece seviniTıişti. Yine Ebu Bekir (r.a.), Muğireb. Şu'beile Muhammed b. Mesleme'nin hadislerine dayanarak nineye mirastan verileceğine karar veriliştir. Bu naklettiklerimizin benzerleri pek çoktur.

7- İtirazcıya şöyle denilir: Ebu Hureyre'nin "Musafrat" la ilgili hadisine muhalefet eden, bu hadisin temel kaideye ya da temel kaideye yapılan kıyasa muhalif olduğunu söy­ler.

Bu durumda kendisine denilir ki: Aksine bu hadi.s konusunda söylenecek söz, kendilerinde nasslara tabi olu­nan benzerleri hakkında söylenenin aynıdır. Çünkü bu badis, başkalarına muhalefet hususunda gelmiştir, başkalarına benzer hususlarda değil. Kıyas ise, benzerleri eşit kılma ve birbirlerine muhalif olanları tefrik etmektir. Bu hadise karşı çıkan şöyle der: Hadis kusurdan dolayı satınahnanm satıcıya geri çevirmekte ve telef olanın karşılığını takdir etmektedir. Aksine, benzerlerine göre olsaydı ya benzeri ya da değeri tazmin olunurdu. Bu hadise göre ise ne misli, ne de değeri tazmin edilmektedir. Ayrıca tazmini müşteriye ait kılmak­tadır. Gelir ise, sorumluluk yüklenmenin karşılığıdır.

Böyle diyene denir ki: Satılan hayvanı geri iade etmek tedlis ve imamların ittifakıyla hayvanın vasfının farklı oluşundan mümkün olur. Sattığı hayvanın asıl vasfını ani at­mayı p tedlis yapan kişi, hayvanının bu vasfını diliyle söy­lememiş olsa bile, diliyle söylemiş gibi kabul edilir. Bu nevi muhayyerlik, kusurdan dolayı geri iade etmedeki muhayyerliğin dışındadır.

Kendisine yine şöyle denilir: Müşteri, hayvan kendi mülkü olduğu sırada onda meydana gelen sütün karşılığını değil, satın aldığı sırada memesinde bulunan sütün kar­şılığım ödemektedir. Çünkü musarratı aldığı sırada memesindeki süt kendisi tarafından telef edilmiştir ve bu sebeple de bunun karşılığını ödeyecektir. ŞarV sadece bedelini takdir etmiştir. Çünkü eski süt ile yenisi birbirine kanamıştır ve ar­tık eskinin miktarını tayin etmek mümkün değildir.

Bu sebeple müşteriden ne misli ne de kıymeti tazmin edilemez. Sari1, anlaşmazlığa son verecek bir bedel takdir etmiştir. Nitekim can ve vücut azalarının diyet ve yararları da böyie bir usul takip edilerek takdir edilmiştir. Ta ki, çıkabilecek anlaşmazlık kökünden engellenmiş olsun. Tahak­kuk eden hak, miktar olarak tesbit edilebiliyorsa . ona uy­mak gerekir. Ama bu mümkün değilse, Sari', yolların en uy­gununu ve hakka en yakın olanını emreder.

Keyl (hacim) ve vezn (tartı) mümkün olmadığında tah­mini; kesin bilginin mümkün olmadığı yerde de zan ile hareket etmeyi, tam mübhemlik söz konusu olduğunda da hak sahibini belirlemek için kura atmayı emreder. Bazen de başka bir yol bulunmadığı takdirde anlaşmazlığı bertaraf et­mek için bedeli takdir eder. Söz konusu ettiğimiz musarrat da müşterinin satıcıya bir sa' vermesi, aldığı süte karşılık bir bedeldir.

Bu meseleyle ilgili olarak Ebu Said b. es-Sem'ani'nhv naklettiği bir olay var. Olayı Ebu Said, Yusuf el-Hemedani'den; o, fakih Ebu İshak eş-Şirazi'den; o da, Ebu't-Tay-yib et-Taberi'den nakletmiş. Ebu Tayyib et-Taberi diyor ki:

"Bağdat'da camide oturuyorduk. Horasanlı biri geldi ve bize musarratı sordu. Ona cevap verdik ve delil olarak Ebu Hureyre'nin hadisini ileri sürdük. Adam, Ebu Hureyre hak­kında ileri-geri sözler söyledi. Hemen ardından caminin tavanından bir yılan düştü ve aramıza gelip o Horasanlının üzerine üzerine giderek onu ısırdı ve ölümüne sebep ol­du."

