Biri
Mü'min, Diğeri Kafir Olan İki Adamın Kıssası
Cumartesi
Günlerinde Aşırı Giden Eylelîlerîn Kıssası
Îsrail
Oğullarının Haberlerini Rivayet Etmeye İzin Verilmesi
Îsraîl
Oğulları Âbidlerinden Cüreyc'in Kıssası
Bunlar Adem
peygamberin zürriye tindendirler. Bu hususta ihtilaf yoktur. Buna delil olarak
da Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Said'den rivayet edilen şu hadisi
gösterebiliriz: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
«Cenâb-ı Allah,
kıyamet gününde diyecek ki: «Ey Adem, kalk ve ateşin hasrı gibi zürriyetini
hasret.» Adem de diyecek ki: «Ya Rab, ateş hasrı nedir?» Cenâb-ı Allah şöyle
buyuracak: «Her 1000'den 999'u ateşe, biri Cennet'e gidecektir.» İşte o zaman
küçük çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile de karnındaki yavruyu düşürecek ve
insanlan sarhoş halde göreceksin. Aslında onlar sarhoş değildirler, ama
Allah'ın azabı şiddetlidir.»
Yanında bulunan
sahabeler dediler ki:
- Ya Rasûlallah,
hangimiz o 1000'de biriz?
- Size müjdeler olsun,
sizden bir kişi, Ye'cûc ve Me'cûc'dan 1000 İrişi (Cehennem'e gidecektir).»
Başka bir rivayette
anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Size müjdeler olsun.
Doğrusu sizde iki ümmet vardır ki, hiçbir şeyde yokturlar. Ancak onların
çoklukları ve kalabalıkları vardır.» Bu da onların çokluklarını ve insanlardan
kat kat fazla olduklarını gösteriyor. Keza onlar, Nuh Peygamberin soyundan diri
ar. Zira yüce Allah, yeryüzü halkına beddua etmesi esnasında Nuh peygamberin
çağrısına icabet etmişti. Nuh peygamber şöyle beddua etmişti:
«Rabbim! Yeryüzünde
hiçbir inkarcı bırakma.» (Nah, 26.)
Cenâb-ı Allah da
buyurdu ki:
«Ama biz, Nuh'u ve
gemide bulunanları kurtardık.» (cl-Ankebût.ıs.)
«Ancak onun soyunu
sürekli kıldık.» (es-Sflrcat, 77.)
Müsned ve Sünende
rivayet edilen bir hadiste anlatıldığına göre Nuh peygamberin Sam, Hanı ve
Yafes adında üç oğlu varmış. Sam, Arapların atasıdır. Ham, Sudanlıların
atasıdır. Yafes de Türklerin atasıdır. Ye'cûc ve Me'cûc ise, Türklerden bir
taifedir. Bunlar Moğollar olup çok güçlü ve bozguncudurlar. Denildiğine göre
Türklere Türk denmesinin sebebi şudur: Zülkarneyn meşhur şeddi inşa ettiği
zaman Ye'cûc ve Me'cûc, şeddin gerisine sığındılar. Ancak bir kısımları, şeddin
bu tarafında kaldılar. Bu kalan kısım, Ye'cûc ve Me'cûc1 un öte yana geçenleri
gibi bozguncu değildiler. Bu yüzden bunlar, şeddin bu tarafinda bırakıldılar.
Kendilerine ilişilmedi ve (terk edilmiş anlamına gelen) Türk adı verildi.
Ye'cûc ve Me'cûc'un,
Adem peygamberin ihtilam olduğu esnada spermasının yere damlayıp toprakla
karışmasından yaratılmış olduklarım ve onların Havva'dan doğmadıklarını iddia
eden kavle gelince, bu kavil, Şeyh Ebu Zekeriyya Nevevî'nin "Müslim
şerhi"nde naklettiği bir kavildir. Bunu, başkaları zayıf bir kavil olarak
nitelemişlerdir. Çünkü buna dair herhangi bir delil mevcut değildir. Aksine
bu, bugünkü insanların tümünün Nuh peygamberin zürriyetinden olduklarına dair
naklettiğimiz ve Kur'ân nassı ile teyid edilen görüşümüze muhaliftir. Aynı
şekilde Ye'cûc ile Me'cûc'un muhtelif şekillerde ve birbirine zıt boylarda
olduklarına, onlardan kiminin uzun hurma ağacı kadar uzun boylu olduğuna,
kiminin de son derece kısa olduğuna, kiminin bir kulağı döşek edip yere sererek
üzerine uzandığına, diğer kulağını da vücudunun üzerine örttüğüne dair rivayetler
de asılsızdır. Bütün bunlar, görmeden söylenen asılsız ve delilsiz sözlerdir.
Sahih kavle göre bunlar, Adem oğullarındandır. İnsan şekline ve evsafına
sahiptirler. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
«Doğrusu Cenâb-ı
Allah, Adem peygamberi altmış zira boyunda yarattı. Sonra yaratıklar (vücut
yapısı itibariyle) şu ana kadar eksilmeye devam etmişlerdir.»
İşte bu hadis, bu konu
ve diğer konularda kesin bir ölçü teşkil etmektedir.
Ye'cûc ile Me'cûc'dan
bir kimsenin kendi zürriyetinden 1000 kişiyi görmedikçe ölmeyeceğine dair
söylenen söz, eğer sahih bir hadise dayanmakta ise, bizim de kabul edeceğimiz
birşeydir. Ama sahih bir hadise dayanmamaktaysa yine de red etmeyiz. Çünkü bu,
akıl ve nakle aykırı değildir. Olabilecek birşeydir. Doğrusunu Allah bilir.
Hatta eğer sahih ise, bu konuda sarih bir hadis de vardır:
Taberanî, Abdullah b.
Muhammed b.Abbas el-Isbahanî kanalı ile Abdullah b. Amr'dan rivayet etti ki Peygamber
(s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
«Ye'cûc ile Me'cûc,
Adem oğullarındandır. Eğer yeryüzüne serbestçe bırakılacak olsalardı,
insanların yaşantılarını bozar, onları fesada sürüklerlerdi. Onlardan bir adam,
kendi zürriyetinden 1000, hatta daha fazla kişiyi geride bırakmadıkça
ölmeyecektir. Onların gerisinde üç ümmet vardır: Ta'vil, Ta'ris ve Mensik.»
Bu, cidden garip bir
hadistir. Senedi zayıftır ve şiddetli derecede münkerdir.
İbn Cerir'in,
"Tarih" adlı eserinde rivayet ettiği hadiste anlatıldığına göre
Rasûlullah (s.a.v.), İsrâ gecesinde Ye'cûc ile Me'cûc kavimlerinin yanma
gitmiş, onları Allah'a imana davet etmiş, onlarsa ona icabet edip uymaya
yanaşmamışlardır. Peygamber (s.a.v.), oradaki Ta'ris, Ta'vil ve Mensik ümmetlerini
Allah'a imana davet etmiş, onlar onun bu davetine icabet etmişlerdir.
Sözü edilen bu hadis,
Ebu Nuaym Amr b. Subh tarafından uydurulmuş mevzu bir hadistir. Ebu Nuaym,
hadis uydurma suçunu işlediğini itiraf eden yalancılardan biridir. Doğrusunu Allah
bilir.
Eğer üzerinde ittifak
edilen ve onların kıyamet gününde Cehennem ateşine atılarak mü'minler için
feda olacaklarına, oysa kendilerine peygamber gönderilmemiş olduğuna dair ileri
sürülen hadis, nasıl bir delil teşkil ediyor? Oysa Cenâb-ı Allah şöyle
buyurmuştur: «Biz, peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz.» (ci-Isrâ,
ıs.) denilecek olursa buna cevaben deriz ki: Bunlara karşı delil ileri
sürülmedikçe ve mazeretlerini geçersiz sayacak hususlar ortaya konulmadıkça,
bunlara azab edilmeyecektir. Nitekim yüce Allah: «Biz, peygamber göndermedikçe
azab etmeyiz.» buyurmuştur. Eğer bunlar, Peygamber (s.a.v.)'in bf setinden
önceki zamanda yaşamışlarsa kendilerine kendilerinden peygamberler gelmiştir.
Ve böyle olunca da kendi aleyhlerine olan deliller ortaya konulmuş demektir.
Eğer Cenâb-ı Allah, kendilerine peygamber göndermemiş ise, bunlar fetret ehli
hükmündedirler.Kendilerine davetin ulaşmadığı kimseler statüsündedirler. Bir
sahabe topluluğundan çeşitli yollarla rivayet edilen hadis de buna delalet
etmektedir. Sözü edilen hadiste Rasûlullah (s.a,v.) şöyle buyurmuştur:
«Bu durumda olan
kimse, kıyametin meydanlarında imtihan edilir. Eğer davetçiye icabet ederse
Cennet'e girer. Aksi takdirde Cehen-nem'e girer.»
«Biz, peygamber
göndermedikçe kimseye azab etmeyiz.» ayetinin tefsirini yaparken imamların bu
hadisle ilgili görüşlerini nakletmiştik. Şeyh Ebu'l-Hasen el-Eş'arî bunu ehl-i
sünnet ve'1-cemaattan bir icma olarak nakletmiştir. Bunların imtihan
edilmeleri, kurtuluşlarını icap ettirmediği gibi cehennemlik olduklarına dair
gelen haberlere de ters düşmez. Zira Cenâb-ı Allah, peygamberini dilediği gaybi
hususlara muttali kılar. Ve onu, bu gibi kimselerin şakilerden oldukları ve
karakterlerinin de hakkı kabule aykırı olduğu hususundan haberdar kılmıştır.
Bunlar, kıyamet günündeki davetçiye icabet etmezler. Bundan da anlaşılıyor ki
onlar, dünyada -şayet kendilerine tebligat yapılmış olsaydı- hakkı şiddetli bir
şekilde yalanlayacaklardı. Çünkü kıyamet gününün meydanlarında, dünyada iken
hakkı yalanlamış olan kimse-
lerden bazıları, hakka
boyun eğecekler. Görülen korkunç manzaralar karşısında kıyamet gününde iman
etmek, elbette ki dünyadaki imana nisbetle vukuu bir nevi zorunlu olan imandır.
Doğrusunu Allah bilir. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki:
«Suçluları Rablerinin
huzurunda, başları öne eğilmiş olarak: «Rab-bimiz! Gördük, dinledik, artık bizi
dünyaya geri çevir de iyi iş işleyelim; doğrusu kesin olarak inandık» derlerken
bir görsen!» {cs-Secde, 12.) «Bize geldikleri gün neler görüp neler işitecekler!»
(Meryem, 38.) Peygamber (s.a.v:)'in İsrâ gecesinde Ye'cûc ile Me'cûc'u imana davet
ettiğine ve onların bu çağrıya icabet etmediklerine dair nakledilen hadis;
münker, hatta uydurma bir hadistir. Amr b. Sabh tarafından
uydurulmuştur.
Şedde gelince, önceki
sayfalarda da anlatıldığı gibi Zülkarneyn onu demirden ve erimiş bakırdan
yaptı. Onunla yüksek, uzun ve ıssız dağları birleştirip dümdüz hale getirdi.
Yeryüzünde ondan daha muazzam ve dünyevi hususlarda yaratıklara ondan daha
faydalı başka bir bina ve yapı bilinmemektedir. Buharî'nin ifadesine göre
adamın biri Peygamber (s.a.v.)'e:
- Ben şeddi gördüm,
demiş. Peygamber (s.a.v.):
- Onu nasıl gördün?
diye sorunca adam;
- Süslenmiş bir aba
gibi gördüm, demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
- Ben de onu böyle
gördüm, demişti.
İbn Cerir, Katade'nin
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Adamın biri dedi ki:
- Ya Rasûlallah,
Ye'cûc ile Me'cûc'un şeddini-gördüm. Peygamber (s.a.v.):
- Bana onun
özelliklerini anlat, deyince adam şöyle cevap vermişti:
- O süslenmiş bir aba
gibiydi. Üzerinde bir siyah, bir de kızıl çizgi vardı.Peygamber (s.a.v.):
-Ben de onu bu şekilde
gördüm, dedi.
Anlatıldığına göre
halife Vasık, bir adamını şeddin bulunduğu yere göndermişti. Yoldaki
hükümdarlara mektup göndermiş ve adamını şehir şehir oraya ulaştırmalarını
tavsiye etmişti ki, bu adamı, gidip sed hakkında keşifler yapsın ve
Zülkarneyn'in onu ne şekilde inşa ettiğini görsün ki, dönüşünde kendisine bazı
bilgiler versin.
Vasık'm adamı gitti.
Şeddin keşfini yaptı, dönüşünde şeddin özelliklerini anlattı. Orada büyük bir
kapı bulunduğunu, kapının üzerinde asma kilitlerin takılı olduğunu ve gerçekten
şahika, muhkem, sağlam bir yapı olduğunu, inşaattan artan demir kerpiçlerle
aletlerin oradaki bir burcun içinde bulunduğunu, o eşyaların bugüne dek orada
muhafaza edildiğim,
sınırdaki ülkelerin hükümdarlarına ait muhafızların orada nöbet tuttuklarını,
şeddin yeryüzünün kuzey doğusunda bulunduğunu ve o beldelerin gerçekten geniş
olduğunu, oradaki ahalinin ekinlerden, tahıllardan yiyerek kara ve deniz
avcılığı yaparak geçindiklerini, sayılarım ancak yaratanın bildiği kadar çok
olduğunu anlattı.
Yüce Allah, bir ayet-i
kerimede şöyle buyurmuş: «Artık Ye'cûc ve Me'cûc, onu ne aşabildiler ve ne de
delip geçebildiler.» (cl-Kchf, 97.)
Buharı, müzminlerin
annesi Zeyneb binti Cahş'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah
(s.a.v.) uykudan uyandı. Yüzü kızarmıştı, şöyle diyordu: «Lâ ilahe illallah,
Vukuu yaklaşan bir serden, büyük bir fitneden dolayı Arapların vay haline!
Bugün Ye'cûc ve Me'cûc şeddinden şunun gibi bir delik açıldı. (Peygamber
(s.a.v.) böyle derken baş parmağıyla onu takip eden şehadet parmağım halkaladı)
Bunun üzerine ben dedim ki:
-Ya Rasûllallah!
Aramızda bu kadar salih kimseler varken biz helak olurmuyuz?
Rasûlullah (s.a.v.)
da:
- Evet, kötülükler
çoğaldığı zaman (helak olursunuz) diye cevap verdi.
Şimdi bu ayetle bu
hadisi nasıl telif edip uzlaştıracağız? diye sorulacak olursa cevaben deriz
ki: Eğer bunun şer ve fitne kapılarının açıldığına bir işaret olduğu, bunun
sırf bir istiare ve darb-ı mesel olduğu söylenecek olursa, ortada herhangi bir
problem yok demektir. Ama bunu hissedilen veya beklenilen bir durumun ihbarı
olarak söyleyecek olursanız - nitekim akla ilk gelen de budur- yine bir problem
yoktur. Zira: «Artık Ye'cûc ve Me'cûc onu ne aşabildiler ve ne de delip
geçebildiler.» ayetinde sözü edilen aşma ve delip geçme imkansızlığı, o zaman
için söz konusu idi. Çünkü burada aşma ve delip geçme fiilleri, geçmiş zaman kipinde
kullanılmıştır. İleride bunu aşmanın ve delip geçmenin imkansız olacağından söz
edilmemiştir. Allah'ın izniyle onu aşmak ve delip geçmek, ileride mümkün
olabilir. Allah'ın bunda bir takdiri vardır. Yavaş yavaş onları yani Ye'cûc ile
Me'cûc'u bu şedde musallat kılar ve zamanı gelince de mukadder olan iş meydana
gelir. Yani şeddi aşabilirler, delip geçebilirler. Nitekim yüce Allah bir
ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
«Ye'cûc ve Me'cûc'un
şeddi yıkıldığı zaman, her dere ve tepeden boşanırlar.» (ei-Enbiyâ, 96.}
Ama burada
nakledeceğimiz başka bir hadis bundan daha müşkildir. O hadisi, imam Ahmed b.
Hanbel kendi "Müsned"inde Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Rasûlullah
(s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu nakletmiştir: «Doğrusu, Ye'cûc ile Me'cûc, her gün
şeddi kazarlar. Öyle
ki şeddin gerisinden
güneşin ışığım görecek kadar yaklaşırlar. (Şeddin duvarını inceltirler)
başlarındaki amirleri de:
- Haydi, dönün bakalım
yarın kalan kısmı kazarsınız, der onlar da yerlerine dönerler. Ertesi gün
geldiklerinde şeddi eskisinden daha sağlam halde görürler. Nihayet vadeleri
tamam olur. Cenâb-ı Allah, onları insanların üzerine göndermek ister. Şeddi
kazmaya başlarlar. Derken güneş ışınlarını şeddin Öbür tarafından görecek gibi
olurlar. Başlarındaki amirleri:
- Haydi, geri dönün,
inşaallah yarın yine kazarsınız, der. (daha Önce inşaallah demediği halde bu
defa inşaallah der.) Ertesi gün şeddin yanına geldiklerinde onu bırakmış
oldukları gibi görürler, kazmaya devam ederler ve öbür tarafa insanların
yanına çıkarlar, insanlar, kalelerine sığınırlar. Göğe ok atarlar, okları yere
döndüğünde üzerinde kan gibi birşey görürler. Ve: «Yeryüzü ahalisini mağlub
ettik, gök ahalisine de üstün olduk.» derler. Cenâb-ı Allah, onların enselerine
kurtçuklar musallat eder; bu kurtçuklar onları öldürür. Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki:
«Muhammed'in nefsi kudret
elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, yeryüzündeki hayvanlar, onların
etlerini ve kanlarını yiyerek şişmanlarlar ve oldukça şükrederler.»
Onların bu
faaliyetleri, Kâbü'l-Ahbar'dan da rivayet olunduğu gibi 'insanların yanma
çıkmalarına yakın bir vakitte ahir zamanda olacaktır. [1]
Yüce Allah, Kur'ân-ı
Kerim'de buyurdu ki:
«Ey Muhammed! Yoksa
sen, mağara ve Rakım ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi zannettin?»
