Hz. Eyyüb'ün Kıssası 1

Zülkifl'in Kıssası 6

Tümden Helak (Yok) Edilen Ümmetler. 8

Ashab-I Ress (Ressliler) 8

Yasin Kavmi 10

Hz. Yunus. 13

Hz. Yunus'un Fazilet Ve Üstünlüğü. 18

Hz. Musa. 19

Fasıl 45

 

Hz. Eyyüb'ün Kıssası

 

İbn İshak'm anlattığına göre Hz. ETryüb, Rumlardandı. Babası, Ra-zih oğlu Muş'tur. Mus ise, îshak oğlu İs'in oğludur. Bilindiği gibi îshak da, İbrahim (a.s.)'in oğludur.

Diğerleri dediler ki: Eyyüb'ün babası, Raoyil oğlu Muş'tur. Raoyil, İshak oğlu İs'in oğludur. îshak da Yakub peygamberin oğludur. Eyyüb peygamberin nesebi hakkında değişik haberler verenler de vardır.

İbn Asakir'in anlattığına göre Eyyüb {a.s.)'ün anası, Lut peygambe­rin kızıdır. Babasının, ateşe atıldığı günde İbrahim (a.s.)'e inanan mü'mini erden olduğu söylenir. Tabii, içine atıldığı ateş, İbrahim pey­gamberi yakmamış ti.

Meşhur olan kavil, birincidir. Aşağıdaki ayet-i kerimede de açıklan­dığı gibi Eyyüb, Hz. İbrahim'in soyundandır:

"O'nun (İbrahim'in) soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyüb'e, Yusuf a, Musa'ya ve Harun'a..." (ci-En'am, 84.)

Sahih görüşe göre bu ayetteki kelimesinin sonun­daki zamir, Nuh'a değil de İbrahim'e racidir.

Hz. Eyyüb'ün, kendilerine vahiy gelen peygamberlerden biri oldu­ğu hakkında ayet-i kerime vardır: "Nuh'a ve ondan sonra gelen peygam­berlere vahyettiğimiz gibi (Ya Muhammed) sana da vahyettik. Nitekim İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a, torunlar (in )a, İsa'ya, Eyyüb'e de vahyetmiştik." (en-Nfeâ, 163.)

Sahih görüşe göre Hz. Eyyüb, İshak (a.s.)'ın oğlu İs'in soyundandır. Denildiğine göre karısı da, Yakub kızı Leyya'dır. Efrayim kızı Rahime olduğunu söyleyenler de vardır. Yakub'un oğlu Mensa'nm kızı Leyya ol­duğu da gelen rivayetler arasındadır ki meşhur olan rivayet de budur. Bu nedenle bu rivayeti burada andık.

Eyyüb'ün kıssasından sonra da Allah'ın izniyle Beni İsrail peygam­berlerini anlatacağız. Güvencimiz ve dayanağımız, Allah'tır. Yüce Al­lah buyuruyor ki:

«Eyyüb de: "Başıma bir bela geldi (sana sığındım), sen merhametli­lerin merhametlisisin!" diye Rabbine nida etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş ve başına gelenleri kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere ona tekrar ailesini ve kaybettikleri ile bir misimi daha verdik". (d-Enbiyâ, 83-84.)

«Ey Muhammedi Kulumuz Eyyüb'ü de an; O, Rabbine: "Doğrusu, şeytan bana yorgunluk ve azab verdi." diye seslenmişti. "Ayağını yere vur! İşte sana yıkanacak ve içilecek soğuk bir su." dedik. Katımızdan bir rahmet ve akıl sahihlerine bir öğüt olmak üzere, ona tekrar aile ve geç­miş olanlarla bir mislini daha vermiştik. Ey Eyyüb!: "Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma." demiştik. Doğrusu, biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu; daima Allah'a yönelirdi.» (Sâd, 41-44.)

İbn Asakir, Kelbî'nin şöyle dediğini rivayet etti: Peygamber olarak insanlara Allah tarafından gönderilen ilk insan İdris'tir. Sonra sırasıy­la Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Lut, Hud, Salih, Musa, Harun, îlyas, Elyesa', sonra Örfi b: Sürveylih b. Efirayim b; Yusuf b. Ya­kub, sonra Yakub'un soyundan Meta oğlu Yunus, sonra Eyyüb b. Zareh b. Amo b. Liyfriz b. İs b. İshak b. İbrahim'dir.

Yalnız bu sıralamanın bazı yerleri üzerinde tartışılabilir. Çünkü meşhur rivayete göre Hud ile Salih, Nuh'tan sonra, bir başka görüşe gö­re de İbrahim'den sonra peygamber olarak gelmişlerdir. Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.

Müfessiıierle tarihçiler ve diğerleri dediler ki: Hz. Eyyüb çok zengin bir insandı. Büyükbaş, küçükbaş hayvanları, köleleri, Havran mıntıka­sında Seniyye denen yerde geniş arazileri, her sınıftan ve her çeşitten malları vardı. Çok sayıda evlada ve büyük bir aşirete sahipti. Gün geldi.. Bütün bunları Cenâb-ı Allah onun elinden aldı. Vücudu, çeşitli hasta­lıklara yakalanarak, türlü belaya müptela olarak imtihan edildi. Vücu­dunda dilinden ve kalbinden başka sağlam bir organı kalmadı. Bu iki or­ganıyla da yüce Rabbini zikredip anıyordu. Bütün bu bela ve sıkıntılar içinde kalmışken yine sabrediyor, her şeyi Rabbinden biliyor ve çareyi yine ondan bekliyordu. Sabah-akşam, gece-gündüz Allah'ı zikredip anı­yordu.

Hastalığı uzun sürdü. Öyleki, yanında oturanlar kendisinden tik­sindiler. Kendisiyle sohbet edecek bir kimseyi bulamaz oldu; ikamet et­tiği beldeden dışarı atıldı; bir çöplüğe bırakıldı; insanlar kendisini yal­nız bıraktılar; karısından başka kendisine şefkat gösteren bir kimse gö­rülmedi. Yalnız o, Eyyüb un hukukuna riayet etti. Kocasının, kendisine yaptığı eski iyilikleri ve önceleri göstermiş olduğu şefkati unutmadı. Ya­nma gidip gelir, ihtiyaçlarını temin eder, def-i hacette bulunmasına yar­dım ederdi. Fakat bir zaman sonra karısının da durumu zayıfladı, malı azaldı ve ücret karşılığında, halka hizmetçilik yapmaya başladı ki, ala­cağı ücretle Eyyüb'ün yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını temin etsin. Allah ondan razı olsun ve onu hoşnud etsin. Çünkü o kadın; malından, çocuk­larından mahrum kalmak, kocasının hastalanması, yoksulluk, önceleri onurlu bir kadınken sonralan halka hizmetçi olmak, mesut ve müreffeh

iken fakirlik ve mahrumiyete maruz kalmak gibi türlü belalara karşı hep sabretmişti. Doğrusu hepimiz Allah'a aidiz ve şüphesiz ki ona dönü­cüleriz.[1]

Bir hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "İn­sanlar içinde en çok belaya uğrayanlar, peygamberlerdir. Sonra salih kimselerdir. Sonra sırasıyla bunlara benzeyenlerdir."

Bir başka hadiste de şöyle buyurulmuştur:

"Kişi dindarlığı oranında belaya maruz kalır. Eğer dinine bağlılığı sıkıysa, uğradığı belalar fazlalaşır."[2]

Uğradığı bütün bela ve sıkıntılar, Eyyüb'ün yalnızca sabır ve tevek­külünü, haindim ve .şükrünü arttırdı. Öyleki onun sabrı ve uğradığı tür­lü belalar, insanlar için örnek teşkil etmiştir.

Mücahidin dediğine göre Hz. Eyyüb'ün yakalandığı hastalık, çiçek hastalığıdır.

Hz. Eyyüb'ün hastalığının ne kadar sürdüğü hususunda farklı gö­rüşler vardır. Vehb b. Münebbih'e göre hastalığı ne fazla ne eksik, tam üç yıl; Enes'e göre ise yedi yıl bir kaç ay sürmüştür. Hastalığı ağırlaşm-ca, Beni İsrail'e ait bir çöplüğe atılmış ve vücudunda bir çok kurtçuklar dolaşmaya başlamış. Nihayet Cenâb-ı Allah onu genişliğe ve ferahlığa kavuşturarak sıkıntısını gidermiş, büyük mükafatlarla.ödüllendirip se­vabını fazlalaştırmış ve onu güzelce övmüştür. Hamid dedi ki: Eyyüb'ün hastalığı on sekiz yıl sürdü. Süddî'nin anlattığına göre vücudundan et­ler parça halinde düşmeye başlamış, bedeninde sinir, damar ve kemik­ten başka bir şey kalmamıştı. Bulunduğu çöplüğe karısı kül getirerek altına serermiş. Bu felaket uzun süre devam edince de Eyyüb'e: «Seni genişliğe kavuşturması için Rabbine dua etsen iyi olmaz mı?» demiş.

Bunun üzerine Eyyüb, karısına şöyle demiş: «Hanım! Yetmiş sene sıhhatli yaşadım. Allah için yedi sene bu hastalığa sabretmem çok mu­dur?» Hz. Eyyüb'ün karısı bu sözlerden ötürü rahatsızlanmış ti. Ücret karşılığında halka hizmet eder, kocasına yiyecek temin edermiş.[3]

Bir zaman sonra, Eyyüb'ün karısı olduğunu bildikleri ve kocasmda-ki hastalığı kendilerine de bulaştıracağından korktukları için insanlar, karısına artık hizmetçilik yaptırmıyor ve aralarına katmıyorlardı. Ka­dıncağız artık kimsenin kendisine hizmetçilik yaptırmadığını görünce, para kazanamayacağından dolayı kendi saç örgülerinden birini kese­rek, bol ve lezzetli yiyecekler karşılığında eşraftan birinin kızma sattı. Aldığı yiyecekleri Eyyüb'e götürdü. Eyyüb, "Bunları nereden buldun?" diyerek sordu. Karısı da halka hizmetçilik yaparak kazandığını söyledi. Ertesi gün olunca, yine kendisine iş verecek bir kimse bulamadı. Bu kez de diğer örgüsünü kesip yiyecek karşılığında sattı. Eyyüb, bunları nere­den bulduğunu sordu. Nereden bulup getirdiğini söyleyinceye kadar da yemeyeceğine yemin etti. Bunun üzerine karısı başını açtı. Karısının saçlarının kesilmiş olduğunu görünce de, Allah'a şöyle bir yakarışta bu­lundu: "Râbbim! Bu dert bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!"

İbn Ebi Hatîm, Abdullah b. .Ubeyd b. Umeyr'in şöyle dediğini riva­yet etti: Eyyüb un iki kardeşi vardı. Bir gün yanma geldiklerinde, fazla derecede koktuğundan Ötürü yanına yaklaşamamış, biraz uzağında durmuşlardı. Biri ötekine şöyle demişti: "Cenâb-ı Allah, Eyyüb'ün bir hayır yaptığını bilseydi, onu böyle bir belaya uğratmazdı."

Eyyüb (a.s.) bu sözden çok rahatsızlanmış ve şöyle demişti: "Alla-hım! Bir yerde aç bir kimse bulunduğunu bildiğim halde bir gece bile ol­sa tok yatmadığımı biliyorsan beni doğrula." Eyyüb'ün doğru konuştu­ğunu söyleyen bir sesin gökten geldiğini o iki kardeşi işittiler. Sonra Eyyüb şöyle dedi: "Allahım! Bir yerde çıplak bir kimse bulunduğunu bil­diğim halde benim iki gömleğim olmadığını (ve mutlaka birini o çıplağa giydirdiğimi) biliyorsan beni doğrula." Eyyüb'ün doğru konuştuğunu söyleyen bir sesin gökten geldiğim o iki kardeşi işittiler. Sonra Eyyüb, secdeye kapanarak şöyle dedi: "Allahım! Senin onuruna yemin ediyo­rum ki, sen bu belayı üzerimden defetmedikçe ben, başımı secdeden kal­dırmayacağım." Evet., hastalığı vücudunu terkedinceye kadar başını secdeden kaldırmadı.

İbn Ebi Hatim ile İbn Cerir Taberî dediler ki: Yunus b. A'la, Enes b. Malik'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söy­ledi: «Allah'ın peygamberi Eyyüb'ün hastalığı on sekiz yıl sürdü. Yakın, uzak herkes onu terketti. Sadece en yakınlarından iki arkadaşı onu ter-ketmediler. Sabah-akşam ona uğrarlardı. (Günün birinde) biri ötekine dedi ki: "Biliyor musun? Vallahi Eyyüb, dünyalarda hiç kimsenin işle­mediği bir günah işlemiştir." Dinleyen arkadaş sordu: "İşlediği günah nedir?" Öteki dedi ki: "Öyle bir günah işledi ki, on sekiz seneden beri Rabbi ona merhamet etmedi ve sıkıntısını gidermedi." Yanına vardıkla­rında, arkadaş, dayanamayıp bunu Eyyüb'e anlattı. Eyyüb da şu karşı­lığı verdi: "Ne dediğini anlamıyorum. Yalnız Cenâb-ı Allah biliyor ki ben, birbirleriyle tartışan iki adama uğrayacağım. Onlar Allah'ı zikre­derler. Ben de evime dönüp Allah hakkında doğru olmayan şeyler söy­lenmesin diye onların günahlarının affı için gerekeni yapacağım."»[4]

Eyyüb (a.s.) def-i hacette bulunmak için dışarı çıkardı. İhtiyacım giderdikten sonra da karısı, yatağına dönünceye dek elini tutup kendi­sine destek olurdu. Bir gün karısı, yanma gelmekte gecikti. Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e bulunduğu yerde vahiy'gönderdi: "Ayağını (yere) vur, iş­ti)

te yıkanacak ve içilecek serin (bir su)."

Karısı da, def-i hacete giden Eyyüb'ün geri gelmediğini, ve geciktiği­ni gördü. Peşine düştü. Kendisine bakmakta olan bir erkek gördü. Er­kek (Eyyüb) de ona yöneldi. Üzerindeki hastalığı Cenâb-ı Allah gidermişti. Hastalanmaz dan önceki halinden de güzel olmuştu. Karısı onu görünce sordu: "Allah ömrünüze bereket katsın. Şu hasta peygam­beri gördünüz mü? Şuna muktedir olan Allah'a yemin ederim ki, onun sıhhatlilik zamanındaki haline senin kadar benzeyen bir adam görmüş değilim!" Eyyüb, "İşte o benim." dedi...

Hz. Eyyüb'ün bili arpa, diğeri buğday olmak üzere iki harmanı var­dı. Cenâb-ı Allah iki bulut gönderdi. Bulutlardan biri buğday harmanı­nın üzerine geldiğinde, taşıracak kadar oraya altın yağdırdı. Diğer bu­lut da arpa harmanının üzerine geldiğinde, taşıracak kadar oraya gü­müş yağdırdı."[5]

îbn Ebi Hatîm, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e Cennet'ten gönderdiği elbiseleri giydirdi. O güzelim elbi­seleri giyen Eyyüb, bulunduğu yerden uzaklaşarak bir tarafta oturdu. Karısı geldi, kendisini tanıyamadı ve "Ey Allah'ın kulu! Az önce şurada bulunan hasta adam nereye gitti acaba? Korkarım ki köpekler, ya da kurtlar onu alıp götürdüler." dedi. Bir saat kadar onunla konuştu, yine de tanıyamadı. Sonunda kocası, "Yazıklar olsun sana.. BenEyyüb'üm !" deyince karısı, "Benimle alay mı ediyorsun, ey Allah'ın kulu?" diye sor­du. Eyyüb yine cevap verdi: "Yazıklar olsun sana... Ben Eyyüb'üm. Al­lah, cesedimi bana geri verdi."

İbn Abbas'm dediğine göre Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e malını ve çocuk­larını aynen geri verdi. Bir o kadarını da ıazladan verdi.

Vehb b. Münebbih'in anlattığına göre Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e şöyle vahyetti: "Aileni ve malım şana geri verdim. Bir o kadarını da fazladan, bahşettim. Şu su ile yıkan. Senin şifa sebebin bu sudadır. Dostların ve arkadaşların için de kurban kes ve bağışlanmalarım benden dile. Çün­kü onlar, senin durumun hakkında bana isyan ettiler."

Yine İbn Ebi Hatîm, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e afiyet verdikten hemen sonra üzerine altın­dan çekirgeler yağdırdı. Yağan altın çekirgeleri eliyle toplayıp elbisesi­nin içine saklıyordu. Kendisine: "Ey Eyyüb! Doymaz mısın-?" diye sorul­du. O da: "Ey Rabbim! Senin rahmetinden kim doyar?" dedi.[6]

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Eyyüb'ün üzerine bol miktarda altından çekirgeler yağdırıldı. Onları avuçlayıp elbisesinin içine bırakıyordu. Kendisine: "Ey Eyyüb! sana verdiklerimiz yetmedi mi?" denildi. O da: "Evet, ey Rabbim! Fakat bunlardan kim vazgeçebilir?" diye cevap verdi.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasulul-lalı (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Bir ara Eyyüb, çıplak vaziyette yıkanıyordu. Üzerine bol miktarda altından çekirgeler yağdı. Onları avuçla toplayıp elbisesinin içine sakla­maya başladı. Onur ve üstünlük sahibi olan Rabbi ona seslenerek sordu: "Ey Eyyüb! Şu gördüğün şeylere ihtiyacın olmayacak kadar seni zengin-leştirmedim mi?" Bunun üzerine Eyyüb: "Doğrudur, ey Rabbim! Ama senin bereketine muhtaç olmamak mümkün değil." cevabını verdi."[7]

Ey Eyyüb! "Ayağınla (yere) vur!" Eyyüb bu ilahî emri yerine getirdi. Cenâb-ı Allah oracıkta kendisi için serin sulu bir pınar fışkırttı. O pına­rın suyuyla yıkanıp o sudan içmesini emretti. Bu emri de yerine getirdi. Allah ta onun vücudundaki gizli-açık bütün acı, elem, hastalık ve illetle­ri giderdi. Bütün bunların yerine ona gizli-açık sıhhat, afiyet, bol mik­tarda mal ve güzellik verdi. Üzerine mal ve servet yağdı. Bol miktarda altından çekirgelerle taltif edildi.

Cenâb-ı Allah, çoluk çocuğunu da kendisine geri verdi. "Ona hem ai­lesini, hem de bir katını vermiştik."

Denildiğine göre Cenâb-ı Allah, onun çocuklarını aynen diriltmiş-tir. Başka bir kavle göre ise yüce Allah, ahirette asıllarını kendisine gös­termek üzere benzerlerini dünyada ona verdi.

Bütün bunları «...Katımızdan bir rahmet ...» olarak ona verdik. Kendi rahmetimizle ondaki sıkıntının şiddetini kaldırdık. Ona acıyıp şefkat ettiğimizve ihsanda bulunduğumuzdan dolayı sıkıntısını gider­dik. «...Ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere...» Yani mal ve beden bakımından imtihana tabi tutulanlara bir öğüt olarak bunu size anlat­tık. Bu gibi kimseler, Allah'ın peygamberi Eyyüb'u örnek alsınlar. Çün­kü Cenâb-ı Allah, Eyyüb'u, onlara verdiğinden daha büyük belalarla imtihan etmiş, ama o, bu sıkıntısı gidinceye kadar hep sabretmiş ve kur­tuluşu Allah'tan beklemişti. Yukarıdaki ayet-i kerimeye dayanarak Eyyüb'ün zevcesinin adının Rahme olduğunu söyleyen kimse, yolunu ve hedefini şaşırmış kimsedir.

Dahhak, îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e gençliğini fazlasıyla geri verdi. Erkekli kızlı, yirmi altı çocuğu oldu.

Hastalıktan kurtulup şifa bulduktan sonra da Rum diyarında Ha-nif dinine bağlı kalarak yetmiş yıl daha yaşadı. Vefatından sonra kav­mi, bu dini değiştirdiler.

«Ey Eyyüb! "Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma." demiştik. Doğrusu, biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu; daima Allah'a yönelirdi.» (sad, 44.)

Bu, yüce Allah'tan kulu ve elçisi Eyyüb'e tanınan bir ruhsattır. Evyüb, karısına yüz sopa vurmaya yemin etmişti. Rivayete göre karısı saç örgüsünü kesip sattığı için Eyyüb onu sopalamaya yemin etmiş. Başka bir rivayete göre karısı, tabip görünümüne bürünen şeytanla karşılaşmış; Şeytan da ona Eyyüb için ilaç adları ve reçeteleri vermiş.. Karısı" da Eyyüb'ün yanma gelerek bu durumu ona haber vermiş. Eyyüb da, bunları ona anlatanın Şeytan olduğunu anlamış. Dolayısıyla ona yüz sopa vurmaya yemin etmiş. Eyyüb şifa bulunca da Cenâb-ı Allah ona bir yemin çözme çaresi olarak yüz adet sap alıp bir demet haline ge­tirmesini ve bu demetle karısına bir defa vurmasını emretmişti. Böylece yemininin gereğini yerine getirmiş olacaktı. İşte bu, Allah'tan korkan ve ona itaat edenler için bir çıkış yolu ve çare idi. Bu çare özellikle onun sabırlı, çilekeş, sadık, dürüst ve iyiliksever karısı için bulunmuştu. Al­lah ondan razı olsun.

Bu ruhsat ve çarenin sebebini Cenâb-ı Allah şöyle açıklıyor: «Doğrusu, biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu, daima Allah'a yöne­lirdi.».

Fıkıhçıların çoğu bu ruhsatı, yemin ve adak konusunda kullanmış­lardır. Diğer fıkıhçılar bu işi daha da genişleterek, "Yeminlerden kur­tulmak için hileler" bölümlerini fıkıh kitaplarında işlemişlerdir. Bu bölümün başına da yukarıdaki ayet-i kerimeyi yerleştirmişlerdir. Bu bölümde garip ve tuhaf şeylerden bahsetmişlerdir,

Taberî ile diğer tarihçiler, Eyyüb peygamberin doksan üç yaşınday­ken vefat ettiğini söylemişlerdir. Daha fazla yaşadığını söyleyenler de vardır.

Vefat ederken oğlu Havmel'e vasiyette bulunmuştur. Kendisinden sonra idareyi oğlu Bişr ele almıştır. İnsanların çoğu bunun Zü'lkifl oldu­ğu inancındadırlar. Doğruyu Allah bilir. Bu oğlu da -bazılarına göre bu da peygamberdir- yetmiş beş yaşındayken vefat etmiştir. [8]

 

Zülkifl'in Kıssası

 

Cenâb-ı Allah, Enbiyâ sûresinde Eyyüb (a.s.)'ün kıssasını anlattık­tan sonra şöyle buyuruyor:

«Ey Muhammed! İsmail, îdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimizin içine aldık; doğrusu, onlar iyilerdendi.» (cl-Enbiyâ, 85-86.)

«Ey Muhammed! Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an. Biz onları ahiret yurdunu düşünen içten bağlı kimse­ler kıldık. Doğrusu, onlar katımızda seçkin, iyi kimselerdendirler. İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi iyilerdendir.» (Sâd, 45-48.)

Kur'ân-ı Kerîm'de bu büyük peygamberlerle birlikte anılması, Zülkifl'in de peygamber olduğuna delâlet etmektedir. Rabbinden onun üzerine salat-ü selâm olsun. Meşhur olan görüş budur. Bazıları onun peygamber değil de salih bir insan ve adaletli bir hakem olduğunu söyle­mişlerdir. Taberî, bu hususta çekimser kalmıştır. Doğrusunu Allah bi­lir. Taberî ile Ebu Nuceyh, Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet etmişler­dir: Zülkifl peygamber değil de salih bir adamdı. Milletine, işlerini gör­meyi, idarelerini yürütmeyi, aralarında adaletle hükmetmeyi tekeffül etti. Ve tekeffül ettiği şeyleri yaptı da. Bu nedenle Zülkifl adını aldı.

Taberî, Mücahid'in şöyle dediğim rivayet eder: Elyesa' yaşlanınca: "Artık yerime bir halef bıraksam da, ben hayattayken halkımın idaresi­ni yürütse ve halka nasıl muamele ettiğini görsem..." dedi. Halkı topla­dı, onlara şöyle dedi: "Şu üç şartımı kim kabul ederse, onu kendime halef tayin edeceğim. Gündüzleri oruç tutacak, geceleri namaz kılacak ve öf­kelenmeyecek."

Halk arasında hor görülen bir adam ayağa kalkarak: "Bu şartları, kabul ediyorum" dedi. Elyesa: "Sen gündüzleri oruç tutacak, geceleri namazı kılacak ve kimseye öfkelenmeyeceksin, öyle mi?" diye sordu. O da "Evet" cevabım verdi. Fakat ö gün, Elyesa, onu reddetti. Ertesi gün yine halka aynı sözlerle hitapta bulundu. Herkes susmuş iken yine o adam ayağa kalkarak, "Bu şartları kabul ediyorum." dedi. Bunun üzeri­ne Elyesa, onu (Zülkifl'i) kendine halef tayin etti.

İblis, buyruğu altında bulunan şeytanlara: "Falan adama (ZülfcüTe) göz kulak olun, onu yoldan çıkarmaya çalışın." diyerek emir verdi. Fa­kat o adam, şeytanların tümünü aciz bırakıp yendi. Bunun üzerine İb­lis, "Siz beni onunla başbaşa bırakın, ben onun hakkından gelirim." de­di. Yoksul ve yaşlı bir adam kılığına bürünerek yanma gitti. Öğleyin is­tirahat uykusuna varmak için yatağına uzanacağı vakitte yanma girdi. Halbuki Zülkifl geceleri uyumaz, sadece öğle aralığında biraz uyurdu, iblis kapıyı çaldı. "Kimsin?" diye sorunca, "Haksızlığa uğramış yaşlı bir adam.." dedi. Zülkifl kapıyı açtı. İblis güya derdini ona anlatmaya başla­dı: "Benimle kavmim arasında bir dava vardır. Bana haksızlık ettiler. Bana şunu, şunu yaptılar...." Konuşmayı uzatarak adamın uyku saatini geçirdi. Zülkifl: "Makamıma gider gitmez senin hakkını onlardan alaca­ğım." dedi ve hemen meclise gitti. Orada hazır bulunanlar arasında o yaşlı mazlumu (!) bulma ümidiyle etrafına bakındı, ama bulamadı. Er­tesi gün yargı meclisine geldiğinde çeşitli dava sahiplerinin davalarını görmeye başladı. Onu bekledi, ama o yine gelmedi. Öğlen vakti istirahat etmek için evine gitti. Yatağa uzanacakken kapı çalındı. "Kim o?" diye sordu. "Haksızlığa uğrayan yaşlı bir adam..." dedi. Zülkifl kapıyı açtı. "Yargı meclisinde bulunduğum zaman yanıma gel demedim mi sana?" diye ona çıkıştı. İblis şû karşılığı verdi: "Efendim, onlar çok murdar insanlardır. Senin makamda oturduğun zaman bana, "Senin hakkını vereceğiz." diyorlar. Sen oradan çıkıp gittikten sonra da hakkımı inkar ediyorlar!" Zülkifl: "Hadi git bakalım. Ben meclise gidince, orada beni bul." dedi. İblis, yine onun uyku saatini geçirmişti. Zülkifl meclise gitti. Onu bekledi, ama o gelmedi. Uyku bastırdı. Uyuklamaya başladı. Adamlarına: Hiç kimseyi bu kapıya yaklaştırmayın da biraz uyuyayım. Çünkü uykudan gözlerim açılmıyor artık." diyerek tenbihatta bulundu. Tam uyuyacağı sırada, İblis, onun istirahat odasının kapısına geldi. Nö­betçi: "Geri dön." dedi. İblis: "Dün de yanma gelmiş, derdimi ona anlat­mıştım." diyerek içeri girmeye çalıştıysa da nöbetçi: "Hayır vallahi kim­seyi yanına yaklaştırmamak için kendisinden emir aldık." diyerek gir­mesine müsaade etmedi. Kapıdan giremeyince, duvarda bir ışık deliği gördü ve oradan içeriye süzülüp akıverdi. Zülkifl'i uyandırmak için de kapıyı arkadan çalmaya başladı. Uyanınca da nöbetçiye: "İçeriye kim­seyi bırakmamanı sana emretmemiş miydim?" diyerek sordu. Nöbetçi: "Doğrudur, ama vallahi hiç kimseyi kapıdan içeri bırakmadım. Baka­lım bu adam nereden senin yanma girmiş?" dedi.

Zülkifl yataktan kalkıp kapının yamna geldi. Kapının kendi kilitle­diği gibi kilitli olduğunu gördü. Ama buna rağmen adam içeride, yanın­da duruyordu işte. Zülkifl onu tamdı ve: "Allah'ın düşmanı değil misin?" diye sordu. İblis de: "Evet.. Her sefer beni yendin. Bütün bunları, seni öf­kelendirmek için yaptım, ama başaramadım."

Allah ona Zülkifl adını verdi. Çünkü o, halkına karşı bir işi tekeffül etmiş ve o işi de yapmıştı.[9]

İbn Ebi Hatîm, Kinane b. Ahnes'in şöyle dediğini rivayet etti: Ebu Musa el- Eş'ari'nin şu minberde şöyle dediğini işittim:" Zülkifl peygam­ber değildi. Ama salih bir adamdı, her gün yüz namaz kılardı. Zülkifl, kendisinden sonra her gün yüz namaz kılacağım ona tekeffül etti ve kıl­dı. İşte bu nedenle Zülkifl adını aldı."[10]

Gelelim Ahmed b. Hanbel'in bu konuda rivayet ettiği hadise.. Esbat b. Muhammed, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.)'dan öyle bir hadis işittim ki, onu sadece bir veya iki defa - yedi de­faya kadar saymış - duymuş olsaydım başkasına nakletmezdim. Rasû-lullah'm şöyle dediğini işittim:

"Kül, îsrailoğullarındandı. İşlediği hiçbir günahtan korkmaz ve çe­kinmezdi. Yanma bir kadın geldi. (Kin), kendisiyle yatması için ona alt­mış dinar verdi. Erkeğin kendi karısıyla yaptığı şekilde o kadının önüne oturunca kadın titreyip ağlamaya başladı. Kafi, "Seni ağlatan nedir? Se­ni zorladım mı?" dedi. Kadın: "Hayır. Ama bu (zina), daha önce hiç yap­madığım bir iştir. Muhtaçlık beni bu işe sürükledi." dedi.

