Muhammed B. Hüseyin B. Şehriyar. 2

Muhammed B. Halef B. Hayyan. 2

Mansur B. İsmail B. Ömer. 2

Ebu Nasr El-Muhib. 2

Hicretin Üçyüzyedînci Senesi 2

Hicretin Üçyüzyedinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 3

Ahmed B. Ali B. Müsenna. 3

İshak B. Abdullah B. İbrahim.. 3

Zekeriya B. Yahya Es-Sacî 3

Ali B. Sehl B. Ezher. 3

Hicretin Üçyüzsekizinci Senesi 4

Hicretin Üçyüzsekizinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 4

İbrahim B. Süfyan. 4

Ahmed B. Es-Salt 4

Abdullah B. Sabit B. Yakub. 4

Hicretin Üçyüzdokuzuncu Senesi 5

Hallacın Biyografisi 5

Hallacın Hilelerine Örnekler. 9

Hallacın Öldürülmesi 14

Hicretin Üçyüzdokuzuncu Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 20

Büyük Mutassavvıflardan Ebü'l-Abbas B. Atâ. 20

Hicretin Üçyüzonuncu Senesi 20

Ebu Bişr Ed-Dolabî 21

Taberî 21

Hicretin Üçyüzonbîrinci Senesi 24

Hicretin Üçyüzonbirinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 25

Hallal Ahmed B. Muhammed B. Havin. 25

Ebu Muhammed El-Cerirî 25

Maânî'l-Kur'ân Adlı Eserin Sahibi Zeccac. 25

Mutedid'in Azatlısı Bedr. 26

Hamid B. Abbas. 26

İbn Huzeyme. 26

Hicretin Üçyüzonikinci Senesi 27

Hicretin Üçyüzonîkinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 28

İbrahim B. Hamiş. 28

Ali B. Muhammed B. Furat 29

Muhammed B. Muhammed B. Süleyman B. Haris B. Abdirrahman. 30

Hicretin Üçyüzonüçüncü Senesi 30

Hicretin Üçyüzonüçüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 31

Ali B. Abdülhamid B. Abdullah B. Süleyman. 31

Hafız Ebü'l-Abbas Es-Serrac. 31

Hicretin Üçyüzondördüncü Senesi 32

Hicretin Üçyüzonbeşinci Senesi 33

Hicretin Üçyüzonbeşinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 35

İbn Cessas El-Cevherî 35

Abdullah B. Muhammed El-Kazvinî 36

Ali B. Süleyman B. Mufaddal 36

Hicretin Üçyüzonaltıncı Senesi 36

Hicretin Üçyüzonaltıncı Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler. 38

Benan B. Muhammed. 38

Hicretin Üçyüzonyedinci Senesi 38

Karmatîlerin Hacer-Î Esved'i Alarak Kendi Memleketlerine Götürmeleri 40

 

Muhammed B. Hüseyin B. Şehriyar

 

Künyesi Ebu Bekir el-Kattan'dır. Aslen Belhlidir. Fellas'tan ve Bişr b. Muaz'dan rivayetlerde bulundu. Ebu Bekir eş-Şafiî ve Mu­hammed b. Ömer b. el-Ciabî de kendisinden rivayetlerde bulundular. İbn Naciye, onun yalancı olduğunu söylemiştir. Darekutnî ise: "Onda sakıncalı bir durum yoktur." demiştir. [1]

 

Muhammed B. Halef B. Hayyan

 

Muhammed b. Halef b. Havyan b. Saduka b. Ziyad. Künyesi, Ebu Bekir ed-Dabbî idi. Kadılık yapmıştır. Veki' adıyla tanınır. Âlim, fazıl bir zat olup tarih bilgisi vardı. Nahivci, kurra ve fakih idi.

Çeşitli eserleri vardır. "Kitabu Adedi Âyil Kur'ân" (Kur'ân ayetle­rinin sayısı) adlı eser ona aittir. Ahvaz kadılığı yaptı. Hasan b. Are-fe'den, Zübeyir b. Bekkar'dan ve diğerlerinden hadis rivayet etti. Ah­med b. Kamil, Ebu Ali es-Savvaf ve diğerleri kendisinden rivayetler­de bulundular. Onun güzel şiirlerinden biri şudur:

"İlim talebesi günün birinde kitaplarda ebedi kalacak birşeyi ilimden isterse,

Ben önler için paçaları sıvayıp gayretle çalışırını; okkam kula-fcm, defteri de kalbim olur," [2]

 

Mansur B. İsmail B. Ömer

 

Künyesi, Ebü'l-Hasan el-Fakir idi. Şafiî imamlarındandı. Bu mez­heple ilgili çeşitli eserleri vardır. Güzel şiir yazardı.

İbnü'l-Cevzî dedi ki: "Onun şiirlerinde Şiilik kokusu vardır." Askerlik yapardı. Fakat bir zaman sonra gözlerini kaybedince Remle'yG gidip yerleşti. Daha sonra Mısır'a geldi, orada vefat etti. [3]

 

Ebu Nasr El-Muhib

 

Sofi şeyhlerin dendi. Kerem sahibi, cömert ve mürüvvetli bir kim­seydi. Bir dilencinin: "Rasûlullah'm hatırına bana birşeyler verin " dediğini işitince, izarını ortadan yardı ve yarısını dilenciye verdi. İki adım attıktan sonra tekrar dilenciye döndü ve izarının ikinci yansını da ona verdi ve: "Bu, çok birşey değildir." dedi. [4]

 

Hicretin Üçyüzyedînci Senesi

 

Bu senenin safer ayında Kerh mıntıkasında büyük bir yangın meydana geldi. Bu yangın nedeniyle çok sayıda insan Öldü.

Bu senenin rebiyülahir ayında 150 kadar müslüman esir Bağ­dat'ın Kerh mıntıkasına getirildi. Bunları emir Bedir el-Hamnanî kurtarmıştı.

Bu senenin zilkade ayında çok parlak ışıklar saçan büyük bir yıl­dız üç parçaya bölünerek düştü. Düşmesinden sonra havada bulut bulunmadığı halde şiddetli bir yıldırım sesi duyuldu. İbn Cevzî, böyle demiştir.

Bu senede Karmatîler Basra'ya girdiler, orada çok bozgunculuk yaptılar.

Bu senede Hamid b. Abbas vezirlikten azledildi. Yerine üçüncü kez Ebü'l-Hasan b. Furat vezirliğe iade edildi.

Bu senede halk zindanların kapılarını kırdı ve oradaki mahkum­ları çıkardı. Güvenlik kuvvetleri, mahkumları yakalayıp tekrar zin­dana attılar. Kurtulan mahkum olmadı.

Bu senede Ümmü Musa el-Kahramane'nin kardeşi Ahmed b. Ab­bas, insanlara haccettirdi. [5]

 

Hicretin Üçyüzyedinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Ahmed B. Ali B. Müsenna

 

Künyesi, Ebu Ya'lâ'dır. Musulludur. Meşhur "Müsned"in sahibi­dir. İmam Ahmed b. Hanbel'den ve onun tabakasındaki hadisçilerden hadis dinledi. Seçkin bir hadis hafızı idi. Güzel tasnif edilmiş eserleri vardır. Rivayetlerinde adildir, zaptı sağlamdır. [6]

 

İshak B. Abdullah B. İbrahim

 

Adı, İshak b. Abdullah b. İbrahim b. Abdullah b. Seleme'dir. Kün­yesi, Ebu Yakub el-Bazzar'dır. Kûfelidir. Şam'a ve Mısır'a seyahatler­de bulundu. Çok sayıda kitap yazdı. "Müsned" adlı hadis kitabını tas­nif etti. Bağdat'a yerleşti. Sika ravilerdendir. Hafız İbn Muzaffer on­dan hadis rivayet etmiştir. Bağdat'a geldi. Taberanî, Ezdî ve diğer hadis hafızları kendisinden rivayetlerde bulundular. Kendisi de sika ve arif bir hadis hafızı idi. Hicretin 307. senesinde Halep'te vefat etti. [7]

 

Zekeriya B. Yahya Es-Sacî

 

Fıkıhçıdır, muhaddistir. Sünnet ve hadiste Ebü'l-Hasan el-Eş'a-rî'nin şeyhidir. [8]

 

Ali B. Sehl B. Ezher

 

Künyesi, Ebü'l-Hasan'dır. İsfahanlıdır. Daha Önceleri lüks bir ha­yat yaşardı, ama sonraları abid ve zahid bir kimse oldu. Günlerce bir-şey yemediği vakidir. Şöyle derdi:

"Allah aşkı beni yemekten ve içmekten alıkoydu."

"Ben başkalarının hastalık ve marazlr. ölmeleri gibi ölmem. Be­nim ölümüm, bir çağrıya icabet nedeniyle olacaktır. Çağrılacağım, ben de o çağrıya icabet edip gideceğim."

Gerçekten de ölümü kendisinin dediği gibi oldu. Bir ara bir cema­atle oturmakta iken, ansızın "lebbeyk!" (Buyur Allah'ım!) dedi ve can­sız yere düştü.

Bu senede vefat eden meşhur şahsiyetler arasında "Müsned" sa­hibi Muhammed b. Harun er-Ruyanî, İbn Düreyc el-Akberî ve Hey­sem b. Halef de bulunmaktadır. [9]

 

Hicretin Üçyüzsekizinci Senesi

 

Bu senede Bağdat'ta fiyatlar yükseldi, pahalılık meydana geldi. Halk huzursuz oldu. Ayaklanarak vezir Hamid b. Abbas'm köşküne yürüdü. Çünkü halife, ovadaki verimli arazileri vezir Hamid'e iltizam olarak vermişti. Yani oraları işleterek gelirini vezirin kendisi elde edecekti. Fiyatlar işte bu nedenle yükselmiş, pahalılık meydana gel­mişti. Halk, ayaklandığı cuma gününde hatibe saldırdı, onu hutbe okumaktan menetti. Minberler kırıldı, güvenlik görevlileri öldürüldü. Çok sayıda köprüler yakıldı. Bunun üzerine halife, ayaklanan halk Jle savaşılmasını askerlere emretti. Sonra da Hamid b. Abbas'a yapılan iltizam fermanım bozdu. Böylece fiyatlar düştü. Bir ölçek buğday beş dinardan eksiğe satılır oldu. Halkın gönlü rahatladı ve fitne din­di. Herkes sakinleşti.

Bu senenin temmuz ayında şiddetli bir dolu yağdı. Öyle ki, insan­lar damların üzerinden inip evlerin içine kapandılar, yorganlara bü­rünerek ısınmaya çalıştılar. Bu senenin kış mevsiminde insanlarda aşırı şekilde balgam meydana geldi ve şiddetli soğuklar görüldü. Öyle ki, bazı hurmalıklar bundan zarar gördü.

Bu senede Kahramane'nin kardeşi Ahmed b. Abbas, insanlara haccettirdi. [10]

 

Hicretin Üçyüzsekizinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

İbrahim B. Süfyan

 

Bu zat, fıkıhçı idi. Haccac b. Müslim'den, "Sahih-i MüslinTi riva­yet etmiştir. [11]

 

Ahmed B. Es-Salt

 

Ahmed b. es-Salt b. Mugallez Ebü'l-Abbas el-Hamanî. Hadis uy­duranlardan biridir. Dayısı Cebbare b. Mugallez, Ebu Nuaym, Müs­lim b. İbrahim, Ebu Bekir b. Ebi Şeybe, Ebu Ubeyd Kasım b. Sel-lam'dan ve diğerlerinden hadis rivayet etmiştir. Ancak kendisi, Ebu Hanife ve diğer zatlar hakkında hadisler uydurmuştur. Yahya b. Ma­rn, Ali b. el-Medinî, Bişr b. el-Haris'ten de tümü yalan olan haberler nakletmiştir. Ebul-Ferec İbnü'l-Cevzî dedi ki: «Muhammed b. Ebü'l-Fevaris bana: "Ahmed b. es-Salt, hadis uydururdu." dedi.»

îshak b. Ahmed el-Huzaî, Mufaddal el-Cündî ve Abdullah b. Mu­hammed b. Vehb ed-Dineverî de bu senede vefat eden meşhur şahsi­yetler arasındadır. [12]

 

Abdullah B. Sabit B. Yakub

 

Künyesi, Ebu Abdillah'tır. Kurra ve nahivciydi. Tuz şehrindendir. Ama sonraları Bağdat'a gelip yerleşmiştir. Amr b. Şebbe'den rivayet­lerde bulunmuştur. Ebu Amr b. es-Semmak da kendisinden rivayet­lerde bulunmuştur. Abdullah'ın güzel şiirlerinden biri şudur:

"Eğer hafızan sağlam değil, bilinçli biri de değilsen, O zaman Beyt hakkındaki ilminin faydası olmaz.

Cehaletle, bilgisizce meclise gelip katılıyorsun. Ama senin kitaplardaki ilmin emanettir, iğretidir. Bir kimse kendi zamanında böyle olursa, Onun zamanı geriye doğru gider." [13]

 

Hicretin Üçyüzdokuzuncu Senesi

 

Bu senede Bağdat'ta bir zındıkın öldürülmesi nedeniyle birçok mahallelerde yangınlar meydana geldi. Öldürülen zındıkın taraftar­ları, çok yerleri ateşe verdiler. Bu nedenle halkın çoğu öldü.

Bu senenin cemaziyelevvel ayında halife Muktedir, hadim Mu-nis'i Mısır ve Şam valiliklerine atadı. Ona Muzaffer lakabını taktı ve bu hususu ülkenin bütün şehirlerine mektuplarla duyurdu.

Bu senenin zilkade ayında Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Ta-berî, kendisine eleştiri alarak yönelttikleri bazı hususlarda Hanbeli-lerle tartışmak üzere, vezir İsa b. Ali'nin evine getirildi. Fakat Han-beliler, münazara için oraya gelmediler.

Bu senede vezir Hamid b. Abbas, kıymeti 100.000 dinar olan ve Naura adını taktığı bir bahçeyi halifeye takdim etti. Oradaki mesken­lere çok kıymetli halılar serdi.

Bu senede Hallaç diye bilinen Hüseyin b. Mansur Öldürüldü. Aşa­ğıda onun biyografisini, yaşayışını ve ne şekilde öldürüldüğünü, hak­sızlık yapmadan, ilaveler yapmadan, kendi arzularımıza kapılmadan, insaf ve adaletle kısaca anlatacağız. [14]

 

Hallacın Biyografisi

 

Onun söylemediği sözleri ona isnad etmekten, sözleri ve fiillerin­de ona iftira etmekten Allah'a sığınarak deriz ki:

Hallacın asıl adı, Hüseyin b. Mansur b. Muhamma el-Hallac'dır. Künyesi, Ebu Muğis'tir. Ebu Abdillah olduğu da söylenir. Dedesi, Fars'ın Beyda kentinden Muhamma adında Mecusi bir kimsedir. Va­sıfta yetişti. Tüster'de yetiştiği de söylenir. Ama daha sonra Bağdat'a geldi. Mekke'ye gidip geldi, yazın ve kışın orada mescidin ortasında mücavir olarak yaşadı. Çeşitli senelerde bu halde yaşayışını sürdür­dü. Nefsiyls mücahede edip zahmetlere katlanırdı. Mescid-i Haram'ın ortasında gök kubbenin altında otururdu. Tam bir sene boyunca iftar vakitlerinde bir parça ekmek yeyip azıcık su içerek gıdasını temin ederdi. Yazın şiddetli sıcaklarda Ebu Kubeys dağında bir kayanın üzerine otururdu. Cüneyd b. Muhammed, Amr b. Osman el-Mekkî ve Ebu Hüseyin en-Nurî gibi, sofilerin önde gelen simalarıyla arkadaşlık etti.

Hatib Bağdadî dedi ki: «Sofiler, onun hakkında farklı görüşler ile­ri sürerek ihtilafa düşmüşlerdir. Çokları Hallac'm kendilerinden ol­duğunu kabul etmemişlerdir; ama önde gelenleri Ebü'l-Abbas b. Atâ el-Bağdadî, Muhammed b. Hafif eş-Şirazî ve İbrahim b. Muhamihed en-Nasrabazî en-Nisaburî gibi bazı sofiler ise onu kendilerinden say­mışlardır. Durumunu makbul görmüşler, sözlerini bir araya getirin derlemişlerdir. Hatta İbn Hafif demiş ki: "Hüseyin b. Mansur el-Hal-lac, Rabbani bir âlimdi."»

Asıl adı Muhammed b. Hüseyin olan Ebu Abdirrahman es-Sülemî ise şöyle demiştir: «Ruhla ilgili olarak Hallac'm bir sözünü nakleden ve bu sözü nedeniyle onu kınayan bir adama, İbrahim b. Muhammed en-Nasrabazî'nin şöyle dediğini işittim: "Eğer peygamberlerden ve sıddıklardan sonra tevhid ehli bir kişi varsa o da Hallac'dır."»

Ebu Abdirrahman, Mansur b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Şiblî'nin şöyle dediğini duydum: "Ben ve Hüseyin b. Mansur aynı şeydik. Yalnız o açığa vurdu, bense gizledim." Başka bir rivayette an­latıldığına göre Hallac'm idam edildiğini gören Şiblî, onun cesedine hitaben: "Ben seni âlemlerden nehyetmemiş miydim?" demiştir.»

Hatib Bağdadî dedi ki: "Onu kendilerinden saymayan sofiler, onu -yaptığı bazı işlerde- gözbağcılığına ve inancı hususunda da zındıklı­ğa nisbet etmişlerdir. Onun şu ana kadar yaşayan bazı arkadaşları vardır ki, onu mübalağalı bir şekilde yüksek bir adam olarak göster­mekte ve yapmadığı bazı işleri ona nisbet etmektedirler. Aslında Hal­laç, tatlı konuşan biri idi, tarikata meyilli şiirleri vardı."

Ben derim ki: Öldürülüşünden bu yana insanlar Hallac'm duru­mu hakkında çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. Fıkıhçıların birçoğu, âlimler ve imamların onu öldürmek gerektiği ve onun kafir olarak Öl­dürüldüğü, yalancı, hakkı batıl gösteren, gözbağcılık yapan biri oldu­ğu hususunda icma ettiklerini bildirmişlerdir. Sofilerin çoğu da bu görüştedirler. Ama yukarıda da anlatıldığı gibi sofilerin bir kısmı onun hakkında güzel sözler söylemişlerdir. Ne var ki, dış görünümü onları aldatmıştır. Onun iç kısmına ve sözünün gerçek anlamına va­kıf olamamışlardır. Hallaç, ilk zamanlarda kendini ibadete veren Rabbani bir kimse idi. Ama ilimden nasibi yoktu, kendi durumunu ve yaşantısını Allah'ın rızasına ve takvaya dayandırmamış ti. Bu neden­ledir ki, ıslah ettiğinden çok ifsad ettiği gerçektir.

Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Bozulan âlimlerimizde Yahudilere ben­zerlik vardır. Bozulan âbidlerimizde de Hristiyanlara benzerlik var­dır. Bu nedenledir ki Hallac'm kafasına hulul (yani ilahın insanının içine girmesi) ve ilah ile insanın birleşmesi (vahdet-i vücud) inancı girmişti. Bu nedenle çözüntüye uğrayan sapık kimselerden biri oldu.

Başka yollardan gelen bir rivayette anlatıldığına göre Hallac'ın duru­cu altüst olmuş, çeşitli şehirlere seyahatlerde bulunmuş, bütün bu seyahatlerinde halka, kendisinin Aziz ve Celil olan Allah'a davet eden biri olduğunu göstermişti.

Sahih bir rivayette anlatıldığına göre o, Hindistan'a gitmiş ve rada büyücülüğü öğrenmiştir. "Ben, büyü ile insanları Allah'a davet diyorum." demişti. Hindistanlılar ona mektup yazarlarken, Muğis diye hitap ediyorlardı. Muğis, insanın imdadına koşan zat demektir. Serkisanlılar ise ona mektup yazarlarken Mukit, adıyla hitap ediyor­lardı. Mukit; her canlıya azığını veren zat demektir. Horasanlılar onunla mektuplaşırken kendisine Mümeyyiz adıyla hitap ediyorlardı. Farshlar onunla mektuplaşırlarken kendisine Abdullah ez-Zahid la­kabıyla hitap ediyorlardı. Huzistanlılar onunla mektuplaşırlarken kendisine Ebu Abdillah ez-Zahid Hallacu'l-Esrar diye hitab ediyorlar­dı. Bazı Bağdatlılar, yanlarında bulunduğu esnada kendisine Musta-lim (kesici) diyorlardı. Basralılar ise, ona Muhayyir diye hitab ediyor­lardı. Muhayyir, insanı şaşkına çeviren demektir. Ahvazlıların ona Hallaç adını takmalarının sebebi, onun kalblerindeki düşünceleri keşfetmesi idi ya da şu sebepten ötürü ona Hallaç adını takmışlardı: Bir defasında o, pamuk diden bir halaca giderek şöyle demişti:

- Şu işimi görmek için falan yere gider misin?

- Gördüğün gibi ben burada pamuk ditmekle meşgulüm.

- Sen işimi görmeye git de, ben senin yerine pamukları diderim. Adam Hallacın işini görmeye gitmişti, ama çabucak geri döndü­ğünde ambardaki bütün pamukların didilmiş olduğunu gördü!

Anlatıldığına göre Hallaç, elindeki sopa ile pamuklara işaret et­miş ve pamuklar kozalarından ayıklanmıştı.

Bu hikayenin doğruluğu ve Hallac'a nisbeti hususunda şüphe vardır. Her ne kadar o böyle şeyleri yapmışsa da bu hikayenin ona ait olduğu şüphelidir. Çünkü şeytanlar kendi adamlarına yardım eder, onların hizmetlerini görürler. Başka bir rivayette anlatıldığına göre, babası da hallaçlık yapmış olduğundan ötürü Hallaç Mansur, o pa­mukları kısa bir sürede ditmişti.

Onun, işin başlangıcında hulul itikadına sahip olduğunu gösteren birçok deliller vardır. Bu delillerden bazıları onun şu şiirleridir:

"Yumuşak ve hoş misk kokusu ile anberin birleştirilerek yaratı-hşları gibi senin ruhun da benim ruhumla birleştirilerek yaratıldı.

