Hz. Musaya Verilen Mucizeler. 1

Ebu Musa El-Holanî'nîn Kıssası 9

Rasûlullah Ve Ondan Önceki Peygamberlere Verilen Şeyler. 10

Güneşin Batı Ufkunda Bekletilmesi 11

İdrîs Peygambere Verilen Yüksek Makam.. 12

Davud Peygambere Verîlen Mucize. 15

Hz. Davud'un Oğlu Süleyman (A.S.)'A Verilen Mucizeler. 18

Meryem Oğlu Îsa Peygambere Verîlen Mucizeler. 22

Başka Bir Kıssa. 24

Rasûlullah (S.A.V.)'In Duası İle Hasta Ve Gözü Tekrar Görmeye Başlayan Kör Kîşîlerîn Kıssaları 26

 

Hz. Musaya Verilen Mucizeler

 

Bu mucizelerin en büyükleri ve en muazzamları dokuz tanedir. Ni­tekim yüce Allah buyurmuş ki: "And olsun ki, Musa'ya dokuz tane apa­çık mucize verdik." (e]-isrâ, 101.)

Biz bunu tefsirimizde şerhetmiş ve selef ulemasının bu konudaki kavillerini, ihtilaflarını nakletmiştik. Cumhur-u ulemaya göre Musa peygamberin mucizeleri şunlardan ibarettir: Değneği, koşan bir yılana dönüşmüştü. Eli de mucize idi. Elini gömleğinin yakasından koynuna sokup çıkardığında sanki bir ay parçası gibi parıldar ve ışık saçardı.

Firavun'un kavmi kendisini yalanladığı zaman onlara beddua et­miş, Cenâb-ı Allah da üzerlerine tufan, çekirge sürüsü, kımıl, kurbağa­lar ve kan göndermişti ki bunlar, tafsilatlı ayetler ve mucizelerdir. Nite­kim biz bunları tefsirimizde ayrıntılı bir biçimde açıkladık. Aynı şekilde Cenâb-ı Allah onları, tahılların ve meyvelerin eksilip yok olmasıyla kıt­lığa maruz bırakmıştı. Yaygın bir ölümle müptela kılmıştı. Bir kavle gö­re bu yaygın ölüm, tufan sebebiyle olmuştu.

Yine Cenâb-ı Allah, İsrail oğullarını kurtarmak ve Firavun haneda­nını boğmak için denizi Musa peygambere ve etrafındaki İsrail oğulları­na açmış, bir yol meydana getirmişti.

İsrail oğullarının Tih sahrasında (çöl) şaşkın şaşkın dolaşmaları, üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın indirilmesi, Musa peygamberin onlar için yağmur duası yapması da onun mucizelerindendir. Cenâb-ı Allah, onların sularını beraberlerinde binek üzerinde taşıdıkları bir taştan çıkarmıştı, O taşın dört bir yanından sular akardı. Musa pey­gamber, asasıyla ona vurunca, dört bir yanından üçer kanaldan su fışkı­rırdı. Her bir kanal bir sıbt içindi. Su ihtiyacı tamamlandıktan sonra Musa peygamber, yine asasıyla o taşa vurur ve sular kesilirdi. Bundan başka birçok göz alıcı, hayret verici mucizeleri de vardı. Nitekim bunları tefsirimizde detaylı olarak açıkladık. Ayrıca «Kısasü'l-Enbiyâ» adlı ki­tabımızda Musa peygamberin kıssasından bahsederken de bunu açık­lamıştık. Hamd ve minnet Allah'adır.

Yine denildi ki: Buzağıya tapan herkesi öldürdü, sonra Cenâb-ı Al­lah onları diriltti. Ayrıca sığır meselesi de Musa peygamberin mucizele­rinden biridir.

Musa peygamberin asasına gelince, bununla ilgili olarak şeyhimiz Allame Ibn Zemlekânî şöyle demiştir:

"Musa peygamberin asası nasıl yılana dönüştüyse, çakıl taneleri de Rasûlullah (s.a.v.)'m elinde teşbih getirmişlerdir. Çakıl taneleri de can­sız varlıklardır." Bu hususta rivayet edilen hadis sahihtir ve biz bunu peygamberlik delilleri bahsinde burada tekrarlamaya gerek bırakma­yacak kadar ayrıntılı bir şekilde ani atmışız dır.

Denildi ki: O çakıl taneleri Rasûlullah (s.a.v.)'m avucunda teşbih getirdikleri gibi, Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın ellerinde de teşbih getir­mişlerdi. Bu da peygamberlikten sonraki hilafetin bir işaretidir.

Ebu Müslim el-Holanî'nin elinde bir teşbih vardı. Onunla tesbihat-ta bulunurdu. Teşbih elinde iken uykuya daldı. Teşbih dönmeye ve onun koluna sarılmaya başladı. Sarılırken de: "Ey bitkileri yerden bitiren ve daima sebat üzere olan Allah'ım! Sen noksanlıklardan münezzehsin." diye teşbih getiriyordu. Teşbihten bu sesi duyan Ebu Müslim, karısı Ümmü Müslim'e seslenerek:

- Ey hatun, gel de acaipliklerin en acaibini gör, dedi. Karısı geldi­ğinde teşbih dönüyor ve tesbihat yapıyordu. Kadın oturunca, teşbihten gelen ses kesildi. Buharf nin İbn Mesud'dan rivayet ettiği hadis bundan daha sahih ve daha sarihtir. Şöyle ki: "Yediğimiz yemeklerden teşbih sesleri işitiyorduk." Şeyhimiz dedi ki: Taşlar, Rasûlullah (s.a.v.)'a selam vermişlerdir.

Ben derim ki: Bu hadisi, Müslim, Cabir b. Semüre'den rivayet et­miştir. Bu rivayette anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur:

"Ben öyle bir taş biliyorum ki, bisetimden önce o taş bana Mekke'de selam verirdi. Şimdi de o taşı bilmekte ve tanımaktayım."

Bazıları bu taşın Hacer-i Esved olduğunu söylemişlerdir.

Tirmizî, Ali b. Ebi Talib'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Mekke'nin bazı taraflarında Peygamber (s.a.v.)le dolaşmaktay­dım. Onun karşılaştığı her dağ ve her ağaç mutlaka esselamü aleyke ya Rasulallah diye selam veriyordu."

«Delâil» adlı eserde Ebu Nuaym, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Rasûlullah (s.a.v.)'la çıkıp dolaştım. Uğradığı her taş, her ağaç, her çamur ve herşey ona mutlaka esselamü aleyke ya Rasulallah diye selam veriyordu. Onun çağırması üzerine bir ağaç gelip karşısında durdu."

Yine ravi, iki ağacın, Rasûlullah (s.a.v.)'m def-i haceti esnasında kendisine dulda olmak için bir araya gelip birleştiklerini, ihtiyacını gi­dermesinden sonra tekrar eski yerlerine dönmelerini de anlatmıştır. Bu iki hadis de Buharî'nin sahihinde mevcuttur. Ama bu hadislerden, o ağaçlara hayat girmiş olduğunu anlamak gerekmez. Çünkü onları, ma­nevi bir gücün hareket ettirmiş olması mümkündür. Ama Rasûlullah (s.a.v.)'m, o ağaçlara: "Allah'ın izniyle benim emrime itaat edin." deme­si, onun onlara hitap etmesi için kendilerinde şuur bulunmuş olduğuna delâlet eder. Özellikle onların, Rasûlullah'm emrine uymaları da böyle bir düşünceyi akla getirmektedir.

Ravi diyor ki: Rasûlullah (s.a.v.), bir hurma dalma, ağaçtan inip gel­mesini emretmiş, o hurma dalı da inip yeri yararak gelmiş ve Ra­sûlullah'm huzurunda durunca; Rasûlullah ona, şöyle bir soru sormuş:

- Benim, Allah rasûlü olduğuma şahadet eder misin? Hz. Peygam-ber'in bu sorusuna cevaben o dal üç defa şahadet getirmiş, sonra yerine dönmüştü. Bu, önceki rivayete daha uygun düşmekte ve daha münasib görünmektedir. Ancak bu ifadelerde bir gariblik vardır.

imam Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

"Bedevinin biri, Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip:

- Senin, Allah elçisi olduğunu neyle anlayacağım? diye sormuş. Rasûlullah da ona şu cevabı vermişti:

- Şu hurma ağacmdaki dalın, benim çağırmam üzerine gelip Allah Rasûlü olduğuma şahadet etmesine ne dersin?

- Olur, gelsin bakalım.

Rasûlullah (s.a.v.), o dala çağrıda bulundu, dal da ağaçtan kopup yere düştü. Sonra yeri yararak Rasûlullah (s.a.v.)'m huzuruna geldi. Hz. Peygamber de ona:

- Geri dön, dedi. O da tekrar eski yerine döndü. Bedevi de:

- Senin, Allah Rasûlü olduğuna şahadet ederim, dedi ve Ra-sûlullah'a iman etti."

Lafzı Bayhakî'ye ait olan bu rivayette açıkça görüldüğü gibi Ra-sûlullah'ın peygamberliğine şahadet eden o bedevidir. Bu kişi, Beni Amir kabilesinden bir adamdı. Ama A'meş tarikiyle tbn Abbas'tan yapı­lan ve Beyhakî'ye ait olan rivayette şöyle denmektedir:

"Adamın biri, Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip şöyle sordu:

- Senin ashabının dedikleri şu şey nedir?

O esnada Rasûlullah (s.a.v.)'ın çevresinde hurma ağacı ve dalları vardı. Rasûlullah, o adama dedi ki:

- Sana bir mucize göstermemi ister misin?

- Evet.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), o ağaçtaki dallardan birini çağır­dı. Dal, yeri yararak gelip Rasûlullah'm huzurunda durdu. Secde etme­ye, sonra da başını yerden kaldırmaya başladı. Sonra Rasûlullah, ona geri dönmesini emretti, o da geri döndü.

Rasûlullah'm yanma gelmiş olan Amirî kabilesine mensup (Amir b. Sa'saa adındaki) o adam şöyle dedi: "Vallahi Muhammed (s.a.v.)'in söy­lediği sözlerden hiçbirini artık yalanlamayacağım."

Önceki bölümlerde anlatılan ve «el-Müstedrek» adlı eserinde Ha­kim tarafından İbn Ömer'den nakledilen bir hadiste şöyle denilmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.), bir adamı islâm'a davet etti. Adam da:

- Senin bu söylediklerini doğrulayacak bir şahidin var mı? diye sordu. Rasûlullah da:

- İşte şu ağaç benim şahidimdir, dedi. Ağacı çağırdı. Ağaç, vadinin kıyısmdaydı. Yeri yararak geldi. Rasûlullah'm huzurunda durdu. Hz. Peygamber, ondan üç defa şahadet getirmesini istedi, o da Rasûlullah'm dediği gibi şahadet getirdi. Sonra yerine döndü. O Arabi de kavmine döndü. Giderken Rasûlullah'a şöyle dedi:

- Eğer kavmim bana uyarsa, onları da sana getiririm. Uymazlarsa, kendim gelir senin yanında dururum."

Peygamber (s.a.v.)'in daha önce hutbe irad ederken kendisine yas­lanıp hitap ettiği ama bilahare kendisi için minber yapılıp ta minber üzerine çıkarak hutbe irad etmesi üzerine inleyen hurma dalma gelin­ce, bu hurma dalı cuma günü bütün halkın huzurunda on aylık gebe de­ve gibi inlemeye başlamıştı. Rasûlullah (s.a.v.), nihayet minberden inip hurma dalının yanına gelmiş, onu kucaklamış ve teskin etmişti. Hurma dalını taptaze bir dala dönüşmek veya Cennet'te dikili bir ağaç haline gelip Allah'ın veli kullarının kendisinden yemeleri şıkları karşısında serbest bırakmış, o dal da Cennet'te bir ağaç olmayı yeğlemişti. Bunun üzerine kendisi de inlemesine son verip sükunet bulmuştu. Bu, meşhur ve bilinen bir hadistir. Birçok sahabe tarafından mütevatir olarak riva­yet edilmiştir. Ayrıca tabiilerden de birçokları bunu rivayet etmişlerdir. Onlardan sonra da yalan üzerinde ittifak etmeleri ve bir araya gelmele­ri imkansız olan birçok kimse tarafından rivayet edilmiştir. Bu, kesin bir husustur. Ama şeyhimizin anlattığı gibi hurma dalının taptaze bir dala dönüşmek ya da Cennet'te bir ağaç olma tercihleri arasında serbest bırakılması meselesi mütevatir değildir. Hatta senedi de sahih değildir.

Hafiz Ebu Nuaym'm rivayetine göre Hz. Aîşe, bu hadisi uzun uzadı-ya anlatmıştır. Bu hadiste anlatıldığına göre güya Rasûlullah (s.a.v.), o hurma dalını dünya ve ahiretten birini seçme şıkları arasında bırakmış, o da ahireti seçmiş, yere gömülüp kaybolmuş, artık yeri bilinemez hale gelmiştir. Bu da sened ve metin bakımından garip bir rivayettir. Ebu Nuaym ise, bunu güzel bir senedle Ümmü Seleme'den rivayet etmiştir. Üzerinde düşünen kimse için bu katiyyet kesbetmiştir. Üzerinde düşü­nen kimse için bu, katiyyet ifade eden bir hadistir. Hamd ve minnet Al­lah'adır

Şeyhimiz dedi ki: Bu, cansız varlıklar ile bitkiler hususunda Pey­gamber Efendimiz'in gösterdiği bir mucizedir. Hurma dalı inlemiş ve bazı cansız varlıklar da onunla konuşmuşlardır. Bunun karşılığında Musa peygamberin asasının yılana dönüşmesi mucizesi vardır.

Ben derim ki: Biz, îsa peygamberin ölüleri Allah'ın izniyle diriltme-sme dair mucizelerinden bahsederken buna işaret edeceğiz. Beyhakî, Amr b. Sivar'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Şafiî baca dedi ki:

- Allah, Muhammed (s.a.v.)'e verdiği mucizeler kadar başka bir peygambere mucize vermiş değildir. Ben de dedim ki:

- îyi ama, İsa peygambere de ölüleri diriltme mucizesini vermiştir.

- Muhammed (s.a.v.)'e de kendisine minber yapıldığı zaman daha önce yaslanıp hutbe irad ettiği hurma dalı inlemiştir. Onun inleyişini cemaat işitmiştir. Bu, İsa peygamberin ölüleri diriltme mucizesinden daha büyüktür."

Ben bunu merhum şeyhimiz Hafiz Ebu'l-Haccac el-Mizzf den dinle­miştim. O bunu merhum Şafif den naklediyordu. Allah onun makamını yüceltsin. Ancak o dedi ki: Bu, daha büyük bir mucizedir. Çünkü hurma dalı, hayat ve yaşam mahalli değildir. Bununla beraber onda bir şuur ve vecd meydana gelmişti. Peygamber Efendimiz, ondan ayrılıp minbere çıktığı zaman on aylık gebe deve gibi inlemeye başlamıştı. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.), minberden inip gelmiş, onu kucaklamış ve teskin et­mişti.

Hasan Basrî dedi ki: "Hurma dalı, Rasûlullah için inlediğine göre, Müslümanların onun için daha çok inlemeleri gerekir. Daha önce içinde bulunduğu ama ölüm sebebiyle ayrıldığı hayatın, cesede geri dönmesi­ne gelince, bu Allah'ın izniyle olmuştur ki, bu da büyük bir mucizedir. Ama hurma dalında hayat ve şuurun meydana gelmesi, daha Önce ken­disinde hayat olmadığına göre daha büyük ve daha hayret verici bir mu­cizedir. Alemlerin Rabbi olan Allah, noksanlıklardan münezzeh ve yü­cedir.

Tenbîh: Rasûlullah (s.a.v.)'m, savaşlarda kullanılan bir sancağı vardı. Bu sancak, bir aylık mesafedeki düşmanlarının kalplerine korku salardı.

Rasûlullah (s.a.v.)'m bir bastonu da vardı. Namaz kılacağı zaman, karşısında bir duvar veya bir engel yok ise, bu baston onun karşısına di­kilirdi. Yürürken dayanmakta olduğu bir değneği de vardı. Satih, kar­deşi oğlu Abdülmesih b. Nüfeyle'ye bu değnekten bahsederken şöyle de­mişti: "Ey Abdülmesih! Okuma çoğaldığı ve büyük değnek sahibi ortaya çıktığı, Sava gölü kuruduğu zaman Şam, artık Satih'in Şam'ı değildir. Başka bir Şam'a dönüşecektir."

İşte bu yüzden bu tür mucizelerden, Musa peygamberin değneğinin yılana dönüşmesi mucizesi anlatılırken bahsedilmiştir. Peygamber Efendimiz'in buna benzer çeşitli yerlerde zuhur etmiş birçok mucizeleri vardır. Musa peygamberin asası ise böyle değildir. O, her ne kadar mü-teaddid idiyse de sadece yılana dönüşmüştür. Aslında o, bir tek nesne-

dir. Doğrusunu Allah bilir.

İsa peygamberin ölüleri diriltmesinden bahsederken de bu konuya dikkatleri çekeceğiz. Çünkü bu, onun mucizesinden daha hayret verici, daha büyük ve daha kuvvetlidir.

