8-
NUREDDİN ZENGÎ ve SELAHADDİN EYYUBÎ
Haçlı
Hücumları Ve İslâm Âleminde Yeni Bir Tehlike
Nureddin
Zengî'nin Özellikleri:
Hayatında
Meydana Gelen Değişiklik:
Kesin Sonuç
Alınan Hıttîn Savaşı:
Sultan
Selahaddîn'in Dînî Hamiyyeti:
Sultanın
Görevinin Tamamlanması ve Barış:
Fatımî
Devleti'nin Çöküşü ve Selahaddin'in İkinci Başarısı:
Bir taraftan îslâm
merkezinde bütün gücü ve hızı ile tasnif, te'lif ve talim (yazma, Öğretme)
faaliyetleri sürüyor; bazı dâhi kişiler, yüce ulu kimseler; ıslâh ve terbiye
(toplumun bozulan taraflarını onarma ve toplumu eğitme) işi ile uğraşıyordu.
Diğer taraftan da bütün İslâm dünyası üzerinde tehlike bulutları dolaşıyordu.
Müslümanlar ve İslâm'ın kendisinin varhğı tehlikede idi.
Hristiyan Avrupa
asırlardan beri İslâm'dan gocunmuş, kin duymuş ve intikamla beslenmişti.
Müslümanlar, hıristiyan dünyasının bütün doğu yakasını ellerine geçirmiş,
bütün kutsal yerlerini hatta bizzat Hz. İsa'-nın doğduğu toprakları idareleri
altına almışlardı. Avrupa'nın kinlenmesi, intikam duygusuna kapılması için
sadece bu yeterli idi. Fakat güçlü îslâm devletlerinin varlığı ve onların komşu
hristiyan ülkelere sürekli akın yapmalarından dolayı cesaret edip de onlar
Suriye veya Filistin'e yahut herhangi bir İslâm ülkesine saldırıya
geçemiyorlardi.
Selçuklu
İmparatorluğunun çöküşü ve îslâm devletinin kuzey sınırlarının zayıflaması
yüzünden Avrupa cesaretlenip şansını deneme düşüncesine kapıldı. Tam o sırada
rahip Peter adında öyle bir adama sahip oldular ki, bu adam güçlü bir hatip,
dinî bir vaizdi. Feryad-
lan ile bütün
hristiyan dünyasını ateşledi. Bir baştan bir başa dinî bir cinnet dalgası
meydana getirdi. Bunun dışında geniş ve münbit İslâm ülkelerine saldırmanın
daha başka çeşitli siyasî, iktisadî sebepleri ve harekete geçirme nedenleri de
bir araya gelmişti. Bütün bunlar Haçlı saldırılarında dinî ve dünyevî teşvik ve
özendirici şeyler oldu[1]
Nihayet 490 H. yılında
ilk Haçh ordusu Suriye'ye doğru yola çıktı. İki sene içinde Haçh ordusu,
Antakya vilâyetinin birçok kalesini, Halep şehrini ve el-Reha'yı (Reyhanlı) ele
geçirdi. 1099 M. yılma rastlayan 492 H. yılında Haçh savaşçılar Kudüs'ü
zaptettiler. Birkaç sene içinde de Filistin topraklarının büyük bölümünü, yani
Suriye sahillerindeki Akkâ'yı, Trablus'u, Sayda ve Lazkiye'yi ellerine
geçirdiler.
Meşhur İngiliz tarihçi
Stanley Len Paul'ün ifadesi ile; "Haçlı ordusu sanki eski (çürük) bir
ağaca çivi çakar gibi ülkeye girdi. Kısa zamanda İslâm ağacının gövdesini
parçalayarak kıymıklarını havaya savura-caklarım anlamaya başladılar."
Kudüs'ün içine
girdiklerinde Haçlıların fetih sar-hoşluğuyla kendilerinden geçip çaresiz
müslümanlara karşı yaptıklarını, sorumluluk duygusu taşıyan bu hristiyan
tarihçi, şu sözlerle anlatıyor:
"Kudüs'e galip ve
muzaffer bir eda ile giren Haçh savaşçılar öyle bir katliam yaptılar ki,
anlatılamaz. Atlarının üstünde Mescid-i Aksâ'nm yanındaki Hz. Ömer Câmii'ne
giren süvarilerin atları diz kapaklarına kadar kana bulanmıştı. Küçük çocukları
ayaklarından tutup duvarlara vurarak parçalıyorlar veya sallayarak onları duvarların
arkasma fırlatıp atıyorlardı. Yahudilerin hemen tamamı kendi heykel
(mabed)lerinde canlı canlı yakılmıştı.
İkinci gün ondan daha
büyük, ürpertici zulümleri gözlerini kırpmadan bilerek tekrarladılar. Tenkru, üç
yüz esiri canlarını koruma garantisi ile hapsetmişti, feryad ve figan
ediyorlardı. Hepsi dışarı çıkarıldı. Müthiş bir katliâmla öldürülmeye
başlandı. Erkeklerin, kadınların, çocukların vücudları parça parça ediliyor,
parçalar birbiri üstüne yığılıyordu. Sonunda bu korkunç mezalim ve katliam
bitti. Şehrin kanlı sokakları Arap esirlere yıkatılıp temizletildi."[2]
Kudüs'ün Haçlılar
tarafından zaptedilnfesi İslâm devletinin zayıflığını ve söndüğünü, hristiyan
dünyasının uyandığını ve onun yeniden güç kazandığım haber veriyordu ve bu;
İslâm âleminde tehlike çam idi. Suriye ve Filistin'de dört tane ayrı ayrı
devlet kurulmuştu. (Kudüs, Antakya, Trablus, Yafa'da kurulan küçük devletler.)
Bunlar İslâm'ın merkezi (Hicaz)'nin istiklali ve kudsiyeti için büyük tehlike
idiler.
Hristiyanlarm cesaret
ve azmi o kadar artmıştı ki, Kerk valisi Renginald, Mekke ve Medine'ye hücum etmeye
karar vermişti[3] Hz. Peygamberin mübarek
kabri hakkında küstahça ve hâince kelimeler sarfede-rek âdice bir takım şeyler
yapmak istediğini açıklamıştı. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber'in vefatı üzerine
dinden dönme (irtidad) hareketi başladığından beri o güne kadar böyle büyük
bir tehlike çıkmamıştı. İrtidad hareketi ilk büyük tehlike idi. Şimdi ise en
korkunç bir tehlike olarak bu ortaya çıktı. İslâm âleminin kesin sonuç alması
gereken bir savaş vermesi gerekiyordu.
Altıncı Hicrî asrın
başı, İslâm dünyasının müthiş bir çözülme içinde bulunduğu en kötü bir idarî
dönemden geçiyordu. Selçuklu sultanı Melikşah'ın yerine geçen de eli kolu
bağlı biri idi. Abbasî halifeleri uzun zamandan beri güçlerini, otoritelerini
Türklere kaptırmışlardı. İslâm âleminde bozulan düzeni yeniden kurup
düzenleyecek, güçlü bir idare tesis edecek yetenekli bir komutan, lider ve
sultan yoktu. Müslümanların dağılmış güçlerini, kıyıda köşede kalmış
insanlarını toparlayarak bir bayrak altına getirerek, kuzeyden ve batıdan
akıp gelen tehlikeye karşı koyabilecek bir kahraman göze çarpmıyordu.
Stanley Len Paul çok
doğru yazmış:
"Bu kadar geniş
alana yayılmış muhteşem Selçuklu İmparatorluğunu Ölüm ve ızdırap çırpınışları
içinde elini kolunu salmış, çaresiz vaziyette gören herkesi bir şaşkınlık ve
dehşet kapladığından dolayı bu devir bir şüphe, tereddüt ve kararsızlık dönemi
idi."
İşte bu ara dönem,
yeni güçler tamamen derlenip toparlanıp aynı yöne yönelmediği sürece kötü
durumunu devam ettirecekti. Kısacası şu ki, Avrupalıların ordu getirerek
başarılarını devanı ettirebilmelerine tam uygun bir zamandı"[4]
Fakat tam o zamanda, o
kargaşanın, o felâketin, o müthiş çözülme ve dağılmanın arkasından ümidsizliğin
her taran kapladığı sırada İslâm dünyasının ufkundan yeni bir yıldız doğup
yükselmeye başladı. İslâm dünyası her zaman olageldiği gibi, tam ihtiyaç
duyduğu sırada yeni bir önder, taze ve yıpranmamış bir mücahide kavuştu.
Ümidini kaybettiği yönden yepyeni bir güç doğdu ki hiçbir kimse bunu hayal bile
edemiyordu.
Stanley Len Paul şöyle
yazıyor:
"Müslümanlar
cihad ilan etmek zorunda kaldılar ve kahramanlığına, cesaretine, savaş
kabiliyetine hepsinin itirazsız inanmaları gereken bir komutana ihtiyaç
duydular. Türkmen komutanı ve onun idaresi altındaki valiler öyle cesur, yiğit,
savaşçı bir dindarlar topluluğu meydana getirmeli idi ki, onların önünde
Haçlılar yaptıkları zulmün, alçaklıkların cevabını vermeliydiler. İşte o
yiğit komutan İmâdeddin Zenginin şahsında kendini gösterdi."[5]
İmâdeddin,
Selçukluların besleyip büyüttükleri, onların yetiştirdikleri bir kimseydi.