Bir kaç genç mağaraya
sığınmış: «Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi
başarılı kıl.» demişlerdi. Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk, sonra, iki
taraftan hangisinin bekledikleri müddeti iyi hesaplamış olduğunu belirtmek
için onları uyandırdık.
Ey Muhammed! Onların
olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış bir kaç
gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup,
şöyle demişlerdi: «Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O'nu bırakıp başka bir
tanrıya yalvarmayız. Yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim
milletimiz, Allah'ı bırakıp O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek
olduğuna dair ap açık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan
uydurandan daha zalim kimdir?» Onlara: «Siz onlardan ve Allah'tan başka
taptıklarından ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size
rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin.» denildi.
Baksaydm, güneşin
mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğim, sol tarafından onlara
dokunmadan battığını, onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu
görürdün. Bu, Allah'ın mucizelerindendir. Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimse
hak yoldadır. Kimi de saptırırsa artık ona, doğru yola götürecek bir rehber
bulamazsın.
Mağara ehli uykuda
iken sen onları uyanık sanırdın, biz onları sağa ve sola döndürürdük.
Köpekleri, dirseklerini eşiğe uzatmıştı, onları görsen, için korkuyla dolar,
geri dönüp kaçardın.
Birbirlerine sorsunlar
diye onları uyandırdık. İçlerinden biri:
«Ne kadar kaldınız?»
dedi.
«Bir gün veya biraz
daha fazla müddet kaldık.» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi
bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, en iyi yiyeceklere baksın ve size
getirsin. Orada nazik davransın, sakın sizi kimseye duyurmasın.» dediler.
«Zira onların sizden
haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler
veya dinlerine
döndürürler. Bu takdirdede asla kurtulamazsınız.»
Böylece, Allah'ın
sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilemiyeceğini
bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladık. Nitekim halk, bunların
hakkında çekişip duruyor: «Onların mağaralarının çevresine bir bina kurun.»
diyorlardı. Oysa Rableri onları çok iyi bilir. Tartışmayı kazananlar: «Onların
mağaralarının çevresinde mutlaka bir mescid kuracağız.» dediler.
«Karanlığa taş atar
gibi, «Mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir.» derler. Yahut, «Beştir,
altıncıları köpekleridir.» derler. Yahut, «Yedidir, sekizincileri
köpekleridir.» derler.
De ki: Onların
sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Önlan, pek az kimseden başkası bilmez.»
Bunun için ey Muhammed!
Onlar hakkında, bu kısaca anlatılanın dışında, kimseyle tartışma ve onlar
hakkında kimseden birşey sorma. Herhangi bir şey için, Allah'ın dilemesi
dışında: «Ben, yarın onu yapacağım.» deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve şöyle
de: «Umulur ki Rabbim, beni doğruya daha yalan olana eriştirir.»
Onlar mağaralarında
309 yıl kaldılar, derler. De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah
bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O, ne mükemmel görendir! O ne
mükemmel işitendir! İnsanların O'ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi
hükümranlığına ortak kılmaz.»
Ey Muhammed! Rabbinin
kitabından sana vahyolunanı oku. O'nun sözlerini değiştirecek yoktur. O'ndan
başka sığınılacak bir kimse bulamazsın.» (ci-Kchf, 9-27.)
Ashab-ı Kehf
kıssasının nüzul sebebi ile Zülkarneyn haberine dair ayetlerin nüzul sebebi
Muhammed b. İshak ve diğer siyer âlimleri tarafından "es-Sîre" adlı
eserde anlatılmıştır. Bu eserde anlatıldığına göre Kureyşliler, Rasûlullah
(s.a.v.)'ı imtihan edip köşeye sıkıştırmak amacıyle Yahudilere adamlarını
göndermişler; onlardan zor cevaplı bazı sorular almışlardı. Yahudiler,
yanlarına varan Kureyşlilere demişlerdi ki: Geçmiş zamanda giden ve ne
yaptıkları bilinmeyen bir kavmi Muhammed'e sorun. Yeryüzünde dolaşan adam
(Zülkarneyn'i) ile Ruh'un mahiyetini de sorun.
Bunun üzerine Cenâb-ı
Allah, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e Ruh, Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf le ilgili
ayetleri inzal buyurdu:
«Ey Muhammed! Sana
Ruh'un ne olduğunu soruyorlar...»
«Ey Muhammed! Sana
Zülkarneyn'i sorarlar...»
«Yoksa sen, ey
Muhammed! Mağara ve Rakım ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi zannettin?»
Yani bu meseleler,
seni vakıf kıldığımız haberlere, göz alıcı mucizelere ve garip acaipliklere
nisbetle çok hayret verici şeyler değildirler.
Ayet-i kerimede sözü
edilen Kehf, dağdaki mağara demektir.
Şuayb el-Cübaî:
«Ashab-ı Kehfin mağaralarının adı "Hayzem" idi.» demiştir.
Ayet-i kerimede geçen
Rakım kelimesine gelince, İbn Abbas: «Bunun ne anlama geldiğini bilemiyorum.»
demiştir. Bu kelimenin, kitabe anlamına geldiğini ve bu kitabede Ashab-ı Kehfin
adlarının yazılı olduğunu, maceralarının da kendilerinden sonra bu kitabeye
kayd edildiğini söyleyenler de vardır. İbn Cerir ile diğerleri, bu görüşü
benimsemişlerdir. Bazıları ise Rakîm kelimesinin, mağaralarının bulunduğu dağın
adı olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas ile Şuayb el Cübaî: "Mağaralarının
bulunduğu dağın adı, Benaclus dağıdır." demişlerdir. Bazıları ise
Benaclus'uıı, mağaraların yanındaki vadinin adı olduğunu söylemişlerdir.
Benaclus un, oradaki bir köy adı olduğunu söyleyenler de vardır. Doğrusunu
Allah bilir.
Şuayb el-Cübaî'nin
ifadesine göre Ashab-ı Kehfin köpeklerinin adı, Himran'dır. Yahudilerin,
onların haberleriyle ilgilenmeleri Ashab-ı Kehfin yaşadığı zamanın çok eski bir
zaman olduğunu isbatlamak-tadır. Müfessirlerden bazıları bunların, Mesih'ten
sonra yaşadıklarını ve Hristiyan olduklarını söylemektedirler. Ayetin
zahirinden de anlaşılacağı gibi bunların kavimleri müşrik olup putlara
taparlarmış. Bir çok tefsirci ve tarihçinin anlattığına göre Ashab-ı Kehf, Dakyanus
adındaki hükümdarın zamanında yaşamış olup devlet kademesinde bulunan ekâbir
çocuklarıdır. Bunların, hükümdar çocukları olduğu da söylenmiştir. Bunlar, bir
bayram gününde halkı ile toplanmış iken milletlerinin putlara saygı gösterip
secde ettiklerini basiret gözüyle görüp müşahede ettikleri zaman Cenâb-ı Allah
kalplerindeki gaflet perdesini kaldırmış, onlara doğru yolu göstermiş, onlar da
kavimlerinin sağlam bir din üzerinde olmadıklarını anlamışlardı. Bu sebeple
milletlerinin mensüb oldukları dini bırakarak bir ve ortaksız olan Allah'a
kulluk etmeye yöneldiler. Anlatıldığına göre bunlardan her birisi, Cenâb-ı Allah'ın
tevhid inancına kalpleri mazhar olduğu zaman topluluğun içinden sıyrılıp bir
yerde bir araya gelmişlerdi. Nitekim Buharî'nin sahihinde de nakledilen bir
hadis-i şerifinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Ruhlar, çeşitli
nevilerden bir araya getirilmiş yığınlardır. Evsaf ve ahlakta birbirleriyle
uyum içinde olanlar anlaşırlar. Uyum içinde olma-yanlarsa ihtilaf ederler.»
Halkının arasından
sıyrılıp çıkan Ashab-ı Kehf den her birisi, diğerinin durumunu ve halini sordu.
O da içinde bulunduğu durumu ve hali anlattı. Böylece hep birlikte
kavimlerinden ayrılıp uzaklaşmaya, dinlerini kurtarmak için firar etmeye karar
verdiler. Fitne ve serlerin zuhuru esnasında yapılması meşru olan davranış da
budur. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«Ey Muhammedi Sana
onların olayını gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar, Rablerine inanmış bir kaç
gençti. Onların hidayetlerini arttırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup
şöyle demişlerdi: «Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O'nu bırakıp başka bir
tanrıya yalvarmayız. Yoksa and olsun ki saçma sapan söz söylemiş oluruz. Şu
bizim milletimiz, Allah'ı bırakıp O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların
gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi?» Yani sahip oldukları ve
üzerinde bulundukları durumun hakikat olduğunu ispatlayan apaçık bir delil
getirmeleri icab etmez mi? «Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?»
Onlara: «Siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından ayrıldınız.»
Yani siz kavminizin
sapık dininden ayrıldınız ve onların Allah'tan başka taptıkları tanrılardan
uzak durdunuz. Çünkü onlar, Allah'la beraber başka tanrıları da Allah'a ortak
koşuyorlardı. Nitekim İbrahim
Halil (a.s.) demiş ki:
«Beni yaratan hariç,
sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni doğru yola eriştirecek olan, şüphesiz
O'dur.» («-Zuhnıf, 27.)
İşte şu gençler
birbirlerine şöyle dediler: Madem ki kavminizin dininden ayrıldınız, o halde
bedenen de onlardan uzak durun ki kötülüklerinin size dokunmasından emin
olasınız. «Bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size
işinizde kolaylık göstersin.» Yani Rabbiniz size perdelesin ve O'nun himayesi
altına girin. Durumunuz da hayırla neticelensin. Nitekim bir hadiste şöyle
buyuruimuş: «Allah'ım, bütün işlerde sonumuzu güzel eyle. Bizi dünyanın
perişanlığından ve ahiretin azabından koru.»
Ashab-ı Kehfin içinde
bulundukları mağara, Kur'ân'da şöyle tasvir ediliyor: Mağaranın kapısı kuzeye,
dibi (arkası, derinliği) de kıbleye yönelikti. Bu durumdaki bir mekan,
mekanların en faydahsıdır. Yani mekanın kendisi kıble, kapısı da kuzey
cihetinde olursa, çok faydalı olur. Nitekim ayet-i kerimede de buyuruluyor ki:
«Baksaydın, güneşin, mağaralarının sağ tarafindan doğup meylettiğini, sol
taraûndan onlara dokunmadan battığını görürdün. » Yaz mevsiminde ve sıcak
günlerde güneş doğarken mağaranın batı yanından içeriye vuruyordu. Azar azar
güneş ışınları içeriye meylediyor, sağ taraftan içeri aydınlanıyordu.
Böylelikle güneş yükseliyor, semanın ortasına geliyordu. Sonra yine batı
tarafına yönelerek ışığı içerden kısılıyor, gurub vaktinde doğu tarafından
içeriye azar azar güneş ışınları giriyordu. Böyle bir konumda olan bir mağaraya
giin^ş elbetteki böyle girerdi. Bazı zamanlarda güneşin mağaraya bu şekilde
girmesinin hikmeti, hayasının bozulmaması içindi. «Onlarında mağaranın genişçe
bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allah'ın mucizelerindendir.» Yani onların
yemeksizin, içmeksizin, bedenen bir gıda almaksızın uzun bir müddet boyunca bu
şekilde mağarada kalmaları, Allah'ın yüce kudretinin apaçık delil ve bürh
anların dan dır. «Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de
saptırırca artık onu, doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın. Mağara ehli
uykuda iken sen, onları uyanık sanırdın.» Onları uyanık sanırdın, çünkü
bazıları demişler ki, gözleri açıktı. Gözlerinin açık olması, uzun süre uykuda
kalmaları yüzünden bozulmaması içindi. «Biz onları sağa ve sola döndürürdük.»
Bir kavle göre onlar, senede bir sağdan sola veya soldan sağa döndürülürlerdi.
Belki de daha fazla miktarda ve sayıda sağa ve sola döndürülmüşlerdir.
Doğrusunu Allah bilir. «Köpekleri, dirseklerim eşiğe uzatmıştı.» Şuayb
el-Cübaî, köpeklerinin adının Himran olduğunu söylemiştir. Demek istediğimiz
şudur ki, beraberlerindeki köpekleri, kavimlerinden ayrılmaları esnasında
yanlarında durmuş, ama sadece kapıda bekçilik yapmış, dirseklerini'eşiğe
uzatmış, mağaranın içine girmemişti. Bu da onun edebindendir. Ve onlara yapılan
ikramlar cümlesindendir. Zira melekler, içinde köpekler bulunan bir eve
girmezler. Bu yüzden köpek, içeriye girmemiş, kapıda beklemişti. Bir kavme veya
bir kişiye bağlılık, insana, hatta köpeğe tesir eder. Köpek, onların mağarada
bulundukları sürece onlarla beraber durmuştu. Çünkü bir kavimle beraber olan,
on-' larla beraber mutlu olur. Bir köpek hakkında durum bu iken, hayır ehli
kimselere tâbi olan bir insanın durumunu sen düşün! Böyle biri elbette-ki
ikrama layık olur. Kıssacı ve tefsirdi erden çoğu, bu köpekle ilgili uzun
uzadıya haberler nakletmişlerdir ki, bu haberlerin çoğu, israiliyattan alınma
ve yalandır. Hiçbir fayda içermemektedir. Tıpkı köpeğin adı ve rengi hakkında
yaptıkları ihtilaf gibi... O da yararsızdır ve yalandır.
Ashab-ı Kehf in içinde
bulundukları mağaranın nerede olduğu hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir.
Çokları, bu mağaranın Eyle diyarında olduğunu söylemişlerdir. Ninova diyarında
olduğunu söyleyenler olduğu gibi Belka diyarında olduğunu söyleyenler de
vardır. Rum beldelerinde olduğuna dair bir rivayet de vardır ki, bu doğruya daha
yakındır. Doğrusunu Allah bilir. Yüce Allah, onların haberlerinin en faydalı
olanlarım bizle bildirmiş, durumlarından bizim için Önemli olanları nakletmiş
ve tasvir etmiştir. Öyle ki bu konudaki Kur'ân ayetlerini dinleyen bir kimse,
onları ve durumlarım görür gibi olmaktadır. Bu hususta haber veren yüce Allah,
onları, mağaralarının durumunu ve keyfiyetlerini müşahede etmiştir. Onların
sağdan sola, soldan sağa döndürüldüklerini, köpeklerinin de eşikte dirseklerini
uzatmış olduğunu görmüş ve müşahede etmiştir. Bu hususta yüce Rabbimiz şöyle
buyurmuştur:
«Onları görsen, için
korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın.» Bu da haber almanın gözle görmek gibi
olmadığını ispatlamaktadır. Nitekim hadis-i şerifte de böyle denilmiştir. Çünkü
haber verilen şey, meydana gelmiş demektir. Oysa bu ayette sözü edilen geri
dönüp kaçma ve kork-, ma hususu meydana gelmiş değildir.
Cenâb-ı Allah, onları
309 sene uyuduktan sonra uyandırmış olduğunu, uyanınca da birbirlerine şöyle
dediklerini anlatıyor: «İçlerinden biri: Ne kadar kaldınız?» dedi. «Birgün veya
daha az bir müddet kaldık.» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi
bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin (yani beraberinizde bulunan şu
paraları birine vererek Defsus şehrine gönderin), en iyi yiyeceklere baksın ve
size getirsin.» Yani yiyeceğiniz taamları size getirsin. Bu da onların zahitlik
ve verâlarmın bir göstergesidir. «Orada nazik davransın (şenire girerken
nezaketli olsun), sakın sizi kimseye duyurmasın.» dediler. «Zira onların sizden
haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler ve ya dinlerine döndürürler. Bu
takdirde asla kurtulamazsınız.» Çünkü Allah sizi o dinden kurtarmıştır.
Ashab-ı Kehf, bir gün
veya bir günden biraz fazla bir müddet uyuduklarını zannettikleri için böyle
konuşmuşlardı. Oysa devletleri, çeşitli aşamalar geçirmiş, beldeleri ve orada
yaşayan insanlar değişmişler, çağlarında yaşamış olan insanlar geçip
gitmişlerdi. Başka nesiller gelmişlerdi. Bu sebepledir ki onlardan biri -
rivayete göre Tizosis- tanınmamak için kılık değiştirerek şehre girdiğinde
orayı tanımamış, halkı başka bir halk olarak görmüştü. Şehirdeki ahali, onun
şekil, evsaf ve parasını garipsemişlerdi. Anlatıldığına göre onu, durumundan
korktukları ve casus zannettikleri yahut zarar verici bir saldırıda bulunacağı
endişesiyle yakalayıp yöneticilerine götürmüşlerdi. Rivayete göre Tizosis,
halkın elinden kaçmıştı. Başka bir rivayette anlatıldığına göre Tizosis, kendi
durumunu ve arkadaşlarının durumunu, başlarına gelen hadiseyi onlara anlatmış,
arkadaşlarını ve bulundukları yeri onlara göstermek için bazılarını da yanına
katarak mağaraya dönmüştü. Mağaraya yaklaştıklarında Tizosis, arkadaşlarının
yanma girmiş ve başlarından geçen durumun iç yüzünü, ne kadar süreyle uyumuş
olduklarını arkadaşlarına bildirmiş, onlar da bunun Allah tarafından takdir
edilen bir iş olduğunu anlamışlardı. Denildiğine göre onlar yeniden uykuya
dalmışlar, başka bir rivayete göre ise ölmüşlerdi.
Şehir halkına gelince
denilir ki onlar, Ashab-ı Kehfin uyumakta oldukları mağarayı bulamadılar.
Cenâb-ı Allah, burayı onlara göstermedi. Başka bir rivayete göre ise onlar,
korktukları veya Ashab-ı Kehf ten çekindikleri için mağaraya girememişlerdir.
Şehir halkı, Ashab-ı Kehf hususunda ihtilafa düştüler. Kimi: «Onların
mağaralarının çevresine bir bina kurun.» diyorlardı ki, mağarada bulunanlar
dışarıya çıkmasmlar ve kendilerine eziyet verecek şeyler yapmasınlar.