Şeyhimiz dedi ki: Cenâb-ı Allah, Musa peygamberle konuşmuş ise de Hz. Peygamber'e de İsrâ gecesinde hem görünmüş hem de hitab et­miştir. Bu, Musa peygamberin mucizesinden daha tesirli bir mucizedir, îsrâ gecesinde Hz. Peygamber'e şöyle hitab edilmişti:

- Ey Muhammedi Sen iki fariza ile yükümlü kılındın. Ben kulları­mın yüklerini hafiflettim."

Peygamber Efendimiz'in Rabbini görmesi meselesine gelince, bu hususta halef ve selef arasında meşhur bir ihtilaf vardır. İmamlar ima­mı unvanıyla meşhur-Ebu Bekir Muhammed b. İshak b. Huzeyme de Peygamber Efendimiz'in İsrâ gecesinde Rabbini görmüş olduğu görü­şünden yanadır. Kadi îyaz ile Şeyh Muhyiddin en-Nevevî de bu görüşü benimsemişlerdir. Peygamber Efendimiz'in İsrâ gecesinde Rabbini gör­müş olduğuna dair görüşün hem tasdik edildiği, hem de reddedildiğine dair iki rivayet İbn Abbas'tan gelmiştir ki, bu rivayetlerin ikisi de «Sa-hih-i Müslim»de yer almaktadır. Buharî ve Müslim'in sahihlerinde ise Hz. Aişe'nin, Peygamber Efendimiz'in îsrâ gecesinde Rabbini görmüş olduğuna dair ileri sürülen görüşü inkar ettiği nakledilmektedir. İsrâ bahsinde İbn Mesud, Ebu Hüreyre, Ebu Zerr ve Aişe'den naklettiğimiz rivayetlerde anlatıldığına göre, Necm sûresinin başında sözü edilen, iki defa Peygamber Efendimiz'e görünen zatın ancak Cebrail olduğu ifade edilmektedir. «Sahih-i Müslim»de ise, Ebu Zerr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Dedim ki:

- Ya Rasulallah, Rabbini gördün mü? Rasûlullah buyurdu ki:

- Ben bir nur gördüm."

Bunun detaylı açıklaması, «Siret» adlı eserimizde ve tefsirimizin Beni İsrail sûresinin evvelinde veıilmiştir.

Şeyhimizin, Musa peygamberin mucizeleriyle ilgili anlattıkları bunlardan ibarettir.

Cenâb-ı Allah, Tur-i Sina'da Musa ile konuştu. Musa O'nu görmek istedi, ama Cenâb-ı Allah, onun kendisini görmesine mani oldu. îsrâ ge­cesinde Peygamber Efendimiz Rabbi ile konuştu. Yüksek bir makama çıkarıldığında, orada kader kaleminin cızırtılarım işitmiş ve Rabbini de görmüştü. Selef ve halef ulemasından büyük bir çoğunluk bu görüşte­dirler. Doğrusunu Allah bilir.

Sonra ibn Hamid'in, bu konuyu kitabında güzel ve açık ifadelerle iş­lediğini gördüm. îbn Hamid diyor ki:

Yüce Allah, Musa peygambere hitaben şöyle buyurdu: "Seni sevimli kıldım." (Tâ-Hâ, 39.)

Cenâb-ı Allah, Muhammed (s.a.v.)'e hitaben de şöyle buyurdu: "Ey Muhammed, de ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da si­zi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, affeder ve merhamet eder."

(Âl-i Imrân, 31.)

îbn Hamid, asânm yılana dönüşmesini anlattıktan sonra Cenâb-ı Allah'ın, Firavun'a karşı Musa'nın elini burhan ve hüccet kılmasını an­latıyor ve şu ayeti naklediyor:

"Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çıksın, korkudan açılan kol­larını kendine çek, bu ikisi, Firavun ve erkanına karşı Rabbinin iki deli­lidir." (el-Kasas, 32.)

Tâ-Hâ sûresinde de şöyle buyurulmaktadır: "Daha büyük mucizele­rimizi sana göstermemiz için elini koltuğunun altına koy da, diğer bir mucize olarak kusursuz, bembeyaz çıksın." (Tâ-Hâ, 22-23.)

Cenâb-ı Allah, Muhammed (s.a.v.)'e de eliyle işaret etmesi üzerine ayı ikiye ayırarak bir mucize vermişti. Rasûlullah (s.a.v.)'m bu işareti üzerine ayın bir parçası Hira dağının gerisinde, bir parçası da berisinde görülmüştü. Nitekim bununla ilgili mütevatir hadisler, şu ayetin açık­lamasını yaptığımız bölümde verilmiştir:

"Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır, onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: "Süregelen bir sihir" derler." (ei-Kamer, 1-2.)

Şüphesiz ki ayın yarılması, mucizelerin en parlağı, en göz alıcısı, en geneli, en tesirlisi ve en muazzamıdır.

Tevbesiyle ilgili hususları anlattığı uzun bir hadisinde KaTa b. Ma­lik şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.v.) sevindiğinde yüzü ay parçası gibi aydınlanırdı."

Bu hadis, «Sahih-i Buharî»de mevcuttur.

îbn Hamid dedi ki: "Musa peygambere mucize olarak bembeyaz el verildiğini söylerlerse, biz de deriz ki: Muhammed (s.a.v.)'e bundan da­ha üstün bir mucize verilmiştir: Rasûlullah (s.a.v.), bir yere oturduğu zaman insanların görebileceği şekilde sağından ve solundan nur zuhur ederdi ve bu nur, onun oradan kalkışma kadar görülmeye devam ederdi. Onun mezarında bir gün ve bir gecelik mesafeden de parlak bir nur ve aydınlık görüldüğünü bilmez misin?"

îbn Hamid'in bu sözlerinde gerçekten gariplik vardır. Ancak «es-Sîre» adlı eserimizde Tufeyl b. Amr ed-Devsî'nin İslâm'a girişini anlatır­ken onun, kavmini İslâm'a davet edeceği esnada kendisine bir destek ve yardım olsun diye Peygamber (s.a.v.)'den bir keramet istediğini ve bu­nun üzerine onun iki gözü arasında kandil gibi bir nur parladığım söyle­miştik. Nurun, tam alnının ortasından zuhuru sebebiyle o da:

- Allah'ım, şu nuru başka bir yerde göster. Yoksa kavmini bana bir azab işareti olarak alnımdan aydınlık zuhur ettiği zannına kapılacak­lardır, diye dua etmişti. Onun bu duası üzerine alnındaki nur, kırbacı­nın ucuna intikal etmişti. Kavmi de tıpkı bir kandil gibi ışık saçan o nu­ru seyretmişler ve Rasûlullah'm bereketi ve duasıyla islâm'a girmişler­di. Çünkü Rasûlullah, Tufeyl'in kavmi için:

- Allah'ım, Devs kabilesine hidayet ver ve onları bize getir, diye dua etmiş, Tufeyl'e de bu yüzden "Nur sahibi" adını takmıştı.

tbn Hamid, Üseyd b. Hudeyr ile Abbad b. Bişr'in karanlık bir gecede Peygamber Efendimiz'in yanından çıkıp evlerine gidişleri esnasında ikisinden birinin değneğinin ucundan aydınlık saçıldığını anlatmıştır ki, bu rivayet «Sahih-i Buharı» ile diğer hadis kitaplarında mevcuttur.

Muhamnıed b. Harnza b. Amr el-Eslemî, babasının şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

"Bir seferde Rasûlullah (s.a.v.)'la karanlık bir gecede beraberdik. Parmaklarımdan ışık saçıldı. Arkadaşlarım gelip çevremde birikip eş­yalarını toparladılar. Parmaklarımdan hâlâ aydınlık saçılmaktaydı. Hiçbir şeyleri kaybolmamıştı."

Hişam b. Ammar, Ebu Tayyah ed-Dab'f nin şöyle dediğini rivayet et­miştir:

"Mutarrif b. Abdullah, her cuma erken davranır ve sabah karanlı­ğında camiye gelirdi. Çoğu kez onun kırbacının ucunda bir nur görünür­dü. Yine bir gece atma binerek yola çıktı. Mezarlıktan geçerken atı bir mezarı yıkıverdi. O esnada Mutarrif, her ölünün mezarı başında kalkıp oturduğunu gördü ve Ölülerin: "Bu, Mutarrif tir, cumaya gidiyor." de­diklerini işitti. Sonra Mutarrif, onlara şöyle sordu:

- Siz cuma gününün geldiğini anlar mısınız?

- Evet, o günde kuşların neler söylediklerini dahi biliriz.

- Kuşların dediklerini de mi anlarsınız?

- Kuşlar derler ki: "Ey Rabbimiz, salih bir kavmi belalardan uzak tut"

Musa peygamberin, kendisine tabi olmamaları, muhalefetten vaz­geçmemeleri, taşkınlık ve azgınlıklarını artırmaları sebebiyle Mısır halkına ve Firavun hanedanına beddua etmesine, onların tufana, yani yaygın bir ölüme, kıtlık ve kuraklığa maruz kalmaları için Rabbine dua etmesine gelince, bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Onlara gösterdiğimiz her mucize diğerinden daha büyüktü, doğru yola dönmeleri için onları azaba uğrattık.

"Ey sihirbaz! Sana verdiği ahde göre Rabbine bizim için yalvar da doğru yola erişelim" dediler." (ez-Zuhmf, 48-49.)

"Firavun ailesi: "Bizi sinirlemek için ne mucize gösterirsen göster, sana inanmayacağız." dediler.

Bunun üzerine su baskınım, çekirgeyi, haşeraü, kurbağaları ve ka-

nı birbirinden ayrı mucizeler olarak onlara musallat kıldık, yine de bü­yüklük taslayıp suçlu bir millet oldular.

Azab başlarına çökünce, "Ey Musa! Rabbine, sana verdiği ahde gö­re, bizim için yalvar. Bizden azabı kaldınrsan sana, and olsun İd inana­cağız ve İsrail oğullarım seninle beraber göndereceğiz." dediler. Azabı -nasıl olsa sonuna gelecekleri- bir müddet için üzerlerinden kaldırınca, hemen sözlerinden cayıyorlardı. Busebeple onlardan öc aldık, ayetleri­mizi yalan sayıp umursamadıkları için onları denizde boğduk." (ei-A'râf, 132-136.)

Kendisine muhalefete devam ettikleri zaman Rasûlullah (s.a.v.) da Kureyşlilere, Yusuf peygamberin kavmine isabet eden yedi yıllık kıtlık gibi bir kıtlığın inmesi için dua etti. Onlar da Peygamber Efendimiz'in bu duası üzerine kıtlığa maruz kaldılar. Her şeylerini yeyip bitirdiler. Yiyecek bir şeyleri kalmadı. Öyle ki Kureyşlilerden biri, aşırı derecede açlığından semada duman görür gibi oluyordu. îbn Mesud (r.a.), şu aye­ti böyle tefsir etmiştir: "Ey Muhammedi Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle." (ed-Duhân, 10.)

Kureyşliler, uzun süre kıtlığa maruz kaldıktan sonra akrabalık bağlarını vesile edinerek kendisinin de rahmetle gönderilmiş bir pey­gamber olduğunu söyleyerek RasûluUah'a gidip yalvardılar. Bu kıtlı­ğın, üzerlerinden kaldırılması dileğinde bulundular. Rasûlullah da on­lar için dua etti ve kıtlık sona erdi. Azab da üzerlerinden kaldırıldı. On­lar, ölümle yüz yüze geldikten sonra yeniden canlandılar.

İsrail oğullarıyla Firavun ordusu karşı karşıya geldiği esnada Cenâb-ı Allah'ın emri üzerine Musa peygamber, asasıyla denize vur­muş, deniz de açılarak her bir taran büyük dağlar misali iki parçaya bö­lünmüş, böylece İsrail oğulları için yol açılmıştı. Bu, göz alıcı, parlak ve büyük bir mucize, düşmanı kahredici kesin bir hüccettir. Bunu tefsiri­mizde ve «Kısasu'l-Enbiya»da detaylı olarak açıklamıştık.

Kureyşlilerin isteği doğrultusunda Peygamber (s.a.v.), ayın dolu­nay olduğu bir gecede müşriklerle beraber oturmaktayken mübarek eliyle gökteki aya işaret etmiş ve ay, ikiye yarılmıştı ki; bu da Hz. Pey-gamber'in, Allah katından gönderilmiş bir elçi olduğuna ve onun Allah katında itibarlı bir zat olduğuna büyük bir işaret, sağlam bir delil, vazıh bir hüccet ve göz alıcı bir burhandır. Önceki peygamberlerden hiçbirinin gözle görülür bü kadar büyük bir mucize izhar ettiği nakledilmiş değil­dir. Nitekim bunu tefsirimizde biset bahsinin baş kısmında, Kitap ve Sünnet'ten delillerle açıklamıştık. Ayıca bu mucize, Yuşa' b. Nun için cumartesi gecesi fethi tamamladığı esnada güneşin batı ufkunda bekle­tilmesi mucizesinden de büyük bir mucizedir. Önceki sayfalarda Alâ b. el-Hadremî, Ebu Ubeyd es-Sakafî ve Ebu Müslim el-Holanî'nin izhar et­tikleri kerametleri ve beraberindeki askerlerin Dicle nehri üzerinden yürüyerek geçmelerini de anlatmıştık M; bu, Musa peygamber için deni­zin yol vermesi mucizesinden daha büyüktür. Doğrusunu Allah bilir, îbn Hamid dedi ki: "Musa peygamberin, asasıyla denize vurması üzerine denizin yol verdiğine dair anlatılan mucizenin bize karşı ileri sürülmesi durumunda deriz ki: Rasûlullah (s.a.v.), bunun gibi bir muci­ze izhar etmiştir. Bu konuda Hz. Ali, şöyle demiştir: "Hayber'e gidişimiz esnasında Saht vadisiyle karşılaştık. Vadi, su ile dolup taşmaktaydı. Derinliğini ölçtük. On dört boy olduğunu gördük. Sahabeler dediler ki:

- Ya Rasulallah, arkamızda düşman, önümüzde de şu dere var, ne yapalım?" Onlar, tıpkı Musa'nın arkadaşları gibi "Yakalandık." dediler. Rasûlullah (s.a.v.), bineğinden indi. Atlar sudan geçtiler, develer de peş­lerinden geçtiler. Atların toynakları ile develerin tabanları ancak ısla­nabildi. Bu da bir fetih oldu."

İbn Hamid'in anlattığı bu meseleyi, mutemed kitaplarda senedli olarak görmedim. Hatta bu hususta ne sahih ve hasen, ne de zayıf bir se-ned görmüş değilim. Doğrusunu Allah bilir.

Musa peygamberin Tih çölünde, üzerindeki bir bulutla gölgelendi-rilmesi meselesine gelince, bu mucize Peygamber Efendimiz için de va-kidir. Rahib Bahira'nın, arkadaşları arasında sırf Rasûlullah'ı gölgele­yen bir bulut gördüğüne dair hadis, önceki bölümlerde geçmiştir. O es­nada Rasûlullah (s.a.v.), on iki yaşında bir genç idi. Amcası Ebu Talib'le beraber ticaret için Şam'a gitmişti, işte orada Rahib Bahira, Peygamber Efendimiz'in, başı üzerindeki bir bulutla gölgelenmekte olduğunu gör­müştü. Kendisine vahiy gelmeden Önce böyle bir ilahi muhafaza altında olması, Peygamber Efendimiz için gözler kamaştıran bir mucizedir. Bir bulut, arkadaşları arasında sadece Rasûlullah'ı gölgeliyordu. Bu da onun çok sıkı bir koruma ve itina altında olduğunu göstermektedir. îs-rail oğullarını gölgeleyen bulut ile diğer bulutlardan daha kuvvetlidir. Ayrıca İsrail oğullarım gölgeleyen bulut, hararetin şiddetinden, dolayı­sıyla onların gölgeye olan ihtiyacından ötürüydü.

Bu kitabın peygamberlik delilleri bölümünde anlattığımıza göre Peygamber (s.a.v.), kuraklık ve kıtlığa, buna bağlı olarak açlığa maruz kaldıkları zaman Kureyşlilerin yağmur duası yapma istekleri üzerine ellerini kaldırıp:

- Allah'ım, bize yağmur yağdır, Allah'ım, bize yağmur yağdır. Al­lah'ım, bize yağmur yağdır, diye dua etmişti.

Enes diyor ki:

"Vallahi o esnada biz, gökte bulut diye birşey görmüyorduk. Bizimle Sel dağı arasında ne bir ev, ne bir oda vardı. Rasûlullah, dua ettikten sonra Sel' dağının arkasından, kalkan büyüklüğünde bir bulut görün­dü. Bu bulut, semanın ortasına gelince yayıldı. Sonra yağmur yağmaya başladı. Allah'a yemin ederim ki, o günden itibaren bir hafta boyunca

güneşi göremedik. Bir hafta boyunca yağmur yağmaya devam etti. in­sanlar gelip yağmurun dinmesini istedikleri zaman da Rasûlullah .(s.a.v.), ellerini semaya kaldırıp:

- Allah'ım, üzerimize değil de çevremize yağdır, diye dua etti. Dua ederken eliyle hangi tarafa işaret ediyorsa, bulut, mutlaka o tarafa gidi­yordu. Öyle ki Medine bir tac gibi oldu. O tacın çevresine yağmur yağı­yor, ama altına yağmur yağmıyordu. Bu, Tih çölünde İsrail oğulları üze­rinde duran bulutun gölgelendirmesinden daha kuvvetli bir mucizeydi ve buna ihtiyaç da vardı. Bu, ondan daha faydalıydı. Yine aynı zamanda bu, Peygamber Efendimizin daha kuvvetli bir koruma ve itina altında olduğuna işaret etmektedir. Doğrusunu Allah biîir.

