Muhammed
B. Hüseyin B. Şehriyar
Hicretin
Üçyüzyedinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Hicretin
Üçyüzsekizinci Senesi
Hicretin
Üçyüzsekizinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Hicretin
Üçyüzdokuzuncu Senesi
Hicretin
Üçyüzdokuzuncu Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Büyük
Mutassavvıflardan Ebü'l-Abbas B. Atâ
Hicretin
Üçyüzonbîrinci Senesi
Hicretin
Üçyüzonbirinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Hallal
Ahmed B. Muhammed B. Havin
Maânî'l-Kur'ân
Adlı Eserin Sahibi Zeccac
Hicretin
Üçyüzonîkinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Muhammed
B. Muhammed B. Süleyman B. Haris B. Abdirrahman
Hicretin
Üçyüzonüçüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Ali
B. Abdülhamid B. Abdullah B. Süleyman
Hicretin
Üçyüzondördüncü Senesi
Hicretin
Üçyüzonbeşinci Senesi
Hicretin
Üçyüzonbeşinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Abdullah
B. Muhammed El-Kazvinî
Hicretin
Üçyüzonaltıncı Senesi
Hicretin
Üçyüzonaltıncı Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Hicretin
Üçyüzonyedinci Senesi
Karmatîlerin
Hacer-Î Esved'i Alarak Kendi Memleketlerine Götürmeleri
Künyesi Ebu Bekir
el-Kattan'dır. Aslen Belhlidir. Fellas'tan ve Bişr b. Muaz'dan rivayetlerde
bulundu. Ebu Bekir eş-Şafiî ve Muhammed b. Ömer b. el-Ciabî de kendisinden
rivayetlerde bulundular. İbn Naciye, onun yalancı olduğunu söylemiştir.
Darekutnî ise: "Onda sakıncalı bir durum yoktur." demiştir. [1]
Muhammed b. Halef b.
Havyan b. Saduka b. Ziyad. Künyesi, Ebu Bekir ed-Dabbî idi. Kadılık yapmıştır.
Veki' adıyla tanınır. Âlim, fazıl bir zat olup tarih bilgisi vardı. Nahivci,
kurra ve fakih idi.
Çeşitli eserleri
vardır. "Kitabu Adedi Âyil Kur'ân" (Kur'ân ayetlerinin sayısı) adlı
eser ona aittir. Ahvaz kadılığı yaptı. Hasan b. Are-fe'den, Zübeyir b.
Bekkar'dan ve diğerlerinden hadis rivayet etti. Ahmed b. Kamil, Ebu Ali
es-Savvaf ve diğerleri kendisinden rivayetlerde bulundular. Onun güzel
şiirlerinden biri şudur:
"İlim talebesi
günün birinde kitaplarda ebedi kalacak birşeyi ilimden isterse,
Ben önler için
paçaları sıvayıp gayretle çalışırını; okkam kula-fcm, defteri de kalbim
olur," [2]
Künyesi, Ebü'l-Hasan el-Fakir
idi. Şafiî imamlarındandı. Bu mezheple ilgili çeşitli eserleri vardır. Güzel
şiir yazardı.
İbnü'l-Cevzî dedi ki:
"Onun şiirlerinde Şiilik kokusu vardır." Askerlik yapardı. Fakat bir
zaman sonra gözlerini kaybedince Remle'yG gidip yerleşti. Daha sonra Mısır'a
geldi, orada vefat etti. [3]
Sofi şeyhlerin dendi.
Kerem sahibi, cömert ve mürüvvetli bir kimseydi. Bir dilencinin:
"Rasûlullah'm hatırına bana birşeyler verin " dediğini işitince,
izarını ortadan yardı ve yarısını dilenciye verdi. İki adım attıktan sonra
tekrar dilenciye döndü ve izarının ikinci yansını da ona verdi ve: "Bu,
çok birşey değildir." dedi. [4]
Bu senenin safer
ayında Kerh mıntıkasında büyük bir yangın meydana geldi. Bu yangın nedeniyle
çok sayıda insan Öldü.
Bu senenin rebiyülahir
ayında 150 kadar müslüman esir Bağdat'ın Kerh mıntıkasına getirildi. Bunları
emir Bedir el-Hamnanî kurtarmıştı.
Bu senenin zilkade
ayında çok parlak ışıklar saçan büyük bir yıldız üç parçaya bölünerek düştü.
