HİNDOLOJİ

 

 

 

HİNT FELSEFESİ

Kimi düşünce tarihlerine göre Hint felsefesi tarihi yazılı tarihten daha önceki tarihlere, İndus Vadisi ndeki Dravidyen Uygarlığı'na (M.Ö. 3500) kadar götürülür.Dravidyen sözcüğünün anlattığı şey pek açık olmasa da bir dil öbeğine bir öbek insana, bir uygarlığa verilen addır. Bundan sonra Aryan etkisinden söz edilir (M.Ö. 2000).

VEDALAR ÖNCESİ DÖNEM, kutsal Hint metinleri olan Vedalar 'daki bir takım düşüncelerin kökleri vardır. Özellikle tanrıların kökenlerinin Aryan öncesi Dravidyen kültüre dayandığı yollu düşünceler öne sürülür. Yazılı tarihten önce başlatılmakla birlikte Hint Felsefesindeki başat özellikler günümüze kadar pek değişiklik göstermemiştir. Hint felsefesi anlatırken, en temel özelliğinin kılgın bir yan taşıması olduğu vurgulanır.

En başından bu yana Hint felsefesi yaşamın temel sorunlarını çözmeyi, yaşamı daha yaşanılır kılmayı amaçlamıştır. Fiziksel, zihinsel, ruhsal acılara karşı koyup bunların nedenlerini anlamak için uğraşmıştır. Acının nedenlerini bulmak, olanaklı en iyi yaşama ulaşmak için zorunlu diye görülmüştür.

Kişinin `olduğu', `olmak istediği' ile `sahip olduğu', `sahip olmak istediği' arasındaki boşluk acıya neden olmaktadır. Kişi yoksuldur; eksikliğini duyduğu zenginliği ister. Bu onda `acı'ya neden olur. Kişi ölümün kaçınılmaz olduğunu bile bile ölümsüzlüğü ister; bu kaçınılmaz durumdan korkmaktadır. Bu ondaki `acı'nın kaynağıdır. Sorunun çözümü açıktır: `Olan' ile `olması istenen' bir kılınmalıdır. Bu kez şu soru gündeme gelmektedir Bu `birolma' nasıl başarılacaktır?

Bütün Hint felsefesinin insanın duyduğu bu acıyı konu edindiğini; acı çeken ben'in her zaman özne olduğunu; bu öznenin, öznenin deneyimini edindiği nesnelerden çok daha önemli olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerektir.

Vedalar öncesi dönemin ya da Dravidyen döneminin sonraki dönemlere yaptıkları katkılar şöyle sıralanabilir İnsanların yaşamında ormanların etkisinin vurgulanması; en somut biçimiyle tanrısalın tefekkürü, bununla birlikte tapınak tapımı; evren dizgesinde hayvanlarla bitkilerin daha yüksek bir yere çıkarılması; tanrısalın dişi yanının ululanması; Tanrı' nın yaratıcılığının vurgulanması.

VEDALAR DÖNEMİ

Vedalar Hint felsefesinin ilk izlerinin bulunduğu kutsal metinlerdir. Dört tanedirler Rig Veda; Yajur Veda ; Sama Veda; Atharva Veda. Her Veda (veda Sanskritçe `kutsal bilgi' demeye gelir) dört bölümden oluşur:

I -Samhitalar -bu bölümde çeşitli tanrılar için yazılmış ilahiler vardır;

II-Brahmanalar -bu bölümde kurbanlar ile kurbanların değerleri hakkında yazılan parçalar vardır;

III-Aranyakalar -bu bölümde simgeler ile meditasyon yöntemlerini saptayan "orman andlaşmaları" vardır;

IV-Upanişadlar -bu bölümde bilgi aracıliğıyla kurtuluşa ermeden (mok.ra) söz edilir;

Vedalar' da felsefe adına en fazla şey bulunan bölümler Upanişadlar'dır.

Vedalar'daki felsefe ile din dizgesinde, Hint felsefesinin iki dayanağı söz konusu edilir Atman ile Brahman. Atman, Hint dininde, canlıdaki, özellikle de insandaki ruh ya da "ben"dir Brahman'ın benliğidir. Brahman'sa "cinsiyetsiz" demeye gelir. Sonul gerçekliği dile getirmek için kullanılır. Evrenin temeli ya da varolan her şeyin kaynağı demektir. Bunlar, Upanişadlar'ı anlamak için bilinmesi zorunlu olan iki kavramdır.

Atman tek bir varlıktır ama biçimi yoktur biçimi olmadığı için de sınırı yoktur sınırı olmadığı için de her yerdedir her yerde varolan, ebedi olan Tanrı' dır. Simgesi kutsal OM hecesi olan Atman Brahman'dır. Atman, Brahman'la aynı varlık olduğunu anladığında ölümsüzlüğün sırrına erer. Böylelikle de Tanrı'ya ulaşır. Bu bağlamda iki kavram birbiri yerine kullanılır.

Kişi, kötülüklerden arınamadığı, duygularını denetleyemediği, zihnini huzura kavuşturamadığı, tefekkürle düşüncenin derinliklerine dalamadığı sürece Atman'a erişemez. Atman'a ulaşmak için yalnızca öğrenim yetmez.

DESTANLAR DÖNEMİ Vedalar'daki bilgelik gizli, kıskançlıkla korunan bir geleneğin parçasıydı. Dolayısıyla bu metinlere pek çok insan ulaşamıyor, ulaşanlar da genellikle bir şey anlamıyorlardı. Bu açlığı gidermek, kutsal geleneğin düşüncelerini aktarmak için öykülerden, şiirlerden oluşan yeni bir gelenek yaratıldı. Bu öykülerle şiirlerin toplandığı iki derleme özellikle önemlidir: Mahabharata ile Ramayana.

Mahabharata'da Hint ülkesinin ele geçirilmesi anlatılır. Bu yapılırken de her yönüyle bir yaşam kılavuzu; dine, felsefeye, topluma, siyasete hatta hekimlige dair bir kılavuz verilir. Bu destanın özellikle Babavagad Gita (Kutlu Ezgi) adli bölümü önemlidir. Gita, insan ile evrenin yapısım açıklar. Ramayanddaysa Sita ile Rama'nın kişiliğinde kadın olmakla erkek olmaklığının örneği sunulur.

Bu dönemde bir de sastralar vardır. Bunlar sutraları açıklamak için yazılmış kitaplardır. Hint felsefesinde temel olarak yaşamın dört amacı olduğu savunulur. Bunların üçü birer rartrada anlatılmıştır.

Yaşamın ilk amacı arthadır. Bu sözcük `şey', `nesne' demeye gelir. Sevi, sanat yapıdan, çiçekler, mücevherler, güzel giysiler gibi dokunulur, sahip olunabilir, hoşa gider, yitirilir tüm nesneler böyledir. İnsanın gündelik yaşamında bir evi çekip çevirmesi, bir aile meydana getirmesi, dinsel ödevleri yerine getirmesi gibi şeyler için gerekli olanları dile getirir. Kısacası insanın elde etmek için peşinden koştuğu nesneler; bu nesneleri elde etme yollan; peşinden koşulan bu nesneler için olduğu varsayılan gerekler, istekler demeye gelir. İktisat, siyaset, teknik bu amaca hizmet ederler. Bütün bunların anlatıldığı kitap Arthaıartra'dır.

Yaşamın dört amacından ikincisi kamadır. Sözcük Sanskritçe'de `zevk', `aşk' demeye gelir. Hint söylenbiliminde Kama, Cupid'in tamamlayıcı parçasıdır; aşk tanrısıdır. Yeniden bedenlerıiş isteğine karşılik gelen Kama öğretisinin anlatddı- ğı kitapsa Kamarartra'dır (Kaıııarutra diye de bilinir).

Yaşamın üçüncü amacı dharnıadır. Dharma `evrenin yasası'dır; karşıtıysa `kaos'tur (adharma). Adharma acıya neden olur; bu aanın sebebiyse istemedir. Buna karşılık dharma dinsel, ahlâksal ödevler bütünüdür. Ahlâksal eylemin yasasıdır. Bu öğretinin anlatıldığı kitap Dharmasutra'dır.

Trivaga (üçlü öbek) denen dharma, kama, artha dünya nimetlerini imler.

Yaşamın dördüncü amacı ise moksa dır (apavaıga, niıvrtti, nivrtti de denir). Moksa Sanskritçe "kurtuluşa erme" demeye gelir; sonul amaç, sonul iyidir. İlk üçünün hem üzerinde hem karşısındadır. Hint dininde insanın dinsel çabayla varmak istediği ruh durumunu; gerçeğin asıl doğasına bakışla ulaşılan durumu anlatır. Bu durumda kişi her türlü istekten kurtulur.

SUTRALAR DÖNEMİ: Destanlar Dönemi'nin sonlarına doğru gerek dünyanın gerek insanın felsefece yapılmış dizgeli açıklamalarına rastlanır. Bu dizgeler bütünüyle felsefece olan çabalardır. Bu dönemdeki felsefe okullarının bir kısmı Vedalar'ın yetkesi ile yanılmazlığını kabul eden ortodoks (artika) okullar, bir kısmı da bunu kabul etmeyen ortodoks olmayan (nartika) okullardır. Nyaya, Vaisesika, Sarnkhya, Yoga, Mimamsa, Vedanta okulları felsefece çözümlemelerini Vedalar'a dayanarak yapan ortodoks okullardır Nyaya Okulu temel olarak bilmenin araçlarını mantıksal çözümlemesiyle, Vaishesika Okulu da bilinen şeylerin türlerini çözümlemekle ilgilidir; Samkhya Okulu kişinin dış dünyayla ilişkisini araştırır Yoga Okulu ben'in yapısıyla, bir de Saf Ben'e nasıl ulaşılacağıyla ilgilidir; Mimamsa Okulu bilginin öznel geçerliliğinin ölçütlerini soruşturur; Vedanta Okulu ise Vedalar'ın sonuç bölümleri olan Upanişadlar'a dayanarak gerçeklik ile bilginin ussal çözümlemesini verir.

Buddhacıliğın, Caynacılığın, ayrıca Carvaka Okulu'nun sutraları, ortodoks olmayan (nastika) sııtralardır. Çünkü bunlar Vedalar'ın ne yanılmaz olduklarını kabul ederler ne de Vedalar'ı yetke olarak kabul ederler. Bunlardan Carvaka Okulu bütünüyle maddeci olan, ruhsallığa izin vermeyen bir Felsefe okuludur.

BÜYÜK YORUMCULAR DÖNEMİ: Yukarıda anılan Felsefe okullarının ele aldığı sutralara yorumlar yazan bir felsefeciler kuşağı oluşur. Guadapada (M.S. VI. yüzyıl), Sankara (M.S. VIII. yüzyıl), Baskara (M.S. IX. yüzyıl), Yamuna (M.S. X. yüzyıl), Ramanuja (M.S. XI. yüzyıl), Nimbarka (M.S. XII. yüzyıl), Madhva (M.S. XIII. yüzyıl), Vallabha (M.S. XV. yüzyıl) bunların en önemlilerindendir.

Rönesans Dönemi Dış etkiler, özellikle de Batı etkisi sonucu Hint felsefecileri kendi felsefe geleneklerini sorgular olurlar.

