10- MOĞOL FİTNESİ VE İSLÂM'IN YENİDEN
İMTİHANI
İslâm'ın Doğu Ülkeleri Moğol
Zulmünde:
Moğollar Arasında İslâm'ın Yayılması:
Hicrî yedinci asırda
İslâm dünyası, dünyada bir benzerinin gösterilmesi zor bir olayla karşılaştı.
Bu olay onun varlığını yok edecek bir oyundu, bir belâ idi. Bu, doğudan çekirge
gibi akıp gelen ve bütün İslâm âlemini istilâ eden Moğol yağmacılarının
saldırısı idi.
Görünüşe göre bu
uğursuz olaya devrin devrin sultanı Alaaddin Muhammed Harzemşah'm bir hatası
sebep olmuştu. Onun tedbirsizliğinden kaynaklanıyordu. Şöyle ki: Ticaret için
ülkesine gelen Moğolların tüccarlarını öldürttü. Sonra da Cengizhan bunun
sebebini sormak için bir elçi heyeti gönderdiğinde Harzemşah onları da
öldürttü. Bunun üzerine Moğol hakanı Cengizhan çok öfkelenerek, Harzemşahlar
sultanlığına ve bütün İslâm dünyasına hücuma başladı.
Fakat Kur'an-ı
Kerim'de; hareket ve davranışların ve ahlâkî bozulmanın sonuçları; milletlerin,
toplumların yükselişinin ve çöküşünün karşılığı ve evrensel kanun bildirilmiş
ve bilhassa İsrâ suresinin baş tarafında İsrâiloğulları'nın mahvoluşunun,
topluca öldürülüşlerinin, zelil edilip aşağılanışmm ve Kudüs'ün tahrip edilip
yerle bir edilişinin dehşet verici destanı anlatılmıştır.[1]
Bu bilginin ışığında
her tarafı kaplayan bu fitnenin, bu belânın ve o günkü İslâm dünyasında
meydana gelen küçük kıyametin hakiki sebebinin sadece yukarıda bildirilen elçi
öldürmeden ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Kısa görüşlü bir padişahın,
tedbirsiz bir kralın düşüncesiz bir harekette bulunması böyle tufanın derhal
İslâm dünyasına saldırmasına sebep olmamalıdır. Bir tek kişinin hatasını bütün
bir millet ve hatta ümmet çekmemelidir. Kaldı ki onlar böyle bir saldırıyı ne
tahmin ediyorlardı, ne de buna hazırdılar. Bunu ha-ketmiş de değillerdi.
Kur'an-ı Kerim ışığını
elimize alır da o günkü müs-lümanlarm ahlâkî, dinî, içtimaî ve siyasî ahvâlini
dikkatle gözden geçirmeye çalışırsak, bu menhus, uğursuz olayın birden ortaya
çıkmadığı ve ortaya çıkışının sebeplerinin bundan çok daha fazla, yaygın,
derin ve kesin olduğu gerçeğinin gözlerimiz önüne gün ışığı gibi açıkça
serileceği görülecektir. Bunu incelemek ve göstermek için o olayın ortaya
çıktığı andan, birkaç sene önceden işe başlamamız ve o dönemin İslâm devletlerinin
en Önemli kültür merkezlerine ve İslâm sosyal düzenine kısa bir göz atmamız
gerekecektir.
Sultan Selahaddin'in
589 H. yılında vefatı üzerine geniş bir alana yayılan Eyyubi devleti, oğulları
arasında paylaşıldı. Dünyanın pek çok saltanat kuran keskin iradeli
liderlerinde olduğu gibi[2]
oğulları, gerçek manada onun yerini tutacak kimseler değillerdi. Bir süre
birbiri ile uğraştılar durdular. Onlardan bazısı kardeşlerine üstünlük
sağlamak için haçlı liderlerinden, hasım ecnebilerden yardım bile istedi.
Onlarla birleşerek entrikalar düzenlemekten dahi çekinmedi. Şeyhülislâm
İzzeddin b, Abdüsselâm'm tezkirelerinde buna bir örnek geçmektedir. Bu
parçalanmış küçük devletlerin (tavâifü'l-mülük) aile rekabetleri ve iç
çekişmelerinden dolayı devletin idaresi altında bulunan eyaletlerde siyasî
çözülme, idarî bozulma ve ahlâkî çöküş ortaya çıkmıştı. Halk güvensiz bir
atmosfer içinde yaşıyordu. Haçlıların ve frenklerin Selahaddin Eyyubî'nin büyük
gayret ve fedakârlıklarla geri aldığı o İslâm şehirlerine saldırmaları ve
yağmalamaları sürüyordu. Ahlâkî ve idarî iki yönlü hataların ve rastgele
gidişin sonucu, veba, hastalıklar ve şiddetli kıtlık kendini gösterdi.
Mısır gibi, başka
bölgelerin bile karnım doyuran münbit bir ülkeyi, 597 yılında amca-yeğen olan
Melik Âdil ile Melik Efdal'in arasındaki kardeş kavgası bir felâket ülkesi
haline getirmişti. Nil nehrinde sular çoğalıp etraflarını sulayan taşma
olmamıştı. Bu yüzden Mısır'da öyle bir pahalılık oldu, Öyle müthiş bir kıtlık
meydana geldi ki; insan insanı kızartarak yedi. Ölüm o kadar çoktu ki, ölüleri
kefenlemek imkânsız olmuştu. Tarihçi Ebu Şâme'nin anlattığına göre; tek başına
Melik Âdil sadece bir ay içinde ikiyüz yirmi bin insanın ölüsüne kendi şahsî
emlâ-kinden karşılayarak kefen 'vermiştir. Sıra köpekleri ve ölüleri yemeye
geldi. Çok miktarda çocuk kızartılarak yenildi. Bu o kadar yaygınlaştı ki,
halk bunda bir kötülük, bir iğrençlik görmemeye başladı. Tarihçi İbn Kesîr'in
anlattığına göre; yemek için çocuk ve küçük yaşta insan kalmayınca kimin gücü
kime yetiyorsa onu kızartıp yemeye başladı[3]
Allah'ın sünnetine
uygun olarak semavî (manevî) uyarılar zinciri de devam ediyor ve öyle önemli
olaylar ortaya çıkıyordu ki; tevbe etmeye, hatalardan uzaklaşıp ibâdete ve
Allah'a kulluğa dönmeyi hatırlamaya bunlar yeterli idi. Nitekim işte bu 597 H.
senesinde büyük bir deprem oldu. Bu depremin tahribat merkezi özellikle
Suriye, Rum ülkeleri (Anadolu) ve Irak idi. Bunun tahribatını ve dehşete
düşüren korkunçluğunu şundan ölçebilirsiniz: Sadece Nablus şehrinde ve onun
çevresinde yirmibin insan depremde yıkıntılar altında kalarak öldü.
Mir'âtü'z-Zemân yazarının (aşırı mübalağadan uzak değil) ifadesine göre bu
zelzelede bir milyon yüzbin insan ölmüştür.
Bir tarafta
müslümanları gaflet uykusundan uyandırmak için tamamen yeterli olan olaylar
meydana geliyor; öbür tarafta İslâm âleminin çeşitli bölgelerinde iç savaş ve
kardeş kavgası sürüp gidiyordu.
601 H. yılında bir
sülâlenin iki kişisi; Mekke emîri Katâde Hüseynî ile Medine emîri Salim Hüseynî
arasında şiddetli çarpışma oldu. 603 H. yılında Ğörîler ile Harzemşahlann savaş
yılları başladı. Müslümanlar, raüslümanların kanım akıttı. Bu tarafta bunlar
olurken öte tarafta 604 H. yılında Frenkler Suriye'nin çeşitli yerlerine
saldırmaya başladılar. 607'de Arap yarımadasındaki müslüman idareciler
Frenklerle gizli anlaşma yaptılar. 615 H. yılında Frenkler Mısır'ın, askerî ve
savunma açısından çok önemli olan Dimyat şehrini ele geçirdiler.
Bu arada devletin
hilâfet merkezi Bağdat'ta görüntüden ibaret olan debdebe ve haşmet, acem
zorakilikle-ri ve servetin, ilerlemiş ligin kukla görüntüleri zirveye
ulaşmıştı. Halifelerin gözlerine giren saray adamlarının ve çevresindeki
güvendiği kişilerin, dostlarının -ki bu insanlar köle olarak saraya girmişlerdi
ve temizlikçi, süpürgeci, saki ve yatakları düzenleyen v.s. gibi mevkilere sahiptiler-
servetinin dur durağı yoktu. Bunu şundan ölçebilirsiniz: Halife el-Zâhir'in
kuyumcusu Alaaddin Zâhirî'nin yeni edindiği emlâkinden elde ettiği senelik
geliri üçyüz bin dinarı buluyordu. Bağdat'ta onun sarayının bir benzeri yoktu.