Düşmesinden sonra havada bulut bulunmadığı halde şiddetli bir yıldırım sesi
duyuldu. İbn Cevzî, böyle demiştir.
Bu senede Karmatîler
Basra'ya girdiler, orada çok bozgunculuk yaptılar.
Bu senede Hamid b.
Abbas vezirlikten azledildi. Yerine üçüncü kez Ebü'l-Hasan b. Furat vezirliğe
iade edildi.
Bu senede halk
zindanların kapılarını kırdı ve oradaki mahkumları çıkardı. Güvenlik
kuvvetleri, mahkumları yakalayıp tekrar zindana attılar. Kurtulan mahkum
olmadı.
Bu senede Ümmü Musa
el-Kahramane'nin kardeşi Ahmed b. Abbas, insanlara haccettirdi. [5]
Künyesi, Ebu
Ya'lâ'dır. Musulludur. Meşhur "Müsned"in sahibidir. İmam Ahmed b.
Hanbel'den ve onun tabakasındaki hadisçilerden hadis dinledi. Seçkin bir hadis
hafızı idi. Güzel tasnif edilmiş eserleri vardır. Rivayetlerinde adildir, zaptı
sağlamdır. [6]
Adı, İshak b. Abdullah
b. İbrahim b. Abdullah b. Seleme'dir. Künyesi, Ebu Yakub el-Bazzar'dır. Kûfelidir.
Şam'a ve Mısır'a seyahatlerde bulundu. Çok sayıda kitap yazdı.
"Müsned" adlı hadis kitabını tasnif etti. Bağdat'a yerleşti. Sika
ravilerdendir. Hafız İbn Muzaffer ondan hadis rivayet etmiştir. Bağdat'a
geldi. Taberanî, Ezdî ve diğer hadis hafızları kendisinden rivayetlerde
bulundular. Kendisi de sika ve arif bir hadis hafızı idi. Hicretin 307.
senesinde Halep'te vefat etti. [7]
Fıkıhçıdır,
muhaddistir. Sünnet ve hadiste Ebü'l-Hasan el-Eş'a-rî'nin şeyhidir. [8]
Künyesi,
Ebü'l-Hasan'dır. İsfahanlıdır. Daha Önceleri lüks bir hayat yaşardı, ama
sonraları abid ve zahid bir kimse oldu. Günlerce bir-şey yemediği vakidir.
Şöyle derdi:
"Allah aşkı beni
yemekten ve içmekten alıkoydu."
"Ben başkalarının
hastalık ve marazlr. ölmeleri gibi ölmem. Benim ölümüm, bir çağrıya icabet
nedeniyle olacaktır. Çağrılacağım, ben de o çağrıya icabet edip
gideceğim."
Gerçekten de ölümü
kendisinin dediği gibi oldu. Bir ara bir cemaatle oturmakta iken, ansızın
"lebbeyk!" (Buyur Allah'ım!) dedi ve cansız yere düştü.
Bu senede vefat eden
meşhur şahsiyetler arasında "Müsned" sahibi Muhammed b. Harun
er-Ruyanî, İbn Düreyc el-Akberî ve Heysem b. Halef de bulunmaktadır. [9]
Bu senede Bağdat'ta
fiyatlar yükseldi, pahalılık meydana geldi. Halk huzursuz oldu. Ayaklanarak
vezir Hamid b. Abbas'm köşküne yürüdü. Çünkü halife, ovadaki verimli arazileri
vezir Hamid'e iltizam olarak vermişti. Yani oraları işleterek gelirini vezirin
kendisi elde edecekti. Fiyatlar işte bu nedenle yükselmiş, pahalılık meydana
gelmişti. Halk, ayaklandığı cuma gününde hatibe saldırdı, onu hutbe okumaktan
menetti. Minberler kırıldı, güvenlik görevlileri öldürüldü. Çok sayıda köprüler
yakıldı. Bunun üzerine halife, ayaklanan halk Jle savaşılmasını askerlere
emretti. Sonra da Hamid b. Abbas'a yapılan iltizam fermanım bozdu. Böylece
fiyatlar düştü. Bir ölçek buğday beş dinardan eksiğe satılır oldu. Halkın gönlü
rahatladı ve fitne dindi. Herkes sakinleşti.