Tartışmayı kazananlar:
«Onların mağaralarının çevresinde mutlaka bir mescid kuracağız.» dediler. Yani
bu salih kimselere bitişik yerde bir mübarek mabed yapalım, dediler. Bu adet,
bizden önceki ümmetlerde yaygındı. Bizim şeriatımıza gelince bu hususta Buharı
ve Müslim'in sahihlerinde de sabit olduğu gibi Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
«Allah, Yahudilerle
Hristiyanlara lanet etsin. Onlar, peygamberlerinin mezarlarını mescid
edindiler.» Yani Peygamber (s.a.v.), bizleri onların yaptıkları işlerden
sakındırmıştır.
Yüce Allah, bir ayet-i
kerimede şöyle buyuruyor: «Böylece, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve
kıyametin kopmasından şüphe edilemiyeceğini bilmeleri için insanların onları
bulmalarını sağladık.»
Tefsircilerden birçoğu
dedi ki: Cenâb-ı Allah, insanları onların durumlarından ve yerlerinden haberdar
etti. Bu sayede insanlar ahire-tin, kıyametin şüphesiz ve gerçek olduğunu
bilsinler. Ashab-ı Kehfin,, 300 seneden fazla bir müddet uyudukları halde
bedenlerinde bir değişiklik olmaksızın yeniden uyanıp ayağa kalktıklarını
bildikten sonra bunları hayatta bırakan Allah'ın, ölüpte kurtlar tarafından
yenilen bedenlere ruh verebileceğim insanlar anlasınlar. Bedenleri ve kemikleri
ufalanıp çürüdükten sonra dahi Allah ölüleri diriltir. Mü'minlerin bunda
şüphesi yoktur.
«Allah birşeyi
dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye «01» demektir, hemen olur.»
(Yâsîn, 82.) «Böylece, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin
kopmasından şüphe edilemiyeceğini bilmeleri için....» ayet-i kerimesinde geçen
bilmeleri fiili ile insanların bilmeleri ya da Ashab-ı Kehfin bilmeleri
kastedilmiş olabilir. Veya hem Ashab-ı Kehfin hem de diğer insanların birlikte
bilmeleri kasdedilmiş olabilir. Doğrusunu Allah bilir. Bundan sonra yüce Allah
buyuruyor ki: «Karanlığa taş atar gibi, «Mağara ehli üçtür, dördüncüleri
köpekleridir.» derler. Yahut, «Beştir, altıncıları köpekleridir.» derler.
Yahut, «Yedidir, sekizincileri köpekleridir.» derler.»
Cenâb-ı Allah, Ashab-ı
Kehfin sayıları hususunda insanların çeşitli görüşler ileri sürdüklerini beyan
ediyor. Ve bu hususta üç kavil naklediyor ki bu kavillerin üçüncüsü, ilk
ikisini zayıf kılıyor. Üçüncüde karar kılıyor. Bu da Ashab-ı Kehfin sayılarının
yedi olduğunu, köpeklerinin de sekizinci olduğunu ispatlıyor. Eğer bundan başka
bir kavil ileri sürülecek olsaydı, Cenâb-ı Allah onu da naklederdi. Eğer üçüncü
kavil sahih olmasaydı Cenâb-ı Allah buna işaret ederdi. Bu gibi konularda
çekişmek uygunsuzdur. Bu yüzden Cenâb-ı Allah bu konularda edepli olmayı,
Peygamber (s.a.v.)'e tavsiye etmiştir. İnsanlar bu gibi durumlarda ihtilafa
düştükleri zaman "Allah bilir" demeyi Peygamberine tavsiye etmiştir.
Bu sebeple Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
«De ki: «Onların
sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bunun
için, ey Muhammed! Onlar hakkında, bu kısaca anlatılanın dışında, kimseyle
tartışma.»
Yani bu konuda yumaşak
ol. Bu gibi durumlarda mücadele yollarına girişme. Ashab-ı Kehfin durumu
hakkında herhangi bir kimseye birşey sorma. Bu sebepledir ki yüce Allah,
kıssanın başında Ashab-ı . Kehfin
sayısını kapalı bırakmış ve: «Onlar, Rablerine inanmış bir kaç gençti.»
demiştir. Eğer onların sayısını belirlemede bir fayda olsaydı, görüleni ve
görülmeyeni bilen Allah, elbetteki sayılarını bildirirdi. Yüce Allah buyuruyor
ki:
«Herhangi birşey için,
Allah'ın dilemesi dışında: «Ben yarın onu yapacağım.» deme. Unuttuğun zaman
Rabbini an ve şöyle de: «Umulur ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana
eriştirir.»
Bu, Cenâb-ı Allah'ın
peygamberine gösterdiği ve öğrettiği büyük bir edeptir. Mahlukatmı da bu edebe
bağlı kalmaya teşvik etmiştir. Ayette tavsiye edilen edep kuralı şudur:
İnsanlardan birisi, gelecekte yapacağı birşeyi söylerken inşaallah demelidir
ki, bu onun azmini sağlamlaştirsin. Çünkü kul, yarın ne olacağını bilemez.
Yapmaya niyetlendiği işin Allah tarafından takdir edilip edilmemiş olduğundan
da haberi yoktur. "İnşaallah" demek, yapılacak işi şarta bağlamak
değil, aslında azmin sağlamlığını gösterir. Bu sebeple İbn Abbas: «İnşaallah.
yapacağım, sözü, bir seneye kadar geçerlidir.» demiştir. Bu sebeple Süleyman
peygamberin kıssasında da geçtiği gibi o şöyle demiştir: «Bu gece yetmiş karıma
uğrayacak, onlarla cinsel temasta bulunacağım ve her biri de
Allah yolunda savaşacak
olan birer erkek çocuk doğuracaktır.» Kendisine,
"inşaallah de", denildiği zaman o, inşaallah dememiş ve karılarına
uğrayıp hepsiyle cinsel ilişki kurduğu halde hiç biri çocuk doğurmamış, sadece
biri yarı insan şeklinde bir yavru doğurmuştu.
Bununla ilgili olarak
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Nefsim kudret elinde
bulunan Zat'a yemin ederim ki eğer o (Süleyman peygamber) inşaallah demiş
olsaydı, sözü yerine gelir ve istediği şeye kavuşurdu.»
«Unuttuğun zaman
Rabbim an.» Çünkü unutmak bazan şeytandan olur. Allah'ı anmaksa şeytanı kalpten
kovup uzaklaştırır. Bu durumda insan unuttuğu şeyi hatırlar.
«Ve şöyle de: «Umulur
ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.» Bir iş zorlaşıp bir hal
içinden çıkılmaz olunca ve bir hususta insanların sözleri çeşitli olunca, sen
Allah'a yönel ki, o işini kolaylaştırsm ve seni muvaffak kılsın.
«Onlar, mağaralarında
309 yıl kaldılar.» Ashab-ı Kehfin mağarada uzun süre kalmış olmalarını
söylemekte büyük yarar olduğu için Canâb-ı Allah söylemiştir. 300 seneye dokuz
sene eklenmesi meselesine gelince bu, kameri (ay takvimi hesabı ile) seneleri,
şemsi (Güneş takvimi) senelerle eşitlemek içindir. Çünkü 300 şemsi seneye
karşı kameri senelerin sayısının 309 olması gerekir. Çünkü her yüz şemsi
seneye, yüz kameri seneyi eşitlemek için üç seneyi, kameri senelere eklemek
gerekiyor.
«De ki: «Onların ne
kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir.» Sana bu hususta soru sorulacak olur da
bu hususta senin yanında bir nakil yoksa, sen bunun cevabını Aziz ve Celil
olan Allah'a havale et. «Göklerin ve yerin gaybı, O'na aittir.» Yani Allah,
gaybı bilendir. Yaratıklarından O'nun dilediğinden başkası, gayıptan haberdar
olamaz. «O ne mükemmel görendir! O ne mükemmel işitendir!» Cenâb-ı Allah,
yaratıkları için her şeyi yerli yerince koyar ve yerleştirir. «İnsanların
O'ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi hükümranlığına ortak kılmaz.» Yani
Rabbin, yegane hükümdardır. Yalnız başına tasarrufta bulunur. O'nun ortağı
yoktur. [2]
Yüce Allah, Kehf
sûresinde Ashab-ı Kehf in kıssasını anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
«Onlara iki adamı
örnek olarak göster: Birine iki üzüm bağı verip, etrafını hurmalıklarla
çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik. Her iki bahçe de ürünlerini
vermişlerdi. Hiç birşeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasında bir de
ırmak akıtmıştık. Onun gelirleri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken:
«Ben malca senden zengin, nüfusça da senden daha itibarlıyım.» dedi.
Kendisine böylece
yazık ederek bahçesine girerken: «Bu bahçenin batacağım hiç zannetmem.
Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülür sem, and olsun ki
orada bundan daha iyisini bulurum.» dedi.
Kendisiyle konuştuğu
arkadaşı ona: «Seni topraktan, sonra nutfe-clen yaratanı,sonunda daseni insan
kılığına koyanı mı inkar ediyorsun? İşte O, berıi m Rabbim olan Allah'tır.
Rabbime kimseyi ortak koşmam, -her ne kadar beni kendinden mâl ve nüfus
bakımından daha az buluyorsan da- bahçene girdiğin zaman, «Maşaallah! Kuvvet
ancak Allah'a mahsustur!» demen gerekmez mi? Rabbim senin bahçenden daha iyisini
bana verebilir. Ve seninkinin üzerine gökten bir felaket gönderir de bahçen
yerle bir olabilir. Yahut suyu çekilir, bir daha da bulamazsın.» dedi.
Nitekim, ürünleri yok
edildi, bağın altüst olmuş çardakları karşısında sarfettiği emeğe içi yanarak
ellerini oğuşturup, «Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım.» diyordu.
Ona Allah'tan başka
yardım edebilecek adamları da yoktu. Kendi kendini de kurtaramadı.
İşte burada kudret ve
hakimiyet, varlığı gerçek olan Allah'ındır. Mükafatlandırma bakımından hayırlı
olan da, sonuçlandırma yönünde hayırlı olan da O'dur.» (ei-Kehf, 32-44.)
Bazıları bunun
verilmiş bir misal olduğunu ve böyle bir hadisenin mutlaka vuku bulmuş
olmasının gerekli olmadığını söylemişlerdir. Ancak cumhur-u ulema, bunun vuku
bulmuş bir hadise olduğunu söylemişlerdir. «Onlara bir misal göster.» Yani
Kureyş kafirlerine, onların zayıf ve falar kimselerle bir araya gelmeyişleri ve
zayıflarla fakirleri horlamaları, onlara karşı övünmeleriyle ilgili bir misal
ver. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«İnsanlara, halkına
elçiler gelen kasabaları anlat (bu hususta onlara böyle bir misal ver).»
(Yâsîn, 13.)
Musa peygamberin
kıssasından önce bu iki adamın kıssasından bahsettik. Meşhur rivayete göre
yukarıdaki ayet-i kerimelerde sözü edilen iki adam birbirleriyle arkadaş
idiler. Biri mü'min, diğeri kafirdi. Anlatıldığına göre bunlardan her birinin
malı vardı. Mü'min olan kişi malını, Allah'ın taat ve rızası yolunda harcadı.
Bununla da Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek istedi. Kafire gelince o malı ile
iki bahçe satın aldı. Bu iki bahçeden ayet-i kerimede söz edilmekte ve
tasvirleri yapılmaktadır. Bu bahçelerde üzümler ve hurmalar vardı. Üzümlerle
hurmaların etrafında diğer ekinler ve sağa sola akmakta olan nehirler vardı. Bu
suların bir kısmı ile sulama, bir kısmı ile de zevkü sefa verecek işler
yapıyordu. Bu bahçelerde meyveler bol miktarda yetişti. Nehirlerin suları sağa
sola aktı. Ekinler ve meyveler göze hoş görünecek derecede bolca yetişti.
Bunların sahibi olan kafir, fakir olan mü'min arkadaşına karşı övünerek şöyle
dedi: «Ben malca senden zengin, nüfusça da senden daha itibarlıyım! Benim
bahçelerim, seninkinden daha büyüktür. Böyle demekle o, kendisinin, mü'min
arkadaşından daha hayırlı olduğunu ifade etmek istemişti. Yani sahip olduğun
malı in-fak etmekle ne elde ettin? Oysa senin de benim gibi yapman gerekir İd,
benim gibi zengin olabilmen mümkün olsun.
Böyle demekle
arkadaşına karşı övündü. «Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girdi.» Yani
Allah'ın razı olmayacağı bir yolla bahçesine girdi ve: «Bu bahçenin batacağını
hiç zannetmem.» dedi. Arazilerinin genişliğini, sularının bolluğunu,
ağaçlarmdaki yeşilliğin güzelliğini gördüğü için, «Bu ağaçlardan biri yok olsa
bile yerine daha güzel bir ağaç gelir.» dedi. Ekinleri her tarafı sarmıştı.
Çünkü bahçesinde bol su vardı. Sonra: «Kıyametin kopacağını da sanmıyorum,»
dedi. Geçici dünya hayatının parlaklığına güvendi. Daimi ve kalıcı olan
ahiretin varlığını yalanladı. Sonra da: «Eğer Rabbime döndürülürse(m, and olsun
ki, orada bundan daha iyisini bulurum.» dedi. Yani eğer ileride bir ahiret
hayatı olsa ben orada bundan daha iyisini bulurum, dedi. Çünkü o, dünyasına
aldanmıştı. Allah'ın bu malları sırf kendisini sevdiğinden ve kendisinin Allah
katında şanslı bir kimse olduğundan ötürü bahşetmiş olduğuna inanmıştı. Nitekim
kendisi ile Habbab b. Eret'in kıssasından Kur'ân-ı Kerim'de bahsedilirken As b.
Vail'in şöyle dediği, Cenâb-ı Allah tarafından bize bildirilmektedir: «Ey
Muhammedi Ayetlerimizi inkar eden ve: «Bana elbette mal ve çocuk verilecektir.»
diyeni gördün mü? O, görülmeyeni mi biliyor, yoksa Rahman katından bir söz mü
almıştır?» (Meryem, 77-78.)
Yüce Allah kendisine
nimet verdiği insanın durumunu haber vererek şöyle buyuruyor:
«Bu benim hakkımdır,
kıyametin kopacağım sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem, onun katında and olsun
ki, benim için daha güzel şeyler vardır.»
der. înkar edenlere, işlediklerini and olsun ki bildireceğiz. Onlara and olsun
ki çetin bir azab tattıracağız!» (Fussüet, 50.) «Karun: «Bu servet ancak, bende
mevcut bir ilimden ötürü bana verilmiştir.» demişti. Yani benim bu mala
müstahak olduğumu bildiği için Allah bunu bana vermiştir, dedi. Yüce Allah
buyurdu ki:
«Allah'ın, önceleri,
ondan daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri yok ettiğini
bilmez mi? Suçluların suçlan kendilerinden sorulmaz.» (ci-Kasas, 78.) Musa
peygamberin kıssasından bahsederken Karun'dan da bahsetmiştik. Yüce Allah
buyurdu ki:
«Ey insanlar! Sizi
bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarmızdır, yalnız, inanıp
yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların yaptıklarına karşılık mükafatları
kat kattır. îşte onlar, yüksek derecelerde, güven içindedirler.» (Sebo1,37.)
«Kendilerine mal ve
oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler?
Hayır; farkında değiller.» (d-Mü'minûn, 55-56.)
O cahil kişi, dünyada
kendisine verilen nimetlere aldanarak ahire-ti inkar etti. Şayet ahiret hayatı
varsa orada kendisine bu mallardan daha iyisinin verileceğim iddia etti ve
bunu arkadaşına da duyurdu. «Kendisiyle konuşan (tartışan) arkadaşı ona: «Seni
topraktan, sonra nutfe-den yaratanı, sonunda da seni insan kılığına koyanı mı
inkar ediyorsun?» dedi. Yani Allah'ın seni topraktan, sonra nutfeden
yarattığını, sonra seni çeşitli aşamalardan geçirerek şekillendirdiğim ve
böylece duyan, işiten, gören, bilen, eliyle tutup yakalayan, kavrayıp anlayan,
tamam bir adanı haline getirdiğini bildiğin halde ahireti inkar mı ediyorsun?
Ahireti nasıl inkar edersin? Oysa Allah, her şeyi yeniden yaratmaya
muktedirdir. «İşte O, benim Rabbim olan Allah'tır.» Ama ben, senin sözünden
başkasını söylüyorum ve senin inancının aksi olan şeye inanıyorum. «O, benim
Rabbim olan Allah'tır. Rabbime kimseyi ortak koşmam.» O'ndan başkasına ibadet
etmem. O'nun, çürüyüp yok olmalarından sonra bedenleri yeniden dirilteceğine,
ölüleri yeniden hayata
döndüreceğine, çürümüş kemikleri
bir araya getireceğine inanırım.
Yaratmasında ve hükümranlığında Allah'ın
ortağa olmadığını, O'ndan başka tanrı bulunmadığını bilirim. Böyle
dedikten, sonra arkadaşına, bahçesine
gireceği esnada nasıl davranması gerektiğini anlattı ve gerekli
tavsiyeleri yaparak şöyle dedi: «Bahçene girdiğin zaman, - her ne kadar beni
kendinden mal ve nüfus bakımından daha az biliyorsan da- «Maşaallah! Kuvvet
ancak Allah'a mahsustur!» demen gerekmez mi?»
Bu sebepledir ki
malından, ailesinden veya içinde bulunduğu durumdan hoşlanan herkesin böyle
demesi müstahab olmuştur. Bu konuda şahinliğinde şüphe bulunan merfu bir hadis
de nakledilmiştir: Ebu Ya'lâ el-Musilî, Cerrah b. Muhalled kanalı ile Enes'ten
rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Allah bir kula aile,
mal veya çocuk gibi bir nimet bahşederse o kul; "Maşaallah, kuvvet ancak
Allah'a mahsustur." demelidir.»
