Halk-ı Kur’an
Fitnesi Ve İmam Ahmed b. Hanbel
İlahiyat
Felsefesi, Zât Ve Sıfat Konuları
İmam Ahmed'in
Musibete Uğraması:
İmam Ahmed'in
Ağzından Olayın Genişçe Anlatılması:
İmam Ahmedin
Başarısı Ve Karşılığı
Hicrî ikinci yüzyılın
başlarında müslümanlar Yunan felsefesiyle tanıştılar.
Bu felsefe; sadece
birkaç tahminden, mukayeselerden ve gerisinde hiçbir gerçek bulunmayan
cafcaflı sözler tılsımından ibaretti. Belirli, kendine has kavramlar taşıyan
ve tecrübelere bağlı olan az bir miktardaki kelimelerle, sınırlanması imkânsız
olan bir varlığın (Allah'ın) gerçek durumu ve sıfatları nasıl ani atılabilir?
Allah'ın varlığı, onun zâtı ve sıfatları meselesi; kimyevî tahlil, terkib
meselesine, ilmî incelemeye, mukayeseye girmez. Bu konuda insanların, üzerine
araştırma ve mukayese binası kurabilecekleri temel bilgileri ve şahsî
tecrübeleri yoktur.
Bu konuda insanların
bilgi kaynağı sadece peygamberlerin verdiği bilgiler ve Allah'ın vahyidir.
Ancak bununla Allah, sağlam bir şekilde tanınabilir ve onun sıfatlarını
anlatma yolu öğrenilir. Ancak bununla yetinmek aklın olgunluğu ve görüşün
sağlamlığıdır.
Bu bilgi en sağlam
şekliyle Kur'ân ve hadis şeklinde müslümanlarda mevcuttu. (İlahiyat konusunda)
onların öyle faydasız ve boş şeylerle uğraşmaya ihtiyaçları yoktu. Sahâbe-i
kiram, tabiîn, eimme-i dîn ve hadis âlimleri bu görüşe sahip ve bu mezheb üzere
idiler. Müslümanların bütün ilgi ve dikkati: İslâm'a davete, fetih ve cihada,
hayatın amelî meselelerine ve faydalı ilimlerin yazı ile tesbiti üzerine
çevrilmişti.
Yunanca, Süryanice
kitablar tercüme edilip de eski dinler ve ülkelerin âlimleri ve filozofları ile
müslüman-lar karışınca; ümmetin çabuk etkilenebil en, düşünce ve görüşlerinde
derinlik ve olgunluktan daha çok basitlik ve acemilik olan bir zümre bu tür
düşünceden, inceleme metodundan etkilendi. Bunun sonucu olarak Allah'ın zâtı
ve sıfatları, onların birbiri ile ilgisi, Allah'ın konuşması, Allah'ın
görülmesi, adalet, kader, cebir ve irade konularıyla ilgili öyle tartışmalar ve
meseleler ortaya çıktı ki, aslında bunlar ne dinî bakımdan gerekli idi, ne de
dünya konusunda bir faydası vardı. Aksine böyle meselelerle uğraşma, ümmetin
birlik ve beraberliğine, müslümanlarm güçlenmesine çok zarar verici idi. [1]
" Din
filozoflarının bu zümresinin öncülüğünü, devirlerinin "aydın
düşünceli" âlimi ve heyecanlı kelâmcıları (felsefecileri) olan Mutezile
mezhebi mensupları yapıyordu. Onlar bu ilmî konuları, küfür ve imanı belirleyen
ölçü yaptılar. Bütün zekâ ve beyin güçlerini bu konulara bağladılar.
Bunların karşısında
ise hadis ve fıkıh âlimleri vardı ki, onlar bu konularda selef mezhebi (ilk
dönem gerçek islamcı âlimlerin mezhebi) üzerinde idiler ve bu faaliyetleri
zararlı görüyorlar, bu tâbirleri de yanlış kabul ediyorlardı.
Harun Reşid'in
halifeliği dönemine kadar Mutezile gelişemedi. Yunan felsefesinden ve
akılcılıktan yılmış olan, Özel şartlar ve eğitimden dolayı zihin yapısı Mutezile
ile uyum sağlayan Mutezile mezhebi Me'mûn zamanında gelişme gösterdi.
Abbasî devletinin
adliyesinin başında bulunan ve Mutezile'nin görüş ve düşüncelerinin cezbeli ve
aktif bir propagandacısı olan Kadî İbn Ebî Düvâd sayesinde Mutezile mezhebi
devrin devlet idaresi tarafından himayeye ve desteğe sahib oldu. Bizzat
Me'mûn'un kendisinde davet ruhu, bir davetçi coşkusu ve heyecanı vardı.
Me'mûn'da, zeki gençlerin aceleciliği ile diktatör idarecilerin inatçılığı
birleşmişti. Sarayını ve duygularını Mutezile mezhebi mensubları kuşatmıştı.
Kur'an-ı Kerim'in
mahluk olma (yaratılmış olma) meselesi, o devirde Mutezilenin şiarı olmuş ve
iman ile küfrün, müslüman olmakla kâfir olmanın ölçüsü hâlini almıştı. Hadis
âlimleri bu meselede Mutezile'nin rakibi ve muhalifi idiler. Hadis âlimleri
tarafını temsil eden İmam Ahmed b. Hanbel bu akıma karşı göğsünü gerenlerdendi. [2]
İmam Ahmed b. Hanbel,
H. 164 yılının Rebiulevvel ayında Bağdat'ta doğdu. Halis Arap soyundan ve
Şey-bân kabile sindendi. Sabır, feraset, gayret, doğruluk ve kararlılık o
kabilenin tarihî özelliklerindendir.
Dedesi Hanbel b.