Selçuklu sultanı Mah-mud'un şehzadelerinin atalığı (Atabeği=Lalası) idi ve
sultan tarafından Musul'a vali tayin edilmişti.
Zengî, Suriye ve
Irak'ta gücünü iyice oturtup idaresini tam kurduktan sonra el-Rehâ'ya hücuma
geçti. Burası hristiyan eyaletleri içinde en güçlü olanıydı, çok büyük askerî
önem taşıyordu. Cemâziyelâhir 539ra denk düşen 23 Aralık 1144 Reyhanlı'yı
fethetti. Arap tarihçilerin ifadesi ile bu "fetihler fethi",
"zaferler zaferi" idi. Bu şehir latin hâkimiyetine büyük bir
destekti. Böylece Fırat vadisi Haçlı tehlikesinden korunmuş oldu. Bu fethin
arkasından biraz sonra 541 H. yılma denk düşen 1146 yılında bir kölenin eliyle
şehid edildi. Şehâdetinden önce o, Haçlılara karşı şanlı bir cihadı
başlatmıştı. Bu cihadı meşhur oğlu Melik Âdil Nured-din Zengî daha çok
ilerilere ulaştırdı.[6]
Nureddin Zengî şimdi
artık Suriye sultanı idi ve kendini bütün müslümanlar adına, haçlıları o topraklardan
çıkarıp Kudüs'ü tekrar geri almak için Allah tarafından görevlendirilmiş kabul
ediyordu. Bu büyük hizmeti en büyük ibâdet ve Allah'ın rızasına ermek için en
büyük bir sebep biliyordu.
Akınları ile bütün
hristiyan eyaletlere dehşet salmıştı. 555 H. yılında Harim Kalesini ele
geçirdi. Bu kale kuzey sınırının en müstahkem ve korunaklı kalesiy-di. Antakya
kralı, Trablus dükü ve diğer ikinci derecedeki meşhur hristiyan idareciler bu
fetihle ele geçirildi. Savaşta onbin hristiyan öldü ve pek çok esir alındı. Bu
fetihten hemen sonra Banyas kalesi fethedildi.[7] Diğer
taraftan Mısır'ı da fethederek hristiyanları her taraftan çepeçevre kuşattı.
Len Paul şöyle yazıyor:
"Suriye sultanı
Nureddîn'in başkomutanı Selahad-*din Eyyûbî'nin Nil boyunca uzanan bölgeleri
idaresi altına alması demek, Kudüs'ün hristiyan idaresinin bir çember içine
alınması demekti. İki taraftan tazyik altına girmişti. Kudüs'teki haçlılara her
iki taraftan saldı-rılması halinde tek olan güçlerinin ikiye bölünmesi demekti.
Müslümanlar Dimyat ve İskenderiye limanlarını ele geçirmekle bir filoya da
sahip olmuşlardı ve böylece Mısır bölgesi, Haçlılar ile Avrupa'nın irtibatını
kesmiş oluyorlardı."[8]
Nureddin Zengî hemen
hemen Filistin'in tamamını Haçlılardan temizledi. Onun en büyük arzusu ve yapacağı
en mukaddes hizmeti Kudüs'ü geri almasıydı. Fakat bu mutlu zafer ve mesud olay
onun başkomutam Selâhaddin'e kısmet olacaktı ki yine de bu Nureddin'in yaptığı
hizmetlerden, onun sevaplarından sayılabilecek özelliğe sahiptir. 1174 yılma
denk gelen 569 H. yılında 56 yaşında gırtlak hastalığından vefat etti. Bir
İngiliz tarihçinin ifadesi ile: "Sultan Nureddin Zenginin ölüm haberi
müslümanlara Öyle sadme yaptı ki sanki üzerlerine yıldıran düşmüş gibi geldi.
"[9]
Müslüman tarihçiler
Sultan Nureddin'in adaletini, dürüstlüğünü, dindarlığım, takvasını, güzel
idaresini, izzeti nefis sahibi oluşunu, güzel ahlâklı oluşunu ve ci-had azmini
öve öve bitirememektedirler. O, güzel adı gibi herkes tarafından sevilen,
övülen, büyük değer verilen biridir. Sultanın çağdaşı olan İbn Cevzî, meşhur
tarihi el-Muntazam' da şöyle yazmaktadır:
"Nureddin
serhadlara (sınırlara) cihad akını yaptı. Kâfirlerin elinde olan elliden biraz
fazla şehri geri aldı. Onun hayatı pek çok sultanın ve idarecinin hayatından
daha temiz ve iyiydi. Onun döneminde yollar güvenli ve emniyetli idi. Onun
övülecek tarafları pek çoktur. Kendini Bağdat'taki halifeliğe bağlı ve onun
emrinde gördü. Ölümünden önce dinde yeri olmayan vergileri ve gelirleri
kaldırdı. Karakteri: Yumuşak huylu, şatafatsız ve alçakgönüllü idi. Âlimleri ve
dindaşlarını severdi."
Tarihçi olarak
tedbirli hareket eden ve ihtiyatlı kelimeler kullanan ve överken de normali
pek aşmıyan İbn Hallikân şöyle yazıyor:
"O adaletli,
insaflı, ibâdetine düşkün, zâhid, muttaki, şeriata bağlı bir sultandı. Hayır
ehline çok değer verirdi. Allah yolunda cihada düşkündü, çok hayır yapar, bol
sadaka verirdi. Suriye'nin bütün büyük şehirlerinde medreseler (okullar) açtı.
Onun menkıbeleri (başından geçen olayları), hatıraları ve başarılan sayılıp
dökülemiyecek kadar çoktur. "[10]
Tarih el-Kâmil' in
ünlü yazarı İbnü'1-Esîr Cezerî, onun hakkında şunu söyleyecek kadar yazmıştır:
"Ben önceki
sultanların hayatını inceledim ve ahvalini tetkik ettim. Râşid halîfeler ve
Ömer b. Abdülaziz hariç Nureddin'den daha temiz hayat yaşayan, ondan daha
ahlâklı hayat süren adaletli bir sultana rastlamadım." [11]
Sultan Nureddin vefat
ettiğinde İbnü'1-Esir 14 yaşındaydı. Bu bakımdan onun rivayeti ve tanıklığı
özel bir değer taşır. O, merhum sultanın hayat ve yaşayış tarzını ve onun ahlâk
ve karakterini anlatırken şöyle yazar:
"O, ganimet malı
olarak payına düşenleri satarak satın aldığı, arazilerin geliri ile geçinirdi.
Hanımı bir gün darlık çektiğinden şikâyet ederek sızlanınca, kendisine âit
olan Humus'daki üç dükkânın gelirini ona verdi. Bunların yıllık geliri 20
dinara yakındı. Hanımı bunu az görünce; bundan başka bana âit bir şeyim, mahm
mülküm yok, dedi. Benim olarak gördüğün idarem-deki bu şeylerin hepsi
müslümanlarındır. Ben ancak hazine bekçiliği yapıyorum. Bu bana emanet olarak
verilen para ve mallara ihanet ederek senin hatırın için cehenneme gitmeye
razı olamam, dedi.
O, geceleri bol bol
ibâdet ederdi. Belirli evrâd ve ezkârı vardı. Hanefî mezhebinin bir âlimi idi.
Fakat katı tutumlu bir insan değildi. Hadis dersi aldı ve sevap niyeti ile
onları rivayet etti, icazet de verdi.
Adalet ve eşitlik
uygulaması öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, geniş ülkesinde hiçbir gelir vergisi
bırakmadı; Mısır, Suriye, Musul bölgelerinin hepsinden bu vergileri kaldırdı.
Şeriata çok saygı gösterir, onu gözetir, onun hükümlerini yerine getirirdi.
Bir kişi onu bir gün
mahkemeye verdi. Kadı efendiye haber göndererek; ben mahkemeye geliyorum, bana
hiçbir ayrıcalık göstermeyin, diye haberci gönderdi ve kendi de geldi.
Mahkemede davayı kazandı. Yine de hakkını bağışladı. Daha önce de niyetim
böyleydi. Fakat mahkemeye gelmemekten dolayı belki bana kibir gelir diye
çekindim de geldim, hakkımı helâl ediyorum, dedi.
Bir adliye sarayı
yaptırmıştı. Orada kadı ile yan yana oturarak yahudi de olsa zulme
uğrayanların hakkını korurdu. Zâlim oğlu da olsa veya en büyük bir komutan da
olsa zâlime cezasını verirdi.
Kahramanlık ve
cesaretin zirvesindeydi. Savaş sırasında yanına iki yay ve iki ok torbası
alırdı. Bir gün bir zât dedi ki: Allah için ne olur kendinizi tehlikeye atarak
şehid düşüp de İslâm'ı musibete uğratmayın. O buna karşılık: Mahmud kim oluyor
ki onun için böyle söylensin? Benden Önce memleketi ve İslâm'ı kim korudu? Onu
koruyan gerçek olan yüce Allah'dır ki O'ndan başka hiçbir ilah yoktur, (La
ilahe illallah) dedi.
