Rasûlullah (S.A.V.)'In, Risaletî Tebliğ Etmekle Emrolunması 2

İraşî'nın Hikayesi 9

Fasıl 10

Fasıl 11

Güçsüz Müslümanlara Yapılan Eziyetler. 13

Fasıl 14

Fasıl 22

Müşriklerin Rasûlullah'la Tartışmaları, O'nun Da Onlara Karşı Kuvvetli Deliller İleri Sürmesi 26

Habeşistan'a Giden Sahabelerin Hicreti 32


Rasûlullah (S.A.V.)'In, Risaletî Tebliğ Etmekle Emrolunması

 

Cenâb-ı Allah, rasûlüne, risaleti herkese tebliğ etmesini, eziyetlere karşı sabırla göğüs germesini, inatçı cahillere ve yalanlayıcılara delille­ri gösterip açıkladıktan sonra aldırış etmemesini emretti. Ona ve ashabına, müşriklerden gördüğü eza ve cefalara katlanmasını tavsiye etti. Yüce Allah buyurdu ki:

"Önce en yakın hısımlarını uyar. Sana uyan mü'minleri kanatları­nın altına al. Sana başkaldırırlarsa: 'Taptıklarınızdan uzağım" de. Ey Muhammed! Senin kalkıp namaz kılanlar arasında bulunduğunu gören, güçlü ve merhametli olan Allah'a güven. Doğrusu O işitir ve bilir.

(eş-Şuarâ, 214-220.)

"Doğrusu bu Kur'ân sana ve ümmetine bir öğüttür. Ondan sorumlu tutulacaksınız." (ez-Zuhmf, 44.)

"Kur'ân'a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndü­recektir." (el-Kasas, 85.)

Yani Kur'ân'ı tebliğ etmeni sana farz ve vacip kılan Allah, seni dönü­lecek yer olan ahiret yurduna döndürecektir. Ve Kur'ân'ı tebliğ edip et­mediğini de sana soracaktır.

"Rabbin hakkı için biz onların hepsine mutlaka soracağız, yaptıkları şeylerden." (ei-Hicr, 92.93.)

Gerçekten de bu konuda pek çok ayet ve hadis bulunmaktadır. Bu konuyu tefsirimizde geniş bir şekilde anlattık. eş-Şuarâ sûresinin 214. ayetini tefsir ederken bu konuda uzun uzadıya açıklamalarda bulun­muş ve bununla ilgili birçok hadis nakletmisizdir.

Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Numeyr vasıtasıyla îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cenâb-ı Allah, "Önce en ya­kın akrabanı uyar." mealindeki ayet-i kerimeyi inzal buyurduğu zaman Peygamber (s.a.v.), Safa tepesinin yanına geldi.Tepeye çıkıp halka: "İm­dat!... imdat!" diye seslendi. Bunun üzerine insanların kimi bizzat kendi gelerek, kimi de elçilerini göndererek orada toplandılar. Rasûlullah (s.a.v.) onlara şöyle hitap etti; "Ey Abdülmuttalib oğulları! Ey Fihr oğul­ları! Ey Ka'b oğulları! Şu tepenin arkasında size saldırmak üzere bekle­mekte olan atlıların bulunduğunu söylersem bana inanır mısınız?" On­lar, evet, deyince şöyle buyurdu: "Öyleyse, şiddetli bir azap ile karşı kar­şıya olduğunuzu söyleyerek sizi uyarıyorum!"

Orada bulunan lanetli Ebu Leheb de: "Yok olası adam. Günümüzü zehir ettin. Bizi bunun için mi buraya çağırdın?" demiş, bunun üzerine yüce Allah, Tebbet sûresini inzal buyurmuştu.

"Ebu Leheb'in iki eli kurusun (yok olsun o.), zaten yok oldu ya."

Ahmed b. Hanbel, Muaviye b. Amr tarikiyle Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Önce en yakın akrabanı uyar." ayeti nazil olunca Rasûlullah (s.a.v.), Kureyşlilerden yakın uzak herkesi toplantıya çağırdı.Toplandıklannda onlara şöyle hitab etti: "Ey Kureyş topluluğu! Canınızı ateşten kurtarın. Ey Ka'b oğulları topluluğu! Kendinizi ateş­ten koruyun. Ey Haşim oğulları topluluğu! Kendinizi ateşten kurtarın. Ey Abdülmuttalib oğulları topluluğu! Canınızı ateşten kurtarın. Ey Mu­hammed kızı Patıma! Kendini ateşten koru. Allah'a yemin ederim ki, onun azabına karşı size yardımcı olamam. Ama sizin için bir akrabalık bağı aramızda vardır. Bunun (rahmet) ıslaklığı ile sizi ıslatabilirim."

Yine Ahmed b. Hanbel, Veki' b. Hişam tarikiyle Hz. Aişe'nin şöyle-dediğini rivayet eder: "Önce en yakın akrabanı uyar." ayeti nazil oldu­ğunda, Rasûlullah (s.a.v.) kalkıp şöyle dedi: "Ey Muhammed ki2i Fatıma, Ey Abdülmuttalib kızı Safiyye, Ey Abdülmuttalib oğulları! Al­lah'ın azabına karşı size bir yardımım olamaz.Ama malımdan dilediği­nizi benden isteyin."

Bunu, Müslim de rivayet etmiştir.

Hafız Ebu Bekir el-Beyhakî, "Delail" adlı eserde, Ebu Talib oğlu Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Önce en yakın akrabanı uyar ve mü'-minlerden sana uyanlara kanadım indir." ayetleri nazil olduğunda Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Bu tebligatı önce kavmime yaptığım takdirde, onlardan hoşuma gitmeyecek davranışlar göreceğimi bildiğim için sustum, tebligatta bu­lunmadım. Ama Cebrail (a.s.), bana gelip şöyle dedi: "Ya Muhammed, eğer Rabbinin sana emrettiğim yerine getirmezsen seni ateş ile azap-landırır!"

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), beni çağırarak şöyle dedi: "Ey Ali! Doğrusu Cenâb-ı Allah, önce en yakın akraba mı uyarmamı bana emretti. Bunun için de bir koyunla bir Ölçek buğdaydan yemek yap. Bir büyük bardak süt de hazırla. Sonra da Abdülmuttalib oğullarını bana çağır."

Bana emredileni yaptım. Abdülmuttalib oğulları o gün toplandılar. Tam kırk kişi kadardılar. Aralarında Rasûlullah'ın amcaları Ebu Talib, Hamza, Abbas ve lanetli Ebu Leheb de vardı. Yemek tabağını önce Rasûlullah'a takdim ettim. Kendileri o tabaktan bir parça et alıp dişle­riyle parçaladı. Sonra tabağın etrafına bıraktı ve: "Allah'ın adıyla ye-yin." dedi. Oradakiler doyuncaya kadar yemek yedikleri halde bitireme-diler. Onların sadece parmak izlerini görebiliyorduk. Oradakilerden ba­zıları bir koyunu tek başına yese dahi doymazdı. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) bana: "Süt içir." dedi. Ben de o büyük bardak içindeki sütü kendi­lerine sundum. Kana kana içtiler, yine tüketemediler. Allah'a andolsun ki, kişi ancak o kadar içebilirdi.

Yemekten sonra Rasûlullah (s.a.v.), onlara hitap etmek isteyince la­netli Ebu Leheb önce söze girişerek: "Hayret!... Şimdiye kadar bunun gi­bi bir sihir görmedik. Adamınız sizi büyülemesin." dedi. Oradakiler bu söz üzerine dağılıp gittiler. Rasûlullah (s.a.v.), onlarla konuşamadı.

Ertesi gün Rasûlullah (s.a.v.) bana şöyle emir verdi: "Ey Ali, dünkü gibi yine bize yiyecek ve içecek hazırla. O adam, ben söze başlamadan önce söze girişti ve sözümü kesti." dedi.

Ben de verilen"emri yerine getirdim, onları topladım. Rasûlullah (s.a.v.), bir önceki gün gibi yaptı. Yemeğe başladılar. Doyuncaya kadar yedikleri halde bitiremediler. Allah'a and olsun ki, kişi ancak o kadar yi­yebilirdi. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) bana: "Ey Ali, onlara içir." dedi. Ben de o süt kabını getirerek ikram ettim. Doyasıya, kana kana içtiler. Al­lah'a andolsun ki kişi ancak o kadar içebilirdi.

Rasûlullah (s.a.v.), onlara hitap etmek isteyince lanetli Ebu Leheb ondan önce söze girişerek: "Hayret!.. Şimdiye kadar bunun gibi bir sihir görmedik. Adamınız sizi büyülemesin." dedi. Oradakiler de Rasûlul-lah'm konuşmasına fırsat vermeden dağılıp gittiler.

Ertesi gün yine Rasûlullah (s.a.v.), bana şu talimatı verdi: "Ey Ali, dünkü gibi bize yiyecek ve içecek hazırla. Çünkü o adam benim halka hi-tab etmemden önce söze girişerek sözümü kesti." dedi.

Verilen emri yerine getirdim. Sonra onları topladım. Rasûlullah (s.a.v.)'da daha önce yaptığı gibi yaptı. Yemeğe başladılar. Doyuncaya kadar yediler. Sonra o büyük kaptan kendilerine süt içirdim. Allah'a an­dolsun ki kişi, ancak o kadar yiyebilir, o kadar içebilirdi.

Sonra Rasûlullah (s.a.v.) onlara şöyle hitab etti: "Ey Abdülmuttalib oğulları! Allah'a andolsun ki ben, Araplar arasında benim size getirdi­ğim hususlardan daha kıymetli şeyler getiren bir genç bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret işini getirdim."

Ebu Cafer b. Cerir'in, Muhammed b. Humeyd er-Razî tarikiyle îbn Abbas'tan yaptığı rivayette şu ilaveler vardır: "Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Sizi, buna davet etmemi Allah bana emretti. Bu hu­susta bana kim yardımcı olmak, bana kim kardeş olmak ister?" dedi.

Oradakilerden hiçbiri, bu teklifi kabul etmedi. Oradakiler arasında yaşı en küçük, gözü en fazla çapaklıların en fazla büyük, bacakları da­ha çok yaralı, bereli olan ben olduğum halde şöyle dedim: "Ey Allah'ın peygamberi! Ben senin yardımcın olacağım." Boynumdan tuttu ve: "îşte bu, benim kardeşimdir. İşte bu böyledir,, işte bu şöyledir. Onu dinleyin ve ona itaat edin." dedi. Orada bulunanlar bu manzara karşısında gülüp Ebu Talib'e şöyle dediler. "Görüyor musun, Muhammed, oğlun Ali'yi dinlemeni ve ona itaat etmeni sana emrediyor!"

îbn Eb^ Hatim, tefsirinde babası tarikiyle Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder : "Önce en yakın akrabam uyar." ayet-i kerimesi nazil oldu­ğunda Rasûlullah (s.a.v.), bana: "Bir koyun budu et ve bir ölçek buğday­dan yemek yap. Büyük bir kap süt hazırla. Sonra da Haşimoğullanm evime davet et." dedi. Ben de onları davet ettim. O gün onlar otuz dokuz veya kırk bir kişi idiler. Yemek sonrasında Rasûlullah (s.a.v.) söze baş­layarak şöyle buyurdu: "Benim borcumu hanginiz öder ve benden sonra ailemin idaresini kim yürütür?"

Hepsi sustular. Abbas, bunun kendi malına dokunacağından kork­tuğu için sesini çıkarmadı. Ben de Abbas'm yaşından dolayı ses çıkar­madım. Bir kez daha bu soruyu tekrarladı. Abbas yine sustu. Ben bu durumu görünce; "Ben, ya Rasülallah!" dedim. O da: Sen mi? diye sordu.

Çünkü o gün ben onların içinde durumu en kötü olan, görünüşü beğenil­meyen, gözleri çapaklı, karnı şişkin, bacakları da bereli bir kimse idim.

Hz. Peygamber'in; "Benim borcumu kim öder ve ailemin benden sonra idaresini kim yürütür?" diye sorması, onun ölümünden sonraki zaman içindi. Güya o, risaleti Arap müşriklerine tebliğ ettiği takdirde kendisini öldürmelerinden korkmuştu. Bu sebeple ölümünden sonra borcunu ödeyecek ve ailesinin idaresini üstlenecek birine güvenmek is­tiyordu. Ama Cenâb-ı Allah, ona bu güveni vermişti:

"Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını duyurmarmş olursun. Allah seni insanlardan korur." (el-Mâide, 67.)

Özetle söylemek gerekirse Rasûlullah (s.a.v.), gece gündüz deme­den gizli, açık her şekilde insanları Allah'a imana davete devam ediyor­du. Onu, bu işinden hiç kimse alıkoyamıyor ve geri çeviremiyordu. İn­sanların meclislerine, toplantı ve merasim yerlerine , alış veriş yerleri­ne, hac duraklarına uğruyor, karşılaştığı hür, köle, zayıf, güçlü, zengin, yoksul herkesi imana davet ediyordu. Bu hususta, onun nazarında bü­tün halk eşit idi. Ama ona ve kendisine tâbi olan güçsüz fertlere, güçlü ve kuvvetli Kureyş müşrikleri sözlü ve fiilî saldırılarda bulunup musallat oluyorlardı. İnsanlar içinde ona en çok eziyet eden, amcası Ebu Le-heb'di. Onun adı Abdüluzza b. Abdülmuttalib'ti. Karısı da Ümmü Cemil Erva binti Harb b. Ümeyye'de Hz. Peygamber'e karşı en azılı düşman­lardandı. Bu kadın, Ebu Süfyan'm kız kardeşidir. Bu hususta Ebu Le-heb'e, Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib b. Abdülmuttalib muhalefet etmişti.Tabiatıyla insanlar içinde Ebu Talib'in en çok sevdiği kimse, Rasûlullah (s.a.v.)'dı. Ebu Talib ona iyi davranır, şefkat gösterir, müda­faa eder, koruması altına alır, daveti hususunda kendi kavmine muha­lefet ederdi. Ama yine de onların dinlerinde ve yollarında idi. Yalnız Cenâb-ı Allah şer'î değil de, tabii bakımdan onun kalbini Rasûlullah sevgisiyle imtihan etmişti.

Ebu Talib'in kendi kavminin dini üzere kalmakta devam etmesi, Cenâb-ı Allah'ın hikmetindendi. Böylece Rasûlünü korumuş oluyordu. Çünkü Ebu Talib İslâm'a girseydi, Kureyş müşrikleri nezdinde onun itibarı kalmaz, söz hakkı da olmazdı. Onlar da kendisinden çekinmez, saygı göstermez, aksine ona karşı cüretkar olurlardı. Ellerini ve dilleri­ni kötülükle uzatırlardı. Rabbin dilediğini ve beğendiğini yaratır.1 Allah, yaratıklarını çeşitli tür ve cinslere ayırmıştır.

İşte şu iki amca, ikisi de kafir. Birinin adı Ebu Talib, diğerinin ki Ebu Leheb. Ama Ebu Talib kıyamette hafif bir ateş içinde bulunacak, di­ğeri Cehennem'in en alt tabakasında yanacaktır. Onun hakkında (1) Hayır, şayet Ebu Talib Müslüman olsaydı bu, Kureyş'in diğer önde gelenlerinin islâm'a girmelerine sebep olurdu. Yazarın sözlerinden öyle anlaşılıyor ki yüce Allah, Rasûlünü himaye etmek için Ebu Talib'in küfürde kalmasına hükmetmiştir. Bu, uy­gun olmayan ve geçerliliği bulunmayan bir sebeptir.

Cenâb-ı Allah, kitabında bir sûre indirmiştir. Bu sûre, minberlerde, va­az ve hutbelerde okunur. Bu sûrede anlatıldığına göre Ebu Leheb, alevli bir ateşe atılacaktır. Odun hammalı katısı da onunla birlikte ateşte ya­nacaktır.

îmam Ahmed b, Hanbel, daha önce cahiliye hayatını yaşamakta iken bilahare Müslüman olan ve Beni Diyl kabilesinden olup Rebia b. İbad ismi ile çağrılan bir adamın şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)'ı cahiliye devrinde Zü'1-Mecaz panayırında şöyle derken gördüm: "Ey insanlar! Lâ ilahe illallah, deyin, kurtuluşa erin.'1 O böyle derken in­sanlar çevresinde toplanmışlardı. Arkasında da parlak yüzlü, şaşı ve iki saç örgüsü bulunan bir adam da: "O dinden çıkmıştır. O yalancıdır." di­yor ve gittiği her yere o da gidiyordu. Bu adamın kim olduğunu sordu­ğumda bana, amcası Ebu Leheb olduğunu söylediler.

Beyhakî, Rebia ed-Dilî'nin şöyle dediğini de rivayet eder: Rasûlul­lah (s.a.v.)'ı Zü'1-Mecaz panayırında insanların menzillerine giderek on­ları Allah'a davet ederken gördüm. Arkasında, şaşı bir adam vardı. Da­marları şişip şöyle diyordu: "Ey insanlar, bu sizi aldatıp dininizden ve atalarınızın dininden ayırmasın!"

Bu kimdir? diye sordum, Ebu Leheb olduğunu söylediler.

Sonra Beyhakî, bu hadiseyi Şube tariki ile Kinaneli bir adamdan, naklederek o adamın şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)'ı Zü'1-Mecaz panayırında gördüm. O, şöyle diyordu: "Ey insanlar, Lâ ilahe illallah deyin, kurtuluşa erin." Bir de baktım ki arkasında bir adam, onun üzerine toprak saçıyor. Gördüm ki o, Ebu Cehil'dir. O da şöyle di­yordu: "Ey insanlar, bu adam sizi aldatıp da dininizden etmesin! Bu, Lat ve Uzza'ya ibadeti bırakmanızı istiyor."

Ravi, burada Hz, Peygamber'i yalanlayanın, Ebu Cehil olduğunu söylüyor. Daha kuvvetli kavillere göre o, Ebu Leheb'ti. Onun hayatının geri kalan kısmını, Bedir muharebesinden sonra ölümünden bahseder­ken inşaallah anlatacağız.

Ebu Talib'e gelince, o, tabii bir şekilde Hz. Peygamber'e son derece sevgi ve şefkat gösterirdi. Nitekim onun bu durumu, yaptığı işlerden ve karekterinden belli oluyordu. Rasûlullah ve ashabını korurken, uygula­dığı yöntemlerden de anlaşılıyordu.

Yunus b. Bükeyr, Talha b. Yahya tarikiyle Ukeyl b. Ebi Talib'in şöy­le dediğini rivayet eder: Kureyşliler, Ebu Talib'e gelerek: "Kardeşin oğlu Muhammed, meclisimizde ve mescidimizde bize eza verdi. Ona, bundan vazgeçmesini söyle. Artık bize ilişmesin." dediler. Ebu Talib de: "Ey Ukayl! Koşarak git ve bana Muhammed'i getir." dedi. Ben de koşarak gi­dip Muhammed'in evine gittim. Kendisini öğle sıcağında babamın yanı­na getirdim. Yanma geldiğimizde Rasûlullah'a şöyle dedi: "Amcam oğulları olan şu Kureyşliler, meclis ve mescidlerinde kendilerine ceza verdiğini iddia ediyorlar. Onlara eza vermekten vazgeç."

Rasûlullah (s.a.v.), gözlerini semaya dikip: "Şu güneşi görüyor mu­sunuz?" diye sordu. Onlar da evet, deyince şöyle buyurdu: "Vallahi be­nim için, gönderilmiş olduğum vazifeyi yerine getirmek, herhangi biri­nizin şu güneşten bir ateş parçasını koparmasından daha kolay değil­dir!"

Ebu Talib de şöyle dedi: "Vallahi, kardeşim oğlu asla yalan söyleme­di. Haydi gidin bakalım."

Sonra Beyhakî, Yunus tariki ile İbn İshak'tan rivayet etti ki, Kureyşliler, Ebu Talib'e böyle dedikleri zaman o, Rasûlullah (s.a.v.)'a haber göndererek yanına getirtti. Ve ona şöyle dedi: "Ey kardeşim oğlu! Kavmin bana geldi. Şöyle şöyle dediler. Gerek bana ve gerek kendin için bir çıkış yolu bırak ve taşıyamayacağım yükü sırtıma koyma. Kavminin hoşlanmadığı sözleri söylemekten vazgeç."

Rasûlullah (s.a.v.), amcasının İslâm daveti konusunda fikir değiş­tirdiğini, kendisini artık destekleyemiyeceğini, onu düşman eline bıra­kacağını ve kendisiyle beraber olamayacağını zannederek şöyle dedi:

"Ey Amca! Eğer güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysan, yine de bu işi -Allah onu galip kılmadan yahud onun uğrunda ölmeden- bırakma­yacağım." Böyle dedikten sonra gözlerinden yaş akarak ağladı.

Rasûlullah (s.a.v.), oradan ayrılıp çıkmak üzere iken Ebu Talib, du­rumun hangi noktaya geldiğini ve Rasûlullah (s.a.v.)'ı ne kadar etkiledi­ğini müşahede ettiği için; ey kardeşim oğlu, diye seslendi. Rasûlullah ona dönüp baktı. Ebu Talib şöyle konuştu: "İşine devam et. Dilediğini yap. Allah'a andolsun ki seni hiçbir kimseye asla teslim etmeyeceğim!"

îbn İshak der ki: Bundan sonra Ebu Talib bu hususta şu şiiri okudu:

"Allah'a andolsun ki, ben toprağa gömülünceye dek,

Onların tamamı sana zarar veremez.

Sen var işine devam et, sana engel yok.

Müjdeler olsun ve gözlerin de bununla aydın olsun.

Beni davet ettin, bana öğüt verdiğini biliyorum,

Doğru söyledin, zaten eskiden beri eminsin.

Bana Öyle bir din teklif ettin ki,

Onun, halkın en hayırlı dini olduğunu biliyorum,

Kmanmasaydım veya küfre dilmekten çekinmeseydim,

Buna açıkça yakınlık gösterirdim."

Bu rivayetler de gösteriyor ki Cenâb-ı Allah, raşûlünü ayrı dinden olmakla birlikte amcası Ebu Talib vasıtasıyla korumuştur. Amcası ol­madığı zamanda da Cenâb-ı Allah, dilediği gibi onu muhafaza etmiştir. Onun hükmünü engelleyecek hiçbîrşey yoktur!Yunus b, Bükeyr, îbn İshak'm Mısır halkmdan birinin kırk şu kadar yıl önce kendisine İkrime vasıtasıyla şöyle bir rivayettte bulunduğunu söyler: Mekke müşrikleriyle Rasûlullah arasında cereyan eden bir hadi­seyi uzun uzadıya anlatan îbn Abbas'm şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (s.a.v.), ayağa kalktığında Ebü Cehil b. Hişam şöyle dedi: "Ey Kureyş topluluğu! Şüphesiz Muhammed, bizim dinimizi ayıpla­maktan, atalarımıza küfretmekten, tanrılarımıza dil uzatmaktan ve aklımızı hafife almaktan vazgeçmeyecektir. Ben, Allah'a söz veriyorum ki, yarın bir taş alıp onu bekleyeceğim. Namazda secdeye vardığında, o taşla kafasını ezeceğim. Bundan sonra Abdumenaf oğulları ne isterlerse bana yapsınlar."

Ertesi sabah lanetli Ebu Cehil, eline bir taş alıp oturdu. Rasûlullah'ı beklemeye başladı. Rasûlullah da her sabah olduğu gibi o gün gelip Kudüs'e yönelerek namaza durdu. Namaz kılarken hacer-i esved ile Rükn-ü Yemanî arasında dururdu. Ka'be'yi, kendisi ile Kudüs arasına alırdı. Yine öyle yaptı. Namaza durdu. Kureyşliler de meclislerinde, olup bitenleri seyrediyorlardı. Rasûlullah (s.a.v.), secdeye vardığında Ebu Cehil taşı alıp ona doğru gitti. Yanma vardığında şaşkın, ürkek ve rengi sararmış halde geri döndü. Taş elinde dona kalmıştı. Nihayet taşı fırlatıp attı. Kureyşlilerden bazıları yanma gidip: "Ey Eba Hakem! Sana ne oldu?" diye sordular. O da şöyle dedi: "Dün söylediğimi yapmaya git­tim. Yanma yaklaştığımda bana damızlık bir deve göründü. Allah'a an­dolsun ki onun gibi iri başlı, uzun boyunlu ve büyük dişli bir deve daha görmüş değilim. Beni yemeğe kasdetti!"

