Nuh
(A.S.)'Un Şahsına Ait Bazı Haberler
Semûd
Mîlletinin Peygamberi Hz. Salih.
Nuh peygamber,
Müteveşlih oğlu Lamek'in oğludur. Müteveşlih te Yei'd oğlu Hanuh'un, yani îdris
peygamberin oğludur. Hanuh, Kaynan oğlu Mehlayil'in oğludur. Kaynan, Şit oğlu
Enuş'un oğludur. Şit de, insanlığın babası Adem peygamberin oğludur.
Nuh peygamber, Adem
(a.s.)'in vefatından 126 yıl sonra doğmuştur. İbn Cerir ve diğerleri böyle
demişlerdir.
Ehl-i Kitabın eskiçağ
tarihine göre Adem (a.s.)'in vefatı ile Nuh (a.s.)'un doğumu arasında geçen
zaman 146 yıldır. Aralarında on nesil geçmiştir. Nitekim Hafız Ebu Hatîm b.
Hibban, sahihinde demiş ki: Muhammed b. Ömer b. Yusuf, Ebu Ümame'den rivayet
etti: Adamın biri dedi ki:
- Ey Allah'ın Rasûlü!
Adem, peygamber miydi?
- Evet.. Allah'ın
kelamına muhat ab oldu.
- Onunla Nuh'un
arasında ne kadar zaman geçti?
- On nesil...
Sahih-i Buharî'de İbn
Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: «Adem ile Nuh arasında on nesil vardı.
Hepsi de İslâm (dini) üzerindeydiler.»
Hadis-i şerifin
metninde geçen (kam) kelimesinden kasıt, yüz sene ise, - nitekim insanların
çoğu bu kelimeyi duyduklarında ilk olarak ona 100 sene anlamım verirler - demek
İd Adem ile Nuh arasında 1000 sene geçmiştir. Ama bu, İbn Abbas'm koymuş olduğu
"Hepsi de İslâm (dini) üzerindeydiler" kaydına aykırı düşmemektedir.
Bu durumda ikisinin arasında Müslüman olmayan başka nesiller geçmiş olabilir.
Fakat Ebu Umame'nin hadisi, aralarında sadece on nesil geçmiş olduğuna delâlet
etmektedir. İbn Abbas, o nesillerin Müslüman oldukları kaydını eklemiştir ki
bu da, tarihçilerin ve diğer Ehl-i Kitabın ortaya attıkları; "Kabil ve
oğulları ateşe taptılar" iddiasını çürütmektedir.
Doğrusunu Allah bilir.
Kam kelimesinden
kasdm, insan nesli olması halinde Nuh (a.s.)'dan önceki nesillerin uzun asırlar
yaşadıkları ortaya çıkmaktadır. Böyle olunca da Adem ile Nuh arasında binlerce
senelik bir zaman geçtiği söylenebilir. Karn kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'in bir
çok ayetlerinde de nesil manasında kullanılmıştır:
«Nuh'dan sonra nice
nesilleri yoketmişizdir.» (ci-lsrâ, 17.)
«Bunların ardından
başka nesiller varettik.» (ci-Mü'mmun, 3i.) «Ad, Semud milletleri ile
Resslileri ve bunların arasında birçok nesilleri de yerle bir ettik.»
(ei-Fuı-kân, 38.)
«Onlardan önce nice
nesilleri yokettik.» (Meryem, 74.) Nitekim Peygamber Efendimiz de buyurmuşlar
ki: «Nesillerin en hayırlısı, benim (zamanımda yaşayan) neslimdir.»
Hülasa Nuh peygamber,
insanların putlara taptıkları, sapıklık ve küfür yoluna girdikleri bir zamanda
Allah tarafından kullara rahmet olarak gönderildi. Kıyamet gününde söz sahibi
kimselerin de söyliye-cekleri gibi, yeryüzüne rasûl olarak gönderilen ilk
insandır. İbn Cübeyr ve diğerlerinin dedikleri gibi, Nuh'un milletine Rasib
oğulları denirdi. Onun kaç yaşındayken peygamberlikle görevlendirildiği
hususunda ihtilaf edilmiştir. Kimileri elli yaşındayken, kimileri 350
yaşındayken, kimileri de 480 yaşındayken peygamber olduğunu söylemişledir. 480
yaşındayken peygamber olduğu sözünün, İbn Abbas'a ait olduğu söylenir. Bunu,
İbn Cerir anlatmıştır.
Cenab-ı Allah, Nuh
peygamberin hayat hikayesini, milletinin ona yaptıklarım, onu inkar edenlere
indirilen Tufan azabını, geminin Nuh ve arkadaşlarını tufandan nasıl
kurtardığını, Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerlerinde anlatmıştır:
«Andolsun ki Nuh'u milletine
gönderdik. "Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız
yoktur; doğrusu sizin-için büyük günün azabından korkuyorum." dedi.
Milletinin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu
görüyoruz." dediler.
"Ey milletim!
Bende bir sapıklık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin
sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından
ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak üzere sizi
uyarmak için aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi
şaşıyorsu-nuz?"dedi. Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide beraberinde
olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda boğduk. Çünkü onlar kör
bir milletti.» (el-AVâf, 59-64.)
«Ey Muhammed! Onlara
Nuh'un başından geçenleri anlat: Milletine, "Ey milletim! Eğer durumum,
Allah'ın ayetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa - ki ben Allah'a
güvenmişimdir - siz ve koştuğunuz ortaklar elbirliği edin; yapacağınız iş
sonra size bir tasa vermesin. Sonra onu bana uygulayın ve beni
ertelemeyin." demişti. "Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden
bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aittir. Müslimlerden olmakla
emrolundum." Onu yalancı saydılar. Ama biz onu ve gemide beraberinde
bulunanları kurtardık. Onları ötekilerin yerine geçirdik. Ayetlerimizi
yalanlıyanları, suda boğduk. Uyarılanlardan söz dinlemeyenlerin sonlarının
nasıl olduğuna bir bak!.» (Yûnus, 71-73.)
«"Andolsun ki biz
Nuh'u kendi milletine gönderdik. "Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım; Allah'tan
başkasına kulluk etmeyin; doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azabından
korkuyorum." dedi. Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Senin ancak
kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim
ayaktakımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir
üstünlüğünüz- de yoktur; biz sizi yalancı sanıyoruz." dediler. Nuh:
"Ey Milletim! Rabbimin katından bir delilim bulunsa ve bana yine katından
bir rahmet vermiş olsa da bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin, zorla sizi
bunlara mecbur mu ederiz?" dedi. "Ey Milletim! Buna karşılık ben
sizden bir mal da istemiyorum. Benim ücretim Allah'a aittir. İnananları da
kovacak değilim; çünkü onlar Rabbleriyle karşılaşacaklar; fakat ben sizi cahil
bir millet olarak görüyorum." "Ey Milletim! Onları kovarsam, Allah'a
karşı beni kim savunur? Düşünmez misiniz?" "Size, Allah'ın hazineleri
yammda-dır demiyorum. Gaybı bilmem; doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum;
küçük gördüklerinize Allah iyilik vermeyecektir diyemem; içlerinde olanı Allah
daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık etmiş olurum."
"Ey Nuh! Bizimle
tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen, tehdid ettiğin azabı
başımıza getir." dediler. "Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir.
Siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek
istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbi-nizdir, ona döneceksiniz." dedi.
Ey Muhammed! Sana "Kur'ân'ı kendiliğinden uydurdu." derler, de ki:
"Uydurdumsa suçu bana aittir. Oysa ben sizin işlediğiniz günahlardan
uzağım." Nuh'a: "Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası
inanmayacaktır; onların işlediklerine üzülme; gözcülüğümüz altında, sana
bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için bana başvurma, çünkü
onlar suda boğulacaklardır." diye Allah tarafından vahyolundu.
Gemiyi yaparken,
milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O
da: "Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle
alay edeceğiz. Rezil edici azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın
ineceğim göreceksiniz." dedi.
Buyruğumuz gelip
tandırdan sular kaynamağa başlayınca: "Her cinsten birer çifti ve aleyhine
hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye
bindir." dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı. Allah: "Oraya
binin; yürümesi ve durması Allah'ın izniyledir, Rabbim bağışlar ve merhamet
eder.»"dedi. Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken, Nuh, bir
kenarda ayrı kalmış olan oğluna: "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel,
kafirlerle birlik olma." diye seslendi. Oğlu: "Dağa sığınının, beni
sudan kurtarır." deyince, Nuh: "Bugün Allah'ın buyruğundan - O'nun
acıdıkları dışında kurtulacak yoktur."
dedi. Aralarına dalga girdi; oğlu da boğulanlara karıştı. Yere: "Suyunu
çeki." Göğe: "Ey gök! Sen de tut!" denildi; su çekildi; iş de
bitti. Gemi, Cudi'ye oturdu. "Haksızlık yapan millet, Allah'ın rahmetinden
uzak olsun." denildi. Nuh Rabbine seslendi: "Rabbim! Oğlum benim
ai-lemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin."
dedi. Allah: "Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz; çünkü kötü bir iş
işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme. İşte sana öğüt,
bilgisizlerden olma." dedi. "Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten
sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden
olurum." dedi. "Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara
bizden bir selamet ve bereketle gemiden in. Ama bir çok toplulukları da
geçindireceğiz. Sonra onlara canyakıcı bir azab vereceğiz." denildi.
"Ey Muhammed! Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de,
milletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret, sonuç, Allah'tan
sakınanlarındır."» (Hud, 25-49.)
«Nuh da daha önceleri
bize yalvarmıştı, onun duasını kabul edip, kendisini ve ailesini büyük
sıkıntıdan kurtardık. Ayetlerimizi yalanlı-yan millete karşı ona yardım ettik.
Doğrusu onlar fena bir milletti, hepsini Suda boğduk.» (el-Enbiyâ, 76-77.)
«Andolsun ki Nuh'u
milletine gönderdik; onlara: "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin; ondan
başka tanrınız yoktur; sakınmaz mısınız?." dedi. Milletinin inkarcı ileri
gelenleri: "Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir; sizden
üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk
atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik. Bu adamda nedense biraz delilik
var, bir süreye kadar onu gözetleyin." dediler, Nuh: "Rabbim! Beni
yalanlamalarına karşılık bana yardım et." dedi. Bunun üzerine ona şöyle
vahyettik: "Gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap;
buyruğumuz gelip sular kaynayınca, her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm
verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir. Haksızlık
yapanlar için bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır." Ey Nuh!
Sen ve beraberindekiler gemiye yerleşince: "Bizi zalim milletten kurtaran
Allah'a hamdolsun." de. "Rabbim beni kutsal bir yere indir. Sen,
indirenlerin en iyisisin." de. Doğrusu bunlarda dersler vardır. Biz
şüphesiz insanları denemekteyiz.» (el-Mü'minûn, 23-30.)
«Nuh'un milleti
peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Nuh, onlara: "Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Allah'tan salanın ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum.
Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine aittir. Artık Allah'tan salanın ve bana itaat
edin." dedi. "Sana mı inanacağız? Sana en rezil kimseler
uymaktadır." dediler. Nuh: "Onların yaptıkları hakkında bir bilgim
yoktur, hesaplarını* görmek Rabbime aittir, düşünsenize! Ben, inananları
kovacak değilim. Ben sadece açıkça uyarıcıyım." dedi. "Ey Nuh! Eğer
bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacak-lardan olacaksın." dediler. Nuh:
"Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver.
Beni ve beraberim deki inananları kurtar" dedi. Bunun üzerine onu ve
beraberinde bulunanları, dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık. Sonra da
geride kalanları suda boğduk. Doğrusu bunda bir ders vardır. Ama çoğu
inanmamıştır. Rab-bin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.»(eş-Şuara, 106-122.)
«Andolsun ki Nuh'u
milletine gönderdik; aralarında 950 yıl kaldı. Sonunda onlar haksızlık
yaparken, tufan onları yakalayıverdi. Ama biz, Nuh'u ve gemide bulunanları
kurtardık ve bunu dünyalara bir ibret laldık.» (el-Ankebût, 14-15.)
«Andolsun ki Nuh Bize
seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiştik. Onu ve ailesini büyük
sıkıntıdan kurtarmıştık. Ancak onun soyunu sürekli kıldık. Sonra gelenler için
de: "Alemlerde Nuh'a selam olsun" diye ona iyi bir ün bıraktık. İşte
biz iyi davrananları böyle mükafatlandırırız. Doğrusu o, bizim inanmış
kullarımızdandı. Sonra diğerlerim suda boğduk.» (es-Sâffât, 75-82.)
«Bu putperestlerden
Önce Nuh milleti de yalanlamış, kulumuzu yalanlayarak: "Delidir"
demişlerdi, yolunu kesmişlerdi. O da : "Ben yenildim, bana yardım
et", diye Rabbine yalvarmıştı. Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan
sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık; her iki su, belirtilen bir
ölçüye göre birleşti. Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye
bindirdik. İnkar edilmiş olan Nuh'a mükafat olarak verdiğimiz gemi, nezaretimiz
altında yüzüyordu. Andolsun ki biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Öğüt
alan yok mudur? Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Andolsun ki Kur'ân'ı öğüt
olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?.» (el-Kamer, 9-17.)
«Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla...»
«"Milletine can
yakıcı bir azab gelmezden önce onları uyar." diye Nuh'u milletine
gönderdik. O da şöyle dedi: "Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş
apaçık bir uyarıcıyım." "Allah'a kulluk edin; ondan sakının ve bana
itaat edin ki Allah günahlarınızı size bağışlasın ve sizi belli bir süreye
kadar ertelesin; doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılamaz;
keşke bilseniz!" Nuh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece
gündüz çağırdım."
"Fakat benim
çağırmam, sadece benden uzaklıklarını arttırdı. "Doğrusu ben, senin onları
bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarım -kulaklarına
tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe
büyüktendiler." "Sonra doğrusu ben onları açıkça çağırdım."
"Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim." "Dedim
ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin İd - doğrusu o çok bağışlayandır -
size gökten bol bol yağmur indirsin." "Sizi mallar ve oğullarla desteklesin;
sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın." "Ne oluyorsunuz ki
Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?." "Oysa sizi merhalelerden
geçirerek o yaratmıştır." "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını
görmez misiniz?." "Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve Güneş'in ışık
saçmasını sağlamıştır." "Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir."
"Sonra sizi oraya döndürür ve yine oradan çıkarır." "Yeryüzünde
dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için, onu size
yayan O'dur."
Nuh: "Rabbim!
Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar
getiren kimseye uydular; birbirinden büyük düzenler kurdular" dedi.
İnsanlara: "Sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve
Nesr putlarından asla vazgeçmeyin." dediler. "Böylece bir çoğunu
saptırdılar; Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığım arttır." Onlar,
günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan
başka yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir
inkarcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan, kullarım saptırırlar; sadece
ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler. Rabbim! Beni,
anamı, babamı, evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla;
yalnız zalimleri yok et!"» (Nûh,i-28.)
Yukarıda geçen
mevzuların herbiriyle ilgili olarak tefsirimizde gerekli açıklamayı yaptık. Bu
farklı yerlerden alıntılar yaparak Nuh kıssasını, hadis ve eserlerin de
delaletiyle derli toplu olarak anlatmaya çalışacağız.
Nuh kıssası, Kur'ân-ı
Kerim'in çeşitli yerlerinde anlatılmış; Nuh (a.s.) övülmüş, muhalifleri de
yerilmiştir. Şöyle ki: «Nuh'a ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz,
İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Ya-kub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a,
Harun'a ve Süleyman'a vahyettigimiz gibi ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik.
Davud'a da Zebur'u verdik. Peygamberlerden sonra, insanların Allah'a karşı bir
hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir
kısmım daha önce sana anlatmış, bir kısmını da anlatmamıştık. Allah, Musa'ya
hitab etmişti. Allah güçlüdür, Hakimdir.» (cn-Nisâ, 163-165.)
«Bu, İbrahim'e,
milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle
yükseltiriz. Doğrusu Rabbin hakimdir, bilendir. Ona îshak'ı, Yakub'u
bağışladık, herbirini doğru yola eriştirdik. Daha önce Nuh'u ve soyundan
Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf u, Musa'yı ve Harun'u - ki işlerini iyi
yapanlara böylece karşılık veririz - Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı -
ki hepsi iyilerdendir -, İsmail'i, Elyesa'ı, Yunus'u, Lût'u -ki hepsini
dünyalara üstün kıldık.- babalarından, soylarından, kardeşlerinden bir kısmını
seçtik ve doğru yola eriştirdik.» (ei-En'âm, 83-87:)
«Kendilerinden önce
olan Nuh, Ad, Semud milletlerinin İbrahim milletinin, Medyen ve alt üst olmuş
şehirler halkının haberleri onlara gelmedi mi? Peygamberleri onlara belgeler
getirmişlerdi. Allah onlara zulm'etmemiş, onlar kendilerine yazık etmişlerdir.»
(et-Tevbe, 70.)
«Sizden önce geçen
Nuh, Ad, Semud milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri - İd onları
Allah'tan başkası bilmez - size ulaşmadı mı? "Onlara peygamberleri
belgelerle geldiler. Fakat ellerini ağızlarına götürüp: "Biz, sizinle
gönderilene inanmıyoruz. Bizi çağırdığınız şeyden de şüphe ve endişe
içindeyiz." dediler.»(îbrâhîm,9.)
«Ey Nuh'la beraber
taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyu! Doğrusu Nuh, çok şükreden bir kuldu.»
(ei-Isrâ, 3.)
«Nuh'dan sonra nice
nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günahlarından haberdar ve onları gören
olarak Rabbin yeter.» (ei-îsrâ, 17.)
«Peygamberlerden söz
almıştık. Ey Muhammed! Senden, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan, Meryem oğlu
İsa'dan sağlam bir söz almışızdır.» (el-Aîlzâb, 7.)
«Onlardan önce Nuh
milleti, Ad, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Firavun, Semud, Lut milleti,
Eykeliler de peygamberleri yalanlamıştı. İşte bunlar da peygamberlerine karşı
birleşen topluluklardır. Hepsi peygamberleri yalanladı da azabımı
hakkettiler.» (Sâd, 12-14.)
«Onlardan önce Nuh
milleti, ardından, peygamberlere karşı gelen topluluklar da peygamberlerini
yalanlamış; her ümmet, peygamberini cezalandırmaya azmetmişti. Bâtılı hakkın
yerine koymak için mücadele etmişlerdi. Bunun üzerine ben onları yakaladım.
Cezalandırmam na-sılmış? İnkar edenlerin cehennemlik olduklarına dair Rabbinin
sözü böylece gerçekleşti.» (el-Mü'min, 5-6,)
«Allah Nuh'a buyurduğu
şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammed! sana vahyettik. İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: "Dine bağlı kalın, onda ayrılığa
düşmeyin." Putperestleri çağırdığın şey, onların gözünde büyümektedir.
Allah dilediğini kendine seçer; Kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.»
(eş-Şûrâ, 13.)
«Onlardan önce Nuh
milleti, Resslüer, Semud, Ad, Firavun milletleri, Lut'un kardeşleri,
Eykeliler, Tübba milleti de yalanlamışlardı; evet; bunların hepsi peygamberleri
yalanlamışlardı da verdiğim söz, aleyhlerinde gerçekleşmişti. »(el-Kâf,
12-1.4.)
«Daha önce Nuh
milletini de cezalandırmıştık. Çünkü onlar da yoldan ÇlkmiŞ bir milletti.»
(ez-Zûriyât, 46.)
«Daha önce de Nuh
milletini yok eden O'dur; çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın kimselerdi.»
(cn-Necm, 52.)
«Andolsun ki Nuh'u ve
İbrahim'i biz gönderdik; ikisinin soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap
verdik; soylarından gelenlerin kimi doğru yoldadır, bir çoğu da yoldan
çıkmıştır.» (ei-Hadîd, 26.)
«Allah, inkar
edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını misal gösterir: Onlar,
kullarımızdan ilci iyi kulun nikahında iken onlara karşı hainlik edip
inkarlarım gizlemişlerdi de iki peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan
savamamışlardı. O iki kadına: "Cehennem'e girenlerle beraber siz de
girin."dendi.» (ct-Tahı-îm,ıo.)
Nuh peygamberle
milleti arasında geçen olayların hikayesi; kitaptan, sünnetten ve sahabe
haberlerinden alınmıştır. Önceki sayfalarda da İbn Abbas'tan naklen
belirttiğimiz gibi, Adem peygamberle Nuh peygamber arasında on nesil geçmiş,
bu nesillerin hepsi de Müslümanmış. Yani tevhid manana bağlıymış. O iyi
nesiller geçip gittikten sonra, Nuh peygamberin zamanındaki insanların puta
tapan kimseler haline gelmelerine ortam sağlayan bir takım olaylar vukubulmuş.
Bunun sebebi de, Buharî'nin şu aşağıdaki ayet-i kerimenin tefsiriyle ilgili
olarak İbn Abbas'tan yapmış olduğu şu rivayettir:
«İnsanlara:
"Sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr
putlarından asla vazgeçmeyin" dediler.» (Nûh, 23.)
îbn Abbas dedi ki:
Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr, Nuh peygamberin kavminden salih amel işleyen
kimselerin adlarıdır. Bu zatlar öldükten sonra şeytan, onların kavmine,
onların hayattayken oturdukları yerlere heykeller dikmelerini ve bu heykellere
de onların adlarını vermelerini telkin etti. Onlar da o zatların heykellerini
diktiler. Ama o zaman için o heykellere tapan olmadı. O heykelleri dikenler de
öldükten sonra, konuyla ilgili bilgi ortadan yok olunca, heykellere tapmaya
başladılar.[1]
îbn Abbas dedi ki: Nuh
kavminin bu heykelleri, daha sonra Araplara mal oldu.
Taberî ise tefsirinde
şöyle demiştir: «Ayette adları geçen Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr iyi ve
salih kimselerdi. Adem ile Nuh arasındaki zamanda yaşamışlardı. Kendilerine
uyan adamları vardı. Ölümlerinden sonra adamları, "Bunların heykellerini
yaparsak, kendilerini gördükçe bizi ibadete daha çok teşvik edici
olurlar" dediler ve heykellerini yaptılar. Ancak bu heykelleri dikenlerin
ölümünden sonra şeytan, sonraki kuşağın insanlarına gelerek: "Sizden öncekiler
bu heykellere tapar ve bunları aracı kılarak yağmur yağmasını dilerlerdi"
de di. Böylece o cahiller de bu heykellere taptılar.»