Bu olayın bir benzerini et-Taberaııi "Kitabü's-Sünne" isimli eserinde Zekeriyya Yahya es-Saci'den naklediyor. es-Saci diyor ki:

"Hadis dinlemek üzere muhtelif alimlere gidiyorduk.

Birdefasmda hızlı hızlı yürüyorduk beraberimizde de ağzı bozuk hayasız bir genç vardı. Biz öyle yürürken o genç: Hay­di ayaklarınız!'meleklerin kanatlarından kaldırın, kanat­larını kırmayın" dedi. Bu sözleri söyledikten sonra iki ayağı tutmaz oldu."' Bunun bir çok benzeri vardır. Allah'tan Kitabı "na .Rasulu'nün (s.a.v.) Sünneti'ne ve delillere uyma bağlılığını dileriz. Şüphesiz en doğruyu bilen Allah'tır. [176]

 

Sahabeye Dil Uzatan Tekfir Edilir Mi?

 

Şeyhülislam fbn Teymiye'ye soruldu:

Müslüman bir grup var. bunlar, kelime-i şehadeti ge­tiriyor, oruç tutuyor, zekat veriyor; Allah'ın rızasını kazan­mak için gayret ediyorlar. Ancak Rasulullah'in (s.a.v.) as­habına dil uzatanları tekfir ediyor, tevbe etseler bile tev-belerinin kabul edileceğinin ümit edilmediğini söylüyor ve dil uzatmada ısrarlı olanların Cehennem'de ebediyyen ka­lacaklarını iddia ediyorlar. Tevbelerinin kabuî edileceğini söyleyenlere de "Receviyye"' ismini veriyorlar. Bir kişinin sağlam bir akideye sahip olduğunu tam tahkik etmeden pe­şinde namaz kılmıyorlar. Bunlardan biri bir şey söylediğin­de ya da istediğinde mutlaka "inşaallah" diyor. Bu yaptık­ları doğru mu. değil mi?

İbn Teymiye'nin cevabı:

HanuL Allah'a mahsustur. Buıiar, müslüman bir top­luluktur. Diğer müslümanlar gibi bunlar da yaptıklarının kar­şılığını göreceklerdir. Allah'a ve Rasulü'ne imanlarından ve onlara itaatlerinden dolayı Allah onları mükafatlandira-çaktır. Bu gibi mesel elerdeki hatalarından dolayı iman ve takvaları kaybolmaz. Bunlar da-, itikad ettikleri ve yaptıkları şeylerin büyük çoğunluğunda isabet eden, azında da hata eden sair müslüman gruplar gibidirler.

Sahabeye dil uzatanın tevbesinin kabul edilmeyeceği ve ebedi olarak Cehennem'de kalacağı şeklindeki iddiaları yanlıştır. Selef ve dört müctehidle başka imamların görüşü: Benzerleri için söz konusu olduğu gibi Rafizilerin de tev-belerinin kabul edileceği şeklindedir. Rivayet edilen:

"Sahabilerime dil uzatmak, afvedilmeyen bir günah­tır." şeklindeki hadis, batıl olup ilim ehlinden hiç kimse onu rivayet etmemiştir. Sahih olduğu farzedüse bile. bununla tevbe etmeyen kastedilir, Allah mutlaka sahabenin hakkını ondan alacaktır.

