İlm-İ Kelâm Ve Akılcılık Buhranı
Gönül Ehli Bir Kelâmcıya İhtiyaç Duyulması:
Mevlânâ'mn Doğumu ve İlk Öğrenimi:
Mevlânâ'nın Tahsil Yolculuğu ve
Meşguliyetleri:
Hayatında İnkilab Olması, Halinin Değişmesi:
Mevlânâ İle Buluşması ve Büyük Değişme:
Mevlânâ'nm Izdırabı ve Şems'in Dönüşü:
Şam Yolculuğu ve Sükûnete Kavuşması:
Arkadaşlarını Özellikle Seçmesinin Sebebi:
Mesnevî'nin İlim Ve Islahattaki Yeri Ve Sunduğu Mesaj
Akılcılığı ve Zâhirciliği Reddedişi:
İşe, Çalışmaya, Harekete Davet Etmesi:
Mesnevî'de Akaid Ve İlm-i Kelâm
İllet ve Malul (Sebep ve Sebebe Dayalı Olmak):
Yedinci asırda bütün
İslâm dünyası ilmi kelâm konuları ve ilmi kelâm meseleleri ile çalkalanıyordu.
Kelâm ilminin tabirlerini, Mutezile ve Eş'arîlerin, sonra da Eş'arîlerle
Hanbelîlerin uyuşamadıkiarı ve aralarında çekiştikleri meseleleri bilmeyen
kimse, okuma yazma bilen (aydın) kişi kabul edilmiyordu. Bu yüzyılın başında
(606 H.) İmam Râzî vefat etmişti. O, ilmi kelâm borusunu öyle yüksekten, Öyle
tiz perdeden öt-türmüştü ki, onun yankısının dışında başka bir ses duyulmuyordu.
İslâm âleminin ilim ve fikir (bilgi ve düşünce) ortamı her meseleyi delile
dayandırmaya ve bşka bir örnekle kıyaslamaya alışıktı. İlmî ve fikrî faaliyet
bu iki önemli müsbet bilgi metodunu uzun süredir kullanıyordu. Bir şeyin gerçek
olup olmadığı ve dinin inançlarının herhangi bir maddesi; akıl delilleri ile,
mantık prensipleri ile ve felsefe metodları ile isbat edilmezse benimsenip
kabul edilmiyordu.
Eş'arî kelâmcıları,
genel hayatta her ne kadar Mutezile ve felsefecilere üstün gelmiş idiyseler de
ve kelâm ilmi karşısında onları susturmuş idiyseler de, Mutezile (itizâl) ruhu
ve azgınlığı bizzat kendi galiplerini mağlup etmişti. Eş'arîlerin kelâm ilmine
Mutezi-le'nin akılcılık ruhu sirayet etmişti. Sonunda Eş'arîler de Allah'ın
zâtı (asıl varlığı) ve sıfatlarının, ince ve akıl ötesi (akla aykırı değil)
meselelerde ve açıklamalarda serbestçe tartışabilmeleri için akla çok geniş yer
ver-
mislerdi. Onlar da, dış
görüntüleri ve duyuları, büyük ölçüde kesin sonuca götüren bilgi kaynakları
kabul etmişlerdi. Dinî meseleleri isbat etmeyi ve eşyanın gkten varoluşlarının
temelini delillendirmeye ve kıyasa dayamışlardı.
İşte bunun sonucu
olarak bütün İslâm âleminde bir, söze (kelimelere) ve delile dayanma modası
hâkimiyeti vardı. Kelâm ilmi, ondan ona nakletmekten (şu şöyle dedi bu böyle
dedi demekten) ibaret kalmış, nakledilen meseleler incelenmiyor, doğru veya
yanlışlıkları tartışılmıyor, üzerinde düşünülmüyor, ancak daha önceden
söylenmiş sözler aynı şekli ile nakledilip geliyordu. Bu yüzden bir süredir
ilm-i kelâmda herhangi bir yenilik, bir gelişme görülmüyordu. O zümre içinde
uzun zamandan beri Ebu'l-Hasan Eş'arî veya İmam Gazâlî gibi müctehid, zeki ve
derin kavrayışlı biri ortaya çıkmamıştı. Kıyas ve delil göstermedeki çok
aşırıcılık kafanın çalışmasını, beynin faaliyet gücünü artırmıştı ama
gönüllerin sıcaklığına, kalbin faaliyetine ve kesin imana da zarar vermişti.
Kelâm âlimleri delile
dayandırma yetenekleri ile, önermeleri ve sonuçlarının uyumlu oluşu ile
kendilerine karşı çıkanları susturmuşlardı, ama kalplere huzur, sükun ve iman
aşılamada şüpheci ve tereddüt içinde olanlara kesin inanç ve kavrayış vermede
başarısız olmuşlardı. Onların bu delile dayandırma ve isbatlama metodları,
kalp ve kafalarda ilm-i kelâmın çözmeye gücünün yetmeyeceği yüzlerce kördüğüm
meydana getirdi. İlm-i kelâmın sürekli ilgisizliğinden, değer vermemesinden
hatta küçümsemesinden dolayı kesin inancın ve bilginin ana kaynağı olan vicdan;
tamamen geçersiz ve işe yaramaz bir hale düşüp gidiyordu. Dışta görünen beş
duyunun dışında bir de iç duyu (sezgi)nun varlığı
kabul edilmez hale
geliyordu. Bu bakımdan iç duyu (sezgi) olmadan duyulamayan, bilinemeyen,
algılana-mayan meseleler, gerçekler reddediliyor, itiraz noktası yapılıyordu.
Onları inkâr etme ve varlığını kabul etmeme eğilimi ortaya çıkıyordu. Kısacası
bütün dünya bir kelâm bilgisi buhranına (çıkmazına) yakalanmıştı. Hepsine bir
"akla dayanan dış görünüşe bağlılık" hâkim olmuştu. Ümmet-i
Muhammed'in (a.s.) iş yapma (aksiyon) gücü, bundan daha ötesi bu ümmetin ana
malı (sermayesi) ve, onun enerjisinin kaynağı olan ve peygamberliğin nabzı
bulunan "aşk harâreti=gönlün tâ 1 derinliklerinden kopup gelen inanma ve
iş yapma akti-vitesi, canlılığı" sönüp gidiyordu. Kalp yanıştan uzaklaşıyor,
(aşk hararetinden) soğuyup gidiyordu. Felsefe konuları ile ilm-i kelâmın
savaşmaları, çatışmaları, İslâm dünyasını içinde kîl ü kâl (dedim-dedi)nin çok
olduğu ama, hayatın, sevginin, marifetin ve basiretin olmadığı bir okula
çevirmişti. Elbette gönül ehli kimselerin maneviyat adalarında aşk huzuru ve
kesin iman nuru bulunuyordu. Bunun dışında her taraf kelime tılsımlarına
yakalanmış, dışta görünenlere ve duyulara bağlanmıştı.[1]
Böyle bir durumda
İslâm dünyasının öyle yüce ve güçlü bir büyük insana ihtiyacı vardı ki, bu
insanın gönlü dertli (aşkla yüklü), beyni güçlü, mantığı büyüleyici, kalbi
dağlayıcı olmalıydı. Yani kalp ve akıl gibi iki yönde de güçlü biri olmalıydı.
Hem de o, akıl bilgileri denizinin dibine ulaşmış olmalıydı. (Akılcılık
denizinin dibini keşfetmiş olmalıydı.) Kendi aşk harâretiyle ve iç yanışıyla,
buz tutmuş (donmuş) İslâm dünyasını yeniden ısıtmalı ve onun Önünde kelimelerin
ve dıştan görünüşlerin büyüsü çözülmüş olmalıydı (Maddeci pozitivizme darbe
indirmiş olmalıydı.) Akim bu "şekiller, nakışlar yurdu" olan
dünyasında, aşk sûr'unu (borusunu) üflemesi, güç denemesi, güreş yapması ve
muhaliflerini yenerek susturma yerine akim şüphelerini gideren, kalbin
düğümlerini çözen ve akla, kalbe huzur, iman ve kesin kanaat ve tatmin dolduran
bir kelâm ilminin temellerini atan biri olmalıydı.
İşte bu insan Mesnevi
isimli kitabı ile kelâm ilminin aşırılıklarına ve akim (kuruntuları)na karşı
sesini yükseltip karşı çıkan, hatta savaş açan ve değişen İslâm dünyasının
şiddetle ihtiyaç duyduğu yeni ilm-i kelâmın temelini atan Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî (Ö. 672 H.) idi[2]
Mir'âtü'l-Mesneuî
kitabının yazan, basılmamış el yazması eseri Sâhibü'l-Mesnevî isimli kitabında,
Mevlânâ'nın hayat safhalarını çok geniş bir şekilde ve inceleyerek yazmıştır.
Biz burada onun özetini veriyoruz:[3]
Adı: Muhammed. Lâkabı:
Celâleddin'dir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak anılmaktadır. Soyu; babası f
tarafından 9 kuşak sonra Hz. Ebu Bekir Sıddîk'a ulaşır. Annesi tarafından da
Hz. Ali'ye ulaşır.
Mevlânâ'nın değerli
ecdadı Horasan'da1[4] bulunan Belh'de yaşarlardı.
Mevlânâ da orada
doğdu. Mevlânâ'nın ana ve baba
kütüğünde büyük âlimler ve o dönemin sultanları vardır. Mevlânâ'mn ninesi
Meîike Cihan Harzemşah sultanlar hanedanındandı.
Mevlânâ'nın babasının
adı; Muhammed. Lâkabı: Bahâeddin Veled idi. Tahminen 543 H. yılında doğmuştu.
Bahâeddin Veled Hazretleri genç yaşında bütün ilimlerde yetişmiş ve üstün
dereceye ulaşmıştı. Onun ilmi o dereceye ulaşmıştı ki, Horasan'ın çok uzaklarından
çözümlenmek üzere zor fetvalar ona gelirdi. Toplantı tarzı
sultan tarzında idi.
Zaten kendisine, "âlimler
sultanı" unvanı da verilmişti. Âdeti; sabahtan öğleye kadar genel ders
vermek, öğleden sonra özel dostları ile hakikatler ve marifetler üzerinde
sohbet etmekti. Pazartesi ve Cuma günleri genel vaaz yapardı. Heybeti çok
yüceydi. Daima düşünen kişi olduğu görülürdü.[5]
Bahaeddin Veled'in
oğlu Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, 6 Rebiulevvel 604'de doğdu. Âlimler sultam
Bahâ-eddin'in en samimi dostları arasında yüksek değerde bir büyük kişi olan,
Tirmizî hadis kitabının otorite âlimi Seyyid Burhaneddin vardı. Bahaeddin Veled
onu oğluna atalık (yetiştirici, eğitici, öğretici) tayin etti. Mevlânâ, 4-5
yaşma kadar onun terbiyesi altında büyüdü. Babasının vefatından sonra da onun
idaresi altında manevî menziller katetti.[6]
Mevlânâ'mn değerli
babasının etkisi fazlaca artınca* davet ve nasihatları herkes tarafından son
derece benimsenince, müridlerinin sayısı da çok çok artınca dönemin bazı
âlimlerinin hasedi kabarmaya başladı.
Bahaeddin Veled, vaaz
ve nasihatlarmda; bazı seler semavî kitapları, ilâhî emirleri arkalarına attılar
da felsefecilerin, değerini kaybetmiş sözlerini kendileri- v ne rehber kabul
ettiler, bunlar ne yüzle kurtuluş necat ümid ederler? diyerek Yunan felsefesini
ve filozoflarını tenkid ediyordu. Bu açık tenkid ve kötülemeden dolayı zahir
ulemasının gönlünde ona karşı hoş-;, nutsuzluk meydana geldi. Ama Harzemşah
kendisine çok değer verdiğinden bu
kimseler, şikâyet ve gammaz- ,| lama fırsatı bulamıyorlardı. Tesadüf bu ya, bir gün sultan onu ziyarete
geldi. f; Baktı ki etrafında muazzam bir kalabalık var. Saray elemanları
arasında olan bir âlime: "Bu ne kadar kala- p balık böyle?" dedi.
O mübareğe de fırsat düştü ve:L "Eğer bunun önü alınmazsa devlet
düzenine bir zarar i:, gelme ihtimali vardır. O zaman Önüne geçilmesi de
imkânsız olur." dedi. Bu söz, Harzemşah'm içine işledi.;. "Nasıl bir
tedbir alınır da bunun önüne geçilebilir?" diye sordu. Bunun üzerine o
âlim şöyle bir yol gösterdi: "Efendim, şehrin kalesinin ve hazinenin
anahtarlarım kendisine göndererek; bütün itibar size gösteriliyor, herkes sizin çevrenizde toplanıyor, bizde ise
sadece anahtarlar kalmış, alın onu da size gönderiyorum deyin."
dedi.
Bahaeddin Veled böyle
bir haberi alır almaz şöyle ,j buyurdu: "îslâm sultanına benden selâm
söyleyin ve deyin ki: Bu iki günlük fâni dünyanın bütün define ve hazineleri,
ülke ve orduları padişahlara lâyıktır. Bizim gibi dervişlerin böyle şeylerle ne
ilgisi vardır? Sultan ve ahbabı burada rahat ve huzur içinde yaşasınlar diye
ben buradan memnuniyetle çekip gidiyorum. Cuma günü vaazımı vererek çıkıp
gideceğim."
Belh halkı bu durumu
öğrenince, şehirde büyük bir gerginlik başgösterdi. Harzemşah dehşetli bir
şekilde korktu. Adam gönderdi, sonra da geceleyin veziri ile bizzat kendisi
gelerek bu yolculuktan vazgeçirmeye çalıştı, ama o kabul etmedi. Sonunda
ricada bulunarak, halkın haberi olmadan şehirden çıkmasını, yoksa büyük bir
fitne kopacağını söyledi. Bahâeddin bunu kabul etti. Cuma günü vaaz etti ve
pazar günü Belh'den Bağdat'a doğru yola çıktı. Bu vaazında, benden sonra Moğol
ordusu gelecek diye de Harzemşah'ı uyarmıştı.
Sultânu'l-Ulemâ
Bahâeddin Veled, öyle bir saygı görerek yolculuğunu sürdürüyordu ki, hangi
şehrin yakınından geçse oranın âlimleri ve ileri gelenleri şehrin dışına
çıkarak onları karşılıyor, büyük bir saygı, hürmet ve ikramla onu şehre
getiriyorlardı. Bağdat, Mek-ke-i Muazzama, Şam güzergâhında bu şehirleri ve daha
başka yerleri ziyaret ederek Malatya'ya ulaştı. Akşehir'de dört sene oturdu,
ders okutmakla, ilim öğretmekle meşgul oldu. Akşehir'den, o zaman Konya'ya
bağlı olan Lârende'ye geçti.[8]
Anadolu sultanı
Alâaddin Keykubad'm isteği üzerine 626 H. yılında Konya'ya şeref verdiler.
Sultanın bizzat kendisi karşılayanlar arasında bulunuyordu. Karşılama
sırasında atından indi. Büyük bir alçakgönül-
lülük gösterdi. Konya
medresesinde ikâmet etti. Sultan ve pek çok devlet erkânı kendisine mürîd oldu.
Bahâeddin Veled
hazretleri Konya'da iki sene ikâmet ettikten sonra 628 H. de vefat etti.
Bütün bu süre içinde
Mevlânâ daima babası ile birlikte yolculuk yaptı. Bâtınî ve zahirî (sözlerle,
eşyaya âit şekillerle, akü yolu ile anlatılan zahirî bilgileri ve insanın iç
dünyasının, sezgisinin, maneviyatının ortaya koyduğu manevî, bâtınî) bilgileri
ondan aldı. 22 yaşında iken Konya şehrine geldi. İleride artık bu şehir onun
hem yaşadığı, hem de toprağı verildiği yer olacaktır.
Sultanın lalası Emir
Bedreddin Gühertaş, onun derin ilmine ve keskin zekâsına hayran kalarak
Konya'da onun için Hüdâvendigâr Medresesi'ni yaptırdı ve bu medreseye bağlı çok
büyük vakıflar kurdu. Sultan Alâaddin Keykubad ona çok saygı gösteriyor, çok
değer veriyordu. Sultan, Konya kalesini tamamlayınca bir gün gezip görmesini
istedi. Bunun üzerine şöyle dedi:
"Sel sularının ve
düşman atlarının girmemesi için iyi bir engel ama, zulme uğrayanların dua
oklarına nasıl engel olunur? Hiç düşündünüz mü bu yüzbinlerce burçları aşıp
gelen, her tarafı yakıp yıkan beddua oklarını? Adalet ve eşitlik kalesi inşâ
ediniz ki orada dünya güveni ve huzurun hayırlısı vardır." Bu nasihatin
sultan üzerinde çok büyük tesiri oldu.
Mevlânâ Bahâeddin
Veled'in vefat etmesi üzerine, âlimlerin, şeyhlerin ve dönemin sultanının görüş
birliği etmesiyle Celâleddin onun yerine geçti ve öğretim, eğitim, irşâd ve
telkin görevini yürütmeye devam etti. Mevlânâ'ya mürebbîlik yapmış olan ve
Tirmizî hadis i kitabının araştırıcı uzman bilgini olan Seyyid
Burhâneddin, Belh'-den Tirmiz'e
gitmişti. Mevlânâ
Bahâeddin Veled'in
vefatından sonra Konya'ya geldi. Mevlânâ kendisine mürid oldu, ondan tarikat ve
sülük dersleri aldı, büyük manevî merhaleleri böylece katetti. Dokuz sene Mevlânâ
ile sohbeti devam etti. 637 H. yılında vefat etti.[9]
Mevlânâ 630 H. de daha
fazla bilgi edinmek, ilim öğrenmek, manevî feyiz almak için Şam yolculuğuna
çıktı. Önce Haleb'e vardı.
Sultan Selahaddin Eyyubî'nin
oğlu el-Melik el-Zâhir, büyük âlimlerden olan Kadı îbn Şeddâd'm ısrarlı
teşviki ile 591 H. yılında çok büyük medreseler kurmuştu. Bu yüzden Haleb
şehri de Şam gibi ilimler şehri, bilgiler yuvası haline gelmişti. Mevlânâ
Haleb'de Halâviyye Medresesinde kaldı. Kemaleddin İbn el-Adîm'den faydalandı.
Mevlânâ, her ne kadar ilim tahsili ile uğraşıyor idiyse de onun ergin
kişiliğinin hâli o noktada idi ki Sipehsâlâr'ın ifadesi ile; hiç kimsenin çözemediği
meseleleri o derhal çözülüyor, hiçbir kitapta olmayan sebepler ve deliller
gösteriyordu.
Mevlânâ Haleb'den
Şam'a geçti. Burada o zamanlar âlimler meclisi
olan Makdisiye Medresesinde
kaldı. Sipehsâlâr'ın yazdığına göre: Şam'da Şeyh Muhyiddin ' İbn Arabî, Şeyh
Sadeddin Hamevî, Şeyh Osman Rûmî,
"Şeyh Evhadüddin
Kirmanı, Şeyh Sadreddin Konevî ile sohbetleri sürüyordu ve birlikte başka
hakikatler ve marifetler anlatıyordu.
634 veya 635 H. de
Şam'dan dönerek Konya'ya gel-*J di ve artık sürekli orada kaldı. Seyyid
Burhâneddin'in fc 637'de vefatından sonra beş sene boyunca zahir bilgile-
ri âlimlerinin
kılığında yaşadı. İlmî çalışmalar ve öğretim gayretleri içinde gömüldü kaldı.
638'de, ilim
meclisinin çevresinde toplandığı Şeyh Muhyiddin İbn Arabî öldüğünden dolayı
onun çevresindeki insanların çoğu Konya'ya geldiler. Onlar arasında Şeyh
Sadreddin de bulunuyordu. Doğu ülkelerinin ha-rab edilmesinden dolayı âlimler
ve değerli kişiler Anadolu'ya yönetiyorlardı. Genellikle onlar Konya'yı kendilerine
sığmak ve yerleşme yeri seçiyorlardı. Bu bakımdan Konya âlimler şehri haline
geldi.
Bu âlimler içinde
Mevlânâ'nın değeri hepsinden üstündü. O günlerde Mevlânâ'nın meşguliyetleri;
zahirî bilgilerle uğraşan âlimlerin uğraşı idi. Yani ders okutuyor, vaaz
veriyor, fetva yazıyordu. Mevlânâ, vakitlerinin pek çoğunu okutmakla
geçiriyordu. Kendi medresesinde 400 den fazla talebe vardı. Okutup
öğretmesinin dışında Mevlânâ'nın ikinci bir işi veya görevi de vaaz vermekti.