Mü'min arkadaş,
kafirin malının ancak ölümüne kadar elinde bulunacağını gördüğü için ona şöyle
demişti: «Bahçene girdiğin zaman, -her ne kadar beni kendinden mal ve nüfus
bakımından daha az buluyorsan da-: «Maşaallah! Kuvvet ancak Allah'a
mahsustur!» demen gerekmez mi? Rabbim, senin bahçenden daha iyisini bana
verebilir (Yani onu ahirette bana ihsan edebilir.) ve seninkinin üzerine gökten
bir felaket gönderir (aşırı derecede yağmurlar neticesinde ekinlerinin ve
ağaçlarının kökünü söker). Böylece bahçen yerle bir olabilir. (Ekinsiz kaygan
toprak haline gelebilir). Yahut suyu çekilir. Bir daha da bulamazsın.» dedi.
Nitekim ürünleri yok edildi (Bahçesi.harap öldü). Bağın alt üst olmuş
çardakları karşısında, sarf ettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup «Keşke
Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım.» diyordu. Bahçesi tamamen harab olup bir
daha geri gelmesinin imkansız olduğunu görünce ümidini yitirdi. Söylemiş olduğu
önceki sözlerden ötürü yüce Allah'ı inkar etmiş olduğunu düşünerek pişman oldu.
Cenâb-3 Allah bu hususta şöyle buyurdu:
«Ona, Allah'tan başka
yardım edebilecek adamları da yoktu. Kendi kendini de kurtaramadı.» Yani
yaptığı kusurlarını telafi edecek, kendisine yardım edecek bir kimse
bulunmadı. Kendi gücüyle de kendini o felaketten kurtaramadı. «İşte burada
kudret ve hakimiyet, varlığı gerçek olan Allah'ındır.» «O gün, gerçek
hükümranlık Rahmân'ındır. İnkarcılar için yaman bir gündür.» (ei-Furkân, 26.)
Böyle bir durumda ve her durumda reddedilmez, engellenemez ve mağlub edilemez
olan hüküm, sadece varlığı gerçek olan Allah'ın hükmüdür. «Mükafatlandırma
bakımından hayırlı olan da, sonuçlandırma yönünden hayırlı olan da O'dur.» Yani
Allah'ın muamelesi sevap bakımından kişi için hayırlıdır. O'nun muamelesi ve
sonuçlandırması dünya ve ahirette kişi için hayırlıdır.
Bu kıssa, kişinin
dünya hayatına meyletmemesi, aldanmaması ve bel bağlamaması, aksine her
halükarda Allah'a taat ve tevekkülü ana hedef edinmesi gerektiği temasını
işlemektedir. Bu kıssada kendi elinde bulunan mallardan çok, Allah katında
bulunan şeylere güvenmek gerektiği anlatılmaktadır. Yine bu kıssada
anlatıldığına göre bir kimse, Allah'a taat ve O'nun yolunda infakta bulunmak
uğruna birşey sarfe-derse o şeyden mahrum olur. Hatta elinden tamamen alınır.
Bu da onun hedeflediği amacının zıddı bir muameledir. Ki ahirette karşılığını
bol bol görsün. Yine bu ayetlerde anlatılmak istenen hususlardan biri de şudur
ki, kişi, müşfik kardeşinin öğüdünü kabul etmek mecburiyetindedir. Öğütçü
kardeşine muhalefet etmesi vebaldir. Ve kendisi için bir helaktir. Yine bu
ayetlerde anlatıldığına göre kaderin vuku zamanı geldiği ve Allah'ın emri infaz
edildiği zaman duyulan pişmanlık, kişiye fayda vermez. Allah'tan yardım diliyor
ve O'na dayanıyoruz. [3]
Yüce Allah buyurdu ki:
«Biz bunları, vaktiyle
bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan,
bahçeyi devşireceklerine -bir istisna payı bırakmaksızın- yemin etmişlerdi. Ama
onlar daha uykuda iken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi
salıvermişti de bahçe kapkara kesilmişti. Sabah erken birbirlerine:
«Ürünlerinizi devşirecek-seniz erken çıkın.» diye seslendiler. «Bugün orada,
hiçbir düşkün yanımıza sokulmasın.» diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.
Yoksullara yardam etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler.
Bahçeyi gördüklerinde: «Her halde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz
yoksun bırakıldık.» dediler. Ortancaları: «Ben, size Allah'ı anmanız gerekmez
mi? dememiş miydim?» dedi.
«Rabbimizi tenzih
ederiz; Doğrusu biz yazık etmiştik.» dediler. Birbirlerini yermeye başladılar.
Sonra şöyle dediler: «Yazıklar olsun bize; doğrusu azgınlık edenlerdik. Belki
Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir, doğrusu artık, Rabbimizden
dilemekteyiz.»
işte azab böyledir,
ama ahiret azabı daha büyüktür, keşke bilseler!» (ei-Kaiem, 17-33.) Bu, Cenâb-ı
Allah'ın kendilerine ulu ve kıymetli peygamberi göndererek in'amda bulunduğu,
ama kendilerinin o peygamberi yalanlama ve muhalefetle karşılamalarına dair
Kureyş kafirlerine vermiş olduğu bir örnektir. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«Allah'ın verdiği
nimeti nankörlükle karşılayanları ve milletlerini helak olacakları yere,
yaslanacakları Cehennem'e götürenleri görmüyor musun? Ne kötü bir duraktır!»
(ibrahim, 28-29.)
İbn Abbas dedi ki:
Ayette kendilerine nimet verildiği söylenen kimseler, Kureyş kafirleridir.
Cenâb-ı Allah onlara çeşitli ekin ve meyvelerle dolu, hasadı yaklaşan bir
bahçenin sahiplerini misal olarak anlatarak şöyle buyurdu: «Sahipleri daha
sabah olmadan, bahçeyi devşireceklerine -bir istisna payı bırakmaksızın- yemin
etmişlerdi.» Yani sabah vakti bir yoksul ve muhtacın kendilerini görmeyeceği ve
böylece ona bir şey vermeyecekleri bir esnada bahçeyi devşireceklerine yemin
ettiler ve yeminlerinde istisna payı da bırakmadılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah
onları, bahçeyi devşirmekten aciz bıraktı. Bahçelerine bir yangın musallat
etti. Yangın neticesinde bahçede yararlanılacak hiç bir şey kalmadı. Bu sebeple
Yüce Allah buyurdu ki: «Ama onlar daha uykuda iken Rabbının katından gönderilen
bir salgın, o bahçeyi sanvermişti de bahçe kapkara kesilmişti.» Bahçe, simsiyah
zifiri karanlık bir gece gibi olmuştu. Gecede nasıl ışık yoksa bahçede de ürün
kalmamıştı. Bu da onların amaçlarının tersi bir muameleye maruz kalmalarıydı.
«Sabah erken birbirlerine: «Ürünlerinizi devşirecekseniz erken çıkın.» diye seslendiler.
Sabah erken uykudan uyanınca birbirlerine seslenerek: Güneş yükselmeden,
dilenciler çoğalmadan çabuk bahçenize gidin de devşirin, dediler.. «Bu gün
orada, hiçbir düşkün kimse yanımıza sokulmasın.» diye gizli gizli konuşarak
yürüyorlardı.» Kendi aralarında gizlice konuşarak ve istişare yaparak bu
hususta karar verdiler.«Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken böyle
konuşarak erkenden gittiler.» Yoksullara yardım etme gücüne sahip oldukları
halde onlara herhangi birşey vermeme gibi bozuk niyeti içlerinde saklayarak
yola koyuldular.
İkrime ile ŞaTti
dediler ki: Onlar yoksullara karşı öfkeli bir şekilde harekete geçtiler.
Süddî, ayet-i kerimede
geçen "Hard" kelimesinin, ekinlerinin adı olduğunu söyleyerek uzak
bir ihtimali ortaya sürmüştür. «Bahçeyi gördüklerinde» bahçeye varıp ta o
güzelim, göz alıcı manzaralı, parlak bahçenin kötü niyetleri sebebiyle bu
tanınmaz hale gelişini müşahede ettiklerinde «Herhalde yolumuzu şaşırmış
olacağız, belki de biz yoksun bırakıldık.» dediler. Başka bir yola koyulduk,
bahçeye ulaşamadık. Hayır hayır aksine biz kötü niyetimiz sebebiyle
cezalandırıldık. Bahçemizin ürünlerinin bereketinden yoksun bırakıldık,
dediler. «Ortancaları (İbn Abbas ile Mücahid ve diğer müfessirlere göre ise en
adil ve en hayırlıları): «Ben size Allah'ı anmanız gerekmez mi? dememiş
miydim?» Yani yemin ederken istisna payı bırakmanız gerekirdi. Kötü söz
seyleyeceğinize hayırlı ve iyi söz söylemeliydiniz. «Rabbimizi tenzih ederiz,
doğrusu biz yazık etmiştik.» dediler. Birbirlerini yermeye başladılar. Sonra
şöyle dediler: «Yazıklar olsun bize, doğrusu azgınlık edenlerdik.» Pişmanlığın
fayda vermeyeceği bir zamanda pişman oldular. Azabı gördükten sonra günahlarım
itiraf ettiler ki, bu da bir yarar sağlamadı.
Denilir ki, bu bahçe
sahipleri bir kaç kardeşti. Bahçe, babalarından kendilerine miras kalmıştı.
Babaları kendi egemenliği altında iken bahçenin ürünlerinden çok miktarda
sadaka verirdi. Ama bahçe oğullarının eline geçince babalarının yönetimini hoş
görmediler. Fakirlere birşey vermeksizin bahçenin bütün ürününü kendilerine
ayırmak istediler. Bu sebeple Cenâb-ı Allah, onları şiddetle azablandırdı. İşte
bu sebepten dolayıdır ki Cenâb-ı Allah, hasad gününde bahçe ve tarlaların
ürününden sadaka (zekât=öşür) vermeyi emretmiştir:
«Ürün verdiği zaman
ürününden yeyin. Devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin.»
(ei-En'âm.uı.)
Ayet-i Kerimede sözü
edilen bahçe sahiplerinin, Yemen'in Darvan kasabasından oldukları söylenmiştir.
Habeşistanlı oldukları da nakledilen rivayetler arasındadır. Doğrusunu Allah
bilir.
«İşte azab böyledir.»
Yani emrimize muhalefet eden ve yaratıkl arımız dan muhtaç olan kimselere eğilmeyen,
onlara şefkat göstermeyen kimselere böyle azab ederiz. «Ama ahiret azabı daha
büyüktür.» Ahiretin azabı, dünya azabından daha büyük ve daha katmerlidir.
Keşke bilseler!»
Bu sûrede zikredilen
bahçe sahiplerinin kıssası, şu ayet-i kerimede anlatılan misale ne kadar da
benziyor:
«Allah size güven ve
huzur içinde olan bir kasabayı misal verir. Her taraftan oraya bolca rızık
geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu yüzden Allah onlara
yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı. And olsun ki,
aralarından kendilerine bir peygamber gelmişti. Onu yalana saydılar. Haksızlık
ederlerken azaba uğradılar.» (en-Nahl, 112-113.)
Denildi ki: Bu,
Mekkeliler için verilmiş bir misaldir. Başka bir rivayette anlatıldığına göre
bu ayette sözü edilenler, Mekkelilerin kendileridir. Cenâb-ı Allah, onları
kendilerine misal olarak anlattı. Bu anlatım, yukarıda anlatılana ters
düşmemektedir. Doğrusunu Allah bilir. [4]
Yüce Allah buyurdu ki:
«Ey Muhammedi Onlara,
deniz kıyısındaki kasabanın durumunu sor. Cumartesi yasaklarına tecavüz
ediyorlardı. Cumartesileri balıklar sürüyle geliyor, başka günler gelmiyordu.
Biz onları, yoldan çıkmaları sebebiyle böylece deniyorduk. Aralarından bir
topluluk: «Allah'ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir millete
niçin öğüt veriyorsunuz?» dediler. Öğüt verenler: «Rabbinize, hiç değilse bir
Özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar.»
dediler.
Kendilerine yapılan
öğütleri unutunca, biz fenalıktan men edenleri kurtardık ve zalimleri, Allah'a
karşı gelmelerinden Ötürü şiddetli azaba uğrattık. Kendilerine edilen yasakları
aşınca, onlara: «Aşağılık birer maymun olun.» dedik.» (el-AVaf, 163-166.)
«İçinizden cumartesi
günü azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz. Onlara, «Aşağılık birer maymun
olunuz.» dedik. Bunu, çağdaşlarına ve sonradan geleceklere bir ceza örneği ve
Allah'a karşı gelmekten sakınanlara öğüt olsun diye yaptık.» {cl-Bakara,
65-66.)
«Yahut cumartesi
ehlini lanetlediğimiz gibi lanetlemeden önce, elinizdeki kitabı tasdik ederek
indirdiğimiz Kur'ân'a inanın; Allah'ın emri daima yapılagelmiştir.» (en-Niaâ,
47.)
İbn Abbas, Mücahid,
İklime, Katade, Süddî ve diğerleri, ayet-i kerimede geçen cumartesi ehlinin
Eyleliler olduklarını söylemişlerdir. İbn Abbas, bu sözüne ek olarak da
Eyle'nin Medyen ile Tur dağı arasında bir yer olduğunu söylemiştir.
Anlatıldığına göre Eyleliler, cumartesi günü avlanmayı yasaklayan Tevrat'a
bağlı kimselerdiler. Cumartesi günü bir iş yapmadıkları ve avlanmadıkları için
balıklar, o günde korkusuzca onların bulundukları şehrin kıyısına geliyorlardı.
Cumartesi günü avlanmaları haram olduğu gibi sanat, ticaret ve diğer kazanç
getirici işlerle de uğraşmaları haramdı. İşte cumartesi günleri balıklar güven
ve huzur içinde Eyle şehrinin kıyılarına sürüler halinde geliyorlardı. Hiçbir
kimse, o balıklara hücum etmiyor, rahatsız etmiyor ve ürkütmüyordu. Cumartesi
günleri dışında ise balıklar o kıyılara gelmiyorlar di. Çünkü cumartesi günü
dışında Eyleliler avlanabiliyorlardı. Yüce Allah buyurdu ki: İşte cumartesi
gününde çok miktarda balıkları onların şehirlerinin kıyısına göndererek önceden
işledikleri günahlar yüzünden onları imtihan ediyorduk. Onlar, balıkların sürü
halinde kıyılarına geldiklerini görünce cumartesi gününde de suya olta ve ağ
atarak, çukurlar kazarak balıkları avlamaya yöneldiler. Bu tuzakları cuma
gününden suya bırakıyorlar ve cumartesi günü gelen balıklar tuzaklara
yakalanıp artık kur tul amıyorl ardı. Artık cumartesi günü geçtikten sonra
Eyleliler, tuzaklara yakalanmış balıkları çıkarıp alıyorlardı. Bunun üzerine
Cenâb-ı Allah, onlara gazab etti ve onları lanetledi. Çünkü onlar, Allah'ın
emrinin dışına çıkmış, muhalefet etmiş, çeşitli hilelerle onun yasaklarını
çiğnemişlerdi. Onların bu davranışı görünürde bir hile, hakikatte de bir
muhalefet idi. Onlar böyle yapınca onların bu yasak tanımazlığından uzak duran
ve haram işlemeyen diğer Eyleliler iki gruba ayrıldılar. Bir grub, Allah'ın o
zamandaki şeriatına muhalefet eden ve hilekarlık yapanları protesto ettiler.
Diğer grub ise haramları hiçe sayanları bu muhalefetlerinden men etmediler.
Hatta onları protesto edenleri kınayıp şöyle dediler: «Allah'ın yok edeceği
veya şiddetli azaba uğratacağı bir millete niçin öğüt veriyorsunuz?» Yani bunlar
azaba müstahak oldukları ve azaptan kurtulmaları imkansız olduğu için artık
bunları kötülükten ve haram irtikab etmekten men etmenizin ne faydası vardır?
dediler. Haram işleyenleri protesto edenler-
se onlara şu cevabı
verdiler: «Rabbinize, hiç değilse bir Özür beyan edebilmemiz içindir.» Yani
iyiliği emretme ve kötülükten men etme hususunda bize verilen emirle ilgili
olarak görevimizi yaptığımızı Rabbinize bildirip artık sorumluluğumuzun
gereğini yaptık diyebilmemiz ve O'nun azabından korktuğumuz için, onları
protesto ettiğimizi söyleyebilmemiz için onları bu kötülükten men ettik. «Belki
Allah'a karşı gelmekten sakınırlar.» Belki bunlar, işledikleri kötülükten
vazgeçerler de Cenâb=ı Allah, bunları azabından korur ve - kötülükten vazgeçip
emri dinledikleri zaman- günahlarını affeder.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Kendilerine yapılan öğütleri unutunca» kendilerini bu çirkin ve ayıp işten
vazgeçirmeye çalışanlara iltifat etmedikleri zaman «Biz fenalıktan men
edenleri kurtardık.» Bunlar da iyiliği emredip kötülükten men eden kimselerdi.
«Ve zalimleri (günah irtikab edenleri), Allah'a karşı gelmelerinden ötürü
şiddetli azaba uğrattık.» Elem verici şiddetli bir azaba çarptırdık.
«Kendilerine edilen yasakları aşınca, onlara: «Aşağılık birer maymun olun.»
dedik.»
Özetle diyeceğimiz
şudur ki, Cenâb-ı Allah, zalimleri mahvettiğini ve onların haram işleyişlerini
protesto eden inanmışları kurtardığını haber veriyor. Onlara karşı ses
çıkarmayanlardansa bahsetmiyor. Onlara karşı ses çıkarmayanlarla ilgili olarak
âlimler ihtilaf etmişlerdir. Kimisi, ses çıkarmayanların da kurtulduklarını
söylerken kimisi de onların da haram işleyenler gibi helak olduklarını
söylemişlerdir ki, doğru olan görüş birincisidir. Yani onlar da
kurtulmuşlardır. Muhakkik âlimler, bu görüştedirler. Tefsircilerin Önderi İbn
Abbas da bu görüşe meyletmiştir. Hatta İbn Abbas, bu konuda azadhsı İkrime ile
tartışmış ve neticede bu görüşe meyletmiş, çünkü bu hususta azadlısı îkrime onu
mağlub etmişti. Bu sebeple de İkrime'ye ikram olsun diye kıymetli bir elbise
giydirmişti.
