Şuayb
Peygamberin Mîlletî Olan Medyenlîler
Şereflîoğlu
Şerefli İbrahim'in Oğlu Îshak (A.S.)
İbrahim Halil
(a.s.)'in hayatında meydana gelen büyük hadiselerden biri de Lut kavminin
kıssası ve onların başlarına gelen umumî felakettir. Şöyle ki: Lut (a.s.),
Haranın oğludur. Haran ise, önce de belirttiğimiz gibi diğer adı Azer olan
Tareh'in oğludur. Lut, İbrahim'in kardeşi oğludur. Daha önce de söylediğimiz
gibi İbrahim, Haran ve Nahor kardeş idiler. Harran şehrini kuranın bu Haran olduğu
söylenir ki, bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu, Ehl-i Kitab'm elindeki kaynaklara
ters düşen bir görüştür. Doğruyu yine de Allah bilir.[1]
Lut (a.s.), kendisinin
emir ve izni üzerine amcası İbrahim Halil (a.s.)'in mahallesinden çıkıp gitti;
Ğur-ı Zağr'e bağlı Sedum şehrine yerleşti. Gur, buranın başkenti durumundaydı;
oraya bağlı kasaba, köy ve kaza merkezleri vardı. Orada insanların en
ahlaksızı, en inkarcısı, içi en çok kötü, hal ve gidişatları en fazla bozuk
olan bir kavim yaşamaktaydı. Yol keser, meclislerinde kötü işler yaparlardı.
"Yaptıkları kötülükten vazgeçmiyorlardı. Ne kötü şey yapıyorlardı."
(d-Mâidc, 79.)
Kendilerinden önce hiç
kimsenin yapmadığı bir fuhuş türü icad ettiler. Cenâb-ı Allah'ın, salih kullan
için yaratmış olduğu kadınları bırakıp, erkeklere gidiyor ve erkek erkeğe
cinsel ilişki kuruyorlardı. Lut, onları, ortağı olmayan tek Allah'a ibadet
etmeye çağırdı. Bu haramları, yasakları, çirkinlikleri ve fuhşiyatı işlemekten
onları menetti. Fakat onlar, sapıklık ve azgınlıklarını devam ettirdiler; küfür
ve ahlaksızlıklarını sürdürdüler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah; akıllarına
gelmeyen, hesaplarında bulunmayan, geri çevrilmesi imkansız bir azabı
üzerlerine indirdi. Onları, dünyadaki akıl ve basiret sahiplerinin ders
alacakları bir ibret haline getirdi.[2] Bu
nedenle de onların kıssasını, Kur'ân-ı Mübin'in birkaç yerinde anlattı, şöyle
ki:
« Lut'u da gönderdik.
Milletine: "Dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayasızlığı
mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz.
Doğrusu, çok aşırı giden bir milletsiniz." dedi. Milletinin cevabı
sadece, "Onları kasabanızdan çıkarın, güya onlar temiz kalmaya uğraşan
insanlarmış." demek oldu. Bunun üzerine Lut'u ve taraftarlarını kurtardık.
Yalnız karısı, geride kalıp helake uğrayanlardan oldu. Geriye kalanların
üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, suçluların sonunun nasıl olduğuna bir
bak!» (A'râf, so-84.)
«Andolsun ki,
elçilerimiz müjde ile İbrahim'e geldiler. "Selam sana" dediler;
"Size de selam" dedi, hemen kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerini
ona uzatma diki anın görünce, durumlarım beğenmedi ve içine korku düştü.
Onlar, "Korkma, biz Lut milletine gönderildik." dediler. Bu arada
İbrahim'in ayakta duran kansı gülünce, "Ona İshak'ı, ardından Yakub'u
müjdeleriz." dediler. "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam
da ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu, şaşılacak bir şey."
dedi. "Ey evin hanımı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken,
nasıl Allah'ın işine şaşarsın? O, Övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir."
dediler.
İbrahim'in korkusu
gidip müjde kendisine ulaşınca, Lut milleti hakkında elçilerimizle tartışmaya
girişti. Doğrusu, İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah'a vermiş
bir kimse idi. Elçilerimiz, "Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Doğrusu, Rabbinin
emri gelmiştir, Onlara, şüphesiz, geri çevrilemeyecek bir azab
gelmektedir." dediler. Elçilerimiz Lut'a gelince, onun fenasına gitti;
çok sıkıldı, "Bu, çetin bir gündür." dedi.
Milleti ona koşarak
geldiler. Daha önce kötü işler yapıyorlardı. "Ey milletim! İşte bunlar
benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Allah'tan sakının, konuk]
arımın önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mudur?"
dedi. "Andolsun İd, senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun;
doğrusu, ne istediğimizin farkmdasm." dediler. "Keşke size yetecek
bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam." dedi. "Ey Lut! Biz,
Rabbinin elçilen^az. Onlar sana ilişeme-yecekler; geceleyin bir ara, ailenle
beraber yola çık; karının dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu, onların başına
gelen onun başına da gelecektir. Vadeleri gün doğana kadardır. Gün doğması
yakın değil mi?" dediler. Buyruğumuz gelince oraların altını üstüne
getirdik; üzerine de Rabbinin katından, işaretli olarak yığın yığın sert taş
yağdırdık. Bunlar, zalimlerden hiçbir zaman uzak olmayacaktır.» (Had, 69-83.)
«Onlara İbrahim'in
konuklanın da anlat: İbrahim'in yanına girdiklerinde selam vermişlerdi. O:
"Doğrusu biz sizden korkuyoruz." demişti de: "Korkma, biz sana,
bilgin bir oğlun olacağım müjdelemeye geldik." demişlerdi. "Ben
kocamışken bana müjde mi veriyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?"
deyince, "Seni gerçekten müjdeliyoruz," umutsuzlardan olma",
demişlerdi. "Zaten sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut
keser." diyerek sormuştu. "Ey elçiler! İşiniz nedir?" Şöyle
cevap vermişlerdi:
"Biz şüphesiz bir
millete gönderildik. Lut'un ailesi bunun dışındadır. Karısı hariç, hepsini
kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk."
Elçiler Lut'un
ailesine gelince Lut: "Doğrusu, siz tanınmamış kimselersiniz." dedi.
"Biz sana sadece şüphe edip durdukları azabı getirdik. Sana gerçekle
geldik. Biz doğru söylemekteyiz. Artık, geceleyin bir ara, aileni yola çıkar.
Sen de arkalarından git. Hiç biriniz arkaya bakmasın.. Emrolunduğunuz yere
doğru yürüyün." dediler.
Böylece Lut'a bunların
sonlarının kesilmiş olarak sabahı edeceklerini bildirdik. Şehir halkı
sevinerek geldiler. Lut: "Bunlar benim konuk-lanmdır. Onlara karşı beni
mahçub etmeyin. Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin." dedi. "Biz
sana misafir kabul etmeyi yasak etmemiş miydik?" dediler. Lut:
"Alacaksanız, işte benim kızlarım!" dedi.
Ey Muhammedi Senin
hayatına yemin olsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
Tanyeri ağarırken, çığlık onları yakala-yıverdi. Memleketlerini alt üst ettik.
Üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen kimseler için ibretler vardır.
O şehirin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadırlar. Bunda
inananlar için ibret vardır.»(el-Hicr, 51-77.)
«Lut milleti de
peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Lut, onlara: "Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık
Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum.
Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı
eşleri bırakıp ta, insanlar arasında erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu, siz
azmış bir milletsiniz" dedi, "Ey Lut! Bu sözlerinden vazgeçmezsen
mutlaka kovulacaksın." dediler. Lut: "Doğrusu, yaptığınıza çok
kızanlardanım. Rabbim! Beni ve ailemi bunlann elinden kurtar." dedi. Bunun
üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve ailesini, hepsini
kurtardık. Diğerlerini yerle bir ettik. Üzerlerine de yağmur yağdırdık. Uyarılan
fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi! Şüphesiz bunda bir ders vardır.
Ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu, Rabbin güçlüdür, merhametlidir.»(eş-Şuarâ,
160475).
«Lut'u da gönderdik.
Milletine şöyle dedi: "Göz göre göre bir hayasızlık mı yapıyorsunuz?
Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Evet, siz cahil bir
milletsiniz." Milletinin cevabı sadece : "Lut'un ailesini
kasabanızdan çıkarın. Güya onlar temiz kalmaya çalışan insanlarmış." demek
oldu. Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız kansımn geride
kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Geride kalanlann üzerine bir yağmur
yağdırdık. Uyarılan fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi!» (en-Ncml,
54-58.)
«Lut da milletine
şöyle demişti: "Doğrusu, siz dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı
bir hayasızlığı yapıyorsunuz. Erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve
toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?" Milletinin cevabı:
"Doğru sözlüysen, bize Allah'ın azabını getir." demek oldu. Lut:
"Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." dedi.
Elçilerimiz İbrahim'e
müjde ile geldiklerinde: "Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz. Çünkü
oranın halkı zalim kimselerdir," dediler. İbrahim: "Ama Lut
oradadır." dedi. Elçiler: "Biz orada olanları daha iyi biliriz. Onu
ve geride kalanlardan olacak karısı dışında ailesini kurtaracağız."
dediler. Elçilerimiz Lut'a gelince onun fenasına gitti; çok sıkıldı. Ona,
"Korkma ve üzülme; doğrusu biz, seni ve geride kalacaklardan olan karının
dışında aileni kurtaracağız. Bu kasaba halkına, yaptıkları yolsuzluklardan
ötürü gökten, elbette bir azab indireceğiz," dediler. Andolsun ki, biz,
düşünen kimseler için bu kasabadan apaçık bir belgeyi geride bırakmışız dır.
(el-Ankcbût, 28-35.)
«Şüphesiz Lut da
peygamberlerdendir. Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lut'u
ve ailesinin hepsini kurtarmıştık. Sonra diğerlerini yok etmiştik. Ey İnsanlar!
Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?»
(es-Sâffât, 133-138.)
Zâriyât sûresinde de
İbrahim (a.s.)'in misafirlerinin kıssası ve misafirlerin de İbrahim'i bilgin
bir oğul sahibi olmakla müjdeleyişleri anlatıldıktan sonra şöyle buyuruluyor:
«İbrahim: "Ey
elçiler! Göreviniz nedir?" dedi. Elçiler: "Suçlu bir milletin
üzerine, Rabbinin katından işaretli olarak, aşın gidenlere mahsus sert taşlar
göndermekle görevlendirildik." dediler. Bunun üzerine suçlu milletin
arasında bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada kendini Allah'a vermiş
sadece bir tek ev halkı bulduk. Can yakıcı azabdan korkanlar için, o belde de
bir işaret bir kalıntı bıraktık.» (ez-Zâriyât, 31-37.)
«Lut milleti, uyaran
peygamberleri yalanladı. Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgar gönderdik.
Ancak Lut'un taraftarlarını, katımızdan bir nimet olarak seher vakti
kurtardık. Şükredene işte böyle mükafat veririz. Lut, andolsun ki, onları bizim
yakalamamızla uyarmıştı. Ama onlar, uyarmaları şüpheyle karşılayarak
dinlemediler. Andolsun ki onlar, Lut'un konukları olan melekleri elde etmeye
kalkıştılar. Bunun üzerine-gözlerini kör ettik. "Azabımı ve uyarmalarımı
dinlememenin sonucunu tadın." dedik. Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun
diye kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?» (el-Kamer, 33-40.)
Bu kıssalarla ilgili
geniş açıklamaları İbn Kesîr tefsirimizde yapmışızdır. Cenâb-ı Allah, Lut ve
kavmini, Kur'ân-ı Kerîm'in diğer yerlerinde de anlatmıştır. Nuh, Ad ve Semud
ile beraber de anlatılmıştır.
Maksadımız, ayet ve
hadislerden derleme yaparak, Lut kavminin yaptığı işleri ve üzerlerine inen
azabı anlatmaktır. Lut (a.s.) onları, ortağı olmayan bir Allah'a kulluk etmeye,
Rabbleri tarafından yasaklanan fuhşiyatı işlemekten de el çekmeye çağırdığında
ona icabet etmediler. İçlerinden bir tek kişi bile ona iman etmedi. Bilakis
eski hallerini sürdürdüler. Sapıklık ve azgınlıklarından vazgeçmediler.
Peygamber-. lerini, aralarından çıkarıp kovmaya kalktılar. Kendilerine yapılan
hitabı anlayacak akıllan olmadığı için, peygamberin çağrısına verdikleri
cevap, şundan ibaret oldu:
"Lut'un ailesini
kasabanızdan çıkann. Güya onlar, temiz kalmaya çalışan iıısanlaraıış."
(en-Ncml, 56.)
Aslmda son derece
övgüye şayan olan bir hususu, kovulmayı gerektiren bir yergi olarak ortaya
attılar. Asm derecedeki inatları, onları böyle konuşmaya itti. Cenâb-ı Allah,
Lut'u ve kansı dışındaki aile efradını temiz kıldı.. Onları, o kasabadan en güzel
bir çıkarışla çıkardı. Kafir kavmini de orada ebedi bıraktı. Ancak orayı
dalgalarından pis kokular gelen bir denize çevirdikten sonra onlan orada
bıraktı. Gerçekte orası, o kafirler için alevli bir ateş, fokur fokur kaynatan
bir sıcaklık idi. O denizin suyu da çok acı ve tuzluydu.
"Lut'u sürgün
edin." demelerinin yegane sebebi, Lut'un onları ağır masiyetleri ve çok
büyük fuhşiyatı işlemekten men'etmesi idi. İrtikab ettikleri fuhşiyatı,
kendilerinden önce dünyada hiç bir millet işlemiş değildi. Bu nedenle onlar,
üzerlerine inen azabla âlemlere ibret oldular.
Onlar yol kesiyor,
arkadaşlanna hıyanet ediyor, toplantı yerlerinde gerek sözlerle gerekse fiili
olarak her çeşit çirkinlikleri yapıyorlardı. Öyleki, yanlannda oturmakta olan
kimselerden utanmadan, karşılıklı olarak yellenirlerdi. Kalabalık meclislerde
dahi fuhuş yapmaktan çekinmezlerdi. Yapmakta olduklan pisliklere son
vermelerini öğütleyen vaizlerin nasihatlerine kulak vermezlerdi. Geçmişte
yapmış olduklan kötülüklerden ötürü pişmanlık duymazlardı. Gelecekte de
değişmeye yönelik atılımları yoktu. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onlan çok ağır
bir cezaya çarptırmıştı.
Lut'a söyledikleri
sözlerden biri de şuydu:
"Eğer doğru
sözlülerden isen, haydi bize Allah'ın azabını getir!" (el-Ankebût, 29.)
Lut'tan, kendilerini
tehdid edip durmakta olduğu can yakıcı azabı getirmesini istediler. İşte o
zaman kadri yüce peygamberleri, kendilerine beddua etti. Alemlerin Rabbinden
ve peygamberlerin ilahından, boz-. guncu millete karşı kendisine yardım
etmesini istedi. O inançsızların yaptıklan işler Allah'ın ağırına gitti, O'nu
öfkelendirdi ve peygamberi Lut'un çağnsma icabet etti.
Şerefli elçilerini ve
ulu meleklerini göreve gönderdi. Bunlar, İbrahim Halil (a.s.)'e uğrayıp, onun
bilgin bir oğlunun doğacağı müjdesini verdiler. Yapmakla görevlendirildikleri
büyük ve kapsamlı işi ona haber verdiler.
«İbrahim: "Ey
elçiler! Göreviniz nedir?" dedi. Elçiler: "Suçlu bir milletin
üzerine, Rabbinin katından işaretli olarak, aşırı gidenlere mahsus sert taşlar
göndermekle görevlendirildik." dediler.» (ez-zanyât, 31-34.)
«Elçilerimiz İbrahim'e
müjde ile geldiklerinde: "Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz, çünkü
oranın halkı zalim kimselerdir." dediler.
İbrahim: "Ama Lut
oradadır" dedi. Elçiler: "Biz orada olanları daha iyi biliriz; onu ve
geride kalanlardan olacak karısı dışında ailesini kurtaracağız." dediler.»
(c]-Ankebui, 31-32.)
"İbrahim'in
korkusu gidip de müjde kendisine ulaşınca, Lut milleti hakkında elçilerimizle
tartışmaya girişti." (Hûd, 74.)
Zira İbrahim, onların
ilahî davete icabet edeceklerini, ya da Allah'a yönelip teslim olacaklarım ve
küfürden kopup geri döneceklerini umuyordu. Bu nedenle Cenâb-ı Allah buyurmuş
ki:
«Doğrusu, İbrahim çok
içli, yumuşak huylu ve kendini Allah'a vermiş bir kimseydi. Elçilerimiz:
"Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Doğrusu, Rabbinin emri gelmiştir. Onlara,
şüphesiz geri çevrilemeyecek bir azab gelmektedir." dediler.» (Hûd,
75-76.)
Yani Ey İbrahim!
Bizimle bu konuyu tartışmaktan vazgeç de başka şeyler konuş. Çünkü onlar
hakkında verilen karar kesindir.
Onlara azab inmesi,
helak edilmeleri ve yurtlarının tahrib edilmesi vacib olmuştur. "Doğrusu,
Rabbinin emri gelmiştir." Yani onların helak edilmeleri emrini; emri geri
çevrilemeyecek, azabına karşı konulamayacak ve hükmü aksatılamayacak biri
vermiştir. "Şüphesiz geri çevrilemeyecek bir azab, onlara
gelmektedir."
Said b. Cübeyr, Süddî,
Katade ve Muhammed b. İshak dediler ki: «Meleklerin azab haberini vermelerinden
sonra İbrahim (a.s.) onlara şöyle çıkıştı:
- İçinde 300 mü'mih
bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- İçinde 200 mü'min
bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- İçinde kırk mü'min
bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- İçinde on dört
mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- Peki, ya içinde bir
tek mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- "Orada Lut
vardır."
- "Orada kimin
bulunduğunu biz daha iyi biliriz."
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre İbrahim "(a.s.): Ya Rab! Aralarında elli
salih kimse varken onları helak eder misin?" diye sordu. Nihayet bu sayıyı
ona kadar indirerek sorusunu tekrarladı. Cenâb-ı Allah: "Aralarında on
salih kimse varken onları helak etmem." dedi.»
«Elçilerimiz Lut'a
gelince, onun fenasına gitti; çok sıkıldı. "Bu, çetin bir gündür."
dedi. (Hûd, 77.)
Müfessirler derler ki:
Melekler - ki bunlar da Cebrail, Mikail ve İsrafil idiler - İbrahim'in yanından
ayrıldıklarında Lut'un kasabasına yöneldiler. Lut kavmini imtihan etmek ve
onların aleyhlerine bir delil çıkarmak maksadıyla, güzel suretli parlak gençler
görünümüne bürünerek Sedum beldesine geldiler. Gün batınımdan sonra Lut'a
konuk oldular. Onları insan sanan Lut, ahlaksız kavminin onları evlerine
alarak kendilerine kötülük yapacaklarından endişe duyduğu için onları evine
konuk etti. Bu iş onun fenasına gitti; çok sıkıldı. "Bu, çetin bir
gündür."» dedi. Yani belası şiddetli bir gündür, demek istedi. Başkaları
için yaptığı gibi, bunları da geceleyin koruyup müdafaa etmesi gerekeceğinden
dolayı böyle demişti. Ahlaksız kavmi, hiç bir erkeği evine konuk etmemesini
Lut'a şart koşmuşlardı, ama o, bu işin başka çıkar yolu olmadığı için bunları
evine konuk etmek mecburiyetinde kalmıştı.
Katade'nin anlattığına
göre melekler, kendi tarlasında çalışmaktayken Lut'un yanına gelmişler; kendilerini
evine konuk olarak almasını istemişler; o da utandığından dolayı kabul etmiş;
kendilerini eve götürmek üzere önlerine düşüp yürümeye koyulmuş; bu kasabadan
gidip başka bir yerde konaklarlar umuduyla, onlara dokunaklı sözler söylemeye
başlamıştı. Örneğin demişti ki: "Vallahi yeryüzünde bu kasaba halkı kadar
murdar insanlar görmedim." Böyle dedikten sonra biraz yürüdü. Sonra bu
sözünü yineledi. Neticede aynı sözü onlara dört defa tekrarlamış oldu.
Melekler, peygamberleri Lut (a.s.)'un, kendileri aleyhinde tanıklıkta
bulunmadıkça o kasaba halkını helak etmemekle emro-lunmuşlardı.[3]
Süddî'nin anlattığına
göre melekler, İbrahim'in yanından çıkıp Lut'un kasabasına doğru yöneldiler,
öğle vakti oraya vardılar. Sedum ırmağına vardıklarında Lut'un kızıyla
karşılaştılar. Kızcağız, eve su götürmekteydi. Lut'un iki kızı vardı. Büyüğünün
adı Reysa, küçüğü-nünki Zagarta idi. Melekler ona sordular: "Hanım kız!
Konaklayabileceğimiz bir yer var mı?" Lut'un kızı, kendi kasaba halkının
onlara bir kötülük yapmasından korktuğu için: "Ben dönüp gelinceye kadar
buradan ayrılmayın." dedi ve babasına gelerek şöyle konuştu:
"Babacığım! Şehrin kapısında iki delikanlı seni sordular. Onlar kadar
yakışıklı kimse görmüş değilim. Kasabalılar onları konuk edip te perişan hale düşürme-sinler."
Çünkü kavmi, Lut'un, erkekleri kendi evine konuk etmesini yasaklamış ve :
"Bırak da erkekleri biz konuk edelim." demişlerdi.[4]
Lut'un kabul etmesi
üzerine, kızı gidip konuklan eve getirdi. Ev halkından başkası, konukların
geldiğini görmemişti. Karısı çıkıp durumu halka duyurdu ve : "Lut'un
evinde bazı erkekler var. Onlar gibi güzel yüzlüsünü bu güne kadar görmüş
değilim!" dedi. Bunu duyar duymaz erkekler, Lut'un evine koşarak geldiler.
"Daha önce kötü
işler işliyorlardı."
Yani bu kötülüklerinin
yamsıra önceleri bir çok büyük günahlar daha irtikab etmişlerdi.
Lut dedi ki: "Ey
kavmim! İşte bunlar kızlarım. Bunlar sizin için daha temizdirler."
Bu sözüyle onları
kendi kanlarıyla tatmin olmaya yöneltiyordu. Çünkü onların karılan, şer'an Lut
peygamberin kızlan durumundaydılar. Zira peygamber, hadiste de anlatıldığı
gibi ümmetinin babası durumundadır. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki:
"Peygamber,
mü'minlere canlanndan daha yakındır. Onun eşleri de mü'minlerin
analarıdır." (ei-Ahzâb, 6.)
Sahabe ve seleften
bazılan, peygamberin, ümmetin babası olduğunu söylemişlerdir.
"Rabbinizin sizin
için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında erkeklere mi
yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, azmış bir milletsiniz." (eş-Şuarâ, 165-166.)
Ehl-i Kitabın iddia
ettiği gibi Hz. Lut'un kızlarını o ahlaksız millete sunmuş olduğu görüşü
asılsızdır. Bu iddialan yanlıştır.
Lut'a gelen melekler
üç kişi oldukları halde, Ehl-i Kitap iki kişi olduğunu söyleyerek ikinci bir
yanlış daha yapmışlardır. Akşam yemeğini de Lut'un yanında yediklerini
söylemişlerdir. Bütün bu söyledikleri yanlıştır.
"Allah'tan
sakının. Konuklanmm önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok
mudur?" (Hüd: 78.) İnsana yaraşmayan o fuhşu işlemekten onları menetti.
İçlerinde akıllı ve hayırlı bir kimse bulunmadığını, aksine tümünün beyinsiz,
ahlaksız ve geri zekalı kafirler olduklarını bildirdi.
Onun bu sözleri,
meleklerin sormadan duymak istedikleri şeylerdi. Övgüye layık ve şereflilerin
şereflisi olan Allah'ın laneti üzerlerine olsun, o kavim, kendilerine
doğruluğu emreden peygamberlerine şu cevabı verdiler:
"Andolsun ki,
senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin
farkmdasm." (Had, 79.)
Allah kendilerine
lanet etsin, şöyle diyorlardı: Ey Lut! Bizim kadınlarda gözümüz olmadığını,
maksat ve isteğimizin ne olduğunu pekala biliyorsun. Şerefli peygamberlerine bu
çirkin sözle karşılık verdiler. Can yakıcı azabın sahibi yüce Allah'ın
satvetinden korkmadılar. Bunun üzerine o şerefli peygamber dedi İd: "Keşke
size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığmsam." (Hûd, 80.)
Bu çirkin sözlerinden
ötürü hakkettikleri azabı üzerlerine indirmek için güç ve kuvvet sahibi olmak
ya da onlara kaı-şı kendisine yardımcı olacak bir aşireti olmasını arzuladı.
Zührî, Ebu Hüreyre'nin
merfu bir rivayette şöyle dediğim nakletti: "Lut kavmine inecek olan azab
hususunda biz İbrahim'den daha çok kuşkulanma hakkına sahibiz. Allah Lut'a
rahmet etsin. Sağlam bir yere sığınmak istiyordu. Yusuf un.kaldığı kadar
zindanda kalsaydım, davetçiye icabet ederdim."
Muhammed b. Amr b.
Alkame, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Sağlam bir yere (yani onur ve üstünlük sahibi olan Allah'a) sığındığı
için Allah'ın rahmeti Lut'un üzerine olsun. Ondan sonra Cenâb-ı Allah'ın
gönderdiği peygamberlerin tümü, kalabalık aşiret sahipleri olmuşlardır."
Yüce Allah buyurdu ki:
"Şehir halkı
sevinerek geldiler. Lut: "Bunlar benim konuklanmdır. Onlara karşı beni
mahçub etmeyin. Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin. " dedi. "Biz
sana misafir kabul etmeyi yasak etmemiş miydik?" dediler. Lut:
"Alacaksanız, işte benim kızlanm." dedi." {cl-Hicr, 67-71.)
Bu kötü gidişatı ve
fenalığı sürdürmekten onlan sakındırdı; kendi hanımlanna yanaşmalarını
salıkladı.
Onlar, kötülüklerinden
vazgeçmiyor, tavsiyeye kulak vermiyorlardı. Aksine Lut onlan sakmdırdıkça
onlar, bu konuklan elde etmek için taleplerinde ısrar ediyorlardı. Ertesi sabah
başlarına gelecek felaketten ve kaderin kendileri için ısıttığı azab ateşinden
haberleri yoktu.
İşte bu nedenledir ki
Cenâb-ı Allah, peygamberi Muhammed (s.a.v.)'in hayatına yemin ederek şöyle
buyurmuştur: "Senin hayatına andolsun ki, onlar sarhoşluklan içinde
bocalayıp duruyorlardı." (el-Hicr,72.)
"Lut, andolsun
ki, onlan bizim yakalamamızla uyarmıştı. Ama onlar uyarmalan şüpheyle
karşılayarak dinlemediler. Andolsun ki, onlar Lut'un konuklan olan melekleri
elde etmeye kalkıştılar. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Azabımı ve
uyarmalanmı dinlememenin sonucunu tadın." dedik. Andolsun ki, sabah erken,
önü alınmaz bir azab başlanna
geldi."
(el-Kamer, 36-38.)
Müfessirler ve
başkalan dediler ki: Allah'ın peygamberi Lut (a.s.), o ahlaksız milletin içeri
girmelerine engel olmaya çalışıyor, kapıyı kilitleyerek onlara karşı
konuklannı korumaya çabalıyordu. Fakat onlar açıp içeri girmek için kapıyı
zorluyorladı. O da kapının ardından seslenerek, bu yaptıklarının doğru
olmadığını, bundan vazgeçmeleri gerektiğini onlara Öğütlüyordu. Öğütlerini
ısrarla yineliyordu. Sıkışıp çaresiz kalınca da: "Keşke size yetecek bir
gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığmsaydım ve üzerinize azab
indirseydim" dedi. Bu durumu gören melekler: "Ey Lut! Biz Rabbinin
elçileriyiz. Onlar sana ulaşamayacaklar-dır"dediler. (Hüd, sı.)
Rivayete göre Cebrail
(a.s.), evden çıkıp o ahlaksızların suratına kanadının ucuyla çarparak
gözlerini kör etmiş. Öyleki, yüzlerindeki göz çukurları tamamen kapanıp dümdüz
hale gelmiş, derler. Gözlerini kaybeden o ahlaksızlar, duvarlara tutunarak, el
yordamıyla evlerine dönmeye başlamışlar. Dönerken de Allah'ın elçisi Lut
peygamberi tehdid ederek: "Sabah olunca ona gösteririz." demişlerdi.
Yüce Allah buyurdu ki:
'Andolsun ki, onlar Lut'un konukları olan melekleri elde etmeye kalkıştılar.
Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin
sonucunu tadın." dedik. Andolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azab
başlarına geldi." (el-Kamcr,37-38.)
Şöyleld: Melekler,
Lut'a yanaşarak, gecenin son kısmında karısı hariç, diğer aile efradım yanma
alarak yola çıkmasını tenbihlediler. Kavminin üzerine inmekte olan azabın
sesini duyduğunuzda; "İçinizden hiç kimse geıi kalmasın." dediler.
Kendisinin de çoban gibi, onların ardısıra yürümesini öğütlediler. "Ancak
karın hariç..." Bu kelimeyi mansub olarak okuma durumunda manası böyle
olur. "Aileni geceleyin yürüt." Ancak karını yanına alıp beraberinde
götürmeyesin! Yalnız bu kelimesini merfu olarak okumak ta mümkündür. Bu durumda
ayetin manası şöyle olur: "Sizden hiç kimse geride kalmayacaktır. Ancak
karın geride kalacak, geriye dönüp bakacaktır." Kavminin başına gelen
bela, onun da başına gelecektir. Fakat bu ayetin birinci şekilde mansub olarak
okunup ona göre manalandmlması daha kuvvetli bir görüştür. Doğrusunu Allah
bilir.
