Mutarrif B. Abdullajî B. Eş-Şahir. 1

Hicretin Doksanaltıncı Senesi 1

Şam Camii İle İlgili Olarak Nakledilen Haberler. 16

Zekeriya Oğlu Yahya Peygamberin Başı 18

Emevi Camisinin Kapısındaki Saatler. 20

Emevi Camiinde Kıraat-I Seb'a İle Kur'ân Okunmaya Başlanması 21

Fasıl 22

Dımışk Camiinin Banisi Velid B. Abdülmelik'in Biyografisi 23

Velid B. Abdülmelik Zamanında Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 29

Ziyad B. Haris Et-Temimî Ed-Dımışkî 29

Abdullah B. Ömer B. Osman Ebu Muhammed. 29

Süleyman B. Abdülmelîkin Halifeliği 29

Kuteybe B. Müslim'in Öldürülmesi 30

Hicretin Doksanyedinci Senesi 33

Hicri Doksanyedinci Senede Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 34

Hz. Ali'nin Torunu Hasan B. Hasan. 34

Musab. Nusayr. 35

Hicretin Doksansekizinci Senesi 38

 

Mutarrif B. Abdullajî B. Eş-Şahir

 

Bu zatın biyografisi, önceki sayfalarda anlatılmıştır. Bütün bu ze­vatın biyografileri, "Tekmil" adlı eserimizde verilmiştir.

Bu senede (hicretin doksanbeşinci senesinde) Haccac, Vasıt şeh­rinde vefat etti. Nitekim bu husus, önceki sayfalarda detaylı olarak anlatıldı. Allah'a hamdolsun.

Bu senede Said b. Cübeyr hazretleri, Ali b. Medinî ile diğer bir ce­maatın ifadelerine göre Haccac tarafından öldürülmüştür. Meşhur ri­vayete göre o, hicretin doksandördüncü senesinde vefat etmiştir. Ni­tekim İbn Cerir ve birden fazla ravi böyle demişlerdir. Doğrusunu Al­lah bilir. [1]

 

Hicretin Doksanaltıncı Senesi

 

Bu senede Kuteybe b. Müslim, Çin diyarından Kaşgar'ı fethetti. Allah ona rahmet etsin. Çin hükümdarına da elçiler göndererek onu tehdit edip korkuttu ve beldelerine ayak basıp hükümdarlarına ve eş­rafına kölelik mührü vurmadan geri dönmeyeceğine Allah adıyla ye-nam etti. Onlardan cizye alacağını ya da İslâm'a girmelerini sağlaya­cağını söyledi. Elçiler, Çin ülkesinin en büyük hükümdarının huzuru-na girdiler. Hükümdar, büyük bir şehirde oturuyordu. Anlatıldığına göre o şehri kuşatan surlarda doksan kapı vardı. Hanbalık denen o Şehir, Çin'in en büyük, en verimli, en zengin ve alışverişi en çok olan Şehirlerindendi. Çinliler, çok mal ve eşyaya sahip oldukları için başka ülkelere gitme ihtiyacım hissetmezlerdi. Başka ülkelerin insanları onlara muhtaçtı. Çünkü onlar, çok eşyaya ve geniş bir iklime sahiptiler. Diğer ülkelerin hükümdarları, Çin hükümdarına haraç öderlerdi. Çünkü Çin hükümdarı, güçlü, zorba, askeri ve teçhizatı çok bir hü­kümdardı.

Kısaca demek istediğimiz şudur ki; Kuteybe'nin elçileri, Çin hü­kümdarının yanına gittiklerinde başkentinin ve ülkesinin büyük ol­duğunu, ülkede çok nehirlerin, pazarların, güzelliklerin ve kıymetli şeylerin bulunduğunu gördüler. Büyük bir kalede ve müstahkem bir mevkide bulunan hükümdarın huzuruna vardılar. Kale, büyük bir şe­hir büyüklüğündeydi. Çin hükümdarı, başlarında Hübeyre'nin bulun­duğu 300 İslâm elçisine tercümanı vasıtasıyla şöyle dedi: "Siz nesiniz kimsiniz ve ne istiyorsunuz?" Elçiler de şöyle dediler: "Biz Kuteybe b' Müslim'in elçileriyiz. O, seni İslâm'a davet ediyor. Eğer İslâm'a gir­mezsen cizye ödemen gerekecek. Cizye de ödemezsen seninle savaşa­cağız." Hükümdar kızdı ve elçilerin zindana atılmalarım emretti. Er­tesi sabah onları huzuruna getirterek: "Siz tanrınıza nasıl ibadet e-dersiniz?" diye sordu. Onlar da normal veçhiyle namaz kıldılar. Rükû ve secdeye kapandıklarında hükümdar onlara güldü ve: "Siz evleri­nizde nasıl olursunuz?" diye sordu. Onlar da gündelik elbiselerini gi­yindiler. Hükümdar, daha sonra huzurundan çıkıp gitmelerini emret­ti. Ertesi sabah tekrar yanına çağırdı ve: "Hükümdarlarınızın huzu­runa nasıl girersiniz?" diye sordu. Onlar da takkelerim, sarıklarını, hırkalarını, abalarını giyerek hükümdarın huzuruna girdiler. Hü­kümdar, onları görünce: "Geri dönün." dedi. Onlar da huzurdan çıkıp geri döndüler. Hükümdar, kendi adamlarına: "Bunları nasıl gördü­nüz?" diye sorduğunda, onlar şu cevabı verdiler: "Şimdiki kıyafetleri, erkek kıyafetine daha çok benzemiştir. Bunlar işte onlardır."

Üçüncü gün olduğunda hükümdar, yine haber gönderdi ve huzu­runa geldiklerinde: "Düşmanlarınızı nasıl karşılarsınız?" diye sordu. Onlar da silahlarını kuşandılar. Miğferlerini taktılar, kılıç ve oklarını ellerine alıp atlarına binerek harekete geçtiler. Çin hükümdarı, onla­ra baktı, dağların kendisine doğru ilerlemekte olduklarını sandı. Hü­kümdara yaklaştıklarında mızraklarını diktiler, sonra paçalarını sı­vayarak ona doğru ilerlediler. Onlara: "Geri dönün." dedi. Çünkü Çin­lilerin kalblerine Müslüman korkusu girmişti. Müslüman elçiler de geri dönüp atlarına bindiler, mızraklarını ellerine alarak atlarını koş-tururcasına sürdüler. Hükümdar, kendi adamlarına: "Bunları nasıl görüyorsunuz?" diye sorduğunda onlar: "Bunlar gibisini asla görme­dik!" diye cevap verdiler.

Akşam olunca hükümdar, onlara haber gönderip: "Liderinizi ve en üstün olanınızı bana gönderin." dedi. Onlar da Hübeyre'yi hüküm­dara gönderdiler. Hükümdar, huzuruna girdiğinde Hübeyre'ye şöyle dedi:

- Ülkemin büyüklüğünü gördün, hiç kimse sizi bana karşı koru­yamaz. Sizler, avucumdaki bir yumurta gibisiniz. Ben sana birşey so­racağını, doğru cevap verirsen ne âlâ, aksi takdirde seni öldürürüm.

- Sor bakalım.

- Birinci günde bir kılık, ikinci günde ikinci bir kılık, üçüncü gün­de ise bambaşka bir kılıkla huzuruma geldiniz, bunun sebebi neydi?

- Birinci gündeki kılığımız, ailemiz ve çocuklarımız arasında giy­diğimiz elbise ve kılığımızdır. Bununla onlar arasında rahat oluruz. İkinci gündeki kılığımız ise, hükümdarlarımızın huzuruna girerken giydiğimiz elbise ve kılıklarımızdır.  Üçüncü gündeki kılıklarımız ise, düşmana karşı çıkıp savaştığımızda giydiğimiz elbise ve kılıklarımız­dır.

- Zamanınızı ne güzel idare ediyorsunuz. Arkadaşınız Kuteybe'­nin yanma dönün ve ona deyin ki, ülkemden ayrılıp gitsin. Ben onun hırsını ve adamlarının azlığını öğrendim. Eğer ülkemden ayrılıp git-mezseniz sizi baştan sona kırıp geçirecek, mahvedecek ve askerlerimi üzerinize göndereceğim.

- Sen bunu Kuteybe'ye mi söylüyorsun? Süvarilerinin bir başı se­nin ülke topraklarında, diğer ucu da zeytin yetişen mıntıkada olan bir kumandanın askerleri mi azdır diyorsun? Gücü yettiği halde dünyayı arkasında bırakan ve senin ülkene gazaya gelen bir adam nasıl haris olabilir? Bizi korkutmana gelince biz ölümden korkmuyoruz, bir eceli­miz olduğunu biliyoruz. Ecelimiz tamam olduğunda en iyisi şehid edilmemizdir. Biz ölümden korkmuyoruz ve ölmek istemiyen kimse­lerde değiliz.

- O halde adamınızı nasıl razı edeceğim?

- O senin topraklarına basmadıkça, valilerini köle diye mühürle-medikçe, sonunuzu getirmedikçe, ülkenden cizye almadıkça geri dön­memeye yemin etmiştir.

- Ben onun yeminini yerine getiririm. Ona kendi ülkemden biraz toprak veririm. Ayrıca hükümdar çocuklarından dördünü gönderirim. Çok miktarda altın ve ipek kumaş da gönderirim ki, bunların kıyme­tini kimseler takdir edemez.

Böylece Hübeyre ile Çin hükümdarı arasında çok konuşmalar geçti. Neticede şu antlaşmaya vardılar: Hükümdar, kendi ülkesinin toprağını altın bir tepsi içinde gönderecek. Kuteybe'de o toprağa aya­ğıyla basacak. Ayrıca kendi evladından ve hükümdarların çocukların­dan birkaçım gönderecekti ki, Kuteybe onların boyunlarına kölelik mührünü vursun. Yine Kuteybe'nin yeminini yerine getirmiş olmak için de bol miktarda mal gönderdi.

Çin hükümdarı, kendi çocuklarından ve diğer hükümdarların ço­cuklarından 400'ünü Kuteybe'ye göndermiştir. O, Çin hükümdarının gönderdiği mallar, paralar ve çocuklar kendisine ulaştığında bu ar­mağanları kabul etti. Çünkü Kuteybe, mü'minlerin emiri Velid b. Ab-dülmelik'in ölüm haberini almış, morali bozulmuş ve şevketi kırılmış­tı. Kuteybe b. Müslim el-Bahilî, Süleyman b. Abdülmelik'e bey'at et­memeye karar vermiş, maiyetindeki askerlerin kendi halifeliğini ka­bul etmeleri için çağrıda bulunmak istemişti. Fakat, ülke ve beldeleri fethetme ile meşgul olduğundan bu .imkanı bulamamıştı. Sonra bu se­nenin (hicri doksanaltıncı senenin) sonunda öldürülmüştü. Allah ona rahmet etsin. Anlatıldığına göre onun elinde hiçbir bayrak yere düş­medi. Allah yolunda cihad eden mücahitlerdendi, başka hiçbir komu­tanın toplayamayacağı miktarda çok asker toplamıştı.

Hicretin doksanaltıncı senesinde Mesleme b. Abdülmelik, yaz mevsiminde gazaya gitti. Abbas b. Velid de Rum ülkesine gazaya git­ti, oralarda Tolas ve Merzubaneyn'i fethetti.

Bu senede Şam'daki Emevi camisinin inşaatı, banisi halife Velid b. Abdülmelik b. Mervan tarafından tamamlandı. Allah ona rahmet etsin ve ona hayır mükafat versin. Bu caminin yerinde daha önce Yu­nanlılar ve Keldanîler tarafından yapılmış bir mabet vardı. Kelda-nîler, Şam'ı şenlendirip imar etmişlerdi. Oraya ilk olarak onlar mabet inşa etmişlerdi. Keldanîler, yedi gezegene taparlardı. Bu gezegenler şunlardır:

1- Dünya semasındaki Ay,

2- ikinci gök tabakasındaki Utarit,

3- Üçüncü gök tabakasındaki Zühre,

4- Dördüncü gök tabakasındaki Güneş,

5- Beşinci gök tabakasındaki Merih,

6- Altıncı gök tabakasındaki Müşteri,

7- Yedinci gök tabakasındaki Zuhal.

Keldanîler, Şam'ın her bir kapısının üzerine bu yedi gezegenden birinin resmini yapmışlardı. Şam'ın yedi kapısı vardı. Sırf bu maksat­la Şam'a yedi kapı yapmışlardı. Yedi heykel dikmişler, bu heykeller­den her biri bir gezegene aitti. Her sene de bir defa olmak üzere bu kapılardan birinin yanında bayram şenlikleri düzenlerlerdi.

Rasathaneleri, Keldanîler kurmuşlardı. Bunlar, yıldızların hare­ketlerinden, birbirlerine yaklaşmalarından ve birleşmelerinden bah­sederlerdi. Bunlar, Şam'ı kurmuşlar ve şehri kurmak içinde o iki dağ arasından akan suyun kıyısını seçmişlerdi. O iki dağ arasından gelen suyu kanallara aktararak şehir içindeki evlerin avlularından geçir­mişlerdi. Şam, onların zamanında şehirlerin en güzellerinden biri idi. Hatta şehirlerin en güzeli idi. Çünkü orada insanı şaşkına döndüre­cek acaip tasarruflarda bulunmuşlardı. Emevi camiinin yerindeki o mabedi inşa ettiler. O mabet, bugünkü Emevi camiinin kuzey kısmına bakan bölümünde bulunuyordu.

Keldanîler, kuzey kutbuna yönelerek ibadet ederlerdi. Mihrabları da o yöne bakar, mabedlerinin kapısı, kıble tarafına açılırdı. Yani bu­günkü mihrabın arka tarafına düşüyordu. Nitekim bunu gözümüzle görmüşüzdür. Mihrabları, kuzey kutbu yönündeydi. Gördüğümüz ka-üi ise, nakışlı taşlarla inşa edilmiş güzel bir eserdi. Üzerinde kendi yazılarıyla yazılmış bir kitabe de vardı. Kapının sağında ve solunda da iki küçük kapı daha vardı. Mabedin batı tarafında cidden yüksek bir köşk vardı. Posta kapısındaki bu sütunlar, o köşkü taşımaktaydı­lar. Mabedin doğu kısmında da hükümdar Ciron'un köşkü vardı. Ci­ron, onların hükümdarıydı. Orada iki büyük evde vardı ki, onlar ken­dilerinden önce Şam'a hükmeden kimselerin evleriydi.

Anlatıldığına göre mabedle birlikte hükümdarlara mahsus üç bü­yük ev vardı. Bu evleri ve mabedi yüksek bir sur kuşatmaktaydı. Bu sur, büyük yontma taşlarla yapılmıştı. Sözünü ettiğimiz üç evden biri mutfak, biri tavla idi. Diğeri de Muaviye'nin inşa etmiş olduğu yeşil köşkün yerindeki bir evdi.

Öncekilerden nakillerde bulunan İbn Asakir dedi ki: Yunanlılar, Şam şehrinin ve bu mekanların yerini tesbit etmek ve inşaata başla­mak için onsekiz sene müddetle yıldız falına baktılar. Duvarların te­mellerini kazdıklarında istedikleri iki yıldız doğdu. Onlar, inşa ede­cekleri mabedin asla harab olmamasını ve ibadetsiz kalmamasını, in­şa edecekleri şehrin devamlı saltanat ve hükümdarlık merkezi olma­sını amaç edinmişlerdi.

Ben derim ki: Mabede gelince orası her zaman ibadet edilen bir yer oldu. Asla ıssız kalmadı.

Ka'bü'l-Ahbar dedi ki: "Orası kıyamete dek ıssız kalmayacak ve içinde hep ibadet edilecektir. Yeşil köşkün bulunduğu hükümdar evi­ne gelince, Muaviye o binayı yeniledi. Bilahare hicretin kırkaltmcı se­nesinde yakıldı. Nitekim bunu ileride anlatacağız. O bina harab oldu. Miskin, zayıf ve düşkün kimselerin meskeni haline geldi ve bu zama­na kadar da o haldedir.

Kısaca anlatmak istediğimiz şudur ki; Yunanlılar, Şam'da bu an­lattığımız şekilde uzun süre kaldılar. Oradaki kalışları 4.000 seneden fazladır. Hatta denildiğine göre o mabedin dört duvarını, ilk olarak Hud peygamber inşa etmiştir. Hud peygamber, İbrahim peygamber­den uzun zaman önce yaşamıştı. İbrahim Halil peygamber, Şam'a git-miş, Şam'ın kuzeyinde Berze mevkiine yerleşmiş, orada düşmanlarıy­la savaşmış, onları mağlub etmiş, düşmanlarına karşı Allah ona yar­dım etmişti. Berze mevkiinde düşmanlarıyla savaştığı için İbrahim Halil peygamberin orada bir makamı vardır. Bu makamın ona ait ol­duğu, önceki kitaplarda katiyyetle ifade edilmektedir ve bu, atadan oğula nakledilen bir hakikattir. Zamanımıza kadar da ulaşmıştır. Doğrusunu Allah bilir.

Şanı, o zamanlarda sakinleri olan Yunanlılar tarafından şenlen­dirilmiş, mamur hale getirilmişti. Orada yaşayan Yunanlı Keldanîler çok kalabalık idiler, ibrahim peygamberin düşmanlarıydılar. İbrahim Peygamber, -puta taptıkları, yıldızları rab edindikleri için- onlarla tartışmıştı. Nitekim bunu tefsirimizde de anlatmışız dır. Yine bu kita­bımızın "İbrahim Peygamberin Kıssası" bölümünde de ani atmışız dır. Hamd, Allah'adır. Yardım Allah'tan dilenilir.

Kısaca demek istediğimiz şudur ki, Yunanlılar, Şam'ı imar etti­ler. Orada ve kazaları olan Havran, Bika Baalbek ve diğer yerlerde göz alıcı, garip, insanı şaşkına çevirici, muazzam binalar inşa ettiler. Hatta İsa peygamberden 300 sene kadar sonra Şamlılar, İstanbul'u (Kostantiniyye'yi) inşa eden hükümdar Kostantin b. Kostantin vasıta­sıyla Hristiyanlığa geçtiler. Bu hükümdar, onlar için kanunlar koydu. İlk olarak o ve milleti ile yeryüzü halkının .çoğu Yunanlı idiler. Hristi-yan patrikleri, onun emri ile uydurma bir din ortaya koydular. Bu din, Hristiyanlığın aslından yapılan alıntılar ile putperestlik karışımı birşeydi. Bu uydurma din nedeniyle doğuya yönelerek ibadet ettiler, orucu artırdılar. Domuzu helal kıldılar. Kendi iddialarına göre çocuk­larına büyük emaneti öğrettiler. Aslında bu büyük emanet değildi. Büyük bir hıyanet ve hakir denecek çok kötü bir cinayetti. Bununla birlikte bunun hacmi küçüktü. Önceki kısımlarda bundan bahsetmiş ve gerekli açıklamayı yapmıştık.

Hristiyanların melekî grubunun mensub olduğu bu hükümdar, Şam'da ve diğer yerlerde büyük kiliseler inşa ettirdi. Denildiğine göre 12.000 kilise inşa ettirmiş, bu kiliseler için gelirli vakıflar kurmuştu. Bu kiliselerden biri, Beytü'1-lahm kilisesi idi. Diğeri de Ümmü Heyla-ne el-Gandakaniyye'nin inşa ettirdiği Kudüs'teki Kumame kilisesi idi. Meşhur kiliseler bunlardı. Bunlardan başka daha binlerce kiliseler inşa ettirmişti.

Hülasa diyeceğimiz şudur ki; Hristiyanlar, Yunanlılara göre mu­azzam bir mabet olan Şam'daki o meşhur mabedi, Yuhanna kilisesine dönüştürdüler. Şam'da başka birçok kiliseler de inşa ettiler. Hristi­yanlar, Şam'da ve diğer yerlerde 300 senelik bir süre daha dinlerini devam ettirdiler. Nihayet yüce Allah, Muhammed (s.a.v.)'i peygamber olarak gönderdi. Bu kitabın siyer bölümünde anlattığımız işler, Mu­hammed (s.a.v.) tarafından gerçekleştirildi. Ayrıca kendi zamanında Bizans hükümdarı Heraklius'a mektup ve elçi göndererek onu Aziz ve Celil olan Allah'a imana davet etti. Heraklius da Ebu Süfyan'la karşı­lıklı olarak bu hususta konuştu.

Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v.), üç emiri Zeyd b. Harise, Cafer ve İbn Kevaha'yı Şam sınırındaki Belka'ya gönderdi. Bizanslılar da onlara karşı büyük bir ordu gönderdiler. Yapılan savaşta bu üç emiri ve beraberlerindeki askerlerin bir kısmını şehid ettiler. Bunun üzeri­ne Rasûlullah (s.a.v.), Tebük senesinde Bizanslılarla savaşmaya ve Şam'a girmeye karar verdi. Ancak sıcakların şiddetli, durumun zayıf ve insanların sıkıntıda oluşundan ötürü o sene geri döndü. Sonra Ebu Bekir es-Sıddık, orduları tüm Şam mıntıkasına gönderdi. Bu mıntıka­lar arasında Dımışk şehri ve kazaları da vardı. Bu hususu, Şam'ın fethinden bahsederken detaylıca anlatmıştık.

Şam mıntıkasında İslâmiyet güçlenince ve Cenâb-ı Allah, rahme­tini oraya inzal edip ihsanlarını yağdırınca ordunun komutanı Ebu Ubeyde (veya Halid b. Velid), Dımışk ahalisine bir emanname yazdı. Şam'daki ondört kilise Hristiyanların elinde bırakıldı. Ancak Maryu-hanna adını verdikleri o meşhur kilisenin yarısını Hristiyanlardan al­dılar. Çünkü Halid b. Velid, Şam'ı kılıç zoruyla doğu kapısından fet-hetmişti. Hristiyanlar da Ebu Ubeyde'den eman almışlardı. Ebu Ubeyde ise, Cabiye kapısından sulh yoluyla şehre girmişti. İhtilaf et­tiler. Sonra şehrin yarısının sulh yoluyla, yarısının da kılıç zoruyla alınmış olduğu hususunda anlaştılar. Doğudaki bu kilisenin yarısını aldılar. Ebu Ubeyde, bu yarı kısmı Müslümanların namaz kıldığı bir mescit haline getirdi. Burada ilk olarak Ebu Ubeyde, sonra da diğer sahabeler namaz kıldılar ki, buraya sahabe mihrabı denilir. Ancak Maryuhanna mihrabmdaki kapı açık değildi. Müslümanlar, o müba­rek yerde namaz kılıyorlardı. Açıkça anlaşıldığına göre kıble duvarın­daki mihrablan açan kişi Velid'dir.