==================================================================================

 

 

 

HİNDUİZM
Korhan Kaya


DOST KİTABEVİ


Hinduizmi sadece bir tapınç ve inanç dizgesi olarak değil, gündelik hayatta, kültürel yakınlaşmalarda, tecimsel ilişkilerde ve genel olarak hayatı ilgilendiren bir bütünlük içinde ele alan bu kitap, bir topluluğun yapısal dinamiğiyle ilgili tüm gerçekleri gün ışığına çıkarıyor. Mit ve söylencelerin, efsanelerin, tanrıların ve bütün bir öte-dünya tasarımının bireysel vurgularla çeşitlenen gerçeği, Hinduist yaşam pratiğinin ayrıksı ve özellikli yanlarıyla bir arada sunuluyor. Hinduizm'in yapısı, ana izleği ve daha fazlası için vazgeçilmez bir kılavuz.


Yayın Yılı: 2001; 95 sayfa; ISBN:9758457632; Dili:TÜRKÇE






 

 

 

Ruhun Özgürleşmesinde Hinduizm


Swami Nikhilananda


RUH ve MADDE YAYINLARI


İnsanlığın en eski inanç sistemlerinden biri olan Hinduizm öteki büyük öğretiler gibi, en ilkelinden en şuurlusuna dek yeryüzündeki tüm canlılığa dair sevgiyi, hoşgörüyü öne çıkaran ve Nihai Hakikat’e doğru insanlığı birleştirici yüksek nitelikler taşımaktadır.



Bu kitapta Hindu Ahlakı, Karma Yoga, Bakti Yoga, Jnana Yoga, Raja Yoga, Tantra, Günlük Yaşamda Hinduizm ve Dinler arası ilişkilerde Hinduizm gibi konular son derece yalın bir biçimde ele alınmaktadır.

Çeviren: Aslı Özer


Yayın Yılı: 2003; 240 sayfa; Dili:TÜRKÇE

 

Hinduizmin ABC'si


Kim Knott


KABALCI YAYINLARI


Şiva, Durga, Sita, Vişnu, Krişna, Ganeşha...


Hinduizm, Hindistan'da olduğu kadar dünyada da geniş bir etki alanına sahiptir. Bu büyük dinin güvenilir bir özetini sunan Kim Knott; tanrısal hakikatın iletilmesinde brahminlerin, guruların ve öykü antıcalarının rolleri, Ramayana gibi önemli destanlar, Veda gibi dinsel metinler arasında geziniyor.


Ve şöyle diyor: "Hinduizmin tanrı ve tanrıçaları her yerde..."

Çeviren: Medet Yolal ; Yayın Yılı: 2000; Orjinal Adı: This translation of Hinduism; 198 sayfa; ISBN:9758240292; Dili:TÜRKÇE

 

Hintlilerde Tanrı


Korhan Kaya


KAYNAK YAYINEVİ


Doç.Dr. Korhan Kaya'nın bu kitabı, Hint toplumunda dinsel düşüncenin gelişimini, 'Tanrı' kavramının evrimi merkezinde ele almaktadır. Kitap, aynı zamanda Hint din felsefesi üzerine bir çalışma niteliği de taşımaktadır: Dinsel Dönemler... Ariler ve İnançları... İnançlarda Farklılaşma... Hint İlkelerinin Ari Tanrılarını Hintlileştirmesi... Ana Tanrıça İnancı... Şüphe ve Materyalizm... Cayna ve Buddha... Hindu İnancının Yeniden Etkinlik Kazanması...

 

==================================================================================

 

YOGA’NIN KISA KRONOLOJİK TARİHİ

 

 

 

1- PRE-VEDİK DÖNEM ( MÖ 6500-4500)

 

Günümüzde, Pakistanda bulunan doğu Belucistan bölgesinde yeni yapılan kazılarda, Kaliforniya da bulunan Stanford büyüklüğünde bir yerleşim merkezi ortaya çıkmıştır. Bu merkez MÖ 7. bin yıla tarihlenmiştir.

Mehrgarh olarak adlandırılan bu neolitik yerleşim merkez kendisinden sonra gelecek olan uygarlığın ilk adımı olarak görülür. Bu uygarlık İndus ve Sarasvati nehirleri arasındadır.

 

Mehrgarh’ın zamanına göre dev sayılacak nüfusu 20.000 kişi kadardı.  Bu şehirde gerek endüstriyel üretim gerekse de ticaret gelişmişti, geniş Pazar yerleri ve pamuk ve pamuklu üretim tezgahları bulunmaktaydı. Teknolojik araştırmaların yapıldığı anlaşılmıştır. Özellikle her türlü kapların seri üretimine en iyi şekilde geçilmişti.  Burada sanatın da geliştiği bilinmektedir. Özellikle tabletler üzerine çeşitli figürler yapılmıştır ki yoga ya ait ilk şekillerin çizimlerin bu tabletler üzerinde görüyoruz.  

 

İlk felsefe çalışmalarının da bu sırada başladığı belirlenmiştir. Bu uygarlığa İndus-Sarasvati adı verilmiştir.

Doğanın gözlemlenmesi ve bireyle olan birliğine dayalı felsefe sistemi gelişmeye daha bu sırada başlamıştır.

 

 

2- VEDİK ÇAĞ ( MÖ 4.500-2.500)

 

Vedik çağ felsesfe ve bilimin birleşmeye başladığı dönemdir özellikle 4. ve 5. bin yıllarda yazılmış olan Rig-Veda ve diğer vedalar pek çok bilgiyi içermekteydi bu bilgiler içinde astronomi önemli yer tutar ve günümüz koşulları ile karşılaştırıldığında şaşırtıcı doğruluklar ortaya cıkmaktadır.

Felsefenin gelişimi rişilerin Yoga asanalarını doğa ile bütünleştirmeleri ve bunların tabletler üzerine resmedildiği dönemdir.

 

Özellikle yoğun içsel çalışmaları v arlığın keşfine yönelik tanımlamalar bu sırada oluşmuştur.

 

Ancak bu refah dönemi talihsiz bir iklim değişikliği ile durmuştur.

MÖ 3100 lerde Sarasvati ırmağının en büyük desteği olan Yamuna nehri yatağını değiştirmiş ve artık Sarasvati’ye su akıtmaz olmuş bunun tersine sularını Ganja verir olmuştur. Duraklama burada başlar. Daha sonara MÖ 2300 de Büyük Sutlej nehri de keza yönünü değiştirir ve Sarasvati susuz kalmaya başlar daha sonra tamamen kurur ve  çöle dönüşür. Tabii bu önemli su yolunun kıyılarında bulunan büyük uygarlığa ait yerleşim merkezleri de buraları terketmek zorunda kalır, tüm şehirler çöle dönüşür.

Bazı kaynaklarıda Hindistandaki kültürel Vedik gelişimin kuzeyden gelen Aryan istilacıları olduğunu belirtmişlerdir. Yapılan tarihsel araştırmalar bunu gerçek olmadığını gözteriyor, özellikle Harappa ve Mohenjo-Daro ve benzeri yüzlerce yerleşim merkezinde yapılan kazılar, Aryan olarak adlandırılan kesimin Sanskritçeyi de kullanan felsefe konusunda gelişmiş, astronomi ve diğer  fen bilimerini iyi bilen bu İndus-Sarasvati insanları ile aynı olduğunu ortaya çıkarmıştır...

 

Gene yapılan araştırmalar çok daha eski olan Vedik matematikçilerin Babil bilim adamlarını etkilemiş olduklarını göstermektedir. İndus –Sarasvati uygarlığı ile ilgili bilgiler gün geçtikçe ortaya çıkmaktadır, Hindistan’ın zengin mirası her geçen gün şaşırtıcı delillerini gözler önüne sermektedir.

Yukarıda adı geçen matematiksel bilgilere ait yazılar MÖ 1800’lere tarihlenen Şubla Sutralara dayanır, bu sutraların Brahmanalara bağlı olduklarını düşünürsek Vedaların yazım tarihlerini MÖ 3000 lere dayandırmak doğaldır.

 

Bazı  bilim adamlarına göre vedik çağı ( Bhrahmanalar ve Upanişadlar dahil olmak üzere) ünlü Mahabarata destanında adı geçen savaşa dayanır bu savaş geleneksel olarak MÖ 3100’e tarihlenmiştir.

İşte bu savaş ile Kali Yuga’nın ( karanlık çağ) başladığı  daha sonra Purana’larda ve Tantra’larda belirtilmiştir...

 

Gene bazı araştırmacılara göre bu tarihler MÖ 1500 e kadar çekilebilir.

 

 

 3- BRAHMANİK ÇAĞ  (MÖ 2500-1500)

 

Sarasvati ve İndus kıyılarındaki gelişmiş uygarlığın çöküşü ile Vedik insal toplulukları bu defa Ganj nehrinin elverişili ve mümbit kıyılarına taşındı, buralarda yüzlerce yeni yerleşim merkezleri kuruldu.

 

Yeni yerler bunların durumları ve yeni oluşumlar her bakımdan yepyeni ancak karmaşık bir toplum yarattı.

Vedik kültür ve bunun inanç sistemi dinsel bir kimliğe de bürünmeye başladı. Burada yaşayan ve vedik bilgiye sahip elit tabaka Brahmana geleneğini iyice bilerek Bharmanik rahipleri ortaya çıkardı. Ve bundan sonraki yaşamın kültürel dokusunda baskın oldu.

 

Orman Okulları diye bilinen ve bilginin saklanarak öğretildiği sistemin ortaya çıkışı bu döneme rastlıyor. Orman okullarının bilgilerini içeren rituel ve yaşam tekstleri olan Aranyaka’ları görüyoruz. Bu kültür etik ve sanatsal bakımdan da etkin olmuştur.

 

 

4- VEDİK / UPANİŞADİK SONRASI ÇAĞ ( MÖ 1500-1000)

 

Upanişadlar, yeni bir metafiziksel ve kültürel tad vererek bu döneme etkisini koymuştur.  İşte bu dönemde içe dönüş ve bununla ilgili çalışmalar çoğalmıştır.

 

Özellikle, kişisel gelişmede, içsel arınma ve özveri çalışmaları yoğunlaşmıştır.

 

Özellikle bu dönemde geçmiş çağlara ait bilgilerin toparlanmakta olduğunu ve bu mirasın, Hindistan’ın  psiko-spiritüel tekniklerinin bilimselleşmeye başlamasının başlangıcı olarak gözlemleyebiliriz

 

 

 

 

 

5- ÖN-KLASİK VEYA EPİK ÇAĞ ( MÖ 1000 – 100)

 

Kronolojik olarak bu 5. cağda bölgede yeşermekte olan  metafizik ve etik değerlerin  mayalanmaya başladığı görülür artık karmaşık temel bilgiler deneysel çalışmalarla iyice anlaşılır hale gelmektedir.

 

Bu arada yoganın din ile bütünleştiği ve pek çok ekol oluştuğu gözlemlenir. Yaşamın iki önemli yönü üzerine derin çalışmalar yapılır bunlar , terkediş ( Sanyasa) ve günlük yaşamı kabul ediş (Dharma) olarak adlandırılırlar.

 

En eski yoga bilgisi olarak kabul edilen Mahabharata tamamlanmış, Bhagavat Gita yerini almıştır, daha sonra gene engin bilgi içeren Ramayana destanı da bö çağda yazılmıştır. Her iki destan kendilerinden önceki yaklaşık 30 jenerasyonun bilgi ve tecrübelerini kapsamaktadır.