Kifl: "Şimdi bu yaptığım daha önce hiç yapmamış mısın?" dedi. Son­ra da kadının üstünden indi. Ve "Dinarları da alıp git." dedi. Daha sonra Kifl, Allah'a hiç isyan etmedi. Zaten o gece vefat etti. Sabah olduğunda, kapısının üzerine: "Allah, Kifl'i bağışlamıştır." ifadesi yazılmıştı."[11]

Bu gerçekten garip bir hadistir. Senedi üzerinde de tartışılabilir. Sahih de olsa, içinde geçen isim Kifl'dir. Bu, Kur'ân'da geçen Zülkifl'den başka bir adamdır. Doğrusunu Allah bilir. [12]

 

Tümden Helak (Yok) Edilen Ümmetler

 

Bu ümmetlerin helak edilişleri, Tevrat'ın nüzulünden önce olmuş­tur. Bunun ispatı da şu ayettir:

«İnsanlar düşünsünler diye Kitabı, açık belgeler, doğruluk rehberi ve rahmet olarak verdik.» (ci-Kasas, 43.)

Taberî, İbn Ebi Hatim ve Bezzar'm, Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir hadiste ise şöyle denmektedir: «Tevrat'm yeryüzüne indiril­mesinden sonra Cenâb-ı Allah, maymunlara dönüşen kasaba halkın­dan başka hiç bir kavmi ne gökten inen, ne de yerden çıkan bir azab ile helak etmemiştir. Baksanıza, Cenâb-ı Allah ne buyurmuş: "Andolsun ki, Musa'ya, ilk nesilleri yok ettikten sonra kitabı (Tevrat'ı) verdik."

Helak edilen ümmetlerden biri de Ashab-ı Ress'dir. [13]

 

Ashab-I Ress[14] (Ressliler)

 

Bunlarla ilgili olarak Furkan sûresinde Cenâb-ı Allah şöyle buyu­ruyor:

"Ad, Semud milletleri ile Resslileri ve bunların arasında birçok ne­silleri de yerle bir ettik. Her birine misaller vermiştik. Ama dinlemedik­leri için hepsini kırdık, geçirdik. (ei-Furkân, 38-39.)

"Onlardan önce Nuh milleti, Ressliİer, Semud, Ad, Firavun milletle­ri, Lut'un kardeşleri, Eykeliler, Tübba' milleti de yalanlamışlardı. Evet; bunların hepsi peygamberleri yalanlamışlardı da verdiğim söz, aleyhle­rinde gerçekleşmişti." (ei-Kâf, 12-14.)

Bu ve bundan önceki ayet, anılan milletlerin kırılıp yerle bir edil­diklerini kesin bir ifadeyle anlatmaktadır ki o da, onların helak edilmiş olmalarıdır. Bu Kur anî ifadeler, Resslilerin Burûc sûresinde anlatılan hendek sahipleri olduğu görüşünü tercih eden Taberî'nin seçiminin doğru olmadığım göstermektedirler. Zira İbn İshak ve bazı tarihçilere göre hendek sahipleri, Hz. İsa'dan sonra yaşamış bir kavimdir. Bu görüş üzerinde de ihtilaf vardır.[15]

Taberî'nin rivayetine göre İbn Abbas, Resslilerin, Semud kavminin oturdukları kasabalar arasında bulunan bir kasaba halkı olduklarını söylemiştir.[16]

Hafız îbn Asakir, "Tarih'ınin baş taraflarında Şam'ın kuruluşun­dan bahsederken; Ebu'l-Kasım b. Abdullah b. Cerdad'm ve diğer âlimlerin tarihlerinden alıntılar yaparak Resslilerin huzur içinde ol­duklarım anlatmış; Cenâb-ı Allah onlara Hanzele b. Safuan adında bir peygamber göndermiş; fakat onlar, bu peygamberi yalanlayıp öldür­müşlerdi. Ad b. Avs b. İram b. Sam b. Nuh ile oğlu Resslilerden oldular. Ahkaf denen mıntıkaya yerleştiler. Cenâb-ı Allah Resslileri helak etti. Yemen'in dört bir yanma dağıldılar. Ayrıca yeryüzünün her tarafına da dağıldılar. Nihayet Cebron b. Sa'd b. Ad b. Avs b. İrem b. Sam b. Nuh, Şam şehrinin bulunduğu yere geldi; bir şehir kurdu ve kurduğu .şehre de Cebron adını verdi. O şehir, sütunlu İrem şehriydi. Şam'daki kadar, başka hiçbir şehirde çok sayıda taştan sütun yoktur. Cenâb-ı Allah on­lara Hud b. Abdullah b. Rebah b. Halidb. Helud b. Adı peygamber ola­rak gönderdi. Fakat onlar, Hud peygamberi yalanladılar. Bu yüzden yü­ce Allah kendilerini helak etti.[17]

Bu anlatılanlar gösteriyor ki, Ressliİer, Ad milletinden asırlar önce yaşamış bir kavimdirler. Doğrusunu Allah bilir.

İbn Ebi Hatîm'in rivayetine göre îbn Abbas, Ress'in, Azerbay­can'daki bir kuyu olduğunu söylemiştir. Sevrî'nin rivayetine göre İkri-me, Ress'in bir kuyu olduğunu, oradaki halkın da kendi peygamberleri­ni o kuyuya gömdüklerini söylemiştir.[18]

İbn Cüreyc'in rivayetine göre İkrime, Resslilerin, Yemame'ye bağlı Felec kasabasında yaşayan Yasin kavmi olduklarını söylemiştir. Eğer Yasin kavmi iseler, bunlar umumi bir felakete maruz kalarak helak ol­muşlardır. Nitekim onlarla ilgili olarak bir ayet-i kerimede şöyle buyu-ruluyor:

"Sadece tek bir çığlık... o kadar, hemen sönüp gittiler." (Yâsîn, 29.)

Ressliİer, Yasin kavminden başkaları olsalar dahi, yine helak edilip yerle bir edilmiştirler. Her halükârda hakikat, Taberî'nin dediklerine aykırı düşmektedir.

Ebu Bekir Muhammed b. Hasen en- Nekkaş dedi ki: Resslilerin bir kuyuları vardı. Oradan su içer ve tarlalarının tümünü sularlardı. Dav­ranışı güzel olan adaletli bir hükümdarları vardı. Vefat ettiğinde, onun için çok üzüldüler. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra şeytan, ölmüş hü­kümdarlarının kılığına bürünerek onlara göründü ve: "Ben ölmedim. Ama neler yaptığınızı göreyim diye gözünüzden kayboldum." dedi. Halk bu işe çok sevindi. Halka, kendisiyle aralarına perde koymalarını em­retti ve artık hiç ölmeyeceğini onlara söyledi. Çoğu kimse de onun bu sö­züne inanıp fitneye kapıldılar ve ona tapmaya başladılar. Allah kendile­rine bir peygamber gönderdi. Peygamber, hükümdar kılığına bürünen bu şahsın şeytan olduğunu ve perde arkasından kendilerine hitab etti­ğini söyledi. Ona tapmaktan vazgeçmelerini, yalnızca ortaksız olan tek Allah'a kulluk etmelerini emretti.

Süheylî dedi ki: Adı Hanzele b. Safuan olan o peygambere uykuday­ken vahiy gelirdi. Halk ona saldırdı. Onu öldürüp kuyuya attılar. Kuyu­nun suyu çekildi. Önceleri bol bol su içerken susuz kaldılar; ağaçları ku­rudu, ürünsüz kaldılar. Yurtlan harab oldu. Etrafları insanlarla şen-lenmişken bilahare ortalarda kimseler görünmez oldu. Yalnızlığa itildi­ler. Son ferdlerine kadar helak edildiler. Evlerinde, cinler ile vahşi hay­vanlar yaşamaya başladı. Yaşadıkları mahalde cinlerin fısıldaşmasm-dan, aslanların kükremesinden ve sırtlanların ulumalarından başka bir ses duyulmaz oldu.

Taberî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den rivayet ederek Rasûlul-lah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi:

"Kıyamet gününde Cennet'e giren ilk insan, siyahı bir köle olacak­tır. Çünkü Cenâb-ı Allah bir kasaba halkına bir peygamber göndermiş­ti. O siyahı köleden başka ona inanan olmamıştı. Sonra o kasaba halkı o peygambere saldırmış, bir kuyu kazarak onu kuyunun içine atmışlar, sonra da üzerine sert ve ağır bir taş bırakmışlardı. İşte o siyahı köle gi­dip odun toplar, odunları sırtında taşıyarak getirip satar, parasıyla da yiyecek ve içecek satın alırdı. Sonra da o kuyunun yanına gelir, Allah'ın yardımıyla o kayayı kaldırır, yiyecekleriyle içeceklerini kayanın altından kuyuya sarkıtırdı. Sonra da kayayı eski haline getirirdi ve ye­rine yerleştirirdi. Bu durum, Allah'ın dilediği bir süre kadar devam etti. Sonra bir gün, yine her zaman yaptığı gibi odun toplamaya gitti. Odun topladı, demet haline getirip bağladı. Sırtına alacaktı ki, üzerine bir ağırlık çöktü ve uzanıp uyudu. Cenâb-ı Allah uykusunu ağırlaştırdı. Oracıkta yedi yıl uyudu. Uyanıp gerindi. Diğer taraûna döndü, uzandı ve uyumaya başladı. Cenâb-ı Allah yine uykusunu ağırlaştırdı. Yedi yıl daha uyudu. Sonra uyanıp kalktı ve odun demetini sırtına aldı. O sadece gündüzleyin bir saat kadar uyuduğunu sanıyordu. Köye geldi, odununu sattı. Sonra mutad şekilde yiyecek ve içecek satın aldı. Kuyunun bulun­duğu yere gitti. Peygamberi aradı, ama bulamadı. Milleti fikir değiştir­miş, peygamberlerini kuyudan çıkarmış, ona iman etmiş ve onu tasdik etmişlerdi."[19]

Bu hadis mürseldir. Üzerinde tartışılabilir. Taberî, Muhammed b. Kab el-Kurazî'nin sözlerine dayanarak bu kıssayı anlatmıştır. Doğrusunu Allah bilir. Taberî'nin kendisi de bunu reddederek şöyle demiştir: Bu kıssada anlatılanların, Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan Ressliler olduk­larını söylemek doğru olmaz. Çünkü Cenâb-ı Allah, Resslilerin helak edilmiş olduklarım bildirmiştir. Bu hadiste anlatılan kavim, bilahare fikir değiştirerek peygamberlerini kuyudan çıkarmış ve ona iman et­mişlerdir. Fakat inançsız ataları yok edilip helak olduktan sonra kendi­leri bazı olaylarla karşılaşmış ve o nedenle peygamberlerine iman et-mişlerse, buna bir diyeceğimiz yoktur. Doğruyu Allah bilir.

Sonra Taberî, bunların hendek sahipleri (Ashab-ı Uhdud) oldukları Ş, görüşünü tercih etmiştir ki, bu zayıf bir görüştür. Halbuki hendek sa­hipleri, tevbe etmedikleri takdirde, ahiret azabıyla tehdid edilmişler­dir. Helak edildikleri açıkça bildirilmemiştir. Fakat Resslilerin helak edildikleri açıkça bildirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.[20]

 

Yasin Kavmi

 

Bunlar, Yâsîn sûresinde anlatılan şehrin halkıdırlar. Bunlar hak­kında Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur.

«İnsanlara, halkına elçiler gelen kasabaları anlat: Onlara iki elçi göndermiştik; onu yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar: "Biz size gönderildik." demişlerdi. Kasabalılar: "Siz de ancak bi­zim gibi birer insansınız. Rahman da birşey indirmemiştir. Sadece ya­lan söylüyorsunuz." demişlerdi. Elçiler: "Doğrusu, Rabbimiz bizim size gönderildiğimizi bilir; bize düşen ancak apaçık tebliğdir." demişlerdi. Kasabalılar: "Doğrusu, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeç­mezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız Ve bizden size can yakıa bir azab dokunacaktır." demişlerdi. Elçiler: "Uğursuzluğunuz kendiniz dendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır; siz, aşırı giden bir mil­letsiniz." demişlerdi. Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam gelmiş ve şöyle demişti: "Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun." "Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? Siz de ona döneceksiniz." "Onu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar." Doğrusu, o takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum." "Şüphesiz ben Rabbinize inandım, beni dinleyin." Ona, "Cennet'e gir." denince, "Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığı­nı bilseydi!" demişti. Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indir­medik; zaten indirecek de değildik; sadece tek bir çığlık... o kadar, he­men SÖnÜp gittiler.» (Yâsîn, 13-29.)

Eski-yeni bir çok âlimlerden gelen meşhur rivayete göre bu sûrede sözü edilen şehir, Antakya'dır. İbn îshak'm rivayetine göre İbn Abbâs, Ka"bü'l-Ahbar ile Vehb b. Münebbih demişler ki: Antakya'nın, Antikos oğlu Antikos adlı bir kralı vardı; putlara tapardı. Cenâb-ı Allah ona Sadık, Masduk ve Selom adlarında üç elçi gönderdi.

Açıkça anlaşılıyor ki bunlar, Allah'ın elçileriydiler. Katade'nin gö­rüşüne göre bunlar, Hz.İsa'nın elçileriydiler. Aynı görüşü paylaşan Ta-berî de , Şuayb el-Cübaî'nin şöyle dediğim nakleder: İlk iki elçiden biri­nin adı Semon, diğerinin adı da Yuhanna idi, üçüncüsünün adı ise Pols' idi. Halk onları yalanladı. Tabii ki gönderildikleri yer de Antakya şehri idi. Bu, gerçekten zayıf bir kavildir. Çünkü İsa peygamberin üç havariyi elçi olarak göndermesi zamanında ona ilk iman edenler, Antakyalılar olmuştur. Bu nedenle de Antakya, Hrıstiyanlara dokunulmayan dört şehirden biri olmuştur. Bu dört şehir; Antakya, Kudüs, İskenderiye ve Roma'dır. Sonraları İstanbul da bu şehirlere katılmıştır.

Evet, Kur'ân-ı Kerîm'de sözü edilen bu şehrin insanları helak edil­diler. Nitekim elçilerin arkadaşı olan o imanlı kimseyi öldürmelerinden sonra helak edilmiş oldukları kıssalarının son kısmında da bildirilmek­tedir: «Sadece tek bir çığlık... o kadar. Hemen sönüp gittiler.»

Ama şunu da belirtelim ki, Kur'ân'da bahisleri geçen üç elçinin çok önceleri Antakya'ya gönderilmiş olup halk tarafından yalanlanmış ol­maları, dolayısıyla da o inaçsız halkın helak edilmiş olması; bundan sonra Antakya'nın yeniden imar edilip şenlenmesi, Hz. İsa'nın zama­nında da onun gönderdiği elçilere yani Antakyah neslin iman etmiş ol­ması, pek olmayacak bir şey değildir. Yine de doğrusunu Allah bilir.

Kur'ân'daki bu kıssanın, İsa'nın havarîleriyle ilgili olduğunu söyle-. yenlerin bu görüşleri, önce açıklanan sebepler dolayısıyla zayıftır. Kur'ânî ifadelerden açıkça anlaşıldığına göre, sözü edilen elçiler, Allah tarafından gönderilmiş elçilerdir.

İnsanlara: «Halkına elçiler gelen kasabaları anlat: Onlara iki elçi göndermiştik; onu yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar: "Biz size gönderildik." demişlerdi.»

Fakat o şehir halkı, onların da kendileri gibi insanlar olduklarını söyleyerek Allah elçisi olduklarını kabul etmemişlerdi. Kafir ümmetle­rin, peygamberlerine söylediklerinin tıpkısını bunlar da elçilere söyle­mişlerdi. Allah'ın bir insanı, peygamberlikle görevlendirmesini ıraksa-mışlardı. Elçiler de onlara cevaben şöyle demişlerdi: Size gönderilen ilahî elçiler olduğumuzu şüphesiz ki Allah biliyor. Şayet Allah'a karşı yalan söylersek, o bizi cezalandırır ve bizden şiddetli bir intikam alır. «...Bize düşen, ancak apaçık tebliğdir...» Allah katından getirdiğimiz hükümleri size bildirmekle görevliyiz. Allah'tır ki dilediğini doğru yola iletir, dilediğini de sapıklıkta bırakır. Halk: «...Doğrusu, sizin yüzünüz­den uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azab dokunacaktır." demişlerdi»

Elçileri ölüm ve hakaretle tehdid ettiler. Elçiler: «...Uğursuzluğu­nuz kendinizdendir.» Yani uğursuzluğunuzun sebebi sizsiniz^ dediler. Bu uğursuzluk, «...Size öğüt verildiği için mi?...» Size hidayeti anlattığı­mız ve sizi doğru yola davet ettiğimiz için, bizi öl timle ve hakaretle teh­did ettiniz. «...Hayır; siz aşırı giden bir milletsiniz...» Hakkı kabul et­mez ve Hakkı istemezsiniz.

"Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam gelmiş...» Elçilere yardım etmek ve onlara inandığım açıklamak için, «.. .Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yolda­dırlar."» Sizden bir ücret istemeden sizi sırf Hakka davet ediyorlar de­mişti. Sonra onları ortaksız olan tek Allah'a kulluk etmeye çağırmış; Al­lah'tan başka dünyada da ahirette de fayda vermeyen şeylere tapmak­tan onları men'etmiş ve sözünü şöyle sürdürmüştü: Allah'a kulluk et­mediğim ve ondan başka şeylere taptığım takdirde «...Doğrusu, apaçık bir sapıklık içinde olurum!» Elçilere hitaben: «"Şüphesiz ben Rabbinize inandım, beni dinleyin."» demişti. Benim bu söylediklerimi dinleyin ve böyle konuştuğuma da Rabbiniz katında benim için tanıklık edin.

Bazılarına göre bu ayetin manası şöyledir: Ey Milletim! Benim, Al­lah'ın elçilerine açıkça iman ettiğimi duyun! Tam böyle derken onu öl­dürdüler. Kimine göre onu taşlayarak, kimine göre de dişleriyle onun etini koparıp parçalayarak öldürdüler. Kimine göre de hep birden üzeri­ne atılarak onu öldürdüler. İbn İshak'm, İbn Mesud'dan rivayet ederek dediğine göre onu ayakları altına alıp bağırsaklarını dökerek parçala­mış ve Öldürmüşlerdi.

Sevrî'nin, Ebu Miclez'den yaptığı rivayete göre o inanmış adamın adı, Habib b. Merî'dir. Neccarlık (marangozlukla uğraşırmış. Kimine göre dokumacılıkla, kimine göre kunduracılıkla, kimine göre de kumaş ve elbise boyacılığıyla uğraşırmış. O şehrin kenarındaki bir mağarada ibadetle meşgul olduğunu söyleyenler de olmuştur. Doğrusunu Allah bilir.

İbn Abbas(r.a.) demiş ki: Habib Neccar, ağır bir cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Çok sadaka veren bir kimseydi. Milleti kendisini öldür­dü. Ona: «..."Cennet'e gir." denilince...» Allah onu Cennet'e koydu. Cen­net' teki sevinç, neşe ve parlaklığı görünce de, «.. .Keski milletim, Rabbi-min beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bil­seydi!...» Benim inandığıma inanır ve benim kazandıklarımı kazanır­lardı, dedi.

Hayattayken, "Ey Milletim! Elçilere uyun." diyerek kavmine nasi­hat etmişti. Vefatından sonra onlara şu sözleriyle öğüt verdi: "Keşke milletim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlar­dan kıldığını bilseydi!" Kendi gördüğü ilahî ikramları ve elde ettiği mertebelerle kazana, kavminin de görmesini istemişti.[21]

Katade'nin anlattığına göre Cenâb-l Allah, Habib Neccar'm öldürü­lüşünden sonra milletini kınamadı, «...Sadece tek bir çığlık... o kadar, hemen sönüp gittiler.»

"Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik; zaten in­direcek de değildik." Yani onlardan intikam almak için üzerlerine gök­ten bir ordu indirmeye ihtiyacımız da olmadı.

Mücahid ve Katade dediler ki: "Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik." Yani onlara başka elçi göndermedik.

Taberî'nin dediğine göre ayetteki ordu kelimesini, aslî anlamında kabul etmek daha uygun olur. Bence de kuvvetli olan görüş budur. Bu nedenle Cenâb-ı Allah demiş ki: "Zaten indirecek te değildik." Elçileri­mizi yalanlayıp velimizi ve dostumuzu öldürdükleri zaman onlardan in­tikam almak için üzerlerine gökten bir ordu indirmedik. "Sadece tek bir çığlık... o kadar, hemen sönüp gittiler."

Müfessirler dediler ki: Cenâb-ı Allah, onlara Cebrail'i gönderdi. Oturmakta oldukları şehir kapısının iki yanını tuttu. Sonra onlara öyle şiddetli bir ünleyişle ünledi ki; sesleri kısılıverdi, hareketsiz kalıverdi-ler. Gözleri bile açılıp kapanamaz oldu.

Bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, ayette geçen şehir, Antakya şehri değildir. Çünkü ayette anlatılanlar, Allah'ın elçilerini yalanladık­larından dolayı helak edilmişlerdi. Antakyahlarsa, isa'nın elçi olarak kendilerine gönderdiği kimselere uyup iman etmişlerdir. İsa'ya ilk ina­nan şehir halkı, Antakyahlar olmuştur.

Taberanî'nin Hüseyin el-Aşkar kanalıyla Ibn Abbas'tan rivayet et­tiği hadise gelelim. Rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İlkler üçtür: Musa'ya inananların ilki Yuşa'b. Nun'dur. İsa'ya inanan­ların ilki Yasin şehri (Antakya) halkıdır. Muhammed'e inananların ilki de Ebu Talip oğlu Ali'dir." Bu, şahinliği sabit olmayan bir hadistir. Çün­kü rivayet senedinde adı geçen Hüseyin el-Aşkar, Gulat-ı Şia'dandır. Bunu ondan başka rivayet eden birinin olmayışı, bu hadisin tümden za­yıflığına delâlet eder. Doğrusunu Allah bilir. [22]

 

Hz. Yunus

 

Cenâb-ı Allah, Yunus sûresinde şöyle buyurmuştur:

"Bir kasaba halkı inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fay­da versin! İşte Yımus'un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında re­zilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." (Yûnus, 98.)

«Zünnun (Yûnus) hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek gi­derken, kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Fakat sonunda ka­ranlıklar içinde: "Senden başka tanrı yoktur, sen münezzehsin, doğrusu, ben haksızlık edenlerdenim." diye seslenmişti. Biz de ona ce­vap verip onu üzüntüden kurtarmıştık. İnananları işte böyle kurtarı­rız.» (el-Enbiyâ, 87-88.)

«Doğrusu, Yunus da peygamberlerdendir. Dolu bir gemiye kaçmış­tı. Gemide olanlarla karşılıklı kurra çekmişti de yenilenlerden olmuştu; bu sebeple denize atılmıştı. Yenilgiye uğramışken onu bir balık yutmuş­tu. Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı (insanların) yeniden diril-tilecekleri güne (kıyamete) kadar balığın karnında bekleyecekti. Halsiz bir vaziyette onu dışarı çıkardık. Onun için, geniş yapraklı bir bitki ye­tiştirdik. Onu 100.000 veya daha çok kişiye peygamber olarak gönder­dik. Sonunda ona inandılar. Bunun üzerine biz de onları bir süreye ka­dar geçindirdik.» (es-Sârrat, 139-148.)

«Ey Muhammedi Sen, Rabbinin hükmüne kadar sabret, Balık sahi­bi Yunus gibi olma. O, pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti. Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı. Rabbi onu seçip iyilerden kıldı.» (cl-Kalem, 48-50.)

Müfessirlerin anlattıklarına göre Cenâb-ı Allah, Yunus peygambe­ri, Musul'a bağlı Ninova halkına peygamber olarak göndermişti. Yu­nus, Ninovalıları onur ve üstünlük sahibi Allah'a kulluk etmeye çağır­mıştı ama halk onu yalanlamış, küfür ve inatlarında ısrar etmişlerdi. Bu halleri uzun süre böyle devam edince de, Yunus aralarından çıkıp gitmiş; giderken de üçten sonra kendilerine gelecek bir azab ile onları tehdid etmişti.

îbn Mesud, Mücahid, Said b. Cübeyr, Katade ve bir çok selef ulemasıyla halef uleması dediler ki: Yunus, onların aralanndan çıkınca ve onlar da başlanna gelecek olan azabı hakedince Cenâb-ı Allah, kalb-lerine-pişmanlık ve tevbe bıraktı. Peygamberlerine yaptıklarından Ötü­rü nadim olup Allah'a yöneldiler. Canlarına eziyet vermek için de kıldan örülmüş giysiler giyindiler. Sonra yüce Rabblerine feryad-ü figan ile yalvarıp yakardılar. Hayvanlarla yavrularını birbirlerinden ayırdılar. Allah'ın huzurunda boyun büküp meskenet gösterdiler. Erkekler, ka­dınlar, oğullar, kızlar ve analar hep ağlaştılar. îrüi-ufakh hayvanlarla davarlar ve binekler bağrıştılar. Develerle yavruları, ineklerle buzağı­lan, koyunlarla kuzuları böğürüp meleştiler. Çok korkunç bir an yaşa­dılar. Yunus'a yaptıkları haksızlık nedeniyle kendilerine yaklaşmakta olan, karanlık gece parçaları gibi başlarının üstünde dönen azabı, Cenâb-ı Allah kendi gücü, kuvveti, rahmeti ve şefkati ile üzerlerinden kaldırdı. Bu nedenle de buyurdu ki: "Bir kasaba halkı inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin." Yani geçmiş nesillerden olan bir kasaba halkı, yedisinden yetmişine kadar tümüyle iman etmeli değil miydi?

Bu ayet, böyle bir kasaba halkının mevcud olmadığını yani istisna­sız bütün ferdleri iman etmiş bir kasaba halkının mevcud olmadığını gösteriyor. Aksine, durum şu ayette anlatıldığı gibidir:

«Doğrusu, uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasaba halkının var­lıklı kimseleri, onlara: "Biz sizinle gönderilen şeyi inkar ediyoruz" diye. gelmişlerdir.» (Sebc, 34.)

«İşte Yunus'un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." Evet, onlar, yediden yetmişe tüm ferdleriyle birlikte iman etmişlerdi.

Ninovahlârın bu imanlarının kendilerini dünyevî azabtan kurtar­dığı gibi ahirette de kendilerine fayda sağlayıp sağlamayacağı ve uhrevî azaptan kurtarıp kurtarmayacağı hususunda müfessirler muhtelif gö­rüşler beyan etmişlerdir. Kimine göre bu imanları, onlara ahirette de fayda verir. Kimine göre fayda vermez. Allah bilir ya, ayetin akışından da anlaşıldığına göre bu imanlarının ahirette de kendilerine fayda vere­ceği kuvvetle muhtemeldir. Zira Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: "İman et­tikleri zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kal­dırdık."

«Onu 100.000 veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar. Bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar ge­çindirdik.» (es-SSfiat, 147-148.)

Bu dünya hayatında bir süre daha geçindirilmiş olmaları, ayrıca uhrevi azabın da onların üzerlerinden kaldırılmasına mani teşkil et­mez. Onlar kesin olarak en azından 100.000 kişiydiler. Daha fazla ol­dukları hususundaysa ihtilaf vardır. Mehhul'a göre ise 110.000 kişiydiler. Tirmizî'nin rivayetine göre Ubeyy b. Ka'b, "Onu (Yunus *u) 100.000 veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik." mealindeki ayeti Rasûlullah (s.a.v.)'a sormuş, o da; Yunus kavminin 120.000 kişi olduğu­nu bildirmiştir. -

îbn Abbas'm dediğine göre 130.000 kişiymişler. Yüz otuz küsur bin, hatta 140.000 küsur kişi olduklarını îbn Abbas'm söylemiş olduğu, ge­len rivayetler arasındadır.

Said b. Cübeyr ise, 170.000.kişi olduklarını söylemiştir.

Yunus'un, balık tarafından yutulduktan sonra mı yoksa daha önce mi, Ninovalılara peygamber olarak gönderildiği hususunda ihtilaf var­dır. Ya da Yunus'un gönderildiği kavimlerin iki ayrı ümmet oldukları söylenerek bu konuda üç görüş ileri sürülmüştür. Bu görüşler Taberî Tefsiri'nin ilgili bölümünde açıklanmıştır.[23]

Yunus (a.s.), kavminin inkarı nedeniyle öfkelenerek giderken de­nizde seyretmek üzere olan bir gemiye bindi. Gemi yola koyuldu. Seyir halinde olan geminin etrafım dalgalar kuşattı. Dalgalar yükselince, ge­mi sarsılmaya başladı ve içindeki yükleri taşıyamaz hale geldi. Müfes-sirlerin anlattıklarına göre nerdeyse boğulacaklardı. Kendi aralarında kurra çekmeye, kurra kime isabet ederse yükü hafifletmek için- onu denize atmayı kararlaştırmak üzere bir araya gelip kendi aralarında müşaverede bulundular. Kurra çekince, kurra, Allah'ın peygamberi Yunus'a çıktı. Fakat kendini denize atmasına diğerleri müsaade etme­diler. Yeniden kurra çektiler. Kurra, yine Yunus'a çıktı. Kendini denize atmak için elbiselerini çıkarmaya kalktı, ama yine onu bırakmadılar. Kurra çekme işini, üçüncü kez tekrarladılar. Bu defa da kurra ona isa­bet etmişti. Çünkü Cenâb-ı Allah, onun başına büyük bir iş getirmek is­tiyordu. Yüce Allah buyuruyor ki: "Doğrusu, Yunus da peygamberler­dendir. Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide olanlar karşılıklı kurra çek­mişti de yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı. Yenilgiye uğramışken onu bir balık yutmuştu."

Evet; kurra kendisine çılanca onu denize atmışlardı. Cenâb-ı Allah, denizden ona büyük bir balık göndermişti de balık onu yutmuştu. Rab-bi, balığa, Yunus'un etini yememesini, kemiklerini kırıp parçalamama­sını emretmişti. Bunun kendisine rızık olmayacağını bildirmişti. Balık ' onu yuttu. Karnındayken ona bütün denizleri gezdirdi. Yunus'u yutan balığı daha büyük bir balığın yutmuş olduğu da söylenir.