Musa peygamber ile israil oğullarına bıldırcın ve kudret helvası in­dirilmişti. Buna karşılık Rasûlullah (s.a.v;) da -peygamberlik delilleri adlı kısımda anlatıldığı gibi- birçok yerde yiyecek ve içecekleri bereket­lendirip çoğaltmıştı. Az miktardaki yiyecek ve içeceği, büyük bir toplu­luğa yetecek kadar çoğaltmıştı. Nitekim Hendek gününde Cabir b. Ab­dullah'ın küçük bir oğlağını ve bir ölçeklik arpasını, 1000 kişiden fazla aç insana yedirmiş, onları doyurmuştu. Allah'ın salat-ü selamı kıyamet gününe kadar onun üzerine olsun.

Yine bir çanak yiyeceği, büyük bir kalabalığa yedirmiş, onları da do­yurmuştu. Ona, semadan manevi takviye gelmekteydi. Buna benzer da­ha birçok mucizeleri vardır ki, onları burada anlatmak uzun sürecek ve büyük bir yer işgal edecektir.

Ebu Nuaym ile İbn Hamid, bıldırcın ve kudret helvasının israil oğullarının bir çaba ve gayreti olmaksızın Allah tarafından kendilerine gönderilen bir rızık olduğunu söylemişlerdir. Bu zatlar, bu mucizeye karşılık olarak Peygamber Efendimiz'e de daha önce hiçbir peygambere helal kılınmadığı halde ganimetlerin helal kılındığını ifade etmişlerdir. Yine bunlar, şu hadisi rivayet etmişlerdi:

Cabir, aç olduklarını, açlıktan dolayı ağaç yapraklarım yediklerini ve bir seriyyede kendilerine denizin anber adındaki bir büyük balığı kı­yıya attığını, o balığı otuz gün otuz gece süresince yediklerini, böylece şişmanlayıp göbekleri üzerinde et kıvrımları meydana geldiğini söyle­miştir. Önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi bu hadis, Buharfde yer al­maktadır. Ayrıca Meryem oğlu Mesih'in mucizelerinden biri olan sofra mucizesi bahsinde de anlatılacaktır. [1]                        

 

Ebu Musa El-Holanî'nîn Kıssası

 

Ebu Musa ile arkadaşlarından bir cemaat, hacca gitmek üzere yola çıkmışlardı. O, arkadaşlarına, yanlarına azık ve dağarcık almamaları­nı emretmişti. Bir menzilde konakladıkları zaman o, iki rekat namaz kilar, sonra da Allah tarafından onlara ve bineklerine sabah akşam yete­cek kadar yiyecek ve içecek gönderilirdi. Bu hal, hacca gidiş ve dönüş sü­resince devam etmişti.

Bir ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Musa, milleti için su aramıştı; "Asanla taşa vur" dedik; ondan on Üd pınar fışkırdı. Herkes içeceği yeri bildi." (ei-Bakara, 60.)

Musa peygamberin kıssasından bahsederken ve tefsirimizde de bu ayete değinirken gerekli açıklamayı yapmıştık.

Peygamber (s.a.v. )'in, elini açmaksızın ancak yumarak içine koya­bileceği bir kaba daldırdığını, sonra parmaklarından pınar gibi sular fışkırdığını ve bunun birçok yerlerde görüldüğünü de anlatmıştık. Ör­nek olarak bir kadının tulumunun yağla dolup taştığım, Hudeybiye gü­nünde az bir yiyecekle büyük bir cemaatı doyurduğunu, buna benzer be­reketle ilgili mucizeleri de anlatmıştık. Yine Peygamber (s.a.v.)'in talebi üzerine Medine'de ne fazla ne eksik, tam ihtiyaca yetecek kadar yağmur yağmıştı. Bu da büyük ve tesirli bir mucizedir. Bir ulema cemaatının kavline göre Peygamberin parmaklarından su fışkırması, taştan su fış­kırmasına nisbetle daha muazzam bir mucizedir. Çünkü taştan su çık­ması normaldir, ama parmaklardan su çıkması alışılmış bir durum de­ğildir.

Hafiz Ebu Nuaym dedi ki: "Musa peygamberin, taşa asâsıyla vur­ması neticesinde Tih çölündeki taştan on iki kanal halinde su fışkırması ve insanların hepsinin de hangi kanaldan içeceklerini bilmiş olmaları hadisesi, Musa peygamberin bir mucizesi olarak anlatılacak olursa, biz de deriz M: Muhammed (s.a.v.)'in de bunun gibi hatta bundan daha hay­ret verici mucizesi görülmüştür. Taştan su nşkırması, ilim ve marifetçe bilinen birşeydir. Ama bundan daha hayret verici olan durum, kan, et ve kemik arasından suyun fışkırmış olmasıdır. Mina'da Hz. Peygamber (s.a.v.), parmaklarını ayrık tutmuş ve parmakları arasından sular fiş-kırmıştı. Yanındaki insanlar da parmakları arasından fışkıran tatlı ve akar suyu içmişler, bineklerine de içirmişlerdi. Orada çok sayıda insan, at ve deve, o suyu içmişlerdi.

Ebu Umre el-Ensârî'den konuyla ilgili diğer bir rivayet şöyledir:

"Bir gazada Rasûlullah (s.a.v.)'la beraberdik. İnsanlar aç halde ge-celemişlerdi. Rasûlullah (s.a.v.), bir kova getirilmesini emretti. Kovayı getirip önüne bıraktılar. Birazcık su getirilmesini de emretti. Getirilen az miktardaki suyu kovaya boşalttı. Sonra içine üfledi ve Allah'ın diledi­ği şeyleri söyledi. Sonra da parmağını kovaya daldırdı. Yemin ederim ki, Rasûlullah (s.a.v.)'m parmaklarından pınar gibi su fışkırdığını gördüm. Sonra insanları çağırdı, içmelerini emretti. Onlar da içtiler ve kırbala-nyla ibriklerini doldurdular." Buzağıya tapmaları ve sığır meselesi yüzünden öldürülen İsrail oğullarının diriltilmesi meselesine gelince, Rasûlulîah (s.a.v.)'m da bu­nun benzeri olarak bazı insanları ve hayvanları diriltme mucizesi ileri­de anlatılacaktır. Meryem oğlu İsa'nın ölüleri diriltmesinden söz eder­ken buna da değineceğiz. Doğrusunu Allah bilir. Ebu Nuaym, burada daha birçok şeyler anlatmıştır. Ancak biz konuyu uzatmamak için bura­da onlara değinmedik. [2]

 

Rasûlullah Ve Ondan Önceki Peygamberlere Verilen Şeyler

 

Muhammed b. Şuayb, Ravh b. Müdrik kanalı ile Amr b. Hassan et-Temimfnin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Musa peygambere, Arş'm hazinelerinden bir ayet verilmişti. O ayet de şudur: "Ey Rabbim! Şeytan kalbime girmesin. Beni ondan ve bü­tün kötülüklerden koru. Kudret, saltanat, hükümranlık ve mülk senin­dir. Sen ezellerin ezeli ve ebedlerin ebedisin. Amin, amin."

Muhammed (s.a.v.)'e de Arş'm hazinelerinden iki ayet verilmişti. Bu ayetler el-Bakara sûresinin sonundaki iki ayettir: "Amene'r-Rasûlü bimâ ünzile ileyhi min Rabbihi." [3]

 

Güneşin Batı Ufkunda Bekletilmesi

 

Güneş, İsrail oğullarının Musa peygamberden sonra gelen Yuşa' b. Nun adındaki peygamberleri için batı ufkunda bekletilmişti. Bu pey­gamber, İsrail oğullarım Tih çölünden çıkarıp kuşatma ve çarpışmadan sonra Kudüs'e sokmuştu. Fetih, cuma günü ikindiden sonra gerçekleş­mişti ki, o esnada güneş batmak üzereydi. Cumartesi gecesi girecekti ki, gece olunca da savaşı devam ettiremeyeceklerdi. Bunun üzerine Yuşa* peygamber, güneşe bakıp: "Ey güneş! Sen emir altındasın, ben de emir altındayım." Böyle dedikten sonra da: "Allah'ım, güneşi benim için batı ufkunda beklet." diye dua etti. Allah da onun bu duası üzerine güneşi ufukta bekletti. Fetih tamamlanınca, güneş battı.

«Kıs asü'l-Enbiya» adlı kitabımızda, «Sahih-i Müslim»de Ebu Hü-reyre'nin, Peygamber Efendimiz'den rivayet ettiği şu hadisi nakletmiş­tik:

"Peygamberlerden biri gaza yaptı. İkindi namazını kıldığı zaman veya ona yakın bir zamanda fethedeceği kasabaya yaklaştı. Güneşe de: "Sen emir altındasın, ben de emir altındayım." dedi, sonra da: "Allah'ım, şu güneşi benim için batı ufkunda biraz beklet." diye dua etti. O kasaba­yı fethedinceye kadar güneş onun için batı ufkunda bekletildi."

Bu hadiste sözü edilen peygamber, Yuşa' b. Nun'dur. İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği hadis bunu göstermektedir. Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.y.) şöyle buyurmuş­tur:

"Güneş, Kudüs'e gittiği gecelerde Yuşa' peygamberden başka hiçbir insan için batı ufkunda bekletilmemiş tir." Bu, böyle bilindiğine göre ayın ikiye bölünmesi, bir parçasının Hira dağının gerisinde, diğer par­çasının da berisinde görülmesi, güneşin batı ufkunda azıcık bekletilme­sine nisbetle daha muazzam bir mucizedir. Peygamberlik delilleri bölü­münde, güneşin battıktan sonra tekrar ufka döndürüldüğüne dair hadi­si de nakletmiştik. O bölümde bu konuyla ilgili olarak söylenen sözleri de nakletmiştik. Doğrusunu Allah bilir.

Şeyhimiz Allâme Ebul-Mealî İbn Zemlekânî dedi ki: "Zorbalarla sa­vaşması esnasında Yuşa' peygamber için güneş ufukta bekletilmişti. Ama Peygamberimiz (s.a.v.) için de ay yarılmıştı. Ayın ikiye bölünmesi, güneşin batı ufkunda bekletilmesine nisbetle daha tesirli bir mucizedir. Bu hususta rivayet edilen hadisler sahih ve mütevatirdir. Ayın bir par­çası Hira dağının önünde, bir parçası da arkasında görünmüş, Kureyşli-ler: "Gözlerimiz büyülendi." demişlerdi. Ama bilahare dışarıdan yolcu­lar Mekke'ye geldiklerinde ayın ikiye ayrılmış olduğunu Kureyşlilere haber verdiler. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştu:

"Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır, onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: "Süregelen bir sihir" derler." (el-Kamer, 1-2.)

Güneş, Rasûlullah (s.a.v.) için iki kez bekletilmişti. Bir defasında Peygamber (s.a.v.), başı Hz. Ali'nin kucağmdayken kendisine vahiy gel­meye başlamıştı, Güneş batıncaya kadar başını Ali'nin kucağından kal­dırmamıştı. Ama Ali de ikindi namazını kılamamıştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), şöyle dua etti: "Allah'ım! Doğrusu Ali, senin ve Rasûlünün itaatindedir. Güneşi onun için tekrar ufka döndür."

Peygamber Efendimiz'in bu duası üzerine Allah, güneşi onun için tekrar ufka döndürdü. Tam olarak güneş ufukta göründü. Bunun üzeri­ne Ali b. Ebi Talib de kalkıp ikindi namazını kıldı. Sonra da güneş battı, ikincisi de Isrâ gecesinin sabahında bekletilmiş ve geç doğdurulmuş ol­masıdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Kureyşlilere, geceleyin Mekke'den Kudüs'e gitmiş olduğunu söylemişti. Kureyşliler de durumu tahkik et­mek için Kudüs'teki bazı şeyleri, Hz. Peygamber'e sormuşlardı. Cenâb-ı Allah, gözündeki perdeyi kaldırmış, Peygamber Efendimiz de Kudüs'e bakarak oranın durumunu ve evsafını Kureyşlilere anlatmıştı. Yine Kureyşliler, kendilerine ait olup yolda gelmekte olan bir kervanı Pey­gamber'e sormuşlar, o da onlara şu cevabı vermişti:

- Kervanınız güneş doğarken size ulaşacaktır. Kervan gecikti. Cenâb-ı Allah da güneşi bekletti, doğdurmadı. Tam ikindi vakti olunca, güneşi doğdurdu."

îbn Bükeyr, bu hadisi «Sünen» adlı eserine yaptığı ilave niteliğindeki «Ziyadat» adlı eserinde rivayet etmiştir.

Güneşin, Hz. Ali'nin ikindi namazım kılabilmesi için tekrar batı uf­kuna döndürülmesiyle ilgili hadise gelince, biz bunu Esma bînti Umeys tarikiyle nakletmişizdir ki, en meşhur tarik de budur. Rafizî ulemasın­dan İbn Mutahhar gibi kimseler, bu hadisi sahih saymışlardır. Ali b. Medinî, İbrahim b. Yakub el-Cüzcanî gibi hadis hafizlan ise bunu zayıf saymışlardır. Güneşin doğduruimayıp bekletilmesiyle ilgili hadise ge­lince, bunu Yunus b. Bükeyr'den başkası rivayet etmemiştir. Bundan daha garib olan bir durum var M, o da ibn Mutahhar'uı «Minhac» adlı ki­tabında anlattığına göre güneş, Hz. Ali için iki defa ufka geri döndürül­müştür. Birincisi, Hz. Peygamber'e vahiy nazil olurken ikindi namazını kılamamış olan Hz. Ali'nin bu namazını kılabilmesi için güneşin tekrar batı ufkuna döndürülmesi idi. ikincisine gelince, o da şöyle cereyan et­miştir:

Ali, Babil'de Fırat nehrini geçmek istediği zaman arkadaşlarından çoğu binekleriyle meşgul olmuşlardı. Kendisi bir grup arkadaşıyla ikin­di namazını kılmıştı, ama çokları bu namazı kılamamışlardı. Bu husus­ta dedikodu yaptılar. Ali de güneşin tekrar batı ufkuna döndürülmesini Allah'tan dilemiş ve güneş tekrar ufka döndürülmüştü.

Ebu Nuaym, Musa peygamberden sonra tdris peygamberin geldi­ğini söylemişti. Tefsircilerin çoğuna göre îdris peygamber, israil oğulla­rının peygamberlerindendir. Muhammed b. îshak b. Yesar ile diğer bazı neseb ulemasına göre İdris peygamber, Nuh peygamberden önce gel­miştir. Buna daha önce de değinmiştik. [4]

 

İdrîs Peygambere Verilen Yüksek Makam

 

Onun ulaştığı yüksek makam, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle zikredil­mektedir: "Onu yüce bir yere yükselttik." (Meryem, 57.)

Bu hususta diyeceğimiz şudur ki: Muhammed (s.a.v.)'e bundan da­ha yüksek, bundan daha faziletli, bundan daha mükemmel bir makam verilmiştir. Zira Allah, onun şanını dünya ve ahirette yüceltmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Senin şanını yükseltmedik mi?" (ei-Inşirah, 4.)

Her hutbe irad eden, her şefaat dileyen, her namaz kılan kimse mut­laka "Eşhedü enlâ ilahe illallah ve enne Muhammeden Rasûlullah" diye seslenir. Allah, Rasûlünün adını kendi adıyla bir araya getirmiştir. Bu, yeryüzünün batılarında da doğularında da böyledir. Bu şahadet kelime­si, farz namazlar için bir anahtar durumundadır.

"Senin şanını yükseltmedik mi?" (el-Inşirâh, 4.)

Bu ayet-i kerimeyle ilgili olarak ibn Luhay'a, Ebu Said'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Cebrail, yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu bana söyledi: "Benim adım anıldığı zaman mutlaka senin de adın anılır."

Enes b. Malik, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet et­miştir:

"Allah'ın, bana göklerle yerin işleriyle ilgili verdiği emirleri yerine getirmemden sonra dedim ki:

- Ey Rabbim, benden önceki her peygambere ikramda bulundun, onları yücelttin, ibrahim'i dost edindin, Musa ile konuştun. Davud'un emrine de dağları verdin. Rüzgarı ve şeytanları, Süleyman'ın emrine verdin. İsa'ya da ölüleri diriltme mucizesi verdin. Ya benim için ne yap­tın?

Rabbim buyurdu ki:

- Bütün bu saydıklarından daha üstün şeyi sana vermedim mi? Benim adım anıldığı zaman mutlaka sen de anılacaksın. Senin ümmeti­nin kalplerine încilleri (Kur'ân'ları) yerleştirdim. Kur'ân'ı açıkça okur­lar, ben bu fazileti hiçbir ümmete vermedim. Arş'ımm hazinelerinden bir kelimeyi de sana indirdim. O kelime şudur: La havle vela kuvvete il­la billah."

Bu rivayetin senedinde gariplik vardır. Ancak Ebu Zür'a er-Razî, «Delâilü'n-Nübüvve» adlı kitapta bunu başka bir ifadeyle nakletmiştir ki, onda da inkita vardır.