Ben derim ki: Kötülük
işleyen ve haram irtikab edenlere ses çıkarmayan grub, kurtuluşa erenlerle
birlikte anılmamışlar dır. Çünkü onlar, haram işleyenlerden her ne kadar kalben
hoşnutsuz olmuşlarsa da görevlerini tam olarak ifa etmemişlerdir. Zira onların
da günah işleyen ve haram irtikab edenleri, mertebelerin ortancası olan sözlü
protesto ile günahtan men etmeye çalışmaları gerekirdi. Mertebelerin en üstünü
ise günah işleyenleri kuvvet kullanarak günahtan men etmektir. Ortancası ise
dil ile menetmektir. Üçüncü mertebe ise kalben buğz etmektir. Günah işleyenlere
karşı ses çıkarmayanların da kurtuluşa erenlerle birlikte kurtul duldan,
Kur'ân'da söylenmemiştir. Ancak kurtuldukları muhakkaktır. Çünkü bunlar, günah
işlememişler, aksine günahı kalben protesto etmişlerdir.
Abdürrezzak, îbn
Cüreyc kanalı ile Katade ile Atâ el-Horasanî'nin şöyle dediklerini rivayet
etmiştir: Cumartesi günlerinde haramın sınırlarını aşıp günah irtikab edenleri,
şehir halkı günahtan men edip protesto ettiklerinde günahkarlar onların
nasihatlerine kulak vermediler. Bunun üzerine nasihat verenler, onlardan
ayrıldılar. Ayrı yerlerde yattılar. Kapılarım üzerlerine kilitlediler. Çünkü
onların helak olacaklarını bekliyorlardı. Bir gün sabahladıklarında
günahkarların kapılarının açılmamış olduğunu, hâlâ kilitli bulunduğunu
gördüler. Oysa güneş epey yükselmiş, kuşluk vaktine gelinmiş, hava iyiden iyiye
ısınmıştı. Şehir halkının geride kalanları bir adama dediler ki, bir merdivene
çık da bunların evlerinin damından içeriye bak.
Adam merdivene
tırmanıp dama çıktığında onların maymuna dönüşmüş olduklarını, kuyrukları
bulunduğunu, ulumakta ve birbirlerinin üzerine sıçramakta olduklarını gördü.
Kapılarını açtılar, maymunlar dışarı çıktılar. Yakınlarını tamdılar, ama
yakınları onlan tanımıyorlardı. Maymunlar yakınlarına sığındılar. Onları
kötülükten men etmiş olanlar: «Sizi işlediğiniz günahlardan men etmedik mi?» dediklerinde
maymunlar, evet anlamına gelecek şekilde başlarıyla işaret ettiler.
Abdullah b. Abbas daha
sonra ağladı ve şöyle dedi: "Biz bir çok kötülükleri görüyor, ama protesto
etmiyor ve bu konuda hiç birşey de söylemiyoruz." Avfî, İbn Abbas'ın bu
konuda şöyle dediğini rivayet etmiştir: "O kasabanın gençleri maymunlara,
ihtiyarları da domuzlara dönüştüler." İbn Ebi Hatim, Mücahid kanalı ile
İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Maymuna dönüşen Eyleliler,
çok uzun süre yaşamadılar. Ancak bir hayvanın iki sağımı arasında geçen süre
kadar kısa bir müddet yaşadılar, sonra helak oldular. Onların nesilleri ve
zürriyetleri de olmadı."
Dahhak, îbn Abbas'ın
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hayvana dönüşen hiçbir kimse, üç günden
fazla yaşamadı. Bunlar yemediler, içmediler, zürriyetleri de olmadı."
Bu konudaki bilgileri,
el-Bakara ve el-A'râf sûrelerinin tefsirlerini yaparken detaylı olarak
naklettik. Hamd ve minnet Allah'adır.
İbn Ebi Hatim ve İbn
Cerir, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Eylelilerin kalpleri mesh
edildi. Yoksa onlar hakikatte domuzlara ve maymunlara dönüşmediler. Bu,
Cenâb-ı Allah'ın vermiş olduğu bir misaldir. «Sırtına kitap yüklenmiş merkebin
durumu gibi.» İşte bu da bir misaldir. Bu cidden garip bir rivayet olup
Kur'ân'm zahirine ve selef ile halef ulemasından bir çoklarının kesin
ifadelerine aykırıdır. Doğrusunu Allah bilir.[5]
Yüce Allah buyurdu ki:
«And olsun ki, Lokman1
a, Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için
şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir.
Övülmeye layık olandır. Lokman, oğluna öğüt vererek: «Ey oğulcuğum! Allah'a eş
koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür.» demişti. Biz insana, ana ve babasına
karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe
uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur.
Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş banadır. Ey insan
oğlu! Ana baba, seni, körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara
itaat etme. Dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna
uy. Sonunda dönüşünüz banadır. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm. Lokman:
«Ey oğulcuğum! İşlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir
kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu
getirip meydana kor. Doğrusu Allah Latiftir, haberdardır. Ey oğulcuğum! Namazı
kıl, uygun olanı buyurup fenalığı önle, başına gelene sabret, doğrusu bunlar,
azmedilmeğe değer işlerdir. İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde
böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez.
Yürüyüşünde tabii ol, sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin
sesidir.» (Lokman, 12-19.)
Lokman'ın şeceresi
şöyledir: Lokman b. Anka b. Sedun. Lokman b. Saran olduğu da söylenir. Süheylî,
İbn Cerir ve Kuteybe'den naklederek böyle demiştir. Süheylî'nin ifadesine göre
Lokman, Eylelilerin Nobe kesimindendir.
Ben derim ki: Lokman,
ibadetine bağlı, fasih konuşan, büyük hikmet sahibi salih bir adamdı. Bir
rivayete göre o, Davud peygamber zamanında kadı imiş. Doğrusunu Allah bilir.
Süfyan-ı Sevrî, Eş'as
kanalı ile îbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Lokman, Habeşli
marangoz bir köle idi".
Katade, Abdullah b.
Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Cabir b. Abdullah'a
sordum:
- Lokman hakkında en
son bilginiz nedir?
- O, kısa boylu,
tıknaz bir adam olup Nobeli idi.
Yahya b. Said
el-Ensarî, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Lokman,
Sudanlı olup iri dudaklı bir kimse idi. Allah ona hikmet vermişti. Ama
peygamberlik vermemişti."
Evzaî, Abdurrahman b.
Harmele'nin kendisine şöyle dediğini nakletmiştir: Siyahi bir adam, Said b.
Müseyyeb'e gelerek siyahlığım ona sordu, o da şöyle cevap verdi: "Siyah
olduğun için üzülme. Çünkü insanların en hayırlısı üç kişi var ki bunlardan
biri Sudanlı Bilal'di. Diğeri Ömer'in azadlısı Mehca idi. Üçüncüsü de Lokman
Hekim'di ki o da siyahi idi. Nobeli olup iri dudaklı idi."
A'meş, Mücahid'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Lokman, iri dudaklı, yarık ayaklı siyahi
bir köle idi."
Ömer b. Kays dedi ki:
"Lokman, iri dudaklı, geniş tabanlı siyahi bir köle idi. Bir mecliste
oturup sohbet ederken adamın biri gelip ona şöyle sordu:
- Sen falan yerde
benimle birlikte koyun çobanlığı yapan falan adam değil misin? .
- Evet.
- Gördüğüm şu
mertebeye seni ulaştıran şey nedir?
- Doğru söz ve beni
ilgilendirmeyen şeyler karşısında susmaktır." dedi.
İbn Ebi Hatim, Ebu
Zur'a kanalı ile Abdurrahman b. Ebi Yezid b. Cabir'in şöyle dediğim rivayet
etmiştir:
"Cenâb-ı Allah,
hikmetinden ötürü Lokman Hekim'in mertebesini yüceltti. Onu daha önce tanıyan
bir adam gelip kendisine şöyle bir soru sordu:
- Dün benim
koyunlarımı otlatan falan köle değil misin?
- Evet.
- Gördüğüm şu
mertebeye seni ulaştıran şey nedir?
- Allah'ın takdiri,
emanetin sahibine verilmesi, doğru konuşma ve beni ilgilendirmeyen şeylerle
ilgilenmemedir."
İbn Vehb, Abdullah b.
Ayyaş kanalı ile Afre'nin azadlısı Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Adamın birisi, Lokman Hekim'e gidip şöyle sordu:
- Sen, Beni Nehhas'm
kölesi Lokman değil misin?
- Evet.
- Sen koyun otlatan
siyahi çoban değil misin?
- Siyahlığım zaten
görünen birşeydir. Bu duruma gelişimi ne diye hayretle karşılıyorsun?
- İnsanlar senin
ikametgahında oturuyorlar. Kapında yığılıyorlar. Sözlerini kabul ile
karşılıyorlar. Bunun sebebi nedir?
- Ey kardeşimin oğlu!
Sen de benim söylediklerimi yaparsan benim mertebeme ulaşırsın.
- Nedir o söyleyeceğin
şey?
- Gözümü kapadım,
dilimi tuttum, az yiyecekle yetindim, tenasül organımı haramdam korudum. Sözümü
yerine getirdim. Ahde vefa gösterdim. Misafirime ikramda bulundum. Komşumu
muhafaza ettim. Beni ilgilendirmeyen şeylere karışmadım. İşte bu saydığım
şeyler, beni görmüş olduğun bu mertebeye ulaştırdı."
İbn Ebi Hatim'in
rivayetine göre Ebu Derda, günün birinde Lokman Hekim'den bahsederken şöyle
demiştir: "Lokman Hekim'e mal, aile, soy ve insanlardan ayına özellikler
verilmemişti. Ancak o iri yarı, cesaretli, uzun uzadıya düşünen, susan, derin
görüşlü bir kimse idi. Gündüzleri asla uyumazdı. Onun bir yere tükürdüğünü,
boğazım temizlemek için öksürür gibi yaptığım, küçük ve büyük abdest yaptığım,
güsl ettiğini, boş şeylerle uğraştığını ve güldüğünü hiç kimse görmedi.
Hikmetli sözler dışında başka birşey söylemezdi. Söylediği sözü tekrar dinlemek
için insanlar, onu yeniden konuştururlardı. Evlendi, çocuğu oldu, çocukları öldü
ama üzerlerine ağlamadı, sultanların, hakimlerin yanma gider, düşünür, tefekkür
eder, ibret alırdı. İşte bu yüzden o yüksek mertebeye ulaştı."
Bazılarının
anlattıklarına göre Lokman'a peygamberlik teklif edilmiş, ancak o peygamberlik
yükünü taşıyamayacağından korktuğu için hikmeti tercih etmiştir. Çünkü hikmet,
peygamberlikten daha kolaydır. Ancak bu hususta ihtilaf vardır. Doğrusunu Allah
bilir. İleride de anlatacağımız gibi ona peygamberlik teklif edildiği, ancak
onun bunu kabul etmeyip hikmeti seçtiği hususu, Katade'den rivayet edilmiştir.
İbn Ebi Hatim ile İbn Cerir, îkrime'den rivayet ettiler ki, Lokman peygamberdi.
Ancak bu zayıf bir rivayettir. Cumhur-u ulemadan nakledilen meşhur görüşe göre
Lokman, Allah'ın veli kullarından hakim bir kimsedir. Peygamber değildir.
Cenâb-ı Allah, Kur'ân'da ondan bahsetmiş, onu övmüş ve oğluna verdiği öğütleri
nakletmiştir. Oğlu, yaratıklar arasında onun en çok sevdiği ve en çok şefkat
gösterdiği kimse idi. Bu sebeple ilk öğütlerini oğluna yapıp şöyle demişti:
«Ey oğulcuğum! Allah'a eş koşma, doğrusu, eş koşmak büyük zulümdür.» Oğlunu,
Allah'a eş koşmaktan menedip sakmdırmıştı.
Buharı, Kuteybe kanalı
ile Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İnanıp imanlarına haksızlık
karıştırmayanlar.....» ayet-i kerimesi nazil olduğu zaman bu ayet, Rasûlullah
(s.a.v.)'in ashabının çok ağrına gitti ve onlar:
- Hangimiz imanına
haksızlık katmamaktadır? dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: «Durum sizin dediğiniz gibi değildir, siz Lokman'm, oğluna şöyle dediğini
işitmediniz mi? «Ey oğulcuğum! Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük
zulümdür (haksızlıktır).»
Cenâb-ı Allah, daha
sonra insanın anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye edip evlat üzerindeki
haklarını açıklıyor ve bu haklara mutlaka rivayet edilmesi gerektiğini
buyuruyor. Evladın, müşrik olsalar bile ana ve babaya ihsanda bulunmasını,
sadece dinlerine girme hususunda onlara itaat edilmemesini beyan ediyor,
bundan sonra Lokman'm oğluna verdiği öğütleri haber veriyor: «Ey oğulcuğum!
İşlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın içinde veya
göklerde, yahut yerin derinliklerinde bulunsa da, Allah onu getirip meydana
kor. Doğrusu Allah Latiftir, haberdardır.» Cenâb-ı Allah, kişiyi insanlara
zulmetmekten, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onlara haksızlık etmekten
men ediyor. Ve yapılacak haksızlığı hesap yerinde ele alacağını, mizana
koyacağını beyan ediyor: «Doğrusu Allah zerre ağırlığınca dahi zulmetmez.»
«Kıyamet günü doğru
teraziler kurarız, hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi
kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız, hesap gören olarak biz yeteriz.»
(oi-Enbiyâ, 47.)
Cenâb-ı Allah, hardal
tanesi kadar küçük olsa bile yapılan haksızlığın mutlaka kendisi tarafından
bilineceğini haber veriyor. Yapılan küçük bir haksızlık, kapısı, penceresi
olmayan sağır bir kayanın içinde olsa bile ve bu kaya parçası da yerin veya
geniş olan göklerin karanlıkları içinde gizli olsa dahi yerini Cenâb-ı Allah
mutlaka bilir. «Doğrusu Allah Latiftir, haberdardır.» İlmi dakiktir, zerreler
dahi O'na gizli kalmaz. Görenlerin gözlerine görünen veya görünmeyen hiç birşey
O'na göre gizli değildir.
«Düşen yaprağı, yerin
karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitaptadır- ancak O bilir.»
(el-En'âm,59.)
«Gökte ve yerde görünmeyen
her şey şüphesiz kitab-ı mübindedir.»(en-Neml, 75.)
«Görülmeyeni bilen
Rabbime andolsun ki, o saat size muhakkak gelecektir. Göklerde ve yerde zerre
kadar olanlar bile O'nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve daha
büyüğü de şüphesiz apaçık kitaptadır.»(Sebe1, 3.)
İmam Ahmed b. Hanbel,
Hasan b. Musa kanalı ile Ebu Said el Hudri'den rivayet etti ki, Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Sizden birisi, kapısı
ve penceresi bulunamayan sağır bir kaya içinde amel yapsa bile, her ne olursa olsun
onun ameli insanlara görünür ve ortaya çıkar.»
Lokman, daha sonra
öğütlerine devam ederek oğluna şöyle demişti: «Ey oğulcuğum! Namazı kıl.» Yani
hakkıyla ve tariflerine, vakitlerine, rükû, secde ve itidaline, huşuuna,
ahkâmına riayet ederek namazı eda et. Namazda yasaklanan davranışlardan da uzak
dur. «Uygun olanı bulup fenalığı Önle.» Gücün ve takatin nisbetinde iyiliği
emredip, kötülükten sakındır. Eğer yapabilirsen elinle, yapamazsan dilinle, bunu
da yapamazsan kalbinle iyiliğe taraftar olup, kötülükten men edici ol.
Lokman, oğluna sabrı
da öğütleyerek şöyle dedi: «Başına gelene sabret.» Çünkü iyiliği emredip
kötülükten sakındırmak durumunda olan kişiye bazı saldırılar ve tecavüzler
olabilir. Ama iyi son (hayırlı aki-bet), bu gibi kimseler içindir. Bu sebeple
Lokman, oğluna bu durumda sabırlı olmasını tavsiye etmiştir. Sabrın sonunun,
genişlik ve selamet olduğu bilinmektedir. «Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer
işlerdir.» Bunlar yapılması zorunlu ve kaçınılmaz olan şeylerdir. «İnsanları
küçümseyip yüz çevirme.» İnsanlara karşı mütekebbir olma. Sen onlarla
konuşurken, onlar seninle konuşurlarken büyüklük taslayarak, onları horlayarak
yüz çevirme.
Lügat bilginleri
dediler ki: Bu ayet-i kerimenin aslanda geçen "su'r" kelimesi,
develerin boyunlarına isabet eden bir hastalığın adıdır. Bu hastalığa yakalanan
develer, başlarını sağa veya sola çevirirler. İşte insanlarla konuşurken veya
insanlar kendisiyle konuşurlarken mütekebbirane bir surette yüzünü onlardan
çeviren kimse, boynu hastalanıp yüzünü sağa veya sola çeviren deveye
benzetilmiştir. Ebu Talib de su'r kelimesini kullandığı bir şiirinde şöyle
demiştir:
"Biz öteden beri
haksızlığı onaylamayız, biz yüzleri bir tarafa eğip çevirdikleri zaman
doğrulturuz."
Aynı kelimeyi şiirinde
kullanan Amre b. Huyey et-Tağlibî de şöyle demiştir:
"Zorba kimse,
yüzünü çevirdiği zaman biz onun yüzünü doğrulturuz ve yüzü doğrulur."
Lokman, oğluna öğüt
vermeye devam ederek şöyle demişti:
«Yeryüzünde
böbürlenerek yürüme. Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.»
