Nuh Aleyhisselam.. 1

Nuh (A.S.)'Un Şahsına Ait Bazı Haberler. 21

Nuh (A.S.)'Un Oruç Tutuşu. 21

Nuh(A.S.)'Un Haccı 22

Nuh (A.S.)'Un Oğluna Vasiyeti 22

Hud Peygamberin Kıssası 23

Semûd Mîlletinin Peygamberi Hz. Salih. 36

 

Nuh Aleyhisselam

 

Nuh peygamber, Müteveşlih oğlu Lamek'in oğludur. Müteveşlih te Yei'd oğlu Hanuh'un, yani îdris peygamberin oğludur. Hanuh, Kaynan oğlu Mehlayil'in oğludur. Kaynan, Şit oğlu Enuş'un oğludur. Şit de, in­sanlığın babası Adem peygamberin oğludur.

Nuh peygamber, Adem (a.s.)'in vefatından 126 yıl sonra doğmuştur. İbn Cerir ve diğerleri böyle demişlerdir.

Ehl-i Kitabın eskiçağ tarihine göre Adem (a.s.)'in vefatı ile Nuh (a.s.)'un doğumu arasında geçen zaman 146 yıldır. Aralarında on nesil geçmiştir. Nitekim Hafız Ebu Hatîm b. Hibban, sahihinde demiş ki: Muhammed b. Ömer b. Yusuf, Ebu Ümame'den rivayet etti: Adamın biri dedi ki:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Adem, peygamber miydi?

- Evet.. Allah'ın kelamına muhat ab oldu.

- Onunla Nuh'un arasında ne kadar zaman geçti?

- On nesil...

Sahih-i Buharî'de İbn Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: «Adem ile Nuh arasında on nesil vardı. Hepsi de İslâm (dini) üzerindeydiler.»

Hadis-i şerifin metninde geçen (kam) kelimesinden kasıt, yüz sene ise, - nitekim insanların çoğu bu kelimeyi duyduklarında ilk olarak ona 100 sene anlamım verirler - demek İd Adem ile Nuh arasında 1000 sene geçmiştir. Ama bu, İbn Abbas'm koymuş olduğu "Hepsi de İslâm (dini) üzerindeydiler" kaydına aykırı düşmemektedir. Bu durumda ikisinin arasında Müslüman olmayan başka nesiller geçmiş olabilir. Fakat Ebu Umame'nin hadisi, aralarında sadece on nesil geçmiş olduğuna delâlet etmektedir. İbn Abbas, o nesillerin Müslüman oldukları kaydını ekle­miştir ki bu da, tarihçilerin ve diğer Ehl-i Kitabın ortaya attıkları; "Ka­bil ve oğulları ateşe taptılar" iddiasını çürütmektedir.

Doğrusunu Allah bilir.

Kam kelimesinden kasdm, insan nesli olması halinde Nuh (a.s.)'dan önceki nesillerin uzun asırlar yaşadıkları ortaya çıkmaktadır. Böyle olunca da Adem ile Nuh arasında binlerce senelik bir zaman geçtiği söy­lenebilir. Karn kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde de nesil manasında kullanılmıştır:

«Nuh'dan sonra nice nesilleri yoketmişizdir.» (ci-lsrâ, 17.)

«Bunların ardından başka nesiller varettik.» (ci-Mü'mmun, 3i.) «Ad, Semud milletleri ile Resslileri ve bunların arasında birçok ne­silleri de yerle bir ettik.» (ei-Fuı-kân, 38.)

«Onlardan önce nice nesilleri yokettik.» (Meryem, 74.) Nitekim Peygamber Efendimiz de buyurmuşlar ki: «Nesillerin en hayırlısı, benim (zamanımda yaşayan) neslimdir.»

Hülasa Nuh peygamber, insanların putlara taptıkları, sapıklık ve küfür yoluna girdikleri bir zamanda Allah tarafından kullara rahmet olarak gönderildi. Kıyamet gününde söz sahibi kimselerin de söyliye-cekleri gibi, yeryüzüne rasûl olarak gönderilen ilk insandır. İbn Cübeyr ve diğerlerinin dedikleri gibi, Nuh'un milletine Rasib oğulları denirdi. Onun kaç yaşındayken peygamberlikle görevlendirildiği hususunda ihtilaf edilmiştir. Kimileri elli yaşındayken, kimileri 350 yaşındayken, kimileri de 480 yaşındayken peygamber olduğunu söylemişledir. 480 yaşındayken peygamber olduğu sözünün, İbn Abbas'a ait olduğu söyle­nir. Bunu, İbn Cerir anlatmıştır.

Cenab-ı Allah, Nuh peygamberin hayat hikayesini, milletinin ona yaptıklarım, onu inkar edenlere indirilen Tufan azabını, geminin Nuh ve arkadaşlarını tufandan nasıl kurtardığını, Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerlerinde anlatmıştır:

«Andolsun ki Nuh'u milletine gönderdik. "Ey milletim! Allah'a kul­luk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur; doğrusu sizin-için büyük günün azabından korkuyorum." dedi. Milletinin ileri gelenleri: "Biz senin apa­çık sapıklıkta olduğunu görüyoruz." dediler.

"Ey milletim! Bende bir sapıklık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyo­rum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak üzere sizi uyarmak için ara­nızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsu-nuz?"dedi. Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide beraberinde olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda boğduk. Çünkü onlar kör bir milletti.» (el-AVâf, 59-64.)

«Ey Muhammed! Onlara Nuh'un başından geçenleri anlat: Milleti­ne, "Ey milletim! Eğer durumum, Allah'ın ayetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa - ki ben Allah'a güvenmişimdir - siz ve koştuğunuz ortak­lar elbirliği edin; yapacağınız iş sonra size bir tasa vermesin. Sonra onu bana uygulayın ve beni ertelemeyin." demişti. "Eğer yüz çevirirseniz bi­lin ki, ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir. Müslimlerden olmakla emrolundum." Onu yalancı saydılar. Ama biz onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları ötekilerin ye­rine geçirdik. Ayetlerimizi yalanlıyanları, suda boğduk. Uyarılanlar­dan söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!.» (Yûnus, 71-73.)

«"Andolsun ki biz Nuh'u kendi milletine gönderdik. "Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım; Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum." dedi. Milleti­nin inkarcı ileri gelenleri: "Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğu­nu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim ayaktakımı dışında kimse­nin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz- de yoktur; biz sizi yalancı sanıyoruz." dediler. Nuh: "Ey Milletim! Rabbimin katından bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rahmet vermiş olsa da bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin, zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz?" dedi. "Ey Milletim! Buna karşılık ben sizden bir mal da istemi­yorum. Benim ücretim Allah'a aittir. İnananları da kovacak değilim; çünkü onlar Rabbleriyle karşılaşacaklar; fakat ben sizi cahil bir millet olarak görüyorum." "Ey Milletim! Onları kovarsam, Allah'a karşı beni kim savunur? Düşünmez misiniz?" "Size, Allah'ın hazineleri yammda-dır demiyorum. Gaybı bilmem; doğrusu melek olduğumu da söylemiyo­rum; küçük gördüklerinize Allah iyilik vermeyecektir diyemem; içlerin­de olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık etmiş olurum."

"Ey Nuh! Bizimle tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen, tehdid ettiğin azabı başımıza getir." dediler. "Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir. Siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbi-nizdir, ona döneceksiniz." dedi. Ey Muhammed! Sana "Kur'ân'ı kendili­ğinden uydurdu." derler, de ki: "Uydurdumsa suçu bana aittir. Oysa ben sizin işlediğiniz günahlardan uzağım." Nuh'a: "Senin milletinden, inan­mış olanlardan başkası inanmayacaktır; onların işlediklerine üzülme; gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır." diye Allah tarafından vahyolundu.

Gemiyi yaparken, milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradık­ça onunla alay ederlerdi. O da: "Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay etti­ğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edici azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğim göreceksiniz." dedi.

Buyruğumuz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca: "Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan ço­luk çocuğunu ve inananları gemiye bindir." dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı. Allah: "Oraya binin; yürümesi ve durması Allah'ın izniyledir, Rabbim bağışlar ve merhamet eder.»"dedi. Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken, Nuh, bir kenarda ayrı kalmış olan oğ­luna: "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kafirlerle birlik olma." diye seslendi. Oğlu: "Dağa sığınının, beni sudan kurtarır." deyince, Nuh: "Bugün Allah'ın buyruğundan - O'nun acıdıkları dışında  kurtulacak yoktur." dedi. Aralarına dalga girdi; oğlu da boğulanlara karıştı. Yere: "Suyunu çeki." Göğe: "Ey gök! Sen de tut!" denildi; su çekildi; iş de bitti. Gemi, Cudi'ye oturdu. "Haksızlık yapan millet, Allah'ın rahmetinden uzak olsun." denildi. Nuh Rabbine seslendi: "Rabbim! Oğlum benim ai-lemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hük­medenisin." dedi. Allah: "Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz; çünkü kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme. İşte sana öğüt, bilgisizlerden olma." dedi. "Rabbim! Bilmediğim şeyi senden iste­mekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum." dedi. "Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden in. Ama bir çok toplulukları da geçindireceğiz. Sonra onlara canyakıcı bir azab verece­ğiz." denildi. "Ey Muhammed! Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de, milletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret, sonuç, Allah'tan sakınanlarındır."» (Hud, 25-49.)

«Nuh da daha önceleri bize yalvarmıştı, onun duasını kabul edip, kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık. Ayetlerimizi yalanlı-yan millete karşı ona yardım ettik. Doğrusu onlar fena bir milletti, hep­sini Suda boğduk.» (el-Enbiyâ, 76-77.)

«Andolsun ki Nuh'u milletine gönderdik; onlara: "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin; ondan başka tanrınız yoktur; sakınmaz mısınız?." dedi. Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir; sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melek­ler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik. Bu adamda nedense biraz delilik var, bir süreye kadar onu gözetleyin." dediler, Nuh: "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et." dedi. Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: "Gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap; buyruğumuz gelip sular kaynayınca, her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir. Haksızlık yapanlar için bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır." Ey Nuh! Sen ve beraberindekiler gemiye yerle­şince: "Bizi zalim milletten kurtaran Allah'a hamdolsun." de. "Rabbim beni kutsal bir yere indir. Sen, indirenlerin en iyisisin." de. Doğrusu bunlarda dersler vardır. Biz şüphesiz insanları denemekteyiz.» (el-Mü'minûn, 23-30.)

«Nuh'un milleti peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Nuh, onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderil­miş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan salanın ve bana itaat edin. Buna kar­şı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine aittir. Artık Allah'tan salanın ve bana itaat edin." dedi. "Sana mı inana­cağız? Sana en rezil kimseler uymaktadır." dediler. Nuh: "Onların yap­tıkları hakkında bir bilgim yoktur, hesaplarını* görmek Rabbime aittir, düşünsenize! Ben, inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça uyarı­cıyım." dedi. "Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacak-lardan olacaksın." dediler. Nuh: "Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberim deki ina­nanları kurtar" dedi. Bunun üzerine onu ve beraberinde bulunanları, dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık. Sonra da geride kalanları suda boğduk. Doğrusu bunda bir ders vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Rab-bin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.»(eş-Şuara, 106-122.)

«Andolsun ki Nuh'u milletine gönderdik; aralarında 950 yıl kaldı. Sonunda onlar haksızlık yaparken, tufan onları yakalayıverdi. Ama biz, Nuh'u ve gemide bulunanları kurtardık ve bunu dünyalara bir ibret lal­dık.» (el-Ankebût, 14-15.)

«Andolsun ki Nuh Bize seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiş­tik. Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. Ancak onun soyunu sürekli kıldık. Sonra gelenler için de: "Alemlerde Nuh'a selam olsun" di­ye ona iyi bir ün bıraktık. İşte biz iyi davrananları böyle mükafatlan­dırırız. Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı. Sonra diğerlerim su­da boğduk.» (es-Sâffât, 75-82.)

«Bu putperestlerden Önce Nuh milleti de yalanlamış, kulumuzu ya­lanlayarak: "Delidir" demişlerdi, yolunu kesmişlerdi. O da : "Ben yenil­dim, bana yardım et", diye Rabbine yalvarmıştı. Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık; her iki su, belirtilen bir ölçüye göre birleşti. Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik. İnkar edilmiş olan Nuh'a mükafat olarak verdiğimiz gemi, nezaretimiz altında yüzüyordu. Andolsun ki biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Öğüt alan yok mudur? Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Andolsun ki Kur'ân'ı öğüt olsun diye ko­laylaştırdık; öğüt alan yok mudur?.» (el-Kamer, 9-17.)

«Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...»

«"Milletine can yakıcı bir azab gelmezden önce onları uyar." diye Nuh'u milletine gönderdik. O da şöyle dedi: "Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım." "Allah'a kulluk edin; ondan sa­kının ve bana itaat edin ki Allah günahlarınızı size bağışlasın ve sizi bel­li bir süreye kadar ertelesin; doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılamaz; keşke bilseniz!" Nuh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, mille­timi gece gündüz çağırdım."

"Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını arttırdı. "Doğrusu ben, senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarım -kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndi­ler, büyüklendikçe büyüktendiler." "Sonra doğrusu ben onları açıkça ça­ğırdım." "Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim." "De­dim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin İd - doğrusu o çok bağışlayandır - size gökten bol bol yağmur indirsin." "Sizi mallar ve oğullarla des­teklesin; sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın." "Ne oluyorsu­nuz ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?." "Oysa sizi merhale­lerden geçirerek o yaratmıştır." "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl ya­rattığını görmez misiniz?." "Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve Gü­neş'in ışık saçmasını sağlamıştır." "Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştir­miştir." "Sonra sizi oraya döndürür ve yine oradan çıkarır." "Yeryüzün­de dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için, onu size yayan O'dur."

Nuh: "Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular; birbirinden büyük dü­zenler kurdular" dedi. İnsanlara: "Sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin." dediler. "Böylece bir çoğunu saptırdılar; Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaş­kınlığım arttır." Onlar, günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe so­kuldular, kendilerine Allah'tan başka yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma. Doğrusu sen onları bı­rakırsan, kullarım saptırırlar; sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan başka­sını doğurup yetiştirmezler. Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime inan­mış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla; yalnız zalimleri yok et!"» (Nûh,i-28.)

Yukarıda geçen mevzuların herbiriyle ilgili olarak tefsirimizde gerekli açıklamayı yaptık. Bu farklı yerlerden alıntılar yaparak Nuh kıssasını, hadis ve eserlerin de delaletiyle derli toplu olarak anlatmaya çalışacağız.

Nuh kıssası, Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde anlatılmış; Nuh (a.s.) övülmüş, muhalifleri de yerilmiştir. Şöyle ki: «Nuh'a ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Ya-kub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettigimiz gibi ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik. Peygamberlerden sonra, insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberler­den bir kısmım daha önce sana anlatmış, bir kısmını da anlatmamıştık. Allah, Musa'ya hitab etmişti. Allah güçlüdür, Hakimdir.» (cn-Nisâ, 163-165.)

«Bu, İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediği­mizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu Rabbin hakimdir, bilendir. Ona îshak'ı, Yakub'u bağışladık, herbirini doğru yola eriştirdik. Daha önce Nuh'u ve soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf u, Musa'yı ve Harun'u - ki işlerini iyi yapanlara böylece karşılık veririz - Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı - ki hepsi iyilerdendir -, İsmail'i, Elyesa'ı, Yu­nus'u, Lût'u -ki hepsini dünyalara üstün kıldık.- babalarından, soyla­rından, kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve doğru yola eriştirdik.» (ei-En'âm, 83-87:)

«Kendilerinden önce olan Nuh, Ad, Semud milletlerinin İbrahim milletinin, Medyen ve alt üst olmuş şehirler halkının haberleri onlara gelmedi mi? Peygamberleri onlara belgeler getirmişlerdi. Allah onlara zulm'etmemiş, onlar kendilerine yazık etmişlerdir.» (et-Tevbe, 70.)

«Sizden önce geçen Nuh, Ad, Semud milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri - İd onları Allah'tan başkası bilmez - size ulaşmadı mı? "Onlara peygamberleri belgelerle geldiler. Fakat ellerini ağızlarına götürüp: "Biz, sizinle gönderilene inanmıyoruz. Bizi çağırdığınız şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz." dediler.»(îbrâhîm,9.)

«Ey Nuh'la beraber taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyu! Doğ­rusu Nuh, çok şükreden bir kuldu.» (ei-Isrâ, 3.)                   

«Nuh'dan sonra nice nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günahla­rından haberdar ve onları gören olarak Rabbin yeter.» (ei-îsrâ, 17.)

«Peygamberlerden söz almıştık. Ey Muhammed! Senden, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan, Meryem oğlu İsa'dan sağlam bir söz almışız­dır.» (el-Aîlzâb, 7.)

«Onlardan önce Nuh milleti, Ad, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Fi­ravun, Semud, Lut milleti, Eykeliler de peygamberleri yalanlamıştı. İş­te bunlar da peygamberlerine karşı birleşen topluluklardır. Hepsi pey­gamberleri yalanladı da azabımı hakkettiler.» (Sâd, 12-14.)

«Onlardan önce Nuh milleti, ardından, peygamberlere karşı gelen topluluklar da peygamberlerini yalanlamış; her ümmet, peygamberini cezalandırmaya azmetmişti. Bâtılı hakkın yerine koymak için mücade­le etmişlerdi. Bunun üzerine ben onları yakaladım. Cezalandırmam na-sılmış? İnkar edenlerin cehennemlik olduklarına dair Rabbinin sözü böylece gerçekleşti.» (el-Mü'min, 5-6,)

«Allah Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammed! sana vahyettik. İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: "Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin." Putperestleri çağırdığın şey, onların gözünde büyümektedir. Allah dilediğini kendine seçer; Kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.» (eş-Şûrâ, 13.)

«Onlardan önce Nuh milleti, Resslüer, Semud, Ad, Firavun milletle­ri, Lut'un kardeşleri, Eykeliler, Tübba milleti de yalanlamışlardı; evet; bunların hepsi peygamberleri yalanlamışlardı da verdiğim söz, aleyhle­rinde gerçekleşmişti. »(el-Kâf, 12-1.4.)

«Daha önce Nuh milletini de cezalandırmıştık. Çünkü onlar da yol­dan ÇlkmiŞ bir milletti.» (ez-Zûriyât, 46.)

«Daha önce de Nuh milletini yok eden O'dur; çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın kimselerdi.» (cn-Necm, 52.)

«Andolsun ki Nuh'u ve İbrahim'i biz gönderdik; ikisinin soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik; soylarından gelenlerin kimi doğru yoldadır, bir çoğu da yoldan çıkmıştır.» (ei-Hadîd, 26.)

«Allah, inkar edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını misal gös­terir: Onlar, kullarımızdan ilci iyi kulun nikahında iken onlara karşı ha­inlik edip inkarlarım gizlemişlerdi de iki peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına: "Cehennem'e girenlerle beraber siz de girin."dendi.» (ct-Tahı-îm,ıo.)

Nuh peygamberle milleti arasında geçen olayların hikayesi; kitap­tan, sünnetten ve sahabe haberlerinden alınmıştır. Önceki sayfalarda da İbn Abbas'tan naklen belirttiğimiz gibi, Adem peygamberle Nuh pey­gamber arasında on nesil geçmiş, bu nesillerin hepsi de Müslümanmış. Yani tevhid manana bağlıymış. O iyi nesiller geçip gittikten sonra, Nuh peygamberin zamanındaki insanların puta tapan kimseler haline gel­melerine ortam sağlayan bir takım olaylar vukubulmuş. Bunun sebebi de, Buharî'nin şu aşağıdaki ayet-i kerimenin tefsiriyle ilgili olarak İbn Abbas'tan yapmış olduğu şu rivayettir:

«İnsanlara: "Sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suva', Yağus, Ye­uk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler.» (Nûh, 23.)

îbn Abbas dedi ki: Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr, Nuh peygambe­rin kavminden salih amel işleyen kimselerin adlarıdır. Bu zatlar öldük­ten sonra şeytan, onların kavmine, onların hayattayken oturdukları yerlere heykeller dikmelerini ve bu heykellere de onların adlarını ver­melerini telkin etti. Onlar da o zatların heykellerini diktiler. Ama o za­man için o heykellere tapan olmadı. O heykelleri dikenler de öldükten sonra, konuyla ilgili bilgi ortadan yok olunca, heykellere tapmaya başladılar.[1]

îbn Abbas dedi ki: Nuh kavminin bu heykelleri, daha sonra Arapla­ra mal oldu.

Taberî ise tefsirinde şöyle demiştir: «Ayette adları geçen Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr iyi ve salih kimselerdi. Adem ile Nuh arasındaki zamanda yaşamışlardı. Kendilerine uyan adamları vardı. Ölümlerin­den sonra adamları, "Bunların heykellerini yaparsak, kendilerini gör­dükçe bizi ibadete daha çok teşvik edici olurlar" dediler ve heykellerini yaptılar. Ancak bu heykelleri dikenlerin ölümünden sonra şeytan, son­raki kuşağın insanlarına gelerek: "Sizden öncekiler bu heykellere tapar ve bunları aracı kılarak yağmur yağmasını dilerlerdi" de di. Böylece o ca­hiller de bu heykellere taptılar.»

İbn Ebi Hatîm, Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğim rivayet eder: Ved, Suva1, Yağus, Yeuk ve Nesr, Adem'in çocuklarıydı. Ved, en büyükleri ve en iyileri idi.