Mücâhidüddîn el-Müstansırî'nin servetinin durumu da aynıydı. Bu kişilerin
kızlarını ve oğullarım evlendirirken verdikleri çeyizin, hediyelerin
çeşitlerini okuyunca insanın aklı şaşıp kalıyor. Adı son geçenin arazisinden
elde ettiği gelir senelik beşyüz bin dinarı buluyordu. Aynı durum el-Sa-lah
Abdülganî b. Fahir için de geçerli idi. İlim süsünden mahrum olan bu adam
şâhâne bir hayat sürüyordu.
Buna karşılık Abbasî
saltanatının en büyük medresesi Müstansınye'nin en değerli hocalarının
maaşları inanılmayacak kadar basitti. Bu hocaların en değerli, en
azametlilerinin aylığı oniki dinardan fazla değildi. Aynı devirde Abbasîler
döneminin el-Şerâbî isimli emi-rinin bir hizmetçisi, bir emîrin düğününde
dortbin dinar harcadı. Şerâbî de kendisine hediye olarak Musul'dan getirilen
bir kuş için üçbin dinar vermişti.
Servet ve debdebe
gösterisi olarak bayramlarda ve tahta geçme merasimlerinde Bağdat'ta çıkarılan
resmî alaylara bütün şehir halkı katılmak ve gösteriyi seyretmek için
kendinden geçiyordu. Gösteri ve nümayişlerin dışında bir de dinî farzları hiç
çekinmeden göz ardı ediyorlar, namazları kaza ediyorlardı.
Bunu ölçmek için
sadece şu kadarım bilmek kâfidir: 640 H. yılında bayram günü için saray bayram
alayı çıktı. Halk geceleyin meydana giderek geceyi orada geçirdi. Öyle
eğlendiler, gösterileri seyretmekle o kadar meşgul oldular ki, bayram namazını
kılamadılar, ancak o günün gecesinde gece yarasından önce kaza ederek
kıldılar. Aynı şekilde 644 yılının Kurban bayramında Bağdatlılar saray alayını
seyretmek için şehrin dışına çıktılar da güneş batarken bayram namazını
kıldılar.
Halifeye saygı için
önünde yeri Öpmek âdet olmuştu. Aynı şekilde sultanın tahtının önündeki
basamağı öpmek ve yere burun değdirmek de âdetti. Bunları yaparken hiç kimse
yanıldığını, İslâm dışı bir şey yaptığını da anlamıyordu. Arazilere el
konulması olayları çokça ortaya çıkıyordu. Rüşvet almış yürümüştü.
Bâtınîle-rin, düzenbazlar ve eşkiyanm faaliyeti hızlanmıştı. Ahlâkî bozukluk
çok artmıştı. Gönül eğlendirecek işler artmış, şarkıcı kadınlar çoğalmış,
servet biriktirme hırsı haddini aşmıştı[4]
Bu devir, Moğolların,
İran ve Türkistan'ın altım üstüne getirdiği ve İslâm'ın en büyük kalesi
Bağdat'a gözlerini diktikleri bir dönemdi. Tarihçi îbn Kesîr H. 626 yılının
başlarını şu sözlerle haber veriyor:
"Bu hicrî çağ
öyle bir manzara ile başladı ki, Eyyûbî sultanları (Sultan Selahaddin'in
sülâlesin-den gelen padişahlar) birbirleriyle savaşıyor, birbirini yenip yok
etmeye uğraşıyorlardı."
Hilâfet merkezi
Bağdat'ta öyle bir başıboşluk vardı ki, 640 dan 643 H.ye kadar İslâm
halifelerinin eskiden beri kesintisiz devam eden âdetinin aksine, halife tarafından
ne hac düzenlemesi yapıldı, ne de Kabe'nin örtüsü değiştirildi. 21 gün boyunca
Kabe'nin duvarları tamamen açık, çıplak bekledi. Halk bunu kötüye yordu. Bir
uğursuzluğun geleceğine işaret saydı.
575 H. yılında
el-Nâsırlidînillah tahta geçti. Kesintisiz 46 yıldan daha fazla hilâfet ve
saltanat makamında oturdu. Bu hiçbir Abbasî halîfesine dahi nasib olmayan
uzun bir süredir. Fakat onun dönemi Abbasî halifeliğinin en berbat, en
karanlık devridir. Tarihçiler sert bir dille onu tenkid etmiş ve davranışları
ile ahlâkını kötülemişlerdir. İbn Kesîr onu şu sözlerle anar:
"Halka davranışı
son derece kötü ve zalimce idi. Onun döneminde Irak ülkesi harap oldu. Ülkenin
halkı çeşitli şehirlere ve bölgelere dağılarak başıboş hale geldiler. O,
onların mallarını, arazilerini gasbetti. İşlerinde büyük çelişkiler vardı.
Bugün bir iş yapar, yarın onun aksini yapardı. Bütün zevki, eğlenceli işlerdi.
Cesaret, kahramanlık ve erlik için özel kıyafetli bir askerî birlik icad etti.
Sadece bu birlikten olan askerler için mertlik oyunlarına ve askerî maharetler
gösterisine izin vardı. Bunun sonucu olarak yiğitlik alâmetleri ve askerî
maharetler Irak'ta son buldu. Halifenin dağınıklığı, eğlencelerinden dolayı
son haddine vardı. İranlıların anlattığına göre, halifenin kendisi, herkesten
önce Moğolları İslâm devletine saldırmaya yöneltti, onlara haber bile
gönderdi."[5]
622 Hicrî yılında
Nâsırlidînillah'm Ölümü üzerine Muştansırbillah (623-640) onun yerine geçti. Bu
halife dindar, iffetli, temiz bir hayat yaşayan, güzel hasletler ve pek çok
özelliklerde değerli halifeleri hatırlatıyordu. Fakat ne yazık ki devleti
düzenleme ve ıslah etmek için uzun bir zamanı olamadı. 640 yılında vefat etti.
Yerine oğlu
Muşta'sımbillah halife oldu. Musta'sım, sağlam inançlı, dindar, tedbirli bir
halife idi. Hiçbir zaman içkiye, haramlara yaklaşmadı. Her haftanın pazartesi
ve perşembe günlerinde ve Receb ayının tamamında oruç tutardı. Kur'an-ı
Kerim'in hafızıydı. Namazı vaktinde kılmaya şiddetle bağlıydı. Fakat tarihçi
İbn Esîr'in anlattığına göre, gerektiğinden daha çok yumuşak huyluydu ve zekâ
keskinliği azdı. Para ve servet konusunda bir ölçüde hırslı ve cimri olduğu da
saklam-lamayacak kadar gerçekti.
642 H. yılında İbn
Alkamî'ye, Abbasî halifeliğinin başvezirlik şansı vurdu. Halifeliğin
idaresinde, işlerin yürütülüp düzene konmasında o andan itibaren bir bozulma
başladı. 655 H. yılında Bağdat'ta Şiî-Sünnî çatışması olduğunda İbn Alkamî'nin
yakınlarının evlerine varıncaya kadar Şiilerin evleri yağmalandı. Bu olaydan
dolayı onların içinde öfke ve nefret doğması ve intikam duygusu kabarması
tahmin dışı değildir. Bu sırada her ne kadar Moğol tehlikesi Bağdat kapılarına
dayanmış ve Moğol orduları bütünüyle Bağdat'a yönelmiş ise de vezir îbn
Alkamî'nin emir ve kararı ile Bağdat ordusunda büyük miktarda indirim yapıldı
ve süvarilerin sayısı kısıtlanarak onbinde donduruldu. Geri kalan askerlere
izin verilip evlerine gönderildi, maaşları kesildi. Sonunda bu insanların
pazarlarda ve cami kapılarında dilendikleri görüldü. Şairler İslâm'ın
sahipsizliğine mersiyeler yazdı.
Musta'sım her ne
kadar, kişi olarak temiz hayat yaşayan, temiz düşünceli bir halife ve
ilerlemeyi, bozulan durumu düzeltmeyi arzulayan biri idiyse de, devrindeki
idarenin bozuluşu, toplum düzeninin çözülüşü ve idarecilerin gevşekliği o
noktaya geldi ki, bunu durdurmak, devlet ve toplumu ıslah etmek, yeni bir ruh
üflemek ve ona yeni bir hayat bahşetmek için tarihte genellikle yeni
devletlerin kurucusu ve yeni bir devrin başlatıcısı olduğunu göstermiş dâhiler
gibi, cesaretli, azimli, güçlü bir kişiye ihtiyaç vardı.
Tarihte şu olay bir
gerçek olarak tekrar tekrar öne
çıkmış ve çok kere
devleti elinde tutan ailelerin en son insanları ve yıkılışa giden saltanatların
son idarecileri kişilikleri itibariyle yetkili, yeniden düzenleyici ve temiz
hayat yaşayan kimseler idiler ama o saltanat zincirinin hayat kasesi dolmuş ve
bozulma, çözülme arta arta son noktasına gelmiş olduğu için, artık onun son buluş
noktasına ulaşması ve bunun tabii sonuçlarının ortaya çıkışını hiçbir gücün
engelleyemeyeceği görülmüştür. Nitekim bu ailenin ve devletin çöküşünde bu
kişinin adı yazılmış, onunla son bulmuştur. Halbuki o kendinden önceki pek çok
sultandan daha iyi idi. Büyük ölçüde de durumu düzeltmeyi çok arzu ediyordu.
