Hicrî İkinci
Yüzyılın Islah Mücadeleleri Ve Hasan Basrî(R.A.)
Ümmetteki
Ahlakî Çöküş Ve İman Zayıflaması
Hasan
Basrî'nin Şahsiyeti ve Davetçi
Yetenekleri:
Hasan
Basrî'nin Vaaz ve Sohbetleri:
Doğruyu
Söylemedeki Korkusuzluğu:
İslâm
Devletinde Nifak ve Münafıklar:
Nifak ve Münafıkların
Tanınması:
Hasan
Basrî'nin Vefatı ve Herkes Tarafından
Benimsenmesi:
Devlet ve
İdarî Islahat Çalışmaları:
Hz. Ömer b. Abdülaziz'in vefatından sonra devletin akışı
ve gidişi eskisine benzedi. Câhiliyet, güçlü bir şekilde
pençesini sapladı. Onun yerine devletin başına geçenler bu (hoşlanmadıkları
sekteyi) telâfi edip silmek için bütün gayretlerini kullandılar ve devleti,
Süleyman dönemine kadar devam eden devredeki kalıba soktular.
Artık durum öyle bir
hal aldı ki; şahıstan şahısa veraset yolu ile zincirleme giden devlet
başkanlığı, servet ve başarısının fazlalığı İslâm toplumunda nifak mikropları
ve eski milletlerin varlıklı ve lüks hayat yaşayanların (mütrifîn
sabıkın) ahlâk ve âdetleri yayılmaya başlamıştı. Toplumda lükse temayül
yaygınlaşmış, bu ümmetin en değerli sermayesi, onun güç ve kuvvetinin sırrı ve
peygamberliğin paha biçilmez miras ve hatırası olan iman ve salih
amel hayatı, artık tehlikede idi.
Bu ümmetin ahlâk
açısından iflas etmesi, manevî açıdan da içi boş bir kuklaya dönme tehlikesi,
kaçınılmaz bir şekilde kendini gösteriyordu. Kalplerde soğuma ve atâlet, imanda
zayıflama, Allah ile olan ilişkilerde şiddetli bir çöküntü süratle ortaya
çıkıp yaygınlaşıyor du.
Bu, büyük endişe ve
huzursuzluk kaynağı bir mesele idi. Devlet bu cevheri korumak ve onu
geliştirmekten sadece ilgisiz ve gafil değildi, hatta onun varlığı ve ba-
şmdaki liderleri bu amaç için, bu dâva için gerçek ve asıl
tehlike haline gelmişlerdi. Şahsî yaşayışları ve kişisel davranışları ile
onlar, bu ahlâkî çöküşün sebepleri ve teşvikçileri idiler.
Hz. Peygamber Efendimizin bu ümmette meydana getirdiği
iman, Allah Teâlâ ile canlı ve güçlü ilişki, kulluk
ve ubudiyet şekli -ki bunları ancak bir peygamber meydana getirebilirdi- inişe
geçmişti. Bu azalma öyle bir eksilişti ki o ülkenin sınırlarının genişlemesi,
toprağının artması, çok büyük fetihler elde etmekle dolduru-lamaz, tamamlanamazdı. Önceki milletlerin tarihi de şahiddir ki, bir kere bir şey yok oldu mu artık onun getirilmesi
çok zor olur.
Eğer bu sermâye
korunmada ve devrin modalarının ve ahlakî, siyasî etkenlerinin serbestçe
uygulanmasına, işlenmesine izin verilirse o zaman bu ümmet de Önceki ümmetler
gibi bir nefsaniyetçi, âhireti
unutmuş, maddeci bir millet olup çıkacaktır.
Hz. Peygamber son günlerinde en çok; bu dünyanın müslümanları eritip bitirmesinden, onların da önceki ümmetler
gibi dünyanın akışına kapılarak yok olmalarından korkuyordu. Rasûlullah, vefatından bir kaç gün önce okuduğu hutbede
açık açık şöyle buyurmuştu:
"Ben sizin
hakkınızda yoksul ve fakir olmanızdan korkmuyorum. Benim korkum, sizden önceki
insanlara olduğu gibi, dünya bütün zenginliği ile önünüze serilir de sonra
dünya malı için birbirinizle rekabete başlarsınız. Tıpkı sizden öncekilerin
yaptığı gibi, sonunda bu rekabet sizden Öncekileri helak ettiği gibi sizi de
helak eder." [1]
Hz. Peygamberin dili ile açıklanan bu tehlike çabuk
ortaya çıktı. Fakat Allah'ın lütfü ile buna karşı koyacak birkaç ihlâs ve samimiyet sahibi, fedakâr Allah kulu ortaya çıktı
da onlar iman güçleri, gönülleri yakan sohbet ve eğitimleri, öğüt ve konuşmaları
ile, davet ve telkinleri ile milyonlarca insanı, kuru bir ot gibi maddecilik
tufanına kapılıp gitmekten kurtardılar. Bu seylâbm
akışını da hafiflettiler. Onlar, ümmetin beşerî ve siyasî devamlılığından daha
önemli olan iman ve maneviyat hayatının devamını ayakta tuttular. Ümmetin
hayatında, onların sadece ruhsuz, şahsiyetsiz ve güçlü imanı olmayan bir millet
haline gelecekleri bir boşluğa düşmelerine müsaade etmediler.
