Firavun Ve Askerlerinin Mahvoluşu. 1

Firavun'un Boğulmasından Sonra Îsrailoğullarî 7

İsrailoğullarının Tih Çölüne Girmeleri Ve Orada Başlarına Gelen Garip Haller. 14

Allah'ı Görme İsteği 18

Hz. Musa'nın Gıyabında Kavminin Buzağıya Tapması 22

İsrailoğullarının İneği 32

Musa Île Hızır'ın Kıssası 33

Musa'nın Kıssasını Baştan Sona İçeren Fitneler Hadisi 39

 

Firavun Ve Askerlerinin Mahvoluşu

 

Mısır Kıptîleri, kralları Firavun'a uyup Allah'ın peygamberi ve Al­lah ile konuşma şerefine nail olmuş İmran oğlu Musa'ya muhalefet ede­rek, kafirlik, azgınlık ve inatlarını sürdürünce, Cenâb-ı Allah onlara, bâtılı ezen çok büyük hüccetler ve deliller gönderdi. Gözleri kamaştırıp akılları hayrette bırakan harikulade halleri onlara gösterdi. Bütün bunlara rağmen küfürden dönmediler. Sapıklık, inat ve azgınlıklarına son vermediler. Pek azı müstesna, onlardan iman eden olmadı. Rivayete göre, iman edenler üç kişiydi. Bunlardan biri, Firavun'un karısı (Asiye) idi. Ehl-i Kitabın bu kadınla ilgili haberlerden bilgisi yoktur. Diğeri, Fi­ravun'un akrabasından olan mü'min adamdır ki onun kafirlere karşı delil ileri sürmüş, onlara öğüt vermiş olduğunu ve onunla ilgili bilgileri daha önce anlatmıştık. İnananların üçüncüsü ise, şehrin öbür ucundan koşarak gelip Musa'ya öğüt veren (ve Mısır'dan çıkıp gitmesini tavsiye eden) öğütçü adamdır. O, Hz. Musa'ya demişti ki: «Ey Musa! İleri gelen­ler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu, ben sana öğüt veriyorum.» (ci-Kasas, 20.)

İbn Abbas'ın dediğine göre, nasihatçının "ileri gelenler" dediği kim­seler, büyücülerden başkalarıdır. Çünkü onlar Kıptîlerdendiler.

Başka bir rivayete göre Musa'ya, Firavun'un milleti olan Kıptîler-den bir grup ile büyücülerin ve İsrailoğullannın tümü iman etmişlerdir. Şu ayet-i kerime de bu rivayeti doğrulamaktadır:

«Firavun ve erkanının kendilerine fenalık yapmasından korktukla­rından milletinin bir kısım gençleri dışında kimse, Musa'ya inanma­mıştı. Firavun, o yerde-hakim di. O gerçekten aşırı gidenlerdendi.»{Yûnus, 83.)

Bu ayette geçen "milletinin" kelimesinden kasıt, Firavun'un mille­tidir. Çünkü ayetin akışı buna delâlet etmektedir. Bu kelime, cümle içinde "Musa" kelimesine yakın olduğundan dolayı, milletinin kelime­siyle, Musa'nın milletinin kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Ama İbn Kesir Tefsiri'nde de açıkladığımız gibi, birinci görüş kuvvetlidir. Musa'ya inanan gençler, Firavun'dan, onun gücünden, satvetinden, zorbalığından ve adamlarının onu kendilerine karşı kışkırtıp dinlerinden zorla döndürmesinden korktukları için, imanlarını gizlemişlerdi. Şahid olarak kafi olan Cenâb-ı Allah, Firavun hakkında şöyle demekte­dir. «Firavun, yeryüzünde çok ululanan ve çok aşırı gidenlerdendi.» Ya­ni bütün işlerinde ve durumlarında aşırı giderdi. Ama o, sonu gelmiş olan bir mikrop, devşirilme zamanı yaklaşan murdar bir ürün, telef edilmesi kaçınılmaz olan lanetli ve köhne bir adam olmuştu. İşte o sıra­larda Musa, kavmine şöyle demişti: «Ey milletim! Allah'a inanıyorsanız ye teslim olmuşsanız Ona güvenin." Dediler ki: "Allah'a güvendik; Ey, Rabbimiz! zalim bir millet ile bizi sınama, rahmetinle bizi kafirlerden kurtar."» (Yûnus, 84-86.)

Hz. Musa (a.s.), Allah'a dayanıp ondan yardım dilemelerini ve ona iltica etmelerini kavmine tavsiye etti. Onlar bu tavsiyeye uyunca Cenâb-ı Allahda onları, içinde bulundukları sıkıntıdan çıkardı.

«Musa'ya ve kardeşine: "Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi karşı karşıya kurun, namaz kılın ve mü'minleri müjdeleyin." diye vahyettik.» (Yûnus, 87.)

Cenâb-ı Allah, Musa'ya ve kardeşi Harun'a, İsrailoğulları için Kıptîlerinkinden ayrı bir yerde evler yapmalarını vahyetti, birbirleri­nin evlerini tanısınlar ve göç emrini alınca da göçmeye hazır vaziyette bulunsunlar diye.

"Evlerinizi karşı karşıya kurun." Bazıları, bu ayetin şu manaya gel­diğini söylemişlerdir: "Evlerinizi mescidler edin." "Evlerinizi kıble edin." yani evlerinizde çok namaz lalın. Çok namaz kılarak, yaşamakta olduğunuz zorluk ve sıkıntılara karşı Allah'tan yardım dileyin. Mücahid, Ebu Malik, İbrahim en-Nehaî, Rabî', Dahhak, Zeyd b. Eşlem ve oğlu Abdurrahman ile diğer bazı müfessirler ayetin bu manaya geldi­ğini söylemişlerdir. Nitekim namazın ilahî yardım aracı olduğu, şu ayetle de bildirilmiştir:

«Sabır ve namazla (Allah'dan) yardım isteyin.» (el-Bakara, 153.) Pey­gamber (s.a.v.) Efendimiz de birşeyden dolayı üzüldüğünde namaz kı-larmış.

Bazı müfessirler ise bu ayetin şu anlama geldiğini söylemişlerdir: Firavun zamanında İsrailoğulları, toplantı yerlerinde ve mabedlerinde açıkça ibadet edemiyorlarrmş. Bu sebeple de namazlarını kendi evlerin­de kılmaları emrolunmuş. Daha önce dini vecibelerini yerine getireme­yişlerinin zararını telafi etmek için, hiç değilse evlerinde namaz kılma­ları kendilerine emrolunmuştu. Firavun ve adamlarından korktukları için, evlerinde kılmaları gerekiyordu. Mezkur ayet-i kerimede "mü'min­leri müjdele" cümlesi de mevcud olduğu için, - her ne kadar ikinci mana­ya aykırı değilse de - birinci mana daha kuvvetlidir. Doğrusunu Allah bi­lir.

Said b. Cübeyr ise ayetinin, "Evlerinizi karşılıklı yapın."

manasına geldiğini söylemiştir.

«Musa: "Rabbimiz! Sen Firavun ve adamlarına dünya hayatında süs (ler) ve nice mallar verdin. Rabbimiz, (insanları) senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz, onların mallarını yok et. Kalblerini sık ki, acı azabı görünceye kadar inanmasınlar!" dedi. (Allah): "Duanız ka­bul olundu. Doğru olun, bilmezlerin yoluna asla uymayın!" dedi.» (Yûnus, 88-89.)

Bu, All'ah ile konuşma şerefine nail olan Musa'nın, Allah düşmanı Firavun'a yaptığı büyük bir bedduadır. Musa, Allah için ona öfkelen­mişti. Hakka uymaya karşı büyüklendiği, insanları Allah yolundan geri çevirdiği, inatçılık edip azdığı, bâtıl davasını sürdürdüğü, maddeten ve manen apaçık olan hakla ve kesin burhanı kabule yanaşmayıp büyük­lük tasladığı için Musa (a.s.), ona kızmış ve beddua etmişti. Demişti ki: «Rabbimiz! Sen, Firavun ve adamlarına (milleti olan Kıptîlere, dinin­den olanlara) dünya hayatında süs (ler) ve nice mallar verdin. Rabbi­miz, (insanları) senin yolundan saptırsınlar diye mi?»

Tabiî ya.. Dünyayı ve dünyalığı her şeyden üstün tutanlar, bunların servet ye zinet sahibi oluşlarına aldanırlar. Cahil kimseler, bunların haklı olduklarını sanırlar. Ama güzel bineklerle şık elbiselerin, şahane binalarla sarayların, iştah çekici yiyeceklerle göz alıcı manzaraların, yüksek hükümranlıkla itibar ve maddi imkanların dinî değil de, dün­yevî olduğunu bilemezler.

Rabi' b. Enes ile Dahhak ve Ebu'l- Aliye, "Rabbimiz! Onların malla­rını yok et!" ayetinin şu manaya geldiğini söylemişlerdir: Rabbimiz! On­ların mallarım, olduğu gibi nakışlı taşlara döndür. Katade dedi ki: Aldı­ğımız haberlere göre onların ekinleri taşa dönmüştür. Muhammed b. Ka'b ise şöyle demiştir: Şekerleri, hatta bütün malları taşa döndü. Bu mesele Ömer b. Abdülaziz'e anlatılırken bir hizmetçisini çağırarak, "Bana bir torba getir." demiş. Hizmetçi torbayı getirmiş. Bir de bakmış­lar ki, torbanın içinde taşa dönüşmüş olan nohut ve yumurtalar var!.. Bunu İbn Ebu Hatîm rivayet etmiştir.

Rabbimiz! «Kalblerini sık ki, acı azabı görünceye kadar inanmasın­lar!» Kalblerini mühürle ki, iman etmesinler. Musa, onlara; Allah'a, di­nine, burhanlarına öfkelendiklerinden dolayı böyle bir bedduada bu­lunmuştu, Cenâb-ı Allah da, onun isteğini kabul edip yerine getirmişti. Nitekim Nuh'un da bedduasını kabul etmişti. Nuh, inançsızlara şöyle beddua etmişti:

«Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden tek kişi bırakma. Çünkü sen on­ları bırakırsan, kullarını saptırırlar ve yalnız ahlaksız, nankör (insan­lar) doğururlar,» (Nüh, 26-27.)

Bu nedenle Cenâb-ı Allah, kendisi, Firavun ve adamlarına bedduda bulunup kardeşi Harun'un amin dediği ve dolayısıyla beddua etmiş gibi sayıldığı bir esnada Musa'yla Harun'a hitaben şöyle demiştir:

(Allah): "Duanız kabul olundu. Doğru olun, bilmezlerin yoluna uy­mayın." dedi.

Tefsirciler ve diğer kitabîler dediler ki: İsrailoğulları, kendi bay­ramlarını kutlamak maksadıyla şehir dışına çıkmak için Firavun'dan izin istediler. Firavun, gönülsüz olarak izin verdi. Ancak İsrailoğul-larmm bu izni almaktaki amaçları, kurtuluşu elde etsinler diye, Fira­vun ve adamlarına karşı baş kaldırmaları ve bu iş için gerekli olan ha­zırlığı yapmaktı.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Cenâb-ı Allah, Fira-vun'un adamlarından iğreti olarak zinet istemelerini îsrailoğullarma emretti. Firavun'un adamları da onlara bol miktarda zinet eşyasını iğ­reti olarak verdiler. İsrailoğulları da geceleyin şehirden çıkıp hemen Şanı beldelerine yöneldiler.

Gittiklerini haber alan Firavun çok öfkelenerek peşlerine düşüp ya­kalamak ve yok etmek için, asker toplamaya başladı. Bu konudan Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bahsedilmektedir: «Musa'ya: "Kullarımı gece­leyin (Mısır'dan çıkar), yürüt; siz takip edileceksiniz." diye vahyettik. Firavun, (îsrailoğullarının gittiğini duyunca) şehirlere (asker) toplayı­cılar gönderdi, (onlara şöyle dedi): "Şunlar, az bir topluluktur. Ve onlar bizi kızdırmaktadırlar. Biz, ihtiyatlı (koca) bir cemaatiz." Böylece biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden, çeşmelerden çıkardık. Hazi­nelerden ve şerefli makamdan (çıkardık). Böylece, bunları İsrailoğul-lanna miras yaptık. (Firavun ve adamları), Güneş doğarken onların r ~-dına düştüler. İki topluluk (yaklaşıp) birbirini görünce Musa'nın adam­ları: "İşte yakalandık." dediler. (Musa): "Hayır, doğrusu Rabbim benim­le beraberdir. Bana yol gösterecektir." dedi. Musa'ya: "Değneğinle deni­ze vur!" diye vahyettik. (Vurunca deniz) yarıldı. (On iki yol açıldı.) Her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. (Musa ve adamlarının ardından, düşmanları da bu denizde açılan yolla­ra girdiler.) Musa'yı ve beraberinde olanları tamamen kurtardık; Sonra ötekilerini boğduk. Şüphesiz bunda (kudretimize) bir işaret vardır, ama çokları inanmazlar. Ve şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.» {eş-Şuarâ, 52-68.)

Tefsir âlimleri dediler ki: îsrailoğullarmı yakalamak maksadıyla Firavun, çok sayıdaki askerle takibe çıktı. Denildiğine göre atları ara-smdalOO.000 doru at vardı. Askerleri de 1.600.000 kadardı. Doğrusunu Allah bilir. Rivayete göre îsrailoğullanmn çocuklar dışındaki sayısı 600.000 savaşçı idi. İsrailoğullarının Yakub (a.s.) liderliğinde Mısır'a girişleriyle, Musa (a.s.) liderliğinde Mısır'dan çıkışları arasında geçen zaman, 426 yıldır.

Askerleriyle birlikte İsrailoğullarım takibe çıkan Firavun, sabah gün doğarken onlara ulaşmıştı. İki topluluk birbirini gördü. Birbirlerini gördüklerinden şüpheleri kalmamıştı. Birbirlerini ayan beyan görmüş­lerdi. Vuruşup mücadele etmekten başka yapacak bir işleri kalmamıştı. Musa'nın arkadaşları, korku içinde: "Yakalandık." dediler. Önlerinde deniz vardı. Gidecek yolları da kalmamıştı. Denize girmekten başka ça­releri yoktu. Bunu da yapabilecek bir kimse yoktu. Dağa da tırmana-mazlardı. Çünkü dağlar çok yüksek olup geçit vermiyorlardı. Firavun, bütün yollan tutmuş, onlan kıskaca almıştı. Onu, silahlan ve askerleri . arasında görüyorlardı, idaresi altındayken hile ve desisesiyle karşılaş­mış olduldanndan dolayı ondan çok korkuyorlardı. Gördükleri manza­ranın ürküntüsünden dolayı, Allah'ın peygamberi Musa'ya durumları­nı anlatarak şikayetçi oldular. Doğru konuşan ve sözü doğrulanan Mu­sa, onlaı*a şöyle teminat verdi: "Hayır, şüphesiz Rabbim benimle bera­berdir. O, bana yol gösterecektir!" Arka taraflarda durmakta olan Mu­sa, Öne geçip kıyıya geldi, denize baktı. Denizin dalgalan, kıyıyı âdeta tokatlıyordu. Köpükleri git gide fazlalaşıyordu. "İşte buradan geçmekle emrolundum." dedi. Yanında kardeşi Harun ile Nun oğlu Yuşa'da vardı. Yuşa', İsrailoğullanmn büyüklerinden olup çokça ibadet eden bilgin bir kimseydi. Nasib olursa, ileride de anlatacağımız gibi Musa ve Ha­run'dan sonra Cenâb-ı Allah ona da vahiy göndererek onu peygamber kılmıştır. İsrailoğullannm beraberinde, Firavun ailesinden olup îman etmiş olan adam da vardı. Hepsi durup beklemekteydiler. İsrailoğul-larının da tamamı onlara bağlıydılar. O imanlı adam, atını denize defa­larca sürmüş; denizden geçmenin mümkün olup olmadığını öğrenmek istemiş, ama mümkün olmadığını görmüştü. Musa'ya: Ey Allah'ın pey­gamberi! Sana buradan mı geçmen emredildi? diye sormuş, Musa da, "Evet"., diye cevap vermişti. İş büyüyüp durum zorlaşmca; Firavun ve askerleri kin, gazap ve öfkeyle onlara yaklaşınca; gözler yuvalarından fırlayıp yürekler ağıza gelince Halım, Azîm,, ve Kadîr olan yüce Arş'm Rabbi Allah, kendisiyle konuşma şerefine ermiş olan Musa'ya: "Değne­ğinle denize vur!" diye vahyetti. Mu^a değneğini vurunca, Allah'ın iz­niyle deniz yarıldı. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Mû-sa'ya: "Değneğinle denize vur!" diye vahyettik. (vurunca deniz) yarıldı. (On iki yol açıldı). Her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu.» (eş-Şuarâ, 63.)

Denildiğine' göre denizde on iki yol açılmış. İsrailoğullannın her bir boyu, bir yoldan yürümeye başlamış. Hatta koridorumsu bu deniz yolla­rı arasında, yolculann birbirlerini görmelerine imkan sağlayan pençe­ler varmış. Bu rivayet üzerinde tartışılabilir. Çünkü su, pencereye ihti­yaç bırakmayacak olan saydam bir cisimdir.

Dalgalar, deniz sularını dağlar gibi yükseltiyordu. "Ol" dediği şeyin hemen oluverdiği yüce kudretin sahibi sulara hükmediyordu. Batı rüzganna emir verdi. Rüzgar, denizi yalayıp geçti. Deniz kurudu, öyle ki içinden geçen atlann ve diğer bineklerin toynaklan dahi ıslanmadı. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Andolsun biz Musa'ya: "Kullarımı (İsrailoğullannı) geceleyin (Mısır'dan çıkarıp) yürüt; (değneğinle suya) vur, denizde onlar, için kuru bir yol (aç). (Firavun un sana) yetişme (sin) den korkma. (Boğulmaktan) endişe etme." diye vahyetmiştik. Firavun, askerleriyle onlaıın ardına düştü. Denizden onlan örten Örttü. (Yani de­niz onlan içine alıp boğdu). Firavun, toplumunu saptır (di. Helake dü-şür)dü, (onlan) doğru yola iletmedi.» (Tâ-Hâ, 77-79.)

Sonsuz gücün sahibi yüce Rabbin emriyle deniz yol verip bu hale ge­lince Musa, denizden geçmeleri için İsrailoğullanna emir verdi. Onlar da sevinç içinde alelacele deniz yoluna koyuldular. Seyredenleri şaşkı­na çeviren, müzminlerin kalplerini doğru yola ileten büyük bir olaya ta­nık olmuşlardı. Musa deniz yolundan geçti. Ardındaki İsrailoğullan da geçtiler. Karşı kıyıya vardılar. Tam bu şurada Firavun ordusunun ön ta­rafı da deniz yoluna giriyordu. Musa, Firavun askerleri tarafından ya­kalanmamak için, değneğiyle vurarak denizi eski haline döndürmek is­tedi. Yüce kudretin sahibi, denizi kendi haline bırakmasını ona emretti ve şöyle buyurdu: «Andolsun, onlardan önce Firavun toplumunu da sı­nadık. Onlara şerefli bir elçi geldi, (şöyle diyerek): "Allah'ın kullarını ba­na teslim edin; çünkü ben size (Allah'ın gönderdiği) güvenilir bir elçi­yim. Allah'a karşı ululanmayın. Ben size apaçık bir delil getiriyorum. Ben, beni taşla (yıp Öldür) menizden, benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan (Allah)a sığındım. Eğer bana inanmadınız s a, bari ben (im yolum) dan çekilin." Sonra (Musa): "Bunlar,suç işleyen bir toplumdur!" diye Rabbine dua etti. (Allah): "O halde kullarımı geceleyin yürüt. Çünkü ta­kibe aileceksiniz" (dedi). Denizi (yaııp toplumunu geçirdikten sonra ol­duğu gibi) açık bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur." Onlar geride neler bırakmışlardı. Nice bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk-ü sefa sürecekleri nice nimetler! (Evet) böyle oldu. Ve biz onlan başka bir topluluğa miras verdik. Onlara gök ve yer ağlamadı. (Kötü in­sanlar olduklanndan onlara hiç acıyan olmadı) ve (başka bir vakte de) ertelenmediler. (Musa'nın ardısıra denize girip boğuldular). Andolsun biz, İsrailoğullannı o küçültücü azabdan kurtardık; Firavun'dan. Çün­kü o, (insanları ezip) yücelen, haddi aşanlardan biri idi. Andolsun biz, onlan, bilerek âlemlere üstün kıldık. Onlara, içinde açık bir imtihan bu­lunan ayetler verdik.» (ed-Duhân, 17-33.)

"Denizi kendi halinde açık ve sakin olarak bırak." Denizi kendi ha­linde, olduğu gibi bıraktı. Nihayet Firavun da kıyıya geldi. Denizde yol­lar açıldığını, o dehşetli ve hayret verici manzarayı gözüyle gördü. Bunun, yüce Arş'in Rabbi olan ulu Allah'ın bir eseri olduğunu iyice anla­dı. Çekindi, ilerleyeni e di. İsrailoğullannı takibe çıktığına bin pişman oldu. Ama pişmanlığı, kendi' '.ne yarar sağlamadı. Askerlerine karşı metanetli görünmek zorunda kaldı. Mütecaviz ve saldırgan pozlar ta­kındı. Ahlaksız ve inkarcı karekteri, küçümseyip itaati altına aldığı, bâtıl davasının peşinden koşturduğu kavmine şöyle dedi: "Bana baş kal­dırıp ülkemden firar eden kaçak kölelerimi yakalayabilmem için, deniz bile bana yol veriyor, gördünüz mü?" Böyle derken de içinden, geride ka­lıp askerlerin ardından yürümeyi ve kurtulmanın bir yolunu bulmayı düşünüyordu. .Ama ne gezer! Bir ileri, bir geri gidiyordu. Rivayete göre Cebrail dişi bir kısrak üzerinde oraya gelip Firavun'un erkek atının önüne geçmiş, atını ileri doğru sürmeye başlayınca, lanetli Firavun'un atı, Cebrail'in kısrağının peşine düşmeye başlamış. Cebrail, kısrağını süratlendirerek deniz yoluna girmiş. Firavun'un atı da koşarak deniz yoluna girmiş. Firavun, artık bir şey yapacak durumda değildi. Askerle­ri, onun denize girdiğini görünce, peşisıra kendileri de hızla deniz yolu­na koyuldular. Artık hepsi denize girmişlerdi. İlk başta girmiş olanları, karşı kıyıya çıkmak üzereyken Cenâb-ı Allah, kendisiyle konuşma şere­fine ermiş olan Musa'ya, değneğiyle denize vurmasını emretmişti. Vu­runca da deniz, Firavun ve askerlerini içine çekip boğdu. Aralarında kurtulan bir tek kişi bile olmadı. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Musa'yı ve beraberinde olanları tamamen kurtardık. Sonra ötekilerini boğduk. Şüphesiz bunda (kudretimize) bir işaret vardır. Ama çokları inanmaz­lar. Ve şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.» (eş- Şuarâ, 65-68.)

Dostlarım kurtarması, hiç birini suda boğmaması; düşmanlarım boğması ve hiç birini boğulmaktan kurtarmamasında; O'nun kudreti­nin yüceliğine, peygamberinin getirdiği nizam ve hükümlerde doğru ol­duğunu ispatlayan kafi bir delil ve büyük bir işaret vardır. Yüce Allah buyurdu ki: "İsrailoğullarım denizden geçirdik. Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü. Nihayet boğul­ma kendisini yakalayınca (Firavun): "Gerçekten îsrailoğullarmın inan­dığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de Müslümanlardamm!" dedi. "Şimdi mi? Oysa daha Önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuş­tun." (Denildi). "Bu gün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizin dibinden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki, senden sonra gelen­lere ibret olsun. Ama insanlardan çoğu bizim ayetlerimizden habersiz­dir.» (Yûnus, 90-92.)

Cenâb-ı Allah, inançsız Kıptîlerin lideri Firavun'un denizde ne şe­kilde boğulduğunu, dalgaların onu nasıl kaldırıp indirdiğini haber veri­yor. O bu halde iken İsrailoğulları, onu ve askerlerini seyrediyorlardı. Cenâb-ı Allah'ın, ona ve adamlarına indirdiği azabı temaşa ediyorlardı ki, gözleri aydınlanıp gönülleri rahatlasın.

Firavun, ölümü çıplak gözle görüp Azrail'in kuşatması altında bu­lunduğunu anlayınca can çekişmeye başladı ve o esnada tevbe edip Allah'a yöneldi. İmanın fayda vermeyeceği bir zamanda iman etti. Nite­kim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar inanmazlar. (Çünkü onların kafir olarak ölecekleri ve ateşte ka­lacakları, Allah'ın takdiri ile sabit olmuştur.) Onlara bütün ayetler gel­miş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (inanmazlar.)» (Yûnus, 96-97.)

«Ne zaman ki hışmımızı gördüler: "Tek Allah'a inandık ve O*na or­tak koştuğumuz şeyleri inkar ettik." dediler. Fakat hışmımızı gördükle­ri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. (Bu), Allah'ın, kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan kanunudur. İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır.» (cl-Mü'min, 84-85.)

İşte böyle.. Musa, Firavun ve adamlarına beddua ederek Cenâb-ı Allah'dan; mallarını batırmasını, can yakıcı azabı görünceye kadar iman etmesinler diye kalblerini sıkmasını diledi. Zaten o zaman edecek­leri imanın kendilerine bir faydası da olmaz ve bundan ötürü, hasret çe­kip pişmanlık duyarlar. Bu şekilde beddua ettiklerinde, Musa ile Ha­run'a Cenâb-ı Allah: "Duanız kabul olundu." diye cevap vermişti. Aşağı­da nakledeceğimiz hadiste de Musa'nın durumuna değinilmektedir:

Süleyman b. Harb, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu İbn Ab-bas'tan rivayet etti: «Firavun: "Gerçekten îsrailoğullarmın inandığın­dan başka tanrı olmadığına inandım." dediği zaman, Cebrail bana dedi ki: "Ya Muhammed! O zaman beni görmeliydin. Cenâb-ı Allah'ın kendi-sine acıyıp kurtarmasından korktuğum için bir an Önce boğulsun, diye denizin çamurunu alıp Firavun'un ağzına boşaltıyordum!"»[1]

Ebu Said el-Eşece, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Cenâb-ı Allah, Firavun'u suda boğarken o, parmağıyla işaret ederek yüksek sesle şöyle diyordu: «Gerçekten îsrailoğullarının inandığından başka tanrı bulunmadığına inandım.» Cebrail, Cenâb-ı Allah'ın onun hakkındaki rahmetinin gazabını geçip geride bırakmasından korktu­ğundan dolayı (bir an önce ölmesi için), her iki kanadıyla çamuru alıp onun yüzüne çarpıyor ve denizin dibine batırıyordu.