Sana bir şey dokunursa bana da dokunur, ben de onu hissederim, sen ve ben diye ayrılamayız."

"Senin ruhun, şarabın berrak suyla karıştırılışı gibi benim ruhumla karıştırıldı.

Sana birşey dokunursa bana da dokunur, her halde ben ve sen aynıyız."  etti.

"Seni kendi içinde kendi sırrında tahkik ettim, lisanım sana hitab

Bazı manalarda birleştik, bazı manalarda ayrıldık. Saygınlığın seni gözlerin görmesinden perdelemişse de; Sana olan aşkım seni iç organlarıma kadar yaklaştırmıştır."

Hallac'm şu şiirim İbn Atâ'ya okumuşlardı:

"Ben seni istiyorum ama sevap için değil

Ben seni azap için istiyorum.

Ben bütün maksatlarıma kavuştum.

Sadece azaptan duyacağım lezzetli vecdi elde edemedim."

Bu şiiri dinledikten sonra İbn Atâ şöyle demişti: "İşte bununla aş­kın acısı, külfetlerin ağırlığı, esefin yangım artar. Bu netleşip hakkın tatlı aşk şarabına ulaşınca işte o zaman gözden devamlı surette yaş­lar akar."

Hallac'ın şu şiiri Ebu Abdillah b. Hafife okunmuştu:

"Maddi âlemlerini izhar eden Allah, noksanlıklardan münezzeh ve yücedir.

Onun lahutî sırrı yükseldi ve parlak ışıklar saçıp âlemi deldi.

Sonra halkı ve yaratıkları içinde zahiren göründü, tıpkı yiyen ve içen insanlar suretinde göründü.

Öyle ki, yaratıkları onu gözleriyle gördüler, kaş göz arasında bir anda görünür gibi oldu."

Bu şiiri dinledikten sonra Ebu Abdillah b. Hafif dedi ki: "Böyle di­yen kimseye Allah lanet etsin!" Kendisine bunun Hallac'a ait bir şiir olduğu söylenince o: "Hayır, bu ona nisbet edilmiş bir şiir olmalıdır." dedi.

Şu şiir de ona nisbet edilmiştir: .

"Yakında benden hal hatır soracaksın, senden sonra karşılaştı­ğım keder ve hüzünleri öğreneceksin.

Ben ne halde olduğumu biliyorsam eğer, yok olayım. Nasıl olmadığımı da biliyorsam yine yok olayım."

İbn Hallikan dedi ki: "Bu şiirin Hallac'a değil de Semnun'a ait ol­duğu rivayet edilir."

Şu şiir de Hallac'a aittir:

"Gözlerim senden başkasının aşkına uykusuz kalır veya ağlarsa; O zaman gözlerime umduğu ve ümid ettiği şeyler verilmesin. Eğer kalbimde senden başkasının aşkı gizliyse nefsim temizlen­mesin.

Arzu ve emellerin bahçesi senin yanaklarında parıldamakta ve

görünmektedir."

Şu aşağıdaki şiir de Hallac'a aittir:

"Dünya beni aldatıyor, sanki onun halini bilmiyormuşum gibi. Hükümdar kendi sınırlarına yaklaşılmasını yasakladı. Ben de onun helal kıldığı, serbest bıraktığı yerlere yaklaşmaz oldum. Onun muhtaç olduğunu gördüm, lezzetini ona bağışladım."

Hallaç, çeşitli elbiseler giyerdi; bazen sofi elbisesi, bazan pejmür­de elbiseler, bazan asker elbisesi giyerdi. Zenginlerin, hükümdarların ve askerlerin çocuklarıyla arkadaşlık ederdi. Arkadaşlarından biri onu bir defa eski püskü elbiseler içinde görmüştü. Elinde bir baston ve bir de su tulumu vardı. Seyahate çıkmaktaydı. Arkadaşı ona: "Ey Hallaç, bu ne hal?!" diye sorunca, Hallaç şu şiiri okumaya başlamıştı:

"Dün yoksulların elbisesini giyinerek akşamlamıştım, ama o elbi­seler hür ve cömert bir kimsenin üzerinde çürüyüp gittiler.

Bir hali eski haline göre değişmiş olarak görürsen sakın aldan-mayasm.

Benim helak olan ya da yükselen bir nefsim vardır, senin ömrüne yemin ederim ki, ben çok büyük bir işe doğru gitmekteyim."

Şimdi de Hallac'm güzel sözlerinden bazı örnekler verelim:

Adamın birisi gelerek, Allah kendisine fayda versin diye ondan bir tavsiyede bulunmasını istemişti. Hallaç da ona şu tavsiyede bu­lunmuştu:

"Nefsine dikkat et, eğer sen onu hak ile meşgul etmezsen o seni haktan alıkoyup oyalar."

Adamın biri de ona şöyle demişti:

- Bana Öğüt ver.

- Vacip kıldığının hükmü ile, hakla beraber ol."

Hatib Bağdadî'nin rivayetine göre Hallaç şöyle demiştir:

"Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri şu dört cümleye dayanır:

1- Yüce Allah'ı sevmek,

2- Az şeyi sevmemek,

3- Allah katından indirilen Kur'ân'a tabi olmak,

4- İyi halden kötü hale döndürülmekten korkmak."

Ben derim ki: Hallaç, bunlardan üçüncü ve dördüncü makamlar­da sapmıştır. Çünkü o Kur'ân'a tabi olmamış ve istikamet üzerede ol­mamıştır. Aksine o, iyi halden sapıp eğriliğe, bid'ata ve sapıklığa yö­nelmiştir. Allah'tan afiyet diliyoruz.

Ebu Abdurrahman es-Sülemî, Amr b. Osman el-Mekkî'nin şöyle dediğim rivayet etmiştir:

«Mekke sokaklarından birinde Hallaçla beraber yürümekte ve Kur'ân okumaktaydım. O, benim okuyuşumu duyunca: "Ben de buna benzer sözler söyleyebilirim!" dedi. Bunu duyunca hemen kendisin­den ayrılıp gittim.»

Hatib Bağdadî, Ebu Zür'a et-Taberî'nin şöyle dediğini rivayet et­miştir: "İnsanlar Hüseyin b. Mansur eî-Hallac hakkında iki kısma ay­rılmışlardır. Kimi onu kabul etmiş, kimi de reddetmiştir. Ama Mu-hammed b. Yahya er-Razî'nin şöyle dediğini işittim: "Ben, Amr b. Os­man'ın Hallac'ı lanetlediğim ve: "Eğer gücüm yetseydi onu ellerimle öldürürdüm!" dediğini işittim. Kendisine: "Ey şeyh, sen Hallac'ın aleyhinde bir delile rastladın mı?" diye sorduğumda o şöyle cevap ver­di: "Ben Allah'ın kitabından bir ayet okudum. Bunu duyan Hallaç: "Ben de bunun gibi bir telifte bulunabilir ve bunun gibi sözler söyle­yebilirim!" dedi.»

Ebu Zür'a et-Taberî, Ebu Yakub el-Akta'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Kızımı Hüseyin el-Hallac'la evlendirdim. Çünkü Hallac'ın iyi yolda olup kendini ibadete veren bir kimse olduğunu zannetmiş­tim. Ama biraz zaman geçtikten sonra onun hilekar, büyücü, murdar ve kafir biri olduğunu anladım!»

Ben derim ki: Ebu Yakub el-Akta, kızını Mekke'de Hallaç ile ev-lendirmişti. Kızı Ümmü Hüseyin binti Ebi Yakub el-Akta'dır. Hal-lac'la evlenen kızı Ahmed adında bir çocuk dünyaya getirdi.

Ebul-Kasım el-Kuşeyrî, "er-Risale" isimli eserinde, "Meşayihin Kalplerinin Hıfzı" adlı babda şöyle demiştir:

«Amr b. Osman, Mekke'de iken Hallac'ın yanına gitmişti. Hallaç elindeki bir kağıda bir şeyler yazmaktaydı. Amr kendisine: "Ne yazı­yorsun?" diye sorduğunda Hallaç: "İşte Kur'ân'a karşı bir şeyler yazı­yorum." demiş, Amr da ona beddua etmişti. Hallaç, ondan sonra iflah olmamıştı. Amr, kızını Hallaçla evlendirdiğinden ötürü Ebu Yakub el-Akta'ı kınamış ve protesto etmişti. Memleketin birçok yerlerine mektuplar yazarak Hallac'ı lanetlemiş ve insanları ondan sakınmaya çağırmıştı. Hallaç, İslâm ülkesinin çeşitli beldelerine başıboş bir hal-je gitmiş, serserice dolaşmış, sağı ve solu fesada vermişti. Kendisi­nin, insanları Allah'a davet eden bir kimse olduğu izlenimini vermiş e çeşitli hilelere başvurmuştu. Bu yaramaz tavrını devam ettirmiş, nihayet Cenâb-ı Allah, suçlular topluluğunun üzerinden geri çevrile-meyen azabını onun tepesine indirmişti. Ancak bir zmdıkm omuzları araşma inen şeriat kılıcı ile öldürülmüştü. Cenâb-ı Allah bu şeriat kı­lıcını sıddık bir kimseye musallat etmeyecek kadar adildir. Kaldı ki Hallaç, Kur'ân-ı Azim'e saldırmış, Beled-i Haram'da Cebrail (a.s.)'in onu inzal ettiği yerde yani Mekke'de Kur'ân'a muarazada bulunmak istemişti. Oysa Cenâb-ı Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"Ve orada (Mescid-i Haram'da) zulnı ile yanlış yola saptırmak is­teyeni, can yakıcı bir azaba uğratırız." (el-Hac, 25.)

Tabii ki onun yaptığından büyük bir saptırma düşünülemez.

Hallaç, inatçılığı hususunda Kureyş kafirlerine benzetilmiştir. Nitekim yüce Allah, Kureyş kafirlerinden bahsederken şöyle buyur­muştur:

«Ayetlerimiz kendilerine okunduğu zaman onlar: "İşittik, işittik! İstesek biz de aynını söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır" derlerdi.» (el-Enfâl, 3i.).» [15]

 

Hallacın Hilelerine Örnekler

 

Hatib Bağdadî, şöyle rivayet etmiştir:

«Hallaç, kendi has adamlarından birini, Cebel beldesine gidip orada halka kendini âbid, salih ve zahid bir kimse olarak göstermesi­ni emretti. Halk, onun âbid, salih ve zahid bir kimse olduğunu görüp kendisine yönelerek onu severek bağlandığında, onlara, aniden gözle­rinin kör olduğunu söylemesini ve gözünü yummasını; aradan birkaç gün daha geçtikten sonrada kötürüm olduğunu söylemesini ve kesin­likle ayağa kalkmamasını, onu tedavi etmeye çabalamaları halinde ise onlara şöyle demesini emretti: "Ey iyiliksever cemaat! Bu yaptık­larınızın bana hiç faydası olmayacaktır." Böyle dedikten sonra ara­dan birkaç gün geçince onlara, Rasûlullah (s.a.v.)'ı rüyasında gördü­ğünü ve kendisine Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu söyleme­sini tembihledi: "Senin şifa bulman, ancak kutubun elleri ile müm­kün olacaktır ve kutub, falan ayın falan gününde sana gelecektir, °nun evsafı şöyle şöyledir."

Hallaç, yola çıkardığı adamına, falan ayın falan gününde onun bulunduğu şehire geleceğini de bildirdi. Adam kendisine emredilen Şhi gitti. Orada ikamete başladı. Kendini ibadete verdi. Salih bir  olduğunu halka gösterdi. Kur'ân okumaya başladı. Bir müddet bu halde ikamet ettikten sonra halk onun veli bir kişi olduğuna ina­nıp onu sevdi. Bir süre sonra onlara gözlerini kaybettiğini söyledi gözlerini kapattı. Bir süre böylece kaldı. Aradan bir müddet geçtikten sonra da kötürüm olduğunu söyleyip yere çöktü ve hiç kalkmadı. Bü­tün imkanları seferber ederek onu tedavi etmeye çalıştılarsa da bun­dan hiçbir fayda elde edilemedi. Adam onlara dedi ki: "Ey iyiliksever cemaat! Sizin bu yaptıklarınızın bana hiçbir faydası dokunmayacak­tır ve bu hiçbir sonuç vermeyecektir. Çünkü ben rüyada Rasûlullah (s.a.v.)'ı gördüm. Bana: "Senin afiyete erip şifa bulman ancak kutub sayesinde mümkün olacaktır. O falan ayın falan gününde sana gele­cektir." dedi.»

Önceleri elinden tutarak onu mescide götürüyorlardı, ama daha sonra kötürüm olunca onu sırtlarına alıp taşıyarak götürmeye başla­dılar. Kendisine ikram ettiler. Derken, söylediği vakit gelip çattı. Za­ten o zamanı, Hallaçla aralarında kararlaştırmışlardı.

Hallaç, gizlice bu şehre geldi. Üzerinde beyaz yün elbiseler vardı. Mescide girdi. Bir sütunun yanına çöküp kendini ibadete verdi. Hiç kimseye bakmıyordu. Halk, o hasta kişinin kendilerine anlattığı ev­safa bakarak Hallac'ı tamdılar. Hemen koşup selam verdiler, eteğine el, yüz sürdüler. Sonra o afiyet ve şifa beklemekte olan kötürüm ada­mın yanına gittiler, yabancı birinin mescide geldiğini bildirdiler. Has­ta adam: "Evsafını bana söyleyin." deyince Hallac'ın evsafını anlattı­lar. Hasta adam şöyle dedi: "İşte, Rasûlullah (s.a.v.)'m rüyamda bana anlattığı ve kendisinin elinden şifa bulacağımı söylediği adam odur! Beni hemen ona götürün."

Hasta adamı alıp mescide, Hallac'ın yanma götürdüler. Birbirle­rini tamdılar, konuştular. Hasta rolü yapan adam Hallac'a: "Ey Ab­dullah'ın babası! Ben rüyada Rasûlullah (s.a.v.)'ı gördüm..." dedi ve güya görmüş olduğu rüyayı ona anlattı. Hallaç da ellerini semaya kaldırıp onun için dua etti, sonra kendi avucuna biraz tükürüp eliyle hasta adamın gözlerine sürdü. Gözleri hemen açıldı. Sanki daha Önce gözleri hiç kör olmamış ve hastalanmamış gibi görmeye başladı. Son­ra tükürüğünden birazını alıp kötürüm olan ayaklarına sürdü, adam hemen ayağa kalkıp yürümeye başladı. Sanki hiç kötürüm olmamış gibiydi. Herkes onu seyrediyordu. Şehrin ümera ve büyükleri de ora­daydılar. Büyük bir kalabalık ve gürültü meydana geldi. Cemaat tek­bir getirip tesbihde bulundular. Hallac'a da, kendilerine gösterdiği yalan ve batıl kerametinden dolayı büyük bir saygı gösterdiler.

Hallaç, bir müddet yanlarında kaldı. Ona ikram ve saygı göster­diler. Kendi mallarından ne isterse ona vereceklerini söylediler ve kendilerinden mallarını istemesini de gönülden arzuladılar. Hallaç o şehirden ayrılıp gitmek istediğinde ona çok miktarda para toplayıp vermek istedilerse de o; "Benim dünyaya ihtiyacım yoktur. Ben bu mertebeye dünyayı terketmekle ulaşabildim. Fakat, şu hasta adamı­nızın Tarsus sınırında cihadda olan abdal kardeş ile ashabı vardır, onlar hacca gitmek, sadaka vermek isteyebilirler. Bu parayı onlara gönderin. Belki bu paranızla güçlenip bazı hayırlı işler yaparlar, dedi. Kötürüm rolü yapan adamı da: "Şeyh efendi doğru söylüyor. Cenâb-ı Allah, gözlerimi bana geri verdi ve afiyet ihsan etti. Artık kalan öm­rümü Allah yolunda cihad etmek ve abdal, salih kardeşlerimizle bir­likte Allah'ın beytini haccetmek yolunda sarfedeceğim." dedi. Sonra da gönüllerinden koparak topladıkları o paraları Hallac'a vermeleri için onları teşvik etti. Fakat Hallaç aralarından çıkıp gitti, o kötürüm rolü yapan adamı ise aralarında bir müddet daha kaldı. Nihayet bin­lerce altın ve gümüşten müteşekkil çok miktarda mal ve parayı topla­yıp ona verdiler. O da bu paraları alınca vedalaşarak şehri terketti ve Hallacın yanma gitti. İkisi bu mal ve paraları kendi aralarında pay­laştılar.»

Adamın birinin şöyle dediği rivayet edilir:

«Hallac-ı Mansur'un, birçok harika hallerinin olduğunu duyuyor­dum. Kendisini bu hususta denemek istedim. Yanına gittim, selam verdim. Bana: "Şu anda canın birşey yemek istiyor mu?" diye sordu. Ben de: "Taze bir balık yemek istiyorum." dedim. Hemen evine girdi. Bir saat kadar kayboldu, sonra yanıma geldi. Elinde taze bir balık vardı. Balık canlıydı, elinde çırpınıyordu. Kendisinin ayakları ise ça-murlanmıştı. Bana: "Allah'a dua ettim, bana şu balığı getirebilmem için derin vadilere gitmemi emretti. Ben de derin vadilere daldım, ayaklanmda gördüğün çamur işte ondan Ötürüdür." dedi. Kendisine dedim ki: "Eğer sana kesin olarak inanmamı istiyorsan, izin ver de evinin iç kısımlarını kontrol edeyim. Eğer benim içeriye girmiş oldu­ğum şu kapıdan başka dışarıya açılan bir kapı veya pencere gibi bir geçit yoksa, mesele yok, sana inanırım. Aksi takdirde inanmam."

Hallaç, bana: "İçeri gir ve kontrol et." dedi. İçeriye girdim, kapıyı kilitledi ve beni gözetlemeye başladı. Evi dolaştım, başka bir yere ve­ya dışarıya açılan herhangi bir geçit göremedim. Balığı nasıl getirdi­ğine şaştım. Sonra bir baktım ki, karşı tarafta bir perde var! Perdeyi oynattım, aralandı. Perdenin gerisinde bir geçit gördüm. İçeriye gir­diğimde muazzam bir bostana vardım. Orada eski yeni, çeşitli meyve­ler ve mahsûller vardı. Ama bütün bu meyveleri ve ürünleri güzelce ttıuhafaza etmesini bilmişti. Orada yenmeye hazır birçok şeyler gör­düm. Ayrıca büyük bir su sarnıcı gördüm ki, içinde irili ufaklı çok miktarda balık vardı! Sarnıca girip bir balık çıkardım. Tıpkı Hallac'ın ayaklan gibi benim de ayaklarım çamurlandı. Balığı aldım ve Hal­lacın yanma döndüm. Kendisine: "Kapıyı aç da yanına geleyim, çünkü artık sana inandım." dedim. Ama, kendisi gibi ayaklarım lanmış ve elimde bir balıkla görünce, beni öldürmek üzere koşarak peşimden geldi. Elimdeki balığı yüzüne çarpıp kaçtım ve şöyle dedim: "Ey Allah'ın düşmanı! Sen beni bu hususta bugün çok yordun." Ken­disinden kurtulup gittim.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hallaç, yine benimle karşılaş­tı. Gülerek bana: "Sakın gördüklerini kimseye söylemeyesin, yoksa yatağında bile olsan, seni öldürecek birini sana gönderirim." dedi. Ben de sırrını ifşa ettiğim takdirde beni öldüreceğine inandım. Dola­yısıyla kendisi idam edilinceye kadar bu olayı kimselere anlatma­dım.»

Günün birinde Hallaç, bir adama şöyle dedi: "Bana iman et ki, sa­na bir serçe göndereyim. Öyle bir serçe ki, onun bir habbe ağırlığın­daki tersini bir men (180-280 miskal arasındaki bir ölçek) bakır üze­rine koyduğunda o bakır, altına dönüşür." Adam da ona şu cevabı verdi: "Sen bana iman et de sana bir fil göndereyim, o fil sırtüstü uzandığında ayakları semaya kadar uzansın, onu saklamak istediğin­de de alıp gözlerinden birinin içine koyup saklayabilirsin!" Hallaç, adamın bu cevabı karşısında şaştı, donup kaldı, bir cevap veremedi.

Hallaç, Bağdat'a geldiğinde halkı kendisine inanmaya davet etti. Onlara şeytani halleri, gözbağcılığını ve bazı olağanüstü fiilleri gös­terdi. Çoğunlukla ona Rafıziler inanıyorlardı. Çünkü onların akılları kıttı. Ayırım güçleri zayıftı, hak ile batılı birbirinden ayırd edemiyor­lar di.

Günün birinde Rafizilerin reislerinden birini yanına çağırdı ve onu kendisine imana davet etti. Rafızi reis de ona şöyle dedi: "Ben ka­dınları seven bir adamım, ama başım keldir, kalan saçlarım da ağar­mıştır. Eğer bendeki bu kusuru giderebilirsen sana iman ederim ve senin masum imam olduğuna inanırım. Dilersen peygamber olduğu­nu, dilersen de Allah olduğunu bile söylerim!" Adamın bu cevabı kar­şısında Hallaç şaşkına döndü ve cevap veremedi.

Şeyh Ebü'l-Ferec b. Cevzî dedi ki: "Hallaç, kılıktan kılığa girerdi. Bazan ferace giyer, bazan kaftan giyer, bazan da bornoz giyerdi. Han­gi topluluğun yanma giderse onlara göre elbise giyerdi. Gittiği kimse­ler Ehl-i Sünnet iseler onlara göre; Rafızi veya Mutezili iseler onlara göre; sofi iseler onlara göre, fasık kimseler iseler de onlara göre elbi­seler giyerdi. Ahvaz'da ikamet ettiğinde kudret dirhemleri dediği bazı dirhemler sarfetmeye başladı. Bunu Şeyh Ebu Ali el-Cübbaî'ye sor­duklarında o şu cevabı vermişti: "Bütün bunlar insanın hile ile elde edebileceği birtakım şeylerdir. Ama onu hiçbir yere geçit vermeyen kapalı bir eve koyun, sonra da ondan iki demet diken bulup getirme­sini isteyin. Bakın bakalım bunu yapabiliyor mu?" Hallaç bunu duyunca Ahvaz'dan ayrılıp gitti.»