Süheylî, Lut'un
karısının adının Valihe; Nuh'un karısının adının ise Vâlihe olduğunu
söylemiştir.
Melekler, Allah
tarafından hain ve şüpheciler için melunluk örneği kılman bu asi ve yoldan
çıkmışların helak edileceklerim müjdeleyerek Lut'a dediler ki:
"Şüphesiz onların
vadeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?" (Hüd, sı.)
Lut (a.s.), aile
efradı ile - bunlar, onun iki kızından ibaretti - geceleyin yola çıktığında,
erkeklerden peşlerine takılan olmadı. Karısının da onlarla beraber yola
çıktığını söyleyenler olmuşsa da, doğrusunu Allah bilir.
Bunlar o ahlaksızların
beldesinden çıkıp kurtulduktan sonra gün
doğarken, ahlaksız ve
kafir kavmin üzerine, Allah'ın geri çevrilemeyen emri geldi. Karşı konulması
imkansız olan şiddetli azab, üzerlerine indi.
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre melekler, Lut'a, kendi
kasabasının yanındaki
dağın tepesine çıkmasını teklif ettiler. Ama o, bunu uygun görmedi. Oraya yalan
bir kasabaya gitmek istediğini söyledi. Onlar da: "Peki öyle olsun, git.
Oraya varıp yeıieşinceye kadar seni bekleyeceğiz. Sen oraya vardıktan sonra biz
bunların üzerine azabı indiririz." dediler. Rivayete göre, halkın Gur-ı
Zağı" dedikleri Şuur kasabasına gitti. Gün doğunca da, terketmiş olduğu
kasabanın üzerine Allah'ın azabı indi.
Yüce Allah buyurdu ki:
"Buyruğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik. Üzerleri de Rabbinin
katından, işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bunlar, zalimlerden
hiçbir zaman uzak olmayacaktır." (Hûd, 82-83.)
Derler ki: Cebrail,
kanadının ucuyla vurarak onları - içindeki insanlarla birlikte yedi kenti -
yerlerinden söküp kopardı. 400 veya 4000 nüfus idiler. Hayvanlarıyla birlikte
helak edildiler. Bu kentlere bağlı arazi, mekan ve işyerleri de tahrib edildi.
Top yekun yerden koparılıp kaldırıldılar; horozlarının ötüşlerini,
köpeklerinin ulumalarım melekler duyacak kadar göklere yükseltildiler. Sonra
da ters döndürülerek yere bırakıldılar. Alt-üst edildiler. Mücahid'in dediğine
göre, eskiden en yüksekteki yerleri, bu defa yere ilk defa düşen kısımlar
oldu.
"Üzerlerine yığın
yığın sert taşlar yağdırdık." "Siccil" kelimesi Arapçalaştınlmış
Farsça kelimelerden biridir. Katı ve sert anlamına gelir. "Mandud"
kelimesi ise peşpeşe, habire manasına gelir. O taşlar Rabbinin katında
işaretlenmişlerdi. Her taşın üzerinde, kime isabet edip helak edeceği
yazılıydı. Azab melekleri demişlerdi ki: "Suçlu bir milletin üzerine,
Rabbinin katından işaretli olarak, aşın gidenlere mahsus sert taşlar
göndermekle görevlendirildik." (cz-Zâriyât, 32-34.)
"Üzerlerine de
yağmur yağdırdık. Uyarılan, fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi!"
(eş-Şuarâ, m.)
"Lut milletinin
kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur. Ey kişi! Rabbinin hangi
nimetinde şüpheye düşersin?" (en-Necm, 53-54.)
Onları ters çevirip
yere batırdı, altlarım üstlerine getirdi. Üzerlerine yağmur gibi peşpeşe, yığın
yığın sert taşlar yağdırdı. O taşlardan her birinin üzerinde, o beldede
yaşamakta olan kafirlerden hangisini helak edecekse, o kişinin adı yazılıydı.
Orada bulunanların da, oradan uzakta yaşamakta olup ta helak edileceklerin de
adlan o taşlar üzerine yazılmıştı.
Anlatıldığına göre
Lut'un karısı, kendi kafir kavmiyle beraber geride kalmıştı. Kocası Lut ve
kızlarıyla beraber şehirden çıktığı, ancak çığlığı ve şehrin düşüşünü
duyduğunda, geri dönüp kavmine doğru gittiği, öteden beri Rabbinin buyruğuna muhalefet
ettiği, azabın indiğini görünce de "Vay benim milletimin başına
gelenler!" diye feryad ettiği, bu esnada üzerine gökten bir taş düşerek
kendisini öldürdüğü ve kavminin akibetine uğrattığı da anlatılır. Çünkü o da o
ahlaksızların dininde imiş. Lut'un evine gelen konukları onlara haber veren bir
casusmuş. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki:
"Allah, inkar
edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek gösterir: Onlar,
kullarımızdan iki iyi kulun nikahmdayken onlara hıyanet etmişlerdi de, iki
peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savama-mışlardı. O iki kadına:
"Cehennem'e girenlerle beraber siz de girin."
dendi."
(et-Tahrim, 10.)
Bu ayette geçen
hıyanetten kasıt, dinde hıyanettir. Yani sözü edilen iki kadın, kocalarının
dinine girmemişlerdi. Yoksa buradaki hıyanet kelimesiyle, o iki kadının fuhuş
yaptıkları kastedilmemektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah, hiç bir peygamberin
karısının fahişelik yapmasını takdir etmemiştir. Nitekim İbn Abbas ile selef ve
halef imamlarından bazıları demişler ki: Peygamberlerden hiçbirinin karısı
fuhuş işleyerek kocasını aldatmış değildir. Bunun aksini söyleyen, büyük bir
hata işlemiş olur.
İfk hadisesinde
iftiracılar Hz. Aişe hakkında ileri geri laflar edince Cenâb-ı Allah mü'minleri
kınayıp azarladı, sakındırıp öğüt verdi.
Müminlerin anası, Ebu Bekir es- Sıddık'm kızı, Rasûluilah'm zevcesi Hz.
Aişe'nin masum olduğunu bildirirken şöyle buyurmuştu: "Onu dilinize
dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey
sanıyordunuz. Oysa Allah katında önemi büyüktü. Onu işittiğinizde: "Bu
konuda konuşmamız yakışık olmaz; haşa, bu büyük bir iftiradır." demeniz
gerekmez miydi?" (cn-Nûr, ib-i6.)
Yani, Ey Rabbimiz!
Senin peygamberinin eşinin bu durumda olması mümkün değildir. Seni bundan
tenzih ederiz.
«Bunlar (bu ceza)
zalimlerden hiçbir zaman uzak kalmayacaktır.» (Hûd, 82.) Yani bu çeşit azab,
Lut kavminin o çirkin fiilini işleyenlerden uzak olmayacaktır. Bu ayet-i
kerimeye dayanan bazı âlimler, livata (oğlancılık) yapanların, evli de olsalar
bekar da olsalar taşlanarak recme-dilmeleri gerektiğini söylemişlerdir. Örneğin
Şafii, Ahmed b. Hanbel ve bir grup imam bu görüştedir. Bu görüşteki âlimler,
Ahmed b. Hanbel ile sünen sahiplerinin, İbn Abbas'tan rivayet etmiş oldukları
şu hadisi de delil olarak ileri sürmüşlerdir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Lut kavminin
fiilini yapanları gördüğünüzde; yapanı da, yapılanı da öldürün."
Ebu Hanife'nin
görüşüne göre, bu fiili işleyen kimse, dağın en yüksek noktasından aşağıya
fırlatılır. Lut kavmine yapıldığı gibi, ardısırada taşlar atılır. Çünkü Cenâb-ı
Allah: "Bunlar, (bu ceza) zalimlerden hiç bir zaman uzak
kalmayacaktır." demiştir.
Cenâb-ı Allah, Lut
kavminin yaşadığı beldeleri pis kokulu bir denize dönüştürmüştür. O denizin
suyundan yararlanılmaz. Adiliğinden ve pisliğinden ötürü, oranın çevresindeki
arazilerden de faydalanılmaz. Orası başkalarına öğüt ve ibret oldu. Emrine
muhalefet eden, peygamberlerini yalanlayan, kendi hevesine uyup mevlasma karşı
gelen kimselerden intikam almakta ne kadar güçlü olduğuna dair Allah'ın bir
kudret delili oldu. Onları tehlikelerden kurtarıp, karanlıklardan çıkararak
aydınlığa kavuşturmakla, mümin kullarına karşı ne kadar merhametli olduğunu
gösteren ilahî bir rahmet delili oldu. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
"Şüphesiz bunda Allah'ın kudretine işaret vardır. Ama çoğu inanmazlar.
Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir." (eş-Şuarâ,8-9.)
"Tanyeri
ağarırken çığlık onları y akalayı verdi. Memleketlerini alt üst ettik.
Üzerlerine sert taşlar yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler
vardır. O şehirlerin kalıntıları, işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadırlar.
Bunda, inananlar için ibret vardır." (ei-Hicr, 73-77.)
Cenâb-ı Allah'ın o
beldeleri ve oralarda yaşamış olanları nasır değiştirdiğine, kalabalıklarla
şenlenmişken o kalabalıkları nasıl helak edip yok ettiğine feraset ve basiretle
bakan mü'minler için ibretler vardır. Tirmizî ve diğerlerinin merfu olarak
rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Mü'minin
ferasetinden sakının. Doğrusu o, Allah'ın nuru ile bakar." Bu hadis-i
şerifi irad buyurduktan sonra Peygamber (s.a.v.) Efen-' dimiz şu ayet-i
kerimeyi okumuştur: "Bunda, görebilen insanlar için ibretler
vardır."
"O şehirlerin
kalıntıları, işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadırlar." (el-Hîcr, 73.)
"Ey İnsanlar! Sabah
akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?"
(cs-safraı, 137-138.)
"Andolsun ki,
Biz, düşünen kimseler için bu kasabadan apaçık bir belgeyi geride
bırakmışızdır." (ei-Ankcbat, 35.)
"Bunun üzerine,
suçlu milletin arasında bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada, kendim
Allah'a vermiş sadece bir tek ev halkı bulduk. Can yakıcı azabdan korkanlar
için, o beldede bir işaret, bir kalıntı bıraktık." (ez-Zâriyât, 35-37.)
Yani ahiret azabından korkan, görmediği halde Allah'tan korkan, Rabbinin
huzurunda durup hesap vermekten korkan, nefsini kötü heveslerden men'eden,
dolayısıyla ilahî yasakları çiğne-' mekten çekinen, günah işlemeyi terkeden,
Lut kavmine benzemekten korkan kimseler için o harap beldede öğüt ve ibretler
bıraktık. Her bakımdan olmasa bile bazı bakımlardan bir millete benzeyen kimse,
o milletten sayılır. Bazıları demişler ki:
Ayniyle Lut kavmi gibi
olmasanız da Lut kavmine pek uzak da sayılmazsınız.
Akıllı, anlayışlı ve
Kabbinden korkan kimse, onur ve üstünlük sahibi Allah'ın emirlerine uyar.
Rasûlullah (s.a.v.)'ın tavsiyelerini kabul eder. Örneğin kendisi için
yaratılmış olan helal eşleri ve güzel cariyele-riyle şehvetini tatmin eder. Her
azılı fesatçıya uyup ta Allah'ın tehdidine muhatab olmaktan ve : "Bunlar
(bu cezalar), zalimlerden hiç bir zaman uzak olmayacaktır." ayetinin
kapsamına girmekten sakınır. [5]
Cenâb-ı Allah, A'râf
sûresinde Lut kavminin kıssasını anlattıktan sonra, Medyenli'lerle ilgili
olarak şöyle buyurmuştur:
"Medyen halkına
da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ey Milletim! Allah'a
kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi.
Ölçü ve tartıyı tam yapın. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Düzelttikten
sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için
hayırlıdır. Allah'a inananları yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini
dileyerek tehdid edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken, Allah'ın sizi
çoğalttığını hatırlayın. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.
İçinizde mademki benimle gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir
topluluk var. O halde Allah'ın aramızda hükmünü bildirmesine kadar sabredin.
Allah hükmedenlerin en iyisidir."
Milletinin büyüklük
taslayan ileri gelenleri: "Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz, ya da,
andolsun ki seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız."
dediler.
Şuayb, onlara:
"İstemezsek de mi? Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek
olursak, doğrusu Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir
yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz
yalnız Allah'a güvendik. Rab-bimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile sen
hüküm ver. Sen, hükmedenlerin en hayırlısısm." dedi.
Milletinin inkar eden
ileri gelenleri, "Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz."
dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler. Şuayb'ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi
oldular. İzleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar oldu. Şuayb
onlardan döndü de, "Ey Milletim! Andolsun ki Rabbimin sözlerini size
bildirdim, öğüt verdim. İnkara millet için niçin üzüleyim?" dedi."
(d-A'râf, 80-93.)
"Medyen halkına,
kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Şöyle dedi: "Ey Milletim! Allah'a kulluk
edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben
sizi boiluk içinde görüyorum ve hakkınızda kuşatıcı bir günün azabından
korkuyorum. Ey Milletim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı/tamamına yapın. İnsanlara
eşyalarını eksik vermeyin.
Yeryüzünde bozgunculuk
yaparak karışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helal
kâr, sizin için daha hayırlıdır. Ben size bekçi değilim." "Ey Şuayb!
Babalarımızın taptığım bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi
kullanmamızı men'eden, senin namazın mıdır? Sen doğrusu, aklı başında, yumuşak
huylu birisin." dediler. "Ey Milletim!- Rabbimden benim bir belgem
olduğu ve bana güzel bir nzık da verdiği halde, ona karşı gelebilir miyim? Söylesenize!
Size yasak ettiğim şeylerde, aylan hareket etmek istemem, gücümün yettiği kadar
İslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım, ancak Allah'tandır. Ona
güvendim, Ona yöneliyorum." dedi. "Ey Milletim! Bana karşı gelmeniz,
Nuh milletine veya Hud milletine yahut da Salih milletine gelen felaketin bir
benzerini, salan başınıza getirmesin. Lut Milleti sizden uzak değildir.
Rabbinizden mağfiret dileyin; O'na tevbe edin. Doğrusu Rabbim merhamet eder ve
çok sever." "Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve doğrusu,
seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer taraftarların olmasaydı, seni taşlardık.
Esasen bizim gözümüzde pek itibarın da yoktur." dediler. "Ey
Milletim! Benim taraftarlarını size göre Allah'tan daha mı değerlidir ki
Allah'a sırt çevirdiniz? Doğrusu Rabbim, yaptıklarınızı bilgisiyle
kuşatmıştır." dedi. "Ey Milletim! Durumunuzun gerektirdiğim yapın.
Doğrusu, ben de yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğini, kimin
yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözleyin, doğrusu, ben de sizinle beraber
gözlüyorum." Buyruğumuz gelince, Şuayb'ı ve beraberindeki inananları -
katımızdan bir rahmet olarak -kurtardık. Haksızlık yapanları bir çığlık
yakaladı; oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. Sanki orada hiç
yaşamamışlardı. Bilin ki Semud milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi
Medyen halkı da uzaklaştı."
(Hûd, 84-95.)
"Ormanlık yerde
oturan (Medyenli)ler, şüphesiz zalim kimselerdi. Bunun için onlardan öc aldık.
Hâlâ her ila memleket de işlek bir yol üze-rindedirler." (d-Hicr, 78-79.)
"Ormanlık yerde
oturanlar, Eykeliler de peygamberleri yalanladı. Şuayb onlara: "Allah'a
karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben, buna karşı sizden bir
ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbi'ne aittir. Ölçüyü tam
yapın. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını
azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve daha
önceki nesilleri yaratandan korkun." dedi. "Sen büyülenmişsin. Bizim
gibi bir insandan başka birşey değilsin. Doğrusu, seni yalancılardan sanıyoruz.
Eğer doğru sözlü isen, göğün bir parçasını üstümüze düşür." dediler.
Şuayb:"Rabbim,
yaptıklarınızı çok iyi bilir." dedi. Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine
onları bulutlu bir günün azabı yakaladı. Gerçekten ogün büyük bir günün azabı
idi. Doğrusu, bunda bir ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rabbin şüphesiz
güçlüdür, merhametlidir."(Gş-Şuarâ,lV6-191.)
Medyenliler, Arap bir
millet olup kendi beldeleri olan Medyen'de yasarlardı. Medyen, Şam tarafında
olup Maan topraklarına yakındı. Lut gölüne yakın olup Hicaz sımnndaydı. Medyen
kabilesi bilinen meşhur bir kabile olup İbrahim Halil (a.s.)'in oğlu Medyan'm
oğlu Medyen'in evlatlarıdır. Bunların peygamberleri de Mikyil b.Yeşcen'in oğlu
Şuayb (a.s.)'dır. Süryanicede ona Yetron derler, ancak bunda ihtilaf vardır. Şuayb'm
babasının adının Yeşhar olduğunu söyleyenler vardır. Yeşhar da Yakub oğlu
Lavi'nin oğludur. Kimine göre Şuayb'm babası Nüveyb'dir. Nüveyb de, Ayfa
b..Medyen b.İbrahim'in oğludur. Diğer bazıları da Şuayb'm babasının Sayfur
olduğunu söylemişlerdir. Sayfur'un babası da Ayfa b.Sabit b.Medyen
b.îbrahim'dir. Şuayb (a.s.)'m nesebi hakkında başka şeyler söyleyenler de
vardır. İbn Asakirin dediğine göre anası veya anneannesi Lut'un kızıdır.
Şuayb, İbrahim'e iman edip onunla beraber Babil'den göç eden ve Şam'a
girenlerdendir. Vehb b.Münebbih'in anlattığına göre Şuayb ile Mülgam., ateşe
atıldığı gün ibrahim'e iman eden ve onunla birlikte Şam'a göç edenlerdendir.
İbrahim (a.s.), ona ve Mül-gam'a, Lut'un kızlarını eş olarak vermişti. Bunu İbn
Kuteybe anlatmıştır. Ancak bu görüşler üzerinde tartışılabilir. Doğruyu en iyi
bilen Allah'tır.
Sahabelerden Seleme b.
Sa'd El-Anzî'nin biyografisi anlatıhrken onun, Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma
gelerek Müslüman olduğu ve Anze kabilesine mensub olduğunu söylediği,
Rasûlullah (s.a.)'m da Anze kabilesini şöyle övdüğü rivayet edilir:
"Anze, ne güzel
bir kabiledir. Kendilerine tecavüz edildi, ama yardım görüp muzaffer oldular.
Şuayb'm taraftarları ve Musa'nın da hısımlarıdırlar."[6] Bu
hadis sahihse, Şuayb'm, Musa'nın kayınpederi olup Arab-ı Aribe'den Anze
kabilesine mensub olduğuna delâlet eder. Fakat bunlar Anze b. Esed b. Rabia b.
Nizar b. Ma'd b. Adnan'ın soyundan gelmemektedir. Çünkü bunlarla onun arasında
çok uzun bir zaman geçmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Hibban'm,
"Sahih"inde peygamberlerden bahseden bölümünde Ebu Zerr'den rivayet
edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.
"Peygamberlerin
dördü araplardandır: Hud, Salih, Şuayb ve bir de peygamberin... Ey Ebu
Zerr!"
Seleften bazıları,
Şuayb (a.s.)'a peygamberlerin hatibi unvanını vermişlerdir. Çünkü ö, milletini
kendisinin peygamberliğine inanmaya davet ederken yüksek edebî ifadeler
kullamrmış. İbn îshak, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah
(s.a.v.), yanında Şuayb peygamberden söz edildiğinde, "O peygamberlerin
hatibidir." derdi.[7]
Medyenliler kafir bir
millet olup yol keser, gelip geçenleri korkutur sarmaş dolaş olmuş, dallı
budaklı ağaçlara taparlardı. İnsanlar içinde muamelesi en kötü olanlar onlardı.
Ölçü ve tartıda hile yaparlardı. Alırken fazla almaya, satarken de eksik
vermeye uğraşırlardı. İçlerinden Şuayb'ı, Allah onlara elçi olarak gönderdi.
Onları, ortağı olmayan tek Allah'a kulluk etmeye çağırdı. Eksik ölçüp tartmak,
yolcuları korkutmak gibi kötü işlerden el çekmelerim tavsiye edip uyardı.
Halkın bir bölümü kendisine inandı, ama çoğu onu yalanlajıp inkar etti.
Nihayet Cenâb-ı Allah, şiddetli azabını onların üzerine indirdi. O, övülmeye layık
olan dosttur. Nitekim buyurdu ki:
Medyen halkına da
kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle de-di:"Ey Milletim! Allah'a
kulluk edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi...»
(ci-A'râf, 85.)
Yani size getirmiş
olduğum şeylerin doğruluğuna, benim de Allah tarafından size gönderildiğime
delâlet eden apaçık bir delil ve kesin bir belge gelmiştir. Bu belgeler de
Şuayb'm gösterdiği ve tafsilatı hakkında bilgi sahibi olmadığımız bazı
mucizeleridir.
"Ölçü,ve tartıyı
tam yapın. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Düzelttikten sonra yeryüzünde
bozgunculuk etmeyin."
Halkına, adaletli
olmalarını emretti. Haksızlık etmelerini yasakladı. Aksini yapmaları halinde
onları ceza ile tehdit etti ve dedi ki:
"İnanıyorsanız
bilin ki bunlar sizin için hayırlıdır. Tehdit edip her yolda pusu kurarak
oturmayın." İnsanların mallarım haraç ve baç adı altında alıyor, onları
tehdit ediyor, yolları da korkulu hale getiriyorsunuz.
"Süddî,
tefsirinde sahabeden naklederek dedi ki: Şuayb'm milleti, yoldan gelip
geçenlerin mallarının onda birini alırlardı.
İshak b.Bişr, İbn
Abbasin şöyle dediğim rivayet eder: Şuayb'm milleti, azgın kimseler olup
yolları keser, gelip geçenlerin mallarının onda birini zorla alırlardı. Bu kötülüğü
ilk icad edenler, onlardır.
"Allah'a iman
edenleri, eğrilik dileyerek onun yolundan geri çeviriyorsunuz."
Onları maddi ve manevi
yol kesicilikten men etmişti. Onlara hitaben sözlerini şöyle sürdürmüştü:
«Azken, Allah'ın sizi
çoğalttığını hatırlayın. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.»
(ei-A'râf, 86.)
Azlıktan sonra
kendilerini çoğaltmakla Allah'ın onlara bahşetmiş olduğu nimeti hatırlatmış ;
tavsiyesine uymadıkları takdirde Allah'ın onlardan intikam alacağını bildirerek
de onları sakındırmış ve bunun gerçekliğini ispatlayıcı delilleri önlerine
koymuştu. Nitekim bir başka kıssada onlara şöyle demişti:
«Ölçüyü, tartıyı eksik
tutmayın. Doğrusu, ben sizi bolluk içinde görüyorum ve hakkınızda kuşatıcı bir
günün azabından korkuyorum.» (Hûd, 84.)
Yani bu halinizi
sürdürmeyin; yoksa Cenâb-ı Allah elinizdeki malın bereketim giderir, sizi
yoksullaştırır ve sizi zengin kılan şeyleri.giderir. Tabii İd bütün bunların
yaraşıra ahirette de azab göreceksiniz. Hem bu dünyada hem öte tarafta ceza
gören kimse, zararlı bir alışverişe girmiş olur.
Önce onları, ölçü ve
tartıya hile karıştırmak gibi uygunsuz işleri yapmaktan sakındırdı. Aksi
takdirde Cenâb-ı Allah'ın bu dünyada kendilerine bahşetmiş olduğu nimeti
ellerinden çekip alacağım, ahirette de onları can yakıcı bir azaba çarptırıp
şiddetli bir cezaya uğratacağını söyleyerek uyardı. Sonra da tersim yapmaktan
menedici bir eda ile, amira-ne bir tarzda onlara'şöyle dedi.
«Ey milletim! Ölçüyü
ve tartıyı tam yapın. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız, Allah'ın geri
bıraktığı helal kâr sizin için daha hayırlıdır. Ben size bekçi değilim.» (Hûd,
85-86.)
İbn Abbas ile Hasan
Basrî: "Allan'm geri bıraktığı helal kâr, O'nun verdiği rızıktır ki, bu da
insanların mallarını haksız yere ellerinden almaktan daha hayırlıdır. "
dediler. İbn Cerir de şöyle dedi: "Ölçü ve tartıyı tamamı tamamına
yaptıktan sonra arta kalan karınız, ölçü ve tartıya hile katarak insanların
mallarını almanızdan sizin için daha hayırlıdır." Bu, şu ayetin ifade
ettiği manaya benzemektedir.
«Ey Muhammedi De ki:
"Helal ile haram, harana şeylerin çokluğundan hoşlansan bile, eşit
değildir.» (ei-Mâjde, ıoo.)
Yani az miktardaki
helal mal, sizin için çok miktardaki haram maldan daha hayırlıdır. Çünkü helal
mal miktarca az da olsa bereketlidir. Haram mal ise miktarca çok olsa da
bereketsizdir. Nitekim yüce Allah buyurdu ki: «Allah faizi eksiltir, sadakaları
bereketlendirir.» (ei-Bakara, 276.)
Rasûlullah (s.a.v.) da
buyurdu ki:
«Şüphesiz faiz, her ne
kadar miktarı çok olsa da akıbeti azlıktır.» [8] Bir
başka hadisinde de şöyle buyurmuştur:
«Alışveriş yerlerinden
ayrılmadıkları sürece, satıcı ile müşteri (akdi geçerli kılmak veya
feshetmekte) serbesttirler. Doğru söyleyip (maldaki ayıbı) açıklarlarsa,
alışverişleri kendileri için bereketli olur. Şayet yalan söyleyip (maldaki
ayıbı) gizlerlerse, alışverişlerinin bereketi gider.» [9]
Özetle demek
istediğimiz şu ki; miktarı az da olsa helal kazanç bereketlidir. Miktarı çok
olsa da haram, hiçbir fayda vermez. Bu nedenle Allah'ın peygamberi Şuayb demiş
ki: "Eğer inanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helal kâr, sizin için
daha hayırlıdır." (Hûd, 86.) Şuayb (a.s.) in, "Ben size bekçi
değilim." demesi ise şu manaya gelir: Ben ve benden başkalarının sizi
görmesi için değil de, Allah'ın rızasını taleb etmek ve onun sevabını ummak
için. Rabbinizin buyruklarına uyun.
«Ey Şuayb!
babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi
kullanmamızı meneden, senin namazın mıdır? Doğrusu, sen aklı başında, yumuşak
huylu birisin." dediler.» (Hûd,87).
Onu alaya alıp
küçümseyerek diyorlardı ki: Ey Şuayb! Kılmakta olduğun şu namazın mı; sadece
senin tanrına kulluk edelim, geçmiş ata ve dedelerimizin tapageldikleri
tanrıları bırakalım veya yeryüzünde sırf sem'n hoşuna gidecek muameleleri
yapalım, biz beğensek dahi senin razı olmayacağın işleri bırakalım diye bizi
kısıtlılık altına almanı sana emrediyor? "Doğrusu, sen aklıbaşmda, yumuşak
huylu birisin." İbn Ab-bas, Meymun b.Mehran îbn Cüreyc, Zeyd b.Eslem ve
İbn Cerir dediler ki: Allah düşmanı olan Medyenliler, alayvari bir eda ile bu
sözleri Şuayb peygambere söylediler. Hz.Şuayb ise onlara şöyle karşılık verdi:
«"Ey milletim!
Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir rızık da verdiği halde O'na
karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size yasak ettiğim şeylerde, aykırı hareket
etmek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur.
Başarım, ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum." dedi.»
(Hûd, as.)
Şuayb (a.s.) yumuşak
ifadelerle onlara yaklaşıyor, en açık işaretlerle onları Hakka çağırıyordu.
Onlara diyordu ki: Ey yalanlayıcılar! Benim size elçi olarak gönderildiğime
ilişkin, "Rabbundan bir belgem olduğunu ve bana (peygamberlik gibi) güzel
bir rızık da vermiş " olmasına ne dersiniz? Ama siz bütün bunları
göremiyorsunuz. Size artık ne yapabilirim? Önceki sayfalarda anlattığımız gibi
Nuh (a.s.) da kavmine böyle bir hitapta bulunmuştu.
"Size yasak
ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek istemem." Yani size her neyi
emrettiysöm, mutlaka o emre ben kendim de uyarım. Bir işi yapmaktan
vazgeçmenizi tavsiye ettiysem, mutlaka o işten ben kendim de vazgeçerim. Bu
emir ve yasaklara ilk uyan ben olurum. Bu, övgüye layık yüce bir sıfattır.
Bunun tersi de, reddedilen ve yerilen bir sıfattır. Nitekim son devirlerinde
Israiloğulları uleması ve cahil hatipleri, halka verdikleri nasihatların
tersini yapar olmuşlardı. Yüce Allah buyurdu ki:
«Kitabı okuyup
durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz?
Düşünmez miziniz?» (e]-Bakara, 44.)
Bu ayeti tefsir
ederken, Rasûlullah (s.a.v.)'m şu sahih hadisini de nakletmiştik: Rasûluîlah
(s.a.v.) buyurmuş ki:
«(Kıyamet gününde bir)
adam getirilip ateşe atılır. Bağırsakları karnından dışarı firlar. Eşeğin kendi
etrafında dönüşü gibi bağırsakla-nyla birlikte döner. Ateştekiler etrafına
toplanarak şöyle derler: "Ey falan... Sana ne oldu? Sen başkalarına
iyiliği emredip kötülüğü menetmez miydin?" O da "Evet, Öyle... Ben
iyiliği emrederdim ama kendim iyilik yapmazdım. Kötülükten menederdim ama
kendim kötülük yapardım." diye cevap verir.»
