Lut Peygamber. 1

Şuayb Peygamberin Mîlletî Olan Medyenlîler. 11

İbrahim Peygamberin Çocukları 20

İsmail Peygamber. 21

Şereflîoğlu Şerefli İbrahim'in Oğlu Îshak (A.S.) 23

İsrail (Yakub)İn Sağlığında Meydana Gelen Hayret Verici Olaylar Ve Rahîl Hatunun Oğlu Yusuf Peygamber. 27

 

 

 

Lut Peygamber

 

İbrahim Halil (a.s.)'in hayatında meydana gelen büyük hadiseler­den biri de Lut kavminin kıssası ve onların başlarına gelen umumî fela­kettir. Şöyle ki: Lut (a.s.), Haranın oğludur. Haran ise, önce de belirtti­ğimiz gibi diğer adı Azer olan Tareh'in oğludur. Lut, İbrahim'in kardeşi oğludur. Daha önce de söylediğimiz gibi İbrahim, Haran ve Nahor kar­deş idiler. Harran şehrini kuranın bu Haran olduğu söylenir ki, bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu, Ehl-i Kitab'm elindeki kaynaklara ters düşen bir görüştür. Doğruyu yine de Allah bilir.[1]

Lut (a.s.), kendisinin emir ve izni üzerine amcası İbrahim Halil (a.s.)'in mahallesinden çıkıp gitti; Ğur-ı Zağr'e bağlı Sedum şehrine yer­leşti. Gur, buranın başkenti durumundaydı; oraya bağlı kasaba, köy ve kaza merkezleri vardı. Orada insanların en ahlaksızı, en inkarcısı, içi en çok kötü, hal ve gidişatları en fazla bozuk olan bir kavim yaşamak­taydı. Yol keser, meclislerinde kötü işler yaparlardı. "Yaptıkları kötü­lükten vazgeçmiyorlardı. Ne kötü şey yapıyorlardı." (d-Mâidc, 79.)

Kendilerinden önce hiç kimsenin yapmadığı bir fuhuş türü icad etti­ler. Cenâb-ı Allah'ın, salih kullan için yaratmış olduğu kadınları bıra­kıp, erkeklere gidiyor ve erkek erkeğe cinsel ilişki kuruyorlardı. Lut, onları, ortağı olmayan tek Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Bu haramları, yasakları, çirkinlikleri ve fuhşiyatı işlemekten onları menetti. Fakat onlar, sapıklık ve azgınlıklarını devam ettirdiler; küfür ve ahlaksızlıklarını sürdürdüler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah; akıllarına gelmeyen, hesaplarında bulunmayan, geri çevrilmesi imkansız bir azabı üzerlerine indirdi. Onları, dünyadaki akıl ve basiret sahiplerinin ders alacakları bir ibret haline getirdi.[2] Bu nedenle de onların kıssasını, Kur'ân-ı Mübin'in birkaç yerinde anlattı, şöyle ki:

« Lut'u da gönderdik. Milletine: "Dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu, çok aşırı giden bir millet­siniz." dedi. Milletinin cevabı sadece, "Onları kasabanızdan çıkarın, güya onlar temiz kalmaya uğraşan insanlarmış." demek oldu. Bunun üzerine Lut'u ve taraftarlarını kurtardık. Yalnız karısı, geride kalıp helake uğrayanlardan oldu. Geriye kalanların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bak!» (A'râf, so-84.)

«Andolsun ki, elçilerimiz müjde ile İbrahim'e geldiler. "Selam sana" dediler; "Size de selam" dedi, hemen kızartılmış bir buzağı getirdi. Elle­rini ona uzatma diki anın görünce, durumlarım beğenmedi ve içine kor­ku düştü. Onlar, "Korkma, biz Lut milletine gönderildik." dediler. Bu arada İbrahim'in ayakta duran kansı gülünce, "Ona İshak'ı, ardından Yakub'u müjdeleriz." dediler. "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu, şaşılacak bir şey." dedi. "Ey evin hanımı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Allah'ın işine şaşarsın? O, Övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir." dediler.

İbrahim'in korkusu gidip müjde kendisine ulaşınca, Lut milleti hakkında elçilerimizle tartışmaya girişti. Doğrusu, İbrahim çok içli, yu­muşak huylu ve kendini Allah'a vermiş bir kimse idi. Elçilerimiz, "Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Doğrusu, Rabbinin emri gelmiştir, Onlara, şüphesiz, geri çevrilemeyecek bir azab gelmektedir." dediler. Elçileri­miz Lut'a gelince, onun fenasına gitti; çok sıkıldı, "Bu, çetin bir gündür." dedi.

Milleti ona koşarak geldiler. Daha önce kötü işler yapıyorlardı. "Ey milletim! İşte bunlar benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Al­lah'tan sakının, konuk] arımın önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mudur?" dedi. "Andolsun İd, senin kızlarınla bir işi­miz olmadığını biliyorsun; doğrusu, ne istediğimizin farkmdasm." dedi­ler. "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam." dedi. "Ey Lut! Biz, Rabbinin elçilen^az. Onlar sana ilişeme-yecekler; geceleyin bir ara, ailenle beraber yola çık; karının dışında kim­se geri kalmasın. Doğrusu, onların başına gelen onun başına da gelecek­tir. Vadeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?" dedi­ler. Buyruğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik; üzerine de Rabbinin katından, işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bun­lar, zalimlerden hiçbir zaman uzak olmayacaktır.» (Had, 69-83.)

«Onlara İbrahim'in konuklanın da anlat: İbrahim'in yanına girdik­lerinde selam vermişlerdi. O: "Doğrusu biz sizden korkuyoruz." demişti de: "Korkma, biz sana, bilgin bir oğlun olacağım müjdelemeye geldik." demişlerdi. "Ben kocamışken bana müjde mi veriyorsunuz? Neye daya­narak müjdeliyorsunuz?" deyince, "Seni gerçekten müjdeliyoruz," umutsuzlardan olma", demişlerdi. "Zaten sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser." diyerek sormuştu. "Ey elçiler! İşi­niz nedir?" Şöyle cevap vermişlerdi:

"Biz şüphesiz bir millete gönderildik. Lut'un ailesi bunun dışındadır. Karısı hariç, hepsini kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan ol­masını gerekli bulduk."

Elçiler Lut'un ailesine gelince Lut: "Doğrusu, siz tanınmamış kim­selersiniz." dedi. "Biz sana sadece şüphe edip durdukları azabı getirdik. Sana gerçekle geldik. Biz doğru söylemekteyiz. Artık, geceleyin bir ara, aileni yola çıkar. Sen de arkalarından git. Hiç biriniz arkaya bakmasın.. Emrolunduğunuz yere doğru yürüyün." dediler.

Böylece Lut'a bunların sonlarının kesilmiş olarak sabahı edecekle­rini bildirdik. Şehir halkı sevinerek geldiler. Lut: "Bunlar benim konuk-lanmdır. Onlara karşı beni mahçub etmeyin. Allah'tan korkun, beni re­zil etmeyin." dedi. "Biz sana misafir kabul etmeyi yasak etmemiş miy­dik?" dediler. Lut: "Alacaksanız, işte benim kızlarım!" dedi.

Ey Muhammedi Senin hayatına yemin olsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. Tanyeri ağarırken, çığlık onları yakala-yıverdi. Memleketlerini alt üst ettik. Üzerlerine sert taş yağdırdık. Bun­da, görebilen kimseler için ibretler vardır. O şehirin kalıntıları işlek yol­lar üzerinde hâlâ durmaktadırlar. Bunda inananlar için ibret vardır.»(el-Hicr, 51-77.)

«Lut milleti de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Lut, onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderil­miş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bu­na karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp ta, insanlar arasında erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu, siz azmış bir milletsi­niz" dedi, "Ey Lut! Bu sözlerinden vazgeçmezsen mutlaka kovulacak­sın." dediler. Lut: "Doğrusu, yaptığınıza çok kızanlardanım. Rabbim! Beni ve ailemi bunlann elinden kurtar." dedi. Bunun üzerine geride ka­lan yaşlı bir kadın dışında, onu ve ailesini, hepsini kurtardık. Diğerleri­ni yerle bir ettik. Üzerlerine de yağmur yağdırdık. Uyarılan fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi! Şüphesiz bunda bir ders vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu, Rabbin güçlüdür, merhametlidir.»(eş-Şuarâ, 160475).

«Lut'u da gönderdik. Milletine şöyle dedi: "Göz göre göre bir hayasızlık mı yapıyorsunuz? Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Evet, siz cahil bir milletsiniz." Milletinin cevabı sade­ce : "Lut'un ailesini kasabanızdan çıkarın. Güya onlar temiz kalmaya çalışan insanlarmış." demek oldu. Bunun üzerine onu ve ailesini kurtar­dık. Yalnız kansımn geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Geri­de kalanlann üzerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılan fakat yola gelme­yenlerin yağmuru ne kötü idi!» (en-Ncml, 54-58.)

«Lut da milletine şöyle demişti: "Doğrusu, siz dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz. Erkeklere yak­laşıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musu­nuz?" Milletinin cevabı: "Doğru sözlüysen, bize Allah'ın azabını getir." demek oldu. Lut: "Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." dedi.

Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde: "Biz bu kasaba halkı­nı yok edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalim kimselerdir," dediler. İbrahim: "Ama Lut oradadır." dedi. Elçiler: "Biz orada olanları daha iyi biliriz. Onu ve geride kalanlardan olacak karısı dışında ailesini kurta­racağız." dediler. Elçilerimiz Lut'a gelince onun fenasına gitti; çok sıkıl­dı. Ona, "Korkma ve üzülme; doğrusu biz, seni ve geride kalacaklardan olan karının dışında aileni kurtaracağız. Bu kasaba halkına, yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten, elbette bir azab indireceğiz," dediler. Andolsun ki, biz, düşünen kimseler için bu kasabadan apaçık bir belgeyi geride bırakmışız dır. (el-Ankcbût, 28-35.)

«Şüphesiz Lut da peygamberlerdendir. Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lut'u ve ailesinin hepsini kurtarmıştık. Sonra diğerlerini yok etmiştik. Ey İnsanlar! Sabah akşam, onların yerleri üze­rinden geçersiniz. Akletmez misiniz?» (es-Sâffât, 133-138.)

Zâriyât sûresinde de İbrahim (a.s.)'in misafirlerinin kıssası ve mi­safirlerin de İbrahim'i bilgin bir oğul sahibi olmakla müjdeleyişleri an­latıldıktan sonra şöyle buyuruluyor:

«İbrahim: "Ey elçiler! Göreviniz nedir?" dedi. Elçiler: "Suçlu bir mil­letin üzerine, Rabbinin katından işaretli olarak, aşın gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle görevlendirildik." dediler. Bunun üzerine suçlu milletin arasında bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada kendini Al­lah'a vermiş sadece bir tek ev halkı bulduk. Can yakıcı azabdan korkan­lar için, o belde de bir işaret bir kalıntı bıraktık.» (ez-Zâriyât, 31-37.)

«Lut milleti, uyaran peygamberleri yalanladı. Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgar gönderdik. Ancak Lut'un taraftarlarını, katımız­dan bir nimet olarak seher vakti kurtardık. Şükredene işte böyle mükafat veririz. Lut, andolsun ki, onları bizim yakalamamızla uyar­mıştı. Ama onlar, uyarmaları şüpheyle karşılayarak dinlemediler. An­dolsun ki onlar, Lut'un konukları olan melekleri elde etmeye kalkıştı­lar. Bunun üzerine-gözlerini kör ettik. "Azabımı ve uyarmalarımı dinle­memenin sonucunu tadın." dedik. Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?» (el-Kamer, 33-40.)

Bu kıssalarla ilgili geniş açıklamaları İbn Kesîr tefsirimizde yapmı­şızdır. Cenâb-ı Allah, Lut ve kavmini, Kur'ân-ı Kerîm'in diğer yerlerin­de de anlatmıştır. Nuh, Ad ve Semud ile beraber de anlatılmıştır.

Maksadımız, ayet ve hadislerden derleme yaparak, Lut kavminin yaptığı işleri ve üzerlerine inen azabı anlatmaktır. Lut (a.s.) onları, or­tağı olmayan bir Allah'a kulluk etmeye, Rabbleri tarafından yasaklanan fuhşiyatı işlemekten de el çekmeye çağırdığında ona icabet etmedi­ler. İçlerinden bir tek kişi bile ona iman etmedi. Bilakis eski hallerini sürdürdüler. Sapıklık ve azgınlıklarından vazgeçmediler. Peygamber-. lerini, aralarından çıkarıp kovmaya kalktılar. Kendilerine yapılan hitabı anlayacak akıllan olmadığı için, peygamberin çağrısına verdik­leri cevap, şundan ibaret oldu:

"Lut'un ailesini kasabanızdan çıkann. Güya onlar, temiz kalmaya çalışan iıısanlaraıış." (en-Ncml, 56.)

Aslmda son derece övgüye şayan olan bir hususu, kovulmayı gerek­tiren bir yergi olarak ortaya attılar. Asm derecedeki inatları, onları böy­le konuşmaya itti. Cenâb-ı Allah, Lut'u ve kansı dışındaki aile efradını temiz kıldı.. Onları, o kasabadan en güzel bir çıkarışla çıkardı. Kafir kavmini de orada ebedi bıraktı. Ancak orayı dalgalarından pis kokular gelen bir denize çevirdikten sonra onlan orada bıraktı. Gerçekte orası, o kafirler için alevli bir ateş, fokur fokur kaynatan bir sıcaklık idi. O deni­zin suyu da çok acı ve tuzluydu.

"Lut'u sürgün edin." demelerinin yegane sebebi, Lut'un onları ağır masiyetleri ve çok büyük fuhşiyatı işlemekten men'etmesi idi. İrtikab ettikleri fuhşiyatı, kendilerinden önce dünyada hiç bir millet işlemiş de­ğildi. Bu nedenle onlar, üzerlerine inen azabla âlemlere ibret oldular.

Onlar yol kesiyor, arkadaşlanna hıyanet ediyor, toplantı yerlerinde gerek sözlerle gerekse fiili olarak her çeşit çirkinlikleri yapıyorlardı. Öyleki, yanlannda oturmakta olan kimselerden utanmadan, karşılıklı olarak yellenirlerdi. Kalabalık meclislerde dahi fuhuş yapmaktan çe­kinmezlerdi. Yapmakta olduklan pisliklere son vermelerini öğütleyen vaizlerin nasihatlerine kulak vermezlerdi. Geçmişte yapmış olduklan kötülüklerden ötürü pişmanlık duymazlardı. Gelecekte de değişmeye yönelik atılımları yoktu. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onlan çok ağır bir cezaya çarptırmıştı.

Lut'a söyledikleri sözlerden biri de şuydu:

"Eğer doğru sözlülerden isen, haydi bize Allah'ın azabını getir!" (el-Ankebût, 29.)

Lut'tan, kendilerini tehdid edip durmakta olduğu can yakıcı azabı getirmesini istediler. İşte o zaman kadri yüce peygamberleri, kendileri­ne beddua etti. Alemlerin Rabbinden ve peygamberlerin ilahından, boz-. guncu millete karşı kendisine yardım etmesini istedi. O inançsızların yaptıklan işler Allah'ın ağırına gitti, O'nu öfkelendirdi ve peygamberi Lut'un çağnsma icabet etti.

Şerefli elçilerini ve ulu meleklerini göreve gönderdi. Bunlar, İbra­him Halil (a.s.)'e uğrayıp, onun bilgin bir oğlunun doğacağı müjdesini verdiler. Yapmakla görevlendirildikleri büyük ve kapsamlı işi ona ha­ber verdiler.

«İbrahim: "Ey elçiler! Göreviniz nedir?" dedi. Elçiler: "Suçlu bir mil­letin üzerine, Rabbinin katından işaretli olarak, aşırı gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle görevlendirildik." dediler.» (ez-zanyât, 31-34.)

«Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde: "Biz bu kasaba hal­kını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zalim kimselerdir." dediler.

İbrahim: "Ama Lut oradadır" dedi. Elçiler: "Biz orada olanları daha iyi biliriz; onu ve geride kalanlardan olacak karısı dışında ailesini kurtaracağız." dediler.» (c]-Ankebui, 31-32.)

"İbrahim'in korkusu gidip de müjde kendisine ulaşınca, Lut milleti hakkında elçilerimizle tartışmaya girişti." (Hûd, 74.)

Zira İbrahim, onların ilahî davete icabet edeceklerini, ya da Allah'a yönelip teslim olacaklarım ve küfürden kopup geri döneceklerini umu­yordu. Bu nedenle Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Doğrusu, İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah'a ver­miş bir kimseydi. Elçilerimiz: "Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Doğrusu, Rabbinin emri gelmiştir. Onlara, şüphesiz geri çevrilemeyecek bir azab gelmektedir." dediler.» (Hûd, 75-76.)

Yani Ey İbrahim! Bizimle bu konuyu tartışmaktan vazgeç de başka şeyler konuş. Çünkü onlar hakkında verilen karar kesindir.

Onlara azab inmesi, helak edilmeleri ve yurtlarının tahrib edilmesi vacib olmuştur. "Doğrusu, Rabbinin emri gelmiştir." Yani onların helak edilmeleri emrini; emri geri çevrilemeyecek, azabına karşı konulama­yacak ve hükmü aksatılamayacak biri vermiştir. "Şüphesiz geri çevrile­meyecek bir azab, onlara gelmektedir."

Said b. Cübeyr, Süddî, Katade ve Muhammed b. İshak dediler ki: «Meleklerin azab haberini vermelerinden sonra İbrahim (a.s.) onlara şöyle çıkıştı:

- İçinde 300 mü'mih bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?

- Hayır...

- İçinde 200 mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?

- Hayır...

- İçinde kırk mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?

- Hayır...

- İçinde on dört mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?

- Hayır...

- Peki, ya içinde bir tek mü'min bulunan bir kasabayı helak eder mi­siniz?

- Hayır...

- "Orada Lut vardır."

- "Orada kimin bulunduğunu biz daha iyi biliriz."

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre İbrahim "(a.s.): Ya Rab! Aralarında elli salih kimse varken onları helak eder misin?" diye sordu. Nihayet bu sayıyı ona kadar indirerek sorusunu tekrarladı. Cenâb-ı Allah: "Aralarında on salih kimse varken onları helak etmem." dedi.»

«Elçilerimiz Lut'a gelince, onun fenasına gitti; çok sıkıldı. "Bu, çetin bir gündür." dedi. (Hûd, 77.)

Müfessirler derler ki: Melekler - ki bunlar da Cebrail, Mikail ve İsrafil idiler - İbrahim'in yanından ayrıldıklarında Lut'un kasabasına yöneldiler. Lut kavmini imtihan etmek ve onların aleyhlerine bir delil çıkarmak maksadıyla, güzel suretli parlak gençler görünümüne bürü­nerek Sedum beldesine geldiler. Gün batınımdan sonra Lut'a konuk ol­dular. Onları insan sanan Lut, ahlaksız kavminin onları evlerine alarak kendilerine kötülük yapacaklarından endişe duyduğu için onları evine konuk etti. Bu iş onun fenasına gitti; çok sıkıldı. "Bu, çetin bir gündür."» dedi. Yani belası şiddetli bir gündür, demek istedi. Başkaları için yaptı­ğı gibi, bunları da geceleyin koruyup müdafaa etmesi gerekeceğinden dolayı böyle demişti. Ahlaksız kavmi, hiç bir erkeği evine konuk etme­mesini Lut'a şart koşmuşlardı, ama o, bu işin başka çıkar yolu olmadığı için bunları evine konuk etmek mecburiyetinde kalmıştı.

Katade'nin anlattığına göre melekler, kendi tarlasında çalışmak­tayken Lut'un yanına gelmişler; kendilerini evine konuk olarak alması­nı istemişler; o da utandığından dolayı kabul etmiş; kendilerini eve gö­türmek üzere önlerine düşüp yürümeye koyulmuş; bu kasabadan gidip başka bir yerde konaklarlar umuduyla, onlara dokunaklı sözler söyle­meye başlamıştı. Örneğin demişti ki: "Vallahi yeryüzünde bu kasaba halkı kadar murdar insanlar görmedim." Böyle dedikten sonra biraz yü­rüdü. Sonra bu sözünü yineledi. Neticede aynı sözü onlara dört defa tek­rarlamış oldu. Melekler, peygamberleri Lut (a.s.)'un, kendileri aleyhin­de tanıklıkta bulunmadıkça o kasaba halkını helak etmemekle emro-lunmuşlardı.[3]

Süddî'nin anlattığına göre melekler, İbrahim'in yanından çıkıp Lut'un kasabasına doğru yöneldiler, öğle vakti oraya vardılar. Sedum ırmağına vardıklarında Lut'un kızıyla karşılaştılar. Kızcağız, eve su götürmekteydi. Lut'un iki kızı vardı. Büyüğünün adı Reysa, küçüğü-nünki Zagarta idi. Melekler ona sordular: "Hanım kız! Konaklayabile­ceğimiz bir yer var mı?" Lut'un kızı, kendi kasaba halkının onlara bir kö­tülük yapmasından korktuğu için: "Ben dönüp gelinceye kadar buradan ayrılmayın." dedi ve babasına gelerek şöyle konuştu: "Babacığım! Şeh­rin kapısında iki delikanlı seni sordular. Onlar kadar yakışıklı kimse görmüş değilim. Kasabalılar onları konuk edip te perişan hale düşürme-sinler." Çünkü kavmi, Lut'un, erkekleri kendi evine konuk etmesini yasaklamış ve : "Bırak da erkekleri biz konuk edelim." demişlerdi.[4]

Lut'un kabul etmesi üzerine, kızı gidip konuklan eve getirdi. Ev halkından başkası, konukların geldiğini görmemişti. Karısı çıkıp duru­mu halka duyurdu ve : "Lut'un evinde bazı erkekler var. Onlar gibi güzel yüzlüsünü bu güne kadar görmüş değilim!" dedi. Bunu duyar duymaz erkekler, Lut'un evine koşarak geldiler.

"Daha önce kötü işler işliyorlardı."

Yani bu kötülüklerinin yamsıra önceleri bir çok büyük günahlar da­ha irtikab etmişlerdi.

Lut dedi ki: "Ey kavmim! İşte bunlar kızlarım. Bunlar sizin için da­ha temizdirler."

Bu sözüyle onları kendi kanlarıyla tatmin olmaya yöneltiyordu. Çünkü onların karılan, şer'an Lut peygamberin kızlan durumundaydı­lar. Zira peygamber, hadiste de anlatıldığı gibi ümmetinin babası duru­mundadır. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki:

"Peygamber, mü'minlere canlanndan daha yakındır. Onun eşleri de mü'minlerin analarıdır." (ei-Ahzâb, 6.)

Sahabe ve seleften bazılan, peygamberin, ümmetin babası olduğu­nu söylemişlerdir.

"Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, azmış bir milletsiniz." (eş-Şuarâ, 165-166.)

Ehl-i Kitabın iddia ettiği gibi Hz. Lut'un kızlarını o ahlaksız millete sunmuş olduğu görüşü asılsızdır. Bu iddialan yanlıştır.

Lut'a gelen melekler üç kişi oldukları halde, Ehl-i Kitap iki kişi ol­duğunu söyleyerek ikinci bir yanlış daha yapmışlardır. Akşam yemeği­ni de Lut'un yanında yediklerini söylemişlerdir. Bütün bu söyledikleri yanlıştır.

"Allah'tan sakının. Konuklanmm önünde beni rezil etmeyin. İçiniz­de aklı başında kimse yok mudur?" (Hüd: 78.) İnsana yaraşmayan o fuhşu işlemekten onları menetti. İçlerinde akıllı ve hayırlı bir kimse bulunma­dığını, aksine tümünün beyinsiz, ahlaksız ve geri zekalı kafirler olduk­larını bildirdi.

Onun bu sözleri, meleklerin sormadan duymak istedikleri şeylerdi. Övgüye layık ve şereflilerin şereflisi olan Allah'ın laneti üzerlerine ol­sun, o kavim, kendilerine doğruluğu emreden peygamberlerine şu ceva­bı verdiler:

"Andolsun ki, senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkmdasm." (Had, 79.)

Allah kendilerine lanet etsin, şöyle diyorlardı: Ey Lut! Bizim kadın­larda gözümüz olmadığını, maksat ve isteğimizin ne olduğunu pekala biliyorsun. Şerefli peygamberlerine bu çirkin sözle karşılık verdiler. Can yakıcı azabın sahibi yüce Allah'ın satvetinden korkmadılar. Bunun üzerine o şerefli peygamber dedi İd: "Keşke size yetecek bir kuvvetim ol­sa veya sağlam bir yere sığmsam." (Hûd, 80.)

Bu çirkin sözlerinden ötürü hakkettikleri azabı üzerlerine indir­mek için güç ve kuvvet sahibi olmak ya da onlara kaı-şı kendisine yar­dımcı olacak bir aşireti olmasını arzuladı.

Zührî, Ebu Hüreyre'nin merfu bir rivayette şöyle dediğim nakletti: "Lut kavmine inecek olan azab hususunda biz İbrahim'den daha çok kuşkulanma hakkına sahibiz. Allah Lut'a rahmet etsin. Sağlam bir yere sığınmak istiyordu. Yusuf un.kaldığı kadar zindanda kalsaydım, davetçiye icabet ederdim."

Muhammed b. Amr b. Alkame, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sağlam bir yere (yani onur ve üstün­lük sahibi olan Allah'a) sığındığı için Allah'ın rahmeti Lut'un üzerine ol­sun. Ondan sonra Cenâb-ı Allah'ın gönderdiği peygamberlerin tümü, kalabalık aşiret sahipleri olmuşlardır."

Yüce Allah buyurdu ki:

"Şehir halkı sevinerek geldiler. Lut: "Bunlar benim konuklanmdır. Onlara karşı beni mahçub etmeyin. Allah'tan korkun, beni rezil etme­yin. " dedi. "Biz sana misafir kabul etmeyi yasak etmemiş miydik?" dedi­ler. Lut: "Alacaksanız, işte benim kızlanm." dedi." {cl-Hicr, 67-71.)

Bu kötü gidişatı ve fenalığı sürdürmekten onlan sakındırdı; kendi hanımlanna yanaşmalarını salıkladı.

Onlar, kötülüklerinden vazgeçmiyor, tavsiyeye kulak vermiyorlar­dı. Aksine Lut onlan sakmdırdıkça onlar, bu konuklan elde etmek için taleplerinde ısrar ediyorlardı. Ertesi sabah başlarına gelecek felaket­ten ve kaderin kendileri için ısıttığı azab ateşinden haberleri yoktu.

İşte bu nedenledir ki Cenâb-ı Allah, peygamberi Muhammed (s.a.v.)'in hayatına yemin ederek şöyle buyurmuştur: "Senin hayatına andolsun ki, onlar sarhoşluklan içinde bocalayıp duruyorlardı." (el-Hicr,72.)

"Lut, andolsun ki, onlan bizim yakalamamızla uyarmıştı. Ama on­lar uyarmalan şüpheyle karşılayarak dinlemediler. Andolsun ki, onlar Lut'un konuklan olan melekleri elde etmeye kalkıştılar. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Azabımı ve uyarmalanmı dinlememenin sonucunu tadın." dedik. Andolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azab başlanna

geldi." (el-Kamer, 36-38.)

Müfessirler ve başkalan dediler ki: Allah'ın peygamberi Lut (a.s.), o ahlaksız milletin içeri girmelerine engel olmaya çalışıyor, kapıyı kilitle­yerek onlara karşı konuklannı korumaya çabalıyordu. Fakat onlar açıp içeri girmek için kapıyı zorluyorladı. O da kapının ardından seslenerek, bu yaptıklarının doğru olmadığını, bundan vazgeçmeleri gerektiğini onlara Öğütlüyordu. Öğütlerini ısrarla yineliyordu. Sıkışıp çaresiz ka­lınca da: "Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığmsaydım ve üzerinize azab indirseydim" dedi. Bu durumu gören me­lekler: "Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana ulaşamayacaklar-dır"dediler. (Hüd, sı.)

Rivayete göre Cebrail (a.s.), evden çıkıp o ahlaksızların suratına ka­nadının ucuyla çarparak gözlerini kör etmiş. Öyleki, yüzlerindeki göz çukurları tamamen kapanıp dümdüz hale gelmiş, derler. Gözlerini kay­beden o ahlaksızlar, duvarlara tutunarak, el yordamıyla evlerine dön­meye başlamışlar. Dönerken de Allah'ın elçisi Lut peygamberi tehdid ederek: "Sabah olunca ona gösteririz." demişlerdi.

Yüce Allah buyurdu ki: 'Andolsun ki, onlar Lut'un konukları olan melekleri elde etmeye kalkıştılar. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin sonucunu tadın." dedik. An­dolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azab başlarına geldi." (el-Kamcr,37-38.)

Şöyleld: Melekler, Lut'a yanaşarak, gecenin son kısmında karısı ha­riç, diğer aile efradım yanma alarak yola çıkmasını tenbihlediler. Kav­minin üzerine inmekte olan azabın sesini duyduğunuzda; "İçinizden hiç kimse geıi kalmasın." dediler. Kendisinin de çoban gibi, onların ardısıra yürümesini öğütlediler. "Ancak karın hariç..." Bu kelimeyi mansub ola­rak okuma durumunda manası böyle olur. "Aileni geceleyin yürüt." An­cak karını yanına alıp beraberinde götürmeyesin! Yalnız bu kelimesini merfu olarak okumak ta mümkündür. Bu durumda ayetin manası şöyle olur: "Sizden hiç kimse geride kalmayacaktır. Ancak karın geride kalacak, geriye dönüp bakacaktır." Kavminin başına gelen bela, onun da başına gelecektir. Fakat bu ayetin birinci şekilde mansub ola­rak okunup ona göre manalandmlması daha kuvvetli bir görüştür. Doğ­rusunu Allah bilir.