Fetva yazması da ayrı bir işi idi. Mevlânâ'ya bir dinar aylık bağlanmıştı, bunu
işte bu fetva yazmasının karşılığı diye tahmin ediyordu. Bu konuda o kadar
sert ve kesin tavırlı idi ki, dervişlik ruhu üstün gelip de mecliste istiğrak
hali (cezbeye girip kendinden geçme hali) başlayınca bile bir fetva isteği
geldiğinde derhal haber verilmesini emretmişti. Kalem ve hokka daima yanında
hazır dururdu. [10]
Bu durumu 642 H.'ye
kadar devam etti. Bundan1 sonra Mevlânâ'nın hayatında en büyük inkılabı meydana
getiren olay ortaya çıktı. Bu olay onu Mevlânâ Celâ-leddin Konevî (Konyalı)
olmaktan çıkarıp zamanın na- * dir yetiştirdiği meşhur Mevlânâ Rûmî yaptı. Bu
olay,;
Mevlânâ'nın Şems-i
Tebrîzî ile buluşması ve onun varlığında kendini kaybetmesidir. İşte onun şu
sözü, bu olayı kısaca anlatmaktadır:
"Küçük molla
Celâleddin, Şems-i Tebrîzî'nin kölesi olana dek asla Rûm'un mevlâsı (efendisi)
olmamıştı." [11]
(Asıl adı Muhammed b.
Ali b. Melikdâd olan) Şems-i Tebrîzî'nin soyu sopu ne idi? Memleketi neresiydi?
Ona göre olanlara göre; yaptıkları suçlamalara bir suçlama daha katarak, onun
soyunun ne olduğu da belli değil. (Anası babası, hangi aileden geldiği belli
değil.)
Mevlânâ: "O,
neredendir, nerelidir, biz onu bilmiyoruz." diyor. Çocukluğundan beri
üstün kabiliyet ve aşk cezbesi, muhabbet meş'alesi taşıyordu. Kendi ağzından
Menâkıbul-Ârifin isimli kitabında nakledildiğine göre; henüz erginlik çağına
gelmemişken Hz. Peygamberin aşkı ile otuzar gün kırkar gün boyunca yemek arzusu
duymadığı olurdu. Zahirî ilimleri okuduktan sonra Şeyh Ebu Bekir Sellebâfm (seleci)
müridi oldu. Bazı rivayetlerden de anlaşıldığına göre Şeyh Zeyneddin
Sincâsî'nin müridi idi. Daha başka rivayetlerde başka şeyhler denilmiştir.
Olabilir ki hepsinden de feyiz almıştır.
Böyle bir şekilde ruhu
doymayınca Allah kullarım aramaya çıktı, diyar diyar dolaşmaya başladı. Öyle
bir yolculuk yapıyordu ki gittiği yeri ne memleketinden bir kimse biliyordu ne
de gittiği yerlerde kendini iyice tanıtıyordu. Siyah yün elbise giyerdi. Her
gittiği yerde kervansarayda yatardı. Büyük bir tüccar zannetsinler diye kapıya
kıymetli, sağlam bir kilit takardı. Ama içerde hasırdan başka hiçbir şey yoktu.
Çok yolculuk
yaptığından insanlar ona "Kuş Şems" demeye başlamıştı. Tebriz,
Bağdat, Ürdün, Anadolu, Kayseri, ve Şam'a seyahat etti. Geçimim kuşak örüp
satarak sağlardı. Gıdasına gelince o kadar az yerdi ki; bir sene Şam'da kaldı,
haftada bir defa yemek yerdi. O da bir tas çorba. Aynı zamanda onu da yağsız
olmak üzere içerdi. Kimseyi sohbetine dayanacak ölçüde bulmazdı da hep:
"Ya Rabbi, bana sohbetime katlanacak bir arkadaş nasib et" diye dua
ederdi. [12]
Şeyhi ona:
"Anadolu'ya git. Orada ciğeri yanık, kalbi susamış biri var, onu aydınlat
gel" dedi. 26 Cemaziyelâhir 642 H.'de Pazartesi günü Konya'ya geldi.
Şekerciler mahallesinde ikâmet etti.
Bir gün Mevlânâ'nın
ata binmiş olarak geldiğini, etrafında insanların kendisinden faydalanmak için
bir şeyler sorup öğrendiklerini gördü. Şems ilerleyerek Mevlânâ'mn önüne gelip
durdu ve:
— Riyâzat
ve ilmin amacı
nedir? diye sordu.
Mevlânâ da:
— Şeriat ve edebi
bilmektir, dedi. Şems:
— Hayır, amaç;
bilinene ulaşmaktır, dedi ve Hakim Senâî'nin şu şiirini okudu:
"İlim seni senden
korumuyorsa
Cahillik o ilimden çok
daha iyidir."
Mevlânâ'nın bu sözden
rengi sarardi^şaştı kaldı ve hayran kaldı. Ok hedefine saplanmıştı.
Mevlânâ, Şems'i yanına
alarak yerine geldi. Eflâkî'nin anlattığına göre; kırk gün boyunca Şems
Hazretleri ile bir odada kaldı. Oraya kimse giremiyordu. Sipeh-sâlâr; altı ay
boyunca Selahaddin Zerkûb'un odasında iki ulu kişi uzlette kaldılar, diyor.
Şeyh Selahaddin'in dışında kimsenin girmeye yetkisi yoktu.
Şems'in gelişi,
Mevlânâ'ya yeni ruh ve hakikatler, yeni manevî hazlar dünyası bağışladı. Bizzat
kendisi şöyle diyor:
"Şems-i Tebrîzî
bize hakikat yolunu gösterdi. Onun gelişinin feyiz ve bereketi ile biz imân
taşıyoruz."
Bu ana kadar Mevlânâ
zamanın hocası idi. Kendisi postta (ders koltuğunda) oturandı. Âlimler,
talebeler, tasavvuf erbabı hepsi ondan faydalanıyorlardı. Şimdi Mevlânâ'nın
kendisi faydalanan biri ve bir talebe olmuştu, Şems-i Terbîzî ise feyiz veren,
irşâd eden, öğreten hocası olmuştu. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled diyor
ki:
"Şeyh üstad; yeni
öğrenen bir talebeye döndü, $$ Her
gün onun huzurunda ders okuyordu. I'ry
Gerçi ilimde ve zâhidlikte en yetişkin biri idi ama, Güzel koku gösteren
yeni bir iîim bulmuştu o."
Mevlânâ'nın kendisi de
şöyle diyor:
"Dünyadan el etek
çekmiş biri idim, sen şarkı söyleyen biri yaptın beni,
Meclisin basma derd
açan ve içki peşinde koşan biri yaptın beni. ti .
Postuna oturmuş
onurlu, vakar sahibi biri idim ben,
Çoluk çocuğun
oyuncağı, küçüklerin eğlencesi yaptın beni."
Sonunda Mevlânâ,
Şems'in gelmesiyle ve Şems'le buluşmasıyla ders verme, öğretme, vaaz ve nasihat
etme v.s. hepsini birden terketti.
Mevlânâ, her meselede
Şems hazretlerinin emrine tabi olup bütün diğer ilişkilerini kesmeye
başlayınca, bu iş Mevlânâ'nın diğer öğrencilerine, mürîdlerine çok ağır gelmeye
başladı. Bir huzursuzluk, bir homurtu yükseldi. Öfke ile birlikte bir çeşit
şaşkınlık da vardı.
Şems'in durumunu halk
bilmiyordu. Müridlerin kafasında şu vardı: Biz ömrümüzü Mevlânâ'ya hizmetle
geçiriyoruz. Mevlânâ'nın kerametlerini gördük. Her tarafa onun şöhretinin
yayılmasına biz vasıta olduk. Şimdi ortaya soyu sopu, nereden geldiği belli
olmayan bir adm çıktı, Mevlânâ'yı herkesten kopardı. Yüzünü bile göremez olduk.
Ders, vaaz, nasihat, her şeyi terketti. Mutlaka bir büyücü olmalı o, yoksa
nasıl olur da böyle bir dağı bir çöp gibi çeker götürür?
Kısacası; herkes
Şems'e düşman oldu. Mevlânâ'nın yanında hiçbir şey diyemiyorlar, köşeye bucağa
çekilerek ileri geri konuşuyorlar; gece gündüz koşuşuyorlar, eskisi gibi
Mevlânâ'nın sohbetinden faydalanmak için, ondan feyz alabilmek için Şems'i
nasıl uzaklaştırabile-ceklerini düşünüyorlardı. [13]
Şemseddin hazretleri,
bu insanların yersiz ve kaba davranışlarına sabretti. Mevlânâ'ya aşırı
bağlılıkların-
dan dolayı bunların
incinmiş olduğunu kabul ediyordu. Fakat iş çığırından çıkınca sonucun bir fitne
ve fesada varacağını gördü ve bir gece sessizce Konya'dan çıkıp gitti. Ahmed
Eflâkî, bu birinci gidişin tarihini 643 H. yılının Şevval ayının birinci günü
olan Perşembe olarak belirtmektedir. Buna göre birinci gelişte Konya'da bir
sene üç ay kalmış oluyor.
Şems'in ayrılışı
Mevlânâ'ya çok dokundu. Müridler bir takım iyi şeyler düşünmüştü, ama iş tam
tersi oldu. Şems'in gidişinden sonra Mevlânâ'nın kendilerine yöneleceği yerde,
az bir ilgisi vardı, o da tükenmeye, yok olmaya yüz tuttu. Bazı hatalı
kişilerin yanlış hareketinden Ötürü samimi ve vefakâr insanlar da Mevlânâ'nın
sohbetinden mahrum kaldılar. [14]
Sipehsâlâr'ın
anlattığına göre: Bu uzaklaşma* Şam'dan Mevlânâ'ya Şems'in mektubu gelinceye
kadar sürdü. Bu mektubu aldıktan sonra Mevlânâ'nm durumu değişti. Şems'in aşk
ve muhabbeti ile semâ yapmaya yöneldi. Şems hazretlerine karşı kötü davranışta
bulunmayan insanlara eskisi gibi ilgi göstermeye başladı.
Bu süre içinde Mevlânâ
Şems'e şiirle yazılmış dört mektup gönderdi. Bu mektuplarda kendi durumunu,
hasretinin dayanılmaz olduğunu anlatır. İlk hasret mektubunda şöyle yazar:
Cezbemin, dileğimin
hedefi, gel. Ey sevgi ve muhabbetin kendisini Eşi bulunmaz sevgi yarışçısı, gel.
Eğer gelirsen ne büyük
bir mutluluk olur,
Gelmezsen eğer, her
şey berbad olur, gel.
Sen doğup yükselen bir
güneş gibisin.
Uzakta olsan da ey
bana yakın olan sen, gel."
Bu sırada halkın
gürültüsü azalmış, huzursuzluk dinmişti. Şems'e karşı muhalefetleri son buldu
diye güven gelince, Mevlânâ Şems'i tekrar geri getirme yolları aradı.
Oğlu Sultan Veled'e;
git benim tarafımdan o değerli zâta selâm söyle de gelsin, şu hediyemi de
ayaklarının dibine ser, dedi. Benim tarafımdan şunu da söyle ki; kabalık yapan
müridlerin hepsi samimiyetle tevbe ettiler ve yaptıkları hataların
bağışlanmasını istiyorlar. Lütfen bu tarafa teşrif edip gelsin, dedi.
Oğlunun eline verdiği
mektupta, bu ayrılığın kendinde bıraktığı tesiri anlatır. Baş tarafı şöyledir:
"Senin bizi
terkedip gittiğin günden beri -i1
Huzurumuz, tadımız kalmadı, muma döndük. -fi Bütün gece boyu mum gibi yanıyoruz.
Onun ateşinden uzak,
baldan da mahrumuz. Ey Şam, Ermenistan ve Rûm'un kendisi ile övündüğü sen,
-« Akşamım, senden dolayı sabah gibi
aydınlandı."
Sultan Veled, Şems
hazretlerini saygı ve hürmetleri[15]
Şems hazretlerinin
Konya'ya gelmesiyle Mevlâ-nâ'nın sevincine diyecek yoktu. Kabalık yapan herkes
gelip özür diledi. Bir süre sohbetler devam etti. Ortalıkta bir huzursuzluk
yoktu. Bu süre içinde Mevlânâ1-nın Şems'e bağlılığı, ondan aldığı feyz
eskisinden daha
fazla arttı. Fakat bu
huzurlu günler fazla sürmedi, yeniden incinme sebepleri ortaya çıktı.
Şems'in kaldığı yer,
Mevlânâ'nm kaldığı yere kadar uzanan salon odanın yanında idi. Şems Konya'da evlendiği
hanımı ile orada oturuyordu. Mevlânâ'nın ortanca oğlu (Çelebi Alâaddin)
Mevlânâ'nın evine giderken oradan geçiyordu. Bu hareket Şemseddin hazretlerinin
gücüne gidiyordu. Birkaç kere şefkat dolu ifadelerle anlattı ise de, bu sözler
Alâaddin'e ağır geldi. Zaten Alâaddin; Şems hazretlerinin Sultan Veled'e daha
çok değer vermesinden dolayı içinde öfke besliyordu. Bundan ötürü meseleyi
dallandırıp budaklandırdı. Fırsat bekleyen insanlar bunu daha da
dallandırarak; ne âlâ, dışarıdan bir meçhul adam gelsin, Mevlânâ'nın e-vine el
koysun, oğlunu da eve koymasın! dediler.
Şems hazretleri sadece
hilim ve şefkatinden dolayı Mevlânâ'ya bu konuda bir şey söylememişti. Ama iş
çığırından çıktı. Bunun üzerine Sultan Veled'e derdini döken bir ifade ile
dedi ki: "Bu adamların hareketlerinden dolayı bir daha kimsenin
göremiyeceği, bulamıya-cağı bir yere çekip gideceğim."
Mevlânâ'nın bazı
gazellerinden, bu olaydan tamamen habersiz olmadığı, hatta bundan endişe
duyduğu da seziliyor ve şiirlerinde tekrar gitmekten vazgeçmesini rica eden
ifâdeler görülüyor.
Her şeye rağmen,
insanlar arasında Şems aleyhine düşünceler yeniden kabardı. Bundan dolayı o da
çok üzüldü, kırıldı. Sonunda birden, kimse farkına varmadan ortadan kaybolup
gitti[16]
"Ansızın herkesin
arasından kaybolup gitti;
Herkesin gönlündeki
karanlıklar gitsin diye."
Mevlânâ, sabahleyin
medreseye gelip de Şems'i evinde göremeyince bir nâra attı ve Sultan Veled'in
halvethânesine giderek: "Ey Bahâeddin, ne uyuyorsun? Kalk da şeyhimi ara,
ruhumu onun güzel kokusundan uzak buluyorum." diye kapıdan seslendi. İki
üç gün boyunca her tarafı aradılar, ama Şems'in izine rastlayamadılar.
Bu kere Mevlânâ'nın
durumu, Şems'in birinci kayboluşundan daha çok değişti.
"Şeyh Celâleddîn,
onun ayrılığından dolayı mecnuna döndü.
Onun aşkından dolayı
yersiz yurtsuz kalmış Yunus Peygamber gibi oldu."
Bu şiiri onun
duygusunu gayet iyi açıklar. Yunus (a.s.)'m, yerini yurdunu terkedip
ayrıldıktan sonra Yunus balığının karnında yedi gün kalmasına ve çektiği
sıkıntılara telmih vardır.
Mevlânâ; Şems-i
Tebrîzî'yi üzen kimler varsa hepsini sohbetinden ve çevresinden kesinlikle
uzaklaştırdı. Fakat öncekinin aksine bu sefer vaktini gazeller yazmaya ve semâ
yapmaya başlayarak geçirdi. Bu, 645 H. yılının olayıdır.
Şems hazretlerinin
kaybolmasından sonra Mevlânâ iki gün boyunca onu aradı. Fakat hiçbir şekilde
izine rastlayamadı
Bunun üzerine
Mevlânâ'nm durumu değişmeye başladı. Önceleri sadece benimsediği semâ yapmaya
bu sefer iyice sarıldı ve bir an olsun semâsız vakit geçiremez oldu. Medresede
gezinip duruyordu. Gizli, açık fer-yad eder, bağırırdı. Bütün şehirde bir
hengâme başladı.
îşte bu sıralarda
Mevlânâ, Şems'in hasretiyle dolu pek çok gönül yakan, ciğer parçalayan gazeller
yazdı. Onun en dokunaklı, elemli gazelleri bu devreye ait olanlarıdır.
Bütün bu acılarına,
huzursuzluklarına ve elemlerine rağmen; Anadolu'da müslümanlar arasındaki kardeş
kavgası, Mısırlıların hücumu, Moğolların baskınları, yağmalamaları ve her
tarafı yakıp yıkmaları ve İslâm dünyasının bir baştan bir başa dağınıklık ve perişanlık
içinde olması Mevlânâ'nm içinden çıkmıyor, daima kafasında ana düşünce olarak
yer ediyordu. Böyle bir ortamda Şems'in başına ne gelir diye de endişe
ediyordu.
Şems-i Tebrîzî'nin
kaybolması ona öyle dokunmuştu ki, biri yalan olarak Şems'i gördüğünü söylese
hemen ona sırtındaki elbisesini ikram ediyor, ona teşekkürler ediyordu. [17]
Bu taşkın ve coşkun
durumunda Mevlânâ seyahata çıkacağını bildirdi ve Şam'a doğru yolculuğa
başladı. Dostları da onunla beraber yolculuğa katılmakta ısrar ettiler, bu
şekilde Şam'a geldiler. Mevlânâ orada da insanların gönlünde aşk ateşini
tutuşturdu. Böyle derin bir âlimin, bu kadar yüce bir zâtın nasıl olup da deh
divâne hâle geldiğine; böyle emsalsiz bir adamın peşine
takılıp diyar diyar
aradığı Şems'in kim olduğuna herkes şaşıp kahyor, bu sırrı kimse anlamıyordu.
Şam'da Şems'in izine
rastlanmayınca Mevlânâ dedi ki: "Ben ve Şems iki ayrı varlık değiliz. O
bir güneşse ben bir zerreyim; o bir denizse ben bir damlayım. Zerrenin varlığı
güneştendir, damlanın ıslaklığı denizdendir. Öyle ise arada ne fark
vardır?" Birkaç gün sonra Şam'dan tekrar Anadolu'ya doğru yola revan oldu.
Birkaç sene Konya'da
durdu. Tekrar cezbesi üstün geldi, aşkı coştu. Birkaç kişiyi yanına alarak yine
Şam'a geldi. Bu sefer, ben kendim Şems'in aynıyım düşüncesiyle geldi. Şems'i
aramak ne demekti, artık kendini arıyordu. Bu sefer Konya'ya, Şems'de olan
herşey bende de vardır düşüncesiyle döndü.
Şam'dan döndükten
sonra Mevlânâ, Şems'i görmeden ümidini tamamen kesmişti. Ama Şems'de gördüğü
hali, ondaki keyfiyeti, artık kendinde görmeye başladı. Sultan Veled de bu
gerçeği anlatan ifadelerde bulunmuş ve: "Her ne kadar Mevlânâ Hazretleri
Şems-i Tebrîzî'yi asıl şekliyle Şam'da göremedi ise de manevi hali içinde onu
kendinde hissetti." demiştir. [18]
Şam'dan ikinci kez
döndükten sonra birkaç gününü sükûnet içinde geçirdi. Ondan sonra Şeyh
Selahaddin Zerkûb'u kendine halîfe ve sırdaş yaptı. 647 H. yılında onu kendine
has arkadaş yaptı. Şems hazretleri yerine onu kendine yardımcı ve huzur dostu
yaptı.
Şeyh Selahaddin,
Konya'nın yakınındaki bir köydendi. Balıkçılıkla uğraşan fakir bir ana babadan
doğma biridir. Selehaddin'in kendisi kuyumculuk mesleğini seçmişti. Önceden
beri dürüstlük ve güvenilirlikle ün salmıştı. Seyyid Burhaneddin Konya'ya
geldiğinde Salâhaddin ona mürid oldu. Onun idare ve murakabesi altında özel
ihtisas elde etti. Seyyid Burhaneddin vefat ettikten sonra Mevlânâ'ya tâbi
oldu. Ölümünden on sene önce Mevlânâ'ya yakınlık elde etti. Bu on sene içinde
Mevlânâ'nm has halifesi oldu. Şeyh, 657 H. yılında vefat etti.
