Mutarrif
B. Abdullajî B. Eş-Şahir
Şam
Camii İle İlgili Olarak Nakledilen Haberler
Zekeriya
Oğlu Yahya Peygamberin Başı
Emevi
Camisinin Kapısındaki Saatler
Emevi
Camiinde Kıraat-I Seb'a İle Kur'ân Okunmaya Başlanması
Dımışk
Camiinin Banisi Velid B. Abdülmelik'in Biyografisi
Velid
B. Abdülmelik Zamanında Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Ziyad
B. Haris Et-Temimî Ed-Dımışkî
Abdullah
B. Ömer B. Osman Ebu Muhammed
Süleyman
B. Abdülmelîkin Halifeliği
Kuteybe
B. Müslim'in Öldürülmesi
Hicri
Doksanyedinci Senede Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Hz.
Ali'nin Torunu Hasan B. Hasan
Hicretin
Doksansekizinci Senesi
Bu zatın biyografisi,
önceki sayfalarda anlatılmıştır. Bütün bu zevatın biyografileri,
"Tekmil" adlı eserimizde verilmiştir.
Bu senede (hicretin
doksanbeşinci senesinde) Haccac, Vasıt şehrinde vefat etti. Nitekim bu husus,
önceki sayfalarda detaylı olarak anlatıldı. Allah'a hamdolsun.
Bu senede Said b.
Cübeyr hazretleri, Ali b. Medinî ile diğer bir cemaatın ifadelerine göre
Haccac tarafından öldürülmüştür. Meşhur rivayete göre o, hicretin
doksandördüncü senesinde vefat etmiştir. Nitekim İbn Cerir ve birden fazla
ravi böyle demişlerdir. Doğrusunu Allah bilir. [1]
Bu senede Kuteybe b.
Müslim, Çin diyarından Kaşgar'ı fethetti. Allah ona rahmet etsin. Çin
hükümdarına da elçiler göndererek onu tehdit edip korkuttu ve beldelerine ayak
basıp hükümdarlarına ve eşrafına kölelik mührü vurmadan geri dönmeyeceğine Allah
adıyla ye-nam etti. Onlardan cizye alacağını ya da İslâm'a girmelerini sağlayacağını
söyledi. Elçiler, Çin ülkesinin en büyük hükümdarının huzuru-na girdiler.
Hükümdar, büyük bir şehirde oturuyordu. Anlatıldığına göre o şehri kuşatan
surlarda doksan kapı vardı. Hanbalık denen o Şehir, Çin'in en büyük, en
verimli, en zengin ve alışverişi en çok olan Şehirlerindendi. Çinliler, çok mal
ve eşyaya sahip oldukları için başka ülkelere gitme ihtiyacım hissetmezlerdi.
Başka ülkelerin insanları onlara muhtaçtı. Çünkü onlar, çok eşyaya ve geniş bir
iklime sahiptiler. Diğer ülkelerin hükümdarları, Çin hükümdarına haraç
öderlerdi. Çünkü Çin hükümdarı, güçlü, zorba, askeri ve teçhizatı çok bir hükümdardı.
Kısaca demek
istediğimiz şudur ki; Kuteybe'nin elçileri, Çin hükümdarının yanına
gittiklerinde başkentinin ve ülkesinin büyük olduğunu, ülkede çok nehirlerin,
pazarların, güzelliklerin ve kıymetli şeylerin bulunduğunu gördüler. Büyük bir
kalede ve müstahkem bir mevkide bulunan hükümdarın huzuruna vardılar. Kale,
büyük bir şehir büyüklüğündeydi. Çin hükümdarı, başlarında Hübeyre'nin bulunduğu
300 İslâm elçisine tercümanı vasıtasıyla şöyle dedi: "Siz nesiniz kimsiniz
ve ne istiyorsunuz?" Elçiler de şöyle dediler: "Biz Kuteybe b'
Müslim'in elçileriyiz. O, seni İslâm'a davet ediyor. Eğer İslâm'a girmezsen
cizye ödemen gerekecek. Cizye de ödemezsen seninle savaşacağız." Hükümdar
kızdı ve elçilerin zindana atılmalarım emretti. Ertesi sabah onları huzuruna
getirterek: "Siz tanrınıza nasıl ibadet e-dersiniz?" diye sordu.
Onlar da normal veçhiyle namaz kıldılar. Rükû ve secdeye kapandıklarında
hükümdar onlara güldü ve: "Siz evlerinizde nasıl olursunuz?" diye
sordu. Onlar da gündelik elbiselerini giyindiler. Hükümdar, daha sonra
huzurundan çıkıp gitmelerini emretti. Ertesi sabah tekrar yanına çağırdı ve:
"Hükümdarlarınızın huzuruna nasıl girersiniz?" diye sordu. Onlar da
takkelerim, sarıklarını, hırkalarını, abalarını giyerek hükümdarın huzuruna
girdiler. Hükümdar, onları görünce: "Geri dönün." dedi. Onlar da
huzurdan çıkıp geri döndüler. Hükümdar, kendi adamlarına: "Bunları nasıl
gördünüz?" diye sorduğunda, onlar şu cevabı verdiler: "Şimdiki
kıyafetleri, erkek kıyafetine daha çok benzemiştir. Bunlar işte onlardır."
Üçüncü gün olduğunda
hükümdar, yine haber gönderdi ve huzuruna geldiklerinde: "Düşmanlarınızı
nasıl karşılarsınız?" diye sordu. Onlar da silahlarını kuşandılar.
Miğferlerini taktılar, kılıç ve oklarını ellerine alıp atlarına binerek
harekete geçtiler. Çin hükümdarı, onlara baktı, dağların kendisine doğru
ilerlemekte olduklarını sandı. Hükümdara yaklaştıklarında mızraklarını
diktiler, sonra paçalarını sıvayarak ona doğru ilerlediler. Onlara: "Geri
dönün." dedi. Çünkü Çinlilerin kalblerine Müslüman korkusu girmişti.
Müslüman elçiler de geri dönüp atlarına bindiler, mızraklarını ellerine alarak
atlarını koş-tururcasına sürdüler. Hükümdar, kendi adamlarına: "Bunları
nasıl görüyorsunuz?" diye sorduğunda onlar: "Bunlar gibisini asla
görmedik!" diye cevap verdiler.
Akşam olunca hükümdar,
onlara haber gönderip: "Liderinizi ve en üstün olanınızı bana
gönderin." dedi. Onlar da Hübeyre'yi hükümdara gönderdiler. Hükümdar,
huzuruna girdiğinde Hübeyre'ye şöyle dedi:
- Ülkemin büyüklüğünü
gördün, hiç kimse sizi bana karşı koruyamaz. Sizler, avucumdaki bir yumurta gibisiniz.
Ben sana birşey soracağını, doğru cevap verirsen ne âlâ, aksi takdirde seni
öldürürüm.
- Sor bakalım.
- Birinci günde bir
kılık, ikinci günde ikinci bir kılık, üçüncü günde ise bambaşka bir kılıkla
huzuruma geldiniz, bunun sebebi neydi?
- Birinci gündeki
kılığımız, ailemiz ve çocuklarımız arasında giydiğimiz elbise ve kılığımızdır.
Bununla onlar arasında rahat oluruz. İkinci gündeki kılığımız ise,
hükümdarlarımızın huzuruna girerken giydiğimiz elbise ve kılıklarımızdır. Üçüncü gündeki kılıklarımız ise, düşmana
karşı çıkıp savaştığımızda giydiğimiz elbise ve kılıklarımızdır.
- Zamanınızı ne güzel
idare ediyorsunuz. Arkadaşınız Kuteybe'nin yanma dönün ve ona deyin ki,
ülkemden ayrılıp gitsin. Ben onun hırsını ve adamlarının azlığını öğrendim. Eğer
ülkemden ayrılıp git-mezseniz sizi baştan sona kırıp geçirecek, mahvedecek ve
askerlerimi üzerinize göndereceğim.
- Sen bunu Kuteybe'ye
mi söylüyorsun? Süvarilerinin bir başı senin ülke topraklarında, diğer ucu da
zeytin yetişen mıntıkada olan bir kumandanın askerleri mi azdır diyorsun? Gücü
yettiği halde dünyayı arkasında bırakan ve senin ülkene gazaya gelen bir adam
nasıl haris olabilir? Bizi korkutmana gelince biz ölümden korkmuyoruz, bir
ecelimiz olduğunu biliyoruz. Ecelimiz tamam olduğunda en iyisi şehid
edilmemizdir. Biz ölümden korkmuyoruz ve ölmek istemiyen kimselerde değiliz.
- O halde adamınızı
nasıl razı edeceğim?
- O senin topraklarına
basmadıkça, valilerini köle diye mühürle-medikçe, sonunuzu getirmedikçe,
ülkenden cizye almadıkça geri dönmemeye yemin etmiştir.
- Ben onun yeminini
yerine getiririm. Ona kendi ülkemden biraz toprak veririm. Ayrıca hükümdar
çocuklarından dördünü gönderirim. Çok miktarda altın ve ipek kumaş da
gönderirim ki, bunların kıymetini kimseler takdir edemez.
Böylece Hübeyre ile
Çin hükümdarı arasında çok konuşmalar geçti. Neticede şu antlaşmaya vardılar:
Hükümdar, kendi ülkesinin toprağını altın bir tepsi içinde gönderecek.
Kuteybe'de o toprağa ayağıyla basacak. Ayrıca kendi evladından ve
hükümdarların çocuklarından birkaçım gönderecekti ki, Kuteybe onların
boyunlarına kölelik mührünü vursun. Yine Kuteybe'nin yeminini yerine getirmiş
olmak için de bol miktarda mal gönderdi.
Çin hükümdarı, kendi
çocuklarından ve diğer hükümdarların çocuklarından 400'ünü Kuteybe'ye göndermiştir.
O, Çin hükümdarının gönderdiği mallar, paralar ve çocuklar kendisine
ulaştığında bu armağanları kabul etti. Çünkü Kuteybe, mü'minlerin emiri Velid
b. Ab-dülmelik'in ölüm haberini almış, morali bozulmuş ve şevketi kırılmıştı.
Kuteybe b. Müslim el-Bahilî, Süleyman b. Abdülmelik'e bey'at etmemeye karar
vermiş, maiyetindeki askerlerin kendi halifeliğini kabul etmeleri için çağrıda
bulunmak istemişti. Fakat, ülke ve beldeleri fethetme ile meşgul olduğundan bu
.imkanı bulamamıştı. Sonra bu senenin (hicri doksanaltıncı senenin) sonunda
öldürülmüştü. Allah ona rahmet etsin. Anlatıldığına göre onun elinde hiçbir
bayrak yere düşmedi. Allah yolunda cihad eden mücahitlerdendi, başka hiçbir
komutanın toplayamayacağı miktarda çok asker toplamıştı.
Hicretin doksanaltıncı
senesinde Mesleme b. Abdülmelik, yaz mevsiminde gazaya gitti. Abbas b. Velid de
Rum ülkesine gazaya gitti, oralarda Tolas ve Merzubaneyn'i fethetti.
Bu senede Şam'daki
Emevi camisinin inşaatı, banisi halife Velid b. Abdülmelik b. Mervan tarafından
tamamlandı. Allah ona rahmet etsin ve ona hayır mükafat versin. Bu caminin
yerinde daha önce Yunanlılar ve Keldanîler tarafından yapılmış bir mabet
vardı. Kelda-nîler, Şam'ı şenlendirip imar etmişlerdi. Oraya ilk olarak onlar
mabet inşa etmişlerdi. Keldanîler, yedi gezegene taparlardı. Bu gezegenler
şunlardır:
1- Dünya
semasındaki Ay,
2- ikinci
gök tabakasındaki Utarit,
3- Üçüncü
gök tabakasındaki Zühre,
4- Dördüncü
gök tabakasındaki Güneş,
5- Beşinci
gök tabakasındaki Merih,
6- Altıncı gök
tabakasındaki Müşteri,
7- Yedinci
gök tabakasındaki Zuhal.
Keldanîler, Şam'ın her
bir kapısının üzerine bu yedi gezegenden birinin resmini yapmışlardı. Şam'ın
yedi kapısı vardı. Sırf bu maksatla Şam'a yedi kapı yapmışlardı. Yedi heykel
dikmişler, bu heykellerden her biri bir gezegene aitti. Her sene de bir defa
olmak üzere bu kapılardan birinin yanında bayram şenlikleri düzenlerlerdi.
Rasathaneleri,
Keldanîler kurmuşlardı. Bunlar, yıldızların hareketlerinden, birbirlerine
yaklaşmalarından ve birleşmelerinden bahsederlerdi. Bunlar, Şam'ı kurmuşlar ve
şehri kurmak içinde o iki dağ arasından akan suyun kıyısını seçmişlerdi. O iki
dağ arasından gelen suyu kanallara aktararak şehir içindeki evlerin
avlularından geçirmişlerdi. Şam, onların zamanında şehirlerin en güzellerinden
biri idi. Hatta şehirlerin en güzeli idi. Çünkü orada insanı şaşkına döndürecek
acaip tasarruflarda bulunmuşlardı. Emevi camiinin yerindeki o mabedi inşa
ettiler. O mabet, bugünkü Emevi camiinin kuzey kısmına bakan bölümünde bulunuyordu.
Keldanîler, kuzey
kutbuna yönelerek ibadet ederlerdi. Mihrabları da o yöne bakar, mabedlerinin
kapısı, kıble tarafına açılırdı. Yani bugünkü mihrabın arka tarafına
düşüyordu. Nitekim bunu gözümüzle görmüşüzdür. Mihrabları, kuzey kutbu
yönündeydi. Gördüğümüz ka-üi ise, nakışlı taşlarla inşa edilmiş güzel bir
eserdi. Üzerinde kendi yazılarıyla yazılmış bir kitabe de vardı. Kapının
sağında ve solunda da iki küçük kapı daha vardı. Mabedin batı tarafında cidden
yüksek bir köşk vardı. Posta kapısındaki bu sütunlar, o köşkü taşımaktaydılar.
Mabedin doğu kısmında da hükümdar Ciron'un köşkü vardı. Ciron, onların
hükümdarıydı. Orada iki büyük evde vardı ki, onlar kendilerinden önce Şam'a
hükmeden kimselerin evleriydi.
Anlatıldığına göre
mabedle birlikte hükümdarlara mahsus üç büyük ev vardı. Bu evleri ve mabedi
yüksek bir sur kuşatmaktaydı. Bu sur, büyük yontma taşlarla yapılmıştı. Sözünü
ettiğimiz üç evden biri mutfak, biri tavla idi. Diğeri de Muaviye'nin inşa
etmiş olduğu yeşil köşkün yerindeki bir evdi.
Öncekilerden
nakillerde bulunan İbn Asakir dedi ki: Yunanlılar, Şam şehrinin ve bu
mekanların yerini tesbit etmek ve inşaata başlamak için onsekiz sene müddetle
yıldız falına baktılar. Duvarların temellerini kazdıklarında istedikleri iki
yıldız doğdu. Onlar, inşa edecekleri mabedin asla harab olmamasını ve
ibadetsiz kalmamasını, inşa edecekleri şehrin devamlı saltanat ve hükümdarlık
merkezi olmasını amaç edinmişlerdi.
Ben derim ki: Mabede
gelince orası her zaman ibadet edilen bir yer oldu. Asla ıssız kalmadı.
Ka'bü'l-Ahbar dedi ki:
"Orası kıyamete dek ıssız kalmayacak ve içinde hep ibadet edilecektir.
Yeşil köşkün bulunduğu hükümdar evine gelince, Muaviye o binayı yeniledi.
Bilahare hicretin kırkaltmcı senesinde yakıldı. Nitekim bunu ileride anlatacağız.
O bina harab oldu. Miskin, zayıf ve düşkün kimselerin meskeni haline geldi ve
bu zamana kadar da o haldedir.
Kısaca anlatmak
istediğimiz şudur ki; Yunanlılar, Şam'da bu anlattığımız şekilde uzun süre
kaldılar. Oradaki kalışları 4.000 seneden fazladır. Hatta denildiğine göre o
mabedin dört duvarını, ilk olarak Hud peygamber inşa etmiştir. Hud peygamber,
İbrahim peygamberden uzun zaman önce yaşamıştı. İbrahim Halil peygamber, Şam'a
git-miş, Şam'ın kuzeyinde Berze mevkiine yerleşmiş, orada düşmanlarıyla
savaşmış, onları mağlub etmiş, düşmanlarına karşı Allah ona yardım etmişti.
Berze mevkiinde düşmanlarıyla savaştığı için İbrahim Halil peygamberin orada
bir makamı vardır. Bu makamın ona ait olduğu, önceki kitaplarda katiyyetle
ifade edilmektedir ve bu, atadan oğula nakledilen bir hakikattir. Zamanımıza
kadar da ulaşmıştır. Doğrusunu Allah bilir.
Şanı, o zamanlarda
sakinleri olan Yunanlılar tarafından şenlendirilmiş, mamur hale getirilmişti.
Orada yaşayan Yunanlı Keldanîler çok kalabalık idiler, ibrahim peygamberin
düşmanlarıydılar. İbrahim Peygamber, -puta taptıkları, yıldızları rab
edindikleri için- onlarla tartışmıştı. Nitekim bunu tefsirimizde de anlatmışız
dır. Yine bu kitabımızın "İbrahim Peygamberin Kıssası" bölümünde de
ani atmışız dır. Hamd, Allah'adır. Yardım Allah'tan dilenilir.
Kısaca demek
istediğimiz şudur ki, Yunanlılar, Şam'ı imar ettiler. Orada ve kazaları olan
Havran, Bika Baalbek ve diğer yerlerde göz alıcı, garip, insanı şaşkına
çevirici, muazzam binalar inşa ettiler. Hatta İsa peygamberden 300 sene kadar
sonra Şamlılar, İstanbul'u (Kostantiniyye'yi) inşa eden hükümdar Kostantin b.
Kostantin vasıtasıyla Hristiyanlığa geçtiler. Bu hükümdar, onlar için kanunlar
koydu. İlk olarak o ve milleti ile yeryüzü halkının .çoğu Yunanlı idiler. Hristi-yan
patrikleri, onun emri ile uydurma bir din ortaya koydular. Bu din,
Hristiyanlığın aslından yapılan alıntılar ile putperestlik karışımı birşeydi.
Bu uydurma din nedeniyle doğuya yönelerek ibadet ettiler, orucu artırdılar.
Domuzu helal kıldılar. Kendi iddialarına göre çocuklarına büyük emaneti
öğrettiler. Aslında bu büyük emanet değildi. Büyük bir hıyanet ve hakir denecek
çok kötü bir cinayetti. Bununla birlikte bunun hacmi küçüktü. Önceki kısımlarda
bundan bahsetmiş ve gerekli açıklamayı yapmıştık.
Hristiyanların melekî
grubunun mensub olduğu bu hükümdar, Şam'da ve diğer yerlerde büyük kiliseler
inşa ettirdi. Denildiğine göre 12.000 kilise inşa ettirmiş, bu kiliseler için
gelirli vakıflar kurmuştu. Bu kiliselerden biri, Beytü'1-lahm kilisesi idi. Diğeri
de Ümmü Heyla-ne el-Gandakaniyye'nin inşa ettirdiği Kudüs'teki Kumame kilisesi
idi. Meşhur kiliseler bunlardı. Bunlardan başka daha binlerce kiliseler inşa
ettirmişti.
Hülasa diyeceğimiz
şudur ki; Hristiyanlar, Yunanlılara göre muazzam bir mabet olan Şam'daki o
meşhur mabedi, Yuhanna kilisesine dönüştürdüler. Şam'da başka birçok kiliseler
de inşa ettiler. Hristiyanlar, Şam'da ve diğer yerlerde 300 senelik bir süre
daha dinlerini devam ettirdiler. Nihayet yüce Allah, Muhammed (s.a.v.)'i
peygamber olarak gönderdi. Bu kitabın siyer bölümünde anlattığımız işler, Muhammed
(s.a.v.) tarafından gerçekleştirildi. Ayrıca kendi zamanında Bizans hükümdarı
Heraklius'a mektup ve elçi göndererek onu Aziz ve Celil olan Allah'a imana
davet etti. Heraklius da Ebu Süfyan'la karşılıklı olarak bu hususta konuştu.
Bundan sonra
Rasûlullah (s.a.v.), üç emiri Zeyd b. Harise, Cafer ve İbn Kevaha'yı Şam
sınırındaki Belka'ya gönderdi. Bizanslılar da onlara karşı büyük bir ordu
gönderdiler. Yapılan savaşta bu üç emiri ve beraberlerindeki askerlerin bir
kısmını şehid ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Tebük senesinde
Bizanslılarla savaşmaya ve Şam'a girmeye karar verdi. Ancak sıcakların
şiddetli, durumun zayıf ve insanların sıkıntıda oluşundan ötürü o sene geri
döndü. Sonra Ebu Bekir es-Sıddık, orduları tüm Şam mıntıkasına gönderdi. Bu
mıntıkalar arasında Dımışk şehri ve kazaları da vardı. Bu hususu, Şam'ın
fethinden bahsederken detaylıca anlatmıştık.
Şam mıntıkasında
İslâmiyet güçlenince ve Cenâb-ı Allah, rahmetini oraya inzal edip ihsanlarını
yağdırınca ordunun komutanı Ebu Ubeyde (veya Halid b. Velid), Dımışk ahalisine
bir emanname yazdı. Şam'daki ondört kilise Hristiyanların elinde bırakıldı.
Ancak Maryu-hanna adını verdikleri o meşhur kilisenin yarısını Hristiyanlardan
aldılar. Çünkü Halid b. Velid, Şam'ı kılıç zoruyla doğu kapısından
fet-hetmişti. Hristiyanlar da Ebu Ubeyde'den eman almışlardı. Ebu Ubeyde ise,
Cabiye kapısından sulh yoluyla şehre girmişti. İhtilaf ettiler. Sonra şehrin
yarısının sulh yoluyla, yarısının da kılıç zoruyla alınmış olduğu hususunda
anlaştılar. Doğudaki bu kilisenin yarısını aldılar. Ebu Ubeyde, bu yarı kısmı
Müslümanların namaz kıldığı bir mescit haline getirdi. Burada ilk olarak Ebu
Ubeyde, sonra da diğer sahabeler namaz kıldılar ki, buraya sahabe mihrabı
denilir. Ancak Maryuhanna mihrabmdaki kapı açık değildi. Müslümanlar, o mübarek
yerde namaz kılıyorlardı. Açıkça anlaşıldığına göre kıble duvarındaki
mihrablan açan kişi Velid'dir.