Bu fitneye karşı
koymak için tabiînin üstün derecedeki bir öncüler topluluğu vardı. Onlar
arasında Saîd b. Cübeyr,
Muhammed b. Şîrîn ve Şa'bî, Özellikle belirgin
kişilerdi.
Fakat, bu büyük
tehlikenin asıl hasmı ve iman davetinin lideri Hasan Basrî
hazretleridir. H. 21'de doğdu. Babası meşhur sahâbîlerden
Hz. Zeyd b. Sabit (r.a)'in âzad ettiği kölesi Yesâr idi.
Hasan Basrî'nin kendisi de müminlerin annesi Ümmü Seleme (r.a)'nin evinde
büyümüştü. [2]
Allah Teâlâ, o devrin özel şart ve durumlarında dinin haysiyet
ve vakarını yükseltmek ve dinî daveti etkili kalmak için bulunması gereken
bütün yetenekleri Hasan Basrî Hazretlerinde
toplamıştı. Onun şahsiyetinde; bütün güzelliklerin toplanmış olması, gönül ok-şayıcılığı ve çekiciliği vardı. Bir taraftan dinde geniş
bilgiye ve derin görüşe sahipti. Yüksek seviyede tefsir âlimi, güvenilir bir
hadisçi idi. O gün bunlar olmadan hiçbir ıslah çalışması yapılamaz, çalışılsa
da sonuç alınamazdı.
Sahabe-i kiramın
yaşadığı, hayatta bulunduğu uzun bir süreyi onlarla birlikte geçirmişti. Çok
dikkatle bu zamanı değerlendirdiği, sahabe-i kiramı incelediği ani a şılmakta dır.
Müslümanların
hayatında ve İslâm toplumunda ortaya çıkan değişiklikler üzerinde derin bir
görüşü vardı. Devrinin toplumundan, her tabakanın hayatından
ve toplum düzeninden tamamiyle haberdardı. Onların özelliklerini,
hastalıklarını, tecrübeli bir doktor gibi tanıyordu.
"Çok düzgün,
etkileyici ve tatlı konuşurdu. Konuşurken ağzından güller saçıhrdı.
Âhireti anlatırken veya sahabe-i kiram devrini
tasvir ederken gözünden yağmur gibi yaş boşanırdı. Bu son dönemde, Haccâc b. Yusuf gibi güzel konuşan ve konuşma yeteneği olan
biri gelmemişti. Halk Hasan Basrî ve Haccâc'ı güzel ve düzgün konuşmakta eşit kabul ederdi.
Meşhur dil uzmanı ve dil bilgisi otoritesi Ebu Amr b. el-Alâ diyor ki: "Ben Hasan Basrî
ile Haccâc b. Yusuf dan daha düzgün ko-, nuşan kimse görmedim. Hasan,
Haccâc'dan daha düzgün konuşurdu. "[3]
Bilgisinin genişliği o
derecede idi ki; Rebî' b. Enes
onu şöyle anlatıyor: "Ben on sene boyunca Hasan Basrî'nin
yanına gittim geldim. Her gün ondan, daha önceki günlerde hiç duymadığım
sözleri duyardım."
Bir, başkası onun bu
her meziyeti kendinde topla-' yan kişiliğini şöyle anlatmıştır:
"O, ilmi,
takvası, zühd ve vera'ı,
iffeti, üstün himmeti ve fıkıh bilgisi bakımından parıl parıl
parlayan bir yıldız gibi idi. Onun meclisinde binbir
çeşit insan bulunur ve her biri bir feyiz alır; biri hadis öğrenir, biri tefsirde
ondan faydalanır, bir diğeri fıkıh dersi alırdı. Biri fetva sorar, biri
mahkemede hüküm vermeyi, karar verme kaidelerini öğrenir, kimi de nasihat ve
sohbetini' dinlerdi. O dalgalanan bir deniz gibi, etrafına ışıklar saçıp
aydınlatan bir lamba gibidir. Sonra onun emr-i bilma'ruf ve nehy-i anil münker konusundaki
mücadeleleri, sultanlar ve idarecilerin yüzüne karşı tok sözle gerçeği söyleme
olayları unutulacak şey değildir."[4]
Bütün bunlardan başka
ve bunlardan daha çok onun tesir ve etkisinin en büyük sebebi, onun yalnız ilmî
konuşmalar yapması ve bu konuda değerli ve yetkili biri olması değildi. Aksine
gönül ehli olması ve bilgilerini hayata uygulayıp onlara göre yaşayan biri olmasıydı.