Peygamberleı*e
muhalefet eden ahlaksız bedbahtların niteliği işte budur. Rablerinden gıyaben
korkan bilgin topluluklar ile asaletti, efendilere gelince, bunların durumları,
Allah'ın peygamberi Şuayb'in dediği gibidir:
«Size yasak ettiğim
şeylerde aykırı hareket etmek istemem. Dileğim, gücümün yettiği kadar
düzeltmekten başka birşey değildir.» (Hûd, 88.)
Yani bütün işlerimde,
gerek sözlerimde, gerek fiillerimde gücümün elverdiği oranda düzeltmekten başka
bir amacım yoktur. Her hâlimde, "Başarım ancak Allah iledir. O'na tevekkül
ettim ve O'na yöneldim." Her bakımdan dönüşüm O'nadır."
Terğîb yani insanları
Allah'a rağbet ettirip yöneltmek işte budur. Bundan sonra Şuayb (a.s.),
insanları biraz da Allah'tan korkutuyor. Diyor ki:
«Ey milletim! Bana
karşı gelmeniz Nuh milletine veya Hud milletine veyahut da Salih milletine
gelen felaketin bir benzerini sakın başınıza getirmesin. Lut milleti sizden
uzak değildir.» (Hûd, 89.)
Yani bana olan
muhalefetiniz ve getirdiğim dine olan öfkeniz, sizi sapıklık, cehalet ve
muhalefetinizi sürdürmeye itmesin. Yoksa Allah, benzerleriniz olan Nuh, Hud ve
Salih'in yalanlayıcı ve muhalefet edici olan kavimlerine indirdiği gibi «izin
de üzerinize azab ve gazabım indirir. "Lut kavmi sizden uzak
değildir." Bu ayetini şu anlama geldiği söylenmiştir: Lut kavmi zaman
bakımından sizden uzakta değildir. Küfür ve azgınlıkları dolayısıyla üzerlerine
inen azab haberi size ulaşmıştır. Ayetin; "Lut kavmi, mahal ve mekan
bakımından sizden uzakta değildir." anlamında olduğunu söyleyenler de
vardır. Mezkur ayetin şu anlama geldiğini söyleyenler de olmuştur: Lut kavmi,
çeşitli hile ve şüphelerle insanların mallarım gizli açık almak, yol kesmek
gibi çirkin fiil ve nitelikler bakımından sizden uzakta değildir.
Bu kavilleri
uzlaştırmak mümkündür. Çünkü Lut kavmi, Şuayb kavminden zaman, mekan ve nitelik
bakımından uzakta değildi.
Sonra Şuayb peygamber,
korkutma ve imrendirme ifadelerini birbirine katarak şöyle diyor: «Rabbinizden
mağfiret dileyin. O'na yönelip tevbe edin. Şüphesiz Rabbinı merhamet eden ve
sevendir.» (Hûd, 90.) Yani bu kötü halinize son verin. Merhamet edip sevun
Rabbinize yönelip tevbe edin, çünkü O, kendisine yönelip tevbe edenlerin
tevbesini kabul buyuran ve kullarına merhamet edendir. Ananın yavrusuna
gösterdiği şefkat ve merhametin daha fazlasını O, kullarına gösterir. Sevendir.
Kulunun büyük günah işlemesinin ardısıra tevbe etmesinden sonra olsa dahi,
kulunu sevendir.
«Ey Şuayb! Söylediklerinin
çoğunu anlamıyoruz. Doğrusu biz, seni aramızda zayıf biri olarak
görüyoruz." dediler.» (Hûd, 9i.)
. Rivayete göre İbn
Abbas ile Said b.Cübeyr ve Sevrî, Hz.Şuayb'in gözünün kör olduğunu
söylemişlerdir. Rivayet edilen merfu bir hadiste de şu ifadelere
rastlamaktayız: Hz.Şuayb ilahî aşktan ötürü ağladı, nihayet gözlerini
kaybetti. Neticede Allah onun gözlerini yine açtı ve sordu: "Ey Şuayb!
Cehennem korkusundan mı yoksa Cennet arzusundan dolayı mı ağlıyorsun?"
Şuayb cevap verdi: "Hayır ya Rab! Senin aşkından ağlıyorum. Sana bakıp
seni gördükten sonra, bana ne yaparlarsa yapsınlar, umurumda değil!"
Bunun üzerine Allah ona vahiy gönderdi: "Benimle buluşman sana mübarek
olsun ey Şuayb! İşte bu sebepledir İd, benimle konuşan İmran oğlu Musa'yı
senin hizmetine verdim."[10]
«Milleti Şuayb'a şöyle
demişti. Eğer aşiretin olmasaydı seni mutlaka taşlardık. Sen bizim nazarımızda
itibarlı biri değilsin.» (Hûd, 91.)
Aşırı derecedeki
küfürlerinden ve çirkin inatlarından ötürü böyle demişlerdi.
"Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz." Çünkü biz bu anlattıklarını
sevmiyor ve istemiyoruz. Bizim bunlara eğilimimiz de yoktur. Nitekim Kureyşli
kafirler de Rasûlullah (s.a.v.)'a demişlerdi ki: «"Ey Muhammed! Bizi
çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık, bizimle
senin aranda anlaşmamıza engel vardır. İstediğini yap, biz de yapacağız."
derler.» (Fussiiet, 5.)
"Ey Şuayb!
Doğrusu, biz seni aramızda zayıf biri olarak görüyoruz." Seni ezilip
terkedilmiş biri olarak telakki ediyoruz. "Eğer aşiretin olmasaydı seni
mutlaka taşlardık. Sen bizim nazarımızda itibarlı biri değilsin."
"Ey milletim!
Benim aşiretim size göre Allah'tan daha mı değerlidir ki onlardan korkuyor,
bana ilişmiyorsunuz? Ama Allah'ın azabından korkmuyorsunuz. O'nun elçisi
olduğumdan dolayı bana ilişmiyor değilsiniz herhalde! Şu halde benim aşiretim
size göre Allah'tan daha değerli olmuş oluyor ki, "Allah'a sırt
çevirdiniz. Doğrusu, benim Rabbim, sizin yapmakta olduğunuz işleri (bilgisi
ile) kuşatandır." Yapmakta olduğunuz işlerden haberdardır. Bütün bunları
bilgisinin kapsamına almıştır. Kendisine döneceğiniz günde de bunların
karşılığını size verecektir."
«Ey milletim!
Durumunuzun gereğini yapın. Doğrusu, ben de yapacağım. Kime rezil edici bir
azabın geleceğim, kimin yalancı olduğunu gözleyin. Ben de sizinle beraber
gözlüyorum.» (Hûd, 93.)
Usûl ve metodlanna,
yol ve yöntemlerine devam etmeleri, şiddetli bir tehdit veya güçlü bir korkutma
ile emrediliyor, İleride dünya yurdunun iyi sonucunun kimin için, helakin de
kimin için olduğunu anlayacaksınız. Bu dünyada "rezil edici azabın kime
geleceğini"; ahirette de "ebedî azabın kimin üzerine ineceğini"
biîecekiniz. "Verdiğimiz haber, müjde ve sakmdırmalarda, ben ve sizden
hangimizin doğru, hangimizin yalancı olduğunu da göreceksiniz. "Gözleyin...Ben
de sizinle beraber gözleyenlerdenim."
«İçinizde mademki
benimle gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir topluluk var; o halde
Allah'ın aramızda hükmünü bildirmesine kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en
iyisidir.» (el-A'râf, 87.)
«Milletinin büyüklük
taslayan ileri gelenleri, "Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz, ya da
andolsun seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız."
dediler. "İstemezsek de mi?" Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra
ona dönecek olursak, doğrusu, Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin
dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Kabbimizin ilmi herşeyi
kuşatmıştır. Biz yalnız Allah'a güvendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz
arasında hak ile sen hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırhsısm." dedi.»
(ei-A'râf, 88-89.) Kendi akıllarınca mü'minleri eski dinlerine
döndüreceklerini sandılar ve onlardan bunu taleb ettiler. Bunun üzerine Şuayb
(a.s.), taraftarları olan mü'minleri savunmak için o kafirlerin karşısına
dikilerek: "Biz istemesek de mi?" dedi. Yani o mü'minler kendi
arzularıyla sizin batıl dininize dönmezler. Ancak zor ve baskı altında
tutulurlarsa belki dönerler. Çünkü imanın aydınlığı kalplere girip yerleştikten
sonra artık hiç kimse ondan başka tarafa sapıp irtidad etmez. Bu nedenle Şuayb
(a.s.) dedi ki:
"Allah bizi
dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu, Allah'a karşı yalan
uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz.
Biz yalnız Allah'a güvendik." O bize yeter. O bizi korur. Her işimizde
O'na başvurur, O'na sığınırız:
Bundan sonra Şuayb
(a.s.) kavmine karşı Allah'tan destek diledi; onların hakettikleri azabın
çabuklaştırılması için Allah'tan yardım istedi ve şöyle dedi: "Rabbimiz!
Bizimle milletimiz arasında hak ile sen hüküm ver. Sen hükmedenlerin en
hayırhsısm." Böyle dedi, onlara beddua etti. Allah, kendisini inkar edip
yalanlayan ve elçilerine muhalefet edenlere karşı yardımını istedikleri zaman,
peygamberlerinin duasını geri çevirmez." Bununla beraber onlar hal ve
gidişatlarını ısrarla sürdürdüler. «Milletinin inkar eden ileri gelenleri,
"Eğer Şuayb'e tabi olursanız, mutlaka zarara uğrayanlardan
olursunuz." dediler.» (el-A'râf, 90.) Yüce Allah buyurdu ki:
«Bu yüzden onları bir
titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çökü-verdiler.» (A'raf, 9i.)
A'râf sûresinde
anlatıldığına göre onları bir titreme yakalamış, yani üzerinde yaşamakta
oldukları yer şiddetli bir sarsıntıyla sallanarak onları titretmişti. Bu
sarsıntı ve titreme, onların cesedlerindeki ruhu çıkarmış; o yerin canlıları,
cansız varlıklara dönüşmüştü. Cüsseleri de cansız, hareketsiz ve hissiz olarak
dizüstü çökük vaziyette kalmıştı. Cenâb-ı Allah onlara çeşitli azab, işkence ve
belayı birarada vermişti. Pis ve çirkin nitelikleri taşıdıkları için Cenâb-ı
Allah hareketleri durduracak şiddetli bir titremeyi, sesleri kısacak bir
çığlığı, her tarafından ve yönünden insanlara ateş kıvılcımı saçan bir gölgeyi
onlara musallat kıldı. Lakin her sûrede Cenâb-ı Allah, cümlelerin dizisine ve
ifadelerin akışına uygun olarak onların durumlarını haber vermiştir. Örneğin
A'râf sûresinde anlatıldığına göre onlar Allah'ın peygamberi Şuayb (a.s.)'ı ve
taraftarlarını titretmiş, onları memleketlerinden kovmakla tehdit etmiş,
memleketlerinde kalmak istiyorlarsa eski dinlerine dönmeleri gerektiğini
kendilerine bildirmişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah buyurdu ki:"Bu
yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çökü-verdiler."
Evet...Titretmeye karşı titremeye, korkutmaya karşı da korkuya
yakalanıverdiler. Bu da cümlenin gelişine uygun ve önceki ifadelerin de
akışına bağlıdır.
Hûd sûresinde
anlatıldığına göre kendilerini bir çığlık yakalayıver-mişti de bunun üzerine
yurtlarında dizüstü çökük vaziyette helak olmuşlardı. Çünkü onlar tahkir edici
ve küçümseyici bir eda ile Allah'ın peygamberi Şuayb'e şöyle demişlerdi:
«Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi
kullanmamızı mene-den senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak
huylu birisin.» (Hûd, 87.)
Güzel ve düzgün
konuşan o güvenilir peygambere karşı kullandıkları bu çirkin kelimeleri
sarfetmekten onları menedici bir çığlıktan burada bahsetmek münasib olmuştur.
Bu nedenledir ki onları durgunlaş-tıracak bir titremenin yanı sıra, kendilerini
susturan bir çığlık da geldi.
Şuarâ sûresinde
anlatıldığına göre onları bulutlu bir günün azabı yakalamıştı. Bu da onların
istediklerini yerine getirmek ve arzuladıkları şeye kendilerini yaklaştırmak
için olmuştu. Şuayb (a.s.)'a demişlerdi ki:
«Sen ancak
büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Doğrusu,
seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlü isen, göğün bir parçasını
üstümüze düşür." dediler. Şuayb: "Rabbim yaptıklarınızı çok iyi
bilir." dedi.» (eş-Şuarâ, 185-188.) Her şeyi bilen ve işiten yüce Allah da
şöyle buyurdu: «Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine onları bulutkı bir günün
azabı yakaladı. Gerçekten o gün, büyük bir gün idi.» (eş-Şuarâ, 189.)
Katade ve bazı
müfessiıier, Eykelilerin Medyenlilerden ayrı bir millet olduğunu söylemişse de,
bu. zayıf bir görüştür. Bu görüşün sahipleri iki şeye dayanmaktadırlar:
1-Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bir ifade vardır:
"Eykeliler peygamberlerini yalanladılar. Hani Şuayb onlara demişti
ki..." (eş-Şuarâ, 176-177.) Bu ayette "kardeşleri Şuayb"
denilmiyor da, sadece "Şuayb" diyerek yakın bir isim kullanılıyor.
Halbuki Medyenlilerden sözedilirken, Kur'ân-ı Kerîm'de:" Medyen (halkın)'e
kardeşleri Şuayb'ı gönderdik." (ei-AVâf, 85.) deniliyor. Demek ki
Eykeliler ayrı, Medyenliler ayrı birer millettirler.
2-Eykelilerin, bulutlu bir günde azaba uğratıldıkları
anlatılmakta; Medyenlilerin ise titreme ve çığlıkla azaplandırıldıkları
anlatılmaktadır.
Şimdi de gelelim
yukarıdaki iddiaları cevaplamaya:
l-"Eykelüer peygamberleri yalanladılar."
sözünden sonra "kardeşleri Şuayb" denilmiyor da, sadece
"Şuayb" diyerek yalın bir isim kullanılıyor ve kardeşlikten
bahsedilmiyor. Çünkü bu ayette onlar ormana ve ağaca (Eyke'ye) tapmakla
nitelendiriliyorlar. Böyle dedikten sonra burada kardeşlikten sözetmek, yerinde
bir iş olmaz. Ama "Medyen (hal-km)'e kardeşleri Şuayb'ı gönderdik."
derken, onlar bir kabileye nisbet edildikleri için,' orada Şuayb'm onların
kardeşleri olduğunu söylemek uygun olmuştur. Arada böyle bir farkın olması
latif, güzel ve yüksek, aynı zamanda nefis bir üslubun gereğidir.
2-Eykelilerin bulutlu bir günde azaba uğratılmış
olmalarını ileri sürerek onların Medyenlilerden ayrı bir millet olduklarım
söylemeye gelince, bu eğer Eykelilerin ayrı bir ümmet olduklarını ispatlayan
bir delil ise, o zaman haklarında titreme ve çığlık gibi iki ayrı azabtan bahsedildiği
için Medyenlileri de iki ayrı millet olarak telakki etmek gerekecektir ki bu
da, bu işten azıcık anlayan bir kimsenin söyleyeceği bir söz değildir.
Şimdi de Şuayb
(a.s.)'m hayatından bahseden ve Hafız tbn Asakir'in naklettiği hadise gelelim.
"Medyen
milletiyle Eykeliler iki ümmettir. Allah onlara peygamber Şuayb (a.s.)'ı (elçi
olarak) gönderdi."
Bu gerçekten garip bir
hadistir. Bunun rivayet zincirinde geçen ra-vilerden basızı eleştirilmiştir.
Öyle sanılıyor ki bu Yermük savaşında dirayetsiz bazısı raviler tarafından
Abdullah b.Amr'a aktarılan israili-yat haberlerindendir.
Sonra Cenâb-ı Allah,
ölçü ve tartıyı eksik yapma gibi, Medyenli'le-rin işledikleri kötülükleri
Eykelilerin de yapmış olduklarım söyleyerek onları yermiştir ki bu da,
Eykelilerle Medyenlilerin aynı millet olduklarını ispatlamaktadır. Çeşitli
azablara çarptırılarak helak edilmişlerdir.
Ancak bu azablardan
her biri, ifadenin akışına uygun olarak ayrı ayrı yerlerde anlatılmışlardır.
Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Onları bulutlu bir günün azabı yakaladı. Doğrusu o
gün, büyük bir günün azabı idi.» (oş-
Şuarâ, 189.)
Anlatıldığına göre
onlara şiddetli bir sıcak isabet etmiş. Cenâb-ı Allah, yedi gün süreyle onlara
rüzgar esintisi vermemiş, bunun yanı sıra su ve gölge onlara fayda sağlamamış,
serin bodrumlara girmeleri de kendilerine yarar temin etmemişti. Böyle olunca
da bulundukları yeri terkederek çöle çıkmışlar, bir bulut gelerek onları
gölgelendirmişti. Gölgesinden yararlanmak için gelip bulutun altında toplanmışlardı.
Hepsi tastamamam gelip o bulutun altında toplandıklarında, Cenâb-ı Allah o
bulutun içinden üzerlerine kıvılcımlar ve alev parçaları saçtı... Yer
sarsılarak onları titretti. Gökten bir çığlık duydular ki derhal canları
bedenlerinden ayrıldı ve cesedleri harab olup çöktü.
«Bu. yüzden onları bir
titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çökü-verdiler. Şuayb'ı yalanlayanlar,
yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular. İzleri bile kalmadı.
Mahvolanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar oldu.» (el-A'râf, 91-92.)
Cenâb-ı Allah, Şuayb'ı
ve beraberindeki mü'minleri kurtardı. Nitekim Allah Teâlâ buyurmuştur ki:
«Buyruğumuz gelince
Şuayb'ı ve beraberindeki mü'minleri -katımızdan bir rahmet olarak- kurtardık.
Haksızlık yapanları bir çığlık yakaladı, oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler. Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud milleti, Allah'ın
rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da uzaklaştı.» (Hûd, 94-95.)
"Milletinin inkar
eden ileri gelenleri, "Şuayb'e uyarsanız andolsun ki siz
kaybedersiniz." dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları
yerde dizüstü çöküverdiler. Şuayb'ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç
yaşamamış gibi oldular, İzleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb'ı
yalanlayanlar oldu:" Tabii ki bu mahvoluş, onların mü'minlere: "Şuayb'a
uyarsanız andolsun ki siz kaybedersiniz." demelerine karşılık olmuştu.
Sonra Cenâb-ı Allah,
peygamberleri Şuayb'ın onları kınayıp kötülüklerini teşhir ettiğini de
anlatıyor. «Şuayb onlardan döndü ve: "Ey milletim! Andolsun ki, Rabbimin
sözlerini size bildirdim, öğüt verdim, inkarcı millet için niçin üzüleyim?
dedi"» (el-A'râf, 93.) Yani onların helak oluşlarından sonra, bulundukları
mahalden dönüp ayrıldığında: "Ey milletim! And olsun ki, Rabbimin
sözlerini size bildirdim, öğüt verdim." dedi. Üzerime düşen eksiksiz
tebliğ ve tam nasihat görevini ifa ettim, sizi doğru yola iletip hidayete
ulaştırmak için olanca gücümle, büyük bir tutkuyla çalıştım. Fakat bunun size
yararı olmadı. Çünkü Cenâb-ı Allah, sapıklıkta kalmasını dilediği kimseleri
doğru yola iletmez. Onların yardımcıları da yoktur. Bundan böyle sizin için
üzülecek değilim. Çünkü siz, öğüt kabul etmiyor ve insanların rüsvay olacakları
günden de korkmuyorsunuz. Şu halde Hakk'ı kabul etmeyen, ona yönelip dönmeyen
dolayısıyla Allah'ın geri çevrilemeyecek, kendisine karşı savu-nulamayacak ve
kendisinden kaçılamayacak azabına çarptırılan, "inkarcı bir millet için
niçin üzüleyim?"
Hafız İbn Asakir,
"Tarih"inde İbn Âbbas'dan rivayet ederek dedi ki: Şuayb (a.s.), Yusuf
(a.s.)'dan sonra yaşamıştır. Vehb b.Münebbih'ten nakledildiğine göre
beraberindeki mü'minlerle birlikte Şuayb (a.s.), Mekke'de vefat etmiştir.
Mezarları, Ka'be'nin batısında Darü'n-Nedve ile Beni Senim mahallesi
arasındadır. [11]
Önceki sayfalarda
İbrahim (a.s.) ile milleti arasında geçen hadiseleri ve her iki tarafm nasıl
bir sonuçla karşılaşmış olduklarını anlatmıştık. Onun zamanında cereyan eden
Lut kavmi kıssasını, bunun ardından da Şuayb (a.s.)'m milleti olan
Medyenlilerin kıssasını anlatmıştık. Çünkü bunun delili, yüce Allah'ın
kitabının bir kaç yerinde anlatılmaktadır. Lut kavminin kıssasından sonra
Cenâb-ı Allah Medyenlilerin kıssasını anlatmıştır ki, onlar da önce
anlattığımız gibi doğru görüşe göre Eykelilerdir. Kur'ân-ı Azim'deki sıraya
uyarak biz de Medyenlüer'i, Lut Kavminden sonra anlattık. Şimdi de İbrahim
(a.s.)'in soyunun üstünlüğünü anlatmaya çalışacağız. Çünkü Cenâb-ı Allah onun
soyuna kitap ve peygamberlik vermiştir. Kendisinden sonra gönderilen her
peygamber, onun evlatların dandır. [12]
Önceleri de
anlattığımız gibi İbrahim Halil (a.s.)'in bir kaç oğlu vardı, ama en
meşhurları, her ikisi de büyük peygamber ve Allah elçileri olan iki kardeştir.
Diğer kardeşlerinden daha büyük ve daha değerli olan bu iki kardeş, İsmail ile
İshak'tır. Kurban edilmek istenen de sahih kavle göre, İbrahim'in ilk oğlu
İsmail'dir. Mısırlı Kıbtîye Hacer'den doğmuştur. Allah'ın selamı, ikisinin de
üzerine olsun.
Kurban edilmek
istenenin İshak olduğunu söyleyen kimse, Tevrat ile İncil'i tahrif edip
ayetlerini değiştiren ve göz önündeki Kur'ân'a muhalefet eden
israiloğullarının nakillerim esas almıştır. İbrahim, ilk oğlunu -bir rivayete
göre de biricik oğlunu- kurban etmekle emrolundu. Her ne olursa olsun, kurban
edilmesi emredilen, delilin nassı ile İsmail (a.s.)'dir. Tevrat'ta konuyla
ilgili ifade şöyledir: İbrahim 100 sene yaşadıktan sonra çocuk sahibi oldu. Bu
ilk çocuğu İsmail idi. İsmail, maddeten de manen de babasının biricik oğluydu.
Babasının maddeten biricik oğluydu.Çünkü kurban edileceği zaman onüç yaşım
geride bırakmıştı. Babasının manen de biricik oğluydu. Çünkü denildiğine göre
henüz süt emme çağındaki küçücük bir çocuk iken babası, annesi Hacer ile birlikte
kendisini, memleketinden alıp götürmüş, Faran dağlarının eteklerine bırakmıştı.
Faran, Mekke çevresindeki dağların adıdır. Evet, onları buraya bıraktı.
Yanlarında az miktarda su ve azık vardı. Allah'a güvenip tevekkül ettiğinden
dolayı, azık ve sularını bol miktarda temin etmeyi gerekli görmemişti. Allah
onlara yeterdi. Onları koruma ve gözetimi ile kuşattı. O, ne güzel kefil ve
vekildir. Kuluna en güzel yetecek olan da O'dur. İsmail babasının maddeten,
manen biricik oğluydu fakat bu sırrı anlayacak olan nerede? Bu mertebeye
ulaşacak olan nerede? Bunu ancak ferasetli" ve asil bir kimse idrak
edebilir. Cenâb-ı Allah, İsmail'i yumuşak huyluluk, doğru sözlülük, sabırlüık,
va'di yerine getirme, namaza devam etme, azabtan korunmak için ailesine de
namaz kılmayı emretmek gibi sıfatlarla niteleyerek övmüştür. Bütün bunlara ek
olarak İsmail, insanları en büyük Rabb'e kulluk etmeye davet etmiştir. Yüce
Allah buyurmuş ki:
«Biz ona yumuşak huylu
bir oğlan müjdeledik. Çocuk kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca: "Ey
oğulcuğum! Doğrusu, ben uykudayken seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne
dersin?" dedi. "Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap. Allah dilerse
sabredenlerden olduğumu göreceksin." dedi.» (cs-Sâftat, 101-102.)
Babasının isteğine boyun eğdi ve sabredeceğine de söz verdi. Bu va'dini yerine
getirdi ve bu işe de sabretti.
«Ey Muhammed! Kitapta
İsmail'e dair anlattıklarımızı an. Çünkü o, sözünde doğru bir kimseydi.
Tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi. Çevresinde bulunanlara namaz
kılmalarını, zekat vermelerini emrederdi. Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti».
(Meryem, 54-55.)
«Ey Muhammed! Güçlü ve
anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an. Biz onları ahiret
yurdunu düşünen, içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu, onlar katımızda seçkin
iyi kimselerdendirler. İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi
iyilerdendir.» (Sâ'd, 45-48.)
«Ey Muhammed! İsmail,
İdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri
sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık, doğrusu, onlar iyilerdendi.»
(el-Enbiya, 85-86.)
«Nuh'a ondan sonra
gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a ve
torunlarına vahyettiğimiz gibi Ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik...»
(en-Nisâ, 163.)
«Ey
mü'minler!"Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a,
Yakub'a ve torunlarına gönderilene inandık." deyin.» (el-Bakara,136.)
«Yoksa İbrahim,
İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi veya Hristıyan olduklarını mı
söylüyorsunuz. Peki, siz mi yoksa Allah mı daha İyi bilir?» (el-Bakara, 140.)
Cenâb-ı Allah,
İsmail'in bütün güzel niteliklerini anlatmış, onu kendi peygamberi ve elçisi
yapmış, cahillerin isnatlarından onu ibra etmiştir. Ona indirilen ilahî
hükümlere inanmalarını da mü'min kullarına emretmiştir.
Neseb âlimleriyle
tarihçilerin anlattıklarına göre ata ilk binen, İsmail (a.s.) olmuştur. Daha
önceleri atlar yabanî idiler. Atı ehlileştirdi ve ata bindi. Said b.Yahya
el-Ümevî, "Meğazi" adlı eserinde Abdullah b.Ömer'den rivayet ederek
Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir. «At edinin ve onu (bir
miras gibi) nesilden nesile devredin. Çünkü o, atanız İsmail'in mirasıdır.»
Atlar daha önceleri
yabanî idiler. İsmail (a.s.) kendine özgü çağın-şıyla atları kendine çağırdı,
onlar da onun bu çağrısına uyup ehlileşti-ler. îlk olarak Arapça'yı gramerine
uygun bir biçimde konuşan da odur. İsmail (a.s.) Arapça'yı Mekke'de kendi
yanlarında konaklayıp yerleşen Arab-ı Aribe'den yani asıl Arap ırkından olan
Cürhüm ve Amalika kabi-leleriyle Yemenlilerden öğrendi. Bunlar Hz.İbrahim
öncesinden gelen eski Araplardır.
Saidb.Yahya el-Ümevî,
Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: «Dili fasih Arapça'yla açılan
(fasih Arapça'yı ilk konuşan) İsmail olmuştur. O zamanlar henüz on dört
yaşındaki bir çocukmuş.»
Önceki sayfalarda da
anlattığımız gibi İsmail (a.s.) büyüdüğünde Amalika kabilesine mensup bir
kadınla evlendi. Babası İbrahim (a.s.), ayrılmasını emredince o kadından
ayrıldı. Ümevî'nin anlattığına göre bu kadın, Sa'd b. Usame b.Ekil
el-Amalikî'nin kızı Ammare idi. Bundan boşandıktan sonra İsmail başka bir
kadınla evlendi. Babası bu ikinci evliliği devam ettirmesini emretti. O da bu
evliliğim devam ettirdi. Bu karısı Medad b. Amr el -Cürhümî'nin kızı Seyyide
idi. Seyyide'nin, İsmail'in üçüncü karısı olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Seyyide hanım, İsmail'e oniki erkek evlad doğurdu. Merhum Muhammed b.İshak,
adlarını şöyle sıralamıştır: Nabit, Kayzar, Ezbil, Mişa, Müsmi, Maş, Duşa,
Erer, Yatur, Nebş, Tayma, Kayzuma. Ehl-i Kitap kaynaklarında da Hz. İsmail'in
oğulları böyle adlandmhrlar. Onlara göre de İsmail (a.s.)'in evlatları oniki
tane olup hepsi de, haklarında müjdeler bulunan ulu kişilerdir. Ancak Ehl-i
Kitap bunu tevil ederken yalan söylemişlerdir.
İsmail (a.s.), Cürhüm
ve Amalika kabileleleriyle Yemenlilerin bulundukları yerlerle bu yerlerin
çevresine peygamber olarak gönderilmişti. Allah'ın salat ve selamı üzerine
olsun.
Ecel gelip kapısını
çaldığında kardeşi İshak'a vasiyetini yaptı. Kızı
Nesme'yi İshak'm oğlu
İs ile evlendirdi. Nesme, Rûm'u doğurdu. Onun soyundan gelenlere -İs'in
temndeld sarı renkten dolayı- Beni Asfer, yani sarıoğulları denir, Nesme, Yunan
adlı bir çocuk daha doğurdu. İs'in oğullarından biri de Eşban'dır. Eşban'm da
İs ile Nesme'nin evliliklerinin ürünü olduğunu söyleyenler olmuşsa da , İbn
Cerir et-Taberî bu hususta çekimser kalmıştır.
Allah'ın peygamberi
İsmail (a.s.), 137 yaşındayken vefat etmiş; anası Hacer ile birlikte Ka'be'nin
yanında Hatîm denen yere gömülmüştür. Ömer b. Abdülaziz'in şöyle dediği
rivayet edilir. İsmail (a.s.), Mekke'nin sıcaklığından ötürü Rabbine yakmmıştı
da, Rabbi ona şöyle vah-yetmişti. "Defnedildiğin yere Cennet'ten bir kapı
açacağım. Kıyamet gününe kadar oradan sana Cennet esintisi gelecektir."