Ben derim ki: Bu mihrablar yenilenmişlerdir. Velid'in açtığı mih-rablar, onlar değildir. Eğer yapmış ise, o bir tek mihrab açmıştır. Bel­ki de hiç yapmamıştır. Halife, o mihrabta namaz kılardı. Diğer mih-rablara gelince onlar yakın zamanda açılmışlardır. Her bir imamın; yani Şafiî'nin, Hanefî'nin, Malikî'nin ve Hanbelî'nin birer mihrablan vardı ki, bunlar da Velid'den bir süre sonra yapıldılar. Selef uleması­nın çoğu bu şekilde mihrabların yapılmasını hoş karşılamadılar ve bunu ortaya atılan bid'atlardan saydılar. Müslümanlar ve Hristiyan­lar, bu mabede bir kapıdan girerlerdi ki, bu da kıble tarafındaki yük­sek mabet kapısıdır. Bugünkü maksure içinde bulunan büyük mihra­bın mekanıdır. Hristiyanlar batı tarafına kiliselerine, Müslümanlar da sağ tarafa mescitlerine giderler; Hristiyanlar kendi kitaplarını aşi-are ve yüksek sesle okuyamazlar ve çanlarını çalamazlar. Sahabele-*K ^aygılannc*an> korkularından ve onlardan çekindiklerinden ötürü ibadetlerini sessizce ifa ederler. d   /?am Valiliği zamanında Muaviye, Sahabeler mescidinin kıblesin hukümet konağı yaptırmış, bu konak dahilinde yeşil bir kubbe de

inşa ettirmişti. Bu konağın tümü, yeşil kubbe adıyla tanınmıştı. Mua-viye, orada kırk sene yaşamıştı. Bunu önceki kısımlarda da anlatmış­tık. Şam'daki o meşhur mabed, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında ortaklaşa kullanıldı. Bu durum, hicretin ondördüncü senesinden sek-senaltmcı senesinin zilkade ayına kadar devam etti.

O sırada halifeliğe Velid b. Abdülmelik geçti. Velid, bu mabedin kalan kısmını da Hristiyanların elinden alıp Müslümanların mescidi­ne eklemeye karar verdi ve mabedin tümünü tek bir mescit haline dö­nüştürdü. Çünkü bazı Müslümanlar, o mabedde Hristiyanların İncil okuyuşlarını işitmeleri ve ibadetleri esnasında seslerini yükseltmeleri dolayısıyla rahatsız oluyorlardı. Bu nedenle Velid, Hristiyanları Müs­lümanlardan uzaklaştırmak ve mabeddeki bölümlerini Müslümanla­rın mescidine katmak istedi. Böylece Müslümanların mescidi genişle­yecek ve mabedleri tek bir mescit haline dönecekti. Hristiyanlardan mabedi boşaltmalarını istedi ve buna karşılık onlara çok arazileri ik-ta olarak vereceğini, ayrıca ellerinde -antlaşmaya dahil edilmemiş-dört kilisenin bırakılacağım söyledi. Bu dört kilise şunlardı: Meryem kilisesi, doğu kapısı dahilindeki Haçlı kilisesi, Telcibin kilisesi ve sa­kal yolundaki Hamid b. Dürre kilisesi. Ancak Hristiyanlar, onun bu teklifini şiddetle reddettiler. Velid de: "Sahabeler zamanında size ve­rilmiş antlaşma metnini bana getirin." dedi. Metni getirdiler. Metin Velid'in huzurunda okunduğunda nehir kıyısındaki Torna kapısı dı­şında bulunan Torna kilisesinin antlaşmaya dahil edilmediği görüldü. Anlatıldığına göre Torna kilisesi, Maryuhanna kilisesinden daha bü­yüktü. Velid: "Ben o kiliseyi yıkıp mescide dönüştüreceğim." deyince Hristiyanlar: "Hayır, mu minlerin emiri, onu kendi haline bıraksın, diğer kiliselere de karışmasın. Bu mabedin bize ait bölümünü Müslü­manlara vermeye gönül rızasıyla taraftar oluyoruz." dediler. Bunun üzerine Velid de diğer kiliseleri Hristiyanların elinde bıraktı ve meş­hur mabeddeki kendilerine ait bölümü ellerinden aldı. Bu hususta anlatılan bir kavil budur.

Başka bir rivayette anlatıldığına göre Velid, Hristiyanlara mah­sus bölümü alıp Müslümanların mescidine katma düşüncesine kapı­lınca konuyu Hristiyanlara açtı. Ancak onlar, bunu kabule yanaşma­dılar. Bundan sonra Müslümanlardan bazıları Velid'in yanma gide­rek doğu kapısı ile Cabiye kapısından itibaren ölçüm yapmasını teklif ettiler. Şam'ın doğu kapısı ile Cabiye kapısından itibaren ölçüm yapıl­dığında meşhur mabedin yansının Reyhan pazarına dahil olduğu, bu nedenle meşhur kilisenin zorla fethedilen araziler kapsamına girdiği ortaya çıktı. Velid de orayı Hristiyanlardan zorla aldı.

Velid'in azatlısı Muğire'nin bu konudaki rivayeti ise şöyledir: "Velid'in huzuruna girdim. Tasalı olduğunu gördüm ve kendisine söyle dedim:

- Ey mü'minlerin emiri! Neyin var, niçin düşüncelisin?

- Müslümanların sayısı çoğaldı. Mescide sığmaz oldular. Hristi-yanları huzuruma çağırdım. Şu kilisedeki bölümlerini vermeleri kar­şılığında kendilerine bolca para teklif ettim, ne varki kabul etmediler. Verselerdi orayı mescide katacaktım, böylece Müslümanların mescidi genişleyecekti.

- Ey mü'minlerin emiri, senin tasanı giderecek çareyi biliyorum.

- Nedir o çare?

- Sahabeler Şam'ı aldıklarında Halid b. Velid, doğu kapısından kılıç kullanarak şehre girdi. Şehir halkı, bu olayı duyduklarında kor­kup Ebu Ubeyde'nin yanma gittiler ve ondan eman dilediler. O da kendilerine eman verdi. Bunun üzerine onlar kendisine Cabiye kapı­sını açtılar. Ebu Ubeyde de o kapıdan sulh yoluyla şehre girdi. Biz de onlarla pazarlık yaparız. Kılıç kuvveti nereye kadar uzanmış ise, ora­yı onların elinden alırız. Sulh yoluyla alman yerlere gelince, oraları da ellerinde bırakırız. Öyle sanıyorum ki, bu kilisenin tamamı zorla fethedilen yerler kapsamına girmektedir. Böyle olunca da orayı mes­cide katarsın.

- Beni rahatlattın, bu işi kendin yap.

Muğire bu işi üstlendi ve Şam'ın doğu kapısından Cabiye kapısı­na, oradan da Reyhan pazarına kadar ölçüm yaptı. Ölçüm neticesinde kılıç yoluyla fethedilen yerlerin büyük köprüyü dört küsur zira geçti­ğini ve böylece meşhur kilisenin zorla fethedilen araziler kapsamında olduğunu tesbit etti. Böylece kilise, mescid dahiline girdi ve mescide dönüştü. Velid bu durumu Hristiyanlara bildirdi ve: "Bu kilisenin tü­mü, zorla fethedilen araziler kapsamındadır. Böyle olunca da o sizin değil, bizim mülkümüzdür." dedi. Onlar da şu karşılığı verdiler: "Da­ha Önce sen bize mal ve para vermeyi, arazileri ikta olarak vermeyi teklif ettin, ancak biz kabul etmedik. Eğer mü'minlerin emiri, bu hu­susta bizimle sulh olursa bu onun bir ihsanıdır ve bu dört kilise eli­mizde kalır. Diğer meşhur kilisenin kalan bölümünü de sana bırakı­rız." Velid, diğer dört kilisenin Hristiyanların ellerinde kalması şar­tıyla sulh yaptı." Doğrusunu Allah bilir.

Başka bir rivayette anlatıldığına göre Velid, bu meşhur kilisenin kalan bölümünü vermeleri karşılığında Hristiyanlara Feradis kapısı yanındaki Kasım hamamı bitişiğinde bulunan kiliseyi verdi. Hristi-yanlarda bu kiliseye, kendilerinden alman kilisenin adını vererek Maryuhanna kilisesi dediler. Eski kilisenin papaz kürsüsünü de alıp bu yenisine yerleştirdiler. Doğrusunu Allah bilir.

Velid, daha sonra yıkım aletlerinin getirilmesini emretti. Emirler ve halkın ileri gelenleri gelip yanında toplandılar. Hristiyan piskoposu ve keşişleri de gelip: "Ey mü'minlerin emiri! Kitaplarımızda gördü­ğümüze göre bu kiliseyi yıkan kişinin delireceği söylenmektedir." de­diler. Velid de onlara: "Allah yolunda delirmeyi isterim. Allah'a yemin ederim ki, burada benden önce hiç kimse bir yeri yıkmayacaktır." de­di. Sonra saat kulesi diye bilinen doğu kısmındaki yivli kuleye çıktı orada bir rahip bulunuyordu. Velid, rahibe oradan inmesini emretti. Ancak rahip, bunun büyük bir günah olduğunu söyledi. Velid de ense­sinden tutup iterek kuleden aşağı indirdi. Tekrar en yüksek yere, ya­ni en büyük mihrabın üzerine çıktı. Orası kilisenin üzerinde bir tim­sal gibiydi. Rahipler ona: "Bu timsale yaklaşma." dediler. O da: "Bu­raya ilk olarak ben baltamı vuracağım." dedi. Sonra tekbir aldı, dar­beyi vurup orayı yıktı. Velid'in üzerinde sarı bir kürk vardı. Kürkün eteklerini kuşağına sokmuştu. Sonra baltayı eline alıp kilisenin en üstündeki taşa vurdu ve onu aşağı fırlattı, artık diğer emirler de yık­maya başladılar.

Müslümanlar, üç kere tekbir aldılar. Hristiyanlar da Ciron yolun­da toplanıp feryad ü figan etmeye başladılar. Velid de muhafız kuv­vetleri komutanı Ebu Nail Riyah el-Gassanîyi, Hristiyanları oradan kovması için gönderdi. Gerekirse onları dövmesini emretti. O da bu emri yerine getirdi. Velid ve diğer emirler, bu mabedde, Hristiyanla-rın yeniledikleri mihrabları, kemerleri ve binaları tümüyle yıktılar. Öyle ki, mabedin yeri, kare bir alan halinde bomboş olarak ortaya çıktı. Sonra Velid, yeni bir fikirle, güzel ve göz alıcı bir şekilde Emevi camiini inşa etmeye başladı.

Velid, Emevi camimin inşaatında çok sayıda sanatkar, mühendis ve işçi çalıştırdı. Onu bu camiyi inşa etmeye teşvik eden kişi, kardeşi ve kendisinden sonraki veliahdı Süleyman b. Abdülmelik idi. Anlatıl­dığına göre Velid, Bizans hükümdarına mektup yazarak mermerci ve diğer sanatkarları kendisine göndermesini istemişti ki, bu mescidin inşaatında onlardan yararlansın. Ayrıca bu sanatkarları göndermedi­ği takdirde ülkesine asker çıkararak kendisiyle savaşacağı ve ülke­sindeki tüm kiliseleri, hatta Kudüs'teki Kumame kilisesini, Urfa kili­sesini ve diğer Bizans eserlerini tahrib edeceği tehdidinde bulundu. Bizans hükümdarı da ona 200 usta gönderdi. Ayrıca bir mektupla ona şunları bildirdi: "Eğer baban senin şu yaptığın eseri yapmak gerekti­ğini anlamış da yapmamışsa, bu durumda baban senin için bir utanç vesilesidir. Eğer o bunu yapmak gerektiğini anlamamış da sen anla­mış isen bu, onun için bir ayıp vesilesidir."

Bu mektup Velid'e ulaştığında Velid cevap vermek istedi. İnsan­lar, cevap yazması için onun yanında toplandılar. Toplananlar arasın­da şair Ferezdak'da vardı. Ferezdak dedi ki:

- Ey mü'minlerin emiri, Bizans hükümdarına ben Allah'ın kitabı ile cevap vereceğim.

- Vereceğin cevap nedir? Vay sana!

- Yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hü­küm ve ilim verdik." (ei-Enbiyâ, 79.) Süleyman, Davud'un oğludur. Allah, babasına öğretmediği şeyi ona öğretti.

Velid, Ferezdak'ın bu cevabım beğendi ve bunu Bizans hükümda­rına bir cevap olarak bildirdi. Ferezdak, bu hususta şöyle bir şiir söy­ledi:

"Kiliselerinde Hristiyanlarla Müslüman abitleri seher vakitlerin­de birbirinden ayırdın.

Onlar ibadet ederlerken bir aradadırlar ama yönleri başka taraf­laradır. Kami Allah'a, kimi de puta secde eder.

Hristiyanların çaldıkları nakus ile Kur'ân okuyucuları nasıl bir araya gelir, bu olmaz.

Ben bu yönü değiştirmek gerektiğini anladım. Mabedi Hristiyan-lardan alayım dedim.

Nitekim Davud ile Süleyman da ekinler ve koyunlar hakkında kendilerine başvuran kimselere hüküm verdiler.

Davud ve hidayet yolundaki hükümdar-peygamber olan Süley­man,

Kendilerine müracaat eden davacılar için şu hükmü verdiler:

Koyunların yavruları ve sırtlarındaki yünler, hak sahiplerine ve­rilecekti.

Hristiyanların kilisesini mescide dönüştürmek gerektiğini Allah sana anlattı.

Öyle bir mescid ki, onda güzel kalem okunur.

Yeryüzünde yaşayan ve kendisinden daha hayırlı bir baba bulun­mayan Velid!

Senin evladın da hayırlıdır, senin verdiğin hükümden daha iyi bir hüküm de yoktur."

Hafız Abdurrahman b. İbrahim Duhaym ed-Dımışkî dedi ki: "Ve­lid, mescid duvarları dahilindeki kısımları inşa etti. Duvarları biraz daha yüksek tuttu."

Hasan b. Yahya el-Huşemî dedi ki: "Şam mescidinin kıble duvarı-nı inşa eden zat, Hud peygamberdi."

Başkaları dediler ki: "Velid, revaklar ortasındaki kartal kubbesi­ni inşa etmek istediği zaman, bu kubbenin temellerini kazdı. Adamla­rı, o kadar derine indiler ki, çıkan tatlı suyu içtiler (Bu kubbeye kar-ai ^bbesi adını vermelerinin sebebi, kubbenin kartal şeklini andırmaşıydı. Çünkü revaklar, sağ ve soldan o kubbe için birer kanat gi­biydiler.). Sonra suyun üzerine üzüm ağaçlarının fazlalıklarını koydu­lar. Bunun üzerini taşla Örttüler, duvarlar yükselince de üzerine kub­beyi inşa ettiler. Ancak kubbe yıkıldı. Velid, mühendislerden birine: "Bu kubbeyi senin yapmanı istiyorum." dedi. Mühendis de: "Benden başkasının bu kubbeyi yapmayacağına dair bana Allah adına söz ve teminat vermen şartıyla bu kubbeyi ben yaparım." diye cevap verdi ve kubbeyi yapmaya başladı. Önce duvarları ördü, sonra o duvarları hasırla örttü ve tam bir sene ortadan kaybolup gitti. Velid, onun nere­ye gittiğini bilmiyordu. Aradan bir sene geçince mühendis tekrar dö­nüp geldi. Velid onu yakalayıp cezalandırmak istedi. Yanında da in­sanların önde gelen büyükleri vardı, duvarların üzerindeki hasırlan açtı. Duvarların yükseldikten sonra tekrar yere yıkıldıklarını ve yerle bir olduklarını gördü. Mühendis: "İşte bundan ötürü geldim." dedi, sonra binayı tekrar yaptı ve sağlam oldu.

Ravilerden biri dedi ki: Velid, kubbenin -binanın şanını yücelt­mek amacıyla- som altından yapılmasını istedi. Mimar: "Senin buna gücün yetmez." deyince Velid, ona elli kırbaç vurdu ve şöyle dedi: "Ya­zıklar olsun sana! Memleketin malları ve haracı toplanıp bana gönde­rildiği halde nasıl olur da ben buna güç yetiremem ve bu işi yapmak­tan aciz olduğumu nasıl olur da iddia edersin?" Mühendis de ona şu karşılığı verdi:

- Bunu sana açıklayabilirim.

- Açıkla bakalım.

- Sadece bir tek kerpici altından dök, bak bakalım, ne kadar altın gidecek. Sonra bu kubbeye kaç kerpiç sarfedüecek? Bunu düşün bakalım.

Velid emir verdi. Bir kerpiç yapacak kadar altın getirildi. Bu ker­picin binlerce altından yapılabildiğini gördü. Sonra mühendis, ona şöyle dedi:

- Ey mü'minlerin emiri, işte şu kerpiç kadar binlerce kerpiç gere­kiyor. Eğer yanında bana yetecek kadar altın varsa kubbeyi altından yaparız.

Mühendisin sözünün doğruluğu anlaşılınca Velid, onu 50.000 di­narla ödüllendirdi ve şöyle dedi: Senin dediğini yapmaktan aciz deği­lim, ama bu bir israftır ve gereksiz yere malı zayi etmektir. Bu kub­beye sarfedeceğimiz altınları, Allah yolunda sarfetmemiz gerekir. Bu­nu yoksul Müslümanlara verirsek daha hayırlı olacaktır.

Böyle dedikten sonra kubbeyi mimarın teklifine göre inşa ettirdi. İş tavana gelince Velid, tavanın deve hörgücü şeklinde yapılmasını, iç kısmının da altın merdivenleri andıran mukarnas şeklinde yapılması­nı emretti. Yakınlarından biri ona şöyle dedi: "Kendinden sonra damlarını çamurlamaları hususunda insanları zora soktun. Çünkü bu mescidin damım her sene yeniden çamurlamak gerekiyor." Böyle de­mekle yakını; toprağın pahahlaşacağını, işçilerin pahalıya mal ola-caklannı ve bu masrafında her sene bu mescit için büyük bir yekûn tutacağını söylemek istedi. Bunun üzerine Velid, ülkesindeki kurşun-lann toplatılmasını emretti ki, toprak yerine kubbeyi kurşunla kapla­sın ve bu, tavanı daha hafif tutsun. Şam'ın ve diğer beldelerin en ücra nahiyelerine kadar haber göndererek kurşun toplatılmasını emretti. Görevliler araştırma yaptılar. Bir kadının yanında kantarlarca kur­şun buldular, pazarlığa giriştiler. Kadın: "Bu kurşunlan ancak ağırlı­ğınca gümüşe satanm." deyince görevliler bunu bir mektupla Velid'e bildirdiler. O da: "Ağırlığınca gümüş karşılığınca da olsa o kurşunlan satın alın." diye emir verdi. Görevliler, gümüşü verdiklerinde kadın: "Madem böyle, ben de bu kurşunlan Allah rızası için sadaka olarak veriyorum ki, mescidin tavanına konulsun." dedi. Görevliler de kur­şun levhalannın üzerine: "Allah içindir." diye yazdılar. Anlatıldığına göre kurşunlan sadaka olarak veren kadın, İsrailli idi ve kurşun lev­halannın üzerine kadından alındığını bildiren şu ibare yazıldı: "Bu kurşunlan İsrailli kadın vermiştir."

Muhammed b. Aiz dedi ki: Üstadlarm şöyle dediklerini işittim: Dımışk camiinin inşaatı; ancak emanetin edası sayesinde tamamlan­dı. Çünkü halktan veya işçilerden bir adamın yanında bir kuruş veya bir çivi fazla ise mutlaka getirir, o kuruşu veya çiviyi depoya bırakır­dı.

Şamlı ihtiyarlardan bir dedi ki: Dımışk camiinde sadece iki düz beyaz taş vardı. Bunlardan biri Belkıs'm tahtından alınmıştı. Cami­nin diğer taraflan hep mermerdendi.

Ravinin biri dedi ki: Velid, kartal kubbesinin altındaki iki yeşil direği, Halid b. Yezid b. Muaviye'nin oğlu Harb'tan 1.500 dinara satın aldı.

Duhaym, Cenah'ın şöyle dediğim rivayet etmiştir: "Dımışk mesci­dinde 12.000 mermer vardı."

Ebu Kusay, Amr b. Muhacir el-Ensârî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"İlgililer, Şam camiinin kıble duvanndaki mozaikler için harca­nan paranın 70.000 dinar olduğunu tesbit ettiler."

Ebu Kusay dedi ki: Şam camiine 400 sandık altın sarfedildi, her sandıkta 14.000 dinar vardı.

Başka bir rivayette anlatıldığına göre her sandıkta 28.000 dinar vardı.

Ben derim ki: Her sandıkta 14.000 dinar olduğunu ifade eden ri­vayete göre bu camiye 5.600.000 dinar sarfedilmiştir. İkinci rivayete göre ise 11.200.000 dinar sarfedilmiştir. Başka bir rivayette anlatıldı­ğına göre bundan daha fazla altın sarfedilmiştir. Doğrusunu Allah bi­lir.

Ebu Kusay dedi ki: Bir muhafız, Velid'e gelip şöyle dedi: Ey mü'-minlerin emiri, insanlar diyorlar ki: "Mü'minlerin emiri beytü'1-mal-daki paraları gereksiz ve haksız yere harcıyor." Bunun üzerine Velid insanların camide toplanmaları için çağrı yaptırdı. Çağrı sonunda in­sanlar gelip camide toplandılar. Velid, minbere çıkıp şöyle dedi:

"Duyduğuma göre sizler demişsiniz ki; Velid, beytü'l-maldaki pa­raları gereksiz ve haksız yere harcıyor! Ey Amr b. Muhacir! Kalk da beytü'l-maldaki paraları buraya getir."