Süheylî, Lut'un karısının adının Valihe; Nuh'un karısının adının ise Vâlihe olduğunu söylemiştir.

Melekler, Allah tarafından hain ve şüpheciler için melunluk örneği kılman bu asi ve yoldan çıkmışların helak edileceklerim müjdeleyerek Lut'a dediler ki:

"Şüphesiz onların vadeleri gün doğana kadardır. Gün doğması ya­kın değil mi?" (Hüd, sı.)

Lut (a.s.), aile efradı ile - bunlar, onun iki kızından ibaretti - gecele­yin yola çıktığında, erkeklerden peşlerine takılan olmadı. Karısının da onlarla beraber yola çıktığını söyleyenler olmuşsa da, doğrusunu Allah bilir.

Bunlar o ahlaksızların beldesinden çıkıp kurtulduktan sonra gün

doğarken, ahlaksız ve kafir kavmin üzerine, Allah'ın geri çevrilemeyen emri geldi. Karşı konulması imkansız olan şiddetli azab, üzerlerine in­di.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre melekler, Lut'a, kendi

kasabasının yanındaki dağın tepesine çıkmasını teklif ettiler. Ama o, bunu uygun görmedi. Oraya yalan bir kasabaya gitmek istediğini söyle­di. Onlar da: "Peki öyle olsun, git. Oraya varıp yeıieşinceye kadar seni bekleyeceğiz. Sen oraya vardıktan sonra biz bunların üzerine azabı in­diririz." dediler. Rivayete göre, halkın Gur-ı Zağı" dedikleri Şuur kasa­basına gitti. Gün doğunca da, terketmiş olduğu kasabanın üzerine Al­lah'ın azabı indi.

Yüce Allah buyurdu ki: "Buyruğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik. Üzerleri de Rabbinin katından, işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bunlar, zalimlerden hiçbir zaman uzak olmayacaktır." (Hûd, 82-83.)

Derler ki: Cebrail, kanadının ucuyla vurarak onları - içindeki insan­larla birlikte yedi kenti - yerlerinden söküp kopardı. 400 veya 4000 nü­fus idiler. Hayvanlarıyla birlikte helak edildiler. Bu kentlere bağlı ara­zi, mekan ve işyerleri de tahrib edildi. Top yekun yerden koparılıp kaldı­rıldılar; horozlarının ötüşlerini, köpeklerinin ulumalarım melekler du­yacak kadar göklere yükseltildiler. Sonra da ters döndürülerek yere bı­rakıldılar. Alt-üst edildiler. Mücahid'in dediğine göre, eskiden en yük­sekteki yerleri, bu defa yere ilk defa düşen kısımlar oldu.

"Üzerlerine yığın yığın sert taşlar yağdırdık." "Siccil" kelimesi Arapçalaştınlmış Farsça kelimelerden biridir. Katı ve sert anlamına gelir. "Mandud" kelimesi ise peşpeşe, habire manasına gelir. O taşlar Rabbinin katında işaretlenmişlerdi. Her taşın üzerinde, kime isabet edip helak edeceği yazılıydı. Azab melekleri demişlerdi ki: "Suçlu bir milletin üzerine, Rabbinin katından işaretli olarak, aşın gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle görevlendirildik." (cz-Zâriyât, 32-34.)

"Üzerlerine de yağmur yağdırdık. Uyarılan, fakat yola gelmeyenle­rin yağmuru ne kötü idi!" (eş-Şuarâ, m.)

"Lut milletinin kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur. Ey kişi! Rabbinin hangi nimetinde şüpheye düşersin?" (en-Necm, 53-54.)

Onları ters çevirip yere batırdı, altlarım üstlerine getirdi. Üzerleri­ne yağmur gibi peşpeşe, yığın yığın sert taşlar yağdırdı. O taşlardan her birinin üzerinde, o beldede yaşamakta olan kafirlerden hangisini helak edecekse, o kişinin adı yazılıydı. Orada bulunanların da, oradan uzakta yaşamakta olup ta helak edileceklerin de adlan o taşlar üzerine yazıl­mıştı.

Anlatıldığına göre Lut'un karısı, kendi kafir kavmiyle beraber geride kalmıştı. Kocası Lut ve kızlarıyla beraber şehirden çıktığı, ancak çığ­lığı ve şehrin düşüşünü duyduğunda, geri dönüp kavmine doğru gittiği, öteden beri Rabbinin buyruğuna muhalefet ettiği, azabın indiğini gö­rünce de "Vay benim milletimin başına gelenler!" diye feryad ettiği, bu esnada üzerine gökten bir taş düşerek kendisini öldürdüğü ve kavminin akibetine uğrattığı da anlatılır. Çünkü o da o ahlaksızların dininde imiş. Lut'un evine gelen konukları onlara haber veren bir casusmuş. Ni­tekim Yüce Allah buyurdu ki:

"Allah, inkar edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek gös­terir: Onlar, kullarımızdan iki iyi kulun nikahmdayken onlara hıyanet etmişlerdi de, iki peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savama-mışlardı. O iki kadına: "Cehennem'e girenlerle beraber siz de girin."

dendi." (et-Tahrim, 10.)

Bu ayette geçen hıyanetten kasıt, dinde hıyanettir. Yani sözü edilen iki kadın, kocalarının dinine girmemişlerdi. Yoksa buradaki hıyanet kelimesiyle, o iki kadının fuhuş yaptıkları kastedilmemektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah, hiç bir peygamberin karısının fahişelik yapmasını takdir etmemiştir. Nitekim İbn Abbas ile selef ve halef imamlarından bazıları demişler ki: Peygamberlerden hiçbirinin karısı fuhuş işleyerek kocasını aldatmış değildir. Bunun aksini söyleyen, büyük bir hata işlemiş olur.

İfk hadisesinde iftiracılar Hz. Aişe hakkında ileri geri laflar edince Cenâb-ı Allah mü'minleri kınayıp azarladı, sakındırıp öğüt verdi.  Müminlerin anası, Ebu Bekir es- Sıddık'm kızı, Rasûluilah'm zevcesi Hz. Aişe'nin masum olduğunu bildirirken şöyle buyurmuştu: "Onu dili­nize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa Allah katında önemi büyüktü. Onu işittiğinizde: "Bu konuda konuşmamız yakışık olmaz; haşa, bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?" (cn-Nûr, ib-i6.)

Yani, Ey Rabbimiz! Senin peygamberinin eşinin bu durumda olma­sı mümkün değildir. Seni bundan tenzih ederiz.

«Bunlar (bu ceza) zalimlerden hiçbir zaman uzak kalmayacaktır.» (Hûd, 82.) Yani bu çeşit azab, Lut kavminin o çirkin fiilini işleyenlerden uzak olmayacaktır. Bu ayet-i kerimeye dayanan bazı âlimler, livata (oğ­lancılık) yapanların, evli de olsalar bekar da olsalar taşlanarak recme-dilmeleri gerektiğini söylemişlerdir. Örneğin Şafii, Ahmed b. Hanbel ve bir grup imam bu görüştedir. Bu görüşteki âlimler, Ahmed b. Hanbel ile sünen sahiplerinin, İbn Abbas'tan rivayet etmiş oldukları şu hadisi de delil olarak ileri sürmüşlerdir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

"Lut kavminin fiilini yapanları gördüğünüzde; yapanı da, yapılanı da öldürün."

Ebu Hanife'nin görüşüne göre, bu fiili işleyen kimse, dağın en yük­sek noktasından aşağıya fırlatılır. Lut kavmine yapıldığı gibi, ardısırada taşlar atılır. Çünkü Cenâb-ı Allah: "Bunlar, (bu ceza) zalimlerden hiç bir zaman uzak kalmayacaktır." demiştir.

Cenâb-ı Allah, Lut kavminin yaşadığı beldeleri pis kokulu bir deni­ze dönüştürmüştür. O denizin suyundan yararlanılmaz. Adiliğinden ve pisliğinden ötürü, oranın çevresindeki arazilerden de faydalanılmaz. Orası başkalarına öğüt ve ibret oldu. Emrine muhalefet eden, peygam­berlerini yalanlayan, kendi hevesine uyup mevlasma karşı gelen kim­selerden intikam almakta ne kadar güçlü olduğuna dair Allah'ın bir kudret delili oldu. Onları tehlikelerden kurtarıp, karanlıklardan çıka­rarak aydınlığa kavuşturmakla, mümin kullarına karşı ne kadar mer­hametli olduğunu gösteren ilahî bir rahmet delili oldu. Nitekim yüce Al­lah buyurdu ki: "Şüphesiz bunda Allah'ın kudretine işaret vardır. Ama çoğu inanmazlar. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir." (eş-Şuarâ,8-9.)

"Tanyeri ağarırken çığlık onları y akalayı verdi. Memleketlerini alt üst ettik. Üzerlerine sert taşlar yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır. O şehirlerin kalıntıları, işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadırlar. Bunda, inananlar için ibret vardır." (ei-Hicr, 73-77.)

Cenâb-ı Allah'ın o beldeleri ve oralarda yaşamış olanları nasır değiş­tirdiğine, kalabalıklarla şenlenmişken o kalabalıkları nasıl helak edip yok ettiğine feraset ve basiretle bakan mü'minler için ibretler vardır. Tirmizî ve diğerlerinin merfu olarak rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Mü'minin ferasetinden sakının. Doğrusu o, Allah'ın nuru ile ba­kar." Bu hadis-i şerifi irad buyurduktan sonra Peygamber (s.a.v.) Efen-' dimiz şu ayet-i kerimeyi okumuştur: "Bunda, görebilen insanlar için ib­retler vardır."

"O şehirlerin kalıntıları, işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır­lar." (el-Hîcr, 73.)

"Ey İnsanlar! Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?" (cs-safraı, 137-138.)

"Andolsun ki, Biz, düşünen kimseler için bu kasabadan apaçık bir belgeyi geride bırakmışızdır." (ei-Ankcbat, 35.)

"Bunun üzerine, suçlu milletin arasında bulunan mü'minleri çıkar­dık. Zaten orada, kendim Allah'a vermiş sadece bir tek ev halkı bulduk. Can yakıcı azabdan korkanlar için, o beldede bir işaret, bir kalıntı bırak­tık." (ez-Zâriyât, 35-37.) Yani ahiret azabından korkan, görmediği halde Al­lah'tan korkan, Rabbinin huzurunda durup hesap vermekten korkan, nefsini kötü heveslerden men'eden, dolayısıyla ilahî yasakları çiğne-' mekten çekinen, günah işlemeyi terkeden, Lut kavmine benzemekten korkan kimseler için o harap beldede öğüt ve ibretler bıraktık. Her bakımdan olmasa bile bazı bakımlardan bir millete benzeyen kimse, o milletten sayılır. Bazıları demişler ki:

Ayniyle Lut kavmi gibi olmasanız da Lut kavmine pek uzak da sayıl­mazsınız.

Akıllı, anlayışlı ve Kabbinden korkan kimse, onur ve üstünlük sahi­bi Allah'ın emirlerine uyar. Rasûlullah (s.a.v.)'ın tavsiyelerini kabul eder. Örneğin kendisi için yaratılmış olan helal eşleri ve güzel cariyele-riyle şehvetini tatmin eder. Her azılı fesatçıya uyup ta Allah'ın tehdidi­ne muhatab olmaktan ve : "Bunlar (bu cezalar), zalimlerden hiç bir za­man uzak olmayacaktır." ayetinin kapsamına girmekten sakınır. [5]

 

Şuayb Peygamberin Mîlletî Olan Medyenlîler

 

Cenâb-ı Allah, A'râf sûresinde Lut kavminin kıssasını anlattıktan sonra, Medyenli'lerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle de­di: "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Ölçü ve tartıyı tam yapın. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Düzelttikten sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için hayırlıdır. Allah'a ina­nanları yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdid edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken, Allah'ın sizi çoğalttığını hatır­layın. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın. İçinizde ma­demki benimle gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir toplu­luk var. O halde Allah'ın aramızda hükmünü bildirmesine kadar sabre­din. Allah hükmedenlerin en iyisidir."

Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri: "Ey Şuayb! Ya dinimi­ze dönersiniz, ya da, andolsun ki seni ve inananları seninle beraber ka­sabamızdan çıkarırız." dediler.

Şuayb, onlara: "İstemezsek de mi? Allah bizi dininizden kurtardık­tan sonra ona dönecek olursak, doğrusu Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah'a güvendik. Rab-bimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile sen hüküm ver. Sen, hükme­denlerin en hayırlısısm." dedi.

Milletinin inkar eden ileri gelenleri, "Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz." dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve olduk­ları yerde diz üstü çöküverdiler. Şuayb'ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular. İzleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar oldu. Şuayb onlardan döndü de, "Ey Milletim! Andolsun ki Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim. İnkara mil­let için niçin üzüleyim?" dedi." (d-A'râf, 80-93.)

"Medyen halkına, kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Şöyle dedi: "Ey Mil­letim! Allah'a kulluk edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi boiluk içinde görüyorum ve hakkınız­da kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum. Ey Milletim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı/tamamına yapın. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin.

Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnanıyorsa­nız, Allah'ın geri bıraktığı helal kâr, sizin için daha hayırlıdır. Ben size bekçi değilim." "Ey Şuayb! Babalarımızın taptığım bırakmamızı emre­den veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men'eden, senin namazın mıdır? Sen doğrusu, aklı başında, yumuşak huylu birisin." de­diler. "Ey Milletim!- Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir nzık da verdiği halde, ona karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size yasak ettiğim şeylerde, aylan hareket etmek istemem, gücümün yettiği kadar İslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım, ancak Al­lah'tandır. Ona güvendim, Ona yöneliyorum." dedi. "Ey Milletim! Bana karşı gelmeniz, Nuh milletine veya Hud milletine yahut da Salih mille­tine gelen felaketin bir benzerini, salan başınıza getirmesin. Lut Milleti sizden uzak değildir. Rabbinizden mağfiret dileyin; O'na tevbe edin. Doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever." "Ey Şuayb! Söyledikleri­nin çoğunu anlamıyor ve doğrusu, seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer taraftarların olmasaydı, seni taşlardık. Esasen bizim gözümüzde pek itibarın da yoktur." dediler. "Ey Milletim! Benim taraftarlarını size göre Allah'tan daha mı değerlidir ki Allah'a sırt çevirdiniz? Doğrusu Rabbim, yaptıklarınızı bilgisiyle kuşatmıştır." dedi. "Ey Milletim! Du­rumunuzun gerektirdiğim yapın. Doğrusu, ben de yapacağım. Kime re­zil edici bir azabın geleceğini, kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Göz­leyin, doğrusu, ben de sizinle beraber gözlüyorum." Buyruğumuz gelin­ce, Şuayb'ı ve beraberindeki inananları - katımızdan bir rahmet olarak -kurtardık. Haksızlık yapanları bir çığlık yakaladı; oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud mil­leti Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da uzaklaştı."

(Hûd, 84-95.)

"Ormanlık yerde oturan (Medyenli)ler, şüphesiz zalim kimselerdi. Bunun için onlardan öc aldık. Hâlâ her ila memleket de işlek bir yol üze-rindedirler." (d-Hicr, 78-79.)

"Ormanlık yerde oturanlar, Eykeliler de peygamberleri yalanladı. Şuayb onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ec­rim, ancak âlemlerin Rabbi'ne aittir. Ölçüyü tam yapın. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını azaltmayın. Yeryü­zünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun." dedi. "Sen büyülenmişsin. Bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Doğrusu, seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlü isen, göğün bir parçasını üstümüze düşür." dediler.

Şuayb:"Rabbim, yaptıklarınızı çok iyi bilir." dedi. Ama onu yalanla­dılar. Bunun üzerine onları bulutlu bir günün azabı yakaladı. Gerçekten ogün büyük bir günün azabı idi. Doğrusu, bunda bir ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir."(Gş-Şuarâ,lV6-191.)

Medyenliler, Arap bir millet olup kendi beldeleri olan Medyen'de ya­sarlardı. Medyen, Şam tarafında olup Maan topraklarına yakındı. Lut gölüne yakın olup Hicaz sımnndaydı. Medyen kabilesi bilinen meşhur bir kabile olup İbrahim Halil (a.s.)'in oğlu Medyan'm oğlu Medyen'in evlatlarıdır. Bunların peygamberleri de Mikyil b.Yeşcen'in oğlu Şuayb (a.s.)'dır. Süryanicede ona Yetron derler, ancak bunda ihtilaf vardır. Şu­ayb'm babasının adının Yeşhar olduğunu söyleyenler vardır. Yeşhar da Yakub oğlu Lavi'nin oğludur. Kimine göre Şuayb'm babası Nüveyb'dir. Nüveyb de, Ayfa b..Medyen b.İbrahim'in oğludur. Diğer bazıları da Şu­ayb'm babasının Sayfur olduğunu söylemişlerdir. Sayfur'un babası da Ayfa b.Sabit b.Medyen b.îbrahim'dir. Şuayb (a.s.)'m nesebi hakkında başka şeyler söyleyenler de vardır. İbn Asakirin dediğine göre anası ve­ya anneannesi Lut'un kızıdır. Şuayb, İbrahim'e iman edip onunla bera­ber Babil'den göç eden ve Şam'a girenlerdendir. Vehb b.Münebbih'in an­lattığına göre Şuayb ile Mülgam., ateşe atıldığı gün ibrahim'e iman eden ve onunla birlikte Şam'a göç edenlerdendir. İbrahim (a.s.), ona ve Mül-gam'a, Lut'un kızlarını eş olarak vermişti. Bunu İbn Kuteybe anlatmış­tır. Ancak bu görüşler üzerinde tartışılabilir. Doğruyu en iyi bilen Al­lah'tır.

Sahabelerden Seleme b. Sa'd El-Anzî'nin biyografisi anlatıhrken onun, Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma gelerek Müslüman olduğu ve Anze kabilesine mensub olduğunu söylediği, Rasûlullah (s.a.)'m da Anze ka­bilesini şöyle övdüğü rivayet edilir:

"Anze, ne güzel bir kabiledir. Kendilerine tecavüz edildi, ama yar­dım görüp muzaffer oldular. Şuayb'm taraftarları ve Musa'nın da hısım­larıdırlar."[6] Bu hadis sahihse, Şuayb'm, Musa'nın kayınpederi olup Arab-ı Aribe'den Anze kabilesine mensub olduğuna delâlet eder. Fakat bunlar Anze b. Esed b. Rabia b. Nizar b. Ma'd b. Adnan'ın soyundan gel­memektedir. Çünkü bunlarla onun arasında çok uzun bir zaman geç­miştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Hibban'm, "Sahih"inde peygamberlerden bahseden bölümünde Ebu Zerr'den rivayet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur.

"Peygamberlerin dördü araplardandır: Hud, Salih, Şuayb ve bir de peygamberin... Ey Ebu Zerr!"

Seleften bazıları, Şuayb (a.s.)'a peygamberlerin hatibi unvanını vermişlerdir. Çünkü ö, milletini kendisinin peygamberliğine inanmaya davet ederken yüksek edebî ifadeler kullamrmış. İbn îshak, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), yanında Şuayb peygamberden söz edildiğinde, "O peygamberlerin hatibidir." derdi.[7]

Medyenliler kafir bir millet olup yol keser, gelip geçenleri korkutur sarmaş dolaş olmuş, dallı budaklı ağaçlara taparlardı. İnsanlar içinde muamelesi en kötü olanlar onlardı. Ölçü ve tartıda hile yaparlardı. Alır­ken fazla almaya, satarken de eksik vermeye uğraşırlardı. İçlerinden Şuayb'ı, Allah onlara elçi olarak gönderdi. Onları, ortağı olmayan tek Allah'a kulluk etmeye çağırdı. Eksik ölçüp tartmak, yolcuları korkut­mak gibi kötü işlerden el çekmelerim tavsiye edip uyardı. Halkın bir bö­lümü kendisine inandı, ama çoğu onu yalanlajıp inkar etti. Nihayet Cenâb-ı Allah, şiddetli azabını onların üzerine indirdi. O, övülmeye la­yık olan dosttur. Nitekim buyurdu ki:

Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle de-di:"Ey Milletim! Allah'a kulluk edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi...» (ci-A'râf, 85.)

Yani size getirmiş olduğum şeylerin doğruluğuna, benim de Allah tarafından size gönderildiğime delâlet eden apaçık bir delil ve kesin bir belge gelmiştir. Bu belgeler de Şuayb'm gösterdiği ve tafsilatı hakkında bilgi sahibi olmadığımız bazı mucizeleridir.

"Ölçü,ve tartıyı tam yapın. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Dü­zelttikten sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin."

Halkına, adaletli olmalarını emretti. Haksızlık etmelerini yasakla­dı. Aksini yapmaları halinde onları ceza ile tehdit etti ve dedi ki:

"İnanıyorsanız bilin ki bunlar sizin için hayırlıdır. Tehdit edip her yolda pusu kurarak oturmayın." İnsanların mallarım haraç ve baç adı altında alıyor, onları tehdit ediyor, yolları da korkulu hale getiriyorsu­nuz.

"Süddî, tefsirinde sahabeden naklederek dedi ki: Şuayb'm milleti, yoldan gelip geçenlerin mallarının onda birini alırlardı.

İshak b.Bişr, İbn Abbasin şöyle dediğim rivayet eder: Şuayb'm mil­leti, azgın kimseler olup yolları keser, gelip geçenlerin mallarının onda birini zorla alırlardı. Bu kötülüğü ilk icad edenler, onlardır.

"Allah'a iman edenleri, eğrilik dileyerek onun yolundan geri çeviri­yorsunuz."

Onları maddi ve manevi yol kesicilikten men etmişti. Onlara hita­ben sözlerini şöyle sürdürmüştü:

«Azken, Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayın. Bozguncuların sonu­nun nasıl olduğuna bir bakın.» (ei-A'râf, 86.)

Azlıktan sonra kendilerini çoğaltmakla Allah'ın onlara bahşetmiş olduğu nimeti hatırlatmış ; tavsiyesine uymadıkları takdirde Allah'ın onlardan intikam alacağını bildirerek de onları sakındırmış ve bunun gerçekliğini ispatlayıcı delilleri önlerine koymuştu. Nitekim bir başka kıssada onlara şöyle demişti:

«Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu, ben sizi bolluk içinde gö­rüyorum ve hakkınızda kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.» (Hûd, 84.)

Yani bu halinizi sürdürmeyin; yoksa Cenâb-ı Allah elinizdeki malın bereketim giderir, sizi yoksullaştırır ve sizi zengin kılan şeyleri.giderir. Tabii İd bütün bunların yaraşıra ahirette de azab göreceksiniz. Hem bu dünyada hem öte tarafta ceza gören kimse, zararlı bir alışverişe girmiş olur.

Önce onları, ölçü ve tartıya hile karıştırmak gibi uygunsuz işleri yapmaktan sakındırdı. Aksi takdirde Cenâb-ı Allah'ın bu dünyada ken­dilerine bahşetmiş olduğu nimeti ellerinden çekip alacağım, ahirette de onları can yakıcı bir azaba çarptırıp şiddetli bir cezaya uğratacağını söy­leyerek uyardı. Sonra da tersim yapmaktan menedici bir eda ile, amira-ne bir tarzda onlara'şöyle dedi.

«Ey milletim! Ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarma­yın. İnanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helal kâr sizin için daha hayır­lıdır. Ben size bekçi değilim.» (Hûd, 85-86.)

İbn Abbas ile Hasan Basrî: "Allan'm geri bıraktığı helal kâr, O'nun verdiği rızıktır ki, bu da insanların mallarını haksız yere ellerinden al­maktan daha hayırlıdır. " dediler. İbn Cerir de şöyle dedi: "Ölçü ve tartı­yı tamamı tamamına yaptıktan sonra arta kalan karınız, ölçü ve tartıya hile katarak insanların mallarını almanızdan sizin için daha hayırlı­dır." Bu, şu ayetin ifade ettiği manaya benzemektedir.

«Ey Muhammedi De ki: "Helal ile haram, harana şeylerin çokluğun­dan hoşlansan bile, eşit değildir.» (ei-Mâjde, ıoo.)

Yani az miktardaki helal mal, sizin için çok miktardaki haram mal­dan daha hayırlıdır. Çünkü helal mal miktarca az da olsa bereketlidir. Haram mal ise miktarca çok olsa da bereketsizdir. Nitekim yüce Allah buyurdu ki: «Allah faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir.» (ei-Bakara, 276.)

Rasûlullah (s.a.v.) da buyurdu ki:

«Şüphesiz faiz, her ne kadar miktarı çok olsa da akıbeti azlıktır.» [8] Bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur:

«Alışveriş yerlerinden ayrılmadıkları sürece, satıcı ile müşteri (ak­di geçerli kılmak veya feshetmekte) serbesttirler. Doğru söyleyip (mal­daki ayıbı) açıklarlarsa, alışverişleri kendileri için bereketli olur. Şayet yalan söyleyip (maldaki ayıbı) gizlerlerse, alışverişlerinin bereketi gi­der.» [9]

Özetle demek istediğimiz şu ki; miktarı az da olsa helal kazanç bere­ketlidir. Miktarı çok olsa da haram, hiçbir fayda vermez. Bu nedenle Al­lah'ın peygamberi Şuayb demiş ki: "Eğer inanıyorsanız, Allah'ın geri bı­raktığı helal kâr, sizin için daha hayırlıdır." (Hûd, 86.) Şuayb (a.s.) in, "Ben size bekçi değilim." demesi ise şu manaya gelir: Ben ve benden başkala­rının sizi görmesi için değil de, Allah'ın rızasını taleb etmek ve onun se­vabını ummak için. Rabbinizin buyruklarına uyun.

«Ey Şuayb! babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden, senin namazın mıdır? Doğrusu, sen aklı başında, yumuşak huylu birisin." dediler.» (Hûd,87).

Onu alaya alıp küçümseyerek diyorlardı ki: Ey Şuayb! Kılmakta ol­duğun şu namazın mı; sadece senin tanrına kulluk edelim, geçmiş ata ve dedelerimizin tapageldikleri tanrıları bırakalım veya yeryüzünde sırf sem'n hoşuna gidecek muameleleri yapalım, biz beğensek dahi senin ra­zı olmayacağın işleri bırakalım diye bizi kısıtlılık altına almanı sana emrediyor? "Doğrusu, sen aklıbaşmda, yumuşak huylu birisin." İbn Ab-bas, Meymun b.Mehran îbn Cüreyc, Zeyd b.Eslem ve İbn Cerir dediler ki: Allah düşmanı olan Medyenliler, alayvari bir eda ile bu sözleri Şuayb peygambere söylediler. Hz.Şuayb ise onlara şöyle karşılık verdi:

«"Ey milletim! Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir rızık da verdiği halde O'na karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size yasak ettiğim şeylerde, aykırı hareket etmek istemem. Gücümün yetti­ği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım, ancak Al­lah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum." dedi.» (Hûd, as.)

Şuayb (a.s.) yumuşak ifadelerle onlara yaklaşıyor, en açık işaretler­le onları Hakka çağırıyordu. Onlara diyordu ki: Ey yalanlayıcılar! Be­nim size elçi olarak gönderildiğime ilişkin, "Rabbundan bir belgem oldu­ğunu ve bana (peygamberlik gibi) güzel bir rızık da vermiş " olmasına ne dersiniz? Ama siz bütün bunları göremiyorsunuz. Size artık ne yapabili­rim? Önceki sayfalarda anlattığımız gibi Nuh (a.s.) da kavmine böyle bir hitapta bulunmuştu.

"Size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek istemem." Yani size her neyi emrettiysöm, mutlaka o emre ben kendim de uyarım. Bir işi yapmaktan vazgeçmenizi tavsiye ettiysem, mutlaka o işten ben ken­dim de vazgeçerim. Bu emir ve yasaklara ilk uyan ben olurum. Bu, öv­güye layık yüce bir sıfattır. Bunun tersi de, reddedilen ve yerilen bir sı­fattır. Nitekim son devirlerinde Israiloğulları uleması ve cahil hatipleri, halka verdikleri nasihatların tersini yapar olmuşlardı. Yüce Allah bu­yurdu ki:

«Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz? Düşünmez miziniz?» (e]-Bakara, 44.)

Bu ayeti tefsir ederken, Rasûlullah (s.a.v.)'m şu sahih hadisini de nakletmiştik: Rasûluîlah (s.a.v.) buyurmuş ki:

«(Kıyamet gününde bir) adam getirilip ateşe atılır. Bağırsakları karnından dışarı firlar. Eşeğin kendi etrafında dönüşü gibi bağırsakla-nyla birlikte döner. Ateştekiler etrafına toplanarak şöyle derler: "Ey fa­lan... Sana ne oldu? Sen başkalarına iyiliği emredip kötülüğü menetmez miydin?" O da "Evet, Öyle... Ben iyiliği emrederdim ama kendim iyilik yapmazdım. Kötülükten menederdim ama kendim kötülük yapardım." diye cevap verir.»