Hicaz Araplarımn tümü,
İsmail'in oğlu Nebit ile Kayzar'm neslidirler. [13]
Önceki sayfalarda da
anlattığımız gibi İshak (a.s.), kardeşi İsmail'in doğumunun üzerinden ondört
yıl geçtikten sonra, yani babası İbrahim 100 yaşındayken doğdu. Kendisinin
doğacağım melekler müjdelediklerinde anası Sâre doksan yaşındaydı. Yüce Allah
buyurmuş ki:
«Ona iyilerden olan
İshak'ı peygamber olarak müjdeledik. Kendisini ve îshak'ı mübarek kıldık.
İkisinin soyunda iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine yazık eden de
vardır.» (cs-Safffıt, 112-113.)
Cenâb-ı Allah, İshak
peygamberi, kutsal kitabının birden fazla yerinde övgüyle anmıştır. Önceki
sayfalarda naklettiğimiz Ebu Hürey-re'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
«Şereflioğlu
şereflioğlu şereflioğlu şerefli İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub'un oğlu Yusuf.»[14]
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre babası İbrahim'in sağlığında İshak, Betvail
kızı Refka ile evlenirken kırk yaşındaydı. Karısı kısırdı. Allah'a yalvarıp
dua etti. Karısı hamile oldu ve ikiz oğlan doğurdu. İlk doğamn adı İso idi.
Araplar ona İs derler ki, Rumların atası-dır. İkincisi ise doğarken kardeşi
İs'in topuğunu yakalamış olduğu için Yakub adını almıştır. Diğer adı da
İsrail'dir ki, israiloğullarının atası-dır.
Anlatıldığına göre
İshali (a.s.), îso'yu ilk çocuğu olduğundan ötürü Yakub'dan daha çok severmiş.
Anaları Refka ise, daha sonra doğduğu ve dolayısıyla daha küçük olduğu için
Yakub'u daha fazla severmiş.
Derler ki: İshak
(a.s.) yaşlanıp da gözlerinin feri zayıflayınca, günlerden bir gün oğlu îs'e
canının nefis bir yemek çektiğini söylemiş. "Git, benim için bir hayvan
avlayıp pişir de, ömrüne ve malına bereket katılması için sana dua
edeyim." demiş.
İs, avcı bir kimseydi.
Babasının arzusunu yerine getirmek için ava çıktı. Bu arada anası Refka, îs'in
kardeşi Yakub'a seçme hayvanlarından iki oğlak keserek, babasının arzuladığı
yemeği hazırlamasını, kardeşi İs birşey getirmeden onun hemen bu yemeği
babasına takdim etmesini tenbihledi ki, babası, İs'e dua edeceğine Yakub'a dua
etsin. Refka bu tenbihatı yaptıktan sonra kalkıp Yakub'a İs'in elbisesini giydirdi.
Boğazına ve pazulanna da oğlakların derilerini yapıştırdı. Çünkü İs'in vücudu
çok kıllıydı, ama Yakub'un ki Öyle değildi. Yakub oğlakları kesip yemeği
hazırladı,getirip babasına sundu. "Sen kimsin?" diye sorunca,
"Ben senin oğlunum." dedi. Böyle deyince babası îshak onu kucakladı,
bağrına bastı, eliyle vücudunu araştırdı ve:"Ses Yakub'un sesi, ama vücut
ve elbise İs'in vücudu ve elbisesi." dedi. Yemeği yedikten sonra ona
kardeşleri arasında kadri yüce , otoriter, sözü dinlenir, halkı tarafından da
itaat edilen biri olması, rızkının ve neslinin bereketi için dua etti.
Yakub babasının
yanından çıktıktan sonra kardeşi İs babasının istediği yemeği hazırlamış
olarak geldi. Yemeği takdim edince de babası îshak:"Oğlum bu da
nesi?" diye sordu. Is "Arzulamış olduğun yemektir, babacığım!"
diye cevap verdi. Babası: "Biraz önce yemek getirmiş, ben de yeyip senin
için dua etmemiş miydim?" dedi. Bunun üzerine İs: "Hayır
vallahi" dedi ve kardeşinin atak davranarak kendisinden önce yemek
getirdiğini anladı; içi, kardeşi Yakub'a karşı öfke ve hınçla doldu.
Anlatıldığına göre kardeşine, "Babamızın vefatından sonra seni
Öldürürüm." diye tehdit savurmuştu. Yemeği yedirdikten sonra babasının
kendisi için de dua etmesini istemişti. Babası onun iç^ıi de dua etti. Soyunun
yeryüzünde hükümran olması, rızık ve ürünlerinin bereketi için dua etti.
Anaları, İs'in Yakub'u
ölümle tehdit ettiğini duyunca oğlu Yakub'a Harran'da yaşamakta olan kardeşi ve
Yakub'un da dayısı olan Laban'm yanma gitmesini, kardeşi İs'in Öfkesi
yatışmcaya kadar orada kalmasını, Laban'm kızlarından biriyle evlenmesini
tavsiye etti. Kocası İshak'tan da Yakub'a bu yolda tavsiyede bulunmasını, ona
dua etmesini istedi. Kocası da isteğine uydu.
Yakub (a.s.) da o gün
akşam vakti yola çıktı. Yolda gece bastırınca bir yerde uyudu. Bir taşı alıp
yastık gibi başının altına koydu ve uzanıp uykuya daldı. Rüyasında yerden göğe
doğru uzanan bir merdiven gördü. Bazı melekler merdiven üzerinde inip
çıkıyorlardı. Kutlu ve Yüce Rab da ona hitaben şöyle diyordu.: "Seni
mübarek kılacak ve soyunu çoğaltacağım. Üzerinde bulunduğun bu yerleri sana ve
senden sonra ha-leflerine vereceğim."
Uykudan uyandığında
gördüğü rüyadan ötürü sevindi. Ailesine salimen döndüğü takdirde, uyuduğu şu
yerde onur ve üstünlük sahibi Allah için bir mabed inşa etmeyi, buralardan elde
edeceği ürünün onda birini Allah için vermeyi adadı. Sonra, yastık olarak
kullandığı taşı, daha sonra tanıyabilmek için yağladı. Taşın bulunduğu yere
"Allah'ın evi" adını verdi. Orası, bugün Mescid-i Aksa 'nın bulunduğu
yerdir. İleride de anlatılacağı gibi, Mescid-i Aksa'yı Yakub (a.s.) inşa
etmiştir.[15]
Yakub (a.s.) Harran'da
yaşamakta olan dayısının yanma geldiğinde dayısının iki kızı olduğunu gördü.
Büyüğünün adı Leyya, küçüğü-nünkü ise Rahil idi. Rahil, hüsn-ü cemal sahibi
güzel bir kızdı. Yakub bu kıza talib oldu. Dayısı yedi yıl süreyle davarlarını
otlatması şartıyla bu kızım kendisine vereceğini va'd etti. Yakub yedi yıl
çobanlık etti. Süre geçince etrafdaki insanlar dayısına, "Haydi bakalım kızını
Yakub'a ver." dediler. Dayısı geceleyin büyük kızı Leyya'yı Yakub'un
gerdek odasına soktu. Leyya çirkin görünümlü ve gözlerinin feri zayıflamış bir
kızdı. Sabah olunca Yakub bir de gördü ki, Leyya ile evlenmiş. Dayısına
"Beni aldattın. Ben senden Rahil'i istemiştim." dedi. Dayısı ona dedi
ki:"Evde büyük kız dururken küçüğünü kocaya vermek bizde âdet değildir.
Ama Rahil'i seviyorsan yedi yıl daha bana çobanlık et. Onu da sana
veririm." Bunun üzerine Yakub (a.s.), dayısına yedi yıl daha çobanlık
etti. Süre dolunca Rahil'i de aldı. Onunla da gerdeğe girdi. Onların dininde
bir erkeğin iki bacıyla bir arada evli bulunması caiz idi. Bu uygulama daha
sonra Tevrat şeriatı ile nesh edildi. Yalnız bu bile, bu hususta neshin
vukubulduğuna dair yeterli bir delildir. Çünkü Yakub'un böyle bir evlilik
yapmış olması, bunun mubah ve caiz olduğuna delâlet etmektedir. Zira o
masumdur. Yakub'un dayısı Laban, her iki kızma birer cariye hediye etmişti.
Leyya'ya hediye ettiği cariyenin adı Zülfa, Rahil'e hediye ettiği cariyenin adı
ise Belha idi.[16]
Cenâb-ı Allah Leyya'mn
kusur ve eksikliğini, kendisine evlat vererek telafi edip güzelleştirdi.
Kocası Yakub'a ilk olarak Rabil'i doğurdu. Sonra Şem'on, Lavi ve Yahoza'yı
doğurdu. Rahil hamile kalamadığı için onu kıskandı. Cariyesi Belha'yı kocası
Yakub'a hediye etti. Yakub da Belha ile gerdeğe girdi. Hamile kalan Belha
Yakub'a bir erkek çocuk doğurdu. Adını Dan koydular. İkinci kez hamile kaldı.
Yine bir erkek çocuk doğurdu. Onun adını da Niftali koydular. Bunu gören Leyya
da cariyesi Zülfa'yı kocası Yakub'a hediye etti. Bu da Cad ve Esir adlarında
iki erkek çocuk doğurdu. Sonra Leyya tekrar hamile kaldı ve beşinci bir erkek
çocuğu daha doğurdu. Adını İsahir koydular, bundan sonra doğurduğu altıncı
erkek çocuğuna Zabilan adını verdiler. Son olarak da Dina adlı bir kız çocuğu
doğurdu. Böylece Yakub'dan toplam olarak yedi çocuğu doğmuş oldu.
Sonra Rahil, Allah'a
dua ederek kendisine Yakub'dan bir erkek çocuk kazandırmasını diledi. Allah
onun yakarışını duydu ve duasına icabet etti de Rahil, Allah'ın peygamberi
Yakub'dan hamile kaldı. Kocasına şerefli, ulu, güzel ve hüsn-ü cemal sahibi bir
erkek çocuk doğurdu, adım da Yusuf koydu.
Bütün bunlar olup
biterken onlar Harran'da ikamet ediyorlardı. Yakub, dayısının iki kızıyla
evlendikten sonra altı yıl daha ona çobanlık etti. Böylece dayısının yanında
yapmış olduğu çobanlık süresinin toplamı yirmi yılı bulmuştu. Yakub, dayısı
Laban'dan baba ocağına dönmek için artık kendisine izin istedi. Dayısı:
"Senin sayende malım bereketlendi. Malımdan dile ne dilersen." dedi.
Yakub da: "Davarlarının bu sene doğuracakları alaca renkli yavruları,
beyaz renkli olup da üzerinde siyah benekler bulunan, siyah renkli olup
üzerinde beyaz benekleri bulunan yavruları, ayrıca doğacak olan beyaz renkli
ve boynuzsuz oğlaklara bana verirsin." deyince, dayısı
"Evet..." karşılığını verdi.
Bu anlaşmayı duyan
dayısı oğullan davarların yanma koşup bu evsaftaki koç ve tekeleri sürüden
ayırıp üç gün uzaklıktaki bir mesafeye götürdüler İd dişi hayvanlar bu
nitelikteki yavrulara gebe kalmasınlar.
Onların bu oyunlarım
boşa çıkarmak için Yakub (a.s.)'da badem ağacından değnekler edinip kabuklarım
enlemesine, siyah-beyaz şeritler bırakacak şekilde soydu. Bu benekli
değnekleri, davarların su içmeye gelirken geçtikleri yollara dikti ki bunları
gören hayvanlar ürküp kaçışsınlar ve karini arın daki yavruları da
hareketlenip bu benekli değneklerin rengini alsınlar. Bu harikulade bir durum
olup, mucizeler zincirinde bir halka olarak yerini alacaktı.
Neticede Yakub
(a.s.)'un bir çok davar, binek ve köleleri oldu. Dayısının ve oğullarının
yüzlerindeki çizgiler, ona karşı değişik bir şekil aldı. Ondan sıkılır gibi
olmuşlardı.
Cenab-ı Allah , Yakub
(a.s.)'a, babasının ve kavminin yurduna dönmesini vahyetti; kendisiyle beraber olacağını
ona va'detti. Yakub bu meseleyi ailesine açtı, onlar da kendisine hiç tereddüt
etmeden muvafakat ettiler. Ailesi ve malıyla birlikte göçünü yükleyip yola
çıktı. Hanımı Rahil, babasının putlarını da çalarak beraberinde getirmişti.
Harran'ın sınırlarını aşıp kenti geride bıraktılarında dayısı ve kayınpederi
Laban, adamları ile birlikte'gelerek onlara kavuştu. Kavuşur kavuşmaz, kendisine
haber vermeden yola çıktıkları için Yakub'u kınadı: "Bana bilgi vermeniz
gerekmez iniydi? Sizi tören, şenlik ve davulla uğurlar, kızlarım ve
torunlarımla vedalaşırdık. Hem niye putlarımı aldınız?" dedi. Putlarından
haberi olmayan Yakub (a.s.), put falan almadıklarını söyledi. Kayınpederi ve
dayısı Laban, kızları ile cariyelerinin yanına gidip eşyalarını kontrol etti;
bir şey bulamadı. Yakub'un hanımı Rahil, babasının putlarım devenin semeri
altına gizlemişti. Kendisi de devenin üstünde idi. Babasının putları araması
esnasında "Aybaşı halindeyim." diyerek özür beyan etmiş ve deveden
inmemişti. Babası da bu mazeretinden "dolayı ona birşey diyememiş ve
deveden indirememişti. Bu arada iki taraf CeTad tepesinde bir anlaşma yaptılar:
Yakub, dayısının kızlarım horlamıyacak ve onların üzerine kuma getirmeyecekti.
Ne Yakub,ne de kayınpederi Laban, bu tepeyi geçip birbirlerinin mıntıkasına girmeyeceklerdi.
Cel'ad tepesinde bir yemek yapıp hep birlikte yediler; birbirleriyle
veda'laştıktan sonra herkes kendi beldesine döndü. Yakub (a.s.), Sair toprağına
yaklaştığında melekler kendisini karşılayarak, memleketine kavuşmuş olduğunu
kendisine müjdelediler. O da kendisine yumuşak davransın ve alçak gönüllü
olsun, diye. kardeşi İs'e ulak gönderdi. Ulak, Yakub (a.s)'a döndü ve İs'in,
atma binerek dörtyüz adamla birlikte kendisine doğru geldiği haberini verdi.
Yakub bu haberi duyunca korktu ve kardeşi İs'in şerrinden kendisini koruması
için Allah'a el açtı, yalvarıp yakardı. Kendisine vermiş olduğu sözü Rabbine
hatırlattı; O'nun huzurunda boyun büküp çokça dua etti. Kardeşi İs için de
büyük hediyeler hazırladı. Hediyeleri şunlardı: 200 koyun, 200 keçi, yirmi
teke, yirmi koç, otuz sütlü deve, kırk inek, on öküz, on katır, on eşek.
Kölelerine, bu hayvan sınıflarını ayrı ayrı sürüler halinde yürütmelerini, her
sürü arasında belli bir boşluk bırakmalarını, İs ile karşılaştıklarında ve İs:
"Sen ve beraberindeki bu mallar kime aitsiniz?" diye sorduğunda,
"Ben, Yakub'a aitim. Beni ve bunları efendim İs'e hediye etti." diye
cevap vermelerini, her sürünün başındaki sorumlusunun hep aynı şekilde
konuşmasını, ve, "Yakub da ardımızdan geliyor." diye İs'e haber
vermelerini emretti. Yakub (a.s.), iki zevcesi, zevcelerinin cariyeleri ve on
bir oğluyla birlikte, o hediyelik sürülerle kölelerden tam iki gece sonra
geldi. Beraberindekileri geceleyin yürütüyor, gündüzleyin gizliyordu. İkinci
gece fecir vakti olduğunda, erkek kılığında bir melek ile karşılaştı. Yakub
onu insan sanarak, altetmek için onunla boğuştu. Rivayete göre onu yendi. Ancak
melek onun kalçasına bir darbe vurduğu için Yakub (a.s.) topalladı. Tanyeri
ağardığında melek ona: "Adın nedir?" diye sordu. O da:
"Yakub'tur." diye cevap verince melek: "Bu günden sonra seni
sadece İsrail adıyla çağırmak yaraşır." dedi. Yakub ona: "Sen kimsin,
adın nedir?" diye sorar sormaz o gidince, onun bir melek olduğunu anladı.
Bacağı aksakîaştığından dolayı, Yakub (a.s.)'un soyundan gelen İsrailoğullan,
hayvanın uyluğundan ayak bileğine kadar uzanan damarı yemezler, etten ayırıp
atarlar.
Yakub uzaklara baktı.
Kardeşi İs'in dörtyüz piyade ile kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Aile
efradının önüne geçerek, kardeşini karşılamaya çıktı. Ağabeyini görünce de
huzurunda yedi defa secde etti. O zamana göre büyükler böyle selamlanır di.
Dinlerine göre bu meşru idi. Nitekim melekler de selamlamak ve tebrikatta
bulunmak amacıyla Adem (a.s.)'e secde etmişlerdi. Kardeşleri ve babası da
Yusuf (a.s.)'a secde etmişlerdi ki, yeri geldiğinde bu meseleyi genişçe ele
alacağız.
İs, Yakub'u görünce
kendisine yaklaştı. Kucaklayıp bağrına bastı, öpüp ağladı. Gözünü kaldırıp,
Yakub'un eşlerine ve çocuklarına baktığında ona, "Bunları da nerden
buldun?" diye sordu. Yakub da: "Allah bunları senin kölene
bahşetti." diye cevap verdi. İki cariyesi, çocuklarıyla birlikte Is'e
yaklaşıp huzurunda secdeye kapandılar. Öte yandan Ya-kub'un ilk eşi Leyya ve
oğlu beri gelip secdeye kapandı. Ardısıra ikinci eşi Rahil, oğlu Yusuf la
birlikte beri gelerek secdeye kapandılar. Yakub (a.s.), hediyesini kabul
etmesini kardeşi İs'den İsrarla rica etti. O da kabul etti.
İs, geri dönüş yoluna
koyuldu. Yakub da aile efradı ve beraberindeki köleler, davarlar ve diğer
hayvanlarla birlikte ağabeyinin arkasından gitti. Sair dağlarına doğru yol
alıyorlardı. Sahor denen yere vardıklarında, orada kendisi için bir ev yaptı.
Bir süre orada kaldı. Sonra Kudüs'e bağlı Şahmı köyüne uğradı, orada 100 koyun
vererek Ben Cemor'un tarlasını satın aldı. Çadırını o tarla içine kurdu. Orada
bir mabed inşa etti. Mabedin adını da "II" koydu. II, İsrail tanrısı
demekti. Cenâb-ı Allah, ilahî daveti yayması için orada bir tapmak yapmasını
emir buyurmuştu. Yaptığı tapmak, bugün Kudüs'teki Mescid-i Aksa'dır.
Kendisinden sonra Hz. Süleyman bu mescidi onarmıştı. Burası, daha önce Yakub,
(a.s.)'un Harran'a giderken uyuduğu ve başının altına yastık olarak koyduğu
işaretli taşın bulunduğu yer idi ki, bunu önceki sayfalarda anlatmıştık.
Bu arada Ehl-i Kitap
kaynakları Yakub (a.s.)'un zevcesi Leyya'dan doğan kızı "Dina" ile
ilgili bir hadiseyi anlatırlar. Cemoroğlu Şahim bu kızı kaçırıp kendi evine
götürmüş, sonra da onu, babası Yakub'dan ve kardeşlerinden, kendisiyle evlendirmelerini
istemiş. Ancak Dina'nın kardeşleri onlara: "Ailece tümünüz sünnet
olursanız bacımızı size veririz. Birbirimize hısım oluruz. Yoksa sünnetsiz
kimselerle biz hısım olmayız." demişlerdi. Onlar da bu şartı kabul ederek
sünnet olmuşlardı. Sünnet oluşlarının üçüncü gününde kesim yerindeki acı
şiddetlenmiş, kendilerinden geçmişlerdi ki, tam o anda Yakub'un oğullan
saldırarak hepsini baştan sona kırıp geçtiler. Kafirliklerinin yanısıra,
işledikleri fiilin çirkinliğinden ötürü Şahim ile babası Cemor'u da öldürdüler.
Tapmakta oldukları putlarını da parçaladılar. Mallarını ganimet olarak aldılar.
Bilahare Yakub'un
ikinci hanımı Rahil hamile oldu, Bünyamin'i dünyaya getirdi. Çok şiddetli doğum
sancıları çektiği için, bu çocuğunun doğumundan hemen sonra öldü. Yakub onu
Efras denen yere defnetti.
Yakub'un on iki erkek
evladı vardı: Robil, Şemon, Lavı, Yahoza, İsa-hir ve Zabilon, Leyya hatundan;
Yusuf ile Bünyamin, Rahile hatundan; Dan ile Niftalî, Rahil'in cariyesinden;
Cad ile Esir de Leyya hatunun cariyesinden doğmuşlardır. Allah'ın selamı
üzerlerine olsun.
Yakub, babası İshak'm
yanma geldi. Onun yaşamakta olduğu Habron köyünde ikamet etti. Habron, İbrahim
peygamberin de medfun bulunduğu bir köy olup Kenan ilinde bulunmaktadır. Sonra
îshak (a.s.) hastalandı, 182 yaşındayken vefat etti. Oğulları İs ile Yakub,
kendisim İbrahim peygamberin gömülü bulunduğu mağaraya defnettiler. Önceki
sayfalarda da anlattığımız gibi, o mağarayı Hz. İbrahim satm almıştır.
(Yahudiler'in Ahd-i Kadim'inde anlatılan bu mevzulara Islâmı kaynaklar
değinmemektedirler.) [17]
Cenâb-ı Allah, Hz.
Yusuf tan ve onun karşılaştığı durumlardan bahseden bir Sûre-i Kur'âniyye inzal
buyurmuştur ki, bu sûrede anlatılan hikmetli işler, adab, Öğüt ve tavsiyeler
üzerinde iyice düşünülüp ibret alınsın.
"Elif-Lam-Râ.
Bunlar, apaçık kitabın ayetleridir. Biz onu, anlayası-nız diye, Arapça okunmak
üzere gönderdik. "Ey Muhammedi Biz bu Kur'an'ı vahyederek, kıssaları sana
en güzel şekilde anlatıyoruz. Oysa daha Önce sen bunlardan habersizdin."
(Yûsuf, 1-3.)
Kur'ân-ı Kerîm'in bazı
sûrelerinin başında bulunan heca harfleri (hurûf-u mukattaa) ile ilgili olarak,
Bakara sûresinin baş taraflarında gerekli açıklamayı vermiştik. Bu konuyu daha
iyi öğrenmek isteyen, îbn Kesir Tefsirinin Bakara sûresine müracaat etsin.
Ancak burada kısa bir açıklama yapmamız gerekiyor. Şöyleki: Cenâb-ı Allah,
kulu ve şerefli elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e açık bir Arap diliyle indirmiş
olduğu, manası net ve vazıh bir şekilde anlaşılabilen, akıllı ve zeki olan herkesin
anlayabileceği kutsal kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i övüyor. O, gökten inen kitapların
en şereflisi olup, meleklerin en şereflisi Cebrail tarafından, yaratıkların en
şereflisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e, en şerefli bir zamanda ve en şerefli bir
mekanda, en fasih bir dil ve en açık bir beyan ile indirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
geçmişin haberlerinden veya gelecekten bahsedilirken, en güzel cümleler ve en
açık ifadeler kullanılır. İnsanların, üzerinde ihtilafa düştükleri hususlarda
gerçek ortaya konulur; batıl yok edilir, çürütülür ve reddedilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de emir
ve yasaklardan söz edilirken kanunların en adaletlisi ve gidilecek yollarla,
uygulanacak yöntemlerin en belirgini anlatılıp gösterilir. Nitekim yüce Allah
buyurmuş ki:
"Rabbinin sözü,
doğruluk ve adaletle tamamlandı." (ei-En'âm, 115.)
Yani Rabbinin sözü,
haberlerde doğruluk, emir ve yasaklarda da adaletle tamamlandı. İşte bu sebeple
Rabbimiz buyurmuş ki: "Ey Muhammed! Biz bu Kur'an'ı vahyederek, kıssaları
sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Oysa daha önce sen bunlardan
habersizdin." (Yûsuf, 3.)
"Ey Muhammed!
İşte sana da buyruğumuzla Cebrail'i gönderdik. Sen kitab nedir, iman nedir
önceleri bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru
yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerde olanlar,
yerde olanlar kendisinin olan Allah'ın yolunu, doğru yolu göstermektesin, iyi
bilin ki işler sonunda Allah'a döner. " (eş-şura, 52-53.)
"Ey Muhammed!
Geçmiş olayları sana böyle anlatırız. Katımızdan sana da bir kitap verdik. Kim
ondan yüz çevirirse bilsin ki, o, kıyamet günü bir günah yükü yüklenecektir.
Devamlı, sırtlarında kalacak bu yük, kıyamet günü onlar için ne kötüdür!" (Tâ-Hâ,
99-101.)
Yani bu Kur'an'dan yüz
çevirip başka kitaplara uyan kimse, bu tehdidin muhatabı olur. Nitekim
müminlerin emiri Hz. Ali'den-rivayet edilen bir hadis-i şerifte ^öyle
buyurulmuştur:
"Kur'an'dan başka
yerde hidayet arayan kimseyi Allah sapıklığa düşürür!" (Tirmizî).
İmam, Ahmed b. Hanbel,
Cabir (r.a.)'den rivayet etti ki, Hz. Ömer (r.a.), Ehl-i Kitaptan elde etmiş
olduğu bir kitap ile Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanına geldi. Kitabı ona okudu.
Rasûlullah (s.a.)'da öfkelendi ve şöyle buyurdu: "Buna hayret mi
ediyorsunuz, ey Hattab'm oğlu? Nefsim kudret elinde bulunan (Allah)a andolsun
ki, ben size onu (Kur'an'ı) saf ve bembeyaz olarak getirdim. Ehl-i Kitap'tan
bir şey sormayın. (İcabında) size hakkı haber verirler, siz onu yalanlarsınız.
Size batılı haber verirler, siz onu tasdik edersiniz. Nefsim kudret elinde
bulunan (Allah)a andolsun ki, Musa hayatta olsaydı, bana tabi olmaktan başka
seçeneği olmazdı."[18]
Bir başka rivayette de
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudret elinde bulunan (Allah)a
andolsun ki, Eğer Musa (a.s.) aranızda olsaydı ve sonra siz ona tabi olup beni
bir aks aydınız, mutlaka sapıklığa düşerdiniz. Ümmetlerden siz benim
payımsınız; peygamberlerden de ben sizin paymızım."[19] Bu
hadisin rivayet yollarını ve lafızlarım, İbn Kesir Tefsirinde, Yûsuf sûresinin
baş t ar afi arında naklettim.
O rivayetlerden
birinde anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.) cemaate hitab etmiş ve
hutbesinde şöyle buyurmuş: "Ey İnsanlar! Kapsamlı manalar ifade eden,
özlü sözler bana verildi. Bunları saf, arı ve bembeyaz bir halde size getirdim.
Bunlarda şaşkınlığa kapümayasınız! Şaşkınlığa düşenler de sizi
aldatmasınlar!"
Evet, böyle
buyurduktan sonra da, Ehl-i Kitap'tan elde edilmiş olan sahifenin kendisine
verilmesini emretti. O sahifeyi harf harf imha etti:
«Yusuf babasına:
"Babacığım! Rüyamda on bir yıldız, güneş ve ayın bana secde ettiklerini
gördüm." demişti. Babası şunları söyledi: "Oğulcuğum! Rüyanı
kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar. Zira şeytan, insanın apaçık
düşmanıdır. Rabbin seni böylece rüyandaki gibi seçecek, sana rüyaları
yorumlamayı öğretecek; daha önce, ataların İbrahim ve İshak'a nimetlerini
tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Doğrusu, Rabbin
bilir, Hakîm'dir."» (Yûsuf, 4-6.)
Önceki sayfalarda
anlattığımıza göre Yakub (a.s.)'un on iki erkek evladı vardı ki, onların
adlarını da saymıştık. İsrailoğullarının kolları ve zürriyetleri tümüyle
bunlara mensuptur. Yakub'un on iki oğlunun en şanlısı ve ulusu, Yusuf idi. Bazı
âlimlere gÖı*e bu on iki kardeş içinde Yusuf tan başka peygamber yoktur. Yusuf
un kardeşlerinden hiçbirine vahiy inmiş değildir. Onların yaptıkları işlerle
söyledikleri sözler hakkında bu kıssada anlatılanlar, onların peygamber
olmadıkları görüşünü teyid ediyor.
«"Allah'a, bize
indirilene, îbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve esbat'a indirilene iman
ettik" de.» (Âi-i îmrân, 84.)