İbn îshak der ki: Bu durum, Rasûlullah (s.a.v.)'a anlatıldığında o şöyle demişti: "O Cebrail'di. Eğer Ebu Cehil ona yaklaşsaydı yakalanır­dı."

Beyhakî, Abt)as b. Abdülmuttalib'in şöyle dediğini rivayet eder: Bîr gün Mescid-i Haram da idim. Lanetli Ebu Cehil gelip şöyle dedi: "Allah'a borcum olsun. Eğer Muhammed'i secde halinde görürsem boynuna ba­sacağım!" Oradan ayrılıp Rasûlullah'm yanma vardım. Ebu Cehil'in söylediklerini kendisine bildirdim. O da öfkelenerek evden çıkıp Mes­cid-i Haram'a geldi. Kapıya gitmeden acele ile duvardan içeriye atladı. Bugün kavga günüdür, deyip peştemalimin ucunu (eteğimi) bağladım. Rasûlullah (s.a.v.), Mescid-i Haram'a girip: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O ki, inşam kan pıhtısından yaratmıştır." ayetlerini okumaya baş­ladı. Ebu Cehille ilgili: "Hayır, insan azar, kendini zengin gördüğü için." mealindeki ayete geldiğinde oradakilerden biri, Ebu Cehil'e: "Ey Eba Hakim! işte bu Muhammed'dir." dedi. Ebu Cehil de: "Benim gördükleri­mi görmüyor musunuz? Allah'a andolsun ki semanın ufukları benim üzerime kapandı!" dedi. Rasûlullah (s.a.v.) da okumakta olduğu Alâk sûresinin sonuna vardığında secdeye kapandı.

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdürrezzak vasıtasıyla İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Cehil; "Muhammed'i KaTse yanında namaz kılarken görürsem, mutlaka boynuna basarım!" demişti. Onun bu sözle­ri Rasûlullah'a ulaşınca O: "Eğer böyle yaparsa melekler onu, göz göre göre yakalarlar." dedi.

Davud b. Ebi Hind, îkrime tarikiyle İbn Abbas'm şöyle dediğini riva­yet eder: Ebu Cehil, namaz kılmakta olan Peygamber (s.a.v.)'in yamna varıp: "Ey Muhammed! Seni namaz kılmaktan menetmemiş miydim? Cemaatı benden daha kalabalık bir kimse bulunmadığını bilmiyor mu­sun?" demişti de, Peygamber (s.a.v.) onu kovmuştu. Cebrail vahiy geti­rerek şöyle dedi: "O gidip meclisini (adamlarım) çağırsın. Biz de zebani­leri çağırırız!" Vallahi eğer o, kendi meclisindeki adamlarını çağırsaydı, azap zebanileri de onu yakalardı!" Bunu, Ahmed ve Tirmizî rivayet et­miştir.

İmam Ahmed b. Hanbel, İsmail b. Yezid vasıtasıyla İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Cehil: "Muhammed'i Ka"be yanında na­maz kılarken görürsem, gidip boynuna basarım." dedi.Rasûlullah da buyurdu ki: "Eğer böyle yaparsa, azap zebanileri de onu göz göre göre ya­kalarlar."

Ebu Cafer b. Cerir, îbn Humeyd tarikiyle ibn Abbas'm şöyle dediği­ni rivayet eder: "Ebu Cehil; "Eğer Muhammed, Makam-ı ibrahim yanın­da tekrar namaz kılarsa onu öldürürüm." dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, şu ayetleri inzal buyurdu:

'Yaratan Rabbinin adıyla oku......Hayır, eğer bundan vazgeçmezse

onu perçeminden yakalarız. O yalana, günahkar perçemden! O zaman gitsin de meclisini (adamlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağırırız." Sonra Rasûlullah (s.a.v.), Kabe'ye gelip namaz kıldı. Ebu Cehil ona iliş­medi. "Niye ona ilişmedin?" diye sorduklarında: "Onunla benim aramda kalabalık askerler vardı." dedi. îbn Abbas dedi ki; "Vallahi, eğer yerin­den kımıldasaydı melekler, insanların gözleri gönünde onu yaka­layacaklardı."

İbn Cerir, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ebu Cehil: "Muhammed sizin aranızda yüzünü yere sürer mi (namaz kılar mı)?" diye sorduğunda, yanındakiler, evet, diye cevap verdiler. O da şöy­le dedi: "Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki, eğer onu bu şekilde namaz kılarken görürsem, (secdede iken) boynuna basar, yüzünü de toprağa sürerim!"Namaz kılmakta olan Rasûlullah'm yanına, boynuna basmak için geldi. Ama aniden eliyle kendini korumaya çalışarak gerisin geri kaçmaya başladı. "Sana ne oldu?" diye sorduklarında şöyle dedi: "Be­nimle Muhammed arasında ateş hendeği,korku ve kanatlar gördüm."

Rasûlullah (s.a.v.), buyurdu ki:

"Eğer bana yaklaşsaydı, melekler onu paramparça ederlerdi." Bu­nun üzerine Cenâb-ı Allah, şu ayetleri inzal buyurdu:

"Hayır, insan azar, kendini zengin gördüğü için. Ama dönüş Rabbi-nedir. Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu? Gördün mü, ya o doğru yolda olur, yahud kötülüklerden korunmayı emrederse? Gör­dün mü, ya bu adam hakkı yalanlar, yüz çevirirse? Allah'ın gördüğünü bilmedi mi? Hayır, eğer bundan vazgeçmezse, perçeminden yakalarız. O yalancı günahkar perçemden. O zaman o gitsin de meclisini (adamları­nı) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız Hayır, ona boyun eğme. Al­lah'a secde et ve yaklaş!" (ei-Alak, 6-19.)

îmam Ahmedb. Hanbel, Vehb b. Cerir vasıtasıyla Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: Sadece bir gün Rasûlullah (s.a.v.)'ın Kureyşlilere beddua ettiğini gördüm. Namaz kılıyordu. Kureyşlilerden bir grup da orada oturmuştu. Yakınlarında bir deve işkembesi vardı. "Bunu, kim Muhammed'in üzerine atar?" dediler. Ukbe b. Ebi Muayt: "Ben atarım." dedi. Alıp Hz. Peygamber'in üzerine bıraktı. Ama o secde halinde kal­makta devam etti. Nihayet kızı Fatıma gelip o işkembeyi Rasûlullah'm sırtından aldı. Rasûlullah (s.a.v.)'da kalkıp şöyle dedi: "Allah'ım, şu Ku-reyş güruhunun hakkından gel! Allah'ım, Utbe b. Rebia'nm hakkından gel! Allah'ım, Şeybe b. Rebia'nm hakkından gel! Allah'ım, Ebu Cehil b. Hişam'm hakkından gel! Allah'ım, Ukbe b. Ebi Muayt'm hakkından gel! Allahım, Übey b. Halefin ve Ümeyye b. Halefin hakkından gel!" Bu iki isimden hangisine beddua ettiği hususunda rivayet senedinde adı geçen Şu'be şüphe etmiştir.

Abdullah dedi ki: "Kendilerine beddua edilen bu adamların tama­mının Bedir savaşında öldürüldüklerini gördüm. Sonra bunlar kuyuya atıldılar.Ancak Übey (veya Ümeyye) b. Halef cüsseli bir adam olduğu için parçalanarak kuyuya atıldı."

Buharî, bunu sahihinin müteaddit yerlerinde, îbn İshak tariki ile de Müslim rivayet etmiştir. Ama doğru görüşe göre Hz. Peygamber'in, ken­disine beddua ettiği kişi, Ümeyye b. Halefti. O, Bedir savaşında Öldürül­dü. Kardeşi Übeyd de Uhud savaşında öldürüldü. Nitekim ileride de bu­na temas edilecektir.

Sahih rivayete göre Kureyşliler, Hz. Peygamber'in üstüne işkembe atma olayını seyrederlerken kahkahayla gülmüşler, öyleki katıla katıla güldüklerinden eğilerek birbirlerine yaslanmışlardı. Hz. Fatıma, iş­kembeyi Rasûlullah'm üzerine attıklarında dönüp Kureyşlilere tahkir edici sözler sarf etmişti. Rasûlullah (s.a.v.)'da namazını tamamladıktan sonra ellerini kaldırıp onlara beddua etmişti. Onun bu halini görünce, gülmelerine son vermişlerdi. Çünkü bedduadan korkmuşlardı. Ama beddua ederken yedi kişiden bahsetmişti. Çoğu rivayete göre onlardan şu altı kişinin adını vererek bedduda etmişti. Utbe,kardeşi Şeybe (Bun­lar, Rebia oğullarıdır.), Velid b. Utbe, Ebu Cehil b. Hişam, Ukbe b. Ebi Muayt ve Ümeyye b. Halef. îbn İshak dedi ki, yedincisinin adını unuttum. Ben derim ki: O yedinci kişi, Umare b. Velid idi. Bunun adı, Bu-harî'nin Sahihinde geçmektedir. [1]

 

İraşî'nın Hikayesi

 

Yunus b. Bükeyr, İbn îshak vasıtasıyla Abdülmelik b. Ebi Süfyan es-Sekafî'nin şöyle dediğini rivayet eder: İraş beldesinden bir adam, de­vesini satmak için Mekke'ye getirmişti. Devesini Ebu Cehil b. Hişam'a satmış, ama Ebu Cehil onun parasını ödemekte ağır davranmıştı. Para­yı alamayan İraşî, Kureyş meclisine geldi. Rasûlullah (s.a.v.)'da Mescid-i Haram'm bir tarafinda namaz kılmaktaydı. îraşî şöyle dedi: "Ey Ku­reyş topluluğu! Ebu'l Hakem b. Hişam'a karşı bana kim yardım eder? Ben yabancı ve yolcu bir kişiyim.Hakkımı vermiyor. Bana zorbalık edi­yor!" Orada bulunanlar işi alaya alarak Rasûlullah (s.a.v.)'ı gösterip, şu adamı görüyor musun? dediler. İşte o, senin hakkını Ebu Cehil'den alır!

Zira biliyorlardı ki, Ebu Cehil ile Rasûlullah arasında düşmanlık vardır. Bu tavsiyeleri üzerine İraşi, Rasûlullah'm yanına gelip durumu ona anlattı. Rasûlullah da o adamla birlikte kalkıp gitti. Oradakiler, yanlarında bulunan bir adama: "Peşlerine takıl. Muhammed'in ne yap­tığına bak." dediler.

Rasûlullah (s.a.v.), gidip Ebu Cehil'in kapısında durdu. Kapıyı çal­dı. Ebu Cehil; "Kim o?" diye sordu. Rasûlullah da: "Muhammed.... Dışarı çık!" dedi. Ebu Cehil, dışarı çıktı. Rengi sararmıştı. Rasûlullah: "Bu ada­mın hakkını ver." deyince, Ebu Cehil: "Bekleyin, hakkını getirip verece­ğim." dedi. İçeri girip adamın hakkını getirdi ve ödedi. Sonra Rasûlullah'da oradan ayrılıp îraşî'ye: "Haydi, işine git." dedi.îraşî'de tekrar Mescid-i Haram'a gelerek Kureyş topluluğunun yanma vardı ve: "Allah, o gösterdiğiniz adamın hayrını versin. Hakkımı alıp bana verdi." dedi.

Ote yandan, Rasûlullah'la îraşî'yi takip için peşlerine kattıkları adam dönüp geldi. Ona: "Yazıklar olsun sana, neler gördün bakalım?" diye sordular. O da: "Çok hayret verici şeyler gördüm: Vallahi Muham­med, kapıyı çalınca Ebu Cehil -kendisinde ruh kahnamışçasma- kapıya çıktı. Muhammed'de; "Bu adamın hakkım öde." dedi. Ebu Cehil: "Evet, az durun hakkım getirip vereceğim." dedi. İçeriye girip adamın hakkını getirdi ve ödedi, dedi."

Sonra çok geçmeden Ebu Cehil de Mescid-i Haram'da bulunan yanma geldiğinde ona: "Yazıklar olsun, neyin var?Vallahi böyle kirşey yaptığını şimdiye kadar görmemiştik, dediler."

Ebu Cehil dedi ki: "Yazıklar olsun size! Vallahi o benim kapımı çalıpta sesmi duyduğumda içim korkuyla doldu. Sonra kapıya çıktığımda

yanı başında damızlık bir deve gördüm. O deve gibi iri başlı, uzun boyunlu, iri dişli bir deve görmemiştim. Allah'a yemin ederim ki, eğer Iraşî'nin hakkını ödemeseydim deve beni yiyecekti." [2]

 

Fasıl

 

Buharı, Ayyaş b. Velid vasıtasıyla Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet eder: Amr b. As'a şöyle bir soru sordum: "Bana, müşriklerin Rasûlullah'a yaptıkları en şiddetli eziyeti anlat."

Dedi ki: Bir ara Rasûlullah (s.a.v.), Ka'be'de Hatim kısmında namaz kılmakta iken Ukbe b. Ebi Muayt gelip elbisesinin eteğini boynuna dola­dı ve boğacak derecede sıktı. Ebu Bekir'de gelip Ukbe'nin omuzundan tutarak Rasûlullah'ın yanından uzaklaştırdı ve şu ayeti okudu:

"Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size Rabbinizden kanıtlar getirmiştir." (ei-Mü'mîo, 28.)

Beyhakî, el-Hakim tarikiyle Urve'nin şöyle dediğini rivayet eden Abdullah b. Amr b. As'a şöyle bir soru sordum: Rasûlullah (s.a.v.)'a gös­terdikleri düşmanlığın en belirgini olarak yaptıkları eziyetlerin hangi­sini gördün?

Dedi ki: Bir gün Kureyş eşrafı Hatim'de toplanmışlardı. Rasûlullah'tan bahsedip şöyle dediler: Bu adama karşı sabrettiğimiz gi­bi hiç kimseye sabretmedik. O akıllarımızı hafife aldı. Atalarımıza küfretti. Dinimizi kötüledi. Topluluğumuzu dağıttı. Tanrılarımıza küfretti. Biz ondan büyük bir bela gördük.

Onlar böyle konuşurlarken Rasûlullah (s.a.v.), Mescid-i Haram'a geldi. Hacer-i esved'i istilam etti. Sonra Ka'be'yi tavafa başladı. Tavaf ederken yanlarından geçtiğinde ona laf attılar. Rasûlullah (s.a.v. )ım bu kötü laflardan etkilendiği yüzünden anlaşıldı.İkinci kez yanlarından geçtiğinde yine laf attılar. Yine o laflardan etkilendiği yüzünden anlaşıl­dı ama geçip tavafa devam etti. Üçüncü kez yanlarından geçerken yine ona laf attılar. Bu defa o şöyle buyurdu "Ey Kureyş topluluğu! Duyuyor musunuz? Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki ben, size ölümle geldim!"

Onun bu sözleri oradakileri etkiledi.Sessiz oltjular.Başlarında bir kuş bulunsaydı yere düşerdi. Hatta bundan önce onların en güçlü olan­ları bile, bu sözü duyduktan sonra onu teskin ederek kendisine şöyle de­diler: Ey Ebe'l Kasım! Doğruluğa ve hidayete ermiş olarak buradan git. Sen cahil bir kimse değilsin.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), yanlarından ayrılıp gitti.

Ertesi gün yine aynı yerde toplanan Kureyş topluluğu -ki ben de ara-larındaydım- birbirlerine şöyle demeye başladılar: Dün sizin sözlerinize karşı onun neler söylediğini gördünüz değil mi? Hatta hoşunuza gitme­yen şeyleri size söylediği halde ona birşey yapmadınız.

Onlar bu tarzda konuşmakta iken Rasûlullah (s.a.v.) geldi. Hep bir­likte ona saldırdılar. Çevresini kuşattılar: "Dün şöyle ve şöyle diyen sen raiydin?" dediler. Rasûlullah, onların dinlerini ve tanrılarını ayıplayıp yermişti. Bu sorularına cevaben Rasûlullah: "Evet, bunları söyleyen be­nim!" dedi.Onlardan birinin, Rasûlullah'm yakasına yapıştığını gör­düm. Ebu Bekir onun için ağlamaya ve şöyle demeğe başladı: "Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?"

Ebu Bekir'in böyle demesi üzerine Rasûlullah'm yanından uzakla­şıp gittiler.

İşte Kureyşlilerin, Hz. Peygamber'e yaptıkları en büyük eziyet ola­rak bunu gördüm. [3]

 

Fasıl

 

Bu fasıl, Kureyşlilerin Rasûlullah'a ve ashabına karşı komplo kurmalarından, ona yardım ve destek vermekten vazgeçerek kendile­rine teslim etmesi için amcası Ebu Talib'le toplantı yapmalarından, Ebu Talib'in de Allah'ın güç ve kuvveti ile bu isteklerini yerine getirmeme­sinden bahseder.

îmam Ahmed b. Hanbel, Veki1 tarikiyle Enes'in şöyle dediğini riva­yet eder: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

"Allahyolunda hiç kimsenin görmediği eziyetler gördüm. Allah yo­lunda hiç kimsenin korkmadığı kadar korkutuldum. Üzerimizden otuz gün otuz gece geçtiği halde ben ve Bilal'in -ciğer sahibi canlı birinin yiye-bileceği-birşeyi yoktu. Ancak Bilal'in koltuk altında gizlenen yiyeceği hariç."[4]

Muhammed b. îshak dedi ki: Kureyşlilerin saldırılarına karşı amcası Ebu Talib koşup Hz. Peygamber'in yanına geldi. Onu korudu ve saldırganlara engel oldu.

Rasûlullah (s.a.v.)'da artık davetine devam etti, Allah'ın dinini açık­ladı. Hiçbir şey ona engel olamadı.

Kureyşliler, Hz. Peygamber'in, kendilerinden ayrı düşmek ve tanrı­larını kötülemek gibi hoşlanmadıkları işlere son vermediğini, amcası Ebu Talib'in de koşup gelerek kendisini koruduğunu, saldırganlarla kendisi arasına girdiğini, onu saldırganlara teslim etmediğini görünce, bir heyet kurarak Ebu Talib'in yanma gittiler. Heyettekiler şunlardı: Rebia b. Abdu'ş-Şems b. Abdumenaf b. Kusayy'in oğulları Utbe ile Şey-be, Ebu Süfyan Sahr b. Harp b. Ümeyye b. Abdu'ş-Şems, Ebül Bahterî (Bunun asıl adı, As b. Hişam b. Haris b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay'dır.), Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdul Uzza, Ebu Cehil (Bunun asıl adı, Amr b. Hişam b. Muğire b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum'dur.), Velid b. Muğire b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum b. Yakaza b. Mürre b. Ka*b b. Lüey, Haccac b. Amir b. Huzeyfe b, Said b. Sehim b. Amr b. Husays bin Ka'b b. Lüeyy'in oğulları Nebih ile Münebbih, As b. Vail b. Said b. Sehm.

İbn İshak, bunlarla birlikte bazı kimselerin de Ebu Talib'in yanına gittiklerini söyler.

Heyet mensupları, Ebu Talibin yanına gidip ona şöyle dediler: "Ey Ebu Talib! Yeğenin bizim tanrılarımıza küfretti, dinimizi yerdi, akılla­rımızı hafife aldı, atalarımızın sapıklıkta olduklarını söyledi. Ya onu bizden vazgeçilirsin, ya da bizimle onun arasından çıkarsın. Sen de bi­zim gibi ona muhalifsin. Sen ona birşey yapamıyorsan bırak, biz onun hakkından gelelim."

Ebu Talib, onlara yumuşakça ve güzelce red cevabım verdi. Onlar da oradan ayrılıp gittiler.

Rasûlullah (s.a.v.), insanları açıkça islâm'a davete davam etti. Öyle ki Kureyşliler birbirlerinden uzaklaştılar, birbirlerine kin gütmeye başladılar, kendi aralarında Rasûîullah'dan çokça bahsetmeye başladı­lar. Onunla ilgili olarak birbirlerini kötülediler. Hatta bazıları ona karşı, diğerlerini kışkırttılar. Daha sonra ikinci kez Ebu Talib'e gidip şöyle dediler: "Ey Ebu Talibi Aramızda itibarlı, yaşlı, şerefli bir adam­sın. Kardeşin oğlunu bizden vazgeçirmem senden istemiştik. Ama görü­yoruz ki, onu bizden vazgeçirmiyorsun. Allah'a andolsun ki, artık bizler atalarımıza küfre dilme sine, aklımızın yerilmesine, tanrılarımızın kö-tülenmesine sabredemeyeceğiz. Ya onu bizden vazgeçirirsin, ya da onun hakkından geliriz. Bu hususta sen dikkatli ol. Yoksa iki taraftan biri, di­ğerini mahvedecektir." Böyle dedikten sonra Ebu Talib'in yanından ay­rılıp gittiler.

Kavminin kendisinden ayrılması, kendisine karşı düşmanlık besle­mesi, Ebu Talib'in ağrına gitti. Ama yine de Rasûlullah ı onlara teslim etmeye, onu yardımsız bırakmaya gönlü razı olmadı.

İbn İshak, Yakub b. Utbe b. Muğire b. Ahnes'ten rivayet ederek dedi ki; Kureyşliler, Ebu Talib'e böyle dedikten sonra o, Rasûlullah'a haber gönderip yanma çağırttı. Ona şöyle dedi: "Yeğenim, kavmin bana geldi. Şöyle şöyle dediler. Bana ve kendine bir çıkış yolu bırak. Beni, yapama­yacağım bir işi yapmaya zorlama."

Rasûlullah (s.a.v.), amcasının İslâm daveti hususunda fikir değiş­tirdiğini, kendisim müşriklere teslim edeceğini, yardımsız bırakacağı­nı, kendisini himaye edemiyecek ve davetine destek olmayacak duruma geldiğini zannetti. Bunun için amcasına şöyle dedi:

"Ey Amca! Allah'a yemin ederim ki, bu işi bırakmam karşılığında güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar, yine de Allah bu daveti güçlendirinceye veya ben bu yolda ölünceye kadar bu işi bırakmayaca­ğım!" Böyle dedikten sonra Rasûlullah (s.a.v.)'m gözlerinden yaş aktı, ağlamaya başladı. Sonra gitmek için kapıya yöneldiğinde Ebu Talib ona: "Bana gel yeğenim!" dedi. Rasûlullah, amcasına döndü. Ebu Talib ona: "Ey kardeşimin oğlu! Git, istediğim söyle. Allah'a andolsun ki seni asla kimseye teslim etmem." dedi.

İbn İshak dedi ki: Bundan sonra Kureyşİiier, Ebu Talib'in, Rasûlullah'ı yardımsız bırakmaya ve kendilerine teslim etmeye yanaşmadığını, bu dava uğruna kendilerinden ayrılmaya, kendilerine düşmanlık etmeye kararlı olduğunu anladıklarında Umare b. Velid b. Muğire ile birlikte tekrar Ebu Talib'in yanına giderek kendisine şöyle dediler: "Ey Ebu Talib! Bu, Umare b.Velid'dir. Kureyşlileriri en güçlü ve en yakışıklı delikanhsıdır. Al, senin olsun. Yardım ve diyeti sana ait ol­sun. Onu kendin için evlat edin. Buna karşılık, kardeşin oğlunu bize tes­lim et. O ki, senin ve atalarının dinine muhalefet etmiş, kavminin toplu­luğundan ayrılmış, bizim akıllarımızı yermiştir. Onu bize ver ki, öldüre­lim. Adama karşılık adam veriyoruz sana!"