Her ne kadar
Bağdat'ta, bir miktar ıslahatçı ve düzenleme yeteneği olan kişiler, ders
öğretmekle ve kendi başlarına ibâdet yapmakla meşgul olan insanlar vardı, bir
miktar yetenekli insanlar da mescidlerde, tekkelerde uzlete çekilmişler, tek
taraflı bir hayat yaşıyor idiyseler de, devlet idarecileri ve lüks hayat
yaşayan sınıf-da kokuşma çok yayılmıştı. O devrin bir tarihçisi olan Ebu'l
Hasan Hazrecî, zamanındaki Iraklıların durumlarını anlatırken şöyle yazıyor:
"Arazilere ve
emlâke sahip olma hırsı çok artmıştı. Genel halkın refahına çalışmaktan ve
toplumun menfaati için uğraşmaktan insanlar uzaklaşmış ve meşru olmayan dünya
meseleleriyle uğraşmak çok artmıştı. Devlet idarecileri zulme bel bağlamış ve
hepsinin kafasında daha çok servet biriktirme düşüncesi vardı."
Biraz ileride şöyle
devam ediyor:
"Bu durum çok
tehlikelidir. Devlet idaresi küfürle yürür, ama zulümle yürümez."[6]
Ötede İslâm âleminin
doğu bölümünde Harzemşahlar tek başına devlet yönetiyorlardı. Beşinci asrın sonunda
Selçukluların yıkıntıları üzerinde kurulmuş büyük ve haşmetli bir devletti bu.
Mısır, Suriye, Irak, Hicaz ve kuzeybatıda Küçük Asya'ya kadar bölgeleri içine
alıyordu. Anadolu'daki küçük Selçuklu devleti ve doğudaki Görîlerin yeni
kurdukları devleti ayrı tutarsak, aşağı yukarı bütün İslam âlemi
Harzemşanlıların idaresi altında bulunuyordu. Bu sülâlenin en cesaretli,
azimli, ülkeler fetheden sultanı, Alâaddin Muhammed Harzemşah'dı (596-617).
Devrinin en büyük, en güçlü imparatoru idi.
Harold Lamb, Cengiz
Han isimli kitabında çok doğru söyleyerek şöyle yazmaktadır:
"İslâm
ülkelerinin kalbinde saltanat tahtında savaş ilâhı haline gelen sultan Muhammed
Harzemşah oturuyordu. Onun saltanat ve yetkileri Hindistan sınırlarından
Bağdat'a kadar, Harzem denizi (Aral)'dan Fars körfezine kadar genişlemişti.
Haçlılara galip gelen Selçuklu Türklerini ve her gün gelişmekte olan Mısır'ın
Memlüklü sultanlarını bir tarafa bırakırsanız, geride kalan ne kadar İslâm
devleti varsa hepsine Sultan Muhammed Harzemşah hâkimdi. Sultan Muhammed,
mevki ve makamı bakımından sultandı; tek yetkili, en büyük söz sahibi bir
padişahdı. Abbasi halifesi Nâsır-lidînillâh ise kendisine kızgındı, ama onun
hâkimiyetini, yetkilerini kabul ediyordu. Bağdat halifesi dünya yetkilerinden
mahrum kalarak Roma'daki papa gibi sadece dinî açıdan yol gösteren rehber
olarak kalmıştı."[7]
Arap tarihçiler,
Alâaddin Muhammed Harzem-şah'm yaşayış tarzında ve ahlakî durumunda herhangi büyük
bir kusurun, zikredilmeye değer bir hatasının varlığına işaret etmemektedirler.
Aksine onun dindarlığını, temiz inancını, kahramanlık ve cesaretini genellikle
itiraf etmektedirler.
Fakat şunda hiç şüphe
yok ki, o bütün gücünü küçük büyük çaptaki İslâm eyaletlerine son vermeye
har--; cadı. Bir taraftan kuzeyde, batıda Selçukluları en son sınırlarına
varıncaya kadar çekilmeye mecbur etti. Diğer taraftan doğuda, güneyde sürekli
Gönlerle çatıştı durdu. Onları da küçük, dar bir bölgede kuşatılmış olarak
kalmaya mecbur etti. İran ve Türkistan'ın askerî güçlerinin en büyük parçası,
bu bitmez tükenmez savaş zincirinde görev almaktan Ötürü yorularak körleşti
kaldı. Bu münbit ve büyük adam türeten toprakların, şehir ve kasabalarının
fezasını ve kafasını, sürekli olarak savaş meşgul etti. Savaş onların ruhunu
tedirgin etti.
Harzemşahlı sultanlar
da bu fırsatta İspanya'da Arap önderlerin yaptığı o müthiş hatayı işlediler.
İlâhî ceza kanunu ise bunu affetmedi. Yani onlar bütün kabiliyet ve güçlerini,
saltanatlarının güçlenmesine, devletlerinin genişlemesine, rakiplerini
cezalandırmaya harcadılar da aslmda her biri birer dünya değeri taşıyan
sınırlarına bitişik olan ülkelerdeki insan yığınlarına İslâm'ı tebliğ etme ve
Rablerinin son dinini onlara ulaştırma diye bir şey düşünmediler. Dinî heyecanı
bir tarafa bırakalım, siyasî uzak görüşlülük ve anlayışın gereği olarak dahi
olsa bu geniş insan nüfusunu, kendi gibi ve kendi inancına ortak yapmaya
çalışmalıydılar. Eğer öyle yapsalardı, sadece kendileri değil bütün müs-lümanlarm
dün, bugün, yarın her zaman için içine düştükleri tehlikeye düşmezlerdi.
Moğollar, başlangıçta
komutanları ve başları Cengiz Han'm[8] önderliğinde,
ilâhî bir azab, bir belâ gibi İslâm dünyasının doğusuna, İran ve Türkistan'a
ilerledikleri zaman durum ve ahvâl bu merkezdeydi. Daha sonra Bağdat'a sıra
geldi ki oranın manzarasını yukarıdaki satırlarda çizdik. Sonunda onlar 656 H.
yılında Bağdat'a girdiler ve taş
üstünde taş bırakmadılar. Âyet: "Sizden sadece
zulmeden, yoldan çıkanlara dokunmayacak olan (suçlu suçsuz herkesi ezecek
olan) bir fitneden (belâdan) sakının. Biliniz ki Allah şiddetli cezalandırandır.
"
Herşeye bir sebep
olan, her olayın bir nedeninin olduğu bu sebepler dünyasında bu Moğol
saldırısını uyandıran olay aşağı yukarı şudur:
Cengiz Han, Harzemşah
sultanına; sen büyük bir imparatorluğun basındasın, ben de geniş bir imparatorluğun
başında bulunuyorum. Aramızda iyi bir ticarî ilişki kurmamız uygun olur, diye
haber gönderdi ve tüccarlarım korkusuzca idareniz altındaki yerlere girsinler,
buranın kendine özgü ürünlerini, mallarını orada satsınlar, sizin
tüccarlarınız da emniyet içinde güvenle bizim ülkemize gelsin, oranın
mallarını burada satsınlar, dedi. Harzemşah bunu kabul etti ve ticarî ilişkiler
başladı. Ticaret kafileleri çekinmeden birbirine gidip gelmeye başladılar.
Bundan sonra ne oldu
da İslâm dünyası birden kan gölü haline geldi? Bunun izahını batılı tarihçinin
dilinden dinleyelim. Onların anlattıkları şu sözler, İslâm tarihçilerinin
anlattıklarını harf be harf tasdik ediyor.
Harold Lamb, Cengiz
Han isimli eserinde diyor ki:
"Fakat Cengiz
Han'ın kurduğu ticaret ilişkileri, tesadüfen birdenbire son buldu. Son buluşu
da şöyle oldu: Karakurum'dan gelen bir tüccar kervanı batıya doğru ilerliyordu
ki yolda Etrar valisi -adı İnalcık idi-kâfilenin bütün adamlarını yakalayıp
hapsetti. Efendisi Harzemşah sultanına, içlerinde casus olduğu için böyle
yaptığım bildirdi. İnalcık'm bu düşüncesi tamamen akla yatkındı. Ondan böyle
bir haber gelince, Harzemşah sultam düşünüp taşınmadan hepsinin öldürülmesini
bildiren bir ferman gönderdi.
Bu emre uygun olarak
Karakurum tüccarlarının hepsi Öldürüldü. Bunu haber alır almaz Cengiz Han elçisini
göndererek durumu protesto etti. Sultan Mu-hammed Harzemşah elçi heyeti
başındaki adamı Öldürttü, heyetteki diğer insanların sakallarım yaktırdı.