Bu ayet-i kerimeyi
delil olarak ileri sürüp, Yusuf un kardeşlerinin, ayet-i kerimede geçen esbat
kapsamına girdiğini söyleyerek peygamber olduklarına inananların istidlalleri,
kuvvetli bir istidlal değildir. Çünkü ayette geçen esbat kelimesinden kasıt,
İsrailoğullarının kolları, kabileleri ve semavi vahye muhatab olmuş
içlerindeki peygamberlerdir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Yusuf sûresinde
kardeşlerinin adından değil de sadece Yusuf un adından bahsedilmiş olması,
kardeşleri arasında sadece onun peygamberlikle özellendiği görüşünü teyid
etmektedir. İmam Ahmed b. Hanbel'in, İbn Ömer'den rivayet etmiş olduğu şu
hadis bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
«Şereflioğlu
Şereflioğlu Şereflioğlu Şerefli İbrahimoğlu İshak oğlu Yakub'un oğlu
Yusuf.."[20]
Müfessirler ve
tarihçilerin anlattıklarına göre Yusuf (a.s.), henüz bulûğ çağına ermemiş bir
çocuk iken, rüyasında on bir yıldızın (bu, onun on bir kardeşine işarettir),
güneş ile ayın (bu babasıyla anasına işarettir) kendisine secde ettiklerini
görmüştü. Bundan ürküntü de duymuştu. Uyandığında, rüyada gördüklerini
babasına anlatmıştı. Babası onun dünyada ve ahirette yüce bir makama ve yüksek
bir mertebeye ulaşacağını, böyle bir makam sahibi olması dolayısıyla da
babasının ve kardeşlerinin kendisine saygı göstereceklerini, önünde
eğileceklerini anladı. Kendisini kıskanmasınlar, çeşitli komplikasyonlarla ona
tuzak kurup başına türlü gaileler getirmesinler diye bu rüyasını kardeşlerinden
gizlemesini ve onlara anlatmamasını Yusuf a emretti. Bu da Yusuf un
kardeşlerinin peygamber olmadıklarını gösteriyor. Bu nedenle bir hadiste şöyle
buyurulmuştur:
"İhtiyaçlarınızı
gidermek için, ihtiyacınızı gizleyerek avantaj sahibi olun. Çünkü nimet sahibi
olan. herkes başkalarınca kıskanılır."[21]
Ehl-i Kitap kaynaklarında nakledildiğine göre Yusuf (a.s.), gördüğü rüyayı,
babasının yanısıra kardeşlerine de anlatmıştır ki, bu yanlıştır.
"Rabbin seni
böylece seçecek." Bu rüyayı sana gösterdiği gibi, rüyanı gizlediğin
takdirde, seni çeşitli lütuflara mazhar kılacak ve rahmetinin cilvelerini
gösterecektir. Böylece, "Rabbin sem seçecek ve" başkalarının
anlayamadıkları, "Rüyaları yorumlamayı sana öğretecektir. Daha önce
ataların İbrahim ile İshak üzerinde tamamladığı gibi" sana vahiy
göndererek, "Senin üzerinde" senin sebebinle kendilerine dünya ve
ahiret hayrım vererek, "Yakub ailesi üzerinde de nimetini tamamlayacaktır."
Yani Rabbin-baban Yakub'a, deden İshak'a, büyük deden İbrahim'e verdiği gibi
sana da peygamberlik vererek in'am ve ihsan da bulunacaktır. "Şüphesiz
senin Rabbin bilendir, hikmet sahibidir."
Bir başka ayette de
«Allah, risaletini nereye bırakacağını daha iyi bilir.» diye bu vurulmaktadır;
(ei-En'am, 124.)
İşte bu sebepledir ki,
Rasûlullah (s.a.v.)'a, insanların en üstünü kimdir? diye sorulduğunda şu cevabı
vermiştir:
«Halilullah oğlu,
Allah peygamberinin oğlu Allah peygamberinin oğlu, Allah peygamberi Yusuf
tur."'
İbn Cerir et-Taberiile
îbn Ebi Hatîm, tefsirlerinde, Cabir (r.a.)'den şöyle bir rivayette
bulunmuşlardır: «Büstanetü'l-Yehud adıyla bilinen bir adam Rasûlullah
(s.a.v.)'m yanına geldi ve şöyle dedi: "Ya Muham-med! Yusuf un, rüyasında
kendisine secde ettiklerini gördüğü yıldızların adlarını bana bildirir
misin?" Peygamber (s.a.v.) bir süre sustu, cevap vermedi. Nihayet Cebrail
inerek ona yıldızların adlarını bildirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) ona
haber salıp huzuruna çağırttı. Gelince de ona: "O yıldızların adlarını
sana söylersem iman eder misin?"' diye sordu. Evet, deyince Rasûlullah
(s.a.v.) ona cevaben dedi ki: "Adları şöyledir: Cüryan, Tank, Ziyal,
Zülketfan, Kabis, Vesab, Amudan, Fey-lak, Musbih, Daruh, Zülfer' Ziya ve
Nûr."
Yahudi dedi ki:
"Evet.. Vallahi, bu saydıkların o yıldızların'adlarıdır."
Ebu Ya'lâ'nın
bildirdiğine göre Yusuf (a.s,), rüyasını babasına anlatırken, babası kendisine
şöyle demiş: "Bu darmadağın bir iş.. Bunu Allah bir araya getirip düzene
sokacaktır." Rüyada gördüğü güneş, babası; ay ise, anasıdır.[22]
«Andolsun ki, Yusuf ve
kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibretler vardır. Kardeşleri: "Biz
birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz halde, babamız, Yusuf u ve kardeşini
daha çok seviyor. Doğrusu, babamız apaçık bir sapıklık içindedir. Yusuf u
öldürün veya onu bir yere bı-rakıverin ki, babanız size kalsın; ondan sonra da
iyi kimseler olursunuz." dediler. İçlerinden biri: "Yusuf u
öldürmeyin, onu bir kuyunun derinliklerine bırakın. Böyle yaparsanız
yolculardan onu bulup alan olur." dedi.» (Yûsuf, 7-10.)
Cenâb-ı Allah bu
kıssada yer alan ayet, hikmet, öğüt, delâlet ve bey-yinelere dikkat
çekmektedir. Sonra da kendileri birbirlerine bağlı bir topluluk oldukları halde
babalarının Yusuf ile Öz kardeşi Bünyamin'i kendilerinden daha fazla sevmesini
kıskanışlarını anlatmakta ve şöyle dediklerini bildirmektedir: Oysa biz, Yusuf
ile öz kardeşine oranla babamızın sevgisine daha fazla layıkız. "Doğrusu,
babamız apaçık bir sapıklık içindedir." Sevgide bize karşı o ikisini öne
almakla, yanlış bir yola sapmaktadır.
Böyle dedikten sonra
da, babaları sırf kendilerine kalsın, sadece kendilerini sevsin diye Yusuf u
öldürmek veya geri dönemeyeceği uzak bir yere bırakmak konusunda birbirleriyle
müşavere yapmaya başladılar. Onu öldürdükten veya uzaklaştırdıktan sonra tevbe
edip iyi insanlar olacaklarını da tasarlıyorlardı. Yusuf u öldürmek üzerinde
görüşler ağır basınca "İçlerinden biri dedi ki" Bu biri, tefsirci
Mücahid'e göre Şe-mün; Süddî'ye göre Yahoza; Katade ile Muhammed b. İshak'a
göre kardeşlerin en büyüğü Robil'dir. Evet.. Bu dedi ki: "Yusufu
öldürmeyin. Onu bir kuyunun derinliklerine bırakın. Böyle yaparsanız,
yolculardan onu bulup alan olur." Benim bu teklifim, onu öldürmeye ve
sürgün etmeye göre akla daha yatkındır. Sonuçta hepsi bu teklifi kabullendiler.
Bunu gerçekleştirmek için babalarının yanma geldiler.
«"Ey babamız!
Yusuf un iyiliğini istediğimiz halde, onu niçin bize emniyet etmiyorsun? Yarın
onu bizimle beraber gönder de gezsin, oynasın; biz onu koruruz." dediler.
Babaları: "Onu götürmeniz beni üzüyor, siz farkına varmadan onu kurdun
yemesinden korkuyorum." dedi. "An-dolsun ki, biz kuvvetli bir
toplulukken kurt onu yerse, biz aciz sayılırız." dediler.» (Yûsuf, 11-14.)
Babalarından,
kardeşleri Yusufu kendileriyle birlikte göndermesini istediler. Onun da
kendileriyle birlikte gezip oynamasını ve açılmasını istediklerini söylediler,
ama Allah'ın bildiği asıl amaçlarını gizlediler. Yaşlı babalan-Allah'm salat-ü
selâmı üzerine olsun- dedi ki: Günün bir anında dahi ondan ayrı kalmak bana zor
geliyor. Kaldı ki sizin oyunla veya kendi durumunuzla meşgul olurken kurdun
gelip onu yemesinden; siz farkında olmadığınız ve kendisi de küçük olduğu için
kurda karşı kendini savunamamasından korkuyorum. "Andolsun ki, biz
kuvvetli bir toplulukken kurt onu yerse, biz aciz sayılırız." dediler.
Yani o ara-mızdayken kurt gelip onu yerse veya bir toplulukken onu unutup başka
şeylerle meşgul olur
da böyle üzücü bir olay meydana gelirse, demek ki biz aciz bir gurup sayılırız,
dediler.
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre babası, Yusufu kardeşleri yola çıktıktan
sonra peşleri sıra yola çıkarmış; o da yolunu kaybetmiş, adamın biri ona,
kardeşlerinin gittikleri yolu göstermiş... Bu da Ehl-i Kitabın ifade
yanlışlıklarından biridir. Yakub (a.s.) onu onlarla beraber göndermek
istemezken, nasıl olurdu da yalnız olarak yola çıkarırdı?!.
«Yusufu götürüp bir
kuyunun derinliklerine bırakmayı kararlaştırdılar. Biz ona, kardeşlerinin bu
işlerini kendileri farkına varmadan haber vereceksin, diye vahyettik. Akşam
üstü ağlayarak babalarına geldiklerinde: "Ey babamız! İnan olsun biz yarış
yapıyorduk; Yusufu eşyamızın yanma bırakmıştık; bir kurt onu yedi. Her ne
kadar doğru söylüyorsak da sen bize inanmazsın." dediler. Üzerine başka
bir kan bulaşmış olarak Yusuf un gömleğini de getirmişlerdi. Babalan:
"Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi. Artık bana güzelce sabır gerekir.
Anlattıklarınıza ancak Allah'tan yardım istenir." dedi.» (Yûsuf, 15-is.)
Yusufu kendileriyle
gönderinceye kadar babalarının peşini bırakmadılar. Israrları sonucunda Yusufu
yanlarına katıp gönderdi. Babalarının yanından ayrılıp gözden ırak
olduklarında Yusuf a küfretmeye, söz ve davranışlarıyla onu aşağılamaya
başladılar. Onu bir kuyunun dibine atmaya karar verdiler. Kuyuya attıklarında
Cenâb-ı Allah, Yusuf a vahiy göndererek şu haberi verdi: Bu sıkıntıdan mutlaka
kurtulup bir genişliğe kavuşacaksın. Sen yüksek bir makamda hükümran, onlar da
sana muhtaç ve senden korkar oldukları bir pozisyondayken, "Kendileri
farkına varmadan" bu işlerini onlara haber vereceksin.
Ayette geçen
"Onlar farkına varmadan" diye meallendirdiğimiz cümlenin manasıyla
ilgili olarak Mücahid ve Katade dediler ki: Onlar farkına varmadan, Allah'ın
sana vahyetmesi yoluyla bu yaptıklarını bilahare sen onlara haber vereceksin.
İbn Abbas (r.a.) ise
bununla ilgili olarak şöyle dedi: Onların seni ta-nıyamayacakları bir
pozisyondayken sen, bu yaptıklarını onlara haber vereceksin.
Kardeşleri Yusufu
kuyuya bırakıp geri dönerlerken gömleğini azıcık kana bulayıp yanlarına
aldılar. Akşamleyin, kardeşlerinin başına gelen beladan ötürü ağlar gibi
yaparak babalarının yanına geldiler.
Bu nedenle
geçmişlerden bazıları demişler ki: Zulümden yakınan kimsenin ağlamasına
aldanma. Ağlamakta olduğunu görmene rağmen zulmetmiş nice kimseler vardır! Yusuf
un kardeşlerinin ağlamalarını düşün. Geceleyin, zifiri karanlıkta ağlayarak
babalarının yanma gelmişlerdi. Mazeretlerini beyan etmek için değil de
zulümlerini örtbas etmek için böyle yapmışlardı. "Ey babamız! İnan olsun
biz yarış yapıyor-
duk. Yusuf u eşyamızın
(elbiseleriraiziıı) yanma bırakmıştık." Yarış es-nasuıda ondan uzak
olduğumuz bir anda, "Bir kurt onu yedi. Her ne kadar doğru söylüyorsak da
sen bize inanmazsın." dediler. Sence her ne kadar itham altında değilsek
de. "Bir kurt onu yedi." diye haber verişimizi doğrulamıyorsun. Bizi
nasıl suçlarsın ki? Kurdun onu yiyeceğinden korkmuştun. Etrafında bir
kalabalık oluşturacağımızdan dolayı kurdun onu yemeyeceğini sana garanti
etmiştik. Fakat onu yalnız bırakıp yarışa dalmakla da, senin yanında doğru
konuşmuş sayılmadık. Hal böyleyken bizi doğrulamamakta haklısın, ey babamız!
Üzerine başka bir
(uydurma) kan bulaşmış olarak Yusuf un gömleğini de
getirmişlerdi."Babalarını, Yusufu kurdun yediğine inandırmak için de, yeni
doğmuş bir oğlağı keserek kanından birazım Yusuf un gömleğine sürdüler. Fakat
gömleği parçalamayı unuttular. Yalanın afeti unutmaktır. Üzerlerinde şüphe
alametleri belirince, bu mizansenlerine babalan inanmadı; oyunları bozuldu.
Çünkü babaları, onların Yusuf a olan düşmanlıklarım ve kıskançlıklarını
biliyordu. Allah onu oğulları arasında peygamberlikle mümtaz kılacağından
dolayı, küçüldüğünde dahi Yusuf ta ululuk ve mehabet işaretleri görünüyordu. Bu
sebeple babası onu diğer oğullanndan daha çok seviyordu. Diğer kardeşleri de
bu nedenle Yusufu kıskanmışlardı.
Beraberlerinde
götürmelerine izin vermesi için babalannı ikna edince Yusufu alıp götürdüler.
Götürür götürmez de onu kuyunun derinliklerine attılar. Yaptıklan kötülüğe
hepsi fikirbir ligiyle muvafakat etmiş olduklan halde suçlarını örtbas etmek
için, akşamleyin ağlaşa-rak babalarının yanma geldiler. Bu sebeple babalan:
"Nefsiniz sizi bir iş yapmaya sürükledi. Artık bana güzelce sabır gerekir.
Anlattıklannıza ancak Allah'tan yardım istenir." dedi.
Ehl-i Kitap
kaynaklannda anlatıldığına göre Yusufu kuyuya atmayı teklif eden, Robil'dir.
Böyle yapmakla da, diğer kardeşlerinden habersiz olarak Yusufu, gelip kuyudan
çıkararak babasına iade etmeyi planlamıştı. Fakat kardeşleri Yusufu ondan
habersiz olarak, Mısır'a giden kervana sattılar. Robil, günün son vaktinde
gelip Yusufu kuyudan çıkarmak istediğinde, onu orada bulamayınca feryad-ü figan
etti, üzerindeki elbiselerini parçalayıp yırttı. Öte yandan diğer kardeşleri,
bir oğlak yakalayıp kestiler, kanını Yusuf un gömleğine sürdüler. Yakub (a.s.),
onlann bu komplosunu öğrenince ağlayıp elbiselerim parçaladı, siyah bir örtüye
büründü ve günlerce hüzünlenerek oğlunun yasını tuttu. Bu cümlelerdeki
bozukluk, Ehl-i Kitabın tasvir ve ifade yanlışlıklarından kaynaklanmaktadır.
«Bir kervan konup
sucularını gönderdiler. Sucu, kovasını kuyuya saldı. "Müjde! İşte bir
oğlan!" dedi. Yusufu alıp onu ticarî bir mal olarak sakladılar. Oysa
Allah, yaptıklarına bilir. Onu yanlannda alıkoymak
istemediklerinden
Ötürü ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.
«Mısır'da onu satın
alan kimse karısına: "Ona güzel bak. Belki bize faydası olur, yahut da onu
evlad ediniriz." dedi. Biz işte böylece Yusufu o yere yerleştirdik. Ona,
rüyaların nasıl yorumlanacağını öğrettik. Allah, işinde hakimdir, fakat
insanlann çoğu bunu bilmezler. Erginlik çağına vannca ona hikmet ve bilgi
verdik. İyi davrananları böyle mükafat-landmnz.» (Yûsuf, 21-22.)
Cenâb-ı Allah, Yusuf
un kuyuya bırakıldıktan sonraki durumunu anlatıyor. Şöyle ki: Kuyuya
bırakıldıktan sonra Yusuf, Allah'ın kendisine lütfederek bu sıkıntısını
giderip genişlik vermesini bekliyordu. O sırada bir kervan geldi. Ehl-i Kitap
kaynaklannda anlatıldığına göre bu kervanın yükü fiştik, butum ve bademden
ibaret olup Şam'dan gelmekte ve Mısır'a gitmekteydi. Sucularını, su çekip
getirmesi için kuyuya gönderdiler. Adam kovayı kuyuya sarkıtınca Yusuf kovaya
tutundu. Adam, kovada Yusuf un çıktığını görünce "Müjde! İşte bir
oğlan." dedi. Yusufu alıp onu mal olarak sakladılar." O'nu,
beraberlerindeki ticaret eşyasından bir köle olarak saydılar. "Oysa Allah,
onların yaptıklarım bilir." Yani kardeşlerinin ona karşı düzenledikleri
suikasti ve kervancı-lann da onu bir mal olarak gizleyişlerini bilir. Bununla
birlikte Cenâb-ı Allah bu meselede büyük bir hikmet, Mısırlılara rahmet ve
ezelde takdir edilen bir kader bulunduğundan dolayı olayın akışını
değiştirmiyordu. Bu çocuk, esir alınmış bir köle hüviyetiyle Mısır'a girecek,
sonra da Mısır'ın idaresini ele alacaktı. Bu çocuk vesilesiyle Allah,
Mısırlıları dünya ve ahirette tavsif edilemeyecek derecede sınırsız faydalara
kavuşturacaktı.
Yusuf un kardeşleri,
kervanın gelip Yusufu kuyudan aldığını duyunca peşlerine düşüp onları
yakaladılar ve: "Bu bizim kaçak kölemizdir." dediler. Onu kervana az
bir paha ile sattılar. "Onu yanlarında alıkoymamak için ucuz bir fiyata,
bir kaç dirheme sattılar." İbn Mesud, İbn Abbas, Nevfel Bekalî, Süddî,
Katade ve Atiyye el-Avfi'ye göre onu yirmi dirheme sattılar. O parayı da
ikişer dirhem olarak kendi aralannda paylaştılar. Mücahid'e göre yirmi iki
dirheme, Muhammed b. îshak'a göre ise kırk dirheme sattılar. Doğrusunu Allah
bilir.
"Mısır'da onu
satın alan kimse, karısına: "Ona güzel bak. Belki bize faydası olur
veyahut da onu evlat ediniriz." dedi.
Bu da Allah'ın Yusuf a
bir lütfü, merhamet ve ihsanı idi. Çünkü onu satın alan. kimse, onu kendi aile
efradından biri yaparak ona dünya ve ahiretin hayrım vermek istemişti.
Anlatıldığına göre onu satın alan, Mısır'ın hazinelerini elinde bulunduran
hazine bakanı idi. İbn İshak'm naklettiğine göre onun adı İtfîr b. Ruhayb idi.
O zaman Mısır'ın kıra-lı,Amalika kabilesine mensup Reyyan b. Velid adındaki bir
şahıstı. Evet.. Yusufu satın alan Mısır azizinin karısının adı, Remayıl kızı
Rail
idi. Diğerlerinin
nakline göre adı Züleyha idi. Öyle görülüyor ki Züley-ha, onun lakabıdır.
Sa'lebî'nin İbn Hişam er-Rifaî'den naklettiğine göre adı, Yunus kızı Feka idi.[23]
Muhammed b. îshak'm,
İbn Abbas'tan naklettiğine göre Yusuf u Mısır'a getirip orada satan kişi, Malik
b. Za'r b. Nuyet, b. Medyan b. İbrahim'dir. Doğrusunu Allah bilir.
İbn İshak, İbn
Mesud'un şöyle dediğini nakletmiş tir: İnsanların en ferasetlisi üç kişidir:
Bunlardan biri, kârısına: 'Yusuf a iyi bak." diyen Mısır azizidir. Diğeri,
Hz. Musa için babasına :
"Babacığım! Onu
ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi, bu güçlü ve güvenilir
adamdır." diyen, kızdır ki, o da Şuayb peygamberin kızıdır. (ei-Kasas,
26.) Bu üç ferasetli kimsenin üçüncüsü de, kendi yerine Hz. Ömer'i halife
olarak bırakan Hz. Ebu Bekir'dir. Sonra denildi ki, Mısır azizi onu yirmi
dinara satın aldı. Onu ağırlığınca misk, ağırlığınca ipek ve ağırlığınca
gümüşle satın aldığım söyleyenler de vardır. Doğrusunu Allah bilir.
"Biz işte Yusuf u
böylece o yere yerleştirdik."
Yani Mısır azizi ile
eşine onu takdir ettirdik; ona iyi davranıp itina gösterdiler. O'nu o yere
yerleştirdik ki, "Kendisine rüyaların yorumunu öğretelim. Allah, işinde
hakimdir." Yani bir işi yapmak istedi mi o işi, kulların anlayamayacağı
bazı sebeplere bağlar." Ama insanların çoğu bilmezler."
"Güç ve kuvvet
çağına erince ona hikmet ve bilgi verdik. İyi davrananları böyle
mükafatlandırırız." Bu ayet gösteriyor ki, Yusuf (a.s.), güç ve kuvvet
çağma ermeden bu badirelerle karşılaşmıştır. Güç ve kuvvet çağı da, kırk yaş
sınırıdır. O yaşlarda peygamberlere, âlemlerin Rabbin-den vahiy gönderilir.
Kişinin güç ve kuvvet
çağına hangi yaşlarda vardığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Malik, Rabia, Zeyb
b. Eşlem ve Sadî'ye göre kişi, bulûğa ermekle bu çağa da ermiş olur. Said b.
Cübeyr'e göre kişi on sekiz yaşma ayak basmakla; Dahhak'a göre yirmi yaşına
ayak basmakla; îkrime'ye göre yirmi beş yaşına ayak basmakla; Süddî'ye göre
otuz yaşma ayak basmakla; Mücahid ile Katade'ye göre otuz üç yaşına ayak
basmakla; Hasen'e göre ise kırk yaşına ayak basmakla güç ve kuvvet çağına da
erer. Hasen'in bu görüşünü şu ayet de teyid etmektedir:
"Sonunda güç ve
kuvvet çağına erince ve kırk yaşma varınca.." (el-Ahkâf, 15.)
"Evinde bulunduğu
kadın onu kendine çağırdı. Kapıları sıkı sıkı kapadı ve "Gelsene"
dedi. Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a sağımrım, doğrusu, senin kocan
benim efendimdir. Bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar, şüphesiz başarıya
ulaşamazlar." dedi. Andolsun ki, kadın, Yusuf a karşı istekli idi.
Rabbinden bir işaret görmeseydi, Yusuf da onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü
ve fenalığı böylece engelledik. Doğrusu, o bizim öz kullarımızdandır. İkisi de
kapıya koştu. Kadın, arkadan Yusuf un gömleğini yırttı; kapının önünde
kocasına rastladılar. Kadın, kocasına: "Ailene 'fenalık etmek isteyen bir
kimsenin cezası ya hapis, ya da can yakıcı bir azab olmalıdır." dedi.
Yusuf: "Beni kendine o çağırdı." dedi. Kadın tarafından bir şahid,
"Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiş, erkek
yalancılardandır; şayet gömleği arkadan yırtıl-mışsa kadın yalan söylemiştir,
erkek doğrulardandır." diye şahidlik etti.
Kocası gömleğin
arkadan yırtılmış olduğunu görünce, karışma hitaben: "Doğrusu, bu sizin
tuzağımzdır. Siz kadınların tuzağı büyüktür" dedi. Yusuf a dönerek:
'Yusuf! Sen buna aldırma"; kadına dönerek: "Sen de günahının
bağışlanmasını dile. Çünkü suçlusun." dedi.» (Yûsuf, 23-29.)
Cenab-ı Mevla, Mısır
azizinin karısının - çok güzel ve zengin olmakla birlikte - kendisine layık
olmayan bir pozisyonda bulunan Yusuf u nasıl baştan çıkardığını; gençliğinin
baharında bulunan o yüksek merte-beli kadının kapıları kendisiyle Yusuf un
üzerine nasıl kilitlediğini, ona karşı nasıl hazırlanıp cilvelendiğini, en
güzel ve en gösterişli giysilerini giyip süslendiğini anlatıyor. Bütün bunların
yanısıra o, bir vezir karısıydı. İbn İshak'm dediğine göre o kadın aynı
zamanda Mısır hükümdarı Kral Reyyan'm da kız kardeşiydi.
Evet.. O kadın bütün
bu özellik ve niteliklere sahipti. Yusuf da göz alıcı güzelliğe sahip bir
gençti. Ancak o, peygamberler sülalesinden bir peygamberdi. Rabbi onu fuhuştan
ve kadınların tuzağından kurtarıp korudu. O, necip efendiler efendisi ve yedi
seçkin gurubun en üstünüdür. Bu yedi seçkin gurubun kimler olduğunu Hz.
Peygamber şöyle bildirmiştir:
"Allah'ın
(Arşının) gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı (kıyamet) gün (ün) de
Allah, yedi kimseyi gölgelendirecektir. (Bu yedi kişi şunlardır): Adil imam.
Tenhada Allah'ı anıp gözleri yaşaran. Gönlü . mescidlere takılı olan adam. (Bu
kişi) mescidden çıktığında, oraya tekrar dönünceye kadar (gönlü oraya takılı
kalır.) Allah rızası için birbirini seven iki adam. Bunlar Allah'ın rızasına
uygun olarak bir araya gelir; yine onun rızasına uygun olarak birbirlerinden
ayrılırlar. Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde gizleyerek sadaka
veren adam. Allah'a ibadet ederek yetişen genç. Mevki ve güzellik sahibi bir
kadının kendine çağırması durumunda, "Ben Allah'tan korkarım." diyen
adam."[24]
Yani o kadın, Yusuf u
kendine çağırdı. Bu kötü işi yapmaya şiddetli bir tutkusu da vardı. Fakat
Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a sığınırım. Doğrusu, senin kocan benim
efendimdir, bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar, şüphesiz başarıya
ulaşamazlar." dedi.
"Andolsun ki,
kadın, Yusuf a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret görmeseydi, Yusuf da onu
isteyecekti." Bu sonuncu ayetin ifade ettiği manayla ilgili olarak, İbn
Kesir tefsirinde yeteri kadar açıklama yapmışızdır. Müfessirlerin bununla
ilgili görüşlerinin çoğu Ehl-i Kitap kaynaklarından alınmıştır. Bu görüşlere
değinmemek bizim için daha uygun olacaktır. İnanılması gereken şudur ki, Yusuf
u Allah korumuş, günahtan uzak tutmuş, fuhşa karşı muhafaza etmiştir. Bu
nedenle şöyle buyurmuştur: "İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece
engelledik. Doğrusu o, bizim öz kullarımızdan dır.»
«İkisi de kapıya
koştu." Yusuf, ondan kaçıp kurtulmak için kapıya doğru koştu. Kadın da onu
yakalamak için peşinden koştu. "Kapının önünde kocasına rastladılar."
Önce kadın söze başlayarak kocasını Yusuf a karşı kışkırtmak istedi ve
kocasına: "Ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis, ya
da can yakıcı bir azab olmalıdır." dedi. Kendisi suçlu olduğu halde, Yusuf
u suçladı. Namusunu temize çıkarmak ve lekeden arındırmak istedi. Bunun
üzerine Yusuf: "Beni kendine o çağırdı." dedi. Mecburiyet karşısında
gerçeği söyleme ihtiyacını duydu. "Kadın tarafından bir şahit, şahidlik
etti." Anlatıldığına göre o şahit, beşikteki bir çocukmuş. İbn Abbas ta
bu görüştedir.[25]
Bazıları bu şahidin,
kadının kocası Kıtfîr'in yakını olduğunu söylerken; bazıları da bu şahidin, o
kadımn yalanı olduğunu söylemişlerdir. O şahidin beşikteki bir çocuk değil de,
tam bir adam olduğunu söyleyenler İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Hasen,
Katade,Süddî, Muhammed b. İshak ve Zeyd b. Eşlem gibi zatlardır.
O şahit dedi ki:
"Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır."
Çünkü bu takdirde Yusuf kadına saldırmış olacak, kadın da kendini savunmuş ve
Yusuf un gömleğim ön taraftan yırtmış olacaktır. "Şayet gömleği arkadan
yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir. Erkek doğrulardandır." Çünkü bu
takdirde Yusuf ondan kurtulmak için kaçmış; kadın da onu yakalamak için
peşinden koşmuş, elbisesini tutup gömleğini arkadan yırtınıştır.
Yapılan kontrol
sonucunda, gömleğin arkadan yırtılmış olduğu görüldü.
"Kocası gömleğin
arkadan yırtılmış olduğunu görünce, karısına hitaben: "Doğrusu, bu sizin
tuzağınızdır. Siz kadınların düzeni büyüktür." Yani bu olup bitenler, hep
sizin dümeninizin eseridir. Onu baştan çıkarmaya çalışan sensin. Sonra da onu
asılsız bir şeyle suçiuyorsun. Kocası sözü değiştirerek: "Yusuf! Buna
aldırma." dedi. Yani bu işten kimseye söz etme. Çünkü bu tür işleri
gizleyip örtbas etmek daha münasiptir. Karısına dönerek ona da, işlediği bu
günahtan ötürü Allah'tan mağfiret dileyip tevbe etmesini tavsiye etti. Kul
Allah'a yönelip tevbe ederse. Allah ta onun tevbesini kabul buyurur.
Mısırlılar her ne
kadar putlara tapıyor duy salar da, günahları affedenin veya günahtan ötürü
insanı sorgulayanın, ortaksız ve bir Allah olduğunu biliyorlardı. İşte bu
sebeple kocası o kadına, tevbe etmesini tavsiye etti. Ve bazı bakımlardan onu
kınadı. Çünkü kadın, sabredilemeyecek ve dayanılıp karşı konulamayacak bir
durumla yüz yüze gelmişti. Ancak Yusuf, iffetli, ırzı temiz ve nezih bir
insandı.