Ebu Talib dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki siz, benimle çok kötü bir pazarlık yapıyorsunuz! Bu, ne biçim bir pazarlık? Oğlunuzu bana veri­yorsunuz ki onu sizin için besleyeyim, oğlumu da öldüresiniz diye size vereyim! Vallahi bu asla olmayacak birşey!"

Mut'imb. Adiyb. Nevfel b. Abdumenafb. Kusay dedi ki: "Allah'a an­dolsun ki Ey Ebu Talib, kavmin sana insaflı davrandı. Hoşlanmadığın bir işten seni kurtarmaya gayret gösterdi. Ama senin, onların bu teklif­lerini kabul etmek istemediğini görüyorum."

Ebu Talib, Mut'im'e şu cevabı verdi: "Allah'a and olsun ki, onlar ba­na insaflı davranmadılar. Ama sen, beni yardımsız bırakmaya, kavmi­min de bu hareketini, desteklemesini istiyorsun. Öyleyse elinden geleni yap!" Düşmanlık öyle bir boyuta ulaştı ki, millet birbirine karşı meydan okudu. O esnada Ebu Talib, özel olarak Müt'im b. Adiy'ye, genel olarak da kendisini desteksiz bırakan Abdumenaf oğullarına ve kendisine düş­manlık gösteren Kureyş kabilelerine tarizde bulunarak isteklerini ve kabulü imkansız taleplerini anlatarak şöyle dedi:

"Bak Amr'a, Velid'e ve Mut'im'e deyin ki,

Keşke sizin ittifakınız içinde benim payıma bir deve yavrusu düş­seydi.

Zayıf, küçük, böğürmesi çok,

İdrar damlaları, bacaklarına serpilir.

Gül arkasına geçer, ama gelip katılmaz.

Çöl yolları yükseldiğinde ve kendisine ada tavşam dendiğinde...

Ana baba bir, iki kardeşinizi görüyorum ki,

Kendilerine sorulduğunda iş başkalarının elindedir, derler.

Hayır, onların da yetkileri vardır, ama onlar,

Dağ başından düşen kaya parçası gibi düşmüş, itibar yitirmişler.

Özellikle Abdu'ş-Şems ile Nevfel,

Ateş korunu atar gibi, bizleri atmışlar.

İki kardeşini kavimlerine gammazladılar.

Ama elleri bomboş kaldı.

Namı bilinen babasız insanlara,                                         .

Şerefte ortak oldular onlar.

Teym, Mahzura, Zühre onlardandır.

Yardım istendiğinde onlar, bizim taraflarımız olurlar.

Allah'a andolsun ki, neslimizden bir tek kişi kaldığı müddetçe,

Aramızda sonu gelmeyen bir düşmanlık devam edecektir." [5]

 

Güçsüz Müslümanlara Yapılan Eziyetler

 

İbn îshak, Kureyşlilerin daha sonra kendi aralarında, Rasûlullah'm ashabına ve onunla birlikte Müslüman olan kimselere karşı birbirlerini kışkırtmaya başladıklarım söyler. Her kabile, kendi içindeki Müslü­manlara saldırdı, onlara eziyet etti. Onları ^dinlerinden çevirmek için olanca gayreti gösterdi. Cenâb-ı Allah da rasûlünü, amcası Ebu Talib vasıtasıyla onların eziyetlerine karşı korudu.

Kureyşlilerin, Haşim oğullarıyla Abdülmuttalib oğulları arasında­ki mü'minlere yaptıkları işkenceleri gördüğünde Ebu Talib harekete ge­çerek Haşimoğullarıyla Abdülmuttalib oğullarını, Rasûlullah'ı koru­maya ve saldırıları ondan uzaklaştırmaya davet etti. Bunlar da toplanıp bu davete icabet ettiler. Ancak Allah düşmanı Ebu Leheb, bu davete ica­bet etmedi.

Ebu Talib, bu çağrısına icabet ettikleri ve görüşüne muvafakat et­tikleri, Rasûlullah'm çevresinde toplanıp onu korumaya azmettikleri için Haşim oğullarıyla Abdülmuttalib oğullarını övmeye ve bu gayreti devam ettirmeye teşvik ederek şöyle bir şiir okudu:

"Kureyşliler, övünülecek bir iş için bir toplanırlarsa, Abdumenaf, onun sırdaşı ve samimi dostudur. Abdumenafın eşrafı ortaya çıkarsa,

Haşimoğullarında da, onlardan daha şerefli ve daha kıdemliler var­dır.

Bunlar bir gün övünürlerse bilin ki Muhammed, Onların seçkini, sırdaşı ve kıymetlisidir. Kureyşlilerin zayıf ve güçlü her adamı,

Bize karşı işbirliği yaptı ama galip gelemedi,,düş kırıldığına uğradı. Biz, öteden beri zulmü kabul edemeyiz. Eğilen boyunları doğrulturuz.

Hoşlanılmayan işleri her gün engeller ve zayıfı koruruz; Ona taş atanların taşlarını geri çeviririz.

Kuruyan dallar bizimle canlanır, ancak bizim omuz vermemizle su­lanıp gelişmeye başlar." [6]

 

Fasıl

 

Bu bölüm, müşriklerin Rasûlullah (s.a.v.)'a itirazlarda bulunmala­rı, hidayet ve doğru yolu bulma maksadıyla değil de inatçılık maksadıy­la çeşitli mucize ve harikaları ondan talep ederek kendisini çıkmaza sokmaya çalışmalarından bahseder.

Bu sebepledir ki, onların istedikleri birçok şeyler yerine getirilmedi. Zira yüce Allah biliyorduki onlar, bu mucizeleri gözleriyle görüp müşahede etseler bile yine de azgınlık ve taşkınlıklarını sürdürecek, sa­pıklıklarında bocalayıp duracaklardır. Taşkınlık ve dalaletlerinin uçu­rumuna yuvarlanacaklardır. Bununla ilgili olarak muhtelif ayet-i keri­melerde de şöyle buyrulmuştur:

"Eğer kendilerine bîr mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına, olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: "Mucizeler ancak Allah'ın katuıdadır." Hem bilir misiniz o "mucize" gelmiş olsa da onlar yine inan­mazlar?

Gönüllerini ve gözlerim ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi (sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.

Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikten sonra yine de inanmazlardı; fakat çokları bilmezler." (ei-En'âm,ı09-111.)

"Üzerlerine Rabbinin (azab) kelimesi hak olanlar inanmazlar. On­lara bütün ayetler gelmiş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (inanmazlar)."(YÛnus, 96-97.)

"Bizi, ayetler göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin yalanlamış olmasıdır. Semud'a açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik, o, zulmet­melerine sebep oldu. Biz o mucizeleri, yalnız korkutmak için gönderi­riz." (el-Isrâ, 59.)

Dediler ki: "Yerden bize bir göze ûşkırtmadıkça sana inanmayız!" Yahud senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, ara­larından ırmaklar fışkırtmaksın! Yahut zannettiğin gibi üzerimize gök­ten parçalar düşürmelisin, yahud Allah'ı ve melekleri karşımıza getir­melisin. Yahud altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Mamafih sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin sadece göğe çıkmana da inanmayız!

De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben, sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?" (ci-îsra, 90-93.)

Bu ve benzeri ayetlerden, tefsirimizde söz ettik. Allah'a hamd olsun.

Yunus ve Ziyad, îbn îshak'tan rivayet ederek dediler ki, îbn Abbas şöyle demiştir: Rureyş eşrafından bazı kimseler -ravi bunların isimleri­ni de saymıştır- güneş battıktan sonra Ka'be'nin damında toplanarak dediler ki: Muhammed'e haber gönderelim de buraya gelsin. Kendisiyle konuşup tartışalım ve delil ileri sürecek fırsatını bırakmayalım.

Ona şöyle bir mesaj gönderdiler: Kavminin eşrafi seninle konuşmak için toplanmışlar, seni bekliyorlar.

Rasûlullah (s.a.v.), hemen yanlarına geldi. İslâm daveti hususunda kafalarında yeni bir fikir belirdiğini zannediyordu. O da büyük bir arzu ile onların doğru yolu bulmalarını istiyor, müşkilat çıkarmaları ağrına gidiyordu. Nihayet gelip meclislerine oturdu. Dediler ki: "Ya Muham-med, seninle konuşup tartışmak için sana haber gönderdik. Allah'a an-dolsun ki bizler, senin kavmine yaptığını yapan başka bir Arap görme­dik. Atalarımıza küfrettin. Dinimizi kötüledin. Aklımızı yerdin. Tanrı­larımıza küfrettin. Topluluğumuzu dağıttın. Yapmadığın bir çirkinlik kalmadı. Eğer böyle yapmakla mal toplamak istiyorsan, mallarımızı toplayıp sana verelim. İçimizde en zengin kişi sen ol.Eğer böyle yapmak­la şeref sahibi olmak istiyorsan, seni başımıza efendi yapalım. Hüküm­dar olmak istiyorsan, seni başımıza hükümdar yapalım. Eğer bu söyle­diklerini, seni tesiri altına alan habercinin (cin) sana getirmekte ise, seni tedavi etmek için bütün mal varlığımızı sarf edelim ki, seni şifaya ka­vuşturalım,"

Rasûlullah (s.a.v.), cevaben şöyle dedi: "Söylediğiniz hususlar, ben de mevcud değildir. Ben, bu davet ile malınızı ele geçirmek için gelme­dim. Aranızda şeref sahibi olmak, başınıza hükümdar olarak geçmek için de bu davanın peşinde değilim. Ancak Allah, beni size elçi olarak gönderdi. Bana bir kitap indirdi. Bana, uyaran ve müjdeleyen bir kimse olmamı emretti. Ben de Rabbimin mesajını size ulaştırdım ve size öğüt verdim. Eğer getirdiğim şeyleri benden kabul ederseniz bu, sizin dünya ve ahiretteki kazancınız olur. Eğer bunları reddederseniz, Allah'ın be­nimle sizin aranızda hükmünü vereceği zamana kadar sabrederim."

Dediler ki: 'Ta Muhammed, eğer sana teklif ettiğimiz bu şeyleri ka­bul etmezsen, bilesin ki insanlar arasında bizim kadar toprağı dar, memleketi küçük, malı az, geçimi sıkıntılı olan başka kimseler yok. Seni bu davet ile gönderen Rabbinden, yaşadığımız yerleri daraltmakta olan şu dağları bizden uzaklaştırmasını, memleketimizi genişletmesini, top­raklarımız üzerinde Şam ve Irak nehirleri gibi nehirler akıtmasını, ölüp geçen atalarımızı diriltmesini, bu cümleden olarak atalarımızdan biri olan Kusayy b. Kilab'ı da tekrar hayata döndürmesini dile. Çünkü Kusayy, doğru sözlü bir ihtiyardı. Senin söylediğin sözlerin gerçek mi, yoksa asılsız mı olduğunu ona soralım.. Eğer bu taleplerimizi yerine ge­tirir ve atalarımızı da diriltirsen, onlar senin söylediklerini tasdik eder­lerse biz de seni tasdik eder, böylece senin Allah katında itibarlı bir kim­se olduğunu, iddia ettiğin gibi seni elçi olarak gönderdiğini anlarız."

Rasûlullah (s.a.v.), onlara şu cevabı verdi: "Ben, bununla gönderilmedim. Ben, bu davetim ile Allah katandan size geldim. Benimle gönde­rilen dini size tebliğ ettim. Eğer kabul ederseniz, bu sizin dünya ve ahi-retteki kazancınız olur. Eğer bunu reddederseniz, Allah'ın benimle sizin aranızda hüküm vereceği zamana kadar sabrederim!"

Dediler M: "Eğer bu isteklerimizi yerine getirmezsen, bu davetin de, dinin de senin olsun. Bize senin söylediklerini doğrulayacak bir meleği göndermesini Rabbinden dile. Senin durumunu ona soralım. Sen de Rabbinden, bizim için bahçeler, hazineler, altın ve gümüşten köşkler ya­ratmasını iste. Gördüğümüz gibi istediğin şeyler, artık seni muhtaç et­mesin. Çünkü sen, çarşı ve pazarlarda dolaşıyor, bizim gibi geçim peşine düşüyorsun. Bu istediklerini sana versin ki, Rabbin katında iddia etti­ğin gibi bir peygamber olduğunu ve yüksek makam sahibi faziletli bir kimse olduğunu bilelim."

Rasûlullah buyurdu ki: "Ben, bunu yapacak değilim. Bunları, Rab-bimden isteyecek biri de değilim. Ben, bununla gönderilmedim. Ama Al­lah, beni uyana ve müjdeleyici olarak gönderdi. Eğer bu getirdiklerimi kabul ederseniz bu sizin dünya ve ahiretteki kazananız olur. Eğer bunu reddederseniz, Allah'ın benimle sizin aranızda hüküm vereceği zamana kadar sabrederim."

Dediler ki: "îddia ettiğin gibi Rabbinin dilediği takdirde yapacak ise, üzerimize semayı düşür. Bunu yapmadığın sürece, biz sana iman etme­yiz."

Rasûlullah (s.a.v.), buyurduki: "Bu, Allah'a kalmış birşeydir. Eğer dilerse, bunu da yapar."

Dediler ki: "Ya Muhammed! Rabbin bilmez miydi ki biz seninle otu­racağız ve sana sorduklarımızı soracağız ve senden istediklerimizi iste­yeceğiz. Niçin bize vereceğin cevabı sana öğretmedi ve seni dinlemediği­miz takdirde başımıza getireceği felaketi sana bildirmedi? Duyduğu­muza göre Yemame'de Rahman adında bir adam varmış. Bunları sana, o öğretiyormuş. Allah'a andolsun ki biz o Rahman'a hiç inanmayacağız, îşte ya Muhammed, sana her teklifi yaptık, ama sen hiçbirini kabul et­medin. O lıâlde sana kötülük yaparsak, biz haklıyız. Allah'a and olsun ki ya biz seni, ya sen bizi yok etmedikçe biz senden vazgeçmeyeceğiz." Ku-reyş topluluğunun sözcüsü sözünü şöyle bitirdi:"Biz, meleklere taparız. Zira melekler, Allah'ın kızlarıdır. Allah ile melekleri bir araya getirmez­sen, biz sana inanmayız."

Bunun üzerine Hz. Peygamber, oradan kalkıp gitti. Halası Abdülmuttalib kızı Atike'nin oğlu Abdullah b. Ümeyye b. Muğire b. Ab­dullah b. Ömer b. Mahzura da onunla beraber kalkıp gitti. Yolda kendisi­ne şöyle dedi: "Ey Muhammed! Kavminin sana birçok teklifte bulundu­ğunu gördüm. Bununla beraber sen, hiçbirini kabul etmedin. Sonra ken­dileri için senden bir takım şeyler istediler ki, onunla, senin Allah nezdindeki mevkiini öğrenmiş olsunlar. Sen, onları da yapmadın. Sonra on­ları korkuttuğun azaba hemen uğratmanı istediler. Allah'a yemin ede­rim ki sen göklere bir merdiven kurup ve gözümün önünde o merdiven­den çıkıp açılmış bir kitap ile dönmedikçe ve seninle beraber gelen dört melek de senin dediklerinin doğruluğuna şahadet etmedikçe, ben sana inanmayacağım. Allah'ın adı hakkı için sen bunları da yapsan, senin hakkında ben kalbimde bir şüphe taşıyacağım."

Rasûlullah (s.a.v.), ondan da ayrılıp kavminden umduğunu göreme­diği, aksine kendisinden daha da uzaklaştıklarını gördüğü için keder ve üzüntü içinde evine döndü.

Kureyş topluluğunun bulunduğu meclis, zulüm, düşmanlık ve inad meclisi idi. Bu sebeple ilahî hikmet ve Rabbani rahmet, isteklerine ce­vap verilmemesine hükmetti. Zira yüce Allah, onların bu mucizeleri gör­meleri halinde de iman etmeyeceklerini ve bu sebeple de acil azaba uğra­yacaklarını biliyordu.

îmam Ahmed b. Hanbel, Osman b. Muhammed tarikiyle îbn Ab-bas'm şöyle dediğini rivayet eder: Mekkeliler, Rasûlullah (s.a.v.)'dan, Safa tepesini kendileri için altın madenine dönüştürmesini ve etrafları­nı kuşatmış olan dağları yürütüp uzaklaştırmasını, böylece ziraat yap­ma imkanına kavuşturulmalarını dilemişlerdi. Allah da rasûlüne şöyle cevap vermişti: "İstersen bu dileklerim geciktiririm. İstersen de hemen yerine getiririm. Ama inkar ederlerse, kendilerinden önceki ümmetleri yok ettiğim gibi kendilerini de yok ederim."

Rasûlullah (s.a.v.): "Hayır, bu isteklerinin geciktirilmesini isterim." dedi. Bunun üzerine yüce Allah, şu ayeti inzal buyurdu:

"Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin yalanlamış olmasıdır. Semud'a açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik, o, zulmet­melerine sebep oldu. Biz o ayetleri (mucizeleri), yalnız korkutmak için göndeririz." (el-îsrâ, 59.)

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdurrahman vasıtasıyla İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Kureyşliler, Peygamber (s.a.v.)'e: "Bizim için Safa tepesini altın madenine dönüştürmesini Rabbinden iste ki, sa­na iman edelim."dediler.Peygamber (s.a.v.): "Böyle yaparsa iman eder misiniz?" diye sorunca onlar, evet, dediler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, dua etti. Cebrail, ona gelip şöyle de­di: "Rabbin sana selam söylüyor ve diyor ki: Eğer dilersen Safa tepesi on­lar için altın madenine dönüşür.Ama bundan sonra onlardan inkar eden olursa onu, âlemde hiç kimseye yapmadığım bir azap ile azaplandırınm. Ama istersen onlar için, rahmet ve tevbe kapısını açarım!"

Peygamber (s.a.v,): "Hayır, tevbe ve rahmet kapısı açılsın." dedi.

îman Ahmed b. Hanbel ile Tirmizî, Ebu Ümame'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Aziz ve Celil olan Rabbim, Mekke vadisini benim için altın madeni­ne dönüştürmeyi bana teklif etti. Ben de dedim ki: "Hayır, ya Rab! Bir gün doyar, bir gün aç kahrım. Acıktığımda sana yalvarır ve seni zikrede­rim. Doyduğumda da sana hamdeder ve şükrederim."

Muhammed b. İshak, İkrime vasıtasıyla İbn Abbas'm şöyle elediğini rivayet eder: Kureyşliler, Nadr b. Haris ile Ukbe b. Ebi Muayt'ı Medi­ne'deki Yahudi bilginlerine gönderdiler ve şöyle dediler: O bilginlere Muhammed'i sorun. Onlara, Muhammed'in özelliklerini anlatın. Onlar ilk kitap ehlidirler. Peygamberlerle ilgili olarak bizde bulunmayan ilim onlarda vardır.

Nadr ile Ukbe, yola çıkıp Medine'ye gittiler. Rasûluüah'ı, Yahudi' bilginlerinden sordular. Niteliklerini onlara anlattılar. Bazı sözlerini de nakledip şöyle dediler: "Siz, Tevrat ehlisiniz. Bu adamımız hakkında bize haberler vermeniz için size geldik."

Yahudi bilginleri, onlara şöyle dediler: "Gidin. Size söyleyeceğimiz üç şeyi Muhammed'e sorun. Kğer bu sorularınızın cevabını size verirse, o Allah katından gönderilen bir peygamberdir. Eğer cevabını veremezse bilin ki o kendi kafasına göre konuşan yalancı bir kimsedir. Artık ona ne yapacağınızı siz bilirsiniz.

Kendisine geçmiş zamanlarda, toplumlarından ayrılıp giden genç­lerin durumunu (Ashab-ı Kehf) sorun. Çünkü onlar hakkında hayret ve­rici sözler vardır.

Ona, yerin doğularını ve batılarını dolaşan adamın haberini sorun. Ruhun ne olduğunu da sorun.

Nadr ile Ukbe dönüp Mekke'ye geldiler. Kureyşlilerin yanma var­dıklarında şöyle dediler: "Ey Kureyş topluluğu! Sizinle Muhammed'in arasındaki meseleyi halledecek şeylerle size geldik. Yahudi âlimleri, ona üç soru sormamızı bize tavsiye ettiler." Böyle diyerek durumu açık­ladılar. Daha sonra Rasûlullah'm yanma gelip şöyle dediler: "Ey Mu­hammed! Bize haber ver." diyerek sorularını kendisine yönelttiler. Rasûlullah (s.a.v.)'da inşaallah demeksizin; "Bu sorularınızın cevabını, yarın size bildiririm." dedi. Kureyşliler, yanından ayrılıp gittiler. Rasûlullah (s.a.v.), onbeş gece bekledi. Bu hususta kendisine vahiy gel­medi. Cebrail de yanma uğramadı. Bunun üzerine Mekkeliler ortalığı velveleye vermeye ve şöyle demeye başladılar: "Muhammed, bize yarın gelin cevabını vereyim, dedi. Ama onbeş gün geçtiği halde bu hususta bi­ze herhangi birşey söylemedi. Sorularımızın cevabını vermedi!" Vahyin gecikmesi, Rasûlullah'ı çok üzmüştür. Mekkelilerin bu sözleri de ağrına gitmişti. Sonra Cebrail, Allah katından el-Kehf sûresini Rasûlullah'a getirdi. Ancak bu sûrede, Kureyşlilerin söylediklerinden ötürü üzüldü­ğü için Peygamber kınanıyordu. Bununla beraber Ashab-ı Kehf in duru­mu hakkında sorulan sorunun cevabı vardı. Aynı zamanda yeryüzünün

doğularını ve batılarını dolaşan adamın durumu da bu sûrede anlatılı­yordu. Yüce Allah şöyle buyurmuştu:

"Sana ruhtan sorarlar. Deki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilim­den pek az birşey verilmiştir." (ei-lsrâ, 85.)

Tefsirimizde (İbn Kesir), bu ayetin açıklamasından uzun uzadıya bahsettik. Bunu daha fazla araştırmak isteyen, oraya müracaat edebi­lir.

Cenâb-ı Allah, şu ayet-i kerimeyi de inzal buyurmuştu:

"Yoksa sen, sadece Kehf ve Rakım sahiplerinin bizim şaşılacak ayet­lerimizden olduklarını mı sandın?"(el-Kehf,9.)

Sonra Cenâb-ı Allah, onların sorularının cevabını detaylı olarak vermeye başlamış, arada parantez cümlesi olarak da inşaallah demeyi Rasûlüne öğretmişti. İnşaallah kelimesi, işi bir şarta bağlamak için de­ğil de muhakkak yapmak manasında kullanmak için söylenmelidir:

"Hiç birşey için bunu yarın yapacağım, deme. Ancak Allah dilerse (yapacağım, de.) unuttuğun zaman Rabbim an." (ei-Kchf, 23-24.)

Bundan sonra Hızır kıssasıyla ilgili olduğu için Musa'nın kıssasını, ardı sıra da Zülkarneyn'in kıssasına anlatarak şöyle buyurmuştur:

"Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. Deki: Size ondan bir ara okuyaca­ğım." (el-Kehf, 83.)

Bundan sonra durumunu açıklayıp haberim anlatmıştır.

Isrâ sûresinde de şöyle buyrulmuştur:

"Sana ruhtan sorarlar. Deki: Ruh, Rabbimin emrindendir." (el-İsrâ,85.)

Yani ruh, Rabbimin hayret verici yaratıklarından ve şaşılacak işle­rindendir. Rabbim, ona ol demiş, o da oluvermiştir. Allah'ın yarattığı her şeyin gerçeğine vakıf olamazsınız. Allah'ın kudret ve hikmetine nis-betle ruhu tasvir etmeniz, aslında sizin için çok zordur. Bunun için yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Size ilimden pek az birşey verilmiştir" (ei-Isrâ, 85.)

Buharı veMüslim'in sahihlerinde sabit olan rivayete göre Yahudiler, ruhu, Rasûlullah (s.a.v.)'a Medine'de iken sormuşlar, o da onlara bu aye­ti cevap olarak okumuştur.