Tevbe edene gelince., Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"(Tarafımdan onlara) de ki: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Al­lah bütün günahları bağışlar. (Zümer: 39/53)

Allah, tevbe edenlerin bütün günahlarını bağışlayacağını bildiriyor. Sahabeye dil uzatan kişi. bunun caiz okluğuna inanıyorsa, bidatçı bir sapıktır. Bu hususta hak, Allah'ındır. Böyle bir kimsenin durumu, Rasulullah'ın sihirbaz ya da yalancı olduğuna inanıp ona dil uzatanın durumu gibidir. Böyle biri İslam'ı kabul edecek olsa, Allah müslümanlığmı kabul eder. Rafızinin durumu da budur, hak kendisine bel­li olur ve tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder. Şayet bu yaptığının haram olduğunu ikrar ediyorsa, tıpkı diğer müs-lümanlara iftira eden ve onların aleyhinde dedikodu yapan gibi zalimdir. Kullara haksızlık yapıp zulmetmekten tevbe edenin tevbesi geçerlidir. Kendilerine haksızlık yaptığı kimselere dua eder ve onlara dil uzattığı kadar onları hayır­la anar. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.

Şayet biri taş için, "bu taştır" dediğinde kişi: "Bunun taş olduğunu kesin olarak söyleyemem" derse, hata etmiş olur. Lakin maksadı: Bunun taş olduğuna kesin olarak hüküm ve­rirsem. Allah'ın onu başka bir şey yapmaya gücü yoktur de­miş olurum, diyecek olursa, ona denilir ki: Aksine, o. şim­dilik kesin olarak taştır ve Allah da onu başka bir maddeye tahvil etmesine kesin olarak kadirdir. "İnşaallah" demekle şayet maksadı, Allah'ın onu değiştirmeye kadir olduğunu söylemek ise. bu doğrudur. Ama onun taş olduğundan şüp­he ediyorsa, bildiği halde bilmiyor görünümüne girdiğinden dolayı ta'zir edilir.

Durumu belli olmayan herkesin arkasında namaz kıl­manın caiz olduğu hususu, dört müctehid tie diğer müctehidlerin ittifak ettikleri husustur. Ben ancak batinmdaki akidesinin de sağlam olduğunu bildiğim kişinin arkasında cuma ya da diğer vakit namazlarım kılarım, diyen, bidat eh­linden ofup sahabi. tabiin ve müslümanlann dört müctehid imamı ile diğer miictehidlere muhalefet etmektedir. Allahu a'lem. [177]



[1] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 3.

[2] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 3.

[3] Tam adı Ebu Muhammed Aii b. Alınıed b. Saİd b. Hazm olan tbn Hazm, 994 yılında doğmuş Endülüs Araplarındandir. Bir çok konularda oldukça geniş bilgi sahibi, ihlaslı bir bilgin ve tanınmış bir kelam ve ta­rih mütehassısı, aynı zamanda höyük hır şairdir.

[4] Buhari, Enbiya: 32, 46, Fedail: 30, At'ima: 25, 30, Tirmizi, At'ima; 31,Menakıb: 62.

[5] Buhari, Enbiya: 32, 46, Fedail: 30, At'ima: 25, Müslim, Fedail: 70, Tirmizi, At'ima: 31,îbn Mace, At'ima: 14.

[6] Buhari, Salat: 80, Feraiz; 9, Fedail: 3, 5, İbn Macc, Mukaddime: 11, Ahmed: 3/18, 4/4.

[7] îbn Mace, Mukaddime: 11.

[8] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 3-5.

[9] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 5-6.

[10] Buharı, Tefsir: 2, 7; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed: 5/112. .

[11] Bu hadis kaynaklarda teshil edilememiştir.

[12] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 6.

[13] Mansur es-Sem'anİ el-Temimi el-Mervezi ( 489/1095 ); Müfes-sir, muhaddis, mütekellim, fakİlı ve usuküdür. El-Kavati fi Usuli'l-Fıkh, Minhacu Ehİİ's-Sünne, el-İntisar fi'! Hadis, Tefsİrü'I-Kur'an gi­bi eserleri vardır. (Kehhale, 13/20)

[14] Kaynaklarda bu lıadis teshir edilmemiştir.

[15] Tirmizi, Menakıb: 16, 37; İbn Mace, Mukaddime: 11.

[16] Ebu Davud, Sünnet: 5; Tİrmizi, İlim: 16;

İbn Mace, Mukaddime: 6; Darimi, Mukaddime: J6; Ahmed: 4/126,127.

[17] Müslim, Mesacid: 311; Ahmed: 5/298.

