7-
HZ. ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ (Rh.A.) , ALLÂME İBN CEVZÎ
Genel Davet
Ve Islahata İhtiyaç Duyulması
Hz.
Abdülkadir Geylânî (Rh.A.)
İrşad ve
Islâhı, Halka Dönüşü:
Öğretim
Çalışmaları ve Hizmetleri:
Doğruluğu ve
Hakikati Görmesi:
Kendini
Allah'a Teslim Etmesi ve Allah'ı Bir Bilmesi:
Abdülkâdir
Geylânî'nin Devri ve Çevresi:
Pürüzsüz
Tevhid ve Allah'tan Gayrisini Boş Oluşu:
Devrin
Sultanlarını ve Halifelerini Tenkid
Edişi:
İslâm Uğruna
İçinin Yanması ve Endişe Duyması:
Halkın
İntisabı ve Eğitilmesi:*
Eserler
Ortaya Koyusu ve Derin İlim Sahibi
Oluşu:
Dış
Görünüşündeki Özellikleri:
Nasihat ve
Vaaz Meclisleri Yoluyla Etkisi:
İbn
Cevzî'nin Tenkidçi Eserleri:
Genel
Olaylardan Çok Büyük Sonuçlar Çıkarması:
Hayat Olayları
ve Nefisle Konuşması:
Selef-i
Sâlihinin Ahvalini Bilme İhtiyacı:
Ümmetin
Olgun Kişilerinin Yaşayış Şekli:
İmam Gazâlî'nin etkin
kişiliğine, onun ilim ve ıslâh yolundaki başarılarının büyüklüğüne rağmen,
genel bir İslâmlaşma hareketi için yapılması gerekenler duruyordu.
Büyük çapta bir müslüman kitle, ilmî şüpheler ve kişiye özel (manevî)
hastalıklar yerine, yaygın bir ahlâkî zayıflığa, amelî eksikliklere,
dağınıklığa ve cehalete yakalanmışlardı. Bunun çok çabuk tedavisi gerekiyordu.
Bu bakımdan büyüleyici
konuşma yeteneğine sahip bir hatibe ve halkla kaynaşmış manevî şahsiyeti yüksek
bir kişiye öyle süratle ihtiyaç vardı ki, bu şahıs vaaz ve nasihatları
ile, kalbleri temizleme ve ahvali ıslah yolu ile müslüman halkta dinî ruh ve yeni bir iman hayatı meydana
getirmeliydi.
Keyfî bir devlet
idaresi dört yüz seneden beri sürdürdüğü yanlış uygulamalarla müslümanlarm ahlâkını etkilemişti. Sayıları oldukça kalabalık
öyle bir sınıf ortaya çıkmıştı ki; hayatta tek amaçları mal-mülk edinmek,
makam mevki elde etmekti. Her ne kadar inanç olarak Allah'ı ve âhireti inkâr etmiyorlarsa da; yaşayış ve davranış
açısından Allah'ı unutmuş, âhiretten habersiz,
hayata gömülüp kendilerini tamamen dünyaya kaptırmışlardı.
Yabancı medeniyet,
kültür ve toplum düzeni de islâmî hayata pençesini
geçirmişti. Yabancı âdetler ve cahiiiye dönemi an'aneleri hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmişti.
Hayat düzeyi çok yükselmiş, toplumun istekleri çok artmıştı. İdarecilere
yaltaklık yapan, adamına göre davranan, saçma göre tarak veren, gözlerini
makam ve mevkiye dikmiş insanlardan oluşan bir millet
türemişti. Orta sınıf ise idarecilerin peşinden gidiyor, onları taklid ediyordu. Halk tabakası ve çalışan sınıf bu orta
sınıfın ahlâk, âdet ve yaşayış tarzlarından etkileniyordu. Servet ve
geçim kaynakları bol
olan zümre, bu genel halk tabakası ile çalışan sınıfı yanlış ve haksız
biçimde kullanıyor, kendileri hayatın zevklerini, rahatını, lüksünü tadıyor,
refah içinde yüzüyorlardı. Böyle bir hayattan mahrum olanlar da aşağılık duygusuna
kapılmışlar, kendilerini hayvanlardan
daha aşağı gibi görüyorlardı. Servet sahipleri yardımlaşmaktan, fedakârlıktan
ve şükür hissinden uzaklaşıp gidiyor; çalışan, emeği ile geçinenler de sabır
ve kanâattan, güçlü iman ve gözü toklukdan
yoksun hale düşüp gidiyordu. İşte bu haliyle sosyal hayat bir buhrana doğru
gidiyordu.
Böyle bir zamanda
artık dünya hırsının doğurduğu buhranı azaltacak, imanı uyanışı canlandıracak, âhirete kesin inancı güçlendirecek, Allah'ın rızasını isteme
zevkini ve coşkusunu meydana getirecek bir çağrıya, güçlü bir harekete ihtiyaç
vardı.
Bu daveti yapacak kişi
Allah Teâlâ'yı doğru şekilde tanımalı, ona kullukta,
onun rızasını kazanmakta üstün gayretle, büyük cesaretle hareket etmeliydi. Bu
yolda yarış yapmaya ve pürüzsüz tevhide çağırmalı, onu herkese anhyacağı ölçülerde anlatmalıydı. Dünyacıların ve servet
sahiplerinin değersizliklerini ve bunlara neden olan mali varlıkların çok
basit, kıymetsiz şeyler olduğunu açıkça ve güçlü bir ifade ile anlatmalıydı. [1]
İslâm tarihinde Hicrî
beşinci asır, ilimlerde, fenler-de ilerleme bakımından özel bir farklılığa,
ayrıcalığa sahiptir. Bu yüzyılda zihnî, aklî, dinî ve edebî bilgilerde çok
büyük ve üstün seviyede ilim ve fen önderleri yetişti.
Bu asrın sonunda
Allâme Ebu îshâk Şirâzî (Ö.476 H.), İmam Gazâlî (ö. 505 H.) türü derya gibi
âlimler, fenciler, Ebu el-Vefâ b. Ukayl
(ö. 513 H.) gibi fıkıhçı ve araştırıcı, Abdülkâdir Cürcânî (ö. 471 H.) gibi zevk sahibi ve ilim müctehidi, Ebu Zekeriya Tebrîzî (ö. 502 H.) gibi
dilci, filolog ve nahivci, Ebu'l Kasım Harîrî (ö. 516 H.) gibi nesirci, yazar ve üslup sahibi
kimseler görüldü. Bu kimseler asırlarca kafalara gönüllere, zevklere hükmettiler.
Büyük, insanlar üreten
bu devir ve Bağdat gibi yemyeşil münbit topraklarda
ortaya çıkan dinî hizmetler için ve kafaların, gönüllerin yüzünü çevirmek için
üstün ilmî kabiliyetleri ve pek çok meziyetleri kendinde toplamış bir kişiye
ihtiyaç vardı. O kişi, bu devrin yaygın olan bütün ilimlerinde üstün mertebesi
itiraf edilmekle, manevî büyüklüğü kabul edilmekle birlikte ilim ve fazileti de
basite alınmamalıydı. Bu devrin ölçüsüyle ve güzel bir dil ve üslûbla konuşmalı, konuştuğu her toplantıda her meşrebdeki kişi ondan zevk almalı, hiçbir kimse onu
"İbâdete düşkün bir cahil" veya "Bilgisiz bir nasihatçı" diyerek gözardı
etmemeliydi. Sonra da imam zayıf kişiler bu vaaz ve nasihat toplantılarında
imanlarını kesin imana dönüştürmeli, iman harare-
ti elde etmeli, şüphe
içinde kıvrananlar bundan kurtulup kalplerinde genişlik, rahatlık hissetmeli;
bilgisizler, bilgi almalı, ruhunda eziklik duyanlar huzura kavuşmalı,
amelsizler ve ümidsizlere heyecan ve zevk verilmeli,
amellerine hareketlilik ve ibadet etme gücü aşılanmalıydı. [2]
Bu feyiz ve kemâllerle
dolu devirde Allah Teâlâ; dine davet etmeleri ve müslümanlarda yeni baştan iman hararet ve hareketi, tevbe edip kulluğa sarılma hali meydana getirmeleri için
iki kişi yarattı. Bu iki kişinin varlığıyla din büyük güç kazandı. Bunların
birinin adı ünlü efendimiz Abdülkadir Geylânî (rh.a.), diğeri de Abdurrahman el-Cevzî'dir.
Ruhî zevkleri ve
eğilimleri farklı olmakla birlikte, ikisi de o devirde müslümanlarm
hayatı üzerinde derin etki bırakmış, Allah Teâlâ
ikisinden de dinine hizmet almıştır. Bağdat'ın; ikisinin de yaşadığı yer ve
davet merkezi olması ise Allah'ın büyük bir hikmetidir. Çünkü Bağdat, İslâm
dünyasının sinir merkezi ve onun ilmî, siyasî başşehri idi. Allah Teâlâ, onlara hizmet etmeleri için uzun bir ömür ve geniş
bir alan da lütfetmişti.
Bu iki büyük dahinin Hanbelî fıkıh ve mezhebinden oluşu Hanbelîler
için büyük onur ve iftihardır.[3]
Efendimiz Abdülkadir Geylânî (rah.a) 470 H. yılında Geylan'da[4]
doğdu. Soyu on batın öncesinde İmam Hz. Hasan (r.a)
efendimize ulaşır. 18 yaşında iken galiba H. 488 de Bağdat'a geldi. Bu sene,
İmam Gazâlî'nin gerçeği aramak ve bulmak üzere Bağdat'tan ayrıldığı senedir.
Bağdat bir değerli büyük zâttan mahrum olurken, ikinci diğer büyük değerli bir
ıslahatçı ve Allah'a çağıran zâtın oraya gelmesi sadece bir tesadüften ibaret
olamaz[5]
Abdülkadir Geylânî bütün azmi ile
Bağdat'ta ilim öğrenmeye başladı. İbâdetlere, zikirlere ruhî bir meyli var
idiyse de ilim tahsilinde kanaat ve zühdle hareket
etmedi. Her ilmi onun en büyük âliminden, ehlinden Öğrendi ve o bilgide tam
yetki elde etti. Hocaları arasında Ebu 1-Vefâ, İbn Ukayl, Muhammed b. Hasan el-Bâkıllânî ve Ebu Zekeriyya Tebrîzî gibi ünlü
bilginler ve ilim önderlerinin isimleri görülmektedir. Tarikat terbiye ve
ilmini Şeyh Ebul-Hayr Hammâd b. Müslim el-Debbâs'tan[6]
öğrendi. Kadı Ebu Said Mahremî'den de tekmil eyledi, ondan icazet aldı.[7]
Zahir ve bâtmda kemâle erdikten sonra ıslâh ve irşada (insanları
yanlış hareketlerinden uzaklaştırıp doğru, hak yola çevirmeye) yöneldi. Ders
kürsüsüne de, irşad kürsüsüne de aynı anda oturdu.
Hocası ve şeyhi Şeyh
Mahremî'nin medresesinde okutmaya ve nasihat etmeye başladı. Çok kısa süre
içinde medreseyi genişletme gereği ortaya çıktı. İhlâs
sahipleri binaya ek bina yaparak medreseyi toplantısına katılanlara yetişir
hale getirdiler. Halk o kadar akın ediyordu ki, medresede adım atacak yer
kalmıyordu. Bütün Bağdat nasihatini, ir şadlarını dinlemeye koşuyordu. Allah Teâlâ ona öyle bir sempati ve sevimlilik vermişti, halkın o
kadar ilgisini çekiyordu ki, sultanlara bile bu kadarı nasib
olmamıştı.
Şeyh Muvaffakeddin İbn Kudâme (meşhur kaynak kitap Muğnî'
nin yazarı) diyor ki:
"Ben hiçbir
kimsenin dinî bir sebepten dolayı bu kadar sevildiğini görmedim. Sultanlar,
vezirler onun toplantılarına yalvarıp yakarırcasma
katılırlar, edeb ve saygı ile otururlardı. Âlimlerin,
nkıh bilginlerinin sayısı bilinmezdi. Her bir
toplantıda dört yüzer mürekkep hokkası sayılmıştı.
Bunlar onun buyruklarını yazıya geçirmek için getiriliyordu." [8]
Bu yüksek ve üstün
meziyetlerine rağmen son derece yumuşak başlı, alçak gönüllü, ağırbaşlı idi.
Bir çocuk veya kız çocuğu bile konuşsa ayağa kalkarak dinler, işini görürdü.
Fakirlerin, yoksulların yanma oturur, onların
elbiselerini temizler, başlarındaki biti ayıklardı.
Ama bunun aksine anlı şanlı adamlara ayağa kalkmaz, devlet erkânına saygı için
önünde dikil-mezdi. Halifenin bazan
geldiği olurdu da saygı göstermek için ayağa kalkmak gerekmesin diye kasden içeri (eve) girerdi. Halife gelip oturduktan sonra tekrar gelirdi. Hiçbir
zaman bir padişahın veya bir vezirin kapısına gitmedi.
Onu görenler ve
çağdaşları, güzel ahlâkına ve üstün azmine, alçakgönüllülüğüne, cömertliğine,
fedakârlığına ve yüce ahlâkî niteliklerine hayranlıklarını gösterirlerken onu
Öve öve bitiremezler. Uzun bir ömür sü- t ren büyük bir zât (Harrâde) pek çok büyük zâtlarla karşılaşmış hem de Abdülkâdir Geylânî'nin sohbetlerinde
bulunmuştur. O zat şöyle diyor:
"Gözlerim Hz. Şeyh Abdülkâdir Geylânî'den daha güzel ahlâklı, gönlü bol, üstün
şahsiyetli, ince kalbli, sözüne, sevgisine sadık
birini görmedi. Azametine, üstün mevkiine ve derin bilgisine rağmen küçükleri
gözetir, büyüklere saygı gösterir, selâm verirken önceliği bırakmaz, zayıf
kimselerle düşer kalkar, fakir kimselere karşı alçakgönüllülükle hareket
ederdi. Halbuki o, hiçbir lidere, padişaha saygı göstermek üzere ayağa kalkmamıştı.
Hiçbir vezirin veya yüksek düzeydeki idarecinin yahut padişahın kapısına
gitmedi.[9]
Ebu Abdullah Muhamraed b. Yusuf
el-Birzâlî el-İşbîlî onu şu
ifadelerle övmektedir:
"O; duaları
makbul kimse idi. (Bir ibret verici veya acınacak bir olay zikredilince) hemen
gözlerinden yaş boşanır, her zaman ve her an zikir ve düşünme ile meşgul
olurdu. Çok yufka yürekli idi. Güleç yüzlü, yumuşak kalbli,
ince ruhlu ve cömertti. İbadet ve mücâhe-dede makamı
çok yüksekti."[10]
Irak müftüsü Muhyiddin Ebu Abdullah Muham-med b. Hamid
Bağdadî ise şöyle yazıyor:
"İnsanların
çirkin sözlerden insanların en uzağı, hak ve doğruya ise insanların en yakını
idi. Allah'ın haram kıldığı şeylere el uzatılınca celallenir, kendi nefsi için
başkasına öfkelenmez, Rabbinin rızasının dışında kimseden öç almak istemezdi.