Ben derim ki: Bu
mihrablar yenilenmişlerdir. Velid'in açtığı mih-rablar, onlar değildir. Eğer
yapmış ise, o bir tek mihrab açmıştır. Belki de hiç yapmamıştır. Halife, o
mihrabta namaz kılardı. Diğer mih-rablara gelince onlar yakın zamanda
açılmışlardır. Her bir imamın; yani Şafiî'nin, Hanefî'nin, Malikî'nin ve
Hanbelî'nin birer mihrablan vardı ki, bunlar da Velid'den bir süre sonra
yapıldılar. Selef ulemasının çoğu bu şekilde mihrabların yapılmasını hoş
karşılamadılar ve bunu ortaya atılan bid'atlardan saydılar. Müslümanlar ve
Hristiyanlar, bu mabede bir kapıdan girerlerdi ki, bu da kıble tarafındaki yüksek
mabet kapısıdır. Bugünkü maksure içinde bulunan büyük mihrabın mekanıdır.
Hristiyanlar batı tarafına kiliselerine, Müslümanlar da sağ tarafa mescitlerine
giderler; Hristiyanlar kendi kitaplarını aşi-are ve yüksek sesle okuyamazlar ve
çanlarını çalamazlar. Sahabele-*K ^aygılannc*an> korkularından ve onlardan
çekindiklerinden ötürü ibadetlerini sessizce ifa ederler. d /?am Valiliği zamanında Muaviye, Sahabeler
mescidinin kıblesin hukümet konağı yaptırmış, bu konak dahilinde yeşil bir
kubbe de
inşa ettirmişti. Bu
konağın tümü, yeşil kubbe adıyla tanınmıştı. Mua-viye, orada kırk sene
yaşamıştı. Bunu önceki kısımlarda da anlatmıştık. Şam'daki o meşhur mabed,
Müslümanlarla Hristiyanlar arasında ortaklaşa kullanıldı. Bu durum, hicretin
ondördüncü senesinden sek-senaltmcı senesinin zilkade ayına kadar devam etti.
O sırada halifeliğe
Velid b. Abdülmelik geçti. Velid, bu mabedin kalan kısmını da Hristiyanların
elinden alıp Müslümanların mescidine eklemeye karar verdi ve mabedin tümünü
tek bir mescit haline dönüştürdü. Çünkü bazı Müslümanlar, o mabedde
Hristiyanların İncil okuyuşlarını işitmeleri ve ibadetleri esnasında seslerini
yükseltmeleri dolayısıyla rahatsız oluyorlardı. Bu nedenle Velid, Hristiyanları
Müslümanlardan uzaklaştırmak ve mabeddeki bölümlerini Müslümanların mescidine
katmak istedi. Böylece Müslümanların mescidi genişleyecek ve mabedleri tek bir
mescit haline dönecekti. Hristiyanlardan mabedi boşaltmalarını istedi ve buna
karşılık onlara çok arazileri ik-ta olarak vereceğini, ayrıca ellerinde
-antlaşmaya dahil edilmemiş-dört kilisenin bırakılacağım söyledi. Bu dört
kilise şunlardı: Meryem kilisesi, doğu kapısı dahilindeki Haçlı kilisesi,
Telcibin kilisesi ve sakal yolundaki Hamid b. Dürre kilisesi. Ancak
Hristiyanlar, onun bu teklifini şiddetle reddettiler. Velid de: "Sahabeler
zamanında size verilmiş antlaşma metnini bana getirin." dedi. Metni
getirdiler. Metin Velid'in huzurunda okunduğunda nehir kıyısındaki Torna kapısı
dışında bulunan Torna kilisesinin antlaşmaya dahil edilmediği görüldü.
Anlatıldığına göre Torna kilisesi, Maryuhanna kilisesinden daha büyüktü.
Velid: "Ben o kiliseyi yıkıp mescide dönüştüreceğim." deyince
Hristiyanlar: "Hayır, mu minlerin emiri, onu kendi haline bıraksın, diğer
kiliselere de karışmasın. Bu mabedin bize ait bölümünü Müslümanlara vermeye
gönül rızasıyla taraftar oluyoruz." dediler. Bunun üzerine Velid de diğer
kiliseleri Hristiyanların elinde bıraktı ve meşhur mabeddeki kendilerine ait
bölümü ellerinden aldı. Bu hususta anlatılan bir kavil budur.
Başka bir rivayette
anlatıldığına göre Velid, Hristiyanlara mahsus bölümü alıp Müslümanların
mescidine katma düşüncesine kapılınca konuyu Hristiyanlara açtı. Ancak onlar,
bunu kabule yanaşmadılar. Bundan sonra Müslümanlardan bazıları Velid'in yanma
giderek doğu kapısı ile Cabiye kapısından itibaren ölçüm yapmasını teklif
ettiler. Şam'ın doğu kapısı ile Cabiye kapısından itibaren ölçüm yapıldığında
meşhur mabedin yansının Reyhan pazarına dahil olduğu, bu nedenle meşhur
kilisenin zorla fethedilen araziler kapsamına girdiği ortaya çıktı. Velid de
orayı Hristiyanlardan zorla aldı.
Velid'in azatlısı
Muğire'nin bu konudaki rivayeti ise şöyledir: "Velid'in huzuruna girdim.
Tasalı olduğunu gördüm ve kendisine söyle dedim:
- Ey mü'minlerin
emiri! Neyin var, niçin düşüncelisin?
- Müslümanların sayısı
çoğaldı. Mescide sığmaz oldular. Hristi-yanları huzuruma çağırdım. Şu
kilisedeki bölümlerini vermeleri karşılığında kendilerine bolca para teklif
ettim, ne varki kabul etmediler. Verselerdi orayı mescide katacaktım, böylece
Müslümanların mescidi genişleyecekti.
- Ey mü'minlerin
emiri, senin tasanı giderecek çareyi biliyorum.
- Nedir o çare?
- Sahabeler Şam'ı
aldıklarında Halid b. Velid, doğu kapısından kılıç kullanarak şehre girdi.
Şehir halkı, bu olayı duyduklarında korkup Ebu Ubeyde'nin yanma gittiler ve
ondan eman dilediler. O da kendilerine eman verdi. Bunun üzerine onlar
kendisine Cabiye kapısını açtılar. Ebu Ubeyde de o kapıdan sulh yoluyla şehre
girdi. Biz de onlarla pazarlık yaparız. Kılıç kuvveti nereye kadar uzanmış ise,
orayı onların elinden alırız. Sulh yoluyla alman yerlere gelince, oraları da
ellerinde bırakırız. Öyle sanıyorum ki, bu kilisenin tamamı zorla fethedilen
yerler kapsamına girmektedir. Böyle olunca da orayı mescide katarsın.
- Beni rahatlattın, bu
işi kendin yap.
Muğire bu işi üstlendi
ve Şam'ın doğu kapısından Cabiye kapısına, oradan da Reyhan pazarına kadar
ölçüm yaptı. Ölçüm neticesinde kılıç yoluyla fethedilen yerlerin büyük köprüyü
dört küsur zira geçtiğini ve böylece meşhur kilisenin zorla fethedilen
araziler kapsamında olduğunu tesbit etti. Böylece kilise, mescid dahiline girdi
ve mescide dönüştü. Velid bu durumu Hristiyanlara bildirdi ve: "Bu
kilisenin tümü, zorla fethedilen araziler kapsamındadır. Böyle olunca da o
sizin değil, bizim mülkümüzdür." dedi. Onlar da şu karşılığı verdiler:
"Daha Önce sen bize mal ve para vermeyi, arazileri ikta olarak vermeyi
teklif ettin, ancak biz kabul etmedik. Eğer mü'minlerin emiri, bu hususta
bizimle sulh olursa bu onun bir ihsanıdır ve bu dört kilise elimizde kalır.
Diğer meşhur kilisenin kalan bölümünü de sana bırakırız." Velid, diğer
dört kilisenin Hristiyanların ellerinde kalması şartıyla sulh yaptı."
Doğrusunu Allah bilir.
Başka bir rivayette anlatıldığına
göre Velid, bu meşhur kilisenin kalan bölümünü vermeleri karşılığında
Hristiyanlara Feradis kapısı yanındaki Kasım hamamı bitişiğinde bulunan
kiliseyi verdi. Hristi-yanlarda bu kiliseye, kendilerinden alman kilisenin
adını vererek Maryuhanna kilisesi dediler. Eski kilisenin papaz kürsüsünü de
alıp bu yenisine yerleştirdiler. Doğrusunu Allah bilir.
Velid, daha sonra
yıkım aletlerinin getirilmesini emretti. Emirler ve halkın ileri gelenleri
gelip yanında toplandılar. Hristiyan piskoposu ve keşişleri de gelip: "Ey
mü'minlerin emiri! Kitaplarımızda gördüğümüze göre bu kiliseyi yıkan kişinin
delireceği söylenmektedir." dediler. Velid de onlara: "Allah yolunda
delirmeyi isterim. Allah'a yemin ederim ki, burada benden önce hiç kimse bir
yeri yıkmayacaktır." dedi. Sonra saat kulesi diye bilinen doğu kısmındaki
yivli kuleye çıktı orada bir rahip bulunuyordu. Velid, rahibe oradan inmesini
emretti. Ancak rahip, bunun büyük bir günah olduğunu söyledi. Velid de ensesinden
tutup iterek kuleden aşağı indirdi. Tekrar en yüksek yere, yani en büyük
mihrabın üzerine çıktı. Orası kilisenin üzerinde bir timsal gibiydi. Rahipler
ona: "Bu timsale yaklaşma." dediler. O da: "Buraya ilk olarak
ben baltamı vuracağım." dedi. Sonra tekbir aldı, darbeyi vurup orayı yıktı.
Velid'in üzerinde sarı bir kürk vardı. Kürkün eteklerini kuşağına sokmuştu.
Sonra baltayı eline alıp kilisenin en üstündeki taşa vurdu ve onu aşağı
fırlattı, artık diğer emirler de yıkmaya başladılar.
Müslümanlar, üç kere
tekbir aldılar. Hristiyanlar da Ciron yolunda toplanıp feryad ü figan etmeye
başladılar. Velid de muhafız kuvvetleri komutanı Ebu Nail Riyah el-Gassanîyi,
Hristiyanları oradan kovması için gönderdi. Gerekirse onları dövmesini emretti.
O da bu emri yerine getirdi. Velid ve diğer emirler, bu mabedde,
Hristiyanla-rın yeniledikleri mihrabları, kemerleri ve binaları tümüyle
yıktılar. Öyle ki, mabedin yeri, kare bir alan halinde bomboş olarak ortaya
çıktı. Sonra Velid, yeni bir fikirle, güzel ve göz alıcı bir şekilde Emevi
camiini inşa etmeye başladı.
Velid, Emevi camimin
inşaatında çok sayıda sanatkar, mühendis ve işçi çalıştırdı. Onu bu camiyi inşa
etmeye teşvik eden kişi, kardeşi ve kendisinden sonraki veliahdı Süleyman b.
Abdülmelik idi. Anlatıldığına göre Velid, Bizans hükümdarına mektup yazarak
mermerci ve diğer sanatkarları kendisine göndermesini istemişti ki, bu mescidin
inşaatında onlardan yararlansın. Ayrıca bu sanatkarları göndermediği takdirde
ülkesine asker çıkararak kendisiyle savaşacağı ve ülkesindeki tüm kiliseleri,
hatta Kudüs'teki Kumame kilisesini, Urfa kilisesini ve diğer Bizans eserlerini
tahrib edeceği tehdidinde bulundu. Bizans hükümdarı da ona 200 usta gönderdi.
Ayrıca bir mektupla ona şunları bildirdi: "Eğer baban senin şu yaptığın
eseri yapmak gerektiğini anlamış da yapmamışsa, bu durumda baban senin için
bir utanç vesilesidir. Eğer o bunu yapmak gerektiğini anlamamış da sen anlamış
isen bu, onun için bir ayıp vesilesidir."
Bu mektup Velid'e
ulaştığında Velid cevap vermek istedi. İnsanlar, cevap yazması için onun
yanında toplandılar. Toplananlar arasında şair Ferezdak'da vardı. Ferezdak
dedi ki:
- Ey mü'minlerin
emiri, Bizans hükümdarına ben Allah'ın kitabı ile cevap vereceğim.
- Vereceğin cevap
nedir? Vay sana!
- Yüce Allah, bir
ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Süleyman'a bu meselenin hükmünü
bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik." (ei-Enbiyâ, 79.)
Süleyman, Davud'un oğludur. Allah, babasına öğretmediği şeyi ona öğretti.
Velid, Ferezdak'ın bu
cevabım beğendi ve bunu Bizans hükümdarına bir cevap olarak bildirdi.
Ferezdak, bu hususta şöyle bir şiir söyledi:
"Kiliselerinde
Hristiyanlarla Müslüman abitleri seher vakitlerinde birbirinden ayırdın.
Onlar ibadet
ederlerken bir aradadırlar ama yönleri başka taraflaradır. Kami Allah'a, kimi
de puta secde eder.
Hristiyanların
çaldıkları nakus ile Kur'ân okuyucuları nasıl bir araya gelir, bu olmaz.
Ben bu yönü
değiştirmek gerektiğini anladım. Mabedi Hristiyan-lardan alayım dedim.
Nitekim Davud ile
Süleyman da ekinler ve koyunlar hakkında kendilerine başvuran kimselere hüküm
verdiler.
Davud ve hidayet
yolundaki hükümdar-peygamber olan Süleyman,
Kendilerine müracaat
eden davacılar için şu hükmü verdiler:
Koyunların yavruları
ve sırtlarındaki yünler, hak sahiplerine verilecekti.
Hristiyanların
kilisesini mescide dönüştürmek gerektiğini Allah sana anlattı.
Öyle bir mescid ki,
onda güzel kalem okunur.
Yeryüzünde yaşayan ve
kendisinden daha hayırlı bir baba bulunmayan Velid!
Senin evladın da
hayırlıdır, senin verdiğin hükümden daha iyi bir hüküm de yoktur."
Hafız Abdurrahman b.
İbrahim Duhaym ed-Dımışkî dedi ki: "Velid, mescid duvarları dahilindeki
kısımları inşa etti. Duvarları biraz daha yüksek tuttu."
Hasan b. Yahya
el-Huşemî dedi ki: "Şam mescidinin kıble duvarı-nı inşa eden zat, Hud
peygamberdi."
Başkaları dediler ki:
"Velid, revaklar ortasındaki kartal kubbesini inşa etmek istediği zaman,
bu kubbenin temellerini kazdı. Adamları, o kadar derine indiler ki, çıkan
tatlı suyu içtiler (Bu kubbeye kar-ai ^bbesi adını vermelerinin sebebi,
kubbenin kartal şeklini andırmaşıydı. Çünkü revaklar, sağ ve soldan o kubbe
için birer kanat gibiydiler.). Sonra suyun üzerine üzüm ağaçlarının
fazlalıklarını koydular. Bunun üzerini taşla Örttüler, duvarlar yükselince de
üzerine kubbeyi inşa ettiler. Ancak kubbe yıkıldı. Velid, mühendislerden
birine: "Bu kubbeyi senin yapmanı istiyorum." dedi. Mühendis de:
"Benden başkasının bu kubbeyi yapmayacağına dair bana Allah adına söz ve
teminat vermen şartıyla bu kubbeyi ben yaparım." diye cevap verdi ve
kubbeyi yapmaya başladı. Önce duvarları ördü, sonra o duvarları hasırla örttü
ve tam bir sene ortadan kaybolup gitti. Velid, onun nereye gittiğini
bilmiyordu. Aradan bir sene geçince mühendis tekrar dönüp geldi. Velid onu
yakalayıp cezalandırmak istedi. Yanında da insanların önde gelen büyükleri
vardı, duvarların üzerindeki hasırlan açtı. Duvarların yükseldikten sonra
tekrar yere yıkıldıklarını ve yerle bir olduklarını gördü. Mühendis: "İşte
bundan ötürü geldim." dedi, sonra binayı tekrar yaptı ve sağlam oldu.
Ravilerden biri dedi
ki: Velid, kubbenin -binanın şanını yüceltmek amacıyla- som altından
yapılmasını istedi. Mimar: "Senin buna gücün yetmez." deyince Velid,
ona elli kırbaç vurdu ve şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! Memleketin
malları ve haracı toplanıp bana gönderildiği halde nasıl olur da ben buna güç
yetiremem ve bu işi yapmaktan aciz olduğumu nasıl olur da iddia edersin?"
Mühendis de ona şu karşılığı verdi:
- Bunu sana
açıklayabilirim.
- Açıkla bakalım.
- Sadece bir tek
kerpici altından dök, bak bakalım, ne kadar altın gidecek. Sonra bu kubbeye kaç
kerpiç sarfedüecek? Bunu düşün bakalım.
Velid emir verdi. Bir
kerpiç yapacak kadar altın getirildi. Bu kerpicin binlerce altından
yapılabildiğini gördü. Sonra mühendis, ona şöyle dedi:
- Ey mü'minlerin
emiri, işte şu kerpiç kadar binlerce kerpiç gerekiyor. Eğer yanında bana
yetecek kadar altın varsa kubbeyi altından yaparız.
Mühendisin sözünün
doğruluğu anlaşılınca Velid, onu 50.000 dinarla ödüllendirdi ve şöyle dedi:
Senin dediğini yapmaktan aciz değilim, ama bu bir israftır ve gereksiz yere
malı zayi etmektir. Bu kubbeye sarfedeceğimiz altınları, Allah yolunda
sarfetmemiz gerekir. Bunu yoksul Müslümanlara verirsek daha hayırlı olacaktır.
Böyle dedikten sonra
kubbeyi mimarın teklifine göre inşa ettirdi. İş tavana gelince Velid, tavanın
deve hörgücü şeklinde yapılmasını, iç kısmının da altın merdivenleri andıran
mukarnas şeklinde yapılmasını emretti. Yakınlarından biri ona şöyle dedi:
"Kendinden sonra damlarını çamurlamaları hususunda insanları zora soktun.
Çünkü bu mescidin damım her sene yeniden çamurlamak gerekiyor." Böyle demekle
yakını; toprağın pahahlaşacağını, işçilerin pahalıya mal ola-caklannı ve bu
masrafında her sene bu mescit için büyük bir yekûn tutacağını söylemek istedi.
Bunun üzerine Velid, ülkesindeki kurşun-lann toplatılmasını emretti ki, toprak
yerine kubbeyi kurşunla kaplasın ve bu, tavanı daha hafif tutsun. Şam'ın ve
diğer beldelerin en ücra nahiyelerine kadar haber göndererek kurşun
toplatılmasını emretti. Görevliler araştırma yaptılar. Bir kadının yanında
kantarlarca kurşun buldular, pazarlığa giriştiler. Kadın: "Bu kurşunlan
ancak ağırlığınca gümüşe satanm." deyince görevliler bunu bir mektupla
Velid'e bildirdiler. O da: "Ağırlığınca gümüş karşılığınca da olsa o
kurşunlan satın alın." diye emir verdi. Görevliler, gümüşü verdiklerinde
kadın: "Madem böyle, ben de bu kurşunlan Allah rızası için sadaka olarak
veriyorum ki, mescidin tavanına konulsun." dedi. Görevliler de kurşun
levhalannın üzerine: "Allah içindir." diye yazdılar. Anlatıldığına
göre kurşunlan sadaka olarak veren kadın, İsrailli idi ve kurşun levhalannın
üzerine kadından alındığını bildiren şu ibare yazıldı: "Bu kurşunlan
İsrailli kadın vermiştir."
Muhammed b. Aiz dedi
ki: Üstadlarm şöyle dediklerini işittim: Dımışk camiinin inşaatı; ancak emanetin
edası sayesinde tamamlandı. Çünkü halktan veya işçilerden bir adamın yanında
bir kuruş veya bir çivi fazla ise mutlaka getirir, o kuruşu veya çiviyi depoya
bırakırdı.
Şamlı ihtiyarlardan
bir dedi ki: Dımışk camiinde sadece iki düz beyaz taş vardı. Bunlardan biri
Belkıs'm tahtından alınmıştı. Caminin diğer taraflan hep mermerdendi.
Ravinin biri dedi ki:
Velid, kartal kubbesinin altındaki iki yeşil direği, Halid b. Yezid b.
Muaviye'nin oğlu Harb'tan 1.500 dinara satın aldı.
Duhaym, Cenah'ın şöyle
dediğim rivayet etmiştir: "Dımışk mescidinde 12.000 mermer vardı."
Ebu Kusay, Amr b.
Muhacir el-Ensârî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"İlgililer, Şam
camiinin kıble duvanndaki mozaikler için harcanan paranın 70.000 dinar
olduğunu tesbit ettiler."
Ebu Kusay dedi ki: Şam
camiine 400 sandık altın sarfedildi, her sandıkta 14.000 dinar vardı.
Başka bir rivayette
anlatıldığına göre her sandıkta 28.000 dinar vardı.
Ben derim ki: Her
sandıkta 14.000 dinar olduğunu ifade eden rivayete göre bu camiye 5.600.000
dinar sarfedilmiştir. İkinci rivayete göre ise 11.200.000 dinar sarfedilmiştir.
Başka bir rivayette anlatıldığına göre bundan daha fazla altın sarfedilmiştir.
Doğrusunu Allah bilir.
Ebu Kusay dedi ki: Bir
muhafız, Velid'e gelip şöyle dedi: Ey mü'-minlerin emiri, insanlar diyorlar ki:
"Mü'minlerin emiri beytü'1-mal-daki paraları gereksiz ve haksız yere
harcıyor." Bunun üzerine Velid insanların camide toplanmaları için çağrı
yaptırdı. Çağrı sonunda insanlar gelip camide toplandılar. Velid, minbere
çıkıp şöyle dedi:
"Duyduğuma göre
sizler demişsiniz ki; Velid, beytü'l-maldaki paraları gereksiz ve haksız yere
harcıyor! Ey Amr b. Muhacir! Kalk da beytü'l-maldaki paraları buraya
getir."
Amr b. Muhacir, gidip
beytü'l-maldaki paraları katırlara yükleyerek camiye getirdi. Sonra yere bir
sergi serildi. Paralar, kartal kubbesinin altında serilen serginin üzerine
döküldü. Som altınlar, halis gümüşler bir yığın oluşturdu. Öyle bir yığın ki,
bir taraftaki adam ayağa kalktığında diğer tarafta ayakta duran adamı göremiyordu.