Âlimlere, din ehline
saygı duyardı. Onlar için ayağa kalkar, yamna oturtur, yapmacıksız, samimi
sözlerle konuşur, hiçbir sözlerini reddetmezdi. Kendi kalemi ile onlara mektup
yazardı. Fakat bu kadar sadeliği, tevazu ve yumuşak kalpliliğine rağmen
haşmetli, celalli bir insandı. İnsanlar üzerinde tesiri derin olurdu. Gerçek
şu ki, bu kitap onun iyilik ve güzelliklerini anlatacak çapta değildir.[12]
Nureddin'in bütün
hedefi ve ilgisi cihad etmek ve hristiyanlara karşı koymaktı. Bu konuda onun
azmi, güveni, tevekkülü ve iman-ı yakîni çok gelişmişti.
558. H. yılında Nureddin
Zengî, Hısnü'l-Ekrâd savaşında (Bekîa savaşı adıyla meşhurdur) hristiyanların
ansızın saldırmalarından dolayı yenilmişti. Nureddin Humus yakınında, düşmandan
birkaç km. mesafe ileride duruyordu. Bazı iyi niyetli kişilerin; sultanın
böyle galip gelmiş düşmanın bu kadar yakınında durması uygun değildir demeleri
üzerine Nureddin onları susturdu ve: Eğer benim yanımda bin süvari bile kalsa
yine de düşmandan korkmam. Allah'a yemin olsun ki İslâm'ın ve kendimin
intikamını almadan hiçbir çatının altına girmeyeceğim, hiçbir gölgeliğe
oturmayacağım, dedi.
Nureddin büyük
cömertlikle ordu mensuplarına ikramlar yaptı, millete hediyeler dağıttı. Bazı
kimseler ona; hazineden fıkıhçılara, fakirlere, tasavvuf erbabına ayrılan aylık
ve belirlenmiş paralar verilmeyip durdurulmalı, şu sıkıntılı anda onlardan
faydalanılmalıdır, deyince Nureddin öfkelenerek; ben Allah'tan zaferi o fakir
ve yoksul kişilerin duası yüzü suyu hürmetine bekliyorum. Hadis-i şerifte şöyle
buyuruluyor: 'Allah'tan rızık ve yardım, zayıf kulların yüzü suyu hürmetine
verilir.' Nasıl olur da böyle bir sırada ben yatağımın üstünde uyurken, benim
adıma savaşan o kimselerin yardımını keserim, dedi.
Nureddin,
hristiyanlardan yenilgisinin öcünü almak için bütün hazırlıklarını tamamladı.
Orduyu ikramları, iyilikleri ile taltif etti. Sınır bölgelerinin ve
eyaletlerinin idarecilerine tesirli, dokunaklı mektuplar yazarak onları cihada
katılmaya ve birlikte savaşmaya teşvik etti. O bölgelerin âbid, zâhid, aşık,
salih ve dervişlerine de mektuplar yazdı. Frenklerin yaptığı zulmü,
vicdansızlığı anlattı. Onlardan dualar etmelerini, müs-lümanları cihada teşvik
etmelerini ve cihada katılmaya razı etmelerini istedi. Nitekim o kişiler
gözyaşları ile ağlaya ağlaya o mektupları okuyarak halka duyurdular, sultana dua
ettiler. Halkda cihad etme aşkı dalgalandı. Ülkenin valileri kendi Özel
askerlerini alarak geldiler, emre âmâde oldular.Hristiyanlar da öbür tarafta
bütün askerlerini toplayarak hazırlandılar. Fakat sultan ahdini, va'dini
yerine getirdi. Hristiyanlarm birleşik ordusunu yenerek Hârim'i fethetti[13]
Nureddin'in inancını
ve güçlü imanım şu olaydan ölçebilirsiniz: Banyas kalesini kuşattığında kardeşi
emirler emîri Nusretüddin'in bir gözü görme yeteneğini gittikçe kaybediyordu.
Nureddin durumu görünce şöyle dedi: Eğer Allah'ın sana bahşettiği ecir ve sevap
gözlerinin önüne gelseydi ikinci gözünü de Allah yolunda feda etmeye hazır
olurdun[14]
: Sultan Selahaddin
Eyyubî'nin şahsı, Hz. Peygamber (a.s.)'in tek basma ayri bir mucizesi ve
İslâm'm gerçekliğinin ve ebedîliğinin açık bir delilidir.
Orta derecede asil bir
kürd ailesinin çocuğu olarak aileden gelen ata binme kimliği ile yetişti.
Mısır'ın fethinde ve Haçlılara karşı yapılan savaşta kendini göstermeden önce
hiç kimse bu kurt gencinin Kudüs'ün fatihi, İslâm dünyasının muhafızı
olacağını; onun kaderinde çok üstün, soylu, asil ve salih kimselerin gıpta ettiği,
imrendiği bir mutluluk ortaya çıkacağım ve Hz. Peygamber'in mübarek ruhunun da
şâd ve mesrur olacağı büyük bir başarı ve zafer elde edeceğini tahmin
edemezdi.
Len Paul şöyle
yazıyor:
"Selahaddin'de
gelecekte böyle müthiş bir insan olacağını gösteren bir işaret ve alamet
bulunması yerine, her asil karakteri bütün ahlâkî bozukluklardan koruyan
sessiz ve güvenli bir alicenaplığın, tertemiz ruh yapısının parlak bir örneği
halinde gelişti.
Fakat Allah Teâlâ onun
büyük bir hizmet yapmasını dileyince, gayb âleminde bunun düzenlenmesi yapıldı
ve velinimeti Nureddin Zengî onu zorla ve ısrarla Mısır'a gönderdi. Kadı
Bahâeddin İbn Şeddâd, Sultan Selahaddin'in özel sekreteri olarak şöyle yazıyor:
Sultan bizzat bana anlattı ki: Ben Mısır'a çok isteksiz olarak ve zorla
gönderildim. Benim Mısır'a gelişim tama-
men benim arzumun
dışında oldu. Benim durumum aynen Kur'an-ı Kerim'de; 'Ola ki bir şeyden
hoşlanmazsınız. Halbuki o şey sizin için hayırlıdır' âyetinde anlatıldığı
gibi oldu.[15]
Mısır'a gelip de bütün
meydanların Selahaddin'e açılması üzerine Mısır'ın idaresi onun eline geçti. O
zaman hayatı birden ve tamamen değişti. Allah Teâlânın ondan büyük bir hizmet
alacağı, İslâm'a muazzam bir hizmet yapacağı düşüncesi kafasına iyice yerleşti
ve böyle büyük bir hizmetle, zevk ve safanm bağdaşmıya-cağını hatırından hiç
çıkarmadı. Kadı Bahâeddin İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Mısır'daki
devletin idaresi ve düzeni eline geçtikten sonra dünya onun gözünde bir hiç
oldu. Şükür ve hamdetme aşkı gönlünde dalgalandı. Şarap içmekten tevbe etti.
Zevk ü safadan, eğlenceden yüz çevirdi. Temiz ve zahmetli bir hayatı
benimsedi, her geçen gün bu yolda daha ileri gitti, terakki etti."[16]
Len Paul de şöyle
yazıyor:
"Artık Selahaddin
kendi şahsı ile ilgili olan şeylerde bir düzenlemeye girdi. Hayat prensiplerini
sertleştirdi. O her zaman zaten müttakî ve haramdan sakınan biri idi, ama şimdi
bunu-daha da katılaştırdı, kesinleştirdi. Dünya zevk ü safasmı, eğlenceleri ve
rahat bir hayat yaşama arzularını tamamen terketti. Kendi davranışlarına,
hareketlerine daha katı kurallar koydu. Çalışma arkadaşlarına karşı kendini iyi
bir örnek yaptı. Bütün çalışmalarını, kâfirleri içinden çıkarıp temizleyeceği
güçlü bir devlet kurmaya yoğunla ştırdı. Nitekim bir yerde şöyle dedi: Allah
bana Mısır'ı verince anladım ki Filistin'i de vermeyi nasib etmiştir.
O zamandan itibaren
Selahaddin'in hayatımn amacı ölünceye kadar İslâm'a hizmet etmek, onu galip
kılıp zafere eriştirmek oldu ve kâfirlere karşı cihad etmeye söz verdi.[17]
Sultan Selahaddin
cihada aşıktı. Cihad; onun en büyük ibâdeti, en büyük zevki ve ruhunun gıdası
idi. Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Cihad aşkı,
cihad muhabbeti onun damarlarında çağlıyordu ve kalbini, kafasını kaplamıştı.
Konuşmalarının konusu daima buydu. Her an onun için hazırlıklar yapıyordu.