Hiçbir dilenciyi eli boş çevirmez, hatta sırtındaki elbiseyi çıkarıp vermesi
gerekse bile verirdi. Açların karnını doyurmayı, ihtiyaç sahiplerinin
ihtiyaçlarını gidererek masrafı çekinmeden vermeyi özellikle çok
severdi."[11]
Allâme İbn Neccâr, şöyle söylediğini
nakletmektedir:
"Eğer dünyanın
bütün serveti elimde olsaydı onlarla, açları doyurmak için hemen yemek
yedirmeye koşardım." Bazan şöyle de söylediği
olurdu: "Öyle anlaşılıyor ki benim bakracım delik, hiçbir şey içinde
durmuyor. Eğer bin dinar elime geçse geceyi onunla geçirmem, hemen harcarım.
"[12]
Kalâidü 'l-Cevâhir kitabının yazarı şöyle yazıyor:
"Geceleyin geniş
sofra serer, bizzat misafirlerle yemek yerdi. Zayıflarla, fakirlerle oturup
kalkar, talebelerin sözlerini sabırla dinlerdi. Herkes, meclisde
şeyh-den daha yakın, ondan daha çok kendisine kıymetli bir kimsenin olmadığını
zannederdi. Müridîerinden gele-miyenlerin
durumunu sorar, ona ne oldu diye endişe ederdi. İlişkileri sürdürmeye çok
dikkat eder, kusurları bağışlardı. Birisi eğer bir mesele üzerine yemin ederse
ona inanır, eğer işin iç yüzünü bilir de o kişinin yalan yere yemin ettiğinin
farkında olsa bile gizler, yüzüne vurmazdı."[13]
Efendimiz Abdülkâdir Geylânî (rh.a)'in kerametlerinin çokluğu üzerinde tarihçiler görüş
birliğindedirler.
Şeyhülislâm İbn Teymiye ve İzzeddîn b. Ab-düsselâm diyorlar
ki: "Şeyhin kerameti tevatür derecesine ulaşmıştır."
Bunlardan en önemli
kerameti ölü gönülleri diriltmesi idi. Allah Teâlâ
onun kalbinin teveccüh etmesiyle ve dilinin tesiriyle yüzbinlerce
insana yeni imanlı bir hayat bahşediyordu. Onun mübarek varlığı İslâm için bir
bahar rüzgârı gibi idi ki, bu rüzgâr kalplerin içindeki mezarlığa yeni can
verdi. İslâm dünyasında yeni bir iman ve maneviyat havası dalgalandırdı.
Şeyh Ömer Keysanî de diyor ki: "Hiçbir sohbet meclisi geçmiyordu ki orada bir yahudi,
bir hristiyan müs-lümanlığa giriyor olmasın; katiller, yol kesiciler ye sabikalılar tevbe ile müşerref
oluyor olmasın; itikadı bozuk, inancı sapık biri yanlış inancından tevbe ediyor olmasın."
Cübbâî şöyle anlatıyor: Bir gün bana Hazreti Şeyh dedi ki;
"Eski insanların yaşadığı gibi ormanlarda, sahralarda yaşamayı temenni
ediyorum. Ne beni diğer yaratıklar görsün, ne de ben diğer yaratıkları
göreyim. Fakat Allah Teâlâ kullarının hayrını ve
faydalanmasını takdir etmiştir. Benim elimle beşbinden
fazla yahudi ve hristiyan müslüman oldu. Düzenbaz ve sabıkalı kimselerden yüzbinden fazla insan benim elimle tevbe
etmiştir. Bu da Allah'ın büyük nimeti ve lütfudur."
Tarihçilerin
anlattıklarına göre; Bağdat'ın nüfusunun büyük bir bölümü Hazretin eliyle tevbeye nail olmuşlar ve pek çok yahudi,
hristiyan ve zimmî müslüman olmuştur [14]
Yüksek derecede
velilik mertebesine sahip olmasına ve nefisleri, ahlâkları terbiye ve ıslâh
etme yolunda bütün varlığıyla çalışmasına rağmen, okuma, okutma, fetva verme,
inançları düzeltme, itikadlan tashih etme işlerinden
ve ehl-i sünnet mezhebini destekleme ve o uğurda
gayret göstermekten de geri durmuyordu.
Akaid ve temel meseleler deki görüşte, Ahmed
b. Hanbel'in ve hadisçilerin mezhebinde idi. Ehl-i sünnet ve selef mezhebine büyük destek sağladı. Bunun
karşılığında itikad ve amel sahasında bid'atlar söndü.
İbn Sem'ânî diyor ki:
"Sünnete bağlı olanların (ehl-i sünnetin) sânı,
değeri onun sayesinde yükseldi, onun kefesi ağır geldi."
Medresede, tefsir
hakkında bir ders, hadis hakkında bir ders, fıkıh hakkında bir ders, müctehidlerin ihtilaflı konuları ve delilleri hakkında bir
ders okuturdu. Sabah akşam tefsir, hadis, fıkıh, öğleden sonra da tec-vidli Kur'an-ı
Kerim okuma dersi verir, bir de fetvalarla meşgul olurdu. Genellikle Şafiî ve Hanbelî mezheb-lerine göre fetva verirdi. Irak âlimleri onun fetvalarına
şaşar kalır, hayranlıklarını belirtirlerdi[15]
Bir keresinde, nasıl
fetva verilir diye ortaya şöyle bir mesele atıldı: Bir kişinin yemin edip,
"Hiç kimsenin o anda yeryüzünde bana ortak olamıyacağı
bir ibâdet yapacağım ve o ibâdeti o anda benden başka kimse yapmamış olacaktır.
Eğer böyle bir ibâdet yapmazsam üçten dokuza şart olsun ki eşimden boşanmış
olacağım." dediği, buna nasıl fetva verilebileceği soruldu. Âlimler bunu
duyunca şaşırdılar. Hiç kimsenin yeryüzünde o kişiyle o anda ortaklaşa yapamıyacağı ibâdet ne olabilir diye akıllarına hiçbir
çıkış yolu gelmedi.
Abdülkâdir Geylânî hazretlerine bu
mesele getirilince, fazla üzerinde durmadan hemen şöyle buyurdu: "Tavaf
yeri (Kabe'nin etrafı) boşaltılır da o adam yedi defa Kabe'yi tavaf ederse ve o
anda da başka bir kimse tavaf etmezse yemini yerine gelmiş olur." Âlimler
bu fetvaya hayran kaldılar ve dediler ki: Bir kişiye yeryüzünde başkasının
iştirak edemiyeceği tek ibâdet Kabe'yi tavaftır. O
kişiden başkası tavaf ettirilmezse şartı yerine gelmiş olur."[16]
Abdülkâdir Geylânî hazretleri
doğrulukta bir dağ gibi idi. Şeriata kusursuz bir bağlılık, sağlam bilgi, ilâhî
te'yid (destek) onu öyle bir makama ulaştırmıştı ki;
hak ve bâtılı, nuru ve karanlığı, sağlam ilâhî ilhamı ve şeytan hilesini
birbirinden tamamen ayırır ve tanırdı.
Hz. Muhamnıed (a.s.)'in
şeriatının hükümlerinde ve helâl haramda kıyamete kadar bir değişme olamıya-cağı gerçeğini iyice görmüştü. Bunun aksini kim
iddia ederse onun şeytan olacağını bildirmiştir.
Buyururlar ki:
"Bir gün muhteşem bir ışık göründü, onunla gökyüzü doldu. Arasından bir
şekil belirdi de bana hitaben dedi ki: Ey Abdülkâdir,
ben senin Rab-binim. Ben sana bütün haramları helâl yaptım. Ben de ona, defol
mel un, dedim. Böyle der demez o ışık karanlığa dönüştü. O şekil duman haline
geldi ve bir ses: Ey Abdülkâdir, Allah seni derin
bilginden ve geniş fıkıh malumatından dolayı kurtardı. Yoksa ben bu yolla yetmiş
tasavvuf erbabını yoldan çıkardım, dedi. Ben de; bu Rabbimin bana bir lütfudur dedim." Birisi: Efendimiz, onun şeytan
olduğunu nasıl anladınız? deyince, "Ben haramları sana helâl kıldım demesinden
anladım." buyurdu[17]
Şu söz de onun
buyruklarındandır:
"Eğer Allah'ın
sınırlarından (şeriatın hükümlerinden) bir çizgiyi çiğnersen bil ki fitneye
düştün ve şeytan seninle oyun oynuyor demektir. Derhal şeriatın emrine dön, ona sıkı sarıl, nefsin
isteklerine karşı koy. Çünkü şeriatın içermediği her hakikat bâtıldır, geçersizdir."[18]
Allah'a kendini teslim
ve kusursuz tevhid, yani Allah'ı bir bilme onun
özelliği idi. Ara sıra ders verdiği sıralarda aşinada kendi hali olan
"hâl"i ve "makam"ı izah ederdi.
Bir yerde şöyle
buyurmaktadırlar:
"Kul bir musibete
yakalandığı, bir belâya uğratıldığı zaman önce kendi başına ondan kurtulmaya
çalışır. Kurtulamazsa başka yaratıklardan yardım ister, meselâ padişahlardan,
devlet erkânından veya dünyalığı boî olanlardan.
Hastalık ve sayrılıkta, doktorlardan. Onlardan da bir fayda sağlayamazsa o
zaman Rabbine yönelerek düâ eder ve ağlayarak,
sızlayarak, şükrederek, hamdederek Allah'a teslim
olur. Yani kendi nefsinden yardım gelirse halka başvurmaz, başkasına minnet
etmez. Halktan yardım ve destek gördüğü sürece de Allah'a yönelmez. Halktan da
bir yardım görmezse (çaresiz kalarak) Allah'a kendini teslim eder. Durmadan
dua ve yakanşlarda bulunur. Ağlar sızlar, hamdeder ve hacetini arzeder. Umud ve umutsuzlukla bunları yapar durur. Sonunda Allah onu
bu dua ve niyazlarından da bıktırır. Onları zaten kabul etmez de. Nihayet
bütün sebep ve vasıtalar (ortadan kalkar ve o kimse herşeyden)
ayrılmış olur. O zaman ona kaza ve kader hükümleri uygulanır ve orada Allah'ın
takdiri yürür.
Kul bütün vasıta ve
hareketlerden kurtulupta ve sadece ruh kalınca;
Allah'ın fiilinden başka bir şey görünmez, artık kesin bir şekilde mutlak
güçlü iman sahibi bir muvahhid olur. Kesinlikle
bilir ki Allah'tan başka ne bir iş yapan vardır, ne de bir hareket ve sükûnet
veren vardır. Ne de ondan başkasının elinde iyilik ve kötülük yapma gücü; ne
yarar, zarar, ne lütfetme, mahrum etme yetkisi, ne yaşatma, öldürme, izzet
verme, zelil kılma, zengin yapma, fakir yapma yeteneği vardır. İşte o zaman
(kaza ve kader hükümleri) içinde kulun durumu; mürebbiyesinin elindeki süt çocuğuna
veya yıkayıcının elindeki ölüye benzer. Ya da polo
oyunundaki topa benzer. Süvari değneğini ne tarafa vurursa o tarafa gider,
kendiliğinden hiçbir şey yapamaz. Ne kendisi için ne de başkası için. Yani
kul, Rabbinin fiili içinde ve kendi nefsi içinde kaybolur. Rabbinden ve onun
fiilinden başka ne bir şey görür, ne duyar. Ne de bir şey düşünür ve anlar.
Gördüğü ne varsa onun sanatı, duyduğu ne varsa onun sözüdür. Onun ilmi ile (herşeyi) bilir. Onun nimetinden faydalanır. Ona yakın
olmaktan saadet bulur...[19]
Bütün insanlarla ve
ümmet-i Muhammediye ile ilgisini, her zaman onları
düşünmesini ve Peygamber (a.s.)'in görevini yüklenenlerin ve özel olarak
Allah'a yakınlık elde etmiş kulların alâmeti olan insanlara şefkat duygusunu,
onun şu konuşmasından tam olarak anlayabilirsiniz. Bu konuşmada o, pazara
(çarşıya) gidenlerin ahval ve derecelerini açıklamıştır. O derecelerin en
sonuncusunu belirtirken, aslında başkalarının durumları adı altında kendi
halini ve makamını anlatarak şöyle diyor:
"Ve beşincisi o
kimsedir ki, çarşıya girdiğinde kalbi Allah ile meşguldür. İnsanlara merhamet
etmek için ve bu merhamet ne var ne yok diye o insanlara hiç baktırmadan,
çarşıya girişinden çıkışma kadar çarşı halkı hakkında duâ ve istiğfar eder,
gönlü onlara merhamet ve şefkatle dolar taşar. Kalbi o insanların ahvalinden
dolayı yanar durur, gözü sürekli yaş döker. Allah'ın fazl
ve kereminden o halka verdiği nimetlerinden dolayı da lisanı daima
şükreder."[20]
Geylânî hazretleri Bağdat'ta 73 sene geçirdi ve Abbasî
halîfelerinden beşi onun gözleri önünde birbiri arkasına hilâfet makamına
geçti. Onun Bağdat'a şeref verdiği günler Halîfe Mustazhirbillah
Ebu'l Abbas (ö. 512 H.)'m
devri idi. Ondan sonra sıra ile Müsterşid Râşid, Muktedî Liemrillah ve -Müstencid Billâh
saltanata geçtiler.
Şeyhin bu dönemi çok
önemli tarihî olaylarla doludur. Selçuklu sultanları ile Abbasî halifelerinin
aralarındaki çekişmeler en şiddetli şeklini almıştı. Bu sultanlar Abbasî
idaresine tam hâkim olmak ve kesin söz sahibi olabilmek için bütün gayretlerini
gösteriyor, canla başla uğraşıyorlardı. Bazan
halifenin rızası ile bazan da onun karşı gelmesi ve
istememesine rağmen, ara sıra halife ile sultanın orduları arasında düzenli bir
savaş yapılır, müslümanlar çekinmeden birbirinin
kanını akıtırdı.
Bu tür olaylar Müsterşid zamanında birkaç kez olmuştu. Halbuki bu halife Abbasüerin en aklı başında, tedbirli halifesi idi. Çok kere
de o üstün geldi. Fakat 10 Ramazan 519 H. tarihinde Sultan Mesûd'la
yaptığı savaşta kesin yenilgiye uğradı.
İbn Kesîr şöyle yazıyor:
"Sultanın ordusu
üstün geldi. Halife hapsedildi. Bağdatlıların mah
mülkü yağmalandı. Bu haber bütün bölgelere yayıldı. Bağdat bu acı haberden çok
müteessir oldu. Halkı arasında dış görünüş açısından olsun, manevî açıdan
olsun depremler oldu, halk büyük sarsıntı geçirdi. Mescidlerin
minberlerine varıncaya kadar kırdılar. Cemaatla namaz
kılmayı dahi terkettiler. Kadınlar başlarındaki
örtüleri atıp feryad ü figân ederek evlerinden dışarı
fırladılar. Halifenin yakalanıp hapsedilmesine, düştüğü feci duruma,
uğradıkları musibetlere matem tutmaya başladılar. Diğer eyaletler de Bağdat'ın
yaptığı gibi hareket etmeye başladı ve bu fitne o kadar ileri gitti ki, az çok
her eyâlet bundan etkilendi.
Sultan Sencer durumu gördü de yeğenine konunun nezaketini ve
önemini haber vererek halifeyi serbest bırakmasını emretti. Sultan Mes'ûd onun emrini yerine getirdi, fakat Bâtmîler halifeyi Bağdat yolunda öldürdüler."
