Tümden
Helak (Yok) Edilen Ümmetler
Hz.
Yunus'un Fazilet Ve Üstünlüğü
İbn İshak'm
anlattığına göre Hz. ETryüb, Rumlardandı. Babası, Ra-zih oğlu Muş'tur. Mus ise,
îshak oğlu İs'in oğludur. Bilindiği gibi îshak da, İbrahim (a.s.)'in oğludur.
Diğerleri dediler ki:
Eyyüb'ün babası, Raoyil oğlu Muş'tur. Raoyil, İshak oğlu İs'in oğludur. îshak
da Yakub peygamberin oğludur. Eyyüb peygamberin nesebi hakkında değişik
haberler verenler de vardır.
İbn Asakir'in
anlattığına göre Eyyüb {a.s.)'ün anası, Lut peygamberin kızıdır. Babasının,
ateşe atıldığı günde İbrahim (a.s.)'e inanan mü'mini erden olduğu söylenir.
Tabii, içine atıldığı ateş, İbrahim peygamberi yakmamış ti.
Meşhur olan kavil,
birincidir. Aşağıdaki ayet-i kerimede de açıklandığı gibi Eyyüb, Hz.
İbrahim'in soyundandır:
"O'nun
(İbrahim'in) soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyüb'e, Yusuf a, Musa'ya ve
Harun'a..." (ci-En'am, 84.)
Sahih görüşe göre bu
ayetteki kelimesinin sonundaki zamir, Nuh'a değil de İbrahim'e racidir.
Hz. Eyyüb'ün,
kendilerine vahiy gelen peygamberlerden biri olduğu hakkında ayet-i kerime
vardır: "Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi (Ya
Muhammed) sana da vahyettik. Nitekim İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a,
torunlar (in )a, İsa'ya, Eyyüb'e de vahyetmiştik." (en-Nfeâ, 163.)
Sahih görüşe göre Hz.
Eyyüb, İshak (a.s.)'ın oğlu İs'in soyundandır. Denildiğine göre karısı da,
Yakub kızı Leyya'dır. Efrayim kızı Rahime olduğunu söyleyenler de vardır.
Yakub'un oğlu Mensa'nm kızı Leyya olduğu da gelen rivayetler arasındadır ki
meşhur olan rivayet de budur. Bu nedenle bu rivayeti burada andık.
Eyyüb'ün kıssasından
sonra da Allah'ın izniyle Beni İsrail peygamberlerini anlatacağız. Güvencimiz
ve dayanağımız, Allah'tır. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Eyyüb de:
"Başıma bir bela geldi (sana sığındım), sen merhametlilerin merhametlisisin!"
diye Rabbine nida etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş ve başına gelenleri
kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere
ona tekrar ailesini ve kaybettikleri ile bir misimi daha verdik".
(d-Enbiyâ, 83-84.)
«Ey Muhammedi Kulumuz
Eyyüb'ü de an; O, Rabbine: "Doğrusu, şeytan bana yorgunluk ve azab
verdi." diye seslenmişti. "Ayağını yere vur! İşte sana yıkanacak ve
içilecek soğuk bir su." dedik. Katımızdan bir rahmet ve akıl sahihlerine
bir öğüt olmak üzere, ona tekrar aile ve geçmiş olanlarla bir mislini daha
vermiştik. Ey Eyyüb!: "Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini
bozma." demiştik. Doğrusu, biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu; daima
Allah'a yönelirdi.» (Sâd, 41-44.)
İbn Asakir, Kelbî'nin
şöyle dediğini rivayet etti: Peygamber olarak insanlara Allah tarafından
gönderilen ilk insan İdris'tir. Sonra sırasıyla Nuh, İbrahim, İsmail, İshak,
Yakub, Yusuf, Lut, Hud, Salih, Musa, Harun, îlyas, Elyesa', sonra Örfi b:
Sürveylih b. Efirayim b; Yusuf b. Yakub, sonra Yakub'un soyundan Meta oğlu
Yunus, sonra Eyyüb b. Zareh b. Amo b. Liyfriz b. İs b. İshak b. İbrahim'dir.
Yalnız bu sıralamanın
bazı yerleri üzerinde tartışılabilir. Çünkü meşhur rivayete göre Hud ile Salih,
Nuh'tan sonra, bir başka görüşe göre de İbrahim'den sonra peygamber olarak
gelmişlerdir. Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.
Müfessiıierle
tarihçiler ve diğerleri dediler ki: Hz. Eyyüb çok zengin bir insandı. Büyükbaş,
küçükbaş hayvanları, köleleri, Havran mıntıkasında Seniyye denen yerde geniş
arazileri, her sınıftan ve her çeşitten malları vardı. Çok sayıda evlada ve
büyük bir aşirete sahipti. Gün geldi.. Bütün bunları Cenâb-ı Allah onun elinden
aldı. Vücudu, çeşitli hastalıklara yakalanarak, türlü belaya müptela olarak
imtihan edildi. Vücudunda dilinden ve kalbinden başka sağlam bir organı
kalmadı. Bu iki organıyla da yüce Rabbini zikredip anıyordu. Bütün bu bela ve
sıkıntılar içinde kalmışken yine sabrediyor, her şeyi Rabbinden biliyor ve
çareyi yine ondan bekliyordu. Sabah-akşam, gece-gündüz Allah'ı zikredip anıyordu.
Hastalığı uzun sürdü.
Öyleki, yanında oturanlar kendisinden tiksindiler. Kendisiyle sohbet edecek
bir kimseyi bulamaz oldu; ikamet ettiği beldeden dışarı atıldı; bir çöplüğe
bırakıldı; insanlar kendisini yalnız bıraktılar; karısından başka kendisine
şefkat gösteren bir kimse görülmedi. Yalnız o, Eyyüb un hukukuna riayet etti.
Kocasının, kendisine yaptığı eski iyilikleri ve önceleri göstermiş olduğu
şefkati unutmadı. Yanma gidip gelir, ihtiyaçlarını temin eder, def-i hacette
bulunmasına yardım ederdi. Fakat bir zaman sonra karısının da durumu
zayıfladı, malı azaldı ve ücret karşılığında, halka hizmetçilik yapmaya başladı
ki, alacağı ücretle Eyyüb'ün yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını temin etsin. Allah
ondan razı olsun ve onu hoşnud etsin. Çünkü o kadın; malından, çocuklarından
mahrum kalmak, kocasının hastalanması, yoksulluk, önceleri onurlu bir kadınken
sonralan halka hizmetçi olmak, mesut ve müreffeh
iken fakirlik ve
mahrumiyete maruz kalmak gibi türlü belalara karşı hep sabretmişti. Doğrusu
hepimiz Allah'a aidiz ve şüphesiz ki ona dönücüleriz.[1]
Bir hadis-i
şeriflerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "İnsanlar içinde en çok
belaya uğrayanlar, peygamberlerdir. Sonra salih kimselerdir. Sonra sırasıyla
bunlara benzeyenlerdir."
Bir başka hadiste de
şöyle buyurulmuştur:
"Kişi dindarlığı
oranında belaya maruz kalır. Eğer dinine bağlılığı sıkıysa, uğradığı belalar
fazlalaşır."[2]
Uğradığı bütün bela ve
sıkıntılar, Eyyüb'ün yalnızca sabır ve tevekkülünü, haindim ve .şükrünü
arttırdı. Öyleki onun sabrı ve uğradığı türlü belalar, insanlar için örnek
teşkil etmiştir.
Mücahidin dediğine
göre Hz. Eyyüb'ün yakalandığı hastalık, çiçek hastalığıdır.
Hz. Eyyüb'ün
hastalığının ne kadar sürdüğü hususunda farklı görüşler vardır. Vehb b. Münebbih'e
göre hastalığı ne fazla ne eksik, tam üç yıl; Enes'e göre ise yedi yıl bir kaç
ay sürmüştür. Hastalığı ağırlaşm-ca, Beni İsrail'e ait bir çöplüğe atılmış ve
vücudunda bir çok kurtçuklar dolaşmaya başlamış. Nihayet Cenâb-ı Allah onu
genişliğe ve ferahlığa kavuşturarak sıkıntısını gidermiş, büyük
mükafatlarla.ödüllendirip sevabını fazlalaştırmış ve onu güzelce övmüştür.
Hamid dedi ki: Eyyüb'ün hastalığı on sekiz yıl sürdü. Süddî'nin anlattığına
göre vücudundan etler parça halinde düşmeye başlamış, bedeninde sinir, damar
ve kemikten başka bir şey kalmamıştı. Bulunduğu çöplüğe karısı kül getirerek
altına serermiş. Bu felaket uzun süre devam edince de Eyyüb'e: «Seni genişliğe
kavuşturması için Rabbine dua etsen iyi olmaz mı?» demiş.
Bunun üzerine Eyyüb, karısına
şöyle demiş: «Hanım! Yetmiş sene sıhhatli yaşadım. Allah için yedi sene bu
hastalığa sabretmem çok mudur?» Hz. Eyyüb'ün karısı bu sözlerden ötürü
rahatsızlanmış ti. Ücret karşılığında halka hizmet eder, kocasına yiyecek temin
edermiş.[3]
Bir zaman sonra,
Eyyüb'ün karısı olduğunu bildikleri ve kocasmda-ki hastalığı kendilerine de
bulaştıracağından korktukları için insanlar, karısına artık hizmetçilik
yaptırmıyor ve aralarına katmıyorlardı. Kadıncağız artık kimsenin kendisine
hizmetçilik yaptırmadığını görünce, para kazanamayacağından dolayı kendi saç
örgülerinden birini keserek, bol ve lezzetli yiyecekler karşılığında eşraftan
birinin kızma sattı. Aldığı yiyecekleri Eyyüb'e götürdü. Eyyüb, "Bunları
nereden buldun?" diyerek sordu. Karısı da halka hizmetçilik yaparak
kazandığını söyledi. Ertesi gün olunca, yine kendisine iş verecek bir kimse
bulamadı. Bu kez de diğer örgüsünü kesip yiyecek karşılığında sattı. Eyyüb,
bunları nereden bulduğunu sordu. Nereden bulup getirdiğini söyleyinceye kadar
da yemeyeceğine yemin etti. Bunun üzerine karısı başını açtı. Karısının
saçlarının kesilmiş olduğunu görünce de, Allah'a şöyle bir yakarışta bulundu:
"Râbbim! Bu dert bana dokundu. Sen merhametlilerin en
merhametlisisin!"
İbn Ebi Hatîm,
Abdullah b. .Ubeyd b. Umeyr'in şöyle dediğini rivayet etti: Eyyüb un iki
kardeşi vardı. Bir gün yanma geldiklerinde, fazla derecede koktuğundan Ötürü
yanına yaklaşamamış, biraz uzağında durmuşlardı. Biri ötekine şöyle demişti:
"Cenâb-ı Allah, Eyyüb'ün bir hayır yaptığını bilseydi, onu böyle bir
belaya uğratmazdı."
Eyyüb (a.s.) bu sözden
çok rahatsızlanmış ve şöyle demişti: "Alla-hım! Bir yerde aç bir kimse
bulunduğunu bildiğim halde bir gece bile olsa tok yatmadığımı biliyorsan beni
doğrula." Eyyüb'ün doğru konuştuğunu söyleyen bir sesin gökten geldiğini
o iki kardeşi işittiler. Sonra Eyyüb şöyle dedi: "Allahım! Bir yerde
çıplak bir kimse bulunduğunu bildiğim halde benim iki gömleğim olmadığını (ve
mutlaka birini o çıplağa giydirdiğimi) biliyorsan beni doğrula." Eyyüb'ün
doğru konuştuğunu söyleyen bir sesin gökten geldiğim o iki kardeşi işittiler.
Sonra Eyyüb, secdeye kapanarak şöyle dedi: "Allahım! Senin onuruna yemin
ediyorum ki, sen bu belayı üzerimden defetmedikçe ben, başımı secdeden kaldırmayacağım."
Evet., hastalığı vücudunu terkedinceye kadar başını secdeden kaldırmadı.
İbn Ebi Hatim ile İbn
Cerir Taberî dediler ki: Yunus b. A'la, Enes b. Malik'den rivayet ederek
Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: «Allah'ın peygamberi Eyyüb'ün
hastalığı on sekiz yıl sürdü. Yakın, uzak herkes onu terketti. Sadece en
yakınlarından iki arkadaşı onu ter-ketmediler. Sabah-akşam ona uğrarlardı.
(Günün birinde) biri ötekine dedi ki: "Biliyor musun? Vallahi Eyyüb,
dünyalarda hiç kimsenin işlemediği bir günah işlemiştir." Dinleyen arkadaş
sordu: "İşlediği günah nedir?" Öteki dedi ki: "Öyle bir günah
işledi ki, on sekiz seneden beri Rabbi ona merhamet etmedi ve sıkıntısını
gidermedi." Yanına vardıklarında, arkadaş, dayanamayıp bunu Eyyüb'e
anlattı. Eyyüb da şu karşılığı verdi: "Ne dediğini anlamıyorum. Yalnız
Cenâb-ı Allah biliyor ki ben, birbirleriyle tartışan iki adama uğrayacağım.
Onlar Allah'ı zikrederler. Ben de evime dönüp Allah hakkında doğru olmayan
şeyler söylenmesin diye onların günahlarının affı için gerekeni
yapacağım."»[4]
Eyyüb (a.s.) def-i
hacette bulunmak için dışarı çıkardı. İhtiyacım giderdikten sonra da karısı,
yatağına dönünceye dek elini tutup kendisine destek olurdu. Bir gün karısı,
yanma gelmekte gecikti. Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e bulunduğu yerde vahiy'gönderdi:
"Ayağını (yere) vur, işti)
te yıkanacak ve
içilecek serin (bir su)."
Karısı da, def-i
hacete giden Eyyüb'ün geri gelmediğini, ve geciktiğini gördü. Peşine düştü.
Kendisine bakmakta olan bir erkek gördü. Erkek (Eyyüb) de ona yöneldi.
Üzerindeki hastalığı Cenâb-ı Allah gidermişti. Hastalanmaz dan önceki halinden
de güzel olmuştu. Karısı onu görünce sordu: "Allah ömrünüze bereket
katsın. Şu hasta peygamberi gördünüz mü? Şuna muktedir olan Allah'a yemin
ederim ki, onun sıhhatlilik zamanındaki haline senin kadar benzeyen bir adam
görmüş değilim!" Eyyüb, "İşte o benim." dedi...
Hz. Eyyüb'ün bili
arpa, diğeri buğday olmak üzere iki harmanı vardı. Cenâb-ı Allah iki bulut
gönderdi. Bulutlardan biri buğday harmanının üzerine geldiğinde, taşıracak
kadar oraya altın yağdırdı. Diğer bulut da arpa harmanının üzerine geldiğinde,
taşıracak kadar oraya gümüş yağdırdı."[5]
îbn Ebi Hatîm, İbn
Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e Cennet'ten
gönderdiği elbiseleri giydirdi. O güzelim elbiseleri giyen Eyyüb, bulunduğu
yerden uzaklaşarak bir tarafta oturdu. Karısı geldi, kendisini tanıyamadı ve
"Ey Allah'ın kulu! Az önce şurada bulunan hasta adam nereye gitti acaba?
Korkarım ki köpekler, ya da kurtlar onu alıp götürdüler." dedi. Bir saat
kadar onunla konuştu, yine de tanıyamadı. Sonunda kocası, "Yazıklar olsun
sana.. BenEyyüb'üm !" deyince karısı, "Benimle alay mı ediyorsun, ey
Allah'ın kulu?" diye sordu. Eyyüb yine cevap verdi: "Yazıklar olsun
sana... Ben Eyyüb'üm. Allah, cesedimi bana geri verdi."
İbn Abbas'm dediğine
göre Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e malını ve çocuklarını aynen geri verdi. Bir o
kadarını da ıazladan verdi.
Vehb b. Münebbih'in
anlattığına göre Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e şöyle vahyetti: "Aileni ve malım
şana geri verdim. Bir o kadarını da fazladan, bahşettim. Şu su ile yıkan. Senin
şifa sebebin bu sudadır. Dostların ve arkadaşların için de kurban kes ve
bağışlanmalarım benden dile. Çünkü onlar, senin durumun hakkında bana isyan
ettiler."
Yine İbn Ebi Hatîm,
Ebu Hüreyre'den rivayet ederek peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e
afiyet verdikten hemen sonra üzerine altından çekirgeler yağdırdı. Yağan altın
çekirgeleri eliyle toplayıp elbisesinin içine saklıyordu. Kendisine: "Ey
Eyyüb! Doymaz mısın-?" diye soruldu. O da: "Ey Rabbim! Senin
rahmetinden kim doyar?" dedi.[6]
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eyyüb'ün üzerine bol
miktarda altından çekirgeler yağdırıldı. Onları avuçlayıp elbisesinin içine
bırakıyordu. Kendisine: "Ey Eyyüb! sana verdiklerimiz yetmedi mi?"
denildi. O da: "Evet, ey Rabbim! Fakat bunlardan kim vazgeçebilir?"
diye cevap verdi.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasulul-lalı (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bir ara Eyyüb,
çıplak vaziyette yıkanıyordu. Üzerine bol miktarda altından çekirgeler yağdı.
Onları avuçla toplayıp elbisesinin içine saklamaya başladı. Onur ve üstünlük
sahibi olan Rabbi ona seslenerek sordu: "Ey Eyyüb! Şu gördüğün şeylere
ihtiyacın olmayacak kadar seni zengin-leştirmedim mi?" Bunun üzerine
Eyyüb: "Doğrudur, ey Rabbim! Ama senin bereketine muhtaç olmamak mümkün
değil." cevabını verdi."[7]
Ey Eyyüb!
"Ayağınla (yere) vur!" Eyyüb bu ilahî emri yerine getirdi. Cenâb-ı
Allah oracıkta kendisi için serin sulu bir pınar fışkırttı. O pınarın suyuyla
yıkanıp o sudan içmesini emretti. Bu emri de yerine getirdi. Allah ta onun
vücudundaki gizli-açık bütün acı, elem, hastalık ve illetleri giderdi. Bütün
bunların yerine ona gizli-açık sıhhat, afiyet, bol miktarda mal ve güzellik
verdi. Üzerine mal ve servet yağdı. Bol miktarda altından çekirgelerle taltif
edildi.
Cenâb-ı Allah, çoluk
çocuğunu da kendisine geri verdi. "Ona hem ailesini, hem de bir katını
vermiştik."
Denildiğine göre
Cenâb-ı Allah, onun çocuklarını aynen diriltmiş-tir. Başka bir kavle göre ise
yüce Allah, ahirette asıllarını kendisine göstermek üzere benzerlerini dünyada
ona verdi.
Bütün bunları
«...Katımızdan bir rahmet ...» olarak ona verdik. Kendi rahmetimizle ondaki
sıkıntının şiddetini kaldırdık. Ona acıyıp şefkat ettiğimizve ihsanda
bulunduğumuzdan dolayı sıkıntısını giderdik. «...Ve akıl sahiplerine bir öğüt
olmak üzere...» Yani mal ve beden bakımından imtihana tabi tutulanlara bir öğüt
olarak bunu size anlattık. Bu gibi kimseler, Allah'ın peygamberi Eyyüb'u örnek
alsınlar. Çünkü Cenâb-ı Allah, Eyyüb'u, onlara verdiğinden daha büyük
belalarla imtihan etmiş, ama o, bu sıkıntısı gidinceye kadar hep sabretmiş ve
kurtuluşu Allah'tan beklemişti. Yukarıdaki ayet-i kerimeye dayanarak Eyyüb'ün
zevcesinin adının Rahme olduğunu söyleyen kimse, yolunu ve hedefini şaşırmış
kimsedir.
Dahhak, îbn Abbas'm
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e gençliğini fazlasıyla
geri verdi. Erkekli kızlı, yirmi altı çocuğu oldu.
Hastalıktan kurtulup
şifa bulduktan sonra da Rum diyarında Ha-nif dinine bağlı kalarak yetmiş yıl
daha yaşadı. Vefatından sonra kavmi, bu dini değiştirdiler.
«Ey Eyyüb! "Eline
bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma." demiştik. Doğrusu, biz onu
sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu; daima Allah'a yönelirdi.» (sad, 44.)
Bu, yüce Allah'tan
kulu ve elçisi Eyyüb'e tanınan bir ruhsattır. Evyüb, karısına yüz sopa vurmaya
yemin etmişti. Rivayete göre karısı saç örgüsünü kesip sattığı için Eyyüb onu
sopalamaya yemin etmiş. Başka bir rivayete göre karısı, tabip görünümüne
bürünen şeytanla karşılaşmış; Şeytan da ona Eyyüb için ilaç adları ve
reçeteleri vermiş.. Karısı" da Eyyüb'ün yanma gelerek bu durumu ona haber
vermiş. Eyyüb da, bunları ona anlatanın Şeytan olduğunu anlamış. Dolayısıyla
ona yüz sopa vurmaya yemin etmiş. Eyyüb şifa bulunca da Cenâb-ı Allah ona bir
yemin çözme çaresi olarak yüz adet sap alıp bir demet haline getirmesini ve bu
demetle karısına bir defa vurmasını emretmişti. Böylece yemininin gereğini
yerine getirmiş olacaktı. İşte bu, Allah'tan korkan ve ona itaat edenler için
bir çıkış yolu ve çare idi. Bu çare özellikle onun sabırlı, çilekeş, sadık,
dürüst ve iyiliksever karısı için bulunmuştu. Allah ondan razı olsun.
Bu ruhsat ve çarenin
sebebini Cenâb-ı Allah şöyle açıklıyor: «Doğrusu, biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne
iyi kuldu, daima Allah'a yönelirdi.».
Fıkıhçıların çoğu bu
ruhsatı, yemin ve adak konusunda kullanmışlardır. Diğer fıkıhçılar bu işi daha
da genişleterek, "Yeminlerden kurtulmak için hileler" bölümlerini
fıkıh kitaplarında işlemişlerdir. Bu bölümün başına da yukarıdaki ayet-i
kerimeyi yerleştirmişlerdir. Bu bölümde garip ve tuhaf şeylerden
bahsetmişlerdir,
Taberî ile diğer
tarihçiler, Eyyüb peygamberin doksan üç yaşındayken vefat ettiğini
söylemişlerdir. Daha fazla yaşadığını söyleyenler de vardır.
Vefat ederken oğlu
Havmel'e vasiyette bulunmuştur. Kendisinden sonra idareyi oğlu Bişr ele
almıştır. İnsanların çoğu bunun Zü'lkifl olduğu inancındadırlar. Doğruyu Allah
bilir. Bu oğlu da -bazılarına göre bu da peygamberdir- yetmiş beş yaşındayken
vefat etmiştir. [8]
Cenâb-ı Allah, Enbiyâ
sûresinde Eyyüb (a.s.)'ün kıssasını anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
«Ey Muhammed! İsmail,
îdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri
sabredenlerdendi. Onları rahmetimizin içine aldık; doğrusu, onlar iyilerdendi.»
(cl-Enbiyâ, 85-86.)
«Ey Muhammed! Güçlü ve
anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an. Biz onları ahiret
yurdunu düşünen içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu, onlar katımızda seçkin,
iyi kimselerdendirler. İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi
iyilerdendir.» (Sâd, 45-48.)
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
büyük peygamberlerle birlikte anılması, Zülkifl'in de peygamber olduğuna
delâlet etmektedir. Rabbinden onun üzerine salat-ü selâm olsun. Meşhur olan
görüş budur. Bazıları onun peygamber değil de salih bir insan ve adaletli bir
hakem olduğunu söylemişlerdir. Taberî, bu hususta çekimser kalmıştır.
Doğrusunu Allah bilir. Taberî ile Ebu Nuceyh, Mücâhid'in şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: Zülkifl peygamber değil de salih bir adamdı. Milletine,
işlerini görmeyi, idarelerini yürütmeyi, aralarında adaletle hükmetmeyi
tekeffül etti. Ve tekeffül ettiği şeyleri yaptı da. Bu nedenle Zülkifl adını
aldı.
Taberî, Mücahid'in
şöyle dediğim rivayet eder: Elyesa' yaşlanınca: "Artık yerime bir halef
bıraksam da, ben hayattayken halkımın idaresini yürütse ve halka nasıl muamele
ettiğini görsem..." dedi. Halkı topladı, onlara şöyle dedi: "Şu üç
şartımı kim kabul ederse, onu kendime halef tayin edeceğim. Gündüzleri oruç
tutacak, geceleri namaz kılacak ve öfkelenmeyecek."
Halk arasında hor
görülen bir adam ayağa kalkarak: "Bu şartları, kabul ediyorum" dedi.
Elyesa: "Sen gündüzleri oruç tutacak, geceleri namazı kılacak ve kimseye
öfkelenmeyeceksin, öyle mi?" diye sordu. O da "Evet" cevabım
verdi. Fakat ö gün, Elyesa, onu reddetti. Ertesi gün yine halka aynı sözlerle
hitapta bulundu. Herkes susmuş iken yine o adam ayağa kalkarak, "Bu
şartları kabul ediyorum." dedi. Bunun üzerine Elyesa, onu (Zülkifl'i)
kendine halef tayin etti.
İblis, buyruğu altında
bulunan şeytanlara: "Falan adama (ZülfcüTe) göz kulak olun, onu yoldan
çıkarmaya çalışın." diyerek emir verdi. Fakat o adam, şeytanların tümünü
aciz bırakıp yendi. Bunun üzerine İblis, "Siz beni onunla başbaşa bırakın,
ben onun hakkından gelirim." dedi. Yoksul ve yaşlı bir adam kılığına
bürünerek yanma gitti. Öğleyin istirahat uykusuna varmak için yatağına
uzanacağı vakitte yanma girdi. Halbuki Zülkifl geceleri uyumaz, sadece öğle
aralığında biraz uyurdu, iblis kapıyı çaldı. "Kimsin?" diye sorunca,
"Haksızlığa uğramış yaşlı bir adam.." dedi. Zülkifl kapıyı açtı.
İblis güya derdini ona anlatmaya başladı: "Benimle kavmim arasında bir
dava vardır. Bana haksızlık ettiler. Bana şunu, şunu yaptılar...."
Konuşmayı uzatarak adamın uyku saatini geçirdi. Zülkifl: "Makamıma gider
gitmez senin hakkını onlardan alacağım." dedi ve hemen meclise gitti.
Orada hazır bulunanlar arasında o yaşlı mazlumu (!) bulma ümidiyle etrafına
bakındı, ama bulamadı. Ertesi gün yargı meclisine geldiğinde çeşitli dava
sahiplerinin davalarını görmeye başladı. Onu bekledi, ama o yine gelmedi. Öğlen
vakti istirahat etmek için evine gitti. Yatağa uzanacakken kapı çalındı.
"Kim o?" diye sordu. "Haksızlığa uğrayan yaşlı bir adam..."
dedi. Zülkifl kapıyı açtı. "Yargı meclisinde bulunduğum zaman yanıma gel
demedim mi sana?" diye ona çıkıştı. İblis şû karşılığı verdi:
"Efendim, onlar çok murdar insanlardır. Senin makamda oturduğun zaman
bana, "Senin hakkını vereceğiz." diyorlar. Sen oradan çıkıp gittikten
sonra da hakkımı inkar ediyorlar!" Zülkifl: "Hadi git bakalım. Ben
meclise gidince, orada beni bul." dedi. İblis, yine onun uyku saatini
geçirmişti. Zülkifl meclise gitti. Onu bekledi, ama o gelmedi. Uyku bastırdı.
Uyuklamaya başladı. Adamlarına: Hiç kimseyi bu kapıya yaklaştırmayın da biraz
uyuyayım. Çünkü uykudan gözlerim açılmıyor artık." diyerek tenbihatta
bulundu. Tam uyuyacağı sırada, İblis, onun istirahat odasının kapısına geldi.
Nöbetçi: "Geri dön." dedi. İblis: "Dün de yanma gelmiş, derdimi
ona anlatmıştım." diyerek içeri girmeye çalıştıysa da nöbetçi:
"Hayır vallahi kimseyi yanına yaklaştırmamak için kendisinden emir
aldık." diyerek girmesine müsaade etmedi. Kapıdan giremeyince, duvarda
bir ışık deliği gördü ve oradan içeriye süzülüp akıverdi. Zülkifl'i uyandırmak
için de kapıyı arkadan çalmaya başladı. Uyanınca da nöbetçiye: "İçeriye
kimseyi bırakmamanı sana emretmemiş miydim?" diyerek sordu. Nöbetçi:
"Doğrudur, ama vallahi hiç kimseyi kapıdan içeri bırakmadım. Bakalım bu
adam nereden senin yanma girmiş?" dedi.
Zülkifl yataktan
kalkıp kapının yamna geldi. Kapının kendi kilitlediği gibi kilitli olduğunu
gördü. Ama buna rağmen adam içeride, yanında duruyordu işte. Zülkifl onu tamdı
ve: "Allah'ın düşmanı değil misin?" diye sordu. İblis de:
"Evet.. Her sefer beni yendin. Bütün bunları, seni öfkelendirmek için
yaptım, ama başaramadım."
Allah ona Zülkifl
adını verdi. Çünkü o, halkına karşı bir işi tekeffül etmiş ve o işi de
yapmıştı.[9]
İbn Ebi Hatîm, Kinane
b. Ahnes'in şöyle dediğini rivayet etti: Ebu Musa el- Eş'ari'nin şu minberde
şöyle dediğini işittim:" Zülkifl peygamber değildi. Ama salih bir adamdı,
her gün yüz namaz kılardı. Zülkifl, kendisinden sonra her gün yüz namaz
kılacağım ona tekeffül etti ve kıldı. İşte bu nedenle Zülkifl adını
aldı."[10]
Gelelim Ahmed b.
Hanbel'in bu konuda rivayet ettiği hadise.. Esbat b. Muhammed, İbn Ömer'in
şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.)'dan öyle bir hadis işittim ki,
onu sadece bir veya iki defa - yedi defaya kadar saymış - duymuş olsaydım
başkasına nakletmezdim. Rasû-lullah'm şöyle dediğini işittim:
"Kül,
îsrailoğullarındandı. İşlediği hiçbir günahtan korkmaz ve çekinmezdi. Yanma
bir kadın geldi. (Kin), kendisiyle yatması için ona altmış dinar verdi.
Erkeğin kendi karısıyla yaptığı şekilde o kadının önüne oturunca kadın titreyip
ağlamaya başladı. Kafi, "Seni ağlatan nedir? Seni zorladım mı?"
dedi. Kadın: "Hayır. Ama bu (zina), daha önce hiç yapmadığım bir iştir.
Muhtaçlık beni bu işe sürükledi." dedi.
Kifl: "Şimdi bu
yaptığım daha önce hiç yapmamış mısın?" dedi. Sonra da kadının üstünden
indi. Ve "Dinarları da alıp git." dedi. Daha sonra Kifl, Allah'a hiç
isyan etmedi. Zaten o gece vefat etti. Sabah olduğunda, kapısının üzerine:
"Allah, Kifl'i bağışlamıştır." ifadesi yazılmıştı."[11]
Bu gerçekten garip bir
hadistir. Senedi üzerinde de tartışılabilir. Sahih de olsa, içinde geçen isim
Kifl'dir. Bu, Kur'ân'da geçen Zülkifl'den başka bir adamdır. Doğrusunu Allah
bilir. [12]
Bu ümmetlerin helak
edilişleri, Tevrat'ın nüzulünden önce olmuştur. Bunun ispatı da şu ayettir:
«İnsanlar düşünsünler
diye Kitabı, açık belgeler, doğruluk rehberi ve rahmet olarak verdik.»