Hatib Bağdadî, "Tarih"inde İsmail b. Ali el-Hatib'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Hallaç Hüseyin b. Mansur adında bir adamın adı duyulmaya başladı. O, aleyhinde yapılan bir jurnal nedeniyle sultanın hapsin-devdi. Ali b. İsa'nın birinci vezirliği zamanında hapsedilmiş idi. Hal-lac'ın çeşitli zındıklıkları ve hilekarlıkları anlatılıyordu. İnsanları saptırdığı söyleniyordu. İnsanları büyücülük, göz bağcılığına benzer şeylerle aldatıyor, peygamber olduğunu iddia ediyordu.

Yakalandığı zaman vezir Ali b. İsa, onun durumunu belirledi. Onunla ilgili malumatı halife Muktedir Billah'a aktardı. Fakat Hal­laç kendisine yapılan isnatları kabullenmedi. Halife de onu Rahbe-tü'1-Cisr'de günlerce işkenceye maruz bıraktı. Her gün sabahleyin onu diri diri ağaca asıyor, sonra indiriyor ve hakkında söylenenleri halka duyuruyordu. Asıldığı ağaçtan indirildikten sonra tekrar zinda­na gönderiliyordu.

Uzun seneler zindanda kaldı. Ama bir zindandan diğer bir zinda­na naklediliyordu. Çünkü bir zindanda uzun süre kalması halinde, mahkumları saptırmasından korkuluyordu. Nihayet son olarak sulta­nın sarayında hapsedildi. Bu sırada sultanın kölelerinden bir grubu baştan çıkardı. Onlara kötü fikirler aşıladı, çeşitli hilelerle onları kendine meylettirdi. Neticede onlar da kendisini himaye edip savun­maya ve güzel yiyecekler getirerek onu beslemeye başladılar. Sonra katiplerden ve diğer görevlilerden bir gruba haber gönderdi, onlar da onun çağrısına icabet ettiler. Durumu güçlendi. Nihayet rablık iddia­sında bulundu. Adamlarından bir grup sultana jurnallendi. Bunun üzerine yakalandılar. İçerinden birisinin yanında söylenenlerin doğ­ruluğunu tasdik edici mahiyette mektuplar bulundu. Onlar da bunu dilleriyle itiraf ettiler.

Hallac'm haberi her tarafa yayıldı. İnsanlar onun öldürülmesi ge­rektiğini söylediler. Halife, onun vezir Hamid b. Abbas'a teslim edil­mesini; vezire de onu kadıların, âlimlerin huzuruna getirip durumu­nu açığa çıkarmasını, adamlarla yüzleştirilmesini emretti. Bu husus­ta uzun uzaciıya karşılıklı konuşmalar cereyan etti. Sonra halife onun durumunu iyice anladı. Hakkında söylenenlerin doğruluğuna kanaat getirdi. Bu husus, kadıların huzurunda tesbit edildi. Alimler onun Öl­dürülmesi gerektiğine dair fetva verdiler. Halife, öldürülüp ateşte ya­kılmasını emretti. Hicretin 309. senesinin zilkade ayının bitimine do-^uz gün kala, salı günü, Bağdat'ın batı yakasındaki emniyet dairesi-ne getirildi. Orada kendisine 1.000 kırbaç vuruldu. Sonra elleri ve ayakları kesildi. Boynu vuruldu. Cesedi ateşte yakıldı. Kesik başı ye-n* köprünün surları üzerine dikildi. Elleri ve ayakları da asıldı.»

Ebu Abdirrahman b. Hasan es-Sülemî, Ebu Bekir b. Memşaz'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Dinever'de bir adam yanımıza geldi, yanında bir dağarcık vardı Gece gündüz bu dağarcığını yanından ayırmıyordu. Arkadaşlarımız onun bu durumundan kuşkulandılar. Dağarcığını açıp baktılar, için­de Hallac'a ait bir mektup buldular. Mektubun baş kısmında şöyle yazılıydı: "Rahman ve rahimden falan oğlu falana."

Mektupta Hallaç, onu dalalete ve kendisine iman etmeye davet ediyordu.

Bu mektup Bağdat'a gönderildi. Mektuptaki ifadeler Hallac'a so­ruldu. O da kendisinin yazmış olduğunu itiraf etti.

Kendisine şöyle dediler:

- Sen daha önce peygamberlik iddia ediyordun, şimdi de ilahlık ve rabiık mı iddia ediyorsun?

- Hayır, ama bu ifadeler bizce vahdet-i vücudun ta kendisidir yazan ancak Allah'tır. Ben ve elim ise onun birer aletiyiz!

- Senin bu görüşünü paylaşan birileri var mı?

- Evet, İbn Atâ, Ebu Muhammed el-Harirî ve Ebu Bekir eş-Şiblî de benim görüşümü paylaşmaktadırlar.

Bu durum Ebu Muhammed el-Harirî'ye sorulduğunda o: "Böyle diyen kafirdir." dedi. Ebu Bekir eş-Şiblî'ye sordular, o da: "Böyle di­yen bir adam konuşmaktan menedilir." dedi. İbn Atâ'ya sordukların­da ise o şu karşılığı verdi: "Hallac'ın bu konuda söyledikleri doğru­dur." Böyle demesi üzerine kendisine işkence edildi, nihayet bu yüz­den Öldü.»

Ebu Abdirrahman es-Sülemî, Muhammed b. Abdurrahman er-Ra-zî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Vezir Hamid b. Abbas, Hallac'ı huzuruna getirdiğinde ona itika­dını sordu, o da itikadını içeren ifadeleri yazılı olarak verdi. Vezir bu­nu Bağdat nkıhçılarma sordu. Onlar bunu protesto ettiler. Bu inanca sahip olan bir kimsenin kafir olacağım söylediler. Vezir de şöyle dedi: "Ebü'l-Abbas b. Atâ da öyle diyor." deyince fıkıhçılar: "Öyle diyen bir kimse kafirdir." diye karşılık verdiler.

Sonra vezir, İbn Atâ'yı kendi makamına çağırdı, İbn Atâ gelip ve­zirin makamında baş köşede oturdu. Vezir ona Hallac'ın demin nak­letmiş olduğumuz sözlerinin hükmünü sordu. O da şu cevabı verdi: "Böyle demeyen kimse itikadsızdır!" Vezir ona şu karşılığı verdi: "Ya­zıklar olsun sana! Sen böyle sözleri ve böyle bir inancı tasvip mi edi­yorsun?" İbn Atâ, onun bu sorusunu şöyle cevapladı: "Sen bunlardan ne anlarsın, sen ancak insanların mallarını gasbedip onlara zulmeder ve onları öldürürsün. Sen nerede, bu efendilerin ve velilerin sözlerini anlamak nerede!"

Bunun üzerine vezir, İbn Atâ'nın yüzünün tokatlanmasını, ayak­kabılar111111 çıkarılmasını ve kafasına vurulmasını emretti. Görevliler bu emri yerine getirdiler. Nihayet İbn Atâ'nm burun deliklerinden kan aktı. Vezir onun zindana atılmasını emretti. Kendisine: "Senin hu muameleni halk tasvib etmez, bundan rahatsız olurlar." demeleri -zerine îbn Atâ evine gönderildi. İbn Atâ da: "Allah'ım, veziri öldür, İlerini ve ayaklarını kestir!" diye beddua etti. Yedi gün sonra İbn Atâ Öldü. Bir süre sonra da vezir çok feci bir şekilde öldürüldü. Elleri '

ayakları kesildi, evi yakıldı. Halk, vezirin Öldürülmesinin kendi "nançlarına göre İbn Atâ'nm bedduası nedeniyle olduğuna kanaat ge­tirdi. Sevdikleri bir kimseye eziyet edilmesinin buna neden olacağını söylediler. Hatta bazı ilim cemaatleri de İbn Arabi'ye veya Hüseyin el-Hallac'a ve diğerlerine eziyet etmenin buna yol açtığını söylediler ki bu da falan adamın günahı nedeniyle olmuştur diye beyanda bu­lundular. Bağdat âlimleri, Hallac'ın kafirliğine ve zındıklığına ve bu sebeple öldürülüp asılmasına ittifakla karar verdiler ki, o zamanın Bağdat âlimleri, dünyada sayılır kimselerdi.»

Ebu Bekir Muhammed b. Davud ez-Zahirî dedi ki: «Ebu Bekir'in Öldürülmesinden önce, Hallaç ilk defa yakalandığında kendisine Ebu Bekir'in durumunu sordular, o da şu cevabı verdi: "Eğer Allah'ın pey­gamberi (s.a.v.)'ne indirdiği Kur'ân ve onun getirdiği şeriat hak ise, Hallac'ın söyledikleri batıldır." Ebu Bekir Muhammed, Hallac'a karşı şiddetli tavır takınanlardandı.»

Ebu Bekir es-Solî dedi ki: «Hallac'ı gördüm, onunla konuştum. Onun ukalalık yapan bir cahil, mübalağa yapan bir geri zekalı, iddia­cı bir habis, zahidlik görüntüsü sergileyen ama dünyaya rağbet eden, facir ama ibadet ediyormuş izlenimi veren biri olduğunu gördüm."

Hallaç, ilk defasında asılıp dört gün müddetle sehpada kaldığın­da ve durumu halka ilan edildiğinde bazıları onun bir sığıra bindiril­miş olarak sehpanın yanma getirildiğini görmüşler ve onun: "Ben Hallaç değilim. Ona benzetüdiğim için ben yakalandım, ama o kaçıp gitti." dediğini söylemişlerdir.

Darağacımn yanına getirildiğinde asılacağı esnada şöyle dediği rivayet edilir:

"Ey yardım edici Allah'ım. Aramızdaki dostluk nedeniyle bana yardım et. Aramızdaki dostluk nedniyle bana yardım et."

Asılı iken de şöyle dediğini bazıları naklederler: "İlahi, ben rağ­betler diyarmdayım. Şu tuhaflıklara bak! İlahi, sana eziyet edenleri sevdiğine göre, senin yolunda eziyet görenleri kim bilir ne kadar se­versin!" [16]

 

Hallacın Öldürülmesi

 

Hatib Bağdadî ve diğerleri dediler ki: Hallaç, Bağdat'a son geli­şinde sofilerle arkadaşlık etti ve sofiliğe intisab etti. O zaman, Hanaid b. Abbas vezir idi. Hallacın saray erkanından, haciblerden bazılarını dalalete sürüklediğini, hacib Nasr el-Kaşverî'nin bir kısım kölelerini de yoldan çıkardığını duydu. Güya Hallaç onlara, ölüleri dirilttiğini cinlerin kendisine hizmet ettiklerini, dilediği ve arzuladığı şeyleri kendisine getirdiklerini iddia etmiş ve birkaç ölü kuşu dirilttiğini söy­lemişti.

Muhammed b. Ali el-Kınaî adındaki bir katibin Hallac'a ibadet ettiğini ve insanları Hallac'm itaatma davet ettiğini duyan vezir Ha-mid, o adamı arattırdı, yerini tesbit etti. Evini kuşatma altına alıp onu yakaladı. Adam, Hallac'ın müridlerinden olduğunu itiraf etti. Evinde yapılan aramalarda Hallac'm kendi eliyle yazdığı yazıların ipek sayfalar üzerine altın yaldızla yazılmış ve çok kıymetli ciltle cilt­lenmiş olduğunu gördüler. Bu evde ayrıca, içinde Hallac'm tersi, sidi­ği, bazı eşyaları ve yediği ekmekten bir parçanın da bulunduğu bir kap gördüler. Vezir Hamid, Muktedir'den Hallaçla ilgili olarak ko­nuşma müsaadesi istedi. Muktedir de ona bu izni verdi ve Hallac'ın işini halletmesini emretti.

Vezir Hamid, Hallac'm taraftarlarından bir grubu makamına ça­ğırarak onları korkutup tehdit etti. Onlar da kendi inançlarına göre Hallac'm, Allah'la beraber bir ilah olup Ölüleri dirilttiğini itiraf etti­ler. Kendileri Hallaçla bu konuları tartıştıklarını, bunu onun yüzüne karşı anlattıklarını, ancak Hallac'm bütün bunları inkar edip kendi­lerini yalanladığını ve şöyle dediğini de naklettiler: "Rablık veya pey­gamberlik iddiasında bulunmaktan Allah'a sığınırım. Ben ancak Al­lah'a ibadet eden, onun için çok oruç tutan, çok namaz kılan ve hayır­lı işler yapan bir kimseyim. Bundan başka bir iş yaptığımı asla kabul etmiyorum."

Hallac'm sırtında siyah bir zırh, ayaklarında da on üç zincir bağı vardı. Zırh ve zincir bağları, dizlerine kadar uzanmıştı. Bununla be­raber her gün ve gecede 1.000 rekat namaz kılıyordu.

Vezir Hamid b. Abbas'ın yakalamasından önce Hallaç, hacib Na­sır el-Kaşverî'nin evinde bulunuyordu. İnsanların onunla görüşmesi­ne engel çıkarılmıyordu. Kendine bazen Hüseyin b. Mansur, bazen de Muhammed b. Ahmed el-Farisî adını takıyordu. Hacib Nasr ona al-danmış ve onun salih bir kimse olduğunu sanmıştı. Bir defasında onu halife Muktedir Billah'ın yanına götürmüş ve Hallaç, Muktedirdeki bir sancı için okuyup üflemiş, Muktedir de tesadüfen iyileşmişti. Aynı şekilde Muktedir'in annesi Seyyide hastalandığında Hallaç, ona da okuyup üflemiş ve Seyyide iyileşmişti. Böylece Hallacın işleri yoluna girmiş, artık sultanın sarayında itibar kazanmıştı. Aleyhindeki ko­nuşmalar etrafa yayılınca Muktedir onu vezir Hamid b. Abbas'a tes­lim etti. O da ayaklarına zincirler vurarak onu hapsetti. Onun aley­hinde fetva vermeleri için fıkıhçıları toplantıya çağırdı. Onlar da Hal-lac'ın kafirliği, zındıklığı, sihirbazlığı, uydurukçu biri olduğu husu­sunda ittifak ettiler.

Hallac'a tabi olmuş ve ona inanmış iki salih adam bilahare ondan koptular. Bunlardan biri Ebu Ali Harun b. Abdülaziz el-Uracî, diğeri de ed-Debbas adıyla bilinen biri idi. Bunlar onun rezaletlerini ve in­sanları davet ettiği yalan, günah, büyü ve uyduruk birçok şeyleri an­lattılar. Aynı şekilde Hallac'ın oğlu Süleyman'ın zevcesi de vezirin huzuruna çağırıldığında o da Hallac'ın birçok rüsvaylıklarmı dile ge­tirdi. Gelininin anlattığına göre, bir defasında kendisi uyumakta iken Hallaç onun üzerine atılmıştı, gelin uyanır uyanmaz Hallaç ona: "Haydi namaza kalk." demişti, ama aslında geliniyle cinsel ilişkide bulunmak istemişti.

Yine bir defasında kendi kızına, kendisine secde etmesini emret­miş, kızı da: "Hiç insan insana secde eder mi?" deyince Hallaç: "Evet, gökte bir ilah bulunduğu gibi yerde de bir ilah vardır." demiş, sonra da ona oturmakta olduğu hasırın altından dilediği bir şeyi çıkarıp al­masını söylemişti. Kızı hasırı kaldırınca altında keseler dolusu dinar­lar görmüştü.

Hallaç, vezir Hamid b. Abbas'ın evinde tutuklu iken kendisine vermek için kölenin biri elinde bir tabak yemekle yanma gitmişti. Fa­kat Hallac'ın gövdesinin büyüyerek evin içini doldurduğunu ve taban­dan tavana kadar uzadığını görmüş ve korkup şiddetli bir paniğe ka­pılmış, elindeki yemeği düşürmüş ve adeta sıtmaya yakalanmış gibi olup geri dönmüş, birkaç gün de hasta yatmıştı.

Hallac'm hakkında karar vermek için yapılan duruşmaların so­nuncusunda Kadı Ebu Ömer Muhammed b. Yusuf hazır bulunmuş, Hallac'ı huzuruna getirmiş ve adamlarından bazılarının evlerinde ya­pılan aramalarda ele geçirilen bir mektubu kendisine göstermişti. Mektupta Hallaç şunları yazmıştı:

"Bir kimse hacca gitmek ister de buna imkan bulamazsa kendi evinin içinde bir beyt yaptırsın. Ancak ona pislik değmesin ve başka­larının oraya girmesine imkan verilmesin. Hac mevsimi olduğunda o adam üç gün oruç tutsun ve o beyti tıpkı Allah'ın Beyti'ni tavaf eder gibi tavaf etsin. Sonra hacıların Mekke'de yaptıkları işleri kendi evin­de yapsın. Bundan sonra otuz öksüz çocuğu çağırıp onlara yemek ye­nirsin, onlara bizzat hizmette bulunsun. Sonra her birine birer göm­lek giydirsin. Her birine yedi (ya da üç) dirhem versin. Bunu yaptığı takdirde tıpkı haccetmiş gibi olur."

"Yine bir kimse üç gün oruç tutar da sadece dördüncü günde hin­diba yaprağı ile iftar ederse, ramazan ayının tümünü oruçlu geçirmiş gibi olur."

"Bir kimse gecenin başından sonuna kadarki süre içinde iki rekat namaz kılarsa, gece boyunca namaz kılmış gibi olur."

"Bir kimse şehitlerin ve Kureyşlilerin mezarlarının yanında on gün kalıp namaz kılar, dua eder, oruç tutar, sonra da orucunu arpa ekmeği ve tuz ile açarsa, bundan sonra ömrü boyunca ibadet etmesi­ne gerek kalmaz."

Kadı Ebu Ömer, bu mektubu gösterdikten sonra Hallac'a şöyle sordu:

- Sen bunları nereden çıkarıyorsun?

- Hasan-ı Basrî'nin "el-İhlas" adlı kitabından çıkardım.

- Yalan söylüyorsun ey öldürülmesi helal olan kişi! Seni Öldür­mek helaldir. Çünkü biz Hasan-ı Basrî'nin Mekke'de el-İhlas adlı ki­tabım duyduk, ama onun kitabında böyle birşeyler yoktur.

Bundan sonra vezir Hamid, Kadı Ebu Ömer'e dönüp şöyle dedi: "Sen bu adama: "Ey öldürülmesi helal olan! Seni öldürmek helaldir." dedin, bu ifadeni şu kağıda yaz." Böyle dedikten sonra ısrar etti. Ona kalem ve kağıt verdi. O da aynı ifadeleri kağıda geçirdi. Vezir Hamid, duruşmada hazır bulunan diğerlerinin de ifadelerini kağıda geçirdi ve bunları halife Muktedir'e onaylatmak için gönderdi.

Hallaç, duruşmada hazır bulunanlara şöyle diyordu: "Benim sır­tım, Allah'ın koruma altına aldığı bir candır, kanım haramdır. Kanı­mı mubah kılmak için çeşitli tevillerde bulunmaya hakkınız yoktur. Bu helal değildir, benim itikadım İslâm'dır, Ehl-i Sünnet mezhebin-denim. Ebu Bekir, Ömer'e; Ömer, Osman'a; Osman, Ali'ye; Ali, Tal-ha'ya; Talha, Zübeyr'e; Zübeyr, Sa'd'a, Sa'd, Said'e; Said, Abdurrah-man b. Avf a; Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b. Cerraha nisbetle daha üstündür. Kağıtlar üzerine yazı yazan kimseler nezdinde benim sünnetle ilgili kitaplarım vardır. Kanımı akıtmaktan Allah'tan kor­kun, Allah'tan!"

Fakat, onun bu söylediklerine hiç aldırış etmiyorlardı. O, sözleri­ni tekrarlıyor, ama onlar kendi yazılarını yazmakla meşgul oluyorlar­dı. Sonra Hallaç, zindana geri gönderildi.

Muktedir'in onayı, üç gün gecikti. Nihayet vezir Hamid bu husus­ta kötü zanna kapıldı. Halifeye bir mektup yazarak: "Hallac'm duru­mu her tarafa yayıldı. Herkes onun halkı fitneye sürüklediği husu­sunda ittifak etmiştir." dedi. Gelen cevapta Hallac'ı, güvenlik kuvvet­leri komutam Muhammed b. Abdüssamed'e teslim etmesi ve komuta­nın ona 1.000 kırbaç vurması emrediliyordu. Ölürse ne alâ. Ölmediği takdirde de boynunun vurulması emir buyuruluyordu.

Vezir Hamid, buna sevindi. Güyenlik kuvvetleri komutanını çağı­rıp Hallac'ı ona teslim etti. Kendisini Bağdat'ın batı yakasında bulu­nan güvenlik kuvvetleri komutanlığı karargahına götürüp teslim et­sinler ve bu arada ellerinden kaçıp kurtulanlasın diye, refakatine bir grup k°'le verdi. Hallac'ı teslim etme işi bu senenin zilkade ayının bi­timine altı gün kala, salı günü yatsıdan sonra olmuştu. Hallaç, se­kerli bir katıra bindirilmiş, etrafına güvenlik görevlilerinden bir grup sıralanmıştı. Nihayet götürülüp aynı gecede güvenlik kuvvetleri komutanının karargahına teslim edildi. Anlatıldığına göre o geceyi namaz kılıp dua etmekle geçirmişti.

Ebu Abdirrahman es-Sülemî, Ebu Hadid el-Mısrî'nin şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:

«Hallaç, öldürüleceği gece kalkıp namaza durdu ve Allah'ın dile­diği miktarda namaz kıldı. Gecenin sonu olunca ayağa kalkıp abasına büründü. Ellerini kıbleye doğru uzatarak, ezberlenmesi caiz olan bazı sözler söyledi ki, aklımda kaldığı kadarıyla söyledikleri şunlardı:

"Biz senin akisleriniz, şahitleriniz. Eğer izzetini bizim üzerimize sarkıtacak olsaydın dilediğin kadar senin şanın ve meşietin zuhur ederdi. Sen gökte de ilahsın, yerde de ilahsın. Dilediğine tecelli eder­sin. Meşietinde en güzel surette görünür ve tecelli edersin. Tecellin-deki surette, konuşan bir ruh vardır. O ruh; ilim, beyan ve kudrette konuşur. Sonra senin şahidine doğru yolu buldum. Çünkü ben senin zatındaki aşkım. Sen nasılsın, onu bilirim. Zatın zatıma hulul ederek temessül ettiğinde seni bilirim. Kendi zatımla yine kendi zatıma in­sanları davet ettim, ilimlerimin ve mucizelerimin hakikatlerini izhar ettim. Miraçlarımda yaratıklarımdan yüz çevirip ezeliyatımın arşları­na yükseldim. Ben şimdi mahkeme huzuruna getirildim, öldürüldüm, idam edildim, yakıldım, küllerim çöllere ve nehirlere savruldu. Buhur ağacının bir dalı benim teceligahımm helak yeri olacaktır ki, orası dağlardan daha büyük olacaktır benim için."