Bütün acı dolu olaylar
Abdülkâdir Geylânî'nin gözleri
Önünde gelip geçti. O, müslümanların arasındaki
parçalanışı, kardeş kavgasını, düşmanlığı gözleriyle gördü. Dünya sevgisi
uğruna, mal, mülk, saltanat ve makam hırsı uğruna insanların herşeyi yapmaya hazır olduğunu, onlarda sadece saray
debdebesi ve zevki kaldığını, halkın saltanat makamına mukaddes gözle baktıklarını,
eyaletlerin ve şehirlerin idaresini ele geçirmek için birbirini boğazlayacak
hale geldiklerini de gördü.
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin
vücudu bu olayların içinde olmaktan uzak olsa da duygu ve şuuru ile o, ateşler
içinde yanıyordu. Ve bu iç yanışı, ciğer ateşi bütün gücü, gayreti, heyecanı ve
samimiyeti ile onu: insanları irşada, halka nasihat etmeye, onları nefislerini
terbiye ve ıslah etmeye, kalpleri kötülüklerden temizlemeye çağırmaya, davet
ve tebliğe yöneltti. Bu iç ateşi onu, bozgunculuğu ve dünya hırsım âdi ve aşağı
görmeye, insanlarda iman şuurunu diriltmeye, onlara âhirete
imanı hatırlatmaya, bu fânî âlemin geçici olmasına karşılık o ebedî âlem olan âhiretin önemini anlatmaya, ahlâkı güzelleştirmeye, gerçek
tevhid inancına ve pürüzsüz ihlâs
ve samimiyete çağırmak için bütün gücünü kullanmaya itti.[21]
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin vaaz ve nasihat-ları
kalplere şimşek gibi işliyordu. O tesir bugün bile onun sözlerinde vardır. Fütûh el-Gayb ve el-Feth el-RabbânV deki yazılarında
ve onun toplantı ve vaazlarında sözlerindeki tesir hâlâ bugün bile gönülleri
ısıtıyor, hareketlendiriyor. Uzun bir zaman geçmesine
rağmen o sözlerde bir canlılık ve tazelik hissediliyor.
Peygamberlerin
vekilleri ve kâmil ariflerin sözleri gibi bu sözler, bu ifadeler de her devre
uygun ve dinleyenlerin, okuyanların durumlarına, ihtiyaçlarına denk düşüyordu.
Genellikle insanlar hangi hastalıklara ya-kalanmışlarsa,
hangi yanlışlara düşmüşlerse onlar giderilirdi. Bu bakımdan orada olup da o
sözleri dinleyenler, onun konuşmalarında kendi dertlerine devalar, kendi
sorularına ve şüphelerine, tereddütlerine cevaplar buluyorlardı. İşte bu, derin
etki yapmasının ve genel bir fayda sağlamasının en büyük sebebi idi. Sonra
mübarek ağzından ne söylerse yürekden çıkar, bu yüzden
de kalbe tesir eylerdi. Sözlerinde aynı anda hem haşmet ve azamet vardı, hem de
gönül okşayıcılık ve tatlılık. Sâdık kişilerin (sıddîkîn)
sözlerinin sânı işte budur.[22]
O devirde en büyük
âlim dahi bir devlet adamının eteğine yapışırdı. Halk çeşitli insanları, bazı
büyük zatları yararı ve zararı ellerinde bulunduran kimseler kabul etmişti.
Onlara, vasıta ve sebeplere, herşeye gücü yeten
mutlak yetkili varlık derecesi vermişler; kaza ve kaderi değiştirmek bile
kendileri gibi insanların ellerinde diye düşünüyorlardı.
Böyle bir atmosfer
içinde şeyh şöyle buyuruyor: "Bütün yaratıkları şöyle kabul et: Ülkesi çok
geniş, emirleri kesin, haşmeti, azameti kalbi titreten bir padişah var. Bir
adamı tutmuş, boynuna halka geçirmiş, ayaklarına da zincir geçirmiş, bir nehir
kenarındaki çam ağacına asmış, nehrin dalgaları müthiş, akıntısı hızlı, dibi
derin. Kendisi de çok güzel süslü ve yüksekte bir tahta kurulmuş ki yanma
yaklaşmak imkânsız. Yan tarafında ok, mızrak, pek çok silah var, miktarını o padişahdan başka bilen yok. Bu silahlardan istediğini
alıp, yakalanıp bağlanmış olan o adama atmaktadır. Ve şimdi bu manzarayı
seyreden bir adamın o padişahı nazarı itibara almayıp da ondan hiç korkmayıp,
ondan hiçbir ümid beklemeyerek, yakalanıp bağlanmış
(çaresiz) adama ümid bağlaması ondan çekinmesi mi
akıl işidir? Yoksa böyle yapan bir adam akla göre; akılsız, izansız, deli,
dört ayaklı hayvan ve insanlıktan uzak değil midir? Allah korusun, bu kimse
gördüğü halde görmeyen kör, hakka (gerçeğe) vardığı halde hedefe ulaşamayan,
yaklaşma ve yükselişten sonra düşüş, hidâyetten sonra dalâlet ve sapıklık,
imandan sonra küfür sahibi değil midir?"[23]
Bir başka
toplantısında tevhid, ahlâk ve Allah'tan başkasından
ilgiyi kesmeyi şu şekilde anlatmaktadır:
"Sana bakana sen
de bak, sana gelene sen de git. Seni seveni sen de sev. Seni çağıranın sözüne
inan. Sana düşmemen için destek verene elini ver. Seni cahilliğin
karanlığından çıkaracak, felâketlerden koruyacak, pisliklerini yıkayarak
kirlerden, necasetlerden temizleyecek olan kimseye elini ver.
Sen hem kendisi sapık
hem de başkalarını sapıtan akranlarından, câhil dostlarından, nefsî
arzularından, şeytanlarından, hakkın yolunu kesenlerden uzaklaş. Bu hayat, bu
ahlâk, bu arzular, bu vurdumduymazlık nereye kadar böyle sürecek?
Herşeyi yaratan, evvel de o, âhir de o, zahir de o, bâtm da o olan Allah'ı; kalplere sevgiyi, ruhlara sükûnu
veren, lütfü ve ihsanı bol olan Mevlâ'yı nasıl görmezlikten gelirsin?"[24]
Bir başka toplantıda
da işte bu tevhid inancı konusunu şu şekilde
anlatmaktadır:
"Bütün yaratıklar
âcizdir, güçsüzdür. Ne kimse sana bir yarar sağlayabilir, ne de zarar. İşte o
zararı veya yararı Allah, yaratıkların eli ile yaptırmaktadır. Sende ve diğer
yaratıklarda olan herşeyi o yapıyor. Sana faydalı ve
zararlı ne varsa Allah'ın bilgisiyle kalem onu yazmıştır. Ona ters bir şey
meydana gelmez. Kim tev-hid
ehli olup iyi amel işlerse o diğer kullar üzerine Allah'ın hüccetidir.
Onlardan bazısı, zahir ve bâtın yönü ile (iç âlemi ile de dış âlemi ile de)
dünyadan sıyrılmış kimselerdir. Servet sahibi olsalar bile Allah Teâlâ onların iç âlemlerine dünyanın hiçbir etkisini
koymamıştır. Bunlar saf ve temiz kalplerdir. Kim bu dereceye ulaşırsa, ona
büyük bir saltanat verilmiş olur.
O cesur ve
kahramandır. Cesur kişi; Allah'tan başkalarım kalbinden çıkaran, gönül evinin
kapısında tev-hid kılıcı ve
şeriat silahı ile duran, mahlukattan hiçbirinin oraya yerleşmesine izin
vermeyen, kalbini, kalplerin tasarrufunu elinde bulunduran Allah'a bağlayan
kişidir. Şeriat dış görünüşü terbiye edip nizama sokar. Tevhid
ve marifet de bâtını (insanın içini) terbiye eder."
Bâtıl mabudlarm neler olduğunu anlatırken de şöyle der:
"Sen; kendine,
halka, parana, servetine, ticaretine güvenirsin. Her kime güvenip dayanırsan,
senin ilâhın odur! Kimden korkar ve kime ümid
bağlarsan, o senin mabudundur!... Zararım ve faydanı kimde görürsen, senin
rabbin odurî..."[25]
Bir yerde Allah'a
yöneltmeye, şirk koşmaktan nefret ettirmeye ve insanların sevdiği şeylerin
elinden alındığına ve yok olduğuna işaret ederek diyor ki:
"Devamlı olarak
diyorsun ki: Kimi sevdimse sevgim uzun sürmedi. Ya
gurbet, ya ölüm, ya bozuşma
veya diğer felâketler sevdiğimle aramızı ayırdı.
Bilmiyor musun ey hakkın sevgilisi, Allah gayret sahibidir. Seni kendisi için
yarattı, fakat sen başkalarının olmak istiyorsun. Yüce Mevlâ'nm
buyruğunu duymadın mı?
"..Allah onları
sever; onlar da
Allah'ı sever onlarda Allah’ı
severler”[26]
"Ben insanları ve
cinleri ancak bana ibâdet etsinler^ diye yarattım..." [27]
Rasûlullah'm sözünü işitmedin mi?
"Allah bir kulu
severse, onu felâkete müptelâ kılar. Eğer sabrederse onu kazanır." Dendi
ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, onu kazanmak ne
demektir?" Şöyle buyurdu: "Onun ne malını, ne de çocuğunu devamlı
bırakır."[28]
Bunun sebebi şudur:
Şayet ona mal ye evlad verecek olursa onları sever
de Allah'a duyduğu sevgisi dağılır, parçalanır ve azalır. Bunlar Allah ile,
Allah'tan başkası arasında bir unsur olurlar. Halbuki Yüce Allah ortak kabul
etmez. O, gayyûr (çok kıskanç)dur. Herşe-yin üstünde kahredici bir
gücün sahibidir... Mutlak ga-libdir...
Kendisine ortak olmaya kalkanı helak eder... Bunu, kulunun kalbini tek olan Mabud'a bağlaması için yapar. İşte bu husus gerçekleşince,
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler."[29]
hikmet-i ilâhisi gerçekleşir. Sonuçda halk bütün
ortaklardan; çocuk, aile, mal, zevk ve şehvet karargâhı olmaktan, hem de
başkan olma, keramet isteme, menzil, makama ulaşma, cennet isteme vs. gibi
isteklerden kurtulmuş olur. Kalbin hiçbir isteği kalmaz. Suyu tutmayan delik
bir kap gibi olur. Onda eşyaya dâir hiçbir istek barınmaz. Çünkü o, Allah
tarafından kırılmıştır. Ne zaman onda böyle bir istek uyansa bu istek Allah'ın
kıskanması ve fiili ile kırılır. Ne zaman ki onun kalbinin çevresi azamet,
ceberut ve ilâhî heybet perdesi ile sarılırsa, dört bir yanı su hendeği ile
çevrelenmiş bir kale gibi o kalp muhafaza altına alınırsa artık eşyaya âit
hiçbir istek kalbe yol bulamaz. Bunlar kalbin dışında kaldığı için işte o
zaman, çocuk, aile, arkadaş, keramet, ibâdet, ve-sair sebepler kalbe zarar
veremez. O zaman da Allah onları kıskanmaz. Aksine onların hepsi, Allah'ın kuluna
bir ikramı, lütfü, ihsanı olmuş olur."[30]
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin
talimatında ruhbanlık yoktur. O, dünyanın kullanılmasından ve ihtiyaç
ölçüsünde ondan faydalanılmasmdan menetme-mektedir. Aksine ona tapmayı, ona köle olmayı, kalbi ona
bağlayıp ona aşk derecesinde bağlanmayı menetmektedir. Onun nasihat ve
vaazları aslında Hz. Pey-gamber'in
şu hadisinin tefsiridir:
"Dünya sizin için
yaratıldı, siz ise âhiret için yaratıldınız. "
Bir yerde şöyle
buyurmaktadır:
"Dünyadan sana düşen
payını sen ayakta o oturmuş halde yeme. Aksine onu, sultanın kapısında sen
oturmuş vaziyette o ise, tabakta senin başının üzerine konulmuş ayakta duruyor
gibi ye. Allah'ın kapısı önünde ayakta durana dünya hizmet eder. Kim de
dünyanın' kapısı önünde ayakta durursa dünya onu zelil eder. AlJ lah'ın kapısında izzet ve
şerefle ayakta dururken (ne gibi halet-i ruhiye içinde olursan öyle) ye."[31]
Bir başka yerde ise
şöyle buyurur:
"Dünyayı avuca
koymak caiz, cebe koymak caiz, iyi bir niyet için, mübarek bir amaç için dünya
malını biriktirmek caiz. Ama bunların dışında, onu kalbe koymak caiz değil.
Onun kapıda bekletilmesi caizdir. Ama içeri alınması caiz değildir. Dünyayı
kalbine koyman senin için şeref değildir. "[32]
Hazret-i Şeyh sadece
vaazlarla, nasihat ve öğütlerle, özendirmeler ve teşviklerle yetinmezdi.
Gerekli gördüğü yerde çok açık bir ifade ve cesaretle ma'rûfu
emreder, kötülüklerden menetme görevini yerine getirirdi. Sultanları, büyük
devlet görevlilerini, dönemin halifeli-rini
çekinmeden tenkid eder, onların yanlış hareketlerini
ve kararlarını kötülemekten de geri durmazdı. Bu konuda kimsenin makara
mevkiine bakmaz, etki ve yetkisini asla gözönünde
tutmazdı:
Hafız İmâmüddîn İbn Kesîr, Tarih' inde
şöyle yazıyor:
"O, halifelere,
vezirlere, sultanlara, kadılara, avam, havas herkese iyiliği emreder kötülükten
menederdi. Gayet açık bir dille ve cesaretle
kalabalığın içinde, minberde, alenî olarak onlara çatardı. Herhangi bir zâlimi
vali ve idareci yaparsa ona itiraz eder ve Allah konusunda hiç kimsenin
kendisini kötülemesine aldırış etmezdi."[33]
Kalâidü'l-Cevâhir kitabının sahibi şöyle yazıyor:
"Halife Muktedî Liemrillâh, Kadı Ebu'l Vefa Yahya'yı kadı tayin edince -ki bu zat, zâlim İbn Mürcem (taşlanmış şeytanın
zalim oğlu) diye anılırdı- Hz. Şeyh minbere çıkarak
şöyle konuştu:
"Sen müslümanlar üzerine zalimlerin zalimi bir adamı tayin
ettin. Yarın kıyamet günü merhametlilerin merhametlisi olan Allah'a ne cevap
vereceksin!"
Yukarıda adı geçen
tarihçinin anlattığına göre; bu sözleri duyan halife sarsıldı, titredi ve
ağlamaya başladı ve o anda kadıyı görevden uzaklaştırdı[34]
Hz. Şeyh o sultanların ve Allah'tan korkmaz devlet
erkânının yanında yer almış asalak (resmî ve saray mensubu) âlimleri, şeyhleri
de şiddetle, ağır bir dille tenkid eder, iç yüzlerini
açıklardı. Onlardan dolayı sultanlar ve erkân-ı devlet daha çekincesiz ve
korkusuz hale gelmişlerdi. Bu sınıfa hitab ederek bir
yerde der ki:
"Siz neredesiniz,
gerçek âhiret âlimleri nerede?.. Ey ilim ve amel
hâinleri!... Ey Allah ve Resûlü'nün düşmanları! Ey Allah kullarının yol
kesicileri!,.. Siz açıkça zulüm ve nifak içindesiniz... Bu nifak ne zamana
kadar devam edecek?.. Ey âlim ve zâhid geçinenler!..
İdarecilerden ve sultanlardan dünya malını, zevk ve lezzetini alıncaya kadar
mı onlara münafıklık yapacaksınız?.. Siz ve asrımızın birçok idarecileri
Allah'ın malında ve kullarına verdiği nimetlerde ihanet ve zulmet içindesiniz...
