Kusayy B. Kilab'ın Ka'be'nin İdaresini Huzaalılardan Alıp Kureyşlilere Geri Vermesi 1

Fasıl 5

Câhiliye Döneminde Vuku Bulan Bazı Olaylar. 7

Câhilîye Döneminde Şöhret Bulmuş Bazı Kimseler Halid B. Sinan El-Absî 7

Cahîlîye Döneminin Meşhur Cömertlerinden Hatem Taî 8

Abdullah B. Cüd'an. 14

Meşhur Şaîr Îmru'l-Kays. 15

Cahîliye Dönemi Şairlerinden Ümeyye B. Ebî's-Saltes-Sakafî 17

Rahip Bahîra. 28

Kuss B. Saide El-İyadî 28

 

Kusayy B. Kilab'ın Ka'be'nin İdaresini Huzaalılardan Alıp Kureyşlilere Geri Vermesi

 

Kusayy'm babası Kilab ölünce, Uzre kabilesinden Rebia b. Haram, onun anasıyla evlendi. Üvey babası, onu ve anasını kendi memleketine götürdü. Daha sonra Kusayy, genç yaşta Mekke'ye geldi. Huzaa kabile­sinin reisi Huleyl b. Hubşiye'nin kızı Hübba ile evlendi. Huzaalılann de­diklerine göre, kendi kızıyla evlenen Kusayy'm çocuklannın çokluğunu gören reis Huleyl, Ka'be'nin idaresini Kusayy'a vermiş ve: "Bu işe, sen benden daha layıksın." demiş. İbn îshak der ki: Bunu, sadece Huzaah-lardan duyduk. Başkalarının anlattıklarına göre Kusayy, Ka'be'nin idaresini ele geçirmek için ana tararından olan kardeşlerinden -ki reis­leri de Rizah b. Rebia idi- Kinane ve Kudaa oğullan ile, Mekke çevresin­deki Kureyşlilerden ve diğerlerinden yardım istemiş; yardımına gelen­lerin desteğiyle güçlenip Huzaahlan Ka'be'den uzaklaştırmış ve yöneti­mi ele almıştır.

Hacılara izin verme yetkisi, Sufelilerin elinde idi. Bunlar, Beni Gavs b. Mürr b. Üdd b. Tabihe b. îlyas b. Mudar kabilesinden idiler. Onlar, şeytan taşlamaçlıkça başkalan taşlamaz, Mina'dan dönmedikçe başka-lan dönmezdi. Hakimiyetleri yıkılıncaya kadar bu yetki, onlarda kaldı. Onlardan sonra bu yetki, aradaki nesep yakınlığı sebebiyle Beni Sa'd b. Zeyd b. Menat b. Temim'e geçti. Bunlardan ilk olarak bu yetkiyi kulla­nan Safvan b. Haris b. Şicne b. Utarid b. Avf b. Ka'b b. Sa'd b. Zeyd-i Me­nat b. Temim olmuştur. Bu yetki, onun ailesinin elinde kaldı. En sonun­da Kerib b. Safvan'ın elindeyken İslâmiyet gelip oraya hakim oldu.

Müzdelife'de hacılara hareket iznini verme yetkisi, Advanlılann elindeydi. İslâmiyet gelince bu yetki, onların bu işle görevli son şahsiye­ti olan Ebu Seyyare Amile b. A'zel'in elindeydi. Bu zatın adının As; A'zel'in adının da Halid olduğunu söyleyenler olmuştur. Tek gözlü bir katmn üzerinde durur, insanlara Müzdelife'den hareket izni verirdi. Bu görevi kırk yıl müddetle sürdürdü. Diyeti, 100 deve olarak belirleyen ilk kişi odur. Şu sözü ilk olarak söyleyen de odur: "Gayrete gelelim, diye musibet göründü!" Bu sözü, Süheylî nakletmiş tir. Araplar arasıda bir hadise vuku bulunca, Amir b. Zarib el-Advanî'nin hakemliğine başvuru­lur, onun verdiği hükme razı olunur ve uyulurdu. Bir defasında hünsa (erkek ve dişi organı olan kişi) adamın miras hakkı konusunda fikrini sormuşlardı. Bu konuda nasıl hüküm vereceğini düşünerek uykusunu kaçırmış, geceleyin uyuyamaz olmuştu. Davarlarını gütmekte olan ca­riyesi Süneyle, onun bu halini görünce, "Babası ölesice, neyin var, niye uyuyamıyorsun bu gece?" diye sormuş, o da kafasını yoran meseleyi ca­riyeye anlatmış, cariye de bu konuda sana bir çare bulabilirim, demiş ve teklifini şöyle açıklamış: "Hükmünü, hünsanm idrarının çıkış yerine gö­re ver." Cariyenin bu sözü karşısında Amir: "Vallahi, beni sıkıntıdan kurtardın." demiş ve hükmünü, onun teklifi doğrultusunda vermiş.

Süheylî dedi ki: Bu, emare ve alametlerle istidlalde bulunma türün­den verilen bir hükümdür. Bunun şeriatta da yeri vardır. Zira yüce Al­lah buyurmuş ki:

"Onlar, sahte bir kan ile Yusuf un gömleğini getirdiler." (Yûsuf, ıs.) Yusuf un gömleğinde kurt dişlerinin izi olmadığı halde kardeşleri, onun gömleğine sahte bir kan sürmüşler ve kurt taraûndan parçalanıp öldürüldüğünü söylemişlerdi.

Bir başka ayette de, Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer gömleği önden yırtılmışsa, o (kadın) doğru söylemiştir. Bu (Yusuf) ise yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, o (ka­dın) yalan söylemiştir. Bu (Yusuf) ise, doğru söyleyendir." (Yûsuf, 26-27.) Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur:

"(Doğum yapıncaya kadar) onu (kendisine zina isnadında bulundu­ğunuz hamile kadını) bekletin (hemen recmetmeyin.) Eğer kıvırcık saç­lı, benzi kül renkli, güzel bir çocuk doğurursa o çocuk, kadınla zina etti­ğini iddia ettiğiniz erkeğe aittir."

İbn İshak dediki: Haram aylardaki haramlığı başka aylara ertele­me işi, Fukaym b. Adiyy b. Amir b. Salebe b. Haris b. Malik b. Kinane b. Hüzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar'daydı.

İbn îshak dedi ki: Araplara ilk erteleme (nesi) yapan, Kalemmes'tir. Kalemmes'in asıl adı Huzeyfe olup Abd b. Fukaym b. Adiyy'in oğludur. Ondan sonra oğlu Abbad.; Abbad'dan sonra Kala' b. Abbad; Kala'dan sonra Ümeyye b. Kala', Ümeyye'den sonra Avf b. Ümeyye, en sonunda da Ebu Sümame Cünade b. Avf b. Kala' b. Abbad b. Hüzeyfe bu işi yapmıştır ki, Kalemmes adıyla bilinen kişi budur. Ebu Sümame, bu işi yapmak­tayken İslâmiyet hükümran oldu.

Araplar, hac ibadetlerini eda ettikten sonra onun etrafında topla­nırlar, o da onlara hitab eder, haram ayların haramlığını duyurur, bu aylarda kimsenin kimseye sataşmaması gerektiğini bildirirdi.

Bu aylardan birini helal kılmak istediğinde muharrem ayını helal kılar, onun yerine safer ayım haram olarak ilan ederdi M, Allah'ın belir­lediği haram ayların sayısını tuttursunlar. Böyle yaparken de şöyle der­di: "Allah'ım! Ben, iki saferden birincisini helal kıldım, diğerinin haramlak hükmünü önümüzdeki yıla erteledim.» Onun bu ertelemesine, Arap­lar da uyarlardı. Cezl et-Tian diye bilinen Umeyr b. Kays, bir şiirinde şu konuya şöyle değinmiştir.

"Maadd bilir ki, benim kavmimin güzel hasletleri vardır.

Onlar, insanların en şereflileridirler.

Okçulukta var mıdır bizi geçebilen? Kimlere,

Gem çiğnetmedik ki biz, Maadd'a karşı,

Helal ayları haram kılıp da hükmünü ertelemedik mi?"

Kusayy, kavminin lideri ve emrine uyulan büyüğüydü. Arap yarı­madasının çeşitli yerlerine dağılmış olan Kureyşlileri toplayıp bir araya getirdi. Kendisine itaat eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Huzaalılara karşı savaş açtı, onları Ka'be'den uzaklaştırdı, Ka'be'nin idaresini ele aldı. Bu uğurda kendisi ve taraftarlarıyla Huzaalılar ara­sında çok çetin çarpışmalar oldu. Neticede Ya'mür b. Avf... b. Kinane'nin hakemliğine başvurdular. O da, Huzaalılardan çok, Kusayy'ın bu göre­ve layık olduğuna; Kusayy'ın, Huzaalılarla Bekr oğullarından öldürdü­ğü adamların kanlarının karşılıksız kalmasına, Huzaalılarla Bekr oğullarının öldürdükleri Kureyşli, Kinaneli ve Kudaalı adamların di­yetlerinin ödenmesine, Mekke'nin ve Ka'be'nin yönetiminin Kusayy'a verilmesine karar verdi.

Yamür b. Avf... b. Kinane, "Ölen Huzaalılarla Bekr oğullarının kan bedellerini ayaklarımın altına alıp eziyorum." dediği için, ezen ve kıran anlamına gelen Şeddah adını almıştır.

İbn îshak dedi ki: Kusayy, Ka'be'nin ve Mekke'nin idaresini ele aldı. Dağınık yerlerdeki kavmini toplayıp Mekke'ye getirdi. Mekkelilerle kendi kavminin başına geçti. Halk, onu hükümdar olarak tamdı. Ancak, Arap kabilelerinin öteden beri ellerinde bulunan bazı yetkilere karış­madı. O yetkileri, yine sahiplerinde bıraktı. Bu düzeni değiştirmemeyi prensip edindi. Safvan, Advan, Neşe', Mürre b. Avf kabilelerini, kendi işlerinin başında bıraktı. Nihayet İslâmiyet geldi. Bunların tamamını değiştirdi.

KaT) oğullarından hükümdarlığa ilk geçen kişi, Kusayy'dır. Kavmi, onun hükümdarlığım tanıdı, kendisine itaat ettiler. Hicabet, Şikayet, Rifade, Nedve ve Liva görevlerini kendi üzerine aldı. Mekke'deki şerefli görevlerin tamamını eline geçirdi. Mekke'yi, kendi kavmi arasında dört mıntıkaya ayırdı. Kureyşli olan herkesi, Mekke'deki evlerine yerleştir­di. Hak yerini buldu. Onun dönüşünden sonra adaletten kaçan protesto edildi. Kureyşliler, eski mekanlarına yerleştiler. Huzaalılardandan öc alındı. Kureyşliler, eski şerefli evleri Ka'be'yi Huzaalılardan teslim al­dılar. Bununla beraber, Huzaalılann oraya diktikleri putlar da onlara devredilmişti. Onların, putlar önünde kurban kesme, putların önünde yalvarıp yakarma, onlardan yardım ve rczık dileme gibi uyduruk adetle­ri de Kureyşlilere intikal etmişti.

Kusayy, Kureyş kabilelerinin bir kısmını, Mekke vadisinin iç ke­simlerine, bir kısmını da dış bölgelerine yerleştirmişti. İç kesimlerde oturanlara Kureyşu'l-Bitah, dış kesimlerde oturanlara ise Kureyşu'z-Zevahir denirdi.

Kusayy; Hicabet, Sedene ve Liva gibi reislikleri uhdesinde topla­mıştı. Haksızlıkları ortadan kaldn'mak ve davaları halletmek için bir di­van kurmuş, bu divana Darü'n-Nedve adım vermişti. Bir problemle karşılaşıldığında, kabile reisleri gelip Darü'n-Nedve'de toplanır, birbir­leriyle müşaverede bulunur ve probleme çözüm bulurlardı. Savaş ilanı, evlenme akidleri, buluğa eren kızların kendilerine mahsus gömleği giy­meleri, hep Darü'n-Nedve1 de karara bağlanırdı. Bu divanın kapısı, Mes-cid-i Haram'a açılıyordu. Burası, Abdüddar oğullarından sonra Hakim b. Hüzzam'ın eline geçmiş, o da Muaviye zamanında 100.000 dirheme başkalarına satmıştı. Bu yüzden Muaviye, onu kınamış ve; "Milletinin şerefini 100.000 dirheme sattın." demişti. O da: "Şeref, bu gün takva ile­dir. Allah'a andolsun ki cahiliye devrinde ben orayı bir tulum şaraba sa­tın almıştım. Şimdi ise 100.000 dirheme sattım. Şahid olun ki bu param da Allah yolunda sadakadır. Şimdi deyin bakalım, aldanan hangimiz?" demişti.

Dare Kutni bunu, «Esmaü Ricali'l-Muvatta'» isimli eserde anlat­mıştır.

Hacılara su verme işini, Hakim b. Hüzzam yürütüyordu. Hacılar hep onun havuzlarından su içerlerdi. Daha önceleri Cürhümlüler tara­fından kapatılan Zemzem kuyusu, o zamanlar daha bulunup da açılmış değildi. Aradan çok uzun zaman geçtiği için Zemzem kuyusu unutul­muştu. Yeri bilinmiyordu.

el-Vakidî dedi ki: Arafat'tan inen hacıların Müzdelife'ye gidip yolu­nu rahatlıkla bulmaları için, Müzdelife'de ilk olarak ateş yakan Kusayy olmuştur.

Rifade, hac mevsiminin başından sonuna kadar hacılara yemek ver­me işidir.

îbn İshak dedi ki: Hacılara yemek verme görevim Kureyşlilere yük­leyen, Kusayy'dır. Bu zat onlara şöyle demiş: "Ey Kureyş topluluğu! Siz­ler Allah'ın komşuları, Mekkeli ve Harem halkısınız. Hacılar da Allah'ın misafirleri, Beyt'inin ziyaretçileridir. Onlar, ziyafete ve ikrama layıktırlar. Hac mevsiminde buradan ayrılıncaya kadar, onlara yiyecek ve içecek hazırlayın."

Kureyşliler de onun bu tavsiyesine uyarak her sene mallarının bir kısmını bu iş için ona vergi olarak verirler, o da Mina günlerinde insanlara yemek hazırlatırdı. Cahiliye devrinde bu görev, İslam'ın gelişine kadar sürdürülmüş ve nihayet bu güne kadar devam edegelmiştir. Mina günlerinden itibaren hac mevsiminin bitimine kadar sultanın insanla­ra dağıttığı yemek, Rifade görevinin bir gereğidir.

Ancak bu görev, îbn İshak'tan sonra yapılmaz olmuştur. Daha son­raları masrafları ve ücretleri beytül-malden karşılanmak şartıyla taşı­maları için bir grup insanın görevlendirilmesi emredilmiştir ki bunun burada sayılamayacak miktarda faydaları vardır ve bu, gerçekten çok güzel bir uygulamadır. Ancak şunu da söylememiz gerekir ki bu masraf­lar, mutlaka beytül-malden ve en helal fonundan karşılanmalıdır. Ayrı­ca bu hizmeti zımmî azınlıklara yaptırmak daha uygun olur. Çünkü on­lar, hac görevini ifa eden kimseler değildirler. Bu hizmet Müslümanlara yaptırılacak olursa, hac görevlerim ifa edememe durumları söz konusu olur. Oysa bir hadis-i şerifte şöyle Duyurulmuştur:

"Bir kimse, hac yapma gücüne sahip olduğu halde yapmazsa, ister Yahudi olarak, ister Hristiyan olarak ölsün, önemli değildir. Çünkü na­sıl olsa o, Müslüman olarak ölmeyecektir."

Kureyşlilerin sözcüsü, Kusayy'ı övüp kavmi arasındaki şerefini anlatırken şöyle demiştir:

"Ömrüme and olsun ki Kusayy, toplayıcı adını aldı. Fihr'in soyundan gelen kabileleri, Allah onun vasıtasıyla topladı. Onlar, Mekke vadisini şeref ve efendilikle doldurdular ve Bekr oğullarının azgınlarını bizden uzaklaştırdılar."

İbn İshak dedi ki: Kusayy'ın Huzaahlarla yaptığı savaş sona erince baba tarafından üç kardeşi; Hünn, Mahmud ve Cülhüme, beraberle­rindeki adamlarıyla birlikte memleketlerine döndüler. Kusayy'a verdiği cevapta Rizah şöyle demişti:

"Kusayy dan bir elçi geldiğinde, Elçi 'dosta icabet edin.' demişti bize. Atlar sürüp onun çağrısına koştuk. Hayattan bıkmış tembelleri bir yana attık. Sabaha dek geceleyin yollarda yürüdük. Yok edilmemek için, gündüzleyin gizlendik.. Kuş sürüleri gibi hızlıdır o atlar, Kusayy'ın elçisine bizi götürürler, Gizlice Eşmezeyn'den[1] adam topladık. Her kabileden bir grup insan aldık. Bir gece koşusu için toplanan atlar, Binlerce sayıyı geride bıraktılar. Ascer mıntıkasına uğradıklarında onlar, Develerin çöktüğü yerin yanından yol buldular. Verikan'dan Rükn şelırine uğradılar.  Arc şehrinde bir kabilenin yanma vardılar. Haly şehrine gittiler ama tadını alamadılar.[2] Merr'de uzun bir gece kaldılar. Yeni yetmeleri ve bebekleri alçaltırız ki, Atların kişnenıeleriyle kulakları dolmasın. Mekke'ye varınca mubah kıldık bizler, Grup grup adam öldürmeyi. Onları keskin kılıçların ağzına veririz, Her taraftan biz insanların aklını alırız. Güçlülerin zayıfları sevkedişi gibi biz, Onları atlarımızın önüne katar, götürürüz. Huzaalılarla Bekr oğullarını yurtlarında. Öldürdük, bu, nesilden nesile geçti böylece. Onları, hükümdarın yurdundan sürgün ettik. Ki artık ovalık yerlere konaklamasınlar. Esirlerini bağlayıp zincirlere vurduk. Onlardan eza gören kabileleri rahatlattık."                  