Ebu Hazim, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir:

«Cebrail (a.s.) bana dedi ki: "Ya Muhammed, beni görmeliydin. Al­lah'ın rahmetine nail olur da affedilir, diye korktuğumdan dolayı (bir an önce olması için) onu (Firavun'u) denizin dibine doğru bastırıyor ve ağ­zına çamur dolduruyordum.»[2]

Bazı rivayetlerde anlatıldığına göre Cebrail şöyle demiştir: «"Ben sizin en yüce Rabbinizim" dediği zaman Firavun'a kızdığım kadar hiç kimseye kızmış değildim. İnandığını söylerken ben de ağzına çamur dol-duruyordum."»[3]

Cenâb-ı Allah buyurdu İd: «Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştun.» Bu, inkar manasını taşıyan bir sorudur. Ayrıca Firavun'un son andaki imanının kabul edilmediğim göstermek­tedir. Çünkü o - Allah bilir ya - dünyaya geri döndürüldüğü takdirde yi­ne eski haline dönecekti. Nitekim Cenâb-ı Allah'ın bildirdiğine göre ka­firler, Cehennem ateşini gördüklerinde şöyle diyeceklerdir:

«Keşke biz (dünyaya) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini ya-lanlamasaydık ve inananlardan olsaydık.» dediklerini bir görsen. Ha­yır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü. Geri gönderilseler-di, yine menolundukları şeyi yapmağa dönerlerdi. Çünkü onlar yalancı­lardır.» (el-En'âm, 27-28.)

«Bu gün senin (canından ayırdığımız) bedenim, (denizin dibinden) kurtarıp bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın.» ayeti hakkında İbn Abbas ve daha başkaları dediler İd: İsrailoğullarımn bir kısmı, Firavun'un ölümünden şüphe ettiler. Öyle ki bazıları, onun ölmediğini söylediler. Cenâb-ı Allah, denize emir verdi. Deniz, onun be­denini yükseltti. Kimine göre suyun üstünde, tümsekte kaldı; kimine göre de kıyıdaki yüksek bir yere atıldı. Zırhı da üzerindeydi. Onu zırhın­dan tanırlardı. Öldüğünden şüpheleri kalmasın ve Allah'ın kudretinin üstünlüğünü anlasınlar diye cesedi onlara gösterildi. Helak eden Al­lah'ın kudretini gösteren bir delil olsun, senden sonra gelecek İsrailoğullarına ibret olsun diye bugün seni, üzerindeki zırhınla kurta­racağız. Firavun ile askerleri, aşure gününde denizde boğulmuşlardır.

Muhammed b. Bişar, İbn Abbas'm şöyle dediğim rivayet etmiştir; «Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde Yahudiler, aşure günü oruç tutarlardı. Onlara: "Bu tutuğunuz oruç nedir?" diye sordu. Onlar da, 'Bu, Musa'nın Firavun'aüstün geldiği gündür." dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, ashabına şu buyruğu verdi: "Siz, Mu­sa'ya Yahudilerden daha yalansınız. Siz de bugün oruç tutun."»[4]

 

Firavun'un Boğulmasından Sonra Îsrailoğullarî

 

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Biz de onlardan öc aldık. Onları denizde boğduk! Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanlamışlardı ve onları umursa­maz olmuşlardı. Hor görülüp ezilmekte olan o milleti de içini bereketler­le donattığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı, kıldık. Rabbinin İsrailoğull arına verdiği güzel söz, sabretmeleri yüzünden tam yerine geldi. Firavun'un ve kavminin yapageldiği şeyleri ve yükseltmekte ol­dukları sarayları (ve bahçeleri) de yıktık. İsrailoğullarmı denizden ge­çirdik. Kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladı­lar. "Ey Musa! (Bak) bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!" dediler. (Musa) dedi: "Siz gerçekten cahil bir kavimsiniz. Şunlarm içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler boşa çıkmıştır. Allah sizi âlemlere üstün yapmış iken ben size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım?" dedi. (Ey îsrailoğulları), hatırlayın o'zamanı ki biz sizi Fi­ravun ailesinden kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü yapıyor­lardı: Oğullarınızı öldürüyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda, size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı. (el-A'râf, 136-141.)

Cenâb-ı Allah, Firavun ile askerlerinin suda boğuluşlarını, şerefle­rinden, canlarından ve mallarından koparılışlarını; İsrailoğullarının, onların tüm mallarıyla mülklerini ele geçirişlerini yukarıda ki ayet-i ke­rimelerde anlatıyor. Nitekim yüce Allah buyuruyor ki: «Böylece, bunla­rı îsrailoğullarına miras yaptık.» (eş-Şuarâ, 59.)

«Biz de istiyorduk ki o yerde zayıflatılanlara lütfedelim. Onları ön­derler yapalım, onları (Kıptîlerin mülküne) mirasçı yapalım.» (el-Kasas, 5.)

«Hor görülüp ezilmekte olan o milleti de, içini bereketlerle donattı­ğımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailo-ğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri yüzünden tam yerine geldi. Fi­ravun'un ve kavminin yapageldiği şeyleri ve yükseltmekte oldukları sa­rayları (ve bahçeleri) de yıktık.» (el-A'râf, 137.)

Cenâb-ı Allah, onların tümünü mahvetti. Dünyaya saldıkları şan ve şerefi ellerinden aldı. Firavun'u, maiyyetini, kumandan ve askerlerini yok etti. Mısır'da ayak takımından ve kendi halindeki vatandaşlardan başka kimse kalmamıştı.

"Mısır Tarihi" adlı eserde İbn Abdülhakîm, şunları anlatır: O zama­nın Mısırlı kadınları, erkeklere hakim oldular. Şundan ki: Mısır'ın Fira­vunla birlikte denizde boğulan erkan ve ümerasının kadınları, dul kal­dıkları için, kendilerinden aşağı seviyedeki halk tabakasına mensup er­keklerle evlendiklerinden ötürü, yeni kocalarına hükmeder olmuşlardı. Mısırlı kadınların o zamandan itibaren başlamış olan kocalarına karşı hakimiyetleri bu güne kadar devam etmiştir!

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre İsrailoğulları, Mı­sır'dan çıkmakla emrolunduklannda Cenâb-ı Allah o ayı, kendileri için yılbaşı yaptı. Her evin bir kuzu kesmesini emretti. Kendisine bir kuzu çok gelen ev, komşusu ile ortaklaşa bir kuzu kesecekti. Kuzuyu kesince de kanım, birbirlerinin evlerini tanıtıcı bir işaret olsun diye kapılarının eşiğine süreceklerdi. Kızartılmış olarak değil de; başı, karnı ve ayakla­rıyla birlikte kazanda haşlayarak yiyeceklerdi. Kuzunun artığını bı­rakmayacak, kemiklerini kırmayacak, az bir parçasını bile ev dışına çı­karmayacaklardı. Yedi gün süreyle ekmek yerine peksimet yiyecekler­di. Buna da senelerinin ilk ayının on dördünde başlayacaklardı. Bu da bahar mevsimindeydi, yemek yerken de kuşakları bellerinde bağlı du­racak, mestleriyle çarıkları ayaklarında; bastonları da ellerinde olacak­tı. Yemeklerini ayaktayken çabucak yiyeceklerdi. Akşamleyin yedikle­rinden artan kalmtılarıysa ertesi sabah ateşle yakacaklardı. Bu, onlar­dan sonraki nesiller için de bir bayram olarak meşru kılınmıştı. Tev­rat'a göre yaşadıkları sürece bu bayramı kutlarlardı. Tevrat nesholunca bu bayram da ortadan kalktı.

"Anlatıldığına göre o gecede Cenâb-ı Allah, Kıptîlerin hayvanlarıy­la kızların bakire olanlarını öldürdü ki, İsrailoğullarını unutup kendi dertleriyle meşgul olsunlar. Gün yarılanınca İsrailoğulları Mısır'dan çıktı. Mısırlılar ölen bakire kızlarıyla hayvanları için feryad-ü figan et­mekteydiler. Her evden bir vaveyla yükselmekteydi.

Musa'ya vahiy gelir gelmez hemen yola koyuldular. Hamurlarım mayalanmadan alıp şehirden çıktılar. Azıklarım omuzlarına sardıkları bezlere koyup sırtlandılar. Mısırlılardan çok miktarda mücevheri iğreti almışlardı. Çoluk çocuk ve hayvanlarından ayrı olarak 600.000 kişi ka­dardılar. Mısırda 430 sene kadar yaşamışlardı.

Onların bu sene başı bayramlarına, fesih bayramı denir. Bundan başka fitır (oruç açma) ve kurban bayramları da vardır. Kitaplarında yer alan en kuvvetli ve en başta gelen bayramları bunlardır.

Mısır'dan çıkarken Yusuf un tabutunu da beraberlerinde götür­müşlerdi. Kızıldeniz'in üzerinden geçip gitmişlerdi. Gündüzleri yol ah-yorken önleri sıra bir bulut ve bulutun içinde de nurdan bir sütun gidi­yordu. Geceleyin yol alıyorken önlerinde ateşten bir sütun gidiyordu. Deniz kıyısına vardıklarında mola verdiler. Orada beklemekteyken arkadan Firavun ile askerleri onlara yetiştiler. Çokları paniğe kapıldılar. Sözcüleri: "Mısır'da kalsaydık, bu çölde kalmamızdan daha iyi olurdu." dedi. Bu sözcüye ve diğerlerine hitaben Musa (a.s.) şöyle cevap verdi: "Korkmayın! Firavun ile askerleri memleketlerine artık geri döneme­yeceklerdir!"

Anlatıldığına göre Cenâb-ı Allah, Musa'ya değneğiyle denize vur­masını emretti. Suyun ikiye ayrılarak kara yolu gibi kupkuru bir yol ve­receğini ona vahyetti. Gerçekten de deniz, iki dağ parçası gibi birbirin­den ayrılıp ortadan geçit verdi. Çünkü Cenâb-ı Allah, denize cenup ve sam rüzgarım gönderip üzerinden estirmiş, ikiye ayırmıştı. Açılan kup­kuru yoldan İsrailoğulları geçtiler. Peşlerinden Firavun ve askerleri de aynı deniz yoluna girdiler. Yolun ortasına geldiklerinde, Musa, değne­ğiyle denize vurdu. Deniz, yine eski haline döndü, yol kapandı. Firavun ve askerleri boğuldular.

Fakat Ehl-i Kitap kaynaklarına göre bu olay geceleyin cereyan et­miştir. Halbuki deniz,sabahleyin onları içine çekip boğmuştur. Bu da onların yanlışlıklarından ve metinlerdeki ifadeleri doğru anlıyamama-larındandır.

Cenâb-ı Allah, Firavun ile askerlerini boğduğunda, Musa ve İsrailoğulları, Rabblerine şöyle tesbihatta bulunmuşlardı: "Üstün olan Rabbı teşbih ederiz. O Rabb ki Firavunun ordusunu kahretti. Övgüye layık olan o Rabb ki, Firavunun süvarilerini geçit vermez denize attı."

Rivayete göre Harun'un kızkardeşi peygamber Meryem, eline bir def alıp, ellerinde def ve davullar olan kadınları peşine takmış onlara şu duayı okumuş ve okutmuştur: «Kahhar olan Rabb! Sen, noksanlıklar­dan münezzeh ve yücesin. Firavunun atlarıyla süvarilerini denize atıp boğarak kahrettin!»

Ehl-i kitap kaynaklarında bu ifadelere rastladım. Muhammed b. Ka'b-el-Kurazî de bu ifadelere dayandığından dolayıdır ki İsa'nın anası İmran kızı Meryem'in, Harun'un bacısı olduğunu söylemiştir. Bu görü­şünün doğruluğuna, şu ayetin delâlet ettiğini de söylemiştir. İsrailoğulları, babasız bir çocuğu dünyaya getirdiğinde Meryem anamı-za-hitaben şöyle demişlerdi: «Ey Harun'un kız kardeşi! Baban kötü bir adam değildi. Anan da fahişe değildi...» (Meryem, 28.)

Harun'un bacısının peygamber olduğunu söylemenin doğru olmadı­ğını daha önce açıklamıştık. Böyle bir şeyi söylemek mümkün değildir. Bu iddiada bulunan Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'ye muvafakat eden olmamıştır. Aksine, bu görüşünde herkes ona muhalefet etmiştir. Fara­za Ehl-i Kitap kaynaklarından Harun'un bacısı Meryem için "peygam­ber" unvanı kullanılmış da olsa, bu Meryem, Musa ile Harun'un baası-dır. İsa'nın anası Meryem ile olan alakası, sadece isim, baba ve kardeş adlarındaki benzerliktir. Bu iki Meryem'in durumu kendisine sorulduğunda Rasûlullah (s.a.v.), Muğii'e b. Şu'be'ye şu cevabı vermiştir: «Bilmez misin ki onlar (yani İsrailoğullan) kendi peygamberlerinin isimle­riyle adlanır lar di?»

Şimdi de Harun'un bacısı Meryem'e, 'peygamber Meryem' denmesi­nin sebebine gelelim. Kraliyet ailesine mensup bir kadına - her ne kadar kendisi kral değilse de - Melike (kraliçe) deniyorsa veya emîr ailesine mensup bir kadına - her ne kadar kendisi emîr değilse de - emîre deni­yorsa; aynı şekilde peygamber ailesine mensup bir kadına da her ne ka­dar kendisi peygamber değilse de Nebiyye yani peygamber denilebilir. Harun'un bacısı Meryem'e de bu anlamda 'peygamber Meryem' denmiş­tir. Bu bir istiaredir.Yoksa gerçek anlamda vahye mazhar olan bir pey­gamber olduğu kastedilmemiştir.

Öylesine büyük bir bayram gününde def çalmasına gelince, bu da bizden önceki ümmetlerin şeriatlarına göre bayramlarda def çalmanın meşruluğunu göstermektedir. Bizim dinimizde de kadınların bayram ve sevinç günlerinde def çalmaları meşrudur. Rivayete göre Hz. Aişe'nin yanındaki iki cariye mina (kurban bayramı) günlerinde def çahyorlar-mış. Rasûlullah (s.a.v.) da evde olup sırtını onlara döndürerek uzanmış, yüzünü de duvardan yana çevirmiş. Rasûlullah (s.a.v.)'m evine gelen Ebu Bekir hazretleri, cariyelerin def çalmakta olduklarını görünce, "Rasûlullah'm evinde şeytan çalgıları ha!." diyerek onları azarlamıştı. Öfkelendiğini görünce Hz. Peygamber şöyle demişti: "Bırak onları ey Ebu Bekir! Her milletin bir bayramı vardır. Bu (gün) de bizim bayramı­mızdır." İslam'a göre bayramlarda olduğu gibi düğünlerde ve gurbette­ki kimselerin sılaya gelişlerinde aynı şekilde def çalıp eğlenmek meşrudur.

Anlatıldığına göre İsrailoğullan denizi geçince Şam taraflarına gi­dip orada üç gün kaldılar. Su bulamadılar, bu nedenle aralarından bazı­ları söylenmeye başladılar. İçilemeyecek kadar tuzlu ve öldürücü bir su buldularsa da onu içemediler. Cenâb-ı Allah, Musa'ya vahiy gönderip, bir ağaç parçası alarak o suyun içine atmasını emretti. Ağaç parçasını içine atınca su tatlılaştı ve kolayca içilebilir hale geldi. Orada Rabbi, Musa'ya, bazı farzlar ile sünnetleri öğretti; ona bir çok tavsiyelerde bu­lundu.

Diğer kitaplarını kollayan Kur'ân-ı Kerîminde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: «İsrailoğullanm denizden geçirdik. Kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar: «. .."Ey Musa! (Bak) bun­ların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!" dediler. (Musa) dedi: "Siz, hakikaten câhil bir toplumsunuz! Şunlarm içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler boşa çıkmıştır."» (ei-AW, 138-139.)

Onur ve üsünlük sahibi Allah elçisinin kendilerine getirdiği dinin hak olduğunu ispatlayıcı ilahî alametleri ve kudreti ayan-beyan görmüş oldukları halde, yine de bu sapıkça ve cahilce sözleri sarfetmişlerdi. Bu bâtıl sözleri, putlara tapan bir topluluğa uğradıklarında söylemiş­lerdi. Denildiğine göre o topluluğun tapmakta oldukları put, inek şek-lindeymiş. İsrailoğullan güya o topluluğa: «Buna niçin tapıyorsunuz?» diye sormuşlar. Onlar da putlanmn kendilerine yerine göre fayda ve za­rar verdiğini, darlık zamanında ondan nzık taleb ettiklerini söylemiş­ler. İsrailoğullarının bazı bilgisizleri de onlan doğrular gibi olmuşlar. Allah ile konuşma şerefine ermiş olan şanlı ve yüce peygamberlerinden, bu topluluğun putu gibi kendileri için de put getirmesini istemişlerdi. Peygamberleri Musa da, onlara aklı ermeyen ve doğru yolda olmayan kimseler olduklanm bildirmişti: «Şunlarm içinde bulunduklan (din) yı­kılmıştır ve yaptıklan şeyler boşa çıkmıştır.»

Bundan sonra Musa onlara, Cenâb-ı Allah'ın kendilerini zamanla-nnın diğer milletlerine ilim ve şeriatça üstün kılarak, aralanndaki pey-gamberleriyle diğer ümmetlere tercih ederek; inatçı ve zorba Fira­vunun pençesinden kurtanp, göz göre göre Firavun'u helak ederek ken­dilerine iyilik ve ihsanda bulunarak; onlan Firavun ile adamlarının mülküne varis kılıp yerlerine geçirerek, mallarıyla mutluluklanna ve saraylarına sahip kılarak nimetlere mazhar kıldığım anlattı. Tek ve or-taksız olan Allah'tan başkasına ibadet etmenin doğru olmayacağını on­lara açıkladı. Çünkü O; yaratıcı, nzık verici ve aynı zamanda inançsız zorbalan kahredicidir.

İsrailoğullannm hepsi o kavimde gördükleri putlardan istemiş de­ğillerdi. Aksine şu ayetteki zamir cins ifade etmektedir: «İsrailoğul­lanm denizden geçirdik. Kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar: "Ey Musa! (Bak) bunlann nasıl tannlan var, bize de öyle bir tann yap." dediler.

Yani bir kısmı böyle dediler. Tıpkı şu ayet-i kerimede olduğu gibi: «.. .Onlan (hep bir yere) toplamışız, hiç birini bırakmamışızdır. Ve hepsi sıra sıra senin Rabbine sunulmuşlardır. "Andolsun, sizi ilk defa yarattı­ğımız gibi bize geldiniz (o zamanki gibi ne malınız, ne evladınız var). Oy­sa siz, sizin için (yaptığımız) va'di yerine getirecek bir zaman tayin et­mediğimizi sanmıştınız değil mi?"» (el-Kchf, 47-48.)

Evet.. Cenâb-ı Allah'ın yapmış olduğu va'di, yerine getirecek bir za­man tayin etmediğini sananlar, insanlann hepsi değil de bir kısmıdır. İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Vakid el-Leysî'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah'la birlikte Huneyn seferine çıkmıştık. Bir sedir ağacı­nın yanından geçiyorduk. "Ya Rasûlallah, bu ağacı bizim için askı yap. Nitekim kafirlerin de askılık ağaçlan vardır." Kafirler, silahlarını sedir ağacına asar, etrafında oturup ibadet ederlerdi. Bu teklifimiz üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

«Allahü ekber! Bu, tıpkı îsrailoğullannın Musa'ya: "Bunların nasıl tanrıları var, bize de Öyle bir tanrı yap." demelerine benziyor. Doğrusu siz, sizden öncekilerin yollarından gitmektesiniz!»[5]

İbn Cerir et-Taberî,Ebu Vakid el-Leysî'den rivayet etmiştir: Ebu Vakidî'nin anlattığına göre onlar, Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte Huneyn gazasına gitmişler. Gitmekte oldukları yolun üzerinde, kafirlerin silah­larını asıp etrafında ibadet ettikleri ve "Zatü'l-Envat" (askılık) denen bir ağaç varmış. (Ebu Vakidî diyor ki): Büyük bir sedir ağacının yanın­dan geçiyorduk. "Ya Rasûlallah! Kafirlerinki gibi bize de askılık bir ağaç yap." dedik. Böyle dememize o, şu karşılığı verdi: "Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a andolsun ki, kavminin Musa'ya söyledikleri gibi söyle­diniz. (Onlar şöyle demişlerdi): "Bunların nasıl tanrıları var, bize de öy­le bir tanrı yap." Musa dedi ki: "Siz hakikaten cahil bir toplumsunuz! Şunlann içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler boşa çıkmıştır."»

Musa peygamber, Mısır'dan çıkıp Kudüs taraflarına gittiğinde ora­larda Hisanîler, Fezarîler, Kenanîler ve diğerleri gibi bazı zorba toplu­luklar gördü. Milleti olan İsrailoğullarına, Kudüs'e girip bu zorbalarla savaşmalarını, onları Kudüs'ten kovmalarını emretti. Bunu, Cenâb-ı Allah kendilerine emir buyurmuştu. Bunu başarabileceklerini ve orala­ra hakim olacaklarını İbrahim Halil ve Musa Kelim gibi büyük peygam­berler vasıtasıyla onlara bildirip vaadde bulunmuştu. Fakat İsrailoğul-ları, Musa'nın o zorbalarla savaşmaları yolunda verdiği emre uymadı­lar. Cihaddan geri durdular. Bu sebeple de Cenâb-ı Allah, onlara korku­yu musallat eyledi. Onları Tih sahrasına bıraktı. Uzun seneler (kırk yıl süreyle) o çölde gidip geldiler, göçüp konakladılar. Nitekim yüce Allah bunu şöyle anlatır:

«Musa, kavmine demişti ki: "Ey kavmim! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; zira (O), aranızda peygamberler var etti. Sizi krallar yaptı ve size dünyalarda hiç kimseye vermediğini verdi. Ey kavmim! Allah'ın si­ze yazdığı (nasib ettiği) kutsal toprağa girin, arkanıza dönmeyin. Yoksa kaybedersiniz!" Dediler ki: "Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Eğer çıkarlarsa, o zaman oraya gireriz." (Allah'tan) korkanlardan, Allah'ın nimet verdiği iki adam dedi ki: "Onların üzerine kapıdan girin, eğer kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz galib gelirsiniz. Haydi eğer inanıyorsanız Allah'a da­yanın!" Dediler ki: "Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabbin, gidin, savaşın, biz burada oturuyoruz!"

(Musa): 'Ta Rabbi, ben kendimden ve kardeşimden başkasına ma­lik değilim. Bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır." dedi. (Al­lah) buyurdu ki: "Orası onlara kırk yıl yasaklandı. Yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen yoldan çıkmış olanlar için üzülme."» (ei-Mâide, 20-26.)

Allah'ın peygamberi, Allah'ın onlara dinî ve dünyevî nimetlerle ih­sanda bulunduğunu hatırlatıyor; Allah yolunda cihad etmelerini, Allah düşmanlarıyla savaşmalarını emrediyor ve şöyle diyordu:

«Ey Kavmim! Allah'ın size yazdığı (nasib ettiği) kutsal toprağa gi­rin, arkanıza dönmeyin (düşmanla savaşmaktan kaçınmayın), yoksa kaybedersiniz.» Kazançtan sonra zarara, mükemmellikten sonra eksik­liğe uğrarsınız. Dediler ki: «Ey Musa! Orada zorba (inatçı ve kafir) bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Eğer çı­karlarsa, o zaman oraya gireriz.» O zorba milletten korktular. Halbuki onlardan daha zorba ve daha güçlü, askerleri onlardan daha çok olan Fi-ravun'un helak edildiğini görmüşlerdi. Bu da onların bu sözü söylemek­le kınandıklarını ve bu tutumu sergilemekle de yeril diki erini göster­mektedir. Düşmanlarına saldıramayıp, inatçı eşkiyaya direnemeyip al-çaldıklarım göstermektedir.

Bu mevzuyla ilgili olarak ekseri tefsirciler, uydurma bazı nakiller yapmışlardır ki bunların asılsızlıklarına hem akü, hem de din delâlet etmektedir. Güya Kudüs1 de bulunan o zorba milletin insanları korkunç şekilde ve müthiş irilikteki devasa bir yapıya sahip imişler! Anlatıldığı­na göre İsrailoğullarının elçileri onların yamna giderken, zorba milletin elçilerinden biri onları karşılamış. Onları birer birer alıp yenine ve pan­tolonunun cebine sokmuş. Topladığı bu on iki elçiyi, zorbaların hüküm­darının önünde yerlere saçıp savurmuş. Hükümdar "Bunlar da ne?" di­ye sormuş. Kendisine tanıtılmadan önce bunların insan olduklarını bi­lememiş!..

Bütün bunlar aslı olmayan saçmalık ve hurafelerdir. Yine anlatıl­dığına göre hükümdar, onlara üzüm göndermiş. Üzümün her tanesi, bir adama yetiyormuş. Biraz da meyve göndermiş. Her bir tanesi bir adamı doyuruyormuş. Bunları göndermekle, İsrailoğullarının, kendilerinin ne kadar iri cüsseli insanlar olduklarını anlamalarını istemişler.

Bu da doğru değildir.

Güya orada Uc b. Unuk adında bir adam varmış. Bu adam İsrailoğullarım yok etmek için, zorbaların hükümdarının yanından gel­miş. Boyu 3333,3 zira1 uzunluğundaymış!..

Beğavî ve diğerleri böyle nakletmişlerse de bu doğru değildi. Nite­kim bunun doğru olmadığım, şu aşağıdaki hadis-i şeriften söz ederken açıklamıştık. Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuş ki:

«Doğrusu Cenâb-ı Allah, Adem'i altmış zira1 uzunluğunda yarattı. Yaratıklar (m boyu) şu ana kadar kısılmaya devam etmektedir!"»

Anlatıldığına göre Uc b. Unuk,bir dağın tepesine el atarak dağı yerinden sökmüş, eline alarak Musa'nın askerlerinin üzerine atmak is­temiş. Tam o sırada bir kuş gelerek dağı gagalayarak ortadan delmiş. Delince de dağ,bir tasma gibi Uc'un boynuna geçivermiş. Sonra da boyu on zira olan Musa, sıçrayarak on zira1 kadar yükselmiş; on zira' uzunlu­ğundaki değneğiyle, Uc'un ancak ayağındaki topuk kemiğine vurabil­miş, böylece onu Öldürmüş!..