Böyle dedikten sonra da şu şiiri okumaya başladı:

"Ölen bazı nefislerin ölüm haberlerini sana veriyorum ki, onların şahitleri, mekanın gerisindedir. Hatta ezeldedir.

Bazı kalplerin ölüm haberlerini veriyorum ki, uzun süre üzerleri­ne vahiy yağmurları yağdı ve hikmet denizlerine dönüştüler.

Senden gelen hakikatleri aktaran dilin ölümünü sana haber veri­yorum.

Geçip gitti, ama hatırası vehimlerde tıpkı yok oluş gibi oldu.

Sana bir beyanın ölüm haberini veriyorum ki, bütün fesahat sa­hiplerinin sözleri onun karşısında hareket edemez ve sözleri anlaşılamaz oldu.

Sana akılların işaretlerinin ölüm haberini veriyorum ki, onlardan geride sadece çürümüş bilgiler kaldı.

Seni sevenin ve huyu güzel olanın ölüm haberini veriyorum sana

Onun bineği öfkeyi yutmada idi.

Hepsi geçip gittiler. Geride ne kendileri ne de izleri kaldı.

Hepsi geçip gittiler. Yok oldular, irem bahçelerine döndüler.

Geride giysilerini giyen bazı toplulukları bıraktılar.

Ama o topluluklar da hayvanlardan hatta davarlardan daha kör­dürler."»

Dediler ki: Hallaç, geceyi geçirdiği evden çıkarılıp öldürülmeye götürülürken şu şiiri okudu:

"Her yerde ikametgah aradım,

Ama hiçbir yerde rahat bir ikametgah bulamadım.

Zamandan bazı şeyler tattım, zaman da benden bazı şeyler tattı.

Zamandan tattığım şeylerin kimi acı, kimi tatlıydı.

Tamahıma uydum, tamahkârlığım beni kendime köle yaptı.

Eğer kanaatkar olsaydım hür yaşardım."

Anlatıldığına göre Hallaç bu şiiri, darağacma götürüldüğünde söylemiştir. Meşhur rivayete göre ise evden çıkarılırken söylemiştir.

Onu asmak için darağacına götürdüklerinde, ayaklarında onüç bukağı bulunduğu halde salınarak yürüdü. Sağa sola salınıp şu şiiri okumaya başladı:

"İçki sofrasmdaki arkadaşım asla zulmetmiş değildir ve zulümle alakası yoktur.

O, misafirin ev sahibiyle içki içişi gibi içer.

İçki kasesi aralarında dolaştığında adam öldürmek için kullanı­lan deri pöstekiyi ve kılıcı hemen getirtir.

İşte ejderha ile yazın içki içen kişinin durumu böyledir."

Bu şiiri okuduktan sonra da şu ayet-i kerimeyi okudu:

"Ona inanmayanlar, acele olmasını beklerler; inananlar ise korku ile titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler." (eş-Şûrâ, ıs.)

Bundan sona hiç konuşmadı ve kendisine yapılanlar yapıldı.

Dediler ki: Sonra huzura getirildi. Kendisine 1.000 kırbaç vurul­duktan sonra elleri ve ayaklan kesildi. Kendisine bütün bunlar yapıl­makta iken bir tek kelime dahi konuşmadı. Yüzünün rengi bile değiş­medi. Anlatıldığına göre kendisine her bir kırbaç vurulurken o, "Pir, bir!" (Ahad, ahad!) diyormuş.

Ebu Abdirrahman, İsa el-Kassar'ın şöyle dediğini rivayet etmiş­tir:

«Öldürülürken son olarak şu sözü söyledi: "Tek olana, tek olanı

birlemek yeter." Onun bu sözünü duyan âlimler ona çok acıdılar ve bu sözünü güzel buldular.»

Sülemî, Hallac'm arkadaşı Ebu Fatik el-Bağdadî'nin şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:

«Hallac'm öldürülmesinden üç gün sonra rüyada kendimi Aziz ve Celü olan Allah'ın huzurunda duruyor gördüm. O esnada Rabbime: "Yâ Rab, Hüseyin b. Mansur el-Hallac'a ne oldu?" diye sordum. Rab-bim de bana şu cevabı verdi: "Onu manen keşfettim, halkı kendisine davet etti. Ben de onu gördüğün şu mertebeye getirdim."»

Bazılarının anlattıklarına göre Hallaç öldürülürken çok sızlanmış ve çok ağlamıştı. Doğrusunu Allah bilir.

Hatib Bağdadî, Ebu Ömer b. Hayeviye'nin şöyle dediğini rivayet

etmiştir:

«Hüseyin b. Mansur el-Hallac, öldürülmek üzere bulunduğu yer­den çıkarılıp götürüldüğü sırada ben de halkla birlikte peşine takıl­dım, araya sokuldum. Nihayet onu görebildim, yanına yaklaştım. O esnada kendi adamlarına: "Bu durumdan korkmayın. Çünkü ben otuz gün sonra size tekrar döneceğim." diyordu. Öldürüldü, ama geri

dönmedi.»

Hatib Bağdadî'nin anlattığına göre, Hallaç kırbaçlanmakta iken güvenlik kuvvetleri komutanı Muhammed b. Abdüssamed'e şöyle de­mişti: "Bırak da sana İstanbul'un fethi değerinde bir öğüt vereyim." Komutan ona şu cevabı vermişti: "Senin buna benzer başka sözler söylediğin bana anlatılmıştır ama seni dayaktan kurtarmamın hiç ça­resi yoktur."

Böyle dedikten sonra elleri ve ayakları kesildi, başı koparıldı, ce­sedi yakıldı ve külü Dicle nehrine atıldı. Kesik başı Bağdat'ta, köprü üzerinde iki gün süreyle bir direğin üzerine geçirildi. Sonra alınıp Ho­rasan'a götürüldü ve oralarda dolaştırılıp teşhir edildi. Adamları onun otuz gün sonra kendilerine döneceğini sanıyorlardı.

Bir iddiaya göre adamın biri, öldürüldüğü günün akşamında Hal-lac'ı Nahrevan yolunda bir merkebe binmiş giderken görmüş ve Hal­laç o adama şöyle demiş: "Şu adamlar benim kırbaçlanıp öldürüldü­ğümü sanıyorlar. Oysa ben ne kırbaçlandım, ne de öldürüldüm. Sade­ce bana benzer bir adamı yakaladılar ve kendisine gördüğünüz işken­celeri yaptılar."

Adamları, cahilliklerinden ötürü: "Hallaç değil de onun düşman­larından biri öldürüldü!" diyorlardı. Bu sözler, zamanın âlimlerinden birine nakledildiğinde o şöyle demişti: "Hallac'ı Nahrevan yolunda merkeb üzerinde gördüğünü söyleyen adamın sözü doğru olsa bile ona görünen Hallaç değildir, aksine insanları bu vesile ile saptırma­ları için Hallaç kılığında şeytan ona görünmüştür. Nitekim Hristi-yanlar da İsa peygamberin benzeri birini çarmıha germiş oldukları halde İsa peygamberi çarmıha gerdiklerini sanarak sapıklığa sürük­lenmişlerdi."

Hatib Bağdadî dedi ki: «Hallac'm öldürülüp külünün Dicle'ye sa-vurulduğu senede Dicle nehrinin suyu fazlasıyla yükseldi. Taraftarla­rı: "Hallac'm yakılan bedeninin külü sulara karıştığı için Dicle nehri­nin suyu kabardı." dediler. Halk tabakası, öteden beri buna benzer saçmalıkları ifade ederler.

Bağdat'ta, öldürülmesinden sonra, "Hallac'm kitapları alınıp sa­tılmasın!" diye bir duyuru yapıldı.

Hallaç, hicri 309. senenin zilkade ayının bitimine altı gün kala salı günü Bağdat'ta öldürüldü.»

İbn Hallikan, "el-Vefeyat" adlı eserinde Hallac'tan bahsetmiş, in­sanların onun hakkında ihtilafa düşüp farklı görüşler ileri sürdüğü­nü nakletmiştir. Gazalî'nin de "Mişkâtü'l-Envâr" adlı eserde ondan bahsettiğim, sözlerini tevil edip uygun manaya yorumladığını ifade etmiştir. Sonra da İmamü'l-Haremeyn'den nakiller yaparak onun Hallacı yerdiğini ve Hallaç ile Cenabî ve İbn Mukaffa'm, insanların inançlarım bozma hususunda ittifak ettiklerim, bu üçünün çeşitli yerlere dağılıp gittiklerini, Cenabî'nin Hecer ve Bahreyn'de ifsad faa­liyetlerini sürdürdüğünü, İbn Mukaffa'm Türk illerine gidip ifsad faa­liyetlerini sürdürdüğünü, Hallac'm ise Irak'a gittiğini söylediğini an­latmıştır. Iraklıların batıla aldanmayışlarmdan ötürü İbn Mukaffa ile Cenabî'nin Hallaç aleyhinde ölüm hükmünü verdiklerini de İma-mü'1-Haremeyn'in söylediğini İbn Hallikan rivayet etmiştir. Ancak İbn Hallikan, bunun doğru olmadığını, çünkü İbn Mukaffa'm halife Seffah ile Mansur zamanlarında, Hallac'dan çok önceleri, yani hicri 245. senede veya daha önce Öldüğünü söylemiştir.

Belki de İmamü'l-Haremeyn, asıl adı Atâ olduğu halde Ömer adı­nı kullanan İbn Mukaffa el-Horasanı'nin Hallaçla ittifak ettiğini kas-detmiştir. Bu Horasanlı İbn Mukaffa, rablık iddiasında bulunmuş ve hicretin 163. senesinde kendini zehirleyerek ölmüştür ki, bunun da Hallac'la aynı zamanda yaşamış ve bir araya gelmiş olması mümkün değildir.

İmamü'l-Haremeyn'in sözünü tashih etmek istersek deriz ki: Ay­nı zamanda bir araya gelip insanların akidelerini bozmak ve onları dalâlete sürüklemek hususunda ittifak etmiş olan üç kişi; Hüseyin b. Mansur el-Hallac, Ebu Cafer Muhammed b. Ali (İbn Sem'anî) ve Haccac tarafından öldürülen Ebu Tahir Süleyman b. Ebi Said el-Hasan b. gehram el-Cenabî el-Karnıatî'dir. Bunların sonuncusu, Hacer-i Es-ved'i Ka'be'den almış, Zemzem kuyusunu köreltmiş, Ka'be'nin örtüle­rini alıp yağmalamıştı. Bunların; daha önceleri de teferruatlı olarak anlattığımız ve İbn Hallikan'm ise özetle anlattığı gibi aynı zamanda bir araya gelmiş olmaları mümkündür. [17]

 

Hicretin Üçyüzdokuzuncu Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Büyük Mutassavvıflardan Ebü'l-Abbas B. Atâ

 

Asıl adı, Ahmed b. Muhammed b. Atâ el-Edmî'dir. Yusuf b. Musa el-Kattan'dan, Mufaddal b. Ziyad'dan ve diğerlerinden rivayetlerde bulundu. Sapıklık hususunda bazı itikadlarında Hallac'a muvafıktı.

Sözünü ettiğimiz Ebü'l-Abbas, her gün bir hatim indirirdi. Rama­zan ayı geldiğinde her gün ve gecede üç hatim indirirdi. Ayrıca Kur'-ân-ı Kerim'i baştan sona doğru okuyarak ayetlerin manalarını düşü­nür ve araştırırdı. Ama Kur'ân'ı bu şekilde onyedi sene okuduğu hal­de sonuna ulaşıp hatmini tamamlayamamış ve vefat etmişti.

Bu adam, bazı görüşlerinde Hallac'la benzerlik arz ettiğinden, ona muvafakatini izhar ettiğinden ötürü, vezir Hamid b. Abbas kendisini şiddetle dövmüş, yüzünü tokatlamış, ayakkabılarını çıkararak başına vurmuştu. Öyle ki, burun deliklerinden kan akmış ve yedi gün sonra da bu sebeple vefat etmişti. Vezir Hamid'e, elleri ve ayakları kesilip feci bir şekilde öldürülmesi için beddua etmişti. Bir süre sonra da ve­zir Hamid bu şekilde öldürülmüştü.

Bu senede Ebu İshak İbrahim b. Harun adındaki Harranlı tabip ve Ebu Muhammed Abdullah b. Hamdun en-Nedim gibi meşhur şah­siyetler de vefat ettiler. [18]

 

Hicretin Üçyüzonuncu Senesi

 

Bu senede Yusuf b. Ebi's-Sâc, tutuklu bulunduğu zindandan salı­verildi. Malları kendisine geri verilip eski görevine iade edildi. Ayrıca başka bazı şehirler de onun yönetimine bırakıldı. Her sene beytü'l-mala 500.000 dinar ödemekle yükümlü kılındı.

Görevine iade edildikten sonra hadim Munis'e haber göndererek, Ebu Bekr b. Edmî adındaki kurramn yakalanıp kendisine gönderil­mesini istedi. Bu zat, Yusufun zindana atıldığı hicri 261. senede gi­dip karşısında şu ayeti okumuştu:

"Allah, kasabaların zalim halkını yakalayınca, işte böyle yaka­lar." (Hûd, 102.)

Arandığını duyan Ebu Bekir, Yusuf b. Ebi's-Sâc'in işkence yap­masından korktu. Hadim Munis'ten kendisini yakalamamasını ve ona göndermemesini rica etti. Hadim Munis, ona kormamasını söyle­yerek: "Git, alacağın ödüle ben de ortak olacağım." dedi.

Ebu Bekir, Yusuf b. Ebi's-Sâc'm huzuruna gittiğinde ona şu ayeti okudu:

«Hükümdar: "Onu bana getirin yanıma alayım." dedi.» (Yûsuf, 54.) Bu ayeti okumasından sonra Yusuf b. Ebi's-Sâc ona şöyle dedi: «Zindana atıldığın ve teşhir edildiğin zaman okumuş olduğun şu ayeti okumanı daha çok istiyorum: "Allah, kasabaların zalim halkını yakalayınca, böyle yakalar." (Hûd, 102.) Çünkü okumuş olduğun o ayet, benim tevbe etmeme ve Aziz ve Celil olan Allah'a yönelmeme sebep oldu. İşte karşında beni bu halimle görüyorsun.»

Böyle dedikten sonra Ebu Bekir'e bol miktarda para verilmesini emretti ve ona ihsanda bulundu.

Bu senede vezir Ali b. İsa hastalandı, Muktedir'in oğlu Harun onu ziyarete geldi. Babasının selamını tebliğ etti. Vezir de onun gele­ceği yola halı döşettirdi. Muktedir'in oğlu evine yaklaşınca karşılama­ya gitti. Harun da ona babasının selamını tebliğ etti. Hadim Munis de halifenin oğlu Harun'la birlikte gelmişti. Daha sonra gelen haber­de, halife Muktedir'in de bizzat onu ziyarete gelmek üzere olduğu bil­dirildi. Fakat vezir, hadim Munis'ten rica etti. Halifenin zahmet edip gelmemesini istedi. Daha sonra kendisi büyük meşakkatlara katlana­rak yola çıktı ve gidip halifeye selam verdi.

Bu senede Musa'nın annesi Kahramane yakalandı. Taraftarları da tevkif edildiler. Kendisinden 1.000.000 dinar para alınıp beytü'l-mala konuldu.

Bu senenin rebiyülahir ayının bitimine on gün kala perşembe gü­nü halife Muktedir, İbn Eşnanî lakabıyla tanınan hadis hafızlarından ve fikıhçılardan Ebu Hüseyin Ömer b. Hüseyin b. Ali eş-Şeybanî'yi kadılığa atadı. Ama üç gün sonra da azletti. Bu zat daha önce Bağdat muhtesibi idi.

Bu senede Bağdat güvenlik kuvvetleri komutanı Muhammed b. Abdüssamed azledildi. Yerine Nazük atandı ve kendisine hil'at giydi­rildi.

Bu senenin cemaziyelahir ayında başak burcunda, kuyruğu iki zi­ra uzunluğunda bir kuyruklu yıldız görüldü.

Bu senenin şaban ayında Mısır valisi Hüseyin b. el-Mardanî'nin hediyeleri Bağdat'a ulaştı. Bu gelen hediyeler arasında süt emen yav­rusu bulunan bir dişi katır ve dili burnunun ucuna uzanan bir köle

vardı.

Bu senede Müslümanların Bizans ülkesinde bazı yerleri fethet­tiklerine dair mektuplar minberlerde okundu.

Bu senede Vasıt şehrinin onyedi mıntıkasında yerin varıldığı ha­beri geldi. Bu yarıkların en büyüğünün 1.000 zira, en küçüğünün ise 200 zira uzunluğunda olduğu ve büyük köylerden 1.300'ünün sular altında kaldığı gelen haberler arasındaydı.

Bu senede İshak b. Abdülmelik el-Haşimî insanlara haccettirdi.

Bu senede vefat eden meşhur şahsiyetler arasında Ebu Bişr ed-Dolabî de bulunmaktadır: [19]

 

Ebu Bişr Ed-Dolabî

 

Muhammed b. Ahmed b. Hammad Ebu Said Ebu Bişr ed-Dolabî. Ensâr'ın azatlısı idi. Verrak lakabıyla tanınırdı. Hadis hafızlarının önde gelenlerindendir. Tarihe ve diğer ilimlere dair güzel tasnifleri vardır. Birçok kimseden rivayetlerde bulunmuştur. İbn Yunus, onun Çığlık atıp bayıldığını söylemiştir.

Ebu Bişr, hac için gittiği Mekke ile Medine arasında Arek mıntı­kasında bu senenin zilkade ayında vefat etti. [20]

 

Taberî

 

İmam Muhammed b. Cerir b. Yezid b. Kesir b. Galib Ebu Cafer et-Taberî. Hicretin 224. senesinde doğdu. Esmer tenli, iri gözlü, uzun D°ylu, fasih dilli bir zattı. Büyük bir topluluktan hadis rivayet etti.

Hadis öğrenmek ve toplamak amacıyla çeşitli şehirlere seyahatlerde bulundu. Önemli bilgilerle dolu "Tarih"ini tasnif etti. Benzeri bulun­mayan mükemmel bir eser olan "Taberî Tefsiri" de ona aittir. Usul ve füru ile ilgili başka birçok yararlı eserleri de vardır. Bunların en gü­zeli "Tehzîbü'l-Âsâr"dır ki, tamamlanmış olsaydı artık başka bir kita­ba ihtiyaç duyulmayacaktı. Bu kitapta faydalı birçok bilgiler vardır ama tamamlanmamıştır.

Rivayet olunduğuna göre kırk sene müddetle her gün kırk varak yazı yazdığını bizzat kendisi ifade etmiştir.

Hatib Bağdadî dedi ki: «İbn Cerir, Bağdat'ı yurt edindi ve Ölünce­ye kadar orada kaldı. Önde gelen büyük âlimlerden biriydi. Sözü ile früküm verilir; onun marifetine, bilgisine ve faziletine başvurulurdu. Çağdaşlarından hiçbirinin ortak olamayacağı kadar çok ilimleri top­lamıştı. Allah'ın kitabını ezberlemiş olup bütün kıraatları bilirdi. Kur'ân'ın derin manalarını görürdü. Ahkâmda fakih, sünende âlimdi. Sünnetin rivayet yollarım, hangisinin sahih, hangisinin illetli, hangi­sinin nasih, hangisinin mensuh olduğunu bilirdi. Sahabelerin, tabiile­rin ve onlardan sonra gelen kuşakların kavillerinden, tarihten, insan­ların savaşlarından ve haberlerinden bilgisi vardı.

"Tarihü'1-Ümem ve'1-Mülûk" adlı meşhur tarih kitabı, hiç kimse­nin benzerini tasnif edemediği tefsir ve konusunda ondan başka do­yurucu bir kitap göremediğim "Tehzîbü'1-Asâr" ona aittir. Ancak Tehzîbü'1-Asâr adlı eserini tamamlayamamıştır. Usulü fıkha ve fıkhı teferruata dair çok kitapları ve benimsenecek kavilleri vardır. Kendi­sinden ezberlediğim bazı meseleleri var ki, ondan başkası bu konuda hüküm vermemiştir.»

Hatib Bağdadî, İsferayinli fıkihçı Şeyh Ebu Hamid Ahmed b. Ebi Tahir'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Bir adam, İbn Cerir et-Taberî'nin tefsirini görmek için Çin'e git­se bile yeridir."

Hatib Bağdadî, imamlar imamı Ebu Bekir b. Huzeyme'nin, İbn Cerir et-Taberî'nin tefsirini birkaç sene içinde baştan sonra mütalaa ettikten sonra şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yeryüzünde İbn Ce-rir'den daha âlim biri bulunduğunu bilmiyorum. Hanbeliler ona hak­sızlık etmişlerdir."

Hadis âlimlerinden hadis dinleyip defterine yazmak üzere Bağ­dat'a giden bir adam -ki Hanbelîler kimsenin kendisiyle görüşmesini istemedikleri için bu adamın İbn Cerir et-Taberî ile görüşme imkânı olmamıştı- şöyle demişti: "Eğer İbn Cerir'den hadis dinleyip yazar­san diğer âlimlerin tümünden hadis dinleyip yazmandan senin için daha hayırlı olur."

Ben derim ki: İbadette, zahidlikte, takvada ve hakkı yerine getirefje hiçbir kınayıcımn kınamasına aldırış etmezdi. Güzel sesli olup n-ı Kerim'i usulünce okurdu. Ayrıca kıraat ilminde mükemmel

bilgi vardı. Büyük ve salih kimselerdendi. İbn Tolon'un zamanında Mısır'da bir araya gelen Muhamnıed b. İshak b. Huzeyme, Muham-med b. Nasr el-Mervezî, Muhamnıed b. Harun er-Ruyanî gibi meşhur muhaddisler arasında îbn Cerir de bulunmaktadır. Bunların biyogra­filerini Muhammed b, Nasr el-Mervezî'den bahsederken anlatmıştık. Bunlar kalkıp namaza durmuşlardı. Allah kendilerine rızıklarını gön­dermişti.