İbn İshak dedi ki; Rizah, kendi memleketine döndükten sonra Al­lah, onun ve Hünn'ün zürriyetini çoğalttı. Bu günkü Uzre kabilesi, onla­rın soyundan gelmektedir.

İbn İshak'ın anlattığına göre Kusayy b. Kilab, bu konuda şöyle de­miştir:

"Ben, suçsuz ve günahsız Lüeyy oğullan kabilesindenim, Mekke'de evim vardı, orada yetiştirildim. Maaddlılar bilirlerin ben, Mekke'nin Bathasını, Hem de Merve'sini iştiyakla sevmekteyim. Kayzer ile Nabit oğulları yanında yer almazlarsa, Ben de Galib'in yanında yer almayacağım. Rizah, yardımcımdır, onunla yücelirim. Yaşadıkça ben, zulümden korkmayacağım."

el-Umevî'nin, Muhammed b. Hafs'dan rivayet ettiğine göre Rizah, Kusayy'm Huzaalıları kovmasından sonra Mekke'ye gelmiştir. Doğru­sunu Allah bilir. [3]

 

Fasıl

 

Kusayy yaşlanınca uhdesinde bulunan Kureyş reisliği ile birlikte Rifade, Sikaye, Hicabe, Liva ve Nedve gibi şerefli görevleri, büyük oğlu Abdu'd-Dar'a devretti. Diğer oğullarına değil de sadece Abdu'd-Dar'a vermişti. Çünkü onlar, yani Abdu Menaf, Abdu'ş-Şems ile Abd, babala­rının sağlığında bile büyük güç ve şeref sahibi olmuşlardı. Babaları Ku­sayy, kardeşleri Abdu'd-Dar'ı da şeref ve hükümranlıkta onların seviye­sine çıkarmak istemiş, bu belirtilen görevleri ona vermişti. Kardeşleri de bu hususta onunla anlaşmazlığa düşmemişlerdi. Ancak bunlar, ha­yata gözlerini yumduktan sonra oğulları anlaşmazlığa düştüler ve; "Ku­sayy, Abdu'd-Dar'ı diğer kardeşlerinin seviyesine ulaştırmak için bu gö­revleri ona vermiştir. Babalarımızın hakkettikleri görevlerde biz de hak sahibiyiz." dediler. Abdu'd-Dar'm oğulları ise: «Kusayy, bu görevi bize vermiştir. Şu halde bu görevleri yürütmeye biz, sizden daha layığız.» de­diler. Aralarındaki anlaşmazlık büyüdü. Kureyş oymakları iki fırkaya ayrıldı. Bir grup Abdu'd-Dar oğullarıyla biatleşip anlaştı. Diğer fırka ise Abdu Menaf oğullarıyla biatleşip anlaştı. Andlaşma yaparken de, içinde esans (güzel koku) bulunan büyükçe bir kaba ellerini hatırdılar, sonra da kalkıp esanslı ellerini Ka'be'nin köşelerine sürdüler. Yaptıkları and-laşmaya da 'Esanslılarm andlaşması' dendi.

Kureyş kabilesinden Esed oğullan, Zühre oğulları, Teym oğulları, Haris b. Fihr oğulları,Abdu Menaf oğullarının yanında yer aldılar.

Mahzum oğulları, Sehm oğulları, Cümah oğulları, Adiyy oğulları ise Abdu'd-Dar oğullarının yanında yer aldılar.

Amir b. Lüeyy oğulları, Muharib b. Fihr oğulları tarafsız kaldılar. Hiç bir grubun yanında yer almadılar.

Birbirleriyle anlaşmazlığa düşen bu iki grup daha sonra şu şartlar üzerinde anlaştılar:

Rifade ve Sikaye görevleri, Abdu Menaf oğullarına verilecekti. Hica-bet, Liva ve Nedve görevleri, eskiden olduğu gibi yine Abdu'd-Dar oğul-, larında kalacaktı. Bu şartlar yerine getirildi ve kurulan yeni düzen de­vam etti.

el-Umevî, Ebu Ubeyde'nirt şöyle dediğini rivayet etmiştir: Huzaalı-lardan bazılarının anlattıklarına göre Kusayy, Huleyl'in kızı Hübba ile evlenmişti. Hüleyl yaşlanıp görev yapamayacak hale gelince, Ka'be'nin idaresini kızı Hübba'ya verdi. Hübba'ya niyabeten bu görevi, Ebu Ğübşan Süleym... b. Amir yürütmeye başladı. Bir süre sonra Kusayy, bir tulum şarab ve bir deve karşılığında bu görevi ondan devraldı. Bu alışverişi duyanlar, "Ebu Ğübşan aldandı." dediler. Bunu gören Huzaalılar, Kusayy ı sıkıştırmaya başladılar. O da kardeşinden yardım istedi. Kardeşi de beraberindeki adamlarıyla onun yardımına geldi ve olanlar oldu.                                           

Bir müddet sonra Kusayy, uhdesinde bulunan Sidanet, Hicabet, Li­va, Nedve, Rifade, ve Sikaye görevlerim oğlu Abdu'd-Dar'a verdi. İcaze (hacılara Müzdelife'den hareket iznini verme) yetkisini Advan oğulları­nın, Nesi' (haram ayın haramhğım erteleme) yetkisini Fukaym oğulla­rının, Nefr (hacılara Mina'dan Mekke'ye dönme iznini verme) yetkisini Sufelilerin elinde bıraktı. Onların bu yetkilerini ellerinden almadı.

İbn îshak'm anlattığına göre Kusayy'm, dört oğlu iki de kızı varmış. Oğulları;Abdu Menaf, Abdu'd-Dar, Abdu'1-Uzza ve Abd idi. Kızları da Tahmür ile Berre idi. Kusayy in bu çocuklarının anneleri, Hübba binti Huleyl b. Hubşiye b. Selûl b. Ka'b b. Arar el-Huzaî idi. Hübba'nın babası Huleyl, Ka'be'nin idaresini yürüten Huzaalılann sonuncusudur. Ku­sayy b. Kilab, onun elinden idareyi almıştı.

İbn Hişam'm ifadesine göre Kusayy oğlu Abdu Menaf ile eşi Atike binti Mürre b. Hilal kızmn Haşim, Abdu'ş-Şems ve Muttalib adlı üç oğul­lan olnıuştur.Abdu Menafin Nevfel adlı oğlu ise, diğer eşi Vakide binti Amr el-Mazeniye'den doğmuştur.

Abdu Menafin Kbu Amr, Tümadir, Kılabe, Hayye, Rayte, Ümmül Ahsem ve Ümmü Süfyan adlı çocukları da doğmuştur.

Abdu Menaf oğlu Haşim'in kızlı, erkekli dokuz çocuğu vardı ve adla­rı şöyleydi: Abdülmuttalib, Esed, Ebu Sayrı, Nadle, Şifa, Halide, Daife, Rukiye, Hayye. Abdülmuttalib ile Rukiye'nin annesi, Medine'deki Nec-car oğulları ailesinden Amr b. Zeyd b. Lebid'in kızı Selma idi.

İbn Hişam, Abdu Menaf oğlu Haşim'in diğer çocuklarının da annele­rinin adını söyleyerek açıklamasına şöyle devam etmiştir.

Abdülmuttalib'in on erkek, altı da kız çocuğu vardı. Erkekler şun­lardı: Abbas, Hamza, Abdullah, Ebu Talib (Ebu Talibin asıl adı îmran değil, Abdu Menaf tır.) Zübeyr, Haris (Bu, babasının büyük oğludur. Ba­bası Abdülmuttalip, Ebu Haris künyesiyle küny elenmiş ti.), Cahl (Buna Hacl diyenler de vardır. Çok hayır işlediği için kendisine Gaydak lakabı takılmıştı.), Mukavvim, Dırar, Ebu Leheb (Asıl adı Abdu'l-Uzza'dır.) Sa-fiyye, Ümmü Hakim el-Beyda, Atike, Ümeyye, Erva ve Berre.

İbn Hişam, Abdülmuttalib'in oğullarından Abdullah, Ebu Talib ve Zübeyr ile Safiyye dışındaki kızlarının annelerinin Fatıma binti Amr b. Aiz b. İmran... b. Adnan olduğunu söylemiştir.

Abdullah'ın da bir oğlu oldu. Bu, insanoğlunun efendisi ve Allah Rasûlü Muhammed (s.a.v.) idi. Muhammed (s.a.v.)'in annesi, Amine idi. Amine'nin şeceresi şöyledir: Amine binti Vehb b. Abdu Menaf b. Zühre b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy'dir. Hz. Muhammed (s.a.v.) hem ana ta­rafından, hem de baba tarafından insanların en soylusu, en asili ve en şereflisidir. Şerefi, kıyamet gününe kadar devam edecektir.

Evzaî, Vasile b. Eska'nm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu İd:

"Allah, İsmail oğullarından Kinanelileri seçip ustun kıldı. Kınanelı-lerden Kureyşlüeri seçip üstün kıldı. Kureyşlüerden de Haşimoğullan-m, Haşimoğullanndan da beni seçip üstün kıldı". Bu hadisi, Müslim ri­vayet etmiştir.

İleride Hz. Peygamber'in doğumundan, konuyla ilgili haber ve eser­lerden bahsedeceğiz. Onun şerefli nesebini anlatırken diğer faydalı şey­lerden söz edeceğiz inşaallah. Her hususta güvencimiz ve dayanağımız yüce Allah'tır.[4]

 

Câhiliye Döneminde Vuku Bulan Bazı Olaylar

 

Daha önce belirtildiği gibi Cürhümlülerin, Ka'be'nin yönetimini ye­ğenleri olan İsmail oğullarından alışlarından, Huzaalılann Cürhumlu-lere saldırarak Ka'be'nin yönetimini ellerinden almalanndan, sonra bu görevin Kusayy ile oğullarının ellerine geçmesinden, Hz. Peygamber'in -bisetine (gönderilişine) kadar bu görevin onlarda kalmasından ve onun da bu görevleri onlann ellerinde bırakmasından bahsetmiştik. [5]

 

Câhilîye Döneminde Şöhret Bulmuş Bazı Kimseler Halid B. Sinan El-Absî

 

Bu zat, fetret döneminde yaşamıştır. Bazıları, onun peygamber ol­duğunu söylemişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Taberanî, İbn Abbas'm şöyle' dediğini rivayet etmiştir: "Halid b. Si­nan'ın kızı, Hz. Peygamberin yanma geldi. Hz. Peygamber, ona (otur­ması için) elbisesini yaydı ve şöyle dedi:

"Bu, bir peygamber kızıdır. Ne var ki kavmi, onun kıymetini bileme­di."

Ebu Bekr el-Bezzar da İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında Halid b. Sinan'dan bahsedildiğinde o, şöyle buyurdu:

"O bir peygamberdi. Ne var ki kavmi, onun kıymetini bilemedi." Hanz Ebu Ya'lâ el-Musulî, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiş­tir: Halid b. Sinan adında Abesli bir adam vardı, Birgün milletine: "Sizin için ben, kara taşlıklı vadinin ateşini söndürürüm." demişti. Milletin­den biri de ona:"Ey Halid! Vallahi bu güne dek hep doğruyu söyledin. Se­nin, ateşini söndüreceğini söylediğin kara taşlıklı vadi ile işin nedir?" di­ye sordu. Halid, aralarında Umare b. Ziyad'm da bulunduğu kavminden birkaç kişi ile birlikte şehirden çıktı. Kara taşlıklı vadiye gelindiğinde, bir dağ yarığından ateş çıkmakta olduğu görüldü. Arkadaşlarını oturta­rak önlerine bir çizgi çizdi ve onu aşmamalarını tenbihleyerek: "Ben gi­diyorum. Eğer gecikirsem sakın ola ki, beni kendi adımla çağırmayası-nız!" dedi. Ateşin alevleri peşpeşe, ardı arkası kesilmeksizin yalabukla-nıyor, doru atın şahlanışı gibi göğe doğru çıkıyordu. Halid, ateşin üzeri­ne doğru gitti, değneğiyle ateşe vurmaya başladı ve şöyle dedi: "Görün­dü, göründü, göründü her hidayet. Çobanın oğlu maksadı anladı. Elbi­sem elimdeyken ben buradan çıkmam." Böyle diyerek o ateşle birlikte dağın yarığının içine girdi. İçeride uzun süre kaldığım, geciktiğini gören arkadaşları telaşlanmaya başladılar. Umare b. Zeyd, onlara; "Vallahi eğer arkadaşınız sağ kalsaydı, şimdiye dek oradan çıkmıştı. Onu adıyla çağırın bakalım." dedi. Onlar, her ne kadar, "Kendi adıyla onu çağırmamızı menetmişti." dedilerse de onu adıyla çağırdılar; o da kesik başını elinde tutarak dağın yarığından dışarı çıktı ve şöyle dedi: "Beni, adımla çağırmamanız gerektiğini size söylememiş miydim? Vallahi beni, siz öl­dürdünüz. Beni gömün artık. Aralarında kuyruğu kesilmiş bir merke­bin bulunduğu bir kaç merkep önünüzden geçerse, mezarımı açın. O za­man benim diri olduğumu görürsünüz."

Onu mezara gömdüler. Bir süre sonra, aralarında kesik kuyruklu bir merkebin bulunduğu bir kaç merkep önlerinden geçti. Adamlar, "Mezarını açmamızı istemişti, gelin mezarını açalam." dedilerse de Umare, onlara engel olarak: "Mezarını açmayın. Hayır, Allah'a yemin ederim ki Mudarlılara, kendi ölülerimizin mezarlarım açtığımız dedi­kodusunu yaptırmam." dedi.

Halid, daha önce onlara, kendi karısının boynunda iki levha bulun­duğunu, bir problemle karşılaşacak olurlarsa çözümünü o levhalarda bulabileceklerini, ancak âdet halini görmekte olan bir kadının o levhala­rı dokunmaması gerektiğini söylemişti. Bir meselenin çözümünü bul­mak amacıyla levhaları çıkarıp kendilerine göstermesi için Halid'in ka­rısına gittiler. O da âdet halindeydi. Levhalara dokununca, onlardaki bilgiler silinip gitti[6].

Ebu Yunus, Semmak b. Harb'in şöyle dediğini rivayet etti. Rasûlullah (s.a.v.)'a Halid b. Sinan hakkında sorulduğunda şöyle dedi: "O bir peygamberdi. Ama kavmi, onun değerini takdir edemedi." Yine Ebu Yunus, Semmak b. Harb'in şöyle dediğini rivayet etmiş: Halid b. Si­nan'ın oğlu Peygamber (s.a.v.)'in yanma geldi. Peygamber (s.a.v.), ona: "Merhaba ey kardeşimin oğlu" dedi.

İbn Abbas'a dayanan bu "mevkuf rivayette, Halid b. Sinan'ın pey­gamberliğinden söz edilmemektedir. Peygamber olduğundan bahseden "mürsel" rivayetler ise burada delil olarak kabul edilemezler. Gerçeğe en yakın olan şu ki o, kendine has halleri ve kerametleri olan salih bir in­sanmış. Fetret döneminde yaşamıştır. Sahih-i Buharî'de yer alan bir ha­diste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"İnsanlar içinde Meryem oğlu İsa'ya en yakın olan benim. Çünkü onunla benim aramda peygamber yoktur."

Eğer Hz. Peygamber'den önce İsa'dan sonra fetret adı verilen dönemde yaşamış ise, Halid b. Sinan'ın peygamber olması mümkün ola­maz. Zira yüce Allah buyurmuş ki:

"Ya Muhammed! O (Kur'ân), senden önce peygamber gönderilme­miş olan bir milleti uyarman için sana Rabbinden gelen bir gerçektir."(es-Secde, 3.)                                                                                         

Bir çok âlim de demiş ki: Cenâb-ı Allah, İsmail peygamberden sonra Araplardan sadece Hatemü'l-enbiya Muhammed (s.a.v.)'i peygamber olarak göndermiştir. Certâb-ı Allah'ın yeryüzü halkı için şer'an kıble kıl­dığı Ka'be-i Muazzama'nın banisi İbrahim Haîilullah, ona dua etmiş ve her peygamber, onun son peygamber olarak geleceğini kendi ümmetine müjdelemiştir. Onun geleceğini en son müjdeleyen de Meryem oğlu İsa (a.s.) olmuştur.

Yukarıda anlatılan deliller gözönüne alınırsa, Süheylî ve diğerleri­nin anlatmış oldukları şu konu kabul edilemez. Araplardan Şuayb b. Zi " Mehzem b. Şuayb b. Safvan adlı biri, peygamberlikle görevlendirilmiş, onun büyük dedesi Safvan da Medyen şehrinin valisiymiş.

Araplara ayrıca Hanzale b. Safvan da peygamber olarak gönderil­miş, Araplar bu iki peygamberi yalanlamışlar, bu yüzden Cenâb-ı Allah onlara Buhtü'n-Nasr adlı hükümdarı musallat kılmış. Bu hükümdar, onların bir kısmını öldürmüş, bir kısmını esir almış; İsrail oğullarına yaptığını Araplara da yapmış. Anlattığımız bu hadiseler, Maadd b. Ad­nan zamanında vuku bulmuştur.

Hakikat şu İd, yukarıda adı geçen ve peygamber oldukları bildirilen şahıslar, insanları hayra davet eden iyi kimselermiş. Doğrusunu Allah bilir. Zaten Amr b. Luhayy b. Kam'a b. Hindaf tan, Cürhümlülerden sonra Huzaalıları anlatırken bahsetmiştik. [7]

 

Cahîlîye Döneminin Meşhur Cömertlerinden Hatem Taî

 

Hatem'in şeceresi şöyledir: Hatem b. Abdullah b. Sa'd b. Haşrec b. İmru'1-Kays b. Adiyy b. Ahzem b. Ebi Ahzem (Ebu Ahzemin asıl adı He-rume'dir) b. Rebia b. Ceruel b. Sa'l b. Amr b. Gav b. Tay' Ebu Seffane et-Ta'taî. Ashabtan Adiyy b. Hatem'in babası olup cahiliye devrinde kendi­sinden övgü ile bahsedilen cömert bir kimseydi. Oğlu Adiyy de İslam dö­neminde cömertliğiyle şöhret bulan ve övülen bir kişiydi.