Bunu Nevfel Bekalî rivayet etmiştir. Taberî de İbn Abbas'tan nak-letmiştir. Fakat bunun isnadı üzerinde tartışılabilir. Maamafih bütün bu rivayetler, israiliyattandır. Bütün bunlar, îsrailoğullannm cahilleri tarafından uydurulmuş hikayelerdir. Bunlar, çokça yalan haber riva­yet etmişlerdir. Haberlerin yalan olanlarıyla doğru olanlarını birbirin­den ayırdetmemişlerdir. Sonra bu rivayet doğru olsa bile İsrailoğulları, o zorba kavimle savaşmaktan kaçınmakta mazur sayılmazlardı.

Savaştan kaçındıkları için Allah, onları yermiştir. Cihadı terkettik-leri ve peygamberleri Musa'ya muhalefet ettikleri için Cenâb-ı Allah, onları Tih çölünde yaşamaya mahkum etmekle cezalandırmıştır. Ara­larında bulunan iki mü'min ve salih adam, düşmana karşı atılgan olma­larım onlara tavsiye etmiş; cihattan geri durmaktan onları men' etmiş­lerdi. Rivayete göre o iki inanmış adam, Yuşa' b. Nun ile Kalib b. Yufan-na idi. Bazıları, «Allah'ın kendilerine nimet verdiği,... (Allah'tan) kor­kanlardan iki adam dediler ki:...» ayetindeki ( o>lü« ) fiili-ni( Dy'ûJ ) şeklinde bina-i meçhul olarak okumuşlardır. Buna gö­re ayetin manası şöyle olur: "Allah'ın kendilerine (iman, İslam, taat ve şecaatle) nimet verdiği heybetli iki adam dediler ki: "Onların üzerine kapıdan girin, eğer kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsi­niz. Haydi eğer, inanıyorsanız Allah'a dayanın." Yani Allah'a dayanır, O'ndan yardım diler ve Ona sığınırsanız; düşmanlarınıza karşı size yardım eder, sizi onlara karşı destekler ve onların üzerinde muzaffer kı­lar. Dediler ki:

«Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla gir­meyiz. Sen ve Rabbin, gidin, savaşın, biz burada oturuyoruz!»

İsrailoğullarının çoğu, cihaddan geri durmakta direttiler. Büyük bir gevşeme ve önemli bir olay meydana gelmişti. Denildiğine göre Yuşa' ile Kalib, İsrailoğullarımn böyle konuştuklarını duyunca, Allah'ın onla­ra gazaplanıp azab vermesinden korkarak üzerlerindeki elbiseleri pa­raladılar; Musa ile Harun da korkudan secdeye kapandılar.

«(Musa) dedi ki: "Ya Rabbi! Ben kendimden ve kardeşimden başka­sına malik değilim. Bizimle o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır. (Ara­mızda hüküm ver)."

(Allah) buyurdu ki: "Orası onlara kırk yıl yasaklandı. Yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış olanlar için üzülme.»

Savaştan kaçındıklarından dolayı, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaş­makla cezalandırıldılar. Herhangi bir hedefleri olmaksızın başıboş ola­rak dolaşıyorlardı. Gece-gündüz, sabah-akşam avare avare gezinip du­ruyorlardı. Denildiğine göre Tih sahrasına giren İsrailoğull arından hiç biri oradan sağ çıkmadı. Oraya girmiş olanların hepsi kırk sene içinde

öldü. Yuşa ve Kalib ile çoluk çocuklarından başkası sağ kalmadı.

Fakat Hz. Peygamberin (s.a.v.) ashabı, Bedir gününde, İsrailoğul-larının Musa (a.s.)'ya söyledikleri gibi söylememişler, "Sen ve Rabbin gi­din, savaşın. Biz burada oturacağız." dememişlerdi. Aksine, onlarla sa­vaşa çıkma konusunda istişare yaparken, Ebu Bekir es-Sıddık,istenil-diği gibi güzelce konuşmuştu. Diğer muhacirler de gönül rahatlatıcı söz­ler söylemişlerdi.

Sonra Hz. Peygamber: «Bana işarette bulunun.» deyince Sa'd b. Mu-az şöyle dedi: «Bizi kasteder gibisin Ya Rasûlallah. Seni hak ile gönde­ren (Allah')a andolsun ki,bize şu denizi göstersen ve içine dalarsan biz de senin ardınsıra dalarız ve hiçbir adamımız bundan geri durmaz. Ya­rın bizi düşmanlarımızla karşılaştırır san, memnuniyetsizlik gösterme­yiz. Biz savaşta sabırlıyız. Karşılaştığımızda sözümüzü yerine getiririz. Umarız ki Cenâb-ı Allah, gözünü aydınlatacak olan faaliyet ve eylemleri­mizi sana gösterecektir. Allah'ın bereketi üzerine bizimle birlikte yürü.»

Hz. Peygamber, Sa'd'm bu sözlerinden memnun olup canlandı.

İmam Ahmed b. Hanbel... İbn Şıhab'dan rivayet etti ki, Mikdad (r.a.), Bedir gününde Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle dedi:

«Ey Allah'ın Rasûlü! İsrailoğull arının Musa'ya: "Git, sen ve Rabbin savaşın. Doğrusu biz burada oturacağız." dedikleri gibi sana da aynı şeyleri söylemiyeceğiz. Ama biz sana diyoruz ki: Git, sen ve Rabbin sava­şın. Doğrusu biz de sizinle beraber savaşacağız!»[6]

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Mesudun şöyle dediğim riva­yet etti: «Bedir savaşında Mikdad'ın Öyle bir haline tanık oldum ki onun yerinde olmayı çok isterdim. Rasûlullah (s.a.v.) müşriklere beddua edi­yorken Mikdad onun yanma geldi ve şöyle dedi: "Ya Rasûlallah! İsrailoğullarımn, Musa'ya: "Git, sen ve Rabbin savaşın. Doğrusu biz bu­rada oturacağız." dedikleri gibi sana da aynı şeyleri söylemiyeceğiz. Bi­lakis biz senin sağında, solunda,önünde ve ardında savaşacağız." Mık-dad'm bu sözleri üzerine Rasûlullah (s.a.v.)'m yüzünün aydınlandığını ve memnun olduğunu gördüm.»[7]

Hanz Ebu Bekir b. Mirdeveyh, Enes (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.) Bedir'e gittiğinde Müslümanlarla istişare etti. Ömer (r.a.) kendi görüşünü açıkladı. Sonra yine istişarede bulundu. En-sarîler dediler ki: Ey Ensâr topluluğu! Rasûlullah sizi kastediyor." Bu­nun üzerine Ensâr topluluğu şu karşılığı verdi: "Öyleyse biz, İsrailoğul­larımn Musa'ya: "Git, sen ve Rabbin savaşın. Doğrusu biz burada oturacağız." dedikleri gibi sana da aynı şeyleri söylemiyeceğiz. Seni hak ile gönderen (Allah)’a andolsun ki bizi Mekke arkasında beş gecelik

Mesafede bulunan Berkü’l-Gumard’a yürütsen, yine peşin sıra geliriz!”[8]

 

İsrailoğullarının Tih Çölüne Girmeleri Ve Orada Başlarına Gelen Garip Haller

 

İsrailoğullarının zorba milletle savaşmaktan geri durduklarını, bu nedenle Cenâb-ı Allah'ın onları Tih çölüne göndermekle cezalandırdığı­nı, kırk sene süreyle oradan çıkmamalarına hükmettiğini önceki sayfa­larda anlatmıştık.

Ehl-i Kitap kaynaklarında İsrailoğuUannm zorba milletle savaş­maktan geri durduklarına dair herhangi bir ifadeye rastlamadım. An­cak bu kaynaklarda anlatıldığına göre Musa peygamber, kafirlerden bir gurupla savaşmak üzere Yuşa'ı silahlandırıp görevlendirmiş. Gönder­dikten sonra da Musa, Harun ve Hor ile birlikte bir tepeye çıkıp zirve noktasında oturmuşlar. Musa değneğini yukarı doğru kaldırmış. Değ­neğini yukarı doğru kaldırdıkça, Yuşa, düşmana galib geliyormuş. Yor­gunluk veya benzeri bir sebepten dolayı eli yana eğilince de düşmanlar Yuşa'ı mağlub ediyorlarmış. Bunun üzerine Harun ile Hor, o gün akşa­ma dek Musa'nın elini sağdan ve soldan takviye edip dik vaziyette tut­muşlar. Yuşa da düşmanı yenmiş.

Aynı kaynaklarda anlatıldığına göre Musa'nın kayınpederi olan Medyen kahini Yatiron, Musa'nın karşılaştığı durumları ve onun, Fira-vun'a karşı Allah tarafından muzaffer kılmışım duyup öğrenince iman ederek Musa'nın yanma gelmiş. Beraberinde kızını ve Musa'nın eşi Sa-fura'yı, Musa'nın ondan doğan iki oğlu Cerşon ile Azir'i de getirmişti. Musa onu karşılayıp ikramda bulunmuş; İsrailoğullannm uleması da toplanıp ona saygılarını sunmuşlardı.

Anlatıldığına göre Yatiron, îsrailoğullanmn, aralarında meydana gelen anlaşmazlıkları çözümlemesi için Musa'ya çok fazla müracaat edip yanında büyük kalabalıklar oluşturduklarını görünce ona şöyle bir teklifte bulunmuştu: "Halkı biner, ikiyüzer, ellişer ve onar kişilik gu­ruplara ayır. Bunların başlarına rüşvetten ve hıyanetten hoşlanma­yan, güvenilir, iffetli ve Allah'tan korkan kimseleri sorumlu olarak ta­yin et. Bunlar, halk arasında meydana gelen anlaşmazlıkları çözümle­mek için hüküm versinler. Çözüme kavuşturamadıkları bir meseleyle karşılaştıklarında onu sana getirsinler. Sen de o zaman o müşkül mese-

leyi halledersin." Hz. Musa, kayınpederinin söylediklerini yaptı.

Dediler ki: îsrailoğull arı, Mısır'dan çıkışlarının üçüncü yılında yaz başlangıcında, Sina yanındaki Tih çölüne girdiler. Tur-i Sina çevresine yerleştiler. Musa, dağa çıktı. Rabbi onunla konuştu ve ona; İsrailoğullarına bahşettiği nimetleri onlara hatırlatmasını emretti. On­ları Firavun ile adamlarının pençesinden kurtarışım, kartal kanatları üzerindeymişçesine onları Firavun'un elinden ve pençesinden nasıl kurtarmış olduğunu hatırlatmasını emretti. İsrailoğullarına yıkanıp temizlenmelerini ve giysilerim de yıkayarak üçüncü güne hazırlanma­larını söylemesini emretti. Üçüncü günde Tur-i Sina dağının çevresinde toplanmalarını, boru sesini duydukları sürece ona asla yanaşmamala­rını, yaklaşanın öldürüleceğini, hayvanlarını dahi oraya götürmemele-rini emretti. Boru sesi kesilince de dağa tırmanabileceklerini söyledi. îsrailoğulları bu emre uyup yıkandılar, temizlenip kokular, sürün­düler. Üçüncü gün olunca dağın tepesinde büyük bir bulut peydahlan­dı. Buluttan sesler geliyor, içinde şimşekler çakıyordu. Boru sesi gerçek­ten müthişti. İsrailoğulları bundan çok korktular, oradan kaçıp dağın eteğinde durdular. Dağı büyük bir duman kapladı. İçinde nurdan bir sü­tun vardı. Dağın her tarafı şiddetli bir sarsıntı geçirdi. Borunun sesi, gittikçe artan bir şiddetle devam etti. Musa da dağın tepesinde duruyor­du. Cenâb-ı Allah onunla konuşuyordu. Aziz ve Celil olan Rabb, ona, dağdan inip İsrailoğullarına, Allah'ın tavsiyesini duymaları için dağa yaklaşmalarını söylemesini emretti. Musa da inip âlimlerine, Allah'a daha yakın olmaları için dağa çıkmalarını emretti.

Bu da, Ehl-i Kitabın kitaplarında neshin mutlaka vuku bulduğunu göstermekte olan bir nasstır. Musa dedi ki: «Ya Rabb! Onlar dağa çıka­mazlar. Çünkü sen, onları dağa çıkmaktan menetmiştin.» Bunun üzeri­ne Cenâb-ı Allah ona, gidip kardeşi Harun'u da beraberinde getirmesini emretmişti. Ama kahinleri, yani âlimleri ve îsrailoğullanmn diğerleri oradan pek uzakta değillerdi. Musa, emredilenleri yaptı. Onur ve üs­tünlük sahibi olan Rabbi onunla konuştu. O zaman ona on emri verdi. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre dağın yanında bulu­nan îsrailoğulları, Allah'ın sözlerini işitmişler, ama anlayamamışlar­dır. Ancak daha sonra Musa, onlara bu sözlerin manasım açıklamıştır. Onlar da Musa'ya: "Aziz ve Celil olan Rabbin söylediklerini sen bize teb­liğ et. Doğrusu biz ölmekten korkuyoruz."

Musa, onlara Rabbinin söylediklerini tebliğ etti ve, "Bunlar, on emirdir." dedi. On emir, şunlardı:

1- Ortaksız olan tek Allah'a kulluk et.

2- Yalan yere Allah adına yemin etme.

3- Cumartesi gününü muhafaza et. Yani haftanın bir gününü iba­detle geçir. (Bu günü Cenâb-ı Allah, Cuma günüyle değiştirmiştir.)

4- Rabbin olan Allah'ın bu dünyada sana verdiği ömrünün uzaması için ana ve babana ikram et, iyi davran.

5- Adam öldürme.

6- Zina etme.

7- Hırsızlık etme.

8- Arkadaşın için yalancı şahitlik etme.

9- Arkadaşının evine (haberi olmadan) göz atma.

10- Arkadaşının karısına göz koyma, kölesine, cariyesine, Öküzüne, eşeğine ve sahibi olduğu her hangi birşeyi ele geçirme arzusuna kapıl­ma. Onu çekememekten sakın!

Alimlerin çoğu, bu on emrin şu Kur' ân ayetlerinde kavram olarak yer aldığını söylemişlerdir:

«De ki: "Gelin Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: Ona hiç birşeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korku­suyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de, onları da biz besliyoruz. Kötü­lüklerin açığına da, kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti.

Yetimin malına yaklaşmayın. Yalnız erginlik çağına erişinceye ka­dar (onun malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir, onu uygun tarzda sar-fedebilirsiniz); ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Biz, kişiye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz. Söylediğiniz zaman da akrabanız da olsa adalet yapın ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Hatırlayıp öğüt alasınız diye (Allah) bunları size tavsiye etti. İşte benim doğru yolum bu, ona uyun. (Başka) yollara uymayın ki, sizi onun yolundan ayırmasın! (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye etti.» (el-Enâm, ısı-153.)

On emirden sonra da îsrailoğullanna zaman zaman çeşitli hüküm­ler ve değerli bazı tavsiyeler bildirildi. Bunlara bir zaman riayet ettiler. Ama daha sonra başkaldınp riayet etmez oldular. Sonra bu hüküm ve tavsiyeleri değiştirip tahrif ettiler. Hatta ortadan kaldırdılar. Meşru ve mükemmel hükümleri neshettiler! Oysaki bundan önce de, bundan son­ra da emir, Allah'ındır. O, dilediği gibi hükmeder. İstediğini yapar. Bile­siniz ki, yaratma ve emir, Ona aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, kutlu ve yücedir. O, buyurmuş ki: «Ey İsrailoğullan, biz sizi düşmanınızdan kurtardık ve Turun sağ yanında, (Musa'ya Tevrat'ı indireceğimizi) size va'dettik; üzerinize kudret helvasıyla bıldırcın indirdik. Size verdiğimiz nzkm temizlerinden yeyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür. Ve ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da yola gelen kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır." (Tâ-Hâ, 80-83.)

Cenâb-ı Allah, -kendilerini düşmanlarından kurtarıp zorluk ve

sıkıntının içinden çıkarmakla İsrailoğullarına yapmış olduğu iyilik ve ihsanı hatırlatıyor. Tur'un sağ taraflarına düşen yanında peygamberle­ri Musa ile konuşacağını onlara va'd etmişti İd, dünya ve ahiretleri için kendi yararlarına olacak hükümleri ona indirsin. Ekini ve davarı olma­yan Tih sahrasına zorunlu sefer ettiklerinde çekmekte oldukları zorluk ve sıkıntı durumunda gökten üzerlerine kudret helvası yağdırmıştı. Her sabah uyandıklarında evlerinde kudret helvası görüyorlardı. O gün, ertesi güne kadar kendilerine yetecek miktarda helvayı alıyorlar­dı. Daha fazla alanmki bozuluyordu. Az miktarda alana ya da artmaya­cak kadar çok alana yetiyordu. Ondan ekmek gibi |eyler yapıyorlardı. Çok beyaz ve tatlı idi. Günün sonu olduğunda da üzerlerine sürü halin­de bıldırcın kuşları geliyordu. Hiç zorluk çekmeden, akşam yemekleri­ne yetecek kadar bıldırcın yakalıyorlardı.

Yaz mevsimi gelince Cenâb-ı Allah, onları bir bulutla gölgelendirir-di. Bu bulut, onları güneşin sıcağından ve göz alıcı ışığından korurdu. Nitekim Cenâb-ı Allah onlara bahşetmiş olduğu nimetlerden şöyle bah­setmektedir: "Ey İsrailoğullan, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Ba­na verdiğiniz sözü tutun ki,ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun! Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğuma inanın ve onu inkar edenlerin ilki olmayın, benim ayetle­rimi bir kaç paraya satmayın ve benden sakının.» (el-Bakara, 40-41.)

Bundan sonraki ayetlerde de Cenâb-ı Allah hep bu mevzudan bah­seder ve bir kaç ayet sonra gelen ayetlerde şöyle buyurur: «Sizi Firavun ailesinden de kurtarmıştık ki (onlar), size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı ve bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve Firavun ailesini boğmuştuk; siz de bunu görüyordunuz. Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz onun ar­dından buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz. (Kendinize böylece) zulmediyor­dunuz. Bundan sonra da yine belki şükredersiniz, diye sizi atfetmiştik. Yola gelesiniz, diye Musa'ya kitap ve Furkan (hak ile bâtılı birbirinden ayıran ölçü) vermiştik. Musa, kavmine demişti ki:. "Ey kavmim, sizler, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin, yar atıcınız a tevbe edin de nefisleriniz (in kötü duygularm)ı öldürün. (Ya da buzağıya tapanları öldürün). Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. (Bu suretle O), sizin tevbenizi kabul buyurmuş olur. Çünkü O, öyle bağışla­yıcı, öyle merhametlidir. Bir zaman da: "Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça gör medikçe sana inanmayız." demiştiniz de derhal sizi yıldırım çarpmıştı; siz de bunu görüyordunuz. Sonra belki şükredersiniz diye sizi, ölümü­nüzün ardından tekrar diriltmiştik. Bulutu üstünüze gölgelik çektik; size kudret helvası ve bıldırcın indirdik: "Size verdiğimiz güzel nzıklar-dan yiyin." (dedik). Ama onlar bize değil, kendi kendilerine zulmediyor­lardı.» (el-Bakara, 49-57.)

Bundan sonraki ayetlerde de Cenâb-ı Allah hep bu mevzudan söz eder ve sonuçta şöyle buyurur: «Bir zaman Musa, kavmi için su (yağ­mur) istemişti; "Değneğinle taşa vur" demiştik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırmıştı. Her bölük kendi içecekleri pınarı bilmişti: "Al­lah'ın rızkından yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak (şuna buna) saldırmayın." (demiştik). Hani siz demiştiniz ki: "Ey Musa! Biz bir yemeğe dayanamayacağız. Bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, so­ğanından çıkarsın." (Musa): "İyi olanı, daha aşağı"olana mı değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, orada size, istediğiniz var." demişti. Üzer­lerine alçaklık ve düşkünlük damgası vuruldu; Allah'ın gazabına uğra­dılar. Öyle oldu. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar ve hak­sız yere peygamberleri Öldürüyorlardı. İsyana daldıkları,sınırı aştıkları için bunu hak ettiler.» (ei-Bakara, 60-eı.)

Cenâb-ı Allah, onlara kudret helvasıyla bıldırcın vererek in'am ve ihsanda bulunduğunu İsrailoğullanna hatırlatıyor. Onlar, hiç zahmet çekmeden ve emek sarfetmeden bu nimetlere kavuşuyorlardı. Kudret helvası, sabah erkenden evlerine yağıyordu. Bıldırcınlar da akşam üze­ri sürü halinde onlara gönderiliyordu. Cenâb-ı Allah onlara su da fış­kırttı. Musa, beraberlerinde taşımakta oldukları taşa, değneğiyle vu­runca taştan on iki gözede su fışkırdı. İsrail oğullarının her boyuna bir gözeden su akıyordu. Sonra onlar için berrak bir su akmaya başladı. O sudan alıp içiyor, hayvanlarını da Buluyorlardı. Kendi ihtiyaçları kada­rını da depoluyorlardı. Cenâb-ı Allah, onları sıcaktan korumak için, bir bulutla gölgelendirmiş ti.

Bu, Allah'ın büyük bir nimeti ve bol bir bağışıydı. Fakat onlar,bu ni­met ve bağışın hakkını tam olarak vermediler. Gereğince şükrünü ifa etmediler. Layıkı veçhiyle ibadet etmediler. Sonra çokları sıkıntıya dü­şüp rahatsız olduklarım söylediler. Kudret helvasıyla bıldırcın yerine, kendilerine yerin bitirdiği sebzelerden, kabaktan, sarımsaktan, merci­mekten ve soğandan verilmesini istediler. Böyle demelerinden dolayı Musa (a.s.) onları şiddetle azarlayıp kınayarak şöyle dedi: «İyi olanı, da­ha aşağı olana mı değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin; orada size, istediğiniz var.» Yani bu nimetlerin yerine istediğiniz o şeyler, irili ufak­lı bütün şehirlerde yaşayan ahalinin sahib olduğu şeylerdir. Layık ol­madığınız bu mertebeden inip o şehirlere gittiğinizde, istemekte oldu­ğunuz o değersiz yiyecekler, kalitesiz gıda maddelerim bulacaksınız. Ama ben sizin bu isteğinize icabet edecek değilim. İnat ve ısrarla açıkla­dığınız bu arzunuza muvafakat edecek değilim.

Kendilerinden sadır olan bu mezkûr sıfatların tamamı, onların ya­saklara riayet etmediklerini gösteriyor. Nitekim Cenâb-ı Allah buyur­muş ki:

«Ama bu hususta taşkınlık etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner, kimin üstüne gazabım inerse, artık o, (ateşe) düşmüştür.» (Tâ-hâ, sı.) Yani helak olmuş ve mahvolması hak olmuştur. Yıkıp helak eden de Allah'tır. Böylesinin üzerine, zorlu kuvvetin sahibi olan hükümdarın gazabı in­miştir!..

Fakat Cenâb-ı Allah,kendisine yönelip tevbe edecek ve azılı şeytana uymayı sürdürmeyecek olan kimseler için bu şiddetli tehdide, umut ve­rici ifadeleri de bitiştirmiş tir. «Ve Ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da yola gelen kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır.»(Tâ-Hâ, 82.) [9]

 

Allah'ı Görme İsteği

 

Yüce Allah buyurdu ki:

«Musa ile otuz gece (bana ibadet etmesi için) sözleştik ve buna (bu otuz geceye) on gece daha kattık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a dedi ki: "Kavmim için­de benim yerime geç, ıslah et, bozguncuların yoluna uyma." Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmağa gelip de Rabbi on(unl)a konuşunca: "Rabbim, bana (kendini) göster,sana bakayım!" dedi (Rabbi) buyurdu ki; "Sen beni göremezsin; fakat dağa bak. Eğer o yerinde durursa, sen de beni göreceksin!" Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca: "Sen yücesin, sana tevbe ettim, ben inananla­rın ilkiyim!" dedi. (Allah) buyurdu ki "Ey Musa! Ben elçiliklerimle (ver­diğim Tevrat sifirleriyle) ve konuşmamla seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükre derilerden ol!" Öğüte ve her şeyin açıklaması­na dair ne varsa, hepsini Musa için levhalara yazdık: "Bunları kuvvetle tut, kavmine de emret,bunların en güzelini tutsunlar. (Gereğince amel etsinler); size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl tarumar ettiğimi) gös­tereceğim!" Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular. Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanla­rın amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mi?» (el-A'râf, 142-147.)

Aralarında îbn Abbas ile Mesruk ve Mücahid'in de bulunduğu selef ulemasından bir grup demişler ki: Musa ile sözleşilen otuz gece, zilkade ayının tamamını içine alıyordu. Zilhicce ayından da on gece eklenince, kırk gece tamamlanmış oldu.[10] Şu halde Cenâb-ı Allah, kurban bayramı­nın birinci gününde Musa ile konuşmuş olmaktadır. Yine Öyle bir günde de Muhammed (s.a.v.)'in dinini tamamlayıp hüccet ve burhanlarını ortaya sürmüştür.

Musa (a.s.) vadeyi oruçlu olarak tamamladığında, kokmaya başla­yan ağzının kokusunu güzelleştirmek için ağaç kabuğu çiğnedi. Cenâb-ı Allah, on daha tutmasını emretti. Böylece kırk gece tamamlanmış oldu. Bu nedenle bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

«Oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha-hoştur!»

Musa, Tur-i Sina'ya gitmek için yola çıkarken, îsrailoğullarınm yö­netimini kardeşi Harun'a bıraktı. Seçkin, sevimli ve değerli, öz kardeşi, Allah yoluna davet etme işindeki yardımcısı Harun'a tavsiyede bulu­nan emirler vardı. Musa'nın mertebesi daha yüksek olduğu için ona emirler vermiştir. Emir alması, Harun'un peygamberliğiyle ters düş­mez.

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmağa gelip de Rabbi on(unl)a konuşunca...» Yani perde arkasın­dan onunla konuşunca... Hitabını ancak ona işittirdi.. Ona seslendi.. Onunla konuştu.. Onu kendine yaklaştırdı. Bu yüksek bir makam, şe­refli bir mansıp, yüksek bir kale ve şerefli bir konaktır. Dünya ve ahiret-te Allah'ın sonu gelmez salat-ü selamı onun üzerine olsun.

O, bu yüksek makama ve bu şerefli mertebeye ulaşıp Allah'ın hita­bım işitince, kendisiyle Rabbi arasındaki perdelerin kaldırılmasını is­tedi. Gözlerin kendisini görmekten aciz kaldığı, burhanı kuvvetli olan Ulu Rabbine dedi ki: «Rabbim! Bana (kendim) göster, sana bakayım.» (Rabbi) buyurdu ki: «Sen beni göremezsin!»