Amr b. Muhacir, gidip beytü'l-maldaki paraları katırlara yükleye­rek camiye getirdi. Sonra yere bir sergi serildi. Paralar, kartal kubbe­sinin altında serilen serginin üzerine döküldü. Som altınlar, halis gü­müşler bir yığın oluşturdu. Öyle bir yığın ki, bir taraftaki adam ayağa kalktığında diğer tarafta ayakta duran adamı göremiyordu. Bu ger­çekten çok büyük bir miktardı. Sonra iki kaban getirildi, altınlar ve gümüşler tartıldı. Görüldü ki, beytü'l-maldaki paralar üç sene boyun­ca halka yetecek miktardadır. Başka bir rivayette anlatıldığına göre beytü'l-maldaki paraların gelecek onaltı sene boyunca halka yeteceği anlaşılmıştı. Yani halk, hiçbir gelir sağlamasa bile bu müddet boyun­ca geçimini beytu 1-maldan sağlayabilecek durumdaydı. Velid, onlara dedi ki:

"Allah'a yemin ederim ki, bu mescidin inşaatına beytü'l-maldan bir tek dirhem dahi sarfetmedim. Bu cami masrafları tümüyle kendi malımdan karşılanmıştır." Velid'in böyle demesi üzerine halk sevinip tekbir aldı. Aziz ve Celil olan Allah'a bu nimetinden ötürü hamd etti­ler. Halifeye hayır duada bulundular. Sonra teşekkür edip dualarda bulunarak ayrılıp gittiler. Velid, son olarak onlara şöyle demişti:

"Ey Şam halkı! Siz diğer insanlara dört şeyle; havanız, suyunuz, meyveleriniz ve hamamlarınızla övünüyorsunuz. Ben, bu övünç kay­naklarınıza beşinci birşeyi eklemek istedim ki, o da bu camidir."

Ravinin biri dedi ki: Dımışk camiinin kıblesinde üç altın levha vardır. Bu levhalar halkasızdır, her birinde şu ibareler yazılıdır:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Allah'tan başka ilah yok­tur. O diridir, kendi zatıyla kaimdir. Onu uyku ve ımızganma tutmaz. Allah'tan başka ilah yoktur. O birdir, ortaksızdır. Ondan başkasına ibadet etmeyiz. Rabbimiz bir olan Allah'tır. Dinimiz İslâm'dır. Pey­gamberimiz Muhammed (s.a.v.)'dir. Bu mescidin yapılmasını ve daha önce içinde ibadet edilen kilisenin yıkılmasını, Allah'ın kulu ve mü'minlerin emiri Velid, hicretin seksenaltıncı senesinin zilkade a-yında emretti."

Bu levhaların dördüncüsünde ise Fatiha, Naziât, Abese ve Tekvîr sûreleri yazılı idi. Anlatıldığına göre Me'mun'un Şam'a gelmesinden sonra bu levhalardaki yazılar silinmiştir. Rivayete göre bu camiin ze-mİni gümüşle, duvarları çok yükseklere kadar mermerle kaplıydı. Mermerler üzerine altından üzüm resimleri işlenmişti. Üzümler üze­rinde de altın taşlar vardı ki, yeşil, kırmızı, mavi ve beyaz renkler iş­lenmişti- Duvarlara diğer meşhur beldelerin suretleri de nakşedilmiş­ti. Mihrab üzerine Ka'be resmi yapılmıştı. Sağda ve solda diğer iklim­lerin resimleri vardı. Ülkelerdeki güzel meyveli ve çiçekli ağaçların nakışlan da yapılmıştı. Tavan ise, altın mukarnasla işlenmiş, birbiri­ne bağlı zincir figürleri yapılmıştı ki, bunların hepsi altın ve gümüş­tendi. Mumların ışıkları, mescidin her tarafına yayılmaktaydı.

Ravinin birinin anlattığına göre sahabeler mihrabında billurdan bir küpçük vardı. Kalile adı verilen bu küpçüğün mücevher ve inciler­den imal edildiği de söylenir. Camideki kandiller söndürüldüğünde bu küpçüğün ışığı etrafa saçılırdı. Harun Reşid'in oğlu Emin hilafete geçince -ki o, billur ve cevheri seven bir kimseydi- Süleyman'a ve Şam muhafız komutanına haber yollayarak bu küpçüğü kendisine gönder­melerini bildirdi. Şam valisi de halktan korktuğu için küpçüğü çalıp Emin'e gönderdi. Me'mun hilafete geçince bu küpçüğü Şam'a iade et­ti. Böyle yapmakla Emin'in itibarım düşürmek istedi.

İbn Asakir dedi ki: Daha sonra ben Emevi camiine gittiğimde o küpçüğün yerine camdan bir küpçük konulmuştu. Ben onunda bila­hare kırıldığını ve yerine hiçbir şey konulmadığım gördüm.

Dediler ki: Sahn dahilindeki büyük kapıların üzerinde kilit yok­tu, sadece kapılara perdeler asılmıştı. Üzerlerinde altın işlemeler bu­lunan duvarlara da perdeler sarkıtılmıştı. Sütunların başları som al­tınla kaplıydı, sütunların tepesi çepeçevre işlemeli idi.

Velid, kuzey taraftaki arus minaresini inşa ettirdi. Doğu ve batı­daki minarelere gelince bunlar çok önceleri yapılmıştı. Bu mabedin her köşesinde cidden yüksek kuleler vardı. Yunanlılar, bunları gözet­leme kuleleri olarak inşa etmişlerdi. Daha sonra kuzeydeki kuleler yı­kıldı, kıble tarafındaki kuleler ise zamanımıza kadar varlıklarını mu­hafaza ettiler. Doğu tarafındaki kulelerden biri, hicretin 740. senesin­den sonra yakıldı. Bu kule yeniden Hristiyan parasıyla inşa edildi. Çünkü yangını Hristiyanların çıkardığı iddia edilmişti. Bu kule en güzel şekilde yeniden inşa edildi. Beyda minaresi de denilen bu kule­ye ahir zamanda Deccal'in ortaya çıkmasından sonra Meryem oğlu Isa (a.s.) inecektir. Nitekim bu husus, "Sahih-i Müslim"de Nevvas b. oem an tarafından rivayet edilen bir hadiste sabittir.

Ben derim ki: Sonra bu minarenin üst tarafı yakıldı ve yeniden *nşa edildi. Üst tarafı ahşaptandı, hicretin 770. senesinin sonunda tamamı taşla inşa edildi.

Kısaca diyeceğimiz şudur ki, Emevi camiinin inşaatı tamamlan­dığında yeryüzünde ondan daha güzel bir cami ve bina yoktu. Ondan daha göz alıcı ve ondan daha zarif bir eser mevcut değildi. Öyleki bir kimse, o camiye veya bir tarafına veya bir kısmına veya bir mekanına baktığında caminin hüsn-ü cemalinden ötürü şaşkına dönerdi. Ona bakan kimse, bakmaktan usanmazdı. Aksine ona her baktıkça daha önce görmediği, hayret verici bir durumla karşılaşırdı. O camide Yu­nanlılar zamanından kalma tılsımlar vardı. Caminin bulunduğu kıs­ma haşereler, yılanlar, akrepler, böcekler hatta serçeler dahi girmez­di. İnsanlara eziyet veren, insanları rahatsız eden güvercinler ve ser­çeler oraya girip yuva yapmazlardı. Bu tılsımların çoğu, ya da tümü bu mabedin tavanına konulmuştu. Bir asır sonra yani hicretin 461. senesinde Fatımi devleti hüküm sürerken şaban ayının ortasında ikindiden sonra çıkan yangında o tılsımlar da yanmıştı. Yunanlıların Şam'da yaptıkları bazı tılsımlar vardı ki, bunların bir kısmı zamanı­mıza kadar devam etmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

Bu tılsımlardan biri, Arpacı çarşısında Ümmü Hakim köprüsü yanındaki direktir. Direğin başında küresel birşey vardır. O mekan bugün "Ulebiyyin" adıyla bilinmektedir. Şamlıların anlattıklarına gö­re idrar yapmakta zorluk çeken hayvanların idrar yapmasını kolay­laştırmak için Yunanlılar, bu direği oraya dikmişlerdir. İdrar yap­makta zorluk çeken bir hayvanı bu direğin etrafında üç kez döndür­düklerinde içi boşalır ve hayvan idrar yapmaya başlarmış. Bu, Yu­nanlılardan bu yana deneyle sabit bir durumdur.

Bu direkle ilgili olarak İbn Teymiye şöyle demiştir: "Bu direğin altında zorba ve inatçı bir ^cafir medfundur ki azab çekmektedir. Hay­vanı bu direğin çevresinde döndürdüklerinde azap sesini duyar, kor­kusundan ötürü idrar yapıp etrafı pisler. Bu nedenledir ki, hayvanla­rı Hristiyan, Yahudi ve kafirlerin mezarlarına götürürler. Oralarda azap çekenlerin seslerim duyduklarında idrar yapmaya başlarlar. Sö­zü edilen direğin herhangi bir sırrı yoktur. O direkte bir fayda veya zarar bulunduğuna inanan kimse, aşırı bir yanılgıya düşmüş olur."

Başka bir rivayette anlatıldığına göre o direğin altında bir hazine vardır. Sahibi de orada medfundur. Sahibi, tekrar dünyaya dönmeye inananlardandı. Böylelerinin şu görüşte olduklarını yüce Allah, bize şöyle haber veriyor: "Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşa­rız, tekrar diriltilmeyiz." (ei-Müminûn, 37.) Doğrusunu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir.

Süleyman b. Abdülmelik, kardeşinin ölümünden sonra kendi hi­lafeti müddetince Emevi camiinin kalan kısımlarını tamamlamaya çalıştı ve camide kendisi için yeniden bir maksure yaptırdı.

Ömer b. Abdülaziz, hilafete geçince camii; içinde bulunan altın­lardan temizlemek, içindeki altın zincirleri, mermer ve mozaikleri çı­karmak ve bütün bunları beytü'1-mala iade edip yerlerini çamurla sı­vamak istedi.

Ancak Şamlılar, bundan rahatsız oldular ve bu durum çok ağırla­rına gitti. Eşraf toplanıp Ömer b. Abdülaziz'in huzuruna çıktı. Halid b. Abdullah el-Kuserî, eşrafa: "Ben sizin sözcülüğünüzü yapacağım." dedi ve halife Ömer b. Abdülaziz'e şöyle dedi:

- Ey müminlerin emiri! Duyduğumuza göre şöyle ve şöyle yapa-cakmışsın.

- Evet.

- Bunu yapmaya hakkın yok, ey mü'minlerin emiri.

-  Nedenmiş ey kafir kadının oğlu! (Halid b. Abdullah el-Kusa-rî'nin annesi, Bizanslı Hristiyan bir cariyş idi. Bu nedenle halife ona, ey kafir kadının oğlu, diye hitab etmişti.)

- Ey mü'minlerin emiri, şayet annem kafir idiyse de mü'min bir adam dünyaya getirtti.

- Doğru söyledin (Ömer utandı, sonra ona şöyle dedi): Peki niçin bana böyle diyorsun?

-  Ey mü'minlerin emiri, çünkü mescitteki mermerlerin çoğunu Müslümanlar kendi paralarıyla başka ülkelerden satın alıp getirdi­ler. Bunlar beytü'l-malın değildir.

Ömer, başını önüne eğdi.

Dediler ki: O zamanda Bizans hükümdarının elçileri Şam'a geldi­ler. Emevi camiinin Berid kapısından içeri grip kartal kubbesi altın­daki büyük kapının yanına vardıklarında ve akıllarını şaşkına çevire­cek derecede caminin göz alıcı güzelliğini, misli görülmemiş zinetini gördüklerinde, büyükleri bayılıp yere düştü. Onu alıp evlerine götür­düler. Evlerinde günlerce ağır hasta olarak yattı. Durumu düzelip kalktığında başına gelen hadiseyi kendisine sordular. O da şöyle ce­vap verdi: "Müslümanların böyle bir binayı yapabileceklerini sanmı­yordum. Bu binanın inşaatı bitmeden kısa sürede onların yıkılacakla­rına inanıyordum." Ömer b. Abdülaziz bunu duyunca: "Öfke kafirleri mahvetti, onu kendi haline bırakın." dedi.

Ömer b. Abdülaziz'in zamanında Hristiyanlar kendisinden, Ve-lıd'in kendilerinden almış olduğu kilise konusunun tartışılacağı bir divan teşkil etmesini istediler. Ömer, adaletli bir kimseydi. Velid'in kendilerinden alıp Emevi camiine dahil ettiği kısmı kendilerine iade etmek istedi. Sonra konuyu araştırıp tahkik etti. Neticede gördü ki, Şehir dışındaki kiliseler, sahabelerin Hristiyanİara yazdıkları barış Delgesinin kapsamına dahil değildir. Örneğin Kasyon dağı eteğindeki eyri Merran kilisesi (Bu kilise Mazamiye köyünde idi.), Rahip kilisesi, Torna kapısı dışındaki Torna kilisesi ve Havaciz köylerindeki di­ğer kiliseler, sulh yoluyla fethedilen araziler dahilinde değillerdi. Bu­nun üzerine Ömer b. Abdülaziz, Hristiyanları, istedikleri şeyi elde et­meleri ve sözünü ettiğimiz diğer kiliseleri yıkma, yahut bu sözü edi­len kiliseleri kendi halinde bırakıp Emevi camiine verdikleri arsayı gönül rızasıyla vermiş olma arasında muhayyer bıraktı. Onlarda üç gün sonra görüş birliğine vararak sözü edilen kiliselerin kendi halin­de bırakılması ve bu hususta kendilerine bir eman yazısı yazılması hususunda antlaştılar. Emevi camiine daha önce verilerek cami kap­samına alınan mezkur arsayıda gönül rızasıyla Müslümanlara bırak­tılar. Bunun üzerine Ömer b. Abdülaziz de bu hususta onlara bir eman mektubu yazdı.

Kısaca diyeceğimiz şudur ki, inşaatı tamamlandığı zaman Emevi camimin, güzellik ve göz alıcı manzarası bakımından dünyada başka bir benzeri yoktu. Şair Ferezdak, bu hususta: "Şamlılar, kendi belde­lerinde Cennet köşklerinden bir köşktedirler." dedi. "Cennet köşkü" sözü ile Emevi camiini kasdetmişti.

Ahmed b. Ebi'l-Havarî, İbn Sevban'm şöyle dediğini rivayet et­miştir:

"Yeryüzünde Şamlılar kadar Cennet'e şiddetli bir arzu duyan başka kimselerin bulunmaması gerekir. Çünkü onlar, Şam'daki mes­cidin güzelliğini görmektedirler. Bu mescit, Cennet köşklerinden bir köşktür."

Dediler ki: Mü'minlerin emiri Mehdi, Kudüs ziyaretine giderken Şam'a girdiğinde Emevi camiine baktı, sonra katibi Ebu Ubeydullah el-Eş'arî'ye şöyle dedi: "Ümeyye oğulları üç hususta bizi geride bırak­tılar. Biri bu mescittir ki, yeryüzünde bunun bir benzeri bulunduğu­nu bilmiyorum, ikincisi, kendilerine bağlı olan kimselerin asaleti, üçüncüsü ise, Ömer b. Abdülaziz'in mevcudiyetidir. Allah'a yemin e-derim ki, onların bizi geride bıraktıkları bu üç şey bizde asla mevcut olmayacaktır."

Sonra Kudüs'e gittiğinde kayanın yanındaki mescide baktı. Orayı Abdülmelik b. Mervan inşa ettirmişti. Bakınca katibine: "İşte bu da Emevilerin bizi geride bıraktıkları şeylerden dördüncüsüdür." dedi.

Me'mun, Şam'a girip Emevi camiine baktığında yanında kardeşi Mutas'ım, kardeşi Yahya b. Eksem de vardı. "Bu camideki şeyler ne kadar da hayret vericidir." dedi. Kardeşi: "Şu içindeki altınlara bak." dedi. Yahya b. Eksem ise: "Şu mermerlere ve kemerlere bakın." dedi. Me'mun da: "Ben bu camiin daha önce misli ve benzeri görülmemiş binalarından hayrette kalıyorum." dedi. Sonra da Kasım et-Temma-re: "Bana güzel bir isim söyle de cariyeme o ismi takayım." dedi. Ka­sım: "Cariyene Şam camii adını tak. Çünkü bu ad, adların en güzeli air." dedi.

Abdurrahman, imam Şafiî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Dünyadaki harikalar beştir. Biri, sizin şu fenerinizdir (yani İs­kenderiye'deki Zülkarneyn Feneri.). İkincisi, Ashab-ı Kehf tir (Bunlar Rumlardan oniki kişiydiler.). Üçüncüsü, Endülüs'te şehrin giriş kapı­sındaki aynadır. Kişi bu aynanın altına oturduğunda yüz fersah uzaklıktaki arkadaşını görebilir. (Başka bir rivayette anlatıldığına göre: "İstanbul'daki arkadaşını görebilir." Başka bir rivayette anlatıl­dığına göre: "İstanbul'daki arkadaşını bile bu aynada görebilir." de­miştir.). Dördüncüsü, Şam camiidir ve bu camiye yapılan masraflar­dır. Beşincisi, mermer ve mozaiktir. Bunun kaynağı bilinemez. Denil­diğine göre mermer macundan yapılmıştır. Bu da onun ateşte erime­sinden anlaşılmaktadır."

İbn Asakir, hicri 432. senede Şam'a gelen İbrahim b. Ebi'1-Leys adındaki yazarın bir risalesinde şöyle dediğim nakleder:

"Sonra yola devam etmemiz emredildi. Oradan güzellikleri ta­mamlanmış, içi dışı uyum içinde olan, sokaklarından güzel kokular saçılan, caddeleri geniş olan bir şehre geldim. O şehrin her neresinde yürüdüysem güzel kokular hissettim. Her nereye gittiysem hayret ve­rici manzaralarla karşılaştım. Camiine vardığımda insanın anlata­mayacağı, görenin hakikatini idrak edemiyeceği muhteşem şeyler müşahede ettim. Özetle, orası zamanın hazinesidir. Vaktin ender gö­rülen şeyidir. Harika birşeydir. Hiçbir zamanda görülemiyecek garip bir varlıktır. Onur ve üstüklük sahibi yüce Allah, oranın devamlı dil­lerde dolaşan bir hatırasını sabit kılmıştır. Asla gizlenmeyen ve çürü-nıeyen bir ününü varetmiştir."

İbn Asakir dedi ki: Şam camii ile ilgili olarak muhaddislerden bi­ri -Allah ömrünü uzun kılsın- bana şöyle bir şiir okudu:

"Şam ki, camiinin güzelliği dillerde dolaşır, her tarafa yayılır. Onun ihtiva ettiği şeyler anlatılır, köşeleri yüksektir.

kemalde eşi görülmemiş bir güzelliğe sahiptir. Gözler onun bedii sanatlarım algılayamaz.

Yeri hoş ve mübarektir. Bereket ve mutluluk vardır, şanslı bir yerdir.

Şam camii, bütün güzellikleri içinde toplamıştır. Böylece Şam, ca­miler hususunda diğer şehirlerden üstün olmuştur.

Binası sağlam yapılmıştır. Yerine oturmuştur.

Mimarının emeğini Allah boşa çıkarmasın.

O camiin üstünlük ve şehametini gören ve dinleyen kimseler için sadıkane eserler anlatırlar.

Yangından önce müthiş bir eserdi. Ama yangın ateşleri o camiin zeminini bambaşka bir hale döndürdü.

Yangın o camiin güzelliğini götürdü. Artık giden güzelliklerin ge­ri geleceğini ummuyorum.

Duvarlardaki ziynet ve değerli taşları düşünecek olursan, o taşla­rı dizen ustanın maharetini kesin olarak anlarsın.

Resimlerindeki ağaçlar hep meyve verirler. O meyvelerin rüzgar­dan etkilenmesinden korkulmaz.

Sanki onlar, külçe altından yapılmış bir yere dikilen zümrüt ağaçlarına benzerler. Faydalarıyla her tarafı kaplarlar.

O camide öyle meyve resimleri vardır ki, olgunlaşmak üzere ol­duklarını sanırsın.

Olgunlaşan meyvelerinin de bozulmasından korkulmaz.

O meyveleri bakışlarınla devşirirsin, elle değil. O meyveler satıcı­lar için devşirilmez.

Altında mermer levhaları vardır, o levhaları kesip yerleştiren eli Allah kesmesin.

O mermer levhaları sağlamca yerlerine yerleştirmiştir ustalar. Bu da o ustaların maharetini gösterir.

Camiin kemerlerine ve tavanına bakıp düşünürsen,

Ustasının mahareti anlaşılır.

Kubbesinin güzelliğini seyredersen,

Kubbedeki yivler akıllara hayret verir.

Deliklerinden rüzgarlar girip çıkar. Fırtınalar karşısında bile kubbe, sağlamlığını koruyup güçlenir.

Zemininde mermerler döşelidir. Oralara bakan gözler sevinçle parlar.

Orada güzel ilim meclisleri vardır. O topluluklara bakan kimse­nin kalbi ferahlar.

Her kapıda ibrikler vardır. İnsanlar def-i hacet hususunda rahat­tırlar.

Herkes, o camiin kolaylık tesislerinden yararlanır. Oranın fayda­larından istifade etmede kimse geri çevrilmez.

Sular, o camide açılan kanallardan sürekli akıp gider.

Camiin yanındaki çarşı hep kalabalıktır. Caddelerinde de insan kalabalığı vardır.

Çünkü o çarşılardaki meyveleri ve eşyaları almak isterler.

Orası sanki dünyadaki bir Cennet'tir. Keşke musibet ve afetler oraya gelmeseydi.

Salgınlara rağmen selametini devam ettirdi.

Allah orayı afetlerden korusun." [2]

 

Şam Camii İle İlgili Olarak Nakledilen Haberler

 

Rivayet olunduğuna göre Katade, Tîn sûresini şöyle tefsir etmiş­tir: "Bu sûrenin başındaki "Tîn" kelimesinin Şam camii, "Zeytûn" ke­limesinin Mescid-i Aksa, "Tûr-i Sinîn" kelimesinin yüce Allah'ın Mu­sa peygamberle konuştuğu dağ, "Beled-i Emin'in" ise Mekke şehri ol­duğunu söylemiştir. Bunu İbn Asakir bu şekilde rivayet etmiştir."

Safvan b. Salih, Ka'bü'l-Ahbar'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Şam'da öyle bir mescid yapılacaktır ki, o mescit, dünyanın harab ol­masından kırk sene sonrasına kadar varlığını devam ettirecektir."