[18] Buhari, Vudu: 10; Müslim, Fedaiiu Sahabe, 138; Ahmed: 1/266, 314, 328, 335.         

[19] Buhari, Mevakit: 41; Menakıb: 35; Müslim, Eşribe: 176; Ahmed: 1/198.

[20] Buhari, Salak 80; Menakıb Ensar: 45; Fedailıı Sahabe: 3, 5; Feraiz: 9: Müslim, Mesacid: 38; pedailu Sahabe: 2,7; Tirmizi, Menakıb: 14, 16; İbn Mace, Mukaddime: li;

[21] Buharİ, Fedailu Ashabı'n-Nebi: 5.

[22] Buhari, I-edaiîu Sahabe: 6; Müslim, Fedailu Sahabe: 14; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed: 1/112.

[23] Buhari, FedaiJu Sahabe: 6; Enhiya: 54; Ahmed: 6/55.

[24] Buhari, îlim: 22; Ta'bir: 15; Müslim, Fedailu Sahabe: 16; Darimi, Rüya: 13.

[25] Tirmizi Menakıb: 49.

[26] îbn Mace, Mukaddime: 11.

[27] Buhari. Salat: 80; Fedai] Ashab'i'ri-Nebi: 3; Meruıkih Ensar: 45; Tirmizi, Menakih': 15;

[28] Buharı, Fedailu Sahabe: 5; îbn Mace, Ahkam: 37:

[29] îbn Mace, Mukaddime: 11.

[30] Buhari, Şehadat: 27; Ahkam: 30; Hilye: 10; Müslim, Akdiyye: 4; Ebu Davud, Akdiyye: 7: Tirmizi, Ahkam: 1İ; Nesaİ, Kudat: 13, 33; İbn Mace, Ahkam: 5.

[31] BuharivCihad; 171; Cizye: 10, 11; İtisam: 5; İlim: 39; Feraiz: 21; Diyat: 24, 31; Ebu Davud, Menasik: 95; Tirmizi, Diyat: 16; îbn Mace, Diyat: 21.

[32] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 6-22.

[33] Tirrnizî, Menakib; 62;

[34] Buhari-i, Pcdailu Ashiihi'n-Nebi: 9; Tirmizi, Menakib: 20,

[35] Buhari, Cihad: 102; Müslim. Fedailu .Sahabe: 32;

Tirmîzi, MenaicıH: 20.

[36] Tirmizi. Memıkıh; 19

[37] Tirmizi, Memıkıb: 31.

[38] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 22-23.

[39] Ahnıed: i/377; Tirmizi, Menakıb: 14; İbn Maue, Mukaddime: II;

[40] Bulıari. Memıkıb: 45; Müslim, Fedaii: 2.

[41] Buhari, Salat: 80: T-edai: 3: Tirmizi. Menakıb: 15: Ahmed: 3/1 S.

[42] Müslim, Folailu Sahabe: il.

[43] Müslim, İman: 164; Ebu Davut!, Büyü: 50: Tirmizi, Büyü: 72; İbn Mace, Ticarat: 36.

[44] Buhari, Sulh: 6; Fcdailu Ashabı'n-Nebi: 17; İbn Hanbel: 1/108.

[45] Buhari, Cihad: 102: Müslim, I-edaılu Sahabe; 32: Tirmizi, Memtkıb: 20.

[46] Müslim, Fedaihı Sahabe: 33; Alımetl: 2/384

[47] Mübahele: Hasım tarafların, taraflardan yalan söyleyene İane! okumaları anlamına gelir. Ai-İ îmran Suresinin 61. ayeti olan Mübahe­le ayetinin nüzul sebebi şöyledir: Necran hristiyanlarsndan bir heyet Rasululîah'a (s.a.v.) geldi. Rasuhıllah, onları İslam'a davet etti, araların­da iki rahip:

"Biz senden Önce İslam-ı kabul ettik" dediler, Rasululiah (s.a.v.):

"Sizi İslam'ı kabul etmekten alıkoyan şeyleri biliyorum." deyin­ce, onlar:

'"Madem biliyorsun, baydı söyle" demişler. Rasulullah (s.a.v.):

"Haç, içki ve domuzu sevmeleri olduğunu söylemiş ve onlar bunu ya­lanlamışlardı. Bunun üzerine Rasuhılhıh (s.a.v.):

"Gelin yalancıya lanet okuyalım." demiştir.