Kadının kocası dedi
İd: "Günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suçlusun."
«Şehirde bir takım
kadınlar: "Vezirin karısı, kölesinin olmak istiyormuş. Sevgisi bağrını
yakmış. Doğrusu, onun besbelli sapıtmış olduğunu görüyoruz." dediler.
Kadınların kendisini yermesini işitince, onları davet etti; koltuklar
hazırladı. Geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf a1.
"Yanlarına çık." dedi. Kad.in.lar Yusuf w görünce şaşırıp ellerini
kestiler ve: "Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil, ancak bir
melektir." dediler. Vezirin karısı: "îşte sözünü edip beni yerdiğiniz
bu-dur. Andolsun ki onun olmak istedim. Fakat o,iffetinden dolayı çekindi.
Emrimi yine yapmazsa, andolsun ki hapse tıkılacak ve kahre uğrayacak."
dedi. Yusuf: "Rabbim! Hapis benim için, bunların istediklerini yapmaktan
daha iyidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara gönül verir ve
cahillerden olurum." dedi. Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların
tuzağına engel oldu. Zira o, işitir ve bilir.» (Yûsuf, 30-34.)
Cenâb-ı Mevla,
şehirdeki bir takım üst düzey yöneticilerinin ve önde gelenlerin kadınlarının,
vezirin karısını, kendi hizmetçisine aşık olmasını, bağrının onun sevgisiyle
yanıp tutuşmasını, onu kendisine çağırmasını ayıplamalarını anlatıyor. Evet o
kadın, Yusuf la aynı mertebede değildi. Aralarında denklik yoktu. Yusuf, bir
köleydi. Şehirdeki bazı kadınlar bu nedenle: "Doğrusu, onun besbelli
sapıtmış olduğunu görüyoruz." dediler. Yani o, bu işi yerinde yapmamıştır,
dediler.
"Kadınların
kendisini yermesini işitince.." Kendisini ayıplayıp tahkir ettiklerini,
kölesine aşık oluşu nedeniyle aleyhinde konuştuklarını, aslında kendisi bu işte
mazur olmakla birlikte yine de kendisi hakkında ileri geri konuştuklarını
duyunca; bu mazeretini o kadınlara açıldamak ve bu kölenin sandıkları gibi
sıradan bir köle olmadığım, hele kendilerinin kölelerine hiç benzemediğini
anlatmak istedi. Onları davet edip evinde topladı. Şanlarına yaraşır bir
ziyafet hazırladı. Yiyecekler arasına, bıçakla kesilmesi gereken turunç ve
benzeri şeyler de kattı. Konuk kadınlardan her birinin eline birer de bıçak
tutuşturdu.
Tabii ki Yusuf u da
hazırlamış, en güzel elbiselerini giydirmişti.Ter-ü taze bir gençti. Bu süslü
haliyle kadınların yanma çıkmasını ona emretti. Yusuf, konuk kadınların
huzuruna çıktı. Dolunaydan daha parlak, bedr-i münir'den daha güzeldi.[26]
"Yusuf u görünce
onu ululadılar." şaşırıp kaldılar. Ademoğulları içinde onun gibisinin
olamıyacağım düşündüler. Güzelliği karşısında hayretten donakaldılar;
kendilerinden geçtiler; ellerindeki bıçaklarla farkında olmaksızın ellerini
kesip yaraladılar; yaranın acısını da hissetmiyorlardı. 'AUah'ı tenzih ederiz
ama bu insan değil, ancak güzel bir melektir." dediler.
İsrâ hadisinde
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Yûsuf a uğradım. Bir de gördüm
ki ona güzelliğin yarısı verilmiş."
Süheylî ve diğer
imamlar dediler ki: Bu hadiste geçen "güzelliğin yarısı" sözünden
kasıt, Hz. Adem'in güzelliğinin yarısıdır. Çünkü Adem'i, Cenâb-ı Allah kendi
eliyle yaratmış, ona kendi ruhundan üflemiştir. Bu nedenle Adem (a.s.), beşeri
güzelliğin doruğuna ulaşmıştır. İşte bunun içindir ki cennetlikler, Hz.
Adem'in boyunda ve güzelliğinde olarak Cennet'e gireceklerdir. Yusuf
(a.s.)'da, Adem (a.s.)'in yarı güzelliğindeydi. İkisi arasında gelip geçmiş
insanlardan hiçbiri, ikisinden daha güzel olmuş değildir. Nitekim Havva'ya en
çok benzeyen kadın da, İbrahim peygamberin zevcesi Sâre'dir.
İbn Mesud'un
anlattığına göre Yusuf un yüzü, şimşek gibi parlaktı. Bir iş için yanma bir
kadın geldiğinde, o, yüzünü örterdi. Rivayete göre, insanlar görmesinler diye
çoğu zaman yüzüne peçe takarmış. Bu nedenledir ki Yusuf peygamber huzurlarına
çıktığı zaman konuk kadınlar, ona aşık olmakta, vezirin karısını haklı
bulmuşlardı. Onu karşılarında görünce dehşete kapılmış, hayretten dona kalmış,
kendilerinden geçmiş ve ellerindeki bıçakla kendi ellerini kesip
yaralamışlardı.[27]
"İşte sözünü edip
beni yerdiğiniz budur." dedi. Sonra, iffetli ve nezih bir insan olduğunu
söyleyerek onu övdü. "Andolsun ki onun olmak istedim. Fakat o iffetinden
dolayı çekindi. Emrimi yine yapmazsa, andolsun ki hapse tıkılacak ve kahre
uğrayacaktır." dedi.
Orada bulunan diğer
kadınlar, hanımına itaat etmesi ve emrini dinlemesi için Yusuf a tavsiyede
bulundular. Ama o bunu şiddetle reddetti. Çünkü o, peygamberler sülalesinden
bir peygamberdi. Alemlerin Rab-bine dua ederek şöyle dedi: "Rabbim! Hapis
benim için bunların istediklerini yapmaktan daha iyidir. Eğer tuzaklarım
benden uzaklaştırmazsan onlara gönül verir ve cahillerden olurum."
Yani sen beni nefsimle
başbaşa bırakırsan, zayıf olduğum için ben ona karşı koyamam. Allah dilemedikçe
ben kendi nefsime ne fayda ne de zarar verebilirim. Ben zayıfım.. Meğer ki sen
güçlü kılıp kuvvetlendiresin; kendi gücün ve kuvvetinle beni günahlara karşı
koruyup muhafaza edesin.
«Rabbi onun duasını
kabul etti ve kadınların tuzağına engel oldu. Zira o, işitir ve bilir. Sonra,
kadının ailesi, delilleri Yusuf un lehinde gördüğü halde, onu bir süre için
hapsetmeyi uygun buldu. Hapse, onunla beraber iki delikanlı daha girdi. Biri:
"Rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm." dedi; diğeri:
"Başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm."
dedi. "Bize bunun yorumunu .bildir. Seni iyilerden biri olarak
görüyoruz." Yusuf: "Rabbimin bana öğrettiği bilgi ile, daha
yiyeceğiniz yemek gelmeden size onu yorumlarım. Doğrusu ben, Allah'a inanmayan
ve ahireti inkar eden bir milletin dinini bırakmışımdır. Atalarım İbrahim,
İshak ve Yakub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir ortak koşmak bize
yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lutfu-dur. Fakat insanların çoğu
şükretmez." dedi. "Ey mahpus arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü
uydurma Rabler mi daha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı? Allah'ı
bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı putlardan başka birşey
değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiş tir.
Hüküm vermek ancak Allah'a
aittir. Kendisinden başkasına değil, ona tapmanızı emretmiştir. Bu, dosdoğru
dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Ey mahpus arkadaşlarım! Biriniz
efendisine şarap sunacak, diğeri asılacak ve kuşlar başından yiyecektir.
Sorduğunuz, işte böylece kesinleşmiştir." (Yûsuf, 34-4.)
Cenab-ı Mevla, vezir
ile karısının, Yusuf un suçsuzluğunu anladıktan sonra dahi bir süre için onu
zindana atmayı uygun buldukları haberini veriyor. Zindana atmayı
kararlaştırdılar ki; halk hep bu meseleyi konuşmasın, bu işi az da olsa
unutsun, kadının - zahiren de olsa - durumu kurtarılsın, onu elde etmek
isteyenin Yusuf olduğu ve bu sebepten ötürü onun zindana atılmış olduğunu
sansınlar. Ama hakikatte onu zulüm ve düşmanlık sonucu zindana attılar. Bu,
Allah'ın takdiri idi. Onu günahtan korumak için Allah tarafından alınmış bir
tedbirdi. Zindana atılmakla Yusuf, vezirin ailesinden uzaklaşmış, onlarla bir
arada yaşamaktan kurtulmuştu. İmam Şafii'nin naklettiğine göre sofilerin
bazıları demişler ki: Günah işleyecek bir şeyi bulmamak da, Allah'ın insanı
günahtan koruması demektir. "Hapse, onunla beraber iki delikanlı daha
girdi." Rivayete göre bunlardan biri, kralın şarap sunucusu, yani sakisi
idi. Adı da Nebo'ydu. Diğeri de kralın yemeğini kendisine götüren 'ekmekçi
başı" siydi. Türkler bu işi yapana çeşnıgîr derler. Denildiğine göre bunun
adı da Mücelles'di. Kral bazı işlerde bunları suçlu görüp zindana attırmıştı.
Bunlar zindanda Yusuf u gördüklerinde, onun simasını, davranışlarını,
sözlerini, hareketlerini, Rabbine çokça ibadet edişini, Allah'ın yaratıklarına
iyi davranmasını beğenip takdir etmişlerdi.
Her biri, kendi
durumuna uygun bir rüya görmüştü.
Müfessirlerin
anlattıklarına göre bu iki delikanlı, rüyalarını aynı gecede görmüşlerdi. Saki,
rüyasında üzüm ağacından yapraklı ve sal-kımlı üç dal görmüştü. Üzümler iyice
olgunlaşmıştı. Bu üzümleri alıp kralın kâsesine sıkmış; içmesi için krala
sunmuştu. Ekmekçibaşı ise rüyasında, başının üzerinde üç sepet ekmek taşımakta
olduğunu, aç kuşların da gelip üstteki sepette bulunan ekmekleri yediklerini
görmüştü...
Bu gördüklerini Yusuf
a anlatmışlar, bunları kendilerine yorumlamasını istemişler ve: "Seni
iyilerden biri olarak görüyoruz." demişlerdi. Yusuf da, rüya yorumlamayı
bildiğini ve bu işin ehli olduğunu bildirdi: "Daha yiyeceğiniz yemek
gelmeden size onu yorumlarım." dedi.
Bazıları bu ayetin şu
anlamı ifade ettiğini söylemişlerdir: Gördüğünüz rüya gerçekleşmeden, ben onu
size yorumlarım. Ve yorumladığım gibi de gerçekleşir. Diğer bazılanysa mezkur
ayetin şu anlamı ifade ettiğini söylemişlerdir: Size gelecek olan yiyecek,
ekşi ya da tatlı olarak size gelmeden ben onu size bildiririm. Bu, tıpkı Hz.
İsa'nın şöyle demesine benziyor:
'Yediklerinizi ve
evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim." (Al-i İmran, 49.)
Hz. Yusuf, zindandaki
arkadaşlarına şöyle demişti: Rüya yorumlamayı Allah bana öğretmiştir. Çünkü
ben ona iman etmiş, onu birlemi-şimdir. Şerefli atalarım; İbrahim, îshak ve
Yakub'un dinine uymuşum-dur. "Allah'a bir şeyi ortak koşmak bize yaraşmaz.
(Bizi bu yola iletmesi nedeniyle) bu, Allah'ın bize ve (kendilerine davette
bulunup doğru yolu göstermemizi, fıtratlarına yerleşmiş olan hakikat yolunu
bildirmemizi bize emretmekle de) insanlara olan bir lütfudur. Ama insanların
çoğu şükretmezler."
Sonra Yusuf onları
tevhid inancını kabullenmeye davet etti; Allah'tan başkalarına tapmayı yermeye
çağırdı. Putperestliğin Önemsiz bir iş olduğunu anlatmaya ve putları da tahkir
etmeye teşvik etti ve dedi ki: "Ey mahpus arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü
uydurma Rabler mi daha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı? Allah'ı
bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı putlardan başka birşey
değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hüküm vermek,
ancak Allah'a aittir." Yani yaratıkları üzerinde tasarrufta bulunur,
dilediği işi yapar, dilediği kimseyi doğru yola iİetir, dilediğini de sapıklıkta
bırakır. "Kendisinden başkalarına değil, (ortaksız olarak) sadece
kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Ama insanların çoğu
bilmezler." Net ve açık olmasına rağmen, insanların çoğu bu yolda
yürümezler.
Yusuf un bu durumda
onları tevhide davet edişi, son derece mükemmeldi. Çünkü onu tazim ediyor ve
ona karşı saygılı davranıyorlardı.
Söyleyeceklerini
dinlemeye hazır vaziyetteydiler. Böyle bir durumda onları, kendisinden sorup
istediklerinden daha faydalı bir şeye davet etmesi münasib olmuştu. Sonra,
kalkıp görevim yapmış, kendisine gösterilen hidayet yolunu onlara da
göstererek irşadda bulunmuş ve şöyle demişti: "Ey mahpus arkadaşlarım!
Biriniz efendisine şarap sunacak." Bunun saki olduğunu söylediler.
"Diğeri asılacak ve kuşlar başından yiyecektir." Bunun da
ekmekçibaşı olduğunu söylediler, "Sorduğunuz iş de böylece
kesinleşmiştir." Yani rüyada gördükleriniz mutlaka bu şekilde
gerçekleşecektir.
Bu nedenle bir hadiste
şöyle buyurulmuştur:
"Rüya, tabir
edilmediği sürece (onu gören) kişinin (başı) üzerinde (göçüp gitmeye hazır olan
bir) kuş gibidir. Ama tabir edildiğinde (mutlaka) gerçekleşir."
Ibn Mesud, Mücahid ve
Abdurrâhmaiı b. Zeyd b. Eslem'in naklettiklerine göre o iki delikanlı,
rüyalarının bu şekilde tabir edilmesinden sonra : "Biz, rüya falan
görmedik." demişlerse de Yusuf (a.s.) onlara: "Sorduğunuz iş de
böylece kesinleşmiştir." diye cevap vermiştir.
«İkisinden,
kurtulacağım sandığı kimseye Yusuf: "Efendinin yanında beni an."
dedi. Ama Şeytan, efendisine onu hatırlatmayı kendisine unutturdu ve Yusuf bu
yüzden daha bir kaç yıl hapiste kaldı.» (Yûsuf, 42.)
Cenab-ı Mevla, Yusuf
un, o iki delikanlıdan, kurtulacağını sandığı sakiye: "Efendinin yanında
beni an." dediğini haber veriyor. Yani "Benim durumumu ve suçsuz
olarak zindanda bulunduğumu krala anlat." demişti. Bu da, insanın
sebeplere sarılmasının caiz olduğunu göstermektedir. Sebeplere tevessül etmek,
âlemlerin Rabbi Allah'a tevekkül etme olgusuna ters düşmez.
"Şeytan,
efendisine onu hatırlatmayı kendisine unutturdu." Yani o iki delikanlıdan,
kurtulan biri olan sakiye, Yusufun tavsiye ettiği şeyi krala hatırlatmasını
Şeytan unutturdu.
Mücahid, Muhammed b.
îshak ve diğerleri, bunun doğru ve Ehl-i Kitap kaynaklarından alman bir görüş
olduğunu söylemişlerdir. Şeytanın o delikanlıya unutturması nedeniyle Yusuf,
"Daha bir kaç yıl zindanda kaldı." Bu ayet-i,kerimenin aslında
bulunan ve "bir kaç" diye tercüme ettiğimiz (Bidı1) kelimesi, üç ila
dokuz sayıları arasını gösterir. Bazılarına göre üç ila yedi sayılan arasını;
diğer bazılarına göre ise üç ila beş sayıları arasını gösterir. On rakamının
altındaki sayıları gösterdiğini söyleyenler de olmuştur. Bu görüşleri Sa'lebî
nakletmiştir. Bidı' kelimesi, müzekkerlerin başında bulunduğu zaman kendisi
müennes olur. "Bir kaç erkek" gibi.
Bu kelime,
müenneslerin başında bulunduğu zaman kendisi mü-zekker olur. "Bir kaç
kadın" gibi.
Nahiv âlimlerinden
Ferra, bidı' kelimesinin on rakamının altındaki sayılar için kullanılmasının
uygun olmayacağını bildirerek, bu küçük sayılar için (Neyyif) kelimesinin
kullanılması gerektiğini söylemiştir Oysa ki Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
buyumîuyor:
"Zindanda daha
bir kaç yıl kaldı."
Bir başka ayette de
şöyle buyuruluyor:
"Onlar (Rumlar)
bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Bir kar (3-9) yil İçinde.."
(er-Rûm, 3-4.)
Bu ayet, Ferra'nm
görüşünü çürütmektedir.
Ferra dedi ki: Onu
aşkın..., yirmiyi aşkın.... denilebilir. Bu, doksana kadar devam edebilir. Ama
yüzü aşkın..., bini aşkın... denilemez.
Cevheri, Ferra'ya
muhalefet ederek dedi İd: (Onu aslan...) denilebilir. Ama (yirmiyi aşkın....)
ya da (doksanı aşkın...) denilemez.
Sahih hadiste
Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuş ki:
"İman altmış
küsur (bir kaç) şubedir."
Bu hadisin başka bir
rivayetinde şu ifadelere rastlamaktayız: "İman, yetmiş şubedir. Bu
şubelerin en yükseği, 'Lâ ilahe illallah1 sözüdür. En alttaki ise, eza verici
şeyleri yoldan kenara atmaktır."
"Şeytan onu
efendisine hatırlatmayı kendisine unutturdu." Bu ayetteki kelimesinin
sonundaki zamirin Yusuf a raci olduğunu söyleyen kimsenin sözü - her ne kadar
İbn Abbas ile İkrime de böyle de-mişlerse dahi - zayıftır. İbn Cerir'in bununla
ilgili olarak rivayet etmiş olduğu hadis, her balamdan zayıftır. Bunun rivayet
senedinde İbrahim b. Yezid el-Huri el-Mekkî yalnız kalmıştır ki, o da metruk
bir kimsedir.[28] Hasen ile Katade'nin
mürsel olarak rivayet ettikleri hadis kabul edilemez. Hele böyle bir yerde hiç
mi hiç kabul edilmez. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Şimdi de Yusuf
peygamberin uzun süre zindanda kalış sebebini anlatırken İbn Hibbaıı'm,
"Sahih"inde rivayet etmiş olduğu hadise gelelim: Fadl b. Habbab el-
Cumhî, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir: «Allah Yusuf a rahmet etsin. "Efendinin yanında beni an"
demiş olmasaydı, beklemiş olduğu (o uzun) süre kadar zindanda kalmazdı. Allah
Lut'a da rahmet etsin. Milletine: "Size yetecek bir gücüm olsaydı ya da
sağlam bir yere sığmsaydun" dediğinde (gerçekten) sağlam bir yere
(Allah'a) sığınıyordu. Allah ondan sonra hiçbir peygamber göndermedi ki
kalabalık bir millet içinde olmasın.»
«Kral: "Ben, yedi
semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; yedi yeşil başak ve bir o kadar da
kurumuş başak görüyorum. Ey erkan! Eğer rüya yormasını biliyorsanız rüyaniı
söyleyiniz." dedi. Etrafındakiler: "Bir takım karışık rüyalar; biz
böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz." dediler. Hapisteki iki kişiden
kurtulmuş olanı, nice zaman sonra Yusuf u hatırladı ve: "Ben size bunu yorumlayacağım,
hele beni gönderin." dedi. Hapishaneye varıp: "Ey doğru sözlü Yusuf!
Rüyada görülen yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yemesi; yedi yeşil başak ve
bir o kadar kuru başak nedir? Bize yorumla; ben de insanlara ulaştırayım da
bilsinler," dedi. Yusuf: "Devamlı yedi sene ekin ekip, biçtiğiniz
ekinin yediğinizden artanını başağında bırakın. Sonra bunun ardından yedi
kurak yıl gelir, bütün biriktirdiğinizi yer, yalnız az bir miktar saklarsınız.
Sonra halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman (meyva) sıkıp (hayvan)
sağarlar."
dedi.» (Yûsuf, 43-49.)
Bu da, Yusuf un
zindandan itibarlı ve saygın bir konum da çıkışının sebeplerinden biri oldu.
Mısır kralı Reyyan b. Velid b. Nuh bu rüyayı görmüştü.
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre kral, rüyasında kendini bir nehir kıyısında
görmüş.. Nehirden yedi semiz inek çıkarak oradaki bir merada otlamaya
başlamışlar.. Daha sonra aynı nehirden yedi zayıf inek daha çıkarak öncekilerle
birlikte aynı yerde otlamaya başlamışlar.. Bilahare bu zayıflar, semizlere
saldırarak onları yemişler.. Bunu gören kral, ürkerek uykudan uyanmış. Az sonra
tekrar uykuya dalmış; bu defa da rüyasında tek sap üzerinde yedi yeşil başak
görmüş.. Öte tarafta da yedi kuru ve ince başak görünüvermiş.. Bu başaklar,
önceki yemyeşil başakları yemişler... Bunu gören kral, uykudan korkuyla
uyanmış. Kral bu rüyayı erkanına anlattığında, içlerinden hiç kimse bunu
güzelce yorumlayamamış. Aksine, "Bunlar karışık rüyalardır."
demişlerdi. Geceleyin görmüş olduğun bu karışık rüyaları yorumlaya-mayız. Belki
de bunların yorumu yoktur. Bu alanda bizim ihtisasımız yoktur. "Biz
rüyaların yorumunu bilenler değiliz." demişlerdi. İşte bu esnada,
zindandaki o iki delikanlıdan kurtulmuş olup Yusuf tan, kendisini efendisinin
yanında anma tavsiyesi almış olan sala, Yusuf u hatırladı. Saki, Allah'ın
takdir ve hikmetinin bir tecellisi olarak Yusuf u o zamana kadar unutmuştu.
Kralın rüya görmüş olup etrafındaki kimselerin de bu rüyayı yorumlamaktan aciz
kaldıklarını duyunca Yusuf u ve onun kendisini kralın yanında anma tavsiyesini
hatırladı. "O ikisinden, kurtulmuş olup, bir kaç yıl sonra hatırlayan
(saki) dedi ki: ...."
İbn Abbas, İkrime ve
Dahhak'tan nakledildiği gibi bazı kıraat imamları yukarıdaki ayette geçen
"ümmetin" kelimesini "ümhin" şeklinde okumuşlar.
Yani,"Unuttuktan sonra hatırladı." manasım çıkarmışlardır. Mücahid
ise "ümtin" şeklinde okumuştur ki, bu da unutmak manasını ifade eder.
Bu kelimeyi unutmak anlamında kullanan bir şair demiş ki:
Unuttum, daha önce ben
hiçbir sözü unutmazdım.
Zaman böyledir işte;
akılları terk ediyor. Sarayda şakilik yapan eski hükümlü, krala ve milletine
dedi ki: "Ben size o (rüya)nın yorumunu haber veririm. Hemen beni
(zindana) gönderin." Yani beni Yusuf a gönderin, dedi. Zindana gidip dedi
ki: "Yusuf! Ey çok doğru konuşan (insan)! Bize şu rüyayı çöz: Yedi semiz
ineği yedi zayıf (inek) yiyor ve yedi yeşil, yedi de kuru başak (neyi
gösterir)? Umarım ki (rüyanın yorumunu öğrenir), dönüp insanlara giderim,
onlar da bilirler."
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre saray sakisi, Yusuf u krala hatırlattığında
kral, onu huzuruna çağırmış, gördüğü rüyayı ona anlatmış, o da rüyasını
yorumlamıştı.
Fakat bu haber
yanlıştır. Doğrusu, bu bilgisiz kişilerin savurdukları iftira ve hezeyanlar
değil, Cenâb-ı Allah'ın kutsal kitabı Kur'ân'da anlattıklarıdır.
Yusuf hiç
duraksamadan, herhangi bir şart koşmadan ve derhal zindandan çıkarılma
talebinde bulunmadan, kendi bildiklerini ortaya koydu; sorularını cevapladı,
kralın rüyasını şöyle yorumladı: Yedi sene bolluk göreceksiniz; bunun ardından
yedi kurak yıl gelecek, "Sonra onun ardından bir yıl gelecek ki, o yılda
insanlara bol yağmur verilecek." O yılda bol yağmur, zenginlik ve refah
göreceklerdir." O yıl (bol bol mey-va) sıkacaklar (hayvan sağacaklar dır.)"
Üzüm, zeytin, susanı ve diğer şeyler sıkacaklardır...
Yusuf, kralın rüyasını
yorumladı, onlara hayır rehberliği yaptı. Bolluk ve kıtlık zamanlarında neler
yapmaları gerekeceğini onlara anlattı. Bolluk devresi olan ilk yedi yılda,
yiyeceklerinden artacak olan buğdayları başaklarından çıkarmaksızın
saklamalarını, kıtlık devresi olan ikinci yedi yıldaysa tohumluk buğdayın bir
kısmım da yiyerek tohumu azaltmalarını onlara tavsiye etti. Oysaki tohumluk
buğday, tarladan eve getirilmez. Ama bir kısmını getirip yemek mecburiyetinde
kalacaklarını önceden bildirmesi, onun bilgi, görgü ve anlayışının mükemmelliğini
ispatlamaktadır.
Hükümdar: "Onu
bana getirin!" dedi. Yusuf a elçi gelince, "Efendine dön, kadınlar
niçin ellerini kesmişlerdi bir sor; doğrusu, Rabbim onların hilesini
bilir." dedi. Hükümdar kadınlara: "Yusuf un olmak istediğiniz zaman
durumunuz neydi?" dedi. Kadınlar: "Haşa! Onun bir fenalığını
görmedik!" dediler. Vezirin karısı: "Şimdi gerçek ortaya çıktı; Onun
olmak isteyen bendim; doğrusu, Yusuf doğrulardandır." dedi. Yusuf,
"Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını
Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı." dedi. (Ben nefsimi
temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder.
Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir."(Yûsuf, 50-53.)
Kral, Yusuf (a.s.)'un
bilgisinin mükemmelliğini, aklının tamamlığı-m, doğru görüşlülüğünü ve
anlayışlılığını iyice öğrendikten sonra, has adamları arasına katmak için Yusuf
un huzura getirilmesini emretti.
Elçi, onu zindandan
çıkarmak için yanma geldiğinde Yusuf, zalimce ve düşmanca bir uygulama
sonucunda zindana atılmış olduğunu, kendisine isnad edilen iftiralardan
tamamen uzak ve masum olduğunu herkesin açıkça anlaması için, zindandan hemen
çıkmak istemedi. Yanma gelen elçiye: "Efendine dön, kadınlar niçin
ellerini kesmişlerdi? Bir sor; doğrusu, Rabbim onların hilesini bilir."
dedi.»
Bu sözlerin şu anlama
geldiğini söyleyenler de olmuştur: Efendim Azız, bana isnad edilen suçlardan
uzak ve masum olduğumu bilir. Krala uğra da ellerim kesen o kadınlara sorsun:
Onlar benim nefsimden kam almak istedikleri., doğru ve uygun olmayan işi
yapmaya beni teşvik ettikleri zaman ben, onların bu gayr-ı meşru isteklerine
karşı nasıl direnmişim? Bunu onlara sorsun.
O kadınlar sorguya
çekildiklerinde, kendi yaptıklarım ve Yusuf un övgüye layık bir davranış
sergilediğini itiraf ettiler. Dediler ki: "Haşa, Allah için (doğru
söylemek lazım), biz ondan hiç bir kötülük görmedik!" Tam o esnada
«Kadınlar: "Haşa! Onun bir fenalığım görmedik." dediler. Vezirin
karısı: "Şimdi gerçek ortaya çıktı. Onun olmak isteyen bendim; doğrusu,
Yusuf doğrulardandır." dedi.» Suçsuz olup beni baştan çıkarmak
istemediği; bühtan, iftira, zalimce ve düşmanca uygulama sonucunda zindana
atıldığına dair söyledikleri doğrudur.
«Yusuf,
"Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını
Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı." dedi.»
Bazılarıysa bu sözün
tamamen Züleyha'ya ait olduğunu söylemişlerdir. Yani demek istemişti ki: Ben
bu itirafta bulundum ki kocam, aslında kendisine hainlik etmediğimi, Yusuf tan
kam almak istedimse de sonuçta fuhuş işlemediğimi anlasın.
Son devir
müfessirleriyle diğer bazı ulemadan oluşan bir çok gruplar bu görüşü teyid
etmişlerdir. Ancak İbn Cerir et-Taberî ile İbn Ebi Hatîm, birinciden yani
mezkur sözün Yusuf (a.s.)'a ait olduğunu söyleyenlerin görüşünden başka bir
görüş nakletmiş değildirler.
«Ben nefsimi temize
çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu,
Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.»
Bu sözlerin Yusuf a
ait olduğunu söyleyenlerin yanısıra, Züleyha'yjj ait olduğunu söyleyenler de
vardır. Önceki ayet için geçerli olan tafsilaj bu ayet için de geçerlidir. Ama
tamamen Züleyha'ya ait olduğunu söylt yenlerin görüşü, daha uygun ve daha
kuvvetlidir. Doğruyu en iyi bile Allah'tır.
«Hükümdar: "Onu
bana getirin, yanıma alayım." dedi. Onunla konuşunca: "Bugün senin
yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir â&~ rumun vardır." dedi.