Bu gerçekten çok büyük bir miktardı. Sonra iki kaban getirildi, altınlar ve
gümüşler tartıldı. Görüldü ki, beytü'l-maldaki paralar üç sene boyunca halka
yetecek miktardadır. Başka bir rivayette anlatıldığına göre beytü'l-maldaki
paraların gelecek onaltı sene boyunca halka yeteceği anlaşılmıştı. Yani halk,
hiçbir gelir sağlamasa bile bu müddet boyunca geçimini beytu 1-maldan
sağlayabilecek durumdaydı. Velid, onlara dedi ki:
"Allah'a yemin
ederim ki, bu mescidin inşaatına beytü'l-maldan bir tek dirhem dahi
sarfetmedim. Bu cami masrafları tümüyle kendi malımdan karşılanmıştır."
Velid'in böyle demesi üzerine halk sevinip tekbir aldı. Aziz ve Celil olan
Allah'a bu nimetinden ötürü hamd ettiler. Halifeye hayır duada bulundular.
Sonra teşekkür edip dualarda bulunarak ayrılıp gittiler. Velid, son olarak
onlara şöyle demişti:
"Ey Şam halkı!
Siz diğer insanlara dört şeyle; havanız, suyunuz, meyveleriniz ve
hamamlarınızla övünüyorsunuz. Ben, bu övünç kaynaklarınıza beşinci birşeyi
eklemek istedim ki, o da bu camidir."
Ravinin biri dedi ki:
Dımışk camiinin kıblesinde üç altın levha vardır. Bu levhalar halkasızdır, her
birinde şu ibareler yazılıdır:
"Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla. Allah'tan başka ilah yoktur. O diridir, kendi zatıyla
kaimdir. Onu uyku ve ımızganma tutmaz. Allah'tan başka ilah yoktur. O birdir,
ortaksızdır. Ondan başkasına ibadet etmeyiz. Rabbimiz bir olan Allah'tır.
Dinimiz İslâm'dır. Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'dir. Bu mescidin
yapılmasını ve daha önce içinde ibadet edilen kilisenin yıkılmasını, Allah'ın
kulu ve mü'minlerin emiri Velid, hicretin seksenaltıncı senesinin zilkade
a-yında emretti."
Bu levhaların
dördüncüsünde ise Fatiha, Naziât, Abese ve Tekvîr sûreleri yazılı idi.
Anlatıldığına göre Me'mun'un Şam'a gelmesinden sonra bu levhalardaki yazılar
silinmiştir. Rivayete göre bu camiin ze-mİni gümüşle, duvarları çok yükseklere
kadar mermerle kaplıydı. Mermerler üzerine altından üzüm resimleri işlenmişti.
Üzümler üzerinde de altın taşlar vardı ki, yeşil, kırmızı, mavi ve beyaz
renkler işlenmişti- Duvarlara diğer meşhur beldelerin suretleri de nakşedilmişti.
Mihrab üzerine Ka'be resmi yapılmıştı. Sağda ve solda diğer iklimlerin
resimleri vardı. Ülkelerdeki güzel meyveli ve çiçekli ağaçların nakışlan da
yapılmıştı. Tavan ise, altın mukarnasla işlenmiş, birbirine bağlı zincir
figürleri yapılmıştı ki, bunların hepsi altın ve gümüştendi. Mumların
ışıkları, mescidin her tarafına yayılmaktaydı.
Ravinin birinin
anlattığına göre sahabeler mihrabında billurdan bir küpçük vardı. Kalile adı
verilen bu küpçüğün mücevher ve incilerden imal edildiği de söylenir. Camideki
kandiller söndürüldüğünde bu küpçüğün ışığı etrafa saçılırdı. Harun Reşid'in
oğlu Emin hilafete geçince -ki o, billur ve cevheri seven bir kimseydi-
Süleyman'a ve Şam muhafız komutanına haber yollayarak bu küpçüğü kendisine
göndermelerini bildirdi. Şam valisi de halktan korktuğu için küpçüğü çalıp
Emin'e gönderdi. Me'mun hilafete geçince bu küpçüğü Şam'a iade etti. Böyle
yapmakla Emin'in itibarım düşürmek istedi.
İbn Asakir dedi ki:
Daha sonra ben Emevi camiine gittiğimde o küpçüğün yerine camdan bir küpçük
konulmuştu. Ben onunda bilahare kırıldığını ve yerine hiçbir şey konulmadığım
gördüm.
Dediler ki: Sahn
dahilindeki büyük kapıların üzerinde kilit yoktu, sadece kapılara perdeler
asılmıştı. Üzerlerinde altın işlemeler bulunan duvarlara da perdeler
sarkıtılmıştı. Sütunların başları som altınla kaplıydı, sütunların tepesi
çepeçevre işlemeli idi.
Velid, kuzey taraftaki
arus minaresini inşa ettirdi. Doğu ve batıdaki minarelere gelince bunlar çok
önceleri yapılmıştı. Bu mabedin her köşesinde cidden yüksek kuleler vardı.
Yunanlılar, bunları gözetleme kuleleri olarak inşa etmişlerdi. Daha sonra
kuzeydeki kuleler yıkıldı, kıble tarafındaki kuleler ise zamanımıza kadar varlıklarını
muhafaza ettiler. Doğu tarafındaki kulelerden biri, hicretin 740. senesinden
sonra yakıldı. Bu kule yeniden Hristiyan parasıyla inşa edildi. Çünkü yangını
Hristiyanların çıkardığı iddia edilmişti. Bu kule en güzel şekilde yeniden inşa
edildi. Beyda minaresi de denilen bu kuleye ahir zamanda Deccal'in ortaya
çıkmasından sonra Meryem oğlu Isa (a.s.) inecektir. Nitekim bu husus,
"Sahih-i Müslim"de Nevvas b. oem an tarafından rivayet edilen bir
hadiste sabittir.
Ben derim ki: Sonra bu
minarenin üst tarafı yakıldı ve yeniden *nşa edildi. Üst tarafı ahşaptandı,
hicretin 770. senesinin sonunda tamamı taşla inşa edildi.
Kısaca diyeceğimiz
şudur ki, Emevi camiinin inşaatı tamamlandığında yeryüzünde ondan daha güzel
bir cami ve bina yoktu. Ondan daha göz alıcı ve ondan daha zarif bir eser
mevcut değildi. Öyleki bir kimse, o camiye veya bir tarafına veya bir kısmına
veya bir mekanına baktığında caminin hüsn-ü cemalinden ötürü şaşkına dönerdi.
Ona bakan kimse, bakmaktan usanmazdı. Aksine ona her baktıkça daha önce
görmediği, hayret verici bir durumla karşılaşırdı. O camide Yunanlılar
zamanından kalma tılsımlar vardı. Caminin bulunduğu kısma haşereler, yılanlar,
akrepler, böcekler hatta serçeler dahi girmezdi. İnsanlara eziyet veren,
insanları rahatsız eden güvercinler ve serçeler oraya girip yuva yapmazlardı.
Bu tılsımların çoğu, ya da tümü bu mabedin tavanına konulmuştu. Bir asır sonra
yani hicretin 461. senesinde Fatımi devleti hüküm sürerken şaban ayının
ortasında ikindiden sonra çıkan yangında o tılsımlar da yanmıştı. Yunanlıların
Şam'da yaptıkları bazı tılsımlar vardı ki, bunların bir kısmı zamanımıza kadar
devam etmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Bu tılsımlardan biri,
Arpacı çarşısında Ümmü Hakim köprüsü yanındaki direktir. Direğin başında
küresel birşey vardır. O mekan bugün "Ulebiyyin" adıyla
bilinmektedir. Şamlıların anlattıklarına göre idrar yapmakta zorluk çeken
hayvanların idrar yapmasını kolaylaştırmak için Yunanlılar, bu direği oraya
dikmişlerdir. İdrar yapmakta zorluk çeken bir hayvanı bu direğin etrafında üç
kez döndürdüklerinde içi boşalır ve hayvan idrar yapmaya başlarmış. Bu, Yunanlılardan
bu yana deneyle sabit bir durumdur.
Bu direkle ilgili
olarak İbn Teymiye şöyle demiştir: "Bu direğin altında zorba ve inatçı bir
^cafir medfundur ki azab çekmektedir. Hayvanı bu direğin çevresinde
döndürdüklerinde azap sesini duyar, korkusundan ötürü idrar yapıp etrafı
pisler. Bu nedenledir ki, hayvanları Hristiyan, Yahudi ve kafirlerin
mezarlarına götürürler. Oralarda azap çekenlerin seslerim duyduklarında idrar
yapmaya başlarlar. Sözü edilen direğin herhangi bir sırrı yoktur. O direkte
bir fayda veya zarar bulunduğuna inanan kimse, aşırı bir yanılgıya düşmüş
olur."
Başka bir rivayette
anlatıldığına göre o direğin altında bir hazine vardır. Sahibi de orada
medfundur. Sahibi, tekrar dünyaya dönmeye inananlardandı. Böylelerinin şu
görüşte olduklarını yüce Allah, bize şöyle haber veriyor: "Hayat ancak bu
dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız, tekrar diriltilmeyiz." (ei-Müminûn, 37.)
Doğrusunu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir.
Süleyman b.
Abdülmelik, kardeşinin ölümünden sonra kendi hilafeti müddetince Emevi
camiinin kalan kısımlarını tamamlamaya çalıştı ve camide kendisi için yeniden
bir maksure yaptırdı.
Ömer b. Abdülaziz,
hilafete geçince camii; içinde bulunan altınlardan temizlemek, içindeki altın
zincirleri, mermer ve mozaikleri çıkarmak ve bütün bunları beytü'1-mala iade
edip yerlerini çamurla sıvamak istedi.
Ancak Şamlılar, bundan
rahatsız oldular ve bu durum çok ağırlarına gitti. Eşraf toplanıp Ömer b.
Abdülaziz'in huzuruna çıktı. Halid b. Abdullah el-Kuserî, eşrafa: "Ben
sizin sözcülüğünüzü yapacağım." dedi ve halife Ömer b. Abdülaziz'e şöyle
dedi:
- Ey müminlerin emiri!
Duyduğumuza göre şöyle ve şöyle yapa-cakmışsın.
- Evet.
- Bunu yapmaya hakkın
yok, ey mü'minlerin emiri.
- Nedenmiş ey kafir kadının oğlu! (Halid b.
Abdullah el-Kusa-rî'nin annesi, Bizanslı Hristiyan bir cariyş idi. Bu nedenle
halife ona, ey kafir kadının oğlu, diye hitab etmişti.)
- Ey mü'minlerin emiri,
şayet annem kafir idiyse de mü'min bir adam dünyaya getirtti.
- Doğru söyledin (Ömer
utandı, sonra ona şöyle dedi): Peki niçin bana böyle diyorsun?
- Ey mü'minlerin emiri, çünkü mescitteki
mermerlerin çoğunu Müslümanlar kendi paralarıyla başka ülkelerden satın alıp
getirdiler. Bunlar beytü'l-malın değildir.
Ömer, başını önüne
eğdi.
Dediler ki: O zamanda
Bizans hükümdarının elçileri Şam'a geldiler. Emevi camiinin Berid kapısından
içeri grip kartal kubbesi altındaki büyük kapının yanına vardıklarında ve
akıllarını şaşkına çevirecek derecede caminin göz alıcı güzelliğini, misli
görülmemiş zinetini gördüklerinde, büyükleri bayılıp yere düştü. Onu alıp
evlerine götürdüler. Evlerinde günlerce ağır hasta olarak yattı. Durumu
düzelip kalktığında başına gelen hadiseyi kendisine sordular. O da şöyle cevap
verdi: "Müslümanların böyle bir binayı yapabileceklerini sanmıyordum. Bu
binanın inşaatı bitmeden kısa sürede onların yıkılacaklarına
inanıyordum." Ömer b. Abdülaziz bunu duyunca: "Öfke kafirleri
mahvetti, onu kendi haline bırakın." dedi.
Ömer b. Abdülaziz'in
zamanında Hristiyanlar kendisinden, Ve-lıd'in kendilerinden almış olduğu kilise
konusunun tartışılacağı bir divan teşkil etmesini istediler. Ömer, adaletli bir
kimseydi. Velid'in kendilerinden alıp Emevi camiine dahil ettiği kısmı
kendilerine iade etmek istedi. Sonra konuyu araştırıp tahkik etti. Neticede
gördü ki, Şehir dışındaki kiliseler, sahabelerin Hristiyanİara yazdıkları barış
Delgesinin kapsamına dahil değildir. Örneğin Kasyon dağı eteğindeki eyri Merran
kilisesi (Bu kilise Mazamiye köyünde idi.), Rahip kilisesi, Torna kapısı
dışındaki Torna kilisesi ve Havaciz köylerindeki diğer kiliseler, sulh yoluyla
fethedilen araziler dahilinde değillerdi. Bunun üzerine Ömer b. Abdülaziz,
Hristiyanları, istedikleri şeyi elde etmeleri ve sözünü ettiğimiz diğer
kiliseleri yıkma, yahut bu sözü edilen kiliseleri kendi halinde bırakıp Emevi
camiine verdikleri arsayı gönül rızasıyla vermiş olma arasında muhayyer
bıraktı. Onlarda üç gün sonra görüş birliğine vararak sözü edilen kiliselerin
kendi halinde bırakılması ve bu hususta kendilerine bir eman yazısı yazılması
hususunda antlaştılar. Emevi camiine daha önce verilerek cami kapsamına alınan
mezkur arsayıda gönül rızasıyla Müslümanlara bıraktılar. Bunun üzerine Ömer b.
Abdülaziz de bu hususta onlara bir eman mektubu yazdı.
Kısaca diyeceğimiz
şudur ki, inşaatı tamamlandığı zaman Emevi camimin, güzellik ve göz alıcı
manzarası bakımından dünyada başka bir benzeri yoktu. Şair Ferezdak, bu
hususta: "Şamlılar, kendi beldelerinde Cennet köşklerinden bir
köşktedirler." dedi. "Cennet köşkü" sözü ile Emevi camiini
kasdetmişti.
Ahmed b. Ebi'l-Havarî,
İbn Sevban'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Yeryüzünde
Şamlılar kadar Cennet'e şiddetli bir arzu duyan başka kimselerin bulunmaması
gerekir. Çünkü onlar, Şam'daki mescidin güzelliğini görmektedirler. Bu mescit,
Cennet köşklerinden bir köşktür."
Dediler ki:
Mü'minlerin emiri Mehdi, Kudüs ziyaretine giderken Şam'a girdiğinde Emevi
camiine baktı, sonra katibi Ebu Ubeydullah el-Eş'arî'ye şöyle dedi:
"Ümeyye oğulları üç hususta bizi geride bıraktılar. Biri bu mescittir ki,
yeryüzünde bunun bir benzeri bulunduğunu bilmiyorum, ikincisi, kendilerine
bağlı olan kimselerin asaleti, üçüncüsü ise, Ömer b. Abdülaziz'in mevcudiyetidir.
Allah'a yemin e-derim ki, onların bizi geride bıraktıkları bu üç şey bizde asla
mevcut olmayacaktır."
Sonra Kudüs'e
gittiğinde kayanın yanındaki mescide baktı. Orayı Abdülmelik b. Mervan inşa
ettirmişti. Bakınca katibine: "İşte bu da Emevilerin bizi geride
bıraktıkları şeylerden dördüncüsüdür." dedi.
Me'mun, Şam'a girip
Emevi camiine baktığında yanında kardeşi Mutas'ım, kardeşi Yahya b. Eksem de
vardı. "Bu camideki şeyler ne kadar da hayret vericidir." dedi.
Kardeşi: "Şu içindeki altınlara bak." dedi. Yahya b. Eksem ise:
"Şu mermerlere ve kemerlere bakın." dedi. Me'mun da: "Ben bu
camiin daha önce misli ve benzeri görülmemiş binalarından hayrette
kalıyorum." dedi. Sonra da Kasım et-Temma-re: "Bana güzel bir isim
söyle de cariyeme o ismi takayım." dedi. Kasım: "Cariyene Şam camii
adını tak. Çünkü bu ad, adların en güzeli air." dedi.
Abdurrahman, imam
Şafiî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Dünyadaki
harikalar beştir. Biri, sizin şu fenerinizdir (yani İskenderiye'deki
Zülkarneyn Feneri.). İkincisi, Ashab-ı Kehf tir (Bunlar Rumlardan oniki
kişiydiler.). Üçüncüsü, Endülüs'te şehrin giriş kapısındaki aynadır. Kişi bu
aynanın altına oturduğunda yüz fersah uzaklıktaki arkadaşını görebilir. (Başka
bir rivayette anlatıldığına göre: "İstanbul'daki arkadaşını
görebilir." Başka bir rivayette anlatıldığına göre: "İstanbul'daki
arkadaşını bile bu aynada görebilir." demiştir.). Dördüncüsü, Şam
camiidir ve bu camiye yapılan masraflardır. Beşincisi, mermer ve mozaiktir.
Bunun kaynağı bilinemez. Denildiğine göre mermer macundan yapılmıştır. Bu da
onun ateşte erimesinden anlaşılmaktadır."
İbn Asakir, hicri 432.
senede Şam'a gelen İbrahim b. Ebi'1-Leys adındaki yazarın bir risalesinde şöyle
dediğim nakleder:
"Sonra yola devam
etmemiz emredildi. Oradan güzellikleri tamamlanmış, içi dışı uyum içinde olan,
sokaklarından güzel kokular saçılan, caddeleri geniş olan bir şehre geldim. O
şehrin her neresinde yürüdüysem güzel kokular hissettim. Her nereye gittiysem
hayret verici manzaralarla karşılaştım. Camiine vardığımda insanın anlatamayacağı,
görenin hakikatini idrak edemiyeceği muhteşem şeyler müşahede ettim. Özetle,
orası zamanın hazinesidir. Vaktin ender görülen şeyidir. Harika birşeydir.
Hiçbir zamanda görülemiyecek garip bir varlıktır. Onur ve üstüklük sahibi yüce
Allah, oranın devamlı dillerde dolaşan bir hatırasını sabit kılmıştır. Asla
gizlenmeyen ve çürü-nıeyen bir ününü varetmiştir."
İbn Asakir dedi ki:
Şam camii ile ilgili olarak muhaddislerden biri -Allah ömrünü uzun kılsın-
bana şöyle bir şiir okudu:
"Şam ki, camiinin
güzelliği dillerde dolaşır, her tarafa yayılır. Onun ihtiva ettiği şeyler
anlatılır, köşeleri yüksektir.
kemalde eşi görülmemiş
bir güzelliğe sahiptir. Gözler onun bedii sanatlarım algılayamaz.
Yeri hoş ve
mübarektir. Bereket ve mutluluk vardır, şanslı bir yerdir.
Şam camii, bütün
güzellikleri içinde toplamıştır. Böylece Şam, camiler hususunda diğer
şehirlerden üstün olmuştur.
Binası sağlam
yapılmıştır. Yerine oturmuştur.
Mimarının emeğini
Allah boşa çıkarmasın.
O camiin üstünlük ve
şehametini gören ve dinleyen kimseler için sadıkane eserler anlatırlar.
Yangından önce müthiş
bir eserdi. Ama yangın ateşleri o camiin zeminini bambaşka bir hale döndürdü.
Yangın o camiin
güzelliğini götürdü. Artık giden güzelliklerin geri geleceğini ummuyorum.
Duvarlardaki ziynet ve
değerli taşları düşünecek olursan, o taşları dizen ustanın maharetini kesin
olarak anlarsın.
Resimlerindeki ağaçlar
hep meyve verirler. O meyvelerin rüzgardan etkilenmesinden korkulmaz.
Sanki onlar, külçe
altından yapılmış bir yere dikilen zümrüt ağaçlarına benzerler. Faydalarıyla
her tarafı kaplarlar.
O camide öyle meyve
resimleri vardır ki, olgunlaşmak üzere olduklarını sanırsın.
Olgunlaşan
meyvelerinin de bozulmasından korkulmaz.
O meyveleri
bakışlarınla devşirirsin, elle değil. O meyveler satıcılar için devşirilmez.
Altında mermer
levhaları vardır, o levhaları kesip yerleştiren eli Allah kesmesin.
O mermer levhaları
sağlamca yerlerine yerleştirmiştir ustalar. Bu da o ustaların maharetini
gösterir.
Camiin kemerlerine ve
tavanına bakıp düşünürsen,
Ustasının mahareti
anlaşılır.
Kubbesinin güzelliğini
seyredersen,
Kubbedeki yivler
akıllara hayret verir.
Deliklerinden
rüzgarlar girip çıkar. Fırtınalar karşısında bile kubbe, sağlamlığını koruyup
güçlenir.
Zemininde mermerler
döşelidir. Oralara bakan gözler sevinçle parlar.
Orada güzel ilim
meclisleri vardır. O topluluklara bakan kimsenin kalbi ferahlar.
Her kapıda ibrikler
vardır. İnsanlar def-i hacet hususunda rahattırlar.
Herkes, o camiin
kolaylık tesislerinden yararlanır. Oranın faydalarından istifade etmede kimse
geri çevrilmez.
Sular, o camide açılan
kanallardan sürekli akıp gider.
Camiin yanındaki çarşı
hep kalabalıktır. Caddelerinde de insan kalabalığı vardır.
Çünkü o çarşılardaki
meyveleri ve eşyaları almak isterler.
Orası sanki dünyadaki
bir Cennet'tir. Keşke musibet ve afetler oraya gelmeseydi.
Salgınlara rağmen
selametini devam ettirdi.
Allah orayı afetlerden
korusun." [2]
Rivayet olunduğuna göre
Katade, Tîn sûresini şöyle tefsir etmiştir: "Bu sûrenin başındaki
"Tîn" kelimesinin Şam camii, "Zeytûn" kelimesinin Mescid-i
Aksa, "Tûr-i Sinîn" kelimesinin yüce Allah'ın Musa peygamberle
konuştuğu dağ, "Beled-i Emin'in" ise Mekke şehri olduğunu söylemiştir.
Bunu İbn Asakir bu şekilde rivayet etmiştir."
Safvan b. Salih,
Ka'bü'l-Ahbar'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Şam'da öyle bir mescid
yapılacaktır ki, o mescit, dünyanın harab olmasından kırk sene sonrasına kadar
varlığını devam ettirecektir."