Hilâl, Basra'dan Horasan'a göçmüştü ve Emevî devletinde Serahs bölgesinin
valisi idi. Fakat Abbasîler, Ehl-i Beyt ve Hâşimoğulları adına Horasan'da
davalarını ve davetlerini yayarlarken Hanbel b. Hilâl bu davetçilere ve
faaliyet gösterenlere yardımda bulunanlardandı.
İmam Ahmed'in annesi
Merv'den Bağdat'a geldiğinde henüz kendisi annesinin karnında idi. Doğmadan
önce babası Ölmüştü. Büyük bir cesaret ve azimle annesi onu büyüttü. Geçimini
sağlayacak mal varlığı sadece isimden ibaretti. Bu ahvâl ve şartlar onda
tahammül, cefakâr-lık, azim ve kendine güven nitelikleri meydana getirdi.
Çocukluğunda Kur'an-ı
Kerim'i ezberledi. Dil öğrendi. Sonra yazı ve kitabet alışkanlığı kazanmak
için bir devlet dairesine girdi. Asalet ve yeteneklilik izleri çocukluğundan
belliydi.
Amcası Bağdat'ın
vak'anüvîsi idi. Halife yokken haberleri derleyip toplayıp ona göndermekle
görevli idi. Bir keresinde belirli bir kişiyi anlatan yazıyı kaleme alması
için müsveddeyi küçük yaştaki yeğenine verdi. Bu kâğıtlarda belki Bağdathları
şikâyet ve pek çok kişinin ihbarı vardır düşüncesiyle onları Dicle nehrine
attı.
Devlet bürosunda
tahrirat kâtibliği yaparken, kocaları Harun Reşid'le orduya katılıp sefere
giden kadınlar ona mektup okuturlar, yazdıracakları zaman da yazardı. Fakat
şeriata ve ahlâka aykırı kabul ettiği konukları yazmazdı,
j
Takvasının,
temizliğinin, kabiliyet ve asaletinin iz| lerini sezerek o dönemin feraset
sahibi kişisi Heysem bj Cemîl: "Eğer bu genç yaşarsa devrin insanlarına
hucce| olur." demişti.
ı
Dinî ilimler içinde o
hadis konusuna Özel bir ilgi duydu. Herşeyden önce Kadı Ebu Yusuf dan hadis yazdı.
Sonra dört sene boyunca Bağdat'ta hadis âlimi Heysem b. Beşîr b. Ebu Hâzim
el-Vustâ'dan (Ö.183 H.) fay-r dalanmaya devam etti. Bu sırada meşhur hadis imamları
Abdurrahman b. Mehdî, Ebu Bekir b. Ayyaş vs.den, faydalandı.
Onun, hedefine ulaşma
çalışmalarındaki ciddiyetini şöyle ölçebiliriz. O der ki: "Ben bazı
günler hadis dersine yetişmek için o kadar erken gitmeye karar verirdim ki,
annem kolumdan tutar, biraz dur da hiç olmazsa sabah ezanı okunsun, ortalık
biraz aydınlansın^ derdi."
Bağdat'tan ayrılarak
Basra, Hicaz, Yemen ve Suriye'ye yolculuk yaptı ve her yerin ünlü hadis
âliminden faydalandı.
H. 187 yılında Hicaz'a
ilk gidişinde İmam Şafiî ile görüştü. Sonra kendi prensiplerini ve mezhebini
düzenledikten sonra Bağdat'ta ikinci kez onunla görüştü.! İmam Ahmed o zaman
iyice tecrübeli olmuş ve yetişmişti. İmam Şafiî, hadislerin sağlamlığı ve
çürüklüğü konusunda çok kere ona güvenir ve derdi ki: "Eğer siz, hadis
âlimlerine göre sağlam (sahih) bir hadise rastlar sanız bana daima bildirin,
ben onu tercih edeceğim."
Hadis âlimi Cerîr b.
Abdülhamid'den hadis dinlemek için Rey'e (İran'da) gitmeye bile karar verdi.
Fakat harçlığı olmadığı için gidemedi. "Eğer benim yanımda 90 (doksan)
dirhem dahi olsaydı çeker giderdim" derdi. Hadis Öğrenme hususunda onun
büyük azmini şu olaydan ölçebilirsiniz:
H. 198 yılında hac
yapmak niyetiyle Hicaz'a, orada bir süre kaldıktan sonra Abdürrezzak b.
Hemmâm'dan hadis öğrenmek için San'a'ya (Yemen'e) gitmeye niyet etti ve bunu
ders arkadaşı Yahya b. Maîn'e anlattı. İkisi de bunu yapmaya karar verdiler ve
beraber yola çıkıp Mekke'ye ulaştılar.
Henüz ikisi daha kudüm
tavafı yaparken Abdürrezzak b. Hemmâm'm tavaf yaptığım gördüler. İbn Maîn onu
tanıyordu, selâm verdi ve İmam Ahmed'i tanıştırdı. Abdürrezzak onlara duâ etti
ve:
"Ben onun çok
medhini duydum" dedi.
Yahya b. Maîn de:
"Biz yarın sizi
ziyarete geleceğiz, sizden hadis dinleyeceğiz" dedi.
Ondan ayrılıp
gittikleri zaman İmam Ahmed b. Hanbel arkadaşına;
"Neden şeyhden
mülakat (randevu) aldın?" dedi. Bunun üzerine o:
"Şükret ki, hadis
dinlemek için bir ay yolculuk yapma zahmetinden, sonra geri gelmek için bir ay
daha yolculuk yapma zahmetinden ve bir de büyük bir masraftan Allah seni kurtardı
da şeyhi buraya gönderdi." diye cevap verdi.
İmam Ahmed buna karşı:
"Ben hadis için
yolculuk yapmak niyetiyle yola çıkayım da bu yolculuktan vazgeçeyim, olur mu?
Hizmetçilerimden utanırım, gideceğiz
ve oraya vararak
hadis
dinleyeceğiz" dedi. Nitekim hacdan sonra San'a'ya gittiler ve -daha önce
kendilerini dinleyeme-dikleri- Zührî ile İbnül-Müseyyeb'i de orada dinlediler.