Ey Yüce Allah'ım!.. Ya bu münafıkların şevketini kır veya onları tevbe ettirerek bundan vazgeçirt. Zulmü yık; yeryüzünü
onlardan temizle veyahut da onları ıslâh eyle."[35]
Bir başka yerde o
gruptan bir insana hitab ederek şöyle diyor:
"Sen utanmıyor
musun ki, hırsın seni zalimlere hizmetçilik yapmaya ve haram yemeye âmâde
kıldı? Sen ne zamana kadar zalim sultanlara hizmet etmeye, ne zamana kadar
haram yemeye devam edeceksin. Hizmetçiliğini yaptığın kimsenin sultanlığı en
kısa zamanda tükenmek üzere. Senin, hiç sonu olmayan Allah'a hizmet etmen
gerekir.[36]
Abdülkâdir Geylânî hazretleri, dinî ve
ahlâkî çöküşü -bunun en büyük merkezi Bağdat'ın kendisi idi- gördükçe elem ve
ızdırap duyuyordu. İslâm dünyasında genel olarak dinî
bir zeval görülmeye başlamıştı. Bunun işaretlerini gördükçe içindeki İslâm hamiyyet ve gayreti coşuyordu. O bu iç duygusunu ve derdini
bazan gizleyemiyordu da konuşmalarında bu duygu
fışkırmaya başlıyordu.
Bir yerde şöyle
buyuruyor:
"Hz. Peygamber (s.a.) efendimizin dininin duvarları arka
arkaya yıkılıyor. O dinin temelleri çözülüyor. Ey yeryüzünde yaşayanlar, gelin
yıkılanı kaldıralım, bozulanı düzeltelim. Bu iş bir kişi ile yerine
getirilemez. Herkesin birleşerek çalışması gerekir, birlikte yapılması lâzım.
Ey güneş, ey ay ve ey gündüz, hepiniz gelin (bu büyük, mukaddes işi
başaralım.)"[37]
Bir başka yerde de
şöyle buyuruyor:
"İslâm, bu fasıklardan, dinin dışında hayat yaşayanlardan,
zalimlerden, yalancılardan, hile elbisesi giyinmiş olanlardan ve kendilerinde
bir şey olmadığı halde varmış gibi iddia eden riyakârlardan çektikleri yüzünden,
yüzünü eliyle kapatmış ağlıyor. Önceki müslü-manları ve gözler Önünde olanları iyice inceler de araş-tırırsan göreceksin ki onlar hem Allah'ın emirlerini uygularlar,
onları emrederler, yasaklarından menederler, bir
taraftan da yer içerlerdi. (Birden durum değişti) sanki bugüne kadar hiçbir şey
yapılmamış gibi (ortalık yine bozuldu. İslâm'dan uzaklaşma başladı.) Kalbin ne
kadar katı. Köpek bile av avlamada, araziyi, sürüyü beklemede, sahibini
korumada kendini besleyen sahibinin sözünden çıkmıyor, ona sadakat gösteriyor,
onu görünce (neşesinden) oynuyor, zıplıyor. Halbuki sahibi ona akşamleyin
sadece iki lokma veya az bir şeyler verir. Sen ise her gün Allah'ın binbir çeşit nimetlerini karnın doyuncaya kadar yiyorsun.
Ama bu nimetleri vermekle o Allah'ın senden ne istediğini düşünüp yerine
getirmiyorsun ve onun hakkını Ödemiyorsun. (Tam tersine) onun emrini
reddediyorsun da onun şeriatının sınırım korumuyorsun.[38]
Bu derinden tesir
bırakan ve inkılâplar meydana getiren konuşmalardan her ne kadar Bağdat halkı
çok büyük Ölçüde faydalandı, manevî ve ahlâkî yararlar sağladı, bu konuşmalar
ve nasîhatlarla binlerce insan hayatında değişiklik
meydana geldi ise de, hayatın derinliklerinde değişme, çok yönlü bir ıslâh
(düzelme) ve tam bir terbiye için davet sahibi biri tarafından derin ve
müstakil ilgi ve sürekli ıslâh ve terbiye çalışması yapılmasına ihtiyaç vardı.
Davet ve irşâd meclisleri, medreseler (okullar) gibi düzenli ve
müstakil eğitim yuvaları değildir. Medreselerde öğrencilere sürekli, düzenli,
programlı bir şekilde eğitim öğretim gösterilir. Ama bu irşâd
meclislerine katılanlar, dinleyenler; bir iki kere gelirler, dinleyip giderler,
bir daha gelirler mi, gelmezler mi belli olmaz, serbesttirler. Onları oraya pogramlı, düzenli bir şekilde mecburi olarak toplama imkânı
yoktur. Sürekli gelseler bile kendi durumunu değiştirmez de aynı şekilde devam
ederlerse, hayatında sistemli şekilde büyük bir dinî boşluk ve ahlâkî çatlak
bulunuyorsa, bunu değiştirmek de zordur,
Müslüman nüfusunun
çoğalıp yayılması ve hayatın sorumlulukları, ekonomik endişeler o kadar
artmıştı ki, medreseler aracılığı ile -ki bunların pek çok merasime
yönetmeliklere uymaları gerekir- genel bir ıslah ve eğitim uygulaması yapılamazdı.
Büyük çapta herhangi bir dinî, manevî inkılâp (değişim) beklenemezdi.
Öyleyse müslümanların büyük bir bölümünün ken-,,
di inanç ve imanını yenilemesi nasıl olacaktı? Dinî sorumluluklarını ve
görevlerini şuurla ve sorumluluk duygusu ile tekrar kabul etmelerinin, onlarda
tekrar iman heyecanı, dinî cezbe doğurmanın, onların pörsü-müş,
ölmüş kalblerinde yeniden sevginin, muhabbetin
sıcaklığını meydana
getirmenin, darmadağınık olmuş güçlerine yeniden hareket ve canlılık meydana
getirmenin yolu ne olmalıydı?
Müslümanların samimi
ve muhlis bir Allah ehline güvenmeleri ve bu güvenle ruhî ve manevî
hastalıklarını tedavi edip dinde doğru bir önderlik ve ışık bulmaları gerekli
idi. Okuyucular artık görmüş olacaklar ki; halifelik, bütün bunlar kendisinin
asıl görevi iken, bu görevinden habersiz olup bir kenara çekilmiş durumdaydı.
(Çünkü bu halifeliğin kendisine vekâlet yapması için kurulan peygamber; Hz. Ömer b. Abdilaziz'in ifadesi
ile, vergi toplamak için değil insanlığa doğru yolu göstermek için gönderilmişti.)
Hatta hareket ve davranışları ile bu yol için zararlı ve bu yolda bir engeldi.
Diğer taraftan (o halifelik makamı) o kadar şüpheci, kuruntulu, vehimli hale
gelmişti ki, yeni bir teşkilat yeni bir davet ortaya çıktı mı hemen onda bir
siyaset kokusu buluyor ona tahammül edemiyor ve ezip yok ediyordu.
Böyle bir durumda müslümanlarda yeni bir dinî hayat, yeni bir düzen ve
sistem, yeni baştan hareket ve amel meydana getirmek için Allah'ın bir muhlis
kulunun Hz. Peygamber Efendimizin yolu üzerinde
iman, amel ve şeriata uygun hareket etmeye söz alarak bîat almasından başka ne
yol vardı. Müslümanın onun eline biat etmesi ile
eski günahlarına tevbe ederek bir daha onlara geri dönmiyeceğine söz vererek imanıni
tazelemesinden, sonra da o peygamber vekilinin dinî kontrolü altında o kişide
doğruluk, dürüstlük, iman harareti, sünnete bağlanma zevki, âhiret düşüncesi geliştirmekten başka ne yol vardı.
Bu bîat ve terbiyenin
iç yüzü, hedefi budur. Bununla dinin samimi davetçileri kendi devirlerinde dini
ye-
nileme, canlandırma ve müslümanları
ıslah etme işini yürütmüşler, yüzbinlerce Allah
kulunu "İmanın gerçek şekline ve ihsan mertebesine" ulaştırmışlardır.
Bu altın zincirin baş
halkası, güller demetinin en şahane gülü Abdülkâdir Geyiânî hazretleri idi. Onun adı ve hizmeti "Tıbbı
Nebevî" tarihinde en parlak ve göze çarpan biçimdedir. Kelimeler, deyimler
ve ilmî tartışmalardan uzaklaşarak eğer gerçekler ve olmuş olaylar üzerine
temel atmak gerekirse kabul etmemiz gerekir ki, o dağılma, çözülme devrinde -ki
bugüne kadar devam ediyor- ıslah ve terbiyenin bundan daha kolay ve genel,
bundan daha tesirli ve işe yarar başka bir yolu olamazdı.
Abdülkâdir Geyiânî hazretlerinden önce
din davetçileri ve samimi hizmetçileri bu yolla çalıştılar, bu yolla hizmet ettiler.
Onların bu çalışmaları tarihe geçmiştir. Fakat Şeyh hazretleri kendi sevimli,
gönül okşayan kişiliği, Allah vergisi manevî meziyetleri, yaratılışdan
gelen üstün kabiliyeti ve ictihad melekesi ile bu
yola yeni bir hayat verdi, bu metodu tekrar canlandırdı. O, ne sadece bu
zincirin ünlü önderi (imamı) ne de meşhur Kadiri tarikatının kurucusudur. Hatta
o, bu yolun yeni kuruluşundaki gül demetinin en başta duran gülüdür. Ondan önce
bu yol (nefsi terbiye etme yolu, tarikat yolu) böyle düzenli, tertipli,
nizamlı intizamlı değildi. Ne de onun şahsiyet ve azametinden dolayı herkes
tarafından benimsendiği gibi bir şekilde, yaygınlık ve geniş bir çevreye
dağılma olmuştu. Daha o hayatta iken yüzbinlerce
insan bu tarikattan faydalanarak imanın lezzetini tadmış,
islâmî hayata başlayarak, güzel ahlâkı benimseyerek
kendini güzelleştirmiştir.
Kendinden sonra samimî
tabileri olan yerine geçenlerle (halîfeleri ile) bu çalışmayı, bu çizgiyi
devam ettir-
mistir. Bu yoldan
faydalanıp da İslâm'a dönenlerin sayısını Allah'tan başka kimse bilemez.
Yemen, Hadra-mut, ve Hindistan'da sonra da Hadramutlu mürşidier ve tüccarlar
vasıtası ile Cava ve Sumatra'da ve diğer taraftan
Afrika kıtasında, yüzbinlerce insanın imanını
sağlamlaştırmasında ve yüzbinlerce müslüman olmayan insanların da İslâm'ı kabul etmelerine
sebep olmuştur.
Allah ondan razı olsun
ve onu kendi nimetleri ile sevindirsin. İslâm'a yaptığı hizmetlerinden dolayı
da mükâfatı bol olsun.[39]
Maddeciliğin darbesine
maruz kalmış bu devirde Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin varlığı bir canlı mucizedir ve büyük
bir ilâhî destek ve te'yiddir. Onun şahsiyeti, onun
büyük meziyetleri, etkileri, onun Allah katında makbul ve değerli olduğunun
işaretleridir. Kullar arasında da beğenildiğinin, ona hayranlık duyulduğunun
açık görüntüleridir. Onun talebelerinin ve terbiyesinden geçmiş kimselerin
ahlâkı, yaşayışları, hayat tarzları, hepsi; İslâm'ın sadık ve gerçek bir din
olduğuna delil ve onun canlı, zinde oluşunun isbatıdır.
Aym zamanda bu şu gerçeğin açığa çıkmasıdır ki; gerçek
maneviyat, nefis terbiyesi, Allah'la irtibat ve ilişki için en büyük yetenek
İslâm'dadır ve onun hazinesinde hiçbir zaman mücevherler ve kıymetli servetler
eksik olmamıştır.[40]
Uzun bir süre dünyayı,
zahirî ve bâtını üstün meziyetleriyle, manevî kemâlâtı
ile faydalandırdıktan sonra İslâm dünyasında maneviyatın ve Allah'a yönelmenin
dünya çapında zevkini, neşesini meydana getirdikten sonra 561 H. yılında 90
yaşında vefat etti. Oğlu Şere-füddîn
İsa (r.a.) ölümünü şöyle anlatıyor:
"Vefat etmesine
sebep olan hastalığa yakalandığında oğlu Şeyh Abdülvehhab
kendisine, sizden sonra yapmam için bana bazı tavsiyelerde bulunun dediğinde
buyurdu ki: Daima Allah'tan kork. Allah'tan başka kimseden korkma, Ondan başka
birinden de bir şey bekleme. Bütün ihtiyaçlarını Allah'a havale et. Sadece ona
güven ve herşeyi ondan iste. Allah'tan başka hiç
kimseye güvenme. Tevhid yolunu tut ki o yol, herkesin
birleştiği noktadır, dedi ve şöyle devam etti: Kalb
Allah ile yoğrulmuş olursa hiçbir şey ondan kopmaz ve hiçbir şey oradan dışarı
çıkamaz. Ve dedi ki: Ben kabuksuz özüm. Oğullarına; benim yanımdan çekilin, dedi.
Ben görünüşte sizinleyim, iç âlemde başkaları ile-yim.
Benim yanımda sizden başka kimseler (melekler) var. Onlara yer ayırın. Onlara saygı gösterin. Buraya büyük rahmet iniyor.
Onlara yer açın.
Sonra tekrar tekrar şöyle buyuruyordu: Allah'ın selâmı, bereketi,
rahmeti sizin üzerinize olsun. Allah sizi de beni de bağışlasın, benim de sizin
de tevbenizi kabul etsin. Bismillah, gelin ve geri
gitmeyin.
İşte bunları bir gece
bir gündüz sürekli söyledi durdu. Sonra şöyle dedi: Yazık size. Ben hiçbir
şeye aldırış etmiyorum. Ne bir meleğe, ne de ölüm meleğine. Ey ölüm meleği,
bizim amellerimiz senden çok bize bir şeyler vermiştir.
Öldüğü gecenin gündüzünde
müthiş bir nara attı. İki oğlu Şeyh Abdürrezzak ve
Şeyh Musa diyorlar ki: Tekrar tekrar ellerini
kaldırıp uzatıyor ve diyordu ki;
Allah'ın rahmeti,
bereketi, selâmı size olsun. Hakka dönün, sıfata girin. Ben şimdi sizin
yanınıza geldim. Bir de şöyle diyordu: Yumuşak olun.
Sonra hakkın emri
geldi de ölüm hali kapladı. O vaziyetteyken dedi ki: Benimle sizin ve bütün
insanların arasında yerle gökler arası kadar fark vardır. Beni kimseyle
kıyaslamayın, kimseyi de benimle kıyaslamayın.
Oğlu Abdülaziz; nasıl
olduğunu, ızdırabımn nasıl olduğunu sorduğunda dedi
ki: Bana kimse bir şey sormasın. Ben ilm-i ilâhîye
dönüyorum. Oğlu Şeyh Abdülaziz hastalığının gidişini sorduğunda; benim
hastalığımı kimse bilmez, kimse de anlamaz, ne insan, ne cin, ne de melek.
Allah'ın hükmünden Allah'ın bilgisi şaşmaz, (Kendi hükmünü yine en iyi kendi
bilir.) Hük mü değişir ama bilgisi değişmez, hükmü nesholur ama ilmi nesholmaz.