Günün birinde halife Muktedir, üzerinde bütün âlimlerin ittifak edebileceği şartlarda bir vakfiye yazdırmak istemişti kendisine böyle bir vakfiyeyi ancak Muhammed b. Cerir et-Taberî'nin yazabileceğini söylemeleri üzerine o, Taberî'yi yanına çağırmış ve bu vakfiyeyi yaz­masını istemiş, o da yazmıştı. Bunun üzerine halife, kendisini yakını­na oturtmuş ve ona kıymet verip şöyle demişti:

- Bir ihtiyacını bana söyle ki karşılayayım.

- Benim herhangi bir ihtiyacım yoktur.

- Bana mutlaka bir ihtiyacını söylemeli veya bir şey istemelisin.

- Mü'minlerin emirinden dileğim şudur ki; güvenlik kuvvetleri komutanına emir versin de cuma günü dilencilerin camideki maksu­reye girmeleri engellensin.

Halife onun isteği doğrultusunda güvenlik kuvvetlerine gerekli emri verdi.

İbn Cerir, babasının Taberistan'da kendisine miras olarak bırak­tığı bir köyün geliri ile geçiniyordu. Onun güzel şiirlerinden biri şu­dur:

"Mali sıkıntıya düştüğümde bunu arkadaşım bile farkedemez .

Kendimi zengin gösteririm. Böylece dostum da kendini zengin gösterir.

Utanmam, yüz suyumu dökmeme manidir.

Alacağımı taleb etme hususunda da arkadaşıma yumuşak davra­nırım.

Eğer yüz suyumu dökmekten çekinmeseydim, Zenginliğe daha kolay yoldan ulaşabilirdim."

Şu şiir de ona aittir:

iki huy var ki onları hiç beğenmiyorum: Biri zenginin şımarıklı­ğı» diğeri de yoksulun alçalışıdır. Zengin olduğunda şımarma, Yoksul düştüğünde de zamana hayret et."

İbn Cerir et-Taberî, hicri 310. senenin şevval ayının bitimine iki gün kala, pazar akşamı, seksenbeş ya da seksenaltı yaşında iken ve­fat etti. Başında ve sakalında çok miktarda siyah kıllar vardı. Kendi evine defnedildi. Çünkü bazı Hanbelî avamı ve ayak takımı, onun gündüz vakti defnedilmesini engellemişler ve onu Rafızilikle suçla­mışlardı. Bazı cahillerse onu dinsizlikle itham etmişlerdi. Haşa, o bü­tün bu isnad ve ithamlardan uzaktır. Aksine o Allah'ın kitabı ve Ra-sûlullah'ın sünnetini bilmek ve amel etmek hususunda büyük İslâm imamlarından biridir. Ancak ayak takımından bazı Hanbelîler, Zahi­rî fıkıhçısı Ebu Bekir Muhammed b. Davud'un onu büyük günahlarla suçlayıp Rafızilikle itham etmesi doğrultusunda hareket etmişlerdir. Vefatı esnasında çeşitli beldelerden ve şehirlerden insanlar Bağdat'a gelmişler ve onu kendi evine defnetmişlerdi. İnsanlar, vefatından ay­larca sonrasına kadar mezarını ziyarete gelip üzerine cenaze namazı­nı kıldılar.

Gadir-i Hum mıntıkasında Rasûlullah (s.a.v.)'ın söylediği sözleri­ni iki büyük ciltte bir araya getirip derlemişti. Ayrıca Hadisü't-tayr derlemesi de ona aittir. Abdest alırken ayaklan yıkamayıp da sadece meshetmenin caiz olduğuna dair kavli ona nisbet ederler. Ona göre güya ayakları yıkamak vacip değilmiş. Böyle bir kavil ondan meşhur olarak nakledilmiştir. Bazı âlimlerse iki tane İbn Cerir bulunduğunu, bunlardan birinin Şii olup ayak meshine, dair mezkûr kavlin buna ait olduğunu, ama biyografisini anlatmakta olduğumuz İbn Ceririn bu türlü niteliklerden münezzeh olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddi­ayı ileri süren âlimlere göre tefsirde sözü esas alınan ve biyografisini anlatmakta olduğumuz İbn Cerir et-Taberî, ayakların abdest esna­sında yıkanmasının ve yıkanmakla birlikte ovalanmasının vacip ol­duğunu söylemiştir. Yalnız o, ovalamak kelimesi ile meshi kasdetmiş-tir. İnsanların çoğu onunu maksadını anlayamamışlardır. Maksadını anlayanlarsa onun ayakları yıkamakla birlikte meshi yani ovalamayı kasdettiğini bildirmişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Vefatı nedeniyle İbn Cerir'in üzerine çok ağıt yakan âlimler ol­muştur ki, bunlardan biri de İbn Arabi'dir. Bu zat, İbn Cerir için şöy­le bir ağıt yakmıştı:

"Büyük bir olay, çok önemli bir hadise ki, çok sabredicilerin sabır­larını kırmıştır.

İlimlerin öldüğü duyuruldu. Muhammed b. Cerir'in ölüm haberi geldi.

Yıldızlar kaydı. Öyle yıldızlar ki, onlar parlaktılar. Şekilleri fani olup gittiler.

Işıkları parlak olup karanlık gecenin örtüsünü aralıyorlardı.

Parlak aydınlıkları ezilip yok oldu.

Sonra ovaları sarp ve geçit vermez yerler haline geldiler.

Ey Ebu Cafer (Taberî), sen övgüye layık bir halde bu dünyadan göçüp gittin.

Ciddiyet ve gayrette hiç gevşemedin, gevşeklik göstermedin.

Çalışıp çabalamanın ücretini bolca alacaksın.

Takva için çabaladın, çaban meşkûr olsun.

Bu çaban sayesinde Cennet-i Adn'da gıbta ve sevinç içinde ebedi kalmayı hak ettin."

İbn Cerir et-Taberî için Ebu Bekir b. Düreyd de uzun bir mersiye yazmış ve bu mersiyeyi Hatib Bağdadî tamamıyla nakletmiştir. Doğ­rusunu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir. [21]

 

Hicretin Üçyüzonbîrinci Senesi

 

Bu senede Karmatîlerin emiri Ebu Tahir Süleyman b. Ebi Said el-Cenabî, geceleyin 1.700 süvari ile Basra'ya girdi. Kıldan örülme merdivenleri şehrin surlarına atarak surlara tırmandı ve şehire zorla girip kapıları açtı. Karşılaştığı adamların tümünü öldürdü. İnsanla­rın çoğu ondan kaçtılar. Kendilerini suya attılar. Çokları suda boğul­du. Ebu Tahir, Basra'da onyedi gün kaldı. İnsanların bir kısmını öl­dürdü, Kadınları ve çocukları esir aldı. Beğendiği mallan da gasbetti. Sonra kendi memleketi olan Hecer'e döndü. Halife, onun üzerine her asker gönderdiğinde Ebu Tahir kaçıyor ve bulunduğu şehri boş ola­rak terkediyordu. İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciun (Doğrusu biz Al­lah'a aidiz ve O'na dönücüleriz.).

Halife Muktedir, bu senede Hamid b. Abbas ile Ali b. İsa'yı vezir­likten azledip Ebu Hasan b. Furat'ı üçüncü kez vezirliğe iade etti. Hamid ile Ali b. Abbasi da ona teslim etti. Hamid'e gelince; yeni vezi­rin yani Ebu Hasan b. Furat'ın oğlu Muhsin, Muktedir'e giderek 500.000.000 dinarı kendisinden tahsil etmeyi tekeffül edeceğini söyle­di ve Hamid'i kendisine teslim etmesini istedi. Halife Muktedir de Hamid'i ona teslim etti. Muhsin, Hamid'e çeşitli işkenceler tatbik et­ti. Ondan sayılamıyacak derecede çok miktarda para ve mal aldı. konra onu, mallarına el koysunlar diye bazı görevlilerle birlikte Va-sıta gönderdi. Yolda gitmekte iken ona zehir içirmelerini emretti. Gö­revliler de Hamid'in kendilerinden istediği rafadan bir yumurtayı ze­hirleyerek kendisine yedirdiler. O da bu yüzden bu senenin ramazan ayında öldü.

Ali b. İsa'ya gelince, ondan 300.000 dinar para cezası tahsil edil-öı. Ayrıca kendi katiplerinden bir kısmından da para cezası alındı.

Bunlardan ve Kahramane'den müsadere edilen altınların miktarı tir) den çok olup milyonları geçti. Ayrıca bazı eşyalar, mülkler, binekle altın ve gümüş kaplar da bunlardan zorla alındı.                             

Vezir İbn Furat, halife Muktedir Billah'a hadim Munis'i yanı dan uzaklaştırıp Şam'a göndermesini tavsiye etti. Hadim Munis  " had için gittiği Bizans'tan yeni gelmişti. Oralarda birçok kaleleri v" şehirleri fethetmiş, cidden çok miktarda ganimetler getirmişti   Ts^ var ki halife, vezirin bu tavsiyesine uymuştu. Hadim Munis, halife den, ramazan ayı çıkıncaya kadar kedisine Bağdat'ta kalma müsaa­desini vermesini istemişti. Hadim Munis, halifeye, vezirin oğlunun insanlara işkence ettiğini, mallarına el koyduğunu bildirmişti. Fakat yine de halife, hadim Munis'e Bağdat'tan çıkıp Şam'a gitmesini em­retti.

Bu senede çekirgeler çoğaldı ve birçok ekinleri bozdu.

Bu senenin ramazan ayında halife, miras taksimatında arta ka­lan kısmın zevi'l-erhama verilmesini emretti.

Bu senenin ramazan ayında Babü'l-Amme'de zındıkların 204 çu­val dolusu kitapları yakıldı. Yakılan kitaplar arasında Hallac'ın ve diğerlerinin tasnif ettikleri eserler de vardı. Bu yakma sırasında, ki­tapların süslenmesinde ve tezhibinde kullanılmış çok miktarda altın zayi oldu.

Bu senede vezir Ebü'l-Hasan b. Furat, Derbil Fadl mıntıkasında bir akıl hastahanesi yaptırdı. Bu hastahaneye her ay kendi parasın­dan 200 dinar harcıyordu. [22]

 

Hicretin Üçyüzonbirinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Hallal Ahmed B. Muhammed B. Havin

 

Bu zatın künyesi, Ebu Bekir el-Hallal'dır. "el-Kitabü'1-Cami li Ulûm-i İmamAhmed" adlı kitabın yazarıdır. İmam Ahmed b. Han-bel'in mezhebiyle ilgili olarak bunun gibi başka bir kitap tasnif edil­memiştir. Hallal, Hasan b. Arefe'den, Sa'dan b. Nasr'dan ve diğerle­rinden hadis dinlemiştir. Bu senenin ikinci gününde, cuma günü na­mazdan önce vefat etmiştir. [23]

 

Ebu Muhammed El-Cerirî

 

Mutasavvıf imamlardan biridir. Asıl adı, Ahmed b. Muhammed b. Hüseyin Ebu Muhammed el-Cerirî'dir. Büyük sofilerdendir. Sırr-i es-Sakatî ile arkadaşlık etmiştir. Cüneyd-i Bağdadî de ona saygı gösterir ve ikramda bulunurdu. Cüneyd can çekişirken, Cerirî'nin gelip ya­nında oturmasını istedi. Cerirî, Hallac-ı Mansur'un durumu hakkın­ca kesin birşey söyleyememiş, ancak onun hakkında iyi ifadeler kul­lanmıştır. Şu da var ki Cerirî, salihliği, dindarlığı ve güzel edebi ile yad edilen bir kimsedir. [24]

 

Maânî'l-Kur'ân Adlı Eserin Sahibi Zeccac

 

Asıl adı İbrahim b. Sirri b. Sehl Ebu İshak ez-Zeccac'dır. Faziletli, dindar ve güzel akide sahibi bir kimseydi. Güzel eserler vermiştir. "Ma'âni'l-Kur'ân" aldı kitap ve birçok faydalı eserler ona aittir. İlk za­manlarında camcılık yapardı. Sonra nahiv ilmine sempati duydu. Müberred'in yanma gitti. Üstadı Müberred'e her gün bir dirhem veri­yordu. Sonra Zeccac zenginleşti, malı çoğaldı. Müberred'e verdiği günlük bir dirhemi vefat edinceye kadar kesmedi.

Zeccac, Kasım b. Ubeydullah'ı da eğitmiş ve yetiştirmişti. Kasım vezirliğe nasbedilince, insanlar Zeccac'ın yanma geliyorlar ve vezir Kasıma sunması için ona bazı isteklerini içeren pusulalar veriyorlar­dı. Bu sebeple onun yanında 40.000 dinardan fazla para birikti. Hicri 311. senenin cemaziyelevvel ayında vefat etti.

Ebu Ali el-Farisî, kendisinden nahiv dersleri aldı. İbn Kasım b. Abdurrahman b. İshak ez-Zeccacî de kendisinden nahiv dersi aldığın­dan ötürü Zeccacî adıyla anılmıştı. Bu zat "el-Cümel fı'n-Nahv" adlı kitabın sahibidir. [25]

 

Mutedid'in Azatlısı Bedr

 

Asıl adı, Bedr el-Hammamî'dir. Kendisine Büyük Bedir de deni­lirdi. Son zamanlarında Fars valiliği yaptı. Kendisinden sonra oraya oğlu Muhammed vali olarak atandı. [26]

 

Hamid B. Abbas

 

Vezirlik yapmıştı. Muktedir, hicretin 306. senesinde onu vezirliğe nasbetti. Çok malı ve köleleri vardı. Fazla masraf yapardı. Cömertti, eli açıktı, mürüvveti boldu. Fazla savurgan olup yoksullara bol arma­ğanlar verdiğine dair hikayeler nakledilmektedir. Bununla beraber yine de çok büyük bir servet biriktirmişti. Kendisine ait bir bodrum­da binlerce altın bulunmuştu. Oraya her gün girdiğinde 1.000 dinar bırakırdı. Bodrum dinarla dolunca üzerini kapattı. Kendisi gözden düşüp malına el konulduğunda, bodrumda para sakladığına dair ih­barlar yapıldı. Görevliler orayı açtıklarında, cidden çok miktarda dinar buldular ve çıkardılar.

Hakkında nakledilen menkıbelerin en önemlisi, onun, Hallac-ı Mansur'un öldürülmesi hususunda ihbarcılık yapanlardan biri oldu­ğudur.

Vezir Hamid b. Abbas, bu senenin ramazan ayında zehirlenerek öldürüldü.

Bu senede "Sahih" adlı kitabın sahibi Ömer b. Muhammed Bah-ter el-Bahterî de vefat etti. [27]

 

İbn Huzeyme

 

Asıl adı Muhammed b. İshak b. Huzeyme b. Muğire b. Salih b Bekr es-Sülemî'dir. Muhsin b. Müzahim'in azadlısıdır. Künyesi, Ebu Bekir b. Huzeyme'dir. İmamlar imamı lakabını almıştır.

Çeşitli ilimlerde derya idi. Birçok şehri dolaştı, çeşitli memleket­lere seyahatlerde bulunarak hadis toplamaya ve ilim tahsil etmeye gayret sarfetti. Çok kitaplar yazıp tasnif etti, derledi. "Sahih" adlı ki­tabı, kitapların en kıymetlilerinden ve en faydalılarındandır. İctihad sahibi müctehitlerden biridir. Şeyh Ebu İshak eş-Şirazî, "Tabakatü'ş-Şafiiyye" adlı kitapta onun şöyle dediğini nakletmiştir: "Onaltı yaşı­ma vardığımdan bu yana hiçbir kimseyi taklit etmedim."

Tabakatü'ş-Şafiiyye adlı kitabımızda, İbn Huzeyme'nin biyografi­sini uzun uzadıya anlattık. O, Mısır'da aç kalan iki Muhammed'den biridir ki, Allah, kıldıkları namazın bereketine kendilerine rızık ih­san etmişti. Diğer Muhammed ise, Muhammed b. Nasr el-Mervezî idi. Bunların başından geçen bu hadiseye benzer başka bir hadiseyi de Hasan b. Süfyan'ın biyografisinden bahsederken anlatmıştık.

Bu senede tıpla ilgili "el-Musannefü'1-Kebir" adlı kitabın sahibi tabib Muhammed b. Zekeriya da vefat etti. [28]

 

Hicretin Üçyüzonikinci Senesi

 

Bu senenin muharrem ayında Karmatîlerin reisi melun Ebu Ta-hir el-Hüseyin b. Ebi Said el-Cenabî, Allah'ın Beyt-i Haranı'mı tavaf edip geri dönen hacılara saldırdı, yollarını kesti, onlar da savunmak için kendisiyle savaştılar. Mallarını, canlarını ve ırzlarını korumaya çalıştılar. Ama Karmatî Ebu Tahir, onlardan çoğunu Öldürdü. Öldür­düğü adamların sayısını ancak Allah bilir. Kadınlarını ve çocuklarını da esir aldı. Dilediği mallarım da kendine ayırdı. Gasbettiği malların değeri 1.000.000 dinarı bulmaktaydı. Bir o kadar da ticaret eşya ve emtiası gasbetmişti. Hacıların bineklerini, azıklarını, mallarını, ka­dınlarını ve çocuklarım, bu uzak çölde ellerinden aldıktan sonra onlan susuz, azıksız ve bineksiz olarak kendi hallerine bırakmıştı. Bunla-n Küfe valisi Ebü'l-Heyca Abdullah b. Hamdan müdafaa etmeye ça­lışmışsa da Karmatî Ebu Tahir, onu bozguna uğratıp esir almıştı. İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râcıun: (Doğrusu bizler Allah'a aidiz ve ona dönücüleriz.). Karmatî Ebu Tahir'in maiyetinde 800 savaşçı vardı. O zaman kendisi onyedi yaşındaydı. Allah onu kahretsin.

Bu hacıların soygun ve katliam haberleri Bağdat'a ulaştığında; kadınları, aileleri ve yakınları kalkıp feryad-ü figan etmeye, saçlarını başlarını yolmaya, yüzlerini tokatlamaya başladılar. Vezirin ve oğlu­nun zulmü neticesinde zillete maruz kalan kimselerin kadınları da bunlara katıldılar. O gün Bağdat'ta son derece feci bir gün yaşandı.

Halife bu durumu sorunca, kendisine, feryad-ü figan edenlerin; yolda soyguna uğrayıp öldürülen hacıların kadınları ile İbn Furat ta­rafından malları müsadere edilen kimselerin kadınları olduğu söylen­di. Hacib Nasr İbnu 1-Kaşverî, halifeye gelip vezirin aleyhinde konu­şarak şöyle dedi: "Ey mü'minlerin emiri, sen muzaffer bir komutan olan hadim Munis'i yanından uzaklaştırdığından ötürü cesaretlenen bu Karmatî lider ayaklandı ve buraları ele geçirmeye tamahlandı. Hadim Munis'i buradan uzaklaştırmanı sana tavsiye eden de vezir İbn Furat'tır."

Bunun üzerine halife, İbn Furat'a şöyle haber gönderdi: "İnsan­lar, bana samimi davrandığın halde senin aleyhinde konuşuyorlar." Böyle dedi ve gönlünü hoş etmek için yanına gelmesini söyledi. Oğ­luyla birlikte bineklerine binerek halifenin yanma gittiler ve huzura girdiler. Halife onlara ikramda bulundu, gönüllerini hoş tuttu. Hali­fenin yanından çıktılarında hacib Nasr onlara çok hakaretlerde bu­lundu. Diğer büyük komutanlar da aynı şekilde onlara harakette bu­lundular. Vezir, normal âdeti üzere kendi makamına gidip oturdu. Halkın idaresiyle uğraştı. Gerekli hükümleri verdi, ama o geceyi ken­di durumunu düşünerek geçirdi. Sabahleyin de düşünceli halde güne başladı ve şu şiiri okudu:

"Açıkgöz ve basiretli de olsa, Sabahlamış da olsa ne olacağını bilmez.

Hayır önünde mi çıkacak, yoksa arkasında mı olacak? İşte bunu bilemez."

Sonra aynı günde halife tarafından gönderilen iki komutan gelip evinin haremlik kısmına girdiler, onu başı açık, zelil, küçültülmüş ve utanılacak bir halde horlanmış olarak evden çıkararak bir kayığa bindirip Bağdat'ın öbür tarafına götürdüler. İnsanlar bu durumu an­layınca, vezir İbn Furat'ı tuğla parçalarıyla taşladılar. Camiler kapandı. Mabedlerin çoğu tahrip edildi. İnsanlar cuma namazını kılma­dılar. Vezir İbn Furat'tan 2.000.000 dinar, oğlundan da 3.000.000 di nar devlete borçlu olduklarına dair yazılı ifade alındı. İkisi güvenlik kuvvetleri komutanı Nazük'e teslim edildiler. Bu miktardaki paralar kendilerinden alındıktan sonra tutuklandılar. Daha sonra halife ha dim Munis'e haber gönderdi. Hadim Munis Bağdat'a geldiğinde vezir İbn Furat ile oğlu ona teslim edildiler. O da ikisine son derece haka­retlerde bulundu, dövdü. Onu ve asla iyilik yapmamış olan suçlu oğ­lunu cezalandırdı. Bundan sonra ikisi de öldürüldü.

Daha sonra Abdullah b. Muhammed b. Abdullah b. Muhanımed b. Yahya b. Hakan Ebü'l-Kasım, bu senenin rebiyülevvel ayının doku­zunda vezirliğe atandı.

Hadim Munis Bağdat'a girdiğinde, büyük bir alâyişle girmişti Yeni vezir İbn Hakan'a ricada bulunarak, kovulmuş halde San'a'ya sürülen Ali b. İsa'nın geri getirilmesini istedi. Bundan sonra hadim Munis, Mekke'ye döndü. Yeni vezir İbn Hakan, ona haber göndererek Şam'ın ve Mısır'ın durumuna bakmasını istedi.