Onun için gerekli olan malzemeler, silahlar, ihtiyaçlar tesbit edilip temin
ediliyordu. O, işe yarayacak insanları araştırıyor; cihadı hatırlatan, ona
teşvik eden kimselere yöneliyordu. İşte bu cihad uğruna o, çoluk çocuğundan,
sülâlesinden, vatanından, yuvasından ve bütün mal ve mülkünden ayrılmaya razı
olmuş ve bir rüzgârın söküp savurabileceği kadar basit bir çadırda yaşamaya
katlanmıştı. Bir kimse onun yanına oturup sohbet etme fırsatı elde etse hemen
ona cihadın faziletini anlatmaya başlardı. Cihad harekâtı başladıktan sonra
cihad ve mücahidlere yardım dışında hiçbir yere bir kuruş dahi harcamadığına
yemin edilebilir."[18]
Sultanın bû aşk
derecesindeki halini ve heyecanım şu sözlerle tasvir eder:
"Savaş alanında
sultanın durumu insana, tek oğlunu kaybetmiş bir ananın ciğerinin yanışını,
ızdırabmı anlatır gibi olurdu. Bir saftan bir safa atının üstünde koşturur,
durmadan dolaşır, askerleri cihada özendirir, teşvik ederdi. Bütün ordunun
arasında dolaşır, Yâ lel îslâm= İslâm'a yardıma koşun' diye bağırır, bir taraftan
da gözlerinden yaşlar boşanırdı.[19]
"Bütün gün boyu
sultan bir lokma bile ağzına yiyecek koymadı. Sadece doktorun ısrarı ve
tavsiyesi üzerine bir şerbet içiyordu. Saray doktoru bana dedi ki: Bir
keresinde sultan cuma gününden pazar gününe kadar birkaç lokmadan başka bir şey
yemedi. Savaş alanından başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor, hiçbir şey aklına
gelmiyordu. [20]
Çeşitli çabalardan ve
karşılaşmalardan sonra nihayet tarihte kesin bir sonuç sağlayan savaşla karşı
karşıya gelindi. Bu savaş Filistin'deki hristiyan devletine son veren,
Haçlıların işini bitiren, onların varlığına sünger çeken bir savaştı. İşte
Hıttîn savaşı bu idi; 24 Rebîulâhir 583 H.ye rastlayan 1187 miladî yılında Cumartesi
günü yapıldı. Bu savaşta müslümanlara feth-i mübîn (=açık seçik, en büyük,
muhteşem zafer) nasib oldu.
Len Paul bu savaş
alanını tasvir ederken diyor ki: "Hristiyan ordusunun seçkin ve güzide
savaşçı asın kerleri esir alındı. Kudüs kralı Gai ve kardeşi Chatillon
(Huneyn)'in reisi Tanen of Humprey ve Sebitar'm öncüleri ve şanlı, şöhretli
hristiyanlarm hepsi esir edildi. Geride kalan Filistin'in bütün hristiyanlan
cesur ve kahraman müslüm ani arın himayesinde idiler. Canlı olarak kurtulan
Hristiyan ordusunun piyade veya atîı askerlerinin hepsi müslümanlara esir
düşmüşlerdi. Müslüman askerler tek tek kendi esir aldığı hristiyanlan çadır
ipleri ile otuzar otuzar bağlamış götürürken görülüyordu. Yerlere serilmiş
Haçlılar, kesilmiş kollar, bacaklar birbiri üstüne öyle yığılmıştı ki sanki taş
üstüne taş yığılmış gibiydi. Kesilmiş kelleler yerde sanki kelle değil de
karpuz tarlasında saçılmış karpuzlar gibi gözüküyordu."[21]
"Uzun süre, kanlı
savaşın yapıldığı ve otuzbin kişinin öldürüldüğü söylenen bu harp meydanında
beyaz beyaz kemiklerin meydana getirdiği öbeklerin, yığınların ta uzaklardan
göze çarptığı ağızdan ağıza anlatıldı durdu. Vahşi hayvanlar yedikten sonra
arta kalan leş parçaları ovada yer yer dağılmış olarak görülüyordu."[22]
fetih ve zaferle birlikte şu olay da tarihte
bir hatıra olarak kalacaktır. Sultan Selahaddin'in dinî na-miyyeti ve iman
gücü anlatacağımız şu olaydan daha iyi tahmin edilebilir. Bu olayı İngiliz
tarihçisinin ağzından dinlememiz daha uygun olur:
"Selahaddin Eyyubî, çadırını meydanın
ortasına kurdurdu. Çadır kurulduktan sonra esirlerin, huzuruna
getirilmesini emretti. Kral Gai ile Reginald Chatil-lon birlikte içeri
getirildiler. Sultan Kudüs kralı Gai'yi yanma oturttu. Onun susamış olduğunu
görerek, karla soğutulmuş bir kâse su verdi. Gai suyu içti ve sürahiyi içmesi için
Reginald'a verdi. Sultan bu harekete kızdı ve tercümanı aracılığı ile şöyle
söyledi:
—Krala söyle, ben o
adama su vermedim, Kral Gai verdi. Kime ekmek, su verilirse o kişi emânda
sayılır, onun hayatı garanti edilmiş olur. Ama bu adam böyle tir emânda bile
benim intikamımdan kurtulanııyacaktır.
Selahaddin Eyyubî
böyle söyledikten sonra ayağa kalktı. Reginald'in karşısına geldi. Reginald,
çadıra girdiği andan itibaren hep ayakta bekliyordu. Sultan ona dedi ki: Bak,
ben seni öldürmeye iki defa yemin ettim. Birincisi; sen Mekke ve Medine'ye
saldırmak istediğin zaman, ikincisi de; sen hile ile Mekke'ye giden hacıların
yollarını kesip onlara saldırdığın ve insafsızca öldürdüğün zaman[23] Bak
şimdi ben senin o terbiyesizliğinin ve hakaretinin intikamını alıyorum, dedi.
Dediği gibi kılıcını çekti ve söz verdiği gibi Reginald'i kendi eli ile
Öldürdü. Kellesinin kopmasına az bir şey kalmıştı, muhafızlar gelerek onu
tamamladı.
Kral Gai bu manzarayı
görünce titredi. Sıra kendisine geldi zannetti. Fakat Sultan Selahaddin onu
teskin etti ve dedi ki: Sultanların, kralları öldürmesi âdet değildir, bu onun
şanına yakışmaz. Bu adam defalarca anlaşmaları bozmuştu, sözlerini çiğnemişti,
olan oldu, geçti gitti. İş bitti vesselam."[24]
İbn Şeddâd'm yazdığına
göre Sultan, Reginald'i istetti ve şöyle dedi: "İşte al, şimdi ben
Muhammed (a.s.) Efendimizin intikamını alıyorum." İbn Şeddâd şunu da
kaydediyor: "Sultan önce onu İslâm'ı kabul etmeye çağırdı, fakat o bunu
kabul etmedi."[25]
Hıttîn zaferinden
sonra Sultan Selahaddin'in sabırsızlıkla beklediği o mübarek firsat hemen
geldi. Yaniö Kudüs'ü fethetme fırsatı.
Kadı İbn Şeddâd şöyle
yazıyor:
"Sultan Kudüs'ü o
kadar düşünüyor, onun hakkında öyle dertleniyordu ki; dağların bile tahammül
ede-:.-: miyeceği bir yük taşıyordu kalbinde. "[26]
Aynı sene, 583 H.
(1127 m.) yılının Receb ayının-27'sinde Sultan Kudüs'e girdi. Hz. Peygamber
Efendimizin miraç gecesinde bütün peygamberlere namaz kıldırdığı, İslâm'ın
ilk kıblesi Kudüs tam tamına 90 sene sonra yeniden İslâm idaresine girdi. Ne
güzel ilâhî bir tesadüftür ki Sultan, yine öyle bir miraç gecesine rastlayan
günde Kudüs'e girdi.
Kadı İbn Şeddâd şöyle
yazıyor:
"Bu, muhteşem bir
zafer, muazzam bir fetih, coşku-* lu bir girişti. Bu mübarek girişte pek çok
ilim ehli,,; sanatkâr ve tarikat erbabı vardı. Çünkü, sahil bölgelerinin
tamamen fethedildiği ve sultanın niyetinin de (Kudüs'ü fethetmek olduğu) haberi
gidince Mısır'dan, Suriye'den âlimler, Kudüs'e doğru harekete geçtiler. Bilinen,
tanınan kişilerden gelmeyen yoktu. Tekbirler, tehliller (Allahu ekber, La ilahe
illallah) getirilerek, dualar yapılarak yeri göğü inleten bir ses ve edâ ile
giriliyordu. (90 sene sonra) ilk kez yemden cuma namazı kılındı.
Kubbetü's-Sahra mescidine haç dikilmişti, o indirildi. Heyecan dolu müthiş bir
manzara idi. İslâm'ın galip gelişinin ve Allah Teâlâ'nın yardım ve lütfunun
inişinin gözle görülen bir manzarasıydı bu."[27]
Nureddin Zengî merhum
büyük bir titizlikle ve özenle, dinî bir heyecan ve zevkle, büyük bir masrafla
Kudüs için çok güzel bir minber yaptırmıştı. Kudüs fethedilip de Allah orayı
tekrar müslümanlara nasip edince bu minberi oraya dikmeye ahdetmiş,
hazırlığını yapmıştı. Selahaddin, Haleb'den o minberi getirtti ve Mes-cid-i Aksâ'ya
diktirdi[28]
Selahaddin Eyyubî'nin
bu olayda gösterdiği merhameti, anlayışı, bağışlayıcıhğı gelin yine o
hristiyan tarihçiden dinleyelim:
"Selahaddin
Eyyubî bu olayda gösterdiği yüce duyguları, âlicenaplığı, merhamet ve içten
gelen şerefli ve asil davranışı daha Önceki olaylarda bu ölçüde göstermemişti.