Yusuf: "Beni memleketin hazineleri me’mur et, çünkü ben korumasını ve
yönetmesini bilirim." dedi. Yusuf u böylece o memlekete yerleştirdik;
istediği yerde oturabilirdi. Rahmetimizi tıpkı bu misalde olduğu gibi
istediğimize veririz; iyi davrananların ecrini zayi etmeyiz. Ama ahiret ecri,
inananlar ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir.» (Yûsuf, 54-57.)
Kral, Yusuf (a.s.)'un
ırzı temiz ve kendisine isnad edilen suçlardan uzak olduğunu anlayınca, «Onu
bana getirin, yanıma alayım, dedi." dedi. Yani onu has adamlarım arasına
katıp devlet erkanı zümresine sokacak, ayan ve yakın adamlarımdan biri
kılacağım, dedi. Yusuf la konuşup onun durumunu anlayınca, "Bugün senin
yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir durumun vardır." dedi.
Yusuf: "Beni
memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini
bilirim" dedi.» Kraldan, kendisine azık ambarlarının koruma ve idaresini
vermesini istedi. Çünkü yedi bolluk yılından sonra o gıda depolarında bir
aksama meydana geleceğini biliyordu. Bunu bildiğinden dolayı gelecekteki
kritik günlerde gerekli ihtiyat tedbirlerini almak ve Allah'ı memnun edecek
tarzda halka karşı merhametli davranmak için bu görevi istedi. Kendisine teslim
edilecek şeyleri koruma hususunda güçlü ve muktedir, aynı zamanda gıda
ambarları için lazım gelen bilgileri bilen, eşyayı muhafaza etmesini beceren
bir insan olduğunu da krala bildirdi. Yusuf un böyle yapmasında, kendisini güvenilir
ve yeterli bulan kimseler için, idari görev talebinde bulunulabüece-ğine dair
bir delil vardır.
Ehl-i Kitap kaynaklarında
anlatıldığına göre Firavun (o zamanki Mısır kralı) Yusuf u gerçekten ağırlamış,
onu tüm Mısır halkı üzerinde yetkili kılmış, mührünü ona vermiş, ipek kaftan
giydirmiş, başına altın taç takmış, onu ikinci bineğine bindirmiştir.
Huzurunda, "Ey kralımız, efendimiz! Sen ve sultanımız Yusuf]" diye
çağırılır olmuştur. Kral, ona: "Şahsen ben senden daha.büyük değilim.
Sadece kürsüm seninkinden biraz daha büyüktür." dermiş. Anlatıldığına göre
Yusuf, o zamanlar otuz yaşındaymış. Kral, kendisini soylu bir kadınla
evlendirmiş. Sa'lebî'nin anlattığına göre kral, veziri Kıtfır'i görevden
azledip yerine Yusuf u tayin etmiştir.
Denilir ki, kral
Ölünce, Kıtfîr'in karısı Züleyha, Yusuf la evlenmiştir. Yusuf gerdeğe girince,
onun bakire olduğunu görmüş. Çünkü Züley-ha'nın kocası, kadınlara yaklaşma
zmış. Yusuf la Züleyha'mn evliliğinden; biri Efrayim, diğeri Mensa olmak üzere
ilâ erkek çocuk doğmuş. Artık bundan sonra Mısır'ın yönetimi tamamıyla Yusuf
un eline geçmiş. Onları adaletle idare etmiş.. Kadın erkek bütün halk
tarafından sevildiği, otuz üç yaşında Mısır'a sultan olduğu rivayet edilir.
Önceleri kral kendisine yetmiş dille hitapta bulunmuş; Yusuf da, kendisine
hangi dille hitab ediliyorsa, cevabını da o dille vermiştir. Böylesine genç
birinin
yetmiş dili bilmesi,
kralın hoşuna gitmiş ve Yusuf u takdir etmiştir. Doğruyu Allah bilir.
«Yusuf u böylece o
memlekete yerleştirdik; istediği yerde oturabilirdi.»
Yani zindandan ve
sıkıntıdan sonra, Mısır diyarında, dilediği yerde konaklama yetkisine sahib
oldu. Her nereye konaklarsa saygı, ikram ve tazimle karşılanır; imrenilecek
muameleler görürdü. «Rahmetimizi tıpkı bu misalde olduğu gibi istediğimize
veririz. İyi davrananların ecrini zayi etmeyiz.»
Yani bütün bu
saydıklarımız, ahirette kendisi için hazırlanan bol hayır ve güzel mükafata ek
olarak mü'min kula Allah'ın bahşettiği sevap ve mükafatıdır. "Ama ahiret
ecri, inananlar ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir."
Rivayete göre vezir
Kıtfir ölünce kral, onun karısı Züleyha'yı Yusuf la evlendirmiş, ayrıca ondan
boşalan vezirlik makamına da Yusuf u tayin etmiş, böylece o gerçek bir vezir,
yani başvezir olmuştur.
Muhammed b. İshak'm
naklettiğine bakılırsa Mısır kralı Velid b. Reyyan, Yusuf (a.s.) yasıtasıyla
gerçek dini kabul etmişti. Doğruyu Allah bilir. Şairin biri demiş ki:
"Korku dar boğazının ardından güvenliğin, genişliği gelir. İlk başta
sevinç nedeni olan şey, sonsuz bir üzüntü nedeni olabilir. Ümitsiz olma; zira
Allah, zindandan kurtardıktan sonra, Yusuf u hazinelerin başına sahib kılıvermişti."
«Yusuf un kardeşleri
gelip yanma girdiler, kendisini tanımadıkları halde o onları tanıdı. Onların
yüklerini hazırlatınca şöyle dedi: "Baba bir kardeşinizi de bana getirin.
Siz Ölçüyü bol tuttuğumu ve benim misafir konuklayanlann en iyisi olduğumu
görmüyor musunuz? Eğer onu bana getirmezseniz bundan böyle benden bir ölçek
bile alamazsınız ve bana artık yaklaşmayın da. Kardeşleri: "Babasını ikna
etmeye çalışacağız ve her halde bunu yaparız." dediler. Yusuf adamlarına:
"Karşılık olarak getirdiklerini de yüklerine koyun. Belki ailelerine
varınca onu anlarlar da bir daha dönerler." dedi.» (Yûsuf, 58-62)
Cenâb-ı Allah, yiyecek
bulmak amacıyla Yusuf un kardeşlerinin Mısır diyarına gelişlerim anlatıyor. Bu
gelişleri, kıtlık senelerinin herkesi ve her ülkeyi etkileyicinden sonra
olmuştur. O zamanlar Yusuf, Mısır'ın hem dünyevî hem de dinî lideriydi.
Makamına girdiklerinde kendisini tanımadıkları halde o, onları tanıyordu.
Çünkü Yusuf un bunca maceradan sonra bu kadar yükselip mevki ve itibar sahibi
olacağı, onların hatırlarından geçmezdi.*îşte bu nedenle kendisi onları
tanıdığı halde onlar kendisini tanımıyorlardı.
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre kardeşleri makama girdiklerinde Yusuf a secde
etmişler, Yusuf onları tanımış, ama onlar tarafından tanınmak istememişti.
Onları azarlayarak: "Siz casussunuz. Beldelerimizin en iyisini elimizden
almak için buraya geldiniz." demiş. Onlar da şöyle karşılık vererek
kendilerini savunmuşlardı: "Böyle bir işi yapmaktan Allah'a sığınırız.
Milletimizin basma gelen kıtlık, açlık ve bitkinlik felaketi dolayısıyla,
kavmimiz için azık almaya geldik. Biz Kenan ilinden gelmiş olup aynı babanın
oğullarıyız. Oniki erkek kardeştik. Birimiz gidip kayboldu. En küçük kardeşimiz
de babamızın yanında kaldı..."Yusuf: "Sizin durumunuzu mutlaka
öğrenmem gerek." dedi. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yusuf,
onları üç gün hapsettikten sonra çıkardı. Babalarının yanında kalan en küçük
kardeşlerini gidip getirmeleri için, Şem'un adlı kardeşini yanında alıkoydu.
Bu rivayetlerin
bazısında ihtilaf vardır.
'Yusuf onların
yüklerini hazırlatınca........" yani kendi âdetince herkese bir deve yükü
kadar azık verince, dedi ki; "...Baba bir kardeşinizi bana getirin".
Yusuf, onlardan, durumlarını ve kaç kardeş olduklarını sormuştu. Onlar da on
iki kardeş olduklarını, bir kardeşlerinin gidip kayıplara karıştığını, onun öz
kardeşinin de halen babalarının yanında durduğunu anlatmışlardı. Yusuf,
"Önümüzdeki yıl azık almaya geldiğinizde, onu da yanınıza alarak bana
getirin." dedi. "...Sizlere ölçüyü bol tuttuğumu ve benim misafir
konukl ayanların en iyisi olduğumu görmüyor musunuz?" Sizi güzelce
ağırlayıp ikramda bulundum. Bir sonraki yıl azık almaya gelecekleri zaman,
küçük kardeşlerini de beraberlerinde getirmeleri için onları teşvik etti.
Getirmeyecek olurlarsa, peşinen onları tehdid ederek şöyle dedi: "Eğer onu
bana getirmezseniz, bundan böyle benden bir ölçek bile alamazsınız ve bana
artık yaklaşmayın." Yani size azıkfalan vermem. Bu defa sizi ağırlayışımm
tersine, o zaman size hiç ikramda bulunmam ve sizi hiç ağırlamam, dedi. Öz
kardeşine duyduğu Özlemi dindirmek için onu yanına getirmeleri maksadıyla, yerine
göre onları teşvik etti, yerine göre de tehdid etti. «Kardeşleri: "Babasını
ikna etmeye çalışacağız." dediler. Onu beraberimizde getirip seninle
görüştürmek için mümkün olan her çareye başvuracak ve bütün gücümüzü
sarfedeceğiz. «.. .Ve herhalde bunu yaparız." yani bu arzunu
gerçekleştirmeye gücümüz kafi gelecektir, dediler.
Sonra Yusuf,
uşaklarına, kardeşlerinin getirmiş oldukları sermayelerini, onlar farkında
olmadan yine yüklerinin içine koyup gizlemelerini emretti. «Yusuf adamlarına:
"Karşılık olarak getirdiklerini de yüklerine koyun, belki ailelerine
varınca onu anlarlar da bir daha dönerler." dedi.». Bazıları dediler ki:
Yusuf, onların memleketlerine döndükleri zaman sermayelerini yüklerinin içinde
bulduklarında, onu geri vermek için tekrar yanına gelmeleri maksadıyla
sermayelerini yüklerinin içine koydurttu. Diğer bazıları: 'Yusuf, bir sonraki
yıl, azık almak için sermaye temin edememelerinden dolayı yanına
gelemiyeçeklerinden endişe duyduğu için, sermayelerini yüklerinin içine
koydurttu." dediler. Verdiği azık karşılığında onlardan bedel almayı hoş
karşılamadığı için sermayelerini yüklerinin içine koydurttuğunu söyleyenler de
vardır. Yusuf un kardeşlerinin sermayelerinin ne olduğu hususunda müfessirler
farklı beyanlarda bulunmuşlardır. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre
sermayeleri, gümüş'dolu kutularla benzeri şeyleden ibaret-miş. Doğrusunu Allah
bilir.
«Babalarına
döndüklerinde, "Ey Babamız! Bize yiyecek yasak edildi, kardeşimizi
bizimle beraber gönder de yiyecek alalım. Onu elbette koruruz." dediler.
"Daha önce kardeşini size emanet ettiğim gibi onu da, size emanet eder
miyim? Ama Allah en iyi koruyandır, o, merhametlilerin en
merhametlisidir." dedi. Yüklerini açınca karşılık olarak götürdükleri
malların kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler. "Ey babamız! Daha ne
isteriz; işte mallanınız da bize iade edilmiş; ailemize onunla yine yiyecek
getirir, kardeşimizi de korur ve bir deve yükü de arttırmış oluruz. Esasen bu
az bir şeydir." dediler. Babaları: "Hepiniz helak olmadıkça onu bana
getireceğinize dair Allah'a karşı sağlam bir söz vermezseniz, sizinle
göndermeyeceğim." dedi. Söz verdiklerinde: "Sözümüze Allah
vekildir!" dedi. Babaları: "Oğullarım! Tek bir kapıdan değil ayrı ayn
kapılardan girin. Ama Allah katında size bir faydam olmaz, hüküm ancak
Allah'ındır, O'na güvendim, güvenenler de O'na güvensinler." dedi.
Babalarının emrettiği gibi girdiler. Esasen bu, Allah katında onlara bir fayda
sağlamazdı, ancak Ya'kub, içindeki bir arzuyu ortaya koymuş oldu. O, şüphesiz
kendisine öğrettiğimizi bilir, fakat insanların ÇOğu bilmezler.(Yûsuf, 63-68.)
Cenâb-ı Allah, onların
babalarına döndükten sonraki durumlarını anlatarak şöyle konuştuklarını
naklediyor: «"Ey babamız! Jttzden yiyecek yasak edildi...". Eğer
kardeşimizi bizimle beraber göndermezsen, önümüzdeki yıl bize azık
verilmeyecektir. Ama bizimle beraber gönde-rirsen, azığımızı verirler, dediler.
'Yüklerini açtıklarında karşılık olarak götürdükleri mallarının kendilerine
iade edilmiş olduğunu gördüler. "Ey Babamız! Daha ne isteriz, mallarımız
da bize iade edilmiş; ailemize onunla yine yiyecek getirir, kardeşimizi de
korur ve bir deve yükü de artırmış oluruz. Esasen bu az birşeydir."
dediler.» Cenâb-ı Allah, Ya-kub'un diğer oğlunun da Mısır'a gitmesi
karşılığında alınacak olan bir deve yükü azığın "az bir ölçek"
olduğunu bildirdi. Yakub, oğlu Bünya-min'e çok tutkundu. Çünkü ondan Yusuf un
kokusunu almakta ve öylece teselli bulmaktaydı. Onu görmekle Yusuf u görmüş
gibi oluyordu. Bu nedenle dedi İd: «Babaları: "Hepiniz helali olmadıkça
onu bana geri getireceğinize dair Allah'a karşı sağlam bir söz vermezseniz,
sizinle göndermeyeceğim." dedi. Söz verdiklerinde "Sözünüze Allah
vekildir." dedi.»
Sağlam sözler ve
ahidler verdiler. Yakub, oğlunun geri getirilmesi için gerekli tebdiri de aldı.
Ama tebbir, kaderin gelişini önleyemezdi. Kendisinin ve milletinin yiyeceğe
ihtiyacı olmasaydı, Yakub, kıymetli oğlu Bünyamin'i Mısır'a göndermezdi. Ama
kaderin de hükmü vardır. Cenâb-ı Allah dilediğim takdir eder, dilediğini seçer,
dilediği hükmü verir. Çünkü O, her işini yerli yerince yapan ve her şeyi
bilendir.
Yakub, oğullarına,
Mısır'a aynı kapıdan girmemelerini, ayrı ayrı kapılardan girmelerim tavsiye
etti. Denildiğine göre, onlara nazar değmesin diye böyle bir tavsiyede
bulunmuştur. Çünkü oğullan güzel görünümlü ve alımlı idiler. Yusuf tan haber
alır veya onun izine rastlarlar umuduyla onlara böyle bir tavsiyede bulunduğunu
söyleyenler de vardır. Fafcat birinci gerekçe, daha kuvvetlidir. Bu nedenle
Yakub, oğullarına demişti ki: «Babaları: "Oğullarım! Tek bir kapıdan
değil ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah katında size bir faydanı olmaz,
hüküm ancak Allah'ındır, O'na güvendim, güvenenler de O'na güvensinler"
dedi.»
Cenâb-ı Allah
buyuruyor İd: «Babalarının emrettiği gibi girdiler. Esasen bu, Allah katında
onlara bir fayda sağlamazdı, ancak Ya'kub, içindeki bir arzuyu ortaya koymuş
oldu. O, şüphesiz kendisine öğrettiğimizi bilir, fakat insanların çoğu
bilmezler.»
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre Yakub, oğulları ile Mısır azizine hediye
olarak fıstık, badem, bal ve butum göndermişti. Aziz, önceki sermayeleri olan
dirhemleri almış, diğer hediyeleri almamıştı.
«Yusuf un yanma
girdiklerinde, kardeşini (Bünyamin'i) bağrına bastı ve: "Ben senin
kardeşinim, onların yaptıklarına artık üzülme!" dedi. Yusuf onların
yüklerini yükletirken su kabım kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münadî
şöyle bağırdı: "Ey kervancılar, siz hırsızsınız!" Geri dönerek,
"Ne kaybettiniz?" dediler. "Hükümdarın su kabım kaybettik, onu
getirene bir deve yükü mükafat verilecek, buna ben kefil oluyorum."
dediler. Hz. Yusuf un kardeşleri: "Allah'a yemin ederiz ki memleketi ifsad
etmeğe gelmediğimizi ve hırsız da olmadığımızı biliyorsunuz." dediler.
"Yalancı iseniz hırsızlığın cezası nedir?" dediler. "Cezası,
kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona elkonulur; biz zalimlei'i böyle
cezalandırırız!" dediler. Yusuf, kardeşinin yükünden önce onla-rmkini
aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı, işte biz Yusuf a
böyle bir plan kullanmasını vahyettik. Çünkü hükümdarın kanunlarına göre
kardeşini alıkoyamazdı, meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle
yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur." Çalmışsa, daha
önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Yusuf bunu içinde sakladı, onlara
açmadı. İçinden, "Durumunuz pek kötüdür; anlattığınızı Allah daha iyi
bilir." dedi. Kardeşleri: "Ey Vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir
babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu, biz senin iyi
davrananlardan olduğunu görüyoruz." dediler. "Maazallah! Biz,
malımızı kimde bulmuşsak ancak onu akkoruz, yoksa haksızlık etmiş oluruz!"
dedi. (Yûsuf, 69-79.)
Cenâb-ı Allah, Yusuf
un kardeşlerinin, kardeşleri Bünyamin ile beraber öz kardeşleri Yusuf un yanma
girişlerim, onun Bünyamin'i yanına alışını, ona kendi öz kardeşi olduğunu
gizlice bildirdiğini, bunu onlara açıklamamasını tenbihleyip kendisine yapmış
oldukları kötülükten Ötürü onu teselli ettiğim haber veriyor.
Bundan sonra Yusuf, öz
kardeşi Bünyamin'i onlardan alıp kendi yanında tutmanın çaresini araştırdı.
Uşaklarına, kendi tasım farkında olmadıkları bir anda Bünyamin'in yüküne
koymalarını emretti. Yola çıkacakları sıra, bir ünleyici onlara, kralın tasım
çaldıklarını bildirdi. Geri verdikleri takdirde, kendilerine mükafat olarak
bir deve yükü azık verileceğini va'detti. Bu mükafatın verileceğini
garantileyip tekeffül etti.
Kendilerini hırsızlıkla
suçlayan ünleyiciye dönüp geldiler; kendilerine karşı sarfettiği sözden ötürü
onu kınayıp ayıpladılar: «"Allah'a yemin ederiz ki memleketi ifsad etmeye
gelmediğimizi ve hırsız da olmadığımızı biliyorsunuz." dediler.» Bize
isnad ettiğiniz hırsızlıkla ilgimiz olmadığını bildiğiniz halde bizi, tas
çalmakla suçluyorsunuz!
(Yusuf un adamları);
"Peki, dediler. Yalancı iseniz hırsızlığın cezası nedir?"
"Cezası, kimin
yükünde bulunursa ceza olarak ona el konur; biz zalimleri böyle
cezalandırırız!" dediler.
Yusuf, kardeşinin
yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden su
kabını çıkardı." ki onlara karşı kurduğu tuzak tam kıvamını bulsun. Ve
onu itham etmesinler. «...İşte biz Yusuf a böyle bir plan kullanmasını
vahyettik. Çünkü hükümdarın kanunlarına göre kardeşim alıkoyamazdı..."
Eğer onlar, "Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el
konulur." diyerek itirafta bulun-masalardı, Mısır kanunlarına göre
Bünyamin'i yanında alıkoyamazdı. «...Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi
derecelere yükseltiriz...». "Her ilim sahibinden üstün bir bilen
bulunur."
Yusuf, kardeşlerinin
hepsinden daha bilgiliydi. Onlara göre görüşü daha mükemmel, azmi daha güçlü ve
aldı daha kamil idi.
Allah kendisine
emrettiği için, onlara karşı böyle bir çareye başvurdu. Çünkü bu çareye
başvurmasının sonucunda; babasının ve kavminin yanma gelmeleri gibi büyük bir
maslahat elde edilecekti.
Kardeşleri, kralın
tasının, Bünyamin'in yükünden çıktığını gördüklerinde, " Çalmışsa, daha
önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Rivayete göre Yusuf, çocukluğunda
babaannesinin putunu çalıp parçalamış.
Bir başka rivayete
göre ise halası kendisini çok sevip yanında alıkoyup beslemek ve büyütmek
istediğinden, îshak'm kemerini, elbiselerinin altından Yusuf un beline sarmış.
Yaşı küçük olduğundan, halasının bu düzeni kurduğunun farkında bile olmamış.
Arama sonucunda kemeri Yusuf un üzerinde, elbiseleri arasında saldı bulmuşlar.
Başka bir rivayette
anlatıldığına göre Yusuf, küçüklüğünde evden yemek çalar, götürüp yoksullara
yedirirmiş.
Kardeşlerinin
kendisini hırsızlıkla suçlamalarının başka nedenleri olduğunu bildiren
rivayetler de vardır.
Kardeşleri:"
Çalmışsa, daha önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Yusuf bunu içinde
sakladı. Onlara açmadı. İçinden, "Durumunuz pek kötüdür, anlattığınızı
Allah daha iyi bilir." dedi.» Yumuşak huylu, âlicenap ve bağışlayıcı bir
insan olduğundan dolayı, açıkça değil de gizlice onlara karşı bu sözleri
söyledi.
Onlar da merhamet
dilenmek amacıyla Yusuf un makamına gelip şöyle dediler: "Ey vezir! Onun
yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu,
biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz." dediler.» Yusuf:
"Ma'azallah! Biz malımızı kimde bul-muşsak ancak onu akkoruz, yoksa
haksızlık etmiş oluruz!" dedi.
Yani suçluyu bırakıp
suçsuzu yakaladığımız takdirde, haksızlık edenlerden oluruz. Böyle bir şey
yapmayız, yapılmasına da göz yummayız! Yalnız, kabımızı yükünde bulduğumuz
kimseyi burada alıkoyarız.
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre o esnada Yusuf kendini onlara tanıtıcı ip
uçları veriyordu. Bünyamin'i kendi yanında alıkoyacağından dolayı endişelenmiş
oldukları için bu ip uçlarım pek iyi anlayamamışlardı.
"Ümidsizliğe
düşünce, konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri şöyle dedi:"
Babanızın Allah'a karşı sizden bir söz aldığım, daha önce Yusuf meselesinde de
ileri gittiğinizi bilmiyor musunuz? Artık babam bana izin verene veya Allah
hakkımda hüküm verene kadar -ki o hükmedenlerin en iyisidir- bu yerden
ayrılmayacağım. Siz dönün, babanıza gidin ve deyin ki: "Ey Babamız! Senin
oğlun hırsızlık yaptı, bu bildiğimizden başka birşey görmedik; görülmeyeni de
bilmeyiz; bulunduğumuz kasabanın halkına ve beraberinde olduğumuz kervana da
sorabilirsin; biz şüphesiz doğru söylüyoruz." Yakub: "Sizi nefsiniz
bir iş yapmaya sürükledi, artık bana güzelce sabır gerekir; belki Allah,
hepsini birden bana getirecektir, çünkü o, bilendir, Hakimdir." dedi.
Onlara sırt çevirdi, "Vah Yusuf a yazık oldu!" dedi ve üzüntüden
gözlerine ak düştü. Artık acısını içinde saklıyordu. "Allah'a yemin ederiz
ki, Yusuf u anıp durman, seni bitkin düşürecek veya helak olacaksın."
dediler. Yakub: "Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah
katından, sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi. (Yûsuf, 80-86.)
"Ey oğullarım!
Gidin, Yusuf u ve kardeşini arayın. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin;
doğrusu, kafirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümidim kesmez!" (Yûsuf,
87.)
Cenâb-ı Allah, Yusuf
un kardeşlerinin, Bünyamin'i almaktan ümit kestikleri andaki durumlarını haber
veriyor: Kendi aralarında bu meseleyi konuşmak üzere bir kenara celâldiler.
Büyük kardeşleri Robil dedi ki: «"...Babanızın Allah'a karşı sizden bir
söz aldığını, daha önce Yusuf meselesinde de ileri gittiğinizi bilmiyor
musunuz?..."» Hepiniz kuşatılıp engellenmedikçe kardeşiniz Bünyamin'i
babanıza götüreceğinize dair, Allah adına kuvvetli bir söz verdiniz. Ama şimdi
bu sözünüze muhalefet ettiniz. Daha önce, Bünyamin'in kardeşi Yusuf hakkında da
taksirli davrandınız. Artık bende, babamın karşısına çıkacak yüz kalmadı.
Yanma dönmek üzere, «Artık babam bana izin verene veya Allah hakkımda hüküm
verene...» yani kardeşimi babama geri götürmeye beni muktedir kılmcaya «kadar
-ki o, hükmedenlerin en iyisidir- bu yerden ayrılmayacağım. Siz dönün,
babanıza gidin ve deyin ki: "Ey Babamız! Senin oğlun hırsızlık
yaptı...»"
Zahiren gördüklerinizi
ona anlatın. "Biz, ancak bildiğimize şahitlik ettik. (Tasın, Bünyamin'in
yükünden çıktığım gördük. Ötesini bilmiyoruz.) Biz, gizliyi bilenler değiliz.
(İnanmazsan) içinde bulunduğumuz şehre ve beraber geldiğimiz kervana sor."
Yani sana anlattığımız, kardeşimizi hırsızlık suçundan dolayı,tutukladıkları
haberi, Mısır'da herkesin duyduğu, içinde bulunduğumuz ve şu anda burada
bulunan kervanın dahi bildiği meşhur bir haberdir. «Bu bildiğimizden başka
birşey görmedik; görülmeyeni de bilmeyiz; bulunduğumuz kasabanın halkına ve
beraberinde olduğumuz kervana da sorabilirsin...»
«.. ."Biz
şüphesiz doğru söylüyoruz." Yakub: "Sizi nefsiniz bir iş yapmağa
sürükledi, artık bana güzelce sabır gerekir."...» Yani hakikat, sizin
anlattığınız gibi değildir. Bünyamin hırsızlık etmiş değildir. Çünkü onun ahlak
ve karakteri, bunu yapmasına izin vermez.
İbn îshak ve diğerleri
dediler ki: Yusuf a yaptıkları kötülükten sonra Bünyamin hakkında ihmalkâr
davrandıkları için Yakub.ağzma geleni onlara söyledi. Bu nedenledir ki
geçmişlerden,bazıları şöyle demişlerdir: İşlenen bir kötülüğün cezası, ondan
sonra gelen bir kötülük olur.
Bundan sonra Yakub
dedi ki:«,, ."Belki Allah hepsim birden bana getirecektir ,çünkü O,
bilendir, Hakimdir."...» dedi. " Yani benim durumumu ve
sevdiklerimden ayrı düştüğümü bilendir. Takdirini ve yaptığı işleri hikmetle
yapandır. O, sonsuz hikmetin ve kesin delilin sahibidir. Böyle dedikten sonra:
"Onlara sırt çevirdi, "Vah, Yusuf a yazık oldu!" dedi.
Bu yeni üzüntüsü, ona
eski üzüntüsünü hatırlattı. Yüreğindeki durgun ve gizli kederi harekete
geçirdi.
Nitekim şair demiş ki:
"Gönlünü,
dilediğin aşk mahallesine taşı, Ama aşk ve sevgi, hep ilk sevgilinin
olur."
Bir başka şair de
şöyle demiş:
"Mezarların
yanında gözlerimden yaşlar boşandı.
Ve ağladığım için
arkadaşım beni ayıpladı.
Taşlı ve topraklı
kumlar arasına yerleşmiş,
Her mezarı gördükçe
ağlar mısın? deyip kınadı.
Ona dedim: Hüzünlerin
yenisi, eskilerini canlandırdı.
İlişme bana, bence
Malik'in İd gibidir mezarların tamamı."
Yakub peygamber çok
ağladığından, üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık acısını içinde saklıyordu.
Kederinden, hüznünden Yusuf a olan özlem acısını içinde saklıyordu. Oğulları
onun çekmekte olduğu ayrılık acısını ve elemim görünce, kendisine olan merhamet
ve tutkunluklarından dolayı dediler İd: «Allah'a yemin ederiz ki, Yusuf u anıp
durman seni bitldn düşürecek veya helak olacaksın.» Onu devamlı surette
hasretle ana ana, bedenini zayıflatarak hastalanacak ve gözünü kaybedeceksin!
Kendine biraz acı! Yakub: «Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah
katından sizin bilmediklerinizi bilirim.» Oğullarına diyordu ki: Hâlimden ne
size, ne de hiç bir kimseye şikayet edecek değilim. Ben hâlimi sadece, onur ve
üstünlük sahibi Allah'a şikayet ediyorum ve biliyorum ki, içinde bulunduğum
sıkıntıdan kurtulmak için bana bir çıkış yolu açacak ve beni genişliğe kavuş
tur acak tır. Yusuf un rüyasının mutlaka gerçekleşeceğini, sizin ve benim - o
rüya gereğince - ona secde etmemiz gerektiğini de biliyorum.
Sonra Yusuf u,
kardeşini ve ikisinin ne halde olduklarını araştırmaları için onlara teşvikte
bulunarak şöyle dedi: «Ey Oğullarım! Gidin, Yusuf u ve kardeşini arayın.
Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, doğrusu, kafirlerden başkası Allah'ın
rahmetinden ümidini kesmez.» Yani darlıktan sonra genişliğe kavuşacağınız
hususunda umutsuzluğa kapılmayın. Zira Allah'ın rahmetinden, sıkıntıdan sonra
genişlik vereceğinden, zorluklar anında kullarına takdir edeceği
ferahlıklardan, ancak kafir kavim ümidini keser.