Heyetten canlarını
kurtaranlar Cengiz Han'a geri döndüler ve durumu olduğu gibi anlattılar. Gobi
çölünün hakanı durumu öğrenince meseleyi etraflıca düşünmek için bir dağın
tepesine çıktı. Moğolların elçisini öldürmek öyle bir suçtu ki cezasız
bırakılamazdı. Bu hareketin intikamını almak Moğolların eski an'aneleri-ne göre
şarttı.
Cengiz Han:
"Nasıl ki gökte iki güneş olamıyorsa, yeryüzünde de iki hakan olamaz,
dedi.[9]
Moğollar, önce
Buhara'ya girip taş üstünde taş bırakmadılar ve burasını yerle bir edip yok
ettiler. Şehir halkından sağ kalan olmadı. Sonra Semerkand'ı mahvettiler. Bütün
halkını imha ettiler. İslâm'ın ünlü, değerli şehirleri Rey, Hemedan, Zincan,
Kazvîn, Merv, Nişâpur, Harzem de aynı akıbete uğradılar. İslâm dünyasının en
güçlü, en ünlü tek sultanı Harzemşah, Moğolların korkusundan oradan oraya
kaçıp dolaşıyordu. Moğollar da onun peşindeydiler. Nihayet, bilinmiyen bir
adada öldü.
Harzemşah; İran ve Türkistan'ın
İslâm eyaletlerini ve kendi istiklâline sahip devletlerini, kendi imparatorluğuna
katmıştı. Bu bakımdan onlar da Moğollar karşısında yenilince Haremşahhları
koruyacak, Moğollara karşı koyacak başka bir güç kalmadı.
Moğolların heybeti ve
müslümanların da ürkekliği o noktaya gelmişti ki, bazan bir moğol bir sokağa
giriyor, orada yüz tane müslüman olduğu halde hiç kimsenin o tek kişiye bir
şey söylemeye cesareti olmuyor; o, tek kişi ise teker teker hepsini öldürüyordu
da hiçbiri elini bile kaldıramıyordu. Bir moğol kadın, erkek kılığına girerek
bir eve girdi ve tek başına ev halkının hepsini öldürdü. Sonra yanma esir
aldıklarından biri bunun kadın olduğunu hissetti de onu öldürdü. Bir keresinde
bir moğol bir müslümanı esir etti ve ona, şu taşa başını koy ben hançer getirip
başını keseceğim, dedi ve müslüman orada öylece kaldı. Kalkıp kaçmaya mecali
kalmamıştı. Nihayet o adam şehirden hançeri alıp geldi ve o adamı orada kesti.[10]
Moğolların saldırısı
İslâm dünyası için bir belâyı azîm (en büyük belâ) idi. Bu saldırı ile İslâm
âleminin düzeni sarsıldı. Müslümanlar şaşkın kaldılar, şoke oldular. Bir
baştan bir başa her tarafı ümitsizlik ve korku kaplamıştı. Moğollar çaresiz,
devası olmayan bir hastalık kabul ediliyor, onlara karşı koymak imkânsız, onların
yenilmesi düşünülemez kabul ediliyordu. O derecede ki, darbımesel (bir deyim)
olarak, "İzâ kîle leke; innettatara inhezemû felâ tüsaddik=Moğollarm yenildiğini
duyarsan inanma" sözü bile meşhur olmuştu. Onlar ne tarafa yönelir, hangi
şehre girerlerse artık oraya bir felâketin geldiği kabul edilirdi. Can, mal, şeref,
namus, cami, medrese hiçbirinde hayır kalmazdı. Moğolların gelişi, katliâm,
tahribat, zillet ve şahsiyetsizliğin gelişi ile eş anlamda kabul edilirdi.
Bu olayı anlatırken
İbn Esîr gibi bir tarihçi -büyük bir sabırla ve tahammülle dünya tarihini
yazdı- bu olaylar karşısında içinden geçenleri yazarak, duygularını
gizlemiyerek şöyle demektedir:
"Bu felâket o
kadar korkunç ve çirkin ki, birkaç senedir bunları yazayım mı yazmayayım mı
diye düşündüm. Yine de şimdi hayli tereddüt içinde bunları yazıyorum. Olay
bir bakıma, İslâm ve müslümanlaruı mah-voluşunu duyurmak gibidir ki, bu kime
kolay gelir? Kimde dayanacak bir ciğer var ki, müslümanların düştüğü aşağılık
durumun, herkes karşısında rezil ve rüs-vay olmanm destanını anlatsın? Keski
yaratılmasay-^dım. Keski bu olaydan önce ölmüş olsaydım. Keski unutup da
kafamdan bu elemli olayın hatıraları silinip gitseydi. Fakat bazı dostlarım bu
felâket olaylarım yazmaya beni razı ettiler. Yine de tereddüt içindeyim. Fakat
gördüm ki yazmamakta hiç fayda yok. Bu öyle büyük bir belâ, öyle müthiş bir
felâket ki dünya tarihinde bir benzeri bulunamaz. Bu olaylar bütün insanlıkla
ilgilidir. Fakat özellikle müslümanlarla ilgilidir. Eğer bir adam çıksa da Hz.
Âdem'den beri böyle bir belâ insanoğlunun başına gelmemiştir diye iddia etse,
bu yanlış
bir iddia olmaz. Çünkü
tarihlerde böyle bir olayın en küçük benzerine dahi rastlanmamış belki de
kıyamete kadar -Ye'cûc ve Me'cûc'ün dışında- asla böyle bir olay görülmeyecek
de. Bu vahşi insanlar hiç kimseye acımadılar. Kadınları, çocukları, erkekleri
öldürdüler. Kadınların karınlarını yardılar. Rahimlerdeki çocukları öldürdüler.
İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi raciûn, ve lâ havle velâ kuvvete illâ billahil
aliyyil azîm.
Bu olay evrenseldi,
yeryüzüne yaygındı, Bu bir tufan gibi koptu, bakıp ederken bütün dünyaya
yayıldı."[11]
Sadece İslâm dünyası
değil, o günün bütün medenî dünyası, Moğolların saldırısından irkilmişti.
Ulaşmalarına imkân olmayan yerleri dahi onların dehşet ve ürpertileri
kaplamıştı. Roma'nın Gerileyişi ve Çöküşünün Tarihi isimli meşhur kitabında
Gibbon şöyle yazıyor:
"İsveç halkı
Rusya vasıtasıyla, Moğolların saldırılarını ve yaptıkları tüyler ürpertici
vahşetleri duyduklarından onları Öyle bir korku ve dehşet sarmıştı ki; her
zaman yaptıkları âdetleri olduğu halde İngiltere kıyılarına avlanmak için
gelemez olmuşlardı."
Cambridge
Üniversitesi'nin, Ortaçağ Tarihinin yazarları, Cengiz Han'ın tahrik ettiği
Moğolların bu şiddetli saldırısını çok güzel bir şekilde şu sözlerle dile getirmektedirler:
"Moğollan
durdurmak insan gücünün üstündeydi. Ovaların, çöllerin bütün tehlikelerini
(geçit zorluklarını) yendiler. Dağ, deniz, mevsim zorlukları, veba, kıtlık,
hiçbir şey onların yollarına engel olamadı. Hiçbir tehlikeden, sıkıntıdan
korkmuyorlardı. Hiçbir sur, hiçbir kale onların hücumu karşısında dayanamadı.
Hiçbir masum ve mazlumun feryadı, merhamet etmeleri için kalbleri delen
bağırışları onlara en ufak bir tesir yapmadı. Burada, tarih sahasında biz yeni
bir güçle karşılaşıyoruz. Bu güç bu kuvvet öyle bir şeydi ki, pek çok idarî ve
siyasî problemleri göz açıp kapayıncaya kadar kısa zamanda karara bağladı.
Sanki gök yeryüzüne çökmüş de herşeyi yok etmiş gibi onları da yoketti. İdarî
ve siyasî problemler öyle bir hal almıştı ki, eğer o âfet inmeseydi, daha
ileride veya birinin çözümü ile çözümlenecek halde değildi. Eğer bu şekilde
bitmeyip de devam etseydi, bitip tükeneceği de yoktu.
Dünya tarihinde böyle
yeni bir gücün ortaya çıkması, yani insanoğlunun kurduğu medeniyeti
değiştirecek bir tek kişinin bu güce erişmesi, Cengiz Han'la başladı ve torunu
Kubilay Han'la son buldu. Onun döneminde Moğolların güvenli ve basit
saltanatları bölünme emareleri göstermeye başladı. Böyle bir güç dünya sahnesinde
bir daha asla görünmedi.[12]
Sonunda bu vahşiler
İslâm dünyasını alt üst ettiler. Kan akıta akıta, her tarafı yaka yıka, 656 H.
yılında, Cengiz Han'ın torunu Hülâgû Han'ın idaresinde İslâm dünyasının
hilâfet merkezi olan ve o devrin en büyük ilim ve kültür merkezi olan medeniyet
şehri Bağdat'a girdiler. Taş üstünde taş bırakmadılar. Her taran yaktılar,
yıktılar, mahvettiler.