Bu ayet, ya ikinci kez nazil olmuş, ya da cevap olarak Hz. Peygam­ber tarafından -nüzulü daha evvel olmakla birlikte- zikredilmiştir. Bu ayetin, İsrâ sûresinden ayrı olarak Medine'de nazil olduğunu söyleyen­lerin kavli tartışma götürür, doğrusunu Allah bilir.

îbn İshak dedi ki: Ebu Talib, Arap cemaatının kendi kavmi ile birlik­te kendisine baskı yapmalarından ve zarar vermelerinden korkunca, Mekke Harem'ine ve bu Harem'in Araplar nezdindeki itibarına sığındı­ğını ve içindeki cümleleriyle kavminin eşrafının sevgilerini celbetmeye çalıştığı şu kasidesini okudu Bu kasidesinde Araplara; Rasûlullah'ı kimseye teslim etmeyeceğini ölünceye kadar onu yardımsız bırakmayacağını ifade etmişti. Şöyleki:

"Bu kavimde sevgi bulunmadığını ve,

Bütün bağlarla kulpları kestiklerini görünce,

Anladım ki, bize açıkça düşmanlık ve eza etmektedirler.

Uzaklaştmcı düşmanın emrine itaat etmişler.

Hayırsız bir kavimle, bize barşı ittifak kurmuşlar,

Öfkelerinden, ardımız sıra parmaklannı ısırmaktalar.

Ak ve kara günde müsamaha göstererek,

Hükümdarlannın mirasından ilişkimi kesip sabrettim.

Beytin yanında, aşiret ve kardeşlerimi hazır tuttum.

Beytin Örtüsüne ve kulplanna tütündüm.

Her suçsuzun yemin ettiği yerde,

Ka'be'nin kapısına yönelip dikildik.

îsaf ve Naile putlarının yanında, sel yatağının bulunduğu yerde,

Yemenlilerin boyun dibi veya ayaklan damgalı,

İtaatkar, sekiz dokuz yaşındaki develerini çöktürdükleri yerde>

O develerin boyunlanndaki boncuk ve ziynetler,

Hurma salkımh dallan andınrlar.

Dil uzatanlann tamamından, insanlann Rabbine sığınırım.

Bize kötülük yapmak veya ısrarla batılı empoze etmek isteyen,

Bizi ayıplamak isteyen düşmandan ve yapamayacağımız şeyleri,

Dinî hüküm olarak bize yükleyenlere karşı,

Sevr dağına ve onun yerine Sebir dağını yerleştirene,

Hira mağarasına çıkıp inene,

Meklçe vadisindeki beyte ve Allah'a sığınmm.

Çünkü Allah, habersiz değildir.

Sabah akşam çevrilip el ve yüz sürdüklerinde Hacer-i Esved'e,

İbrahim'in çıplak ayakla bastığı,

Yumuşak kayadaki ayak izine,

Safa Merve arasındaki turlara,

Bu iki tepe arasındaki suret ve heykellere,

Adak adayan, süvari ve yaya,

Gelip beyti haccedene,

Karşılıklı su derelerinin birleştiği Arafat'ın tepesine yöneldiklerinde,

Geceleyin dağın üzerinde duruşlanna,

Ki elleriyle develerinin göğsünü doğrulturlar.

Vakfe gecesine ve Mina'dan inişe,

Bunlardan daha hürmetli, daha yüksek bir makam var mıdır?

Müzdelife'yi süratli develer, sağanak yağmurdan kaçarcasma açık gittiklerinde,

Büyük şeytanlara yönelipte,

Başına taşlan nrîattıklannda,

Kindeliler ki yatsı vakti, çakıl taşlan topladıklarında,

Bekir b. Vail kabilesinin hacıları yanlamıdan geçer.

Bu ikisi müttefiktirler, ittifaklanna bağlıdırlar.

Münasebetlerini bozmaya yanaşmazlar.

Dağlardaki muz ağaçlarını ve diğer büyük ağaçlan, otlan hızlı deve

kuşlan gibi parçalarlar.

Bunlardan başka sığınacak kimse, içm sığınak var mı? Allah'tan sakınan kimse, sığındığı takdirde kovulur mu? Bizde düşmanın emrine bile uyulur, Oysa bize karşı Terk ve Kabul dağlarının kapılarının kapanması is-

Yalan söylediniz, Ka'be'ye yemin olsun ki durumunuz istikrar bul­mayacak.

Mekke'yi terkedip göçeceğiz.

Yalan söylediniz, Ka'be'ye yemin olsun ki, Muhammed'e mensubuz.

Onun uğruna savaşıp mücadele veririz.

Çevresinde ölüp de çocuklanmızdan ve kanlanmızdan,

Ayn düşmedikçe, onu size teslim etmeyeceğiz.

Millet, demirleri ellerine alıp size karşı,

Çıngıraklı develer gibi saldıracaktır.

Öfkeli düşman darbe yeyince,

Yalpalayarak yüzüstü yere kapaklanacaktır.

Allah'ın hayatına and olsun ki, gördüğüm şeyler ciddileştiğinde,

Kılıçlanmaz ağız ve burunlannızı koparacaktır.

Ateş koru gibi bahadır efendilerin elleriyle,

Hakikatin koruyucusu kahraman ve güvenilir kardeşlerinizle,

Aylar, günler ve tam bir yıl sonra,

Sıra bize gelecektir.

Irzı koruyan efendiyi, hiçbir kavim terketmez.

Ancak ağzı bozuk ve aciz kimseler, efendilerini terk ederler.

O nurludur, onun yüzü suyu hürmetine yağmur yağması istenilir.

Yetimlerin koruyucusu, dulların sığınağıdır.

Haşimoğullanndan helak olmuş kişiler, ona sığınırlar.

Onlar, onun yanında rahmet ve lütuf içredirler.

Ömrüme yemin olsun ki, Esid ile Bikr bize düşman olduklan için,

Bizi yiyecek olanlara takdim edip parçalamıştır.

Osman ile Kunfuz'da bizim üzerimize çökmediler.

Ancak, o kabilelerin emrine itaat ettiler,

Übey ile İbn Abde itaat ettiler ki, onlara yardım edecek.

Ama bizim hakkımızda konuşanlann sözlerine bakmadılar.

Nitekim Sübey5 ile Nevfel'den de bazı şeyler gördük.

Bunların tamamı bizden yüz çevirdiler, bize güzel davranmadılar.

Eğer varlıklı olurlar ve Allah onlara imkan verirse,

Onlara ölçekçinin ölçeği ile tartıp veririz.

İşte şu Ebu Amr ki bize düşmanlıktan başka birşey yapmadı.

İyilik ve kötülük eden kimselerle birlikte bizi sürgün etmek için bunları yaptı.

Her sabah ve akşam bizimle fısıldaşır.

Ebu Amr, bizimle gizlice konuşur ama hile yapar.

Allah'a and ederek bize hile yapmadığını söyler.

Evet, görünürde onun mütekebbir olmadığım müşahede ederiz.

Bize olan düşmanlığı, ona yerdeki bütün tepeleri daralttı.

Mekke'nin Ahşebeyn dağlarıyla dağ tepelerindeki köşkler de ona dar geldi.

Ebu Velid'e sor, bizim için ne yarar sağladın?

Bizim hakkımızda yaptığın çalışma ile yüz çevirdin, hilekar gibi,

Sen kendi görüş ve rahmeti ile yaşanılan bir adamsın.

Bizi bilirsin, cahil değilsin.

TJtbe, bize düşmanlarımızın sözünü duyurmaz.

Onlar ki hasedçidir, yalancıdır, kindardır, problemler çıkarırlar. ,

Ebu Süfyan, yüz çevirerek yanımdan geçti.

Tıpkı büyük hükümdarlar gibi, bana iltifat etmedi.

Necid'e ve oranın soğuk sularına kaçar..

Sizden habersiz olmadığımı zanneder.

Nasihat verir gibi, bize haber veriyor.

Bizi sevdiğini, acıdığını ve,

Musibetleri hoşlanılmayan ş eyleri ,koğuculukları gizlediğini söylü­yor.

Medet gününde seni yardımsız bırakmamak ve yediren bir kimse midir?

Hayır, zorlu işler anında da büyüklük yapan değildir.

Azılı düşmanlar sana geldiği günde,

Dilbaz düşmanlara karşı seni müdafaa eden de değildir.

Ey Mut'im! Kavmin sana bir iş yüklediği zaman,

Bana yüklerlerse ben kurtulamam.

Allah bizden, Abdu'ş-Şems ile Nevfel'e,

Derhal ceza versin, cezalarını geciktirmesin.

Adil terazi ile kıl payı haksızlık etmeyen mizan ile,

Onun kendi nefsinden şahidi vardır ki, ahde vefasızlık etmez.

Beni Half kabilesini, biz ve Gaytala oğullarıyla değiştiren,

Kavmin aklı noksandır.

Biz, Haşimoğullarıyla Kusay oğullarının,

İlk işlerinde umdeleri ve büyükleriyiz.

Sehmoğullarıyla Mahzuna oğullan, bize karşı düşman oldular.

Soysuz ve hırsız kimseleri düşman kılıp bize karşı birleştiler.

Abdumenafoğulları, siz kavminizin en hayırlılarısınız.

Çocuksu kimseleri işinize, idarenize ortak etmeyin.

Hayatıma yemin olsun ki, siz aciz kalıp zayıflaştınız.

Haktan ve doğrudan uzak işler yaptınız.

Önceleri hep aynı kazanın altına odun yığardınız.

Ama şimdi öyle değilsiniz (ihtilafa düştünüz.),

Abdumenafoğulları bize haksızlık etmeyi ve yardımsız bırakmayı,

Önemsiz saydı,bizi esarette kendi halimize bıraktı,

Eğer biz bir kavim olursak, yaptıklarınızın öcünü alırız.

Çünkü hakkınız olmadan, develerimizin sütünü sağmıştımz (mal­larımızı yağmalamıştımz.)

Kusayy'a bildir ki, durumumuz etrafa yayılacaktır.

Kusayy'a bizden sonra müjde ver M, kendisine yardım etmeyeceğiz.

Uzun bir gecede bela kapışma geldiğinde,

Bize sığındığında onu barınaklarımıza almıyacağız.

Evleri arasında vuruşu doğru yapsalar.

Çocuklu kadınlar yanında biz örnek oluruz.

Saydığımız her dost ve yeğene gelince,

Ömrüme andolsun ki, onların akıbetini yararlı görmedik.

Yalnız Kilab b. Mürre kabilesinden bir topluluk,

Bize mensuptur ve bize güçlük çıkarmazlar.

Kavmin yeğeni yalanlayıcı olmasa, ne güzeldir.

Züheyr ki, kınsız bir kılıçtır.

Her hayrı nefsinde toplayan ve her kokudan daha güzel koku saçan­dır.

Şeref ve fazilet odağındaki bir nesebe bağlıdır.

Ömrüme yemin olsun ki ben, Ahmed'e tutkulu olmakla yükümlü­yüm.

Mü'min kardeşlerine de sürekli sevgi göstermekle yükümlüyüm.

Onun gibi insanlar arasında ümit beslenilen kim vardır.

Fazilet yarışında zorba hükümdarlar kendisine eza verdiğinde,

Yumuşak huyludur, doğru yoldadır, adildir, zorba değildir

Bir tanrıya bağlıdır, ondan gafil değildir.

Çalışması onurludur, şerefli oğlu şereflidir.

Şeref mirası vardır, bu sabittir» ondan ayrılmaz.

Kulların Rabbi yardım ederek onu desteklemiştir.

Bir din ortaya koymuştur, hakkı kaybolmayacaktır.

Allah'a andolsun ki bana küfretmeselerdi, toplantılarda, meclisler­de ihtiyarlara laf atılmasaydı.

Biz herhalde ona tâbi olurduk, her zamanda bu tâbiiyetimizi ciddi­yetle devam ettirirdik.

Bu, şaka bir söz değildir.

Biliyorlar ki oğlumuz Muhammed, bizim katımızda yalanlanmış değildir.

Batıl sözlerle ona saldırılacak değildir.

Ahmed aramızda öyle bir soydan gelmiştir ki,

Saldırganların saldırısı, ona ulaşamaz.

Onu koruma yoluna başımı koymuşum,

Develerin göğsü ve hörgücü ile onu müdafaa etmişim."

İbn Hişam dedi ki; Bu kasidenin bu kadarı, bana sahih yollarla ulaş­mıştır. Şiirden anlayan bazı ilim ehli kimseler ise, bunun büyük bir kıs­mını inkar ederler.

Ben de derim ki: Bu, gerçekten beliğ ve şahaser bir kasidedir. Bunu ancak Ebu Talib gibi bir şahsiyet söyleyebilir. Bu, Ka*be duvarına asılan muallakat-ı seb'adan daha güçlü bir ifadeye sahiptir. İfade ettiği anlam bakımından da onlardan çok üstündür. el-Ümevî de "Meğazi" adlı ese­rinde başka ilavelerde bulunarak bunu uzun uzadıya nakletmiştir. Doğ­rusunu Allah bilir. [7]

 

Fasıl

 

İbn İshak dedi ki: Bundan sonra müşrikler, Müslüman olup Rasûlullah'a tâbi olan sahabelere saldırdılar. Her kabile, kendi içindeki Müslümanlara sataştı, onları hapsedip işkenceye tâbi tuttu, dayak attı, aç ve susuz bıraktı. Müşrikler, Müslümanları sıcaklığın şiddetli olduğu bir zaman da Mekke'deki kızgın taşlar arasında bıraktılar. Tabiî, güç­süz buldukları zayıf kimselere bu işkenceleri tatbik edip onları dinlerin­den çevirmeye çalıştılar. Kimi uğradığı şiddetli musibet yüzünden di­ninde fitneye düşüyor, kimi bu uğurda asılıyor, ama Allah onları koru­yordu.

Nitekim Ebu Bekir'in azad ettiği Bilal, Cumah oğullarının bir cari­yesinden doğma bir köle idiAsıl adı Bilal b. Rebah'tı. Anasının adı Ham-mame idi. Temiz kalpli, sağlam bir Müslümandı. Ümeyye b. Halefin mülkiyetinde idi. Öğle sıcağında Ümeyye, onu kızgın kumluklara götü­rür, büyük kaya parçalarını göğsünün üzerine koyar, sonra ona şöyle derdi: "Allah'a andolsun ki ölünceye veya Muhammedi inkar edip Lat ve Uzza'ya tapmcaya kadar bu halde kalacaksın!" O bu işkenceler altın­da iken Bir! Bir! derdi.

îbn İshak dedi ki: Hişam b.Urve, babasından rivayet ederek şöyle dedi: Varaka b. Nevfel, işkence altında Bir! Bir!., diyen Bilal'e uğrar ve: "Evet, vallahi ey Bilal, bir bir" derdi. Sonra Ümeyye b. Halef ile Bilal'e bu işkenceleri uygulayan Cumah oğullarının bir kısım adamlarına da şöyle derdi: "Allah'a yemin olsun ki siz bunu öldürürseniz ben de bunun mezarını ibadet yeri ve Allah'tan merhamet dilenen bir yer yaparım."

Ben derim ki: Bazı siyerciler, bu rivayeti imkansız görmüşlerdir. Çünkü: Varaka b. Nevfel, bisetten sonra vuku bulan vahiy kesintisi dö­neminde vefat etmiştir. Müslüman olan kimseler ise, el-Müddessir sûresinin nüzulünden sonra İslâm'a girmişlerdir. Şu halde nasıl olurda Bilal işkence görürken, Var aka b. Nevfel onun yanına uğramıştır? Bu, tartışma götüren bu husustur.

îbn İshak, daha sonra işkence görmekte olan Bilal'e, Ebu Bekir'in uğrayışmı ve onu kendisine ait siyahi bir köle karşılığında Ümeyye'den satın alarak azat edişini ve işkenceden kurtarışını anlatır. Ayrıca Müslüman olan bazı köle ve cariyeleri de satın alıp azat ettiğini de anlat­mıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Bilal, Amir b. Füheyre, Ümmü Ümeys (Zinnire). Zinnire'nin gözleri kör olmuş, sonra Cenâb-ı Allah, ona şifa ihsan etmiş, gözleri açılmıştı.

Ebu Bekir'in satın alıp hürriyetlerine kavuşturduğu cariyelerden biri de Nehdiye ile kızı idi. Bunları Abdüddar oğullarından satın almıştı. Hanımefendileri, bu iki kadını kendisine ait bir değirmeni çalıştırmaya göndermişti. Gönderirken onlara: "Vallahi, sizi asla azat etmeyeceğim!" dediğim Ebu Bekir duymuştu. Hanımefendilerinin yamna giderek: "Ey falanın annesi! Gel de şu yeminini çöz." demişti. Hanımefendi de: "Nasıl çözerim? Bunlan yoldan çıkaran sensin. Ancak azat etmem gerekir." de­di. Ebu Bekir: "Kaça azat edersin?" diye sorunca o da bir miktar belirle­mişti. Bunun üzerine Ebu Bekir: "İşte ben onları satın aldım. Artık onlar hürdürler." Böyle dedikten sonra o iki cariyeye yönelerek: "Öğüttüğü­nüz şeyleri hanımefendinize iade edin." demişti. Onlar da: "Ey Ebu Bekir, işimizi tamamlayalım, ondan sonra kendisine geri verelim." de­mişlerdi. Bunun üzerine Ebu Bekir; "Dilerseniz böyle de yapabilirsiniz," demişti.

Ebu Bekir, Beni Müemmil'in cariyesini de satın almıştı. Beni Mü-emmil, Beni Adiy oğullarına bağlı bir kabile idi. O zamanlar henüz islâm'a girmemiş olan Hz.Ömer, İslâm'a girdiği için bu cariyeyi döverdi.

ibn îshak, Ebu Kuhafe'nin, oğlu Ebu Bekir'e şöyle dediğini rivayet eder: "Ey oğlum, görüyorum ki sen güçsüz kimseleri azat ediyorsun. Eğer mutlaka böyle yapmak istiyorsan, bari güçlü kimseleri azat et ki, sem korusun ve senin için fedailik yapsınlar."

Ebu Bekir: "Babacığım, benim amacım başkadır. Ben başka şeyler istiyorum." diye cevap vermişti.

Anlatıldığına göre babasının sözleri ile Ebu Bekir hakkında şu ayet­ler nazil olmuştur:

Kim verir, korunursa ve en güzel sözü doğrularsa, ona en kolay (yolda gitmeyi) kolaylaştırırız" (ei-Leyi,5-7.)  '

Daha önce de anlatıldığı gibi İmam Ahmed b. Hanbel ile İbn Mace, İbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Müslümanlıklarını ilk açığa vuranlar yedi kişidir: Rasûlullah (s.a.v.)> Ebu Bekir, Ammar, Am-mar'ın annesi Sümeyye, Süheyb, Bilal ve Mikdad.

Rasûlullah (s.a.v.)'ı, Cenâb-ı Allah, amcası Ebu Talib vasıtasıyla ko­rumuştu. Ebu Bekir'i ise kavmi vasıtasıyla korumuştu. Diğer Müslümanlara gelince, müşrikler onları yakalamış, onlara demir zırh­lar giydirerek güneş sıcağı altında âdeta eritircesine işkence çektirmiş­lerdi. Onlardan Bilal dışındakiler, müşriklerin isteklerini yerine getir­mişlerdi. Ancak Bilal, Allah yolunda kendi canını hiçe saymıştı. Kavmi­ni de Önemsememiş ti. Onu yakalamışlar, çocuklara teslim etmişler, Mekke sokaklarında dol aştırmışlar di. Buna rağmen o yine de Bir!,. Bir!., diye haykırıyordu.

İbn İshak dedi ki: Mahzum oğulları, Müslüman bir aile fertleri olan Ammar'ı, babası Yasir'i ve annesi Sümeyye'yi öğle sıcağında Mekke kumluklarına götürüp işkence ederlerdi. Rasûlullah (s.a.v.)'da - bana gelen rivayetlere göre- yanlarına gidip:

"Ey Yasir..ailesi, sabredin. Buluşma yeriniz Cennet'tir." derdi.

Beyhakî, Hakim tarikiyle Cabir'in şöyle dediğini rivayet eder: Rasû­lullah (s.a.v.), işkence görmekte olan Ammar ile ailesinin yanma uğra­yıp şöyle derdi:

"Ey Ammar ailesi, ey Yasir ailesi, size müjdeler olsun! Sizin buluş­ma yeriniz Cennet'tir." Amnıar'm annesini öldürmüşlerdi. İslâm'dan dönmesini telkin etmişlerse de o, bu telkine asla kulak vermemişti.

İmam Ahmed b. Hanbel, Veki' vasıtasıyla Mücahidin şöyle dediğini rivayet eder: İslâm'ın başlangıcında verilen ilk şehit, Ammar'm annesi Sümeyye1 dir. Ebu Cehil onun kalbine bir mızrak vurmuş ve şehit etmiş­ti.

Muhammed b. İshak dedi ki: Müslümanlara karşı Kureyşlüeri kış­kırtan müşrik Ebu Cehil, bir kimsenin Müslüman olduğunu duyduğun­da, eğer o Müslüman şerefli ve güçlü bir kimse ise, onu kınayıp ayıplar ve şöyle derdi: "Senden daha iyi bir insan olan babanın dinini bıraktın. Senin aklının kıtlığını söyleyecek ve görüşünü çürüteceğiz. Şerefini de yok edeceğiz!"

Müslüman olan kişi, eğer ticaretle uğraşan biri ise ona şöyle derdi: "Vallahi senin ticaretim kesada uğratacağız. Malını yok edeceğiz!"

Müslüman olan kişi, eğer zayıf ve güçsüz biri ise onu döver, başkala­rını ona karşı kışkırtırdı. Allah ona lanet etsin.

İbn îshak, Hakim b. Cübeyr tarikiyle Said b. Cübeyr'in şöyle dediği­ni rivayet eder: Abdullah b. Abbas'a: "Müşrikler, Rasûlullah'ın ashabı­na dinlerini terketmeleri hususunda mazur sayılabilecekleri şekilde aşırı derecede eziyet etmişler miydi?" diye sordum. O da şöyle cevap ver­di: "Evet, vallahi müşrikler, Müslümanlardan birine o kadar vururlar, aç ve susuz bırakırlardı ki, o kendisine tatbik edilen işkencenin şiddetinden yerinde oturamaz hale gelirdi. Nihayet o da, onların isteği olan "Lat ve Uzza, Allah'tan başka iki tanrıdır." sözünü kendisi için fitne olmasına rağmen istemiyerek söylerdi. Evet, çektiği aşın eziyetten kur­tulmak için böyle

Ben de derim ki: İşkenceye uğrayan bu gibi kimseler hakkında Cenâb-ı Allah, şu ayeti inzal buyurmuştur:

"İnandıktan sonra Allah'ı inkar eden, kalbi imanla yatışmış olduğu halde inkara zorlanan değil, fakat küfre göğüs açan kimselere Allah'tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır." (cn-Nahi, ıoe.)

Bunlar uğradıkları aşırı tahkir ve işkenceden Ötürü mazur sayıl­mışlardı. Cenâb-ı Allah, güç ve kuvveti ile bizi bu tür işkencelerden ko­rusun.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Muaviye tarikiyle Habbab b. Eret'in şöyle dediğini rivayet eder: Ben demirci idim. As b. Vail'den alacağım vardı. Ödeme yapması için yanma vardığımda bana: "Allah'a yemin ede­rim ki, Muhammed'i inkar etmedikçe sana olan borcumu ödemiyece-ğim." dedi. Ben de: "Hayır, vallahi sen ölüp de sonra diriltilinceye kadar ben Muhammed'i inkar etmeyeceğim!" dedim. Bu defa bana şu karşılığı verdi: "Ben ölüp de sonra dirildiğimde bana gelirsen, o zaman benim ma­lım ve evladım olacaktır. Ben de senin hakkını öderim." Bunun üzerine yüce Allah, şu ayeti inzal buyurdu:

"Ayetlerimizi inkar edip; "Bana mal ve evlad verilecek" diyen adamı gördün mü? Gayba mı çıkıp baktı, yoksa Rahmanın huzurunda bir ahid mi aldı? Hayır, biz onun dediğini yazacağız ve onun için azabı uzattıkça uzatacağız. O dediği (malı ve evladı) na biz varis olacağız ve o, bize tek başına gelecek." (Meryem, 77-so.)