Hatem'in cömertliğiyle ilgili hayret verici menkıbeleri, şaşırtıcı iş­leri ve aklı baştan alıcı haberleri vardır ki onları burada anlatmaya yeri­miz müsait değildir. Ama o, bütün bunları ahirette mükafat kazanmak ve Allah'ın hoşnutluğuna ermek için değil, sadece isim yapmak ve şöh­ret sahibi olmak için yapmıştı.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzar, "Müsned'ınde İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber'in yanında Hatem'den söz edilince o şöyle buyurdu:

"O, bir amaca ermek istedi ve erdi de."

İmam Ahmed b. Hanbel, Adiyy b. Hatem'in şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.v.)'a dedim ki: "Babam, dost ve akrabalarım ziya­ret eder, onlarla ilgilenir, şunu ve şunu yapardı. Bu yaptıklarından ken­disine bir sevap var mıdır?" Rasûlullah (s.a.v.) cevaben buyurdu ki:

"Doğrusu senin baban birşey istemişti ve onu daelde etti." Yani şöh­ret sahibi olmak istemişti, o da oldu.

Sahih bir hadiste anlatıldığına göre üç kişi, Cehennem'in çılgın alevli ateşinde yakılacaktır. Bunlardan biri, kendisine "cömert denil­sin" diye malım sarfedendir. O, bunun karşılığını dünyada bulacaktır. Bunlardan ikincisi gösteriş için cihad eden mücahid, üçüncüsü de isim yapmak için ilimle uğraşan bilgindir.

Bir başka sahih hadiste anlatıldığına göre bazıları, Rasûlullah (s.a.v.)'dan Abdullah b. Cüd'an.. b. Mürre'yle ilgili olarak; "O misafir ağırlar, köle azad eder, sadaka verir. Bu yaptığı iyiliklerin kendisine faydası var mıdır?" diye sormuşlardı. Rasûlullah (s.a.v.), onlara şu ceva­bı vermişti:

"O zaman içinde bir gün olsun, 'Ey Rabbim! Kıyamet gününde be­nim günahlarımı bağışla.' dememiştir."

Evet, Abdullah b. Cüd'an da kurak senelerde ve kıtlık zamanlarında muhtaçlara yiyecek veren meşhur cömertlerden biridir.

Beyhakî, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Hayret ediyorum. İnsanların çoğu gerçekten çok az hayır işliyor. Şaşarım o adama ki, Müs­lüman kardeşi bir ihtiyaç nedeniyle ona gelir, ama o kendini hayır yap­maya ehil görmez. Eğer sevap ummasa ve azaptan korkmasa bile, güzel ahlaka koşsun. Çünkü güzel ahlak, insanı kurtuluş ve başarı yoluna gö­türür." Yanında oturmakta olanlardan biri kalkıp Hz. Ali'ye şöyle dedi: "Anam babam sana feda olsun ey mü'minlerin emiri! Sen bunu Rasûlullah (s.a.v.)'dan mi duydun?" Hz. Ali, adamın bu sorusunu şöyle cevapladı: "Evet, hem de daha iyisini duydum. Tayy kabilesinden esir alman kimseler Medine'ye getirildiklerinde, teninin rengi kırmızı ile si­yah arası bir tonda, cildi pürüzsüz, boynu uzun, bacakları tombul, bur­nunun ucu kalkık, alımlı, başı dik, endamı düzgün, baldırları toparlak, topuk kemiklerinin çevresi etle dolu, beli ince, etsiz ve kılıç gibi düz bir cariye gördüm. Görür görmez ona vuruldum. 'Bunu, ganimet payı ola­rak bana vermesini Rasûlullah'tan isteyeceğim.' dedim. Cariye konu­şunca, edebî bir üslûpla konuştuğu için kendisine daha çok hayran ol­maya başladım. O, Rasûlullah'a şöyle dedi: "Ya Muhammedi Beni ser­best bırakmaya ve Arap kabilelerinin başıma gelene sevinmelerine fır­sat vermemeye ne dersin? Çünkü ben, kavmimin beyinin kızıyım. Ba­bam, ırz ve namusu korur, esiri salıverir, açı doyurur, çıplağı giydirir, misafiri ağırlar, yemek verir, herkese selam verirdi. Kendisinden dilek­te bulunanları boş çevirmezdi. Ben, Hatem Taî'nin kızıyım." Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle cevap verdi: "Ey Cariye! Bu anlattıkların, gerçek mü'min kimselerin nitelikleridir. Eğer baban mü'nıin olmuş olsaydı, ona mutlaka rahmet okurduk." Böyle dedikten sonra da görevlilere, ca­riyeyi serbest bırakmaları için emir verdi: "Onu salıverin. Çünkü babası, güzel ahlakı severdi. Allah da güzel ahlakı sever."

Orada hazır bulunan Ebu Berde b. Niyar, kalkıp şöyle dedi: "Ya Rasûlallah! Allah, güzel ahlakı sever." Rasûlullah (s.a.v.) da onun bu sö­züne şu karşılığı verdi:

"Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki kişi, ancak güzel ahlak sayesinde Cennete girer."

Ebu Bekr b. Ebi'd-Dünya, Hatem'in zevcesi Nevvar'm, Hatem hak­kında şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Hatem'in yaptığı her iş, hayret verici idi. Bir yıl kuraklığa ve kıtlığa maruz kalmıştık. Her şeyimiz yok olmuştu. Gök, yağmur yağdırmıyor; topraklar, susuzluktan çatlayıp ya­rılıyor; anneler, çocuklarım emziremiyor, develer karnı içe göçüp sırt kemikleri açığa çıkıyor, bir damla süt veremiyor, malların içi boşalıyor­du. Çok soğuk bir geceydi. Vakit, gece yarısıydı. Çocuklarımız Abdullah ile Adiyy ve SefEane, açlıktan ağlaşıyorlardı. Onları susturmak için ye­direcek birşey bulamadık. Kocam Hatem, kalkıp oğlanlardan birini ku­cağına aldı. Avutmaya başladı. Ben de kızımız Seffane'yi kucağıma alıp avutmaya başladım. Onları susturup uyutuncaya kadar gecenin üçte veya dörtte biri geçmişti. Sonra diğer oğlumuzu kucağımıza alıp avut­maya başladık. Nihayet o da susup uyumaya başladı. Şam dokuması, püsküllü bir kadifemizi yere serdik. Uyumuş olan çocukları, kadifenin üzerine yatırdık. Ben ve Hatem, aynı odada uyumaya başladık. Çocuk­lar da aramızdalardı. Sonra o, beni avutmaya başladı. Uyumamı istedi. Ne istediğini anladım. Uyuyormuşunı gibi yaptım. "Uyudun mu?" diye bana seslendi. Ben cevap vermeyip sustum. "Demek ki uyumuş." dedi. Halbuki ben uyumuş değildim.

Gece kararıp yıldızlar çoğaldığında, sesler kesilip ayak tıkırtıları duyulmaz olunca bir de baktım ki odamın kapısındaki perde aralandı. Kocam, "Kim o?" diyerek dışarı çıktı. "Belki de seher vakti geldi veya çok yaklaştı." dedim. Perdenin ucu yine kaldırılınca-, kocam yine: "Kim o?"diye sordu. Kapıda duran, cevap verdi: "Komşu falanca kadın.. Ey Adiyy'in babası! Senden başka, bana yardımı dokunacak birini bulama­dım. Açlıktan kurtlar gibi ulumakta olan çocuklarımın yanından geliyo­rum." Kocam, "Çocuklarını hemen bana getir." dedi. Yatağımdan fırlayıp ona şöyle çıkıştım: "Ne yapıyorsun sen? Çocukların açlıktan bağrışıyorlardı. Onları avutacak bir yiyecek bulamadın. Bu kadını ve çocuklarını, hangi yiyecekle avutacaksın?" Bana: "Sus. Allah'ın izniyle seni de doyuracağıma yemin ediyorum." dedi.

Sonra komşu kadın, çocuklarının ikisini kucağına, dördünü de iki­şer yanma alarak, yavrularıyla dolaşan bir geyik gibi evimize geldi. Ko­cam Hatem, mızrağıyla kendi atının yelesine vurdu, onu kesti. Sonra çakmağı çakıp ateş yaktı. Bıçağı getirip atın derisini yüzdü. Sonra bıça­ğı kadına verip: "Al, ne kadar lazımsa kesip götür, çocuklarını da eve gönder." dedi. O da çocuklarım eve gönderdi. Sonra şöyle dedi: "Sizi gidi yaramazlar sizi! Deveden başka bir hayvanın etini yemez misiniz siz?" Daha sonra oba halkını dolaşıp ziyafeti haber verdi. Onlar da koşup evi­ne geldiler. Yemeğe başladılar. Öte yandan Hatem, evin bir köşesinde elbisesine bürünerek yan gelmiş, bizim sofrada yeyişimizi seyrediyor­du. Yemeğe bizden daha çok ihtiyacı olduğu halde o etten bir parça dahi yemedi. Sabah olduğunda, atın sadece kemikleri ve toynuklan kalmış­tı!..»

Dare Kutnî, Hatem'in kansmm Hatem'e şöyle dediğini rivayet eder:

"Ey Seffane'nin babası? Ben ve sen, bizden başka kimsenin bulunmadığı bir sofrada başbaşa yemek yemek istiyorum." Hatem bunu kabul etti ve gereğini yapmasını karısına emretti. Bunun üzerine kadın çadırlarını söküp, obadan bir fersah uzaklıktaki bir yere kurdu. Hatem, yemek ya­pılmasını söyledi. Karısı hazırladı. Perdelerini indirip, sofrada oturan Hatem tam yemeğe hazırlanmak üzereyken perdeyi aralayıp başını çadırdan dışarı çıkardı. Sonra da şöyle dedi:

"Tenceremi perde arkasında kaynatma. Yoksa, içinde pişirdiğin haram olur bana. Tencereyi şu yüksek yerde kaynatsana, Yemeği bol olsun, kimseyi aç bırakma."

Böyle dedikten sonra perdeyi kaldırdı. Yemeği sofraya getirdi. Hal­kı sofraya davet etti. Beraberce yeyip içtiler. Karısı, "Bana verdiğin baş­başa yemek yeme sözünü yerine getirmedin." dedi. Hatem, ona şu cevabı verdi: "Ne yapayım? Gönlüm, bana itaat etmiyor. Gönlüm övülmeyi çok istiyor. Cömertlik, benim kaderime yazılmış." Böyle dedikten sonra sö­zünü şöyle sürdürmüştü:

"Cimriliği yendim, ona üstün geldim. Benimsedikçe cömertliği, kendi haline bıraktım. Komşu kadın, benden şikayetçi olmasın. Ancak kocası yok iken onu ziyaret etmiyorum. İyiliğim ona ulaşacak, kocası ona dönecek. Perdeleri de üzerine sarkıtılmayacak."

Bir diğer şiirinde Hatem şöyle der:

"Gece uyuyacağım zaman şarabı ben, Doyasıya içerim ama yine de kanmam. Geceleyin komşu gelini,karanlık bastırınca, Avlamak istedim ama gizlenemedim.Komşu gelini rüsvay edip kocasına hıyanet mi edeceğim, Allah'a andolsun ki hayatta olduğum sürece, Ben, bu işi asla yapmayacağım."

Bir başka şiirinde Hatem şöyle demektedir:

"Kapısında varsın perde bulunmasın, Benim komşularıma kimse zarar veremez. Komşu kadın tuvalete çıkacak olduğunda, Perdeleri indirinceye dek, gözlerimi yumarım."

Hatem, bir başka şiirinde de şöyle der:

"Amcam oğluna sövmek, huyum değildir benim. Bana umut bağlayanı, geride bırakan değilim. Suçum olmadığı halde beni kıskananın sözünü işittim. Ona, beni geç de kurtar bu ezadan beni, dedim. Onu ayıpladılar, beni ayıpladıklarını görmedim. Riyakar kimse, beni güleryüzle karşılar. Aradan perde kalktığında benim izimden gelir. Onun kusurunu yakaladım, korumak için. Din ve asaletimi, ondan el çektim."

Hatem'e ait başka bir şiir şöyledir:

"Üşüyen perişan kişiye sor, ey Malik'in anası.

Mezbaha ile ocak arasında bana geldiğinde;

Ona güleryüz göstereyim mi, o benim ilk konuğumdur.

Cimrilik etmeyip, cömert davranayım mı ona?"

Bir başka şiirinde şöyle der Hatem:

"Midene ve tenasül uzvuna istediklerini verirsen eğer,

Her ikisi kötülüğün zirvesine ulaşırlar."

Kadı Ebu'l-Ferec el-Muafa, Ebu Ubeyde'nin şöyle dediğini rivayet eder:

"İyi kullandığın az mal, devamlı kalır. Kötü kullanılan çok mal, devamlı kalmaz. Malı muhafaza etmek, onu yok etmekten, Ve ülkede azıksız kalıp ölmekten daha iyidir."

Mütelemmis'e ait bu şiir, Hatem'e okunduğunda o şöyle tepki gös­termişti: "Mütelemmis'e ne olmuş ki böyle söylemiş. Dili kopasıca, in­sanları cimriliğe teşvik etmiş. Öyle diyeceğine böyle deseydi ya:"

"Cömertlik, malı vadesinden önce tüketmez.

Kısmak ta, cimrinin malını artırmaz.

Kısarak mal sahibi olacağını ümid etme.                                        

Çünkü her yarının rızkı yeniden gelecektir.

Görmez misin ki, mal, gelip gidicidir.

Onu sana veren, senden uzak değildir."

Kadı Ebu'l-Ferec dedi ki: Hatem, "Onu sana veren, senden uzak de­ğildir." derken, ne güzel bir söz söylemiştir.Eğer Müslüman olsaydı, ahi-rette iyi bir makama sahib olacağı umulurdu. Nitekim Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerîm-de şöyle buyurmuş:

"Allah'ın lütfundan isteyin." (en-Nîsâ? 32.)

"Kullarım, sana Beni sorar (lar) sa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, O dua edenin duasına icabet ederim." (ei-Bakara,i86.)

Vaddah b. Mabed et-Taî'den yapılan rivayete göre Hatem Taî, (Hire valisi) Numan b. Münzir'in ziyaretine gitti. Numan, ona iltifat edip ya­kınlık gösterdi, çeşitli ikramlarda bulundu. Memleketine dönerken de, vilayetinin taze ve güzel yiyeceklerine ek olarak iki deve yükü altın ve gümüş verdi. Hatem, yola çıkıp memleketine geldi. Obasına yaklaştı­ğında, Tayy kabilesinin göçebeleri onu karşıhyarak: "Ey Hatem! Sen, hükümdarın yanından geliyorsun. Biz ise yoksul aşiretimizin yanından yoksullukla geliyoruz!" dediler. Hatem, onlara: "Gelin bakalım, yanım­da ne varsa alıp paylaşın!" dedi. Onlar da Numan'ın ona verdiği hediye­leri paylaştılar. O esnada cariyesi Tarife ortaya atılıp: "Allah'tan kork, birazını da kendine alıkoy; bunlar ne bir dirhem, ne de bir dinar, ne bir koyun ne de bir deve bırakmayacak, hepsini alıp götürecekler!" dedi. Ca­riyesinin bu endişesini yersiz bulan Hatem şöyle dedi:

"Tarife, 'dirhemlerimiz kalmaz' diyor. Bizde ne ahmaklık ne de gafillik var. Elde ye avuçtaki bitse de Allah bize verir.. Başkasına da, rızkı veren biz değiliz. Bizim hırkamız, dirheme alışık değildir. Dirhem bizim cebe girer, sonra hemen çıkar. Bir gün dirhemlerimiz şayet yığılacak olursa. Hayır yollarına hemen sarfedilirler."

Ebu Bekr b. îyaş dedi ki: Bir gün Hatem'e: "Araplar arasında senden daha cömert biri var mı?" diye sorulduğunda, "Arapların hepsi, benden daha cömerttir." diye cevap verdi, sonra da sözünü şöyle sürdürdü: "Bir gece, öksüz bir Arap delikanlısına misafir oldum. Yüz tane koyunu vardı. Hemen koyunlardan birini kesip pişirdi, sofraya koydu ve bana, buyur dedi. Koyunun beynini bana takdim edince ben, "Beyin ne hoş­muş!" dedim. Bu sözüm üzerine gidip diğer koyunlardan kesmeye ve be­yinlerini çıkarıp bana getirmeye başladı. "Artık yeter." dedim. Sabah ol­duğunda, bütün koyunlarının kesilmiş olduğunu, geriye onlardan hiç birşey kalmadığım gördüm."

Hatem'e: "Peki sen, o adama ne yaptın!" diye sorulunca şöyle dedi: "Ona karşı her ne yaparsam yapayım şükrünün altından kalkamazdım. Ama yine de ona develerimin seçkinlerinden yüz tanesini verdim."