Sonra Cenâb-ı Allah, kendisinin tecelli edip görünmesi halinde Mu­sa'nın dayanamayacağını açıkladı. Çünkü ondan daha iri, daha sabit ve daha kuvvetli olan dağ bile, Rahman olan Allah'ın tecellisi ve görünmesi anında yerinde duramayacak ve paramparça olacaktı. Bu nedenle Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Fakat dağa bak. Eğer o yerinde durursa,sen de beni göreceksin.»

Eski kitaplarda nakledildiğine göre Cenâb-ı Allah ona şöyle demiş: «Ey Musa! Beni gören bir canlı mutlaka ölür. Beni gören cansız bir cisim de mutlaka yerinde duramayıp yuvarlanır!»

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadiste, Ebu Musa (r.a.), Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

«Allah'ın perdesi nurdur -bir rivayete göre ateştir- Eğer o perdeyi açacak olursa, yüzünün nurları, yaratıklarından gözünün görebildiği kadarını yakar!»

«Gözler onu göremez.» (ci-En'âm, 103.) Ayet-i kelimesiyle ilgili olarak İbn Abbas şöyle demiştir: «Bu, Allah'ın bir şeye göründüğü zaman o şe­yin yok olmasına sebeb olan nurudur.»[11]

Bu sebeple Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

«Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayıhnca: «Sen yücesin, sana tevbe ettim. Ben, inananların ilki­yim.» dedi.»

Mücahid'in tefsirinde ise şu ifadeler yer almaktadır: «Fakat dağa bak. Eğer yerinde durursa beni göreceksin.» Çünkü dağ, senden iri ve büyük olup, sana nispetle yaratılışça da kuvvetlidir. «Rabbi dağa görününce...» O da dağa baktı. Dağın, yerinde duramayıp sarsıldığını ve darmadağın olduğunu gördü. Dağı bu vaziyette görünce de düşüp bayıldı.

İbn Kesir tefsirimizde de naklettiğimiz gibi İmam Ahmed ile Tirmizî, Enes (r.a.)'in şöyle dediğim rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (s.a.v.) «Rabbi dağa görününce onu paramparça etti.» ayetini okuyun-ca,baş parmağının ucunu serçeparmağınm uçtaki mafsalının üzerine koyarak: «İşte şu kadarcık tecelli etti ve dağ (darmadağın olup yerin di­bine) battı.» dedi.

Süddî, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cenâb-ı Allah'ın azametinden ancak serçe parmak kadarı dağa göründü; dağı parampar­ça etti, toprak haline getirdi. «Musa düşüp bayıldı.» Katade: «Öldü.» de­mişse de doğru olan, bayılmış olmasıdır. «Ayılmca da: 'Sen yücesin» de­di. Yani senin azametini görmek insanlar için mümkün değildir. «Sana tevbe ettim.» Artık bundan böyle seni görme talebinde bulunmayaca­ğım. «Ben, inananların ilkiyim." Seni gören bir canlının mutlaka ölece­ğine, seni gören cansız bir cismin de yerinde duramayıp yuvarlanacağı­na inananların ilkiyim.

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan ve Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Pey­gamberler arasından beni (onlara üstün tutup) seçmeyin. Kıyamet gü­nünde insanlar düşüp bayılacaklardır. İlk ayılan ben olacağım. Ama bir de göreceğim ki Musa, Arşın ayağına tutunup duruyor. Bilemem, ben­den önce mi ayılmıştır. Yoksa Tur'daki bayılmasının karşılığını mı gör­müştür?» Bu rivayetin lafzı Buharî'ye aittir. Baş tarafında da «Hayır.. İnsanların üzerine Musa'yı seçene andolsun ki..» diyerek yemin eden ve Ensâr'dan biri tarafından tokatlanan bir Yahudi'nin kıssası yer almak­tadır. Bu olayı duyan Rasûlullah (s.a.v.) o zaman şöyle buyurmuştur: «Peygamberler arasından beni (onlara üstün tutup) seçmeyin!»[12]

Hz. Peygamber, tevazuundan dolayı böyle buyurmuştur. Ya da insanların öfke ve asabiyete kapılarak peygamberlerin birini, diğerleri­ne üstün tutmalarını önlemek için bu ifadeyi kullanmıştır. Ya da: «Peygamberlerin birini diğerlerine üstün kılmak, sizin yapabileceğiniz bir iş değildir. Onları birbirlerine nispetle üstün derecelere sahip kılan,ancak Allah'tır. Bu da sadece rey ile değil, ancak Allah'ın tevfiki ile ola­cak bir iştir!» demek istemiştir.

Peygamber Efendimiz bu sözü; "Kendisinin diğer peygamberlerden üstün olduğunu bilmeden Önce söylemiştir. Kendisinin onlardan üstün olduğunu anlamasından sonra bu sözü neshedilmiştir." diyen kimsenin sözü üzerinde tartışılabilir. Çünkü yukarıdaki hadisi, Ebu Said ile Ebu Hüreyre rivayet etmiştir. Ebu Hüreyre ise ancak Huneyn savaşından sonra Medine'ye hicret etmiştir. Peygamber Efendimiz'in, bu hadisi en azından Huneyn savaşından sonra söylemiş olduğu kesindir. Diğer pey­gamberlerden üstün olduğunu, daha önce değil de Huneyn savaşından sonra anlamış olması, akim kabul edeceği bir şey değildir. Doğrusunu Allah bilir. Hz. Peygamberin, insanlığın, hatta tüm yaratıkların en şe­reflisi olduğu hususunda şüphe yoktur. Nitekim Cenâb-ı Allah buyur­muş ki:

«Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz.» (Âi-i îmrân, ııo.) İslâm ümmeti de ancak peygamberleri Hz. Muhammed'in şe­refi sayesinde mükemmel bir ümmet olabilmiştir. Ayrıca onun şöyle bu­yurduğu da tevatür yoluyla sabit olmuştur:

«Kıyamet gününde ben, ademoğlunun efendisiyinı. Bununla da

övünmüyorum.»

Böyle buyurduktan sonra da, öncekilerle evvelkilerin gıpta ettikleri şefaat-i kübra makamının, sadece kendisine mahsus olduğunu anlat­mıştır ki Nuh, İbrahim, Musa ve Meryemoğlu İsa gibi (Ulu'1-azm) azm sahibi peygamberler başta olntak üzere bütün nebi ve mürseller, bu bü­yük makama yaklaşmaktan kaçınmışlardır.[13] Bir başka hadis-i şerifle­rinde de şöyle buyurmuşlardır: «(Kıyamet gününde İsrafil'in Sur'a üfle­mesi nedeniyle düşüp bayılanlar arasında) ilk ayıian, ben olacağım. Ayılmca da Musa'nın, Arş'in ayağına tutunmuş olduğunu göreceğim. Bilemem; benden Önce mi ayılmıştır, yoksa Tur'daki bayılıp düşmesinin karşılığı olarak mı (benden önce) ayılmıştır?»

Bu hadis, Cenâb-ı Allah'ın kulları arasında yargıda bulunmak mak­sadıyla kıyamet meydanında tecelli edip göründüğü esnada, yaratıkla­rın onun şiddet, heybet ve azameti karşısında düşüp bayılacaklarını, aralarında peygamberlerin sonuncusu, göklerle yerin Rabbi tarafından diğer peygamberlere üstün kılınıp seçilen Hz. Muhammed'in ilk olarak ayılacağmı kanıtlamaktadır. Ne var ki o, ayıldığmda Musa'nın, kendi­sinden daha Önce ayılıp Arş'm ayağını tutmuş vaziyette durduğunu gö­recektir. Doğru konuşan ve sözü doğrulanmış olan Peygamber Efendi­miz, buna değinerek şöyle buyurmuştur: «Bilemem; benden Önce mi ba­yılıp ayılmıştır?» Yani baygınlığı hafif şiddette olduğu için benden önce ayılmış olmalıdır. Çünkü Rabbin dağa tecelli etmesi nedeniyle dünyadayken de Musa, düşüp bayılmıştı. «Yoksa Tur'daki bayılıp düşmesinin karşılığı olarak mı (tam olarak bayılmamış ve dolayısıyla) benden önce ayılmıştır?»

Evet, bu hadiste bu balamdan Musa için büyük bir şeref vardır. Ama bu şeref, onun Hz. Peygamber'den her bakımdan üstün olmasını gerekli kılmaz. İşte bu sebeple Hz. Peygamber, bu vasfı ile Musa'nın şerefli ve faziletli olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü «Hayır, Musa'yı seçip tüm insanlığa üstün kılan Allah'a and olsun ki...» dediği zaman Yahudi'nin birini tokatlayan bir Müslümanm bu hadisle dikkatini çekmiştir. Çün­kü o Müslümanm bu davranışı, olayı seyredenler nazarında Hz. Mu­sa'yı küçük düşürecekti. Bu sebeple Hz. Peygamber, Musa'nın şeref ve faziletini açıklamıştı. Cenâb-ı Allah da Musa'nın faziletiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: «Ey Musa! Ben elçiliklerimle (verdiğim Tevrat sifir-leriyle) ve konuşmamla seni insanların basma seçtim.» (cl-A'râf, 144.) Yani, daha önceki zamanlar için değil de, sadece içinde bulunduğun zamanda seni insanların başına seçtim. Daha önceki zamanlar için olamaz.. Çün­kü senden önce gelmiş olan İbrahim Halil (a.s.), senden üstündür. Sen­den sonraki zamanlar için de olamaz.. Çünkü senden sonra gelecek olan Muhammed (s.a.v.), her ikinizden de üstündür. Nitekim onun, bütün nebi ve mürsellerden daha şerefli olduğu, İsrâ gecesinde açıklanmıştı. Ayrıca kendisinin de şöyle buyurduğu sabittir:

«Öyle bir makamda bulunacağım ki, İbrahim dahil, bütün halk ba­na gıpta edecektir.»

Cenâb-ı Allah da Musa'ya hitaben şöyle buyurmuştur: «Sana verdi­ğimi al ve şükredenlerden ol.» Sana verdiğim Tevrat levhalarını ve se­ninle yaptığım konuşmaları al. Daha fazlasını isteme ve buna karşı şük­redenlerden ol. «Öğüte ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa, hepsini Musa için levhalara yasdık.»Levhalar, nefis cevherdendi. Sahih hadiste Duyurulduğuna göre Cenâb-ı Allah, Musa için Tevrat'ı kendi eliyle yaz­mıştır. Onda, günahlardan caydırıcı öğütler vardır. İnsanların bilme ih­tiyacında oldukları her türlü helal ve haramın açıklaması vardır. «Bun­ları kuvvetle tut.» Azimle, güçlü ve samimi bir niyetle tut. «Kavmine de emret; bunların en güzelini tutsunlar.» Yani bu hükümleri çok güzel bir şekilde yerli yerine koysunlar. «Size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl tarumar ettiğimi) göstereceğim!» Bana itaat etmeyip emrime muhale­fet eden ve elçilerimi yalanlayanların akıbetini göreceksiniz. «Yeryü­zünde haksız yere büyüklenenleri, ayetlerimden (onları anlayıp aklet-mekten) uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de (her mucize ve harikayı müşahede etseler de) yine ona inanmazlar. Doğru yolu görse­ler, onu yol edinmezler. (Ona tâbi olmazlar). Ama azgınlık yolunu görse­ler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar. Ve onları umursamaz oldular.» Yani ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamaz oldukları, onları tasdike yanaşmadıkları, manaları üzerinde dü­şünmedikleri ve gereğince amel etmedikleri için onları anlamaktan uzaklaştıracağım!

«Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?» [14]

 

Hz. Musa'nın Gıyabında Kavminin Buzağıya Tapması

 

Yüce Allah buyurdu ki: «Musa kavmi, kendisin (in, Rabbi ile mülakata gitmesin) den sonra kendilerinin zinet takımlarından yapıl­mış, böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tanrı diye) benimsediler. Gör­mediler mi ki o, ne kendilerine konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? Onu benimsemediler ve zalimler (den) oldular. Ne zaman ki (pişmanlık­larından ötürü) başları elleri arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçek­ten sapmış olduklarını gör(üp anla)dılar. Dediler ki: "Eğer Rabbimiz bi­ze acımaz ve bizi bağışlamazsa, elbette ziyana uğrayanlardan oluruz!" Musa, kavmine kızgın ve üzgün bir halde dönünce: "Benden sonra ar­kamdan ne kötü işler yaptımz? Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?" dedi. Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): "Anamın oğlu, dedi. Bu insanlar beni hırpaladılar, az daha beni öldürüyorlardı. (Ne olur) düşmanları bana güldürme. Beni, bu zalim kavimle beraber tutma!"

(Musa): "Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetinin içine sok. Merhametlilerin en merhametlisi sensin!" dedi.

Buzağıyı (tanrı diye) benimseyenlere, muhakkak Rablerinden bir Öfke ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir! İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırırız. Ama kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip, inananlar (a karşı), muhakkak ki Rabbin, o (tevbe ve ima) ndaii sonra, elbette bağışlayan, esirgeyendir. Öfkesi dinince Musa, levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için yol gösterme ve rah­met vardl.» (el-Atâf, 148-154.)

«"Seni kavminden çabucak ayrıl (ip gel) meğe sevk eden nedir? (Ni­çin onları hemen bırakıp geldin) ey Musa?" (dedik.) Dedi: "Onlar benim arkamdan geliyorlar. Ya Rabbi, razı olasın diye sana çabuk geldim." (Al­lah): "Biz senden sonra kavmini sınadık. Samirî, onları saptırdı." dedi. Bunun üzerine Musa, çok kızgın ve üzüntülü bir halde kavmine döndü: "Ey kavmim, dedi. Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? (Ayrılış) süre(m) mi size uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üs­tünüze inmesini mi istediniz ki, bana verdiğiniz sözden caydınız, (Beni izleyip gelmediniz)?" Dediler ki: "Sana verdiğimiz sözden kendi başımı­za caymadık. Fakat o milletin (Mısırlıların) süs (eşyas)ından bize yük­letil (ip taşıtıl) mıştı. Onları (ateşe) attık. Aym şekilde Samirî de attı."

Samirî onlara, böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. De­diler ki: "Bu sizin tanrınız, Musa'nın da tanrısıdır. Fakat o unuttu (da gitti. Tanrıyı Tûr 3'öresinde arıyor)." Onlar görmüyorlar mı ki o (buza­ğı),kendilerine bir söz söyleyemez. Ne bir zarar, ne de yarar veremez? Önceden Harun, kendilerine: "Ey kavmim, andolsun ki siz bununla fit­neye düşürüldünüz (sınandınız). Rabbiniz, çok esirgeyen (Allah) dır. (Gelin) siz bana uyun, emrime itaat edin!" demişti. (Hayır) dediler: "Mu­sa bize dönünceye kadar buna tapmaktan vazgeçmeyeceğiz!" (Musa): "Ey Harun! Onların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu? . Neden bana uymadın? Emrime karşı mı geldin?" dedi. (Ve kardeşinin sakalından tutup çekmeğe başladı. Harun): "Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı tutma. Ben, senin: "İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın ve sözümü tutmadın" demenden korktum da onun için idare yoluna git­tim." (Bu defa Musa, Samirî'ye döndü): "Ey Samirî, ya senin kasdın ne­dir? (Nedir bu yaptığın senin?)" dedi.

(Samirî): "Ben, onların görmediklerini gördüm. O elçinin (Ceb­rail'in) ayak bastığı yerden bir avuç (toprak) aldım. Onu (eritilmiş mü­cevheratın içine) attım. Nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi." dedi.

(Musa: "Defol)! Git dedi. Artık hayat boyunca sen:" Bana dokunma­yın" diyeceksin. (Kime dokunsan o, hummaya yakalanacaktır. Onun için devamlı olarak: Bana dokunmayın, diyeceksin. Yalnız başına kala­caksın. Ahirette de) sana va'dedilen bir ceza var ki ondan asla şaşınlma-yacaksm. (Mutlaka o cezanı tam zamanında bulacaksın). Şimdi durup taptığın tanrına bak. Biz onu yakacağız. Sonra onu ufalayıp denize sa-vuracağız. Tanrınız, ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır."» (Tâ-Hâ, 83-98.)

Cenâb-ı Allah, Musa'nın kararlaştırılan vakitte Rabbi ile mülakat için Tura gidişi, orada kalıp Rabbiyle konuştuğu, ona bir çok sorular so­rup cevaplar aldığı süre zarfında İsrailoğullarının neler yapmış olduk­larım yukarıdaki ayetlerde anlatıyor.

İsrailoğullarmdan Harun es-Samirî denen bir adam, onların Mısırlılardan iğreti olarak almış oldukları mücevherleri ellerinden alıp ateşte eritti; onunla bir buzağı heykeli yaptı. Heykelin içine de, Cebra­il'in atının ayağının bastığı yerden bir avuç toprak alıp atmıştı. Cenâb-ı Allah'ın, Cebrail vasıtasıyla Firavun'u denizde boğduğu günde Samirî, Cebrail'in atının ayak bastığı yerden bir avuç toprak almıştı. Bu topra­ğı, buzağının heykeli içine atar atmaz, heykel, gerçek buzağı gibi böğür­meye başlamıştı.

Katade ve diğerlerinin anlattıklarına göre heykel; etli, kemikli, kanlı, canlı gerçek bir buzağıya dönüşüp böğürmeye başlamış. Arka ta­rafındaki bir delikten giren rüzgarın, heykelin ağzından çıkarken inek böğürmesi gibi bir ses çıktığını söyleyenler de olmuştur. Bu sesi duyduklarında îsrailoğulları, heykelin etrafında sevinç gösterileri yaparak oynamaya başlarlarmış. "Bu, sizin tanrınız ve Musa'nın tannsıdır. Ama o unuttu." dediler. Yani bu tanrısını burada bizim yânımızda unuttu. İş­te tanrısı buradadır, dediler.

Oysaki Allah, onların bu söylediklerinden çok üstündür, onun isim ve sıfatlan kutsaldır. Bağış ve nimetleri kat be kat fazladır.

Cenâb-ı Allah, onların tuttukları yolun yanlış olduğunu, nihayet bir hayvan ya da lanetli şeytan olan buzağıyı tanrı edinmelerinin de bâtıl olduğunu açıklarken şöyle buyurmuştur: «Onlar görmüyorlar mı ki o (buzağı), kendilerine bir söz söyleyemez; ne bir zarar, ne de bir yarar ve­remez.» (Tâ-Hâ, 89.)

«Görmediler mi ki o, ne kendilerine konuşuyor, ne de onlara yol gös­teriyor? Onu benimsediler ve zalimler (den) oldular.» (ei-A'râf, 148)

Anlatıldığına göre o hayvan (buzağı) ne konuşur, ne de cevap verir­miş; ne fayda, ne de zarar verirmiş.

Doğru yolu da gösteremezmiş. Buna rağmen onlar, kendi nefisleri­ne yazık ederek onu tanrı edinmişler ve tuttukları cehalet ile sapıklık yolunun da bâtıl yol olduğunu bile bile o buzağıya tapmışlar.

- «Ne zaman ki (pişmanlıklarından ötürü) başları ellerinin arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını gör (üp anla) dılar, dediler ki: «Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, el­bette ziyana uğrayanlardan oluruz!» (el-A'râf, 149.)

Musa Tur'dan dönüp İsrailoğullarının yanına gelip buzağıya tap­makta olduklarını görünce, elinde bulunan Tevrat yazılı levhaları yere bıraktı. Ehl-i Kitabın anlattıklarına göre o levhaları kırmış, yerlerine ona, başka levhaları Allah vermiş. Fakat Kurân-ı Kerîm'de Musa'nın o levhaları kırdığını bildiren ifadelere rastlanılmamaktadır. Ancak onla­rın sapıklıklarını gözleriyle gördüğünde, elindeki levhaları bırakarak onlara ve kardeşine çıkışmıştır. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığı­na göre Tevrat'ın yazılı olduğu levhalar iki taneymiş. Ama Kur'an'da anlatıldığına göre müteaddit levhalar imiş. Musa, kavminin buzağıya tapmakta oldukları haberini Allah'tan duyduğunda pek o kadar etki­lenmemişti. Bunun üzerine Allah, gidip durumu kendi gözleriyle gör­mesini ona emretmişti. Bu sebepledir M, bir hadiste Hz. Peygamber şöy­le buyurmuştur: «Haber, gözle görmek gibi değildir.»[15]

Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları yere bıraktıktan sonra Musa (a.s.), buzağıya tapmakta olan İsrailoğullarına yönelerek onları şiddetle azar­layıp kınadı, bu çirkin hareketlerinden Ötürü onları ağır bîr dille ayıpla­dı. Onlarsa, asılsız mazeretler ileri sürüp şöyle dediler: «O milletin (yani Mısırlıların) süs (eşyas)ından bize yükletil(ip taşıtıl)mışti. Onları (ate­şe) attık. Aynı şekilde Samirî de attı.»

Firavun milletinin mücevherlerini mülk edinmenin doğru olmadığı gerekçesiyle o mücevherleri ateşe attıklarını, onların eriyiğiyle buzağı­nın yapıldığını söyleyerek haklılıklarına dair bahaneler ileri sürdüler. Oysaki Cenâb-ı Allah o mücevherleri almalarım emretmiş ve onları kendilerine mubah kılmıştı. Halbuki kahredici güce sahip olan, hiç birşeye ihtiyacı olmadığı halde "her şeyin kendisine muhtaç bulunduğu bir ve tek olan Allah ile birlikte, böğürmesi olan buzağıya tapma husu­sunda amelsizlik, akılsızlık ve bilgisizliklerini mazeret olarak ileri sür­meleri gerekirdi.

Bundan sonra Musa, kardeşi Harun'a dönerek şöyle dedi: «Ey Ha­run! Onların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu? Neden bana uymadın?» Onların bu yaptıklarını gördüğünde niye bana uyma­dın, benim gittiğim yoldan gitmedin ve bunların yaptıklarım bana bil-dirmedin?

Harun ise şu karşılığı verdi: «"îsrailoğullan arasında ayrılık çıkar­dın" demenden korktum.» Onları bırakıp ta, yaptıklarını bana haber vermek için bana geldin, öyle mi? demeyesin diye işi idare ederek geçiş­tirmeye çalıştım. Çünkü onları idare etmem için beni kendi halefin ola­rak bırakmıştın. Bunun üzerine Musa: «Rabbim! Beni ve kardeşimi ba­ğışla. Bizi rahmetinin içine sok. Merhametlilerin en merhametlisi sen­sin, dedi» (el-A'râf, 151.)

Gerçekten de Harun (a.s.), onları bu kötü işten vazgeçirmek için çok uyarılarda bulunmuş ve onları şiddetle menetmişti.

«Önceden Harun, kendilerine: "Ey kavmim! Andolsun ki siz bunun­la fitneye düşürüldünüz (sınandınız)." demişti. Yani Cenâb-ı Allah'ın bu buzağının yapılışı ile bunu böğüren bir cisim haline getirmesi, sizi, sadece sınamak içindir. «Rabbiniz, (bu buzağı değil de) o çok esirgeyen (Allah)dır. (Gelin şu söylediğim hususlarda) bana uyun. Emrime itaat edin.» (Hayır) dediler: «Musa bize dönünceye kadar buna tapmaktan vazgeçmeyeceğiz!»

Cenâb-ı Allah, Harun'un onlara ikazda bulunduğuna tanıklık et­mektedir: «Şahid olarak Allah yeter!» (ei-Fetih, 28.)

Harun, onları buzağıya tapmaktan menetmişti. Ama onlar ona ita­at edip de uymamışlardı. Bütün bunlardan sonra Musa(a.s.), Samirî'ye dönüp şöyle dedi: «Ey Samirî, ya senin kastın nedir?» Bu işleri yapmaya seni iten sebep nedir? Samirî, «Onların görmediklerini gördüm.» dedi Cebrail'in bir ata bindiğini gördüm. «Elçinin (Cebrail'in atının) ayak bastığı yerden bir avuç (toprak) aldım.»

Bazı rivayetçilerin anlattıklarına göre Samirî, Cebrail'in atının bastığı yerlerin yeşerip otlandığım görmüş. Bu sebeple de atının bastığı yerden bir avuç toprak alarak buzağı heykelinin içine atmış ve olanlar olmuş. Bunun için de o şöyle demiş: «Onu (toprağı, eritilmiş mücevheratm içine) attım. Nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi» (Musa: «De­fol! Git, dedi. Artık hayat boyunca sen: "Bana dokunmayın" diyeceksin. Kime dokunsan o hummaya yakalanacak» Bu Musa'nın ona yaptığı bir bedduaydı. Çünkü o, ellememesi gereken toprağı ellemişti. Bu, onun dünyadaki cezasıydı. Ahiret için de ona bir ceza va'detmiş ve şöyle de­mişti. «Sana va'dedilen bir ceza var ki, ondan asla şaşırılmayacaksm.» Yani o cezayı tam zamanında bulacaksın. «Şimdi durup taptığın tanrına bak. Biz onu yakacağız. Sonra onu ufalayıp denize savuracağız!»

Böyle dedikten sonra Musa o buzağıya yöneldi; onu tutup yaktı. Katade ve diğerlerinin dediklerine göre onu ateşle yakmıştır. Ali, İbn Abbas've diğerlerinin dedikleri gibi onu buz gibi soğuk şeylerle yakmış­tır. Ehl-i Kitap da bu görüştedir. Yaktıktan sonra külünü denize savur-muştur. Küllerini savurduğu denizden su içmelerini İsrailoğullarma emretti. Suyu içenlerden, buzağıya tapmış olanların dudaklarına kül bulaştı. Bazı rivayetçilerin naklettiklerine göre, buzağıya tapmış olan­ların renkleri sararmıştır.[16]

Cenâb-ı Allah, Musa'nın onlara şöyle dediğini haber veriyor: «Tan­rınız, ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır.»

«Buzağıyı (tanrı diye) benimseyenlere, muhakkak Rabblerinden bir öfke ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir! İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırırız.» (el-A'râf, 152.)

Gerçekten de Cenâb-ı Allah, iftiracıları cezalandırmıştır. Sonra da yaratıklarına olan rahmetini ve yumuşak huyunu, tevbelerini kabul buyurmakla da kullarına olan iyilik ve ihsanını haber veriyor: «Ama kö­tülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlar (a karşı), mu-hakak ki Rabbin, o (tevbe ve ima) ndan sonra, elbette bağışlayan, esirge­yendir.» (el-A'râf, 153.)