Balığın karnına yerleşince, öldüğünü sanmıştı. Organlarım hare­ket ettirdi; organlarının hareket etmekte olduklarını gördü.. Canlı ol­duğunu anladı, hemen Rabbine secdeye kapanarak şöyle dedi: "Ey Rabbim! Öyle bir yerde sana secde ediyorum ki; benden önce hiç kimse, böy­le bir yerde sana ibadet etmiş değildir."

Balığın karnında ne kadar süreyle kaldığı hususunda görüş ayrılık­ları vardır. Mücahid, Sa'bî'den naklederek dedi ki: Balık onu kuşluk vaktinde yuttu, ama akşamleyin dışarı attı. Katade'nin anlattığına göre üç gün; Cafer es-Sadık'm dediğine bakılırsa yedi gün süreyle balığın karnında beklemiştir. Ümeyye b. Ebi Sait'in şu şiiri de buna tanıklık et­mektedir:

"Sen, kendi lütfunla kurtardın Yunus'u,

Balığın karnında birkaç gece kalmıştı."

Said b. Ebi'l-Hasen ile Ebu Malik, Yunusun balığın karnında kırk gün kaldığını söylemişlerdir. Orada ne kadar kalmış olduğunu en iyi bi­len, elbetteki Allah'tır.[24]

Balık onu yuttuktan sonra tuzlu ve dalgalı denizlerin derinliklerin­de gezdirdi. Yunus, oralarda balıkların Allah'ı teşbih edişlerini duydu. Kumların ve çakılların bile, taneyi ve çekirdeği yaran; göklerle yerin ve ikisi arasındaki şeylerin, toprak altındaki mevcudatın Rabbine teşbih edişlerini de duydu. Onur ve üstünlük sahibi olan, sırları ve fısıldaşma-lan bilen, sıkıntı ve belaları gideren, zayıf ve cılız da olsalar sesleri işi­ten, ince de olsalar gizlilikleri bilen, her ne kadar büyük de olsalar dua­lara icabet eden Allah'ın da bildirdiği gibi tam o esnada ve orada, yani balığın karnında lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile Rabbine yalvarıp yakardı. Evet; konuşanların en doğru sözlüsü, âlemlerin Rabbi ve rasüllerin ilahı olan Allah haber veriyor ki:

"Zünnun (Yunus) hakkında söylediğimizi de an. O, (halkına) öfkele­nerek giderken, kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Fakat so­nunda karanlıklar içinde: "Senden başka tanrı yoktur, sen münezzeh­sin, doğrusu, ben haksızlık edenlerdenim." diye seslenmişti. Biz de ona cevap verip onu üzüntüden kurtarmıştık. İnananları işte böyle kurtarı­rız."

Ayet-i kerimede geçen ve, "Onu sıkıntıya sokmayacağımızı sanmış­tı." cümlesindeki fiili güç yetirme manasına gelebileceği gibi, takdir etme manasına da gelebilir. Bu da meşhur bir lügattir. Nitekim şair demiş ki:

"Şu geçen zaman bir daha geri gelmeyecektir, Kutlusun, takdir ettiğin olur, emir senindir."

"Karanlıklar içinde seslenmişti." İbn Mesud, Amr b. Meymun, Said b. Cübeyr, Muhammed b. Ka'b, Hasen, Katade ve Dahhak dediler ki: Ayet-i kerimede geçen "karanlıklar"dan kasıt; balığın karnındaki ka­ranlık, denizin karanlığı ve gecenin karanlığıdır.

Salim b. Ebi Ca'd dedi ki: Yunus'u yutan balığı bir başka balık yuttu.

İki balığın karnındaki karanlığa gecenin de karanlığı eldendi. Böylece üç karanlık üst üste eklendi. Ayet-i Kerimedeki "karanlıklar" sözüyle buna işaret edilmiştir. Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: «(Yunus) eğer Al­lah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, (insanların) yeniden diriltileçekleri güne (kıyamete) kadar balığın karnında bekleyecekti.» Yani Yunus, ba­lığın karnındayken Allah'ı teşbih etmeseydi, ondan başka tanrı bulun­madığına tanıklıkta bulunmasaydı, boyun eğip Allah'ın varlığını, üs­tünlüğünü itiraf etmeseydi, tevbe edip ona yönelmeseydi, kıyamet gü­nüne dek orada bekleyecekti. İnsanların mezarlarında diriltilecekler! günde, o da balığın karnında diriltilip dışarı çıkarılacaktı.

Başkalarıysa, mezkur ayetin şu manayı ifade ettiğini söylemişler­dir: Eğer Yunus, balığın karnına girmeden önce Allah'ı çok anan, ona itaat eden ve namaz kılanlardan biri olmasaydı, kıyamete dek balığın karnında bekleyecekti.

Taberî'nin de tercih ettiği bu görüşü, Dahhak b. Kays, İbn Abbas, Hasan Basrî, Katade ve diğerleri ileri sürmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel ile bazı sünen sahiplerinin rivayet ettikleri şu hadis de bu görüşü doğru­lamaktadır. Rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), İbn Abbas'a hitaben şöyle demiş: "Ey çocuk, sana bazı kelimeler öğreteceğim: Allah'ı(n hukukunu) koru ki Allah da seni korusun. Allah'ı(n hukukunu) korursan, onu kar­şında bulursun. Genişlikte Allah'ı tanırsan, sıkıntı halinde o da seni tanır.

Taberî, Tefsirinde, Bezzar'da Müsned'inde, Ümmü Seleme'nin kö­lesi Abdullah b. Rafî'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu söyledi: "Cenâb-ı Allah, Yu­nus'u balığın karnında hapsetmek istediğinde balığa şöyle vahyetti: «Yunus'u al, ama onun etini tırmalayıp parçalama, kemiklerini de kır­ma.» Balık onu yutup denizin dibine götürünce, orada bazı sesler duydu. "Bu da ne?" diye kendine sordu. Balığın karnındayken Cenâb-ı Allah ona, "Bu duyduğun-ses, deniz hayvanlarının tesbihatıdır." diye vahyet­ti. Balığın karnında olduğu halde o da-tesbihata başladı. Melekler onun teşbihte bulunduğunu duyduklarında, "Ey Rabbimiz! Tuhaf bir yerden gelen cılız bir ses işitiyoruz (Bu neyin nesi)?" diye sordular. Allah (c.c)'da şöyle cevap verdi: "O, benim kulum Yunus'tur. Bana karşı çıktı, ben de onu. denizdeki bir balığın karnında hapsettim." Melekler: "Her gün, her gece salih amelleri sana arzedilen salih bir kul hâlâ hapiste mi­dir?" diye sorunca, Cenâb-ı Allah "evet" diye cevap verdi. Bunun üzerine melekler Yunus'a şefaatçi oldular da Cenâb-ı Allah, balığa emir verdi; balık ta, Allah'ın buyurduğu gibi, "O hasta haldeyken onu sahile attı."»

Bu anlattığımız hadisin senedi de metni de lafzı da Taberî'ye aittir.[25]

İbn Ebi Hatim, Tefsir'inde, Enes b. Maîik'ten rivayet ederek Rasû-lullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi:

"Peygamber Yunus (a.s.), balığın karnındayken bu kelimelerle dua etmek gerektiğim anlayınca dedi ki: "Allahım! Senden başka tanrı yok­tur. Noksanlıklardan münezzehsin. Doğrusu, ben haksızlık edenlerde­nim." Bu duası, Arş'm altına kadar gitti. Melekler dediler ki:

- Rabbimiz! Çok cılız, ama tanıdık bir ses.. Garip beldelerden geli­yor.

- Bu sesifn sahibini) tanımıyor musunuz?

- Hayır ey Rabbimiz.. Kimdir o?

- Kulum Yunus1 tur.

- Sürekli olarak makbul ameli ve müstecap duası sana arzedilen kulun-Yunus ha? Genişlik zamanında yaptıklarından ötürü merhamet edip de onu beladan kurtarmaz mısın?

-Olur...

Bunun üzerine Cenâb-ı Allah balığa emir verdi de, balık onu ağaçsız boş bir yere attı."

İbn Ebi Hatîm, bu hadisin devamı da bulunduğunu söyleyerek Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini nakletmektedir: 'Yunus, ağaçsız ve boş bir yere atıldı. Cenâb-ı Allah, onun için geniş yapraklı bir bitki bitirdi." Ge­niş yapraklı bitkinin ne olduğu sorulunca da Ebu Hüreyre şu cevabı ver­di: "Kabak ağacıdır. Cenâb-ı Allah onun için yabani dişi oğlaklar da ya­rattı. Oğlaklar, yerdeki haşeratı yiyorlardı. Bitki yetişinceye kadar bu oğlaklar, Yunus'a sabah-akşam süt veriyorlardı."

Bu meseleyle ilgili olarakÜmeyye b. Ebi Salt, bir şiirinde şöyle der:

"Rahmet eseri olarak Allah onun için geniş yapraklı bitki bitirdi.

Eğer Allah mevcud olmasaydı, açlıktan zayıflardı."

"Hasta haldeyken onu boş ve ağaçsız bir yere attık." Yeni doğan civ­civ gibi olup üzerinde tüy diye birşey yokken balığın karnından dışarı atıldı. Anasından yeni doğan bir bebe gibi vücudu pelte haldeydi. "Onun için geniş yapraklı bir ağaç bitirdik." İbn Mesud, İbn Abbas, Süddî ve di­ğerlerinin dediklerine göre bu geniş yapraklı ağaç, kabak ağacıdır.[26]

Bazı âlimler, dediler ki: Cenâb-ı Allah'ın onun için kabak ağacını bi­tirmiş olmasında bir çok hikmetler vardır. Bu hikmetlerden bazıları şunlardır: Kabak ağacının yaprakları son derece yumuşaktır, çoktur, gölgesi de fazladır. İlk çıkışından son demine kadar kabaklar, çiğ veya pişmiş olarak; kabuğuyla, çekirdeğiyle beraber yenir. Kabakta daha birçok faydalar vardır. Dimağı da kuvvetlendirir.

Cenâb-ı Allah'ın Yunus için çölde otlanıp sabah-akşam kendisine süt veren dişi keçiler yaratmış olduğuna dair Ebu Hüreyre'nin söyledik­lerini daha önce nakletmiştik. Bütün bunlar, Allah'ın Yunus'a olan rahmet, in'am ve ihsanının eseridir. Bu sebeple Cenâb-ı Allah buyur­muş ki: "Biz de ona cevap verip onu üzüntüden kurtarmıştık." İçinde bu­lunduğu darlıktan ve sıkıntıdan kurtarmıştık, "İnananları işte böyle kurtarırız." Bize dua edip bizden eman dileyen ve bize sığınan herkese böyle yaparız.

Taberî'nin rivayetine göre Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle demiştir: Rasû-lullah (s.a.v.)'m şöyle dediğini işittim:

"Allah'ın adıdır ki onunla dua edildiğinde dua kabul buyurulur, onunla bir dilekte bulunulduğunda dilek, yerine getirilir. (Bu dediğim) Yunus b. Meta'nın duasıdır. Dedim ki, "Ya Rasûlallah, bu sadece Yu­nus'a mı yoksa bütün Müslümanlara mı mahsustur? Buyurdu ki: Bu ad­la dua ettiklerinde bu özel olarak Yunus'a, genel olarak ta mü'minlere mahsus olur. Cenâb-ı Allah'ın şu sözünü duymadın mı?: "Nihayet ka­ranlıklar içinde (kalıp): "Senden başka tanrı yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin. Doğrusu, ben haksızlık edenlerdenim." diye yalvardı: Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz, ina­nanları böyle kurtarırız."»

Bu kelimelerle dua edenlerin duasını kabul buyuracağına dair Al­lah'ın şartı vardır."[27]

İbn Ebi Hatîm'in rivayetine göre Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle demiştir: RasûluUah (s.a.v.) buyurdu ki: "Yunusun duasıyla duada bulunanların duaları kabul buyurulur."

Bu iki rivayet, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan gelmektedir. Ayrıca bunlar­dan daha güzel olan üçüncü bir rivayet vardır: Ahmed b. Hanbel, Sa'd b. Ebi Vakkas'm şöyle dediğim rivayet eder: «Mescitte Osman b. Affan'a uğradım, selam verdim ama selamımı almadı, bana tuhaf tuhaf baktı. Hattab oğlu Ömer'e gittim: Ey mü'minlerin emiri! İslâm'a birşey mi ol­du? diye sordum. Hayır, ne var? dedi. Ben de dedim ki: Pek birşey olduğu yok. Yalnız az önce mescitte Osman'a uğradım. Selam verdim; bana tu­haf tuhaf baktı ve selamıma karşılık vermedi. Ömer, Osman'a birini göndererek yanına çağırttı. Yanına geldiğinde: "Kardeşin (Sa'd)m sela­mını almana engel olan sebep neydi?" diye sordu. "Hayır, böyle birşey yapmadım" dedi. Ben de, "Yaptı." dedim. Nihayet yemin etti, ben de ye­min ettim. Sonra yaptığını hatırladı ve tevbe estağfurullah diyerek söze başladı! "Evet.. Doğrusu, az önce bana uğradın. Yanıma geldiğin sırada, RasûluUah (s.a.v.)'dan duymuş olduğum bir sözü kendi kendime tekrar­lıyordum. And olsun ki o sözü her hatırladığımda, gözüme ve kalbime perde çekilir (Hiç birşeyi görmem, hiç birşeyin farkında olmam.)"

"O sözü ben sana bildireyim." dedim. Rasûlullah (s.a.v.) bize bir duanın baş kısmını anlattı. Sonra bir Arabî gelerek onu meşgul etti. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.), oturduğu yerden kalktı, ben de peşine takıldım. Beni geçip geride bırakmasından korktum. Ayağımı yere vurdum. Dönüp baktı, "Kim o, Ebu İshak (Sa'd) mı?" diye sordu. Ben de, "Evet Ya Rasûlallah" dedim. "Ne var?" dedi. Ben de şöyle dedim: "Vallahi birşey yok. Yalnız bize bir duanın baş kısmım anlattın. Sonra bir Arabî gelip seni meşgul etti de..." Cevaben buyurdu ki: "Evet.. O, Zünnun (Yu­nussun balığın karnındayken yapmış olduğu duadır: «Senden başka tanrı yoktur. Sen noksanlıklardan uzaksın, münezzehsin. Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim." Bir Müslüman her hangi bir iş için bu şe­kilde dua ederse, duasına mutlaka cevap verilir.»[28]

 

Hz. Yunus'un Fazilet Ve Üstünlüğü

 

"Doğrusu, Yunus da peygamberlerdendir." Cenâb-ı Allah, Nisa ve En'âm sûrelerinde onu, yüce peygamberler arasında anmıştır. Hepsine en yüksek salat-ü selâmlar olsun.

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu İd: «Bir kulun, ben Meta oğlu Yunus'tan da­ha iyiyim demesi yakışık almaz.»[29]

Buharî, İbn Abbas'tan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle bu­yurduğunu söylemiştir: «Bir kulun, ben Meta oğlu Yunus'tan daha iyi­yim demesi yakışık almaz.»[30]

Taberanî, îbn Abbas'tan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Bir kimsenin, Allah katında ben Meta oğlu Yunus'tan daha iyiyim demesi yakışık almaz."

"Hayır, dünyada Musa'yı seçen (Allah)a andolsun M..." diyen Yahu­di'yi tokatlayan bir Müslümanm hikayesinin son kısmında Buharî şöy­le demiştir: «Ben, Meta oğlu Yunus'tan daha üstün bir kimse bulundu­ğunu söylemem.»[31]                                      

Bazı hadislerinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlar­dır:

«Bir kimsenin beni, Meta oğlu Yunus'tan üstün tutması yakışık al­maz.»

«Beni peygamberlerden ve de Meta oğlu Yunus'tan üstün tutma­yın.»

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, diğer nebi ve mürsellere olan tevazuundan dolayı böyle demiştir. [32]

 

Hz. Musa

 

Musa, Kahisoğlu îmran'm oğludur. Kahis, Lavioğlu Azir'in oğlu­dur. Lavi de, İshak oğlu Yakub'un oğludur. İshak ise, İbrahim peygam­berin oğludur. Cenâb-ı Allah, Musa (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur:

«Ritab'da Musa'yı da an. Çünkü o, içi temiz (bir insan)dı ve gönderil­miş bir peygamberdi. Ona Tur'un sağ tarafından seslendik ve onu, (ken­disiyle) özel konuşmak için (bize) yaklaştırdık. Ona, rahmetimizden do­layı kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan ettik.» (Meryem, 51-53.)

Cenâb-ı Allah, Musa'yı Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde anmıştır. Onun kıssasını, fazla uzatmadan Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde an­latmıştır. Allah izin verirse burada kitaptan, sünnetten, selef ulema-sıyla diğerlerinin anlattıkları israiliyat haberlerinden nakiller yapa­rak, Musa'nın yaşantısını başından sonuna kadar anlatmaya çalışaca­ğız. Her hususta güvencimiz ve dayanağımız Allah'tır. O buyurmuş ki:

«Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, »

«Tâ-sîn-mîm. Bunlar, apaçık kitabın ayetleridir. İnanan bir kavim için Musa ile Firavun'un haberinden bir parçayı, doğru olarak sana oku­yacağız: Firavun o yerde ululandı. (Zorbalığa kalktı). Halkım çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi (İsrailoğullarım) zayıflatıyor, oğullarım kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozguncular­dandı. Biz de istiyorduk ki o yerde zayıflatılanlara lütfedelim, onları ön­derler yapalım, onları (ötekilerin mülküne) mirasçı kılalım. Ve onları o yerde (Mısır'da ve Şam'da) hakim kılalım. Firavun'a, Haman'a ve asker­lerine, onlardan (yani İsrailoğullan yüzünden başlarına gelmesinden) korktukları şeyi gösterelim.» (el-Kasas, 1-6.)

Cenâb-ı Allah, yukarıdaki ayetlerde Musa'nın kıssasını Özetle veri­yor, sonra da genişçe açıklıyor. Musa ile Firavun'un haberini peygambe­ri Muhammed (s.a.v.)'e doğru olarak okuduğunu bildiriyor. Öyleki, bu ayetleri duyan, Musa ile Firavun arasında cereyan eden hadiseleri ayan beyan görmüş gibi olur.

"Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı). Halkını çeşitli grupla­ra böldü." Azıp serkeşlik etti, dünya hayatım ahirete tercih etti. Yüce Rabbe itaatten yüz çevirdi, halkını gruplara ayırdı, bir grubu (İsrail oğullarını) zayıflatıyordu. İsrailoğullan, Yaküb peygamberin soyundarıdırlar. O zaman, yeryüzünün en iyi ve en seçkin insanlarıydılar. Cenâb-ı Allah onlara; zalim, zorba, kafir ve ahlaksız bir hükümdarı (Fi-ravun'u) musallat etti. Onları köleleştiriyor; en düşük mesleklerde ve en kötü işlerde çalıştırıyordu. Bu da yetmezmiş gibi, "Oğullarını kesi­yor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi."

Onu bu kötü işleri yapmaya iten sebep şuydu: îsrailoğullan, İbra­him peygamberden kendilerine ulaşan haberleri kendi aralarında oku­yup inceliyorlardı. Bu haberlerden biri de; İbrahim soyundan bir çocu­ğun doğacağı ve Mısır kralının ölümünün de o çocuğun eliyle olacağı ha­beri idi. Allah bilir ya bu da, İbrahim (a.s.)'in zevcesi Sâre'nîn Mısır ül­kesinden geçmekteyken Firavun'un ona kötülük yapmak istemesi ve Allah'ın da onu Firavun'dan korumasından sonra bir müjde olarak Al­lah tarafından haber verilmişti. Bu müjdeyi İsrailoğulları'nm hepsi bili­yorlardı. Mısırlı kiptiler de bunu kendi aralarında söyleşmeye başla­mışlardı. Bunu haber alan Firavun, meseleyi bazı kumandanlarına ve maiyet erbabına, bir gece sohbetinde açtı. O anda da, başına bela olacak çocuğun dünyaya gelip yaşamasından kurtulmak için, İsrailoğulları­nın yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretti; ama tedbir, onu kaderin hükmünden kurtaramayacaktı!

Süddâ'nin anlattığına göre Firavun, şöyle bir rüya görmüş: Kudüs taraflarından bir ateş gelerek Mısır'ın evlerini ve Kıptîlerin tamamını yakmış. Yalnız bu ateş, îsrailoğullanna zarar vermemiş... Uykudan uyanınca Firavun, bu rüyadan dolayı ürküp dehşete kapılmış. Kahinle­ri, rüya yorumcularını ve büyücüleri etrafına toplamış, bu rüyadan ne anladıklarını onlara sormuştu. Onlar da şu cevabı vermişlerdi: İsrailo-ğullarından bir oğlan doğacak. Mısırlıların helaki onun eliyle olacak­tır... Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullannın yeni doğan oğullarının öldürülmesini, kızlarının da hayatta bırakılmasını emretmişti. İşte bu sebeple Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Biz de istiyorduk ki, o yerde zayıfl atıl ani ar a (İsrailoğull arma) lütfedelim, onları önderler yapalım. Onları (ötekilerin mülküne) mirasçı kılalım ve onları o yerde (Mısır'da ve Şam'da) hakim kılalım. Firavun'a, Haman'a ve askerlerine, onlardan (yani İsrailoğulları yüzünden başlarına gelmesinden) korktukları şeyi gösterelim." Yani güçsüzü güçlü, aşağılanmışı onurlu, ezilmişi de ezen kılalım. Bütün bunları, îsrailoğulları gördüler. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Hor görülün kavmi, bereketlendirdiğimiz yerin doğuları­na ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin îsrailoğullanna verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık yerine geldi."» (cl-A'rsf, 137.)

«Ama biz Firavun ve adamlarını bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. Böylece oralara İsrailo-ğullarım mirasçı kıldık. (eş-Şuarâ, 57.59.)

Bununla ilgili tafsilat, yerinde verilecektir, inşaallah. Demek istediğim şu ki Firavun, Musa'nın yaşamaması için gerekli bütün tedbirleri aldı. Adamlarıyla ve ebelerle gebe kadınları kontrol ettirdi. Kontrolcü-ler, gebe kadınların ne zaman doğuracaklarını tespit ediyorlardı. Oğlan doğuran kadının çocuğunu, o cani kontrolcüler hemen kesip boğazlıyor­lardı.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Firavun, îsrailoğulla-rının sadece güçlerini kırmak, onlarla savaşacak olursa kendisine karşı direnmelerini Önlemek için, doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretmişti.

Bu görüş üzerinde tartışılabilir. Daha doğrusu bü yanlış bir görüş­tür. Halbuki Musa (a.s.), peygamber olarak Firavun kavmine gönderil­dikten sonra Firavun, îsrailoğullannm yeni doğan erkek çocuklarının Öldürülmelerini emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Musa katımızdan onlara gerçeği getirince: "Onunla beraber iman etmiş kimselerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın." dediler.»(el-Mü'min, 25.)

Bu nedenledir ki îsrailoğuîları, Musa'ya şöyle demişlerdi: "Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik." (ei-A'râf, 129.)

Doğrusu şu ki Firavun, Musa'nın varlığından kurtulmak için, îsrailoğullarının erkek çocuklarının öldürülmesini daha önceleri em­retmiştir.

Evet, işte böyle.. Kader ona diyordu ki: Hakimiyet alanının genişli­ğine, gücünün fazlalığına, askerlerinin çokluğuna aldanan ey zorba hü­kümdar! Kaderine muhalefet edilemeyen, gücüne karşı direnilemeyen, kuvvetine karşı konulamayan Yüce Allah hüküm verdi ki: Kendisinden sakınmakta olduğun, ona karşı duyduğun korku nedeniyle sayılamaya­cak kadar erkek çocuk öldürdüğün yeni doğmuş çocuk (Musa), mutlaka senin konağında, senin yatağında gelişip büyüyecek, evindeki yiyecek ve içeceklerinle beslenecektir. Onu evlat edinip yetiştirecek ve esirgeye­cek olan da sen olacaksın. Ama onun varoluşunun sırrım ve manasını kavrayamayacaksın. Sonra dünya ve ahiretteki helakin, onun eliyle olacaktır. Çünkü sen, onun sana getireceği Hakka muhalelefet edecek­sin. Ona vahyedilen şeyleri yalanlayacaksın. Sen ve diğer insanlar, gök­lerle yerin Rabbinin; dilediğini yapan, güçlü, kuvvetli, büyük azab sahi­bi ve karşı konulamayan bir iradenin sahibi olduğunu bilesiniz, diye se­nin helakin, onun eliyle olacaktır!

Bazı müfessirîerin anlattıklarına göre, erkek çocuklarının öldürül­mesi dolayısıyla İsrailoğullannın sayılarının azalmakta olduğunu gören Kiptiler (Mısır yerlileri), Firavun'a çıkarak şikayetlerini arzetti-ler ve İsrailoğullannın küçük oğullarının öldürülmesi nedeniyle ileride, yetişmiş erkeklerinin de tükenip yok olacaklarından, dolayısıyla onla­rın gördükleri ağır işleri kendilerinin yapmak mecburiyetinde kalacaklarından endişe duyduklarını Firavun'a bildirdiler. Bunun üzerine Fi­ravun, İsrailoğullannın yeni doğan erkek çocuklarının bir sene öldürül­mesi, bir sene Öldürülmem esi emrini verdi. Harun (a.s.), çocukların öl­dürülmedikleri senede doğmuştu, ama Musa, çocukların öldürülme emrinin geçerli olduğu senede doğmuştu. Anası sıkıntı çekmiş, endişe-lenmişti. Gebe kaldığı günden sonra tedbir almaya başlamıştı. Hamile­liğini belli etmemeye çalışıyordu. Musa'yı doğurunca da, onu bir tabuta koyması için kalbine ilham doğdu. Tabuta bir ip bağladı. Evi de Nü kıyı-smdaydı. Çocuğunu emziriyordu. Bir kimsenin gelip görmesinden korktuğu zaman, çocuğu tabuta koyuyor, tabutu nehire bırakıyor, ipin ucunu da elinde tutuyordu. Gelenler oradan uzaklaşınca da tabutu yine yanma çekiyordu. Yüce Allah buyuruyor ki:

«Musa'nın annesine vahyettik ki: "Onu emzir, başına birşey gelme­sinden korkuyorsan (bir sandık içinde) onu denize (Nil'e) bırak. Kork­ma, üzülme, Biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız." Nihayet onu Firavun ailesi aldı ki, kendilerine bir düşman ve başlarına bir dert olsun. Gerçekten Firavun, Haman ve askerleri ya-nılıyorlardı. Firavun'un karısı (çocuğu sandıktan çıkarınca: "Bana da, sana da göz bebeği olacak çok sevimli bir çocuk). Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlat ediniriz." dedi. (Onu almakla hata ettiklerim) anlamıyorlardı.» (cl-Kasas, 7-9.)

Ayet-i kerimede geçen vahiy kelimesi, ilham ve irşad anlamında bir vahiydir. Nitekim buna örnek olarak bîr diğer ayet-i kerimede şöyle bu-yurulm aktadır:

"Rabbin bal arısına (şöyle) vahyetti: "Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan ev edin! Sonra her çeşit meyvalardan ye de Rabbinin yollarında boyun eğerek yürü!" Onun karınlarından, renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar..." (cn-Nahl, 68-69.)

Bu ayetlerde geçen vahiy, İbn Hazm ile bazı kelamcıların iddia et­tikleri gibi peygamberlik vahyi değildir. Doğru olan, bu ayetlerde geçen vahyin, ilham ve irşad anlamında kullanılmış olmasıdır. Bunun böyle olduğunu, Ebü'l- Hasen el-Eş'arî de ehl-i sünnet vel-cemaatten naklet­miş tir.

Süheylî'nin dediğine göre Musa'nın anasının adı, Ayariha'dır. Aya Ziht olduğunu söyleyenler de vardır. Söylenmek istenen şudur ki, Mu­sa'nın annesine yol gösterildi, onu tabuta koyup Nil'e bırakma düşünce­si aklına bırakıldı.'Korkmaması ve tasalanmaması için, kalbine telki-nat yapıldı. Denildi ki: Çocuğun gitse de, ileride Allah onu sana geri ve­recek, onu kitap sahibi bir peygamber kılacak, dünyada ve ahirette sözü geçecektir.

Anası, kendisine emredileni yaptı. Musa'nın içinde bulunduğu ta­butu bir gün yine Nil'e salıverdi, ama tabutun ipini kıyıya bağlamayı unuttu". Sular, tabutu alıp Firavun'un kıyıdaki evinin önüne bıraktılar. «Nihayet onu, Firavun ailesi aldı ki kendilerine bir düşman ve baş­larına bir dert olsun."

Bazıları dediler ki: Ayet-i kerimede geçen fiilinin başında­ki lam harfi, takibiye lamıdır. Bu eğer fiiline müte­allik ise doğrudur. Ama eğer cümlenin ifade ettiği manaya müteallik ise, diğer lamlar gibi taliiiye olur. İlleti bildirir. O zaman ayetin manası şöyle olur: "Firavun ailesi, kendilerine bir düşman ve başlarına bir dert olsun diye Nil'deıı çıkarmaya hazırlandılar." Doğru olan manayı, Allah daha iyi bilir. Bu ikinci takdiri, şu ayet-i kerimede teyid ediyor: «Gerçek­ten Firavun, (onun kötü veziri) Haman ve askerleri yanılıyoıiardı." Doğru yolda olmadıklarından dolayı da ceza, azab ve pişmanlığı hakket­tiler.

Müfessirlerin anlattıklarına göre Firavun'un sarayındaki cariye­ler, onu kilitli bir sandık içinde Nil'den çıkarıp aldıklarında, tabutun kapağını açmaya cesaret edememişler, olduğu gibi getirip Firavun'un karısı Asiye'nin önüne bırakmışlardı. Asiye, Yusuf'peygamber zama­nında Mısır Firavunluğu yapan Reyyan b. Velid'in oğullarından Abidin oğlu Müzahim'in kızıdır. Asiye'nin, İsrailoğullarından;ve Musa'nın aşi­retinden olup, hatta Musa'nın halası olduğunu söyleyenler de vardır. Bunu, Süheylî nakletmiştir. Doğrusunu Allah bilir.[33]

İleride İmran kızı Meryem'in kıssasını anlatırken Asiye hakkında­ki övgüleri ve her ikisinin de Cennet'te Rasûlullah (s.a.v.)'m zevceleri olacakları da anlatılacaktır.