Peygamberleı*e muhalefet eden ahlaksız bedbahtların niteliği işte budur. Rablerinden gıyaben korkan bilgin topluluklar ile asaletti, efen­dilere gelince, bunların durumları, Allah'ın peygamberi Şuayb'in dediği gibidir:

«Size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek istemem. Dileğim, gücümün yettiği kadar düzeltmekten başka birşey değildir.» (Hûd, 88.)

Yani bütün işlerimde, gerek sözlerimde, gerek fiillerimde gücümün elverdiği oranda düzeltmekten başka bir amacım yoktur. Her hâlimde, "Başarım ancak Allah iledir. O'na tevekkül ettim ve O'na yöneldim." Her bakımdan dönüşüm O'nadır."

Terğîb yani insanları Allah'a rağbet ettirip yöneltmek işte budur. Bundan sonra Şuayb (a.s.), insanları biraz da Allah'tan korkutuyor. Di­yor ki:

«Ey milletim! Bana karşı gelmeniz Nuh milletine veya Hud milleti­ne veyahut da Salih milletine gelen felaketin bir benzerini sakın başını­za getirmesin. Lut milleti sizden uzak değildir.» (Hûd, 89.)

Yani bana olan muhalefetiniz ve getirdiğim dine olan öfkeniz, sizi sapıklık, cehalet ve muhalefetinizi sürdürmeye itmesin. Yoksa Allah, benzerleriniz olan Nuh, Hud ve Salih'in yalanlayıcı ve muhalefet edici olan kavimlerine indirdiği gibi «izin de üzerinize azab ve gazabım indi­rir. "Lut kavmi sizden uzak değildir." Bu ayetini şu anlama geldiği söy­lenmiştir: Lut kavmi zaman bakımından sizden uzakta değildir. Küfür ve azgınlıkları dolayısıyla üzerlerine inen azab haberi size ulaşmıştır. Ayetin; "Lut kavmi, mahal ve mekan bakımından sizden uzakta değildir." anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Mezkur ayetin şu anlama geldiğini söyleyenler de olmuştur: Lut kavmi, çeşitli hile ve şüp­helerle insanların mallarım gizli açık almak, yol kesmek gibi çirkin fiil ve nitelikler bakımından sizden uzakta değildir.

Bu kavilleri uzlaştırmak mümkündür. Çünkü Lut kavmi, Şuayb kavminden zaman, mekan ve nitelik bakımından uzakta değildi.

Sonra Şuayb peygamber, korkutma ve imrendirme ifadelerini bir­birine katarak şöyle diyor: «Rabbinizden mağfiret dileyin. O'na yönelip tevbe edin. Şüphesiz Rabbinı merhamet eden ve sevendir.» (Hûd, 90.) Yani bu kötü halinize son verin. Merhamet edip sevun Rabbinize yönelip tev­be edin, çünkü O, kendisine yönelip tevbe edenlerin tevbesini kabul bu­yuran ve kullarına merhamet edendir. Ananın yavrusuna gösterdiği şefkat ve merhametin daha fazlasını O, kullarına gösterir. Sevendir. Kulunun büyük günah işlemesinin ardısıra tevbe etmesinden sonra ol­sa dahi, kulunu sevendir.

«Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Doğrusu biz, seni aramızda zayıf biri olarak görüyoruz." dediler.» (Hûd, 9i.)

. Rivayete göre İbn Abbas ile Said b.Cübeyr ve Sevrî, Hz.Şuayb'in gö­zünün kör olduğunu söylemişlerdir. Rivayet edilen merfu bir hadiste de şu ifadelere rastlamaktayız: Hz.Şuayb ilahî aşktan ötürü ağladı, niha­yet gözlerini kaybetti. Neticede Allah onun gözlerini yine açtı ve sordu: "Ey Şuayb! Cehennem korkusundan mı yoksa Cennet arzusundan dola­yı mı ağlıyorsun?" Şuayb cevap verdi: "Hayır ya Rab! Senin aşkından ağ­lıyorum. Sana bakıp seni gördükten sonra, bana ne yaparlarsa yapsın­lar, umurumda değil!" Bunun üzerine Allah ona vahiy gönderdi: "Be­nimle buluşman sana mübarek olsun ey Şuayb! İşte bu sebepledir İd, be­nimle konuşan İmran oğlu Musa'yı senin hizmetine verdim."[10]

«Milleti Şuayb'a şöyle demişti. Eğer aşiretin olmasaydı seni mutla­ka taşlardık. Sen bizim nazarımızda itibarlı biri değilsin.» (Hûd, 91.)

Aşırı derecedeki küfürlerinden ve çirkin inatlarından ötürü böyle demişlerdi. "Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz." Çünkü biz bu anlat­tıklarını sevmiyor ve istemiyoruz. Bizim bunlara eğilimimiz de yoktur. Nitekim Kureyşli kafirler de Rasûlullah (s.a.v.)'a demişlerdi ki: «"Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulakla­rımızda ağırlık, bizimle senin aranda anlaşmamıza engel vardır. İstedi­ğini yap, biz de yapacağız." derler.» (Fussiiet, 5.)

"Ey Şuayb! Doğrusu, biz seni aramızda zayıf biri olarak görüyoruz." Seni ezilip terkedilmiş biri olarak telakki ediyoruz. "Eğer aşiretin olma­saydı seni mutlaka taşlardık. Sen bizim nazarımızda itibarlı biri değil­sin."

"Ey milletim! Benim aşiretim size göre Allah'tan daha mı değerlidir ki onlardan korkuyor, bana ilişmiyorsunuz? Ama Allah'ın azabından korkmuyorsunuz. O'nun elçisi olduğumdan dolayı bana ilişmiyor değil­siniz herhalde! Şu halde benim aşiretim size göre Allah'tan daha değerli olmuş oluyor ki, "Allah'a sırt çevirdiniz. Doğrusu, benim Rabbim, sizin yapmakta olduğunuz işleri (bilgisi ile) kuşatandır." Yapmakta olduğu­nuz işlerden haberdardır. Bütün bunları bilgisinin kapsamına almıştır. Kendisine döneceğiniz günde de bunların karşılığını size verecektir."

«Ey milletim! Durumunuzun gereğini yapın. Doğrusu, ben de yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğim, kimin yalancı olduğunu gözleyin. Ben de sizinle beraber gözlüyorum.» (Hûd, 93.)

Usûl ve metodlanna, yol ve yöntemlerine devam etmeleri, şiddetli bir tehdit veya güçlü bir korkutma ile emrediliyor, İleride dünya yurdu­nun iyi sonucunun kimin için, helakin de kimin için olduğunu anlaya­caksınız. Bu dünyada "rezil edici azabın kime geleceğini"; ahirette de "ebedî azabın kimin üzerine ineceğini" biîecekiniz. "Verdiğimiz haber, müjde ve sakmdırmalarda, ben ve sizden hangimizin doğru, hangimizin yalancı olduğunu da göreceksiniz. "Gözleyin...Ben de sizinle beraber gözleyenlerdenim."

«İçinizde mademki benimle gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir topluluk var; o halde Allah'ın aramızda hükmünü bildir­mesine kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en iyisidir.» (el-A'râf, 87.)

«Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, "Ey Şuayb! Ya dinimi­ze dönersiniz, ya da andolsun seni ve inananları seninle beraber kasa­bamızdan çıkarırız." dediler. "İstemezsek de mi?" Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu, Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Kabbimizin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah'a gü­vendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile sen hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırhsısm." dedi.» (ei-A'râf, 88-89.) Kendi akılların­ca mü'minleri eski dinlerine döndüreceklerini sandılar ve onlardan bu­nu taleb ettiler. Bunun üzerine Şuayb (a.s.), taraftarları olan mü'minle­ri savunmak için o kafirlerin karşısına dikilerek: "Biz istemesek de mi?" dedi. Yani o mü'minler kendi arzularıyla sizin batıl dininize dönmezler. Ancak zor ve baskı altında tutulurlarsa belki dönerler. Çünkü imanın aydınlığı kalplere girip yerleştikten sonra artık hiç kimse ondan başka tarafa sapıp irtidad etmez. Bu nedenle Şuayb (a.s.) dedi ki:

"Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu, Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Biz yalnız Allah'a güvendik." O bize yeter. O bizi korur. Her işimizde O'na başvurur, O'na sığınırız:

Bundan sonra Şuayb (a.s.) kavmine karşı Allah'tan destek diledi; onların hakettikleri azabın çabuklaştırılması için Allah'tan yardım is­tedi ve şöyle dedi: "Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile sen hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırhsısm." Böyle dedi, onlara bed­dua etti. Allah, kendisini inkar edip yalanlayan ve elçilerine muhalefet edenlere karşı yardımını istedikleri zaman, peygamberlerinin duasını geri çevirmez." Bununla beraber onlar hal ve gidişatlarını ısrarla sür­dürdüler. «Milletinin inkar eden ileri gelenleri, "Eğer Şuayb'e tabi olur­sanız, mutlaka zarara uğrayanlardan olursunuz." dediler.» (el-A'râf, 90.) Yüce Allah buyurdu ki:

«Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çökü-verdiler.» (A'raf, 9i.)

A'râf sûresinde anlatıldığına göre onları bir titreme yakalamış, ya­ni üzerinde yaşamakta oldukları yer şiddetli bir sarsıntıyla sallanarak onları titretmişti. Bu sarsıntı ve titreme, onların cesedlerindeki ruhu çı­karmış; o yerin canlıları, cansız varlıklara dönüşmüştü. Cüsseleri de cansız, hareketsiz ve hissiz olarak dizüstü çökük vaziyette kalmıştı. Cenâb-ı Allah onlara çeşitli azab, işkence ve belayı birarada vermişti. Pis ve çirkin nitelikleri taşıdıkları için Cenâb-ı Allah hareketleri durdu­racak şiddetli bir titremeyi, sesleri kısacak bir çığlığı, her tarafından ve yönünden insanlara ateş kıvılcımı saçan bir gölgeyi onlara musallat kıl­dı. Lakin her sûrede Cenâb-ı Allah, cümlelerin dizisine ve ifadelerin akı­şına uygun olarak onların durumlarını haber vermiştir. Örneğin A'râf sûresinde anlatıldığına göre onlar Allah'ın peygamberi Şuayb (a.s.)'ı ve taraftarlarını titretmiş, onları memleketlerinden kovmakla tehdit et­miş, memleketlerinde kalmak istiyorlarsa eski dinlerine dönmeleri ge­rektiğini kendilerine bildirmişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah buyur­du ki:"Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çökü-verdiler." Evet...Titretmeye karşı titremeye, korkutmaya karşı da kor­kuya yakalanıverdiler. Bu da cümlenin gelişine uygun ve önceki ifadele­rin de akışına bağlıdır.

Hûd sûresinde anlatıldığına göre kendilerini bir çığlık yakalayıver-mişti de bunun üzerine yurtlarında dizüstü çökük vaziyette helak ol­muşlardı. Çünkü onlar tahkir edici ve küçümseyici bir eda ile Allah'ın peygamberi Şuayb'e şöyle demişlerdi: «Babalarımızın taptığını bırak­mamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı mene-den senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu bi­risin.» (Hûd, 87.)

Güzel ve düzgün konuşan o güvenilir peygambere karşı kullandık­ları bu çirkin kelimeleri sarfetmekten onları menedici bir çığlıktan bu­rada bahsetmek münasib olmuştur. Bu nedenledir ki onları durgunlaş-tıracak bir titremenin yanı sıra, kendilerini susturan bir çığlık da geldi.

Şuarâ sûresinde anlatıldığına göre onları bulutlu bir günün azabı yakalamıştı. Bu da onların istediklerini yerine getirmek ve arzuladıkla­rı şeye kendilerini yaklaştırmak için olmuştu. Şuayb (a.s.)'a demişlerdi ki:

«Sen ancak büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Doğrusu, seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru söz­lü isen, göğün bir parçasını üstümüze düşür." dediler. Şuayb: "Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bilir." dedi.» (eş-Şuarâ, 185-188.) Her şeyi bilen ve işiten yüce Allah da şöyle buyurdu: «Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine on­ları bulutkı bir günün azabı yakaladı. Gerçekten o gün, büyük bir gün idi.» (eş-Şuarâ, 189.)

Katade ve bazı müfessiıier, Eykelilerin Medyenlilerden ayrı bir millet olduğunu söylemişse de, bu. zayıf bir görüştür. Bu görüşün sahip­leri iki şeye dayanmaktadırlar:

1-Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bir ifade vardır: "Eykeliler peygamberle­rini yalanladılar. Hani Şuayb onlara demişti ki..." (eş-Şuarâ, 176-177.) Bu ayette "kardeşleri Şuayb" denilmiyor da, sadece "Şuayb" diyerek yakın bir isim kullanılıyor. Halbuki Medyenlilerden sözedilirken, Kur'ân-ı Kerîm'de:" Medyen (halkın)'e kardeşleri Şuayb'ı gönderdik." (ei-AVâf, 85.) deniliyor. Demek ki Eykeliler ayrı, Medyenliler ayrı birer millettirler.

2-Eykelilerin, bulutlu bir günde azaba uğratıldıkları anlatılmakta; Medyenlilerin ise titreme ve çığlıkla azaplandırıldıkları anlatılmakta­dır.

Şimdi de gelelim yukarıdaki iddiaları cevaplamaya:

l-"Eykelüer peygamberleri yalanladılar." sözünden sonra "kardeş­leri Şuayb" denilmiyor da, sadece "Şuayb" diyerek yalın bir isim kulla­nılıyor ve kardeşlikten bahsedilmiyor. Çünkü bu ayette onlar ormana ve ağaca (Eyke'ye) tapmakla nitelendiriliyorlar. Böyle dedikten sonra burada kardeşlikten sözetmek, yerinde bir iş olmaz. Ama "Medyen (hal-km)'e kardeşleri Şuayb'ı gönderdik." derken, onlar bir kabileye nisbet edildikleri için,' orada Şuayb'm onların kardeşleri olduğunu söylemek uygun olmuştur. Arada böyle bir farkın olması latif, güzel ve yüksek, aynı zamanda nefis bir üslubun gereğidir.

2-Eykelilerin bulutlu bir günde azaba uğratılmış olmalarını ileri sürerek onların Medyenlilerden ayrı bir millet olduklarım söylemeye gelince, bu eğer Eykelilerin ayrı bir ümmet olduklarını ispatlayan bir delil ise, o zaman haklarında titreme ve çığlık gibi iki ayrı azabtan bah­sedildiği için Medyenlileri de iki ayrı millet olarak telakki etmek gere­kecektir ki bu da, bu işten azıcık anlayan bir kimsenin söyleyeceği bir söz değildir.

Şimdi de Şuayb (a.s.)'m hayatından bahseden ve Hafız tbn Asakir'in naklettiği hadise gelelim.

"Medyen milletiyle Eykeliler iki ümmettir. Allah onlara peygamber Şuayb (a.s.)'ı (elçi olarak) gönderdi."

Bu gerçekten garip bir hadistir. Bunun rivayet zincirinde geçen ra-vilerden basızı eleştirilmiştir. Öyle sanılıyor ki bu Yermük savaşında dirayetsiz bazısı raviler tarafından Abdullah b.Amr'a aktarılan israili-yat haberlerindendir.

Sonra Cenâb-ı Allah, ölçü ve tartıyı eksik yapma gibi, Medyenli'le-rin işledikleri kötülükleri Eykelilerin de yapmış olduklarım söyleyerek onları yermiştir ki bu da, Eykelilerle Medyenlilerin aynı millet oldukla­rını ispatlamaktadır. Çeşitli azablara çarptırılarak helak edilmişlerdir.

Ancak bu azablardan her biri, ifadenin akışına uygun olarak ayrı ayrı yerlerde anlatılmışlardır. Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Onları bulutlu bir günün azabı yakaladı. Doğrusu o gün, büyük bir günün azabı idi.» (oş-

Şuarâ, 189.)

Anlatıldığına göre onlara şiddetli bir sıcak isabet etmiş. Cenâb-ı Allah, yedi gün süreyle onlara rüzgar esintisi vermemiş, bunun yanı sı­ra su ve gölge onlara fayda sağlamamış, serin bodrumlara girmeleri de kendilerine yarar temin etmemişti. Böyle olunca da bulundukları yeri terkederek çöle çıkmışlar, bir bulut gelerek onları gölgelendirmişti. Gölgesinden yararlanmak için gelip bulutun altında toplanmışlardı. Hepsi tastamamam gelip o bulutun altında toplandıklarında, Cenâb-ı Allah o bulutun içinden üzerlerine kıvılcımlar ve alev parçaları saçtı... Yer sarsılarak onları titretti. Gökten bir çığlık duydular ki derhal canla­rı bedenlerinden ayrıldı ve cesedleri harab olup çöktü.

«Bu. yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çökü-verdiler. Şuayb'ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gi­bi oldular. İzleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar ol­du.» (el-A'râf, 91-92.)

Cenâb-ı Allah, Şuayb'ı ve beraberindeki mü'minleri kurtardı. Nite­kim Allah Teâlâ buyurmuştur ki:

«Buyruğumuz gelince Şuayb'ı ve beraberindeki mü'minleri -katı­mızdan bir rahmet olarak- kurtardık. Haksızlık yapanları bir çığlık ya­kaladı, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. Sanki orada hiç yaşama­mışlardı. Bilin ki Semud milleti, Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da uzaklaştı.» (Hûd, 94-95.)

"Milletinin inkar eden ileri gelenleri, "Şuayb'e uyarsanız andolsun ki siz kaybedersiniz." dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve olduk­ları yerde dizüstü çöküverdiler. Şuayb'ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamış gibi oldular, İzleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şu­ayb'ı yalanlayanlar oldu:" Tabii ki bu mahvoluş, onların mü'minlere: "Şuayb'a uyarsanız andolsun ki siz kaybedersiniz." demelerine karşılık olmuştu.

Sonra Cenâb-ı Allah, peygamberleri Şuayb'ın onları kınayıp kötü­lüklerini teşhir ettiğini de anlatıyor. «Şuayb onlardan döndü ve: "Ey milletim! Andolsun ki, Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim, inkarcı millet için niçin üzüleyim? dedi"» (el-A'râf, 93.) Yani onların helak oluşlarından sonra, bulundukları mahalden dönüp ayrıldığında: "Ey milletim! And olsun ki, Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim." dedi. Üzerime düşen eksiksiz tebliğ ve tam nasihat görevini ifa ettim, si­zi doğru yola iletip hidayete ulaştırmak için olanca gücümle, büyük bir tutkuyla çalıştım. Fakat bunun size yararı olmadı. Çünkü Cenâb-ı Allah, sapıklıkta kalmasını dilediği kimseleri doğru yola iletmez. Onların yardımcıları da yoktur. Bundan böyle sizin için üzülecek değilim. Çünkü siz, öğüt kabul etmiyor ve insanların rüsvay olacakları günden de korkmuyorsunuz. Şu halde Hakk'ı kabul etmeyen, ona yönelip dön­meyen dolayısıyla Allah'ın geri çevrilemeyecek, kendisine karşı savu-nulamayacak ve kendisinden kaçılamayacak azabına çarptırılan, "in­karcı bir millet için niçin üzüleyim?"

Hafız İbn Asakir, "Tarih"inde İbn Âbbas'dan rivayet ederek dedi ki: Şuayb (a.s.), Yusuf (a.s.)'dan sonra yaşamıştır. Vehb b.Münebbih'ten nakledildiğine göre beraberindeki mü'minlerle birlikte Şuayb (a.s.), Mekke'de vefat etmiştir. Mezarları, Ka'be'nin batısında Darü'n-Nedve ile Beni Senim mahallesi arasındadır. [11]

 

İbrahim Peygamberin Çocukları

 

Önceki sayfalarda İbrahim (a.s.) ile milleti arasında geçen hadise­leri ve her iki tarafm nasıl bir sonuçla karşılaşmış olduklarını anlatmış­tık. Onun zamanında cereyan eden Lut kavmi kıssasını, bunun ardın­dan da Şuayb (a.s.)'m milleti olan Medyenlilerin kıssasını anlatmıştık. Çünkü bunun delili, yüce Allah'ın kitabının bir kaç yerinde anlatılmak­tadır. Lut kavminin kıssasından sonra Cenâb-ı Allah Medyenlilerin kıs­sasını anlatmıştır ki, onlar da önce anlattığımız gibi doğru görüşe göre Eykelilerdir. Kur'ân-ı Azim'deki sıraya uyarak biz de Medyenlüer'i, Lut Kavminden sonra anlattık. Şimdi de İbrahim (a.s.)'in soyunun üstünlü­ğünü anlatmaya çalışacağız. Çünkü Cenâb-ı Allah onun soyuna kitap ve peygamberlik vermiştir. Kendisinden sonra gönderilen her peygamber, onun evlatların dandır. [12]

 

İsmail Peygamber

 

Önceleri de anlattığımız gibi İbrahim Halil (a.s.)'in bir kaç oğlu var­dı, ama en meşhurları, her ikisi de büyük peygamber ve Allah elçileri olan iki kardeştir. Diğer kardeşlerinden daha büyük ve daha değerli olan bu iki kardeş, İsmail ile İshak'tır. Kurban edilmek istenen de sahih kavle göre, İbrahim'in ilk oğlu İsmail'dir. Mısırlı Kıbtîye Hacer'den doğ­muştur. Allah'ın selamı, ikisinin de üzerine olsun.

Kurban edilmek istenenin İshak olduğunu söyleyen kimse, Tevrat ile İncil'i tahrif edip ayetlerini değiştiren ve göz önündeki Kur'ân'a mu­halefet eden israiloğullarının nakillerim esas almıştır. İbrahim, ilk oğ­lunu -bir rivayete göre de biricik oğlunu- kurban etmekle emrolundu. Her ne olursa olsun, kurban edilmesi emredilen, delilin nassı ile İsmail (a.s.)'dir. Tevrat'ta konuyla ilgili ifade şöyledir: İbrahim 100 sene yaşa­dıktan sonra çocuk sahibi oldu. Bu ilk çocuğu İsmail idi. İsmail, maddeten de manen de babasının biricik oğluydu. Babasının maddeten biricik oğluydu.Çünkü kurban edileceği zaman onüç yaşım geride bırakmıştı. Babasının manen de biricik oğluydu. Çünkü denildiğine göre henüz süt emme çağındaki küçücük bir çocuk iken babası, annesi Hacer ile birlik­te kendisini, memleketinden alıp götürmüş, Faran dağlarının etekleri­ne bırakmıştı. Faran, Mekke çevresindeki dağların adıdır. Evet, onları buraya bıraktı. Yanlarında az miktarda su ve azık vardı. Allah'a güve­nip tevekkül ettiğinden dolayı, azık ve sularını bol miktarda temin et­meyi gerekli görmemişti. Allah onlara yeterdi. Onları koruma ve gözeti­mi ile kuşattı. O, ne güzel kefil ve vekildir. Kuluna en güzel yetecek olan da O'dur. İsmail babasının maddeten, manen biricik oğluydu fakat bu sırrı anlayacak olan nerede? Bu mertebeye ulaşacak olan nerede? Bunu ancak ferasetli" ve asil bir kimse idrak edebilir. Cenâb-ı Allah, İsmail'i yumuşak huyluluk, doğru sözlülük, sabırlüık, va'di yerine getirme, na­maza devam etme, azabtan korunmak için ailesine de namaz kılmayı emretmek gibi sıfatlarla niteleyerek övmüştür. Bütün bunlara ek ola­rak İsmail, insanları en büyük Rabb'e kulluk etmeye davet etmiştir. Yü­ce Allah buyurmuş ki:

«Biz ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik. Çocuk kendisinin ya­nı sıra yürümeye başlayınca: "Ey oğulcuğum! Doğrusu, ben uykuday­ken seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?" dedi. "Ey ba­bacığım! Ne ile emrolundunsa yap. Allah dilerse sabredenlerden oldu­ğumu göreceksin." dedi.» (cs-Sâftat, 101-102.) Babasının isteğine boyun eğdi ve sabredeceğine de söz verdi. Bu va'dini yerine getirdi ve bu işe de sab­retti.

«Ey Muhammed! Kitapta İsmail'e dair anlattıklarımızı an. Çünkü o, sözünde doğru bir kimseydi. Tarafımızdan gönderilmiş bir peygam­berdi. Çevresinde bulunanlara namaz kılmalarını, zekat vermelerini emrederdi. Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti». (Meryem, 54-55.)

«Ey Muhammed! Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an. Biz onları ahiret yurdunu düşünen, içten bağlı kimse­ler kıldık. Doğrusu, onlar katımızda seçkin iyi kimselerdendirler. İsma­il'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi iyilerdendir.» (Sâ'd, 45-48.)

«Ey Muhammed! İsmail, İdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık, doğrusu, onlar iyilerdendi.» (el-Enbiya, 85-86.)

«Nuh'a ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a ve torunlarına vahyettiğimiz gibi Ey Mu­hammed, şüphesiz sana da vahyettik...» (en-Nisâ, 163.)

«Ey mü'minler!"Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene inandık." deyin.» (el-Bakara,136.)

«Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi veya Hristıyan olduklarını mı söylüyorsunuz. Peki, siz mi yoksa Allah mı da­ha İyi bilir?» (el-Bakara, 140.)

Cenâb-ı Allah, İsmail'in bütün güzel niteliklerini anlatmış, onu kendi peygamberi ve elçisi yapmış, cahillerin isnatlarından onu ibra et­miştir. Ona indirilen ilahî hükümlere inanmalarını da mü'min kulları­na emretmiştir.

Neseb âlimleriyle tarihçilerin anlattıklarına göre ata ilk binen, İs­mail (a.s.) olmuştur. Daha önceleri atlar yabanî idiler. Atı ehlileştirdi ve ata bindi. Said b.Yahya el-Ümevî, "Meğazi" adlı eserinde Abdullah b.Ömer'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir. «At edinin ve onu (bir miras gibi) nesilden nesile devredin. Çünkü o, atanız İsmail'in mirasıdır.»

Atlar daha önceleri yabanî idiler. İsmail (a.s.) kendine özgü çağın-şıyla atları kendine çağırdı, onlar da onun bu çağrısına uyup ehlileşti-ler. îlk olarak Arapça'yı gramerine uygun bir biçimde konuşan da odur. İsmail (a.s.) Arapça'yı Mekke'de kendi yanlarında konaklayıp yerleşen Arab-ı Aribe'den yani asıl Arap ırkından olan Cürhüm ve Amalika kabi-leleriyle Yemenlilerden öğrendi. Bunlar Hz.İbrahim öncesinden gelen eski Araplardır.

Saidb.Yahya el-Ümevî, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: «Dili fasih Arapça'yla açılan (fasih Arapça'yı ilk konuşan) İsma­il olmuştur. O zamanlar henüz on dört yaşındaki bir çocukmuş.»

Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi İsmail (a.s.) büyüdüğünde Amalika kabilesine mensup bir kadınla evlendi. Babası İbrahim (a.s.), ayrılmasını emredince o kadından ayrıldı. Ümevî'nin anlattığına göre bu kadın, Sa'd b. Usame b.Ekil el-Amalikî'nin kızı Ammare idi. Bun­dan boşandıktan sonra İsmail başka bir kadınla evlendi. Babası bu ikin­ci evliliği devam ettirmesini emretti. O da bu evliliğim devam ettirdi. Bu karısı Medad b. Amr el -Cürhümî'nin kızı Seyyide idi. Seyyide'nin, İs­mail'in üçüncü karısı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Seyyide ha­nım, İsmail'e oniki erkek evlad doğurdu. Merhum Muhammed b.İshak, adlarını şöyle sıralamıştır: Nabit, Kayzar, Ezbil, Mişa, Müsmi, Maş, Duşa, Erer, Yatur, Nebş, Tayma, Kayzuma. Ehl-i Kitap kaynakların­da da Hz. İsmail'in oğulları böyle adlandmhrlar. Onlara göre de İsma­il (a.s.)'in evlatları oniki tane olup hepsi de, haklarında müjdeler bulu­nan ulu kişilerdir. Ancak Ehl-i Kitap bunu tevil ederken yalan söylemiş­lerdir.

İsmail (a.s.), Cürhüm ve Amalika kabileleleriyle Yemenlilerin bulundukları yerlerle bu yerlerin çevresine peygamber olarak gönderil­mişti. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun.

Ecel gelip kapısını çaldığında kardeşi İshak'a vasiyetini yaptı. Kızı

Nesme'yi İshak'm oğlu İs ile evlendirdi. Nesme, Rûm'u doğurdu. Onun soyundan gelenlere -İs'in temndeld sarı renkten dolayı- Beni Asfer, yani sarıoğulları denir, Nesme, Yunan adlı bir çocuk daha doğurdu. İs'in oğullarından biri de Eşban'dır. Eşban'm da İs ile Nesme'nin evlilikleri­nin ürünü olduğunu söyleyenler olmuşsa da , İbn Cerir et-Taberî bu hu­susta çekimser kalmıştır.

Allah'ın peygamberi İsmail (a.s.), 137 yaşındayken vefat etmiş; anası Hacer ile birlikte Ka'be'nin yanında Hatîm denen yere gömülmüş­tür. Ömer b. Abdülaziz'in şöyle dediği rivayet edilir. İsmail (a.s.), Mek­ke'nin sıcaklığından ötürü Rabbine yakmmıştı da, Rabbi ona şöyle vah-yetmişti. "Defnedildiğin yere Cennet'ten bir kapı açacağım. Kıyamet gününe kadar oradan sana Cennet esintisi gelecektir."

