ATAMAN
AKSÖYEK
CRE Avrupa
İlişkiler Merkezi Müdürü
Manager of CRE - European Relations Center
Din ve Avrupa
"Convention"
çalışmalarını sürdüren ve Avrupa'nın ve geleceğinin tartışıldığı günümüzde,
konuşulan konulardan birisi de Avrupa'nın oluşumunda ve geleceğinde dinin yeri
ve etkisidir.
Din, "bu dünyada niye varım", "var olmamın dışında başka bir gerçek var mı" ve
"ölümden sonra ne olacak" sorularına cevap aramaktadır. İnanç ve din, kişinin
sosyal ve politik hayatının üstünde, somut hayatının altında yer almaktadır. Ama
dinler sadece insanlar ve Tanrı arasındaki ilişkileri değil insanların kendi
aralarındaki ilişkileri ve bu insanların yaşadıkları toplumları da
düzenlemektedir.
Dinlerin topluluklarla ilgili uygulamaları da çeşitlidir. "İntégris" bir model,
din kurallarının hakim olduğu bir toplum, dinin politikaya ve sosyal hayata
hakim olmasını isteyecektir. Cismanileştirilmiş bir modelde ise politika ve
sosyal hayat dinden bağımsız olabilecektir.
Dinler, gerçek, doğal, görülen ve içinde yaşadığımız dünya ile görünmeyen, doğa
üstü bir dünyanın olduğunu kabul ederler ve bu dünyaları farklı olarak
açıklarlar. Dinlerin bu iki dünyayı bağlayan kuralları vardır. Günümüzde, dinin
devlet tarafından tanınması da gerekmektedir.
Dinler yazılı metinlere bağlıdırlar. Bu belgelerin yorumlanmaları, geleneklerin
etkisi farklılıkları getirmektedir. Köktenci yorum, metni doğrudan, zaman ve yer
faktörünü dikkate almadan günlük hayata uygulamak istemektedir. Liberal bir
yorum, zaman ve yer unsurlarını dikkate alarak yorumlar ve uygulamaya çalışır.
Her dinin genel bir gerçeği ve tanımlaması da bulunmaktadır.
Dinler birbirlerinden farklı olduğu gibi, dinlerin kendi içlerinde de
farklılıklar bulunmaktadır.
Hıristiyanlık ve Budizm de olduğu gibi, İslam'da da peygamberin ölümünden 30 yıl
sonra bölünmüş ve bölünmelere de devam etmiştir. 1924 yılına kadar İslam dünyası
(en azından görüntü olarak) bir halife etrafında birleşmişti. Değişik zamanlarda
(1928 yılında kurulan Müslüman Kardeşler gibi) ortaya çıkan politik hareketler
aracılığıyla İslam Cemaati'ni toplama girişimleri sonuç vermedi.
Protestan Kilisesi içindeki bölünmeleri birleştirerek, her parçanın kendi içine
özgür olduğu bir federasyon oluşturdu. Katolik kilisesi ise, nüansları içinde
taşıyan merkezi ve güçlü, evrensel bir otorite etrafında toplandı. Sayısal
olarak büyük dinlerin en küçüğü olan Museviliğin (2000 yıllarında 20 milyon)
politik ve jeopolitik alanda ihmal edilmeyecek bir etkinliği vardır. İsrail
Devletinin kuruluşundan sonra Musevilik değişik özellikleri olan kompleks bir
nitelik kazandı. Din, devlet ve halk birlikte temsil edilmeye başladı.
Bazı ülkelerde de (örneğin Çin Halk Cumhuriyeti) devletin kontrolünde ulusal din
kuruluşları bulunmaktadır Laiklik ise dini güç ile politik gücün ilişkilerini
tayin eden bir yöntemdir. Laik bir devlette her sektörün ulusal çerçeve içinde
birbirlerini rahatsız etmeden, birbirlerine zarar vermeden bağımsız olarak
yaşamaları istenir. Katolik Kilisesi laiklik ilkesini 20. yüzyıllın ikinci
yarısında, her iki sektörün de hitap ettiği topluluk aynı olduğundan politik
iktidar ve dini otorite karşılıklı saygı, devamlı bir diyalog ve uzlaşma içinde
olmasını kabul etti. Laikliğin dini özgürlüğü de birlikte getireceği düşünüldü.