Bu azim, cefakârlık,
çok seyahat ve yaratılıştan gelen normal üstü hafıza gücü sonucu olarak bir milyon
hadis ezberlemişti. Bu geniş bilgi ve çok ezberlemeye rağmen o; İmam Şafiî'nin
fıkıh bilgisine, hüküm çıkarma yeteneğine, zekâsına hayrandı ve:
"Gözlerim onun gibisini görmedi" derdi.
İmam Şafiî'den ictihad
metodunu öğrendi, onun melekesini aldı. Sonra da o; İslâm dünyasında
mezheb-leri bugüne kadar canlı kalmış bu ümmetin ünlü müc-tehidlerinden biri
oldu.
İmam Şafiî de onu çok
takdir edenlerdendi. Bağdat'tan ayrılırken: "Ben Bağdat'tan ayrılıp
giderken geride Ahmed b. Hanbel'den daha takvâlı, daha çok fıkıh bilgisi olan
birini bırakmadım." demişti.
Ahmed b. Hanbel, 40
yaşında iken yaklaşık olarak H. 204 yılında hadis dersi vermeye başladı. Peygamberlik
yaşı olan kırk yaşında Onun hadis yayma (öğretme) işine başlaması sünnete
uymanın en mükemmel seviyesi idi.
Başlangıçtan beri onun
dersinde öğrencileri ve dinleyicileri büyük bir kalabalık oluştururdu. Bazı
râvîlerin anlattıklarına göre; onun dersini dinleyenler her zaman beşer bin
kişi olurdu. Bunlardan beş yüzer kişisi, anlatılan hadisleri yazan kişilerdi.
Onun dersi çok ciddi ve vakar içinde geçer, hiç kimse orada sohbet ve latife
sözü söyleyemez veya hadisin vakar ve değerine ters düşen ciddiyetsiz bir
hareket yapamazdı. Zenginlere ve yüksek devlet memurlarına mukabil fakirler
tercih edilir ve saygı gösterilirdi.
Allâme Zehebî, İmam
Ahmed'in bir çağdaşı ve ar-
kadaşmm şu ifadesini
nakletmektedir:
"Ben fakir
kimselerin îmam Ahmed'in meclisinde üstün ve değerli tutulduğu gibi başka hiç
bir mecliste tutulduğunu görmedim. Onlara ilgi gösterir, dünya ehline ilgisiz
kalırdı. Hilm sahibi, yumuşak huylu idi, aceleci değildi, çok mütevazi ve alçak
gönüllü idi. Yüzünden huzurluluk ve vakar okunurdu. İkindiden sonra ders
vermek için oturduğu zaman kendisinden bir şey sorulmadıkça cevap
vermezdi."
Onun hayatı, selef
âlimleri gibi eşyaya değer vermeyen zahid birinin tevekkül ve kanaata dayanan
hayatı gibi idi. O bu hayatı yoksulluğundan değil, arzu ettiğinden seçmişti.
Dönemin halife ve sultanlarının hediyelerini asla kabul etmedi. Çocukları
arasıra bu konuda kendisi ile konuştuklarında: "Bu mal helâldir. Bununla
hac yapılır, caiz olur. Ben onu haram kabul ettiğim için reddetmiyorum. İhtiyat
ve tedbir olarak almıyorum." derdi.
Çalışarak veya
atalarından kalan malla geçinirdi. Bu yoksulluğuna rağmen çok cömert ve üstün
himmet sahibi idi. "Eğer bütün dünya bir araya gelip durulup bir lokma
olsa ve o lokma bir müslümamn elinde olsa, o müslüman da bu lokmayı diğer bir
müslüman kardeşinin ağzına koysa israf olmaz." derdi.
Sadece mal konusunda
değil, kendi şahsı hakkında da çok geniş gönüllü, taharamüllü ve hoşgörülü idi.
Bir gün bir kimse ona çok ileri geri sözler söyledi, az sonra da pişman olup
geldi özür diledi, ne olur beni affedin, dedi. İmam Ahmed de: "O sözlerin
söylendiği yerden sen adımlarını atmadan ben seni affetmiştim" buyurdu.
Kur'an-ı Kerim'in
mahluk oluşu meselesinde o, bütün düşmanlarını, hatta kendisine büyük işkence
yapılmasını emreden devrin halifesini bile affetmişti. "Sadece bid'at
(bâtıl)m propagandasını yapanı, onu yaymaya çalışanı affetmem. Yoksa bana
işkence yapanların, payları olanların hepsini affettim." diye buyururdu.
Ara sıra da, "Senin yüzünden bir müslümana işkence ve eziyet yapılmasının
sana ne faydası vardır?1 derdi.
Bu büyük
meziyetlerine, üstün şahsiyetine rağmen hiçbir zaman kendi içinde büyüklük
duymadı. Hiçbir övünme kelimesi ağzından çıkmazdı. Bununla birlikte Yahya b.
Maîn diyor ki:
"Ben Ahmed gibi
birini hiç görmedim. Elli sene onun yanında kaldım, hiçbir zaman o bizim
yanımızda kendi iyiliği, hayrı, menfaati üzerine övünmedi."
Onun yumuşak başlılığı
(tevazuu), kendini gizleme-1 si öyle idi ki, o yüksek seviyede Arap asıllı
olmasına, bunun o devirde gurur ve övünme sebebi olmasına rağmen bunu
söylemeyi hiç sevmezdi.