Lakin Cenâb-ı Allah, buzağıya tapanların tevbelerini ancak onların öldürülmeleri ile kabul buyurmuştur. Nitekim buyurmuş ki: «Musa, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, sizler, buzağıyı (tanrı) edinmekle ken­dinize zulmettiniz. Gelin yaratıcınıza tevbe edin de nefislerinizi öldü­rün. Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. (Böylece O) sizin tev-benizi kabul buyurmuş olur. Çünkü O, öyle bağışlayıcı, öyle merhamet­lidir.» (el-Bakara, 54)

Denilir ki bir sabah uykudan uyandıklarında, İsrailoğullarımn pu­ta tapmamış olanları kılıçlarına sarıldılar. Cenâb-ı Allah, üzerlerine yağmur misali keler yağdırdı. Öyleki akraba akrabayı,hısım hısımı ta­nımaz hale gelmişti. Sonra bu kılıçlı kimseler, buzağıya tapanlara yö­nelmiş, onları tırpan gibi biçip öldürmüşlerdi. Rivayete göre bir sabah, onlardan 70.000 kişi öldürülmüştür. Sonra Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Öfkesi dinince Musa, levhaları aldı. Onlardaki yazıda, Rabblerinden korkanlar için yol gösterme ve rahmet vardı.» (el-A'râf, 154.)

Ayet-i kerimede geçen «Onlardaki yazıda» sözünü bazı kimseler, Tevrat levhalarının kırılmış olduğuna dair bir delil kabul etmişlerdir. Ancak bunun bir delil olması, kesin değildir. Bu lafızda, levhaların kırıl­dığına dair bir delil görülmemektedir. Doğrusunu Allah bilir.

Fitnelerden bahseden bir hadiste İbn Abbas şöyle demiştir: İsrailoğullarmm buzağıya tapmaları, onların denizden çıkmalarından sonra olmuştur. Buzağıya tapmak, onlardan beklenmeyen bir şey değil­dir. Çünkü denizden çıktıktan sonra: «Ey Musa! Nasıl ki onların tanrı­ları var, bizim için de bir tanrı yap.» demişlerdi.

Ehl-i Kitap kaynaklarında da böyle anlatılır. Kudüs taraflarına gel­meden Önce buzağıya tapmaya başlamışlardı. İsrailoğulları, içlerinden buzağıya tapanları Öldürmekle emrolunduklarmda; ilk günde 3000 ki­şiyi öldürmüşlerdi. Sonra Musa, bağışlanmaları için Rabbine gitti. Rab-bi de, kutsal toprağa girmeleri şartıyla onları bağışladı.

«Musa, tayin ettiğimiz (buluşma) vakt(i) için kavminden yetmiş adam seçti. (Onlar Allah'ı açıkça görmek istediler. Bunun üzerine) onla­rı bir sarsıntı tutunca (hepsi baygın düştüler. Musa) dedi ki: "Rabbim, dileseydin bunları da beni de daha önce helak ederdin. İçimizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helak mı edeceksin? Bu iş senin imtihanından başka birşey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dile­diğine yol gösterirsin. Seti bizim velîmizsin,bizi bağışla, bize acı! Sen ba­ğışlayanların en iyisisin! Bize bu dünyada da iyilik yaz. Ahirette de. Biz sana yöneldik.»

(Allah) buyurdu ki: «Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu, korunanlara, zekatı verenlere ve ayetlerimi­ze inananlara yazacağım.» Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de ya­zılı buldukları o elçi'ye, o ümmi peygamber'e uyarlar. O (peygamber) ki,kendilerine iyiliği emreder, kötülükten kendilerini men'eder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarmdaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura uyan­lar. İşte felaha erenler onlardır. (el-A'râf, 155-157.)

Süddî ve îbn Abbas'm anlattıklarına göre Musa'nın seçmiş olduğu yetmiş kişi,İsrailoğullarımn bilginleriydiler. Beraberlerinde Musa, Harun, Yuşa', Nazab ve Ebiho da vardı. Kavimlerinden olup buzağıya tapanlar namına Özür beyan edip af dilemek için Musa (a.s.) ile beraber Tur-u Sina'ya gittiler. Gitmeden önce temizlenip gusletmek ve güzel koku sürünmekle emrolundular. Tur dağına yaklaştıklarında dağın üs­tü bulutla kaplıydı. Bulutun içinde nurdan bir sütun vardı. Musa, bu haldeyken dağa çıktı.[17]

İsrailoğuliarı dağda Allah'ın konuştuklarını duyduklarını soyle-mişiei'dir. Onların bu sözlerine bir gurup tefsirci de katılmıştır. Cenâb-ı Allah'ın şu kavlini de buna yormuşlardır: «Oysa bunlardan bir grup var­dı ki, Allah'ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten sonra, bile bile onu değiştirirlerdi.» (ei-Bakara, 75.)

Yalnız yukarıdaki ayeti, bu manaya yormak zorunlu değildir. Çün­kü bir ayette Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: «Sonra ona eman ver ki Allah'ın sözünü işitsin.» (et-Tevbe, 6.) Yani tebliğciden işitsin. İşte İsrailoğulları da Allah'ın sözlerini, tebliğdi Musa'dan işitmişlerdi. Ayrı­ca İsrailoğulları, Musa'nın seçtiği yetmiş kişinin Allah'ı gördüklerini sanmışlardı. Bu da onların yanlışlıklarından biridir. Çünkü onlar, Al­lah'ı görmek istediklerinde bir sarsıntıya yakalanmışlardı. Nitekim Cenâb-ı Allah buyuruyor ki:

«Bir zaman da: "Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inan­mayız." demiştiniz de derhal sizi yıldırım çarpmıştı; siz de bunu görü­yordunuz. Sonra belki şükredersiniz diye sizi ölümünüzün ardından

tekrar dİriltmİŞtîk.» (el-Bakara, 55-56.)

«Onları bir sarsıntı tutunca (hepsi baygın düştüler. Musa) dedi ki: «Rabbim! Dileseydin bunları da beni de daha önce helak ederdin.» (el-A'râf,155.)

Muhammed b. îshak dedi ki: Musa, îsrailoğullarından iyilikleri sı­rasına göre yetmiş kişi seçti. Sonra onlara şöyle dedi: «Hemen Allah'a gi­din. Yaptıklarınızdan ötürü O'na tevbe edin. Ardında bıraktığınız kav­minizin bağışlanmasını da dileyin. Allah'ın huzuruna çıkmadan önce oruç tutun, yıkanıp temizlenin. Elbiselerinizi de yıkayıp temizleyin.» Rabbinin belirlediği vakitte huzuruna çıkmaları için, onları Tur da­ğına götürdü. Rabbinin izni ve bilgisi olmadan Musa, Tur dağına git­mezdi. O yetmiş kişi, Musa'dan Allah'ın konuşmasını işitmek istediler. Musa da, 'Yaparım." dedi. Dağa yaklaşınca dağı bir bulut kapladı. Mu­sa  daha  da  yaklaştı.  Bulutun içine  girdi  ve  beraberindekile-re: "Yaklaşın." dedi. Rabbi kendisiyle konuştuğunda alnına parlak bir nur gelirdi. Ademoğullarmdan hiç biri, ona bakacak gücü kendinde bu­lamazdı. Bu defa da Rabbiyle konuşurken kendisiyle beraberindeki ar­kadaşlarının arasına perde konuldu. Beraberindekiler dağa yaklaştı­lar. Nihayet bulutun içine girdiler. Hemen secdeye kapandılar. Cenâb-ı Allah'ın Musa'ya söylediklerini duydular. Ona: «Şunu yap, bunu yap­ma» şeklinde emir ve yasaklar veriyordu.

Cenâb-ı Allah konuşmasını tamamlayanca bulut açıldı. Musa, arka­daşlarına yöneldi. Yanlarına geldi. «Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görme­dikçe sana inanmayız!» dediler. Bunun üzerine onları sarsıntı yakaladı.Kendilerini yıldırım çarptı. Canları telef oldu. Topluca Öldüler. Bunun üzerine Musa, Rabbine yalvarıp yakararak şöyle dedi: «Rabbim! Dile­seydin, bunları da beni de daha önce helak ederdin. İçimizden bazı be­yinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helak mi edeceksin?» Yani içimiz­den buzağıya tapan beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi sorguya çekme. Doğrusu biz, onların yaptıklarından uzağız.

İbn Abbas, Mücahid, Katade ve İbn Cüreye dediler ki: Cenâb-ı Al­lah'ı açıkça görmek isteyen İsrailoğulları bir sarsıntıya yakalandılar. Çünkü onlar, kavimlerini buzağıya tapmaktan menetmemişlerdi.

Musa: «Bu (iş) senin fitnenden başka birşey değildir.» dedi. Yani bu, senin imtihan edip sınamandan başka birşey değildir. Bunu takdir eden de sensin. Buzağıya tapmalarını, onları imtihan edip denemek için icad eden de sensin, dedi. «Önceden Harun, kendilerine: «Ey kavmim! Andol-sun ki siz bununla fitneye düşürüldünüz (sınandınız).» demişti. Bu ne­denle Musa da, Rabbine şöyle demişti: «Onunla (sınamanla) dilediğim saptırırsın, dilediğine de doğru yolu gösterirsin.» Hüküm ve irade senin­dir. Hüküm ve yargına mani olacak, karşı duracak kimse yoktur. «Sen bizim velimizsin, bizi bağışla. Bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de. Biz sana yöneldik.» (ei-A'râf, 155-156)

Tevbe edip sana yöneldik. (Allah) buyurdu ki: «Azabıma, dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır.» Yaratıp takdir ettiğim işlerden biri ile dilediğim kimseyi azabıma çarptırırım. «Rahmetim ise, herşeyi kuşatmıştır.» Nitekim Buharî ile Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Cenâb-ı Allah göklerle yeri yaratma işini tamamladıktan sonra bir yazı yazdı. Bu yazı, O'nun yaranda ve Arş'm üstündedir.» «Doğrusu, benim rahmetim, gaza­bıma üstün gelmiştir!» «Onu (rahmetimi) korunanlara, zekatı verenle­re ve ayetlerimize inananlara yazacağım. Onlar ki o elçiye ve ümmî pey­gambere uyarlar.»

Bu ifadelerle Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed ile ümmetinin şanını yücelttiğini, Musa (a.s.)'ya duyurmuş olmaktadır. Yaptığı özel ve genel hitaplarla bunu Musa'ya duyurmuştur.

Katade'nin anlattığına göre Musa demiş ki: 'Ya Rab! Tevrat'ın yazı­lı olduğu levhalarda bir ümmetten bahsedildiğini görmekteyim. Bu­nun, insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı bir ümmet olduğu, iyiliği emredip kötülüğü menettiği anlatılıyor. Rabbim, bunları benim ümme­tim kıl." Cenâb-ı Allah şu cevabı vermiş: "Onlar, Ahmed'in ümmetidir!"

Musa demiş ki: "Ya Rab! Tevrat'ın yazılı olduğu levhalarda bir üm­metten bahsedildiğini görmekteyim. Bunun en son yaratılacak ama Cennet'e de ilk girecek ümmet olduğu anlatılıyor. Rabbim, bunları be­nim ümmetim kıl." Cenâb-ı Allah şu cevabı vermiş: "Onlar, Ahmed'in ümmetidir." Musa demiş ki: "Ya Rab! Tevrat'ın yazılı olduğu levhalarda bir ümmetten bahsedildiğini görmekteyim. Bunların incillerinin (ki­taplarının) göğüslerinde (hıfz edilmiş olup) okudukları; kendilerinden önceki ümmetlerinse, kitaplarına bakarak yüzünden okudukları, kitap ortadan kalkınca da hafızalarında kalmadığı için onu okuyamadıkları ve hükmünü bilmedikleri, bunlaraysa Allah'ın, Önceki ümmetlere ver­mediği hıfzetme melekesi verdiği, bu sayede kitaplarını ezberleyerek okudukları anlatılıyor. Rabbim, bunları benim ümmetim kıl." Cenâb-ı Allah şu cevabı vermiş: "Onlar, Ahmed'in ümmetidir!"

Musa demiş ki: «Ya Rab! Tevrat'ın yazılı olduğu levhalarda bir üm­metten bahsedildiğini görmekteyim. Bunlar ilk kitaba da, son kitaba da inanıyorlar. Sapıklığın liderleriyle savaşıyor,hatta kör gözlü Deccal'ı da öldürüyorlar. Daha doğrusu, böyle yapacakları anlatılıyor. Rabbim, bunları benim ümmetim kıl." Cenâb-ı Allah şu cevabı vermiş: "Onlar, Ahmed'in ümmetidir!"

Musa demiş ki: «Ya Rab! Tevrat'ın yazılı olduğu levhalarda bir üm­metten bahsedildiğini görmekteyim. Bunların, sadakalarını kendileri yedikleri halde sevap kazanacakları anlatılıyor. Oysa kendilerinden Önceki ümmetlerden bir kimse bir sadaka takdim ettiğinde, sadakası kabul edilince Cenâb-ı Allah bir ateş gönderir ve o ateş, sadakayı yakıp yok edermiş. Ama sadakası kabul edilmediği takdirde, sadakası olduğu gibi terkedilir; canavarlarla kuşlar o sadakayı gelip yerlermiş. Allah, bu ümmetin zenginlerinden sadakaları, zekatları aldırıp yoksullarına ver-dirirmiş. Rabbim, bunları benim ümmetim kıl." Cenâb-ı Allah şu cevabı vermiş: "Onlar, Ahmed'in ümmetidir!"

Musa demiş ki: "Ya Rab! Tevrat'ın yazılı olduğu levhalarda bir üm­metten bahsedildiğini görmekteyim. Bunlardan biri, bir iyilik yapmaya niyetlenir de sonra (herhangi bir sebepten dolayı) o iyiliği yapmazsa, ona ondan 700'e kadar sevap yazıhrmış. Rabbim, bunları benim ümme­tim kıl." Cenâb-ı Allah şu cevabı vermiş:" Onlar, Ahmed'in ümmetidir!"

Musa demiş ki:" Ya Rab! Tevrat'ın yazılı olduğu levhalarda bir üm­metten bahsedildiğini görmekteyim. Hem kendilerinin şefaatçi olacak­ları, hem de kendileri için şefaatte bulunulacağı anlatılıyor. Rabbim, bunları benim ümmetim kıl." Cenâb-ı Allah şu cevabı vermiş: "Onlar, Ahmed'in ümmetidir!" Anlatıldığına göre Musa (a.s.), bundan sonra elindeki levhaları yere atarak: "Allah'ım! Beni de Ahmed'in ümmetin­den kıl!" demiş.

Birçok kimse, Musa'nın Rabbiyle yaptığı konuşmadan bahseder­ken asılsız olan bir çok nakillerde bulunmuşlardır. Biz burada Allah'ın yardım ve tevfîki ile, bu konuda hadîs ve eserlere dayak nakillerde bulu­nacağız. Allah'ın yardımı, hidayeti ve desteği ne güzeldir.[18]

İbn Hıbban'm, "Sahih'mde yer alan bir hadiste, Muğire b. Şube, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

«Musa (a.s.), onur ve üstünlük sahibi Rabbine sordu:

- Cennetliklerin en düşük dereceli olanı kimdir?

- Öyle bir adamdır ki, Cennetliklerin tamamı Cennet'e girdikten sonra o gelir. Ona: "Cennet'e gir." denilir. O da sorar: "Nasıl gireyim ki? Herkes yerini almış ve konağına yerleşmiş!" Ona denilir ki: "Dünya hü­kümdarlarından birinin mülkü kadar Cennet'ten sana yer verilmesine razı olur musun?". "Evet, ey Rabbim." der. Ona şöyle denilir: "Sana bu verildi. Bir bu kadarı daha verildi." "Ey Rabbim, razı oldum!" der. Yine kendisine denilir ki: "Bununla birlikte sana, nefsinin arzuladığı, iştahı­nın çektiği ve gözlerinin lezzetlendiği şeylerle birlikte verilmiştir. (Mu­sa peygamber) Rabbinden sordu:

- Cennetliklerin en üst dereceli olanı kimdir?

- Onları sana anlatacağım. Onların keramet (ve şeref) lerini kendi elimle diktim. Üzerini mühürledim.Onlar için gözlerin görmediği, ku­lakların işitmediği, beşerin kalbinden geçmediği (nimetler) vardır."»

Bunu şu ayet-i kerime de teyid ediyor: «Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bile­mez!» (es-Secde,17.)

Yukarıdaki hadisi, Müslim ile Tirmizî, İbn Ömer'den, o da Süfyan b. Üyeyne'den rivayet etmiştir. Müslim'in lafzı şudur: «Cennetliklerin tamamının Cennet'e girip konaklarına yerleşmelerinden sonra gelen düşük dereceli Cennetlik adama denilir ki: "Dünya hükümdarlarından birinin mülkü kadar sana verilmesine razı olur musun?" O da: "Razı oldum, Rabbim." der. Kendisine: "Sana o kadar, bir o kadar daha, bir o kadar daha ve bir o kadar daha verildi." denir. Beşinci defa "Bir o kadar daha..." denildiğinde : "Razı oldum, Rabbim." diyecektir. Bu kez ona şöy­le denilecektir: "Sana on o kadar, ayrıca iştahının çektiği ve gözünün lezzetlendiği şeylerde verildi." "Razı oldum, Rabbim." diyecektir. (Musa peygamber, Rabbine) dedi ki:

- "Cennetliklerin en üst dereceli olanı kimdir?"

- "Onlardır ki şeref ve itibar (fidanlarını kendi elimle diktim, üzeri­ni mühürledim. Onlar için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği,be-şerin kalbinden geçmediği (nimetler) vardır."»

Bunu şu ayet-i kerime de doğrulamaktadır: «Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kim­se bilemez!»[19]

İbn Hibban, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

«Musa, onur ve üstünlük sahibi olan Rabbine altı özellik sordu. Bunların sadece kendisinde bulunduğunu sanıyordu. Sorduğu yedinci özelliği ise sevmiyordu. Demişti ki: 'Ya Rab! Hangi kulun daha takvah-dır?" "Zikreden ve asla unutmayandır." "Hangi kulun daha doğru yolda­dır?" "Hidayete tabi olandır." "Hangi kulun daha iyi hüküm verendir?" "Kendi nefsi için hüküm verdiği gibi insanlar için de aynıyla hüküm ve­rendir." "Hangi kulun daha bilgilidir?" "İlimden doymayan alimdir ki insanların bilgilerini kendi bilgisine katar." "Hangi kulun daha güçlü­dür?" "Gücü yettiğinde bağışlayandır." "Hangi kulun daha zengindir?" "Kendisine verilene razı olup onunla yetinendir." "Hangi kulun daha yoksuldur?" "Azımsayan kimsedir. (Kendisine verileni az görüp daha fazlasını isteyendir)."»

Rasûlullah (s.a.v.) da bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: «Zen­ginlik, mal çokluğuyla değildir. Zenginlik, ancak gönül zenginliğiyledir. Allah bir kul için hayır dilediğinde, onun zenginliğini gönlüne, takvasını da kalbine yerleştirir. Bir kul için de kötülük dilediğinde, onun yoksulluğunu gözlerinin önüne koyar.»[20]

İbn Abbas'tan gelen bir başka rivayette de aşağı yukarı aynı ifadele­re rastlanmaktadır. Yalnız bu rivayette anlatıldığına göre Musa (a.s.), Rabbine şöyle sormuş: 'Ya Rab! Hangi kulun daha bilgilidir?" "Kendisi­ni doğru yola iletecek, ya da kötülükten uzaklaştıracak bir kelimeyi bul­ma ümidiyle insanların ilmini kendi ilmine katandır." "Ya Rab! Yeryü­zünde benden daha bilgili bir kimse var mıdır?" "Evet, Hızır (a.s.) sen­den daha bilgilidir. Onu bulmanın yolunu sorup araştır,"»

Musa ile Hızır'ın buluşmalarını ve arkadaşlık edişlerini inşaallah ileride anlatacağız. Güvencimiz ve dayanağımız, Cenâb-ı Allah'tır.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'den naklen Hz. Peygam-ber'in şöyle dediğini rivayet etti: «Musa (a.s.): "Ey Rabb! İnanmış kulu­nun rızkı dünyada neden kısılmıştır?" diye sormuştu. Cenâb-ı Allah da Cennet kapılarından birini ona açmış, Musa da oraya bakınca (Allah Teâlâ) demiş ki: "Ey Musa! İnanmış kulum için işte bunları hazırladım!" Bunun üzerine Musa şöyle demiş: "Ey Rabbim! Senin onur ve üstünlü­ğüne andolsun ki, inanmış kulun, akıbetinin böyle olacağını bilse; yara­tıldığı günden kıyamet gününe kadar elleriyle ayaklan kopmuş olarak yüzüstü sürünse bile asla gam yemez!"

Sonra Musa yine şöyle sormuş: "Ey Rabbim! İnkarcı kulunun lizkı dünyada neden genişletilmiştir?" Musa'nın bu sorusu üzerine Cenâb-ı Allah Cehennem kapılarından birini ona açmış ve: "Ey Musa! İnkarcı kulum için işte bunları hazırladım!" demiş. Musa da şöyle cevap vermiş: "Senin onur ve üstünlüğüne andolsun ki, inkarcı kulun, akibetinin böyle olacağım bilse; yaratıldığı günden kıyamet gününe kadar bütün dünya kendisinin olsa yine onda bir hayır görmez!"» Bu hadisin şahinli­ği üzerinde tartışılabilir. Doğrusunu Allah bilir.

İbn Hibban, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Musa dedi ki: "Ya Rab! Bana öyle birşey öğ­ret ki, onunla seni anayım ve onunla sana dua edeyim." Allah buyurdu ki: "Ey Musa! "Lâ ilahe illallah" de." Musa: "Ya Rab! Bütün kulların bu­nu söylüyor." deyince, Allah dedi ki: "Lâ ilahe illallah"de. Bunun üzeri­ne Musa şöyle dedi: "Sadece bana mahsus birşey istiyorum." Allah bu­yurdu M: "Ey Musa! Yedi kat gök ile yedi kat da yerde bulunanlar bir ke­feye, "lâ ilahe illallah" sözü de karşı, kefeye konulursa, "lâ ilahe illallah" sözünün bulunduğu kefe ağır gelir!"»

Sünende rivayet edilen şu aşağıdaki hadis-i şerifte mana bakımın­dan bunu teyid ediyor: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: "Duaların en faziletlisi arefe duasıdır. Benim ve benden önceki peygam­berlerin söylediklerinin en faziletlisi şudur: "Allah'tan başka tanrı yok­tur. O'nun ortağı yoktur. Mülk (hükümranlık) O'nundur. Övgü O'nadır. O, her şeye güç yetirendir."

Ayet'el-Kürsî'nin tefsirini yaparken İbn Ebi Hatim dedi ki: Ahmed b. Kasım, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: İsrailoğulları, Mu­sa'ya: "Rabbin hiç uyur mu?" diye sordular. Musa da: "Böyle bir soru sor­mak hususunda Allah'tan korkun!" dedi. Onur ve üstünlük sahibi olan Rabbi ona seslendi: "Ey Musa! Rabbinin uyuyup uyumadığını sana sor­dular. Öyle mi? Şu halde her eline bir şişe al. Bu gece uyumadan ayakta bekle!" Musa, emredileni yaptı. Gecenin üçte biri geçince uyukladı, şişe­ler, dizlerine düştü; hemen ayılıp şişeleri yeniden ele aldı. Gecenin sonu olduğunda yine uyukladı; şişelerin ikisi de yere düşüp kırıldı. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Ey Musa! Eğer ben uyursam, göklerle yer düşer ve elindeki şişeler gibi kırılıp yok olurlar!"»

İbn Abbas der ki: İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah, rasûlüne âyet el-Kürsî'yi indirdi.

İbn Cerir, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)in minberdeyken Musa (a.s.)'yı anlatma sadedinde şöyle dediği­ni işittim: "Musa (a.s.), Aziz ve Celil olan Allah'ın uyuyup uyumadığını düşünmüştü. Cenâb-ı Allah ona bir melek gönderdi. Melek onu üç gece uykusuz bıraktı. Sonra her bir eline bir şişe tutuşturdu; onları muhafa­za etmesini istedi. Fakat Musa uyumaya başladı. Elleri bir birine değin­ce, şişelerin şmgırtısıyla uyanıyor ve ellerini (tabii ki şişeleri de) birbi­rinden uzaklaştırıyordu. Fakat sonunda öyle bir uykuya daldı ki, elleri birbirine çarpıldı, tabii ki şişeler de kırıldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Al­lah ona şöyle bir misal verdi: "İşte ben de uyursam, göklerle yer, yerle­rinde durmazlar!"»

Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: "Bir zaman da sizin sözünüzü almış, üzerinize dağı kaldırmıştık: "Size verdiğimizi kuvvetle tutun, içinde olanı hatırlayın ki, (azabımızdan) korunasınız." demiştik. Arkasından yine dönmüştünüz; eğer Allah'ın size iyiliği ve merhameti olmasaydı, el­bette ziyana uğrayanlardan olurdunuz." (ei-Bakara, 63-64.)

«Bir zaman da üzerlerine dağı, bir gölge gibi kaldırmıştık; üstlerine düşecek sanmışlardı: "Size verdiğimiz (kitabı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayıp yapın ki (azabımızdan) korunasmız!" (demiştik),(el-A'râf,171.)

İbn Abbas ile selef ulemasından bazıları dediler ki: Musa, Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları îsraiîoğullanna getirdiğinde, o levhalarda yazılı bulunan hükümleri kabullenmelerini, onu, azim ve kuvvetle tutmaları­nı emretti. Onlar ise: "Aç da görelim. Emir ve yasakları kolaysa kabul ederiz." dediler. Musa: "İçindeki şeylerle birlikte bu levhaları kabul edin." dedi. Defalarca onunla tartıştılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah meleklere emir verdi. Üzerlerine dağı bir gölge (bulut) gibi kaldırdılar. Tevrat'ı kabul etmezlerse, dağı üzerlerine bırakacaklarını söylediler de kabul ettiler. Secde etmeleri emredildi, secde ettiler. Yüzlerinin yan ta­rafıyla dağa bakıyorlardı. O secdeden sonra Yahudiler, "Azabı üzeri­mizden kaldıran secdemizden daha muazzam bir secde yoktur." demeyi âdet haline getirdiler.

Süneyd b. Davud, Ebu Bekr b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Musa, Tevrat'ın levhalarını açınca yeryüzündeki dağlarla taş­lar ve ağaçların hepsi titreyip sarsıldılar. Bu nedenle irüi ufaklı bütün Yahudiler, Tevrat okunurken mutlaka titreyip başlarını sallarlar."

Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "(Bu büyük olayı ve ulu ahdi müşahede ettikten) sonra yine dönmüştünüz. (Ahdinizi bozmuştunuz). Eğer Al­lah'ın size (peygamberler gönderip kitaplar indirerek) iyiliği ve merha­meti olmasaydı, elbette ziyana uğrayanlardan olurdunuz." [21]

 

İsrailoğullarının İneği

 

Yüce Allah buyuruyor ki: «Musa, kavmine: "Allah size bir inek kes­menizi emrediyor." demişti. "Bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. "Ca­hillerden olmaktan Allah'a sığınırım." dedi. "Bizim için Rabbine dua et, onun ne olduğunu bize açıklasın." dediler. Dedi ki: "O diyor ki: O (inek) ne yaşlı, ne de körpe, ikisinin ortasında bir inektir! Haydi, size emredile- , ni yapın." Dediler ki: "Bizim için Rabbine dua et, renginin nasıl oduğunu bize açıklasın." Dedi: "O diyor ki: "Rengi parlak, sarı bir inektir; bakan­lara sevinç verir." "Bizim için Rabbine dua et, onun nasıl birşey olduğu­nu bize açıklasın. Zira o inek bize (başka ineklere) benzer geldi. Ama Al­lah dilerse mutlaka (emredileni yapmağa) yol buluruz." dediler. Dedi: "O şöyle diyor: O, henüz boyunduruk altına alınmamış bir inektir. Yeri sürmez, ekin sulamaz. Salma (çifte koşulmamış), hiç alacası yok." "İşte şimdi gerçeği getirdin." deyip ineği boğazladılar. Az daha yapmayacak­lardı. Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmış tınız; Oysa Allah, gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı. Onun için "(ineğin) bir parçasıyla o (öldürüle) ne vurun." demiştik. İşte Allah böy­lece ölüleri diriltir. Size ayetlerini gösterir ki düşünesiniz.» (el-Bakam, 67-73)

İbn Abbas'm anlattığına göre İsrailoğullarmdan yaşlı ve çok zengin bir adam varmış. Çocukları olmayan bu adamın kardeşi oğulları var­mış. Mirasına konmak için ölümünü istiyorlarmış. Bir gece, kardeşi oğullarından biri gidip ihtiyarı öldürmüş.ve cesedini yol kavşağına ya da yakınlarından birinin kapısının önüne bırakmış.

Sabah olunca, ihtiyarı kim öldürdü diye birbirlerine düşmüşler. Öte yandan katil, feryad-ü figan ederek kalabalığın yanına sokulmuş ve: "Niye birbirinize düşüyorsunuz? Davanızı halletmesi için Allah'ın pey­gamberine gitsenize!" demiş. Maktulün kardeşi oğlu, amcasının duru­munu Hz. Musa'ya gidip haber vermiş. Katilin yakalanması için şikayette bulunmuştu. Bunun üzerine Hz. Musa: "Maktulün durumu hakkında bilgisi olan, Allah aşkına gelip bize yardımcı olsun!" demişti. Kimsenin bu hususta ona verecek bilgisi yoktu. Bu davanın çözümü için Rabbine müracaat etmesini istediler. O da bunu Rabbine sordu. Rabbi de Musa'ya, bir inek kesmeleri için İsrailoğullarına emir vermesini söy­ledi. Musa dedi ki: "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor." "Bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. Biz sana bu maktulün durumunu soruyo­ruz. Sen ise kalkmış, bize bunu söylüyorsun! Musa: "Cahillerden olmak­tan Allah'a sığınırım." dedi. Bana vahye dilenden başkasını söylemek­ten Allah'a sığınırım, dedi. Sormamı istediğiniz meseleyi kendisine sor­duğumda, Rabb'imin bana söylediği budur."

İbn Abbas ile diğerlerinin dediklerine göre İsrailoğulları, bir inek kesmekle emrolunduklarında herhangi bir ineği tutup kesmiş olsalar­dı, ilahî emri yerine getirmiş sayılacaklardı. Fakat onlar, işi inceledikçe Allah da kendilerine o işi zorlaştırdı.[22]

İneğin evsafım, sonra rengini, daha sonra yaşım sordular. Sorduk­ça da bulunması zor olan bir inek olduğu, onlara cevap olarak verildi. Bütün bunları, İbn Kesîr tefsirinde anlatmıştık.

Aslında onlar, orta yaşta bir inek kesmekle emrolunmuşlardı. Ama onlar peşine düşüp, işi kendileri için zorlaştırdılar. Rengini sordular. Renginin kırmızıya yakın parlak bir san olduğu ve bakanları sevindir­diği bildirildi. Bu renkte bir inek bulmak, zordu. Sonra işi daha da zor-laştırdılar: «Bizim için Rabbine dua et, onun nasıl bir şey olduğunu bize açıklasın. Zira o inek bize (başka ineklere) benzer geldi. Ama Allah di­lerse mutlaka (emredileni yapmaya) yol buluruz.» dediler.

İbn Ebi Hatîm ile İbn Merdeveyh'in rivayet ettikleri şu hadisin sa-hihliği tartışma konusudur: «îsrailoğulları (yukarıdaki ayet-i kerime­de) "Allah dilerse..." demeselerdi, o inek (i bulma imkanı) kendilerine verilmezdi.» Bu hadisin sahih olup olmadığını ancak Allah bilir.

(Musa) dedi: «O şöyle diyor: O, henüz boyunduruk altına alınmamış bir inektir. Yeri sürmez, ekin sulamaz. Ayıplardan salim, hiç alacası yoktur.» «İşte şimdi gerçeği getirdin.» deyip ineği boğazladılar; az daha yapmayacaklardı.

İneğin bu ayette anlatılan vasıfları, önceki ayetlerde anlatılan va­sıflardan daha zor, yani rastlanması çok zor olan vasıflardır. Çünkü bu ayette anlatıldığına göre İsrailoğulları, boyunduruk altına alınmamış, yeri sürmeyen, ekin sulamayan, ayıbı bulunmayan, alacasız olan bir inek kesmekle emrolunmuşlardır. Musa, onlara bu evsafı anlatınca, «İşte şimdi gerçeği getirdin.» demişlerdi.

Denilir ki: îsrailoğulları bu evsaftaki bir ineği çok aramışlar; sonun­da, babasına çok iyi davranan bir adamın yanında bulmuşlar. Ondan is-temişlerse de o, vermeye yanaşmamış. Fakat fiyatını yükselterek ineği vermeye onu razı etmişler. Süddî'nin anlattığına göre ineğin ağırlığınca altın vermişlerse de satmaya yanaşmamış; ama ağırlığının on misli al­tın verdiklerinde satmaya razı olmuş. Onlar da ineği böylece satın al­mışlar. Allah'ın peygamberi Musa, ineği kesmelerini emretmiş. «İneği boğazladılar. Az daha yapmayacaklardı.» Yani o hususta tereddüde düşmüşlerdi.

Sonra Allah'ın emri üzerine Musa, boğazladıkları ineğin baldır eti­ni ya da kıkırdağını, yahut boyun dibindeki bir parça etini, maktulün ce­sedine vurmalarını söyledi. Vurunca da Cenâb-ı Allah, maktulü diriltti. Ayağa kalktı; şah damarından kanlar sızıyordu. Musa (a.s.), ona: «Seni kim öldürdü?» diye sorunca ihtiyar: «Kardeşim oğlu beni öldürdü.» dedi ve tekrar düşüp Öldü, eski haline döndü![23]

«İşte Allah böylece ölüleri diriltir; size ayetlerini gösterir ki düşüne-siniz.»

Müşahede ettiğiniz gibi, Cenâb-ı Allah bu maktulü kendi emriyle nasıl dirilttiyse, aynı şekilde diğer ölüleri de diriltir. Onları diriltmek is­teyince, bir anda onları diriltir.

«Sizin yaratılmanız ve diril tümeniz, bir tek kişi (nin yaratılıp diril­tilmesi) gibidir.» (Lokman, 28.) [24]

 

Musa Île Hızır'ın Kıssası

 

Yüce Allah buyurdu ki: «Musa, uşağına demişti ki: "Durmadan (yü­rüyerek) iki denizin birleştiği yere varacağım veya üzün bir zaman yü­rüyeceğim." İkisi (yürüdüler), iki denizin birleştiği yere varınca balıkla­rını unuttular, (balık) sıyrılıp denizde yolunu tuttu. (O belirtilen yeri) geçip gittiklerinde (Musa) uşağına: "Kuşluk yemeğimizi bize getir(de yi­yelim), andolsun, bu yolculuğumuzdan (epey) yorgunluk çektik." dedi. (Genç):"Gördün mü?" dedi. "Kayaya sığındığımız vakit balığı unuttum. Onu söylememi, bana ancak şeytan unutturdu. (Balık), şaşılacak şekil­de denizin içinde yolunu tut (up git) ti!"

(Musa): "İşte aradığımız o idi." dedi. Tekrar izlerim takib ederek ge­riye döndüler, (kayaya vardılar. Orada) kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim Öğretmiştik. Musa ona: "Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?" dedi. (O da): "Sen benimle (beraber bulunmaya) sabredemezsin." dedi. "Sana bil­dirilmeyen birşeye nasıl dayanabilirsin?" (Musa): "İnşaallah" dedi. "Be­ni sabredici bulursun. Senin emrine karşı gelmem." (O kul): "O halde" dedi. "Eğer bana tabi olursan ben sana anlatmcaya kadar (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma."

Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdV(Musa): "Halkını boğmak için mi gemiyi deldin? Hakikaten sen müthiş bir iş yaptın!" dedi. (O kul): "Sen benimle beraber bulunma­ğa dayanamazsın demedim mi?" dedi. (Musa): "Unuttuğum şeyden ötü­rü beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma." dedi. Yi­ne yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar. (O kul) hemen onu öldürdü. (Musa): "Bir can karşılığı olmadan temiz bir canı öldürdün ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın!" dedi. (O kul): "Ben sana demedim mi, benimle beraber bulunmaya dayanamazsın?" dedi. (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra (bir daha) sana birşey sorarsam, artık bana arka­daş olma. (O zaman) benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır. (Artık benden ayrılmakta mazur sayılırsın.)" Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. (Köy halkı) onları ağırlamak­tan kaçındılar; Derken orada yıkılmaya meyleden (yıkılmak üzere olan)bir duvar buldular. Hemen onu doğrulttu. (Musa): "İsteseydin buna kar­şılık bir ücret alırdın." dedi.

"îşte, dedi. Bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. (Şimdi) sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim. O (yaraladığım) gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi, zorla alan bir kral vardı.

Çocuğa gelince: Onun anası babası mü'min insanlardı. Bunun, on­lara azgınlık ve küfür sarmasından (isyanıyla onlan şerre sürükleme­sinden) korktuk. İstedik ki Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz, daha merhametli birini versin. Duvar ise, şehirdeki iki yetim ço­cuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler. Ve Rab-binden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları ben kendili­ğimden yapmadım. îşte senin sabredemediğin şeylerin iç yüzü!» <ei,Kehf,60-82.)

Ehl-i Kitaptan bazıları dediler ki: Hızır'ın yanına giden Musa, Musa b. Mensa b. Yusuf b. Yakub b. İshak b. İbrahim Halil'dir. Ehl-i Kitap kaynaklarından alıntılar yapan bazı kimseler de bu görüşe katılmışlar­dır. Nevf b. Fizale el-Himyerî eş-Şamî el-Bikalî, bunlardan biridir. Bu­nun Şamlı olduğu söylenir. Anası, Kabü'l-Ahbar'm zevcesidir.

Fakat doğru olan, Kur'ân aj'etlerinin ifade ettiğidir. Şahinliğinde ittifak edilen bir hadisin açık ifadesi de şudur: "O, İsrailoğullanmn pey­gamberi, İmranoğlu Musa'dır."

Buharı, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğim rivayet eder: îbn Abbas'a dedim ki: "Nevf el-Bikalî, Hızır'la arkadaşlık eden Musa'nın, İsrailoğullarının Musa'sı olmadığım iddia ediyor." İbn Abbas dedi ki: "Allah'ın düşmam (Nevf) yalan söylüyor! Çünkü Ubeyy b. Ka"b, Hz. Pey-gamber'in şöyle dediğini işittiğini bana söyledi: «Musa, İsrailoğullanna hitab etmek üzere ayağa kalktı. Kendisine, "İnsanların hangisi daha çok bilgilidir?" diye soruldu. "Benim." diye cevap verdi. İlmin ancak Al­lah'a ait olduğunu söylemediği için, Cenâb-ı Allah onu kınadı ve şöyle vahyetti: "İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, o, senden daha çok bilgilidir." Musa: "Ya Rab! Ben ona nasıl giderim?" diye sordu. Cenâb-ı Allah buyurdu ki:' Yanma bir balık al. Onu zenbil içine koy. Ba­lığı nerede kaybedersen o kulum da oradadır."

Musa bir balık alıp bir zenbilin içine koydu. Sonra Yuşa1 b. Nun adındaki bir gençle birlikte yola koyuldu. Nihayet bir kayanın yanma vardılar. Başlarım kayanın üstüne koyup uyudular. Zenbilin içindeki balık hareketlendi. Oradan çıkıp denize düştü. Suların üstünden sıyrı­larak denizde yol almaya başladı. Cenâb-ı Allah suyu tutmuş; balık, su­yun altına inmemiş, suların üzerinden kayıp gitmişti. Genç uykudan uyandığında, balığın kaybolduğunu Musa'ya bildirmeyi unuttu. Günün kalan kısmında ve o gece yollarına devam ettiler. Ertesi sabah olunca Musa, uşağına dedi ki: "Kuşluk yemeğimizi bize getir (de yiyelim). An-dolsun, bu yolculuğumuzdan (epey) yorgunluk çektik." dedi.

Musa, Allah'ın kendisine, varmasına emrettiği yeri geçinceye kadar yorulmamıştı. Uşağı kendisine şöyle demişti: «Gördün mü? Kayaya sı­ğındığımız vakit balığı unuttum. Onu söylememi, bana ancak şeytan unutturdu. (Balık), şaşılacak şekilde denizin içinde yolunu tut(up git)ti.» Balık, sularm üstünden sıyrılarak gitmişti. Musa ile uşağı da bu­na şaşmışlardı. Musa, uşağına şöyle demişti: «İşte aradığımız o idi.» Tekrar izlerini takib ederek geriye döndüler. (Kayaya vardılar).» Ora­da, elbisesine bürünmüş bir adamla karşılaştılar. Hızır: Neredensin? selam sana, dedi. Musa da: «Ben, Musa'yım» dedi. "İsrailoğullarmm Musa'sı mı?" diye sordu. Musa şöyle cevap verdi:. «Evet. Doğruyu bulma­ma yardım edecek ilmini bana öğretmen için sana geldim.» Hızır: «Be­nimle beraber olmaya sabredemezsin.» Ya Musa! Ben, Allah katından bana verilen bir bilgiye sahibim. Sen onu bilemezsin. Sen de Allah ka­tından verilen ve benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin, dedi. Musa: «înşaallah beni sabreden biri olarak bulacaksın. Hiç bir işte sana karşı gelmeyeceğim.» dedi. Hızır ona şöyle dedi: «O halde eğer bana tabi olur­san, ben sanaanlatmcaya kadar (yaptığım) hiç birşey hakkında bana soru sorma.»'Bunun üzerine yürüdüler.

Deniz kıyısında yürüyorlardı. Yanlarından bir gemi geçiyordu. Kendilerini de gemiye almalarını söylediler. Gemi mürettebatı Hızır'ı tanıdılar. Ücretsiz olarak onları gemiye aldılar. Gemiye biner binmez Hızır, geminin tahtalarından birini keserle söktü. Musa ona dedi ki: Adamlar bizi ücretsiz olarak gemiye aldılar. Sen de gemilerini deldin! «Halkını boğmak için mi (böyle yaptın?!.) Hakikaten sen müthiş bir iş yaptın!»

Hızır: «Sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın demedim mi?» (Musa): «Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve bana bu işim­den dolayı bir güçlük çıkarma.» dedi. Musa (a.s.), sözünü ilk olarak unutmuştu. O esnada bir serçe gelip geminin kenarına kondu. Gagasıy­la denizden bir damla su aldı. Hızır, Musa'ya dedi ki: «Allah'ın ilmi kar­şısında ikimizin ilmi, şu serçenin gagasıyla denizden aldığı bir damla su kadardır!» Böyle dedikten sonra gemiden çıktılar. Deniz kıyısında yü­rümeye başladılar. Yürürken, çocuklarla oynamakta olan bir oğlana rastladılar. Hızır, oynamakta olan oğlanı yakalayıp kellesini çekti ve ço­cuğu öldürdü. Musa: «Bir can karşılığı olmadan temiz bir canı Öldürdün ha? Doğrusu sen çirkin bir iş yaptın!» dedi. (Hızır): «Ben sana demedim mi? Benimle beraber bulunmağa dayanamazsın!» dedi.

Hızır'ın bu ikazı, öncekinden daha sertti.

(Musa) dedi ki: «Eğer bundan sonra (bir daha) sana birşey sorar»

sam, artık bana arkadaş olma. (O zaman) benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır. (Artık benden ayrılmakta mazur sayılırsın.)» Yine yürüdü­ler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. (Köy halkı) onları ağırlamaktan kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere olan bir du­var buldular. (Hızır) hemen onu doğrulttu. (Musa) dedi ki: «(Bu kavim ki, kendilerinden yemek istedik, bize yemek vermediler ve bizi konukla-madılar) isteseydin (duvarı doğrultmana) karşılık bir ücret alırdın.» (Hızır) dedi İd: «İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. (Şimdi) sana, s abre dem ediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim.»

Hızır, ona, tuhaf bulduğu şeylerin gerekçelerini birer birer anlattı ve: «İşte, senin sabredemediğin şeylerin içyüzü!..» dedi.

Bu kıssayla ilgili olarak Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyur­muşlardır: «Cenâb-ı Allah ikisinin de kıssasını bize anlatıncaya kadar Musa'nın sabretmesini isterdik.»

Yine Buharî'nin, Süfyan b. Uyeyne'den yapmış olduğu bir rivayette şu ifadelere rastlamaktayız: «Beraberindeki genç Yuşa' b. Nun ile bir­likte Musa yola çıktı. Yanlarında bir de balık vardı. Nihayet bir kayanın yanma vardılar. Orada mola verdiler. Musa, başım kayanın üstüne ko­yup uyudu.»

Süfyan şöyle dedi: Kayanın dibinde âb-ı hayat denen bir su kaynağı vardı. İsabet ettiği her şeye hayat verirdi. Zenbildeki balığa da o sudan gelen sızıntılar isabet etmişti. Balık canlanıp zenbilden sıyrılmış ve de­nize girip gitmişti. Musa, uykudan uyandığında uşağına: «Kuşluk ye­meğimizi getir (de yiyelim). Andolsun, bu yolculuğumuzdan (epey) yor­gunluk çektik.» dedi.

Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Bir serçe gelip geminin kenarına kondu. Gagasını denize daldırıp bir damla su aldı. Onu gören Hızır, Musa'ya de­di ki: "Benim, senin ve bütün insanların ilmi, Allah'ın ilmi karşısında şu serçenin gagasıyla denizden aldığı su kadardır!"

Buharı, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet etti: İbn Abbas'm evinde oturmuş, kendisiyle konuşuyorduk. Bir ara "Bana soru sorun." dedi. Dedim ki: "Ya Eba Abbasî'Allah beni sana feda etsin. Kufe'de Nevf adında biri var. Bu adam, (Hızır'la buluşanın) İsrail oğullarının Musa'sı olmadığım iddia ediyor!" İbn Abbas: "Allah'ın düşmanı (Nevf) yalan söy­lemiştir.» dedi. Ve sözlerini şöyle sürdürdü: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: Allah'ın elçisi Musa bir gün halka vaaz etti. Öyleki halkın gözlerin­den yaşlar boşaldı. Kalpleri yumuşadı. Adamın biri yanına gelip: "Ey Al­lah'ın elçisi, yeryüzünde senden daha bilgili bir kimse var mıdır?" diye sordu. Musa, "Hayır." dedi. İlmin Allah'a ait olduğunu söylemediği için Rabbi onu kınadı ve kendisine: "Senden daha bilgili biri vardır." denildi. Musa sordu:

-Nerededir Ya Rab?

- İki denizin birleştiği yerde.

- Orayı bulmak için bana bilgi ver.

- Balığı kaybettiğin yerde onu bulacaksın. Yanma Ölü bir balık al. Balığın canlandığı yerde onu bulucaksm.

Musa bir balık alıp zenbilin içine koydu. Uşağına: "Görevin, balığın senden ayrıldığı yeri bana bildirmelidir." dedi. Uşağı da: «Şu halde fazla bir görevim yok.» dedi. Uşağının adı, Nun oğlu Yuşa' idi. Musa, mola verdikleri rutubetli yerde kayanın gölgesinde uyumaktayken zenbilde­ki balık canlanıp harekete geçmiş ve zenbilden çıkıp gitmiş. Uşağı da bu durumu bildirmek için Musa'yı uykudan uyandırmamış, "Uyanınca söylerim." demişti. Ama uyandığında da söylemeyi unutmuş. Balık, su­ların üstünden sıyrılıp gitmiş. Ama zenbilden çıkarken üzerinden geçti­ği kayada iz bırakmış. (Musa): "Andolsun, bu yolculuğumuzdan (epey) yorgunluk çektik." dedi. Uşağı da: "Allah, yorgunluğu senden koparmış­tır." dedi. Ve balığın kaybolduğunu ona bildirdi. Geri dönüp kayanın ya­nma geldiler. Hızır'ı, denizin ortasına serdiği yeşil bir keçenin üstünde uzanmış ve elbisesinin bir ucunu başının altına, diğer ucunu ayakları­nın altına atarak elbisesine bürünmüş vaziyette buldular. Musa ona se­lam verdi. Yüzünü açıp "Yanıma gelenler zararsız mıdırlar? Sen kim­sin?» diye sordu. Musa, cevap verdi:

- Ben Musa'yım.

- İsrailoğullannın Musa'sı mı?

- Evet.

- Burada işin ne?

- Sana öğretilenden doğruyu bulmama yardımcı olacak bilgiyi bana öğretmen için gelmiş bulunuyorum.

-Yanındaki Tevrat sana yetmiyor mu? Sana vahiy de geliyor. Ey Musa! Bende bir ilim var ki, onu senin öğrenmen gereksizdir. Sende bir ilim var ki, onu benim öğrenmem gereksizdir. Böyle konuşurlarken bir kuş gelip gagasıyla denizden bir damla su aldı. Onu gören Hızır, şöyle dedi: "Vallahi senin ve benim ilmimiz, Allah'ın ilmi karşısında şu kuşun denizden aldığı bir damla su kadardır!"

Nihayet gemiye bindiler. Geminin rotası üzerinde küçük iskeleler vardı. Bir kıyıdaki adamları karşı kıyıya taşıyordu. Geminin mürette­batı Hızır'ı tanıdılar ve: "Allah'ın iyi bir kulu Hızır mı?" diye sordular. Evet deyince, "Biz seni ancak ücretsiz olarak gemiye alırız." dediler. Ge­miye bedava bindirdiler. Bindikten sonra Hızır, gemiyi deldi, bir çivi çaktı. Böyle yaptığım gören Musa: "Halkım boğmak için mi gemiyi del-din? Hakikaten sen müthiş bir iş yaptın!" dedi. (Hızır): "Sen benimle be­raber bulunmağa dayanamazsın demedim mi?" dedi. Musa'nın ilk jcarşı çıkması, unuttuğundan dolayı olmuştu. İkincisi şarta dayalıydı. Üçün-cüsüyse kasıtlıydı. Musa: "Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve

bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma." dedi. Yine yürüdüler. Niha­yet bir oğlan çocuğuna rastladılar. (Hızır) hemen onu öldürdü!" Oyna­makta olan bir kaç çocuğa rastladılar. Hızır, zarif yapılı bir çocuğu yaka­layıp yere yatırdı ve bıçakla boğazladı. Musa: "Bir can karşılığı olmadan temiz bir canı öldürdün ha!.." dedi. Hiç bir kötülük yapmamış olan ve Müslüman bir çocuğu öldürdün! dedi. Yine yürüdüler. Nihayet "Yıkılmak üzere olan) bir duvar buldular. Hemen onu (eliyle) doğrult­tu." Musa: "İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın." dedi. Said "Yiye­ceğimiz bir bedel alırdın", anlamını vermiştir.

Ayetini İbn Abbas (r.a.), şeklinde oku­muştur. Buna göre ayetin manası şöyle olur: «Onların ilerisinde, her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı.» O-kralın adı da, anlatıldığına göre Hüded b. Büded'miş. Hızır'ın öldürdüğü çocuğun adı da Cey-sur'muş.

Gemiyi delme sebebini Hızır, şöyle açıklamış: Gemicilerin ilerisin­de sağlam gemileri zorla alan bir kral vardı. Gemiyi delerek kusurlu ha­le getirdim ki kral, kusurlu olduğunu görünce gemiyi ellerinden alma­sın. Fakat o kralın mıntıkasını geçtikten sonra gemiyi onarır ve ondan yine faydalanırlar.  

Bazılarının dediğine göre sahipleri, gemiyi şişeyle, diğer bazıları­nın dediğine göre de ziftle onarmışlar.

Hızır'ın öldürdüğü çocuğa gelince, «Onun anası babası mü'min in­sanlardı. (Kendisi kafirdi) Bunun onlara azgınlık ve küfür sarmasından (onları küfre sürüklemesinden; ona olan sevgilerinin, kendilerini ona tabi kılmasından) korktuk. İstedik ki Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz, daha merhametli (ana babasına iyilik eden) birini . versin.»

Hızır, bu açıklamayı, Musa'nın: «Temiz bir canı öldürdün ha?» de­mesi üzerine yapmıştı.

Cenâb-ı Allah; Hızır'ın öldürdüğü o oğlan çocuğunun yerine, ana ba­basına bir kız çocuğu vermişti.

İbn Abbas'm dediğine göre Musa (a.s.), îsrailoğullarına hitapta bu­lunmuş ve; «Allah'ı ve onun emirlerini benden daha iyi bilen bir kimse yoktur!» demişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Hızır'la buluşmasını ona emretmişti. Buluşma ve yukarıdaki hadiseleri beraberce yaşamış­lardı.