Her ülkenin de kendine özgü bir laikliği olduğu görülmektedir. Devriminin
etkisinde olan Fransa'nın laiklik uygulaması ile Amerika Birleşik Devletleri ve
Federal Almanya'da uygulanan laiklik farklıdır. Kendi tarihsel koşullarına bağlı
olarak Türkiye'de de değişik bir laiklik uygulaması görmekteyiz.
Avrupa'ya yapıştırılmak istenen "Hıristiyan bir Avrupa" etiketi, tarihsel ve
günümüz gerçeklerine ve Vatikan'ın da kabul ettiği laiklik ilkesine
uymamaktadır.
Değişimler, toplumun yapısı söz konusu olduğunda, bir çelişki konusu haline
gelebilir. Örneğini Hindistan'da görüyoruz. Dini özgürlük, Hindu dininin sosyal
ve pratik uygulamalarında çelişkiler yaratmaktadır. Hint devleti, 1947 yılında
"Kast" sistemini kaldırdı. Kast sistemi etrafında yapılanmış olan Hindu Dini
değişimlere karşı direnmektedir. Dinlerin rekabeti gerçeği düşünülürse, bu
yarışmanın getirdiği politik - dini çelişki sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
Çözümün, laikliğin hakim ve sekülarize olmuş ülkelerde, "arz ve talep"
ilkelerinin geçerli olduğu ortamlarda aranabilir. Günümüzde sürdürülen "diyalog"
çalışmaları bunun hayata geçirilmesine yöneliktir.
Dinler arasında rekabetten söz ederken aklımıza gelen Avrupa örneklerinin
başında İrlanda geliyor. Yakından baktığımızda, çelişkinin kökünde
milliyetçiliğin, kültür farklarının, ekonomik çıkarların ve baskın olma
eğiliminin hakim olduğunu görüyoruz. Eski Yugoslavya'nın parçalanması, üç kültür
ve tarihin savaşı gibi görünse de (Katolik Avusturya Macar İmparatorluğu -
Ortodoks Rus Çarlığı ve Müslüman Osmanlı İmparatorluğu.) çelişkinin kökünün
ekonomik, politik ve baskın çıkma olduğu belli oldu. Benzer tabloları
Hindistan'da, Asya'da, yakın Doğu'da, Uzak Doğu'da da görüyoruz.
Şematik olarak bakıldığında, iki tür din görüyoruz; modern tüketim tarzına
geçmemiş, gelişmekte olan ülkelerdeki politik toplum ve din arasında ayırımın
olmadığı, din ve sosyal alanın sıkı ilişkiler içinde olduğu gelenekçi din. Bu
ülkelerdeki toplumda bu ilişkiler içice girmiş ve durgundur, din ile sosyalin
ilişkisi kımıldamaz haldedir, 'Örneğin; Hindistan, İran.'
Politiğin ve dinin değişik alanlarda ortaya çıktığı, sekülarize olmuş
toplumlarda din "özel" alanına oturmuştur. Din ile sosyal ve politik hayat ayrı
yerlerde ama dinamik bir ilişki içindedirler. Süre içinde bu durgun toplumlar,
durgunluk yüzünden, çıkmaza gireceklerdir.
Sekülarize toplumlarda, din kuruluşları baskı ve lobi grubu olarak da işlev
görmektedir. Hedefine ulaşmak için değişik ülkelerinin parlamentoları,
hükümetleri nezdinde girişimlerde bulunmaktadır. Örneğin ABD'de 300 piskoposun
imzaladığı bir talebin ağırlığı olacaktır, Güney Amerika'da, Kilisesinin tavrını
her hükümet dikkate almak zorunda kalacaktır. Totaliter rejimlerde rakip olarak
görülen dinin yeri silikleşir, kendini ifade etmekte güçlük çeker. Demokratik
rejimlerde politika ve din üzerine düşen rolü özgürce oynar, halk isteklerini
özgürce ifade eder. Din kendine ayrılan alana çekilir ve doğrudan müdahale
etmez, bir baskı grubu olarak hareket eder. Baskı çalışmasını da iki şekilde
gerçekleştirir; Sayısal olarak büyük bir çoğunluğu arkasına toplar veya sayısal
olarak önemli olmasa dahi, Güney Amerika'da tutucu rejimlere karşı çıkarak
etkinlik kazanan"Théologies de la liberation"un yaptığı gibi, ürettiği
fikirlerle etkin olabilir. Din örgütlü olduğu, sayısal olarak önemli olduğu ve
ürettiği düşüncelerle etkin olabilecektir.