"Mekarimü'l-Ahlak" adlı kitapta Muhammed b. Cafer el-Haraitî şöyle der: Abbas b. Fazl el-Rebiî, Tayy kabilesinin yaşlılarının şöyle de­diklerini rivayet etmiştir: Hatem Taî'nin annesi Antere'nin, çok cömert­liğinden dolayı elinde hiç birşey kalmadı. Eline geçen her şeyi başkaları­na verirdi. Kardeşleri, böyle yapmamasını söylerlerse de o, onlara aldı­rış etmezdi. Varlıklı bir kadındı. Bu huyundan vazgeçeceği umuduyla onu bir yıl süreyle bir eve kapattılar. Bu süre zarfında yemeklerini hazırlayıp kendisine götürdüler. Bir yıl sonra çıkardıklarında artık o huyundan vazgeçmiş olduğunu sandılar ve malından kendisine bir sürü deve vererek: «Bunlarla geçimini temin et." dediler. Bir gün Hevazinli bir kadın, yanma geldi. Daha önce ona hizmet etmiş olan bu kadın, on­dan biraz yardım istedi. Antere de o deve sürüsünü kadına vererek şöyle dedi: "Şu deve sürüsünü al da götür. Allah'a andolsun ki açlıktan çok çektim. Bu yüzden,de hiçbir dilenciyi boş çevirmeyeceğime Allah'a ye­min etmişim." Böyle dedikten sonra şöyle bir şiir terennüm etmeye baş­ladı:

"Ömrüme yemin olsun ki eski zamanda beni,

Açlık ısırdı, kimseyi aç bırakmamaya yemin ettim.

Beni kınayanlara 'Biraz ölçülü olun' deyin.

Eğer siz cömertlik yapamıyorsanız, parmağınızı ısınn.

Kız kardeşinizi cömertlikten menetmektense,

Kendinizi ve onu cömertlikten alıkoyanı kmasaydınız ya!

Cömertliği bugün siz bir tabiat olarak görüyorsunuz.

Ey annemin çocukları! Kişi, tabiatını bırakabilir mi?"

Heysem b. Adiyy dedi ki: Hatem'in cömertlik uğruna kendi nefsini feda ettiğini gördüm. O, bana: "Ey oğul! Kendimi üç huya alıştırdım." di­yerek onları şöyle sıraladı.

- Allah'a andolsun ki, komşu kadınları baştan çıkarmadım.

- Bana verilen emaneti, sahibine mutlaka teslim ettim.

- Hiç kimse de benden kötülük görmüş değildir.

Ebu Bekr el-Haraitî, Ebu Hüreyre'nin azatlısı Muharrerin şöyle de­diğini rivayet eder: Abdü'1-Kays kabilesinden bir grup yolcu, Hatem Taî'nin mezarının yanma gelip mola verdiler. Aralarında Ebu'I-Hayberî diye biri vardı. Kalkıp, Hatem'in mezarına ayağıyla vurmaya başlaya­rak: "Ey Eba Ca'd! Kalk ta bizi ağırla!" dedi. Arkadaşlarından biri: "Çü-rüyüp toprak olmuş bir cesede mi sesleniyorsun?" deyip şaşkınlığım ifa­de etti. Karanlık bastırınca uyumaya başladılar. Mezarı tekmeleyerek Hatem'e, kendilerini ağırlamaları için seslenen adam, bir ara uykudan bağırıp çağırarak, korkmuş vaziyette uyanıp şöyle dedi: Arkadaşlar, bi­neklerinize sahip olun. Çünkü rüyada Hatem'in bana gelip şu şiirini okuduğunu gördüm. Aklımda kaldığına göre şiir şöyleydi:

"Ey Eba Hayberî! Sen öyle birisin ki, Akrabaların zalim ve sövüşkendir. Arkadaşlarınla birlikte gelip istedin ki, Seni sahibi ölü bir çukur yanında ağırlayalım. Çevrende, Tayy kabilesi ve davarları varken, Geceleyin beni günaha mı sokmak istedin? Biz misafirlerimizi doyururuz. Binekler gelir, onları dahi seçip keseriz."

Bir de ne görsünler. Gündüz Hatem'in mezarını tekmeleyenin deve­si, üç ayak üzerine geliyor. Kalkıp onu kestiler; etini pişirip yediler. "Al­lah'a andolsun ki Hatem, diri iken de ölü iken de bize ziyafet verdi." dedi­ler. Sabahleyin yola koyulduklarında, devesini kesip yedikleri arkadaş­larını yedeklerine aldılar ve hareket ettiler. Az sonra gördüler ki bir adam bir deveye binmiş, ikinci bir deveyi de yedeğine alarak kendilerine doğru geliyor. Yanlarına geldiğinde: "Ebu'l Hayberî hanginiz?" diye sor­du. Ebu'I-Hayberî de: "Benim!" diye cevap verince o adam şöyle dedi: "Bu gece rüyada Hatem bana gelerek, sana ve arkadaşlarına senin deveni kestirerek ziyafet vermek ve seni de yaya bırakmayıp bir deveye bindirt-mek istediğini söyledi. İşte, yedeğimdeki şu deveyi al." Ebu'l-Hayberi de o adamın getirdiği yedekteki deveyi aldı. [8]

 

Abdullah B. Cüd'an

 

Şeceresi şöyledir: Abdullah b. Cüd'an b. Amr b. Ka'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre. Abdullah b. Cüd'an, Teym kabilesinin reisi ve Hz. Ebu Bekr'in babasının amcazadesidir. Cahiliye döneminde isim yapmış, herkese ik­ramda bulunmuş meşhur cömertlerden biridir. Kıtlık zamanlarında in­sanlara yiyecek dağıtırmış. Önceleri çok yoksul ve miskin, bir o kadar da kötü ve şirretmiş. Çok ta suç işlermiş. O kadar ki kavmi, aşireti, ailesi ve babası bile onun bu haline kızarlarmış.

Günlerden bir gün işsiz, güçsüz ve şaşkın vaziyette Mekke sokakla­rında dolaşırken, dağın bir tarafında bir mağara görmüş. Oradan kendi­sine bir zarar gelebileceğini düşünmüş. Oraya girip ölmek ve içinde bulunduğu serserice hayattan kurtulmak için mağaraya yönelmiş. Mağa­ranın yanına varınca, oradan bir ejderha çıkıp Abdullah'ın üzerine atıl­mış; Abdullah sağa sola geriye kaçmak istemişse de bunu becerememiş. Ejderha, yakınma gelince onun gövdesinin altından, gözlerinin de ya­kuttan olduğunu görmüş. Onu kırıp almış. Sonra da mağaraya girmiş, orada Cürhümlü emirlerin mezarlarını, bu cümleden olarak uzun za­mandan beri kayıp olan ve nereye gittiği bilinmeyen Cürhüm Emiri Ha­ris b. Mudad'm mezarını bulmuş. Mezarların baş kısmında vefat tarih­lerinin ve ne kadar süreyle emirlik yaptıklarının yazılı olduğu altından levhalar varmış. Ayrıca oralarda çok miktarda altın, gümüş, inci ve di­ğer mücevherler de varmış. Kendini yetecek kadarını alıp mağaradan çıkmış ve onun yerini ve kapısını iyice belleyip hafızasına nakşetmiştir. Daha sonra kavmine giderek, kendisini sevip memnun olacakları mik­tarda onlara mücevher, altın, gümüş ve inci vermiş. Halka yemek ziya­feti çekmiş, Elindeki altınlar azaldıkça o mağaraya gider, yeterince al­tın alıp dönermiş...

Bu kıssayı anlatanlardan biri de Abdülmelik b. Hişam'dır. "et-Tican li Marifeti Mülûki'z-Zaman" adlı kitapta bu kıssayı anlatmaktadır.

Ahmed b. Ammar da "Reyyü'l- Atiş ve Unsu'l-Vahiş" adlı kitapta bu kıssayı anlatmaktadır.

Anlatıldığına göre Abdullah b. Cüd'an'm o kadar yüksek ve büyük bir yemek kabı varmış ki, süvari olan bir kişi, atından inmeden elini uzatıp o kaptan yemek yiyebiliyormuş. Buna karşılık küçük bir çocuk içine düşünce boğulurmuş!.. İbn Kutebye ile diğerlerinin anlattıklarına gire Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Abdullah b. Cüd'an'm kabı o kadar büyük ve yüksekti ki, öğle vakti onun duldasında (gölgesinde) gölgelenirdim!"

Ebu Cehilın öldürülmesi esnasında Rasûlullah (s.a.v.) ashabına şu buyruğu vermişti: "Ölüler arasında onun cesedini arayın. Dizindeki bir yara ile onu tanıyabilirsiniz. (Bir zamanlar) Abdullah b. Cüd'an'm ye­mek kabı üzerinde onunla kavga etmiş, onu itmiştim. O da düşmüş, dizi parçalanmıştı. O yaranın izi, hala dizi üzerindedir." Ashab, ölüler ara­sında Ebu Cehü'in cesedini bulduklarında bakmışlar ve o yara izini di­zinde görmüşlerdi.

Anlatıldığına göre o, halka hurma ve kavrulmuş un (sevik) yedirir, süt içirirmiş. Bu yemek çeşidini vermeye, Ümeyye b. Ebi's-Salt'ın şu sö­zünü duyuncaya kadar devam etmiş:

"Cömertleri ve cömertliklerini gördüm, Deyyan oğulları, cömertlerin en üstünüdür. Onlar, Cüd'an oğulları gibi bizi avutmazlar. Onu balla karıştırarak bize yedirirler."

Ümeyye'nin bu sözünü işitince, Şam'dan yağ, bal ve buğday getir­meleri için 2000 deve yola çıkardı. Bu malzemeler getirildikten sonra her gece Ka'be'nin damına tellal çıkartıp; "İbn Cüd'an'm büyük sofrası­na gelin!.." diye ilan ettirmeye başladı.

Bu ilanlardan haberdar olan Ümeyye bu defa şöyle dedi: "Onun, Mekke'de hızlı bir tellalı var. Diğer tellalı da Ka'be damında ünler. Unla karıştırılmış bulamaca çağırır. Büyük sofraya ve tahta kaşığa çağırır."

Bütün bu cömertliğini ve mertliğini bir tarafa bırakalım da Sahih-i Müslim'deki şu hadise bakalım: Hz. Aişe demiş ki: lrYa Rasûlallah! îbn Cüd'an yemek yedirirdi, misafir ağırlardı. Bu iyiliği, kıyamet gününde kendisine fayda verir mi?" Rasûlullah buyurdu ki: "Hayır.. O hiç bir gün 'Rabbim, kıyamet gününde benim günahımı bağışla.' dememiştir." [9]

 

Meşhur Şaîr Îmru'l-Kays

 

Hücr el-Kinciî'nin oğludur. Ka'be'ye asılan yedi meşhur şiirden biri­nin sahibidir. Onun şiiri, Ka'be'ye asılan diğer şiirlerden daha şöhretli ve Övgüye daha layıktır. Şiiri şu mısra ile başlar:

"Dur da yarı ve yurdu anıp ağlayalım."

imam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«İmrü'1-Kays, Cehennem'e giden şairlerin bayraktarıdır."[10]

Hafız îbn Asakir, Îmrul-Kays'm şeceresini şöyle verir: Umrüül-Kays b. Hücr b. Haris b. Amr b. Hücr Âirilü'İ-Mürar b. Amr b. Muaviye b. Haris b. Ya'rüb b. Sevr b. Merta' b, Muaviye b. Kinde. Kinde'nin, Ebu Ye-zid veya Ebu Vehb yahut Ebu Haris el-Kindî künyesiyle çağrıldığı söyle­nir. Şam'a bağlı kazalardan (veya banliyölerden) birinde yaşanmıştır, Îmru'1-Kays, yaşadığı yerlerin bazısını şiirinde anlatır:

"Dur da sevgiliyi ve yurdu anıp ağlayalım. Sıktü'l-Liva'da, Dahul ile Havmel arasında dur. Tudİha ile Makra'yı... oranın izi silinmemiş.[11] Kuzeyden ve güneyden gelen rüzgarlar orayı yıkamamış."

Yukarıdaki şiirde geçen Sıktü'1-liva, Dahul, Havmel ve Makra keli­meleri, Huran bölgesinde bilinen bazı yerlerin adıdır. Muhammed b. Saib el-Kelbî'nin rivayetine göre Ferve b. Said b. Afif b. Madî Kerib, de­desinin şöyle dediğim nakleder: Bir ara bize, Rasûlullah (s.a.v.)'m ya­nında oturmaktayken Yemen'den bir heyet geldi. "Ya Rasûlallah! Allah bizi, İmrul-Kays'm şiirindeki iki beyitle ihya etti," dediler. Resûlullah, "Bu, nasıl oldu?" diye sorunca şu cevabı verdiler:

"Sana gelmek üzere yola çıktık. Bir süre yol aldıktan sonra yolu şa­şırdık. Bulunduğumuz yerde üç gün susuz bekledik. Suyumuz yoktu. Muz ve sakız ağaçlarının gölgeleri altına varıp, hiç değilse bir ağaç göl­gesi altında ölelim, diye beklemeye başladık. Dermanımız kesilmiş idi. Derken orada deveye binmiş bir adam belirdi. Sanki yerden bitmişti. Bazı arkadaşlarımız onu gördüklerinde şu şiiri okuyordu:

"Hedefinin su kaynağı1 olduğunu görünce, Avcıların okundan korktu, eklemleri titredi. Gölgelikli ve üzerinde yosunlar olan, Daric pınarına yönelip gittiydi." (Çünkü Daric pınarında okçular yoktu.)

Deve üzerindeki adam, yorgunluğumuzu ve bitkinliğimizi görünce, "Bu şiir kimindir?" diye sordu. Biz de: "İmru'1-Kays indir." dedik. "Valla­hi o, yalan söylemiş değildir. İşte Daric pınarı! Yakınınızda duruyor. Gösterdiği tarafa baktığımızda, su ile aramızda elli zira kadar bir mesa­fe bulunduğunu gördük. Diz üstü o suya doğru sürünmeye başladık. Su­yun yanma vardığımızda tıpkı Îmru'l-Kays'ın dediği gibi pınar suyunun üzerinde yosunların, ağaçların gölgesinde gölgelenmekte olduklarını gördük." Adamların bu cevabı üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"O (Îmru'1-Kays) dünyada anılan, ama ahirette unutulan bir adam­dır. Dünyada şerefli, ahirette alçak biridir. Elinde şairlerin bayrağı var­dır. Onları ateşe götürür."[12]

Kelbî der M: Babası, Esed oğulları kabilesindeki bazı kimseler tarar fmdan öldürülünce İmru'1-Kays, bayrağı eline alıp üzerlerine yürüdü. Tübale demlen yere vardı. Orada Zu'1-Haîase adlı bir put vardı. îmru'l-Kays da onun Önünde fal okları çekti. Şansına, Esed oğullarıyla savaş­masını yasaklayan ok çıktı. Çekimi, ikinci ve üçüncü kez tekrarladı. Hep aynı ok çıktı. Oku kırıp Zu'1-Halase'nin suratına çarptı ve:" Eğer öl­dürülen senin baban olsaydı, beni savaşmaktan menetmezdin!" dedi. Sonra da Esed oğullarına hücum etti, kıyasıya savaştı, çoklarını Öldür­dü.

Ibn Kelbî dedi ki: İslamiyet gelinceye kadar artık Zul-Halase putu­nun önünde fal oku çekilmedi.

Bazılarının anlattıklarına göre Îmru'1-Kays, Bizans hükümdarı Kayser'e övgüler dizerek bazı savaşlarda ondan yardım dilemiş, ama imparatordan umduğunu bulamayınca yüzüne karşı ona hicivde bulun­muş, öfkelenen imparator da ona zehir içirtip ölümüne yol açmıştı. Can çekişmekteyken Asib dağının yanında bulunan bir kadının mezarının yanma yarmış, orada şu şiiri yazmıştı:

"Ey komşu, mezar yakındır, Asib durdukça ben de buradayım. Ey komşu, ikimiz burada garibiz. Garipler, birbirlerine akrabadır."

Anlatıldığına göre yedi askı (Muallakat-ı seb'a) şiirleri, Ka'be'nin duvarlarına asılıymış. Araplardan biri bir şiir yazınca, onu Kureyşlilere sunarmış. Kureyşliler, onu beğenirse sahibini taltif etmek ve mükafat­landırmak için Ka'be'nin duvanna asarlarmış. Böylece yedi askı şiiri meydana gelmiş.

Önce de söylediğimiz gibi bu şiirlerin ilki, Îmru'1-Kays b. Hücr el-Kindî'ye aitmiş. İlk mısraları şunlardır:

"Dur da sevgiliyi ve yurdu anıp ağlayalım, Sıktü'l-Liva'da, Dahul ile Havmel arasında dur."

Şiirlerin ikincisi Nabiğa ez-Zübyanî'ye aittir. Onun asıl adı Ziyad b. Muaviye'dir. Şeceresi şöyledir:

Ziyad b. Amr b. Muaviye b. Dabab b. Cabir b. Yerbu b. Gayz b. Mürre b. Avf b. Sa'd b. Zübyan b. Bağîd. Şiirinin ilk mısraları şöyledir:

"Ey Meyye*nin yüksek tepedeki evi!

Üstünden uzun zamanlar geçti, yine de sağlamsın."

Şiirlerin üçüncüsü Züheyr b. Ebi Sülma Rebia b. Riyah el-Müzenf ye aittir. Baş kısmı şöyledir:

"Evfa'nın annesinden kızgınlık mı? Hayır, Havmanetü'd-Derrac ile Mütesellim hakkında konuşma."

Şiirlerin dördüncüsü, Tarafe b. Abd b. Süfyan b. Sa'd b. Malik b. Du-bey'a b. Kays b. Salebe b. ÜKa'be b. Sa*b b. AH b. Bekr b. Vail'e aittir. Baş kısmı şöyledir:

"Havle'nin Sehmed'de yüksek ve taşlıklı yerleri var. Elin üstündeki dövme kalıntısı gibi parıldar."

Şiirlerin beşincisi, Antere b. Şeddad b. Muaviye b. Kurad b. Mah-zum b. Rebia b. Malik b. Galib b. Kutay'a b. Abs el-Abesî'ye aittir. Baş kısmı şöyledir:

"Şairler, eski düşmanlıkları bıraktılar mı? Kuruntulardan sonra yurdu tanıdılar mı?"

Şiirlerin altıncısı, Alkame b. Abde b. Numan b. Kays'a aittir. Te-mimlidir. Şiirinin baş kısmı şöyledir:

"Coşkulu bir gönül, seni parlak ve güzel eyledi, Saçların ağardığı zamandan gençlik uzaklaştı."