Bu yakınlıktan sonra
insanlar yine hengâme meydana getirmeye, huzursuzluk çıkarmaya başladılar.
Şimdi de diyorlardı ki: "Şems bundan daha iyi idi. Hiç olmazsa o ilim
sahibi idi. Bu adam yerlidir, herkes bilir ki cahilin biridir. Ömrü boyunca
kağıt yırtınıştır. Şimdi de kalkmış Mevlânâ'nm has kimsesi olmuştur. Mevlâ-nâ
gibi bir ilim deryasının, bu makam ve seviyenin insanının böyle bir insana
saygı göstermesi, ikram izzet etmesi şaşılacak bir şey."
Şeyh Selahaddin bunu
duyunca şöyle dedi: "İnsanların üzüntü ve sıkıntısı, neden Mevlânâ'nm bu
kadar insan içinden beni yakın dostluğuna seçtiğinden dolayıdır. Fakat asıl
meseleyi onlar bilmiyor. Mevlânâ kendisine âşıktır, ben sadece bir
aldatmacayım."
On senelik bir hizmet
ve sohbetten sonra Şeyh Selahaddin ansızın hastalandı ve muharrem ayının birinci
günü son derece kalb huzuru içinde bu yalancı dünyadan huzur ve sürür dünyasına
göçtü. [19]
Şeyh Salahaddin'in
vefatı üzerine Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi'yi kendine vekil ve halîfe yaptı.
Zaten Hüsameddin, Mevlânâ'nm has müridlerindendi. Mevlânâ'nm ölümünden sonra
onbir sene süre ile Mevlânâ'nm halifesi olarak görevini yürüttü. Türk asıllı
idi. Anadolu'nun
meşhur ve etkili Ahi ailesine mensub-tu. Şems-i Tebrîzî'ye ve Şeyh Salahaddin'e
bağlı, onlardan feyiz almış ve oldukça bol miktarda onlardan istifade
etmişti. *
Hüsameddin Çelebi
hazretleri bütün hizmetçileri-ne, istedikleri işi tutup yapmalarına izin verdi.
Ağır '>> ağır bütün malım mülkünü Mevlânâ'nm hizmetinde '* harcadı.
Sonunda hizmetçilerine, kölelerine de yol ve- * rip, serbest bıraktı.
Mevlânâ'ya o derece saygılı davranır, edep gösterirdi ki Mevlânâ'nm
tuvaletinde asla ab-dest almaz, en soğuk günlerde bile her taraf buz kaplı iken
evine gider abdestini alıp gelirdi. Mevlânâ da ona *-öyle davranırdı ki; görenler,
Mevlânâ onun müridi mi, diye şüphe ederlerdi. [20]
Mesnevi şaheseri; yazılmasında Çelebi Hüsamed-
-din'in teşvik ve özendirmelerinin, fazla payının olduğu bir üründür. Hatta
denilebilir ki; Mesnevî-i Şerif in ortaya çıkmasına o sebep olmuştur. [21]
Mevlânâ arkadaşsız
huzur bulamıyordu. Şemsed-din Tebrîzî'den sonra Selahaddin, ondan sonra Hüsa-
&-meddin onun sırdaşı, gönüldaşı olmuştu. Hatta düşünce ve tahmin
çizgimizi daha ileriye doğru götürürsek açıkça görürüz ki, Seyyid Burhaneddin
Tirmizî de bu gruba dahildi. Her ne kadar onun durumu hocası, babası mevkiinde
olsa da, ondan da büyük feyiz almıştır. Seyyid Burhaneddin'in ölümü ile Şems'in
gelişi arasındaki beş seneyi Mevlânâ, sanki bu süre içinde bir şeyin
boşluğunu, yokluğunu
hissediyormuş gibi geçirdi. Bundan da şöyle bir sonuca varılıyor; Mevlânâ'nm
maneviyatında (ruhunda) gizli olan meziyet ve üstünlükleri dışarı çıkarmak
için bir etkene, bir harekete, bir iticiye ihtiyaç vardı. İşte Mevlânâ'nınDivan
ve Mesnevi' si bu zâtların manevî teşviklerinin gözler önünde duran şahidleridir.
(Bâtınî teşviklerinin zahirî şahidleridir). Hüsameddin, basma gelen bir işten
dolayı sadece iki sene Mevlânâ'nın yanında bulunamamış, bu süre boyunca
Mesnevi' nin yazılması askıda kalmış, kalemi yürümemiştir.
Mevlânâ'nın
arkadaşlarım kendine dost seçmesi bir keşif ve keramete dayanmıyordu. Onun
sözüne ve anlayışına göre; sevgi ve muhabbetin sebebi cinsiyyet olagelmiştir.
Sultan Veledin sorusu üzerine bizzat Mevlâ-nâ şöyle demişti: "Ben cinsî
ilgiden dolayı onları özellikle dost edindim." Bir sözünde şöyle der:
"İlgi ve görüşmelerden doğan sevginin sonunda pişmanlık olmaz. Gerçek
sevgi ve ilgilerden ve görüşmelerden dolayı dünyada da, âhirette de pişmanlık
olmaz. Nitekim bir amaç ve menfaatten dolayı dost olanlar, şu âyette bildirildiği
gibi âhirette 'Keşke ne olaydı da falanı kendime can ciğer dost edinmeseydim'
diyecekler. Samimi ve hiçbir menfaat gözetmeden dost olan takva sahiplerinin
hali de şu âyette belirtildiği gibi olacak: 'Ogün can ciğer dost olanların bir
kısmı bir kısmına düşman olacaklar. Ancak takva sahibi olup menfaat karşılığı
olmadan birbirini sevenler bunun dışındadır'."
Bizzat Mevlânâ'nm
kendisi şöyle der:
"İman etmeye
zorlayan mucizeler değil, Fakat sıfatları kendine çeken cinsiyettir. [22]
Sipehsâlâr diyor ki: Mevlânâ ölmeden önce
Konya'da kırk gün süre ile depremler sürdü. Eflâkî de şöyle naklediyor:
Mevlânâ henüz hasta yatağında yatarken yedi gün boyunca sürekli deprem oldu.
Bütün insanlar usandı da Mevlânâ'dan imdad istedi. Mevlânâ onlara şöyle dedi:
"Herhalde yer acıkmış yağlı lokma istiyor, olmalıdır, derhal isteğine
erişecek, arzuladığını ele geçirecektir. Siz de bu sıkıntıdan kurtulacaksınız".
Hüsameddin Çelebinin
anlattığına göre; bir gün Şeyh Sadreddin, dervişlerin ileri gelenleri ile
Mevlâ-nâ'yı hasta yatağında ziyarete geldiler. Mevlânâ'nm halini görerek
üzüldüler. Sadreddin: "Allah âcil şifâlar versin, tamamen sıhhate
kavuşacağınızı umuyorum." dedi.
Bunun üzerine Mevlânâ: "Artık şifâ size mübarek olsun. Âşık ile maşuk
arasında kıl payı kadar fark kal- di. Onun da kalkmasını ve nurun nura
katılmasını is- temiyor musun?" dedi.
Hastalığı sırasında şu
gazele başladı: Mevlânâ söylüyor Hüsameddin Çelebi yazıyordu. Yazıyordu, bir
ta- raftan da ağlıyordu.
"Git, başını
yastığa koy, ve beni yalnız bırak
Geceleri hep dolaşan
ve perişan olan beni terk et.
Akşamdan sabaha kadar
sevda dalgasıyız ve yapayalnızız.
İstersen gel bağışla,
istersen git cefa et.
Belâya düşmemek için
benden uzak dur.
Selâmet yolunu seç,
belâ yolunu terk et.
;
Gam köşesinde biz ve
gözyaşı,
Gözyaşımızm üzerinde
yüzlerce değirmen kur. :
Bizi öldüren, katı
yürekli bir zalim vardır,
Kimse ona: "Kanını
tazmin et" demez.
Güzeller şahının
vefalı olması gerekmez.
Ey yüzü solgun olan
aşık, sen sabret ve vefalı otaÖlümden başka çaresi olmayan bir derdim var,
O halde ben nasıl
"Bu derdime deva ol" derim?
Dün gece rüyamda aşk
mahallesinde bir yaşlı gördüm;
Eliyle "Bize
doğru gel" diye işaret etti."
Mevlânâ ölmesine çok
yakın şöyle dedi:
Eğer mü'minsen ve
doğruysan, ölümün de mü'mnv gibi olur.
“Yok kâfir ve
kötüysen, ölümün de kâfir gibi olur."
Cemaziyelâhir 672 H.
de, güneş batarken, hakikatleri ve marifetleri (ilâhî gerçekleri, herkes
tarafından bilinmiyen manevî bilgileri) anlata anlata vefat et Vefat ettiğinde
Mevlânâ 68 yaşından 3 ay almıştı.
<>; Cenaze dışarı çıkarıldığında sanki kıyamet kopmuş »«j gibiydi.
Her millet ve ırktan insanlar bir araya gelmiş,; dn hepsi de ağlıyordu. Yahudi
ve hristiyanlar, Tevrat ve İncil okuyorlardı. Müslümanlar onları iteliyor,
fakat ve onlar yine geri geliyordu.
Arbede çıkar diye endişe edil- -ti di de Konya valisi Muînuddin Pervane'ye
haber verildi. Pervane; hahamlara, rahiblere ve papazlara: Sizin bu ? işle ne ilginiz var? diye sorduğunda
dediler ki: "Biz geç- itmiş
peygamberlerin asıl davalarını, anlatmaya çalıştıkları gerçekleri onun
sözlerinde bulduk. Büyük velîlerin hareket tarzını, onun hareket tarzında
gördük."
Bunun üzerine o
kimselere de cenazeye refakat etmelerine izin verildi.Kalabalık o kadar
müthiş, izdiham o kadar fazlaydı ki; cenaze sabahleyin erkenden
medreseden alındı,
akşama yakın kabristana gelinebildi. Sonunda bu tasavvuf ve irşâd güneşi dış
gözlerden kaybolup gitti. [23]
Merhum Mevlânâ Şiblî,
yazdığı Mevlânâ Rûmî'nin Hayatı isimli eserinde şöyle yazıyor:
"Tasavvuf çemberi
içine girmeden önce Mevlâ-nâ'nın hayatı, âlimlere özgü bir debdebe, şatafatlı
bir şekil gösteriyordu. O atına binip de dışarı çıktığı zaman sadece âlimler,
talebeler değil hatta bir kısım yüksek seviyede devlet memuru da iki yanında
yer alırdı. Devlet erkânının ve sultanın sarayı ile de alâkası vardı. Fakat
tasavvufa intisab edince bu durum değişti. Okutma, öğretme, ders verme, fetva
yazma işi devam ediyordu ama bu, daha önceki yaşayış tarzının hatırası idi.
Yoksa artık o daha fazla sevgi ve marifet (ilâhî gerçekleri bilme) neşesi
içinde mest olmuştu."
Haddinden fazla
riyâzat ve mücâhedeye (bir kenara çekilip ibâdet ve tefekkür haline) dalmıştı.
Sipehsâlâr, senelerdir yanında kalmış biri olarak diyor ki: "Ben onu hiç
bir zaman gece elbisesi (uyku kıyafeti) ile görmedim. Yaygı ve yastık asla
bulunmazdı. İsteyerek yatıp uyumazdı. Uyku bastırıp da gözleri kapanırsa oturduğu
yerde uyurdu."
Bir gazelinde şöyle
diyor:
"Hangi yana doğru
yatarsa yatsın, dikenli yastığr olan biri rahat eder mi?"
Semâ toplantılarında
müridlerinin fazla uykusu gelirse onları düşünerek, serbestçe uyusunlar diye
sırtını duvara dayayıp başını dizlerine koyarak dururdu. Diğerleri rahata erip
uykuya dalınca kendisi kalkar, zikirle ve ibâdetle meşgul olurdu. Bir gazelinde
buna işaret vardır:
"Herkes uyudu ve
gönül haline gelen beni uyku tutmadı,
Bütün gece boyunca
gözüm gökyüzündeki yıldızları saydı.
Gözümden uyku öyle
kaçtı ki, bir daha asla geri gelmez.
Senin hasretinin
zehirini içti de öldü uykum, artık geri dönmez." [24]
Namaz vakti gelir
gelmez hemen yüzünü kıbleye çevirir, rengi uçar ve namazda son derece cezbe
halinde olurdu. Sipehsâlâr diyor ki: "Pek çok zaman kendi gözlerimle
görmüşümdür ki; yatsıdan sonra el bağlar ve namaza durur, iki rekât namaz
kılmcaya kadar sabah olurdu."
Mevlânâ bir gazelinde
diyor ki:
"Akşam namazı
olunca herkes lambasını yakar, sofrasını kurar
Benim, uğraşım ise
sevgilinin hayâlidir, üzüntüdür, inlemedir, ağlamadır.
Gözyaşıyla abdest
alınca namazım ateş gibi hararetli olur,
Ezan sesi kulağıma
gelince dertlerim mescitte beni yakar,
Sarhoşlarm namazı ne
acaiptir. Sen söyle, acaba o sahih midir?
Çünkü o, ne zaman
bilir, ne mekân tanır.
Acaba bu iki rekât
mıdır, dört rekât mıdır?
Zamanım olmadığı için
hangi sûreyi okuduğumu bilmiyorum.
Hakkın kapısını nasıl
çalayım? Çünkü ne elim kaldı, ne gönlüm.
Vallahi; ne namaz
kıldığımdan, ne rekâtın bittiğinden, ne de filan kişinin imam olduğundan
haberdarım."
Bir keresinde kış
günlerinin en soğuk zamanlarıydı. Mevlânâ namaz kılıyor ve namazda o kadar
ağlıyordu ki yüzü, sakalı, gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Soğuğun şiddetinden
gözyaşları sakallarının uçlarında donarak buz haline geldi. Ama yine de o
namazını terk etmedi. Kılmaya devam etti. [25]
Tabiatında, son derece
dünya malına ilgisizlik ve gözü tokluk vardı. Bütün devlet erkânı çeşit çeşit
hediyeler, paralar gönderirdi de, Mevlânâ hiçbirini kendi yanında bırakmaz, ne
gelirse hemen Selâhaddin Zerkûb'a aktarır veya Hüsameddin Çelebi'ye verirdi.
Bazan evinde büyük bir
yokluk sıkıntısı olduğu anlar olurdu. Oğlu Sultan Veled, dağıtılmak üzere
gelenlerden bir miktar eve bırakmasını babasından isterdi de o zaman eve az
bir şey bırakırdı. Evde yiyecek bir şey olmadığı gün çok sevinir ve;
"Bugün bizim evden dervişlik kokusu geliyor." derdi. [26]
Cömertliği ve
fedakârlığı o noktaya varmıştı ki, bir dilenci bir şey istediğinde yanında
birşey yoksa sırtındaki hırkasını veya bir elbisesini çıkarıp verirdi. Bu bakımdan
elbisesi de abası gibi, çıkarması kolay olsun diye önden açık olurdu.
Bir keresinde
müridleriyle yolda gidiyordu. Dar bir sokağın ortasında bir köpek uyuduğundan
yol kapanmış, geçilemiyordu. Mevlânâ orada durdu, bir süre öyle bekledi. Bir
adam gelerek köpeği kovaladı. Mevlânâ çok üzülerek; haksız yere ona eziyet
verdin, dedi.
Bir gün iki kişi yolun
ortasında kavga ediyordu. Biri diğerine; "Ey melun, bir dersen on
duyarsın." dedi. Tesadüfen Mevlânâ oradan geçiyordu. Duydu da o adama
dedi ki: "Ey kardeşim, söyleyecek birşeyin varsa bana söyle. Çünkü bana
eğer bin söylersen ben bir bile söylemeyeceğim." İkisi de Mevlânâ'nm
ayaklarına kapandılar ve birbirleriyle barıştılar.
Geçim tarzı ve geçim
aracı ise, ayda-aldığı onbeş dinarlık maaşdı. Mevlânâ, bedavadan geçinmeyi hiç
sevmediğinden bu aylık karşılığında vazife olarak fetva yazma görevi
yapıyordu. Müridlerine ısrarla: "Eğer bir fetva gelirse, ben ne durumda
olursam olayım bana haber verin. Görevimi yapayım ki bu maaşım bana helâl
olsun." derdi.
Bir keresinde kendisine;
Şeyh Sadreddin'e binlerce lira aylık veriliyor, size ise sadece onbeş dinar
aylık veriliyor dediklerinde Mevlânâ onlara: "Ama şeyhin masrafları daha
çok, hatta bana verilen bu onbeş dinar bile ona verilmeli." dedi.
Mevlânâ, mizaç ve
tabiat olarak devlet erkânından, şatafatlı mevki sahibi olanlardan pek
hoşlanmazdı.
Onlarla ancak güzel
ahlâkından dolayı görüşürdü. Yoksa onlarla konuşmaktan çok çekinir, uzak
kalmaya dikkat ederdi.
Bir keresinde yüksek
mevkiden bir kişi; meşguliyetinden dolayı vakit bulup her zaman gelemediğini,
bu bakımdan seyrek gelebileceğini söyleyerek özür dileyince Mevlânâ ona:
"Özür dilemeye gerek yok, ben gel-menizdense, gelmemenize sevinirim"
dedi. [27]
Mevlânâ'nm yaşayış tarzından
ve hallerinden, onun coşkun ve cezbe dolu bir karaktere sahip
olduğu-anlaşılıyor. Aşk onun fıtrat ve yaratılışında en yüklü biçimde yer
almıştı. Önceleri zahir ilimleri, akıl ve mantık bilgileri ile uğraşması bu aşk
ateşinin üstünü kapatmıştı. Şems-i Tebrîzî'nin ateşli sohbeti onun fıtratını
harekete geçirdi. Yetişme tarzı ve çevresinin, fıtratı üzerine örttüğü perde
birden kalktı ve o baştan başa yanış yakılış haline geldi.
"Sonunda her
kılımın dibinden alevler fışkırdı, Düşünce damarlarımdan kan yerine ateş çıktı”[28]
Bu makama ulaşınca
arif ve velî kişinin aşk ateşi ile kavrulan her tüyünden şu ses gelir:
"Ya Rabbi,
dünyada benim dostum, sırdaşım arkadaşım nerededir?
Sina çölündeki hurma
ağacıyım ben, Musam nerededir?"[29]
İşte bu sebepten ötürü
idi ki, onun sırdaşsız, arkadaşsız yaşaması imkânsız olmuştu. Şems-i
Tebrîzî'den sonra eğer bir Selahaddin Zerkûb ve ondan sonra da Hüsameddin
Çelebi olmasaydı, onun sessiz ve sakin olamayan tabiatı huzura kavuşamazdı.
"Mumun tek başına
harekete gelmesi kolay değildir."
Onu çeke çeke semâ
yaptırmaya alıp götüren, işte bu yakıcı ateşti. O bundan gıda alıyor, bu enerji
ile yaşayabiliyordu. Bir şiirinde şöyle der:
"Kendisinden
dolayı bir araya gelme düşüncesi doğduğundan,
Semâ; aşıkların gıdası
haline geldi.
İç âlemimizin
düşünceleri ondan güç kazanır;
Hatta nây sesinden
(semâ) şekil haline geldi."[30]
"O küçük
cevizlerin ateşlenmesi gibi,
Aşk ateşi nağme ve feryadlardan dolayı
güçlendi.[31]
Bu yanış yakılış o
sazı harekete geçirdi ve arttk sessiz ve sakin kalması imkânsız oldu. Bu
bakınıcfân onun kendi ifadesi ile:
"Gönülden söyleme
coşarsa bu bir sevginin, dostluğun işaretidir.
Dilin tutulması,
konuşamamak, bağdaşamamaktandır.
Sevgiliyi gören gönül
nasıl ekşi (neşesiz) durur. Gülü gören bülbül nasıl sessiz kalır."
Bu sazdan, bu neyden
çıkan nağmenin hepsi birleşerek Mesnevi adını aldı. Bu eser, onun düşüncelerinin,
ahvâlinin, isteklerinin, etkilenmelerinin, görüşlerinin ve tecrübelerinin bir
aynasıdır. Bu eserde; sözleri söyleyenin, o kitabı yazanın elemi, yanışı,
heyecanlan, cezbesi ve en güçlü kesin imanı parlamaktadır. İşte bu ise onun
evrensel değerinin, herkes tarafından benim-senişinin ve insanlar üzerinde
benzersiz etkisinin asıl sebebidir.