Günümüzde hızını ve gücünü arttıran iletişim ve etkileşim, medeniyetlerin ve
kültürlerin niteliklerini ve özelliklerini ortadan kaldırarak, tehdit
etmektedir. Her yerde, aynı yaşam tipi ortaya çıkmakta, aynı tüketim şekli
görülmekte, aynı televizyon ve sinema programları izlenmekte, aynı mimari tipi
ortaya çıkmakta, benzer yollarda benzer arabalar gitmektedir. Benzerlikler
arttıkça, kişide, belli bir gruba bağlı olmak gereksiniminin artmakta olduğunu
görüyoruz. Kişiliklerde, geldikleri ortak kökün önemi azalmakta, mutasyona yakın
bir değişme olmakta ve karşılıklı ilişkilerde gerginlikler görülmektedir. Kişi
ve topluluk arasında, devletin, dinin veya politikanın dolduramadığı bir boşluk
oluşuyor ve bu boşluğu, toplumun diyaloga açık katmanlarında köktencilik
dolduruyor.
Din, politikanın zayıflaması halinde onun boş bıraktığı alanı da doldurur.
Gereğinde, Polonya'da, İran'da, Güney Amerika'da, Filipin'de olduğu gibi popüler
muhalefetin öncüsü haline gelebilir.
İnsan hakları, erkek kadın ilişkileri, politik sistem konularında derin farklar
taşıyan dinlerin birlikte çalışmak alışkanlığının olmadığını görüyoruz. Her din
gerçeğin kendi tekelinde olduğunu, yüksek sesle olmasa bile, ısrarla ileri
sürüyor ve "inanç pazarında" diğerlerini kendine rakip olarak görüyor. Bu dinler
rekabetini Hindistan'da, Siyah Afrika'da, Yakın ve Orta Doğuda, Güney Amerika'da
açık olarak gözlüyoruz.
İran'da 1979'da Mollalar, Amerika'nın desteklediği Şahin devletini devirerek
bölgede jeopolitik dengeleri değiştirdiler. Bunun bir kısa devre olduğu
düşünülüyor ve İslam'ın iktidara yürüyüşü olarak alınmıyordu. 27 Eylül 1996'da
Afganistan'da, Vehhabi etkisindeki medrese öğrencileri, Amerika'nın da desteği
ile Sovyetler'e karşı harekete geçtiler ve Mollaların İslam'ından daha radikal,
dine dayalı bir devlet kurdular. Bunu, dünyanın değişik köşelerindeki dine
dayalı şiddet olayları takip etti.
Sovyetler Birliği'ni çevirmesi için düşünülen ve yerleştirilen "Yeşil Kuşak"
günümüzde radikal ve politik İslam'ın tomurcuklandığı yerler olarak
görülmektedir. Yine aynı projenin bir parçası olarak devreye giren Vehhabi'lerin
etkisi ortaya çıkan İslam'ı patlayıcı hale getirdi.
Sovyetler Birliği'nin parçalanmasından sonra başlayan yerel savaşlarda İslam bir
taraf olarak görüldü ve İslam politik bir eleman olarak jeopolitik ve dünya
politikasında ağırlıklı olarak konuşulmaya başladı.
12 Eylül olayları, kökü ne olursa olsun, İslam'ın hanesine yazıldı.
Avrupa'da İslam'dan duyulan çekingenlik yayılıyor. Televizyonlarda görülen
kesilen kafalar, eller, stadyumlarda yapılan infazlar, kaçırılan veya öldürülen
turistler bu hissin yayılmasını kolaylaştırıyor. Gazetelerde yayınlanan,
sokaklara taşmış ve namaz kılan insanların resimleri ürkütüyor.
İslam'ın politize olması tesadüfi değildir. İslam politika için elverişli bir
araçtır. Pratikte, politik İslam'ın politik çözümler üretme olanağının olmadığı
görüldü. Şeriat, ne politikanın, ne tarihin, ne dünyanın gelişmesine ayak
uyduramadığı gibi. İslam ekonomisi denemeleri günümüzün sorunlarına cevap
veremedi. Politik ve ekonomik çözümler getiremeyen İslam'ın bu alanlarda
etkinliğini sürdürmeye devam ediyor olması da başka bir gerçek.