Velid b. Müslim, Ebu Abdurrahman'ın şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Yüce Allah, Kasyan dağına vahyederek: "Gölgeni ve bereketi­ni Kudüs dağına hibe et." dedi. O da öyle yaptı. Cenâb-ı Allah, bu de­fa ona şöyle vahyetti: "Madem dediğimi yaptın, ben de senin üzerinde kendim için bir ev yapacağım ki, dünyanın harab olmasından kırk se­ne sonrasına kadar orada bana ibadet edilecektir. Günler ve geceler sona ermeden de gölgeni ve bereketini sana iade edeceğim."

Ebu Abdurrahman dedi ki: "Kasyan dağı, Cenâb-ı Allah katında yalvarıp yakaran zayıf bir adam mesabesindedir."

Duhaym dedi ki: Mescidin dört duvarı Hud peygamber taralından yapılmıştır. Üst tarafa kadar işlenen mozaiklere gelince, bunlarda Velid b. Abdülmelik tarafından yapılmıştır. Yani o, duvarı yükseltti. Mermerlerin ve üzüm motiflerinin üzerinden itibaren yukarıya doğru yükseltti.

Başkasının ifadesine göre Velid b. Abdülmelik, camiin sadece kıb­le duvarını yaptırmıştır.

Osman b. Ebi Atika'dan rivayet olunduğuna göre ilim ehli kimse­ler, Tîn sûresinin başındaki "Tîn" kelimesinin Şam camii olduğunu söylemişlerdir.

İbn Berami ed-Dımışkî adıyla tanınan Ebu Bekir Ahmed b. Ab­dullah b. Ferec, Abdurrahman b. Yahya b. İsmail b. Ubeydullah b. Ebi'l-Muhacir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Saatler kapısı dışın­da bir kaya vardı. Kurbanlar onun üzerine konulurdu. Kabul edilen kurbanı bir ateş gelip yerdi. Kabul edilmeyen kurban ise orada oldu­ğu gibi kalırdı."

Ben derim ki: Bu kaya parçası, saatler kapısı içine nakledilmiştir ve şu ana kadar orada mevcuttur. Halktan bazısının iddiasına göre o kaya parçasının üzerine Adem peygamberin iki oğlu, kurbanlarını bı­rakmışlardı. Onlardan birinin kurbanı kabul edilmiş, diğerininki ise kabul edilmemişti. Doğrusunu Allah bilir.

Hişam b. Ammar, Hasan b. Yahya el-Hasenî'nin şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

"Rasûlullah (s.a.v.), miraca götürüldüğü gece Şam mescidinin ar­sasında namaz kıldı." İbn Asakir'in ifadesine göre bu, munkati ve cid­den münker olan bir rivayettir. Başkalarından böyle bir söz nakledil­miş değildir.

Ebu Bekir el-Beramî'den rivayet edilmiştir: Bir gece Velid b. Ab-dülmelik, kayyuma gitti ve ona: "Bu gece mescitte namaz kılmak isti­yorum. İçeride namaz kılan bir kimse kalmasın." dedi. Adamlarından biri: "Ey mü'minlerin emiri, işte Hızır peygamber her gece bu mescit­te namaz kılıyor." dedi. Başka bir rivayette anlatıldığına göre Velid: "Bu gece kimseyi içeriye bırakmayın." dedi. Sonra saatler kapısına geldi. Kapının açılmasını istedi, kapı açıldı. Saatlerle maksure bitişi­ğindeki yeşil kapı arasında bir adamın namaz kılmakta olduğunu gördü. Kayyuma: "Bu gece namaz kılması için mescide kimseyi bırak­mamanızı size emretmemiş miydim?" diyerek çıkıştı. Adamlarından biri: "Ey mü'minlerin emiri, bu Hızır'dır. Her gece bu mescitte namaz kılar." dedi. Ancak bu hikayenin senedinde ve şahinliğinde şüphe vardır. Başka rivayetlerde Hızır'ın orada mevcud olduğu veya o me­kanda namaz kıldığı söylenmemektedir. Doğrusunu Allah bilir.

Emevi camiinin batı tarafındaki minaresinin yanında kıble zavi­yesine, son asırlarda Hızır zaviyesi denilmiştir. Bunun sebebini bile­miyorum. Tevatüren sabit olduğuna göre sahabeler, Emevi camiinde namaz kılmışlardır. Bu da hem o cami için hem de sahabelerin na­maz kıldıkları diğer camiler için şeref olarak yeter.

Bu camide ilk olarak namaz kılan sahabe, Şam'daki emirü'1-üme-re Ebu Ubeyde b. Cerrah'tır. Bu zat Cennetle müjdelenen on sahabe­den biri olup bu ümmetin emin îrişisidir. Muaz b. Cebel ve diğer bazı sahabeler de bu camide namaz kılmışlardır. Ama Velid'in mabedi bu şekle çevirmesinden önce. Velid'in bu şekle döndürmesinden sonra Enes b. Malik dışında başka bir sahabe bu camiiyi bu haliyle görmüş değildir. Enes, hicretin doksanikinci senesinde Şam'a gelmişti. O es­nada Velid, bu camii yeni şekliyle inşa ediyordu. Enes, orada namaz kıldı. Velid'i gördü, namazı vaktin sonuna dek ertelemesini hoş karşı­lamadı. Nitekim bu hususu, Enes'in biyografisini anlatırken naklet­miştik.

Ahir zamanda yeryüzüne indiğinde İsa peygamber de bu mescitte namaz kılacaktır. O zamanda Deccal ortaya çıkacak ve bela umumile-şecek, insanlar onun önünden kaçıp Şam'a toplanacaklar, hidayet mesihi olan İsa peygamber, sapıklık mesihi olan Deccal'i öldürecektir. Isa peygamber, sabah namazı vaktinde Emevi camiinin doğu tarafın­daki minaresine inecektir. İndikten sonra caminin içerisine girdiğin­de namaz için kamet getirildiğini görecek. İmam da ona: "Ey Allah'ın ruhu, buyur imamlık yap." diyecek, böylece İsa peygamber, bu ümmetten Mehdi adında bir zatın arkasında namaza duracaktır. Doğru­sunu Allah bilir.

Daha sonra İsa peygamber, halkla birlikte camiden çıkacak ve Efik boğazı yanında Deccal'i yakalıyacak (başka bir rivayete göre lud kapısı yanında onu yakalıyacak) ve onu orada Öldürecektir. Bunu, şu avet-i kerimeyi tefsir ederken detaylı olarak anlatmıştık: "Kitab eh­linden, ölmeden önce, İsa'ya inanmayacak yoktur." (en-Nisâ, 159.)

"Sahih"te rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Canım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Mer­yem'in oğlu (İsa), aranıza doğru bir hakem, adil bir imam olarak ine­cek' haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi tarh edecektr. İslâm'­dan başkasını da kabul etmeyecektir."

Kısaca diyeceğimiz şudur ki: İsa peygamber, Şam'daki Emevi ca­miinin doğu minaresine inecektir. O zaman Şam şehri, Deccal'a karşı korunmuştur. Bu minare, Hristiyan parasıyla inşa edilmiştir. Sonra İsa peygamberin yeryüzüne inişi, onlar için bir ölüm ve helak olacak­tır. O, iki meleğin arasında yeryüzüne inecek, elini omuzlarına daya-yacaktır. Üzerinde iki aba bulunacaktır. Başka bir rivayete göre kızıl toprakla boyanmış iki giysi giyecektir. Hamamdan çıkmış gibi başın­dan sular damlayacaktır. İnişi de sabah namazı vaktinde olacak, ken­disi namaza kamet getirildiği esnada minareye inecektir. Bu inişi de Şam'daki Emevi camiine olacaktır.

Nevvas b. Seman el-Kilabî tarafından "Sahih-i Müslim"de yapılan bir rivayette ifade edildiğine göre İsa peygamber, Şam'ın doğusunda­ki beyaz minareye inecektir. Bu minare beyaz renkli olup, Şam'da bundan daha güzel bir minarenin, daha yüksek ve göz alıcı bir eserin mevcudiyeti bilinmemektedir. Hamd ve minnet Allah'adır.

Ben derim ki: İsa peygamberin Emevi camiinin minaresine inme­si, garipsenecek bir olay değildir. Çünkü Deccal belası o zaman her tarafı saracak ve insanlar gelip Şam şehrinin içine toplanacaklar. Deccal da onları kuşatma altına alacaktır. O şehre giren herkesin Deccal'a tabi olması zorunlu hale gelecek. Ya da onun maiyetinde esir olacaktır. Ahir zamanda Şam şehri, Müslümanların toplanma yeri ve Deccal'a karşı korunakları olacaktır. Hal böyle olunca kim o şehrin dışında bir yerde namaz kılabilir? Çünkü Müslümanların hepsi Şam Şehrinin içinde olacaklardır. İsa peygamber, namaz için kamet geti­rildiği zamanda inecek ve Müslümanlarla birlikte namaz kılacak, sonra onları peşine takıp Deccal'i takibe çıkacak ve onu öldürmek is­teyecektir. Avamdan bazılarının ifadelerine göre Şam'daki doğu mi-faresinden kasıt, Belaşo mescidinin minaresidir ki, bu mescit doğu aPisının dışındadır. Bazılarına göre ise bu mescidin minaresi, doğu

kapısının üzerindedir. Rasûlullah'm ne kastettiğini ancak Allah bilir. Allah ki, noksanlıklardan münezzeh olup herşeyi bilir. Herşeyi ilmiy­le kuşatır, herşeye güç yetirir, herşeyin üzerinde olup kahredici güce sahiptir. Hiçbir şey, zerre ağırlığınca da olsa göklerde ve yerde onun ilmi dışında kalmaz. [3]

 

Zekeriya Oğlu Yahya Peygamberin Başı

 

İbn Asakir, Zeyd b. Vakid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Velid, Şam camiinin inşaatında çalışan işçilerin üzerine beni a-mir yaptı. Kazı esnasında bir mağara bulduk. Bunu Velid'e haber verdik. Gece olduğunda o, eline mum alarak yanımıza geldi ve mağa­raya indiğinde içerisinin 3x3 zira boyutunda bir kilise olduğunu gör­dü. Kilisede bir sandık vardı, sandığı açtığında içinde bir sepet buldu. Sepette de Zekeriya peygamberin oğlu Yahya (a.s.)'nın başı vardı ki, üzerinde, "Bu, Zekeriya oğlu Yahya'nın başıdır." diye yazılıydı. Velid, emir vererek onu yine yerine koydurttu ve: "Bu mağaranın üzerine diğerlerinden değişik bir sütun dikin." diye emir verdi. Biz de mağa­ranın üzerine diğerlerininkine nispetle daha büyük başlı bir sütun koyduk.»

Başka bir rivayette Zeyd b. Vakid'in şöyle dediği nakledilmekte­dir: "O mağara, kıble duvarının örülmesinden önce duvarın alt tara-finda bulundu. Yahya (a.s.)'mn başını Büceyle mescidi yanındaki kıb­le cihetindeki kanalda buldular. Bu baş, kase sütununun altına ko­nuldu."

Evzaî ile Velid b. Müslim'in ifadelerine göre Yahya (a.s.)'mnbaşı, iri başlı dördüncü sütunun altına yerleştirilmiştir.

Ebu Bekir b. el-Beramî, Süfyan-ı Sevrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Şam mescidinde kılınan bir namaz, başka yerde kılman 30.000 namaza bedeldir." Bu cidden gariptir.

Başka bir rivayette anlatıldığına göre Vasile b. Eska, Emevi ca­miinin Ciron kapısı yanındaki kapısından çıkarken Ka'bü'l-Ahbar'la karşılaşmış, Ka'b ona şöyle sormuş:

- Nereye gidiyorsun?

- Mescid-i Aksa'ya gideceğim.

- Gel, Emevi camiinde sana bir yer göstereyim ki, orada namaz kılan kimse, Mescid-i Aksa'da namaz kılmış gibi sevab kazanır.

Ka'b, onu alıp götürmüş ve ona halifelerin çıkış yeri olan Babü'l-Asfar ile batı revakı arasındaki yeri göstermiş ve şöyle demiş:

- Bu iki nokta arasında namaz kılan kimse, Mescid-i Aksa'da na­maz kılmış gibi sevap kazanır.

- Öyleyse burası hem benim, hem de kavmimin meclisi olsun.

- Öyle olsun.

Bu da cidden garip ve münker bir rivayettir. Böyle rivayetlere iti- edilemez.

Velid b. Müslim'in şöyle dediği rivayet edilir: Velid b. Abdülmelik, Sam mescidinin inşa edilmesi için emir verdiğinde işçiler msscidin kıble duvarının örüleceği yerin altında nakışlı ve yazılı bir taş levha buldular. Durumu Velid'e bildirdiler. Kimse taşı çıkaramıyordu. Bi­zanslı ustalara haber gönderdi. Onlar da geldiklerinde çıkaramadılar. Sonra Şam'daki eski ustaları çağırttı, onlar da çıkaramadılar. Vehb b. Münebbih'e başvurması söylendi. Haber gönderip onu yanına çağırttı. Vehb geldiğinde ona taş levhanın bulunduğu yeri söylediler. Gidip baktığında -oranın Hud peygamber tarafından inşa edildiği söylenir-taş levhayı okumaya başladı. Taşta şunlar yazılıydı:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Ey ademoğlu! Ecelinin az kaldığını görseydin uzun emellerinden vazgeçip zahid olurdun. Çünkü ayağın kayıp öldüğünde pişmanlıkla karşılaşacaksın. O za­man ailen ve maiyetindeki adamların seni Azrail'e teslim edecekler, dostların, arkadaş ve yakınların- seni ona bırakacaklar. Sonra sana seslenilecek, sen cevap veremez hale geleceksin. Ailene, işinin başına dönemiyeceksin. Şu halde kıyamet günü gelmeden önce kendi nefsin için çalış. Ecelin gelmeden, hasret ve pişmanlıkla karşılaşmadan, ru­hun bedenini terketmeden, salih amel işle. Bu dünyada topladığın malın, sahib olduğun çocuğun, geride bıraktığın kardeşin sana fayda veremez. Daha sonra toprak altında, âlem-i berzaha göçecek, ölülerle komşu olacaksın. Ölmeden önce hayatının kıymetini bil, zayıflama­dan önce gücünün değerini bil. Hastalanmadan önce sağlığının kıy­metini takdir et. İlahi gazaba yakalanmadan, artık salih amel işliye-miyecek hale gelmeden fırsatı değerlendir." Bu levha, Davud peygam­ber zamanında yazılmıştı.

İbn Asakir dedi ki: Velid b. Abdülmelik zamanında Emevi camii inşa edilirken inşaat alanında kazı yaparlarken kilitli, taştan bir ka-pıya rastladılar. Kapıyı açamadılar. Durumu Velid'e bildirdiler. O da kapının yanma geldi, huzurunda kapı açıldı. İçeride bir mağarada taştan bir insan heykeli gördüler. Bu heykel, taştan bir ata bindiril­mişti. Heykelin bir elinde mihrabtaki kırbaç vardı. Diğer eli ise yu-ttmlu idi. Yumulu elin kırılmasını emretti. Kırdıklarında içinde biri buğday, diğeri arpa olmak üzere iki tahıl tanesi çıktı. Bunun ne anla­ma geldiğini sorduğunda kendisine şöyle dediler: "Eğer o eli kırdır-pıasan ve kendi haline bıraksaydın bu şehirde arpa ve buğdaya asla kmııl düşmeyecekti."

Yüz sene yaşayan Hafiz Ebu Hamdan el-Verrak dedi ki: Bazı ihti­yarların şöyle dediklerini işittim: Müslümanlar, Şam'a girdiklerinde Mukaslat üzerindeki direğin üstünde, elini yumuk halde uzatmış bir insan heykeli gördüler. Yumuk eli kırdıklarında içinde bir buğday ta­nesi çıktı. Bunun ne anlama geldiğini sorduklarında onlara şöyle ce­vap verildi: "Şu buğday tanesini, Yunan filozofları bu heykelin avucu-na yerleştirdiler ki, bu ülkedeki buğdaylara kımıl musallat olmasın. Bu sayede kımıl bu ülkede senelerce kalsa bile buğdaylara musallat olmaz."

İbn Asakir dedi ki: Ben Mukaslat kilisesinin kemerleri üzerinde et pişirme ızgaralarını gördüm. Mukaslat kilisesi,, büyük çarşının ke­merleri üzerine kurulmuştu ki, sabuncular ve aktarlar bugünde ora­dadırlar. İslâm askerleri Şam'ı fethettiklerinde Ebu Ubeyde, Cabiye kapısından, Halid b. Velid doğu kapısından, Yezid b. Ebu Süfyan da küçük Cabiye kapısından şehre girdiler.

Abdülaziz et-Temimî, Ebu Nasr Abdülvahhab b. Abdullah el-Mir-rî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Şamlı ihtiyarlardan oluşan bir cemaatın şöyle dediklerini işit­tim: Emevi camiinin tavanında, kıble duvarı tarafında Yunan filozof­larının yaptıkları tılsımlar vardır. Pislikler ve fena kokuları engelle­yen tılsımlar... Bu tılsımların bulunduğu yere kargalar ve pislikler girmez. Fare, yılan ve akrepler için de tılsımlar vardır. Bu tılsımların bulundukları kısma fareler asla girmezler. Ancak bu tılsımların tesir­lerini yitirmek üzere olduklarını sanıyorum. Örümceklerin ağ örme­meleri için de gerekli tılsımlar bu camiye yerleştirilmiştir.»

Hafız İbn Asakir dedi ki: Dedem Ebu Fadl Yahya b. Ali'nin şöyle dediğini işittim: Ben, Emevi camiinde yangından önce diğer haşereler içinde tılsımların bulunduğunu gördüm. Bu tılsımlar, örtüler içinde tavana asılıydılar. Yangından önce bu tılsımlar nedeniyle camide ha­şerelere rastlanmazdı. Hicretin 461. senesi şaban ayının ortalarında ikindiden sonra çıkan yangında bu tılsımlar yandı. Şam'da çok tılsım­lar vardı, ancak o tılsımlardan Ulebiyyin çarşısında olup tepesinde büyük bir küre bulunan bir sütun kalmıştır ki, bu da idrar yapmakta zorluk çeken hayvanların tedavisi için yararlı olmaktadır. İdrar yap­makta zorluk çeken bir hayvanı, bu sütunun etrafında üç kez döndür­düklerinde rahatlıkla idrar yapmaya başlar. Şeyhimiz İbn Teymiye, bu konuda şöyle demiştir: "O sütunun altında bir müşrikin mezarı bulunmaktadır. Müşrik, mezarında azab çekmektedir. Orada döndü­rülen hayvanlar müşrikin feryadını işittiklerinde korkup idrar yap­maya başlarlar. Bu nedenledir ki, kabız olan hayvanları Yahudi ve Hristiyanlann mezarlarına götürdüklerinde hayvanların kabızlıkları açılır. Bu da hayvanların mezarda azap görenlerin feryadlannı işit­melerinden kaynaklanmaktadır."

Doğrusunu Allah bilir. [4]

 

Emevi Camisinin Kapısındaki Saatler

 

Kadı Abdullah b. Ahmed b. Zebr dedi ki: Caminin cephe tarafın­daki kapısına saatler kapısı denilmesinin sebebi, Beleşkar adındaki ustanın orada saatler yapmış olmasıdır. Orada bu ustanın yaptığı bir saat vardı ki, günün bir, saati geçince bakırdan serçeler, yılanlar ve kargalar saatin içinden dışarı çıkar, ötmeye başlarlardı. Bir de saatin alt tarafındaki tasa da bir çakıl tanesi düşerdi. Böylelikle insanlar, gündüzün bir saatinin geçtiğini anlarlardı. Diğer saatlerde de aynı hareket tekrarlanırdı.

Ben derim ki: Bunun iki ihtimali vardır. Ya caminin ön cephesin­deki kapıda saatler bulunduğundan dolayı bu kapıya saat kapısı de­nilmiştir ki, bu kapıya ziyade kapısı da denilmektedir. Ancak bu ka­pının, caminin inşasının tamamlanmasından bir süre sonra yapıldığı söylenmektedir. Ama bu da kadı İbn Zebr zamanında, o kapıda saat­lerin mevcudiyetine engel bir husus değildir. Ya da caminin Ön cephe duvarının doğu tarafında Babüzziyade yanında başka bir kapı daha vardı ki, o kapıda saatler vardı. Daha sonra oradaki saatlerin tümü, bugünün Verrakin kapısına nakledilmiştir. Bu kapı, caminin doğu ta-ramdaki kapısıdır. Doğrusunu Allah bilir.

Ben derim ki: Verrakin kapısı da caminin ön cephesindedir. Bu­radan camiye giriş yapıldığından ya da camiye bitişik olduğundan ötürü bu kapıda camiye nispet edilir. Doğrusunu Allah bilir.

Ben derim ki: Caminin su akan sahnmın ortasında ve halk tara­fından Ebu Nüvas kubbesi denen kubbeye gelince bu, hicretin 369. senesinde inşa edilmiştir. Bazı Dımışklılarm yazılarına dayanarak ibn Asakir bu tarihi vermiştir. Caminin sahnmda bulunan yüksekçe batı kubbesine gelince -ki buna Aişe kubbesi denmektedir- bu husus­ta şeyhimiz Zehebî'nin şöyle dediğini işittim: "Bu kubbe, Mehdi b. Mansur el-Abbasî zamanında hicretin 160. senesi hudutlarında inşa edildi. Caminin hasılatları ve evkafının kitapları buraya konuldu."

Mescid-i Ali kapısının üzerindeki doğu kubbesine gelince, bu hu­susta denilir ki: Bu kubbe, Hakim el-Ubeydî zamanında hicretin 104. senesi hudutlarında inşa edilmiştir. Ciron yolu altındaki su fıskiyesi­ne gelince, bunu şerif Fahrü'd-Devle Ebu Ali Hamza b. Hasan b. Ab-bas el-Hasenî inşa etmiştir. Bu zat, Emevi camiinin nazırı idi. Cami­ye Haccac'ın sarayından büyük bir taş getirdi. Hicri 417. senenin re-Dîyülevvel ayının yedisinde cuma gecesi oraya su akıttı. Çevresinde Köprüler inşa ettirdi. Üzerine de bir kubbe yaptırdı. Sonra bu kubbe, izdiham nedeniyle hicri 457. senenin safer ayında çöktü. Kubbe yeni-en in§a edildi. Fakat sütunları yine yıkıldı. Bu olay da hicretin 562. senesinin şevval ayında vuku buldu. Bütün bunları İbn Asakir anlatmıştır.