Bu arada halife, hadim Munis'e, Karmatîlerle savaşmak üzere Küfe'ye hareket etmesini emretti. Gitmesi ve gerekli masrafları yap­ması için de ona 1.000.000 dinar gönderdi. Öte yandan Karmatî, esir aldığı hacıları serbest bıraktı. Bunlar 2.000 erkek ve 500 kadındı. Bunlarla birlikte Küfe valisi Ebü'l-Heyca da esirlikten affedilerek serbest bırakıldı. Halifeye mektup yazarak Basra ve Ahvaz yönetimi­nin kendisine verilmesini istedi, ancak halife onun bu isteğini kabul etmedi. Hadim Munis büyük bir askeri birlikle Küfe tarafına gitti. Orada durum sakinleşti. Kûfe'den kalkıp Vasıt'a gitti. Küfe'de yerine vekil olarak hadim Yakut'u bıraktı. Neticede işler yoluna girdi ve dü­zen sağlandı.

Bu senede Küfe ile Bağdat arasında bir adam ortaya çıkarak ken­disinin Muhammed b. İsmail b. Muhammed b. Muhammed b. Hüse­yin b. Ali b. Ebi Talib olduğunu iddia etti. Bedevilerden ve ayak takı­mından bazı kimseler de onun bu iddiasını doğruladılar, etrafında toplandılar. Böylece bu senenin şevval ayında durumu kuvvetlendi. Vezir, onun üzerine bir askeri birlik şevketti. Bu askerler onunla yap­tıkları savaşta kendisini bozguna uğrattılar, adamlarından bir kısmı­nı öldürdüler. Geride kalanlar ise dağılıp gittiler. Sözü edilen bu iddi­acı kişi, İsmailiye mezhebinin reislerinin ilki idi.

Bağdat güvenlik kuvvetleri komutanı Nazük, Hallacın arkadaş­larından Haydere, Şa'ranî ve İbn Mansur adındaki üç kişiyi yakaladı. Bunlardan, sahip oldukları görüş ve itikadlarmdan geri dönmelerim taleb etti, ancak bunlar vazgeçmeyince, Nazük boyunlarını vurdu ve onları Bağdat'ın doğru yakasında idam etti.

Bu senede halkın Karmatîlerden çok korkmaları nedeniyle Iraklı­lardan hiç kimse hacca gitmedi. [29]

 

Hicretin Üçyüzonîkinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

İbrahim B. Hamiş

 

Künyesi Ebu İshak'tır. Vaiz ve zahid bir kimseydi. İnsanlara öğüt verirdi. Onun güzel sözlerinden biri şudur: "Sakınmaya karşı Allah'ın kazası güler. Emele karşı ecel güler. Tedbire karşı takdir güler. Uğra­şıp yorulmaya karşı da kısmet güler." [30]

 

Ali B. Muhammed B. Furat

 

Halife Muktedir onu vezirliğe tayin etti. Sonra azletti, yine tayin etti, yine azletti, yine tayin etti, yine azletti, yine tayin etti. Sonra onu bu senede öldürdü. Oğlunu da öldürdü. Çok büyük bir servete sa­hipti. 10.000.000 dinarı vardı. Çiftliklerinden her sene 1.000.000 di­nar kazanırdı. 5.000 kadar âbid ve âlim kişiye, her ay kendilerine ye­tecek miktarda nafaka verirdi.

Vezirlikten ve hesap ilminden iyi anlardı. Anlatıldığına göre o bir günde 1.000 mektuba gözatmış 1.000 evrak imzalamıştı. Bunu gören­ler hayrete düşmüşlerdi. Son derece mürüvvet sahibi ve cömert bir kimseydi. Maiyetinde çalışanlara güzel muamelede bulunurdu. An­cak bunun yamsıra bazı kimselere haksızlık eder ve mallarını zorla alırdı. Allah da, zalim olan kasaba halklarını aziz ve muktedir bir kimsenin yakalayışı gibi onu yakaladı.

Eli açık bir kimseydi. Bol ihsanlarda bulunur, muhtaçlara harçlık verirdi. Bir gece muhaddisler, sofiler, edebiyatçılar, onun yanında müzakerede bulunmuşlardı. Bu gruplardan her birine 20.000 dinar vermişti.

Adamın biri onun adına bir mektup yazarak Mısır valisine götür­meye hazırlanmıştı. Mektupta Mısır valisine, hanıil-i mektuba iyilik ve ihsanda bulunması emrediliyordu. Ancak bu mektup adamın üze­rinde yakalandı. Vezir onun sahte mektup yazdığını bildiği için, mec­lisinde hazır bulunan kimselere, kendisi adına mektup yazan bu ada­ma nasıl bir muamele yapılması gerektiğini sordu. Bazıları elinin ke­silmesini, bazıları baş parmağının kesilmesini, bazıları çok şiddetlice dövülmesini tavsiye ettiler. Vezirin kendisi ise: "Bütün bu teklifleri­nizden daha iyi bir yol yok mudur?" dedi. Sonra mektubu alıp üzeri­ne: "Evet, bu yazı bana aittir. Hamil-i mektup da en has arkadaşlarımdandır. Yapabileceğin bütün iyilikleri mutlaka kendisine yap." <jj_ ye yazdı. Mektup Mısır valisine ulaşınca, vali, mektubu getirene bü­yük ihsanlarda bulundu ve 20.000 dinar kadar para verdi.

Vezir İbn Furat, bir gün katiplerinden birini huzuruna çağırarak şöyle dedi:

"Yazıklar olsun sana. Ben senin hakkında çok kötü düşünüyo­rum. Her vakit seni yakalamak ve malına el koymak istiyorum, ama rüyada bir parça ekmekle karşıma çıkıp beni bu icraatımdan vazge-çirdiğini görüyorum. Birkaç geceden beri rüyamda seni yakalamak is­tediğim halde bu ekmeği bana göstererek kendini koruduğunu görü­yorum. Askerlere seni öldürmeleri için emir veriyorum, sana her mız­rak atışlarında veya bir darbe vurduklarında elindeki ekmek parçası­nı kalkan olarak onlara karşı kullandığını ve darbelerden etkilenme­diğini görüyorum. Bu ekmeğin hikayesini bana anlat hele."

Katip dedi ki: "Ey vezir, küçüklüğümden beri annem her gece yastığımın altına bir parça ekmek koyardı, sabah olunca o ekmeği ba­şımın sadakası olarak bir yoksula verirdim. Annem vefat edinceye kadar bu hal böyle devam etti. O vefat ettikten sonra bu defa ben kendim her gece yatarken yastığımın altına bir ekmek parçası koyu­yor, sabah olunca da o ekmeği alıp bir yoksula sadaka olarak veriyo­rum." Vezir, onun bu durumunu beğenip takdir etti ve şöyle dedi: "Vallahi, bugünden sonra asla sana kötülüğüm dokunmayacaktır. Ar­tık senin hakkında iyi niyet sahibi oldum, seni sevmeye başladım."

İbn Hallikan, vezir Ali b. Muhammed b. Furat'm biyografisini uzun uzadıya anlatmış ve bizim onun hakkında anlattığımız şeylerin bir kısmını da nakîetnıiştir. [31]

 

Muhammed B. Muhammed B. Süleyman B. Haris B. Abdirrahman

 

Künyesi, Ebu Bekir el-Ezdî'dir. Vasıt şehrindendir. Bağendî laka­bıyla tanınırdı. Muhammed b. Abdullah b. Nümeyr'den, İbn Ebi Şey-be'den, Şeyban b. Ferruh'tan, Ali b. el-Medinî'den, Şamlı, Mısırlı, Kû-feli, Basralı ve Bağdatlı birçok kimselerden hadis dinlemiştir. Hadis öğrenmek uğruna uzak memleketlere seyahatlerde bulunmuş ve ken­dini ilim tahsiline vakfetmiş, bu hususta çok çabalar sarfetmişti. Hat­ta anlatıldığına göre o, namazda ve uykuda, farkında olmaksızın bazı hadisleri senetleriyle okurmuş. Namazda böyle yaparken yanında bu­lunanlar "Sübhanallah" diyerek onu uyarırlarmış ve o da namazda ol­duğunu anlarmış.

Şöyle dermiş: "Ben hadisten 300.000 meseleye cevap verdim ve başka meseleye de geçmedim."

Muhammed b. Muhammed b. Süleyman, Rasûlullab (s.a.v.)'ı rü­yasında görmüş ve ona şöyle demişti:

- Ya Rasûlallah! Hadislerde Mansur mu yoksa A'meş mi daha sebatlı bir ravidir?

- Mansur..."

Muhammed b. Muhammed b. Süleyman, hadislerde tedlis (hadis­lerin senetlerini birbirine karıştırma ve sabit olmayan asılsız senetle­ri nakletmek) ile ayıplanıyordu. Öyle ki Darekutnî: "O, çok tedlis ya­nan biri idi. Duymadığını rivayet ederdi. Hatta bazı hadisleri de çal­mıştır." demiştir. Doğrusunu Allah bilir. [32]

 

Hicretin Üçyüzonüçüncü Senesi

 

İbn Cevzî dedi ki: «Bu senenin muharrem ayının bitimine bir gece kala Bağdat'ın güneyinden kuzeyine doğru güneşin batışından önce bir yıldız kaydı. Kainat aydınlandı. Öyle ki, yıldırım sesini andıran bir gürültü meydana geldi.»

Bu senenin safer ayından halife, Rafizilerden bir cemaatın Berasi Mescidi'nde toplandıklarını, bunların sahabelere sövdüklerini, cuma­yı kılmadıklarım, Karmatîlerle yazıştıklarını, Küfe ile Bağdat arasın­da bir yerde ortaya çıkan Muhammed t*. İsmail'e bey'ata davet ettik­lerini, onun Mehdi olduğunu söylediklerini, Muktedir'den ve ona tabi olanlardan uzak bulunduklarına dair ifadeler kullandıklarını haber aldı. Bunlar için gerekli tedbirlerin alınmasını emretti ve âlimlere mezkûr mescid hakkındaki fetvalarını sordu. Bunlar da orasınınm Mescid-i Dırar olduğuna dair fetva verdiler. Rafizilerden elegeçirilen-ler, şiddetle dövüldüler. Bunların durumları halka ilan edildi. Mez­kûr Berasi Mescidi'nin yıkılması emredildi ve Nazük tarafından yıkıl­dı. Vezir Hakanî de emir verdi. Yıkılan o mescidin yeri mezarlık hali­ne getirildi. Orada mevaliden bir cemaat defnedildi.

İnsanlar bu senenin zilkade ayında hacca gitmek üzere yola ko­yulduklarında Karmatî lider Ebu Tahir Süleyman b. Ebi Said el-Ce-nabî yollarım kesti. Hacı adaylarının çoğu memleketlerine geri dön­düler. Anlatıldığına göre bazıları ondan eman dilediler. O da hacca gitmeleri için onlara eman verdi.

Halifenin askerleri, onunla ne kadar savaştılarsa da, çok güçlü olduğundan ve inatçı bir yapıya sahip bulunduğundan ötürü bu sa­vaşların bir yararı olmadı. Bağdatlılar da bundan rahatsız oldular. Bağdat'ın batı yakasında yaşayanlar, bunlardan korktukları için do­ğu yakasına taşındılar. Karmatî, Küfe şehrine girdi. Orada bir ay ikamet etti. Halkın hoşuna giden mal ve kadınlarını gasbetti.

İbn Cevzî dedi ki: Bu senede Bağdat'ta hurma ürünü çoğaldı. Öyle ki, sekiz ntl (yaklaşık 4 kg.) hurma, bir habbe gümüşe satılır oldu. Hurmanın bir kısmı kurutuldu ve Basra'ya sevkedildi.

Bu senede halife Muktedir, veziri Hakanî'yi, bir sene altı ay iki gün görevde bıraktıktan sonra azletti. Yerine Ebu Kasım Ahmed b Ubeydullah b. Ahmed b, Hatib el-Hasibî'yi atadı. Çünkü bu zat, Ha­san b. Furat'm zevcelerinden birinin malını dağıtıp harcamıştı. Bu mal 700.000 dinadı. Hasibî, Ali b. İsa'ya Mısır ve Şam mıntıkalarının yönetimini üstlenmesini emretti. O, Mekke'de ikamet etmekte idi. Bazan Mısır ve Şam taraflarına gidiyor ve gerekli düzenlemeleri ya­pıyor, sonra Mekke'ye dönüyordu. İşleri bu yolla idare ediyordu. [33]

 

Hicretin Üçyüzonüçüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Ali B. Abdülhamid B. Abdullah B. Süleyman

 

Künyesi Ebü'l-Hasan el-Gadairî'dir. Kavarirî'den ve Abbas el-Anberî'den hadis dinledi. Güvenilir ve sika abidlerdendi.

Şöyle demişti: «Bir gün Sırri es-Sakatî'ye gittim, kapısını vur­dum. Kapıya çıktı. Ellerini kapının iki tarafına dayayarak şöyle dedi: "Allahını, beni senin ibadetinden alıkoyan kimseyi meşgul et." Onun bu duası sayesinde berekete nail oldum. Halep'ten Mekke'ye kırk kez yaya olarak gidip haccettim ve yine yaya olarak geri döndüm.» [34]

 

Hafız Ebü'l-Abbas Es-Serrac

 

Muhamnıed b. İshak b. İbrahim b. Mehran b. Abdullah es-Sakatî. Sakif kabilesinin azathsıdır. Künyesi, Ebü'l-Abbas es-Serrac'tır.

Sika hadis imamlarından ve hafizlarındandır. Hicretin 218. sene­sinde doğdu. Kuteybe'den, İshak b. Raheveyh'den, çok sayıda Hora­sanlı, Bağdatlı, Kûfeli, Basralı ve Hicazlılardan hadis dinledi. Kendi­sinden daha önce doğmuş, daha Önce vefat etmiş ve yaşça kendisin­den daha büyük oldukları halde Buharî ile Müslim de kendisinden hadis rivayet etmişlerdir.

Cidden faydalı birçok eserleri vardır. Duası müstecap olan kimse­lerdendi. Rüyasında bir merdivene tırmandığını ve doksandokuz ba­samak çıktığını görmüştü. Bu rüyasını her kime tabir ettirmişse hep­si de kendisine, doksandokuz sene yaşayacağım söylemişlerdi. Ger­çekten de o kadar yaşamıştı. Kendisi seksenüç yaşındayken oğlu Ebu Amr dünyaya gelmişti.

Hakim, oğlu Ebu Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Mescide babamın yanına gittiğimde insanlar onun çevresinde oturmaktaydılar, onlara şöyle diyordu: "Ben seksenüç yaşımdayken bir gecede işte bu oğlumu kazandım."» [35]

 

Hicretin Üçyüzondördüncü Senesi

 

Bu senede Bizans imparatoru Domestikos, sınırlarda yaşayan Müslüman halka mektuplar yazarak kendisine haraç ödemelerini is­tedi. Müslümanlar onun bu isteğini kabul etmeyince bu senenin ba­sında askerleriyle birlikte üzerlerine yürüdü ve ülkede bozgunculuk yaptı. Malatya şehrine girdi. Halkın bir kısmını öldürdü, bir kısmını esir aldı. Orada onaltı gün müddetle ikamet etti. Malatyalılar Bağ­dat'a gelerek halifeden Domestikos'a karşı yardım istediler.

Bağdat'ın iki mıntıkasında yangın meydana geldi. Bu yüzden iki yangın yerinde de çok sayıda insan öldü. Yangın yerlerinden birinde 1.000 ev ve dükkân yandı. Sonra İmparator Domestikos'un ölüm ha­beri geldi. Bu mektup minberler üzerinde okundu. Ayrıca Mekke'den de bir mektup geldi. Bu mektupta halkın, Karmatîlerin kendilerine yaklaşmaları nedeniyle son derece huzursuz olduğu anlatılıyordu. Halk bu yüzden Mekke'yi bırakıp Taife ve çevredeki diğer yerleşim alanlarına göçmüştü.

Bu senede Nusaybin'de büyük bir fırtına esti. Bu yüzden çok sayı­da ağaç kökünden söküldü ve evler yıkıldı.

İbnü'l-Cevzî dedi ki: Bu senenin şevval ayının sekizinde (kanun-i evvelin 7'sinde) pazar günü Bağdat'ta çok miktarda kar yağdı. Bu ne­denle şiddetli bir soğuk meydana geldi. Öyle ki, hurma ağaçlarının ve diğer çeşitli ağaçların çoğu telef oldu. Yağlar, hatta içecekler dondu. Gülsulan, sirkeler, haliçlerdeki sular ve Dicle ırmağının suyu da don­du. Bazı hadis âlimleri, Dicle nehrinde donan sular üzerinde hadis okumak için oturum düzenlediler. Orada hadis okuyup yazdılar. Son­ra yağan yağmurlar nedeniyle soğuğun şiddeti kırıldı ve bütün so­ğuklar, karlar, buzlar yokoldu Allah'a hamdolsun.

Bu senede hacılar Horasan'dan Bağdat'a geldiler. Hadim Munis, Karmatîlerin Mekke'ye hücum ettiklerini gerekçe olarak ileri sürüp mazeret beyat etti. Hacca gitmemelerini söyledi. Onlar da geri döndü-te. Bu senede Irak tarafından hacca giden olmadı. Gitme imkanı bu-

Bu senenin zilkade ayında halife, veziri Ebü'l-Abbas el-Hasibî'yi bır yıl iki ay vezirlik yaptıktan sonra azletti. Yakalanıp hapse atılma­sını emretti. Çünkü vezir Ebü'l-Abbas görevini ihmal etmiş, vezirlik feriyle ilgilenmemiş, halkın yararına olan işlere bakmamıştı. Zira o, Per gece içki içmekle meşgul oluyor, sabaha mahmur olarak başlıyor, ayı ile kötüyü birbirinden ayırd edemiyordu. Devlet işlerim vekillerine bırakmış, onlar da kendisine ihanet edip kendi çıkarları doğrultu, sunda çalışmışlardı. Halife onu azlettikten sonra vezirliğe atayacağj Ali b. İsa gelinceye kadar vekaleten Ebü'l-Kasım Ubeydullah b. Mu-hanımed el-Kelvezanî'yi vezirliğe atadı. Sonra Dımışk'ta bulunan Ali b. İsa'nın getirilmesini emretti. O da büyük bir gösterişle Bağdat'a geldi. Genel ve özel bütün faydalı işleri, maslahatları yürütmeye baş­ladı, işleri yoluna koydu. Düzen sağlandı. Ali b. İsa, Hasibî'yi çağırıp onu tehdit etti, kınadı ve Aziz ve Celil olan Allah'a karşı gelip hususi hayatını kötü yaşamasından, halkın idaresini kötüye sevkettiğinden ötürü onu kadıların ve ayandan olan zevatın huzurunda yerdi. Onun­la münakaşa etti. Sonra onu zindana gönderdi.

Bu senede Said lakabıyla tanınan Nasr b. Ahmed es-Sam'anî, Rey mıntıkasını ele geçirdi. Orada hicretin 316. senesine kadar ikamet et­ti.

Said, bu senenin yaz mevsiminde Tarsus'tan Bizans'a doğru gaza­ya gitti. Ganimetler elde edip askerleriyle birlikte salimen geri dön­dü.

Bu senede Iraklılar Karmatîlerin hücumu korkusundan ötürü hacca gitmediler.

Bu senede meşhur şahsiyetlerden Bağdat halife sarayının yakı­nındaki Babü'n-Nobî kapısının muhafızı Sa'd en-Nobî, safer ayında vefat etti. Onun yerine kardeşi aynı kapının muhafızlığına tayin edil­di ve bunlardan sonra bu kapı onların adıyla anılır oldu.

Bu senede Muhammed b. Muhammed el-Bahilî, Muhammed b. Ömer b. Lübabe el-Karmatî, Hanefî mezhebine göre feraiz ilmini iyi bilen Nasr b. Kasım Ebü'1-Leys vefat ettiler. Nasr; Kavarirî'den hadis dinlemiş, ders almıştı. Sika bir ravi olup Ebu Hanife hazretlerinin mezhebine göre feraizi iyi bilirdi. Allah'a yakın, kadri yüce bir zattı. [36]

 

Hicretin Üçyüzonbeşinci Senesi

 

Bu senenin safer ayında yeni vezir Ali b. İsa, Dımışk'tan Bağdat'a geldi. Halk kendisini yolda karşıladı. Bir kısmı onu karşılamak için Enbar'a kadar gitti. Bir kısmı daha yakınlarda durdu. Halifenin hu­zuruna girdiğinde halife onunla güzelce konuştu. Sonra vezir kendi makamına döndü. Halife ardından, ona halılar, kumaşlar, çeşitli ser­giler ve 20.000 dinar para gönderdi. Ertesi gün de saraya gelmesini emretti. Saraya vardığında halife ona hü'at giydirdi. AH b. İsa, hil'atı giydikten sonra şu şiiri okudu:

"İnsanlar ancak dünya ile ve dünyanın sahibi ile beraber olurlar. Dünya bir kimseden yüz çevirince onlar da o kimseden yüz çevi Dünyanın kardeşini (dünyalığı olanı) tazim edip sayarlar. Ama bir gün dünya o kimseye hoşlanmadığı bir şekilde saldırırsa omar da o kimseye saldırırlar."

Bu senede Bağdat'a, Bizanslıların Samsat'a girip oradaki bütün mallan yağmaladıklarına ve oraya imparatorun otağını kurdukları­na büyük camide çan çaldıklarına dair bir mektup geldi. Halife de hadim Munis'e, askerleri hazırlayıp oraya sefere gitmesini emretti ve ona kıymetli hü'atler giydirdi. Bir süre sonra Müslümanların, Sam­sat'a saldıran Rumlara karşı hücuma geçip onların çoğunu öldürdük­lerine dair mektup geldi. Hamd ve minnet Allah'adır.

Hadim Munis, harekete geçmek üzere hazırlandığında, hizmetçi­lerden biri yanına gelip halifenin -vedalaşmak üzere saraya gitmesi anında- onu yakalatmaya niyetlendiğini bildirdi. Sarayda, kendisinin içine düşmesi için bir çukur kazıldığı ve çukurun, üzerine bir halı se­rilerek gizlendiği anlatıldı. O da saraya gitmekten vazgeçti. Her ta­raftan komutanlar yanma geldiler ve halifeye karşı onunla birlik ol­dular. Halife de ona kendi el yazısı ile bir mektup göndererek duydu­ğu bu haberin doğru olmadığına dair yemin etti. Bunun üzerine ha­dim Munis'in gönlü hoş oldu ve köleleriyle birlikte saraya gitti.