İslam, her dinde olduğu gibi, bir din olarak çevresiyle başarıyla uyum sağlıyor,
bir ideoloji olarak hareket etmeye başladığı zaman çelişki kaynağı oluyor.
Müslümanlar, dini ilgilendiren konularda bile, bir bütün olarak
davranamamaktadır, İslam, Müslümanlar arasında bir harç görevini yapamamaktadır.
İslam Ülkeleri Konferansı gereksinimlere cevap vermekten uzaktır; üye ülkeler
için İslam ve kültür önem sıralamasında politik ve devlet rekabetinin ardından
gelmektedir. İslam'ı jeopolitik bir araç olan ülkeler, onu güç kazanma aracı
olarak kullanmaktadırlar.
Budizm ve Hinduizm'in bir Asya dini olduğu söylenebilir (850 milyon Hindu ve 340
milyon Budist) Genellikle Hindular'ın kâmil, hayata hürmet eden, barışsever
oldukları düşünülür, Hindistan'ın dünyanın en büyük demokrasisi olduğu söylenir.
Yaşananları hatırladığımızda gerçeklerin böyle olmadığını görüyoruz. Bundan 55
yıl önce, 1947 yılında, Hindistan'da, 10 milyon Müslüman, Pakistan ve
Bangladeş'e sürülerek "etnik temizlik" yapıldı. 12 Aralık 1992 tarihinde, içinde
yüzlerce insanın bulunduğu cami yakıldı ve takip eden günlerde iki binden fazla
insan öldü. "Hindistan Hindistanlılar'ındır" sloganı altında sürdürülen şiddet
olaylarından Hıristiyanlar da paylarını aldılar. Dengede politika ağır basmaya
başladı mı, politika dini de kullanarak kendi rolünü kuvvetlendiriyor. Aksi
halde, dinin ağır basması halinde, din politikayı kendi çıkarları için
kullanıyor.
Diğer büyük dinlerle karşılaştırıldığında sayıca küçük olan Musevilik 'in
politik olarak ihmal edilemeyecek bir ağırlığı vardır. ABD'de ortaya çıkan
akımlar, azalan Musevi yüzdesini (1930 yıllarında % 3,7 günümüzde % 2)
yükseltebilmek için sinagogların kapısını açtılar.
Her yıl, büyük bir kesimi Hıristiyan olan 4 - 5000 kişi Musevi olmaktadır. Bu
sonradan olma Museviler'in sayısının "200 000"i bulduğu kaydedilmektedir.
Museviliğin bir din ifade etmesi yanında Musevi deyiminin daha geniş bir anlamı
olduğunu ve bir ırkı, bir kültürü, bir dili ifade ettiği gerçeğini, Musevi
annenin çocuğunun Musevi olabileceği kuralı bir kenara bırakılıyor.
İsrail Devleti'nin kurulmasından sonra Musevilik açık olarak politikayla
birleşmiştir.
Artık Musevilik bir din olmasının yanı sıra bir "milleti"de temsil etmektedir.
Musevilik, Diyaspora'yı da dikkate aldığımızda daha karmaşık bir hal alır.
Musevilikte dikkatleri çeken ve özel bir konumu olan Diyaspora'nın İsrail ile
ilişkileri dini ve siyasidir. Bir lobi grubu gibi çalışan Diyaspora
çalışmalarını İsrail Devleti kurulmadan önce de sürdürmekteydi. Bugün büyük güç
olan ABD'de, her zaman İsrail'i destekleyen Musevi lobisi çok etkin rol
oynamaktadır. Antisemitizm, İsa'nın doğumu ile başlar. Katolik Kilisesi, IV. ve
X. yüzyıllar arasında Musevi karşıtı belgeler üretti. 1492 yılında, İspanya
Kraliçesi "Katolik İzabel" yüz binlerce Musevi'yi sürdü ve tüm Avrupa'da yaygın
bir antisemitizm görüldü.
1948'de kurulan Musevi İsrail Devleti, günümüzde sürdürdüğü büyük İsrail ideali
ve temel hakların ve karşılıklı saygı kurallarının yerleşmediği bölgede devamlı
çelişki kaynağı olacaktır.
28 Eylül 1995 günü Arafat ve Rabin arasında yapılan barış anlaşması Museviler
arasında büyük bir yarık oluşturdu ve İzak Rabin bir Ortodoks Musevi tarafından
öldürüldü.