(ci-Kasas, 43.)
Taberî, İbn Ebi Hatim
ve Bezzar'm, Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir hadiste ise şöyle
denmektedir: «Tevrat'm yeryüzüne indirilmesinden sonra Cenâb-ı Allah,
maymunlara dönüşen kasaba halkından başka hiç bir kavmi ne gökten inen, ne de
yerden çıkan bir azab ile helak etmemiştir. Baksanıza, Cenâb-ı Allah ne
buyurmuş: "Andolsun ki, Musa'ya, ilk nesilleri yok ettikten sonra kitabı
(Tevrat'ı) verdik."
Helak edilen
ümmetlerden biri de Ashab-ı Ress'dir. [13]
Bunlarla ilgili olarak
Furkan sûresinde Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Ad, Semud
milletleri ile Resslileri ve bunların arasında birçok nesilleri de yerle bir
ettik. Her birine misaller vermiştik. Ama dinlemedikleri için hepsini kırdık,
geçirdik. (ei-Furkân, 38-39.)
"Onlardan önce
Nuh milleti, Ressliİer, Semud, Ad, Firavun milletleri, Lut'un kardeşleri,
Eykeliler, Tübba' milleti de yalanlamışlardı. Evet; bunların hepsi
peygamberleri yalanlamışlardı da verdiğim söz, aleyhlerinde
gerçekleşmişti." (ei-Kâf, 12-14.)
Bu ve bundan önceki
ayet, anılan milletlerin kırılıp yerle bir edildiklerini kesin bir ifadeyle
anlatmaktadır ki o da, onların helak edilmiş olmalarıdır. Bu Kur anî ifadeler,
Resslilerin Burûc sûresinde anlatılan hendek sahipleri olduğu görüşünü tercih
eden Taberî'nin seçiminin doğru olmadığım göstermektedirler. Zira İbn İshak ve
bazı tarihçilere göre hendek sahipleri, Hz. İsa'dan sonra yaşamış bir kavimdir.
Bu görüş üzerinde de ihtilaf vardır.[15]
Taberî'nin rivayetine
göre İbn Abbas, Resslilerin, Semud kavminin oturdukları kasabalar arasında
bulunan bir kasaba halkı olduklarını söylemiştir.[16]
Hafız îbn Asakir, "Tarih'ınin
baş taraflarında Şam'ın kuruluşundan bahsederken; Ebu'l-Kasım b. Abdullah b.
Cerdad'm ve diğer âlimlerin tarihlerinden alıntılar yaparak Resslilerin huzur
içinde olduklarım anlatmış; Cenâb-ı Allah onlara Hanzele b. Safuan adında bir
peygamber göndermiş; fakat onlar, bu peygamberi yalanlayıp öldürmüşlerdi. Ad
b. Avs b. İram b. Sam b. Nuh ile oğlu Resslilerden oldular. Ahkaf denen
mıntıkaya yerleştiler. Cenâb-ı Allah Resslileri helak etti. Yemen'in dört bir
yanma dağıldılar. Ayrıca yeryüzünün her tarafına da dağıldılar. Nihayet Cebron
b. Sa'd b. Ad b. Avs b. İrem b. Sam b. Nuh, Şam şehrinin bulunduğu yere geldi;
bir şehir kurdu ve kurduğu .şehre de Cebron adını verdi. O şehir, sütunlu İrem
şehriydi. Şam'daki kadar, başka hiçbir şehirde çok sayıda taştan sütun yoktur.
Cenâb-ı Allah onlara Hud b. Abdullah b. Rebah b. Halidb. Helud b. Adı
peygamber olarak gönderdi. Fakat onlar, Hud peygamberi yalanladılar. Bu yüzden
yüce Allah kendilerini helak etti.[17]
Bu anlatılanlar
gösteriyor ki, Ressliİer, Ad milletinden asırlar önce yaşamış bir kavimdirler.
Doğrusunu Allah bilir.
İbn Ebi Hatîm'in
rivayetine göre îbn Abbas, Ress'in, Azerbaycan'daki bir kuyu olduğunu
söylemiştir. Sevrî'nin rivayetine göre İkri-me, Ress'in bir kuyu olduğunu,
oradaki halkın da kendi peygamberlerini o kuyuya gömdüklerini söylemiştir.[18]
İbn Cüreyc'in
rivayetine göre İkrime, Resslilerin, Yemame'ye bağlı Felec kasabasında yaşayan
Yasin kavmi olduklarını söylemiştir. Eğer Yasin kavmi iseler, bunlar umumi bir
felakete maruz kalarak helak olmuşlardır. Nitekim onlarla ilgili olarak bir
ayet-i kerimede şöyle buyu-ruluyor:
"Sadece tek bir
çığlık... o kadar, hemen sönüp gittiler." (Yâsîn, 29.)
Ressliİer, Yasin
kavminden başkaları olsalar dahi, yine helak edilip yerle bir edilmiştirler.
Her halükârda hakikat, Taberî'nin dediklerine aykırı düşmektedir.
Ebu Bekir Muhammed b.
Hasen en- Nekkaş dedi ki: Resslilerin bir kuyuları vardı. Oradan su içer ve
tarlalarının tümünü sularlardı. Davranışı güzel olan adaletli bir hükümdarları
vardı. Vefat ettiğinde, onun için çok üzüldüler. Aradan bir kaç gün geçtikten
sonra şeytan, ölmüş hükümdarlarının kılığına bürünerek onlara göründü ve:
"Ben ölmedim. Ama neler yaptığınızı göreyim diye gözünüzden
kayboldum." dedi. Halk bu işe çok sevindi. Halka, kendisiyle aralarına
perde koymalarını emretti ve artık hiç ölmeyeceğini onlara söyledi. Çoğu kimse
de onun bu sözüne inanıp fitneye kapıldılar ve ona tapmaya başladılar. Allah
kendilerine bir peygamber gönderdi. Peygamber, hükümdar kılığına bürünen bu
şahsın şeytan olduğunu ve perde arkasından kendilerine hitab ettiğini söyledi.
Ona tapmaktan vazgeçmelerini, yalnızca ortaksız olan tek Allah'a kulluk
etmelerini emretti.
Süheylî dedi ki: Adı
Hanzele b. Safuan olan o peygambere uykudayken vahiy gelirdi. Halk ona saldırdı.
Onu öldürüp kuyuya attılar. Kuyunun suyu çekildi. Önceleri bol bol su içerken
susuz kaldılar; ağaçları kurudu, ürünsüz kaldılar. Yurtlan harab oldu.
Etrafları insanlarla şen-lenmişken bilahare ortalarda kimseler görünmez oldu.
Yalnızlığa itildiler. Son ferdlerine kadar helak edildiler. Evlerinde, cinler
ile vahşi hayvanlar yaşamaya başladı. Yaşadıkları mahalde cinlerin
fısıldaşmasm-dan, aslanların kükremesinden ve sırtlanların ulumalarından başka
bir ses duyulmaz oldu.
Taberî, Muhammed b.
Ka'b el-Kurazî'den rivayet ederek Rasûlul-lah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu
söyledi:
"Kıyamet gününde
Cennet'e giren ilk insan, siyahı bir köle olacaktır. Çünkü Cenâb-ı Allah bir
kasaba halkına bir peygamber göndermişti. O siyahı köleden başka ona inanan
olmamıştı. Sonra o kasaba halkı o peygambere saldırmış, bir kuyu kazarak onu
kuyunun içine atmışlar, sonra da üzerine sert ve ağır bir taş bırakmışlardı.
İşte o siyahı köle gidip odun toplar, odunları sırtında taşıyarak getirip
satar, parasıyla da yiyecek ve içecek satın alırdı. Sonra da o kuyunun yanına
gelir, Allah'ın yardımıyla o kayayı kaldırır, yiyecekleriyle içeceklerini
kayanın altından kuyuya sarkıtırdı. Sonra da kayayı eski haline getirirdi ve yerine
yerleştirirdi. Bu durum, Allah'ın dilediği bir süre kadar devam etti. Sonra bir
gün, yine her zaman yaptığı gibi odun toplamaya gitti. Odun topladı, demet
haline getirip bağladı. Sırtına alacaktı ki, üzerine bir ağırlık çöktü ve
uzanıp uyudu. Cenâb-ı Allah uykusunu ağırlaştırdı. Oracıkta yedi yıl uyudu. Uyanıp
gerindi. Diğer taraûna döndü, uzandı ve uyumaya başladı. Cenâb-ı Allah yine
uykusunu ağırlaştırdı. Yedi yıl daha uyudu. Sonra uyanıp kalktı ve odun
demetini sırtına aldı. O sadece gündüzleyin bir saat kadar uyuduğunu sanıyordu.
Köye geldi, odununu sattı. Sonra mutad şekilde yiyecek ve içecek satın aldı.
Kuyunun bulunduğu yere gitti. Peygamberi aradı, ama bulamadı. Milleti fikir
değiştirmiş, peygamberlerini kuyudan çıkarmış, ona iman etmiş ve onu tasdik
etmişlerdi."[19]
Bu hadis mürseldir.
Üzerinde tartışılabilir. Taberî, Muhammed b. Kab el-Kurazî'nin sözlerine
dayanarak bu kıssayı anlatmıştır. Doğrusunu Allah bilir. Taberî'nin kendisi de
bunu reddederek şöyle demiştir: Bu kıssada anlatılanların, Kur'ân-ı Kerim'de
anlatılan Ressliler olduklarını söylemek doğru olmaz. Çünkü Cenâb-ı Allah,
Resslilerin helak edilmiş olduklarım bildirmiştir. Bu hadiste anlatılan kavim,
bilahare fikir değiştirerek peygamberlerini kuyudan çıkarmış ve ona iman etmişlerdir.
Fakat inançsız ataları yok edilip helak olduktan sonra kendileri bazı
olaylarla karşılaşmış ve o nedenle peygamberlerine iman et-mişlerse, buna bir
diyeceğimiz yoktur. Doğruyu Allah bilir.
Sonra Taberî, bunların
hendek sahipleri (Ashab-ı Uhdud) oldukları Ş, görüşünü tercih etmiştir ki, bu
zayıf bir görüştür. Halbuki hendek sahipleri, tevbe etmedikleri takdirde,
ahiret azabıyla tehdid edilmişlerdir. Helak edildikleri açıkça
bildirilmemiştir. Fakat Resslilerin helak edildikleri açıkça bildirilmiştir.
Doğrusunu Allah bilir.[20]
Bunlar, Yâsîn sûresinde
anlatılan şehrin halkıdırlar. Bunlar hakkında Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur.
«İnsanlara, halkına
elçiler gelen kasabaları anlat: Onlara iki elçi göndermiştik; onu
yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar: "Biz size
gönderildik." demişlerdi. Kasabalılar: "Siz de ancak bizim gibi
birer insansınız. Rahman da birşey indirmemiştir. Sadece yalan
söylüyorsunuz." demişlerdi. Elçiler: "Doğrusu, Rabbimiz bizim size
gönderildiğimizi bilir; bize düşen ancak apaçık tebliğdir." demişlerdi.
Kasabalılar: "Doğrusu, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz
and olsun ki sizi taşlayacağız Ve bizden size can yakıa bir azab
dokunacaktır." demişlerdi. Elçiler: "Uğursuzluğunuz kendiniz dendir.
Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır; siz, aşırı giden bir milletsiniz."
demişlerdi. Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam gelmiş ve şöyle demişti:
"Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun." "Sizden bir ücret
istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." "Beni yaratana ne diye
kulluk etmeyeyim? Siz de ona döneceksiniz." "Onu bırakıp da tanrılar
edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o
tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar." Doğrusu, o
takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum." "Şüphesiz ben Rabbinize
inandım, beni dinleyin." Ona, "Cennet'e gir." denince,
"Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar
olanlardan kıldığını bilseydi!" demişti. Ondan sonra milleti üzerine
gökten bir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik; sadece tek bir
çığlık... o kadar, hemen SÖnÜp gittiler.» (Yâsîn, 13-29.)
Eski-yeni bir çok
âlimlerden gelen meşhur rivayete göre bu sûrede sözü edilen şehir, Antakya'dır.
İbn îshak'm rivayetine göre İbn Abbâs, Ka"bü'l-Ahbar ile Vehb b. Münebbih
demişler ki: Antakya'nın, Antikos oğlu Antikos adlı bir kralı vardı; putlara
tapardı. Cenâb-ı Allah ona Sadık, Masduk ve Selom adlarında üç elçi gönderdi.
Açıkça anlaşılıyor ki
bunlar, Allah'ın elçileriydiler. Katade'nin görüşüne göre bunlar, Hz.İsa'nın
elçileriydiler. Aynı görüşü paylaşan Ta-berî de , Şuayb el-Cübaî'nin şöyle
dediğim nakleder: İlk iki elçiden birinin adı Semon, diğerinin adı da Yuhanna
idi, üçüncüsünün adı ise Pols' idi. Halk onları yalanladı. Tabii ki
gönderildikleri yer de Antakya şehri idi. Bu, gerçekten zayıf bir kavildir.
Çünkü İsa peygamberin üç havariyi elçi olarak göndermesi zamanında ona ilk iman
edenler, Antakyalılar olmuştur. Bu nedenle de Antakya, Hrıstiyanlara
dokunulmayan dört şehirden biri olmuştur. Bu dört şehir; Antakya, Kudüs, İskenderiye
ve Roma'dır. Sonraları İstanbul da bu şehirlere katılmıştır.
Evet, Kur'ân-ı
Kerîm'de sözü edilen bu şehrin insanları helak edildiler. Nitekim elçilerin
arkadaşı olan o imanlı kimseyi öldürmelerinden sonra helak edilmiş oldukları
kıssalarının son kısmında da bildirilmektedir: «Sadece tek bir çığlık... o
kadar. Hemen sönüp gittiler.»
Ama şunu da belirtelim
ki, Kur'ân'da bahisleri geçen üç elçinin çok önceleri Antakya'ya gönderilmiş
olup halk tarafından yalanlanmış olmaları, dolayısıyla da o inaçsız halkın
helak edilmiş olması; bundan sonra Antakya'nın yeniden imar edilip şenlenmesi,
Hz. İsa'nın zamanında da onun gönderdiği elçilere yani Antakyah neslin iman
etmiş olması, pek olmayacak bir şey değildir. Yine de doğrusunu Allah bilir.
Kur'ân'daki bu kıssanın,
İsa'nın havarîleriyle ilgili olduğunu söyle-. yenlerin bu görüşleri, önce
açıklanan sebepler dolayısıyla zayıftır. Kur'ânî ifadelerden açıkça
anlaşıldığına göre, sözü edilen elçiler, Allah tarafından gönderilmiş
elçilerdir.
İnsanlara: «Halkına
elçiler gelen kasabaları anlat: Onlara iki elçi göndermiştik; onu
yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar: "Biz size
gönderildik." demişlerdi.»
Fakat o şehir halkı,
onların da kendileri gibi insanlar olduklarını söyleyerek Allah elçisi olduklarını
kabul etmemişlerdi. Kafir ümmetlerin, peygamberlerine söylediklerinin
tıpkısını bunlar da elçilere söylemişlerdi. Allah'ın bir insanı,
peygamberlikle görevlendirmesini ıraksa-mışlardı. Elçiler de onlara cevaben
şöyle demişlerdi: Size gönderilen ilahî elçiler olduğumuzu şüphesiz ki Allah
biliyor. Şayet Allah'a karşı yalan söylersek, o bizi cezalandırır ve bizden
şiddetli bir intikam alır. «...Bize düşen, ancak apaçık tebliğdir...» Allah
katından getirdiğimiz hükümleri size bildirmekle görevliyiz. Allah'tır ki
dilediğini doğru yola iletir, dilediğini de sapıklıkta bırakır. Halk:
«...Doğrusu, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki
sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azab dokunacaktır."
demişlerdi»
Elçileri ölüm ve hakaretle
tehdid ettiler. Elçiler: «...Uğursuzluğunuz kendinizdendir.» Yani
uğursuzluğunuzun sebebi sizsiniz^ dediler. Bu uğursuzluk, «...Size öğüt
verildiği için mi?...» Size hidayeti anlattığımız ve sizi doğru yola davet
ettiğimiz için, bizi öl timle ve hakaretle tehdid ettiniz. «...Hayır; siz
aşırı giden bir milletsiniz...» Hakkı kabul etmez ve Hakkı istemezsiniz.
"Şehrin öbür
ucundan koşarak bir adam gelmiş...» Elçilere yardım etmek ve onlara inandığım
açıklamak için, «.. .Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun. Sizden bir ücret
istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar."» Sizden bir ücret istemeden
sizi sırf Hakka davet ediyorlar demişti. Sonra onları ortaksız olan tek
Allah'a kulluk etmeye çağırmış; Allah'tan başka dünyada da ahirette de fayda vermeyen
şeylere tapmaktan onları men'etmiş ve sözünü şöyle sürdürmüştü: Allah'a kulluk
etmediğim ve ondan başka şeylere taptığım takdirde «...Doğrusu, apaçık bir
sapıklık içinde olurum!» Elçilere hitaben: «"Şüphesiz ben Rabbinize
inandım, beni dinleyin."» demişti. Benim bu söylediklerimi dinleyin ve
böyle konuştuğuma da Rabbiniz katında benim için tanıklık edin.
Bazılarına göre bu
ayetin manası şöyledir: Ey Milletim! Benim, Allah'ın elçilerine açıkça iman
ettiğimi duyun! Tam böyle derken onu öldürdüler. Kimine göre onu taşlayarak,
kimine göre de dişleriyle onun etini koparıp parçalayarak öldürdüler. Kimine
göre de hep birden üzerine atılarak onu öldürdüler. İbn İshak'm, İbn Mesud'dan
rivayet ederek dediğine göre onu ayakları altına alıp bağırsaklarını dökerek
parçalamış ve Öldürmüşlerdi.
Sevrî'nin, Ebu
Miclez'den yaptığı rivayete göre o inanmış adamın adı, Habib b. Merî'dir.
Neccarlık (marangozlukla uğraşırmış. Kimine göre dokumacılıkla, kimine göre
kunduracılıkla, kimine göre de kumaş ve elbise boyacılığıyla uğraşırmış. O
şehrin kenarındaki bir mağarada ibadetle meşgul olduğunu söyleyenler de
olmuştur. Doğrusunu Allah bilir.
İbn Abbas(r.a.) demiş
ki: Habib Neccar, ağır bir cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Çok sadaka veren
bir kimseydi. Milleti kendisini öldürdü. Ona: «..."Cennet'e gir."
denilince...» Allah onu Cennet'e koydu. Cennet' teki sevinç, neşe ve
parlaklığı görünce de, «.. .Keski milletim, Rabbi-min beni bağışladığını ve
beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!...» Benim inandığıma inanır
ve benim kazandıklarımı kazanırlardı, dedi.
Hayattayken, "Ey
Milletim! Elçilere uyun." diyerek kavmine nasihat etmişti. Vefatından
sonra onlara şu sözleriyle öğüt verdi: "Keşke milletim, Rabbimin beni
bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" Kendi
gördüğü ilahî ikramları ve elde ettiği mertebelerle kazana, kavminin de
görmesini istemişti.[21]
Katade'nin anlattığına
göre Cenâb-l Allah, Habib Neccar'm öldürülüşünden sonra milletini kınamadı,
«...Sadece tek bir çığlık... o kadar, hemen sönüp gittiler.»
"Ondan sonra
milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik."
Yani onlardan intikam almak için üzerlerine gökten bir ordu indirmeye
ihtiyacımız da olmadı.
Mücahid ve Katade
dediler ki: "Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik."
Yani onlara başka elçi göndermedik.
Taberî'nin dediğine
göre ayetteki ordu kelimesini, aslî anlamında kabul etmek daha uygun olur.
Bence de kuvvetli olan görüş budur. Bu nedenle Cenâb-ı Allah demiş ki:
"Zaten indirecek te değildik." Elçilerimizi yalanlayıp velimizi ve
dostumuzu öldürdükleri zaman onlardan intikam almak için üzerlerine gökten bir
ordu indirmedik. "Sadece tek bir çığlık... o kadar, hemen sönüp
gittiler."
Müfessirler dediler
ki: Cenâb-ı Allah, onlara Cebrail'i gönderdi. Oturmakta oldukları şehir
kapısının iki yanını tuttu. Sonra onlara öyle şiddetli bir ünleyişle ünledi ki;
sesleri kısılıverdi, hareketsiz kalıverdi-ler. Gözleri bile açılıp kapanamaz
oldu.
Bütün bu anlatılanlar
gösteriyor ki, ayette geçen şehir, Antakya şehri değildir. Çünkü ayette
anlatılanlar, Allah'ın elçilerini yalanladıklarından dolayı helak
edilmişlerdi. Antakyahlarsa, isa'nın elçi olarak kendilerine gönderdiği
kimselere uyup iman etmişlerdir. İsa'ya ilk inanan şehir halkı, Antakyahlar
olmuştur.
Taberanî'nin Hüseyin
el-Aşkar kanalıyla Ibn Abbas'tan rivayet ettiği hadise gelelim. Rivayete göre
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İlkler üçtür: Musa'ya inananların ilki
Yuşa'b. Nun'dur. İsa'ya inananların ilki Yasin şehri (Antakya) halkıdır.
Muhammed'e inananların ilki de Ebu Talip oğlu Ali'dir." Bu, şahinliği
sabit olmayan bir hadistir. Çünkü rivayet senedinde adı geçen Hüseyin
el-Aşkar, Gulat-ı Şia'dandır. Bunu ondan başka rivayet eden birinin olmayışı,
bu hadisin tümden zayıflığına delâlet eder. Doğrusunu Allah bilir. [22]
Cenâb-ı Allah, Yunus
sûresinde şöyle buyurmuştur:
"Bir kasaba halkı
inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin! İşte Yımus'un
milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan
kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." (Yûnus, 98.)
«Zünnun (Yûnus)
hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek giderken, kendisine güç
yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: "Senden
başka tanrı yoktur, sen münezzehsin, doğrusu, ben haksızlık edenlerdenim."
diye seslenmişti. Biz de ona cevap verip onu üzüntüden kurtarmıştık.
İnananları işte böyle kurtarırız.» (el-Enbiyâ, 87-88.)
«Doğrusu, Yunus da
peygamberlerdendir. Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide olanlarla karşılıklı
kurra çekmişti de yenilenlerden olmuştu; bu sebeple denize atılmıştı. Yenilgiye
uğramışken onu bir balık yutmuştu. Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı
(insanların) yeniden diril-tilecekleri güne (kıyamete) kadar balığın karnında
bekleyecekti. Halsiz bir vaziyette onu dışarı çıkardık. Onun için, geniş
yapraklı bir bitki yetiştirdik. Onu 100.000 veya daha çok kişiye peygamber
olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar. Bunun üzerine biz de onları bir
süreye kadar geçindirdik.» (es-Sârrat, 139-148.)
«Ey Muhammedi Sen,
Rabbinin hükmüne kadar sabret, Balık sahibi Yunus gibi olma. O, pek üzgün
olarak Rabbine seslenmişti. Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı,
kınanmış olarak sahile atılacaktı. Rabbi onu seçip iyilerden kıldı.» (cl-Kalem,
48-50.)
Müfessirlerin
anlattıklarına göre Cenâb-ı Allah, Yunus peygamberi, Musul'a bağlı Ninova
halkına peygamber olarak göndermişti. Yunus, Ninovalıları onur ve üstünlük
sahibi Allah'a kulluk etmeye çağırmıştı ama halk onu yalanlamış, küfür ve
inatlarında ısrar etmişlerdi. Bu halleri uzun süre böyle devam edince de, Yunus
aralarından çıkıp gitmiş; giderken de üçten sonra kendilerine gelecek bir azab
ile onları tehdid etmişti.
îbn Mesud, Mücahid,
Said b. Cübeyr, Katade ve bir çok selef ulemasıyla halef uleması dediler ki:
Yunus, onların aralanndan çıkınca ve onlar da başlanna gelecek olan azabı
hakedince Cenâb-ı Allah, kalb-lerine-pişmanlık ve tevbe bıraktı.
Peygamberlerine yaptıklarından Ötürü nadim olup Allah'a yöneldiler. Canlarına
eziyet vermek için de kıldan örülmüş giysiler giyindiler. Sonra yüce Rabblerine
feryad-ü figan ile yalvarıp yakardılar. Hayvanlarla yavrularını birbirlerinden
ayırdılar. Allah'ın huzurunda boyun büküp meskenet gösterdiler. Erkekler, kadınlar,
oğullar, kızlar ve analar hep ağlaştılar. îrüi-ufakh hayvanlarla davarlar ve
binekler bağrıştılar. Develerle yavruları, ineklerle buzağılan, koyunlarla
kuzuları böğürüp meleştiler. Çok korkunç bir an yaşadılar. Yunus'a yaptıkları
haksızlık nedeniyle kendilerine yaklaşmakta olan, karanlık gece parçaları gibi
başlarının üstünde dönen azabı, Cenâb-ı Allah kendi gücü, kuvveti, rahmeti ve
şefkati ile üzerlerinden kaldırdı. Bu nedenle de buyurdu ki: "Bir kasaba
halkı inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin." Yani
geçmiş nesillerden olan bir kasaba halkı, yedisinden yetmişine kadar tümüyle
iman etmeli değil miydi?
Bu ayet, böyle bir
kasaba halkının mevcud olmadığını yani istisnasız bütün ferdleri iman etmiş
bir kasaba halkının mevcud olmadığını gösteriyor. Aksine, durum şu ayette
anlatıldığı gibidir:
«Doğrusu, uyarıcı
göndermiş olduğumuz her kasaba halkının varlıklı kimseleri, onlara: "Biz
sizinle gönderilen şeyi inkar ediyoruz" diye. gelmişlerdir.» (Sebc, 34.)
«İşte Yunus'un
milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan
kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." Evet, onlar,
yediden yetmişe tüm ferdleriyle birlikte iman etmişlerdi.
Ninovahlârın bu
imanlarının kendilerini dünyevî azabtan kurtardığı gibi ahirette de
kendilerine fayda sağlayıp sağlamayacağı ve uhrevî azaptan kurtarıp
kurtarmayacağı hususunda müfessirler muhtelif görüşler beyan etmişlerdir.
Kimine göre bu imanları, onlara ahirette de fayda verir. Kimine göre fayda
vermez. Allah bilir ya, ayetin akışından da anlaşıldığına göre bu imanlarının
ahirette de kendilerine fayda vereceği kuvvetle muhtemeldir. Zira Cenâb-ı
Allah buyuruyor ki: "İman ettikleri zaman, dünya hayatında rezilliği
gerektiren azabı onlardan kaldırdık."
«Onu 100.000 veya daha
çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar. Bunun üzerine biz
de onları bir süreye kadar geçindirdik.» (es-SSfiat, 147-148.)
Bu dünya hayatında bir
süre daha geçindirilmiş olmaları, ayrıca uhrevi azabın da onların üzerlerinden
kaldırılmasına mani teşkil etmez. Onlar kesin olarak en azından 100.000
kişiydiler. Daha fazla oldukları hususundaysa ihtilaf vardır. Mehhul'a göre
ise 110.000 kişiydiler. Tirmizî'nin rivayetine göre Ubeyy b. Ka'b, "Onu
(Yunus *u) 100.000 veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik."
mealindeki ayeti Rasûlullah (s.a.v.)'a sormuş, o da; Yunus kavminin 120.000
kişi olduğunu bildirmiştir. -
îbn Abbas'm dediğine
göre 130.000 kişiymişler. Yüz otuz küsur bin, hatta 140.000 küsur kişi
olduklarını îbn Abbas'm söylemiş olduğu, gelen rivayetler arasındadır.
Said b. Cübeyr ise,
170.000.kişi olduklarını söylemiştir.
Yunus'un, balık
tarafından yutulduktan sonra mı yoksa daha önce mi, Ninovalılara peygamber
olarak gönderildiği hususunda ihtilaf vardır. Ya da Yunus'un gönderildiği
kavimlerin iki ayrı ümmet oldukları söylenerek bu konuda üç görüş ileri
sürülmüştür. Bu görüşler Taberî Tefsiri'nin ilgili bölümünde açıklanmıştır.[23]
Yunus (a.s.), kavminin
inkarı nedeniyle öfkelenerek giderken denizde seyretmek üzere olan bir gemiye
bindi. Gemi yola koyuldu. Seyir halinde olan geminin etrafım dalgalar kuşattı.
Dalgalar yükselince, gemi sarsılmaya başladı ve içindeki yükleri taşıyamaz
hale geldi. Müfes-sirlerin anlattıklarına göre nerdeyse boğulacaklardı. Kendi
aralarında kurra çekmeye, kurra kime isabet ederse yükü hafifletmek için- onu
denize atmayı kararlaştırmak üzere bir araya gelip kendi aralarında müşaverede
bulundular. Kurra çekince, kurra, Allah'ın peygamberi Yunus'a çıktı. Fakat
kendini denize atmasına diğerleri müsaade etmediler. Yeniden kurra çektiler.
Kurra, yine Yunus'a çıktı. Kendini denize atmak için elbiselerini çıkarmaya
kalktı, ama yine onu bırakmadılar. Kurra çekme işini, üçüncü kez tekrarladılar.
Bu defa da kurra ona isabet etmişti. Çünkü Cenâb-ı Allah, onun başına büyük
bir iş getirmek istiyordu. Yüce Allah buyuruyor ki: "Doğrusu, Yunus da
peygamberlerdendir. Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide olanlar karşılıklı kurra
çekmişti de yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı. Yenilgiye
uğramışken onu bir balık yutmuştu."
Evet; kurra kendisine
çılanca onu denize atmışlardı. Cenâb-ı Allah, denizden ona büyük bir balık
göndermişti de balık onu yutmuştu. Rab-bi, balığa, Yunus'un etini yememesini,
kemiklerini kırıp parçalamamasını emretmişti. Bunun kendisine rızık
olmayacağını bildirmişti. Balık ' onu yuttu. Karnındayken ona bütün denizleri
gezdirdi. Yunus'u yutan balığı daha büyük bir balığın yutmuş olduğu da
söylenir.
Balığın karnına
yerleşince, öldüğünü sanmıştı. Organlarım hareket ettirdi; organlarının
hareket etmekte olduklarını gördü.. Canlı olduğunu anladı, hemen Rabbine
secdeye kapanarak şöyle dedi: "Ey Rabbim! Öyle bir yerde sana secde
ediyorum ki; benden önce hiç kimse, böyle bir yerde sana ibadet etmiş
değildir."
Balığın karnında ne
kadar süreyle kaldığı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Mücahid, Sa'bî'den
naklederek dedi ki: Balık onu kuşluk vaktinde yuttu, ama akşamleyin dışarı
attı. Katade'nin anlattığına göre üç gün; Cafer es-Sadık'm dediğine bakılırsa
yedi gün süreyle balığın karnında beklemiştir. Ümeyye b. Ebi Sait'in şu şiiri
de buna tanıklık etmektedir:
"Sen, kendi
lütfunla kurtardın Yunus'u,
Balığın karnında
birkaç gece kalmıştı."