Bu senenin temmuz
ayında şiddetli bir dolu yağdı. Öyle ki, insanlar damların üzerinden inip
evlerin içine kapandılar, yorganlara bürünerek ısınmaya çalıştılar. Bu senenin
kış mevsiminde insanlarda aşırı şekilde balgam meydana geldi ve şiddetli
soğuklar görüldü. Öyle ki, bazı hurmalıklar bundan zarar gördü.
Bu senede
Kahramane'nin kardeşi Ahmed b. Abbas, insanlara haccettirdi. [10]
Bu zat, fıkıhçı idi.
Haccac b. Müslim'den, "Sahih-i MüslinTi rivayet etmiştir. [11]
Ahmed b. es-Salt b.
Mugallez Ebü'l-Abbas el-Hamanî. Hadis uyduranlardan biridir. Dayısı Cebbare b.
Mugallez, Ebu Nuaym, Müslim b. İbrahim, Ebu Bekir b. Ebi Şeybe, Ebu Ubeyd
Kasım b. Sel-lam'dan ve diğerlerinden hadis rivayet etmiştir. Ancak kendisi,
Ebu Hanife ve diğer zatlar hakkında hadisler uydurmuştur. Yahya b. Marn, Ali
b. el-Medinî, Bişr b. el-Haris'ten de tümü yalan olan haberler nakletmiştir.
Ebul-Ferec İbnü'l-Cevzî dedi ki: «Muhammed b. Ebü'l-Fevaris bana: "Ahmed
b. es-Salt, hadis uydururdu." dedi.»
îshak b. Ahmed
el-Huzaî, Mufaddal el-Cündî ve Abdullah b. Muhammed b. Vehb ed-Dineverî de bu
senede vefat eden meşhur şahsiyetler arasındadır. [12]
Künyesi, Ebu
Abdillah'tır. Kurra ve nahivciydi. Tuz şehrindendir. Ama sonraları Bağdat'a
gelip yerleşmiştir. Amr b. Şebbe'den rivayetlerde bulunmuştur. Ebu Amr b.
es-Semmak da kendisinden rivayetlerde bulunmuştur. Abdullah'ın güzel
şiirlerinden biri şudur:
"Eğer hafızan
sağlam değil, bilinçli biri de değilsen, O zaman Beyt hakkındaki ilminin
faydası olmaz.
Cehaletle, bilgisizce
meclise gelip katılıyorsun. Ama senin kitaplardaki ilmin emanettir, iğretidir.
Bir kimse kendi zamanında böyle olursa, Onun zamanı geriye doğru gider." [13]
Bu senede Bağdat'ta
bir zındıkın öldürülmesi nedeniyle birçok mahallelerde yangınlar meydana geldi.
Öldürülen zındıkın taraftarları, çok yerleri ateşe verdiler. Bu nedenle halkın
çoğu öldü.
Bu senenin
cemaziyelevvel ayında halife Muktedir, hadim Mu-nis'i Mısır ve Şam
valiliklerine atadı. Ona Muzaffer lakabını taktı ve bu hususu ülkenin bütün
şehirlerine mektuplarla duyurdu.
Bu senenin zilkade
ayında Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Ta-berî, kendisine eleştiri alarak
yönelttikleri bazı hususlarda Hanbeli-lerle tartışmak üzere, vezir İsa b.
Ali'nin evine getirildi. Fakat Han-beliler, münazara için oraya gelmediler.
Bu senede vezir Hamid
b. Abbas, kıymeti 100.000 dinar olan ve Naura adını taktığı bir bahçeyi
halifeye takdim etti. Oradaki meskenlere çok kıymetli halılar serdi.
Bu senede Hallaç diye
bilinen Hüseyin b. Mansur Öldürüldü. Aşağıda onun biyografisini, yaşayışını ve
ne şekilde öldürüldüğünü, haksızlık yapmadan, ilaveler yapmadan, kendi
arzularımıza kapılmadan, insaf ve adaletle kısaca anlatacağız. [14]
Onun söylemediği
sözleri ona isnad etmekten, sözleri ve fiillerinde ona iftira etmekten Allah'a
sığınarak deriz ki:
Hallacın asıl adı,
Hüseyin b. Mansur b. Muhamma el-Hallac'dır. Künyesi, Ebu Muğis'tir. Ebu
Abdillah olduğu da söylenir. Dedesi, Fars'ın Beyda kentinden Muhamma adında
Mecusi bir kimsedir. Vasıfta yetişti. Tüster'de yetiştiği de söylenir. Ama
daha sonra Bağdat'a geldi. Mekke'ye gidip geldi, yazın ve kışın orada mescidin
ortasında mücavir olarak yaşadı. Çeşitli senelerde bu halde yaşayışını sürdürdü.