Ben derim ki: Su fıskiyesinin üst orta kısmındaki çanağımsı taşa gelince, bu taş hâlâ orada bulunmaktadır. Ben bunu gördüm, fakat daha sonraları oradan kaldırılıp götürülmüştür. Ciron şadırvanında da o çanağımsı taşa benzer bir taş vardı. Hicretin 741. senesinde Hristiyanların çıkardığı yangın sebebiyle o taş orada kaybolup gitti. Sözü edilen şadırvan, öncekine nispetle daha güzel bir şekilde yeni­den yapıldı. Ancak o çanağımsı taş kaybolup gitti, izine rastlanmadı. Daha sonra Ciron fıskiyesinin doğusundaki şadırvan -zannedersem-hicretin 514. senesinden sonra inşa edildi. Doğrusunu, noksanlıklar­dan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir. [5]

 

Emevi Camiinde Kıraat-I Seb'a İle Kur'ân Okunmaya Başlanması

 

Ebu Bekir b. Ebu Davud, Hassan b. Atiyye'nin şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

«Kur'ân dersleri, Hişam b. İsmail el-Mahzumî tarafından Emevi camiinde verilmeye başlandı. Ancak Abdülmelik, onu bu işi yapmak­tan alıkoydu. Bir gün sabah namazından sonra Emevi camiinde otur­makta iken bir Kur'ân sesi işitti: "Bu nedir?" diye sorunca kendisine, Abdülmelik'in, Hadra köşkünde Kur'ân okumakta olduğunu söyledi­ler. Hişam b. İsmail de okumaya başladı. Sonra Abdülmelik, Hişam'-ın kıraatma göre okudu. Kölelerinden biri de onun kıraatma göre okumaya başladı. Daha sonra mescitteki cemaat, bu okuyuşu beğen­diler ve buna göre okumaya başladılar.»

Dımışk hatibi Hişam b. Ammar, Halid b. Dıhkan'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Şam camiinde ilk olarak kıraati ihdas eden kişi, Hişam b. İsmail b. Muğire el-Mahzumî'dir. Filistin'de de kıraati ilk ihdas eden kişi, Velid b. Abdurrahman el-Cüreşî'dir.»

Ben derim ki: Hişam b. İsmail, Medine-i Nebeviyye valisi idi. Ve­lid b. Abdülmelik'e bey'ata yanaşmayan Said b. Müseyyeb'i döven de odur. Sonra Velid, onu Medine valiliğinden azledip yerine Ömer b. Abdülaziz'i tayin etmişti.

Aralarında Hişam b. İsmail, azatlısı Rafi ve İsmail b. Abdullah b. Ebi'l-Muhacir'in de bulunduğu tabiinden selefi salihinin önde gelen şahsiyetleri, Şam'da bu kıraat-ı seb'a meclisine katılmış ve dinlemiş­lerdir. İsmail b. Abdullah, Abdülmelik b. Mervan'ın çocuklarına yazı öğretmişti. Hişam b. Abdülmelik ve oğulları Abdurrahman ile Mer-van tarafından Ifrikiyye valiliğine atanmıştı.

Kıraat-ı seb'a meclisine kadılardan Ebu İdris el-Holanî, Nümeyr b. Evs el-Eş'arî, Yezid b. Übey el-Hemedanî, Salim b. Abdullah el-Haribî, Muhammed b. Abdullah b. Lebid el-Esedî; fikıhçı, muhaddis, Kur'ân hafızlarından da Ebu Abdurrahman Kasım b. Abdirrahman (Muaviye'nin azatlısı), Mekhul, Süleyman b. Musa el-Eşdak, Abdul­lah b. Âlâ b. Zebr, Ebu İdris el-Asğar, Abdurrahman b. İrak, Abdur­rahman b. Amir el-Yahsubî (Abdullah b. Amir'in kardeşidir.), Yahya b. Haris ed-Dimarî, Abdülmelik b. Numan el-Mirrî, Enes b. Enes el-Özrî, Süleyman b. Büzeyr el-Karî, Süleyman b. Davud el-Huşemî, İran b. Hakim el-Kureşî, Muhammed b. Halid b. Ebi Zibyan el-Ezdî, Yezid b. Ubeyde b. Übey el-Muhacir, Abbas b. Dinar ve diğerleri de katılmışlardı. îbn Asakir böyle nakletmiştir.

Abdullah b. Alâ'dan şöyle rivayet edilmiştir: «Dahhak b. Abdur­rahman, Emevi camiinde kıraat dersi verildiğini inkar etmişti. Ben bizzat kendisinin: "Ben, peygamberin ashabına ulaştığım halde böyle bir şeyi ne gördüm ne de işittim." dediğini duydum.»

İbn Asakir'in ifadesine göre Dahhak b. Abdurrahman, Ömer b. Abdülaziz'in hilafeti döneminde hicri seksenaltmcı sene sonlarında Şam'da valilik yapmıştır. [6]

 

Fasıl

 

Dımışk camiinin inşaatı, hicri seksenaltmcı sene sonlarında baş­ladı. Bu camiin yerinde bulunan kilise, aynı senenin zilkade ayında yıkıldı. Yıkım işlemi tamamlandıktan sonra cami inşaatına başladı­lar. Bu inşaat, on senede tamamlandı. Hicretin doksanaltmcı sene­sinde caminin inşaatı tamamlanınca banisi Velid b. Abdülmelik vefat etti. Ancak bazı eksiklikler kalmıştı ki, bunları da -önceki sayfalarda ifade ettiğimiz gibi- kardeşi Süleyman tamamladı.

Yakub b. Süfyan ise, bu hususta şöyle demiştir: Ben bu caminin daha önce yerinde bulunan kilisenin yıkılması ve camiin inşası konu­sunu Hişam b. Ammar'a sorduğumda o bana şunları anlattı: Velid, Hristiyanlara şöyle demişti: "Ne dersiniz? Biz bilindiği gibi Torna kili­sesini kuvvet kullanarak almıştık. Dahildeki kiliseyi ise sulh yoluyla almıştık. Şimdi ben Torna kilisesini yıkacağım. Torna kilisesi dahilde­ki kiliseden daha büyüktür." Hristiyanlar, Velid'in bu teklifini kabul ettiler. O da dahildeki kiliseyi yıkıp Emevi camiine kattı. Kilisenin kapısı da bugünkü caminin kıblesinde idi. Yani bugün içinde namaz kılman mihrabın yerindeydi. Kilise, Velid'in halifeliğinin ilk zaman­larında, yani hicri seksenaltmcı senede yıkıldı. Emevi camiinin inşaa­tı yedi sene sürdü. Nihayet inşaat tamamlanmadan Velid vefat etti. ^ln kısımları, bir rivayete göre daha sonra kardeşi Hişam tamanı-ı. Bunda bazı faydalar varsa da yanlışlıklar da vardır. Yanlışlık şu ki, inşaatın yedi sene sürdüğünü söylemişlerdir. Oysa on sene sür­müştür.

Velid b. Abdülmelik'in bu senede, yani hicri doksanaltıncı senede vefat ettiği hususunda ise ihtilaf yoktur, bu doğrudur. Ebu Cafer b. Cerir, siyer âlimlerinin bu hususta icma ettiklerini nakletmektedir. Velid'den sonra caminin eksik kısımlarını tamamlayan zatın Hişam değil de Süleyman olduğu bilinmektedir. Doğrusunu, noksanlıklar­dan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir.

Ben derim ki: Önceki sayfalarda da geçtiği gibi İbn Asakir'in şöy­le dediği kendi yazısı esas alınarak nakledilmiştir: Bu camide bazı şeyler sonraları yemlendi. Yenilenen şeyler arasında caminin sahnın-daki üç kubbe de vardır. Bunları daha Önce anlatmıştık. Denildiğine göre doğu taraftaki kubbe, hicretin 450. senesinde Mustansır el-Ubeydî zamanında onarılmış, üzerine Mustansır'ın adı ve ayrıca Rafi-ziler tarafından kendi imamları olarak iddia edilen oniki imamın adı yazılmıştır.

Caminin sahnına konulan iki sütuna gelince, bunlar cuma gecele­ri aydınlatma görevini ifa etmektedirler. Bunlar hicretin 441. sene­sinde ramazan ayında şehrin kadısı Ebu Muhammed'in emriyle ora­ya yerleştirilmişlerdir. [7]

 

Dımışk Camiinin Banisi Velid B. Abdülmelik'in Biyografisi

 

Velid b. Abdülmelik b. Mervan b. Hakem b. Ebi'l-As b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdumenaf Ebu'l-Abbas el-Ümevî. Babasının halifeliğin­den sonra -onun veliahdı olduğu için- hicretin seksenaltıncı senesinin şevval ayında kendisine bey'at edildi. Velid, babasının en büyük oğlu ve onun veliahdı idi. Velid'in annesi Vellade binti Abbas b. Hazm b. Haris b. Züheyr el-Absî'dir.

Velid, hicretin ellinci senesinde doğdu. Ebeveyni onu lüks ve re­fah içinde büyüttüler. Şımardı, edepsizce büyüdü. Arapçayı iyi bil­mezdi. Uzun boylu, esmer yüzlüydü. Yüzünde çiçek hastalığının izleri vardı. Burun kemeri geniş ve burnu aşağıya doğru eğikti. Yürürken salınarak yürürdü. Yakışıklıydı (Çirkin olduğuna dair zayıf bir riva­yet de vardır.). Sakalının ön kısmı ağarmıştı. Sehi b. Sa'd'ı gördü, zi­yaretine gelen Enes b. Malik'i dinledi. Kıyamet alametleri hakkında neler duyduğunu ona sordu. Nitekim bu hususu Enes'in biyografisin­den söz ederken anlatmıştık. Said b. Müseyyeb'i de dinlemişti. Zührî ve diğerleri bunu böyle nakletmişlerdir.

Rivayete göre Abdülmelik, oğlu Velid'i veliaht yapmak istediği za­man önce karar vermiş, sonra bu kararını askıya almıştı. Çünkü VeHd Arapçayı iyi bilmiyordu. Bunun üzerine Velid, nahiv âlimlerinden bir topluluğu yanında toplamış, onları bir sene müddetle yanında tut­muştu (Başka bir rivayete göre ise onları altı ay müddetle yanında tutmuştur.). Bu müddet sonunda dışarı çıktığında öncekinden daha cahil ve bilgisiz bir halde çıkmıştı. Babası Abdülmelik de: "Çaba sar-fetti ama beceremedi. O özürlüdür." dedi.

Bir rivayette anlatıldığına göre babası Abdülmelik, vefat edeceği zaman ona şu tavsiyelerde bulunmuştu: "Ben öldüğüm zaman oturup gözlerini oğuşturma, kadınlar gibi ağlayıp inleme. Aksine paçayı sıva, eteğini kemerine sok, gayret sarfet. Beni mezarıma sarkıt; kendi hali­me bırak. İnsanları da kendine bey'ata çağır, her kim başı ile şöyle ve böyle derse, sen de kılıcınla ona şöyle ve böyle diye karşılık ver."

Leys dedi ki: Hicretin doksansekizinci senesinde Velid, Anadolu'­ya gazaya gitti. Bu senede insanlara haccettirdi.

Başka bir ravi dedi ki: Velid, bundan bir sene önce ve bundan bir sene sonra Malatya şehrine ve diğer şehirlere gazaya gitti. Onun yü­züğünün kaşında, "Samimi olarak Allah'a iman ettim." diye yazılıydı. Başka bir rivayete göre ise, "Ey Velid, sen şüphesiz öleceksin." diye yazılıydı. Anlatıldığına göre onun vefat ederken söylediği son söz şu olmuştur: "Sübhanallah velhamdülillah ve lâ ilahe illallah."

İbrahim b. Ebi Able dedi ki: Velid b. Abdülmelik, bir gün bana: "Kur'ân'ı ne kadar zamanda hatmediyorsun?" diye sordu. Ben de: "Şu kadar zamanda hatmediyorum." diye cevap verdim. Bana dedi ki: "Mu minlerin emiri, bunca meşguliyetine rağmen Kur'ân'ı her üç gün­de bir hatmediyor." (Başka bir rivayete göre ise, "Her yedi günde bir hatmediyor." dediği ifade edilmektedir).

Velid'in, ramazan ayında onyedi hatim yaptığını söyleyen İbra­him dedi ki: "Velid... onun benzeri bulunamaz. O, Dımışk camiini in­şa etti. O, bana gümüş külçeleri verir, ben de o gümüşleri Kudüs'teki âlimlere dağıtırdım."

îbn Asakir, Yezid b. Cabir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Velid, bir gün Babü'l-Asğar'dan çıktığında doğu minaresinin ya­nında birşeyler yiyen bir adam gördü. Gidip adamın yambaşmda dur­duğunda ekmek ve toprak yemekte olduğunu müşahede etti. Ona: "Seni buna zorlayan sebep nedir?" diye sorunca: "Kanaattir, ey mu­slinlerin emiri." dedi. Velid, meclisine gitti, sonra o adamı yanına ça­ğırttı. Adam gelince şöyle dedi: "Senin başında bir hal var, bunu bana anlat. Yoksa kafanı uçururum." Adam da şöyle karşılık verdi:

«Evet ey mü'minlerin emiri, anlatacağım: Ben hammal bir adam­am. Bir zaman, Mercu s-Sefer'den Kesve'ye doğru giderken abdestim daraldı. Bir harabeye gidip def-i hacette bulunmak istedim. Harabeye vardığımda bir bodrumla karşılaştım. İnip kazmaya başladığımda külçe altınlarla karşılaştım. Dağarcıklarımı altınla doldurdum, sonra bineklerimin yanına döndüm. Orada bir yemek torbası vardı. Torba­daki yemeği boşalttım ve: "Az sonra Kesve'ye gideceğim, orada karnı­mı doyururum. Şimdilik yemeğe ihtiyacım yok." deyip harabeye gide­rek o yemek torbasını da altınla doldurmak istedim. Harabeye doğru gittim, ama orayı ne kadar aradıysam bulamadım. Bulmaktan ümidi­mi kesince de bineklerimin yanma dönmek istedim. Ancak dönünce bineklerimi de, yere boşalttığım yemeğimi de bulamadım. Bunun üze­rine artık ekmek ve topraktan başka birşey yememeye yemin ettim.»

Velid, ona çoluk çocuğu olup olmadığını sordu. O da: "Evet" diye cevap verince Velid, beytü'1-maldan ona bir miktar mal verilmesini emretti.»

İbn Cerir dedi ki: Bize anlatıldığına göre o tamahkar adamın bi­nekleri kendi başlarına yola koyulmuş ve nihayet beytü'1-mala gel­mişler. Beytü'1-maî görevlileri de onları ve yüklerini teslim alıp bey-tü'1-mala koymuşlardı. Velid de daha sonra o bineklerin sahibini ya­nına çağırtıp ona şöyle demişti: "O mal bize ulaştı, sen git develerini beytül-maldan al."

Anlatıldığına göre Velid, onu ve ailesini geçindirecek bir miktar malı beytü'l-maldan ona vermiştir.

Nümeyr b. Abdullah eş-Şa'nanî, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: Velid b. Abdülmelik dedi ki: "Eğer Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim'de Lut kavminden bahsetmeseydi, ben erkeğin erkekle cinsel temasta bulunabileceğine inanmazdım."

Ben derim ki: Velid, böyle demekle o çirkin fiilin kendisinde bu­lunmadığını ifade etmek istemiştir. O yerilen fahiş fiil ki, Cenâb-ı Al­lah, o fiili işleyenlere türlü azaplar ve çeşitli işkenceler çektirmiştir. O azap ve işkencelere daha önceki ümmetlerden hiçbiri maruz bıra­kılmamıştı. Bu pis livata işine hükümdar ve emirlerin, tüccar ve hal­kın, yazar, fikıhçı ve benzerlerinin çoğu müptela olmuşlardı. Ancak Allah'ın kendilerini koruduğu kimseler, bu günahtan uzak kalmışlar­dır. Çünkü livata fiilinde sayılamıyacak kadar kötülükler ve mefse-detler vardır. Bu nedenle azabı da türlü türlü olmuştur. Pasif homo­seksüelin öldürülmesi, arkadan kendisiyle cinsel temasta bulunulma­sından daha iyidir. Çünkü bu fiile maruz kalan kimsenin, artık asla iyileşmiyecek mefsedetlere maruz kalması muhakkaktır. Yalnız Al­lah'ın dilediği kimseler bundan kurtulurlar. Ayrıca arkasından ken­disiyle cinsel temasta bulunulan pasif homoseksüelin kötü ünü her tarafa yayılır. Şu halde kişinin, çocuğunu küçüklükte ve buluğdan sonra koruması ve bu mel'unlarla bir araya gelmesini önlemesi gere­kir. Bu mel'unları Rasûlullah (s.a.v.) lanetlemiştir.

Pasif homoseksüelin Cennet'e girip giremiyeceği hususunda in-

sanlar ihtilafa düşerek iki kavil ileri sürmüşlerdir. Sahih kavle göre pasif homoseksüel, dürüst bir şekilde nasuh tevbesi yapar ve Allah'a yonelip durumunu düzeltir, işlediği kötülükleri iyiliklerle değiştirir, türlü taatlerde bulunarak kendini bu kötülüklerden arındırır, gözünü yumup mak'admı korur ve Rabbi ile muamelesinde ihlaslı olursa, in-şaallah günahı bağışlanır ve cennetliklerden olur. Çünkü Cenâb-ı Al­lah, tevbekarlann günahlarını bağışlar.

"Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir." (el-Hucurât, ıı.) "Ettiği zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah şüphesiz bağışlayandır, merhametli

olandır." (ei-Mâide, 39.)

Büyüklüğünde pasif homoseksüellik yapan kimse, küçüklüğünde bu çirkin işi işleyenden daha kötüdür. Çünkü büyüklüğünde bu kötü işi yapan kimsenin tevbesi hemen hemen imkansızdır. Böylelerinin dürüstçe nasuh tevbesinde bulunmaları çok uzak bir ihtimaldir. Ya da geçmiş günahlarını sildirecek salih amellerde bulunmasına ihti­mal verilemez. Böylelerinin kötü sonla karşılaşmalarından korkulur. Nitekim kir ve pislikleriyle ölen birçok kimseler, dünyadan çıkmadan temizlenmedikleri için kötü sonla karşılaşmışlardır. Öyle ki maddi aşk, onları Allah'ın bağışlamayacağı bir şirke düşürmüştür. Lutilerin ve diğer sehvetperestlerin durumunu anlatan çok hikayeler vardır ki, onları burada anlatmak çok yer işgal edecektir.

Kısaca diyeceğimiz şudur ki, günahlar, masiyetler ve şehvetler, sahiplerini ölüm esnasında yardımsız bırakırlar. Şeytan bile böylele-rini yalnız bırakır. İman zafiyeti ve yardımsızlık belası üzerinde bir­leşir ve kötü sona maruz kalırlar. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyur­muştur:

"Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor." (el-Furkân, 29.) Hatta kötü son, livata fiilini işlememiş kimseler için de vuku bulmuştur. Öyleleri livatadan daha basit günahlar işledikleri için kötü sona ma­ruz kalmışlardır. Allah, bizi böyle bir akibete maruz kalmaktan koru­sun. Dışı temiz, içi Allah'la beraber olan, fiillerinde ve sözlerinde dü­rüst olan kimse böyle bir sona maruz kalmaz. Abdülhak el-Işbilî'nin de anlattığı gibi böylesi temiz kimseler için kötü son söz konusu de­ğildir. Ancak içi inanç bakımından, dışı da amel bakımından bozuk olup günah işlemeye karşı cüretkar olan kimseler, kötü sona maruz kalırlar. Böyîeleri tevbe etmeden ölüp giderler.

Özetle diyeceğimiz şudur ki; livata kötülüğü, kötülüklerin en bü­yüğüdür. Bu fiil, daha önceleri Araplar arasında bilinmezdi. Nitekim birçokları böyle demişlerdir. Bu nedenledir ki, Velid b. Abdülmelik: "Eğer Aziz ve Celil olan Allah, Kur'ân-ı Kerim'de bize Lut kavminin hikayesini anlatmasaydı, ben, bir erkeğin başka bir erkekle cinsel te-

maşta bulunabileceğine inanmazdım." demiştir.

İbn Abbas (r.a) tarafından rivayet olunduğuna göre bu hususta Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Lut kavminin fiilini işleyen bir kimseyi gördüğünüzde bu işi ya­panı da kendisine yaptıranı da öldürün." Bunu sünen sahipleri riva­yet etmiş, İbn Hibban ile diğerleri de sahih bulmuşlardır. Peygamber (s.a.v.), Lut kavminin fiilini işleyen kimseleri üç kez lanetlemiştir. Başka bir günahı işleyen kimseyi asla üç kez lanetlememiştir. Bu işte aktif olanın da, pasif olanın da öldürülmesini emretmiştir. Çünkü böylelerinin insanlar arasında kalmalarında hayır yoktur. Bunların içi bozulmuş ve murdarlaşmıştır. Bu durumdaki kimsenin kalmasın­da halk için bir fayda yoktur. Eğer Cenâb-ı Allah, halkı bunlardan kurtarıp rahata kavuşturursa halkın hem din, hem dünya işleri düze­lir. Lanet, ilahi rahmetten kovulup uzaklaşmak demektir. Bir kimse Allah'tan, Rasûlünden, kitabından, onun salih kullarından uzaklaşır-sa, onda ve ona yaklaşmakta hayır yoktur. Cenâb-ı Allah, bir kimseye feraset, sezgi, nur, temyiz gücü verirse, o kimse insanların durumla­rına, görünüşlerine, yüzlerine bakınca onların amellerini anlar. İş iş­leyen kimselerin yaptıkları işler, yüzlerinden, gözlerinden ve sözle­rinden açıkça anlaşılır.

Cenâb-ı Allah, Lutileri anlatmış ve bunu, görebilen kimseler için ibret kılmıştır. Bu husustaki ayetlerde şöyle buyurmuştur.

"Tan yeri ağarırken, çığlık onları yakalayıverdi. Memleketlerini alt üst ettik. Üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır." (ei-Hkr, 73-75.)