Said b. Ebi'l-Hasen
ile Ebu Malik, Yunusun balığın karnında kırk gün kaldığını söylemişlerdir.
Orada ne kadar kalmış olduğunu en iyi bilen, elbetteki Allah'tır.[24]
Balık onu yuttuktan
sonra tuzlu ve dalgalı denizlerin derinliklerinde gezdirdi. Yunus, oralarda
balıkların Allah'ı teşbih edişlerini duydu. Kumların ve çakılların bile, taneyi
ve çekirdeği yaran; göklerle yerin ve ikisi arasındaki şeylerin, toprak
altındaki mevcudatın Rabbine teşbih edişlerini de duydu. Onur ve üstünlük
sahibi olan, sırları ve fısıldaşma-lan bilen, sıkıntı ve belaları gideren,
zayıf ve cılız da olsalar sesleri işiten, ince de olsalar gizlilikleri bilen,
her ne kadar büyük de olsalar dualara icabet eden Allah'ın da bildirdiği gibi
tam o esnada ve orada, yani balığın karnında lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile
Rabbine yalvarıp yakardı. Evet; konuşanların en doğru sözlüsü, âlemlerin Rabbi
ve rasüllerin ilahı olan Allah haber veriyor ki:
"Zünnun (Yunus)
hakkında söylediğimizi de an. O, (halkına) öfkelenerek giderken, kendisine güç
yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: "Senden
başka tanrı yoktur, sen münezzehsin, doğrusu, ben haksızlık
edenlerdenim." diye seslenmişti. Biz de ona cevap verip onu üzüntüden
kurtarmıştık. İnananları işte böyle kurtarırız."
Ayet-i kerimede geçen
ve, "Onu sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı." cümlesindeki fiili güç
yetirme manasına gelebileceği gibi, takdir etme manasına da gelebilir. Bu da
meşhur bir lügattir. Nitekim şair demiş ki:
"Şu geçen zaman
bir daha geri gelmeyecektir, Kutlusun, takdir ettiğin olur, emir
senindir."
"Karanlıklar
içinde seslenmişti." İbn Mesud, Amr b. Meymun, Said b. Cübeyr, Muhammed b.
Ka'b, Hasen, Katade ve Dahhak dediler ki: Ayet-i kerimede geçen
"karanlıklar"dan kasıt; balığın karnındaki karanlık, denizin
karanlığı ve gecenin karanlığıdır.
Salim b. Ebi Ca'd dedi
ki: Yunus'u yutan balığı bir başka balık yuttu.
İki balığın karnındaki
karanlığa gecenin de karanlığı eldendi. Böylece üç karanlık üst üste eklendi.
Ayet-i Kerimedeki "karanlıklar" sözüyle buna işaret edilmiştir.
Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: «(Yunus) eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı,
(insanların) yeniden diriltileçekleri güne (kıyamete) kadar balığın karnında
bekleyecekti.» Yani Yunus, balığın karnındayken Allah'ı teşbih etmeseydi,
ondan başka tanrı bulunmadığına tanıklıkta bulunmasaydı, boyun eğip Allah'ın
varlığını, üstünlüğünü itiraf etmeseydi, tevbe edip ona yönelmeseydi, kıyamet
gününe dek orada bekleyecekti. İnsanların mezarlarında diriltilecekler! günde,
o da balığın karnında diriltilip dışarı çıkarılacaktı.
Başkalarıysa, mezkur
ayetin şu manayı ifade ettiğini söylemişlerdir: Eğer Yunus, balığın karnına
girmeden önce Allah'ı çok anan, ona itaat eden ve namaz kılanlardan biri
olmasaydı, kıyamete dek balığın karnında bekleyecekti.
Taberî'nin de tercih
ettiği bu görüşü, Dahhak b. Kays, İbn Abbas, Hasan Basrî, Katade ve diğerleri
ileri sürmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel ile bazı sünen sahiplerinin rivayet
ettikleri şu hadis de bu görüşü doğrulamaktadır. Rivayete göre Rasûlullah
(s.a.v.), İbn Abbas'a hitaben şöyle demiş: "Ey çocuk, sana bazı kelimeler
öğreteceğim: Allah'ı(n hukukunu) koru ki Allah da seni korusun. Allah'ı(n
hukukunu) korursan, onu karşında bulursun. Genişlikte Allah'ı tanırsan,
sıkıntı halinde o da seni tanır.
Taberî, Tefsirinde,
Bezzar'da Müsned'inde, Ümmü Seleme'nin kölesi Abdullah b. Rafî'in şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir: Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle
buyurduğunu söyledi: "Cenâb-ı Allah, Yunus'u balığın karnında hapsetmek
istediğinde balığa şöyle vahyetti: «Yunus'u al, ama onun etini tırmalayıp
parçalama, kemiklerini de kırma.» Balık onu yutup denizin dibine götürünce,
orada bazı sesler duydu. "Bu da ne?" diye kendine sordu. Balığın
karnındayken Cenâb-ı Allah ona, "Bu duyduğun-ses, deniz hayvanlarının
tesbihatıdır." diye vahyetti. Balığın karnında olduğu halde o
da-tesbihata başladı. Melekler onun teşbihte bulunduğunu duyduklarında,
"Ey Rabbimiz! Tuhaf bir yerden gelen cılız bir ses işitiyoruz (Bu neyin
nesi)?" diye sordular. Allah (c.c)'da şöyle cevap verdi: "O, benim
kulum Yunus'tur. Bana karşı çıktı, ben de onu. denizdeki bir balığın karnında
hapsettim." Melekler: "Her gün, her gece salih amelleri sana
arzedilen salih bir kul hâlâ hapiste midir?" diye sorunca, Cenâb-ı Allah
"evet" diye cevap verdi. Bunun üzerine melekler Yunus'a şefaatçi
oldular da Cenâb-ı Allah, balığa emir verdi; balık ta, Allah'ın buyurduğu gibi,
"O hasta haldeyken onu sahile attı."»
Bu anlattığımız
hadisin senedi de metni de lafzı da Taberî'ye aittir.[25]
İbn Ebi Hatim,
Tefsir'inde, Enes b. Maîik'ten rivayet ederek Rasû-lullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söyledi:
"Peygamber Yunus
(a.s.), balığın karnındayken bu kelimelerle dua etmek gerektiğim anlayınca dedi
ki: "Allahım! Senden başka tanrı yoktur. Noksanlıklardan münezzehsin.
Doğrusu, ben haksızlık edenlerdenim." Bu duası, Arş'm altına kadar gitti.
Melekler dediler ki:
- Rabbimiz! Çok cılız,
ama tanıdık bir ses.. Garip beldelerden geliyor.
- Bu sesifn sahibini)
tanımıyor musunuz?
- Hayır ey Rabbimiz..
Kimdir o?
- Kulum Yunus1 tur.
- Sürekli olarak
makbul ameli ve müstecap duası sana arzedilen kulun-Yunus ha? Genişlik
zamanında yaptıklarından ötürü merhamet edip de onu beladan kurtarmaz mısın?
-Olur...
Bunun üzerine Cenâb-ı
Allah balığa emir verdi de, balık onu ağaçsız boş bir yere attı."
İbn Ebi Hatîm, bu
hadisin devamı da bulunduğunu söyleyerek Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini
nakletmektedir: 'Yunus, ağaçsız ve boş bir yere atıldı. Cenâb-ı Allah, onun
için geniş yapraklı bir bitki bitirdi." Geniş yapraklı bitkinin ne olduğu
sorulunca da Ebu Hüreyre şu cevabı verdi: "Kabak ağacıdır. Cenâb-ı Allah
onun için yabani dişi oğlaklar da yarattı. Oğlaklar, yerdeki haşeratı
yiyorlardı. Bitki yetişinceye kadar bu oğlaklar, Yunus'a sabah-akşam süt
veriyorlardı."
Bu meseleyle ilgili
olarakÜmeyye b. Ebi Salt, bir şiirinde şöyle der:
"Rahmet eseri
olarak Allah onun için geniş yapraklı bitki bitirdi.
Eğer Allah mevcud
olmasaydı, açlıktan zayıflardı."
"Hasta haldeyken
onu boş ve ağaçsız bir yere attık." Yeni doğan civciv gibi olup üzerinde
tüy diye birşey yokken balığın karnından dışarı atıldı. Anasından yeni doğan
bir bebe gibi vücudu pelte haldeydi. "Onun için geniş yapraklı bir ağaç
bitirdik." İbn Mesud, İbn Abbas, Süddî ve diğerlerinin dediklerine göre
bu geniş yapraklı ağaç, kabak ağacıdır.[26]
Bazı âlimler, dediler
ki: Cenâb-ı Allah'ın onun için kabak ağacını bitirmiş olmasında bir çok
hikmetler vardır. Bu hikmetlerden bazıları şunlardır: Kabak ağacının yaprakları
son derece yumuşaktır, çoktur, gölgesi de fazladır. İlk çıkışından son demine
kadar kabaklar, çiğ veya pişmiş olarak; kabuğuyla, çekirdeğiyle beraber yenir.
Kabakta daha birçok faydalar vardır. Dimağı da kuvvetlendirir.
Cenâb-ı Allah'ın Yunus
için çölde otlanıp sabah-akşam kendisine süt veren dişi keçiler yaratmış
olduğuna dair Ebu Hüreyre'nin söylediklerini daha önce nakletmiştik. Bütün
bunlar, Allah'ın Yunus'a olan rahmet, in'am ve ihsanının eseridir. Bu sebeple
Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: "Biz de ona cevap verip onu üzüntüden
kurtarmıştık." İçinde bulunduğu darlıktan ve sıkıntıdan kurtarmıştık,
"İnananları işte böyle kurtarırız." Bize dua edip bizden eman dileyen
ve bize sığınan herkese böyle yaparız.
Taberî'nin rivayetine
göre Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle demiştir: Rasû-lullah (s.a.v.)'m şöyle dediğini
işittim:
"Allah'ın adıdır
ki onunla dua edildiğinde dua kabul buyurulur, onunla bir dilekte
bulunulduğunda dilek, yerine getirilir. (Bu dediğim) Yunus b. Meta'nın
duasıdır. Dedim ki, "Ya Rasûlallah, bu sadece Yunus'a mı yoksa bütün
Müslümanlara mı mahsustur? Buyurdu ki: Bu adla dua ettiklerinde bu özel olarak
Yunus'a, genel olarak ta mü'minlere mahsus olur. Cenâb-ı Allah'ın şu sözünü
duymadın mı?: "Nihayet karanlıklar içinde (kalıp): "Senden başka
tanrı yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin. Doğrusu, ben haksızlık
edenlerdenim." diye yalvardı: Biz de onun duasını kabul ettik ve onu
tasadan kurtardık. İşte biz, inananları böyle kurtarırız."»
Bu kelimelerle dua
edenlerin duasını kabul buyuracağına dair Allah'ın şartı vardır."[27]
İbn Ebi Hatîm'in
rivayetine göre Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle demiştir: RasûluUah (s.a.v.) buyurdu
ki: "Yunusun duasıyla duada bulunanların duaları kabul buyurulur."
Bu iki rivayet, Sa'd
b. Ebi Vakkas'tan gelmektedir. Ayrıca bunlardan daha güzel olan üçüncü bir
rivayet vardır: Ahmed b. Hanbel, Sa'd b. Ebi Vakkas'm şöyle dediğim rivayet
eder: «Mescitte Osman b. Affan'a uğradım, selam verdim ama selamımı almadı,
bana tuhaf tuhaf baktı. Hattab oğlu Ömer'e gittim: Ey mü'minlerin emiri!
İslâm'a birşey mi oldu? diye sordum. Hayır, ne var? dedi. Ben de dedim ki: Pek
birşey olduğu yok. Yalnız az önce mescitte Osman'a uğradım. Selam verdim; bana
tuhaf tuhaf baktı ve selamıma karşılık vermedi. Ömer, Osman'a birini
göndererek yanına çağırttı. Yanına geldiğinde: "Kardeşin (Sa'd)m selamını
almana engel olan sebep neydi?" diye sordu. "Hayır, böyle birşey
yapmadım" dedi. Ben de, "Yaptı." dedim. Nihayet yemin etti, ben
de yemin ettim. Sonra yaptığını hatırladı ve tevbe estağfurullah diyerek söze
başladı! "Evet.. Doğrusu, az önce bana uğradın. Yanıma geldiğin sırada,
RasûluUah (s.a.v.)'dan duymuş olduğum bir sözü kendi kendime tekrarlıyordum.
And olsun ki o sözü her hatırladığımda, gözüme ve kalbime perde çekilir (Hiç
birşeyi görmem, hiç birşeyin farkında olmam.)"
"O sözü ben sana
bildireyim." dedim. Rasûlullah (s.a.v.) bize bir duanın baş kısmını
anlattı. Sonra bir Arabî gelerek onu meşgul etti. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.),
oturduğu yerden kalktı, ben de peşine takıldım. Beni geçip geride bırakmasından
korktum. Ayağımı yere vurdum. Dönüp baktı, "Kim o, Ebu İshak (Sa'd)
mı?" diye sordu. Ben de, "Evet Ya Rasûlallah" dedim. "Ne
var?" dedi. Ben de şöyle dedim: "Vallahi birşey yok. Yalnız bize bir
duanın baş kısmım anlattın. Sonra bir Arabî gelip seni meşgul etti de..."
Cevaben buyurdu ki: "Evet.. O, Zünnun (Yunussun balığın karnındayken
yapmış olduğu duadır: «Senden başka tanrı yoktur. Sen noksanlıklardan uzaksın,
münezzehsin. Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim." Bir Müslüman her hangi
bir iş için bu şekilde dua ederse, duasına mutlaka cevap verilir.»[28]
"Doğrusu, Yunus
da peygamberlerdendir." Cenâb-ı Allah, Nisa ve En'âm sûrelerinde onu, yüce
peygamberler arasında anmıştır. Hepsine en yüksek salat-ü selâmlar olsun.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu İd: «Bir
kulun, ben Meta oğlu Yunus'tan daha iyiyim demesi yakışık almaz.»[29]
Buharî, İbn Abbas'tan
rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Bir
kulun, ben Meta oğlu Yunus'tan daha iyiyim demesi yakışık almaz.»[30]
Taberanî, îbn
Abbas'tan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Bir kimsenin, Allah katında ben Meta oğlu Yunus'tan daha iyiyim demesi
yakışık almaz."
"Hayır, dünyada
Musa'yı seçen (Allah)a andolsun M..." diyen Yahudi'yi tokatlayan bir
Müslümanm hikayesinin son kısmında Buharî şöyle demiştir: «Ben, Meta oğlu
Yunus'tan daha üstün bir kimse bulunduğunu söylemem.»[31]
Bazı hadislerinde
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«Bir kimsenin beni,
Meta oğlu Yunus'tan üstün tutması yakışık almaz.»
«Beni peygamberlerden
ve de Meta oğlu Yunus'tan üstün tutmayın.»
Rasûlullah (s.a.v.)
Efendimiz, diğer nebi ve mürsellere olan tevazuundan dolayı böyle demiştir. [32]
Musa, Kahisoğlu
îmran'm oğludur. Kahis, Lavioğlu Azir'in oğludur. Lavi de, İshak oğlu Yakub'un
oğludur. İshak ise, İbrahim peygamberin oğludur. Cenâb-ı Allah, Musa (a.s.)
hakkında şöyle buyurmuştur:
«Ritab'da Musa'yı da
an. Çünkü o, içi temiz (bir insan)dı ve gönderilmiş bir peygamberdi. Ona
Tur'un sağ tarafından seslendik ve onu, (kendisiyle) özel konuşmak için (bize)
yaklaştırdık. Ona, rahmetimizden dolayı kardeşi Harun'u da peygamber olarak
armağan ettik.» (Meryem, 51-53.)
Cenâb-ı Allah, Musa'yı
Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde anmıştır. Onun kıssasını, fazla uzatmadan
Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde anlatmıştır. Allah izin verirse burada
kitaptan, sünnetten, selef ulema-sıyla diğerlerinin anlattıkları israiliyat
haberlerinden nakiller yaparak, Musa'nın yaşantısını başından sonuna kadar
anlatmaya çalışacağız. Her hususta güvencimiz ve dayanağımız Allah'tır. O
buyurmuş ki:
«Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla, »
«Tâ-sîn-mîm. Bunlar,
apaçık kitabın ayetleridir. İnanan bir kavim için Musa ile Firavun'un
haberinden bir parçayı, doğru olarak sana okuyacağız: Firavun o yerde
ululandı. (Zorbalığa kalktı). Halkım çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir
zümreyi (İsrailoğullarım) zayıflatıyor, oğullarım kesiyor, kadınlarını sağ
bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz de istiyorduk ki o yerde
zayıflatılanlara lütfedelim, onları önderler yapalım, onları (ötekilerin
mülküne) mirasçı kılalım. Ve onları o yerde (Mısır'da ve Şam'da) hakim kılalım.
Firavun'a, Haman'a ve askerlerine, onlardan (yani İsrailoğullan yüzünden
başlarına gelmesinden) korktukları şeyi gösterelim.» (el-Kasas, 1-6.)
Cenâb-ı Allah,
yukarıdaki ayetlerde Musa'nın kıssasını Özetle veriyor, sonra da genişçe
açıklıyor. Musa ile Firavun'un haberini peygamberi Muhammed (s.a.v.)'e doğru
olarak okuduğunu bildiriyor. Öyleki, bu ayetleri duyan, Musa ile Firavun
arasında cereyan eden hadiseleri ayan beyan görmüş gibi olur.
"Firavun, o yerde
ululandı (zorbalığa kalktı). Halkını çeşitli gruplara böldü." Azıp
serkeşlik etti, dünya hayatım ahirete tercih etti. Yüce Rabbe itaatten yüz
çevirdi, halkını gruplara ayırdı, bir grubu (İsrail oğullarını) zayıflatıyordu.
İsrailoğullan, Yaküb peygamberin soyundarıdırlar. O zaman, yeryüzünün en iyi ve
en seçkin insanlarıydılar. Cenâb-ı Allah onlara; zalim, zorba, kafir ve
ahlaksız bir hükümdarı (Fi-ravun'u) musallat etti. Onları köleleştiriyor; en
düşük mesleklerde ve en kötü işlerde çalıştırıyordu. Bu da yetmezmiş gibi,
"Oğullarını kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan
idi."
Onu bu kötü işleri
yapmaya iten sebep şuydu: îsrailoğullan, İbrahim peygamberden kendilerine
ulaşan haberleri kendi aralarında okuyup inceliyorlardı. Bu haberlerden biri
de; İbrahim soyundan bir çocuğun doğacağı ve Mısır kralının ölümünün de o
çocuğun eliyle olacağı haberi idi. Allah bilir ya bu da, İbrahim (a.s.)'in
zevcesi Sâre'nîn Mısır ülkesinden geçmekteyken Firavun'un ona kötülük yapmak
istemesi ve Allah'ın da onu Firavun'dan korumasından sonra bir müjde olarak Allah
tarafından haber verilmişti. Bu müjdeyi İsrailoğulları'nm hepsi biliyorlardı.
Mısırlı kiptiler de bunu kendi aralarında söyleşmeye başlamışlardı. Bunu haber
alan Firavun, meseleyi bazı kumandanlarına ve maiyet erbabına, bir gece
sohbetinde açtı. O anda da, başına bela olacak çocuğun dünyaya gelip
yaşamasından kurtulmak için, İsrailoğullarının yeni doğan erkek çocuklarının
öldürülmesini emretti; ama tedbir, onu kaderin hükmünden kurtaramayacaktı!
Süddâ'nin anlattığına
göre Firavun, şöyle bir rüya görmüş: Kudüs taraflarından bir ateş gelerek
Mısır'ın evlerini ve Kıptîlerin tamamını yakmış. Yalnız bu ateş,
îsrailoğullanna zarar vermemiş... Uykudan uyanınca Firavun, bu rüyadan dolayı
ürküp dehşete kapılmış. Kahinleri, rüya yorumcularını ve büyücüleri etrafına
toplamış, bu rüyadan ne anladıklarını onlara sormuştu. Onlar da şu cevabı
vermişlerdi: İsrailo-ğullarından bir oğlan doğacak. Mısırlıların helaki onun
eliyle olacaktır... Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullannın yeni doğan
oğullarının öldürülmesini, kızlarının da hayatta bırakılmasını emretmişti. İşte
bu sebeple Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Biz de istiyorduk ki, o yerde
zayıfl atıl ani ar a (İsrailoğull arma) lütfedelim, onları önderler yapalım.
Onları (ötekilerin mülküne) mirasçı kılalım ve onları o yerde (Mısır'da ve
Şam'da) hakim kılalım. Firavun'a, Haman'a ve askerlerine, onlardan (yani
İsrailoğulları yüzünden başlarına gelmesinden) korktukları şeyi
gösterelim." Yani güçsüzü güçlü, aşağılanmışı onurlu, ezilmişi de ezen
kılalım. Bütün bunları, îsrailoğulları gördüler. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş
ki: «Hor görülün kavmi, bereketlendirdiğimiz yerin doğularına ve batılarına
mirasçı kıldık. Rabbinin îsrailoğullanna verdiği güzel söz, sabırlarına
karşılık yerine geldi."» (cl-A'rsf, 137.)
«Ama biz Firavun ve
adamlarını bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamlardan
çıkardık. Böylece oralara İsrailo-ğullarım mirasçı kıldık. (eş-Şuarâ, 57.59.)
Bununla ilgili tafsilat,
yerinde verilecektir, inşaallah. Demek istediğim şu ki Firavun, Musa'nın
yaşamaması için gerekli bütün tedbirleri aldı. Adamlarıyla ve ebelerle gebe
kadınları kontrol ettirdi. Kontrolcü-ler, gebe kadınların ne zaman
doğuracaklarını tespit ediyorlardı. Oğlan doğuran kadının çocuğunu, o cani
kontrolcüler hemen kesip boğazlıyorlardı.
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre Firavun, îsrailoğulla-rının sadece güçlerini
kırmak, onlarla savaşacak olursa kendisine karşı direnmelerini Önlemek için,
doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretmişti.
Bu görüş üzerinde
tartışılabilir. Daha doğrusu bü yanlış bir görüştür. Halbuki Musa (a.s.),
peygamber olarak Firavun kavmine gönderildikten sonra Firavun, îsrailoğullannm
yeni doğan erkek çocuklarının Öldürülmelerini emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı
Allah buyurmuş ki:
«Musa katımızdan
onlara gerçeği getirince: "Onunla beraber iman etmiş kimselerin oğullarını
öldürün, kadınlarını sağ bırakın." dediler.»(el-Mü'min, 25.)
Bu nedenledir ki
îsrailoğuîları, Musa'ya şöyle demişlerdi: "Sen bize gelmeden önce de,
geldikten sonra da eziyet çektik." (ei-A'râf, 129.)
Doğrusu şu ki Firavun,
Musa'nın varlığından kurtulmak için, îsrailoğullarının erkek çocuklarının
öldürülmesini daha önceleri emretmiştir.
Evet, işte böyle..
Kader ona diyordu ki: Hakimiyet alanının genişliğine, gücünün fazlalığına,
askerlerinin çokluğuna aldanan ey zorba hükümdar! Kaderine muhalefet
edilemeyen, gücüne karşı direnilemeyen, kuvvetine karşı konulamayan Yüce Allah
hüküm verdi ki: Kendisinden sakınmakta olduğun, ona karşı duyduğun korku
nedeniyle sayılamayacak kadar erkek çocuk öldürdüğün yeni doğmuş çocuk (Musa),
mutlaka senin konağında, senin yatağında gelişip büyüyecek, evindeki yiyecek ve
içeceklerinle beslenecektir. Onu evlat edinip yetiştirecek ve esirgeyecek olan
da sen olacaksın. Ama onun varoluşunun sırrım ve manasını kavrayamayacaksın.
Sonra dünya ve ahiretteki helakin, onun eliyle olacaktır. Çünkü sen, onun sana
getireceği Hakka muhalelefet edeceksin. Ona vahyedilen şeyleri yalanlayacaksın.
Sen ve diğer insanlar, göklerle yerin Rabbinin; dilediğini yapan, güçlü,
kuvvetli, büyük azab sahibi ve karşı konulamayan bir iradenin sahibi olduğunu
bilesiniz, diye senin helakin, onun eliyle olacaktır!
Bazı müfessirîerin
anlattıklarına göre, erkek çocuklarının öldürülmesi dolayısıyla
İsrailoğullannın sayılarının azalmakta olduğunu gören Kiptiler (Mısır
yerlileri), Firavun'a çıkarak şikayetlerini arzetti-ler ve İsrailoğullannın
küçük oğullarının öldürülmesi nedeniyle ileride, yetişmiş erkeklerinin de
tükenip yok olacaklarından, dolayısıyla onların gördükleri ağır işleri
kendilerinin yapmak mecburiyetinde kalacaklarından endişe duyduklarını
Firavun'a bildirdiler. Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullannın yeni doğan
erkek çocuklarının bir sene öldürülmesi, bir sene Öldürülmem esi emrini verdi.
Harun (a.s.), çocukların öldürülmedikleri senede doğmuştu, ama Musa,
çocukların öldürülme emrinin geçerli olduğu senede doğmuştu. Anası sıkıntı
çekmiş, endişe-lenmişti. Gebe kaldığı günden sonra tedbir almaya başlamıştı.
Hamileliğini belli etmemeye çalışıyordu. Musa'yı doğurunca da, onu bir tabuta
koyması için kalbine ilham doğdu. Tabuta bir ip bağladı. Evi de Nü
kıyı-smdaydı. Çocuğunu emziriyordu. Bir kimsenin gelip görmesinden korktuğu
zaman, çocuğu tabuta koyuyor, tabutu nehire bırakıyor, ipin ucunu da elinde
tutuyordu. Gelenler oradan uzaklaşınca da tabutu yine yanma çekiyordu. Yüce
Allah buyuruyor ki:
«Musa'nın annesine
vahyettik ki: "Onu emzir, başına birşey gelmesinden korkuyorsan (bir
sandık içinde) onu denize (Nil'e) bırak. Korkma, üzülme, Biz onu tekrar sana
geri vereceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız." Nihayet onu Firavun
ailesi aldı ki, kendilerine bir düşman ve başlarına bir dert olsun. Gerçekten
Firavun, Haman ve askerleri ya-nılıyorlardı. Firavun'un karısı (çocuğu
sandıktan çıkarınca: "Bana da, sana da göz bebeği olacak çok sevimli bir
çocuk). Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlat
ediniriz." dedi. (Onu almakla hata ettiklerim) anlamıyorlardı.» (cl-Kasas,
7-9.)
Ayet-i kerimede geçen
vahiy kelimesi, ilham ve irşad anlamında bir vahiydir. Nitekim buna örnek
olarak bîr diğer ayet-i kerimede şöyle bu-yurulm aktadır:
"Rabbin bal
arısına (şöyle) vahyetti: "Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları
çardaklardan ev edin! Sonra her çeşit meyvalardan ye de Rabbinin yollarında
boyun eğerek yürü!" Onun karınlarından, renkleri çeşit çeşit bir içecek
çıkar..." (cn-Nahl, 68-69.)
Bu ayetlerde geçen
vahiy, İbn Hazm ile bazı kelamcıların iddia ettikleri gibi peygamberlik vahyi
değildir. Doğru olan, bu ayetlerde geçen vahyin, ilham ve irşad anlamında
kullanılmış olmasıdır. Bunun böyle olduğunu, Ebü'l- Hasen el-Eş'arî de ehl-i
sünnet vel-cemaatten nakletmiş tir.
Süheylî'nin dediğine
göre Musa'nın anasının adı, Ayariha'dır. Aya Ziht olduğunu söyleyenler de
vardır. Söylenmek istenen şudur ki, Musa'nın annesine yol gösterildi, onu
tabuta koyup Nil'e bırakma düşüncesi aklına bırakıldı.'Korkmaması ve
tasalanmaması için, kalbine telki-nat yapıldı. Denildi ki: Çocuğun gitse de,
ileride Allah onu sana geri verecek, onu kitap sahibi bir peygamber kılacak,
dünyada ve ahirette sözü geçecektir.
Anası, kendisine
emredileni yaptı. Musa'nın içinde bulunduğu tabutu bir gün yine Nil'e
salıverdi, ama tabutun ipini kıyıya bağlamayı unuttu". Sular, tabutu alıp
Firavun'un kıyıdaki evinin önüne bıraktılar. «Nihayet onu, Firavun ailesi aldı
ki kendilerine bir düşman ve başlarına bir dert olsun."
Bazıları dediler ki:
Ayet-i kerimede geçen fiilinin başındaki lam harfi, takibiye lamıdır. Bu eğer
fiiline müteallik ise doğrudur. Ama eğer cümlenin ifade ettiği manaya
müteallik ise, diğer lamlar gibi taliiiye olur. İlleti bildirir. O zaman ayetin
manası şöyle olur: "Firavun ailesi, kendilerine bir düşman ve başlarına
bir dert olsun diye Nil'deıı çıkarmaya hazırlandılar." Doğru olan manayı,
Allah daha iyi bilir. Bu ikinci takdiri, şu ayet-i kerimede teyid ediyor:
«Gerçekten Firavun, (onun kötü veziri) Haman ve askerleri
yanılıyoıiardı." Doğru yolda olmadıklarından dolayı da ceza, azab ve
pişmanlığı hakkettiler.
Müfessirlerin anlattıklarına
göre Firavun'un sarayındaki cariyeler, onu kilitli bir sandık içinde Nil'den
çıkarıp aldıklarında, tabutun kapağını açmaya cesaret edememişler, olduğu gibi
getirip Firavun'un karısı Asiye'nin önüne bırakmışlardı. Asiye, Yusuf'peygamber
zamanında Mısır Firavunluğu yapan Reyyan b. Velid'in oğullarından Abidin oğlu
Müzahim'in kızıdır. Asiye'nin, İsrailoğullarından;ve Musa'nın aşiretinden
olup, hatta Musa'nın halası olduğunu söyleyenler de vardır. Bunu, Süheylî
nakletmiştir. Doğrusunu Allah bilir.[33]
İleride İmran kızı
Meryem'in kıssasını anlatırken Asiye hakkındaki övgüleri ve her ikisinin de
Cennet'te Rasûlullah (s.a.v.)'m zevceleri olacakları da anlatılacaktır.
Tabutun kapağını açıp
Musa'nın üzerindeki örtüyü kaldırınca, yüzünün nebevi nurlarla ve kendisine
özgü bir heybetle parlamakta olduğunu gördü. Görünce de onu sonsuz bir şevkle
sevmeye başlamıştı. Firavun, yanına gelip de "Bu da nesi?" deyip
çocuğun öldürülmesini emredince Asiye, çocuğu savunmuş ve kendisine
bağışlanmasını dileyerek "(Ey Firavun), benim için de, senin için de bir
göz bebeği!" demişti. Fira-vun'sa; "Senin için belki, ama benim için
hiç te öyle değildir." Yani benim bu çocuğa ihtiyacım yoktur, demişti.