Nefsiyls mücahede edip zahmetlere katlanırdı. Mescid-i Haram'ın ortasında gök
kubbenin altında otururdu. Tam bir sene boyunca iftar vakitlerinde bir parça
ekmek yeyip azıcık su içerek gıdasını temin ederdi. Yazın şiddetli sıcaklarda
Ebu Kubeys dağında bir kayanın üzerine otururdu. Cüneyd b. Muhammed, Amr b.
Osman el-Mekkî ve Ebu Hüseyin en-Nurî gibi, sofilerin önde gelen simalarıyla
arkadaşlık etti.
Hatib Bağdadî dedi ki:
«Sofiler, onun hakkında farklı görüşler ileri sürerek ihtilafa düşmüşlerdir.
Çokları Hallac'm kendilerinden olduğunu kabul etmemişlerdir; ama önde
gelenleri Ebü'l-Abbas b. Atâ el-Bağdadî, Muhammed b. Hafif eş-Şirazî ve İbrahim
b. Muhamihed en-Nasrabazî en-Nisaburî gibi bazı sofiler ise onu kendilerinden
saymışlardır. Durumunu makbul görmüşler, sözlerini bir araya getirin
derlemişlerdir. Hatta İbn Hafif demiş ki: "Hüseyin b. Mansur el-Hal-lac,
Rabbani bir âlimdi."»
Asıl adı Muhammed b.
Hüseyin olan Ebu Abdirrahman es-Sülemî ise şöyle demiştir: «Ruhla ilgili olarak
Hallac'm bir sözünü nakleden ve bu sözü nedeniyle onu kınayan bir adama,
İbrahim b. Muhammed en-Nasrabazî'nin şöyle dediğini işittim: "Eğer
peygamberlerden ve sıddıklardan sonra tevhid ehli bir kişi varsa o da
Hallac'dır."»
Ebu Abdirrahman, Mansur
b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Şiblî'nin şöyle
dediğini duydum: "Ben ve Hüseyin b. Mansur aynı şeydik. Yalnız o açığa
vurdu, bense gizledim." Başka bir rivayette anlatıldığına göre Hallac'm
idam edildiğini gören Şiblî, onun cesedine hitaben: "Ben seni âlemlerden
nehyetmemiş miydim?" demiştir.»
Hatib Bağdadî dedi ki:
"Onu kendilerinden saymayan sofiler, onu -yaptığı bazı işlerde-
gözbağcılığına ve inancı hususunda da zındıklığa nisbet etmişlerdir. Onun şu
ana kadar yaşayan bazı arkadaşları vardır ki, onu mübalağalı bir şekilde yüksek
bir adam olarak göstermekte ve yapmadığı bazı işleri ona nisbet etmektedirler.
Aslında Hallaç, tatlı konuşan biri idi, tarikata meyilli şiirleri vardı."
Ben derim ki:
Öldürülüşünden bu yana insanlar Hallac'm durumu hakkında çeşitli fikirler
ileri sürmüşlerdir. Fıkıhçıların birçoğu, âlimler ve imamların onu öldürmek
gerektiği ve onun kafir olarak Öldürüldüğü, yalancı, hakkı batıl gösteren,
gözbağcılık yapan biri olduğu hususunda icma ettiklerini bildirmişlerdir.
Sofilerin çoğu da bu görüştedirler. Ama yukarıda da anlatıldığı gibi sofilerin
bir kısmı onun hakkında güzel sözler söylemişlerdir. Ne var ki, dış görünümü
onları aldatmıştır. Onun iç kısmına ve sözünün gerçek anlamına vakıf
olamamışlardır. Hallaç, ilk zamanlarda kendini ibadete veren Rabbani bir kimse
idi. Ama ilimden nasibi yoktu, kendi durumunu ve yaşantısını Allah'ın rızasına
ve takvaya dayandırmamış ti. Bu nedenledir ki, ıslah ettiğinden çok ifsad
ettiği gerçektir.