Onun söyledikleri gönlünden çıkıyordu. Bu yüzden de sözleri gönüllere
işliyordu. O bir topluluğa konuşurken baştan başa duygu ve etki oluyordu, onun
ders verdiği topluluğun görünüşünde bir çekicilik vardı. Konuşmalarında,
sohbetlerinde, öğütlerindeki en belirgin özellik, bunlarla "peygamber
konuşması" arasında büyük bir ilişki olmasıydı.
İmam Gazâlî, İhyâu'l Ulûm isimli eserinde şöyle yazıyor:
"Hasan Basrinin konuşmasının, peygamberlerin konuşma tarzı ile
büyük bir benzerliği olduğunda ittifak edilmiştir. Bu benzerlik, başka
terbiyecilerin sözlerinde görülmemiştir. Aynı şekilde onun hayat tarzı da
sahabe-i kiramın hayat tarzına çok benzerdi. "[5]
Onun bu özelliklerinin
ve bütün meziyetleri üzerinde toplamış olmasının etkisiyle insanlar
büyülenmişti ve onlar onu ümmet-i Muhammed'in en seçkin kişileri arasında
sayıyordu.
Hicri üçüncü asrın müslüman olmayan bir filozofu (Sabit b. Kurre)'nin şu sözü meşhurdur:
"Başka
milletlerin gıpta edeceği ümmet-i Muhammed'in en seçkin kişilerinden biri de
Hasan-ı Basrî'dir. Mekke-i Muazzama her zaman ve
daima İslâm dünyasının merkezi olmuştur. Oraya her ilmin en yetenekli kişileri
devamlı gelir gider. Halk bunlara alışıktır, bu bakımdan dikkatlerini çekmez.
Fakat Mekleliler, Hasan Basrî'nin
derin ilmini gördükten, onun konuşmalarını dinledikten sonra: Biz böyle bir
adam görmedik, diyerek hayran kalmışlardır." [6]
Hasan Basrî'nin nasihat ve mev'izaları
sahabe döneminin ifâde sadeliğinin örneğidir.
Bu konuşmalarda daha
çok; dünyanın değişkenliği, hayatın durmadan değişmesi, âhiretin
Önemli olduğu konusu; iman ve amel telkini, takva ve Allah'tan korkmayı
öğretme, aşırı istekleri ve nefsin hilesini kötüleme vardır.
O devirde maddeciliğin
ve gafletin esir aldığı kimselerin, devletin üst kademesindeki pek çok
kişilerle genel halk topluluğundan olup zevk-ü safa seline çör-çöp
gibi kapılıp gidenlerin bu konulara büyük ihtiyacı vardı.
Hasan Basrî hazretleri sahabe-i kiram dönemini gördüğünden,
onlardan feyiz aldığından, şimdi ise Emevî
saltanatının gençlik yıllarına şahit olduğundan dolayı nasihat ve
konuşmalarında genellikle, büyük bir heyecanla Sahâbe-i kiramın iman
konusundaki hallerini, onların ahlakî ve amelî özelliklerini anlatmaya koyulmaktaydı.
O bu iki dönemi karşılaştırırken, iman ve amelde, ahlâk ve âdette görülmeye
başlayan bu belirgin, büyük değişmeyi anlatırken öfkesi ve heyecanı artar,
konuşmaları da ok ve neşter haline gelirdi.
Konuşmaları; gönülleri
coşturan, kalpleri büyüleyen heyecan dolu sözler olma özelliği yanında o döne-
nün en fasih ve en
beliğ edebiyat örneğiydi.
Bir keresinde devrin
insanlarının tenkidini, saha-be-i kiramın zikrini ve İslâm ahlâkının tarifini
yaparken şöyle söylemiştir:
"Vah vah, yazıklar olsun; aşırı istekler, hayali beklentiler,
insanları mahvetti. Laflar çok, amel ve uygulamalardan hiçbir eser yok. İlim
var fakat gereğini yerine getirmek için ne azim ne de bir gayret var. îman var
fakat yavan ve kuru. Her taraf insan dolu ama kafalarında beyin yok. Gelip
gidenleri, onların hışırtılarını duyuyorum ama, içten bir dost göremiyorum
(samimi insan yok). Millet önce girdi (İslâmm özüne),
vallahi sonra da çıktı. Önce herşeyi öğrendiler,
sonra inkâr ettiler. Önce haram olduğunu kabul ettiler, sonra da helâl
saydılar. Sizin dininiz nedir? Ağzınızda sakız.
Birinize, âhiret gününe inanıyor musun diye sorulsa hemen, evet der.