Hişam b. Ammar ed-Dımaşkî, Enes b. Malik'den rivayet etti ki, Ra­sûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah, bana ayetlerini gösterdiği ~aman güzel bir koku hissettim. Ey Cebrail, bu nedir?" diye sordum, o da bu Cennet'tir, dedi. Ya Rab, be­ni ehlimle buraya getir, dedim." Yüce Allah buyurdu ki:

- Sana verdiğim sözü yerine getiririm. Benden başkasını Rab edin­meyen inanmış her erkek ve her kadın buraya gelecektir. Her kim be­nim için borç verirse (dünyada sevab işlerse) onu kendime yakın kıla­rım. Her kim bana tevekkül edip dayanırsa, ben ona yeterim. Dileğini yerine getiririm. Her kim benden ne isterse, istediğini veririm. Benim için infakta bulunan kimsenin nafakası eksilmez ve istediği şey de nok-sanlaşmaz. Sana verdiğim sözü yerine getiririm. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir.

Dedim ki:

- Razı oldum.

Sidretü'l-Münteha'ya vardığımız zaman secdeye kapandım. Başı­mı secdeden kaldırıp şöyle dedim:

- Ya Rab, İbrahim'i dost edindin, Musa ile konuştun, Davud'a Ze­bur'u verdin. Süleyman'a büyük bir hükümranlık verdin.

Yüce Allah buyurdu ki:

- Ben de senin şamnı yücelttim. Ümmetin hutbe irad ederken senin, benim rasûlüm olduğuna şahadet getirmedikleri takdirde hutbele­ri caiz olmaz. Ümmetinin kalplerine înciller (Kurbânlar) yerleştirdim. Sana Arş'ımm altından el-Bakara sûresinin son iki ayetini verdim."

Sonra Rasûlullah (s.a.v.), diğer peygamberlerin ruhlarıyla karşı­laştı. Onlar, Aziz ve Celil olan Rablerini övüp hamd ü senada bulundu­lar. Hz. İbrahim dedi ki:

"Beni dost edinen, bana büyük bir hükümranlık veren, beni gönüllü olarak kendisine ibadet eden bir ümmet kılan Allah'a hamd ederim. Ölümüm ve dirimim O'nun içindir. O, beni ateşten kurtardı. Ateşi be­nim için serin ve selamet kıldı."

Sonra Musa peygamber, Rabbine hamd ü senada bulunarak şöyle dedi:

"Benimle konuşan, beni risaleti ve konuşması için seçen, beni sırda­şı yapan, bana Tevrat'ı indiren, Firavun'u, benim elimle helak ettiren Allah'a hamd olsun."

Sonra Davud peygamber, Rabbine hamd ü senada bulunarak şöyle dedi:

«Beni hükümran kılan, bana Zebur'u indiren, demiri benim için yu­muşatan, dağları emrime veren, benimle birlikte dağlan ve kuşları teş­bih ettiren, bana hikmeti ve hükmetme yetkisini veren Allah'a hamd ol­sun.»

Sonra Süleyman peygamber, Rabbine hamd ü senada bulunup şöy­le dedi:

"Rüzgarlarla cin ve insanları emrime veren, şeytanları bana mü-sahhar kılan -ki bunlar benim dilediğim mabetleri, heykelleri, büyük kapları ve taşınması güç kazanları yaparlar- bana kuşlarla konuşmayı öğreten, bakırı erimiş su gibi benim için akıtan, benden sonra hiç kimse­ye verilmeyecek bir hükümranlığı veren Allah'a hamd olsun."

Sonra Hz. İsa, Allah'a hamd ü senada bulunarak şöyle dedi:

"Bana Tevrat ve İncil'i öğreten, kör ve alacalıyı iyileştirme mucize­sini veren, izniyle ölüleri diriltmeme imkan veren, beni arındıran ve ka­firler arasından çıkarıp yücelten, kovulmuş şeytandan koruyan, şeyta­nın bize güç yetirmesine imkan vermeyen Allah'a hamd olsun."

Sonra Muhammed (s.a.v.), Rabbine hamd ü senada bulunarak şöyle dedi:

"Her biriniz Rabbine hamd ü senada bulundu. Ben de Rabbime hamd ü senada bulunacak ve O'nu öveceğim. Beni âlemlere rahmet ola­rak gönderen, bütün insanlığa müjdeleyici ve uyana yapan, bana içinde herşeyin açıklaması bulunan Furkân'ı indiren, ümmetimi insanlık için çıkanlmış en hayırlı ümmet kılan, ümmetimi en üstün ümmet yapan, ümmetimi ümmetlerin en evveli ve en sonuncusu kılan, göğsümü geniş­leten, günahımı kaldıran, şanımı yücelten, beni peygamberlerin evveli ve sonu kılan Allah'a hamd olsun." İbrahim peygamber dedi ki: "Böylece Muhammed (s.a.v.), sizden üstün oldu."

- Hakim ile Beyhakî, Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Adem peygamber dedi ki:

- Ya Rab, Muhammed hakkı için beni bağışlamanı diliyorum. Cenâb-ı Allah da ona sordu:

- Henüz kendisim yaratmadığım halde Muhammed'in varlığını nereden biliyorsun?

- Ya Rab, onun adını senin adınla birlikte Arş'm sütunu üzerinde yazılı gördüm. "Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah" diye Arş'm sütunu üzerinde bir yazı vardı. Bundan anladım ki sen, yaratıkların arasında en çok sevdiğin kişinin adını kendi adınla birlikte zikreder ve zikrettirirsin.

- Doğru söyledin ey Adem. Eğer Muhammed olmasaydı, seni ya­ratmazdım.

Bazı imamlar dediler ki: Cenâb-ı Allah, Muhammed (s.a.v.)'in şanı­nı yüceltti. Evvelin ve ahirin insanları arasında onun adını kendi adıyla birleştirdi. Böylece onun kadri yüceldi. Kıyamet gününde onu Makam-ı Mahmud'a yerleştirecektir. İnsanların evveli ve ahiri ona imrenecektir. İbrahim Halilullah da dahil olmak üzere bütün yaratıklar ona gıpta ile bakacaklardır.

Rasûlullah (s.a.v.)'m şanının geçmiş ümmetlerde ve önceki nesiller­de yüceltilmiş olduğuna gelince, bu konuda «Sahih-i Buharî»de Ibn Ab-bas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Cenâb-ı Allah, gönderdiği her peygamberden mutlaka şu sözü al­mıştır: Eğer o peygamber hayatta iken Muhammed (s.a.v.) risaletle gö­revlendirilecek olursa, mutlaka Muhammed (s.a.v.)'e iman edecek, ona tabi olacak ve ona yardım edecektir. Yine Cenâb-ı Allah, gönderdiği her peygambere de şu emri vermiştir: Eğer ümmeti hayatta iken Muham­med (s.a.v.) risaletle görevlendirilecek olursa, ona iman etmeleri, ona tabi olmaları hususunda onlardan kesin söz alacak."

Peygamberler, Rasûlullah (s.a.v.)'m geleceğini önceden müjdele­mişlerdi. En son müjdeleyen de Meryem oğlu Isa peygamber idi ki o, is­rail oğullarına gönderilen peygamberlerin sonuncusuydu. Yahudi âlimleri, rahipler ve kâhinler de Rasûlullah (s.a.v.)'m geleceğini önce­den müjdelemişlerdir. Nitekim bununla ilgili açıklamaları önceki kı­sımlarda detaylı olarak vermiştik.

Isrâ gecesinde Rasûlullah (s.a.v.), semadan semaya yükseldi. Niha­yet semanın dördüncü katında bulunan İdris peygambere selam verdi. Sonra beşinci kata, oradan da altıncı kata yükseldi. Orada Musa pey­gambere selam verdi. Oradan da yedinci kata yükseldi. Orada Beyt-i Mamur'un yanında ibrahim Halilullah'a selam verdi. Sonra o makamı da aştı. Kader kalemlerinin cızırtısının duyulduğu bir seviyeye yüksel­tildi. Sidretü'l-Münteha'ya vardı. Cennet'i, Cehennem'i ve başka büyük ayetleri gördü. Peygamberlere namaz kıldırdı. Her makamdaki görevli­ler onu karşıladılar. Giderken de uğurladılar. Cennet'in bekçisi Rıdvan ile Cehennem'in bekçisi Malik ona selam verdiler, işte şeref budur. İşte yücelik budur, işte ikram budur. Azamet, üstünlük, fazilet ve şöhret iş­te budur. Allah'ın salat ü selamı, onun ve diğer peygamberlerin üzerine olsun.

Muhammed (s.a.v. )'in son nesillerde şanının yüceltilmiş olmasına gelince, bu hususta da deriz ki: Onun dini bakidir. Diğer dinlerin ta­mamını neshetmiştir. Ama kendisinin dini neshedilmeyecektir. O din ezellerin ezeli, ebedlerin ebedidir. Kıyamete kadar varlığını sürdüre­cektir. Onun ümmetinden bir grup insan devamlı olarak hak yolda bu­lunacaktır. Onları yardımsız bırakanlar ve onlara muhalefet edenler, kıyamet kopuncaya kadar onlara zarar veremeyeceklerdir. Günde beş vakit yüksek yerlerde ezan okunacak, ezanda "Eşhedü en lâ ilahe illal­lah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" denilecektir. Her hatip de hutbesini irad ederken mutlaka onun adını anmak mecburiyetinde­dir. Şair Hassan ne güzel söylemiş:

"Onun peygamberliğine imreniyorum. O, Allah'tan gönderilen son peygamberdir. Onun üstünlüğüne tanıklık edilmiştir. O, parlar ve ışık saçar. Allah, onun adını kendi adıyla birleştirmiştir. Çünkü günde beş vakit ezanda müezzin onun adım anarak şahadet getirir. Cenâb-ı Allah, kendi isim kelimesinden türettiği bir kelimeyle ona isim vermiştir. - Arş'm sahibi Allah'ın adı Mahmud, onunki ise Muhammed'dir."

Merhum Sarsarı de şöyle demiştir:

"Bilmez misin ve görmez misin ki, onun adını her ikisinde tekrarla­madığımız takdirde ezanımız ve farz namazımız sahih olmaz." [5]

 

Davud Peygambere Verîlen Mucize

 

Yüce Allah buyurdu ki:

"Güçlü kulumuz Davud'u an; o, daima Allah'a yönelirdi. Doğrusu biz, akşam sabah onunla beraber teşbih eden dağları, kuşları da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi." (Sâd, 17-19.)

(<Ey dağlar ve kuşlar! Davud teşbih ettikçe siz de onu tekrarlayın, diyerek and olsun ki, ona katımızdan lütufla bulunduk. "Geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut." diye ona demiri yumuşak kıldık. Ey in­sanlar, yararlı iş işleyin, doğrusu ben yaptıklarınızı görenim." (Sebe', 10-11.)

Tefsirimizde Davud peygamberin kıssasını anlatırken onun güzel

sesli olduğunu, Cenâb-ı Allah'ın, kuşları onun emrine verdiğini, kuşla­rın onunla birlikte teşbih getirdiklerini, dağların da ona icabet ederek onunla birlikte teşbih getirdiklerini, hızlı bir okuyuş sahibi olduğunu, bineklerine emir verip onları salıverdiğini, bulabildiği boş zamanda Ze­bur okuduğunu, sonra bineğine bindiğini söylemiştik. Allah'ın salat ü selamı onun üzerine olsun.

Peygamber (s.a.v.) de güzel ve tatlı bir sese sahipti. Kur'ân'ı tatlı bir eda ile okurdu. Cübeyr b. Mut'im dedi ki:

"Rasûlullah (s.a.v.), akşam namazında Ve't-Tîni ve'z-Zeytuni sûresini okudu. Onun sesi kadar hoş bir ses işitmedim. Kur'ân'ı tertil üzere okurdu. Nitekim Aziz ve Celil olan Allah, ona böyle okumasını em­retmişti."

Kuşların Davud peygamberle birlikte tesbihat yapmalarına gelin­ce, cansız ye dilsiz dağların teşbih getirmeleri bundan daha da hayret vericidir. Önceki bölümlerde nakledilen bir hadiste anlatıldığına göre çakıl taneleri, Rasûlullah (s.a.v.)'ın avucunda teşbih getirmişlerdir.

îbn Hamid tarafından rivayet edilen, bilinen ve meşhur bir hadiste anlatıldığına göre taşlar ve ağaçlarla çamur kersekleri de Rasûlullah (s.a.v.)'a selam verirlermiş. «Sahih-i Buharî»de îbn Mesud'un şöyle de­diği rivayet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.v.)'in sofrasında yenen yemeklerin teşbih seslerini işitirdik. Zehirlenmiş koyun paçası, zehirli olduğunu Rasûlullah (s.a.v.)'a söylemişti. Ehli ve yabani hayvanlar da onun peygamberliğine şahadet getirmişlerdi. Cansız varlıklar da ona şahadet getirmişlerdi. Nitekim bütün bunlarla ilgili açıklamalar önceki bölümlerde verilmiş­tir. Kuşkusuz içlerinde boşluk bulunmayan cansız ve dilsiz küçücük ça­kıl tanelerinden teşbih seslerinin çıkması, dağlara nisbetle daha hayret vericidir. Çünkü ne de olsa dağlarda boşluklar ve mağaralar vardır. Böylece dağlar, teşbih getiren kişinin sesini yankılayarak bir nevi cevap vermiş olurlar. Nitekim Abdullah b. Zübeyr, Medine emiri iken Harem-i Şerifte hutbe irad ettiği zaman Ebu Kubeys ve Zerud dağlan da onun sesini yankılarlardı. Ama bu, teşbih getirmeleri demek değildi. Bu da Davud peygamberin mucizelerindendir. Ama bununla beraber çakıl ta­neleri, Rasûlullah (s.a.v.)'m, Ebu Bekir'in, Ömer'in ve Osman'ın avuçla­rında teşbih getirmişlerdir ki; bu teşbih getiriş, Davud peygamberin mucizesinden daha hayret vericidir.

Davud peygamberin, kendi elinin kazancından başka birşey yeme-yişine gelince, Rasûlullah (s.a.v.) da kendi elinin kazancını yerdi. Nitekim birkaç ölçek tahıl karşılığında Mekkelilerin koyunlarım otlatırmış. Koyun çobanlığı yapmayan hiçbir peygamber yoktur. Hz. Hatice ile mal ortaklığı yapıp ticaret için Şam'a gitmişti. Yüce Allah, bu hususta şöyle buyuruyor:

"Şöyle dediler: "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Ya­hut, kendisine bir hazine verilseydi, veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!"

Bu zalimler, inananlara: "Siz, sadece büyülenmiş bir adama uyu­yorsunuz." dediler.

Ey Muhammed! Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar." (ei-Furkân, 7-9.)

"Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz yemek yerler, sokaklarda gezerlerdi." (el-Furkân, 20.)

Yani helal kazanç sağlamak için ticaret yapmak üzere sokaklarda gezip dolaşırlardı. Sonra Allah, Medine'de cihadı meşru kıldığı zaman Rasûlullah (s.a.v.) -kendisinden önceki peygamberlerden hiç birine he­lal kılınmayan ama kendisine helal kılman ganimetleri- ve kafirlerin mallarından kendisine fey olarak düşen payı yemeye başladı. Nitekim Tirmizî, îbn Ömer'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur:

"Kıyametten önce ben kılıçla gönderildim ki, yalnızca tek ve ortak-sız olan Allah'a ibadet edilsin. Rızkım, mızrağımın gölgesi altına konul­muştur. Emrime muhalefet edenlere de küçülme ve zillet vardır. Her kim bir kavme benzerse o, onlardandır."

Ateş olmaksızın demirin hamur gibi Davud peygamberin elinde yu­muşatılmasına gelince, o, sağlam halkalardan örülü zırhlar imal eder­di. Zırh yapmasını bizzat Cenâb-ı Allah ona emretmiş ve: "Geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut." demişti. Yani çiviler, o zırhlan inceltme­sin ve üst üste yığılmalar meydana gelmesin ki, halkaları kırılmasın. Nitekim Buharf de de böyle bir rivayet vardır. Yüce Allah buyurdu ki:

"Ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik, artık şükreder misiniz?"(ei-Enbiyâ, so.) Nübüvvet mucizeleriyle ilgili olarak şai­rin biri demiş ki:

"Mağaradaki Rasûlullah'ı Davud'un zırhı korumadı. Korumadaki bu övünç, örümceğe aittir."

Hicretin dördüncü senesinde hendek kazımı esnasında da hendek­te sert bir kayaya rastlanmış, sahabeler onu kıramamışlardı. Hz. Pey­gamber (s.a.v.), aşın derecede aç olduğundan karnına taş bağlamış ol­duğu halde yerinden kalktı. Gidip o kayaya üç darbe vurdu. Birinci darbede kazmanın (külünk) ucundan bir aydınlık çıktı ki, o aydınlıkta Şam sarayları göründü. İkinci darbede de bir aydınlık çıktı ki, o aydınlıkta Iran sarayları göründü. Üçüncü darbede de bir aydınlık çıktı. Sonra o kaya parçası kum yığını gibi darmadağın oldu. Kuşkusuz ateşle dahi erimeyen bir kaya parçasının kum yığını gibi paramparça olması, ancak ateşte ısıtıldığı zaman yumuşayan demirin yumuşamasından daha hayret vericidir. Nitekim şairin biri demiş ki:

"Gönlünün yumuşaklığını nefsim ile tedavi edecek olsaydı, mutla­ka sarp kaya parçası yumuşardı."