Velid b. Müslim, Ebu
Abdurrahman'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yüce Allah, Kasyan
dağına vahyederek: "Gölgeni ve bereketini Kudüs dağına hibe et."
dedi. O da öyle yaptı. Cenâb-ı Allah, bu defa ona şöyle vahyetti: "Madem
dediğimi yaptın, ben de senin üzerinde kendim için bir ev yapacağım ki,
dünyanın harab olmasından kırk sene sonrasına kadar orada bana ibadet
edilecektir. Günler ve geceler sona ermeden de gölgeni ve bereketini sana iade
edeceğim."
Ebu Abdurrahman dedi
ki: "Kasyan dağı, Cenâb-ı Allah katında yalvarıp yakaran zayıf bir adam
mesabesindedir."
Duhaym dedi ki:
Mescidin dört duvarı Hud peygamber taralından yapılmıştır. Üst tarafa kadar
işlenen mozaiklere gelince, bunlarda Velid b. Abdülmelik tarafından
yapılmıştır. Yani o, duvarı yükseltti. Mermerlerin ve üzüm motiflerinin
üzerinden itibaren yukarıya doğru yükseltti.
Başkasının ifadesine
göre Velid b. Abdülmelik, camiin sadece kıble duvarını yaptırmıştır.
Osman b. Ebi Atika'dan
rivayet olunduğuna göre ilim ehli kimseler, Tîn sûresinin başındaki
"Tîn" kelimesinin Şam camii olduğunu söylemişlerdir.
İbn Berami ed-Dımışkî
adıyla tanınan Ebu Bekir Ahmed b. Abdullah b. Ferec, Abdurrahman b. Yahya b.
İsmail b. Ubeydullah b. Ebi'l-Muhacir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Saatler kapısı dışında bir kaya vardı. Kurbanlar onun üzerine konulurdu.
Kabul edilen kurbanı bir ateş gelip yerdi. Kabul edilmeyen kurban ise orada
olduğu gibi kalırdı."
Ben derim ki: Bu kaya
parçası, saatler kapısı içine nakledilmiştir ve şu ana kadar orada mevcuttur.
Halktan bazısının iddiasına göre o kaya parçasının üzerine Adem peygamberin iki
oğlu, kurbanlarını bırakmışlardı. Onlardan birinin kurbanı kabul edilmiş,
diğerininki ise kabul edilmemişti. Doğrusunu Allah bilir.
Hişam b. Ammar, Hasan
b. Yahya el-Hasenî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Rasûlullah
(s.a.v.), miraca götürüldüğü gece Şam mescidinin arsasında namaz kıldı."
İbn Asakir'in ifadesine göre bu, munkati ve cidden münker olan bir rivayettir.
Başkalarından böyle bir söz nakledilmiş değildir.
Ebu Bekir
el-Beramî'den rivayet edilmiştir: Bir gece Velid b. Ab-dülmelik, kayyuma gitti
ve ona: "Bu gece mescitte namaz kılmak istiyorum. İçeride namaz kılan bir
kimse kalmasın." dedi. Adamlarından biri: "Ey mü'minlerin emiri, işte
Hızır peygamber her gece bu mescitte namaz kılıyor." dedi. Başka bir
rivayette anlatıldığına göre Velid: "Bu gece kimseyi içeriye
bırakmayın." dedi. Sonra saatler kapısına geldi. Kapının açılmasını
istedi, kapı açıldı. Saatlerle maksure bitişiğindeki yeşil kapı arasında bir
adamın namaz kılmakta olduğunu gördü. Kayyuma: "Bu gece namaz kılması için
mescide kimseyi bırakmamanızı size emretmemiş miydim?" diyerek çıkıştı.
Adamlarından biri: "Ey mü'minlerin emiri, bu Hızır'dır. Her gece bu
mescitte namaz kılar." dedi. Ancak bu hikayenin senedinde ve şahinliğinde
şüphe vardır. Başka rivayetlerde Hızır'ın orada mevcud olduğu veya o mekanda
namaz kıldığı söylenmemektedir. Doğrusunu Allah bilir.
Emevi camiinin batı
tarafındaki minaresinin yanında kıble zaviyesine, son asırlarda Hızır zaviyesi
denilmiştir. Bunun sebebini bilemiyorum. Tevatüren sabit olduğuna göre
sahabeler, Emevi camiinde namaz kılmışlardır. Bu da hem o cami için hem de
sahabelerin namaz kıldıkları diğer camiler için şeref olarak yeter.
Bu camide ilk olarak
namaz kılan sahabe, Şam'daki emirü'1-üme-re Ebu Ubeyde b. Cerrah'tır. Bu zat
Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olup bu ümmetin emin îrişisidir. Muaz b.
Cebel ve diğer bazı sahabeler de bu camide namaz kılmışlardır. Ama Velid'in
mabedi bu şekle çevirmesinden önce. Velid'in bu şekle döndürmesinden sonra Enes
b. Malik dışında başka bir sahabe bu camiiyi bu haliyle görmüş değildir. Enes,
hicretin doksanikinci senesinde Şam'a gelmişti. O esnada Velid, bu camii yeni
şekliyle inşa ediyordu. Enes, orada namaz kıldı. Velid'i gördü, namazı vaktin
sonuna dek ertelemesini hoş karşılamadı. Nitekim bu hususu, Enes'in
biyografisini anlatırken nakletmiştik.
Ahir zamanda yeryüzüne
indiğinde İsa peygamber de bu mescitte namaz kılacaktır. O zamanda Deccal
ortaya çıkacak ve bela umumile-şecek, insanlar onun önünden kaçıp Şam'a
toplanacaklar, hidayet mesihi olan İsa peygamber, sapıklık mesihi olan Deccal'i
öldürecektir. Isa peygamber, sabah namazı vaktinde Emevi camiinin doğu tarafındaki
minaresine inecektir. İndikten sonra caminin içerisine girdiğinde namaz için
kamet getirildiğini görecek. İmam da ona: "Ey Allah'ın ruhu, buyur imamlık
yap." diyecek, böylece İsa peygamber, bu ümmetten Mehdi adında bir zatın
arkasında namaza duracaktır. Doğrusunu Allah bilir.
Daha sonra İsa peygamber,
halkla birlikte camiden çıkacak ve Efik boğazı yanında Deccal'i yakalıyacak
(başka bir rivayete göre lud kapısı yanında onu yakalıyacak) ve onu orada
Öldürecektir. Bunu, şu avet-i kerimeyi tefsir ederken detaylı olarak
anlatmıştık: "Kitab ehlinden, ölmeden önce, İsa'ya inanmayacak
yoktur." (en-Nisâ, 159.)
"Sahih"te
rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Canım kudret
elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Meryem'in oğlu (İsa), aranıza doğru
bir hakem, adil bir imam olarak inecek' haçı kıracak, domuzu öldürecek ve
cizyeyi tarh edecektr. İslâm'dan başkasını da kabul etmeyecektir."
Kısaca diyeceğimiz
şudur ki: İsa peygamber, Şam'daki Emevi camiinin doğu minaresine inecektir. O
zaman Şam şehri, Deccal'a karşı korunmuştur. Bu minare, Hristiyan parasıyla
inşa edilmiştir. Sonra İsa peygamberin yeryüzüne inişi, onlar için bir ölüm ve
helak olacaktır. O, iki meleğin arasında yeryüzüne inecek, elini omuzlarına
daya-yacaktır. Üzerinde iki aba bulunacaktır. Başka bir rivayete göre kızıl
toprakla boyanmış iki giysi giyecektir. Hamamdan çıkmış gibi başından sular
damlayacaktır. İnişi de sabah namazı vaktinde olacak, kendisi namaza kamet
getirildiği esnada minareye inecektir. Bu inişi de Şam'daki Emevi camiine
olacaktır.
Nevvas b. Seman
el-Kilabî tarafından "Sahih-i Müslim"de yapılan bir rivayette ifade
edildiğine göre İsa peygamber, Şam'ın doğusundaki beyaz minareye inecektir. Bu
minare beyaz renkli olup, Şam'da bundan daha güzel bir minarenin, daha yüksek
ve göz alıcı bir eserin mevcudiyeti bilinmemektedir. Hamd ve minnet Allah'adır.
Ben derim ki: İsa
peygamberin Emevi camiinin minaresine inmesi, garipsenecek bir olay değildir.
Çünkü Deccal belası o zaman her tarafı saracak ve insanlar gelip Şam şehrinin
içine toplanacaklar. Deccal da onları kuşatma altına alacaktır. O şehre giren
herkesin Deccal'a tabi olması zorunlu hale gelecek. Ya da onun maiyetinde esir
olacaktır. Ahir zamanda Şam şehri, Müslümanların toplanma yeri ve Deccal'a
karşı korunakları olacaktır. Hal böyle olunca kim o şehrin dışında bir yerde
namaz kılabilir? Çünkü Müslümanların hepsi Şam Şehrinin içinde olacaklardır.
İsa peygamber, namaz için kamet getirildiği zamanda inecek ve Müslümanlarla
birlikte namaz kılacak, sonra onları peşine takıp Deccal'i takibe çıkacak ve
onu öldürmek isteyecektir. Avamdan bazılarının ifadelerine göre Şam'daki doğu
mi-faresinden kasıt, Belaşo mescidinin minaresidir ki, bu mescit doğu aPisının
dışındadır. Bazılarına göre ise bu mescidin minaresi, doğu
kapısının üzerindedir.
Rasûlullah'm ne kastettiğini ancak Allah bilir. Allah ki, noksanlıklardan
münezzeh olup herşeyi bilir. Herşeyi ilmiyle kuşatır, herşeye güç yetirir,
herşeyin üzerinde olup kahredici güce sahiptir. Hiçbir şey, zerre ağırlığınca
da olsa göklerde ve yerde onun ilmi dışında kalmaz. [3]
İbn Asakir, Zeyd b.
Vakid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Velid, Şam camiinin
inşaatında çalışan işçilerin üzerine beni a-mir yaptı. Kazı esnasında bir
mağara bulduk. Bunu Velid'e haber verdik. Gece olduğunda o, eline mum alarak
yanımıza geldi ve mağaraya indiğinde içerisinin 3x3 zira boyutunda bir kilise
olduğunu gördü. Kilisede bir sandık vardı, sandığı açtığında içinde bir sepet
buldu. Sepette de Zekeriya peygamberin oğlu Yahya (a.s.)'nın başı vardı ki,
üzerinde, "Bu, Zekeriya oğlu Yahya'nın başıdır." diye yazılıydı.
Velid, emir vererek onu yine yerine koydurttu ve: "Bu mağaranın üzerine
diğerlerinden değişik bir sütun dikin." diye emir verdi. Biz de mağaranın
üzerine diğerlerininkine nispetle daha büyük başlı bir sütun koyduk.»
Başka bir rivayette
Zeyd b. Vakid'in şöyle dediği nakledilmektedir: "O mağara, kıble
duvarının örülmesinden önce duvarın alt tara-finda bulundu. Yahya (a.s.)'mn
başını Büceyle mescidi yanındaki kıble cihetindeki kanalda buldular. Bu baş,
kase sütununun altına konuldu."
Evzaî ile Velid b.
Müslim'in ifadelerine göre Yahya (a.s.)'mnbaşı, iri başlı dördüncü sütunun
altına yerleştirilmiştir.
Ebu Bekir b.
el-Beramî, Süfyan-ı Sevrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Şam
mescidinde kılınan bir namaz, başka yerde kılman 30.000 namaza bedeldir."
Bu cidden gariptir.
Başka bir rivayette
anlatıldığına göre Vasile b. Eska, Emevi camiinin Ciron kapısı yanındaki
kapısından çıkarken Ka'bü'l-Ahbar'la karşılaşmış, Ka'b ona şöyle sormuş:
- Nereye gidiyorsun?
- Mescid-i Aksa'ya
gideceğim.
- Gel, Emevi camiinde
sana bir yer göstereyim ki, orada namaz kılan kimse, Mescid-i Aksa'da namaz
kılmış gibi sevab kazanır.
Ka'b, onu alıp
götürmüş ve ona halifelerin çıkış yeri olan Babü'l-Asfar ile batı revakı
arasındaki yeri göstermiş ve şöyle demiş:
- Bu iki nokta
arasında namaz kılan kimse, Mescid-i Aksa'da namaz kılmış gibi sevap kazanır.
- Öyleyse burası hem
benim, hem de kavmimin meclisi olsun.
- Öyle olsun.
Bu da cidden garip ve
münker bir rivayettir. Böyle rivayetlere iti- edilemez.
Velid b. Müslim'in
şöyle dediği rivayet edilir: Velid b. Abdülmelik, Sam mescidinin inşa edilmesi
için emir verdiğinde işçiler msscidin kıble duvarının örüleceği yerin altında
nakışlı ve yazılı bir taş levha buldular. Durumu Velid'e bildirdiler. Kimse
taşı çıkaramıyordu. Bizanslı ustalara haber gönderdi. Onlar da geldiklerinde
çıkaramadılar. Sonra Şam'daki eski ustaları çağırttı, onlar da çıkaramadılar.
Vehb b. Münebbih'e başvurması söylendi. Haber gönderip onu yanına çağırttı.
Vehb geldiğinde ona taş levhanın bulunduğu yeri söylediler. Gidip baktığında
-oranın Hud peygamber tarafından inşa edildiği söylenir-taş levhayı okumaya
başladı. Taşta şunlar yazılıydı:
"Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla. Ey ademoğlu! Ecelinin az kaldığını görseydin uzun
emellerinden vazgeçip zahid olurdun. Çünkü ayağın kayıp öldüğünde pişmanlıkla
karşılaşacaksın. O zaman ailen ve maiyetindeki adamların seni Azrail'e teslim
edecekler, dostların, arkadaş ve yakınların- seni ona bırakacaklar. Sonra sana
seslenilecek, sen cevap veremez hale geleceksin. Ailene, işinin başına
dönemiyeceksin. Şu halde kıyamet günü gelmeden önce kendi nefsin için çalış.
Ecelin gelmeden, hasret ve pişmanlıkla karşılaşmadan, ruhun bedenini
terketmeden, salih amel işle. Bu dünyada topladığın malın, sahib olduğun
çocuğun, geride bıraktığın kardeşin sana fayda veremez. Daha sonra toprak
altında, âlem-i berzaha göçecek, ölülerle komşu olacaksın. Ölmeden önce
hayatının kıymetini bil, zayıflamadan önce gücünün değerini bil. Hastalanmadan
önce sağlığının kıymetini takdir et. İlahi gazaba yakalanmadan, artık salih
amel işliye-miyecek hale gelmeden fırsatı değerlendir." Bu levha, Davud
peygamber zamanında yazılmıştı.
İbn Asakir dedi ki:
Velid b. Abdülmelik zamanında Emevi camii inşa edilirken inşaat alanında kazı
yaparlarken kilitli, taştan bir ka-pıya rastladılar. Kapıyı açamadılar. Durumu
Velid'e bildirdiler. O da kapının yanma geldi, huzurunda kapı açıldı. İçeride
bir mağarada taştan bir insan heykeli gördüler. Bu heykel, taştan bir ata
bindirilmişti. Heykelin bir elinde mihrabtaki kırbaç vardı. Diğer eli ise
yu-ttmlu idi. Yumulu elin kırılmasını emretti. Kırdıklarında içinde biri
buğday, diğeri arpa olmak üzere iki tahıl tanesi çıktı. Bunun ne anlama
geldiğini sorduğunda kendisine şöyle dediler: "Eğer o eli kırdır-pıasan ve
kendi haline bıraksaydın bu şehirde arpa ve buğdaya asla kmııl
düşmeyecekti."
Yüz sene yaşayan Hafiz
Ebu Hamdan el-Verrak dedi ki: Bazı ihtiyarların şöyle dediklerini işittim:
Müslümanlar, Şam'a girdiklerinde Mukaslat üzerindeki direğin üstünde, elini
yumuk halde uzatmış bir insan heykeli gördüler. Yumuk eli kırdıklarında içinde
bir buğday tanesi çıktı. Bunun ne anlama geldiğini sorduklarında onlara şöyle
cevap verildi: "Şu buğday tanesini, Yunan filozofları bu heykelin
avucu-na yerleştirdiler ki, bu ülkedeki buğdaylara kımıl musallat olmasın. Bu
sayede kımıl bu ülkede senelerce kalsa bile buğdaylara musallat olmaz."
İbn Asakir dedi ki:
Ben Mukaslat kilisesinin kemerleri üzerinde et pişirme ızgaralarını gördüm.
Mukaslat kilisesi,, büyük çarşının kemerleri üzerine kurulmuştu ki, sabuncular
ve aktarlar bugünde oradadırlar. İslâm askerleri Şam'ı fethettiklerinde Ebu
Ubeyde, Cabiye kapısından, Halid b. Velid doğu kapısından, Yezid b. Ebu Süfyan
da küçük Cabiye kapısından şehre girdiler.
Abdülaziz et-Temimî,
Ebu Nasr Abdülvahhab b. Abdullah el-Mir-rî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Şamlı ihtiyarlardan
oluşan bir cemaatın şöyle dediklerini işittim: Emevi camiinin tavanında, kıble
duvarı tarafında Yunan filozoflarının yaptıkları tılsımlar vardır. Pislikler
ve fena kokuları engelleyen tılsımlar... Bu tılsımların bulunduğu yere
kargalar ve pislikler girmez. Fare, yılan ve akrepler için de tılsımlar vardır.
Bu tılsımların bulundukları kısma fareler asla girmezler. Ancak bu tılsımların
tesirlerini yitirmek üzere olduklarını sanıyorum. Örümceklerin ağ örmemeleri
için de gerekli tılsımlar bu camiye yerleştirilmiştir.»
Hafız İbn Asakir dedi
ki: Dedem Ebu Fadl Yahya b. Ali'nin şöyle dediğini işittim: Ben, Emevi camiinde
yangından önce diğer haşereler içinde tılsımların bulunduğunu gördüm. Bu
tılsımlar, örtüler içinde tavana asılıydılar. Yangından önce bu tılsımlar
nedeniyle camide haşerelere rastlanmazdı. Hicretin 461. senesi şaban ayının
ortalarında ikindiden sonra çıkan yangında bu tılsımlar yandı. Şam'da çok
tılsımlar vardı, ancak o tılsımlardan Ulebiyyin çarşısında olup tepesinde
büyük bir küre bulunan bir sütun kalmıştır ki, bu da idrar yapmakta zorluk
çeken hayvanların tedavisi için yararlı olmaktadır. İdrar yapmakta zorluk
çeken bir hayvanı, bu sütunun etrafında üç kez döndürdüklerinde rahatlıkla
idrar yapmaya başlar. Şeyhimiz İbn Teymiye, bu konuda şöyle demiştir: "O
sütunun altında bir müşrikin mezarı bulunmaktadır. Müşrik, mezarında azab
çekmektedir. Orada döndürülen hayvanlar müşrikin feryadını işittiklerinde
korkup idrar yapmaya başlarlar. Bu nedenledir ki, kabız olan hayvanları Yahudi
ve Hristiyanlann mezarlarına götürdüklerinde hayvanların kabızlıkları açılır.
Bu da hayvanların mezarda azap görenlerin feryadlannı işitmelerinden
kaynaklanmaktadır."
Doğrusunu Allah bilir. [4]
Kadı Abdullah b. Ahmed
b. Zebr dedi ki: Caminin cephe tarafındaki kapısına saatler kapısı
denilmesinin sebebi, Beleşkar adındaki ustanın orada saatler yapmış olmasıdır.
Orada bu ustanın yaptığı bir saat vardı ki, günün bir, saati geçince bakırdan
serçeler, yılanlar ve kargalar saatin içinden dışarı çıkar, ötmeye başlarlardı.
Bir de saatin alt tarafındaki tasa da bir çakıl tanesi düşerdi. Böylelikle
insanlar, gündüzün bir saatinin geçtiğini anlarlardı. Diğer saatlerde de aynı
hareket tekrarlanırdı.
Ben derim ki: Bunun
iki ihtimali vardır. Ya caminin ön cephesindeki kapıda saatler bulunduğundan
dolayı bu kapıya saat kapısı denilmiştir ki, bu kapıya ziyade kapısı da
denilmektedir. Ancak bu kapının, caminin inşasının tamamlanmasından bir süre
sonra yapıldığı söylenmektedir. Ama bu da kadı İbn Zebr zamanında, o kapıda
saatlerin mevcudiyetine engel bir husus değildir. Ya da caminin Ön cephe
duvarının doğu tarafında Babüzziyade yanında başka bir kapı daha vardı ki, o
kapıda saatler vardı. Daha sonra oradaki saatlerin tümü, bugünün Verrakin
kapısına nakledilmiştir. Bu kapı, caminin doğu ta-ramdaki kapısıdır. Doğrusunu
Allah bilir.
Ben derim ki: Verrakin
kapısı da caminin ön cephesindedir. Buradan camiye giriş yapıldığından ya da
camiye bitişik olduğundan ötürü bu kapıda camiye nispet edilir. Doğrusunu Allah
bilir.
Ben derim ki: Caminin su
akan sahnmın ortasında ve halk tarafından Ebu Nüvas kubbesi denen kubbeye
gelince bu, hicretin 369. senesinde inşa edilmiştir. Bazı Dımışklılarm
yazılarına dayanarak ibn Asakir bu tarihi vermiştir. Caminin sahnmda bulunan
yüksekçe batı kubbesine gelince -ki buna Aişe kubbesi denmektedir- bu hususta
şeyhimiz Zehebî'nin şöyle dediğini işittim: "Bu kubbe, Mehdi b. Mansur
el-Abbasî zamanında hicretin 160. senesi hudutlarında inşa edildi. Caminin
hasılatları ve evkafının kitapları buraya konuldu."
Mescid-i Ali kapısının
üzerindeki doğu kubbesine gelince, bu hususta denilir ki: Bu kubbe, Hakim
el-Ubeydî zamanında hicretin 104. senesi hudutlarında inşa edilmiştir. Ciron
yolu altındaki su fıskiyesine gelince, bunu şerif Fahrü'd-Devle Ebu Ali Hamza
b. Hasan b. Ab-bas el-Hasenî inşa etmiştir. Bu zat, Emevi camiinin nazırı idi.
Camiye Haccac'ın sarayından büyük bir taş getirdi. Hicri 417. senenin
re-Dîyülevvel ayının yedisinde cuma gecesi oraya su akıttı. Çevresinde Köprüler
inşa ettirdi. Üzerine de bir kubbe yaptırdı. Sonra bu kubbe, izdiham nedeniyle
hicri 457. senenin safer ayında çöktü. Kubbe yeni-en in§a edildi. Fakat
sütunları yine yıkıldı. Bu olay da hicretin 562. senesinin şevval ayında vuku
buldu. Bütün bunları İbn Asakir anlatmıştır.