"Yoksa, kalblerinde hastalık olanlar, Allah'ın onların kinlerini dı­şarı vurmayacağım mı sandılar? Eğer dileseydik, biz, ey Muhammed, onları sana gösterirdik; sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın. Allah, işlediklerinizi bilir. Andolsun ki, sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberinizi açıklayana kadar deneyeceğiz."(Muhammed, 29-31.)

Luti kimse, yaratılışa ters düşmüştür. İşi tersine çevirmiş, erkek­le cinsel temasta bulunmuş, bu yüzden de Cenâb-ı Allah, onun kalbi­ni ters döndürmüş, işini aksine götürmüştür. Oysa daha önce duru­mu iyi olup kendisi felahtaydı. Ancak tevbe edip iman eden, salih amel işleyen, sonra doğru yola eren kimse bundan müstesnadır.

Tevbekarın hususiyetlerini Cenâb-ı Allah, Berâe sûresinin sonun­da anlatmıştır: "Allah'a tevbe eden, kullukta bulunan...." Şu halde tevbe eden kişinin Allah'a kulluk yapması, ahiret ameliyle uğraşması gerekir. Aksi takdirde nefis, insanı yönlendiren hareket halindeki birşeydir. Eğer sen, onu hakla meşgul etmezsen, o seni batılla meşgul eder. Öyleyse tevbekarın günah işlemekle geçen vakitlerini, bu defa

taatla geçen vakitlere döndürmesi gerekir. Daha önce kaçırdığı fırsat­ların yerine şimdi hayra doğru atılan adımları kullanarak telafi edici faaliyetlerde bulunması, bakışlarını, adımlarını, sözlerini, davranış­larını kontrol altına alması icabeder. Adamın birisi, Cüneyd-i Bağda-dîye: "Bana tavsiyede bulun." deyince o, şöyle tavsiyede bulunmuştu: "Öyle bir tevbe et ki, yükleri çözsün. Onur ve izzeti gideren bir korku-kapıl, seni hayır yollarına iten bir ümide sahip ol. Kalbinin atışla­rında Allah'ın kontrolü altında olduğunu hatırla. İşte bu anlattıkla­rım, tevbekarın nitelikleridir."

Sonra Cenâb-ı Allah, tevbekarın özelliklerini anlatmayı şöyle sür­dürüyor: "Allah'ı öven, O'nun uğrunda gezen, rükû ve secde eden..." (et-Tevbe, 112.) Bu ayet-i kerimede yüce Allah, tevbekarın özelliklerini sı­ralıyor.

Adamın biri "Tevbekarlar kimlerdir?" diye soracak olursa, ona yukarıdaki ayet-i kerime ile cevap verilir. Yoksa tevbe ettikten sonra kendisini Allah'a yaklaştıracak bir yola koyulmayan her tevbe edici kişi, Allah'tan daha çok uzaklaşır. Ona yönelip yakın olamaz. Nite­kim Allah'ın rahmeti boldur, diyerek kendini aldatan ve günah işle­yip sakıncalı işlere bulaşan, taatları terkeden kimse de Allah'tan uzaklaşır. Çünkü taatları terkedip masiyetleri işlemek, sırf nefsi şeh­vetlerin tesiri altında haramları işlemekten daha büyük günahtır. Tevbekar, mahzurlu şeylerden sakınan kimsedir, emredilen işleri ya­pan insandır. Takdire rıza gösterip katlanan Müslümandır. Noksan­lıklardan münezzeh olan yüce Allah, insana acıyıp rahmet eder, yar­dımcı olur. O, kalblerdeki şeyleri bilendir.

Velid b. Abdülmelik, Arapçayı düzgün telafuz edemezdi, hatalı konuşurdu. Birçok ravi tarafından anlatıldığına göre Velid, bir gün hutbe irad ederken,                                     " Bu iş, keşke son bulmuş

olsaydı." ayetini okudu, ama ayetteki "Ya leyte" kelimesini, "Ya leytü" şeklinde telaffuz etti. Böyle olunca da mana: "Keşke o ölüm olsa." şeklinde oldu. Hutbesini dinlemekte olan Ömer b. Abdülaziz de: "Keş­ke o ölüm sana olsa da Allah bizi senden kurtarsa." dedi.

Abdülmelik, bir gün Kureyşli bir adama şöyle dedi:

- Sen Arapçayı eğer hatalı telaffuz etmeseydin, iyi bir adam ola­caktın.

- Senin oğlun Velid de Arapçayı hatalı telaffuz ediyor.

- Ama oğlum Süleyman hatalı telaffuz etmiyor.

7 Benim kardeşim filan da hatalı telaffuz etmiyor, ibn Cerir, Ali b. Muhammed el-Medainî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Velid b. Abdülmelik, Şamlılar nazarında halifelerinin en fazilet-. si idi. Çünkü o, Dımışk camiini inşa etmiş, minareleri yaptırmış, in-

sanlara bağışta bulunmuş, cüzamlılara yardım etmişti. Onlara: "Kim­seden dilenmeyin." demiş, her kötürüme bir hizmetçi, her köre bir gü-dücü vermişti. Hilafeti döneminde çok fetihlerde bulundu. Oğullarını Bizans'a gazveye gönderdi. Bütün gazvelere oğullarını iştirak ettirdi. Hind'i, Sind'i, Endülüs'ü ve Acem illerini fethetti. Askerleri Çin'e ve diğer yerlere girdi. Bununla beraber Velid, bakkal dükkanına gider dükkandaki baklalardan bir demeti alır ve dükkan sahibine; "Bunu kaça satıyorsun?" diye sorar; dükkan sahibi de: "Bir fülüse satıyo­rum." deyince Velid, ona şöyle derdi: "Fiyatı artır, sen kazanmalısın."

Anlatıldığına göre Veiid, Kur'ân hafızlarına ihsan ve ikramda bu­lunur, onların borçlarını ödermiş. Velid'in bütün düşüncesi inşaatçı­lıktı. Onun zamanındaki insanlarda böyle oldular. Birbirleriyle karşı­laştıklarında iki kişiden biri diğerine "Ne bina yaptın? Ne inşaat yap­tın? Ne imar ettin?" diye sorardı.

Velid'in kardeşi Süleyman'ın ise bütün düşüncesi kadınlardı. Onun zamanındaki insanlar da böyle oldular. Öyle ki, insanlar, bir­birleriyle karşılaştıklarında biri diğerine: "Kaç kadınla evlendin, ya­nında kaç cariye var?" diye sorular sorarlardı.

Ömer b. Abdülaziz'in bütün düşüncesi Kur'ân okumaktı. Namaz kılmak, ibadet yapmaktı. Onun zamanındaki insanlar da böyle dü­şünmeye başladılar. Öyle ki, iki kişi birbirleriyle karşılaştıklarında biri diğerine: "Kaç virdin var? Günde ne kadar Kur'ân okuyorsun? Dün ne kadar namaz kıldın?" diye sorardı.

İnsanlar derler ki: Halk kendi hükümdarının yolunu tutar, eğer hükümdar içkici ise, içki içme çoğalır. Hükümdar eğer luti (homosek­süel) ise halkı da öyle olur. Hükümdar eğer cimri ve haris ise, halkı da öyle olur. Hükümdar eğer cömert, kerem sahibi ve şecaatli biri ise, halkı da Öyle olur. Hükümdar eğer tamahkar, zalim ve zorba ise, hal­kı da öyle olur. Hükümdar eğer dindar, takvalı, iyiliksever ve ihsan-kar biri ise, halkı da öyle olur. Bu, bazı zamanlarda ve bazı şahıslar­da görülür. Doğrusunu Allah bilir.

Vakidî dedi ki: Velid, zorba ve mutasallıt bir kimse idi. Öfkelendi­ğinde kimse onu durduramazdı. İnatçıydı, çok oburdu. Cinsel ilişkiye aşırı derecede tutkun olup çok kadın boşardı. Anlatıldığına göre o, altmışüç kadınla evlenmiştir. Cariyeler bu sayının dışındadır.

Ben derim ki: Vakidî'nin sözünü ettiği Velid, Emevi camiinin ba­nisi Velid b. Abdülmelik olmayıp, Velid b. Yezid adındaki fasıktır. Doğrusunu Allah bilir.

Velid b. Abdülmelik, önceki sayfalarda anlattığımız şekilde Eme­vi camiini inşa ettirdi. O caminin dünyada eşi ve benzeri yoktu. Ku­düs'te Rasûlullah'm miraca giderken bastığı kayalığın yanında bir kubbe inşa ettirdi. Ayrıca Rasûlullah'm mescidini genişletti. Mezar-ı

büyuTîslâm tarihî

269

şerifin bulunduğu hücreyi de mescide kattı. Onun birçok güzel eserle­ri vardır. Sonra o, hicri doksanaltmcı senenin cemaziyelahir ayının ortalarında cumartesi günü vefat etti. Bütün siyerciler, bu hususta müttefiktirler.

Ömer b. Ali el-Fellas ile bir cemaatın ifadelerine göre Velid b. Ab­dülmelik, hicri doksanaltmcı senenin rebiyülevvel ayının ortasında cumartesi günü vefat etti. Deyrü Merran'da kırküç veya kırkdört ve­ya kırkaltı veya kırkdokuz yaşında vefat etti. Adamlar onu omuzla­rında taşıyıp Babü's-sağir'deki mezarlığa götürerek defnettiler. Ba-bü'1-feradis. mezarlığına defnedilmiş olduğuna dair zayıf bir rivayet de vardır. Bunu İbn Asakir nakletmiştir. Cenaze namazını Ömer b. Abdülaziz kıldırmıştır. Çünkü o zaman kardeşi Süleyman,. Kudüs-ü şerifte idi. Başka bir rivayette anlatıldığına göre cenaze namazını oğ­lu Abdülaziz kıldırmıştır. Kardeşi .Süleyman'ın kıldırmış olduğuna dair zayıf bir rivayet de vardır. Ama sahih kavle göre namazım kıldı­ran zat, Ömer b. Abdülaziz'dir. Doğrusunu Allah bilir. Yine Ömer b. Abdülaziz, onu mezarına bırakmış, bırakırken de: "Onu yastıksız ve döşeksiz olarak mezara bırakıyoruz. Oysa geride ganimetleri bıraktı, dostlardan ayrıldı. Mesken olarak toprağı seçti, hesapla yüzyüze gel­di. Dünyadaki salih amellere muhtaç kaldı. Geride bıraktığı mallara ise ihtiyacı kalmadı." dedi.

Birkaç yoldan gelen bir rivayette ifade edildiğine göre Ömer b. Abdülaziz, mezara bırakırken Velid'in kefen içinde çırpındığım ve a-yağının boynu hizasına gelip yumulduğunu söylemiştir.

Velid, meşhur kavle göre dokuz sene sekiz ay süreyle halifelik yapmıştır. Doğrusunu Allah bilir.

Medainî dedi ki: Velid'in ondokuz erkek çocuğu vardı. Bunların adları şöyledir: Abdülaziz, Muhammed, Abbas, İbrahim, Temmam, Halid, Abdurrahman, Mübeşşir, Mesrur, Ebu Ubeyde, Sadaka, Man-sur, Mervan, Anbese, Amr, Ruh, Bişr, Yezid ve Yahya. Abdülaziz ile Muhammed'in anneleri, Velid'in amcası Abdülaziz b. Mervan'm kızı Ummü Benin'dir. Ebu Ubeyde'nin annesi ise Fezariye'dir. Diğer ço­cukları muhtelif kanlarındandır.

Medainî'nin ifadesine göre Velid'in ölümü nedeniyle Cerir şöyle bir ağıt yakmıştır:

'Ey göz, hatıraların coşturduğu yaşlarını cömertçe akıt.

Bu günden sonra yaşlarını artık kendisi için saklayacağın bir

se kalmadı.

Halifenin şemaili toprak altında gizlendi,

Mezarda toz toprak içinde ve artık bir hayal oldu.

Çocuklarının musibetleri çok büyük oldu.

Onlar şimdi, aralarında ayın bulunduğu düşüp,kaybolan yıldızlar gibidirler.

Hepsi bir aradaydılar, ama babalarının ölümünü geri çeviremedi­ler.

Abdülaziz, Ruh ve Ömer, onu ölümden kurtaramadılar." [8]

 

Velid B. Abdülmelik Zamanında Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Ziyad B. Haris Et-Temimî Ed-Dımışkî

 

Bu zatın evi, Sakafiyyin köşkünün batısında idi. Habib b. Mesle-me el~Fihrî'den, ganimet ve kişiye öğle veya akşam yemeği vermeyen kimseden birşey istememe konusunda hadis rivayet etmiştir. Bunun sahabe olduğunu da iddia edenler vardır. Sahih kavle göre ise tabii­dir. Atiye, b. Kays, Mekhul ve Yunus b. Meysere b. Halbes de kendi­sinden rivayette bulunmuşlardır. Bununla beraber Ebu Hatim, onun şahsiyeti bilinmeyen bir ihtiyar olduğunu söylemiştir. Ancak Neseî ile Ibn Hibban, onun sika ravilerden olduğunu söylemişlerdir.

Ibn Asakir'den rivayet olunduğuna göre Ziyad b. Haris, cuma gü­nü Dımışk camiine girmiş, namazın ertelendiğini görünce cemaata: "Allah'a yemin ederim ki, Allah, Muhammed (s.a.v.)'den sonra nama­zı bu vakitte kılmanızı size emreden başka bir peygamber göndermiş değildir." diyerek çıkışmış. Bu zat yakalanarak Hadra köşküne götü­rülmüş ve başı koparılmıştır. Bu hadise, Velid b. Abdülmelik zama­nında olmuştu. [9]

 

Abdullah B. Ömer B. Osman Ebu Muhammed

 

Medine kadısı idi. Şerefli bir kimse olup çok iyilikleri vardı. Cö­mert ve övgüye layık bir insandı. Doğrusunu Allah bilir. [10]

 

Süleyman B. Abdülmelîkin Halifeliği

 

Kardeşi Velid'in vefatı gününde, yani hicri doksanaltmcı senenin cemaziyelahir ayının ortalarında cumartesi günü Remle'de kendisi­nin halifeliğine bey'at edildi. Süleyman, babaları Abdülmelik'in vasi­yeti üzerine kardeşi Velid'den sonrası için veliahd tayin edilmişti. Ve­lid, ölmeden önce kardeşi Süleyman'ı veliahtlıktan hal etmek ve yeri­ne kendi oğlu Abdülaziz'i veliaht tayin etmek istemişti. Haccac'da bu hususta ona uymuş ve tavsiyede bulunmuştu. Kuteybe b. Müslim ile bir cemaatta bu hususta ona muvafakatlarım bildirmişlerdi. Cerir ve diğer şairler, bu hususta şiirler ve kasideler söylemişlerdi. Ancak Ve-Hd'in vefatına kadar bu iş gerçekleştirilemedi. Vefat edince de direkt olarak Süleyman'ın halifeliğine bey'at edildi. Kuteybe b. Müslim, ona tehdit savurdu ve bey'at etmemeye azmetti. Ancak Süleyman, onu az­letti. Yerine Irak ve sonra da Horasan valiliğine Yezid b. Mühelleb'i tayin etti. Fakat aradan on sene geçtikten sonra onu tekrar valiliğe iade etti ve Haccac b. Yusuf ailesini cezalandırmasını ona emretti. Çünkü daha önceleri Haccac, Yezid'i Horasan'dan azletmişti. Bu se­nenin ramazan ayının bitimine yedi gün kala Süleyman, Osman b. Hayyan'ı Medine valiliğinden azletti. Yerine Ebu Bekir b. Muham­med b. Anır b. Hazm'ı tayin etti. Bu zat, âlimlerden biri idi.

Kuteybe b. Müslim, Süleyman'ın halifeliğe geçtiğini duyunca ona bir mektup yazarak kardeşi Velid'in ölümü nedeniyle taziyetlerini sundu, başsağlığı diledi. Halifeliğini tebrik etti. Çektiği mihnetleri, sıkıntıları, düşmana karşı heybet ve savaşlarını, Allah'ın kendisine nasib ettiği fütuhatı, büyük beldelerle şehirleri ve iklimleri eliyle fet-hedişini dile getirdi. Ayrıca daha önce Velid'e gösterdiği itaatkarlığı kendisine de göstereceğini, ona gösterdiği samimiyyeti kendisine de sergileyeceğini ve nasihat vereceğini ifade etti. Tabii bütün bunları, kendisini Horasan valiliğinden azletmemesi şartına da bağladı. Bu mektubunda Yezid b. Mühelleb'in aleyhinde ifadeler kullandı.

Sonra ikinci bir mektup yazdı. Yine bu mektubunda gerçekleştir­diği fetihleri, yaptığı savaşları, hükümdarlar ve Acemler karşısındaki heybetini anlattı. Yezid b. Mühelleb'i yine yerdi. Mektubunda eğer kendisini Horasan valiliğinden alıp yerine Yezid'i tayin edecek olur­sa, Süleyman'ı halifelikten hal' edeceğine yemin etti.

Üçüncü bir mektup yazarak bu mektubunda Süleyman'ı tümden halifelikten hal' ettiğini ifade etti ve bunu bir ulakla halife Süley­man'a gönderdi. Gönderirken de ulağa şu tenbihatı yaptı:

"Süleyman'a birinci mektubu ver. Eğer mektubu okuyup Yezid b. Mühelleb'e verirse, ona ikinci mektubu da ver. Eğer o mektubu da okuyup Yezd b. Mühelleb'e verecek olursa, ona üçüncü mektubu ver."

Ulak gitti. Süleyman, birinci mektubu okurken tesadüfen Yezid b. Mühelleb de yanına geldi. Okuduktan sonra mektubu Yezid'e ver­di. Yezid de okudu. Bu defa ulak, ikinci mektubu Süleyman'a verdi. Süleyman, mektubu okuduktan sonra Yezid'e verdi. Sonunda ulak, üçüncü mektubu da verdi. Süleyman, mektubu okuyunca mektupta Kuteybe'nin kendisini halifelikten hal' ettiğini açıkça söylediğini gör-, büzünün rengi değişti, sonra mektubu kapatıp elinde tuttu. Ye-zıd'e vermedi, ulağın misafirhaneye götürülmesini emretti. Geceleyin haber göndererek ulağı yanma çağırttı. Ulağa altınlar verdi, bir de mektup verdi ki, mektupta Kuteybe'yi Horasan'a vali tayin ettiğini ifade ediyordu. Bu ulakla beraber kendi tarafından başka bir ulakta gönderdi ki, kendisini Horasan valiliğinde bıraktığım ona bizzat ifade etsin. Ulakların ikisi de Horasan'a ulaştıklarında Kuteybe'nin, halife Süleyman'ı hilafetten hal' ettiğini duydular. Süleyman'ın ulağı, ya­nındaki mektubu Kuteybe'nin ulağına verdi. Sonra ikisi de, -Süley­man'ın ulağı geri dönmeden önce- Kuteybe'nin öldürülmüş olduğunu duydular. [11]

 

Kuteybe B. Müslim'in Öldürülmesi

 

Bu olayın gelişmesi şöyle oldu: Kuteybe, Süleyman b. Abdülnıe-lik'i halifelikten hal etmek ve onun itaatından çıkmak amacıyla as­kerler topladı. Buna karar verdi. Askerlerine kendisinin himmetli bir kimse olup fetihler yaptığını, kendilerine adaletli davrandığını anlat­tı. Onlara bol miktarda paralar verdi. Sözünü tamamladıktan sonra hiç kimse, onun bu çağrısına icabet etmedi. Bunun üzerine o da as­kerleri kabile kabile, grup grup kınayıp azarlamaya başladı. Askerler de öfkelendiler, yanından dağılıp gittiler. Ona karşı muhalefete baş­ladılar, onu öldürmeye çalıştılar. Bu muhalefetin elebaşılığını da Ve-ki b. Sud adında biri yapmaktaydı. Çok sayıda adam topladı. Sonra Kuteybe'yle karşı karşıya gelip vuruşmaya başladı. Nihayet onu bu senenin zilhicce ayında öldürdü. Onunla beraber kardeşlerinden ve yeğenlerinden onbir adanı öldürdü. Aralarında Dırar b. Müslim'den başka kimse hayatta kalmadı. Annesi Darra binti Dırar b. Ka'ka' b. Mabed b. Sa'd b. Zürare'yi dayıları himaye ettiler.

Amr b. Müslim, Cüzcan valisi idi. Kuteybe, Abdurrahman, Abdul­lah, Ubeydullah, Salih ve Yesar öldürüldüler. Bu çocuklar, Müslim'in oğullarıydılar. Bunların da dört çocuğu öldürüldü. Bütün bunları Ve-ki b. Sud öldürmüştü.

Kuteybe b. Müslim b. Amr b. Husayn b. Rebia Ebu Hafs el-Bahilî, komutanların Önderlerinden ve seçkinlerindendi. Büyük ve eşine az rastlanır liderlerdendi. İyi savaşan, mutlu fetihler gerçekleştiren, öv­güye layık görüşlere sahip olan bahadırlardandı. Allah, onun vasıta­sıyla yine sayılarını ancak Allah'ın bileceği çok sayıda insanları doğru yola iletti. Bu insanlar, onun vasıtasıyla Müslüman oldular. Aziz ve Celil olan Allah'a boyun eğdiler.

Kuteybe, çok sayıda belde, şehir ve mıntıkayı fethetti. Nitekim bunu daha önceleri detaylıca açıklamıştık. Noksanlıklardan münez­zeh olan yüce Allah, onun gayretini heba etmeyecek, çabasını ve ciha­dını boşa çıkarmayacaktır.

Ama ölümüne neden olan bir hata yaptı, hayatına mal olan bir işe girişti. Halifeyi hal' etti. Bu nedenle ölüm, çabucak kendisine geldi Cemaattan ayrıldı ve cahiliye ölümüyle öldü. Lakin daha önceleri salih amelleri işlemişti ki, bu amelleri onun günahlarına inşaallah keffaret olurlar. Bu salih amelleri sayesinde yüce Allah, onun hasene-lerini kat kat artırır. Allah onu affedip bağışlar. Onun düşmanla yap­tığı savaşlar ve bu savaşlarda çektiği sıkıntılar, Allah tarafından ka­bule şayan olacaktır inşaallah.