"Nâym damarında
nâyı üfleyenin kanı dolaşmakta [32]
Mevlânâ'mn yetişmesi
tamamen Eş'arî ilmi ke-lâmcıları çevresinde gelişti. Kendisi zaten başarılı bir
öğretici, mantık ve akla dayanan bir âlimdi. Allah'ın lütfü ve keremi onu
marifet ve basiret mevkiine eriştirince; sözden yaşamaya (kaiden, hâle)
bilgiden görgüye, kelimelerden manalara ve deyimlerin, tanımların kelime
sihrinden yücelerek gerçeğe ve öze ulaşınca felsefe ve ilmi kelâmın
yetersizliklerini ve delillerle isbat-lamanm, kıyasla göstermenin
yanlışlıklarını anladı ve gördü. Felsefecilerin, kelâmcıların ve mantıkla
hareket eden delilcilerin dağarcığında hiçbir şey bulunmadığı, bilgi
kaynaklarının yetersizliği, onun gözlerinin önünde belirdi. İşte bu yüzden
açık ve net ifadelerle kelâm ilmini tenkid etti. Çünkü o her zerresine
varıncaya kadar o geçidi tanıyordu. Bu bakımdan ne söylediyse onun şahsî
tecrübesi ve görgüsüydü ve bunun gerçek olduğunu hiç kimse inkâr edemezdi.
O çağın felsefesi ve
akılcılığının en çok yüklendiği ve dayandığı şey dış algılar, maddî duyulardı. Bu
beş duyu, bilgi edinmenin ve kesin kanaat elde etmenin en sağlam ve güvenilir
aracı kabul ediliyordu. O beş duyunun algısına girmeyen, onlar aracılığı ile
isbatı yapıla-mıyan bir şeyi reddetmeye ve onu inkâr etmeye doğru bir eğilim
gittikçe hız kazanıyordu. Mutezile bu duyuların en büyük meddahı ve taraftan
idi. Bu beş duyu ile bilgi edinme, onun dışmdakine değer vermeme, gay-ba iman
etmeye (gözle görülmeyene inanmaya) çok zarar vermişti. Şeriatın ve vahyin öne
koyduğu gerçeklere bir çeşit güvensizlik doğurmuştu. Mevlânâ bu maddî
duyulardan başka şey kabul etmeyenlere, onun heyecanlı savunucularına çatarak
buyuruyor ki:
"Beş duyu ile
gerçeği görme Mutezile mezhebinin tuttuğu bir yoldur.
Gerçeğe ulaşmada sünnî
olanın yolu ise, akıl gözüdür.
Mutezile'den olanlar
duyularla büyülenmişlerdir.
Hak yoldan
çıktıklarından kendilerini sünnî gösterirler.
Duyu (his) çemberinin
dışına çıkamayan herkes Mutezile mezhebindendir.
Her ne kadar sünnîyim
derse de inanma, hamhğın-dandır.
Duyu çemberinden
kurtulan herkes sünnîdir. '
Doğruyu görenler,
akıllı olanlar, kendini görenlerdir.[33]
O, yer yer, zahirî
(maddî) duyuların dışında insana bâtmî (manevî) duyuların da verildiğine işaret
etmektedir. Bu bâtmî duyular zahirî duyular karşısında çok çok daha fazla
geniş çaplı ve gerçekçidir. Şöyle buyurur:
"Bu beş maddî
duyunun dışında beş duyu daha vardır.
O manevî olan beş duyu
kırmızı altın gibidir, diğeri bakır değerindedir.
Pazarda avanaklar,
topluluk içinde bulunurlar da, Görme
duyuları yanılır, bakırı
altın sanıp satın alır.
Bedenin duyulan
karanlık gıdayı yer.
Can ve gönül duyusu
güneşten otlanır,”[34]
Ona göre; bir şeyi
inkâr ve red için, o görülmüyor demek, veya duyular onu almıyor demek inkân
isbat etmeye yetmez. Ona göre; bâtın (iç âlemi), zahirin (dış âlemin) arkasında
gizlidir. Bâtını inkâr edenleri anlatarak şöyle diyor:
"İnkarcının
delili de şöyle; diyor ki o, ben;
Bu zahir (maddî
görünüş) dışında bir tutamak görmüyorum.
Hiç düşünmez ki o, her
taraf zahir (maddî, dış görünüş) tür.
O gizli hikmetlerden
dolayı fecir (aydınlık) gizlidir.”
İlacın içinde şifâ
gizli olduğu gibi,
Dış görünüşün
arkasında manevî gerçekler gizlidir."[35]
Demek istiyor ki;
inkarcılar kısa görüşlülükleri ve zahir görüşlülükleri âdet edinmeleri yüzünden
bâtınî hakîkatları görememişler ve asıl
amaca ve hedefe ulaşmaktan mahrum kalmışlardır.
"Ahmak kişiler, dış görüntüleri
(duyguları) ele aldıklarından,
*
Asıl o gerçekler,
onların gözüne görünmedi.
Şüphesiz asıl gaye ve
hedefe ulaşamadılar.
Tahminler ve
varsayımlarla zamanlarım hakladılar. "[36]
O Beş duyudan (havâs-ı
hamse) ileri giderek aklı bile tenkid eder ve şöyle der: Gayb âleminin
gerçekleri ve peygamberlerin getirdikleri bilgiler konusunda akıl da
yeteneksizdir ve ona erişecek Ölçüde değildir. Aklın, o konuda bir mukayese
yapacak yardımcı unsuru yoktur. Bir tecrübesi de bulunmamaktadır. Tuz denizinde
yaşayan tatlı suyu nasıl anlayabilir?
"Ey tuzlu su
içinde yaşayan sen,
'Mü Ne bilirsin Ceyhan
ve Fırat nehirlerini?”[37]
Sadece duyular ve
önermelerle hareket edip ona bağlı kalan, onun dışına çıkamayan aklı Mevlânâ,
basit akıl ve aklın bir parçası kabul etmektedir. Ona göre, şüphe ve vehimler
onun eseridir. Karanlıklar dünyası onun yurdudur. O, akıl için başarısızlıktır,
yüz karası-dır, insan-oğlunun hüsranıdır.Boyle bir basit akıldan, böyle bir
parça akıldan divanelik (akılsızlık) daha iyidir.
"Basit akıl;
vehim ve tahmin onun felâketidir, Çünkü onun vatanı karanlıklar
içindedir."[38]
"Basit akıl,
aklın yüz karasıdır. Dünya işi ve uğraşı; insanı
işsiz, uğraş yapar.[39]
"Bu basit akıldan
dolayı cahil kişi bile Elini divaneliğe
çarpması gerekir."[40]
O şöyle demektedir:
Ben bu çok uzakları düşünen akh denedim ve şu sonuca ulaştım:
"Çok uzakları
düşünen, kollarını uzaklara salan aklı denedim ben.
İşte bundan sonradır
ki kendimi divâne yerine koydum.[41]
Sonra o gayet doğru ve
herkesin anlıyacağı bir dille şöyle demektedir: Eğer akıl, dinî bilgileri ve
gerçekleri kavramakta tek başına yeterli olsaydı o zaman mantıkçılar,
delilciler ve kelâmcılar herkesten daha bilgili ve dinin sırlarını bilen
kimseler olmalıydı. konuda eğer akılla yol görülebilseydi;
Fahreddin Râzî
dinin sırlarını bilmesi
gerekir[42]
Ona göre, insanların
süsleyip püsleyip ortaya koydukları bilgiler; gerçek bilgi için bir perdedir,
tasavvuf yolunu tutanlar için çözülme ve huzursuzluk kaynağıdır. Bu bakımdan
gerçek iman ve kesin bilgi için onları artırma yerine azaltmaya gitmeli ve
insan, boynunu ondan kurtarmalıdır. Buyuruyor ki:
"Eğer isyan ve
günahın az olmasını istiyorsan, Senden hikmet azalsın diye gayret et. Kişinin
kendi mizacından ve düşüncesinden doğan hikmet,
Allah'ın nurundan feyz
almayan hikmet, Dünya hikmetidir; şüpheyi ve tereddüdü artırır. Dinî hikmet
ise; insanı fezanın üstüne çıkarır."[43]
' Onun düşüncesine
göre; deliller, sebep göstermeler, önermeler sıralayarak bir sonuca ulaşma,
sun'î bir yoldur. Bu yolla çok sınırlı ve eksik sonuçlar elde edilebilir. Bu
yolla dinî gerçekleri isbat etmek, takma tahta bacakla çok rahat yürüyüp dünya
seyahatine çıkmak gibi imkânsızdır. Onun bu örneği ve getirdiği temsil, atasözü
değeri taşır ve herkesin dilinden düşmeyen bir tâbirdir.
"Delil ve
sebeplerle hareket edenlerin ayağı tahta bacak gibidir.
Tahta bacaklar ise hiç
güvenilmez, tamamen dayanıksızdır."[44]
Ona göre; Kelâm ilmi
ve kelâmcılar gibi incelemeler ve delil getirmelerle kesin bir bilgiye, kat'î
bir ima-1 na ulaşma zordur. İmanın kendine has özelliğini ve -iman lezzetini
vermez. Bu bakımdan kelâmcıların tak-. lid olarak daha öncekilerin delil ve
kanıtlarını naklet-; meleri ve öğretilmiş (papağan) gibi anlatmaları ruhsuz, ı
Özsüzdür. Kesin iman,
zevkinden ve güzelliğinden mahrumdur.
"O mukallid yüz
delil gösterir, yüz açıklama yapar.
Ancak bunların bir özü
yoktur.
Çünkü söyleyenin, ne
canı var, ne gücü.
O halde onun yaprağı
ve meyvesi olur mu?"[45]
Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî; duyulara, deneyimlere ve bilgilere bağlı olan ve bu dünya ile sınırlı
olan o yarım akıl yerine, aklın kendisine yol gösteren, yolunun, ışığı olan
iman aklına inanmaktadır. İman aklının bili- > nen akılla ilgisi, bilinen
aklın bedenle ilgisi gibidir ve iman aklı olmayan bir akla, akıl demek doğru
değildir. O bakımdan ancak bu iman aklına, aklın aklı denilebilir. İman nurunu
elde etmiş ve kesin bilgi ve inanca ulaşmış, hakkı ve hakikati bulmuş kişiler,
aklın aklına sahip olanlardır.
"Felsefecilerin
akıl ve mantık sistemleri bir yerde durdu (işe yaramadı). ; Kahraman aklın aklının, en sağlam, lekesiz
dost olduğu anlaşıldı[46]
Yarım akılla insanoğlu
nice defterleri boş yere karalamış durmuş, ne manasız, isabetsiz sözlerle
kitaplar doldurmuştur. Aklın aklı ile dünyanın ufku aydınlıktır.
"Akıl bir tomar
defteri baştan başa karalar, Aklın aklının aylarla dolu ufukları vardır.
Siyahlıktan beyazlıktan uzaktır o.
Onun ayının ışığı can
ve gönle doğmuştur."[47]
İman aklı şehrin
bekçisi gibidir, yarım akıl ise korku, endişe ve dünyada tereddüt doğurur.
îman aklının gereği huzurdur, doyumdur, itminandır ve nefsin isteklerinden
korunmadır.
"İman aklı,
zabıta âmiri gibi adaletlidir.
Gönül şehrinin hâkimi
ve muhafızıdır. Akıl, vücutta imanın koruyucusu olduğu için, Onun korkusundan
dolayı nefis zindandadır."[48]
,(!$ Onun nazarında,
nasıl duyular akla bağlı ve onun emrinde ise aynı şekilde akla göre ruh
üstündür ve ruh akla hükmeder. Ruh bir işaretle binlerce düğümü çö-zer, bir
parmak şıkırdatması ile aklın zorlukları kolaylaşır.
"Ey filan! His
(duyu), aklın esiridir Akıl da ruhun
esiridir, bunu bil.
Aklın bağlı elini
çözen ruhtur.
Çözülmeyen işleri de
çözen odur.[49]
Felsefeci basit mantık
kaidelerinden ve başlangıç bilgilerinden ileri gidemez. Onun aklı henüz kapıdan
dışarı başını çıkarmamıştır.
"Felsefeci en
basit mantık kaidelerinden söz eder. O; aklı inden dışarı çıkartıp
baktıramaz."[50]
Felsefeci bizzat kendi
akıl ve mantığının darbesini yemiş, felsefenin katlettiği kimsedir. O öyle
şanssız bir yolcudur ki arkasını hedefine çevirmiş yönünü de çöle çevirmiştir.
Bu bakımdan o ne kadar hızlı adımlarla yürürse o kadar çok hızla hedefinden
uzaklaşmaktadır.
"Felsefecinin
kendisini, aklı ve düşüncesi öldürmüştür.
O sırtını hedefine
çevirmiş, yüzünü de aksi istikamete çevirmiştir.
O ne kadar hızla
ilerler, mesafe alırsa, O kadar gitmek istediği yerden uzaklaşır gider[51]
Felsefeci dünya ile
ilgili bilgilerden haberdardır, çok geniş görüşü vardır. Yüzlerce şey bilir,
ama kendini bilmez, kendini tanımaz. Halbuki en büyük bilgi kendini bilmektir:
"Yüzbinlerce defa
daha üstündür bütün ilimlerden.
Kendi canını
(varlığım) tanımazlar bu
karanlık kimseler.
( O, her maddenin özelliğini, niteliğini bilir,
tanır.
Kendi cevherini
anlatmaya (tanımaya) gelince bir eşek gibidir o.
Her âletin ne işe
yaradığını biliyor, bu nedir diye tanıyorsun.
Kendi değerini
bilmemen ahmakhğındandır.
Bütün ilimlerin ruhu,
özü şudur, şu. Kıyamet günü kendinin kim olduğunu bilidendir ."[52]
O kendi döneminin
bilginleri ve kelâmcılarının eski Yunan hikmet ve felsefesinden imana doğru göç
etmelerini istiyor. Hakiki ilim ve hikmet olan imana doğru gelmeye davet
ediyor.
"Yunan felsefesinden
çekil gel artık. İman felsefesini (hikmetini) de biraz oku artık.[53]
O diyor ki; nefsi
tezkiye edip günahtan armdınnak-suretiyle sağlam bir nefis tanımasına ulaşılır.
Gönül levhası ne kadar lekesiz ve temiz olursa iman hikmetinin nakışları o
kadar parlak ve aydınlık olur. İşte o zaman hoca olmadan, kitap olmadan
peygamberlerin getirdiği bilgiler ve marifetler insanın içine doğar da hikmetin
ağzı açılır, akmaya başları.
"Kendi kendini
(kötü) niteliklerinden temizle, kurtar.
O zaman kendinin
tertemiz, pırıl pırıl asıl varlığını görürsün.
Kitap olmadan,
yardımcı olmadan, yol gösterenin olmadan.
Kalbin içine
doğduğunu, peygamberlerin getirdiği bilgileri görürsün.[54]
Başka bir yerde de
şöyle der:
"Kalp aynası
tertemiz ve tozdan kirden arınmış olursa,
Su ve toprağın
dışındaki işlemeleri o zaman görürsün.
Gönül penceresi geniş
ve camları da tertemizse,
Hiç bir vasıta olmadan
Allah'ın nuru gönlü aydınlatır"[55]
Yedinci H. asırda esen
akılcılık ve soğuk ilm-i kelâm rüzgârı İslâm dünyasımn doğusundan batısına
kadar ulaşmıştı. Bu soğuk rüzgârlardan dolayı kalp tencereleri soğumuştu. Bir
yerde aşk kıvılcımları varsa da küller altında gömülüp kalmıştı. Bir baştan bir
başa İslâm âlemini porsumuş gönüller, hatta ölmüş gönüller kaplamıştı. Daha
sonraları bunu tasvir eden biri şöyle demiştir:
"Aşk ateşi sönmüş
her taraf kapkaranlıktır. Ortada müslüman yok sanki bir kül yığını var.[56]
Bu soğuk ve uyku veren
uyuşturucu hava içinde ve böyle bir ortamda Mevlânâ aşk sesini, muhabbet nağmesini,
sevgi narasını yükseltti. Bu ses, bu aşk nağmesi İslâm âleminin bedeninde
şimşek gibi çaktı, gök gibi gürledi. Mevlânâ bütün gücü ile aşka çağırdı. Muhabbetin
büyüklüğünü ve aşkın harikulade başarılarını açıkladı.
"Aşktan acılar
tatlı olur, aşktan bakırlar altın olur.
Aşktan kirler tertemiz
olur, aşktan hastalıklar şifa bulur.
Aşktan hapishane
gülistan olur, aşksız olursa bahçe küllük olur.
Aşktan taş, yağ (gibi)
olur (erir), aşksız olursa mum, demir (gibi katı) olur.
Aşktan hastalık iyi
olur, aşktan kötülük, iyi olur.
Aşktan ölü, canlı olur
(dirilir), aşktan sultan, köle (gibi) olur."[57]
O, aşkın güçlü ve
diriltici nimetini anlatırken şöyle der:
- "Bu
toprak vücûd aşkdan
dolayı fezaları aşıp
kâinat üstüne çıktı.
Dağ harekete gelip
raksetmeye başladı, baştan çıktı. Ey aşık, Tûr dağının canı aşka geldi.
Tûr mest (sarhoş)
oldu. Hz. Musa da kendinden geçip yere yığıldı.”[58]
O buyuruyor ki: Aşk son
derece gayretli ve benlikçidir., O yedi iklimin saltanatını aklına bile
getirmez. Kim bir kere onun tadını tadarsa bir daha o hiç bir kimseye doğru
gözünü kaldırıp bakmaz.
"İki âlemden de
ilgisiz kılar gönlü.
Gerçeği bulup,
hakîkata ulaşma tadı bambaşka şeydir.[59]
O iki âleme de
ilgisizdir. Dünyanın en büyük mesti, sarhoşu ve divânesidir:
"Aşkın her iki
dünya ile de ilgisi yoktur.
Aşk divanelik ve
mestanelik içinde olmaktır."[60]
O, sultanlar sultanı,
arzulananların arzuladığıdır. Sultanların tacı tahtı onun ayaklarının
altındadır.
"Son derece
gizlidir ve açığa çıkması insanı hayrete düşürür.
Canlar sultanının canı
onun hasretini çekmektedir. Onun mezhebi yetmiş iki milletin haricindedir.
Sultanların tahtı onun yanında tahta iskele gibidir.[61]
O, bu gayretli aşkı ve
bu cesur fakirliği anlatmaya başlarken kendinden geçmekte ve cezbeye kapılıp
mest bir hal almakta ve şöyle demektedir:
"Dünya mülkü,
keyfini düşünen eyyamcılara helâl olsun.
Biz aşk mülkünün
(ülkesinin) Ölümsüz kölesiyiz."[62]
O diyor ki; aşkın
hastalığı öyle bir şeydir ki ona yakalanan hasta, asla şifâ bulmayı istemez;
hatta daha artması, yükselmesi için dua eder.
"Bütün hastalar
şifâ arar, bu aşk hastası ise daha da fazla derd arar.
Bu zehirden daha da
tatlı bir şerbet görmedim, bu hastalıktan hiç bir sağlık daha iyi değil.[63]
"Fakat o öyle bir
hastalık ki, ondan sonra başka bir hastalık olmaz."[64]
Hastalık da öyle bir
hastalık ki, binlerce sağlık ve sıhhat ona kurban olsun. Onun verdiği dert ve
sıkıntı, Öyle bir dert ve sıkıntı ki binlerce rahat ve huzur onun uğruna feda
olsun.
^
"Aşk makamı öyle
ki; sağlık ve sıhhatin camdır. Onun verdiği elem ve sıkıntılar her rahat ve
huzTi-run arzusudur."[65]
Bu tertemiz aşk eğer
günah ise, böyle bir günahın önünde sevaplar hiç kalır. Bununla bir saat içinde
elde edilen ilerleme riyâzatla senelerce elde edilemez.
"Hiçbir sevap bu
aşk günahından daha iyi olmadı. Aşkla
bir saatte alman, senelerce ancak kazanılır.[66]
Aşk yolunda akan kan
herhangi bir sudan daha az temiz değil. Bizim onu yıkamamıza aşk şehidinin ihtiyacı
yoktur.