Süfyan b. Uyeyne dedi
ki: Bozulan âlimlerimizde Yahudilere benzerlik vardır. Bozulan âbidlerimizde
de Hristiyanlara benzerlik vardır. Bu nedenledir ki Hallac'm kafasına hulul
(yani ilahın insanının içine girmesi) ve ilah ile insanın birleşmesi (vahdet-i
vücud) inancı girmişti. Bu nedenle çözüntüye uğrayan sapık kimselerden biri
oldu.
Başka yollardan gelen
bir rivayette anlatıldığına göre Hallac'ın durucu altüst olmuş, çeşitli
şehirlere seyahatlerde bulunmuş, bütün bu seyahatlerinde halka, kendisinin Aziz
ve Celil olan Allah'a davet eden biri olduğunu göstermişti.
Sahih bir rivayette
anlatıldığına göre o, Hindistan'a gitmiş ve rada büyücülüğü öğrenmiştir.
"Ben, büyü ile insanları Allah'a davet diyorum." demişti.
Hindistanlılar ona mektup yazarlarken, Muğis diye hitap ediyorlardı. Muğis,
insanın imdadına koşan zat demektir. Serkisanlılar ise ona mektup yazarlarken
Mukit, adıyla hitap ediyorlardı. Mukit; her canlıya azığını veren zat
demektir. Horasanlılar onunla mektuplaşırken kendisine Mümeyyiz adıyla hitap
ediyorlardı. Farshlar onunla mektuplaşırlarken kendisine Abdullah ez-Zahid lakabıyla
hitap ediyorlardı. Huzistanlılar onunla mektuplaşırlarken kendisine Ebu
Abdillah ez-Zahid Hallacu'l-Esrar diye hitab ediyorlardı. Bazı Bağdatlılar,
yanlarında bulunduğu esnada kendisine Musta-lim (kesici) diyorlardı. Basralılar
ise, ona Muhayyir diye hitab ediyorlardı. Muhayyir, insanı şaşkına çeviren
demektir. Ahvazlıların ona Hallaç adını takmalarının sebebi, onun kalblerindeki
düşünceleri keşfetmesi idi ya da şu sebepten ötürü ona Hallaç adını
takmışlardı: Bir defasında o, pamuk diden bir halaca giderek şöyle demişti:
- Şu işimi görmek için
falan yere gider misin?
- Gördüğün gibi ben
burada pamuk ditmekle meşgulüm.
- Sen işimi görmeye
git de, ben senin yerine pamukları diderim. Adam Hallacın işini görmeye
gitmişti, ama çabucak geri döndüğünde ambardaki bütün pamukların didilmiş
olduğunu gördü!
Anlatıldığına göre
Hallaç, elindeki sopa ile pamuklara işaret etmiş ve pamuklar kozalarından
ayıklanmıştı.
Bu hikayenin doğruluğu
ve Hallac'a nisbeti hususunda şüphe vardır. Her ne kadar o böyle şeyleri
yapmışsa da bu hikayenin ona ait olduğu şüphelidir. Çünkü şeytanlar kendi
adamlarına yardım eder, onların hizmetlerini görürler. Başka bir rivayette
anlatıldığına göre, babası da hallaçlık yapmış olduğundan ötürü Hallaç Mansur,
o pamukları kısa bir sürede ditmişti.
Onun, işin
başlangıcında hulul itikadına sahip olduğunu gösteren birçok deliller vardır.
Bu delillerden bazıları onun şu şiirleridir:
"Yumuşak ve hoş
misk kokusu ile anberin birleştirilerek yaratı-hşları gibi senin ruhun da benim
ruhumla birleştirilerek yaratıldı.
Sana bir şey dokunursa
bana da dokunur, ben de onu hissederim, sen ve ben diye ayrılamayız."
"Senin ruhun,
şarabın berrak suyla karıştırılışı gibi benim ruhumla karıştırıldı.
Sana birşey dokunursa
bana da dokunur, her halde ben ve sen aynıyız." etti.
"Seni kendi
içinde kendi sırrında tahkik ettim, lisanım sana hitab
Bazı manalarda
birleştik, bazı manalarda ayrıldık. Saygınlığın seni gözlerin görmesinden
perdelemişse de; Sana olan aşkım seni iç organlarıma kadar
yaklaştırmıştır."
Hallac'm şu şiirim İbn
Atâ'ya okumuşlardı:
"Ben seni
istiyorum ama sevap için değil
Ben seni azap için
istiyorum.
Ben bütün maksatlarıma
kavuştum.