(El-Vahidi, Esbabu'n-Nüzul, Mısır 1968, s: 58-59)

[48] Tirmizi, Menakıb:60; Ahmed: 1/33 3.

[49] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 23-30.

[50] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 30.

[51] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 30-31.

[52] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 31.

[53] Tİrmizi, Menakib: 16; İbn Mace, Mukaddime: 11.

[54] Buhari, Salat: 80; Müslim, Fedail: 2/7; Tİrmizi, Menakıb: 11.

[55] Buhari, Salat: 80; Ahmed: 1/27.

[56] Müslim. Fedailu s-Sâhab&: 11.

[57] Tinnizi, Memıkıb: 16, 37; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed: 5/382, 385.

[58] IbnHanhel: 5/298.

[59] Buharı. Tefsir: 7/3

[60] Buhari. Ezan: 39, 46, 68; Nisam, 5; Müslim, Salaî: 94; Ebu Davud, Sala!: 169; Tirmizi, Menakıb: 16.

[61] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 31-37.

[62] Buluıri, Fedailu Ashabı'n-Nebi: 7.

[63] Müslim, İman: 175; Tirnıizi, Menakıb: 57, 58.

[64] Bir müd, 832 gr. ağırlığında bir ağırlık birimidir.

[65] Buhari, Fedailu Ashabi'n-NebJ: 5; Müslim, Fedailu Sahihe: 221,

[66] Buhari, Fedailu Ashabı'n-Nebi: 1; Muslini, Fedailu Sahub"e:210.

[67] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 37-42.

[68] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 43.

[69] Müslim, Zekat: 150; Ebu Davud, Sünnet: 12.

[70] Buharı, Sulh: 9; Fedailu Aslıabi'n-Nebi: 22; Fiten: 20. Ebu Davud, Sünnet: 12; Tirmizi, Menakib: 30.

[71] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 43-45.

[72] Tirmizi, Menakıh: 16; İbn Mace, Mukaddime: I I. 46

[73] Buharı, Salar: 63, Cihad: 17.

[74] Buhari, Salat: 63, Müslim, Fiten: 70, Tirimizi, Menakıb: 34, Ahmed: 2/161, 164.

[75] Müslim, Fiten: 70

[76] Buhar, Fiten: 9; Menakıb: 25; Müslim, Filen: 10;

Ebu Davud, Fiten: 2; Tirmizi, Fiten: 29; İbn Mace, Fiten: 10.

[77] Buharı, tman: 12; Fiten: 14; Ebu Davud, Fiten: 4.

[78] Tirmizi, Fiten: 33; İbn Mace, Fiten: 10.

[79] Buharı, İman: 22; Fiten: 10; Müslim, Fiten: 14.

[80] Buharı, İlim: 43; Fiten: 8; Ebu Davud, Sünnet: 15.

[81] Ahmed: 6/419.

[82] Buliari.îman; 12; Rten: 14; Ebu Davud, Filen: 4;

[83] Buharı İtisam: 10. Müsüm, İman: 247, Ebu Davud Fİten: I, Tinnizi Filen: 27,

[84] Buhari, t'tisam: 10; Müslim, İman: 247.

[85] Buhari, frisam: 1 0, Menakıb: 28, Müslim, îmare: 171, 174.

[86] Müslim îmare: 177.

[87] Buharı Tib: 51, Nikah: 47, Müslim Cuma: 47, Ebıı Davud Edeb: 86.

[88] Bıılıari Talak: 24, Fiten: 16, Müslim Fiten: 50, Tirmizi Filen: 79.

[89] Müslim İman: 86, Buharı Bedıful-Halk: 15, Tirmizi, Fiten: 71.

[90] el-Müzeni: İmam Şafi'nin talabelerinden olup 877 yılında vefat etmiştir. 'Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İsî. 1975, s. 100.