İbn Ebi Hatîm, Urve b.
Zübeyr'in şöyle dediğim rivayet eder: Ved, Suva1, Yağus, Yeuk ve Nesr, Adem'in
çocuklarıydı. Ved, en büyükleri ve en iyileri idi.
İbn Ebi Hatîm, Ebu
Mutahhar'm şöyle dediğini rivayet etti: «Ebu Cafer'in yanında Yezid b.
Mühelleb'i anlattılar. Ebu Cafer ayaktaydı: Namaz kılıyordu. Namazını
tamamladıktan sonra dedi ki: "Yezid b. Mühelleb'den söz ettiniz. O,
Allah'tan başkasına tapınılan ilk yerde Öldürüldü." Ved'di anlattı, dedi
ki: "Ved, salih bir insandı. Kavmi, kendisine itaat ederdi. Öldükten
sonra, Babil toprağındaki mezarının çevresinde oturup ağlamaya, sızlanmaya
başladılar. Onların feryad-ü figanlarını gören şeytan, bir insan kılığına
bürünerek yanlarına sokuldu ve şöyle bir teklifte bulundu: "Ne dersiniz,
size onun bir heykelini yapayım mı? Yapacağım heykeli meclisinize koyar,
böylece onu hatırlarsınız."Bu teklifi kabul ettiler; şeytan da heykelini
yaptı. Meclislerine koydular. Heykeli gördüklerinde Ved'di anıyorlardı. O'nu
içtenlikle andıklarını görünce, ikinci bir teklifle karşılarına çıktı: "Ne
dersiniz? Her birinizin evinde Vedd'in bir heykelini yapayım mı? Böylece onu
evinizde de anmış olursunuz." Bu teklifi de kabul ettiler. Bunun üzerine
şeytan, her bir hane sahibine bir heykel yaptı. Evine giden herkes, heykeli
görünce Ved'di anıyordu. O kavmin çocukları yetişti. Büyüklerinin neler
yaptıklarım gördüler. Üreyip çoğaldılar. Bu heykellerin sırf bir anıyı yaşatmak
için yapıldıklarım unuttular. Torunları, Allah'ı bırakıp o heykellere tapmaya
başladılar. Böylece Allah'tan başka tapınılan ilk put, Ved oldu...»
Bu anlatılanlar bizi
şöyle bir sonuca ulaştırıyor: Bu putlardan her birine bir grup insan
tapınıştır. Aradan uzun zamanlar geçince, ayet-i kerimede adları geçeri
insanların hatıraları ebedî olsun diye suretlerini heykele dönüştürdüler. Sonra
da Allah'ı bırakıp o heykellere taptılar...
Buharı ve Müslim'in
sahihlerinde şu rivayete rastlamaktayız.
Ümmü Seleme ile Ümmü
Habibe, Habeş diyarmdaki Mariye kilise-sini, ondaki güzelliği ve tasvirleri
anlattıklarında Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Onlar öyle
kimselerdir ki, aralarında iyi bir insan öldüğünde, mezarının üstüne mescid
yaparlar, sonra içinde şu sureti yaparlar. Onlar, onur ve üstünlük sahibi olan
Allah katında yaratıkların en şerlisidirler.»
Yani puta tapma sebebi
ile yeryüzünde fesad yayılıp bela umumileşince Cenâb-ı Allah, kulu ve elçisi
Nuh (a.s.)'u insanlara gönderdi. Nuh, onları ortaksız, bir ve tek Allah'a
kulluk etmeye çağırıyor, başka varlıklara tapmaktan menediyordu. Allah'ın
yeryüzü halkına gönderdiği ilk rasûl oydu. Nitekim bu husus, Buharı ve
Müslim'in sahihlerinde de sabittir. Ebu Hayyan, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek
şefaat hadisinde Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi:
«(Mahşer gününde
çaresizlik içinde kalan insanlar) Adem'e gelerek ona şöyle derler: "Ey
Adem! Sen beşeriyetin babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı. Sana kendi
ruhundan üfledi. Meleklere emir verdi, onlar da sana secde ettiler. Allah seni
Cennet'e yerleştirdi. Rabbinin huzurunda bizim için şefaatte bulunmaz mısın?
İçinde bulunduğumuz hali ve bize ulaşan eziyeti görmüyor musun?" Adem
diyecek ki: "Rabbim o kadar şiddetli bir gazaba gelmiştir ki, şimdiye dek
bu kadar gazaplanmamıştı.
Bundan sonra da bu
kadar gazaplanacak değildir. Beni bir ağaç (tan yemek) ten menetmişti. Ama ben
onun emrine karşı geldim. Ben ancak kendime bakabilirim. Başkasına gidin. Nuh'a
gidin."
Nuh'a gider ve ona
şöyle derler: "Ey Nuh! Sen, yeryüzü halkına gönderilen rasûlleriıı
ilkisin. Allah, seni şükreden bir kul olarak adlandırmıştır. İçinde
bulunduğumuz hali ve bize ulaşan eziyeti görmüyor musun? Onu ve üstünlük
sahibi Rabbin katında bizim için şefaatte bulunmaz mısın?" Nuh diyecek
ki: "Rabbim bu gün o kadar öfkelenmiş ki, daha önce bu kadar
öfkelenmediği gibi, bundan sonra da bu kadar öfkelenecek değildir. Ben ancak
kendime bakabilirim..."»[2]
Cenâb-ı Allah Nuh
(a.s.)'u elçilikle görevlendirdiğinde, ortaksız ola-. rak Allah'a ibadet
etmeye, Allah'la beraber taşlara, putlara, heykellere ve tağuta tapnıamaya,
Allah'ın birliğini tanımaya, Allah'tan başka tanrı ve rab bulunmadığına
inanmaya onları davet etti. Nitekim Allah, Nuh'tan sonra gelen peygamberlere de
- ki hepsi onun s oyundandırlar -bu emri verdi.
«Onun soyunu sürekli
kıldık.» (cs-Sâffat, 77.)
«ikisinin (Nuh ve
İbrahim'in) soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik.» (ei-Hadîd, 26.)
«Andolsun ki her
ümmete: "Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının" diyen
peygamberler göndermişizdir.» (cn-Nahi, 36.)
«Ey Muhammed! Senden
önce gönderdiğimiz peygamberlerin ümmetlerini sor. Biz Rahman olan Allah'tan
başka, kulluk edilecek tanrılar meşru kılmış mıyız?» (cz-Zuhruf, 45.)
«Ey, Muhammed! Senden
önce gönderdiğimiz her peygambere: "Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk
edin." diye vahyetmişizdir.» (el-Enfaiyâ, 25.)
«Allah'a kulluk edin,
ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu sizin için büyük günün azabından
korkuyorum.» (ol-A'râf, 59.)
«Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin. Doğrusu ben hakkınızda can-yakıcı bir günün azabından
korkuyorum.» (Hud, 26.)
«Ey milletim! Allah'a
kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Karşı gelmekten sakınmaz mısınız?.»
(ci-A'raf. 65.)
«Ey milletim! Şüphesiz
ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin. O'ndan
sakının ve bana itaat edin.» (Nûh, 2-3.)
«Oysa sizi aşamalardan
geçirerek O (Allah) yaratmıştır.» (Nûh, 14.)
Yukarıdaki ayet-i
kerimelerde anlatıldığına göre Hz. Nuh, kavmini gece- gündüz, gizli-açık, bazan
sevdirip teşvik ederek, bazan da korkutup uyararak çeşitli yöntemlerle hakka
davet etmişse de onları doğru yola eriştirmeye muvaffak olamamıştı. Bilakis
milletinin çoğunluğu sapıklıklarını, azgınlıklarını ve putperestliklerini
sürdürdüler. Her (1) Sahîh-i Buharı, IV, 270-271. Tefsir-i Sûre-i Nuh (a.s.) zaman
Nuh'a karşı düşmanlıklarını izhar ettiler. Onu ve ona inanları küçük gördüler,
horladılar. Onları taşlayıp sürgün edeceklerini söyleyerek tehdid ettiler.
Onlara işkence yaparak işi çığırından çıkardılar.
«Milletinin ileri
gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz" dediler.
(Nuh): "Ey milletim! Bende bir sapıldık yoktur. Ancak ben âlemlerin
Rabbinin peygamberiyim" dedi.» (ci-AVaf, eo-eı.)
Yani sandığınız gibi
ben sapıklardan değilim. Bilakis dosdoğru yolda olup, "ol" dediği
şeyin oluverdiği âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Rabbi-min mesajlarını size
bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum.»
(ci-A'rar, 62.)
Peygamberin fonksiyonu
işte budur. Tebliğci olacak, düzgün konuşup Öğüt verecektir. İnsanlar içinde
onur ve üstünlük sahibi Allah'ı en çok bilen biri olacaktır.
İnkarcı milleti,
bakınız Nuh'a neler söyledi:
«Senin ancak kendimiz
gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim basit görüşlü
ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir
üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizi yalancı sanıyoruz." dediler.» (Hud, 27.)
Bir insanın peygamber
olmasını tuhaf karşıladılar. O'na uyanları, ayak takımı ve küçük kimseler olarak
gördüler. Denildi ki onlar, insanların en zayıfı ve en düşüncesizleriydiler.
Heraklius'un da dediği gibi: "Onlar, peygamberlerin peşinden
gidenlerdir." Bu da sırf onların hakka tabi oluşlarını engelleyecek bir
maninin bulunmajnşından dolayıdır.
Nuh kavminin önde
gelen inançsızları, mü'minler için "Basit görüşlüler" demişlerdi.
Yani onları davet ettiğin zaman, düşünüp taşınmadan sana icabet ederler.
Mü'minler için kusur olarak kabul ettikleri bu nitelik, aslında onlar için bir
övgü vesilesidir. Allah onlardan razı olsun. Görünürdeki gerçeği kabul etmek
için düşünüp taşınmaya ne gerek var? Gerçek ne zaman ortaya çıkarsa, derhal
onun peşinde gitmek ve ona uymak gerekir. Bu bağlamda Rasûluîlah (s.a.v.), Ebu
Bekir es-Sıddık (r.a.)'ı överken şöyle buyurmuşlardır.
«Her kimi İslâm'a
davet ettiysem mutlaka duralda (yıp düşün) dü. Yalnız Ebubekir hariç. O hiç
duraklamadı.»
Bu sebepledir İd sakif
gününde de onun biati, hiç düşünüp taşınmadan çabucak olup bitmiştir. Çünkü
onun başkalarına üstünlüğü, saha-belerce apaçık görülmekteydi. Bu nedenledir İd
Rasûluîlah (s.a.v.), vefatını müteakib dönem için Ebu Bekir'i halife bırakmak
gayesiyle yazı yazmak isteyipte sonra bu yazıdan vazgeçtiği zaman şöyle
buyurmuştu: "Allah ve mü'minler, Ebu Bekir'den başkasına razı olmazlar."
Allah ondan razı olsun.
Nuh kavminin
kafirleri, Nuh'a ve ona inananlara şöyle demişlerdi: "Sizin bizden bir
üstünlüğünüz yoktur." Yani sizin imanla muttasıf ol-
manızdan sonra sizin
için yeni bir durum ortaya çıkmış değildir. Bizden üstün olmanızı sağlıyacak
bir meziyetiniz de yoktur. "Biz sizi yalancı sanıyoruz."
«Nuh: "Ey
milletim! Rabbimin katında bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rahmet
vermiş olsa da bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin, zorla sizi bunlara
mecbur mu ederiz?" dedi.» (Hud, 28.)
Bu , onlara yöneltilen
tatlı bir hitaptır. Yumuşak bir lisanla onları hakka çağırmaktır. Nitekim yüce
Allah buyurmuş ki: «Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt dinler veya korkar.»
(Tâ-Hâ, 44.)
«Ey Muhammedi Rabbinin
yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış.» (Nahl,
125.)
«Nuh (a.s.), kavmine
şöyle diyordu: "Rabbimin katında bir delilim bulunsa ve bana yine katından
bir rahmet vermiş de olsa..." Yani nübüvvet ve risalet verilmiş olsa da
"Bunlar sizden gizlenmiş olsa ." Yani siz bunları kavrayamaz ve
bunlara ulaşılacak yollan bulamazsanız. "Söyleyin bakalım, zorla sizi
bunlara mecbur mu ederiz? Ey milletim! Buna karşılık ben sizden bir mal da
istemiyorum.» Yani dünya ve ahirette size fayda verecek şeyleri size tebliğ
etmeme karşılık, sizden bir ücret istemiyorum. "Benim ücretim Allah'a
aittir." Ücretimi yalnızca Ondan isterim. O'nun sevabı, benim için daha
hayırlıdır. O'nun vereceği, sizin bana vereceklerinize nispetle daha kalıcıdır.
"İnananları da kovacak değilim. Çünkü onlar Rableriyle karşılaşacaklar;
fakat ben sizi cahil bir millet olarak görüyorum,"» (Hud, 28-29.)
Güya kafirler,
Nuh'tan, inananları yanından kovmasını istemişler, bu isteklerini yerine
getirirse onunla biraraya geleceklerini kendisine vaad etmişler, o da buna
yanaşmamış ve "Onlar Rableriyle karşılaşacaklardır." demiş. Onları
kovarsam, azaba uğramaktan korkarım, anlamıyor musunuz?
Bu nedenledir ki
Kureyşli kafirler, Rasülullah (s.a.v.)'dan Ammar, Suhayb, Bilal, Habbab ve
benzerlerini yanından kovmasını istediklerinde Cenâb-ı Allah, onu, böyle
yapmaktan sakındırmış ti. Nitekim bu konuyu En'âm ve Kehf sûrelerinde
açıkladık.
«Size Allah'ın
hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı bilmem. Doğrusu melek olduğumu da
söylemiyorum.» (Hud, 31.)
Yani ben, ancak bir
kul ve elçiyim. Allah'ın ilminden, ancak bana bildirmiş olduğu şeyleri bilirim.
Yapabilmem için güç verdiği işleri yaparım. Allah dilemediği takdirde kendime
fayda da zarar da veremem. "Küçük gördüklerinize (bana iman getirenlere)
Allah iyilik vermeyecektir, diyemem. İçlerinde olanı Allah daha iyi bilir.
Yoksa şüphesiz haksızlık etmiş olurum." Yani kıyamet gününde Allah katında
onlar için hayır bulunmayacağına tanıklık edemem. Onların durumlarını Allah
daha iyi bilir. İçlerinde olanın karşılığını Allah verecektir. İçlerinde
hayır varsa hayır, şer
varsa şer göreceklerdir. Nitekim o kafirler bir başka yerde de şöyle
demişlerdi:
«"Sana mı
inanacağız? Sana en rezil kimseler uymaktadır" dediler. Nuh: "Onların
yaptıkları hakkında bir bilgim yoktur; hesapları Rabbi-me aittir, düşünsenize!
Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça uyarıcıyım." dedi.»
(eş-Şuarâ, 111-115.)
Zaman uzadı. Nuh
peygamberle kafir kavmi arasındaki mücadele de ilerledi. Nitekim Cenâb-ı Allah
buyurdu ki:
«Aralarında 950 yıl
kaldı. Sonunda onlar haksızlık yaparken, tufan onları y akalayı ver di.»
(ei-Ankebût,i4.)
Bu'kadar uzun bir
müddete rağmen, kavminin pek azı dışında kimse ona inanmadı.
Nuh kavminin her bir
kuşağı yaşlanıp öte âleme göçeceği zaman, kendi haleflerine; Nuh'a
inanmamalarını, ona muhalefet etmelerini ve onunla savaşmalarını vasiyet
ederlerdi. Erkek çocuk ergenlik çağına ulaşıp babasının söylediklerini
anlayacak güce eriştiğinde babası, dünyada kalıp yaşadığı müddetçe Nuh'a iman
etmemesini ona vasiyet ederdi. Onların seciye ve karekterleri, hakka tabi olup
iman etmeye aykırı düşüyordu. Bu bağlamda Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:
«Sadece ahlaksız ve
çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.» (Nüh, 27.)
«"Ey Nuh! Bizimle
tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlü isen, tehdid ettiğin azabı
başımıza getir." dediler. "Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir,
siz onu aciz bırakamazsınız." dedi.» (Hud, 32-33.)
Yani o azabı başınıza
getirmeye ancak Allah muktedir olur. Hiç birşey onu aciz bırakamaz, hiç birşey
O'na zor gelmez. Bilakis O, öyle bir zattır ki, "ol" dediği şey hemen
oluverir.
«Allah sizi azdırmak
isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir,
O'na döneceksiniz.» (Hud, 34.)
Allah bir kimseyi
fitneye düşürmek isterse, hiç kimse onu doğru yola eriştiremez. Doğru yolu
gösteren de, saptıran da O'dur. O, dilediğini yapandır. Güçlüdür, hikmet
sahibidir, her şeyi bilendir. Kimin hidayeti, kimin de sapıklığı hakkettiğini
bilendir. Sonsuz hikmet, kuvvetli ve de bâtılı yok edici hüccet O'nundur.
«Nuh'a: "Senin
milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların işlediklerine
üzülme" diye Allah tarafından vahyolun-
du.» (Hud, 36.)
Bu sözlerle Nuh
(a.s.)'a teselli verilmekte, milletinden inanmış olanlardan başkasının kendisine
iman etmeyecekleri bildirilmekte, onların yaptıklarından Ötürü üzülmemesi
tavsiye edilmekte, zaferin yakın olduğuna ve çok garip hallerin vuku bulacağına
ilişkin haberler verilmektedir.
«Gözcülüğümüz altında,
sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma,
çünkü onlar suda boğulacaktır.» (Hud,
37.)
Nuh (a.s.), milletinin
düzelip kötülüklerden kurtulmasından ümit kestikten, onların hayırsız
olduklarım, gerek sözle gerek fiille her yoldan kendisim yalanlamaya,
kendisine muhalefet etmeye ve kendisine eziyet vermeye devam ettiklerini
görünce, Allah'ın kendilerine gazab etmesi için bedduada bulundu. Cenâb-ı
Allah da onun bu çağrısına icabet ederek dileğini yerine getirdi ve şöyle
buyurdu:
«Andolsun İd Nuh bize
seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiştik. Onu ve ailesini büyük
sıkıntıdan kurtarmıştık.» (os-sarrat, 75-76.)
«Nuh da daha önceleri
bize yalvarmıştı. Onun duasını kabul edip, kendisini ve ailesini büyük
sıkıntıdan kurtardık.» (ei-Enbiyâ, 76.)
«Nuh: "Rabbim!
Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve
beraberimdeki inananları kurtar" dedi.» (eş-Şuarâ,
117-118.)
«O da: "Ben
yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı.» (ei-
Kamer, 10.)
«O (Nuh):
"Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et"
dedi.» (el-Mü'minûn,
26.)
«Onlar günahları
yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular. . Kendilerine Allah'tan başka
yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı
bırakma! Doğrusu sen onları bırakırsan, kullarım sapıttırırlar. Sadece
ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler."» (Nuh,
25-27.)
İnkarcılıklarından,
ahlaksızlıklarından ve peygamberlerinin kendilerine beddua etmelerinden ötürü
o kafirlerin üzerine günahlar yığıldı. İşte tam o sırada Cenâb-ı Allah, Nuh'a
gemi yapmasını emretti. O zamana kadar büyüklükte eşi görülmemiş ve daha sonra
da görülmeyecek olan bir gemi yapmasını emretti. Allah, ona daha önce buyruk
vermişti ki, geri çevrilemeyen ilahî azab o kavme geldiğinde kendisi, affedilmeleri
için Allah'a müracaatta bulunmasın ve şefaatçi olmasın. Çünkü Nuh; azabı
gözüyle gördüğü takdirde olabalirdi ki onlar için yüreği yufkala-şırdı. Çünkü
görmek, duymak gibi değildir. Bu nedenle Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştu:
«...Haksızlık yapanlar
için bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır!.
Gemiyi yaparken,
milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O
da: "Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay
edeceğiz" dedi.» (Hud, 37-38.)
Asıl biz sizinle alay
edeceğiz. Üzerinize azab inmesine sebeb olacak bu küfür ve inadınızı
sürdürmenize hayret ediyoruz.
«Rezil edici azabın
kime geleceğini ve kime sürekli azabuı ineceğini göreceksiniz!.» (Hud, 39.)
Şiddetli inad ve
küfür, onların dünyadaki seciye ve karakterleriydi. Ahirette de böyle
olacaklardır. Dünyada kendilerine Allah elçisi geldiğini, orada da inkar
edeceklerdir.
Musa b. İsmail, Ebu
Said'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «(Hesap yerine)
Nuh (a.s.) ümmetiyle beraber gelecek. Onur ve üstünlük sahibi Allah:
"Tebliğ ettin mi?" diye soracak. O da: "Evet.. Ey Rabbim"
diye cevap verecek. Bu kez Cenâb-ı Allah, onun ümmetine; "Size tebliğ etti
mi?" diye soracak. Onlar da: "Hayır... Bize herhangi bir peygamber
gelmedi." diyecekler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Nuh'a: "Senin için
kim tanıklık eder?" diye soracak. Muhammed ve ümmeti diyecekler ki:
"Onun tebliğ ettiğine biz tanıklık ederiz."»[3]
Aşağıdaki ayette ifade edilmek istenen de budur:
«Böylece sizi
insanlara şahit olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık ki peygamber
de size şahit olsun.» (el-Bakara, 143.)
Ayet-i kerimede geçen
"Tam ortada bulunan" sözünden kasıt, adaletli olmaktır. Bu ümmet,
doğru ve doğrulanmış peygamberinin şahitliğinin gerçekliğine şahitlik
edecektir. Evet.. Peygamber (s.a.v.), Cenâb-ı Allah'ın Nuh'u hak ile
gönderdiğine, hakkı üzerine indirip, hak ile hükmetmesini emrettiğine, hakla
eksiksiz olarak en mükemmel bir şekilde ümmetine tebliğ ettiğine, dinleri
hususunda kendilerine fayda verecek her şeyi onlara emir ve tavsi}7e ettiğine,
kendilerine zarar verecek her şeyden onları yasaklayıp alıkoyduğuna şahitlik
edecektir.
Peygamberlerin tümünün
durumu işte böyledir. O zamanda meydana çıkması beklenmediği halde Nuh (a.s.),
kendilerini esirgemesinden, şefkat ve merhametinden dolayı milletini Mesih
Deccal'a karşı uyarmıştır.