Saraya girdiğinde, halife onunla güzelce konuştu, onu şanına ya­raşır bir şekilde karşıladı. Kendisine karşı gönlünün hoş olduğuna, kalbinde ona karşı asla kötü bir niyet bulunmadığına, kendisine kar­şı bildiği eski safıyane düşünceleri muhafaza ettiğine yemin etti. Bundan sonra hadim Munis saygı ve ikram görmüş olarak saraydan çıktı. Halifenin oğlu Abbas, vezir, hacib Nasr hizmetçileriyle birlikte onu uğurlamaya çıktılar. Ümera ve komutanlar, maiyet erleri gibi onun önünde tekbirler getirdiler. Yola çıkış günü, cidden görülmeye değer muazzam bir gündü. Bizanslılarla savaşmak üzere sınır boyu­na yöneldi.

Bu senenin cemaziyelevvel ayında, birçok kadınları boğarak öldü­ren bir adam yakalandı. Bu adam astrolog olduğunu, gaipten haber verdiğini ileri sürüyordu. Bu özelliği nedeniyle kadınlar ona yöneldi­ler. Bir kadınla yalnız başına tenhada buluşunca, onunla fuhuş yapı­yor, sonra da elindeki bir kirişle onu boğuyordu. Bu işlerde karısı da kendisine yardımcı olmuştu. Boğup öldürdüğü kadınları kendi evinde kazdığı bir çukura defnediyordu. O çukur dolunca, başka bir eve ta-Şmmış, orada da aynı işi yürütmeye devam etmişti. Son olarak ika­met etmekte olduğu evde yakalandığında, bu evde onyedi kadını bo­ğup defnettiği ortaya çıkarıldı. Daha önce ikamet etmiş olduğu evler de araştırılınca çok sayıda kadını öldürüp oralara defnettiği tesbit edildi. Kendisine bu yüzden 1.000 kırbaç vuruldu, sonra da boğularak öldürüldü.

Bu senede Rey beldelerinde, Deylemliler ortaya çıktılar. Allah on­ları kahretsin. Bunların bir reisi vardı. İdarelerini ele almıştı. Kendi­sine Merdavic deniliyordu. Altından bir taht üzerine oturmuş, önün­de de gümüşten bir taht vardı ve: ''Ben, Davud oğlu Süleyman'ım." di­yordu. Reylilere, Kazvinlilere ve İsfahanlılara cidden çok kötü mua­melelerde bulunmuştu. Kadınları ve beşikteki çocukları öldürüyor halkın mallarını gasbediyordu. Son derece zorba olup yüce Allah'ın yasaklarına karşı da cür'etkar biriydi. Türkler onu öldürdüler. Allah Müslümanları onun şerrinden böylece korudu ve Müslümanları raha­ta kavuşturdu.

Bu senede Yusuf b. Ebi's-Sâc ile Ebu Tahir el-Karmatî arasında Küfe şehri yakınlarında bir savaş cereyan etmişti. Ebu Tahir, Yu­suf tan önce oraya gitmiş ve Yusuf ona: "Emir dinle ve itaat et. Yoksa şevval ayının 9'unda cumartesi günü savaşa hazır ol!" mealinde bir mektup yazdı. Ebu Tahir de: "Haydi gel öyleyse!" diye cevap yazdı. Yusuf onun üzerine doğru yürüdü.

İki ordu karşı karşıya geldiklerinde Yusuf, Karmatî ordusunu kü­çük gördü. Yusuf b. Ebi's-Sâc'm maiyetinde 20.000 asker bulunuyor­du. Karmatî'nin ise 1.000 süvari ve 500 piyade askeri vardı. Yusuf: "Şu köpeklerin değeri ne ki!" diyerek onları küçümsedi ve hemen ka­tibe, -savaş henüz başlamadan önce- fetih müjdesini bir mektupla ha­lifeye bildirmesini emretti. Fakat iki taraf savaşa tutuşunca Karma-tîler büyük bir sebat gösterdiler. Karmatî, bineğinden inip adamları­nı savaşa teşvik etti. Yusuf un maiyetindeki halife ordusunu hezime­te uğrattılar ve komutan Yusuf b. Ebi's-Sâc'ı esir aldılar. Halifenin ordusundaki askerlerin çoğunu öldürdüler. Kûfe'yi de istila ettiler.

Bu haberler Bağdat'a ulaştı. Halk arasında, Karmatîlerin Bağ­dat'ı ele geçirmek istediklerine dair haberler yayıldı. Bağdatlılar bun­dan son derece tedirgin oldular ve bunun gerçek olduğuna inanarak halifenin huzuruna varıp şöyle dediler:

"Ey mü'minlerin emiri! Mal, ancak Allah düşmanlarıyla savaş­mak hususunda kullanılmak için biriktirilir ve saklanır. Böyle bir du­rum sahabelerin zamanından sonra asla meydana gelmemişti ve bun­dan daha feci bir halle karşılaşılmamıştır. Şu kafir Karmatî, hacıla­rın yolunu kesmiş, insanların hacca gitmelerine engel olmuştur. De­falarca Müslümanları öldürmüştür. Beytü'l-malda da para yoktur. Ey mü'minlerin emiri, Allah'tan kork ve hanımefendiyle (annenle) görüş-Belki musibetler için biriktirdiği parası vardır. İşte şimdi o paraları kullanmanın tam zamanıdır."

Bundan sonra halife, annesinin yanına gitti. Annesi önce söze başladı ve halife talepte bulunmadan önce kendisine 500.000 dinar verdi- Beytü'l-malda da bir o kadar vardı. Halife bunları Kar-rnatîlerle savaşacak ordunun teçhizinde kullanması için vezire teslim ptti. Bundan sonra vezir, komutan Büleyk idaresinde 40.000 kişilik Djr ordu teçhiz etti. Karmatîler bunu duyunca Bağdat'ın yollarını kes­tiler. Bağdat'a girmek istediler, ama bu imkanı bulamadılar. Nihayet Büleyk onlarla karşılaştı. Fakat kısa sürede Büleyk ve askerleri hezi­mete uğradılar. İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn (Doğrusu bizler Al­lah'a aidiz ve biz O'na dönücüleriz.)

Bu arada Yusuf b. Ebi's-Sâc da Karmatîlerin yanında zincire vu­rulmuş olarak çadırda tutuluyordu. Savaş alanım seyrediyordu. Kar­matî lider Ebu Tahir çadıra döndüğünde Yusuf a: "Sen kaçmak mı is­tedin?" dedi ve emir verip Yusuf un boynunu vurdurdu.

Karmatîler, Bağdat tarafından Enbar'a döndüler. Sonra Heyt'e doğru gittiler. Bağdatlılar onlardan kurtuldukları için çokça sadaka verdiler. Halife, halifenin annesi ve vezir, Karmatîleri üzerlerinden savan Allah'a şükrettiler.

Fatımî olduğunu iddia eden Mehdi, Mağrib beldelerinde oğlu Ebü'l-Kasım'ı bir orduyla harekete geçirdi. Ama askerleri hezimete uğradı. Adamlarından çoğu öldürüldü.

Yukarıda adı geçen Mehdi, kendi şehri Mehdiye'yi bu senede kur­du.

Bu senede Abdurrahman b. ed-Dahil, Endülüs'ün Tuleytula şeh­rini kuşatma altına aldı. Bu şehrin halkı Müslümandı ama ahidlerini bozmuşlardı. Abdurrahman, orayı zor kullanarak fethetti ve ahalinin bir kısmını öldürdü. [37]

 

Hicretin Üçyüzonbeşinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

İbn Cessas El-Cevherî

 

Asıl adı, Hüseyin b. Abdullah b. Cessas el-Cevherî, Ebu Abdil-lah'tır. Bağdatlıdır. Büyük bir servete sahipti. Bu servetinin kaynağı Ahmed b. Tolon ailesinden gelmektedir. Ahmed onu mücevherci yap­mıştı. Mısır'da eline geçen kıymetli mücevherleri satar ve pazarlardı, «öylece cidden büyük bir kazanç sağladı.

Ibn Cessas dedi ki: "Bir gün İbn Tolon'un kapısında duruyordum, ^hramane dışarı çıktı. Eline, üzerinde 100 mücevher tanesi bulu­ta*1 bir gerdanlık almıştı. Bu mücevherlerden her biri 2.000 dinar de­sendeydi, Kahramane bana dedi ki: "Şu gerdanlığı almanı ve hac-ım ufaltmanı istiyorum. Çünkü bu istenilenden daha büyük ve göze hoş görünmüyor." Gerdanlığı elinden alıp evime götürdüm. Üzerinde-ki büyük mücevherleri onda. bir kıymetine indirecek şekilde küçült­tüm ve götürüp Kahramane'ye teslim ettim. Böylece ben de büyük bir kazanç sağladım. Aslında o bunları küçülttürürken mücevher kırıntı­larını telef etmek istiyordu. Mücevherlerin değeri 200.000 dinar tuta-rındaydı."

Günün birinde halife Muktedir zamanında, İbn Cessas büyük bir para cezasına çarptırıldı. Kendisinden 16.000.000 dinar alındı, ama yine de geride büyük bir serveti kalmıştı. Tüccarlardan biri onun bu durumunu şöyle anlatıyor:

"Yanma gittim. Evin içinde deli gibi dolaştığım gördüm. Kendisi­ne sordum:

- Sana ne olmuş, neyin var?

- Yazıklar olsun sana! Benden şu kadar ve şu kadar para aldı­lar, canımın çıktığını hissediyorum adeta.

Kendisini azarladım. Teselli etmeye başladım ve ona şöyle dedim:

- Geride kalan evlerin, bahçelerinn, çiftliklerin 700.000 dinar tu­tarındadır. Ayrıca yanında ne kadar mücevher ve eşya var; onu da bana doğru söyle bakalım.

Yapılan tesbit sonunda 300.000 dinar malı olduğunu gördüm. Ay­rıca sikkeli altın ve gümüşleri de bundan hariçti. Kendisine dedim ki:

- Bağdat'taki tüccarlardan hiçbiri senin kadar zengin değildir. Ayrıca devlet erkanı nazarında da, halk nazarında da büyük bir itiba­ra sahipsin!

Bu sözlerim karşısında biraz teselli buldu ve rahatladı. Yemek yemeğe başladı. Çünkü üç günden beri hiçbir şey yememişti."

İbn Cessas, Muktedir'in annesi Seyyide'nin aracılığı sayesinde Muktedir'in kendisine verdiği para cezasından kurtuluşunu şöyle an­latır:

"Sarayda yüz çuvala baktım. Mısır'dan getirilmiş hurda, eski püs-kü eşyalar vardı bu çuvalların içinde. Bunlar sarayın ardiyesine bıra­kılmıştı. Bunların arasında bulunan bir çuvalda Mısır'dan getirilmiş 1.000 dinarım vardı ki, kimse bunun farkında değildi. Bunu Mukte­dir'in annesinden istemiş, bana hibe etmesini arzetmiştim. O da bu hususta oğlu Muktedirle konuştu, Muktedir de bunu bana verdi. Tes­lim aldığımda içindeki altınlardan bir tanesinin dahi eksihnediğini gördüm."

Bununla birlikte İbn Cessas, sözlerinde ve fiillerinde son derece aptal biriydi. Aptallığını ispatlayan birçok sözleri ve hareketleri nak­ledilmiştir. Anlatıldığına göre o, kendisine aptal denilsin diye kasıtlı olarak böyle davranırmış. Başka bir rivayette anlatıldığına göre o, olsun diye böyle davranırmış. Doğrusunu, noksanlıklardan mü­nezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir. [38]

 

Abdullah B. Muhammed El-Kazvinî

 

Abdullah b. Muhammed el-Kazvinî bu senede vefat eden meşhur şahsiyetlerden biridir. [39]

 

Ali B. Süleyman B. Mufaddal

 

Künyesi, Ebü'l-Hasan el-Ahfeş'tir. Müberred'den, Sa'leb'den, Ye-zi-dî'den ve diğerlerinden hadis rivayet etmiştir. Rüyanı, Muafa ve di­ğerleri de kendisinden rivayetlerde bulunmuşlardır. Nakillerinde son derece güvenilir, sika bir ravi idi. Mali durumu zayıftı. Ebu Ali b. Mukle'nin aracılığına başvurdu. Ebu Ali gidip kendisine maaş bağla­ması için vezir Ali b. İsa'dan ricada bulundu, ancak vezir onun bu ta­lebini uygun bulmadı. Ali b. Süleyman, son derece mali sıkıntıya düş­tü. Öyle ki, çiğ lahana yemeye başladı. Bu senenin şaban ayında çok­ça çiğ lahana yediğinden ötürü ani bir ölümle öldü.

Kendisinden bahsettiğimiz bu zat, Küçük Ahfeş'tir. Ortanca Ah-feş'e gelince o, Sibeveyhî'nin öğrencisi Said b. Mes'ade'dir. Büyük Ah-feş ise, Ebü'l-Hattab Abdülhamid b. Abdülmecid'dir ki, o da Hecerli-dir. Bu zat, Sibeveyhî'nin, Ebu Ubeyd'in ve diğerlerinin üstadıdır.

Başka bir rivayette anlatıldığına göre "el-Usûl fi'n-Nahv" adlı ki­tabın sahibi nahivci Ebu Bekr Muhammed b. Sirri es-Sirac bu senede vefat etmiştir. İbnü'1-Esir böyle demiştir. Muhammed b. el-Müseyyeb ei-Ergiyanî de bu senede vefat eden meşhur şahsiyetlerdendir. [40]

 

Hicretin Üçyüzonaltıncı Senesi

 

Bu senede Karmatüerin lideri Ebu Tahir Süleyman b. Ebi Said el-Cenabî, ülkede fesat çıkardı. Rahbe'yi kuşatıp oraya zorla girdi ve ahalinin bir kısmını öldürdü. Karkisyalılar ondan eman dilediler. On­lara enıan verdi. Müfrezelerini çevredeki bedevilere gönderdi ve on­lardan bir kısmını öldürdü. Öyle oldu ki, insanlar onun namını duyar duymaz kaçıyorlardı. Bedevilere bir vergi tarhetti. Bu vergiyi her se­ne Hecer'e göndereceklerdi. Kişi başına iki dinar baş vergisi ödemek­le yükümlü kılındılar.

Karmatî lideri, Musul çevresinde de fesat çıkardı. Sancar ve aha­lisini fesada boğdu. Bu mıntıkaları tahrib etti, insanları öldürdü, ballarını yağmalayıp talan eti. Hadim Munis, onun üzerine yürüdü. * akat ikisi karşı karşıya gelemediler.

Karmatî lider Ebu Tahir, kendi memleketi olan Hecer'e döndü ve orada Dar-ı Hicret adını verdiği bir saray yaptırdı. İnsanları, Mağrih ülkesinin Mehdiye şehrinde bulunan Mehdi adına bey'ata çağırdı Durumu güçlendi. Taraftarları çoğaldı. Bunlar Irak sevadmdaki köy lere ve kasabalara baskın yapıyor, ahaliyi öldürüyor ve mallarını ya& malıyorlardı. Küfeye girmeye niyetlendi. Orayı ele geçirmek istedi ama bunu başaramadı. Vezir Ali b. İsa, bu Karmatî liderin İslâm ül' kesinde yaptığı işleri görüp ona karşı koyacak gücü kendisinde bula­mayınca vezirlikten istifa etti. Çünkü halife ve ordusunun bu adama karşı koyamayacak kadar zayıf olduğunu görüyordu. Bu nedenle ve­zirlikten istifa etti.

Bu sırada meşhur katip Ali b. Mukle, vezirliğe atanmak için çaba sarfetti. Nasr el-Hacib ile Abdullah el-Beridî'nin tavsiyesi üzerine ve­zirliğe tayin edildi. Sonra halife, hadim Munis komutasında büyük bir orduyu Karmatîlerin üzerine şevketti. Bu ordu, Karmatîlerle yap­tığı savaşta çok sayıda adam öldürdü. Önde gelenlerinden birçok Kar-matîyi de esir aidi. Hadim Munis, onları Bağdat'a getirdi. Bayrakları yere yatırılmış ve üzerlerine de şu ayet yazılmıştı:

"Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak istiyor­duk." (el-Kasas, 5.)

Halk, Karmatîlerin öldürülüp bir kısmının esir alınmasına çok sevindi. Bağdatlılar bundan çok memnun oldular. Irak diyarında güç­lenip etrafa yayılan Karmatîler, artık kırılmış ve bozguna uğramış­lardı.

Bundan sonra Karmatîler, başlarına Hirris b. Mesud'u lider yap­tılar. Fatımilerin atası olan ve Mağrib ülkesinde ortaya çıkan Meh-di'ye bey'atta bulunmaya insanları davet ettiler. Bunlar, yalancı da-vetçilerdi. Nitekim âlimlerden bir kısmı da böyle demişlerdir. Bunun­la ilgili detaylı açıklamalar yeri geldiğinde verilecektir.

Bu senede hadim Munis ile halife Muktedir arasında bir soğuk­luk meydana geldi. Çünkü güvenlik kuvvetleri komutanı Nazük ile Muktedirin dayısı oğlu Harun b. Arib arasında bir çatışma meydana gelmişti. Harun, Nazük'ü mağlub etmiş ve halk arasında Harun'un emirü'l-ümera olacağına dair bir haber yayılmıştı. Hadim Munis, bu­nu duyunca, acele olarak Rakka'dan Bağdat'a döndü. Halife ile görüş­tü ve neticede anlaştılar. Sonra halife, Harun'u, hilafet sarayına nak­letti. Böylece halife ile hadim Munis arasındaki soğukluk daha da arttı. Komutanların bir kısmı, bu yüzden hadim Munis'in tarafına geçtiler. Hadim Munis ile halife arasında elçiler gidip geldi. Bu sene­nin sonu, bu vaziyette geldi. Bütün bu olup bitenler, yönetimin zayıf­lığından, düzenin bozukluğundan, fitnenin artmış olup memleketin her tarafına yayılışından ötürü meydana gelmişti.

Bu senede Alevi davetçilerniden Rey valisi Hüseyin b. Kasım, peylenı valisi tarafından öldürüldü. Bunların sultanı da mücrim ve günahkar Merdavic idi. Allah onu kahretsin. [41]

 

Hicretin Üçyüzonaltıncı Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

 

Benan B. Muhammed

 

Benan b. Muhammed b. Hamdan b. Said. Künyesi, Ebü'l-Hasan1-dır. Zahid bir kimseydi. Hammal diye bilinirdi. Çok kerametleri var­dır. Halk nazarında büyük bir mertebesi vardı. Sultanın verdiği hiç­bir şeyi kabul etmezdi.

Bir gün, İbn Tolon'un kötülüklerini sayarak kınadı ve ona iyilik­leri emretti. İbn Tolon da bu yüzden gazablanarak, görevlilere onu aslanın Önüne atmalarını emretti. Fakat aslan gelip onu kokluyor ve geri çekiliyordu. Bundan sonra İbn Tolon, aslanın önünden kaldırıl­masını görevlilere emreti. Bu yüzden halk ona saygı göstermeye baş­ladı. Bazı kimseler, aslanın önüne atıldığı zamanki halini ona sor­duklarında şöyle anlatmıştı: "O sırada hiçbir sıkıntım olmadı. Yalnız­ca, yırtıcı hayvanların artıklarını, bu artıkların temiz mi yoksa necis mi olduğu hususunda âlimlerin ihtilaflarını düşündüm."

Anlatıldığına göre adamın biri yanma gelerek ona: "Bir adamdan 100 dinar alacağım vardır. Ancak ona bu parayı verdiğime ilişkin ve­sikayı kaybettim. Korkarım ki adam da bana olan borcunu inkar ede­cektir. Vesikamı bana geri göndermesi için Allah'a dua etmeni sen­den diliyorum." dedi. Benan da o adama şu cevabı verdi: "Ben yaşlan­mış, kemikleri incelmiş bir adamım. Helva seviyorum. Haydi git bana bir ölçek helva satın al ve getir ki senin için dua edeyim." Adam gidip bir ölçek helva satın aldı. Sonra Benan'a getirdi. Benan, içinde helva­nın bulunduğu kağıdı açınca o adamın kaybettiği borç vesikası oldu­ğu görüldü. Adama: "Vesikan bu mu?" diye sorunca adam: "Evet" diye cevap verdi. Benan da ona şöyle dedi: "Haydi, borç vesikanı al. Helva­yı da götür. Çocuklarına yedir."

Vefat ettiği vakit bütün Mısırlılar ona olan saygılarından ve ik­ramlarından ötürü cenazesine katılmışlardı.

Bu senede vefat eden meşhur şahsiyetler arasında Muhammed b. Akil el-Belhî, Ebu Bekir b. Ebu Bekir es-Sicistanî (Bunun hem kendi­si hem de babası hadis hafızı idiler.), Müslim üzerine müstahrec ola­rak "Sahih" adlı hadis kitabım yazan Ebu Avane Yakub b. İshak b. ibrahim el-İsferayinî bulunmaktadır. Bu zat, çok hadis rivayet eden badis hafızlarından ve meşhur imamlardandı.

Hacib Nasr da bu senede vefat etmişti. Bu zat seçkin emirlerd biri olup akıllı ve dindar bir kimseydi. Karmatîlerle yapılan saaşt kendi malından 100.000 dinar harcamıştı. Sevabım Allah'tan umarak bizzat kendisi de bu savaşa katılmış ve bu senede yolda iken vefat et misti. Halife Muktedir'in hacibi idi. [42]

 

Hicretin Üçyüzonyedinci Senesi

 

Bu senede halife Muktedir hilafetten hal' edildi. Yerine Kahir Muhammed b. Mutedid Billah geçti.