Kıyamet gününün sahibine yemin ederim ki yalan söyledi. Mü'mine
yakışan dinde sağlam olması, iman sahibi ve kesin inançlı olmasıdır. Onun ilmi
için hilim, hilmi için de
ilim süs olmalı. Akıllı fakat yumuşak huylu olmalı.
Güzel giyimi ve
zorluğa katlanması yoksulluğunu örtmeli. Zengin olursa itidalli olmayı elden
bırakmamalıdır. Sadaka ve fakirlere harcamalarında şefkatli, perişan durumda
olanlara merhametli, haklıya hakkını vermekte cömert ve geniş kalbli, adalet ve insafda dürüst
olmalıdır.
Mü'min; birinden nefret ettiğinde aşırılığa gitmez. Birine
sevgi ve muhabbet beslediğinde onun hakkında şeriattan tâviz vererek, onu
kayırarak günah işlemez. Ne kusur arar, ne alay eder. Laf taşımaz, zevk ü sefa
peşinde koşmaz. Lüzumsuz sözlerle boşboğazlık yapmaz. Hakkı olmayan şeyin
peşine düşmez. Ödevi olan
şeyi reddetmez. Özür
göstermekte haddi aşmaz. Başkalarının felâketine sevinmez.
Mü'minin namazı huşu içinde (kendini Allah'a vermiş halde)
olur, rukûa gidişi hızlı (istekli)dır. Onun işi şifâ
bahşeder. Sabrı takva, sessizliği (sükûtu) baştan başa tefekkür, bakışı tamamen
ibret ve ders almadır.
Âlimlerin meclisine
gider, ilim öğrenmek için; onların yanında sükût eder, rahatsız etmemek için.
Konuşursa (sevap) kazanmak için, faydalanmak için. İyi bir iş yaparsa sevinir,
kötü ve yanlış bir iş yaparsa tevbe ve istiğfar eder.
Kendisine bir densizlik yapılırsa yumuşak başlı davranır. Zulmedilirse
sabreder. Kendisine hakaret edilirse adaletle karşılık verir.
Allah'tan başkasından
yardım dilemez. Ondan başkasına sığınmaz. Topluluk arasında vakarlıdır, tek başına
bulunduğunda şükreder. Rızkına kanaat eder; felâketlere, musibetlere sabreder.
Gafiller arasında bulunursa hakkı söyleyenlerden, hakkı söyleyenler arasında
bulunursa tevbe ve istiğfar edenlerden olur.
Hz. Peygamberin sahabîleri
işte böyleydiler. Derece ve sıralarına göre, dünyada yaşadıkları sürece şanlarına
yakışan şekilde yaşadılar. Sonra teker teker Allah'a
ulaştılar.
Ey müslümanlar!
Sizden önceki salih (olgun) müs-lümanlar da öyle idiler. Ancak siz değiştiğiniz için Allah
da sizi değiştirdi:
'Bir millet kendi iyi
hallerini kötü ve fena hâle, çe-virmedikçe
Allah o milletin halini kötü hale çevirmez. Allah bir topluluğa da bir kötülük
diledi mi onun geri çevrilmesi imkansızdır. Ve toplum için Allah'tan başka bir
koruyucu da yoktur.[7] [8]
Bir başka zamanda
sahabe-i kiramı anlatırken ve Furkan sûresinin, mü'minierin niteliklerini anlatan aşağıdaki âyetlerini
açıklarken Hasan Basrî şöyle buyurur:
"Bu davet ilk mü'minierin kulağına ulaşınca onlar hemen o anda îman
ettiler, ona hemen lebbeyk dediler. Bu davete iman,
onların kalplerinin derinliklerine işledi. Onların kalpleri, bedenleri,
gözleri Allah'ın heybeti, azameti karşısında eğildi. Vallahi ben onları
gördüğüm zaman, sanki onlar dinin gerçeklerini gözleri ile görmüş gibi imân
ediyorlar gördüm. Onlar birbiri ile çekişen ve yanlışın peşinde koşan kimseler
değildi. Lüzumsuz sözlerle uğraşmazlardı. Allah'tan onlara ne gelmişse hemen
inandılar.
Allah Teâlâ onları Kur'an-ı Kerim'de
bakınız ne güzel övmekte ve tarif etmektedir:
'Rahman olan Allah'ın
kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vakar ile yürürler.
Câhiller kendilerine lâf attıklarında da "selâm" derler,
Onlar yumuşak başlı
kimselerdi. Cahillik yapmazlardı. Başkası da cahillik yaparsa onlar
ağırbaşlılıklarını ve vakarlarım bozmazlardı. Onlar Allah'ın kullan ile, işe
yarar söz dinlemek için gündüzlerini geçirirler. Allah onların gecelerini
hayırlı gece olarak bildirmiştir ve şöyle buyurmuştur:
'Onlar gecelerini
ayakta durarak ve secde yaparak (namaz kılarak) geçiren kimselerdir.'