Doğu Roma İmparatoru, Kostantin'in IV. asırda Hıristiyanlığı kabul etmesinden bu
yana Hıristiyanlık dünya politikasında aktif bir rol oynamıştır. Din,
imparatorların, imparatorluklarını onayladı, krallar kilisede taç giydi. XIII.
yüzyılda kurulan Engizisyon bütün dünyayı kontrolüne aldı. XVI. yüzyılda,
bölünmesine rağmen etkinliğini sürdürdü.
II. Vatikan Konsil'i ile Katolik Kilisesi politika üzerindeki hakimiyetine son
verdiğini açıkladı. Artık kilise sosyal ve politik konularda görüşünü kabul
ettirmeye çalışmayacak, sadece görüş bildirecek ve öneriler yapacaktı.
Vatikan'ın bu açık kararına rağmen, Katolik Kilisesi politik tavırlar almaya
devam etti. Filipinler, Nikaragua ve Polonya bunun örnekleridir.
Çok parçalı bir federasyon halinde olan Protestan'ları ayrı ayrı incelemek
gerekecektir. Her parça olduğu ulusal çerçevede ve o doğrultuda etkinlik
göstermektedir.
Protestanlarda da kökten dinci hareketlere rastlamaktayız.
Ortodoks kiliseleri (Rus ve Yunan) devlet kiliseleri olarak görünmüşlerdir.
Görüldüğü gibi, din ve devletin kendi alanlarına çekildikleri seküler
toplumlarda çelişki ve çatışma olasılığı azalmaktadır. Din ve politikanın
ağırlıklarının hissedilmediği ve "aidiyetin" azaldığı ortamlarda "sekt"ler
(Tarikatlar. Ancak bu tarikatları İslam dininde bilinen tarikatlarla
karıştırmamakta yarar olduğunu düşünüyoruz. Başka kelime bulamadığımız için
"sekt"i kullanmak zorunda kaldık.) ortaya çıkmaktadır. Bir merkezkaç hareketini
andıran ve dine benzeyen unsurları, sayıları ve çeşitlilikleri dikkate alınırsa,
incelemek, (2000 yılı başlarında sayılarının 5 200'ü geçmekteydi) başlı başına
bir yazıyı gerektirir.
Bu irili ufaklı oluşumların daha çok Protestan kökenli, genellikle ABD çıkışlı
veya örnekli olduğunu, daha çok Siyah Afrika ve Güney Amerika'da görüyoruz. Daha
çok adını duyuran "Moon", "Scientologie", "Hare Krishna" gibi sektlerin yanında
müritleri 50 bin ile 25 milyon arasında değişen bir bölgede kalan veya 22 ülkeye
yayılmış değişik sekt bulunmaktadır. Los Angeles'te, "Great Western Forum"
isimli, 17.500 kişilik bir spor salonunu 22,5 milyon dolara satın alan bir sekt,
hafta sonları burada ayin yapmaktadır.
ABD'de çok rahat çalışan sekt'ler Avrupa'da (özellikle Fransa'da) devletlerle
çatışma içindedirler. Görüldüğü gibi, din, başından bu yana politik ve ideolojik
amaçlara alet olmaktadır.
ATAMAN AKSÖYEK: "RELIGION AND EUROPE"
As discussions continue in Europe within the framework of the "Convention",
religion and its future place in Europe constitute part of a larger frame of
considerations. If we are to have a look at religions in terms of the way they
interpret written texts, they are generally interpreted and practiced either in
a fundamentalist or liberal way. We can also classify them as secularized
religions and those which have a rather traditional manner of interacting with
the political and economic structures. In secularized societies, religion finds
itself positioned within the "private" sphere where religious organizations do
not directly intervene with the political structure but rather function as
pressure or lobby groups within the society. In cases where politics weakens,
religion fills up the void that has been created. Poland, Iran, South America
and the Philippines are examples to this. When we look at Europe, we see
different ways of practicing secularism across countries, but one thing that
needs to be taken note of in today's post-Sep. 11 context is the fact that a
feeling of intimidation towards Islam in general unfolds among Europeans. As a
matter of fact, irrespective of the lack of a direct link with terrorism and
Islam, Islam is still a religion which presents itself as a tool that is
convenient for political purposes in the hands of some.