«Kardeşleri vezirin
yanma vardıklarında: "Ey Vezir! Biz ve çoluk çocuğumuz darlığa uğradık;
pek değersiz bir malla geldik; ölçeği bize tam yap ve sadaka ver; Allah sadaka
verenleri şüphesiz mükafatlandırır." dediler. "Siz Yusuf ve kardeşine
bilmeden neler yaptığınızın farkında mısınız? dedi. 'Yoksa sen Yusuf
musun?" dediler. "Ben Yusuf um, bu da kardeşim. Allah bize iyilikte
bulundu; doğrusu, kim kötülükten sakmır ve sabrederse bilsin ki Allah iyi
davrananların ecrini kafiyen zayi etmez/' dedi.» "Allah'a yemin ederiz
ki, Allah seni bizden üstün tutmuştur; doğrusu, biz suç işlemiştik."
dediler. Yusuf: "Bugün azarlanacak değilsiniz, Allah sizi bağışlar. O,
merhametlilerin merhametlisidir, bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne sürün,
görmeğe başlar; bütün çoluk çocuğunuzla bana gelin." dedi.» (Yûsuf,
88-93.)
Cenab-ı Mevla,
kardeşlerinin tekrar Yusuf a dönüşlerini, onun huzuruna çıkışlarını, yanındaki
azığı arzulayıp isteyişlerini, kardeşleri Bünyamin'i kendilerine lütfedip
vermesini dileyişlerini haber veriyor. «Kardeşleri vezirin yanına
vardıklarında: "Ey Vezir! Biz ve çoluk çocuğumuz darlığa uğradık...»
Kıtlığa maruz kaldık. Nüfusumuz kalabalık-laştı. Topraklarımız da kuraklık
yüzünden ürün vermez oldu. «...Pek değersiz bir malla geldik...» Sermayemiz
azdır. Böyle bir sermayeyi kimseler kabul etmez. Meğer ki bizi bağişlayasm,
azımızı çoğa sayasın...
Sermayeleri kalitesiz
dirhemlermiş. Ya da çok az miktarda imiş. Sermayelerinin badem, butum ve
benzeri şeylerden ibaret olduğunu söyleyenler de vardır. İbn Abbas (r.a.)'m
dediğine göre sermayeleri eski haral ve halatlardan ibaretmiş. Kardeşleri,
yalvarışlarına devamla şöyle demişlerdi: «.. .Ölçeği bize tam yap ve sadaka
ver; Allah sadaka verenleri şüphesiz mükafatlandırır." dediler.»
Süddî'nin dediğine
göre bu ayet şöyle manalandırılır: Allah doğru söyleyenleri mükafatlandırır.
îbn Cüreyc'in dediğine
göre ise bu ayet şöyle manalandırılır: Kardeşimiz Bünyamin'i bize geri
vermekle tasaddukta bulunanları Allah mükafatlandırır. Süfyan b. Uyeyne dedi
ki: Peygamberimiz Muham-med (s.a.v.)'e sadaka vermek, bu ayetle haram
kılınmıştır.
Yusuf, kardeşlerinin
perişan hallerini görünce ve getirdikleri değersiz maldan başka bir şeylerinin
kalmadığını anlayınca, şefkatle üzerlerine eğildi; Rabbinin emirlerim onlara
söyledi. Kendi şerefli alnında ve onların bilmekte oldukları mutantan halinde
onlar için hasret çekti: «Siz, Yusuf ve kardeşine bilmeden neler yaptığınızın
farkında mısınız?" dedi.»
Büyük bir şaşkınlık
geçirdiler. Defalarca yanma gelip gittikleri halde onu tanıyamamışlardı.
«'Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. "Ben Yusuf um, bu da
kardeşim..."» Kendisine, elinizden gelen her türlü kötülüğü yaptığınız
Yusuf, işte benim., dedi. "Bu da kardeşim." demekle, önceki sözünü
te'kid etmiş; her ikisi için kalplerinde gizledikleri çekeme-mezliğe ve
kurmakta oldukları tuzağa dikkatlerini çekmişti. «...Allah bize iyilikte
bulundu...» O, iyilik ve atıfeti ile bize ihsanda bulundu. Bizi himaye etti.
Onurumuzu kurtardı; çünkü daha önce Rabbimize taatte bulunmuş, bize yaptığınız
zulme karşı sahııiı olmuş, babamıza da iyilik yapıp itaatkar davranmıştık. O da
bizi fazlasıyla sevmiş ve bize şefkat göstermişti. «...Doğrusu kim kötülükten
sakınır ve sabrederse bilsin ki Allah iyi davrananların ecrini kafiyen zayi
etmez." dedi. "Allah'a yemin ederiz ki, Allah seni bizden üstün
tutmuştur; doğrusu biz suç işlemiştik." dediler.» İşte şimdi senin
huzurundayız.
«...Yusuf: Bu gün
azarlanacak değilsiniz...» dedi. Daha önce yaptığınız kötülüklerden ötürü
artık sizi kınayacak değilim. «...Allah sizi bağışlar. O, merhametlilerin
merhametlisidir...»
Bu ayet-i kerimeyi
yukarıda manalandınrken kelimesi
üzerinde durak işareti bulunuşunu esas aldik ve «...Bu gün azarlanacak
değilsiniz...» şeklinde manalandırdık. Ama durak işaretini kelimesi üzerinde
kabul ederek; "Sizi
kınama yok; bugün
Allah sizi bağışlar." şeklinde manalandıranların görüşü zayıftır. Birinci
manalandırma doğrudur.
Sonra Yusuf,
kardeşlerine, gömleğini (tenine temas eden iç gömleğini) alıp babalarına
götürmelerini ve gözlerinin üzerine bırakmalarını emretti. Böyle yaptıkları
takdirde, babalarının ağaran gözlerinin, Allah'ın izniyle yeniden göreceğim
onlara bildirdi. Bu da harikulade bir durum olup, Yusuf un peygamberliğinin en
güçlü delili ve en büyük mu-cizesiydi. Daha sonra da onlara, çoluk çocuklarının
tamamını alarak hayır, bereket ve huzur diyarı olan Mısır'a topluca
gelmelerini emretti. Ayrılıktan ve dağınıklıktan sonra aileyi, en mükemmel ve
en güzel bir şekilde derleyip toparladı, hepsini bir araya getirdi.
«Kervan,
memleketlerine dönmek üzere ayrıldığında, babaları: "Doğrusu, ben, Yusuf
un kokusunu duyuyorum; ne olur, bana bunak demeyin." dedi.
Çevresindekiler: "Allah'a yemin ederiz ki sen, hâlâ eski
şaşkınhğındasm." dediler.
Müjdeci gelip, gömleği
Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakub: "Ben
size , Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?"
dedi. Oğulları: "Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç
şüphesiz suçluyuz." dediler. Yakub: "Rabbimden bağışlanmanızı
dileyeceğim; O, şüphesiz bağışlar ve merhamet eder" dedi.» (Yûsuf, 94-98.)
Abdürrezzak, İbn
Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: "Kervan dönmek üzere
ayrıldığında..." Yusuf un gömleğini getiren kervan Mısır'dan ayrılıp yola
koyulunca oradan bir rüzgar eserek Yusuf un gömleğinin kokusunu Yakub'a
ulaştırdı. Yakub dedi ki: «...Doğrusu ben, Yusuf un kokusunu duyuyorum...»
Yusuf un kokusunu üç günlük bir mesafeden duyuyordu. Hasan Basrîile İbn Cüreyc
el-Mekkî'nin anlattıklarına göre, Yakub ile Yusuf un arasında seksen fersahlık
bir mesafe vardı ve seksen yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardı.
Yakub, Yusuf un
kokusunu duyduğunu söylediğinde, çevresinde bulunanlar, ağır sözler sarfederek
kendisine şöyle demişlerdi: «...Allah'a yemin ederiz ki sen, hâlâ eski
şaşkmlığındasın!..." dediler.»
"Müjdeci gelip
gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı...» Gözleri açılıp
yeniden görmeye başlayınca da oğullarına:
«...Ben size Allah
katından sizin bilmediğinizi biliyorum, dememiş miydim?" dedi.» Yani Yusuf
la olan ayrılığıma son vererek bizi buluşturacağını, gözümü onunla
aydınlatacağını, ondaki güzelliği ve hoşuma giden yönlerini bana göstereceğini
size söylememiş miydim? dedi. Böyle der demez de oğulları: "Ey Babamız!
Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz suçluyuz." demeye
başladılar. İşledikleri günahtan, ona ve oğlu Yusuf a yaptıkları kötülükten,
yapmaya niyetlendikleri fenalıklardan ötürü bağışlanmaları için, Allah'tan
kendileri için mağfiret dilemesini istediler. O kötü işi yapmadan önce, ileride
bu günahlarından ötürü tövbe etmeye niyetlendikleri için, Cenâb-ı Allah
onları, Yakub'un gözlerinin açılması esnasında tevbe etmeye muvaffak eyledi.
Babaları, kendileri için mağfiret talebinde bulunmaya söz verdi ve dedi ki:
«...Rabbimden bağışlanmanızı dileyeceğim; O, şüphesiz bağışlar ve merhamet
eder...»
İbn Mesud, İbrahim
et-Teymin, Amr b. Kays, İbn Cüreyc ve diğerleri dediler ki: Yakub, oğullarını
tevbe için seher vaktine kadar bekletti.
îbn Cerir, Muharib b.
Dessar'm şöyle dediğini rivayet etti: Hz. Ömer, mescide geldiğinde bir adamın
şöyle dediğini işitti: "Allahım! Beni çağırdın, ben de çağrına icabet
ettim.. Bana emir verdin. Emrine uydum.. İşte şimdi de seher vaktidir. Beni bağışla."
Hz. Ömer, duyduğu bu sese kulak verdi; baktı ki ses, Abdullah b. Mesudun
evinden geliyor. Abdullah'a, bu şekilde dua edişinin nedenini sordu. O da dedi
ki: Hz. Yakub, tevbe için oğullarını, "Sizin için Rabbime istiğfar
edeceğim." diyerek seher vaktine kadar bekletmiştir. Ayrıca Cenâb-ı Allah
da: "Seherlerde istiğfar edenleri (Allah görmektedir.)" diyerek
müjdelemektedir.(Al-i Imrân, 17.)
Buharı ve Müslim'in
sahihlerinde yer alan bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Rabbimiz her gece dünya semasına inerek: "Tevbe eden yok mudur ki
tevbesini kabul edeyim? Dilekte bulunan yok mudur ki ona (dilediğini) vereyim?
Bağışlanma dileyen yok mudur ki onu bağışlayayım?"
Bir hadiste
anlatıldığına göre "Yakub, (istiğfar için) oğullarını cuma gecesine kadar
bekletmiştir."
İbn Cerir, İbn
Abbas'tan rivayet ederek dedi ki: «..."Sizin için Rabbime istiğfar
edeceğim"...» ayetiyle ilgili olarak Rasûlullah (s.a.v.) şöyle demiştir.
"Cuma gecesine kadar, "Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim."
sözü, kardeşim Yakub'un oğullarına söylediği sözdür."[29]
Yusuf un yanına
geldiklerinde o, anasını babasmı'bağrma bastı "Allah'ın dileğince, güven
içinde Mısır'a yerleşin!" dedi. Ana babasını tahtın üzerine oturttu, hepsi
onun önünde (Allah'a secde edip) eğildiler. O zaman Yusuf: "Babacığım,
dedi. İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleş tirdi.
Şeytan, benimle kardeşlerim arasını bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran,
sizi de çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyilikte bulundu. Doğrusu, Rabbim
dilediğine lütuikardır, O, şüphesiz bilendir, Hakimdir." dedi.
"Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey
göklerin ve yerin yaradanı! Dünya ve ahirette işlerimi yoluna koyan sensin;
benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat." (Yûsuf, 99-101.)
Burada, birbirini
sevenlerin, uzun bir ayrılıktan sonra bir araya gelip buluşmaları anlatılıyor.
Denildiğine göre Yusuf la Yakub, seksen yıl süreyle birbirlerinden ayrı
kalmışlardır. Seksen üç yıl süreyle ayrı kaldıklarını söyleyenler de olmuştur.
Bu iki süre, Hasen'den rivayet edilmiştir. Katade'nin dediğine göre otuzbeş
yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardır.
Muhammed b. İshak'm
anlattığına göre onsekiz yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardır. Ehl-i
Kitap, Yusuf la babasının kırk yıl süreyle birbirlerinden ayrı kaldıkları
görüşündedirler.
Bu kıssanın zahirî
ifadeleri, Yusuf la babasının birbirlerinden ayrı kalış sürelerini yaklaşık
olarak belirlemektedir. Şöyle ki: O kadın kendisinden murad almak istediği
zaman Yusuf onyedi yaşındaydı. Tabii ki Yusuf ona uymamıştı. Dolayısıyla bir
kaç yıl da zindanda kaldı. îkrime ve diğerlerine göre yedi yıl zindanda kaldı.
Sonra zindandan çıkarıldı ve yedi yıl süreyle Mısır'da bolluk görüldü. Bundan
sonra halk, yedi yıl süren bir kıtlıkla karşılaştı. Kıtlığın ilk senesinde
azık almak için sadece kardeşleri yanma geldiler. İkinci sene azık almaya
geldiklerinde, kardeşi Bünyamin'i de beraberlerinde getirdiler. Üçüncü sene
geldiklerinde kendini onlara tanıttı ve tüm aile bireylerini yanlarına alarak
Mısır'a gelmelerini onlara emretti. Bunun üzerine hepsi toplanıp Mısır'a gittiler.
«...Yusuf un yanına geldiklerinde, o, anasını babasını bağrına bastı...»
Kardeşlerinden ayrı olarak özel surette ona-babasıyla bir araya gelip görüştü.
«..."Allah'ın dileğince, güven içinde Mısır'a yerleşin." dedi.
Denildiğine göre Yusuf un bu ifadelerinde takdim - tehir vardır. Takdiri de
şöyledir: Yusuf: Mısır'a girin, dedi. Sonra da ana-babasını kendine çekip
kucakladı. îbn Cerir, burada takdim-tehir bulunduğu görüşünü, zayıf
görmektedir ki, o mazurdur.
Bir diğer rivayete
göre Yusuf, onları şehir dışında, çadırların bulunduğu yerde karşılamış;
Mısır'a yaklaştıklarında, onlara: "Allah'ın dilediğince, güven içinde
Mısır'da yerleşin."...» demişti.
Süddî, böyle demiştir.
Böyle bir takdirde bulunmaya gerek yoktur; Mısır'a girin," sözünde Mısır'a
yerleşin ve Allah'ın dileğiyle orada ikamet edin." manası saklı olur
denilirse, bu da güzel ve yerinde bir takdir olur. Ehl-i Kitap kaynaklarında
anlatıldığına göre Yakub, Caşir (Belbis) mevkiine vardığında, Yusuf onu
karşılamaya çıktı. Gelişini müjdelemesi için Yakub, oğlu Yahuza'yı Yusuf a
göndermişti. Yine Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Mısır kralı,
Caşir mevkiini Yakub ile oğullarına; orada davarlarıyla beraber kalıp ikamet
etmeleri ve yaşamaları için mülk olarak verdi.
Bir grup müfessirin
anlattıklarına göre, Allah'ın peygamberi Ya-kub'un (İsrail'in) gelmesi yakın
olunca, Yusuf onu karşılamaya çıkmak istedi ve çıktı. Yusuf a bir jest ve Yakub
peygambere olan hürmetlerinden dolayı kral ve askerleri de atlara binip Yusuf
la beraber karşılamaya çıktılar. Yakub da krala dua etti. Onların gelişlerinin
uğur ve bereketi dolayısıyla, kıtlığın geri kalan süresi dolmadan, Cenâb-ı
Allah kıtlığa son verdi. Doğrusunu Allah bilir.
İbn Mesud'un dediğine
göre Yakub'la birlikte Mısır'a giden oğul ve torunları toplam olarak altmış üç
kişiydi. Abdullah b. Şeddad'm dediğine göre ise seksen üç kişiydiler.
Mesruk'tan gelen rivayete göre, 390 kişi olarak Mısır'a girmişlerdir.
Anlatıldığına göre
bunların sayısı zamanla o kadar çoğalmış ki, Musa peygamberle birlikte
Mısır'dan çıktıklarında 600.000'den fazla savaşçıları varmış. Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre Mısır'a yetmiş kişi olarak girmişlerdir. O
kaynaklarda adları da belirtilmiştir. Yusuf, «Ana-babasını tahtın üstüne
oturttu...» Anasının o zamandan önce ölmüş olduğu söylenmiştir. Bu görüş Tevrat
âlimlerince de benimsenmiştir. Bazı müfessirlerin görüşüne göre Cenâb-ı Allah,
o zaman Yusuf un anasını diriltmiştir.
Başkaları da demişler
ki: O zaman babasıyla birlikte tahtın üstüne çıkardığı kadın, Yusuf un anası
değil de teyzesiydi. Teyze de ana gibidir. İbn Cerir et-Taberî ve diğerleri
dediler ki: Kur'ân-ı Kerîm'in zahir ifadeleri, Yusuf un anasının o güne dek
hayatta kalmış olduğunu gerekli kılmaktadır. Ehl-i Kitabın buna muhalif beyan
ve nakilleri, nazarı itibara alınmamalıdır. Kuvvetli olan görüş budur.
Doğrusunu Allah bilir.
Yusuf, ana-babasını
tahtın üstüne çıkardı. Yanında oturttu. «...Hepsi onun önünde (Allah'a secde
edip) eğildiler.» dedi. Saygı ve ikram için ana-babası ve onbir kardeşi, onun
huzurunda secdeye kapandılar. İnsana secde etmek, onların dinlerinde meşru
idi. Diğer şeriatlarda da bu hüküm vardı. Nihayet bu, bizim dinimizde
yasaklanmıştır.[30]
«...O zaman Yusuf:
"Babacığım! İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır."...» dedi.
Daha önce görüp de
sana anlattığım rüyanın yorumu işte budur. Hani rüyamda güneşle ayın ve onbir
yıldızın secde eder olduklarını görmüştüm. Sana anlattığımda, bu rüyamı
gizlememi bana emretmiş ve bana bazı vaadlerde bulunmuştun. «..'.Rabbim onu
gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni
hapisten çıkaran. ..» Keder ve sıkıntıdan sonra, Mısır diyarının her tarafında
beni, sözü geçen bir hakim laldı. «.. .Sizi çölden getiren Rabbim bana pek çok
iyilikte bulundu...» Beni zindandan çıkardı. Bana yaptıkları zulümden sonra,
Rabbim beni Mısır'a sultan kıldı.[31]
«...Doğrusu, Rabbim dilediğine lütufkardır...» Yani bir işin yapılmasını istediği
zaman onun sebeplerini hazırlar. Kullan farkında olmadan, bir çok yönden o işi
kolaylaştırır. Kendi ince sanatı ve yüce kudretiyle onu, rahatlıkla
yapılabilecek bir iş haline getirir. «...O, şüphesiz bilendir...» Bütün işleri
bilir. Yaratma, takdir ve yasamasında da her işi yerli yerince yapan bir
«...Hakimdir...»
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre Yusuf, kendi eli altında bulunan azık ve gıda
mallarını Mısırlılara sattı. Karşılığında da onların altın, gümüş, ev eşyası
ve emlakleri gibi tüm mal varlıklarım aldı. Sonunda canlarını bile satın alarak
hepsini köle haline getirdi. Sonra çalışıp elde edecekleri ürünün beşte birini
krala vermeleri karşılığında tarlalarını serbest bıraktı ve kendilerine
özgürlüklerini bağışladı. Bu uygulama, o günden sonra Mısırlılar için bir kanun
haline geldi.
Sa'lebî'nin
anlattığına göre kıtlık senelerinde Hz. Yusuf, - Mısır hazinelerini elinin
altında tutmasına rağmen - karnını doyurmazmış.. Aç kimseleri unutamazmış. Öğle
vaktinde olmak üzere, günde sadece bir öğün yemek yermiş. Onun böyle yaptığını
öğrenen sonraki krallar da bu âdete uymuşlardır. Mü'nıinlerin emîri Hattab oğlu
Ömer de, bolluk ve bereket yılları gelinceye kadar, kıtlık yıllarında karnını
hiç doyurmazmış. Şafiî'nin naklettiği bir rivayete göre Arablardan biri,
kıtlık senesi geçtikten sonra Hz. Ömer'e şöyle demiş: "Sıkıntın gitti.
Doğrusu sen, yüksek karakterli hür bir kadının oğlusun."
Nihayet Yusuf,
üzerindeki ilahî nimetin tamamlandığım, perişan halinin düzeldiğini, bu
dünyanın kimseye hep aym surette baki kalmayacağım, dünyadaki her şeyin ve
herkesin vadesi dolduğunda yok olacağını, tamamlıktan sonra mutlaka
noksanlığın geleceğini anladıktan sonra Rabbine gereği gibi övgüde bulundu.
O'nun lütuf, ihsan ve iyiliğinin büyüklüğünü itiraf etti. Kendisinden dilekte
bulunanların en hayırlısı ve en iyisi olan Allah'tan, kendisini vefat
ettireceği zaman müslü-man olarak vefat ettirmesini ve iyi kullarının arasına
katmasını diledi. (D
Nitekim dua esnasında
da şöyle denilir: "Allahım! Bizi Müslüman olarak yaşat. - vefat
ettireceğin zaman- bizi Müslüman olarak vefat ettir."
Hz. Yusuf un, ölüm
döşeğindeyken böyle bir dilekte bulunmuş olması muhtemeldir. Nitekim Hz.
Peygamber de ölüm döşeğindeyken ruhunun Refık-i A'lâ'ya, nebi ve mürseller
gibi iyi arkadaşların yanma yüceltilmesini dileyerek üç defa, "Allahım!
Refık-i A'lâya..." demiş ve sonra da ruhunu teslim etmişti.
Hz. Yusuf un sıhhat ve
afiyetteyken ölüm temennisinde, bulunmuş olması da muhtemeldir. Çünkü onların
şeriatlarına göre, ölme temennisinde bulunmak caizmiş. Nitekim İbn Abbas-'m da
şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Yusuf tan önce hiçbir peygamber, ölüm
temennisinde bulunmamıştır."
Ama fı.tne hali
dışında Ölüm temennisinde bulunmak, İslâmiyet'te yasaklanmıştır. Nitekim Alımed
b. Hanbel'in rivayet ettiği Muaz'm hadisinde şöyle bir duadan söz
edilmektedir: "(Ey Rabbim!) Bir kavmi fitneye düşürmek istediğin zaman,
bizi fitneye düşürmeden canımızı al!."
Bir başka hadiste de
şöyle buyurulmaktadır: "Ey Ademoğlu! Ölüm senin için fitneden daha iyidir!"
Hz. Meryem de şöyle
demiştir:
"Keşke ben bundan
önce ölmüş olsaydım da, unutulup gitseydim."» dedi. (Meryem, 23.)
Dedikodular ayyuka
çıkıp, savaş şiddetlendiği, fitne büyüdüğü ve olaylar da korkunç boyutlara
ulaştığı zaman Hz. Ali de ölümünü istemiştir. Zor durumlarla karşılaştığı ve
muhaliflerinden korkunç saldırılar gördüğü zaman, Sahih adlı hadis kitabının
sahibi Buharı de ölüm temennisinde bulunmuştur.
Rahatlık ve
kedersizlik durumlarında ölüm temennisinde bulunmaya gelince, Enes b. Malik'in
rivayet ettiği, Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadiste,
peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri,
kendisine isabet eden (hastalık ve benzeri) bir sıkıntı nedeniyle ölüm
temennisinde bulunmasın. İyi biri ise, sıkıntısı belki daha da artar, günahkar
biri ise belki kınanır. (Ölümünü istemesin) Ama şöyle desin: Allahım! Yaşamak
benim için daha iyi ise, beni yaşat.. Ölüm benim için daha iyi ise, beni
öldür."
Allah'ın peygamberi
Yusuf un ölüm temennisinde bulunduğu bir gerçektir.. Yani can çekişirken ya da
üzerindeki ilahî nimetin tamamlandığını gördüğü zaman bu dilekte bulunmuştur.
İbn İshak, Ehl-i Kitap
kaynaklarında bu konuda şu bilgilerin bulunduğunu söylemiştir: Yakub, Mısır
diyarında Yusuf un yanında on yedi sene ikamet etti. Sonra da vefat etti. Yusuf
a, kendisini babası İshak ile dedesi İbrahim'in yanma defnetmesini vasiyet
etti.
Süddî'nin anlattığına
göre Yusuf, babasının cesedini mumyalayıp Şam taraflarına götürdü; babası îshak
ile dedesi İbrahim'in yanına defnetti. Allah'ın selamı üzerlerine olsun.
Ehl-i kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre Hz. Yakub, 130 yaşındayken Mısır'a gitmiş;
orada Yusuf un yanında onyedi sene yaşamış... Bu kaynaklarda böyle denildiği
halde Yakub'un topîain ömrünün 140 sene olduğunu söylemektedirler ki, bu da
Ehl-i Kitab'ın ya kendilerinin, ya da kitaplarının bir yanlışıdır. Ya da 140
sayısının üzerindeki küsuratı, âdetleri icabı düşürmüşlerdir. Fakat böylesine
önemli bir konuda nasıl olur da küsuratı düşürürler? Yüce Allah kutsal kitabında
şöyle buyurmaktadır: «Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O,
oğullarına: "Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" diye sormuştu.
Onlar da: "Senin Tanrı'na ve ataların İbrahim, İsmail, İshalim Tanrı'sı
olan tek Tanrı'ya kulluk edeceğiz, bizler O'na teslim olmuşuzdur." demişlerdi.»
(el-Bakara,133.)
Yakub, oğullarına
ihlası tavsiye etmişti. Ihlas, İslâm'ın en yüce prensiplerinden biridir.
Cenâb-ı Allah da, peygamberlerin tümünü İslâmı prensipleri tatbik etmeleri için
göndermiştir. Ehl-i Kitap kaynakları bunu reddetmekte ve şöyle bir ifade
kullanmaktadırlar: Yakub, her oğluna ayrı ayrı vasiyette bulundu. İleride
nelerle karşılaşacaklarını onlara bildirdi. Yahuza'ya da, kendi soyundan
doğacak ve milletlerce itaat edilecek büyük bir peygamberin - ki o da Meryem
oğlu İsa'dır - geleceğini müjdeledi. Doğrusunu Allah bilir.
Rivayete göre Yakub
vefat ettiğinde Mısırlılar, yetmiş gün onun üzerine ağladılar. Yusuf tabiplere
emir verdi. Yakub'a koku sürdüler. Cesedi, kırk gün kokular içinde kaldı. Sonra
Yusuf, babasının cesedini Kudüs tarafina götürüp dedesinin yanma defnetmek için
Mısır kralın-dan izin istedi. Kral izin verdi. Kendisiyle birlikte Mısır'ın
önde gelen büyükleri de yola çıktılar. Habron denen yere vardıklarında Yakub'u,
İbrahim peygamberin Afron b. Sahr el- Haysf den satın aldığı ve kendisinin de
gömülü bulunduğu mağaraya defnettiler. Yedi gün süreyle Yusuf a taziyette
bulundular. Sonra Mısır'a döndüler. Kardeşleri de Yusuf a taziyetlerini
sundular, boyun büküp merhamet dilendiler. Yusuf da onlara ikramda bulundu.
Kendileri için rahatlayacakları bir yer temin etti. İmkanlar tanıdı. Onlar da
Mısır'da ikamet ettiler.
Nihayet vadesi dolup
ölüm döşeğine yattığında Yusuf, kardeşlerine, cesedini mumyalayıp muhafaza
etmelerini, Mısır'dan çıktıkları zaman beraberlerinde alıp götürmelerini ve
atalarının yamna gömmelerini vasiyet etti. Vefat etti. Kardeşleri, cesedini
mumyalayıp bir tabuta koydular. Nihayet Musa (a.s.), cesedi alıp atalarının
yanına gömdü. Rivayete göre Yusuf (a.s.), 120 yaşındayken vefat etmiştir.[32]
[1] Bkz. Tarih-i Taberî, I, 205.
[2] Bkz. Tarih-i Taberî, I, 206.
[3] Tarih-iTaberî,I, 210
[4] A.g.e.,I,210
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/255-268.
[6] el-îstiâb (eî-isabe fî Temyizi's-Salıabe'nin
kenarında) II, 89-90.
[7] Tarih-İTaberî, 1,229.
[8] Müsned, Ahmed b. Hanbel, I, 395-424.
[9] Buharı, 2/11,12,18,19; Müslim, 5/10.
[10] Suyutî, Dürr, IV, 470.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/269-281.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/281.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/281-284.
[14] Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 101.
[15] Tarih-iTaberî,!, 224.
[16] Tarih-i Taberî, I, 225.
[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/285-291.
[18] Müsned, Ahmed b. Hanbel, III, 387.
[19] A.g.e.,III, 471;IV,266.
[20] Müsned, Ahmed b. Hanbel, II, 196.
[21] Suyûtî, Camiu s-Sağir, Hadis No: 985.
[22] Tefsir-i Taberî,XII, 91.
[23] Tarih-i Taberî, XII, 99.
[24] Suyutî, Camiu s-Sağir, Hadis No: 4645, 4646, 4647.
[25] Tefsîr-i Taberî, XII, 116.
[26] Tarih-i Taberî, I, 238; Tefsir-i Taberî, XII, 118.
[27] Bkz. Tefsİr-i Taberî, XII, 122-123.
[28] Bkz. Tefsir-i Taberî, XII, 133.
[29] Tefsir-i Taberî, XIII, 42; Tarih-i Taberî, I, 253.
[30] Tefsir-i Taberî, III, 43.
[31] Tarih-iTaberî,I, 255.
[32] Tarih-iTaberî, I, 256.
İbn Kesîr, El Bıdaye
Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/292-328.