Şiirlerin yedincisine gelince, Esmaî ile diğerlerinin dediklerine gö­re, bu Ka'be'ye asılan yedi askı şiirlerinden değildir. Bu şiir, Lebîd b. Re­bia b. Malik b. Cafer b. Kilab b. Rebia b. Amir b. Sa'saa b. Muaviye b. Bekr b. Hevazin b. Mansur b. Ikrime b. Hasfe b. Kays b. Aylan b. Mu-dar'a aittir. Baş kısmı şöyledir:

"Konup kalması yurdu harab etti, kuyu çıktığının, Bağlandığı direğe kadar yıkıldı herşey, Mina'da, îkamet etmesi ebedî helake neden oldu."

Ebu Ubeyde, Esmaî, Müberred ve diğerlerinin anlattıklarına göre sahibi bilinmeyen ve Ka'be'ye asılmış olan bir başka şiir de vardı ve baş kısmı şöyleydi:

"Nimeti isteyeni geri çevirmek olur mu? Söylediği şeyde onun sorumluluğu olur mu?"

Fazlaca uzun olan bu şiirde çok güzel manalı sözler vardır. [13]

 

Cahîliye Dönemi Şairlerinden Ümeyye B. Ebî's-Saltes-Sakafî

 

Bu şair, cahiliye döneminde yaşamış olup îslamî döneme de ulaş­mıştır. Hafız İbn Asakir, onun şeceresinin aşağıda belirtilen şekilde ol­duğunu söyler: Ümeyye b. Ebi's-Salt Abdullah b. Ebi Rebia b. Avf İbn Ukde b. Azze b. Avf b. Sakif b. Münebbih b. Bekr b. Hevazin Ebu Osman. Hevazin'in künyesinin Ebu Osman değil de Ebü'l-Hakem es-Sakafi ol­duğunu söyleyenler de vardır.

Ümeyye, cahiliye devri şairlerindendir.îslâm'dan önce Şam'a gelip

yerleşmiştir. Müstakim (doğru) bir insan olduğunu, önceleri iman üzere olup sonra saptığını söylerler. Cenâb-ı Allah'ın şu ayette kasdetmiş ol­duğu insan da odur:

"Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şey­tanın arkasına taktığa, sonunda da azgınlardan olan o kimsenin haberi­ni anlat." (ci-A'râf,i75.)

Zübeyr b. Bekkar dedi ki: Şair Ümeyye'nin anası, Rukiye binti Ab-dü'ş-Şems b. Abdu Menaf tır. Ümeyye'nin babası, Rebia b. Vehb b. Alac b. Ebi Seleme b. Sakif tir. Rebia'nm künyesi, Ebu's-Salt'dır. Derler ki, Ümeyye'nin babası, Taif teki meşhur şairlerdendir. Ümeyye ise onlar­dan dahaüstünbir şairdi.

Abdürrezzak'm, Sevrî'den rivayetine göre Abdullah b. Amr şöyle de­miştir: "Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şeytanın arkasına taktığı, sonunda da azgınlardan olan o kimsenin ha­berini anlat." mealindeki ayette kendisinden sözedîlen adam, Ümeyye

b. Ebi's-Salt'dır,

Ebu Bekr b. Mirdeveyh, Nafî b. Asım b. Mesud'un şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: "Abdullah b. Amr'm oturduğu bir mecliste bulunuyor- , dum.Orada bulunanlardan biri, el-A'râf süresindeki şu ayeti okudu: "Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan...Kimsenin haberini anlat." Abdullah b. Amr, "Bu ayette kimden söz edildiğini bili­yor musunuz?" diye sordu. Biri, bunun Sayfî b. Rahib olduğunu; bir baş­kası, israiloğullarından Bel'am adındaki adam olduğunu söyledi.Abdul­lah b. Amr, "Hayır, bu dedikleriniz değildir." deyince, "O halde kim?" di­ye soruldu. Dedi ki: "Ayette kendisinden söz edilen adam, Ümeyye b.

Ebi's-Salt'dır."

Taberanî, Ebu Süfyan'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben ve Ümeyye b. Ebi's-Salt Es-Sakafî, ticaret için Şam'a gitmek üzere yola çıkmıştık. Her mola verdiğimiz yerde Ümeyye ,yanında bulu­nan yazılı nüshaları eline alıp bize okurdu. Yolculuğumuz sırasında Hristiyan bir köye vardık. Köylüler gelip Ümeyye'ye ikramda bulundu­lar, ona hediyeler verdiler. O da onlarla birlikte evlerine gitti.

Öğle vakti geri dönüp geldi, eski elbiselerim çıkarıp siyah elbiseler giydi ve bana: "Var mısın ey Ebu Süfyan! Kitap bilgisi alanında otorite olan bir Hristiyan âlimine gidelim de ona bazı sorular sor."dedi. Ben de­dim ki: "Benim ona ihtiyacım yok. Allah'a andolsun ki, hoşuma giden birşey söylese de ona güvenip inanmam. Hoşuma gitmeyen birşey söyle­se onun benden çekeceği var." Ümeyye, yanlarına gittiğinde Hristiyan-lardan bilgin bir kişi, onun görüşlerine muhalefet etti. Sonra o,'yanıma gelip: "Neden bu bilgin kişinin yanına gitmiyorsun?" dedi. Ben de, onun dininden değilim, dedim. "Ondan acaip ve tuhaf şeyler duyacaksın, söy­lediklerini beğeneceksin. Sen Sakif kabilesinden misin?" diye sorunca,

"Hayır, ben Kureyş kabilesindenim." dedim. "O halde niye bu bilgin ada­mın yanına gitmiyorsun? Vallahi, o sizi hem seviyor, hem de size iyi dav-ranılmasmı tavsiye ediyor." dedi. Sonra yanımızdan ayrılıp gitti. Ümeyye, onların yanında bir süre kaldı. İnsanların bir süre uyumala­rından sonra geceleyin yanımıza geldi. Elbiselerini çıkararak kendini yatağa attı, ama vallahi ne uyuyabildi, ne de kalkabildi. Kederli ve üz­gün olarak sabahladı. Akşam şarabı, sabah şarabının üzerine dökülmüştü sanki! Ne o bizimle, ne de biz onunla konuşuyorduk. Sonra, "Yola çıkalım mı?" diye sordu. Ben de "Bineğin var mı?" diye sordum. "Evet, var." dedi.

Beraberce yola çıktık, iki gece yol gittik. Üçüncü gece bana: "Niye ko­nuşmuyorsun ya Eba Süfyan?" dedi. Ben de şöyle dedim:

- Söyleyecek neyim var? Allah'a yemin ederim ki, hiçbir zaman seni, arkadaşının yanından döndüğün gündeki gibi bir halden görmemiştim!

- O üzgünlük, içinde bulunduğun bir halden dolayı değil de ileride karşılaşacağım durumlardan endişe edişimden dolayı idi.

- İleride neyle karşılaşacaksın?

- Vallahi Ölecek, sonda da dirileceğim!

- Sen kuruntulara inanır mısın?

- Nedenmiş o?

- Çünkü sen, öldükten sonra dizilmeyecek ve hesaba çekilmeyecek­sin.

- (Güldü) hayır, senin dediğin gibi değil ya Eba Süfyan. Elbette ölüm sonrası dirilecek ve hesaba çekileceğiz. Kimimiz Cennet'e, kimimiz de Cehennem'e girecek.

- Senin Cennet'e ya da Cehennem'e gideceğini arkadaşın sana bil­dirmedi mi?

- Arkadaşımın bu konuda bilgisi yok. Bunu, ne kendisi ne de ben bi­lirim. Ebu Süfyan, konuşmasına devam ederek şöyle demişti: Böylece iki gece yol gittik. Hoşuna gidecek şeyleri söylüyordum. Ben de onun söylediklerine gülüyordum. Nihayet Şam şehrinin ağaçlık ve sulak yer­lerine vardık. Mallarımızı sattık. Orada iki ay ikamet ettik.

Dönüş yolculuğumuz sırasında bir Hristiyan köyüne vardık. Köylü­ler onu görünce yanma geldiler. Ona hediyeler sundular. O da onlarla birlikte kiliselerine gitti. Ancak öğleden sonra yanıma döndü. Elbisele­rini değiştirip yine oraya gitti. Geceleyin insanlar uykuya daldıktan sonra yanıma döndü.Elbiselerini çıkarıp kendini yakağa attı.Allah'a andolsun ki ne uyuyabildi, ne de kalkabildi. Kederli ve üzgün olarak sa­bahladı. O bizimle, biz de onunla konuşmuyorduk. Sonra, Tola çıkalım mı?' dedi. Olur, dedim ve yola koyulduk. Kederli ve üzgün olarak geceler boyu yol aldık. Sonra bana dedi ki: "Ey Ebu Süfyan! Var mısm, biraz iler­leyip te arkadaşlarımızı geride bırakalım?" Ben de: "Sen de buna var mısın?" diye sorunca evet, dedi. Yürüdük, derken arkadaşlarımızı bir saat­lik mesafe kadar geride bıraktık. Sonra bana, "Haydi bakalım ey Ebu Süfyan!" diye seslendi. Ben de, "İstediğin nedir?" diye sordum. Bana de­di ki:

- Bana Utbe b. Rebia'yı anlat. Başkalarına haksızlık etmekten ve

haramları işlemekten sakınır mı o?

- Sakınır vallahi.

- Dost ve akrabalarını ziyaret eder, bunu başkalarına da tavsiye

eder mi?

- Eder vallahi.

- Ana ve baba tarafı asil mi, soyu yüksek mi?

- Evet.

- Kureyşliler arasında ondan daha şerefli biri var mı?

- Hayır vallahi. Ondan daha şerefli bir Kureyşlinin mevcud olduğu­nu bilmiyorum.

- Muhtaç mıdır o?

- Hayır, aksine çok malı vardır.

- Kaç yaşındadır?

- Yüzü aşkındır.

- Şeref, mal ve yaşlılık, onu hafifletti mi?

- Niçin hafifletsin? Hayır, vallahi onu daha da yüceltti.    .

- O, böyledir işte. Yatıp uyuyalım mı artık?

- Benim de uyumaya ihtiyacım vardı zaten.

Geride kalan arkadaşlarımız gelinceye kadar uzandık. Onlar gelin­ce tekrar yola çıktık. Nihayet konak yerine vardık. Orada geceledik. Sa­bah olunca yeniden yürüyüş başladı. Akşam olup karanlıklar bastırınca Ümeyye yine bana seslendi.

-Ya Eba Süfyan!

- Ne istiyorsun?

- Var mısın, yine dünkü gibi yapalım?

- Sen de buna var mısın?

- Evet, varım.

Ben böyle dedikten sonra iki bahtı devesine binip kafileden ayrıldık. Arkadaşlarımızdan epeyi uzaklaşınca bana seslendi:

- Haydi, ey Ebu Süfyan! Utbe b. Rebia hakkında daha neler biliyor­san anlat.

- Olur.

- O, haksızlıktan ve haram yemekten sakınır mı?

- Evet, sakınır vallahi.

- Dost ve akrabalarını ziyaret eder, bunu başkalarına da tavsiye eder mi?

- Evet, yapar vallahi. Servet sahibi midir?

-Evet.

- Kureyşliler arasında ondan daha üstün biri var mı?

- Hayır.. Ondan daha üstün bir Kureyşli bulunduğunu bilmiyorum.

- Kaç yaşındadır?

- Yüzü aşkındır.

- Yaş, şeref ve servet, onu hafifletti mi?

- Hayır vallahi, hiç de hafifletmedi. Bu, senin kendi düşüncendir.

- Hayır. Şimdi sen, benim onun hakkında söyleyeceklerime kulak ver ve iyi düşün. Ben bunları neden söylüyorum, biliyor musun? Ben, o Hristiyan bilgininin yanma varıp kendisinden bazı şeyler sordum. Son­ra ona: "Şu gelişi beklenen peygamber hakkında bana bir şeyler söyle." dedim. Dedi ki:

- O Arapl ardandır.

- Araplardan olacağını biliyorum da, acaba hangi Araplardan?

- Arapların ziyaret ettikleri KaTDe halkındandır.

- Bizde, Arapların ziyaret ettikleri bir Ka'be vardır.

- O, sizin kardeşlerinizdendir, Kureyşlilerdendir.

Böyle deyince başıma, daha önce hiç karşılaşmadığım bir hal geldi. Dünya ve ahiretin kazanç ve bahtiyarlığı elimden uçup gitti.Çünkü da­ha önce o peygamberin, ben olacağımı umuyordum. Böyle demesi üzeri­ne ona dedim ki:

- Bana, o peygamberin sıfatlarım anlat.

- İhtiyarlık dönemine girdiğinde bile o, genç ve zindedir. Her şeyden önce o, haksızlıktan ve haramlardan sakınır. Fakirdir. Ana ve baba ta­rafı soyludur. Dost ve akrabalarım ziyaret eder, bunu başkalarına da tavsiye eder. Aşireti içinde yüksek soyludur. Askerlerinin çoğu melek­tir.

- Bunun alameti nedir? Meryem oğlu Isa yok olduğunda Şam'da seksen sarsıntı meydana geldi. O sarsıntıların hepsinde musibet vardı. Geriye umumi bir sarsıntı kaldı ki, onda da musibetler vardır.

Ebu Süfyan dedi ki: "Vallahi bunun aslı yoktur. Allah, ancak şerefli ve yaşlı kimseleri peygamber kılar."

Ümeyye dedi ki: "Yemin ettiğin Allah'a andolsun ki bu böyledir, Ey Ebu Süfyan. O Hristiyan bilgininin bana söyledikleri gerçektir. Var mı­sın uyumaya?"

Evet, benim de uyumaya ihtiyacım var, dedim. Yatıp uyuduk. Sonra geridekiler geldiler. Yola revan olduk. Mekke'ye iki konaklık ya da iki gecelik mesafe kalmışken arkadan bir süvari bize yetişti. Geride neler olup bittiğini kendisine sorduğumuzda dedi ki: "Sizden sonra Şam'da deprem oldu. Halk, büyük felaketlere uğradı ve helak oldu!"

Adamın böyle demesi üzerine Ümeyye, bana dönüp: "Ey Ebu Süf­yan, Hristiyan bilgininin söylemiş olduğu sözler için şimdi ne diyorsun?" diye sordu. Ben de: "Allah'a andolsun ki onun söylediklerinin gerçek ol­duğunu sanıyorum." dedim.

Nihayet Mekke'ye vardık. Mallarımı satıp işimi tamamladım. Son­ra ticaret için Yemen'e gittim. Orada beş ay kaldım. Sonra Mekke'ye döndüm. Evimde oturmaktayken insanlar yanıma geliyor, selam veri­yor ve ticaret için bana vermiş oldukları mallarım soruyorlardı. Abdul­lah oğlu Muhammed (s.a.v.) de yanıma geldi. Karım Hind de yanımda, çocuklarıyla oynuyordu. Selam verip ;'Hoş gelmişsin.' dedi. Nerelere ve nasıl gittiğimi, nerelerde ve ne kadar kaldığımı sordu. Ama ticaret için bana verdiği mallarını sormadı. Sonra da kalkıp gitti. Hind'e dedim ki:

- Vallahi Muhammed'e şaşıyorum. Yanımıza ticaret için mal bırak­mış olan Kureyşlilerden evimize gelen herkes, mallarının durumunu sordu. Ama Muhammed, malım hiç sormadı.

- Sen, onun ne yaptığını bilmiyor musun?

- (Korkarak) Ne yapmış ki?

- O, Allah elçisi (peygamber) olduğunu iddia ediyor!..

Hind'in bu sözleri, beni şoke etti. Hristiyan bilgininin söylediklerini hatırladım. Titremeye başladım. O kadar ki karım Hind, bana; 'Neyin var senin?' dedi. Kendime gelip toparlandım ve: 'Bunun aslı yoktur. Ol­maz böyle şey. Muhammed, böyle bir iddia da bulunmayacak kadar akıl­lıdır/ dedim. Hind ise şöyle cevapladı bu sözümü: "Hayır, vallahi o böyle diyor. İnsanlar onun dinine giriyor. Sahabeleri de var!.." "İşte bu ola­maz." dedim ve evden çıkıp Ka'be'ye gittim. Ka'be'yi tavaf etmekteyken malların şu kadar kazandı ve şu meblağa ulaştı. Onları almak üzere bi­rini evimize gönder. Kendi akrabalarımdan aldığım işletme bedelini de senden almayacağım." dedim. Bu teklifimi kabul etmedi ve; "Öyleyse ben de sizdeki mallarımı almam."dedi. Çaresiz kaldım ve; "Peki, akra­balarımdan aldığım kadar senden de işletme bedeli alacağım. Birini gönder de evimizdeki malım teslim alsın" dedim. Bunun üzerine birini evimize gönderip mallarını aldırttı. Ben de başkalarından aldığım ka­dar ondan da işletme bedeli aldım. Fazla beklemeden Yemen'e gittim. Sonra Taife varıp Ümeyye b. Ebi's-Salt'a konuk oldum.

Bana dedi ki:

- Ey Eba Süfyan!

- Ne istiyorsun?

- Hristiyan bilgininin sözlerini hatırlıyor musun?

- Hatırlıyorum. Dediği de oldu.

- Kim peygamber oldu?

- Abdullah oğlu Muhammed!

- Abdülmuttalib'in oğlu mu?

- Evet, onun oğlu.

Ayrıca Hind'in bana söylediklerini de ona anlattım. Ter dökmeye başladı ve "Allah biliyor." dedi. Sonra sözünü şöyle sürdürdü: "Vallahi ya Eba Süfyan! Belki de odur. Gelmesi beklenen peygamberdeki sıfatlar onda var. Eğer ben hayattayken o bir peygamber olarak ortaya çıkarsa, ona yardım etmemek için Allah'tan özür dileyeceğim!"