Abdan, İbn Ömer'in
şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.), insanlar arasında
oturmaktayken ayağa kalktı. Cenâb-ı Allah'ı layık olduğu biçimde Övdü. Sonra
Deccal'ı anlattı ve şöyle dedi:
«Doğrusu ben sizi ona
(Deccal'a) karşı uyarıyorum. Ona karşı milletini uyarmamış hiç bir peygamber
yoktur. Nuh ta milletim ona karşı uyarmıştır. Ama ben, hiçbir peygamberin kendi
milletine söylemediği bir sözü size söylüyorum: Bilirsiniz ki Deccal'ın bir
gözü şaşıdır. Oysaki Allah, kör değildir!.»[4]
Şeyban b.
Abdurrahmaıı, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlul-lah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: «Deccal'la ilgili olarak hiç bir peygamberin kendi milletine
anlatmadığı bir hususu size anlatayım mı? Doğrusu o, tek gözlüdür. Onunla
beraber Cennet ve Cehennem'in misali gelecektir.
Üzerinde Cennet diye
yazılı olan, ateşin ta kendisidir. Nuh'un kendi milletini uyarışı gibi ben de
sizi (bu hususta) uyarıyorum.»[5]
Bazı selef uleması
dediler ki: Cenâb-i Allah, Nuh peygamberin duasını kabul buyurunca, gemi
yapımında kullanması amacıyla bir ağaç dikmesini ona emretti. Nuh (a.s.), ağacı
dikti, diktikten sonra onu yüz yıl bekledi. Sonra onu kesip 100 yılda - bir
başka rivayete göre kırk yılda - doğradı. Ve gemiyi imal etti. Doğrusunu Allah
bilir.
Muhammed b. İshak'ın
rivayetine göre Sevrî, Nuh'un gemisinin Hint çınarından yapılmış olduğunu
söylemiştir. Çam ağacından yapıldığı da söylenir ki,bu da Tevrat'ın
ifadesidir.
Sevrî dedi ki: Cenâb-ı
Allah, Nuh peygambere, yapacağı geminin boyunun seksen zira' olmasını, dış
kısmım ziftle kaplamasını, burun kısmını da sulan yarabilsin diye eğik ve
kıvrımlı yapmasını emretti.
Katade dedi ki: Nuh'un
gemisi; 300x50 zira' ebadmdaydı. Gördüğüm kadarıyla Tevrat'ta böyle yazılıydı.
Hasan Basrî dedi ki:
600x300 zira' ebadmdaydı. İbn Abbas ise 1200x600 zira' ebadında olduğunu
söylemiştir. 2000x100 zira' ebadında olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Üzerinde ittifak
edilen hususlarsa şunlardır: Nuh'un gemisi otuz zira' yüksekliğinde olup üç
kattan oluşuyormuş. Her katın yüksekliği on zira' imiş. Alt katı hayvanlarla
canavarlar için, orta katı insanlar için, üst katı da kuşlar içinmiş. Kapısı
yan tarafında olup üzerinde perdesi varmış.
«Nuh: "Rabbim!
Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et" dedi. Bunun üzerine O'na şöyle
vahyettik: "Gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi
yap."» (el-Mü'ininûn, 26-27.)
Yani sana emrettiğimiz
gibi nezaretimiz altında gemiyi yap ki, imalat hususunda seni doğru olan
yönteme ulaştıralım. Ve gemicilikte doğru olanı sana gösterelim.
«Buyruğumuz gelip
yeryüzü kaynayınca her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın
dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir. Haksızlık yapanlar için Bana
baş vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır.» (ei-Mtı'minûn: 27.)
Daha önce Cenâb-ı
Allah, Nuh (a.s.)'a şu emri vermişti: Allah'ın azabı o milletin üzerine indiği
zaman gemiye her canlıdan ve nesilleri devam etsin diye yenilen - yenilmeyen
hayvanlardan birer çifti, aleyhine hüküm verilmiş olan kafirler dışında kalan
çoluk çocuğunu bindir! Kafir oldukları için Nuh'un kendilerine reddedilmeyecek
beddualar yaptığı, dolayısıyla da üzerlerine geri çevrilemeyecek azabın
inmesinin vacib olduğu kimseler için bilahare Nuh'un Allah katında şefaatte
bulunmaması emredildi.
Ayet-i kerimede geçen
Tennur kelimesi, cumhur-u ulemaya göre yeryüzüdür. Yani yeryüzünün her tarafı
kaymadı, nihayet ateş yeri olan tandırlar ateş fışkırttılar. îbn Abbas'a göre
Tennur, Hindistan'daki bir pınardır. Şa'biye göre Küfe1 de, Katade'ye göre ise
Cezîre'deki bir pınardır.
Hz. Ali (r.a.) dedi
ki: Ayet-i kerimede geçen Tennur kelimesi, sabah aydınlığının karanlığı yarıp,
tanyerinin ağanp ışık saçması manasına gelir. Yani Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:
"Ey Nuh! Sabahleyin karanlıklar gidip ortalık aydınlandığında her cinsten
birer çifti alıp gemiye bindir."
Bu garip bir kavildir.
«Buyruğumuz gelip
yeryüzü kaynamağa başlayınca: "Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm
verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye
bindir." dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı.»
Bu ayetle Cenâb-ı
Allah, Nuh'a, milletine azab indiği zaman her cinsten birer çifti gemiye
bindirmesini emretmişti.
Ehl-i Kitabın elindeki
kitapta ise şu ifadeye rastlamaktayız: Nuh'a eti yenen hayvanlardan erkek ve
dişi yedişer çifti, eti yenmeyenlerdense birer çifti gemiye bindirmesi
emredilmişti.
Bu ifade, Kur'ân-ı
Kerim'deki birer çift kelimesine aykırıdır. Tabii kelimesini meful-ü bih
sayarsak bu, Ehl-i Kitab'ın erindeki kitapta yer alan ifadeye aykırı düşer. Ama
o kelimeyi "zevceyn"kelimesi için bir te-kid sayarsak, o zaman bir
aykırılık sözkomısu olmaz. Doğruyu Allah bilir. İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet
olunduğuna göre bazıları demişler ki: Nuh'un gemisine geçen kuşların ilki
papağandır. O gemiye binen hayvanların sonuncusuysa eşek olmuştur. Şeytan da
eşeğin kuyruğuna tutunarak gemiye binmiştir.
îbn Ebi Hatim dedi ki:
Babam, Zeyd b. Eşlem'den, o da babası Es-lem'den rivayet etti ki, Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: «Nuh (a.s.) her cinsten birer çifti gemiye
bindirdiğinde arkadaşları: "Aslan yanımız-dayken biz-ya da davarlar- nasıl
rahat oluruz?" dediler. Bunun üzerine Allah, ona sıtmayı musallat kıldı.
Yeryüzüne ilk olarak inen sıtma o oldu. Sonra fareden şikayetçi oldular.
"Bu muzır hayvan yiyeceklerimizi ve eşyalarımızı berbad ediyor."
dediler. Allah, aslana ilhamda bulundu da aslan aksırdı. Ondan kedi çıktı.
Bunun üzerine fare, kediden gizlendi.»
«Aleyhine hüküm
verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu gemiye bindir.» (Hud, 40.)
Ümmetinden sana
inananları da gemiye bindir. Nuh (a.s.), aralarında uzun müddet kaldığı,
gece-gündüz demeden çeşitli sözlerle, vaad ve tehdidlerle sıkı sıkıya onları
davet ettiği halde pek az kimse onunla beraber iman etmişti.
Gemide Nuh (a.s.)'un
beraberindeki mü'minlerin sayısı hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. İbn
Abbas'a göre seksen kişiymişier. Beraberlerinde hanımları da varmış. Kabü'l-
Ahbar'a göre ise yetmiş iki kişiymişier. On kişi olduklarını söyleyenler de
olmuş.
Denildi ki: Gemide
sadece Nuh, üç oğlu ve dört gelini vardı. Bunlardan biri kurtuluş yolundan
sapan oğlu Yanı'm karısıydı. Ancak bu kavil, ayetin zahiriyle ters düşmektedir.
Oysaki ayet-i kerime, ailesi dışındaki mü'minlerin de Nuh (a.s.)'la beraber
gemiye binmiş olduklarını açıkça ifade etmektedir.
«Beni ve beraberim
deki inananları kurtar.» (cş-Şuarâ,ııs.)
Gemidekilerin yedi
kişi olduğunu söyleyenler de vardır.
Nuh'un karısına
gelince o, Nuh'un bütün oğullarının yani Ham, Sam, Yafes ve Yam'm anasıdır.
Ehl-i Kitap, Yam'a Kenan adım vermişlerdir. Suda boğulan da odur. Nuh'un oğlu
Abir ise, tufandan önce ölmüştür. Suda boğulanlarla birlikte onun da boğulmuş
olduğu söylenir. Kafirliğinden Ötürü o da, aleyhine hüküm verilenlerdendir.
Ehl-i Ki-tab'a göre o da gemideymiş, ancak daha sonra kafir olmuştur. Yahut da
hakkındaki karar, kıyamete ertelenmiştir. Fakat kuvvetli olan görüş,
birincisidir. Zira ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
«Rabbim! Yeryüzünde
hiçbir inkarcı bırakma.» (Nûh, 26.)
«Ey Nuh! Sen ve
beraberindekiler gemiye yerleşince: "Bizi zalim milletten kurtaran Allah'a
hamdolsun."de.
"Rabbim! Beni
kutsal bir yere indir. Sen, indirenlerin en iyisisin."
de.» <el-Mü'minün,
28-29.)
Ona öylesine muazzam
bir gemiyi musahhar kıldığı, o gemiyle kendisini selamete kavuşturduğu,
inkarcı milletinden kendisim kurtardığı, kendisini yalanlayıp muhalefette
bulunanları suda boğarak gözünü aydınlattığı için Rabbine hamd etmesini Cenâb-ı
Allah, Nuh (a.s.)'a emretti. Nitekim buyurdu ki:
«Bütün canlı
cinslerini yaratan O'dur. Gemiler ve hayvanlardan bi-nesiniz diye size binekler
var etmiştir: Bunlar, üzerlerine oturunca Rab-binizin nimetim anarak:
"Bunları buyruğumuza veren ne yücedir; zaten bizim gücümüz bunlara
yetmezdi. Şüphesiz Rabbimize döneceğiz." demeniz İçindir.» (ez-Zuhruf, 12-14.)
İşte böyle.. İşin
hayırlı ve bereketli olması, güzelce sonuçlanması için başlarken dua etmelde
emrolunuyor. Nitekim hicret edeceği zaman Rasûlullah (s.a.v.)'a da Cenâb-ı
Allah şu buyruğu vermişti:
«De ki: "Rabbim!
Beni koyacağın yere hoşnutluk ve esenlikle dahil et; çıkaracağın yerden de
hoşnutluk ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet
ver."» (el-Isrâ, so.)
Nuh (a.s.) bu
tavsiyeye uyarak şöyle dedi:
«Oraya binin'Yürümesi
ve durması Allah'ın izniyledir. Doğrusu Rabbim çok bağışlayan ve esirgeyendir.»
(Hud,41.)
Rabbim bağışlayıcı ve
merhamet edici olduğu kadar, elem verici azabın da sahibidir. Günahkar millete
gelecek azabını kimseler geri çe-virenıez. Nitekim O'nu tanımayıp başka
varlıklara tapan milletlerin üzerine O'nun azabı inmiştir.
«Gemi dağlar gibi
dalgalanıl içinde onları götürürken..» (Hud, 42.)
Cenab-ı Allah daha
önce yeryüzünde görülmemiş bir yağmuru, gökten üzerlerine boşalttı. O zamana
kadar öyle bir yağmur yağmadığı gibi, daha sonra da yağacak değildi. Sanki
kırbanın ağzı açılmıştı da, suları aşağıya doğru boşalıyordu. Yeryüzüne de emir
verildi. Her tarafından sular fışkırmaya başladı.
«Nuh: "Ben
yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı. Biz de bunun üzerine
gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık; her iki
su, belirtilen bir ölçüye göre birleşti. Onu tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış
bir gemiye bindirdik. İnkar edilmiş olan Nuh'a mükafat olarak verdiğimiz gemi,
nezaretimiz (ve korumamız) altında yüzüyordu.» (el-Kamcr, 10-14.)
İbn Cerir ve
diğerleri, tufanın kıptı hesabına göre ağustosun onüçünde vukubulduğunu
söylemişlerdir.
«Ey İnsanlar! Su
taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye
süzülen gemide, sizi biz taşımışızdır.» (cl-Hâkka, 11-12.)
Müfessirlerden
bazıları demişlerdi ki: Tufan suyu, yeryüzündeki en yüksek dağın tepesini onbeş
zira' kadar aştı. Bu rakam Ehl-i Kitab'a göredir. Seksen zira' kadar aştığım
söyleyenler de olmuştur. O zaman enine boyuna, ovasıyla, çölüyle, yamacıyla,
dağıyla, kumsalıyla yeryüzünün her tarafı sular altında kalmış. Yeryüzünde
gözünü açıp kapayabilecek, ne büyük, ne de küçük hiç bir canlı kalmamıştır.
İmam Malik, Zeyd b.
Eslem'den naklederek dedi ki: Tufandan önce insanlar, yeryüzünün bütün
dağlarını ve ovalarını doldurmuşlar. Zeyd b. Eşlem'in oğlu Abdurrahman demiş ki:
O zaman yeryüzündeki her karış toprağın mutlaka bir sahibi varmış. Bu iki sözü
de İbn Ebi Hatîm rivayet etmiştir.
«Nuh, bir kenarda
kalmış olan oğluna: "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kafirlerle birlik
olma." diye seslendi. Oğlu: "Dağa sığınırım, beni sudan korur."
deyince, Nuh: "Bugün Allah'ın buyruğundan - O'nun acıdıkları dışında -
kurtulacak yoktur." dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara
karıştı.» (Hud, 42-43.)
Nuh'un boğulan bu oğlunun
adı Yam'dır. Sam, Ham ve Yafes'in kardeşidir. Adının Kenan olduğu da söylenir.
Kafirdi. İyi olmayan işler yapardı. Dininde babasına muhalefet etti de
geberenlerle birlikte geberdi.
Böyleyken soyundan
olmayan, yabancı ama din ve mezhepte babasına tabi olanlar, babasıyla birlikte
kurtuluşa erdiler.
«Yere: "Suyunu
çek!", göğe: "Ey gök! Sen de tut." denildi. Su çekildi, iş de
bitti. Gemi Cudi'ye oturdu. "Haksızlık yapan millet, Allah'ın rahmetinden
uzak olsun." denildi.» (Hud, 44.)
Onur ve üstünlük sahibi
Allah'tan başkasına tapanlardan hiç biri yeryüzünde kalmayıp iş bitince Cenâb-ı
Allah, yere, suyunu çekmesini; göğe de yağmurunu tutmasını emretti. Su çekildi,
yağmur dindi. Hülasa Allah'ın ilm-i ezelisinde ve kaderinde daha önce takdir
buyuruları azab, o kafir milletin tepesine indi. "Haksızlık yapan millet,
Allah'ın rahmetinden uzak olsun." denildi. Yani kudret lisanıyla onlara:
"İlahî rahmet ve
bağışlamadan uzak olsunlar." diye seslenildi.
«O'nu yalanladılar,
Biz de onu ve gemide beraberinde olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan
sayanları suda boğduk. Çünkü onlar, kör bir milletti.» (el-A'râf, 64.)
«O'nu yalancı
saydılar. Ama biz onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları,
ötekilerin yerine geçirdik. Ayetlerimizi yalanlayanları suda boğduk.
Uyarılanlardan söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak.» (Yûnus,
73.)
«Ayetlerimizi
yalanlayan millete karşı ona yardım ettik. Doğrusu, onlar fena bir milletti,
hepsini suda boğduk.» (ei-Enbiyâ, 77.)
«Bunun üzerine onu ve
beraberinde bulunanları, dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık. Sonra da
geride kalanları suda boğduk. Doğrusu, bunda bir ders vardır. Ama çoğu
inanmamıştır. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.» (cş-Şuarâ, 119-122.)
«Ama biz Nuh'u ve
gemide bulunanları kurtardık. Ve bunu dünyalara bir ibret kıldık.»
(el-Ankcbût, 15.)
«Sonra diğerlerini
suda boğduk.» (eş-Şuarâ, 66.)
«Andoisun ki biz o
gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Yok mudur öğüt alan? Benim azabım ve uyarmam
nasılmış? Andoisun ki Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt
alan?» (el-Kamer, 15-17.)
«Onlar günahları
yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka
yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: «Rab-bim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı
bırakma. Doğrusu, sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece
ahlaksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.» (Nûh, 25-27.)
Cenâb-ı Allah, Nuh
(a.s.)'un duasına icabet etti. Yeryüzünde o inkarcılardan hiç birini canlı
bırakmadı. Gözünü açıp kapayabilen bir kimse kalmadı. Hepsi geberip gitti. Hamd
ve minnet Allah'adır.
îmam Ebu Cafer b.
Cerîr ile İmam Ebu Muhammed b. Ebi Hatîm, tefsirlerinde Yakub b. Muhammed
ez-Zührî yoluyla, Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet ettiler ki, Rasûlullah (s.a.v.)
ona şu haberi vermiş: «Allah, Nuh kavminden bir tek kimseye merhamet edecek
olsaydı, çocuk anası (kadana merhamet ederdi.»
Bir başka hadis-i
şerifde de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Nuh (a.s.), kendi milleti
arasında 950 sene kaldı. Yüz senede bir ağaç dikti. Ağaç büyüdü, her tarafa dal
budak saldı. Sonra onu kesip gemi yaptı. Bu işle meşgul olurken (inançsızlar)
ona uğrayıp alay ediyor ve : "Karada gemi yapıyorsun. Bu gemi (karada)
nasıl yüzer?" diyorlardı. O da: "Bunu ileride göreceksiniz."
diye cevap veriyordu.
Gemi yapımını tamamladıktan
sonra yerden sular kaynadı, yollar kapandı. Kucağında çocuğu bulunan bir ana,
yavrusu için korkmaya başladı. Yavrusunu çok seviyordu. Onu dağa çıkarmak üzere
yukarıya doğru tırmandı. Dağın üçte bir yüksekliğine varmıştı ki tufan suyu kendilerine
arkadan kavuştu. Nihayet tam tepeye çıktı. Su oraya kadar da çıktı. Hatta
kadının boğazına kadar yükseldi. Bu durumda çocuğunu elleriyle yukarıya doğru
kaldırdı. Sonunda yavrusuyla birlikte boğuldular. İşte böyle.. Eğer Allah, Nuh
kavminden bir kimseye merhamet edecek olsaydı, mutlaka o çocuğun anasına
merhamet ederdi.»
Özetle yüce Allah,
inançsızlardan hiç birini hayatta bırakmamış, hepsini suda boğmuştu. Peki nasıl
oluyor da bazı tefsirciler, Uc b. Unuk'un - îbn Anak diyenler de vardır -
Nuh'tan önce mevcud olup Musa'nın zamanına kadar yaşamış olduğunu iddia
ediyorlar? Onun kafir, zorba ve inatçı olduğunu söylüyorlar. İyi bir adam
olmadığını, Adem'in kızının onu zinadan kazandığını, uzun boylu olduğu için
elini uzatıp denizin derinliklerinden balık çıkardığını, çıkardığı balığı
güneşe kadar uzatıp orada pişirdiğini, gemiye binmiş olan Nuh (a.s.l'a:
"Nedir senin bu serüvenin?" diyerek onunla alay ettiğini, boyunun
3333,3 zira' uzunluğunda olduğunu ve daha bir çok hezeyanları savuruyorlar.
Bunlar, bir çok tefsirlerde ve tarih kitaplarında yazılmamış olsaydı burada
naklet-mezdik. Çünkü bunlar, sakat ve zayıf haberlerdir. Sonra bunlar, nakillere
ve akla aykırıdır. Akla aykırıdır. Zira nasıl olur da Cenâb-ı Allah,
kafirliğinden dolayı, babası peygamber olduğu ve mü'minlerin önderi olduğu
halde Nuh'un oğlunu öldürüyor da Uc b. Unuk'u sağ bırakıyor? Halbuki
anlatıldığına göre Uc, daha zalim ve daha zorba imiş. Ve yine nasıl oluyor da
Cenâb-ı Allah o çocuğa ve anasına merhamet etmiyor da şu nesebi belirsiz,
zorba, inatçı, ahlaksız, azılı kafir ve asi şeytanı serbest bırakıyor?
Bu husus, nakle de
aykırıdır. Zira Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:
«Sonra diğerlerini de
suda boğduk.» (eş-Şuarâ, 66.)
«Rabbim! Yeryüzünde
inançsızlardan hiç birini (sağ) bırakma.»(Nûh, 26.)
Sonra anlattıklarına
göre onun boyunun bu kadar uzun oluşu da, şu hadis-i şerifin ifadesine
aykırıdır:
«Doğrusu Cenâb-ı
Allah, Adem'i altmış zira' boyunda yarattı. Sonra yaratıklar (m boyu) şu ana
kadar eksilmeye devam etmektedir.» Bu ifadeler, doğru, doğrulanmış ve hatadan
korunmuş olan Rasûlullah (s.a.v.)'a aittir.
«O, kendiliğinden
konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak bildirilen bir vahiy iledir.» (en-Necm,
3-4.)
O buyurmuş İd:
Yaratıkların boylan, şu ana kadar eksilmeye devam etmektedir.
Yani Adem'den asr-ı
saadete kadar geçen zaman içinde insanların boyları kısalmaya devam etmiştir.
Bu kısalma, kıyamete dek devam edecektir. Bu da, Adem'in soyunda kendisinden
daha uzun boylu birinin bulunamayacağım zorunlu kılmaktadır. Nasıl olur da
Cenâb-ı Allah, Uc b. Unuk'u görmeyip kendi haline biralar?! Bizler de Allah'ın
indirdiği kitapları değiştirip tahrif eden, tevil edip ayetlerinin yerlerini
değiştiren Ehl-i Kitaptan olan keferenin sözlerine itibar ediyoruz! Bu nasıl
olur?! Yalancı, hain ve kıyamete dek ilahî lanete maruz kalmış o kafirlerin
kendi başlarına naklettikleri ya da doğruluğuna güvendikleri bu gibi haberler
hakkında ey okuyucu sen ne düşünüyorsun? Uc b. Unuk'la ilgili bu haberi,
peygamberlerin düşmanı olan bazı zındık ve ahlaksızların uydurmuş olmasından
başka bir şeye ihtimal veremiyorum. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Sonra Cenâb-ı Allah,
Nuh'un kendi oğlunu kurtarması için Rabbine yalvarışını, bizlere bir ibret
dersi olarak anlatıyor. Nuh (a.s.), Rabbine şöyle müracatta bulunmuştu:
Ey Rabbim! Benimle
birlikte ailemi de kurtaracağını bana va'd etmiştin. Oğlum da ailemdendir.