Bu senenin muharrem ayında hadim Munis ile Muktedir Billah arasındaki soğukluk fazlalaştı. İş büyüdü. Neticede Muktedir hilafet­ten hal' edildi. Yerine Kahir Muhammed b. Mutedid geçirildi. Kahir Muhammed'e halifelik bey'atı yapıldı, ona halife olarak selam verildi ve kendisine Kahir Billah lakabı takıldı. Bu hadise bu senenin mu­harrem ayının ortasında, cumartesi gecesi vukubuldu.

Hilafete geçen Kahir Billah, vezirliğe Ali b. Mukle'yi atadı. Muk­tedir'in evini yağmalattı ve oradan birçok şey gasbettirdi. Muktedir'in annesine ait olup türbesinde gömülmüş olan 500.000 dinarı da alarak beytü'1-mala götürdüler. Hilafet sarayı kuşatma altına alınıp Mukte­dir ile annesi, teyzesi, has adamları ve cariyeleri saraydan dışarı çı­karıldılar. Oradaki hacipler ve hizmetçiler kaçıp gittiler.

Nazük, güvenlik kuvvetleri komutanlığına ek olarak hacipliğe de atandı. Muktediri, halifelikten feragat ettiğine dair bir yazı yazmaya zorladı. Bu yazıyı yazdırırken Muktedir'e, ümera ve ayandan bir ce­maatı şahid tuttu. Yazılan feragat yazısı Kadı Ebu Ömer Muhammed b. Yusuf a teslim edildi. Kadı, aldığı bu yazıyı oğlu Hüseyin'e verip: "Bu yazıyı muhafaza et ve Allah'ın yaratıklarından hiç kimseye gös­terme." dedi.

Muktedir, iki gün sonra halifeliğe dönünce kadı bu yazıyı ona ia­de etti. Muktedir de bu yararlılığından ötürü ona teşekkür etti ve onu kadi'l- kudatlığa tayin etti.

Muharrem ayının 16'sında pazar günü, Kahir Billah halifelik ma­kamına oturdu. Vezir Ebu Ali b. Mukle, gelip önünde oturdu. Ülkenin vilayetlerindeki valilere, Muktedir'in yerine Kahir'in hilafete geçtiği­ne dair mektuplar yazdı. Ali b. İsa'yı zindandan salıverdi. Kendisine yardım eden ümera topluluğunun ikta' arazilerini fazlalaştırdı. Bun­lar arasında Ebü'l-Heyca b. Hamdan da vardı.

Pazartesi günü olunca askerler gelip erzaklarını istediler, karga­şa çıkardılar. Gidip Nazük'ü yakalayıp öldürdüler. Nazük bu esnada sarhoşluktan henüz ayılmamıştı. Öldürüp sonra da ağaca astılar. Ve­zir İbn Mukle, kaçıp gitti. Hacipler de "Ya Muktedir! Ya Mansur!" diye ünleyerek kaçıp gittiler. O gün Munis burada değildi. Askerler, jyîunis'in kapısına gelerek ondan Muktedir'i kendisine teslim etmesi­ni istediler. O da kapıyı kilitledi ve hizmetçileri ile birlikte askerlere İcarşı onu korumaya çalıştılar. Munis, Muktedir'i onlara teslim etme­nin artık kaçınılmaz olduğunu görünce; Muktedir'e, evinden çıkması­nı söyledi. Muktedir ise bunun kendisine karşı kurulmuş bir tuzak ol­masından korktu. Sonra kendini toparlayarak cesaretini toplayıp ev­den dışarı çıktı. Adamları onu omuzlarına alıp hilafet sarayına götür­düler.

Saraya geldiklerinde Muktedir, kendileri için bir eman yazısı yaz­dırmak üzere kardeşi Kahiri ve Ebü'l-Heyca b. Hamdan'ı sordu. Kısa bir süre sonra Hadim, yanma geldi. Beraberinde Ebü'l-Heyca'nın ke­sik başı da vardı. Ebü'l-Heyca'nm başı vücudundan kopartılmış ti. Kardeşi Kahir'i huzuruna çağırttı, onu Önünde oturttu. Gözlerini öptü ve: "Kardeşim, senin bir suçun yok. Senin bu işe zorlanarak sürük­lendiğini biliyorum." dedi. Kahir: "Ey mu minlerin emiri, Allah rızası için canımı bağışla." deyince Muktedir: "Korkma, Rasûlullah (s.a.v.)'-ın hakkı için benden sana asla bir kötülük ulaşmayacaktır." karşılığı­nı verdi.

Bu arada İbn Mukle, vezirliğe dönerek bütün memleketlere mek­tup yazıp Muktedir'in hilafete döndüğünü, işlerin tekrar eskisi gibi düzeldiğini bildirdi. Nazük ile Ebu 1-Heyca'nın kesik başları her ta­rafta dolaştırılarak, "Bu, efendisine isyan edenin başıdır." denildi. Ebü's-Seraya b. Hamdan da Musul'a kaçtı.

İbnü'n-Nefıs, Muktedir'e karşı en amansız düşmanlardan biriydi. Muktedir halifeliğe dönünce, Îbnü'n-Nefıs kılık değiştirerek hemen Bağdat'tan çıkıp gitti ve Musul'a vardı. Oradan da Ermeniyye'ye git­ti, sonra Konstaniyye'ye gidip orada ailesiyle birlikte Hristiyanlığa geçti.

Munis'e gelince o, Muktedir'e kalben düşman değildi, ancak zor­landığı için asi ümeraya uymuştu. Bu nedenle Muktedir onun evinde iken bir zulüm görmemişti. Muktedir'e haksızlık yapmamış, aksine gönlünü hoş tutmuştu. Dileseydi, evindeyken askerler onu istedikle­rinde öldürebilirdi. Bu nedenledir ki Muktedir, halifeliğe döndüğünde Munis'in evine gitti ve geceyi orada onun yanında geçirdi. Zira Muk­tedir kendisine çok güveniyordu. Sonra Ebu Ali b. Mukle'yi vezirlikte bıraktı. Muhammed b. Yusufu kadi'l-kudatlığa tayin etti. Kardeşi Muhammed'i (Kahir'i), annesinin yanında göz hapsinde tuttu. Ona son derece iyi davranıyordu, ikramda kusur etmiyor ve ona cariyeler satın alıyordu. [43]

 

Karmatîlerin Hacer-Î Esved'i Alarak Kendi Memleketlerine Götürmeleri

 

Bu senede Irak kafilesi, emirleri Mansur ed-Deylemî maiyetinde hac için yola çıktılar ve salimen Mekke'ye ulaştılar. Her taraftan ve her yoldan gelmiş olan hacı kafileleri Mekke'de bir araya geldiler.

Bu sırada Karmatî lideri Ebu Tahir, terviye gününde (yani zilhic­ce ayının sekizinde) ansızın çıkıp oraya geldi, hacıların mallarını yağ­maladı, kanlarını mubah sayıp akıttı. Mekke'de, çevresinde, mahalle­lerinde, Mescid-i Haram'dâ ve Ka'be'nin içinde çok sayıda hacı Öldü­rüldü.

Karmatîlerin mel'un lideri Ebu Tahir, Ka'be'nin kapısında otur­du. İnsanlar, onun çevresinde yere yatırılıp Öldürülüyordu. Kılıçla haram ayda, Mescid-i Haram'dâ terviye gününde insanların vücutla­rını kesip biçiyordu ki, terviye günü günlerin en şereflisidir. Bu esna­da Karmatî lideri: "Ben Allah'ım, ben Allah ileyim, yaratan benim, yaratıkları yok eden de benim!" diyordu. İnsanlar kaçıp Ka'be'nin ör­tüsüne yapışıyorlardı, ama bu da onları ölümden kurtarmıyordu. Ak­sine onlar bu halde iken de öldürülüyorlardı. Hacılar tavaf ediyorlar, tavaf halinde iken de öldürülüyorlardı. O gün, hadis ehli âlimlerden biri Ka'be'yi tavaf ediyordu. Tavafım tamamladıktan sonra kılıçlara yakalandı. Öldürülüp yere düştüğü esnada da şu şiiri okuyordu:

"Sevenleri, kendi diyarlarında öldürülüp yere yıkılmış vaziyette görürsün.

Tıpkı ashab-ı kehf gibi, onlar mağarada ne kadar kaldıklarım bil­miyorlar."

Karmatî lideri -Allah ona lanet etsin- işini tamamlayıp hacılara yaptığı kötülükleri yaptıktan sonra, ölülerin Zemzem kuyusuna def­nedilmesini emretti. Çokları da düşüp öldükleri yerde Harem'in, Mes­cid-i Haram'ın her neresinde iseler oraya defnedildiler. Onlar ne gü­zel ölülerdi. Onlar ne güzel yatıp uyumuşlardı. O defnedildikleri yer ve mekan ne güzel bir mekandı. Bununla beraber ölüler yıkanmadan defnedildiler. Üzerlerine cenaze namazı da kılınmadı. Çünkü onlar ihramlıydılar. Hakikatte de şehid idiler.

Zemzem kuyusunun üzerindeki kubbe yıkıldı. Karmatî lideri, Ka'be kapısının sökülmesini, Ka'be örtüsünün çıkarılmasını, parçala­ra ayrılarak oradaki askerlere dağıtılmasını emretti. Ayrıca bir ada­mına Ka'be'nin damına çıkıp altın oluğu da sökmesini emretti. Ama adam tepeüstü yere düşüp öldü ve Cehennem'e gitti. Bunun üzerine mel'un Karmatî lideri, altın oluğu sökmekten vazgeçti. Sonra Hacer-i gsved'in sökülmesini emretti. Bir adam gelip elindeki balyozla Ha­cer-i Esved'e vurdu ve: "Ebabil kuşları nerede ?! Ebrehe askerlerine atılan sert taşlar nerede ?!" dedi. Sonra Hacer-i Esved'i söktü. Memle­ketlerine giderlerken beraberlerinde götürdüler. Bu taş 22 sene müd­detle yanlarında kaldı. Sonra geri getirildi. Nitekim bu hususu, hicre­tin 339- senesi olaylarından bahsederken ileride anlatacağız. İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn (Doğrusu bizler Allah'a aidiz ve biz O'na dönücüleriz.).

Karmatî lideri, memleketine dönerken Hacer-i Esved'i de berabe­rinde götürmüştü. Mekke emiri, kendi aile efradı ve askerleriyle bir­likte peşine takılmış ve Ka'be'deki yerine koymak üzere Hacer-i Es­ved'i geri vermesini rica etmiş, bunun için de yanındaki bütün mal ve paraları ona vermişti. Ama Karmatî lideri, onun bu isteğine olumlu cevap vermemişti. Bu nedenle Mekke emiri onunla savaşmış, ancak Karmatî lideri onu ve aile efradından çoğunu, ayrıca Mekkelileri ve askerlerini de öldürmüştü. Sonrada Hacer-i Esved'i ve gasbettiği hacı mallarını yanma alıp memleketine doğru yoluna devam etmişti.

Bu mel'un, Mescid-i Haram'da öyle bir dinsizlik yapmıştı ki, daha önce hiç kimse onun bu yaptığını yapmadığı gibi, daha sonraları da hiç kimse onun bu yaptığını yapmamıştı. Tıpkı şu ayette anlatıldığı gibi: "O gün hiç kimse Allah'ın azab ettiği gibi azab edemez. Hiç kim­se O'nun vurduğu bağ gibisini bağlayamaz." (ei-Fecr, 25-26.)

Kafir ve zındık olduklarından ötürü bu çirkin işleri yapmışlardı. Bunlar, bu senede Mağrib'te, İfrikiyye ülkesinde ortaya çıkan Fatımi-ler ile işbirliği içinde olup onlardan yana idiler. Fatımilerin liderine, Mehdi lakabı takılmıştı. Asıl adı, Ebu Muhammed Ubeydullah b. Meymun el-Kaddah'tı. Mehdi, daha önce Sülenıiye'de Yahudi bir bo­yacı idi. Müslüman olduğunu iddia etti. Sonra Sülemiye'den kalkıp İf-rikiyye'ye gitti. Orada kendisinin Fatımi sülalesine mensup bir şerif olduğunu ileri sürdü. Berberilerden ve diğer bazı cahillerden çok sa­yıda cemaatler de onun bu iddiasını tasdik ettiler. Böylece onun bir devleti oldu. Sicilmase şehrine hakim oldu. Sonra yeni bir şehir kur­du ve bu şehire "Mehdiye" adım verdi. Başkent olarak burayı kabul etti. Karmatîler, işte onunla haberleşiyorlar ve insanları onun halife­liğine bey'ata davet ediyorlardı. Başka bir rivayette anlatıldığına göre onlar bunu, siyaset ve hakikati olmayan bir devlet için yapıyorlardı.

İbnü'l-Esir'in anlattığına göre sözünü ettiğimiz Mehdi, Mekke'de yaptığı işlerden ötürü Ebu Tahir'e kınayıcı bir mektup göndermiştir. Zira Karmatîlerin yaptığı bu kötü işlerden ötürü halk onların aleyh­lerinde konuşmaya başlamış ve içlerinde gizledikleri çirkin niyetleri ve sırları açığa çıkmıştı. Bu nedenle Mehdi, Ebu Tahir'e; Mekke'den alcuğı Hacer-i Esved ile diğer malları iade etmesini emretti. Ebu Tahir de onun emrini dinleyip itaat edeceğine ve tavsiyelerini yerine ge. tireceğine dair bir mektup yazıp gönderdi.

Hadis âlimlerinden biri, Karmatîlerin eline esir düşmüş ve bir sü­re yanlarında kalmıştı. Sonra Cenâb-ı Allah onu kurtarıp genişliğe kavuşturmuştu. Bu hadis âlimi, onların akıllarının kıtlığına ve din­sizliklerine dair acaip şeyler anlatmıştır. Elinde esir olarak bulundu­ğu kimse ise kendisine son derece büyük saygı gösteriyor ve hizmette bulunuyordu ama sarhoş olunca da arbede çıkarıyordu. Hadis âlimi diyor ki:

«Bir gece o, sarhoş iken bana: "Muhammed'iniz hakkında ne di­yorsun?" diye sordu. Ben: "Bilmiyorum." cevabını verince o: "Muham-med iyi bir siyasetçiydi." diye cevap verdi. Sonra: "Ebu Bekir hakkın­da ne diyorsun?" diye sordu. Ben de: "Bilmiyorum." diye cevap verdi­ğimde o, "Ebu Bekir, zayıf ve hakir biriydi. Ömer ise kaba ve sertti. Osman'a gelince, o ahmak bir cahil idi. Ali'ye gelince, o budala biriy­di. Kalbinde ilim bulunduğuna dair iddiasını hiç kimse doğru bulma­maktadır. O bunu bir kelime, şunu bir kelime olarak bilme imkanına sahip değil miydi?" dedi. Sonra da: "Bütün bunlar budala idiler." dedi. Ertesi sabah olunca bana: "Bu söylediklerimi sakın hiç kimseye bil-dirmeyesin!" dedi.»

İbnü'l-Cevzî, bunu "el-Muntazam" adlı eserinde anlatmıştır.

Ravinin biri der ki: «Ben terviye günü tavaf mahallinde Mescid-i Haram'da bulunuyordum. Adamın biri yanıbaşımda duruyordu. Kar-matîler ona saldırıp Öldürdüler. Sonra yüksek sesle bağırarak: "Ey eşek! Şu Beyt'imize giren güvendedir, demiyor musunuz? Hani güven nerede?" diye sordu. Ben kendisine: "Cevabımı dinle hele." dedim. O da: "Haydi söyle bakalım." deyince ben: "Bu adamın öldürülmesini Al­lah murad etti." dedim. Sonra o adama eman verdiler. Atının başını eğip gitti.

Bazıları burada bir sual sordular. O ravi dedi ki: "Cenâb-ı Allah, Hristiyan olan Ashab-ı Fil'e Mekke'de adam öldürmelerini helal kıldı, ama onlar bile bu Karmatîlerin Mekke'de yaptıklarını yapmamışlar­dı."»

Bilindiği gibi Karmatîler, Yahudilerden de Hristiyanlardan da Mecusilerden de putperestlerden de daha şerlidirler. Onlar Mekke'de hiç kimsenin yapmadıklarını yaptılar. Ashab-ı Fil'e çabucak ceza ve­rildiği halde bunlara ne diye çabucak ceza verilmedi?

Buna cevaben denilir ki: Ashab-ı Fil, Beyt'in şerefini ortaya koy­mak için çabucak cezalandırıldılar. Zira Beyt-i Haram'm bulunduğu belde olan Mekke'de yüce bir peygamber ortaya çıkarılarak Ka'be'nin yüksek şerefi açıklanmak istenildi. Ashab-ı Fil bu mukaddes beldeyi tahkir etmek istediklerinde -ki Cenâb-ı Allah orayı şereflendirmek ve orada yüce Peygamberi ortaya çıkarmak istemişti- onları acilen helak etti. Çünkü önceki şeriatler oranın faziletini isbatlayan hükümler or­taya koymamışlardı. Ama Ashab-ı Fil, Mekke'ye girip orayı harap edecek olsalardı, kalpler oranın faziletli bir yer olduğunu kabul etme­yecekti.

Fakat şu Karmatîlere gelince; bunlar, şeriatların Mekke'nin say­gınlığını kabul etmelerinden ve bu hususta kaideleri yerleştirmele­rinden sonra bu çirkin işleri icra etmişlerdi. Mekke'nin ve Ka'be'nin şerefli bir yer olduğu zarurat-ı diniyyeden olarak bilinmektedir. Her mümin de biliyor ki, şu Karmatîler Harem-i Şerifte büyük cürümler işlemişler ve son derece dinsizlik yapmışlardı ve onlar mülhid ve ka­firlerin en büyüklerindendi. Nitekim bu husus Allah'ın kitabında ve Rasûlünün sünnetinde de açıklanmaktadır. İşte bu nedenle Karmatî­lerin acilen azaplandırılmalarına gerek kalmamış, bilakis yüce Rab onların azabını gözlerin faltaşı gibi açılıp donakalacağı kıyamet gü­nüne ertelemiştir. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, zalim ve kafirlere süre tanır, onları istidrac yollarına koyar, sonra da Aziz ve Muktedir bir zata yaraşırcasına onları yakalar.

Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Doğrusu Cenâb-ı Allah, zalime süre tanır. Sonra onu yakaladı mı artık onu hiç bırakmaz."

Böyle dedikten sonra şu ayet-i kerimeleri okudu:

"Sakın Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Gözle­rin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir." (İbrahim, 42.)

"İnkar edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın ey Muhammed seni aldatmasın. Az bir faydalanmadan sonra onların va­racakları yer Cehennem'dir. O ne kötü duraktır." (Âi-i imrân, 196-197.)

"Onları az bir süre geçindiririz, sonra da ağır bir azaba sürükle­riz." (Lokman, 24.)

"Onlar için dünyada bir müddet geçinme vardır. Sonra dönüşleri bizedir. İnkârlarına karşılık onlara çetin azap tattıracağız." (Yûnus, 70.)

Bu senede Bağdat'ta Ebu Bekir el-Mervezi el-Hanbelî ile avam tabakasından bir grup arasında fitne meydana geldi. Bunlar şu ayet-i kerimenin tefsiri üzerinde anlaşmazlığa düşmüşlerdi:

"Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir (ya Muham­med)." (el-İsrâ, 79.)

Hanbeliler, burada "övülecek makam" diye Türkçeye çevirdiğimiz Makam-ı Mahmud'un şöyle açıklanabileceğini söylemişlerdi: "Cenâb-ı Allah, hesap yerinde Peygamber (s.a.v.)'i yanında oturtacaktır."

Diğerleri dediler ki: "Makam-ı Mahmud'dan kasıt, büyük şefaat bakamıdır."

İşte iki taraf bu nedenle anlaşmazlığa düştüler ve birbirlerinden siradam öldürdüler. Innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn (Doğrusu bizler Al­lah'a aidiz ve biz O'na dönücüleriz.).

Sahih-i Buharî'de de anlatıldığı gibi Makam-ı Mahmud'dan kasıt büyük şefaat makamıdır. Yani Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, ahirette Cenâb-ı Allah'ın kullar arasında hüküm vermesi esnasında şefaatta bulunacaktır ki, bütün mahlukatın hatta İbrahim peygamberin bile yönelip rağbet edeceği bir makamdır bu. Öncekiler ve sonrakiler de bu makama yönelip birşeyler dileyeceklerdir.

Bu senede Musul'da geçimle ilgili olarak halk arasında fitne mey­dana geldi. Fitne her tarafa yayıldı. Musul'da çok kötülükler ortaya çıktı. Sonra bu fitne ateşi söndü.

Bu senede Horasan'da, Sasaniler ile Said lakabını taşıyan emirle­ri Nasr b. Ahmed arasında fitne meydana geldi.

Bu senenin şaban yanında Musul'da bir Harici ortaya çıkıp isyan etti. Bir başka Harici de Bevaric mıntıkasında ortaya çıktı. Bu mıntı­kaların ahalisi bu Haricilerle savaştılar. Nihayet serleri dindi, taraf­tarları dağıldı.

Bu senede Müflih es-Sâci ile Bizans imparatoru Domestikos kar­şılaştılar. Yapılan savaşta Müflih onu hezimete uğrattı ve onu Bi­zans'a kadar kovaladı. Müflih, Bizanslılardan çok sayıda adam öldür­dü.

Bu senede Bağdat'ta şiddetli bir fırtına esti. Bu fırtına, Hicaz kumlarını andıran kızıl bir kül getiriyordu. Bağdat'taki evler bu külle doldu. [44]

 

 



[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/231.

[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/231.

[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/231.

[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/231-232.

[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/232.

[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/232.

[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/232.

[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/233.

[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/233.

[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/233.

[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/233-234.

[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/234.

[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/234-235.

[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/235.

[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/235-241.

[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/241-257.

[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/248-255.

[18] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/255.

[19] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/256-257.

[20] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/257.

[21] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/257-261.

[22] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/261-262.

[23] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/262.

[24] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/262-263.

[25] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/263.

[26] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/263.

[27] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/263-264.

[28] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/264.

[29] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/264-267.

[30] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/267.

[31] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/267-268.

[32] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/268-269.

[33] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/269-270.

[34] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/270.

[35] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/270-271.

[36] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/271-272.

[37] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/272-275.

[38] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/275-277.

[39] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/277.

[40] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/277.

[41] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/277-279.

[42] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/279-280.

[43] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/280-281.

[44] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/282-286.