Kudüs müslümanlara teslim edilirken onun emrinde olan komutanlar, askerler ve
sorumluluk taşıyan kişiler şehrin çarşı ve sokaklarında nizam ve intizamı
kurmuşlardı. Bu askerler ve komutanlar eziyeti, zulmü, her türlü haksızlığı
engelliyorlar, hiçbir adaletsizliğe meydan verdirmiyorlardı. İşte bu düzen ve
intizamın sonucu olarak hiçbir hristiyana zarar ziyan verilmedi. Şehrin
dışına çıkan bütün yollar Sultan'ın muhafızları tarafından tutulmuştu. Son
derece güvenli, dürüst bir insan olan komutan Baba Davud'a yetkiler verilmiş ve
fidyesini (savaş tazminatından her kişiye düşen para) veren her şehirlinin
serbestçe çıkıp gitmesine izin vermesi kendisine emredilmişti."
Sonra Sultan
Selahaddin'in kardeşi el-Âdil'in ve Patrikle diğerlerinin binlerce köleyi
(esiri) serbest bıra-kışmı anlatarak şöyle devam eder:
"Artık Sultan,
komutanlarına dedi ki: Kardeşlerim, benim kardeşim kendi adma, patrik ve
adamları kendi adlarına iyilik ve hayır yaptılar. Şimdi de ben kendi adıma
hayır yapıyorum, diyerek komutanlarına emir verdi. Şehrin caddesinde,
sokağında, meydanında, köşesinde tellallar bağırttırarak; fidyesini
ödeyebilecek parası olmayan ne kadar yaşlı adam varsa hepsinin serbest bırakıldığını,
istediği yere gidebileceğini ilan ediniz, dedi.
Böylece bu durumdaki
insanlar topluca Baazzir kapısından çıkmaya başladılar. Güneş doğarken
başladı, güneş batmcaya kadar öyle devam etti. İşte bu da Sultanın fakirlere,
güçsüzlere yaptığı hayır ve hasenattı. Elhasıl işte bu şekilde Sultan
Selahaddin bu mağlupol-muş ve fethedilmiş şehre ikram ve izzetini göstermişti.
Sultan'ın bu iyilik ve
âlicenaplığını iyice düşünür de diğer taraftan Haçlıların 1099 yılında Kudüs'ü
fethettikleri zaman şehre girişlerinde yaptıklarım hatırlarsanız,
Selahaddin'in ve müslümanlarm büyüklüğünü
daha iyi anlarsınız. Müslümanlarm bu âlicenaplığına karşılık bakınız
Haçlılar ne yapmıştı:
Haçlılar Kudüs'e
girdiklerinde hristiyanlar şehrin cadde ve sokaklarından geçerken oralarda
ölmüş veya yarı canlı yatan insanları soymuşlardı. Masum ve çaresiz
müslümanlar Haçlıların merhametsiz işkence ve zulümlerine uğramışlardı.
Haçlılar insanları diri diri yakmışlar, Kudüs'ün surları üzerine ve çatılara
çıkarak sığman insanları mızraklayarak aşağılara fırlatmışlardı. Onların
yaptıkları bu vahşilikleri hristiyan dünyası kendisine şeref kabul etmişti.
Haçlı zâlimler bu
mübarek şehri zulümle, kanla boğarlarken, İsa (a.s.)'m merhamet,sevgi ve
şefkat nasi-hatlan verdiği ve; 'Merhamet edip acıyanlar hayırlı ve mübarek
kişilerdir. Allah'ın lütfü ve hayrı onların üzerine iner' buyurduğu bu şehirde
Haçlıların yaptığı merhametsizliği, acımasızlığı hristiyan dünyası neşe ile
karşılamıştı.
Bu mübarek ve kutsal
şehri hristiyanlar müslü-manların kam ile bir mezbahaya çevirirken Hz. İsa'nın
bu öğüdünü unutmuşlardı. O merhametsiz, gaddar hristiyanların talihine bakınız
ki Sultan Selahaddin'in eli ile onlara adalet, merhamet dağıtılıyor, iyilik
yapılıyordu.
Allah'ın sıfatları
içinde en büyük sıfatı merhamet sıfatıdır. Merhamet adaletin tacı, onun
ihtişamıdır. Adaletin haklı ve yerinde olarak birinin canını alabildiği yerde,
merhamet can kurtarabilir.
Sultan Selahaddin'in
başarıları içinde en önemlisi olan Kudüs'ü nasıl aldığını, şehre nasıl
girdiğini ve şehirde neler yaptığını eğer dünya bir bilseydi, tek başına onun
bu başarısının sadece kendi zamanında ve devrinde değil, bütün devirler ve
zamanlar içinde onun eşi,
benzeri bulunmayan yiğit, merhametli,
adaletli, üstün ve yüce duygulu, ihtişamlı, onurlulukta tek ve yegâne bir insan
olduğunu anlardı.[29]
Kudüs'ün fethi ve
Hıttîn'deki aşağılayıcı yenilgi Avrupa'da kin ve öfke yangınını yeniden
alevlendirdi ve bütün Avrupa'yı Suriye'deki küçücük bir devlet üzerine harekete
geçirdi. Hemen hemen meşhur savaş tecrübesi olan bütün komutanların ve ünlü
kralların Frederik Kayzer'in, Arslan yürekli Rişard'm, İngiliz ve Fransız
krallarının; Sicilya, Avusturya, Flander ve Burgundi düklerinin içinde
bulunduğu, zırhlara bürünmüş ordularla coşup geldi. Bunların karşısında tek
başına Sela-haddin Eyyubî ve birkaç yakını vardı. Andlaşma yaptığı kimselerle,
bütün İslâm âlemi onu destekliyordu.[30]
Beş sene süren kan
döken ve kan içen savaşlardan sonra 1192 milâdî yılında Remle'de, savaşmaya
takat ye mecali kalmayan iki hasım taraf arasında barış yapıldı. Kudüs ve
müslümanlarm fethedip ellerine geçirdikleri şehirler yine onların elinde
kalacaktı. Sahildeki Akkâ'da bulunan küçücük site devleti hristiy anlarda
kalacaktı. Bütün ülke Selahaddin Eyyubî'nin idaresi altına girmiş oluyordu.
Selahaddin, üzerine aldığı hizmeti, daha doğru bir deyimle Allah'ın onun
üzerine yüklediği, eline teslim ettiği görevi kendi elleriyle başardı.
Hristiyan tarihçi,
onun başarısının ve Haçlı savaşlarının uğursuz çizgisinin sona ermesini şöyle
anlatır:
"Kutsal savaş son
buldu. Beş sene süren savaş bitti. 1187 yümm Ağustos ayında Hıttîn'de
müslümanların galibiyetinden önce Ürdün nehrinin batısında müslümanların
elinde bir adımlık bile yerleri yoktu. 1192 yılının Eylül ayında Remle'de
barış olunca Sur şehrinden tut da Yafaya kadar bütün sahil boyunca basit küçücük
bir yer hariç her taraf müslümanların eline geçti.
Bu barış andlaşması
maddeleri üzerinde Selahad-din'in kesinlikle utanmasını gerektirecek bir şey
yoktu. Haçlıların fethettiği daha önceki bölgelerin çoğu Fran-sızlann elinde
kaldı. Fakat sadece can ve mal göz önüne alınırsa bu sonuç gayet önemsiz ve
basit kalır. Ro-ma'daki papanın feryadını duyar duymaz bütün hristiyan dünyası
silahlandı. Kayzer Frederik, İngiliz ve Fransız kralları, Sicilya, Avusturya
Leopold'u, Burgun-di dükü, Flander kontu, yüzlerce meşhur baron ve bütün
hristiyan milletlerin liderleri, Kudüs'ün hristiyan kralı ve Filistin'in diğer
eyâlet valileri bütün gayretleri ile yıkılmak üzere olan Kudüs hristiyan
krallığım kurtarmak ve yeniden güçlendirmek üzere harekete geçtiler. Fakat
sonuç ne oldu? O sırada Kayzer Frederik ölüp gitti. İngiliz ve Fransız kralları
kendi ülkelerinin idaresini düzeltmekle meşgul oldular ve sefere katılmadılar,
en değerli askerleri de îlya topraklarında mahvo-lup toprağa girdi. Fakat Kudüs
buna rağmen Sultan Selahaddin'de kaldı. Sadece sahildeki küçücük Akkâ site
devleti, isimden ibaret bir hristiyan devlet olarak kaldı.
Üçüncü haçh
savaşlarında bütün hristiyan dünyasının birleşik gücü savaşmak için geldi.