Gerçekten onlar
ayakları üzerine dikili kalırlar, yüzlerini yere sürerler, secde yaparlardı.
Onların yanaklarında
gözyaşlarının bıraktığı çizgiler vardı. Allah korkusu onların gözlerini yaşla
doldurmuştu. Gecelerini uykusuz, gündüzlerini Allah korkusuyla geçirmek,
onlar için bir mesele değildi.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ;
'Onlar; Ey Rabbimiz,
cehennem azabını bizden uzaklaştır. Muhakkak cehennem azabı sürekli bir felâkettir
derler.'
İnsanoğlunun basma
gelen sonra da uzaklaşıp giden şeye Araplar "ğarâm"(-sürekli
azab) demezler. Âyet-i kerimede geçen "ğarâm" kıyamete kadar insanın başından gitmeyen
musibet ve felâket demektir. Kendisinden başka mabud
olmayan Allah'a yemin olsun ki; Allah'ın o (sahabî)
kulları (sözlerinde, dinlerinde) sağlam olduklarım gösterdiler. Ağızları ile
söyledikleri şeyleri yaptılar (söylediklerine göre amel ettiler).
Halbuki sizler ne
yazık ki sadece temenni etmekle yetiniyor sunuz. Ey
insanlar! Bu boş temennilerden vazgeçin. Çünkü Allah Teâlâ
hiçbir zaman hiçbir kuluna, dünyada da âhirette de
kuru arzusu ve boş temennisinden dolayı bir şey vermemiştir."[9]
Bu konuşmanın sonunda
(çok kere mev'izalarınm sonunda söylediği gibi) şöyle
buyurdu: "Bu nasihat ve öğütlerde bir eksiklik yoktur. Ama gönüllerde
hayat ve canlılık varsa tabiî." [10]
Onun büyüklüğü ve
üstün özellikleri; düzgün ve etkili konuşmak, derin bilgili olmak, tesirli
sohbetler yapmakla sınırlı değildi. Aksine o kendi döneminde doğruyu
söylemedeki cesareti, ahlakî cür'eti ve şecaati ile
seçkin biri idi.
Devrin halifesi Yezîd b. Abdülmelik'i, herkesin
karşısında tenkid etti. Bir ara adamın biri, ders
esnasında bir soru sordu: "Bu devrin fitnesi (Yezîd
b. el-Melheb ile İbn Eş'as'm çatışması) hakkındaki görüş ve kanâatiniz
nedir?" deyince dedi ki: "Ne onun tarafını tut, ne de Ötekinin
tarafını tut." Bunun üzerine orada bulunan bir Suriyeli lafa karışarak:
"Ne de mü'minierin emîri halife tarafını!"
dedi. Bunun üzerine Hasan Basrî sinirlendi, sonra da
ellerini kaldırdı: "Evet, ne de emîrül mü'minîn tarafını! Evet, ne de emîrül
mü'minîn tarafını!" dedi.
Haccâc'm, kılıcı ve kan dökücülüğü meşhurdur. Ama Hasan Basrî'nin dili onun zamanında da hakkı ve doğruyu
söylemekten asla geri kalmadı ve onunla ilgili olarak da vicdanının ve
inancının aksine bir söz söylemedi. [11]
İslâm'ın siyasî, maddî
gücü ve etkisinden dolayı İslâm ülkesinde büyük ölçüde öyle bir sınıf türemişti
ki; bu sınıf İslâm'ı kabul etmesine etmişti, ama İslâm onların ahlâkına,
davranışlarına, kalp ve kafalarına tam olarak hakim olmamıştı. Onlarda gerçek
iman ve Allah'ın "İslâm'a tam olarak girin" emri lâyıkıyla tecelli
etmemişti. Bizzat müslümanlarm tam islâmî bir eğitimle yetiştirilemeyen yeni neslinde, câhiliyet alışkanlıklarının etkisinden temizlenmemiş pek
çok insan vardı. Onların İslâm'la derinden ilişkileri ve yaşadıkları hayatta
Allah'ın emirleri önünde baş eğip ona uyma huyları meydana gelmemişti.
İçlerinde Önemli sayıda, -özellikle devlet adamları ile, emîr ve zenginler
sınıfında- öyle kimseler vardı ki; onlarda eski münafıkların ahlâkı,
davranışları, onların düşünce ve karakterlerinin görüntüsü göze çarpıyordu.
Genel hayata da bunlar
hâkimdi. Devlette,
sarayda, ordunun kilit noktalarmr da, ticarî
merkezlerde bunların hâkimiyeti vardı. Onla nn
yaşayış biçimi toplumda moda değeri taşıyordu.