Tabutun kapağını açıp Musa'nın üzerindeki örtüyü kaldırınca, yü­zünün nebevi nurlarla ve kendisine özgü bir heybetle parlamakta oldu­ğunu gördü. Görünce de onu sonsuz bir şevkle sevmeye başlamıştı. Fira­vun, yanına gelip de "Bu da nesi?" deyip çocuğun öldürülmesini emre­dince Asiye, çocuğu savunmuş ve kendisine bağışlanmasını dileyerek "(Ey Firavun), benim için de, senin için de bir göz bebeği!" demişti. Fira-vun'sa; "Senin için belki, ama benim için hiç te öyle değildir." Yani be­nim bu çocuğa ihtiyacım yoktur, demişti. Zaten insanın başına ne bela gelirse, hep dilinden gelir! Ama karısı Asiye, "(Bu çocuğun) belki bize faydası dokunur." demişti. Bu sebeple de Cenâb-ı Allah onu, Musa'dan umduğu faydaya kavuşturdu. Şöyle ki: Dünyada Musa sebebiyle doğru yolu buldu. Ahirette de onun sebebiyle Rabbi kendisim Cennetine yer­leştirdi, "Ya da onu (Musa'yı) evlat ediniriz." demişti. Firavun ailesinin hiç çocukları olmamıştı. Böyle yaparken, yani Musa'yı Nil'den çıkarıp evlerine alırken onlar, Cenâb-ı Allah'ın Firavun ile askerlerine karşı hazırladığı azap ve intikamın "farkında değillerdi."

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Musa'yı Nil'den çıka­rıp saraya getiren, Firavun'un kızı Derbete'dir. Firavun'un erkek çocu­ğu hiç yoktu. Fakat böyle demekle onlar, Allah'ın kitabına karşı yalan-yanlış şeyler söylemiş olmaktadırlar. Zira Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: "Musa'nın anası, gönlü bomboş sabahı etti. İnananlardan olması için kalbini pekiştirme sev dik, neredeyse saraya alman çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı. Musa'nın ablasına: "Onu izle." dedi. O da, kimse farkına varmadan, Musa'yı uzaktan gözetledi. Önceden, sütan­nelerin memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası: "Size' si­zin adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?" dedi. Böylece onu, annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye, ona geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler." (el-Kasas, 10-13.)

îbn Abbas, Mücahid, îkrime, Said b. Cübeyr, Ebu Ubeyde, Hasen, Katade, Dahhak ve diğerleri dediler ki: "Musa'nın anası, gönlü bomboş sabah etti." Yani kalbinde dünya işlerine yer kalmamış, Musa'dan baş­ka birşeyi düşünemez olmuştu. "Neredeyse, saraya alman çocuğun ken­di oğlu olduğunu açığa vuracaktı." "İnananlardan olması için kalbini pekiştirnıeseydik." böyle bir açıklamayı yapacaktı. "Musa'nın ablasına: "Onu izle." dedi. Haberini bana ulaştır, diye emir verdi. "O da Musa'yı uzaktan gözetledi." Onunla ilgileniyormuş gibi yaparak, uzaktan uzağa onu gözetledi. Ama "Onlar (Firavun'un sarayındakiler) bunu farkede-mediler." Çünkü Musa (a.s.), Firavun'un sarayına alındıktan sonra onu emzirmek istediler. Ne bir kadının memesini emdi, ne de yiyecek yedi. Ona ne yapacaklarını bilemediler, şaşıp kaldılar. Her imkanı kullana­rak ona birşeyler yedirmek istediler, ama Cenâb-ı Allah'ın da bildirdiği gibi o, yemedi: "Önceden sütannelerin memesini kabul etmemesini sağ­ladık." Onu ebeler ve bakıcı kadınlarla birlikte, kendisini emzirebilecek birini bulmaları için çarşıya gönderdiler. Bunlar bir ara çarşıda dur­muşlar, halk da meraklı bakışlarla Musa'ya eğilip bakmaktayken Mu­sa'nın ablası onları görüp yanlarına geldi; onu tanıdığım belli etmedi. "Size, sizin adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?" dedi. Onlar da: "Bu ev halkının ona iyi davranacaklarım ve ona şefkatle bakacaklarını nereden biliyorsun?" diye sordular. O da: "Kralın buna sevineceğini bildiklerinden ve ondan fayda umdukların­dan dolayı böyle yapacaklardır." dedi.[34]

Bunun üzerine Musa'nın ablasıyla birlikte o görevli kadınlar Mu­sa'nın anasının evine gittiler. Anası onu kucağına alıp emzirmeye başla­yınca Musa, onun memesini ağzına alıp emmeye başladı. Görevli kadın­lar buna çok sevindiler. Müjdeci, bunu Asiye'ye bildirmeye gitti. Asiye, Musa'nın annesini saraya çağırdı ve sarayda kendisinin yanında kalmasını istedi. Ona iyi davranacağım da söyledi. Fakat Musa'nın annesi: "Kocam ve çocuklarım var.. Ben bunu yapamam. Ancak çocuğu evime götürmemi kabul ederseniz orada onu emziririm." diyerek sarayda kal­mayı kabullenmedi. Bunun üzerine Asiye, ister istemez Musa'yı anne­siyle beraber evine gönderdi, çocuğu emzirmesine karşılık ona maaş bağladı. Nafakalar, giysiler ve bağışlar ihsan etti.

Anası, Musa'yı tekrar evine götürdü. Kopan bağlarım Allah yeni­den birbirine bağladı.[35] Nitekim yüce Allah buyurdu ki: «Böylece onu an­nesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah'ın verdiği sözün gerçek oldu­ğunu bilsin, diye ona geri çevirdik; Fakat çoğu bilmezler." Onu anasına geri vereceğimize ve onu peygamber kılacağımıza söz vermiştik. Onu geri vereceğimize dair sözümüzü yerine getirmekle, peygamber kılaca­ğımıza ilişkin va'dimizin gerçekliğini de ispatlamış olduk.

Cenâb-ı Allah, bir gece Musa ile konuşurken, bütün bu iyilik ve ih­sanlarını ona hatırlatmış ve şöyle demişti: "Ey Musa! Sana başka bir de­fa da iyilikte bulunmuş ve annene vahyedilmesi gerekeni vahyetmiştik. Musa'yı bir sandığa koy da suya bırak. Su, onu kıyıya atar; bana da, ona da düşman olan biri onu alır. Ey Musa! Gözümün önünde yetişesin, diye seni sevgili kıldım.» (Tâ-Hâ, 37-39.)

Musa'yı her gören, onu mutlaka sevmeye başlardı. Katade ile bir­den fazla selef uleması dediler İd: Musa'nın en nefis yiyecekleri yiyebil­mesi, en şık elbiseleri gij^ebilmesi için Cenâb-ı Allah onu sevimli kılmış­tı. Cenâb-ı Allah da onu muhafaza ederek ve başkasının yapamayacağı şeyleri takdir ederek bu nimetleri ona ihsan etmişti: «Kızkardeşin, Fira­vun'un sarayına giderek: "Ona bakacak birini size göstereyim mi?" di­yordu. Böylece, annen üzülmesin, sevinsin, diye seni ona iade etmiştik. Sen bir cana kıymış tın, seni üzüntüden kurtarmış ve seni bir çok musi­betlerle denemiştik.» (Ta-Hâ, 40.)

Musa'nın, denenmek için karşılaştığı musibetlerle ilgili açıklama­ları, Allah dilerse bu bölümden sonra vereceğiz. Her hususta güvenci­miz ve dayanağımız odur.

"Musa, güçlülük (ve olgunluk) çağına gelip olgunlaşmca, ona hik­met ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükafatlandırırız. Musa, hal­kının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi. Biri kene1: adamların­dan, diğeri de düşmanlarından olan iki adamı döğüşür buldu. Kendi ta­rafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa, düş­manını iter itmez ölümüne sebep oldu. "Bu şeytanın işidir; çünkü o, apa­çık saptıran bir düşmandır." dedi. «Musa: "Rabbim! Doğrusu, ben kendi­me yazık ettim, beni bağışla," dedi. Allah da onu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir.»

«Musa: "Rabbim! Bana verdiğin nimete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım" dedi.» (ei-Kasas, 14-17.)

Cenâb-ı Allah onu kendisine geri vermekle anasına ihsanda bulun­duğunu anlattıktan sonra Musa'nın güçlülük ve olgunluk çağına yani bedeni ve ahlakî olgunluğa erdikten sonra - ki bir çok âlimlere göre kişi kırk yaşına vardıktan sonra bu olgunluğa erişir - ona ilim ve hikmet ver­dik. Bundan maksat da nübüvvet ve risalettir. Zaten onu, peygamber kılacağımızı daha önceleri annesine müjdelemiştik: "Onu (Musa'yı), sa­na geri verecek ve onu peygamberlerden kılacağız."

Daha sonra Cenâb-ı Allah, onun Mısır diyarından çıkışının, Med-yen'e gidip oraya yerleşmesinin sebeplerini açıklamaya başlıyor. Vade­yi, Medyen şehrinde bekleyerek dolduruyor. Orada Cenâb-ı Allah'ın kendisine neler söylediğini ve ne gibi ikramlarda bulunduğunu daha sonra açıklayacağız.

"Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi." Said b. Cübeyr, İkrime, Katade ve Süddî'ye göre öğle vakti; İbn Abbas'a göre ise akşamla yatsı arası bir vakitte şehre girmiştir.[36]

"Orada iki adamı döğüşür buldu." Birbirleriyle vuruşuyor, birbirle­rinin üzerine atılıyorlardı. Döğüşenlerden biri, kendi taraftarlarından (İsrailoğullanndan); diğeri ise, düşmanlarından (Krptîlerden) idi. Ken­di tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi."

Firavun tarafından evlat edinüdiği ve onun sarayında büyütüldüğü için Musa'nın, Mısır diyarında otoritesi vardı. Onu kendileri emzirdik­leri için süt bağı nedeniyle güya onun dayıları olduklarını söylemekte olan İsrail oğulları da Musa sebebiyle şeref ve itibar sahibi olmuşlardı, îsrailoğullarından olan adam, dövüşmekte olduğu Kıptîye karşı Mu­sa'dan yardım isteyince, Musa, Kıptîyi iteledi. Mücahid'in dediğine göre onu yumrukladı. Katade nin dediğine göre ise, elindeki bir bastonla ona vurdu da, «Adamın Ölümüne sebep oldu.» İşiûi bitirdi. O Kıptî, yüce Al­lah'ı inkar eden ve ona ortak koşanlardandı. Musa onu büsbütün öldür­mek istememişti; sadece onu, dövüşmekten menetmek istemişti. Bu­nunla beraber Musa: «Bu şeytanın işidir. Çünkü o, apaçık saptıran bir düşmandır.» dedi. Musa: "Rabbim! Doğrusu, ben kendime yazık ettim. Beni bağışla." dedi. Allah da onu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir. Musa: «Rabbim! Bana verdiğin nimete (onur ve iti­bara) andolsun ki, suculara asla yardımcı olmayacağım.» dedi.

«Şehirde korku içinde etrafı gözetip dolaşarak sabahladı. Dün ken­disinden yardım isteyen kimse, bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona: "Doğrusu, sen besbelli bir azgınsın." dedi. Musa, ikisinin de düşmanı olan kimseyi yakalamak isteyince: "Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah edenlerden olmak değil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun." dedi. Şehrin öbür  ucundan bir adam koşarak geldi: "Ey Musa! İleri gelenler, seni öldür­mek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu, ben sana öğüt veriyorum." dedi. Musa, korku içinde çevresini gözetleyerek ora­dan çıktı. "Rabbim! Beni zalim milletten kurtar." dedi.» (d-Kasas, 18-21.)

Yüce Allah, Musa'nın, bu adamı öldürdüğü haberini alan Firavun ile onun ileri gelen adamlarının kendisi hakkında kötü düşüneceklerin­den korktuğunu haber veriyor. Firavun ile adamlarının, Musa'nın İsra-iloğullarmdan olan adama yardım etmek amacıyla Kıptîyi öldürdüğü­nü zannedeceklerini, dolayısıyla kendisi aleyhindeki şüphelerinin kuv­vetleneceğini düşündü ve bunun da korkunç olaylara yol açacağını tah­min etti. O günün sabahında, "Korku içinde etrafi gözetip dolaşıyor." sa­ğına, soluna bakıyordu. Bir de ne görsün: Dün kendisinden yardım iste­miş olan ve İsrailoğullanndan olan adam, bağırarak yine ondan yardım istiyordu. Bu defa başka biriyle kavga etmekte olduğundan dolayı, Mu­sa'dan yine yardım istiyordu. Kavgacı ve şirret bir adam olduğundan dolayı, Musa onu azarlayıp kınadı ve "Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın." dedi. Sonra hem kendisinin, hem de İsrailoğullanndan olan kavgacı herifin düşmanı olan Kıptîyi yakalamak, kavgadan men etmek ve İsrailoğullanndan olan adamı ondan kurtarmak isteyerek kıptînin üzerine yürüdü. Bunun üzerine diğeri: "Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah edenlerden olmak değil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun." dedi.

Bazılan dediler ki: Bu sözü İsrailoğullanndan olan o adam söyle­miştir. Musa'nın bir önceki gün yaptıklarını görmüştü. Kıptînin üzeri­ne yürüyen Musa'nın, daha önce kendisini azarladığı için kendisine vur­maya kasdettiğini sanmıştı da, bu nedenle Musa'ya karşı o sözleri sar-fetmiş idi. Musa onu, "Besbelli sen, azgın bir kimsesin." diyerek azarla­mış olduğundan dolayı, o da Musa'ya karşı ileri geri konuşmuştu. Mu­sa'nın dün bir adam öldürmüş olduğunu da halka duyurmuştu. Kıptî, Firavuna giderek ondan, Musa'ya karşı kendisine yardım etmesini is­tedi. Bu, bir çoklarının anlatmadığı bir husustur. Yukarıdaki sözleri, Musa'ya karşı o Kıptînin söylemiş olması da muhtemeldir. Musa'nın, kendisine karşı yürüdüğünü, görüp İsrailoğullanndan olan hasmına yeniden yardım edeceğini zannedince, Musa'ya karşı ileri geri konuştu. Zan ve önsezi kabilinden düşünerek, dün bir adam öldüren Musa, bu gün de beni öldürecek dedi. Ya da, hasmının Musa'dan yardım isterken, bu anlama gelen sözlerinden dolayı böyle düşünmüştü. Doğrusunu Al­lah bilir.

Bir önceki gün öldürülen adamın katilinin Musa olduğu Firavun'a bildirilince, yakalanmasını emretti. Firavun un adamlan Musa'yı ya­kalamadan önce, öğütçü bir adam kestirmeden koşarak Musa'nın yanı­na geldi. "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi." Musa'nın başına bir iş gelmesinden korktuğu için "Ey Musa! İleri gelenler, seni öldür­mek için aralarında görüşüyorlar. Hemen (şehirden) çık (ip git). Doğru­su ben, sana öğüt veriyorum." dedi.[37]

"Musa, korku içinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı." O adam­dan bu haberi alır almaz, rastgele bir yola giderek Mısır'dan çıktı. Yolla­rı tanımıyor, nereye gideceğini bilmiyordu. Şöyle yalvarıp niyaz ediyor­du: «Rabbim! Beni zalim milletten kurtar.»

«Medyen'e doğru yöneldiğinde: "Rabbimin bana doğru yolu göstere­ceğini umarım." dedi. Medyen suyuna geldiğinde, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıko­yan iki kadın gördü. Onlara: "İşiniz nedir?" dedi. "Çobanlar ayrılana ka­dar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır. Onun için bu işi yapıyoruz." de­diler. Musa, onların davarlarını suladı; sonra gölgeye çekildi. "Rabbim! Doğrusu, bana indireceğin hayra muhtacım." dedi.» (ei-Kasas, 22-24.)

Yüce Allah, kendisiyle konuşma şerefine erişen kulu ve elçisi Mu­sa'nın, Firavun'un adamlarına yakalanma endişesiyle korku içinde et­rafa göz gezdirerek, nereye gideceğini ve hangi tarafa yöneleceğini bil­meden Mısır'dan çıkışını anlatıyor. Musa, yolları tanımıyordu, çünkü daha önce Mısır dışına çıkmış değildi.

«Medyen'e doğru yöneldiğinde» kendisini o şehre götürecek yola gir­diğinde, "Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım." dedi. Yani bu yolun, beni hedefime ulaştıracağını umarım, dedi. Gerçekten de o yol, kendisini hedefine ulaştırmıştı. "Medyen suyuna geldiğinde..." ora­da bir kuyu vardı. Halk oradan su içiyor, davarlarına da su veriyorlardı. Medyen, Cenâb-ı Allah'ın Eykelileri helak etmiş olduğu şehirdir. Eyke-liler, Şuayb (a.s.)'ın milleti idiler. Âlimlerin bu konudaki iki kavlinden birine göre Eykelilerin helaki, Musa (a.s.)'nm zamanından önce olmuş­tur. Musa, ayette sözü edilen suyun yanma vardığında, "Orada davarla­rını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü." Orada bulunanlannkine karışmasın­lar diye davarlarını su başına bırakmıyorlardı. Ehl-i Kitap kaynakla­rında anlatıldığına göre orada yedi kız duruyormuş. Bu yanlıştır. Belki yedi bacı idiler, ama kuyu başında davarlarını sulamak için bekleyenler iki kızdı. Musa, onlara "İşiniz nedir?" dedi. "Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır. Onun için bu işi biz yapıyoruz." dedi­ler. Güçsüz olduğumuz için, ancak çobanlar kuyu başından ayrıldıktan sonra hayvanlarımızı suluyoruz. Babamız yaşlı ve zayıf olduğundan do­layı bu işi biz yapıyoruz, dediler. "Musa, onların davarlarını suladı."

Müfessirler dediler ki: Çobanlar, davarlarını sulama işini tamam­ladıktan sonra kuyunun ağzına büyük bir kaya parçası bıraktılar. Za­ten hep öyle yaparlardı. O iki kız, onlardan sonra kuyu başına gelerek, halkın davarlarından artakalan suyla kendi hayvanlarını sularlardı. Ama o gün Musa, kuyu başına gelerek, kuyunun ağzındaki o büyük ka­ya parçasını tek başına kaldırdı. Sonra o iki kıza su verdi, davarlarını da suladı. Hz. Ömer demiş İd: O kaya parçasını ancak on kişi yerinden kal-dırabilirmiş. Sadece büyük bir kova su çekmişti, bu da onlara yetmişti. Daha sonra Musa, gölgeye yöneldi. Altında oturduğu ağacın koyu bir gölgesi vardı. Taberî'nin İbn Mesud'dan naklettiğine göre Musa, ağacın yemyeşil olduğunu görünce sevindi ve,«Rabbim! Doğrusu bana indire­ceğin hayra muhtacım.» dedi.

îbn Abbas'm anlattığına göre Mısır'dan Medyen'e giderken bakla­dan ve ağaç yaprağından başka bir şey yememiş, daha doğrusu yiyeme-mişti. Yalın ayak yürüdüğünden ayaklarının altı parçalanmıştı, gölge­de oturmuştu. O, Allah'ın seçkin bir kuluydu. Açlıktan karnı beline ya­pışmıştı. Yediği taze baklalar, karnında duruyordu. O, hiç değilse yarım bir hurmaya bile muhtaçtı. Ata b. Saib dedi ki: Musa: «Rabbim! Doğrusu, bana indireceğin hayra muhtacım.» dedi. Böyle derken de se­sini o kadına işittirdi. "Derken o iki kızdan biri, utana utana yürüyerek ona geldi:"Babam seni çağırıyor, bizim için (hayvanları) sulamanın üc­retini verecek." dedi. (Musa) o (kızların babalan)na gelip (başından ge­çen) hikayeyi anlatınca o: "Korkma, o zalim kavimden kurtuldun." dedi.

O kızlardan biri: "Babacığım, dedi. Bunu (çoban) tut işte. Çünkü üc­retle tuttuklarının en hayırlısı budur. Hem de güçlü ve güvenilir (adam)dır." (Kızların babası, Musa'ya) dedi ki: "(Bak), bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyo­rum. Eğer (bu süreyi) on (yıl)a tamamlarsan artık o, senin tarafından (bir iyilik) dir. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşaallah beni iyiler­den bulacaksın." Musa dedi: "Bu seninle benim aramızda (bir sözleşme­dir.) Demek hangi süreyi yerine getirsem bana düşmanlık yok. Allah, söylediklerimize vekildir." (ei-Kasas, 25-28.)

Musa (a.s.) gölgede oturup da, "Rabbim! Doğrusu, bana indireceğin hayra muhtacım" derken bu sözlerini, rivayete göre o iki kadın işitmiş­ler, hemen babalarının yanma gitmişler; babaları, eve çabuk dönmele­rini tuhaf karşılamış, onlar da Musa'nın durumunu ve yaptıklarını ba­balarına anlatmışlar. Babaları, kızlardan birine, gidip Musa'yı getir­mesini emretmişti: "O sırada kadınlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: "Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor." dedi." Musa herhangi bir korkuya kapılmasın diye Şuayb'in kızı bunu ona açıkça söyledi. Bu da onun ne kadar haya sahibi ve iffetli olduğunu gös­termektedir. "Musa ona gelince başından geçeni anlattı." Firavun'dan kaçıp kurtulmak için Mısır'ı terkedip buralara geldiğini ona anlattı. O yaşlı adam: "Korkma, artık zalim milletten kurtuldun".Yani onların hüküm alanlarının dışına çıktın, artık onların devletinde değilsin, dedi.

Bu yaşlı adamın kim olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları onun Şuayb (a.s.) olduğunu söylemişlerdir. Alimlerin çoğuna göre meş­hur olan görüş de budur. Bir grup tarihçi, milletinin helak oluşundan sonra Şuayb (a.s.)'m uzun bir ömür yaşamış olduğunu, nihayet Mu­sa'nın onunla buluşup kızıyla evlendiğini açıkça ifade etmişlerdir.

îbn Ebi Hatîm ve başkalarının Hasan Basrî'den rivayet ettiklerine göre Musa'nın kendisiyle buluşmuş olduğu adamın adı Şuayb'dır, Su iş­lerine bakarmış. Yoksa Medyen'in sahibi olan peygamber Şuayb değil­dir. Kimine göre o adam, Şuayb'm kardeşi oğlu, kimine göre amcası oğ­lu, kimine göre Şuayb in milletinden olan mümin bir kimse, kimine gö­re de Yatiron adlı bir adamdır. Kitabîler'in kaynaklarında anlatıldığına göre Yatiron, Medyen şehrinin kahini, bilgini ve büyüğüymüş.

îbn Abbas ile Ebu Ubeyde b. Abdullah, o yaşlı adamın adının Yati­ron olduğunu söylemişlerdir. Buna ek olarak Ebu Ubey de, onun, Şu-ayb'in kardeşioğlu olduğunu söylemiştir. îbn Abbas ise ayrıca onun Medyen şehrinin hakimi olduğunu söylemiştir.

Yaşlı adam, Musa'yı evine konuk etti, ona ikramda bulundu. Musa da başından geçenleri ona anlatınca o, artık tehlikeyi atlattığını ve za­lim milletten kurtulduğunu ona müjdeledi. Tam o esnada kızlarından biri: "Babacığım! onu ücretle tut." dedi. Yani davarlarını gütmesi için onu ücretle çoban alarak yanında tut. Böyle dedikten sonra ayrıca onun güçlü ve güvenilir bir kimse olduğunu söylerek onu medhetti.

Ömer, îbn Abbas, Kadı Şüreyh, Ebu Malik, Katade, Muhammed b. İshak ve diğerlerinin anlattıldanna göre kız, Musa'yı fazlasıyla övünce babası, Onun bu kadar iyi, güçlü ve güvenilir biri olduğunu nereden bili­yorsun? diye sormuş. Kız da şu cevabı vermişti: Kuyunun ağzına kapatı­lan ve ancak on kişinin kaldırabileceği kaya parçasını o tek başına kal­dırdı. O'nu alıp eve getirirken önüne düşüp yürümeye başladım. Bana: "Arkamdan yürü. Yanlış yola saparsam çakıl taşı atarak bana doğru yo­lu gösterirsin. Böylece, ben de hangi yoldan gideceğimi öğrenmiş olu­rum." dedi.[38]

İbn Mesud, insanlar içinde en ferasetli ve en uzak görüşlü olanların üç kişi olduklarını söylemiştir: Bunlardan biri Musa'nın eşidir ki, baba­sına şöyle demişti: "Babacığım! Onu ücretle tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi, bu güçlü ve güvenilir adamdır."

îkincisi, Yusufu köle diye satın alan ve karısına şu tenbihte bulu­nan, Mısır azizi (veziri) dir: "Karıcığım ona iyi bak." Üçüncüsü de, kendi­sinden sonra halife olması için Hz. Ömer'i tayin eden Hz. Ebu Bekir'dir.

Kızların babası olan yaşlı adam, Musa'ya şöyle demişti:

"Bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki lazımdan birini sana ni­kahlamak istiyorum. Eğer (bu süreyi) on (yıl)a tamamlarsan artık o, se­nin tarafından (bir iyilik) dir. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın."

Ebu Hanife'nin ashabından bir cemaat bu ayeti delil göstererek, bir kimsenin; "Şu iki kölemden birini, ya da şu iki elbiseden birini satıyorum." demesi halinde yapılan alışverişin sahih olacağını söyle­mişlerdir. Ancak bu, tartışma götürür bir hükümdür. Çünkü bu sözleş­me değil, taraflardan birinin diğerinden fayda ye kazanç temin etmek için yaptıkları bir pazarlıktır. Doğrusunu Allah bilir.     -

Ahmed b. Hanbel'in ashabı, yiyecek ve giyecek verme karşılığında işçi kiralamanın caiz olduğuna şu hadisi delil göstermişlerdir: Muham­med b. Musaffa el-Humusî, Mesleme b. Ali'den, o da Ali b. Rabah'tan ri­vayet etti ki; Ali b. Rebah şöyle demiştir Utbe b. Nadr'in şöyle dediğini işittim: Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında bulunuyorduk. Tâ-sîn-mim sûre­sini okudu. Sûrenin Musa'dan bahseden bölümüne gelince şöyle dedi:

"Musa (a.s.) sekiz ya da on sene süreyle karnını doyurma ve cinsel organının iffetini koruma (evlenme) karşılığında işçilik yaptı."

Bu hadis bu bakımdan sahih değildir. Çünkü bu hadisin rivayet zin­cirinde adı geçen Mesleme b. Ali el-Huşenî ed-Dımaşkî el-Belatî, hadis imamları nazarında zayıf olan bir kimsedir. Onun rivayeti, delil olarak kabul edilemez. Ancak yukarıdaki hadis, başka bir kanaldan da rivayet edilmiştir:

İbn Ebi Hatîm, Ali b. Rebah el-Lahmî'den rivayet etti ki: Ali b. Re­bah, Rasûlullah'm ashabından olan Utbe b. Nadr es-Sülemî'nin şöyle dediğini işittiğini söylemiş: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: "Musa (a.s.), karnım doyurmak ve tenasül organının iffetini korumak (evlen­mek) karşılığında işçilik yaptı."

Sonra Musa, yaşlı adama şöyle dedi: "Bu, seninle benim aramızda (bir sözleşmedir). Demek hangi süreyi yerine getirsem, bana düşmanlık yok. Allah, söyle diklerimize vekildir."

Musa, kayınpederine diyordu ki: "Dediğin gibi olsun. Ama iki süre­den hangisini tamamlarsam, bana düşmanlık etmeyeceksiniz. Aramız­da konuştuklarımızı Allah işitiyor, bu sözleşmemize o tanıktır. Bu söy­lediklerimize O vekildir." Bununla beraber Musa, yine de o iki süreden çok olanını tamamladı ki, o da tamtamına on yıldı.

Buharı, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet eder: Hireli bir Ya­hudi, Musa'nın iki süreden hangisini tamamlamış olduğunu bana sor­du. Ben de, "Bilemem. Ancak Arapların büyük âlimine gidip soraca­ğım." dedim. İbn Abbas'a gidip sordum. Bana: "Musa, en çok ve en iyi olanını tamamladı. Doğrusu, Allah'ın elçisi, yaparım dediğini yapar." dedi.[39]

İbn Abbas (r.a.), Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu söyledi: "Musa'nın iki süreden hangisini tamamladığım Cebrail'e sordum. "En tamam ve en mükemmel olanım..."diye cevap verdi."

Süneyd, Mücahid'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bunu Cebrail'e sordu. Cebrail'de İsrafil'e sordu. İsrafil de yüce Rabba sordu. O da buyurdu İd: "İki süreden en iyi ve en tamam olanını tamam­ladı."

Taberî de Muhammed b. Ka'b kanalıyla yaptığı rivayette, Rasûlul­lah (s.a.v.)'a, Musa'nın iki süreden hangisini tamamladığı sorulduğunu ve onun şu cevabı verdiğini söylemiştir: "İki süreden en tamam ve en mükemmel olanını tamamlamıştır."

Bezzar ile îbn Ebi Hatim, Ebu Zerr'den rivayet ettiler ki: Musa'nın iki süreden hangisini tamamladığı Rasûlullah'a soruldu. O da, "En ta­mam ye en mükemmel olanını tamamlamıştır." diye cevap verdi. "İki kadından hangisiyle evlendiği sana sorulursa küçük olanıyla evlendi dersin."