Kayadan daha sert birşey mevcud olsaydı, şair bu şiirinde mutlaka onu söylerdi. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâlâ şöyle buyurmuş­tur:

"Sonra kalpleriniz yine katüaştı, taş gibi, hatta daha da katı..." Şim­di de şu ayet-i kerimeye bakalım:

"De ki: "İster taş veya demir ya da kalbinizde büyüttüğünüz başka bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz." (el-Isrâ, 50.)

Burada başka bir mana kastedilmiştir. Demek istenilen şudur ki: Herhangi bir müdahaleye tabi tutulmadan demir, taşa nisbetle daha serttir. Ama herhangi bir müdahale yapıldığı zaman demir yumuşar, etkilenir, ama taş asla etkilenmez ve yumuşamaz. Doğrusunu Allah bi­lir.

Ebu Nuaym dedi ki: "Eğer Davud peygamber için demirin yumuşa-tıldığı söylenirse, buna karşı şöyle denir: Muhammed (s.a.v.) de taşlan ve sağır kayaları yumuşattı. Sert bir kaya onun için bir mağara haline geldi. İçine girip müşriklerden gizlendi. Bu hadise, Uhud gününde cere­yan etmişti. Şahsını müşriklerden gizlemesi için dağa yönelmiş, dağ da yumuşamış, kendisi başını kayalığın içine koyup gizlenmişti. Bu, Da­vud peygamberin demiri yumuşatma mucizesine nisbetle daha hayret vericidir. Çünkü demiri ateş yumuşatır. Ama ateşin taşı yumuşattığını görmemişizdir ve Peygamber Efendimiz'i Uhud savaşında gizleyen ma­ğara hâlâ bugün yerinde durmaktadır ki, insanlar onu görürler. Yine aynı şekilde Mekke'nin bir tarafında dağdan bir taş gelmiş, o taş, Rasûlullah için yumuşamış, hatta Rasûlullah (s.a.v.) elini ve kolunu o taşa gömmüştü. O taş hâlâ bilinen bir taştır ki, hacılar Mekke'ye gittik­lerinde onu ziyaret ederler. Mirac'a gittiği gece Kudüs'teki bir kaya par­çası da hamur gibi yumuşamış, Rasûlullah (s.a.v.), bineği Burak'ı ona bağlamıştı. O taş, bugün hâlâ yerindedir. İnsanlar onu ziyaret eder ve ellerini ona sürerler."

Uhud gününde Peygamber (s.a.v.)'in içine girip müşriklerden sak­landığı ve Mekke'nin bir mahallesinde elini kolunu içine gömdüğü taşla ilgili olarak müellifin söylediklerinde gerçekten gariplik vardır. Aslında bu gibi taşlardan meşhur siret kitaplarında söz edilmemektedir. Ama Miraç gecesinde bineğini bir taşa bağlamış olması doğrudur, «Sa-hih-i Müslim»de de anlatıldığına göre, onun bineğini o taşa Cebrail bağ­lamıştı.

Davud peygambere hikmetin ve hükmetme yetkisinin verilmiş ol­masına gelince, bu doğrudur. Ama bu, Peygamber (s.a.v.)'e de verilmiş­tir. Peygamber'e verilen şeriat, kendisinden önceki peygamberlere veri­len şeriat ve hikmetten daha mükemmeldir. Allah'ın salat ü selamı, ta­mamının üzerine olsun. Cenâb-ı Allah, kendisinden Önceki bütün pey­gamberlerde bulunan güzellik, fazilet ve üstünlükleri toplu olarak Pey­gamber Efendimize (s.a.v.)'e vermiştir. Onu diğerlerine üstün ve mü­kemmel kılmıştır. Ondan öncekilere vermediğini ona vermiştir. Pey­gamber (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

"Özlü sözleri söyleme üstünlüğü bana verildi. Bana hikmet Özetle­nerek verildi."

Şüphesiz Araplar, ümmetlerin en fasih konuşanlarıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Arapların en fasih konuşanı idi. O, mutlak olarak bütün yaratıklardan daha güzeldi. [6]

 

Hz. Davud'un Oğlu Süleyman (A.S.)'A Verilen Mucizeler

 

Allah Teâlâ buyurdu ki:

"Bunun üzerine biz de, istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgarı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağ­lı diğerlerini onun buyruğu altına verdik.*1 İşte bizim bağışımız budur; ister ver, ister tut, hesapsızdır." dedik. Doğrusu onun, katımızda yakın­lığı ve güzel bir istikbali vardır." (Sâd, 36-40.)

"Bereketli kıldığımız yere doğru, Süleyman'ın emriyle yürüyen şid­detli rüzgarı, onun buyruğuna verdik. Biz herşeyi biliyorduk. Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler de gören şeytanlardan da onun buyruğu al­tına verdik. Onların hepsini gözetiyorduk." <ei-Enbiyâ, 81-82.)

"Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık me­safeden gelen rüzgarı Süleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için, su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabım tattınrdık.

Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Davud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır." (Sebe', 12-13.)

Bütün bu açıklamaları, Süleyman peygamberin kıssasında ve tef­sirde nakletmiştik.

imam Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilen, Tirmizî, İbn Hib-ban ve Hakim tarafından da sahih kabul edilen bir hadiste Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakîetmiştir:

"Süleyman peygamber, Mescid-i Aksa'nın inşaasım tamamladık­tan sonra Allah'tan üç şey istedi: Allah'tan kendi hükmüne uygun bir hüküm vermesini, kendisinden sonra hiç kimseye verilmeyecek bir hü­kümranlığı bahşetmesini ve Mescid-i Aksa'ya gelen herkesin bu mescit­ten çıkarken anasından doğduğu günkü gibi günahsız olarak çıkmasını diledi."

Rüzgarın Süleyman peygamberin enirine verilmesine gelince; Al­lah, Ahzab savaşından bahsederken bu hususta da şöyle buyurmuştur:

"Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetim anın, üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve göremediğiniz ordular gön­dermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu." (el-Ahzâb, 9.)

Müslim, İbn Abbas'tan rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur:

"Bana (doğudan esen tatlı) saba rüzgarı ile yardım edildi. Ad kavmi ise (batıdan esen) debur rüzgarı ile helak edildi."

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde sabit olan bir hadiste, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Bana, bir aylık mesafeden düşmanın yüre­ğine korku bırakılmakla yardım edildi."

Yani Peygamber (s.a.v.), kafir bir kavimle savaşmaya yöneldiği za­man kendisi onlara ulaşmadan bir ay Önce kalplerine korku bırakılırdı. Bu da Süleyman peygambere sabah bir aylık, akşam bir aylık mesafede uçan rüzgarın verilmesi nimetine karşılık bir nimettir. Hatta bu, zafer, takviye ve teyid bakımından o rüzgara nisbetle daha tesirlidir. Rasû­lullah (s.a.v.), yağmur duası yaptığı zaman Cenâb-ı Allah, birçok yerde yağmur yağdırmak için bulutları sevkedici rüzgarları onun emrine ver­mişti.

Ebu Nuaym dedi ki: Süleyman peygambere, rüzgarın müsahhar kı­lındığı ve onu sabah bir aylık, akşam da bir aylık mesafelerde Allah'ın beldelerine götürdüğü söylenecek olursa, buna karşılık denilir ki: Mu-hammed (s.a.vO'e verilen mucize, bundan daha muazzam ve daha bü­yüktür. Çünkü o, bir gecede Mekke'den bir aylık mesafedeki Kudüs'e gitmiş, orada da mesafesi yerden 50.000 sene uzaklıkta olan semavat âlemine yükselmişti ki, bütün bunlar, gecenin üçte birlik diliminden da­ha az bir süre içinde olup bitmişti. Rasûlullah (s.a.v.), kat kat semalara yükselmiş, oradaki hayret verici durumları görmüş, Cennet ve Cehen-nem'e vâkıf olmuştu. Ümmetinin amelleri kendisine arzedilmiş, pey­gamberlere ve semavattaki meleklere namaz kıldırmıştı. Perdeleri aşıp ilerilere gitmişti. Bütün bunların bir gecede cereyan etmiş olması, elbet-teki Süleyman peygamberin rüzgara binip dolaşmasına nisbetle daha büyük ve daha hayret verici bir mucizedir.

Şeytanlarla cinlerin, Süleyman peygamberin emrine verilmeleri, bunların, onun için mabetler ^ heykeller, kazan gibi büyük çanaklar ve taşınması çok zor kazanlar yapmalarına karşılık Cenâb-ı Allah, kulu ve elçisi Muhammed'e birçok yerde yardım etmeleri için gözde meleklerini yeryüzüne indirmişti. Bedir, Uhud, Hendek ve Hüneyn ile benzeri bir­çok gazada melekler onun yardımına koşmuşlardı. Nitekim bütün bun­ları ilgili bölümlerde ayrıntılı olarak açıkladık ki; bu, Hz. Süleyman'ın emrine verilen cinlerle şeytanların büyük işler yapmalarına nisbetle daha muazzam, daha göz alıcı, daha üstün bir mucizedir. îbn Hamid bu­nu kitabında anlatmıştır.

Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Hüreyre'den rivayet edildi ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Cinlerden bir ifrit, dün gece namazımı bozdurmak için bana ansı­zın hücum etti. Ama Allah beni galip getirip ona istediğimi yapmama fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu görüp seyredersiniz diye mesci­din direklerine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleyman'ın, "Ya Rab, bana mağfiret et ve benden sonra kimsenin olmayacak bir mülkü bana bağışla." demiş olduğu hatırıma geldi de ifriti kovdum. Allah, onu kayba uğramış olarak geri çevirdi." Müslim'in rivayetine göre ise Ra­sûlullah şöyle buyurmuştur:

"Sonra onu yakalamak istedim. Vallahi kardeşimiz Süleyman'm duası olmasaydı, sabahleyin Medine çocukları onunla oynayacaklardı."

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Said'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Rasûlullah (s.a.v.), sabah namazını kıldırıyordu. Ben de arkasm-daydım. Namaz esnasında kıraatim karıştırdı. Namazı tamamladıktan sonra şöyle buyurdu:

- Beni ve İblis'i görmeliydiniz. Elimle onu yakaladım, neredeyse onu boğacaktım. Öyle ki, salyasının serinliğini şu iki parmağım arasın­da hissettim. (Rasûlullah böyle derken işaret parmağıyla orta parmağı­nı gösterdi.) Kardeşim Süleyman'm duası olmasaydı, o İblis, sabahleyin mescidin direklerinden birine bağlı olacak, Medine'nin çocukları da onunla oynayacaklardı."

Sahih hadislerde ve müsnedlerde nakledildiğine göre, Hz. Peygam­ber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Ramazan ayı girdiğinde Cennet'in kapıları açılır. Cehennem'in ka­pıları kilitlenir, şeytanlar da bukağılara vurulurlar."

Bu da Cenâb-ı Allah'ın, Hz. Peygambere meşru kıldığı ramazan ayı orucu ile ramazan gecelerinde Teravih kılmasının bereketi sayesinde meydana gelmiştir.

İsa peygamberin körleri ve alacaları şifaya kavuşturması bahsinde de anlatılacağı gibi Rasûlullah (s.a.v.), Müslüman olan cinlerden birkaçı için dua etmiş ve onlar şifa bulmuşlardır. Şifaya kavuşan bu cinler, Rasûlullah'm heybetinden korktukları ve emrine uydukları için cinler­den ayrılmışlardır. Allah'ın salat ü selamı Rasûlullah'm ve diğer pey­gamberlerin üzerine olsun.

Ayrıca Cenâb-ı Allah, cinlerden birkaç kişilik grubu Kur'ân dinle­yip iman getirsinler ve Rasûlullah'ı tasdik etsinler diye Rasûlullah'm yanma göndermişti. Onlar da Kur'ân dinleyip iman getirdikten sonra kavimlerine dönmüşler ve onları Muhammed (s.a.v.)'in dinine girmeye davet etmişler, Rasûlullah (s.a.v.)'a muhalefet etmekten onları sakm-dırmışlardı. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.), hem insanlara hem de cinlere peygamber olarak gönderilmişti. Cinlerden birçokları -önceki kısımlar­da da anlattığımız gibi- ona iman etmişlerdi. Onlardan birçok kişiden oluşan heyetler, Rasûlullah (s.a.v.)'a gelmiş, Rasûlullah (s.a.v.) da onla­ra, Rahman sûresini okumuştu. Onlardan iman edenler için hazırlanan cennetleri onlara haber vermiş, inkar edenler için ise Cehennem ateşi­nin hazırlandığını bildirmişti. Kendi yiyecekleri ve hayvanlarına yedi­recekleri yemler için de onlara İslâm'ın hükümlerini beyan etmişti. Bu da onlar için bunun apaçık olduğunu ve diğer peygamberlerin mucizele­rinden daha önemli ve daha büyük olduğunu isbatlamaktadır.

Ebu Nuaym, geceleyin Rasûlullah (s.a.v.)'m ashabından bir toplu­luktan hurma çalan korkunç çehreli bir ifritin de haberini ve onunla ilgi­li hadisi anlatmaktadır. Sahabeler onu yakalamak istemişlerse de o, Rasûlullah (s.a.v.)'m huzuruna götürülmekten korktuğu için bütün gü­cüyle direnmişti. Sonra o sahabeler, ayete'l-kürsiyi okumayı öğrendik­leri ve okudukları için o ifrit onlardan kurtulmak için ödün vermişti. Ayete'l-kürsiyi okuyan kimseye şeytan yaklaşmaz. Bununla ilgili açık­lamaları tefsirimizde vermiştik. Allah'a hamd olsun.

Ebu Nuaym, Cebrail'in birkaç defa Hz. Peygamberi Ebu Cehü'den korumuş olduğunu, ayrıca Uhud gününde Hz. Peygamber'in sağ tara-finda Cebrail'in, sol tarafında ise Mikail'in savaştıklarını anlatmıştır.

Cenâb-ı Allah'ın, Davud peygambere verdiği gibi Süleyman pey­gambere de hem hükümdarlık hem peygamberlik vermiş olmasına ge­lince, bu hususta da şöyle deriz: Cenâb-ı Allah, kulu Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, hükümdar peygamber olmak ya da kul rasûl olmak arasında serbest bırakmış, Rasûlullah (s.a.v.) da bu hususta Cebrail'e danışmış, Cebrail ise mütevazi davranması için ona tavsiyede bulunmuş, bunun üzerine Hz. Peygamber, kul ve rasûl olmayı tercih etmişti. Bu hususta Hz. Aişe ile îbn Abbas, bir hadis rivayet etmişlerdir. Şüphesiz ki risalet makamı, herşeyden daha üstündür. Peygamberimiz (s.a.v.)'e yerin ha­zineleri arzedilmiş ama o, bunları kabule yanaşmamış ve şöyle demişti:

"Eğer dileseydim, Allah benimle birlikte yerin dağlarını altın ola­rak akıtırdı. Ama ben bir gün aç kalır, bir gün de doyarım." Bütün bunları, delil ve senedleriyle tefsirimizde ve "Sîret" adlı eserimizde anlatmış­tık. Allah'a hamd ve minnet olsun.

Hafız Ebu Nuaym, Ebu Hüreyre'den rivayet etti M, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Bir ara ben uyumaktayken yerin hazinelerinin anahtarları bana getirildi ve elime konuldu."

Hüseyin b. Vakid, Cabir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Rasûlulîah (s.a.v.) buyurdu ki: "Cebrail, alaca bir at üzerinde bana dünya hazinelerinin anahtarlarım sündüsten bir kadife kese içinde ge­tirdi."

Kasım, Ebu Lübabe'den merfu olarak rivayet ettiği bir hadiste Pey­gamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Rabbim Mekke vadisini, benim için altına dönüştürmeyi teklif etti. Ben ise şöyle cevap verdim:

- Hayır ey Rabbim. Aksine ben bir gün aç kalır, bir gün de doyarım. Acıktığım zaman sana yalvarırım. Doyduğum zaman da sana hamd ve şükrederim."

Ebu Nuaym dedi ki: Süleyman peygamberin kuş dilini anladığı, ka­rıncalarla konuştuğu söylenmekte ve bu husus şu ayetlerle de teyid edilmektedir: "Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi." (en-Neml, ıe.)

"Karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca: "Ey ka­rıncalar, yuvalarınıza girin, Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin." dedi. Süleyman, onun sözüne hafifçe güldü." (en-Neml, 18-19.) Bu­na karşı da denilir ki: Muhammed (s.a.v.)'e böyle mucizeler hatta bun­dan daha çokları verilmiştir. Önceki bölümlerde de anlattığımız gibi ya­bani hayvanlarla yırtıcı hayvanlar Rasûlullah (s.a.v.)'a konuşmuşlar, deve onun yanına gelip boğürmüş, ağaç onunla konuşmuş, çakıl tanele-riyle taşlar onun yanında teşbih getirmişler, hurma dalı ondan ayrılığa dayanamadığı için inlemişti. Rasûlullah (s.a.v.), bunlara seslenmiş, bunlar da onun çağrısına icabet etmişler, kurt onun peygamberliğini ik­rar etmiş, ona itaat etmek için kuşlar teşbih getirmişler, geyik gelip onunla konuşmuş ve şikayette bulunmuş, keler de gelip onun peygam­berliğini ikrar etmişti. Buna benzer daha birçok mucize Hz. Peygamber tarafından izhar edilmiştir. Bunlarla ilgili açıklamalar, önceki bölüm­lerde verildiğinden bunları burada yeniden detaylı olarak anlatmaya gerek yoktur.