Ebu Süfyan, sözüne devamla diyor ki: Oradan Yemen'e geçtim. Çok geçmeden Muhammed'in peygamberliğini ilan ettiğini duydum. Yine Taife dönüp Ümeyye b. Ebi's-Salt'a uğradım. Ona künyesiyle hitab ede­rek şöyle dedim:

- Ey Ebu Osman! Hristiyan bilgininin sana anlattığı şeyler ortaya-çıkıp gerçekleşti.

- Ömrüme yemin olsun ki öyle..

- Senin bu peygambere karşı tavrın nasıl olacak ya Eba Osman?

- Vallahi Sakifli olmayan bir peygambere asla iman etmem ben!

Ebu Süfyan, sözünü sürdürerek şöyle diyor: Mekke'ye yöneldim. Za­ten çok uzakta da değildim. Mekke'ye varınca, Muhammed'in ashabının dövülüp hakarete uğradığını gördüm. İnsanların kalbine giren rekabet duygusu, benim de kalbime girdiği için, "Hani nerede Muhammed'in melek ordusu?!" demeye başladım.

Taberanî, Ebu Süfyan'ın şöyle dediğini rivayet eder: Ümeyye b. Ebi's-Salt, Gazze ya da Kudüs'teydi. Onunla birlikte Mekke'ye bir kafi­leyle dönerken, yolda bana dedi ki: "Ey Ebu Süfyan! Var mısın arkadaş­ları biraz geçip ileriye gidelim de seninle biraz sohbet edelim?" Ben de olur, dedim. Ve kafileyi geride bırakarak söyleşmeye başladık. Dedi ki:

- Ey Ebu Süfyan! Bana Utbe b. Rebia'yı anlat.

- Hem ana, hem baba taran soyludur.          

- Haram'dan ve haksızlıktan sakınır mı? -Evet...

- Yaşlı ve şerefli biri midir?

- Evet, öyledir.

- Yaşlılık ve şeref, onu hafifletmiştir.

- Yalan söylüyorsun. O, yaşlandıkça şereflenmiştir.

- Ey Ebu Süfyan! Bu Öyle bir söz ki, bana söylenenleri anladığım günden bu yana, böyle bir söz işitmiş değilim. Acele etme de sana haber verelim.

- Haydi, anlat bakalım.

- Şu kara taşlı Mekke vadisi halkı içinden birinin peygamberlikle görevlendirileceğini, kitaplarımda okumuştum. O peygamberin ben olacağımı sanıyordum. Sanmaktan öte inanıyordum.İlim ehli kimseler­le bu konuyu tartıştığımızda, o peygamberin AbduMenaf oğullarından biri olacağı anlaşıldı. Abdu Menaf oğullarına baktığımda, bu işe Utbe b. Rebia'dan daha uygun biri bulunmayacağım gördüm. Onun yaşlı oldu­ğunu ve 40 yaşını geçtiği halde kendisine henüz vahiy gelmediğini bana söylediğin için, onun beklenen peygamber olmadığını anladım.

Ebu Süfyan der ki: Zaman akıp gitti. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.)'a vahiy geldi. Günün birinde bir ticaret kervanıyla Yemen'e doğru yola ko­yuldum. Ümeyye'ye uğrayarak alaycı bir tavırla ona şöyle dedim:

- Ey Ümeyye! Evsafım anlattığın peygamber ortaya çıktı!

- O gerçek peygamberdir, ona uyun.

- İyi ama sen niye ona uymuyorsun?

- Sakif kabilesinin kadınlarından utandığım için ona uymuyorum. Çünkü onlara, beklenen peygamberin ben olacağımı söylemiştim. Şim­di de benim, Abdu Menaf oğullarından bir gence uyduğumu görürlerse utanırım! Ey Ebu Süfyan! Anladığım kadarıyla ona muhalefet etmiş gi­bi görünüyorsun. Ama zaman gelecek, bir oğlak bağlanır gibi bağlana­cak ve onun huzuruna götürüleceksin. O da senin hakkında dilediği gibi hüküm verecek!

Abdürrezzak, Kelbî'nin şöyle dediğini rivayet etti: "Ümeyye (b. Ebi's-Salt) bir ara uzanmış yatıyordu.Yamnda bulunan iki kızından bi­risi ürkerek babasma yüksek sesle bağırdı. Babası, "Neyin var?" diye so­runca kızı şöyle dedi: Rüyada iki kartal gördüm. Evimizin tavanını sök­tüler. Biri inip senin karnını yardı. Diğeri de damın üstünde durup arka­daşına sesleniyordu:

- Anladı mı? -Evet...

- Islah oldu mu?

- Hayır..

Bunun üzerine Ümeyye, kızlarına şöyle dedi: "Bu, babanıza ulaştı­rılması istenen bir hayır ve iyilikti, ama olmadı." Bu hadisenin değişik bir anlatımı daha vardır.

İshak b. Bişr, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet eder: Ümeyye b. Ebi's-Salt'm kızkardeşi Faria, Mekke fethinden sonra Rasûlullah (s.a.v.)'m yanına geldi. Akıllı, basiretli ve güzel bir kadındı. Rasûlullah (s.a.v.), onu beğenirdi. Bir gün ona şöyle sordu:

- Ey Faria! Kardeşin Ümeyye'nin şiirlerinden ezberinde olan var mıdır?

- Evet... Bundan daha önemlisi, gördüğüm şöyle bir olay var. Onu sana anlatayım: Kardeşim Ümeyye bir sefere gitmişti. Dönünce ilk ola­rak bana uğradı. Kanepemin üzerine uzandı. Ben de elimdeki bir deriyi traş etmekle meşguldüm. Bir ara iki beyaz kuş veya beyaz kuş gibi iki yaratık evimin küçücük aydınlatma penceresine doğru geldi. Biri, pen­cerenin içine düşer gibi oldu. Diğeri de onu takib edip pencereye girdi, ilki, gelip Ümeyye'nin üzerine kondu. Göğsü ile kasığı arasını yardı. Pençesini göğsünün içine daldırıp kalbini çıkardı, koklamaya başladı. Diğer kuş, ona seslendi:

- Anladı mı? -Evet...

- Islah oldu mu?

- Hayır...

Böyle dedikten sonra kalbi tekrar yerine koydu. Yardığı yer, bir an­da kapanıverdi. Sonra da o kuşlar, uçup gittiler.

Bu hadiseyi gördükten sonra Ümeyye'ye yaklaştım. Uyandırmak için onu elimle sarstım. Uyanınca kendisine, "Bir şey hissediyor mu­sun?" diye sordum. O da: "Hayır.. Sadece vücudumda bir halsizlik hisse­diyorum." dedi. Ben, gördüğüm manzara karşısında irkilmiştim. Bana: "Neyin var? Seni irkümiş görüyorum." dedi. Ben de olup bitenleri ona anlattım. Bana şu cevabı verdi: "Bana, bir hayır ve iyilik ulaştırılmak is­tendi ama sonra o, başka tarafa gönderildi." Böyle dedikten sonra şu şii­ri okumaya başladı:

"Gamlarım, geceleyin yola koyuldular,

Gözlerimi yumdum ama boşaldı yaşlar.

Sahib olduğum yakinî bilgi gibi,

Konuşkan bir okuyucusu olan beratım yok.

Çepeçevre kor ateşle sarılıp yanan biri miyim?

Yoksa kadife koltuklu ve iyi kimselere,

Vaad edilen Cennet'e mi gireceğim ben?

Cennetle Cehennem, iyi ve kötü amel bir olmaz.

Bunlara giden yollar da aynı değildir.

Bunlar iki gruptur, bir grup Cennet'e gider.

Oradaki yeşillik ve bahçelerle sarmaş dolaş olur.

Diğer grup, Cehennem'e gider, orası ne kötü yerdir!

Bu kalpler sözleşdi, bîr hayra yönelince,

Engeller çıktı karşısına, dünya onları,

Cennet istemekten menedip bahtsız kıldı.

Allah kahretsin, o dünya hırsım

Kul, nefsini çağırıp kınadı, zira o,

Allah tarafından gözetlendiğini biliyordu.

Nefs, ne diye bu hayata rağbet ediyor?

Ne kadar yaşasa da ölüm, onu yakahyacaktır.

Genç yaşta ölmese bile, ihtiyarlıkta mutlaka Ölecektir.

Ecel şarabının kasesini insan, elbet yuduml ayacaktır!"

Bu şiiri okuduktan sonra Ümeyye, ailesinin yanına döndü. Çok geç­meden baktım ki insanlar, baygın haldeki Ümeyye nin yanma gidiyor­lar. Bana haber ulaşınca gittim, baktım ki o, yere yatırılmış, üzeri de örtülü. Yanına vardığımda bir çığlık atıp gözlerim açtı,evinin tavanına baktı, sesini yükselterek şöyle dedi: "Emrinize amadeyim. Buyurun. İş­te huzurunuzdayım. Ne malım var ki beni kurtarsın. Ne aşiretim var ki beni korusun." Sonra tekrar bayıldı. Yine bir çığlık atınca, ben; "Adam öldü artık." dedim. Gözlerini açıp evinin tavanına dikti; sesini yükselte­rek şöyle dedi:

"Emrinize amadeyim. Buyurun, işte huzurunuzdayım. Elimde bir beratım yok ki kendimi savunayım. Aşiretim yok ki onlara dayanıp güç­leneyim."

Sonra tekrar bayıldı. Bir çığlık atıp gözlerini açtı, evinin tavanına bakıp şöyle dedi: "Emrinize amadeyim. Buyurun, işte huzurunuzdayım. Nimetlerle beslendim ama hep günah işledim. Allahım! Eğer bağışlaya-caksan bütün günahlarımı bağışla. Hangi kul ki sana tapar, elemi yok­tur onun."

Böyle dedikten sonra tekrar bayıldı. Yine bir çığlık atarak şöyle de­di:

"Hayat ne kadar uzasa da mutlaka, . Bir zaman gelir ki yok olup gider. Keşke hakikatler bana göründüğü an, Bir dağ başında davar otlatsaydım ben."

Bu şiiri de okuduktan sonra kardeşim Ümeyye vefat etti. Rasûlullah (s.a.v.) bana dedi ki:

"Ey Faria! Senin kardeşinin durumu, Allah'ın kendisine ayetlerini verdiği, sonra da kendisinden geri aldığı kimsenin durumu gibidir."

Hafız Ibn Asakir, Zührî'nin şöyle dediğini rivayet etti: Ümeyye b. Ebi's-Salt, şöyle bir beyit okumuştu:

"Bilesiniz ki bizden bir peygamber var, Evvelimizi ve ahirimizi bize haber veriyor."

Daha sonra da Bahreyn'e gitmiş, o orada iken Rasûlullah (s.a.v.)'a peygamberlik gelmişti .Ümeyye, Bahreyn'de sekiz yıl kaldıktan sonra Taife geldi, oradaki halka: "Abdullah oğlu Muhammed ne diyor?" diye sordu. Onlar da dediler ki: "Peygamber olduğunu iddia ediyor." Bunun üzerine Ümeyye: "O beni tamamlayacaktır." deyip Mekke'ye gitti, Rasûlullah (s.a.v.)'m huzuruna çıktı ve aralarında şöyle bir konuşma

geçti:

- Ey Abdülmuttab'in oğlu (torunu), sen ne diyorsun?

- Allah'ın elçisi olduğumu ve O'ndan başka îlah bulunmadığını söy­lüyorum.

- Seninle biraz konuşmak istiyorum. Yarın için bana bir vakit ayır (bir randevu ver).

- Olur, yarın görüşelim.

- Yalnız olarak mı yoksa birkaç arkadaşımla birlikte mi gelmemi is­tersin? Sen de yalnız olarak mı, yoksa birkaç arkadaşınla birlikte mi gel­mek istersin?

- Nasıl istersen, öyle olsun.

- O halde ben birkaç arkadaşımla birlikte sana gelirim. Senin ya­nında da arkadaşların bulunsun.

Ertesi gün Ümeyye, Kureyşli birkaç kişiyle birlikte, Rasûlullah (s.a.v.) da birkaç sahabeyle birlikte gelip Ka'be'nin gölgesine oturdular. Önce Ümeyye söze başladı, seçili bir hitaptan sonra şiir okudu. Şiiri ta­mamlayınca da: "Bana cevap ver, Ey Abdülmuttalib'in torunu!" dedi. Rasûlullah (s.a.v.):

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Yasın ve'1-Kur'âni'l-Hakîm" deyip sö­ze başladı. Sözlerini tamamlayınca da Ümeyye yerinden fırladı.Ayakla-rmı sürüyerek gitmeye başladı. Kureyşliler peşine katılıp, "Şu işe ne di­yorsun ey Ümeyye?" diye sordular. O da: "Muhammed'in hak yolda oldu­ğuna tanıklık ederim." dedi. Kureyşlilerin, "Sen ona uyuyor musun?" di­ye sormaları üzerine, "O'nun durumuna bakıp düşündükten sonra ka­rarımı vereceğim." diye cevap verdi.

Bir süre sonra Şam'a gitti. Rasûlullah (s.a.v.) da Medine'ye geldi. Bedir savaşma katılan müşriklerin bir kısmı öldürülünce Ümeyye Şam'dan geldi, Bedir savaşının yapıldığı yere indi. Sonra Rasûlullah (s.a.v.)'m yanına gitmek üzere harekete geçti. Adamm biri ona sordu:

- Ey Ümeyye! Nereye gidiyorsun?

- Muhammed'e gidiyorum.

- Onunla işin ne?

- Ona imân edecek ve bu işin anahtarlarını ona vereceğim.

- Bu kuyuya kimler gömüldü, biliyor musun? -Hayır...

- Orada dayının oğulları Utbe ile Şeybe b. Rebia ve anneleri Rebia binti Abdü'ş-Şems gömüldü!

Bu sözü duyan Ümeyye, devesinin kuyruğunu ve kulaklarını kese­rek gelip Bedir kuyusunun yani başında durdu, sonra da şu mısralarla başlayan kasideyi okudu:

"Bedir'de neler vardı. Ölmüş beylerle Reislerden oluşan tepeler vardı!»

Sonra Mekke'ye, oradan da Taife döndü ve islamiyet'i terketti."

Zührî, Ümeyye'nin iki kuşla karşılaşması ve ölmesi hadisesini anla­tırken, onun ölüm anında söylediği şu şiirini okumuş:

"Hayat ne kadar uzasa da mutlaka,

Bir zaman gelir ki yok olup gider.

Keşke hakikatler bana göründüğü an,

Bir dağ başında davar otlatsaydım ben.

Ölümü her zaman göz önünde bulundur,

Zamanın musibetinden de kaçın.

îyi bil ki zamanın da musibeti vardır.

Arslanlar yabani sığırlara, çöldeki kızıl gözlü yavrulara,

Dağlardaki kartallara, geyiklere, deve kuşu yavrularına,

Ölüm, mutlaka tırnağını geçirip yakalar."

"Et-Ta'rîf vel-î'lam" adlı kitabında Süheylî, ilk defa "Ay Allahım, se­nin adınla" sözünü kullananın Ümeyye b. Ebi's-Salt olduğunu söylemiş ve bununla ilgili olarak ta garip bir kıssa anlatmıştır.

Şöyle ki: Ümeyye, Kureyş kabilesinden bir toplulukla birlikte sefere çıkmıştı. Aralarında Ümeyye'nin oğlu ve Ebu Süfyan'm babası Harb'da varmış. Bunlar yolda karşılarına çıkan bir yılanı öldürmüşler. Akşam olunca cinlerden bir kadın, yanlarına gelerek onları, yılanı öldürdükle­rinden dolayı azarlamış, elindeki kırbaçla yere vurarak oradaki bütün develeri ürkütmüş, develerin her biri bir tarafa kaçmış. Kalkıp develeri aramaya başlamışlar ve neden sonra onları toparlayabilmişler. Bir ara­ya gelip toplandıklarında tekrar cinlerden olan o kadın, yanlarına gele­rek elindeki kırbaçla yere vurmuş, develeri ürkütmüş, develerin her biri bir tarafa kaçmış. Kalkıp develeri aramaya başlamışlar ve bu işten ra­hatsız olmuşlar. Ümeyye'ye: "Bundan kurtuluşun bir çaresi var mı?" di­ye sormuşlar, o da "Bakalım hele, belki buluruz." demiş. Sonra başları­na gelen belaya karşı kurtuluş çaresini soracakları birini bulma umu­duyla, bulundukları bölgede dolaşmaya başlamışlar. Nihayet uzaklar­da bir ateşin parlamakta olduğunu görmüş ve oraya yönelmişler. Oraya vardıklarında bir çadırın kapısı önünde, son derece çirkin görünümlü, cılız bir ihtiyarın ateş yakmakta olduğunu görmüşler. İhtiyar, cinler-denmiş. Selam vermişler. Durumlarını sormuş, onlar da anlatmışlar. O da Ümeyye'ye şöyle bir tavsiyede bulunmuş: "Cinlerden olan o.kadın tekrar geldiğinde "Allahım, senin adınla..." deyin, o kaçıp gider."

Bunlar toplanıp bir araya geldiklerinde kadın üçüncü kez tekrar ge­lir. Ümeyye, onun yüzüne karşı: "Allahım, senin adınla..." deyince, ka­dın kaçıp gider. Ama daha sonra cinler, yılanın öcünü almak için Ümey­ye'nin oğlu Harb'e saldırıp öldürdüler.Arkadaşları d,a onu o evsiz, kom-şusuz ve ıssız- yere gömdüler. Cinler bunun için şöyle dediler:

"Harb'in mezarı, ıssız bir yerdedir, Mezarının yakınında mezar yoktur."