"Şehidlerin kanı
temiz bir sudan daha üstündür. Bu günah yüzlerce sevabdan daha üstündür."[67]
Âşık öyle bir ciğeri
yanık ve gönlü yıkık kimsedir ki, diğer genel insanların kanun ve sistemleri
buna uygulanamaz. Baştan sona harap olmuş bir köyden nasıl
haraç (vergi)
alınabilir
"Âşıkların her
nefesi yanış yakılıştır.
Viran ve harap olmuş
yerden öşür ve haraç nasıl alınır?[68]
Aşk, Hz. Âdem'in
bıraktığı mirasdır. Zekâ ve akıllılık şeytanın sermayesidir.
"Onu, bahtı açık
olanlar bilir ve mahremdir (gizlidir). Akıllılık şeytandan, aşk ise
Âdem'dendir."[69]
Akıllılıkta, zekilikte
kendi eline, bileğine (aklına, > beynine) güven vardır. Akıllılık ve
zekîlik, kavrayışlılık (yüzme) sanatıdır. (Aşk) ise Nuh'un gemisidir. Nuh tu- ı
fam gibi bir tufanda akıllı ve zeki kimsenin kurtulup -da sahile ulaştığı
nerede görülmüş, aşk ehlinin ise ora- • da boğulduğu nerede duyulmuştur?
"Akıllılık
denizlerde yüzmeyi bilmektir, Ama bir
okyanusta.
Bir süre yüzse de
sonunda boğulmak vardır.
Aşk, âşık olanlar için
bir gemi gibidir.
Batma ihtimali azdır,
çoğunlukla hedefe varılır."[70]
Aklın zekâ ve
kıvraklığını, aşkın şaşkınlığına, hay-ranlığına kurban etmelidir. O akıllılık
sadece tahmin ve kıyastır. Bu hayranlık ise görgü ve bilgidir.
"Zekîliği sat,
hayranlığı satın al.
Zekîlik bir tahmindir,
hayranlık ise görüştür."[71]
Mevlânâ aşkı telkîn ve
teşvik ederek der ki; sevgili olmak herkesin haddinde değil. Lakin seven (âşık)
olmak mümkündür. Eğer Allah seni sevgili (mahbûb-mâşuk) kılmadı ise, sen âşık
ol da hayattan zevk al.
"Sen Yusuf
olamadıysan bari Yakub ol, Onun gibi ağlayan inleyen ol, , Sen Şîrin olamadıysan bari Ferhad ol. Leylâ olamadıysan bari Mecnun ol."[72]
O bir adım daha ileri
atarak diyor ki; âşık olmakda olan zevk, lezzet ve yükseliş, maşuk, mahbûb
(sevgili) olmakda nerede vardır? Eğer bütün dünyamn mahbûb-ları (sevgilileri)
bu ebedî serveti, zenginliği tanısalardı sevgiliİer (maşuklar) zümresi içinden
çıkarak âşıklar (sevenler) zümresi arasına girerlerdi.
"Maşuk (sevgili)
olmayı bırak, âşık (seven) ol”
Ev şüpheci, bunun
hangisi iyi ve daha üstündür. "[73]
Fakat bu aşkın uyanık
ve canlı serveti, devamlı olmayan ölümlü bir sevgiliye lâyık değil. Aşkın
kendisi canlıdır. Ona canlı ve devamlı bir sevgili gerekir.
"Aşk ölümlü bir
varlığa olursa sürekli olmaz, bir gün söner.
Aşk canlı olana, cana
can katana olmalıdır. "[74]
İşte o canlı, ebedî,
hayy ve kayyûm olan sevgiliye (Allah'a) bitmeyen, sonu gelmeyen bir aşkla
bağlanmak isteneni verir. Gönle şifâ ve huzur sağlar. O sevgiliden bu aşka
canlılık, tazelik gelir.
"Aşk canda ve
gözde canlıdır, diridir. Her an tomurcuktan daha taze, daha berraktır. ,*. O
canlı, diri aşkı tercih et ki, o devamlıdır. Ve ey sâkî! O, senin cana can
katan şarabmdandır. O aşkı tercih et ki bütün peygamberler,
Onun aşkından güç ve
kuvvet bulup iş yaptılar."[75]
Bu aşk görünüşte
kalbin kırılmasından meydana gelen bir hastalıktır. Bu hastalık çok can
alıcıdır. Fakat bir adam buna sabrederse sonucu gerçek bilgi (hakiki marifet)
ve ebedî hayattır.
"Âşıklık kalbin
çırpınışından meydana gelirdi
O kalb hastalığı gibi
bir hastalık değildir.
Âşığın hastalığı diğer
hastalıklardan ayrıdır. Pusulanın
(kalbin) aşkı, Allah'ın sırlanndandır."[76]
Bu hastalık bütün
hastalıkların devasıdır, her çeşit ruhî ve ahlâkî rahatsızlıkların şifâsıdır.
Doktorların tedâvî etmekten âciz kaldığı, iyi edenlerin, tedâvî edicilerin,
hekimlerin başarısız kalıp ellerini çektikleri, hiç bir tedbirin kâr etmediği
ruhî ve manevî hastalıkları aşk, bir bakışı ile iyi edebilir. Senelerin
hastası, aşkın eli ile eski ruhî hastalığından şifâ bulunca neşesinden ve
kendinden geçerek şöyle bağırır:
"Yaşa sen ey hoş
sevda olan aşkımız bizim, r- Ey tabibi olan bütün hastalıklarımızın bizim.
Ey şeref ve
namusumuzun devası olan aşkımız bizim.
Ey sen Aristo ve
Eflatunumuz olan aşkımız bizim. "[77]
Aşk, çörçöpü yakıp kül
eden bir alevdir. Sevgiliden başka kimse ona yanaşamaz. O çok gayretli ve çok
mu-vahhiddir. (Yani tekçidir, ikiyi kabul etmez. Allah iki olmadığı gibi aşk da
ikiliği kabul etmez.)
"Aşk, parıl parıl
parlayan bir alev gibidir.
Sevgiliden başka ne
varsa hepsini yakar.
Hakdan başkasını öldürmekde
(Lâ) kılıcıdır. İllallah (ancak Allah var) kaldı, gerisi hep gitti. Yaşa ey
aşk, yanış yakılıştaki ortağın gitti.'[78]
Bu ilâhî aşk, sahili
olmayan bir denizdir. Aşkın destanı bitecek cinsten değildir. Zamanın geniş
olması bile onun için dardır. Dünya hayatının (ömrünün) hepsi onun destanını
anlatmaya yetmez. Bu ezelî güzelliğin bir hikâyesidir ki onun ne önü vardır,
ne de sonu. Bu bakımdan susmak daha iyi, acizliği kabul etmek daha uygundur.
"Eğer devamlı
aşkı anlatacak olursam, Yüz kıyamet kopar da aşk bitmez.
A; Kıyametin belirli
bir zamanı, sınırı, tarihi vardır. Aşkda sınır nerede; Allah'ın vasfında,
şükründe sırtar olur mu?"[79]
Mevlânâ'mn coşku ve
heyecanla kendisine çağırdığı bu aşk; kalbin canlılığı, uyanıklığı ve gönlün sıcaklığı
olmadan gerçekleşemez.
Her devirde olduğu
gibi Mevlânâ'mn devrinde de gönül yeteneklerine ve kalp genişliklerine karşı
gaflet ve ilgisizlik almış başını gidiyordu. Aklın üstünlüğü, heybeti ve
hâkimiyeti kalp üzerine çöktükçe çöküyordu. Akıl, canlı ve aydınlık, gönül
cansız ve soğuk olmaya yüz tutmuştu. Mide, hayatta merkez ve ana konu olmaya
doğru gidiyordu.
Mevlânâ; kalbin
genişliğine, gönlün büyüklüğüne dikkat çekti. Gönlün harikuladeliklerini, onun
gerçeklere açılan kapı olduğunu anlattı ve insanın bu topraktan yaratılmış
vücûdunda nasıl sürekli bir bahar taşıdığını, o vücudun içinde ülkelerin
kaybolup gittiğini, onun içinde nasıl bir dünyanın yaşadığını, o dünyaya
saldıracak bir düşman tehlikesinin, onu soyacak bir eş-kiya riskinin bulunmadığını
hatırlattı.
"Ey insanlar,
gönül dünyası yanınızda bulunmaktadır.
Sağlam bir kaledir o,
güven ve esenlik yeridir o.Dostların işi ile rengârenk bir gülistandır o.
i, Gülistan içinde gülistandır ve
gözlerdir o."[80]
Dünyanın bağ ve
bahçeleri bir kaç günlük misafirdir. Fakat gönül hurması baştan başa taze ve
kalp bahçesi , sonbaharı olmayan bir bahardır. Maddî olan bağ ve bahçeler
seneler içinde ancak yetiştirilebilir ama bir anda da kül olup gidebilir. Gönül
bağ ve bahçeleri yetiştirmeye gelince; o öyle çok zaman almaz. Bununla
birlikte onun güzelliğinde, yeşillik ve tazeliğinde hiç bir zaman bir fark
olmaz.
"Nakil yolu ile
yetiştirilen gülistan bir anlıktır.
Akıl yolu ile yetişen
gülistan rengârenktir.
Ten (madde)den olan
gülistan bir süre sonra kurur, yok olur.
Gönül (aşk)den meydana
gelen gülistan, ah ne güzeldir.[81]
O, insanlara şunu
telkin etmeye çalışmaktadır: Vücûdu boş yere genç yapmaya çalışmak boşunadır.
İskender gibi hayat çeşmesini (ölümsüzlük suyunu=âb-ı hayatı) arama yerine,
can ve gönlü devamlı diri tutmak için aşk âb-ı hayatından bir yudum içmelisin.
Ta ki böylece gerçek mânâda diri gönüllülük ve canlı ruhlu-luk elde edilir ve
her devirdeki hayatta güçlülük ve güzellik hissedilir.
"Gönlü ara, ta ki
daima genç kalasın. Tecellîden dolayı yüzün, kırmızı erguvan çiçeği gibi olsun.
Gönlü arzu et onu iste,
ta ki şarap gibi olasın. Ta ki gül gibi neşeli, güleç, huzurlu olasın.[82]
Fakat gönül kelimesi
aldatmasın. Gönül, göğüste çarpan nefsânî isteklerin, hırsların hedefi olup
sevgi ve aşk lezzetinden mahrum olan, kesin iman servetini tanımayan, zevk ve
şevkden uzak, sevgi tomurcuğu hiç açmayan, kısmeti hiç parlamayan gönül
değildir. O gönül (kalb), bu gönül değildir, öyle bir gönül bir taş parçasıdır.
"(Hırslı ve maddi
kalb) Yahudi kalbi (canı) gibi dar ve karanlıktır.
Çok seven yüce Mevlâ'nın
aşk ve şevkinden nasibsizdir o.
O kalbde ne güneşin
nurunun parıltısı vardır,
Ne duygu genişliği var
onda, ne de (hakikatlara) bir kapı açılışı vardır,"[83]
Bu kalp (gönül);
yapısı, şekli, biçimi, cesameti bakımından gönül ehli birinin; sahip olduğu
kararsız, sükûnsuz ve uyanık olan kalbi gibi bir kalbdir (gönüldür). Fakat
gerçek yönden bakarsanız ikisi arasında kelime birliğinden, söz
beraberliğinden, maddî benzerlikten başka hiçbir benzerlik yoktur. O da bir
sudur, temiz bir suda yüzer. Bu da; herhangi bir çamurun içinde olan sudur.
Fakat birinci su temiz bir sudur, onunla hem susuzluk giderilebilir, hem de el
yıkanabilir. Diğer su ise, içine o kadar toprak maddesi katılmış ki ne içilebilir,
ne de el yüz yıkanabilir. Ondan bir su olarak faydalanmak imkânsızdır. İşte iki
gönül (kalb) arasındaki fark budur.
Bir gönül (kalb) var
maddeci, menfaatçidir, duygusuz ölü bir insan kalbidir. Bir de peygamberlerin,
er-mişlerin(evliyâ ve enbiyânın) kalbi vardır ki onun yüceliğinin önünde feza
bile alçak kalır. Onun genişliğinin yanmda bütün dünyanın genişliği hiç kalır.
Bu bakımdan bizim içimizde de bir kalp var derken bir düşünüp taşınmalıyız
"Sen: bende de
kalp var diyorsun. Kalp arşın yanındadır, altında değil.
Siyah çamur içinde de
su bulunmaktadır; fakat onunla abdest alınmaz.
Çünkü her ne kadar su
varsa da çamur üstündür. Öyleyse kendi kalbine, bu bir kalbdir deme.
Kalp (gönül) odur ki,
fezalardan da üstündür. O, ya bir peygamber veya ermiş birinin kalbidir.”[84]
Sonra da kalp, kalbdir
diyerek teselli etmektedir. Allah katında hiçbir kalp geri çevrimi emekte, o
her kaili kabul etmektedir. Çünkü kabul edişinden dolayı Allah'ın hiçbir
fayda elde etme amacı yoktur, demektedir.
"Yaratıkların hiç
itibar etmediği o tahta kâseyi (bedeni),
Halife oluşundan
dolaya o cömert kişi (insanoğlu) satın aldı.
Hiçbir kalb onun
huzurundan kovulmamıştir. Çünkü onun hiçbir fayda ve kâr amacı yoktur. "[85]
Sonra o buyurur:
Midenin altın kafesini bırakarak gönül ve kalbin hür ülkesini seyreyle ve
Allah'ın kudretini temaşa et. Seninle yaratanın arasında en büyük perde
(engel) işte bu mide ve mideciliktir. Bu perdeden (engelden) çık ki o yüce
Mevlâ'nın katından sana selâm gelsin.
"Mideyi terket,
salma salma gönül tarafına gel. Ta
ki perdesiz olarak
sana hakdan selâm
gelsin.[86]
Baskıcı, tek kişiye
dayanan saltanat idarelerinin tesirlerinin ve sürekli zulümlerin, bitmeyen
savaşların sonucunda genel olarak insanlarda hayattan usanma, gelecekten
ümidsiz olma ve beceriksizlik, başarısızlık duygusu meydana gelmişti.
Acem tasavvufu; fâni
oluşu, kendi varlığına değer vermemeyi ve kendini âciz görmeyi aşılarken,
insanlara bunu anlatırken o kadar büyük bir coşku ile, kuvvetle bunu yapmıştı
ki, azmin, gayretin, teşebbüs ve hareketin (aksiyonun) bağlı olduğu kendini
tanıyıp, kendine güvenme; sanki ahlâkî bir suç ve manevî terakkiye bir engel
kabul edilmeye başlanmıştı. İnsanların önüne meleklik sıfatlarının elde
edilip, insanlık icablarmdan sıyrılmanın Öyle bir konuş şekli vardı ki, buna
göre insan, insanlığından utanmaya başlamıştı; ilerlemesini insanlıkta değil,
aksine insanlığı terket-mekte kabul etmeye başlamıştı. Genellikle insanlık
makamını tanımamak, insanın şerefini, yüksekliğini bilmemek gibi kötü bir durum
ortaya çıkmıştı.
O devrin edebiyatına,
şairliğine ve şiirlerine insanlığı hakir ve âdi görme ruhu girmişti. Bu da
genel olarak insanlarda kendine güvensizlik, ümitsizlik, eziklik, kırgın
gönüllülük, isteksizlik psikolojisi meydana getirdi, însanlar ara sıra hayvanlara,
cansız varlıklara imrenmeye başladı.
İnsanlık cevherini
tanımayan, kendi yeteneklerinden ve üstünlüklerinden habersiz olan o insanı
Mevlânâ kendine özgü bir tarzla bu tarafa teşvik etti ve insanın büyüklüğü,
üstünlüğü şarkısını o kadar tiz bir sesle haykırdı ki, insanın uyumuş benliği
uyandı ve kendi makam ve mevkiini tanıdı. Mevlânâ'nm bu in-
sanlığa Övgü dolu olan
şiirleri bütün İslâm edebiyatına etki yaptı ve şiirde, şairlikte ve tasavvufta
yeni bir çığır ortaya çıkardı.
Mevlânâ insanı, kendi
insan oluşuna, insan fıtratı ile yaratılışına yöneltiyordu. Bu insan fıtratı
üzere yaratılmayı, Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de yer yer; "En güzel bir
biçim" diye ifade buyurmuştur. Bu "ahsen-i takvîm=en güzel
biçim" denen tıpa tıp oturan elbise Özellikle onun için kesilmiştir ve
onun boyuna tam olarak gelmektedir.
"Vettîni
süresindeki ahsen-i takvim'i oku,
Ki ey dostum, büyüklük
bir cevherdir.
Ahsen-i takvim (en
güzel biçimde yaratılma), idrâkisin üstündedir.
Ahsen-i takvim onun
arşından ileri taşmıştır."[87]
Mevlânâ diyor ki;
insandan başka kimin başına keramet tacı konulmuştur ve "kerramnâ=Seni
üstün seviyeli kıldık" "a'taynâke=Biz sana verdik" hitabıyla
kim şereflendirilmiş t ir?
"Bu gökyüzü, hiç
"kerramnâ" OBiz seni keremli kıldık buyruğunu işitti mi?
Ama bu ızdırap dolu
insan işitti."[88]
"Kerramnâ tacı
senin başının tam üzerindedir. Ab
A'taynâke halkası boynunda asılıdır. "[89]
O buyuruyor ki; insan
kâinatın özü, bütün âlemin sıfatlarının toplamıdır. İnsan nedir? Bir küp içinde
deniz hapsedilmiştir. Küçük bir kalp içinde bütün bir âlem gizlenmiştir.
"Bir küçük zerre
içinde bir güneş gizlenmiştir. mit Ansızın o zerre ağzını açmaktadır. Parça
parça etti yeri ve felekleri, Onun önünde güneş takla attı.[90]
"Bir ilim denizi,
bir damlada gizlenmiştir
Uç karış uzunluktaki
vücutta bir kâinat gizlenmiştir;[91]
İnsanın yaratılışı;
bütün âlemin amacı, arzusudur. Ve insan, kâinatın hased ettiği varlıktır. Onun
sayesinde bu âlemin rengi, kokusu var, hayatın değeri, haysiy-yeti var. Bütün
yaratıkların ona itaat etmesi farzdır.
"Bütün sarhoşlar
seni kıskanır. Gül renkli şaraba hiç muhtaç değilsin. Gülün rengini bırak, sen
gül rengisin. İnsan cevherdir, felek onun emrine verilmiştir. Herkes dal ve
gölgedir, hedef sensin, Faydasız kitaplardan ilim ararsın.Senin coşkunun zevki
arpa kabuğu helvasındandır. Sana hizmet etmek tüm varlıklara farzdır.
Gösterilmesi uygun olmayan bir cevher gibisin. "[92]
Sadece bu değil hatta
insan, bütün ilâhî sıfatlara da mazhar olmuş bir varlıktır. O öyle bir aynadır
ki onda tecellilerin ve âyetlerin görüntüsü göze çarpar.
a "İnsan; üstün
sıfatların bir pusulasıdır.
İnsanın şekli o
(Allah)nun âyetlerinin (kudret işaretlerinin) görüntüsüdür.
İnsanda görünen her
şey, onun (Allah'ın) aksetme-sidir.
Bir suyun içinde ayın
aksedip görünmesi gibidir.
İnsan saf, tertemiz
akan bir suya benzer.
Zülcelâl olan Allah'ın
sıfatları onun içinde tecelli eder.
Onun bilgisi, adaleti
ve iyilikleri,
Akıp giden su içinde
dönüp dolaşan yıldız gibidir."[93]
Bütün bunları
söyledikten sonra o, insanın hâlâ değerinin tam anlatılamadığına, onun tam
tarif edilmediğine inanır. Tam söylemek gerekirse hiç kimsede bunu duyma gücü
yoktur.
"Eğer söylenmesi
yasak olan o değer ve kıymeti bir söylersem,
Ben de yanarım,
duyanlar da yanar kül olur."[94]
Bu kadar değerli ve
üstün olduktan sonra, o kadar kıymetli bir insan varlığını Allah'tan başka kim
satın alabilir? Ona kim değer biçebilir? Ne yazık ki insan kendi değerini
bilmediğinden ne verilirse verilsin birinin eline satılmaya hazır olmasına o
bütün yanış yakı-lışı ile feryad etmektedir.
"Ey akıl, tedbir
ve mantığın kölesi olan sen! ; ı Kendini neden ucuza satıyorsun." [95]
Sonra da şöyle
buyurmaktadır: İnsanın alış verişi yapılmıştır, ona değer biçip satın alan
Allah'tır. Çüükü onun değerini en iyi bilen odur.