Lokman, oğlunu kibir ve azametle insanlara karşı üstünlük taslayarak gururlu
bir şekilde yürümekten men etmişti. Nitekim yüce Allah da bir ayet-i kerimede
şöyle buyurmuştur:
«Yeryüzünde
böbürlenerek yürüme. Çünkü sen, ne yeri delebilir ne de boyca dağlara
ulaşabilirsin.» (el-Isrâ, 37.)
Bu hızlı yürüyüşünle
beldeleri katedemezsin, kuvvetli basarak bu yürüyüşünle yerleri delemezsin,
büyüklenip gurur taslamakla uzunluk bakımından dağlara ulaşamazsın. Kendi
nefsine baskı yap. Sen, miktarının dışına çıkamazsın, kapasiteni aşamazsın.
Hadiste belirtildiğine
göre adamın birisi, gururlu bir şekilde salınarak aba ve izanyla yürümekte iken
Cenâb-ı Allah, onu aniden yere batırır. O adam, kıyamet gününe kadar da yerin
dibine batmaya devam edecektir. Başka bir hadiste de şöyle Duyurulmuştur:
«Eteğini yerde
sürümekten sakın. Çünkü bu, Allah'ın sevmediği mütekebbirİlktendir.» Nitekim
Cenâb-ı Allah da yukarıdaki ayet-i kerimede şöyle buyurmuştu: «Allah, kendini
beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.» Cenâb-ı Allah insanı salınarak
yürümekten men ettiğine göre ona, mutedil bir şekilde yürümesini emretmiştir.
Çünkü insan, yürümek zorundadır. Allah, insanı kötülük yapmaktan men etmiş,
hayırlı olmak ve hayır işlemekle emr etmiştir. Bu yüzden «Yürüyüşünde mutedil
ol.» emrini vermiştir. Yani ne çok ağır ol, ne de koşarcasına yürü. Bu ikisi
arasında mutedil bir yürüyüşle yürü. Nitekim yüce Allah, bir ayet-i kerimede
şöyle buyurmuştur:
«Rahman'ın kulları,
yeryüzünde mütevazi yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman onlara
güzel ve yumuşak söz söylerler.»(el-Furkân, 63.)
Lokman, bundan sonra
oğluna Öğüt vermeye devam ederek şöyle demişti: «Sesini kıs.» Yani konuşurken
sesini yükseltme. Çünkü seslerin en yükseği ve çirkini eşek sesidir. Buharı ve
Müslim'in sahihlerinde bulunan bir hadiste, geceleyin eşek sesi ve anırması
duyulduğunda Eûzu Billah demek emredilmektedir. Çünkü o esnada anıran eşek,
şeytanı görmüştür. Bu yüzden gereksiz yere sesi yükseltmekten, özellikle esneme
anında ses yükseltmekten insan menedilmiştir. Esneyen kimsenin sesini kısması
ve ağzını kapatması müstehaptır. Hadiste de sabit olduğu gibi Rasûlullah
(s.a.v.) böyle yapmıştır. Bunun için bizim de böyle davranmamız müstehab
kılınmıştır.
Ezan okurken, dua
yaparken, savaş esnasında düşmana karşı sesi yükseltmenin meşru olduğu
bilinmektedir. Kur'ân okurken, hikmetli şeyler söylerken, faydalı tavsiyelerde
bulunurken, serden menedici ve hayır içerici öğütler verirken sesi yükseltmek
meşrudur.
îmam Ahmed b. Hanbel,
Ali b. İshak kanalı ile îbıı.Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah (s.a.v.) bize haber verdi ki, Lokman Hekim şöyle demiştir: «Allah'a
birşey emanet bırakılınca O, onu muhafaza eder.» İbn Ebi Hatim, Ebu Said
el-Eşced kanalı ile Kasım b. Muhay-mere'den rivayet etti ki, Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Lokman, oğluna şöyle dedi: «Ey oğulcağızım!
Doğrusu hikmet, miskinleri hükümdarların meclisinde oturttu.»
Avn b. Abdullah'tan
rivayet olunduğuna göre Lokman oğluna şöyle demiştir: «Ey oğulcağızım! Bir
kavmin meclisine vardığın zaman onları İslâm'ın okuyla kanat. Yani onlara selam
ver. Sonra meclislerinin bir tarafında otur. Onların konuşmaya başladıklarını
görmedikçe sen konuşma. Eğer Allah'ın zikrine dalarlarsa, sen de okunu onlarla
beraber parlat. Eğer başka şeye dalarlarsa, okunu onlardan başka tarafa
yönelt.»
Hafs b. Ömer'den
rivayet olunduğuna göre Lokman, yanına bir torba hardal koymuş ve oğluna öğüt
vermeye başlamış. Her bir öğütte, torbadan bir hardal tanesi çıkarırmış. Öğüt
vermeye devam etmiş, nihayet hardal tükenmiş, sonra da oğluna şöyle demiş: «Ey
oğulcuğum! sana öyle öğütler verdim ki eğer bunlar bir daha verilmiş olsaydı,
dağ çatlardı.» Böyle deyince Lokmanın oğlu çatladı.
Ebu'l Kasım
et-Taberanî, Yahya b. Abdulbaki el-Misisî kanalı ile İbn Abbas'tan rivayet etti
ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Siyahileri tutun,
çünkü onlardan üç kişi cennetliktir: Lokman Hekim, Necaşi ve müezzin olan
Bilal.»
Bu garip ve münker bir
hadistir.
İmam Ahmed b. Hanbel,
"Zühd" kitabında Lokman Hekim'in hayatından bahsetmiş ve bahsederken
de önemli ve çok faydalı şeylerden söz edip şöyle demiştir:
«Doğrusu biz, Lokman'a
hikmet vermişizdir.» ayet-i kerimesiyle ilgili olarak Vekî bize, Mücahid'in
şöyle dediğini anlattı: «Bu ayette geçen hikmet kelimesiyle, anlayış ve
isabetli karar verme kasdedilmiştir. Buradaki hikmet kelimesi, peygamberlik
anlamına gelmemektedir.»
Rivayete göre İbn
Abbas, Lokman'm Habeşî bir köle olduğunu söylemiştir.
Said b. Müseyyeb'in
ifadesine göre Lokman, terzi imiş. Malik b. Dinar'dan rivayet olunduğuna göre
Lokman, oğluna şöyle bir öğüt vermiş: «Ey oğulcağızım! Allah'ın taatım ticaret
edin. Bu durumda ticaret eşyan olmaksızın kâr elde edersin.»
Muhammad b. Vasi'den
rivayet olunduğuna göre Lokman, oğluna şöyle demiştir: "Ey oğulcağızım!
Allah'a karşı gelmekten sakın ve takvalı ol. Kalbin günahkar olduğu halde
insanlar takvalı olduğunu zannederek sana ikramda bulunsunlar diye Allah'tan
korkar olduğunu insanlara gösterip riyakarlık yapma."
Yezid b. Harun'dan
rivayet olunduğunla göre Halid er-Ribî şöyle demiştir: Lokman, Habeşi bir köle
olup marangozluk yapardı. Efendisi ona:
- Bana bir koyun kes,
dedi. O da koyun kesti. Efendisi Ona:
- Koyunun en lezzetli
ve en hoş iki parça etini bana getir, dedi. Lokman da ona koyunun dilini ve
kalbini getirdi. Efendisi:
- Şu dilden ve kalpten
daha lezzetli ve daha hoş bir et parçası yok muydu? diye sorunca Lokman:
- Hayır, diye cevap
verdi. Efendisi sustu, bir süre ses çıkarmadı Sonra:
- Bana bir koyun daha
kes, dedi. Lokman, ona bir koyun daha kesti. Efendisi ona:
- Bu koyunun en pis
iki parça etini at, dedi. Lokman da koyunun dilini ve kalbini attı. Efendisi
ona şöyle dedi:
- Sana koyunun en
lezzetli ve en hoş iki parça etini bana getirmeni söylemiştim. Sen de bana onun
dilini ve kalbim getirmiştin. Sonra başka bir koyun kesmeni ve 6 koyunun en pis
ve hoş olmayan iki parça etini atmanı söylemiştim, sen de onun dilini ve
kalbini attın. Bu ne demek oluyor?
Lokman, ona şu cevabı
verdi:
- Düzgün oldukları
zaman dilden ve kalpten daha hoş birşey yoktur. Kötü oldukları zaman da dilden
ve kalpten daha pis birşey yoktur.»
Ebu Osman'dan rivayet
olunduğuna göre Lokman, oğluna şöyle öğüt vermiş: "Cahilin dostluğuna
rağbet etme. Çünkü o, senin kendisi tarafından yapılan işlere razı olacağım
zanneder. Hikmet sahibi kimsenin gazabını küçümseme. Çünkü o, seni mahrum
bırakır."
Abdullah b. Zeyd'den
rivayet olunduğuna göre Lokman, şöyle demiştir: "Dikkat edin. Allah'ın
kudret eli, hikmet sahibi kimselerin ağızları üzerindedir. Onlardan birisi,
sadece Allah'ın kendisine müyesser kıldığı şeyleri söyler. Başka şeyleri
söylemez."
İbn Cüreyc dedi ki:
"Ben, geceleri başımı kaldırıp gözlerimi açardım. Ömer bana dedi ki:
- Sen, Lokmanın,
«Gündüz başı kaldırıp gözü açmak, zillet ve ma-zarrettir. Geceleyin ise bu
mucizedir." dediğini bilmiyor musun? Onun için geceleyin başını kaldırıp
da gözünü açma!
Ben de ona dedim ki:
- Lokman in üzerinde
herhangi bir borç yoktu."
Süfyan'dan rivayet
olunduğuna göre Lokman, oğluna şöyle demiş: "Ey oğulcuğum! Ben, susmaktan
dolayı asla pişman olmadım. Konuşmak gümüş ise, susmak altındır."
Katade'den rivayet
olunduğuna göre Lokman, oğluna şöyle demiştir: "Ey oğulcuğum! Serden uzak
dur ki, o da senden uzak dursun. Çünkü şer, kötü kimseler için
yaratılmıştır."
Ebu Muaviye'den
rivayet olunduğuna göre Hişam'm babası Urve şöyle demiştir: "Hikmette
şöyle yazılıdır: «Ey oğulcuğum! Arzu ve isteklerden uzak dur. Çünkü bütün arzu
ve istekler, akrabayı akrabadan uzaklaştırır. Yakım, uzak tutar. Neşe ve sevinç
yok olduğu gibi hikmet de yok olur. Ey oğulcuğum! Çokça öfkelenmekten uzak dur.
Çünkü şiddetli derecede öfkelenmek, hikmet sahibi kimsenin kalbini helak
eder."
imam Ahmed b.
Hanbel,Abdurrahman b. Mehdi kanalı ile Ubeyd b. Umeyr'den rivayet etti ki,
Lokman, oğluna öğüt verirken şöyle demiştir: "Ey oğulcağızım! Meclisleri
itina ile seç. Bir mecliste Aziz ve Celil olan Allah'ın anıldığını görürsen,
sen de o^ meclis tekilerle beraber otur. Çünkü sen, âlim isen ilmin sana fayda
verir. Eğer bilgisiz biri isen onlar sana öğretirler. Ve Allah onlara rahmeti
ile tecelli edecek olursa O'nun
rahmetinden sen de
nasibini alırsın. Ey oğulcağızım! İçinde Allah'ın anılmadığı bir mecliste
oturma. Çünkü eğer sen âlimsen, bu durumda sana fayda vermez. Eğer bilgisiz
biri isen onlar bilgisizliğini daha da fazlalaştırırlar. Bundan sonra Allah
onlara eğer gazab ederse, sen de o gazabtan hissedar olursun. Ey oğulcağızım!
Mü'minlerin kanlarım akıtan güçlü kimseye imrenme. Çünkü Allah katında, onu
öldürecek olan ölümsüz bir katil vardır."
Ebu Muaviye, Hişam'm
babası Urve'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hikmette şöyle yazılıdır:
"Konuştuğun kelime, tatlı ve hoş olsun. Yüzün güleç olsun ki insanlar
seni, kendilerine birşey verenden daha çok sevsinler.
Merhametli olmak,
hikmetin başıdır.
Başkalarına merhamet
ettiğiniz gibi size de merhamet edilir.
Ne ekerseniz, onu
biçersiniz.
Dostunu ve babanın
dostunu sev."
Abdürrezzak, Ma'mer ve
Eyyüb vasıtasiyle Ebu Kalabe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Lokman'a şöyle
bir soru soruldu:
- İnsanların hangisi
(laha sabırlıdır?
- Arkasından minnet
edilmeyen ve başa kakılmayan sabır, daha
kıymetlidir.
- İnsanların hangisi
daha âlimdir?
- İnsanların
bilgisinden istifade ederek kendi bilgisini artırandır.
- İnsanların hangisi
daha hayırlıdır?
- Zengin kimse, daha
hayırlıdır.
- Malı ve serveti çok
olan kişiyi mi kastediyorsun, zenginlik bu mudur?
- Hayır. Asıl zengin
kişi odur ki, kendisinden bir hayır taleb ederken hayrı onun yanında bulursun
ve sana verir. Aksi takdirde o kendi nefsini, insanlardan müstağni kılmış bir
kimse demektir."
Süfyan b. Uyeyne'den
rivayet olunduğuna göre Lokman Hekim'e sordular:
- İnsanların hangisi
daha kötüdür? O da:
- İnsanların kendisini
kötü görmelerine aldırış etmeyendir, diye cevap verir.
Ebu's-Samed, Malik b.
Dinar'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hikmette şunun yazılı olduğunu
gördüm:
- Cenâb-ı Allah,
insanların heveslerine göre konuşan kimselerin kemiklerini dağıtır.
Yine hikmette şunun
yazılı olduğunu gördüm:
- Bilmediğini bilmen
ve bildikten sonra onunla amel etmemende senin için bir hayır yoktur. Çünkü bu
durumdaki bir kimse, odun
toplayıp demet haline
getiren, sonra onu omuzlamaya çalışan ama kaldıramayan, bundan sonra da o
demete bir demet daha ekleyen kimseye benzer."
Abdullah b. Ahmed,
Hakem b. Ebu Züheyr vasıtasiyle-Ebu Said'den rivayet etti ki, Lokman, oğluna
şöyle demiştir: "Ey oğulcuğum! Senin yemeğini ancak takvalı kimseler
yesin. İşinde de âlimlere danış, onlarla istişare yap."
İbn Ebi Hatim,
Ebu'l-Abbas b. Velid kanalı ile Katade'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Cenâb-ı Allah, Lokman'ı peygamberlik ve hikmet sahibi olmak arasında
seçim yapma hakkına sahip kıldı. O da peygamberliği değil de hikmet sahibi
olmayı seçti. Cebrail, uykudayken ona geldi. Ona hikmeti akıttı. Uyanınca da
hikmetli sözler söylemeye başladı."
Sa'd, Katade'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir. Lokman'a şöyle bir soru soruldu:
- Rabbin seni seçim yapma hakkına sahip kıldığı
halde niçin peygamberliği değil de hikmet sahibi olmayı seçtin?
Lokman da şu cevabı
verdi:
- Eğer peygamberlik
bana direkt olarak gönderilmiş olsaydı, ondan kurtulmayı Allah'tan dilerdim. Ve
onun yükümlülüklerini yerine getireceğimi de ümid ediyordum. Ama Rabbim beni
seçim yapma hakkına sahip kılınca ben peygamberlik yükünü kaldıramamaktan
korktum. Onun için hikmeti tercih etmek daha hoşuma gitti.
Cenâb-ı Allah, bir
ayet-i kerimede: «Doğrusu biz Lokman'a hikmet vermişizdir.» buyuruyor. Bu
ayet-i kerimede geçen hikmet kelimesiyle anlayış, fıkıh ve İslâmiyet
kastedilmiştir. Lokman, peygamber değildi. Ona vahiy gelmemişti. Mücahid, Said
b. Müseyyeb ve îbn Abbas gibi seleften bir çokları, bu görüşte olup kati
ifadeler kullanmışlardır. Doğrusunu Allah bilir. [6]
Yüce Allah buyurdu ki:
«İçinde burçları
bulunan göğe and olsun, söz verilen kıyamet gününe and olsun, kıyamet günü
şahidlik edene ve edilene and olsun ki, insanlar öldükten sonra
diriltilecektir.
Hazırladıkları
hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış
kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı
çıksın!
Bu inkarcıların,
inananlara kızmaları, onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin
bulunan ve övülmeye layık ve güçlü olan Allah'a inanmış olmalarındandır. Allah,
her şeye şahiddir. Ama inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları
dinlerinden çevirmeğe uğraşanlar, eğer tevbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı
vardır. Yakıcı azab da onlaradır.» (ei-Burûc, 1-10.) Tefsirimizde bu sûrenin
açıklamasını detaylı olarak verdik. Hamd Allah'adır.
Muhammedb. İshak'm
ifadesine göre işkenceye uğrayan inanmış kimselerin başına gelen bu felaket,
Hz. İsa'nın peygamber olarak gönderilmesinden gönderilmesinden sonradır. Ancak
başka tarihçi ve siyerciler, Muhammed b. İshak'm bu görüşüne muhalefet ederek
hadisenin İsa peygamberin bi'setinden önce olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bir kaç siyer âliminin
anlattığına göre mü'minlere yapılan işkence, dünyada bir kaç kez
tekrarlanmıştır. Mü'minlere bu işkenceleri zorba ve inkarcı kimseler
yapmışlardır. Ancak Kur'ân'da sözü edilen bu kimseler hakkında merfu bir hadis
ile îbn. îshak tarafından nakledilen bir haber vardır ki, bu hadis ile bu haber
birbirleriyle çelişmektedir. Bu konuda geniş bilgi sahibi olmanız için biz bu
hadis ile bu haberi burada naklediyoruz:
İmam Ahmed b. Hanbel,
Hammad b. Seleme vasıtasıyla Süheyb'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Sizden önceki
kavimlerde bir hükümdar vardı. Bunun bir büyücüsü bulunuyordu. Büyücü
yaşlanınca hükümdara: "Ben yaşlandım, ecelim yaklaştı, bana bir çocuk ver
de ona büyü öğreteyim." dedi. Hükümdar da ona, büyü öğretmesi için bir
çocuk verdi. Hükümdarla büyücü arasında bir rahip vardı. Çocuk rahibe uğradı..