Buharî'nin rivayetinde ise şöyle denmektedir: "Ben Mekke'de bir demirci idim. As b. Vail'e bir kılıç yapmıştım. Alacağımı tahsil etmek için ona gittim....."

Buharî, Habbab'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Peygamber (s.a.v.)'in yanma vardım. O, abasına bürünmüştü. Ka'be'nin gölgesinde bulunuyordu. Biz, müşriklerden şiddetli eziyetler görmüştük. "Bizim için Allah'a dua etmez misin?" diye sordum. Kalkıp yerine oturdu. Yüzü kızarmıştı. Buyurdu ki:

"Sizden öncekiler demir taraklarla taranarak etleri veya sinirleri kemiklerinden ayrılırda. Yine de dinlerinden geri dönmezlerdi. Başları­nın üzerine testere konur, ikiye bölünürlerdi. Yine de dinlerinden geri dönmezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır. Öyleki San'a'dan bir sü­vari yola çıkıp Hadramut'a kadar gidecek, yolda iken sadece Aziz ve Ce-Ul olan Allah'tan korkacaktır."

Başka bir rivayette de şu ilave vardır: "Ve koyununa kurdun saldır­masından başka bir korkusu olmayacaktır." Diğer bir rivayette de şu ilave vardır: "Ama sizler, acele ediyorsunuz."

İmam Ahmed b. Hanbel, Habbab'm şöyle dediğim rivayet etmiştir: "Namaz kılarken şiddetli sıcaklarda çektiğimiz eziyeti Rasûlullah'a şikayet ettik. Ama o, bu şikayetimizi nazarı itibara almadı."

Said b. Vehb, Habbâb'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Şiddetli sıcak­larda namaz kılarken yüzümüzün ve avuçlarımızın acıdığını Rasûlullah'a arz edip şikayette bulunduk. Ama o şikayetimizi nazarı iti­bara almadı."

Doğrusunu Allah bilir ama anladığım kadarıyla sahabeler, şiddetli sıcaklarda müşriklerden çektikleri eziyetleri ve yüz üstü yerde sürün-dürülmelerini Rasûlullah'a arz edip şikayette bulunmuşlardı. Müşrik­lere beddua etmesini veya kendileri için Allah'tan yardım dilemesini is­temişlerdi. Rasûlullah (s.a.v.)'da bunu yapacağını onlara vaad etmiş ama hemen o anda gerekli dua ve bedduaları yapmamıştı. Sonra da ön­ceki milletlerin, kendilerinin maruz kaldıkları eza ve cefalardan daha şiddetli eza ve cefalara maruz kaldıkları halde yine de dinlerinden vaz­geçmediklerini beyan buyurmuştu. Cenâb-ı Allah'ın, İslâm davetini ba­şa çıkaracağını, bütün belde ve ülkelerde üstün kılacağını, öyleki San'a'dan yola çıkıp Hadramut'a giden bir yolcunun yolda iken sadece Aziz ve Celil olan Allah'tan ve bir de koyunlarına karşı kurttan başka birşeyden korkmayacağını müjdelemişti. Sonunda da: "Ama siz acele ediyorsunuz." demişti.

Bu sebepledir ki Habbab şöyle demiştir: "Şiddetli sıcaklarda namaz kılarken yüz ve avuçlarımızın acıdığını Rasûlullah'a arz edip şikayette bulunduk ama o, şikayetimizi nazarı itibara almadı." Yani o anda bizim için dua etmedi, demiştir.

Öğleyin namazı, serinlik gelinceye kadar ertelemenin caiz olmadı­ğına, namaz kılan kimsenin avuç içini yere değdirmesinin vacip olduğu­na, bu hadisi delil gösteren kimselerin görüşleri ihtilaf konusudur. Nite­kim Şafii'nin iki kavlinden birisi, bu doğrultudadır. Doğrusunu Allah bi­lir. [8]

 

Müşriklerin Rasûlullah'la Tartışmaları, O'nun Da Onlara Karşı Kuvvetli Deliller İleri Sürmesi

 

îshak b. Raheveyh, Abdürrezzak tarikiyle İbn Abbas'm şöyle dediği­ni rivayet eder: Velid b. Muğire, Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma geldi. Rasûlullah ona Kur'ân okudu. Velid biraz yumuşar gibi oldu.Ebu Cehil bundan haberdar oldu. Velid'in yanma gidip şöyle dedi: "Amca, senin kavmin senin için biraz mal toplamak istiyor." dedi. O da, niçin? diye so­runca Ebu Cehil şu cevabı verdi: "Sana vermek için, çünkü sen Muham-med'e gitmiş ve ona meyletmiş bulunuyorsun. Sana mal verecekler ki, bundan vazgeçesin."

Velid: "Kureyşliler çok iyi bilirler ki, ben hepsinden daha zenginim." dedi.

Ebu Cehil: "O halde onun hakkında Öyle birşey söyle ki, kavmin se­nin onu inkar ettiğini bilsin." dedi.

Velid dedi ki: "Ben onun hakkında ne söyleyeyim? Allah'a yemin ederim ki, içinizde şiirleri benden daha iyi bilen, nazım ve nesirleri ben­den daha iyi anlayan ve kahinlerin sözlerini daha çok işiten yoktur. Al­lah'a yemin ederim ki, onun söyledikleri hiç birine benzemez. Allah'a ye­min ederim ki, onun söylediği sözde bir tatlılık var. Üstünde bir revnak ve güzellik var. Yukarısı meyvelidir, aşağısı sağanak halinde yağan yağ­murlar gibi gür ve iri tanelidir. Hiç şüphe yok ki o, sonunda üstün çıka­cak ve hiç birşey onu alt edemiyecektir. Fakat o altındakileri ezecektir."

Ebu Cehil: "Sen onun hakkında birşey söylemedikçe, senin kavmin senden razı olmayacaktır." dedi.

Velid dedi ki: "Öyle ise dur, biraz düşünüp taşmayım." Biraz düşün­dükten sonra şöyle dedi: "Bu, sihirbazlardan öğrenilip rivayet edilen bir sihirden başka birşey değildir. Muhammed, onu başkasından naklet­mektedir." Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu:

"Benimle şu adamı yalnız bırak M, ben onu tek olarak yarattım. Ona uzun boylu mal verdim. Göz Önünde oğullar (verdim)." (ei-Müddessir,n-i3.)

Beyhakî, bunu Hakim'den bu şekilde rivayet etmiştir. Mekke'de ya­şayan Abdullah b. Muhammed es-San'anî'nin îkrime'den mürsel olarak yaptığı rivayete göre Velid b. Muğire, bu konuşma esnasında Ebu Ce-nil'e şu ayeti okumuştur:

"Allah şüphesiz adale ti,iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emre­der, hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasımz diye size

ÖğÜt Verir," (en-Nahl, 90.)

Beyhakî, Hakim tarikiyle İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Hac mevsimi geldiğinde Velid b. Muğire, Kureyşli bir kaç kişiyle bir ara­ya gelip toplantı yaptı. Velid, onlar arasında en yaşla olan kimse idi. Şöy­le dedi: "Artık Arap ziyaretçiler size geleceklerdir. Adamınız Muham-medin durumunu da duymuşlardır. Gelin, onun hakkında tek bir görüş­te karar kılalım. Yabancılara farklı şeyler söylemiyelim. Birbirimizi ya­lanlayacak ifadeler kullanmıyalım. Birbirimizin sözlerini red etmeye­lim." Bunun üzerine onlar:

"Ey Eba Abdi Şems! Bize söyle, bizim için bir görüş belirle, ona uyalım." dediler.

"Hayır, siz söyleyin ben dinliyeyim." dedi. Onlar: "Muhammed, ka­hindir, diyelim." dediler.

Velid dedi ki: "O kahin değildir. Çünkü ben kahinleri gördüm. Onun söylediği sözler kahinlerinkine benzememektedir."

Deli olduğunu söyleyelim, de diler.

Velid, dedi ki: "O deli değildir. Biz deliliği görüp biliriz. Deliler gibi boğulup sıkıntı çekmiyor, vesvese görmüyor."

Onun şair olduğunu söyleyelim, dediler.

Velid dedi ki: O şair değildir. Biz şiiri receziyle, hecesiyle, karizi, makbuzu ve mebsutu ile bilmekteyiz. Her çeşidini biliriz. Onun söyle­dikleri şiir de değildir."

"Onun sihirbaz olduğunu söyleyelim." dediler.

Velid dedi ki: "O sihirbaz da değildir. Sihirbazları ve sihirlerini gör­dük. O, onlar gibi düğümlere de üflemiyor."

Öyleyse onun için ne diyelim. Ey Eba Abdi Şems? diye sordular. ' Velid dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, onun sözünde bir tatlılık var­dır. Kökü hurma ağacı gibi, dalı da meyvelidir. Onun hakkında bu söyle­yeceklerinizden herhangi birini söylerseniz, sözünüzün batıl ve asılsız olduğu hemen anlaşılır. Ama her halde onun hakkında söyleyeceğiniz en uygun şey, onun sihirbaz olduğunu söylemeniz olacaktır. Onun sihir­baz olduğunu, kişiyi dininden ayırdığını, kişi ile babasını, kişi ile eşi-ni,kişi ile kardeşini, kişi ile aşiretini birbirinden kopardığını söylersi­niz." Bu söz üzerinde karar kılarak meclisten ayrılıp gittiler. Artık hac mevsimi geldiğinde hacca gelen kimselerin yanma gidiyorlar, her kimin yanma varırlarsa, mutlaka onu Rasûlullah'tan sakındırıp durumunu anlatıyorlardı.

Cenâb-ı Allah,Velid b. Muğire hakkında şu ayetleri inzal buyurdu:

"Benimle şu adamı yalnız bırak ki, ben onu tek olarak yarattım. Ona  boylu mal verdim. Göz önünde oğullar (verdim.)" (ei-Müddessir, 11-13.)

ıakkında da yüce Allah, şu ayeti inzal buyurdu:

"Rabbin hakkı için biz onların hepsine mutlaka soracağız, yaptıkla­rı şeylerden." (e)-Hicr,92-93.)

Ben de derim ki: Bu hususta yüce Allah, onların cahilliklerini ve akıllarının kıtlığını haber vererek şöyle buyurmuştur:

"Hayır, dediler, (bu) karmakarışık hayallerdir; hayır onu uydur­muş; hayır o şairdir. (Eğer gerçekten peygamberse) bize öncekilerin gön­derildikleri gibi, o da bir mucize getirsin." (ei-Enbiyâ, 5.)

Bu hususta ne diyeceklerini bilemediler, şaşırdılar. Söyledikleri her şey batıldı. Çünkü hak çizgisinin dışına çıkan kimse, her ne söylerse hata yapar. Yüce Allah buyurdu ki:

"Bak nasıl misallar verdiler de şaştılar. Artık bir daha yolu bula­mazlar." (el-Isra, 48.)

İmam Abd b. Hümeyd, Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet et­miştir:

"Bir gün Kureyşliler toplanıp; "Bakın, içinizde kim daha çok büyü­cü, kahin ve şair ise> aramıza ikilik sokan, işimizi darmadağın eden ve bizim dinimizi yeren şu adama (Muhammed'e) gidip kendisiyle konuş­sun ve ona gereken cevabı versin." dediler. Ve bu iş için: "Biz, Utbe b. Re-bia'dan daha becerikli bir kimse bilmiyoruz." deyip onu gönderdiler. Ut­be de Hz. Peygamber'e gelip:

- Ey Muhammed! Sen mi iyisin, yoksa Abdullah mı? Sen mi iyisin yoksa Abdülmuttalib mi? diye sordu. Peygamber sustu. Utbe:

- Eğer bunlar senden iyi kimseler ise, onlar senin yerip ayıpladığın tanrılara tapınışlardır. Yok eğer sen onlardan iyi isen o zaman söyle, se­ni dinleyelim. Allah'a yemin ederim ki, hiçbir milletin sevip yetiştirdiği bir evladı, senin kadar kendi mileti hakkında uğursuz olmamıştır. Ara­mıza ikilik soktun, işimizi alt-üst edip bizi darmadağın ettin. Dinimizi ayıpladın. Bizi Araplar içinde rezil rüsva ettin. Bugün Kureyş kabilesin­den bir büyücü, bir kahin türemiştir, denilmektedir. Allah'a yemin ede­rim ki, nerede ise gebe kadının çığhk atışı gibi bir çığlık atılacak ve sonra birbirimize kılıçlarla girişip birbirimizin kökünü kesecek duruma gel­miş bulunuyoruz. Be adam! Sen ne istiyorsun? Eğer senin bir ihtiyacın varsa, söyle de Kureyşlilerin en zengini oluncaya kadar sana mal topla­yalım. Eğer sen şehvet düşkünü bir kimse isen, Kureyş kabilesinin han­gi kızlarını beğeniyorsan seni onlardan on tanesiyle evlendirelim.

Hz. Peygamber (s.a.v.):

- Sözün bitti mi?

Utbe, evet deyince Rasûlullah:

- "Bismillâhirrahmânirrahîm. Hâ-mîm. Bu, Rahman ve Rahim'den indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır." mealinde Fussilet sûresinin ilk ayetlerinden başlayarak;

"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ad ve Semud'un başına düşen yıldırım gibi, bir yıldırıma karşı uyardım." mealindeki on üçüncü ayetine kadar okudu. Utbe;

- Bu okuduğun yeter, sende bundan başka birşey var mı? diye sordu. Hz. Peygamber, hayır deyince kalkıp Kureyş kabilesinin yanma döndü. Kureyşliler ona:

- Ne haber? diye sordular.

Utbe: "Kendisine söyleyeceğinizi tahmin ettiğim her şeyi söyledim." dedi.

- Sana bir cevap vermedi mi? diye sordular.

Utbe: "Evet, fakat Ka'be'yi ibadete diken Allah'a yemin ederim ki -Ad ve Semud kavimlerini çarpan yıldırım gibi size de bir azabın gelip çarpacağını hatırlatırım- sözünden başka kendisinden birşey anlaya­madım." dedi.

- Yazıklar olsun sana! Adam seninle Arapça konuşuyor ve sen ne de­diğini anlayamıyorsun, dediler.

Utbe: "Vallahi yıldırım çarpmasından başka birşey anlayamadım." dedi."

Beyhakî ile başkaları da bu hadisi, Hakimden nakletmişlerdir. Fa­kat onların naklinde:

"Eğer bize baş olmak istiyorsan sana bayraklarımızı bağlarız. Sağ kaldığın müddetçe başımızda kalırsın." ilavesi vardır. Ayrıca bunda Hz. Peygamber: "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Ad ve Semud'un başına düşen yıldırım gibi, bir yıldırıma karşı uyardım." mealindeki ayet-i keri­meyi okuyunca Utbe, eliyle Hz. Peygamberin ağzını tutup:

- Allah aşkına sus! dedi ve artık Kureyşlüerin yanma gitmeyerek kendi evine dönüp kapandı.

Ebu Cehil de:

- Ey Kureyş topluluğu! Öyle sanıyorum ki Utbe de Muhammed'in dinine girdi. Her halde Muhammedin yemeği hoşuna gitti, bu da kendi­sinin yoksul olmasındandır. Kalkın ona gidelim, dedi ve hep beraber Ut-be'ye gittiler.

Ebu Cehil, Utbe'ye:

- Biz sana Muhammed'in dinine girdiğin ve işini beğendiğin için gel­dik. Eğer senin bir ihtiyacın varsa, seni zengin edecek kadar aramızda mal toplayabiliriz, dedi.

Bunun üzerine Utbe kızdı ve:

- Allah'a yemin ederim ki, bundan böyle Muhammed ile konuşma­yacağım. Bilirsiniz ki ben, Kureyşlilerin çoğundan zenginim. Fakat ben ona gittim ve her şeyi söyledim. O bana öyle birşey ile cevap verdi ki, ne şiir, ne sihir ne de kehanetti. Bana: "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizi

.Ad ve Semud'un başına düşen yıldırım gibi, bir yıldırıma karşı uyardım." şeklinde birşey okudu. "Doğrusu ben korktum ve ağzını tutup Allah aşkına sus! dedim. Zira biliyorsunuz ki, Muhammed birşey söylediği zaman yalan söylemez. Gerçekten başıma azap geleceğinden korktum, dedi." diye bir ziyadelik daha vardır.

Beyhakî, Muhammed b. Ka'b'm şöyle dediğini de rivayet eder: Yu­muşak huylu ve efendi bir kimse olan Utbe b. Rebia, günün birinde Ku­reyş meclisinde oturmakta idi. Rasûlüllah (s.a.v.)'da yalnız başına Mes-cid-i Haram'da bulunmakta imiş. Utbe, meclisindeki adamlara:

- Ey Kureyş topluluğu! Şu adama gidip te bazı tekliflerde buluna­yım mı? Belki tekliflerimin bir kısmını kabul eder de bize sataşmaktan vazgeçer, dedi.

- Olur ya Eba Velid, dediler.

Utbe kalkıp Rasûlullah'm yanına gitti, onunla konuşmaya başladı. Mal, mülk ve diğer şeyleri teklif etti. Ziyad b. Ishak'a göre Utbe dedi ki:

- Ey Kureyş topluluğu! Gidip Muhammed'le konuşayım ve bazı tek­liflerde bulunayım mı? Belki bu tekliflerimin bazısını kabul eder, kendi­sine birşeyler veririz de bize sataşmaktan vazgeçer.

Hz. Hamza'nın Müslüman olduğu ve Rasûlullah'm sahabelerinin günden güne çoğaldığını gördükleri zamanda Kureyşliler böyle konuş­muşlardı. Utbe'nin teklifini kabul ederek:

- Olur ya Eba Velid. Git de onunla konuş, dediler Utbe kalkıp Rasûlullah'm yanma gitti ve ona şöyle dedi:

- Ey kardeşimin oğlu! Sen bizim içimizde ailece en üstünümüzsün. Bizde senin yerin büyüktür. Bununla beraber sen, kavminin başını öyle bir derde soktun M, hiçbir kimse kavmini böyle bir derde sokmamıştır. Topluluğumuzu dağıttın. Akıllarımızı yerdin. Tanrılarımızı kötüledin. Dinimize küfrettin. Maziye kulak ver. Sana bazı tekliflerde bulunaca­ğım. İyi düşün. Belki bunların bir kısmım kabul edebilirsin.

Rasûlüllah (s.a.v.):

- Seni dinliyorum ya Eba Velid, dedi. Utbe:.

- Ey kardeşimin oğlu! Eğer sen bu davanla mal ve servet sahibi ol­mak istiyorsan, ben üzerime alırım. Sana mal toplayıp verir ve seni en zenginimiz yaparız. Eğer şeref ve büyüklük istiyorsan, biz sana öyle bir paye vereceğiz ki, kavmin içinde senden daha şeref sahibi ve büyük bir kimse bulunmayacaktır. Sensiz hiçbir işe karar vermeyeceğiz. Eğer bu davanla hükümdarlık istiyorsan, seni başımıza hükümdar yaparız. Eğer bu cinlerin sana dokunmasından dolayı sende baş gösteren bir has­talık ise ve bu hastalıktan kurtulmaya gücün yetmiyorsa, bütün malla­rımızı seni tedavi etmek yolunda harcamaya hazırız, dedi.

Utbe sözlerini tamamlayınca Rasûlüllah (s.a.v.), ona: "Sözünü tamamladın mı ya Eba Velid?" diye sordu. O da evet, deyince Rasûlullah: "Bana kulak ver." dedi. O da olur, deyince Rasûlullah (s.a.v.) şu ayetleri okumaya başladı:

"Hâ, mîm. Bu, Rahman, Rahim'den indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. "Hz. Peyamber, ayetleri okumaya devam etti. Utbe okunan ayetleri dinleyince iyice an­layabilmek için elini arkasına koyup yaslandı.Nihayet Rasûlullah'da secde ayetine ulaşınca secde etti. Sonra:

- İşittin mi ya Eba Velid? diye sordu. O, evet deyince Rasûlullah:

- İşte sen ve bu ayetler! Var düşün, kararım ver, dedi. Sonra Utbe oradan kalkıp arkadaşlarının yanma gitti. Onun geldiğini görünce bir­birlerine: "Allah'a yemin ederiz ki Ebu Velid (Utbe) gittiği yüzden başka bir yüzle bize dönmektedir." dediler. Utbe gelip yanlarına oturunca:

- Ne haber ey Eba Velid? diye sordular. O da şöyle cevap verdi:

- Allah'a yemin ederim ki, bugüne kadar benzerini işitmediğim bir söz işittim. Allah'a andolsun ki, o söz, ne şiirdir ne de kehanettir. Ey Ku-reyş topluluğu! Bana itaat edin. Adamı da kendi haline bırakın. Ona iliş­meyin. Allah'a andolsun ki, kendisinden duyduğum sözler bir haberdir. Hem de önemli bir haber! Onu, diğer Araplarla başbaşa bırakın. Eğer o, onları yenerse onun üstünlük ve galibiyeti sizin için de üstünlük ve gali­biyet olacaktır. Ve eğer onlar onu yenerlerse hiç birinizin burnu kana­madan onun şerrinden kurtulmuş olursunuz. Ama o üstün gelirse, onun üstün gelmesi sizin üstün gelmeniz demek olacaktır. Ve onun sayesinde insanların en mesudları siz olacaksınız!

Kureyşliler: "Vallahi ey Eba Velid, Muhammed diliyle seni de büyü­lemiş!" dediler. O da şu cevabı verdi:

- Bu sizin görüşünüzdür. Dilediğinizi yapabilirsiniz.

Beyhakî, Ebu Muhammed Abdullah tarikiyle İbn Ömer'in şöyle de­diğini rivayet eder:

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, Utbe b. Rebia'ya: "Hâ, mîm. Bu, Rah­man, Rahim 'den indirilmiştir." ayetini okuyunca Utbe,arkadaşlarının yanma dönerek şöyle demişti:

"Ey kavmim! Bugün bana bu hususta itaat edin. Ama bundan sonra isterseniz isyan edin. Allah'a andolsun ki bu adamdan (Muham­med1 den) öyle bir söz işittim ki daha önce kulaklarım, onun gibi bir söz işitmiş değildir. Ona ne cevap vereceğimi bilemedim."

Bu hadis, bu yönü ile gerçekten gariptir.

Beyhakî, Hakim vasıtasıyla Zührî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Bana anlatıldığına göre Ebu Cehil, Ebu Süfyan ve Ahnes b. Şurayk, Rasûlullah'dan Kur5 ân dinlemek için bir gece evlerinden çıkıp hane-i risaletin yanına gitmişlerdi. O gece Rasûlullah evinde namaz kılmak­taydı. Her biri ondan Kur'ân dinlemek için bir yere yerleşmişti. Ama birbirlerinin orada olduklarından habersiz idiler. Kur'ân dinlemek için ge­ceyi orada geçirdiler. Sabah olup tan yeri âğannca oradan ayrılıp evleri­ne gittiler. Giderken yolda karşılaştılar. Birbirlerini ayıplayarak: "Ar­tık bir daha böyle birşey yapmayalım. Eğer beyinsiz ve cahillerimiz bizi görürlerse, bu hususta kalblerine şüphe düşer." dediler. Sonra da ayrı­lıp evlerine gittiler.

Ertesi gece yine herkes eski yerine, gelip oturdu ve geceyi Rasûlullah'tan Kur'ân dinleyerek geçirdi. Sabahleyin şafakla oradan ayrılıp evlerine giderlerken yolda birbirlerine rastladılar. Yine önceki gece gibi birbirlerini ayıplayarak ayrılıp evlerine gittiler.