Allâme Zehebî, onun
çağdaşı Aziz Ebu Nu'mân'dan şöyle nakleder: Ahmed b. Hanbel harçlığı olan para
tutarını benim yanıma kor, sonra ondan ihtiyacına göre azar azar alırdı. Bir
gün ben ona dedim ki: "Ey Ahmed, senin Arap asıllı olduğunu
öğrendim." Bunun üzerine o: "Ey Ebu Nu'mân, biz yoksul bir milletiz."
diye cevap verdi. Ben ona durmadan sordum durdum, ama o her seferinde
sorularımı, sözlerimi geçiştirdi, hiçbir cevap vermedi.
Kur'an-ı Kerim'in
mahluk oluşu fitnesine karşı bu ayak diremesinden dolayı bütün İslâm dünyasında
meşhur olmasına ve her tarafta sevilip övülmesine, ona yapılan duaların
naraları göklere yükselmesine rağmen o endişe içinde bulunuyor, kendince
emniyet ve huzur hissetmiyordu.
Mervezî diyor ki:
Bir gün ben ona;
Senin için bol bol
dualar ediliyor." dedim.
Bana dedi ki:
"Yakıştırma olmasından korkarım, ,. ,„ sen bunu nasıl, neden
söyledin?" . j. Ben de dedim ki:
"Tarsus'tan bir
adam geldi, o şöyle anlatıyor: Biz Bizans diyarında cihâd (savaş) yapıyorduk.
Gecenin sessizliği içinde Ahmed b. Hanbel için dua edin diye bir nida geldi.
Bazıları, Ahmed için dua edin diye bağrıştılar. Biz İmam Ahmed adına niyet
ederek mancınıkları çalıştırıyorduk. Bir keresinde öyle oldu ki; düşmanlardan
bir adam kale duvarı üzerinde dikiliyordu. Kendini de iyice sipere almıştı. Biz
Ahmed adına niyet ederek mancınığı çalıştırdık. Attığımız gülle ile başı ve
siper uçup gitti."
Bunu duyan Ahmed b.
Hanbel'in yüzünün rengi değişti ve:
"Allah vere de bu
bir yakıştırma olmasa" dedi.
Bazı kereler
uzaklardan, müslüman olmayanlar da onu görmeye geliyorlardı. Bir keresinde
hristiyan bir doktor muayene için geldi.
"Ben senelerdir
sizi ziyaret etmeyi arzuluyordum. Sizin hayatınız sadece müslümanlar için
hayır, saadet ve mutluluk sebebi değil, bütün yaratıklar için hayır, saadet ve
mutluluk sebebidir. Bütün dost ve arkadaşlarımız sizi çok seviyor" dedi.
Mervezî diyor ki:
O doktor çekip gidince
ben;
"Herhalde bütün
İslâm dünyasında sizin için dualar yapılıyor" dedim de o buyurdu ki:
"Kardeşim, insanın
kendi hali ve gerçek durumu kendi gözleri önüne serilip de gösterilince kim ne
derse desin, artık onu aldatamaz."[3]
Tevazu ve fakr
görüntüsü ile birlikte Allah Teâlâ ona Öyle bir heybet ve vakar bahsetmişti ki,
devlet adamları, askerî ve resmî erkân bile ondan çekinir, ona saygı göstermeye
kendini mecbur hissederdi.
Onun bir çağdaşı şöyle
diyor:
"Ben (Bağdat
valisi) İshak b. İbrahim ve falan falan idarecilerin yanma gittim, onların
huzuruna çıktım. Fakat İmam Ahmed kadar heybetli ve vakar sahibi birini
görmedim. Ondan bir mesele sormaya gittim, heybetinden bana bir titreme geldi.
Her tarafimı heyecan sardı."
Devrindeki bütün
maneviyat erbabı ve ihlâs ehli kişiler onun şahsiyet ve azametini kabul eder,
ona saygı gösterirlerdi. Devrin âlimleri ve değişik ilim dallarının Önderleri
(uzmanları) onun derin bilgisine, çok geniş malumatına hayrandılar, bunu da
açıkça söylerlerdi.
Meşhur hadisçi İbrahim
el-Harbî şöyle diyor:
"Ben Ahmed b.
Hanbel'i gördüm de; Allah Teâlâ'nın önce geçen âlimlerin, sonra gelen bilginlerin
her çeşit bilgisini onda bir araya getirdiğini (topladığını) anladım. O
bilgilerden istediğini dışarı çıkarıyor, çıkarmak istemediğini de içinde
gizliyor."
İmam Ahmed'in ibadete
düşkünlüğü darbımesel haline gelmişti. Me'mûn, Mutasım ve Vâsık dönemleri, üçü
de onun peşinde olup rahatsız ettikleri için, onun imtihan dönemi idi.
Mütevekkil'in devri
de, Mütevekkil ona çok bağlı olduğu için bir imtihan devri idi. Bu devrin
imtihanı ona daha çetin gibi geliyordu. Bu bakımdan daima endişe içindeydi. Ara
sıra; "O adamların eziyet ve işkencelerine rağmen dinî duygum sarsılmadı,
dinî görüşlerim değişmedi. Şimdi ihtiyarlığımda da bir ikinci imtihanla karşı
karşıyayım" derdi. Mutasım'm kırbaçları onun sünnete bağlılığında ve
doğruluğunda bir farklı-
hk meydana
getiremediği gibi, Mütevekkil'in bağlılığı ve hürmeti onun tevekkülünde, gönül
tokluğunda veı, kula minnetsizliğinde bir değişiklik meydana getiremedi. Bir
keresinde Mütevekkil, katırın sırtına yüklenerek getirilen ağır bir çuval
göndermişti. O kesin bir ifa- ? de ile: "İhtiyacım yok" deyip kabul
etmedi. Getirenler; "Sizin bunu geri göndermeniz uygun olmaz. Güç belâ
halifenin gönlü yanlış düşüncelerden
uzaklaşmışken onu yeniden yanlış düşüncelere sürüklemek olur" dediler.