Bezzar ile İbn Ebi Hatîm, Utbe b. Nadr'dan rivayet ettiler İd, Rasû­lullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «"Musa, karın tokluğu ve tenasül organı­nın iffetini koruma (evlenme) karşılığında işçilik yaptı. Süreyi tamam­layınca da...." İki süreden hangisini tamamladı, ya Rasûlallah? diye sor­dular: "En iyi ve en mükemmel olamnı tamamladı." diye cevap verdi.»[40]

Musa, süreyi doldurup ta Şuayb'den ayrılmak isteyince karısına, kendi geçimlerine yetecek kadar koyun vermesini babasından istemesi­ni söyledi. Şuayb de, o sene, analarının renklerinden ayrı renkte doğa­cak olan kuzuları onlara vereceğini söyledi. Doğuracak olan koyunların renkleri siyah olup çok güzeldiler. Analarından ayrı renkte doğacak olan kuzuların kendilerine verileceğini duyan Musa, hemen koşup bir değneğin ucunu yardı, sonra da havuzun dibine bıraktı. Koyunları ha­vuz başına getirip suladı. Musa'nın kendisi de havuz başında durdu. Suyunu içip geri dönen koyunların böğürlerine birer birer vurdu. Bir ya da iki koyun dışındaki diğer koyunların hepsi ildz doğurdu, bol bol süt verdi. Yavruları da, kendi renklerinden başka renkteydiler. Doğurma­yan ve süt vermeyen o bir ya da iki koyunda zaten süt yoktu, memeleri uzun değildi, memeleri dardı, çok küçük olduğundan meme uçları ele gelmiyordu. Hz. Peygamber buyurdu ki: «Eğer Şam'ı fethederseniz bu koyunları (n devam eden) kalıntılarını görürsünüz. Bunlar, Samirî (ka­bilesinin) koyunlarıdır.» Bu hadisin merfuluğu üzerinde tartışılabilir. Taberî'nin dediği gibi mevkuf da olabilir. Taberî, Enes b. Malik'ten riva­yet etti ki: "Allah'ın peygamberi Musa, Şuayb ile aralarında belirlenen süre dolunca oradan ayrılmak istediğini söyledi. Şuayb: "Bu sene, ana­larının renklerinden ayrı renklerde doğacak olan kuzular senin olsun." dedi. Bunu duyar duymaz Musa, hemen suyun yanına koştu; suyun üze­rine halat parçaları attı. Su içmeye gelen koyunlar, su üzerindeki halat parçalarını görünce ürktüler, birbirlerine karıştılar. Biri dışında hepsi alaca renkte kuzular doğurdular. Böylece Musa, o sene doğan kuzuların hepsini almış oldu.»

Bu hadisin rivayet senedi sağlamdır, ravileri de güvenilir (sika) kimselerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Önceld bölümlerde Elıl-i Kitap kaynaklarından alıntılar yaparak anlattığımıza göre; dayısı Laban'dan ayrılırken kendisine o sene doğa­cak olan alaca renldi kuzuları vereceğim duyan Yakub da Musa'nın yap­tığı gibi yapafak koyunların alaca renldi kuzular doğurmalarını sağla­mıştı. Doğrusunu Allah bilir.

«Musa süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte yola çıkınca, Tur'un (sağ) yanında bir ateş gördü. Ailesine dedi ki: "Siz durun, ben bir ateş gördüm, belki ondan size bir haber getiririm, yahut bir ateş koru (getiri­rim) de ısınırsınız." Oraya gelince o mübarek yerdeld vadinin sağ kıyı­sında bir ağaçtan kendisine seslenildi: "Ey Musa, muhakkak âlemlerin Rabb'i Allah, benim, ben! Asanı at." (Musa, attığı kocaman) asasının, küçük bir yılan gibi titreş (ip hareket et) tiğini görünce (korkudan) öyle dönüp kaçtı (ki) arkasına bile bakmadı. "Ey Musa! Dön, korkma, sen gü-vendfc olanlardansın. Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın ve kanadını korkudan kendine çek.. (Kendine gel, emin ol). İşte bunlar, Firavun'a ve onun adamlarına (göstermek için) Rabbinden sana (verilen) ild delildir. Çünkü onlar yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır."»(el-Kasas, 29-32.)

Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi Musa, iki süreden en uzun olanını tamamladı. Mücahidin dediğine göre on sene işçilik (çobanlık) yaptıktan sonra, on sene daha o işte çalışmıştı. "Süreyi tamamlayıp ai­lesiyle birlikte yola çıkınca..." Bir çok müfessirin anlattığına göre, ka-yınpedereninin yanından ayrılırken ona, ailesini özlediğini söylemişti. Mısır'da bulunan ailesini gizlice ziyaret etmek amacıyla yola çıkmıştı. Yola çıkarken de yanında zevcesi, çocukları ve bir sürü de koyunu vardı. Bunları çobanlık yaparken elde etmişti. Soğuk ve karanlık bir gecede yola çıktılar. Yolu kaybettiler. Bilinen yolları bulamadılar. Çakmağını çakıyor, ama çakmağı bir türlü ateş almıyordu. Zifiri karanlık bastır­mış, soğuk da şiddetlenmişti. İşte tam o anda Tur'un sağında, batı tara­fında bir ateşin alevlenmekte olduğunu gördü. Ailesine dedi ki: "Siz du­run, ben bir ateş gördüm." Allah bilir ya, öyle sanıyorum ki o ateşi sadece kendisi görmüştü. Çünkü o ateş, aslında ilahî bir nurdu. Onu herkesin görmesi mümkün değildi. Oraya gideyim de "Belki size ondan bir haber getiririm, yahut bir ateş koru (getiririm) de ısınırsınız."

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre onlar soğuk ve karanlık bir gecede yollarını şaşırmışlardı. Bir diğer ayette de buna şöyle değiniliyor: «Mu­sa'nın haberi sana geldi mi? O bir ateş görmüştü de, ailesine: "Durun, ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir, ya da ateşin yaranda bir yol gösteren bulurum." dedi.» (Tâ-Hâ, 9-10.)

Bu ayetde de gecenin karanlık olduğu ve yollarını kaybetmiş olduk­ları anlatılmaktadır. Nemi sûresindeyse, karşılaştıkları durumlar hep bir arada anlatılmaktadır. Şöyle ki:

«Musa, ailesine: "Ben bir ateş gördüm; size oradan bir haber getire­ceğim, yahut ısmasımz diye tutuşmuş bir odun getireceğim." demişti.»(en-Neml, 7.)

Evet doğru, onlara bir haber getirmişti, hem de ne haber!. Ateşin ya­nında bir yol gösterici bulmuştu, hem de nasıl bir yol gösterici!. Oradan bir nûr almıştı hem de ne nûr!.. «Oraya gelince o mübarek yerdeki va-di'nin sağ kıyısında bir ağaçtan kendisine seslenildi: "Ey Musa! Muhak­kak âlemlerin Rabbi Allah benim, ben!"» (ei-Kasas, 30.)

Nemi sûresindeyse Musa'nın, ateşin yanma gidişinden şöyle söz ediliyor: "Oraya geldiğinde, kendisine şöyle nida olunmuştu: "Ateşin ya­nında olan ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir." Dilediğini yapan ve dilediği şekilde hükmeden Allah, eksikliklerden uzaktır. "Ey Musa! gerçek şu ki; Ben güçlü ve Hakîm olan Allah'ım.» (on-Nemi, 8-9.)

Tâ-hâ sûresindeyse bu konuya şöyle değinilmektedir: «Musa ateşin yanma gelince: "Ey Musa!" diye seslenildi: "Ben şüphesiz senin Rabbi-nim; ayağmdakini çıkar, çünkü sen, kutsal bir vadi olan Tuva'dasm. Ben seni seçtim; artık vahyolunanlan dinle. Şüphesiz ben Allah'ım, Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk et; Beni anmak için namaz kıl; herkes işlediğinin karşılığım görsün diye, zamanım gizli tuttuğum kı­yamet mutlaka gelecektir. Bana inanmayan ve hevesine uyan. kimse se­ni ondan alıkoymasın, yoksa helak olursun!"» (Tâ-Hâ, 11-I6.)

Eski-yeni birçok müfessir demişlerdir ki: Musa, gördüğü ateşe doğ­ru yürüdü, oraya varınca da, yeşil bir çalının içinde ateşin alevlenmekte olduğunu gördü. Yemyeşil bir çalı ağacımn içinden harıl harıl bir ateşin yanmakta olduğunu görmesi onu fazlasıyla şaşırtmıştı. O çalı ağacı da Tur dağının sağ tarafının batı yakasmdaydı. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: "Ey Muhammedi Musa'ya hükmümüzü bildirdiğimiz zaman, sen batı yönünde, Musa'yı bekleyenler arasında değildin, onu görenler arasında da yoktun." (ei-Kasas, 44.)

Musa, Tuva denen vadide idi, kıbleye yönelmişti. Alev saçmakta olan çalı ağacı, Turun sağ tarafının batı yanındaydı. Rabbi ona mukad­des Tuva vadisinde seslendi. Öylesine kutlu bir gecede o mübarek yere hürmeten ayaklarmdaki ayakkabıları çıkarmasını emretti. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıl dığına göre gördüğü nurun şiddeti o kadar fazlay­dı ki, gözlerini kaybetmekten korktuğu için elini yüzüne kapadı. Sonra Cenâb-ı Allah ona dilediği şekilde hitapta bulundu:

«Muhakkak âlemlerin Rabbi Allah benim, ben!» (ei-Kasas, 30.)

"Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka tanrt yoktur, bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl." {Tâ-Hâ, 14.) Ben, âlemlerin kendisinden başka tanrı bulunmayan Rabbiyim. Kulluk etmeniz ve namaz kılmanız sadece ona yaraşır.

Sonra Cenâb-ı Allah, Musa'ya, bu dünyanın kalıcı bir yer olmadığı­nı, kalıcı yerin sadece ahiret yurdu olduğunu, "Herkes işlediğinin karşı-. lığını görsün diye..." ahiret hayatının mutlaka var olması gerektiğini bildirmişti. Ahiret mutluluğunu kazanması için salih amel işlemeye, Mevla'sına isyan eden ve heveslerinin peşine takılan kimselerden de uzak durmaya onu teşvik etmişti. Sonra onunla ünsiyet peyda ederek kendisinin "ol" dediği şeyi hemen olduran ve her şeye muktedir olan bir zat olduğunu açıklamış ve ona şöyle bir soru yöneltmişti: "Ey Musa, sağ elindeki nedir?" Yani elde ettiğinden bu yana bildiğin şu değneğin ne ol­duğunu biliyor musun?

«Musa: "O benim değneğimdir, ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkerim, ondan daha bir çok işlerde faydalanırım." dedi.»

Evet, bu benim bildiğim değneğimdir, dedi.

«Allah: "Ey Musa! Bırak onu." dedi. Bırakınca, değnek hemen koşan bir yılan oluverdi." (Tâ-Hâ, 18-20.)

Bu da, kendisiyle konuşanın; "ol" dediğin şeyin hemen oluverdiği ve dilediği işi yapabilen bir zat olduğunu ispatlayan kesin bir delil ve bü­yük bir mucizeydi. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Musa, Mısırlılardan kendisinin peygamberliğim yalanlayacak kimselere kar­şı, Rabbim'n kendisine bir mucize ve sağlam delil vermesini istedi. Yüce Rabb da-: "Şu elindeki ne?" diye sordu. Musa da, "Bu benim değneğim­dir." diye cevap verdi. Rabbi, onu yere atmasını emretti. 'Yere bırakınca da değnek, hemen koşan bir yılan oluverdi." Musa, yılandan,kaçtı. Yüce Rabb, elini uzatıp yılanı kuyruğundan yakalamasını emretti. Kuyru­ğundan tutunca, yılan yine değnek haline döndü. Bir başka ayet-i keri­mede Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:

"Değneğini at." Musa, değneğin yılan gibi hareket ettiğini görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı." (ei-Kasas, 81.)

Değneği, hızla hareket eden, dişlerini gıcırdatan, atak ve korkunç denecek kadar büyük bir yılan haline donuverdi. Değneğinin o hale gel­diğini gören Musa, beşeri tabiatının doğal bir gereği olarak ondan ür­küp kaçmaya başladı, ardına dönüp bakmadan, korku içinde kaçıyordu. Allah buyurdu ki: "Ey Musa! Dön, korkma, sen güvende olanlardansın." Geri dönünce de Allah ona, yılanı tutmasını emretti: "Onu al, korkma; biz onu yine eski durumuna çevireceğiz." (Tâ-Hâ, 21.)

Anlatıldığına göre yılan, onu çok ürkütmüştü. Elini yenine sararak yılanın ağzına kovmuştu. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre, yılanın kuyruğunu yakalamıştı. Böyle yapınca da yılan, yine eskisi gibi çatallı bir değnek haline dönmüştü. Yüce kudretin sahibi, doğularla batıların Rabbi olan Allahım! Sen ne yücesin!

Sonra Allah, elini koltuğunun altına koymasını ve çıkarmasını em­retti. Koltuğunun altından çıkardığında elinin bembeyaz olduğunu, pırıl pırıl parlamakta olduğunu gördü. Elinde hiç bir leke ve alacalı kalmamıştı. Cenab-ı Allah buyurmuştu ki:

"Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çıksın. Ellerini kendine çek, korkun kalmasın." (e]-Kasas, 32.) Bu ayetin şu anlamı ifade ettiği söylenmiştir." Korktuğun zaman elini kalbinin üzerine koy ki, korkun gitsin."

Bu, her ne kadar Hz. Musa'ya mahsus ise de, onun peygamberliğine iman etmenin gereği olarak her kim korktuğu zaman elini kalbinin üzerine koyarsa, peygamberlere uyduğu için bundan fayda görür ve kor­kusu yok olur.

Nemi sûresinde de konuyla ilgili olarak şöyle buyuruluyor: "Elini koynuna sok, Firavun ve miletine gönderilen dokuz mucizeden biri ola­rak kusursuz, benbeyaz çıksın. Gerçekten onlar yoldan çıkmış bir mil­lettir." (en-Noml, 12.)

Evet, değnek ile el, Musa'ya verilen ve peygamberliğini ispatlayan iki kesin delildir. Bir ayet-i kerimede bunlara şöyle işaretedilmektedir:

"Bu ikisi, Firavun ve erkanına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu, onlar yoldan çıkmış bir millettir." (ei-Kasas, 32.)

Musa'ya verilen bu iki mucizeden başka yedi mucize daha vardır ki, İsrâ sûresinin son kısmında onlardan bahsedilmektedir: "Andolsun ki, Musa'ya dokuz tane açık mucize verdik. Ey Muhammedi İsrailoğullarma sor, onlara gelip, Firavun kendisine; "Ey Musa! Ben se­ni büyülenmiş sanıyorum." demişti. Musa da: "Andolsun ki, bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık belgeler olarak indirdiğini biliyorsun. Ey Firavun! Doğrusu, senin mahvolacağım sanıyorum." demişti.» (el-Isrâ, 101-102.)

Bu mucizeler, A'râf sûresinde tafsilatlı olarak açıklanmaktadırlar: «Andolsun M, biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca ku­raklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlara bir iyilik geldiği zaman', "Bu bizden ötürüdür." derler. Bir fenalığa uğrarlarsa da, Musa ve onunla be­raber olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki, kendilerinin uğradı­ğı uğursuzluk, Allah katmdandır, fakat çoğu bunu bilmezler. Firavun ailesi, "Bizi sinirlemek için ne mucize gösterirsen göster, sana inanmayacağız." dediler. Bunun üzerine su baskınım, çekirgeyi, güveyi, kurbağaları ve kanı birbirinden ayrı mucizeler olarak onlara musallat kıldık. Yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet oldular." (ei-A'râf,i30-i33.) Bu dokuz ayet (mucize), Musa'ya verilen "on emir"den ayrı şeylerdir. Bunlar, Allah'ın kaderi kelimeleridir. On emir ise, Allah'ın şer'î (hukukî) kelimeleridir.

Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, Firavun'a gidip onu Hakka davet etmesi için Musa'ya emir verince Musa şöyle demişti: "Rabbim, dedi, ben onlardan bir kişi öldürmüştüm, beni öldüreceklerin­den korkuyorum. Kardeşim Harun, o dil bakımından benden daha güzel konuşur. Onu da benimle beraber, beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder. Zira ben, beni yalanlayacaklarından korkuyorum." (Allah) de­di: "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir yetki vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde onlar size asla erişemeyecekler. Siz ve size uyanlar üstün geleceksiniz!" (ei-Kasas, 33-35.)

Yüce Allah; kulu, elçisi ve kendisiyle konuştuğu Musa'nın; Kıptî adamı öldürdüğünde Firavun'un zulüm ve zorbalığından korkup Mısır'ı terkedişi esnasında, tekrar Firavun'un yanına dönmesini emretmişti. Ama Musa korkusunu beyan ederek şöyle demişti: Yani Harun'u benim­le beraber bir yardımcı ve destekçi olarak gönder. Senin mesajını o inançsızlara ulaştırma hususunda bana yardım etsin. Çünkü o, benden daha güzel konuşur ve meramım daha iyi ifade eder.

Cenâb-ı Allah onun bu isteğini şöyle cevapladı: "Senin pazunu kar­deşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir yetki (delil) vereceğiz ki, ayetlerimiz (in bereketi) sayesinde size asla erişemeyecek (ve kötülükte bulunamayacak) lar. Siz ve size uyanlar üstün geleceksiniz!"

Tâ-Hâ sûresinde de Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:

«"Şimdi sen, Firavun'a git; çünkü o azdı." "(Musa) dedi ki: "Rabbim! Benim göğsümü aç (risalet görevini yüklenebilmesi için yüreğimi geniş­let.) Bana işimi kolaylaştır. Dilimden (şu) düğümü çöz ki sözümü anla­sınlar."» (Tâ-Hâ, 24-28.)

Denildi ki: Musa'nın dilinde pelteklik vardı. Bu pelteklik te şu se­bepten kaynaklanıyordu: Musa küçücük bir çocuk iken Firavun'un ku­cağında oturduğu bir esnada Firavun'un sakalını tutup çekmişti. Buna öfkelenen Firavun, onu öldürmek istedi. Karısı Asiye korkarak, "Ne ya­pıyorsun? O bir çocuk!.." dedi. Bunun üzerine Firavun, onun aklını de­nemek için, önüne bir ateş koru ve bir de meyve bıraktı. Musa, elini mey­veye uzatmak üzereydi ki bir melek onun elini tutup ateşe götürdü. Mu­sa'da elini ateşe uzattı. Tuttuğu ateş korunu ağzına götürdü. Dili yanınca da peltekleşti. Peygamberlikle görevlendirildiği zaman, konuşması­nın insanlarca anlaşılabilmesi için Cenâb-ı Allah'tan, dilindeki peltek­liği biraz açmasını diledi. Onun isteği üzerine peltekliği biraz gitti. Ama peltekliği tamamen gitmedi.

Hasan Basrî demiş ki: Peygamberler ancak ihtiyaçları kadar Al­lah'tan dilekte bulunurlar. Dilindeki peltekliğin sadece birazım açması için Allah'tan dilekte bulunduğundan dolayı, dilindeki pelteklik tamamen gitmemişti.

(Allah kendisini rezil etsin) Firavun, güya kendi aklı sıra, Musa'nın konuşmasında kusur arıyordu. "Neredeyse söz anlatamayacak durum­da olan..." (ez-Zuhruf, 52.) Böyle diyerek Musa'yı kötülemeye çalışıyordu. Onun, meramını açıklayamadığım söylüyordu.

Sonra Musa (a.s.) şöyle dedi:

«"(Rabbim), Bana ailemden bir vezir ver. Kardeşim Harun'u.. Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu da işime ortak yap ki, seni çok teşbih edelim ve seni çok analım. Şühpesiz sen bizi görmektesin." (Allah) bu­yurdu: "Ey Musa! İstediğin sana verildi."» (Tâ-Hâ, 29-36.)

Yani bütün dileklerini yerine getirdik, her ne istediysen sana ver­dik. Musa, Allah katında şerefli olduğu için dileği yerine geldi. Cenâb-ı Allah'ın, kardeşi Harun'a da peygamberlik vermesi için aracılık yap-. mıştı. Bu da onun için büyük bir şereftir. Yüce Allah buyurdu ki: "O Al­lah yanında itibarlı (bir kul) idi." (ei-Ahzâb, 69.)

"Ona rahmetimizden dolayı kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan ettik." (Meryem, 53.)

Mü'minlerin anası Hz. Aişe, hac yolculuğunda bir adamın, etrafin-dakilerine: "Kardeşine lütufta bulunan kardeş kimdir?" diye sorduğu­nu işitmiş, ama etrafındakiler cevap veremeyip susmuşlardı. Hz. Aişe, kendi mahfilinde oturanlara: "O, İmran oğlu Musa'dır. Kardeşi Harun'un da peygamber olması için Allah katında tavassutta bulundu da, kardeşine vahiy geldi, peygamber oldu." Zaten Cenâb-ı Allah buyur­muş ki: "Ona rahmetimizden dolayı kardeşi Harun'u da peygamber ola­rak armağan ettik."

Cenâb-ı Allah, Şuarâ sûresinde şöyle buyuruyor:

«Rabbin, Musa'ya: "Haksızlık eden millete, Firavun'tın milletine git" diye nida etmişti. "Haksızlıktan sakınmazlar mı?" Musa: "Rabbim! Doğrusu, beni yalanlamalarmdan korkuyorum, göğsüm daralıyor, di­lim açılmıyor, onun için Harun'a da elçilik ver. Onların bana isnad ettik­leri bir suç da vardır. Beni öldürmelerinden korkuyorum." demişti. Al­lah: "Hayır, ikiniz mucizelerimizle gidiniz. Doğrusu biz, sizinle beraber dinlemekteyiz. Firavun'a varınız: "Biz şüphesiz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. İsrailö'ğullarım bizimle beraber gönder, deyiniz." demişti. Firavun, Musa'ya: "Biz seni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarım aramızda geçirdin. Sonunda yapacağını da yaptın. Sen nankörün birisin." dedi." (eş-Şuarâ, 10-19.)

Yani Firavun'a gidip deyin ki: Eşi ve ortağı olmayan tek Allah'a kul­luk et. Zulmün ve zorbalığın altında ezilmekte olan İsrailoğullarından elinde bulunan tutsakları serbest bırak. Rabblerine diledikleri gibi iba­det etmelerine ilişme. Bırak da arzu ettikleri gibi onun huzurunda dua edip yakarışta bulunsunlar ve kendilerini onu birlemeye adasınlar...

Firavun bu çağrı karşısında büyüklük taslayıp azdı; Musa'ya horla-yıcı ve küçümseyici bir nazarla baktı ve şöyle dedi: "Biz şeni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının bir çok yıllarını aramızda ge­çirdin." Sen, evimizde büyüttüğümüz, uzun süre kendisine çeşitli ni­metler vererek iyilikte bulunduğumuz o küçük çocuk değil misin?

Bu ifadelerde gösteriyor ki, Musa'nın tevhide davet ettiği Firavun daha önce onun yüzünden Mısır'dan firar etmiş olduğu Firavun'un ken­disidir. Ama Ehl-i Kitap aykırı görüş beyanında bulunarak, Musa'nın Mısır'dan firarına neden olan Firavun'un, Musa"nm Medyen şehrinde bulunduğu sıralarda öldüğünü, Musa'nın tevhide davet ettiği Firavun'unsa başka bir Firavun olduğunu söylemişlerdir.

"Sonunda yapacağım da yaptın. Sen nankörün birisin." Çünkü Kıptîyi öldürdün, bizden kaçıp firar ettin ve nimetlerimize karşı nan­körlük ettin. «Musa: "O işi kasden yaptımsa sapıklardan biri sayılırım." dedi. (Yani bana vahiy gelmeden ve ben peygamber olmadan önce o işi yaptım.) Bu yüzden sizden korkunca, aranızdan kaçtım. Rabbim bana hikmet verip, beni peygamber yaptı."» (eş-Şuarâ, 20-21.)

Sonra Musa, Firavun'un, kendisini besleyip iyilikte bulunmasını başa kakmasına ve minnet etmesine şu cevabı verdi: "Başıma kaktığın bu nimet, İsrailoğullannı kendine köle ettiğinden ötürüdür." (eş-Şuarâ, 22.)

Anlatmış olduğun bu nimet ve bana yaptığını söylediğin bu iyilik, İsrailoğull arından sadece bir tek adama, yani bana yapılmıştır. Ama buna karşılık sen, îsrailoğulları gibi büyük bir milleti kendi hizmetinde ve işinde köle gibi çalıştırdın, onları köleleştirdin!..

«Firavun: "Âlemlerin Rabbi de nedir?" dedi. Musa: "Eğer kesin ola­rak bilecek kimseler iseniz bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisinin arasın­da bulunanların Rabbidir." dedi. Yanında bulunanlara: "İşitmiyor mu­sunuz?" dedi. "O sizin de Rabbiniz, önce geçmiş atalarınızın da Rabbi­dir." dedi. Firavun, çevresindekilere: "Size gönderilen peygamberiniz şüphesiz delidir." dedi. Musa: "Eğer akledebilen kimselerdenseniz bilin ki o, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir." de­di.» (eş-Şnarâ, 23-28.)

Yüce Allah, Musa ile Firavun arasında geçen tartışmayı, Rabbi ile konuşma şerefine eren Musa'nın alçak Firavun'a karşı ileri sürdüğü sübjektif, objektif ve mantıksal delilleri bize anlatıyor. Zira rezil Fira­vun, kainatı yoktan var eden kutlu ve yüce yaratıcının varlığını inkar etmiş, kendisinin ilah olduğunu iddia etmişti:

«(Adamlarını) topladı, (onlara) bağırdı: "Ben sizin en yüce tanrınızım!" dedi.» (en-Nâziât, 23-24.)

«Firavun dedi ki: "Ey ileri gelenler! Ben sizin için, benden başka bir tanrı bilmiyorum."» (el-Kasas, 38.)

O, inadından ötürü böyle diyordu. Yoksa, kendisinin Allah'ın ni-

metleriyle beslenen bir kul olduğunu; yoktan var edip eşyaya ve canlıla­ra şekil verenin ve gerçek ilahın Allah olduğunu biliyordu. Nitekim Cenâb-ı Allah ta buyurmuş ki: «Vicdanları, onları(n doğruluğuna) ka­naat getirdiği halde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları in­kar ettiler. Bak işte, o bozguncuların sonu nasıl oldu?» (en-Neml, 14.)

Peygamberliğini inkar ve de kendisini gönderen bir Rabbm mevcud olmadığını izhar sadedinde Firavun, Hz. Musa'ya şöyle sordu: "Âlemlerin Rabbi de nedir?" Çünkü Musa'yla Harun, ona: "Biz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz." demişlerdi. Sanki onlara şunu demek istiyordu. "Sizi peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğiniz âlemlerin Rabbi de kimdir?" Musa, ona cevaben dedi ki: "Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan­ların Rabbidir!" Yani O, şu görünen göklerle yerin; bulut, yağmur, rüzgar, bitki, hayvan gibi göklerle yer arasında bulunan çeşitli yaratık­ların Rabbidir. Yakinî iman sahipleri bu sayılan varlıkların kendilikle­rinden meydana gelmediklerini, bunları meydana getiren bir yaratıcı ve mucidin bulunmasının zorunlu olduğunu bilir. O yaratıcı ve mucit de, kendisinden başka tanrı bulunmayan ve âlemlerin Rabbi olan Al­lah'tır.

Firavun, etrafındaki emir, kumandan ve vezirlerine, Musa'nın söy­lediklerini küçümsemek için: "Bunun sözünü işitmiyor musunuz?" de­di.

Musa'da ona ve etrafindakilerine dedi ki: «O sizin de Rabbiniz, ev­velki atalarınızın da Rabbidir.» (cş-Şuarâ, 26.)

O, sizi de, sizden Önceki baba ve dedelerinizi, tarihe karışmış eski kuşakları da yaratmıştır. Çünkü herkes bilir ki, kendisini ne kendi şah­sı, ne babası, ne de anası yaratmıştır. Yaratık, yaratığı meydana getire­mez. Bir yaratığı ancak âlemlerin Rabbi yaratıp meydana getirir. Bu iki durum, şu ayet-i kerimede de anlatılmaktadır:

"Biz onlara, ufuklarda ve kendi canlarında ayetlerimizi gösterece­ğiz ki o (Kur'an)m gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun." {Fussüet, 53.)

Bütün bunlara rağmen Firavun, gaflet uykusundan uyanmadı, sa­pıklığından kurtulamadı. Bilakis azgınlık, inat ve küfrünü devam ettir­di. «Dedi ki: "Size gönderilen (bu) elçiniz mutlaka delidir." (Musa): "Eğer düşünürseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların da Rabbidir." dedi.»(eŞ-Şuarâ,27-28.)

Şu parlak yıldızları hizmetimize veren, şu dönmekte olan gök cisim­lerini hareket ettiren, karanlıkla aydınlığı yaratan, göklerle yerin ve Öncekilerle sonrakilerin Rabbi, güneşle ayın ve sabit olarak durup göz kamaştıran yıldızlarla hareket halindeki yıldızların yaratıcısı, karanlı-ğıyla birlikte geceyi ve aydınlığıyla birlikte gündüzü yoktan var eden Allah'tır. Bütün bu saydıklarımız, O'nun hüküm ve itaati altında olup,

O'nun verdiği enerji ile hareket etmekte, uzay boşluğunda yüzmekte, belli bir zaman periyodu içinde birbirlerini takib etmektedirler. O yüce­dir, yaratıcıdır, mülkün sahibidir, yaratıkları üzerinde dilediği gibi ta­sarrufta bulunur.

Deliller karşısında şüphesi kalmayan Firavun, çaresiz kalarak işi inada bindirdi. Kafi burhanlara karşı bir diyeceği kalmadığından kuv­vet ve otoritesini kullanmak mecburiyetinde kaldı.

«Dedi ki: "(Ey Musa!) Andolsun İd benden başka tanrı edinirsen,se-ni mutlaka zindana atılanlardan yapacağım." (Musa, peki) dedi: "Sana (doğruluğumu) apaçık (gösteren) birşey getirmiş olsam da mı?" (Fira­vun): "Eğer doğrulardansan onu getir (bakalım)." dedi. (Musa), değneği­ni attı, bir de (baktılar ki) o, apaçık bir ejderha! Elini (koltuğunun altın­dan) çıkardı; o da, bakanlara parıl parıl parlayan bir şey oluverdi." (eş-Şuarâ, 29-33.)

El ve değnek mucizeleriyle Cenâb-ı Allah, Musa'yı Firavun ve adamlarına karşı güçlendirmişti. Musa'nın değneğini yere bırakıp kor­kunç irilikteki heybetli bir ejderhaya dönüvermesi; akıllara hayret ve­ren ve şaşkınlıktan dolayı gözleri faltaşma çeviren büyük bir mucizedir. Öyleki bir rivayete göre değneğin ejderhaya dönüştüğünü temaşa eden Firavun, büyük bir ürküntüye ve şiddetli bir korkuya kapılmış, kırk günden fazla süren şiddetli bir ishale yakalanmıştı. Halbuki daha önce kırk günde bir ayak yoluna giderken, bu defa tamtersi bir durumla kar­şılaşmıştı.