"Bizim müşterimiz
Allah'tır, o bizi satın aldı."[96]
Fakat bütün bu
anlatılanlar, insanlık cevheri ve insan olma ruhu ile bezenmiş ve insanlığın
gerçek yüzünü tanıyan insanlar içindir, insan şeklinde görünenler için değil.
Onlar sadece şekil ve biçimde anlatılan gerçek insanlara benzer- Ama aslında
onlar nefislerinin öldürdüğü, nefislerinin arzularının maktulüdür. Bunlar adam
değil adamların cansız resimleridirler.
"Bunlar insan
değiller, bunlar insan şekillilerdir. ...
Ekmek tarafından öldürülen,
şehvet tarafından
katledilenlerdir. "[97]
Her devirde olduğu
gibi, Mevlânâ'nm devrinde1 de bu insan, az bulunan ankâ kuşu gibi yeri meçhul
olan varlıktı. Genellikle dört ayaklı ve yırtıcı hayvanlar gibi olan insanlar
bulunmaktaydı. Mevlânâ bu hayvan nitelikli, canavar özellikli insanlardan
bıkmış, usanmış ti. O, insan arıyordu. Bu insan arama işini tatlı bir konuşma
şeklinde anlatırken şöyle der:
"Dün elinde
lamba, şehrin etrafında dolaşan bir ihtiyar gördüm.
Karga ve tilkilerden
baktım, insan arıyorum, dedi. Bu tembel yoldaşlardan, düzenbazlardan bıktım.
Allah'ın arslamnı, Rüstem'i, onların bulunduğu yeri arıyorum, dedi.
Aradığınızı bulmak
zordur, onlar bulunmaz dedim. Bulunmayanı arıyor, onu arzu ediyorum, dedi.[98]
Mevlânâ'da tasavvuf anlayışı ve onun insanlara.? sunduğu
mesaj, tembellik, işsizlik, ruhbanlık değildir., O, aksiyon, gayret, kazanma,
çalışma ve sosyal hayatta ;• aktif rol almayı önermekte, ruhbanlığı ve dünyayı
ter-ketmeyi, İslâm'ın ruhuna aykırı kabul etmektedir. Ona göre; eğer İslâm
sosyal hayat istemeseydi, cuma namazı, cemaatla namaz, emir bilmaruf ve nehiy
anilmünke-ri neden ısrarla işteşindi? Bir şiirinde şöyle der:
"Kuş ona dedi ki:
Ey efendi, bir kenara çekilmek iş değildir.
Ahmed'in (Hz.
Muhammed'in) dininde râhiblik (dünyadan el etek çekme) yoktur, yüce
Peygamber Efendimiz rahipliği yasaklamıştır.
Boş yere bir kenara çekilmek bid'at (sakat)dır. Cuma namazı şarttır,
cemaatla namaz farzdır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak da farzdır.
Mübarek ümmetin
içinde, arasında ol. ; ;Hz. Muhammed'in sünnetini ihmal etme, ona sımsıkı
sarıl.[99]
Onun devrinde
tevekkül; tam bir tembellik, uyuşukluk haline gelmişti. Herhangi tedbir veya
düzenleme tevekküle aykırı kabul edilir, kötü nazarla bakılırdı. Mevlânâ
tevekkülün, şer'î manasını açıklamış, onun faziletini anlatmıştır. "Önce
deveni bağla, sonra Allah'a tevekkül et." hadisinin ne demek olduğunu
anlatırken şöyle demektedir:
"Peygamber,
yüksek sesle şöyle dedi: "Tevekkül ile birlikte devenin ayaklarını bağla.
'Kazanan Allah'ın
sevgilisidir' hadîsinin asıl manasını dinle.
Tevekkülden dolayı
rızkı kazanmada tembel olma.
Yüzünü tevekküle dön,
kendin de kazanç için iş yapmaya git, ey amca.
Gayret göster, kılı
kılma hakkına göre kazan."[100]
Mevlânâ, güçsüz
hayvanların ağzından tevekkül ve atıllığın (tembelliğin) bütün bahanelerini
nakletmiştir ki, genellikle azmi, gayreti olmayan pasif insanlar bunları ileri
sürerler. Tembellerin ileri sürdükleri bu deliller ve bahaneler insana çok
yerinde ve ağırlıklı gelmektedir. Ama arkasından bunlara cevap vermektedir.
Arslanın cevabı aslında Mevlânâ'nm bu konudaki temel düşüncesidir.
Arslanın ağzından o
şöyle demektedir: İnsana verilen organlar, yetenekler ve güçlerden açıkça
anlaşılan şu ki; bunlardan hedeflenen, bunların insana bahşedil-mesinden
amaçlanan şey insanın çalışması, didinmesi, gayret göstermesidir. Eğer bir
insan hizmetçisinin eline kazma kürek verirse bunun açık manası onlarla
toprağı kazmasıdır veya taşları sökmesi, kayayı kırma-sıdır. Bunun için ağzı
ile söylemesine gerek yoktur. Madem ki bize de el, ayak, güç, kuvvet
verilmiştir. O halde bize bunun verilmesinin maksadı elimiz kolumuzla, gücümüz
kuvvetimizle hareket etmemiz, onlarla iş yapmamızdır. İçimizde taşıdığımız
istek ve arzularımızı onlarla gerçekleştirmeliyiz. Bundan dolayı gayret ve
hareket, iş ve çalışma, kazanma Allah'ın bizden istediği şeylerin tâ kendisine
işarettir. Tembellik ve işi terketme ise Allah'ın bizden beklediği amaca ters
ve nimetlerini inkârdır. Gerçek tevekkül, gayret ve çalışmada kusur yapmamak
ve işi hakkıyla yaptıktan sonra sonucu hakkında Allah'a tevekkül etmektir. Zira
başarı Allah'ın elindedir der ve şöyle yazar:
"Arslan, evet
dedi, ama kulların rabbi Ayağımızın önüne bir merdiven koydu. Terasa adım adım
çıkmalı.
Zorlayıcı olmak burada
ham tamahkârlıktıiİ tbl Ayağın var,
neden kendini topal yaparsın,
Elin var, neden
pençeni gizlersin. Efendi, kölesinin eline beli verince, Ne demek istediğini
ona bir şey sömışolur.
Bel gibi olan el de
Allah'ın kudret işaretidir. Allah'ın nimetine şükretmen, senin onun değerini bilmendir.
Senin cebrin
(zorlaman) ise o nimete nankörlüktür.
Allah'ın nimetine
şükretmen, senin nimetini (rızkını) arttırır.
Nankörlük ise elinden
onların çıkıp gitmesi demektir.
Evet ey değersiz
zorlayıcı, o meyveli ağacın altından başka yerde uyuma.
Tâ ki rüzgâr her an
dalını sallayıp meyvasmı döksün.
Uyuyan başının üstüne
çerez ve azık indirsin.
Tevekkül ediyorsan,
işi yap da tevekkül et. Çalış da sonra Allah'a bel bağla."[101]
Daha sonra aralanın
ağzından; çalışıp çabalamanın, iş yapmanın, peygamberlerin işi, velilerin yolu
olduğu gerçeğini ortaya koyar. Sonra da şeriatta kötüle-nen ve Allah'ın
rahmetinden uzak olan dünya malı ve evlad değil, gafletle geçirilen
fırsatlardır dedikten sonra o bir yerde şöyle der:
"Arslan, evet
dedi; fakat peygamberlerin çalışma ve gayretlerini de gör.
Allah onların
çalışmalarını boşa çıkarmadı.
Ne gördülerse, eziyet
ve çile çekerek çalışmakla elde ettiler.
Gücün yettiği kadar
gayret et ey insan.
Peygamberlerin,
velilerin gittiği yolda, yaptığı tarzda.
Dünya nedir, Allah'dan
gafil olmaktır.
Kumaş, kadın, para ve
çoluk çocuk değildir. .
Eğer malı din uğruna
biriktiriyorsan
"Ne güzel teiniz
mal" demiştir ona Hz. Rasûl.
Çalışmak şarttır, şifâ
aramak şarttır, hastalık da kaçınılmazdır.
İnkarcı kişi
çalışmamakta ayak direr."[102]
Mevlânâ, sadece kendi
döneminin halk tabakasını tenkid etmez, sadece dinî ve ilmî çevrelerin
hatalarına çatmaz, aksine bütün gücü ve hıncı ile devlet idaresini elinde
bulunduranları da tenkid eder. Devlet idaresinin, yeteneksiz kişilerin, ehli
olmayan kimselerin eline geçtiğini ve çocuk oyuncağı haline getirildiğini çekinmeden
söyler.
Tek kişinin irade ve
arzusuna göre idare edilen, yaptığı yaptık, kestiği kestik olan bir idarî
sistemde bunu söylemek herkesin harcı değildir, çok kötü sonuçlar
doğurabilirdi. Lâkin Mevlânâ'nm doğruyu söylemeden çekinmeyen ağzını kim
susturabilirdi. O, şöyle söyler:
"Karar ve hüküm
rind kişilerin elinden gittiği için, Şüphesiz Yunus Peygamber zindana (balığın
karnına) düştü.
Kalem (yetki) bir
gaddarın elinde olduğu için, Şüphesiz (Hallâc) Mansur ölüme mahkûm edilmişti.
İş ve yetki
beyinsizlerin eline geçince,
Mutlaka yaptıkları
(peygamberlerini öldürmek)
olur.”[103]
Devlet idaresinin
yanlış ellerde olmasının sonucunu anlatırken de kendi devrinin durumundan
şikâyet ederek şöyle der:
"Emir ve hüküm,
yoldan çıkmış birinin elinde olunca,
Makam, mevki zanneder
de bir kuyuya düşüverir. Ahmaklar başlarını eğip ayakta durdular, Akıllılar da
korkudan başlarını kilime sardılar. "[104]
Mevlânâ, akıl ve
duyulara ait yetkilerin yetersizlikleri üzerine tenkid yapmakla, kendi
döneminin kelâm ilminin dengesizliklerini, zâhirciliği ve kelime oyunları
mücadelesini yermekle kalmadı ve sadece iç duyulardan (sezgilerden), vicdan ve
ruhdan faydalanmaya çağırmakla da yetinmedi. Aksine kelâm meselelerini ve onun
anlaşılması zor olan taraflarını kendine özgü bir üslûp ve tarzla çözmeye ve
kendine özgü kalıplar içinde sunmaya, kafalara onları daha rahat bir şekilde
yerleştirmeye de çalıştı.
Bir bakıma Mevlânâ'nın
çağrısı ve onun felsefesi, sadece olumsuz ve tenkidçi değil, aksine olumlu ve
öğretici tarzdadır. İlmi kelâmın; bileklerini çözmekte yorulduğu ve
düğümlerini çözmeyle çabalarken sayısız düğümler meydana getirdiği meseleleri
Mevlânâ öyle bir üslupla anlatır ki, sanki o konularda en ufak bir çetrefillik,
dolambaçlık yoktur. Sanki o konular çok zor anlaşıhrlığım kaybetmiş de herkesin
rahat anlayacağı sade, basit konulara dönüşmüştür. Onlar sanki apaçık
gerçeklerdir, her gün hayatta karşılaşılan basit meseleler ve olaylardır.
Mevlânâ'nın kendine
özgü metodu, insan beynini âciz bırakmak ve karşısındakini anlayamaz duruma
düşürmek değil, sözü allayıp pullayarak karşısındakini kendi sözünün büyüsü ile
zavallı hâle düşürmek değildir. Aksine, anlattığı şeyleri rahatlıkla onun
kafasına
sokmaktır, o kişinin
zevkine göre seve seve o sözü kabul edip benimsemesidir. Karşısındaki insan,
sanki o sözün daha önceden kafasında, hafızasında olduğunu sanmaktadır da
Mevlânâ sadece ona hatırlatma görevi yapmaktadır.
Böyle bir metod ve
üslupla söz etmenin sonucudur ki, Mesnevi ile dinin temelleri, inançlar ve
kelâm konuları üzerinde öyle doyurucu, kafaları tatmin edici, gönülleri teskin
edici, düşüncelerdeki şüphe ve tereddütleri giderici bir hava doğmuştur ki, bu
sonuç kütüphaneler dolusu ilm-i kelâm kitapları ile elde edilemezdi. Bununla
beraber aşk, ihlâs ve kesin iman sahibi birinin sözlerinden doğabilecek bir
huzur ve tad da elde edilebilmektedir.
Mevlânâ her ne kadar
eski bir Eş'arî düşünce ekolünün yetkili ve çok derin bir bilgini ise de,
kendi kişisel tecrübeleri ile ve ilahî bir vergi olarak akaid ve kelâm
konularında müctehid değeri taşıyan biridir ve yeni bir ilm-i kelâmın
kurucusudur. Onun tarzı bütün kelâmcılarm, akâid bilginlerinin tarzından
tamamen ayrıdır. Nisbeten de Kur'an-ı Kerim'in izah ve isbat tarzına ve selim
fıtrata daha yakındır.[105]
Allah'ın varlığı
meselesi, ilm-i kelâmın ve bütün mezheplerin ana konusu, temel meselesidir.
Eski ilm-i kelâmın bu konuda ileri sürdüğü deliller sadece mantığa
dayanmaktadır. Bu mantık delilleri ile bu konuda kesin bir kavrama, kesin bir
iman elde edilememektedir. Olsa olsa bu deliller karşısında insan çaresiz
kalıp susmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in tarzı ise; insanın temiz ruh yapısını
(fıtratını) tahrik ve teşvik edici bir üslup ve tarzdadır ve o taze, ruh
yapısına güven göstererek uyumuş duyguyu uyandırmak şeklindedir. Kur'an-ı Kerim
peygamberin ağzından yapmacıksız şöyle buyurmaktadır:
'Yeri ve gökleri
yaratan Allah hakkında şüphe olabilir mi?"
Bu yapmacık olmayan,
açık ve hayret belirten ifade karşısında insan fıtratı hemen hareketleniyor, ve
kendi sağlam görevini yapmaya başlıyor. Sonra yeryüzünün ve göğün yaratılışı
ile onları yaratana, yapılanlarla yapana, ortada duran eşyalarla, onları
ortaya koyana doğru ani bir çevrilmeye önderlik olunmaktadır. Bütün Kur'an-ı
Kerim'de işte bu isbat tarzı görülecek ve Allah'ın işaret ve alâmetlerine
bakın ve yaratılanlardan yaratana ulaşın diye bir Ölçü göz Önüne çıkacaktır.
Kur'an-ı Kerim'e göre Allah'ı tanımanın, işte en kesin inanma, özlü, kusursuz
ve tehlikesiz yolu budur:
"Biz dünyada
(ufuklarda) ve nefislerinde hak (doğru ve iyi)nin ne olduğunu anlasınlar diye
âyetlerimizi (işaret ve alâmetlerimizi) göstereceğiz. Senin Rabbin herşeye
şâhid olmaya yeterli değil midir?"[106]
Mevlânâ da Mesnevi' de
aynı isbat ve delil gösterme metodunu tercih etmiştir. O yer yer kâinattan,
kâinatın yaratıcısının varlığına deliller göstermektedir.
O diyor ki; dünyada
pek çok şeyin olduğu, olageldiği göze çarpmaktadır. Fakat o olanları olduran,
yapan, eden; bu beden gözü ile gözükmemektedir. Fakat olan ne varsa hepsi de, o
perdenin arkasında bir yapanın olduğuna delildirler. İş açıktadır, ama işi
yapan gizlidir.
"Kalemin çizdiği
çizgi (yazı) görülüyor, (yazan) el görülmüyor.
At ortada dolaşıp
duruyor, ata binen görülmüyor. : Ok
meydanda bak, ama oku atan yay görülmüyor.
Canlar meydanda,
canların canı (yaratanı) gizli (görülmüyor)?[107]
Fakat her hareket; bir
hareket ettirenin var olduğuna delildir. Eğer bir yerde havanın fısıltı ve
hışırtısı varsa bil ki onu estiren, onu harekete geçiren de vardır.
"Hareket eden,
esen bir hava (yel) görüyorsan bil ki,
Ortada onu bir estiren
var mutlaka.
O halde her bilenin
aklında kesin olarak şu
Ki esen havayı bir
estiren de vardır."[108]
vardır.
Eğer senin gözlerinde
etken (işi yapan) görünmüyorsa da yapılan işler görünüyor. Bu yapılan, ortada
duran iş ve eserlerden, mutlaka onu bir yapanın olacağını kabul et. Vücuttaki
hareket, hayat ve canlılık, o vücudda ruhun varlığından dolayıdır. Ruh her ne
kadar görünmüyorsa da vücudun hareket edişi onun varlığının isbatı ve
delilidir.
"Sen onu
(Allah'ı) eğer gözlerinle görmüyorsan da, Ortaya işinin ve eserinin çıkmasından
varlığını anla. Vücûd can (ruh) ile hareket eder, ama sen cam görmüyorsun.
Lâkin vücûdun
hareketinden canın var olduğunu bii[109]
Bir etkenin, bir
yapanın varlığı için onun yaptıklarından, bir yaratıcının varlığı için onun yarattıklarından
daha fazla, daha üstün delil ne olabilir? Güneşin varlığı için onun ışığından
daha güçlü delil ne olabilir?
"Güneşin
kendisine delil, varlığına işaret olarak, Dimdik gelen ışıklarından daha güçlü
delil ne olabilir?"[110]
Hem sonra kâinat sadece
var değil, hatta düzenli, sistemli ve uyumludur. Herşey kendi çerçevesine yerleştirilmiş,
her resim kendi levhasına konmuştur. Gezegenlerin dönüşünün bir düzeni, ölçüsü
vardır! Ay ve güneşin de bir düzeni, sistemi, kanunu vardır. Rüzgârlar ve
bulutlar da prangasız, gemsiz fil değil ki istedikleri yere çeksin gitsin.
Biraz azgınlık yaparlarsa hemen kulakları çekilsin diye onlar için dahi bir
kırbaç (yönetici) vardır. Bu düzen ve tertip, bu intizam ve bu ahenk gösteriyor
ki, kâinatın üstünde, bu kâinatın bir yaratıcısı ve yöneticisi vardır ve o,
hikmet ve bilgi sahibidir. Kâinat onun irâde ve düzenlemesinin hiçbir an
dışında değildir.
"Eğer kaderin,
gökteki cisimleri nasıl düzene koyduğunu gör emiyorsan,
Onların gökyüzünde
dönüp dolaşmasına bak."[111]
Daha sonra o şöyle
buyurmaktadır: Bu kâinatı, onun yaratıcısı kendi menfaati için yaratmadı.
Aksine insanın menfaati ve onun gelişmesi, ilerlemesi için ya-f rattı. Aynı
şekilde, felsefecilerin ve kelâmcıların şaşkın oldukları bu âlemin
yaratılmasındaki hikmet ve menfaati çok büyük bir anlaşılırlık içinde sunmuş
ve çok rahat kavranır bir üslûp ve tarzda anlatmıştır. Burada da onun
harikuladeliği ve neşesi, cezbesi vardır.
"Peygamber dedi
ki: Hak şöyle buyurmuştur: Benim yaratmaktan amacım iyiliktir. Benden faydalansınlar
diye yaratıkları yarattım. Benim balımdan parmaklasınlar diye yarattım.
Ben kendim onlardan
faydalanayım diye yaratmadım.
Ben yaratıkları
onlardan faydalanayım diye değil; Aksine
kullarıma cömertlik yapayım diye
yarat[112]
Peygamberleri, bizzat
yine peygamberlerin ağzıyla, 'ronların dili ile tarif etmekte ve onlara şöyle
dedirtmektedir: Onlar, ilâhî (Allah tarafından gönderilmiş) doktorlar,
tabiplerdir ve kalbleri tedavi eden hekimlerdir. Doktor nabız muayenesi yaparak
kalbin durumunu öğrenir, nabızdan kalbe ulaşır. Peygamberler ise doğrudan
kalbe ulaşan kişilerdir. Doktorlar vücudun sağlık ve sıhhatinin devamına
çalışırlar. Peygamberler ise kalplerin şifâsına, ahlâk ve amellerin
düzeltilmesine ve normalleştirilmesine çalışırlar.
"Biz hak ve
hakikatin talebeleri olan doktorlarız.
Bizi Kulzüm denizi
(Kızıldeniz) gördü de ortadan yarıldı.
O tabiat ve mizaçların
doktorları bizden başkadır.