Fakat Selahad-din'in kuvvetlerine zerrece bir zarar veremediler. Selahaddin'in
askerleri, aylarca süren ağır eziyetlerden ve senelerce tehlikelerle yoğrulduktan
sonra bitkin düşüp lime lime olmuşlardı. Ama hiçbirinin ağzından bir kelime
ile de olsa şikâyet çıkmıyordu. Savaşa çağrıldıkları zaman mübarek bir işe
canlarını kurban etmek için hiçbiri hayır demedi.
Dicle nehrinin uzun,
derin vadilerinde duran sultana bağlı ülke valilerinin gönlünde, sürekli
yardıma çağrılmaktan ötürü belki şikâyet meydana gelmiş olabilir. Lâkin
herşeye rağmen kendi kuvvetlerini Sultanın emrine büyük bir debdebe ile, iyi
niyetlerle getirip teslim ettiler. Son savaş Civârisevf de oldu. Bu savaşta
Musul askerleri büyük bir mertlik ve cesaret örneği gösterdiler. Bu savaşların
hepsinde Sultan daima Mısır ve Irak askerlerinden yardım göreceğine
güvendi."[31]
Nihayet kutsal
görevini yerine getirerek, İslâm' âlemini Haçlılara esir düşme tehlikesinden
koruduktan sonra 27 Safer 589 tarihinde İslâm'ın bu vefakâr yiğit evladı
dünyadan göçtü. Öldüğü an yaşı henüz 57 idi.[32] .
Kadı Bahâeddin b. Şeddâd, Sultan'm ölümünü şu şekilde anlatıyor:
"27 Safer gecesi
Sultan'm hastalığının on ikinci günü idi. Hastalığı şiddetlendi, gücü azaldı.
Büyük ve ruhanî üstünlüğü olan Şeyh Ebu Cafer İmam el-Kellâse'ye haber
gönderilerek, herkesin başına gelecek olan Ölüm saati şayet o gece gelirse
telkinde bulunmak ve Allah'ın adını andırmak için başucunda bulunsun diye
saraya davet edildi.
Geceleyin Sultanın
yolculuk için ayağını üzengiye atmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Şeyh Ebu Cafer
yanına oturmuş, Kur'an-ı Kerim okuyor ve zikirle meşgul oluyordu. Üç günden
beri Sultana bir dalgınlık gelmişti. Kendinden geçiyor, ara sıra kendine
geliyordu. Ebu Cafer Kur'an okurken 'Hüvellâhüllezî Lailâhe illâhu. Alimül
gaybi veşşehâdeti=Hiçbir ilâhın olmayıp sadece kendisinin var olduğu Yüce
Allah, gözle görüleni de görülmeyeni de bilendir.' âyetine gelince Sultan
kendine geldi. Dudaklarında bir tebessüm belirdi, yüzü neşelendi ve; doğrudur,
dedi. Böyle söyledi, canını canları yaratana teslim etti. Safer ayının 27'si
olan Çarşamba günü şafak vakti beden kafesinden kurtulup cennet bahçesine
uçtu.
Hulefâ-i Râşidînin
vefatlarından sonra müslüman-ların başına sanki böyle acı hiçbir gün gelmemiş
gibi idi. Kale, şehir ve fezayı bir matem kaplamıştı ki tarif edilemez bir
tedirginlik yağıyordu her tarafa. Nasıl bir elem ve ızdırap olduğunu, her
tarafı nasıl şaşkınlık sessizliği kapladığını ancak Allah bilir. Ben eskiden
insanların başkaları uğruna canlarını kurban ettiklerini, onun adına canını
feda ettiklerini duyardım da, bunların gerçek olmayan temenniler ve zoraki
gösteriler olduğunu zannederdim. Fakat bugün gördüm ki, bu bir hakikattir.
Bizzat ben ve pek çok insan öyle idik ki, imkânı olsaydı onun hayatını devam
ettirmek için canlarımızı hemen verebilirdik. Onun canı geri gelseydi kendi
canlarımızı hemen karşılığında verirdik."
Kadı İbn Şeddâd şöyle
yazıyor:
"Sultanın mal
mülk olarak geriye bıraktığı (tere-ke=miras) sadece 47 dirhemden ibaretti.
Hiçbir arazi, bağ, bahçe, tarla, ev, dükkân bırakmamıştı. Teçhiz ve
tekfininde bir kuruş
bile onun mirasından harcanmadı. Bütün masraflar ödünç para ile karşılandı.
Hatta kabir sandukası bile ödünç para ile alındı." Kefen ihtiyacını, onun
veziri ve özel sekreteri olan muhterem insan Kadı İbn Şeddâd helâl bir yoldan
temin etti.[33]
Kadı İbn Şeddâd,
Sultanın yaşayış tarzını, ahlâk ve alışkanlıklarını, özelliklerini şöyle
anlatır:
"Sultan son
derece sağlam imanlı, kesin inançlı bir müslümandı. Akaid ve inançlarında ehli
sünnet vel cemaat mezhebinde ve itikadında idi. Namazlarına, dinî görevlerine
çok bağlıydı. £ir keresinde; seneler geçti ben bir tek namazımı dahi cemaatsiz
kılmadım, demişti.
Hasta halinde dahi
imamı çağırtır ve zorlanarak ayağa kalkar namazım cemaatla kılardı. Derecesine
göre sünnetlere devam eder, gücü yettiği, fırsat bulduğu ölçüde gece nafile
namaz kılmaya kalkardı. Eğer gece nafile (teheccüd) namazını kılamadığı olursa
(Şafiî mezhebine uygun olarak) sabah namazından önce kılardı. Onu son
hastalığında da ayakta namaz kılarken gördüm. Sadece kendinden geçtiği son üç
günde namazı geçirdi.
Ramazanda oruç tutmaya
çok bağlıydı. Birkaç kaza orucu vardı. Kadı İbn Şeddâd 'm hatıra notlarında yazıldığına
göre o, kazaya kalan borçlarım ölümünden önce Özenle tuttu. Tedavi eden zât
her ne kadar bundan menetti ise de; yarın ne olacak bilmiyorum, diyerek
reddetti. Nitekim onları kaza ettikten sonradır ki kendini ilâhî emre teslim
edip bu dünyadan çekip gitti.
Hac yapmayı çok arzu
etmesine rağmen buna hiçbir zaman fırsat bulamadı. Vefat ettiği sene kesin
karar
vermişti, ama yine de
buna fırsat bulamadı, ölüm geldi, Kur'an-ı Kerim dinlemeyi çok severdi.
Dinlerken çok kere gözlerinden yaşlar boşanırdı. Çok ince kalpli, hassas
yapılı, merhamet dolu bir insandı. Her zaman yaptığım gibi bir gün yanma durdum
da namaz kılıyordum. Baktım ki secdede uzunca kaldıktan sonra secde yaptığı
yer ve sakalı göz yaşlan ise ıslanmış. Ne dua okuduğunu duymadım. O günden beri
duasının kabul olduğunun alâmetleri görülmeye başladı. Haçlı ordusunda,
dağılma alâmetleri görülmeye başladı. Sonunda saldıran askerler Kudüs
düşüncesini bırakarak Remle'ye doğru çekip gittiler."[34]
ibadetlerine ve güzel
amellerine ek olarak idarecilik yönünden de üstünlükleri, güzel meziyetleri
vardı. Adalet, bağışlama, yumuşak huyluluk, cömertlik, mertlik ve asalet,
sabır ve dürüstlük, cesaret ve yiğitlik, azamet ve üstünlük, azimlilik gibi
meziyetlerle süslü idi.
Kadı İbn Şeddâd şöyle
yazıyor;
"Haftada iki kere
çarşamba ve perşembe günleri genel izin verilirdi. Fakihler, kadılar, âlimler
ve davalılar hazır olurdu. Zengin, fakir, küçük büyük, yaşlı erkek ve kadınlara
varıncaya kadar gelmelerine izin verilirdi. Seferde hazarda bu hiçbir zaman
terkedilmedi. Bizzat bir keresinde gece gündüz boyu kendisi davalara baktı,
kâğıtları, fermanları imzaladı. Hiçbir dilek ve ihtiyaç sahibini eli boş geri
çevirmedi. Bunlarla birlikte Kur'an-ı Kerim okumakla ve zikirle de meşgul oldu.
Eğer biri feryad eder,
şikâyette bulunursa bizzat kendisi ayakta o kişinin davasını takip eder, onun
yardımına koşar, bütün benliği ile o kişinin derdine der-
man olmaya çalışır,
bundan derin bir haz alırdı. ..
Bir keresinde sade bir
vatandaş sultanın çok düşkün olduğu oğlu Takiyyüddîn'den davacı oldu. SultaiL
oğlunu derhal istetti ve davayı takip edip dinledi. j|
Bizzat Sultanın
kendisi aleyhine adamın biri bir dava açmıştı. Davacı haklı olduğunu isbat
edememesine rağmen Sultan onu eli boş göndermedi. Bir hil'at ve bir miktar
para vererek taltif edip gönderdi."