Halbuki o boğuldu. Bu nasıl olur? Cevaben yüce Allah buyurmuştu ki: O,
kurtaracağını va'd etmiş olduğum ailenden değildir. Yani biz sana demiştik ki:
"Ve aleyhinde hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp
gemiye bindir." (ci-Mü'mînûn, 27.) Oysaki bu oğlun, kafirliği dolayısıyla
boğulacak diye aleyhine hüküm verilmiş olanlardandır. Bu nedenle kader onu
mü'minler blokun-dan uzaklaştırdı. Küfür ve taşkınlık sahipleriyle beraber suda
boğuldu.
«Ey Nuh! Sana ve
seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden in.
Ama bir çok toplulukları da geçindireceğiz. Sonra onlara can yakıcı bir azab
vereceğiz." denildi.» (Hud, 48.)
Sular yeryüzünden
çekilip yeryüzü, üzerinde yürüyüp durmaya, yerleşmeye müsait hale gelince
Cenâb-ı Allah Nuh (a.s.)'a, uzun yolculuğundan sonra Cudi dağının üzerinde
duran gemiden selamet ve bereketle inmesini emretti. Evet.. Ey Nuh! Sana ve
senin soyundan doğacak evladına bizden selamet ve bereketle gemiden in.
Kendisiyle birlikte gemiye binmiş olanların soyu devam etmemiş,sadece Nuh
(a.s.)'un nesli devam etmişti.
«Onun soyunu sürekli
kıldık.» (es-Sâffât, 77.)
Bu gün yeryüzünde
diğer cinslerden mevcut olan ademoğullarının tümü, mutlaka Nuh (a.s.)
oğullarından Sam, Ham ya da Yafesİn soyun-dandırlar. Ahmed b. Haııbel,
Semure'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi:
«Sam, Arapların
atasıdır. Ham, Habeşîerin atasıdır. Yafes de Rumların atasıdır.»
Şeyh Ebu Ömer b.
Abdü'1-Berr dedi İd: İmran b. Husayn'den de böyle bir hadis rivayet edilmiştir.
Hadiste geçen "Rum"dan kasıt, ilk Rumlar-dır ki, bunlar da Rumî b.
Labti b. Yunan b. Yafes b. Nuh'a mensub olan Yunanlılardır.
İsmail b. İyaş, Said b.
Müseyyeb'den rivayet etti İd: Nuh (a.s.)'un Sam, Yafes ve Ham adlı üç oğlu
vardı. Bunların da her birinin üçer oğlu olmuştur. Şam'ın oğulları Araplar,
Farslar ve Rumlardır.Yafes'in oğulları Türkler, Slavlar, Ye'cûc ve Me'cûc'dur.
Hamın oğulları Kıbtîler, Sudanlılar ve Berberi!erdir.
Hafız Ebu Bekr el-
Bezzar, "Müsned" adlı eserinde, Ebu Hürey-re'den rivayetle Rasûlullah
(s.a.v.)in şöyle buyurduğunu söyledi: «Nuh'un oğulları Sam, Ham ve Yafes'tir.
Samin oğulları Araplar, Farslar ve Rumlardır ki, hayır bunlardadır. Yafes'in
oğulları Ye'cûc-Me'cûc, Moğollar ve Slavlardır ki, bunlarda hayır yoktur.
Ham'ın oğulları Kıbtîler, Berberiler ve Sudanlılardır.»
Ancak bu hadisin
rivayet senedinde adı geçen Yezid b. Sinan Ebu Ferve er-Rehavî, tümden zayıf
bir ravî olup güvenilir bir kimse değildir.
Denildi ki: Nuh
(a.s.)'un yukarıdaki hadiste adları geçen bu üç oğlu tufandan sonra doğmuştur.
Gemiyi yapmadan önce sadece Kenan ve Abir adında iki oğlu vardı İd, Abir
tufandan önce ölmüş, Kenan ise tufanda boğulmuştu.
Doğrusu şu ki, her üç
oğlu da hanımları ve analarıyla birlikte gemide Nuh (a.s.)un yanmdaydılar.
Tevrat'ın ifadesi böyledir. Rivayete göre Ham, gemide hanımıyla cinsel temasta
bulunmuş, bunun üzerine Nuh (a.s.), sperması çirkinleşsin diye ona bedduada
bulunmuştu da simsiyah tenli bir oğlu doğmuştu. Bu çocuk, Sudanlıların atası
olan Kenan idi.
Bir başka rivayete
göre babası Nuh (a.s.)'ıı uyurken avreti açılmış olarak görmüş fakat onun
üzerini-örtmemiş, ild kardeşi onun bu açık yerini kapamışlardı. Bunun üzerine
Nuh (a.s.), sperması değişip çirkinleşsin ve ondan doğacak çocuklar,
kardeşlerinin kölesi, hizmetçisi olsunlar diye beddua etmişti.
İmam Ebu Cafer, İbn
Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: Havariler, Meryemoğlu İsa'ya:
"Gemiyi gören bir adamı diriltsen de bize onu anlatsa.." dediler. İsa
(a.s.) onları bir toprak yığının yanma götürdü.
Oradan bir avuç toprak
aldı. "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. "Allah
ve Rasûlü daha iyi bilir" diye cevap vermeleri üzerine: "Bu, Nuh oğlu
Hamın mafsal yumru kemiğidir." dedi. Bastonuyla vurarak: "Allah'ın
izniyle (kalk)" deyince de Ham, ağarmış başındaki tozlan silkeyerek ayağa
kalktı. İsa (a.s.)ona:"Ölürken bu halde miydin?" diye sordu. O da :
"Hayır.. Ölürken gençtim. Ama şimdi dirilirken kıyamet koptuğunu sandım.
Bu nedenle basımdaki saçlar ağardı." diye cevap verdi. Hz. İsa, ona:
"Bize Nuh'un gemisinden söz et" deyince, şunları anlatmaya başladı:
"Boyu 1200: eni
600 zira1 idi. Üç katlıydı. Bir katında hayvanlarla canavarlar, bir katında insanlar,
bir katında da kuşlar vardı. Hayvanların pislikleri çoğalıp gemiyi doldurunca
Cenâb-ı Allah Nuh'a, filin kuyruğuna dürtmesini vahyetti. Dürtünce,
kuyruğundan biri erkek, diğeri dişi bir çift domuz peydahlandı. Bunlar
pislikleri yemeye başladılar. Pare gemiyi delmek için kemirmeye başlayınca da
Cenâb-ı Allah, Nuh'a aslanın iki gözünün arasına vurmasını vahyetti. Vurunca
burnundan biri erkek, diğeri dişi bir çift kedi peydahlandı. Bunlar fareyi
yakalayıp yediler.»
Hz. İsa ona: "Nuh
(a.s.), şehirlerin sular altında kaldığım nasıl anladı?" diye sordu.
Cevaben dedi ki: "Kendisine haber getirmesi için kargayı gönderdi. Karga
bir leş bulup üzerine kondu. Bunun üzerine Hz. Nuh korkak olsun diye ona beddua
etti. Karganın evcil olmayışı bundandır. Daha sonra güvercini gönderdi. Dönüşte
güvercin, gagasında bir zeytin yaprağı, ayağında da birazcık çamurla geldi de
Hz. Nuh, böylece şehirlerin sular altında kalmış olduklarını anladı. Boynuna
yeşil bir kuşak taktı. Ünsiyet ve güvenlik içinde olması için dua etti.
Güvercinin evlere alışık olması da bundandır."
Etrafındakiler, Hz.
İsa'ya dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adamı (Haın'ı) evimize götürsek
de, yanımızda oturup bizimle konuşsa olmaz mı?."
"Dünyadan rızkı
kesilmiş olan bir adam nasıl sizinle beraber olur?." diyerek bu Öneriyi
reddetti. Ve Ham'a: "Allah'ın izniyle eski haline dön!." dedi. Oda
toprağa dönüştü...
Bu gerçekten garip bir
rivayettir.
Alba b. Ahmer,
İkrime'den, o da İbn Abbas'tan rivayet etti ki: Gemide Nuh'un yanında çoluk
çocuklarıyla beraber seksen erkek vardı. Orada yüz elli gün kaldılar. Cenâb-ı
Allah gemiyi Mekke'ye yöneltti, kırk gün süreyle Ka'be'nin çevresinde dolandı.
Sonra onu Cudi'ye yöneltti, Cudi'nin üzerinde karar kıldı. Nuh (a.s.),
kendisine yeryüzünün haberini getirsin diye kargayı keşfe gönderdi. Karga
gidip bir leşin üzerine kondu. Bunun üzerine Nuh (a.s.) güvercini gönderdi.
Güvercin bir zeytin yaprağı getirdi. Ayakları da çamurlanmıştı. Bunun üzerine
Nuh (a.s.), yeryüzünden suların çekilmiş olduğunu anladı. Cudi dağının
eteklerine indi. Orada bir köy kurdu. Orayı 'Seksen Köyü' diye adlandırdı. O
gün oraya yerleşenlerin dilleri seksen lisana ayrıldı. Bunlardan biri de
Arapçaydı. Oradakiler, birbirlerinin dillerini anlamıyor, Nuh (a.s.) onlara
tercümanlık yapıyordu.
Katade ve diğerleri
dediler ki: Nuh ve beraberindekiler, receb ayının onunda gemiye bindiler, 150
günlük bir yolculuk yaptılar. Gemi, onları getirip Cudi'nin tepesine kondurdu.
Muharremin onunda, yani aşure gününde gemiden çıktılar. İbn Cerir de buna muvafık
bir haber rivayet ederek, gemiden çıkış gününde oruç tuttuklarım sözlerine
eklemiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Hz. Peygamber
(s.a.v.), Yahudilerden bazı kimselere uğradı. Onlar, aşure orucunu tutmuşlardı.
"Bu ne orucudur?" diye sorunca şöyle demişlerdi: "Bu, Allah'ın
Musa'yı ve israiloğullanm suda boğulmaktan kurtardığı, Firavunu boğduğu gündür.
Bu, geminin Cudi tepesine konup yerleştiği, onur ve üstünlük sahibi olan
Allah'a bir şükür ifadesi olarak Musa ile Nuh'un oruç tuttukları gündür."
Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.): "Ben Musa'ya daha yakınım. Bu günde öncelikle benim
oruç tutmam gerekir." dedi. Ashabına da şu tavsiyede bulundu:
"Sizden biri oruçlu olarak sabahlarsa, orucunu devam ettirip tamamlasın;
Sizden biri ailesine dokunmuşsa, günün kalan kısmını oruçlu (imiş gibi)
tamamlasın." Buharî'de bunu teyid edici bir başka hadis vardır. Ancak
tuhaf olan, burada Nuh (a.s.)'dan söz edilmesidir. Doğruyu en iyi bilen
Allah'tır.[6] Şimdi
de bazı cahillerin aşureyle ilgili anlattıkları hikayelere gelelim.. Güya Hz.
Nuh ve beraberindeki mü'minler, azıklarının artanını ve yanlarında kalan
tahıllan öğütüp karıştırarak yemek mecburiyetinde kalmışlar. Uzun süre geminin
içinde karanlıkta kaldıklarından dolayı gözlerinin zayıflayan ferini güçlendirmek
için, gözlerine sürme çekmişler... Bütün bunlar, sahih olmayan ve içinde
doğruluk payı bulunmayan rivayetlerdir. Bu hususta mute-med olmayan israiliyat
hikayeleri nakledilir.
Muhammed b. İshak der
ki: Cenâb-ı Allah, tufanı durdurmak isteyince yeryüzüne bir rüzgar gönderdi.
Bu rüzgarın etkisiyle sular durdu, yerin kaynakları tıkandı. Sular azalıp
çekilmeye başladı. Geminin Cudi tepesine konup durması - Tevrat ehlinin
iddiasına göre - tufanı müteakip yedinci ayın onuncu gecesinde olmuştur.
Tufanı müteakip onuncu ayın ilk gününde de dağların tepeleri görünmüş, bunun
üzerinden kırk-gün geçtikten sonra da Nuh, geminin- daha Önce yapmış olduğu -
penceresini açmış, sonra da suyun yeryüzünü ne hale getirdiğini görüp gerekli
bilgiyi getirmesi amacıyla kargayı dışarı göndermiş, ama karga bir daha geri
dönmemişti. Karga geri gelmeyince güvercini gönderdi. Güvercin döndüğünde,
gemide konacak yer bulamayınca Nuh (a.s.) elini uzatıp onu tuttu ve geminin
içine aldı. Aradan yedi gün daha geçtikten sonra, sellerin neler yaptığım görüp
geri gelerek kendisine bildirmesi için güvercini yemden dışarı gönderdi. Akşam
olunca, ağzında bir zeytin yaprağıyla geri geldi. Nuh (a.s.),yeryüzünde suların
azalmış olduğunu anladı. Aradan yedi gün daha geçince güvercini yeniden dışarı
yolladı, ama bu defa güvercin geri dönmedi. Nuh (a.s.) yeryüzünün açılmış olduğunu
anladı. Tufanın başlangıcından güvercinin dışarı yollanmasına kadar bir yıl
geçip ikinci yıla girildiğinde yeryüzü tamamen açılıp kara göründü. Nuh (a.s.)
geminin örtüsünü açtı. Tufanın ikinci yılının yirmi altıncı gecesinde:
«"Ey Nuh! Sana ve
seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden in.
Ama bir çok toplulukları da geçindireceğiz. Sonra onlara can yakıcı bir azab
vereceğiz." denildi.» (Hud, 48.)
Ehl-i Kitabın
anlattıklarına göre Cenâb-ı Allah, Nuh (a.s.)'a şu buyruğu vermiş: Sen, karın,
oğulların, gelinlerin ve beraberindeki hayvanlar, hepiniz gemiden çıkın. Bütün
bunlar, yeryüzünde üreyip çoğaltsınlar.
Çıktılar.. Nuh (a.s.),
Allah rızasına kesilecek kurbanlar için bir mezbaha inşa etti. Eti yenen
hayvanlarla kuşlardan birer tanesini Allah için kurban etti. Allah da
yeryüzündeki insanlara artık böyle bir tufan göndermeyeceğine söz verdi. Bu
sözünün hatırası olarak da gök kuşağını yarattı. Gökkuşağının, suda boğulmaya
karşı ilahî bir emniyet olduğunu İbn Abbas söylemiştir.
İranlı ve Hindli bazı
cahiller, tufanın vukuunu inkar etmiş, ama bu milletlere mensup bazı kimseler,
tufanın vukubulduğunu itiraf etmiş, yalnız demişler ki: Tufan, Babil
mıntıkasında vukubuldu, suları bize ulaşmadı. Adem'den bu güne dek, dünyayı
büyüklerimizden bir miras olarak devralmışız.
Bunu, şeytanın izinde
yürüyen ve ateşe tapan bazı mecusi zındıkları söylemiştir. Bu onların bir
safsatası, aşırı küfrü, katmerli cahillikleri, maddi olarak duyulur şeyleri
inkarları ve göklerle yerin Rabbini yalanlamalarından başka bir şey olamaz.
Rahman olan Allah'ın
elçilerinden nakiller yapan din âlimleri, sair zamanlarda insanların mütevatiren
rivayet ettikleri haberlerin yanı sıra, Nuh tufanının vukubulduğu hususunda
görüş birliği etmişlerdir. Bu tufan, bütün beldeleri sular altında bırakmış,
Cenâb-ı Aîlah'da kendi desteğindeki günahsız peygamberi Nuh'un çağrısına icabet
etmek ve kaçınılmaz takdirini infaz etmek için inkarcı kullardan hiç birini o
zaman sağ bırakmamıştır. [7]
Cenâb-ı Allah buyurdu
ki:
«Doğrusu Nuh, çok
şükreden bir kuldu.» (ei-îsrâ, 3.)
Denildi ki: Onun
yemesi, içmesi, giymesi ve bütün davranışları Allah'ın gözetiminde ve onun
rızasına uygundu.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Enes b. Malik'den naklederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi:
«Doğrusu Allah, kulun
bir yiyeceği yeyip o yiyecekten ötürü kendisine hamdetmesini veya bir içeceği
içip o içecekten ötürü kendisine ham-detmesini memnuniyetle karşılar.»[8]
Doğrusu şu ki
şükreden; kalbi, kavli ve ameli taatler yaparak hayırlı aktivitede bulunan
kimsedir. Şairin dediği gibi şükür, ancak böyle yapılır.
«Nimetleri size ifade
eder üç şeyim;
Elim, dilim ve örtülü
kalbim.» [9]
Sehl b. Ebi Sehl,
Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: İşittim ki Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Ramazan ve kurban bayramı günleri dışında Nuh
(a.s.), zamanın tümünü oruçlu geçirmiştir.»
Taberanî, Abdullah b.
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: îşittimki Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyuruyor: «Ramazan ve Kurban bayramı günleri dışında Nuh (a.s.), zamanın
tümünü oruçlu geçirmiştir. Davud (a.s.), zamanın (senenin) yarısını oruçlu
geçirmiştir. îbrahim (a.s.), her aydan üç gün oruç tutmuştur. Bir yıl tutmuş,
bir yıl tutmamıştır.»[10]
Hafız Ebu Yala dedi
ki: Süfyan b. Vekî', İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etti:
«Rasûlullah (s.a.v.) haccetti. Usfan vadisine geldiğinde sordu: "Ey Ebu
Bekir! Bu hangi vadidir? Bu hangi vadidir?" Ebubekir: "Usfan
vadisidir." deyince Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Buraya Nuh,
Hud ve İbrahim, genç develer üzerinde uğramışlardır. Yularları liften eşekleri
vardı. Peştemalları çuhadan, omuzlukları da siyah beyaz çizgili olup yündendi.
Allah'm şereüi evini ziyaret ederek haccediyorlar-
dı." Bu hadis
"garib"dir. [11]
İmam Ahmed b. Hanbel,
Abdullah b. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah
(s.a.v.)'m'yanmdaydık. Omuzuna üzerinde ipekten bağlar bulunan çizgili bir
cübbe giymiş olan bedevi bir adam geldi ve şöyle dedi: "Bilesiniz ki bu
arkadaşınız (yani Rasûlullah), sü-vaı'i oğlu süvari olan herkesi (yüksek
mevkilerde bulunanları) alçaltmış, çoban oğlu çoban olan (aşağı tabakadaki)
herkesi yüceltmiş-tır.
Rasûluîlah, (s.a.v.)
onun cübbesinin yakasını tutarak: "Senin üzerinde akılsızların elbisesini
görmekteyim." dedi ve sonra sözünü şöyle sürdürdü: «Allah'ın peygamberi
Nuh, vefat edeceği esnada oğluna şöyle dedi: "Sana bir vasiyette
bulunacağım. Sana iki şeyi yapmanı emrediyorum. Ve iki şeyi yapmanı da
yasaklıyorum. "Lâ ilahe illallah "demeni emrediyorum. Yedi kat gökle
yedi kat yer, terazinin. bir kefesine; "lâ ilahe illallah" sözü de
terazinin diğer kefesine konulsa, "lâ ilahe illallah" kefesi ağır
gelir. Şayet yedi kat gölde yedi kat yer, dağınık halkalar olsalar, "Lâ
ilahe illallah" ile "Sübhanallahi ve bihamdihi" kelimeleri, bu
halkaları bir araya getirip birleştirir. Çünkü bu cümlelerde her şeyin bağı
vardır. Yaratıklar bunlai'la rızıklandınlırlar.
"Allah'a ortak
koşmayı, kibri sana yasaklıyorum," Dedim ki - veya denildi ki -: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Allah'a ortak koşmanın ne demek olduğunu biliyoruz. Ya şu
'kibir' nedir? Birimizin güzel ipli bir çift ayakkabısının olması kibir
midir?" "Hayır" dedi. "Birimizin giydiği güzel bir elbisesinin
bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Birimizin binmekte
olduğu bir bineğinin bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi.
"Birimizin meclisinde oturup kendisiyle sohbet eden arkadaşlarının
bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Peki ya kibir
nedir?" dedim."Hakkı tanımamak ve insanları horlamaktır."»
dedi.[12]
Ehl-i Kitab anlatırlar
M: Nuh peygamber gemiye bindiğinde 600 yaşındaydı, îbn Abbas'm da böyle
dediğini daha önce söylemiştik. Yalnız o, "Gemiye bindikten sonra 350 yıl
daha yaşadı" sözünü eklemiştir. Ancak bu söz, tartışma götürür. Kaldı ki
bu sözle Kur'ân-ı Kerim'in ifadeleri arasında uzlaşma sağlanamadığı için bu
büyük bir yanılgıdan başka bir şey olamaz. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesinden
anlaşıldığına göre Nuh peygamber, risaletle görevlendirildiğinden itibaren
tufanın vukuuna kadar geçen müddet zarfinda milleti arasında 950 yıl kalmıştır.
Onlar zalim bir kavim oldukları için bundan sonra tufan seline yakalanmışlardır.
Tufandan sonra Nuh peygamberin ne kadar yaşamış olduğunu ancak Allah bilir.
Nuh (a.s.)'un 480
yaşındayken peygamberlikle görevlendirildiği, tufandan sonra 350 yıl daha
yaşadığı sözü gerçekten İbn Abbas (r a )'dan nakledilmişse, buna göre -950 yıl
daha ilaveyle- Nuh (a.s.) 1780 yıl yaşamış olmaktadır. İbn Cerir ve Ezrakf nin
rivayetlerine göre Nuh (a s )'un kabri, Mescid-i Haram'dadır. Bu rivayet, son
devir ulemasından bir çoğunun bu konudaki kavillerinden daha güçlü ve. daha
sabittir Bunlar derler ki: Nuh peygamberin kabri, Kerk-i Nuh beldesindedir. Ve
orada bu maksatla bir cami de inşa edilmiştir.
Doğruyu en iyi bilen
Allah'tır. [13]
Hud (a.s.), Erfahşiz
oğlu Salih'in oğludur. Erfahşiz ise, Nuh oğlu Sam'm oğludur.
Denilir ki: Hud (as.),
Salih oğlu Abir'in oğludur. Salih ise, Sam oğlu Erfahşiz'in oğludur. Bilindiği
gibi Sam da Nuh peygamberin oğludur. Bunu, İbn Cerir (et-Taberî) anlatmıştır.