Kuteybe, bu senenin zilhicce ayında kırksekiz yaşında Horasan'ın uç noktasında Fergana'da vefat etti. Babası Ebu Salih Müslim, Mus'-ab b. Zübeyr'le birlikte öldürülenlerdendi. Kuteybe, Horasan'da on se­ne müddetle valilik yaptı. Oraya çok iyiliği dokundu, yararlı faaliyet­lerde bulundu. Öldürülmesi nedeniyle Abdurrahman b. Cumane el-Bahilî, şöyle bir ağıt yakmıştı:

"Ebu Hafs Kuteybe, sanki bir orduyla başka bir ordu üzerine yü­rümemiş,

O, sanki minbere hiç çıkmamış,

Sanki etrafında sancaklar dalgalanmamış,

Sanki insanlar, onun nasıl bir asker olduğuna şahid olmamışlar,

Ölümler onu davet etti ve o da Rabbinin davetine icabet etti.

O, iffetli ve temiz olarak Cennet'e gitti.

İslâmiyet, Hz. Muhammed'den sonra,

Ebu Hafs gibi başka birisi ile destek ve hayır görmemiş,

Artık ağla ey Ahber."

Şair, bu son beytinde biraz mübalağa yapmıştır. Abher, Kutey­be'nin oğullarından birinin adıdır.

"Ey Mezhic'in kızı! Mezhic ve Ezd kabilesinin süvarileri olmasay­dı ve bunlar atlarını şiddetle sürmeyip ordugahtaki ganimetleri ele geçirmeselerdi,

Ülkeler, bunlarla parçalanmasaydı ve bunlardan Iraklılara haber gelmeseydi,

Ben cemaat akdini içime sindirdim. Halifenin emrini tahkir ettim ve nıünkeratı helal saydım.

Onlar öyle bir kavimdirler ki, Kuteybe'yi zorla ve şiddet kullana­rak öldürdüler. Atları serkeştir, üzerlerinde toz toprak vardır.

Merc-i Sinde Irak'ın Mudarlılarım, aziz ve ulu kimselerini ayırd ettim.

Rebia kabilesinin tümü, korkularından antlaşma yaptılar. Mu-hl    parçalandılar. Artık Mudarlı olacak kim vardır?

Irak'ın Ezd kabilesi ile Mezhic kabilesi tümüyle ölüme doğru iler­iler. Büyük babaları da ilerledi ki, onlar Kahtanlılardır.

Bütün Mezhiclilerin başlarını vururlar, gözlerine mil sürerler ki görmesin.

Ezd kabilesi de bilir ki, sancağının altında donmuş bir mülk ve kızıl bir ölüm vardır.

Bizim izzetimizle Muhammed muzaffer oldu.

Yine bizim sayemizde Şam'da minber yerinde durmuştur."

İbn Cerir, bu kasideyi mufassal bir şekilde açıklamış ve bu konu­da cidden çok şiirler nakletmiştir.

İbn Hallikan dedi ki: Cerir, Kuteybe b. Müslim için ağıt yaktı. Al­lah, ona rahmet etsin, onu bağışlasın, makamım yüce kılsın.

"Emir Kuteybe b. Müslim'i öldürdüğünüze pişman oldunuz. Yann Allah'ın huzuruna vardığınızda daha da pişman olacaksı­nız.

Siz onun gazalarıyla ganimet elde ettiniz.

Bu gün ise karşılaştığınız kimselere ganimet olacaksınız.

O, Cennet'in hurilerine gitti.

Ama Cehennem belası üzerinizi kaplayacaktır."

Kuteybe'nin oğullarından ve torunlarından bir grup, çeşitli belde­lerde emirlik yaptılar. Onlardan birisi, Ömer b. Said b. Kuteybe b. Müslim idi. Bu zat, cömert ve övgüye layık bir kimseydi. Vefat ettiği zaman Basra'da bulunan Ebu Amr Eşca' b. Amr es-Sülemî el-Mirrî, ona şu ağıdı yakmıştı:

"Amr b. Said, göçüp gitti. Doğuda ve batıda herkes onu övüyor.

Enli taşlar altına defnedilmeden önce onun ellerinin insanlara ne bağışlarda bulunduğunu bilmiyordum.

Yerde dar bir mezara girdi. Daha Önce diri iken, dar bir yere sıkı­şıp kaldı.

Gözlerimden yaşlar aktıkça sana ağlayacağım, eğer gözlerim ka­panırsa,

Kanatların sürükleyip getirdiği şey, senden bana hatıra olarak yeter.

Sabırsızlık çoğalsa bile ben musibete uğramış sayılmam. Ama se­nin ölümünden sonra da sevinip ferahlamam.

Sanki senden başka bir canlı ölmedi ve senden başka kimseye de ağıtçılar ağıt yakmadı.

Ölümünden sonra ağıtlar ve anılar senin için hoş iselerde daha önce hayatta iken de senin için övgüler hoştu."

İbn Hallikan dedi ki: "Bu, hamasetle ilgili ağıtların en güzellerindendir." Böyle dedikten sonra İbn Hallikan, Bahile kabilesinden bah­setti ve bu kabilenin Araplar nazarında en düşük ve en rezil kabile olduğunu söyledi. Yine o, Eş'as b. Kays'm Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle dediğini nakletmiştir: 'Ta Rasûlallah! Bizlerin kanları birbirine denk midir?" Rasûlullah (s.a.v.) da ona şu cevabı vermişti: "Evet! Bahile kabilesinin bir ferdi olarak Cennet'e girmekten hoşlanır mısın?" O da su cevabı vermiş: "Yalnız cennetliklerin benim o kabileden olduğumu bilmemeleri şartıyla Cennet'e girmek isterim."

Bedevilerden biri, adamın birine: "Sen kimlerdensin?" diye sordu­ğunda adam: "Bahile kabilesindenim." diye cevap vermiş. Bu defa be­devi, o adam için ağıt yakmaya başlamış. Adam da şöyle demişti: "Sa­na şunu da söyliyeyim, ben. Bahile kabilesinin asli fertlerinden deği­lim. Ben onların müttefiklerindenim." Adam böyle deyince bedevi, onun ellerini ve ayaklarım öpmeye başlamış, adam da: "Niçin böyle yapıyorsun?" diye sorunca bedevi şöyle cevap vermişti: "Çünkü yüce Allah, seni dünyada bu musibete maruz bırakmamıştır. Buna karşı­lık mutlaka ahirette sana Cennet'i verecektir."

İbn Cerir dedi ki: Bu senede, yani hicretin doksanaltmcı senesin­de Kurra b. Şerik el-Absî vefat etti. Bu zat, Mısır'ın valisi ve hakimi idi.

Ben derim ki: İbn Cerir'in sözünü ettiği Kurra; Kurra b. Serik'tir ve Velid tarafından Mısır valiliğine tayin edilmiştir. Bu Kurra, Se-yum camimin banisidir.

Yine bu senede Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm, insanlara haccettirdi. Ebu Bekir, Medine valisi idi. Mekke valisi ise, Abdülaziz b. Abdullah b. Halid b. Üseyd idi. Irak ordusunun komutanı ve imamı ise, Yezid b. Mühelleb'ti. Irak'ın haraç işlerinden sorumlu yetkilisi, Salih b. Abdurrahman'dı.

Basra valisi ise, Yezid b. Mühelleb Süfyan b. Abdullah el-Kindî idi. Basra'nın kadısı da Abdurrahman b. Ezine idi. Küfe kadısı, Ebu Bekir b. Ebu Musa idi. Horasan ordusunun komutanı Veki b. Sa'd idi. Doğrusunu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir. [12]

 

Hicretin Doksanyedinci Senesi

 

Bu senede Süleyman b. Abdülmelik Kostantiniyye'ye gitmek üze­re ordu hazırladı. Oğlu Davud'u yaz mevsiminde gazaya gitmekle gö­revlendirdi. O da Hısn-ı Mer'a'yı fethetti.

Vakidî dedi ki: Bu senede Mesleme b. Abdülmelik, Vidahiye diya­ra gidip gaza yaptı. Vidahiye valisi Vaddah'm yaptırdığı kaleyi fet­hetti.

Mesleme, Berceme'ye gidip gaza yaptı. Berceme'deki Hısn-ı Hadid ve Surara'yı fethetti. Kışı Rum diyarında geçirdi.

Ömer b. Hübeyre el-Fezarî, Rum diyarına deniz gazvesine gitti ve kışı orada geçirdi.

Bu senede Abdülaziz b. Musa b. Nusayr öldürüldü. Kesik başı Sü­leyman b. Abdülmelik'e götürüldü. Götüren kişi, Habib b. Ebi Ubeyd el-Fihrî idi.

Halife Süleyman, Horasan valiliğini Irak valisi Yezid b. Mühel-leb'in uhdesine verdi, bunun sebebi de şuydu: Veki b. Sud, Kuteybe b. Müslim'i ve zürriyetini öldürünce Kuteybe'nin kesik başını Süley­man'a gönderdi. Böylece onun yanında makamı yükseldi. Süleyman da onu Horasan valiliğine tayin etti.

Yezid b. Mühelleb de huzuruna vardığında kendisini övmesi ve böylece Horasan valiliğini sağlama alması için Abdurrahman b. Eh-tem'i halife Süleyman'a gönderdi. Ayrıca bu elçi, halife Süleyman'ın yanında Veki b. Ebi Sud'u da kötüleyecekti.

Abdurrahman b. Ehtem adındaki hilekar ve kurnaz adam, Süley­man b. Abdülmelik'in yanına gitti. Veki'nin aleyhinde konuştu. Niha­yet Süleyman da Veki'yi Horasan valiliğinden azletti. Orayı Irak vali­si Yezid'in uhdesine bıraktı. Tayin emrini de İbn Ehtem'le birlikte Yezid'e gönderdi. İbn Ehtem, yedi gün müddetle yol gitti. Nihayet Ye­zid'in yanına vardı. Irak valiliğiyle birlikte Horasan valiliğine de a-tandığına dair emirnameyi ona verdi. Yezid, bu işi başarması duru­munda ona 100.000 dirhem vereceğini vaad etmişti. Ancak bu vaadi­ni yerine getirmedi.

Yezid, oğlu Muhalled'i kendinden önce Horasan'a gönderdi. Mu-halleb'le beraber mü'minlerin emirinin mektubu da vardı. Mektubun içeriği şuydu: "Kays kabilesinin iddiasına göre Kuteybe b. Müslim, Öl­dürülmeden önce halifeye karşı isyan etmiş değildi, eğer isyan etme­diği halde Veki onu öldürmüş ise, onu zincire vurup bana gönder."

Mühelleb gidip Veki'yi yakaladı, babası gelmeden önce hapse attı.

Veki'nin valiliği dokuz ay (ya da on ay) sürmüştü. Sonra Yezid b. Mühelleb gelip Horasan'ı teslim aldı ve orada ikamete başladı. Etraf­taki kazalara da kendi kaymakamlarını tayin etti ki, bunların adları­nı İbn Cerir nakletmiştir.

Yezid b. Mühelleb, daha sonra Cürcan'a gidip gaza yaptı. Gürcan şehrinin o zaman surları ve kapıları yoktu. Sadece etrafta dağlar ve vadiler vardı. Cürcan valisinin adı Sol'du, oradaki bir kaleye sığındı. Başka bir rivayette anlatıldığına göre oradaki gölde bulunan bir ada­cığa sığınmıştı. Sonra onu adacıktan alıp yakaladılar, aşiretinden çok sayıda adam öldürdüler. Kimini de esir aldılar, mallarını ise ganimet edindiler.

Bu senede (hicretin doksanyedinci senesinde) Süleyman b. Abdülmelik, insanlara haccettirdi. Kendisine bağlı beldelerin valileri, ise daha Önceki sayfalarda anlatılan kişilerdi. Yalnız Horasan valisi Veki b. Ebi Sud valilikten azledilmiş, yerine Yezid b. Mühelleb b. Ebi Süf-ra (Irak valiliği de uhdesinde kalmak üzere) tayin edilmişti. [13]

 

Hicri Doksanyedinci Senede Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Hz. Ali'nin Torunu Hasan B. Hasan

 

Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebi Talib Ebu Muhammed el-Kureşi el-Haşimî. Babasından ve dedesinden merfu olarak şu hadisi rivayet et­miştir:

"Müslümanlardan bir ailenin bir günlük ve gecelik geçimini sağ­layan kimsenin günahlarını Allah bağışlar."

Hasan b. Hasan, Abdullah b. Cafer'den, Hz. Ali'nin sıkıntıyla ilgi­li bir duasını nakletmiştir. Eşi Fatıma binti Hüseyin'den de rivayette bulunmuştur. Oğlu Abdullah ile bir cemaat da kendisinden rivayet­lerde bulunmuşlardır.

Hasan b. Hasan, Abdülmelik b. Mervan'ın ziyaretine gelmiş. Ab-dülmelik, ona ikramda bulunmuş, Haccac'a karşı ona destek olmuş ve Hz. Ali'nin zekat mallarının idaresi için görevde bırakmıştı. İbn Asa-kir, onun biyografisini güzelce anlatmış ve ondan -seyyidliğini, lider bir şahsiyet olduğunu ispatlayan- eserler nakletmiştir.

Anlatıldığına göre Velid b. Abdülmelik, Medine'deki valisine şu mealde bir mektup göndermiştir:

"Hasan b. Hasan, Iraklılarla yazışmaktadır. Bu mektubum sana ulaştığında ona yüz kırbaç vur ve onu insanların huzurunda döv. Onu öldürmediğin takdirde bana görünme."

Bundan sonra Hz. Hüseyin oğlu Ali -durumdan haberdar olduğu için- Hasan b. Hasan'a sıkıntı duasını bir kağıda yazıp göndermişti. O da Medine valisinin huzuruna celbedildiğinde bu duayı okumuş, Cenâb-ı Allah da onu onlardan korumuştu. Sözünü ettiğimiz sıkıntı duası şudur:

"Allah'tan başka ilah yoktur. O yumuşak huylu, kerem sahibidir. Allah'tan başka ilah yoktur. O, yüce ve uludur.

Allah'tan başka ilah yoktur. O, yedi kat göğün ve yerin Rabbidir. Yüce Arş'm Rabbidir."

Hasan b. Hasan, Medine'de vefat etti. Annesi Havle binti Manzur el-Fezarî idi.

Hasan b. Hasan, bir gün Rafızilerden bir adama şöyle demişti:

- Allah'a yemin ederim ki, seni öldürmek, Aziz ve Celil olan AlIah'a yaklaşma vesilesidir.

- Sen şaka yapıyorsun herhalde.

- Vallahi bu şaka değildir. Ben bunu ciddi olarak söylüyorum. Rafizilerden biri de Hasan b. Hasan'a şöyle demişti:

- Rasûlullah (s.a.v.): "Ben kimin dostuysam Ali de onun dostu­dur." dememiş mi?

- Evet, demiştir. Ama Ali'nin halife olmasını kasdetmiş olsaydı, bu hususta insanlara bir nutuk irad eder ve şöyle derdi: "Ey insanlar! Bilesiniz ki şu Ali, benden sonra benim veliahdımdır. Sizin yönetici­niz olacaktır. Emrini dinleyin ve ona itaat edin." Allah'a yemin ede­rim ki, eğer yüce Allah ve Rasûlü, halifelik için Ali'yi seçmiş iseler ve Ali de bu halifeliği bırakmışsa, demek ki Allah ve Rasûlünün emrini terkeden ilk kişi odur. Allah'a yemin ederim ki, eğer biz yönetimin' başına geçecek olursak, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseriz, sonra da tevbenizi kabul etmeyiz. Yazıklar olsun size! Bizi kendi nef­simizle aldattınız. Yazıklar olsun size! Eğer amelsiz akrabalığın fay­dası olsaydı, kişi anne ve babasına fayda verirdi. Eğer hakkımızda söyledikleriniz doğruysa ve bize de bildirmemişlerse, babalarımız bi­ze haksızlık etmişler ve en faziletli durumu bizden gizlemişlerdir. Al­lah'a yemin ederim ki, ben bizim sülaleden asi olan kimselerin gü­nahlarının iki kat verilmesinden korkuyorum. Ama aynı şekilde bi­zim sülalemizden saiih amel işleyen kimselere de sevabın iki kat ve­rileceğini ümid etmekteyim. Vay sizin halinize! Eğer biz Allah'a itaat edersek bizi sevin. Ona asi olursak bize öfke duyun. [14]

 

Musab. Nusayr

 

Musa b. Nusayr Ebu Abdirrahman el-Lahmî. Lahm kabilesinden bir kadının azadlısıydı. Başka bir rivayette anlatıldığına göre Emevi-lerin azatlısıdır. Mağrib ülkesini fethetmiş. Orada bol miktarda gani­metler ele geçirmişti. Ele geçirdiği ganimetleri saymak ve evsafını anlatmak mümkün değildir. Orada müthiş hadiseler meydana getir­mişti. Anlatıldığına göre Musa, topalmış. Onun, hicri ondokuzuncu senede doğduğu söylenir. Aslen Hinüttemir'dendir. Başka bir rivayet­te anlatıldığına göre o, Beli mıntıkasının İraşe köyündendir. Hz. Ebu Bekir'in zamanında babası, Şam'a bağlı Cebelülhalil'de esir düşmüş­tü. Babasının adı Nasr idi. Ancak bu isim, küçültülerek Nusayr şek­linde kullanıldı.

Musa, Temim ed-Darî'den rivayetlerde bulunmuştur. Oğlu Abdül-aziz, Yezid b. Mesruk el-Mahsubî de ondan rivayetlerde bulunmuşlar­dır. Muaviye'ye bağlı bir komutan olarak deniz gazası yaptı. Kıbrıs'a gidip savaştı, orada Magosa ve Bans gibi kaleleri inşa etti. Hicretin yirnıiyedinci senesinde Muaviye tarafından Kıbrıs fethedilince oraya vali olarak atandı. Dahhak b. Kays'la birlikte Mercürahit savaşına katıldı. Dahhak Öldürülünce Musa b. Nusayr, Abdülaziz b. Mervan'a sığındı. Sonra Mervan, Mısır'a girdiğinde Musa da onunla beraberdi. Musa'yı oğlu Abdülaziz'in yanına bıraktı. Abdülmelik, Irak'ı ele geçi­rince onu kardeşi Bişr b. Mervan'ın yanma vezir olarak bıraktı. Musa b. Nusayr, görüş, tedbir ve akıl sahibi bir kimse olup savaş taktiğin­den iyi anlardı.

Beğavî dedi ki: Musa b. Nusayr, hicri doksanyedinci senede Ifri-kiyye valiliğine atandı. Cidden çok sayıda belde, şehir ve mıntıka fet­hetti.

Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi Musa, Endülüs'ü fethet-mişti- Endülüs'te çok şehirler, kasabalar ve köyler vardı. Musa, En­dülüs halkından ve diğer yerlerin insanlarından çok sayıda insanı esir aldı. Bol miktarda malı ganimet edindi. Altın ve kıymetli mücev­herlerden o kadar ganimet elde etti ki, miktarı tayin edilemez. Diğer alet, eşya ve hayvanlardan da ganimet edindi. Ama bunları burada saymaya gerek yoktur. Ayrıca güzel köle ve cariyelerden de çok sayı­da esir aldı. Denildiğine göre Musa kadar düşmanlarından ganimet elde eden başka bir komutan yoktur. Mağrib halkı, onun eliyle teslim alındı. Mağriblilere dini ve Kur'ân'ı yaydı. Bir yere gideceği zaman yanındaki eşyalar çok olduğu için binek hayvanları bunu taşıyama-dıklanndan ötürü mecburen buzağılara da yük yükleniyordu.

Musa b. Nusayr, mağrib ülkesinde, Kuteybe ise doğu taraflarında fetihler yaptılar. Allah, ikisine de hayır mükafat versin. İkisi de çok sayıda şehir ve iklimleri fethettiler. Ama Musa b. Nusayr, Kuteybe'ye nasib olmayan bir üne kavuştu. Hatta denildiğine göre o, Endülüs'ü fethettiğinde adamın biri yanına gelip: "Benimle beraber birkaç adam gönder ki, gidip sana büyük bir hazinenin yerini tesbit edeyim." de­miş. O da, o adamla birlikte kendi maiyetinde bulunanlardan birkaçı­nı göndermiş, adam onları bir yere götürerek: "Şurayı kazın." demiş ve kazdıkları çukurun alt taraflarında güzel renkli bir salona rastla­mışlardı. O büyük salonda kendilerini şaşkına çevirecek derecede kıymetli yakut, cevher, zeberced, sergi, kumaş ve halıları buldular. Halılar, altın tellere kıymetli inciler saplanarak işlenmişti. Bazı halı-*ar da kıymetli mücevherlerle dokunmuştu. Mücevherler arasında ya­kutlarda vardı ki, onların güzellik ve berraklık bakımından benzerle-*ine rastlanamazdı. O gün şahsını görmedikleri bir ünleyici şöyle ses-enmişti: "Ey insanlar! Size Cehennem kapılarından biri açılmış bu­lunmaktadır, tedbirli olun."

Denildiğine göre o hazinede Süleyman peygamberin üzerinde ye-k yemiş olduğu sofraya rastladılar.Musa b. Nusayr'm haberlerini, onun icraatlarını, savaşlarda gös­terdiği yararlılıkları, kendi zürriyy e tinden Ebu Muaviye Muarik b. Mervan b. Abdülmelik b. Mervan b. Musa b. Nusayr en-Nusayrî adın­da bir adam derleyip toparlamıştır.

Hafız İbn Asakir'in rivayetine göre Ömer b. Abdülaziz, Velid'in zamanında Şam'a gelen Musa b. Nusayr'a: "Denizde gördüğün en şa­şırtıcı şey nedir?" diye sormuş, Musa da şu cevabı vermişti:

"Bir defasında bir adaya vardık. Orada Süleyman peygamberin mührüyle ağzı mühürlenmiş onaltı küp gördük. Emir verdim, dördü­nü çıkardılar. Bunlardan birini deldirdiğimde şeytan başını silkeleye­rek küpün içinden çıkıp (Süleyman peygamberi kastederek) şöyle de­di: "Sana peygamberlik ikramında bulunan Allah'a yemin ederim ki, artık yeryüzünde bir daha bozgunculuk yapmayacağım." Sonra şey­tan etrafa baktı ve: "Ben Süleyman'ın heybetini ve mülkünü görmü­yorum." dedi. Yere batıp gitti. Emir verdim, diğer üç küpü yerlerine koydular."