Hicaz Araplarımn tümü, İsmail'in oğlu Nebit ile Kayzar'm neslidir­ler. [13]

 

Şereflîoğlu Şerefli İbrahim'in Oğlu Îshak (A.S.)

 

Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi İshak (a.s.), kardeşi İsma­il'in doğumunun üzerinden ondört yıl geçtikten sonra, yani babası İbra­him 100 yaşındayken doğdu. Kendisinin doğacağım melekler müjdele­diklerinde anası Sâre doksan yaşındaydı. Yüce Allah buyurmuş ki:

«Ona iyilerden olan İshak'ı peygamber olarak müjdeledik. Kendisi­ni ve îshak'ı mübarek kıldık. İkisinin soyunda iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine yazık eden de vardır.» (cs-Safffıt, 112-113.)

Cenâb-ı Allah, İshak peygamberi, kutsal kitabının birden fazla ye­rinde övgüyle anmıştır. Önceki sayfalarda naklettiğimiz Ebu Hürey-re'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­muşlardır:

«Şereflioğlu şereflioğlu şereflioğlu şerefli İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub'un oğlu Yusuf.»[14]

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre babası İbrahim'in sağlığında İshak, Betvail kızı Refka ile evlenirken kırk yaşındaydı. Ka­rısı kısırdı. Allah'a yalvarıp dua etti. Karısı hamile oldu ve ikiz oğlan do­ğurdu. İlk doğamn adı İso idi. Araplar ona İs derler ki, Rumların atası-dır. İkincisi ise doğarken kardeşi İs'in topuğunu yakalamış olduğu için Yakub adını almıştır. Diğer adı da İsrail'dir ki, israiloğullarının atası-dır.

Anlatıldığına göre İshali (a.s.), îso'yu ilk çocuğu olduğundan ötürü Yakub'dan daha çok severmiş. Anaları Refka ise, daha sonra doğduğu ve dolayısıyla daha küçük olduğu için Yakub'u daha fazla severmiş.

Derler ki: İshak (a.s.) yaşlanıp da gözlerinin feri zayıflayınca, gün­lerden bir gün oğlu îs'e canının nefis bir yemek çektiğini söylemiş. "Git, benim için bir hayvan avlayıp pişir de, ömrüne ve malına bereket katıl­ması için sana dua edeyim." demiş.

İs, avcı bir kimseydi. Babasının arzusunu yerine getirmek için ava çıktı. Bu arada anası Refka, îs'in kardeşi Yakub'a seçme hayvanların­dan iki oğlak keserek, babasının arzuladığı yemeği hazırlamasını, kardeşi İs birşey getirmeden onun hemen bu yemeği babasına takdim etmesini tenbihledi ki, babası, İs'e dua edeceğine Yakub'a dua etsin. Refka bu tenbihatı yaptıktan sonra kalkıp Yakub'a İs'in elbisesini giy­dirdi. Boğazına ve pazulanna da oğlakların derilerini yapıştırdı. Çünkü İs'in vücudu çok kıllıydı, ama Yakub'un ki Öyle değildi. Yakub oğlakları kesip yemeği hazırladı,getirip babasına sundu. "Sen kimsin?" diye so­runca, "Ben senin oğlunum." dedi. Böyle deyince babası îshak onu ku­cakladı, bağrına bastı, eliyle vücudunu araştırdı ve:"Ses Yakub'un sesi, ama vücut ve elbise İs'in vücudu ve elbisesi." dedi. Yemeği yedikten son­ra ona kardeşleri arasında kadri yüce , otoriter, sözü dinlenir, halkı ta­rafından da itaat edilen biri olması, rızkının ve neslinin bereketi için dua etti.

Yakub babasının yanından çıktıktan sonra kardeşi İs babasının is­tediği yemeği hazırlamış olarak geldi. Yemeği takdim edince de babası îshak:"Oğlum bu da nesi?" diye sordu. Is "Arzulamış olduğun yemektir, babacığım!" diye cevap verdi. Babası: "Biraz önce yemek getirmiş, ben de yeyip senin için dua etmemiş miydim?" dedi. Bunun üzerine İs: "Ha­yır vallahi" dedi ve kardeşinin atak davranarak kendisinden önce ye­mek getirdiğini anladı; içi, kardeşi Yakub'a karşı öfke ve hınçla doldu. Anlatıldığına göre kardeşine, "Babamızın vefatından sonra seni Öldürürüm." diye tehdit savurmuştu. Yemeği yedirdikten sonra babası­nın kendisi için de dua etmesini istemişti. Babası onun iç^ıi de dua etti. Soyunun yeryüzünde hükümran olması, rızık ve ürünlerinin bereketi için dua etti.

Anaları, İs'in Yakub'u ölümle tehdit ettiğini duyunca oğlu Yakub'a Harran'da yaşamakta olan kardeşi ve Yakub'un da dayısı olan Laban'm yanma gitmesini, kardeşi İs'in Öfkesi yatışmcaya kadar orada kalması­nı, Laban'm kızlarından biriyle evlenmesini tavsiye etti. Kocası İshak'tan da Yakub'a bu yolda tavsiyede bulunmasını, ona dua etmesini istedi. Kocası da isteğine uydu.

Yakub (a.s.) da o gün akşam vakti yola çıktı. Yolda gece bastırınca bir yerde uyudu. Bir taşı alıp yastık gibi başının altına koydu ve uzanıp uykuya daldı. Rüyasında yerden göğe doğru uzanan bir merdiven gör­dü. Bazı melekler merdiven üzerinde inip çıkıyorlardı. Kutlu ve Yüce Rab da ona hitaben şöyle diyordu.: "Seni mübarek kılacak ve soyunu ço­ğaltacağım. Üzerinde bulunduğun bu yerleri sana ve senden sonra ha-leflerine vereceğim."

Uykudan uyandığında gördüğü rüyadan ötürü sevindi. Ailesine sa­limen döndüğü takdirde, uyuduğu şu yerde onur ve üstünlük sahibi Allah için bir mabed inşa etmeyi, buralardan elde edeceği ürünün onda birini Allah için vermeyi adadı. Sonra, yastık olarak kullandığı taşı, da­ha sonra tanıyabilmek için yağladı. Taşın bulunduğu yere "Allah'ın evi" adını verdi. Orası, bugün Mescid-i Aksa 'nın bulunduğu yerdir. İleride de anlatılacağı gibi, Mescid-i Aksa'yı Yakub (a.s.) inşa etmiştir.[15]

Yakub (a.s.) Harran'da yaşamakta olan dayısının yanma geldiğin­de dayısının iki kızı olduğunu gördü. Büyüğünün adı Leyya, küçüğü-nünkü ise Rahil idi. Rahil, hüsn-ü cemal sahibi güzel bir kızdı. Yakub bu kıza talib oldu. Dayısı yedi yıl süreyle davarlarını otlatması şartıyla bu kızım kendisine vereceğini va'd etti. Yakub yedi yıl çobanlık etti. Süre geçince etrafdaki insanlar dayısına, "Haydi bakalım kızını Yakub'a ver." dediler. Dayısı geceleyin büyük kızı Leyya'yı Yakub'un gerdek oda­sına soktu. Leyya çirkin görünümlü ve gözlerinin feri zayıflamış bir kız­dı. Sabah olunca Yakub bir de gördü ki, Leyya ile evlenmiş. Dayısına "Beni aldattın. Ben senden Rahil'i istemiştim." dedi. Dayısı ona dedi ki:"Evde büyük kız dururken küçüğünü kocaya vermek bizde âdet değildir. Ama Rahil'i seviyorsan yedi yıl daha bana çobanlık et. Onu da sana veririm." Bunun üzerine Yakub (a.s.), dayısına yedi yıl daha ço­banlık etti. Süre dolunca Rahil'i de aldı. Onunla da gerdeğe girdi. Onla­rın dininde bir erkeğin iki bacıyla bir arada evli bulunması caiz idi. Bu uygulama daha sonra Tevrat şeriatı ile nesh edildi. Yalnız bu bile, bu hususta neshin vukubulduğuna dair yeterli bir delildir. Çünkü Ya­kub'un böyle bir evlilik yapmış olması, bunun mubah ve caiz olduğuna delâlet etmektedir. Zira o masumdur. Yakub'un dayısı Laban, her iki kı­zma birer cariye hediye etmişti. Leyya'ya hediye ettiği cariyenin adı Zülfa, Rahil'e hediye ettiği cariyenin adı ise Belha idi.[16]

Cenâb-ı Allah Leyya'mn kusur ve eksikliğini, kendisine evlat vere­rek telafi edip güzelleştirdi. Kocası Yakub'a ilk olarak Rabil'i doğurdu. Sonra Şem'on, Lavi ve Yahoza'yı doğurdu. Rahil hamile kalamadığı için onu kıskandı. Cariyesi Belha'yı kocası Yakub'a hediye etti. Yakub da Belha ile gerdeğe girdi. Hamile kalan Belha Yakub'a bir erkek çocuk do­ğurdu. Adını Dan koydular. İkinci kez hamile kaldı. Yine bir erkek ço­cuk doğurdu. Onun adını da Niftali koydular. Bunu gören Leyya da cari­yesi Zülfa'yı kocası Yakub'a hediye etti. Bu da Cad ve Esir adlarında iki erkek çocuk doğurdu. Sonra Leyya tekrar hamile kaldı ve beşinci bir er­kek çocuğu daha doğurdu. Adını İsahir koydular, bundan sonra doğur­duğu altıncı erkek çocuğuna Zabilan adını verdiler. Son olarak da Dina adlı bir kız çocuğu doğurdu. Böylece Yakub'dan toplam olarak yedi çocu­ğu doğmuş oldu.

Sonra Rahil, Allah'a dua ederek kendisine Yakub'dan bir erkek çocuk kazandırmasını diledi. Allah onun yakarışını duydu ve duası­na icabet etti de Rahil, Allah'ın peygamberi Yakub'dan hamile kaldı. Kocasına şerefli, ulu, güzel ve hüsn-ü cemal sahibi bir erkek çocuk do­ğurdu, adım da Yusuf koydu.

Bütün bunlar olup biterken onlar Harran'da ikamet ediyorlardı. Yakub, dayısının iki kızıyla evlendikten sonra altı yıl daha ona çobanlık etti. Böylece dayısının yanında yapmış olduğu çobanlık süresinin topla­mı yirmi yılı bulmuştu. Yakub, dayısı Laban'dan baba ocağına dönmek için artık kendisine izin istedi. Dayısı: "Senin sayende malım bereket­lendi. Malımdan dile ne dilersen." dedi. Yakub da: "Davarlarının bu se­ne doğuracakları alaca renkli yavruları, beyaz renkli olup da üzerinde siyah benekler bulunan, siyah renkli olup üzerinde beyaz benekleri bu­lunan yavruları, ayrıca doğacak olan beyaz renkli ve boynuzsuz oğlakla­ra bana verirsin." deyince, dayısı "Evet..." karşılığını verdi.

Bu anlaşmayı duyan dayısı oğullan davarların yanma koşup bu ev­saftaki koç ve tekeleri sürüden ayırıp üç gün uzaklıktaki bir mesafeye götürdüler İd dişi hayvanlar bu nitelikteki yavrulara gebe kalmasınlar.

Onların bu oyunlarım boşa çıkarmak için Yakub (a.s.)'da badem ağacından değnekler edinip kabuklarım enlemesine, siyah-beyaz şerit­ler bırakacak şekilde soydu. Bu benekli değnekleri, davarların su içme­ye gelirken geçtikleri yollara dikti ki bunları gören hayvanlar ürküp ka­çışsınlar ve karini arın daki yavruları da hareketlenip bu benekli değ­neklerin rengini alsınlar. Bu harikulade bir durum olup, mucizeler zin­cirinde bir halka olarak yerini alacaktı.

Neticede Yakub (a.s.)'un bir çok davar, binek ve köleleri oldu. Dayı­sının ve oğullarının yüzlerindeki çizgiler, ona karşı değişik bir şekil al­dı. Ondan sıkılır gibi olmuşlardı.

Cenab-ı Allah , Yakub (a.s.)'a, babasının ve kavminin yurduna dönmesini vahyetti; kendisiyle beraber olacağını ona va'detti. Yakub bu meseleyi ailesine açtı, onlar da kendisine hiç tereddüt etmeden muvafa­kat ettiler. Ailesi ve malıyla birlikte göçünü yükleyip yola çıktı. Hanımı Rahil, babasının putlarını da çalarak beraberinde getirmişti. Harran'ın sınırlarını aşıp kenti geride bıraktılarında dayısı ve kayınpederi Laban, adamları ile birlikte'gelerek onlara kavuştu. Kavuşur kavuşmaz, ken­disine haber vermeden yola çıktıkları için Yakub'u kınadı: "Bana bilgi vermeniz gerekmez iniydi? Sizi tören, şenlik ve davulla uğurlar, kızla­rım ve torunlarımla vedalaşırdık. Hem niye putlarımı aldınız?" dedi. Putlarından haberi olmayan Yakub (a.s.), put falan almadıklarını söy­ledi. Kayınpederi ve dayısı Laban, kızları ile cariyelerinin yanına gidip eşyalarını kontrol etti; bir şey bulamadı. Yakub'un hanımı Rahil, baba­sının putlarım devenin semeri altına gizlemişti. Kendisi de devenin üs­tünde idi. Babasının putları araması esnasında "Aybaşı halindeyim." diyerek özür beyan etmiş ve deveden inmemişti. Babası da bu mazere­tinden "dolayı ona birşey diyememiş ve deveden indirememişti. Bu arada iki taraf CeTad tepesinde bir anlaşma yaptılar: Yakub, dayısının kızla­rım horlamıyacak ve onların üzerine kuma getirmeyecekti. Ne Yakub,ne de kayınpederi Laban, bu tepeyi geçip birbirlerinin mıntıkasına gir­meyeceklerdi. Cel'ad tepesinde bir yemek yapıp hep birlikte yediler; bir­birleriyle veda'laştıktan sonra herkes kendi beldesine döndü. Yakub (a.s.), Sair toprağına yaklaştığında melekler kendisini karşılayarak, memleketine kavuşmuş olduğunu kendisine müjdelediler. O da kendi­sine yumuşak davransın ve alçak gönüllü olsun, diye. kardeşi İs'e ulak gönderdi. Ulak, Yakub (a.s)'a döndü ve İs'in, atma binerek dörtyüz adamla birlikte kendisine doğru geldiği haberini verdi. Yakub bu haberi duyunca korktu ve kardeşi İs'in şerrinden kendisini koruması için Al­lah'a el açtı, yalvarıp yakardı. Kendisine vermiş olduğu sözü Rabbine hatırlattı; O'nun huzurunda boyun büküp çokça dua etti. Kardeşi İs için de büyük hediyeler hazırladı. Hediyeleri şunlardı: 200 koyun, 200 keçi, yirmi teke, yirmi koç, otuz sütlü deve, kırk inek, on öküz, on katır, on eşek. Kölelerine, bu hayvan sınıflarını ayrı ayrı sürüler halinde yürüt­melerini, her sürü arasında belli bir boşluk bırakmalarını, İs ile karşılaştıklarında ve İs: "Sen ve beraberindeki bu mallar kime aitsi­niz?" diye sorduğunda, "Ben, Yakub'a aitim. Beni ve bunları efendim İs'e hediye etti." diye cevap vermelerini, her sürünün başındaki sorum­lusunun hep aynı şekilde konuşmasını, ve, "Yakub da ardımızdan geli­yor." diye İs'e haber vermelerini emretti. Yakub (a.s.), iki zevcesi, zevce­lerinin cariyeleri ve on bir oğluyla birlikte, o hediyelik sürülerle köleler­den tam iki gece sonra geldi. Beraberindekileri geceleyin yürütüyor, gündüzleyin gizliyordu. İkinci gece fecir vakti olduğunda, erkek kılığın­da bir melek ile karşılaştı. Yakub onu insan sanarak, altetmek için onunla boğuştu. Rivayete göre onu yendi. Ancak melek onun kalçasına bir darbe vurduğu için Yakub (a.s.) topalladı. Tanyeri ağardığında me­lek ona: "Adın nedir?" diye sordu. O da: "Yakub'tur." diye cevap verince melek: "Bu günden sonra seni sadece İsrail adıyla çağırmak yaraşır." dedi. Yakub ona: "Sen kimsin, adın nedir?" diye sorar sormaz o gidince, onun bir melek olduğunu anladı. Bacağı aksakîaştığından dolayı, Ya­kub (a.s.)'un soyundan gelen İsrailoğullan, hayvanın uyluğundan ayak bileğine kadar uzanan damarı yemezler, etten ayırıp atarlar.

Yakub uzaklara baktı. Kardeşi İs'in dörtyüz piyade ile kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Aile efradının önüne geçerek, karde­şini karşılamaya çıktı. Ağabeyini görünce de huzurunda yedi defa secde etti. O zamana göre büyükler böyle selamlanır di. Dinlerine göre bu meş­ru idi. Nitekim melekler de selamlamak ve tebrikatta bulunmak ama­cıyla Adem (a.s.)'e secde etmişlerdi. Kardeşleri ve babası da Yusuf (a.s.)'a secde etmişlerdi ki, yeri geldiğinde bu meseleyi genişçe ele alaca­ğız.

İs, Yakub'u görünce kendisine yaklaştı. Kucaklayıp bağrına bastı, öpüp ağladı. Gözünü kaldırıp, Yakub'un eşlerine ve çocuklarına baktığında ona, "Bunları da nerden buldun?" diye sordu. Yakub da: "Allah bunları senin kölene bahşetti." diye cevap verdi. İki cariyesi, çocuklarıy­la birlikte Is'e yaklaşıp huzurunda secdeye kapandılar. Öte yandan Ya-kub'un ilk eşi Leyya ve oğlu beri gelip secdeye kapandı. Ardısıra ikinci eşi Rahil, oğlu Yusuf la birlikte beri gelerek secdeye kapandılar. Yakub (a.s.), hediyesini kabul etmesini kardeşi İs'den İsrarla rica etti. O da ka­bul etti.

İs, geri dönüş yoluna koyuldu. Yakub da aile efradı ve beraberindeki köleler, davarlar ve diğer hayvanlarla birlikte ağabeyinin arkasından gitti. Sair dağlarına doğru yol alıyorlardı. Sahor denen yere vardıkların­da, orada kendisi için bir ev yaptı. Bir süre orada kaldı. Sonra Kudüs'e bağlı Şahmı köyüne uğradı, orada 100 koyun vererek Ben Cemor'un tar­lasını satın aldı. Çadırını o tarla içine kurdu. Orada bir mabed inşa etti. Mabedin adını da "II" koydu. II, İsrail tanrısı demekti. Cenâb-ı Allah, ilahî daveti yayması için orada bir tapmak yapmasını emir buyurmuş­tu. Yaptığı tapmak, bugün Kudüs'teki Mescid-i Aksa'dır. Kendisinden sonra Hz. Süleyman bu mescidi onarmıştı. Burası, daha önce Yakub, (a.s.)'un Harran'a giderken uyuduğu ve başının altına yastık olarak koyduğu işaretli taşın bulunduğu yer idi ki, bunu önceki sayfalarda an­latmıştık.

Bu arada Ehl-i Kitap kaynakları Yakub (a.s.)'un zevcesi Leyya'dan doğan kızı "Dina" ile ilgili bir hadiseyi anlatırlar. Cemoroğlu Şahim bu kızı kaçırıp kendi evine götürmüş, sonra da onu, babası Yakub'dan ve kardeşlerinden, kendisiyle evlendirmelerini istemiş. Ancak Dina'nın kardeşleri onlara: "Ailece tümünüz sünnet olursanız bacımızı size veri­riz. Birbirimize hısım oluruz. Yoksa sünnetsiz kimselerle biz hısım olmayız." demişlerdi. Onlar da bu şartı kabul ederek sünnet olmuşlardı. Sünnet oluşlarının üçüncü gününde kesim yerindeki acı şiddetlenmiş, kendilerinden geçmişlerdi ki, tam o anda Yakub'un oğullan saldırarak hepsini baştan sona kırıp geçtiler. Kafirliklerinin yanısıra, işledikleri fiilin çirkinliğinden ötürü Şahim ile babası Cemor'u da öldürdüler. Tap­makta oldukları putlarını da parçaladılar. Mallarını ganimet olarak al­dılar.

Bilahare Yakub'un ikinci hanımı Rahil hamile oldu, Bünyamin'i dünyaya getirdi. Çok şiddetli doğum sancıları çektiği için, bu çocuğunun doğumundan hemen sonra öldü. Yakub onu Efras denen yere defnetti.

Yakub'un on iki erkek evladı vardı: Robil, Şemon, Lavı, Yahoza, İsa-hir ve Zabilon, Leyya hatundan; Yusuf ile Bünyamin, Rahile hatundan; Dan ile Niftalî, Rahil'in cariyesinden; Cad ile Esir de Leyya hatunun ca­riyesinden doğmuşlardır. Allah'ın selamı üzerlerine olsun.

Yakub, babası İshak'm yanma geldi. Onun yaşamakta olduğu Habron köyünde ikamet etti. Habron, İbrahim peygamberin de medfun bulunduğu bir köy olup Kenan ilinde bulunmaktadır. Sonra îshak (a.s.) hastalandı, 182 yaşındayken vefat etti. Oğulları İs ile Yakub, kendisim İbrahim peygamberin gömülü bulunduğu mağaraya defnettiler. Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi, o mağarayı Hz. İbrahim satm almıştır. (Yahudiler'in Ahd-i Kadim'inde anlatılan bu mevzulara Islâmı kay­naklar değinmemektedirler.) [17]

 

İsrail (Yakub)İn Sağlığında Meydana Gelen Hayret Verici Olaylar Ve Rahîl Hatunun Oğlu Yusuf Peygamber

 

Cenâb-ı Allah, Hz. Yusuf tan ve onun karşılaştığı durumlardan bahseden bir Sûre-i Kur'âniyye inzal buyurmuştur ki, bu sûrede anlatı­lan hikmetli işler, adab, Öğüt ve tavsiyeler üzerinde iyice düşünülüp ib­ret alınsın.

"Elif-Lam-Râ. Bunlar, apaçık kitabın ayetleridir. Biz onu, anlayası-nız diye, Arapça okunmak üzere gönderdik. "Ey Muhammedi Biz bu Kur'an'ı vahyederek, kıssaları sana en güzel şekilde anlatıyoruz. Oysa daha Önce sen bunlardan habersizdin." (Yûsuf, 1-3.)

Kur'ân-ı Kerîm'in bazı sûrelerinin başında bulunan heca harfleri (hurûf-u mukattaa) ile ilgili olarak, Bakara sûresinin baş taraflarında gerekli açıklamayı vermiştik. Bu konuyu daha iyi öğrenmek isteyen, îbn Kesir Tefsirinin Bakara sûresine müracaat etsin. Ancak burada kı­sa bir açıklama yapmamız gerekiyor. Şöyleki: Cenâb-ı Allah, kulu ve şe­refli elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e açık bir Arap diliyle indirmiş oldu­ğu, manası net ve vazıh bir şekilde anlaşılabilen, akıllı ve zeki olan her­kesin anlayabileceği kutsal kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i övüyor. O, gökten inen kitapların en şereflisi olup, meleklerin en şereflisi Cebrail tarafın­dan, yaratıkların en şereflisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e, en şerefli bir za­manda ve en şerefli bir mekanda, en fasih bir dil ve en açık bir beyan ile indirilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de geçmişin haberlerinden veya gelecekten bahse­dilirken, en güzel cümleler ve en açık ifadeler kullanılır. İnsanların, üzerinde ihtilafa düştükleri hususlarda gerçek ortaya konulur; batıl yok edilir, çürütülür ve reddedilir.

Kur'ân-ı Kerîm'de emir ve yasaklardan söz edilirken kanunların en adaletlisi ve gidilecek yollarla, uygulanacak yöntemlerin en belirgini anlatılıp gösterilir. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki:

"Rabbinin sözü, doğruluk ve adaletle tamamlandı." (ei-En'âm, 115.)

Yani Rabbinin sözü, haberlerde doğruluk, emir ve yasaklarda da adaletle tamamlandı. İşte bu sebeple Rabbimiz buyurmuş ki: "Ey Muhammed! Biz bu Kur'an'ı vahyederek, kıssaları sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Oysa daha önce sen bunlardan habersizdin." (Yûsuf, 3.)

"Ey Muhammed! İşte sana da buyruğumuzla Cebrail'i gönderdik. Sen kitab nedir, iman nedir önceleri bilmezdin. Fakat biz onu, kulları­mızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerde olanlar, yerde olanlar kendisinin olan Allah'ın yolunu, doğru yolu göstermektesin, iyi bilin ki işler sonun­da Allah'a döner. " (eş-şura, 52-53.)

"Ey Muhammed! Geçmiş olayları sana böyle anlatırız. Katımızdan sana da bir kitap verdik. Kim ondan yüz çevirirse bilsin ki, o, kıyamet günü bir günah yükü yüklenecektir. Devamlı, sırtlarında kalacak bu yük, kıyamet günü onlar için ne kötüdür!" (Tâ-Hâ, 99-101.)

Yani bu Kur'an'dan yüz çevirip başka kitaplara uyan kimse, bu teh­didin muhatabı olur. Nitekim müminlerin emiri Hz. Ali'den-rivayet edi­len bir hadis-i şerifte ^öyle buyurulmuştur:

"Kur'an'dan başka yerde hidayet arayan kimseyi Allah sapıklığa düşürür!" (Tirmizî).

İmam, Ahmed b. Hanbel, Cabir (r.a.)'den rivayet etti ki, Hz. Ömer (r.a.), Ehl-i Kitaptan elde etmiş olduğu bir kitap ile Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanına geldi. Kitabı ona okudu. Rasûlullah (s.a.)'da öfkelendi ve şöyle buyurdu: "Buna hayret mi ediyorsunuz, ey Hattab'm oğlu? Nefsim kud­ret elinde bulunan (Allah)a andolsun ki, ben size onu (Kur'an'ı) saf ve bembeyaz olarak getirdim. Ehl-i Kitap'tan bir şey sormayın. (İcabında) size hakkı haber verirler, siz onu yalanlarsınız. Size batılı haber verir­ler, siz onu tasdik edersiniz. Nefsim kudret elinde bulunan (Allah)a an­dolsun ki, Musa hayatta olsaydı, bana tabi olmaktan başka seçeneği ol­mazdı."[18]

Bir başka rivayette de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Nef­sim kudret elinde bulunan (Allah)a andolsun ki, Eğer Musa (a.s.) ara­nızda olsaydı ve sonra siz ona tabi olup beni bir aks aydınız, mutlaka sa­pıklığa düşerdiniz. Ümmetlerden siz benim payımsınız; peygamberler­den de ben sizin paymızım."[19] Bu hadisin rivayet yollarını ve lafızlarım, İbn Kesir Tefsirinde, Yûsuf sûresinin baş t ar afi arında naklettim.

O rivayetlerden birinde anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.) ce­maate hitab etmiş ve hutbesinde şöyle buyurmuş: "Ey İnsanlar! Kap­samlı manalar ifade eden, özlü sözler bana verildi. Bunları saf, arı ve bembeyaz bir halde size getirdim. Bunlarda şaşkınlığa kapümayasınız! Şaşkınlığa düşenler de sizi aldatmasınlar!"

Evet, böyle buyurduktan sonra da, Ehl-i Kitap'tan elde edilmiş olan sahifenin kendisine verilmesini emretti. O sahifeyi harf harf imha etti:

«Yusuf babasına: "Babacığım! Rüyamda on bir yıldız, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm." demişti. Babası şunları söyledi: "Oğul­cuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar. Zira şeytan, insanın apaçık düşmanıdır. Rabbin seni böylece rüyandaki gibi seçecek, sana rüyaları yorumlamayı öğretecek; daha önce, ataların İb­rahim ve İshak'a nimetlerini tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Doğrusu, Rabbin bilir, Hakîm'dir."» (Yûsuf, 4-6.)

Önceki sayfalarda anlattığımıza göre Yakub (a.s.)'un on iki erkek evladı vardı ki, onların adlarını da saymıştık. İsrailoğullarının kolları ve zürriyetleri tümüyle bunlara mensuptur. Yakub'un on iki oğlunun en şanlısı ve ulusu, Yusuf idi. Bazı âlimlere gÖı*e bu on iki kardeş içinde Yu­suf tan başka peygamber yoktur. Yusuf un kardeşlerinden hiçbirine va­hiy inmiş değildir. Onların yaptıkları işlerle söyledikleri sözler hakkın­da bu kıssada anlatılanlar, onların peygamber olmadıkları görüşünü teyid ediyor.

«"Allah'a, bize indirilene, îbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve esbat'a indirilene iman ettik" de.» (Âi-i îmrân, 84.)