Musa elini koltuğunun altına koyup çıkardıktan sonra elinin ay parçası gibi parladığımn ve aydınlığının gözleri kamaştırdığını, ikinci kez koltuğunun altına koyunca yine eski haline döndüğünü görünce Firavun yine korkmuştu. Ama bütün bu harikulade haller, o meluna bir fayda vermedi. İman etmedi, bilakis eski halini devam ettirdi. Musa'nın gösterdiği harikaların büyü olduğunu söyledi ve büyücülerle Musa'ya karşılık vermek istedi. Kendi idaresi altında bulunan beldelerle diğer komşu ülkelerle beldelere, büyücüleri toplayıp getirmeleri için adamlar gönderdi. Nitekim ilgili bölümde de genişçe anlatılacağı gibi Cenâb-ı Al­lah; Firavun'a, ileri gelen adamlarına ve devlet erkanına karşı hakkı açıklayıcı kesin delillerle kat'î burhanları ortaya koymuştu. Övgü ve minnetler Allah'adır.

«...Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra (senin için) takdir ettiğimiz bir vakitte bize geldin ey Musa! Seni kendim için seçtim. Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün, beni anmakta gevşeklik etmeyin. Firavun'a gidin, çünkü o azdı. O'na yumuşak söz söyleyin. Belki Öğüt alır veya korkar. Dediler ki: "Rabbimiz! Onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz." Korkmayın, dedi, ben sizinle be­raberim, işitir ve görürüm.» (Tâ-Hâ, 40 -46)

Cenâb-ı Allah, kendisine vahyedip peygamberlik verdiği gecede Musa'yla konuşurken, ona hitaben şöyle demişti: Sen Firavun'un evin­de büyütülmekteyken seni gözetliyordum. Benim lütuf ve korumam al­tındaydın. Sonra seni kendi irade, tedbir ve takdirim ile Mısır diyarın­dan çıkarıp Medyen'e gönderdim. Yıllarca orada kaldın. Sonra senin için takdir ettiğim bir zamanda geldin. "Seni kendim için seçtim." Se­ninle konuşmak ve peygamberlik vermek için seni seçtim. "Sen ve kar­deşin, ayetlerimi götürün. Beni anmakta gevşeklik etmeyin." Yani Firavun'a gittiğinizde beni hatırınızdan çıkarmayın. Çünkü beni an­manız, onunla konuşmak ve ona cevap vermek için size güç verecektir. Ona öğüt vermek ve ona karşı deliller ileri sürmek hususunda kendinizi kuvvetli bulacaksınız deniliyor. Nitekim bir hadiste buyurulmuş ki; "Kulum, şecaatte dengi olan biriyle karşılaştığında beni anan herkes­tir."

Bir ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

«Ey inananlar ! Bir toplulukla karşılaştığınız zaman, sebat edin ve Allah'ı çok anın ki, başarıya erişesiniz.» (el-Enfâl, 45.)

"Firavun'a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar." (Tâ-Hâ, 43-44.)

Bu ifadeler, Cenâb-ı Allah'ın, Firavun'un azgınlığını, zorbalığını ve kafirliğini bildiği halde yaratıklarına karşı yumuşak huylu, alicenap, şefkatli ve merhametli olduğunu göstermektedir. Firavun, Allah'ın ya­ratıklarının en rezili ve en alçağıydı. Allah ona o zamanın en seçkin in­sanını peygamber olarak göndermişti. Bununla birlikte yine de yüce Al­lah, Musa ile Harun'a, Firavun'a nazikçe ve kibarca çağrıda bulunmala­rını, yumuşak sözlerle ona hitab etmelerini tavsiye etmişti. Belki öğüt alır veya korkar diye ona mülayimce muamelede bulunmalarını tenbih-lemişti. Nitekim peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e de aynı tavsiyelerde bulunmuştur:

«(Ey Muhammed!) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna ça­ğır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.» (en-Nahl, 125.)

«İçlerinden zulmedenleri hariç, kitab ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin." (ei-Ankebüt, 46.)

Hasan Basrî dedi ki: "Ona yumuşak söz söyleyin" cümlesinden kast edilen mana şudur: Yanlış yolda olduğunu ona açıklayın ve deyin ki: Se­nin bir Rabbin vardır. Hepimizin sonu vardır. Yolunun ilerisinde Cen­net ve Cehennem vardır. Vehb b. Münebbih dedi ki: Cenâb-ı Allah, Mu­sa'yla Harun'a, kendisinin şöyle dediğini Firavun'a aktarmalarını ten-bihledi: "Doğrusu, ben gazap ve cezalandırmaya göre, affedip bağışla­maya daha yakınım.»

Yezid er-Rakkaşî bu ayeti okurken (ya da dinlerken) şöyle demiş: "Ey kendisine düşmanlık edenlere çabuk koşan Allah'ım! Acaba seni dost edinip sana seslenenlere ne kadar çabuk koşarsın?"

«Musa ile Harun dediler ki: "Rabbimiz! Onun bize taşkınlık etme­sinden yahut iyice azmasından korkuyoruz." (Tâ-Hâ, 45.) Firavun, inatçı bir zorba ve sapıklığından vazgeçmeyen bir şeytandı. Mısır'ın diktatö­rüydü. Ülkenin dört bir yanında geniş bir otoritesi, itibar, nüfuz ve as­kerleri vardı. Nihayet birer insan olduklarından dolayı Musa ile Harun ondan ürkmüş, ilk etapta kendilerine tecavüzde bulunacağından kork­muşlardı. Cenâb-ı Allah da onlara sebat vermişti. Çünkü o,yücelerin de yücesidir. Şöyle buyurmuştu: «Korkmayın, ben de sizinle beraberim. İşitir ve görürüm.» (Tâ-Hâ, 46.)

«Biz sizinle beraberiz. (Aranızda geçecekleri) dinliyoruz.» (eş-Şuarâ, 15.)

"Haydi, varın ona deyin ki: "Biz senin Rabbînin elçileriyiz; îsrailo-ğullarını bizimle gönder, onlara azab etme. Biz Rabbinden sana ayetler getirdik. Esenlik, hidayete uyanlaradır. Bize, (Allah'ı) yalanlayıp (on­dan) yüz çevirenin, azaba uğrayacağı vahyolundu." (Tâ-Hâ, 47-48.)

Cenâb-ı Allah, Musa'yla Harun'a, Firavun'a gidip onu eşi ve ortağı olmayan tek Allah'a kulluk etmeye çağırmalarını, îsrailoğullannı ken­dileriyle beraber göndermesini, onları esaret ve ezilmişlikten kurtar­masını, onlara işkence etmemesini ona söylemelerim emretmişti.

"Biz sana Rabbinden ayetler getirdik." Bu ayetler ve mucizeler de değnek ve el gibi iki büyük ve kesin delil idi. "Esenlik, hidayete uyanla­radır." Evet, esenlik, sadece doğru yolda olanlaradır. Sonra Musa'yla Harun, hakkı yalanlamanın cezasını Firavun'a hatırlatarak onu tehdid ettiler: "Bize (Allah'ı) yalanlayıp (ondan) yüzçevirenin, azaba uğrayaca­ğı vahyolundu." Yani kalbiyle hakkı yalanlayıp, bedeniyle de salih amel işlemekten yüzçevirenler azaba uğrayacaklardır.

Süddî ve diğerleri dediler ki: Musa (a.s.), Medyen'den gelir gelmez anasının ve kardeşi Harun'un yanma vardı. Akşam yemeğim yiyorlar­dı. Önlerinde lahana vardı. Sofraya oturup kendileriyle birlikte yemek yedi. Sonra dedi ki: Ey Harun! Cenâb-ı Allah, seninle beraber Firavun'a gidip onu Allah'a kulluk etmeye çağırmamızı emir buyurdu. Kalk da be­nimle gel. Çıkıp Firavun'un kapısına gittiler. Kapısının kilitli olduğunu gördüler. Musa, kapıcı ve mabeyincilere: "Firavun'a, Allah'ın elçilerinin kapıda durduğunu bildirin." dedi. Kapıdaki görevliler onu alaya aldılar.

Bazı tarihçilerin anlattıklarına göre, ancak uzun zaman sonra Firavun'un yanma girmelerine izin vermişler. Muhammed b. İshak'ın anlattığına göre, içeri girmelerine ancak iki yıl sonra izin vermişler. Çünkü onların huzura kabul edilmeleri için Firavun'dan izin istemeye kimse cesaret edemiyormuş. Doğrusunu Allah bilir. Rivayete göre Musa, kilitli kapıya gelerek değneğiyle vurmuş, buna sinirlenen Fira­vun, onların yakalanıp huzuruna getirilmelerini emretmiş. Huzura

çıktıklarında onu aldıkları emir gereğince yüce Allah'a davet etmişler.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Cenâb-ı Allah, Mu­sa'ya şöyle demiş: Yakub'un soyundan olan Harun seni karşılayıp se­ninle buluşacak. İsrail oğullarının âlimlerini de yanınıza alıp Firavun'a gidin. Ona mucizeleri gösterin.

Firavun'dan, İsrailoğullarını sizinle beraber göndermesini isteyin. Ama ben onun kalbini katıl aştıracağım. İsrailoğullarını sizinle birlikte göndermek istemeyecektir. Mucize ve harikalarının çoğu, Mısır diya­rında ona gösterilecektir.

Öte yandan Cenâb-ı Allah, Harun'a da vahyederek Musa'yı karşıla­masını ve çölde, Horib dağının yanında Musa'yla buluşmasını emret­mişti: Karşılaştıklarında Musa, Rabbinin kendisine vermiş olduğu emirleri ona iletti. İsrailoğullannın âiimleriyle beraber hep birlikte Mı­sır'a girerek Firavun'un sarayına varıp Allah'ın mesajım ona tebliğ et­tiklerinde, o şöyle cevap vermişti: "Allah ta kim? Ben onu tanımıyorum. İsrailoğullarını da sizinle beraber göndermem!"

Cenâb-ı Allah Firavun'un şöyle dediğini haber veriyor: (Firavun): "Rabbiniz kim ey Musa?" dedi. (Musa): "Rabbimiz, herşeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesi­ne uygun yola yöneltenedir." (Firavun): "Peki ya ilk nesillerin hali ne olacak?" dedi. Dedi ki: "Onların bilgisi, Rabbimin yanında bir kitapta (Levh-i Mahfuz) dır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz, O ki, yeri size beşik yaptı ve onda sizin için yollar açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık. Yiyin, hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda, akıl sahipleri için (Allah'ın birliğine) işaretler vardır. Sizi ondan (yani yerden) yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkara­cağız."» (Tâ-Hâ, 49-55.)

Cenâb-ı Allah, yaratıcının varlığını inkar eden Firavun'un şöyle de­diğini haber veriyor: "Rabbiniz kim ey Musa?" (Musa) dedi ki: «Rabbi­miz, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yönelten) dir.» Yani Rabbimiz, halkı varatan, onlar için iş ve rızık takdir eden, ecel tayin edendir. Bü­tün bunları da kendi katındaki bir kitaba, Levh-i Mahfuza yazandır. Sonra her mahluku, yaratılış gayesine yöneltendir. İlminin mükem­melliği dolayısıyla varlıkları, yarattığı maksatlara uygun mecralara sevketmiştir. Nitekim bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "Rabbinin yü­ce adını teşbih et. O ki (her şeyi) yarattı, düzene koydu." (el-A'lâ, 1-2,) Yani bir kader takdir etti ve yaratıkları o istikamete yöneltti.

Firavun, Musa'ya dedi ki: "Peki ya ilk nesillerin hali ne olacak?" Ma­dem ki Rabbin yaratıcıdır, yaratıkları da yaratılış amaçlarına uygun yo­la yöneltmektedir.. Öyleyse ne diye ilk nesiller ondan başkasına kulluk ettiler? Yıldızları ve bildiğin diğer şeyleri ona eş ve ortak koştular? Senin bu söylediklerim ilk nesiller bilmiyorlar mıydı? Musa dedi ki: «Onla­rın bilgisi Rabbimin yanında bir kitapta (Levh-i Mahfuz)dır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz.» Yani ilk nesiller ondan başkasına kulluk etmiş ol­salar da bu, senin haklı olduğunu; benim söylediklerimin de asılsız şey­ler olduklarını göstermez. Çünkü onlar da senin gibi cahil kimselerdi. İşledikleri irili ufaklı bütün fiiller, onların amel defterlerine kaydedil­miştir. Onur ve üstünlük sahibi Rabbim, yaptıklarının cezasim onlara çektirecektir. Hiç kimseye, zerre kadar haksızlık edilmeyecektir. Çün­kü kulların işledikleri bütün fiiller, Rabbimin katındaki bir kitapta ya­zılıdır. O kitaba yazılan şeylerin hiç biri kaybolmaz. Rabbim de hiç bir şeyi unutmaz.

Sonra Musa, Firavun'a, Rabbin yüceliğini, eşyayı yaratmaya muk­tedir oluşunu, yeryüzünü mahlukat için bir beşik, göğü de korunmuş bir tavan kılışını, kullarla hayvan ve davarlarının rızıklanmaları için bu­lutlarla yağmurları onların hizmetine verişini anlattı ve dedi ki: "Yiyin, hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah'ın birli­ğine) işaretler vardır." Yani kusursuz akıl sahipleriyle sağlam bir yara­tılışa sahib olanlar için bu anlatılanlarda, Allah'ın varlığına ve birliğine işaretler vardır. O, yaratan ve rızık verendir. Nitekim bir ayet-i kerime­de de şöyle buyuruluyor:

"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) korunasımz. O (Rabb) ki yeri, sizin için dö­şek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi. Onunla size rızık olarak çeşit­li ürünler çıkardı. Öjdeyse siz de, bile bile Allah'a eşler koşmayın." (el-Bakara, 21-22.)

Cenâb-ı Allah, yerin yağmurla canlanıp bitkileri yeşerterek hare­kete geçtiğini anlatırken de, her şeyin bir sonunun olacağına dikkat çekmiştir: "Sizi ondan (yani yerden) yarattık. Yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız." (Tâ-Hâ, 55.)

"İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz." (el-Arâf, 29.)

"Yaratmaya başlayan O'dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu, O'na daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce (güç ve şan) sembol (ü) O'nundur. O, üstündür, hikmet sahibidir." (er-Rûm, 27.)

«Andolsun biz ona (Firavun'a) ayetlerimizin hepsini gösterdik. Yine de yalanladı ve dayattı. Ve: "Sen bizi büyünle yurdumuzdan çıkarasm diye mi geldin Ey Musa?" dedi. "Biz de mutlaka sana o (se)nin (büyün) gibi bir büyü getireceğiz. Sen şimdi seninle bizim aramızda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et. Ne senin, ne de bizim caymayacağımız uygun bir yerde olsun." (Musa): "Buluşma zamanınız, süs günü (bayram günü) ve insanların toplandığı kuşluk vakti olsun." dedi.» (Tâ-Hâ, 56-59.)

Cenâb-ı Allah, Firavun'un ilahî ayetleri yalanlamak ve onlara uymayıp büyüklük taslamakla ne kadar cahillik ve akılsızlık ettiğini, onun bedbaht olduğunu bildiriyor. Musa'ya da: "Senin şu gösterdiğin harikalar büyüdür. Biz de onun gibi bir büyü ile sana karşıbk verece­ğiz." dediğini; sonra da ondan, büyü gösterisi için yer ve zaman belirle­mesini istediğini haber veriyor. Musa'nın en çok istediği de buydu za­ten. Musa, Allah'ın ayetlerinin, mucize ve harikalarının, kalabalık bir insan topluluğu önünde gösterilmesini çok istiyordu, Bu sebeple dedi ki; "Buluşma zamanınız, süs günü (bayram günü) ve insanların toplandığı kuşluk vakti olsun." Çünkü kuşluk vaktinde güneşin aydınlığı çok olur. Hakikat, daha açık bir şekilde görülüp tecelli eder. Buluşmanın gece vakti, karanlıkta olmasını istememişti. Halbuki Firavun milletinin hi­leli ve bâtıl âdetine göre geceleyin ve karanlıkta buluşmak daha revaç­taydı. Bilakis buluşmanın gündüzleyin ve aydınlıkta olmasını istemiş­ti. Çünkü o, Rabbinin, Kıptîleıin hoşuna gitmese de hak dini yüceltece­ğini kesinlikle biliyordu.[41]

Yüce Allah buyurdu ki:

«Firavun dönüp gitti, hilesini (büyücüleri ve onların aletlerini) top­ladı, sonra (belirtilen yere) geldi. Musa onlara: "Yazık size, dedi. Allah'a yalan uydurmayın.; Sonra (O), bir azab ile kökünüzü keser, doğrusu ifti­ra eden perişan olmuştur!" (Firavun'un topladığı büyücüler), işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli konuştular. Dediler ki: "Bunlar iki büyücü, başka birşey değil. İstiyorlar ki, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarsınlar ve sizin örnek yolunuzu, (en güzel dininizi) gidersihler." Onun için siz hilenizi toplayın. Sonra sıra halinde gelin. Bu gün üstün gelen başarmıştır.» (Tâ-Hâ, 60-64.)

Cenâb-ı Allah, Firavun'un ülkedeki bütün büyücüleri topladığını haber veriyor. O zaman Mısır'da çok sayıda usta büyücüler varmış. Firavun'un adamları, her beldeden ve mekandan büyücüler toplamış­lardı. Çok sayıda büyücüler topluluğu oluşmuştu. Muhammed b. Ka'b'm dediğine göre 80.000, Kasım b. Ebi Berde'nin dediğine göre 70.000, Süddî'nin dediğine göre 30.000 küsur, Ebu Umame'nin dediğine göre 19.000, Muhammed b. îshak'm dediğine göre 15.000, Kabü'1-Ah-bar'm dediğine göre 12.000 kişiymişler.

İbn Ebi Hatîm'in rivayetine göre İbn Abbas, sadece yetmiş kişi, bir başka rivayete göre de onların İsrailoğullanndan kırk genç kişi oldukla­rını söylemiştir. Firavun, onları büyücülere göndererek büyü öğrenme­lerini emretmişti. Bu nedenle büyücüler ona şöyle demişlerdi: "Senin bi­zi zorla (yıp yaptır) dığın büyüyü..." Ancak Firavun'un, İsrailoğullann­dan olan o gençleri büyücülerin yanına göndererek, büyü öğrenmelerini emrettiği, ihtilaflıdır.

Firavun ile devlet erkanı ve reayası sabah erkenden gösteri yerine geldiler. Çünkü Firavun daha önce ilanat yaparak herkesin bu büyük gösteri yerine gelmesini istemişti. Gösteri yerine gelmek için evden çı­karken herkes şöyle diyordu: "Umarız ki büyücüler üstün gelirse biz de onlara uyarız." (eş-Şuarâ, 40.)

Musa (a.s.) öne geçerek büyücülere öğüt verdi. Onları, Allah'ın ayet ve hüccetlerine karşı olan bâtıl büyü yapmamaya çağırdı ve dedi ki: "Ya­zık size. Allah'a yalan uydurmayın. Sonra (O) bir azab ile kökünüzü ke­ser, doğrusu, iftira eden perişan olmuştur!" (Firavun'un topladığı büyü­cüler), işlerini kendi aralarında tartıştılar. Kendi aralarında farklı gö­rüşler ileri sürdüler. Biri dedi ki: "Musa'nın söyledikleri, peygamber sö­züdür. O, bir büyücü değildir." Bir diğeri ise, onun büyücü olduğunu söy­ledi. Aralarında neler söylediklerini ancak Allah bilir. Bu hususta ve di­ğer hususlarda büyücüler kendi aralarında gizlice konuştular.

Dediler ki: "Bunlar iki büyücü, başka birşey değil. İstiyorlar ki, bü­yüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarsınlar."

Yani Musa ile kardeşi Harun, iki usta ye bilgili büyücüdür. İnsanla­rı etraflarına toplayarak hükümdara ve maiyetine saldırmayı, kökünü­zü kazımayı, büyücülük sanatını kullanarak başınıza geçmeyi tasarlı­yorlar.

"Onun için siz hilenizi toplayın. Sonra sıra halinde gelin. Bu gün üs­tün gelen başarmıştır."

Yukarıdaki ilk cümleyi, düşünüp tedbir almak, bu hususta birbirle­rine tavsiyede bulunmak, olanca hüner, ustalık, iftira, hile ve dalavere­lerini ortaya koymak için söylemişlerdi. Ama ne gezer! Vallahi bütün zanları boşa çıktı. Görüşleri isabetli olmamıştı. Büyü, iftira ve hezeyan­ları, Allah'ın kendisiyle konuşma şerefine erdirdiği, kıymetli elçisi Mu­sa vasıtasıyla izhar ettiği harikalarla mucizelere karşı nasıl durabilir­di? O şerefli rasûl ki, akılları şaşırtan ve gözleri kamaştıran burhanlar­la teyid edilmiştir.

"Siz hilenizi toplayın, sonra sıra halinde gelin." Böyle dedikten son­ra büyücüler, sanatlarını icra için öne geçmeye birbirlerini teşvik etmiş­lerdi. Çünkü Firavun, onlara vaatte bulunup ümit vermişti. "Fakat şeytanın onlara va'di, aldatmadan başka birşey değildir."

«Dediler ki: "Ey Musa! Ya sen at, yahut Önce atan biz olalım." (Musa) : "Hayır, siz atın!" dedi. (Attılar, Musa) bir de ne görsün: Büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları hakikaten koşuyor gibi görünüyor. Bu yüzden Musa, içinde bir korku duydu. (Biz kendisine): "Korkma, dedik, üstün gelecek sensin, sen! Sağ elindekini at! Onların yaptıklarını yuta­caktır. Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye varsa iflah olmaz!"» (Tâ-Hâ, 65-69.)

Büyücüler sıra halinde gelince, Musa ile Harun (a.s.) karşılarına di­kilip durdular. Dediler ki: "Ey Musa! Önce ya sen at, ya da biz atalım." Musa: "Hayır, siz atın." dedi. Beraberlerinde getirdikleri değnekleri ve ipleri ellerine aldılar. İplerle değnekleri civa ve benzeri sıvılara bula­mışlardı. Bu sıvılar nedeniyle o iplerle değnekler (güneş altında ısmınca genleşip) hareket etmeye başlamışlardı. Seyirciler de, bunların kendi­liklerinden hareket etmekte olduklarını sanmışlardı. «Bu esnada büyü­cüler, halkın gözünü büyüleyerek onlan ürkütmüş, değnekleriyle iple­rini yere bırakmış, biralarken de: "Firavunun şerefine biz, elbette biz galib geleceğiz" demişlerdi.» (eş-Şuarâ, 44.)

Yüce Allah buyurdu ki:

"Atınca insanların gözlerini büyülediler, onlan ürküttüler ve bü­yük bir büyü (ortaya) getirdiler." (ei-A'râf, ııe.)

(Attılar, Musa) bir de ne görsün: Büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları hakikaten koşuyor gibi görünüyor. Bu yüzden Musa, içinde bir korku duydu.

Yani kendi elindelrim yere atmadan halkın, onların hile ve büyüle­rine aldanmalarından korktu. O da, emir almadan bir şey yapacak du­rumda değildi. Hemen o anda Cenâb-ı Allah kendisine vahiy gönderdi: "Korkma, üstün gelecek sensin, sen! Sağ elindekini at! Onların yaptık­larım yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye varsa iflah olmaz!" Vahyi alır almaz Musa, değneğini yere attı ve şöyle dedi: "Sizin getirdiğiniz şey, büyüdür. Allah, onu mut­laka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez! Ve suçlular istemese de Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır!"

(Yunus, 81-82.)

«Biz de Musa'ya: "Değneğini at!" diye vahyettik. Bir de baktılar ki o, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. (Musa'nın ejderha olan değ­neği, büyücülerin büyülerini yutup yok etmişti). Gerçek ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa çıktı. Orada yenildiler, küçük düştüler. Ve büyücüler secdeye kapandılar. "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Ha­run'un Rabbine inandık." dediler.» (ei-A'rftf, 117-122.)

Musa, elindeki değneği yere bırakınca, onun ayaklı, büyük bir ej­derha olduğunu gördü. Selef ulemasının çoğunun anlattıklarına göre yılanın uzun ve kalın bir boynu, insanı ürküten korkunç bir görünümü vardı. Öyle ki onu görenler ondan uzaklaşmaya ve kaçmaya başlamış­lardı. O, büyücülerin yere bırakmış oldukları iplerle değneklerin üzeri­ne gidiyor, çok seri bir şekilde onları birer birer yutuyordu. İnsanlar da şaşkınlıkla onu seyrediyorlardı. Firavun'un büyücüleriyse, kendilerini ürkütüp şaşkına çeviren bir şey görmüş, akıl ve hayallerinden geçme­yen, ustalıklarım geride bırakan bir durumla karşılaşmışlardı. Sahib oldukları bilgi sayesinde, Musa'nın bu gösterişinin büyü, göz boyama, hayal, yalan, iftira ve sapıklık olmadığını iyiden iyiye anlamış; bunun, ancak Hak Teâlâ tarafından yapılabilecek gerçek bir mucize olduğuna inanmışlardı. Allah, kalplerindeki gaflet perdesini aralamış; kalplerini, içinde yaratmış olduğu hidayet nuruyla aydınlatmış,,katılığını gi­dermişti. Onlar da Rablerine yönelerek huzurunda secdeye kapanmış­lardı. İman ettiklerini de orada hazır bulunanlara açıklamış, ceza ve be­ladan kor kınamışlardı. "Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik." de­mişlerdi. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

"Bunun üzerine büyücüler secdeye kapandılar: "Harun'un ve Mu­sa'nın Rabbine inandık!" dediler.

(Firavun): "Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınım çaprazvari keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha çetin ve sürekli imiş bileceksiniz!" dedi. Dediler ki: "Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin. Biz Rabbi-mize inandık ki (O) bizim günahlarımızı ve senin bizi zorla (yıp yaptır) dağın büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allah daha hayırlı ve (O'nun mükafatı ve cezası) daha kalıcıdır," Kim Rabbine suçlu olarak gelirse, onun için Cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de yaşar. Kim de ona iyi işler yapmış bir mü'min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek derece­ler vardır. Altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri. Orada sürekli olarak kalırlar. îşte (günâhlardan) arınanların mükafatı budur!» (Tâ-Hâ, 71-76.)

Said b. Cübeyr, îkrime, Kasım b. Ebi Berde, Evzaî ve diğerleri dedi­ler ki: Büyücüler secde ederken, Cennet'te kendileri için hazırlanmış olan ve oraya varışlarım beklemekte olan süslü köşklerini gördüler. Bu nedenle, Firavun'un tehdit ve korkutmalarına aldırış etmediler.

Firavun, büyücülerin Müslüman olup, halk içinde Musa ve Harun'u güzel vasıflarla andıklarım görünce telaşlanıp şaşkına dönmüş, kalbi perdelenip gözü körelmişti. Zaten kalbinde hile, tuzak ve desiseler var­dı, îman eden büyücülere halkın huzurunda: "Ben size izin vermeden ona inandınız ha?" diye çıkıştı. Halkımın huzurunda giriştiğiniz bu bü­yük işi yapmadan önce bana danışmanız gerekmez miydi? Sonra onları tehdid edip kükredi ve âdeta gazap yıldırımları çaktı. Yalanlar uydurup hakikati gözden uzaklaştırmaya çabaladı ve dedi ki: "O size büyü öğre­ten büyüğünüzdür."

«Bu, bir tuzaktır. Şehirde bu tuzağı kurdunuz ki, halkını oradan çı-karasımz, ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz!» (ei-A'râf, 123.)

Onun ortaya attığı bu bühtan ve iftiralarda küfür, yalan ve saçma­lıklar bulunduğunu, aldı başında bulunan herkes bilir. Bu gibi saçma sözleri ancak çocuklar söylerler. Çünkü onun ülkesinde bulunan her­kes, Musa'nın o büyücüleri daha Önce hiç görmemiş olduğunu pekala bi­liyordu. Nasıl olurdu da Musa, onlara büyü Öğreten büyükleri olurdu? Sonra Musa onları toplamamış, toplanacaklarını da daha önce haber almış değildi.. Onları oraya çağıran; uzak yollardan, derin vadilerden, köylerden, kasaba ve kentlerden toplattırıp getirten de Firavun'du.

Cenâb-ı Allah A'râf sûresinde buyurmuş ki: "Onlardan sonra Mu­sa'yı, mucizelerimizle Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına gönder­dik. Ayetlerimize haksızlık ettiler. Fakat bak, bozguncuların sonu nasıl oldu! Musa dedi ki: "Ey Firavun, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönde­rilmiş bir elçiyim. Allah'a karşı gerçekten başkasını söylememek, be­nim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık delil getirdim. Artık İsrailo-ğullarını benimle gönder!

(Firavun) dedi: "Eğer bir ayet (mucize) getirmiş isen, hakikaten doğ­ru söylüyorsan göster onu bakalım!" Bunun üzerine (Musa) değneğini (yere) attı, birden o, açıkça bir ejderha (oluverdi). Ve elini (koltuğunun altından) çıkardı. Birden o, bakanlar için bembeyaz parlayan bir şey ol­du.

Firavun kavminden ileri gelen bir topluluk dediler ki: "Bu, çok bilgi­li bir büyücüdür." Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne buyurursu­nuz?"

"Onu da, kardeşini de beklet, dediler. Şehirlere toplayıcılar yolla. Bütün bilgili büyücüleri (toplayıp) sana getirsinler."

Büyücüler Firavun gelip: "Eğer üstün gelen biz olursak, elbet bize bir mükafat var değil mi?" dediler.

(Firavun): "Evet, dedi. Hem de siz, (benim) yakınlarım) dan (ola-cak)sınız!"

Dediler ki: "Ey Musa! Sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın. Yok­sa (önce) atanlar biz mi olalım?"

"Siz atın." dedi. (Hünerlerini ortaya) atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve büyük bir büyü (ortaya) getirdiler.

Biz de Musa'ya: "Değneğini at!" diye vahyettik. Bir de baktılar ki, o, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyordu. Gerçek ortaya çıktı. Ve onların bütün yaptıkları bâtıl oldu. Orada yenildiler, küçük düştüler. Ve büyücüler secdeye kapandılar. "Alemlerin Rabbine inandık, Musa ve Harun'un Rabbine!" dediler.

Firavun: "Ben size izin vermeden ona inandınız ha?" dedi. "Bu, bir tuzaktır. Şehirde bu tuzağı kurdunuz ki, halkını oradan çıkarasanız. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz! Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra hepinizi (hurma dallarına) asacağım!"

Dediler ki: "Biz zaten Rabbimize döneceğiz! Rabbimizin ayetleri ge-linçe ona inandık, diye bizden öc alıyorsun. (Ey) Rabbimiz, üzerimize sa-bir dök ve bizi Müslümanlar olarak Öldür!"» (el-A'râf, 103-126.)