Bağdat'ın mahvoluşu ve
müslümanlarm toptan öldürülüşünün (katliâm edilmesi) izahı çok uzun ve çok elemlidir.
O olayın izlerini kendi gözleri ile görmüş tarihçilerin anlattıklarından fecaat
tahmin olacaktır. Şimdi biraz bunu gözleri ile görenlerden dinleyelim.
Tarihçi İbn Kesîr
şöyle yazıyor:
"Bağdat'ta, kırk
gün boyunca ölüm ve soygun bütün hızı ile devam etti. Kırk gün sonra bu güllük
gülistanlık, dünyanın en güzel ve en parlak beldelerinden sayılan şehir öyle
tahrib edilmiş, öyle viran ve ıssız bırakılmıştı ki, tek tük insan göze
çarpıyordu. Çarşılarda sokaklarda insan cesedleri öyle yığılmıştı ki, sanki
bir tepe gibi gözüküyordu. Üzerlerine yağmur yağdı, cesetler bozuldu. Bütün şehre
pis koku yayıldı, şehrin havası bozuldu. Deşhetli bir veba salgını başladı,
etkisi Şam'a kadar ulaştı. Bu veba ve kötü kokudan pek çok yaratık öldü.
Pahalılık, veba, fena koku; her tarafta sadece bu üçünün hâkimiyeti
vardı."[13]
Şeyh Taceddin el-Sübkî
de şöyle yazıyor:
"Hülâgû Han,
Bağdat halifesi Musta'sım'ı bir çadıra koydu. Vezir İbn Alkamî'yi, şehrin
âlimlerini ve ileri gelenlerini davet ederek kendisi ile halifenin anlaşmalarına
şahid olmalarını istedi. Onlar da geldiler. Hepsinin boynu uçuruldu. Aynı
şekilde teker teker grublar çağrılıyor ve boyunları uçuruluyordu. Sonra
halifenin en güvendiği ve yakınları olan kimseler çağrıldı, onlar da öldürüldü.
Genel bir kanaat
olarak, halifenin kanı akıtıhrsa büyük bir belâ gelir düşüncesi vardı o
bakımdan Hülâgû tereddüt içindeydi.
Nâsıruddin Tûsî;[14]
"Bu çok önemli bir söz değil. Halifenin kam akıtılmasın, ancak başka bir
ölüm şekliyle cam alınsın" dedi. Nitekim bir halıya sarıldı, tekmeler ve
sillelerle öldürüldü.
Bağdat'ta bir aydan
fazla katliâm sürdü, ancak sürekli saklananlar kurtuldu. Denilir ki, Hülâgû
ölüleri saydırdı, bir milyon sekiz yüzbin olduğu görüldü[15]
Hristiyanlara, alenen
içki içmeleri, domuz eti yemeleri emredildi. Ramazan olmasına rağmen
müslü-manların da hristiyanların bu hareketlerine katılmaları emredildi.
Camilerde şarap yapıldı, ezan yasaklandı. Bu o Bağdat ki, kurulduğu günden
beri hiçbir zaman darü'l küfür (=küfiir beldesi) olmamıştı. Orada Öyle
olaylar olup bitiyordu ki, tarihi boyunca böyle bir şeyle
karşılaşılmamıştı."[16]
Bağdat, binlerce
bozukluğa rağmen İslâm âleminin en büyük şehri, ilim ve fenlerin merkezi,
binlerce âlim ve sâlih kişilerin yurdu, hilâfet merkezi olmasından dolayı da
müslümanlarm şeref ve namusu idi. Onun imha edilmesi, duygulu müslümanları
ciğerinden yaraladı, her tarafta ona matemler tutuldu.
Talebeliği Bağdat'ta
geçen Sa'dî, oranın güzelliğini ma'mûreliğini gördüğü için gönül dağlayan bir
mersiye yazdı. Bu mersiyede o günün bütün müslümanlarmm gönül yaralarına, kalp
ağrılarına tercüman olan bir ağıt vardır. Birkaç beyti şöyle:
"Müslümanlarm
hükümdarı Mustasım'ın mahvedilmesi üzerine,
Gökyüzünün yeryüzüne
(gözyaşı yerine) kan yağdırması hakkıdır.
Ey Muhammed (a.s.),
eğer yeryüzünde bir kıyamet kopmuşsa
Halk arasında meydana
gelen şu kıyameti gel de gör."
Bağdat'tan sonra
Moğollar Haleb'e yöneldiler. İbn Kesîr'in anlattığına göre ona da Bağdat'a
yaptıklarını yaptılar. Oradan Şam'a yöneldiler ve Cemaziyelûlâ 658 H. de orayı
da fethettiler. Şehrin hristiyanları, Moğol-lan şehrin dışına çıkarak
karşıladılar, onlara hediyeler verdiler. Komutanlarından ferman alarak
geldiler, şehre fatihler gibi girdiler.
Bizzat Şam'da bulunan
ve Şamlı olan tarihçi İbn Kesîr bu olayı tasvir etmiştir. Bundan da
müslümanla-rın çaresizliği, güçsüzlüğü, zayıflığı ve zelil durumları
anlaşılmaktadır:
"Hristiyanlar
Torna kapısından girdiler. Haçı havaya kaldırmışlar kendilerine Özgü naralar
atıyorlardı. Bağıra bağıra, hak din olan İsa Mesih'in dini üstün geldi, diye
nara atıyorlar, açık açık İslâm'ı ve müslüman-ları kötülüyorlar, küfrediyorlardı.
Ellerinde şarap kapları vardı. Yanından geçtikleri her mescide şarap serpiyorlar,
ellerindeki şarap şişelerinden rastladıkları müslümanların yüzüne ve
elbiselerine döküyorlardı. Sokaklardan ve caddelerden kim geçerse haça saygı
için ayağa kalkmasını emrediyorlardı. Müslümanlardan bu manzarayı seyreden bir
grup insanı bir araya topladılar, Hristiyanlar o grubu ite kaka Meryem kilisesine
getirdiler. Orada hristiyan bir hatip ayağa kal- •' karak Hristiyanhğı öven bir
konuşma yaptı. İslâm dinini ve müslümanları kötüledi."
îbn Kesîr, Zeylü'l
Mer'e'ye atfederek daha ileride şöyle yazıyor:
"Hristiyanlar,
ellerinde içki şişesiyle Camii Kebir'e girdiler. Eğer Moğollar burada çok
kalsalardı bu hristi-yanlarm niyeti pek çok camiyi yıkmaktı. Şehirde bu olaylar
olunca müslüman kadı, şâhid ve âlimler toplanarak kaleye gittiler. Kalenin
komutanı İl Siyan'a şikâyet ettiler. Lâkin bunun sonucu da şu oldu: Müslümanlar
oradan aşağılanarak çıkarıldılar, hristiyanlarm temsilcileri olan adamların
sözleri dinlendi. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn."[17]
Suriye'nin de
zaptedilmesinden sonra Moğolların Mısır'a yönelmeleri normaldi. Onların yağma
ve imhasından kurtulmuş, tek İslâm ülkesi orası kalmıştı. Artık sıranın
Mısır'a geldiğini ve onlara karşı konulamı-yacağım Mısır sultanı el-Melik
el-Muzaffer Seyfeddin biliyordu. Bu bakımdan Mısır'da savunma yapma yerine
bizzat giderek Suriye'de onunla karşılaşmayı uygun gördü.
Nitekim 25 Ramazan 658
H. tarihinde Ayn-ı Câlût denen yerde Moğollarla İslâm ordusu karşılaştı. Geçmiş
tecrübelerinin tam tersine Moğollar kesin bir yenilgiye uğratıldılar. Müthiş
bir panik içerisinde kaçıştılar. Mısırlılar onları takip ettiler, bir çoğunu
katlettiler, bir çoğunu da esir aldılar.
Süyûtî, Târih
el-Hulefâ isimli kitabında şöyle yazıyor:
"Moğollar, yüz
kızartıcı bir şekilde yenildiler. Allah'ın lütuf ve keremiyle müslümanlar
onları yendi.
Moğollar katliâm
edildi. Onlar öyle şaşkın ve darmadağınık kaçıştılar ki, halkın cesareti
arttı, rahatlıkla onları yakalıyorlar, orada onları haşlıyorlardı.[18]
Ayn-ı Câlût savaşından
sonra sultan Melik el-Zâhir Baybars, Moğolları çeşitli kereler yendi ve bütün
Suriye topraklarından onları sürüp çıkardı. Böylece "Moğolları yenmek
imkânsız" sözünün yanlış olduğu da isbat-lanmış oldu.[19]
Bütün İslâm dünyası
nerede ise bu belâ seylâbı içinde eriyip gidecekken ve o dönemin basiretli ve
bilgi sahibi elemli müslüman yazarların tehlikenin ne boyutta olduğunu
bildirdikleri gibi İslâm'ın adı sanı dahi yok olmak üzere iken, Moğollar
arasında birdenbire İslâm yayılmaya başladı. Müslümanların kılıçlarının ve
müslüman sultanların yapamadığını İslâm davetçi-leri, İslâm tebliğcileri ve
Allah'ın tertemiz kalbli, samimi ve ihlâslı kulları başardı ve kan içen
düşmanlarının gönlünde İslâm'ın kendisi yerleşmeye başladı.