Zührî'nin rivayetine göre Abdullah İbn Abbas ile Hürr b. Kays b. Hısn el-Fezarî, Musa'nın arkadaşlık ettiği şahsın kim olduğu hususun­da tartışmışlar. İbn Abbas, o şahsın Hızır olduğunu söylemiş. O ara, Ubeyy b. Ka'b yanlarından geçiyormuş, îbn Abbas onu çağırıp şöyle de­miş: "Ben ve bu arkadaşım; Musa'nın, kendisiyle nasıl buluşacağım Rabbinden sorduğu ve bulduğu arkadaşının kim olduğu hususunda tartıstık. Sen bu hususta Rasûlullah (s.a.v.)'dan birşey duydun mu?" Ubeyy b. Ka'b: "Evet" demiş ve mezkur hadisi nakletmiş.[25]

«Duvar ise şehirde (Kaşih'in oğulları Asrem ile Sarum adındaki) iki yetimindi. Altında, onlara ait bir hazine vardı.» Denildiğine göre o hazi­ne, altındı.îkrime ise, ilim olduğunu söylemiştir. îbn Abbas da böyle de­miştir. Bu iki rivayeti, şöyle bir benzerlik noktasında birleştirebiliriz: O hazine altın bir levha olup üzerinde ilim yazılıydı'.

Bezzar, Ebu Zerr'in şöyle dediğini rivayet eder: Cenâb-ı Allah'ın, kitabında sözünü ettiği hazine, som altından bir levha olup üzerinde şu ibare yazılıydı:

«Kadere inandığı halde hırsla çalışana şaşarım.

Cehennemi hatırladığı halde gülen adama şaşarım.

Ölümü hatırladığı halde gaflette olana şaşarım.

Allah'tan başka tanrı yoktur. Muhammed de Allah'ın Rasûlü (elçi-si)dir.»

«(Yetimlerin) babaları da iyi bir kimse idi.» Bu iyi kimsenin, onların yedinci ya da onuncu babaları olduğu söylenir. Her takdirde bu ayet, iyi kimsenin anısının, kendi zürriyeti içinde korunacağını ispatlamakta­dır. Kendisinden yardım istenilen, Allah'tır.

«Rabbinden bir rahmet olarak...» Bu ayet, Hızır'ın peygamber oldu­ğunu ve hiçbir işi kendiliğinden yapmadığım, bilakis Rabbinin emriyle yapan bir nebi olduğunu ispatlamaktadır. Rasûl olduğunu söyleyenle­rin yanısıra veli olduğunu söyleyenler de vardır. İşin garibi, melek oldu­ğunu söyleyenler de olmuştur. Bundan daha da garibi, onun, Fira­vun'un oğlu olduğunu da söylemişlerdir. Dünyaya 1000 sene müddetle hükmetmiş olan Dahhak'm oğlu olduğunu söyleyenler de vardır.

İbn Cerir et-Taberi der ki: Ehl-i Kitap ulemasının çoğu, onun Feri­dun zamanında yaşadığı görüşündedirler. Zülkarneyn'den önce yaşadı­ğını söyleyenler de olmuştur. Zülkarneyn ile Feridun'un aynı şahıs ol­duğu da söylenir. Hz. İbrahim zamanında yaşayan süvari ve bahadır bir kimse olduğu ileri sürülür. Bu hükümdarla çağdaş olan Hızır'ın âb-ı ha­yat içmesinden ötürü zamanımıza kadar sağ kaldığı sanılmaktadır.[26]

Onun, İbrahim peygambere inananlardan birinin oğlu olduğu, Ba-bil şehrinden onunla birlikte göç ettiği, adının da Melkan olduğu söyle­nir. Adının, Ermiya b. Halkiya olduğunu söyleyenler de vardır. Rivayete göre Hızır (a.s.), Sebasib b. Behrâsib devrinde peygamber imiş.

İbn Cerir et-Taberî der ki: Feridun ile Sebasib arasında çok uzun de­virler geçtiğini, neseb ilmini bilenlerin hepsi bilirler. Doğrusu şu ki Hı­zır, Feridun devrinde yaşamış, Musa (a.s.) kendisine kavuşuncaya ka­dar hayatta kalmıştır. Musa'nın peygamberliği de, Pers hükümdarlanndan Feridun oğlu Ebrec'in oğullarından Menuşehr zamanında ol­muştur. Menuşehr, dedesi Feridun'dan sonra hüküm sürmüş adalet sa­hibi bir hükümdardır. Hendek kazdıran ve her kasabaya bir yönetici ta­yin eden ilk hükümdar, MenuşeKr olmuştur. 150 seneye yalan hüküm sürmüştür. Hz. ibrahim'in oğlu İshak (a.s.)m soyundan olduğu söylenir. Akıllan çelen, duyanlara hayret veren güzel hutbeleri, faydalı ve beliğ, aynı zamanda fasih sözleri nakledilir İd, bu da onun, İbrahim Halil (a.s.)'in soyundan olduğunu ispatlamaktadır. Doğrusunu Allah bilir.[27] Yüce Allah buyurdu ki:-

«Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı:

«Balan, size kitap ve hikmet verdim. Sonra yanınızda bulunan (kitap­lar)! doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?» demişti. «Kabul ettik.» dediler. «O halde şahit olun. Ben de sizinle beraber şahid olanlardanım.» dedi. (Al-îmrân, 81.)

Cenâb-ı Allah, peygamberlerin her birinden, kendisinden sonra ge­lecek olan peygamberlere inanıp yardıma olacaklarına dair söz aldı. Bu inanmayı, Hz. Muhammed için zorunlu kıldı ve ona yardımcı olmaları için söz aldı. Çünkü o, peygamberlerin sonuncusuydu. Ona'yetişen her peygamberin ona inanıp yardım etmesi hak olmuştur. Eğer Hızır da onun zamanında sağ olsaydı mutlaka ona uymak, onunla bir arada bu­lunmak ve ona yardımcı olmak mecburiyetinde kalacaktı. Bedir sava­şında onun sancağı altına girenlerden biri olacaktı. Nitekim o savaşta Cebrail ile diğer büyük melekler, onun sancağı altına girmişlerdi.

Hızır (a.s.), yâ nebidir - ki doğrusu da budur, ya rasûl ya da melek­tir. Her neyse Cebrail, meleklerin reisidir. Musa da Hızır'dan daha üs­tündür. Eğer hayatta olsaydı Hz. Muhammed'e inanıp ona yardım et­mesi vacib olurdu. Çoklarının dedikleri gibi veli olan Hızır eğer hayatta olsaydı, onun da Hz. Muhammedın yanma gidip ona iman etmesi ve yardımcı olması gerekirdi. Fakat bir gün bile Hızır'ın Hz. Peygamber'in yanma geldiğini, onunla buluştuğunu ifade eden ve bu hususta daya­nak teşkil eden ne hasen, ne de zayıf bir hadis mevcut değildir. Her ne kadar Hakîm'in bu konuda bir rivayeti varsa da senedi zayıftır. Doğru­sunu Allah bilir. [28]

 

Musa'nın Kıssasını Baştan Sona İçeren Fitneler Hadisi

 

İmam Abdurrahman en-Neseî, "Sünen" adlı eserinin Kitab'üt- Tef­sir bölümünde, «Sen bir adam öldürmüştün. Yine seni tasadan kurtar­mış ve seni iyice denemiştik.» (Ts-Hâ, 40.) ayetinden bahsederken fitneler hadisini nakleder: Abdullah b. Muhammed, Said b. Cübeyr'in şöyle de­diğini rivayet etti: Abdullah İbn Abbas'a          ayetindeki fitnelerin neler olduğunu sordum. Bana: "Ey Cubeyr'in oğlu, bunu yarın yine sor. Çünkü bununla ilgili uzun bir hadis vardır." dedi. Ertesi gün sabahladığımda, fitneler hadisini anlatma hususunda bana verdiği sö­zü yerine getirmesi için hemen İbn Abbas'm yanına gittim. Bana dedi ki: "Firavun ve maiyeti, Cenâb-ı Allah'ın İbrahim peygambere, onun so­yundan peygamberler ve hükümdarlar yaratacağına dair va'dini hatır­layıp üzerinde konuşmaya başladılar. Bazıları dediler ki: îsrailoğulları, bu va'din gerçekleşmesini beklemektedirler ve bu hususta kuşkuları da yoktur. Onlar, beklenen şahsın Yakub oğlu Yusuf olduğunu zannedi­yorlardı. Fakat o vefat e dince,"Allah'm vaadi böyle değildi," dediler. Fi­ravun: "Bu konudaki görüşünüz nedir?" diye sordu. Maiyeti ve yakın adamları toplamp müşavereye başladılar. Neticede şu karara vardılar: Eli bıçaklı adamlar görevlendirecekler. Bu görevliler, İsrailoğulları arasında dolaşacak ve yeni doğan bir oğlan çocuğu gördüklerinde onu keseceklerdi. Firavun'un adamları, İsrailoğullarının yaşlılarının kendi ecelleriyle, küçüklerinin de kesilerek ölmeleri üzerine nesillerinin tü­keneceğini düşündüler. Böyle olunca da, "îsrailoğullarının bizim yeri­mize yapmakta oldukları ağır hizmetleri, gün gelecek bizler yapmak du­rumunda kalacağız!" dediler ve şöyle bir karara vardılar: «Bir sene er­kek çocuklarını öldürüp kızlarını sağ bırakın. Bir sene ise hiç Öldürme­yin. Böylece küçükleri, ölen büyüklerinin yerini alıp büyürler. Sağ bı­raktıklarınızla onların sayıları pek fazlalaşmaz. Size üstün gelecekle­rinden korkmanıza gerek de kalmaz. Öldürdüklerinizle de tamamen yok olmazlar ve ihtiyaçlarınızı görecek kadar adamları da mevcut ka­lır."

Evet, bu görüşü bir karar haline getirip benimsediler. Musa'nın anası, erkek çocukların öldürülmediği senede Harun'a hamile kaldı ve onu güven içinde alenen doğurdu. Ertesi sene, yani erkek çocukların öl­dürüleceği sene de Musa'ya hamile kaldı,, kalbine keder ve üzüntü düş­tü. İşte bu da fitnelerden biriydi ey Cübeyr'in oğlu! Cenâb-ı Allah, keder­lenmekte olan Musa'nın anasına şöyle vahyetti:

«Korkma, üzülme, biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu pey­gamberlerden yapacağız.» (ci-Kasas, 7.)

Musa'yı doğurduğunda onu bir sandığa koyup denize bırakmasını ona emretti. Doğurunca, aynen öyle yaptı. Denize bıraktığı çocuğu göz­den kaybolunca, yanına şeytan geldi. Kalbine vesvese bıraktı, o da: Ben çocuğuma ne yaptım? Gözümün Önünde bıçakla boğazlansaydı da onu kefenleseydim, belki daha iyi yapmış olurdum. Öyle yapmış olsaydım, deniz hayvanlarına ve balıklarına yem olarak bırakmamdan daha çok hoşuma giderdi.

Musa'nın içinde bulunduğu sandık, nehrin, halkın su almakta ol­dukları oyuk bir kısmına gelip dayandı. Firavun'un cariyeleri oradan su almaktaydılar. Sandığı görünce hemen aldılar ve açmak istediler. Bir kaçı dediler ki: "Bunun içinde mal vardır. Kapağını açarsak, Firavun'un karısı, içinden bir miktar mal aldığımızı düşünül* ve her ne kadar alma­dığımızı söylersek de bize inanmaz." Böyle deyip sandığı olduğu gibi, aç­madan, Firavun'un karısının Önüne götürüp bıraktılar. Açınca, içinde bir oğlan çocuğu olduğunu gördü. Çocuğun sevgisini Allah onun kalbine bıraktı. O güne kadar hiç kimseyi, onun gibi sevmemişti. «Musa'nın anasının gönlü bomboş olmuştu.» Musa'dan başka hiç birşeyi düşüne­mez olmuştu. Eli bıçaklı devriyeler, sandıkta bir çocuk bulunduğunu duyunca, onu kesmek için Firavun'un karısının yanına koştular. Bu da fitnelerden biridir, ey Cübeyr'in oğlu! Firavun'un karısı, bıçaklı devri­yelere dedi ki: "Bunu Öldürmeyin. Bu bir tane ile Israiloğullannm sayısı artmaz. Hele bunu bırakın da Firavun'a götüreyim, bana bağışlamasını istiyeyim. Bana bağışlarsa,bunu öldürmemiş olmakla güzel bir iş yap-„   mış olursunuz. İlla da öldürülmesini emrederse, artık öldürürseniz sizi kınamam." Böyle dedikten sonar Firavun'un yanma gidip: "Bana da sa­na da göz bebeği (olacak bir çocuk).» dedi. Firavun da, senin için göz be­beği olabilir ama benim buna ihtiyacım yok, dedi. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

«Kendisine yemin edilen (Allah)a andolsun ki Firavun, karısı gibi (Musa'nın) kendisi için göz bebeği olduğunu kabul etseydi, karısını hi­dayete kavuşturduğu gibi kendisini de hidayete kavuştururdu. Ama onu bundan mahrum bıraktı.»

Firavun'un karısı, onun için emzikçi birini bulmak maksadıyla et­raftaki bütün kadınlara haber saldı. Musa, emzirmek için gelip kendisi­ni kucağına alan kadınların memelerini emmedi. Öyleki Firavun'un ka­rısı, süt emmemesi nedeniyle aç kalıp ölmesinden korktu. Fazlasıyla ta­salandı. Çocuğun, memesini emeceği bir emzikçi kadının bulunması ümidiyle pazar yerine ve halkın kalabalık bulunduğu yere çıkarılması­nı emretti. Hangi kadın memesini ağzına dayadı ise o, hiçbirinin meme­sini emmedi.

Öte yandan Musa'nın anası, kızına dedi ki: "Kardeşin Musa'nın izi­ni takib et, onu ara. Bak bakalım, onun hakkında birşeyler duyabilecek misin? O sağ mıdır? Yoksa onu hayvanlar mı yemiştir?" Böyle derken o, Allah'ın Musa'yla ilgili olarak ona verdiği sözü unutmuştu. Musa'nın ablası da "Onlar farkına varmadan onu uzaktan gözetledi." Emzikçi ka­dınların onu emzirmekten aciz kaldıklarını görünce sevinçten şöyle de-" di: «Sizin için onun bakımını üzerine alacak ve ona Öğüt ver (ip onu gü­zelce eğit) ecek bir aileyi göstereyim mi?»

Böyle deyince onu yakaladılar ve; "Bu ailenin çocuğa ne öğüt vereçeklerini biliyor musun? Hem bu aileyi tanıyor musun?" dediler. Bu hu­susta kuşkuya kapıldılar. Bu da fitnelerden biridir, ey Cübeyr'in oğlu! Musa'nın ablası onlara dedi ki: "Bu çocuğa öğüt verip iyi bakmakla hükümdarın yakınları arasına katılacaklarını umduklarından dolayı o aile, çocuğa güzelce bakacak ve hükümdardan fayda umacaklar."

Böyle deyince onu salıverdiler. Ablası da hemen anasının yanma koştu. Gördüklerim ona anlattı. Anası gelip kucağına alınca Musa, he­men onun memesine atıldı, emmeye başladı ve doyuncaya kadar emdi. Müjdeci de Firavun'un karısına koştu ve: "Oğlun için bir emzirici bul­duk." dedi. Kadın da Musa'nın anasına haber salıp onu yanma getirtti. Firavun'un karısı, çocuğun bu emzikçiye karşı olumlu davrandığını gö­rünce ona: "Sarayda kal, şu oğlumu emzir. Çünkü onu sevdiğim kadar hiçbir şeyi sevmiyorum." dedi. Musa'nın anası da şöyle dedi: «Evimi ve çocuklarımı bırakıp da burada kalamam. Yoksa onlar telef olurlar. Ama hoşuna giderse, çocuğu bana ver; onu kendi evime götürüp çocuklarımın arasına katarım." Böyle derken de, Allah'ın kendisine vermiş olduğu va'di hatırladı. Firavun'un karısıyla anlaşmazlığa düştü ve onu sıkıştır­dı. Cenâb-ı Allah'ın, kendisine vermiş olduğu sözü yerine getireceğine kesinlikle inandı. Aynı gün Musa ile birlikte evine döndü. Onu güzelce yetiştirip terbiye etti. Çünkü Cenâb-ı Allah, onun hakkında böyle hü­küm vermişti. Kasabanın kenar mahallesinde oturmakta olan İsrailoğulları, Musa aralarında bulunduğu sürece haksızlığa uğramak­tan ve angaryada çalıştırılmaktan kurtuldular.

Musa gelişip büyüyünce Firavun'un karısı, Musa'nın anasına bir gün tayin ederek: «Oğlumu bana getir de göreyim.» dedi ve vekil-i hasla­rına, dadılarına, hazinedarlarına da şu direktifi verdi: Bugün hepiniz oğlumu hediyelerle karşılayacaksınız. Ben de onu huzur içinde görmeli­yim. Her biriniz, kendisine neler sunduğunu, nasıl davrandığını bana birer birer anlatsın.

Musa, anasının evinden çıkıp Firavun'un karısının yanına varınca­ya kadar ihtiram, hediye ve ikramlarla karşılandı. Saraya girerken de Firavun'un karısı tarafından hediye ve ikramlarla karşılandı. Sevgi gösterilerine mazhar oldu. Kendisine iyi bakmış olduğu için anası da yüklü bahşiş aldı. Sonra Firavun'un karısı: "Musa'yı Firavun'a götüre-yim, o da kendisine ikram ve bağışta bulunsun." dedi. Firavun'un katı­na çıktıklarında Musa'yı onun kucağına bıraktı. Kucağında oturmak­tayken Musa, Firavun'un sakalını tuttu. Öfkelenen Firavun, onu yere bıraktı. Allah düşmanı fesatçılar dediler ki: "Allah'ın, peygamber İbra­him'e verdiği sözü biliyor musun? İşte bu çocuk, senin yerine geçeceğini ve seni mağlub edeceğini düşünüyor!" Bunun üzerine Firavun, eli bıçak­lı devriyelere, Musa'yı boğazlamaları için haber saldı. Bu da fitnelerden biri ve de en şiddetlisidir ey Cübeyr'in oğlu!

Öte yandan Firavun'un karısı koşarak geldi ve: "Bana bağışlamış olduğun bu çocuk hakkındaki düşüncem değiştirmene sebep ne?" diye sordu. Firavun: "Görmüyor musun? Beni mağlub edip üste çıkmaya ça­lışıyor!" dedi. Karısı, şöyle bir teklifte bulundu: "Gel, kendi aramızda bir deney yapalım, böylece gerçeği öğrenmiş olursun. İki ateş közü ile ikinci tanesi getir; çocuğun önüne bırak! İncileri tutup ateş közlerinden uzak durursa, aidinin erdiğini anlarsın. Yok eğer ateş közlerini tutup incilere yanaşmazsa; aklının ermediğini anlarsın. Ateş közlerini incilere tercih etmeyenin, akıllı bir kimse olmayacağını bilirsin."

Çocuğun önüne iki ateş közü ve iki de inci bıraktılar. Hemen ateş közlerini tuttu. Elini yakmasından korktuğu için kadın, ateş közlerini Musa'nın elinden alıp attı ve Firavun'a: "Görüyor musun?" dedi.

Musa, elini incilere uzatmak istemişti ama Cenâb-ı Allah, elini geri çekip ateş közüne uzatmıştı. İşte böyle, Allah, emrini mutlaka yerine getirir.

Musa güçlenip erkeklik çağına varınca, artık Firavun'un adamla­rından hiçbiri İsrailoğullanndan her hangi birine haksızlık edemiyor ve angarya işlerinde çalıştıramıyordu. îsrailoğulları bağımsız hale gelmişlerdi.

Musa, bir ara şehrin varoşlarında dolaşıyordu. İki kişinin kavgaya tutuşmuş olduklarını gördü. Kavgacılardan biri, Firavun'un adam­larından, diğeri de İsrailoğullanndan di. İsrailoğullanndan olan adam, Firavun'un adamına karşı Musa'dan yardım istedi. Bu durumu gören Musa'nın öfkesi başına sıçradı. Çünkü kendisinin îsrailoğullanna olan yakınlığını ve onlan korumakta olduğunu bildiği halde yine de Fira­vun'un adamı, onun gözü Önünde İsrailliye saldırıyordu. Zira Musa'nın anasından başka hiç kimse, Musa ile îsrailoğulları arasındaki bağın, süt bağından ileri bir bağ olduğunu bilmiyordu. Ancak bu hususta Cenâb-ı Allah, Musa'ya, başkasının farkedemeyeceği bazı işaretlerde bulunmuştu.

Bu olay karşısında kendini tutamayan Musa, Firavun'un adamına bir yumruk salladı ve onu öldürdü. Öldürdüğünü de Allah1 dan, Mu­sa'dan ve o İsrailliden başka gören olmamıştı. Adamı Öldürdüğünde Mu­sa şöyle dedi:

«Bu, şeytanın işindendir. O, gerçekten apaçık saptırıcı bir düşman­dır. Rabbim! Ben nefsime zulmettim; beni bağışla.» dedi. (Allah) onu ba­ğışladı. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. "Rabbim, dedi. Bana lütfettiğin nimetler hakkı için artık bir daha suçlulara arka olmaya­cağım." Şehirde korku içinde (haberleri ve sonucu) gözetleyerek sabah­ladı.»

Adamları Firavun'a gidip: "îsrailoğulları senin tarafından birini öl­dürdüler; öcümüzü al, onlara asla müsamaha etme." dediler.

Firavun da: "Katili ve aleyhinde tanıklık edecek birini bana getirin ki, gereğini yapayım." dedi.

Öldürülen kişi, hükümdarın yakınları arasında seçkin bir kimse ol­sa da hükümdarın, belgeye dayanmadan ve suçu sabit görülmeden kati­le kısas uygulaması kendisine yaraşmazdı. «Suçu tespit edici bilgileri bana getirin ki, hakkınızı alayını.» dedi. Firavun'un adamları her ne ka­dar araştırdılarsa da bir belge veya tanık bulamadılar. Öte taraftan Mu­sa, olayın ertesi günü, dünkü İsraillinin, bu defa Firavun'un adamların­dan bir başkasıyla kavgaya tutuşmuş olduğunu gördü. Yine İsrailli, Fi­ravun'un adamına karşı Musa'yı yardıma çağırdı. Bu olayla karşılaşan Musa, dünkü yaptığına pişman olmuş ve gördüğü şeyden hoşlanmamış­tı. Firavun'un adamının yakasına yapışıp vurmak isteyen İsrailliye kız­dı. Dünkü ve bugünkü kavgaya neden giriştiğini sorup azarladı: "Belli ki sen bir azgınsın" dedi. İsrailli, böyle demesinden sonra Musa'ya bak­tı. Dün Firavun'un adamını öldürürken kızdığı kadar kızmıştı. Kendisi­ne: "Belli ki sen bir azgınsın." demesinin ardısıra kendisini öldürmeye kasdettiğini sanmıştı. Ama Musa, onu öldürme niyetinde değildi. Yine Firavun'un adamını öldürmek istemişti. Musa'nın öfkelenip böyle de­mesinden korkan İsrailli: «Ey Musa! Dün bir canı öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun?" dedi. Musa'nın, kendisini Öldürmek is­tediği vehmine kapılıp korktuğu için böyle demiş ve hasmını bırakıp kaçmıştı. Öte taraftan Firavun'un adamı da, İsraillinin: "Dün bir canı öldürdüğün gibi şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun?" dediği zaman İsrailliden duyduğu haberi Firavun'a iletti. Bunun üzerine Firavun, Musa'yı öldürmeleri için cellatları gönderdi. Firavun'un adamlan ana caddede sakin sakin dolaşıp Musa'yı arıyorlardı, ama onun kaçıp kur­tulmasından korkmuyorlar di. Oysaki Musa'nın adamlarından olup şehrin öbür ucunda ikamet etmekte olan bir adam kısa yoldan koşup ge­lerek, Firavun'un adamlarından önce Musa'ya kavuştu ve hakkında ve­rilen ölüm cezasına ona haber verdi. İşte bu da fitnelerden biridir ey Cübeyr'in oğlu!

Musa, Medyen şehrine doğru yöneldi. Daha önce böyle bir belayla karşılaşmış değildi. Yol hakkında bilgisi de yoktu. Yalnız yüce Rabbine güveniyordu. «Umarım ki Rabbim beni doğru yola iletir.» dedi. Medyen suyuna vannca o (kuyu)nun başında bir çok insanlann (hayvanlarını) suladıklarını gördü. Onlann gerisinde de (diğerlerininkine karışmasın diye hayvanlannı) sudan alıkoyan iki kız buldu. (Onlara): "İşiniz nedir? (İnsanlardan niçin ayrı duruyorsunuz)?" dedi.

Kızlar: "Milletin arasına girip onlarla itişip kakışacak gücümüz yoktur. Havuzda bırakacakları artık suyu bekliyoruz." dediler. Böyle demeleri üzerine Musa, kuyudan onlar için su çıkardı. Kovayla çok su çekti. Böylece kızlar o gün, davarlanm herkesten önce sulamış oldular; hemen eve döndüler. Musa da kuyu başından ayrılıp bir ağacın gölgesi altında istirahate çekildi: ve "Rabbim, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım." dedi.

Babaları kızlarının tok karınlı ve şişkin memeli davarlanyla eve er­ken döndüklerini görünce durumu tuhaf karşıladı ve: "Bu gün sizde bir iş var." dedi. Onlar da Musa'nın yaptıklarını kendisine anlattılar. Mu­sa'yı gidip çağırması için, ikisinden birine emir verdi. Kız, Musa'nın ya­nma gidip onu eve davet etti. Eve geldi. Konuştular. Kızların babası ona şöyle dedi: "Korkma, o zalim kavimden kurtuldun." Firavun ve kavmi­nin bizim üzerimizde hakimiyetleri yoktur. Biz onun memleketinde de­ğiliz. Kızlardan biri dedi ki: «Babacığım, bunu (çoban) tut. İşte, ücretle tuttuklarının en hayırlısı budur. Hem de güçlü ve güvenilir (adam)dır.»

Gayret ve kıskançlık damarı kabaran babası, kıza: "Onun ne kadar güçlü ve ne kadar güvenilir olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Kız cevap verdi: "Güçlüdür.. Çünkü kuyudan kovayla su çekerken, su çekmede onun kadar güçlü bir adam bulunmadığını gördüm. Güvenilir bir insandır.. Çünkü eve çağırmak için yanma gittiğimde bana baktı. Kadın olduğumu anlayınca da başını öte yana çevirdi. Senin mesajını kendisine tamamen aktarmcaya kadar başım kaldırıp ta bana bakma­dı. Sonra bana: "Arkamdan gel ve yolu bana tarif et." dedi. Güvenilir bir kimse olmasaydı böyle yapmazdı."

Böyle konuşarak babasının kalbindeki şüpheyi giderdi. Babası da onun söylediklerini doğruladı. Bunun üzerine Musa'ya şöyle dedi: Ne dersin? «Bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sâ­na nikahlamak istiyorum. Eğer (bu süreyi) on (yıl)a tamamlarsan artık o, senin tarafından (bir iyilik)dir. Ben sana zahmet vermek istemem. İn-şaallah beni iyilerden bulacaksın.»