Bu ayet-i kerimeyi delil olarak ileri sürüp, Yusuf un kardeşlerinin, ayet-i kerimede geçen esbat kapsamına girdiğini söyleyerek peygamber olduklarına inananların istidlalleri, kuvvetli bir istidlal değildir. Çün­kü ayette geçen esbat kelimesinden kasıt, İsrailoğullarının kolları, ka­bileleri ve semavi vahye muhatab olmuş içlerindeki peygamberlerdir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Yusuf sûresinde kardeşlerinin adından değil de sadece Yusuf un adından bahsedilmiş olması, kardeşleri ara­sında sadece onun peygamberlikle özellendiği görüşünü teyid etmekte­dir. İmam Ahmed b. Hanbel'in, İbn Ömer'den rivayet etmiş olduğu şu hadis bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

«Şereflioğlu Şereflioğlu Şereflioğlu Şerefli İbrahimoğlu İshak oğlu Yakub'un oğlu Yusuf.."[20]

Müfessirler ve tarihçilerin anlattıklarına göre Yusuf (a.s.), henüz bulûğ çağına ermemiş bir çocuk iken, rüyasında on bir yıldızın (bu, onun on bir kardeşine işarettir), güneş ile ayın (bu babasıyla anasına işaret­tir) kendisine secde ettiklerini görmüştü. Bundan ürküntü de duymuş­tu. Uyandığında, rüyada gördüklerini babasına anlatmıştı. Babası onun dünyada ve ahirette yüce bir makama ve yüksek bir mertebeye ulaşacağını, böyle bir makam sahibi olması dolayısıyla da babasının ve kardeşlerinin kendisine saygı göstereceklerini, önünde eğileceklerini anladı. Kendisini kıskanmasınlar, çeşitli komplikasyonlarla ona tuzak kurup başına türlü gaileler getirmesinler diye bu rüyasını kardeşlerin­den gizlemesini ve onlara anlatmamasını Yusuf a emretti. Bu da Yu­suf un kardeşlerinin peygamber olmadıklarını gösteriyor. Bu nedenle bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"İhtiyaçlarınızı gidermek için, ihtiyacınızı gizleyerek avantaj sahi­bi olun. Çünkü nimet sahibi olan. herkes başkalarınca kıskanılır."[21] Ehl-i Kitap kaynaklarında nakledildiğine göre Yusuf (a.s.), gördüğü rüyayı, babasının yanısıra kardeşlerine de anlatmıştır ki, bu yanlıştır.

"Rabbin seni böylece seçecek." Bu rüyayı sana gösterdiği gibi, rüya­nı gizlediğin takdirde, seni çeşitli lütuflara mazhar kılacak ve rahmeti­nin cilvelerini gösterecektir. Böylece, "Rabbin sem seçecek ve" başkala­rının anlayamadıkları, "Rüyaları yorumlamayı sana öğretecektir. Da­ha önce ataların İbrahim ile İshak üzerinde tamamladığı gibi" sana va­hiy göndererek, "Senin üzerinde" senin sebebinle kendilerine dünya ve ahiret hayrım vererek, "Yakub ailesi üzerinde de nimetini tamamlaya­caktır." Yani Rabbin-baban Yakub'a, deden İshak'a, büyük deden İbra­him'e verdiği gibi sana da peygamberlik vererek in'am ve ihsan da bulu­nacaktır. "Şüphesiz senin Rabbin bilendir, hikmet sahibidir."

Bir başka ayette de «Allah, risaletini nereye bırakacağını daha iyi bilir.» diye bu vurulmaktadır; (ei-En'am, 124.)

İşte bu sebepledir ki, Rasûlullah (s.a.v.)'a, insanların en üstünü kimdir? diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

«Halilullah oğlu, Allah peygamberinin oğlu Allah peygamberinin oğlu, Allah peygamberi Yusuf tur."'

İbn Cerir et-Taberiile îbn Ebi Hatîm, tefsirlerinde, Cabir (r.a.)'den şöyle bir rivayette bulunmuşlardır: «Büstanetü'l-Yehud adıyla bilinen bir adam Rasûlullah (s.a.v.)'m yanına geldi ve şöyle dedi: "Ya Muham-med! Yusuf un, rüyasında kendisine secde ettiklerini gördüğü yıldızla­rın adlarını bana bildirir misin?" Peygamber (s.a.v.) bir süre sustu, ce­vap vermedi. Nihayet Cebrail inerek ona yıldızların adlarını bildirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) ona haber salıp huzuruna çağırttı. Gelince de ona: "O yıldızların adlarını sana söylersem iman eder misin?"' diye sordu. Evet, deyince Rasûlullah (s.a.v.) ona cevaben dedi ki: "Adları şöyledir: Cüryan, Tank, Ziyal, Zülketfan, Kabis, Vesab, Amudan, Fey-lak, Musbih, Daruh, Zülfer' Ziya ve Nûr."

Yahudi dedi ki: "Evet.. Vallahi, bu saydıkların o yıldızların'adları­dır."

Ebu Ya'lâ'nın bildirdiğine göre Yusuf (a.s,), rüyasını babasına anla­tırken, babası kendisine şöyle demiş: "Bu darmadağın bir iş.. Bunu Al­lah bir araya getirip düzene sokacaktır." Rüyada gördüğü güneş, baba­sı; ay ise, anasıdır.[22]

«Andolsun ki, Yusuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibret­ler vardır. Kardeşleri: "Biz birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz halde, babamız, Yusuf u ve kardeşini daha çok seviyor. Doğrusu, baba­mız apaçık bir sapıklık içindedir. Yusuf u öldürün veya onu bir yere bı-rakıverin ki, babanız size kalsın; ondan sonra da iyi kimseler olursu­nuz." dediler. İçlerinden biri: "Yusuf u öldürmeyin, onu bir kuyunun de­rinliklerine bırakın. Böyle yaparsanız yolculardan onu bulup alan olur." dedi.» (Yûsuf, 7-10.)

Cenâb-ı Allah bu kıssada yer alan ayet, hikmet, öğüt, delâlet ve bey-yinelere dikkat çekmektedir. Sonra da kendileri birbirlerine bağlı bir topluluk oldukları halde babalarının Yusuf ile Öz kardeşi Bünyamin'i kendilerinden daha fazla sevmesini kıskanışlarını anlatmakta ve şöyle dediklerini bildirmektedir: Oysa biz, Yusuf ile öz kardeşine oranla baba­mızın sevgisine daha fazla layıkız. "Doğrusu, babamız apaçık bir sapık­lık içindedir." Sevgide bize karşı o ikisini öne almakla, yanlış bir yola sapmaktadır.

Böyle dedikten sonra da, babaları sırf kendilerine kalsın, sadece kendilerini sevsin diye Yusuf u öldürmek veya geri dönemeyeceği uzak bir yere bırakmak konusunda birbirleriyle müşavere yapmaya başladı­lar. Onu öldürdükten veya uzaklaştırdıktan sonra tevbe edip iyi insan­lar olacaklarını da tasarlıyorlardı. Yusuf u öldürmek üzerinde görüşler ağır basınca "İçlerinden biri dedi ki" Bu biri, tefsirci Mücahid'e göre Şe-mün; Süddî'ye göre Yahoza; Katade ile Muhammed b. İshak'a göre kar­deşlerin en büyüğü Robil'dir. Evet.. Bu dedi ki: "Yusufu öldürmeyin. Onu bir kuyunun derinliklerine bırakın. Böyle yaparsanız, yolculardan onu bulup alan olur." Benim bu teklifim, onu öldürmeye ve sürgün etme­ye göre akla daha yatkındır. Sonuçta hepsi bu teklifi kabullendiler. Bu­nu gerçekleştirmek için babalarının yanma geldiler.

«"Ey babamız! Yusuf un iyiliğini istediğimiz halde, onu niçin bize emniyet etmiyorsun? Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oyna­sın; biz onu koruruz." dediler. Babaları: "Onu götürmeniz beni üzüyor, siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkuyorum." dedi. "An-dolsun ki, biz kuvvetli bir toplulukken kurt onu yerse, biz aciz sayılırız." dediler.» (Yûsuf, 11-14.)

Babalarından, kardeşleri Yusufu kendileriyle birlikte göndermesi­ni istediler. Onun da kendileriyle birlikte gezip oynamasını ve açılması­nı istediklerini söylediler, ama Allah'ın bildiği asıl amaçlarını gizledi­ler. Yaşlı babalan-Allah'm salat-ü selâmı üzerine olsun- dedi ki: Günün bir anında dahi ondan ayrı kalmak bana zor geliyor. Kaldı ki sizin oyun­la veya kendi durumunuzla meşgul olurken kurdun gelip onu yemesin­den; siz farkında olmadığınız ve kendisi de küçük olduğu için kurda kar­şı kendini savunamamasından korkuyorum. "Andolsun ki, biz kuvvetli bir toplulukken kurt onu yerse, biz aciz sayılırız." dediler. Yani o ara-mızdayken kurt gelip onu yerse veya bir toplulukken onu unutup başka

şeylerle meşgul olur da böyle üzücü bir olay meydana gelirse, demek ki biz aciz bir gurup sayılırız, dediler.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre babası, Yusufu kar­deşleri yola çıktıktan sonra peşleri sıra yola çıkarmış; o da yolunu kay­betmiş, adamın biri ona, kardeşlerinin gittikleri yolu göstermiş... Bu da Ehl-i Kitabın ifade yanlışlıklarından biridir. Yakub (a.s.) onu onlarla beraber göndermek istemezken, nasıl olurdu da yalnız olarak yola çıka­rırdı?!.

«Yusufu götürüp bir kuyunun derinliklerine bırakmayı kararlaş­tırdılar. Biz ona, kardeşlerinin bu işlerini kendileri farkına varmadan haber vereceksin, diye vahyettik. Akşam üstü ağlayarak babalarına geldiklerinde: "Ey babamız! İnan olsun biz yarış yapıyorduk; Yusufu eş­yamızın yanma bırakmıştık; bir kurt onu yedi. Her ne kadar doğru söy­lüyorsak da sen bize inanmazsın." dediler. Üzerine başka bir kan bulaş­mış olarak Yusuf un gömleğini de getirmişlerdi. Babalan: "Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi. Artık bana güzelce sabır gerekir. Anlattıkları­nıza ancak Allah'tan yardım istenir." dedi.» (Yûsuf, 15-is.)

Yusufu kendileriyle gönderinceye kadar babalarının peşini bırak­madılar. Israrları sonucunda Yusufu yanlarına katıp gönderdi. Baba­larının yanından ayrılıp gözden ırak olduklarında Yusuf a küfretmeye, söz ve davranışlarıyla onu aşağılamaya başladılar. Onu bir kuyunun di­bine atmaya karar verdiler. Kuyuya attıklarında Cenâb-ı Allah, Yu­suf a vahiy göndererek şu haberi verdi: Bu sıkıntıdan mutlaka kurtulup bir genişliğe kavuşacaksın. Sen yüksek bir makamda hükümran, onlar da sana muhtaç ve senden korkar oldukları bir pozisyondayken, "Kendi­leri farkına varmadan" bu işlerini onlara haber vereceksin.

Ayette geçen "Onlar farkına varmadan" diye meallendirdiğimiz cümlenin manasıyla ilgili olarak Mücahid ve Katade dediler ki: Onlar farkına varmadan, Allah'ın sana vahyetmesi yoluyla bu yaptıklarını bi­lahare sen onlara haber vereceksin.

İbn Abbas (r.a.) ise bununla ilgili olarak şöyle dedi: Onların seni ta-nıyamayacakları bir pozisyondayken sen, bu yaptıklarını onlara haber vereceksin.

Kardeşleri Yusufu kuyuya bırakıp geri dönerlerken gömleğini azı­cık kana bulayıp yanlarına aldılar. Akşamleyin, kardeşlerinin başına gelen beladan ötürü ağlar gibi yaparak babalarının yanına geldiler.

Bu nedenle geçmişlerden bazıları demişler ki: Zulümden yakınan kimsenin ağlamasına aldanma. Ağlamakta olduğunu görmene rağmen zulmetmiş nice kimseler vardır! Yusuf un kardeşlerinin ağlamalarını düşün. Geceleyin, zifiri karanlıkta ağlayarak babalarının yanma gel­mişlerdi. Mazeretlerini beyan etmek için değil de zulümlerini örtbas et­mek için böyle yapmışlardı. "Ey babamız! İnan olsun biz yarış yapıyor-

duk. Yusuf u eşyamızın (elbiseleriraiziıı) yanma bırakmıştık." Yarış es-nasuıda ondan uzak olduğumuz bir anda, "Bir kurt onu yedi. Her ne ka­dar doğru söylüyorsak da sen bize inanmazsın." dediler. Sence her ne kadar itham altında değilsek de. "Bir kurt onu yedi." diye haber verişi­mizi doğrulamıyorsun. Bizi nasıl suçlarsın ki? Kurdun onu yiyeceğin­den korkmuştun. Etrafında bir kalabalık oluşturacağımızdan dolayı kurdun onu yemeyeceğini sana garanti etmiştik. Fakat onu yalnız bıra­kıp yarışa dalmakla da, senin yanında doğru konuşmuş sayılmadık. Hal böyleyken bizi doğrulamamakta haklısın, ey babamız!

Üzerine başka bir (uydurma) kan bulaşmış olarak Yusuf un gömle­ğini de getirmişlerdi."Babalarını, Yusufu kurdun yediğine inandırmak için de, yeni doğmuş bir oğlağı keserek kanından birazım Yusuf un göm­leğine sürdüler. Fakat gömleği parçalamayı unuttular. Yalanın afeti unutmaktır. Üzerlerinde şüphe alametleri belirince, bu mizansenlerine babalan inanmadı; oyunları bozuldu. Çünkü babaları, onların Yusuf a olan düşmanlıklarım ve kıskançlıklarını biliyordu. Allah onu oğulları arasında peygamberlikle mümtaz kılacağından dolayı, küçüldüğünde dahi Yusuf ta ululuk ve mehabet işaretleri görünüyordu. Bu sebeple ba­bası onu diğer oğullanndan daha çok seviyordu. Diğer kardeşleri de bu nedenle Yusufu kıskanmışlardı.

Beraberlerinde götürmelerine izin vermesi için babalannı ikna edince Yusufu alıp götürdüler. Götürür götürmez de onu kuyunun de­rinliklerine attılar. Yaptıklan kötülüğe hepsi fikirbir ligiyle muvafakat etmiş olduklan halde suçlarını örtbas etmek için, akşamleyin ağlaşa-rak babalarının yanma geldiler. Bu sebeple babalan: "Nefsiniz sizi bir iş yapmaya sürükledi. Artık bana güzelce sabır gerekir. Anlattıklannıza ancak Allah'tan yardım istenir." dedi.

Ehl-i Kitap kaynaklannda anlatıldığına göre Yusufu kuyuya at­mayı teklif eden, Robil'dir. Böyle yapmakla da, diğer kardeşlerinden ha­bersiz olarak Yusufu, gelip kuyudan çıkararak babasına iade etmeyi planlamıştı. Fakat kardeşleri Yusufu ondan habersiz olarak, Mısır'a gi­den kervana sattılar. Robil, günün son vaktinde gelip Yusufu kuyudan çıkarmak istediğinde, onu orada bulamayınca feryad-ü figan etti, üze­rindeki elbiselerini parçalayıp yırttı. Öte yandan diğer kardeşleri, bir oğlak yakalayıp kestiler, kanını Yusuf un gömleğine sürdüler. Yakub (a.s.), onlann bu komplosunu öğrenince ağlayıp elbiselerim parçaladı, siyah bir örtüye büründü ve günlerce hüzünlenerek oğlunun yasını tut­tu. Bu cümlelerdeki bozukluk, Ehl-i Kitabın tasvir ve ifade yanlışlıkla­rından kaynaklanmaktadır.

«Bir kervan konup sucularını gönderdiler. Sucu, kovasını kuyuya saldı. "Müjde! İşte bir oğlan!" dedi. Yusufu alıp onu ticarî bir mal olarak sakladılar. Oysa Allah, yaptıklarına bilir. Onu yanlannda alıkoymak

istemediklerinden Ötürü ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.

«Mısır'da onu satın alan kimse karısına: "Ona güzel bak. Belki bize faydası olur, yahut da onu evlad ediniriz." dedi. Biz işte böylece Yusufu o yere yerleştirdik. Ona, rüyaların nasıl yorumlanacağını öğrettik. Al­lah, işinde hakimdir, fakat insanlann çoğu bunu bilmezler. Erginlik ça­ğına vannca ona hikmet ve bilgi verdik. İyi davrananları böyle mükafat-landmnz.» (Yûsuf, 21-22.)

Cenâb-ı Allah, Yusuf un kuyuya bırakıldıktan sonraki durumunu anlatıyor. Şöyle ki: Kuyuya bırakıldıktan sonra Yusuf, Allah'ın kendisi­ne lütfederek bu sıkıntısını giderip genişlik vermesini bekliyordu. O sı­rada bir kervan geldi. Ehl-i Kitap kaynaklannda anlatıldığına göre bu kervanın yükü fiştik, butum ve bademden ibaret olup Şam'dan gelmek­te ve Mısır'a gitmekteydi. Sucularını, su çekip getirmesi için kuyuya gönderdiler. Adam kovayı kuyuya sarkıtınca Yusuf kovaya tutundu. Adam, kovada Yusuf un çıktığını görünce "Müjde! İşte bir oğlan." dedi. Yusufu alıp onu mal olarak sakladılar." O'nu, beraberlerindeki ticaret eşyasından bir köle olarak saydılar. "Oysa Allah, onların yaptıklarım bilir." Yani kardeşlerinin ona karşı düzenledikleri suikasti ve kervancı-lann da onu bir mal olarak gizleyişlerini bilir. Bununla birlikte Cenâb-ı Allah bu meselede büyük bir hikmet, Mısırlılara rahmet ve ezelde tak­dir edilen bir kader bulunduğundan dolayı olayın akışını değiştirmiyor­du. Bu çocuk, esir alınmış bir köle hüviyetiyle Mısır'a girecek, sonra da Mısır'ın idaresini ele alacaktı. Bu çocuk vesilesiyle Allah, Mısırlıları dünya ve ahirette tavsif edilemeyecek derecede sınırsız faydalara ka­vuşturacaktı.

Yusuf un kardeşleri, kervanın gelip Yusufu kuyudan aldığını du­yunca peşlerine düşüp onları yakaladılar ve: "Bu bizim kaçak kölemizdir." dediler. Onu kervana az bir paha ile sattılar. "Onu yanla­rında alıkoymamak için ucuz bir fiyata, bir kaç dirheme sattılar." İbn Mesud, İbn Abbas, Nevfel Bekalî, Süddî, Katade ve Atiyye el-Avfi'ye gö­re onu yirmi dirheme sattılar. O parayı da ikişer dirhem olarak kendi aralannda paylaştılar. Mücahid'e göre yirmi iki dirheme, Muhammed b. îshak'a göre ise kırk dirheme sattılar. Doğrusunu Allah bilir.

"Mısır'da onu satın alan kimse, karısına: "Ona güzel bak. Belki bize faydası olur veyahut da onu evlat ediniriz." dedi.

Bu da Allah'ın Yusuf a bir lütfü, merhamet ve ihsanı idi. Çünkü onu satın alan. kimse, onu kendi aile efradından biri yaparak ona dünya ve ahiretin hayrım vermek istemişti. Anlatıldığına göre onu satın alan, Mısır'ın hazinelerini elinde bulunduran hazine bakanı idi. İbn İshak'm naklettiğine göre onun adı İtfîr b. Ruhayb idi. O zaman Mısır'ın kıra-lı,Amalika kabilesine mensup Reyyan b. Velid adındaki bir şahıstı. Evet.. Yusufu satın alan Mısır azizinin karısının adı, Remayıl kızı Rail

idi. Diğerlerinin nakline göre adı Züleyha idi. Öyle görülüyor ki Züley-ha, onun lakabıdır. Sa'lebî'nin İbn Hişam er-Rifaî'den naklettiğine göre adı, Yunus kızı Feka idi.[23]

Muhammed b. îshak'm, İbn Abbas'tan naklettiğine göre Yusuf u Mısır'a getirip orada satan kişi, Malik b. Za'r b. Nuyet, b. Medyan b. İb­rahim'dir. Doğrusunu Allah bilir.

İbn İshak, İbn Mesud'un şöyle dediğini nakletmiş tir: İnsanların en ferasetlisi üç kişidir: Bunlardan biri, kârısına: 'Yusuf a iyi bak." diyen Mısır azizidir. Diğeri, Hz. Musa için babasına :

"Babacığım! Onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi, bu güçlü ve güvenilir adamdır." diyen, kızdır ki, o da Şuayb peygambe­rin kızıdır. (ei-Kasas, 26.) Bu üç ferasetli kimsenin üçüncüsü de, kendi yeri­ne Hz. Ömer'i halife olarak bırakan Hz. Ebu Bekir'dir. Sonra denildi ki, Mısır azizi onu yirmi dinara satın aldı. Onu ağırlığınca misk, ağırlığınca ipek ve ağırlığınca gümüşle satın aldığım söyleyenler de vardır. Doğru­sunu Allah bilir.

"Biz işte Yusuf u böylece o yere yerleştirdik."

Yani Mısır azizi ile eşine onu takdir ettirdik; ona iyi davranıp itina gösterdiler. O'nu o yere yerleştirdik ki, "Kendisine rüyaların yorumunu öğretelim. Allah, işinde hakimdir." Yani bir işi yapmak istedi mi o işi, kulların anlayamayacağı bazı sebeplere bağlar." Ama insanların çoğu bilmezler."

"Güç ve kuvvet çağına erince ona hikmet ve bilgi verdik. İyi davra­nanları böyle mükafatlandırırız." Bu ayet gösteriyor ki, Yusuf (a.s.), güç ve kuvvet çağma ermeden bu badirelerle karşılaşmıştır. Güç ve kuvvet çağı da, kırk yaş sınırıdır. O yaşlarda peygamberlere, âlemlerin Rabbin-den vahiy gönderilir.

Kişinin güç ve kuvvet çağına hangi yaşlarda vardığı konusunda ih­tilaf edilmiştir. Malik, Rabia, Zeyb b. Eşlem ve Sadî'ye göre kişi, bulûğa ermekle bu çağa da ermiş olur. Said b. Cübeyr'e göre kişi on sekiz yaşma ayak basmakla; Dahhak'a göre yirmi yaşına ayak basmakla; îkrime'ye göre yirmi beş yaşına ayak basmakla; Süddî'ye göre otuz yaşma ayak basmakla; Mücahid ile Katade'ye göre otuz üç yaşına ayak basmakla; Hasen'e göre ise kırk yaşına ayak basmakla güç ve kuvvet çağına da erer. Hasen'in bu görüşünü şu ayet de teyid etmektedir:

"Sonunda güç ve kuvvet çağına erince ve kırk yaşma varınca.." (el-Ahkâf, 15.)

"Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı. Kapıları sıkı sıkı ka­padı ve "Gelsene" dedi. Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a sağımrım, doğrusu, senin kocan benim efendimdir. Bana iyi baktı. Haksızlık ya­panlar, şüphesiz başarıya ulaşamazlar." dedi. Andolsun ki, kadın, Yusuf a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret görmeseydi, Yusuf da onu is­teyecekti. İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Doğrusu, o bizim öz kullarımızdandır. İkisi de kapıya koştu. Kadın, arkadan Yu­suf un gömleğini yırttı; kapının önünde kocasına rastladılar. Kadın, ko­casına: "Ailene 'fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis, ya da can yakıcı bir azab olmalıdır." dedi. Yusuf: "Beni kendine o çağırdı." de­di. Kadın tarafından bir şahid, "Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır; şayet gömleği arkadan yırtıl-mışsa kadın yalan söylemiştir, erkek doğrulardandır." diye şahidlik et­ti.

Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, karışma hi­taben: "Doğrusu, bu sizin tuzağımzdır. Siz kadınların tuzağı büyüktür" dedi. Yusuf a dönerek: 'Yusuf! Sen buna aldırma"; kadına dönerek: "Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suçlusun." dedi.» (Yûsuf, 23-29.)

Cenab-ı Mevla, Mısır azizinin karısının - çok güzel ve zengin olmak­la birlikte - kendisine layık olmayan bir pozisyonda bulunan Yusuf u na­sıl baştan çıkardığını; gençliğinin baharında bulunan o yüksek merte-beli kadının kapıları kendisiyle Yusuf un üzerine nasıl kilitlediğini, ona karşı nasıl hazırlanıp cilvelendiğini, en güzel ve en gösterişli giysilerini giyip süslendiğini anlatıyor. Bütün bunların yanısıra o, bir vezir karı­sıydı. İbn İshak'm dediğine göre o kadın aynı zamanda Mısır hükümda­rı Kral Reyyan'm da kız kardeşiydi.

Evet.. O kadın bütün bu özellik ve niteliklere sahipti. Yusuf da göz alıcı güzelliğe sahip bir gençti. Ancak o, peygamberler sülalesinden bir peygamberdi. Rabbi onu fuhuştan ve kadınların tuzağından kurtarıp korudu. O, necip efendiler efendisi ve yedi seçkin gurubun en üstünü­dür. Bu yedi seçkin gurubun kimler olduğunu Hz. Peygamber şöyle bil­dirmiştir:

"Allah'ın (Arşının) gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı (kı­yamet) gün (ün) de Allah, yedi kimseyi gölgelendirecektir. (Bu yedi kişi şunlardır): Adil imam. Tenhada Allah'ı anıp gözleri yaşaran. Gönlü . mescidlere takılı olan adam. (Bu kişi) mescidden çıktığında, oraya tek­rar dönünceye kadar (gönlü oraya takılı kalır.) Allah rızası için birbirini seven iki adam. Bunlar Allah'ın rızasına uygun olarak bir araya gelir; yine onun rızasına uygun olarak birbirlerinden ayrılırlar. Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde gizleyerek sadaka veren adam. Al­lah'a ibadet ederek yetişen genç. Mevki ve güzellik sahibi bir kadının kendine çağırması durumunda, "Ben Allah'tan korkarım." diyen adam."[24]

Yani o kadın, Yusuf u kendine çağırdı. Bu kötü işi yapmaya şiddetli bir tutkusu da vardı. Fakat Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a sığınırım. Doğrusu, senin kocan benim efendimdir, bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar, şüphesiz başarıya ulaşamazlar." dedi.

"Andolsun ki, kadın, Yusuf a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret görmeseydi, Yusuf da onu isteyecekti." Bu sonuncu ayetin ifade ettiği manayla ilgili olarak, İbn Kesir tefsirinde yeteri kadar açıklama yapmı­şızdır. Müfessirlerin bununla ilgili görüşlerinin çoğu Ehl-i Kitap kay­naklarından alınmıştır. Bu görüşlere değinmemek bizim için daha uy­gun olacaktır. İnanılması gereken şudur ki, Yusuf u Allah korumuş, gü­nahtan uzak tutmuş, fuhşa karşı muhafaza etmiştir. Bu nedenle şöyle buyurmuştur: "İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Doğ­rusu o, bizim öz kullarımızdan dır.»

«İkisi de kapıya koştu." Yusuf, ondan kaçıp kurtulmak için kapıya doğru koştu. Kadın da onu yakalamak için peşinden koştu. "Kapının önünde kocasına rastladılar." Önce kadın söze başlayarak kocasını Yu­suf a karşı kışkırtmak istedi ve kocasına: "Ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis, ya da can yakıcı bir azab olmalıdır." dedi. Kendisi suçlu olduğu halde, Yusuf u suçladı. Namusunu temize çıkar­mak ve lekeden arındırmak istedi. Bunun üzerine Yusuf: "Beni kendine o çağırdı." dedi. Mecburiyet karşısında gerçeği söyleme ihtiyacını duy­du. "Kadın tarafından bir şahit, şahidlik etti." Anlatıldığına göre o şa­hit, beşikteki bir çocukmuş. İbn Abbas ta bu görüştedir.[25]

Bazıları bu şahidin, kadının kocası Kıtfîr'in yakını olduğunu söyler­ken; bazıları da bu şahidin, o kadımn yalanı olduğunu söylemişlerdir. O şahidin beşikteki bir çocuk değil de, tam bir adam olduğunu söyleyenler İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Hasen, Katade,Süddî, Muhammed b. İshak ve Zeyd b. Eşlem gibi zatlardır.

O şahit dedi ki: "Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söyle­miş, erkek yalancılardandır." Çünkü bu takdirde Yusuf kadına saldır­mış olacak, kadın da kendini savunmuş ve Yusuf un gömleğim ön taraf­tan yırtmış olacaktır. "Şayet gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir. Erkek doğrulardandır." Çünkü bu takdirde Yusuf ondan kurtulmak için kaçmış; kadın da onu yakalamak için peşinden koşmuş, elbisesini tutup gömleğini arkadan yırtınıştır.

Yapılan kontrol sonucunda, gömleğin arkadan yırtılmış olduğu gö­rüldü.

"Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, karısına hi­taben: "Doğrusu, bu sizin tuzağınızdır. Siz kadınların düzeni büyük­tür." Yani bu olup bitenler, hep sizin dümeninizin eseridir. Onu baştan çıkarmaya çalışan sensin. Sonra da onu asılsız bir şeyle suçiuyorsun. Kocası sözü değiştirerek: "Yusuf! Buna aldırma." dedi. Yani bu işten kimseye söz etme. Çünkü bu tür işleri gizleyip örtbas etmek daha münasiptir. Karısına dönerek ona da, işlediği bu günahtan ötürü Allah'tan mağfiret dileyip tevbe etmesini tavsiye etti. Kul Allah'a yönelip tevbe ederse. Allah ta onun tevbesini kabul buyurur.

Mısırlılar her ne kadar putlara tapıyor duy salar da, günahları affe­denin veya günahtan ötürü insanı sorgulayanın, ortaksız ve bir Allah ol­duğunu biliyorlardı. İşte bu sebeple kocası o kadına, tevbe etmesini tav­siye etti. Ve bazı bakımlardan onu kınadı. Çünkü kadın, sabredilemeye­cek ve dayanılıp karşı konulamayacak bir durumla yüz yüze gelmişti. Ancak Yusuf, iffetli, ırzı temiz ve nezih bir insandı.