Onlar kalbe nabız yolu
ile ulaşırlar (anlarlar).
Biz vasıtasız ve
aracısız kalbe ulaşırız. Çünkü biz ferasetimizle yükseklere bakarız.-O
doktorlar yemek ve meyve yerler.
Onları hayvanı can
sürekli kılar.
Bizler o hareketli,
faal olan tabibleriz. Bize ilham olunup bildirilenler celâl sahibi AJlah-ın
nurudur.
İşte bu şekilde bir
iş, sana faydalı olur.
Ve işte öyle bir iş
ancak zırh delen olur. İyi ve kötülerden o şöyle böyleleri, Senin önüne
koyuyoruz ve doğru olanı gösteriyoruz. . O doktorların elinde delil olan, kokudur.
Ve yüce Allah'ın vahyi,
ilhamı da bizim delîlinıizdir."[113]
Peygamberlik
delillerinde de Mevlânâ, akıl ve mantık önermeleri ve delilleri ile isbatlama
yerine, genellikle vicdan, mizaç ve meşrebe dayanan delillerle isbat etmeyi
tercih eder ve der ki: Peygamberlerin her tavrı ve hareket tarzı kendilerinin
peygamber olduğunu bildirir. Onlar baştan başa i'câz olan (karşısındakini susturan,
âciz bırakan, verilecek cevap bulamayıp, kabul etmekten başka
çıkar yol bırakmayan) kimselerdir.
Kendilerini görenler
için, (inat ve büyüklerime olmamak şartıyla) kendileri bizzat peygamber
olduklarına delildirler. îşte bu yüzdendir ki, Abdullah b. Selâm (r.a.) cihanın
süsü olan Peygamber Efendimizi gördüğü zaman düşünmeden şöyle demişti:
"Allah'a and
olsun ki bu (mübarek) yüz, yalan söyleyen bir çehre olamaz." "Bilgi
zevkini tadnıış olan herkesin kalbine,
Ulaşan peygamber sesi
mucizedir."
O şöyle buyuruyor:
Peygamber ile ümmetin vicda-Xnında öyle bir ilişki olur ki, Peygamber ne
buyurursa ümmetinin vicdanı derhal (âmenna ve saddaknâ= inandık ve tastik
ettik) diye haykırır. Ümmetin vicdanı Peygamberin her sesine coşarak karşılık
verir. Çünkü o ses ile başka bir ses ve davet arasında hiçbir ilgi ve benzerlik
bulunmayacak kadar masum, lekesiz, gönül çekici ve hayret verici bir fark
vardır.
Bu konuda Mevlânâ
şöyle buyurur:
"Peygamber
dışarıya seslendiği zaman, Ümmetin canı içerden secde eder. Onun sesinin türü,
bütün dünyada can kulağı ile, Başka bir kimseden duyulmadığından dolayı;
İnsanı hayrete düşüren
sesin zevkinden, Hakkın dilinden 'Ey kulum; Ben sana yakınım' buyruğunu
işitir."[114]
O der ki: Peygamberin
doğruluğu için onu dinleyenlerin dışarıdan başka bir delile ihtiyacı yoktur.
Çünkü o peygamberlerin sözü hem iddiadır, hem delildir. Dünya düzeni ise o
iddia ve delil üzerine kuruludur. Susuz kimse (gerçekten susuz olması şartıyla)
su içmeye çağrıldığında, onun nasıl bir madde olduğunun anlatılmasını taleb
etmez. Anne, çocuğuna süt emzirmek istediğinde o çocuk sütün delilinin
gösterilmesini beklemez. İstek ve arzu, güvenme ve adım atma (teşebbüs) için
yeterlidir.
"Susuz kimseye
buyur iç dediğin zaman, Bardakta su var, çabuk suya gel dediğin an,
zaman susuz kimse bu
teklifi reddetmez; Ey bardakta su olduğunu iddia eden; karşımdan çekil git,
demez.
Veya anne bebeğine
seslenerek çağırsa,
Ey çocuk, ben annenim,
gel (emzireyim) dese, Bebek anneye; bana isbat et göreyim mi der? ;t,-\ Senin
sütünle beslenip doyacağımı isbat et mi der?"
Ona göre, mucize imanı
gerektirmez, yani mucizeyi gören kimsenin hemen iman etmesi gerekmez. Gerçek şu
ki, Peygamberimizin hayat tarihinde (siyerde) mucizeyi görerek iman edenlerin
isimlerine çok az rastlanır. Sahabenin en ünlüleri, en ileri gelenleri Hz.
Peygamberi görünce imân edenlerdir, asıl iman da onlannkidir.
Mevlânâ diyor ki;
mucizeler, karşısındakini yenmek ve onu âciz bırakmak içindir. Yenildiği ve
cevap veremez hale getirildiği için baş eğen kimsenin de canını feda
edercesine iman etmesi, hayatını peygambere adayarak mağarada arkadaş olması
çok zordur. Asıl cezbeden, büyüleyen bağlayan, ayrılmaz bir parça haline
getiren şey cinsiyyeti (şahsına, cemâline, huyuna suyuna, tümden bağlandığı
kişiliği)dir, ilişki ve ilgisidir.
"İmam gerektiren
şey mucizeler değildir.
Cinsiyet kokusu güzel
sıfatları cezbeder.
m Mucizeler düşmanı
altetmek içindir. Cinsiyet kokusu insanı kalbe doğru götürür, Düşman kahrolur
ama dost kahrolmaz."
Peygamberleri
anlatırken, onların çok hamiyetli, gayretli ve benliklerine sahip kişiler
olduklarını söyler. Onlardan faydalanmak için edepli ve istekli olmak şarttır.
Onlar sultan tabiatlıdır. Onların mevkii, rütbesi; kendilerinin buyurmasını,
başkalarının dinlemesini gerektirir. Onlara karşı gelmek, mücâdele etmek; gerçeğe
ulaşmakdan mahrum kalmaya sebep olur. Ona en büyük engel olur.
"İster bir
istekli olsun, biri de usanmış olsun,
Peygamber,
peygamberlikten vazgeçer mi?
İnsanın iç dünyasının
sırlarım okuyan bu peygamberler,
Kendilerini dinleyen
isterler, İsrafil karakterlidir onlar.
Heybetlidirler ve
sultanlar gibi azamet taşırlar.
Dünya insanlarından
saygı ve edeb beklerler."[115]
Sözlerine devamla;
neden öyle olmasın, onların bir kere nereden geldiklerine bak, kimden haber
getirdiklerine bir bak, demektedir.
"Onlara saygı
göstermeyi herkes seve seve yapmalıdır.
Çünkü onlar çok yüksek
ilâhî makamdan gelmişlerdir.[116]
Mevlânâ nazarında
ölüm; gerçek hayatı tanımanın ve insanın ileri adım atmasının, terakki edip
yükselmesinin üzengisidir, ilk eşiğidir. İmar, yıkım yapılmadan olamaz,
yapılamaz. Defineyi ancak toprağı kazınca bulabildiğin gibi, yepyeni yapılmış
bir bina yıkıhyorsa bil ki, yeniden mamur hale getirmeye, yeniden yapmaya
hazırlık yapılıyor demektir.
"Bu canı yaratan,
vücûdu mahveder (öldürür, çürütür).
Mahvedip çürüttükten
sonra tekrar onu onarır (canlandırır).
Altın ve define uğruna
evi yıkıyorlarsa, (bil ki)
Yıkımdan sonra ele
geçen define onu hemen tamir eder.'[117]
Bu topraktan
yaratılmış olan vücûdun yıkılışı büyük bir tamirin olacağının alâmetidir.
Tomurcuğunu açmasından anlamalı ki meyve gelmek üzeredir.
"Çiçek dökülünce
meyvye başgösterip ortaya çıkar; Vücud yıkılınca da can çıkar. "[118]
O kesin ve mutlak
cömert olan, o hak üzere tam eli açık olan, herkese bol veren Allah; can gibi
bir devleti, serveti verdikten sonra nasıl olur da çeker alır? Bu bakımdan
kabul etmeli ki, çelimsiz, porsumuş bir cam alarak ebedi bir hayat bahşetmek
istiyor. O, onu bu toprak kalıpdan çıkararak hayale, tahmine dahi gelmeyen
lütuf ve ikramlarda bulunmak istiyor. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın
işitmediği, hiçbir insanoğlunun aklına, hatırına gelmeyen nimetleri lütfetmek
istiyor.
"Bir kişiyi böyle
bir sultan öldürürse, onu güzel bahta eriştirir.
Ona en güzel makam ve
mevkiler, mükâfatlar verir.
Yarım can alır, yüz
tane can verir ona.
Aklına hayâline
gelmeyen nice nimetler, lütuflar verir. "[119]
Yükselişin, ilerlemenin
yüksek basamakları için bir bitiş ve tükeniş mutlaka gereklidir. Hiçbir zaman
birinin önceki yazı tahtasını temizlemeden, eskiden yazılanları silmeden
tahtaya yazdığı görülmüş müdür? Toprağı kazıp çıkarmadan (kuyu kazmadan)
yeryüzünden su çıkarılmış mıdır? İnsan yazmak için temiz kâğıd, ekip dikmek
için boş toprak parçası arar.
"Ey aptal,
yazmadan önce tahtayı yıkayıp silerler.
Ondan sonra onun
üzerine yazı yazmaya başlarlar.
Temizlenirken tahtayı
tanımak gerekir. Onu Önce bir deftere çekmek gerekir.
Ne zaman evini (yapmak
için) yıksalar,
Her şeyden önce onu
temelinden yapmaya başlarlar.
Önce kuyu kazıp
yeryüzünün altından toprak çıkarırlar.
Ondan sonra tertemiz
su çekmeye başlarlar. "[120]
Yokluk, varlığa hak
kazandırmaktadır. Yaratanı^,, rahmetini coşturmaktadır. Nimet dağıtan daima
fakirlere cömertlik yapmaktadır.
"Varlığı, yokluk
içinde gösterebilir.
Varlıklı olanlar
yoksullara cömertlik gösterir."
Sen bizzat kendi
durumun üzerinde bir düşün. Sürekli yükselme, ilerleme kademelerini aşarak
geldin. Düşme kalkma, arka arkaya dizildi geldi. Yani düşme kalkma, birbirini
kovaladı. Bir varoluş elbisesini çıkardın diğerini giydin. Bir yok oluştan sen
devamlılık (beka) elde ettin. Eğer sen ilk durumunda kalsaydm o zaman bu
terakkiyi, bu gelişmeyi nasıl elde ederdin? Ve sen toprak ile su (kalıbı)
içinde hapsedilmiş durumdasın, (ruh beden kalıbı içinde hapsedilmiştir).
Öyleyse şimdi sen son yükselişden neden korkuyorsun? Ve senin ruh kuşun beden
kafesinden çıkıp kurtulurken neden korkmaktadır?
"Sen varlık
âlemine geldiğin günden beri, Bir ateş veya toprak, yahud bir rüzgârdın. Eğer
senin durumun aynı şekilde devam etseydi, Senin bu gelişmen nasıl mümkün
olabilirdi? Önce varlık bir değişikliğe uğrayacak, Onun yerine başka varlık
yerleşecek."[121]
"Bu
devamlılıkları yok oluşlardan elde ettin.
Yok olmandan neden
yüzünü öbür tarafa çeviriyorsun.[122]
Bu bakımdan aslında
ölüm, ölüm değil hayat: n baş; langıcıdır ve ölüm günü mümin için matem akşamı
değil, bayram sabahıdır.
"Benim hayatımın
ölümümde olduğunu denedim. u. Bana engel
olan bu hayattan nasıl kurtulayım?[123]
Ariflerin (ilim ve
ruhaniyet sahibi kişilerin) ölümünü, avam (genel halk) insanlarının ölümüne
benzetme-melidir. Onlar bu fâni (geçici) âlemden kopup gitmeye üzülmezler. Ölüm
onlar için cana can katan bir müjdedir. Ölüm esintisi ona bahar yeli gibi
gelir. Âd kavmini yerle bir eden kasırga Hz. Hûd (a.s.)'a ve arkadaşlarına sabâ
rüzgarı, bahar yeli gibi gelmişti.
"Hûd (a.s.)
mü'minlerin etrafına bir çizgi çekti de,
Oraya gelen (ölüm) yeli
tatlı bahar esintisine döndü.
Ecel rüzgârı arif
kişilere gelirken böyle tatlı gelir.
Bahar yeli gibi tatlı
ve yumuşak biçimde gelir. "[124]
İrâde ve cebir (yani
kişinin herşeyi irâdesi ile yapması veya irâdesi olmadan o işi zorla yapmak
zorunda olması), ilm-i kelâmın en zor konularındandır. Bir fırka irâdeyi
reddedip kabul etmemekte, kesin zorunlu oluşa (cebre) inanmaktadır. Mezhepler
ve itikadlar tarihinde Cebriyye diye meşhurdur.
Mevlânâ diyor ki: Eğer
insan kesin olarak bir şeyi yapmaya zorunlu tutulmuş (mecbur kılınmış) olsaydı
o zaman o kimse nasıl olur da Allah Teâlâ'nm emir ve nehyine (yap ve yapma
buyruğuna) muhatap tutulabilirdi? O nasıl olurdu da şeriatın emrine uymaya
teşvik edilirdi? Birinin taşa (irâdesi olmayan bir varlığa) emir verdiğini
gören olmuş mudur?
"Cebriyeciler
diyor ki; 'Emir ve nehiy doğrudur;
Dileme (serbestlik)
yoktur.' Bu cümle (ifade) yanlıştır.
Bütün Kur'an emir,
nehiy ve (yanlış karşılığı) teh-diddir.
Mermer taşma emir
verildiğini kim görmüştür?"[125]
Mevlânâ şöyle buyurmaktadır:
İrâdeyi kullanma ve tercih yapma (yapıp yapmama serbestliği) insanın yaratılışında
(mayasında) vardır. O her günkü hayatında bu inancı, bu akideyi tasdik etmekte
ve cebri (zorunlu oluşu) reddetmektedir. Bir kimsenin tepesine çatıdan bir tahta
düşerse çatıya kızmaz. Sel gelir de eşyayı alıp götürürse sele kızıldığı
görülmemiştir. Rüzgâr birinin kafasındaki sarığı uçurup götürürse kimse
rüzgârla kavga etmez. Herkes bilir ki onlar buna mecbur (zorunludur ve hiçbir
hata ve kusurları yoktur. (Bunların isteyerek, irâdelerini kullanarak o
hareketleri yaptığı iddia edilemez. Çünkü cansız varlıklardır, cansız varlıkta
irâde olmaz.) Ama şüphesiz ki insan meselesi böyle değil. Bir bakıma sadece o
insan irâdeye (dileme ve yapıp yapmama serbestliğine) sahiptir.
"Eğer evin
çatısından bir ağaç kırılsa da
Senin üzerine düşse,
seni ağır yaralasa,
Çatının ağacına sen
hiç kızar mısın?
Hiç içinde ona karşı
kin besler misin?
Neden benim üzerime
düştü de elimi kırdı (yaraladı),
Neden benim üzerime
düştü de beni yere yıktı.
Bir sel gelir de bütün
eşyanı alıp gyük ölçüde bu görüşten etkilenmiştir. Onların da eğilimi şöyle:
Bir şeyin sebebi kabul edilen şeyde değişme, aykırılaşma olabilmesi azdır.
İşte bu görüş sonucu onlar harikulade hallerin (mucize, keramet v.s. gibi)
varhğım zorlukla kabul etmektedirler ve bir şeyin kendi özelliğinin tersine olarak
ortaya çıkmasını ve bir hâdise olmadan sebebin ortaya çıkmasını çok uzak
görmekteler.
Eş'arîler diğer
kanattalar. Onlara göre; hiçmekte-dirler. Köpeğe taş atsan, köpek taşa hücum
etmemekte, onu ısırmamakta aksine o taşı atan insanın peşine koşmakta, ona
saldırmaktadır. Deveci, deveye değnekle vurduğunda deve değneğe kızmamakta,
deveciden intikam almaya çalışmaktadır. Hayvan bile bu gerçeği bilirse
insanoğlunun cebriyeci olmaktan (iradesi dışında, robot gibi kendi elinde
olmadan programlanan şeyi yapmak zorundadır demekten) utanması lâzım.
"Nitekim sen bir
köpeğe taş atsan (vursan),
Senin peşinden koşar,
(taşa değil) sana saldırır. .Eğer deveci bir deveyi değnekle dö'vse,
Devenin kini o değneğe
değil. O deve kendine vurana saldırır.
Ancak iradeden dolayı
deve kimin yaptığını anlar.
Hayvanın aklı bile
yapanın kim olduğunu (irâdeyi) bilirse,
Artık insanoğlu, sen
utan da (zorunluluk) deme. Bu açık bir gerçek ama sahur yemeğinden dolayı, ', \
O yiyen göz, nur ve ışıktan mahrum kalmıştır."[126]
Sebepler ve illetler
(nedenler ve araçlar) konusunda İslâm fırkalarının görüşleri arasında ifrat ve
tefrit (birbirinden çok farklı aşırılıklar) vardır. Bilge kişilere göre
kâinatta illet ve malul fsebeb ve sebebe bağlı oluş) zincirlemesi vardır. Malul
hiçbir zaman illetsiz, sebebli olan birşey hiçbir zaman sebebe aykırı olmaz.
Mutezile de büyük
ölçüde bu görüşten etkilenmiştir. Onların eğilimi şöyle: Bir şeyin sebebi
kabul edilen şeyde değişme, aykırılaşma olabilmesi azdır. İşte bu görüş sonucu onlar harikulade
hallerin (mucize, keramet v.s. gibi) varlığını zorlukla kabul etmektedirler ve
bir şeyin kendi özelliğinin tersine olarak ortaya çıkmasını ve bir hâdise
olmadan sebebin ortaya çıkmasını çok uzak görmekteler.
Eş'arîler diğer
kanattalar. Onlara göre; hiçbir şey diğer bir şeyin sebebi değildir. Hiçbir
şeyde de hiçbir yetki ve etki yoktur. Bu aşırılıktan ve dengesizlikten de zarar
geldi ve herkesin her şeyi söylemeye ve sebepleri reddedip terketmesine bir
bahane doğmuş oldu. Bundan dolayı da bir düzensizlik ve tembellik ortaya çıkmış
oldu.
Mevlânâ'nm anlayışı bu
ikisinin ortasmdadır. O, sebeplerin gerçek oluşunu itiraf eder. İlletlerle
malullerin, sebeplerle sebepli olanların zincirleme ilişkisi olduğunu, bunun
inkâr edilmesinin imkânsız olduğunu ve de makul olduğunu itiraf eder. Genel
olarak Allah'ın sünneti (âdeti); sebepli olan şeylerin sebeplere bağlı olduğu
ve eşyadan onların özelliklerinin elde edileceği tarzındadır. Şüphesiz ki
harikuladelik (mucize ve keramet), mümkündür.Bunlarm ara sıra gerçekleştiği de
olmaktadır. Şöyle buyuruyor:
"Olayların çoğu
geleneğe göre cereyan eder;
Bazen kudret, geleneği
bozar.
Gelenek ve görenek,
beğeniye göre oluşmuştur.
Mucizeler ise geleneği
bozmuştur.
Eğer yücelik bize
sebepsizce ulaşmıyorsa,
Ff Kudret,
sebebi ortadan kaldırmaktan aciz
değildir.[127]
Genel insanlar bu
sebeplere bakarlar ve hiçbir şey göremedikleri için de mazeretlidirler.
"Kısacası sen
sebebe bağlı kalmışsın,
Ancak sadece bunu
gördüğün için Özürlü sayılırsın.[128]
O demektedir ki;
şüphesiz sebepleri terketmek doğru değildir. Sebepler bir gerçektir. Fakat
sebepleri sebep kılan (müsebbibül esbâb) da o sebeblerden daha üstün bir
gerçektir. O sebepleri sebep kılan, sebeplerin Rabbi olan kadir-i mutlaktır.
Öyle herşeyi bir sebebe dayamaya başlama ki; kâdir-i mutlakı (herşeye gücü
yeten kesin gücü) tamamen işsiz güçsüz, hiçbir şey yapmayan biri zannetmeye
başlarsın.
"Ey sebebe bağlı
olan, dışarıya uçma,
Sebepleri ortaya
çıkaranı azledeceğini sanma.
Sebepleri ortaya
çıkaran kişi, istediği şeyi yapar.