Allah istediğini yok eder, istediğini bırakır. Onun katındadır asıl yazı. Ne
yaparsa yapar ondan sebep sorulmaz, insanlardan sebep sorulur, dedi.
Sonra oğlu Şeyh Abdülcebbâr, kendisine: Neren ağrıyor? diye sorduğunda ise
şöyle dedi: "Her tarafım ağrıyor. Fakat kalbimde bir ağrı yok. O Allah'la
sağlam olarak birliktedir."
Sonra son demi geldi.
Şöyle söylemeye başladı:
"Kendinden başka
hiç bir mâbud olmayan Allah'tan yardım istiyorum. O
münezzeh ve yücedir, canlıdır. Yok olması düşünülemez. Kendi kudreti ile
izzetini gösteren, ölüm ile kullarına galip gelen o Allah arınmıştır. Ondan başka
mâbud yoktur. Muhammed (a.s.) Efendimiz Allah'ın
peygamberidir."
Oğlu Şeyh Musa: 'Teazzüz" kelimesini söylediniz, bu kelimeyi iyi ve
doğru söyleyeni ediniz, dedi. Bunun üzerine tekrar tekrar
o kelimeyi tekrarladı. O derecede
ki, sonunda sesini
sertleştirerek "teazzüz" kelimesini doğru
ve düzgün şekilde söyledi. Sonra {üç kere) "Allah, Allah, Allah"
dedi. Arkasından sesi kayboldu, tükendi gitti. Dili damağına yapıştı. Mübarek
ruhu ayrıldı. Allah ondan razı olsun, onu da razı kılsm."[41]
Hz. Şeyh bu dünyadan göçüp gitti, ama arkasında İslâm
davetçilerinden, ahlâk ve nefisleri temizleyip terbiye eden bir kitle
bırakarak gitti. Bu kitle onun hizmetini devam ettirdi. Artıp giden
maddecilikle ve İslâm'dan uzaklaşmakla savaşarak mücadelesini sürdürdü.[42]
Abdurrahman İbn Cevzî,
İslâm'a davetin ve ıslâhın bir başka örnek kişisidir. O, devrinin emsalsiz bir
mü-fessiri, muhaddisi,
tarihçisi, ilmî tenkidçisi, kitab
yazarı ve hatibi idi. Bu konulardan her birinde onun büyük kitapları ve ilmî şaheserleri
vardır.[43]
H. 508 yılında
Bağdat'ta doğdu. Bir bakıma Abdül-kadir Geylânî'den 27 yaş küçüktür. Daha küçük yaşta iken baba
gölgesi başından kalktı. Okuma çağına gelince annesi onu meşhur hadis âlimi İbn Nâsır'ın mescidine getirip bıraktı. Ondan hadis
dinledi. Kur'an-ı Ke-rim'i ezberledi. Tecvidde maharet
elde etti. Hadis üs-tadlarmdan hadis dinledi, not
etti. Büyük bir azimle, kendim vererek, binbir zorluk
içinde ilim tahsil etti. Oğluna kendi hayatından bahsederken şöyle der:
"Çok iyi
hatırlıyorum; altı yaşında mektebe gitmiştim. Yaşlı talebeler benimle birlikte
ders okuyorlardı. Caddede, sokaklarda oynadığımı veya kahkaha ile güldüğümü
hatırlamıyorum. Yedi yaşında camii kebirin önündeki meydana gider gelirdim.
Orada bir soytarının veya meddahın gösterilerini seyretmek için dikilip bekleme
yerine hadis âlimlerinin derslerini dinlemeye giderdim. Onların hadis ve
siyerle (Hz. Peygamberin hayatı ile) ilgili
anlattıklarını daha o anda duyarak ezberlerdim. Sonra eve geldiğimde onları
yazardım. Diğer
çocuklar Dicle
kenarında oyun oynarlardı da ben bir kitap yaprağı alır, ayrı bir yere çeker
gider onu okuyup öğrenmeye çalışırdım.
Hocalarımın dersine
yetişmek için o kadar acele ederdim ki, koşmaktan dolayı nefesim daralırdı. Sabah,
akşam böyle geçer, yiyecek temin etmeye vaktim olmazda. Ama Allah Teâlâ'ya şükür olsun ki beni kullarına minnet etmekten
korudu."[44]
Hadis dinleme ve
yazmada o kadar uğraştı, kendi eli ile hadis rivayetlerini o kadar çok yazdı
ki, bazı tarihçilerin anlattıklarına göre, ölümü sırasında cenaze suyunu hadis
yazmak için yonttuğu kalemlerin biriken talaşı ile ısıtmalarını vasiyet etti.
Hatta o kadar fazlaydı ki, su ısındı da arttı bile [45]
Okuma zevki ve
araştırma hırsı ta çocukluğundan beri gelişmişti. Bağdat muazzam kitap
hazineleri ve geniş kütüphanelerle doluydu. İbni Cevzî'nin en çok sevdiği iş kitap okumak, onların verdiği
bilgileri incele-mekdi. Onun bu araştırmaları belirli
bir ilim koluna veya bir tek konuya özgü değildi. O her konunun kitabını
okuyordu da içi doymuyordu, hırsı kanmıyordu. Duygu ve düşüncelerini içeren bir
not defteri gibi olan Sayd el'Hâtır
isimli kitabında bakın bunu nasıl anlatıyor:
"Ben kendi halimi
arzediyorum. Benim mizacım kitapları okumak,
incelemekle bir türlü doymuyor. Yeni bir kitap görünce sanki bir define bulmuş
gibi oluyorum. Yirmibin kitabı okuduğumu söylesem
pek çok zannedilecek. Bu ise talebelik zamanıma ait okuduğum kitapların
sayısıdır. Ben bu kitapları okumakla selefin (İslâmın
ilk döneminin) durumunu, ahlâkım, onların üstün azmini, ezber (hafıza) gücünü,
ibâdet zevkini ve bulunmaz bir takım bilgileri öğrendim ki, o kitapları
okumadan başka türlü öğrenemezdim. İşte bu bilgileri elde ettikten sonra, kendi
devrimin insanlarının seviyesinin düşük olduğunu anladım ve şimdiki
talebelerin azminin zayıflığını gördüm. "[46]
Allâme İbn Cevzî, kitap yazıp eser telif
etmeye daha çok genç yaşta yöneldi. Hayatı boyunca her gün dört cüz yazmayı
prensip edinmişti. Hafız İbn Teymiye
diyor ki: "Onun kitaplarını saydım da bine ulaştığını gördüm. Hadisde öyle yüksek mertebeye ulaşmıştı ki, her hadisin
sahih mi, hasen mi veya muhal mi olduğunu hemen
söyleyebilirim diye iddia ederdi. Edebiyat, kompozisyon ve hitabette Bağdat'ta
bir benzeri yoktu."[47]
Bu ilmî üstünlükleri,
deryalar gibi derin bilgisi ile birlikte Allah ona, dindarlık, takva, ibâdet
zevki ve nimeti de lütfetmişti. Kızından torunu Ebu'l
Muzaffer diyor ki:
"O, haftada bir
Kuran-ı Kerim'i hatmederdi. Hiçbir zaman kimse ile alay etmedi. Çocukluğunda
hiçbir çocukla oynamadı, şüpheü bir şey yemedi. Ömrü
boyunca böyle yaşadı."
İbn Neccâr diyor ki:
"Zevki selim sahibi idi. Dua lezzeti ve niyaz tadım bilenlerdendi."
İbnü'l Fârisî de şöyle der: "Gece uyanık durur, Allah'ı
zikirle geçirir, hiç gâfıl olmazdı."
Eserlerinden,
durumundan ve işaretlerinden bizzat anlaşılıyor ki, gözü açık (hakikati görür),
kalbi de uyanıktı. Gönül yapmayı ve Allah ile ilgi kurmayı hayatın ana gayesi
kabul ederdi. Bunu en büyük servet bilirdi. Bunda bir eksiklik olunca huzursuz
ve perişan olurdu. Sayd el-Hâtır isimli eserinde bir
halini anlatırken şöyle der:
"Hayatımın
başından beri içimde zühd ve ibadet yolunu seçme
eğilimi vardı. Oruç ve nafile ibadetleri hiç saptırmadan yapıyordum. Yalnızlığı
seviyordum. O zaman kalbimin hali bir başka idi. Benim basiretim parlak ve
çabuk kavrayıcı idi. Ömrümün tâatsiz geçen saniyesine
acır, her bir saatini ganimet bilirdim. Daha çok amel etme ve Allah'ın sevdiği
işi yapma arzusunu taşır, Allah ile irtibat kurma, ona yönelme ve dua etmede
bir tad ve zevk duyardım.
Bundan sonra öyle oldu
ki, bazı devlet idarecileri benim tesirli konuşmalarımdan, vaazlarımdan etkilendiler
ve beni kendilerine doğru çektiler, benim mizacım da onlara meyletti. Sonunda
duâ ve niyazlarımdan aldığım tad kaybolmaya başladı.
Sonra diğer bir idareci beni kendime yöneltti. (Şüpheli şeyler korkusundan)
onlara karışmaktan, onlarla yiyip içmekten kaçındım. O zaman halim pek kötü
değildi. Daha sonra git gide tevil kapısı açılmaya başladı. Bunun üzerine mubah
olan şeyleri serbestçe yapmaya başladım. Baktım ki o kötü olmayan halim de
kötüleşmeye başladı. Ben ne kadar o idarecilerle oturup kalkar olduysam kalbimdeki
kararma da öyle arttı. Sonunda o ışık da söndü, kalp karardı.
Bu durumdan içimde bir
huzursuzluk duymaya başladım. Bu huzursuzluğun etkisi; benim konuşma tarzımda
ve vaazlarımı dinleyenlerde de görülmeye başladı. Bu huzursuzluğun etkisinden
dolayı onlar çokça tevbe edip durumlarım düzeltmeyi
başardılar. Ben ise elim bomboş kaldım. Bu kısmetsizliğimi, talihsizliğimi
görerek ızdırabım daha da arttı. Fakat hiçbir tedavi
bulamadım. Sonunda mübarek kimselerin mezarlarını ziyarete gittim. Allah'tan
kalbimi ıslah etmesini diledim.
Nihayet Allah'ın lütuf
ve keremi yetişti, elimden tuttu da çeke çeke beni
nefsimin hoşlanmadığı yalnızlığa doğru itti. Kontrolümden çıkmış olan kalbim
tekrar idarem altına girdi, çok hoşuma giden yaşayış tarzımın kusurlarını
görür oldum. Bu gaflet uykusundan uyandım ve merhametli, esirgeyen Rabbime
bütün kalbimle şükrettim.[48]
İbn Cevzî bu tükenmez manevî
serveti ile birlikte dünya ve sağlık servetine, .güzellik servetine de sahipti.
Muvaffak Abdüllatif diyor ki: "O, çok güzel ve temiz giyimli,
selim zevkli ve çok hoş tabiatlı idi."
İbn Dinî de şöyle diyor:
"O tatlı dilli,
güzel ifadeli, güzel sesli, hoş endamlı ve ölçülü boyda idi. Allah Teâlâ onu daima açık elli ve şerefli kıldı. Sağlığına ve
hissiyatının normal olmasına çok dikkat ederdi. Zekiliğe ve ince duyguluğa
yardımcı olan şeyleri kullanırdı. Sayd el-Hâtır
kitabında yer yer sağlığın korunmasını, hissiyatın
normal olmasını ve oburluktan sakınmayı salık verir. Telbîsu
İblis kitabında da yer yer aşırı ve çok zorlayıcı
zühdün (acemi) tarzlarını şiddetle tenkid
etmiştir."
Onun kendine has
sıfatı; büyük azme, üstün meziyetlere, yüce değerlere ve çok yönlü geniş
bilgiye sahip olmasıdır. Bunu yer yer kendi hayat
tarzında ve davranışlarında göstermiştir. O bir ara gayret ve azim sahibi ünlü
kişileri değerlendirirken, kendi azimliliği ve üstün gayretliliği yanında daha
sönük ve basit görülmektedir. Sayd el-Hâtır' da bir
yerde şöyle yazar:
"İnsanın en büyük
iptilası üstün gayretliliğidir. Çünkü, kimin himmet ve gayreti üstün olursa, o
en üstün makam ve mertebeleri tercih eder. Sonra zaman1 uygun düşmez, şartlar
müsait olmaz ve imkânlar elver-< mezse böyle bir
kimse büyük bir sadmeye uğrar, darbep yer. Bana da
Allah Teâlâ büyük bir gayret ve azim vermiştir. İşte
bundan dolayı ben de huzursuzum. Fakat ben keşke bana bu gayret ve ilerleme
azmi verilmesey-; di demiyorum. Çünkü düşüncesizlik,
akılsızlık, duygusuzluk olmadan hayattan her çeşit tad
alınmaz. Akıl: sahibi bir adam ise, aklının kısaltılarak hayattan zevk
almasının çoğaltılmasını kabul edemez. Ben birkaç adam gördüm. Onlar ilerleme
azimlerim, yükselme gayretlerini büyük bir önemle anlatıyorlar, ama dikkat
ettim ve anladım ki; onların bütün ilerleme azimleri sadece bir konuda olmaktadır.
Onun dışındaki konularda ise -bazan bu onların önem verdikleri konudan
daha önemlidir-
yetersizliklerine veya basitliklerine hiç aldırış etmiyorlar.
Şerîf Radî, bir şiirinde diyor ki:
"Her cismin
zayıflığının, çelimsizliğinin bir sebebi vardır.
Benim cismimin
(bedenimin) derdi de benim ilerleme azmimdir."
Fakat ben bunu
etraflıca incelediğim zaman gördüm ki; ilerleme azmimde nefsimin amaçladığı
şey, dünya servetinden makam mevkiinden başka bir şey değil.
Ebu Müslim Horasanı gençliğinde uyumazdı. Biri ona bunun
sebebini sorduğunda: Beyin duru, azim ulu, nefis üstün amaçlara istekli ise;
bütün bunlar varken düşük ve basit bir hayat içinde insanı nasıl uyku tutar?
dedi. Birisi ona; o zaman nasıl teskin olup, için tatmin olacak? deyince de;
ancak ve ancak devleti ele geçirince, dedi. Oradakiler de; o halde o yolda
gayret göster, dediler. Ebu Müslim Horasanı onlara:
Bu tehlikelere girmeden, insanın hayatım ortaya koymadan imkânsız, dedi.
Topluluk; buna ne engel var? deyince; akıl engel oluyor, dedi. O halde ne
yapmak istiyorsun? dediler. Bunun üzerine cevap olarak dedi ki: O zaman aklın
yol göstermesini kabul etmeyeceğim.Gemimi bilgisizliğin eline vereceğim.
Düşünmeden tehlikeyi tercih edeceğim, kendimi riske atacağım. Akıl olmadan iş
yapılmayan yerde, akılla iş yapmayacağım. Çünkü unutulmakla, kaybetmek
birbirinden ayrılmayan şeylerdir.
Ben bu aldanmış cesur
adam (Ebu Müslim)rin durumunu
iyice incelediğimde gördüm ki, o herşeyden önemli
olan şeyin kökünü kazımıştır. (Asla hesaba katmadığını, aklının kenarına
getirmediğini gördüm.) O da âhirettir. O, devleti
elde etme yolundaki azminde cinnete vardı. Bu uğurda ne kadar cana kıydı, ne
kadar günahsız Allah kullarım öldürdü. Sonunda uğraşa uğraşa elde ettiği
birazcık dünya nimeti oldu. Ondan da ancak sekiz sene kadar faydalandı. Bir
oyuna getirilerek Öldürüldü. Aklının tedbiri ile o kendini kurtaramadı. Seffah'm eli ile öldürülerek bu dünyadan çok kötü bir
şekilde çekip gitti. Aynı şekilde (şâir) Mütenebbî de
yükselme hırsının ve ilerleme azminin sözlerini şakıdı durdu. Ama gördüm ki
onda da sadece dünya hırs ve hevesi vardı.