Çok sabırlı ve
zorluklara tahammül eden bir yapıya sahipti. Tarihçi İbn Hallikân diyor ki:
"Arkadaşiarının
ve hizmetçilerinin hatalarını, kusurlarını görmemezlikten gelirdi. Bazı
kereler hoşuna gitmeyen veya kendisini üzen bir şey duysa dahi ona üzüldüğünü
belli etmez ve o kişiye davranışlarında bir fark göstermezdi. Bir gün su
istedi, su gelmedi. Tekrar istedi yine gelmedi. Öyle oldu ki aynı toplantı
içinde beş kere istemesine rağmen su gelmedi. Sonunda dedi ki: Arkadaşlar,
susuzluktan ölüyorum. Bunun üzerine hemen su geldi de Sultan içti. Neden
gecikti diye bir şey demedi.
Bir keresinde ağır
hastalağından kalkarak rahatlamak için yıkanmak istedi. Banyoda suyun çok
sıcak olduğunu gördü, soğuksu istedi. Hizmetçi suyu getirdi, su çalkalanarak
üzerine döküldü. Zayıflığından dolayı ona eziyet verdi. Tekrar soğuk su istedi.
Bu sefer su kabı olduğu gibi üzerine devrildi. Nerede ise ölümden döndü, yine
de ancak: Söyle, beni öldürmeye kasdm mı var? dedi. Hizmetçi özür diledi, o da
hiçbir söz söylemeyip sustu. Hiçbir soruşturma yaptırmadı."
Kadı İbn Şeddâd onun
komutanların ve diğer yetkililerin hatalarını bağışlamasını, onun yumuşak
kalbli ve merhametli oluşunu şöyle anlatır:
"Cömertliği, eh
açıklığı o halde idi ki, bazı kereler
fethedilmiş
eyâletlerin gelirini bahşettiği olurdu. Kara Arslanoğlu adında bir komutan
böyle bir isteği olduğunu ona arz etti, o da bahşetti.
Bazan bir kısım
malzemeleri satarak heyetlere ikram ve izzet yapardı. Hazine görevlileri kimi
zaman bir miktar parayı; Sultan görürse onu da sarfeder, ola ki nazik bir
zamanda acilen lâzım olur diye bir köşeye saklardı. Bir keresinde o başkalarını
misâl vererek dedi ki: Öyle bir takım insanlar var ki, onların gözünde para ile
toprak aynı şeydir. Bana göre bu sözü ile o, kendini anlatmıştır."[35]
"Vefakârlık,
mertlik ve asaletteki durumu şöyleydi; görüşmek ve ziyaret etmek için gelenleri
isterse kâfir olsun, eli boş göndermezdi. Sayda valisi görüşmek için gelmişti.
Sultan ona çok iltifat edip hal hatır sordu. Kendisi ile aynı sofrada yemek
yedirdi. Ama bununla birlikte onu İslâm'a davet etti. İslâm'ın üstünlüklerini,
güzelliklerini belirterek İslâm'a girmesini teklif etti. Bu mertlik ve
asaletinin bir sonucu olarak en büyük rakibi Richard'a hastalığında sürekli buz
ve meyve gönderdi"[36]
Sultan çok asil
duygulu, ince yürekli, merhametli bir insandı. Zulme tahammül edemezdi.
Haksızlığa, eziyete uğramış zavallı bir kimsenin acıklı halini görmeye
dayanamazdı. îbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Bir keresinde
hristiyan yaşlı bir kadın ona geldi. Göğsünü yumrukluyor ve durmadan ağlıyordu.
Sultan sebebini sorunca: Bir eşkıyanın gelip küçük kızımı çadırımdan alıp
kaçırdığı için gece boyu feryad edip ağladım. Sonra biri bana; sultan çok
şefkatli ve merhametlidir. Git ondan imdat dile, dedi. Ben de kalktım, sizdeft
yardım istemeye geldim. Ben kızımı artık ancak sizden alabilirim, dedi.
; -
Sultan kadının haline
çok acıdı. Gözleri yaşlarla doldu. Hemen birini ordu pazarına göndererek bu
kızı kimin satın aldığım araştırıp bulması için emir verdi. Kim satın aldıysa
verdiği paranın kendisine verilerek çocuğunun getirilmesini istedi. Biraz sonra,
giden askerin kız çocuğunu omuzuna almış olarak getirmekte olduğu görüldü.
İhtiyar kadın yere kapandı, alnını yere 1 koyarak uzun süre kendi (batı)
dilinde bir şeyler söylendi durdu, sonra da sevinç ve neşe içinde çocuğunu
alıp gitti. "[37]
Sultan Selahaddin
Mısır'da Ubeydî devletine (genellikle Fâtımîler adı ile meşhurdur) son verdi.
Bu devlet 299 H. yılından 567 yılma kadar ikiyüz altmış sekiz sene şanla, ihtişamla ayakta kaldı. İslâm
dünyasının büyük bir bölümünün
itikad ve amellerine,
ahlâk ; rveiçtimaî yapısına büyük ve derin tesir yaptı. Bu idare dönemi
tuhaf inançlar, enteresan ve acaib hükümler, gülünç kanunlarla dolu idi.
Bunlardan birkaçını örnek olarak meşhur tarihçi Makrizî'nin kitabı el-Hıtat
ve'l-Âsâr' dan takdim ediyoruz:
"362 H. yılında
miras kanununda değişiklik yapıldı ve eğer ölen kişi geride kız çocuğu
bıraknıışsa oğullara, yeğenlere, amca ve sâirelere hiçbir pay verilmeyecek diye
kanun yapıldı. Bu kanuna karşı gelmeyi, Hz. Fâtuna (r.a.)'ya düşmanlıkla eş
kabul ettiler. Hilâli gözetlemek bütün Mısır'da yasaklandı. Oruç ve bayram hesapla
yapılmaya başlandı.
372 H. yılında bütün
Mısır ülkesinde teravih resmen menedildi. İmam Mâlik'in Muvatta isimli hadis
kitabından bir tane ele geçirilmesi üzerine bir kişi teşhir edildi.
393 H. yılında 13 kişi
kuşluk namazı kıldılar diye. suçlanarak dövülmüşler ve teşhir edilmişlerdir.
595 H. yılında Mısırlıların çok sevdiği (bir sebze olan) nıelûhiye, Hz. Muâviye
çok severdi diye yasaklanmıştır. Cercîr'i de Hz. Âişe (r.a.) severdi diye
yasaklamışlardır. O sene bütün camilere, duvarlara, kabirlere, çöllere selefe
küfür ve sövgüler yazdırıldı. Süslü levhalar halinde astırıldı. 411 H. yılında
el-Zâhir Li İ'zâzidî-nillâh, şaraba genel izin verdi. Zevk ü safa, eğlenceler
ve oyun oynamalar aldı yürüdü. O sene bütün memlekette çok pahalılık ve yaygın
hastalık vardı. Halk sarayın etrafında toplanıyor, "açız, açız" diye
bağırıyordu. Soygun yaygınlaşmıştı.
424 H.de henüz dört yaşında
olan veliahdın geçit alayı çıktı. Bütün çarşı süslenmişti. Halk yerleri Öpüyordu.
O halifelerden
öyleleri vardı ki, yaşlan çok küçükken halife yapılmış, müslümanların da
onlara itaat etmesi farz kabul edilmişti. Mustansırbillah halife olduğunda
yedi yaşındaydı. Âmir biahkânıillah da halife olduğunda beş yaşından bir ay
birkaç gün büyüktü. EI-Fâiz binasrülah da halife olduğu sırada ancak beş yaşındaydı.
Âdıd Li dinillah ise halife olduğu sırada on iki yaşındaydı. [38]
Selahaddin Eyyubî'nin
devletinin başlangıcı, Fatımî devletinin sonu ve yeni bir devrin başlaması
oldu. Mısır'da Şiîlik ve Rafızîliğin izleri silinmeye başladı. Sünnet gelişti.
Yer yer medreseler kuruldu. Buralarda ehl-i sünnet âlimleri ders vermeye
başladı. Gitgide Fâtımîlerin bütün izleri silindi gitti. Aşağı yukarı üç-yüz
yıl Mısır'ın resmî mezhebi olan İsmâilîîik bu yeni devrin açılması ile birlikte
kimsesiz ve garip kaldı. Mısır tarihçisi Makrizî diyor ki:
"Şiîlik,
İsmâilîîik ve İmâmîlik mezhebi gizlendi. Sonunda bütün Mısır ülkesinde hiçbir
şekilde varlığı kalmadı."
Ubeydî (Fatımî)
devletinin bu bir asırlık dönemi İslâm için bir musibet devri idi. Bu dönemde
sürekli şeriatla, sünnetle, akaid ve ahlâkla alay edilir, eğlenilir, ilim ehli
ve sünnet erbabı yenik ve perişan bırakılırdı. Aşağılık karakterli, serseri ve
ahlâksız insanlar üstün ve hâkim kılınırdı.