Bazılarına göre nifak,
özel bir zaman kesiminin ve bölgenin hastalığı idi. Peygamberimizin döneminde
Medine-i Münevvere'ye özgü durum ve şartlardan dolayı
ortaya çıkmıştı. İslâm'ın galip gelişi ve küfrün mağlup oluşu ile bu son
bulmuştur. Bundan dolayı da iki kuvvetin çekişmesi zamanla kaybolmuş ve sadece
ortada İslâm kalmıştır. Bu bakımdan da tabiî olarak bu ikisinin arasında
(İslâm'la küfrün arasında) kararsız ve tereddüt eden ve herhangi birine sadık
taraftar olamayan bir sınıfın ortaya çıkmasına bir sebep ve fırsat kalmamıştır.
Artık ya alenî küfür vardır veya apaçık İslâm vardır.
Bu ikisinin arasında tereddüt etmeye hiçbir sebep kalmamıştır demektedirler.
Bu görüşün etkisi tefsir ve tarihlerde göze çarpmaktadır.
Bu görüşü ileri
sürenler; nifakın, insan tabiatının bir hastalığı ve zayıflığı olduğunu ve onun
kadar eski ve yaygın olduğunu görmemezlikten gelmişlerdir.
Bu hastalığın ortaya çıkması için, İslâm ve küfrün iki ayrı güç olarak mutlaka
ortada bulunması ve aralarında çatışma sürmesi gerekmez. Hakikî ve saf
İslâm'ın üstün gelip hâkim olması halinde de, herhangi bir sebepten dolayı
İslâm'ı hazmedemeyen böyle bir zümre meydana gelebilir ve onun kafasında,
kalbinde İslâm yer edemez. Ama onun bunu inkâr etmeye ve böyle bir şeyle ilgisi
olmadığını açıklamaya ahlakî cesareti yoktur. Ya da müslüman görünmekle İslâm devletinden veya müslü-man toplumundan elde ettiği
menfaatlerin elinden çıkması buna izin vermez. Bu bakımdan o, bütün Ömrü boyunca
bu iki fiilî tereddüt hah içinde yaşar. Onun psikolojik durumları, ahlâk ve
davranışları, ahlâkî zayıfbğı, menfaatperestliği,
makam ve mevki düşkünlüğü, hayattan zevk alma hırsı, dünyaya sarılması, âhireti unutması, iktidar ve mevki sahipleri karşısında kurnazlığı
ve zayıflar ile yoksullara zulmetmesi, onlara kötülük yapması ilk dönem
münafıklarını (münâfıkîn-i evvelin) hatıra getirir. [12]
Hasan Basrî Hazretlerinin, nifakın var olduğunu ve canlı olduğu
gerçeğini iyice anlaması onun büyüklüğüne, dinî görüş ve anlayışının çok güçlü
olduğuna işarettir[13] O;
münafıkların sadece var olmadıklarım, hatta hayata etkili olduklarını, devlete
el attıklarını, şehirlerdeki ayyaşlığın sebebinin onlar olduğunu iyice görmüştür.
Birisi ona; "Bugün de nifak ve münafıklar var mı?" diye sordu.
Buyurdu ki:
"Eğer münafıklar
Basra sokaklarına çıkıp dökülür-lerse artık Basra'da
yaşamaktan sıkılırsınız."[14]
Yani şehrin nüfusu
içinde onların sayısı çoktur ve onların İslâm'la ilgisi, isimden ibarettir.
İslâm onların içine yerleşmemiştir. Veya onlar amelleri ve ahlâkları açısından islâmî yaşayışla süslenmemişlerdir. Bir başka yerde şöyle
buyurdular:
"Sübhanallah! Bu ümmete nasıl münafıklar musallat olmuştur
da onu perişan etmektedirler."[15]
Yani devlet içinde
İslâm ve müslümanlara samimi olarak bağlı olmayan bu
unsur vardır ve bunların kendi amaç ve menfaatlerinden başka hiçbir istekleri
yoktur.
Hasan Basrî'nin davet ve ıslahat çalışmalarının etkili ve güçlü
oluşunda en büyük etken, onun şu özelliklere sahip oluşudur:
O, hayatı bir
kenarından yakalamış ve toplumun asıl hastalığına dikkat çekmiş ve o hastalığın
üzerine üzerine gitmiştir. Onun zamanında pek çok davetçi
ve nasihatçı vardı. Fakat o günün toplumu hiçbirinin
varlığını ve hiçbirinin davetini, Hasan Basrî'nin
varlığını ve davetini hissettiği gibi hissetmedi. Çünkü Hasan Basrî'nin konuşmalarından, derslerinden o dağınık,
parçalanmış topluma bir darbe geliyordu. Kendine gelmesi için toplum ihtar
yumrukları gibi uyarılar alıyorduyordu. Münafıklığın
içyüzünü açıklıyordu. Münafıklık bu toplumda yayılan bir hastalıktı. O,
münafıkların ahlâk ve alâmetlerini açıklıyordu. Bu ahlâk ve alâmetler de
orduda, ticarette ve devlette pek çok kimselerde bulunuyordu. Yaşanan hayatta
da gözler önünde cereyan ediyordu. Hasan Basrî, âhireti unutmanın ve dünya perestliğin
ortaya çıkardığı hastalığı kötülü-yordu. Pek çok kimse de bu vebaya
yakalanmıştı. Ölüm ve âhiretin manzarasını gözler
önüne seriyor, o gerçekleri herkese gösteriyordu. Lüks hayat yaşayanlar (mütrifîn) dan ve gafillerden Öyle bir grup ortaya çıkmıştı
ki, onların hayatı, bütün bunları unuturcasma bir
yaşayıştı.