Zaten insanın başına ne bela gelirse, hep dilinden gelir! Ama karısı Asiye,
"(Bu çocuğun) belki bize faydası dokunur." demişti. Bu sebeple de
Cenâb-ı Allah onu, Musa'dan umduğu faydaya kavuşturdu. Şöyle ki: Dünyada Musa
sebebiyle doğru yolu buldu. Ahirette de onun sebebiyle Rabbi kendisim Cennetine
yerleştirdi, "Ya da onu (Musa'yı) evlat ediniriz." demişti. Firavun
ailesinin hiç çocukları olmamıştı. Böyle yaparken, yani Musa'yı Nil'den çıkarıp
evlerine alırken onlar, Cenâb-ı Allah'ın Firavun ile askerlerine karşı
hazırladığı azap ve intikamın "farkında değillerdi."
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre Musa'yı Nil'den çıkarıp saraya getiren,
Firavun'un kızı Derbete'dir. Firavun'un erkek çocuğu hiç yoktu. Fakat böyle
demekle onlar, Allah'ın kitabına karşı yalan-yanlış şeyler söylemiş
olmaktadırlar. Zira Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: "Musa'nın anası, gönlü
bomboş sabahı etti. İnananlardan olması için kalbini pekiştirme sev dik,
neredeyse saraya alman çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı. Musa'nın
ablasına: "Onu izle." dedi. O da, kimse farkına varmadan, Musa'yı uzaktan
gözetledi. Önceden, sütannelerin memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın
ablası: "Size' sizin adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını
tavsiye edeyim mi?" dedi. Böylece onu, annesinin gözü aydın olsun,
üzülmesin, Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye, ona geri
çevirdik. Fakat çoğu bilmezler." (el-Kasas, 10-13.)
îbn Abbas, Mücahid,
îkrime, Said b. Cübeyr, Ebu Ubeyde, Hasen, Katade, Dahhak ve diğerleri dediler
ki: "Musa'nın anası, gönlü bomboş sabah etti." Yani kalbinde dünya
işlerine yer kalmamış, Musa'dan başka birşeyi düşünemez olmuştu.
"Neredeyse, saraya alman çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa
vuracaktı." "İnananlardan olması için kalbini
pekiştirnıeseydik." böyle bir açıklamayı yapacaktı. "Musa'nın
ablasına: "Onu izle." dedi. Haberini bana ulaştır, diye emir verdi.
"O da Musa'yı uzaktan gözetledi." Onunla ilgileniyormuş gibi yaparak,
uzaktan uzağa onu gözetledi. Ama "Onlar (Firavun'un sarayındakiler) bunu
farkede-mediler." Çünkü Musa (a.s.), Firavun'un sarayına alındıktan sonra
onu emzirmek istediler. Ne bir kadının memesini emdi, ne de yiyecek yedi. Ona
ne yapacaklarını bilemediler, şaşıp kaldılar. Her imkanı kullanarak ona
birşeyler yedirmek istediler, ama Cenâb-ı Allah'ın da bildirdiği gibi o,
yemedi: "Önceden sütannelerin memesini kabul etmemesini sağladık."
Onu ebeler ve bakıcı kadınlarla birlikte, kendisini emzirebilecek birini
bulmaları için çarşıya gönderdiler. Bunlar bir ara çarşıda durmuşlar, halk da
meraklı bakışlarla Musa'ya eğilip bakmaktayken Musa'nın ablası onları görüp
yanlarına geldi; onu tanıdığım belli etmedi. "Size, sizin adınıza ona
bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?" dedi. Onlar da:
"Bu ev halkının ona iyi davranacaklarım ve ona şefkatle bakacaklarını
nereden biliyorsun?" diye sordular. O da: "Kralın buna sevineceğini
bildiklerinden ve ondan fayda umduklarından dolayı böyle yapacaklardır."
dedi.[34]
Bunun üzerine Musa'nın
ablasıyla birlikte o görevli kadınlar Musa'nın anasının evine gittiler. Anası
onu kucağına alıp emzirmeye başlayınca Musa, onun memesini ağzına alıp emmeye
başladı. Görevli kadınlar buna çok sevindiler. Müjdeci, bunu Asiye'ye
bildirmeye gitti. Asiye, Musa'nın annesini saraya çağırdı ve sarayda kendisinin
yanında kalmasını istedi. Ona iyi davranacağım da söyledi. Fakat Musa'nın
annesi: "Kocam ve çocuklarım var.. Ben bunu yapamam. Ancak çocuğu evime
götürmemi kabul ederseniz orada onu emziririm." diyerek sarayda kalmayı
kabullenmedi. Bunun üzerine Asiye, ister istemez Musa'yı annesiyle beraber
evine gönderdi, çocuğu emzirmesine karşılık ona maaş bağladı. Nafakalar,
giysiler ve bağışlar ihsan etti.
Anası, Musa'yı tekrar
evine götürdü. Kopan bağlarım Allah yeniden birbirine bağladı.[35]
Nitekim yüce Allah buyurdu ki: «Böylece onu annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin,
Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin, diye ona geri çevirdik; Fakat
çoğu bilmezler." Onu anasına geri vereceğimize ve onu peygamber
kılacağımıza söz vermiştik. Onu geri vereceğimize dair sözümüzü yerine
getirmekle, peygamber kılacağımıza ilişkin va'dimizin gerçekliğini de
ispatlamış olduk.
Cenâb-ı Allah, bir
gece Musa ile konuşurken, bütün bu iyilik ve ihsanlarını ona hatırlatmış ve
şöyle demişti: "Ey Musa! Sana başka bir defa da iyilikte bulunmuş ve
annene vahyedilmesi gerekeni vahyetmiştik. Musa'yı bir sandığa koy da suya
bırak. Su, onu kıyıya atar; bana da, ona da düşman olan biri onu alır. Ey Musa!
Gözümün önünde yetişesin, diye seni sevgili kıldım.» (Tâ-Hâ, 37-39.)
Musa'yı her gören, onu
mutlaka sevmeye başlardı. Katade ile birden fazla selef uleması dediler İd:
Musa'nın en nefis yiyecekleri yiyebilmesi, en şık elbiseleri gij^ebilmesi için
Cenâb-ı Allah onu sevimli kılmıştı. Cenâb-ı Allah da onu muhafaza ederek ve
başkasının yapamayacağı şeyleri takdir ederek bu nimetleri ona ihsan etmişti:
«Kızkardeşin, Firavun'un sarayına giderek: "Ona bakacak birini size
göstereyim mi?" diyordu. Böylece, annen üzülmesin, sevinsin, diye seni
ona iade etmiştik. Sen bir cana kıymış tın, seni üzüntüden kurtarmış ve seni
bir çok musibetlerle denemiştik.» (Ta-Hâ, 40.)
Musa'nın, denenmek
için karşılaştığı musibetlerle ilgili açıklamaları, Allah dilerse bu bölümden
sonra vereceğiz. Her hususta güvencimiz ve dayanağımız odur.
"Musa, güçlülük
(ve olgunluk) çağına gelip olgunlaşmca, ona hikmet ve ilim verdik. İyi
davrananları böyle mükafatlandırırız. Musa, halkının haberi olmadığı bir
zamanda şehre girdi. Biri kene1: adamlarından, diğeri de düşmanlarından olan
iki adamı döğüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan
yardım istedi. Musa, düşmanını iter itmez ölümüne sebep oldu. "Bu
şeytanın işidir; çünkü o, apaçık saptıran bir düşmandır." dedi. «Musa:
"Rabbim! Doğrusu, ben kendime yazık ettim, beni bağışla," dedi.
Allah da onu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir.»
«Musa: "Rabbim!
Bana verdiğin nimete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım"
dedi.» (ei-Kasas, 14-17.)
Cenâb-ı Allah onu
kendisine geri vermekle anasına ihsanda bulunduğunu anlattıktan sonra Musa'nın
güçlülük ve olgunluk çağına yani bedeni ve ahlakî olgunluğa erdikten sonra - ki
bir çok âlimlere göre kişi kırk yaşına vardıktan sonra bu olgunluğa erişir -
ona ilim ve hikmet verdik. Bundan maksat da nübüvvet ve risalettir. Zaten onu,
peygamber kılacağımızı daha önceleri annesine müjdelemiştik: "Onu
(Musa'yı), sana geri verecek ve onu peygamberlerden kılacağız."
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, onun Mısır diyarından çıkışının, Med-yen'e gidip oraya yerleşmesinin
sebeplerini açıklamaya başlıyor. Vadeyi, Medyen şehrinde bekleyerek
dolduruyor. Orada Cenâb-ı Allah'ın kendisine neler söylediğini ve ne gibi
ikramlarda bulunduğunu daha sonra açıklayacağız.
"Musa, halkının
haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi." Said b. Cübeyr, İkrime, Katade
ve Süddî'ye göre öğle vakti; İbn Abbas'a göre ise akşamla yatsı arası bir
vakitte şehre girmiştir.[36]
"Orada iki adamı
döğüşür buldu." Birbirleriyle vuruşuyor, birbirlerinin üzerine
atılıyorlardı. Döğüşenlerden biri, kendi taraftarlarından (İsrailoğullanndan);
diğeri ise, düşmanlarından (Krptîlerden) idi. Kendi tarafından olan kimse,
düşmanına karşı ondan yardım istedi."
Firavun tarafından
evlat edinüdiği ve onun sarayında büyütüldüğü için Musa'nın, Mısır diyarında
otoritesi vardı. Onu kendileri emzirdikleri için süt bağı nedeniyle güya onun
dayıları olduklarını söylemekte olan İsrail oğulları da Musa sebebiyle şeref ve
itibar sahibi olmuşlardı, îsrailoğullarından olan adam, dövüşmekte olduğu
Kıptîye karşı Musa'dan yardım isteyince, Musa, Kıptîyi iteledi. Mücahid'in
dediğine göre onu yumrukladı. Katade nin dediğine göre ise, elindeki bir
bastonla ona vurdu da, «Adamın Ölümüne sebep oldu.» İşiûi bitirdi. O Kıptî,
yüce Allah'ı inkar eden ve ona ortak koşanlardandı. Musa onu büsbütün öldürmek
istememişti; sadece onu, dövüşmekten menetmek istemişti. Bununla beraber Musa:
«Bu şeytanın işidir. Çünkü o, apaçık saptıran bir düşmandır.» dedi. Musa:
"Rabbim! Doğrusu, ben kendime yazık ettim. Beni bağışla." dedi. Allah
da onu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir. Musa: «Rabbim!
Bana verdiğin nimete (onur ve itibara) andolsun ki, suculara asla yardımcı
olmayacağım.» dedi.
«Şehirde korku içinde
etrafı gözetip dolaşarak sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kimse,
bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona: "Doğrusu, sen besbelli
bir azgınsın." dedi. Musa, ikisinin de düşmanı olan kimseyi yakalamak
isteyince: "Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak
istiyorsun? Sen ıslah edenlerden olmak değil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak
istiyorsun." dedi. Şehrin öbür
ucundan bir adam koşarak geldi: "Ey Musa! İleri gelenler, seni
öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu, ben sana öğüt
veriyorum." dedi. Musa, korku içinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı.
"Rabbim! Beni zalim milletten kurtar." dedi.» (d-Kasas, 18-21.)
Yüce Allah, Musa'nın,
bu adamı öldürdüğü haberini alan Firavun ile onun ileri gelen adamlarının
kendisi hakkında kötü düşüneceklerinden korktuğunu haber veriyor. Firavun ile
adamlarının, Musa'nın İsra-iloğullarmdan olan adama yardım etmek amacıyla
Kıptîyi öldürdüğünü zannedeceklerini, dolayısıyla kendisi aleyhindeki
şüphelerinin kuvvetleneceğini düşündü ve bunun da korkunç olaylara yol
açacağını tahmin etti. O günün sabahında, "Korku içinde etrafi gözetip
dolaşıyor." sağına, soluna bakıyordu. Bir de ne görsün: Dün kendisinden
yardım istemiş olan ve İsrailoğullanndan olan adam, bağırarak yine ondan
yardım istiyordu. Bu defa başka biriyle kavga etmekte olduğundan dolayı, Musa'dan
yine yardım istiyordu. Kavgacı ve şirret bir adam olduğundan dolayı, Musa onu
azarlayıp kınadı ve "Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın." dedi. Sonra
hem kendisinin, hem de İsrailoğullanndan olan kavgacı herifin düşmanı olan
Kıptîyi yakalamak, kavgadan men etmek ve İsrailoğullanndan olan adamı ondan
kurtarmak isteyerek kıptînin üzerine yürüdü. Bunun üzerine diğeri: "Ey
Musa! Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah
edenlerden olmak değil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun."
dedi.
Bazılan dediler ki: Bu
sözü İsrailoğullanndan olan o adam söylemiştir. Musa'nın bir önceki gün
yaptıklarını görmüştü. Kıptînin üzerine yürüyen Musa'nın, daha önce kendisini
azarladığı için kendisine vurmaya kasdettiğini sanmıştı da, bu nedenle Musa'ya
karşı o sözleri sar-fetmiş idi. Musa onu, "Besbelli sen, azgın bir
kimsesin." diyerek azarlamış olduğundan dolayı, o da Musa'ya karşı ileri
geri konuşmuştu. Musa'nın dün bir adam öldürmüş olduğunu da halka duyurmuştu.
Kıptî, Firavuna giderek ondan, Musa'ya karşı kendisine yardım etmesini istedi.
Bu, bir çoklarının anlatmadığı bir husustur. Yukarıdaki sözleri, Musa'ya karşı
o Kıptînin söylemiş olması da muhtemeldir. Musa'nın, kendisine karşı
yürüdüğünü, görüp İsrailoğullanndan olan hasmına yeniden yardım edeceğini
zannedince, Musa'ya karşı ileri geri konuştu. Zan ve önsezi kabilinden
düşünerek, dün bir adam öldüren Musa, bu gün de beni öldürecek dedi. Ya da,
hasmının Musa'dan yardım isterken, bu anlama gelen sözlerinden dolayı böyle
düşünmüştü. Doğrusunu Allah bilir.
Bir önceki gün
öldürülen adamın katilinin Musa olduğu Firavun'a bildirilince, yakalanmasını
emretti. Firavun un adamlan Musa'yı yakalamadan önce, öğütçü bir adam
kestirmeden koşarak Musa'nın yanına geldi. "Şehrin öbür ucundan bir adam
koşarak geldi." Musa'nın başına bir iş gelmesinden korktuğu için "Ey
Musa! İleri gelenler, seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen
(şehirden) çık (ip git). Doğrusu ben, sana öğüt veriyorum." dedi.[37]
"Musa, korku
içinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı." O adamdan bu haberi alır
almaz, rastgele bir yola giderek Mısır'dan çıktı. Yolları tanımıyor, nereye
gideceğini bilmiyordu. Şöyle yalvarıp niyaz ediyordu: «Rabbim! Beni zalim
milletten kurtar.»
«Medyen'e doğru
yöneldiğinde: "Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım." dedi.
Medyen suyuna geldiğinde, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu.
Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü. Onlara:
"İşiniz nedir?" dedi. "Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız.
Babamız çok yaşlıdır. Onun için bu işi yapıyoruz." dediler. Musa, onların
davarlarını suladı; sonra gölgeye çekildi. "Rabbim! Doğrusu, bana
indireceğin hayra muhtacım." dedi.» (ei-Kasas, 22-24.)
Yüce Allah, kendisiyle
konuşma şerefine erişen kulu ve elçisi Musa'nın, Firavun'un adamlarına
yakalanma endişesiyle korku içinde etrafa göz gezdirerek, nereye gideceğini ve
hangi tarafa yöneleceğini bilmeden Mısır'dan çıkışını anlatıyor. Musa, yolları
tanımıyordu, çünkü daha önce Mısır dışına çıkmış değildi.
«Medyen'e doğru
yöneldiğinde» kendisini o şehre götürecek yola girdiğinde, "Rabbimin bana
doğru yolu göstereceğini umarım." dedi. Yani bu yolun, beni hedefime
ulaştıracağını umarım, dedi. Gerçekten de o yol, kendisini hedefine
ulaştırmıştı. "Medyen suyuna geldiğinde..." orada bir kuyu vardı.
Halk oradan su içiyor, davarlarına da su veriyorlardı. Medyen, Cenâb-ı Allah'ın
Eykelileri helak etmiş olduğu şehirdir. Eyke-liler, Şuayb (a.s.)'ın milleti
idiler. Âlimlerin bu konudaki iki kavlinden birine göre Eykelilerin helaki,
Musa (a.s.)'nm zamanından önce olmuştur. Musa, ayette sözü edilen suyun yanma
vardığında, "Orada davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu.
Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü." Orada
bulunanlannkine karışmasınlar diye davarlarını su başına bırakmıyorlardı.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre orada yedi kız duruyormuş. Bu
yanlıştır. Belki yedi bacı idiler, ama kuyu başında davarlarını sulamak için
bekleyenler iki kızdı. Musa, onlara "İşiniz nedir?" dedi.
"Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır. Onun için bu
işi biz yapıyoruz." dediler. Güçsüz olduğumuz için, ancak çobanlar kuyu
başından ayrıldıktan sonra hayvanlarımızı suluyoruz. Babamız yaşlı ve zayıf
olduğundan dolayı bu işi biz yapıyoruz, dediler. "Musa, onların
davarlarını suladı."
Müfessirler dediler
ki: Çobanlar, davarlarını sulama işini tamamladıktan sonra kuyunun ağzına
büyük bir kaya parçası bıraktılar. Zaten hep öyle yaparlardı. O iki kız,
onlardan sonra kuyu başına gelerek, halkın davarlarından artakalan suyla kendi
hayvanlarını sularlardı. Ama o gün Musa, kuyu başına gelerek, kuyunun ağzındaki
o büyük kaya parçasını tek başına kaldırdı. Sonra o iki kıza su verdi,
davarlarını da suladı. Hz. Ömer demiş İd: O kaya parçasını ancak on kişi
yerinden kal-dırabilirmiş. Sadece büyük bir kova su çekmişti, bu da onlara
yetmişti. Daha sonra Musa, gölgeye yöneldi. Altında oturduğu ağacın koyu bir
gölgesi vardı. Taberî'nin İbn Mesud'dan naklettiğine göre Musa, ağacın yemyeşil
olduğunu görünce sevindi ve,«Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.»
dedi.
îbn Abbas'm anlattığına
göre Mısır'dan Medyen'e giderken bakladan ve ağaç yaprağından başka bir şey
yememiş, daha doğrusu yiyeme-mişti. Yalın ayak yürüdüğünden ayaklarının altı
parçalanmıştı, gölgede oturmuştu. O, Allah'ın seçkin bir kuluydu. Açlıktan
karnı beline yapışmıştı. Yediği taze baklalar, karnında duruyordu. O, hiç
değilse yarım bir hurmaya bile muhtaçtı. Ata b. Saib dedi ki: Musa: «Rabbim!
Doğrusu, bana indireceğin hayra muhtacım.» dedi. Böyle derken de sesini o
kadına işittirdi. "Derken o iki kızdan biri, utana utana yürüyerek ona
geldi:"Babam seni çağırıyor, bizim için (hayvanları) sulamanın ücretini
verecek." dedi. (Musa) o (kızların babalan)na gelip (başından geçen)
hikayeyi anlatınca o: "Korkma, o zalim kavimden kurtuldun." dedi.
O kızlardan biri:
"Babacığım, dedi. Bunu (çoban) tut işte. Çünkü ücretle tuttuklarının en
hayırlısı budur. Hem de güçlü ve güvenilir (adam)dır." (Kızların babası,
Musa'ya) dedi ki: "(Bak), bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki
kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer (bu süreyi) on (yıl)a
tamamlarsan artık o, senin tarafından (bir iyilik) dir. Ben sana zahmet vermek
istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın." Musa dedi: "Bu
seninle benim aramızda (bir sözleşmedir.) Demek hangi süreyi yerine getirsem
bana düşmanlık yok. Allah, söylediklerimize vekildir." (ei-Kasas, 25-28.)
Musa (a.s.) gölgede
oturup da, "Rabbim! Doğrusu, bana indireceğin hayra muhtacım" derken
bu sözlerini, rivayete göre o iki kadın işitmişler, hemen babalarının yanma
gitmişler; babaları, eve çabuk dönmelerini tuhaf karşılamış, onlar da Musa'nın
durumunu ve yaptıklarını babalarına anlatmışlar. Babaları, kızlardan birine,
gidip Musa'yı getirmesini emretmişti: "O sırada kadınlardan biri utana
utana yürüyüp ona geldi: "Babam sana sulama ücretini ödemek için seni
çağırıyor." dedi." Musa herhangi bir korkuya kapılmasın diye Şuayb'in
kızı bunu ona açıkça söyledi. Bu da onun ne kadar haya sahibi ve iffetli
olduğunu göstermektedir. "Musa ona gelince başından geçeni anlattı."
Firavun'dan kaçıp kurtulmak için Mısır'ı terkedip buralara geldiğini ona
anlattı. O yaşlı adam: "Korkma, artık zalim milletten kurtuldun".Yani
onların hüküm alanlarının dışına çıktın, artık onların devletinde değilsin,
dedi.
Bu yaşlı adamın kim
olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları onun Şuayb (a.s.) olduğunu
söylemişlerdir. Alimlerin çoğuna göre meşhur olan görüş de budur. Bir grup
tarihçi, milletinin helak oluşundan sonra Şuayb (a.s.)'m uzun bir ömür yaşamış
olduğunu, nihayet Musa'nın onunla buluşup kızıyla evlendiğini açıkça ifade
etmişlerdir.
îbn Ebi Hatîm ve
başkalarının Hasan Basrî'den rivayet ettiklerine göre Musa'nın kendisiyle
buluşmuş olduğu adamın adı Şuayb'dır, Su işlerine bakarmış. Yoksa Medyen'in
sahibi olan peygamber Şuayb değildir. Kimine göre o adam, Şuayb'm kardeşi
oğlu, kimine göre amcası oğlu, kimine göre Şuayb in milletinden olan mümin bir
kimse, kimine göre de Yatiron adlı bir adamdır. Kitabîler'in kaynaklarında
anlatıldığına göre Yatiron, Medyen şehrinin kahini, bilgini ve büyüğüymüş.
îbn Abbas ile Ebu
Ubeyde b. Abdullah, o yaşlı adamın adının Yatiron olduğunu söylemişlerdir.
Buna ek olarak Ebu Ubey de, onun, Şu-ayb'in kardeşioğlu olduğunu söylemiştir.
îbn Abbas ise ayrıca onun Medyen şehrinin hakimi olduğunu söylemiştir.
Yaşlı adam, Musa'yı
evine konuk etti, ona ikramda bulundu. Musa da başından geçenleri ona anlatınca
o, artık tehlikeyi atlattığını ve zalim milletten kurtulduğunu ona müjdeledi.
Tam o esnada kızlarından biri: "Babacığım! onu ücretle tut." dedi.
Yani davarlarını gütmesi için onu ücretle çoban alarak yanında tut. Böyle
dedikten sonra ayrıca onun güçlü ve güvenilir bir kimse olduğunu söylerek onu
medhetti.
Ömer, îbn Abbas, Kadı
Şüreyh, Ebu Malik, Katade, Muhammed b. İshak ve diğerlerinin anlattıldanna göre
kız, Musa'yı fazlasıyla övünce babası, Onun bu kadar iyi, güçlü ve güvenilir
biri olduğunu nereden biliyorsun? diye sormuş. Kız da şu cevabı vermişti:
Kuyunun ağzına kapatılan ve ancak on kişinin kaldırabileceği kaya parçasını o
tek başına kaldırdı. O'nu alıp eve getirirken önüne düşüp yürümeye başladım.
Bana: "Arkamdan yürü. Yanlış yola saparsam çakıl taşı atarak bana doğru yolu
gösterirsin. Böylece, ben de hangi yoldan gideceğimi öğrenmiş olurum."
dedi.[38]
İbn Mesud, insanlar
içinde en ferasetli ve en uzak görüşlü olanların üç kişi olduklarını
söylemiştir: Bunlardan biri Musa'nın eşidir ki, babasına şöyle demişti:
"Babacığım! Onu ücretle tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi, bu güçlü ve
güvenilir adamdır."
îkincisi, Yusufu köle
diye satın alan ve karısına şu tenbihte bulunan, Mısır azizi (veziri) dir:
"Karıcığım ona iyi bak." Üçüncüsü de, kendisinden sonra halife
olması için Hz. Ömer'i tayin eden Hz. Ebu Bekir'dir.
Kızların babası olan
yaşlı adam, Musa'ya şöyle demişti:
"Bana sekiz yıl
hizmet etmen şartıyla şu iki lazımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer
(bu süreyi) on (yıl)a tamamlarsan artık o, senin tarafından (bir iyilik) dir.
Ben sana zahmet vermek istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın."
Ebu Hanife'nin
ashabından bir cemaat bu ayeti delil göstererek, bir kimsenin; "Şu iki
kölemden birini, ya da şu iki elbiseden birini satıyorum." demesi halinde
yapılan alışverişin sahih olacağını söylemişlerdir. Ancak bu, tartışma götürür
bir hükümdür. Çünkü bu sözleşme değil, taraflardan birinin diğerinden fayda ye
kazanç temin etmek için yaptıkları bir pazarlıktır. Doğrusunu Allah bilir. -
Ahmed b. Hanbel'in
ashabı, yiyecek ve giyecek verme karşılığında işçi kiralamanın caiz olduğuna şu
hadisi delil göstermişlerdir: Muhammed b. Musaffa el-Humusî, Mesleme b.
Ali'den, o da Ali b. Rabah'tan rivayet etti ki; Ali b. Rebah şöyle demiştir
Utbe b. Nadr'in şöyle dediğini işittim: Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında
bulunuyorduk. Tâ-sîn-mim sûresini okudu. Sûrenin Musa'dan bahseden bölümüne
gelince şöyle dedi:
"Musa (a.s.)
sekiz ya da on sene süreyle karnını doyurma ve cinsel organının iffetini koruma
(evlenme) karşılığında işçilik yaptı."
Bu hadis bu bakımdan
sahih değildir. Çünkü bu hadisin rivayet zincirinde adı geçen Mesleme b. Ali
el-Huşenî ed-Dımaşkî el-Belatî, hadis imamları nazarında zayıf olan bir
kimsedir. Onun rivayeti, delil olarak kabul edilemez. Ancak yukarıdaki hadis,
başka bir kanaldan da rivayet edilmiştir:
İbn Ebi Hatîm, Ali b.
Rebah el-Lahmî'den rivayet etti ki: Ali b. Rebah, Rasûlullah'm ashabından olan
Utbe b. Nadr es-Sülemî'nin şöyle dediğini işittiğini söylemiş: Rasûlullah
(s.a.v.) buyurdular ki: "Musa (a.s.), karnım doyurmak ve tenasül organının
iffetini korumak (evlenmek) karşılığında işçilik yaptı."
Sonra Musa, yaşlı
adama şöyle dedi: "Bu, seninle benim aramızda (bir sözleşmedir). Demek
hangi süreyi yerine getirsem, bana düşmanlık yok. Allah, söyle diklerimize
vekildir."
Musa, kayınpederine
diyordu ki: "Dediğin gibi olsun. Ama iki süreden hangisini tamamlarsam,
bana düşmanlık etmeyeceksiniz. Aramızda konuştuklarımızı Allah işitiyor, bu
sözleşmemize o tanıktır. Bu söylediklerimize O vekildir." Bununla beraber
Musa, yine de o iki süreden çok olanını tamamladı ki, o da tamtamına on yıldı.
Buharı, Said b.
Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet eder: Hireli bir Yahudi, Musa'nın iki süreden
hangisini tamamlamış olduğunu bana sordu. Ben de, "Bilemem. Ancak
Arapların büyük âlimine gidip soracağım." dedim. İbn Abbas'a gidip
sordum. Bana: "Musa, en çok ve en iyi olanını tamamladı. Doğrusu, Allah'ın
elçisi, yaparım dediğini yapar." dedi.[39]
İbn Abbas (r.a.),
Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu söyledi: "Musa'nın iki süreden
hangisini tamamladığım Cebrail'e sordum. "En tamam ve en mükemmel
olanım..."diye cevap verdi."
Süneyd, Mücahid'den
rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bunu Cebrail'e sordu. Cebrail'de
İsrafil'e sordu. İsrafil de yüce Rabba sordu. O da buyurdu İd: "İki
süreden en iyi ve en tamam olanını tamamladı."
Taberî de Muhammed b.
Ka'b kanalıyla yaptığı rivayette, Rasûlullah (s.a.v.)'a, Musa'nın iki süreden
hangisini tamamladığı sorulduğunu ve onun şu cevabı verdiğini söylemiştir:
"İki süreden en tamam ve en mükemmel olanını tamamlamıştır."
Bezzar ile îbn Ebi
Hatim, Ebu Zerr'den rivayet ettiler ki: Musa'nın iki süreden hangisini
tamamladığı Rasûlullah'a soruldu. O da, "En tamam ye en mükemmel olanını
tamamlamıştır." diye cevap verdi. "İki kadından hangisiyle evlendiği
sana sorulursa küçük olanıyla evlendi dersin."
Bezzar ile İbn Ebi
Hatîm, Utbe b. Nadr'dan rivayet ettiler İd, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«"Musa, karın tokluğu ve tenasül organının iffetini koruma (evlenme)
karşılığında işçilik yaptı. Süreyi tamamlayınca da...." İki süreden
hangisini tamamladı, ya Rasûlallah? diye sordular: "En iyi ve en mükemmel
olamnı tamamladı." diye cevap verdi.»[40]
Musa, süreyi doldurup
ta Şuayb'den ayrılmak isteyince karısına, kendi geçimlerine yetecek kadar koyun
vermesini babasından istemesini söyledi. Şuayb de, o sene, analarının
renklerinden ayrı renkte doğacak olan kuzuları onlara vereceğini söyledi. Doğuracak
olan koyunların renkleri siyah olup çok güzeldiler. Analarından ayrı renkte
doğacak olan kuzuların kendilerine verileceğini duyan Musa, hemen koşup bir
değneğin ucunu yardı, sonra da havuzun dibine bıraktı. Koyunları havuz başına
getirip suladı. Musa'nın kendisi de havuz başında durdu. Suyunu içip geri dönen
koyunların böğürlerine birer birer vurdu. Bir ya da iki koyun dışındaki diğer
koyunların hepsi ildz doğurdu, bol bol süt verdi. Yavruları da, kendi
renklerinden başka renkteydiler. Doğurmayan ve süt vermeyen o bir ya da iki
koyunda zaten süt yoktu, memeleri uzun değildi, memeleri dardı, çok küçük
olduğundan meme uçları ele gelmiyordu. Hz. Peygamber buyurdu ki: «Eğer Şam'ı
fethederseniz bu koyunları (n devam eden) kalıntılarını görürsünüz. Bunlar,
Samirî (kabilesinin) koyunlarıdır.» Bu hadisin merfuluğu üzerinde
tartışılabilir. Taberî'nin dediği gibi mevkuf da olabilir. Taberî, Enes b.
Malik'ten rivayet etti ki: "Allah'ın peygamberi Musa, Şuayb ile
aralarında belirlenen süre dolunca oradan ayrılmak istediğini söyledi. Şuayb:
"Bu sene, analarının renklerinden ayrı renklerde doğacak olan kuzular
senin olsun." dedi. Bunu duyar duymaz Musa, hemen suyun yanına koştu;
suyun üzerine halat parçaları attı. Su içmeye gelen koyunlar, su üzerindeki
halat parçalarını görünce ürktüler, birbirlerine karıştılar. Biri dışında hepsi
alaca renkte kuzular doğurdular. Böylece Musa, o sene doğan kuzuların hepsini
almış oldu.»