Anlatıldığına göre Ümeyye, bazı zamanlarda hayvanların söyledik­lerini anlarmış. Bir yolculuk esnasında bir kuşun yanına varır, ötüşleri­ni dinledikten sonra arkadaşlarına: "Bu kuş, şunu söylüyor." dermiş. Arkadaşları da: "Bunun doğru söylediğini nereden bileceğiz?" derler­miş. Yolculuk esnasında bir koyun sürüsüne rastlamışlar. Bir koyunun kuzusuyla birlikte sürünün gerisinde kaldığını görmüşler. Koyun, ku­zusunu sürüye katılmaya zorlarcasma meliyormuş. Ümeyye, yanındaki arkadaşlarına: "Bunun yavrusuna ne dediğim biliyor musunuz?" diye sormuş. Onlar da: "Hayır, bilmiyoruz." deyince, şöyle demiş: "Kuzusuna diyor ki: "Çabuk sürüye katü da, geçen sene kardeşini yediği gibi bu se­nede seni kurt yemesin!" Ümeyye'nin böyle demesi üzerine arkadaşları, koşarak çobanın yanma varıp sormuşlar: "Geçen sene burada kurt, bu koyunun kuzusunu yedi mi?" Onların bu sorusuna Çoban da, "Evet..." diye cevap vermiş ve onun sözlerini doğrulamıştı.

Yine bir defasında Ümeye yolda giderken, bir kadının bindiği deve­nin, başını yukarıya "kadına" doğru kaldırarak böğürmekte olduğunu görmüş, arkadaşlarına: "Bu deve, kadına diyor ki: "Sen benim sırtıma bindin, ama üzerimdeki mahfenin altında iğne var, sırtıma batıyor!" demiş, kadını indirip mahfeyi çıkardıklarında bir iğnenin saplı olduğu­nu görmüşler!..

İbnu's-Sekît'in anlattığına göre bir gün Ümeyye b. Ebi's-Salt, elinde bardakla içki içerken bir karga ötmüş. Ümeyye de ona iki kez: "Toprak senin ağzına!.." demiş. Arkadaşları ona: "Karga sana ne dedi?" diye so­runca o da: "Karga diyor ki: Elindeki şu bardakta bulunan içkiyi içtikten hemen sonra Öleceksin!" demiş. Karga sonra yeniden ötmüş. Ümeyye de­miş ki: "Karga şöyle diyor: Bu sözlerimin doğruluğunun işareti şu ola­cak: Ben, şu çöplüğün üzerine konup bir şeyler yiyeceğim. Bir kemik parçası boğazıma takılacak ve o yüzden öleceğim." Böyle dedikten sonra karga o çöplüğe kondu. Bir şeyler yerken boğazına bir kemik takıldı ve Öldü.

Ümeyye: "Karganın, kendi hakkında söyledikleri doğru çıktı. Bakalım, benim hakkımda söyledikleri doğru çıkacak mı, çıkmayacak mı?" dedikten sonra içkisini bitirdi ve düşüp öldü...

îbn Mehdi'nin sahih senedle, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v. ).§öyle buyurmuştur: "Şairlerin söyledikleri sözlerin en doğrusu, Lebid'in şu sözüdür:

"Bilesiniz ki Allah'tan başka her şey boş ve asılsızdır.

Ümeyye b. Ebi's-Salt, Müslüman olmaya yaklaşmıştı."

İmam Ahmed b. Hanbel, Amr b. Şerid'den rivayet ederek onun şöyle dediğini söyler: Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında bulunuyordum. Bana: "Ümeyye b. Ebi's-Salt'ın şiirlerinden bildiğin var mı?" diye sordu. Ben de: "Evet" deyince, "Öyleyse bana biraz oku." dedi.,Ona bir beyit okudum. Okuduğum her beyitten sonra "Ee" diyordu. Böylece ona Ümey­ye'nin şiirlerinden yüz beyit okumuş oldum. Sonra o susunca, ben de kestim.

Yahya b. Muhammed b. Said, Sakiflilerin yeğeni Şerıd el-Hem-danî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Veda haccma, Rasûluilah (s.a.v.) ile beraber gittik. Yolda giderken bir gün baktım ki bir deve gelip arkamda durdu. Dönüp baktığımda, devenin üzerinde Rasûlullah (s.a.v.)'ı gör­düm. Bana:

- Ey Şerid! dedi.

- Efendim.

- Seni deveme bindireyim mi?

- Olur, dedim.

Gerçi yorgun değildim ama teberrüken Rasûlullah'm yanma bin­mek istedim. Devesini çöktürdü, beni devesine bindirdi. Bana: "Ümeyye b. Ebi's-Salt'm şiirlerinden ezberinde olanlar var mıdır?" diye sordu. Ben: 'Evet..' deyince "O halde oku bakalım." dedi. Ben de okudum.

Ravi diyor ki: Zannedersem Şerid, yüz beyit okuduğunu söyledi. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) şöyle dedi: "Ümeyye b. Ebi's-Salt'm ilmi Allah katmdadır."

İbn Said, bu hadisin garib olduğunu söylemiş ve sözüne devamla şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.v.)'m Ümeyye hakkında söylemiş olduğu: «Şiiri iman etti. Ama kalbi inkar etti." hadisine gelince, ben bunu bilmi­yorum. Doğruyu Allah bilir.

İmam Ahmed b. Hanbeljbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), Ümeyye'nin şu şiirim doğrulamıştı:

"Sağ ayağının altında erkek ve sığırlar, Sol ayağının altında kartallar var. Aslan da kapana tutulmuş haldedir. Her gece sonu güneş kızıl görünür. Rengi, gül gibi olur. Kırbaçlanmadan, işkence görmeden, Rahatça üzerimize doğmak istemez."

Ümeyye'nin bu şiirini dinleyen Rasûlullah (s.a.v.) "Doğru söylemiş" dedi.[14]

Ebu Bekr el-Hüzelî,İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Allah'ı bırakıpta bana tapan bir milletin üzerine doğmam." diyen güneşi, 70.000 melek uyarıp kendisine "Doğ hadi doğ" demedikçe doğmaz. Doğ­maya yüz tutunca da, onu doğdurmamak için bir şeytan gelir, ama gü­neş, iki boynuzu arasından doğarak onu yakar. Gurup vakti batmaya yüz tutunca da Allah'a yönelip secde ederken bir şeytan gelip, secdesine engel olmak ister. Güneş, onun iki boynuzu arasında batar ve onu ya­kar.

Ümeyye b. Ebi's-Salt'm Arşı taşıyan melekler hakkında söylediği şiirinin bir bölümü şöyledir;

"Rabb'ın Arş'mm ayaklarını tutup taşıyanlar var. Yaratılmışların Rabb'i olmasaydı, aciz kalıp bönleşirlerdi. Arş, ayaklan üstünde duruyor, altında eziliyorlar. Aşırı korkudan dolayı mafsalları titriyor."

Rivayete göre Esmaî, Ümeyye'nin şöyle bir şiirini nakletmiştir:

"Allah'ı yüceltip tazim edin, O, tazime layıktır. Semadadır Rabbimiz, yüee Arş üzerindedir. İnsanlar alttadır, gökte taht kurmuştur. Arş'ımn boyu uzundur, gözlerin açısı dışındadır. Onun altında melekleri uzun boylu görülür."

Ümeyye b. Ebi's-Salt'm, Abdullah b. Cüd'an et-Teymî'yi öven bir şii­ri de şöyledir:

"İhtiyacımı söyliyeyim mi, yoksa yeter mi bana?

Senin hayan, doğrusu, haya senin ahlakındır.

Sen hakkı, hukuku bilirsin, soylu ve edebilsin.

Yüce ve cömertsin, çok güzel huylusun.

Ne sabah, ne akşam, güzel huyunu değiştiremez.

Kışın köpekler soğuktan taşlaştığında bile,

Kerem ve cömertlikte rüzgarla yarışırsın.

Senin toprağın cömertlik toprağıdır.

Orayı Teym oğulları kurdu, seması da vardır.

O kadar utangaçsın ki biri seni övse bile,

Sana saldırmış gibi rahatsız olursun."

Abdullah b. Cüd'an, tanınmış cömertlerden ve kerem sahiplerinden biri olup bir çok kimse tarafından övülmüştü. Çok yüksek ve büyük bir yemek tabağı vardı. İçini yemekle doldurdu. Öyleki, deve üzerinde bulu­nan bir süvari bile elini uzatıp o tabaktaki yemekten yiyebiliyordu. Unu, bal ve yağla yoğurup pişirir ve o tabaklarda halka ikram ederdi. Köle azat eder, felaket ve musibete uğrayanlara yardım ederdi. Bu cömertli­ğinin kendisine fayda verip vermeyeceğim soranlara Hz. Aişe şu cevabı vermiş: "O, hiçbir gün 'Ey Rabbim! Kıyamet gününde benim günahımı bağışla.'demedi."

Ümeyye b. Ebi's-Salt'm güzel şiirlerinden biri de şudur:

"Kumaların buhur ağacı isteyişi gibi,

İsterken ayaklarını yere vurmazlar.

Aksine yüzleri aydmlanıverir.

İsterken yüzleri, en güzel renklere bürünür.

Yoksullar, yüklerinin ortasında durur.

At seyisleri ve köle efendileri gibi onları kovarlar.

Bir felaket karşısında yardıma çağırırsan,

O kadar çok atla gelirler ki güneş ışığını perdelerler."

Böylece Ümeyyeb. Ebi's-Salt'm tercüme-i hah (biyografisi) burada sona erdi. [15]

 

Rahip Bahîra

 

Bahira, on iki yaşında iken amcası Ebu Talib ile birlikte Mekke'den Şam'a ticaret kafilesiyle giden Hz. Muhammed (s.a.v.) de peygamberlik alametlerini keşfetmiş olan bir rahiptir. Bir bulutun sürekli olarak onu ( Muhammed'i) gölgelediğini görmüş, bir ziyafet tertipleyerek onları da­vet etmişti.

İbn Asakir'in anlattığına göre Bahira, Busra'ya altı millik mesafede bulunan Kefr kasabasında yaşarmış. Deyr-i Bahîra denen yer de orası­dır.

Başka bir rivayete göre Bahira, Belka'da, Zira denen yerin arkasın­da "Menfaa" denen bir köyde yaşarmış. Doğrusunu Allah bilir. [16]

 

Kuss B. Saide El-İyadî

 

'Hevatifü'1-Cann' adlı eserinde Hafız Ebu Bekr Muhammed b. Cafer b. Sehl el-Haraitî, Ubade b. Samit'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: îyad heyeti Rasûlullah (s.a.v.)'a geldiğinde kendilerine sordu:

- Ey iyad topluluğu! Kuss b. Saide ne yapıyor?

- O öldü ya Rasûlallah.

- Bir gün onu, Ukaz panayırında kızıl renkli bir deve üzerinde gör­düm. Parlak ve güzel sözler söylüyordu. Ama o sözleri hatırlayamıyo­rum şimdi.

- (Topluluğun arka saflarında bulunan bir bedevi kalkarak konuş­tu:) Onun o gün söylediği sözleri ben hatırlıyorum ya Rasûlallah.

Adamın böyle demesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.) sevindi. O adam dedi ki: Ya Rasûlallah, Kuss o gün şöyle bir konuşma yapmıştı: "Ey in­sanlar! Gelin, dinleyin. Biliniz ki gidenler gitmiştir. Gelecek olanlar da mutlaka gelecektir. Gece, karanlıktır.Gökte burçlar vardır. Deniz, fırtı­nalı ve gürültülüdür. Yıldızlar, ışık saçar. Dağlar, yere kuvvet verir. Ne­hirler akıp gider. Gökte haber, yerde de ibret vardır. Bakıyorum ki in­sanlar gidiyorlar, ama geri dönmüyorlar. Orada ikamete razı oldular da mı ikamet ettiler, yoksa kendi hallerine bırakıldılar da uykuya mı daldı­lar? Kuss, içinde şüphe bulunmayan bir yeminle Allah'a yemin ediyor ki, Allah'ın bir dini vardır. Ve onu, sizin bu dininizden daha çok beğe­nir.

"İlk giden nesillerde bizim için ibretler var.

Ölüme giden yolları gördüm, ama,

Ölümden dönüş yolunu görmedim asla.

Halkımın irili ufaklı hep ölüme gittiğim gördüm,

Ölüme giden, geçip gider, sana gelmez.

Öte tarafta kalan da sana asla dönmez.

Ben, şunu kesin olarak anladım ki,                          .

Halkımın gittiği yere, ben de gideceğim."

Taberanî, bu olayı, "el-Mucemü'1-Kebir" adlı eserinde başka bir şekilde rivayet ederek İbn Abbas'ın şöyle dediğini anlatır: "Abdülkâys heyeti, Hz. Peygamberin yanma geldi. Hz. Peygamber, onlara: "Hangi­niz Kuss b. Saide el-İyadî'yi tanır?" diye sordu. Onlar da, "Hepimiz onu tanırız ya Rasûlallah." dediler. "O ne yapıyor?" diye sorunca, "Kızıl renkli bir deve üzerinde Ukaz panayırında gördüm onu. İnsanlara hi­tapta bulunarak şöyle diyordu: "Ey insanlar! Toplanın, kulak verin ve dinleyin. Yaşayan ölür. Ölen gider. Her gelecek olan da gelir. Gökte ha­ber, yerde de ibretler var. Yeryüzü bir döşek gibi serilmiş, gökyüzü de bir tavan gibi yükseltilmiştir. Yıldızlar, titreşip parlar. Denizlerin suyu tü­kenmez. Kuss, doğru olarak yemin eder ki, eğer işte rıza varsa, sonu kız­gınlık olacaktır. Şüphesiz Allah'ın bir dini vardır ki o din, sizin bu dinini­ze nisbetle O'nun daha çok hoşuna gider. Görüyorum ki, insanlar gidi­yorlar, ama geri dönmüyorlar. Orada ikamete razı oldular da yerleştiler mi, yoksa kendi hallerine bırakıldılar da uykuya mı daldılar?"

Kuss'un bu hitabesini naklettikten sonra Hz. Peygamber: "Aranız­da Kuss'un şiirlerini bize aktaracak kimse var mı?" diye sorduğunda, orada bulunanlardan biri, onun şu şiirini okumaya başladı.

"İlk giden nesillerde bizim için ibretler var, Ölüme giden yolları gördüm, ama asla, Ölümden dönüş yolunu görmedim. Halkımın irili ufaklı hep ölüme gittiğini gördüm. Ölüme giden geçip gider, sana gelmez.

Öte tarafta kalan da sana asla dönmez. Şunu ben kesin olarak anladım ki, Halkımın gittiği yere ben de gideceğim."

Muhammed b. îshak, Hasan-ı Basrî'nin oğlu Hasanın şöyle dediği­ni rivayet eder: Carud b. Mualla b. Haneş b. Mualla el-Abdî, Hristiyandı. Kitapları güzel tefsir edip yorumlamayı biliyordu. İranlıların yaşantı ve sözleri hakkında bilgi sahibi idi. Tıp ve felsefe alanında derin bilgisi olan, edep ve dehası açıkça görülen, güzelliği eksiksiz, mal ve servet sa­hibi bir kimse idi. Yaşlı, görgülü, iyi konuşan, beyan, hüccet ve burhan sahibi Abdülkâys heyetiyle birlikte Hz. Peygamberin yanma gelmişti. Huzuru saadete vardığında önünde durup eliyle ona işarette bulunmuş ve şu şiiri okumaya başlamıştı:

"Ey hidayet peygamberi, sana gelen adamlar,

Sahralarla serapları katedip geldiler.

Sana gelmek için düzlükleri aşk ile katettîler.

Senin yolunda sayılamayacak güçlükler çektiler,

Bakmaya kıyamadığın yağız atları,

Develerimiz süratlendir dikçe süratlendirdi.

Ağzı gemli, serkeş ve yıldız gibi parıldayan,

Parlak atlar, kat ettiler bu mesafeyi.

Kalplere korku salan bu büyük ve korkunç,

Günün şiddetini defetmek isterler.

Bunlar insan topluluklarını artırırlar.

Sapıklıkta devam edenlerden koparlar.

Allah'tan gelen ve elde edilmesi istenen,

Bir nur, burhan ve nimete yönelirler.

Ey Amine'nin oğlu! Allah, hayrı sana tahsis etti.

Hayır yağmurları sağanak halinde üzerine yağar.

Ey Allah'ın hücceti, geride kalan şaşkınlar gibi olma,

O hayırdaki payını fazlasıyla al."