Üçüncü gece yine gelip yerlerine oturdular. Ve geceyi Rasûlullah'tan Kur'ân dinleyerek geçirdiler. Sabahleyin fecir doğduğunda oradan ayrı­lıp evlerine giderlerken yolda birbirleriyle karşılaştılar. Ve birbirlerine: "Artık bir birimize buraya tekrar dönmeyeceğimize dair kesin söz ver­medikçe buradan ayrılmayacağız." dediler. Bu hususta birbirlerine ke­sin söz verdikten sonra ayrılıp evlerine gittiler.

Ahnes b. Şurayk bir sabah değneğini eline alarak Ebu Süfyan'ın evi­ne gitti ve ona: "Ey Eba Hanzele! Muhammed1 den duyduğun şeyler hak­kında neler düşündüğünü bana anlat." dedi. Ebu Süfyan, ona: "Ey Eba Salebe! Allah'a yemin olsun ki ondan duyduğum bazı şeylerin manasını anladım. Bazı şeylerin manasını anlayamadım." dedi. Ahnes de: "Valla­hi ben de aynı durumdayım." diye karşılık verdi. Sonra Ebu Süfyan'ın yanından ayrılıp Ebu Cehil'in evine gitti. İçeri girip ona: "Ey Eba Ha­kem! Muhammed1 den duyduğun şeyler hakkında neler düşünüyorsun?" diye sordu.Ebu Cehil de şu cevabı verdi:

"Ne dinlemiş olabilirim ki ondan? Biz Abdumenaf oğulları ile şeref hususunda çekiştik. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar baş­kalarının yükünü kaldırdılar, biz de kaldırdık. Onlar başkalarına bağış­ta bulundular, biz de bulunduk. Öyle ki rahvan atlar gibi diz üstü çöküp yarışa hazır vaziyete geldik. Birbirimize meydan okuduk. Şimdi onlar diyorlar ki, bizde bir peygamber var. Gökten ona vahiy geliyor! Biz buna nasıl ulaşabiliriz? Allah'a yemin ederim ki ben, o peygamberi asla dinle­meyecek ve tasdik etmeyeceğim!"

Bunun üzerine Ahnes b. Şurayk, Ebu Cehü'in yanından kalkıp gitti.

Beyhakî, Muğire b. Şube'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)'ı tanıdığım ilk günde ben ve Ebu Cehil b. Hişam, Mekke sokakla­rının birinde yürümekteydik. Rasûlullah'la karşılaştığımızda, Ebu Ce-nil'e şöyle dedi: "Ey Ebu Cehil, Allah'a ve Rasûlüne gel. Seni Allah'a da­vet ediyorum."

Ebu Cehil, ona şöyle karşılık verdi: 'Ta Muhammed! Sen bizim tan­rılarımıza küfretmekten vazgeçmeyecek misin? Senin daveti tebliğ etti­ğine şahadet etmemizi mi istiyorsun? Senin tebliğ ettiğine şahadet ediyoruz. Ancak Allah'a andolsun ki, söylediğin şeylerin gerçek olduğunu bilseydim sana tâbi olurdum."

Rasûlullah (s.a.v,), oradan geçip gitti. Ebu Cehil dönüp bana şöyle dedi: "Allah'a andolsun ki söylediği şeylerin gerçek olduğunu biliyorum. Ama ona tâbi olmaktan beni engelleyen birşey vardır. Kusayy oğullları dediler ki; "Ka'be'nin perdedarlığı bizdedir."

Biz de, evet, dedik. Sonra onlar; "Hacılara su dağıtma görevi bizde­dir." dediler. Biz de, evet, dedik. Sonra onlar; "Darü'n-Nedve idaresi biz­dedir." dediler. Biz de, evet, dedik. Sonra onlar millete yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Öyleki artık birbirimizle yarışıp birbirimize meydan okumaya başladık. Onlar: "Bizden bir peygamber var." dediler. Vallahi işte ben, bunu kabul etmem.

Beyhakî, Ebu îshak'tan şöyle bir rivayette bulundu: Peygamber (s.a.v.), oturmakta olan Ebu Cehil ile Ebu Süfyan'a uğradı. Ebu Cehil: "Ey Abdu'ş-Şems oğullan, işte peygamberiniz budur." dedi.

Ebu Süfyan da: "Bizden birinin peygamber olmasına şaşıyor mu­sun? Bizden daha aşağı ve kalabalığı bizden daha az olan kabilelerden bile peygamber çıkmıştır." dedi

Ebu Cehil: "Yaşlılar dururken bir gencin peygamber olarak ortaya çıkmasına şaşıyorum!" dedi.

Rasûlullah (s.a.v.)'da onları dinliyordu. Yani arına gelip şöyle dedi: "Sana gelince ey Ebu Süfyan! Sen, Allah ve Rasûlunün rızası için Ebu Cehil'e kızmadın. Aksine sen, aşiretçilik gayretine kapılarak ona kız­dın. Sen ise ey Ebu Cehil! Allah'a yemin ederim ki siz çok az gülecek, çok ağlayacaksınız."

Ebu Cehil: "Ey kardeşim oğlu! Şu peygamberliğin sebebiyle beni ne kötü tehdit ediyorsun!" dedi.

Bu hadis, bu bakımdan mürseldir ve ifadelerinde gariplik vardır. Cenâb-ı Allah, Ebu Cehil ve emsallerinin söylediklerini şu ayette haber vermiştir:

"Seni gördükleri zaman, mutlaka seni eğlence konusu yapıyorlar: "Allah bunu mu elçi göndermiş? Eğer biz tanrılarımıza tapmakta İsrar etmeseydik, neredeyse bizi tanrılarımızdan saptıracaktı." (diyorlar). Azabı gördükleri zaman kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir."

(el-Furkân, 41-42.)

İmam Ahmed b. Hanbel, Hüseym tarikiyle İbn Abbas'm şöyle dedi­ğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), Mekke'de gizlenmekte iken şu ayet nazil oldu:

"Namazında pek bağırma, pek de (sesini) gizleme, bu ikisinin ara­sında bir yol tut." (ei-Isrâ, ııo.)

Rasûlullah (s.a.v.), ashabına namaz kıldırırken yüksek sesle Kur'ân okurdu. Müşrikler onu işitince, Kur'ân'a, Kur'ân'ı indirene ve getirene küfretmeye başladılar. Bunun üzerine yüce Allahjpeygamberine: "Namazında pek bağırma." dedi. Yani namazda Kur'ân okurken yüksek sesle okuma ki müşrikler duymasın ve Kur'ân'a küfretmesinler. "Pek de (sesini) gizleme." Sesini, ashabına duymayacak şekilde alçaltına. Kur'ân'ı çok gizlice okuma. Senden duyabilecekleri kadar seslice oku: "Bu ikisinin arasında bir yol tut."

Buharî ve Müslim, bunu bu şekilde Ebu Bişr Cafer b. Ebi Hayye'den rivayet etmişlerdir.

Muhammed b. îshak, Davud b. Husayn tarikiyle İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), namaz kıldırırken Kur'ân'ı yüksek sesle okuyunca etrafından dağıldılar ve onu dinlemek istemedi­ler. Çünkü bir adam Rasûlullah'm namaz kılarken okuduğu ayetleri dinlemek istediği takdirde, müşriklerin korkusundan açıkça onu dinle­meye cesaret edemezdi. Onu dinlerken gördüklerini anlarsa kendisine eziyet edecekleri korkusuyla dinlemeden çekip giderdi. Ama Rasûlullah sessizce okuduğu takdirde onu dinlemek isteyenler, okunan ayetleri işitemezlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, şu ayeti inzal buyurdu: "Namazında pek bağırma (yoksa senin yanından dağılıp giderler.) Pek de(sesini) gizleme. (O zaman dinlemek isteyen kimse okuduğun ayetleri işitemez. Biraz seslice oku, belki o, duyduğu ayetlerin bir kısmına riayet edip yararlanır.) Bu ikisinin arasında bir yol tut."[9]

 

Habeşistan'a Giden Sahabelerin Hicreti

 

Müşriklerin, güçsüz mü'minlere yaptıkları eziyetler, şiddetli da­yaklar ve ağır tahkirler gibi muamelelerle ilgili açıklamalar, daha önce­ki sayfalarda verilmişti. Onur ve üstünlük sahibi yüce Allah, Rasûlünü amcası Ebu Talib vasıtasıyla müşriklerin eziyetlerine karşı korumuştu. Bununla ilgili açıklama da daha önce verilmişti. Hamd ve minnet Al­lah'adır.

Vakidî, sahabelerin Habeşistan'a bisetin beşinci senesinin receb ayında hicret ettiklerini ve bu Muhacir sahabelerin ilk kafilesinde onbir erkek ve dört kadın bulunduğunu rivayet eder. Bunlar, kimi yaya, kimi süvari olarak deniz kıyısına varmış, orada yarım dinara bir gemi kirala­yarak Habeşistan'a gitmişlerdi. Bu Muhacirlerin adları şöyledir: Os­man b, Affan, karısı Hz. Peygamber'in kızı Rukiyye, Ebu Huzeyfe b. Ut-be ve karısı Sehle binti Süheyl, Zübeyr b. Avvam, Mus'ab b. Umeyr, Ab-durrahman b. Avf, Ebu Seleme b. Abdilesed ve karısı Ümmü Seleme bin­ti Ebi Ümeyye, Osman b. Maz'un, Amir b. Rebia el-Anzî ve karısı Leyla binti Ebi Hasme, Ebu Sabre b. Ebi Rühm, Hatib b. Amr, Süheyl b. Beyda ve Abdullah b. Mesud, Allah tamamından razı olsun.

İbn Cerir dedi ki: Diğerleri şöyle dediler: Habeşistan'a hicret eden sahabeler -kadınları ve çocukları ayrı olmak üzere- seksen iki kişiydiler. Yalnız Ammar b. Yasir'in, aralarında olup olmadığı hususunda şüphe etmekteyiz. Eğer aralarında idiyse bu durumda erkeklerin sayısı sek­sen üç olur.

Muhammed b. İshak dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.), Allah katındaki mertebesi ve amcası Ebu Talib'in kendisine olan desteği sayesinde ra­hat ve afiyet içinde iken, sahabelerinin eziyet gördüklerini, belaya uğra­dıklarını ve kendisinin de onları o bela ve eziyetlerden kurtarmaya güç yetiremediğini görünce onlara şöyle dedi: «Habeşistan'a hicret etseniz daha iyi olacak. Çünkü orada yanındaki kimselerden hiç birine haksız­lık edilmeyen bir hükümdar vardır. Orası, doğruluk diyarıdır. Oraya gi­din. Allah size içinde bulunduğunuz sıkıntıdan kurtuluş yolu yaratınca-ya kadar bekleyin.»

Bunun üzerine Rasûlullah'm ashabından bazı Müslümanlar, din­lerinde fitneye düşmek korkusuyla Habeşistan'a hicret ettiler. Bu, İslâm tarihindeki ilk hicret oldu. Oraya hicret eden ilk Müslümanlar, Osman b. Affan ile zevcesi peygamber kızı Rukiyye idi. Beyhakî de Kata-de'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Allah yolunda ailesiyle ilk hicret eden kişi, Osman b. Affan (r.a.)'dtr."

Nadr b. Enes'in, Ebu Hamza'ya yani Enes b. Malik'e şöyle dediğini işittim: Osman b. Affan, zevcesi Peygamber'in kızı Rukiyye ile birlikte Habeşistan'a hicret etmek üzere yola koyuldu. Rasûlullah'a oraya var­dıklarına dair haber geç geldi. Nihayet Kureyşlilerden bir kadın gelip şöyle dedi: "Ya Muhammed! Damadını karısıyla birlikte gördüm." Pey­gamber (s.a.v.): «Onları nasıl bir durumda gördün?» diye sorunca kadın: «Karısını şu yavaş yürüyen merkeplerden birine bindirmiş, kendisini de merkebi yederken gördüm.» dedi.

Peygamber (s.a.v.): «Allah, onlarla beraber olsun. Osman, Lut Pey­gamberden sonra karısıyla hicret eden ilk kişi olmuştur.» dedi.

İbn İshak dedi ki: Ebu Huzeyfe b. Utbe, zevcesi Sehle binti Süheyl b. Amr (Bunların Habeşistan'da Muhammed b. Ebi Huzeyfe adında bir oğulları dünyaya geldi.), Zübeyr b. Avvam, Mus'ab b. Umeyr, Abdurrah-man b. Avf, Ebu Seleme b. Abdil Esed, zevcesi Ümmü Seleme binti Ebi Ümeyye b. Mugire (Bunların Habeşistan'da Zeynep adında kızları dün­yaya geldi.), Osman b. Maz'un, Amir b. Rebia (Bu, Hattab oğulları aşire­tinin müttefiki olup Beni Anz b. Vail kabilesindendir.), zevcesi Leyla binti Ebi Hasme, Ebu Sabre b. Ebi Rühm el-Amirî, zevcesi Ümmü Kül-süm binti Süheyl b. Amr (Buna Ebi Hatib b. Amr b. Abdişems b. Abdi Vüdd b. Nasr b. Malik b. Hisil b. Amr da denir. Söylendiğine göre Habeşistan'a giden ilk Muhacir budur.), Süheyl b. Beyda. Bana ulaşan rivayetlere göre bu on kişi, Habeşistan'a giden ilk Müslümanlardır.

İbn Hişam dedi ki: Bazı ilim ehlinin anlattığına göre Osman b. Maz'un, bunların kafile başkanı idi.

İbn İshak dedi ki: Daha sonra zevcesi Esma binti Umeys ile birlikte Cafer b. Ebu Talib de Habeş yolculuğuna çıktı. Habeşistan'da bunların Abdullah b. Cafer adında bir oğulları dünyaya geldi. Bunların peşi sıra bazı Müslümanlar daha oraya hicret ettiler. Böylece Habeşistan'da bir Müslüman topluluğu teşkil ettiler.

Musa b. Ukbe'nin ileri sürdüğüne göre Habeşistan'a yapılan ilk hic­ret, Ebu Talib ve müttefiklerinin Rasûlullah'la birlikte Şib-i Ebi Talib'te muhasara altına alındıkları zamanda olmuştur. Ancak bu hususta ihti­laf vardır. Doğrusunu Allah bilir.

Yine Musa b. Ukbe'ye göre Cafer b. Ebu Talib, ikinci hicrette Habe­şistan'a gitmiştir. Bu da oradaki bazı Müslümanların, müşriklerin islâm'a girip namaz kıldıklarına dair bir haber almaları üzerine Mek­ke'ye geri dönmelerinden sonra vuku bulmuştur. Müşriklerin İslâm'a girip namaz kıldıklarına dair söylentiyi duyan bazı Habeşistan Muhacirleri, Mekke'ye geri döndüklerinde -ki aralarında Osman b. Maz*un da vardı- bu haberin gerçek olmadığını görmüşlerdir. Bunun üzerine bir kısmı Habeşistan'a geri dönmüş, bir kısmı da Mekke'de kalmıştı. Ama diğer bazı Müslümanlar, bu defa Habeşistan'a hicret etmişlerdir ki bu da ileride açıklanacağı gibi ikinci hicreti teşkil edecektir.

Musa b. Ukbe'ye göre ikinci hicrete gidenler arasında Cafer b. Ebu Talib de vardı. İbn îshak'a göre ise Cafer b. Ebu Talib'in ilk kafilede Ha­beşistan'a hicret etmiş olması, ileride de açıklanacağı gibi kuvvetli olan görüştür. Doğrusunu Allah bilir. Ama o, ikinci defa Habeşistan'a hicret eden kafileyle birlikte ilk olarak hicrete çıkmıştır. Başlarına geçmiş ve Necaşi'nin makamında onların sözcülüğünü yapmıştır. Nitekim ileride bu konuyu detaylı bir şekilde anlatacağız.

İbn îshak, Cafer (r.a.) ile birlikte Habeşistan'a giden Muhacir saha­belerin adlarını şöyle sıralamıştır: Amr b. Said b. As, zevcesi Fatuna bin-ti Safvan b. Ümeyye b. Muharriş b. Şıkk el Kananı, Halid b. Said b. As, zevcesi Ümeyne binti Halef b. Es'ad el-Huzaî (Bunların Habeşistan'da Said adında bir oğulları dünyaya geldi.) ve Habeşistan hicretinden son­ra Zübeyr'in kendisiyle evlenip Ömer ve Halid adında iki çocuk dünyaya getiren bir cariye.

Bu sıralamada şu sahabelerin adlarına da yer verilmiştir: Abdul­lah b. Cahş b. Ri'ab, kardeşi Ubeydullah, zevcesi Ümmü Habibe binti Ebi Süfyan, Beni Esed b. Hüzeyme kabilesinden Kays b. Abdullah, zev­cesi Bereke binti Yesar (Bu da Ebu Süfyan'ın azadhlanndan idi.), Muay-kib b. Ebi Fatıma (Bu da Said b. As'ın azadlılarındandı. îbn Hişam, bu­nun Devs kabilesinden olduğunu söylemiştir.), Ebu Musa (el- Eş'arî), Abdullah b. Kays (Bu da Utbe b. Rebia aşiretinin müttefiki idi.) Utbe b. Gazvan, Yezid b. Zam'a b. Esved, Amr b. Ümeyye b. Haris b. Esed, Tü-leyb b. Ümeyr b. Vehb b. Ebi Kesir b. Abd, Süveybit b. Sa'd b. Hüreymele, Cehm b. Kays el-Abdevî, zevcesi Ümmü Hermele binti Abdilesved b. Hu-zeyme, oğulları Amr b. Cehm ile Huzeyme b. Cehm, Ebu'r-Rum b. Umeyr b. Haşini b. Abdumenaf b. Abdiddar, Firas b. Nadr b. Haris b. Kelde, Amir b. Ebi Vakkas (Sa'd'm kardeşi), Muttalip b. Ezher b. Abdi Avf ez-Zührî, zevcesi Remle binti Ebi Avf b. Dübeyre (Bunun Habeşis­tan'da Abdullah adında bir oğlu dünyaya geldi.), Abdullah b. Mes'ud, kardeşi Utbe, Mikdat b. Esved, Haris b. Halid b. Sahr et-Teymî, zevcesi Reyta binti Haris b. Cübeyle (Bunun Habeşistan'da Musa, Aişe, Zeynep ve Fatıma adında dört çocuğu dünyaya geldi.), Amr b. Osman b. Amr b. Ka'b b. Sa'd b. Teym b. Mürre, Şemmas b. Osman b. Şerid el-Mahzumî (Çok yakışıklı olduğu için kendisine Şemmas adı verilmiştir. Asıl adı Osman b. Osman'dır.), Habbar b. Süfyan b. Abdi Esed el-Mahzumî, kar-, deşi Abdullah, Hişam b. Ebi Hüzeyfe b. Muğire b. Abdullah b. Amr b. Mahzum, Seleme b. Hişam b. Muğire, Ayyaş b. Ebi Rebia b. Muğire, Muattip b. Avf b. Amir (Buna Eyhame denirdi. Mahzumoğullarının müttefıklerindendi.), Osman b. Maz'un'un kardeşleri Kudame ile Ab­dullah, Saib b. Osman b. Maz'un, Hatib b. Haris b. Mamer, zevcesi Fatıma binti Mücellil, oğulları Muhammed ile Haris, kardeşi Hattab, zevcesi Fükayha binti Yesar, Süfyan b. Ma'mer b. Habib, zevcesi Hase-ne oğullan Cabir ile Cünade, başka erkekten doğma Şurahbil b. Abdul­lah adındaki oğlu (Bu da Gavs b. Müzahir b. Teym kabilesinden biri olup kendisine Şurahbil b. Hasene denirdi.), Osman b. Rebia b, Ehban b. Vehb b. Huzafe b. Cümah, Huneys b. Huzafe b. Kays b. Adiyy, Abdullah b. Haris b. Kays b. Adiyy b. Said b. Sehtn, Hişam b. As b. Vail b. Said, Kays b. Huzafe b. Kays b. Adiyy, kardeşi Abdullah, Ebu Kays b. Haris b. Kays b. Adiyy, kardeşleri; Haris, Ma'mer, Saib, Bişr ve Said (Bunlar Ha-ris'in oğullarıdır.), Said b. Kays b. Adiyy'in ana bir kardeşi olan Said b. Amr et-Temimî, Ümeyr b. Riab b. Hüzeyfe b. Müheşşim b. Said b. Sehm, Beni Sehra kabilesinin müttefiklerinden Mahmiye b. Cez' ez-Zübeydî ile Ma'mer b. Abdullah el-Adevî, Urve b. Abdiluzza, Adiyy b. Nadle b. Abdil-uzza, oğlu Numan, Abdullah b. Mahreme el-Amirî, Abdullah b. Süheyl b. Amr, Salit b. Amr, kardeşi Sekran, zevcesi Şevde binti Zem'a, Malik b. Rebia, zevcesi Amre binti's-Sa'di, Ebu Hatip b. Amr el-Amirî, müttefik­leri Sa'd b. Havle (Bu Yemenlidir.), Ebu Ubeyde Amr b. Abdullah b. Cer­rah el-Fihrî, Süheyl b. Beyda (Bu kadın, Ebu Ubeyde'nin annesi olup asıl adı Da'd binti Cahdem b. Ümeyye b. Zarip b. Haris b. Fihr'dir. Onun adı da Süheyl b. Vehb b. Rebia b. Hüal (b. Üheyb) b. Dabbe'dir.), Amr b. Ebi Şerh b. Rebia b. Hüal (b. Üheyb) b. Malik b. Dabbe b. Haris, îya'd b. Zü-heyr b. Ebi Şeddad b. Rebia b. Hilal b. Malik b. Dabbe, Amr b. Haris b. Züheyr b. Ebi Şeddad b. Rebia, Osman b. Abdi Ganem b. Züheyr (Bunla­rın ikisi kardeştirler.), Said b. Abd-i Kays b. Lakit, kardeşi Haris (Bun­lar da Fihrî'dirler).

İbn îshak dedi ki: Ammar b. Yasir'i de aralarına katarsak -M onun aralarında bulunduğu hususunda şüphe vardır- Habeşistan'a hicret eden Müslüman erkekler, birlikte götürdükleri veya orada doğan çocuk­ları dışında seksenüç kişi idiler.

İbn İshak'm, Mekke'den Habeşistan'a hicret eden Muhacir Müslümanlar arasında Ebu Musa el-Eş'arî'yi de zikretmesinin garip ve tuhaf olduğunu söyleyebilirim!

İmam Ahmed b. Hanbel, Hasan b. Musa tarikiyle İbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), bizi Necaşi'ye gönderdi. Seksen kişi kadardık. Aramızda Abdullah b. Mesud, Cafer, Abdullah b. Erfata, Osman b. Maz'un ve Ebu Musa da vardı. Bu heyet, Necaşi'nin yanına vardı. Öte yandan Kureyşliler, Amr b. As ile Umare b. Velid'i de hediyelerle birlikte Necaşi'nin yanma göndermişlerdi. Bunlar, Necaşi'nin huzuruna girdiklerinde ona secde ettiler. Sonra sağında ve solunda yer alarak söze başladılar:

- Ey hükümdar! Bizim amca oğullarımızdan bir grup senin diyarı­na geldi. Bizden ve dinimizden yüz çevirdiler.

- Onlar nerededirler?

- Senin diyarındadııiar. Haber gönder, yanına getirt.

Necaşi, onlara haber göndererek makamına getirtti. Cafer, arka­daşlarına: «Bugün sizin sözcünüz ben olacağım.» dedi. Arkadaşları da ona uydular. Necaşi'nin makamına girdiklerinde Cafer selam verdi, ama secde etmedi. Necaşi ona sordu:

- Sana ne olmuş ki hükümdara secde etmiyorsun?

- Biz sadece yüce Allah'a secde ederiz!

-Niçin?

- Çünkü Allah, bize bir peygamber gönderdi. Sonra o peygamber, Allah'tan başka hiç kimseye secde etmememizi, namaz kılmamızı, ze­kat vermemizi bize emretti.

Amr b. As, hükümdara hitaben: "Bunlar Meryem oğlu İsa hakkında senin düşüncene aykırı bir düşünceye sahiptirler." dedi. Hükümdar Necaşi de dönüp Cafer b. Ebu Talib'e sordu:

- Meryem oğlu İsa ile annesi hakkında ne dersiniz?