İbn Ebi Hatîm, Ebu Mutahhar'm şöyle dediğini rivayet etti: «Ebu Cafer'in yanında Yezid b. Mühelleb'i anlattılar. Ebu Cafer ayaktaydı: Namaz kılıyordu. Namazını tamamladıktan sonra dedi ki: "Yezid b. Mühelleb'den söz ettiniz. O, Allah'tan başkasına tapınılan ilk yerde Öldürüldü." Ved'di anlattı, dedi ki: "Ved, salih bir insandı. Kavmi, kendi­sine itaat ederdi. Öldükten sonra, Babil toprağındaki mezarının çevre­sinde oturup ağlamaya, sızlanmaya başladılar. Onların feryad-ü figan­larını gören şeytan, bir insan kılığına bürünerek yanlarına sokuldu ve şöyle bir teklifte bulundu: "Ne dersiniz, size onun bir heykelini yapayım mı? Yapacağım heykeli meclisinize koyar, böylece onu hatırlarsınız."Bu teklifi kabul ettiler; şeytan da heykelini yaptı. Meclislerine koydular. Heykeli gördüklerinde Ved'di anıyorlardı. O'nu içtenlikle andıklarını görünce, ikinci bir teklifle karşılarına çıktı: "Ne dersiniz? Her birinizin evinde Vedd'in bir heykelini yapayım mı? Böylece onu evinizde de anmış olursunuz." Bu teklifi de kabul ettiler. Bunun üzerine şeytan, her bir ha­ne sahibine bir heykel yaptı. Evine giden herkes, heykeli görünce Ved'di anıyordu. O kavmin çocukları yetişti. Büyüklerinin neler yaptıklarım gördüler. Üreyip çoğaldılar. Bu heykellerin sırf bir anıyı yaşatmak için yapıldıklarım unuttular. Torunları, Allah'ı bırakıp o heykellere tapma­ya başladılar. Böylece Allah'tan başka tapınılan ilk put, Ved oldu...»

Bu anlatılanlar bizi şöyle bir sonuca ulaştırıyor: Bu putlardan her birine bir grup insan tapınıştır. Aradan uzun zamanlar geçince, ayet-i kerimede adları geçeri insanların hatıraları ebedî olsun diye suretlerini heykele dönüştürdüler. Sonra da Allah'ı bırakıp o heykellere taptılar...

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde şu rivayete rastlamaktayız.

Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Habeş diyarmdaki Mariye kilise-sini, ondaki güzelliği ve tasvirleri anlattıklarında Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Onlar öyle kimselerdir ki, aralarında iyi bir insan öldüğünde, mezarının üstüne mescid yaparlar, sonra içinde şu sureti ya­parlar. Onlar, onur ve üstünlük sahibi olan Allah katında yaratıkların en şerlisidirler.»

Yani puta tapma sebebi ile yeryüzünde fesad yayılıp bela umumileşince Cenâb-ı Allah, kulu ve elçisi Nuh (a.s.)'u insanlara gön­derdi. Nuh, onları ortaksız, bir ve tek Allah'a kulluk etmeye çağırıyor, başka varlıklara tapmaktan menediyordu. Allah'ın yeryüzü halkına gönderdiği ilk rasûl oydu. Nitekim bu husus, Buharı ve Müslim'in sahihlerinde de sabittir. Ebu Hayyan, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek şefaat hadisinde Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi:

«(Mahşer gününde çaresizlik içinde kalan insanlar) Adem'e gelerek ona şöyle derler: "Ey Adem! Sen beşeriyetin babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı. Sana kendi ruhundan üfledi. Meleklere emir verdi, onlar da sana secde ettiler. Allah seni Cennet'e yerleştirdi. Rabbinin huzurun­da bizim için şefaatte bulunmaz mısın? İçinde bulunduğumuz hali ve bi­ze ulaşan eziyeti görmüyor musun?" Adem diyecek ki: "Rabbim o kadar şiddetli bir gazaba gelmiştir ki, şimdiye dek bu kadar gazaplanmamıştı.

Bundan sonra da bu kadar gazaplanacak değildir. Beni bir ağaç (tan ye­mek) ten menetmişti. Ama ben onun emrine karşı geldim. Ben ancak kendime bakabilirim. Başkasına gidin. Nuh'a gidin."

Nuh'a gider ve ona şöyle derler: "Ey Nuh! Sen, yeryüzü halkına gön­derilen rasûlleriıı ilkisin. Allah, seni şükreden bir kul olarak adlandır­mıştır. İçinde bulunduğumuz hali ve bize ulaşan eziyeti görmüyor mu­sun? Onu ve üstünlük sahibi Rabbin katında bizim için şefaatte bulun­maz mısın?" Nuh diyecek ki: "Rabbim bu gün o kadar öfkelenmiş ki, da­ha önce bu kadar öfkelenmediği gibi, bundan sonra da bu kadar öfkele­necek değildir. Ben ancak kendime bakabilirim..."»[2]

Cenâb-ı Allah Nuh (a.s.)'u elçilikle görevlendirdiğinde, ortaksız ola-. rak Allah'a ibadet etmeye, Allah'la beraber taşlara, putlara, heykellere ve tağuta tapnıamaya, Allah'ın birliğini tanımaya, Allah'tan başka tan­rı ve rab bulunmadığına inanmaya onları davet etti. Nitekim Allah, Nuh'tan sonra gelen peygamberlere de - ki hepsi onun s oyundandırlar -bu emri verdi.

«Onun soyunu sürekli kıldık.» (cs-Sâffat, 77.)

«ikisinin (Nuh ve İbrahim'in) soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik.» (ei-Hadîd, 26.)

«Andolsun ki her ümmete: "Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçı­nın" diyen peygamberler göndermişizdir.» (cn-Nahi, 36.)

«Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerin üm­metlerini sor. Biz Rahman olan Allah'tan başka, kulluk edilecek tanrı­lar meşru kılmış mıyız?» (cz-Zuhruf, 45.)

«Ey, Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: "Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk edin." diye vahyetmişizdir.» (el-Enfaiyâ, 25.)

«Allah'a kulluk edin, ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum.» (ol-A'râf, 59.)

«Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Doğrusu ben hakkınızda can-yakıcı bir günün azabından korkuyorum.» (Hud, 26.)

«Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Karşı gelmekten sakınmaz mısınız?.» (ci-A'raf. 65.)

«Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin. O'ndan sakının ve bana itaat edin.» (Nûh, 2-3.)

«Oysa sizi aşamalardan geçirerek O (Allah) yaratmıştır.» (Nûh, 14.)

Yukarıdaki ayet-i kerimelerde anlatıldığına göre Hz. Nuh, kavmini gece- gündüz, gizli-açık, bazan sevdirip teşvik ederek, bazan da korku­tup uyararak çeşitli yöntemlerle hakka davet etmişse de onları doğru yola eriştirmeye muvaffak olamamıştı. Bilakis milletinin çoğunluğu sapıklıklarını, azgınlıklarını ve putperestliklerini sürdürdüler. Her (1) Sahîh-i Buharı, IV, 270-271. Tefsir-i Sûre-i Nuh (a.s.) zaman Nuh'a karşı düşmanlıklarını izhar ettiler. Onu ve ona inanları küçük gördüler, horladılar. Onları taşlayıp sürgün edeceklerini söyle­yerek tehdid ettiler. Onlara işkence yaparak işi çığırından çıkardılar.

«Milletinin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu gö­rüyoruz" dediler. (Nuh): "Ey milletim! Bende bir sapıldık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim" dedi.» (ci-AVaf, eo-eı.)

Yani sandığınız gibi ben sapıklardan değilim. Bilakis dosdoğru yol­da olup, "ol" dediği şeyin oluverdiği âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Rabbi-min mesajlarını size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Al­lah katından ben biliyorum.» (ci-A'rar, 62.)

Peygamberin fonksiyonu işte budur. Tebliğci olacak, düzgün konu­şup Öğüt verecektir. İnsanlar içinde onur ve üstünlük sahibi Allah'ı en çok bilen biri olacaktır.

İnkarcı milleti, bakınız Nuh'a neler söyledi:

«Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim basit görüşlü ayak takımı dışında kimsenin uy­duğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizi yalancı sanıyoruz." dediler.» (Hud, 27.)

Bir insanın peygamber olmasını tuhaf karşıladılar. O'na uyanları, ayak takımı ve küçük kimseler olarak gördüler. Denildi ki onlar, insan­ların en zayıfı ve en düşüncesizleriydiler. Heraklius'un da dediği gibi: "Onlar, peygamberlerin peşinden gidenlerdir." Bu da sırf onların hakka tabi oluşlarını engelleyecek bir maninin bulunmajnşından dolayıdır.

Nuh kavminin önde gelen inançsızları, mü'minler için "Basit görüş­lüler" demişlerdi. Yani onları davet ettiğin zaman, düşünüp taşınma­dan sana icabet ederler. Mü'minler için kusur olarak kabul ettikleri bu nitelik, aslında onlar için bir övgü vesilesidir. Allah onlardan razı olsun. Görünürdeki gerçeği kabul etmek için düşünüp taşınmaya ne gerek var? Gerçek ne zaman ortaya çıkarsa, derhal onun peşinde gitmek ve ona uy­mak gerekir. Bu bağlamda Rasûluîlah (s.a.v.), Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)'ı överken şöyle buyurmuşlardır.

«Her kimi İslâm'a davet ettiysem mutlaka duralda (yıp düşün) dü. Yalnız Ebubekir hariç. O hiç duraklamadı.»

Bu sebepledir İd sakif gününde de onun biati, hiç düşünüp taşınma­dan çabucak olup bitmiştir. Çünkü onun başkalarına üstünlüğü, saha-belerce apaçık görülmekteydi. Bu nedenledir İd Rasûluîlah (s.a.v.), vefa­tını müteakib dönem için Ebu Bekir'i halife bırakmak gayesiyle yazı yazmak isteyipte sonra bu yazıdan vazgeçtiği zaman şöyle buyurmuştu: "Allah ve mü'minler, Ebu Bekir'den başkasına razı olmazlar." Allah on­dan razı olsun.

Nuh kavminin kafirleri, Nuh'a ve ona inananlara şöyle demişlerdi: "Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktur." Yani sizin imanla muttasıf ol-

manızdan sonra sizin için yeni bir durum ortaya çıkmış değildir. Bizden üstün olmanızı sağlıyacak bir meziyetiniz de yoktur. "Biz sizi yalancı sa­nıyoruz."

«Nuh: "Ey milletim! Rabbimin katında bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rahmet vermiş olsa da bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin, zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz?" dedi.» (Hud, 28.)

Bu , onlara yöneltilen tatlı bir hitaptır. Yumuşak bir lisanla onları hakka çağırmaktır. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki: «Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt dinler veya korkar.» (Tâ-Hâ, 44.)

«Ey Muhammedi Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; on­larla en güzel şekilde tartış.» (Nahl, 125.)

«Nuh (a.s.), kavmine şöyle diyordu: "Rabbimin katında bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rahmet vermiş de olsa..." Yani nübüv­vet ve risalet verilmiş olsa da "Bunlar sizden gizlenmiş olsa ." Yani siz bunları kavrayamaz ve bunlara ulaşılacak yollan bulamazsanız. "Söyle­yin bakalım, zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz? Ey milletim! Buna karşılık ben sizden bir mal da istemiyorum.» Yani dünya ve ahirette size fayda verecek şeyleri size tebliğ etmeme karşılık, sizden bir ücret iste­miyorum. "Benim ücretim Allah'a aittir." Ücretimi yalnızca Ondan iste­rim. O'nun sevabı, benim için daha hayırlıdır. O'nun vereceği, sizin bana vereceklerinize nispetle daha kalıcıdır. "İnananları da kovacak değilim. Çünkü onlar Rableriyle karşılaşacaklar; fakat ben sizi cahil bir millet olarak görüyorum,"» (Hud, 28-29.)

Güya kafirler, Nuh'tan, inananları yanından kovmasını istemişler, bu isteklerini yerine getirirse onunla biraraya geleceklerini kendisine vaad etmişler, o da buna yanaşmamış ve "Onlar Rableriyle karşılaşa­caklardır." demiş. Onları kovarsam, azaba uğramaktan korkarım, anla­mıyor musunuz?

Bu nedenledir ki Kureyşli kafirler, Rasülullah (s.a.v.)'dan Ammar, Suhayb, Bilal, Habbab ve benzerlerini yanından kovmasını istedikle­rinde Cenâb-ı Allah, onu, böyle yapmaktan sakındırmış ti. Nitekim bu konuyu En'âm ve Kehf sûrelerinde açıkladık.

«Size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı bilmem. Doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum.» (Hud, 31.)

Yani ben, ancak bir kul ve elçiyim. Allah'ın ilminden, ancak bana bildirmiş olduğu şeyleri bilirim. Yapabilmem için güç verdiği işleri ya­parım. Allah dilemediği takdirde kendime fayda da zarar da veremem. "Küçük gördüklerinize (bana iman getirenlere) Allah iyilik verme­yecektir, diyemem. İçlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık etmiş olurum." Yani kıyamet gününde Allah katında onlar için hayır bulunmayacağına tanıklık edemem. Onların durumlarını Al­lah daha iyi bilir. İçlerinde olanın karşılığını Allah verecektir. İçlerinde

hayır varsa hayır, şer varsa şer göreceklerdir. Nitekim o kafirler bir baş­ka yerde de şöyle demişlerdi:

«"Sana mı inanacağız? Sana en rezil kimseler uymaktadır" dediler. Nuh: "Onların yaptıkları hakkında bir bilgim yoktur; hesapları Rabbi-me aittir, düşünsenize! Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça uyarıcıyım." dedi.» (eş-Şuarâ, 111-115.)

Zaman uzadı. Nuh peygamberle kafir kavmi arasındaki mücadele de ilerledi. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Aralarında 950 yıl kaldı. Sonunda onlar haksızlık yaparken, tufan onları y akalayı ver di.» (ei-Ankebût,i4.)

Bu'kadar uzun bir müddete rağmen, kavminin pek azı dışında kim­se ona inanmadı.

Nuh kavminin her bir kuşağı yaşlanıp öte âleme göçeceği zaman, kendi haleflerine; Nuh'a inanmamalarını, ona muhalefet etmelerini ve onunla savaşmalarını vasiyet ederlerdi. Erkek çocuk ergenlik çağına ulaşıp babasının söylediklerini anlayacak güce eriştiğinde babası, dün­yada kalıp yaşadığı müddetçe Nuh'a iman etmemesini ona vasiyet eder­di. Onların seciye ve karekterleri, hakka tabi olup iman etmeye aykırı düşüyordu. Bu bağlamda Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmez­ler.» (Nüh, 27.)

«"Ey Nuh! Bizimle tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlü isen, tehdid ettiğin azabı başımıza getir." dediler. "Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz onu aciz bırakamazsınız." dedi.» (Hud, 32-33.)

Yani o azabı başınıza getirmeye ancak Allah muktedir olur. Hiç birşey onu aciz bırakamaz, hiç birşey O'na zor gelmez. Bilakis O, öyle bir zattır ki, "ol" dediği şey hemen oluverir.

«Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de fayda­sı olmaz. O, sizin Rabbinizdir, O'na döneceksiniz.» (Hud, 34.)

Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, hiç kimse onu doğru yo­la eriştiremez. Doğru yolu gösteren de, saptıran da O'dur. O, dilediğini yapandır. Güçlüdür, hikmet sahibidir, her şeyi bilendir. Kimin hidayeti, kimin de sapıklığı hakkettiğini bilendir. Sonsuz hikmet, kuvvetli ve de bâtılı yok edici hüccet O'nundur.

«Nuh'a: "Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmaya­caktır. Onların işlediklerine üzülme" diye Allah tarafından vahyolun-

du.» (Hud, 36.)

Bu sözlerle Nuh (a.s.)'a teselli verilmekte, milletinden inanmış olanlardan başkasının kendisine iman etmeyecekleri bildirilmekte, onların yaptıklarından Ötürü üzülmemesi tavsiye edilmekte, zaferin yakın olduğuna ve çok garip hallerin vuku bulacağına ilişkin haberler verilmektedir.

«Gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksız­lık yapanlar için Bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaktır.» (Hud,

37.)

Nuh (a.s.), milletinin düzelip kötülüklerden kurtulmasından ümit kestikten, onların hayırsız olduklarım, gerek sözle gerek fiille her yol­dan kendisim yalanlamaya, kendisine muhalefet etmeye ve kendisine eziyet vermeye devam ettiklerini görünce, Allah'ın kendilerine gazab et­mesi için bedduada bulundu. Cenâb-ı Allah da onun bu çağrısına icabet ederek dileğini yerine getirdi ve şöyle buyurdu:

«Andolsun İd Nuh bize seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiş­tik. Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.» (os-sarrat, 75-76.)

«Nuh da daha önceleri bize yalvarmıştı. Onun duasını kabul edip, kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.» (ei-Enbiyâ, 76.)

«Nuh: "Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki inananları kurtar" dedi.» (eş-Şuarâ,

117-118.)

«O da: "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı.» (ei-

Kamer, 10.)

«O (Nuh): "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et"

dedi.» (el-Mü'minûn, 26.)

«Onlar günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular. . Kendilerine Allah'tan başka yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: "Rab­bim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma! Doğrusu sen onları bırakır­san, kullarım sapıttırırlar. Sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler."» (Nuh, 25-27.)

İnkarcılıklarından, ahlaksızlıklarından ve peygamberlerinin ken­dilerine beddua etmelerinden ötürü o kafirlerin üzerine günahlar yığıl­dı. İşte tam o sırada Cenâb-ı Allah, Nuh'a gemi yapmasını emretti. O za­mana kadar büyüklükte eşi görülmemiş ve daha sonra da görülmeyecek olan bir gemi yapmasını emretti. Allah, ona daha önce buyruk vermişti ki, geri çevrilemeyen ilahî azab o kavme geldiğinde kendisi, affedilmele­ri için Allah'a müracaatta bulunmasın ve şefaatçi olmasın. Çünkü Nuh; azabı gözüyle gördüğü takdirde olabalirdi ki onlar için yüreği yufkala-şırdı. Çünkü görmek, duymak gibi değildir. Bu nedenle Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştu:

«...Haksızlık yapanlar için bana başvurma, çünkü onlar suda boğu­lacaklardır!.

Gemiyi yaparken, milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da: "Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz" dedi.» (Hud, 37-38.)

Asıl biz sizinle alay edeceğiz. Üzerinize azab inmesine sebeb olacak bu küfür ve inadınızı sürdürmenize hayret ediyoruz.

«Rezil edici azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabuı ineceğini göreceksiniz!.» (Hud, 39.)

Şiddetli inad ve küfür, onların dünyadaki seciye ve karakterleriydi. Ahirette de böyle olacaklardır. Dünyada kendilerine Allah elçisi geldiğini, orada da inkar edeceklerdir.

Musa b. İsmail, Ebu Said'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «(Hesap yerine) Nuh (a.s.) ümmetiyle beraber gelecek. Onur ve üstünlük sahibi Allah: "Tebliğ ettin mi?" diye soracak. O da: "Evet.. Ey Rabbim" diye cevap verecek. Bu kez Cenâb-ı Allah, onun ümmetine; "Size tebliğ etti mi?" diye soracak. Onlar da: "Hayır... Bize herhangi bir peygamber gelmedi." diyecekler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Nuh'a: "Senin için kim tanıklık eder?" diye soracak. Muhammed ve ümmeti di­yecekler ki: "Onun tebliğ ettiğine biz tanıklık ederiz."»[3] Aşağıdaki ayette ifade edilmek istenen de budur:

«Böylece sizi insanlara şahit olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık ki peygamber de size şahit olsun.» (el-Bakara, 143.)

Ayet-i kerimede geçen "Tam ortada bulunan" sözünden kasıt, ada­letli olmaktır. Bu ümmet, doğru ve doğrulanmış peygamberinin şahitli­ğinin gerçekliğine şahitlik edecektir. Evet.. Peygamber (s.a.v.), Cenâb-ı Allah'ın Nuh'u hak ile gönderdiğine, hakkı üzerine indirip, hak ile hük­metmesini emrettiğine, hakla eksiksiz olarak en mükemmel bir şekilde ümmetine tebliğ ettiğine, dinleri hususunda kendilerine fayda verecek her şeyi onlara emir ve tavsi}7e ettiğine, kendilerine zarar verecek her şeyden onları yasaklayıp alıkoyduğuna şahitlik edecektir.

Peygamberlerin tümünün durumu işte böyledir. O zamanda mey­dana çıkması beklenmediği halde Nuh (a.s.), kendilerini esirgemesin­den, şefkat ve merhametinden dolayı milletini Mesih Deccal'a karşı uyarmıştır.

Abdan, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.), insanlar arasında oturmaktayken ayağa kalktı. Cenâb-ı Allah'ı layık ol­duğu biçimde Övdü. Sonra Deccal'ı anlattı ve şöyle dedi:

«Doğrusu ben sizi ona (Deccal'a) karşı uyarıyorum. Ona karşı mille­tini uyarmamış hiç bir peygamber yoktur. Nuh ta milletim ona karşı uyarmıştır. Ama ben, hiçbir peygamberin kendi milletine söylemediği bir sözü size söylüyorum: Bilirsiniz ki Deccal'ın bir gözü şaşıdır. Oysaki Allah, kör değildir!.»[4]

Şeyban b. Abdurrahmaıı, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlul-lah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Deccal'la ilgili olarak hiç bir peygamberin kendi milletine anlatmadığı bir hususu size anlatayım mı? Doğrusu o, tek gözlüdür. Onunla beraber Cennet ve Cehennem'in misali gelecektir.