Gene bu dönemde Jainizm ve Buddhizm ortaya çıkar.

 

 

 

6- KLASİK ÇAĞ  ( MÖ 100 – MS 500 )

 

Bu çağda  felsefenin 6 klasik okulu ortaya çıkar,  burada Patanjali’nin Yoga Sutra’ları  ve Badarayana’nın Brahma Sutra’ları yazılır.

 

Mahayana Buddhizm’in parladığı Buddhistler ve Hindular arasındaki aktif diyalogun başladığı dönemdir .

Geçmişteki tüm bilgiler tamamen bu sutralarda toparlanır ve yayılır.

 

Özellikle Gupta sülalse krallarının bulunduğu dönemlerde, tüm inanç sistemleri rahatça gelişmiş değerlerini ortaya koymuştur. Klasik çağın son Gupta kralı ile bittiği biliniyor.

 

Bu çağ sanatsal bakımdan da büyük gelişmenin yaşandığı çok önemli bir dönemdir.

 

 

 

7- TANTRİK / PURANİK DÖNEM ( MS 500 – 1300 )

 

Birinci yüzyılın başlarında büyük kültürel devrim olan Tantra ve tantrizmin başlangıcı görülüyor.

Bu sistem, artık binlerce yılın bilgisini, pek çok ayrımın araştırılmasını ve bunların mükemmel sentezini içermektedir.

 

Tantra'lar en üstün metafizik seviye ve ideallere  yücelme olarak görülebilir. Kişinin kendi gelişiminin toplumuda geliştireceği olgusu iyice yerleşmiştir.

 

Tantra karanlık çağ ( Kali Yuga) içinde aydınlık veren bir fener gibidir.

 

Tantra, yaşamın tamamını içeren bir ruhsal gelişim çalışmaları silsilesidir, ve derin bir ruhsal çalışma disiplinidir.

 

Bu bakımdan bu çağda çok önemli bir yer tutmuştur. Özellikle Şakti olarak bilinen kişinin ve evrenin dişil enerjilerinin   kontrolü varlığın tüm enerjiler ile entegrasyonu ve bunların en iyi şekilde kullanılması yöntemleri kişileri mükemmel geliştirici olarak kullanılmıştır.

 

Pak çok önemli metin bu dönemde kaleme alınmıştır.

 

Bu döneme aynı zamanda Puranik çağ da denir, zira çok daha önceki dönemler ait bilgilerin (filozofik ve metafizik hikayelerin ve  ritüellerin örüldüğü metinler) çalışıldığı, bunların da tantra ile birleştiği bir yoğun bilgi dönemidir.

 

Yoga bilimine çok önemli katkıları olmuştur.

 

 

 

8-  BÖLÜMSEL   ÇAĞ MS 1300 – 1700 )

 

Bu dönemde, Tantra tekrar gözden geçirilmiş ve yaşamsal dişil enerjinin varlık üzerindeki rolü araştırılmıştır.  Bhakti çalışmaları geliştirilmiş ve adanmışlık felsefesi iyice yeşermiştir.

 

 

 

9- MODERN ÇAĞ  ( MS 1700 – BUGÜN)

 

1880 yılında Britanya İmparatoru Kraliçe Victoria Hindistanın’da imparatoru oldu, gelişen Bhakti hareketi, iyice gelişti ve Munghal imparatorluk hanedanı bitti.

 

Kraliçe Victoria, Hndistan’ın, spiritüel mirasından çok etkilendi, ve her zaman bu konuda meraklı oldu, 1600 lü yıllardan itibaren batı, özellikle hindistanda kurulmuş olan  Londra Doğu Hindistan Şirketi ve Hollanda Hindistan şirketi,  vasıtasıyla, batıya gelen bilgiler buradaki laik emperyal sistemde her zaman ilgi kaynağı olmuş ve değerini bulmuştur. Bu bakımdan batının yogik değerleri genel olarak merak ve iyi gözle görmüştür. Özellikle Ünlü Swami Vivekananda’nın 1893 te Chicago daki Dünya Dinler Parlamento’sunda verdiği söylev ile bu ilgi en üstün seviyeye ulaşmıştır.

 

Ancak batının Hindistanı ele geçirmesi, ile buradaki çalışmalar içe dönmüş yeni sentezler yapılmış ve tüm bilgiler en iyi şekilde toplanılarak dengelenmiştir.

 

Bu dönem boyunca batıda da iyi tanınan yoga öğretmenleri yetişmiş ve yoga bilgisini tüm dünyaya anlatmışlardır

 

==================================================================================

http://www.hermetics.org/advaita.html

Advaita Vedanta

Hazırlayan Hülya Xxanadu

            Bir gün uykuya dalsan ve rüya görmeye başlasan, seni hiç uyandırmasalar sen yaşadığın, gördüğün herşeyi gerçek sanmaya başlarsın." Matrix...

Eğer gerçeği gözlerin açıkken yaşamıyorsan, kapalı iken de yaşayamazsın!

Peki İllüzyon Nerede!!!

Bir gün ağabeyimle Matrix hakkında sohbet ederken, o filmin aslında Advaita Vedanta isimli bir Felsefe’nin uyarlaması olduğunu söylemesi üzerine araştırmaya ve düşünmeye başladım. Swami Vivekananda‘nin yazdığı öykü ilk okuduğum kitaplarda ilgimi çekti çünkü, illüzyon ya da mayayı anlatan güzel bir efsane idi.

 

İndra Efsanesi

İndra, Hint Mitolojisin deki Tanrılar’dan biridir. Bir gün çamur banyosu alan domuzları gördü ve domuzlar bundan ne zevk alırı merak etti. Diğer Tanrılar’a da sordu ise de cevabını bulamadı. Bir zamanlar Tanrılar’ın kralı İndra pislikler içinde yaşayan bir domuzun bedenine girdi ve Tanrı olduğunu unuttu. Domuz bir eşi ve çok sevdiği yavruları oldu, yaşamından çok mutlu idi. Sonra bazı Tanrılar o’nun bu halini gördüler ve yanına gelerek, ‘sen bütün Tanrılar’ın kralısın, bütün Tanrılar senin emrin altında olduğu halde, sen neden buradasın’ diye sordular. Fakat İndra ne domuz hayatını, ne de domuz yavrularını bırakmak istemedi. Tanrılar ne yapacaklarını şaşırıp, İndra’yı geri döndürmek için bütün domuzları öldürmeye başladılar. Bütün domuzlar öldüğü zaman, İndra ağlamaya ve yas tutmaya başladı. O zaman Tanrılar o’nun domuz bedenini yırtıp açtılar ve İndra dışarı çıktı. Ne kadar kötü bir rüya gördüğünü, Tanrılar’ın kralı olan kendisinin, bir domuz olduğunu ve bir domuz gibi yaşamanın tek yaşam şekli olduğunu kabul ettiğini anladığı zaman, gülmeye başladı. Hatta o dönemde, bütün evrenin kendisinin ki gibi bir domuz yaşamı sürmesini dilediğini hatırladı…Göğe döndüğü zaman İndra başından geçen bu serüvene çok güldü ama domuzların balçığı neden sevdiğini hiç bir zaman anlayamadı…. Atman da kendisini doğa ile özdeştirdiği zaman, saf ve sonsuz olduğunu unutur. Atman sevmez, çünkü o sevgini kendisidir. Atman var olmaz, çünkü o varlığın kendisidir. Atman bilmez çünkü, bilginin kendisidir. Atman’ın sevdiğini, varolduğunu veya bildiğini söylemek yanlıştır. Sevgi, var olmak ve bilgi Atman’ın nitelikleri değil, özüdür. Onlar bir şeyin üzerine yansıdıkları zaman, onlara ‘ o şeyin nitelikleri ‘ adını verebilirsiniz. Ancak kendi ihtişamı içinde oturan, doğumu veya ölümü olmayan sonsuz Atman’ın nitelikleri yoktur, çünkü tüm oluşumlar o’nun özüdür.    

 

Advaita Vedanta (Non Dualism)

Varlığın birliği. Ruhla madde ikiliğini kabul etmeyen görüş. Bazı kaynaklarda Jnana Yoga olarak da geçiyor. Bilgi ve bilgelik yoludur. En zor yoldur ve irade ve aklın muazzam kuvvetini ister. Jnana Yogi, Vedanta felsefesini öğrenerek zihnini, kendi niteliğini inceleyip araştırmak üzere kullanır. Tıpkı bir bardağın içindeki ve dışındaki alanları farklı algılamamız gibi, kendimizi de Tanrı'dan ayrıymış gibi algılarız. Jnana Yoga, bu yolun takipçilerine, direkt olarak bardağın kırılması ve bilgisizlik örtüsünün kalkmasıyla, Tanrı ile bütünlüğün deneyimlenmesi için yol gösterir. Jnana Yoga uygulanmasından önce, diğer yoga türlerinin öğrettiği bilgilerin kesinlikle tamamlanmış olması gerekir. Bencillikten vazgeçme,Tanrı sevgisi, bedenin ve zihnin gücü, insanın kendisini bilmesi olmaksızın, bu yolda başarıya ulaşılamaz.

‘Ötelerin ötesidir, Brahman, yücelerin yücesi. Başlangıçta yalnız O vardı. Adlar değişik, kalıplar ayrı, cevher tek; Brahman. Ama Brahman dışında başka bir kainat da var, benliğimiz Atman. Vücut bir araba, sahibi : Atman, Akıl: Arabacı, Koşumlar: İdrak, Duyumlar: at. İdrak duyumlardan, akıl idrakten, Atman akıldan üstün. Atman için ne doğum var, ne ölüm. Hem uzak, hem yakın, hem herşeyin içinde, hem de herşeyin dışında. Bütün varlıklarda O’nu, O’n da bütün varlıkları gören şüpheden azat olur. Dış Dünya,  çöldeki serap gibi…’ Gözle görürsün ama, gerçekte yok. Susuzluğunu arttırır sadece, gidermez. Karanlıkta yılan sandığın, aydınlıkta bir ip. Korkun da, kaygın da bir vehim: Maya.’

Dış dünya, iç dünya… Bu ikilik bilgisizliğimizden doğan bir kuruntu. Varlık tek: Atman-Brahman.

Kral Janaka bir seferinde rüyasında bir dilenci olduğunu gördü. Uyanınca Gurusu Vasishta’ya sordu: ‘Ben rüyasında dilenci olduğunu gören bir kral mıyım, yoksa rüyasında kral olduğunu gören bir dilenci miyim?’ Guru yanıtladı: ‘Hiç biri değilsin ve her ikisisin. Olduğunu zannettiğin şeysin ama değilsin. Öylesin, çünkü ona göre (ona uygun olarak) davranıyorsun, öyle değilsin çünkü o devam etmez. Sen sonsuza dek bir kral ya da bir dilenci olarak kalabilir misin? Her şey değişmek zorundadır. Sen ise değişmez olansın. Sen nesin?’ Janaka dedi ki: ‘Evet, ben ne kral ne de dilenci, ben tarafsız, sakin bir tanığım. ’Guru dedi ki: ‘Bu senin son illüzyonun, bir gnani olduğun, yani sıradan insanlardan farklı ve üstün olduğun hayali. Yine sen kendini zihin ile özdeştiriyorsun, bu durumda uslu, akıllı, her bakımdan örnek bir zihin. En ufak bir fark gördüğün müddetçe sen gerçeğe yabancısın demektir. Sen zihin düzeyindesin. ‘Ben kendimim’ gittiğinde, ‘Ben her şeyim ‘ gelir. ‘Ben her şeyim’ gittiğinde ise ‘Ben’im ‘ gelir. ‘Ben’im bile gittiğinde, sadece Gerçek vardır ve gerçeğin içinde her bir Ben’im korunur ve yüceltilir. Ayrılıksız başkalık (çeşitlilik) zihinin ulaşabileceği nihai nokta, en son gerçektir. Onun ötesinde tüm faaliyetler biter, çünkü onun içinde bütün hedeflere ulaşılır, bütün amaçlar gerçekleştirilir.’