Ben derim ki: Su fıskiyesinin
üst orta kısmındaki çanağımsı taşa gelince, bu taş hâlâ orada bulunmaktadır.
Ben bunu gördüm, fakat daha sonraları oradan kaldırılıp götürülmüştür. Ciron
şadırvanında da o çanağımsı taşa benzer bir taş vardı. Hicretin 741. senesinde
Hristiyanların çıkardığı yangın sebebiyle o taş orada kaybolup gitti. Sözü
edilen şadırvan, öncekine nispetle daha güzel bir şekilde yeniden yapıldı.
Ancak o çanağımsı taş kaybolup gitti, izine rastlanmadı. Daha sonra Ciron
fıskiyesinin doğusundaki şadırvan -zannedersem-hicretin 514. senesinden sonra
inşa edildi. Doğrusunu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah daha iyi
bilir. [5]
Ebu Bekir b. Ebu
Davud, Hassan b. Atiyye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Kur'ân dersleri,
Hişam b. İsmail el-Mahzumî tarafından Emevi camiinde verilmeye başlandı. Ancak
Abdülmelik, onu bu işi yapmaktan alıkoydu. Bir gün sabah namazından sonra
Emevi camiinde oturmakta iken bir Kur'ân sesi işitti: "Bu nedir?"
diye sorunca kendisine, Abdülmelik'in, Hadra köşkünde Kur'ân okumakta olduğunu
söylediler. Hişam b. İsmail de okumaya başladı. Sonra Abdülmelik, Hişam'-ın
kıraatma göre okudu. Kölelerinden biri de onun kıraatma göre okumaya başladı.
Daha sonra mescitteki cemaat, bu okuyuşu beğendiler ve buna göre okumaya
başladılar.»
Dımışk hatibi Hişam b.
Ammar, Halid b. Dıhkan'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Şam camiinde ilk
olarak kıraati ihdas eden kişi, Hişam b. İsmail b. Muğire el-Mahzumî'dir.
Filistin'de de kıraati ilk ihdas eden kişi, Velid b. Abdurrahman
el-Cüreşî'dir.»
Ben derim ki: Hişam b.
İsmail, Medine-i Nebeviyye valisi idi. Velid b. Abdülmelik'e bey'ata
yanaşmayan Said b. Müseyyeb'i döven de odur. Sonra Velid, onu Medine
valiliğinden azledip yerine Ömer b. Abdülaziz'i tayin etmişti.
Aralarında Hişam b.
İsmail, azatlısı Rafi ve İsmail b. Abdullah b. Ebi'l-Muhacir'in de bulunduğu
tabiinden selefi salihinin önde gelen şahsiyetleri, Şam'da bu kıraat-ı seb'a
meclisine katılmış ve dinlemişlerdir. İsmail b. Abdullah, Abdülmelik b.
Mervan'ın çocuklarına yazı öğretmişti. Hişam b. Abdülmelik ve oğulları
Abdurrahman ile Mer-van tarafından Ifrikiyye valiliğine atanmıştı.
Kıraat-ı seb'a
meclisine kadılardan Ebu İdris el-Holanî, Nümeyr b. Evs el-Eş'arî, Yezid b.
Übey el-Hemedanî, Salim b. Abdullah el-Haribî, Muhammed b. Abdullah b. Lebid
el-Esedî; fikıhçı, muhaddis, Kur'ân hafızlarından da Ebu Abdurrahman Kasım b.
Abdirrahman (Muaviye'nin azatlısı), Mekhul, Süleyman b. Musa el-Eşdak, Abdullah
b. Âlâ b. Zebr, Ebu İdris el-Asğar, Abdurrahman b. İrak, Abdurrahman b. Amir
el-Yahsubî (Abdullah b. Amir'in kardeşidir.), Yahya b. Haris ed-Dimarî,
Abdülmelik b. Numan el-Mirrî, Enes b. Enes el-Özrî, Süleyman b. Büzeyr el-Karî,
Süleyman b. Davud el-Huşemî, İran b. Hakim el-Kureşî, Muhammed b. Halid b. Ebi
Zibyan el-Ezdî, Yezid b. Ubeyde b. Übey el-Muhacir, Abbas b. Dinar ve diğerleri
de katılmışlardı. îbn Asakir böyle nakletmiştir.
Abdullah b. Alâ'dan
şöyle rivayet edilmiştir: «Dahhak b. Abdurrahman, Emevi camiinde kıraat dersi
verildiğini inkar etmişti. Ben bizzat kendisinin: "Ben, peygamberin
ashabına ulaştığım halde böyle bir şeyi ne gördüm ne de işittim." dediğini
duydum.»
İbn Asakir'in
ifadesine göre Dahhak b. Abdurrahman, Ömer b. Abdülaziz'in hilafeti döneminde
hicri seksenaltmcı sene sonlarında Şam'da valilik yapmıştır. [6]
Dımışk camiinin
inşaatı, hicri seksenaltmcı sene sonlarında başladı. Bu camiin yerinde bulunan
kilise, aynı senenin zilkade ayında yıkıldı. Yıkım işlemi tamamlandıktan sonra
cami inşaatına başladılar. Bu inşaat, on senede tamamlandı. Hicretin
doksanaltmcı senesinde caminin inşaatı tamamlanınca banisi Velid b. Abdülmelik
vefat etti. Ancak bazı eksiklikler kalmıştı ki, bunları da -önceki sayfalarda
ifade ettiğimiz gibi- kardeşi Süleyman tamamladı.
Yakub b. Süfyan ise,
bu hususta şöyle demiştir: Ben bu caminin daha önce yerinde bulunan kilisenin
yıkılması ve camiin inşası konusunu Hişam b. Ammar'a sorduğumda o bana şunları
anlattı: Velid, Hristiyanlara şöyle demişti: "Ne dersiniz? Biz bilindiği
gibi Torna kilisesini kuvvet kullanarak almıştık. Dahildeki kiliseyi ise sulh
yoluyla almıştık. Şimdi ben Torna kilisesini yıkacağım. Torna kilisesi dahildeki
kiliseden daha büyüktür." Hristiyanlar, Velid'in bu teklifini kabul
ettiler. O da dahildeki kiliseyi yıkıp Emevi camiine kattı. Kilisenin kapısı da
bugünkü caminin kıblesinde idi. Yani bugün içinde namaz kılman mihrabın
yerindeydi. Kilise, Velid'in halifeliğinin ilk zamanlarında, yani hicri
seksenaltmcı senede yıkıldı. Emevi camiinin inşaatı yedi sene sürdü. Nihayet
inşaat tamamlanmadan Velid vefat etti. ^ln kısımları, bir rivayete göre daha
sonra kardeşi Hişam tamanı-ı. Bunda bazı faydalar varsa da yanlışlıklar da
vardır. Yanlışlık şu ki, inşaatın yedi sene sürdüğünü söylemişlerdir. Oysa on
sene sürmüştür.
Velid b. Abdülmelik'in
bu senede, yani hicri doksanaltıncı senede vefat ettiği hususunda ise ihtilaf
yoktur, bu doğrudur. Ebu Cafer b. Cerir, siyer âlimlerinin bu hususta icma
ettiklerini nakletmektedir. Velid'den sonra caminin eksik kısımlarını
tamamlayan zatın Hişam değil de Süleyman olduğu bilinmektedir. Doğrusunu,
noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir.
Ben derim ki: Önceki
sayfalarda da geçtiği gibi İbn Asakir'in şöyle dediği kendi yazısı esas
alınarak nakledilmiştir: Bu camide bazı şeyler sonraları yemlendi. Yenilenen
şeyler arasında caminin sahnın-daki üç kubbe de vardır. Bunları daha Önce
anlatmıştık. Denildiğine göre doğu taraftaki kubbe, hicretin 450. senesinde
Mustansır el-Ubeydî zamanında onarılmış, üzerine Mustansır'ın adı ve ayrıca
Rafi-ziler tarafından kendi imamları olarak iddia edilen oniki imamın adı
yazılmıştır.
Caminin sahnına
konulan iki sütuna gelince, bunlar cuma geceleri aydınlatma görevini ifa
etmektedirler. Bunlar hicretin 441. senesinde ramazan ayında şehrin kadısı Ebu
Muhammed'in emriyle oraya yerleştirilmişlerdir. [7]
Velid b. Abdülmelik b.
Mervan b. Hakem b. Ebi'l-As b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdumenaf Ebu'l-Abbas
el-Ümevî. Babasının halifeliğinden sonra -onun veliahdı olduğu için- hicretin
seksenaltıncı senesinin şevval ayında kendisine bey'at edildi. Velid, babasının
en büyük oğlu ve onun veliahdı idi. Velid'in annesi Vellade binti Abbas b. Hazm
b. Haris b. Züheyr el-Absî'dir.
Velid, hicretin ellinci
senesinde doğdu. Ebeveyni onu lüks ve refah içinde büyüttüler. Şımardı,
edepsizce büyüdü. Arapçayı iyi bilmezdi. Uzun boylu, esmer yüzlüydü. Yüzünde
çiçek hastalığının izleri vardı. Burun kemeri geniş ve burnu aşağıya doğru
eğikti. Yürürken salınarak yürürdü. Yakışıklıydı (Çirkin olduğuna dair zayıf
bir rivayet de vardır.). Sakalının ön kısmı ağarmıştı. Sehi b. Sa'd'ı gördü,
ziyaretine gelen Enes b. Malik'i dinledi. Kıyamet alametleri hakkında neler
duyduğunu ona sordu. Nitekim bu hususu Enes'in biyografisinden söz ederken
anlatmıştık. Said b. Müseyyeb'i de dinlemişti. Zührî ve diğerleri bunu böyle
nakletmişlerdir.
Rivayete göre
Abdülmelik, oğlu Velid'i veliaht yapmak istediği zaman önce karar vermiş,
sonra bu kararını askıya almıştı. Çünkü VeHd Arapçayı iyi bilmiyordu. Bunun
üzerine Velid, nahiv âlimlerinden bir topluluğu yanında toplamış, onları bir
sene müddetle yanında tutmuştu (Başka bir rivayete göre ise onları altı ay
müddetle yanında tutmuştur.). Bu müddet sonunda dışarı çıktığında öncekinden
daha cahil ve bilgisiz bir halde çıkmıştı. Babası Abdülmelik de: "Çaba
sar-fetti ama beceremedi. O özürlüdür." dedi.
Bir rivayette
anlatıldığına göre babası Abdülmelik, vefat edeceği zaman ona şu tavsiyelerde
bulunmuştu: "Ben öldüğüm zaman oturup gözlerini oğuşturma, kadınlar gibi
ağlayıp inleme. Aksine paçayı sıva, eteğini kemerine sok, gayret sarfet. Beni
mezarıma sarkıt; kendi halime bırak. İnsanları da kendine bey'ata çağır, her
kim başı ile şöyle ve böyle derse, sen de kılıcınla ona şöyle ve böyle diye
karşılık ver."
Leys dedi ki: Hicretin
doksansekizinci senesinde Velid, Anadolu'ya gazaya gitti. Bu senede insanlara
haccettirdi.
Başka bir ravi dedi
ki: Velid, bundan bir sene önce ve bundan bir sene sonra Malatya şehrine ve
diğer şehirlere gazaya gitti. Onun yüzüğünün kaşında, "Samimi olarak
Allah'a iman ettim." diye yazılıydı. Başka bir rivayete göre ise, "Ey
Velid, sen şüphesiz öleceksin." diye yazılıydı. Anlatıldığına göre onun
vefat ederken söylediği son söz şu olmuştur: "Sübhanallah velhamdülillah
ve lâ ilahe illallah."
İbrahim b. Ebi Able
dedi ki: Velid b. Abdülmelik, bir gün bana: "Kur'ân'ı ne kadar zamanda
hatmediyorsun?" diye sordu. Ben de: "Şu kadar zamanda
hatmediyorum." diye cevap verdim. Bana dedi ki: "Mu minlerin emiri,
bunca meşguliyetine rağmen Kur'ân'ı her üç günde bir hatmediyor." (Başka
bir rivayete göre ise, "Her yedi günde bir hatmediyor." dediği ifade
edilmektedir).
Velid'in, ramazan
ayında onyedi hatim yaptığını söyleyen İbrahim dedi ki: "Velid... onun
benzeri bulunamaz. O, Dımışk camiini inşa etti. O, bana gümüş külçeleri verir,
ben de o gümüşleri Kudüs'teki âlimlere dağıtırdım."
îbn Asakir, Yezid b.
Cabir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Velid, bir gün
Babü'l-Asğar'dan çıktığında doğu minaresinin yanında birşeyler yiyen bir adam
gördü. Gidip adamın yambaşmda durduğunda ekmek ve toprak yemekte olduğunu
müşahede etti. Ona: "Seni buna zorlayan sebep nedir?" diye sorunca:
"Kanaattir, ey muslinlerin emiri." dedi. Velid, meclisine gitti,
sonra o adamı yanına çağırttı. Adam gelince şöyle dedi: "Senin başında
bir hal var, bunu bana anlat. Yoksa kafanı uçururum." Adam da şöyle
karşılık verdi:
«Evet ey mü'minlerin
emiri, anlatacağım: Ben hammal bir adamam. Bir zaman, Mercu s-Sefer'den
Kesve'ye doğru giderken abdestim daraldı. Bir harabeye gidip def-i hacette
bulunmak istedim. Harabeye vardığımda bir bodrumla karşılaştım. İnip kazmaya
başladığımda külçe altınlarla karşılaştım. Dağarcıklarımı altınla doldurdum,
sonra bineklerimin yanına döndüm. Orada bir yemek torbası vardı. Torbadaki
yemeği boşalttım ve: "Az sonra Kesve'ye gideceğim, orada karnımı
doyururum. Şimdilik yemeğe ihtiyacım yok." deyip harabeye giderek o yemek
torbasını da altınla doldurmak istedim. Harabeye doğru gittim, ama orayı ne
kadar aradıysam bulamadım. Bulmaktan ümidimi kesince de bineklerimin yanma
dönmek istedim. Ancak dönünce bineklerimi de, yere boşalttığım yemeğimi de
bulamadım. Bunun üzerine artık ekmek ve topraktan başka birşey yememeye yemin
ettim.»
Velid, ona çoluk
çocuğu olup olmadığını sordu. O da: "Evet" diye cevap verince Velid,
beytü'1-maldan ona bir miktar mal verilmesini emretti.»
İbn Cerir dedi ki:
Bize anlatıldığına göre o tamahkar adamın binekleri kendi başlarına yola
koyulmuş ve nihayet beytü'1-mala gelmişler. Beytü'1-maî görevlileri de onları
ve yüklerini teslim alıp bey-tü'1-mala koymuşlardı. Velid de daha sonra o
bineklerin sahibini yanına çağırtıp ona şöyle demişti: "O mal bize
ulaştı, sen git develerini beytül-maldan al."
Anlatıldığına göre
Velid, onu ve ailesini geçindirecek bir miktar malı beytü'l-maldan ona
vermiştir.
Nümeyr b. Abdullah
eş-Şa'nanî, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: Velid b. Abdülmelik dedi
ki: "Eğer Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim'de Lut kavminden bahsetmeseydi,
ben erkeğin erkekle cinsel temasta bulunabileceğine inanmazdım."
Ben derim ki: Velid,
böyle demekle o çirkin fiilin kendisinde bulunmadığını ifade etmek istemiştir.
O yerilen fahiş fiil ki, Cenâb-ı Allah, o fiili işleyenlere türlü azaplar ve
çeşitli işkenceler çektirmiştir. O azap ve işkencelere daha önceki ümmetlerden
hiçbiri maruz bırakılmamıştı. Bu pis livata işine hükümdar ve emirlerin,
tüccar ve halkın, yazar, fikıhçı ve benzerlerinin çoğu müptela olmuşlardı.
Ancak Allah'ın kendilerini koruduğu kimseler, bu günahtan uzak kalmışlardır.
Çünkü livata fiilinde sayılamıyacak kadar kötülükler ve mefse-detler vardır. Bu
nedenle azabı da türlü türlü olmuştur. Pasif homoseksüelin öldürülmesi,
arkadan kendisiyle cinsel temasta bulunulmasından daha iyidir. Çünkü bu fiile
maruz kalan kimsenin, artık asla iyileşmiyecek mefsedetlere maruz kalması
muhakkaktır. Yalnız Allah'ın dilediği kimseler bundan kurtulurlar. Ayrıca
arkasından kendisiyle cinsel temasta bulunulan pasif homoseksüelin kötü ünü
her tarafa yayılır. Şu halde kişinin, çocuğunu küçüklükte ve buluğdan sonra
koruması ve bu mel'unlarla bir araya gelmesini önlemesi gerekir. Bu mel'unları
Rasûlullah (s.a.v.) lanetlemiştir.
Pasif homoseksüelin
Cennet'e girip giremiyeceği hususunda in-
sanlar ihtilafa
düşerek iki kavil ileri sürmüşlerdir. Sahih kavle göre pasif homoseksüel,
dürüst bir şekilde nasuh tevbesi yapar ve Allah'a yonelip durumunu düzeltir,
işlediği kötülükleri iyiliklerle değiştirir, türlü taatlerde bulunarak kendini
bu kötülüklerden arındırır, gözünü yumup mak'admı korur ve Rabbi ile muamelesinde
ihlaslı olursa, in-şaallah günahı bağışlanır ve cennetliklerden olur. Çünkü
Cenâb-ı Allah, tevbekarlann günahlarını bağışlar.
"Tevbe
etmeyenler, işte onlar zalimlerdir." (el-Hucurât, ıı.) "Ettiği
zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul
eder. Allah şüphesiz bağışlayandır, merhametli
olandır."
(ei-Mâide, 39.)
Büyüklüğünde pasif
homoseksüellik yapan kimse, küçüklüğünde bu çirkin işi işleyenden daha kötüdür.
Çünkü büyüklüğünde bu kötü işi yapan kimsenin tevbesi hemen hemen imkansızdır.
Böylelerinin dürüstçe nasuh tevbesinde bulunmaları çok uzak bir ihtimaldir. Ya
da geçmiş günahlarını sildirecek salih amellerde bulunmasına ihtimal
verilemez. Böylelerinin kötü sonla karşılaşmalarından korkulur. Nitekim kir ve
pislikleriyle ölen birçok kimseler, dünyadan çıkmadan temizlenmedikleri için
kötü sonla karşılaşmışlardır. Öyle ki maddi aşk, onları Allah'ın
bağışlamayacağı bir şirke düşürmüştür. Lutilerin ve diğer sehvetperestlerin
durumunu anlatan çok hikayeler vardır ki, onları burada anlatmak çok yer işgal
edecektir.
Kısaca diyeceğimiz
şudur ki, günahlar, masiyetler ve şehvetler, sahiplerini ölüm esnasında
yardımsız bırakırlar. Şeytan bile böylele-rini yalnız bırakır. İman zafiyeti ve
yardımsızlık belası üzerinde birleşir ve kötü sona maruz kalırlar. Yüce Allah,
bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Şeytan insanı
yalnız ve yardımcısız bırakıyor." (el-Furkân, 29.) Hatta kötü son, livata
fiilini işlememiş kimseler için de vuku bulmuştur. Öyleleri livatadan daha
basit günahlar işledikleri için kötü sona maruz kalmışlardır. Allah, bizi
böyle bir akibete maruz kalmaktan korusun. Dışı temiz, içi Allah'la beraber
olan, fiillerinde ve sözlerinde dürüst olan kimse böyle bir sona maruz kalmaz.
Abdülhak el-Işbilî'nin de anlattığı gibi böylesi temiz kimseler için kötü son
söz konusu değildir. Ancak içi inanç bakımından, dışı da amel bakımından bozuk
olup günah işlemeye karşı cüretkar olan kimseler, kötü sona maruz kalırlar.
Böyîeleri tevbe etmeden ölüp giderler.
Özetle diyeceğimiz
şudur ki; livata kötülüğü, kötülüklerin en büyüğüdür. Bu fiil, daha önceleri
Araplar arasında bilinmezdi. Nitekim birçokları böyle demişlerdir. Bu
nedenledir ki, Velid b. Abdülmelik: "Eğer Aziz ve Celil olan Allah,
Kur'ân-ı Kerim'de bize Lut kavminin hikayesini anlatmasaydı, ben, bir erkeğin
başka bir erkekle cinsel te-
maşta bulunabileceğine
inanmazdım." demiştir.
İbn Abbas (r.a)
tarafından rivayet olunduğuna göre bu hususta Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Lut kavminin
fiilini işleyen bir kimseyi gördüğünüzde bu işi yapanı da kendisine yaptıranı
da öldürün." Bunu sünen sahipleri rivayet etmiş, İbn Hibban ile diğerleri
de sahih bulmuşlardır. Peygamber (s.a.v.), Lut kavminin fiilini işleyen
kimseleri üç kez lanetlemiştir. Başka bir günahı işleyen kimseyi asla üç kez
lanetlememiştir. Bu işte aktif olanın da, pasif olanın da öldürülmesini
emretmiştir. Çünkü böylelerinin insanlar arasında kalmalarında hayır yoktur.
Bunların içi bozulmuş ve murdarlaşmıştır. Bu durumdaki kimsenin kalmasında
halk için bir fayda yoktur. Eğer Cenâb-ı Allah, halkı bunlardan kurtarıp rahata
kavuşturursa halkın hem din, hem dünya işleri düzelir. Lanet, ilahi rahmetten
kovulup uzaklaşmak demektir. Bir kimse Allah'tan, Rasûlünden, kitabından, onun
salih kullarından uzaklaşır-sa, onda ve ona yaklaşmakta hayır yoktur. Cenâb-ı
Allah, bir kimseye feraset, sezgi, nur, temyiz gücü verirse, o kimse insanların
durumlarına, görünüşlerine, yüzlerine bakınca onların amellerini anlar. İş işleyen
kimselerin yaptıkları işler, yüzlerinden, gözlerinden ve sözlerinden açıkça
anlaşılır.
Cenâb-ı Allah,
Lutileri anlatmış ve bunu, görebilen kimseler için ibret kılmıştır. Bu
husustaki ayetlerde şöyle buyurmuştur.
"Tan yeri
ağarırken, çığlık onları yakalayıverdi. Memleketlerini alt üst ettik.
Üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler
vardır." (ei-Hkr, 73-75.)
"Yoksa,
kalblerinde hastalık olanlar, Allah'ın onların kinlerini dışarı vurmayacağım
mı sandılar? Eğer dileseydik, biz, ey Muhammed, onları sana gösterirdik; sen onları
yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın.