Fakat benim yüksek
azmimin, ilerleme gayretimin durumu başkadır. Kesinlikle erişemiyeceğimi
anladığım noktaya kadar ilim öğrenmek istiyorum. Çünkü ben bütün bilimleri
Öğrenmek istiyorum. Konuları ne olursa olsun, o ilimleri en iyi derecede
eksiksiz bilmek istiyorum. Bu arzunun bir bölümünü bile elde etmek, bu çok kısa
insan ömründe imkânsız.
Sonra benim öyle bir
halim var ki, bir adam bir ilim dalında tam yetkili olsa da diğer bir ilim
dalında yetersiz olsa, bana göre o adam eksikdir,
yetersizdir. Meselâ hadis âliminin fıkıhda bilgisiz,
fıkıh âliminin de hadis-den habersiz olması gibi. Bana göre ilmin eksikliği,
azmin düşüklüğünün sonucudur. Sonra benim ilimden kasdım
tamamen amel (iş=uygulama) dir. Gönlüm istiyor ki,
bende Bişr-i Hâfî'nin tedbîri, Ma'rûf-u
Kerhî'nin zühdü birleşsin. Lâkin bu iş; bu kadar
kitap okuyarak ve bu kadar çok insana bilgi öğrenip konuşarak, onlarla gece
gündüz bir arada düşüp kalkarak nasıl olabilir?
Sonra istiyorum ki,
insanlardan uzak durayım. Onlardan hediye alma yerine, onlara ikram ve
izzetler yapabilme durumuna geleyim. İlimle uğraşıldığı sürece servet
kazanmaya imkân yoktur. Başkalarına minnettar olmayı, onlara yanaşmayı,
hediyelerini kabul etmeyi gayretim kabul etmiyor.
Sonra ben çoluk çocuk
istiyorum. Seviyeli, değerli kitaplar yazmayı da arzu ediyorum. Tâ ki bütün
bunlar benim hatıram, yadigârım olsun ve dünyadan göçüp gittikten sonra benim
yerimi tutsun. Buna önem verilerek yapılmaya kalkılsa o zaman da kalbin
sevdiği ve hoş meşguliyet olan uzlet ve yalnızlıkta farklılık ortaya çıkmakta,
hissiyatta dağınıklık meydana gelmektedir.
Sonra bende güzel
şeylerden, hoş olanlardan helâl şekilde zevk alma arzusu da var. Lâkin fazla
para olmaması buna mani oluyor. Sonra eğer buna imkânlar elde olsa bu sefer de
dikkat ve duyguyu bir yerde toplamak imkansızdır. Aynı şekilde ben vücûda
faydalı olan yemekleri, içecekleri de arzuluyorum. Çünkü benim beden yapım
nefis şeyleri seviyor, onları arzuluyor biçimdedir. Fakat mal mülk azlığı buna
da engel oluyor. Aslında bunların hepsi, birbirine zıd
şeyleri bir araya getirmeye çalışmaktır.
Pekiyi iş böyle olunca
sadece dünya malı, serveti isteyen insanlar, bu yüksek idealleri ve ileriye
dönük azimleri karşısında ne yapabilirler?
Sonra bir de şöyle
isteğim var: Dünyaya Öyle sahip olayım ki ne dinime bir zarar gelsin; ne de
benim bilgime, amelime kötü bir etkisi olsun. Benim bu huzursuzluğumu biri
tatmin edebilir mi? Onu tam anlayabilir mi? Bir taraftan geceyi uyanık geçirmek
benim için değerli olacak, şüpheli şeylerden kaçınarak takvaya da Önem
vereceğim, diğer taraftan da ilim öğretecek, konuşmalar yapacak, kitaplar
yazacak, vücuda uygun gıdalar vereceğim. Bu ise; kalp onlarla meşgul edilmeden
; imkânsız. Bir taraftan insanlarla bir arada olmak ; lâzım, onların eğitimi
önemli. Diğer taraftan da uzletteki duâ ve niyazların tadında azalma olursa
buna çok
teessüf olunur. Aile
fertleri için ölmeyecek kadar yiyecek temin edilmesi gerekli. O zaman tedbir
ve zühdün ölçüsünde farklılık meydana geliyor.
Fakat ben bütün bu
sıkıntı ve darbeye katlandım ve kat kat razı oldum.
Belki de benim ıslâhım ve ilerlemem bu sıkıntı ve çalkantıdadır. Çünkü üstün
azimli, yüce gayeli kimseler, Allah katında yakınlaşmaya sebep olan amelleri gözönünde tutarlar. Ben soluğumu bile tutuyorum. Onu rastgele teneffüs etmiyorum. Bir nefesim dahi manasız bir işde kullanılmasın diye tedbirli hareket ediyorum. Eğer maksad ve gayeme ulaşırsam çok şükür, ne âlâ derim. Yoksa
'Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır'.[49]
Onun hayatının en
büyük başarısı, onun inkılâblar meydana getiren öğüt
ve vaaz toplantılarıdır. Konuşmaları bütün Bağdat'ın altım üstüne getirmişti.
Halifeler, sultanlar, âlimler, vezirler bu toplantılara özenle katılırlar ve
dinlerlerdi. Akın o kadar fazlaydı ki, her bir toplantıda bazan
yüzbin kişi sayılıyordu. On, onbeş-bin
kişiden hiç aşağı inmezdi. Tesir öyle müthişdi ki,
bazı insanlar cezbeye gelerek olduğu yere yığılıyordu. Heyecan ve cezbeden
yakasını yırtanlar oluyor, feryad-lar
duyuluyor, gözyaşları her tarafta akıyordu. Günahlarına tevbe
edip bir daha yapmamaya söz verenlerin sayısı belli değildi. Yirmibin yahudi ve hristiyanm onun elinde müsiüman
olduğu, yüzbin kişinin de tevbe
ettiği tahmin edilmiştir.[50]
İbn Cevzî vaaz ve sohbet
meclislerinde bid'atları ve dinin kötü kabul ettiği
şeyleri şiddetle reddetmiş, ağır bir dille eleştirmiş, sağlam inancı ve sünneti
izah edip anlatmıştır. Benzersiz bir hitabet kabiliyeti ve ezberin-deki geniş
ilim ve bilgi yükü ile bir de genel rağbetten dolayı, bid'at
ehli ona karşı çıkmaya cesaret edemedi. Onun nasihatları,
vaazları, dersleri ve eserleri sayesinde sünnet gelişti ve devrin halifesi,
emirleri de İmam Ahmed b. Hanbel'in
mezhebine yöneldi ve ona bağlan-dı.(O günlerde bu mezheb, selefi mezhebin ve sünnet yolunun işareti kabul
edilmekteydi).[51]
İbn Cevzî sözlü konuşmalarla,
vaazlarla yetinmedi. O ilim ortamına ve bilginler kesimine büyük etkiler yapan
ve yanlış temayülleri düzelten çeşitli kitaplar yazdı. [52]
Mevzu hadisler
hakkında yazdığı bir kitabıdır. Bu kitabında, devrin eyyamcılarının veya kısa
bilgili tasavvuf çul arının delil olarak ileri sürdükleri ve o kimselerin hak
yoldan sapışına ve yüzlerce yanlış anlamalara sebep olan hadislerin gerçek
durumlarını anlatmaktadır.
Bu şekilde o, bid'atçılarm yuva yaptıkları dala tırpan salladı. Her ne
kadar yer yer o kitapta ölçüsüzlük olmuş, yer yer ağır hükümler vermişse de şüphesiz bu eser Önemli bir
görevi yerine getirmiş ve büyük hizmet etmiştir. [53]
İbn Cevzî'nin diğer bir tenkidçi eseri de Telbîsü İblîs'dir. Bu eser onun tenkidçi
karakterinin, selef meşreb ve zevkinin temel
örneğidir. Bu kitapta o, devrinin bütün müslüman
toplumunu değerlendirmiş, gözden geçirmiştir. Müslümanların her tabakasına ve
her topluluğuna şeriat ve sünnet ölçüsü ile bakmış, onların eksikliklerine,
ölçüsüzlüklerine, yanlış anlayışlarına işaret etmiştir. Şeytanın bu ümmeti
hangi yollarla aldattığını göstermiş, hangi yollarla onların inançlarında,
amellerinde, ahlâklarında yaralar açmış olduğunu anlatmıştır.
Bu kitabında o, hiçbir
kesimi, hiçbir kimseyi gözetmemiş, hiç kimseyi bağışlamamıştır. Âlimlerin,
hadis-çilerin, fıkıhçılarm, vaizlerin, ediplerin,
şâirlerin, sul-,, tanların, vezirlerin, âbidlerin, zâhidlerin, sofilerin,
din ehlinin ve genel halktan herkesin teker teker kusurlaJ. nnı, hatalarını,
yanlışlarını açıklamıştır. Bu kitap, onun geniş görüşünü, hayatı tanıdığım,
ince görüşlülüğünü, en ince meseleleri kavradığını gösteren başarılı bir
eseridir. Bu eserden anlaşılmaktadır ki o, şeytanın politikasını, hissiyatını
derinden incelemiş ve mez-heblerin
tarihinden, sapık fırkaların inançlarından oldukça haberdardır. [54]
Her ne kadar o bu
kitabında ağır tenkidler yapmış, bazı yerlerde tenkidleri ağır ifadelere bürünmüş ise de, şüphe yok ki bu
kitapta işe yarar pek çok şeyler bulunmaktadır. Pek çok kıymetli alıntılar ve
çok doğru ten-
kidler vardır. Pek çok yerde, görüşlerinde doğru, ten-kidlerinde haklı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Burada
ona birkaç örnek verelim:
Devrinin, gece gündüz fikıh meseleleri ile uğraşan ve bu sahada teferruatla
ilgili meselelere kendini veren, bir takım incelikler arayan nkıh âlimlerini tenkîd ederek
şöyle yazmaktadır:
"Bu fikıh âlimlerinin bir hatası da bütün emeklerini ve
enerjilerini bu teferruata âit meselelere vermeleridir. Onlar kendi sahaları
olan bu ilim dalma, kalplere rikkat ve incelik verecek olan şeyleri dahil
etmemişlerdir. Meselâ, Kur'an-ı Kerim tilâveti,
hadis ve Hz. Pey-gamber'in
hayatına âit haberlerin dinlenmesi ve sahâbe-i kiramın ahvalinin okunması gibi.
Herkes takdir eder ki, sadece pisliğin temizlenmesinin ve kullanılmış sular
meselesinin tekrar tekrar anlatılması kalbe rikkat
vermez, kalplerde tatlı bir yumuşaklık meydana getirmez. Kalplerin hatırlatmaya
ve nasihatlara ihtiyacı vardır. Ta ki âhiret isteğine zevk ve şevk doğsun. Her ne kadar ahlâkî
konular şeriat ilimlerinin dışında değilse de gayeye ulaşmak için yeterli
değildir.
Selefin ahvâlini,
onların gerçek durumlarını bilmeyen ve mezhebim tercih ettiği kimselerin
ahvalinden, durumlarından haberi olmayan kimse onların yolundan nasıl gider?
Unutmamalı ki, insan tabiatı kaypaktır. Eğer öyle kimseleri bugünün
insanlarının yanma bırakırsanız, o bu devrin insanlarının huyunu kapacaktır.
Ama eğer daha önceki insanların ahvalini okur da onlarla haşir neşir olursa
onlara göre davranmaya çalışacaktır. Onların mizacına, onların ahlâkına sahip
çıkacaktır. Seleften bir büyük zât şöyle demiştir: Benim kalbime rikkat ve
yumuşaklık veren tek bir hadis,
bana Kadı Şureyh'in yüz içtihadından daha çok sevimli (değerli)dir."[55]
Vaizleri tenkid ederken de şöyle yazıyor:
"Onların çoğu çok
süslü, çok tumturaklı sözler söylüyorlar, ama o sözlerin çoğu manasızdır. Bu
devirde vaazların büyük bir bölümü Hz. Musa, Tur
Dağı, Yusuf ile Züleyhâ hikâyeleri ile ilgilidir.
Farzlar çok az konu edilmektedir. Aynı şekilde günahlardan kaçınma da hiç konu
edilmiyor. Böyle vaazlardan bir zinacımn, bir
faizcinin tevbe etmeye yönelmesi nasıl mümkün olur?
Bir kadın kocasının haklarını yerine getirmeyi, onunla ilişkilerini düzeltmeyi
nasıl aklına getirebilir? Çünkü bu vaazlar o konulardan çok uzaktır. Vaiz
efendiler şeriatı arkaya attılar. Bu bakımdan neşeleri tam yerinde. Çünkü hak
her zaman nefislere ağır gelir, bâtıl da hoş ve hafif gelir, "[56]
Sultanları ve devlet
idarecilerini tenkid ederken de şöyle yazar:
"Bu efendiler
şeriat karşısında kendi görüş ve kafalarına göre hareket etmekteler. Bazan eli kesilmemesi gereken kişinin elini kesiyorlar, bazan da öldürülmesi helâl olmayan kimseyi öldürüyorlar.
"Bu bir siyâsettir" sözü ile kendilerini aldatıyorlar, bunun diğer
bir adı; "Şeriat eksik ve yetersizdir. Onu tamamlamak, eksiğini gidermek
lâzım. Biz onu kendi görüşümüz ve kanaatlerimizle tamamlıyoruz" demektir.
Bu; şeytanın müthiş
bir hilesidir. Çünkü şeriat Allah'ın siyâseti (idare sistemi)dir. Allah'ın siyâsetinde bir eksiklik ve kusur olması ise
muhaldir. Eksiklik olmayınca kulun siyâsetine
nasıl ihtiyaç olur?
Allah
Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de,
"Biz Kur'an'da hiçbir şeyi eksik
bırakmadık." ve: "O'nun emir ve hükmünü hiç kimse
kaldıramaz." buyurmaktadır. O
halde bu kul siyâseti (idâresi)ni iddia eden kimse
aslında şeriatta eksiklik ve kusur olduğunu
iddia ediyor demektir. Bu da küfre götüren bir şeydir. "[57]
Bir yerde şunu
söylemektedir:
"Bu devlet erkânı
ve zenginler: âlimlerden, fakih-lerden
daha çok şeriata ters düşen şeyhlere ve saz çalan şarkı söyleyen sofilere
bağlanıp onlara inanıyorlar. İlim sahiplerine bir kuruş harcamak onlara ağır
gelirken bunlara cömertçe sarfediyorlar. Çünkü
âlimler doktorlara benzer. İlaç ve tedaviye para vermek insana çok ağır gelir.
Fakat o şeyhlere, kavalcılara, çalgıcılara para harcamak şarkıcı kadınlara para
vermek gibidir. Bu da onlar için çalgıcılar ve soytarılar gibi gönül eğleme
vasıtalarıdır ve sarayın ayrılmaz bir parçasıdır."[58]
"Aynı şekilde bu
adamlar, sahte zâhidlere ve dünyadan el etek
çektiğini söyleyen rastgele dervişlere çok çabuk
inanıyorlar ve onları âlimlere tercih ediyorlar. Bu adamlar eğer en ahmak
cahilin vücûdunun üstünde derviş elbisesi görseler inanıveriyorlar. Eğer onlar
baş eğerler de tevazu ve alçakgönüllülük gösterirlerse, ona aldanmakta
gecikmiyorlar ve diyorlar ki: Şimdi şu dervişle falan âlimi nasıl
karşılaştırırsın? Bu derviş dünyadan vazgeçmiş biri, öteki ise dünya peşinde
koşan biri. Derviş öyle güzel yemekler yemiyor, evlenmiyor da!