Mutlak kudret ise
sebepleri yırtar."[129]
Şu da bilinmeli ki,
sebepler sadece bizim görebildiğimiz, bilebildiğimiz şeylerden ibaret
değildir. Aksine o dıştan görünen sebeplerin üstünde gözlerimizin göremediği
daha başka sebepler vardır. Bu manevî (görünmeyen) sebepler; görülebilen
zahirî sebepler için öyle bir tarzla sebep ve etkendir, nasıl ki bu zahirî
sebepler, sebepler ve sonuçlar için hakiki sebep olup, zahirî sebepleri bazan
hareketli ve işler hale getirirse; manevî sebepler de zahirî sebepleri öyle
harekete getirir, bazan da hareketsiz ve durgun hale getirir. Hepsinden daha büyük
ve asıl olan sebep ise, ilâhî irâde, ilâhî arzu ve emirdir.
"Taşı demire
vurursan ateş çıkarır.
Hem de hakkın emri ile
ayağı dışarı koydu.
Taş ve demir ateşin
çıkması için sebep oldu fakat.
Ey mümin kişi, sen
daha yükseklere bak.Çünkü bu sebebi o büyük sebeb (Allah) yarattı.
Sebepsiz olarak nasıl
sebep kendiliğinden ortaya çıkar?
Bu sebebi o büyük
sebep harekete geçirdi, etken yaptı.
Başka bir zaman o, bu
sebebi iş görmez de yapar.[130]
Bizim bu zahir
sebepleri bilip tanıdığımız gibi peygamberler de o hakiki sebepleri görürler
ve duyarlar (hissederler).
"O yüce sebeplere
peygamberler önderlik yapar (tanıtır),
O yüce sebepler bu
sebeplerden daha üstündür. t Bu
sebepleri bizim aklımız tanır, kavrar.
O sebepleri
ise ancak peygamberler
bilir, kavrar[131]
O hakikî sebepler,
zahirî sebeplere hem hakimdirler, hem de onlara galiptirler.
"Bu sebepler
üzerinde başka sebepler vardır.
Bu sebebe bakma, asıl
bakışını o sebebe çevir."[132]
Bu zahirî sebepler,
hakiki sebepler karşısında çok basit ve zayıf kalırlar. Olay ve durum hakikî
sebeplere bağlıdır.
"Bu sebep hasta
olduğu gibi topal ve sakattır da.
Öteki sebep ise hem
lambadır hem de fitil.
Gece lambanın fitilini
yak da aydınlat.
Güneş lambasını bundan daha temiz ve sağlam bil.[133]
Peygamberler (a.s.)
döneminde bütün bir dünya zahirî sebepler içinde sarmaş dolaş olduğundan sebeplere
bağlanmak, herşeyi sebeplere bağlamak eri aşırı noktasına ulaşmıştı. Sebepleri
yaratan ve onun kesin ve mutlak kudreti tamamen gözlerden kaybolmuş, kafalardan
silinmişti. Yeryüzünün her tarafı şirke ve herşeyi zahirî sebeplere bağlamaya
yönelmişti. Bu bakımdan peygamberler sebeplere darbe indirdiler ve sebepler
yerine, sebepleri ortaya koyan kâdir-i mutlak (Allah/a yönelttiler. Allah da
onların eli ile sebepler zincirinin tamamen aksine olaylar ortaya çıkararak,
mucizeler göstererek sebeplerin asılsızlığını, zayıflığım açığa çıkarttı.
"Peygamberler
sebepleri koparmak (ortadan kaldırmak.) için geldiler.
Kendi mucizelerini
yedi kat göğe ilettiler.
Sebepsiz (vasıtasız)
olarak denizde yarık açtılar.
Ziraatsız (ekmeden)
buğdayı, yiyecekleri elde ettiler.
Onların çalışma ve
gayreti ile çakıllar toz oldu.
Onların isteği ile yün
ipek haline geldi.
Bütün Kur'an-ı Kerim
sebebin kaldırılıp koparılması içindir.
Derviş yüceldi, değer
kazandı. Ebû Leheb helak oldu."[134]
Fakat Allah Teâlâ'nın
geçerli olan genel âdet ve sünneti;
her sebeplinin, sebeplerden
var olmasıdır. Bundan da kullara,
gayret, hareket ve yaptırım kastedilmiştir.
"Bir işi yapmak
isteyen ne aradığını bilsin diye, Fakat çoğunlukla herşey sebeplere dayanır,
sebeplerden ortaya çıkar."
İşte bu minval ve
üslup üzere Mevlânâ bütün o kelâm meselelerini ve dinin temellerini,
akidelerini (İslâm'ın usul ve akaidini) anlatır, izah eder gider. Ke-lâmcılar
ve Eş'arîlerin tartışmacı isbat tarzları ve felsefecilerin sihirli ifadeleri
bunları, anlaşılması imkânsız, kavranması zor, son derece zevksiz, sınırlı,
kuru şeyler haline getirmişti. Mevlânâ bu konuları ve gerçekleri ilm-i kelâmın
ve felsefenin dar geçitlerinden çıkararak genel anlayışa ve aklı selimin geniş
ufuklarına getirip anlatmış, kafa ve gönüllere iyice yerleştiren misallerle,
herkesin anlayacağı ifadelerle, sade ve etkili bir anlatış
tarzı ile hayatın her
gün karşılaşılan hakikati ve bir olayı haline koymuştur. [135]
Mesnevi, İslâm
âleminin düşünce ve edebiyatına derin etki yapmış, uzun süre devam eden bir
tesir bırakmıştır. İslâm dünyasının bu kadar geniş bir ortamını bu kadar uzun
süreli etkileyen böyle eserler İslâm edebiyatında çok az bulunur. Altı asırdan
beri İslâm dünyasının aklî, ilmî, edebî ortamları devamlı onun nağmeleri ile
çınlamış ve kafalara yeni ışık, gönüllere yeni hararet bahsetmiştir. Her
devirde şâirler ondan yeni konular, yeni üslûblar, yeni tabirler almışlar,
Mesnevi onların düşünce güçlerini ve edebî yeteneklerini geliştirmiştir.
Kelâmcılar, öğreticiler kendi dönemlerine ait sorunları ve şüpheleri çözmek
için ondan yeni yeni deliller, kafalara yerleşen misaller, gönüllere hoş gelen
hikâyeler ve taze taze yollar bulmuşlardır. Onlar Mesnevi sayesinde kendi
dönemlerindeki huzursuz gönülleri ve zekî gençleri huzura kavuşturmuşlar,
tatmin etmişlerdir. Tarikat erbabı ve intisablı hâl ehli marifet sahibi kişiler
de Mesnevi' den, hikmetli konular, ince ve derin bilgiler, daha önemlisi, aşk
mesajı, yanış yakı-hş, cezbe ve kendinden geçme malzemesi elde etmişlerdir.
Onların halvetlerim, toplantılarını asırlarca o Mesnevi titretmiştir. Bu
bakımdan her devrin aşk ve muhabbet erbabı ve marifet ehli kimseleri onu meclislerinin
mumu, gönüllerinin tercümanı yapmışlardır.
Bununla birlikte
Mesnevi'mn bütün konuları ve anlattıkları baştan başa tenkid üstü ve her çeşit
hata ve kusurlardan arınmış değildir. Pek çok bozuk düşünceli, sapık inançlı
kişiler, sakat anlayışlı tasavvufçular ve uçarı nefsaniyetçiler ara sıra ondan
yanlış yolda faydalanmışlar, bazı noktalarım ele alarak istismar etmişlerdir.
Hâlâ vahdet-i vücûdçular onda kendi görüş ve kanaatlerini destekleyen deliller
ve isbatlar bulurlar.
Herşeye rağmen o
Mesnevi; günahsız ve kusursuz olmayan bir insan sözüdür ve içindekiler arasında
onun gönül duyguları olduğu gibi, dışardan aldığı etkiler de vardır.
Bütün bunlarla
birlikte şu inkâr edilemez bir gerçektir ki, Mesnevi kendi döneminin en büyük
bir şaheseri ve İslâm düşüncesinin üstünlüğünün ölümsüz canlılığının isbatıdır.
O, İslâm dünyasının düşünce durgunluğuna, ilmî ve edebî donukluğuna ve taklidçi
edebiyat ile ilm-i kelâma Öldürücü bir darbe vurmuştur. Hicri yedinci asırda
ayağa kalkmaya hazır ve dinlenmeye çekilmiş olan İslâm düşünce ve fikir
kervanını yeniden harekete geçirerek canlı ve istekli bir şekilde yol almaya
azmettirmiştir.
Mesnevî'nin en önemli
hizmetlerinden biri de, yeniden İslâm dünyasına materyalizmin ve duyu organlarının
verdiği bilgilere sarılmanın hâkim olduğu, Avrupa'nın yeni felsefesinin ve
tekniğinin kalplere şüpheler ve tereddütler tohumu ektiği, imanla ilgili
meselelere ve gayb âlemine ait gerçeklere genel bir güvensizliğin doğduğu,
sentez ve analizi yapılamayan, deney ve görüntüsü olmayan ve duyu organlarının
elde edemediği (yakalayamadığı) herşeyin mevcud olmadığı kanaatinin arttığı,
eski akâid kitaplarının ve isbatlama usûlü ile kelâm ilminin bunlara karşı
koyup mücadele yapamadığı şu milâdî yirminci yüzyılda, bu azgın ve durmadan
artan (Avrupa'nın maddî ve siyasî istilâsından, sömürgeciliğinden daha az
tehlikeli olmayan) tufana karşı
başarılı bir mücadele
vermiş olmasıdır.
Mesnevi; dinin ve
görünmeyen gayb âle-minin gerçeklerinin azametini, peygamberlerin getirdiği
bilgilerin üstünlüğünü, gayb âleminin genişliğini ve kalp ile ruhun, iman ile
vicdanın önemini yemden kalplere kazımıştır. Felsefe ile materyalizmin
yaraladığı ve irtidad (dinden çıkış) kapısının önüne getirip diktiği veya İslâm
ve iman sınırını aşıp giden binlerce genci ve değerli kafaları yeniden iman ve
İslâm'a kazandırmıştır. Hindistan'da, böyle ilim adamlarından büyük bir miktar
vardır. Onlar samimiyetle itiraf ederek, Mesnevi sayesinde yeniden İslâm'ın
nimet ve servetine sahip olduklarını, onun feyiz ve cazibesi ile müslüman ve
iman ehli olduklarını belirtirler.
Yirminci yüzyılın en
büyük müslüman felsefecisi ve düşünürü Dr. Sir Muhammed İkbâl, Celâleddin-i Rûmî'nin
feyiz ve irşadından ve kendisini onun talebesi ve onu da kendisini doğru yola
getiren hocası kabul ettiğinden yer yer bahsetmiş, bunu itiraf etmiş ve Mesnevi'
nin kendisine yeni bir ruh, yeni bir heyecan verdiğini açıkça belirtmiştir.
Bir yerde şöyle der:
"İçi (ruhu) aydın
mürşid (yol gösterici) pîr Rûmî, Aşk ve cezbe kervanının lideridir o. Onun
makam ve mevkii ay ve güneşten daha yüksektir.
Çadırını ve çadır
ipini kehkeşândan yapar.
Kur'an'm nuru onun
sinesinin ortasmdadır. Onun aynasından Cem'in kadehi (şarap bardağı) utanır."[136] Bir
diğer yerde şöyle der:
“Qt aşk ve muhabbet
önderi (Celâleddîn Rûmî),
Susuz olanlara onun sözleri
(selsebîl) cennet çeşme-(gibi)dir."[137]
Fakat bununla birlikte
o, bazı kimselerin bakışlarını onun sözlerinin sadece zahirî manasına bakarak
sınırlandırdıklarından asıl anlatmak istediğine inatla yönelmediklerinden
şikâyet eder.
Onun cana can katan,
gönül yakan özü ve ruhu yerine, raks (dans) ve vecde âlet etmişlerdir diye
öfkelenir,
"Kimsenin
görmediği şekilde onun sözlerim açıklamışlar,
Onun manasım ceylan
gibi bizden kaçırmışlar. Onun sözünden vücûdun raksını (dansını) çıkarmışlar, bfcı
Gözleri, ruhun dansından gizlemişlerdir."[138]
Ama bu kusur Mesnevi'
nin değil, bizimdir. Mesnevi bu değişim (inkilap) döneminde bile bize yoldaş
olabilir, yol gösterebilir. Bu maddeci devrin, materyalist çağın en çok mahrum
olduğu şey yanıp yakılış ve iffetli aşktır.
"Gönüller yanış
yakılıştan mahrum, gözler iffetli değil.
O halde senin korkusuz
olmayışına şaşılacak ne var.
Frenk sürmesi ile
(batı kültürü ile) aydınlanmış o göz,
Beceriklidir, lâf
üretendir, ama ıslak (manevî aşka sahip) değildir.[139]
Bu uyanık ve canlı
servet Mesnevi' den elde edilebilir. Bu asrın, içinde bulunduğumuz bu çağın
gençlerine vasiyet ve tavsiye ederek şöyle buyuruyor İkbâl:
"Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî'yi kendine yol arkadaşı (yol gösteren) yap.
Tâ ki Allah sana yanış
yakılış (manevî yücelik) nasib etsin.
Mevlânâ özü kabuktan
ayırdığı (dıştaki kabuk ile içteki gerçeği bildiği) için,
Dostun (sevgilinin)
yanma giderken ayağını sağlam basar (yolda perişan bırakmaz)."[140]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/425-427.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/427-428.
[3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/429
[4] Şu anda Afganistan toprakları içinde bulunuyor.
[5] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/429-430.
[6] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/430.
[7] Bu bilgileri en güzel şekilde aktaran, merhum Kadı
Hüseyin Gevrekhpûrî, bu son devirde Mesnevî'nin ve Mesnevi yazarının en
büyük âşıkı ve
araştırıcı âlimi idi.
Onun kitabı &
Mir'âtü'I-Mesnevî'nin, ilgili kitaplar içinde bir benzeri yok-■(. tur. Mir'âtü'I-Mesnevî'nin dışında şu ana
kadar basılmamış ( olan iki tane daha
araştırmaya dayanan eseri vardır. Biri: ö
Sâhibü'l-Mesnevî, diğeri de; Nakdü'l-Mesnevî'dir. Bu iki kitabın
yayınlanması, Rûmî'nin edebiyatı üzerinde kıymetli bilgiler verecek, bu
bilgilere çok katkıda bulunacak bir hizmet olacaktır. Sâhibü'l-Mesnevî, Hindistan'daki
Âzamgarh şehrindeki Dârül Musannifin İslâm yayınevinin basım programı ■' içindedir. Biz bu kitaptan onun
değerli oğlu Tevekkül Hüseyin'in büyük lütfü ile faydalandık. Bu çok kıymetli
eserden^ $ alıntılarda bulunmak fırsatı elde ettik. Allah ondan razı olsun ve
hayırlı mükâfatlar versin.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/430-432.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/432434.
[10] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/434-435.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/435-436.
[12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/436-437.
[13] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/437-439.
[14] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/439-440.
[15] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/440-441.
[16] Bazıları;
Konya'da Şems'i gizlice
öldürdüler, demiştir. Mevlânâ ise
"Allak istediğini yapar ve istediğine karar verir" âyetini
okumuştur. Araştırmalar gösteriyor ki
öldürme iddiası tamamen yanlıştır. Öyle olsaydı Mevlânâ onu aramazdı.
[17] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/441-444.
[18] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/444-445.
[19] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/445-446.
[20] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/446-447.
[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/447.
[22] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/447-448.
[23] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/449-451.
[24] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/451-452.
[25] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/452-453.
[26] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/453.
[27] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/454-455.
[28] İkbâl'in Mesnevi Hödî (Benlik Mesnevisi) kitabından.
[29] İkbâl'in Mesnevi Hödî (Benlik Mesnevisi) kitabından.
[30] Mesnevi, s.316, Nevelkişor baskısı, Hindistan.
[31] Mesnevi, s.316, Nevelkişor baskısı, Hindistan.
[32] Bâli Cibril, İkbal. Türkçe Tere: Yusuf Karaca, Baytan
Kita-bevi, 1971 İstanbul.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/456-458.
[33] Mesnevi, s. 101.
[34] Mesnevi, s.101.
[35] Mesnevi, s. 368.
[36] A.g.e, s.422.
[37] A.g.e., s. 96.
[38] A.g.e, s. 224
[39] A.g.e, s. 402.
[40] A.g.e., s. 152.
[41] A.g.e., s. 489.
[42] A.g.e, s. 489.
[43] A.g.e, s. 171.
[44] A.g.e., s. 55.
[45] A.g.e., s. 449.
[46] A.g.e., s. 246.
[47] A.g.e.,s. 246.
[48] A.g.e., s. 347.
[49] A.g.e., s. 230.
[50] A.g.e., s. 82.
[51] A.g.e., s.544.
[52] A.g.e., s. 449.
[53] A.g.e.,s. 86.
[54] A.g.e., s. 86.
[55] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/458-468.
[56] Bâli Cibril, İkbâl, Tercüme: Yusuf Karaca, Baytan
Kitabevi
[57] A.g.e., s. 135.
[58] A.g.e., s. 5.
[59] Bâli Cibril, İkbâl. Tercüme: Yusuf Karaca.
[60] Mesnevi, s. 247.
[61] Ag.e., s.247.
[62] A.g.e., s. 591.
[63] A.g.e., s. 595.
[64] A.g.e., s. 595.
[65] A.R.e., s. 595.
[66] 42.A.g.e., s. 139.
[67] A.g.e., s. 139.
[68] A.g.e., s. 5.
[69] A.g.e., s. 334.
[70] A.g.e., s. 334.
[71] A.g.e, s. 334.
[72] A.g.e., s. 49
[73] A.g.e., s. 334.
[74] A.g.e., s. 334.
[75] A.g.e., s. 49.
[76] A.g.e., s. 7
[77] A.g.e., s. 5
[78] A.g.e., s. 405
[79] A.g.e., s. 442
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/468-476.
[80] A.g.e., s. 199
[81] A.g.e., s. 596
[82] A.g.e., s. 154
[83] A.g.e., s. 170.
[84] A.g.e., s. 239
[85] A.g.e., s. 239
[86] A.g.e., s. 521.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/476-480.
[87] A.g.e. s. 515
[88] A.g.e. s. 552.
[89] A.g.e. s. 472.
[90] A.g.e. s. 594
[91] A.g.e. s. 594
[92] A.g.e. s. 475
[93] A.g.e. s. 561
[94] A.g.e. s. 515.
[95] A.g.e. s. 475
[96] A.g.e. s. 426
[97] A.g.e. s. 959
[98] Divan'indan.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/481-486.
[99] A.g.e.,s. 503.
[100] A.g.e.,s. 26
[101] A.g.e.,s. 27
[102] A.g.e.,s. 28
[103] A.g.e.,s. 131
[104] A.g.e.,s. 335
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/486-491.
[105] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/492-193.
[106] Fussilet, 41/53.
[107] Mesnevi, s.305.
[108] A.g.e.,s.305.
[109] A.g.e.,s.305.
[110] A.g.e.,s.305.
[111] A.g.e.,s.513.
[112] A.g.e.,s.159.
[113] Mesnevî, s.250.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/493-497.
[114] A.g.e.,s. 180.
[115] A.g.e.,s. 271
[116] A.g.e.,s. 271
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/497502.
[117] A.g.e.,s. 90.
[118] A.g.e.,s. 24
[119] A.g.e.,s. 10.
[120] A.g.e.,s. 141.
[121] A.g.e.,s. 410.
[122] A.g.e.,s. 410.
[123] A.g.e.,s. 276.
[124] A.g.e.,s. 25.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/502-506.
[125] A.g.e.,s. 461-462.
[126] A.g.e.,s. 463.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/506-508.
[127] A.g.e.,s. 427.
[128] A.g.e.,s.261.
[129] A.g.e.,s. 427.
[130] A.g.e.,s. 25.
[131] A.g.e.,s. 25.
[132] A.g.e.,s. 246.
[133] A.g.e.,s. 141.
[134] A.g.e.,s. 246.
[135] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1,
Kayıhan Yayınları: 1/508-514.
[136] M. İkbâl, Ey Şark Milleti, Ne Yapmalı, s. 1
[137] M. İkbâl, Câvidname,
[138] M. İkbâl, Câvidnâme, & 224."
[139] Bâli Cibril, Tercüme: Yusuf Karaca, Bajjtan Yayınevi.
[140] Câvidnâme, s. 224.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları:
1/514-518.