Ben derim ki: Zehirli koyun gövdesindeki paça, zehirli olduğunu Ra-sûlullah'a bildirmişti. Bu zehiri o ete koyan Yahudi kadın da bunu itiraf etmişti.

Hudeybiye barışının hükümlerini ihlal eden Beni Bekr kabilesine karşı müeyyide uygulanmasını taleb eden Amr b. Salim el-Huzaî, kasi­desini inşa ederken Rasûlullah, gökteki bir bulutu göstererek Amr'a:

- Ey Amr! Şu bulut senin muzaffer olacağını müjdeliyor, demişti. Beni Bekr kabilesinin, Hudeybiye barış hükümlerini ihlal etmeleri,

Mekke'nin fethine sebep teşkil etmişti ki, bunu daha önceleri de anlat­mıştık.

Peygamber (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

"Ben öyle bir taş biliyorum ki, bisetten önce Mekke'de o taş bana se­lam verirdi. O taşı şimdi de bilmekteyim." Eğer o taş, lisan-ı hâl ile se­lam vermiş ve Rasûlullah da bunu anlamış ise mesele yok. Onun lisan-ı hâl ile konuşması da çok tesirlidir. Çünkü taş, kuşa ve karıncaya göre cansızdır. Kuş ile karınca ruh sahibi, canlı hayvanlardandırlar. Ama o taş, lisanen selam vermiş ise bu daha kuvvetlidir ve karıncalarla kuşla­rın konuşmasından daha hayret vericidir. Nitekim Hz. Ali demiş ki:

"Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte Mekke'nin bazı mahallelerini dolaş­tım. Hangi taşa, hangi ağaca, taşlaşmış olan hangi çamur parçasına uğ­rarsa onlar mutlaka kendisine selam veriyor ve "esselamü aleyke ya Ra-sulallah" diyorlardı."

O cansız varlıkların bu konuşmalarını ve selamlamalarını hem Ra­sûlullah hem de Ali işitmişlerdi.

Ebu Nuaym, Halid b. Muallâ b. Cebel'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

"Hayber'de iken Peygamber (s.a.v.)'e siyah bir eşek geldi, karşısın­da durdu. Rasûlullah (s.a.v.) ona sordu:

- Sen kimsin?

- Ben Amr b. Fehran'ım. Biz yedi kardeştik. Bizden her birimize bir peygamber binmiştir. Ben, kardeşlerimin en küçüğüyüm ve senin payı­na düştüm. Ben, Yahudi bir adamın mülkiyetindeydim. Seni andıkça tö­kezler, onu yere düşürürdüm, o da beni incitinceye dek döverdi.

- Sen Ya'fur'sun."

Bu hadiste, şiddetli bir münkerlik vardır. Önceki sahih hadisleri naklettikten sonra bunu burada anlatmaya ihtiyaç yoktur. [7]

 

Meryem Oğlu Îsa Peygambere Verîlen Mucizeler

 

İsa peygambere "Mesih" denir. Yeri meshettiği veya ayak tabanının dümdüz oluşu veya ana karnından çıkarken yağlanmış olarak çıktığı veya Cebrail'in bereket için kendisini meshettiği veya Allah'ın onun gü­nahlarını sildiği veya hasta olan bir kimseye elini sürüp meshettiği za­man o adamın iyileşmiş olması nedeniyle kendisine bu ad verilmiştir. Hafız Ebu Nuaym, kendisine Mesih denmesine dair ileri sürülen bu ge­rekçelerin tamamını nakletmiştir. Allah ona rahmet etsin.

İsa peygamberin özelliklerini şöylece sıralayabiliriz: O, Havva'nın, dişisi olmayan bir erkekten yaratılması, Adem peygamberin de erkek ve

dişi bir çift olmaksızın yaratılmış olması gibi, İsa peygamber de Allah'ın kelimesiyle, erkeği olmayan bir dişiden yaratılmıştır. Allah, Adem pey­gamberi topraktan yaratmış, sonra o toprağa ol demiş, o da oluvermişti. Aynı şekilde îsa peygamber de Allah'ın kelimesi ve Cebrail'in Meryem'e üflemesi neticesinde halkedilmiştir.

Hz. İsa ile annesi Meryem'in Özelliklerinden bir diğeri de şudur ki, Hz. İsa'nın doğumu esnasında İblis ona darbe vurmaya gitmiş ama dar­besi, Hz. İsa'nın içinde bulunduğu meşime denen perdeye isabet etmiş­ti. Nitekim bu husus «Sahih-i Buharî»de de anlatılmaktadır.

Hz. İsa, ölmediği gibi şu anda diridir. O, şu anda cesedi ile dünya se-masmdadır. Kıyametten önce Şam'daki Ümeyye camiinin doğusundaki beyaz minareye inecek ve zulüm ve haksızlıkla dolu olan yeryüzünü adalet ve hakkaniyetle dolduracaktır. Hz. Muhammed'in şeriatı île hükmedecek, sonra vefat edecek ve Rasûlullah (s.a.v.)'m mezarının ya­nma defnedilecektir. Nitekim Tirmizî de böyle bir rivayette bulunmuş­tur. Onun kıssasından bahsederken bu hususu detaylı olarak anlatmış­tık.

Şeyhimiz Allame îbn Zemlekanî dedi ki: İsa peygamberin mucizele­rine gelince, bu mucizelerden biri, onun ölüleri diriltme sidir. Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in mucizeleri bundan daha çoktur. Cansız varlıkları can­landırmak, ölüyü diriltmekten daha tesirli bir mucizedir. Zehirlenmiş koyun paçası, zehirli olduğunu Rasûlullah (s.a.v.)'a söylemişti. Kesilip pişirilmiş koyunun etinin Rasûlullah (s.a.v.) tarafından diriltilmiş ol­ması, Isa peygamberin ölü insanları diriltmesine nazaran birkaç ba­kımdan daha tesirlidir. Şöyle ki:

1- Rasûlullah (s.a.v.), koyunun bir organını diriltmiş, geri kalan kıs­mı cansız kalmıştı. Diriltilen bu kısım cansız kısma bitişik ise, bu elbet-teki bir mucizedir.

2- Rasûlullah (s.a.v.), koyunun paçasını diğer organlarından ayrı olarak diriltmişti. Diğer organlarıysa cansız kalmıştı.

3- Rasûlullah (s.a.v.), koyunun o organını akıl ve idrakle birlikte canlandırmıştı. Oysa o hayvan daha önce hayatta iken akıl sahibi değil­di. Konuşan bir varlık da değildi. Bu, Allah'ın İbrahim peygamber için dirilttiği kuşlarla ilgili mucizeden daha tesirli bir mucizedir.

Ben derim ki: «Sahih-i Müslim»de de rivayet edildiği gibi Peygam­ber (s.a.v.)'e hitap eden taşa akıl, idrâk ve hayatın girmesi, hayvanların diriltilmesine nisbetle daha tesirli bir mucizedir. Çünkü ölü hayvan, bir zamanlar hayat sahibiydi. Kendisinde hayat ve canlılık vardı. Oysa taş­ta hayat ve canlılık eseri daha önceleri de yoktu. Taşların ve taşlaşmış çamur parçacıklarının da Rasûlullah'a selam vermeleri, ağaçların, dal­ların onun risaletine şahadet getirmeleri, hurma dalının ona olan ayrı­lık hasretinden inlemesi de bu tür mucizelerdendir.

îbn Ebu Dünya, ölümden sonra yaşayanlarla ilgili olarak derlediği kitapta birçok örnekler vermektedir. Bu kitapta sabit olduğuna göre, Enes (r.a.) şöyle demiştir:

"Ensâr'dan bir adamın yarana gittik. Hastaydı, ama aklı başınday­dı. Henüz yanından ayrılmadan önce o vefat etti. Üzerine elbisesini ört­tük. Yaşlı bir annesi vardı. Baş ucunda oturuyordu. Bizden biri dönüp o kadına baktı ve ona:

- Sabırlı ol, şu basma gelen musibetin sevabım Allah'tan bekle, de­di. Kadın da şöyle dedi:

- Bu ne? Oğlum öldü mü?

- Evet, dedik.

- Gerçek mi söylüyorsunuz?

- Evet.                                                                         

Kadın, elini semaya kaldırıp Allah'a şöyle yalvardı:

- Allah'ım, biliyorsun ki ben her türlü sıkıntı ve rahatlık zamanın­da bana yardım edeceğini umarak Müslüman olup rasûlünün yanına hicret edip geldim. Bugün şu musibeti bana yükleme."

Kadın, duasını tamamlayınca oğlu, yüzündeki örtüyü atıp kalktı. Öldükten sonra dirilmişti. Yanımızda bizimle birlikte yemek yedi."

Beyhakî'nin bir rivayetinde anlattığına göre, ölüp te sonra dirilen bu Ensârî adamın annesi yaşlı ve âmâ bir kadındı.

Yine Beyhakî'nin rivayetinde anlatıldığına göre bu hadise Ra-sûlullah (s.a.v.)'m huzurunda cereyan etmiştir. Bu rivayetin senedinde adı geçen raviler sıka yani mutemed kimselerdirler. Ancak rivayet zin­cirinde Abdullah b. Avn ile Enes arasında kopukluk (inkita) vardır. Doğrusunu Allah bilir. [8]

 

Başka Bir Kıssa

 

Hasan b. Arfe, Ebu Sebre en-Nehaf nin şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

"Yemen'den bir adam geldi. Yoldayken eşeği ölmüştü. Kalkıp ab-dest aldı. Sonra iki rekat namaz kılıp şöyle dua etti:

- Allah'ım, senin yolunda cihad etmek ve rızam kazanmak amacıy­la Medine'den geldim ve ben şahadet ederim ki; sen ölüleri diriltir, me-zardakileri canlandırıp kaldırırsın. Bugün beni herhangi bir kimsenin minneti altına koyma. Bugün senden dilerim ki, eşeğimi diriltesin.

Adam duasını tamamlayınca, eşeği kalkıp kulaklarını silkelemeye başladı."

Beyhakî, bu rivayetin senedinin sahih olduğunu söylemiştir. Bir Müslümanın izhar ettiği böyle bir keramet, aynı zamanda şeriatın sahi­bi Rasûlullah (s.a.v.)'a da aittir.

Ben derim ki: îbn Ebu Dünya da İsmail tarikiyle ŞaTrî'den böyle bir rivayette bulunmuştur. ŞaTrî, bu rivayette şöyle demiştir: "Ben o eşeğin Kûfe'de satıldığım gördüm."

Bu hadise, Ömer b. Hattab zamanında vuku bulmuştur. Eşeği öl­dükten sonra diriltilen adamın akrabalarından biri şöyle demiştir:

"Bizde öyle biri var ki, eşeği ölüp te bütün organ ve mafsalları cansız hale geldikten sonra Allah onun eşeğim diriltmiş tir."

Zeyd b. Harice'nin öldükten sonra konuşması, Peygamber (s.a.v.) ile Ebu Bekir, Ömer, Osman için doğru tanıklıkta bulunması kıssasına ge­lince, bu birçok sahih yollarla rivayet edilen meşhur bir hadisedir. «Ta-rihü'l-Kebir» adlı eserde Buharı demiş ki: "Zeyd b. Harice el-Hazrecî el-Ensârî, Bedir gazvesine katıldı. Hz. Osman zamanında da vefat etti. O, öldükten sonra konuşan adamdır."

Hakim ile Beyhakî, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet et­mişlerdir:

"Zeyd b. Harice el-Ensârî el-Haris el-Hazrecî, Osman b. Affan zama­nında vefat etti. Üzerine örtü örtüldü. Sonra onun göğsünden bir ses du­yuldu. Bu senin ardı sıra konuşup şöyle dedi:

- Ahmed ilk kitaptadır. Doğru söyledi, doğru söyledi. Nefsinde za­yıf, ama Allah'ın emri hususunda kuvvetli olan Ebu Bekir ilk kitapta­dır. Doğru söyledi, doğru söyledi. Ömer b. Hattab güçlüdür, ilk kitapta­dır. Doğru söyledi, doğru söyledi. Osman b. AfFan da onların yolundadır. Dördü gitti, ikisi kaldı. Fitneler geldi. Güçlü zayıfı yedi. Kıyamet koptu. Size ordunuzdan bir hayır gelecektir."

Yahya b. Said, Said b. Müseyyeb'in şöyle dediğim rivayet etmiştir:

"Sonra Beni Hutama'kabilesinden bir adam vefat etti. Üzerine bir

elbise örtüldü. Göğsünden bir ses duyuldu. Sonra konuşup şöyle dedi:

- Beni Haris b. Hazrec kabilesinden olan din kardeşim doğru söyle­di, doğru söyledi."

Öldükten sonra bazı kimselerin konuştuklarına dair rivayetler bir cemaat tarafından nakledilmiştir ki, bu rivayetlerin senedleri de sahih­tir. Doğrusunu Allah bilir.

Ben derim ki: Hendek savaşında Cabir'in kuzusu ve azıcık arpasıyla yapılan yemeği 1000 kişi yemişti. Bunu önceki bölümlerde de anlatmış­tık. Hanz Muhammed b. Münzir (Bişker adıyla bilmen bu zat), «el-Ga-raib ve'1-Acaib» adlı kitabında, senediyle naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.v.), Cabir'in kesilen kuzusunun kemiklerini bir araya getirmiş, son­ra Allah'a dua etmiş ve kuzusu tekrar eski haline gelip canlanmış ve Rasûlullah, o kuzuyu yine Cabir'in evinde bırakmıştır. Doğrusunu Al­lah bilir.

Şeyhimiz dedi ki: tsa peygamberin mucizelerinden biri de delileri akıllandırıp şifaya kavuşturmasıydı. Peygamber (s.a.v.) de delileri akıllandırıp şifaya kavuşturmuştu. Isa peygamberin delileri akıllandırıp şifaya kavuşturduğuna dair özel bir nakil bilmemekteyim, ancak o, kör­leri ve alacaları şifaya kavuştururdu. Buna dair nakiller mevcuttur. Ay­rıca çeşitli müzmin hastalıklara ve felaketlere de şifa bulurdu. Hz. Pey-gamber'in delileri akıllandırıp şifaya kavuşturmasına gelince, bu hu­susta İmam Ahmed b. Hanbel ile Hafiz el-Beyhakî birkaç vecihten nak­lettiler ki, Ya'lâ b. Mürre şöyle demiştir: Kadının biri, küçük yaştaki oğ­lunu Peygamber'e getirdi. Çocuğunu cin çarpmıştı. Onun kadar şiddetli derecede cinler tarafından çarpılmış bir kimse görmemiştim. Kadın de­di ki:

- Ya Rasulallah, gördüğün gibi şu oğlumun başına bir bela geldi. Bu yüzden biz de belaya uğradık. Günde birkaç defa düşüp bayılmakta ve eziyet görmektedir.

Rasûlullah (s.a.v.):

- Çocuğunu bana uzat, dedi. Kadın da çocuğu Rasûlullah ile bine­ğinin eğeri arasına koydu. Rasûlullah, üzerine eğildi ve çocuğa üç kez üfledi, sonra da şöyle dua etti:

"Bismillah, ben Allah'ın kuluyum, defol ey Allah'ın düşmanı." Böyle dua ettikten sonra çocuğu, tekrar kadına uzattı. Yoluna devam etti. Dö­nüşte o kadınla karşılaştı. Kadın, Rasûlullah'm dua etmesinden sonra artık çocukta şüpheli bir hal görmediğini, çocuğun tamamen iyileştiğini anlattı.

imam Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

"Kadının biri, oğlunu Rasûlullah (s.a.v.)'a getirip şöyle dedi:

- Ya Rasulallah, oğlumu cin çarpmış. Sofraya oturduğumuz za­man cin onu yakalıyor, yemeği burnumuzdan getiriyor.

Rasûlullah (s.a.v.), çocuğun göğsünü ovaladı, dua etti. Çocuk kustu, ağzından siyah köpek yavrusu gibi birşey çıkıp gitti. Bunun üzerine ço­cuk iyileşip şifa buldu."

Bu rivayette gariplik vardır. Doğrusunu Allah bilir.

Bezzar, Sa'd b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Peygamber (s.a.v.), Mekke'de iken Ensâr'dan bir kadın gelip ona şöyle dedi:

- Ya Rasulallah, şu habis beni mağlub etti. Peygamber (s.a.v.) de o kadına şöyle dedi:

- İçinde bulunduğun şu hale karşı sabredip te kıyamet gününde günahsız ve hesapsız olarak Allah'ın huzuruna gelmek istemez misin?

- Seni hak peygamber olarak gönderen zata yemin ederim ki, Al­lah'ın huzuruna varıncaya kadar bu halime sabredip dayanacağım. Yalnız şu habisin (bayılmam esnasında) elbiselerimi soymasından kor­kuyorum.

Bunun üzerine Rasûlullah, o kadın için dua etti. Kadın da bayılaca­ğını hissettiği zaman Kabe'nin örtüsüne tutunur ve kendisine musallat olan cine: "Defol," der, cin de defolup giderdi."