Bu hadisin rivayet
senedi sağlamdır, ravileri de güvenilir (sika) kimselerdir. Doğrusunu Allah
bilir.
Önceld bölümlerde
Elıl-i Kitap kaynaklarından alıntılar yaparak anlattığımıza göre; dayısı
Laban'dan ayrılırken kendisine o sene doğacak olan alaca renldi kuzuları
vereceğim duyan Yakub da Musa'nın yaptığı gibi yapafak koyunların alaca renldi
kuzular doğurmalarını sağlamıştı. Doğrusunu Allah bilir.
«Musa süreyi
tamamlayıp ailesiyle birlikte yola çıkınca, Tur'un (sağ) yanında bir ateş
gördü. Ailesine dedi ki: "Siz durun, ben bir ateş gördüm, belki ondan size
bir haber getiririm, yahut bir ateş koru (getiririm) de ısınırsınız."
Oraya gelince o mübarek yerdeld vadinin sağ kıyısında bir ağaçtan kendisine
seslenildi: "Ey Musa, muhakkak âlemlerin Rabb'i Allah, benim, ben! Asanı
at." (Musa, attığı kocaman) asasının, küçük bir yılan gibi titreş (ip hareket
et) tiğini görünce (korkudan) öyle dönüp kaçtı (ki) arkasına bile bakmadı.
"Ey Musa! Dön, korkma, sen gü-vendfc olanlardansın. Elini koynuna sok,
kusursuz olarak bembeyaz çıksın ve kanadını korkudan kendine çek.. (Kendine
gel, emin ol). İşte bunlar, Firavun'a ve onun adamlarına (göstermek için)
Rabbinden sana (verilen) ild delildir. Çünkü onlar yoldan çıkan bir kavim
olmuşlardır."»(el-Kasas, 29-32.)
Önceki sayfalarda da
anlattığımız gibi Musa, iki süreden en uzun olanını tamamladı. Mücahidin
dediğine göre on sene işçilik (çobanlık) yaptıktan sonra, on sene daha o işte
çalışmıştı. "Süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte yola çıkınca..."
Bir çok müfessirin anlattığına göre, ka-yınpedereninin yanından ayrılırken ona,
ailesini özlediğini söylemişti. Mısır'da bulunan ailesini gizlice ziyaret etmek
amacıyla yola çıkmıştı. Yola çıkarken de yanında zevcesi, çocukları ve bir sürü
de koyunu vardı. Bunları çobanlık yaparken elde etmişti. Soğuk ve karanlık bir
gecede yola çıktılar. Yolu kaybettiler. Bilinen yolları bulamadılar. Çakmağını
çakıyor, ama çakmağı bir türlü ateş almıyordu. Zifiri karanlık bastırmış,
soğuk da şiddetlenmişti. İşte tam o anda Tur'un sağında, batı tarafında bir
ateşin alevlenmekte olduğunu gördü. Ailesine dedi ki: "Siz durun, ben bir
ateş gördüm." Allah bilir ya, öyle sanıyorum ki o ateşi sadece kendisi
görmüştü. Çünkü o ateş, aslında ilahî bir nurdu. Onu herkesin görmesi mümkün
değildi. Oraya gideyim de "Belki size ondan bir haber getiririm, yahut bir
ateş koru (getiririm) de ısınırsınız."
Bu ifadelerden
anlaşıldığına göre onlar soğuk ve karanlık bir gecede yollarını şaşırmışlardı.
Bir diğer ayette de buna şöyle değiniliyor: «Musa'nın haberi sana geldi mi? O
bir ateş görmüştü de, ailesine: "Durun, ben bir ateş gördüm, ya ondan size
bir kor getirir, ya da ateşin yaranda bir yol gösteren bulurum." dedi.»
(Tâ-Hâ, 9-10.)
Bu ayetde de gecenin
karanlık olduğu ve yollarını kaybetmiş oldukları anlatılmaktadır. Nemi
sûresindeyse, karşılaştıkları durumlar hep bir arada anlatılmaktadır. Şöyle ki:
«Musa, ailesine:
"Ben bir ateş gördüm; size oradan bir haber getireceğim, yahut ısmasımz
diye tutuşmuş bir odun getireceğim." demişti.»(en-Neml, 7.)
Evet doğru, onlara bir
haber getirmişti, hem de ne haber!. Ateşin yanında bir yol gösterici bulmuştu,
hem de nasıl bir yol gösterici!. Oradan bir nûr almıştı hem de ne nûr!.. «Oraya
gelince o mübarek yerdeki va-di'nin sağ kıyısında bir ağaçtan kendisine
seslenildi: "Ey Musa! Muhakkak âlemlerin Rabbi Allah benim, ben!"»
(ei-Kasas, 30.)
Nemi sûresindeyse
Musa'nın, ateşin yanma gidişinden şöyle söz ediliyor: "Oraya geldiğinde,
kendisine şöyle nida olunmuştu: "Ateşin yanında olan ve çevresinde
bulunanlar mübarek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir."
Dilediğini yapan ve dilediği şekilde hükmeden Allah, eksikliklerden uzaktır.
"Ey Musa! gerçek şu ki; Ben güçlü ve Hakîm olan Allah'ım.» (on-Nemi, 8-9.)
Tâ-hâ sûresindeyse bu
konuya şöyle değinilmektedir: «Musa ateşin yanma gelince: "Ey Musa!"
diye seslenildi: "Ben şüphesiz senin Rabbi-nim; ayağmdakini çıkar, çünkü
sen, kutsal bir vadi olan Tuva'dasm. Ben seni seçtim; artık vahyolunanlan
dinle. Şüphesiz ben Allah'ım, Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk et; Beni
anmak için namaz kıl; herkes işlediğinin karşılığım görsün diye, zamanım gizli
tuttuğum kıyamet mutlaka gelecektir. Bana inanmayan ve hevesine uyan. kimse seni
ondan alıkoymasın, yoksa helak olursun!"» (Tâ-Hâ, 11-I6.)
Eski-yeni birçok
müfessir demişlerdir ki: Musa, gördüğü ateşe doğru yürüdü, oraya varınca da,
yeşil bir çalının içinde ateşin alevlenmekte olduğunu gördü. Yemyeşil bir çalı
ağacımn içinden harıl harıl bir ateşin yanmakta olduğunu görmesi onu fazlasıyla
şaşırtmıştı. O çalı ağacı da Tur dağının sağ tarafının batı yakasmdaydı.
Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: "Ey Muhammedi Musa'ya hükmümüzü
bildirdiğimiz zaman, sen batı yönünde, Musa'yı bekleyenler arasında değildin,
onu görenler arasında da yoktun." (ei-Kasas, 44.)
Musa, Tuva denen
vadide idi, kıbleye yönelmişti. Alev saçmakta olan çalı ağacı, Turun sağ
tarafının batı yanındaydı. Rabbi ona mukaddes Tuva vadisinde seslendi.
Öylesine kutlu bir gecede o mübarek yere hürmeten ayaklarmdaki ayakkabıları
çıkarmasını emretti. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıl dığına göre gördüğü
nurun şiddeti o kadar fazlaydı ki, gözlerini kaybetmekten korktuğu için elini
yüzüne kapadı. Sonra Cenâb-ı Allah ona dilediği şekilde hitapta bulundu:
«Muhakkak âlemlerin
Rabbi Allah benim, ben!» (ei-Kasas, 30.)
"Şüphesiz ben
Allah'ım, benden başka tanrt yoktur, bana kulluk et; beni anmak için namaz
kıl." {Tâ-Hâ, 14.) Ben, âlemlerin kendisinden başka tanrı bulunmayan
Rabbiyim. Kulluk etmeniz ve namaz kılmanız sadece ona yaraşır.
Sonra Cenâb-ı Allah,
Musa'ya, bu dünyanın kalıcı bir yer olmadığını, kalıcı yerin sadece ahiret
yurdu olduğunu, "Herkes işlediğinin karşı-. lığını görsün diye..."
ahiret hayatının mutlaka var olması gerektiğini bildirmişti. Ahiret mutluluğunu
kazanması için salih amel işlemeye, Mevla'sına isyan eden ve heveslerinin
peşine takılan kimselerden de uzak durmaya onu teşvik etmişti. Sonra onunla ünsiyet
peyda ederek kendisinin "ol" dediği şeyi hemen olduran ve her şeye
muktedir olan bir zat olduğunu açıklamış ve ona şöyle bir soru yöneltmişti:
"Ey Musa, sağ elindeki nedir?" Yani elde ettiğinden bu yana bildiğin
şu değneğin ne olduğunu biliyor musun?
«Musa: "O benim
değneğimdir, ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkerim, ondan daha bir çok
işlerde faydalanırım." dedi.»
Evet, bu benim
bildiğim değneğimdir, dedi.
«Allah: "Ey Musa!
Bırak onu." dedi. Bırakınca, değnek hemen koşan bir yılan oluverdi."
(Tâ-Hâ, 18-20.)
Bu da, kendisiyle
konuşanın; "ol" dediğin şeyin hemen oluverdiği ve dilediği işi
yapabilen bir zat olduğunu ispatlayan kesin bir delil ve büyük bir mucizeydi.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Musa, Mısırlılardan kendisinin peygamberliğim
yalanlayacak kimselere karşı, Rabbim'n kendisine bir mucize ve sağlam delil
vermesini istedi. Yüce Rabb da-: "Şu elindeki ne?" diye sordu. Musa
da, "Bu benim değneğimdir." diye cevap verdi. Rabbi, onu yere
atmasını emretti. 'Yere bırakınca da değnek, hemen koşan bir yılan
oluverdi." Musa, yılandan,kaçtı. Yüce Rabb, elini uzatıp yılanı
kuyruğundan yakalamasını emretti. Kuyruğundan tutunca, yılan yine değnek
haline döndü. Bir başka ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Değneğini at."
Musa, değneğin yılan gibi hareket ettiğini görünce, dönüp arkasına bakmadan
kaçtı." (ei-Kasas, 81.)
Değneği, hızla hareket
eden, dişlerini gıcırdatan, atak ve korkunç denecek kadar büyük bir yılan
haline donuverdi. Değneğinin o hale geldiğini gören Musa, beşeri tabiatının
doğal bir gereği olarak ondan ürküp kaçmaya başladı, ardına dönüp bakmadan,
korku içinde kaçıyordu. Allah buyurdu ki: "Ey Musa! Dön, korkma, sen
güvende olanlardansın." Geri dönünce de Allah ona, yılanı tutmasını
emretti: "Onu al, korkma; biz onu yine eski durumuna çevireceğiz."
(Tâ-Hâ, 21.)
Anlatıldığına göre
yılan, onu çok ürkütmüştü. Elini yenine sararak yılanın ağzına kovmuştu. Ehl-i
Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre, yılanın kuyruğunu yakalamıştı. Böyle
yapınca da yılan, yine eskisi gibi çatallı bir değnek haline dönmüştü. Yüce
kudretin sahibi, doğularla batıların Rabbi olan Allahım! Sen ne yücesin!
Sonra Allah, elini
koltuğunun altına koymasını ve çıkarmasını emretti. Koltuğunun altından
çıkardığında elinin bembeyaz olduğunu, pırıl pırıl parlamakta olduğunu gördü.
Elinde hiç bir leke ve alacalı kalmamıştı. Cenab-ı Allah buyurmuştu ki:
"Elini koynuna
koy, lekesiz, bembeyaz çıksın. Ellerini kendine çek, korkun kalmasın."
(e]-Kasas, 32.) Bu ayetin şu anlamı ifade ettiği söylenmiştir." Korktuğun
zaman elini kalbinin üzerine koy ki, korkun gitsin."
Bu, her ne kadar Hz.
Musa'ya mahsus ise de, onun peygamberliğine iman etmenin gereği olarak her kim
korktuğu zaman elini kalbinin üzerine koyarsa, peygamberlere uyduğu için bundan
fayda görür ve korkusu yok olur.
Nemi sûresinde de
konuyla ilgili olarak şöyle buyuruluyor: "Elini koynuna sok, Firavun ve
miletine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz, benbeyaz çıksın.
Gerçekten onlar yoldan çıkmış bir millettir." (en-Noml, 12.)
Evet, değnek ile el,
Musa'ya verilen ve peygamberliğini ispatlayan iki kesin delildir. Bir ayet-i
kerimede bunlara şöyle işaretedilmektedir:
"Bu ikisi,
Firavun ve erkanına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu, onlar yoldan çıkmış
bir millettir." (ei-Kasas, 32.)
Musa'ya verilen bu iki
mucizeden başka yedi mucize daha vardır ki, İsrâ sûresinin son kısmında
onlardan bahsedilmektedir: "Andolsun ki, Musa'ya dokuz tane açık mucize
verdik. Ey Muhammedi İsrailoğullarma sor, onlara gelip, Firavun kendisine;
"Ey Musa! Ben seni büyülenmiş sanıyorum." demişti. Musa da:
"Andolsun ki, bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık belgeler olarak
indirdiğini biliyorsun. Ey Firavun! Doğrusu, senin mahvolacağım
sanıyorum." demişti.» (el-Isrâ, 101-102.)
Bu mucizeler, A'râf
sûresinde tafsilatlı olarak açıklanmaktadırlar: «Andolsun M, biz de Firavun
ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.
Onlara bir iyilik geldiği zaman', "Bu bizden ötürüdür." derler. Bir
fenalığa uğrarlarsa da, Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna
verirlerdi. Bilin ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk, Allah katmdandır,
fakat çoğu bunu bilmezler. Firavun ailesi, "Bizi sinirlemek için ne mucize
gösterirsen göster, sana inanmayacağız." dediler. Bunun üzerine su baskınım,
çekirgeyi, güveyi, kurbağaları ve kanı birbirinden ayrı mucizeler olarak onlara
musallat kıldık. Yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet oldular."
(ei-A'râf,i30-i33.) Bu dokuz ayet (mucize), Musa'ya verilen "on
emir"den ayrı şeylerdir. Bunlar, Allah'ın kaderi kelimeleridir. On emir
ise, Allah'ın şer'î (hukukî) kelimeleridir.
Noksanlıklardan
münezzeh olan yüce Allah, Firavun'a gidip onu Hakka davet etmesi için Musa'ya
emir verince Musa şöyle demişti: "Rabbim, dedi, ben onlardan bir kişi
öldürmüştüm, beni öldüreceklerinden korkuyorum. Kardeşim Harun, o dil
bakımından benden daha güzel konuşur. Onu da benimle beraber, beni doğrulayan
bir yardımcı olarak gönder. Zira ben, beni yalanlayacaklarından
korkuyorum." (Allah) dedi: "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz
ve size öyle bir yetki vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde onlar size asla
erişemeyecekler. Siz ve size uyanlar üstün geleceksiniz!" (ei-Kasas,
33-35.)
Yüce Allah; kulu,
elçisi ve kendisiyle konuştuğu Musa'nın; Kıptî adamı öldürdüğünde Firavun'un
zulüm ve zorbalığından korkup Mısır'ı terkedişi esnasında, tekrar Firavun'un
yanına dönmesini emretmişti. Ama Musa korkusunu beyan ederek şöyle demişti:
Yani Harun'u benimle beraber bir yardımcı ve destekçi olarak gönder. Senin
mesajını o inançsızlara ulaştırma hususunda bana yardım etsin. Çünkü o, benden
daha güzel konuşur ve meramım daha iyi ifade eder.
Cenâb-ı Allah onun bu
isteğini şöyle cevapladı: "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve
size öyle bir yetki (delil) vereceğiz ki, ayetlerimiz (in bereketi) sayesinde
size asla erişemeyecek (ve kötülükte bulunamayacak) lar. Siz ve size uyanlar
üstün geleceksiniz!"
Tâ-Hâ sûresinde de
Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
«"Şimdi sen,
Firavun'a git; çünkü o azdı." "(Musa) dedi ki: "Rabbim! Benim
göğsümü aç (risalet görevini yüklenebilmesi için yüreğimi genişlet.) Bana
işimi kolaylaştır. Dilimden (şu) düğümü çöz ki sözümü anlasınlar."»
(Tâ-Hâ, 24-28.)
Denildi ki: Musa'nın
dilinde pelteklik vardı. Bu pelteklik te şu sebepten kaynaklanıyordu: Musa
küçücük bir çocuk iken Firavun'un kucağında oturduğu bir esnada Firavun'un
sakalını tutup çekmişti. Buna öfkelenen Firavun, onu öldürmek istedi. Karısı
Asiye korkarak, "Ne yapıyorsun? O bir çocuk!.." dedi. Bunun üzerine
Firavun, onun aklını denemek için, önüne bir ateş koru ve bir de meyve
bıraktı. Musa, elini meyveye uzatmak üzereydi ki bir melek onun elini tutup
ateşe götürdü. Musa'da elini ateşe uzattı. Tuttuğu ateş korunu ağzına götürdü.
Dili yanınca da peltekleşti. Peygamberlikle görevlendirildiği zaman, konuşmasının
insanlarca anlaşılabilmesi için Cenâb-ı Allah'tan, dilindeki peltekliği biraz
açmasını diledi. Onun isteği üzerine peltekliği biraz gitti. Ama peltekliği
tamamen gitmedi.
Hasan Basrî demiş ki:
Peygamberler ancak ihtiyaçları kadar Allah'tan dilekte bulunurlar. Dilindeki
peltekliğin sadece birazım açması için Allah'tan dilekte bulunduğundan dolayı,
dilindeki pelteklik tamamen gitmemişti.
(Allah kendisini rezil
etsin) Firavun, güya kendi aklı sıra, Musa'nın konuşmasında kusur arıyordu.
"Neredeyse söz anlatamayacak durumda olan..." (ez-Zuhruf, 52.) Böyle
diyerek Musa'yı kötülemeye çalışıyordu. Onun, meramını açıklayamadığım
söylüyordu.
Sonra Musa (a.s.)
şöyle dedi:
«"(Rabbim), Bana
ailemden bir vezir ver. Kardeşim Harun'u.. Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu da
işime ortak yap ki, seni çok teşbih edelim ve seni çok analım. Şühpesiz sen
bizi görmektesin." (Allah) buyurdu: "Ey Musa! İstediğin sana
verildi."» (Tâ-Hâ, 29-36.)
Yani bütün dileklerini
yerine getirdik, her ne istediysen sana verdik. Musa, Allah katında şerefli
olduğu için dileği yerine geldi. Cenâb-ı Allah'ın, kardeşi Harun'a da
peygamberlik vermesi için aracılık yap-. mıştı. Bu da onun için büyük bir
şereftir. Yüce Allah buyurdu ki: "O Allah yanında itibarlı (bir kul)
idi." (ei-Ahzâb, 69.)
"Ona
rahmetimizden dolayı kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan ettik."
(Meryem, 53.)
Mü'minlerin anası Hz.
Aişe, hac yolculuğunda bir adamın, etrafin-dakilerine: "Kardeşine lütufta
bulunan kardeş kimdir?" diye sorduğunu işitmiş, ama etrafındakiler cevap
veremeyip susmuşlardı. Hz. Aişe, kendi mahfilinde oturanlara: "O, İmran
oğlu Musa'dır. Kardeşi Harun'un da peygamber olması için Allah katında
tavassutta bulundu da, kardeşine vahiy geldi, peygamber oldu." Zaten
Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: "Ona rahmetimizden dolayı kardeşi Harun'u da
peygamber olarak armağan ettik."
Cenâb-ı Allah, Şuarâ
sûresinde şöyle buyuruyor:
«Rabbin, Musa'ya:
"Haksızlık eden millete, Firavun'tın milletine git" diye nida
etmişti. "Haksızlıktan sakınmazlar mı?" Musa: "Rabbim! Doğrusu,
beni yalanlamalarmdan korkuyorum, göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor, onun için
Harun'a da elçilik ver. Onların bana isnad ettikleri bir suç da vardır. Beni
öldürmelerinden korkuyorum." demişti. Allah: "Hayır, ikiniz
mucizelerimizle gidiniz. Doğrusu biz, sizinle beraber dinlemekteyiz. Firavun'a
varınız: "Biz şüphesiz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. İsrailö'ğullarım
bizimle beraber gönder, deyiniz." demişti. Firavun, Musa'ya: "Biz
seni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarım aramızda
geçirdin. Sonunda yapacağını da yaptın. Sen nankörün birisin." dedi."
(eş-Şuarâ, 10-19.)
Yani Firavun'a gidip
deyin ki: Eşi ve ortağı olmayan tek Allah'a kulluk et. Zulmün ve zorbalığın
altında ezilmekte olan İsrailoğullarından elinde bulunan tutsakları serbest
bırak. Rabblerine diledikleri gibi ibadet etmelerine ilişme. Bırak da arzu
ettikleri gibi onun huzurunda dua edip yakarışta bulunsunlar ve kendilerini onu
birlemeye adasınlar...
Firavun bu çağrı
karşısında büyüklük taslayıp azdı; Musa'ya horla-yıcı ve küçümseyici bir
nazarla baktı ve şöyle dedi: "Biz şeni çocukken yanımıza alıp büyütmedik
mi? Hayatının bir çok yıllarını aramızda geçirdin." Sen, evimizde
büyüttüğümüz, uzun süre kendisine çeşitli nimetler vererek iyilikte
bulunduğumuz o küçük çocuk değil misin?
Bu ifadelerde
gösteriyor ki, Musa'nın tevhide davet ettiği Firavun daha önce onun yüzünden
Mısır'dan firar etmiş olduğu Firavun'un kendisidir. Ama Ehl-i Kitap aykırı
görüş beyanında bulunarak, Musa'nın Mısır'dan firarına neden olan Firavun'un,
Musa"nm Medyen şehrinde bulunduğu sıralarda öldüğünü, Musa'nın tevhide
davet ettiği Firavun'unsa başka bir Firavun olduğunu söylemişlerdir.
"Sonunda
yapacağım da yaptın. Sen nankörün birisin." Çünkü Kıptîyi öldürdün, bizden
kaçıp firar ettin ve nimetlerimize karşı nankörlük ettin. «Musa: "O işi
kasden yaptımsa sapıklardan biri sayılırım." dedi. (Yani bana vahiy
gelmeden ve ben peygamber olmadan önce o işi yaptım.) Bu yüzden sizden
korkunca, aranızdan kaçtım. Rabbim bana hikmet verip, beni peygamber
yaptı."» (eş-Şuarâ, 20-21.)
Sonra Musa,
Firavun'un, kendisini besleyip iyilikte bulunmasını başa kakmasına ve minnet
etmesine şu cevabı verdi: "Başıma kaktığın bu nimet, İsrailoğullannı
kendine köle ettiğinden ötürüdür." (eş-Şuarâ, 22.)
Anlatmış olduğun bu
nimet ve bana yaptığını söylediğin bu iyilik, İsrailoğull arından sadece bir
tek adama, yani bana yapılmıştır. Ama buna karşılık sen, îsrailoğulları gibi
büyük bir milleti kendi hizmetinde ve işinde köle gibi çalıştırdın, onları
köleleştirdin!..
«Firavun:
"Âlemlerin Rabbi de nedir?" dedi. Musa: "Eğer kesin olarak
bilecek kimseler iseniz bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisinin arasında
bulunanların Rabbidir." dedi. Yanında bulunanlara: "İşitmiyor musunuz?"
dedi. "O sizin de Rabbiniz, önce geçmiş atalarınızın da Rabbidir."
dedi. Firavun, çevresindekilere: "Size gönderilen peygamberiniz şüphesiz
delidir." dedi. Musa: "Eğer akledebilen kimselerdenseniz bilin ki o,
doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir." dedi.»
(eş-Şnarâ, 23-28.)
Yüce Allah, Musa ile
Firavun arasında geçen tartışmayı, Rabbi ile konuşma şerefine eren Musa'nın
alçak Firavun'a karşı ileri sürdüğü sübjektif, objektif ve mantıksal delilleri
bize anlatıyor. Zira rezil Firavun, kainatı yoktan var eden kutlu ve yüce yaratıcının
varlığını inkar etmiş, kendisinin ilah olduğunu iddia etmişti:
«(Adamlarını) topladı,
(onlara) bağırdı: "Ben sizin en yüce tanrınızım!" dedi.» (en-Nâziât,
23-24.)
«Firavun dedi ki:
"Ey ileri gelenler! Ben sizin için, benden başka bir tanrı bilmiyorum."»
(el-Kasas, 38.)
O, inadından ötürü
böyle diyordu. Yoksa, kendisinin Allah'ın ni-
metleriyle beslenen
bir kul olduğunu; yoktan var edip eşyaya ve canlılara şekil verenin ve gerçek
ilahın Allah olduğunu biliyordu. Nitekim Cenâb-ı Allah ta buyurmuş ki:
«Vicdanları, onları(n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ve
böbürlenme yüzünden onları inkar ettiler. Bak işte, o bozguncuların sonu nasıl
oldu?» (en-Neml, 14.)
Peygamberliğini inkar
ve de kendisini gönderen bir Rabbm mevcud olmadığını izhar sadedinde Firavun,
Hz. Musa'ya şöyle sordu: "Âlemlerin Rabbi de nedir?" Çünkü Musa'yla
Harun, ona: "Biz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz." demişlerdi. Sanki
onlara şunu demek istiyordu. "Sizi peygamber olarak gönderdiğini iddia
ettiğiniz âlemlerin Rabbi de kimdir?" Musa, ona cevaben dedi ki:
"Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz bilin ki O, göklerin, yerin ve
ikisinin arasında bulunanların Rabbidir!" Yani O, şu görünen göklerle
yerin; bulut, yağmur, rüzgar, bitki, hayvan gibi göklerle yer arasında bulunan
çeşitli yaratıkların Rabbidir. Yakinî iman sahipleri bu sayılan varlıkların
kendiliklerinden meydana gelmediklerini, bunları meydana getiren bir yaratıcı
ve mucidin bulunmasının zorunlu olduğunu bilir. O yaratıcı ve mucit de,
kendisinden başka tanrı bulunmayan ve âlemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Firavun, etrafındaki
emir, kumandan ve vezirlerine, Musa'nın söylediklerini küçümsemek için:
"Bunun sözünü işitmiyor musunuz?" dedi.
Musa'da ona ve
etrafindakilerine dedi ki: «O sizin de Rabbiniz, evvelki atalarınızın da
Rabbidir.» (cş-Şuarâ, 26.)
O, sizi de, sizden
Önceki baba ve dedelerinizi, tarihe karışmış eski kuşakları da yaratmıştır.
Çünkü herkes bilir ki, kendisini ne kendi şahsı, ne babası, ne de anası
yaratmıştır. Yaratık, yaratığı meydana getiremez. Bir yaratığı ancak âlemlerin
Rabbi yaratıp meydana getirir. Bu iki durum, şu ayet-i kerimede de
anlatılmaktadır:
"Biz onlara,
ufuklarda ve kendi canlarında ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur'an)m gerçek
olduğu, onlara iyice belli olsun." {Fussüet, 53.)
Bütün bunlara rağmen
Firavun, gaflet uykusundan uyanmadı, sapıklığından kurtulamadı. Bilakis
azgınlık, inat ve küfrünü devam ettirdi. «Dedi ki: "Size gönderilen (bu)
elçiniz mutlaka delidir." (Musa): "Eğer düşünürseniz O, doğunun,
batının ve bunlar arasında bulunanların da Rabbidir."
dedi.»(eŞ-Şuarâ,27-28.)
Şu parlak yıldızları
hizmetimize veren, şu dönmekte olan gök cisimlerini hareket ettiren,
karanlıkla aydınlığı yaratan, göklerle yerin ve Öncekilerle sonrakilerin Rabbi,
güneşle ayın ve sabit olarak durup göz kamaştıran yıldızlarla hareket halindeki
yıldızların yaratıcısı, karanlı-ğıyla birlikte geceyi ve aydınlığıyla birlikte
gündüzü yoktan var eden Allah'tır. Bütün bu saydıklarımız, O'nun hüküm ve
itaati altında olup,
O'nun verdiği enerji ile
hareket etmekte, uzay boşluğunda yüzmekte, belli bir zaman periyodu içinde
birbirlerini takib etmektedirler. O yücedir, yaratıcıdır, mülkün sahibidir,
yaratıkları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunur.
Deliller karşısında
şüphesi kalmayan Firavun, çaresiz kalarak işi inada bindirdi. Kafi burhanlara
karşı bir diyeceği kalmadığından kuvvet ve otoritesini kullanmak
mecburiyetinde kaldı.
«Dedi ki: "(Ey
Musa!) Andolsun İd benden başka tanrı edinirsen,se-ni mutlaka zindana
atılanlardan yapacağım." (Musa, peki) dedi: "Sana (doğruluğumu)
apaçık (gösteren) birşey getirmiş olsam da mı?" (Firavun): "Eğer
doğrulardansan onu getir (bakalım)." dedi. (Musa), değneğini attı, bir de
(baktılar ki) o, apaçık bir ejderha! Elini (koltuğunun altından) çıkardı; o
da, bakanlara parıl parıl parlayan bir şey oluverdi." (eş-Şuarâ, 29-33.)
El ve değnek
mucizeleriyle Cenâb-ı Allah, Musa'yı Firavun ve adamlarına karşı
güçlendirmişti. Musa'nın değneğini yere bırakıp korkunç irilikteki heybetli
bir ejderhaya dönüvermesi; akıllara hayret veren ve şaşkınlıktan dolayı
gözleri faltaşma çeviren büyük bir mucizedir. Öyleki bir rivayete göre değneğin
ejderhaya dönüştüğünü temaşa eden Firavun, büyük bir ürküntüye ve şiddetli bir
korkuya kapılmış, kırk günden fazla süren şiddetli bir ishale yakalanmıştı.
Halbuki daha önce kırk günde bir ayak yoluna giderken, bu defa tamtersi bir
durumla karşılaşmıştı.
Musa elini koltuğunun
altına koyup çıkardıktan sonra elinin ay parçası gibi parladığımn ve
aydınlığının gözleri kamaştırdığını, ikinci kez koltuğunun altına koyunca yine
eski haline döndüğünü görünce Firavun yine korkmuştu. Ama bütün bu harikulade
haller, o meluna bir fayda vermedi. İman etmedi, bilakis eski halini devam
ettirdi. Musa'nın gösterdiği harikaların büyü olduğunu söyledi ve büyücülerle
Musa'ya karşılık vermek istedi. Kendi idaresi altında bulunan beldelerle diğer
komşu ülkelerle beldelere, büyücüleri toplayıp getirmeleri için adamlar
gönderdi. Nitekim ilgili bölümde de genişçe anlatılacağı gibi Cenâb-ı Allah;
Firavun'a, ileri gelen adamlarına ve devlet erkanına karşı hakkı açıklayıcı
kesin delillerle kat'î burhanları ortaya koymuştu. Övgü ve minnetler
Allah'adır.