Cenâb-ı Allah, Yunus sûresinde şöyle buyuruyor: «Sonra onların ar­dından Musa ve Harun'u ayetlerimizle birlikte Firavun'a ve adamlarına gönderdik; böbürlendiler ve suç işleyen bir topluluk oldular. Onlara katımızdan gerçek (mucize) gelince: "Bu, apaçık bir büyüdür." dediler. Musa: "Size gelen gerçek için (böyle) mi diyorsunuz? Büyü müdür bu? Halbuki büyücüler, iflah olmazlar!" dedi.

Dediler ki: "Sen bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden çe-viresin de yeryüzünde büyüklük yalnız ikinize kalsın diye mi bize gel­din? Biz size inanacak değiliz!" Firavun: "Bana bütün bilgili büyücüleri getirin." dedi. Büyücüler gelince Musa onlara : "Atacağınızı atın (hüne­rinizi gösterin)" dedi. Onlar (iplerini ve değneklerini) atınca Musa: "Si­zin getirdiğiniz şey, büyüdür, dedi. Allah onu mutlaka boşa çıkaracak­tır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez! Ve suçlul&r istemese de Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır!"» (Yûnus, 75-82.)

Cenâb-ı Allah, Şuarâ sûresinde ise şöyle buyuruyor:

(Firavun, ey Musa) dedi: "Andolsun ki benden başka tanrı edinirsen seni mutlaka zindana atılanlardan yapacağım." (Musa, peki) dedi: "Sa­na (doğruluğumu) apaçık (gösteren) birşey getirmiş olsam da mı?" (Firavun): "Eğer doğrulardansan onu getir (bakalım)" dedi.

(Musa), değneğini attı, bir de (baktılar ki) o, apaçık bir ejderha! Elini (koltuğunun altından) çıkardı; o da, bakanlara parıl parıl parlayan bir­şey oluverdi. (Firavun), çevresindeki ileri gelenlere: "Bu, dedi, bilgin bir büyücüdür. Büyüsüyle sizi yerinizden (yurdunuzdan) çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?" Dediler ki; "O'nu ve kardeşini eğle, şehirlere topla­yıcılar gönder. Bütün bilgin büyücüleri sana getirsinler." Derken büyü­cüler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. Halka da: "Siz toplanır mısınız?" denildi.

"Umarız ki büyücüler üstün gelirse, biz de onlara uyarız." Büyücü­ler gelince Firavun'a: "Eğer üstün gelenler biz olursak, bize mutlaka bir ücret var değil mi?" dediler.

"Evet, dedi, hem o takdirde siz, (bana) yakınlardan olacaksınız"

Musa, onlara: "Atacağınızı atın!" dedi. İplerini ve değneklerini attı­lar ve: "Firavun'un şerefine biz, elbette biz galip geleceğiz." dediler. Mu­sa da değneğini attı. Birden o, onların uydurduklarını yutmağa başladı. Büyücüler derhal secdeye kapandılar. "Alemlerin Rabbine inandık." de­diler. "Musa'nın ve Harun'un Rabbine."

(Firavun) dedi: "Ben size izin vermeden mi ona inandınız? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. (Başınıza gelecekleri) yakında bileceksi­niz. Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi asaca­ğım!" "Zararı yok, dediler. (Nasıl olsa) biz Rabbimize döneceğiz. Biz ilk inananlar olduğumuz için Rabbimizin, hatalarımızı bağışlayacağını umarız.» (eş-Şuarâ, 29-51.)

Firavun yalan söyleyip iftira etti, aşırı derecede küfre saptı. "O, size büyü öğreten büyüğünüzdür." Bilenlerin, hatta herkesin anlayabileceği bir bühtan ortaya attı: "Bu, bir tuzaktır. Şehirde bu tuzağı kurdunuz İd halkını oradan çıkarasmız. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bilecek­siniz! Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim! Sonra hepinizi hurma dallarına asacağım .(Çünkü hurma dallan çok yüksek­tir. Oraya asılanları herkes görür. Dünyada hangimizin azabının daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu pekiyi bileceksiniz!"

Dediler İd: "Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz." Kalblerimize yerleşen kesin delil ve beyyineleri bırakıp da sana itaat etmeyiz. "Yapacağını yap." Elinden ne gelirse onu yap. "Sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin." Ancak bu hayatta bize hükmedebilirsin. Ahiret yurduna geçtikten sonra da, kendisine teslim olup rasûllerine uyduğumuz Allah'ın hükmü altına gireriz. "Biz Rabbimize inandık ki, (O) bizim günahlarımızı ve senin bizi zorla (yıp yaptır) dığın büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allah daha hayırlı ve (O'nun mükafatı ve cezası) daha süreklidir." O'nun sevabı, senin bize va'detti-ğin "sana yakın olmak"tan daha hayırlıdır. Bu fani dünya hayatından daha devamlıdır. "Zararı yok, dediler. (Nasıl olsa) biz Rabbimize döne­ceğiz. Biz Kiptiler arasında Musa ve Harun'a, ilk inananlar olduğumuz için Rabbimizin, hatalanmızı bağışlayacağını umarız." (eş-Şuarâ, 50-51.)

"Rabbinıizin ayetleri gelince ona inandık diye bizden öc alıyorsun." (el-A'râf, 126) Sana göre tek suçumuz, peygamberimiz Musa'nın getirdiği ilahî hükümlere inanmamız ve bize geldiğinde ilahî ayetlere tâbi olmamızdır. "Rabbimiz, üzerimize sabır dök." Bu inatçı zorba ve satvetli hükümdardan, daha doğrusu inatçı şeyden çektiğimiz eza ve cefalara, müptela olduğumuz cezalara karşı bize sebat ver "ve bizi Müslümanlar olarak öldür!" Yine yüce Rabbin azabıyla korkutup öğüt vererek ona de­diler ki: "Kim Rabbine suçlu olarak gelirse onun için Cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de yaşar." (Ta-Hâ, 74) Sakın ha, onlardan olma (Ama yine de onlardan oldu.)

"Kim de ona iyi işler yapmış bir mü'min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır. Altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri, orada sürekli olarak kalırlar. İşte (günahlardan) arınanların mükafatı budur!" <Tâ-Hâ,75-76.)

Sen bunlardan biri olmaya bak. Fakat, karşı konulmaz kaderin hükmü ona da tatbik edildi. Yüce ve ulu zat, lanetli Firavun'un cehen­nemliklerden biri olmasına hükmetti. Cehennemliklerden kılındı ki orada başının üstünden kaynar su dökülsün ve can yakıcı azabı tadsm. O alçak, çirkin ve kötü adam kınanarak bu ağır lanetlemeye muhatab oldu. «Tad, zira sen kendince üstündün, şerefliydin.» (ed-Duhân, 49.)

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre lanetli Firavun, imana gelen o bü­yücüleri asıp işkenceye maruz bırakmıştır. Abdullah b. Abbas ile Ubeyd b. Umeyr demişler ki: Onlar günün ilk saatlerinde büyücüydüler. Son saatlerindeyse, Allah katında iyi ve makbul şehidler oldular. "Rabbi­miz! Üzerimize sabır dök ve bizi Müslümanlar olarak öldür." demeleri de bunu doğrulamaktadır. [42]

 

Fasıl

 

O dehşetli durumda Kiptiler, toplanıp da kendilerine destek olan büyücüler Müslüman olunca bu, onların küfürlerini, haktan uzaklıkla­rını ve inatlarını daha artırdı. Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Firavun kavminden ileri gelen bir topluluk dedi ki: "Musa'yı ve kavmini bırakıyorsun ki, seni ve tanrılarını terkedip yeryüzünde fesat mı çıkarsınlar?" (Firavun): "Biz onların oğullarını öldüreceğiz. Kadınla­rım sağ bırakacağız. Biz onların, daima üstünde eziciler olacağız!" dedi. Musa, kavmine: "Allah'tan yardım isteyin, sabredin!" dedi: Yeryüzü, Al­lah'ındır. Onu kullarından dilediğine verir. Sonuç (Allah'tan korkup gü­nahtan) korunanlarındır! "(Ey Musa), sen bize gelmezden Önce de gel­dikten sonra da bize işkence edildi." dediler. (Musa) dedi: "Umulur ki Rabbiniz, düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzünde ha­kim kılar da, nasıl hareket edeceğinize bakar.» (el-A'râf, 127-129.)

Cenâb-ı -Allah, Firavun'un adamlannm, önde gelen kumandan ve sivil erkanının onu, Allah'ın peygamberi Musa'ya eziyet etmeye, getir­diği dini tasdik edeceği yerde ona küfür, eza, cefa ve red ile karşılık ver­meye kışkırttılar. "Musa'yı ve kavmini bırakıyorsun ki, seni ve tanrıla­rını terkedip yeryüzünde fesat mı çıkarsınlar?" dediler. Allah kendileri­ni rezil etsin. Musa'nın insanları tek ve ortaksız olan Allah'a kulluk et­meye, Allah'tan başkasına kulluktan vazgeçmeye çağırmasını kıptı inancına göre fesad olarak telakki ediyorlardı. Allah'ın laneti üzerleri­ne olsun. Bazıları yukarıda meali geçen ayeti şeklinde değil de, yani "seni ve tanrılığım terkedip..." şeklinde okumuşlardır. Bu ayetin iki manaya ihtimali olur:

1-  «Seni ve dinini terkedip...» Bunu birinci kıraat da teyid etmekte­dir.

2-  «Sana ibadeti terkedip....» Çünkü Firavun, kendisinin tanrı oldu­ğunu iddia ediyordu. Allah ona lanet etsin.

(Firavun): «Biz onların oğullarını öldüreceğiz. Kadınlarım sağ bıra­kacağız» ki savaşçıları çoğalmasın.

«Biz onlann üstünde daima eziciler olacağız.»

Musa, kavmine: «Allah'dan yardım isteyin ve sabredin.» dedi. Onlar size eziyet verip sıkıştırmaya kasdettiklerinde, siz de Rabbinizden yar­dım isteyin ve başınıza gelen belalara da sabırla karşılık verin. «Yeryü­zü Allah'ındır. Onu kullarından dilediğine verir. Sonuç (Allah'tan kor­kup günahtan) korunanlarındır.» Allah'tan korkup günahtan korunanlar, sizler olun ki, iyi son sizlerin olsun.

"Musa: "Ey Milletim! Allah'a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O'na güvenin." dedi. "Allah'a güvendik; Ey Rabbimiz! Zalim bir millet ile bizi sınama. Rahmetinle bizi kafirlerden kurtar." dediler." (Yâmıs, 84-85.)

"(Ey Musa), sen bize gelmezden önce de,sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi." Yani sen gelmezden önce de, geldikten sonra da oğullarımız öldürülüyordu.

(Musa) dedi ki: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onla­rın yerine sizi yeryüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize ba­kar. (el-A'râf, 129.)

«Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir delil ile gönder­dik: Firavun'a, Haman'a ve Karun'a. Dediler ki: "(Bu),yalancı bir büyü­cüdür."» (el-Mü'min: 23-24.)

Firavun hükümdar, Haman da onun veziri idi. Karun, Musa'nın milleti olan İsrailoğullanndandı. Ancak Firavun'un adamlarından olup onun dinine bağlı bir kimseydi. Büyük bir servetin sahibiydi. Onunla il­gili açıklama, ileride gelecektir.

«(Musa), onlara katımızdan hakkı getirince: "Onunla beraber ina­nanların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın!" dediler. Fakat kafirlerin tuzağı hep boşa çıkar.» (ei-Mü'min, 25.)

Musa'nın risaletle görevlen dirilişinden sonra, îsrailoğullarını aşa­ğılamak ve sayılarım azaltmak için oğulları,Firavun'un askerleri tara­fından Öldürülüyordu. Böyle yapmakla da onların güç ve kuvvet bulma­ları neticesinde kıptîlere saldırmaları önlenmiş oluyurdu .Kiptiler on­lardan korkuyorlardı. Ama bunun onlara bir faydası olmadı. "Ol" dediği şeyin hemen oluverdiği Allah'ın takdirinin önüne geçemediler.

"Firavun dedi: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de, Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden,yahut yeryüzünde bozgun­culuk çıkaracağından korkuyorum." (ei-Mu'min, 26.)

Bu nedenle halk, alaycı bir tavırla: "Firavun vaiz oldu." demeye baş­lamıştı. Çünkü kendi inancına göre, Musa'nın halkı saptırmasından korkmuştu!

«Musa dedi ki: "Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, be­nim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah')a sığındım."» (el-Mü'min, 27.)

Firavun ve diğerlerinin bana kötülük yapmalarından Allah'ın dergahına sığındım. İnadından ve zorbalığından vazgeçmeyen; ahirete, ceza ve mükafata inanmadığı için de Allah'ın azab ve ikabmdan kork­mayan, "Hesap gününe inanmayan her kibirliden" Allah'a sığındım.

"Firavun ailesinden imanını gizleyen mü'min bir adam (şöyle) dedi: "Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden mucizeler getirmiştir. Eğer yalancı olursa yalanı kendi zararınadır. Ve eğer doğru söylüyorsa size va'dettiklerinin (hiç değil­se) bir kısmı başınıza gelir. Şüphesiz Allah aşırı giden, yalana olan kim­seyi doğru yola iletmez. Ey kavmim! Bugün mülk sizindir. (Bu) yerde siz hakimsiniz. (Tutumunuzu bozup kendinizi Allah'ın hışmına çarpma­yın. Düşünün bir kere) eğer (Allah'ın hışmı) bize gelirse,kim bizi Al­lah'ın hışmından kurtarır?" Firavun dedi: "Ben size yalnız (doğru) gör­düğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum."» (el-Mü'min, 28-29.)

İmanım gizleyen adam, Firavun'un amcası oğluydu. Kavminin kendisine bir kötülük yapmasından korktuğu için, imanını gizliyordu.

Bazılarıysa, o adamın İsrail oğulların d an biri olduğunu ileri sür­müşlerdir ki bu, lafız ve mana bakımından ayetlerin akışına ters düş­mektedir. Doğrusunu Allah bilir.[43]

îbn Cüreyc, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kıptîler-den yalnızca üç kişi iman etmiştir: Biri yukarıdaki ayette sözü edilen adamdır. İkincisi şehrin öbür ucundan gelerek Musa'ya, şehirden kaçıp Firavun'dan kurtulmasını teklif eden adamdır. Üçüncüsü ise, Firavun'un zevcesi Asiye'dir.

Darekutnî demiş ki: Firavun ailesinde adı Şem'an olan tek bir adam vardır ki o da mü'mindir.

Tarih-i Taberî'de anlatıldığına göre o adamın adı, Hayr'dır. Doğru­sunu, Allah bilir.

Özetle bu adam, imanını gizliyordu. Lanetli Firavun, Musa (a.s.)'yı öldürmeye niyetlenip bunun için adamlarına danıştı. Buna kesin karar verince de o mü'min adam, Musa'nın başına bir iş gelmesinden korktu. Şûra meclisinde fikir beyan edici bir pozisyonda bulundu. Yerine göre sevdirerek, yerine göre de ürküterek Firavun'u bundan caydırmaya Ça­lıştı. Sahih hadiste de sabittir ki Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Cihadın en faziletlisi, zalim sultan yanında doğru konuşmaktır."[44]

Bu da, mertebelerin en yükseğidir. Bundan daha doğru bir söz ola­maz. Çünkü bununla bir peyamberin hayatı kurtarılıyordu. İman etti­ğini onlara izhar etmiş ve gizlediği imanını da onlara açıklamış olması muhtemeldir. Birinci görüş daha kuvvetlidir. Doğrusunu Allah bilir.

"Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz. Allah'a inandığını söyleyen bir adama böyle yapılır mı hiç? Aksine ona hürmet ve ikramda bulunmalı, ya da hiç değilse ona ilişmemeli ve ondan öc al­maktan da vazgeçilmelidir."

Yani "O size Rabbinizden mucizeler getirmiştir." Kendisini elçi ola­rak gönderen Rabbinin katından getirdiği dinin gerçekliğini ve kendisi­nin de hak peygamber olduğunu ispatlayan mucizeler getirmiştir. Ona ilişmezseniz, selamette kalırsınız. Zira "Yalana olursa, yalanı kendi za-rarmadır." Bunun size bir zararı olmaz. "Eğer doğru söylüyorsa" ve siz de ona sataşmış s anız, "Size va'dettiklerinin (hiç değilse) bir kısmı başı­nıza gelir." Size yaptığı tehdidleıin arasındaki en basit bir cezanın size ulaşmasından korkuyorsunuz.. Ya bu cezaların tümü size ulaşırsa, o za­man haliniz nice olacaktır?

Bu makamda söylenen böyle bir söz; en tedbirli, en akıllı ve en latif bir sözdür.

"Ey kavmim, bu gün mülk sizindir. (Bu) yerde siz hakimsiniz." Musa böyle demekle onları, bu kıymetli mülkü ellerinden çıkar­maktan sakındırmış ti. Çünkü tarihte dine saldıran her devlet yıkılmış, güçlüyken zayıf olmuştur! Firavun'un adamlarının da başına aynı şey gelmişti. Onlar, hâlâ şek ve şüphe içindeydiler. Musa'nın dinine karşı inat ve muhalefetlerini sürdürüyorlardı. Nihayet Cenâb-ı Allah onları, sahib oldukları devletten, mülkten, saraylardan, kaşanelerden, servet ve nimetlerden kovup mahrum etti. Sonra horlanmış olarak denize doğ­ru gittiler. Şerefli ve yüksek bir konumda bulunan ruhları, esfel-i safili-ne göçtü. Yok olup gittiler. İşte bu nedenle o hakkın tasdikçisi, doğru yo­lu bulan, iyiliksever, hakka uyan, kavmine nasihat eden, tam akıllı mü'min adam şöyle dedi: "Ey kavmim! Bu gün mülk sizindir. (Bu) yerde siz hakimsiniz." Diğer insanlara üstünsünüz. "(Allah'ın hışmı) bize ge­lirse, kim bizi Allah'ın hışmından kurtarır?" Sayınız şimdikinden kat kat fazla da olsa; güç, kuvvet ve teçhizatınız daha da fazlalaşsa, yine bu­nun bir faydası olmaz. Mülk sahibi olan Allah'ın bize vereceği azabı kim geri çevirebilir?

Firavun dedi ki: "Ben size yalnız (doğru) gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum."

Firavun'un bu iki sözü de yalan idi. Çünkü o, Hz. Musa'mn insanları davet etmekte olduğu dinin, Allah katından gelen bir din olduğunu ke­sinlikle biliyor, ancak küfür, inat, azgınlık ve taşkınlığından dolayı mu­halefetini açıklıyordu. Cenâb-ı Allah, Musa'nın ona şöyle dediğini haber veriyor:

«(Musa): "Andolsun ki, bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık bel­geler olarak indirdiğini biliyorsun. Ey Firavun! Doğrusu, senin mahvo­lacağını sanıyorum." demişti. Firavun, bunun üzerine onları memleket­ten sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin, hepsini suda boğ­duk. Sonra îsrailoğullarma: "Bu memlekette siz oturun,kıyamet koptu­ğunda hepinizi bir araya getiririz." dedik.» (el-Isrâ, 102-104.)

«Ayetlerimiz gözlerinin önüne serilince: "Bu apaçık bir sihirdir." de­diler. Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde,haksızlık ve büyüklen-melerinden ötürü onları bile bile inkar ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!» (en-Ncmi, 13-14.)

Firavun'un: "Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum." demesi de yalandan başka bir şey değildir. Çünkü, o, doğru yolda değildi. Aksine sefahet,sapıklık, fesat ve hayal yolundaydı. İlk olarak kendisi putlara ve heykellere taptı. Sonra da cahil ve sapık kavmini; kendisine uymaya, itaat etmeye, propagandasını yapmakta olduğu kafirlik ve iftiracılığı doğrulamaya, iddia ettiği Rabblığını kabullenmeye çağırdı. Heybet ve kuvvet sahibi olan Allah, elbetteki ondan üstündür! Yüce Allah buyur­du ki:

«Firavun kavminin içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır mül­kü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musu­nuz? Yahut ben, şu hakir, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan kimseden daha iyi değil miyim? (Eğer o doğru söylüyorsa) üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında (kendisine yardım eden) melekler de gelmeli değil miydi?" Kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler. Ne zaman ki bizi kızdırdı­lar, onlardan öc aldık, hepsini boğduk. Onları sonradan gelen (inkarcı)ların geçmiş ataları ve örneği yaptık. (Bunlar da onların izle­rinden gittiler.)» (ez-Zuhruf, 51-56.)

"Ona büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o, (Musa'yı) yalanladı, karşı geldi. Sonra sırtım döndü; koşmaya başladı. (Adamlarını) topladı, (on­lara) bağırdı: "Ben sizin en yüce tannrnzım." dedi. Allah da onu ahiret ve dünya azabıyla yakaladı. Şüphesiz bunda (Allah'tan) korkacak kimse için ibret vardır." (en-NSziât, 20-26.)

"Andolsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve açık bir delil ile gönderdik: Firavun'a ve adamlarına. (Ama o insanlar) Firavun'un buyruğuna uy­dular. Oysa Firavun'un buyruğu doğruya iletici değildi. (Firavun), kıya­met günü kavminin önünde gidiyor. İşte onları ateşe getirdi. Varılan yer, ne de fena bir yerdir! Bu dünyada da (onların) peşlerine lanet takıl­mıştır, kıyamet gününde de. Verilen bu vergi, ne kötü bir vergidir! (Hûd, 96-99.) Yani Firavun "Ben size yalnız (doğru) gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum." derken, yalan söylemişti.

"İnanan (adam) dedi ki: "Ey kavmim! Ben üzerinize (önceki) toplu­lukların günü gibi bir günün gelmesinden korkuyorum. Nuh kavminin, Ad ve Semud'un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan endişe ediyorum). Allah, kullara zulmetmek iste­mez. Ey kavmim! Sizin için o çağrışma gününden korkuyorum. O gün arkanızı dönüp kaç (mak ist)ersiniz, ama sizi Allah(m azabm)ndan kur­taracak kimse yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık ona yol gösteren ol­maz. Daha önce Yusuf da size açık mucizeler getirmişti. Onun getirdik­lerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce: 'Allah ondan sonra peygamber göndermez.' dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır. Onlar İd, kendilerine gelmiş bir delil olmadan

Allah'ın ayetleri hakkında tartışırlaı\(Bu hareketleri) gerek Allah ya­nında, gerek inananlar yanında (onlara karşı) ne büyük bir kızgınlık (doğurur)! İşte Allah, her kibirli zorbanın kalbim böyle mühürler." (el-Mü'min, 30-35.)

Allah dostu adam, Musa peygamberi yalanladıkları takdirde, Önce­ki milletlerin başlarına gelen azap ve işkencelerin kendilerinin de baş­larına geleceğini söyleyerek onları inançsızsızlıktan sakındırmıştı. Ön­ceki milletlerden olan Nuh ve Semud kavimleri ile sonraki kavimlerin başlarına felaketler geldiği hem kendilerince, hem de başkalarınca te­vatür yoluyla sabit olmuştu. Kaldı ki, peygamberlerin getirdikleri din­lerin, Hak dinler olduklarım bütün yeryüzü insanları bilmektedir. Bu­nu doğrulayıcı deliller de vardır. Çünkü peygamberleri ve onların getir­diklerini yalanlayan hak ve hakikat düşmanları hep ilahi azaba uğra­mışlardır. Ama peygamberlere uyanları Allah, azabtan kurtarmış, kı­yamet korkusundan emin kılmıştır. Kıyamet günü, bağırışına günü-„   dür. Yapabilirlere e, azabtan kaçarken birbirlerine bağrıp çağıracaklar­dır. Ama azabtan kaçıp kurtulmalarına imkan yoktur.

"(Evet) o gün insan: "Kaçacak yer neresi?" der. Hayır, sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur, (ey in­san)." (el-Kıyâmet, 10-12.)

«Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeğe gücünüz yeterse geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsi­niz. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? İkinizin de üzerine, ateşten yalın alev ve kıpkızıl bir duman (yahut erimiş bakır) gönderilir, kendinizi savunamazsınız! Şimdi Rabbinizin hangi nimetle­rini yalanlıyorsunuz?» (er-Rahmân, 33-36.)

Bazıları, Mü'min sûresinin 32. ayetindeki tamlamasının sonundaki harfmi şeddeli okuyarak, "kaçışma ve firar günü" manasını vermişlerdir. Bu günün, Allah'ın, onların üzeri­ne azab indireceği gün olması da muhtemeldir. O gün, azaptan kaçıp kurtulmak isteyeceklerdir, ama kaçış mümkün olma3'acaktır.

"Azabımızı hissettikleri zaman onlar, derhal oradan (kaçmak için hayvanlarını) mahmuzluyorlardı. (Boşuna) kaçmayın, (bol bol verilip) içinde şımartıl dığınız (nimetler)e ve yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz!» (ei-Enbiyâ, 12-13.)

Sonra Cenâb-ı Allah, onlara, Mısır'da peygamberlik yapan Yusuf (a.s.)'un nübüvvetini, onun dünya ve ahirette halka yaptığı iyilikleri ha­ber verdi. İşte Musa da onun sülalesinden ve zürriyetindendi. insanları, Allah'ı birlemeye, ona kulluk etmeye, yaratıklarından hiç birini ona or­tak koşmamaya çağırıyordu. Ayrıca Cenâb-ı Allah, Yusuf zamanındaki Mısırlıların durumunu, onların hakkı yalanlayıp peygamberlere muha­lefet etme huyuna sahib oluşlarını da Firavunun kavmine bildiriyordu.

Bu nedenle onlara şöyle hitab ediyordu: «Onun (Yusuf un) getirdiklerin­den de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce: "Allah, ondan son­ra peygamber göndermez." dediniz. (Tabii ki bu da yalandı). İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır. Onlar da kendilerine gel­miş bir delil olmadan, Allah'ın ayetleri hakkında tartışırlar." (ei-Mü'min, 34-35.)

Yani Allah'ın birliğini, hüccetlerini, burhanlarını ve delillerini, kendilerine Allah katından gelmiş bir delil olmaksızın reddetmişlerdi. Doğrusu bu, Allah'ı fazlasıyla ğazaplandınr. Her kim böyle yapar ve bu nitelikleri taşırsa, Allah ona da gazaplamr. "İşte Allah, her kibirli zor­banın kalbini böyle mühürler." Yani kalpler, bir delile dayanmaksızın hakka muhalefet ederlerse, Cenâb-ı Allah onları, içindeki küfürle bir­likte mühürler.

"Firavun dedi: "Ey Haman, bana yüksek bir kule yapki o sebeplere (yollara) erişeyim. (Yani) gölderin yollarına (erişeyim) de Musa'nın tan­rısına çıkıp bakayım. Çünkü ben onu yalana sanıyorum." Böylece yaptı­ğı kötü iş, Firavun'a süslü gösterildi ve (o), yoldan çıkarıldı. Firavun'un tuzağı, tamamen boşa çıktı." (cl-Mumin, 36-37.)

Firavun, Musa'nın, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuna dair söylediği sözlerini yalanladı. Şunları söyleyerek tanrılığını iddia etti. "Ben sizin için benden başka bir tanrı bilmiyorum. Ey Haman! Hay­di benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap. Belki.Musa'nın tanrısına çıkarım. Çünkü ben onu (Musa'yı) yalancılardan sanıyorum." (cl-Kasas, 38.)

Firavun, bu sûrede ise şöyle demiştir: "Bana yüksek bir kule yap ki, o sebeplere (yollara) erişeyim. (Yani) göklerin yollarına (erişeyim de ) Musa'nın tanrısına çılap bakayım. Çünkü ben, onu (Musa'yı)'yalancı sa­nıyorum."

Bu ayetin iki manaya gelme ihtimali vardır:

1- Benden başka bir Rabbin var olduğunu söylerken, Musa'nın ya­lan söylediğini sanıyorum.

2- Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu söyler­ken, Musa'nın yalan söylediğini sanıyorum. Ama birinci mana, Firavun'un zahiri durumuna çok uymaktadır. Çünkü o, yaratıcının var­lığını açıkça inkar ediyordu. Fakat ikinci mana da, ayetin lafzına uy­maktadır. Zira demişti ki: "Musa'nın tanrısına çılap bakayım." Musa'yı peygamber olarak gönderip göndermediğini ona sorayım, "Çünkü ben onu yalancı sanıyorum."

Firavun'un maksadı, insanları, Musa'ya inanmaktan vazgeçirmek ve onu yalanlamaya teşvik etmekti. Yüce Allah buyurmuş ki:

"Böylece yaptığı kötü iş, Firavun'a süslü gösterildi ve (o), yoldan Çı­karıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı."

Razıları, bu ayette geçen cümlesindeki füli şeklinde okumuşlardır. Buna göre mana şöyle olur: "... ve (o), yoldan çıkardı."

"Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı." Ibn Abbas ile Mücahid, bu ayetin sonunu, hüsran ve bâtıl olarak açıklamıştır. Yani Firavun, kur­duğu tuzakla birşey eîde edemedi, amacına ulaşamadı. Çünkü insanoğ­lu, kendi gücü ile, dünyaya en yalan olan sema tabakasına ulaşamadığı­na göre, yüksekteki sema tabakalarına nasıl ulaşacaktır? O yükseldik­lerin miktar ve mesafesini ancak Allah bilir.

Müfessirlerin çoğuna göre, Firavun'un sözünü ettiği kulenin, veziri Haman'm onun için yaptırdığı saraydır. Çünkü Firavun, tuğladan ya­pılmış olan o saraydan daha yüksek bir saray görmemişti. Bu nedenle de şöyle demişti: "Ey Haman! Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap")

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre îsraüoğulları, tuğla yapımında çalıştırılıyorlardı. Firavun'un kendilerine yüklediği angar­yalardan ötürü, kendi ihtiyaç duydukları işlerde birbirlerine yardım e demiyor lardı. Aksine, tuğlaların yapımı için gerekli olan toprağı, sa­manı ve suyu topluyorlardı. Her gün belli miktarda malzemeyi getirme­leri, kendilerinden isteniyordu. Getirmedikleri takdirde dövülüp haka­rete uğruyor ve fazlasıyla eziyet görüyorlardı. Bu nedenle Musa'ya şöyle demişlerdi:

«"(Ey Musa), Sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi." dediler. (Musa) dedi: "Umulur ki Rabbiniz düş­manınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar."» (el-A'râf, 129.)

Kıptîlere egemen olacaklarını ve sonlarının iyi olacağını onlara müjdeledi. Müjdesi gerçekleşti de. Bu da onun peygamber olduğunu is­patlayan delillerden biri idi.