Tarihin en şaşılacak
ve insanı hayrete düşüren olaylarından biri de bu yenilmez milletin İslâm'a
yenilmesi ve müslümanları fethedenlerin İslâm'la fethedil-mesidir. Moğolların
geniş İslâm dünyasını bir sene içinde şimşek ve rüzgâr gibi istilâ etmesi,
İslâm dünyasını kılıç gücü ile yenmesi o kadar önemli olay değildir. Çünkü
yedinci hicrî yüzyılın İslâm dünyası, genellikle medeniyet ve kültürde son
derece geliştikten sonra, milletlerde meydana gelen ve onları içinden çürütüp
kukla haline getiren hastalıklara, illetlere yakalanmışti. Buna karşılık
Moğollar yıpranmamış, gayretli, bedevî (vahşî) hayat yaşamaya alışık, kan
döken, kan içen insanlardı. Fakat asıl şaşılacak olay ve tarihin anlaşılması
zor muamması; başarılarının en üstün noktasına geldikleri bir zamanda bu yan
vahşi milletin, mağlup ettikleri ve elsiz kolsuz bıraktıkları müslüman-lann
dinine girmeleridir. O müslümanlar ki, o zaman her türlü maddî ve siyasî
güçlerini kaybetmişlerdi ve tâbi olduklan dine Moğollar, nefretle, hakaretle
bakıyorlardı.
Profesör T.W. Arnold,
meşhur kitabı İslâm'ın Daveti isimli eserinde hayretini açıklayarak şöyle yazmaktadır:
"Fakat İslâm,
daha önceki şan ve azametinin külleri arasından yeniden doğruldu ve İslâm
davetçileri, tebliğcileri, müslümanlara yapmadık zulüm bırakmayan o vahşi
Moğolları müslüman yaptılar. Bu öyle bir şeydi ki, müslümanlar bu meselede çok
ağır zorluklarla karşılaştılar. Çünkü iki büyük din bu işle uğraşıyor ve
Moğollan kendilerine bağlamaya çalışıyordu. Budizm-leHristiyanlığm,
müslümanları perişan edip yerle bir eden bu vahşi ve zâlim Moğolları kendine
bağlamaya çabaladıklara bir sırada müslüman davetçilerin bu azılı düşmanlarını
İslâm'a sokmaları dünyada benzeri bulunmayan çok şaşırtıcı ve enteresan bir
olaydır.[20]
Böyle bir anda
İslâm'm, Budizm'e ve Hristiyanlığa karşı koyması ve Moğolları bu iki dinden
kurtararak kendine bağlaması, görünüşte başarılması imkânsız olan bir işti.
Hiçbir millet, Moğolların felâket tufanından müslümanlar kadar zarar görmemişti.
Bir zamanlar İslâm ilim ve ferilerinin merkezi olan, içinde Asya'nın ilim
erbabı değerli kişilerinin yaşadığı ünlü şehirler genellikle yakılarak kül
haline getirilmişti. Müslümanların bilginleri ve fıkıh âlimleri ya öldürülmüşler,
ya da esir edilmişlerdi.
İslâm'dan başka bütün
dinlere karşı anlayışlı olan Moğol hakanları İslâm'a karşı değişik ölçüde
nefret ve düşmanlık duyuyorlardı. Cengiz Han, hayvanları şeriata göre
kesenlerin öldürülmesine ferman çıkarmıştı. Bu fermanı Kubilay Han kendi
döneminde yeni baştan yürürlüğe koydu. Bunu takip için ihbarcılık yapanlara
ikramiyeler belirledi. Böylece yedi sene boyunca müslümanlara ağırın ağırı
işkenceler yaptılar. Beş parasız kimseler bu fırsattan faydalandı, servet topladı.
Köleler hürriyetlerini ele alabilmek için efendilerini, hayvan kesti diye
suçladılar. Geyük Hakan zamanında (1246-1248) -ki bu hakan devletin bütün
yönetimini iki hristiyan vezirine vermişti- müslümanlara çok şiddetli zulümler
yaptılar. Dördüncü ilhan (kral) olan Argun Han (1284-1291) da müslümanlara
zulmetti. Adliyede ve malî idarelerde ne kadar müslüman isimli kimseler varsa
onları kovdurdu ve saraya gelmelerini yasaklattı.[21]
Bu kadar zorluklara ve
olumsuzluklara rağmen, Moğollar ve Moğollardan sonra gelen vahşi milletler,
işte bu ayakları altında çiğnedikleri müslümanların dinini kabul ettiler.
Bu olay çok enteresan
ve pek muhteşem olmasına rağmen, tarihte bunun detayları veya özeti ile ilgili
çok az bilgi verilişi şaşılacak şeydir. Bu harikulade başarının kendi
elleriyle elde edildiği kişilerin kimliklerine tarihte pek az rastlanıyor.
Dünya bu kan içen Moğol milletini İslâm'a bağlayan, onun emrine sokan ihlâs
dolu mübarek insanlardan çok azmin adını biliyor. Ama onların bu başarısı,
herhangi bir İslâm başarısından az değil. Onların bu iyiliği sadece
müslümanlar üzerinde değil, hatta bütün insanlık üzerinde kıyamete kadar devanı
edecektir. Çünkü onlar dünyayı barbarlıktan ve vahşilikden koruyarak tek
Allah'a tapan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberin dininin
bayrağını taşıyan bir milletin idaresine onları teslim ettiler.
Cengiz Han'ın
saltanatı Ölümünden sonra dört oğlu arasında dört parçaya bölündü. Bu dört
parçada İslâm yayılmaya başladı ve Moğol hakanının ve onun davet ve çağrısının
etkisiyle Moğol halkı müslüman olmaya başladı. Nihayet bir asır içinde hemen
hemen bütün Moğollar müslüman oldu.
Profesör Arnold
İslâm'ın Daveti adlı eserinde defalarca bunun nasıl olduğunu anlatmıştır.
Cengiz Han'ın büyük oğlu Cuci Han'ın idaresi altında bulunan devletin batı
yakasındaki Siriderya bölgesinde İslâm'ın yayılış tarihini anlatırken Arnold
şöyle diyor:
"Moğolların ilk
müslüman olan hakanı Berke Han idi. Berke Han, 1256'dan 1265 yılma kadar
Siriderya hakanı kaldı. Onun nasıl müslüman olduğu hakkında şöyle yazılmıştır:
Bir gün o, Buhara'dan
gelmekte olan bir kervanla karşılaşır. Kervanda iki müslüman tüccar vardır. Berke
Han ikisini alır, götürür, İslâm hakkında onlara bazı sorular sorar, iki
müslüman tüccar bu sorulan o kadar açık ve tatlı bir üslupla anlatırlar ki,
Berke Han İslâm'ı sever ve müslüman olmaya heves eder. Sonunda müslümanhğı
kabul eder. Bu olayı ve sebeplerini küçük kardeşine anlatır, onun da müslüman
olmasını sağlar.
İşte bundan sonra
Berke Han müslümanhğı kabul ettiğini herkese ilan etmiştir. İslam'ı kabul eden
Berke Han, Mısır sultanı Rükneddin Baybars ile sulh andlaş-ması yaptı. Bu sulh
anlaşmasından ötürü Rükneddin, Sirideryâlı ikiyüz moğola büyük izzet ve ikramda
bulundu. Bu Moğolların hikâyesi de şöyle:
Bunlar Sirideryah olup
Hülâgû Han'ın ordusuna bağlı bulunuyorlardı. Bağdat fatihi Hülâgû Han ile
Sirideryâ Ham'nın arası şiddetli şekilde bozulunca Hülâgû'mın ordusuna dönmeyip
kaçarak Suriye'ye geçtiler. Oradan da şanla şerefle Kahire'ye ulaştılar. Orada
saray tararından müslüman olmaları sağlandı. Rükneddin bu ikiyüz kişiye birkaç
elçisini de katarak bir mektupla birlikte bunları Berke Han'a gönderdi.
Bu heyet Sirideryâ'dan
Kahire'ye geri döndüklerinde; Berke Han'ın sarayında, hatta şehzadelerinin ve
ordu komutanlarının yanında bir imam ve müezzin bulunduğunu, Siriderya'ya
giderken yolda Berke Han'ın gönderdiği elçiye rastladıklarını, bu elçi
aracılığı ile Berke Han'ın bütün adamları ile birlikte müslüman olduğunu haber
vermek için Kahire'ye gönderdiğini gördüklerini de haber verdiler. Yani kısacası,
Sultan Rükneddin ile Berke Han arasında birlik anlaşması yapıldı. Bunun
üzerine Sirideryâ'dan pek çok Moğol Mısır'a geldi. Onların burada İslâm'a
girmeleri sağlandı."