Onun konuşmasını ve
davranışlarım beğendi. Rahibin yanından ayrılıp büyücünün yanma vardığında
büyücü onu dövüp: "Niçin geciktin?" dedi. Sonra ailesinin yanma geç
dönünce ailesi de: "Niçin geciktin." diyerek onu dövdü. Çocuk bu
halini gidip rahibe şikayet etti. Rahip ona şu tavsiyede bulundu: "Büyücü
seni dövmek istediği zaman, "Ailem beni alıkoydu." dersin. Ailen seni
dövmek istediği zaman, "Büyücü beni alıkoydu, dersin."
Günlerden bir gün o
çocuk yolda gitmekte iken büyük bir ejderin yolu tuttuğunu ve insanların
geçmelerine mani olduğunu gördü. Kendi kendine: "Bu gün, Cenâb-ı Allah'ın
büyücüyü mü yoksa rahibi mi daha çok sevdiğini öğreneceğim." dedi. Bir taş
aldı ve: "Allah'ım! Eğer rahibin yolunu, büyücününkinden daha güzel bulup
beğeniyorsan şu ejderi öldür ki insanlar geçip yollarına gidebilsinler."
dedi. Ve taşı atıp ejderi öldürdü. Yoluna devam edip gitti. Rahibe uğradığında
durumu ona anlattı. Rahip de ona: "Ey oğulcağızım! Sen benden daha
üstünsün, ama imtihan edileceksin. Eğer imtihan edilir, eziyete uğrarsan, sakın
beni ele verme." dedi. Çocuk, anadan doğma körleri, alacalı olanları ve
diğer hastalıklara maruz kalmış kimseleri tedavi etmeye, iyileştirmeye başladı.
Allah, bu gibi hastalara onun eliyle şifa ihsan etti. Öte yandan hükümdarın
meclisinde bulunanlardan birisi, gözlerini kaybedip kör olmuştu. Gencin ününü
işitti. Ona uğradı. Çok miktarda hediye takdim etti ve: "Beni iyileştir,
gözlerim görsün. O zaman bu hediyelerin tamamı senin olsun." dedi. Genç
de: "Ben kimseye şifa veriyor değilim; şifayı ancak Aziz ve Celil olan
Allah ihsan ediyor. Eğer O'na iman edip dua edersen, Allah sana şifa ihsan
eder." dedi. O da iman edip Allah'a dua etti. Allah da ona şifa verdi.
Gözleri yeniden görmeye başladı. Sonra hükümdarın yanma dönüp mecliste eski
haliyle oturdu. Hükümdar ona sordu:
- Ey falan, gözlerini
kim açtı?
- Rabbim açtı.
- Ben mi?
- Hayır, benim ve
senin Rabbin olan Allah açtı.
- Senin benden başka
Rabbin var mı?
- Evet. Benim ve senin
Rabbin Allah'tır.
Hükümdar, ona eziyet
etmeye başladı. Nihayet o da genci ele verdi. Hükümdar, ona gidip şöyle dedi:
- Ey oğulcağızım! O
kadar büyük bir büyücü olmuşsun ki, anadan doğma körleri ve alacalan, diğer hastalıklara
mübtela olanları şifaya kavuş turuy örmüşsün!
- Ben kimseye şifa
veriyor değilim. Şifayı ancak Aziz ve Celil olan Allah veriyor.
- Ben mi?
- Hayır.
- Senin, benden başka
Rabbin var mı?
- Benim ve senin
Rabbin olan Allah var.
Hükümdar, onu da işkenceye
tabi tuttu. Nihayet o da rahibi ele verdi. Hükümdar, rahibe gitti. Ona:
- Dininden dön, dedi.
Dönmeyince başının üzerine testere koyup vücudunu baştan ayağa biçmeye başladı.
Nihayet vücudu ikiye bölünüp yere düştü. Hükümdar, daha sonra gözleri açılmış
olan o âmâya:
- Dininden dön, dedi.
Dönmeyince onun da başının üzerine testere koyup baştan ayağa biçmeye başladı.
Nihayet vücudu ikiye yarılıp yere
düştü. Gence de:
- Dininden dön, dedi. Genç dininden dönmedi.
Onu bir kaç adamıyla birlikte falanca dağa gönderdi. Adamlarına da şu talimatı
verdi:
- Dağın tepesine
vardığınızda eğer bu genç, dininden dönerse,
bırakırsınız. Aksi
takdirde onu dağdan aşağı yuvarlayın! Genci götürdüler. Dağın tepesine
çıktıklarında genç: "Allahım, dilediğin şekilde beni bunlardan
kurtar." diye dua etti.
Dağ sarsılmaya
başladı. Hükümdarın adamları da dağdan aşağı
yuvarlandılar, O genç,
elini kolunu sallayarak döndü. Hükümdarın
yanma vardı. Hükümdar:
- Arkadaşlarına ne
oldu? diye sorunca genç:
- Allah, beni onlardan
kurtardı, dedi. Bunun üzerine hükümdar onu bir kaç adamıyla bir gemiye bindirip
gönderdi. Adamlarına da şu
talimatı verdi:
- Denizin ortasına
vardığınızda eğer genç, dininden dönerse, ona ilişmeyin, aksi takdirde onu
denize atıp boğun!
Gemiye binip gittiler.
Denizin ortasına vardıklarında genç: "Allah'ım, dilediğin şekilde beni
bunlardan kurtar." diye dua etti. Hükümdarın adamlarının tamamı boğuldu.
Genç de dönüp hükümdarın yanına geldi. Hükümdar ona:
- Arkadaşlarına ne
oldu? diye sorunca genç:
- Allah, beni onlardan
kurtardı, dedi. Sonra da hükümdara şöyle dedi:
- Sana yapmanı
söylediğim şeyi yapmadıkça beni öldüremezsin! Eğer sana yapmanı dediğim şeyi
yaparsan beni öldürebilirsin. Aksi takdirde beni öldürmeye gücün yetmez!
- Yapmamı söyleyeceğin
şey nedir?
- İnsanları bir
meydanda toplarsın. Sonra beni bir ağacın dalma asarsın. Ve okluğumdan bir ok
alıp:
"Gencin Rabbi
olan Allah'ın adıyla" der ve oku bana fırlatırsın, dedi. Hükümdar öyle
yaptı, ok gidip gencin boğazına saplandı, genç de eli-
ni okun değdiği yerin
üzerine koyup canını verdi. Orada bulunanlar da: "Gencin Rabbine iman
ettik. Gencin Rabbine iman ettik." dediler. Bunun üzerine maiyetindeki
adamlar, hükümdara:
"Gördün mü?
Korktuğun şey başına geldi. İnsanların hepsi iman ettiler." dediler.
Hükümdar da bütün giriş çıkışların kapatılmasını emretti. Hendekler kazıldı.
Hendeklerde büyük miktarda ateşler yakıldı. Ve: "Kim, dininden dönerse ona
ilişmeyin, eğer dininden dönmeyen olursa onları ateşe atın." diye talimat
verdi. İnsanlar da kaçışıyorlar ve hendeklere düşüp yanıyorlardı. Bir kadın,
emzirmekte olduğu çocuğuyla oraya geldi. Hendeğe atılmak istemedi, geriye doğru
çekildi, kucağındaki çocuğuysa ona şöyle dedi: "Anacığım, sabret, doğrusu
sen hak yoldasın."
Muhammed b. İshak, bu
kıssayı başka bir şekilde naklederek Mu-hammed b. Kâ'b'm ve Necranlı birisinin
kendisine şöyle dediğini ifade etmiştir: "Necranlılar, müşrik olup putlara
taparlardı. Necran'a yakın ve bağlı olan büyük bir köyde Necranlıların
çocuklarına büyü öğreten bir büyücü vardı. Feymun, oraya varınca Necran ile
büyücünün bulunduğu köy arasındaki bir yerde çadır kurdu. Necranlılar,
çocuklarım büyü öğrenmeleri için büyücüye gönderiyorlardı. Tamir de oğlu
Abdullah'ı Necranlıların çocuklarıyla birlikte büyücüye gönderiyordu. Bu
çocuklar, çadırdaki adamın yanına vardıklarında Tamir'in oğlu Abdullah, onun
ibadetini ve namazını görünce hoşuna gitti. Yanında oturmaya, onu dinlemeye
başladı. Nihayet Müslüman oldu. Allah'ı birledi. Allah'a ibadet etti. O
adamdan, İslâm ahkâmını sormaya başladı. İslâmî hükümleri öğrenince adamdan
ism-i azamı sordu. O da ism-i azamı ona öğretti. Çocuk, öğrendiği şeyleri
başkalarına söylemedi. Adam, Tamirin oğluna şöyle dedi: "Ey kardeşimin
oğlu, sen ism-i azamı taşıyamazsın, gereğini yerine getirmeye gücün yetmez."
Tamir, oğlu
Abdullah'ın sadece diğer çocuklar gibi büyücünün yanına gidip geldiğini
zannediyordu. Abdullah, hocasının kendisine ism-i azamı öğretmek istemediğini
ve güçsüzlüğünden korktuğunu görünce gidip bir kaç ok aldı. Her bir okun
üzerine Allah'ın bir ismini yazdı. Bu işi tamamladıktan sonra bir ateş yaktı.
Sonra bu okları birer birer o ateşe attı. Üzerinde ism-i azamın olduğu oku
ateşe atınca ok, ateşe düşmedi, dışarı sıçradı ve yanmadı. Abdullah da o oku
alıp hocasının yanına götürdü ve ism-i azamı öğrenmiş olduğunu ona söyledi. O
da:
- Neymiş bildiğin
ism-i azam? diye sorunca, Abdullah:
- Şu isimdir, diye
cevap verdi. Hocası:
- Sen, bu ismi nasıl
öğrendin? diye sorunca, Abdullah yaptığı işi anlattı. Hocası:
- Ey kardeşimin oğlu!
Sen gerçekten de ism-i azamı buldun ama bunu kimseye söyleme, fakat bunu
yapacağını da sanmıyorum, dedi.
Abdullah b. Tamir,
Necran'a girdiğinde karşılaştığı hasta kimselere şöyle diyordu:
- Ey Allah'ın kulu!
Sen, Allah'ı birleyip dinime girermisin ki senin için dua edeyim de Allah sana
şifa verip seni bu hastalıktan kurtarsın. Onlar iman edince, Abdullah da onlar
için dua ediyor ve onlar şifaya kavuşuyorlardı. Böylece Abdullah'ın şanı
yüceldi. Şöhreti, Necran hükümdarının kulağına ulaştı. Hükümdar onu çağırdı. Ve
şöyle dedi:
- Sen, halkımı dinden ettin. İnançlarım bozdun.
Benim ve atalarımın dinine muhalefet ettin. Bu sebeple seni cezalandıracağım.
- Sen bunu yapamazsın.
Buna gücün yetmez!
Hükümdar, onu yüksek
bir dağa götürdü. Onu baş aşağı yuvarladı, yere düştü, ama hiçbir yeri incinmedi.
Sonra, içine düşen herkesin mutlaka boğulduğu Necran denizine götürüp attı.
Ama Abdullah, denizden sapasağlam çıktı. Abdullah, onu yenince şöyle dedi:
- Vallahi sen Allah'ı
birlemedikçe ve benim inandığım şeye inanmadıkça beni öldürmeye güç yetiremezsin.
Eğer benim gibi iman edersen, o zaman bana gücün yeter ve beni öldürebilirsin.
Bunun üzerine
hükümdar, Allah'ı birledi. Ve Abdullah b. Tamir gibi şahadet getirdi. Sonra
elindeki bir değnekle Abdullah'ı vurdu. Kafasında pek büyük olmayan bir yara açtı.
Bu yüzden Abdullah öldü. Hükümdar da oracıkta öldü. Necranlılar, Abdullah b.
Tamir'in dinine girdiler. Onun dini, Meryem oğlu İsa'nın getirdiği İncil'in ve
ahkâmının, tatbik edildiği Hristiyanlık dini idi. Sonra Necranlılara da kendi
dindaşlarının başına gelen musibetler geldi. Hristiyanlık dini, Necran'a işte
böyle girmiştir.»
Zu-Nüvas, askerleriyle
birlikte Necran'a girdi. Necranlıları Yahudiliğe sokmaya çalıştı. Aksi takdirde
onları öldüreceğini bildirdi. Onlar da ölmeyi tercih ettiler. Yahudilik dinine
girmediler. Bunun üzerine Zu-Nüvas'rn askerleri, hendekler kazıp ateşler
yaktılar. Halkı kılıçtan geçirip işkenceye tabi tuttular. Zu-Nüvas, Necranlılar
dan 20.000 kadar adam öldürdü. Zu-Nüvas ve askerleri hakkında Cenâb-ı Allah,
Rasûlüne şu ayetleri inzal buyurdu:
«Hazırladıkları
hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış
kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı
çıksın!» (ci-Burûc, 4-7.)
Bu da gösteriyor ki
burada anlatılan kıssa, Müslim'in sahihinde anlatılan kıssadan farklı ve ayrı
bir kıssadır. Bazılarının ifadelerine göre hendekte Müslüman yakma hadisesi,
dünyanın bir çok yerinde cereyan etmiştir. Nitekim İbn Ebi Hatim de böyle
demiştir. Abdurrahman b. Cübeyr'den rivayet olunduğuna göre Yemen'de hendek
kazılıp içi ateşle doldurularak inanmış kimselerin yakılması hadisesi, Tübba'
zamanında cereyan etmiştir. Kostantiniye'de de kral Kostantin zamanında cereyan
etmiştir. Hristiyanlar kıblelerini, Mesih'in dininden ve tevhidden başka
tarafa yöneltince Kostantin'in adamları, fırınları yakarak Hristiyanları ateşe
attılar. Buhtü'n-Nasr zamanında Irak'ın Babil beldesinde yapılan putlara
insanların secde etmeleri emredilmiş, onlarda bunu yapmışlar, ancak Danyal ile
arkadaşları Az-riya ve Mişayil secdeye yanaşmamışlardı. Onlar için fırın
yakılmış ve ateşe atılmışlardı. Ancak Cenâb-ı Allah, o ateşi onlar için serin
ve selamet kılmış, onları ateşten kurtarmış, Allah'a karşı gelip taşkınlık
yapan dokuz aşireti ateşe atmış, ateş onları yeyip yok etmişti.
«Hazırladıklan
hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış
kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı
çıksın.» ayet-i kerimesini tefsir eden Esbat, Süddî'nin şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Hendekler üçtür. Biri Şam'da, biri Irak'ta, biri de
Yemen'dedir."
Ben, hendek sahipleri
ve hendekten bahseden ayet-i kerimelerin tefsirlerini el-Burûc sûresini tefsir
ederken detaylı olarak anlattım. Hamd ve minnet Allah'adır. [7]
İmam Ahmed b. Hanbel,
Abdussamed kanalı ile Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
«Benden hadis nakledin
ama bana yalan sözleri isnad etmeyin. Her kim kasıtlı olarak bana yalan söz
isnad ederse, ateşteki yerini hazırlasın. İsrail oğullarından haber nakledin.
Bunda bir sakınca yoktur.»
Yine İmam Ahmed b.
Hanbel, Affan kanalı ile Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etti ki, Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Kur'ân'dan başka
hiçbir şeyi benden naklederek yazmayın. Her kim, Kur'ân'dan başka bir şeyi
naklederek yazmışsa, silip yok etsin. İsrail oğullarından haberler nakledin,
bunun bir sakıncası yoktur. Benden hadis nakledin ama yalan sözü bana isnad
etmeyin. Kim kasıtlı olarak yalan sözü bana isnad ederse, ateşteki yerini
hazırlasın.»
Ebu Bekir el-Bezzar,
Muhammed b. Müsenna kanalı ile Abdullah b, Ömer'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
«Allah'ın peygamberi,
gece boyunca (sabaha kadar) bize İsrail oğullarından bahsetti. O gece de sadece
namaz kılmak için yerimizden kalkmıştık.»
Hafız Ebu Ya'lâ, Ebu
Hayseme kanalı ile Cabir'den rivayet etti ki, Rasûluîlah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: İsrail oğullarından haberler nakledin. Çünkü onlarda tuhaflıklar
vardı. İsrail oğullarından bir topluluk evlerinden çüap mezarlıkdaki bir
kabrin başına gelerek: «Burada iki rek'at namaz kılıp Aziz ve Celil olan
Allah'a dua etsek de mezardaki ölülerden biri çıksa, kendisine ölüm hakkında
sorular sorsak, o da bize anlatsa....» dediler. Öyle yaptılar. O esnada
mezardan bir adam başını çıkardı. Akımda secde izi vardı. Onlara şöyle dedi:
«Ey sizler! Benden ne istiyorsunuz? Ben yüz seneden beri ölmüşüm ve şu ana
kadar ölümün sıcaklığı vücudumda dinmemiştir. Aziz ve Celil olan Allah'a dua
edin de beni eski halime döndürsün.»
Bu, garip bir
hadistir,
İsrail oğullarının
haberlerini rivayet etmenin caizliği kesinleşmiş ise de bu, onların sahih olan
haberlerini rivayet etmenin caizliği şeklinde anlaşılmalı dur. Peygamber
Efendimiz'den nakledilen prensiplere aykırılığı bilinen israiliyat haberlerine
gelince bunu nakletmek mümkün değildir. Ancak israiliyat haberlerinden,
şahinliğine inanılanların rivayeti caizdir. Nitekim Buharı, Ebu Hüreyre'nin
şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Ehl-i Kitap, Tevrat'ı İbranice okur ve
Müslümanlar için onu Arapça tefsir ederlerdi. Rasûlullah (s.a.v.)'da şöyle
buyurmuştur: «Ehl-i Kitabı, ne doğrulayın ne de yalanlayın. Biz Allah'a iman
ettik. Bize indirilene, size indirilene iman ettik. Bizim ilahımız ve sizin
ilahınız birdir. Ve biz, ona teslim olmuş kimseleriz.» İmam Ahmed b. Hanbel,
Zührî kanalı ile Ebu Nemle el-Ensari'den rivayet etti ki, babası, Rasûlullah
(s.a.v.)'m yanında oturuyorken bir Yahudi gelip Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle
bir soru sormuş:
- Ya Muhammed, şu
cenaze konuşur mu?