Kadının kocası dedi İd: "Günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suç­lusun."

«Şehirde bir takım kadınlar: "Vezirin karısı, kölesinin olmak isti­yormuş. Sevgisi bağrını yakmış. Doğrusu, onun besbelli sapıtmış oldu­ğunu görüyoruz." dediler. Kadınların kendisini yermesini işitince, onla­rı davet etti; koltuklar hazırladı. Geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf a1. "Yanlarına çık." dedi. Kad.in.lar Yusuf w görünce şaşırıp ellerini kestiler ve: "Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil, ancak bir melektir." dediler. Vezirin karısı: "îşte sözünü edip beni yerdiğiniz bu-dur. Andolsun ki onun olmak istedim. Fakat o,iffetinden dolayı çekindi. Emrimi yine yapmazsa, andolsun ki hapse tıkılacak ve kahre uğrayacak." dedi. Yusuf: "Rabbim! Hapis benim için, bunların istedikle­rini yapmaktan daha iyidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara gönül verir ve cahillerden olurum." dedi. Rabbi onun duasını ka­bul etti ve kadınların tuzağına engel oldu. Zira o, işitir ve bilir.» (Yûsuf, 30-34.)

Cenâb-ı Mevla, şehirdeki bir takım üst düzey yöneticilerinin ve ön­de gelenlerin kadınlarının, vezirin karısını, kendi hizmetçisine aşık ol­masını, bağrının onun sevgisiyle yanıp tutuşmasını, onu kendisine ça­ğırmasını ayıplamalarını anlatıyor. Evet o kadın, Yusuf la aynı merte­bede değildi. Aralarında denklik yoktu. Yusuf, bir köleydi. Şehirdeki ba­zı kadınlar bu nedenle: "Doğrusu, onun besbelli sapıtmış olduğunu görüyoruz." dediler. Yani o, bu işi yerinde yapmamıştır, dediler.

"Kadınların kendisini yermesini işitince.." Kendisini ayıplayıp tah­kir ettiklerini, kölesine aşık oluşu nedeniyle aleyhinde konuştuklarını, aslında kendisi bu işte mazur olmakla birlikte yine de kendisi hakkında ileri geri konuştuklarını duyunca; bu mazeretini o kadınlara açıldamak ve bu kölenin sandıkları gibi sıradan bir köle olmadığım, hele kendileri­nin kölelerine hiç benzemediğini anlatmak istedi. Onları davet edip evinde topladı. Şanlarına yaraşır bir ziyafet hazırladı. Yiyecekler arası­na, bıçakla kesilmesi gereken turunç ve benzeri şeyler de kattı. Konuk kadınlardan her birinin eline birer de bıçak tutuşturdu.

Tabii ki Yusuf u da hazırlamış, en güzel elbiselerini giydirmişti.Ter-ü taze bir gençti. Bu süslü haliyle kadınların yanma çıkmasını ona emretti. Yusuf, konuk kadınların huzuruna çıktı. Dolunaydan daha parlak, bedr-i münir'den daha güzeldi.[26]

"Yusuf u görünce onu ululadılar." şaşırıp kaldılar. Ademoğulları içinde onun gibisinin olamıyacağım düşündüler. Güzelliği karşısında hayretten donakaldılar; kendilerinden geçtiler; ellerindeki bıçaklarla farkında olmaksızın ellerini kesip yaraladılar; yaranın acısını da his­setmiyorlardı. 'AUah'ı tenzih ederiz ama bu insan değil, ancak güzel bir melektir." dediler.

İsrâ hadisinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Yû­suf a uğradım. Bir de gördüm ki ona güzelliğin yarısı verilmiş."

Süheylî ve diğer imamlar dediler ki: Bu hadiste geçen "güzelliğin yarısı" sözünden kasıt, Hz. Adem'in güzelliğinin yarısıdır. Çünkü Adem'i, Cenâb-ı Allah kendi eliyle yaratmış, ona kendi ruhundan üflemiştir. Bu nedenle Adem (a.s.), beşeri güzelliğin doruğuna ulaşmış­tır. İşte bunun içindir ki cennetlikler, Hz. Adem'in boyunda ve güzelli­ğinde olarak Cennet'e gireceklerdir. Yusuf (a.s.)'da, Adem (a.s.)'in yarı güzelliğindeydi. İkisi arasında gelip geçmiş insanlardan hiçbiri, ikisin­den daha güzel olmuş değildir. Nitekim Havva'ya en çok benzeyen ka­dın da, İbrahim peygamberin zevcesi Sâre'dir.

İbn Mesud'un anlattığına göre Yusuf un yüzü, şimşek gibi parlaktı. Bir iş için yanma bir kadın geldiğinde, o, yüzünü örterdi. Rivayete göre, insanlar görmesinler diye çoğu zaman yüzüne peçe takarmış. Bu neden­ledir ki Yusuf peygamber huzurlarına çıktığı zaman konuk kadınlar, ona aşık olmakta, vezirin karısını haklı bulmuşlardı. Onu karşılarında görünce dehşete kapılmış, hayretten dona kalmış, kendilerinden geç­miş ve ellerindeki bıçakla kendi ellerini kesip yaralamışlardı.[27]

"İşte sözünü edip beni yerdiğiniz budur." dedi. Sonra, iffetli ve nezih bir insan olduğunu söyleyerek onu övdü. "Andolsun ki onun olmak iste­dim. Fakat o iffetinden dolayı çekindi. Emrimi yine yapmazsa, andolsun ki hapse tıkılacak ve kahre uğrayacaktır." dedi.

Orada bulunan diğer kadınlar, hanımına itaat etmesi ve emrini din­lemesi için Yusuf a tavsiyede bulundular. Ama o bunu şiddetle reddetti. Çünkü o, peygamberler sülalesinden bir peygamberdi. Alemlerin Rab-bine dua ederek şöyle dedi: "Rabbim! Hapis benim için bunların istedik­lerini yapmaktan daha iyidir. Eğer tuzaklarım benden uzaklaştırmazsan onlara gönül verir ve cahillerden olurum."

Yani sen beni nefsimle başbaşa bırakırsan, zayıf olduğum için ben ona karşı koyamam. Allah dilemedikçe ben kendi nefsime ne fayda ne de zarar verebilirim. Ben zayıfım.. Meğer ki sen güçlü kılıp kuvvetlendiresin; kendi gücün ve kuvvetinle beni günahlara karşı koruyup muhafaza edesin.

«Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağına engel oldu. Zira o, işitir ve bilir. Sonra, kadının ailesi, delilleri Yusuf un lehinde gör­düğü halde, onu bir süre için hapsetmeyi uygun buldu. Hapse, onunla beraber iki delikanlı daha girdi. Biri: "Rüyamda şaraplık üzüm sıktığı­mı gördüm." dedi; diğeri: "Başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm." dedi. "Bize bunun yorumunu .bildir. Seni iyilerden biri olarak görüyoruz." Yusuf: "Rabbimin bana öğrettiği bilgi ile, daha yiyeceğiniz yemek gelmeden size onu yorumlarım. Doğrusu ben, Allah'a inanmayan ve ahireti inkar eden bir milletin dinini bırakmışımdır. Ata­larım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lutfu-dur. Fakat insanların çoğu şükretmez." dedi. "Ey mahpus arkadaşla­rım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma Rabler mi daha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı? Allah'ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın ad­landırdığı putlardan başka birşey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiş tir.

Hüküm vermek ancak Allah'a aittir. Kendisinden başkasına değil, ona tapmanızı emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Ey mahpus arkadaşlarım! Biriniz efendisine şarap sunacak, diğeri asılacak ve kuşlar başından yiyecektir. Sorduğunuz, işte böylece kesinleşmiştir." (Yûsuf, 34-4.)

Cenab-ı Mevla, vezir ile karısının, Yusuf un suçsuzluğunu anladık­tan sonra dahi bir süre için onu zindana atmayı uygun buldukları habe­rini veriyor. Zindana atmayı kararlaştırdılar ki; halk hep bu meseleyi konuşmasın, bu işi az da olsa unutsun, kadının - zahiren de olsa - duru­mu kurtarılsın, onu elde etmek isteyenin Yusuf olduğu ve bu sebepten ötürü onun zindana atılmış olduğunu sansınlar. Ama hakikatte onu zu­lüm ve düşmanlık sonucu zindana attılar. Bu, Allah'ın takdiri idi. Onu günahtan korumak için Allah tarafından alınmış bir tedbirdi. Zindana atılmakla Yusuf, vezirin ailesinden uzaklaşmış, onlarla bir arada yaşa­maktan kurtulmuştu. İmam Şafii'nin naklettiğine göre sofilerin bazıla­rı demişler ki: Günah işleyecek bir şeyi bulmamak da, Allah'ın insanı günahtan koruması demektir. "Hapse, onunla beraber iki delikanlı da­ha girdi." Rivayete göre bunlardan biri, kralın şarap sunucusu, yani sa­kisi idi. Adı da Nebo'ydu. Diğeri de kralın yemeğini kendisine götüren 'ekmekçi başı" siydi. Türkler bu işi yapana çeşnıgîr derler. Denildiğine göre bunun adı da Mücelles'di. Kral bazı işlerde bunları suçlu görüp zin­dana attırmıştı. Bunlar zindanda Yusuf u gördüklerinde, onun siması­nı, davranışlarını, sözlerini, hareketlerini, Rabbine çokça ibadet edişi­ni, Allah'ın yaratıklarına iyi davranmasını beğenip takdir etmişlerdi.

Her biri, kendi durumuna uygun bir rüya görmüştü.

Müfessirlerin anlattıklarına göre bu iki delikanlı, rüyalarını aynı gecede görmüşlerdi. Saki, rüyasında üzüm ağacından yapraklı ve sal-kımlı üç dal görmüştü. Üzümler iyice olgunlaşmıştı. Bu üzümleri alıp kralın kâsesine sıkmış; içmesi için krala sunmuştu. Ekmekçibaşı ise rü­yasında, başının üzerinde üç sepet ekmek taşımakta olduğunu, aç kuş­ların da gelip üstteki sepette bulunan ekmekleri yediklerini görmüştü...

Bu gördüklerini Yusuf a anlatmışlar, bunları kendilerine yorumla­masını istemişler ve: "Seni iyilerden biri olarak görüyoruz." demişlerdi. Yusuf da, rüya yorumlamayı bildiğini ve bu işin ehli olduğunu bildirdi: "Daha yiyeceğiniz yemek gelmeden size onu yorumlarım." dedi.

Bazıları bu ayetin şu anlamı ifade ettiğini söylemişlerdir: Gördüğü­nüz rüya gerçekleşmeden, ben onu size yorumlarım. Ve yorumladığım gibi de gerçekleşir. Diğer bazılanysa mezkur ayetin şu anlamı ifade etti­ğini söylemişlerdir: Size gelecek olan yiyecek, ekşi ya da tatlı olarak size gelmeden ben onu size bildiririm. Bu, tıpkı Hz. İsa'nın şöyle demesine benziyor:

'Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber verece­ğim." (Al-i İmran, 49.)

Hz. Yusuf, zindandaki arkadaşlarına şöyle demişti: Rüya yorumla­mayı Allah bana öğretmiştir. Çünkü ben ona iman etmiş, onu birlemi-şimdir. Şerefli atalarım; İbrahim, îshak ve Yakub'un dinine uymuşum-dur. "Allah'a bir şeyi ortak koşmak bize yaraşmaz. (Bizi bu yola iletmesi nedeniyle) bu, Allah'ın bize ve (kendilerine davette bulunup doğru yolu göstermemizi, fıtratlarına yerleşmiş olan hakikat yolunu bildirmemizi bize emretmekle de) insanlara olan bir lütfudur. Ama insanların çoğu şükretmezler."

Sonra Yusuf onları tevhid inancını kabullenmeye davet etti; Al­lah'tan başkalarına tapmayı yermeye çağırdı. Putperestliğin Önemsiz bir iş olduğunu anlatmaya ve putları da tahkir etmeye teşvik etti ve dedi ki: "Ey mahpus arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma Rabler mi da­ha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı? Allah'ı bırakıp taptığı­nız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı putlardan başka birşey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hüküm ver­mek, ancak Allah'a aittir." Yani yaratıkları üzerinde tasarrufta bulu­nur, dilediği işi yapar, dilediği kimseyi doğru yola iİetir, dilediğini de sa­pıklıkta bırakır. "Kendisinden başkalarına değil, (ortaksız olarak) sa­dece kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Ama insanların çoğu bilmezler." Net ve açık olmasına rağmen, insanların ço­ğu bu yolda yürümezler.

Yusuf un bu durumda onları tevhide davet edişi, son derece mükem­meldi. Çünkü onu tazim ediyor ve ona karşı saygılı davranıyorlardı.

Söyleyeceklerini dinlemeye hazır vaziyetteydiler. Böyle bir durumda onları, kendisinden sorup istediklerinden daha faydalı bir şeye davet et­mesi münasib olmuştu. Sonra, kalkıp görevim yapmış, kendisine göste­rilen hidayet yolunu onlara da göstererek irşadda bulunmuş ve şöyle de­mişti: "Ey mahpus arkadaşlarım! Biriniz efendisine şarap sunacak." Bunun saki olduğunu söylediler. "Diğeri asılacak ve kuşlar başından yi­yecektir." Bunun da ekmekçibaşı olduğunu söylediler, "Sorduğunuz iş de böylece kesinleşmiştir." Yani rüyada gördükleriniz mutlaka bu şekil­de gerçekleşecektir.

Bu nedenle bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Rüya, tabir edilmediği sürece (onu gören) kişinin (başı) üzerinde (göçüp gitmeye hazır olan bir) kuş gibidir. Ama tabir edildiğinde (mutla­ka) gerçekleşir."

Ibn Mesud, Mücahid ve Abdurrâhmaiı b. Zeyd b. Eslem'in naklettik­lerine göre o iki delikanlı, rüyalarının bu şekilde tabir edilmesinden sonra : "Biz, rüya falan görmedik." demişlerse de Yusuf (a.s.) onlara: "Sorduğunuz iş de böylece kesinleşmiştir." diye cevap vermiştir.

«İkisinden, kurtulacağım sandığı kimseye Yusuf: "Efendinin yanın­da beni an." dedi. Ama Şeytan, efendisine onu hatırlatmayı kendisine unutturdu ve Yusuf bu yüzden daha bir kaç yıl hapiste kaldı.» (Yûsuf, 42.)

Cenab-ı Mevla, Yusuf un, o iki delikanlıdan, kurtulacağını sandığı sakiye: "Efendinin yanında beni an." dediğini haber veriyor. Yani "Be­nim durumumu ve suçsuz olarak zindanda bulunduğumu krala anlat." demişti. Bu da, insanın sebeplere sarılmasının caiz olduğunu göster­mektedir. Sebeplere tevessül etmek, âlemlerin Rabbi Allah'a tevekkül etme olgusuna ters düşmez.

"Şeytan, efendisine onu hatırlatmayı kendisine unutturdu." Yani o iki delikanlıdan, kurtulan biri olan sakiye, Yusufun tavsiye ettiği şeyi krala hatırlatmasını Şeytan unutturdu.

Mücahid, Muhammed b. îshak ve diğerleri, bunun doğru ve Ehl-i Kitap kaynaklarından alman bir görüş olduğunu söylemişlerdir. Şeyta­nın o delikanlıya unutturması nedeniyle Yusuf, "Daha bir kaç yıl zin­danda kaldı." Bu ayet-i,kerimenin aslında bulunan ve "bir kaç" diye tercüme ettiğimiz (Bidı1) kelimesi, üç ila dokuz sayıları arasını gösterir. Bazılarına göre üç ila yedi sayılan arasını; diğer bazılarına göre ise üç ila beş sayıları arasını gösterir. On rakamının altındaki sayıları göster­diğini söyleyenler de olmuştur. Bu görüşleri Sa'lebî nakletmiştir. Bidı' kelimesi, müzekkerlerin başında bulunduğu zaman kendisi müennes olur. "Bir kaç erkek" gibi.

Bu kelime, müenneslerin başında bulunduğu zaman kendisi mü-zekker olur. "Bir kaç kadın" gibi.

Nahiv âlimlerinden Ferra, bidı' kelimesinin on rakamının altındaki sayılar için kullanılmasının uygun olmayacağını bildirerek, bu küçük sayılar için (Neyyif) kelimesinin kullanılması gerektiğini söylemiştir Oysa ki Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyumîuyor:

"Zindanda daha bir kaç yıl kaldı."

Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor:

"Onlar (Rumlar) bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Bir kar (3-9) yil İçinde.." (er-Rûm, 3-4.)

Bu ayet, Ferra'nm görüşünü çürütmektedir.

Ferra dedi ki: Onu aşkın..., yirmiyi aşkın.... denilebilir. Bu, doksana kadar devam edebilir. Ama yüzü aşkın..., bini aşkın... denilemez.

Cevheri, Ferra'ya muhalefet ederek dedi İd: (Onu aslan...) denilebi­lir. Ama (yirmiyi aşkın....) ya da (doksanı aşkın...) denilemez.

Sahih hadiste Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuş ki:

"İman altmış küsur (bir kaç) şubedir."

Bu hadisin başka bir rivayetinde şu ifadelere rastlamaktayız: "İman, yetmiş şubedir. Bu şubelerin en yükseği, 'Lâ ilahe illallah1 sözü­dür. En alttaki ise, eza verici şeyleri yoldan kenara atmaktır."

"Şeytan onu efendisine hatırlatmayı kendisine unutturdu." Bu ayetteki kelimesinin sonundaki zamirin Yusuf a raci olduğunu söyleyen kimsenin sözü - her ne kadar İbn Abbas ile İkrime de böyle de-mişlerse dahi - zayıftır. İbn Cerir'in bununla ilgili olarak rivayet etmiş olduğu hadis, her balamdan zayıftır. Bunun rivayet senedinde İbrahim b. Yezid el-Huri el-Mekkî yalnız kalmıştır ki, o da metruk bir kimsedir.[28] Hasen ile Katade'nin mürsel olarak rivayet ettikleri hadis kabul edile­mez. Hele böyle bir yerde hiç mi hiç kabul edilmez. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Şimdi de Yusuf peygamberin uzun süre zindanda kalış sebebini an­latırken İbn Hibbaıı'm, "Sahih"inde rivayet etmiş olduğu hadise gele­lim: Fadl b. Habbab el- Cumhî, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Hz. Pey­gamber'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Allah Yusuf a rahmet etsin. "Efendinin yanında beni an" demiş olmasaydı, beklemiş olduğu (o uzun) süre kadar zindanda kalmazdı. Allah Lut'a da rahmet etsin. Milletine: "Size yetecek bir gücüm olsaydı ya da sağlam bir yere sığmsaydun" dedi­ğinde (gerçekten) sağlam bir yere (Allah'a) sığınıyordu. Allah ondan sonra hiçbir peygamber göndermedi ki kalabalık bir millet içinde olma­sın.»

«Kral: "Ben, yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; yedi yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak görüyorum. Ey erkan! Eğer rüya yormasını biliyorsanız rüyaniı söyleyiniz." dedi. Etrafındakiler: "Bir ta­kım karışık rüyalar; biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz." dediler. Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman sonra Yusuf u hatırladı ve: "Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin." dedi. Hapishaneye varıp: "Ey doğru sözlü Yusuf! Rüyada görülen yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yemesi; yedi yeşil başak ve bir o kadar kuru başak nedir? Bize yorumla; ben de insanlara ulaştırayım da bilsinler," dedi. Yusuf: "Devamlı yedi sene ekin ekip, biçtiğiniz ekinin yediğinizden arta­nını başağında bırakın. Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir, bü­tün biriktirdiğinizi yer, yalnız az bir miktar saklarsınız. Sonra halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman (meyva) sıkıp (hayvan) sağarlar."

dedi.» (Yûsuf, 43-49.)

Bu da, Yusuf un zindandan itibarlı ve saygın bir konum da çıkışının sebeplerinden biri oldu. Mısır kralı Reyyan b. Velid b. Nuh bu rüyayı görmüştü.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre kral, rüyasında ken­dini bir nehir kıyısında görmüş.. Nehirden yedi semiz inek çıkarak ora­daki bir merada otlamaya başlamışlar.. Daha sonra aynı nehirden yedi zayıf inek daha çıkarak öncekilerle birlikte aynı yerde otlamaya başla­mışlar.. Bilahare bu zayıflar, semizlere saldırarak onları yemişler.. Bunu gören kral, ürkerek uykudan uyanmış. Az sonra tekrar uykuya dal­mış; bu defa da rüyasında tek sap üzerinde yedi yeşil başak görmüş.. Öte tarafta da yedi kuru ve ince başak görünüvermiş.. Bu başaklar, önceki yemyeşil başakları yemişler... Bunu gören kral, uykudan korkuyla uyanmış. Kral bu rüyayı erkanına anlattığında, içlerinden hiç kimse bunu güzelce yorumlayamamış. Aksine, "Bunlar karışık rüyalardır." demişlerdi. Geceleyin görmüş olduğun bu karışık rüyaları yorumlaya-mayız. Belki de bunların yorumu yoktur. Bu alanda bizim ihtisasımız yoktur. "Biz rüyaların yorumunu bilenler değiliz." demişlerdi. İşte bu esnada, zindandaki o iki delikanlıdan kurtulmuş olup Yusuf tan, kendi­sini efendisinin yanında anma tavsiyesi almış olan sala, Yusuf u hatır­ladı. Saki, Allah'ın takdir ve hikmetinin bir tecellisi olarak Yusuf u o za­mana kadar unutmuştu. Kralın rüya görmüş olup etrafındaki kimsele­rin de bu rüyayı yorumlamaktan aciz kaldıklarını duyunca Yusuf u ve onun kendisini kralın yanında anma tavsiyesini hatırladı. "O ikisinden, kurtulmuş olup, bir kaç yıl sonra hatırlayan (saki) dedi ki: ...."

İbn Abbas, İkrime ve Dahhak'tan nakledildiği gibi bazı kıraat imamları yukarıdaki ayette geçen "ümmetin" kelimesini "ümhin" şek­linde okumuşlar. Yani,"Unuttuktan sonra hatırladı." manasım çıkar­mışlardır. Mücahid ise "ümtin" şeklinde okumuştur ki, bu da unutmak manasını ifade eder. Bu kelimeyi unutmak anlamında kullanan bir şair demiş ki:

Unuttum, daha önce ben hiçbir sözü unutmazdım.

Zaman böyledir işte; akılları terk ediyor. Sarayda şakilik yapan eski hükümlü, krala ve milletine dedi ki: "Ben size o (rüya)nın yorumunu haber veririm. Hemen beni (zindana) gönderin." Yani beni Yusuf a gönde­rin, dedi. Zindana gidip dedi ki: "Yusuf! Ey çok doğru konuşan (insan)! Bize şu rüyayı çöz: Yedi semiz ineği yedi zayıf (inek) yiyor ve yedi yeşil, yedi de kuru başak (neyi gösterir)? Umarım ki (rüyanın yorumunu öğre­nir), dönüp insanlara giderim, onlar da bilirler."

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre saray sakisi, Yusuf u krala hatırlattığında kral, onu huzuruna çağırmış, gördüğü rüyayı ona anlatmış, o da rüyasını yorumlamıştı.

Fakat bu haber yanlıştır. Doğrusu, bu bilgisiz kişilerin savurdukla­rı iftira ve hezeyanlar değil, Cenâb-ı Allah'ın kutsal kitabı Kur'ân'da an­lattıklarıdır.

Yusuf hiç duraksamadan, herhangi bir şart koşmadan ve derhal zindandan çıkarılma talebinde bulunmadan, kendi bildiklerini ortaya koydu; sorularını cevapladı, kralın rüyasını şöyle yorumladı: Yedi sene bolluk göreceksiniz; bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, "Sonra onun ardından bir yıl gelecek ki, o yılda insanlara bol yağmur verilecek." O yılda bol yağmur, zenginlik ve refah göreceklerdir." O yıl (bol bol mey-va) sıkacaklar (hayvan sağacaklar dır.)" Üzüm, zeytin, susanı ve diğer şeyler sıkacaklardır...

Yusuf, kralın rüyasını yorumladı, onlara hayır rehberliği yaptı. Bol­luk ve kıtlık zamanlarında neler yapmaları gerekeceğini onlara anlattı. Bolluk devresi olan ilk yedi yılda, yiyeceklerinden artacak olan buğday­ları başaklarından çıkarmaksızın saklamalarını, kıtlık devresi olan ikinci yedi yıldaysa tohumluk buğdayın bir kısmım da yiyerek tohumu azaltmalarını onlara tavsiye etti. Oysaki tohumluk buğday, tarladan eve getirilmez. Ama bir kısmını getirip yemek mecburiyetinde kalacak­larını önceden bildirmesi, onun bilgi, görgü ve anlayışının mükemmelli­ğini ispatlamaktadır.

Hükümdar: "Onu bana getirin!" dedi. Yusuf a elçi gelince, "Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi bir sor; doğrusu, Rabbim onların hilesini bilir." dedi. Hükümdar kadınlara: "Yusuf un olmak istediğiniz zaman durumunuz neydi?" dedi. Kadınlar: "Haşa! Onun bir fenalığını görmedik!" dediler. Vezirin karısı: "Şimdi gerçek ortaya çıktı; Onun ol­mak isteyen bendim; doğrusu, Yusuf doğrulardandır." dedi. Yusuf, "Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı." dedi. (Ben nefsi­mi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kö­tülüğü emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir."(Yûsuf, 50-53.)

Kral, Yusuf (a.s.)'un bilgisinin mükemmelliğini, aklının tamamlığı-m, doğru görüşlülüğünü ve anlayışlılığını iyice öğrendikten sonra, has adamları arasına katmak için Yusuf un huzura getirilmesini emretti.

Elçi, onu zindandan çıkarmak için yanma geldiğinde Yusuf, zalimce ve düşmanca bir uygulama sonucunda zindana atılmış olduğunu, kendisi­ne isnad edilen iftiralardan tamamen uzak ve masum olduğunu herke­sin açıkça anlaması için, zindandan hemen çıkmak istemedi. Yanma ge­len elçiye: "Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi? Bir sor; doğrusu, Rabbim onların hilesini bilir." dedi.»

Bu sözlerin şu anlama geldiğini söyleyenler de olmuştur: Efendim Azız, bana isnad edilen suçlardan uzak ve masum olduğumu bilir. Krala uğra da ellerim kesen o kadınlara sorsun: Onlar benim nefsimden kam almak istedikleri., doğru ve uygun olmayan işi yapmaya beni teşvik et­tikleri zaman ben, onların bu gayr-ı meşru isteklerine karşı nasıl diren­mişim? Bunu onlara sorsun.

O kadınlar sorguya çekildiklerinde, kendi yaptıklarım ve Yusuf un övgüye layık bir davranış sergilediğini itiraf ettiler. Dediler ki: "Haşa, Allah için (doğru söylemek lazım), biz ondan hiç bir kötülük görmedik!" Tam o esnada «Kadınlar: "Haşa! Onun bir fenalığım görmedik." dediler. Vezirin karısı: "Şimdi gerçek ortaya çıktı. Onun olmak isteyen bendim; doğrusu, Yusuf doğrulardandır." dedi.» Suçsuz olup beni baştan çıkar­mak istemediği; bühtan, iftira, zalimce ve düşmanca uygulama sonu­cunda zindana atıldığına dair söyledikleri doğrudur.

«Yusuf, "Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı." de­di.»

Bazılarıysa bu sözün tamamen Züleyha'ya ait olduğunu söylemiş­lerdir. Yani demek istemişti ki: Ben bu itirafta bulundum ki kocam, as­lında kendisine hainlik etmediğimi, Yusuf tan kam almak istedimse de sonuçta fuhuş işlemediğimi anlasın.

Son devir müfessirleriyle diğer bazı ulemadan oluşan bir çok grup­lar bu görüşü teyid etmişlerdir. Ancak İbn Cerir et-Taberî ile İbn Ebi Hatîm, birinciden yani mezkur sözün Yusuf (a.s.)'a ait olduğunu söyle­yenlerin görüşünden başka bir görüş nakletmiş değildirler.

«Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merha­met edendir.»

Bu sözlerin Yusuf a ait olduğunu söyleyenlerin yanısıra, Züleyha'yjj ait olduğunu söyleyenler de vardır. Önceki ayet için geçerli olan tafsilaj bu ayet için de geçerlidir. Ama tamamen Züleyha'ya ait olduğunu söylt yenlerin görüşü, daha uygun ve daha kuvvetlidir. Doğruyu en iyi bile Allah'tır.

«Hükümdar: "Onu bana getirin, yanıma alayım." dedi. Onunla ko­nuşunca: "Bugün senin yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir â&~ rumun vardır." dedi. Yusuf: "Beni memleketin hazineleri me’mur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim." dedi. Yusuf u böylece o memlekete yerleştirdik; istediği yerde oturabilirdi. Rahmetimizi tıpkı bu misalde olduğu gibi istediğimize veririz; iyi davrananların ecrini zayi etmeyiz. Ama ahiret ecri, inananlar ve Allah'a karşı gelmekten sakı­nanlar için daha iyidir.»  (Yûsuf, 54-57.)