Moğol İmparatorluğunun
ve Cengiz Han sülâlesinin diğer kanadı İlhanlılar devletinde İslâm'ın yayılması
ile ilgili olarak Arnold şöyle yazmaktadır:
"Hülâgû Han'ın
İran'da kurduğu İlhanlılar devletindeki Türkler arasında İslâm gittikçe
yayılıyordu. Hülâgû Han'ın oğlu Teküdar, kardeşi Baka Han'ın yerine devletin
başına geçmişti. İlhanlılar devletinin İslâm'ı kabul eden ilk hakanı olmuştu.
Bir hristiyan
tezkire yazarı şöyle
diyor: Teküdar'm eğitim, Öğretimi Hıristiyanlık dinine göre olmuştu.
Çocukluğunda vaftizi bile yapılmıştı. Fakat Teküdar büyüyünce çok hoşlandığı
müslümanların sohbetinin etkisi ile hristiyanlığı bırakıp müslüman oldu. Sultan
Muhammed (veya Ah-med) adını aldı. Bütün gücü ile tüm Moğolların müslüman
olmalarına çalıştı. Bunun için de ikramlar, mükâfatlar, bahşişler dağıttı.
Nihayet onun devrinde pek çok Moğol müslüman oldu. Bu hakan, Mısır sultanına
müslüman oluşunu haber veren aşağıdaki mektubu gönderdi:
Allah'ın gücü ve
hakanın nasibi ile sultan Ahmed'in Mısır sultamna mektubudur.
Bu girişden sonra
biline ki, Allah'ın lütfü ve doğru yola iletmesi ile gençlik döneminin daha
başlangıcında kendi ülûhiyyetini ve bir oluşunu kabul etmeye ve Hz. Muhammed
(a.s.)'in peygamberliğini tasdik etmeye, dostları ve iyi kulları hakkında iyi
düşünceye sahip olmaya muvaffak kılmıştır. O kime hidayet dilerse o kimsenin
göğsünü (kalbini) İslâm'a açar. Biz o günden beri dinin emrini yaymaya ve İslâm
ve müslümanların problemlerini düzeltmeye yönelmişiz.
- Pederimizden ve
büyük biraderimizden devlet başkanlığı sırası bize geldi ve Allah Teâlâ
merhametiyle bizim arzumuzu yerine getirdi. Devlet ve saltanatı bize bağışladı.
Sonra mübarek kurultayda -ki bununla meclis kastedilmektedir- bütün kardeşler,
şehzadeler, en büyük askerî komutanlar görüşmek üzere toplandık. Hep birlikte
büyük kardeşimizin komutası altmda askerî harekâtın devam ettirilmesine ve
memleketlere sığmayan, azamet ve dehşetiyle herkesi titreten ordumuzun büyük
bir bölümünü çevreye göstermeye ve önünde yüksek dağların eğildiği, granit
kayaların yu-
maşadığı bir
kararlılıkla bu sevkiyatın yürütülmesine karar aldık. Kesin karar aldığımız bu
meselede düşündük. Hepsini inceledik ve uygulamak istediğimiz şeylerin genel
menfaata aykırı olduğunu anladık.
Yapmak istediğimiz,
İslâm'ın şanının yücelmesi emrini bizim uygulayarak kan dökmenin durdurulması,
dünyada kötülüklerin azalması, her tarafta emniyet ve huzurun hâkim olması ve
bütün şehirlerin idarecilerinin bizim merhamet ve şefkatimizle huzur bulmasıdır.
Çünkü o insanlar Allah'a itaat ediyorlar ve Allah'ın kullarına merhamet
ediyorlar. Bu bakımdan Allah bizim kalbimize yanan ateşi söndürmeyi ve fitne,
fesadı yok etmeyi ve bu kararı alan kimseleri bu tedbirlerimizden haberdar
etmeyi ilham etti."
Tarihçi İbn Kesîr de
Gazanın müslüman oluşunu anlatırken 694 H. yılının olaylarını büyük bir heyecan
ve zevkle dile getirir. Onun ve diğer tarihçilerin naklettiklerinden
anlaşılıyor ki bunun mükâfatı temiz kalpli Türk komutanı Tüzün'e aittir. Onun
telkinleri ve tavsiyeleri ile Moğol sultanı müslüman olmuştu. İbn Kesîr 694 H.
yılının olayları hakkında şöyle yazıyor:
"O sene Cengiz
Han'ın son torunu Cengiz Han oğlu Tolu oğlu, Ayga oğlu, Argun oğlu Gazan,
Moğolların sultanı oldu ve komutan Tüzün önünde alenen İslâm'ı kabul etti.
Arkasından Moğollar tamamen veya çoğunluğu İslâm'a girdi. O gün halkın başına,
altın, gümüş ve inciler yağdırıldı. Gazan, adını Mahmud olarak değiştirdi.
Cuma namazına ve hutbeye katıldı. Pek çok kilise ve puthaneyi yıktırdı, onlara
cizye koydurdu. Bağdat ve diğer şehirlerden yağmalanan şeyler geri verildi,
adalet uygulandı. İnsanlar, Moğolların elinde artık teşbih görmeye başladılar
da bu durum karşısında
Allah'a hamd ve şükür
ettiler."[22]
Arnold şöyle yazıyor:
"1304 M. yıhnda
Gazan'ın kardeşi Sultan b. Mu-hammed, Hudâbende adı ile İran tahtına geçti. Bu
sultanın annesi hristiyandı. Çocukluğunda eğitim ve öğretimi hristiyanhk
dinine göre yapılmıştı. Nikol adı ile vaftiz yapılmıştı. Fakat anasının Ölümü
üzerine hanımının sözüyle müslüman oldu. İbn Batuta da şöyle yazıyor: Nikol
Han yani Sultan Hüdâbende'nin müslüman olması, Moğollar arasında büyük tesir
meydana getirdi[23] Yani o dönemden itibaren
İlhanlılar saltanatında İslâm bütün dinlere hâkim oldu."[24]
Orta ülkeleri elinde
bulunduran ve kurucusu Cengiz Han oğlu Çağatay Han olan bu sülâlenin üçüncü
kolunda İslam'ın yayılışını anlatırken Arnold şöyle diyor:
"Cengiz Han'ın
oğlu Çağatay'ın ve onun oğullarının hissesine düşen topraklarda İslâm'ın
yayılışına ait elimize az bilgiler geçmektedir. İslâm nurunun ilk nasib olduğu
sultan, Çağatay Han'ın daha sonraki torunu Burak Han'dı. Tahta geçtikten iki
sene sonra müslüman olarak Sultan Gıyâsettin adını aldı, (1266-1270). Fakat
işin başında ük zamanlarda İslâm'ın gelişmesi uzun zamana kadar devam edemedi.
Çünkü müslüman olan Moğollar Burak Han'ın ölmesi üzerine tekrar eski dinlerine
dönmüşlerdi. Milâdî ondördüncü asırdan önce bu durum düzelemedi. Şüphesiz ki,
1322'den 1330'a kadar tahtta duran Turumşirin Han müslüman olunca Çağataylılar
toptan müslüman oldular. Bir kere onlar kendi hanları gibi İslâm'ı kabul edince
artık inançlarına sıkı sıkıya sarıldılar ve dinlerine sahip çıkarak yaşadılar.
Fakat o sene içinde de İslâm dini, rakibi olan diğer dinlere hakim olması tanı
değildi. Çünkü Turum-şirin'in yerine geçenler müslümanlara zulüm yapmaya,
eziyet etmeye başladılar. Çağatay imparatorluğunun zayıflayıp bölünmesinden
dolayı istiklâlini ilan eden Kaşgâr sultanı İslâm'ı himaye etmek için ayağa
kalkıncaya kadar İslâm'ın gelişmesi olmadı."
Tuğluk Timur Han
adındaki Kaşgâr sultanının (1347-1363) müsîüman olması ile ilgili olarak şöyle
yazmaktadır:
"Şeyh Cemaleddin
isimli bir büyük zât, Buhara'dan Kaşgâr'a geldi. Tuğluk Timur'u müsîüman yaptı.