Bu hadisin doğruluğunu teyid eden başka bir hadis de «Sahih-i Buharî» ile «Sahih-i Müslim»de Ata b. Ebi Rebah'tan rivayet edilmiştir:

"îbn Abbas, bana dedi ki:

- Sana, cennetliklerden bir kadın göstereyim mi? .   — Evet, göster.

- Şu siyahi kadın, Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip şöyle dedi:

- Ben bayılıp düşüyorum. Üstüm başım açılıyor. Benim için Al­lah'a dua et (de bu hastalıktan kurtulayım).

Rasûlullah buyurdu ki:

- İstersen sabret ve bunun karşılığında Cennet'i kazan, istersen de sana afiyet vermesi için Allah'a dua ederim.

- Hayır sabredeceğim. Yalnız Allah'a dua et de baygın olduğum es­nada üstüm başım açılmasın.

Rasûlullah (s.a.v.), onun için dua etti. Artık o baygın iken üstü başı açılmıyordu."

Hafız Ibn Esir, «Üsdü'1-Gabe fi Esmai's-Sahabe» adlı eserinde an­lattığına göre (yukarıda sözü edilen) Ümmü Züfer adındaki o kadın, Ha­tice binti Hüveylid'in tarakçısı imiş ve Ata b. Ebi Rebah onu görünceye kadar yaşamış. Allah ikisine de rahmet etsin.

İsa peygamberin "ekmehi" (anasından kör olarak doğan, başka bir kavle göre ise gündüz görmeyip gece gören) ve alacalı kimseyi şifaya ka­vuşturması mucizesine benzeyen bir mucize olarak Katade b. Numan'ın yanağının üzerine akan gözünü mübarek avucuna alıp tekrar yerine yerleştirmiş ve Katade yeniden görmeye başlamıştı. Bu hali devam et­mişti. Hatta darbeyi yeyip te Rasûlullah tarafından şifaya kavuşturu­lan bu göz, diğerinden daha güzel ve sağlam olmuştu. Muhammed b. Is-hak b. Yesar, «Siret» adlı eserinde ve diğer siyerciler de eserlerinde bunu böyle anlatmışlardır. Sonra biz de bu meseleyi detaylı olarak anlatmış­tık. Hamd ve minnet Allah'adır. Katade'nin oğullarından Asım b. Ömer b. Katade, Ömer b. Abdülaziz'in yanma gitmiş, Ömer onun kim olduğu­nu sorunca, o da şu şiirle cevap vermişti:

"Ben o kimsenin oğluyum ki, gözü yanağının üzerine aktı da o göz, Mustafa'nın avucuyla tekrar daha güzel bir şekilde yerine yerleştirildi.

Eski haline döndü. O ne güzel gözdü ve o yanak da ne güzel bir ya­naktı."

Ömer b. Abdülaziz de şöyle karşılık verdi:                      .

"Bunlar, yüksek hasletlerdir. Su ile karıştınlmış ve idrara dönüş­müş süt kapları değildirler."

Bundan sonra da Ömer b. Abdülaziz ona mükafat verdi. Güzel ar­mağanlar takdim etti.

Darekutnî'nin rivayetine göre Katade'nin iki gözü de yanaklarının üzerine akmış, Rasûlullah (s.a.v.), gözlerinin ikisini de yerlerine yerleş­tirmiştir. Ama meşhur olan birinci rivayettir. îbn îshak da böyle demiş­tir. [9]

 

Rasûlullah (S.A.V.)'In Duası İle Hasta Ve Gözü Tekrar Görmeye Başlayan Kör Kîşîlerîn Kıssaları

 

îmam Ahmed b. Hanbel, Osman b. Hanifin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Amâ (kör) bir adam, Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip:

- Ya Rasulallah, Allah'a dua et de beni afiyete erdirsin, dedi. Rasûlullah (s.a.v.) da ona şu cevabı verdi:

- İstersen bu afiyet ertelensin ve bu, senin ahiretin için daha fazi­letli olur. İstersen de dua ederim.

- Hayır, benim için Allah'a dua et.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) o âmâya, abdest alıp iki rekat na­maz kılmasını ve şöyle dua etmesini emretti: "Allah'ım, ben senin pey­gamberin ve rahmet peygamberi olan Muhammed yüzü suyu hürmeti­ne senden diliyorum ve sana yöneliyorum. Şu ihtiyacımı gidermeni isti­yorum."

Adam bu emri yerine getirdi ve iyileşip şifa buldu. Allah'a yemin ederim ki, biz o meclisten ayrılmadan ve uzun uzadıya da sohbet etme­den o adam yanımıza geldi. Sanki gözleri hiç kör olmamıştı."

Ebu Bekir b. Ebi Şeybe, Habib b. Kurayt'tan rivayet etti ki, babası, gözlerine ak düşmüş ve hiç birşeyi göremez hale gelmiş olarak Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in yanma gidip halini arzetti. Rasûlullah (s.a.v.) ona sor­du:

- Başına ne geldi senin?

- Kendime ait bir mahfelde idim. Bir yılan yumurtasına bastım. Bu yüzden gözlerim görmez oldu. Rasûlullah (s.a.v.), onun gözlerine üf­ledi ve görmeye başladı.

O adamın seksen yaşında ve gözlerinde ak perde bulunduğu halde iğneye iplik geçirdiğini gördüm."

Sahih hadiste sabit olduğuna göre Rasûlullah (s,a.v.), Hayber sava­şında gözleri ağrımakta olan Ali'nin gözlerine üflemiş ve gözleri o anda şifa bulmuş, sonra hiç ağnmamıştı.

Hicazlılarm, Hayberli tacir Ebu Rafi'i öldürdüğü gece ayağı kırılan Cabir b. Atik'in ayağına Rasûlullah (s.a.v.) mübarek elini sürmüş ve Ca-bir'in ayağı o anda iyileşmişti.

Beyhakî'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a.v.), ateşte yanan Mu­hammed b. Hatıb'm eline mübarek elini sürmüş ve Muhammed b. Ha-tıb'm eli o anda iyileşmişti.

Rasûlullah (s.a.v.), Hayber gününde yaralanan Seleme b. Ekva'nm ayağına mübarek elini sürmüş, Seleme'nin ayağı o anda iyileşmişti.

Rasûlullah (s.a.v.), çekmekte olduğu hastalıktan kurtulup şifa bul­ması için Sa'd b. Ebi Vakkas'a dua etmiş ve Sa'd hemen şifa bulmuştu.

Beyhakî'nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a.v.)'m amcası Ebu Talü> hastalanmış ve Ebu Talib, Rasûlullah (s.a.v.)'dan kendisi için Rabbine dua etmesini dilemişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), amcasının iyileşmesi için Rabbine dua etmiş ve amcası o hastalığından kurtulup şifa bulmuştu.

Rasûlullah (s.a.v.)'m buna benzer hastalıkları iyileştirdiğine ve sa­katlıkları giderdiğine dair burada anlatılması uzun sürecek birçok mu­cizeleri zuhur etmiştir.

Velilerin duası bereketiyle kör kimselerin görmeye başladıkları gi­bi kerametler, birçok defa vuku bulmuştur. Nitekim Hafız İbn Asakir, Muhammed b. Ziyad'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Kadının biri, Ebu Müslim'in karışım ifsad edip huyunu bozmuştu. Ebu Müslim de karısının huyunu bozup ifsad eden kimseye beddua et­miş, karısının huyunu bozan o kadının gözleri görmez olmuştu. Kalkıp Ebu Müslim'in yanma gelmiş ve şöyle demişti:

- Ey Ebu Müslim! Ben şöyle ve şöyle yaptım, ama artık bir daha bu kötülükleri işlemeyeceğim. Ebu Müslim de şöyle dua etti:

- Allah'ım, eğer bu kadın doğru söylüyorsa gözlerini tekrar kendi­sine ver.

Ebu Müslim'in bu duası üzerine o kadın yeniden görmeye başladı." Hafiz İbn Asakir, Osman b. Ata'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ebu Müslim el-Holanî, evine girip te evin ortasına geldiğinde tek­bir getirirdi. Karısı da ona karşı tekbir getirirdi. Odaya girdiğinde de tekbir getirir, karısı da ona karşı tekbir getirirdi. Odaya girdikten sonra abasını ve ayakkabılarını çıkarır, yemeği kendisine getirilir, yemeğini yerdi. Yine bir gece evine geldiğinde tekbir getirdi. Fakat karısı ona kar­şılık vermedi. Odanın kapısına geldiğinde tekbir getirip selam verdi, ama karısı yine ona karşılık vermedi. Odada kandil yanmıyordu. Ama karısı oturmuş, elinde bir dal vardı ki, o dal ile yere bazı çizgiler çiziyor­du. Karısına sordu:

- Neyin var senin?

- Herkes bolluk ve refah içinde yaşıyor. Sen de Muaviye'ye gidip talepte bulunsan da bize bir hizmetçi tahsis etse ve yaşamımızı konforlu hale getirecek birşeyler verse iyi olmaz mı?

- Allah'ım, karımı bana karşı ifsad edenin gözünü kör et! Ebu Müs­lim'in karısının yanına bir kadın gelirdi. O kadın, bir gün Ebu Müslim'in karısına şöyle dedi:

- Kocan, Muaviye ile konuşsa da size bir hizmetçi tahsis etse ve bir­şeyler verse iyi olmaz mı?

Ebu Müslim'in beddua etmesinden sonra o kadın kendi evinde otur­makta ve kandili yanmakta iken aniden gözleri görmez oldu. Hane hal­kına:

- Kandiliniz söndü mü? diye sordu, onlar da;

- Hayır, diye cevap verdiler. Bunun üzerine o kadın:

- Allah gözlerimi kör etti, dedi ve o halde Ebu Müslim'in yanına geldi. Ona yalvarıp yakardı, lütuf ve merhamet diledi. Ebu Müslim de onun için dua etti. Allah, onun gözlerini tekrar görür hale getirdi. Ebu Müslim'in karısı da tekrar önceki haline döndü."

Hz. isa'nın sofrası meselesine gelince, bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Havariler, "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indi­rebilir mi?" dediklerinde o: "İnanıyorsanız Allah'tan sakının." demişti.

"Ondan yemeyi, kalplerimizin kanmasını ve senin bize doğru söyle­diğini bilmeyi, ona şahid olmayı istiyoruz." dediler.

Meryem oğlu İsa: "Allah'ım! Rabbimiz! Bize ve bizden sonra gele­ceklere bayram ve senden bir delil olarak gökten bir sofra indir, bizi rı-zıklandır, sen rızık verenlerin en hayırlısı sın." dedi.

Allah: "Ben onu size indireceğim, bundan sonra içinizden kim inkar ederse, dünyalarda kimseye azab etmeyeceğim şekilde ona azab edece­ğim." dedi.» (el-Mâide, 112-115.)

Tefsirimizde bunun açıklamasını detaylı olarak verirken müfessir-lerin bu konuda ihtilafa düştüklerini, kimine göre bu sofranın gökten indiğini, kimine göre inmediğini ama cumhur-u ulemâdan gelen meş­hur görüşe göre sofranın gökten inmiş olduğunu nakletmiştik. Yine mü-fessirler, o sofradaki yemeklerin nelerden ibaret olduğu hususunda da çeşitli görüşler ileri sürerek ayrılığa düşmüşlerdir. Tarihçilerin anlat­tıklarına göre Musa b. Nusayr, Emevî devrinde Mağrib ülkelerini fethe­derken o sofrayı görmüştür. Ama bazılarının dediklerine göre o sofra, Davud peygamberin oğlu Süleyman peygamberin sofrasıymış. Altın­dan imal edilmiş olup mücevherlerle süslüymüş. Musa b. Nusayr, o sof­rayı Velid b. Abdülmelik'e göndermiş ve sofra, Ölünceye kadar onun ya­nında kalmış. Sonra da sofrayı kardeşi Süleyman teslim almıştır. Denil­diğine göre, bu sofra İsa peygamberin sofrasıymış, ama hristiyanlarm o sofrayı tanımamış olmaları uzak bir ihtimaldir. Birçok âlim böyle demistir. Doğrusunu Allah bilir.

Kısaca diyeceğimiz şudur ki, İsa peygamberin o sofrası gökten in­miş olsa da olmasa da değişen birşey yoktur. Ama Rasûlullah (s.a.v.)'m sofraları gökten inerlerdi ve ashab onun sofrasında yenen yemeklerin teşbih seslerini işitirdi. Rasûlullah (s.a.v.), birçok defa az bir yemekle onlarca, yüzlerce, binlerce kişiyi doyurmuştur. Onun bu mucizesi, za­manın devamı ve göklerle yerlerin yerlerinde kaldıkları sürece baki ka­lacaktır.

İşte Ebu Müslim el-Holanî'nin kıssasını okudunuz. Hafız İbn Asa-kir, onun tercüme-i halinden bahsederken onunla ilgili hayret verici ve garip bir durumu anlatıyor. Şöyle ki:

"Ebu Müslim el-Holanî'nin yanma akrabalarından birkaç kişi gelip şöyle dediler:

- Ey Ebu Müslim, hacca gitmeyi arzulamıyor musun?

- Evet arzuluyorum^ ama kendime göre arkadaş bulursam gidece­ğim.

- Biz senin arkadaşın olalım.

- Siz bana arkadaş olamazsınız. Benim arkadaşlarım azık ve da­ğarcık istemeyen kimselerdir.

- Sübhanallah. Bir topluluk azıksız ve dağarcıksız_olarak sefere çıkabilir mi hiç?

- Kuşları görmüyor musunuz? Sabah gidip akşam yuvaya döner­ken azıksız ve dağarcıksız olarak gidip gelirler. Onları, Allah rizıklandı-rıyor. Onlar alış veriş yapmıyorlar. Ekin ekmiyor ve biçmiyorlar. Onla­rı, Allah rızı ki andırıyor.

- Tamam, seninle birlikte sefere çıkıyoruz.

- Haydi öyleyse, Allah'ın bereketiyle yola çıkın. Şam'ın dış mahal­lesinden hareket edip yola çıktılar. Yanlarına azık ve dağarcık almadı­lar. Bir menzile varıp konakladıklarında:

- Ey Ebu Müslim bize yemek, hayvanlarımıza da yem gerek, dedi­ler.

Ebu Müslim, evet diye cevap verdi. Kısa bir süre hareketsiz durdu. Sonra taşlardan yapılı bir mescide yöneldi. Orada iki rekat namaz laldı. Namazı tamamlayınca diz üstü çöküp şöyle dua etti:

"Allah'ım, beni evimden çıkarıp yola koyan sebebi biliyorsun. Ben, sırf senin emrine uyarak yola çıktım. Âdem oğullarından cimri bir kim­seye bir cemaatın gelip konuk olduğunu, o adamın onlara bol bol ikram­da bulunduğunu gördüm. Biz de senin misafirlerin ve ziyaretçileriniziz. Bize yedir ve içir. Bineklerimize de yem ver."

Ebu Müslim, duasını tamamladıktan sonra bir sofra getirilip önle­rine serildi. Bir kazan tirit ve iki testi de su getirildi. Ayrıca binekleri için de yem getirildi. Bunların nereden getirildiğini ve kimin getirdiğini de bilmiyorlardı. Evlerinden çıkıp yola koyulmalarından itibaren tek­rar evlerine dönünceye kadar bu halleri devam etti. Azık ve dağarcık ta­şıma zahmetine katlanmadılar."

Muhammed ümmetinden veli bir kulun durumu bu idi. Ona ve ar­kadaşlarına, günde iki kez gökten bir sofra geliyordu. Ayrıca su ve bi­nekleri için de yem gönderiliyordu ki, büyük bir itinadır. O veli kul, bu yüce mertebeye kerem sahibi Hz. Peygamber'e uymasının bereketiyle nail olmuştur. Bu Peygamber'in üzerine salat ü selamların en faziletlisi olsun.

Şimdi de îsa peygamberin îsrail oğullarına söylemiş olduğu şu söze gelelim: "Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber ve­receğim." (Âl-i Imrân, 49.)

Bu, peygamberler, hatta birçok veli için kolay birşeydir. Doğru sözlü Yusuf peygamber de kendisiyle birlikte zindanda bulunan o iki gence şöyle demişti:

"Rabbimin bana öğrettiği bilgi ile, daha yiyeceğiniz yemek gelme­den size onu yorumlarım." (Yûsuf, 37.)

Rasûîullah (s.a.v.) da geçmiş ümmetlerle ilgili haberleri tastamam ve doğru bir şekilde vermişti. Zamanında cereyan eden hadiseleri de eksiksiz bir şekilde bildirmişti. Nitekim Kureyşlilerin, Haşimilerle Muttalib oğullarına karşı uyguladıkları boykot kararını içeren ve Ka'be'nin tavanına asılı bulunan belgeyi bir kurtçuğun yemiş olduğunu da haber vermişti. Kureyşliler, Rasûîullah (s.a.v.)'ı kendilerine teslim etmelerine kadar Haşimilerle Muttalib oğullarına boykot uygulama ka­rarını almışlar ve bu kararlarını bir sahifeye yazmışlar, sahifeyi de Ka'be'nin tavanına asmışlardı. Cenâb-ı Allah, bir kurtçuk göndermiş ve kurtçuk o belgedeki Allah adının yazılı olduğu yerler dışındaki bütün kısımları yemişti. Başka bir rivayete göre ise kurtçuk, Allah'ın isminin o belgedeki zulüm ve düşmanlık ibareleriyle bir arada bulunmaması için Allah'ın isminin yazılı olduğu yerleri yemiş, diğer kısımları bırakmıştı.