Kral, Yusuf (a.s.)'un ırzı temiz ve kendisine isnad edilen suçlardan uzak olduğunu anlayınca, «Onu bana getirin, yanıma alayım, dedi." de­di. Yani onu has adamlarım arasına katıp devlet erkanı zümresine so­kacak, ayan ve yakın adamlarımdan biri kılacağım, dedi. Yusuf la konu­şup onun durumunu anlayınca, "Bugün senin yanımızda önemli bir ye­rin ve güvenilir bir durumun vardır." dedi.

Yusuf: "Beni memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben koru­masını ve yönetmesini bilirim" dedi.» Kraldan, kendisine azık ambarla­rının koruma ve idaresini vermesini istedi. Çünkü yedi bolluk yılından sonra o gıda depolarında bir aksama meydana geleceğini biliyordu. Bu­nu bildiğinden dolayı gelecekteki kritik günlerde gerekli ihtiyat tedbir­lerini almak ve Allah'ı memnun edecek tarzda halka karşı merhametli davranmak için bu görevi istedi. Kendisine teslim edilecek şeyleri koru­ma hususunda güçlü ve muktedir, aynı zamanda gıda ambarları için lazım gelen bilgileri bilen, eşyayı muhafaza etmesini beceren bir insan olduğunu da krala bildirdi. Yusuf un böyle yapmasında, kendisini güve­nilir ve yeterli bulan kimseler için, idari görev talebinde bulunulabüece-ğine dair bir delil vardır.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Firavun (o zamanki Mısır kralı) Yusuf u gerçekten ağırlamış, onu tüm Mısır halkı üzerinde yetkili kılmış, mührünü ona vermiş, ipek kaftan giydirmiş, başına altın taç takmış, onu ikinci bineğine bindirmiştir. Huzurunda, "Ey kralımız, efendimiz! Sen ve sultanımız Yusuf]" diye çağırılır olmuştur. Kral, ona: "Şahsen ben senden daha.büyük değilim. Sadece kürsüm seninkinden biraz daha büyüktür." dermiş. Anlatıldığına göre Yusuf, o zamanlar otuz yaşındaymış. Kral, kendisini soylu bir kadınla evlendirmiş. Sa'lebî'nin anlattığına göre kral, veziri Kıtfır'i görevden azledip yerine Yusuf u tayin etmiştir.

Denilir ki, kral Ölünce, Kıtfîr'in karısı Züleyha, Yusuf la evlenmiş­tir. Yusuf gerdeğe girince, onun bakire olduğunu görmüş. Çünkü Züley-ha'nın kocası, kadınlara yaklaşma zmış. Yusuf la Züleyha'mn evliliğin­den; biri Efrayim, diğeri Mensa olmak üzere ilâ erkek çocuk doğmuş. Ar­tık bundan sonra Mısır'ın yönetimi tamamıyla Yusuf un eline geçmiş. Onları adaletle idare etmiş.. Kadın erkek bütün halk tarafından sevildi­ği, otuz üç yaşında Mısır'a sultan olduğu rivayet edilir. Önceleri kral kendisine yetmiş dille hitapta bulunmuş; Yusuf da, kendisine hangi dil­le hitab ediliyorsa, cevabını da o dille vermiştir. Böylesine genç birinin

yetmiş dili bilmesi, kralın hoşuna gitmiş ve Yusuf u takdir etmiştir. Doğruyu Allah bilir.

«Yusuf u böylece o memlekete yerleştirdik; istediği yerde oturabilir­di.»

Yani zindandan ve sıkıntıdan sonra, Mısır diyarında, dilediği yerde konaklama yetkisine sahib oldu. Her nereye konaklarsa saygı, ikram ve tazimle karşılanır; imrenilecek muameleler görürdü. «Rahmetimizi tıp­kı bu misalde olduğu gibi istediğimize veririz. İyi davrananların ecrini zayi etmeyiz.»

Yani bütün bu saydıklarımız, ahirette kendisi için hazırlanan bol hayır ve güzel mükafata ek olarak mü'min kula Allah'ın bahşettiği se­vap ve mükafatıdır. "Ama ahiret ecri, inananlar ve Allah'a karşı gel­mekten sakınanlar için daha iyidir."

Rivayete göre vezir Kıtfir ölünce kral, onun karısı Züleyha'yı Yu­suf la evlendirmiş, ayrıca ondan boşalan vezirlik makamına da Yusuf u tayin etmiş, böylece o gerçek bir vezir, yani başvezir olmuştur.

Muhammed b. İshak'm naklettiğine bakılırsa Mısır kralı Velid b. Reyyan, Yusuf (a.s.) yasıtasıyla gerçek dini kabul etmişti. Doğruyu Al­lah bilir. Şairin biri demiş ki: "Korku dar boğazının ardından güvenliğin, genişliği gelir. İlk başta sevinç nedeni olan şey, sonsuz bir üzüntü nedeni olabilir. Ümitsiz olma; zira Allah, zindandan kurtardık­tan sonra, Yusuf u hazinelerin başına sahib kılıvermişti."

«Yusuf un kardeşleri gelip yanma girdiler, kendisini tanımadıkları halde o onları tanıdı. Onların yüklerini hazırlatınca şöyle dedi: "Baba bir kardeşinizi de bana getirin. Siz Ölçüyü bol tuttuğumu ve benim misa­fir konuklayanlann en iyisi olduğumu görmüyor musunuz? Eğer onu bana getirmezseniz bundan böyle benden bir ölçek bile alamazsınız ve bana artık yaklaşmayın da. Kardeşleri: "Babasını ikna etmeye çalışaca­ğız ve her halde bunu yaparız." dediler. Yusuf adamlarına: "Karşılık ola­rak getirdiklerini de yüklerine koyun. Belki ailelerine varınca onu an­larlar da bir daha dönerler." dedi.» (Yûsuf, 58-62)

Cenâb-ı Allah, yiyecek bulmak amacıyla Yusuf un kardeşlerinin Mısır diyarına gelişlerim anlatıyor. Bu gelişleri, kıtlık senelerinin her­kesi ve her ülkeyi etkileyicinden sonra olmuştur. O zamanlar Yusuf, Mı­sır'ın hem dünyevî hem de dinî lideriydi. Makamına girdiklerinde ken­disini tanımadıkları halde o, onları tanıyordu. Çünkü Yusuf un bunca maceradan sonra bu kadar yükselip mevki ve itibar sahibi olacağı, onla­rın hatırlarından geçmezdi.*îşte bu nedenle kendisi onları tanıdığı hal­de onlar kendisini tanımıyorlardı.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre kardeşleri makama girdiklerinde Yusuf a secde etmişler, Yusuf onları tanımış, ama onlar tarafından tanınmak istememişti. Onları azarlayarak: "Siz casussunuz. Beldelerimizin en iyisini elimizden almak için buraya geldiniz." de­miş. Onlar da şöyle karşılık vererek kendilerini savunmuşlardı: "Böyle bir işi yapmaktan Allah'a sığınırız. Milletimizin basma gelen kıtlık, aç­lık ve bitkinlik felaketi dolayısıyla, kavmimiz için azık almaya geldik. Biz Kenan ilinden gelmiş olup aynı babanın oğullarıyız. Oniki erkek kardeştik. Birimiz gidip kayboldu. En küçük kardeşimiz de babamızın yanında kaldı..."Yusuf: "Sizin durumunuzu mutlaka öğrenmem gerek." dedi. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yusuf, onları üç gün hapsettikten sonra çıkardı. Babalarının yanında kalan en küçük kar­deşlerini gidip getirmeleri için, Şem'un adlı kardeşini yanında alıkoy­du.

Bu rivayetlerin bazısında ihtilaf vardır.

'Yusuf onların yüklerini hazırlatınca........" yani kendi âdetince her­kese bir deve yükü kadar azık verince, dedi ki; "...Baba bir kardeşinizi bana getirin". Yusuf, onlardan, durumlarını ve kaç kardeş olduklarını sormuştu. Onlar da on iki kardeş olduklarını, bir kardeşlerinin gidip ka­yıplara karıştığını, onun öz kardeşinin de halen babalarının yanında durduğunu anlatmışlardı. Yusuf, "Önümüzdeki yıl azık almaya geldiği­nizde, onu da yanınıza alarak bana getirin." dedi. "...Sizlere ölçüyü bol tuttuğumu ve benim misafir konukl ayanların en iyisi olduğumu görmü­yor musunuz?" Sizi güzelce ağırlayıp ikramda bulundum. Bir sonraki yıl azık almaya gelecekleri zaman, küçük kardeşlerini de beraberlerin­de getirmeleri için onları teşvik etti. Getirmeyecek olurlarsa, peşinen onları tehdid ederek şöyle dedi: "Eğer onu bana getirmezseniz, bundan böyle benden bir ölçek bile alamazsınız ve bana artık yaklaşmayın." Ya­ni size azıkfalan vermem. Bu defa sizi ağırlayışımm tersine, o zaman si­ze hiç ikramda bulunmam ve sizi hiç ağırlamam, dedi. Öz kardeşine duyduğu Özlemi dindirmek için onu yanına getirmeleri maksadıyla, ye­rine göre onları teşvik etti, yerine göre de tehdid etti. «Kardeşleri: "Ba­basını ikna etmeye çalışacağız." dediler. Onu beraberimizde getirip se­ninle görüştürmek için mümkün olan her çareye başvuracak ve bütün gücümüzü sarfedeceğiz. «.. .Ve herhalde bunu yaparız." yani bu arzunu gerçekleştirmeye gücümüz kafi gelecektir, dediler.

Sonra Yusuf, uşaklarına, kardeşlerinin getirmiş oldukları serma­yelerini, onlar farkında olmadan yine yüklerinin içine koyup gizlemele­rini emretti. «Yusuf adamlarına: "Karşılık olarak getirdiklerini de yük­lerine koyun, belki ailelerine varınca onu anlarlar da bir daha dönerler." dedi.». Bazıları dediler ki: Yusuf, onların memleketlerine döndükleri zaman sermayelerini yüklerinin içinde bulduklarında, onu geri vermek için tekrar yanına gelmeleri maksadıyla sermayelerini yüklerinin içine koydurttu. Diğer bazıları: 'Yusuf, bir sonraki yıl, azık almak için sermaye temin edememelerinden dolayı yanına gelemiyeçeklerinden endişe duyduğu için, sermayelerini yüklerinin içine koydurttu." dediler. Verdi­ği azık karşılığında onlardan bedel almayı hoş karşılamadığı için ser­mayelerini yüklerinin içine koydurttuğunu söyleyenler de vardır. Yu­suf un kardeşlerinin sermayelerinin ne olduğu hususunda müfessirler farklı beyanlarda bulunmuşlardır. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıl­dığına göre sermayeleri, gümüş'dolu kutularla benzeri şeyleden ibaret-miş. Doğrusunu Allah bilir.

«Babalarına döndüklerinde, "Ey Babamız! Bize yiyecek yasak edil­di, kardeşimizi bizimle beraber gönder de yiyecek alalım. Onu elbette koruruz." dediler. "Daha önce kardeşini size emanet ettiğim gibi onu da, size emanet eder miyim? Ama Allah en iyi koruyandır, o, merhametlile­rin en merhametlisidir." dedi. Yüklerini açınca karşılık olarak götür­dükleri malların kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler. "Ey baba­mız! Daha ne isteriz; işte mallanınız da bize iade edilmiş; ailemize onun­la yine yiyecek getirir, kardeşimizi de korur ve bir deve yükü de arttır­mış oluruz. Esasen bu az bir şeydir." dediler. Babaları: "Hepiniz helak olmadıkça onu bana getireceğinize dair Allah'a karşı sağlam bir söz ver­mezseniz, sizinle göndermeyeceğim." dedi. Söz verdiklerinde: "Sözü­müze Allah vekildir!" dedi. Babaları: "Oğullarım! Tek bir kapıdan değil ayrı ayn kapılardan girin. Ama Allah katında size bir faydam olmaz, hü­küm ancak Allah'ındır, O'na güvendim, güvenenler de O'na güvensinler." dedi. Babalarının emrettiği gibi girdiler. Esasen bu, Allah katında onlara bir fayda sağlamazdı, ancak Ya'kub, içindeki bir arzuyu ortaya koymuş oldu. O, şüphesiz kendisine öğrettiğimizi bilir, fakat in­sanların ÇOğu bilmezler.(Yûsuf, 63-68.)

Cenâb-ı Allah, onların babalarına döndükten sonraki durumlarını anlatarak şöyle konuştuklarını naklediyor: «"Ey babamız! Jttzden yiye­cek yasak edildi...". Eğer kardeşimizi bizimle beraber göndermezsen, önümüzdeki yıl bize azık verilmeyecektir. Ama bizimle beraber gönde-rirsen, azığımızı verirler, dediler. 'Yüklerini açtıklarında karşılık ola­rak götürdükleri mallarının kendilerine iade edilmiş olduğunu gördü­ler. "Ey Babamız! Daha ne isteriz, mallarımız da bize iade edilmiş; aile­mize onunla yine yiyecek getirir, kardeşimizi de korur ve bir deve yükü de artırmış oluruz. Esasen bu az birşeydir." dediler.» Cenâb-ı Allah, Ya-kub'un diğer oğlunun da Mısır'a gitmesi karşılığında alınacak olan bir deve yükü azığın "az bir ölçek" olduğunu bildirdi. Yakub, oğlu Bünya-min'e çok tutkundu. Çünkü ondan Yusuf un kokusunu almakta ve öyle­ce teselli bulmaktaydı. Onu görmekle Yusuf u görmüş gibi oluyordu. Bu nedenle dedi İd: «Babaları: "Hepiniz helali olmadıkça onu bana geri geti­receğinize dair Allah'a karşı sağlam bir söz vermezseniz, sizinle göndermeyeceğim." dedi. Söz verdiklerinde "Sözünüze Allah vekildir." dedi.»

Sağlam sözler ve ahidler verdiler. Yakub, oğlunun geri getirilmesi için gerekli tebdiri de aldı. Ama tebbir, kaderin gelişini önleyemezdi. Kendisinin ve milletinin yiyeceğe ihtiyacı olmasaydı, Yakub, kıymetli oğlu Bünyamin'i Mısır'a göndermezdi. Ama kaderin de hükmü vardır. Cenâb-ı Allah dilediğim takdir eder, dilediğini seçer, dilediği hükmü ve­rir. Çünkü O, her işini yerli yerince yapan ve her şeyi bilendir.

Yakub, oğullarına, Mısır'a aynı kapıdan girmemelerini, ayrı ayrı kapılardan girmelerim tavsiye etti. Denildiğine göre, onlara nazar değ­mesin diye böyle bir tavsiyede bulunmuştur. Çünkü oğullan güzel görü­nümlü ve alımlı idiler. Yusuf tan haber alır veya onun izine rastlarlar umuduyla onlara böyle bir tavsiyede bulunduğunu söyleyenler de var­dır. Fafcat birinci gerekçe, daha kuvvetlidir. Bu nedenle Yakub, oğulla­rına demişti ki: «Babaları: "Oğullarım! Tek bir kapıdan değil ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah katında size bir faydanı olmaz, hüküm an­cak Allah'ındır, O'na güvendim, güvenenler de O'na güvensinler" dedi.»

Cenâb-ı Allah buyuruyor İd: «Babalarının emrettiği gibi girdiler. Esasen bu, Allah katında onlara bir fayda sağlamazdı, ancak Ya'kub, içindeki bir arzuyu ortaya koymuş oldu. O, şüphesiz kendisine öğrettiği­mizi bilir, fakat insanların çoğu bilmezler.»

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yakub, oğulları ile Mısır azizine hediye olarak fıstık, badem, bal ve butum göndermişti. Aziz, önceki sermayeleri olan dirhemleri almış, diğer hediyeleri alma­mıştı.

«Yusuf un yanma girdiklerinde, kardeşini (Bünyamin'i) bağrına bastı ve: "Ben senin kardeşinim, onların yaptıklarına artık üzülme!" de­di. Yusuf onların yüklerini yükletirken su kabım kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münadî şöyle bağırdı: "Ey kervancılar, siz hırsızsı­nız!" Geri dönerek, "Ne kaybettiniz?" dediler. "Hükümdarın su kabım kaybettik, onu getirene bir deve yükü mükafat verilecek, buna ben kefil oluyorum." dediler. Hz. Yusuf un kardeşleri: "Allah'a yemin ederiz ki memleketi ifsad etmeğe gelmediğimizi ve hırsız da olmadığımızı biliyor­sunuz." dediler. "Yalancı iseniz hırsızlığın cezası nedir?" dediler. "Ceza­sı, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona elkonulur; biz zalimlei'i böyle cezalandırırız!" dediler. Yusuf, kardeşinin yükünden önce onla-rmkini aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı, işte biz Yusuf a böyle bir plan kullanmasını vahyettik. Çünkü hüküm­darın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı, meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur." Çalmışsa, daha önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Yusuf bunu içinde sakladı, onlara açmadı. İçinden, "Durumunuz pek kötüdür; an­lattığınızı Allah daha iyi bilir." dedi. Kardeşleri: "Ey Vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu, biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz." dediler. "Maazallah! Biz, malımızı kimde bulmuşsak ancak onu akkoruz, yoksa haksızlık etmiş oluruz!" dedi. (Yûsuf, 69-79.)

Cenâb-ı Allah, Yusuf un kardeşlerinin, kardeşleri Bünyamin ile be­raber öz kardeşleri Yusuf un yanma girişlerim, onun Bünyamin'i yanı­na alışını, ona kendi öz kardeşi olduğunu gizlice bildirdiğini, bunu onla­ra açıklamamasını tenbihleyip kendisine yapmış oldukları kötülükten Ötürü onu teselli ettiğim haber veriyor.

Bundan sonra Yusuf, öz kardeşi Bünyamin'i onlardan alıp kendi ya­nında tutmanın çaresini araştırdı. Uşaklarına, kendi tasım farkında ol­madıkları bir anda Bünyamin'in yüküne koymalarını emretti. Yola çı­kacakları sıra, bir ünleyici onlara, kralın tasım çaldıklarını bildirdi. Ge­ri verdikleri takdirde, kendilerine mükafat olarak bir deve yükü azık verileceğini va'detti. Bu mükafatın verileceğini garantileyip tekeffül et­ti.

Kendilerini hırsızlıkla suçlayan ünleyiciye dönüp geldiler; kendile­rine karşı sarfettiği sözden ötürü onu kınayıp ayıpladılar: «"Allah'a ye­min ederiz ki memleketi ifsad etmeye gelmediğimizi ve hırsız da olmadı­ğımızı biliyorsunuz." dediler.» Bize isnad ettiğiniz hırsızlıkla ilgimiz ol­madığını bildiğiniz halde bizi, tas çalmakla suçluyorsunuz!

(Yusuf un adamları); "Peki, dediler. Yalancı iseniz hırsızlığın cezası nedir?"

"Cezası, kimin yükünde bulunursa ceza olarak ona el konur; biz za­limleri böyle cezalandırırız!" dediler.

Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başla­dı; sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı." ki onlara karşı kurdu­ğu tuzak tam kıvamını bulsun. Ve onu itham etmesinler. «...İşte biz Yu­suf a böyle bir plan kullanmasını vahyettik. Çünkü hükümdarın ka­nunlarına göre kardeşim alıkoyamazdı..." Eğer onlar, "Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el konulur." diyerek itirafta bulun-masalardı, Mısır kanunlarına göre Bünyamin'i yanında alıkoyamazdı. «...Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelere yükseltiriz...». "Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur."

Yusuf, kardeşlerinin hepsinden daha bilgiliydi. Onlara göre görüşü daha mükemmel, azmi daha güçlü ve aldı daha kamil idi.

Allah kendisine emrettiği için, onlara karşı böyle bir çareye başvur­du. Çünkü bu çareye başvurmasının sonucunda; babasının ve kavminin yanma gelmeleri gibi büyük bir maslahat elde edilecekti.

Kardeşleri, kralın tasının, Bünyamin'in yükünden çıktığını gör­düklerinde, " Çalmışsa, daha önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Rivaye­te göre Yusuf, çocukluğunda babaannesinin putunu çalıp parçalamış.

Bir başka rivayete göre ise halası kendisini çok sevip yanında alıkoyup beslemek ve büyütmek istediğinden, îshak'm kemerini, elbiselerinin altından Yusuf un beline sarmış. Yaşı küçük olduğundan, halasının bu düzeni kurduğunun farkında bile olmamış. Arama sonucunda kemeri Yusuf un üzerinde, elbiseleri arasında saldı bulmuşlar.

Başka bir rivayette anlatıldığına göre Yusuf, küçüklüğünde evden yemek çalar, götürüp yoksullara yedirirmiş.

Kardeşlerinin kendisini hırsızlıkla suçlamalarının başka nedenleri olduğunu bildiren rivayetler de vardır.

Kardeşleri:" Çalmışsa, daha önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Yu­suf bunu içinde sakladı. Onlara açmadı. İçinden, "Durumunuz pek kötü­dür, anlattığınızı Allah daha iyi bilir." dedi.» Yumuşak huylu, âlicenap ve bağışlayıcı bir insan olduğundan dolayı, açıkça değil de gizlice onlara karşı bu sözleri söyledi.

Onlar da merhamet dilenmek amacıyla Yusuf un makamına gelip şöyle dediler: "Ey vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Biz­den birini onun yerine al. Doğrusu, biz senin iyi davrananlardan oldu­ğunu görüyoruz." dediler.» Yusuf: "Ma'azallah! Biz malımızı kimde bul-muşsak ancak onu akkoruz, yoksa haksızlık etmiş oluruz!" dedi.

Yani suçluyu bırakıp suçsuzu yakaladığımız takdirde, haksızlık edenlerden oluruz. Böyle bir şey yapmayız, yapılmasına da göz yumma­yız! Yalnız, kabımızı yükünde bulduğumuz kimseyi burada alıkoyarız.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre o esnada Yusuf kendi­ni onlara tanıtıcı ip uçları veriyordu. Bünyamin'i kendi yanında alıko­yacağından dolayı endişelenmiş oldukları için bu ip uçlarım pek iyi an­layamamışlardı.

"Ümidsizliğe düşünce, konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Bü­yükleri şöyle dedi:" Babanızın Allah'a karşı sizden bir söz aldığım, daha önce Yusuf meselesinde de ileri gittiğinizi bilmiyor musunuz? Artık ba­bam bana izin verene veya Allah hakkımda hüküm verene kadar -ki o hükmedenlerin en iyisidir- bu yerden ayrılmayacağım. Siz dönün, baba­nıza gidin ve deyin ki: "Ey Babamız! Senin oğlun hırsızlık yaptı, bu bil­diğimizden başka birşey görmedik; görülmeyeni de bilmeyiz; bulundu­ğumuz kasabanın halkına ve beraberinde olduğumuz kervana da sora­bilirsin; biz şüphesiz doğru söylüyoruz." Yakub: "Sizi nefsiniz bir iş yap­maya sürükledi, artık bana güzelce sabır gerekir; belki Allah, hepsini birden bana getirecektir, çünkü o, bilendir, Hakimdir." dedi. Onlara sırt çevirdi, "Vah Yusuf a yazık oldu!" dedi ve üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık acısını içinde saklıyordu. "Allah'a yemin ederiz ki, Yusuf u anıp durman, seni bitkin düşürecek veya helak olacaksın." dediler. Ya­kub: "Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah katından, sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi. (Yûsuf, 80-86.)

"Ey oğullarım! Gidin, Yusuf u ve kardeşini arayın. Allah'ın rahme­tinden ümit kesmeyin; doğrusu, kafirlerden başkası Allah'ın rahmetin­den ümidim kesmez!" (Yûsuf, 87.)

Cenâb-ı Allah, Yusuf un kardeşlerinin, Bünyamin'i almaktan ümit kestikleri andaki durumlarını haber veriyor: Kendi aralarında bu me­seleyi konuşmak üzere bir kenara celâldiler. Büyük kardeşleri Robil de­di ki: «"...Babanızın Allah'a karşı sizden bir söz aldığını, daha önce Yu­suf meselesinde de ileri gittiğinizi bilmiyor musunuz?..."» Hepiniz ku­şatılıp engellenmedikçe kardeşiniz Bünyamin'i babanıza götüreceğini­ze dair, Allah adına kuvvetli bir söz verdiniz. Ama şimdi bu sözünüze muhalefet ettiniz. Daha önce, Bünyamin'in kardeşi Yusuf hakkında da taksirli davrandınız. Artık bende, babamın karşısına çıkacak yüz kal­madı. Yanma dönmek üzere, «Artık babam bana izin verene veya Allah hakkımda hüküm verene...» yani kardeşimi babama geri götürmeye be­ni muktedir kılmcaya «kadar -ki o, hükmedenlerin en iyisidir- bu yer­den ayrılmayacağım. Siz dönün, babanıza gidin ve deyin ki: "Ey Baba­mız! Senin oğlun hırsızlık yaptı...»"

Zahiren gördüklerinizi ona anlatın. "Biz, ancak bildiğimize şahitlik ettik. (Tasın, Bünyamin'in yükünden çıktığım gördük. Ötesini bilmiyo­ruz.) Biz, gizliyi bilenler değiliz. (İnanmazsan) içinde bulunduğumuz şehre ve beraber geldiğimiz kervana sor." Yani sana anlattığımız, kar­deşimizi hırsızlık suçundan dolayı,tutukladıkları haberi, Mısır'da her­kesin duyduğu, içinde bulunduğumuz ve şu anda burada bulunan ker­vanın dahi bildiği meşhur bir haberdir. «Bu bildiğimizden başka birşey görmedik; görülmeyeni de bilmeyiz; bulunduğumuz kasabanın halkına ve beraberinde olduğumuz kervana da sorabilirsin...»

«.. ."Biz şüphesiz doğru söylüyoruz." Yakub: "Sizi nefsiniz bir iş yap­mağa sürükledi, artık bana güzelce sabır gerekir."...» Yani hakikat, si­zin anlattığınız gibi değildir. Bünyamin hırsızlık etmiş değildir. Çünkü onun ahlak ve karakteri, bunu yapmasına izin vermez.

İbn îshak ve diğerleri dediler ki: Yusuf a yaptıkları kötülükten son­ra Bünyamin hakkında ihmalkâr davrandıkları için Yakub.ağzma ge­leni onlara söyledi. Bu nedenledir ki geçmişlerden,bazıları şöyle demiş­lerdir: İşlenen bir kötülüğün cezası, ondan sonra gelen bir kötülük olur.

Bundan sonra Yakub dedi ki:«,, ."Belki Allah hepsim birden bana ge­tirecektir ,çünkü O, bilendir, Hakimdir."...» dedi. " Yani benim durumu­mu ve sevdiklerimden ayrı düştüğümü bilendir. Takdirini ve yaptığı iş­leri hikmetle yapandır. O, sonsuz hikmetin ve kesin delilin sahibidir. Böyle dedikten sonra: "Onlara sırt çevirdi, "Vah, Yusuf a yazık oldu!" de­di.

Bu yeni üzüntüsü, ona eski üzüntüsünü hatırlattı. Yüreğindeki durgun ve gizli kederi harekete geçirdi.

Nitekim şair demiş ki:

"Gönlünü, dilediğin aşk mahallesine taşı, Ama aşk ve sevgi, hep ilk sevgilinin olur."

Bir başka şair de şöyle demiş:

"Mezarların yanında gözlerimden yaşlar boşandı.

Ve ağladığım için arkadaşım beni ayıpladı.

Taşlı ve topraklı kumlar arasına yerleşmiş,

Her mezarı gördükçe ağlar mısın? deyip kınadı.

Ona dedim: Hüzünlerin yenisi, eskilerini canlandırdı.

İlişme bana, bence Malik'in İd gibidir mezarların tamamı."

Yakub peygamber çok ağladığından, üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık acısını içinde saklıyordu. Kederinden, hüznünden Yusuf a olan özlem acısını içinde saklıyordu. Oğulları onun çekmekte olduğu ayrılık acısını ve elemim görünce, kendisine olan merhamet ve tutkunlukların­dan dolayı dediler İd: «Allah'a yemin ederiz ki, Yusuf u anıp durman seni bitldn düşürecek veya helak olacaksın.» Onu devamlı surette hasretle ana ana, bedenini zayıflatarak hastalanacak ve gözünü kaybedeceksin! Kendine biraz acı! Yakub: «Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim.» Oğullarına diyordu ki: Hâlimden ne size, ne de hiç bir kimseye şikayet edecek değilim. Ben hâlimi sadece, onur ve üstünlük sahibi Allah'a şikayet ediyorum ve bili­yorum ki, içinde bulunduğum sıkıntıdan kurtulmak için bana bir çıkış yolu açacak ve beni genişliğe kavuş tur acak tır. Yusuf un rüyasının mut­laka gerçekleşeceğini, sizin ve benim - o rüya gereğince - ona secde etme­miz gerektiğini de biliyorum.

Sonra Yusuf u, kardeşini ve ikisinin ne halde olduklarını araştır­maları için onlara teşvikte bulunarak şöyle dedi: «Ey Oğullarım! Gidin, Yusuf u ve kardeşini arayın. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, doğrusu, kafirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.» Yani darlıktan sonra genişliğe kavuşacağınız hususunda umutsuzluğa kapılmayın. Zira Allah'ın rahmetinden, sıkıntıdan sonra genişlik vere­ceğinden, zorluklar anında kullarına takdir edeceği ferahlıklardan, an­cak kafir kavim ümidini keser.