Allâme Makdisî, Kitab
el-Ravdateyn fi Ahbâri Dev-leteyn
isimli kitabında o devri anlatırken bakınız ne yazıyor:
"Bu belâ İslâm'ın
tepesinde, kurulduğundan yıkılışına kadar devam etti. Yani 299 H. yılının
Zilhicce ayında başladı, 567 senesine kadar devam etti. Onların devrinde
Rafızîlik arttı, sultaları güçlendi. Halka vergiler kondu. Başkaları bunlara
uydu. Suriye sınırlarında yaşayan dağlılardan Nusayrîler, Dürzîler, Haşîşîler
(esrarkeşler) bunlardan birer taife olup onların etkisi ile daha da sapık
inançlara saptılar. İsmaîlîler'in onların üzerindeki etkisi bunların aşırı
cahil oluşlarından dolayı oldu. Onlara yaptıkları kadar başkalarına etki
yapamadılar. Onların idare döneminde Avrupalılar, Suriye'nin ve Arap
yarımadasının pek çok şehrini zap-
tettiler. Bir süre
Atabeklerin kuruluşuna ve Selahad-din gibi bir mücahidin ortaya çıkışma kadar
devam etti. O Selahaddin ki, İslâm ülkelerini yeni beştan kâfirlerin elinden
geri aidi ve Allah'ın kullarını onların tasallutundan kurtardı.[39]
Büyük bir dinî ve
ahlâkî inkılâbın gelmesini gerektiren bu saltanatın çöküşünün, sağlam inançlı
müslü-manları ve sünnet aşıklarını sevindirmesi gayet tabii bir şeydi.
Doğumundan ancak 29 sene önce bu inkılâbın olduğu Allâme Makdisî, bunun sonucu
olarak meydana gelen değişmeleri ve etkileri bizzat gözleri ile görmüştür.
Sevincini şu kelimelerle dile getirmektedir:
"Bu saltanat
bitti. Bununla birlikte Mısır'da İslâm'ın zelil kılınışının devri de sona
erdi."[40]
Hafız İbn Kayyım kendi
kitabı es-Sauâiku'l-Mür-sele' de Bâtmîlerin yükselişim ve etkilerini, sonra da
Nureddin'in ve Selahaddin'in eliyle bu saltanata nasıl son verildiğini şu
heyecanlı sözlerle anlatır:
"Bâtmîlerin
fikir, görüş ve iddiaları doğuda son buldu. Batıda da gittikçe ortaya çıkmaya
başladı. Nihayet zamanla güçlü bir hareket halini aldı. Ayakları yer tuttu.
Önderleri uzak batının pek çok şehirlerini ele geçirdi. Sonra daha da
ilerlediler ve Mısır'a kadar ulaştılar, orayı ele geçirdiler ve Kahire'nin
temelini attılar. Kadıları, idarecileri ve liderleri ile açıkça kendi
davalarını yürürlüğe koydular.
Onların döneminde
İhvân-ı Safa Risaleleri yazıldı. İbn Sina, el-İşârât, Şifâ ve diğer eserlerini
yazdı. Bizzat İbn Sina'nın kendisi; babasının, (Fatımî halifesi ve o
fikirlerin davetçisi) Hakimbillâh'm davetçilerinden olduğunu söylemektedir.
Fâtımîler'in döneminde sünnet ve hadis yolu yasaklandı. Sünnet ve hadis
kitapları rafa kaldırıldı. Bakmak isteyen ancak onu gizlice okumuş olmalıdır.
Bu davanın temel
prensibi ve ana konusu: aklın, peygamberlerin vahiy yolu ile getirdiği bilgi ve
talimatın üstünde tutulmasıydı. Gün geçtikçe bütün batı ülkesi, Mısır, Suriye
ve Hicaz'a bu Batınîler musallat oldu. Seneler boyu Irak'a dahi bunlar hâkim
oldular. Bu dönemde onların idaresinde ehl-i sünnetten olanlar, zimmîler
(müslüman devletininin emrinde yaşayan müslüman olmayan halk) gibi idiler.
Hatta gerçek şu ki, zimmîlere nasib olan güven, huzur, itibar ve haysiyete
müslümanlar sahip değildi. Bu dönemde nice âlim, boynu vurulacak kimse kabul
edildi; nice peygamber mirasçısı onların hapishanelerinde yata yata can verdi.
Sonunda Allah'ın
gayreti coştu da Nureddin ve Selahaddin vasıtasıyla bu Bâtmîlerin işkence ve
zulüm elinden müslümanları kurtardı. Bu ülkelerde İslâm son nefesini veriyor
gibiydi. Fakat bu saltanat değişimi (inkılabı) ile İslâm'a yeni hayat
bahşedildi ve yükseliş güneşi ufuktan doğdu. Yeryüzünün bütün müslümanları
bundan dolayı neşeye boğuldu. Bu musibet devrinde İslâm'ı koruyacak hiçbir
kimse yok mu diye arandığı bir sırada Allah Teâlâ kendi kulları ve mücahidler
ordusu ile Kudüs'ü haça tapanlardan kurtardı.
Allah ve onun
peygamberinin yardımcıları, kendi azim ve cesaretlerine uygun olarak hak dinin
galip gelmesi hakkını yerine getirdiler."[41]
İşte böylece
Selahaddin Eyyubî bir taraftan haç uğruna
savaşa çıkanların çoğalıp
gelen, coşup akan seylâbım durdurarak İslâm âleminin
siyâsî köleliğini, ahlâkî ve kültürel çürümesini ve batılı saldırganların
arzularına av olmasını
asırlarca engellemiş ve
bu belâdan İslâm'ı ve müslümanları korumuş oldu. Diğer taraftan da
(Fatımî denmekle meşhur) Ubeydî devletine son vermekle o, Mısır'dan çıkarak
İslâm dünyasında Bâtınîliğin, îsmâilîliğin etkilerini yayan fesad ve pislik
kaynağını kapatmış oldu. Bu fesad kaynağı iki-üçyüz yıldan beri ümmet içindeki
çözülmenin ve ahlâkî, fikrî, itikadî bozulmanın sorumlusu idi.
İslâm tarihi, yiğit
Selahaddin'in bu iki başarısını, bu iki büyük kahramanlığını hiçbir zaman
unutmayacaktır ve hiçbir ülkenin müslümanı bu Kürd mücahide minnet duymaktan
uzak kalamaz.
İslâm adına,
müslümanlar adına, Allah mükâfatların en güzelini, en üstününü versin.[42]
[1] Geniş bilgi için bakınız: Ençyclopedia Britannica,
c.6, madde, Crusades.
[2] Ençyclopedia Britannica, c.6, s.627, madde Crusades
[3] Sultan Selahaddin Eyyûbî, Stanlev Len Paul. s.188.
[4] A.g.e., S.21.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/329-332.
[5] A-g.e, s.29.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/333-334.
[7] el-Kâmil, Ibn Esîr, c.ll, s.124.
[8] Sultan Selahaddin Eyyubî, s.81.
[9] A.g.e, s.115.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/335-336.
[10] İbn Hallikân, Nureddin Zengî maddesi.
[11] el-Kâmil, c.ll,s.l64.
[12] eI-Kâmil,c.ll, 8.164.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/336-339.
[13] el-Kâmil, c.ll, s.122-123.
[14] el-Kâmil, c.11, s.123.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/339-340.
[15] el-Nevâdir el-Sultâniye, s.31.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/341-342.
[16] el-Nevâdir el-Sultâniye ve el-Mehâsin el-Yusufiye.
[17] Sultan Selahaddin, s.86.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/342-343.
[18] el-Nevâdir el-Sultâniye, s.16.
[19] A.g.e, s.155.
[20] A.g.e, s.155.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/343-344.
[21] Sultan Selahaddin, s.187-188.
[22] A.g.e,s.l89.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/344-345.
[23] Kadı İbn Şeddâd'm rivayetinde şöyle bir ek bilgi var:
O çaresiz hacılar insanlık adına ondan merhamet dileyince onlara küstahça:
"Muhammed'inize söyleyin de sizi kurtarsın!" demişti. Bu olay ve söz
Selahaddin'e ulaşmıştı da bunun üzerine; eğer bu edepsizi ele geçirirsem onu
mutlaka öldüreceğim, diye söz vermişti.
[24] Sultan Selahaddin, s.188.
[25] el-Nevâdir el-Sultâniye, s.64.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/345-347.
[26] A.g.e, s.213.
[27] A.g.e, 3.66.
[28] Tarih-i Ebu'I Fidâ tercemesi.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/347-348.
[29] Sultan Selahaddin, s.202-205.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/348-351.
[30] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/351.
[31] A.g.e,s.310-312.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/351-353.
[32] Sultanın doğumu 532 H. yılında olmuştur. (Ebu'l Fidâ)
[33] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/353-355.
[34] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/355-356.
[35] el-Nevadir el-Sultâniye, s.13-14.
[36] el-Fethu'l Kıssîfil Fethil Kudsî, İmadeddin el-Kâtip.
[37] el-Nevâdir el-Sultâniye, s.26.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/356-359.
[38] Kitab el-Hıtât ve el-Âsâr, Makrizî, s.340:,355.
[39] Kitab el-Ravdateyn fî Ahbâri Devleteyn, c.l, s.201.
[40] A.g.e, c.l, s.200.
[41] es-Savâikul-Mürsele
ale'l-Cehmiyye
ve'1-Muattale, el, s.233-234.
[42] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/359-364.