Hud (a.s.), Ad
kabilesindendi. Ad, Avs'm oğludur. O da Nuh oğlu Şam'ın oğludur. Bunlar bir
Arab kavmi olup Ahkaf denen dağlık bölgede otururlardı. Burası denize doğru
uzanan ve Şahr adıyla isimlendirilen bir yer olup Yemen'de Umman ile Hadramut
arasındaydı. Vadilerinin adı da Muğis idi. Nüfusları kabarık olup kalın
direkli çadırlarda yaşarlardı. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş İd:
«Ey Muhammedi
Rabbinin, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini
görmedin mi?.» (el-Fecr, 6-7.)
İrem'de oturan Ad....
Bunlar ilk Ad kavmiydi. İkinci Ad ise, bilahare ortaya çıkmış bir kavim olup
yeri geldiğinde gerekli açıklama yapılacaktır. Birinci Ad' dan şöyle söz
ediliyor:
«Benzeri hiç bir
memlekette yaratılmamış olan, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad...»
{cl-Fecr, 7-8.)
İrem'in yeryüzünde
dolaşan, bazen Şam'da, bazen Yemen'de, bazen Hicaz'da, bazen da başka yerde
görünen bir şehir olduğunu söyleyen kimse, hedefi saptırmış, dayanaksız ve
delilsiz bir söz sarfetmiş olur. İbn Hibban'm sahihinde Ebu Zerr (r.a.)'in
rivayet ettiği, nebilerle mürsellerin anlatıldığı uzun bir hadiste şu ifadelere
rastlamaktayız:
- «O nebi ve
rasûllerden dördü, Araplardandır; Hud, Salih, Şuayb ve bir de peygamberin ey
Eba Zerr!.»
İlk Arabça konuşanın
Hud (a.s.) olduğu söylenir. Vehb b. Münebbih'e göre ise, Hud'un babasıdır.
Diğerleri dediler ki: İlk Arabça konuşan, Nuh (a.s.)'du. İlk Arabça konuşanın
Adem (a.s.) olduğu da söylenir ki, gerçeğe yakın olan da budur. İlk Arabça
konuşanın başkası olduğu da söylenmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
İsmail (a.s.)'de
önceki Araplara Arab-ı Aribe denir ki, bunlar birçok kabilelere ayrılırlar:
Ad> Semud, Cürhüm, Tasm, Cedis, Emim, Medyen, İmlak, Casim, Kahtan, Benu
Yaktin ve benzerleri...
Müstarebe Araplara
gelince bunlar, İbrahim Halil oğlu İsmail'in soyudurlar. Gramere uygun', edebi
bir Arapçayı ilk konuşan, Hz. İsmail (a.s.)'dir. Allah izin verirse yeri
geldiğinde anlatılacağı gibi Hz. İsmail, Arapçayı, Harem'de annesi Hacer'in
yanına gelip Mekke'ye yerleşen Cürhüm kabilesinden öğrenmiştir. Ama Cenâb-ı
Allah ona, Arapçayı gayet iyi derecede anlaşılır ve net bir şekilde
konuşturmuştur. Rasûlullah (s.a.v.)'da öyle konuşurdu.
Bizim bahsini yapmak
istediğimiz Ad, ilk Ad'dır. Tufandan sonra ilk puta tapanlar onlardır. Samed,
Samud ve Hera adlı üç tane putları vardı.
Cenâb-ı Allah, onlara
kardeşleri Hud'u'peygamber olarak gönderdi.
Hud, onları Allah'a
kulluk etmeye çağırdı. Nitekim bunu açıklama sadedinde Cenâb-ı Allah buyurmuş
ki:
«Ad milletine de
kardeşleri Hud'u gönderdik: "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka
tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" dedi. Milletinin
inkarcı ileri gelenleri, "Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni
yalancılardan sanıyoruz."-dediler. "Ey Milletim! ben beyinsiz
değilim. Alemlerin Rabbinin peygamberiyim. Size Rabbi-min sözlerini
bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak üzere,
aranızdan bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir haber gelmesine mi
şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getirdiğini ve vücutça da
onlardan üstün kıldığını hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah'ın
nimetlerini anın." dedi. "Bize, yalnız Allah'a kulluk etmemizi,
babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru
sözlülerden isen, haydi bizi tehdid ettiğin azaba uğrat." dediler.
"Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve öfkesini hakkettiniz. Allah'ın hiç
bir delil indirmediği ve isimlerini kendi koyduğunuz putlar hakkında mı benimle
tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle beraber
bekleyenlerdenim." dedi. Biz, rahmetimizle Hud'u ve beraberinde
bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmayanların kökünü
kestik.» (el-A'râf, 65-72.)
«Ad milletine
kardeşleri Hud'u gönderdik. Şöyle dedi: "Ey Miletim! Allah'a kulluk edin.
O'ndan başka tanrınız yoktur. Yoksa sadece yalan uyduran kimseler olursunuz. Ey
Milletim! Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak
beni yaratana aittir. Akletmez misiniz? Ey Milletim! Rabbinizden mağfiret
dileyin. Sonra O'na tevbe edin ki size gökten bol bol yağmur göndersin,
kuvvetinize kuvvet katsın; yüz çevirip de suçlu olmayın."
"Ey Hud! Sen bize
bir belge getirmeden, senin sözünden ötürü tanrılarımızı terketmeyiz ve sana
inanmayız. Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır demekten başka bir şey
demeyiz." dediler. Hud: "Doğrusu, ben Allah'ı şahid tutuyorum. Siz de
şahid olun ki, ben O'nu bırakıp koştuğunuz eşlerden uzağım. Hepiniz bana tuzak
kurun. Sonra da ertelemeyin. Ben, ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a
güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim
elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, haberiniz olsun, şüphesiz ben
size benimle gönderileni bildirdim. Rabbim sizden başka bir milleti yerinize
getirebilir. O'na bir şey de yapamazsınız. Doğrusu, Rabbim her şeyi koruyandır."
dedi.
Buyruğumuz gelince,
Hud'u ve beraberindeki inananları, acıyarak kurtardık. Onları çetin bir azabdan
koruduk. Bu, Rablerinin ayetini bile bile inkar eden, peygamberlerine kafa
tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad milletidir. Bu dünyada da, kıyamet
gününde de lanete uğradılar. Bilinki Ad milleti Rabblerini inkar etti. Ve yine
bilin ki Hud'un milleti Ad, Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hud, so-60.)
«Bunların ardından
başka nesiller varettik. Onlara aralarından; "Allah'a kulluk edin, O'ndan
başka tanrınız yoktur, sakınmaz mısınız?" diyen bir elçi gönderdik. Onun
inkarcı ve ahirete kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri - ki biz
onlara bu dünya hayatında nimet vermiştik - şöyle dediler: "Bu
yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan başka bir şey
değildir. Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrayacağınızda
hiç şüphe yoktur. Ölü toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar
dirilmenizle sizi tehdid mi ediyor? Oysa tehdid edildiğiniz şey ne kadar, hem
de ne kadar uzak! Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar
diriltilmeyiz. Bu sadece Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona
inanmayız." O Peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşılık
bana yardım et." dedi. Allah da: "Az sonra pişman olacaklar."
bu3oırdu. Gerçekten onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını
haline getirdik. Haksızlık eden millet, rahmetten uzak olsun! (el-Mü'minün, 3i
-41.)
«Ad Milleti de
peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Hud, onlara: "Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Allah'tan salanın ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum.
Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Siz her yüksek yere koca bir bina
kurup boş şeyle mi uğraşırsınız? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık
Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size verenden
sakının. Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir.
Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum." dedi. "İster
Öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizim için farketmez. Bu durumumuz
öncekilerin geleneğidir. Biz azaba uğratılacak da değiliz." dediler.
Böylece onu yalanladılar. Biz de kendilerini yok ettik. Bunda şüphesiz ki ders
vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu, Rabbin güçlüdür, merhametlidir.»
(eş-Şuarâ, 123)
«Ad milleti,
yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış, "Bizden daha kuvvetli kim
vardır?" demişti. Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha
kuvvetli olduğunu görmüyorlardı değil mi? Ayetlerimizi bile bile inkar
ediyorlardı. Rezillik azabım onlara dünya hayatında tad-dırmak için o uğursuz
günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı ise daha çok
alçaltıcıdır. Ve onlar, yardım da görmezler.» (Fussilet, 15-16.)
«Ey Muhammed! Ad
milletinin kardeşi Hud'u an. Ondan önce ve sonra, "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin." diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkaf bölgesindeki
milletini uyarmış: "Doğrusu sizin için büyük günün azabından
korkuyorum." demişti. "Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi
geldin? Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdîd ettiğin şeyi başımıza
getir." dediler. "Doğrusu, bunun ne zaman geleceğini Allah bilir.
Ben size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat sizin cahil bir millet
olduğunuzu görüyorum." dedi. O azabın yayılarak vadilerine doğru
yöneldiğim gördüklerinde: Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır."
dediler. Hud: "Hayır o, acele beklediğiniz şeydir. Can yakıcı azab veren
bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." dedi. Bunun
üzerine evlerinin harabelerinden başka birşey görünmez oldu. Biz, suçlu milleti
işte böyle cezalandırırız.» (el-Ahkâf, 21-25.)
«Ad milletinin
başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine, uğradığı herşeyi bırakmayıp
toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.»
(ez-Zâriyât, 41-42.)
«İlk Ad milletini,
semud milletini yok edip geri bırakmayan O'dur. Daha önce de Nuh milletini yok
eden O'dur. Çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın kimselerdi. Lut milletinin
kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur. Ey kişi! Rabbinin hangi
nimetinden şüpheye
düşersin?» (en-Necm,
50-55.)
«Ad milleti
peygamberini yalanlamıştı. Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Nitekim o uğursuz
günde, üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren,
dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik. Benim azabmi ve uyarmam
nasılmış? Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; yok mudur öğüt
alan?.» (el-Kamer, 18-22.)
«Ad milleti ise,
önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgarla yok edildi. Allah onların kökünü kesmek
üzere, üzerlerine o rüzgarı yedi gün,sekiz gece estirdi. Halkın, kökünden
çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün. Onlardan arda
kalmış birşey görür müsün?.» (ci- Hâkka, 6-8.)
«Ey Muhammed! Rabbinin
hiç bir memlekette benzeri yaratılmamış, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan
Ad milletine ne ettiğini görmedin mi? Dağ yamacında kayaları oyan Semud
milletine, memleketlerde aşırı giden, oralarda bozgunculuğu arttıran, sarsılmaz
bir saltanat sahibi Firavun'a Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Rabbin onları
azab kırbacından geçirmiştir. Doğrusu, Rabbin hep gözetlemekteydi.»
(el-Feer, 6-14.)
Bütün bu kıssalardan,
tefsirimizin ilgili bölümlerinde yeteri kadar bahsetmiştik. Övgü ve minnet,
Allah'adır. Beraet, İbrahim, Furkân, Ankebût, Sâd ve Kâf sûrelerinde Ad
milletinden söz edilmiştir.
Buraya kadar
nakledilen ayetlere, konuyla ilgili haberleri de ekleyerek Ad milletinin
başından geçenleri deıii toplu bir şekilde anlatacağız.
Daha önce de
söylediğimiz gibi, tufandan sonra puta tapan ilk millet, Ad kavmidir.
«Allah'ın sizi Nuh'un
milleti yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın.»
(cl-A'rsr, 69.).
Yani Cenâb-ı Allah
onları,yaratılış, bünye ve tuttuğunu koparma bakımından zamanlarının en güçlü
insanları olarak yaratmıştı.
«Bunların ardından
başka nesiller var ettik.»(d-Mü'minûn, 3i.)
Sahih rivayetlere göre
bunlar Hud peygamberin milleti idiler. Başkaları, bunların Semud kavmi olduğu
düşüncesindedirler. Zira bir ayet-i kerimede buyurulmaktadır ki:
«Onları bir çığlık
yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik.» (el-Mü'minün, 41.)
Dediler ki: Çığlıkla
helak edilenler bunlar değil de Salih peygamberin milletidir. Zira bir ayet-i
kerimede buyuruluyor ki:
«Ad milleti de bu
yüzden önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgar ile yok edildi.» (ei-Hâkka, 6.)
Rivayetçilerin böyle
demeleri, ormanlık yerde oturan Medyen hal-kınm kıssasında da anlatılacağı gibi
bunların hem rüzgar ve hem çığlıkla helak edilmiş olmalarına engel teşkil
etmez. Onların üzerine bir kaç çeşit ilahi azab gönderilmişti. Sonra Ad
milletinin, Semud milletinden önce yaşamış olduğu da tartışma götürmez bir
gerçektir.
Özetle Ad kavmi; katı,
kafir, inatçı ve putperestlikte ısrarlı bir milletti. Cenâb-ı Allah,
aralarından bir adamı, kendilerim sırf Allah'a kulluk etmeye, ibadetlerini
yalnızca Allah'a yapmaya, O'na karşı ihlaslı olmaya çağırmaya görevli kıldı.
Ama onlar bu adamı (Hud peygamberi) yalanlayıp muhalefet ettiler ve
küçümsediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, güçlü ve muktedir bir zata
yaraşırcasma onları yakalayıverdi.
Hud peygamber, Allah'a
ibadet etmelerini emredip O'na itaat etmelerini ve bağışlanma talebinde
bulunmalarını teşvik ettiği, buna karşılık onlara dünya ile ahiret hayırlarını
va'dettiği, ama bu emirlere muhalefet etmeleri halinde kendilerini dünya ve
ahiret azabıyla tehdid ettiği zaman;
«Milletinin inkarcı
ileri gelenleri: "Biz senin beyirfsiz olduğunu görüyoruz" dediler.»
(el-A'râf, 66.)
Yani senin bizi davet
ettiğin bu şey, kendilerinden yardım ve nzık umulan putlara tapmamız karşısında
bir beyinsizlik ve ahmaklıktır. Kaldı İd sen, Allah tarafından bir elçi olarak
gönderildiğini iddia ederken de yalan söylüyorsun...
«Ey Milletim! Ben
beyinsiz değilim, âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.» dedi (el-A'râf, 66.)
Yani bu iş sizin
sandığınız gibi, inandığınız gibi değildir. Bilakis ben: «Size Rabbimin
mesajlarım tebliğ ediyorum ve ben, sizin için güvenilir bir nasihatçıyım.»
(A'râf, 67.)
Tebliğ vazifesi,
tebliğ edilen şeyin aslım aktarmayı, yalan söylememeyi, fazlalık veya eksiklik
yapmamayı gerekli kılar. Tebliğ edilecek şeyi açık, kısa, karışıklık ve
anlaşmazlığa meydan vermeyecek şekilde derli toplu olarak aktarmayı gerekli
kılar.
Tebliğci, bu Ölçülere
bağlı kalarak görevini yapmanın yanısıra milletine nasihat etmeli, onlara
karşı şefkatli olmalı, doğru yola erişmelerini kalben arzulaman, bu görevine
karşılık olarak onlardan bir ücret is-tememeli, bilakis davet ve nasihatini
"sırf Allah rızası için yapmalıdır. Ücretini, ancak kendisini hidayetçi
olarak gönderen Allah'tan istemelidir. Çünkü dünya ve ahiretin bütün
hayırları, Allah'ın elindedir.
Bu sebeple Hud
peygamber demiş ki:
«Ey Milletim! Buna
karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana aittir.
Akletmez misiniz?.» (Hud, 81.)
Yani sizi davet
ettiğim şeyin, fıtratınızın da tanıklık ettiği gibi apaçık bir hak ve hakikat
olduğunu ayırdedip kavrayacak aldınız yok mudur? Sizi davet ettiğim bu şey,
gerçek dindir ki, Cenâb-ı Allah Nuh'u bu dinle insanlara göndermiştir.
Kendisine muhalefet edenleri de yok etmiştir. Ben bu davetime karşılık sizden
bir ücret istemiyorum. Ücretimi, zarar ve faydanın sahibi olan Allah'tan
istiyorum.
İnananlardan biri
demişti ki;
«Sizden bir ücret
istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar. Beni yaratana ne diye kulluk
etmiyeyim? Siz de O'na döneceksiniz.» (Yasin, 21-22.)
Ad milletinin Hud'a
söyledikleri sözler arasında şunlar vardı: «Ey Hud! Sen bize bir belge
getirmeden, senin sözünden ötürü tanrılarımızı terketmeyiz ve sana inanmayız.
Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır demekten başka birşey demeyiz.» (Hud,
53-54.)
Diyorlardı ki: Ey Hud!
Bize getirdiğin sözlerin doğruluğuna tanıklık edecek bir mucize getirmedin.
Senin delilsiz ve dayanaksız olarak söylediğin yalm sözlerinden ötürü
putlarımıza tapmayı bırakacak kimseler değiliz biz! Öyle sanıyoruz ki, bu
sözleri deli olduğun için söylüyorsun.
Bazı tanrılarımız sana
öfkelenmiş ve seni akıl hastalığına yakalatmışlar, bu nedenle sen de
delirmişsin. "Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır, demekten başka bir
şey demeyiz." sözünün manası işte budur.
"Hud:
"Doğrusu ben Allah'ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki ben O'nu
bırakıp koştuğunuz eşlerden uzağım. Hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da
ertelemeyin."» (Hud, 54.55.)
Bu sözüyle Hud
peygamber onlara meyden okuyor, tanrılarıyla ilgisi bulunmadığını bildiriyor,
onları küçümsüyor; o tanrıların, yani putların fayda veya zarar
veremeyeceklerini, cansız varlıklar olduklarını açıklıyordu. Ve şöyle diyordu:
Eğer iddia ettiğiniz gibi bu putlar fayda veya zarar verebiliyorlarsa, işte
ben, bunlara bağlı değilim ve bunları lanetliyorum. Yapabiliyor s anız bana
tuzak kurun. Sonra da hiç ertelemeyin, hep bir araya- gelerek güçbirliği edin
ve bir an ertelemeden bana ne yapabilecekseniz yapın! Umurumda değilsiniz. Sizi
düşünmüyor ve size bakmıyorum bile.
«Ben, ancak benim de
sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim. Hiç bir canlı yoktur ki Allah ona el
koymamış bulunsun. Rabbim elbette doğru yoldadır.» (Hud, 56.)
Yani ben Allah'a
tevekkül ediyor, O'ndan destek alıyor, kendisine sığınıp bel bağlayanın kayba
uğramıyacağı Cenâb'ma güveniyorum. O'nu bırakıp ta yaratıklara aldırış etmem.
O'ndan başkasına güvenmem ve ancak O'na kulluk ederim.
Hud'un Allah'ın kulu
ve elçisi, Allah'tan başkasına tapan kavminin de sapıklık ve cehalet içinde
olduğuna, sadece bu kesin bir delildir. Çünkü kavmi, ona hiç bir kötülük
yapamadı. Bu da onun onlara getirdiğinin doğruluğuna, onların hal ve
gidişatlarının yanlışlığına, yollarının bâtılhğına delâlet eder. Daha önceleri
Nuh peygamber de bu delilin aynısını kendi milletine karşı kullanmıştı:
«Ey Milletimi Eğer
durumum, Allah'ın ayetlerim hatırlatmam size ağır geliyorsa - ki ben Allah'a
güvenmişimdir - siz ve koştuğunuz ortaklar elbirliği edin; yapacağınız iş,
sonra size bir tasa vermesin. Sonra onu bana uygulayın ve beni ertelemeyin!.»
(Yûnus, 71.)
İbrahim Halil
(a.s.)'de böyle demişti:
«"Ona (Rabbinıe)
ortak koştuklarınızdan korkmuyorum. Meğer ki Rabbimin bir dileği ola. Rabbim
ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt kabul etmez misiniz?" dedi.
"Allah'a ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah'ın
hakkında size bir delil indirmediği bir şeyi O'na ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek gereklidir, bir
bilseniz." "İşte güven, onlara, inanıp imanlarına haksızlık
karıştırmayanlaradır. Onlar doğru yoldadırlar. Bu, İbrahim'e, milletine karşı
verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu, Rabbin
Hakîm'dir, Bilendir."» (ei-En'âm, so-83.)
«Onun inkarcı ve
ahirete kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri - ki Biz onlara bu
dünya hayatında nimet vermiştik - şöyle dediler: "Bu, yediğinizden yiyen,
içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir."
"Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrayacağınızdan hiç
şüphe yoktur." "Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman
tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi ediyor?"» (ei-
Mü'minûn, 33-35.)
Cenâb-ı Allah'ın bir
insanı peygamber olarak görevlendirmesini yadırgadılar. Bu tür şüpheleri cahil
kafirler öteden beri ortaya atmışlardır ve atmaktadırlar. Buna değinen bir
ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
«İçlerinden birine:
"İnsanları uyar." diye vahyetmemiz insanların
tuhafma mi gitti?.»
(Yûnus, 2.)
«İnsanlara doğruluk
rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: "Allah peygamber
olarak bir insan mı gönderdi?" demiş olmalarıdır. De ki: 'Yeryüzünde
yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir
melek gönderirdik."» (el-Isrâ, 94-95.)
Bu sebeple Hud
peygamber, kendi kavmine şöyle demişti:
«Sizi uyarmak için
aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?.»
(el-A'râf, 63.)
Yani bu, şaşılacak bir
şey değildir. Çünkü Cenâb-ı Allah, peygamberliğini nereye ve kime bırakacağını
daha iyi bilir.
«"Öldüğünüz,
toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi
ediyor? Oysa tehdid edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat,
ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz. Bu, sadece
Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız!" O peygamber:
"Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşı bana yardım et" dedi.»
(el-Mü'mmûn, 35-39.)
Ahireti imkansız
gördüler.. Toprak ve kemik haline geldikten sonra cesedlerin yeniden hayat
bulacağım inkar ettiler.. "Bu, uzak, hem de ne kadar uzak bir şeydir'1
dediler. "Hayat, ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar
diriltilmeyiz." Yani bir millet ölür, diğeri hayata gelir. Dehrilerin
inancı budur. Nitekim bir kısım cahil zındıklar derler ki: "Rahimler çocuk
doğurur. Yer de onları yutar." Devrilere gelince bunlar, her 36.000 senede
bir bu dünyaya döneceklerine inanırlar.