Hasılı kelâm, onun
daveti, nasihatları ve ıslah çalışmaları, o zamanın
arzuları ve amaçları ile o kadar çatışıyordu ki o günün toplumu için ondan uzak
durmak, ona ilgisiz kalmak imkansızlaşmıştı.
Bunun sonucu olarak
pek çok kimse onun konuşmalarından, sohbetlerinden etkilenerek Önceki hayatından
vazgeçmiş, o tür hayat yaşamaktan tevbe etmiş, yeni
bir hayatı tercih etmişti. Konuşmalarında ve sohbetlerinde dine, imana
çağırıyor; nasîhatları, hareketleri ile nefisleri
arındırıyor ve terbiye ediyordu.
Altmış senelik uzun
süreyi ıslah ve davetle geçirdi. Hiç kimse, onun sayesinde ne kadar insanın;
imânın tadına vardığım, İslâm hakikatine ulaştığını tahmin edemez. Havşeb oğlu Avvâm şöyle diyor:
"Hasan, altmış sene süreyle milleti arasında, (peygamberliğin bitmesinden
önce) peygamberlerin kendi ümmetleri arasında yaptığım yapmıştır, "[16]
Bu samimiyet, ihlâs, dine sarılma, ilmî ve manevî kemâllerin etkisi
sonucu bütün Basra şehri ona bağlanmış, ona meftun olmuştu. H. 110 yılında
vefat edince bütün şehir halkı onun cenazesini uğurladı[17]
Bütün şehir halkının kabristana gitmesinden dolayı o gün en büyük camide ikindi
namazının kılınamaması Basra'nın tarihinde ilk defa vuku bulmuştu.
Hasan Basrî'den sonra ilmî ve manevî yönden onun yerine geçenler
ve kendi dönemlerinin her bir davetçisi "Allah'a davet", âhirete çağrı, amel ve imana çağrı çizgisini sürdürmüşler
ve arada bir boşluk bırakmamışlardır.
Hasan Basrî'nin vefatından 22 sene sonra Emevî
devleti sona erip Abbasî devleti kuruldu. Şam yerine Bağdat, hilâfet merkezi ve
bütün doğunun yöneldiği bir merkez oldu. [18]
Bu ıslah çalışmaları
ile birlikte davet ve anlatmalar çizgisinde küçük küçük
duraklamalardan sonra, halifeliği sağlam temeline oturtma ve Emevîlerin, ondan sonra da Abbâsîlerin icad
ettikleri halifeliği kiralık mal gibi kullanmaktan kurtarma çalışmaları da
sürdürüldü. Halifelik yanlış bir şekilde öyle bir takım millî ve ırkî temellere
oturtulmuştu ki buna karşı hiçbir hareket, hiçbir ses; -soyluluk, yüksek âüeye mensub olduğuna ait delili
ve arkasında saltanat ailesinin desteği ve himayesi olmadığı sürece- etkili
olamamıştır.
Bu bakımdan Emevî ve Abbasî halifeliğine karşı ci-had
bayrağını açanların Ehl-i Beyt'e
mensup olduklarını görüyoruz. Çünkü onların muvaffak olması daha çok mümkündü.
Onlar ümmetin dinî istek ve arzularının önderi de idiler. Müslümanların dinî
unsurlarının ve ıslahatçı gruplarının yardımcılığı ve desteğine sahiptiler.
Kerbelâ olayından sonra da Peygamber sülâlesinden çeşitli
kimseler inkılap çalışmaları yaptı. Efendimiz Hz.
Hüseyin (ona ve atalarına selâm olsun)'den sonra onun torunu Hüseyin oğlu Ali
oğlu Zeyd; Abdül-melik oğlu
Hişâm'a karşı cihad
bayrağım kaldırdı. Fakat H. 122 yılında asılarak şehid
edildi. İmam Ebu Hanîfe cihad sırasında harcaması için ona onbin
dirhem gönderdi; kendisinin gelememesinden dolayı mazeret beyan ediyor, özür
diliyordu.
Ondan sonra Hz. Hasanın oğullarından Hz. Mu-hammed Zünnefs ez-Zekiyye Medine'de, ve onun tavsiyesi ile kardeşi İbrahim b.