Üzerinde Cennet diye yazılı olan, ateşin ta kendisidir. Nuh'un kendi milletini uyarışı gibi ben de sizi (bu hususta) uyarıyorum.»[5]

Bazı selef uleması dediler ki: Cenâb-i Allah, Nuh peygamberin duasını kabul buyurunca, gemi yapımında kullanması amacıyla bir ağaç dikmesini ona emretti. Nuh (a.s.), ağacı dikti, diktikten sonra onu yüz yıl bekledi. Sonra onu kesip 100 yılda - bir başka rivayete göre kırk yılda - doğradı. Ve gemiyi imal etti. Doğrusunu Allah bilir.

Muhammed b. İshak'ın rivayetine göre Sevrî, Nuh'un gemisinin Hint çınarından yapılmış olduğunu söylemiştir. Çam ağacından yapıl­dığı da söylenir ki,bu da Tevrat'ın ifadesidir.

Sevrî dedi ki: Cenâb-ı Allah, Nuh peygambere, yapacağı geminin bo­yunun seksen zira' olmasını, dış kısmım ziftle kaplamasını, burun kıs­mını da sulan yarabilsin diye eğik ve kıvrımlı yapmasını emretti.

Katade dedi ki: Nuh'un gemisi; 300x50 zira' ebadmdaydı. Gördü­ğüm kadarıyla Tevrat'ta böyle yazılıydı.

Hasan Basrî dedi ki: 600x300 zira' ebadmdaydı. İbn Abbas ise 1200x600 zira' ebadında olduğunu söylemiştir. 2000x100 zira' ebadında olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Üzerinde ittifak edilen hususlarsa şunlardır: Nuh'un gemisi otuz zi­ra' yüksekliğinde olup üç kattan oluşuyormuş. Her katın yüksekliği on zira' imiş. Alt katı hayvanlarla canavarlar için, orta katı insanlar için, üst katı da kuşlar içinmiş. Kapısı yan tarafında olup üzerinde perdesi varmış.

«Nuh: "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et" dedi. Bunun üzerine O'na şöyle vahyettik: "Gözcülüğümüz altında, sana bil­dirdiğimiz gibi gemiyi yap."» (el-Mü'ininûn, 26-27.)

Yani sana emrettiğimiz gibi nezaretimiz altında gemiyi yap ki, ima­lat hususunda seni doğru olan yönteme ulaştıralım. Ve gemicilikte doğ­ru olanı sana gösterelim.

«Buyruğumuz gelip yeryüzü kaynayınca her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp ge­miye bindir. Haksızlık yapanlar için Bana baş vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır.» (ei-Mtı'minûn: 27.)

Daha önce Cenâb-ı Allah, Nuh (a.s.)'a şu emri vermişti: Allah'ın azabı o milletin üzerine indiği zaman gemiye her canlıdan ve nesilleri devam etsin diye yenilen - yenilmeyen hayvanlardan birer çifti, aleyhine hüküm verilmiş olan kafirler dışında kalan çoluk çocuğunu bindir! Kafir oldukları için Nuh'un kendilerine reddedilmeyecek beddualar yaptığı, dolayısıyla da üzerlerine geri çevrilemeyecek azabın inmesinin vacib ol­duğu kimseler için bilahare Nuh'un Allah katında şefaatte bulunmama­sı emredildi.

Ayet-i kerimede geçen Tennur kelimesi, cumhur-u ulemaya göre yeryüzüdür. Yani yeryüzünün her tarafı kaymadı, nihayet ateş yeri olan tandırlar ateş fışkırttılar. îbn Abbas'a göre Tennur, Hindistan'daki bir pınardır. Şa'biye göre Küfe1 de, Katade'ye göre ise Cezîre'deki bir pınar­dır.

Hz. Ali (r.a.) dedi ki: Ayet-i kerimede geçen Tennur kelimesi, sabah aydınlığının karanlığı yarıp, tanyerinin ağanp ışık saçması manasına gelir. Yani Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: "Ey Nuh! Sabahleyin karanlık­lar gidip ortalık aydınlandığında her cinsten birer çifti alıp gemiye bin­dir."

Bu garip bir kavildir.

«Buyruğumuz gelip yeryüzü kaynamağa başlayınca: "Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocu­ğunu ve inananları gemiye bindir." dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı.»

Bu ayetle Cenâb-ı Allah, Nuh'a, milletine azab indiği zaman her cinsten birer çifti gemiye bindirmesini emretmişti.

Ehl-i Kitabın elindeki kitapta ise şu ifadeye rastlamaktayız: Nuh'a eti yenen hayvanlardan erkek ve dişi yedişer çifti, eti yenmeyenlerdense birer çifti gemiye bindirmesi emredilmişti.

Bu ifade, Kur'ân-ı Kerim'deki birer çift kelimesine aykırıdır. Tabii kelimesini meful-ü bih sayarsak bu, Ehl-i Kitab'ın erindeki kitapta yer alan ifadeye aykırı düşer. Ama o kelimeyi "zevceyn"kelimesi için bir te-kid sayarsak, o zaman bir aykırılık sözkomısu olmaz. Doğruyu Allah bi­lir. İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre bazıları demişler ki: Nuh'un gemisine geçen kuşların ilki papağandır. O gemiye binen hay­vanların sonuncusuysa eşek olmuştur. Şeytan da eşeğin kuyruğuna tu­tunarak gemiye binmiştir.

îbn Ebi Hatim dedi ki: Babam, Zeyd b. Eşlem'den, o da babası Es-lem'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Nuh (a.s.) her cinsten birer çifti gemiye bindirdiğinde arkadaşları: "Aslan yanımız-dayken biz-ya da davarlar- nasıl rahat oluruz?" dediler. Bunun üzerine Allah, ona sıtmayı musallat kıldı. Yeryüzüne ilk olarak inen sıtma o ol­du. Sonra fareden şikayetçi oldular. "Bu muzır hayvan yiyeceklerimizi ve eşyalarımızı berbad ediyor." dediler. Allah, aslana ilhamda bulundu da aslan aksırdı. Ondan kedi çıktı. Bunun üzerine fare, kediden gizlen­di.»

«Aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ge­miye bindir.» (Hud, 40.)

Ümmetinden sana inananları da gemiye bindir. Nuh (a.s.), arala­rında uzun müddet kaldığı, gece-gündüz demeden çeşitli sözlerle, vaad ve tehdidlerle sıkı sıkıya onları davet ettiği halde pek az kimse onunla beraber iman etmişti.

Gemide Nuh (a.s.)'un beraberindeki mü'minlerin sayısı hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas'a göre seksen kişiymişier. Bera­berlerinde hanımları da varmış. Kabü'l- Ahbar'a göre ise yetmiş iki ki­şiymişier. On kişi olduklarını söyleyenler de olmuş.

Denildi ki: Gemide sadece Nuh, üç oğlu ve dört gelini vardı. Bunlar­dan biri kurtuluş yolundan sapan oğlu Yanı'm karısıydı. Ancak bu kavil, ayetin zahiriyle ters düşmektedir. Oysaki ayet-i kerime, ailesi dışındaki mü'minlerin de Nuh (a.s.)'la beraber gemiye binmiş olduklarını açıkça ifade etmektedir.

«Beni ve beraberim deki inananları kurtar.» (cş-Şuarâ,ııs.)

Gemidekilerin yedi kişi olduğunu söyleyenler de vardır.

Nuh'un karısına gelince o, Nuh'un bütün oğullarının yani Ham, Sam, Yafes ve Yam'm anasıdır. Ehl-i Kitap, Yam'a Kenan adım vermiş­lerdir. Suda boğulan da odur. Nuh'un oğlu Abir ise, tufandan önce öl­müştür. Suda boğulanlarla birlikte onun da boğulmuş olduğu söylenir. Kafirliğinden Ötürü o da, aleyhine hüküm verilenlerdendir. Ehl-i Ki-tab'a göre o da gemideymiş, ancak daha sonra kafir olmuştur. Yahut da hakkındaki karar, kıyamete ertelenmiştir. Fakat kuvvetli olan görüş, birincisidir. Zira ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:

«Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkarcı bırakma.» (Nûh, 26.)

«Ey Nuh! Sen ve beraberindekiler gemiye yerleşince: "Bizi zalim milletten kurtaran Allah'a hamdolsun."de.

"Rabbim! Beni kutsal bir yere indir. Sen, indirenlerin en iyisisin."

de.» <el-Mü'minün, 28-29.)

Ona öylesine muazzam bir gemiyi musahhar kıldığı, o gemiyle ken­disini selamete kavuşturduğu, inkarcı milletinden kendisim kurtardı­ğı, kendisini yalanlayıp muhalefette bulunanları suda boğarak gözünü aydınlattığı için Rabbine hamd etmesini Cenâb-ı Allah, Nuh (a.s.)'a em­retti. Nitekim buyurdu ki:

«Bütün canlı cinslerini yaratan O'dur. Gemiler ve hayvanlardan bi-nesiniz diye size binekler var etmiştir: Bunlar, üzerlerine oturunca Rab-binizin nimetim anarak: "Bunları buyruğumuza veren ne yücedir; zaten bizim gücümüz bunlara yetmezdi. Şüphesiz Rabbimize döneceğiz." de­meniz İçindir.» (ez-Zuhruf, 12-14.)

İşte böyle.. İşin hayırlı ve bereketli olması, güzelce sonuçlanması için başlarken dua etmelde emrolunuyor. Nitekim hicret edeceği zaman Rasûlullah (s.a.v.)'a da Cenâb-ı Allah şu buyruğu vermişti:

«De ki: "Rabbim! Beni koyacağın yere hoşnutluk ve esenlikle dahil et; çıkaracağın yerden de hoşnutluk ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet ver."» (el-Isrâ, so.)

Nuh (a.s.) bu tavsiyeye uyarak şöyle dedi:

«Oraya binin'Yürümesi ve durması Allah'ın izniyledir. Doğrusu Rabbim çok bağışlayan ve esirgeyendir.» (Hud,41.)

Rabbim bağışlayıcı ve merhamet edici olduğu kadar, elem verici azabın da sahibidir. Günahkar millete gelecek azabını kimseler geri çe-virenıez. Nitekim O'nu tanımayıp başka varlıklara tapan milletlerin üzerine O'nun azabı inmiştir.

«Gemi dağlar gibi dalgalanıl içinde onları götürürken..» (Hud, 42.)

Cenab-ı Allah daha önce yeryüzünde görülmemiş bir yağmuru, gök­ten üzerlerine boşalttı. O zamana kadar öyle bir yağmur yağmadığı gibi, daha sonra da yağacak değildi. Sanki kırbanın ağzı açılmıştı da, suları aşağıya doğru boşalıyordu. Yeryüzüne de emir verildi. Her tarafından sular fışkırmaya başladı.

«Nuh: "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı. Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kay­naklar fışkırttık; her iki su, belirtilen bir ölçüye göre birleşti. Onu tahta­dan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik. İnkar edilmiş olan Nuh'a mükafat olarak verdiğimiz gemi, nezaretimiz (ve korumamız) al­tında yüzüyordu.» (el-Kamcr, 10-14.)

İbn Cerir ve diğerleri, tufanın kıptı hesabına göre ağustosun onüçünde vukubulduğunu söylemişlerdir.

«Ey İnsanlar! Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye süzülen gemide, sizi biz taşımışızdır.» (cl-Hâkka, 11-12.)

Müfessirlerden bazıları demişlerdi ki: Tufan suyu, yeryüzündeki en yüksek dağın tepesini onbeş zira' kadar aştı. Bu rakam Ehl-i Kitab'a gö­redir. Seksen zira' kadar aştığım söyleyenler de olmuştur. O zaman eni­ne boyuna, ovasıyla, çölüyle, yamacıyla, dağıyla, kumsalıyla yeryüzü­nün her tarafı sular altında kalmış. Yeryüzünde gözünü açıp kapayabi­lecek, ne büyük, ne de küçük hiç bir canlı kalmamıştır.

İmam Malik, Zeyd b. Eslem'den naklederek dedi ki: Tufandan önce insanlar, yeryüzünün bütün dağlarını ve ovalarını doldurmuşlar. Zeyd b. Eşlem'in oğlu Abdurrahman demiş ki: O zaman yeryüzündeki her ka­rış toprağın mutlaka bir sahibi varmış. Bu iki sözü de İbn Ebi Hatîm ri­vayet etmiştir.

«Nuh, bir kenarda kalmış olan oğluna: "Ey oğulcuğum! Bizimle be­raber gel, kafirlerle birlik olma." diye seslendi. Oğlu: "Dağa sığınırım, beni sudan korur." deyince, Nuh: "Bugün Allah'ın buyruğundan - O'nun acıdıkları dışında - kurtulacak yoktur." dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı.» (Hud, 42-43.)

Nuh'un boğulan bu oğlunun adı Yam'dır. Sam, Ham ve Yafes'in kar­deşidir. Adının Kenan olduğu da söylenir. Kafirdi. İyi olmayan işler ya­pardı. Dininde babasına muhalefet etti de geberenlerle birlikte geberdi.

Böyleyken soyundan olmayan, yabancı ama din ve mezhepte babasına tabi olanlar, babasıyla birlikte kurtuluşa erdiler.

«Yere: "Suyunu çek!", göğe: "Ey gök! Sen de tut." denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cudi'ye oturdu. "Haksızlık yapan millet, Allah'ın rah­metinden uzak olsun." denildi.» (Hud, 44.)

Onur ve üstünlük sahibi Allah'tan başkasına tapanlardan hiç biri yeryüzünde kalmayıp iş bitince Cenâb-ı Allah, yere, suyunu çekmesini; göğe de yağmurunu tutmasını emretti. Su çekildi, yağmur dindi. Hülasa Allah'ın ilm-i ezelisinde ve kaderinde daha önce takdir buyuruları azab, o kafir milletin tepesine indi. "Haksızlık yapan millet, Allah'ın rahme­tinden uzak olsun." denildi. Yani kudret lisanıyla onlara:

"İlahî rahmet ve bağışlamadan uzak olsunlar." diye seslenildi.

«O'nu yalanladılar, Biz de onu ve gemide beraberinde olanları kur­tardık. Ayetlerimizi yalan sayanları suda boğduk. Çünkü onlar, kör bir milletti.» (el-A'râf, 64.)

«O'nu yalancı saydılar. Ama biz onu ve gemide beraberinde bulu­nanları kurtardık. Onları, ötekilerin yerine geçirdik. Ayetlerimizi ya­lanlayanları suda boğduk. Uyarılanlardan söz dinlemeyenlerin sonları­nın nasıl olduğuna bir bak.» (Yûnus, 73.)

«Ayetlerimizi yalanlayan millete karşı ona yardım ettik. Doğrusu, onlar fena bir milletti, hepsini suda boğduk.» (ei-Enbiyâ, 77.)

«Bunun üzerine onu ve beraberinde bulunanları, dolu bir gemi için­de taşıyarak kurtardık. Sonra da geride kalanları suda boğduk. Doğrusu, bunda bir ders vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Rabbin şüphe­siz güçlüdür, merhametlidir.» (cş-Şuarâ, 119-122.)

«Ama biz Nuh'u ve gemide bulunanları kurtardık. Ve bunu dünyala­ra bir ibret kıldık.» (el-Ankcbût, 15.)

«Sonra diğerlerini suda boğduk.» (eş-Şuarâ, 66.)

«Andoisun ki biz o gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Yok mudur öğüt alan? Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Andoisun ki Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?» (el-Kamer, 15-17.)

«Onlar günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: «Rab-bim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma. Doğrusu, sen onları bırakır­san, kullarını saptırırlar; sadece ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.» (Nûh, 25-27.)

Cenâb-ı Allah, Nuh (a.s.)'un duasına icabet etti. Yeryüzünde o inkarcılardan hiç birini canlı bırakmadı. Gözünü açıp kapayabilen bir kimse kalmadı. Hepsi geberip gitti. Hamd ve minnet Allah'adır.

îmam Ebu Cafer b. Cerîr ile İmam Ebu Muhammed b. Ebi Hatîm, tefsirlerinde Yakub b. Muhammed ez-Zührî yoluyla, Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet ettiler ki, Rasûlullah (s.a.v.) ona şu haberi vermiş: «Allah, Nuh kavminden bir tek kimseye merhamet edecek olsaydı, çocuk anası (ka­dana merhamet ederdi.»

Bir başka hadis-i şerifde de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Nuh (a.s.), kendi milleti arasında 950 sene kaldı. Yüz senede bir ağaç dikti. Ağaç büyüdü, her tarafa dal budak saldı. Sonra onu kesip gemi yaptı. Bu işle meşgul olurken (inançsızlar) ona uğrayıp alay ediyor ve : "Karada gemi yapıyorsun. Bu gemi (karada) nasıl yüzer?" diyorlardı. O da: "Bunu ileride göreceksiniz." diye cevap veriyordu.

Gemi yapımını tamamladıktan sonra yerden sular kaynadı, yollar kapandı. Kucağında çocuğu bulunan bir ana, yavrusu için korkmaya başladı. Yavrusunu çok seviyordu. Onu dağa çıkarmak üzere yukarıya doğru tırmandı. Dağın üçte bir yüksekliğine varmıştı ki tufan suyu ken­dilerine arkadan kavuştu. Nihayet tam tepeye çıktı. Su oraya kadar da çıktı. Hatta kadının boğazına kadar yükseldi. Bu durumda çocuğunu el­leriyle yukarıya doğru kaldırdı. Sonunda yavrusuyla birlikte boğuldu­lar. İşte böyle.. Eğer Allah, Nuh kavminden bir kimseye merhamet ede­cek olsaydı, mutlaka o çocuğun anasına merhamet ederdi.»

Özetle yüce Allah, inançsızlardan hiç birini hayatta bırakmamış, hepsini suda boğmuştu. Peki nasıl oluyor da bazı tefsirciler, Uc b. Unuk'un - îbn Anak diyenler de vardır - Nuh'tan önce mevcud olup Mu­sa'nın zamanına kadar yaşamış olduğunu iddia ediyorlar? Onun kafir, zorba ve inatçı olduğunu söylüyorlar. İyi bir adam olmadığını, Adem'in kızının onu zinadan kazandığını, uzun boylu olduğu için elini uzatıp de­nizin derinliklerinden balık çıkardığını, çıkardığı balığı güneşe kadar uzatıp orada pişirdiğini, gemiye binmiş olan Nuh (a.s.l'a: "Nedir senin bu serüvenin?" diyerek onunla alay ettiğini, boyunun 3333,3 zira' uzun­luğunda olduğunu ve daha bir çok hezeyanları savuruyorlar. Bunlar, bir çok tefsirlerde ve tarih kitaplarında yazılmamış olsaydı burada naklet-mezdik. Çünkü bunlar, sakat ve zayıf haberlerdir. Sonra bunlar, nakil­lere ve akla aykırıdır. Akla aykırıdır. Zira nasıl olur da Cenâb-ı Allah, kafirliğinden dolayı, babası peygamber olduğu ve mü'minlerin önderi olduğu halde Nuh'un oğlunu öldürüyor da Uc b. Unuk'u sağ bırakıyor? Halbuki anlatıldığına göre Uc, daha zalim ve daha zorba imiş. Ve yine nasıl oluyor da Cenâb-ı Allah o çocuğa ve anasına merhamet etmiyor da şu nesebi belirsiz, zorba, inatçı, ahlaksız, azılı kafir ve asi şeytanı ser­best bırakıyor?

Bu husus, nakle de aykırıdır. Zira Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Sonra diğerlerini de suda boğduk.» (eş-Şuarâ, 66.)

«Rabbim! Yeryüzünde inançsızlardan hiç birini (sağ) bırakma.»(Nûh, 26.)

Sonra anlattıklarına göre onun boyunun bu kadar uzun oluşu da, şu hadis-i şerifin ifadesine aykırıdır:

«Doğrusu Cenâb-ı Allah, Adem'i altmış zira' boyunda yarattı. Sonra yaratıklar (m boyu) şu ana kadar eksilmeye devam etmektedir.» Bu ifa­deler, doğru, doğrulanmış ve hatadan korunmuş olan Rasûlullah (s.a.v.)'a aittir.

«O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak bil­dirilen bir vahiy iledir.» (en-Necm, 3-4.)

O buyurmuş İd: Yaratıkların boylan, şu ana kadar eksilmeye devam etmektedir.

Yani Adem'den asr-ı saadete kadar geçen zaman içinde insanların boyları kısalmaya devam etmiştir. Bu kısalma, kıyamete dek devam edecektir. Bu da, Adem'in soyunda kendisinden daha uzun boylu birinin bulunamayacağım zorunlu kılmaktadır. Nasıl olur da Cenâb-ı Allah, Uc b. Unuk'u görmeyip kendi haline biralar?! Bizler de Allah'ın indirdiği ki­tapları değiştirip tahrif eden, tevil edip ayetlerinin yerlerini değiştiren Ehl-i Kitaptan olan keferenin sözlerine itibar ediyoruz! Bu nasıl olur?! Yalancı, hain ve kıyamete dek ilahî lanete maruz kalmış o kafirlerin kendi başlarına naklettikleri ya da doğruluğuna güvendikleri bu gibi haberler hakkında ey okuyucu sen ne düşünüyorsun? Uc b. Unuk'la ilgi­li bu haberi, peygamberlerin düşmanı olan bazı zındık ve ahlaksızların uydurmuş olmasından başka bir şeye ihtimal veremiyorum. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Sonra Cenâb-ı Allah, Nuh'un kendi oğlunu kurtarması için Rabbine yalvarışını, bizlere bir ibret dersi olarak anlatıyor. Nuh (a.s.), Rabbine şöyle müracatta bulunmuştu:

Ey Rabbim! Benimle birlikte ailemi de kurtaracağını bana va'd et­miştin. Oğlum da ailemdendir. Halbuki o boğuldu. Bu nasıl olur? Ceva­ben yüce Allah buyurmuştu ki: O, kurtaracağını va'd etmiş olduğum ai­lenden değildir. Yani biz sana demiştik ki: "Ve aleyhinde hüküm veril­miş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir." (ci-Mü'mînûn, 27.) Oysaki bu oğlun, kafirliği dolayısıyla boğulacak diye aleyhine hü­küm verilmiş olanlardandır. Bu nedenle kader onu mü'minler blokun-dan uzaklaştırdı. Küfür ve taşkınlık sahipleriyle beraber suda boğuldu.

«Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir sela­met ve bereketle gemiden in. Ama bir çok toplulukları da geçindireceğiz. Sonra onlara can yakıcı bir azab vereceğiz." denildi.» (Hud, 48.)

Sular yeryüzünden çekilip yeryüzü, üzerinde yürüyüp durmaya, yerleşmeye müsait hale gelince Cenâb-ı Allah Nuh (a.s.)'a, uzun yolculu­ğundan sonra Cudi dağının üzerinde duran gemiden selamet ve bereket­le inmesini emretti. Evet.. Ey Nuh! Sana ve senin soyundan doğacak ev­ladına bizden selamet ve bereketle gemiden in. Kendisiyle birlikte gemi­ye binmiş olanların soyu devam etmemiş,sadece Nuh (a.s.)'un nesli de­vam etmişti.

«Onun soyunu sürekli kıldık.» (es-Sâffât, 77.)

Bu gün yeryüzünde diğer cinslerden mevcut olan ademoğullarının tümü, mutlaka Nuh (a.s.) oğullarından Sam, Ham ya da Yafesİn soyun-dandırlar. Ahmed b. Haııbel, Semure'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi:

«Sam, Arapların atasıdır. Ham, Habeşîerin atasıdır. Yafes de Rum­ların atasıdır.»

Şeyh Ebu Ömer b. Abdü'1-Berr dedi İd: İmran b. Husayn'den de böyle bir hadis rivayet edilmiştir. Hadiste geçen "Rum"dan kasıt, ilk Rumlar-dır ki, bunlar da Rumî b. Labti b. Yunan b. Yafes b. Nuh'a mensub olan Yunanlılardır.

İsmail b. İyaş, Said b. Müseyyeb'den rivayet etti İd: Nuh (a.s.)'un Sam, Yafes ve Ham adlı üç oğlu vardı. Bunların da her birinin üçer oğlu olmuştur. Şam'ın oğulları Araplar, Farslar ve Rumlardır.Yafes'in oğul­ları Türkler, Slavlar, Ye'cûc ve Me'cûc'dur. Hamın oğulları Kıbtîler, Sudanlılar ve Berberi!erdir.

Hafız Ebu Bekr el- Bezzar, "Müsned" adlı eserinde, Ebu Hürey-re'den rivayetle Rasûlullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu söyledi: «Nuh'un oğulları Sam, Ham ve Yafes'tir. Samin oğulları Araplar, Fars­lar ve Rumlardır ki, hayır bunlardadır. Yafes'in oğulları Ye'cûc-Me'cûc, Moğollar ve Slavlardır ki, bunlarda hayır yoktur. Ham'ın oğulları Kıbtîler, Berberiler ve Sudanlılardır.»

Ancak bu hadisin rivayet senedinde adı geçen Yezid b. Sinan Ebu Ferve er-Rehavî, tümden zayıf bir ravî olup güvenilir bir kimse değildir.

Denildi ki: Nuh (a.s.)'un yukarıdaki hadiste adları geçen bu üç oğlu tufandan sonra doğmuştur. Gemiyi yapmadan önce sadece Kenan ve Abir adında iki oğlu vardı İd, Abir tufandan önce ölmüş, Kenan ise tufan­da boğulmuştu.

Doğrusu şu ki, her üç oğlu da hanımları ve analarıyla birlikte gemi­de Nuh (a.s.)un yanmdaydılar. Tevrat'ın ifadesi böyledir. Rivayete göre Ham, gemide hanımıyla cinsel temasta bulunmuş, bunun üzerine Nuh (a.s.), sperması çirkinleşsin diye ona bedduada bulunmuştu da simsi­yah tenli bir oğlu doğmuştu. Bu çocuk, Sudanlıların atası olan Kenan idi.

Bir başka rivayete göre babası Nuh (a.s.)'ıı uyurken avreti açılmış olarak görmüş fakat onun üzerini-örtmemiş, ild kardeşi onun bu açık ye­rini kapamışlardı. Bunun üzerine Nuh (a.s.), sperması değişip çirkinleş­sin ve ondan doğacak çocuklar, kardeşlerinin kölesi, hizmetçisi olsunlar diye beddua etmişti.

İmam Ebu Cafer, İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: Havariler, Meryemoğlu İsa'ya: "Gemiyi gören bir adamı diriltsen de bize onu anlatsa.." dediler. İsa (a.s.) onları bir toprak yığının yanma götürdü.

Oradan bir avuç toprak aldı. "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" di­ye sordu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" diye cevap vermeleri üzerine: "Bu, Nuh oğlu Hamın mafsal yumru kemiğidir." dedi. Bastonuyla vura­rak: "Allah'ın izniyle (kalk)" deyince de Ham, ağarmış başındaki tozlan silkeyerek ayağa kalktı. İsa (a.s.)ona:"Ölürken bu halde miydin?" diye sordu. O da : "Hayır.. Ölürken gençtim. Ama şimdi dirilirken kıyamet koptuğunu sandım. Bu nedenle basımdaki saçlar ağardı." diye cevap verdi. Hz. İsa, ona: "Bize Nuh'un gemisinden söz et" deyince, şunları an­latmaya başladı:

"Boyu 1200: eni 600 zira1 idi. Üç katlıydı. Bir katında hayvanlarla canavarlar, bir katında insanlar, bir katında da kuşlar vardı. Hayvanla­rın pislikleri çoğalıp gemiyi doldurunca Cenâb-ı Allah Nuh'a, filin kuy­ruğuna dürtmesini vahyetti. Dürtünce, kuyruğundan biri erkek, diğeri dişi bir çift domuz peydahlandı. Bunlar pislikleri yemeye başladılar. Pa­re gemiyi delmek için kemirmeye başlayınca da Cenâb-ı Allah, Nuh'a as­lanın iki gözünün arasına vurmasını vahyetti. Vurunca burnundan biri erkek, diğeri dişi bir çift kedi peydahlandı. Bunlar fareyi yakalayıp yedi­ler.»

Hz. İsa ona: "Nuh (a.s.), şehirlerin sular altında kaldığım nasıl anla­dı?" diye sordu. Cevaben dedi ki: "Kendisine haber getirmesi için karga­yı gönderdi. Karga bir leş bulup üzerine kondu. Bunun üzerine Hz. Nuh korkak olsun diye ona beddua etti. Karganın evcil olmayışı bundandır. Daha sonra güvercini gönderdi. Dönüşte güvercin, gagasında bir zeytin yaprağı, ayağında da birazcık çamurla geldi de Hz. Nuh, böylece şehirle­rin sular altında kalmış olduklarını anladı. Boynuna yeşil bir kuşak tak­tı. Ünsiyet ve güvenlik içinde olması için dua etti. Güvercinin evlere alı­şık olması da bundandır."

Etrafındakiler, Hz. İsa'ya dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adamı (Haın'ı) evimize götürsek de, yanımızda oturup bizimle konuşsa olmaz mı?."

"Dünyadan rızkı kesilmiş olan bir adam nasıl sizinle beraber olur?." diyerek bu Öneriyi reddetti. Ve Ham'a: "Allah'ın izniyle eski haline dön!." dedi. Oda toprağa dönüştü...

Bu gerçekten garip bir rivayettir.

Alba b. Ahmer, İkrime'den, o da İbn Abbas'tan rivayet etti ki: Gemi­de Nuh'un yanında çoluk çocuklarıyla beraber seksen erkek vardı. Ora­da yüz elli gün kaldılar. Cenâb-ı Allah gemiyi Mekke'ye yöneltti, kırk gün süreyle Ka'be'nin çevresinde dolandı. Sonra onu Cudi'ye yöneltti, Cudi'nin üzerinde karar kıldı. Nuh (a.s.), kendisine yeryüzünün haberi­ni getirsin diye kargayı keşfe gönderdi. Karga gidip bir leşin üzerine kondu. Bunun üzerine Nuh (a.s.) güvercini gönderdi. Güvercin bir zey­tin yaprağı getirdi. Ayakları da çamurlanmıştı. Bunun üzerine Nuh (a.s.), yeryüzünden suların çekilmiş olduğunu anladı. Cudi dağının eteklerine indi. Orada bir köy kurdu. Orayı 'Seksen Köyü' diye adlandır­dı. O gün oraya yerleşenlerin dilleri seksen lisana ayrıldı. Bunlardan bi­ri de Arapçaydı. Oradakiler, birbirlerinin dillerini anlamıyor, Nuh (a.s.) onlara tercümanlık yapıyordu.

Katade ve diğerleri dediler ki: Nuh ve beraberindekiler, receb ayının onunda gemiye bindiler, 150 günlük bir yolculuk yaptılar. Gemi, onları getirip Cudi'nin tepesine kondurdu. Muharremin onunda, yani aşure gününde gemiden çıktılar. İbn Cerir de buna muvafık bir haber rivayet ederek, gemiden çıkış gününde oruç tuttuklarım sözlerine eklemiştir.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle dediğini riva­yet etmiştir:

Hz. Peygamber (s.a.v.), Yahudilerden bazı kimselere uğradı. Onlar, aşure orucunu tutmuşlardı. "Bu ne orucudur?" diye sorunca şöyle de­mişlerdi: "Bu, Allah'ın Musa'yı ve israiloğullanm suda boğulmaktan kurtardığı, Firavunu boğduğu gündür. Bu, geminin Cudi tepesine ko­nup yerleştiği, onur ve üstünlük sahibi olan Allah'a bir şükür ifadesi ola­rak Musa ile Nuh'un oruç tuttukları gündür."

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): "Ben Musa'ya daha yakınım. Bu günde öncelikle benim oruç tutmam gerekir." dedi. Ashabına da şu tav­siyede bulundu: "Sizden biri oruçlu olarak sabahlarsa, orucunu devam ettirip tamamlasın; Sizden biri ailesine dokunmuşsa, günün kalan kıs­mını oruçlu (imiş gibi) tamamlasın." Buharî'de bunu teyid edici bir baş­ka hadis vardır. Ancak tuhaf olan, burada Nuh (a.s.)'dan söz edilmesi­dir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.[6] Şimdi de bazı cahillerin aşureyle ilgi­li anlattıkları hikayelere gelelim.. Güya Hz. Nuh ve beraberindeki mü'minler, azıklarının artanını ve yanlarında kalan tahıllan öğütüp karıştırarak yemek mecburiyetinde kalmışlar. Uzun süre geminin için­de karanlıkta kaldıklarından dolayı gözlerinin zayıflayan ferini güçlen­dirmek için, gözlerine sürme çekmişler... Bütün bunlar, sahih olmayan ve içinde doğruluk payı bulunmayan rivayetlerdir. Bu hususta mute-med olmayan israiliyat hikayeleri nakledilir.

Muhammed b. İshak der ki: Cenâb-ı Allah, tufanı durdurmak iste­yince yeryüzüne bir rüzgar gönderdi. Bu rüzgarın etkisiyle sular durdu, yerin kaynakları tıkandı. Sular azalıp çekilmeye başladı. Geminin Cudi tepesine konup durması - Tevrat ehlinin iddiasına göre - tufanı mütea­kip yedinci ayın onuncu gecesinde olmuştur. Tufanı müteakip onuncu ayın ilk gününde de dağların tepeleri görünmüş, bunun üzerinden kırk-gün geçtikten sonra da Nuh, geminin- daha Önce yapmış olduğu - pence­resini açmış, sonra da suyun yeryüzünü ne hale getirdiğini görüp gerek­li bilgiyi getirmesi amacıyla kargayı dışarı göndermiş, ama karga bir daha geri dönmemişti. Karga geri gelmeyince güvercini gönderdi. Gü­vercin döndüğünde, gemide konacak yer bulamayınca Nuh (a.s.) elini uzatıp onu tuttu ve geminin içine aldı. Aradan yedi gün daha geçtikten sonra, sellerin neler yaptığım görüp geri gelerek kendisine bildirmesi için güvercini yemden dışarı gönderdi. Akşam olunca, ağzında bir zeytin yaprağıyla geri geldi. Nuh (a.s.),yeryüzünde suların azalmış olduğunu anladı. Aradan yedi gün daha geçince güvercini yeniden dışarı yolladı, ama bu defa güvercin geri dönmedi. Nuh (a.s.) yeryüzünün açılmış oldu­ğunu anladı. Tufanın başlangıcından güvercinin dışarı yollanmasına kadar bir yıl geçip ikinci yıla girildiğinde yeryüzü tamamen açılıp kara göründü. Nuh (a.s.) geminin örtüsünü açtı. Tufanın ikinci yılının yirmi altıncı gecesinde:

«"Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir sela­met ve bereketle gemiden in. Ama bir çok toplulukları da geçindireceğiz. Sonra onlara can yakıcı bir azab vereceğiz." denildi.» (Hud, 48.)

Ehl-i Kitabın anlattıklarına göre Cenâb-ı Allah, Nuh (a.s.)'a şu buy­ruğu vermiş: Sen, karın, oğulların, gelinlerin ve beraberindeki hayvan­lar, hepiniz gemiden çıkın. Bütün bunlar, yeryüzünde üreyip çoğaltsın­lar.

Çıktılar.. Nuh (a.s.), Allah rızasına kesilecek kurbanlar için bir mez­baha inşa etti. Eti yenen hayvanlarla kuşlardan birer tanesini Allah için kurban etti. Allah da yeryüzündeki insanlara artık böyle bir tufan gön­dermeyeceğine söz verdi. Bu sözünün hatırası olarak da gök kuşağını yarattı. Gökkuşağının, suda boğulmaya karşı ilahî bir emniyet olduğu­nu İbn Abbas söylemiştir.

İranlı ve Hindli bazı cahiller, tufanın vukuunu inkar etmiş, ama bu milletlere mensup bazı kimseler, tufanın vukubulduğunu itiraf etmiş, yalnız demişler ki: Tufan, Babil mıntıkasında vukubuldu, suları bize ulaşmadı. Adem'den bu güne dek, dünyayı büyüklerimizden bir miras olarak devralmışız.

Bunu, şeytanın izinde yürüyen ve ateşe tapan bazı mecusi zındıkla­rı söylemiştir. Bu onların bir safsatası, aşırı küfrü, katmerli cahillikleri, maddi olarak duyulur şeyleri inkarları ve göklerle yerin Rabbini yalan­lamalarından başka bir şey olamaz.

Rahman olan Allah'ın elçilerinden nakiller yapan din âlimleri, sair zamanlarda insanların mütevatiren rivayet ettikleri haberlerin yanı sı­ra, Nuh tufanının vukubulduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Bu tufan, bütün beldeleri sular altında bırakmış, Cenâb-ı Aîlah'da kendi desteğindeki günahsız peygamberi Nuh'un çağrısına icabet etmek ve kaçınılmaz takdirini infaz etmek için inkarcı kullardan hiç birini o za­man sağ bırakmamıştır. [7]

 

Nuh (A.S.)'Un Şahsına Ait Bazı Haberler

 

Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Doğrusu Nuh, çok şükreden bir kuldu.» (ei-îsrâ, 3.)

Denildi ki: Onun yemesi, içmesi, giymesi ve bütün davranışları Al­lah'ın gözetiminde ve onun rızasına uygundu.

İmam Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik'den naklederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi:

«Doğrusu Allah, kulun bir yiyeceği yeyip o yiyecekten ötürü kendisi­ne hamdetmesini veya bir içeceği içip o içecekten ötürü kendisine ham-detmesini memnuniyetle karşılar.»[8]

Doğrusu şu ki şükreden; kalbi, kavli ve ameli taatler yaparak hayır­lı aktivitede bulunan kimsedir. Şairin dediği gibi şükür, ancak böyle ya­pılır.

«Nimetleri size ifade eder üç şeyim;

Elim, dilim ve örtülü kalbim.» [9]

 

Nuh (A.S.)'Un Oruç Tutuşu

 

Sehl b. Ebi Sehl, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: İşit­tim ki Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Ramazan ve kurban bayra­mı günleri dışında Nuh (a.s.), zamanın tümünü oruçlu geçirmiştir.»

Taberanî, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: îşittimki Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Ramazan ve Kurban bayramı gün­leri dışında Nuh (a.s.), zamanın tümünü oruçlu geçirmiştir. Davud (a.s.), zamanın (senenin) yarısını oruçlu geçirmiştir. îbrahim (a.s.), her aydan üç gün oruç tutmuştur. Bir yıl tutmuş, bir yıl tutmamıştır.»[10]

 

Nuh(A.S.)'Un Haccı

 

Hafız Ebu Yala dedi ki: Süfyan b. Vekî', İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle de­diğini rivayet etti: «Rasûlullah (s.a.v.) haccetti. Usfan vadisine geldiğin­de sordu: "Ey Ebu Bekir! Bu hangi vadidir? Bu hangi vadidir?" Ebubekir: "Usfan vadisidir." deyince Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Buraya Nuh, Hud ve İbrahim, genç develer üzerinde uğramışlardır. Yularları liften eşekleri vardı. Peştemalları çuhadan, omuzlukları da siyah beyaz çizgili olup yündendi. Allah'm şereüi evini ziyaret ederek haccediyorlar-

dı." Bu hadis "garib"dir. [11]

 

Nuh (A.S.)'Un Oğluna Vasiyeti

 

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.)'m'yanmdaydık. Omuzuna üzerinde ipekten bağlar bulunan çizgili bir cübbe giymiş olan bedevi bir adam geldi ve şöyle dedi: "Bilesiniz ki bu arkadaşınız (yani Rasûlullah), sü-vaı'i oğlu süvari olan herkesi (yüksek mevkilerde bulunanları) alçaltmış, çoban oğlu çoban olan (aşağı tabakadaki) herkesi yüceltmiş-tır.

Rasûluîlah, (s.a.v.) onun cübbesinin yakasını tutarak: "Senin üze­rinde akılsızların elbisesini görmekteyim." dedi ve sonra sözünü şöyle sürdürdü: «Allah'ın peygamberi Nuh, vefat edeceği esnada oğluna şöyle dedi: "Sana bir vasiyette bulunacağım. Sana iki şeyi yapmanı emrediyo­rum. Ve iki şeyi yapmanı da yasaklıyorum. "Lâ ilahe illallah "demeni emrediyorum. Yedi kat gökle yedi kat yer, terazinin. bir kefesine; "lâ ilahe illallah" sözü de terazinin diğer kefesine konulsa, "lâ ilahe illal­lah" kefesi ağır gelir. Şayet yedi kat gölde yedi kat yer, dağınık halkalar olsalar, "Lâ ilahe illallah" ile "Sübhanallahi ve bihamdihi" kelimeleri, bu halkaları bir araya getirip birleştirir. Çünkü bu cümlelerde her şeyin bağı vardır. Yaratıklar bunlai'la rızıklandınlırlar.

"Allah'a ortak koşmayı, kibri sana yasaklıyorum," Dedim ki - veya denildi ki -: "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a ortak koşmanın ne demek oldu­ğunu biliyoruz. Ya şu 'kibir' nedir? Birimizin güzel ipli bir çift ayakkabı­sının olması kibir midir?" "Hayır" dedi. "Birimizin giydiği güzel bir elbi­sesinin bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Birimizin bin­mekte olduğu bir bineğinin bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" de­di. "Birimizin meclisinde oturup kendisiyle sohbet eden arkadaşlarının bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Peki ya kibir nedir?" de­dim."Hakkı tanımamak ve insanları horlamaktır."» dedi.[12]

Ehl-i Kitab anlatırlar M: Nuh peygamber gemiye bindiğinde 600 ya­şındaydı, îbn Abbas'm da böyle dediğini daha önce söylemiştik. Yalnız o, "Gemiye bindikten sonra 350 yıl daha yaşadı" sözünü eklemiştir. Ancak bu söz, tartışma götürür. Kaldı ki bu sözle Kur'ân-ı Kerim'in ifadeleri arasında uzlaşma sağlanamadığı için bu büyük bir yanılgıdan başka bir şey olamaz. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesinden anlaşıldığına göre Nuh peygamber, risaletle görevlendirildiğinden itibaren tufanın vukuuna kadar geçen müddet zarfinda milleti arasında 950 yıl kalmıştır. On­lar zalim bir kavim oldukları için bundan sonra tufan seline yakalan­mışlardır. Tufandan sonra Nuh peygamberin ne kadar yaşamış oldu­ğunu ancak Allah bilir.

Nuh (a.s.)'un 480 yaşındayken peygamberlikle görevlendirildiği, tufandan sonra 350 yıl daha yaşadığı sözü gerçekten İbn Abbas (r a )'dan nakledilmişse, buna göre -950 yıl daha ilaveyle- Nuh (a.s.) 1780 yıl yaşamış olmaktadır. İbn Cerir ve Ezrakf nin rivayetlerine göre Nuh (a s )'un kabri, Mescid-i Haram'dadır. Bu rivayet, son devir ulema­sından bir çoğunun bu konudaki kavillerinden daha güçlü ve. daha sabit­tir Bunlar derler ki: Nuh peygamberin kabri, Kerk-i Nuh beldesindedir. Ve orada bu maksatla bir cami de inşa edilmiştir.

Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [13]

 

Hud Peygamberin Kıssası

 

Hud (a.s.), Erfahşiz oğlu Salih'in oğludur. Erfahşiz ise, Nuh oğlu Sam'm oğludur.