Bütün bunlar yalan,
küfür, cehalet, sapıklık, hiç bir delil ve burhana dayanmayan fasid ve bâtıl
sözlerdir. Akıllarım çalıştırıp doğru yola girmeyen kafir ve günahkar
ademoğullarının akılları, bu sözlerle çelin-mektedir. Nitekim Cenâb-ı Allah
buyurmuş ki:
«Şeytanlar, ahirete
inanmayanların kalblerinin ona yönelmesi, ondan hoşnud olması ve onların
işledikleri suçlan işlemeleri için, o sözleri fısıldarlar.» (el-En'âm, 113.)
Onlara öğüt verme
sadedinde şöyle demiştir:
«Siz her yüksek yere
koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak
sağlam yapılar mı edinirsiniz?.» (eŞ-şuarâ,
128-129.)
Onlara diyordu ki: Her
yüksek yerin üzerine, saray ve benzeri çok büyük muazzam binalar kurup, boş
şeylerle mi uğraşırsınız. Bunlar boş şeylerdir.. Çünkü çadırlarda yaşadığınız
için bunlara ihtiyacınız yoktur.
«Ey Muhammedi
Rabbinin, hiçbir memlekette benzeri yaratılmamış, sütunlara sahip İrem
şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini görmedin mi?» (el-Fecr, 6-8.)
İrem'de yaşayan Ad,
ilk Ad kavmidir ki, onlar büyük sütunlu çadırlarda yaşarlarmış.
İrem'in altm ve
gümüşten yapılma bir şehir olup ülkeden ülkeye dolaştığını söyleyen bir kimse,
yanılgıya düşmüş ve delilsiz bir söz söylemiş olur. "Sağlam yapılar mı
edinirsiniz?" (eş-Şuarâ, 129.) Bu ayette sözü edilen sağlam yapılardan
kastın, saraylar veya hamam burçları, yahut sedler olduğu, geleiı rivayetler
arasındadır. "Ebedî kalırsınız umuduyla.", yani bu diyarda çok uzun
bir ömür sürersiniz umuduyla bu sağlam yapıları inşa ediyorsunuz.
«Yakaladığınızı
zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakınm ve bana itaat edin. Bildiğiniz
şeyleri size verenden sakının; Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları
size O vermiştir. Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum.»
(cş-Şuarâ, 130-135.) .
İnançsız milleti, Hud
(a.s.)'a şu karşılığı verdi:
«Bize yalnız Allah'a
kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi
geldin? Doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdid ettiğin azaba uğrat.»
(el-A'râf, 70.)
Yani ibadet ve
kulluğumuzu sırf Allah'a yapalım, atalarımıza, geçmişlerimize ve onların
dinlerine muhalefet edelim diye mi bize geldin? Eğer bu söylediklerin ve
getirdiğin din doğruysa, bizi tehdid edip durduğun azab ve cezayı başımıza
getir. Doğrusu biz sana inanmıyor, senin peşin sıra gelmiyor ve seni
doğrulamıyoruz...
Yine demişlerdi ki:
«İster öğüt ver, ister
öğüt verenlerden olma. Bizim için farketmez. Bu durumumuz öncekilerin dini ve
geleneğidir. Biz azaba uğratılacak
da değiliz.»
(eş-Şuarâ, 136-138.)
Bu ayet-i kerimedeki
kelimesindeki (Hı) harfini fetha (üstün) ile okuyan kıraate göre bu kelimeden
maksat, öncekilerin uydurmasıdır. Yani bu senin getirdiğin yalmzca kendi
uydurulandır. Onu öncekilerin kitaplarından almışsın. Evet.. Bunu birden fazla
sahabe ve tabiîn bu şekilde tefsir etmişlerdir. Fakat kelimesindeki (Hı) ve
(lam) harflerini zamme (ötre) ile okuyan kıraate göre bu kelimeden maksat,
dindir. Buna göre mana şöyle olur. "Üzerinde bulunduğumuz su din
atalarımızın ve geçmişlerimizin dinidir. Biz bundan vazgeçme*-yiz bu
hususta.fikir değiştirmeyiz ve eski dinimize sarılmakta devam ederiz."
"Biz azaba uğratılacak da değiliz." cümlesi ,her iki kıraat şekline
de uygundur. Peygamber onlara şu cevabı verdi:
«Hiç şüphesiz artık
Rabbinizin azab ve Öfkesini hakkettiniz. Allah'ın hiç bir delil indirmediği ve
isimlerini kendi koyduğunuz putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?
Bekleyin, doğrusu, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.» (el-A'raf, 71.)
Yani bu kötü
sözünüzle, Allah'ın azab ve öfkesini hakkettiniz. Or-taksız olan bir Allah'a
ibadet edeceğiniz yerde; kendi elinizle yontup tanrı diye adlandırdığınız ve
Allah tarafından haklarında hiç bir delil indirilmeyen putlara mı taparsınız?
Hakkı kabulden yüz çevirip bâtılda kalmakta devam ederseniz ve benimsemiş
olduğunuz küfürden sizi me-nedip etmemem sizin için farketmiyorsa; artık
üzerinize inecek olan ve geri çevrilmesi imkansız olan ilahî azabı bekleyin!...
Yüce Allah buyurdu ki:
«O peygamber:
"Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşılık bana yardım et." dedi.
Allah'da: "Az sonra pişman olacaklar." buyurdu. Gerçekten onları bir
çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden
millet, rahmetten ırak olsun!» (ei-Mu'minûn, 39-41.)
«"Bize, bizi
tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdid
ettiğin şeyi başımıza getir." dediler. "Doğrusu, bunun ne zaman
geleceğini Allah bilir. Ben size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat
sizin cahil bir millet olduğunuzu görüyorum." dedi. O azabın, yayılarak
vadilerine doğru yöneldiğim gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır."
dediler. Hud: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azab veren
bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." dedi. Bunun
üzerine evlerinin harabelerinden başka bir şey görünmez oldu. Biz, suçlu
milleti işte böyle cezalandırırız.» (el-Ahkâf, 22-25.)
Bu inkara milletin yok
oluş haberi, gerek kısa, gerek geniş bir şekilde müteferrik ayetlerde
anlatıldı:
«Biz, rahmetimizle,
Hud'u ve beraberinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak
inanmayanların kökünü kestik.» (el-A'râf, 72)
«Buyruğumuz gelince,
Hud'u ve beraberindeki inananları, acıyarak kurtardık. Onları çetin bir azabdan
koruduk. Bu, Rabblerinhı ayetlerini bile bile inkar eden, peygamberlerine kafa
tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad milletidir. Bu dünyada da, kıyamet
gününde de lanete uğradılar. Bilin ki Ad milleti, Rabblerini inkar etti ve yine
bilin ki Hud'un milleti Ad, Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hûd, 58-60.)
«Gerçekten onları bir
çığlık yakaladı ve onları süpürüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden
millet, rahmetten ırak olsun!» (Mü'mimm, 41.)
«Böylece onu
yalanladılar; Biz de kendilerini yok ettik. Bunda şüphesiz ki ders vardır, ama
çoğu inanmamıştır. Doğrusu Rabbin güçlüdür merhametlidir.» (eş-Şuarâ, 139-140.)
Ad milletinin yok oluş
hadisesinin tafsilatına gelince, Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«O azabın yayılarak
vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur
yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir;
can yakıcı azab veren bir rüzgardır. Rabbi'nin buyruğu ile her şeyi yok
eder."» (ei-Ahksf, 24.)
Üzerlerine ilk olarak
şu şekilde azab inmeye başlamıştı: Kuraklığa ve kıtlığa maruz kalmış,
dolayısıyla yağmur yağması dileğinde bulunmuşlardı. Gökte yaygın bir bulut
görünce de onu bir rahmet bulutu sanmışlardı. Ama az sonra onun azab bulutu
olduğunu gördüler. Bu nedenle Cenâb-ı Allah buyurdu ki! "Hayır, o, sizin
acele beklediğiniz şeydir." "Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdid
ettiğin azabı haydi başımıza getir." diyerek azabın bir an evvel
üzerlerine inmesini istemişlerdi.
Müfessirler ve
diğerleri burada İmam Muhammed b. îshak b. Ye-sar'ın anlatmış olduğu haberi
nakletmişlerdir. Şöyleki: Ad milleti, onur ve üstünlük sahibi Allah'ı inkar
etmekten vazgeçmeyince, üç yıl süreyle yağmursuz kaldılar. Bu, onları çok
sıkıntıya düşürdü. O devirlerde insanlar her hangi bir işte sıkıntıya
düştüklerinde, bu sıkıntının giderilmesi için Allah'a dua edecek olurlarsa,
Ka'be ve Ka'be'nin yeri hürmetine, bu sıkıntılarını gidermesi için Allah'a dua
ederlerdi. Ka'be, o zamanın insanları tarafından bilinirdi. Orada Amalikalılar
yaşarlardı. Bunlar, Nuh peygamberin oğlu Sam'm oğlu Amlik b. Laviz'in
soyundandı-lar. Amalika kabilesinin reisi, Muaviye b. Bekr adlı biriydi.
Muaviye'nin anası, Ad kavminden Celheze binti Hayberî idi.
Ad, Harem-i Şerif
yanında yağmur duasında bulunmaları için yetmişe yakın adamı bir heyet halinde
Mekke'ye gönderdi. Bu heyet, Mekke dışında ikamet eden Muaviye b. Bekr'e
uğradı. Yanında bir ay kaldı. İçki içiyorlar, Muaviye'nin iki sanatçı cariyesi
de onlara şarkılar okuyorlardı. Bu heyet, bir ayda ancak Muaviye'ye
ulaşabilmişlerdi. Misafirlikleri uzun sürünce Muaviye, onlara yaptığı
masraftan dolayı kendi kavmine acımaya başladı. Evinden çıkıp gitmelerini
söylemekten utandı, ama çekip gitmelerini ima eden bir şiir yazdı ve sanatçı
cariyelerine, bu şiiri misafirlere okumalarını emretti:
Ey Kayl! Yazıklar
olsun sana kalk da dua et. Belki Cenâb-ı Allah, bize bir bulut gönderir. Ad
milletinin topraklarını yağmurla sulandırır. Susuzluktan ağızları kurudu,
konuşamaz oldular.
Bebekleri yaşlanamaz,
yetişkin dahi olamazlar.
Bir zamanlar kadınları
şen şakrak iken,
Ama şu günde kadınları
dul oldular.
Canavarlar, onlara
açıktan açığa gelir.
Ad milletinin
oklarından korkmaz oldular.
Siz burada oldunuz,
arzularına kavuşan kimseler,
Gecelerinizle
gündüzleriniz enfes olmuştur.
Heyetiniz çirkinlik
işledi,
Selam ve saygı
hakkınız değildir.
Bu şiiri dinleyen
heyet kalkıp hareme gitti, milletleri için dua ettiler. Duahanları Kayl b. Anz
dua etti. Cenâb-ı Allah, bu dua üzerine biri beyaz, biri kızıl, biri de siyah
olmak üzere üç bulut peydahladı. Sonra gökten bir ünleyici: "Kendin - veya
milletin - için bu üç buluttan birini seç.»"diye seslendi. Kayl: "Şu
siyah bulutu seçtim. Çünkü bulutların en çok sulu olanı budur." dedi.
Ünleyici ise ona şu karşılığı verdi:
"Helak edici
bulutu seçtin. Bu, Ad milletinden bir tek ferdi bile sağ bırakmayacaktır. Ne
ana, ne çocuk, ne de baba, Hiçbiri hayatta kalmayacaktır. Yalnız Lüveyze
Oğullarına bu ateş tesir etmeyecektir." Lüvey-ze Oğulları, Ad kabilesinin
bir batm olup Mekke'de yaşarlardı. Kavimlerine gelen bela, kendilerine isabet
etmedi. Bunların neseplerinden kalanlar, son Ad kavmidir.
Cenâb-ı Allah, Kayl b.
Anz'm seçtiği siyah bulutu, içindeki azabla birlikte Ad milletinin üzerine
şevketti. Onlara, Muğis denilen vadi tarafından çıkıp geldi. Bulutu
gördüklerinde sevinip dediler ki: Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır.
Cenâb-ı Allah ta onlara şu cevabı verdi: «Hayır, o, sizin acele beklediğiniz
şeydir. O, can yakıcı azab veren bir rüzgardır. Rabbinin emriyle her şeyi yok
eder.» (ei-Ahkâf, 25) .Yani uğradığı her şeyi ortadan kaldırıp yok eder.
Bunu ilk görüp azab
rüzgarı olduğunu anlayan, rivayete göre Ad kavminden Mehd adlı bir kadındır. O
buluttaki şeyin ne olduğunu anlayınca bağırdı, sonra da düşüp bayıldı.
Ayıldığmda O'na: "Ne gördün ey Mehd?" diye sordular. Şu cevabı verdi:
"Bu bulutta, ateşe benzer bir rüzgar gördüm. Önünde, onu çekmekte olan
bazı adamlar vardı... "
Cenâb-ı Allah o
rüzgarı yedi gece, sekiz gün aralıksız olarak üzerlerinde estirdi. Ad
milletinin helak olmadık bir tek ferdini bile bırakmadı.
Hud (a.s.)
beraberindeki mü'minlerle beraber cennetvari bir bahçeye çekilmiş, yumuşak ve
nefislerin hoşuna giden şeyler kendilerine geliyordu. Göklerle yer arasında
bir mahfile binerek Ad milletine uğruyor, onları taşlarla eziyorlardı...
İmam Ahmed b. Hanbel
de Müsned'inde buna benzer bir kıssa anlatmaktadır: Zeyb b. Habbab, îbn Yezid
el- Bekrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ala' b. Hadremî'yi şikayet için
Rasûlullah (s.a.v.)'a gitmek üzere evden çıktım. Rabaza'ya uğradım. Bir de
baktım ki orada tek başına duran, Temim oğulları kabilesinden yaşlı bir kadm
yar. Bana dedi ki: "Ey Abdullah! Rasûlullah (s.a.v.)'ı görmem gerekiyor.
Beni ona götürür müsün?"
Ben de onu yanıma alıp
Medine'ye götürdüm. Bir de ne göreyim: Mescid-i Nebevi., onun akrabalarıyla
hınca hınç dolu.. Siyah bir bayrak da dalgalanıyor.. Bilal, kılıç kuşanmış,
Rasûlullah (s.a.v.)'m huzurunda bekliyor.."Bu insanların işi burada ne?.»
diye sordum. "Rasûlullah (s.a.v.), Amr b. As'ı bir tarafa (savaş için)
göndermek niyetinde." dediler. Oturdum... Rasûlullah (s.a.v.) menziline
girdi. Yanma girmek için izin istedim, bana izin verildi.. İçeri girip selam
verdim. "Sizinle Temim oğulları arasmda birşey var mıydı?" diye
sordu. Dedim ki: "Evet.. Bizimle onların arasında bir olay oldu. Bu olay
bizim lehimize, onların aleyhine oldu. Onlardan yaşlı bir kadına rastladım.
Bir kenarda yalnız başına oturmuştu. Kendisini alıp huzuruna getirmemi istedi.,
işte kapıda bekliyor."
Rasûlullah (s.a.v.)
izin verdi, kadın içeri girdi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer
uygun görürsen, bizimle Temim oğulları arasına bir sed çek. Dehna çölünü sınır
kıl. Çünkü o bize aittir."
Kadın kükreyip ayağa
kalkar gibi yaptı ve : "Sana iltica eden, artık nereye başvurur?"
dedi. Ben de şöyle dedim: "Benim durumum da Önce anlattığım gibidir.
Başıma bela aldım. Düşmanım olduğunu bilmeksizin bu kadını size getirdim. Ad
milletinin elçilik heyetinin başı gibi olmaktan Allah ve Rasûlüne
sığınırım." Rasûlullah (s.a.v.): "Ad milletinin elçisi de ne?"
diye sordu. Halbuki o, meseleyi benden daha iyi biliyor, ama beni konuşturmak
istiyordu. Dedim ki:
Ad milleti kıtlığa
maruz kaldılar. Kayl adında birini elçi olarak gönderdiler. O da Mekke'de
ikamet eden Muaviye b. Bekr'e uğradı. Yanında bir ay kadar kaldı. Ona içki
içiriyor, sanatçı iki cariyesi de ona şarkılar söylüyorlardı. Bir ay geçtikten
sonra Tihame dağlarına çıktı ve şöyle dua etti: "Allahım! Biliyorsun ki,
ben bir hastanın yanma gelmedim ki, onu tedavi edeyim.. Bir esirin de yanma
gelmedim ki fidyesini verip serbest bıraktırayım. Allahım! Ad milletine yağmur
yağdırıp, vereceğin kadar su ver."
Böyle dua ettikten
sonra onun tarafina değişik renkteki bulutlar geldi. Kendisine: "Bu
bulutlardan birini seç." diye ses geldi. O da simsiyah bir bulutu
gösterdi. Bunun üzerine kendisine şöyle bir seda geldi: "Alın da helak
olun. Ad milletinden hiç kimse hayatta kalmasın!." Bana ulaşan habere göre
onlara, şu yüzüğümün içinden geçebilecek kadar bir rüzgar esti, hepsi de helak
oldular. Ebu Vail dedi ki: Doğrudur. O kadınla erkek, bir elçi
gönderdiklerinde ona: "Ad milletinin elçisi gibi olma"derlerdi.[14]
Bu anlatılan kıssa,
sonuncu Ad kavmiyle ilgili olsa gerek. Çünkü îbn İshak üe diğerlerinin
anlattıkları kıssada Mekke'den söz edilmektedir Oysaki Mekke, İbrahim Halil
(a.s.)'den sonra kurulmuş bir beldedir. Hani bir zamanlar o, zevcesi Hacer ile
oğlu İsmail'i oraya yerleştirmiş; Cürhümlüler de onların yanma inip konaklamış
ve onlarla beraber Mekke'de yaşamaya başlamışlardı.
Halbuki ilk Ad kavmi,
İbrahim peygamberden önce yaşamıştır. Onların helaki kıssasmdaysa, Muaviye b.
Bekr'den ve onun yazmış olduğu şiirinden söz edilmektedir. Ama şiir, birinci
Ad'ın zamanından sonraki zamanların şiirine benzemektedir. Önceki devirlerde
yaşamış insanların sözlerine benzememektedir. O şiirde anlatılan bulutun adına
"Şernar" denmektedir. Oysaki ilk Ad milleti, karşı durulmaz dondurucu
bir rüzgarla helak edilmişti. îbn Mes'ud, İbn Abbas ve birden fazla tabiîn
imamları dediler ki: ayet-i kerimesinde geçen (Sarsar) kelimesi, soğuk ve
dondurucu; (Atiye) kelimesi ise, şiddetli esen anlamına gelir.
«Allah o rüzgarı
üzerlei"ine yedi gece, sekiz gün aralıksız estirdi.» (el-Hâkka, 7.)
Denildiğine göre o günlerin
ilki cuma veya çarşamba idi.
«Halkın, kökünden
çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün.» (el-Hakka, 7.)
Bu ayette onlar,
başsız hurma kütüklerine benzetilmişlerdir. Şundan ki: Azab rüzgarı, onlardan
birini yakaladığında kaldırıp havaya yükseltiyor, sonra da tepesi üstüne
bırakıyordu. Böylece kafası ezilip parçalanıyor ve cesedi başsız kalıyordu.
Nitekim Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Nitekim o uğursum
günde, üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren,
dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik.» (el-Kamer, 19-20.)
Uğursuz günün çarşamba
günü olduğunu söyleyip o günü uğursuz sayan kimse, yanılgıya düşmüş ve Kur'ân'a
muhalefet etmiş tir. Çünkü başka bir ayette de şöyle buyurulmuştur:
«O uğursuz günlerde
üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik.»(Pussilet, 16.)
Bilindiği gibi,
üzerlerine rüzgar estirilen günlerin sayısı sekizdir. O günler de birbirini
izlemiş, aralarına hiç fasıla girmemişti. Eğer günlerin bizatihi kendileri
uğursuz olsalardı, bu takdirde senenin bütün günlerinin uğursuz olması
gerekirdi ki bunu akıl sahibi hiç kimse söylemez. Ancak bu günler, azaba
uğratıldıkları için onlara göre uğursuz sayılmışlardır. Yüce Allah buyurdu ki:
«Ad milletinin
başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine uğradığı her şeyi bırakmayıp
toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.»(ez-Zâriyât, 41-42.)
Yani o rüzgar, hiçbir
hayır üretmiyordu. Yalnız başına rüzgar; ne bulutu sevkeder, ne de ağaç ve
buğdaylara fayda verir. Kısırdır, hayır vermez. Bu nedenle müteakip ayette
denmiş ki:
"O rüzgar,
uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çevirir." Yani hiç fayda vermeyen
çürümüş şeye döndürür.
Şu'be, İbn Abbas'tan
rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Bana Saba rüzgarıyla
yardım edildi. Ad kavmi ise (batıdan esen) Debur rüzgarıyla yok edildi.»[15]
«Ey Muhammedi Ad
milletinin kardeşi Hud'u an. Ondan önce ve sonra: "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin." diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkaf bölgesindeki
milletini uyarmış "Doğrusu sizin için büyük bir günün azabından
korkuyorum." demişti.» (ci-Ahkâf, 21.)
Bu ayette sözü edilen
Ad, açıkça anlaşıldığı gibi ilk Ad milletidir. Buradaki ifadeler Hud kavminin
ifadesine benzemektedir ki, onlar da ilk Ad milletidir.
Bu kıssada
anlatılanların ikinci Ad milleti olması da muhtemeldir. Önce anlatmış olduğumuz
ve ileride Hz. Aişe'den rivayet edilecek hadis de buna delâlet etmektedir.
«O azabın, yayılarak
vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur
yağdıracaktır." dediler.» (d-Ahkâf, 25.}
Gökteki o yaygın
bulutu görünce yağmur bulutu sandılar; az sonra gördüler ki o bir azab
bulutudur. Onu rahmet sandılar; az sonra onun ilahî bir intikam olduğunu
anladılar. O buluttan hayır umdular; ama ondan şiddetli bir şer ve musibet
gördüler. «Hayır, o, sizin acelece beklediğiniz şeydir." Çabuk gelmesini
istediğiniz azaptır. "O, can yakıcı azab veren bir rüzgardır." Bu
azabın, kendilerine isabet eden dondurucu ve sürekli esen ve karşı durulamaz
bir rüzgar olması da muhtemeldir. Bu rüzgar yedi gece, sekiz gün üzerlerinde
esmiş, onların hepsini yok etmiş, kaçanlarını kovalayıp yakalamıştı. Öyle ki
mağaraları ve kovukları üzerlerine kapatıyor, sonra onları çıkarıp helak
ediyordu. Sağlam evlerini ve saraylarını, üzerlerine çökertiyordu. Onlar,
önceleri güç ve kuvvetlerine aldanarak: "Bizden daha güçlü kim
vardır?" demişler; Cenâb-ı Allah da onlardan daha güçlü ve kuvvetli olan
kuru rüzgarı üzerlerine musallat kılmıştı.