Abdullah da Kûfe'de Man-sûr'a
karşı cihad bayrağım açmışlardı. İmam Malik ve İmam Ebu Hanife onları himaye ediyor
ve destekliyorlardı[19] İmam
Ebu Hanife çekinmeden
onları destekledi. Bir miktar parayı da onun emrine gönderdi. Man-sur'un ordu komutanı Hasan b. Kahtaba'yı
İbrahim'e karşı koymaktan caydırdı. O da halifeye bir mazeret ileri sürdü
ve gitmedi[20] Birincisi
H. 145 yılının
Zilkadesinde Kûfe'de şehid
oldu.
Emevîlerin ve Abbasîlerin devletlerinin güçlü oluşu ve geniş
çaplı idarî düzenlemeleri yüzünden, bütün bu gayretler boşa çıkmışsa da onlar,
ümmette kötü idareye, haksız iktidara karşı bir çabanın ve gerçeği haykırmanın
bir örneğini yerleştirmişlerdi.
Her ne kadar onların
çalışmaları fiilen başarılı olamadı ise de, bu fikrî tesirin, bu uğurda can
verme ve sürekli çaba harcama çizgisi göstermesi az kıymetli değildir. İşte
İslâm tarihinin şerefi; bozuk idarenin, yanlış yönetimin ve maddî zevklerin
karşısında teslim olmayan ve temiz bir amaç uğruna kanlarını son damlasına
kadar akıtan bu yiğit kişilerle ayakta durmaktadır. [21]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/85-86.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/87-88.
[3] Dâiretü'I Maârif, Libostânî, c.7, s.44.
[4] Ebu Hayyân
etTevhîdî, bunu Sabit b. Kurra'dan
nakletmiştir.
[5] İhyâu Ulûmu'ddîn,
c.l, s.168.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/88-91.
[7] Ra'd, 13/11.
[8] Hasan el-Basrî, İbn Cevzî, s.69-70
[9] Kıyam el-Leyl, s.12. İmam Ahmed b. Hanbel'in talebesi, mu-smu haddis Muhammed b. Nasr
el-Mervezî.
[10] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/91-95.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/95-96.
[12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/96-98.
[13] Daha sonraki dönemlerde gelen âlimlerden Şah Veliyyullah Dehlevî de
münafıklığın her zaman bulunduğuna ve diri olduğuna, münafıkların varlığının
belirli bir zamana Özgü olmadıklarına inanmaktadır. Ona göre münafıklık iki
türlüdür: Biri, itikadı (inançla ilgili), diğeri amelî ve ahlakî (davranışla
ilgili) dir. Peygamberlikten sonra vahiy kesildiği için itikadî münafıklığın bilinmesi, tanınması zordur. Fakat
amel ve ahlâk münafıklığı çok olmaktadır. O, kendi dönemi için şöyle diyor:
"Bugün nifak çokça vardır." Fevzu'l-Kebîr
isimli eserinde diyor ki: "Eğer münafıklardan örnekler görmek istersen,
sultanın dostlarının, devletin yetkili memurlarının toplantılarına git.
Onların, efendilerinin arzularını Allah'ın arzusuna nasıl tercih ettiklerini
görürsün. Hz. Pey-gamber'in
buyruklarını doğrudan kendisinden dinledikleri halde münafıklık yolunu tutanla,
bugün yaşayan ve kesin bilgilerle Allah'ın emirlerini öğrendiği halde
münafıklık yolunu tutan arasında hiç fark yoktur. Buna kıyas ederek akılcılar
topluluğu -ki bunlar pek çok şüphe ve tereddütlere sahip insanlardır-,
gerçekleri ve âhiret hakikatini unutan bu gibi
kimseler bu devrin münafıklarının Örnekleridir."
[14] Sıfat el Nifak ve Zemmül Münâfıkîn, Muhaddis Ebu Bekir Faryâbî, s.68.
[15] Sıfat el Nifak ve Zemmül Münâfıkîn, Muhaddis Ebu Bekir Faryâbî, s.68.
[16] Dâiretü'l Maârif, Bostânî c.7, s.44.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/98-100.
[17] Basra o zaman Irak'ın en büyük şehri ve hilâfet
merkeziydi. Şam'dan sonra İslâm âleminin ikinci derecede bir şehri
sayılıyordu.
[18] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/101.
[19] İmam Mâlik, önceden Mansûr'a
bîat etmiş ise de. Medinelilerin Muhammed Zünnefs ez-Zekiyye'ye eşlik etmeleri, ona itaat etmeleri için fetva
verdi.
[20] Tarihçilere göre Mansûr'un Ebu Hanife'ye karşı sert
davranmasının sebebi onun kadılık görevim reddetmesi değildi. Aksine Muhammed
ve İbrahim'i desteklemesiydi. Geniş bilgi için bk: Menâkıbı
Ebî Hanîfe, Bezzârî, c.l, s.55.
[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/101-103.