«...Medyen halkı
arasında yıllarca kaldın. Sonra (senin için) takdir ettiğimiz bir vakitte bize
geldin ey Musa! Seni kendim için seçtim. Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün,
beni anmakta gevşeklik etmeyin. Firavun'a gidin, çünkü o azdı. O'na yumuşak söz
söyleyin. Belki Öğüt alır veya korkar. Dediler ki: "Rabbimiz! Onun bize
taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz." Korkmayın, dedi,
ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.» (Tâ-Hâ, 40 -46)
Cenâb-ı Allah,
kendisine vahyedip peygamberlik verdiği gecede Musa'yla konuşurken, ona hitaben
şöyle demişti: Sen Firavun'un evinde büyütülmekteyken seni gözetliyordum.
Benim lütuf ve korumam altındaydın. Sonra seni kendi irade, tedbir ve takdirim
ile Mısır diyarından çıkarıp Medyen'e gönderdim. Yıllarca orada kaldın. Sonra
senin için takdir ettiğim bir zamanda geldin. "Seni kendim için
seçtim." Seninle konuşmak ve peygamberlik vermek için seni seçtim.
"Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün. Beni anmakta gevşeklik
etmeyin." Yani Firavun'a gittiğinizde beni hatırınızdan çıkarmayın. Çünkü
beni anmanız, onunla konuşmak ve ona cevap vermek için size güç verecektir.
Ona öğüt vermek ve ona karşı deliller ileri sürmek hususunda kendinizi kuvvetli
bulacaksınız deniliyor. Nitekim bir hadiste buyurulmuş ki; "Kulum,
şecaatte dengi olan biriyle karşılaştığında beni anan herkestir."
Bir ayet-i kerimede de
Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
«Ey inananlar ! Bir
toplulukla karşılaştığınız zaman, sebat edin ve Allah'ı çok anın ki, başarıya
erişesiniz.» (el-Enfâl, 45.)
"Firavun'a gidin,
çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar."
(Tâ-Hâ, 43-44.)
Bu ifadeler, Cenâb-ı
Allah'ın, Firavun'un azgınlığını, zorbalığını ve kafirliğini bildiği halde
yaratıklarına karşı yumuşak huylu, alicenap, şefkatli ve merhametli olduğunu
göstermektedir. Firavun, Allah'ın yaratıklarının en rezili ve en alçağıydı.
Allah ona o zamanın en seçkin insanını peygamber olarak göndermişti. Bununla
birlikte yine de yüce Allah, Musa ile Harun'a, Firavun'a nazikçe ve kibarca
çağrıda bulunmalarını, yumuşak sözlerle ona hitab etmelerini tavsiye etmişti.
Belki öğüt alır veya korkar diye ona mülayimce muamelede bulunmalarını
tenbih-lemişti. Nitekim peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e de aynı tavsiyelerde
bulunmuştur:
«(Ey Muhammed!) Sen
hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et.» (en-Nahl, 125.)
«İçlerinden zulmedenleri
hariç, kitab ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin." (ei-Ankebüt,
46.)
Hasan Basrî dedi ki:
"Ona yumuşak söz söyleyin" cümlesinden kast edilen mana şudur: Yanlış
yolda olduğunu ona açıklayın ve deyin ki: Senin bir Rabbin vardır. Hepimizin
sonu vardır. Yolunun ilerisinde Cennet ve Cehennem vardır. Vehb b. Münebbih
dedi ki: Cenâb-ı Allah, Musa'yla Harun'a, kendisinin şöyle dediğini Firavun'a
aktarmalarını ten-bihledi: "Doğrusu, ben gazap ve cezalandırmaya göre,
affedip bağışlamaya daha yakınım.»
Yezid er-Rakkaşî bu
ayeti okurken (ya da dinlerken) şöyle demiş: "Ey kendisine düşmanlık
edenlere çabuk koşan Allah'ım! Acaba seni dost edinip sana seslenenlere ne
kadar çabuk koşarsın?"
«Musa ile Harun
dediler ki: "Rabbimiz! Onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice
azmasından korkuyoruz." (Tâ-Hâ, 45.) Firavun, inatçı bir zorba ve
sapıklığından vazgeçmeyen bir şeytandı. Mısır'ın diktatörüydü. Ülkenin dört
bir yanında geniş bir otoritesi, itibar, nüfuz ve askerleri vardı. Nihayet
birer insan olduklarından dolayı Musa ile Harun ondan ürkmüş, ilk etapta
kendilerine tecavüzde bulunacağından korkmuşlardı. Cenâb-ı Allah da onlara
sebat vermişti. Çünkü o,yücelerin de yücesidir. Şöyle buyurmuştu: «Korkmayın,
ben de sizinle beraberim. İşitir ve görürüm.» (Tâ-Hâ, 46.)
«Biz sizinle
beraberiz. (Aranızda geçecekleri) dinliyoruz.» (eş-Şuarâ, 15.)
"Haydi, varın ona
deyin ki: "Biz senin Rabbînin elçileriyiz; îsrailo-ğullarını bizimle
gönder, onlara azab etme. Biz Rabbinden sana ayetler getirdik. Esenlik,
hidayete uyanlaradır. Bize, (Allah'ı) yalanlayıp (ondan) yüz çevirenin, azaba
uğrayacağı vahyolundu." (Tâ-Hâ, 47-48.)
Cenâb-ı Allah,
Musa'yla Harun'a, Firavun'a gidip onu eşi ve ortağı olmayan tek Allah'a kulluk
etmeye çağırmalarını, îsrailoğullannı kendileriyle beraber göndermesini,
onları esaret ve ezilmişlikten kurtarmasını, onlara işkence etmemesini ona
söylemelerim emretmişti.
"Biz sana
Rabbinden ayetler getirdik." Bu ayetler ve mucizeler de değnek ve el gibi
iki büyük ve kesin delil idi. "Esenlik, hidayete uyanlaradır." Evet,
esenlik, sadece doğru yolda olanlaradır. Sonra Musa'yla Harun, hakkı
yalanlamanın cezasını Firavun'a hatırlatarak onu tehdid ettiler: "Bize
(Allah'ı) yalanlayıp (ondan) yüzçevirenin, azaba uğrayacağı vahyolundu."
Yani kalbiyle hakkı yalanlayıp, bedeniyle de salih amel işlemekten
yüzçevirenler azaba uğrayacaklardır.
Süddî ve diğerleri
dediler ki: Musa (a.s.), Medyen'den gelir gelmez anasının ve kardeşi Harun'un
yanma vardı. Akşam yemeğim yiyorlardı. Önlerinde lahana vardı. Sofraya oturup
kendileriyle birlikte yemek yedi. Sonra dedi ki: Ey Harun! Cenâb-ı Allah,
seninle beraber Firavun'a gidip onu Allah'a kulluk etmeye çağırmamızı emir
buyurdu. Kalk da benimle gel. Çıkıp Firavun'un kapısına gittiler. Kapısının
kilitli olduğunu gördüler. Musa, kapıcı ve mabeyincilere: "Firavun'a,
Allah'ın elçilerinin kapıda durduğunu bildirin." dedi. Kapıdaki görevliler
onu alaya aldılar.
Bazı tarihçilerin
anlattıklarına göre, ancak uzun zaman sonra Firavun'un yanma girmelerine izin
vermişler. Muhammed b. İshak'ın anlattığına göre, içeri girmelerine ancak iki
yıl sonra izin vermişler. Çünkü onların huzura kabul edilmeleri için
Firavun'dan izin istemeye kimse cesaret edemiyormuş. Doğrusunu Allah bilir.
Rivayete göre Musa, kilitli kapıya gelerek değneğiyle vurmuş, buna sinirlenen
Firavun, onların yakalanıp huzuruna getirilmelerini emretmiş. Huzura
çıktıklarında onu
aldıkları emir gereğince yüce Allah'a davet etmişler.
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre Cenâb-ı Allah, Musa'ya şöyle demiş: Yakub'un
soyundan olan Harun seni karşılayıp seninle buluşacak. İsrail oğullarının
âlimlerini de yanınıza alıp Firavun'a gidin. Ona mucizeleri gösterin.
Firavun'dan,
İsrailoğullarını sizinle beraber göndermesini isteyin. Ama ben onun kalbini
katıl aştıracağım. İsrailoğullarını sizinle birlikte göndermek istemeyecektir.
Mucize ve harikalarının çoğu, Mısır diyarında ona gösterilecektir.
Öte yandan Cenâb-ı
Allah, Harun'a da vahyederek Musa'yı karşılamasını ve çölde, Horib dağının
yanında Musa'yla buluşmasını emretmişti: Karşılaştıklarında Musa, Rabbinin
kendisine vermiş olduğu emirleri ona iletti. İsrailoğullannın âiimleriyle
beraber hep birlikte Mısır'a girerek Firavun'un sarayına varıp Allah'ın
mesajım ona tebliğ ettiklerinde, o şöyle cevap vermişti: "Allah ta kim?
Ben onu tanımıyorum. İsrailoğullarını da sizinle beraber göndermem!"
Cenâb-ı Allah
Firavun'un şöyle dediğini haber veriyor: (Firavun): "Rabbiniz kim ey
Musa?" dedi. (Musa): "Rabbimiz, herşeye yaratılışını (varlığını ve
biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola
yöneltenedir." (Firavun): "Peki ya ilk nesillerin hali ne
olacak?" dedi. Dedi ki: "Onların bilgisi, Rabbimin yanında bir
kitapta (Levh-i Mahfuz) dır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz, O ki, yeri size beşik
yaptı ve onda sizin için yollar açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit
bitkiden çiftler çıkardık. Yiyin, hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda, akıl
sahipleri için (Allah'ın birliğine) işaretler vardır. Sizi ondan (yani yerden)
yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız."»
(Tâ-Hâ, 49-55.)
Cenâb-ı Allah,
yaratıcının varlığını inkar eden Firavun'un şöyle dediğini haber veriyor:
"Rabbiniz kim ey Musa?" (Musa) dedi ki: «Rabbimiz, her şeye
yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten
(yaratılış gayesine uygun yola yönelten) dir.» Yani Rabbimiz, halkı varatan,
onlar için iş ve rızık takdir eden, ecel tayin edendir. Bütün bunları da kendi
katındaki bir kitaba, Levh-i Mahfuza yazandır. Sonra her mahluku, yaratılış
gayesine yöneltendir. İlminin mükemmelliği dolayısıyla varlıkları, yarattığı
maksatlara uygun mecralara sevketmiştir. Nitekim bir ayette de şöyle
buyurulmuştur: "Rabbinin yüce adını teşbih et. O ki (her şeyi) yarattı,
düzene koydu." (el-A'lâ, 1-2,) Yani bir kader takdir etti ve yaratıkları o
istikamete yöneltti.
Firavun, Musa'ya dedi
ki: "Peki ya ilk nesillerin hali ne olacak?" Madem ki Rabbin
yaratıcıdır, yaratıkları da yaratılış amaçlarına uygun yola yöneltmektedir..
Öyleyse ne diye ilk nesiller ondan başkasına kulluk ettiler? Yıldızları ve
bildiğin diğer şeyleri ona eş ve ortak koştular? Senin bu söylediklerim ilk
nesiller bilmiyorlar mıydı? Musa dedi ki: «Onların bilgisi Rabbimin yanında
bir kitapta (Levh-i Mahfuz)dır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz.» Yani ilk nesiller
ondan başkasına kulluk etmiş olsalar da bu, senin haklı olduğunu; benim
söylediklerimin de asılsız şeyler olduklarını göstermez. Çünkü onlar da senin
gibi cahil kimselerdi. İşledikleri irili ufaklı bütün fiiller, onların amel
defterlerine kaydedilmiştir. Onur ve üstünlük sahibi Rabbim, yaptıklarının
cezasim onlara çektirecektir. Hiç kimseye, zerre kadar haksızlık
edilmeyecektir. Çünkü kulların işledikleri bütün fiiller, Rabbimin katındaki
bir kitapta yazılıdır. O kitaba yazılan şeylerin hiç biri kaybolmaz. Rabbim de
hiç bir şeyi unutmaz.
Sonra Musa, Firavun'a,
Rabbin yüceliğini, eşyayı yaratmaya muktedir oluşunu, yeryüzünü mahlukat için
bir beşik, göğü de korunmuş bir tavan kılışını, kullarla hayvan ve davarlarının
rızıklanmaları için bulutlarla yağmurları onların hizmetine verişini anlattı
ve dedi ki: "Yiyin, hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri
için (Allah'ın birliğine) işaretler vardır." Yani kusursuz akıl
sahipleriyle sağlam bir yaratılışa sahib olanlar için bu anlatılanlarda,
Allah'ın varlığına ve birliğine işaretler vardır. O, yaratan ve rızık verendir.
Nitekim bir ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor:
"Ey insanlar!
Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın
azabından) korunasımz. O (Rabb) ki yeri, sizin için döşek, göğü de bina yaptı.
Gökten su indirdi. Onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öjdeyse
siz de, bile bile Allah'a eşler koşmayın." (el-Bakara, 21-22.)
Cenâb-ı Allah, yerin
yağmurla canlanıp bitkileri yeşerterek harekete geçtiğini anlatırken de, her
şeyin bir sonunun olacağına dikkat çekmiştir: "Sizi ondan (yani yerden)
yarattık. Yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız."
(Tâ-Hâ, 55.)
"İlkin sizi
yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz." (el-Arâf, 29.)
"Yaratmaya
başlayan O'dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu, O'na daha kolaydır.
Göklerde ve yerde en yüce (güç ve şan) sembol (ü) O'nundur. O, üstündür, hikmet
sahibidir." (er-Rûm, 27.)
«Andolsun biz ona
(Firavun'a) ayetlerimizin hepsini gösterdik. Yine de yalanladı ve dayattı. Ve:
"Sen bizi büyünle yurdumuzdan çıkarasm diye mi geldin Ey Musa?" dedi.
"Biz de mutlaka sana o (se)nin (büyün) gibi bir büyü getireceğiz. Sen
şimdi seninle bizim aramızda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et. Ne senin, ne
de bizim caymayacağımız uygun bir yerde olsun." (Musa): "Buluşma
zamanınız, süs günü (bayram günü) ve insanların toplandığı kuşluk vakti
olsun." dedi.» (Tâ-Hâ, 56-59.)
Cenâb-ı Allah,
Firavun'un ilahî ayetleri yalanlamak ve onlara uymayıp büyüklük taslamakla ne
kadar cahillik ve akılsızlık ettiğini, onun bedbaht olduğunu bildiriyor.
Musa'ya da: "Senin şu gösterdiğin harikalar büyüdür. Biz de onun gibi bir
büyü ile sana karşıbk vereceğiz." dediğini; sonra da ondan, büyü
gösterisi için yer ve zaman belirlemesini istediğini haber veriyor. Musa'nın
en çok istediği de buydu zaten. Musa, Allah'ın ayetlerinin, mucize ve
harikalarının, kalabalık bir insan topluluğu önünde gösterilmesini çok
istiyordu, Bu sebeple dedi ki; "Buluşma zamanınız, süs günü (bayram günü)
ve insanların toplandığı kuşluk vakti olsun." Çünkü kuşluk vaktinde
güneşin aydınlığı çok olur. Hakikat, daha açık bir şekilde görülüp tecelli
eder. Buluşmanın gece vakti, karanlıkta olmasını istememişti. Halbuki Firavun
milletinin hileli ve bâtıl âdetine göre geceleyin ve karanlıkta buluşmak daha
revaçtaydı. Bilakis buluşmanın gündüzleyin ve aydınlıkta olmasını istemişti.
Çünkü o, Rabbinin, Kıptîleıin hoşuna gitmese de hak dini yücelteceğini
kesinlikle biliyordu.[41]
Yüce Allah buyurdu ki:
«Firavun dönüp gitti,
hilesini (büyücüleri ve onların aletlerini) topladı, sonra (belirtilen yere)
geldi. Musa onlara: "Yazık size, dedi. Allah'a yalan uydurmayın.; Sonra
(O), bir azab ile kökünüzü keser, doğrusu iftira eden perişan olmuştur!"
(Firavun'un topladığı büyücüler), işlerini kendi aralarında tartıştılar ve
gizli konuştular. Dediler ki: "Bunlar iki büyücü, başka birşey değil.
İstiyorlar ki, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarsınlar ve sizin örnek
yolunuzu, (en güzel dininizi) gidersihler." Onun için siz hilenizi
toplayın. Sonra sıra halinde gelin. Bu gün üstün gelen başarmıştır.» (Tâ-Hâ,
60-64.)
Cenâb-ı Allah,
Firavun'un ülkedeki bütün büyücüleri topladığını haber veriyor. O zaman
Mısır'da çok sayıda usta büyücüler varmış. Firavun'un adamları, her beldeden ve
mekandan büyücüler toplamışlardı. Çok sayıda büyücüler topluluğu oluşmuştu.
Muhammed b. Ka'b'm dediğine göre 80.000, Kasım b. Ebi Berde'nin dediğine göre
70.000, Süddî'nin dediğine göre 30.000 küsur, Ebu Umame'nin dediğine göre
19.000, Muhammed b. îshak'm dediğine göre 15.000, Kabü'1-Ah-bar'm dediğine göre
12.000 kişiymişler.
İbn Ebi Hatîm'in
rivayetine göre İbn Abbas, sadece yetmiş kişi, bir başka rivayete göre de
onların İsrailoğullanndan kırk genç kişi olduklarını söylemiştir. Firavun,
onları büyücülere göndererek büyü öğrenmelerini emretmişti. Bu nedenle
büyücüler ona şöyle demişlerdi: "Senin bizi zorla (yıp yaptır) dığın
büyüyü..." Ancak Firavun'un, İsrailoğullanndan olan o gençleri
büyücülerin yanına göndererek, büyü öğrenmelerini emrettiği, ihtilaflıdır.
Firavun ile devlet
erkanı ve reayası sabah erkenden gösteri yerine geldiler. Çünkü Firavun daha
önce ilanat yaparak herkesin bu büyük gösteri yerine gelmesini istemişti.
Gösteri yerine gelmek için evden çıkarken herkes şöyle diyordu: "Umarız
ki büyücüler üstün gelirse biz de onlara uyarız." (eş-Şuarâ, 40.)
Musa (a.s.) öne
geçerek büyücülere öğüt verdi. Onları, Allah'ın ayet ve hüccetlerine karşı olan
bâtıl büyü yapmamaya çağırdı ve dedi ki: "Yazık size. Allah'a yalan
uydurmayın. Sonra (O) bir azab ile kökünüzü keser, doğrusu, iftira eden
perişan olmuştur!" (Firavun'un topladığı büyücüler), işlerini kendi
aralarında tartıştılar. Kendi aralarında farklı görüşler ileri sürdüler. Biri
dedi ki: "Musa'nın söyledikleri, peygamber sözüdür. O, bir büyücü
değildir." Bir diğeri ise, onun büyücü olduğunu söyledi. Aralarında neler
söylediklerini ancak Allah bilir. Bu hususta ve diğer hususlarda büyücüler
kendi aralarında gizlice konuştular.
Dediler ki:
"Bunlar iki büyücü, başka birşey değil. İstiyorlar ki, büyüleriyle sizi
yurdunuzdan çıkarsınlar."
Yani Musa ile kardeşi
Harun, iki usta ye bilgili büyücüdür. İnsanları etraflarına toplayarak
hükümdara ve maiyetine saldırmayı, kökünüzü kazımayı, büyücülük sanatını
kullanarak başınıza geçmeyi tasarlıyorlar.
"Onun için siz
hilenizi toplayın. Sonra sıra halinde gelin. Bu gün üstün gelen
başarmıştır."
Yukarıdaki ilk
cümleyi, düşünüp tedbir almak, bu hususta birbirlerine tavsiyede bulunmak,
olanca hüner, ustalık, iftira, hile ve dalaverelerini ortaya koymak için
söylemişlerdi. Ama ne gezer! Vallahi bütün zanları boşa çıktı. Görüşleri
isabetli olmamıştı. Büyü, iftira ve hezeyanları, Allah'ın kendisiyle konuşma
şerefine erdirdiği, kıymetli elçisi Musa vasıtasıyla izhar ettiği harikalarla
mucizelere karşı nasıl durabilirdi? O şerefli rasûl ki, akılları şaşırtan ve
gözleri kamaştıran burhanlarla teyid edilmiştir.
"Siz hilenizi
toplayın, sonra sıra halinde gelin." Böyle dedikten sonra büyücüler,
sanatlarını icra için öne geçmeye birbirlerini teşvik etmişlerdi. Çünkü Firavun,
onlara vaatte bulunup ümit vermişti. "Fakat şeytanın onlara va'di,
aldatmadan başka birşey değildir."
«Dediler ki: "Ey
Musa! Ya sen at, yahut Önce atan biz olalım." (Musa) : "Hayır, siz
atın!" dedi. (Attılar, Musa) bir de ne görsün: Büyülerinden ötürü onların
ipleri ve sopaları hakikaten koşuyor gibi görünüyor. Bu yüzden Musa, içinde bir
korku duydu. (Biz kendisine): "Korkma, dedik, üstün gelecek sensin, sen!
Sağ elindekini at! Onların yaptıklarını yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları,
bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye varsa iflah olmaz!"» (Tâ-Hâ,
65-69.)
Büyücüler sıra halinde
gelince, Musa ile Harun (a.s.) karşılarına dikilip durdular. Dediler ki:
"Ey Musa! Önce ya sen at, ya da biz atalım." Musa: "Hayır, siz
atın." dedi. Beraberlerinde getirdikleri değnekleri ve ipleri ellerine
aldılar. İplerle değnekleri civa ve benzeri sıvılara bulamışlardı. Bu sıvılar
nedeniyle o iplerle değnekler (güneş altında ısmınca genleşip) hareket etmeye
başlamışlardı. Seyirciler de, bunların kendiliklerinden hareket etmekte
olduklarını sanmışlardı. «Bu esnada büyücüler, halkın gözünü büyüleyerek onlan
ürkütmüş, değnekleriyle iplerini yere bırakmış, biralarken de: "Firavunun
şerefine biz, elbette biz galib geleceğiz" demişlerdi.» (eş-Şuarâ, 44.)
Yüce Allah buyurdu ki:
"Atınca
insanların gözlerini büyülediler, onlan ürküttüler ve büyük bir büyü (ortaya)
getirdiler." (ei-A'râf, ııe.)
(Attılar, Musa) bir de
ne görsün: Büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları hakikaten koşuyor gibi
görünüyor. Bu yüzden Musa, içinde bir korku duydu.
Yani kendi elindelrim
yere atmadan halkın, onların hile ve büyülerine aldanmalarından korktu. O da,
emir almadan bir şey yapacak durumda değildi. Hemen o anda Cenâb-ı Allah
kendisine vahiy gönderdi: "Korkma, üstün gelecek sensin, sen! Sağ
elindekini at! Onların yaptıklarım yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları, bir
büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye varsa iflah olmaz!" Vahyi alır almaz
Musa, değneğini yere attı ve şöyle dedi: "Sizin getirdiğiniz şey, büyüdür.
Allah, onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini
düzeltmez! Ve suçlular istemese de Allah, sözleriyle gerçeği ortaya
çıkaracaktır!"
(Yunus, 81-82.)
«Biz de Musa'ya:
"Değneğini at!" diye vahyettik. Bir de baktılar ki o, onların
uydurduklarını yakalayıp yutuyor. (Musa'nın ejderha olan değneği, büyücülerin
büyülerini yutup yok etmişti). Gerçek ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları
boşa çıktı. Orada yenildiler, küçük düştüler. Ve büyücüler secdeye kapandılar.
"Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine inandık." dediler.»
(ei-A'rftf, 117-122.)
Musa, elindeki değneği
yere bırakınca, onun ayaklı, büyük bir ejderha olduğunu gördü. Selef
ulemasının çoğunun anlattıklarına göre yılanın uzun ve kalın bir boynu, insanı
ürküten korkunç bir görünümü vardı. Öyle ki onu görenler ondan uzaklaşmaya ve
kaçmaya başlamışlardı. O, büyücülerin yere bırakmış oldukları iplerle
değneklerin üzerine gidiyor, çok seri bir şekilde onları birer birer
yutuyordu. İnsanlar da şaşkınlıkla onu seyrediyorlardı. Firavun'un
büyücüleriyse, kendilerini ürkütüp şaşkına çeviren bir şey görmüş, akıl ve
hayallerinden geçmeyen, ustalıklarım geride bırakan bir durumla
karşılaşmışlardı. Sahib oldukları bilgi sayesinde, Musa'nın bu gösterişinin
büyü, göz boyama, hayal, yalan, iftira ve sapıklık olmadığını iyiden iyiye
anlamış; bunun, ancak Hak Teâlâ tarafından yapılabilecek gerçek bir mucize
olduğuna inanmışlardı. Allah, kalplerindeki gaflet perdesini aralamış;
kalplerini, içinde yaratmış olduğu hidayet nuruyla aydınlatmış,,katılığını gidermişti.
Onlar da Rablerine yönelerek huzurunda secdeye kapanmışlardı. İman ettiklerini
de orada hazır bulunanlara açıklamış, ceza ve beladan kor kınamışlardı.
"Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik." demişlerdi. Nitekim
Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:
"Bunun üzerine
büyücüler secdeye kapandılar: "Harun'un ve Musa'nın Rabbine
inandık!" dediler.
(Firavun): "Ben
size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse
ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınım çaprazvari keseceğim ve sizi hurma dallarına
asacağım. Hangimizin azabı daha çetin ve sürekli imiş bileceksiniz!" dedi.
Dediler ki: "Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih
edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin.
Biz Rabbi-mize inandık ki (O) bizim günahlarımızı ve senin bizi zorla (yıp
yaptır) dağın büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allah daha hayırlı ve (O'nun
mükafatı ve cezası) daha kalıcıdır," Kim Rabbine suçlu olarak gelirse,
onun için Cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de yaşar. Kim de ona iyi işler
yapmış bir mü'min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır.
Altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri. Orada sürekli olarak kalırlar. îşte
(günâhlardan) arınanların mükafatı budur!» (Tâ-Hâ, 71-76.)
Said b. Cübeyr,
îkrime, Kasım b. Ebi Berde, Evzaî ve diğerleri dediler ki: Büyücüler secde
ederken, Cennet'te kendileri için hazırlanmış olan ve oraya varışlarım
beklemekte olan süslü köşklerini gördüler. Bu nedenle, Firavun'un tehdit ve
korkutmalarına aldırış etmediler.
Firavun, büyücülerin
Müslüman olup, halk içinde Musa ve Harun'u güzel vasıflarla andıklarım görünce
telaşlanıp şaşkına dönmüş, kalbi perdelenip gözü körelmişti. Zaten kalbinde
hile, tuzak ve desiseler vardı, îman eden büyücülere halkın huzurunda:
"Ben size izin vermeden ona inandınız ha?" diye çıkıştı. Halkımın
huzurunda giriştiğiniz bu büyük işi yapmadan önce bana danışmanız gerekmez
miydi? Sonra onları tehdid edip kükredi ve âdeta gazap yıldırımları çaktı.
Yalanlar uydurup hakikati gözden uzaklaştırmaya çabaladı ve dedi ki: "O
size büyü öğreten büyüğünüzdür."
«Bu, bir tuzaktır.
Şehirde bu tuzağı kurdunuz ki, halkını oradan çı-karasımz, ama yakında
(başınıza gelecekleri) bileceksiniz!» (ei-A'râf, 123.)
Onun ortaya attığı bu
bühtan ve iftiralarda küfür, yalan ve saçmalıklar bulunduğunu, aldı başında
bulunan herkes bilir. Bu gibi saçma sözleri ancak çocuklar söylerler. Çünkü
onun ülkesinde bulunan herkes, Musa'nın o büyücüleri daha Önce hiç görmemiş
olduğunu pekala biliyordu. Nasıl olurdu da Musa, onlara büyü Öğreten büyükleri
olurdu? Sonra Musa onları toplamamış, toplanacaklarını da daha önce haber almış
değildi.. Onları oraya çağıran; uzak yollardan, derin vadilerden, köylerden,
kasaba ve kentlerden toplattırıp getirten de Firavun'du.
Cenâb-ı Allah A'râf
sûresinde buyurmuş ki: "Onlardan sonra Musa'yı, mucizelerimizle Firavun'a
ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik. Ayetlerimize haksızlık ettiler.
Fakat bak, bozguncuların sonu nasıl oldu! Musa dedi ki: "Ey Firavun, ben
âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah'a karşı gerçekten
başkasını söylememek, benim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık delil
getirdim. Artık İsrailo-ğullarını benimle gönder!
(Firavun) dedi:
"Eğer bir ayet (mucize) getirmiş isen, hakikaten doğru söylüyorsan göster
onu bakalım!" Bunun üzerine (Musa) değneğini (yere) attı, birden o, açıkça
bir ejderha (oluverdi). Ve elini (koltuğunun altından) çıkardı. Birden o,
bakanlar için bembeyaz parlayan bir şey oldu.
Firavun kavminden
ileri gelen bir topluluk dediler ki: "Bu, çok bilgili bir
büyücüdür." Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne buyurursunuz?"
"Onu da,
kardeşini de beklet, dediler. Şehirlere toplayıcılar yolla. Bütün bilgili
büyücüleri (toplayıp) sana getirsinler."
Büyücüler Firavun
gelip: "Eğer üstün gelen biz olursak, elbet bize bir mükafat var değil
mi?" dediler.
(Firavun): "Evet,
dedi. Hem de siz, (benim) yakınlarım) dan (ola-cak)sınız!"
Dediler ki: "Ey
Musa! Sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın. Yoksa (önce) atanlar biz mi
olalım?"
"Siz atın."
dedi. (Hünerlerini ortaya) atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları
ürküttüler ve büyük bir büyü (ortaya) getirdiler.
Biz de Musa'ya:
"Değneğini at!" diye vahyettik. Bir de baktılar ki, o, onların
uydurduklarını yakalayıp yutuyordu. Gerçek ortaya çıktı. Ve onların bütün
yaptıkları bâtıl oldu. Orada yenildiler, küçük düştüler. Ve büyücüler secdeye
kapandılar. "Alemlerin Rabbine inandık, Musa ve Harun'un Rabbine!"
dediler.
Firavun: "Ben
size izin vermeden ona inandınız ha?" dedi. "Bu, bir tuzaktır.
Şehirde bu tuzağı kurdunuz ki, halkını oradan çıkarasanız. Ama yakında
(başınıza gelecekleri) bileceksiniz! Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı
çaprazlama keseceğim, sonra hepinizi (hurma dallarına) asacağım!"
Dediler ki: "Biz
zaten Rabbimize döneceğiz! Rabbimizin ayetleri ge-linçe ona inandık, diye
bizden öc alıyorsun. (Ey) Rabbimiz, üzerimize sa-bir dök ve bizi Müslümanlar
olarak Öldür!"» (el-A'râf, 103-126.)
Cenâb-ı Allah, Yunus
sûresinde şöyle buyuruyor: «Sonra onların ardından Musa ve Harun'u
ayetlerimizle birlikte Firavun'a ve adamlarına gönderdik; böbürlendiler ve suç
işleyen bir topluluk oldular. Onlara katımızdan gerçek (mucize) gelince:
"Bu, apaçık bir büyüdür." dediler. Musa: "Size gelen gerçek için
(böyle) mi diyorsunuz? Büyü müdür bu? Halbuki büyücüler, iflah olmazlar!"
dedi.
Dediler ki: "Sen
bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden çe-viresin de yeryüzünde büyüklük
yalnız ikinize kalsın diye mi bize geldin? Biz size inanacak değiliz!"