[91] Muharn'ıned fa. Hasen: Hanefi mezhebinin önde gelen imamlarm-dandır. Daha çok Ebu Yusuf'un yanında okumuş, İmam Malik yanında üç yıj kadar okumuştur. 805 yılında vefat etmiştir. "Hayreddin Karaman, a.g.e, s. 96.

[92] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 45-65.

[93] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 65-70.

[94] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 70.

[95] Bir nüshada "beş yüz at iiave ettiği yazılıdır. Tirmizİ'nin Abdur-raiıınan h. IIabbab"t;ın nakline göre, Osman (r.a.) allı yiiz deve teçhiz et­miş ve sonrada, bin dinar getirip vermiştir.

[96] Tinîıizi, Memılab: 57, 58.

[97] Ruhari Sure: 60/1, Ebıı Da\ ud Sünnet: 8.

[98] Aynı kaynaklar.

[99] Buharı, î'tisam: 21: Müslim, Akdiye: 15; Ebu Davad Aktliye: 2; Mesai, Ahkam: 2; Kudal: 3; İbn Macc, Ahkam: 3,

[100] Ahmed:4/38, 61.

[101] Buhari Jman; 4; Rikak: 26; Ebu Davud, Vilr: 2, 11, 12,Cih;id:2; Nesai, İman: 9; İbn Mace, Firen: 2.

[102] Müslim, Padailu's-Sahabe: 210; Ebu Davud, Sünnet: 9.

[103] Müslim, Fadailıı's-Salıabe: 221: Elîu Davud, Sünnet: 10.

[104] Tiraıİ7,i, Cihad: 76; Fadailu Ashafii'n-Nebi: 1 Müslim, Fadailu Aslıafri'n-Nehi: 208.

[105] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 70-79.

[106] Buhari, Sulh: 9, Fadailu Ashabin-Nebbi. 2. Mcııakıb: 25; \ibu Davıui, Siinnei: 12; Tirmizi. Mcnakıb: 30.

[107] Ruhari, Menakıb:25; Edeb: 95: Miîrted: 7; Müslim, Zekal: 150, 152; Ebu Davııd, Sünnet: 12.

[108] Buharı, Enbiya: 6; Menakıb: 25: MeğaZİ: 61; Tevlıid: 23: Müslim, /-ekai: 142, 144. 147. 148; Ebu Davud. Sünnet; 28: Tirmizi, Fiten: 24: Nestn, Zekat: 79.

[109] Ahmed: 1/377, 389, 395, Tirmizi Menakıb: 14, İbn Mace Mukaddime: İ1.

[110] Buhari Fadailu VSahabe: 6, Enbiya: 54,

Müslim, Fadaiiu's-Sahabe:23. Tirm'izi Menakıb: 17, Ahmed: 6/55.

[111] Müslim, Fadailu's-Sahabe: 26; Ahine1/71

[112] Buhari, Fadailu Asbabin-Nebi: 9; Müslim, Fedailu'a Sahabfe: 32.

[113] Buharı CfHadi 40, 4]; fedai Ilı VSahabe: 48,

Tbn Mace Mukaddime: 11.

[114] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 79-86.

[115] Ahmed: 4/115.

[116] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 86-88.

[117] Onrimi, Rşrihe: 8

[118] Ebu Davud, Sünnet: 8; Tirmizi, Fiten: 48; Ahme- 4/273.

[119] Tİrmizi, Dm, 16; Ebu Davud, Sünnet, 5; İbn Mace, Mukaddime: 6

[120] Tirmizi Memtkıb: 16, İbn Mace Mukaddime: 11.

[121] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 88-93.

[122] Ahmed: 4/115;

[123] Buharı, Edep 44; Müslim, Eyinan, 176.

[124] Buhari, Edeb: 96; Müslim, Birn 165; Tirmizi, Zflhd:50.

[125] Miisiim, FadmluVSaJıabe: 36, 37,

[126] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 93-101.

[127] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 101-102.

[128] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 103.

[129] Buharı', FadaiJu Ashahrn-Nehi: 9; Müslim, F?dai: 35-36.

[130] Tirmizi.Meınıkfb: 60 Alımed, 1/331

[131] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 103-107.