7. yüzyıl tefsircisi Shankara ise söyle diyor:  

"Mekana, zamana, objelere, şahıslara ve böyle şeylere ait rüyalar görebilirsin. Fakat onlar gerçek değildirler. Uyanık durumda, bu dünyayı tecrübe edersin, lakin bu tecrübe, cehaletinden doğar. O uzatılmış bir rüya görme durumudur, bundan dolayı gerçek değildir. Bu beden, bu organlar, bu hayat soluğu, bu ego duygusu da gerçek değildir. Bundan dolayı, ‘O sensin’ saf, mutluluk, ikincisi olmayan bir,  ilahi Brahman, sensin"

 

Shankara Felsefesi’nin Esası

‘Gerçek; Mutlak varlık, bilgi ve mutluluk olan Brahman’dır. Kainat gerçek değildir. Brahman ve Atman (insanın manevi benliği) , birdir’ Shankara, felsefesini bu kelimelerle özetliyor.

Shankara, ‘Gerçek’ olarak sadece değişmeyeni ve yok olmayanı kabul ediyor. Şayet varlığı geçici ise, ne herhangi bir obje (nesne) ne de herhangi bir çeşit bilgi gerçek olamaz. Mutlak gerçek daimi varlığı, mevcudiyeti ifade eder. Eğer uyanık durumlarla, rüya görme esnasındaki muhtelif tecrübeleri düşünürsek, rüya görme esnasındaki tecrübelerin uyanık durumdaki tecrübeler tarafından ve uyanık durumdaki tecrübelerin rüya görme durumundaki tecrübeler tarafından tekzip edildiklerini keşfederiz. Her iki tecrübede rüyasız uykuda yok olur. Başka bir deyimle, zahiri veya deruni her bilgi mevzuu değişikliğe hedeftir ve bu sebepten Shankara’nın tabiri ile ‘gerçek değildir.’

Sahankara, dünyanın sadece varlığı bizim idrakimize dayandığından dolayı gerçek olmadığını söylemiyor. O’na göre dünya hem vardır, hem yoktur. O’nun gerçek olmadığı, aydınlanmış bir ruh, en yüksek mistiki tecrübeye ulaştığı zaman anlaşılabilir. Aydınlanmış bir ruh, deneyüstü (transcendental) şuurluluğa ulaştığı zaman, Benliği (Atman), saf mutluluk, saf akıl ve ikincisi olmayan Bir olarak idrak eder. Bu şuurluluk  durumunda her çokluk anlayışı her çokluk anlayışı  kaybolur, artık benim ve senin duyguları yoktur. O zaman benlik, bu dünya görüntüsünün temeli, Bir, Gerçek, Brahman olarak mümtaz olur. Advaita Vedanta, düşünce ve madde dünyasının en yüksek gerçeğini red eder. Zihin ve madde, sonlu objeler ve benzerleri, Brahman’ın yanlış bir tefsiridirler, Shankara’nın öğrettiği şey budur.

Tıpkı bir çamur çanağın veya vazonun, çamurdan başka, bir şey olmadığının anlaşılması gibi , esasen Brahman olan, Brahman’dan doğmuş olan bu kainatın sadece Brahman olduğunu anla, Brahman’dan başka hiçbir şey yoktur.

İslam Alemi Tasavvuf Düşüncesi ile bütünsellik fikrine ulaşırken, Doğu Düşüncesi buna Yoga yoluyla yaklaşmaktadır. Yoga’nın anlamı, Atman’ı (Gerçeği) Atman Olmayan’dan (Görüntüden) ayırma demektir ve Yoga, zihnin faaliyetlerini kontrol altına alarak, kişisel benliği evrensel benlikle birleştirme yöntemidir.

Hint Felsefesi’nin Atman ve Brahman’a nasıl geldiğini anlamak için Upanişadlar ‘ı da anlamak gerek.

 

Upanişadlar

Upanişad (Upanishad) sözcüğü, Upa (yakın) ve sad (oturmak)  sözcüklerinin bileşiminden oluşur ve bundan da Upanişadların (gerçeğe, ustaya) ‘yakın oturanlar’, yani yalnız eriştirilmişler için gizli bir öğreti olduğu anlaşılır. Upanişadlar’a Vedanta da denir. Bazı kaynaklar da ise Sama Veda, dini gerçeğin en büyük tarafı olan Tanrı Bilgisi’ni işler ve kitabın bu kısmına Upanişadlar adı verilmiştir. Kelime anlamı olarak ’Dizinin dibinde, bir öğreticinin dizinin dibinde’ anlamına gelen bir doktrin, bir hikmettir. Yine bu kelimenin diğer anlamı, yedinci yüzyıl tefsircisi Sahankara tarafından şöyle ifade edilmiştir: ‘Kişiyi cehalet bağlarından koparan ve en yüksek amaç olan özgürlüğe ulaştıran Tanrı bilgisi’ Upanişadların kaç tane oldukları bilinmemekle birlikte elde edilebilenler ancak 108 tanedir.  Halen mevcut 108 Upanişad’dan 12 tanesi, Shankara tarafından ‘Brahman Sutraları’ adlı tefsir kitabında güvenilir şekilde tanıtılmıştır.

 

1- Katha Upanişad

Ölümsüzlüğün sırrı; kalbin arınması, derin düşünme ve insanın manevi aleme dönük gerçek Ben’inin (Atman) Tanrı (Brahman) ile aynı varlık olduğunu idrak etme yoluyla bulunabilir. Çünkü, ölümsüzlük Tanrı’ya ulaşmaktır.

 

2- Isha Upanişad

Dünyadaki hayat ile, ruh alemindeki hayat, birbirine zıt şeyler değildir. Çalışma hayatı Tanrı Bilgisi’ne zıt bir yaşantı değildir, aksine tutkusuz olarak yapılan her faaliyet, bu bilgiye ulaşmak için vasıtadır. Diğer taraftan, terk ve feragat, egodan, bencillikten terk ve feragat etmelidir. Yoksa hayattan değil. Çalışmanın ve feragatın amacı, içteki Atman’ı ve dıştaki Tanrı’yı tanımak ve onların ayniyetini idrak etmektir. Atman, Tanrı’nın kendisidir ve Tanrı herşeydir.

 

3-Kena Upanişad

Tabiata ve insana ait her faaliyetin ardındaki kudret, Tanrı’nın kudretidir. Bu gerçeği bilmek, ölümsüz olmaktır.

 

4-Prasna Upanişad

İnsan; hayati soluk, düşünce, duyular ve hareketlerden müteşekkil bir varlıktır. Bu unsurlar, Atman’dan zuhur ederler ve eninde sonunda, bir akarsuyun denize karıştığı zaman kaybolması gibi, Atman’a karışarak ortadan kaybolurlar.

 

5-Mundaka Upanişad

Çeşit çeşit olan nesneler, sadece Tanrı’nın tezahürleridir. Bu sebeple, sadece nesneleri tanımak yeterli değildir. Aynı şekilde, insanların bütün faaliyetleri de sadece evrensel yaratılış seyrinin safları olduklarından dolayı; sadece faaliyet göstermekte, yeterli değildir.

Bilge kişi, bilgi ile hikmet arasındaki farkı ayırt edebilmelidir. Bilgi, nesnelere, faaliyetlere ve ilişkilere ait bir şeydir. Hikmet ise; Tanrı’ya ait bir şeydir; ve O, daima bütün nesnelerin, faaliyetlerin ve ilişkilerin ötesindedir. Yehane hikmet, O’nunla birleşmektir.

 

6-Mandukya Upanişad

İnsan hayatı, uyanıklık, düş görme, ve düşsüz uyku durumları arasında süregelir. Bunula beraber, bu üç halin ötesinde ‘Üstün Şuurlu Görüş’ adı verilen dördüncü bir durum vardır.

 

7-Taıttırıya Upanişad

Cehalet içindeki bir insan varlığını, gerçek Ben’i (Atman) kuşatan maddi kılıflarla hüviyetlendirir. Bu kılıfların ötesine ulaşan kişi, saf mutluluk olan Tanrı ile bir olur.

 

8-Aıtareya Upanişad

Evrenin kaynağı, idame ettireni ve sonu olan Tanrı, varlığın her safhasına iştirak eder. O; uyanan kişi ile uyanır, rüya gören kişi ile rüya görür ve derin uykuda uyuyan kişi ile uyur; lakin kendisi bu üç durumun da ötesindedir. Onun gerçek mahiyeti, saf şuurluluktur. ( Bu tecrübe ruhun üç halinin ötesinde ve onlardan tamamıyla farklı ‘dördüncü bir durum’ olarak gösterilir. Bu hal, Hallac-ı Mansur’un Ene-I Hak dediği Vahdet durumudur.)

 

9- Chandogya Upanişad

Tanrı herşeydir. Evrende var olan bütün görüntüler, duyular, arzular ve işler Tanrı’dan zuhur ederler. Fakat bütün bunlar sadece isim ve şekillerdir. Tanrı’yı tanımak için, kişinin kendisi ile kalbinin derinliklerinde gizli olan Tanrı’nın aynı Varlık olduğunu idrak etmesi gerekir. Kişi, ancak bu şekilde bütün ızdıraplardan ve ölümden kurtulur, her bilginin ötesindeki cevher bir olur.

 

10- Brihadaranyaka Upanişad

Atman her şeyden daha azizdir. Herşey ancak O’nun sayesinde azizdir. Atman, her fani mutluğun menşeidir. Kendisi ise saf mutluluktur. İyi veya kötü hiç bir faaliyet, O’na tesir etmez. O, duyunun ve bilginin ötesindedir, lakin bilge kişinin düşüncesinin ötesinde değildir.

 

11-Kaılvalya Upanişad

İnanç, ibadet ve tefekkür yoluyla kendi gerçek benini idrak eden bilge kişi, yeniden doğuş ve ölüm çarkından, ızdırap çarkından kurtulmuş olur.

 

12-Svetasvatara Upanişad

Tefekkür sanatı öğrenilebilir, ancak gerekli nizamlara göre çalışmalıdır. Maya ile birleşerek, bu evreni yaratan, idame ettiren ve yok eden; varlığın bütün şekillerinin ötesinde, sıfat ve faaliyetten münezzeh evrensel Tanrı ile aynı varlık olan şahsi Tanrı’yı idrak etmek, sadece bu yolla mümkündür.