Muhtemeldir ki bu
rüzgar, neticede bir bulut meydana getirmiş; onların artakalanları da, bunun
kendileri için bir imdat ve rahmet bulutu olduğunu sanmışlardı. Çoklarının
anlattıkları gibi Cenâb-ı Allah, o buluttan, üzerlerine kıvılcım ve ateş
göndermişti. Bu bulut, Medyenlilerinüzerine gönderilen gölge gibi bir şeydi.
Cenâb-ı Allah, üzerlerine hem soğuk bir rüzgar, hem de ateş eriyiği göndermişti
ki, bu da birbirine zıt muhtelif şeylerle verilen azabtan daha şiddetli
olmuştu. Buna ek olarak kendilerini bir çığlık y akalayı vermiş ti. Mü'minûn
sûresinde bu çığlıktan bahsedilmektedir. Doğruyu Allah bilir.
İbn Ebi Hatîm dedi ki:
Babam, İbn Ömer'den naklen, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etti: Allah'ın, Ad milletini yok etmek için üzerlerine estirdiği rüzgar, ancak
bir yüzük deliğinden geçen bir rüzgar kadardı. Çölde yaşayan Ad milletine
çarpan azab rüzgarı onları, davarlarını ve mallarım alıp yer ile gök arasında
kaldırdı ve yükseklere çıkardı. (Sonra da yüz üstü bırakıp helak etti). Kent
içinde yaşayan Ad kavmi, azab rüzgarım ve ondaki musibeti görünce: "Bu
yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. O rüzgar, çöldeki Ad
kavmini, davarlarını ve mallarını göğe doğru kaldırdıktan sonra, kentte yaşayan
Ad kavminin üzerine bıraktı ve tümünü yok etti.Taberanî, İbn Abbas'tan naklen
Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Cenâb-ı Allah'ın Ad
milleti üstüne estirdiği azab rüzgarı, ancak bir yüzük deliğinden geçebilecek
yoğunluktaydı. Sonra onların köylülerini rüzgarla havalandırarak kentlilerinin
üzerine bıraktı. Kentliler, azab bulutunun kendilerine yönelip gelmekte
olduğunu gördüklerinde: "Vadilerimize yönelip gelmekte olan bu yaygın
bulut bize yağmur yağdıracaktır.» dediler. Halbuki Ad milletinin köylüleri o
bulutun içindeydiler. Cenâb-ı Allah o bulutun içindeki köylüleri, kentlilerin
üzerine bıraktı ve neticede hepsi yok oldular."
O azab rüzgarı, o
kadar şiddetli esiyordu ki, mahzenlere ve kapı aralıklarından içerilere
sızıyordu. Hesapsız denecek kadar kuvvetli esiyordu.
Ayet-i kerimeden de
açıkça anlaşıldığı gibi Ad milleti, azab bulutunun yaygın ve geniş olduğunu
görmüşlerdi. Bunu Müslim de "Sahîh'inde açık bir dille nakletmiştir. Şöyle
ki: Ebu Bekr et- Tahir, Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rüzgar
estiğinde Rasûlullah (s.a.v.) şöyle derdi: «Allahım! Bu rüzgarın hayrını,
bundaki şeylerin hayrını ve bununla gönderdiğin şeylerin hayrım senden
diliyorum. Bu rüzgarın şerrinden, bundaki şeylerin şerrinden ve bununla
gönderdiğin şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.»
Gök bulutlandığı zaman
da Rasûlullah (s.a.v.)'m yüzünün rengi değişir, dışarı çıkar, içeri girer,
ileri gider, geri gelirdi. Buluttan yağmurlar boşanınca da yüzünün rengi
açılırdı. Aişe, onun bu halini anlardı. Sebebini sorunca da şu cevabı alırdı:
«Ey Aişe! Bu bulut belki de Ad kavminin dediği bulut gibi olabilirdi. Onlar,
yaygın bulutun, vadilerine yönelerek geldiğini gördüklerinde, "Bu yaygın
bulut bize yağmur yağdıracaktır." demişlerdi, (ama üzerlerine azab
indirmişti).»[16]
Başka bir rivayette
şöyledir: İmam Ahmed b. Hanbel dedi ki: Harun b. Ma'ruf, Süleyman b. Yesar'dan
naklen Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: «Rasûlullah
(s.a.v.)'m, küçük dili görünecek şekilde katıla katıla güldüğünü hiç görmedim.
Yalnızca gülümserdi. Bir bulut veya rüzgar esişini gördüğünde, bu, onun
yüzünden anlaşılırdı. Dedim ki: Ya Rasûlullah! İnsanlar bulut gördüklerinde,
kendilerine yağmur getireceği umuduyla sevinirler; Ama bulut gördüğünde,
yüzünde hoşnutsuzluk görüyorum. Bu, neden? Buyurdu ki: "Ey Aişe! Bulutta
veya rüzgarda azab bulunmayacağından emin değilim ki! Nuh'un milleti, rüzgarla
helak edildi. Başka bir millet de azabı (bulutu) gördüklerinde; "Bu
yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır" dediler.»
Önce de işaret
ettiğimiz gibi bu hadis, Ad milletiyle ilgili iki kıssanın apayrı olduğunu
açıkça ifade etmektedir. Şu halde Ahkâf sûresinde anlatılan haber, ikinci Ad
milletiyle ilgilidir. Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan diğer haberlerse, ilk Ad
milletiyle ilgilidir. Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.
Hud peygamberin
haccını, Nuh peygamberin haccmdan bahsederken anlatmıştık. Hz. Ali'den rivayet
olunduğuna göre Hud peygamberin mezarı, Yemen'dedir. Başkalarıysa Şam'da
olduğunu söylemişlerdir. Caminin kıble duvarında bir yer vardır ki, bazı
kimseler, oranın Hud peygamberin mezarı olduğuna inanırlar. Doğruyu en iyi
bilen Allah'tır.[17]
Bunlar, kendilerine
Semud denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri Semud'un adını almışlardı. Semud,
Cedis'in kardeşidir. Bu ikisi de İrem oğlu Asir'in oğullarıdırlar. İrem ise,
Nuh peygamberin oğlu Sâm'ın oğludur.
Semud, Arab-ı Aribe'dendir.
Hicaz ile Tebük arasında, Hicr denen yerde yaşarlardı. Rasûlullah (s.a.v.)
Tebük gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla beraber, bunların yurdu
Hicr'e uğramıştır. Bunlar, Ad milletinden sonra dünyada yaşamışlardır. Onlar
gibi bunlar da puta taparlarmış.
Cenâb-ı Allah,
içlerinden bir adamı kendilerine peygamber olarak gönderdi. Kulu ve elçisi olan
bu adam, Nuh peygamberin soyundan gelen Salih b. Abid, b. Masih, b. Abid, b.
Hadir, b. Semud, b. Asir, b. İrem, b. Nuh idi. Onları, ortaksız olan bir
Allah'a kulluk etmeye, putlara ve Allah'ın ortaklan olduklarını iddia
ettikleri varlıklara tapmaktan vazgeçmeye, hiç birşeyi Alllah'a ortak
koşmamaya davet etti. İçlerinden küçük bir grup ona iman etti, çoğunluğu inkar
etti. Ona dillerini ve ellerini uzattılar, öldürmeye yeltendiler. Salih
(a.s.)'in gerçek peygamber olduğunu göstermek için Allah'ın, kendilerine karşı
bir delil olarak gönderdiği dişi deveyi öldürdüler. Dolayısıyla Allah da
onları, güçlü ve muktedir bir zata yaraşırcasma yakalayıverdi. Nitekim buyurdu
ki:
«Semud milletine
kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan
başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi
devesi size bir delildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın. Ona kötülük
etmeyin. Yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız. Allah'ın sizi Ad milleti yerine
getirdiğini, ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz
yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın; Allah'ın nimetlerini anın. Yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." dedi. Milletinin büyüklük
taslayan ileri gelenleri, aralarından iman eden ve bu sebeple hor gördükleri
kimselere, "Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini sahiden biliyor
musunuz?" dediler. Onlar da: "Doğrusu biz, onunla gönderilene
inanıyoruz." dediler. Büyüklük taslayanlar: "Sizin inandığınızı, biz
inkar ediyoruz." dediler ve dişi deveyi kesip devirdiler. Rablerinin
buyruğuna baş kaldırdılar. "Ey Salih! Eğer sen peygambersen bizi tehdid
ettiğin azaba uğrat bakalım. dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve
oldukları yerde diz üstü çö-küverdiler. Salih de onlardan yüz çevirdi ve
:"Ey Milletim! Andolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt
vermiştim. Fakat siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz." dedi.» (el-A'râf,
73-79.)
«Semud milletine
kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan
başka tanrınız yoktur. Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen
O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da ona tevbe edin. Doğrusu, Rabbim
size yakın ve duaları kabul edendir." dedi. "Ey Salih! Sen bundan
önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin. Şimdi babalarımızın
taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu, bizi çağırdığın şeyden
şüphe ve endişedeyiz." dediler. "Ey Milletim! Eğer Rabbimden bir
belgem olur ve bana rahmet eder de ben ona başkaldırırsam, söyleyin, Allah'a
karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka bir şey
yapamazsınız." dedi. "Ey Milletim! Bu, size bir ayet olarak,
Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık
etmeyin. Yoksa siz, hemen azaba uğrarsınız." Buna rağmen onu kesip
devirdiler. O zaman Salih: "Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu,
yalanlanmayacak bir sözdür." dedi. Buyruğumuz gelince Salih'i ve beraberindeki
inananları - katımızdan bir rahmet olarak - o günün rezilliğinden kurtardık.
Doğrusu, Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür. Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu.
Oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. Sanki orada, hiç yaşamamışlardı. Bilin
ki Semud milleti Rabbini inkar etmişti. Bilin ki, Semud milleti Allah'ın
rahmetinden uzaklaştı.» (Hud, 61-68.) '
«Andolsun ki Hicr
halkı, peygamberleri yalanlamışlardı. Onlara ayetlerimizi verdiğimiz halde, yüz
çevirmişlerdi. Dağlarda güven içinde, evler yontuyorlardı. Sabaha karşı çığlık
onları y akalayı ver di. Yaptıkları, kendilerine bir fayda sağlamadı.»
(el-Hicr, 80-84.)
«Bizi mucize
göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semud
milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona
zulmetmişlerdi. Oysa biz mucizeleri, yalnız korkutmak için göndeririz.»
(el-Iara, 59.)
«Semud milleti de
peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Salih onlara: "Allah'a karşı
gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu, ben, size gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir
ücret istemiyorum. Benim ecrim,ancak âlemlerin Rabbine aittir. Burada
bahçelerde, pınar başlarında,ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında
güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız? Artık
Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü İslah etmeyip bozgunculuk yapan
beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin." dedi. "Sen şüphesiz
büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer
doğru sözlü isen, bir
belge getir."
dediler. Salih: "İşte belge, bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı belirli
bir gün onun ve belirli birgün de sizindir. Sakın ona bir kötülük yapmayın.
Yoksa sizi büyük günün azabı yakalar." dedi. Onlar ise deveyi kestiler,
ama pişman da oldular. Bunun üzerine onları azab yakaladı. Doğrusu, bunda bir
ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rabbin şüphesiz güçlüdür,
merhametlidir.» (eş-Şuarâ,i4i-i59.)
«Andolsun ki, Semud
milletine kardeşleri Salih'i; "Allah'a kulluk ediniz." desin diye
gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki gurup olu-verdiler. Salih: "Ey
milletim! Niye iyilikten önce, acele kötülük istiyorsunuz? Açmasınız diye
Allah'tan mağfiret düeseniz olmaz mı?" dedi. "Sen ve beraberindekiler
yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Salih: "Uğursuzluğunuz Allah
katından takdir edilmiştir. Belki imtihana çekilen bir milletsiniz." dedi.
O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk-yapan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz kişi
vardı. "Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna,
ailesinin yokedilişinde bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz,
diyelim." diye aralarında Allah'a yemin ettiler. Onlar bir düzen kurdular.
Biz, farkettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin sonunun nasıl olduğuna
bir bak. Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik. İşte
haksızlıklarına karşılık çökmüş bulunan evleri! Bunda bilen bir millet için
şüphesiz ders vardır. İnanıp Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.»
(en-Neml, 45-53.)
«Semud milletine doğru
yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü, doğru yolda gitmeğe tercih ettiler.
Kazandıklarının karşılığı olarak, onları, alçaltıcı azabın yıldırımı çarptı.
İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.» (Fussiiet,
17-18.)
«Semud milleti, uyaran
peygamberleri yalanladı. "İçimizden bir insana mı uyacağız? O zaman biz
sapıklık ve delilik etmiş oluruz. Kitap, aramızda, ona mı verilmiş? Hayır, o
pek yalana ve şımarığın biridir." dediler. Yarın kimin pek yalancı ve
şımarık olduğunu bileceklerdir. Doğrusu, onları denemek üzere dişi deveyi
gönderen biziz. Salih'e şöyle demiştik: "Onları gözetle ve sabret.
Onlara, herkese, sıralarına göre suyun aralarında pay edilmiş olduğunu
söyle." Ama bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını alarak deveyi
kesti. Benim azabım ve uyarmam nasıl-mış? Nitekim üzerlerine bir çığlık
gönderdik de, ağılcılarm kullandığı kurumuş ot gibi oldular. Andolsun ki
Kur'ân'ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?» (ci-Kamer,
23-32.)
«Semud milleti
içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzünden peygamberleri
yalanladı. Allah'ın peygamberleri onlara, Allah'ın devesini göstermiş ve:
"Allah'ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın." demişti. Onu
yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı
onların üzerine katmerli azab indirdi; yerle bir etti onları. Bu işin sonundan
onun korkusu yoktur.» (eş-Şems,ıı-15.) Berâet,
İbrahim, Furkân, Sâd, Kâf, Necm ve Fecr sûrelerinde olduğu gibi Cenâb-ı Allah,
Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde Ad ve Semud milletlerinin kıssalarını
anlatırken aralarında bazı mukayeseler yapmıştır.
Denilir ki: Bu iki
milletin haberlerini Ehl-i Kitap bilmemektedir. Onların kitapları Tevrat'ta, bu
İM milletten bahsedilmemektedir. Ne var ki Kur'ân-ı Kerîm'de, Musa peygamberin
Ad ve Semud'dan bahsettiğine delâlet eden ayetler mevcuttur. Nitekim Cenâb-ı
Allah, İbrahim suresinde şöyle buyurur:
«Musa: "Siz ve
yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de müstağni ve
övülmeğe layık olandır." demişti. Sizden önce geçen Nuh, Ad, Semud
milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri - ki onları Allah'tan
başkası bilmez-size ulaşmadı mı? Onlara peygamberleri belgelerle geldiler...»
dbrâhîm, 8-9.)
Ayetten açıkça anlaşılıyor
ki bu, Musa (a.s.)'nm kendi milletine söylediği sözün ta kendisidir. Fakat bu
iki millet Araplardan oldukları için, Ehl-i Kitap bunlarla ilgili haberleri- bu
haberler ne kadar Musa peygamber zamanında meşhur idiyse de - iyice
ezberlememişler ve bu haberlerin hıfzedilmesi için gereken itinayı
göstermemişlerdir. Bütün bunları tefsirde[18]
detaylarıyla anlatmış bulunmaktayız. Övgü ve şükranlar, Allah'adır.
Gayemiz, Semud
milletinin kıssasını, yaratıkları işleri, karşılaştıkları akıbeti, Allahm, peygamberi
Salih (a.s.) ile beraberindeki mü'min-leri nasıl kurtardığını; küfürleri,
azgınlıkları ve peygamberlerine muhalefetleri dolayısıyla zulmetmiş olanların
köklerini nasıl kazıdığım anlatmaktır.
Önce de söylediğimiz
gibi Semud milleti Arap'tı. Ad milletinden sonra yaşamış ama onların
akıbetlerinden ders almamışlardı. Bu nedenle peygamberleri Salih onlara şöyle
demişti:
«Allah'a kulluk edin.
Ondan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Allah'ın bu
dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın; ona
kötülük etmeyin. Yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız. Allah'ın sizi Ad milleti
yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler
yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın. Allah'ın nimetlerini anın.
Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.» (ei-A'râf, 73-74.)
Yani sizi Ad
milletinin yerine yerleştirdi. Onlardan sonra dünyaya getirdi ki akibetlerinden
ibret alasınız; onların yaptıkları hataları yap-mayasınız. Yeryüzünü ve bu toprakları
size verdi. Siz de düzlüklerde şatolar ve saraylar kuruyorsunuz. «Dağlarda
ustalıkla evler oyuyorsunuz.» (eş-Şuarâ, 149.) Allah'ın size bahşettiği bu
nimetlere şükür, iyi amel,
sadece O'na ortaksız
olarak ibadet ve kulluk etmekle karşılık verin. O'na muhalefet etmekten, O'na
itaatten sapmaktan sakının. Doğrusu bunun sonucu vahim olur.
Salih (a.s.), bu
sebepten Ötürü onlara şu Öğüdü verdi: «Burada bahçelerde, pınar başlarında,
ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır
mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip
bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin.» (eş-Şuarâ,
147-152.)
«Ey milletim! Allah'a
kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar
etmenizi dileyen O’dur.» (Hud, eı.)
Yani sizi yoktan var
edip yeryüzünü sizinle şenlendiren, içindeki ekin ve meyvelerle birlikte
yeryüzünü emrinize amade kılan, Allah'tır. Yaratan ve rızık veren odur. Yalnız
O, tapımlmaya layıktır. Başkası değil...
«Öyleyse O'ndan
mağfiret dileyin, sonra da O'na tevbe edin.» (Hûd, eı.)
Yani içinde
bulunduğunuz küfür halinden vazgeçin ve sadece Allah'a kulluğa yönelin. Çünkü
O, sizin tevbenizi kabul eder ve kusurlarınızı bağışlar. "Doğrusu Rabbim
size yakın ve duaları kabul edendir."(Hûd, 61.)
"Ey Salih! Sen
bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin." dediler.
(Hûd, 62.)
Yani ibadeti sadece
Allah'a yapmamızı, onun ortaklarına tapmaktan vazgeçmemizi, ata ve
dedelerimizin dinlerini bırakmamızı teklif edici bu sözünü söylemenden önce,
tam akıllı bir kimse olduğunu sanıyorduk.
"Şimdi
babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu bizi
çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz."» (Hûd, 62.)
«"Ey milletim!
Eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana rahmet eder de ben O'na baş kaldınrsam,
söyleyin, Allah'a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka
birşey yapamazsınız." dedi.» (Hûd, 63.)
Böylece Hud peygamber,
onlara tatlı dil ve yumuşak ifadelerle yaklaşıyor, güzel bir üslupla onları
hayra davet ediyordu. Yani gerçek, benim size dediğim ve sizi davet ettiğim
şey gibi ise, o zaman ne yapacağınızı sanıyorsunuz? Allah katında ileri
sürecek mazeretiniz ne olacaktır? Sizi O'nun kabza-i kudretinden kurtaracak ne
vardır? Oysaki siz, sizi O'na itaate davet etmekten vazgeçmemi istiyorsunuz.
Bundan vazgeçmem mümkün değildir. Çünkü bu, benim görevimdir. Bu işten vazgeçersem,
ne sizden ne de başkalarından hiç kimse beni, Allah'ın azabından koruyamaz ve
bana yardımcı olamaz. Ben, sizleri tek ve ortaksız olan Allah'a kulluk etmeye
çağırmaya devam edeceğim. Allah'ın benimle sizin aranızda hükmünü vereceği
zamana kadar görevimi sürdüreceğim...
«Ama milleti ona:
"Sen, şüphesiz, büyülenmişin birisin." dediler.» (Şuarâ, 53.)Yani
bizi sadece Allah'a kulluk etmeye ve O'na koştuğumuz ortaklardan vazgeçmeye
davet ederken ne dediğini bilmeyen, büyülenmiş birisin. Cumhur-u ulema bu
ayet-i kerimeyi böyle manalandırmış-lardır. Ayette geçen (müsahharm)
kelimesiyle kastedilen mana da budur.
"Müsahharîn"
kelimesinin cinci kimse anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Nitekim
milleti, Salih peygambere: "Sen, büyüsü olan bir insansın."
demişlerdi. Ama "müsahharîn" kelimesinin birinci manası daha
kuvvetlidir. Çünkü ona böyle dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüşlerdi:
«Bizim gibi bir
insandan başka birşey değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen, bir belge getir.»
(cş-şuarâ, 154.)
Kendilerine getirdiği
şeyin doğru ve gerçek olduğuna delâlet eden bir mucize göstermesini istediler:
«Salih: "İşte belge,
bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı, belirli bir gün onun ve belirli bir gün de
sizindir. Sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa sizi büyük günün azabı
yakalar." dedi.» (eş-Şuarâ, 155-156.)
Salih peygamber, Semud
milletine ayrıca şöyle demişti:
«Rabbinizden size bir
belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın, Allah'ın
toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin, yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız.»
(el-A'râf, 73.)
Yüce Allah da buyurdu
ki:
«Semud milletine gözle
görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi.» (isrâ,
59.)
Müfessirlerin
anlattıklarına göre Semud milleti, bir gün toplantı yerlerinde bir araya
gelmişlerdi. Allah'ın elçisi Salih, yanlarına giderek onları Allah'a kulluğa
davet etmiş, azab-ı ilahiyi onlara hatırlatmış, sapıklıktan sakındırmış, öğüt
vermiş ve bâtıla yanaşmamalarını emretmişti. Ama onlar Salih (a.s.)'e şöyle
bir şart koşmuşlardı: "Ey Salih: Şu karşıdaki kayadan şu ve şu niteliklere
sahip, boylu poslu, gebe bir deve çıkarırsan belki sana iman ederiz."