Denilir ki: Hud (as.), Salih oğlu Abir'in oğludur. Salih ise, Sam oğlu Erfahşiz'in oğludur. Bilindiği gibi Sam da Nuh peygamberin oğludur. Bunu, İbn Cerir (et-Taberî) anlatmıştır.

Hud (a.s.), Ad kabilesindendi. Ad, Avs'm oğludur. O da Nuh oğlu Şam'ın oğludur. Bunlar bir Arab kavmi olup Ahkaf denen dağlık bölge­de otururlardı. Burası denize doğru uzanan ve Şahr adıyla isimlendiri­len bir yer olup Yemen'de Umman ile Hadramut arasındaydı. Vadileri­nin adı da Muğis idi. Nüfusları kabarık olup kalın direkli çadırlarda ya­şarlardı. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş İd:

«Ey Muhammedi Rabbinin, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini görmedin mi?.» (el-Fecr, 6-7.)

İrem'de oturan Ad.... Bunlar ilk Ad kavmiydi. İkinci Ad ise, bilahare ortaya çıkmış bir kavim olup yeri geldiğinde gerekli açıklama yapılacak­tır. Birinci Ad' dan şöyle söz ediliyor:

«Benzeri hiç bir memlekette yaratılmamış olan, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad...» {cl-Fecr, 7-8.)

İrem'in yeryüzünde dolaşan, bazen Şam'da, bazen Yemen'de, bazen Hicaz'da, bazen da başka yerde görünen bir şehir olduğunu söyleyen kimse, hedefi saptırmış, dayanaksız ve delilsiz bir söz sarfetmiş olur. İbn Hibban'm sahihinde Ebu Zerr (r.a.)'in rivayet ettiği, nebilerle mürsellerin anlatıldığı uzun bir hadiste şu ifadelere rastlamaktayız:

- «O nebi ve rasûllerden dördü, Araplardandır; Hud, Salih, Şuayb ve bir de peygamberin ey Eba Zerr!.»

İlk Arabça konuşanın Hud (a.s.) olduğu söylenir. Vehb b. Münebbih'e göre ise, Hud'un babasıdır. Diğerleri dediler ki: İlk Arabça konuşan, Nuh (a.s.)'du. İlk Arabça konuşanın Adem (a.s.) olduğu da söy­lenir ki, gerçeğe yakın olan da budur. İlk Arabça konuşanın başkası ol­duğu da söylenmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

İsmail (a.s.)'de önceki Araplara Arab-ı Aribe denir ki, bunlar birçok kabilelere ayrılırlar: Ad> Semud, Cürhüm, Tasm, Cedis, Emim, Medyen, İmlak, Casim, Kahtan, Benu Yaktin ve benzerleri...

Müstarebe Araplara gelince bunlar, İbrahim Halil oğlu İsmail'in soyudurlar. Gramere uygun', edebi bir Arapçayı ilk konuşan, Hz. İsmail (a.s.)'dir. Allah izin verirse yeri geldiğinde anlatılacağı gibi Hz. İsmail, Arapçayı, Harem'de annesi Hacer'in yanına gelip Mekke'ye yerleşen Cürhüm kabilesinden öğrenmiştir. Ama Cenâb-ı Allah ona, Arapçayı gayet iyi derecede anlaşılır ve net bir şekilde konuşturmuştur. Rasûlullah (s.a.v.)'da öyle konuşurdu.

Bizim bahsini yapmak istediğimiz Ad, ilk Ad'dır. Tufandan sonra ilk puta tapanlar onlardır. Samed, Samud ve Hera adlı üç tane putları var­dı.

Cenâb-ı Allah, onlara kardeşleri Hud'u'peygamber olarak gönderdi.

Hud, onları Allah'a kulluk etmeye çağırdı. Nitekim bunu açıklama sade­dinde Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Ad milletine de kardeşleri Hud'u gönderdik: "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" dedi. Milletinin inkarcı ileri gelenleri, "Biz senin beyinsiz ol­duğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz."-dediler. "Ey Milletim! ben beyinsiz değilim. Alemlerin Rabbinin peygamberiyim. Size Rabbi-min sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak üzere, aranızdan bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir ha­ber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getir­diğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın. Başarıya erişe­bilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın." dedi. "Bize, yalnız Allah'a kul­luk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdid ettiğin azaba uğrat." dediler. "Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve öfkesini hakkettiniz. Al­lah'ın hiç bir delil indirmediği ve isimlerini kendi koyduğunuz putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." dedi. Biz, rahmetimizle Hud'u ve berabe­rinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmayanla­rın kökünü kestik.» (el-A'râf, 65-72.)

«Ad milletine kardeşleri Hud'u gönderdik. Şöyle dedi: "Ey Miletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Yoksa sadece yalan uyduran kimseler olursunuz. Ey Milletim! Buna karşılık sizden bir üc­ret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana aittir. Akletmez misiniz? Ey Milletim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin ki size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; yüz çevirip de suçlu olmayın."

"Ey Hud! Sen bize bir belge getirmeden, senin sözünden ötürü tanrı­larımızı terketmeyiz ve sana inanmayız. Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır demekten başka bir şey demeyiz." dediler. Hud: "Doğrusu, ben Allah'ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki, ben O'nu bırakıp koş­tuğunuz eşlerden uzağım. Hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da ertelemeyin. Ben, ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, haberiniz olsun, şüphesiz ben size benimle gönderileni bildirdim. Rabbim sizden başka bir milleti yerinize getirebilir. O'na bir şey de yapamazsınız. Doğrusu, Rabbim her şeyi ko­ruyandır." dedi.

Buyruğumuz gelince, Hud'u ve beraberindeki inananları, acıyarak kurtardık. Onları çetin bir azabdan koruduk. Bu, Rablerinin ayetini bile bile inkar eden, peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emri­ne uyan Ad milletidir. Bu dünyada da, kıyamet gününde de lanete uğra­dılar. Bilinki Ad milleti Rabblerini inkar etti. Ve yine bilin ki Hud'un milleti Ad, Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hud, so-60.)

«Bunların ardından başka nesiller varettik. Onlara aralarından; "Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur, sakınmaz mısınız?" diyen bir elçi gönderdik. Onun inkarcı ve ahirete kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri - ki biz onlara bu dünya hayatında nimet ver­miştik - şöyle dediler: "Bu yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Kendiniz gibi bir insana itaat eder­seniz, hüsrana uğrayacağınızda hiç şüphe yoktur. Ölü toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi ediyor? Oysa tehdid edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz. Bu sadece Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız." O Peygamber: "Rab­bim! Beni yalancı saymalarına karşılık bana yardım et." dedi. Allah da: "Az sonra pişman olacaklar." bu3oırdu. Gerçekten onları bir çığlık yaka­ladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden millet, rahmetten uzak olsun! (el-Mü'minün, 3i -41.)

«Ad Milleti de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Hud, onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderil­miş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan salanın ve bana itaat edin. Buna kar­şı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Siz her yüksek yere koca bir bina kurup boş şeyle mi uğraşırsınız? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve ba­na itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının. Davarları, oğulla­rı, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum." dedi. "İster Öğüt ver, ister öğüt veren­lerden olma, bizim için farketmez. Bu durumumuz öncekilerin geleneği­dir. Biz azaba uğratılacak da değiliz." dediler. Böylece onu yalanladılar. Biz de kendilerini yok ettik. Bunda şüphesiz ki ders vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu, Rabbin güçlüdür, merhametlidir.» (eş-Şuarâ, 123)

«Ad milleti, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış, "Bizden da­ha kuvvetli kim vardır?" demişti. Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın on­lardan daha kuvvetli olduğunu görmüyorlardı değil mi? Ayetlerimizi bi­le bile inkar ediyorlardı. Rezillik azabım onlara dünya hayatında tad-dırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönder­dik. Ahiret azabı ise daha çok alçaltıcıdır. Ve onlar, yardım da görmez­ler.» (Fussilet, 15-16.)                                                          

«Ey Muhammed! Ad milletinin kardeşi Hud'u an. Ondan önce ve sonra, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin." diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkaf bölgesindeki milletini uyarmış: "Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum." demişti. "Bize, bizi tanrılarımız­dan alıkoymak için mi geldin? Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdîd ettiğin şeyi başımıza getir." dediler. "Doğrusu, bunun ne zaman gelece­ğini Allah bilir. Ben size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat si­zin cahil bir millet olduğunuzu görüyorum." dedi. O azabın yayılarak va­dilerine doğru yöneldiğim gördüklerinde: Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır o, acele beklediğiniz şeydir. Can ya­kıcı azab veren bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." dedi. Bunun üzerine evlerinin harabelerinden başka birşey görünmez oldu. Biz, suçlu milleti işte böyle cezalandırırız.» (el-Ahkâf, 21-25.)

«Ad milletinin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine, uğradığı herşeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.»

(ez-Zâriyât, 41-42.)

«İlk Ad milletini, semud milletini yok edip geri bırakmayan O'dur. Daha önce de Nuh milletini yok eden O'dur. Çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın kimselerdi. Lut milletinin kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur. Ey kişi! Rabbinin hangi nimetinden şüpheye

düşersin?» (en-Necm, 50-55.)

«Ad milleti peygamberini yalanlamıştı. Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Nitekim o uğursuz günde, üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren, dondurucu bir rüzgarı devam­lı olarak gönderdik. Benim azabmi ve uyarmam nasılmış? Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; yok mudur öğüt alan?.» (el-Kamer, 18-22.)

«Ad milleti ise, önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgarla yok edildi. Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgarı yedi gün,sekiz gece estirdi. Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yı­kıldıklarını görürsün. Onlardan arda kalmış birşey görür müsün?.» (ci- Hâkka, 6-8.)

«Ey Muhammed! Rabbinin hiç bir memlekette benzeri yaratılma­mış, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini gör­medin mi? Dağ yamacında kayaları oyan Semud milletine, memleketlerde aşırı giden, oralarda bozgunculuğu arttıran, sarsılmaz bir salta­nat sahibi Firavun'a Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Rabbin onları azab kırbacından geçirmiştir. Doğrusu, Rabbin hep gözetlemekteydi.»

(el-Feer, 6-14.)

Bütün bu kıssalardan, tefsirimizin ilgili bölümlerinde yeteri kadar bahsetmiştik. Övgü ve minnet, Allah'adır. Beraet, İbrahim, Furkân, Ankebût, Sâd ve Kâf sûrelerinde Ad milletinden söz edilmiştir.

Buraya kadar nakledilen ayetlere, konuyla ilgili haberleri de ekle­yerek Ad milletinin başından geçenleri deıii toplu bir şekilde anlataca­ğız.

Daha önce de söylediğimiz gibi, tufandan sonra puta tapan ilk mil­let, Ad kavmidir.

«Allah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getirdiğini ve vücutça da onlar­dan üstün kıldığını hatırlayın.» (cl-A'rsr, 69.).

Yani Cenâb-ı Allah onları,yaratılış, bünye ve tuttuğunu koparma bakımından zamanlarının en güçlü insanları olarak yaratmıştı.

«Bunların ardından başka nesiller var ettik.»(d-Mü'minûn, 3i.)

Sahih rivayetlere göre bunlar Hud peygamberin milleti idiler. Baş­kaları, bunların Semud kavmi olduğu düşüncesindedirler. Zira bir ayet-i kerimede buyurulmaktadır ki:

«Onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getir­dik.» (el-Mü'minün, 41.)

Dediler ki: Çığlıkla helak edilenler bunlar değil de Salih peygambe­rin milletidir. Zira bir ayet-i kerimede buyuruluyor ki:

«Ad milleti de bu yüzden önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgar ile yok edildi.» (ei-Hâkka, 6.)

Rivayetçilerin böyle demeleri, ormanlık yerde oturan Medyen hal-kınm kıssasında da anlatılacağı gibi bunların hem rüzgar ve hem çığlık­la helak edilmiş olmalarına engel teşkil etmez. Onların üzerine bir kaç çeşit ilahi azab gönderilmişti. Sonra Ad milletinin, Semud milletinden önce yaşamış olduğu da tartışma götürmez bir gerçektir.

Özetle Ad kavmi; katı, kafir, inatçı ve putperestlikte ısrarlı bir mil­letti. Cenâb-ı Allah, aralarından bir adamı, kendilerim sırf Allah'a kul­luk etmeye, ibadetlerini yalnızca Allah'a yapmaya, O'na karşı ihlaslı ol­maya çağırmaya görevli kıldı. Ama onlar bu adamı (Hud peygamberi) yalanlayıp muhalefet ettiler ve küçümsediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, güçlü ve muktedir bir zata yaraşırcasma onları yakalayıverdi.

Hud peygamber, Allah'a ibadet etmelerini emredip O'na itaat etme­lerini ve bağışlanma talebinde bulunmalarını teşvik ettiği, buna karşı­lık onlara dünya ile ahiret hayırlarını va'dettiği, ama bu emirlere muha­lefet etmeleri halinde kendilerini dünya ve ahiret azabıyla tehdid ettiği zaman;

«Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Biz senin beyirfsiz olduğunu gö­rüyoruz" dediler.» (el-A'râf, 66.)

Yani senin bizi davet ettiğin bu şey, kendilerinden yardım ve nzık umulan putlara tapmamız karşısında bir beyinsizlik ve ahmaklıktır. Kaldı İd sen, Allah tarafından bir elçi olarak gönderildiğini iddia eder­ken de yalan söylüyorsun...

«Ey Milletim! Ben beyinsiz değilim, âlemlerin Rabbinin peygambe­riyim.» dedi (el-A'râf, 66.)

Yani bu iş sizin sandığınız gibi, inandığınız gibi değildir. Bilakis ben: «Size Rabbimin mesajlarım tebliğ ediyorum ve ben, sizin için güve­nilir bir nasihatçıyım.» (A'râf, 67.)

Tebliğ vazifesi, tebliğ edilen şeyin aslım aktarmayı, yalan söyleme­meyi, fazlalık veya eksiklik yapmamayı gerekli kılar. Tebliğ edilecek şe­yi açık, kısa, karışıklık ve anlaşmazlığa meydan vermeyecek şekilde derli toplu olarak aktarmayı gerekli kılar.

Tebliğci, bu Ölçülere bağlı kalarak görevini yapmanın yanısıra mil­letine nasihat etmeli, onlara karşı şefkatli olmalı, doğru yola erişmeleri­ni kalben arzulaman, bu görevine karşılık olarak onlardan bir ücret is-tememeli, bilakis davet ve nasihatini "sırf Allah rızası için yapmalıdır. Ücretini, ancak kendisini hidayetçi olarak gönderen Allah'tan istemeli­dir. Çünkü dünya ve ahiretin bütün hayırları, Allah'ın elindedir.

Bu sebeple Hud peygamber demiş ki:

«Ey Milletim! Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana aittir. Akletmez misiniz?.» (Hud, 81.)

Yani sizi davet ettiğim şeyin, fıtratınızın da tanıklık ettiği gibi apa­çık bir hak ve hakikat olduğunu ayırdedip kavrayacak aldınız yok mu­dur? Sizi davet ettiğim bu şey, gerçek dindir ki, Cenâb-ı Allah Nuh'u bu dinle insanlara göndermiştir. Kendisine muhalefet edenleri de yok et­miştir. Ben bu davetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ücreti­mi, zarar ve faydanın sahibi olan Allah'tan istiyorum.

İnananlardan biri demişti ki;

«Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar. Beni yaratana ne diye kulluk etmiyeyim? Siz de O'na döneceksiniz.» (Yasin, 21-22.)

Ad milletinin Hud'a söyledikleri sözler arasında şunlar vardı: «Ey Hud! Sen bize bir belge getirmeden, senin sözünden ötürü tanrılarımızı terketmeyiz ve sana inanmayız. Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır demekten başka birşey demeyiz.» (Hud, 53-54.)

Diyorlardı ki: Ey Hud! Bize getirdiğin sözlerin doğruluğuna tanıklık edecek bir mucize getirmedin. Senin delilsiz ve dayanaksız olarak söyle­diğin yalm sözlerinden ötürü putlarımıza tapmayı bırakacak kimseler değiliz biz! Öyle sanıyoruz ki, bu sözleri deli olduğun için söylüyorsun.

Bazı tanrılarımız sana öfkelenmiş ve seni akıl hastalığına yakalatmış­lar, bu nedenle sen de delirmişsin. "Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır, demekten başka bir şey demeyiz." sözünün manası işte bu­dur.

"Hud: "Doğrusu ben Allah'ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki ben O'nu bırakıp koştuğunuz eşlerden uzağım. Hepiniz bana tuzak ku­run. Sonra da ertelemeyin."» (Hud, 54.55.)

Bu sözüyle Hud peygamber onlara meyden okuyor, tanrılarıyla ilgi­si bulunmadığını bildiriyor, onları küçümsüyor; o tanrıların, yani putla­rın fayda veya zarar veremeyeceklerini, cansız varlıklar olduklarını açıklıyordu. Ve şöyle diyordu: Eğer iddia ettiğiniz gibi bu putlar fayda veya zarar verebiliyorlarsa, işte ben, bunlara bağlı değilim ve bunları la­netliyorum. Yapabiliyor s anız bana tuzak kurun. Sonra da hiç erteleme­yin, hep bir araya- gelerek güçbirliği edin ve bir an ertelemeden bana ne yapabilecekseniz yapın! Umurumda değilsiniz. Sizi düşünmüyor ve size bakmıyorum bile.

«Ben, ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim. Hiç bir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim elbette doğ­ru yoldadır.» (Hud, 56.)

Yani ben Allah'a tevekkül ediyor, O'ndan destek alıyor, kendisine sı­ğınıp bel bağlayanın kayba uğramıyacağı Cenâb'ma güveniyorum. O'nu bırakıp ta yaratıklara aldırış etmem. O'ndan başkasına güvenmem ve ancak O'na kulluk ederim.

Hud'un Allah'ın kulu ve elçisi, Allah'tan başkasına tapan kavminin de sapıklık ve cehalet içinde olduğuna, sadece bu kesin bir delildir. Çün­kü kavmi, ona hiç bir kötülük yapamadı. Bu da onun onlara getirdiğinin doğruluğuna, onların hal ve gidişatlarının yanlışlığına, yollarının bâtılhğına delâlet eder. Daha önceleri Nuh peygamber de bu delilin ay­nısını kendi milletine karşı kullanmıştı:

«Ey Milletimi Eğer durumum, Allah'ın ayetlerim hatırlatmam size ağır geliyorsa - ki ben Allah'a güvenmişimdir - siz ve koştuğunuz ortak­lar elbirliği edin; yapacağınız iş, sonra size bir tasa vermesin. Sonra onu bana uygulayın ve beni ertelemeyin!.» (Yûnus, 71.)

İbrahim Halil (a.s.)'de böyle demişti:

«"Ona (Rabbinıe) ortak koştuklarınızdan korkmuyorum. Meğer ki Rabbimin bir dileği ola. Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt kabul etmez misiniz?" dedi. "Allah'a ortak koştuklarınızdan nasıl kor­karım? Oysa siz, Allah'ın hakkında size bir delil indirmediği bir şeyi O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güven­mek gereklidir, bir bilseniz." "İşte güven, onlara, inanıp imanlarına haksızlık karıştırmayanlaradır. Onlar doğru yoldadırlar. Bu, İbra­him'e, milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu, Rabbin Hakîm'dir, Bilendir."» (ei-En'âm, so-83.)

«Onun inkarcı ve ahirete kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri ge­lenleri - ki Biz onlara bu dünya hayatında nimet vermiştik - şöyle dedi­ler: "Bu, yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir." "Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsra­na uğrayacağınızdan hiç şüphe yoktur." "Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi ediyor?"» (ei-

Mü'minûn, 33-35.)

Cenâb-ı Allah'ın bir insanı peygamber olarak görevlendirmesini ya­dırgadılar. Bu tür şüpheleri cahil kafirler öteden beri ortaya atmışlardır ve atmaktadırlar. Buna değinen bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

«İçlerinden birine: "İnsanları uyar." diye vahyetmemiz insanların

tuhafma mi gitti?.» (Yûnus, 2.)

«İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: "Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?" demiş ol­malarıdır. De ki: 'Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik."» (el-Isrâ, 94-95.)

Bu sebeple Hud peygamber, kendi kavmine şöyle demişti:

«Sizi uyarmak için aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size ha­ber gelmesine mi şaşıyorsunuz?.» (el-A'râf, 63.)

Yani bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü Cenâb-ı Allah, peygam­berliğini nereye ve kime bırakacağını daha iyi bilir.

«"Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar diril­menizle sizi tehdid mi ediyor? Oysa tehdid edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat, ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz. Bu, sadece Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız!" O peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşı bana yardım et" dedi.» (el-Mü'mmûn, 35-39.)

Ahireti imkansız gördüler.. Toprak ve kemik haline geldikten sonra cesedlerin yeniden hayat bulacağım inkar ettiler.. "Bu, uzak, hem de ne kadar uzak bir şeydir'1 dediler. "Hayat, ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz." Yani bir millet ölür, diğeri hayata gelir. Dehrilerin inancı budur. Nitekim bir kısım cahil zındıklar derler ki: "Rahimler çocuk doğurur. Yer de onları yutar." Devrilere gelince bunlar, her 36.000 senede bir bu dünyaya döneceklerine inanırlar.

Bütün bunlar yalan, küfür, cehalet, sapıklık, hiç bir delil ve burhana dayanmayan fasid ve bâtıl sözlerdir. Akıllarım çalıştırıp doğru yola gir­meyen kafir ve günahkar ademoğullarının akılları, bu sözlerle çelin-mektedir. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Şeytanlar, ahirete inanmayanların kalblerinin ona yönelmesi, on­dan hoşnud olması ve onların işledikleri suçlan işlemeleri için, o sözleri fısıldarlar.» (el-En'âm, 113.)