Allah, işlediklerinizi bilir. Andolsun ki, sizi, içinizden cihada çıkanları ve
sabredenleri meydana çıkarana ve haberinizi açıklayana kadar
deneyeceğiz."(Muhammed, 29-31.)
Luti kimse, yaratılışa
ters düşmüştür. İşi tersine çevirmiş, erkekle cinsel temasta bulunmuş, bu
yüzden de Cenâb-ı Allah, onun kalbini ters döndürmüş, işini aksine
götürmüştür. Oysa daha önce durumu iyi olup kendisi felahtaydı. Ancak tevbe
edip iman eden, salih amel işleyen, sonra doğru yola eren kimse bundan
müstesnadır.
Tevbekarın
hususiyetlerini Cenâb-ı Allah, Berâe sûresinin sonunda anlatmıştır:
"Allah'a tevbe eden, kullukta bulunan...." Şu halde tevbe eden
kişinin Allah'a kulluk yapması, ahiret ameliyle uğraşması gerekir. Aksi
takdirde nefis, insanı yönlendiren hareket halindeki birşeydir. Eğer sen, onu
hakla meşgul etmezsen, o seni batılla meşgul eder. Öyleyse tevbekarın günah
işlemekle geçen vakitlerini, bu defa
taatla geçen vakitlere
döndürmesi gerekir. Daha önce kaçırdığı fırsatların yerine şimdi hayra doğru
atılan adımları kullanarak telafi edici faaliyetlerde bulunması, bakışlarını,
adımlarını, sözlerini, davranışlarını kontrol altına alması icabeder. Adamın
birisi, Cüneyd-i Bağda-dîye: "Bana tavsiyede bulun." deyince o, şöyle
tavsiyede bulunmuştu: "Öyle bir tevbe et ki, yükleri çözsün. Onur ve
izzeti gideren bir korku-kapıl, seni hayır yollarına iten bir ümide sahip ol.
Kalbinin atışlarında Allah'ın kontrolü altında olduğunu hatırla. İşte bu anlattıklarım,
tevbekarın nitelikleridir."
Sonra Cenâb-ı Allah,
tevbekarın özelliklerini anlatmayı şöyle sürdürüyor: "Allah'ı öven, O'nun
uğrunda gezen, rükû ve secde eden..." (et-Tevbe, 112.) Bu ayet-i kerimede
yüce Allah, tevbekarın özelliklerini sıralıyor.
Adamın biri
"Tevbekarlar kimlerdir?" diye soracak olursa, ona yukarıdaki ayet-i
kerime ile cevap verilir. Yoksa tevbe ettikten sonra kendisini Allah'a
yaklaştıracak bir yola koyulmayan her tevbe edici kişi, Allah'tan daha çok
uzaklaşır. Ona yönelip yakın olamaz. Nitekim Allah'ın rahmeti boldur, diyerek
kendini aldatan ve günah işleyip sakıncalı işlere bulaşan, taatları terkeden
kimse de Allah'tan uzaklaşır. Çünkü taatları terkedip masiyetleri işlemek, sırf
nefsi şehvetlerin tesiri altında haramları işlemekten daha büyük günahtır.
Tevbekar, mahzurlu şeylerden sakınan kimsedir, emredilen işleri yapan
insandır. Takdire rıza gösterip katlanan Müslümandır. Noksanlıklardan münezzeh
olan yüce Allah, insana acıyıp rahmet eder, yardımcı olur. O, kalblerdeki
şeyleri bilendir.
Velid b. Abdülmelik,
Arapçayı düzgün telafuz edemezdi, hatalı konuşurdu. Birçok ravi tarafından
anlatıldığına göre Velid, bir gün hutbe irad ederken, " Bu
iş, keşke son bulmuş
olsaydı." ayetini
okudu, ama ayetteki "Ya leyte" kelimesini, "Ya leytü"
şeklinde telaffuz etti. Böyle olunca da mana: "Keşke o ölüm olsa."
şeklinde oldu. Hutbesini dinlemekte olan Ömer b. Abdülaziz de: "Keşke o
ölüm sana olsa da Allah bizi senden kurtarsa." dedi.
Abdülmelik, bir gün
Kureyşli bir adama şöyle dedi:
- Sen Arapçayı eğer
hatalı telaffuz etmeseydin, iyi bir adam olacaktın.
- Senin oğlun Velid de
Arapçayı hatalı telaffuz ediyor.
- Ama oğlum Süleyman
hatalı telaffuz etmiyor.
7 Benim kardeşim filan
da hatalı telaffuz etmiyor, ibn Cerir, Ali b. Muhammed el-Medainî'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir:
"Velid b.
Abdülmelik, Şamlılar nazarında halifelerinin en fazilet-. si idi. Çünkü o,
Dımışk camiini inşa etmiş, minareleri yaptırmış, in-
sanlara bağışta
bulunmuş, cüzamlılara yardım etmişti. Onlara: "Kimseden dilenmeyin."
demiş, her kötürüme bir hizmetçi, her köre bir gü-dücü vermişti. Hilafeti
döneminde çok fetihlerde bulundu. Oğullarını Bizans'a gazveye gönderdi. Bütün
gazvelere oğullarını iştirak ettirdi. Hind'i, Sind'i, Endülüs'ü ve Acem
illerini fethetti. Askerleri Çin'e ve diğer yerlere girdi. Bununla beraber
Velid, bakkal dükkanına gider dükkandaki baklalardan bir demeti alır ve dükkan
sahibine; "Bunu kaça satıyorsun?" diye sorar; dükkan sahibi de:
"Bir fülüse satıyorum." deyince Velid, ona şöyle derdi: "Fiyatı
artır, sen kazanmalısın."
Anlatıldığına göre
Veiid, Kur'ân hafızlarına ihsan ve ikramda bulunur, onların borçlarını
ödermiş. Velid'in bütün düşüncesi inşaatçılıktı. Onun zamanındaki insanlarda
böyle oldular. Birbirleriyle karşılaştıklarında iki kişiden biri diğerine
"Ne bina yaptın? Ne inşaat yaptın? Ne imar ettin?" diye sorardı.
Velid'in kardeşi
Süleyman'ın ise bütün düşüncesi kadınlardı. Onun zamanındaki insanlar da böyle
oldular. Öyle ki, insanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında biri diğerine:
"Kaç kadınla evlendin, yanında kaç cariye var?" diye sorular
sorarlardı.
Ömer b. Abdülaziz'in
bütün düşüncesi Kur'ân okumaktı. Namaz kılmak, ibadet yapmaktı. Onun
zamanındaki insanlar da böyle düşünmeye başladılar. Öyle ki, iki kişi
birbirleriyle karşılaştıklarında biri diğerine: "Kaç virdin var? Günde ne
kadar Kur'ân okuyorsun? Dün ne kadar namaz kıldın?" diye sorardı.
İnsanlar derler ki:
Halk kendi hükümdarının yolunu tutar, eğer hükümdar içkici ise, içki içme çoğalır.
Hükümdar eğer luti (homoseksüel) ise halkı da öyle olur. Hükümdar eğer cimri
ve haris ise, halkı da öyle olur. Hükümdar eğer cömert, kerem sahibi ve
şecaatli biri ise, halkı da Öyle olur. Hükümdar eğer tamahkar, zalim ve zorba
ise, halkı da öyle olur. Hükümdar eğer dindar, takvalı, iyiliksever ve
ihsan-kar biri ise, halkı da öyle olur. Bu, bazı zamanlarda ve bazı şahıslarda
görülür. Doğrusunu Allah bilir.
Vakidî dedi ki: Velid,
zorba ve mutasallıt bir kimse idi. Öfkelendiğinde kimse onu durduramazdı.
İnatçıydı, çok oburdu. Cinsel ilişkiye aşırı derecede tutkun olup çok kadın
boşardı. Anlatıldığına göre o, altmışüç kadınla evlenmiştir. Cariyeler bu
sayının dışındadır.
Ben derim ki:
Vakidî'nin sözünü ettiği Velid, Emevi camiinin banisi Velid b. Abdülmelik
olmayıp, Velid b. Yezid adındaki fasıktır. Doğrusunu Allah bilir.
Velid b. Abdülmelik,
önceki sayfalarda anlattığımız şekilde Emevi camiini inşa ettirdi. O caminin
dünyada eşi ve benzeri yoktu. Kudüs'te Rasûlullah'm miraca giderken bastığı
kayalığın yanında bir kubbe inşa ettirdi. Ayrıca Rasûlullah'm mescidini
genişletti. Mezar-ı
büyuTîslâm tarihî
269
şerifin bulunduğu
hücreyi de mescide kattı. Onun birçok güzel eserleri vardır. Sonra o, hicri
doksanaltmcı senenin cemaziyelahir ayının ortalarında cumartesi günü vefat
etti. Bütün siyerciler, bu hususta müttefiktirler.
Ömer b. Ali el-Fellas
ile bir cemaatın ifadelerine göre Velid b. Abdülmelik, hicri doksanaltmcı
senenin rebiyülevvel ayının ortasında cumartesi günü vefat etti. Deyrü
Merran'da kırküç veya kırkdört veya kırkaltı veya kırkdokuz yaşında vefat
etti. Adamlar onu omuzlarında taşıyıp Babü's-sağir'deki mezarlığa götürerek
defnettiler. Ba-bü'1-feradis. mezarlığına defnedilmiş olduğuna dair zayıf bir
rivayet de vardır. Bunu İbn Asakir nakletmiştir. Cenaze namazını Ömer b.
Abdülaziz kıldırmıştır. Çünkü o zaman kardeşi Süleyman,. Kudüs-ü şerifte idi.
Başka bir rivayette anlatıldığına göre cenaze namazını oğlu Abdülaziz
kıldırmıştır. Kardeşi .Süleyman'ın kıldırmış olduğuna dair zayıf bir rivayet de
vardır. Ama sahih kavle göre namazım kıldıran zat, Ömer b. Abdülaziz'dir.
Doğrusunu Allah bilir. Yine Ömer b. Abdülaziz, onu mezarına bırakmış,
bırakırken de: "Onu yastıksız ve döşeksiz olarak mezara bırakıyoruz. Oysa
geride ganimetleri bıraktı, dostlardan ayrıldı. Mesken olarak toprağı seçti,
hesapla yüzyüze geldi. Dünyadaki salih amellere muhtaç kaldı. Geride bıraktığı
mallara ise ihtiyacı kalmadı." dedi.
Birkaç yoldan gelen
bir rivayette ifade edildiğine göre Ömer b. Abdülaziz, mezara bırakırken Velid'in
kefen içinde çırpındığım ve a-yağının boynu hizasına gelip yumulduğunu
söylemiştir.
Velid, meşhur kavle
göre dokuz sene sekiz ay süreyle halifelik yapmıştır. Doğrusunu Allah bilir.
Medainî dedi ki: Velid'in
ondokuz erkek çocuğu vardı. Bunların adları şöyledir: Abdülaziz, Muhammed,
Abbas, İbrahim, Temmam, Halid, Abdurrahman, Mübeşşir, Mesrur, Ebu Ubeyde,
Sadaka, Man-sur, Mervan, Anbese, Amr, Ruh, Bişr, Yezid ve Yahya. Abdülaziz ile
Muhammed'in anneleri, Velid'in amcası Abdülaziz b. Mervan'm kızı Ummü
Benin'dir. Ebu Ubeyde'nin annesi ise Fezariye'dir. Diğer çocukları muhtelif
kanlarındandır.
Medainî'nin ifadesine
göre Velid'in ölümü nedeniyle Cerir şöyle bir ağıt yakmıştır:
'Ey göz, hatıraların
coşturduğu yaşlarını cömertçe akıt.
Bu günden sonra
yaşlarını artık kendisi için saklayacağın bir
se kalmadı.
Halifenin şemaili
toprak altında gizlendi,
Mezarda toz toprak
içinde ve artık bir hayal oldu.
Çocuklarının
musibetleri çok büyük oldu.
Onlar şimdi, aralarında
ayın bulunduğu düşüp,kaybolan yıldızlar gibidirler.
Hepsi bir aradaydılar,
ama babalarının ölümünü geri çeviremediler.
Abdülaziz, Ruh ve
Ömer, onu ölümden kurtaramadılar." [8]
Bu zatın evi,
Sakafiyyin köşkünün batısında idi. Habib b. Mesle-me el~Fihrî'den, ganimet ve
kişiye öğle veya akşam yemeği vermeyen kimseden birşey istememe konusunda hadis
rivayet etmiştir. Bunun sahabe olduğunu da iddia edenler vardır. Sahih kavle
göre ise tabiidir. Atiye, b. Kays, Mekhul ve Yunus b. Meysere b. Halbes de
kendisinden rivayette bulunmuşlardır. Bununla beraber Ebu Hatim, onun
şahsiyeti bilinmeyen bir ihtiyar olduğunu söylemiştir. Ancak Neseî ile Ibn
Hibban, onun sika ravilerden olduğunu söylemişlerdir.
Ibn Asakir'den rivayet
olunduğuna göre Ziyad b. Haris, cuma günü Dımışk camiine girmiş, namazın
ertelendiğini görünce cemaata: "Allah'a yemin ederim ki, Allah, Muhammed
(s.a.v.)'den sonra namazı bu vakitte kılmanızı size emreden başka bir
peygamber göndermiş değildir." diyerek çıkışmış. Bu zat yakalanarak Hadra
köşküne götürülmüş ve başı koparılmıştır. Bu hadise, Velid b. Abdülmelik zamanında
olmuştu. [9]
Medine kadısı idi.
Şerefli bir kimse olup çok iyilikleri vardı. Cömert ve övgüye layık bir
insandı. Doğrusunu Allah bilir. [10]
Kardeşi Velid'in
vefatı gününde, yani hicri doksanaltmcı senenin cemaziyelahir ayının
ortalarında cumartesi günü Remle'de kendisinin halifeliğine bey'at edildi.
Süleyman, babaları Abdülmelik'in vasiyeti üzerine kardeşi Velid'den sonrası
için veliahd tayin edilmişti. Velid, ölmeden önce kardeşi Süleyman'ı
veliahtlıktan hal etmek ve yerine kendi oğlu Abdülaziz'i veliaht tayin etmek
istemişti. Haccac'da bu hususta ona uymuş ve tavsiyede bulunmuştu. Kuteybe b.
Müslim ile bir cemaatta bu hususta ona muvafakatlarım bildirmişlerdi. Cerir ve
diğer şairler, bu hususta şiirler ve kasideler söylemişlerdi. Ancak Ve-Hd'in
vefatına kadar bu iş gerçekleştirilemedi. Vefat edince de direkt olarak
Süleyman'ın halifeliğine bey'at edildi. Kuteybe b. Müslim, ona tehdit savurdu
ve bey'at etmemeye azmetti. Ancak Süleyman, onu azletti. Yerine Irak ve sonra
da Horasan valiliğine Yezid b. Mühelleb'i tayin etti. Fakat aradan on sene
geçtikten sonra onu tekrar valiliğe iade etti ve Haccac b. Yusuf ailesini
cezalandırmasını ona emretti. Çünkü daha önceleri Haccac, Yezid'i Horasan'dan
azletmişti. Bu senenin ramazan ayının bitimine yedi gün kala Süleyman, Osman
b. Hayyan'ı Medine valiliğinden azletti. Yerine Ebu Bekir b. Muhammed b. Anır
b. Hazm'ı tayin etti. Bu zat, âlimlerden biri idi.
Kuteybe b. Müslim,
Süleyman'ın halifeliğe geçtiğini duyunca ona bir mektup yazarak kardeşi
Velid'in ölümü nedeniyle taziyetlerini sundu, başsağlığı diledi. Halifeliğini
tebrik etti. Çektiği mihnetleri, sıkıntıları, düşmana karşı heybet ve
savaşlarını, Allah'ın kendisine nasib ettiği fütuhatı, büyük beldelerle
şehirleri ve iklimleri eliyle fet-hedişini dile getirdi. Ayrıca daha önce
Velid'e gösterdiği itaatkarlığı kendisine de göstereceğini, ona gösterdiği
samimiyyeti kendisine de sergileyeceğini ve nasihat vereceğini ifade etti.
Tabii bütün bunları, kendisini Horasan valiliğinden azletmemesi şartına da
bağladı. Bu mektubunda Yezid b. Mühelleb'in aleyhinde ifadeler kullandı.
Sonra ikinci bir
mektup yazdı. Yine bu mektubunda gerçekleştirdiği fetihleri, yaptığı
savaşları, hükümdarlar ve Acemler karşısındaki heybetini anlattı. Yezid b. Mühelleb'i
yine yerdi. Mektubunda eğer kendisini Horasan valiliğinden alıp yerine Yezid'i
tayin edecek olursa, Süleyman'ı halifelikten hal' edeceğine yemin etti.
Üçüncü bir mektup
yazarak bu mektubunda Süleyman'ı tümden halifelikten hal' ettiğini ifade etti
ve bunu bir ulakla halife Süleyman'a gönderdi. Gönderirken de ulağa şu
tenbihatı yaptı:
"Süleyman'a
birinci mektubu ver. Eğer mektubu okuyup Yezid b. Mühelleb'e verirse, ona
ikinci mektubu da ver. Eğer o mektubu da okuyup Yezd b. Mühelleb'e verecek olursa,
ona üçüncü mektubu ver."
Ulak gitti. Süleyman,
birinci mektubu okurken tesadüfen Yezid b. Mühelleb de yanına geldi. Okuduktan
sonra mektubu Yezid'e verdi. Yezid de okudu. Bu defa ulak, ikinci mektubu
Süleyman'a verdi. Süleyman, mektubu okuduktan sonra Yezid'e verdi. Sonunda
ulak, üçüncü mektubu da verdi. Süleyman, mektubu okuyunca mektupta Kuteybe'nin
kendisini halifelikten hal' ettiğini açıkça söylediğini gör-, büzünün rengi
değişti, sonra mektubu kapatıp elinde tuttu. Ye-zıd'e vermedi, ulağın misafirhaneye
götürülmesini emretti. Geceleyin haber göndererek ulağı yanma çağırttı. Ulağa
altınlar verdi, bir de mektup verdi ki, mektupta Kuteybe'yi Horasan'a vali
tayin ettiğini ifade ediyordu. Bu ulakla beraber kendi tarafından başka bir
ulakta gönderdi ki, kendisini Horasan valiliğinde bıraktığım ona bizzat ifade
etsin. Ulakların ikisi de Horasan'a ulaştıklarında Kuteybe'nin, halife
Süleyman'ı hilafetten hal' ettiğini duydular. Süleyman'ın ulağı, yanındaki
mektubu Kuteybe'nin ulağına verdi. Sonra ikisi de, -Süleyman'ın ulağı geri
dönmeden önce- Kuteybe'nin öldürülmüş olduğunu duydular. [11]
Bu olayın gelişmesi
şöyle oldu: Kuteybe, Süleyman b. Abdülnıe-lik'i halifelikten hal etmek ve onun
itaatından çıkmak amacıyla askerler topladı. Buna karar verdi. Askerlerine
kendisinin himmetli bir kimse olup fetihler yaptığını, kendilerine adaletli
davrandığını anlattı. Onlara bol miktarda paralar verdi. Sözünü tamamladıktan
sonra hiç kimse, onun bu çağrısına icabet etmedi. Bunun üzerine o da askerleri
kabile kabile, grup grup kınayıp azarlamaya başladı. Askerler de öfkelendiler,
yanından dağılıp gittiler. Ona karşı muhalefete başladılar, onu öldürmeye
çalıştılar. Bu muhalefetin elebaşılığını da Ve-ki b. Sud adında biri
yapmaktaydı. Çok sayıda adam topladı. Sonra Kuteybe'yle karşı karşıya gelip
vuruşmaya başladı. Nihayet onu bu senenin zilhicce ayında öldürdü. Onunla
beraber kardeşlerinden ve yeğenlerinden onbir adanı öldürdü. Aralarında Dırar
b. Müslim'den başka kimse hayatta kalmadı. Annesi Darra binti Dırar b. Ka'ka'
b. Mabed b. Sa'd b. Zürare'yi dayıları himaye ettiler.
Amr b. Müslim, Cüzcan
valisi idi. Kuteybe, Abdurrahman, Abdullah, Ubeydullah, Salih ve Yesar
öldürüldüler. Bu çocuklar, Müslim'in oğullarıydılar. Bunların da dört çocuğu
öldürüldü. Bütün bunları Ve-ki b. Sud öldürmüştü.
Kuteybe b. Müslim b.
Amr b. Husayn b. Rebia Ebu Hafs el-Bahilî, komutanların Önderlerinden ve
seçkinlerindendi. Büyük ve eşine az rastlanır liderlerdendi. İyi savaşan, mutlu
fetihler gerçekleştiren, övgüye layık görüşlere sahip olan bahadırlardandı.
Allah, onun vasıtasıyla yine sayılarını ancak Allah'ın bileceği çok sayıda
insanları doğru yola iletti. Bu insanlar, onun vasıtasıyla Müslüman oldular.
Aziz ve Celil olan Allah'a boyun eğdiler.
Kuteybe, çok sayıda
belde, şehir ve mıntıkayı fethetti. Nitekim bunu daha önceleri detaylıca
açıklamıştık. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, onun gayretini heba
etmeyecek, çabasını ve cihadını boşa çıkarmayacaktır.
Ama ölümüne neden olan
bir hata yaptı, hayatına mal olan bir işe girişti. Halifeyi hal' etti. Bu
nedenle ölüm, çabucak kendisine geldi Cemaattan ayrıldı ve cahiliye ölümüyle
öldü. Lakin daha önceleri salih amelleri işlemişti ki, bu amelleri onun
günahlarına inşaallah keffaret olurlar. Bu salih amelleri sayesinde yüce Allah,
onun hasene-lerini kat kat artırır. Allah onu affedip bağışlar. Onun düşmanla
yaptığı savaşlar ve bu savaşlarda çektiği sıkıntılar, Allah tarafından kabule
şayan olacaktır inşaallah.
Kuteybe, bu senenin
zilhicce ayında kırksekiz yaşında Horasan'ın uç noktasında Fergana'da vefat
etti. Babası Ebu Salih Müslim, Mus'-ab b. Zübeyr'le birlikte öldürülenlerdendi.