Onu bir yere koydurdu. Gece yarısı amcasını çağırdı ve: "Bu çuval
yüzünden gece boyunca uyuyamadım. Bunu aldığıma, alacağıma pişman oldum,
perişan oldum." deyince, amcası dedi ki; "Şimdi gece yarısı oldu,
halk dalgın uyumaktadır, sabah olunca ne düşünür, nasıl istersen öyle yaparsın."
Sabah olur olmaz, güvendiği, meseleyi bilen bazı kimseleri çağırdı ve salih
olup da halini kimseye bildirmeyen kimselerin isimlerinin bir listesini
yaptırdı, onlara dağıtmaya başladı. Çuvalda tek dirhem kalmaymcaya dek
dağıttı, sonra da boş çuvalı bir fakire veriverdi.
Mütevekkil'in emri ve
ısrarı üzerine birkaç gün ordugâhta kaldı. Bu süre içinde o, sultanın misafiri
idi. Her gün kendisine çok zengin bir sofra geliyordu. O günün değeri ile
günlük tutan 120 dirheme ulaşıyordu. Bu yemekleri bir defa tatmadı bile.
Sürekli oruç tutuyordu. Sekiz gün boyunca oruç üstüne oruç tuttu. O kadar
zayıfladı ki derhal oradan aynlmazsa hayatı tehlikeye girecekti.
Oğlu Abdullah diyor
ki: "Babam ordugâhta 16 gün kaldı, bu süre zarfında ancak bir çöreğin
dörtte birini yemiş olacak. Gözlerinde halkalar meydana geldi."
Mütevekkil'in ısrarı
üzerine, oğulları için sultandan belli bir miktarda aylık bağlandı. Onun
sakınması
o noktada idi ki,
oğulları şöyle anlatıyor: "Önceleri onun, bizden kullanmak üzere bir şey
istettiği olurdu. Ne zaman ki bu sultan aylığı evimize girmeye başladı o zaman
buna da son verdi. Bir keresinde doktor kendisine haşlanmış sebze suyu tavsiye
etti. Halk, bunun için Salih'in (İmam Ahmed'in oğlu) fırınının uygun olduğunu
hâlâ sıcak olup soğumadığım söyledi. İmam Ahmed bunu menetti. Sonunda kendi
tedbirinin yeterli olduğuna inanmadı da bana: Salih, gönlüm bu sultan ikramını
bırakmanı istiyor. Çünkü bu size benden dolayı veriliyor." dedi.
77 yaşma gelmişti ki
hastalandı. Ziyaretine gelenler o kadar fazlaydı ki, halk grup grup geliyor,
onları ev bark almıyordu. Onlar gidiyor, başka bir kalabalık geliyor,
dışarıdaki cadde insanlarla doluyordu. Dokuz gün hasta yattı, kalabalık
arttıkça artıyordu. Sultan durumu haber alınca kapısına ve cadde başına polis
ekibi yerleştirdi ve durumu her an için tesbit edip kendisine haber versin diye
bir de zabıt kâtibi koydurdu. Halkın akını her an artıyordu. Sonunda sokak
kapatıldı. Halk cadde ve mescidlere yığıldı. O hale geldi ki halk, çarşıdan
alışveriş yapamaz oldu.
Daha sonra idrarından
kan gelmeye başladı. Doktordan soruldu da dedi ki: "Üzüntü ve keder onun
içini parça parça etmiş." Perşembe günü durumu kötüye gitti.
Talebesi Mervezî diyor
ki; "Ben kendisine abdest aldırdım, o sıkıntılı ağır hasta halinde bile
parmaklarını hilâllememi (parmak aralarına da su değmesi için parmaklarının
arasını ayırmamı) istedi."
Perşembe gecesi durumu
tehlikeli bir hal aldı ve cuma günü, 12 Rebiülevvel tarihinde bu sünnet imamı,
dünyadan göçtü. [4]
Me'mûn kendini
Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğu düşüncesine kapılmıştı. H, 218 yılında Bağdat
valisi İshâk b. İbrahim adına uzun bir ferman gönderdi. Bu fermanda bütün
müslümanlan, özellikle hadis âlimlerini şiddetle kötüledi, hakaretâmiz bir
dille tenkid etti. Kur'an-ı Kerim'in mahluk oluşu meselesindeki kişisel inanç
ve düşüncelerinden hareketle onların, tevhid inancında eksik olduklarına, şeha
d etlerinin reddedilmiş, değersiz ve ümmetin şerlilerinden olduklarına karar
verdi. Valilere; bu meseleyi kabul etmeyenleri mev-kilerinden uzaklaştırmalarım
ve halifeyi de sonuçtan haberdar etmelerini emretti.
Bu ferman Me'mûn'un
ölümünden dört ay öncesine aitti. Bu fermanın kopyaları bütün eyâletlere
gönderildi ve valilere, kendi eyâletlerinin kadılarını bu konuda imtihan
etmelerini, bu akideyi paylaşmayanları görevlerinden uzaklaştırmalarını
emretti.
Bu fermandan sonra
Me'mûn, Bağdat valisine (bu akideye karşı olanların lideri olan) yedi büyük
hadis âlimini kendisine göndermesini bildiren bir yazı gönderdi. Hepsi
geldiğinde Me'mûn onlara: Kur'an-ı Kerim'in mahluk olup olmadığını sordu.
Hepsi de kendisi ile aynı fikirde olduklarını söyleyince Bağdat'a geri
gönderildiler. Onlar; hadisçiler ve âlimler önünde bu akidelerini
açıklamalarına rağmen tartışma bitmedi. Çoğunlukla halk ve bütün hadis âlimleri
kendi kanaatlerini korudular.
Ölümünden önce Me'mûn,
İshâk b. İbrahim'e üçüncü bir ferman gönderdi. Bu fermanda biraz daha genişçe
önceki mektubun konusunu anlattı ve imtihan dairesini genişleterek devlet
yetkililerini ve ilim erbabını da o kararın içine aldığını bildirdi. Herkes
için bu akideyi kabul etmeyi şart kıldı. İshak, sultanın fermanını uyguladı.