Onlara öğüt verme sadedinde şöyle demiştir:

«Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?.» (eŞ-şuarâ,

128-129.)

Onlara diyordu ki: Her yüksek yerin üzerine, saray ve benzeri çok büyük muazzam binalar kurup, boş şeylerle mi uğraşırsınız. Bunlar boş şeylerdir.. Çünkü çadırlarda yaşadığınız için bunlara ihtiyacınız yok­tur.

«Ey Muhammedi Rabbinin, hiçbir memlekette benzeri yaratılma­mış, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini gör­medin mi?» (el-Fecr, 6-8.)

İrem'de yaşayan Ad, ilk Ad kavmidir ki, onlar büyük sütunlu çadır­larda yaşarlarmış.

İrem'in altm ve gümüşten yapılma bir şehir olup ülkeden ülkeye do­laştığını söyleyen bir kimse, yanılgıya düşmüş ve delilsiz bir söz söyle­miş olur. "Sağlam yapılar mı edinirsiniz?" (eş-Şuarâ, 129.) Bu ayette sözü edilen sağlam yapılardan kastın, saraylar veya hamam burçları, yahut sedler olduğu, geleiı rivayetler arasındadır. "Ebedî kalırsınız umuduy­la.", yani bu diyarda çok uzun bir ömür sürersiniz umuduyla bu sağlam yapıları inşa ediyorsunuz.

«Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakınm ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının; Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum.» (cş-Şuarâ, 130-135.)    .

İnançsız milleti, Hud (a.s.)'a şu karşılığı verdi:

«Bize yalnız Allah'a kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bı­rakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdid ettiğin azaba uğrat.» (el-A'râf, 70.)

Yani ibadet ve kulluğumuzu sırf Allah'a yapalım, atalarımıza, geç­mişlerimize ve onların dinlerine muhalefet edelim diye mi bize geldin? Eğer bu söylediklerin ve getirdiğin din doğruysa, bizi tehdid edip durdu­ğun azab ve cezayı başımıza getir. Doğrusu biz sana inanmıyor, senin peşin sıra gelmiyor ve seni doğrulamıyoruz...

Yine demişlerdi ki:

«İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma. Bizim için farketmez. Bu durumumuz öncekilerin dini ve geleneğidir. Biz azaba uğratılacak

da değiliz.» (eş-Şuarâ, 136-138.)

Bu ayet-i kerimedeki kelimesindeki (Hı) harfini fetha (üs­tün) ile okuyan kıraate göre bu kelimeden maksat, öncekilerin uydur­masıdır. Yani bu senin getirdiğin yalmzca kendi uydurulandır. Onu ön­cekilerin kitaplarından almışsın. Evet.. Bunu birden fazla sahabe ve tabiîn bu şekilde tefsir etmişlerdir. Fakat kelimesindeki (Hı) ve (lam) harflerini zamme (ötre) ile okuyan kıraate göre bu kelimeden maksat, dindir. Buna göre mana şöyle olur. "Üzerinde bulunduğumuz su din atalarımızın ve geçmişlerimizin dinidir. Biz bundan vazgeçme*-yiz bu hususta.fikir değiştirmeyiz ve eski dinimize sarılmakta devam ederiz." "Biz azaba uğratılacak da değiliz." cümlesi ,her iki kıraat şekli­ne de uygundur. Peygamber onlara şu cevabı verdi:

«Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve Öfkesini hakkettiniz. Al­lah'ın hiç bir delil indirmediği ve isimlerini kendi koyduğunuz putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.» (el-A'raf, 71.)

Yani bu kötü sözünüzle, Allah'ın azab ve öfkesini hakkettiniz. Or-taksız olan bir Allah'a ibadet edeceğiniz yerde; kendi elinizle yontup tanrı diye adlandırdığınız ve Allah tarafından haklarında hiç bir delil indirilmeyen putlara mı taparsınız? Hakkı kabulden yüz çevirip bâtılda kalmakta devam ederseniz ve benimsemiş olduğunuz küfürden sizi me-nedip etmemem sizin için farketmiyorsa; artık üzerinize inecek olan ve geri çevrilmesi imkansız olan ilahî azabı bekleyin!...

Yüce Allah buyurdu ki:

«O peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşılık bana yardım et." dedi. Allah'da: "Az sonra pişman olacaklar." buyurdu. Ger­çekten onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getir­dik. Haksızlık eden millet, rahmetten ırak olsun!» (ei-Mu'minûn, 39-41.)

«"Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlü­lerden isen, bizi tehdid ettiğin şeyi başımıza getir." dediler. "Doğrusu, bunun ne zaman geleceğini Allah bilir. Ben size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat sizin cahil bir millet olduğunuzu görüyorum." dedi. O azabın, yayılarak vadilerine doğru yöneldiğim gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azab veren bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." dedi. Bunun üzerine evlerinin harabele­rinden başka bir şey görünmez oldu. Biz, suçlu milleti işte böyle cezalandırırız.» (el-Ahkâf, 22-25.)

Bu inkara milletin yok oluş haberi, gerek kısa, gerek geniş bir şekil­de müteferrik ayetlerde anlatıldı:

«Biz, rahmetimizle, Hud'u ve beraberinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmayanların kökünü kestik.» (el-A'râf, 72)

«Buyruğumuz gelince, Hud'u ve beraberindeki inananları, acıyarak kurtardık. Onları çetin bir azabdan koruduk. Bu, Rabblerinhı ayetlerini bile bile inkar eden, peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad milletidir. Bu dünyada da, kıyamet gününde de lanete uğradılar. Bilin ki Ad milleti, Rabblerini inkar etti ve yine bilin ki Hud'un milleti Ad, Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hûd, 58-60.)

«Gerçekten onları bir çığlık yakaladı ve onları süpürüntü yığını hali­ne getirdik. Haksızlık eden millet, rahmetten ırak olsun!» (Mü'mimm, 41.)

«Böylece onu yalanladılar; Biz de kendilerini yok ettik. Bunda şüp­hesiz ki ders vardır, ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu Rabbin güçlüdür merhametlidir.» (eş-Şuarâ, 139-140.)

Ad milletinin yok oluş hadisesinin tafsilatına gelince, Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«O azabın yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azab veren bir rüzgardır. Rabbi'nin buyruğu ile her şeyi yok eder."» (ei-Ahksf, 24.)

Üzerlerine ilk olarak şu şekilde azab inmeye başlamıştı: Kuraklığa ve kıtlığa maruz kalmış, dolayısıyla yağmur yağması dileğinde bulun­muşlardı. Gökte yaygın bir bulut görünce de onu bir rahmet bulutu san­mışlardı. Ama az sonra onun azab bulutu olduğunu gördüler. Bu neden­le Cenâb-ı Allah buyurdu ki! "Hayır, o, sizin acele beklediğiniz şeydir." "Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdid ettiğin azabı haydi başımıza getir." diyerek azabın bir an evvel üzerlerine inmesini istemişlerdi.

Müfessirler ve diğerleri burada İmam Muhammed b. îshak b. Ye-sar'ın anlatmış olduğu haberi nakletmişlerdir. Şöyleki: Ad milleti, onur ve üstünlük sahibi Allah'ı inkar etmekten vazgeçmeyince, üç yıl süreyle yağmursuz kaldılar. Bu, onları çok sıkıntıya düşürdü. O devirlerde in­sanlar her hangi bir işte sıkıntıya düştüklerinde, bu sıkıntının gideril­mesi için Allah'a dua edecek olurlarsa, Ka'be ve Ka'be'nin yeri hürmeti­ne, bu sıkıntılarını gidermesi için Allah'a dua ederlerdi. Ka'be, o zama­nın insanları tarafından bilinirdi. Orada Amalikalılar yaşarlardı. Bun­lar, Nuh peygamberin oğlu Sam'm oğlu Amlik b. Laviz'in soyundandı-lar. Amalika kabilesinin reisi, Muaviye b. Bekr adlı biriydi. Muaviye'nin anası, Ad kavminden Celheze binti Hayberî idi.

Ad, Harem-i Şerif yanında yağmur duasında bulunmaları için yet­mişe yakın adamı bir heyet halinde Mekke'ye gönderdi. Bu heyet, Mek­ke dışında ikamet eden Muaviye b. Bekr'e uğradı. Yanında bir ay kaldı. İçki içiyorlar, Muaviye'nin iki sanatçı cariyesi de onlara şarkılar okuyor­lardı. Bu heyet, bir ayda ancak Muaviye'ye ulaşabilmişlerdi. Misafirlik­leri uzun sürünce Muaviye, onlara yaptığı masraftan dolayı kendi kav­mine acımaya başladı. Evinden çıkıp gitmelerini söylemekten utandı, ama çekip gitmelerini ima eden bir şiir yazdı ve sanatçı cariyelerine, bu şiiri misafirlere okumalarını emretti:

Ey Kayl! Yazıklar olsun sana kalk da dua et. Belki Cenâb-ı Allah, bize bir bulut gönderir. Ad milletinin topraklarını yağmurla sulandırır. Susuzluktan ağızları kurudu, konuşamaz oldular.

Bebekleri yaşlanamaz, yetişkin dahi olamazlar.

Bir zamanlar kadınları şen şakrak iken,

Ama şu günde kadınları dul oldular.

Canavarlar, onlara açıktan açığa gelir.

Ad milletinin oklarından korkmaz oldular.

Siz burada oldunuz, arzularına kavuşan kimseler,

Gecelerinizle gündüzleriniz enfes olmuştur.

Heyetiniz çirkinlik işledi,

Selam ve saygı hakkınız değildir.

Bu şiiri dinleyen heyet kalkıp hareme gitti, milletleri için dua etti­ler. Duahanları Kayl b. Anz dua etti. Cenâb-ı Allah, bu dua üzerine biri beyaz, biri kızıl, biri de siyah olmak üzere üç bulut peydahladı. Sonra gökten bir ünleyici: "Kendin - veya milletin - için bu üç buluttan birini seç.»"diye seslendi. Kayl: "Şu siyah bulutu seçtim. Çünkü bulutların en çok sulu olanı budur." dedi. Ünleyici ise ona şu karşılığı verdi:

"Helak edici bulutu seçtin. Bu, Ad milletinden bir tek ferdi bile sağ bırakmayacaktır. Ne ana, ne çocuk, ne de baba, Hiçbiri hayatta kalma­yacaktır. Yalnız Lüveyze Oğullarına bu ateş tesir etmeyecektir." Lüvey-ze Oğulları, Ad kabilesinin bir batm olup Mekke'de yaşarlardı. Kavimle­rine gelen bela, kendilerine isabet etmedi. Bunların neseplerinden ka­lanlar, son Ad kavmidir.

Cenâb-ı Allah, Kayl b. Anz'm seçtiği siyah bulutu, içindeki azabla birlikte Ad milletinin üzerine şevketti. Onlara, Muğis denilen vadi tara­fından çıkıp geldi. Bulutu gördüklerinde sevinip dediler ki: Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır. Cenâb-ı Allah ta onlara şu cevabı ver­di: «Hayır, o, sizin acele beklediğiniz şeydir. O, can yakıcı azab veren bir rüzgardır. Rabbinin emriyle her şeyi yok eder.» (ei-Ahkâf, 25) .Yani uğradığı her şeyi ortadan kaldırıp yok eder.

Bunu ilk görüp azab rüzgarı olduğunu anlayan, rivayete göre Ad kavminden Mehd adlı bir kadındır. O buluttaki şeyin ne olduğunu anla­yınca bağırdı, sonra da düşüp bayıldı. Ayıldığmda O'na: "Ne gördün ey Mehd?" diye sordular. Şu cevabı verdi: "Bu bulutta, ateşe benzer bir rüzgar gördüm. Önünde, onu çekmekte olan bazı adamlar vardı... "

Cenâb-ı Allah o rüzgarı yedi gece, sekiz gün aralıksız olarak üzerle­rinde estirdi. Ad milletinin helak olmadık bir tek ferdini bile bırakmadı.

Hud (a.s.) beraberindeki mü'minlerle beraber cennetvari bir bahçe­ye çekilmiş, yumuşak ve nefislerin hoşuna giden şeyler kendilerine geli­yordu. Göklerle yer arasında bir mahfile binerek Ad milletine uğruyor, onları taşlarla eziyorlardı...

İmam Ahmed b. Hanbel de Müsned'inde buna benzer bir kıssa an­latmaktadır: Zeyb b. Habbab, îbn Yezid el- Bekrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ala' b. Hadremî'yi şikayet için Rasûlullah (s.a.v.)'a gitmek üzere evden çıktım. Rabaza'ya uğradım. Bir de baktım ki orada tek başı­na duran, Temim oğulları kabilesinden yaşlı bir kadm yar. Bana dedi ki: "Ey Abdullah! Rasûlullah (s.a.v.)'ı görmem gerekiyor. Beni ona götürür müsün?"

Ben de onu yanıma alıp Medine'ye götürdüm. Bir de ne göreyim: Mescid-i Nebevi., onun akrabalarıyla hınca hınç dolu.. Siyah bir bayrak da dalgalanıyor.. Bilal, kılıç kuşanmış, Rasûlullah (s.a.v.)'m huzurunda bekliyor.."Bu insanların işi burada ne?.» diye sordum. "Rasûlullah (s.a.v.), Amr b. As'ı bir tarafa (savaş için) göndermek niyetinde." dediler. Oturdum... Rasûlullah (s.a.v.) menziline girdi. Yanma girmek için izin istedim, bana izin verildi.. İçeri girip selam verdim. "Sizinle Temim oğulları arasmda birşey var mıydı?" diye sordu. Dedim ki: "Evet.. Bizim­le onların arasında bir olay oldu. Bu olay bizim lehimize, onların aleyhi­ne oldu. Onlardan yaşlı bir kadına rastladım. Bir kenarda yalnız başına oturmuştu. Kendisini alıp huzuruna getirmemi istedi., işte kapıda bek­liyor."

Rasûlullah (s.a.v.) izin verdi, kadın içeri girdi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer uygun görürsen, bizimle Temim oğulları arasına bir sed çek. Dehna çölünü sınır kıl. Çünkü o bize aittir."

Kadın kükreyip ayağa kalkar gibi yaptı ve : "Sana iltica eden, artık nereye başvurur?" dedi. Ben de şöyle dedim: "Benim durumum da Önce anlattığım gibidir. Başıma bela aldım. Düşmanım olduğunu bilmeksi­zin bu kadını size getirdim. Ad milletinin elçilik heyetinin başı gibi ol­maktan Allah ve Rasûlüne sığınırım." Rasûlullah (s.a.v.): "Ad milletinin elçisi de ne?" diye sordu. Halbuki o, meseleyi benden daha iyi biliyor, ama beni konuşturmak istiyordu. Dedim ki:

Ad milleti kıtlığa maruz kaldılar. Kayl adında birini elçi olarak gön­derdiler. O da Mekke'de ikamet eden Muaviye b. Bekr'e uğradı. Yanında bir ay kadar kaldı. Ona içki içiriyor, sanatçı iki cariyesi de ona şarkılar söylüyorlardı. Bir ay geçtikten sonra Tihame dağlarına çıktı ve şöyle dua etti: "Allahım! Biliyorsun ki, ben bir hastanın yanma gelmedim ki, onu tedavi edeyim.. Bir esirin de yanma gelmedim ki fidyesini verip ser­best bıraktırayım. Allahım! Ad milletine yağmur yağdırıp, vereceğin ka­dar su ver."

Böyle dua ettikten sonra onun tarafina değişik renkteki bulutlar geldi. Kendisine: "Bu bulutlardan birini seç." diye ses geldi. O da simsi­yah bir bulutu gösterdi. Bunun üzerine kendisine şöyle bir seda geldi: "Alın da helak olun. Ad milletinden hiç kimse hayatta kalmasın!." Bana ulaşan habere göre onlara, şu yüzüğümün içinden geçebilecek kadar bir rüzgar esti, hepsi de helak oldular. Ebu Vail dedi ki: Doğrudur. O kadın­la erkek, bir elçi gönderdiklerinde ona: "Ad milletinin elçisi gibi olma"derlerdi.[14]

Bu anlatılan kıssa, sonuncu Ad kavmiyle ilgili olsa gerek. Çünkü îbn İshak üe diğerlerinin anlattıkları kıssada Mekke'den söz edilmekte­dir Oysaki Mekke, İbrahim Halil (a.s.)'den sonra kurulmuş bir beldedir. Hani bir zamanlar o, zevcesi Hacer ile oğlu İsmail'i oraya yerleştirmiş; Cürhümlüler de onların yanma inip konaklamış ve onlarla beraber Mekke'de yaşamaya başlamışlardı.

Halbuki ilk Ad kavmi, İbrahim peygamberden önce yaşamıştır. On­ların helaki kıssasmdaysa, Muaviye b. Bekr'den ve onun yazmış olduğu şiirinden söz edilmektedir. Ama şiir, birinci Ad'ın zamanından sonraki zamanların şiirine benzemektedir. Önceki devirlerde yaşamış insanla­rın sözlerine benzememektedir. O şiirde anlatılan bulutun adına "Şernar" denmektedir. Oysaki ilk Ad milleti, karşı durulmaz dondurucu bir rüzgarla helak edilmişti. îbn Mes'ud, İbn Abbas ve birden fazla tabiîn imamları dediler ki: ayet-i kerimesinde geçen (Sarsar) kelimesi, soğuk ve dondurucu; (Atiye) kelimesi ise, şiddetli esen anlamı­na gelir.

«Allah o rüzgarı üzerlei"ine yedi gece, sekiz gün aralıksız estirdi.» (el-Hâkka, 7.)

Denildiğine göre o günlerin ilki cuma veya çarşamba idi.

«Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıkla­rını görürsün.» (el-Hakka, 7.)

Bu ayette onlar, başsız hurma kütüklerine benzetilmişlerdir. Şun­dan ki: Azab rüzgarı, onlardan birini yakaladığında kaldırıp havaya yükseltiyor, sonra da tepesi üstüne bırakıyordu. Böylece kafası ezilip parçalanıyor ve cesedi başsız kalıyordu. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Nitekim o uğursum günde, üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren, dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik.» (el-Kamer, 19-20.)

Uğursuz günün çarşamba günü olduğunu söyleyip o günü uğursuz sayan kimse, yanılgıya düşmüş ve Kur'ân'a muhalefet etmiş tir. Çünkü başka bir ayette de şöyle buyurulmuştur:

«O uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik.»(Pussilet, 16.)

Bilindiği gibi, üzerlerine rüzgar estirilen günlerin sayısı sekizdir. O günler de birbirini izlemiş, aralarına hiç fasıla girmemişti. Eğer günle­rin bizatihi kendileri uğursuz olsalardı, bu takdirde senenin bütün gün­lerinin uğursuz olması gerekirdi ki bunu akıl sahibi hiç kimse söylemez. Ancak bu günler, azaba uğratıldıkları için onlara göre uğursuz sayılmış­lardır. Yüce Allah buyurdu ki:

«Ad milletinin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.»(ez-Zâriyât, 41-42.)

Yani o rüzgar, hiçbir hayır üretmiyordu. Yalnız başına rüzgar; ne bulutu sevkeder, ne de ağaç ve buğdaylara fayda verir. Kısırdır, hayır vermez. Bu nedenle müteakip ayette denmiş ki:

"O rüzgar, uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çevirir." Yani hiç fayda vermeyen çürümüş şeye döndürür.

Şu'be, İbn Abbas'tan rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­du: «Bana Saba rüzgarıyla yardım edildi. Ad kavmi ise (batıdan esen) Debur rüzgarıyla yok edildi.»[15]

«Ey Muhammedi Ad milletinin kardeşi Hud'u an. Ondan önce ve sonra: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin." diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkaf bölgesindeki milletini uyarmış "Doğrusu sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." demişti.» (ci-Ahkâf, 21.)

Bu ayette sözü edilen Ad, açıkça anlaşıldığı gibi ilk Ad milletidir. Buradaki ifadeler Hud kavminin ifadesine benzemektedir ki, onlar da ilk Ad milletidir.

Bu kıssada anlatılanların ikinci Ad milleti olması da muhtemeldir. Önce anlatmış olduğumuz ve ileride Hz. Aişe'den rivayet edilecek hadis de buna delâlet etmektedir.

«O azabın, yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler.» (d-Ahkâf, 25.}

Gökteki o yaygın bulutu görünce yağmur bulutu sandılar; az sonra gördüler ki o bir azab bulutudur. Onu rahmet sandılar; az sonra onun ilahî bir intikam olduğunu anladılar. O buluttan hayır umdular; ama ondan şiddetli bir şer ve musibet gördüler. «Hayır, o, sizin acelece bekle­diğiniz şeydir." Çabuk gelmesini istediğiniz azaptır. "O, can yakıcı azab veren bir rüzgardır." Bu azabın, kendilerine isabet eden dondurucu ve sürekli esen ve karşı durulamaz bir rüzgar olması da muhtemeldir. Bu rüzgar yedi gece, sekiz gün üzerlerinde esmiş, onların hepsini yok etmiş, kaçanlarını kovalayıp yakalamıştı. Öyle ki mağaraları ve kovukları üzerlerine kapatıyor, sonra onları çıkarıp helak ediyordu. Sağlam evle­rini ve saraylarını, üzerlerine çökertiyordu. Onlar, önceleri güç ve kuv­vetlerine aldanarak: "Bizden daha güçlü kim vardır?" demişler; Cenâb-ı Allah da onlardan daha güçlü ve kuvvetli olan kuru rüzgarı üzerlerine musallat kılmıştı.