Kuteybe, Horasan'da on sene müddetle valilik yaptı. Oraya çok iyiliği dokundu,
yararlı faaliyetlerde bulundu. Öldürülmesi nedeniyle Abdurrahman b. Cumane
el-Bahilî, şöyle bir ağıt yakmıştı:
"Ebu Hafs
Kuteybe, sanki bir orduyla başka bir ordu üzerine yürümemiş,
O, sanki minbere hiç
çıkmamış,
Sanki etrafında
sancaklar dalgalanmamış,
Sanki insanlar, onun
nasıl bir asker olduğuna şahid olmamışlar,
Ölümler onu davet etti
ve o da Rabbinin davetine icabet etti.
O, iffetli ve temiz
olarak Cennet'e gitti.
İslâmiyet, Hz.
Muhammed'den sonra,
Ebu Hafs gibi başka
birisi ile destek ve hayır görmemiş,
Artık ağla ey
Ahber."
Şair, bu son beytinde
biraz mübalağa yapmıştır. Abher, Kuteybe'nin oğullarından birinin adıdır.
"Ey Mezhic'in
kızı! Mezhic ve Ezd kabilesinin süvarileri olmasaydı ve bunlar atlarını
şiddetle sürmeyip ordugahtaki ganimetleri ele geçirmeselerdi,
Ülkeler, bunlarla
parçalanmasaydı ve bunlardan Iraklılara haber gelmeseydi,
Ben cemaat akdini
içime sindirdim. Halifenin emrini tahkir ettim ve nıünkeratı helal saydım.
Onlar öyle bir
kavimdirler ki, Kuteybe'yi zorla ve şiddet kullanarak öldürdüler. Atları
serkeştir, üzerlerinde toz toprak vardır.
Merc-i Sinde Irak'ın
Mudarlılarım, aziz ve ulu kimselerini ayırd ettim.
Rebia kabilesinin
tümü, korkularından antlaşma yaptılar. Mu-hl
parçalandılar. Artık Mudarlı olacak kim vardır?
Irak'ın Ezd kabilesi ile
Mezhic kabilesi tümüyle ölüme doğru ileriler. Büyük babaları da ilerledi ki,
onlar Kahtanlılardır.
Bütün Mezhiclilerin
başlarını vururlar, gözlerine mil sürerler ki görmesin.
Ezd kabilesi de bilir
ki, sancağının altında donmuş bir mülk ve kızıl bir ölüm vardır.
Bizim izzetimizle
Muhammed muzaffer oldu.
Yine bizim sayemizde
Şam'da minber yerinde durmuştur."
İbn Cerir, bu kasideyi
mufassal bir şekilde açıklamış ve bu konuda cidden çok şiirler nakletmiştir.
İbn Hallikan dedi ki:
Cerir, Kuteybe b. Müslim için ağıt yaktı. Allah, ona rahmet etsin, onu
bağışlasın, makamım yüce kılsın.
"Emir Kuteybe b.
Müslim'i öldürdüğünüze pişman oldunuz. Yann Allah'ın huzuruna vardığınızda daha
da pişman olacaksınız.
Siz onun gazalarıyla
ganimet elde ettiniz.
Bu gün ise karşılaştığınız
kimselere ganimet olacaksınız.
O, Cennet'in
hurilerine gitti.
Ama Cehennem belası
üzerinizi kaplayacaktır."
Kuteybe'nin
oğullarından ve torunlarından bir grup, çeşitli beldelerde emirlik yaptılar.
Onlardan birisi, Ömer b. Said b. Kuteybe b. Müslim idi. Bu zat, cömert ve
övgüye layık bir kimseydi. Vefat ettiği zaman Basra'da bulunan Ebu Amr Eşca' b.
Amr es-Sülemî el-Mirrî, ona şu ağıdı yakmıştı:
"Amr b. Said,
göçüp gitti. Doğuda ve batıda herkes onu övüyor.
Enli taşlar altına
defnedilmeden önce onun ellerinin insanlara ne bağışlarda bulunduğunu
bilmiyordum.
Yerde dar bir mezara
girdi. Daha Önce diri iken, dar bir yere sıkışıp kaldı.
Gözlerimden yaşlar
aktıkça sana ağlayacağım, eğer gözlerim kapanırsa,
Kanatların sürükleyip
getirdiği şey, senden bana hatıra olarak yeter.
Sabırsızlık çoğalsa
bile ben musibete uğramış sayılmam. Ama senin ölümünden sonra da sevinip
ferahlamam.
Sanki senden başka bir
canlı ölmedi ve senden başka kimseye de ağıtçılar ağıt yakmadı.
Ölümünden sonra
ağıtlar ve anılar senin için hoş iselerde daha önce hayatta iken de senin için
övgüler hoştu."
İbn Hallikan dedi ki:
"Bu, hamasetle ilgili ağıtların en güzellerindendir." Böyle dedikten
sonra İbn Hallikan, Bahile kabilesinden bahsetti ve bu kabilenin Araplar
nazarında en düşük ve en rezil kabile olduğunu söyledi. Yine o, Eş'as b. Kays'm
Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle dediğini nakletmiştir: 'Ta Rasûlallah! Bizlerin
kanları birbirine denk midir?" Rasûlullah (s.a.v.) da ona şu cevabı
vermişti: "Evet! Bahile kabilesinin bir ferdi olarak Cennet'e girmekten
hoşlanır mısın?" O da su cevabı vermiş: "Yalnız cennetliklerin benim
o kabileden olduğumu bilmemeleri şartıyla Cennet'e girmek isterim."
Bedevilerden biri,
adamın birine: "Sen kimlerdensin?" diye sorduğunda adam:
"Bahile kabilesindenim." diye cevap vermiş. Bu defa bedevi, o adam
için ağıt yakmaya başlamış. Adam da şöyle demişti: "Sana şunu da
söyliyeyim, ben. Bahile kabilesinin asli fertlerinden değilim. Ben onların
müttefiklerindenim." Adam böyle deyince bedevi, onun ellerini ve ayaklarım
öpmeye başlamış, adam da: "Niçin böyle yapıyorsun?" diye sorunca
bedevi şöyle cevap vermişti: "Çünkü yüce Allah, seni dünyada bu musibete
maruz bırakmamıştır. Buna karşılık mutlaka ahirette sana Cennet'i
verecektir."
İbn Cerir dedi ki: Bu
senede, yani hicretin doksanaltmcı senesinde Kurra b. Şerik el-Absî vefat
etti. Bu zat, Mısır'ın valisi ve hakimi idi.
Ben derim ki: İbn
Cerir'in sözünü ettiği Kurra; Kurra b. Serik'tir ve Velid tarafından Mısır
valiliğine tayin edilmiştir. Bu Kurra, Se-yum camimin banisidir.
Yine bu senede Ebu
Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm, insanlara haccettirdi. Ebu Bekir, Medine valisi
idi. Mekke valisi ise, Abdülaziz b. Abdullah b. Halid b. Üseyd idi. Irak
ordusunun komutanı ve imamı ise, Yezid b. Mühelleb'ti. Irak'ın haraç işlerinden
sorumlu yetkilisi, Salih b. Abdurrahman'dı.
Basra valisi ise,
Yezid b. Mühelleb Süfyan b. Abdullah el-Kindî idi. Basra'nın kadısı da
Abdurrahman b. Ezine idi. Küfe kadısı, Ebu Bekir b. Ebu Musa idi. Horasan ordusunun
komutanı Veki b. Sa'd idi. Doğrusunu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah
daha iyi bilir. [12]
Bu senede Süleyman b.
Abdülmelik Kostantiniyye'ye gitmek üzere ordu hazırladı. Oğlu Davud'u yaz
mevsiminde gazaya gitmekle görevlendirdi. O da Hısn-ı Mer'a'yı fethetti.
Vakidî dedi ki: Bu
senede Mesleme b. Abdülmelik, Vidahiye diyara gidip gaza yaptı. Vidahiye
valisi Vaddah'm yaptırdığı kaleyi fethetti.
Mesleme, Berceme'ye
gidip gaza yaptı. Berceme'deki Hısn-ı Hadid ve Surara'yı fethetti. Kışı Rum
diyarında geçirdi.
Ömer b. Hübeyre
el-Fezarî, Rum diyarına deniz gazvesine gitti ve kışı orada geçirdi.
Bu senede Abdülaziz b.
Musa b. Nusayr öldürüldü. Kesik başı Süleyman b. Abdülmelik'e götürüldü.
Götüren kişi, Habib b. Ebi Ubeyd el-Fihrî idi.
Halife Süleyman,
Horasan valiliğini Irak valisi Yezid b. Mühel-leb'in uhdesine verdi, bunun
sebebi de şuydu: Veki b. Sud, Kuteybe b. Müslim'i ve zürriyetini öldürünce
Kuteybe'nin kesik başını Süleyman'a gönderdi. Böylece onun yanında makamı
yükseldi. Süleyman da onu Horasan valiliğine tayin etti.
Yezid b. Mühelleb de
huzuruna vardığında kendisini övmesi ve böylece Horasan valiliğini sağlama
alması için Abdurrahman b. Eh-tem'i halife Süleyman'a gönderdi. Ayrıca bu elçi,
halife Süleyman'ın yanında Veki b. Ebi Sud'u da kötüleyecekti.
Abdurrahman b. Ehtem
adındaki hilekar ve kurnaz adam, Süleyman b. Abdülmelik'in yanına gitti.
Veki'nin aleyhinde konuştu. Nihayet Süleyman da Veki'yi Horasan valiliğinden
azletti. Orayı Irak valisi Yezid'in uhdesine bıraktı. Tayin emrini de İbn
Ehtem'le birlikte Yezid'e gönderdi. İbn Ehtem, yedi gün müddetle yol gitti.
Nihayet Yezid'in yanına vardı. Irak valiliğiyle birlikte Horasan valiliğine de
a-tandığına dair emirnameyi ona verdi. Yezid, bu işi başarması durumunda ona
100.000 dirhem vereceğini vaad etmişti. Ancak bu vaadini yerine getirmedi.
Yezid, oğlu Muhalled'i
kendinden önce Horasan'a gönderdi. Mu-halleb'le beraber mü'minlerin emirinin
mektubu da vardı. Mektubun içeriği şuydu: "Kays kabilesinin iddiasına göre
Kuteybe b. Müslim, Öldürülmeden önce halifeye karşı isyan etmiş değildi, eğer
isyan etmediği halde Veki onu öldürmüş ise, onu zincire vurup bana
gönder."
Mühelleb gidip Veki'yi
yakaladı, babası gelmeden önce hapse attı.
Veki'nin valiliği dokuz
ay (ya da on ay) sürmüştü. Sonra Yezid b. Mühelleb gelip Horasan'ı teslim aldı
ve orada ikamete başladı. Etraftaki kazalara da kendi kaymakamlarını tayin
etti ki, bunların adlarını İbn Cerir nakletmiştir.
Yezid b. Mühelleb,
daha sonra Cürcan'a gidip gaza yaptı. Gürcan şehrinin o zaman surları ve
kapıları yoktu. Sadece etrafta dağlar ve vadiler vardı. Cürcan valisinin adı
Sol'du, oradaki bir kaleye sığındı. Başka bir rivayette anlatıldığına göre
oradaki gölde bulunan bir adacığa sığınmıştı. Sonra onu adacıktan alıp
yakaladılar, aşiretinden çok sayıda adam öldürdüler. Kimini de esir aldılar,
mallarını ise ganimet edindiler.
Bu senede (hicretin
doksanyedinci senesinde) Süleyman b. Abdülmelik, insanlara haccettirdi.
Kendisine bağlı beldelerin valileri, ise daha Önceki sayfalarda anlatılan
kişilerdi. Yalnız Horasan valisi Veki b. Ebi Sud valilikten azledilmiş, yerine
Yezid b. Mühelleb b. Ebi Süf-ra (Irak valiliği de uhdesinde kalmak üzere) tayin
edilmişti. [13]
Hasan b. Hasan b. Ali
b. Ebi Talib Ebu Muhammed el-Kureşi el-Haşimî. Babasından ve dedesinden merfu
olarak şu hadisi rivayet etmiştir:
"Müslümanlardan
bir ailenin bir günlük ve gecelik geçimini sağlayan kimsenin günahlarını Allah
bağışlar."
Hasan b. Hasan,
Abdullah b. Cafer'den, Hz. Ali'nin sıkıntıyla ilgili bir duasını nakletmiştir.
Eşi Fatıma binti Hüseyin'den de rivayette bulunmuştur. Oğlu Abdullah ile bir
cemaat da kendisinden rivayetlerde bulunmuşlardır.
Hasan b. Hasan,
Abdülmelik b. Mervan'ın ziyaretine gelmiş. Ab-dülmelik, ona ikramda bulunmuş,
Haccac'a karşı ona destek olmuş ve Hz. Ali'nin zekat mallarının idaresi için
görevde bırakmıştı. İbn Asa-kir, onun biyografisini güzelce anlatmış ve ondan
-seyyidliğini, lider bir şahsiyet olduğunu ispatlayan- eserler nakletmiştir.
Anlatıldığına göre
Velid b. Abdülmelik, Medine'deki valisine şu mealde bir mektup göndermiştir:
"Hasan b. Hasan, Iraklılarla
yazışmaktadır. Bu mektubum sana ulaştığında ona yüz kırbaç vur ve onu
insanların huzurunda döv. Onu öldürmediğin takdirde bana görünme."
Bundan sonra Hz.
Hüseyin oğlu Ali -durumdan haberdar olduğu için- Hasan b. Hasan'a sıkıntı
duasını bir kağıda yazıp göndermişti. O da Medine valisinin huzuruna
celbedildiğinde bu duayı okumuş, Cenâb-ı Allah da onu onlardan korumuştu.
Sözünü ettiğimiz sıkıntı duası şudur:
"Allah'tan başka
ilah yoktur. O yumuşak huylu, kerem sahibidir. Allah'tan başka ilah yoktur. O,
yüce ve uludur.
Allah'tan başka ilah
yoktur. O, yedi kat göğün ve yerin Rabbidir. Yüce Arş'm Rabbidir."
Hasan b. Hasan,
Medine'de vefat etti. Annesi Havle binti Manzur el-Fezarî idi.
Hasan b. Hasan, bir
gün Rafızilerden bir adama şöyle demişti:
- Allah'a yemin ederim
ki, seni öldürmek, Aziz ve Celil olan AlIah'a yaklaşma vesilesidir.
- Sen şaka yapıyorsun
herhalde.
- Vallahi bu şaka
değildir. Ben bunu ciddi olarak söylüyorum. Rafizilerden biri de Hasan b.
Hasan'a şöyle demişti:
- Rasûlullah (s.a.v.):
"Ben kimin dostuysam Ali de onun dostudur." dememiş mi?
- Evet, demiştir. Ama
Ali'nin halife olmasını kasdetmiş olsaydı, bu hususta insanlara bir nutuk irad
eder ve şöyle derdi: "Ey insanlar! Bilesiniz ki şu Ali, benden sonra benim
veliahdımdır. Sizin yöneticiniz olacaktır. Emrini dinleyin ve ona itaat
edin." Allah'a yemin ederim ki, eğer yüce Allah ve Rasûlü, halifelik için
Ali'yi seçmiş iseler ve Ali de bu halifeliği bırakmışsa, demek ki Allah ve
Rasûlünün emrini terkeden ilk kişi odur. Allah'a yemin ederim ki, eğer biz
yönetimin' başına geçecek olursak, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseriz, sonra da tevbenizi kabul etmeyiz. Yazıklar olsun size! Bizi kendi nefsimizle
aldattınız. Yazıklar olsun size! Eğer amelsiz akrabalığın faydası olsaydı, kişi
anne ve babasına fayda verirdi. Eğer hakkımızda söyledikleriniz doğruysa ve
bize de bildirmemişlerse, babalarımız bize haksızlık etmişler ve en faziletli
durumu bizden gizlemişlerdir. Allah'a yemin ederim ki, ben bizim sülaleden asi
olan kimselerin günahlarının iki kat verilmesinden korkuyorum. Ama aynı
şekilde bizim sülalemizden saiih amel işleyen kimselere de sevabın iki kat verileceğini
ümid etmekteyim. Vay sizin halinize! Eğer biz Allah'a itaat edersek bizi sevin.
Ona asi olursak bize öfke duyun. [14]
Musa b. Nusayr Ebu
Abdirrahman el-Lahmî. Lahm kabilesinden bir kadının azadlısıydı. Başka bir
rivayette anlatıldığına göre Emevi-lerin azatlısıdır. Mağrib ülkesini
fethetmiş. Orada bol miktarda ganimetler ele geçirmişti. Ele geçirdiği ganimetleri
saymak ve evsafını anlatmak mümkün değildir. Orada müthiş hadiseler meydana
getirmişti. Anlatıldığına göre Musa, topalmış. Onun, hicri ondokuzuncu senede
doğduğu söylenir. Aslen Hinüttemir'dendir. Başka bir rivayette anlatıldığına
göre o, Beli mıntıkasının İraşe köyündendir. Hz. Ebu Bekir'in zamanında babası,
Şam'a bağlı Cebelülhalil'de esir düşmüştü. Babasının adı Nasr idi. Ancak bu
isim, küçültülerek Nusayr şeklinde kullanıldı.
Musa, Temim
ed-Darî'den rivayetlerde bulunmuştur. Oğlu Abdül-aziz, Yezid b. Mesruk
el-Mahsubî de ondan rivayetlerde bulunmuşlardır. Muaviye'ye bağlı bir komutan
olarak deniz gazası yaptı. Kıbrıs'a gidip savaştı, orada Magosa ve Bans gibi
kaleleri inşa etti. Hicretin yirnıiyedinci senesinde Muaviye tarafından Kıbrıs fethedilince
oraya vali olarak atandı. Dahhak b. Kays'la birlikte Mercürahit savaşına
katıldı. Dahhak Öldürülünce Musa b. Nusayr, Abdülaziz b. Mervan'a sığındı.
Sonra Mervan, Mısır'a girdiğinde Musa da onunla beraberdi. Musa'yı oğlu
Abdülaziz'in yanına bıraktı. Abdülmelik, Irak'ı ele geçirince onu kardeşi Bişr
b. Mervan'ın yanma vezir olarak bıraktı. Musa b. Nusayr, görüş, tedbir ve akıl
sahibi bir kimse olup savaş taktiğinden iyi anlardı.
Beğavî dedi ki: Musa
b. Nusayr, hicri doksanyedinci senede Ifri-kiyye valiliğine atandı. Cidden çok
sayıda belde, şehir ve mıntıka fethetti.
Önceki sayfalarda da
anlattığımız gibi Musa, Endülüs'ü fethet-mişti- Endülüs'te çok şehirler,
kasabalar ve köyler vardı. Musa, Endülüs halkından ve diğer yerlerin
insanlarından çok sayıda insanı esir aldı. Bol miktarda malı ganimet edindi.
Altın ve kıymetli mücevherlerden o kadar ganimet elde etti ki, miktarı tayin
edilemez. Diğer alet, eşya ve hayvanlardan da ganimet edindi. Ama bunları
burada saymaya gerek yoktur. Ayrıca güzel köle ve cariyelerden de çok sayıda
esir aldı. Denildiğine göre Musa kadar düşmanlarından ganimet elde eden başka
bir komutan yoktur. Mağrib halkı, onun eliyle teslim alındı. Mağriblilere dini
ve Kur'ân'ı yaydı. Bir yere gideceği zaman yanındaki eşyalar çok olduğu için
binek hayvanları bunu taşıyama-dıklanndan ötürü mecburen buzağılara da yük
yükleniyordu.
Musa b. Nusayr, mağrib
ülkesinde, Kuteybe ise doğu taraflarında fetihler yaptılar. Allah, ikisine de
hayır mükafat versin. İkisi de çok sayıda şehir ve iklimleri fethettiler. Ama
Musa b. Nusayr, Kuteybe'ye nasib olmayan bir üne kavuştu. Hatta denildiğine
göre o, Endülüs'ü fethettiğinde adamın biri yanına gelip: "Benimle beraber
birkaç adam gönder ki, gidip sana büyük bir hazinenin yerini tesbit edeyim."
demiş. O da, o adamla birlikte kendi maiyetinde bulunanlardan birkaçını
göndermiş, adam onları bir yere götürerek: "Şurayı kazın." demiş ve
kazdıkları çukurun alt taraflarında güzel renkli bir salona rastlamışlardı. O
büyük salonda kendilerini şaşkına çevirecek derecede kıymetli yakut, cevher,
zeberced, sergi, kumaş ve halıları buldular. Halılar, altın tellere kıymetli
inciler saplanarak işlenmişti. Bazı halı-*ar da kıymetli mücevherlerle
dokunmuştu. Mücevherler arasında yakutlarda vardı ki, onların güzellik ve
berraklık bakımından benzerle-*ine rastlanamazdı. O gün şahsını görmedikleri
bir ünleyici şöyle ses-enmişti: "Ey insanlar! Size Cehennem kapılarından
biri açılmış bulunmaktadır, tedbirli olun."
Denildiğine göre o
hazinede Süleyman peygamberin üzerinde ye-k yemiş olduğu sofraya
rastladılar.Musa b. Nusayr'm haberlerini, onun icraatlarını, savaşlarda gösterdiği
yararlılıkları, kendi zürriyy e tinden Ebu Muaviye Muarik b. Mervan b.
Abdülmelik b. Mervan b. Musa b. Nusayr en-Nusayrî adında bir adam derleyip
toparlamıştır.
Hafız İbn Asakir'in
rivayetine göre Ömer b. Abdülaziz, Velid'in zamanında Şam'a gelen Musa b.
Nusayr'a: "Denizde gördüğün en şaşırtıcı şey nedir?" diye sormuş,
Musa da şu cevabı vermişti:
"Bir defasında
bir adaya vardık. Orada Süleyman peygamberin mührüyle ağzı mühürlenmiş onaltı
küp gördük. Emir verdim, dördünü çıkardılar. Bunlardan birini deldirdiğimde
şeytan başını silkeleyerek küpün içinden çıkıp (Süleyman peygamberi
kastederek) şöyle dedi: "Sana peygamberlik ikramında bulunan Allah'a
yemin ederim ki, artık yeryüzünde bir daha bozgunculuk yapmayacağım."
Sonra şeytan etrafa baktı ve: "Ben Süleyman'ın heybetini ve mülkünü görmüyorum."
dedi. Yere batıp gitti. Emir verdim, diğer üç küpü yerlerine koydular."
Sem'anî ve
diğerlerinin anlattıklarına göre Musa b. Nusayr, Mağ-rib ülkesinin uç
taraflarında Atlas Okyanusunun yakınlarında bulunan Nahhas şehrine gitmişti.