Meşhur âlimleri toplayarak onlarla konuşup görüştü, görüşmenin sonuçlarını da
sultana yazarak bildirdi.
Me'mûn bu toplantının
durumunu öğrenince müthiş sinirlendi. Bu âlimlerden ikisinin (Bişr b. el-Velîd
ile İbrahim b. el-Mehdî'nin) öldürülmesini emretti. Geri kalanlardan
görüşlerinde ısrar edenlerin yaya olarak yanma gönderimi elerini bildirdi.
Nitekim geri kalan (önce kabul etmeyen) otuz âlimden dördü önceki görüşleri
(Kur'an-ı Kerim'in yaratılmadığı görüşü)nden sapmadılar. Bu dört kişi İmam
Ahnıed b. Hanbel, Süccâde, Kavârîrî Muhammed b. Nûh idi. İkinci gün Süccâde,
üçüncü günü de Kavârîrî görüşlerinden döndüler ve sadece İmam Ahmedle Muhammed
b. Nûh sebat etti. Vali onların ikisini zincire vurarak Tartus'a, Me'-mûn'un
yanma gönderdi.
Onlarla beraber başka
bölgelerden ondokuz âlim daha vardı ki bunlar da Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu
kabul etmemişlerdi.
Bu kişiler henüz
Rakka'ya ulaşmışlardı ki Me'mûn'un ölüm haberi geldi. Bunun üzerine tekrar Bağdat
valisine geri gönderildiler. Yolda Muhammed b. Nûh vefat etti. İmam Ahmed ile
diğer arkadaşları Bağdat'a vardılar.
Me'mûn, yerine geçen
Mutasım b. Reşîd'e Kur'an-ı Kerim hakkında kendi görüş ve mezhebinde olmasını,
uygulamalarını sürdürmesini ve Kadı îbn Ebî Duvâd'ı
aynı şekilde kendine
müşavir ve vezir kılmaya devam etmesini vasiyet etti. Nitekim Mutasını bu iki
vasiyeti de yerine getirdi. [5]
Artık bundan sonra
Kur'an-ı Kerim'in mahluk olması görüşüne karşı olma, doğru akideyi destekleme
ve dönemin devlet idaresine karşı olma sorumluluğu; ha-disçilerin lideri,
sünnet ve şeriatın en güvenilir adamı olan İmam Ahmed b. Hanbel'in tek başına
omuzlarında idi.
İmam Ahmed, Rakka'dan
Bağdat'a getirildi. Ayaklarına dörder zincir vurulmuştu. Üç gün boyunca bu
konuda onunla tartışma yapıldı. Ama o inancından sapmadı. Dördüncü gün Bağdat
valisine getirildi. Vali ona şöyle dedi: "Ahmed, sence hayatının hiç
değeri yok mu? Halife seni kılıcıyla öldürmeyecek ama yemin etti ki; eğer onun
sözünü kabul etmezsen dayak üstüne dayak atacak ve seni hiç güneş görmeyen bir
yere koyduracak." Sonra İmam Ahmed, Mu'tasım'm huzuruna getirildi. Yine
reddetmesi ve görüşünde ısrar etmesi üzerine 28 kırbaç vuruldu. Her bir
kırbaçlayın iki kırbaç vuruyor, sonra başka bir kırbaçlayıcı getiriliyordu.
İmam Ahmed her kırbaç vuruluşunda: "Bana Allah'ın kitabından ve
peygamberin sünnetinden bir şey (delil) getirin de ona inandığımı
söyliyeyim" diyordu. [6]
Ahmed b. Hanbel
hazretleri bu olayı bizzat genişçe anlatmıştır. O buyuruyor ki:
Bâbul Bostan denilen
yere ulaştığımda benim için bir binek getirildi, binmem emredildi. O anda bana
yardımcı olacak, binmem için destek olacak hiç kimse yoktu. Ayaklarımda ağır
zincirler vardı. Binmek için uğraşırken, birkaç kere nerede ise ağız üstü
düşecektim. Sonunda nasıl oldu ise bindim, Mu'tasmı'ın sarayına geldim. Beni
bir inzibat odasına aldılar, kapıyı kapattılar. Gece yarısı idi. Ortada bir
lamba dahi yoktu. Namaz kılmak için teyemmüm yapmak istedim, ellerimi uzatınca
bir ibrik ve leğen konulduğunu gördüm. Abdest aldım, namazımı kıldım.
Ertesi gün Mu'tasım'm
elçisi geldi, beni halifenin yanma götürdü. Mu'tasım oturuyordu, yanında
başka-dı îbn Ebî Duvâd vardı. Yine kendi düşüncesinde büyük bir kalabalık
bulunmaktaydı. Ebu Abdurrahmân eş-Şâfiî de oradaydı. O anda iki adamın başı
uçurulmuştu. Ben Abdurrahmân eş-Şâfiî'ye: "İmam Şafiî'nin mesh konusunda
herhangi bir içtihadım biliyor musun?" dedim. İbn Ebî Duvâd da dedi ki:
"Şu adama bakın! Boynu uçurulmak üzere, benden hâlâ fıkıh meselesi
öğrenmeye çalışıyor." Mu'tasım: "Onu yanıma getirin" dedi. O
sürekli beni yanma istetiyordu. Sonunda iyice onun yakınma geldim,
"Otur" dedi. Zincirlerden dolayı çok yorulmuştum, bitkindim. Biraz
sonra: "Bana bir şeyler söylemem için izin verir misiniz?" dedim. Halife,
"Söyle" dedi. "Allah'ın elçisi bizi neye davet etti? Ben sizden
bunu öğrenmek istiyorum?" dedim. Biraz sessizlikten sonra: "La ilahe
illallah diye kelime-i şehâdet getirmeye" dedi.