Rasûîullah (s.a.v.) bu durumu, boykot altında bulundukları Şibi Ebu Talib'te iken amcası Ebu Talib'e haber vermişti. Ebu Talib de kal­kıp Kureyşlilerin yanma gitmiş ve Rasûîullah (s.a.v.)'m kendisine ver­diği haberi onlara aktarmıştı. Onlar da şöyle demişlerdi:

- Eğer Muhammed'in dediği doğruysa ne âlâ, yoksa onu bize teslim edin.

Ebu Talib:

- Tamam öyle olsun, dedi. Kureyşliler, Ka'be'nin tavanına asılı boykot belgesini indirip açtılar ve Rasûîullah (s.a.v.)'m dediği gibi kurt­çuğun o belgedeki bazı kısımları yemiş olduğunu gördüler. Bunun üzeri­ne Kureyş kabilesinin batınları, Haşimilerle Muttalib oğullarına boy­kot uygulamaktan vazgeçtiler. Böylece Cenâb-ı Allah, birçok kimseyi doğru yola iletmiş oldu. Buna benzer birçok mucize, Rasûlullah (s.a.v.) tarafindan izhar edilmiştir ki, onlarla ilgili detaylı açıklamalar «Siret» adlı eserimizin birkaç yerinde nakledilmiştir. Hamd ve minnet Al­lah'adır.

Bedir savaşında Rasûîullah (s.a.v.), amcası Abbas'tan fidye taleb et­tiğinde Abbas (r.a.), malının bulunmadığını, verecek fidyesi olmadığını iddia etmişti. Rasûlullah (s.a.v.) da ona şöyle demişti:

- Zevcen Ümmü Fadl'la birlikte kapının eşiği altına gömdüğün ve kendisine: "Eğer ben öldürülürsem bu mal çocukların olsun." dediğin mal nerede? Bunun üzerine Abbas şöyle demişti:

- Allah'a yemin ederim ki ya RasulaUah, bu durumdan hiç kimse­nin haberi yoktu. Sadece ben, zevcem Ümmü Fadl ve yüce Allah bundan

haberdardı.

Rasûlullah (s.a.v.), Habeşistan'da vefat eden kral Necaşi'nin ölü­münü, öldüğü gün haber vermiş ve gıyabi cenaze namazını kılmıştı.

Mu'te savaşında öldürülen komutanların peşpeşe öldürülüşlerini haber vermişti. Bu haberi cemaate minber üzerinde gözleri yaşararak aktarmıştı. Rasûlullah (s.a.v.), Hatib b. Beltaa'nm, Beni Abdüİmutta-lib'in azadlısı Şakirde birlikte Kureyşlilere gönderdiği mektubu da sa­habelere haber vermiş ve mektubu götüren kadını yakalamaları için Ali, Zübeyr ve Mikdad'ı göndermişti. Bunlar da mektubu o kadının saç Örgüsünde (başka bir rivayete göre ise koynunda) bulmuşlardı. Bunun­la ilgili açıklama Fetih gazvesinde geçmişti.

Rasûlullah (s.a.v.) kendisinin durumunu öğrenip tahkik etmeleri için Kisra'ya bağlı Yemen valisi tarafindan gönderilen iki emire: "Benim Rabbim bu gece sizin Rabbinizi (hükümdarınızı) Öldürdü." demiş, onlar da o gecenin tarihini bir tarafa yazmışlardı. Sonra Cenab-ı Allah'ın, Kis­ra'ya oğlunu musallat kılıp öldürttüğünü görmüşlerdi. Bunun üzerine hem o iki emir, hem de Kisra'ya bağlı Yemen valisi müslüman olmuşlar­dı. Bu da Yemen hükümdarlığının Rasûlullah (s.a.v.)'a bağlanması için bir sebep teşkil etmişti.

Peygamber (s.a.v.)'in gelecekle ilgili gaybi haberler vermesine ge­lince, bunlar gerçekten çoktur. Nitekim bunlarla ilgili açıklamalar, ön­ceki bölümlerde verilmişti. Ayrıca aynen gerçekleşen bu haberler, tari­hi haberler bölümünde de ele alınacaktır.

îbn Hamid, îsa peygamberin cihadı ile Rasûlullah (s.a.v.)'m cihadı­nı, Isa peygamberin zühdü ile Rasûlullah (s.a.v.)'m zühdünü karşılaş­tırmış ve şöyle demiştir:

"Rasûlullah (s.a.v.), kendisine sunulduğu zaman yerin hazinelerin­den yüz çevirmiş ve onları kabul etmeyip şöyle demişti: "Bir gün aç ka­lır, bir gün de doyarım." Rasûlullah, on üç zevcesi olduğu halde üzerle­rinden bir ay hatta iki ay geçerdi ki, evlerinde ateş yakılmaz, çıra yanmazdı. Sadece iki siyah şeyle, hurma ve su ile geçinirlerdi. Bazan Rasûlullah (s.a.v.), açlıktan karnına taş bağlardı. Üç gün peş peşe buğ­day ekmeğine doymadılar. Onun yatağı, içi hurma lifiyle dolu deri yüzlü bir döşekten ibaretti. Çoğu kez koyunu bağlayıp sağar, elbisesini ya­mar, ayakkabısının da sökük yerlerini mübarek eliyle dikerdi. Vefat et­tiği zaman zırhı, kendi ailesi için satın aldığı arpa karşılığında bir Yahu-dinin yanında rehinde bulunmaktaydı. Binlerce dinarı, deveyi, koyunu, ganimet ve hediyeleri başkalarına vermiş, bu hususta başkalarını ken­di nefsine ve ailesine tercih etmiş, bütün bu malları yoksullara, muhtaç­lara, dullara, Öksüzlere, esir ve düşkünlere sarfetmişti."

Ebu Nuaym, Hz. İsa'nın doğmasına yakın bir zamanda meleklerin doğru sözlü Meryem'e müjde verdiklerini söylerken buna karşılık yine meleklerin, Rasûlullah (s.a.v.)'ın annesi Amine'nin Rasûlullah'a hami­le kaldığı zaman da rüyasında onu müjdelemişlerdi. Bir kavle göre, me­lekler ona şöyle demişlerdi: "Sen, bu ümmetin efendisine hamile kaldın. Ona Muhammed adını ver."

Önceki bölümlerde de anlattığımız gibi bu konuyu, Rasûlullah'm doğumu bahsinde detaylı olarak açıklamıştık.

Hafiz Ebu Nuaym, burada garib ve uzun bir hadis nakletmiştir. Rasûlullah (s.a.v. )'m doğumuyla ilgili olduğundan sonuç kısmı da baş­langıç kısmına denk olsun diye bu hadisi burada nakletmeyi uygun gör­dük. Yardımına başvurulacak olan zat, yüce Allah'tır. O'na tevekkül edip dayanırız. Hamd O'nadır. Hafiz Ebu Nuaym, îbn Abbas'm şöyle de­diğini rivayet etmiştir:

"Rasûlullah (s.a.v.)'m ana rahmine düştüğü şu delillerden anlaşıl­mıştı: Kureyşlilerin bütün hayvanları o gece dile gelip şöyle konuşmuş­lardı: "Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, Rasûlullah ana rahmine düş­tü. O, dünyanın güvenliği, dünyalıların da kandilidir." Kureyşlilerde ve Arap kabilelerinde bulunan bütün kahinler, o gece zevcelerinden uzak durdular. Kahinlerin ilmi bu konuda ayrılığa düştü. Dünya hükümdar­larından her birinin tahtı yüz üstü devrildi. Hükümranlıkları da sustu. Artık bugün konuşamaz hale geldiler. Hakimiyetleri son buldu.

Doğudaki vahşi hayvanlar, batıdaki vahşi hayvanlara koşup bu du­rumu müjdelediler. Denizlerdeki canlılar da bunu birbirlerine müjdele­diler. Onun ana rahminde bulunduğu her ay, bütün semalarda ve yer­yüzünün her yerinde şöyle bir çağrı yapılmıştı:

"Size müjdeler olsun, Ebu'l-Kasım'm uğurlu ve bereketli olarak yer­yüzüne çıkmasının zamanı yaklaşmıştır."

Rasûlullah (s.a.v.), ana karnında dokuz ay kaldı. O ana karnında iken babası Abdullah vefat etti. Melekler dediler ki:

- Ey ilahımız, ey efendimiz, senin şu peygamberin öksüz kaldı.

- Ben onun velisi, koruyucusu ve yardımcısıyım.

Melekler, onun doğumu ile kutlulandılar. O, uğurlu, bereketli ve mübarek bir insan olarak dünyaya geldi. Onun doğumu sebebiyle Cenâb-ı Allah, göklerin kapılarını ve cennetlerini açtı. Amine de ona ha­mile iken durumunu şu sözlerle anlatmıştır: "Hamileliğimin altıncı ayında ben rüyada bir adam gördüm. Gelip ayağıyla bana vurdu ve şöyle dedi:

- Ey Amine, sen âlemlerin en hayırlısına hamile kaldın. Onu do­ğurduğun zaman ona, Muhammed veya Peygamber (Nebi) adını koy. Bunlardan hangisini dilersen ona isim olarak koyabilirsin."

Hz. Amine diyor ki: Hamile kadınların başından geçen şey, benim de başımdan geçiyordu, ama kavmimden hiç kimsenin benim duru­mumdan haberi yoktu. Erkek, kadın hiçbiri benden haberdar değildi. Ben evimde yalnız başıma idim. Abdülmuttalib de dolaşıyordu. Şiddetli bir gürültü işittim. Büyük birşeyle karşılaştım. Korkuya kapıldım. Günlerden de pazartesi günüydü. Sanki beyaz bir kuş kanadı gelip göğ­sümü sıvazladı da kalbimdeki bütün korkuyu giderdi. Sonra bana, be­yaz bir içecek verildi. Onun süt olduğunu zannediyordum. Çok susamış­tım, elimi uzattım. O içeceği alıp içtim. Yüksek bir nur bana geldi ve vü­cuduma temas etti. Sonra bazı kadınlar gördüm. Onlar uzun hurma ağaçlan gibiydiler. Abdülmuttalib'in kızlarına benziyorlardı. Çevremi kuşattılar. Hayret ve şaşkınlık içindeydim. "İmdat" diye bağırdım. Bun­lar beni nereden bildiler? Durumum gittikçe zorlaştı, her saat gürültü ve ses işitiyordum. Bu gürültü ve sesler öncekilere nisbetle daha büyük, daha şiddetli ve daha korkunç idiler. Gökten yere sarkıtılmış beyaz bir ipekle karşılaştım. Bir ses duydum. Şöyle diyordu: "Onu insanların gö­zünden saklayın." Havada duran bazı adamlar gördüm. Ellerinde gü­müşten ibrikler vardı. Benden de hurma yağı gibi beyaz ter taneleri damlıyordu ki, keskin kokan miskten daha hoş kokulu idî. O esnada ben, keşke Abdülmuttalib yanıma gelseydi, diyordum. Nereden geldik­lerini bilmediğim bir kuş sürüsü gelip odamı çevreleyip kapattı. Gagala­rı zümrütten, kanatları da yakuttandı. Allah, gözlerimdeki perdeyi kal­dırdı. O esnada yerin doğularını ve batılarını gördüm. Biri doğuda, biri batıda, biri Ka'be'nin damında olmak üzere damgalı üç bayrak gördüm. Doğum sancısı beni sıkıştırdı. Kendimi kadınların kucağına yaslanmış gibi görüyordum. Etrafımda birçok kadın vardı. Kendimi KaTae ile bera­ber zannettim, ama birşey göremiyordum. îşte o esnada Muhammedi doğurdum. Karnımdan çıkar çıkmaz ona dönüp baktım, secde halindey­di. Allah'a yalvarıp yakaran bir kimse gibi parmaklarını semaya kaldır­mıştı. Sonra gökten beyaz bir bulutun gelip onu perdelediğini gördüm. Daha sonra o bulut, gözlerimden kayboldu. Bir ünleyicinirı şöyle ünledi-ğini işittim:

- Muhammed (s.a.v.)'i yerin doğularında ve batılarında dolaştırın.Onu bütün denizlere girdirin ki hepsi onun adını, evsafinı ve suretini bi­lip tanısınlar. Onun yok edici şirkten yana herşeyi silip süpürdüğünü anlasınlar. Sonra çevremdeki herkes kısa sürede kaybolup gitti. Ben kendimi beyaz yünden bir örtüye sarılmış gördüm. O örtünün beyazlığı, sütten daha beyazdı. Altında da yeşil bir ipek sergi vardı. Muhammed, beyaz renkli taze incilerden yapılma üç anahtar tutmuştu. Kendisini görmediğim birinin şöyle dediğini işittim: "Muhammed zafer anahtar­larını, rüzgar anahtarlarını ve peygamberlik anahtarlarını tuttu."

Ebu Nuaym bu hadisi rivayet etti. Hakkında birşey söylemedi, ama bu, cidden garip bir hadistir.

Şeyh Cemaleddin Ebu Zekeriyya Yahya b. Yusuf b. Mansur b. Ömer el-Ensârî es-Sarsarî -ki bu zat, hadisleri ve lügati hıfzeden usta bir adamdır. Rasûlullah (s.a.v.)'a samimi bir sevgi beslemektedir- aşağıda nakledeceğimiz şu kasidesini inşad etmiştir. Bu yüzden o zat, kendi ça­ğında Hassan b. Sabit (r.a.)'e benzemektedir. Rasûlullah (s.a.v.)'ı med-heden bir methiyesi onun divanında kayıtlıdır. O, gözleri görmeyen âmâ, fakat kalbi gören bir kimse idi. Hicretin 656. senesinde Bağdat'ta Tatarlar tarafından öldürüldü. Bununla ilgili açıklama, inşaallah kita­bımızda gelecektir. Güvencimiz ve dayanağımız Allah'tır. Evet bu zat, divanında mevcud olan ve satırları ha harfiyle sona eren bir kasidesinde şöyle demiştir:

"Muhammed, bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiş bir pey­gamberdir. O, sapıklığın düşürdüğünü sağlam bağlayıp düzeltir.

Sağır kayalıklar, Davud'a icabet edip cevap vermiş ve demir taba­kaları onun elinde yumuşamışsa da, sağır kayalıklar da Muhammed'in elinde yumuşamışlar ve avucundaki çakıl taneleri teşbih getirmişler­dir. Musa peygamber, değneğini vurup taştan su nşkırtmışsa da Mu­hammed'in avucunda sular pınar gibi akmışlardır.

Esen rüzgarlar Davud'a itaat etmiş, onun emriyle sabah gidip ak­şam gelmişlerse de,

Saba rüzgarı, Peygamberimiz'e yardım etmiş ve onun düşmanları bir aylık mesafede onun adını duyunca korkuya düşüp yüzleri buruş-muştur.

Süleyman peygambere büyük bir hükümdarlık verilmiş, cinler onun emrine müsahhar kılınmış ve hastalara şifa verip afiyete erdir-mişse de hazinelerin tüm anahtarları Muhammed (s.a.v.)'e sunulmuş, ama zahid olan Muhammed bütün bu anahtarları reddetmiş, ahireti tercih etmiştir. İbrahim peygambere halillik makamı, Musa peygambe­re de Tur dağında Allah ile konuşma mucizesi verilmişse de,

Muhammed (s.a.v.) hem halildir, hem de Allah ile konuşmuştur. O hem rüyada, hem de gerçek halde Allah ile mülakat yapma özelliğine sahip kılınmıştır ki, bu daha açıktır.

Özel olarak oha büyük Kevser havuzu ve Livaü'1-Hamd sancağı ve­rilmiştir.

O, asilere şefaat eder ki, Cehennem ateşi onların yüzlerini yalar.

Ona Allah katında en yüksek makam verilmiştir. O, Allah katında gözdelerdendir.

Ona verilen müjdeler daha göz doyurucu ve sevindiricidir.

Bütün yüce ve hoş rütbeler ona verilmiştir. Onun rütbesinden baş­ka rütbeler aşağıdadır. Mevki sahiplerinin rütbeleri ışık verip yalabuklanır.

O, Cennetü'l-Fîrdevs'e ilk girecek olandır. Hayırlı galibiyetle diğer kapılar da ona açılacaktır."

Bu anlattıklarımız, Cenâb-ı Allah'ın imkan bahşettiği kadarıyla derleyip toparladığımız gayba dair haberlerdir ki, zamanımıza kadar tahakkuk etmişlerdir ve bunlar peygamberlik delilleri kapsamına gir­mektedirler. Doğru yola ileten Allah'tır.

Bu konuyu Allah'ın izniyle tamamladıktan sonra Peygamber Efen-dimiz'in vefatından sonra, zamanımıza kadar vuku bulan hadiseleri an­latmaya çalışacağız. Bu işe de ahir zamanda vuku bulan fitnelerle sa­vaşlara değinmekle başlayacak, sonra da kıyamet alametlerini, ardı sı­ra da ölüm sonrası diriliş, haşir ve neşri, kıyamette görülecek korkulu halleri, Havz-ı kevser'i, Mizan'ı, Sırat'ı, Cehennem'in evsafinı, sonra da Cennet'in evsafinı anlatmaya çalışacağız. [10]

 



[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/379-389.

[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/389-391.

[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/391.

[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/391-393.

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/393-397.

[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/397-401.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/401-406.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/406-408.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/408-412.

[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/412-421.