Firavun: "Bana bütün bilgili büyücüleri getirin." dedi. Büyücüler
gelince Musa onlara : "Atacağınızı atın (hünerinizi gösterin)" dedi.
Onlar (iplerini ve değneklerini) atınca Musa: "Sizin getirdiğiniz şey,
büyüdür, dedi. Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah, bozguncuların
işini düzeltmez! Ve suçlul&r istemese de Allah, sözleriyle gerçeği ortaya
çıkaracaktır!"» (Yûnus, 75-82.)
Cenâb-ı Allah, Şuarâ
sûresinde ise şöyle buyuruyor:
(Firavun, ey Musa)
dedi: "Andolsun ki benden başka tanrı edinirsen seni mutlaka zindana
atılanlardan yapacağım." (Musa, peki) dedi: "Sana (doğruluğumu)
apaçık (gösteren) birşey getirmiş olsam da mı?" (Firavun): "Eğer
doğrulardansan onu getir (bakalım)" dedi.
(Musa), değneğini
attı, bir de (baktılar ki) o, apaçık bir ejderha! Elini (koltuğunun altından)
çıkardı; o da, bakanlara parıl parıl parlayan birşey oluverdi. (Firavun),
çevresindeki ileri gelenlere: "Bu, dedi, bilgin bir büyücüdür. Büyüsüyle
sizi yerinizden (yurdunuzdan) çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?" Dediler
ki; "O'nu ve kardeşini eğle, şehirlere toplayıcılar gönder. Bütün bilgin
büyücüleri sana getirsinler." Derken büyücüler belli bir günün tayin
edilen vaktinde bir araya getirildi. Halka da: "Siz toplanır
mısınız?" denildi.
"Umarız ki
büyücüler üstün gelirse, biz de onlara uyarız." Büyücüler gelince
Firavun'a: "Eğer üstün gelenler biz olursak, bize mutlaka bir ücret var
değil mi?" dediler.
"Evet, dedi, hem
o takdirde siz, (bana) yakınlardan olacaksınız"
Musa, onlara:
"Atacağınızı atın!" dedi. İplerini ve değneklerini attılar ve:
"Firavun'un şerefine biz, elbette biz galip geleceğiz." dediler. Musa
da değneğini attı. Birden o, onların uydurduklarını yutmağa başladı. Büyücüler
derhal secdeye kapandılar. "Alemlerin Rabbine inandık." dediler.
"Musa'nın ve Harun'un Rabbine."
(Firavun) dedi:
"Ben size izin vermeden mi ona inandınız? O, size büyü öğreten
büyüğünüzdür. (Başınıza gelecekleri) yakında bileceksiniz. Ellerinizi ve
ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi asacağım!" "Zararı
yok, dediler. (Nasıl olsa) biz Rabbimize döneceğiz. Biz ilk inananlar olduğumuz
için Rabbimizin, hatalarımızı bağışlayacağını umarız.» (eş-Şuarâ, 29-51.)
Firavun yalan söyleyip
iftira etti, aşırı derecede küfre saptı. "O, size büyü öğreten
büyüğünüzdür." Bilenlerin, hatta herkesin anlayabileceği bir bühtan ortaya
attı: "Bu, bir tuzaktır. Şehirde bu tuzağı kurdunuz İd halkını oradan
çıkarasmız. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz! Elbette
ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim! Sonra hepinizi hurma dallarına
asacağım .(Çünkü hurma dallan çok yüksektir. Oraya asılanları herkes görür.
Dünyada hangimizin azabının daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu pekiyi
bileceksiniz!"
Dediler İd: "Biz,
seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz."
Kalblerimize yerleşen kesin delil ve beyyineleri bırakıp da sana itaat etmeyiz.
"Yapacağını yap." Elinden ne gelirse onu yap. "Sen ancak bu
dünya hayatında istediğini yapabilirsin." Ancak bu hayatta bize
hükmedebilirsin. Ahiret yurduna geçtikten sonra da, kendisine teslim olup
rasûllerine uyduğumuz Allah'ın hükmü altına gireriz. "Biz Rabbimize
inandık ki, (O) bizim günahlarımızı ve senin bizi zorla (yıp yaptır) dığın
büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allah daha hayırlı ve (O'nun mükafatı ve cezası)
daha süreklidir." O'nun sevabı, senin bize va'detti-ğin "sana yakın olmak"tan
daha hayırlıdır. Bu fani dünya hayatından daha devamlıdır. "Zararı yok,
dediler. (Nasıl olsa) biz Rabbimize döneceğiz. Biz Kiptiler arasında Musa ve
Harun'a, ilk inananlar olduğumuz için Rabbimizin, hatalanmızı bağışlayacağını
umarız." (eş-Şuarâ, 50-51.)
"Rabbinıizin
ayetleri gelince ona inandık diye bizden öc alıyorsun." (el-A'râf, 126)
Sana göre tek suçumuz, peygamberimiz Musa'nın getirdiği ilahî hükümlere
inanmamız ve bize geldiğinde ilahî ayetlere tâbi olmamızdır. "Rabbimiz,
üzerimize sabır dök." Bu inatçı zorba ve satvetli hükümdardan, daha
doğrusu inatçı şeyden çektiğimiz eza ve cefalara, müptela olduğumuz cezalara
karşı bize sebat ver "ve bizi Müslümanlar olarak öldür!" Yine yüce
Rabbin azabıyla korkutup öğüt vererek ona dediler ki: "Kim Rabbine suçlu
olarak gelirse onun için Cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de yaşar."
(Ta-Hâ, 74) Sakın ha, onlardan olma (Ama yine de onlardan oldu.)
"Kim de ona iyi
işler yapmış bir mü'min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler
vardır. Altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri, orada sürekli olarak
kalırlar. İşte (günahlardan) arınanların mükafatı budur!"
<Tâ-Hâ,75-76.)
Sen bunlardan biri
olmaya bak. Fakat, karşı konulmaz kaderin hükmü ona da tatbik edildi. Yüce ve
ulu zat, lanetli Firavun'un cehennemliklerden biri olmasına hükmetti.
Cehennemliklerden kılındı ki orada başının üstünden kaynar su dökülsün ve can
yakıcı azabı tadsm. O alçak, çirkin ve kötü adam kınanarak bu ağır lanetlemeye
muhatab oldu. «Tad, zira sen kendince üstündün, şerefliydin.» (ed-Duhân, 49.)
Bu ifadelerden
anlaşıldığına göre lanetli Firavun, imana gelen o büyücüleri asıp işkenceye
maruz bırakmıştır. Abdullah b. Abbas ile Ubeyd b. Umeyr demişler ki: Onlar
günün ilk saatlerinde büyücüydüler. Son saatlerindeyse, Allah katında iyi ve
makbul şehidler oldular. "Rabbimiz! Üzerimize sabır dök ve bizi
Müslümanlar olarak öldür." demeleri de bunu doğrulamaktadır. [42]
O dehşetli durumda
Kiptiler, toplanıp da kendilerine destek olan büyücüler Müslüman olunca bu,
onların küfürlerini, haktan uzaklıklarını ve inatlarını daha artırdı. Cenâb-ı
Allah buyurdu ki:
«Firavun kavminden
ileri gelen bir topluluk dedi ki: "Musa'yı ve kavmini bırakıyorsun ki,
seni ve tanrılarını terkedip yeryüzünde fesat mı çıkarsınlar?" (Firavun):
"Biz onların oğullarını öldüreceğiz. Kadınlarım sağ bırakacağız. Biz
onların, daima üstünde eziciler olacağız!" dedi. Musa, kavmine:
"Allah'tan yardım isteyin, sabredin!" dedi: Yeryüzü, Allah'ındır.
Onu kullarından dilediğine verir. Sonuç (Allah'tan korkup günahtan)
korunanlarındır! "(Ey Musa), sen bize gelmezden Önce de geldikten sonra
da bize işkence edildi." dediler. (Musa) dedi: "Umulur ki Rabbiniz,
düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzünde hakim kılar da, nasıl
hareket edeceğinize bakar.» (el-A'râf, 127-129.)
Cenâb-ı -Allah,
Firavun'un adamlannm, önde gelen kumandan ve sivil erkanının onu, Allah'ın
peygamberi Musa'ya eziyet etmeye, getirdiği dini tasdik edeceği yerde ona
küfür, eza, cefa ve red ile karşılık vermeye kışkırttılar. "Musa'yı ve
kavmini bırakıyorsun ki, seni ve tanrılarını terkedip yeryüzünde fesat mı
çıkarsınlar?" dediler. Allah kendilerini rezil etsin. Musa'nın insanları
tek ve ortaksız olan Allah'a kulluk etmeye, Allah'tan başkasına kulluktan
vazgeçmeye çağırmasını kıptı inancına göre fesad olarak telakki ediyorlardı.
Allah'ın laneti üzerlerine olsun. Bazıları yukarıda meali geçen ayeti şeklinde
değil de, yani "seni ve tanrılığım terkedip..." şeklinde
okumuşlardır. Bu ayetin iki manaya ihtimali olur:
1- «Seni ve
dinini terkedip...» Bunu birinci kıraat da teyid etmektedir.
2- «Sana ibadeti
terkedip....» Çünkü Firavun, kendisinin tanrı olduğunu iddia ediyordu. Allah
ona lanet etsin.
(Firavun): «Biz
onların oğullarını öldüreceğiz. Kadınlarım sağ bırakacağız» ki savaşçıları
çoğalmasın.
«Biz onlann üstünde
daima eziciler olacağız.»
Musa, kavmine:
«Allah'dan yardım isteyin ve sabredin.» dedi. Onlar size eziyet verip
sıkıştırmaya kasdettiklerinde, siz de Rabbinizden yardım isteyin ve başınıza
gelen belalara da sabırla karşılık verin. «Yeryüzü Allah'ındır. Onu
kullarından dilediğine verir. Sonuç (Allah'tan korkup günahtan)
korunanlarındır.» Allah'tan korkup günahtan korunanlar, sizler olun ki, iyi son
sizlerin olsun.
"Musa: "Ey
Milletim! Allah'a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O'na güvenin." dedi.
"Allah'a güvendik; Ey Rabbimiz! Zalim bir millet ile bizi sınama.
Rahmetinle bizi kafirlerden kurtar." dediler." (Yâmıs, 84-85.)
"(Ey Musa), sen
bize gelmezden önce de,sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi."
Yani sen gelmezden önce de, geldikten sonra da oğullarımız öldürülüyordu.
(Musa) dedi ki:
"Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne
hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar. (el-A'râf, 129.)
«Andolsun biz Musa'yı
ayetlerimizle ve apaçık bir delil ile gönderdik: Firavun'a, Haman'a ve
Karun'a. Dediler ki: "(Bu),yalancı bir büyücüdür."» (el-Mü'min:
23-24.)
Firavun hükümdar,
Haman da onun veziri idi. Karun, Musa'nın milleti olan İsrailoğullanndandı.
Ancak Firavun'un adamlarından olup onun dinine bağlı bir kimseydi. Büyük bir
servetin sahibiydi. Onunla ilgili açıklama, ileride gelecektir.
«(Musa), onlara
katımızdan hakkı getirince: "Onunla beraber inananların oğullarını
öldürün, kadınlarını sağ bırakın!" dediler. Fakat kafirlerin tuzağı hep
boşa çıkar.» (ei-Mü'min, 25.)
Musa'nın risaletle
görevlen dirilişinden sonra, îsrailoğullarını aşağılamak ve sayılarım azaltmak
için oğulları,Firavun'un askerleri tarafından Öldürülüyordu. Böyle yapmakla da
onların güç ve kuvvet bulmaları neticesinde kıptîlere saldırmaları önlenmiş
oluyurdu .Kiptiler onlardan korkuyorlardı. Ama bunun onlara bir faydası
olmadı. "Ol" dediği şeyin hemen oluverdiği Allah'ın takdirinin önüne
geçemediler.
"Firavun dedi:
"Bırakın Musa'yı öldüreyim de, Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun, dininizi
değiştireceğinden,yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından
korkuyorum." (ei-Mu'min, 26.)
Bu nedenle halk,
alaycı bir tavırla: "Firavun vaiz oldu." demeye başlamıştı. Çünkü
kendi inancına göre, Musa'nın halkı saptırmasından korkmuştu!
«Musa dedi ki:
"Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de
Rabbiniz (olan Allah')a sığındım."» (el-Mü'min, 27.)
Firavun ve
diğerlerinin bana kötülük yapmalarından Allah'ın dergahına sığındım. İnadından
ve zorbalığından vazgeçmeyen; ahirete, ceza ve mükafata inanmadığı için de
Allah'ın azab ve ikabmdan korkmayan, "Hesap gününe inanmayan her
kibirliden" Allah'a sığındım.
"Firavun
ailesinden imanını gizleyen mü'min bir adam (şöyle) dedi: "Rabbim
Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden
mucizeler getirmiştir. Eğer yalancı olursa yalanı kendi zararınadır. Ve eğer
doğru söylüyorsa size va'dettiklerinin (hiç değilse) bir kısmı başınıza gelir.
Şüphesiz Allah aşırı giden, yalana olan kimseyi doğru yola iletmez. Ey kavmim!
Bugün mülk sizindir. (Bu) yerde siz hakimsiniz. (Tutumunuzu bozup kendinizi
Allah'ın hışmına çarpmayın. Düşünün bir kere) eğer (Allah'ın hışmı) bize
gelirse,kim bizi Allah'ın hışmından kurtarır?" Firavun dedi: "Ben
size yalnız (doğru) gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola
götürüyorum."» (el-Mü'min, 28-29.)
İmanım gizleyen adam,
Firavun'un amcası oğluydu. Kavminin kendisine bir kötülük yapmasından korktuğu
için, imanını gizliyordu.
Bazılarıysa, o adamın
İsrail oğulların d an biri olduğunu ileri sürmüşlerdir ki bu, lafız ve mana
bakımından ayetlerin akışına ters düşmektedir. Doğrusunu Allah bilir.[43]
îbn Cüreyc, İbn
Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kıptîler-den yalnızca üç kişi iman
etmiştir: Biri yukarıdaki ayette sözü edilen adamdır. İkincisi şehrin öbür
ucundan gelerek Musa'ya, şehirden kaçıp Firavun'dan kurtulmasını teklif eden
adamdır. Üçüncüsü ise, Firavun'un zevcesi Asiye'dir.
Darekutnî demiş ki:
Firavun ailesinde adı Şem'an olan tek bir adam vardır ki o da mü'mindir.
Tarih-i Taberî'de
anlatıldığına göre o adamın adı, Hayr'dır. Doğrusunu, Allah bilir.
Özetle bu adam,
imanını gizliyordu. Lanetli Firavun, Musa (a.s.)'yı öldürmeye niyetlenip bunun
için adamlarına danıştı. Buna kesin karar verince de o mü'min adam, Musa'nın
başına bir iş gelmesinden korktu. Şûra meclisinde fikir beyan edici bir
pozisyonda bulundu. Yerine göre sevdirerek, yerine göre de ürküterek Firavun'u
bundan caydırmaya Çalıştı. Sahih hadiste de sabittir ki Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Cihadın en
faziletlisi, zalim sultan yanında doğru konuşmaktır."[44]
Bu da, mertebelerin en
yükseğidir. Bundan daha doğru bir söz olamaz. Çünkü bununla bir peyamberin
hayatı kurtarılıyordu. İman ettiğini onlara izhar etmiş ve gizlediği imanını
da onlara açıklamış olması muhtemeldir. Birinci görüş daha kuvvetlidir.
Doğrusunu Allah bilir.
"Rabbim
Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz. Allah'a inandığını söyleyen
bir adama böyle yapılır mı hiç? Aksine ona hürmet ve ikramda bulunmalı, ya da
hiç değilse ona ilişmemeli ve ondan öc almaktan da vazgeçilmelidir."
Yani "O size
Rabbinizden mucizeler getirmiştir." Kendisini elçi olarak gönderen
Rabbinin katından getirdiği dinin gerçekliğini ve kendisinin de hak peygamber
olduğunu ispatlayan mucizeler getirmiştir. Ona ilişmezseniz, selamette
kalırsınız. Zira "Yalana olursa, yalanı kendi za-rarmadır." Bunun
size bir zararı olmaz. "Eğer doğru söylüyorsa" ve siz de ona sataşmış
s anız, "Size va'dettiklerinin (hiç değilse) bir kısmı başınıza
gelir." Size yaptığı tehdidleıin arasındaki en basit bir cezanın size
ulaşmasından korkuyorsunuz.. Ya bu cezaların tümü size ulaşırsa, o zaman
haliniz nice olacaktır?
Bu makamda söylenen
böyle bir söz; en tedbirli, en akıllı ve en latif bir sözdür.
"Ey kavmim, bu
gün mülk sizindir. (Bu) yerde siz hakimsiniz." Musa böyle demekle onları,
bu kıymetli mülkü ellerinden çıkarmaktan sakındırmış ti. Çünkü tarihte dine
saldıran her devlet yıkılmış, güçlüyken zayıf olmuştur! Firavun'un adamlarının
da başına aynı şey gelmişti. Onlar, hâlâ şek ve şüphe içindeydiler. Musa'nın
dinine karşı inat ve muhalefetlerini sürdürüyorlardı. Nihayet Cenâb-ı Allah
onları, sahib oldukları devletten, mülkten, saraylardan, kaşanelerden, servet
ve nimetlerden kovup mahrum etti. Sonra horlanmış olarak denize doğru
gittiler. Şerefli ve yüksek bir konumda bulunan ruhları, esfel-i safili-ne
göçtü. Yok olup gittiler. İşte bu nedenle o hakkın tasdikçisi, doğru yolu
bulan, iyiliksever, hakka uyan, kavmine nasihat eden, tam akıllı mü'min adam
şöyle dedi: "Ey kavmim! Bu gün mülk sizindir. (Bu) yerde siz
hakimsiniz." Diğer insanlara üstünsünüz. "(Allah'ın hışmı) bize gelirse,
kim bizi Allah'ın hışmından kurtarır?" Sayınız şimdikinden kat kat fazla
da olsa; güç, kuvvet ve teçhizatınız daha da fazlalaşsa, yine bunun bir faydası
olmaz. Mülk sahibi olan Allah'ın bize vereceği azabı kim geri çevirebilir?
Firavun dedi ki:
"Ben size yalnız (doğru) gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru
yola götürüyorum."
Firavun'un bu iki sözü
de yalan idi. Çünkü o, Hz. Musa'mn insanları davet etmekte olduğu dinin, Allah
katından gelen bir din olduğunu kesinlikle biliyor, ancak küfür, inat,
azgınlık ve taşkınlığından dolayı muhalefetini açıklıyordu. Cenâb-ı Allah,
Musa'nın ona şöyle dediğini haber veriyor:
«(Musa):
"Andolsun ki, bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık belgeler olarak
indirdiğini biliyorsun. Ey Firavun! Doğrusu, senin mahvolacağını
sanıyorum." demişti. Firavun, bunun üzerine onları memleketten sürmek
istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin, hepsini suda boğduk. Sonra
îsrailoğullarma: "Bu memlekette siz oturun,kıyamet koptuğunda hepinizi
bir araya getiririz." dedik.» (el-Isrâ, 102-104.)
«Ayetlerimiz
gözlerinin önüne serilince: "Bu apaçık bir sihirdir." dediler.
Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde,haksızlık ve büyüklen-melerinden
ötürü onları bile bile inkar ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir
bak!» (en-Ncmi, 13-14.)
Firavun'un: "Ben
size ancak doğru yolu gösteriyorum." demesi de yalandan başka bir şey
değildir. Çünkü, o, doğru yolda değildi. Aksine sefahet,sapıklık, fesat ve
hayal yolundaydı. İlk olarak kendisi putlara ve heykellere taptı. Sonra da
cahil ve sapık kavmini; kendisine uymaya, itaat etmeye, propagandasını yapmakta
olduğu kafirlik ve iftiracılığı doğrulamaya, iddia ettiği Rabblığını kabullenmeye
çağırdı. Heybet ve kuvvet sahibi olan Allah, elbetteki ondan üstündür! Yüce
Allah buyurdu ki:
«Firavun kavminin
içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp
giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, şu hakir, nerdeyse
söz anlatamayacak durumda olan kimseden daha iyi değil miyim? (Eğer o doğru
söylüyorsa) üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında (kendisine yardım
eden) melekler de gelmeli değil miydi?" Kavmini küçümsedi. Onlar da ona
boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler. Ne zaman ki bizi
kızdırdılar, onlardan öc aldık, hepsini boğduk. Onları sonradan gelen
(inkarcı)ların geçmiş ataları ve örneği yaptık. (Bunlar da onların izlerinden
gittiler.)» (ez-Zuhruf, 51-56.)
"Ona büyük
mucizeyi gösterdi. Fakat o, (Musa'yı) yalanladı, karşı geldi. Sonra sırtım
döndü; koşmaya başladı. (Adamlarını) topladı, (onlara) bağırdı: "Ben
sizin en yüce tannrnzım." dedi. Allah da onu ahiret ve dünya azabıyla
yakaladı. Şüphesiz bunda (Allah'tan) korkacak kimse için ibret vardır."
(en-NSziât, 20-26.)
"Andolsun,
Musa'yı da ayetlerimizle ve açık bir delil ile gönderdik: Firavun'a ve
adamlarına. (Ama o insanlar) Firavun'un buyruğuna uydular. Oysa Firavun'un
buyruğu doğruya iletici değildi. (Firavun), kıyamet günü kavminin önünde
gidiyor. İşte onları ateşe getirdi. Varılan yer, ne de fena bir yerdir! Bu
dünyada da (onların) peşlerine lanet takılmıştır, kıyamet gününde de. Verilen
bu vergi, ne kötü bir vergidir! (Hûd, 96-99.) Yani Firavun "Ben size yalnız
(doğru) gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum."
derken, yalan söylemişti.
"İnanan (adam)
dedi ki: "Ey kavmim! Ben üzerinize (önceki) toplulukların günü gibi bir
günün gelmesinden korkuyorum. Nuh kavminin, Ad ve Semud'un ve onlardan
sonrakilerin durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan endişe ediyorum). Allah,
kullara zulmetmek istemez. Ey kavmim! Sizin için o çağrışma gününden
korkuyorum. O gün arkanızı dönüp kaç (mak ist)ersiniz, ama sizi Allah(m
azabm)ndan kurtaracak kimse yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık ona yol
gösteren olmaz. Daha önce Yusuf da size açık mucizeler getirmişti. Onun
getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce: 'Allah ondan
sonra peygamber göndermez.' dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri
böyle saptırır. Onlar İd, kendilerine gelmiş bir delil olmadan
Allah'ın ayetleri
hakkında tartışırlaı\(Bu hareketleri) gerek Allah yanında, gerek inananlar
yanında (onlara karşı) ne büyük bir kızgınlık (doğurur)! İşte Allah, her kibirli
zorbanın kalbim böyle mühürler." (el-Mü'min, 30-35.)
Allah dostu adam, Musa
peygamberi yalanladıkları takdirde, Önceki milletlerin başlarına gelen azap ve
işkencelerin kendilerinin de başlarına geleceğini söyleyerek onları
inançsızsızlıktan sakındırmıştı. Önceki milletlerden olan Nuh ve Semud
kavimleri ile sonraki kavimlerin başlarına felaketler geldiği hem kendilerince,
hem de başkalarınca tevatür yoluyla sabit olmuştu. Kaldı ki, peygamberlerin
getirdikleri dinlerin, Hak dinler olduklarım bütün yeryüzü insanları
bilmektedir. Bunu doğrulayıcı deliller de vardır. Çünkü peygamberleri ve
onların getirdiklerini yalanlayan hak ve hakikat düşmanları hep ilahi azaba
uğramışlardır. Ama peygamberlere uyanları Allah, azabtan kurtarmış, kıyamet
korkusundan emin kılmıştır. Kıyamet günü, bağırışına günü-„ dür. Yapabilirlere e, azabtan kaçarken
birbirlerine bağrıp çağıracaklardır. Ama azabtan kaçıp kurtulmalarına imkan
yoktur.
"(Evet) o gün
insan: "Kaçacak yer neresi?" der. Hayır, sığınacak yer yoktur. O gün varıp
durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur, (ey insan)." (el-Kıyâmet,
10-12.)
«Ey cinler ve insanlar
topluluğu! Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeğe gücünüz yeterse geçin
gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz? İkinizin de üzerine, ateşten yalın alev ve kıpkızıl bir duman
(yahut erimiş bakır) gönderilir, kendinizi savunamazsınız! Şimdi Rabbinizin
hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?» (er-Rahmân, 33-36.)
Bazıları, Mü'min
sûresinin 32. ayetindeki tamlamasının sonundaki harfmi şeddeli okuyarak,
"kaçışma ve firar günü" manasını vermişlerdir. Bu günün, Allah'ın,
onların üzerine azab indireceği gün olması da muhtemeldir. O gün, azaptan
kaçıp kurtulmak isteyeceklerdir, ama kaçış mümkün olma3'acaktır.
"Azabımızı
hissettikleri zaman onlar, derhal oradan (kaçmak için hayvanlarını)
mahmuzluyorlardı. (Boşuna) kaçmayın, (bol bol verilip) içinde şımartıl dığınız
(nimetler)e ve yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz!» (ei-Enbiyâ,
12-13.)
Sonra Cenâb-ı Allah,
onlara, Mısır'da peygamberlik yapan Yusuf (a.s.)'un nübüvvetini, onun dünya ve
ahirette halka yaptığı iyilikleri haber verdi. İşte Musa da onun sülalesinden
ve zürriyetindendi. insanları, Allah'ı birlemeye, ona kulluk etmeye,
yaratıklarından hiç birini ona ortak koşmamaya çağırıyordu. Ayrıca Cenâb-ı
Allah, Yusuf zamanındaki Mısırlıların durumunu, onların hakkı yalanlayıp
peygamberlere muhalefet etme huyuna sahib oluşlarını da Firavunun kavmine
bildiriyordu.
Bu nedenle onlara
şöyle hitab ediyordu: «Onun (Yusuf un) getirdiklerinden de kuşkulanıp
duruyordunuz. Nihayet o ölünce: "Allah, ondan sonra peygamber
göndermez." dediniz. (Tabii ki bu da yalandı). İşte Allah, aşırı giden,
şüpheci kimseleri böyle saptırır. Onlar da kendilerine gelmiş bir delil
olmadan, Allah'ın ayetleri hakkında tartışırlar." (ei-Mü'min, 34-35.)
Yani Allah'ın
birliğini, hüccetlerini, burhanlarını ve delillerini, kendilerine Allah
katından gelmiş bir delil olmaksızın reddetmişlerdi. Doğrusu bu, Allah'ı
fazlasıyla ğazaplandınr. Her kim böyle yapar ve bu nitelikleri taşırsa, Allah
ona da gazaplamr. "İşte Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle
mühürler." Yani kalpler, bir delile dayanmaksızın hakka muhalefet
ederlerse, Cenâb-ı Allah onları, içindeki küfürle birlikte mühürler.
"Firavun dedi:
"Ey Haman, bana yüksek bir kule yapki o sebeplere (yollara) erişeyim.
(Yani) gölderin yollarına (erişeyim) de Musa'nın tanrısına çıkıp bakayım.
Çünkü ben onu yalana sanıyorum." Böylece yaptığı kötü iş, Firavun'a süslü
gösterildi ve (o), yoldan çıkarıldı. Firavun'un tuzağı, tamamen boşa
çıktı." (cl-Mumin, 36-37.)
Firavun, Musa'nın,
Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuna dair söylediği sözlerini
yalanladı. Şunları söyleyerek tanrılığını iddia etti. "Ben sizin için
benden başka bir tanrı bilmiyorum. Ey Haman! Haydi benim için çamurun üzerinde
ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap. Belki.Musa'nın tanrısına
çıkarım. Çünkü ben onu (Musa'yı) yalancılardan sanıyorum." (cl-Kasas, 38.)
Firavun, bu sûrede ise
şöyle demiştir: "Bana yüksek bir kule yap ki, o sebeplere (yollara)
erişeyim. (Yani) göklerin yollarına (erişeyim de ) Musa'nın tanrısına çılap
bakayım. Çünkü ben, onu (Musa'yı)'yalancı sanıyorum."
Bu ayetin iki manaya
gelme ihtimali vardır:
1- Benden başka bir Rabbin var olduğunu söylerken,
Musa'nın yalan söylediğini sanıyorum.
2- Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu
söylerken, Musa'nın yalan söylediğini sanıyorum. Ama birinci mana, Firavun'un
zahiri durumuna çok uymaktadır. Çünkü o, yaratıcının varlığını açıkça inkar
ediyordu. Fakat ikinci mana da, ayetin lafzına uymaktadır. Zira demişti ki:
"Musa'nın tanrısına çılap bakayım." Musa'yı peygamber olarak gönderip
göndermediğini ona sorayım, "Çünkü ben onu yalancı sanıyorum."
Firavun'un maksadı,
insanları, Musa'ya inanmaktan vazgeçirmek ve onu yalanlamaya teşvik etmekti.
Yüce Allah buyurmuş ki:
"Böylece yaptığı
kötü iş, Firavun'a süslü gösterildi ve (o), yoldan Çıkarıldı. Firavun'un
tuzağı tamamen boşa çıktı."
Razıları, bu ayette
geçen cümlesindeki füli şeklinde okumuşlardır. Buna göre mana şöyle olur:
"... ve (o), yoldan çıkardı."
"Firavun'un
tuzağı tamamen boşa çıktı." Ibn Abbas ile Mücahid, bu ayetin sonunu,
hüsran ve bâtıl olarak açıklamıştır. Yani Firavun, kurduğu tuzakla birşey eîde
edemedi, amacına ulaşamadı. Çünkü insanoğlu, kendi gücü ile, dünyaya en yalan
olan sema tabakasına ulaşamadığına göre, yüksekteki sema tabakalarına nasıl
ulaşacaktır? O yükseldiklerin miktar ve mesafesini ancak Allah bilir.
Müfessirlerin çoğuna
göre, Firavun'un sözünü ettiği kulenin, veziri Haman'm onun için yaptırdığı
saraydır. Çünkü Firavun, tuğladan yapılmış olan o saraydan daha yüksek bir
saray görmemişti. Bu nedenle de şöyle demişti: "Ey Haman! Haydi benim için
çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap")
Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre îsraüoğulları, tuğla yapımında
çalıştırılıyorlardı. Firavun'un kendilerine yüklediği angaryalardan ötürü,
kendi ihtiyaç duydukları işlerde birbirlerine yardım e demiyor lardı. Aksine,
tuğlaların yapımı için gerekli olan toprağı, samanı ve suyu topluyorlardı. Her
gün belli miktarda malzemeyi getirmeleri, kendilerinden isteniyordu.
Getirmedikleri takdirde dövülüp hakarete uğruyor ve fazlasıyla eziyet
görüyorlardı. Bu nedenle Musa'ya şöyle demişlerdi:
«"(Ey Musa), Sen
bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi."
dediler. (Musa) dedi: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların
yerine sizi yeryüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar."»
(el-A'râf, 129.)
Kıptîlere egemen
olacaklarını ve sonlarının iyi olacağını onlara müjdeledi. Müjdesi gerçekleşti
de. Bu da onun peygamber olduğunu ispatlayan delillerden biri idi.