Halbuki bu, cehalet ve
ahmaklığın tâ kendisi ve böyle zühdün ilme tercih edilmesi Şerîat-ı Muhamme-diye'ye hakarettir.
Allah'ın büyük bir lütfü ki bu adamlar Hz. Peygamber
Efendimiz zamanında değiller. Yoksa eğer onlar Hz.
Peygamber'in evlendiğini, güzel ve temiz yemekler yediğini, tatlıyı ve balı
çok sevdiğini görselerdi onun hakkında bile yanlış kanaat beslerlerdi[59]
Halkın genelini tenkid ederken de şöyle der:
"Şeytan, halktan
pek çok insanı aldatarak; toplantılara katılıp vaaz ve zikir halkalarına
iştirak etmek,; etkilenerek orada ağlamak; işte istenilen budur, herşey. bundan ibarettir, bu yapıldı mı dinde istenilen şey
yerine gelmiş sayılır kanaatini onların kalplerine yerleşti-1' riyor. Eğer halk, asıl amacın amel olduğunu bilse, o za-; man bu duymak ve amel etmek
onlar için sorguya çe-1 kümeye sebep olacaktır.
Ben şahsen senelerdir
vaaz toplantılarına katılan, ağlayan ve orada etkilenen pek çok kimse biliyorum
ki,; onlar ne faizi bırakıyorlar ne de ticarette aldatmadan vazgeçiyorlar.Namazm erkânından zaten eskiden beris
haberleri yok. Müslümanları gıybet etmek ve ana-ba-,
baya saygısızlıkta eskiden olduğu gibi hâlâ devam edi-r
yorlar.
Şeytan, böyle toplantılara
katılıp ağlayarak,1 sızlayarak
günahların affolacağım, günahlara bunların1 keffaret olacağını söyleyerek onları aldatıyor. Bazılarının
kafasına âlimlerle, salihlerle sohbet edip onların
meclisinde bulunmak günahların bağışlanmasına sebeptir anlayışını sokarak
yanıltmaktadır.
Onlardan pek çok kimse
camiler, köprüler yapmak için birçok masraflar yapıyor. Lâkin onların maksadı
riya ve şöhrettir, adlarının amlmasıdır. Bu bakımdan
bina üzerine isimlerini kazıtırlar. Allah'ın rızasından başka bir şey
düşünmeselerdi, Allah'ın onu gördüğünü, bildiğini yeterli görürlerdi. Böyle
adamlara eğer isimlerinin kazılmıyacağı bir duvar
yapmaları söylenseydi kabul etmezlerdi. [60]
Bu kitap, yazarın
duygularını, görüşlerini not ettiği bir cep defteri, bir karalama defteri
gibidir. Bu eserde İbn Cevzî
kendi kişisel hata ve kusurlarını da çekinmeden not etmiştir. Yer yer kendi nefsi ile konuşma, soru cevap, düşünce
karmaşaları, cemiyet hayatı tecrübeleri, kadınlar, köleler ve dostlarla ilgili
tecrübelere ait sözler, faydalı yol göstermeler, günlük olayların çözümü, ruhî
hastalıkların açıklanması, çeşitli sınıfları ten-kid,
nefsi hesaba çekme ve yüzlerce olayla ilgili sözler yer almaktadır.
Bu kitabın en önemli
Özelliklerinden biri, doğruluğu, sadeliği ve yapmacıksız oluşudur. O devrin
edebiyatçılarının, yazarlarının üslûbunun tersine kitabın tamamı; akıcı ve
sade bir dille yazılmıştır ve galiba kendi konusunda bir Arap âlim tarafından
yazılmış ilk kitaptır. [61]
A' îbn
Cevzî bu kitapta küçücük olaylardan günlük görgü ve tercübelerden çok büyük sonuçlar, çok büyük manalar
çıkarmaktadır. Bu ise; bir halk insanı ile bir görüş sahibi fikir adamı
arasındaki farktır. Bir yerde şöyle yazar:
"Ben iki amele
gördüm. Büyük bir kütüğü omuzlanmışlar gidiyorlar. İkisi de şarkı söylüyor.
Biri bir mısra söylüyor, diğeri de terennümle onu tekrar ediyor. Biri okuyor,
diğeri dikkatle onu dinliyor, sonra ikincisi onıiı
tekrarlıyor veya aynı tarzda bir mısra ile cevap veriyor... Düşündüm ki; eğer
bunlar öyle yapmasalar, eziyeti, yükü fazlasıyla hissedecekler. Fakat böyle
hareke t ederek işlerini kolaylaştırıyorlar, yüklerinin ağırlığını
hissetmiyorlar. Dikkat edip de meseleyi iyice düşündül
ğüm zaman anladım ki, onların böyle hareket etmelerinin
sebebi; zihnin başka bir şeyle sürekli meşgul edilerek dinlendirilmesi, cevap
bulma düşüncesiyle meşgul olurken dinçlik kazanması, yenileme elde etmesi, derken
yükü düşünmeye fırsat vermeden yolun katedilme}-sidir.
Bu olaydan benim
zihnim, insanın şeriat karşısın daki durumuna atladı.
İnsanlar şer'î sorumluluklarla, farzlarla büyük bir yük altına girmişlerdir. En
büyük yük de nefsin idare edilmesidir. Büyük mesele, onu isteklerinden mahrum
etmek, istemediği şeylere onu bağlı tutmaktır. Bundan şu sonuca vardım ki; onu
sevmediği şeyler üzerinde tutabilmek için sabırla teselli ederken, dinin caiz
gördüğü gönül çekici şeyleri nefse vererek caiz olmayan isteklerini kesmektir.
Şairin dediği gibi:
"Gece boyu
süvariler yürüdüğü için yorulduk diye feryad
ediyorlarsa
Şafağın ışığına ümidlendir. Gün doğunca dinlendirme sözü ver."
Aynı şekildeki bir
hikâye de Bişr-i Hafî'den nakledilmektedir:
Bişr-i Hafi; bir arkadaşıyla bir yere giderken arkadaşı
susamış ve, şu kuyudan su içelim demiş. Bişr-i Hafi
ise ilerideki kuyuya işaretle, oraya kadar sabretmesini istemiş, böyle böyle derken uzun yollar katedil-miş. Sonra ona dönerek: İşte bu şekilde bütün dünya
yürüyerek katedilebilir, demiştir.
Gerçek şu ki; bu
nükteyi, buradaki inceliği anlayanlar yükünü taşısın, ona sabır gösterin diye
nefislerini oyalayacak, onu okşayacak ve ona bir takım vaad-lerde bulunacaktır. Bazı selef büyükleri şöyle buyururlardı:
"Ey nefis, seni arzu ettiğin şeylerden mahrum edişim sana acıdığım
içindir.''[62]
Bir başka yerinde ise
şöyle yazmaktadır:
"Gördüm ki av
köpeği (tazı) sokak köpeklerinin yanından geçerken sokak köpekleri onlara
havlıyorlar; gürültü, kıyamet koparıyorlar ve peşlerinden koşuyorlar. Onlar av
köpeklerine çok değer verildiğini o yüzden üzerlerine çul konduğunu görüyorlar
da buna ha-sed ediyorlar. Buna karşılık, av köpekleri
(tazılar) onlara hiç değer vermiyor, yüzlerini bile çevirmiyorlar,
havlamalarına aldırış etmiyorlar. Bundan da sanki av köpeklerinin onların
soyundan olmadığı anlaşılıyor. Çünkü sokak köpekleri hantal vücudlu,
biçimsiz organ-lıdırlar. Fakat av köpekleri nazik
yapılı ve çeviktirler. Onların vücudu nazik ve çevik olduğu gibi, terbiye edilmiş,
davranışları da eğitilmiştir. Onlar av avlayınca o ava ağızlarım sürmeleri
imkânsızdır. Sahiplerinden korktuklarından dolayı, ya
da onların kendilerini yedirip doyurmalarından dolayı o avı olduğu gibi
getirip teslim ederler.
Ben bundan anladım ki;
bedenle ahlâk (huy) arasında büyük ilgi var. Eğer vücud
endamlı, hoş ise ahlâk da hoş ve güzeldir. Bir de şunu anladım ki; insan kendi
cinsinden olmayana veya kendi seviyesinde kabul etmediği kimseye hased etmemektedir. Bunun gibi, Allah'ın kendisine akıl,
fikir verdiği kimse kendisine hased edene hased etmez. İman ve akıldan mahrum olanı o, değer
verilecek kimse olarak kabul etmez. Çünkü biri bir âlemde, Öbürü bir başka
âlemde. O, dünya menfaatinden dolayı hased ediyor.
Halbuki bunun ana hedefi âhireti kazanmaktır. İkisi
arasında ufuklar kadar mesafe var,"[63]
O, olayları tamamen tehlil eder ve bizzat kendi hayat ve yaşayışı hakkında
nefsi ile hakimane (akıl, fikir ve mantığın en derin kavrayışı ile olayları
çözen) bir tarzda.konuşur.
Bir keresinde dua
ediyordu da duasına büyük bir kişi de katılmıştı. Dua kabul oldu. Ama kimin
duası, kendisinin duası mı? Yoksa o anda o duaya iştirak ettiği için diğer
büyük kişinin duası mı? Bunun üzerine nefsi ile şöyle konuştu:
"Bir gün öyle bir
işle karşılaştım ki, o iş hakkında Allah'a dua etmem gerekti. Dua ettim,
Allah'tan istedim. İyi halli ve manevî yüceliği olan bir zât da duama ortak
olmuştu (âmin demişti). Duamın kabul olduğunun alâmetlerini gördüm.
Nefsim bana; bu, o
büyük zâtın duasının neticesidir. Senin duanın değil, dedi.
Ben de kendi kendime
şöyle dedim: Benim öyle günahlarım, kusurlarım var ki, onlardan dolayı duamın
kabul olması benim hakkım değildir. Fakat kim bilir, belki de benim duam kabul
olmuştur. Çünkü o büyük zât kendi hakkımda bildiğim o günah ve kusurlardan
korunmuştur. Ama benimle onun arasında fark var. Ben kendi kusurumu bilmemden
dolayı gönlüm üzgün ve pişmanım, o ise kendisi hakkında neşeli ve sevinçlidir.
Bazan günahları itiraf etmek böyle zorunlu durumlarda
daha çok işe yarar ve etkili oluyor.
Bir başka konuda ben
ve o eşitiz. O da şu: İkimizden hiçbiri kendi amellerinden dolayı üstünlük
beklemiyoruz. O halde ben kırık bir kalple pişmanlık duyarak başımı eğer de
günahlarımdan tevbe ederek; Yâ
Rabbi, kendi lütuf ve kereminden dolayı beni bağışla, elim boş, yüzüm yok,
dersem o zaman duamın kabul edileceğini umarım. Halbuki o büyük zâtın dikkati
yaptığı amellere takılır da ona güvenir, bu ise duasının kabul olmasına mâni
olur.
O halde ey nefsim,
kalbimi daha fazla üzme. Ben edeb ve tevazuu
gerektiren, sonra da kendi kusurlarımı itiraf etmemi icab
ettiren nice hallerimi biliyorum. Allah'tan istediğim şeye benim pek çok
ihtiyacım var. Onun lütfedeceğine kesin inancım var. Bütün bu meziyetler o çok
ibadet eden zatta yok ki Allah onun (kendine güvendiren) ibâdetlerine bereket
versin. Benim kusurlarımı kabul etmem, günahlarımı itiraf etmem büyük değere
sahip bir şeydir."[64]
Bir yerde de şöyle
der:
"Bir gün şer'an mekruh olan bir meselede çıkmaza düştüm. Nefsim bazı
te'vil yolları gösteriyordu da mekruh olduğunu
gözden uzaklaştırıyordu. Aslında
onun tevilleri (çıkış yolları göstermesi) yanlıştı. Mekruh olduğunun delili
apaçık ortada duruyordu. Allah'a yöneldim, bu çıkmazdan beni kurtarmasını
diledim ve Kur'an-ı Kerim okumaya başladım. Dersimin
akışı da sûre-i Yusufa gelmişti. Oradan okumaya
başladım. Kafam deminki meseleye takıldığı için hep onu düşünüyordum, başka
hiçbir şeye dikkatimi veremiyordum. Ne okuduğumdan da haberim yoktu. Ne zaman
ki şu âyete geldim; 'Yusuf: Allah'a sığınırım,:, gerçek şu ki senin kocan
benim efendimdir, bana güzel bakmıştır, dedi. "[65]
okuyunca irkildim. Bana Öyle geldi ki bu âyet bana söylüyor, bana hitap ediyor.
Derhal kendime geldim.
Gözlerimden gaflet perdesi kalktı. Kendi nefsime dedim ki: Yusuf (a.s.) hür bir
kimseydi. O zâta köle yapılarak satılmıştı. Kendisine o kadar basit iyiliği
yapan adama teşekkür için "efendim" dedi. Halbuki o ne bir köle idi,
ne de onun bir efendisi vardı. Yine de onun hakkını kabul edişinin sebebini
açıklarken "ahsene mesvâye"
diyerek; "beni iyi korudu, bana iyi davrandı" ifadesini kullandı.
Şimdi (ey nefis),
biraz kendin üzerinde düşün. Senin vücudunu devamlı lütuf ve keremleri ile
besleyen, bu kadar giysilerle bedenini örten, hesapsız iyiliklerde bulunan bir
efendinin kölesisin. Öyle bir efendinin kö-lesisin ki o seni doyurdu, yedirdi, giydirdi, okuttu, öğretti;
daha bilmem sayılıp dökülemiyecek kadar ikramda
bulundu. Seni en güzel bir yola koydu. Her çeşit hile ve serlerden korudu,
güzel bir görünüm vermekle birlikte sana manevî güzellikler, akıl, zekâ, güzel
karakter bahşetti. Başkalarının uzun seneler içinde öğrene-mediği
bilgiyi kısa zamanda öğrenme kabiliyeti verdi.
Güzel konuşma ve
konuları rahat anlatma, akıcı bir üslup ve natıka verdi. Halktan kusurlarını
gizledi, rızkını zorlanmadan sana ulaştırdı, kimseye seni minnet ettirmedi.
Daha bilmem hangi iyiliklerini sayıp dökeyim; güzel bir yüz, sağlıklı bir vücud, güçlü bir karakter, normal bir yapı veya hoş bir
mizaç ve adilikten, aşağılıktan koruması, hangisini sayayım. Eğer ben çocukluğumdan
bugüne kadar o efendimin (Allah'ın) verdiği nimetleri saymaya kalksam birçok
defter karalamam gerekir, yine de bitmez. Saymadığım iyilikleri kat kat fazladır. Ey nefsim, Öyle ise bütün bunlara rağmen o
efendinin rızasına aykırı hareket etmen sana nasü
yakışır? "Allah'a sığınırım, şüphesiz o benim Rabbim-dir.