Şehre yaklaştıklarında duvarlarının ve surlarının parlaklığını uzak
mesafelerden görmüşlerdi. Biraz daha ilerleyip konaklamışlar; sonra Musa,
beraberindeki adamlardan birini 100 kahraman süvari ile surların yanına
göndermişti. Gönderirken de surların etrafında dolanarak şehre bir giriş yeri
veya kapının bulunup bulunmadığını tesbit etmesini emretti. Denildiğine göre o
adam ve beraberindeki süvariler, surların çevresinde bir gün bir gece
dolaşmışlar. Tekrar Musa'nın yanına dönerek surlardan şehre açılan bir kapı
veya giriş yeri bulunmadığını söylemişlerdi. Musa da adamlarına emir vermiş,
yanlarındaki tüm eşyaları üst üste koyarak surlara tırmanmak istemişler. Ancak
bu eşyaların hepsi dahi surlara çıkabilmek için yeterli yüksekliği teşkil
edememişti.
Musa, emir vererek
merdiven yaptırmış. Bu merdivenler üzerine çıkarak şehre gireceklerdi. Adamın
birine emir vermiş, adam merdivenden çıkarak surların üstüne tırmanmış, en üst
noktada durunca, iç taraflardaki şeyleri görüp kendini tutamamış ve iç tarafa
atlamış. Böylece de ölmüştü. Sonra ikinci bir adama emir verilmiş, o da surun
tepesine çıkınca aynı şeyleri görmüş. Kendini tutamayıp iç tarafa atlamış ve
ölmüştü. Sonra diğerleri merdivene çıkmak istememişlerdi. Böyle olunca da
surların iç tarafında nelerin olduğunu kimse anlayamamıştı. Sonra Musa ve
yanındakiler, yollarına devam etmişler. O şehre yakın bir göle varmışlardı. Denildiğine
göre o mezkur küpleri orada görmüşlerdi. Küplerin başında bir nöbetçi
duruyordu. Musa, ona kim olduğunu sorunca adam şu cevabı vermişti:
- Ben cinlerdenim.
Babam bu gölde mahpustur. Süleyman, onu hapsetmişti. Her sene buraya bir defa
gelir, babamı ziyaret ederim.
- Şu şehirden dışarıya
çıkan veya şehre giren herhangi bir kimseye gördün mü?
- Hayır. Yalnız her
sene bir adam bu göle gelir. Burada günlerce ibadet eder, sonra çekip gider ve
tekrar geri dönüp gelmez. Onun kim olduğunu ancak Allah bilir.
Sonra Musa,
Ifrikiyye'ye geri döndü. Bu hikayenin doğru olup olmadığını Allah bilir.
Sorumluluk bunu ilk olarak nakledene aittir.
Hicri doksanüçüncü
senede Ifrikiyye'de kıtlık ortaya çıktığında Musa b. Nusayr, insanları yağmur duasına
çıkardı. Duaya çıkmadan üç gün önce oruç tutmalarını emretti. Sonra halkla
birlikte dua yerine gitti. Zimmileri Müslümanlardan ayırdı, hayvanları
yavrularından ayırdı. Yağmur duası yerine vardıklarında milletin yüksek sesle
ağlayıp feryad etmelerini emretti. Kendisi de yüce Allah'a dua edip niyazda
bulunuyordu. Bu hal öğleye kadar devam etti. Sonra şehre döndü. Kendisine:
"Mü'minlerin emirine dua etmeyecek misin?" diye sorduklarında şu
cevabı verdi: "Böyle bir makamda sadece Aziz ve Celil olan Allah
anılır." Böyle dediği için Aziz ve Celil olan Allah, onlara yağmur
yağdırdı.
Musa b. Nusayr,
hilafetinin son zamanlarında Velid b. Abdülme-lik'in ziyar*etine geldi. Bir
cuma günü Şam'a girdiğinde Velid minberdeydi. Musa, çok güzel elbiseler
giyinmiş ve şık bir halde idi, Beraberinde esir aldığı otuz kadar hükümdar
çocuğu ve diğer esirler vardı. Onlara hükümdar taçları giydirmişti. Ayrıca
etrafında hizmetçileri, maiyet erkanı da büyük bir heybet ve alayiş
içindeydiler. Şam camii-nin minberinde insanlara hutbe irad etmekte olan Velid,
onlara bakınca üzerlerindeki ipek mücevher ve fazla denecek miktardaki ziynetleri
görünce şaşkına döndü. Musa b. Nusayr, gelip minber üzerinde bulunan Velid'e
selam verdi. Adamlarına, minberin sağ ve sol taraflarında durmalarını emretti.
Velid de kendisine bu iktidarı, mülk genişliğini ve memleket büyüklüğünü ihsan
eden Allah'a hamdedip şükrünü ifade etti. Dua, hamd ve şükrü o kadar uzattı ki,
cumanın vakti neredeyse çıkacaktı. Sonra inip cemaata namaz kıldırdı. Sonra Musa
b. Nusayr'ı yanma çağırdı. Ona güzel mükafatlar ihsan edip bol armağanlar
verdi.
Musa b. Nusayr da
beraberinde Velid'e çok armağanlar getirmişti. Getirdiği armağanlar arasında
Süleyman peygamberin üzerinde yemek yediği sofrası da vardı. Bu sofra, altın ve
gümüşle işlenmişti. Sofranın üzerinde inci ve cevherden mamul benzersiz üç
halka vardı. Musa, bu sofrayı Endülüs'ün Tulaytula şehrinde bulmuştu. Ayrıca
Çok miktarda mal da getirmişti.
Anlatıldığına göre
Musa b. Nusayr, oğlu Mervan'ı bir askeri birliğin başında komutan olarak bir
savaşa göndermiş, oğlu Mervan da 100.000 esir alıp dönmüştü. Musa, diğer
taraftan kardeşi oğlunu da bir askeri birliğin başında komutan olarak bir
savaşa göndermiş, kardeşi oğlu da aynı şekilde berberilerden 100.000 kişiyi
esir alarak geri dönmüştü. Musa'nın bu konudaki mektubu kendisine ulaştığında
Ve-lid mektubu okumuş, mektupta ganimetlerin beşte birinin 40.000 esir olduğu
ifade edilmişti. Bunu duyanlar: "Musa, ahmağın biridir. Ganimetlerin
beşte biri olarak 40.000 esir bulunduğunu söylüyor, bu kadarım nereden
bulmuş?" dediler. Musa, bu haberi duyunca ganimetlerin beşte biri olarak
40.000 esiri Velid'e gönderdi. Mağrib (Kuzey Afrika) valisi Musa b. Nusayr
gibi başka birinin bu kadar çok esir elde ettiği İslâm tarihinde duyulmamıştır.
Musa'nın Endülüs
fethinde çok hayret verici maceraları olmuştu. Şöyle demişti: "Eğer
insanlar peşimden gelecek olsalardı (Frank illerinin en büyük şehri) Rumiye'yi
fethetmek üzere onları götürürdüm. Sonra inşaallah yüce Rabbim, o şehri benim
vasıtamla Müslümanlara kazandırırdı.
Velid'in yanma
geldiğinde -Önceki esirlerden ayrı olarak- beraberinde 30.000 esir daha
getirmişti. Bu da onun Mağrib illerinde yaptığı son savaşlarda elde ettiği
ganimetlerin beşte biri idi. Ayrıca beraberinde evsafı anlatılamıyacak,
miktarı belirtilemiyecek kadar çok sayıda mal, inci ve mücevher de getirmişti.
Velid'in vefatına ve Süleyman'ın tahta çıkışma kadar Şam'da ikametine devam
etmişti. Süleyman, Musa'ya kızıyordu. Onu yanında hapsetti ve ondan çok miktarda
mal istedi. Süleyman, bu senede insanlara haccettirinceye kadar onu yânında
tuttu. Nihayet o, Medine'de (başka bir rivayete göre ise Vâdi'l-Kurâ'da) seksen
yaşına merdiven dayamış iken vefat etti. Hicretin doksandokuzuncu senesinde
vefat ettiğine dair başka bir rivayet de vardır. Doğrusunu Allah bilir. Allah
ona rahmet etsin. [15]
Bu senede Süleyman b.
Abdülmelik, İstanbul'da bulunan orduya takviye olarak kardeşi Mesleme b.
Abdülmelik komutasında ikinci bir askeri birliği gönderdi. Bu ordu yola çıkarak
İstanbul'dakilerle birleşti. Mesleme, yola çıkarken ordudaki herkese, atma iki
müd yiyecek yüklemesini emretmişti. İstanbul'a vardıklarında bu yiyecekleri bir
araya getirip yığdılar. Dağlar kadar yüksek oldu. Mesleme, onlara şöyle dedi:
«Bu yiyecekleri bırakın. İstanbul'da bulduğunuz şeylerle geçinin. Bu
yiyecekleri tarlalara ekip yetiştirin. Kendinize de tahtadan evler yapın.
Çünkü Allah'ın izniyle biz burayı fethetmeden geri dönmeyeceğiz.»
Mesleme,
Hristiyanlardan Ilyon adında bir adamla, kendisine Bizans'ın fethinde yardımcı
olsun diye gizlice antlaştı. İlk zamanlarda bu adamın iyi davrandığı
görülüyordu. Sonra Bizans hükümdarı Ölünce İlyon, Mesleme'nin elçisi olarak
görev yapmaya başladı. Ancak Bizanslılar, onu çok korkuttular. İlyon yanlarına
gittiğinde Bizanslılar ona: «Mesleme'yi buradan geri gönder ki, seni başımıza
hükümdar yapalım.» dediler. İlyon da çıkıp hileye ve hıyanete başvurdu; tuzak
kurmaya başladı. Bu işini devam ettirdi. Allah, ona lanet etsin. Nihayet Müslümanların
gıda maddelerini yaktı.
Bu olay şöyle olmuştu:
îlyon, Mesleme'ye: «Bizanslılar, sendeki bu çok yiyecekleri görünce savaşı
onlarla uzun süre devam ettireceğini sanıyorlar, eğer bu yiyecek maddelerini
yakacak olursan senin azimli bir adam olduğunu anlarlar ve şehri çabucak sana
teslim ederler.» dedi. Bunun üzerine Mesleme de yiyecek maddelerini yaktırdı.
Sonra İlyon, gemileri harekete geçirdi ve yapabildiğince askerin eşyasını
geceleyin içeriye taşıdı. Ertesi sabah da Müslümanlarla savaşmaya, aşırı
düşmanlığım açığa vurmaya başladı, surlara istihkam kurdu. Bizanslılar,
etrafında toplandı, Müslümanlar sıkıntıya düştüler, yiyecek bulamadılar.
Topraktan başka herşeyi yediler.
Müslümanların bu
sıkıntılı halleri, Velid b. Abdülmelik'in vefat edip yerine Ömer b.
Abdülaziz'in geçtiğine dair haber gelinceye dek devam etti. Bu haberi aldıktan
sonra Şam'a döndüler. Çok yorgun düşmüşlerdi, ama Mesleme, Kostantiniyye'de
sağlam yapılı bir mescit inşa etmeden geri dönmedi. Semaya şahika bir eser
olarak yükselen ve geniş bir arazi üzerine kurulan mescidi, gerçekten
muazzamdı.
Vakidî dedi ki:
Süleyman b. Abdülmelik tahta geçince Kudüs'te ikamet etmek istedi. Oradan
Kostantiniyye'ye asker gönderecekti, Musa b. Nusayr ise, diğer şehirleri,
köyleri ve kasabaları fethederek istanbul'a gitmesini teklif etti. Böyle
yaptığı takdirde İstanbul'un, gücü kaybolmuş, kaleleri yıkılmış olduğundan,
arada herhangi bir engel kalmadığından dolayı Bizanslılar, orayı kendi
elleriyle ona teslim edeceklerdi. Sonra Süleyman, kardeşi Mesleme'yle müşavere
yaptı. Mesleme ise, diğer şehirleri şimdilik bırakmasını ve İstanbul'u zor
kullanarak fethetmesini teklif etti. İstanbul'u fethedince, diğer şehirler ve
kaleler de eline geçecekti.
Süleyman, onun sözünü
beğenerek: «İşte doğru görüş budur.» dedi- Sonra Şam'dan ve Cezire'den asker
toplamaya başladı. Karada 120.000, denizde de 120.000 savaşçı topladı,
maaşlarım ödedi, onlara Çok masraf yaptı. İstanbul'a gidip gaza yapacaklarını,
fethedinceye kadar orada kalacaklarım askerlere bildirdi. Sonra Kudüs'ten hareket
etti. Gelip Şam'a girdi, askerleri toplanmışlardı. Askerlerin başına kardeşi
Mesleme'yi komutan yaptı ve onlara şöyle dedi: «Allah'ın bereketi üzerine yola
çıkın, takvalı olun, sabredin, birbirinize iyi davranın ve yardımcı olun.»
Süleyman, yola çıktı.
Mercidabık'a gelip mola verdi. Sevaplarını ve mükafatlarını Allah'tan bekleyen
gönüllüler de etrafında toplandılar. Böylece misli görülmemiş büyüklükte bir
ordu meydana gelmişti. Sonra Mesleme'ye emir vererek orduyu yolu koymasını istedi.
Maraşh Rum İlyon da Mesleme'nin beraberinde idi. Yola revan oldular. Nihayet
İstanbul'a vardılar ve kuşattılar. Bizanslılar, sıkıntıya düştüler. Mesleme'ye
cizye verme teklifinde bulundular. Mesleme ise, cizye almayı kabul etmedi,
orayı zor kullanarak fethedeceğini bildirdi. Onlar da: «İlyon'u bize gönder,
kendisine danışalım, fikir teatisinde bulunalım.» dediler. Mesleme, İlyon'u
onlara gönderdi. Bizanslılar, İlyon'a: «Bu orduyu üzerimizden geri çek, bizden
uzaklaşsmlar ki, cizyeleri sana verelim ve seni başımıza hükümdar yapalım.»
dediler. Bunun üzerine İlyon, Mesleme'nin yanına dönerek şöyle dedi:
«Bizanslılar şehrin fethine razı oldular, yalnız orduyu onlardan
uzaklaştırmadığın takdirde şehri açmayacaklar.» Mesleme: «Korkarım ki, bana bir
tuzak kuruyorsun.» dedi. İlyon, şehrin anahtarım ve içindeki malları kendisine
teslim edeceğine yemin etti. Mesleme, orduyu geri çekince Bizanslılar, yıkılan
surları onarmaya başladılar ve kuşatmaya hazırlıklı hale geldiler. Böylece
İlyon, lanetlisi Müslümanlara hainlik yapmış oldu.
İbn Cerir dedi ki: Bu
senede (hicretin doksansekizinci senesinde) Süleyman b. Abdülmelik, kendisinden
sonra halife olması için oğlu Eyyüb'ü veliaht tayin etti. Bu olay, kendi
kardeşi Mervan b. Abdül-melik'in ölümünden sonra oldu. Kardeşi Yezid'i veliaht
tayin etmesi gerekirken oğlu Eyyüb'ü tayin etti. Kardeşinin başına belalar
gelmesini istedi ve ona tuzak kurdu. Fakat Eyyüb, babasının sağlığında öldü.
Bu defa Süleyman, amcası oğlu Ömer b. Abdülaziz'i kendisinden sonra halife olmak
üzere veliaht tayin etti. Ne de güzel yaptı.
Bu senede Sakalibe
şehri fethedildi.
Vakidî dedi ki:
Bürcan, bu senede az sayıdaki Mesleme ordusuna hücum etti. Süleyman da
Mesleme'ye takviye bir askeri birlik gönderdi. Mesleme, Bürcanlılarla savaştı.
Nihayet yüce Allah, onları bozguna uğrattı.
Bu senede de Yezid b.
Mühelleb, Çin'in Kuhistan eyaletine gidip gaza yaptı. Orayı kuşatma altına
aldı, şiddetlice savaştı. Teslim alıncaya kadar savaşım sürdürdü. Oradaki
Türklerden 4.000'ini eli kolu bağlı olarak öldürdü. Sayılamıyacak, miktarı
belirtilemeyicek, niteliği anlatılamıyacak derecede çok kıymetli ve güzel mal
ile eşyayı ganimet edindi. Oradan da Cürcan'a hareket etti.
Cürcan valisi,
Deylenılilerden asker istedi. Deylemliler, yardımına koştular. Yezid b.
Mühelleb, onlarla savaştı. Bahadır bir süvari ve kahraman olan Muhammed b.
Abdurrahman b. Ebi Sebre el-Cufî,
hükümdarına saldırdı ve onu öldürdü. Böylece Allah, Deylemlileri
hezimete uğrattı.
Sözü edilen İbn Ebi
Sebre, bir gün bir Türk süvarisiyle göğüs gö-güse savaştı. Türk, ona bir kılıç
darbesi vurdu. Türk'ün kılıcı onun miğferine saplandı. İbn Ebi Sebre de bu
halde iken darbesini vurup Türk'ü öldürdü. Sonra kılıcından kan damlayarak ve
Türk'ün kılıcı miğferine saplanmış olarak Müslüman saflarına yöneldi. Yezid b.
Mühelleb, ona bakarak: «Bundan daha güzel bir manzara görmedim. Kimdir bu
adam?» diye sordu. İbn Ebi Sebre olduğunu söylemeleri üzerine Yezid: «Şaraba
tutsak olmasaydı, ne güzel bir adamdı.» dedi.
Şort" Yezid,
Cürcan muhasarasını kuvvetlendirdi. Cürcan hü-kümdar-nı baskı altında tuttu.
Nihayet hükümdar 700.000 dirhem, 400.000 dinar, 200.000 elbise, 400 zaferan
yüklü merkep, 400 adam vermek üzere onunla barış antlaşması yaptı. Hükümdarın
vereceği 400 adamdan herbirinin başında bir kalkan, her kalkanın üzerinde bir
taylesan, gümüşten bir kase, bir de birer ipekböceği bulunacaktı. Said b. As,
bu şehri daha önce sulh yoluyla fethetmişti. Şehir halkı, her sene 100.000
dirhem verecekti. Bazı seneler 200.000, bazı senelerde ise 300.000 dirhem
vereceklerdi. Bazı senelerde ise, hiç vermeyeceklerdi. Ama oradan bir süre
geçince bu vergiyi tamamen kesip inkar ettiler. Yezid b. Mühelleb de onlarla
savaştı ve Said b. As zamanındaki gibi sulh yoluyla fethedilmiş gibi eski
statüsüne döndürdü.
Dediler ki: Yezid b.
Mühelleb, başkalarından cidden bol miktarda mal ve parayı ganimet olarak ele
geçirdi. Ganimet olarak ele geçirdiği eşyalar arasında kıymetli mücevherlerle
süslü bir taç vardı. «Bu taca rağbet etmeyecek bir kimse var mı dersiniz?» diye
sorunca etrafındakiler: «Bizce buna rağbet etmeyecek hiç kimse yoktur.»
dediler. Yezid ise: «Vallahi, ben öyle bir adam biliyorum ki, bu ve benzeri
mallar kendisine teklif edilecek olursa asla rağbet etmez.» dedi. Sonra da orduda
bir gazi olarak bulunan Muhammed b. Vasi'yi çağırdı. Tacı ona vermeyi teklif
etti, Muhammed: «Benim buna ihtiyacım yok.» dediyse de Yezid: «Alman için sana
yemin veriyorum.» dedi. Bunun üzerine Muhammed tacı alıp götürdü. Yezid,
yanındaki adamlardan birini görevlendirerek Muhammed b. Vasi'yi takib etmesini
ve tacı ne yapaca kendisine bildirmesini emretti. Muhammed, bir dilencinin
önüne geçiyorken dilenci ondan birşeyler istedi. Muhammed de tacı ol-gu gibi
dilenciye verdi ve yoluna devam eti. Yezid, bu durumdan âoerdar olunca o
dilenciyi yanına çağırtarak tacı ondan aldı. Tacın yerine ona çok mal ve para
verdi.
Ali b. Muhammed
el-Medainî, Ebu Bekir el-Hüzelî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Şehr b. Havşeb, Yezid
b. Mühelleb'in hazinedarı idi. Şehr'in içinde 100 dinar bulunan bir keseyi
hazineden çaldığına dair bir şikayet Yezid'e ulaştı. Yezid de bu durumu Şehr'e
sordu. O da: «Evet, aldım.» dedi ve keseyi getirip Yezid'e takdim etti. Yezid:
«Senin olsun.» dedi ve şikayetçiyi huzuruna çağırdı, ona sövdü. Katemi el-Kelbî
(başka bir rivayete göre ise Sinan b. Mükemmel el-Nümeyrî) bu olayla ilgili
olarak Şehr'e hitaben şöyle dedi:
«Şehr, dinini bir
keseye sattı.
Ey Şehr! Senden sonra
âlimlere kim güvenir artık? Önemsiz birşeyi hazineden aldın ve İbn Canbozan'a
sattın. Hıyanet işte budur.»
Mürre b. en-Nehaî de
bu olayla ilgili olarak şöyle demişti:
«Ey Mühelleb, eğer sen
olmasaydın, Ben, salih, âlim gibi birine yönelmezdim.»
İbn Cerir dedi ki:
Anlatıldığına göre Yezid b. Mühelleb, Gürcan gazvesine 120.000 askerle
gitmişti. Bu askerlerin 60.000'i Şamlılardandı. Allah mükafatlarını versin.
Cürcan'm fethi üzerine diğer beldeler de teslim oldular. Yollar kolaylaştı,
güvenli hale geldi. Daha önce oraları cidden korkulu yerlerdi.
Daha sonra Yezid,
Huzistan'a gitmeye karar verdi. Kendisinden Önce oraya 4.000 kişiden oluşan bir
müfreze gönderdi. Müfrezedeki askerler, seçkin kimselerdi. Bunlar düşmanla
karşılaştıklarında şiddetle savaştılar. Bu savaşta Müslümanlardan 4.000 kişi
öldürüldü. İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.
Sonra Yezid, beldeleri
fethetmenin kaçınılmaz ve zorunlu olduğuna karar verdi. Nihayet Huzistan vahşi
İsbahbaz, bol miktarda para ve mal vererek ayrıca her sene 700.000 dirhem para,
bol miktarda mal ve köle vermeyi taahhüd ederek Yezid'le barış antlaşması
yaptı. [16]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/233.
[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/233-252.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/253-256.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/256-258.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/259-260.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/260-261.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/261-262.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/262-270.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/270.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/270.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/270-272.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/272-275.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/275-277.
[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/277-278.
[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları:
9/278-282.
[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 9/282-286.