- Allah bilir.
- Ben, bu cenazenin
konuştuğuna şehâdet ederim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), oradakilere
şöyle dedi:
«Ehl-i Kitap, size
birşey söylerse onları ne doğrulayın ne de yalanlayın. Biz Allah'a, kitaplarına
ve peygamberlerine iman ettik, deyin. Eğer söyledikleri gerçekse, onları
yalanlamayın. Eğer bâtılsa, onları doğrulamayın.»
İmam Ahmed b. Hanbel,
Şureyh b. Numan kanalı ile Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
Hattab oğlu Ömer,
Ehl-i kitaptan birinin elinden aldığı bir Tevrat nüshasını, Peygamber
(s.a.v.)'e getirdi. Ona okudu. Peygamber (s.a.v.) öfkelenip şöyle dedi: «Bundan
hayret mi ediyorlar ey Hattab'm oğlu! Nefsim kudret elinde bulunan Zat'a yemin
ederim ki ben, bu dini size saf (ve hurafelerden arınmış) olarak bembeyaz bir
şekilde getirdim. Ehl-i Kitaptan birşey sormayın. Size gerçeği söylerler, siz
onu yalanlarsınız. Veya size bâtılı söylerler, siz onu doğrularsınız. Nefsim
kudret elinde bulunan Zat'a yemin ederim İd eğer Musa hayatta olsaydı, o da
mutlaka bana uyardı.»
Bu hadisler, Ehl-i
Kitabın ellerinde bulunan semavi kitapları değiştirip tahrif ettiklerini, tevil
ettiklerini ve hükümlerinin yerlerim değiştirdiklerini ispatlamaktadır.
Özellikle onlar hakkında tam bir bilgiye sahip olmadıkları, kendi dillerindeki
Arapçalaştırılmış kitapları bize izhar ederken de bunlar hakkında tam bilgiye
sahip değildirler. Nasıl olurda böyle kitapları başka dillere çevirirler! Bu
yüzden onların Arapçalaştırdıkları eserlerde büyük hatalar ve çok yanılgılar
vardır. Bununla beraber onların kötü amaçları ve bozuk fikirleri de vardır. Bu
da ellerindeki mevcut kitaplarda karışıklık olduğunu isbathyor. Bu eserleri ,
çirkince değiştirip tebdil ve tağyir ediyorlar. Bu hususta, Alah'ın yardımına
müracaat ediyoruz. O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır. Bize gösterdikleri
ve bir çok hükmünü gizledikleri Tevrat'a gelince bunda da tahrifler,
değiştirmeler, yanlış ifadeler vardır. Bu kitaba bakıp üzerinde düşünen kimse
bunu açıkça görür. Hal böyle olunca onlar nasıl olur da temeli bozuk ve ifadesi
yanlış, mana ve lafızları değiştirilmiş kitabı, ilahi bir kitap olarak ortaya
koyarlar? İşte onlardan en güzel dille nakilde bulunan Kabü'l-Ahbar, Hz. Ömer
zamanında Müslüman olmuş olup Ehl-i Kitaptan çok nakiller yapmıştır. Hz. Ömer
(r.a.), onun hak yolda olduğunu tasdik ettiği ve kalbini İslâm'a ısındırmak
istediği için naklettiği bazı şeyleri hoş görmüştür. İnsanların çoğu da ondan
bol miktarda nakiller yapmışlardır. Bu nakillerin bir kısmı, gerçekten
dayanaksız ve bâtıldır. Ama elimizde mevcut gerçek ölçülere uyduğu için bir
kısmı da sahihtir. Buharı ile Ebu'l-Ye-man, Hamid b. Abdurrahman'm şöyle
dediğini rivayet ederler: "İşittim ki Muaviye, Medine'de Kureyşli bir
cemaatten nakilde bulunuyor. Mua-viye, Kabü'l-Ahbar'dan da bahsederek şöyle
dedi: «Eğer Kabü'l-Ahbar, Ehl-i Kitaptan nakilde bulunan rivayetçilerin en
doğru sözlülerinden ise -ki böyledir- bununla birlikte biz kasıtlı olmaksızın
onun bazan yanlış haberler naklettiğini biliyoruz.»
Buharı, îbn Abbas'm
şöyle dediğini nakletmiştir: «Allah'ın Rasûlü'ne indirdiği ve sizin okumakta
olduğunuz hiçbir şeyle karıştırılmamış olan kitabı elinizde bulunduğu halde siz
nasıl olur da Ehl-i Kitaptan haberler sorarsınız? Oysa Rasûlullah (s.a.v.),
Ehl-i Kitabın, Allah'ın kitabını değiştirmiş olduklarını ve onu elleriyle
yazmış olduklarını size haber vermiştir. Onlar, karşılığında az bir bedel elde
edebilmek için elleriyle yazmış oldukları kitabı, "Allah kitabı" diye
size takdim etmişlerdir. Size gelen ilim, onlardan birşey sormanıza engel
teşkil etmiyor mu? Oysa size indirilen kitabı, onlardan herhangi birinin
sizden sorup istediğini görmedik. Peki, ne diye siz onlardan sorup istiyorsunuz?»
İbn Cerir, Abdullah b.
Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ehl-i Kitaba birşey sormayın. Onlar,
size doğru yolu göstermezler. Onların kendileri sapıklığa düşmüşlerdir.
Onlardan birşey sorduğunuzda size ya doğruyu söylerler ama siz onu
yalanlarsınız, ya da bâtılı söylerler siz onu doğrularsınız.»
En doğru olanı Allah
bilir. [8]
İmam Ahmed b. Hanbel,
Vehb b. Cerir vasıtasiyle Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: «Sadece üç kişi beşikte konuşmuştur. Bunlardan birisi,
Meryem oğlu İsa'dır. İsrail
oğullarından âbid bir
adam vardı. Adı Cüreyc'di. Bu adam bir manastır inşa etti. Manastırında ibadet
etmeye başladı. İsrail oğulları, onun ibadetinden söz etmeye başladılar.
Onlardan fahişe bir kadın:
- isterseniz ben bu
âbidi yoldan çıkarırını, dedi. Onlar da:
- Biz de böyle yapmam
istiyoruz, dediler. Fahişe kadın manastıra gidip Cüreyc'e musallat oldu.
Cüreyc, ona iltifat
etmedi. Fahişe kadın gidip bir çobanla yattı. Çoban, koyunlarını Cûreyc'in
manastırının duvarları dibinde otlatıyordu. Fahişe kadın, çobandan hamile
kaldı. İsrail oğulları:
- Karnındaki şu
çocuğun babası kimdir? diye sordular. Fahişe kadın:
- Cüreyc'dir, dedi.
Manastıra gittiler. Cüreyc'i dışarı çıkararak kendisine sövdüler, dövdüler ve
manastırını yıktılar. Onlara:
- Niçin böyle
yapıyorsunuz? diye sorunca onlar:
- Sen, şu fahişeyle
zina yaptın. İşte o da bir çocuk doğurdu, dediler.
- Nerede o çocuk? diye
sorunca:
- İşte çocuk şurada,
dediler. Cüreyc kalkıp namaz kıldı. Dua etti. Sonra gidip parmağı ile çocuğa
dokundu ve:
- Allah aşkına söyle
ey çocuk, senin baban kimdir? diye sordu. Çocuk da:
- Ben çobanın oğluyum, dedi. Bunun üzerine
İsrail oğulları, Cûreyc'in üzerine kapanıp öpmeye başladılar ve:
- Manastırını altından
inşa ederiz, dediler. Cüreyc:
- Altından yapmanıza
gerek yok. Onu tekrar eskisi gibi inşa edin, dedi.
Bir kadın çocuğunu
emzirmekte iken yanından yakışıklı bir süvari geçti. Kadın: "Allah'ım,
benim oğlumu da şu süvari gibi yakışıklı kıl." dedi. Memesini emmekte
olan çocuğu, memeyi bıraktı ve süvariye dönüp: "Allah'ım, beni bunun gibi
yapma." dedi. Sonra yeniden anasının memesini emmeye başladı. (Ebu
Hüreyre diyor ki: Bunu anlatırken Rasûlullah (s.a.v.)'a bakıyordum. O, çocuğun
nasıl davranmış olduğunu bize hikaye ediyordu. Bizzat kendi mübarek parmağını
da ağzına koyup emiyordu. Böylece çocuğun nasıl hareket etmiş olduğunu bize
anlatmak istedi.) Çocuğunu emzirmekte olan kadın sonra yoluna devam etti.
Dövülmekte olan bir cariye gördü ve: "Allah'ım, benim çocuğumu, bu kadımn
haline sokma." dedi. Çocuk, emmekte olduğu memeyi bırakıp cariyeye baktı
ve: "Allah'ım, beni bunun gibi yap." dedi. Ana ile çocuğu karşılıklı
konuştular. Ana dedi ki: «Arkamda yakışıklı bir süvari gördüm ve:
"Allah'ım, benim oğlumu da bu süvari gibi yap." dedim. Sen,
"Allah'ım, beni bu süvari gibi yapma, dedin. Şu dövühnekte olan cariyenin
yanına geldiğimizde: "Allah'ım, benim oğlumu şu cariyenin durumuna
sokma." dedim. Sen, "Allah'ım, beni bu cariye gibi yap." dedin!.
Çocuk dedi ki:
"Anacığım, o gördüğün yakışıklı süvari, zorbalardan biri idi Şu
cariyeninse zina ettiğini söylüyorlar. Aslında bu, zina etmiş değildir.
Hırsızlık yaptığını söylüyorlar. Aslında bu hırsızlık yapmış değildir. Bu diyor
ki: Allah bana yeter."
İmam Ahmed b. Hanbel,
Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: İsrail
oğullarında Cüreyc adında bir adam vardı. Kenıji manastırında ibadet ederdi.
Bir gün anası (namaz esnasında) ona geldi:
- Ey Cüreyc, ey
oğulcuğum! Çık da seninle konuşayım. Ben senin ananım. Çık da seninle
konuşayım, dedi. Cüreyc:
- Ey Rabbim! Namazımı
mı kılayım, yoksa anamla mı konuşayım? dedi. Ve namazım kılmaya devam etti.
Sonra anası başka bir gün geldi, defalarca ona seslendi ve:
- Ey Cüreyc, ey
oğulcuğum, çık da seninle konuşayım, dedi. Namaz kılmakta olan Cüreyc;
- Ey Rabbim! Namazımı
mı kılayım, yoksa anamla mı konuşayım? dedi ve namazını kılmaya devam etti.
Anası da: "Allah'ım, Cüreyc'e fahişeleri göstermedikçe onu öldürme."
dedi. Manastırının yanında ailesinin koyunlarını gütmekte olan bir çoban
vardı. Manastırın gölgeliğine geldi. Derken fahişe bir kadın onun yanma geldi.
Zina yaptılar, kadın hamile kaldı. Yakalandı. İsrail oğulları, zina yapan
adamlarını öldürürlerdi. Kadına sordular!
- Karnındaki çocuğun
babası kimdir? Kadın:
- Şu manastırdaki
Cüreyc'dir, dedi. Kazma ve küreklerini alıp manastıra geldiler:
- Ey Cüreyc, ey iki
yüzlü ve riyakâr kimse! İn de seninle hesaplaşalım, dediler. Cüreyc, aşağı
inmedi. Namazına devam etti. Manastırını yıkmaya başladıklarını ve bunu devam'
ettirdiklerini görünce aşağı indi. Onun ve hamile kadının boynuna ip
geçirdiler. Arkalarından sürükleyip halka teşhir ettiler. Cüreyc de parmağını
kadının karnı üzerine koyup:
- Ey çocuk, senin
baban kimdir? diye sordu. Kadının karnındaki çocuk da:
- Falan koyun
çobanıdır, dedi. Bunun üzerine İsrail oğulları Cüreyc'i öpmeye başladılar.
- İstersen manastırını
altın ve gümüşten yaparız, dediler. Cüreyc de:
- Hayır, eski haline
döndürün, dedi. Bunun siyakında garabet vardır.
Beşikte konuşan bu üç
kişiden diğer birisi, Meryem oğlu İsa'dır. Onunla ilgili açıklamalar, önceki
kısımlarda verilmiştir. Diğeri de Cüreyc'in oğlu olduğu söylenen ama aslında
zinakâr kadınla ilişki kuran çobanın oğludur. Bu çocuğun adı, Buharî'nin
sahihinde de açıkça ifade edildiği gibi Yabus'dur. Üçüncüsü ise, kucağında
emzirmekte olduğu kadının çocuğudur ki kadın, kucağındaki çocuğunun yakışıklı
süvari gibi olmasını dilemişti ama çocuğun kendisi, suçsuz olduğu halde zina
ile itham edilen ve, "Allah bana yeter, o ne güzel vekildir." diyen
cariye gibi olmayı dilemişti.
Buharı, Ebu'l-Yeman
kanalı ile Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
«Bir ara kadının
birisi kucağında çocuğunu emzirmekte iken yanından bir süvari geçti. Ve:
"Allah'ım, oğlum şu süvari gibi olmadıkça canını alma." diye dua
etti. Çocuğu ise: "Allah'ım, beni bu süvari gibi yapma." deyip
yeniden anasının memesini emmeye başladı. Sonra o kadın yoluna devam etti ve
sürüklenip kendisiyle oynanmakta olan bir cariye görünce, "Allah'ım,
oğlumu bunun gibi yapma." dedi. Oğlu da: "Allah'ım, beni bunun gibi
yap." dedi. O süvari kafirdi. O cariye ise zina yapmakla itham ediliyordu.
Ama o: "Allah bana yeter." diyordu. Hırsızlık yaptığını iddia
ediyorlardı, ama o: "Allah bana yeter." diyordu. [9]
Bu, Cüreyc kıssasının
tam zıddıdır. Çünkü Cüreyc masumdu. Bersisâ ise yoldan çıktı. Fitneye düştü.
«İki yüzlülerin durumu
insana: «İnkar et!» deyip, insan da inkar edince: «Doğrusu ben senden uzağım.
Alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.» diyen şeytanın durumu gibidir.»
(el-Haşr, 16.)
İbn Cerir, Yahya b.
İbrahim el-Mesû'dî kanalı ile îbn Mes'ud'un yu-kardaki ayetle ilgili olarak
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Koyun otlatmakta olan bir kadın vardı. Bu
kadının dört kardeşi de bulunmaktaydı. Kadın geceleyin bir rahibin manastırına
gidip barmırdı. Bir gece rahib, o kadınla zina yaptı. Kadın hamile kaldj.
Şeytan gelip rahibe: "Kadını öldür, sonra göm. Çünkü sen, sözü doğrulanan
ve dinlenen bir adamsın." dedi. Rahip, kadını Öldürdü. Sonra gömdü. Öte
yandan şeytan, kadının kardeşlerinin rüyasına girip onlara şöyle dedi: "Manastırdaki
rahip, kızkardeşinizle zina yaptı. Onu gebe bırakınca öldürdü ve falan yere
gömdü."
Sabah olunca
kardeşlerinden birisi: "Vallahi dün gece bir rüya gördüm, ama bilemiyorum,
size anlatayım mı, yoksa anlatmıyayım mı?" dedi. Kardeşleri de:
"Hayır, hayır anlat." dediler. O da anlattı. Diğeri: "Vallahi
ben de aynı rüyayı gördüm." dedi. Üçüncüsü de: "Vallahi ben de bu
rüyayı gördüm." dedi. Ve hep birlikte: "Vallahi bu işin içinde bir iş
var-." dediler. Koşup rahibin manastırına gittiler. Onu manastırdan aşağı
indirdiler. O esnada şeytan kendilerinden önce rahibe ulaşıp: "Ben seni bu
belaya sürükledim ve bundan kurtaracak kişi de ancak benim. Bunun için de bana
secde et ki, seni içine düşürdüğüm bu beladan kurtarayım." dedi. Rahip,
ona secde etti. Kadının kardeşleri gelince, şeytan, rahipten uzaklaştı. Rahibi
yakaladılar ve öldürdüler.
Mü'minlerin emiri Ebu
Talib oğlu Ali'den rivayet olunduğuna göre rahibin birisi, altmış sene müddetle
ibadet etmiş , şeytan onu taciz etmiş. Bu nedenle bir kadına musallat olmuş ve
kadını delirtmiş. Deli-ren kadının erkek kardeşleri varmış. Şeytan, kadının
kardeşlerine: "Falan rahibe gidin ancak o sizin bacınızı tedavi
eder." demiş. Kardeşleri de kadını alıp rahibe götürmüşler. Rahip onu
yanma ahp tedavi etmeye başlamış. Kadın onun yanında bulunduğu süre içinde
gi,inlerden bir gün rahip, kadına bakmış. Hoşuna gitmiş, kadınla cinsel
ilişkide bulunmuş sonra hamile kalan kadını öldürmüş. Öte yandan şeytan,
öldürülen bu kadının kardeşlerinin yanına gidip durumu haber vermiş. Ayrıca
rahibe de gidip: "Ben senin arkadaşınım, seni yoldan çıkarmak istemiştim
Ama yapamadım. Fakat bu kadını senin yanma gönderten benim ve basma bu işin
gelmesine sebep olan da benim. Bana itaat et ki seni, içine düşürdüğüm bu
beladan kurtarayım. Bunun için bana secde et."'dedi Rahib, ona secde
edince şeytan: "Ben senden uzağım, doğrusu ben' âlemlerin Rabbi olan
Allah'tan korkarım." dedi. İşte Cenâb-ı Allah'ın kavli de bunu gösteriyor:
«İki yüzlülerin durumu
insana: «İnkar et!» deyip, insan da inkar edince: «Doğrusu ben senden uzağım.
Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.» diyen şeytanın durumu gibidir.»
(el-HaŞr, 16.) [10]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/180-185.
[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/186-194.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/195-199.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/199-201.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/201-204.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/205-214.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/215-220.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/221-223.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/223-226.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları:
2/227-228.