Şeyh Cemaleddin ve arkadaşı, yolculuk sırasında bilmeden Tuğluk'un av
sahasından geçmişler. Sultan onları bu suçlarından dolayı elleri kolları
bağlanarak huzuruna getirtti. Son derece Öfkeli, hiddetli bir şekilde: Neden
izinsiz benim arazime girersiniz? diye sordu. Şeyh de; biz bu ülkede
yabancıyız, kesinlikle durumdan haberimiz yoktu. Geçilmesi yasak olan bir
araziden geçtiğimizi asla bilmiyorduk, deyince sultan bu kişilerin İranlı
olduğunu anladı ve köpek İranlıdan daha iyidir, dedi. Şeyh de; doğrudur, eğer
biz hak dini tanıyıp da ona bağlanma saydık biz köpekten de aşağı olurduk,
dedi. Tuğluk Han bu söze hayret etti ve: Biz avdan döndükten sonra arkadaşı
ile bu İranlıyı bana getirin, dedi. Nitekim öyle yaptılar. Sultan, Şeyh
Cemaleddin'i alarak ıssız bir yere gitti ve: Demin bir şeyler söylemiştin, hak
din ne demektir, bana bir anlat bakayım, dedi. Bunu duyan Şeyh Cemaleddin öyle
bir coşku ile İslâm'ı anlattı, onun emir ve hükümlerini öyle güzel bir üslup-
la takdim etti ki
Tuğluk Timur'un önce taş gibi olan kalbi muma döndü. Şeyh, kâfirliğin öyle kötü
bir durum olduğunu belirtti ki Sultan, hatalarını o ana kadar görüp
anlayamadığına kesinlikle inandı. Ama dedi ki: "Eğer şimdi müsîüman
olduğumu açıklarsam halkı hak yola getiremem. Bu bakımdan bir süre için sus.
Ben babamın tahtına geçip de ülkeme sultan olduğum zaman bana mutlaka
gel."
Çağatay imparatorluğu
parça parça idarî bölümlere ayrılmıştı. Seneler sonra ancak Tuğluk Timur bu
idarî parçalan birleştirerek Çağatay Devleti gibi bir saltanat kurabilmişti. Bu
süre içinde Şeyh Cemaleddin kendi ülkesine dönmüştü. Orada şiddetle hastalandı.
Ölümü yaklaşınca oğlu Reşidüddin'e dedi ki: "Tuğluk Timur bir gün büyük
bir sultan olacak. O zaman sen ona gidecek, benim selâmımı ileteceksin ve hiç
çekinmeden, korkmadan, sultana bana verdiği sözü hatırlatacaksın."
Birkaç sene sonra
Tuğluk Timur babasının tahtına geçti. Bunun üzerine Reşidüddin bir gün kalkıp
giderek babasının vasiyetini yerine getirmek üzere sultanın ordusuna ulaştı.
Ama çok uğraşmasına rağmen sultanın huzuruna giremedi. Sonunda mecbur kalarak
şöyle bir tedbire başvurdu: Bir gün sabah namazı sırasında Tuğluk'un çadırına
yakın yerde ezan okumaya başladı. Tuğluk'un uykusu bozuldu, öfkelendi.
Reşidüd-din'i huzuruna getirtti. "Bunu ne caseretle yaparsın?" diye
sorunca Reşidüddin, babasının mesajını Tuğluk'a anlattı. Tuğluk, önceden
verdiği sözü unutmamıştı. Zamanın geldiğini anladı. Kelime-i şehadet getirerek
müsîüman oldu. Arkasından halkını İslâm'a çağırdı. Onun idaresi döneminde
Cengiz Han'ın oğlu Çağatay'ın oğullarının idaresinde bulunmuş
olan bütün ülkelerin dini İslâm oldu.[25]
Bazı Türk tarihçileri,
yazdıkları kitaplarda bu rivayeti şöyle nakletmektedirler; Tuğluk Timur, av
köpeğini göstererek son derece hakaretle Şeyh Cemaleddin'e: "Bu köpek mi
daha iyi yoksa siz mi daha iyisiniz?" diye sordu. Şeyh gayet rahat ve
güvenle: "Eğer ben dünyadan imanla göçersem o zaman ben daha iyiyim,
yoksa bu köpek daha iyidir." diye cevap verdi. Bu söz Tuğluk Timur'un
kalbine işledi. Ondan bunu açıklamasını isteyerek; iman neye denir? diye
sordu. Şeyh de imanın ne olduğunu anlattı. Bunun üzerine Tuğluk Timur, tahta
geçtikten sonra onun mutlaka kendisini ziyaret etmesini istedi. Sonra yukarda
anlatılan olay meydana geldi.
"Moğol
İmparatorluğu'nun her köşesinde dinsizleri gizlice müslüman yapan müslümanlar
vardı. Oktay Han (m. 1229-1241) döneminde Kırgız adlı Iran hâkiminin daha Önce
budist iken bu dini terkederek İslâm'a girdiğini tarih yazmaktadır. Timur Han
devrinde (m. 1229-1241) Kubilay Han'ın torunu olan ve Çin'de Kansu eyaleti
genel valisi olan Anenda Han müslümanlığı kabul etti ve Tangut'da pek çok
insanı müslüman yaptı. Hatta onun emrinde olan askerlerin çoğu İslâm'a girdi.
Timur Han Anenda Han'ı huzuruna çağırarak, İslâm'ı bırakıp yeniden Budizm'e
dönmesine çalıştı, ama o bunu reddetti. Bunun üzerine hapsedildi. Kısa süre
sonra Anenda Han serbest bırakıldı. Çünkü valilerini çok seven Tangut halkı,
isyan etmek üzereydi."
Kısacası; bütün islâm
dünyasını ayakları altında ezen, mahveden Tatar (Moğol)lann Önünde hiçbir güç
kuvvet duramazken birkaç sene içinde İslâm'a sarılmış, müslüman
oluvermiştiler.
İslâm ikinci defa
bütün dünyaya; düşmanlarını dahi gerçekliği önünde başeğdiren, kendi sevgi
ağında esir eden, insanları büyüleyen, enteresan, akıl ermez, harikulade bir
güce sahib olduğunu isbat etti. Moğollar (Tatarlar) sadece müslüman olmakla
kalmadılar, onlardan namlı şanlı, büyük mücahidler, âlimler, fikıhçı-lar ve
Allah ehli dervişler yetişti ve onlar çok nazik, çok kritik zamanlarda İslâm'ın
bekçiliği görevini de basan ile yaptılar.[26]
[1] Bu konuda îsrâ sûresinin (ve kadaynâ ilâ Benî
îsrâîle...)'den ' Br başlayarak (ve
liyütebbirû mâ alev tetbîrâ) âyetine kadar bölümü üzerinde düşünülmeli.
[2] Hindistan'da büyük Âlemgîr ile onun yerine geçenlerin
hali örnek olarak bize yeter.
[3] Geniş bilgi için; el-Bidâye ve el-Nihâye, c.13, s.26,
Hicrî 597 yılı olaylarına bakınız.
[4] Bk. "Asrı el-Şerâbî bi Bağdat" makalesi,
Naci Maruf, "el-Ahkâm" dergisi, Bağdat, Muharrem, 1386 H.
[5] Tarihel-Kâmil,c.l2,s.l81.
[6] Bk.
"Asrı Şerâbî bi
Bağdat" makalesi, Naci Maruf "el-Ahkâm" dergisi,
Bağdat, sayı: Muharrem 1386 H.
[7] Cengiz Han, s.147. Urduca tercümesinden.
[8] Cengiz Han'ın saltanatı 595 H. yılında başladı.
Harzemşahlara ilk defa 616'da saldırdı. 624 H.'de öldü. Oğulları, torunları
onun amacını gerçekleştirdiler. 656 H. de Bağdat'a saldırdıkları sırada
Moğolların hanı ve komutam Cengiz'in to-runu Hülâgû idi.
[9] Cengiz Han, s.143.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/389-401.
[10] Geniş
bilgi için bakınız:
İbn Esir'in el-Kâmil'i,
c.12. Dâiretü'l Maârif, Tatar maddesi.
[11] el-Kâmil, Ibn Esir (Ö.H. 638), e.12, s.147-148.
[12] Cengiz Han s.266.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/401-405.
[13] el-Bidâye ve el-Nihâye, c.13, s.202-203.
[14] İranlı tarih uzmanının Tahran Üniversitesinde yayınlanan
(Hâce Nâsiruddin Tûsî ve Yaptıkları) eserinden de anlaşıldığı gibi, Hûlâgû'yu
bu Tûsî denen adam azdırmıştır. Nâsırud-din Tûsî'nin amacı, Abbasi
halîlfeliğinin kökünün kazınması idi. Hülâgû'ya zaten kardeşi Mengü Kaan
tarafından Abbasi devletine son verilmesi emredilmişti.
[15] İki buçuk milyon içinde bu sayı uzak bir ihtimal
değildir. Bazı tarihçiler daha az sayı vermişlerdir.
[16] Tabakât-ı Şâfiiyyetül Kübrâ, c.5, s.114-115 .
[17] el-Bidâye ve el-Nihâye, c.13, s.220.
[18] Târih el-Hulefâ, s.475.
[19] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/401-410.
[20] islâm'ın Daveti, s.240-241.
[21] Hovard, c.l, s.165.
[22] el-Bidâye ve'n-Nihâye, c.13, s.34
[23] İbn Batuta, c.2, s.57.
[24] islâm'ın Daveti, s.254.
[25] İslâm'ın Daveti, Arnold, s.256.
[26] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/410-421.