Muhtemeldir ki bu rüzgar, neticede bir bulut meydana getirmiş; on­ların artakalanları da, bunun kendileri için bir imdat ve rahmet bulutu olduğunu sanmışlardı. Çoklarının anlattıkları gibi Cenâb-ı Allah, o bu­luttan, üzerlerine kıvılcım ve ateş göndermişti. Bu bulut, Medyenlilerinüzerine gönderilen gölge gibi bir şeydi. Cenâb-ı Allah, üzerlerine hem soğuk bir rüzgar, hem de ateş eriyiği göndermişti ki, bu da birbirine zıt muhtelif şeylerle verilen azabtan daha şiddetli olmuştu. Buna ek olarak kendilerini bir çığlık y akalayı vermiş ti. Mü'minûn sûresinde bu çığlık­tan bahsedilmektedir. Doğruyu Allah bilir.

İbn Ebi Hatîm dedi ki: Babam, İbn Ömer'den naklen, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etti: Allah'ın, Ad milletini yok et­mek için üzerlerine estirdiği rüzgar, ancak bir yüzük deliğinden geçen bir rüzgar kadardı. Çölde yaşayan Ad milletine çarpan azab rüzgarı on­ları, davarlarını ve mallarım alıp yer ile gök arasında kaldırdı ve yük­seklere çıkardı. (Sonra da yüz üstü bırakıp helak etti). Kent içinde yaşa­yan Ad kavmi, azab rüzgarım ve ondaki musibeti görünce: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. O rüzgar, çöldeki Ad kavmi­ni, davarlarını ve mallarını göğe doğru kaldırdıktan sonra, kentte yaşa­yan Ad kavminin üzerine bıraktı ve tümünü yok etti.Taberanî, İbn Ab­bas'tan naklen Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Cenâb-ı Allah'ın Ad milleti üstüne estirdiği azab rüzgarı, ancak bir yü­zük deliğinden geçebilecek yoğunluktaydı. Sonra onların köylülerini rüzgarla havalandırarak kentlilerinin üzerine bıraktı. Kentliler, azab bulutunun kendilerine yönelip gelmekte olduğunu gördüklerinde: "Va­dilerimize yönelip gelmekte olan bu yaygın bulut bize yağmur yağdıra­caktır.» dediler. Halbuki Ad milletinin köylüleri o bulutun içindeydiler. Cenâb-ı Allah o bulutun içindeki köylüleri, kentlilerin üzerine bıraktı ve neticede hepsi yok oldular."

O azab rüzgarı, o kadar şiddetli esiyordu ki, mahzenlere ve kapı ara­lıklarından içerilere sızıyordu. Hesapsız denecek kadar kuvvetli esiyor­du.

Ayet-i kerimeden de açıkça anlaşıldığı gibi Ad milleti, azab bulutu­nun yaygın ve geniş olduğunu görmüşlerdi. Bunu Müslim de "Sahîh'inde açık bir dille nakletmiştir. Şöyle ki: Ebu Bekr et- Tahir, Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rüzgar estiğinde Rasûlullah (s.a.v.) şöyle derdi: «Allahım! Bu rüzgarın hayrını, bundaki şeylerin hayrını ve bu­nunla gönderdiğin şeylerin hayrım senden diliyorum. Bu rüzgarın şer­rinden, bundaki şeylerin şerrinden ve bununla gönderdiğin şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.»

Gök bulutlandığı zaman da Rasûlullah (s.a.v.)'m yüzünün rengi de­ğişir, dışarı çıkar, içeri girer, ileri gider, geri gelirdi. Buluttan yağmur­lar boşanınca da yüzünün rengi açılırdı. Aişe, onun bu halini anlardı. Sebebini sorunca da şu cevabı alırdı: «Ey Aişe! Bu bulut belki de Ad kav­minin dediği bulut gibi olabilirdi. Onlar, yaygın bulutun, vadilerine yönelerek geldiğini gördüklerinde, "Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır." demişlerdi, (ama üzerlerine azab indirmişti).»[16]

Başka bir rivayette şöyledir: İmam Ahmed b. Hanbel dedi ki: Harun b. Ma'ruf, Süleyman b. Yesar'dan naklen Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediği­ni rivayet etti: «Rasûlullah (s.a.v.)'m, küçük dili görünecek şekilde katı­la katıla güldüğünü hiç görmedim. Yalnızca gülümserdi. Bir bulut veya rüzgar esişini gördüğünde, bu, onun yüzünden anlaşılırdı. Dedim ki: Ya Rasûlullah! İnsanlar bulut gördüklerinde, kendilerine yağmur getirece­ği umuduyla sevinirler; Ama bulut gördüğünde, yüzünde hoşnutsuzluk görüyorum. Bu, neden? Buyurdu ki: "Ey Aişe! Bulutta veya rüzgarda azab bulunmayacağından emin değilim ki! Nuh'un milleti, rüzgarla he­lak edildi. Başka bir millet de azabı (bulutu) gördüklerinde; "Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır" dediler.»

Önce de işaret ettiğimiz gibi bu hadis, Ad milletiyle ilgili iki kıssanın apayrı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Şu halde Ahkâf sûresinde an­latılan haber, ikinci Ad milletiyle ilgilidir. Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan diğer haberlerse, ilk Ad milletiyle ilgilidir. Doğruyu en iyi bilen, Al­lah'tır.

Hud peygamberin haccını, Nuh peygamberin haccmdan bahseder­ken anlatmıştık. Hz. Ali'den rivayet olunduğuna göre Hud peygamberin mezarı, Yemen'dedir. Başkalarıysa Şam'da olduğunu söylemişlerdir. Caminin kıble duvarında bir yer vardır ki, bazı kimseler, oranın Hud peygamberin mezarı olduğuna inanırlar. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.[17]

 

Semûd Mîlletinin Peygamberi Hz. Salih

 

Bunlar, kendilerine Semud denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri Semud'un adını almışlardı. Semud, Cedis'in kardeşidir. Bu ikisi de İrem oğlu Asir'in oğullarıdırlar. İrem ise, Nuh peygamberin oğlu Sâm'ın oğlu­dur.

Semud, Arab-ı Aribe'dendir. Hicaz ile Tebük arasında, Hicr denen yerde yaşarlardı. Rasûlullah (s.a.v.) Tebük gazvesine giderken, berabe­rindeki Müslümanlarla beraber, bunların yurdu Hicr'e uğramıştır. Bunlar, Ad milletinden sonra dünyada yaşamışlardır. Onlar gibi bunlar da puta taparlarmış.

Cenâb-ı Allah, içlerinden bir adamı kendilerine peygamber olarak gönderdi. Kulu ve elçisi olan bu adam, Nuh peygamberin soyundan ge­len Salih b. Abid, b. Masih, b. Abid, b. Hadir, b. Semud, b. Asir, b. İrem, b. Nuh idi. Onları, ortaksız olan bir Allah'a kulluk etmeye, putlara ve Al­lah'ın ortaklan olduklarını iddia ettikleri varlıklara tapmaktan vazgeç­meye, hiç birşeyi Alllah'a ortak koşmamaya davet etti. İçlerinden küçük bir grup ona iman etti, çoğunluğu inkar etti. Ona dillerini ve ellerini uzattılar, öldürmeye yeltendiler. Salih (a.s.)'in gerçek peygamber oldu­ğunu göstermek için Allah'ın, kendilerine karşı bir delil olarak gönder­diği dişi deveyi öldürdüler. Dolayısıyla Allah da onları, güçlü ve mukte­dir bir zata yaraşırcasma yakalayıverdi. Nitekim buyurdu ki:

«Semud milletine kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey Milletim! Al­lah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin. Yoksa can yakıcı azaba uğrar­sınız. Allah'ın sizi Ad milleti yerine getirdiğini, ovalarında köşkler ku­rup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın; Allah'ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." dedi. Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenle­ri, aralarından iman eden ve bu sebeple hor gördükleri kimselere, "Sa­lih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini sahiden biliyor musunuz?" dedi­ler. Onlar da: "Doğrusu biz, onunla gönderilene inanıyoruz." dediler. Bü­yüklük taslayanlar: "Sizin inandığınızı, biz inkar ediyoruz." dediler ve dişi deveyi kesip devirdiler. Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar. "Ey Salih! Eğer sen peygambersen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat bakalım. dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çö-küverdiler. Salih de onlardan yüz çevirdi ve :"Ey Milletim! Andolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim. Fakat siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz." dedi.» (el-A'râf, 73-79.)

«Semud milletine kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey Milletim! Al­lah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Sizi yeryüzünde yara­tıp orayı imar etmenizi dileyen O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da ona tevbe edin. Doğrusu, Rabbim size yakın ve duaları kabul edendir." dedi. "Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmak­tan men mi ediyorsun? Doğrusu, bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişe­deyiz." dediler. "Ey Milletim! Eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana rahmet eder de ben ona başkaldırırsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka bir şey yapamazsınız." de­di. "Ey Milletim! Bu, size bir ayet olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin. Yoksa siz, hemen aza­ba uğrarsınız." Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman Salih: "Yur­dunuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür." dedi. Buyruğumuz gelince Salih'i ve beraberindeki inananları - katımızdan bir rahmet olarak - o günün rezilliğinden kurtardık. Doğrusu, Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür. Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu. Oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. Sanki orada, hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud milleti Rabbini inkar etmişti. Bilin ki, Semud milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hud, 61-68.) '

«Andolsun ki Hicr halkı, peygamberleri yalanlamışlardı. Onlara ayetlerimizi verdiğimiz halde, yüz çevirmişlerdi. Dağlarda güven içinde, evler yontuyorlardı. Sabaha karşı çığlık onları y akalayı ver di. Yaptıkları, kendilerine bir fayda sağlamadı.» (el-Hicr, 80-84.)

«Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları ya­lanlamış olmalarıdır. Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa biz mucizeleri, yalnız korkutmak için göndeririz.» (el-Iara, 59.)

«Semud milleti de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Salih onla­ra: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu, ben, size gön­derilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim,ancak âlemlerin Rabbine aittir. Burada bahçelerde, pınar başlarında,ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısı­nız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız? Artık Allah'tan sakının, ba­na itaat edin. Yeryüzünü İslah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizle­rin emirlerine itaat etmeyin." dedi. "Sen şüphesiz büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlü isen, bir

belge getir." dediler. Salih: "İşte belge, bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı belirli bir gün onun ve belirli birgün de sizindir. Sakın ona bir kö­tülük yapmayın. Yoksa sizi büyük günün azabı yakalar." dedi. Onlar ise deveyi kestiler, ama pişman da oldular. Bunun üzerine onları azab ya­kaladı. Doğrusu, bunda bir ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rab­bin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.» (eş-Şuarâ,i4i-i59.)

«Andolsun ki, Semud milletine kardeşleri Salih'i; "Allah'a kulluk ediniz." desin diye gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki gurup olu-verdiler. Salih: "Ey milletim! Niye iyilikten önce, acele kötülük istiyor­sunuz? Açmasınız diye Allah'tan mağfiret düeseniz olmaz mı?" dedi. "Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Sa­lih: "Uğursuzluğunuz Allah katından takdir edilmiştir. Belki imtihana çekilen bir milletsiniz." dedi. O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk-ya­pan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz kişi vardı. "Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna, ailesinin yokedilişinde bulun­madık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim." diye aralarında Allah'a yemin ettiler. Onlar bir düzen kurdular. Biz, farkettirmeden düzenleri­ni bozduk. Düzenlerinin sonunun nasıl olduğuna bir bak. Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik. İşte haksızlıklarına karşılık çökmüş bulunan evleri! Bunda bilen bir millet için şüphesiz ders vardır. İnanıp Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.» (en-Neml, 45-53.)

«Semud milletine doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü, doğ­ru yolda gitmeğe tercih ettiler. Kazandıklarının karşılığı olarak, onları, alçaltıcı azabın yıldırımı çarptı. İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.» (Fussiiet, 17-18.)

«Semud milleti, uyaran peygamberleri yalanladı. "İçimizden bir in­sana mı uyacağız? O zaman biz sapıklık ve delilik etmiş oluruz. Kitap, aramızda, ona mı verilmiş? Hayır, o pek yalana ve şımarığın biridir." de­diler. Yarın kimin pek yalancı ve şımarık olduğunu bileceklerdir. Doğ­rusu, onları denemek üzere dişi deveyi gönderen biziz. Salih'e şöyle de­miştik: "Onları gözetle ve sabret. Onlara, herkese, sıralarına göre suyun aralarında pay edilmiş olduğunu söyle." Ama bir arkadaşlarını çağırdı­lar. O da kılıcını alarak deveyi kesti. Benim azabım ve uyarmam nasıl-mış? Nitekim üzerlerine bir çığlık gönderdik de, ağılcılarm kullandığı kurumuş ot gibi oldular. Andolsun ki Kur'ân'ı, öğüt olsun diye kolaylaş­tırdık. Yok mudur öğüt alan?» (ci-Kamer, 23-32.)

«Semud milleti içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzün­den peygamberleri yalanladı. Allah'ın peygamberleri onlara, Allah'ın devesini göstermiş ve: "Allah'ın bu devesine ve onun su hakkına dokun­mayın." demişti. Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzeri­ne Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azab indirdi; yerle bir etti onları. Bu işin sonundan onun korkusu yoktur.» (eş-Şems,ıı-15.)                                      Berâet, İbrahim, Furkân, Sâd, Kâf, Necm ve Fecr sûrelerinde oldu­ğu gibi Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde Ad ve Semud milletlerinin kıssalarını anlatırken aralarında bazı mukayeseler yap­mıştır.

Denilir ki: Bu iki milletin haberlerini Ehl-i Kitap bilmemektedir. Onların kitapları Tevrat'ta, bu İM milletten bahsedilmemektedir. Ne var ki Kur'ân-ı Kerîm'de, Musa peygamberin Ad ve Semud'dan bahsetti­ğine delâlet eden ayetler mevcuttur. Nitekim Cenâb-ı Allah, İbrahim su­resinde şöyle buyurur:

«Musa: "Siz ve yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Al­lah yine de müstağni ve övülmeğe layık olandır." demişti. Sizden önce geçen Nuh, Ad, Semud milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haber­leri - ki onları Allah'tan başkası bilmez-size ulaşmadı mı? Onlara pey­gamberleri belgelerle geldiler...» dbrâhîm, 8-9.)

Ayetten açıkça anlaşılıyor ki bu, Musa (a.s.)'nm kendi milletine söy­lediği sözün ta kendisidir. Fakat bu iki millet Araplardan oldukları için, Ehl-i Kitap bunlarla ilgili haberleri- bu haberler ne kadar Musa pey­gamber zamanında meşhur idiyse de - iyice ezberlememişler ve bu ha­berlerin hıfzedilmesi için gereken itinayı göstermemişlerdir. Bütün bunları tefsirde[18] detaylarıyla anlatmış bulunmaktayız. Övgü ve şük­ranlar, Allah'adır.

Gayemiz, Semud milletinin kıssasını, yaratıkları işleri, karşılaştık­ları akıbeti, Allahm, peygamberi Salih (a.s.) ile beraberindeki mü'min-leri nasıl kurtardığını; küfürleri, azgınlıkları ve peygamberlerine mu­halefetleri dolayısıyla zulmetmiş olanların köklerini nasıl kazıdığım anlatmaktır.

Önce de söylediğimiz gibi Semud milleti Arap'tı. Ad milletinden son­ra yaşamış ama onların akıbetlerinden ders almamışlardı. Bu nedenle peygamberleri Salih onlara şöyle demişti:

«Allah'a kulluk edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden si­ze bir belge geldi. Allah'ın bu dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın, Al­lah'ın toprağında otlasın; ona kötülük etmeyin. Yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız. Allah'ın sizi Ad milleti yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiği­ni hatırlayın. Allah'ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk yapa­rak karışıklık çıkarmayın.» (ei-A'râf, 73-74.)

Yani sizi Ad milletinin yerine yerleştirdi. Onlardan sonra dünyaya getirdi ki akibetlerinden ibret alasınız; onların yaptıkları hataları yap-mayasınız. Yeryüzünü ve bu toprakları size verdi. Siz de düzlüklerde şa­tolar ve saraylar kuruyorsunuz. «Dağlarda ustalıkla evler oyuyorsu­nuz.» (eş-Şuarâ, 149.) Allah'ın size bahşettiği bu nimetlere şükür, iyi amel,

sadece O'na ortaksız olarak ibadet ve kulluk etmekle karşılık verin. O'na muhalefet etmekten, O'na itaatten sapmaktan sakının. Doğrusu bunun sonucu vahim olur.

Salih (a.s.), bu sebepten Ötürü onlara şu Öğüdü verdi: «Burada bah­çelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar ara­sında güven içinde bırakılır mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emir­lerine itaat etmeyin.» (eş-Şuarâ, 147-152.)

«Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Si­zi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O’dur.» (Hud, eı.)

Yani sizi yoktan var edip yeryüzünü sizinle şenlendiren, içindeki ekin ve meyvelerle birlikte yeryüzünü emrinize amade kılan, Allah'tır. Yaratan ve rızık veren odur. Yalnız O, tapımlmaya layıktır. Başkası de­ğil...

«Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tevbe edin.» (Hûd, eı.)

Yani içinde bulunduğunuz küfür halinden vazgeçin ve sadece Al­lah'a kulluğa yönelin. Çünkü O, sizin tevbenizi kabul eder ve kusurları­nızı bağışlar. "Doğrusu Rabbim size yakın ve duaları kabul edendir."(Hûd, 61.)

"Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin." dediler. (Hûd, 62.)

Yani ibadeti sadece Allah'a yapmamızı, onun ortaklarına tapmak­tan vazgeçmemizi, ata ve dedelerimizin dinlerini bırakmamızı teklif edici bu sözünü söylemenden önce, tam akıllı bir kimse olduğunu sanı­yorduk.

"Şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyor­sun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz."» (Hûd, 62.)

«"Ey milletim! Eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana rahmet eder de ben O'na baş kaldınrsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka birşey yapamazsınız." dedi.» (Hûd, 63.)

Böylece Hud peygamber, onlara tatlı dil ve yumuşak ifadelerle yak­laşıyor, güzel bir üslupla onları hayra davet ediyordu. Yani gerçek, be­nim size dediğim ve sizi davet ettiğim şey gibi ise, o zaman ne yapacağı­nızı sanıyorsunuz? Allah katında ileri sürecek mazeretiniz ne olacaktır? Sizi O'nun kabza-i kudretinden kurtaracak ne vardır? Oysaki siz, sizi O'na itaate davet etmekten vazgeçmemi istiyorsunuz. Bundan vazgeç­mem mümkün değildir. Çünkü bu, benim görevimdir. Bu işten vazge­çersem, ne sizden ne de başkalarından hiç kimse beni, Allah'ın azabından koruyamaz ve bana yardımcı olamaz. Ben, sizleri tek ve or­taksız olan Allah'a kulluk etmeye çağırmaya devam edeceğim. Allah'ın benimle sizin aranızda hükmünü vereceği zamana kadar görevimi sür­düreceğim...

«Ama milleti ona: "Sen, şüphesiz, büyülenmişin birisin." dediler.» (Şuarâ, 53.)Yani bizi sadece Allah'a kulluk etmeye ve O'na koştuğumuz or­taklardan vazgeçmeye davet ederken ne dediğini bilmeyen, büyülenmiş birisin. Cumhur-u ulema bu ayet-i kerimeyi böyle manalandırmış-lardır. Ayette geçen (müsahharm) kelimesiyle kastedilen mana da bu­dur.

"Müsahharîn" kelimesinin cinci kimse anlamına geldiğini söyleyen­ler de olmuştur. Nitekim milleti, Salih peygambere: "Sen, büyüsü olan bir insansın." demişlerdi. Ama "müsahharîn" kelimesinin birinci manası daha kuvvetlidir. Çünkü ona böyle dedikten sonra sözlerini şöy­le sürdürmüşlerdi:

«Bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Eğer doğru sözlüler­den isen, bir belge getir.» (cş-şuarâ, 154.)

Kendilerine getirdiği şeyin doğru ve gerçek olduğuna delâlet eden bir mucize göstermesini istediler:

«Salih: "İşte belge, bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı, belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir. Sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa sizi büyük günün azabı yakalar." dedi.» (eş-Şuarâ, 155-156.)

Salih peygamber, Semud milletine ayrıca şöyle demişti:

«Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir de­lildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin, yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız.» (el-A'râf, 73.)

Yüce Allah da buyurdu ki:

«Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiş­tik de ona zulmetmişlerdi.» (isrâ, 59.)