Bana güzel bakmıştır. Zâlimler kurtuluşa eremezler."[66]
Bir başka yerde de
şöyle yazar:
"Bir keresinde
ben bir mezhepte yapılmasına izin verilen, başka bir mezhepte caiz görülmeyen
bir mesele üzerinde amel ettim, o şeyi işledim. Ama kalbimde de bir katılık,
bir huzursuzluk duydum. Sanki kendimi dergâhtan kovulmuş, azarlanıp huzurdan tardedilmiş bir insan gibi hissettim. İçimde bir kararma,
bir yoksunluk hissettim.
Nefsim bana dedi ki:
Bu ne biçim bir iş; sen fıkıh âlimlerinin çizgisinden çıkmış değilsin ki böyle
şeyler hissedesin. Ben de dedim ki; ey kötü nefis; senin bu sorunun iki cevabı
var: Birincisi, sen bir kere kendi akidenin (inanç ve görüşünün) tersine yorumladm (te'vil yaptın). Bizzat
sana sorsalardı da fetva isteselerdi yaptığına göre fetva vermezdin. O (nefis)
dedi ki; eğer ben onun caiz olduğuna inanmasaydım onu neden ve nasıl yapardım?
Ben de dedim ki: Sen bu düşünceni başkaları için de fetva olarak arzu
etmiyorsun.
İkincisi de şu ki; bu
kararma ve sıkıntı duymandan memnun olman lâzım. Çünkü senin kalbinde nur olmasaydı
böyle bir tesir sende meydana gelmezdi.
O da şöyle dedi:
Tekrar tekrar gelen bu sıkıntı ve ruhî kararmadan huzursuz
oluyorum. Ben de; o halde bunu bırakmaya karar ver ve farzet
ki, terkettiğin şey icmâ
ile caizdir. Ama yine de takva ve titizlik bakımından onu bırakmaya karar ver,
dedim. Nitekim böyle hareket ederek o bu çıkmazdan, sıkıntılardan
kurtuldu."[67]
O, bir hadisçi ve
fıkıhçı olmasına rağmen kalbi ıslah etmek, zevk ve şevk meydana getirmek için
insan üzerine tesir bırakan olayların ve selef-i sâlihînin
ahvâlini okumanın gerekli olduğundan da habersiz değildi. Telbisü
İblis ve Sayd el-Hâtır isimli eserlerinin ikisinde de
nkıhçılara, hadisçüere ve
âlimlere, talebelere bunu yapmalarını tavsiye eder ve kendi tecrübelerini de
anlatır. Sayd el-Hâtır' da bir yerde şöyle yazar:
"Fıkıh ve hadis
dinlemeye kendini vermenin kalpte gelişme sağlamaya yeterli olmadığını gördüm.
Öyle olmalı ki, bununla birlikte etkili olaylar ve selef-i sâlihin
ahvâlini mütalaa etmek de buna katılmalıdır. Sadece helâl ve haramlara ait
bilgiler kalpte incelik, yufkalık meydana getirmeye yetmez. Kalpte yufkalık ve
rikkat; etkili hadislerle, selef-i sâlihîn hakkındaki
tatlı olayların anlatümasıyla meydana gelebilir.
Çünkü bunların anlatılışının amacı zaten bu duygunun doğmasıdır. Bizzat ben
kendi tecrübemle bunlar üzerindeki denemelerimle gördüm ki, genellikle
hadisçiler ve hadis bilgisi üzerinde çalışanların bütün dikkatleri, ilgileri
âlî hadis senedi ve rivayetlerin çokluğu üzerinde olmaktadır. Aynı şekilde
genellikle nkıhçıların bütün ilgileri tartışmalara ve
rakibini altedecek bilgilere yönelik olmaktadır. İş
böyle olunca kalpte nasıl bir heyecan, incelik, hassasiyet ve yufkalık meydana
gelebilir?
Selefden bir grup insan sadece bu heyecan, hassasiyet, rikkat
ve yufkalığı, bu davranış ve hareketleri görmek için büyük ruhaniyet
sahibi bir insanı ziyarete giderlerdi, onlardan bilgi almak için değil. Bu
bakımdan
O davranış ve hareket
tarzı onların bilgisinin temelini oluşturuyordu. Bu inceliği iyi anlayın, hadis
ve fıkıh dersine, selef-i sâlihînin, ümmetin zâhidlerinin (dini ruhuna uygun şekilde en iyi yaşayan,
haramların en küçüğüne yanaşmayan pâk müslümanların)
yaşayış ve hayatlarını öğrenmeyi de mutlaka katın ki, bununla kalbinizde
rikkat, yumuşaklık ve yufkalık hâkim olsun. [68]
İbn Cevzî, selefin ve ümmetin
daha önce yaşamış ünlü pek çok salih kişilerinin
müstakil hayat tarzlarını, yaşayış biçimlerini bir kitap halinde kaleme almıştır.
Meselâ, Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz, Süfyân-ı Sevrî, İbrahim b. Edhem, Bişr-i Hafî, Ahmed b. Han-bel, Ma'rûf Kerhî hazretleri gibi büyük zâtların özel hayatlarım
yazmıştır. Bu müstakil tezkirelere ilâve olarak pek çok zatm
tezkire ve hal tercemesini Safuet
el-Safvet' i yazmıştır. Bu eseri dört cilttir.
Aslında bu kitap Ebû Nuaym
el-Isbahânî'nin meşhur kitabı Hilye-tul
Evliya' mu düzene konmuş ve özetlenmiş bir şeklim dir.
îbn Cevzî bu kitabı, uygun
kısaltmalar, eklemeler ve özetlemeler yaparak hadisçi ve tarihçi metodu ile
yazmıştır. Bu kitapta anlatılan konular ve olaylar etkili, gönül okşar biçimde
olmakla beraber, tarihî bir yöne de sahiptir. Mübalağalı rivayetlerden ve
lüzumsuz sözlerden arınmıştır.[69]
İbn Cevzî, dinî bilgilerle
uğraşırken, fıkıh ve hadiste çok üstün dereceye yükselirken tarih bilgisinin
de; önemine ve gereğine inanıyordu. Onun Öğretilmesinde ısrar etti. Ona göre;
tarihi bilmemekten dolayı hadisçi-lerle, fikıhçılar kitaplarında bazı çok büyük yanlışlıklar
yapmışlardır. Bu ise onların şamna yakışmaz, demektedir.
İşte bu yüzden talebelere her ilim dalından haberleri olmasını tavsiye eder.
Kendilerini değersiz,., basit duruma düşürmeyecek kadar Tarihi bilmelerim^
onlara salık verir. Sayd el-Hâtır 'da şöyle
yazar:
"Fıkıh âliminin
her ilim dalından gerektiği kadar; bilgisi olmalıdır. Tarih olsun, hadis ya da lisan bilgisi veya daha başka bir bilgi olsun
bilmelidir. Çünkü fıkıh bütün bilgileri bilmeyi gerektirir, bu balomdan her
il-i1 min gerekli olan miktarını bilmelidir.
Ben bazı nkıhçılarm: 'Şeyh Şiblî ile Kadı
Şerik bir toplantıda karşılaştılar' dediğini duydum. Bunu duyunca şaştım
kaldım. Onların daha bu iki önemli insanın yaşadıkları zamanlar arasında ne
kadar uzun zaman aralığı olduğundan haberleri yok. Bir tartışma sırasında bir
âlim': Hz. Ali ile Hz. Fâtıma (r.a.) arasında evlilik bağı kopmadığı için Hz. Ali, Hz. Fatıma'nın
cenazesini yıkamıştı1 dedi. Ben de dedim ki: Allah iyiliğini versin. O halde Hz. Ali, Hz. Fâtıma'dan
sonra onun kız kardeşinin kızı Zeyneb kızı Ümâme ile nasıl evlenmişti?
Aynı şekilde ben
Gazâlî'nin kitabı îhyâ' da öyle hatalar gördüm ki, nasıl oldu da değişik
olayları ve tarihleri böyle bir araya getirdi diye hayret ettim. Bu tarih
hatalarını ben bir kitapta topladım."[70]
O, bu tenkidlerle ve teşviklerle yetinmemiş hatta geniş ve büyük
bir eser olan el-Muntazam fi Târihi'l-Mülûki ve'l-Ümem
isimli on cildlik kitabını yazmıştır. İslâm'ın
başlangıcından alarak 574 H. yılma kadar geçen olayları içine almaktadır.
Yazar bu kitabında,
önce bir devri yazmış, sonra o zaman ve devrin önemli olaylarını, vak'alarını; daha sonra da o dönem içinde ölen seçkin ve
anılmaya değer kişilerin hayatlarını anlatmıştır. Bu durumu ile kitap, tezkire
ve tercüme-i ahvâli birleştirerek anlatan bir tarih kitabıdır.
Aynı şekilde onun kısa
bir kitabı daha var. Bir tarihî hatıra kitabı (not kitabı) gibi olan bu eserin
adi Telkîhu Fühûm-i Ehli'l-Eser fi Uyûni't-Târihi ve's-Si-yer'dir. İçinde pek çok tarihî bilgiler bir araya
getirilmiştir.[71]
İbn Cevzî'nin çok düzgün ve
akıcı bir dille yazıp konuştuğunda tarihçiler görüş birliğindedirler. Onun vaazlarına,
sohbet toplantılarına halkın çok rağbet etmesinin bir sebebi de buydu.
O, Sayd
el-Hâtır isimli eserinde, nefsinin bunu ter-ketmesini
ısrarla tavsiye ettiğini, konuşmasında bu özelliklere önem vermemesini nefsinin
kendisine öğüt-lediğini, bu gibi şeylerin yapmacık
şeyler olduğunu, kelimelerin şekil ve biçimlerine dikkat etmemesini nefsinin
tekrar tekrar hatırlattığını, fakat genel bilgisi ve
fi-kıh ilmini çok iyi bilmesinden ötürü nefsini
atlattığını söyler. Güzel konuşmanın Allah vergisi bir yetenek olduğunu, bir
silah, bir üstünlük belgesi olduğunu, bir kusur ve ayıp olmadığını, bu bakımdan
dine davet ve tebliğde ondan faydalanılması gerektiğini, onu tenkid etmeye hiçbir sebep olmadığını nefse anlattığını
bildirir.[72]
Kısacası şeytan onu
halka hizmetten ve genel davet görevi yapmaktan uzaklaştıramadı ve o, bütün
zihin gücünü, Allah'ın lütfü olan yetkilerini müslümanların
ıslâhı için harcadı. Yarım asırdan daha fazla bir süre bütün varlığı ile ıslah
ve bilgilendirme ile uğraştı.[73]
597 H. yılında bir
cuma gecesi bu Allah yolunun davetçisi vefat etti. Bağdat'ta kıyamet koptu,
çarşılar kapandı, cenaze namazı Mansur Câmii'nde
kılındı. Bu büyük cami kalabalığı almadı.
O gün Bağdat tarihinde
unutulmaz bir gün yaşandı. Her taraftan ağıtlar duyuluyor, gözyaşları akıtılıyordu.
Halk ona o kadar bağlı idi ki, Ramazan boyunca bütün gecelerini onun kabri
yanında geçiriyorlar ve Kur'an-ı Kerim
hatmediyorlardı.[74]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/265-267.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/267-268.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/268.
[4] Ceylan ya da Geylan'a Deylem de denilir.
Burası İran'ın kuzey batısında bir bölgedir. Kuzeyinde Rus toprakları vardır.
Güneyinden Elbürz sıradağları geçer ki bu dağlar onu
Azar- beycan ve Irak-ı Acem'den ayırır.
Güneyinde Mazenderan'ın doğu kısmı var. Kuzeyinde de İran'ın en güzel
yerlerinden sayılan Kazvin'in
batı bölgesi vardır.
[5] el-Bidâye ve'n-Nihâye, Bostanî,
c.12, s.149.
[6] Şarânî onun mürid yetiştirmede büyük makam sahibi olduğunu bildiriyor.
Bağdat'ın pek çok aliminin ve şeyhlerinin ona bağlı olduğunu söylüyor.
[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/269-270.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/270-271.
[9] Kalâidu 1 Cevahir, s.9.
[10] A.g.e, s.9
[11] A.g.e, s.9
[12] A.g.e, s.9
[13] A.g.e, s.9
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/271-273.
[14] Kalâidü'l Cevahir, çeşitli
kitaplar ve tezkireler.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/273-274.
[15] Tabakât el-Kübrâ, Şa'rânî, c.l,
s.126 ve Tabaİât-ı Hanâbile, İbn Receb.
[16] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/274-275.
[17] Tabakât el-Kübrâ, Şa'rânî, c.l,
s.120 ve Tabakât-i Hanâbile, İbn Receb.
[18] Tabakât el-Kübrâ, Şa'rânî, c.l,
s.120 ve Tabakât-i Hanâbüe, İbn Receb.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/276-277.
[19] Fütûh el-Gayb,
Makale 3, Rumuz el-Gayb, s.11-13.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/277-278.
[20] Fütûh el-Gayb,
Makale 3, Rumuz el-Gayb, s.125.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/278-279.
[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/279-281.
[22] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/281-282.
[23] Rumuz el-Gayb, Tercüme Fütûhu'l Gayb, makale: 17.
[24] Rumuz el-Gayb, Tercüme Fütûh'ül Gayb, makale: 62.
[25] Füyûz-ı Yezdânî,
meclis: 20.
[26] Mâide, 5/54.
[27] Zâriyât, 51/56.
[28] Taberânî.
[29] Mâide. 5/54.
[30] Fütûh el-Gayb,
makale: 32.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/282-286.
[31] Füyûz-ı Yezdânî,
meclis: 21.
[32] A.g.e, meclis: 51.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/286-287.
[33] Kalâidul Cevahir, s.8.
[34] A.g.e, s.8.
[35] A.g.e., meclis: 51.
[36] . A.g.e, meclis: 52.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/287-289.
[37] Melfüzât,s.498, (Füyûzu Yezdânî).
[38] Melfuzât, s.507, (Füyûzu Yezdânî).
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/289-290.
[39] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/290-294.
[40] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/294.
[41] et-Tcskmüe,Rüöröz el-Gayb, 1Ö9-193.
[42] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/294-297.
[43] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/298.
[44] Leftetü'l-Kebid fî Nasîhati'l-Veled, s.81-82.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/298-299.
[45] İbn Hallikân,
s.395.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/299.
[46] Sayd el-Hâtır, s.366-3671
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/299-300.
[47] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/300.
[48] Saydel-Hâtır, s.58-59.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/300-302.
[49] A.g.e,s.l94-196:
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/302-307.
[50] Leftetu 1-Kebîd ve Sayd el-Hâtır.
[51] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/307-308
[52] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/308.
[53] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/308.
[54] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/309
[55] Telbîsü İblis, s.119.120.
[56] A.g.e, s.125.
[57] Nakdü Mesâliki'I
Vulâti Ve's-Salâtîn, s.132.
[58] Nakdü Mesâliki'I
Vulâti Ve's-Salâtîn, s.373.
[59] Telbîsü İblîs Alel Avam, s.389.
[60] Telbîsü İblis Alâ Ashâbü Emval, s.395.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/309-314.
[61] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/314.
[62] Sayd el-Hâtır, s.75-76.
[63] A.g.e, s.387.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/314-317.
[64] A.g.e, s.83-84.
[65] Yûsuf; 12/23.
[66] Sayd el-Hâtır, s. 162-163.
[67] A.g.e, s.174.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/317-321.
[68] A.g.e,s.l74-175.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/321-322.
[69] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/322-323.
[70] A.g.e,s.365-366.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/323-324.
[71] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/324.
[72] Bk. Sayd el-Hâtır,
s.126-127.
[73] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/325.
[74] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/325-326.