- Allah'ın buyurduğu gibi deriz: îsa, Allah'ın kelimesi ve ruhudur ki onu iffetli ve bakire Meryem'e bırakmıştır. Meryem'e bir beşer eli değ­memiştir. İsa'dan önce de çocuğu olmamıştır.

Necaşi yerden bir çubuk kaldırdı, sonra şöyle dedi: «Ey Habeş top­luluğu, Ey keşiş ve rahipler! Allah'a yemin ederim ki bunlarla bizim söy­lediklerimiz arasında sadece şu çubuk kadar bir fark vardır.» Bundan sonra Necaşi, Müslüman heyete dönerek şöyle dedi: «Size ve yanından kalkıp geldiğiniz adama (Muhammed'e) merhaba! Şahadet ederim ki o Allah'ın Rasûlüdür. Ve O, İncil'de bulduğumuz zattır. O, Meryem oğlu İsa'nın müjdelediği peygamberdir. Siz, dilediğiniz yerde kalabilirsiniz.Allah'a andolsun ki ben bu hükümdarlık makamında bulunmasaydım, onun yanına gelir, ayakkabılarını taşırdım!» Böyle dedikten sonra ya­nındaki adamlara, Kureyş'in gönderdiği hediyeleri tekrar o iki elçiye ia­de etmelerini emretti. Bundan sonra Abdullah b. Mesud, acele ile Habe­şistan'dan dönüp Bedir savaşma katıldı. Rivayete göre Peygamber (s.a.v,), ölüm haberini aldığında Necaşi için istiğfarda bulunmuştur.

Bu sağlam ve kuvvetli bir sened olup güzel ifadeleri içermektedir. Bu rivayete göre Mekke'den Habeşistan'a hicret eden ashab arasında Ebu Musa da vardır. Her ne kadar bazı rivayetçiler tarafından adı zikre-dilmemişse de bu rivayetten böyle anlaşılmaktadır. Doğrusunu Allah

bilir.

Hafız Ebu Nuaynı, "Delail" adlı eserde Ebu Musa'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: « Rasûlullah (s.a.v.), Cafer b. Ebu Talib'le birlikte Necaşi'nin diyarına gitmemizi bize emretti. Kureyşliler bunu haber alınca Amr b. As ile Umare b. Velid'i topladıkları hediyelerle birlikte Necaşi1 ye elçi olarak gönderdiler. Bunlar, Necaşi'nin yanma hediyele-riyle birlikte geldiler. Necaşi, hediyelerini kabul etti ve bu iki elçi Onun huzurunda secdeye kapandılar. Sonra Amr b. As, söze başladı:

-  Bizim diyarımızdan bazı adamlar dinimizden yüz çevirip sana geldiler ve onlar şu anda senin diyarındadırlar. Bunun üzerine Necaşi:

- Ülkemde mi?

-Evet.

Necaşi, bize haber gönderip yanına gitmemizi istedi. Cafer, bize şöyle dedi: "Hiç biriniz konuşmayın. Bugün sizin sözcünüz benim." Ni­hayet Necaşi'nin huzuruna vardık. O, meclisinde oturmakta idi. Amr b. As sağında, Umare b. Velid de solunda bulunmaktaydı. Çok sayıda keşiş huzurunda bulunuyorlardı. Biz huzura varmadan Önce Amr ile Umare, Necaşi'ye secde etmeyeceğimizi kendisine söylemişlerdi. Huzura girer girmez oradaki keşiş ve ruhbanlardan bir kısmı, aceleyle bize gelip: "Hükümdara secde edin." dediler. Cafer de: "Biz, Allah'tan başkasına secde etmeyiz." dedi.

Necaşi1 nin yanına vardığımızda bize sordu:

- Secde etmenize engel olan nedir?

- Allah'tan başkasına secde etmeyiz!

- O da ne?

- Çünkü Allah, bize bir peygamber gönderdi. Meryem oğlu îsa, onun kendisinden sonra geleceğim, adının Ahmed olacağım müjdele­miştir. Peygamberimiz, bize Allah'tan başkasına ibadet etmememizi, O'na hiç birşeyi ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, zekat vermemi­zi emretmiştir. Bize iyiliği emretmiş, kötülükten de men etmiştir.

Necaşi, sözcü Cafer'in sözlerinden hoşlandı. Amr b. As, bu durumu görünce şöyle dedi: "Allah hükümdarımızı ıslah etsin. Onlar, Meryem oğlu îsa hakkında senin düşüncene aykırı bir düşünceye sahiptirler."

Necaşi, Cafer'e sordu:

- Arkadaşınız (Muhammed), Meryem oğlu hakkında ne diyor?

- O'nun hakkında Allah'ın buyurduğunu söylüyor: O, Allah'ın ruhu ve kelimesidir. Onu, daha önce kendisine bir beşerin temas etmediği, hiçbir çocuk doğurmamış olan iffetli ve bakire Meryem'den çıkarıp dün­yaya getirmiştir.

Bu sözler üzerine Necaşi, yerden bir çubuk parçası kaldırarak şöyle

dedi:

- Ey keşiş ve rahipler topluluğu! Bunlar, bizim Meryem oğlu İsa hakkında söylediğimiz sözlerden farklı birşey söylemiyorlar. Onlarla bizim söylediklerimiz arasında bu çubuk ağırlığınca bir fark yoktur. (Sözün burasında Necaşi, Müslüman heyete yönelerek şöyle dedi:)

- Size ve yanından gelmiş olduğunuz kişiye (Muhammed'e) merha­ba! Ben, onun Allah Rasûlü olduğuna ve İsa'nın müjdelediği peygamber olduğuna şahadet ederim. Ben, bu hükümdarlık makamında olmasay­dım, onun yanma gelir, ayakkabılarını öperdim. Benim ülkemde diledi­ğiniz kadar kalabilirsiniz.

Böyle dedikten sonra Müslüman heyete yemek yedirilmesini, elbi­se giydirilmesini, Kureyş elçilerinin ise hediyelerinin geri verilmesini buyurdu.

Amr b. As, kısa boylu bir adamdı. Ummare ise yakışıklı bir kimse idi.İkisi birlikte denize yöneldiler. Su içtiler. Yanlarında Amr'm karısı da vardı. Su içerlerken Ummare, Amr'a: "Karına söyle, beni öpsün." de­di. Amr da: "Utanmıyor musun?" diye çıkıştı. Umare, Amr'ı yakalayıp denize attı. Amr da "Allah aşkına beni kurtar." diye yalvardı. Nihayet Umare onu alıp gemiye bindirdi. Bu yüzden Amr, ona kin gütmeye başlamıştı. Amr, Necaşi'ye şöyle demişti; "Sen memleketinden dışarı çıktığında Ummare, senin karının yanına gidiyor." Necaşi de Umare'yi çağırıp hadım ettirdi. O da mecnun gibi çöllere düştü.

Yezid b. Abdullah b. Ebi Bürde'den, o da dedesi Ebu Bürde'den, o da Ebu Musa'dan sahih bir rivayetle naklettiler ki, kendileri Yemen'de iken Rasûlullah (s.a.v.)'ın peygamber olarak ortaya çıktığını haber aldı­lar. Elli küsur kadar adam bir gemiye binerek Rasûlullah'ın yanma git­mek üzere Muhacir olarak yola çıktılar. Gemi ile Habeşistan'a gittiler. Orada Cafer b. Ebu Talih ve arkadaşlarıyla karşılaştılar. Cafer onlara, yanlarında ikamet etmelerini söyledi. Onlar da Cafer'in yanında Habe­şistan'da ikamete başladılar. Nihayet Hayber savaşı esnasında birlikte Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma geldiler. Ebu Musa, Cafer b. Ebu Talib ile Necaşi arasında cereyan eden konuşmaya şahid olmuş ve bunu başkala­rına anlatmıştı.

Habeşistan'a hicret babında Buharı de Muhammed b. A'la tarikiyle Ebu Musa'nın şöyle dediğini rivayet eder: Biz Yemen'de iken Peygamber (s.a.v.)'în zuhur ettiği haberini aldık. Bir gemi ile Habeşistan'a gittik.. Orada Ebu Talib oğlu Cafer ile karşılaştık. Medine'ye gelinceye kadar onun yanında ikamet ettik. Onunla birlikte Hayber fethi esnasında Pey­gamber (s.a.v.)'in yanma geldik. Peygamber (s.a.v.), bize: «Ey gemi hal­kı, sizin için iki hicret (sevabı) vardır.» dedi.

İbn Asakir, kendi tarihinde Cafer b. Ebu Talib ile Necaşi arasında geçen hadiseleri, aralarındaki konuşmaları ve Cafer b. Ebu Talib'in tercüme-i halinden bahseder. Bunu bizzat Cafer'in rivayeti ve Amr b. As'm anlatımı ile nakleder. Cafer'in bu konudaki rivayeti gerçekten kayda değer kıymetli bir rivayettir. Bunu îbn Asakir, Ebu'l-Kasım Se-merkandî tarikiyle Ebu'l-Kasım b. Beğavî'den nakletmiştir. Ebu'l-Kasım b. Beğavî, Abdullah b. Cafer'in babası Cafer'in şöyle dediğini rivayet eder:

«- Kureyşliler Amr b. As ve Ummare b. Velid'i, Ebu Süfyan'ın verdi­ği hediyelerle Necaşi'ye gönderdiler. Biz yanında iken bunlar, Necaşi'iin yanma gelip ona şöyle dediler:

- Bizim ayak takımı ve beyinsizlerimizden bazı kimseler, senin ya­nına gelmişler. Onları bize teslim et.

- Hayır, onları dinlemedikçe size teslim etmem.

(Necaşi haber göndererek bizi huzuruna çağırttı. Yanına gittiği­mizde bize şöyle sordu):

- Bunlar ne diyorlar?

- Bunlar, putlara tapan bir kavimdir. Allah, bize bir peygamber gönderdi. Biz de ona iman ettik ve onu tasdik ettik.

Bunun üzerine Necaşi, Kureyş heyetine dönerek şöyle sordu:

- Bunlar sizin köleleriniz midir?

- Hayır.

- Sizin bunlardan alacağınız var mıdır?

- Hayır.

- Öyleyse bunların yolundan çıkın.

(Böyle konuştuktan sonra Necaşi'nin huzurundan çıkıp gittik. Biz­den sonra Amr b. As, ona şöyle demiş):

- Bunlar, Hz. İsa hakkında senin düşündüğünden farklı düşünü­yorlar.

- Eğer onlar, İsa peygamber hakkında benim söylediğim sözlerden başka şeyler söylüyorlarsa,onları memleketimde bir an dahi bırakmam!

(Bunun üzerine Necaşi, bize tekrar haber gönderdi. Bu ikinci çağrı­sı birincisine nisbetle daha sert idi. Bize şöyle dedi:)

- Adamınız (Muhammed), Meryem oğlu İsa hakkında ne diyor?

- Onun Allah'ın ruhu, iffetli ve bakire Meryem'e bıraktığı kelimesi olduğunu söylüyor.

- Bana falan keşişi ve falan rahibi çağırın! (Çağırttığı keşiş ve ra­hipler yanma geldiler. Onlara sordu);

- Meryem oğlu İsa hakkında ne diyorsunuz?

- Sen, bizden daha bilgilisin. Sen ne diyorsun? O da yerden bir çöp kaldırarak:

- Bunların İsa hakkında dedikleri, bizim onun hakkındaki inancı­mızdan bu çöp kadar aykırı değildir, dedi ve sonra-bize dönüp:

- Size herhangi bir kimse bir eziyet ediyor mu?

- Evet.

- Kim bunlara dokunursa, ceza olarak ondan dört dirhem alınacak­tır, diye tellal çağırttı. Bize:

- Bu ceza yeterli mi? diye sordu.

- Hayır, dedik.

Bunun üzerine cezayı bir kat daha artırdı.»

Cafer (r.a.) Habeşistan dönüşü ile ilgili olarak diyor ki:

«Rasûlullah (s.a.v.), Medine'ye hicret edip güç kazanınca Necaşi'ye:

- Peygamberimiz Medine'ye hicret etmiş ve güç kazanmıştır. Bize baskı ve eza yaptıklarını söylediğimiz kimselerde Ölmüşlerdir. Artık Peygamberimiz'in yanma dönmemize müsaade et, dedik.

O da bize:

- Peki, dedi. Azık ve binekler vererek bizi yolcu etti. Bana da:

- Size yaptığım hizmeti Rasûlullah'a anlat. Bu da benim adamım­dır, sizinle beraber gönderiyorum. Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve sizin adamınız da Allah'ın peygamberidir. Ona söyle, bana Allah'tan mağfiret dilesin, dedi.

Bundan sonra biz yola çıkıp Medine'ye geldik. Peygamber, beni kar­şılayıp kucakladı ve:

- Bilmiyorum, Hayber'in fethine mi yoksa Cafer'in gelmesine mi sevinelim, dedi.

Çünkü o sırada Hayber fethedilmişti. Peygamber oturduktan son­ra Necaşi'nin bizimle beraber gönderdiği adam ona:

- Bu, amcan oğlu Cafer'dir. Ona hükümdarımızın kendisine yaptığı hizmeti sor, dedi.

Ben de:

- Evet vallahi, bize şöyle yaptı, böyle yaptı ve yolcu ederken bize bi­nek ve azık verdi. Ayrıca Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve senin de Allah'ın Rasûlü olduğuna şahadet getirdi. Bana da: «Adamına söyle, bana Allah'tan mağfiret dilesin.» dedi, dedim.

Bunun üzerine Peygamber kalkıp abdest aldı. Sonra üç defa:

- Allah'ım, Necaşi'ye mağfiret eyle, dedi. Orada hazır bulunan Müslümanlar da amin, dediler. Ben de Necaşi'nin elçisine:

- İşte gördün. Habeşistan'a döndüğün zaman bunları Necaşi'ye an­lat, dedim.»

Sonra îbn Asakir, bunun hasen ve garip bir rivayet olduğunu söy­ler.

Yunus b. Bükeyr, Ümmü Seleme'nin bu konuyla ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder:

« Rasûlullah (s.a.v.)'a amcası Ebu Talib ile yakınları sayesinde kim­se dokunamıyordu. Onun ashabı ise, Kureyşlilerin elinden türlü eza ve işkenceler görüyor, dinlerim bırakmaya zorlanıyorlardı. Hz. Peygam­ber de onlara sahip çıkamadığı için, Mekke onlara dar geldi. Bunun için onlara:

«Habeşistan'da bir kral vardır. Onun yanında hiç kimseye zulme-dilmez. Cenâb-ı Allah size bir çare ve kurtuluş yolu açmcaya kadar oraya gidiniz.» dedi.

Bunun üzerine biz, akın alan Habeşistan'a gittik. Orada dinimizi serbestçe yaşayıp hiç kimsenin zulmünden korkmayan ve ev sahibi ta­rafından iyice ağırlanan bir cemaat olduk. Bunu gören Kureyşliler, bizi çekemediler. Toplanıp, bizi yurdundan kovması ve tekrar kendilerine iade etmesi için Amr b. As ile Abdullah b. Ebi Rfibia'yı» Necaşi'ye elçi ola­rak göndermeyi kararlaştırdılar. Kureyşliler, ayrıca Neçaşi, patrikler ve kumandanlarının her birine hediyeler hazırlayıp Amr b. As ile Abdul­lah b. Ebi Rebia'ya şu tenbihatta bulundular:

"Habeşistan'a gittiğinizde herkesin hediyesini kendisine verdikten sonra, kendilerinden kralın yanında size yardımcı olmalarını isteyin. Kralın hediyelerini de verdikten sonra teklifinizi yapın. Öyle yapın ki, kral onları konuşturmadan size teslim etsin."

Amr b. As ile Abdullah b. Ebi Rebia, Habeşistan'a vardıklarında, hediyesini vermedik hiç bir patrik ve komutan bırakmadılar. Onlara:

"Şu beyinsizlerimiz için krala gelmiş bulunuyoruz. Kavim ve akra­balarının dinlerini bıraktıkları gibi sizin dininize de girmemişler. Akrabaları onları geri göndersin, diye bizi krala gönderdiler. Onun için, bu hususta kralla konuştuğumuz zaman bize yardımcı olun." dediler.

Patrikler ile komutanlar, bunu kabul ettiler, Kureyş heyeti daha sonra kralın yanına gidip hediyelerim takdim ettiler. Krala Mekke'den hediye olarak getirdikleri şeyler içinde onun en çok hoşuna gideni, ta­baklanmış hayvan derileri idi.

Musa b. Ukbe'ye göre ona, bir at ve ipek cübbe hediye ettiler. Onlar krala şöyle dediler:

- Ey kral! Bizden bir takım beyinsiz gençler, atalarının dinini ter-kettiler, senin dinine de girmeyip bilmediğimiz uydurma bir dini ortaya çıkardılar. Biz, bunu kabul etmediğimiz için şimdi gelip senin yurduna sığındılar. Onların kavim ve aşiretleri, babaları ve amcaları, kendilerini teslim edesin, diye bizi sana elçi olarak gönderdiler. Çünkü onlar, bunla­rın nasıl insanlar olduğunu daha iyi bilirler. Senin dinine de girmiş de­ğiller ki onları himaye edesin.

Bunun üzerine kral öfkelenip şöyle dedi:

- Hayır, Allah'ın hayatına yemin ederim ki, onları çağırıp konuş-turmadıkça ve neyin nesi olduklarım öğrenmedikçe hiç birşey yapmam. Çünkü bunlar, benim yurduma gelmiş ve bu kadar hükümdarlar varken bana güvenip sığınmışlardır. Onları çağırıp kendileri ile konuşacağım. Eğer gerçekten sizin dediğiniz gibi kimseler iseler, onları geri göndere­ceğim. Eğer öyle değillerse onları geri göndermek şöyle dursun, bütün gücümle destekleyeceğim. Baba ve amcalarının gözlerini aydın kılma-yacağım"(sevindirmeyeceğim)!

Musa b. Ukbe'ye göre, Necaşî'nin komutanları, bu Müslümanları,

Kureyşlilere geri vermesi için teklifte bulunmuşlardı. Ancak o: «Hayır, Allah'a andolsun ki onların konuşmalarını dinlemedikçe ve onların hangi durumda olduklarını anlamadıkça geri vermeyeceğim!» demişti. Ashab-ı kiram, Necaşi'nin yanma girdikleri zaman ona secde etmeyip selam vermişler, o da onlara şöyle demişti:

- Ey Cemaat! Benim yanıma gelen diğer Araplar gibi, siz de benim huzuruma girdiğiniz zaman niçin bana secde etmediniz? Sonra İsa hak­kındaki inancınız nedir? Ve hangi dindensiniz? Hristiyan mısınız? diye sorunca onlar:

- Hayır, demişlerdi.

- Öyleyse Yahudi misiniz?

- Hayır.

- Öyleyse atalarınızın dini üzerinde misiniz? -Hayır.

- Öyleyse dininiz nedir? deyince onlar:

- Dinimiz İslâm'dır.

- İslâm nedir?

- Allah'a ibadet ederiz ve O'na eş ve ortak koşmayız.

- Bunu size kim öğretti?

- İçimizde gerek soyu, gerekse kendisi bizce bilinen bir adam var­dır. Cenâb-ı Allah, ondan önceki bazı kimseleri, bizden Önceki ümmetle­re nasıl peygamber olarak göndermiş ise, onu da peygamber olarak bize göndermiştir. Bu peygamber, bize iyi olmayı, yoksullara yardım etmeyi, verdiğimiz sözde durmayı, emanete hıyanet etmemeyi, putlara tapma-mayı ve Allah'a ibadet edip O'na eş ve ortak koşmamayı emretti. Ve Al­lah'ın kelamını bize öğretti. Biz de ona inandık ve getirdiği dinin Allah tarafından olduğuna iman ettik. İşte biz, bunu yaptığımız için kavmimiz bize düşman kesildi. Onlar, bu peygambere de inanmayıp düşmanlık ederek onu öldürmek istediler, Bizi de tekrar putlara tapmaya zorladı­lar. Bunun için, dinimizi ve canımızı koruyasın, diye onlardan kaçıp sa­na sığındık, dediler.

Necaşi:

Vallahi sizin dediğiniz bu din, Musa (a.s.)'ya gelen nurun içinden çıktığı bacadan çıkmıştır, dedi. Cafer de:

- Sana secde etmememizin nedeni şudur: Allah'ın peygamberi bize: «Cennet halkı birbirlerine saygı göstermek istedikleri zaman birbirleri­ne selam verirler.» demiş ve bizim de öyle yapmamızı emretmiştir. Bu­nun içindir ki, biz sana secde etmedik. Birbirimize yaptığımız gibi sana selam verdik. İsa (a.s.) hakkındaki inancımız ise şöyledir: İsa, Allah'ın kulu ve rasûlüdür. Allah tarafından Meryem'e bırakılmış bir kelime ve ruhtur. Hiçbir erkekle ilişkide bulunmayan bakirenin oğludur, dedi.

Bunun üzerine Necaşi, eline bir çubuk alarak:

- Vallahi bu çubuk nasıl bu kadar ise, bundan ne fazla ne de eksik değilse, Meryem'in oğlu da bundan ne fazla, ne de eksik birşeydir, dedi.

Bunun üzerine orada hazır bulunan Habeş büyükleri:

- Vallahi, eğer Habeşliler senin böyle dediğini işitirlerse seni taht­tan indirirler, dediler.

Necaşi;

- Vallahi İsa hakkında bundan başka birşey söyleyemem. Cenâb-ı Allah, bana krallığı verirken Habeşlilerin arzusuna uydumu ki, ben de Allah'ın gerçek dini hakkında onların arzusuna uyayım. Allah beni bun­dan korusun, dedi.»

Yunus, İbn İshak'm şöyle dediğini rivayet eder: Necaşi, Müslüman­lara haber gönderip onları makamında toplattı. Amr b. As ile Abdullah b. Rebia, onların konuşmalarını dinlemekten hoşlanmadıkları kadar başka hiç birşeyden hoşlanmıyorlardı. Necaşi'nin elçisi kendilerine gel­diğinde, Müslümanlar toplanıp kendi aralarında şöyle konuştular: Hü­kümdarın huzurunda ne diyeceksiniz? Ne diyelim ki? Ona şöyle deriz: Onun hakkında bilgimiz yoktur. Çünkü Peygamberimiz onun hakkında bize bir bilgi vermemiştir. Bu hususta birşey diyemiyeceğiz. Ancak hükümdarın makamına girdikleri zaman Müslümanların sözcülüğünü Ebu Talib oğlu Cafer üstlendi. Necaşi, ona sordu:

- Kavminizin dinini bırakıp da Yahudiliğe veya Hristiyanlığa gir­mediğinize göre sizin dininiz nedir?

Cafer, bu soruya şöyle cevap verdi:

- Ey hükümdar! Biz çok cahil ve bilgisiz kimseler idik. Putlara ta­pardık. Murdar etleri yerdik. Çirkin işler yapardık. Akrabalık ve kom­şuluk haklarını gözetmezdik. Güçlülerimiz zayıflarımızı ezerdi. İşte biz böyle iken Cenâb-ı Allah, bizim içimizden, tanıdığımız bir aileden ve doğruluk, emniyet, iffet ve nezahet ile tanınan bir kimseyi peygamber olarak gönderdi. Bu peygamber, bizi yalnız Allah'a kulluk edip O'na eş ve ortak koşmamaya, atalarımızın tapa geldikleri putlara tapmayı bı­rakmaya, doğru sözlü olmaya, emanete hıyanet etmemeye, akrabalık ve komşuluk haklarını gözetmeye, çirkin işlerden ve birbirimizin kanını akıtmaktan vazgeçmeye, yetimin malını yememeye, iffetli ve namuslu kadınlara iftira etmemeye, namaz kılmaya, zekat vermeye ve daha bir çok iyi şeylere davet etti. Biz, de onun söylediklerini doğru bularak ona iman ettik ve ona uyarak haram dediği şeylere haram, helal dediği şey­lere helal dedik. Bunun üzerine kavmimiz bize düşman kesilip türlü iş­kenceler yapmaya başladı. Bizi tekrar putlara tapmaya ve eski çirkin­liklerimize dönmeye zorladı. Biz buna dayanamadık. Onlara karşı da duramadık. Bunun için senin yurduna göç ederek, senin himayene sı­ğındık. Başka hükümdarlar dans a, senin himayende bulunmayı tercih ettik. Ey hükümdar, senin yanında zulüm ve haksızlık görmemeyi ümid ettik.