 

Terminolojik Tanımlar :  

Atman 

:  Gerçek ben, ‘öz’, ‘O’. Ruh

Brahman 

: Başlangıçta büyülü formül, dua. Sonra kutsal bilgi, Vedalar. Nihayet dünyanın özü, evrensel ruh, mutlak.  

Gnana    

: Bilgi. Özellikle meditasyon yoluyla edinilen yüksek (manevi) bilgi. Gnana, her şeyin Brahman’da bir olduğunun idrak edilişidir. 

Gnani       

: Bilen  

Guru  

: Mürşit, üstat, pir, spiritüel öğretmen.  

Maya               

: İllüzyon. Gerçeği örten bir nevi tül. Gerçeği anlama vehmi, bu vehmi sağlayan tanrısal güç.  

Sutra               

: Vedalar geleneğine bağlı eserleri açıklayan metinler.  

Vedalar           

: Hint Aryalılar’ın en eski eserleri olan ilahiler bütünü. Bilgi, bilgelik.  

Vedanta           

: Vedalar’ın sonu. Upanişadlar’ın sonunda yer alan dini ve felsefi metinler. Upanişadlar’a bağlı metafizik düşünceler.  

Yoga   

: Hindu Felsefesin deki 6 altı sistemden biri. Yoga, bireysel ruhun (jivatma) Evrensel Ruh (Paramatma) ile birleşebilme yollarını öğretir. Yoga Sistemi’nin Patanjali tarafından kurulduğuna inanılır.  

Yogi

: Yoga yöntemi uygulayan kişiye denir.

           

Kaynaklar :

Bir Dünyanın Eşiğinde, Cemil Meriç, İletişim Yayınları

Patanjali, Içsel Özgürlüğün Yolu (Yoga-Sutra), Arıtan Yayınevi

Tefrik Etme Hazinesi, Shankara. Viveka Chudamini, Dergah Yayınları, Şubat 1976

Upanişadlar ‘Tanrının Soluğu’, derleyen Mehmet Ali Işım, Dergah Yayınları

İlk Çağ Felsefesi Hint, Çin, Yunan, H. J. Störig, Yol Yayınları

Hintlilerde Tanrı, Korhan Kaya, Kaynak Yyaınları

Hinduizm ve Budizm, Ananda Coomaraswamy, Kaknüs Yayınları

Hint Mitoloji Sözlüğü, Korhan Kaya, İmge Kitapevi

Ben O’yum, Sri Nisargadatta Maharaj, Akaşa Yayınları

Gizli Sırlar Öğretisi, Ergun Candan, Sınır Ötesi Yayınları

http://www.advaita-vedanta.org/avhp/

http://www.ccnet.com/~rudra/yoga/nisargad.htm

http://www.ramana-maharshi.org/whoamib.htm

http://home.att.net/~vijaykumar.chalasani/Philosophy/Maya.htm

http://www.digiserve.com/mystic/Hindu/Yoga/index.html

http://www.salahkarindia.com/odds/maya.html

==============================================================================

 

DOĞU TANRILARI

 

 

 

http://historicalsense.com/Archive/Fener23_3.htm

Doğuluların Tanrıları insanın tasarlayabileceği en yüksek yetkinlik idealini temsil etmez. Her tanrı kendi alanında bir güçtür ama başka tanrılarla sınırlıdır ve yaradılış sırasında konulan kozmik yasalara tabidir. Tanrısal doğa ruhun ancak zaman zaman yakaladığı yeniden doğuş fırsatlarında değerlendirebildiği imrenilecek bir durumdur. Ne var ki ruhun uzun yolculuğunda son durak da değildir. Gerçek bilgeler düşünme güçleri ile bireysel sınırların ötesine geçerek tanrıları bile aşmışlardır. Hiçbir koşula bağlı olmayan büyük “bütün”e kesinkes ulaşanlar yalnız onlardır. Dolayısı ile bilgeler bu durumda Civanmukta yani yaşarken kurtulmuşlar diye anılır ve mahatma yani “büyük ruh” adıyla kutsanırlar. Bu kavramlar Tanrı ile insan arasında öz bakımından tektanrılı semavi dinlerden farklı bir anlayışı yansıtır. Tanrısal olanla insani olan birbirinden sadece bir derece farkı ile ayrılır.

Dinsel duygunun gelişimi bölgelere göre farklılık gösterir. Antikçağda Çin’de ilk ibadet Shangdi denilen tek bir büyük Tanrıya en üstün hükümdara yönelir. Sevgi ve günah korkusu uyandıran bu tanrının meskeni gökyüzüdür. Japonya’da “tanrı” veya “yaratıcı” olarak tercüme edilen “kami” terimi gerçekte korku uyandıran bütün olayları belirtir. Bu terim özellikle Sinto dininin (Sinto kamilerin yolu anlamına gelir) tanrısal figürlerini kapsar. Bunlardan biri olan güneş tanrıçası Amaterasu özellikle vurgulanır. Onun torunu yeryüzüne inip Japon hanedanını kurmuştur .O halde Japon imparatoru “kami”dir.

Bütün Doğuda tanrısal olanın gücü ve insan üzerindeki etkisi en iyi ifadesini Hindistan’da bulur.

Hinduizm eskiyen Brahman dinini üçüncü yüzyılda yenilenen halidir. Hinduizmde yaklaşık iki-üç yüz milyon civarında tanrı vardır ama bütün bu tanrılar tanrısallığın tek bir kavramına birleşiyorlardı. Mutlak. Ait oldukları kast hangisi olursa olsun Hindular Mutlak’a “Brahman” adını vermişlerdi. Yani saf varlık, sınırsız olan, sonsuz olan, biçimi olmayan bir bütün. Ve günümüzde Yunus Emre ve Mevlana gibi mistiklerinde anlatmak istediği gibi her bireyin içinde kendine özgü bir mutlaklık vardı ve buna “Atman” diyorlardı. Yani kişinin kendisi. Brahmanlıktan önce Hindistan’da tek bir tanrıça vardı:Aditi. Ana yaşam kaynağı. Sonradan Brahmanlar Hindistan’ı ele geçirince bu büyük Tanrıça sayısız erkek tanrıların arasında kayboldu gitti. Ama Hindular doğanın düzenine saygılıydılar ve her tanrıya bir tanrıça ve her birine de bir görev verdiler. Yani her etkinlik için ya bir tanrı ya da bir tanrıça vardı. Zenginlik için Tanrıça Lakshmi, sanat için Tanrıça Sarasvati, aile ve iş için Tanrı Ganesh gibi. Çoğu diğer dinlerin aksine, Hinduizm tek bir ilaha tapınmayı öngörmez. Bir Hindu, Shiva, Vishnu, Rama, Krishna veya diğer tanrı ve tanrıçalara tapabilir ya da her ferdin içinde yer alan Yüce Ruha veya Yıkılmaz Ruha inanabilir ve hala Hindu olarak anılabilir. Bu Hinduizmin ne derece çelişkiler içerdiğinin bir işaretidir. Terazinin bir yanında Nihai Gerçek yolunda bir arayış, diğer tarafında ise ruhlara, ağaçlara ve hayvanlara tapan mezhepler vardır. Hinduizm’de sadece tanrı ve tanrıçalarla ilgili değil, güneş, ay, gezegenler, nehirler, okyanuslar, ağaçlar, ve hayvanlarla da ilgili festivaller ve törenler vardır. En popülerleri Deepawali, Holi, Dussehra, Ganesh Chaturthi, Pongal, Janamasthmi ve Shiva Ratri festivalleridir. Hinduizmi ilginç kılan ve Hint geleneğini zenginleştirip renklendiren bu sayısız festival etkinlikleridir. Hint Mitolojisi ve Yaşayan Tanrılar Mahabharata ve Ramayana gibi epik kahramanların ölümsüz olduğuna ve insanlar gibi hayatta olduklarına inanılır. Hinduizm tanrıları hem insanüstü hem de insan gibidir ve onlara karşı ayrı bir sıcaklık ve aşinalık duygusu vardır. Ramayana kahramanı Rama, onur ve cesaret gibi nitelikleri temsil eder ve bir erkeklik modeli olarak görülür. Karısı Sita tipik bir Hint kadınıdır ve kocasıyla beraber sürgünde iken Lanka Kralı Ravana tarafından kaçırılmıştır. Sita’nın Rama ve kardeşi Lakshmana ve sadık maymunu Hanuman tarafından kurtarılışı bu son derece ilginç hikayenin etrafında örülmüştür. Bu epikten çeşitli hikayeler nesilden nesile anlatılagelmiştir. Dini fuarlar, festivaller, ve ayinler bu efsaneleri canlı tutmuştur ve her etkinlik eski hikayelerin yeniden anlatılması için bir fırsat olmaktadır. Mahabharata’daki heyecan verici metinler yakın akraba olan Pandavalar ve Kauravalar arasındaki hanedan kavgasının hikayesini anlatır. Lord Krishna bu büyük epikte çok önemli bir rol oynar. Kendisi Pandavalardan Arjuna’nın arkadaşı, rehberi ve filozofudur ve Arjuna savaş alanlarında akrabalarını öldürmekte tereddüt gösterdiğinde ona bu tereddüdü aşmasında yardımcı olur. Krishna’nın hikmetli felsefesi ve öğretileri Bhagwad Gita’da yazılmıştır. Krishna, çocukken tereyağ çalan, gençken de flüt çalıp yaramazlık yapan bir tanrı olarak bilinse de yetişkin yıllarında daha ciddi tarafının ön plana çıktığı hikmetli bir filozof olarak tasvir edilmiştir. Hindistan’ın tamamında Hinduların taptığı birçok tanrı ve tanrıça vardır. Bunların arasında Hinduizm için en önemli olanı sırasıyla yaratıcı, koruyucu ve yok edici olarak bilinen Brahma, Vishnu ve Shiva üçlemesidir. Brahma’nın pusuladaki dört yöne tekabül eden dört başı vardır. Hayatı ve tüm evreni yarattığına inanılır. Vishnu doğum ve yeniden doğum devr-i daimini yöneten koruyucudur. Ayrıca dünyayı kötü güçlerden korumak için çok defa dünyaya geldiğine dair bir inanış vardır. Rama ve Krishna’nın Vishnu’nun enkarnasyonu olduğu düşünülür. Genellikle boynuna sarılı bir kobra yılanı ile görülen Shiva tüm kötülükleri yok eder ve bir çok enkarnasyonu vardır. Görülemeyen tanrılar ilahi güçleri sembolize eden bir çok imaj ve idollerle temsil edilir. Birçok idol tanımsız güzelliğe ve ihtişama sahip süslü tapınaklarda korunur.

Sekizinci yüzyılda bilge kişiler Aranyaka ve Upanişadlar adlı risalelerde bu konuları işlemeye başladılar. Upanişadlar M.Ö. beşinci yüzyılın sonuna gittikçe yaygınlaştı ve sayıları bu tarihlerde 200 civarına ulaştı. Upanişadlar tanrıları aşan ama varolan her şeyde mevcut kendine özgü bir tanrısallık kavramı geliştirmiştir.