«Kardeşleri vezirin yanma vardıklarında: "Ey Vezir! Biz ve çoluk ço­cuğumuz darlığa uğradık; pek değersiz bir malla geldik; ölçeği bize tam yap ve sadaka ver; Allah sadaka verenleri şüphesiz mükafatlandırır." dediler. "Siz Yusuf ve kardeşine bilmeden neler yaptığınızın farkında mısınız? dedi. 'Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. "Ben Yusuf um, bu da kardeşim. Allah bize iyilikte bulundu; doğrusu, kim kötülükten sakmır ve sabrederse bilsin ki Allah iyi davrananların ecrini kafiyen zayi et­mez/' dedi.» "Allah'a yemin ederiz ki, Allah seni bizden üstün tutmuş­tur; doğrusu, biz suç işlemiştik." dediler. Yusuf: "Bugün azarlanacak de­ğilsiniz, Allah sizi bağışlar. O, merhametlilerin merhametlisidir, bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne sürün, görmeğe başlar; bütün ço­luk çocuğunuzla bana gelin." dedi.» (Yûsuf, 88-93.)

Cenab-ı Mevla, kardeşlerinin tekrar Yusuf a dönüşlerini, onun hu­zuruna çıkışlarını, yanındaki azığı arzulayıp isteyişlerini, kardeşleri Bünyamin'i kendilerine lütfedip vermesini dileyişlerini haber veriyor. «Kardeşleri vezirin yanına vardıklarında: "Ey Vezir! Biz ve çoluk çocu­ğumuz darlığa uğradık...» Kıtlığa maruz kaldık. Nüfusumuz kalabalık-laştı. Topraklarımız da kuraklık yüzünden ürün vermez oldu. «...Pek değersiz bir malla geldik...» Sermayemiz azdır. Böyle bir sermayeyi kimseler kabul etmez. Meğer ki bizi bağişlayasm, azımızı çoğa saya­sın...

Sermayeleri kalitesiz dirhemlermiş. Ya da çok az miktarda imiş. Sermayelerinin badem, butum ve benzeri şeylerden ibaret olduğunu söyleyenler de vardır. İbn Abbas (r.a.)'m dediğine göre sermayeleri eski haral ve halatlardan ibaretmiş. Kardeşleri, yalvarışlarına devamla şöyle demişlerdi: «.. .Ölçeği bize tam yap ve sadaka ver; Allah sadaka ve­renleri şüphesiz mükafatlandırır." dediler.»

Süddî'nin dediğine göre bu ayet şöyle manalandırılır: Allah doğru söyleyenleri mükafatlandırır.

îbn Cüreyc'in dediğine göre ise bu ayet şöyle manalandırılır: Karde­şimiz Bünyamin'i bize geri vermekle tasaddukta bulunanları Allah mükafatlandırır. Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Peygamberimiz Muham-med (s.a.v.)'e sadaka vermek, bu ayetle haram kılınmıştır.

Yusuf, kardeşlerinin perişan hallerini görünce ve getirdikleri de­ğersiz maldan başka bir şeylerinin kalmadığını anlayınca, şefkatle üzerlerine eğildi; Rabbinin emirlerim onlara söyledi. Kendi şerefli al­nında ve onların bilmekte oldukları mutantan halinde onlar için hasret çekti: «Siz, Yusuf ve kardeşine bilmeden neler yaptığınızın farkında mı­sınız?" dedi.»

Büyük bir şaşkınlık geçirdiler. Defalarca yanma gelip gittikleri hal­de onu tanıyamamışlardı. «'Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. "Ben Yu­suf um, bu da kardeşim..."» Kendisine, elinizden gelen her türlü kötülü­ğü yaptığınız Yusuf, işte benim., dedi. "Bu da kardeşim." demekle, önce­ki sözünü te'kid etmiş; her ikisi için kalplerinde gizledikleri çekeme-mezliğe ve kurmakta oldukları tuzağa dikkatlerini çekmişti. «...Allah bize iyilikte bulundu...» O, iyilik ve atıfeti ile bize ihsanda bulundu. Bizi himaye etti. Onurumuzu kurtardı; çünkü daha önce Rabbimize taatte bulunmuş, bize yaptığınız zulme karşı sahııiı olmuş, babamıza da iyilik yapıp itaatkar davranmıştık. O da bizi fazlasıyla sevmiş ve bize şefkat göstermişti. «...Doğrusu kim kötülükten sakınır ve sabrederse bilsin ki Allah iyi davrananların ecrini kafiyen zayi etmez." dedi. "Allah'a yemin ederiz ki, Allah seni bizden üstün tutmuştur; doğrusu biz suç işlemiştik." dediler.» İşte şimdi senin huzurundayız.

«...Yusuf: Bu gün azarlanacak değilsiniz...» dedi. Daha önce yaptı­ğınız kötülüklerden ötürü artık sizi kınayacak değilim. «...Allah sizi ba­ğışlar. O, merhametlilerin merhametlisidir...»

Bu ayet-i kerimeyi yukarıda manalandınrken  kelimesi üzerinde durak işareti bulunuşunu esas aldik ve «...Bu gün azarlanacak değilsiniz...» şeklinde manalandırdık. Ama durak işaretini kelimesi üzerinde kabul ederek; "Sizi

kınama yok; bugün Allah sizi bağışlar." şeklinde manalandıranların gö­rüşü zayıftır. Birinci manalandırma doğrudur.

Sonra Yusuf, kardeşlerine, gömleğini (tenine temas eden iç gömle­ğini) alıp babalarına götürmelerini ve gözlerinin üzerine bırakmalarını emretti. Böyle yaptıkları takdirde, babalarının ağaran gözlerinin, Al­lah'ın izniyle yeniden göreceğim onlara bildirdi. Bu da harikulade bir durum olup, Yusuf un peygamberliğinin en güçlü delili ve en büyük mu-cizesiydi. Daha sonra da onlara, çoluk çocuklarının tamamını alarak ha­yır, bereket ve huzur diyarı olan Mısır'a topluca gelmelerini emretti. Ay­rılıktan ve dağınıklıktan sonra aileyi, en mükemmel ve en güzel bir şe­kilde derleyip toparladı, hepsini bir araya getirdi.

«Kervan, memleketlerine dönmek üzere ayrıldığında, babaları: "Doğrusu, ben, Yusuf un kokusunu duyuyorum; ne olur, bana bunak de­meyin." dedi. Çevresindekiler: "Allah'a yemin ederiz ki sen, hâlâ eski şaşkınhğındasm." dediler.

Müjdeci gelip, gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakub: "Ben size , Allah katından sizin bilmediği­nizi biliyorum dememiş miydim?" dedi. Oğulları: "Ey Babamız! Suçları­mızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz suçluyuz." dediler. Ya­kub: "Rabbimden bağışlanmanızı dileyeceğim; O, şüphesiz bağışlar ve merhamet eder" dedi.» (Yûsuf, 94-98.)

Abdürrezzak, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: "Kervan dön­mek üzere ayrıldığında..." Yusuf un gömleğini getiren kervan Mısır'dan ayrılıp yola koyulunca oradan bir rüzgar eserek Yusuf un gömleğinin kokusunu Yakub'a ulaştırdı. Yakub dedi ki: «...Doğrusu ben, Yusuf un kokusunu duyuyorum...» Yusuf un kokusunu üç günlük bir mesafeden duyuyordu. Hasan Basrîile İbn Cüreyc el-Mekkî'nin anlattıklarına gö­re, Yakub ile Yusuf un arasında seksen fersahlık bir mesafe vardı ve seksen yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardı.

Yakub, Yusuf un kokusunu duyduğunu söylediğinde, çevresinde bulunanlar, ağır sözler sarfederek kendisine şöyle demişlerdi: «...Al­lah'a yemin ederiz ki sen, hâlâ eski şaşkmlığındasın!..." dediler.»

"Müjdeci gelip gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı...» Gözleri açılıp yeniden görmeye başlayınca da oğullarına:

«...Ben size Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum, dememiş miydim?" dedi.» Yani Yusuf la olan ayrılığıma son vererek bizi buluştu­racağını, gözümü onunla aydınlatacağını, ondaki güzelliği ve hoşuma giden yönlerini bana göstereceğini size söylememiş miydim? dedi. Böyle der demez de oğulları: "Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz suçluyuz." demeye başladılar. İşledikleri günahtan, ona ve oğlu Yusuf a yaptıkları kötülükten, yapmaya niyetlendikleri fe­nalıklardan ötürü bağışlanmaları için, Allah'tan kendileri için mağfiret dilemesini istediler. O kötü işi yapmadan önce, ileride bu günahların­dan ötürü tövbe etmeye niyetlendikleri için, Cenâb-ı Allah onları, Ya­kub'un gözlerinin açılması esnasında tevbe etmeye muvaffak eyledi. Babaları, kendileri için mağfiret talebinde bulunmaya söz verdi ve dedi ki: «...Rabbimden bağışlanmanızı dileyeceğim; O, şüphesiz bağışlar ve merhamet eder...»

İbn Mesud, İbrahim et-Teymin, Amr b. Kays, İbn Cüreyc ve diğerle­ri dediler ki: Yakub, oğullarını tevbe için seher vaktine kadar bekletti.

îbn Cerir, Muharib b. Dessar'm şöyle dediğini rivayet etti: Hz. Ömer, mescide geldiğinde bir adamın şöyle dediğini işitti: "Allahım! Be­ni çağırdın, ben de çağrına icabet ettim.. Bana emir verdin. Emrine uy­dum.. İşte şimdi de seher vaktidir. Beni bağışla." Hz. Ömer, duyduğu bu sese kulak verdi; baktı ki ses, Abdullah b. Mesudun evinden geliyor. Ab­dullah'a, bu şekilde dua edişinin nedenini sordu. O da dedi ki: Hz. Ya­kub, tevbe için oğullarını, "Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim." diye­rek seher vaktine kadar bekletmiştir. Ayrıca Cenâb-ı Allah da: "Seher­lerde istiğfar edenleri (Allah görmektedir.)" diyerek müjdelemektedir.(Al-i Imrân, 17.)

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadiste Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz her gece dünya semasına inerek: "Tevbe eden yok mudur ki tevbesini kabul edeyim? Dilekte bulunan yok mudur ki ona (dilediğini) vereyim? Bağışlanma dileyen yok mudur ki onu bağışlayayım?"

Bir hadiste anlatıldığına göre "Yakub, (istiğfar için) oğullarını cuma gecesine kadar bekletmiştir."

İbn Cerir, İbn Abbas'tan rivayet ederek dedi ki: «..."Sizin için Rabbi­me istiğfar edeceğim"...» ayetiyle ilgili olarak Rasûlullah (s.a.v.) şöyle demiştir. "Cuma gecesine kadar, "Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim." sözü, kardeşim Yakub'un oğullarına söylediği sözdür."[29]

Yusuf un yanına geldiklerinde o, anasını babasmı'bağrma bastı "Allah'ın dileğince, güven içinde Mısır'a yerleşin!" dedi. Ana babasını tahtın üzerine oturttu, hepsi onun önünde (Allah'a secde edip) eğildiler. O zaman Yusuf: "Babacığım, dedi. İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleş tirdi. Şeytan, benimle kardeşlerim ara­sını bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran, sizi de çölden getiren Rab­bim, bana pek çok iyilikte bulundu. Doğrusu, Rabbim dilediğine lütuikardır, O, şüphesiz bilendir, Hakimdir." dedi. "Rabbim! Bana hü­kümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Dünya ve ahirette işlerimi yoluna koyan sensin; benim canı­mı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat." (Yûsuf, 99-101.)

Burada, birbirini sevenlerin, uzun bir ayrılıktan sonra bir araya ge­lip buluşmaları anlatılıyor. Denildiğine göre Yusuf la Yakub, seksen yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardır. Seksen üç yıl süreyle ayrı kal­dıklarını söyleyenler de olmuştur. Bu iki süre, Hasen'den rivayet edil­miştir. Katade'nin dediğine göre otuzbeş yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardır.

Muhammed b. İshak'm anlattığına göre onsekiz yıl süreyle birbirle­rinden ayrı kalmışlardır. Ehl-i Kitap, Yusuf la babasının kırk yıl sürey­le birbirlerinden ayrı kaldıkları görüşündedirler.

Bu kıssanın zahirî ifadeleri, Yusuf la babasının birbirlerinden ayrı kalış sürelerini yaklaşık olarak belirlemektedir. Şöyle ki: O kadın ken­disinden murad almak istediği zaman Yusuf onyedi yaşındaydı. Tabii ki Yusuf ona uymamıştı. Dolayısıyla bir kaç yıl da zindanda kaldı. îkrime ve diğerlerine göre yedi yıl zindanda kaldı. Sonra zindandan çıkarıldı ve yedi yıl süreyle Mısır'da bolluk görüldü. Bundan sonra halk, yedi yıl sü­ren bir kıtlıkla karşılaştı. Kıtlığın ilk senesinde azık almak için sadece kardeşleri yanma geldiler. İkinci sene azık almaya geldiklerinde, kar­deşi Bünyamin'i de beraberlerinde getirdiler. Üçüncü sene geldiklerin­de kendini onlara tanıttı ve tüm aile bireylerini yanlarına alarak Mısır'a gelmelerini onlara emretti. Bunun üzerine hepsi toplanıp Mısır'a gitti­ler. «...Yusuf un yanına geldiklerinde, o, anasını babasını bağrına bas­tı...» Kardeşlerinden ayrı olarak özel surette ona-babasıyla bir araya gelip görüştü. «..."Allah'ın dileğince, güven içinde Mısır'a yerleşin." de­di. Denildiğine göre Yusuf un bu ifadelerinde takdim - tehir vardır. Tak­diri de şöyledir: Yusuf: Mısır'a girin, dedi. Sonra da ana-babasını kendi­ne çekip kucakladı. îbn Cerir, burada takdim-tehir bulunduğu görüşü­nü, zayıf görmektedir ki, o mazurdur.

Bir diğer rivayete göre Yusuf, onları şehir dışında, çadırların bulun­duğu yerde karşılamış; Mısır'a yaklaştıklarında, onlara: "Allah'ın dilediğince, güven içinde Mısır'da yerleşin."...» demişti.

Süddî, böyle demiştir. Böyle bir takdirde bulunmaya gerek yoktur; Mısır'a girin," sözünde Mısır'a yerleşin ve Allah'ın dileğiyle orada ikamet edin." manası saklı olur denilirse, bu da güzel ve yerinde bir takdir olur. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yakub, Caşir (Belbis) mevkiine vardığında, Yusuf onu karşılamaya çıktı. Gelişini müjdeleme­si için Yakub, oğlu Yahuza'yı Yusuf a göndermişti. Yine Ehl-i Kitap kay­naklarında anlatıldığına göre Mısır kralı, Caşir mevkiini Yakub ile oğullarına; orada davarlarıyla beraber kalıp ikamet etmeleri ve yaşa­maları için mülk olarak verdi.

Bir grup müfessirin anlattıklarına göre, Allah'ın peygamberi Ya-kub'un (İsrail'in) gelmesi yakın olunca, Yusuf onu karşılamaya çıkmak istedi ve çıktı. Yusuf a bir jest ve Yakub peygambere olan hürmetlerin­den dolayı kral ve askerleri de atlara binip Yusuf la beraber karşılama­ya çıktılar. Yakub da krala dua etti. Onların gelişlerinin uğur ve bereke­ti dolayısıyla, kıtlığın geri kalan süresi dolmadan, Cenâb-ı Allah kıtlığa son verdi. Doğrusunu Allah bilir.

İbn Mesud'un dediğine göre Yakub'la birlikte Mısır'a giden oğul ve torunları toplam olarak altmış üç kişiydi. Abdullah b. Şeddad'm dediği­ne göre ise seksen üç kişiydiler. Mesruk'tan gelen rivayete göre, 390 kişi olarak Mısır'a girmişlerdir.

Anlatıldığına göre bunların sayısı zamanla o kadar çoğalmış ki, Mu­sa peygamberle birlikte Mısır'dan çıktıklarında 600.000'den fazla sa­vaşçıları varmış. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Mısır'a yetmiş kişi olarak girmişlerdir. O kaynaklarda adları da belirtilmiştir. Yusuf, «Ana-babasını tahtın üstüne oturttu...» Anasının o zamandan önce ölmüş olduğu söylenmiştir. Bu görüş Tevrat âlimlerince de benimsenmiştir. Bazı müfessirlerin görüşüne gö­re Cenâb-ı Allah, o zaman Yusuf un anasını diriltmiştir.

Başkaları da demişler ki: O zaman babasıyla birlikte tahtın üstüne çıkardığı kadın, Yusuf un anası değil de teyzesiydi. Teyze de ana gibidir. İbn Cerir et-Taberî ve diğerleri dediler ki: Kur'ân-ı Kerîm'in zahir ifadeleri, Yusuf un anasının o güne dek hayatta kalmış olduğunu gerek­li kılmaktadır. Ehl-i Kitabın buna muhalif beyan ve nakilleri, nazarı itibara alınmamalıdır. Kuvvetli olan görüş budur. Doğrusunu Allah bi­lir.

Yusuf, ana-babasını tahtın üstüne çıkardı. Yanında oturttu. «...Hepsi onun önünde (Allah'a secde edip) eğildiler.» dedi. Saygı ve ik­ram için ana-babası ve onbir kardeşi, onun huzurunda secdeye kapan­dılar. İnsana secde etmek, onların dinlerinde meşru idi. Diğer şeriatlar­da da bu hüküm vardı. Nihayet bu, bizim dinimizde yasaklanmıştır.[30]

«...O zaman Yusuf: "Babacığım! İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır."...» dedi.

Daha önce görüp de sana anlattığım rüyanın yorumu işte budur. Hani rüyamda güneşle ayın ve onbir yıldızın secde eder olduklarını gör­müştüm. Sana anlattığımda, bu rüyamı gizlememi bana emretmiş ve bana bazı vaadlerde bulunmuştun. «..'.Rabbim onu gerçekleştirdi. Şey­tan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni hapisten çıka­ran. ..» Keder ve sıkıntıdan sonra, Mısır diyarının her tarafında beni, sö­zü geçen bir hakim laldı. «.. .Sizi çölden getiren Rabbim bana pek çok iyi­likte bulundu...» Beni zindandan çıkardı. Bana yaptıkları zulümden sonra, Rabbim beni Mısır'a sultan kıldı.[31] «...Doğrusu, Rabbim dilediği­ne lütufkardır...» Yani bir işin yapılmasını istediği zaman onun sebeple­rini hazırlar. Kullan farkında olmadan, bir çok yönden o işi kolaylaştı­rır. Kendi ince sanatı ve yüce kudretiyle onu, rahatlıkla yapılabilecek bir iş haline getirir. «...O, şüphesiz bilendir...» Bütün işleri bilir. Yarat­ma, takdir ve yasamasında da her işi yerli yerince yapan bir «...Hakim­dir...»

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yusuf, kendi eli altın­da bulunan azık ve gıda mallarını Mısırlılara sattı. Karşılığında da on­ların altın, gümüş, ev eşyası ve emlakleri gibi tüm mal varlıklarım aldı. Sonunda canlarını bile satın alarak hepsini köle haline getirdi. Sonra çalışıp elde edecekleri ürünün beşte birini krala vermeleri karşılığında tarlalarını serbest bıraktı ve kendilerine özgürlüklerini bağışladı. Bu uygulama, o günden sonra Mısırlılar için bir kanun haline geldi.

Sa'lebî'nin anlattığına göre kıtlık senelerinde Hz. Yusuf, - Mısır ha­zinelerini elinin altında tutmasına rağmen - karnını doyurmazmış.. Aç kimseleri unutamazmış. Öğle vaktinde olmak üzere, günde sadece bir öğün yemek yermiş. Onun böyle yaptığını öğrenen sonraki krallar da bu âdete uymuşlardır. Mü'nıinlerin emîri Hattab oğlu Ömer de, bolluk ve bereket yılları gelinceye kadar, kıtlık yıllarında karnını hiç doyurmaz­mış. Şafiî'nin naklettiği bir rivayete göre Arablardan biri, kıtlık senesi geçtikten sonra Hz. Ömer'e şöyle demiş: "Sıkıntın gitti. Doğrusu sen, yüksek karakterli hür bir kadının oğlusun."

Nihayet Yusuf, üzerindeki ilahî nimetin tamamlandığım, perişan halinin düzeldiğini, bu dünyanın kimseye hep aym surette baki kalma­yacağım, dünyadaki her şeyin ve herkesin vadesi dolduğunda yok olaca­ğını, tamamlıktan sonra mutlaka noksanlığın geleceğini anladıktan sonra Rabbine gereği gibi övgüde bulundu. O'nun lütuf, ihsan ve iyiliği­nin büyüklüğünü itiraf etti. Kendisinden dilekte bulunanların en hayır­lısı ve en iyisi olan Allah'tan, kendisini vefat ettireceği zaman müslü-man olarak vefat ettirmesini ve iyi kullarının arasına katmasını diledi. (D

Nitekim dua esnasında da şöyle denilir: "Allahım! Bizi Müslüman ola­rak yaşat. - vefat ettireceğin zaman- bizi Müslüman olarak vefat ettir."

Hz. Yusuf un, ölüm döşeğindeyken böyle bir dilekte bulunmuş ol­ması muhtemeldir. Nitekim Hz. Peygamber de ölüm döşeğindeyken ru­hunun Refık-i A'lâ'ya, nebi ve mürseller gibi iyi arkadaşların yanma yü­celtilmesini dileyerek üç defa, "Allahım! Refık-i A'lâya..." demiş ve sonra da ruhunu teslim etmişti.

Hz. Yusuf un sıhhat ve afiyetteyken ölüm temennisinde, bulunmuş olması da muhtemeldir. Çünkü onların şeriatlarına göre, ölme temen­nisinde bulunmak caizmiş. Nitekim İbn Abbas-'m da şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Yusuf tan önce hiçbir peygamber, ölüm temennisinde bu­lunmamıştır."

Ama fı.tne hali dışında Ölüm temennisinde bulunmak, İslâmiyet'te yasaklanmıştır. Nitekim Alımed b. Hanbel'in rivayet ettiği Muaz'm ha­disinde şöyle bir duadan söz edilmektedir: "(Ey Rabbim!) Bir kavmi fit­neye düşürmek istediğin zaman, bizi fitneye düşürmeden canımızı al!."

Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Ey Ademoğlu! Ölüm senin için fitneden daha iyidir!"

Hz. Meryem de şöyle demiştir:

"Keşke ben bundan önce ölmüş olsaydım da, unutulup gitseydim."» dedi. (Meryem, 23.)

Dedikodular ayyuka çıkıp, savaş şiddetlendiği, fitne büyüdüğü ve olaylar da korkunç boyutlara ulaştığı zaman Hz. Ali de ölümünü iste­miştir. Zor durumlarla karşılaştığı ve muhaliflerinden korkunç saldırı­lar gördüğü zaman, Sahih adlı hadis kitabının sahibi Buharı de ölüm temennisinde bulunmuştur.

Rahatlık ve kedersizlik durumlarında ölüm temennisinde bulun­maya gelince, Enes b. Malik'in rivayet ettiği, Buharı ve Müslim'in sa­hihlerinde yer alan bir hadiste, peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle bu­yurmuştur:

"Sizden biri, kendisine isabet eden (hastalık ve benzeri) bir sıkıntı nedeniyle ölüm temennisinde bulunmasın. İyi biri ise, sıkıntısı belki da­ha da artar, günahkar biri ise belki kınanır. (Ölümünü istemesin) Ama şöyle desin: Allahım! Yaşamak benim için daha iyi ise, beni yaşat.. Ölüm benim için daha iyi ise, beni öldür."

Allah'ın peygamberi Yusuf un ölüm temennisinde bulunduğu bir gerçektir.. Yani can çekişirken ya da üzerindeki ilahî nimetin tamam­landığını gördüğü zaman bu dilekte bulunmuştur.

İbn İshak, Ehl-i Kitap kaynaklarında bu konuda şu bilgilerin bu­lunduğunu söylemiştir: Yakub, Mısır diyarında Yusuf un yanında on yedi sene ikamet etti. Sonra da vefat etti. Yusuf a, kendisini babası İshak ile dedesi İbrahim'in yanma defnetmesini vasiyet etti.

Süddî'nin anlattığına göre Yusuf, babasının cesedini mumyalayıp Şam taraflarına götürdü; babası îshak ile dedesi İbrahim'in yanına def­netti. Allah'ın selamı üzerlerine olsun.

Ehl-i kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Hz. Yakub, 130 yaşın­dayken Mısır'a gitmiş; orada Yusuf un yanında onyedi sene yaşamış... Bu kaynaklarda böyle denildiği halde Yakub'un topîain ömrünün 140 sene olduğunu söylemektedirler ki, bu da Ehl-i Kitab'ın ya kendilerinin, ya da kitaplarının bir yanlışıdır. Ya da 140 sayısının üzerindeki küsura­tı, âdetleri icabı düşürmüşlerdir. Fakat böylesine önemli bir konuda na­sıl olur da küsuratı düşürürler? Yüce Allah kutsal kitabında şöyle bu­yurmaktadır: «Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O, oğullarına: "Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" diye sormuştu. Onlar da: "Senin Tanrı'na ve ataların İbrahim, İsmail, İshalim Tanrı'sı olan tek Tanrı'ya kulluk edeceğiz, bizler O'na teslim olmuşuzdur." de­mişlerdi.» (el-Bakara,133.)

Yakub, oğullarına ihlası tavsiye etmişti. Ihlas, İslâm'ın en yüce prensiplerinden biridir. Cenâb-ı Allah da, peygamberlerin tümünü İslâmı prensipleri tatbik etmeleri için göndermiştir. Ehl-i Kitap kay­nakları bunu reddetmekte ve şöyle bir ifade kullanmaktadırlar: Yakub, her oğluna ayrı ayrı vasiyette bulundu. İleride nelerle karşılaşacakları­nı onlara bildirdi. Yahuza'ya da, kendi soyundan doğacak ve milletlerce itaat edilecek büyük bir peygamberin - ki o da Meryem oğlu İsa'dır - gele­ceğini müjdeledi. Doğrusunu Allah bilir.

Rivayete göre Yakub vefat ettiğinde Mısırlılar, yetmiş gün onun üzerine ağladılar. Yusuf tabiplere emir verdi. Yakub'a koku sürdüler. Cesedi, kırk gün kokular içinde kaldı. Sonra Yusuf, babasının cesedini Kudüs tarafina götürüp dedesinin yanma defnetmek için Mısır kralın-dan izin istedi. Kral izin verdi. Kendisiyle birlikte Mısır'ın önde gelen büyükleri de yola çıktılar. Habron denen yere vardıklarında Yakub'u, İbrahim peygamberin Afron b. Sahr el- Haysf den satın aldığı ve kendi­sinin de gömülü bulunduğu mağaraya defnettiler. Yedi gün süreyle Yusuf a taziyette bulundular. Sonra Mısır'a döndüler. Kardeşleri de Yusuf a taziyetlerini sundular, boyun büküp merhamet dilendiler. Yusuf da onlara ikramda bulundu. Kendileri için rahatlayacakları bir yer temin etti. İmkanlar tanıdı. Onlar da Mısır'da ikamet ettiler.

Nihayet vadesi dolup ölüm döşeğine yattığında Yusuf, kardeşleri­ne, cesedini mumyalayıp muhafaza etmelerini, Mısır'dan çıktıkları za­man beraberlerinde alıp götürmelerini ve atalarının yamna gömmeleri­ni vasiyet etti. Vefat etti. Kardeşleri, cesedini mumyalayıp bir tabuta koydular. Nihayet Musa (a.s.), cesedi alıp atalarının yanına gömdü. Ri­vayete göre Yusuf (a.s.), 120 yaşındayken vefat etmiştir.[32]

 



[1] Bkz. Tarih-i Taberî, I, 205.

[2] Bkz. Tarih-i Taberî, I, 206.

[3] Tarih-iTaberî,I, 210

[4] A.g.e.,I,210

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/255-268.

[6] el-îstiâb (eî-isabe fî Temyizi's-Salıabe'nin kenarında) II, 89-90.

[7] Tarih-İTaberî, 1,229.

[8] Müsned, Ahmed b. Hanbel, I, 395-424.

[9] Buharı, 2/11,12,18,19; Müslim, 5/10.

[10] Suyutî, Dürr, IV, 470.

[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/269-281.

[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/281.

[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/281-284.

[14] Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 101.

[15] Tarih-iTaberî,!, 224.

[16] Tarih-i Taberî, I, 225.

[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/285-291.

[18] Müsned, Ahmed b. Hanbel, III, 387.

[19] A.g.e.,III, 471;IV,266.

[20] Müsned, Ahmed b. Hanbel, II, 196.

[21] Suyûtî, Camiu s-Sağir, Hadis No: 985.

[22] Tefsir-i Taberî,XII, 91.

[23] Tarih-i Taberî, XII, 99.

 

[24] Suyutî, Camiu s-Sağir, Hadis No: 4645, 4646, 4647.

[25] Tefsîr-i Taberî, XII, 116.

[26] Tarih-i Taberî, I, 238; Tefsir-i Taberî, XII, 118.

[27] Bkz. Tefsİr-i Taberî, XII, 122-123.

[28] Bkz. Tefsir-i Taberî, XII, 133.

[29] Tefsir-i Taberî, XIII, 42; Tarih-i Taberî, I, 253.

[30] Tefsir-i Taberî, III, 43.

[31] Tarih-iTaberî,I, 255.

[32] Tarih-iTaberî, I, 256.

İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/292-328.