— Öyle ise ben ona
inanıyor ve kelime-i şehâdet getiriyorum, dedim. Sonra da dedim ki: Sizin mübarek
büyük dedenizin rivayet ettiğine göre; Abdülkays kabilesi heyeti Hz.
Peygamberin huzuruna gelince iman
konusunda ona soru
sordular da Hz. Peygamber "îman nedir, biliyor musunuz?" buyurdu.
Onlar da: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." dediler. Bunun üzerine
Hz. Peygamber: "İman; Allah'tan başka hiçbir mabud olmadığına ve
Muhammed (s.a.)'in Allah'ın Resulü olduğuna inanmak, buna şehâdet getirmektir,
namazı kılmaktır, zekâtı vermektir, ganimet malından beşte bir payı çıkarmaktır."
buyurdu. Bunun üzerine Mu'tasım:
— Eğer sen benden önce
giden halifenin (Me'mun) eline düşmeseydin ben sana ilişmezdim, dedi. Sonra
Abdurrahman b. îshak'a seslenerek:
— Ben sana bu imtihana
bir son ver diye emir vermemiştim, dedi.
İmam Ahmed diyor ki:
"Ben, Allahü ekber, bunda müslümanlar için bir rahatlama var" dedim.
Halife oradaki âlimlere; "Bununla tartışın, karşılıklı konuşun."
dedi. sonra Abdurrahman'a dönerek:
— Onunla konuş, tartış, dedi. (Burada İmam Ahmed
konuşmanın bütün teferruatını anlatmaktadır.) Bir adam konuşuyor ben ona cevap
veriyorum, diğeri konuşuyor ben ona da cevap veriyorum. Derken Mu'tasım:
— Allah sana merhamet
etsin Ahmed, sen ne diyorsun? dedi.
— Emirü'l-mü'minîn!
Bana Allah'ın kitabından veya Peygamberimizin sünnetinden bir şeyler gösterin,
söyleyin de ona
inanayım, dedim. Bunun
üzerine Mu'tasım:
— Eğer benim bu sözümü kabul ederse o zaman ben
onu kendi elimle serbest bırakayım, kendi ordu komutanlarımla onun yanına
geleyim, huzuruna çıkayım dedi, sonra şöyle devam etti: "Ey Ahmed, ben
sana çok şefkat ve sevgi duyuyorum. Ben kendi oğlum Harun
hakkında ne
düşünüyorsam senin hakkında da aynı şeyi düşünüyorum. Sen ne diyorsun? Aynı
cevabı vererek:
— Bana Allah'ın
kitabından ve Peygamberin sünnetinden bir şey gösterin de inanayım, dedim.
Vakit uzayınca usandı
ve çekip gitti. Beni de eski yerime getirip koyarak yine hapse attılar.
Ertesi gün beni yine
getirdiler, tartışma sürdü gitti. Nihayet tam zeval (öğle) vakti geldi,
usanınca yine: "Alıp götürün," dedi.
Üçüncü gece anladım ki,
yarın mutlaka bir şeyler olacak. Üçüncü gün beni yine götürdüler. Salonun dolu
olduğunu anladım. Çeşitli odalardan ve aralıklardan geçtim. Bazıları
kılıçlarını almış ayakta dikiliyorlar, bazıları da kırbaçlarını. Önceki iki
günün pek çok insanları bugün ortada yoktu. Mu'tasım'm yanma gelince bana:
"Otur" dedi; sonra da, "Haydin bakalım, bununla konuşun,
tartışın" dedi. Oradakiler tartışmaya başladılar. Ben birine cevap
veriyor, sonra diğerine cevap veriyordum. Sesim hepsinin sesini bastırıyordu.
Epey vakit geçince beni ayırdı, onlarla yalnız kalıp bazı şeyler konuştu ve
onları uzaklaştırıp beni istetti. Sonra şöyle dedi:
— Ey Ahmed, Allah sana
merhamet etsin. Benim sözümü tut, ona inan da seni kendi ellerimle çözüp serbest
bırakayım.
Ben önceki gibi cevap
verdim. Bunun üzerine öfkelenerek dedi ki:
— Onu yakalayın,
sürüyün, ellerini de bağlayın.
Mu'tasım tahta oturdu.
Sonra kırbaçları ve cellatları çağırdı. Kırbaççılara; "Beri gelin."
dedi. Bir adam ilerledi, bana iki kırbaç vurdu. Mu'tasım; "Daha şiddetli
vur." dedi. Sonra o adam çekildi başka biri geldi, iki
kırbaç da o vurdu.
Ondokuz kırbaç vurulduktan sonra [ Mu'tasım tekrar yanıma gelerek;
— Niçin Ahmed! Canına
mı susadm? Allah için ben " senin hakkında endişe içindeyim, dedi.
Acîf diye bir adam
kılıcı ile dürterek:
(
— Bütün bunları yenmek
mi istiyorsun? diyordu. Başka biri de:
— Ey Allah'ın kulu,
Halife tepende duruyor! diyor, * bir başkası da:
— Ey müminlerin emîri, oruçlusunuz ve ayakta
bekliyorsunuz, diyordu.
Mu'tasım sonra benimle
yine konuşuyor, ben de aynı sözü söylüyordum. Bunun üzerine kırbaççıya emir
veriyor ve, "Bütün kuvvetinle vur." diyordu.
İmam Ahmed diyor ki:
Bu sırada şuurum
kayboldu, bayılmışım. Kendime geldiğimde zincirlerin çözülmüş olduğunu gördüm.
Orada olanlardan biri bana: "Biz seni yüzü koyun yatırdık, yerlerde
sürüdük." dedi. İmam Ahmed ise: Ben hiçbir şey hissetmedim, diyordu.[7]
Bundan sonra Ahmed b.
Hanbel'i eve götürdüler. İçeri alındığı günden serbest bırakıldığı güne kadar
28 ay geçmişti, yani ikibuçuk seneye yakın hapiste kaldı. Kendisine 33-34
kırbaç vuruldu.