“Bütün bilgiler ve bütün hikmetler tıpkı alev alev yanan bir ateşten sıçrayan kıvılcımlar gibi Tanrıdan zuhur eder. Ölümsüzlüğün sırrı, kalbin arınması, derin düşünme ve insanın manevi aleme dönük gerçek Ben’inin (Atman) Tanrı (Brahman) ile aynı varlık olduğunu idrak etme yoluyla bulunabilir. Çünkü ölümsüzlük Tanrıya ulaşmaktır. O’ndan başka gören, işiten, düşünen, bilen yoktur. O görünmez ama görür, işitilmez ama işitir, düşünülmez ama düşünür, bilinmez ama bilir. Bu manevi yönetici senin kendi özünde gizli olan gerçek Ben’dir, senin Atman’ındır. Mutlak Atman Tanrı’nın kendisidir.” Bütün dünya bütün varoluşun derindeki anlamı olan Brahman’ın gizemli varlığından yükselen tanrısal etkinlik olarak görülmüştür. Upanişadlar insanları herşeye bir Brahman anlayışı içerisinde yaklaşmaya teşvik etmiştir.

M.Ö. 538 yıllarında Siddharta Gautama isimli genç bir adam şahane evini, güzel karısı ve oğlunu terketti ve dilenci keşişliğe başladı. Etrafındaki ıstırabın boyutları karşısında dehşete düşmüş bir halde çevresinde her şeyde gördüğü varoluşun ıstırabını sona erdirecek gizi keşfetmek istedi. Altı yıl boyunca değişik Hindu gurularının kapılarında dolaştı, kendine korkunç işkenceler yaptı ama bir sonuca ulaşamadı.Bilgelerin öğretileri onu etkilemedi. Çektiği acılar onu daha da umutsuzluğa itti. Bu yöntemleri tamamen terkedip vecd haline geçtiği bir gece aydınlanmaya ulaştı. Bütün evren şenlendi, yeryüzü sallanmaya başladı, gökten çiçekler yağdı, hava tatlı esintilerle doldu ve kendi alemlerindeki tanrılar sevindiler. Pagan anlayışında olduğu gibi tanrılar doğa ve insanoğlu bir kez daha sevgiyle kenetlendiler. O aydınlanmış kişi yani Buda olmuştu. Geleneksel panteonun iki tanrısı Maha Brahma ve Sakra Buda’ya gelerek yöntemini dünyaya açıklaması için yalvardılar. Öğretinin Tanrıyla bir alakası yoktu. Buda, kendi kültürel donanımının bir parçası olması nedeni ile kısmen de olsa tanrıların varlığına inanmaktaydı ama onların insanlara pek faydası olduğunu düşünmüyordu. Buda’ya göre onlar da diğer bütün varlıklar gibi yeniden doğuş döngüsü içindeydiler ve eninde sonunda kendileri de yok olacaklardı. Ama diğer yandan da yaşamının en önemli anlarında tanrıların kendisini etkilediğini ve üzerinde etkin rol oynadıklarını düşünüyorlardı. Dolayısı ile Buda tanrıları reddetmemekte ama edebi Gerçek nirvananın tanrılardan yüksek olduğunu düşünmekteydi.

 

ŞİNTOZİM'DE TANRI ANLAYIŞI

Şintoizm özellikle Kami’lere yani ölülerin ruhlarına tapınıştır. Japoncada Kami sözcüğü genel olarak konuşanın üzerinde olan herşey anlamına gelir. Ölülerin ruhları tanrılaşarak yaşayanlar arasında dolaşmayı sürdürürler, mezarlarında kalırlar, eski evlerde, kendilerinden sonraki çocuklarının konutlarında kalırlar. Çocukları ile torunlarının sevinçlerine, kederlerine ortak, onların hal ve gidişlerine gözkulak olurlar. Ölerek doğaüstü birtakım güçlere sahip olmuşlardır. XII – XIX yüzyıllarda Şintoizm’in bir yorumcusu olan Hirata’nın da yazdığı gibi tüm ölüler tanrı haline gelirler. Doğa olaylarını yöneten onlardır, dünyayı nüfuslandırırlar, tarlaları bereketlendirirler, mevsimlerin geri gelmelerini sağlarlar, ayrıca afetlerle kıtlıklara da neden olurlar. İyilikte olduğu kadar kötülükte de güçlü olduklarından yaşayanlar onların anılarını koruyup armağanlar sunarlarsa iyicil, onları unutup ihmal ederlerse kötücül davranırlar. Ödül verdikleri gibi ceza da verirler.

Kimi metinlere göre sekiz milyon Kami vardır. Daha güçlü olan kimi ruhlar gerçek tanrılar haline gelmişlerdir ve bunlarla ilgili çok eski efsanelere rastlanılır. Birbirleriyle kardeş, aynı zamanda sevenle sevilen olan iki tanrı vardır, birinin adı İdzanagi (davetkar erkek), ötekinin adı da İdzanami (davetkar dişi)’dir. Öteki tanrılar bu ikisine dünyayı yaratma işini vermişlerdir. Kadın “ilk kez konuştuğundan” ilk zamanlarda çocukları eksik, düşük doğar. Örneğin bir seferinde de sülük biçiminde çocukları olur ki bunu kamıştan yapılma küçük bir kayığa koyup suya salıverirler. Sonra “erkek konuşur” bunların kardeşçe ve tanrısal sevişmelerinden Japon adaları, son olarak da doğa tanrıları doğar.

İdzanami son çocuğu olan ateş tanrısını doğururken ölür. İdzanagi sevgilisini ve kardeşini bulmak için cehenneme iner. Yeraltı tanrılarına verdiği söze karşın İdzanami’yi görmek arzusuna dayanamadığından cehennemden kovulur. Gidip bir nehirde arınır. Burnundan akan sudan Susanoo (şanlı ve sert erkek) doğar, ki bu okyanus üzerinde hüküm süren fırtına tanrısıdır. İdzanagi’nin sağ gözünden düşen bir damladan ay tanrısı olan Tsuki-nokami doğar. Sol gözünden düşen bir damladan da güneş tanrıçası olan Ameterasu doğar.

 

İRAN DİNLERİ VE TANRILARI

Hindulardan ayrılan İranlılar büyük tanrıları Ahura Mazda (Bilgelerin mükemmeli Mevla)’nın adı dolayısıyla Mazdeizm denen dini kurmuşlardır. Bu din yüce tanrının yanına Mithra ile bir de Anahita adlı ana-tanrı koyar. Manteizm’den sonra Zerdüşt peygamber tarafından kurulan zerdüştlük İran’da bulunan çoktanrıcılığı tektanrıcılığa doğru yöneltmiştir. Zerdüştlük herşeyden önce Ahura Mazda adlı yüce tanrıya tapmaktan ibarettir. Ahura mazda parlak, görkemli, çok büyük, çok iyi, çok güzel yaratan’dır. Çok bilge bir ruhtur. Işığın, saflığın, gerçekliğin tanrısıdır. Azıcık değeri olan tüm özgünlükler, vergiler ve en başta yaşama özgünlüğüyle ölmezlik özgünlüğü ondan gelir. Ahura Mazda’nın ölmez azizler diye adlandırılan yarı-tanrı yardımcıları da vardır ve daha önceki dinlerin ikinci derecedeki tanrıları çoğu zaman bunlarla eş tutulur. Felsefi açıdan bir dualizm olan Zerdüştlük, iyilik ilkesinin karşısına kötülük ilkesini çıkarır ki bu sonuncunun adı Angra Mainyu’dur, fakat çoğu kez Ehrimen diye de adlandırılır. Asıl güç dünyada kötü olan şeyin ne olduğunu anlatabilmekteydi. Kimi metinler Ahura Mazda’nın özünde iki tali öz, “hipostaz” görmektedirler. Bunlardan biri yaşamın yaratıcısı olan iyicil düşünce, öbürü ölümü doğuran kuşkudur. Yüce varlığın bu ikinci yönüdür ve kendisinden ayrılarak Angra Mainyu haline gelmiştir. Zerdüştlükten sonra Mazdeizm yine eski halk geleneklerine döndü. Ahura Mazda’yı yine ilk safta tutarak Anahita ve Mithra gibi ilkel tanrılara yer verdi.

 

AFRİKA TANRISI

Afrika Tanrısı insanların arasında pek bulunmaz. Dogon’larda ona Amma denilir. Serer ülkesinde ise adı Roog-Sen’dir. Bu tanrı insanoğlunun yaşamını yönetmez. Bu görevi ruhlar ve atalar üstlenirler. Tanrı sadece bir felaket anında araya girer. Afrika’dan Güney Amerika’ya getirilen zenci kölelerin kurdukları bir din ise hiyerarşik bir Tanrı düzeni kurmuştur. Hiyerarşinin en tepesinde Gökyüzü Tanrısı Obatala-İsa vardı. Ardından Yıldırım tanrısı Shango-aziz Jarome ve üç eşi gelmektedir. Bunlardan Oshun-azize Chandeleure tatlı sular tanrıçası, kardeşi Ogun-aziz Antonie demirhane tanrıçası idi. Yemanja ise tuzlu suların ve aşkın tanrıçası idi ve Afrikalılar onu Bakire Meryem’in kişiliğine sokmuşlardı.

 

ŞAMANİZM'DE TANRI ANLAYIŞI

Şamanlığı benimseyen halklar aynı zamanda çeşitli kültürlerin, dolayısı ile dinlerin de etkisine açık bulunuyorlardı. Şamanist dünya görüşünde dünya gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç parçadan oluşuyordu. Altay Türklerinde “aydınlık alemi” yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tantı Ülgen, yeryüzünü yani orta dünyayı insanlar ve aşağıdaki dünyayı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhların oluşturduğu inancı vardı.

Eski Türkler’de ve Moğollarda Tanrı kelimesi Gök ve İlah anlamlarında kullanılmıştır. Yani Türkler ve Moğollar önceleri Gök’e tapınıyorlardı. Tanrı Gök olarak kabul edilmiş ve gök için kullanılan kavram aynı zamanda Göktanrıyı ifade için de kullanılmıştır.

Şamanist halklarda Göktanrı göğün belirli bir katında bulunan ve insana benzeyen bir varlık olarak düşünülmüştür. Altaylarda göğün üç ve dokuz katından sözedilir. Ayin sırasında Şaman bu göğün katlarına yolculuk eder. Bu katlardan yedi veya dokuz katı aşmak gerekmektedir. Bu tabaka veya katların sayısı bazen 17’ye çıkmaktadır.

Tanrı veya en büyük ruh, göğün en üst katında ve insan biçiminde düşünülürmüş. Abakan Türkleri Tanrıdan sözederken onun çadırını bile anlatırlar. Altay Türklerinin inanışlarına göre ise Ülgen altın kapılı bir sarayda, altın bir taht üzerinde otururdu.

Göktanrı çeşitli kudret ve sıfatları ile tanınır. Gökte yaşayan en büyük ruh olarak yeryüzünü, güneşi, ayı ve yıldızları, gökkubbeyi yaratan düzeni sevk ve idare eden, kaderi tayin eden bir güçtür. Herşeye sahiptir. O herşeyi yapabilir. İnsanlara çocuk veren odur. O yalnız iyilik eder, asla kötülük etmez.

Oğuz kitabelerinde Kök tenri deyiminin mavi gök ile yanyana geçtiği yazılıdır. Çin kaynaklarına göre, Hiungnular’da yılın ilk ayında ata ruhlar ile birlikte yer ve gök ruhları için kurban kesmek gelenektir. Vatan toprağı Türklerde de Moğollarda da saygı gösterilen kutsal bir şeydir. Bu kutsallık Göktürklerin hükümet merkezi olan Ötüken ile birlikte birçok dağ ve nehrin tanrısallaşmasını sağlamıştır.