Müfessirlerin anlattıklarına göre Semud milleti, bir gün toplantı yerlerinde bir araya gelmişlerdi. Allah'ın elçisi Salih, yanlarına giderek onları Allah'a kulluğa davet etmiş, azab-ı ilahiyi onlara hatırlatmış, sa­pıklıktan sakındırmış, öğüt vermiş ve bâtıla yanaşmamalarını emret­mişti. Ama onlar Salih (a.s.)'e şöyle bir şart koşmuşlardı: "Ey Salih: Şu karşıdaki kayadan şu ve şu niteliklere sahip, boylu poslu, gebe bir deve çıkarırsan belki sana iman ederiz." Salih (a.s.), onlara dedi ki: "Bu iste­ğinizi tam olarak yerine getirirsem, benim getirmiş olduğum dine iman eder ve size tebliğ ettiğim ilahi mesajı doğrular mısınız?" "Evet" dediler. Salih (a.s.) de bu hususta onlardan söz ve teminat aldı. Sonra namazga­hına gidip, onur ve üstünlük sahibi Allah'ın huzurunda nasibince na­maz kılıp dua etti. Kavminin bu isteğinin gerçekleştirilmesini Rabbin-den diledi. Allah da oracıktaki kayaya, yarılarak istenilen nitelikteki büyük cüsseli gebe bir deveyi çıkarmasını emretti. Kaya da bu ilahî eniri hemen yerine getirdi. Devenin ortaya çıktığını müşahede ettiklerinde büyük bir iş, dehşetli bir olay, Salih (a.s.)'in doğruluğunu ortaya koyan kesin bir delil, parlak bir hüccet ve göz alıcı bir kudret gördüler. Bunun üzerine çokları iman getirdi. Çokları da küfür, sapıklık ve inatlarına de­vam ettiler. Cenâb-ı Allah'ın, "Ona (deveye) zulmetmişlerdi.» demesi­nin sebebi işte budur. Yani onun mucize oluşunu inkar ettiler. Onun se­bebiyle çokları hakka inanmadılar. Öte yandan inananların reisi Cen-da1 b. Amr b. Muhallat b. Lebid b. Cevas idi. Bu zat, Semud kavminin ön­de gelen büyüklerindendi. Eşrafın kalan kısmı da Allah'ın dinine girme­ye yöneldiler. Ama putlarının sahibi Habbab ile Züab b. Amr b. Lebid, Rabab b. Sa'r b. Cemlis- onları yeni dine girmekten menettiler. Cenda', amcası oğlu Şihab b. Halife'yi-bu da eşraftandı- imana davet etti. Ama yukarıda adları geçen inkarcılar, onu da Allah'ın dinine girmekten me­nettiler. Bunun üzerine Şihab, bunların akıntısına kapıldı. Bunun üze­rine, Müslümanlardan Mehreş b. Ganme adındaki bir adam - Allah ona rahmet etsin - şöyle bir şiir söyledi:

"Amroğullarından bir grup geldiler. Şihab'1 Salih'in dinine davet ettiler. Şihab, tüm Semud kavminin ulusu idi. Dine gelmiş olsaydı o eğer, Salih, içimizde olurdu güçlü peygamber, Onlar, sahipleri Züab'a dönemez idiler. Ama Hicr halkının saptırıcıları, Aydınlandıktan sonra sineğe dönüştüler."

İşte bu sebeple Salih peygamber onlara şöyle dedi:

«Bu, size (getirdiğim ilahî mesajın doğruluğunu gösteren) bir ala­met olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa siz hemen azaba uğrarsınız.» (Hûd, 64.)

Anlaşmaya varıldı. Bu deve, Semud halkının arasında dolaşacak, topraklarından istediği yerde otlayacak, gün aşırı su başına gelip içe­cekti. Sırası geldiğinde kuyu basma gelecek ve suyunu içecekti. Onlar da su içerlerken, ertesi gün de kendilerine lazım olacak suyu önceden te­darik ediyorlar, ayrıca kendilerine yetecek kadar o devenin sütünü de içiyorlardı. Bu sebeple Salih (a.s.) onlara dedi ki:

«Su içmek hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir.» (eş-Şuarâ, 155.)

Cenâb-ı Allah da buyurdu ki:

«Doğrusu, onları denemek (iman edip etmediklerini sınamak için) dişi deveyi gönderen biziz. (Yapacakları işi) gözetle ve (eziyetlerine de) sabret. (Haber, sana apaçık bir şekilde gelecektir.) Onlara, herkese, sı­ralarına göre suyun aralarında pay edilmiş olduğunu söyle.» (el-Kamer, 27-28.)

Bu hal uzun süre böyle devam edince, Senıud halkının bilginleri top­landılar; belasından kurtulup rahatlarını bulsunlar ve bol suya sadece kendileri sahib olsunlar diye deveyi kesmeyi kararlaştırdılar. Yapacak­ları bu işi de Şeytan kendilerine hoş gösterdi. Yüce Allah buyurdu ki:

«Dişi deveyi kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna başkaldırdılar. "Ey Salih! Eğer sen peygamber isen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat baka­lım." dediler.» (ei-A'râf, 77.)

Deveyi boğazlama işini üstlenenlerin elebaşısı, Kudar b. Salif b. Cenda1 idi. Sarışın ve mavi gözlüydü. Veled-i zina olup Salif in yatağın­da doğduğu söylenir. O, Sibyan denen bir adamın oğludur. Kudar'ın de­veyi kesmesi, hepsinin ittifakıyla olmuştu. Suçun tümüne nispet edilişi de bu sebeptendir.

İbn Cerir et-Taberî ve diğer tefsir âlimleri dediler ki: Semud mille­tinden iki kadın vardı. Bunlardan biri, Mahya b. Züheyr b. Muhtar'm kı­zı Saduk idi. Soylu ve güzel sözlü, tatlı dilli biriydi. Müslüman bir erke­ğin nikahı altındaydı. Kocasından boşandı. Amcası Mehrec b. Mah-ya'nm oğlu Masra'ı çağırdı ve ona: "Salih'in devesini kesersen ben seni­nim." dedi. Bu iki kadından diğerinin adı da Anize idi. Guneym b. Mic-lez'in kızıydı. Ümmü Gamme künyesiyle çağırılan bu kafir kadın bir acuzeydi. Halkın liderlerinden biri olan kocası Züab b. Amr'dan, kızları vardı. Deveyi kestiği takdirde, dört kızından hangisini beğinirse onu kendisine vereceğini, Kudar b. Salif e va'd etti. Bu iki genç, Salih pey­gamberin devesini boğazlama işini benimsediler. Kavimleri arasında bunun propagandasım yaptılar. Kendilerine yedi kişi daha katıldı. Böy­lece dokuz kişi oluverdiler ki, ayet-i kerimede bunlardan söz edilmekte­dir:

«O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan, düzeltmeye uğraşma­yan dokuz kİŞİ vardl.» (en-Ncml, 48.)

Kabilenin geri kalan adamlarına da giderek bu işin propagandasını yaptılar. Deveyi boğazlamanın çok iyi bir iş olacağım söylediler. Halk da onlara uyum gösterdi.

Artık deveyi gözetlemeye başladılar. Deve, su içmekten geri dönün­ce pusuya yatmış olan Masra', arkadaşlarını kışkırtmak ve de teşvik et-mek.içuı bir ok attı. Kudar b. Salif, onların en hızhsıydı. Deveye bir kılıç darbesi indirdi; dizini kırıp kemiğini ortaya çıkardı. Deve yere yıkıldı ve yüksek sesle böğürdü. Bu böğürüşüyle yavrusunu uyarıyordu. Sonra Kudar, ikinci darbeyi hayvanın boynuna vurup kesti. Devenin yavrusu, karnından çıktı. Geçit vermez yüksek bir dağa çıktı ve üç defa böğürdü...

Abdürrezzak'm rivayetine göre devenin yavrusu: "Ya Rab! Anam nerede?" demiş, sonra da bir kaya kovuğuna girerek orada kaybolmuş. O yavrunun da o caniler tarafından takib edilip boğazlandığını söyleyen­ler de olmuştur.

Yüce Allah buyurdu ki:

«Ama bir arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcını alarak deveyi kesti. Benim azabım ve uyarmam nasılmış?» (ei-Kamer, 29-30.)

«Semud milletinin en azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzünden pey­gamberleri yalanladı. Allah'ın peygamberi, onlara Allah'ın devesini göstermiş ve: "Allah'ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın." demişti.Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rable-ri, suçlarından dolayı onları kırıp geçirerek yerle bir etti. Bu işin sonun­dan O'nun korkusu yoktur.» (eş-Şems, 11-15.)

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Zem'a'dan rivayet etti ki: Rasülullah (s.a.v.),. ashabına hitapta bulundu, Salih peygamberin deve­sini ve o deveyi boğazlayanı anlattı, dedi ki:

«O kavmin en azgını (deveyi boğazlamak için) ileri atıldı. Ebu Zem'a gibi, aşireti içinde zeki ve emrine itaat edilen güçlü bir adam ileri atıl­dı.»[19]

Muhammed b. İshak, Ammar b. Yasir'den rivayet ederek dedi ki:

Rasülullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye şöyle dedi:

- Sana insanların en bahtsızını bildireyim mi?

- Evet ya Rasûlallah.

- Bunlar iki kişidir. Biri Salih peygamberin devesini boğazlayan, Semud kavminin ufak tefek sarışın adamıdır. Diğeri de ey Ali, senin şu tepene vurarak çeneni tependen ayıracak olan adamdır.

Bunu İbn Ebi Hatîm rivayet etmiştir.

Yüce Allah buyurdu ki:

«Dişi deveyi kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar, "Ey Salih! eğer sen peygambersen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat baka­lım." dediler.» (el-A'râf, 77.)

Semud milleti bu sözlerinde, bir kaç noktadan son derece şiddetli bir kafirlik yapmışlardı. Şöyle ki:

1-Allah'ın, kendilerine mucize olarak göndermiş olduğu dişi deveyi kesmeme hususundaki kati yasağı çiğnemekle, Allah'a ve peygamberi­ne muhalefet etmişlerdi.

2- Azabın, üzerlerine inmesini çabuklaştırdılar. Bu azabı da iki ba­kımdan hakkettiler:

a- Cenâb-ı Allah'ın kendilerine koştuğu şarta riayet etmediler. Al­lah Teâlâ şu buyruğu vermişti:

«Bu, size bir ayet olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağından otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa yakın bir azaba uğrarsı­nız.» (Hûd, 64.)

Başka bir ayette, "Büyük bir azaba uğrarsınız." Bir başka ayette ise, Can yakıca bir azaba uğrarsınız." denmektedir ki, bu ifadelerin hepsi de doğrudur.

b- Semud kavmi, Salih peygamberin, kendilerini tehdid edip durdu­ğu azabın bir an evvel gelmesini istediler. Çünkü azabın geleceğine inanmıyorlardı.

3- Nübüvvetine ve doğruluğuna ilişkin kesin kanıtlar bulunan pey­gamber Salih (a.s.)i yalanladılar. Oysaki onun hak peygamber olduğu­nu kesin bir bilgiyle biliyorlardı. Ama kafirlikleri, sapıklıkları ve inatla­rı; onları, gerçeği inkara ve azabın geleceğim imkansız görmeye şevket­ti. Yüce Allah buyurdu ki:

«Buna rağmen deveyi kesip devirdiler. O zaman Salih: "Yurdunuz­da üç gün daha kalın. Bu, yaİanlanmıyacak bir sözdür." dedi.» (Hûd, 65.)

Anlatıldığına göre Semud halkı deveyi boğazladıklarında ilk saldı­ran, lanetli Kudar b. Salif olmuştu. Hayvanın dizini kırmış, yere düşür­müştü. Sonra hayvanın üzerine kılıçlarıyla çullanmışlar, onu kesip par­çalamışlardı. Bu durumu gören yavrusu onlardan kaçarak, orada bulu­nan yüksek bir dağın tepesine çıkmış, üç defa böğürmüştü. Bu sebeple Salih (a.s.) onlara: "Yurdunuzda üç gün daha kalın." demişti. Ama onlar, onun bu kesin tehdidine de inanmamışlardı. Dahası, akşam olunca da onu Öldürmeyi ve akıllarınca onu devenin akıbetine uğratmayı planla­mışlardı.

"Biz gece ona ve ailesine baskın verelim." diye aralarında Allah'a ye­min ettiler. (en-Neml, 49.)

Yani geceleyin ailesiyle birlikte Salih'i evinde kıstıralım, onu öldü­relim. Sonra da öldürdüğümüzü inkar edelim. Dostları ve akrabaları ka­nını dava ederlerse, öldürmediğimizi söyleyelim. Bu sebeple dediler ki: "Sonra da onun dostuna, ailesinin yok edilişinde bulunmadık. Şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim." Yüce Allah da buyurdu ki:

«Onlar bir dü­zen kurdular. Biz farkettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin so­nunun nasıl olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini, yerle bir ettik. îşte, haksızlıklarına karşılık çökmüş bulunan evleri! Bunda, bilen bir millet için şüphesiz, ders vardır. İnanıp Allah'a karşı gelmek­ten sakınanları kurtardık... (en-Ncml, 50-53.)

Salih peygambere suikast planlayan bu grubu, Cenâb-ı Allah taş yağmuruna tuttu. Yağan taşlar, onları ezip parçaladı. Milletlerinden önce kendileri yok edildiler.

Salih peygamber, hani kendilerine üç günlük süre tanımıştı ya, İşte bu sürenin ilk gününde - ki o gün perşembe idi - Semud milletinin yüzü sapsarı oldu. Nitekim peygamberleri de onları uyarmıştı. Perşembe gü­nü gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun. Mehil müd­detinin bir günü geçti!." diye bağırdılar. İkinci güne girdiklerinde -ki o gün cuma idi - yüzleri kıpkırmızı oldu. O gün, gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun, verilen sürenin iki günü geçti." Verilen mehilin üçüncü gününe -ki o gün cumartesi idi- girdiklerinde yüzleri simsiyah oldu. O gün gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun. Mehil bitti." diye bağırdılar. Pazar sabahı olunca koku sürünüp hazırlık yaptılar. Kendi üzerlerine inecek olan ilahî azab ve intikamı beklemeye oyuldular. Allah'ın kendilerine ne yapacağını ve azabın hangi yönden kendilerine geleceğim bilmiyorlardı.

Güneş doğup ortalık aydınlanınca üstlerinden, gökten üzerlerine bir çığhk; altlarından, yerden de kendilerine bir sarsıntı geldi. Ruhları dışa taştı, canları çıktı, hareketler durdu, sesler kesildi, hak yerini bul­du, yurtlarında cansız ve hareketsiz cesedler olarak diz üstü çökük vazi­yette kalakaldılar. Kelbe adlı kötürünı bir cariye hariç, hepsi öldü. Selk kızı Kelbe adındaki bu cariyeye Zeria da deniyordu. Salih peygambere karşı küfür ve düşmanlığı aşırı denecek kadar fazlaydı. Azabı görünce tutuk ayakları açıldı. Hızla koşmaya başladı. Bir Arap kabilesine uğra­yarak, gördüklerim ve milletinin başına gelen-felaketi onlara haber ver­di. İçmek için su istedi. İçince de öldü.

Yüce Allah buyurdu ki:

«"Sanki orada (bolluk ve refah içinde) hiç yaşamamışlardı. Bilin ki, Semud milleti Rabbini inkar etmişti. Bilin ki Semud milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştı." Yani kader lisam onlara böylece seslendi.» (Hud,68.)

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Zübeyr'den rivayetle, Cabir (r.a.)'in şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.v.) Semud milletinin yaşamış ol­duğu Hicr mıntıkasına uğradığında şöyle dedi: "Mucizele'r'istemeyin. Bir millet (Semud halkı) istemişti de (mucize olarak kendilerine gönde­rilen) dişi deve, şu yoldan gelir ve bu yoldan da giderdi. O millet, Rableri-nin buyruğuna karşı geldiler de deveyi kesip devirdiler. Bir gün o, onla­rın suyunu içer, bir gün de onlar onun sütünü içerlerdi. Onu kesip devir­diler. Bu yüzden bir çığlık kendilerini yakaladı. Bu çığlık sebebiyle gök kubbenin altında onlardan bir kişi hariç, hepsi ölüp yok oldular. O bir ki­şi de Allah'ın haremindeydi." "O kimdi ya Rasûlallah?.» diye sordular. Buyur du ki: "O, Ebu Rigal'di. Harem'den çıkınca, milletinin başına ge­len musibet, kendisini de yakaladı."[20]

Abdürrezzak, Ma'mer'in şöyle dediğini rivayet etti: İsmail b. Ümeyye'nin bana anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Rigal'in kabrine uğramış. "Bunun (burada yatanın) kim olduğunu bili­yor musunuz?" diye sormuş. Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, demeleri üze­rine cevabı kendisi vermiş: «Bu, Ebu Rigal'in kabridir. Semud halkın-dandır. Allah'ın hareminde bulunuyordu. Harem, onu Allah'ın azabından korudu. Harem'den çılanca, milletinin başına gelen musibet kendisini de yakaladı. (Öldü.) işte buraya gömüldü. Kendisiyle birlikte

altın bir dal da bu kabre gömüldü."

Rasûlullah (s.a.v.)'m böyle demesi üzerine, yanında bulunanlar mezarı hemen kılıçlarıyla açtılar ve altın dalı oradan çıkardılar.

Abdürrezzak, Zührî'nin: "Ebu Rigal, Sakif kabilesinin dedesidir." dediğini rivayet etmiştir. Muhammed b. îshak, "Sîret" adlı kitabında, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Kendisiyle birlikte Taife gidip de bir mezara uğradığımızda Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle dediğini işittim:

«Bu, Ebu Rigal'in kabridir. O, Sakif kabilesinin dedesidir. Semud halkındandı. Bu Harem'de bulunuyordu. Harem, onu azabtan koruyor­du. Harem'den çıkınca, milletinin başına gelen musibet onu burada ya­kalamıştı. (Ölmüş) ve buraya defnedilmiş ti. Bunun işareti de, kendisiy­le birlikte buraya altın bir dalın gömülü olmasıdır. Mezarını açarsanız, onunla birlikte altın dalı da bulursunuz." Rasûlullah (s.a.v.)'m böyle de­mesi üzerine, beraberindekiler, hemen mezarı açmışlar ve oradaki altın dalı çıkarmışlardı.»

Bunu, Muhammed b. İshak yoluyla Ebu Davud rivayet etmiştir.[21]

Yüce Allah buyurdu ki:

«Salih de onlardan yüz çevirdi ve: "Ey Milletim! And olsun ki, ben si­ze Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz öğüt verenle­ri sevmiyorsunuz." dedi.» (ei-A'râf, 79.)

Salih (a.s.)'in durumundan haber veren bu ayet-i kerimede onun, yokoluşlarmdan sonra milletine hitapta bulunduğu bildiriliyor. Bulun­dukları mahalden başka tarafa gideceği sırada onlara şöyle seslenmişti: "Ey Milletim! Andolsun ki, ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim." Yani sizi doğru yola eriştirmek için bütün gücümle çalıştım. Sözüm, fiilim ve niyetimle, bu uğurda hummalı bir çalışma içine girdim. "Fakat siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz." Yani sizin karekter ve seciye­niz, hakkı kabul etmiyor ve istemiyor. Bu sebeple de can yakıcı ve ebedi­yete kadar üzerinizde devam edecek olan bir azaba uğrama akibetine maruz kaldınız. Bu azabı sizden savmak için, ne sizin ve ne de benim gü­cüm vardır. Üzerime düşen risalet ve nasihat görevimi size ifa ettim. Ama Allah, dilediğini yapar.

Ölümlerinin üzerinden üç gün geçtikten sonra, Bedir kuyusunda gömülü bulunan müşrik ölülerine Rasûlullah (s.a.v.)'da böyle bir hitap­ta bulunmuştu. Gecenin son saatlerinde mücahid sahabelere geri dönüş emri vermiş, bineğine binerek Bedir kuyusunun başına gelmiş ve şöyle bir nutuk irad etmişti:

"Ey kuyudakiler! Rabbinizin size va'dettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü? Doğrusu ben, Rabbimin bana va'dettiğinin gerçek oldu­ğunu gördüm. Peygamberiniz için ne kötü bir aşiret oldunuz! Siz beni

yalanladınız; (başka) insanlar, beni doğruladı. Siz sürgün ettiniz; (baş­ka) insanlar beni barındırdı. Siz benimle savaştınız; (başka) insanlar bana yardım etti. Peygamberiniz için ne kötü bir aşiret oldunuz!"

Hz. Ömer (r.a) dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Leş haline gelmiş kimse­lere mi hitab ediyorsun?" Rasûlullah (s.a.v.) ona şu karşılığı verdi: "Nef­sim kudret elinde bulunan Allah'a andolsun ki, söylediklerimi onlardan daha iyi işitiyor olamazsın! Ne var ki onlar cevap veremiyorlar."[22]

Rivayete göre Salih peygamber, Semud kavminin yok edilmesinden sonra Harem-i Şerife gelmiş, vefat edinceye kadar orada yaşamıştır.

İmam Ahmed b. Hanbel, îbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet et­miştir: Peygamber (s.a.v.), haccederken Usfan vadisine geldiğinde şöyle

demiş:

- Ey Ebu Bekir! Bu hangi vadidir?

- Usfan vadisidir ya Rasûlallah.

- Hud ve Salih peygamberler, yularları liften olan genç develerle buraya uğramışlardır. İzarlan aba idi. Ridalan da siyah-beyaz çizgili yün bir kumaştı. Telbiye getirip şerefli beyti haccetmişlerdir." [23]

 



[1] Buharı, Tefsir-i Sûre-i Nuh, No: 413.

[2] Sahih-i Buhari, IV, 270-271.Tefsir-i Sûre-i Nuh(a.s.)

[3] Buharı, Enbiyâ, Hadis No: 143.

[4] Buharı, Edeb 77. Fiten, 36. Tevhid, 17. Cihad, 78.

[5] Buharı, Tevhid, 17. Müslim, Fiten, 100.

[6] Buharı, Kitabu s-Şavm, 39.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/137-162.

[8] Suyutî, Camiü's-Sağir, Hadis No: 1795.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.

[10] Suyufcî, Camiü's-Sağir, Hadis No: 4986.

İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.

[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.

[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 385-427.

[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/164-165.

[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 482

[15] Buharî, îstiska, 36. Müslim, îstiska, 17.

[16] Tirmizî, V, 503, Kitabü'd-Daavat.

[17] Buhari, VI, 238. Tefsîr-i Suretil-Ahkâf.

İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/166-162.

[18] Tefsirden kastı; H.K.K.T. îbn Kesîr Tefsiridir

[19] Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 17.

[20] Müsned, Ahmed b. Hanbel, III, 296.

[21] Ebu Davud, Sünen, III, 181-182. Hadis No: 3088.

[22] Buharı, Cenaiz, 86. Meğazî, 8.

[23] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/183-195.