Askeriyeden olan
İbrahim b. Mus'ab: "Ben Ahmed b. Hanbel'den daha cesur, ondan daha
kahraman bir adam görmedim. Onun gözünde biz sinek gibi idik" diyor.
Muhammed b. İsmail de: "Ben işittim ki, Ahmed b. Hanbel'e vurulan
kırbaçlar eğer bir file vurulsaymış, fil acıdan nara atar kaçarmış" diyor.
Olay sırasında orada
bulunan biri ise şöyle anlatıp yor: İmam Ahmed oruçlu idi. Biz de;
"Oruçlusunuz! kendi canınızı kurtarmak için bu akideyi (görüşü) kabul
etmenize nrsat var, kendinizi kurtarın." dedik. Ama o bu söze hiç değer
vermedi. Bir keresinde çok şiddetle susadı da su istedi, önüne buz gibi soğuk
su kondu, eline aldı, bir süre suya baktı, sonra içmeden geri koydu[8]
Oğlu diyor ki:
"Öldüğü sırada babamın vücûdunda kırbaç izleri vardı."
Ebu'l-Abbas er-Raky
ise şöyle demiştir: İmam Ahmed b. Hanbel, Rakka'da hapiste iken insanların
çoğu ona anlattılar, canını kurtarmasını söylediler. Onun cevabı ise şöyle idi:
"Hattab'm naklettiği hadisten ne haber, ki o hadiste şöyle buyuruluyor:
"Önceki devirlerde öyle kimseler vardı ki, onların başları hızarla
biçiliyordu, yine de dinlerinden dönmüyorlardı."
Bunu duyan insanlar
ümidlerini kesmiş ve anlamışlardı ki, o, görüş ve mezhebinden dönmeyecek, her
şeye katlanacaktır. [9]
İmam Ahmed'in emsalsiz
sıfatı, benzersiz azmi ve dürüstlüğü sayesinde bir fitne ebediyen sönmüştü.
Müslümanlar büyük bir dinî tehlikeden kurtulmuş oldu. Bu dinî krizde ve fitne
imtihanında devlet tarafına geçip yardakçılık yaparak makam mevki umanlar ve
menfaatine göre davrananlar halkın gözünden düştüler. Dinî ve ilmî şöhretleri
söndü, değer ve kıymetleri erimeye başladı. Buna karşılık İmam Ahmed'in şanı,
iki misli arttı. Ona olan sevgi, ehl-i sünnetin ve sağlam inancın işareti,
şiarı oldu.
Onun bir çağdaşı olan
Kuteybe'nin:
"Sen İbn Hanbel'i
seven birini gördüğün zaman bil ki o kimse ehli sünnet (sünnete bağlı)
kimsedir" sözü meşhurdur.
Başka bir âlim Ahmed
b. İbrahim Devrakî de şöyle diyor:
"Kim Ahmed b.
Hanbel'e kötü söz söylüyorsa o kişinin müslüman olduğuna şüpheli gözle
bak."[10]
İmanı Ahmed b. Hanbel,
hadis ilminde devrinin imamı idi. Müsned isimli meşhur hadis kitabı onun büyük
ilmî şaheseridir. Müstakil mezheb sahibi ve mezhebde müctehid biridir. O büyük
bir âbid ve zâhid kişi idi. Bütün üstün meziyetleri şüphesiz ki doğru, fakat
onun asıl büyüklüğü, her tarafta sevilmesi, evrensel benimsenişi ve onun imam
oluşunun asıl sırrı; azimli oluşunda, dürüstlüğünde, her tarafı kaplayan o
fitnede dini koruması ve döneminin en büyük imparatorluğuna tek başına karşı
çıkmasmdadır. İşte onun bu herkes tarafından benims eni sinin; tükenmeden,
erimeden devam edişinin ana sebebidir.
Şiir:
"İbrahim Halil'in
şöhreti Kabe'yi inşâ ettiğinden değil,
Kendini ateşin içine
çekinmeden atışmdandır."
Her tarafı kasıp
kavuran fitneyi görmüş olan çağdaşları, onun bu muazzam başarısını gönül
rahatlığıyla, samimi bir kalble itiraf etmişler ve bunu, tam zamanında dini
korumak ve Hz. Ebu Bekir'in hizmetine benzer bir hizmet diye yorumlamışlardır.
Onun çağdaşı ve aynı
hocadan ders almış arkadaşı, dönemin meşhur hadisçisi Ali b. el-Medinî (İmam
Bu-harî'nin kendisi ile övündüğü hocası) diyor ki:
"Allah Teâlâ bu
dini iki kişiyle üstün kıldı, galip getirdi. Bunun bir üçüncüsü yok. İrtidat
günlerinde Hz. Ebu Bekir ile, Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğu görüşü fitnesi
günlerinde de Ahmed b. Hanbel ile."
Bu büyüklüğün ve
herkes tarafından sevilip benimsenmenin sonucu olarak H. 241 yılında bu sünnet
imamı vefat ettiği zaman bütün şehir yerinden oynadı. Hiçbir kimsenin
cenazesine daha önce bu kadar büyük bir kalabalığın akın ettiği görülmemişti.
Cenaze namazı kılanların sayısı sekiz yüz bin erkek, altmış bin kadın idi diye
tahmin edilmiştir [11]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/129-130.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/130-131.
[3] Tercümetü'l İmam Ahmed, Zehebî, s.21-22
[4] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/132-141.
[5] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/142-144.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/144.
[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/144-148.
[8] Tarih el-İslâm, Zehebî, s.49-50 mn özeti.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/148-149.
[10] Tarihu Bağdâd, Hatîb Bağdadî, c.4, s.421.
[11] Tercümetül İmam Zehebî ve Tarihi İbn Hallikân.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/150-151.