Şimdi de Firavun
ailesinden olan o mü'min adamın öğüt ve delillerine kulak verelim. Onun söylediklerini
Cenâb-ı Allah, bizlere şöyle naklediyor: «İnanan (adam) dedi ki: "Ey
Kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim. Ey kavmim! Bu dünya hayatı
(kısa) bir geçinmedir. Ahi-ret ise ebedî durulacak yerdir. Kim bir kötülük
yaparsa sadece onun kadar cezalanır. Ama erkek ve kadından her kim inanarak
faydalı bir iş yaparsa, onlar Cennet'e girerler ve orada kendilerine hesapsız
rızık verilir."» (ei-Mü'min, 38-40.)
Allah kendisinden razı
olsun, o inanmış adam, onları hak ve hakikatin doğru yoluna davet etmişti.
Kendisi de peygamber Musa'ya tâbi olup, onun Allah katından getirmiş olduğu
hükümleri tasdik etmiş; onları, değersiz, fani ve sonlu olan dünyaya gönülden
bağlanmamaya çağırmıştı. Çalışanların emeğini boşa çıkarmayan, aza karşı çok
veren,
her şeyin mülkü elinde
bulunan Allah katındaki sevabı kazanmaya teşvik etmişti. Kötülüğe karşılık
olarak sadece bir ceza vermek de Allah'ın adaletinin gereğidir, demişti. Asıl
kalınacak yerin, ahiret yurdu olduğunu bildirmişti. İnanmış olarak iyi işler
yapan ve bu halde ahirete göçen kimseler için orada yüksek dereceler, güvenli
odalar, çok yüksek hayır-lar,sonu gelmez devamlı rızıklar, gittikçe artan
hayırlar vardır, diye onlara uyarıda bulunmuştu.
Sonra da tuttukları
yolun iyi bir yol olmadığım ve gidişatlarının sonucunun korkunç olduğunu
kendilerine bildirmek için şöyle demişti: "Ey kavmim! Neden ben sizi
kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni Allah'ı
inkar etmeğe ve bilmediğim şeyleri ona ortak koşmağa çağırıyorsunuz. Bense sizi
o aziz ve çok bağışlayana çağırıyorum. Sizin beni çağırdığınız şeye kesinlikle
ne dünyada, ne de ahi-rette davet olamaz. (O cansız şeylere çağırılamaz.) Bizim
dönüşümüz Allah'adır. (Davranışlarında) aşırı gidenler, işte onlar ateş
halkıdır). Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi
Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları görür." Allah onu, onların
kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu ve Firavun ailesini azabın en
kötüsü kuşattı. Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar. (Dünya durdukça azap böyle
devam eder.) Kıyamet koptuğu gün de: "Firavun ailesini azabın en çetinine
sokun!" deriz." (el-Mü'min, 41-46.)
İnanmış adam, onları,
"ol" dediği şeyin oluverdiği göklerle yerin Rabbine kulluk etmeye
çağırdı, ama onlar onu lanetli, sapık ve cahil Firavun'a kulluk etmeye
çağırdılar. Bu sebeple de onları kınayarak şöyle dedi: "Ey kavmim! Neden
ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni
Allah'ı inkar etmeğe ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmağa çağırıyorsunuz.
Bense sizi, O Aziz ve çok bağışlayana çağırıyorum."
Böyle dedikten sonra
da, Allah'tan başka tapmakta oldukları putlarla ortakların asılsız
olduklarını, kimselere ne fayda ne de zararvere-meyeceklerini onlara
açıklayarak şöyle dedi: "Sizin beni çağırdığınız şeye kesinlikle ne
dünyada, ne de ahirette davet olamaz. (O cansız şeylere çağrılamaz.) Bizim
dönüşümüz Allah'adır. (Davranışlarında) aşırı gidenler, işte onlar ateş
halkıdır." O putlar bu dünyada hiç birşey yapamadıklarına göre, ebedî
olan ahiret yurdunda ne yapabilirler? Ama onur ve üstünlük sahibi olan yüce
Allah'tır ki her şeyi yaratmıştır.. İyileri de kötüleri de nzıklandırır.
Kullara hayat veren, onları öldürdükten sonra yeniden diriltecek olandır.
İtaatkar kullarını Cennet'e; isyankar kullarını da Cehennem'e koyacaktır.
İnatlarını
sürdürdükleri takdirde başlarına felaket geleceğini haber vererek şunları
söyledi: "Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi
Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları
görendir."
Cenâb-i Allah buyurdu ki: "Allah onu, onların kurdukları tuzakların
kötülüklerinden korudu."
Peygamber Musa'yı
inkar ettikleri için ona tuzak kurmuşlardı. Allah'ı inkar ettiklerinden,
insanları Allah yolundan geri çevirdiklerinden dolayı uğradıkları azaptan Musa'yı,
Rabbi korumuştu. Bayağı halk tabakasına gösterdikleri hayal, desise ve
oyunlarla onları Allah yolundan geri çevirmişlerdi de "Firavun ailesini,
azabın en kötüsü kuşatmıştı. Ateş! Sabah-akşam ona sunulurlar." Yani
kabirlerinde kıyamete dek, ruhları sabah-akşam ateşe verilir. "Kıyamet
koptuğu gün de: "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!" deriz.
«Tefsir-i Ibn Kesir'de» bu ayet-i kerimenin, kabir azabının varlığına delâlet
ettiğini söylemiştik. Övgüler Allah'adır.
Cenâb-ı Allah onlara
karşı hüccetler ortaya koyduktan, onlara peygamber gönderdikten, şüphelerini
giderdikten, bazan korkutarak ve bazan da sevdirerek kendilerine karşı
hüccetleri onlardan aldıktan sonra onları helak etmiştir. Bir ayet-i kerimede
buna değinerek şöyle buyurmuştur:
«Andolsun biz, Firavun
ailesini tuttuk. Öğüt alsınlar diye yıllarca kıtlıkla ve ürünleri azaltmakla
sıktık. Onlara bir iyilik geldiği zaman: "Bu bizimdir." derler.
Kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve onunla beraber olanları uğursuz
sayarlardı. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katmdandır. Fakat çokları
bilmezler ve dediler ki: "Bizi büyülemek için ne kadar mucize getirirsen
getir, biz sana inanacak değiliz!" Biz de onların üzerine ayrı ayrı
mucizeler olarak tufan, çekirge, kımıl (haşerat), kurbağalar ve kan gönderdik;
ama yine büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular.» (el-A'râf,
130-133.)
Cenâb-ı Allah, Firavun
kavmi olan Kıptîleri, ekinlerin bitmediği ve davarların memelerinden süt
akmadığı kıtlık seneleriyie, ağaçların ürünlerinin azalmasıyla - belki öğüt
alırlar diye- sıktığını; ama bütün bunlara rağmen onların küfürden
vazgeçmediklerini, ibret almadıklarını, bilakis küfür ve inatlarını devam
ettirdiklerini haber veriyor.
«Kendilerine bir
iyilik (bolluk) geldiği zaman: "Bu bizimdir" derler."» Yani
bunu biz hakkettik ve bize layık olan da budur, derler. «Kendilerine bir
kötülük ulaşırsa, Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı.» Onların
uğursuzluğu nedeniyle bu belaya uğradık, derler. Ama iyilik ve bollukla
karşılaştıklarında, Musa ve beraberindekilerin bize komşuluklarının hayır ve
bereketine bu nimete mazhar olduk, demezler. Çünkü onların kalpleri inkarcı
olup haktan kaçmakta ve kendileri de büyüklük taslamaktadır. Kötülükle
karşılaştıklarında, sebebini Musa ve beraberindekilerde ararlar. İyiliğe
kavuştuklarında da onu kendilerine mal ederler. "İyi bilin ki, onların
uğursuzluğu, Allah katın-dadır." Allah, bunun cezasını onlara tam olarak
çektirecektir. "Fakat çokları bilmezler ve dediler ki: 'Bizi büyülemek
için ne kadar mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz!"»
Harikulade hallerle mucizelerin hepsini de göstersen; sana inanacak, sana tâbi
olacak ve sana itaat edecek değiliz!
Onların durumlarını
Cenâb-ı Allah şu ayet-i kerimeyle bildiriyor: "Üzerlerine Rabbinin (azab)
kelimesi hakk olanlar, inanmazlar. Onlar bütün ayetler gelmiş olsa bile, acı
azabı görünceye kadar (inanmazlar)."(Yûnus, 96-97.)
"Biz de onların
üzerine ayrı ayrı mucizeler olarak tufan, çekirge, kımıl (haşerat), kurbağalar
ve kan gönderdik. Ama yine büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk
oldular."
Tufan felaketine
uğramışlardı. İbn Abbas'm anlattığına göre, canlıları boğacak, ekin ve
ürünlerini telef edecek kadar çok yağmur, onların üzerine yağdırılmıştı. Said
b. Cübeyr, Katade, Süddî ve Dahhak da bu görüştedirler. Başka bir rivayete göre
İbn Abbas ve Ata, tufanın, milleti kırıp geçiren çok sayıdaki ölüm olduğunu
söylemişlerdir.
Mücahid, tufanın, su
seli olduğunu ve her halde taun(veba) hastalığı olduğunu söylemiştir.
Üçüncü bir rivayete
göre de İbn Abbas, tufanın, onları kuşatan umumî bir bela olduğunu söylemiştir.
Taberî'nin, Hz. Aişe'den yaptığı bir rivayete göre peygamber (s.a.v.) Efendimiz
buyurmuş ki: «Tufan, ölümdür.» Bu, garip bir hadistir.
Firavun kavmi, bir de
çekirge felaketine uğramıştı. Çekirge, hemen herkesçe bilinen bir hayvandır.
Ebu Davud'un rivayetine göre Hz. Pey-gamber'e, çekirgenin hükmü sorulmuş. O da
cevaben buyurmuş ki: «(Çekirge) Allah'ın en kalabalık olan ordusudur. Onu ne
yerim, ne de haram kılarım.»[45] Hz.
Peygamber, sadece tiksindiği için çekirge yememiştir. Nitekim keler de
yememiştir. Soğan, sarımsak ve pırasa yemekten de uzak durmuştur.
Buharı ve Müslim'in
sahihlerinde yer alan bir hadiste, Abdullah b. Evfa şöyle demiştir: «Rasûlullah
(s.a.v.)'la birlikte yedi gazaya katıldık ve (bu gazaların hepsinde de) çekirge
yiyorduk.»
Çekirgeyle ilgili
hadis ve eserler üzerinde, tefsirimizde gerekli açıklamaları yaptık. Hülasa
çekirgeler, onların yerden biten ekin ve meyvelerini daha taptazeyken alıp
götürdüler, geriye ne az, ne de çok hiç birşey bırakmadılar.
Kımılların da
saldırısına uğramışlardı. İbn Abbas, kımılın buğdaydan çıkan bir kurtçuk
olduğunu söylemiştir. Başka bir rivayete göre İbn Abbas kımılın, kanatsız küçük
çekirge olduğunu söylemiştir. Mücahid, îkrime ve Katade de bu görüştedirler.
Said b. Cübeyr ile Hasen, ki mı İm siyah renkli küçücük bir haşere olduğunu
söylemişlerdir. Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem ise, kunıhn pire olduğunu
söylemiştir. Taberî ise, Arap dil bilginlerinden nakil yaparak kınıılm, Hamnan adlı
küçük cins bir maymun olduğunu söylemiştir. İşte bu hayvanlar, Firavun kavmi
olan Kıptîlerin evlerine, hatta yataklarına kadar sokulmuş; yaşamalarına ve
uyumalarına mani olmuşlardı.
Ata b. Saib ise, kımıl
kelimesinin, buğdaydan çıkan kurtçuk anlamına geldiğini söylemiştir. Hasan
Basrî de kımıl kelimesinin bu anlama geldiğini söyleyerek ayetteki
kelimesindeki mim harfini şedde-siz okumuştur.
Kiptiler, kurbağaların
istilasına uğramışlardı. Öyleki kurbağalar, yemeklerinin ve kaplarının içine
düşüyorlardı. Onlardan biri birşey yemek ya da içmek için ağzım açacak olursa,
çevredeki kurbağalardan biri gelip ağzına atlıyordu.
Kan mucizesi de Kıp
tilere gösterilmişti. Bütün sulan kana bulanmıştı. Nil'den, kuyudan, nehirden
ve her nereden içmek için biraz su aldıklarında o suyun, hemen o anda taze bir
kana dönüştüğünü görürlerdi.
Ama bütün bu olup
bitenlerden İsrailoğullan asla zarar görmemişlerdi. Bu da bu saydıklarımızın
göz kamaştırıcı mucizeler ve kesin deliller olduklannı göstermektedir. Bütün
bunlan başlarına getiren, Musa idi ve yediden yetmişe Firavun kavmi bundan
zarar görmüştü, ama Israiloğullanndan hiç birine bu olup bitenlerden zarar
gelmemişti. Bu da Musa'nın peygamberliğini ispatlayan en kuvvetli delildir.
Muhammed b. İshak dedi
ki: Büyücüler iman ettiklerinde Allah'ın düşmanı Firavun, yenik ve öfkeli
olarak geri döndü. Küfür ve kötülüğünü devam ettirmekten başka birşey yapmadı.
Cenâb-ı Allah, ona mucize üstüne mucize gönderdi. Kıtlık seneleriyle onu
sıkıştırdı. Üzerlerine önce tufan, sonra çekirge, sonra kımıl, sonra kurbağa
ve en sonunda da kanı ayrı, ayrı mucizeler olarak gönderdi.
Üzerlerine Önce tufan
(su seli) gönderdi. Her taraf sular altında kaldı. Tarlalan ekemez oldular.
Başka işler de yapamadılar. Açlıktan kırıldılar. Dayanamayacak hale gelince:
"Ey Musa, dediler. Bizim için Rabbine- sana verdiği söz yüzü hürmetine-
dua et; eğer bizden azabı kal-dınrsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka
Israiloğullannı seninle beraber göndereceğiz!" (ei-AVâf, 134.)
Musa Rabbine dua
etti.. Rabbi de azabı onların üzerinden kaldırdı. Fakat onlar, Musa'ya iman
edeceklerine dair verdikleri sözü yerine getirmeyince, bu defa Cenâb-ı Allah,
çekirgeleri üzerlerine musallat kıldı. Bana gelen haber ve rivayetlere göre
çekirgeler ağaçlan ve kapılardaki demir çivilere kadar çok şeyleri yeyip
tüketmiş, evlerinin yıkılmasına sebep olmuşlardı. Musa'ya yine aynı vaadîerde
bulunmuşlar, Musa'da Rabbine dua etmiş ve Rabbi bu belayı da üzerlerinden
kaldırmıştı. Ama onlar, vaadlerini yine yerine getirmemişlerdi.
Bu defa Cenâb-ı Allah,
üzerlerine kımıllan saldırtmıştı. Bana anlatıldığına göre Musa (a.s.)'ya,
yıkılıp dağılmaya yüz tutmuş olan bir toprak tepesine gidip değneğiyle oraya
vurması Allah tarafından emredilmiş. O da emre uyarak gidip değneğiyle o
tepeye vurunca, kımıllar çıkıp etrafa savrulmaya başlamış. Evlerini istila
ederek yiyeceklerinin üstünü kaplamışlar. Firavun ailesi, evlerinde rahat
edemez ve uyuyamaz olmuşlar. Dayanamayacak hale gelince de, Musa'ya yine aynı
va-adlerde bulunmuşlar, Musa da Rabbine dua etmiş ve Rabbi bu belayı da
üzerlerinden kaldırmıştı. Ama onlar vaadlerini yine yerine getirmemişlerdi.
Bundan sonra Cenâb-ı
Allah, üzerlerine kurbağaları göndermişti. Kurbağalar; evlerine, kaplarına ve
yiyeceklerine dolmuşlardı. Bohçadaki bir çamaşırı veya içi yemek dolu bir
kabın kapağım açınca, içinin kurbağalarla dolu olduğunu görüyorlardı. Bu belaya
da dayanamayacak hale gelince, Musa'ya yine aynı vaadîerde bulundular. Musa da
Rabbine dua etmiş ve Rabbi bu belayı da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama onlar,
vaadlerini yine yerine getirmemişlerdi.
Son olarak da Cenâb-ı
Allah, onlara kan gönderdi. Firavun kavminin sulan kana bulandı. Kuyudan ve
nehirden aldıklan, kaptan avuçla-dıklan sular hemen o anda taptaze bir kana
dönüveriyordu.
Zeyd b. Eşlem'in dediğine
göre burunları sürekli kamyormuş. Bunu İbn Ebi Hatîm rivayet etmiştir.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Üzerlerine azab çökünce: "Ey Musa, dediler. Bizim için Rabbine -sana
verdiği söz yüzü hürmetine- dua et; eğer bizden azabı kaldırırsan, muhakkak
sana inanacağız ve mutlaka İsrailoğullaıını seninle beraber göndereceğiz!"
Biz onlardan, geçirecekleri bir süreye kadar azabı kaldırmcaya, hemen
yeminlerini bozmaya başladılar. Biz de onlardan öc aldık, onlan denizde boğduk!
Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanlamışlardı ve onlan umursamaz olmuşlardı.» (el-
A'râf, 134-136.)
Cenâb-ı Allah, Firavun
kavminin ne kadar inkara ve azgın olduklarını, sapıklık ve cehaletlerini
sürdürdüklerim haber veriyor. Allah'ın ayetlerine uyup elçisi Musa'yı tasdik
etmeye karşı büyüklük taslamış-lardı. Halbuki Cenâb-ı Allah, Musa peygamberi;
onlara ayan-beyan gösterdiği ve kendilerine karşı delil ve burhan kıldığı üstün
hüccetleri ve göz kamaştırıcı mucizeleriyle güçlendirmişti.
Kendilerim sıkıntıya
düşüren her mucizeyi gördükçe, yemin ederek "Bu sıkıntıyı üzerimizden
kaldmrsan muhakkak sana inanacağız ve îsrailoğullannı seninle beraber
göndereceğiz." diyerek söz verirlerdi. Ama azab üzerlerinden kalkınca,
yine eski kötülüklerine dönerlerdi. Kendilerine gelen haktan yüz çevirir ve ona
asla iltifat etmezlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onlara, eskisine oranla
daha kuvvetli ve daha çok sıkıntı verici bir azab gönderirdi. Yine Musa'ya söz
verir, azab kaldırılınca, sözlerini yine yerine getirmezlerdi. Mütecavizlik
eder, ahde vefa etmezlerdi. "Eğer bizden azabı kaldırırsan, muhakkak sana
inanacağız ve mutlaka îsrailoğullanm seninle beraber göndereceğiz." Böyle
diyorlardı ama, o başlan azab üzerlerinden kaldırılınca, yine o katmerli
cehaletlerine geri dönüyorlardı.
İşte böyle.. Yumuşak
huylu ve her şeye muktedir olan o yüce Zat, onları seyrediyor, onları hemen
azablandırmak istemiyordu. Onları teh-did ediyor, azablarmı erteliyordu.
Kendilerine bunca delilleri gösterdikten ve mazeretlerini kestikten sonra
onları, güçlü ve muktedir bir zata yaraşırcasma yakalayıverdi. Kendilerinden
sonraki benzerleri kafirler için ibret kıldı. Başlarına gelen beladan öğüt
alacak mü'minler için de misal kıldı. Nitekim konuşanların en doğru sözlüsü
olan Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:«Andolsun, biz Musa'yı da ayetlerimizle
Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik: "Ben âlemlerin Rabbi-nin
elçisiyim." dedi. Onlara ayetlerimizi getirince onlarla alay edip gülmeğe
başladılar. Onlara gösterdiğimiz her mucize, mutlaka ötekinden büyüktü. Belki
dönerler diye onları (kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü) azab (lar) ile
cezalandırdık. Bunun üzerine dediler ki: "Ey büyücü! Bizim için Rabbine
dua et, sende bulunan ahdi yüzü hürmetine (bizi bağışlamasını dile), artık biz
yola geleceğiz!" Fakat biz onlardan azabı kaldırınca, sözlerinden dönmeğe
başladılar.
Firavun, kavminin
içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp
giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, şu hakir, nerdeyse
söz anlatamayacak durumda olan kimseden daha iyi değil miyim? (Eğer o doğru
söylüyorsa) üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında (kendisine yardım
eden) melekler de gelmeli değil miydi?" Kavmini küçümsedi. Onlar da ona
boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler. Ne zaman ki bizi
kızdırdılar, onlardan Öc aldık, hepsini boğduk. Onları sonradan gelön
(inkarcı)lann geçmiş ataları ve Örneği yaptık (Bunlar da onların izinden
gittiler.)» (ez-Zuhnıf, 46-56.)
Yüce Allah, kendisiyle
konuşma mertebesine nail olan şerefli kulu Musa'yı, alçak ve değersiz Firavun'a
elçi olarak gönderdiğini haber veriyor. Yine Cenâb-ı Allah, peygamberi
Musa'yı, tazim ve tasdikle mukabele görmesi gereken açık seçik mucizelerle
teyid ettiğini de bildiriyor. Firavun ve milleti, bu mucizeler karşısında;
içinde bulundukları küfürden vazgeçmeli, hakka ve dosdoğru yola dönmeliydiler.
Ama Musa bir de ne görsün; Bu mucizeler karşısında gülüşüp alay ediyor, haktan
dönüyor ve insanları Allah'ın yolundan geri çeviriyorlardı. Cenâb-ı Allah,
onlara peşpeşe mucizeler gönderdi. Bir sonraki mucize, bir öncekinden
daha büyüktü. Çünkü
te'kid eden mucize, öncekinden daha büyük ve daha kuvvetli olmalıydı.
«Belki dönerler diye
onları azab ile cezalandırdık. Bunun üzerine
dediler ki: "Ey
büyücü! Bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdi yüzü hürmetine (bizi
bağışlamasını dile), artık biz yola geleceğiz.» (ez-Zuhruf, 48-49.)
Musa'nın zamanında,
bir şahsa "Büyücü" diye hitapta bulunmak ayıp değildi ve hakaret de
sayılmıyordu. Çünkü o zamanın bilginleri, büyücülerdi. Bu nedenledir ki,
Musa'ya işleri düşünce, ona "Ey büyücü." diye hitab ettiler. Cenâb-ı
Allah buyurdu ki: "Biz azabı onlardan kaldırınca, sözlerinden dönmeğe
başladılar."
Sonra Cenâb-ı Allah,
Firavun'un kendi mülk ve hükümranlığıyla, ülkesinin büyüklük ve güzelliğiyle, sarayının
altından akan nehirleriyle (Nil'in sularının kabardığı zamanlarda etrafa
kanallar açtırıp suları o kanallara akıtarak Nil'in su seviyesini düşürürdü),
kendi nefsi ve süsle-riyle övünmeye; Allah'ın peygamberi Musa'yı küçümsemeye
başlardı. Küçüklüğünde diline değen ateş korunun kalan etkisiyle kelimeleri
açık-seçik telaffuz edemiyor diye Musa'yı tahkir ediyordu. Ama aslında bu, Musa
için bir olgunluk, güzellik ve şerefti. Bu, Allah'ın ona vahiy göndermesine ve
onunla konuşmasına engel teşkil etmiyordu. Bundan sonra Cenâb-ı Allah ona
Tevrat'ı indirmişti. Lanetli Firavun, elinde bilezik ve zinetler yok diye onu
küçümsemişti. Aslında süs, kadınlara mahsustur. Erkeklerin şehamet ve onuruyla
bağdaşmaz. Erkeklere yakışmadığına göre; akıl ve marifet yönünden en mükemmel,
himmet bakımından en yüce insanlar olan ve dünyalığa asla iltifat etmeyen peygamberlere
hiç mi hiç yaraşmaz. Kaldı ki peygamberler, Cenâb-ı Allah'ın, ahirette kendi
dostları için hazırladığı kalıcı ve sonsuz nimetleri, diğer insanlara nispetle
çok daha iyi bildikleri için, dünyevî zinetlere tabii ki aldırış
etmeyeceklerdi.
Firavun'un,
"Yahut yanında (kendisine yardım eden) melekler de gelmen değil
miydi?" sözüne gelince; insanın peygamber olması için, yanında bir melek
bulundurmasına ihtiyacı yoktur. Eğer Firavun'un böyle demekle maksadı,
meleklerin Musa'yı tazim etmesi idiyse, şunu bilmek gerekir ki, melekler,
Musa' (a.s.)'dan çok daha aşağı seviyede bulunan kimselere da tazimde
bulunurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: «Melekler,
yapmakta olduğu işten hoşnut olduklarından dolayı kanatlarım, ilim talebesi
için (yere) sererler.»
İlim talebelerini bu
kadar tazim eden meleklerin, Allah ile konuşma şerefine nail olan Musa
(a.s.)'ya ne kadar tazim edeceklerini varın siz takdir edin!
Eğer Firavun'un böyle
demekle maksadı, meleklerin, onun peygamberliğine tanıklık etmeleri idiyse, Hz.
Musa'nın peygamberliği mucizelerle teyid edilmişti.
îzhar ettiği
mucizeler, akıl sahipleri nazarında onun peygamberliğini kesin olarak kanıtlıyordu.
Hak ve hakikati bulmak isteyenlere onun Allah elçisi olduğunu katiyetle
ispatlıyordu. Rablerin Rabbi tara-findan kalbi mühürlenen, özü bırakıp kabuğa
bakan kimseler, onun getirdiği apaçık belgeleri göremiyorlardı.
Göremiyenlerden biri de, kalbi kör, çok yalancı bir Kıptî olan Firavun'du.
Allah Teâlâ buyuruyor
ki; «(Firavun,) kavmim küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler.» Akıllarını
azımsadı. Onları halden Hale uğrattı. Neticede onun ilahlık iddiasını
doğruladılar. Allah ona lanet etsin, onları da rezil etsin. "Çünkü onlar,
yoldan çıkmış bir kavim idiler. Bizi gazap-landırdıklarında, onlardan öc
aldık." Boğarak, hakarete uğratarak, onurlarını ellerinden alarak;
nimetten sonra azap ve zillete, refahtan sonra bayağılığa ve yoksulluğa, lüks
hayattan sonra ateşe maruz bırakarak onlardan intikam aldık. Allah'a ve evveli
olmayan kudretine sığınırız.
«Onları sonradan gelen
(ve niteliklerim taşıyanların) geçmiş ataları ve (onların durumundan ibret
alanların) örneği yaptık.» Helaklerine sebep olan azab sağanağından ders alan
ve başlarına gelen felaketi haber alanlar için onları, ders alınacak bir ibret
kıldık. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Musa, onlara açık açık
ayetlerimizle gelince: "Bu, uydurulmuş bir büyüden başka birşey değildir.
İlk atalarımız arasında böyle birşey (olduğunu) işitmedik." dediler. Musa:
"Rabbim, kimin kendisinin yanından hidayet getirdiğini ve bu (dünya) evin
(in) sonun (da güzel sonuç)un kime aid olacağını çok iyi biliyor. Muhakkak ki
zalimler iflah olmaz." dedi. Firavun dedi ki: "Ey ileri gelenler, ben
sizin için, benden başka bir tanrı bilmiyorum; ey Haman, haydi benim için
çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap. Belki Musa'nın
tanrısına çıkarım. Çünkü ben onu (Musa'yı) yalancılardan sanıyorum." O
(Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve
kendilerinin bize döndürülmeyeceğim sandılar. Biz de onu ve askerlerini tuttuk,
denize attık; bak o zalimlerin sonu nasıl oldu. Biz onları, ateşe çağıran
önderler yaptık. Kıyamet günü asla yardım olunmazlar. Bu dünya hayatında biz
onların peşine bir lanet taktık, (daima) lanetle anılacaklardır. Kıyamet günü
ise onlar çirkinleştirilenlerdendir.»(el-Kasas, 36-42.)
Cenâb-ı Allah,
onların, hakka uymayıp büyüklük taslamaları, fani mülküne güvenerek ilahlık
iddiasında bulunan hükümdarlarım doğru-layıp ona muvafakat etmeleri nedeniyle,
kudretli Rabbin gazaplandığı-nı haber veriyor. Güçlü ve üstüîı olup azabına
karşı durulamayan yüce Rab, onlardan şiddetli bir intikam almış, Firavun ve askerlerini
bir sabah vakti topluca suda boğmuştu. Hiç biri bu azabtan kurtulamamış ve
onlardan yeryüzünde dolaşan bir tek kişi
bile kalmamıştı. Aksine, hepsi boğulup Cehennem'e gitmiş, bu dünyada âlemler
arasında peşlerine bir lanet takılmıştır. Kıyamete kadar lanetle
anılacaklardır. Kıyamette de lanetleneceklerdir. Bu ne kötü bir vergidir.
Kıyamet gününde onlar, çirkinleştirilenlerdendir. [46]
[1] Tefsir-i Taberî, XXIII, 107-108.
[2] Camiu s-Sağir, Hadis No: 1054.
[3] Tefsir-i Taberî, XXIII, 107.
[4] Tefsİr-i Taberî, XXIII, 107.
[5] Tefsir-i Taberî, XXIII, 108.
[6] Suyutî, Dürr, VII, 193.
[7] Buharî, Tevhid, VIII, 185.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/329-335.
[9] Tefsir-i Taberî, XVII, 59.
[10] Tefsir-i Taberî, XVII, 60.
[11] Tirmizî, Sünen; Kiyame, 48.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/335-338.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/338.
[14] Ress: Kuyu ve mezar gibi kazılmış çukur demektir.
[15] Tefsir-i Taberî, XIX, 10.
[16] Tefsir-i Taberî, XXV, 97.
[17] Tezhib-i Tarih-i İbn Asakir, 1,15.
[18] Tefsir-i Taberî, XXV, 97.
[19] Tefsir-i Taberî, XIX, 11.
[20] Tefsir-i Taberî, XIX, 10.
İbn Kesîr, El Bıdaye
Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/338-341.
[21] Tefsir-i Taberî, XXII, 104.
[22] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/341-344.
[23] Tefsir-i Taberî, XXIII, 66-67.
[24] Tefsir-i Taberî, XVII, 63.
[25] Tefsir-i Taberî, XVII, 65.
[26] Tefsir-i Taberî, XXIII, 65.
[27] Tefsir-i Taberî,. XVII, 65.
[28] Tirmizî, Dâavat, Hadis No: 3505.
İbn Kesîr, El Bıdaye
Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/345-352.
[29] Buharî, Enbiyâ, 24-35.
[30] Buharî, Enbiyâ, Hadis No: 212.
[31] Buharî, Kitabü't-Tefsir, No: 300.
[32] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/352.
[33] Tefsir-i Taberî, XX, 11.
[34] Tefsir-i Taberî, XX, 23.
[35] Tefsir-i Taberî, XX, 27.
[36] Tefsir-i Taberî, XX, 28.
[37] Blkz. Tefsir-i Taberî, XX, 32.
[38] Tefsir-i Taberî, XX, 41.
[39] Îbn Mace, Rühün, 5.
[40] Tefsir-i Taberî, XX, 43-44.
[41] Tarih-i Taberî, I, 287.
[42] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/353-387.
[43] Bkz. Tefsir-i Taberî, XXIII, 38.
[44] Sünen-i Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4344.
[45] Ebu Davud, Et'ime, Hadis No: 3813.
[46] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
1/387-403.