Böyle yaptı ve Allah'ın peygamberi Musa'nın üzerine, sekiz yıl çalış­mak, görev oldu. İki yıl da kendiliğinden çalıştı. Cenâb-ı Allah da bu şe­kilde hüküm verdi ve hizmetini on yıla tamamladı.»

Said İbn Cübeyr dedi ki: Hnstiyan bilginlerinden biri ile karşılaş­tım. Musa'nın iki süreden hangisini tamamlaaığını biliyor musun? de­di. Ben de hayır, dedim. Çünkü o gün ben, bu sorunun cevabım bilmiyor­dum. İbn Abbas'la karşılaştım; bu soruyu ona sordum. Bana dedi ki: "Bilmiyor muydun ki Allah'ın peygamberinin sekiz yıl çalışması, ona vacib olmuştur. Allah'ın peygamberi bu süreyi eksiltecek değildi. İki yıl da kendiliğinden çalıştı. Bu yolda Allah hüküm verdi ve Musa, hizmeti­ni on yıla tamamladı." Bir süre sonra o Hnstiyan bilginle karşılaştım. Bunu kendisine anlattım. Bana dedi M: "Kendisine sorup da bu bilgileri aldığın kimse, bu hususta senden daha bilgilidir." dedi. Ben de: "Evet, hem de fazlasıyla." dedim.

Musa, ailesiyle yola çıktı. İnsanların en güçlülerindendi. Asası da

elindeydi. Yola koyuldular. Ve kıssalarının bundan sonraki bölümüyle ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan durumlarla karşılaştılar.

Öldürdüğü adam için Firavun'un adamlarının, kendisine kötülük etmelerinden korktuğunu ve dilindeki tutukluğu Allah'a şikayet etti. Dilindeki tutukluk, onu çok konuşmaktan alıkoyuyordu. Kardeşi Ha­run'u kendisine yardımcı olarak vermesini Rabbinden diledi. Harun, kendisine yardımcı olacaktı. Diliyle iyi telaffuz edemediği sözleri, onun yerine Harun söyleyip açıklayacaktı. Onur ve üstünlük sahibi olan Al­lah, dilindeki tutukluğu çözdü. Harun'a da vahiy gönderip Musa'yı kar­şılamasını emretti.

Musa, elindeki asasıyla yoluna devam etti; Harun'la karşılaştı, be­raberce Firavun'a gittiler. İçeri girmelerine izin verilmediği için, kapıda bir süre beklediler. Uzun bir bekleyişten sonra, içeri girmelerine izin ve­rildi. Yanma vardıklarında, Firavun'a: "Doğrusu biz, senin Rabbinin elçileriyiz." dediler. "Rabbiniz kimdir?" dedi.

Kur' ân1 da anlatıldığı gibi ona Rab hakkında bilgi verdiler. "Ne isti­yorsunuz?" dedi. Musa, o adamı kendisinin öldürmüş olduğunu söyledi. Firavun'un bu hususta duyduklarından dolayı özür diledi ve: "Allah'a inanmanı, îsrailoğullarını da benimle beraber göndermeni istiyorum." dedi. Firavun, Musa'nın bu isteğini kabul etmedi ve: "Eğer doğru söyle-yenlerdensen bir ayet (mucize) getir." dedi. (Musa da) "Değneğini (yere) bıraktı." Değneği, ağzını açıp Firavun'a taraf koşuveren büyük bir yılan oluverdi. Yılanın kendisine doğru koşmakta olduğunu görünce tahtın­dan atlayıp, yılandan kendisini koruması için Musa'dan yardım istedi; Musa da onu korudu. Sonra elini koltuğunun altından çıkardı. Eli, ala-casız olmuş, pırıl pırıl parlıyordu. Elini yine koltuğunun altına koydu­ğunda eli, eski rengine donuverdi.

Firavun, bu meseleyi etrafındaki önde gelen şahsiyetlerle konuştu, fikirlerine başvurdu. Ona dediler ki:

«Bunlar iki büyücü, başka birşey değil. İstiyorlar ki büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarsınlar ve sizin örnek yolunuzu, (Bu güzel mülkünü­zü ve yaşantınızı) gi ders inler.» (Tâ-Hâ, 63.)

Musa'ya istediği şeyi vermeye yanaşmadılar ve Firavun'a şöyle de­diler: "Ey hükümdar! Senin ülkende büyücüler çoktur. Büyücüleri topla ki, kendi büyünle, Musa ve Harun'un büyüsünü alt edebilesin." Bu tek­lif üzerine Firavun, kendisine bağlı beldelere adam saldı. Adamları, bü­tün bilgili büyücüleri toplayıp Firavun'a getirdiler. Büyücüler, "Şu bü­yücü (Musa), büyü yaparken ne ile çalışır?» diye sordular. Firavun'un adamları da: "O, yılanlarla çalışır." diye cevap verdiler. Büyücüler de:

«Hayır vallahi; yeryüzünde bizim kadar yılanlarla, iplerle ve değnekler­le büyü icra edebilen kimse yoktur. Onu yenersek, ücretimiz ne olacak­tır?" Firavun: "Onu yenerseniz yakınlarım ve has adamlarım olursu-

nuz. İstediğiniz her şeyi size yaparım." dedi. "Süs günü (bayram günü) ve insanların toplandığı kuşluk vakti" buluşmak üzere randevu!aştılar.

Said b. Cübeyr'in rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Cenâb-ı Allah'ın Musa'yı Firavun'a ve büyücülere üstün getirdiği süs günü, aşure günüdür.

Musa ile büyücüler sahada bir araya geldiler. O zaman halk birbiri­ne: "Gelin şu işi seyredelim." dediler.

"Umarız ki büyücüler üstün gelirse biz de onlara uyarız."

«Büyücüler» sözü ile Musa ve Harun'u kasdetmişlerdi. Böyle de­mekle de onları alaya almak istemişlerdi.

Büyücülerin, önce işe koyulmalarım bekledikleri Musa'ya:

«Sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa (önce) atanlar biz mi olalım?» demeleri üzerine (Musa): «Hayır, siz atın.» dedi. İplerini ve değneklerini attılar ve:

«Firavun'un şerefine biz, elbette biz galib geleceğiz.» dediler.

Musa onların büyülerini görünce, içine bir korku düştü. Cenâb-ı Al­lah, ona:

«Değneğini at.» diye vahyetti. Atınca da değneği, ağzını açmış büyük bir yılana dönüştü ve bu yılan, büyücülerin yılanlarına yönelip onları birer birer yuttu. Ortada bir yılan ve bir ip dahi bırakmadı. Büyü­cüler bu hali görünce: "Eğer bu büyü olsaydı, bizim büyülerimizin mer­tebesine ulaşamaz ve onları yutamazdı." dediler. Bu, olsa olsa Allah'ın bir emridir. Biz ona ve Musa'nın getirdiği dine iman ettik. İçinde bulun­duğumuz halden ötürü Allah'a yönelip tevbe ediyoruz!" dediler.

Böylesine önemli bir yerde Cenâb-ı Allah, Firavun ve adamlarının belini kırdı.

«Hak ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa çıktı. Orada yenildiler, küçük düştüler.»

Öte yandan Firavun'un karısı, Musa'yı Firavun'a ve adamlarına üs­tün getirmesi için Cenâb-ı Allah'a eski giysiler içinde yalvarıp yakardı. Onu bu halde gören Firavun'un adamları, onun, Firavun ve taraftarları için acıyıp endişeye kapılmasından dolayı böyle yaptığını sanıyorlardı. Ama aslında o, Musa için üzülüp endişe ediyordu.

Musa, Firavun'un yalan vaadlerinin gerçekleşmesini uzun zaman bekledi. Her mucize geldiğinde Firavun, sıkıntıdan kurtulduğu takdir­de, îsrailoğullarını kendisi ile göndereceğini Musa'ya va'dediyordu. Fa­kat sıkıntı yok olunca Firavun, vermiş olduğu söze muhalefet ediyordu ve: «Ey Musa! Rabbin bundan başka bir sıkıntı verebilir mi?» diyordu. Cenâb-ı Allah, her biri mufassal bir ayet (mucize) olan tufanı, çekirgeyi, kımılı (haşereyi), kurbağaları ve kanı, Firavun kavminin üzerine gön­derdi.

Firavun, İsrailoğullarını kendisiyle birlikte göndermesi yolundaki isteğini yerine getirmek için Musa'ya, bu sıkıntıları üzerinden kaldır­ması için müracaatta bulunuyordu. Sıkıntı kaldırılınca da Firavun, sö­zünü yerine getirmedi. Nihayet Cenâb-ı Allah, milletiyle birlikte Mı-

sır'dan çıkıp gitmesini, Musa'ya emretti. O da geceleyin onları Mısır'dan çıkarıp götürdü.

Ertesi sabah, İsrailoğullarının çekip gitmiş olduklarım gören Fira­vun, etraftaki beldelere, onları yakalayıp getirecek adamlar gönderdi. Kendisi de büyük bir ordu ile peşlerine düştü. O esnada Cenâb-ı Allah, denize şöyle vahyetti:

«Eğer Musa değneğiyle sana vurursa, hemen ay­rılıp on iki yol haline gel. Musa ve beraberindekiler karşıya geçinceye kadar yollarım açık tut. Sonra da geride kalan Firavun ve adamlarım yakalayıp boğ!»

Musa, değneğiyle denize vurmayı unuttu. Deniz kıyısına vardığın­da deniz, Musa'nın değnekle kendisine vuracağı anda gaflette olma kor­kusuyla, dalgalarıyla gök gürleyişi gibi ses çıkardı. Gaflet içinde bulu­nuyor. Allah'a karşı gelmiş olurum, diye korkuyordu.

İki topluluk birbirlerini görüp birbirlerine yaklaştıklarında Mu­sa'nın adamları "İşte yakalandık!" dediler. Ey Musa, Rabbinin sana ver­diği emri yerine getir. Rabbin de, sen de asla yalan söylemiş değilsiniz! dediler. Musa da: Denizi geçeceğim zaman denizin, biz geçinceye kadar on iki yola ayrılacağını Rabbim bana va'd etmiştir, dedi ve değneği ha­tırladı.

Firavun ordusunun öncüleri, İsrail oğullarının arka kısımda bulu­nanlarına ulaştıkları anda Musa değneğiyle denize vurdu. Rabbinin emrettiği ve Musa'ya va'dettiği şekilde deniz yol verdi. Musa ile adamla­rı denizi geçip karşı kıyıya vardıklarında Firavun ve adamları denize girdiler. Allah'tan aldığı emir üzerine deniz onları yakalayıp boğdu. Mu­sa denizi geçince adamları: "Korkarız ki Firavun boğulmamış tır, onun Öldüğünden emin değiliz." dediler. Musa Rabbine dua etti. Rabbi de Fi­ravun'un ölü vücudunu denizden çıkarıp onlara gösterdi. Böylece onlar da onun öldüğüne yakinen inanmış oldular.

Bundan sonra îsrailoğulları puta tapan bir kavme uğradılar.

«Ey Musa! onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap.» dediler. (Musa):

«Doğrusu, siz bilgisiz bir milletsiniz, bunlar yok olacaklar ve işledikleri boşa gidecektir, dedi. Siz bu kadar ibretler gördünüz ve size yetecek ka­dar dersler işittiniz» dedi ve onları götürüp bir mevkie yerleştirdi. «Ha­run'a itaat edin. Doğrusu Allah onu, sizin üzerinize benim halefim kıldı. Ben Rabbime gidiyorum.» dedi. Otuzgün sonra geri geleceğini söyledi. Otuzuncu günde gelip yüce Rabbiyle konuşmakistedi. Otuz günü, geceleriyle birlikte oruçlu geçirmişti. Oruçlu kimselere mahsus koku ağzında varken Rabbi ile konuşmak hoşuna gitmediği için, biraz ot alıp ağzında çiğneyiverdi. Huzura vardığında Rabbi: "Niçin iftar ettin?" diye sordu. Rabbi, olanları hep biliyordu. Musa "Ağzım güzel kokuyorken se­ninle konuşmak istedim hepsi o kadar." dedi. Rabbi de ona şöyle karşılık verdi: "Ey Musa! Oruçlunun ağız kokusunun, benim katımda miskten

daha güzel olduğunu bilmiyor musun? Geri dön, on gün daha oruç tut­tuktan sonra yanıma gel." Musa, Rabbinin emrini yerine getirdi.

Musa'nın kavmi, belirtilen süre sonunda Musa'nın dönmediğini gö­rünce üzüldüler ve bu durumdan hoşlanmadılar. Bunun üzerine Ha­run, onlara hitab ederek şöyle dedi: "Siz.Mısır'dan çıkarken Firavun kavminin emanet ve iğreti mallan yanınızda vardı. Sizin de orada ema­net ve iğreti mallanmz kalmıştı. Bunları o mallarınıza mahsub etmeniz gerektiği görüşündeyim. Onların yanınızdaki emanet ve iğreti malları­nı size helal saymıyorum. Bunları onlara vermeyeceğimiz gibi, kendi­miz içinde tutmayacağız."

Böyle dedikten sonra bir çukur kazdı. Herkese, yanlarındaki ema­net ve iğreti eşyalarla mücevherleri bu çukura atmalarını emretti. Attı­lar. Sonra bu eşyalarla mücevherleri ateşe vererek yaktı, "Ne bize, ne de onlara..." dedi.

Samirî isimli kimse, ineğe tapan bir millettendi. îsrailoğullarından değildi. Onların komşusuydu. İsrailoğullan Mısır'dan göçerken bu da onlarla beraber göçmüştü. Cebrail'in atının ayağının bastığı yeri, bir te­vafuk eseri olarak görmüştü. Oradan bir avuç toprak almıştı. O toprak avucundayken Harun'un yanından geçmekteydi. Harun, ona: "Ey Samirî! Sen de elindekini çukura atmıyacak mısın?" diye sordu. Toprak elindeyken, o zamana kadar kimse onu görmemişti. Harun'un, elindeki­ni çukura atmasını emretmesi üzerine Samirî şöyle dedi: "Bu, sizi deniz­den geçiren elçinin (Cebrail'in) atının ayak izindeki topraktır. Bunu çu­kura atarken dileğimin gerçekleşmesi için dua etmen şartıyla çukura atarım, yoksa atmam." Çukura attı ve Harun da dileğinin gerçekleşme­si için dua etti. Atarken de: "Çukurdaki şeylerin buzağı (heykeli) olma­sını istiyorum." dedi. Çukura atılmış olan eşya, mücevher, demir ve bakır her ne varsa hep bir araya gelip yığıldı. îçi boş bir buzağı (heykeli) haline geldi. Böğürmesi olmayan bu buzağının canı da yoktu.

İbn Abbas dedi ki: Hayır vallahi, o buzağının sesi yoktu. Yalnız rüzgar arkasından girip ağzından çıkıyor, çıkarken de ses veriyordu.

İsrailoğuiları bir kaç gruba ayrıldılar. Bir grup: "Ey Samirî, bu ne­dir? Sen bunu bizden daha iyi bilirsin." dediler. Samirî de: "Bu sizin Rab-binizdir! Ama Musa yolunuzu saptırdı." dedi.

İkinci grup şöyle dedi: «Musa bize geri gelinceye kadar biz bunu ya­lanlamayız. Eğer Rabbimizse bunu kaybetmiş olmayız. Gördüğümüzde buna kulluk ederiz. Eğer bu bizim Rabbimiz değilse, o zaman Musa'nın sözüne uyarız."

Üçüncü grup ise şöyle dedi: "Bu buzağı, şeytan işidir. Rabbimiz de­ğildir. Ona inanmaz ve onu tasdik etmeyiz. Dördüncü grubun kalbine Samirî'nin sözlerinin doğruluğu (!) sindirilmişti. Bunlar buzağının tan­rılığını kabul etmiş, onu yalanlamıyacaklannıilan etmişlerdi.[29]

Harun (a.s) onlara şöyle dedi: «Ey kavmim, andolsun siz bununla fitneye düşürüldünüz (sınandınız). Rabbiniz, o çok esirgeyen (Al-îah)dır.» Bu değildir.

"Musa'ya ne oldu? Otuz gün sonra bize yine geleceğini söylemişti, ama sözünü yerine getirmedi. îşte gidişinin üzerinden otuz değil, kırk gün geçti." dediler. Beyinsiz takımı da: "Musa Rabbini kaybetmiş, onu arıyor" dediler. Cenâb-ı Allah Musa ile konuşup gereken şeyleri söyle­yince, kendisinin ardısıra kavminin karşılaştıkları durumları da anlat­tı, «Bunun üzerine Musa, milletine kızgın ve üzgün olarak geri döndü.» Kur' ân~ı Kerîm'de nakledilen sözleri onlara söyledi. «Kardeşinin başın­dan tutup kendine doğru çekti.» Öfkeli olduğu için, Tevrat'ın yazılı oldu­ğu levhaları da yere attı. Daha sonra kardeşi Harun'un mazeretini ka­bul etti ve onun için istiğfarda bulundu. Allah'tan onu bağışlamasını di­ledi.

Bundan sonra Samirî'ye yöneldi: "Sen niçin böyle yaptın?" diyerek ona çıkıştı. Samirî de kendim şöyle savundu: Cebrail'in atının bastığı yerden bir avuç toprak aldım. Bu toprağın önemini bildiğim için, duru­mu sizden gizledim.

«"Onu (zinet eşyalarının yakılıp eritildiği çukura) attım. Nefsim böyle yapmamı bana hoş gösterdi." dedi.

(Musa): "Defol! Doğrusu artık hayatta, "Bana dokunmayın" demen­den başka yapacağın yoktur. Senin için asla kaçamayacağın bir ceza da­ha vardır. Durup üzerinde titrediğin tanrına bak.. Onu yakacağız, sonra denize dökeceğiz." dedi.» (Tâ-Hâ, 95-97.)

Eğer şu buzağı gerçek tanrı olsaydı, yakılamazdı. İsrailoğullan fit­neye düşürülmüş olduklarını kesinlikle anladılar. Harun'un görüşüne uymuş olanlara imrendiler. Toplu olarak dediler ki: "Ey Musa! Rabbin-den bizim için tevbe kapısı açmasını dile. Tevbe edelim de günahlarımı­zı örtsün."

Bunun üzerine Musa, îsrailoğullarından Allah'a ortak koşmamış yetmiş mutena kimseyi seçti. Tevbe için onlarla birlikte Tur dağına git­ti, ama yer onları sarsıp titretiverdi. Başlarına gelen bu olaydan ötürü Allah'ın peygamberi Musa (a.s.), kavminden ve heyetinden utandı, on­lara karşı mahçub oldu. "Rabbim! Dileseydin daha önce beni ve onları yok ederdin. Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi yok eder misin?" dedi.» (d-A'râf, 155.)

Aralarında buzağı sevgisini ve ona imanı kalplerinde taşıyanlar hâlâ vardı. Bunu farkettiği için Cenâb-ı Allah, yere emir vererek onları sarsıp titretti. Ve şöyle buyurdu:

«Rahmetim herşeyi kaplamıştır. Bunu, Allah'a karşı gelmekten sa­kınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inanıp yanlarındaki İncil'de ve Tevrat ta yazılı buldukları, haber getiren, okuyup yazması olmayan peygamber Muhammed'e uyanlara yazacağız.» (ei-AVâf, 156-157.)

Musa şöyle demişti: «Ya Rab! Kavmimin tevbesini kabul buyurma­nı diledim. Sen demişsin ki: "Ben Rahmetimi Musa'nın ümmetinden bagka bir ümmete yazmışını". Ne olurdu? Beni o rahmet ettiğin peygam­ber (Muhammed)'in ümmetinin yaşayacağı zamana erteleyip o zaman ortaya çıkarsaydın!» Musa'nın böyle demesi üzerine Cenâb-] Allah şu karşılığı verdi. «Senin kavminin tevbesi ancak şöyle kabul edilir: Baba olsun evlat olsun, adamlarınız, karşılaştığı herkesi kılıçla vurup öldü­recektir. Orada vurduğu adamın kim olduğuna bakmayacaktır.» Duru­mu Musa ile Harun'a gizli kalan, ancak günah işledikleri, Allah tarafin-dan farkedildiği için suçlarım itiraf edenlerin tevbeleri kabul buyurul-du. Bunlar, emrolundukları gibi hareket ettiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, Öleni de öldüreni de bağışladı.

Bundan sonra Musa (a.s.), arz-ı mukaddes taraflarına yöneldi. Öf­kesi dinince, daha önce yere atmış olduğu levhaları kaldırdı. Allah tara­fından yapmakla emrolundukları görevleri kavmine açıklayınca, o gö­revleri ağır buldular ve yapmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine dağ, üzerlerine kaldırıldı, adeta bir göİge gibi üzerlerinde durdu. Tepelerine doğru yaklaştırıldı. Neredeyse üzerlerine düşecek sandılar. Kitabı elle­rine alıp emri dinlemeye ve dağa bakmaya başladılar. Üzerlerine düş­mesinden korktukları için geri planda durdujar. Sonra geçip arz-ı mu­kaddese gittiler. Orada, içinde zorba bir kavmin yaşamakta olduğu bir şehir buldular. Buranın insanları ahlaksızdılar. Anlatıldığına göre ora­da, müthiş irilikte meyveler yetişirmiş. îsrailoğullan dediler ki: "Ey Musa! Orada zorba bir kavim vardır.» Onlarla başa çıkamayız. Orada bulundukları sürece biz o şehre girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz."

"(Zorbalardan olup Allah'tan) korkanlardan iki adam dediler ki: " Biz Musa'ya inandık. Biz kendi kavmimizi biliyoruz. Siz onların beden­lerinin iriliğinden ve sayılarının çokluğundan korkuyorsunuz. Ama on­lar, yüreksiz ve güçsüzdürler. Kapıdan üzerlerine girin. Girdiğiniz tak­dirde siz onları yenersiniz."

Böyle dedikten sonra Musa'nın adamları arasına katıldılar. Bu iki kişinin, Musa'nın kavminden oldukları söylenir. Musa'nın adamları olan İsrailoğullarından olup korkanlar şöyle dediler: «Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz.. Sen ve Rabbin, gidin, sava­şın; biz burada oturuyoruz.» Böyle diyerek Musa'yı kızdırdılar. Musa da onlara beddua etti ve onları fasıklar olarak adlandırdı. Daha önceleri günah işleyip kötülük yaptıklarında onlara beddua etmemişti. Ancak o günde kızgınlığı had safhaya geldiği için onlara beddua etti. Cenâb-ı Al­lah da bedduasını kabul buyurdu. Musa gibi, Allah da onları fasıklar olarak adlandırdı. Orayı onlara kırk yıl süreyle yasakladı. Yeryüzünde şaşkın vaziyette dolaşıyorlardı. Her sabah uyandıklarında, durdukları yerin kendileri için kalınacak bir yer olmadığım görüyorlardı. Sonra çöl­de bir bulut onları gölgelendirdi. Üzerlerine gökten kudret helvası ve bıldırcın indirildi. Giysileri eskimiyor ve kirlenmiyordu. Bulundukları yerin meydanlığında, dört köşeli bir taş görüldü. Musa, değneğiyle ona vurunca taştan on iki göze, su fışkırmaya başladı. Her bir tarafinda üç göze vardı. İsrailoğullarının on iki boyundan her biri, hangi gözeden su içeceğini anladı.

Her nereye giderlerse gitsinler, o taşı bir önceki yerinde görüyorlar­dı.

Musa (a.s.)'m, Firavunun adamlarından birini öldürmesi mesele­siyle ilgili hadisi, İbn Abbas merfu olarak rivayet etmiştir. Fakat Mu­sa'nın öldürdüğü adamla ilgili sırrı, Firavun'un adamlarından birinin ifşa ettiğine dair İbn Abbas'm söylediklerini, Muaviye reddetmiştir. Reddederken de: "Musa'nın adam öldürdüğünü, Firavun'un adamların­dan biri nasıl açığa çıkarabilirdi? Halbuki öldürürken yanında İsrailli şahıstan başkası yoktu." demiştir. Muaviye'nin böyle demesi üzerine îbn Abbas kızarak Muaviye'nin elinden tutup onu, Sa'd b. Malik ez-Zührî'nin yanma götürmüş ve şöyle demiş: "Ya Eba İshak, Rasûlul-lah (s.a.v.)'m, Musa'nın, Firavun'un taraftarlarından birini öldürme-siyle ilgili olarak bize söylediklerini hatırlıyor musun? Musa'nın adam öldürüşünü, Firavun'un taraftarlarından biri mi, yoksa o olaya tanık olan İsrailli mi ifşa etmiştir?"

Bu hadisi İmam Neseî böyle rivayet etmiştir. İbn Cerir ile îbn Ebi Hatîm de tefsirlerinde Yezid b. Harun'dan naklederek böyle demişler­dir. Allah bilir ya en uygun olan görüş, bu hadisin mevkuf olduğudur. Bu hadisin merfu olduğu hususunda ihtilaf vardır. [30]

 



[1] Tirmizî, Kitabut-Tefsir, Hadis No: 3107.

[2] Tefsir-i Taberî, XI, 112.

[3] A.g.e

[4] Buharı, Babü's-Savmi Yevmi Aşura, Hadis No: 111.

İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/404-412.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 218-340.

[6] Tefsir-i Taberî, IX, 124-125.

[7] Buharî, Meğazî.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/413-421.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/422-427.

[10] Tefsir-i Taberî, IX, 32-33.

[11] Bkz. Tefsir- Taberî, IX, 34-35

[12] Buharı, III, 244; Husumat, Hadis No:l.

[13] Bkz. Aclunî, Keşfü'1-Hafa, Hadis No: 616.

[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/427-432.

[15] Camiüs-Sağir, Hadis No: 7574-7575.

[16] Tarih-i. Taberî, I, 298-300.

 

[17] Tefsir-i Taberî, IX, 50.

[18] Tefsir-iTaberî, IX, 45-46.                                       

[19] Müslim, îman, 308, 311, 312.

[20] Suyutî, Camiü's-Sağir, Hadis No: 376.

[21] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/432-444.

[22] Tefsir-i Kurtubî, I, 267.

[23] Tefsir-i Taberî, I, 285.

[24] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/444-446.

[25] Bkz. H.K.K.T. îbn Kesir Tefsiri, Kehf Sûresi.

[26] Tarih-i Taberî.I, 256.

[27] Tarih-iTaberî, I, 256.

[28] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/447-454.

[29] Bkz. Tefsİr-i Taberî, IX, 31.

[30] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/454-467.