Şamanist düşünceye göre gerek yerde gerek de gökte meydana gelen çeşitli tabiat olaylarının nedeni birtakım ruhlar ve tanrılardır. Uygurlar gök gürlediği zaman haykırmalarla birlikte göğe ok atarlarmış. Bu şekilde ruhları ve tanrıları rahatsız oldukları konusunda uyaracaklarını düşünürlermiş. Yakutlar ise yıldırım düşmesinden kaçınmak için madeni şeylerle gürültü yapıp gök gürültüsünü kaçıracaklarını düşünürlermiş. Onlara göre gök gürlemesi ve şimşek çakması Süge Toyon “Balta Tanrı” yapardı. Tunguzlar ise gök gürlemesini gökteki büyük bir kuşun kanat çırpmasından meydana geldiğini düşünürlerdi ve tanrı huzuruna çıkan şamanları da bu kuş korurdu.

 

YAHUDİLERDE TANRI ANLAYIŞI

Kitaplı dinlerin en eskisi ve belki de .ilki, Tevratın bildirdiğine göre,Tanrıyı görmüş ve ondan buyruklar almış olan Hz. İbrahimin kurmuş olduğu Yahudiliktir. Hz Musa, Mısırda bir köle yaşamı sürdüren kavmini Fıravun lardan kurtarmak için yaptığı girişimlerde başarı .gösterip Sina çölüne geçtikten sonra, Yahudileri bir disiplin altına alıp örgütlemeye çalışmıştı. İşte bu dönemlerde Sina dağının çalılıkları arasında kendisine bir alev biçiminde görünen Tanrı Yahova'nın direktiflerini almaya başlamıştır. O, tektir, fakat yalnız Yahudilerin tanrısıdır. Tevrat'ın türlü bölümlerinde kaydedildiğine göre, bu tanrı Yahudi peygamberlerine görünür, onlarla görüşür. Hz. Yakubla olduğu gibi güleşir, anlaşmalar yapar, tehdit eder, vaatlerde bulunur ve buyruklar verir. Tüm yöneticilerin akıl ve vicdanlarından geçen düşünler, kararlar ve duygular biçiminde kendi iradesini belirtir. Genel olarak Samî kavimlerde ve özellikle Yahudilerde, kavmin şefleri, kendilerini Yahovanın göndermiş olduğunu, buyruklarıyle önerilerinin tümünü Yahovanın kendilerine bildirmekte olduğunu, bu nedenle de bunlara baş eğilmesi gerektiğini ileri sürerler.Yahova, hem tektir, hem de kimsenin yüzünü görmediği bir ruhtur ve herhangi bir madde, heykel ve simge ile temsil olunamaz. Yahova, evrenin yaratıcısı, koruyucusu, görünen ve görunmeyen her şeyi, düşünce ve eylemleri bilen ölümsüz varlıktır. O, peygamberleriyle yüz yüze konuşur; puta tapanlarla, başka tanrılara inananları, verdiği on buyruğa (Dekalog) uymayanları cezalandırır.

Yahova; Yahudilere Tanrıca onu anmaları için verilen addır. Yahova deyimi O’dur anlamındaki İbranice Yahu deyiminden türemiştir. Tevrat’ın ikinci kitabı olan Exodus’da anlatıldığına göre Tanrının dağı adıyla anılan Horeb’de kendisine görünen Tanrıya Musa “İsrailoğulları senin adını sorarsa ne diyeyim?” der.Tanrıda ona “Ben,Ben olan’ım beni size Ben’im gönderdi dersin.” karşılığını alır. Bu yüzden Yahudiler Tanrıya O’dur anlamına gelen Yahu veya Yaho demişler, daha sonra bu var olan anlamına gelen Yahova’ya dönüşmüştür. Tek Tanrıya inanmadan önce yahudiler Ruhlara inanmakta idiler. İdealist felsefede de olduğu gibi Yahudilik felsefesinde de evrensel gerçeklik olan varlık deyimi odur. Çünkü O’dur deyimi tüm soyutlamaların özüdür. Evrende bütün varolanlar soyutlandığında O’dur deyimine indirgenirler.

  

HIRİSTİYANLIKTA VE HIRİSTİYANLIĞIN İLK ÇAĞLARINDA VE İSKENDERİYE FİLOZOFLARINDA TANRI ANLAYIŞI

Her din gibi Hıristiyanlık da birtakım toplumsal ve tarihsel zorunluluklardan doğmuştur. Roma imparatorluğunun egemenliği altında bulunan uyruklar ve özellikle, paraya düşkün ve çıkarcı tutkularıyle tanınmış olan Yahudiler, hem devletin, hem de birbirlerinin baskısı yüzünden eziliyor ve herkes, kendi kurtuluş ve esenliğini sağlamak için bencil duygularla yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Bu durum, onları, Musa dininin ahlaksal doğmalarına uymaktan uzaklaştırmış ve .hahamlar gibi din görevlileri de, imtiyazlı bir sınıf gibi kendi güç ve yetkilerini koruyabilmek için bağnazlığın her çeşidini uyguluyorlardı. Bazı Yahudiler, zenginleşmek için gereken. her aracıya baş vurmaktan çekinmiyor, ahlak bakımından korkunç bir çöküntü ve anarşi, İsrailoğullarının ve bunlarla yaşamak zorun da olan öteki insanların ıstıraplarını artırıyordu. Musadan sonra gelmiş olan din bilgeleri ve hahamlar, halkı Tevratın buyruklarına bağlamak için uğrasmışlarsa da, insanları ahlakdışı eğilimlerden kurtarmak için, bu eğilimleri körükleyen nedenleri yok etmeyi düşünememişler, olumsuz bir yöntem olan öğüt vermeye, vaaz etmeye ve korkutmaya başvurmuşlardı. İşte böyle bir toplumsal ve ahlaksal bunalımın yayıldığı dönemde yetişen Nasıralı İsa, halkı, zenginlik, israf, sefahat ve erdem dışı bir yaşam alışkanlık ve özleminden kurtarmak için, çoğunluğu oluşturan yoksul halka, içinde bulundukları sefil yaşamı hoş göstermeye çalışmış, kini, düşmanlığı ve her çeşit çıkar yarışımlarını kınamış, barışı ve bağışlamayı savunmuş, Romalılara karşı da bir çeşit soğuk savaşa baş vurmuştu. Onun savunduğu ahlak doğmaları, Ahdi-Atîk denilen Tevratta vardı. Fakat, halk buna önem vermez olmuştu. İsa'nın getirmiş olduğu yeni dinin Tanrı hakkındaki esasları şöyle özetlenebilir:

Tanrı, kutsal ruhunu bir bakire olan Meryeme üfürmüştür. Bu ruhtan gebe kalan Meryemden İsa dünyaya gelmiştir. Bu itibarla İsa, Tanrı nın oğludur; Tanrı da İsa'nın Babasıdır. Tanrının kutsal ruhu, İsa'ya da geçmiş olduğundan Baba ile oğul arasında bir özgürlük, ya da özdeşlik vardır. Yani Tanrı, İsanın kişiliğinde somutlaşmıştır. Böylece İsa, yalnız Tanrı soyundan gelmiş olmaz. Kendisi de Tanrı olmuştur. Havariler tarafından yazılmış olan dört İncil, onun yaşam serüvenini, mucizelerini, öğütlerini ve çarmıha gerilişini pek küçük bazı farklarla yazarlar. Hıristiyanlık, Tanrı konusunda Üçüzleme denilen üçlü bir dogmaya bağlıdır. Bunlardan biri yukarda belirttiğimiz gibi, Baba niteliğidir ki, bu, Tanrının kendisidir; ikinci Oğul niteliğidir ki, bu, İsa'nın kişiliğinde belirmiştir; üçüncüsü de Kutsal Ruh'tur ki, bunda Tanrı yaratıcı ve egemen bir güçtür: Demek ki Tanrı, bu üç hipostas'la gerçeklenmiş olan bir yüce varlıktır. Bu inancın kökü daha çok eski zamanlardadır. Tanrının Baba olarak nitelendirilmesi, Tanrının özünden, .başka Tanrılann fışkırdığı inancı, eski Yunan filozoflarıyle Hint ve ilkçağ din ve mitolojilerinde de vardı. Bu inançlann serpintisinden etkilenmiş olari bazı hükümdarların kendilerini tanrılaştırdıkları da bilinmektedir. Firavunlar, Nemrutlar, Roma imparatorlarından bazıları, İskender ve ulusların alınyazılarına hükmetmiş olan güçlü krallar, papalar, kayserler, çarlar, mikadolar, halifeler hep tanrılaştırılmış veya Tanrının yeryüzündeki simgesi, tanrısal güç ve iradenin yaptırım aracısı sayılmışlardır. Fakat İsa, kendisini, Tanrının oğlu olarak savunmasına, sözlerinin Babasından aldığı bildiriler ve buyruklar olduğunu iddia etmesine karşın, asla .halk üzerinde zorlayıcı bir güç olmaya çaİışmamış, sadece havralarda, sokaklarda, köylerde ve kırlarda öğüt vermek ve vaaz etmekle yetinmiştir.

Hıristiyanlar Tanrı gerçeğinin sırrına yavaş yavaş vardılar. Petrus’un İsa peygamberin gerçekten Mesih olduğuna gözleri ile görüp inanmasından ve Thomas’ın İsa peygamberin dirildiğine inanışından yola çıkan havariler ve halefleri zamanla herkesin anlayabileceği akılcı bir doktrin geliştirdiler. Teslis yani İsa peygamberin üç ayrı kişiliğinde tek bir Tanrıya olan inanç.

İncillerin türlü biçimlerde yorumlanmaları ve çevirtileri yüzünden meydana gelen anlayış farkları ve başka siyasal, ekonomik ve toplumsal nedenler yüzünden, Hıristiyanlıkta, Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk gibi üç büyük ve ana mezhep belirmiş ve bunlara bağlı olmakla birlikte bazıları sapıklıkla da suçlandırılmış olan türlü Hıristiyan tarikatları da türemiştir. Bunların hemen tümü, üçüzleme dogmasını ve İncil misterlerini hatta tapım ve ayinlerini başka başka biçimlerde anlamış ve uygulamış olan mistik düşün ve egemenlik hareketleridir. Katolikler, İsanın Tanrılığını kabul eder, fakat onun kilisesini örgütlemek suretiyle, yaptıklan hizmetin doğal bir sonucu olarak bir kuvvetli rahipler sınıfını oluştururlar. Hele bu sınıfın başı olup kendilerinin Saint-Paulos'un ardılı sayan papalar, yanılmaz, dokunulmaz ve kendilerine direnilmez birer tanrısal güç olmuşlardır. Ortodoksluk ise, Baba Tanrının yaratılmamış, fakat oğulun, yani İsa'nın yaratılmış ve ikisinin arasında kutsal ruhla gerçeklenmiş olan bir öz birliğinin bulunduğunu kabul eder. Bu büyük mezhep İsa ile Tanrılığı iki ayrı güç veya varlık saymaz, Baba ve oğlunun kişiliğinde tüm insanların acılarını çeken bir şefkat ve merhamet simgesi sayar. Birincisi Romadaki Papalarıyla, ikincisi vaktiyle İstanbul’daki Patrikleriyle, iki ayrı devletin uyruklarına hükmetmiş. olan birer siyasal erktiler. İnsanların dünya ve ahret mutluluklarını kendi irade ve tutkularına göre ayarlamış ve yönetmiş olan bu iki mezhebe karşı, daha çok halkın ekonomik ve kralların siyasal çıkarlarını korumak ve kilisenin baskısını yıkmak amacıyle Luther'in (1483-1546) kurmuş olduğu Protestanlık, hıristiyanlıkta yapılmış olan önemli bir reform girişimidir. Daha akılcı olan bu mezhepte Tanrı yarlık ve bağışlayıcılığı için kiliseye maddesel yardımlarda bulunmanın gereksizliği, Tanrının karşılıksız olarak yarılgayıcı olduğu., Tanrı adına hiç kimsenin günah çıkarma yetkisine sahip olmadığı ve insanların direkt olarak tanrıyla ilişki kurabileceği savunulmuş ve İsa, tanrısal ruhun değil, Hz, Meryemin oğlu olarak mübarek bir kişi sayılmıştır.