Bu şiiri okuduktan sonra Hz. Peygamber, onu yanma alıp oturttu. Ona: "Ey Carud! Sen ve kavmin, belirlenen zamanı kaçırdınız." dedi. Carud ise şöyle karşılık verdi: "Anam babam sana feda olsun. Senden ge­ri kalan, payını kaçırmış olur ki bu da çok büyük bir zarar ve şiddetli bir cezadır. Ben, seni görüp işitip te senden başkasına uyan kimselerden değilim. Şu anda bildiğin gibi, ben bir dine mensubum. O dini bırakıp se­nin dinine girmek için sana geldim. Benim bu davranışım, zararımı, suç ve günahımı silip, Rabbimi benden razı kılmaz mı?" Hz. Peygamber, ona: "İşte ben, sana bunu garanti ederim. Şimdi sen samimi olarak Allah'ın birliğine iman et. Hristiyanlıktan da vazgeç." dedi. Carud: "Anam babam sana feda olsun, elini uzat. Ben, Allah'tan başka ilah bu­lunmadığına, bir ve ortaksız olduğuna şahadet ediyorum. Senin de O'nun kulu ve elçisi Muhammed olduğuna şahadet ediyorum." dedi. Kendisi ile birlikte beraberindeki kavmi de Müslüman oldu. Müslüman olmalarından dolayı Hz. Peygamber sevindi.Onları memnun edip se­vindirecek kadar ikramlarda bulundu. Sonra da onlara yönelerek şöyle sordu: "Aranızda Kuss b. Saide el-İyadî'yi tanıyan var mı?" diye sordu. Carud şöyle cevap verdi: "Anam babam sana feda olsun. Onu, hepimiz tanırız. Bunlar arasında onun durumunu ve haberini en iyi bilen benim. Ya Resûlallah, Kuss, Arap boylarından biridir. Varlığını 600 sene sür­dürmüştür. Sonra bir kısmı çöllerde, bir kısmı dağlarda olmak üzere on­dan beş batın türemiştir. Mesih gibi gökleri teşbihle çmlatırdı. Hiçbir yerde durmaz, hiçbir evde karar kılmaz, hiçbir komşu da -belli bir süre ikamet etmediği için- ondan yararlanamazdı. Kıldan dokunmuş elbise giyer ve kilim üzerine otururdu. İbadetten, zahidlikten kopmazdı. Seya­hatlerinde deve kuşu yumurtası içer, yırtıcı hayvanlarla arkadaşlık eder, karanlıklara gizlenir, görüp ibret alır, düşünüp tecrübe ederdi. Bu özelliklerinden dolayı ata sözlerine konu oldu. Musibetlerden kurtul­mak için insanlar, onun yüzü hürmetine Allah'tan dilekte bulunurlardı. Havarilerin başı Simon'un mertebesine ulaştı. Kendini dindarlık ve tev­hide veren ilk Arap odur. Allah'ın varlığını gönülden ikrar edip ibadetim" ifa etmiş, ölüm sonrası diriliş ve hesaba yakinen inanmış, insanları, aki-betlerini ve ahiretlerini berbad etmekten sakındırmış, vakit kaybetme­den salih amel işlemelerini tavsiye etmiş, ölümün mutlaka geleceğini hatırlatmış, ilâhî yazgıya (kadere) tasada ve kıvançta teslim olmuş, me­zarları ziyaret edip ahiret hayatım hatırlamış, şiirler inşat etmiş, kader üzerinde düşünmüş, semadan ve mahlukatm üremesinden haber ver­miş, yıldızları anlatıp suyu keşfetmiş, denizlerin evsannı anlatıp eserle­ri bilmiş, süvari olarak hitapta bulunmuş, sürekli va'z etmiş, öfke ve ga­zaptan sakındırmış, mektuplar gönderip korkulu her şeyi anlatmış, hi­tabelerinde sert ifadeler kullanmış, yazılarını açıklayıcı bir üslûpla yaz­mış, zamanın musibetlerinden korkutmuş, yükten ve ağırlıktan sakın­dırmış, işin önemini bildirmiş, küfürden uzaklaştınnış, hanif dinine meyledip başkalarını da o dine girmeye teşvik etmiş, insanları lâhutî aleme ve dindarlığa davet etmişti. Günün birinde Ukaz panayırında şöyle bir konuşma yapmıştı:

"Doğu, batı., öksüzlük, topluluk.. Savaş, barış., yaş, kuru.. Tatlı, tuzlu.. Güneşler, aylar, rüzgarlar, yağmurlar.. Gece, gündüz.. Dişiler, erkekler.. Karalar, denizler.. Taneler, bitkiler.. Babalar, analar.. Toplu­luklar, dağınıklıklar.. Peşpeşe gelen alametler.. Nur (Işık), karanlık.. Varlık, yokluk.. Rab ve putlar.. Halk saptı.. Üreyip doğan.. Diri gömülüp yok olan.. Terbiye, biçilip gitmiş.. Zengin ve yoksul.. İyi ve kötü.. Gafiller helak olsun.. İşçi, işini iyi yapsın.. Emel sahibi, emel peşine düşmesin.. Hayır, Allah birdir. Doğmamış ve doğurulmamıştır. İlk yaratan da, son yaratan da, öldüren de, sonra dirilten de odur. Erkeği ve dişiyi yaratan O'dur. Dünya ve ahiretin Rabbi O'dur.

Şimdi ey İyad halkı! Nerede Ad ve Semud kavmi? Nerede babalar ve dedeler? Nerede hastalar ve yaşlılar? Hepsinin varacakları bir son var­dı. Kuss, kulların Rabbine, yeri bir döşek gibi döşeyen'e yemin eder ki, sûra üflendiği, halkın çağrıştığı, yerin aydınlandığı, öğütçünün öğüt verdiği, rahmetten ümit kesenin kenara itildiği, hakkı düşünenin gerçe­ği gördüğü günde hepinizin birer birer haşr olunacağına yemin eder. Meşhur gerçekten, parlak nurdan, en büyük hedeften sapan kimseye; kudret sahibi Allah'ın hüküm verdiği, uyarıcı Muhammed (s.a.v.)'in ha­zar bulunduğu, yardımcının bulunmadığı, adalet terazisinin kurulduğu, kusurların ortaya döküldüğü, bir grup insanın Cennete, bir grubun da çılgın alevli ateşe gittiği günde yazıklar olsun!,."

Kuss b. Saide, bir şiirinde de şöyle demiştir:

"Aşırı tutkusuyla gönül andı onu.

Arasında gündüz olan geceleri yad etti.

Bulutlardan boşalan sağanak yağmur,

Damlaları arasında ateş vardı.

Ateş ışığı gözleri kamaştırıyordu.

Şimşek parıltısı, gözler önünde uçuyordu.

Sağlam köşklerde hayırlar vardı.

Diğerleri ise, ıssız ve bomboştu.

Yeri durduran, yüce dağlardır.

Denizlerin suları ise engindir.

Yıldızlar, gece karanlığında parlar,

Bunların döndüğünü her gün görürüz.

Sonra güneşi, gecenin ayı kışkırtır.

Hepsi birbirini hızla takib eder.

Büyük, küçük karışık olan her şey,

Gün gelir toprağa girer, mezar olur.

Şaşmayan kalblerin tahminleri bile,

Bir çok şeyi kavrayamaz, aciz kalır.

Doğruyu görüp ibret alan kimseler için,

Benim bu söylediklerim, Allah'a giden yolu gösterir."

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Her ne kadar başka şeyleri unutsam da Kussun, Ukaz panayırında kızıl bir deve üzerinde insanlara hitapta bulunurken söylediği şu sözleri unutmam: "Toplanın, dinleyin. Dinle­yince de anlayın. Anlayınca da faydalanın. Söyleyin. Söyleyince de doğru söyleyin. Yaşayan ölür. Ölen gider. Her gelecek olan gelir. Yağmur, bitki, diriler ve ölüler. Gece karanlıktır, göklerde burçlar vardır. Yıldız­lar ışık saçar, Denizler dolup taşar. Işık ve karanlıklar, gece ve gündüz­ler, iyilik ve kötülükler. Gökte haber, yerde de ibret var. Kalb gözü açık olanlar, bundan hayret ederler. Yer, döşek'gibi serilmiş. Gök de tavan gi­bi yükselmiştir. Yıldızlar batar ama denizler batmaz. Ölümler yakındır. Zaman hıyanet eder, neşter ucu gibi keskin, adalet terazisi gibi hassas­tır. Kuss, içine asla yemin ve günah katmaksızın yemin eder ki, eğer bu işte bir hoşnutluk varsa, ileride kızgınlık olacaktır!..

Ey insanlar! Allah'ın öyle bir dini var ki, onun nazarında o din, şu anda içinde bulunduğunuz dinden çok daha makbul ve sevimlidir. Ve o dinin zamanı da gelmiştir. Neler oluyor? Görüyorum ki bazı insanlar gi­diyor, ama geri dönmüyorlar. Orada kalmaktan razı oldular da onun için mi oraya yerleştiler? Yoksa orada kendi hallerine bırakıldılar da uyudular mı?"

Böyle dedikten sonra Hz. Peygamber, ashabından bazısına dönüp: "Kuss'un şiirlerini bize okuyacak var mı?" diye sordu. Orada bulunan Hz.Ebu Bekir, şöyle dedi: "Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah.. Ukaz panayırı kurulduğu gün, onun şöyle dediğini duydum:

"İlk giden nesillerde, bizim için ibretler var. Ölüme giden yolları gördüm,ama, Ölümden dönüş yolunu görmedim asla. Halkımın irili ufaklı hep ölüme gittiğini gördüm. Ölüme giden geçip gider, sana gelmez. Öte tarafta kalan da sana asla dönmez. Şunu ben kesin olarak anladım ki, Halkımın gittiği yere, ben de gideceğim."

Abdülkays heyetinde bulunan iri başlı, uzun boylu, omuzlarının arası geniş bir adam kalkıp şöyle dedi: "Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah. Ben de Kuss'ta tuhaf ve hayret verici bir hal gördüm." Rasûlullah (s.a.v.): "Ne gördün ey Abdülkaysli kardeş?" diye sordu. Adam şöyle cevap verdi: Gençliğimde bir yolculuğa çıkmıştım. Kafilem-deki develerden dördü kaçıp gitti. Taşlıklı, dikenli, otlu, gelincikli erak ağacı bulunan, deve kuşlarının dolaştığı bir çöle dalıp gittiler. Peşlerine düştüm. Nihayet bir tepeye vardım. Tepenin yamacında taze erak mey-veleriyle dopdolu, dalları yere uzanmış bir ağaç gördüm. Ağacm altında bir de baktım ki Kuss b. Saide duruyor. Elinde bir kırbaç var. Yanma yaklaştım, "Hayırlı sabahlar" dedim. O da: "Sabahın hayır olsun" diye karşılık verdi. Kuss'un yanındaki pınara bir çok yırtıcı hayvan su içme­ye geliyordu.Hayvanlar sıraya uymayıp biri, diğerinden önce içmeye

kalkışacak oldu mu, Kuss, elindeki kırbaçla hemen ona vuruyor ve sıra­ya uymasını sağlıyordu. Vururken de: "Azıcık sabret bakalım, arkada­şın suyunu içinceye dek bekle." diyordu. Ben, bu manzaradan çok ürk-tüm. Bana, "Korkma" dedi. Bir de ne göreyim: Orada iki mezar ve arala­rında da bir mescid. "Bu iki mezar da ne?" diye sordum. Bu mezarda ya­tanlar kardeştiler. Her ikisi de burada yüce Allah'a ibadet ederdi. Ben de ölüp aralarına katılıncaya dek, mezarları arasında, burada Allah'a iba­det edeceğim, diye cevap verdi. Kendisine: "Kendi kavminin yanma va­rıp hayırlı işlerinde onlarla beraber olsan, kötü işlerinde de onlara mu­halefet etsen, böylece onları sakındırsan iyi olmaz mı?" diye teklifte bu­lundum. Bana şu cevabı verdi: "Anası ölesice.. Bilmez misin ki Hz.İsma-il'in soyu, babalarının dinini bırakıp başka ve ters olan şeylere uymuş, Allah'a koştukları ortakları yüceltip ululamışiardır?" Böyle dedikten sonra o iki mezara dönüp şu şiiri okumaya başladı:

"Dostlarım uyanın, uyuduğunuz çok oldu artık.

Emek ve gayretiniz kiranızı karşılamıyor mu yoksa?

Çoktandır uyuduğunuz için midir ki sizi çağırana,

Cevap vermiyorsunuz, sizi çağıran ve seslenen,

Sizin tarlanızı sulayan kimse gibidir.

Bilmez misiniz ki Necran'dan yalnız ben geldim.

Benim, sizden başka da dostum yoktur.

Mezarınız başında duruyorum ve ben,

Buradan asla ayrılacak da değilim,

Geceler döndükçe, ya da sesinizi alıncaya dek...

Hayat boyu yüreğini dağladığınız için mi,

Size tutkun olan kişi, hep üzerinize ağlar.

Şayet bir kimse bir başkasına feda olsaydı,

Kendimi harcayıp size feda ederdim canımı!

Ölüm ve siz, ikiniz, sanki benim ruhum için.

En yakın hedefsiniz, mezarınıza gelmek istiyor."

Bu şiiri dinledikten sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah, Kuss'a rahmet eylesin. Ama kıyamet gününde o, tek bir ümmet olarak diriltil(ip haşredil)ecektir."

Beyhakî ile İbn Asakir de bu hadisi başka bir senedle Abdullah b. Abbas'tan rivayet ederler. Buna göre Carud b. Abdullah, Medine'ce Hz. Peygamber'in yanına gelerek yukarıdaki rivayette geçen sözlerin aynı­sını veya nazmına, nesrine bir çok ilaveler yaparak uzun uzadıya anla­tır. Anlattığı şeyler arasında, devesini kaybedip peşine düşen ve arayan adamın şu sözleri de vardı: Bir vadide geceledim. Orada ölebilirdim, gü­vensizlik içindeydim. Kılıcımdan başka dayanıp güveneceğim bir şey yoktu. Yıldızları gözetliyor ve karanlığa göz ucuyla bakıyordum. Gece sona erip tan yeri ağarmaya başlayınca, görünmez yerden bir ses geldi. Sesin sahibi şöyle diyordu:

"Ey sıcak geceye sığınıp yatan, Allah, Harem'de bir peygamber gönderdi. Haşimî'dir, vefalıdır, cömerttir. Karanlıkları ve müphemlikleri açıcıdır."

Sağa sola baktım, fakat hiç kimseyi göremedim ve hiçbir yerden ses gelmiyordu. Bu defa da ben, o sesin sahibine cevaben şöyle dedim:

"Ey gece karanlığında seslenen, Hoşgeldin, safa geldin. Çünkü bana ilham verdin, Hoş ve güzel söyledin, açıkla, Allah seni hidayete erdirsin. Davet ettiğin şey, ganimet gibidir. Kıymetlidir, elde edilmesi istenir."

Ben, bu şiirimi tamamladıktan sonra yine o sesi duymaya başladım, şöyle diyordu: "Nur çıktı. Yalan batıl oldu. Allah, taçlı, miğferli, keman kaşlı, ela gözlü Muhammedi, asil ve sert bir millete peygamber olarak gönderdi. Onun kızıl renkli devesi vardır. Allah'tan başka ilah bulun­madığına şahadet eder. Ovalık ve dağlık yerlerde yaşayan, siyah, beyaz herkese, peygamberdir o." Böyle dedikten sonra şu şiiri okumaya başla­dı:

"Mahrukatı boş yere yaratmayan Allah'a hamdolsun. İsa'dan sonra bizi bir gün dahi başıboş bırakmadı. Râsûllerin en hayırlısı Ahmed'i bize gönderdi. Kafileler hacca gittiği sürece Allah ona rahmet etsin."

Bu rivayette, Kuss b. Saide'nin şu şiiri de yer almaktadır:

"Ey Ölümü ve mezardaki ölümü haber veren! Üzerlerindeki elbise kalıntılarında delikler var. Onları kendi hallerine bırak, bir gün onlara seslenilir. Uykudan uyandıklarında akılları başlarına gelir. Ölüm sonrasında, eskisi gibi yeniden yaratılırlar. Kimi çıplak, kimi giyiniktir onların, Kiminin elbisesi yeni, kimininki de eskidir."

Bu hadisin başka bir varyantına göre İbn Abbas, bu olayı anlatıp mezkur şiiri okumuş ve: "Onun mezarının yanında, şu şiirin yazılı oldu­ğunu görmüşler:

"Ey Ölümü ve mezardaki ölüleri haber veren!

Üzerlerindeki elbise kalıntılarında delikler var.

Onları kendi hallerine bırak, bir gün onlara seslenilir.

Baygın kimse gibi uykudan uyandırılırlar.

O ölülerin kimi çıplak, kimi giyiniktir.

Kiminin elbisesi yeni, kimininki eski ve soluktur."

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Beni hak ile gönderen (Allah)1 a ye­min ederim ki Kuss, ölüm sonrası dirilişe iman etmiştir."

Beyhakî, Enes b. Malikin şöyle dediğini rivayet eder: İyad heyeti, Hz. Peygamberin yanına geldi. Rasûlullah, onlara: «Kuss b. Saide ne yapıyor?" diye sordu. Onlar da 'Vefat etti!' dediler. Hz. Peygamber: "Onun bir konuşmasını dinlemiştim, ama şimdi o sözleri hatırlayamıyo­rum." dedi. Orada bulunanların bazısı: "Biz hatırlıyoruz ey Allah'ın elçisi!" deyince, Hz. Peygamber: "Hadi öyleyse söyleyin bakalım." dedi. Heyetin sözcüsü konuşmaya başladı: Kuss, bir gün Ukaz panayırında şöyle bir hitabede bulunmuştu:

"Ey insanlar! Kulak verin,dinleyin ve düşünün. Her yaşayan ölür. Her Ölen gider. Her gelecek olan da gelir. Gece, karanlıktır. Gökte burç­lar vardır. Yıldızlar, parlar. Denizler, dolup taşar. Dağlar, yerleri çivi­ler. Nehirler, akar. Şüphesiz gökte haber, yerde de ibretler vardır. Görü­yorum ki insanlar ölüp gidiyor, bir daha geri gelmiyorlar. Orada ikame­te razı olup temelli yerleştiler mi, yoksa kendi hallerine bırakıldılar da uydular mı? Kuss, içinde hiç günah bulunmayan bir yeminle Allah'a ye­min eder ki, Allah'ın bir dini vardır. Ve o dini, sizin bu dininize göre ken­disine daha çok sevimli ve makbuldür." Böyle dedikten sonra Kuss, şu şiiri okumaya başladı:

"İlk giden nesillerde, bizim için ibretler var. Ölüme giden yolları gördüm, ama, Ölümden dönüş yolunu görmedim asla, Halkımın irili ufaklı hep ölüme gittiğini gördüm. Ölüme giden geçip gider, sana gelmez. Öte tarafta kalan da sana asla dönmez. Şunu ben, kesin olarak anladım ki Halkımın gittiği yere, ben de gideceğim." [17]

 



[1] Eşmezeyn: Medine ile Hayber arasında bulunan iki dağ veya iki kabile adı.

[2] Haly: Yemen'rîe deniz kıyısında bulunan bir şehir. Süheylî, onun bir bitki olduğunu söyler.

[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/333-338.

[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/339-341.

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/341.

[6] Bu, doğrulanamayacak büyük bir masaldan ibarettir.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/342-344.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/344-351.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/351-353.

[10] Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Hadis no: 7127.

[11] Tudiha ve Makra, birer yer ismidir.

[12] Uyunul Ahbar, 1,143, el-Eğanî, VII, 123.

[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/353-356.

[14] Ahmed b. Hanbeî, Müsned, Hadis no. 2314.

[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/356-371.

[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/371.

[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/371-379.