Sem'anî ve diğerlerinin anlattıklarına göre Musa b. Nusayr, Mağ-rib ülkesinin uç taraflarında Atlas Okyanusunun yakınlarında bulu­nan Nahhas şehrine gitmişti. Şehre yaklaştıklarında duvarlarının ve surlarının parlaklığını uzak mesafelerden görmüşlerdi. Biraz daha ilerleyip konaklamışlar; sonra Musa, beraberindeki adamlardan biri­ni 100 kahraman süvari ile surların yanına göndermişti. Gönderirken de surların etrafında dolanarak şehre bir giriş yeri veya kapının bu­lunup bulunmadığını tesbit etmesini emretti. Denildiğine göre o adam ve beraberindeki süvariler, surların çevresinde bir gün bir gece dolaşmışlar. Tekrar Musa'nın yanına dönerek surlardan şehre açılan bir kapı veya giriş yeri bulunmadığını söylemişlerdi. Musa da adam­larına emir vermiş, yanlarındaki tüm eşyaları üst üste koyarak surla­ra tırmanmak istemişler. Ancak bu eşyaların hepsi dahi surlara çıka­bilmek için yeterli yüksekliği teşkil edememişti.

Musa, emir vererek merdiven yaptırmış. Bu merdivenler üzerine çıkarak şehre gireceklerdi. Adamın birine emir vermiş, adam merdi­venden çıkarak surların üstüne tırmanmış, en üst noktada durunca, iç taraflardaki şeyleri görüp kendini tutamamış ve iç tarafa atlamış. Böylece de ölmüştü. Sonra ikinci bir adama emir verilmiş, o da surun tepesine çıkınca aynı şeyleri görmüş. Kendini tutamayıp iç tarafa at­lamış ve ölmüştü. Sonra diğerleri merdivene çıkmak istememişlerdi. Böyle olunca da surların iç tarafında nelerin olduğunu kimse anlaya­mamıştı. Sonra Musa ve yanındakiler, yollarına devam etmişler. O şehre yakın bir göle varmışlardı. Denildiğine göre o mezkur küpleri orada görmüşlerdi. Küplerin başında bir nöbetçi duruyordu. Musa, ona kim olduğunu sorunca adam şu cevabı vermişti:

- Ben cinlerdenim. Babam bu gölde mahpustur. Süleyman, onu hapsetmişti. Her sene buraya bir defa gelir, babamı ziyaret ederim.

- Şu şehirden dışarıya çıkan veya şehre giren herhangi bir kimse­ye gördün mü?

- Hayır. Yalnız her sene bir adam bu göle gelir. Burada günlerce ibadet eder, sonra çekip gider ve tekrar geri dönüp gelmez. Onun kim olduğunu ancak Allah bilir.

Sonra Musa, Ifrikiyye'ye geri döndü. Bu hikayenin doğru olup ol­madığını Allah bilir. Sorumluluk bunu ilk olarak nakledene aittir.

Hicri doksanüçüncü senede Ifrikiyye'de kıtlık ortaya çıktığında Musa b. Nusayr, insanları yağmur duasına çıkardı. Duaya çıkmadan üç gün önce oruç tutmalarını emretti. Sonra halkla birlikte dua yeri­ne gitti. Zimmileri Müslümanlardan ayırdı, hayvanları yavruların­dan ayırdı. Yağmur duası yerine vardıklarında milletin yüksek sesle ağlayıp feryad etmelerini emretti. Kendisi de yüce Allah'a dua edip niyazda bulunuyordu. Bu hal öğleye kadar devam etti. Sonra şehre döndü. Kendisine: "Mü'minlerin emirine dua etmeyecek misin?" diye sorduklarında şu cevabı verdi: "Böyle bir makamda sadece Aziz ve Celil olan Allah anılır." Böyle dediği için Aziz ve Celil olan Allah, on­lara yağmur yağdırdı.

Musa b. Nusayr, hilafetinin son zamanlarında Velid b. Abdülme-lik'in ziyar*etine geldi. Bir cuma günü Şam'a girdiğinde Velid minber­deydi. Musa, çok güzel elbiseler giyinmiş ve şık bir halde idi, Berabe­rinde esir aldığı otuz kadar hükümdar çocuğu ve diğer esirler vardı. Onlara hükümdar taçları giydirmişti. Ayrıca etrafında hizmetçileri, maiyet erkanı da büyük bir heybet ve alayiş içindeydiler. Şam camii-nin minberinde insanlara hutbe irad etmekte olan Velid, onlara ba­kınca üzerlerindeki ipek mücevher ve fazla denecek miktardaki ziy­netleri görünce şaşkına döndü. Musa b. Nusayr, gelip minber üzerin­de bulunan Velid'e selam verdi. Adamlarına, minberin sağ ve sol ta­raflarında durmalarını emretti. Velid de kendisine bu iktidarı, mülk genişliğini ve memleket büyüklüğünü ihsan eden Allah'a hamdedip şükrünü ifade etti. Dua, hamd ve şükrü o kadar uzattı ki, cumanın vakti neredeyse çıkacaktı. Sonra inip cemaata namaz kıldırdı. Sonra Musa b. Nusayr'ı yanma çağırdı. Ona güzel mükafatlar ihsan edip bol armağanlar verdi.

Musa b. Nusayr da beraberinde Velid'e çok armağanlar getirmiş­ti. Getirdiği armağanlar arasında Süleyman peygamberin üzerinde yemek yediği sofrası da vardı. Bu sofra, altın ve gümüşle işlenmişti. Sofranın üzerinde inci ve cevherden mamul benzersiz üç halka vardı. Musa, bu sofrayı Endülüs'ün Tulaytula şehrinde bulmuştu. Ayrıca Çok miktarda mal da getirmişti.

Anlatıldığına göre Musa b. Nusayr, oğlu Mervan'ı bir askeri birli­ğin başında komutan olarak bir savaşa göndermiş, oğlu Mervan da 100.000 esir alıp dönmüştü. Musa, diğer taraftan kardeşi oğlunu da bir askeri birliğin başında komutan olarak bir savaşa göndermiş, kar­deşi oğlu da aynı şekilde berberilerden 100.000 kişiyi esir alarak geri dönmüştü. Musa'nın bu konudaki mektubu kendisine ulaştığında Ve-lid mektubu okumuş, mektupta ganimetlerin beşte birinin 40.000 esir olduğu ifade edilmişti. Bunu duyanlar: "Musa, ahmağın biridir. Gani­metlerin beşte biri olarak 40.000 esir bulunduğunu söylüyor, bu ka­darım nereden bulmuş?" dediler. Musa, bu haberi duyunca ganimetle­rin beşte biri olarak 40.000 esiri Velid'e gönderdi. Mağrib (Kuzey Afri­ka) valisi Musa b. Nusayr gibi başka birinin bu kadar çok esir elde et­tiği İslâm tarihinde duyulmamıştır.

Musa'nın Endülüs fethinde çok hayret verici maceraları olmuştu. Şöyle demişti: "Eğer insanlar peşimden gelecek olsalardı (Frank ille­rinin en büyük şehri) Rumiye'yi fethetmek üzere onları götürürdüm. Sonra inşaallah yüce Rabbim, o şehri benim vasıtamla Müslümanlara kazandırırdı.

Velid'in yanma geldiğinde -Önceki esirlerden ayrı olarak- berabe­rinde 30.000 esir daha getirmişti. Bu da onun Mağrib illerinde yaptığı son savaşlarda elde ettiği ganimetlerin beşte biri idi. Ayrıca berabe­rinde evsafı anlatılamıyacak, miktarı belirtilemiyecek kadar çok sayı­da mal, inci ve mücevher de getirmişti. Velid'in vefatına ve Süley­man'ın tahta çıkışma kadar Şam'da ikametine devam etmişti. Süley­man, Musa'ya kızıyordu. Onu yanında hapsetti ve ondan çok miktar­da mal istedi. Süleyman, bu senede insanlara haccettirinceye kadar onu yânında tuttu. Nihayet o, Medine'de (başka bir rivayete göre ise Vâdi'l-Kurâ'da) seksen yaşına merdiven dayamış iken vefat etti. Hic­retin doksandokuzuncu senesinde vefat ettiğine dair başka bir rivayet de vardır. Doğrusunu Allah bilir. Allah ona rahmet etsin. [15]

 

Hicretin Doksansekizinci Senesi

 

Bu senede Süleyman b. Abdülmelik, İstanbul'da bulunan orduya takviye olarak kardeşi Mesleme b. Abdülmelik komutasında ikinci bir askeri birliği gönderdi. Bu ordu yola çıkarak İstanbul'dakilerle birleş­ti. Mesleme, yola çıkarken ordudaki herkese, atma iki müd yiyecek yüklemesini emretmişti. İstanbul'a vardıklarında bu yiyecekleri bir araya getirip yığdılar. Dağlar kadar yüksek oldu. Mesleme, onlara şöyle dedi: «Bu yiyecekleri bırakın. İstanbul'da bulduğunuz şeylerle geçinin. Bu yiyecekleri tarlalara ekip yetiştirin. Kendinize de tahta­dan evler yapın. Çünkü Allah'ın izniyle biz burayı fethetmeden geri dönmeyeceğiz.»

Mesleme, Hristiyanlardan Ilyon adında bir adamla, kendisine Bi­zans'ın fethinde yardımcı olsun diye gizlice antlaştı. İlk zamanlarda bu adamın iyi davrandığı görülüyordu. Sonra Bizans hükümdarı Ölünce İlyon, Mesleme'nin elçisi olarak görev yapmaya başladı. Ancak Bizanslılar, onu çok korkuttular. İlyon yanlarına gittiğinde Bizanslı­lar ona: «Mesleme'yi buradan geri gönder ki, seni başımıza hüküm­dar yapalım.» dediler. İlyon da çıkıp hileye ve hıyanete başvurdu; tu­zak kurmaya başladı. Bu işini devam ettirdi. Allah, ona lanet etsin. Nihayet Müslümanların gıda maddelerini yaktı.

Bu olay şöyle olmuştu: îlyon, Mesleme'ye: «Bizanslılar, sendeki bu çok yiyecekleri görünce savaşı onlarla uzun süre devam ettireceği­ni sanıyorlar, eğer bu yiyecek maddelerini yakacak olursan senin azimli bir adam olduğunu anlarlar ve şehri çabucak sana teslim eder­ler.» dedi. Bunun üzerine Mesleme de yiyecek maddelerini yaktırdı. Sonra İlyon, gemileri harekete geçirdi ve yapabildiğince askerin eşya­sını geceleyin içeriye taşıdı. Ertesi sabah da Müslümanlarla savaşma­ya, aşırı düşmanlığım açığa vurmaya başladı, surlara istihkam kur­du. Bizanslılar, etrafında toplandı, Müslümanlar sıkıntıya düştüler, yiyecek bulamadılar. Topraktan başka herşeyi yediler.

Müslümanların bu sıkıntılı halleri, Velid b. Abdülmelik'in vefat edip yerine Ömer b. Abdülaziz'in geçtiğine dair haber gelinceye dek devam etti. Bu haberi aldıktan sonra Şam'a döndüler. Çok yorgun düşmüşlerdi, ama Mesleme, Kostantiniyye'de sağlam yapılı bir mescit inşa etmeden geri dönmedi. Semaya şahika bir eser olarak yükselen ve geniş bir arazi üzerine kurulan mescidi, gerçekten muazzamdı.

Vakidî dedi ki: Süleyman b. Abdülmelik tahta geçince Kudüs'te ikamet etmek istedi. Oradan Kostantiniyye'ye asker gönderecekti, Musa b. Nusayr ise, diğer şehirleri, köyleri ve kasabaları fethederek istanbul'a gitmesini teklif etti. Böyle yaptığı takdirde İstanbul'un, gü­cü kaybolmuş, kaleleri yıkılmış olduğundan, arada herhangi bir engel kalmadığından dolayı Bizanslılar, orayı kendi elleriyle ona teslim edeceklerdi. Sonra Süleyman, kardeşi Mesleme'yle müşavere yaptı. Mesleme ise, diğer şehirleri şimdilik bırakmasını ve İstanbul'u zor kullanarak fethetmesini teklif etti. İstanbul'u fethedince, diğer şehir­ler ve kaleler de eline geçecekti.

Süleyman, onun sözünü beğenerek: «İşte doğru görüş budur.» de­di- Sonra Şam'dan ve Cezire'den asker toplamaya başladı. Karada 120.000, denizde de 120.000 savaşçı topladı, maaşlarım ödedi, onlara Çok masraf yaptı. İstanbul'a gidip gaza yapacaklarını, fethedinceye kadar orada kalacaklarım askerlere bildirdi. Sonra Kudüs'ten hare­ket etti. Gelip Şam'a girdi, askerleri toplanmışlardı. Askerlerin başına kardeşi Mesleme'yi komutan yaptı ve onlara şöyle dedi: «Allah'ın bereketi üzerine yola çıkın, takvalı olun, sabredin, birbirinize iyi dav­ranın ve yardımcı olun.»

Süleyman, yola çıktı. Mercidabık'a gelip mola verdi. Sevaplarını ve mükafatlarını Allah'tan bekleyen gönüllüler de etrafında toplandı­lar. Böylece misli görülmemiş büyüklükte bir ordu meydana gelmişti. Sonra Mesleme'ye emir vererek orduyu yolu koymasını istedi. Maraşh Rum İlyon da Mesleme'nin beraberinde idi. Yola revan oldular. Niha­yet İstanbul'a vardılar ve kuşattılar. Bizanslılar, sıkıntıya düştüler. Mesleme'ye cizye verme teklifinde bulundular. Mesleme ise, cizye al­mayı kabul etmedi, orayı zor kullanarak fethedeceğini bildirdi. Onlar da: «İlyon'u bize gönder, kendisine danışalım, fikir teatisinde buluna­lım.» dediler. Mesleme, İlyon'u onlara gönderdi. Bizanslılar, İlyon'a: «Bu orduyu üzerimizden geri çek, bizden uzaklaşsmlar ki, cizyeleri sana verelim ve seni başımıza hükümdar yapalım.» dediler. Bunun üzerine İlyon, Mesleme'nin yanına dönerek şöyle dedi: «Bizanslılar şehrin fethine razı oldular, yalnız orduyu onlardan uzaklaştırmadığın takdirde şehri açmayacaklar.» Mesleme: «Korkarım ki, bana bir tuzak kuruyorsun.» dedi. İlyon, şehrin anahtarım ve içindeki malları kendi­sine teslim edeceğine yemin etti. Mesleme, orduyu geri çekince Bi­zanslılar, yıkılan surları onarmaya başladılar ve kuşatmaya hazırlıklı hale geldiler. Böylece İlyon, lanetlisi Müslümanlara hainlik yapmış oldu.

İbn Cerir dedi ki: Bu senede (hicretin doksansekizinci senesinde) Süleyman b. Abdülmelik, kendisinden sonra halife olması için oğlu Eyyüb'ü veliaht tayin etti. Bu olay, kendi kardeşi Mervan b. Abdül-melik'in ölümünden sonra oldu. Kardeşi Yezid'i veliaht tayin etmesi gerekirken oğlu Eyyüb'ü tayin etti. Kardeşinin başına belalar gelme­sini istedi ve ona tuzak kurdu. Fakat Eyyüb, babasının sağlığında öl­dü. Bu defa Süleyman, amcası oğlu Ömer b. Abdülaziz'i kendisinden sonra halife olmak üzere veliaht tayin etti. Ne de güzel yaptı.

Bu senede Sakalibe şehri fethedildi.

Vakidî dedi ki: Bürcan, bu senede az sayıdaki Mesleme ordusuna hücum etti. Süleyman da Mesleme'ye takviye bir askeri birlik gönder­di. Mesleme, Bürcanlılarla savaştı. Nihayet yüce Allah, onları bozgu­na uğrattı.

Bu senede de Yezid b. Mühelleb, Çin'in Kuhistan eyaletine gidip gaza yaptı. Orayı kuşatma altına aldı, şiddetlice savaştı. Teslim alın­caya kadar savaşım sürdürdü. Oradaki Türklerden 4.000'ini eli kolu bağlı olarak öldürdü. Sayılamıyacak, miktarı belirtilemeyicek, niteliği anlatılamıyacak derecede çok kıymetli ve güzel mal ile eşyayı gani­met edindi. Oradan da Cürcan'a hareket etti.

Cürcan valisi, Deylenılilerden asker istedi. Deylemliler, yardımı­na koştular. Yezid b. Mühelleb, onlarla savaştı. Bahadır bir süvari ve kahraman olan Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Sebre el-Cufî,  hükümdarına saldırdı ve onu öldürdü. Böylece Allah, Deylemlileri hezimete uğrattı.

Sözü edilen İbn Ebi Sebre, bir gün bir Türk süvarisiyle göğüs gö-güse savaştı. Türk, ona bir kılıç darbesi vurdu. Türk'ün kılıcı onun miğferine saplandı. İbn Ebi Sebre de bu halde iken darbesini vurup Türk'ü öldürdü. Sonra kılıcından kan damlayarak ve Türk'ün kılıcı miğferine saplanmış olarak Müslüman saflarına yöneldi. Yezid b. Mü­helleb, ona bakarak: «Bundan daha güzel bir manzara görmedim. Kimdir bu adam?» diye sordu. İbn Ebi Sebre olduğunu söylemeleri üzerine Yezid: «Şaraba tutsak olmasaydı, ne güzel bir adamdı.» dedi.

Şort" Yezid, Cürcan muhasarasını kuvvetlendirdi. Cürcan hü-kümdar-nı baskı altında tuttu. Nihayet hükümdar 700.000 dirhem, 400.000 dinar, 200.000 elbise, 400 zaferan yüklü merkep, 400 adam vermek üzere onunla barış antlaşması yaptı. Hükümdarın vereceği 400 adamdan herbirinin başında bir kalkan, her kalkanın üzerinde bir taylesan, gümüşten bir kase, bir de birer ipekböceği bulunacaktı. Said b. As, bu şehri daha önce sulh yoluyla fethetmişti. Şehir halkı, her sene 100.000 dirhem verecekti. Bazı seneler 200.000, bazı seneler­de ise 300.000 dirhem vereceklerdi. Bazı senelerde ise, hiç vermeye­ceklerdi. Ama oradan bir süre geçince bu vergiyi tamamen kesip in­kar ettiler. Yezid b. Mühelleb de onlarla savaştı ve Said b. As zama­nındaki gibi sulh yoluyla fethedilmiş gibi eski statüsüne döndürdü.

Dediler ki: Yezid b. Mühelleb, başkalarından cidden bol miktarda mal ve parayı ganimet olarak ele geçirdi. Ganimet olarak ele geçirdiği eşyalar arasında kıymetli mücevherlerle süslü bir taç vardı. «Bu taca rağbet etmeyecek bir kimse var mı dersiniz?» diye sorunca etrafında­kiler: «Bizce buna rağbet etmeyecek hiç kimse yoktur.» dediler. Yezid ise: «Vallahi, ben öyle bir adam biliyorum ki, bu ve benzeri mallar kendisine teklif edilecek olursa asla rağbet etmez.» dedi. Sonra da or­duda bir gazi olarak bulunan Muhammed b. Vasi'yi çağırdı. Tacı ona vermeyi teklif etti, Muhammed: «Benim buna ihtiyacım yok.» dediyse de Yezid: «Alman için sana yemin veriyorum.» dedi. Bunun üzerine Muhammed tacı alıp götürdü. Yezid, yanındaki adamlardan birini gö­revlendirerek Muhammed b. Vasi'yi takib etmesini ve tacı ne yapaca kendisine bildirmesini emretti. Muhammed, bir dilencinin önüne geçiyorken dilenci ondan birşeyler istedi. Muhammed de tacı ol-gu gibi dilenciye verdi ve yoluna devam eti. Yezid, bu durumdan âoerdar olunca o dilenciyi yanına çağırtarak tacı ondan aldı. Tacın yerine ona çok mal ve para verdi.

Ali b. Muhammed el-Medainî, Ebu Bekir el-Hüzelî'nin şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

«Şehr b. Havşeb, Yezid b. Mühelleb'in hazinedarı idi. Şehr'in içinde 100 dinar bulunan bir keseyi hazineden çaldığına dair bir şika­yet Yezid'e ulaştı. Yezid de bu durumu Şehr'e sordu. O da: «Evet, al­dım.» dedi ve keseyi getirip Yezid'e takdim etti. Yezid: «Senin olsun.» dedi ve şikayetçiyi huzuruna çağırdı, ona sövdü. Katemi el-Kelbî (baş­ka bir rivayete göre ise Sinan b. Mükemmel el-Nümeyrî) bu olayla il­gili olarak Şehr'e hitaben şöyle dedi:

«Şehr, dinini bir keseye sattı.

Ey Şehr! Senden sonra âlimlere kim güvenir artık? Önemsiz birşeyi hazineden aldın ve İbn Canbozan'a sattın. Hıyanet işte budur.»

Mürre b. en-Nehaî de bu olayla ilgili olarak şöyle demişti:

«Ey Mühelleb, eğer sen olmasaydın, Ben, salih, âlim gibi birine yönelmezdim.»

İbn Cerir dedi ki: Anlatıldığına göre Yezid b. Mühelleb, Gürcan gazvesine 120.000 askerle gitmişti. Bu askerlerin 60.000'i Şamlılar­dandı. Allah mükafatlarını versin. Cürcan'm fethi üzerine diğer bel­deler de teslim oldular. Yollar kolaylaştı, güvenli hale geldi. Daha ön­ce oraları cidden korkulu yerlerdi.

Daha sonra Yezid, Huzistan'a gitmeye karar verdi. Kendisinden Önce oraya 4.000 kişiden oluşan bir müfreze gönderdi. Müfrezedeki askerler, seçkin kimselerdi. Bunlar düşmanla karşılaştıklarında şid­detle savaştılar. Bu savaşta Müslümanlardan 4.000 kişi öldürüldü. İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.

Sonra Yezid, beldeleri fethetmenin kaçınılmaz ve zorunlu olduğu­na karar verdi. Nihayet Huzistan vahşi İsbahbaz, bol miktarda para ve mal vererek ayrıca her sene 700.000 dirhem para, bol miktarda mal ve köle vermeyi taahhüd ederek Yezid'le barış antlaşması yaptı. [16]

 



[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/233.

[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/233-252.

[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/253-256.

[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/256-258.

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/259-260.

[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/260-261.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/261-262.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/262-270.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/270.

[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/270.

[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/270-272.

[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/272-275.

[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/275-277.

[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/277-278.

[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/278-282.

[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/282-286.