Necaşi:

- Allah tarafından hu peygambere gelen vahiylerden birşeyi hatır­lıyor musun?

Cafer:

- Evet, dedi ve Meryem sûresinin başından başlayıp bir miktar

okudu.

Caferi dinleyen Necaşi de Allah'a andolsun ki gözyaşları sakalım ıslatmcaya kadar ağladı. Papazlarda dizleri üzerindeki kitapları göz­yaşları ile ıslattılar. Sonra Necaşi şöyle dedi:

- Vallahi, Musa (a.s.)'mn getirmiş olduğu kitap hangi bacadan çık­mış ise bu da o bacadan çıkmıştır. Gidin, hiçbir zaman ben sizi onlara teslim etmeyeceğim! Onların gözlerini de aydın kılmayacağım!

Ümmü Seleme diyor ki, ashab, Necaşi'nin yanından çıktıktan son­ra Amr b. As:

- Vallahi ben yarın Necaşi'ye gidip onlara öyle bir iftira atacağım ki,

Necaşi onların kökünü kazıyacaktır, dedi.

Amr b. As'a nisbetle biraz daha insaflı olan Abdullah b. Ebi Rebia,

Amr'a:

- Böyle yapma, her ne kadar bizden aynlmışlarsa da yine de onlar

akrabalarımızdır, dediyse de Amr b. As:

-Vallahi yarın gidip Necaşi'ye: Bunlar: "Meryem oğlu Isa, ilah ol­mayıp kuldur." diyorlar, diyeceğim, dedi.

Ertesi gün gerçekten gidip Necaşi'ye:

- Bunlar, Meryem oğlu İsa hakkında büyük bir iftirada bulunuyor­lar. İstersen onları çağır da bunu onlara sor, dedi.

Bunun üzerine Necaşi, onları tekrar çağırdı. Onlar da toplanıp: "Eğer Necaşi bize, İsa (a.s.) hakkında birşey sorarsa ona, Allah'ın onun hakkında buyurduğu ve Peygamberimiz'in bize söylememizi emrettiği şeylerden başkasını söylemiyeceğiz." dediler. Patrikleri ile toplantı ha­linde bulunan Necaşi'nin huzuruna girdiler. Necaşi, onlara sordu:

- İsa hakkında ne düşünüyorsunuz? Cafer, bu soruya şöyle cevap verdi:

-O'nun Allah'ın kulu, elçisi, ruhu ve iffetli, bakire Meryem'e bıraktı­ğı bir kelimesi olduğunu söylüyoruz.

Bunun üzerine Necaşi, elini uzatıp yerden bir çubuk kaldırdı ve

Ebu Talib oğlu Cafer'e şöyle dedi:

- Bu çubuk nasıl belli bir uzunlukta olup ne daha uzun ve ne de da­ha kısa değilse, senin Meryem oğlu İsa hakkında dediklerin de gerçeğin ifadesi olup îsa (a.s.) ondan ne fazla, ne de eksik birşey değildir.

Necaşi'nin bu konuşması üzerine patrikler, öfke ile söylenmeye başladılar. Necaşi onlara:

— Vallahi öfke ile söylenseniz de, bu böyledir, dedi. Sahabelere de:

— Gidin,siz emniyettesiniz, dedikten sonra:

- Kim size küfrederse cezalandırılacaktır. Bana dağlar kadar altın da verseler, herhangi birinizi incitmeyeceğim. Allah'a yemin ederim ki, Cenâb-ı Allah, bana krallığı bahşederken benden rüşvet almadı ki, ben de krallığımı rüşvet karşılığında kötüye kullanayım, dedi. Ve kendi

adamlarına dönüp:

- Bana getirdikleri hediyeleri onlara geri verin, dedi.

Böylece Amr b. As ile Abdullah b. Ebi Rebia, Habeşistan'dan kovul­muş olarak çıktılar. Biz ise, orada huzur ve güven içinde ve Habeşliler-den büyük bir ilgi görerek kaldık. Ne var ki çok geçmeden birisi, Necaşi'yi karşı baş kaldırdı. Biz de, o adam belki Necaşi'yi yener, onun yerine geçer ve onun bize tanıdığı hakkı bizden alır düşüncesiyle o kadar üzüldük ki, hayatımızda o kadar üzülmemiştik. Bunun için Allah'a dua ettik. Necaşi'nin muzaffer olması hususunda Allah'a yalvardık. O da, -asi adamın üzerine gitti. Ashab da birbirine:

~ Kim gidip bize savaşın sonucu hakkında bir haber getirir? dediler. Ve yaşça en küçükleri olan Zübeyr b. Avvam: - Ben giderim, dedi. 

Bunun üzerine ona bir tuluk şişirdiler. O da tuluğu göğsüne asıp ne-hire indi ve nehirin savaş yapılan kıyısına yüzerek geçti. Nihayet savaş alanına varıp durumu izlemeye koyuldu.

Cenâb-ı Allah., o asi hükümdarı hezimete uğrattı. Necaşi'yi ona ga­lip kıldı. Necaşi onu öldürttü. Öte yandan abasını sallayarak bize işaret veren Zübeyr b. Avvam yanımıza geldi ve: «Müjdeler olsun bize, Allah Necaşi'yi galip getirdi.» dedi.

Ravi Ümmü Seleme diyor ki:

- Allah'a andolsun ki Necaşi'nin galibiyetinden dolayı sevindiğimiz kadar başka hiçbirşeye sevindiğimizi hatırlamıyorum. Sonra onun ya­nında ikamet ettik. Nihayet bizden bazıları orada ikamet etti. Bazıları

da çıkıp Mekke'ye gitti.

Zührî dedi ki: Ümmü Seleme'den rivayet edilen bu hadisi, Urve b. Zübeyr'e anlattım. Urve, bana Necaşi'nin: "Hükümdarlığı bana verir­ken Allah benden rüşvet almadı ki, ben de rüşvet karşılığında hüküm­darlığımı kötüye kullanayım. Bu hususta insanlar bana itaat etmediler M, ben de bu hususta onlara itaat edeyim." sözünün ne anlama geldiğini biliyor musun?" dedi.

Ben de dedim ki:

- Hayır. Ebu Bekir b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam, Ümmü Sele­me'den bana böyle birşeyi nakletmedi. Aişe'nin bana anlattığına göre Necaşi'nin babası, kendi kavminin kralı imiş. Babasının oniki oğlu olan bir kardeşi varmış. Babasının ise, Necaşi'den başka oğlu yokmuş. Habeşüler, hükümdarlık konusunda görüş teatisinde bulunarak şu so­nuca varmışlar: Necaşi'nin babasını öldürüpde kardeşini hükümdarlı­ğa geçirsek daha iyi olur. Çünkü kardeşinin oniki oğlu var. Babalarının ölümünden sonra bunlar tahta varis olurlar. Böylece Habeş hükümdarlığı, ihtilafsız bir şekilde uzun bir müddet devam eder.

Böyle dedikten sonra Necaşi'nin babasına saldırdılar, onu öldürüp yerine kardeşini hükümdar yaptılar.

Zamanla Necaşi, amcasının maiyetine girdi. Nihayet onu tesiri al­tına aldı. Amcası da, idareyi ona verdi. Çünkü o, aklı başında, dirayetli bir kimse idi. Habeşliler, onun amcası nezdindeki itibarın görünce şöyle dediler: Bu genç, amcasının idaresine hakim oldu. Korkarız ki başımıza hükümdar olur. Babasını öldürmüş olduğumuzu da biliyor. Eğer hü­kümdar olursa, eşraftan öldürmedik tek bir kişi bırakmayacaktır. Hü­kümdarla konuşun. Ya Necaşi'yi öldürsün, ya da ülke dışına sürgün et­sin.

Böyle konuştuktan sonra Necaşi'nin hükümdar olan amcasının ya­nma gidip ona şöyle dediler: Şu gencin senin yanında ne kadar yükseldi­ğini gördük. Biliyorsun ki onun babasını öldürmüş ve seni yerine geçir-, mistik. Korkarız ki bu genç, senin yerine bize hükümdar olur ve bizi öl­dürür. Şimdi sen onu ya öldürmeli, ya da ülkemizden sürgün etmelisin!

Hükümdar şöyle dedi:

"Yazıklar olsun size! Dün, babasını öldürdünüz. Bugün de ben mi onu öldüreyim! Hayır, onu ülkenizden sürgün edeceğim.

Hükümdarın kararı üzerine Necaşi'yi hükümdarlık sarayından alıp pazara götürdüler ve bir tüccara 600 ya da 700 dirheme sattılar. O da, onu bir gemiye bindirip götürdü. Akşam olunca güz bulutları göğü kapladı. Hükümdar olan amca, çıkıp bulutlar altında yağmurun yağma­sını bekledi. Yağmur altında iken bir şimşek çakıp onu Öldürdü. İleri ge­lenler derhal onun çocuklarına gittiler. Baktılar ki onların tamamı be­yinsiz, hiç birinde hayır yok. Bunun üzerine Habeşlilerin yönetimi bir kaosa girdi. Birbirlerine şöyle dediler:

- Biliyor musunuz, Allah'a andolsun ki hükümdarlığımızı düzgün bir şekilde yürüten şahıs, dün satmış olduğunuz gençtir. Eğer Habeşis­tan'ın idaresinin düzelmesini istiyorsanız, o gitmeden önce peşine dü­şün ve yakalayıp getirin.

Onu aramaya çıktılar, yakalayıp getirdiler. Tacı başına geçirip kendilerine hükümdar yaptılar.

Onu (Necaşi'yi) satın almış olan tüccar şöyle dedi:

- Bana satmış olduğunuz köleyi (Necaşi'yi) geri aldığınız gibi, onun için Ödemiş olduğum paramı da geri verin. Onlar:

- Vermeyiz, dediler. Bunun üzerine o:

- Vallahi öyleyse gidip onunla konuşacağım, Tüccar, hükümdarlık sarayına gidip Necaşi ile konuştu:

- Ey hükümdar! Dün ben bir köle satın aldım. Onu satanlar, benden bedelini teslim aldılar. Bugün de gelip köleyi zorla elimden aldılar, ama bedelini bana geri vermediler.

Bu, Necaşi'nin idaresinin, adil ve sert oluşunu belgeleyen ilk dene­me idi. Necaşi kararını verip şöyle dedi:

- Ya malını geri verirsiniz, ya da kölesinin (Necaşi'nin) elini eline verirsiniz. O da kölesini dilediği yere götürür!

Eşraf takımı dedi ki:

- Hayır,malını geri veririz.

Böyle dediler ve tüccara malını geri verdiler. Bunun içindir ki Necaşi:

- Allah, hükümdarlığımı bana geri verdiğinde benden rüşvet alma­dı ki, ben de hükümdarlığımı kötüye kullanma hususunda başkaların­dan rüşvet alayım. Bu hususta insanlar bana itaat etmediler ki, ben de onlara itaat edeyim, dedi.

Musa b. Ukbe dedi ki: Necaşi'nin babası, Habeş hükümdarı idi. Necaşi, küçük bir çocuk iken babası vefat etti. Onu, kardeşinin vesayeti­ne bırakıp: «Oğlum buluğ çağına erinceye kadar kavminin idaresini sen yürüt, ama buluğa erince hükümdarlığı ona teslim et.» dedi. Fakat kar­deşi, hükümdarlığa rağbet etti. Necaşi'yi köle olarak bir tüccara sattı. Sattığı gece vefat etti. Bunun üzerine Habeşliler Necaşi'yi, sattıkları tüccardan geri alıp başına tacı geçirdiler.

îbn îshak'm bu rivayeti, Amr b. As ile Abdullah b. Ebi Rebia'dan bahsederken anlattığı bilinmektedir. Musa b. Ukbe, el-Ümevî ve diğer bir kaç kişinin ifadesine göre îbn İshak, Amr b. As ile Umare b. Velid b. Muğire'den bahsederken bu meseleyi anlatmıştır. Umare ki, Ka'be yanında secde halinde iken sırtına deve işkembesi attıkları esnada, Rasûlullah (s.a.v.)'a gülen ve onun da kendilerine beddua etmiş olduğu yedi kişiden biridir. İbn Mesud ile-Ebu Musa el-Eş'arî'nin hadisinde de bu hadise, bu şekilde anlatılmıştır.

Özetle söylemek istediğimiz şudur ki; Amr b. As ile Umare b. Velid b. Muğire, Mekke'den çıktıklarında Amr'm zevcesi de yanlarında imiş. Bunlar gemide arkadaşlık etmişler. Umare, genç ve yakışıklı bir adamdı. Amr b. As'm karısına göz koydu ve Amr'ı öldürmek için denize attı. Amr, yüzerek gemiye geri döndü. Umare ona: «Senin yüzmeyi iyi bildiğini bilseydim, seni denize atmazdım.» dedi. Amr da, ona düşman olup kin gütmeye başladı. Bu ikisinin Muhacir sahabeleri geri getirmek için Necaşi'ye yaptıkları rica reddedilince Umare, Necaşi'nin bazı aile efradıyla irtibat kurmuştu. Amr da, onu jurnallemişti. Bunun üzerine Necaşi, ona sihir yapılmasını emretti. Öyleki, aklı başından gitti ve mec­nun gibi çöle çıkıp vahşi hayvanlarla birlikte dolaşmaya başladı..

el-Ümevî, onun hikayesini uzun uzadıya anlatırken, Hz. Ömer'in emir­liği zamanına kadar yaşamış olduğunu, sahabelerden birinin onu yaka­layınca; "Beni bırak, beni bırak, yoksa ölürüm." dediğini, yakalayan sa­habe de onu bırakmayınca o anda öldüğünü ifade etmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

Anlatıldığına göre Kureyşliler, Muhacirleri geri vermesi için Necaşi'ye iki defa elçi göndermişlerdir. Birincisinde Amr b. As ile Uma-re'yi, ikincisinde de Amr b. Asile Abdullah b. Ebi Rebia'yı göndermişler­dir. "Delail" adlı eserde Ebu Nuaym, bunu açıkça ifade etmektedir. Doğ­rusunu Allah bilir. Zührî'nin ifadesine göre ikinci heyet, Bedir savaşından sonra gönderilmiştir. Kureyşliler bunu yapmakla, Habeşis­tan'daki Müslümanlardan öç almayı düşünmüşlerdi. Ama Necaşi, onla­rın bu isteklerini kabul etmemişti. Allah ondan razı olsun ve onu hoşnud kılsın. Doğrusunu Allah bilir.

Ziyad'ın, îbn İshak'tan naklettiğine göre Ebu Talib, Kureyşlilerin bu düzenlerini görünce Necaşi'ye bir mektup yazmış, mektubundaki be­yitlerde, onu adaletli davranmaya ve kavminden yanına giden konukla­ra da iyilik yapmaya teşvik etmişti:

«Ah keşke uzaklarda, Cafer'in ve Amr'm,

Düşmanlarının düşmanı yakınlarımın durumunu bilseydim.

Necaşi'nin Cafer'e ve arkadaşlarına,

Ne iyilikler yaptığını, ya da,

Onu bundan alıkoyan bir engelin ne olduğunu bilseydim.

Ey hükümdar Necaşi, bilesinki sen,

Lanete müstahak işler yapmadın.

Sen, şerefli ve kerem sahibi bir kimsesin.

Yabancılar senin yanında mutsuz olmazlar.

Biliyoruz ki Allah, senin gücünü daha da artırmıştır.

Bütün hayır ve iyiliğin sebebleri sana yapışmıştır.»

Yunus, îbn îshak'tan rivayet etti ki, Urve b. Zübeyr şöyle demiştir: Necaşi, Müslüman heyetin sözcüsü olarak Osman b. Affan ile konuş­muştu. Meşhur kavle göre Cafer b. Ebu Talib, tercümanlık yapıyordu.

Ziyad el-Bekkaî Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder:

Necaşi vefat ettiğinde, onun mezarının üzerinde sürekli bir nur bu­lunduğu anlatılırdı.

Ziyad, Muhammed b. îshak'tan şöyle rivayet eder: Cafer b. Muham-med, babasının şöyle dediğini anlatır: Habeşliler toplanarak Necaşi'ye: «Sen bizim dinimizden ayrıldın!» dediler ve ona isyan ettiler. O da Cafer b. Ebu Talib ile arkadaşlarına haber gönderdi. Onlar için bir gemi hazır­ladı ve onlara:

- Gemiye binin ve olduğunuz gibi kalın. Eğer ben yenilgiye uğrarsam, yolunuza devam edin ve dilediğiniz yere gidin. Eğer galib ge­lirsem yerinizde kaim, dedi.

Sözlerini bitirdikten sonra elini bir kağıda uzatıp şöyle yazdı: "Şahadet ederim ki İsa Allah'ın kulu, elçisi, ruhu ve Meryem'e bıraktığı kelimesidir." Yazdığı bu yazıyı abasının sağ omuzu içine yerleştirdi. Sonra Habeşlüerin sıra halindeki askerlerinin karşısına çıkıp şöyle hi­tap etti:

- Ey Habeş topluluğu! İnsanlar arasında üzerinizde en çok hakkı

bulunan ben değil miyim? Onlar:

- Evet, dediler.

- Aranızda benim yaşantım nasıldır?

- Çok iyidir.

- Size ne oldu öyleyse?

- Sen dinimizden ayrıldın ve İsa'nın, Allah'ın kulu ve elçisi olduğu­nu iddia ettin.

- Ya siz İsa hakkında ne diyorsunuz?

- Onun, Allah'ın oğlu olduğunu söylüyoruz.

Bunun üzerine Necaşi, elini sağ omuzunun üzerine koydu. Böyle yapmakla da omuzu altındaki yazıyı kastederek Meryem oğlu İsa'nın, Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahadet etti. Bundan fazla birşey yapmadı. Karşısındaki askerler de onun bu konuşmasını memnuniyet­le karşılayıp geri döndüler. Bu haber, Hz. Peygamber'e ulaştı. Necaşi ve­fat edince Rasûlullah gıyaben cenaze namazını kıldı ve onun için mağfi­ret dileğinde bulundu.

Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Hüreyre'den rivayet olun­duğuna göre Rasûlullah (s.a.v.), Necaşi'nin öldüğü gün, onun Ölüm ha­berini vermiş ve sahabelerle birlikte namazgaha gitmiş, onları saf düze­nine koyarak dört tekbirle cenaze namazım kıldırmış tır.

Buharî'nin, Cabir'den rivayet ettiğine göre Necaşi, vefat ettiği za­man Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Bugün salih bir adam vefat etti. Kalkın, kardeşiniz Ashame üzeri­ne cenaze namazı kılın.»

Bazı rivayetlerde Ashame yerine Mashame denmiştir. Asıl adı As­hame b. Bahir'dir. O; salih, akıllı, zeki, adil, bilgili bir kuldu. Allah on­dan razı olsun ve onu hoşnud kılsın.

Yunus, îbn îshak'tan rivayet etti ki, Necaşi'nin adı Mashame'dir. Beyhakî'nin tashih ettiği bir nüshada adı Asham olarak geçmektedir. Asham, Arapça'da bağış anlamına gelir. Beyhakî, Necaşi kelimesinin hükümdar unvanı anlamına geldiğini ifade etmiştir. Tıpkı Kisra ve He-rakliyus gibi.

Ben de derim ki: Evet, böyledir. Belki de o, bununla Kayseri kasdet-miştir. Çünkü Kayser kelimesi, Rum beldelerinden Şam ile Cezire'ye hükmeden her hükümdarların unvanıdır. Kisra, Fars ülkesine hükme­den hükümdarların unvanıdır. Firavun, bütün Mısır'a hükmeden hü­kümdarların unvanıdır. Mukavkis, İskenderiye'ye hükmeden hüküm­darların unvanıdır. Tübba, Yemen ve Şahr ülkelerine hükmeden hü­kümdarların unvanıdır. Necaşi, Habeşistan'a hükmeden hükümdarla­rın unvanıdır. Batleymus, Yunanistan'a hükmeden hükümdarların unvanıdır. Bazıları da bunun Hindistan'a hükmeden hükümdarların unvanı olduğunu söylemişlerdir. Türkistan'a hükmeden hükümdarla­rın unvanı ise Hakan'dır.

Bazı âlimler dediler ki: Rasûlullah (s.a.v.), Necaşi'nin gıyabında ce­naze namazını kıldı. Çünkü Necaşi, imanını kavminden gizliyordu. Ve­fat ettiği gün, memleketinde onun üzerine cenaze namazını kılan olma­mıştı. Bu yüzden Rasûlullah, onun cenaze namazını gıyabında kıldı.

Dediler kî: Gaib olan kimsenin üzerine beldesinde cenaze namazı kılınmış ise, başka bir beldede onun için cenaze namazını kılmak meşru olmaz. Bu sebepledir ki Peygamber (s.a.v.), vefat ettiğinde Medine dışın­da ne Mekkeliler, ne de başkaları, onun için cenaze namazını kılmamış-lardır. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve diğer sahabeler için de böyle olmuş­tur. Bunların üzerine cenaze namazı kılındığı şehirden, başka bir şehir­de cenaze namazı kılınmamıştır. Doğrusunu Allah bilir.

Ben derim ki: Ebu Hüreyre (r.a.)'nin, Necaşi için namaz kılındığına şahadet etmesi, onun Hayber fethi senesinde vefat ettiğine delil teşkil etmektedir. O sene Habeşistan'a hicret eden Müslümanların geri kalan kısmı, Cafer b. Ebu Talib'le birlikte Hayber'in fetih gününde Medine'ye gelmişlerdi. Bu sebeple Peygamber (s.a.v.)'in de: «Vallahi Hayber'in fet­hine mi, yoksa Cafer b. Ebu Talib'in gelişine mi, bunlardan hangisine se­vineceğimi bilemiyorum.» dediği rivayet edilir.

Bu Muhacirler, Necaşi'nin yanından hediyelerle Hz. Peygamberin yanma gelmişlerdi. Beraberlerinde de Yemenli gemi yolcuları olan Ebu Musa el-Eş'arî ve kavmi olan Eş'ariler de gelmişlerdi. Necaşi, kendisi yerine Rasûlullah'a hizmet etmesi için yeğeni Zümahter ya da Zümihmer adındaki adamı göndermişti. Ayrıca Cafer, bir miktar hedi­yeler de getirmişti. Süheylî der ki: Necaşi, hicretin dokuzuncu senesinin receb ayında vefat etmiştir. Bu hususta ihtilaf vardır. Doğrusunu Allah bilir.

Beyhakî, Ebu Ümame'nin şöyle dediğini rivayet eder:

Necaşi'nin gönderdiği heyet, Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma geldi. Rasûlullah kalkıp onlara bizzat hizmet etti. Ashabı: "Senin yerine onla­ra biz hizmet edelim ya Rasûlallah" dedilerse de o: «Onlar benim ashabıma ikram ettiler. Ben de onlara misli ile karşılık vermek istiyorum.» demişti.

Beyhakî'nin rivayetine göre Amr b. As, elçi olarak gittiği Habeşis­tan'dan Mekke'ye geri dönünce evinde oturdu ve KureyşU müşriklerin yanına gitmedi. Onlar da: "Buna ne olmuş ki dışarı çıkmıyor?" diye so­runca Amr, şu cevabı verdi: "Necaşi, adamınızın (Muhammed'in) pey­gamber olduğuna inanıyor." [10]

 



[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/57-67.

[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/67-68.

[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/68-69.

[4] Tirmizî, Kıyamet, 34.

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/69-72.

[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/73.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/74-84.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/84-88.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/89-97.

[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/98-117.