[132] Buhari, Menakıh: 24: Fedail: 36;îstitabe: 6,7 ; Müslim. Zekat: 147. 148; İbn Mace, Mukaddime: 12;Ahnıed: 3/33, 34.

[133] Müslim, Zekat: 150: Ebu Davud, Sünnet: 12.

[134] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 107-110.

[135] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 110-111.

[136] Müslim, Libas: 34; Cennet: 52.

[137] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 112-114.

[138] Buhari, Marda: 1; Müslim, Çenaiz: 3-4.

[139] Ahmed: 3/321; İbn Mace( Cenaiz: 55.

[140] Buharı, Cenaİ7.: 35, 38. 39; Mislim, İman: 165:

Tirmizi, Cenaiz: 22; Nesaû Cenaiz: 17, 19, 21; İbn Mace, Cenaiz: 52.

[141] Müslim, İman: 167; Ebu Davnd, Cenaiz: 25; Ahmed: 4/397.

[142] Müslim, Cenaiz: 29; Ebu Davud, Edeb: 111.

[143] Müslim, Cenaiz: 29; fb'n Mace, Cenaiz: 51.

[144] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 114-122.

[145] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 122-125.

[146] Buharı Mescidu Mekke: t, Müslim, Hac: 505.

[147] Buhari, Mescidu Mekke: t, 6; Müslim, Haec: 415.

[148] Buhari, Salat: 55; Müslim, Mesacid: 20.

[149] Buharı, Salai: 48; Cenaiz: 62; Müslim, Mesacid:19.

[150] Buhari, Salat: 48; Müslim, Mesacid: 19.

[151] Müslim, Mesacid-. 23.

[152] Müslim, Cenaiz: 97, 98; Ebu Davuâ, Cenait: 73.

[153] Buharı, Salat: 48, 54; Müslim, Mesacid: 16.

[154] Tirmizi, Salat: 121, Cenaiz: 61; Nesai, Cenaiz: 164; İbn Mace, Cenaiz: 49.

[155] Muvalta, Sefer: 85.

[156] Ebu Davucl, Mendik: 96

[157] Tirmizi, Tefsir Şifre: 9/8.

[158] Buhari, Büyü: 49; Müslim, Mesacid: 271.

[159] Müslim, Mesacid: 271; tbn Mace, Mesacid: 16.

[160] Buhari, MevakitıTs-Salat:'2O, Ezan: 34; Ebu Davud, Salat: 49; Nesai, İmamet: 45.

[161] Müslim, Mcıcid: 255.

[162] Buhari Fedail: 5, Müslim Fedail: 221, 222.

[163] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 125-136.

[164] Acluni Keşfu'1-Hafa (Beyrut- 1351 h.) 1/444,

[165] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 137-138.

[166] îbnHanbel 1/388.

[167] Tirmizi, Menakıb: 1, 37: İbn Maee, Mukaddime, 11

[168] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 138-140.

[169] Hayvanın bol süt verdiğini göstermek için onu bir müddet sağmamak ve bu haliyle onu satmak.

[170] Buhari, Nikah: 27; Müslim, Nikalı: 37.

[171] Buhari, Kyman: 15; Tirmizi, Savm: 26: îbn Mace, Siyam: 15.

[172] Mürsel Hadis: Rasulullah'ın yakın bir devirde yaşamış ol­maları dolayısıyla, sahabenin çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan tabiilerin, işittikleri sahabilerİ atlayıp doğrudan doğruya Rasulullah'a is-nadla "kale Rasulullah" diyerek rivayet ettikleri hadislere denir. (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları: Ankara-1980, s. 291)

[173] Ebu Davud, tim: 10; Tirmizi, îlnı: 7; İbn Mace. Mukaddime': 18.

[174] Müslim, FadaU's-Sahabe; 159-160; tbn Hanbel. 2/24.

[175] Mufavvize: Emr-i nikahını velisine tefviz ve havale edip meiırden bahsetmeyen kadındır. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İs-Imniyye ve Islilahat-ı Fıklııyye Kamusu, 2/11)

[176] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 140-148.

[177] İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 148-150.