Şimdi de Firavun ailesinden olan o mü'min adamın öğüt ve delilleri­ne kulak verelim. Onun söylediklerini Cenâb-ı Allah, bizlere şöyle nak­lediyor: «İnanan (adam) dedi ki: "Ey Kavmim! Bana uyun, sizi doğru yo­la götüreyim. Ey kavmim! Bu dünya hayatı (kısa) bir geçinmedir. Ahi-ret ise ebedî durulacak yerdir. Kim bir kötülük yaparsa sadece onun ka­dar cezalanır. Ama erkek ve kadından her kim inanarak faydalı bir iş yaparsa, onlar Cennet'e girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık ve­rilir."» (ei-Mü'min, 38-40.)

Allah kendisinden razı olsun, o inanmış adam, onları hak ve haki­katin doğru yoluna davet etmişti. Kendisi de peygamber Musa'ya tâbi olup, onun Allah katından getirmiş olduğu hükümleri tasdik etmiş; onları, değersiz, fani ve sonlu olan dünyaya gönülden bağlanmamaya çağırmıştı. Çalışanların emeğini boşa çıkarmayan, aza karşı çok veren,

her şeyin mülkü elinde bulunan Allah katındaki sevabı kazanmaya teş­vik etmişti. Kötülüğe karşılık olarak sadece bir ceza vermek de Allah'ın adaletinin gereğidir, demişti. Asıl kalınacak yerin, ahiret yurdu olduğu­nu bildirmişti. İnanmış olarak iyi işler yapan ve bu halde ahirete göçen kimseler için orada yüksek dereceler, güvenli odalar, çok yüksek hayır-lar,sonu gelmez devamlı rızıklar, gittikçe artan hayırlar vardır, diye on­lara uyarıda bulunmuştu.

Sonra da tuttukları yolun iyi bir yol olmadığım ve gidişatlarının so­nucunun korkunç olduğunu kendilerine bildirmek için şöyle demişti: "Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni Allah'ı inkar etmeğe ve bilmediğim şeyleri ona ortak koşmağa çağırıyorsunuz. Bense sizi o aziz ve çok bağışlayana çağı­rıyorum. Sizin beni çağırdığınız şeye kesinlikle ne dünyada, ne de ahi-rette davet olamaz. (O cansız şeylere çağırılamaz.) Bizim dönüşümüz Allah'adır. (Davranışlarında) aşırı gidenler, işte onlar ateş halkıdır). Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları görür." Allah onu, onların kurduk­ları tuzakların kötülüklerinden korudu ve Firavun ailesini azabın en kötüsü kuşattı. Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar. (Dünya durdukça azap böyle devam eder.) Kıyamet koptuğu gün de: "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!" deriz." (el-Mü'min, 41-46.)

İnanmış adam, onları, "ol" dediği şeyin oluverdiği göklerle yerin Rabbine kulluk etmeye çağırdı, ama onlar onu lanetli, sapık ve cahil Firavun'a kulluk etmeye çağırdılar. Bu sebeple de onları kınayarak şöy­le dedi: "Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni Allah'ı inkar etmeğe ve bilmediğim şeyle­ri O'na ortak koşmağa çağırıyorsunuz. Bense sizi, O Aziz ve çok bağışla­yana çağırıyorum."

Böyle dedikten sonra da, Allah'tan başka tapmakta oldukları put­larla ortakların asılsız olduklarını, kimselere ne fayda ne de zararvere-meyeceklerini onlara açıklayarak şöyle dedi: "Sizin beni çağırdığınız şe­ye kesinlikle ne dünyada, ne de ahirette davet olamaz. (O cansız şeylere çağrılamaz.) Bizim dönüşümüz Allah'adır. (Davranışlarında) aşırı gi­denler, işte onlar ateş halkıdır." O putlar bu dünyada hiç birşey yapama­dıklarına göre, ebedî olan ahiret yurdunda ne yapabilirler? Ama onur ve üstünlük sahibi olan yüce Allah'tır ki her şeyi yaratmıştır.. İyileri de kö­tüleri de nzıklandırır. Kullara hayat veren, onları öldürdükten sonra yeniden diriltecek olandır. İtaatkar kullarını Cennet'e; isyankar kulla­rını da Cehennem'e koyacaktır.

İnatlarını sürdürdükleri takdirde başlarına felaket geleceğini haber vererek şunları söyledi: "Benim size söylediklerimi yakında ha­tırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları

görendir." Cenâb-i Allah buyurdu ki: "Allah onu, onların kurdukları tu­zakların kötülüklerinden korudu."

Peygamber Musa'yı inkar ettikleri için ona tuzak kurmuşlardı. Al­lah'ı inkar ettiklerinden, insanları Allah yolundan geri çevirdiklerin­den dolayı uğradıkları azaptan Musa'yı, Rabbi korumuştu. Bayağı halk tabakasına gösterdikleri hayal, desise ve oyunlarla onları Allah yolun­dan geri çevirmişlerdi de "Firavun ailesini, azabın en kötüsü kuşatmış­tı. Ateş! Sabah-akşam ona sunulurlar." Yani kabirlerinde kıyamete dek, ruhları sabah-akşam ateşe verilir. "Kıyamet koptuğu gün de: "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!" deriz. «Tefsir-i Ibn Kesir'de» bu ayet-i kerimenin, kabir azabının varlığına delâlet ettiğini söylemiştik. Övgüler Allah'adır.

Cenâb-ı Allah onlara karşı hüccetler ortaya koyduktan, onlara pey­gamber gönderdikten, şüphelerini giderdikten, bazan korkutarak ve bazan da sevdirerek kendilerine karşı hüccetleri onlardan aldıktan son­ra onları helak etmiştir. Bir ayet-i kerimede buna değinerek şöyle bu­yurmuştur:

«Andolsun biz, Firavun ailesini tuttuk. Öğüt alsınlar diye yıllarca kıtlıkla ve ürünleri azaltmakla sıktık. Onlara bir iyilik geldiği zaman: "Bu bizimdir." derler. Kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katmdandır. Fakat çokları bilmezler ve dediler ki: "Bizi büyüle­mek için ne kadar mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz!" Biz de onların üzerine ayrı ayrı mucizeler olarak tufan, çekirge, kımıl (haşerat), kurbağalar ve kan gönderdik; ama yine büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular.» (el-A'râf, 130-133.)

Cenâb-ı Allah, Firavun kavmi olan Kıptîleri, ekinlerin bitmediği ve davarların memelerinden süt akmadığı kıtlık seneleriyie, ağaçların ürünlerinin azalmasıyla - belki öğüt alırlar diye- sıktığını; ama bütün bunlara rağmen onların küfürden vazgeçmediklerini, ibret almadıkla­rını, bilakis küfür ve inatlarını devam ettirdiklerini haber veriyor.

«Kendilerine bir iyilik (bolluk) geldiği zaman: "Bu bizimdir" der­ler."» Yani bunu biz hakkettik ve bize layık olan da budur, derler. «Ken­dilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı.» Onların uğursuzluğu nedeniyle bu belaya uğradık, derler. Ama iyilik ve bollukla karşılaştıklarında, Musa ve beraberindekilerin bize komşuluklarının hayır ve bereketine bu nimete mazhar olduk, de­mezler. Çünkü onların kalpleri inkarcı olup haktan kaçmakta ve kendi­leri de büyüklük taslamaktadır. Kötülükle karşılaştıklarında, sebebini Musa ve beraberindekilerde ararlar. İyiliğe kavuştuklarında da onu kendilerine mal ederler. "İyi bilin ki, onların uğursuzluğu, Allah katın-dadır." Allah, bunun cezasını onlara tam olarak çektirecektir. "Fakat çokları bilmezler ve dediler ki: 'Bizi büyülemek için ne kadar mucize ge­tirirsen getir, biz sana inanacak değiliz!"» Harikulade hallerle mucize­lerin hepsini de göstersen; sana inanacak, sana tâbi olacak ve sana itaat edecek değiliz!

Onların durumlarını Cenâb-ı Allah şu ayet-i kerimeyle bildiriyor: "Üzerlerine Rabbinin (azab) kelimesi hakk olanlar, inanmazlar. Onlar bütün ayetler gelmiş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (inanmazlar)."(Yûnus, 96-97.)

"Biz de onların üzerine ayrı ayrı mucizeler olarak tufan, çekirge, kı­mıl (haşerat), kurbağalar ve kan gönderdik. Ama yine büyüklük tasladı­lar ve suçlu bir topluluk oldular."

Tufan felaketine uğramışlardı. İbn Abbas'm anlattığına göre, canlı­ları boğacak, ekin ve ürünlerini telef edecek kadar çok yağmur, onların üzerine yağdırılmıştı. Said b. Cübeyr, Katade, Süddî ve Dahhak da bu görüştedirler. Başka bir rivayete göre İbn Abbas ve Ata, tufanın, milleti kırıp geçiren çok sayıdaki ölüm olduğunu söylemişlerdir.

Mücahid, tufanın, su seli olduğunu ve her halde taun(veba) hastalı­ğı olduğunu söylemiştir.

Üçüncü bir rivayete göre de İbn Abbas, tufanın, onları kuşatan umumî bir bela olduğunu söylemiştir. Taberî'nin, Hz. Aişe'den yaptığı bir rivayete göre peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuş ki: «Tufan, ölümdür.» Bu, garip bir hadistir.

Firavun kavmi, bir de çekirge felaketine uğramıştı. Çekirge, hemen herkesçe bilinen bir hayvandır. Ebu Davud'un rivayetine göre Hz. Pey-gamber'e, çekirgenin hükmü sorulmuş. O da cevaben buyurmuş ki: «(Çekirge) Allah'ın en kalabalık olan ordusudur. Onu ne yerim, ne de ha­ram kılarım.»[45] Hz. Peygamber, sadece tiksindiği için çekirge yememiş­tir. Nitekim keler de yememiştir. Soğan, sarımsak ve pırasa yemekten de uzak durmuştur.

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadiste, Abdullah b. Evfa şöyle demiştir: «Rasûlullah (s.a.v.)'la birlikte yedi gazaya katıldık ve (bu gazaların hepsinde de) çekirge yiyorduk.»

Çekirgeyle ilgili hadis ve eserler üzerinde, tefsirimizde gerekli açık­lamaları yaptık. Hülasa çekirgeler, onların yerden biten ekin ve meyve­lerini daha taptazeyken alıp götürdüler, geriye ne az, ne de çok hiç birşey bırakmadılar.

Kımılların da saldırısına uğramışlardı. İbn Abbas, kımılın buğday­dan çıkan bir kurtçuk olduğunu söylemiştir. Başka bir rivayete göre İbn Abbas kımılın, kanatsız küçük çekirge olduğunu söylemiştir. Mücahid, îkrime ve Katade de bu görüştedirler. Said b. Cübeyr ile Hasen, ki mı İm siyah renkli küçücük bir haşere olduğunu söylemişlerdir. Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem ise, kunıhn pire olduğunu söylemiştir. Taberî ise, Arap dil bilginlerinden nakil yaparak kınıılm, Hamnan adlı küçük cins bir maymun olduğunu söylemiştir. İşte bu hayvanlar, Firavun kavmi olan Kıptîlerin evlerine, hatta yataklarına kadar sokulmuş; yaşamala­rına ve uyumalarına mani olmuşlardı.

Ata b. Saib ise, kımıl kelimesinin, buğdaydan çıkan kurtçuk anlamı­na geldiğini söylemiştir. Hasan Basrî de kımıl kelimesinin bu anlama geldiğini söyleyerek ayetteki kelimesindeki mim harfini şedde-siz okumuştur.

Kiptiler, kurbağaların istilasına uğramışlardı. Öyleki kurbağalar, yemeklerinin ve kaplarının içine düşüyorlardı. Onlardan biri birşey ye­mek ya da içmek için ağzım açacak olursa, çevredeki kurbağalardan biri gelip ağzına atlıyordu.

Kan mucizesi de Kıp tilere gösterilmişti. Bütün sulan kana bulan­mıştı. Nil'den, kuyudan, nehirden ve her nereden içmek için biraz su al­dıklarında o suyun, hemen o anda taze bir kana dönüştüğünü görürler­di.

Ama bütün bu olup bitenlerden İsrailoğullan asla zarar görmemiş­lerdi. Bu da bu saydıklarımızın göz kamaştırıcı mucizeler ve kesin delil­ler olduklannı göstermektedir. Bütün bunlan başlarına getiren, Musa idi ve yediden yetmişe Firavun kavmi bundan zarar görmüştü, ama Israiloğullanndan hiç birine bu olup bitenlerden zarar gelmemişti. Bu da Musa'nın peygamberliğini ispatlayan en kuvvetli delildir.

Muhammed b. İshak dedi ki: Büyücüler iman ettiklerinde Allah'ın düşmanı Firavun, yenik ve öfkeli olarak geri döndü. Küfür ve kötülüğü­nü devam ettirmekten başka birşey yapmadı. Cenâb-ı Allah, ona mucize üstüne mucize gönderdi. Kıtlık seneleriyle onu sıkıştırdı. Üzerlerine ön­ce tufan, sonra çekirge, sonra kımıl, sonra kurbağa ve en sonunda da ka­nı ayrı, ayrı mucizeler olarak gönderdi.

Üzerlerine Önce tufan (su seli) gönderdi. Her taraf sular altında kal­dı. Tarlalan ekemez oldular. Başka işler de yapamadılar. Açlıktan kırıl­dılar. Dayanamayacak hale gelince: "Ey Musa, dediler. Bizim için Rabbine- sana verdiği söz yüzü hürmetine- dua et; eğer bizden azabı kal-dınrsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka Israiloğullannı senin­le beraber göndereceğiz!" (ei-AVâf, 134.)

Musa Rabbine dua etti.. Rabbi de azabı onların üzerinden kaldırdı. Fakat onlar, Musa'ya iman edeceklerine dair verdikleri sözü yerine ge­tirmeyince, bu defa Cenâb-ı Allah, çekirgeleri üzerlerine musallat kıldı. Bana gelen haber ve rivayetlere göre çekirgeler ağaçlan ve kapılardaki demir çivilere kadar çok şeyleri yeyip tüketmiş, evlerinin yıkılmasına sebep olmuşlardı. Musa'ya yine aynı vaadîerde bulunmuşlar, Musa'da Rabbine dua etmiş ve Rabbi bu belayı da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama onlar, vaadlerini yine yerine getirmemişlerdi.

Bu defa Cenâb-ı Allah, üzerlerine kımıllan saldırtmıştı. Bana anla­tıldığına göre Musa (a.s.)'ya, yıkılıp dağılmaya yüz tutmuş olan bir top­rak tepesine gidip değneğiyle oraya vurması Allah tarafından emredil­miş. O da emre uyarak gidip değneğiyle o tepeye vurunca, kımıllar çıkıp etrafa savrulmaya başlamış. Evlerini istila ederek yiyeceklerinin üstünü kaplamışlar. Firavun ailesi, evlerinde rahat edemez ve uyuya­maz olmuşlar. Dayanamayacak hale gelince de, Musa'ya yine aynı va-adlerde bulunmuşlar, Musa da Rabbine dua etmiş ve Rabbi bu belayı da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama onlar vaadlerini yine yerine getirmemiş­lerdi.

Bundan sonra Cenâb-ı Allah, üzerlerine kurbağaları göndermişti. Kurbağalar; evlerine, kaplarına ve yiyeceklerine dolmuşlardı. Bohça­daki bir çamaşırı veya içi yemek dolu bir kabın kapağım açınca, içinin kurbağalarla dolu olduğunu görüyorlardı. Bu belaya da dayanamaya­cak hale gelince, Musa'ya yine aynı vaadîerde bulundular. Musa da Rabbine dua etmiş ve Rabbi bu belayı da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama onlar, vaadlerini yine yerine getirmemişlerdi.

Son olarak da Cenâb-ı Allah, onlara kan gönderdi. Firavun kavmi­nin sulan kana bulandı. Kuyudan ve nehirden aldıklan, kaptan avuçla-dıklan sular hemen o anda taptaze bir kana dönüveriyordu.

Zeyd b. Eşlem'in dediğine göre burunları sürekli kamyormuş. Bunu İbn Ebi Hatîm rivayet etmiştir.

Yüce Allah buyurdu ki: «Üzerlerine azab çökünce: "Ey Musa, dedi­ler. Bizim için Rabbine -sana verdiği söz yüzü hürmetine- dua et; eğer bizden azabı kaldırırsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka İsrailoğullaıını seninle beraber göndereceğiz!" Biz onlardan, geçirecek­leri bir süreye kadar azabı kaldırmcaya, hemen yeminlerini bozmaya başladılar. Biz de onlardan öc aldık, onlan denizde boğduk! Çünkü on­lar, ayetlerimizi yalanlamışlardı ve onlan umursamaz olmuşlardı.» (el- A'râf, 134-136.)

Cenâb-ı Allah, Firavun kavminin ne kadar inkara ve azgın oldukla­rını, sapıklık ve cehaletlerini sürdürdüklerim haber veriyor. Allah'ın ayetlerine uyup elçisi Musa'yı tasdik etmeye karşı büyüklük taslamış-lardı. Halbuki Cenâb-ı Allah, Musa peygamberi; onlara ayan-beyan gösterdiği ve kendilerine karşı delil ve burhan kıldığı üstün hüccetleri ve göz kamaştırıcı mucizeleriyle güçlendirmişti.

Kendilerim sıkıntıya düşüren her mucizeyi gördükçe, yemin ederek "Bu sıkıntıyı üzerimizden kaldmrsan muhakkak sana inanacağız ve îsrailoğullannı seninle beraber göndereceğiz." diyerek söz verirlerdi. Ama azab üzerlerinden kalkınca, yine eski kötülüklerine dönerlerdi. Kendilerine gelen haktan yüz çevirir ve ona asla iltifat etmezlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onlara, eskisine oranla daha kuvvetli ve da­ha çok sıkıntı verici bir azab gönderirdi. Yine Musa'ya söz verir, azab kaldırılınca, sözlerini yine yerine getirmezlerdi. Mütecavizlik eder, ah­de vefa etmezlerdi. "Eğer bizden azabı kaldırırsan, muhakkak sana ina­nacağız ve mutlaka îsrailoğullanm seninle beraber göndereceğiz." Böy­le diyorlardı ama, o başlan azab üzerlerinden kaldırılınca, yine o kat­merli cehaletlerine geri dönüyorlardı.

İşte böyle.. Yumuşak huylu ve her şeye muktedir olan o yüce Zat, on­ları seyrediyor, onları hemen azablandırmak istemiyordu. Onları teh-did ediyor, azablarmı erteliyordu. Kendilerine bunca delilleri göster­dikten ve mazeretlerini kestikten sonra onları, güçlü ve muktedir bir zata yaraşırcasma yakalayıverdi. Kendilerinden sonraki benzerleri ka­firler için ibret kıldı. Başlarına gelen beladan öğüt alacak mü'minler için de misal kıldı. Nitekim konuşanların en doğru sözlüsü olan Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:«Andolsun, biz Musa'yı da ayetlerimizle Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik: "Ben âlemlerin Rabbi-nin elçisiyim." dedi. Onlara ayetlerimizi getirince onlarla alay edip gül­meğe başladılar. Onlara gösterdiğimiz her mucize, mutlaka ötekinden büyüktü. Belki dönerler diye onları (kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü) azab (lar) ile cezalandırdık. Bunun üzerine dediler ki: "Ey büyücü! Bi­zim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdi yüzü hürmetine (bizi bağış­lamasını dile), artık biz yola geleceğiz!" Fakat biz onlardan azabı kaldı­rınca, sözlerinden dönmeğe başladılar.

Firavun, kavminin içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır mül­kü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musu­nuz? Yahut ben, şu hakir, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan kimseden daha iyi değil miyim? (Eğer o doğru söylüyorsa) üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında (kendisine yardım eden) melekler de gelmeli değil miydi?" Kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler. Ne zaman ki bizi kızdırdı­lar, onlardan Öc aldık, hepsini boğduk. Onları sonradan gelön (inkarcı)lann geçmiş ataları ve Örneği yaptık (Bunlar da onların izinden gittiler.)» (ez-Zuhnıf, 46-56.)

Yüce Allah, kendisiyle konuşma mertebesine nail olan şerefli kulu Musa'yı, alçak ve değersiz Firavun'a elçi olarak gönderdiğini haber veri­yor. Yine Cenâb-ı Allah, peygamberi Musa'yı, tazim ve tasdikle muka­bele görmesi gereken açık seçik mucizelerle teyid ettiğini de bildiriyor. Firavun ve milleti, bu mucizeler karşısında; içinde bulundukları küfür­den vazgeçmeli, hakka ve dosdoğru yola dönmeliydiler. Ama Musa bir de ne görsün; Bu mucizeler karşısında gülüşüp alay ediyor, haktan dö­nüyor ve insanları Allah'ın yolundan geri çeviriyorlardı. Cenâb-ı Allah, onlara peşpeşe mucizeler gönderdi. Bir sonraki mucize, bir öncekinden

daha büyüktü. Çünkü te'kid eden mucize, öncekinden daha büyük ve daha kuvvetli olmalıydı.

«Belki dönerler diye onları azab ile cezalandırdık. Bunun üzerine

dediler ki: "Ey büyücü! Bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdi yüzü hürmetine (bizi bağışlamasını dile), artık biz yola geleceğiz.» (ez-Zuhruf, 48-49.)

Musa'nın zamanında, bir şahsa "Büyücü" diye hitapta bulunmak ayıp değildi ve hakaret de sayılmıyordu. Çünkü o zamanın bilginleri, büyücülerdi. Bu nedenledir ki, Musa'ya işleri düşünce, ona "Ey büyücü." diye hitab ettiler. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Biz azabı onlardan kaldı­rınca, sözlerinden dönmeğe başladılar."

Sonra Cenâb-ı Allah, Firavun'un kendi mülk ve hükümranlığıyla, ülkesinin büyüklük ve güzelliğiyle, sarayının altından akan nehirleriy­le (Nil'in sularının kabardığı zamanlarda etrafa kanallar açtırıp suları o kanallara akıtarak Nil'in su seviyesini düşürürdü), kendi nefsi ve süsle-riyle övünmeye; Allah'ın peygamberi Musa'yı küçümsemeye başlardı. Küçüklüğünde diline değen ateş korunun kalan etkisiyle kelimeleri açık-seçik telaffuz edemiyor diye Musa'yı tahkir ediyordu. Ama aslında bu, Musa için bir olgunluk, güzellik ve şerefti. Bu, Allah'ın ona vahiy göndermesine ve onunla konuşmasına engel teşkil etmiyordu. Bundan sonra Cenâb-ı Allah ona Tevrat'ı indirmişti. Lanetli Firavun, elinde bi­lezik ve zinetler yok diye onu küçümsemişti. Aslında süs, kadınlara mahsustur. Erkeklerin şehamet ve onuruyla bağdaşmaz. Erkeklere ya­kışmadığına göre; akıl ve marifet yönünden en mükemmel, himmet bakımından en yüce insanlar olan ve dünyalığa asla iltifat etmeyen pey­gamberlere hiç mi hiç yaraşmaz. Kaldı ki peygamberler, Cenâb-ı Al­lah'ın, ahirette kendi dostları için hazırladığı kalıcı ve sonsuz nimetleri, diğer insanlara nispetle çok daha iyi bildikleri için, dünyevî zinetlere ta­bii ki aldırış etmeyeceklerdi.

Firavun'un, "Yahut yanında (kendisine yardım eden) melekler de gelmen değil miydi?" sözüne gelince; insanın peygamber olması için, ya­nında bir melek bulundurmasına ihtiyacı yoktur. Eğer Firavun'un böy­le demekle maksadı, meleklerin Musa'yı tazim etmesi idiyse, şunu bil­mek gerekir ki, melekler, Musa' (a.s.)'dan çok daha aşağı seviyede bulu­nan kimselere da tazimde bulunurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: «Melekler, yapmakta olduğu işten hoşnut oldukların­dan dolayı kanatlarım, ilim talebesi için (yere) sererler.»

İlim talebelerini bu kadar tazim eden meleklerin, Allah ile konuşma şerefine nail olan Musa (a.s.)'ya ne kadar tazim edeceklerini varın siz takdir edin!

Eğer Firavun'un böyle demekle maksadı, meleklerin, onun peygamberliğine tanıklık etmeleri idiyse, Hz. Musa'nın peygamberliği mucizelerle teyid edilmişti.


îzhar ettiği mucizeler, akıl sahipleri nazarında onun peygamberli­ğini kesin olarak kanıtlıyordu. Hak ve hakikati bulmak isteyenlere onun Allah elçisi olduğunu katiyetle ispatlıyordu. Rablerin Rabbi tara-findan kalbi mühürlenen, özü bırakıp kabuğa bakan kimseler, onun ge­tirdiği apaçık belgeleri göremiyorlardı. Göremiyenlerden biri de, kalbi kör, çok yalancı bir Kıptî olan Firavun'du.

Allah Teâlâ buyuruyor ki; «(Firavun,) kavmim küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler.» Akıllarını azımsadı. Onları halden Hale uğrattı. Ne­ticede onun ilahlık iddiasını doğruladılar. Allah ona lanet etsin, onları da rezil etsin. "Çünkü onlar, yoldan çıkmış bir kavim idiler. Bizi gazap-landırdıklarında, onlardan öc aldık." Boğarak, hakarete uğratarak, onurlarını ellerinden alarak; nimetten sonra azap ve zillete, refahtan sonra bayağılığa ve yoksulluğa, lüks hayattan sonra ateşe maruz bıra­karak onlardan intikam aldık. Allah'a ve evveli olmayan kudretine sığı­nırız.

«Onları sonradan gelen (ve niteliklerim taşıyanların) geçmiş atala­rı ve (onların durumundan ibret alanların) örneği yaptık.» Helaklerine sebep olan azab sağanağından ders alan ve başlarına gelen felaketi ha­ber alanlar için onları, ders alınacak bir ibret kıldık. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Musa, onlara açık açık ayetlerimizle gelince: "Bu, uydurulmuş bir büyüden başka birşey değildir. İlk atalarımız arasında böyle birşey (olduğunu) işitmedik." dediler. Musa: "Rabbim, kimin ken­disinin yanından hidayet getirdiğini ve bu (dünya) evin (in) sonun (da güzel sonuç)un kime aid olacağını çok iyi biliyor. Muhakkak ki zalimler iflah olmaz." dedi. Firavun dedi ki: "Ey ileri gelenler, ben sizin için, ben­den başka bir tanrı bilmiyorum; ey Haman, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap. Belki Mu­sa'nın tanrısına çıkarım. Çünkü ben onu (Musa'yı) yalancılardan sanı­yorum." O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tas­ladılar ve kendilerinin bize döndürülmeyeceğim sandılar. Biz de onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zalimlerin sonu nasıl oldu. Biz on­ları, ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü asla yardım olunmaz­lar. Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lanet taktık, (daima) la­netle anılacaklardır. Kıyamet günü ise onlar çirkinleştirilenlerdendir.»(el-Kasas, 36-42.)

Cenâb-ı Allah, onların, hakka uymayıp büyüklük taslamaları, fani mülküne güvenerek ilahlık iddiasında bulunan hükümdarlarım doğru-layıp ona muvafakat etmeleri nedeniyle, kudretli Rabbin gazaplandığı-nı haber veriyor. Güçlü ve üstüîı olup azabına karşı durulamayan yüce Rab, onlardan şiddetli bir intikam almış, Firavun ve askerlerini bir sa­bah vakti topluca suda boğmuştu. Hiç biri bu azabtan kurtulamamış ve onlardan yeryüzünde dolaşan bir tek kişi bile kalmamıştı. Aksine, hepsi boğulup Cehennem'e gitmiş, bu dünyada âlemler arasında peşlerine bir lanet takılmıştır. Kıyamete kadar lanetle anılacaklardır. Kıyamette de lanetleneceklerdir. Bu ne kötü bir vergidir. Kıyamet gününde onlar, çir­kinleştirilenlerdendir. [46]

 



[1] Tefsir-i Taberî, XXIII, 107-108.

[2] Camiu s-Sağir, Hadis No: 1054.

[3] Tefsir-i Taberî, XXIII, 107.

[4] Tefsİr-i Taberî, XXIII, 107.

[5] Tefsir-i Taberî, XXIII, 108.

[6] Suyutî, Dürr, VII, 193.

[7] Buharî, Tevhid, VIII, 185.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/329-335.

[9] Tefsir-i Taberî, XVII, 59.

[10] Tefsir-i Taberî, XVII, 60.

[11] Tirmizî, Sünen; Kiyame, 48.

[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/335-338.

[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/338.

[14] Ress: Kuyu ve mezar gibi kazılmış çukur demektir.

[15] Tefsir-i Taberî, XIX, 10.

[16] Tefsir-i Taberî, XXV, 97.

[17] Tezhib-i Tarih-i İbn Asakir, 1,15.  

[18] Tefsir-i Taberî, XXV, 97.

[19] Tefsir-i Taberî, XIX, 11.

[20] Tefsir-i Taberî, XIX, 10.

İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/338-341.

[21] Tefsir-i Taberî, XXII, 104.

[22] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/341-344.

[23] Tefsir-i Taberî, XXIII, 66-67.

[24] Tefsir-i Taberî, XVII, 63.

[25] Tefsir-i Taberî, XVII, 65.

[26] Tefsir-i Taberî, XXIII, 65.

[27] Tefsir-i Taberî,. XVII, 65.

[28] Tirmizî, Dâavat, Hadis No: 3505.

İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/345-352.

[29] Buharî, Enbiyâ, 24-35.

[30] Buharî, Enbiyâ, Hadis No: 212.

[31] Buharî, Kitabü't-Tefsir, No: 300.

[32] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/352.

[33] Tefsir-i Taberî, XX, 11.

[34] Tefsir-i Taberî, XX, 23.

[35] Tefsir-i Taberî, XX, 27.

[36] Tefsir-i Taberî, XX, 28.

[37] Blkz. Tefsir-i Taberî, XX, 32.

[38] Tefsir-i Taberî, XX, 41.

[39] Îbn Mace, Rühün, 5.

[40] Tefsir-i Taberî, XX, 43-44.

[41] Tarih-i Taberî, I, 287.

[42] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/353-387.

[43] Bkz. Tefsir-i Taberî, XXIII, 38.

[44] Sünen-i Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4344.

[45] Ebu Davud, Et'ime, Hadis No: 3813.

[46] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/387-403.