Salih (a.s.), onlara dedi ki: "Bu isteğinizi tam olarak yerine
getirirsem, benim getirmiş olduğum dine iman eder ve size tebliğ ettiğim ilahi
mesajı doğrular mısınız?" "Evet" dediler. Salih (a.s.) de bu
hususta onlardan söz ve teminat aldı. Sonra namazgahına gidip, onur ve
üstünlük sahibi Allah'ın huzurunda nasibince namaz kılıp dua etti. Kavminin bu
isteğinin gerçekleştirilmesini Rabbin-den diledi. Allah da oracıktaki kayaya,
yarılarak istenilen nitelikteki büyük cüsseli gebe bir deveyi çıkarmasını
emretti. Kaya da bu ilahî eniri hemen yerine getirdi. Devenin ortaya çıktığını
müşahede ettiklerinde büyük bir iş, dehşetli bir olay, Salih (a.s.)'in
doğruluğunu ortaya koyan kesin bir delil, parlak bir hüccet ve göz alıcı bir
kudret gördüler. Bunun üzerine çokları iman getirdi. Çokları da küfür, sapıklık
ve inatlarına devam ettiler. Cenâb-ı Allah'ın, "Ona (deveye)
zulmetmişlerdi.» demesinin sebebi işte budur. Yani onun mucize oluşunu inkar
ettiler. Onun sebebiyle çokları hakka inanmadılar. Öte yandan inananların
reisi Cen-da1 b. Amr b. Muhallat b. Lebid b. Cevas idi. Bu zat, Semud kavminin
önde gelen büyüklerindendi. Eşrafın kalan kısmı da Allah'ın dinine girmeye
yöneldiler. Ama putlarının sahibi Habbab ile Züab b. Amr b. Lebid, Rabab b. Sa'r
b. Cemlis- onları yeni dine girmekten menettiler. Cenda', amcası oğlu Şihab b.
Halife'yi-bu da eşraftandı- imana davet etti. Ama yukarıda adları geçen
inkarcılar, onu da Allah'ın dinine girmekten menettiler. Bunun üzerine Şihab,
bunların akıntısına kapıldı. Bunun üzerine, Müslümanlardan Mehreş b. Ganme
adındaki bir adam - Allah ona rahmet etsin - şöyle bir şiir söyledi:
"Amroğullarından
bir grup geldiler. Şihab'1 Salih'in dinine davet ettiler. Şihab, tüm Semud
kavminin ulusu idi. Dine gelmiş olsaydı o eğer, Salih, içimizde olurdu güçlü
peygamber, Onlar, sahipleri Züab'a dönemez idiler. Ama Hicr halkının
saptırıcıları, Aydınlandıktan sonra sineğe dönüştüler."
İşte bu sebeple Salih
peygamber onlara şöyle dedi:
«Bu, size (getirdiğim
ilahî mesajın doğruluğunu gösteren) bir alamet olarak, Allah'ın devesidir.
Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa siz hemen
azaba uğrarsınız.» (Hûd, 64.)
Anlaşmaya varıldı. Bu
deve, Semud halkının arasında dolaşacak, topraklarından istediği yerde otlayacak,
gün aşırı su başına gelip içecekti. Sırası geldiğinde kuyu basma gelecek ve
suyunu içecekti. Onlar da su içerlerken, ertesi gün de kendilerine lazım olacak
suyu önceden tedarik ediyorlar, ayrıca kendilerine yetecek kadar o devenin
sütünü de içiyorlardı. Bu sebeple Salih (a.s.) onlara dedi ki:
«Su içmek hakkı
belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir.» (eş-Şuarâ, 155.)
Cenâb-ı Allah da
buyurdu ki:
«Doğrusu, onları
denemek (iman edip etmediklerini sınamak için) dişi deveyi gönderen biziz.
(Yapacakları işi) gözetle ve (eziyetlerine de) sabret. (Haber, sana apaçık bir
şekilde gelecektir.) Onlara, herkese, sıralarına göre suyun aralarında pay
edilmiş olduğunu söyle.» (el-Kamer, 27-28.)
Bu hal uzun süre böyle
devam edince, Senıud halkının bilginleri toplandılar; belasından kurtulup
rahatlarını bulsunlar ve bol suya sadece kendileri sahib olsunlar diye deveyi
kesmeyi kararlaştırdılar. Yapacakları bu işi de Şeytan kendilerine hoş
gösterdi. Yüce Allah buyurdu ki:
«Dişi deveyi kesip
devirdiler; Rablerinin buyruğuna başkaldırdılar. "Ey Salih! Eğer sen
peygamber isen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat bakalım." dediler.»
(ei-A'râf, 77.)
Deveyi boğazlama işini
üstlenenlerin elebaşısı, Kudar b. Salif b. Cenda1 idi. Sarışın ve mavi
gözlüydü. Veled-i zina olup Salif in yatağında doğduğu söylenir. O, Sibyan
denen bir adamın oğludur. Kudar'ın deveyi kesmesi, hepsinin ittifakıyla
olmuştu. Suçun tümüne nispet edilişi de bu sebeptendir.
İbn Cerir et-Taberî ve
diğer tefsir âlimleri dediler ki: Semud milletinden iki kadın vardı. Bunlardan
biri, Mahya b. Züheyr b. Muhtar'm kızı Saduk idi. Soylu ve güzel sözlü, tatlı
dilli biriydi. Müslüman bir erkeğin nikahı altındaydı. Kocasından boşandı.
Amcası Mehrec b. Mah-ya'nm oğlu Masra'ı çağırdı ve ona: "Salih'in devesini
kesersen ben seninim." dedi. Bu iki kadından diğerinin adı da Anize idi.
Guneym b. Mic-lez'in kızıydı. Ümmü Gamme künyesiyle çağırılan bu kafir kadın
bir acuzeydi. Halkın liderlerinden biri olan kocası Züab b. Amr'dan, kızları
vardı. Deveyi kestiği takdirde, dört kızından hangisini beğinirse onu kendisine
vereceğini, Kudar b. Salif e va'd etti. Bu iki genç, Salih peygamberin
devesini boğazlama işini benimsediler. Kavimleri arasında bunun propagandasım
yaptılar. Kendilerine yedi kişi daha katıldı. Böylece dokuz kişi oluverdiler
ki, ayet-i kerimede bunlardan söz edilmektedir:
«O şehirde, yeryüzünde
bozgunculuk yapan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz kİŞİ vardl.» (en-Ncml, 48.)
Kabilenin geri kalan
adamlarına da giderek bu işin propagandasını yaptılar. Deveyi boğazlamanın çok
iyi bir iş olacağım söylediler. Halk da onlara uyum gösterdi.
Artık deveyi
gözetlemeye başladılar. Deve, su içmekten geri dönünce pusuya yatmış olan
Masra', arkadaşlarını kışkırtmak ve de teşvik et-mek.içuı bir ok attı. Kudar b.
Salif, onların en hızhsıydı. Deveye bir kılıç darbesi indirdi; dizini kırıp
kemiğini ortaya çıkardı. Deve yere yıkıldı ve yüksek sesle böğürdü. Bu
böğürüşüyle yavrusunu uyarıyordu. Sonra Kudar, ikinci darbeyi hayvanın boynuna
vurup kesti. Devenin yavrusu, karnından çıktı. Geçit vermez yüksek bir dağa
çıktı ve üç defa böğürdü...
Abdürrezzak'm
rivayetine göre devenin yavrusu: "Ya Rab! Anam nerede?" demiş, sonra
da bir kaya kovuğuna girerek orada kaybolmuş. O yavrunun da o caniler
tarafından takib edilip boğazlandığını söyleyenler de olmuştur.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Ama bir arkadaşlarını
çağırdılar, o da kılıcını alarak deveyi kesti. Benim azabım ve uyarmam
nasılmış?» (ei-Kamer, 29-30.)
«Semud milletinin en
azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzünden peygamberleri yalanladı. Allah'ın
peygamberi, onlara Allah'ın devesini göstermiş ve: "Allah'ın bu devesine
ve onun su hakkına dokunmayın." demişti.Onu yalanladılar ve deveyi
boğazladılar. Bunun üzerine Rable-ri, suçlarından dolayı onları kırıp geçirerek
yerle bir etti. Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur.» (eş-Şems, 11-15.)
İmam Ahmed b. Hanbel,
Abdullah b. Zem'a'dan rivayet etti ki: Rasülullah (s.a.v.),. ashabına hitapta
bulundu, Salih peygamberin devesini ve o deveyi boğazlayanı anlattı, dedi ki:
«O kavmin en azgını
(deveyi boğazlamak için) ileri atıldı. Ebu Zem'a gibi, aşireti içinde zeki ve
emrine itaat edilen güçlü bir adam ileri atıldı.»[19]
Muhammed b. İshak,
Ammar b. Yasir'den rivayet ederek dedi ki:
Rasülullah (s.a.v.),
Hz. Ali'ye şöyle dedi:
- Sana insanların en
bahtsızını bildireyim mi?
- Evet ya Rasûlallah.
- Bunlar iki kişidir.
Biri Salih peygamberin devesini boğazlayan, Semud kavminin ufak tefek sarışın
adamıdır. Diğeri de ey Ali, senin şu tepene vurarak çeneni tependen ayıracak
olan adamdır.
Bunu İbn Ebi Hatîm
rivayet etmiştir.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Dişi deveyi kesip
devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar, "Ey Salih! eğer sen
peygambersen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat bakalım." dediler.»
(el-A'râf, 77.)
Semud milleti bu
sözlerinde, bir kaç noktadan son derece şiddetli bir kafirlik yapmışlardı.
Şöyle ki:
1-Allah'ın, kendilerine mucize olarak göndermiş olduğu
dişi deveyi kesmeme hususundaki kati yasağı çiğnemekle, Allah'a ve peygamberine
muhalefet etmişlerdi.
2- Azabın, üzerlerine inmesini çabuklaştırdılar. Bu
azabı da iki bakımdan hakkettiler:
a- Cenâb-ı Allah'ın kendilerine koştuğu şarta riayet
etmediler. Allah Teâlâ şu buyruğu vermişti:
«Bu, size bir ayet
olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağından otlasın; ona
fenalık etmeyin, yoksa yakın bir azaba uğrarsınız.» (Hûd, 64.)
Başka bir ayette,
"Büyük bir azaba uğrarsınız." Bir başka ayette ise, Can yakıca bir
azaba uğrarsınız." denmektedir ki, bu ifadelerin hepsi de doğrudur.
b- Semud kavmi, Salih peygamberin, kendilerini tehdid
edip durduğu azabın bir an evvel gelmesini istediler. Çünkü azabın geleceğine
inanmıyorlardı.
3- Nübüvvetine ve doğruluğuna ilişkin kesin kanıtlar
bulunan peygamber Salih (a.s.)i yalanladılar. Oysaki onun hak peygamber olduğunu
kesin bir bilgiyle biliyorlardı. Ama kafirlikleri, sapıklıkları ve inatları;
onları, gerçeği inkara ve azabın geleceğim imkansız görmeye şevketti. Yüce
Allah buyurdu ki:
«Buna rağmen deveyi
kesip devirdiler. O zaman Salih: "Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu,
yaİanlanmıyacak bir sözdür." dedi.» (Hûd, 65.)
Anlatıldığına göre
Semud halkı deveyi boğazladıklarında ilk saldıran, lanetli Kudar b. Salif
olmuştu. Hayvanın dizini kırmış, yere düşürmüştü. Sonra hayvanın üzerine
kılıçlarıyla çullanmışlar, onu kesip parçalamışlardı. Bu durumu gören yavrusu
onlardan kaçarak, orada bulunan yüksek bir dağın tepesine çıkmış, üç defa
böğürmüştü. Bu sebeple Salih (a.s.) onlara: "Yurdunuzda üç gün daha
kalın." demişti. Ama onlar, onun bu kesin tehdidine de inanmamışlardı.
Dahası, akşam olunca da onu Öldürmeyi ve akıllarınca onu devenin akıbetine
uğratmayı planlamışlardı.
"Biz gece ona ve
ailesine baskın verelim." diye aralarında Allah'a yemin ettiler.
(en-Neml, 49.)
Yani geceleyin
ailesiyle birlikte Salih'i evinde kıstıralım, onu öldürelim. Sonra da
öldürdüğümüzü inkar edelim. Dostları ve akrabaları kanını dava ederlerse,
öldürmediğimizi söyleyelim. Bu sebeple dediler ki: "Sonra da onun dostuna,
ailesinin yok edilişinde bulunmadık. Şüphesiz biz doğru söylüyoruz,
diyelim." Yüce Allah da buyurdu ki:
«Onlar bir düzen
kurdular. Biz farkettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin sonunun nasıl
olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini, yerle bir ettik. îşte,
haksızlıklarına karşılık çökmüş bulunan evleri! Bunda, bilen bir millet için
şüphesiz, ders vardır. İnanıp Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık...
(en-Ncml, 50-53.)
Salih peygambere
suikast planlayan bu grubu, Cenâb-ı Allah taş yağmuruna tuttu. Yağan taşlar,
onları ezip parçaladı. Milletlerinden önce kendileri yok edildiler.
Salih peygamber, hani
kendilerine üç günlük süre tanımıştı ya, İşte bu sürenin ilk gününde - ki o gün
perşembe idi - Semud milletinin yüzü sapsarı oldu. Nitekim peygamberleri de
onları uyarmıştı. Perşembe günü gün batıp hava kararınca hep birlikte:
"Haberiniz olsun. Mehil müddetinin bir günü geçti!." diye
bağırdılar. İkinci güne girdiklerinde -ki o gün cuma idi - yüzleri kıpkırmızı
oldu. O gün, gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun,
verilen sürenin iki günü geçti." Verilen mehilin üçüncü gününe -ki o gün
cumartesi idi- girdiklerinde yüzleri simsiyah oldu. O gün gün batıp hava
kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun. Mehil bitti." diye
bağırdılar. Pazar sabahı olunca koku sürünüp hazırlık yaptılar. Kendi
üzerlerine inecek olan ilahî azab ve intikamı beklemeye oyuldular. Allah'ın
kendilerine ne yapacağını ve azabın hangi yönden kendilerine geleceğim
bilmiyorlardı.
Güneş doğup ortalık
aydınlanınca üstlerinden, gökten üzerlerine bir çığhk; altlarından, yerden de
kendilerine bir sarsıntı geldi. Ruhları dışa taştı, canları çıktı, hareketler
durdu, sesler kesildi, hak yerini buldu, yurtlarında cansız ve hareketsiz
cesedler olarak diz üstü çökük vaziyette kalakaldılar. Kelbe adlı kötürünı bir
cariye hariç, hepsi öldü. Selk kızı Kelbe adındaki bu cariyeye Zeria da
deniyordu. Salih peygambere karşı küfür ve düşmanlığı aşırı denecek kadar
fazlaydı. Azabı görünce tutuk ayakları açıldı. Hızla koşmaya başladı. Bir Arap
kabilesine uğrayarak, gördüklerim ve milletinin başına gelen-felaketi onlara
haber verdi. İçmek için su istedi. İçince de öldü.
Yüce Allah buyurdu ki:
«"Sanki orada
(bolluk ve refah içinde) hiç yaşamamışlardı. Bilin ki, Semud milleti Rabbini
inkar etmişti. Bilin ki Semud milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştı."
Yani kader lisam onlara böylece seslendi.» (Hud,68.)
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ebu Zübeyr'den rivayetle, Cabir (r.a.)'in şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah
(s.a.v.) Semud milletinin yaşamış olduğu Hicr mıntıkasına uğradığında şöyle
dedi: "Mucizele'r'istemeyin. Bir millet (Semud halkı) istemişti de (mucize
olarak kendilerine gönderilen) dişi deve, şu yoldan gelir ve bu yoldan da
giderdi. O millet, Rableri-nin buyruğuna karşı geldiler de deveyi kesip
devirdiler. Bir gün o, onların suyunu içer, bir gün de onlar onun sütünü içerlerdi.
Onu kesip devirdiler. Bu yüzden bir çığlık kendilerini yakaladı. Bu çığlık
sebebiyle gök kubbenin altında onlardan bir kişi hariç, hepsi ölüp yok oldular.
O bir kişi de Allah'ın haremindeydi." "O kimdi ya Rasûlallah?.» diye
sordular. Buyur du ki: "O, Ebu Rigal'di. Harem'den çıkınca, milletinin
başına gelen musibet, kendisini de yakaladı."[20]
Abdürrezzak, Ma'mer'in
şöyle dediğini rivayet etti: İsmail b. Ümeyye'nin bana anlattığına göre
Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Rigal'in kabrine uğramış. "Bunun (burada yatanın)
kim olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş. Allah ve Rasûlü daha iyi
bilir, demeleri üzerine cevabı kendisi vermiş: «Bu, Ebu Rigal'in kabridir.
Semud halkın-dandır. Allah'ın hareminde bulunuyordu. Harem, onu Allah'ın
azabından korudu. Harem'den çılanca, milletinin başına gelen musibet kendisini
de yakaladı. (Öldü.) işte buraya gömüldü. Kendisiyle birlikte
altın bir dal da bu
kabre gömüldü."
Rasûlullah (s.a.v.)'m
böyle demesi üzerine, yanında bulunanlar mezarı hemen kılıçlarıyla açtılar ve
altın dalı oradan çıkardılar.
Abdürrezzak,
Zührî'nin: "Ebu Rigal, Sakif kabilesinin dedesidir." dediğini rivayet
etmiştir. Muhammed b. îshak, "Sîret" adlı kitabında, Abdullah b.
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Kendisiyle birlikte Taife gidip de bir
mezara uğradığımızda Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle dediğini işittim:
«Bu, Ebu Rigal'in
kabridir. O, Sakif kabilesinin dedesidir. Semud halkındandı. Bu Harem'de
bulunuyordu. Harem, onu azabtan koruyordu. Harem'den çıkınca, milletinin
başına gelen musibet onu burada yakalamıştı. (Ölmüş) ve buraya defnedilmiş ti.
Bunun işareti de, kendisiyle birlikte buraya altın bir dalın gömülü olmasıdır.
Mezarını açarsanız, onunla birlikte altın dalı da bulursunuz." Rasûlullah
(s.a.v.)'m böyle demesi üzerine, beraberindekiler, hemen mezarı açmışlar ve
oradaki altın dalı çıkarmışlardı.»
Bunu, Muhammed b.
İshak yoluyla Ebu Davud rivayet etmiştir.[21]
Yüce Allah buyurdu ki:
«Salih de onlardan yüz
çevirdi ve: "Ey Milletim! And olsun ki, ben size Rabbimin sözünü
bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz."
dedi.» (ei-A'râf, 79.)
Salih (a.s.)'in
durumundan haber veren bu ayet-i kerimede onun, yokoluşlarmdan sonra milletine
hitapta bulunduğu bildiriliyor. Bulundukları mahalden başka tarafa gideceği
sırada onlara şöyle seslenmişti: "Ey Milletim! Andolsun ki, ben size
Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim." Yani sizi doğru yola
eriştirmek için bütün gücümle çalıştım. Sözüm, fiilim ve niyetimle, bu uğurda
hummalı bir çalışma içine girdim. "Fakat siz, öğüt verenleri
sevmiyorsunuz." Yani sizin karekter ve seciyeniz, hakkı kabul etmiyor ve
istemiyor. Bu sebeple de can yakıcı ve ebediyete kadar üzerinizde devam edecek
olan bir azaba uğrama akibetine maruz kaldınız. Bu azabı sizden savmak için, ne
sizin ve ne de benim gücüm vardır. Üzerime düşen risalet ve nasihat görevimi
size ifa ettim. Ama Allah, dilediğini yapar.
Ölümlerinin üzerinden
üç gün geçtikten sonra, Bedir kuyusunda gömülü bulunan müşrik ölülerine
Rasûlullah (s.a.v.)'da böyle bir hitapta bulunmuştu. Gecenin son saatlerinde
mücahid sahabelere geri dönüş emri vermiş, bineğine binerek Bedir kuyusunun
başına gelmiş ve şöyle bir nutuk irad etmişti:
"Ey kuyudakiler!
Rabbinizin size va'dettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü? Doğrusu ben,
Rabbimin bana va'dettiğinin gerçek olduğunu gördüm. Peygamberiniz için ne kötü
bir aşiret oldunuz! Siz beni
yalanladınız; (başka)
insanlar, beni doğruladı. Siz sürgün ettiniz; (başka) insanlar beni
barındırdı. Siz benimle savaştınız; (başka) insanlar bana yardım etti. Peygamberiniz
için ne kötü bir aşiret oldunuz!"
Hz. Ömer (r.a) dedi
ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Leş haline gelmiş kimselere mi hitab
ediyorsun?" Rasûlullah (s.a.v.) ona şu karşılığı verdi: "Nefsim
kudret elinde bulunan Allah'a andolsun ki, söylediklerimi onlardan daha iyi
işitiyor olamazsın! Ne var ki onlar cevap veremiyorlar."[22]
Rivayete göre Salih
peygamber, Semud kavminin yok edilmesinden sonra Harem-i Şerife gelmiş, vefat
edinceye kadar orada yaşamıştır.
İmam Ahmed b. Hanbel,
îbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.),
haccederken Usfan vadisine geldiğinde şöyle
demiş:
- Ey Ebu Bekir! Bu
hangi vadidir?
- Usfan vadisidir ya
Rasûlallah.
- Hud ve Salih
peygamberler, yularları liften olan genç develerle buraya uğramışlardır.
İzarlan aba idi. Ridalan da siyah-beyaz çizgili yün bir kumaştı. Telbiye
getirip şerefli beyti haccetmişlerdir." [23]
[1] Buharı, Tefsir-i Sûre-i Nuh, No: 413.
[2] Sahih-i Buhari, IV, 270-271.Tefsir-i Sûre-i Nuh(a.s.)
[3] Buharı, Enbiyâ, Hadis No: 143.
[4] Buharı, Edeb 77. Fiten, 36. Tevhid, 17. Cihad, 78.
[5] Buharı, Tevhid, 17. Müslim, Fiten, 100.
[6] Buharı, Kitabu s-Şavm, 39.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/137-162.
[8] Suyutî, Camiü's-Sağir, Hadis No: 1795.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.
[10] Suyufcî, Camiü's-Sağir, Hadis No: 4986.
İbn Kesîr, El Bıdaye
Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/163.
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 385-427.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/164-165.
[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 482
[15] Buharî, îstiska, 36. Müslim, îstiska, 17.
[16] Tirmizî, V, 503, Kitabü'd-Daavat.
[17] Buhari, VI, 238. Tefsîr-i Suretil-Ahkâf.
İbn Kesîr, El Bıdaye
Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/166-162.
[18] Tefsirden kastı; H.K.K.T. îbn Kesîr Tefsiridir
[19] Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 17.
[20] Müsned, Ahmed b. Hanbel, III, 296.
[21] Ebu Davud, Sünen, III, 181-182. Hadis No: 3088.
[22] Buharı, Cenaiz, 86. Meğazî, 8.
[23] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/183-195.