Çoğu Papalar tarafından sapıklıkla suçlandırılarak aforoz edilmiş olan türlü Hıristiyan tarikatları da bu üç mezhebin inançlarını başka biçimlere soktular. Daha başlangıçta Saint-Paulos, Hz. Âdem'in ilk suçu, tüm soyun ve bunların ardıllarına bulaştığından, Tanrı, kendi özünün niteliklerine sahip olan İsayı insanları bu suçtan kurtarmak için dünyaya göndermiş olduğunu ileri sürmüş; Gnostikler, İsa'nın cisimlenmiş bir Tanrı olmadığını savunmuş ve onun tüm doğa biçiminde maddeleşmiş olduğuna inanmışlardı. Bazıları da âlemi Tanrının değişik ve maddesel belirtisi sayarak varlığın birliğine (monophysisme) inanırken Tanrının İsada belirdiğini, yani İsanın konuşan bir Tanrı olduğunu savunur. Bazen Tanrının yaratıcılık gücünü ve varlığını yok eden inançlara sapar, bazen de insanları tanrılaştırmış olurlar. İsayı insan olarak doğmuş bir tanrı sayan ve Tanrı iradesinin İsa'da belirdiğini ileri süren (monothelisme) dinliler de vardır ki bunlarda, insan, İsa ve Tanrı ayrımı yapmâksızın, ilkçağ Tanrılan hakkındaki düşünlerden bazıları gibi, Meryemin oğlu İsa'yı, insanlıkla tanrılığın birleştiği iki yapıli. bir gerçeklik, ya da sadece insan biçimli ve tek yapılı varlık yani Tanrının kendisi sayarlar; daha ılımlı düşünme cesaretini gösterenler ise, İsa'yı Tanrının evlatlığı sayarak onu Tanrılaştırmak tan çekinirler (adoptionisme).

Paganizma ile Hıristiyanlığın ilk çağları arasında yetişmiş olan bazı filozoflar daha vardır ki, bunlar, yüce tanrı problemini çözmek için doğru bir yol aramalarına karşın, toplumun o dönemlerdeki inanç bunalımlarından kendilerini kurtaramamışlardır.

M.Ö. II. yüzyılda yetişmiş olan Secundus, Tanrıyı, kendi kendini mevdana getiren iyi (hayır), bütün diğerlerini  kaplayan biçim, ölümsüz zihin, her şeye sokulan ruh, her şeyin özel özü, tek adlı kuvvet. ışın, zihin ve güç diye tanımlar. Ona göre, iman da «bilinmediğin kesin bilgisidir. Fakat evren, sonsuz bir daire ve sonrasız bir sürekliliktir.»

Hıristiyanlıkta Tanrı dünyayı iradesi ile yoktan varetmiş olan Yaradandır. Hıristiyanlığın birçok görüşleri bu Tanrı anlayışına bağlıdır. İnsan varoluşunu Tanrının istemesine borçlu ise o zaman insan hayatının tek anlamı, Tanrının istediğini yerine getirmek olur. Hıristiyanlık theosentrik bir dindir. Tanrı bütün varlığın merkezidir. Herşey dönüp dolaşıp ona bağlanır. Bütün varlıklar Tanrı istediği için vardır. Evren Tanrının açınmasıdır. Açınma da Tanrının istem ve özünün bir dile gelmesi olduğu için tek doğru olandır, tek geçerliliği olan şeydir. Bu yüzden Hıristiyanlık alçakgönüllü olmayı, Tanrının önünde alçalmayı ve küçülmeyi en önemli erdem sayar.

 

İSLAM'DA TANRI ANLAYIŞI

İslam’da basitleştirilmiş bir Tanrı kavramı yoktur. Bu tek ilah bizim bilip anlayabileceğimiz türden, bizler gibi bir varlık değildir. Müslümanları salat yani namaza davet eden “Allahu Ekber” seslenişi, Tanrı ile geri kalan gerçeklik arasındaki farkla birlikte, Tanrıyla hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz kendisi (Ez-Zat) arasındaki farkı da vurgular. Fakat bu kavranılamaz ve ulaşılmaz Tanrı kendisinin bilinmesini istemiştir. Eski bir hadise göre Tanrı Muhammed’e “Ben gizli bir hazineydim ve bilinmek istedim. Ve bilineyim diye dünyayı yarattım.” der. Doğanın işaretleri ve Kuran ayetleri üstüne düşünerek Müslümanlar ilahiyatın dünyaya dönük Kuran’ın Tanrının Yüzü (Vechullah) dediği bu yönü hakkında fikir sahibi olabilirler. Önceki iki dinde olduğu gibi İslam da Tanrıyı ancak eylemleri ile görebildiğimizi ortaya koyar. Tanrı böylelikle söze gelmez varlığını insanların sınırlı anlayışına sunmaktadır.  Kuran  Tanrıyı Mutlak olarak görür, sahici varlığa sahip olan sadece O’dur. Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Kutsal kitap’da Tanrının doksan dokuz adı veya sıfatı vardır. Bu adlar O’nun büyüklüğüne, evrende bulabileceğimiz bütün olumlu niteliklerin kaynağı olduğuna vurgu yapar. Böylece dünya, yalnızca O el Gani (zengin ve sonsuz) olduğu için vardır, yaşamı veren O’dur (el Muhyi), herşeyi bilen O’dur (el Alim). Dolayısı ile Onsuz yaşam olmazdı bilgi veya konuşma da olmazdı. Bu yalnızca Tanrının sahici varlığı ve olumlu değeri olduğunun ifade edilmesidir.

Tanrı’nın tek olduğunu söylemek yalnızca sayısal bir tanımlama yapmak değildir. Bu birliği insanın yaşamının ve toplumun belirleyici öğesi yapmak için de bir çağrıdır. Tanrı’nın Tekliği gerçekten bütünleştirilmiş kişilikle kavranabilir. Fakat ilahi birlik Müslümanların başkalarının dinsel görüşlerini tanımalarını da gerektirir. Her zaman tek Tanrı olduğu için, bütün doğru yöne yönelmiş dinler da O’ndan gelmektedir. Kuran Tanrı’nın yeryüzünün her halkına bir haberci gönderdiğini öğretir. İslam geleneğine göre bu şekilde 124.000 peygamber olmuştur. Bu sonsuzluğu sizgeleyen bir rakamdır ve aslında Kuran özünde yeni bir mesaj getirmediğini ve Müslümanların eski dinlerle yakınlıklarını ortaya koymaları gerektiğini yineler.

  

SONUÇ

Yeni milenyumda gördüğümüz üzere üzerinde yaşadığımız dünya yok olmaya doğru gidiyor. On yıllardır insan yaşamını silebilecek silahları yarattığımız bilgisi ile yaşadık. Ekolojik felaket ve tedavisi bilinemeyen hastalıklar belası. İki üç kuşak sonrası nüfus artışı dünyamızın kaldırabileceğinin çok fazlası olabilir. Peki nereye gidiyoruz ve Tanrı düşüncesi gelecekte nasıl yaşayacak? Kanımca arayışımızı yanlış yerde yaptığımız ve Tanrı sevgisini bir pazarlık unsuruna dönüştürdüğümüz sürece Tanrı kavramı geçmişten geleceğe aktarılan bir düşünce olarak kalacaktır. Üç dinimize de bakarsak hiç bir şekilde nesnel bir Tanrı kavramının olmadığını ve her kuşağın kendisi için geçerli Tanrı imgesini yaratmış olduğunu görürüz. Bu ateizm için de geçerlidir. “Tanrıya inanmıyorum” cümlesi her tarihte farklı anlamlara gelmiştir. Bugün ateistlerin reddettiği Tanrı acaba patriklerin, peygamberlerin, filozofların, mistiklerin ve on sekizinci yüzyıl teistlerin Tanrısı mıdır?

Asıl zihinleri sarsan, bir Tanrıya inanmış olmak değil, inanmış olanlar ile inanmış gibi görünenlerin herşeyi ondan beklemeleri ve onu kendi iyi ve kötü tutkularını uygulamakla görevli bir varlık saymalarıdır. Tanrı inancının en temizi, karşılık beklemeden bir aşk ile ona bağlanmak ve insanları inançlarının başkalıkları yüzünden hor görmemektir. Yani Tanrı sevgisiyle hoşgörü birbirine bağlıdır ve gerçek Tanrı sevgisi onu insanların ve evrenin iş ve olaylarına musallat etmemekte saklıdır.

100 – 165 yıllarında yaşayan Kayseriyeli Iustinos demiş ki:

Tanrıyı yaradılışı ve benzer diğer şeyleri aramaktan vazgeç. Onu aramaya kendinden başla. İçinde herşeyi kendisi yapan ve Tanrım, zihnim, düşüncem, ruhum, vücudum diyenin kim olduğunu öğren. Üzüntünün, sevincin, sevginin, nefretin kaynağını öğren. Birinin nasıl iradesi dışında seyrettiğini, iradesi dışında sevdiğini öğren. Bütün bunları dikkatlice araştırırsan onu kendi içinde bulacaksın.

Upanişadlar Brahman’ın insanın kendisi olduğunu neden söylüyorlardı? Neydi Yunus’un bir ben var benden içeri demesindeki aşk? O içimizdedir. Adı ister Yaradan, ister Tanrı, ister Allah, ister Elohim, isterse İsa olsun.

 

KAYNAKLAR

 

Dinlerin Tarihi ve Gizemcilik                              Timothy Freke & Peter Gandy
Şamanizm                                                       Cemal Şener
Kızılderililerin Dinleri                                         Werner Müller
Hinduizm                                                         Korhan Kaya
Dinler Tarihi                                                     Felicien Challaye
Tanrının Tarihi                                                   Karen Amstrong
Mısırda Ölüm Sonrası Fikri                                E.A. Wallis Budge
Tanrı Anlayışı                                                   Cemil Sena
Hz. Muhammed’in Felsefesi                             Cemil Sena
Düşünce Tarihi                                                 Orhan Hançerlioğlu
Meydan Larousse
Ana Britannica
İnternet bilgileri

 

Derleyen Murat Ağaoğlu
05.01.2001

=================================================================================