Sadece azaptan
duyacağım lezzetli vecdi elde edemedim."
Bu şiiri dinledikten
sonra İbn Atâ şöyle demişti: "İşte bununla aşkın acısı, külfetlerin
ağırlığı, esefin yangım artar. Bu netleşip hakkın tatlı aşk şarabına ulaşınca
işte o zaman gözden devamlı surette yaşlar akar."
Hallac'ın şu şiiri Ebu
Abdillah b. Hafife okunmuştu:
"Maddi âlemlerini
izhar eden Allah, noksanlıklardan münezzeh ve yücedir.
Onun lahutî sırrı
yükseldi ve parlak ışıklar saçıp âlemi deldi.
Sonra halkı ve
yaratıkları içinde zahiren göründü, tıpkı yiyen ve içen insanlar suretinde
göründü.
Öyle ki, yaratıkları
onu gözleriyle gördüler, kaş göz arasında bir anda görünür gibi oldu."
Bu şiiri dinledikten
sonra Ebu Abdillah b. Hafif dedi ki: "Böyle diyen kimseye Allah lanet
etsin!" Kendisine bunun Hallac'a ait bir şiir olduğu söylenince o:
"Hayır, bu ona nisbet edilmiş bir şiir olmalıdır." dedi.
Şu şiir de ona nisbet
edilmiştir: .
"Yakında benden
hal hatır soracaksın, senden sonra karşılaştığım keder ve hüzünleri
öğreneceksin.
Ben ne halde olduğumu
biliyorsam eğer, yok olayım. Nasıl olmadığımı da biliyorsam yine yok
olayım."
İbn Hallikan dedi ki:
"Bu şiirin Hallac'a değil de Semnun'a ait olduğu rivayet edilir."
Şu şiir de Hallac'a
aittir:
"Gözlerim senden
başkasının aşkına uykusuz kalır veya ağlarsa; O zaman gözlerime umduğu ve ümid
ettiği şeyler verilmesin. Eğer kalbimde senden başkasının aşkı gizliyse nefsim
temizlenmesin.
Arzu ve emellerin
bahçesi senin yanaklarında parıldamakta ve
görünmektedir."
Şu aşağıdaki şiir de
Hallac'a aittir:
"Dünya beni
aldatıyor, sanki onun halini bilmiyormuşum gibi. Hükümdar kendi sınırlarına
yaklaşılmasını yasakladı. Ben de onun helal kıldığı, serbest bıraktığı yerlere
yaklaşmaz oldum. Onun muhtaç olduğunu gördüm, lezzetini ona bağışladım."
Hallaç, çeşitli
elbiseler giyerdi; bazen sofi elbisesi, bazan pejmürde elbiseler, bazan asker
elbisesi giyerdi. Zenginlerin, hükümdarların ve askerlerin çocuklarıyla
arkadaşlık ederdi. Arkadaşlarından biri onu bir defa eski püskü elbiseler
içinde görmüştü. Elinde bir baston ve bir de su tulumu vardı. Seyahate
çıkmaktaydı. Arkadaşı ona: "Ey Hallaç, bu ne hal?!" diye sorunca,
Hallaç şu şiiri okumaya başlamıştı:
"Dün yoksulların
elbisesini giyinerek akşamlamıştım, ama o elbiseler hür ve cömert bir kimsenin
üzerinde çürüyüp gittiler.
Bir hali eski haline
göre değişmiş olarak görürsen sakın aldan-mayasm.
Benim helak olan ya da
yükselen bir nefsim vardır, senin ömrüne yemin ederim ki, ben çok büyük bir işe
doğru gitmekteyim."
Şimdi de Hallac'm
güzel sözlerinden bazı örnekler verelim:
Adamın birisi gelerek,
Allah kendisine fayda versin diye ondan bir tavsiyede bulunmasını istemişti.
Hallaç da ona şu tavsiyede bulunmuştu:
"Nefsine dikkat
et, eğer sen onu hak ile meşgul etmezsen o seni haktan alıkoyup oyalar."
Adamın biri de ona
şöyle demişti:
- Bana Öğüt ver.
- Vacip kıldığının
hükmü ile, hakla beraber ol."
Hatib Bağdadî'nin
rivayetine göre Hallaç şöyle demiştir:
"Öncekilerin ve
sonrakilerin ilimleri şu dört cümleye dayanır:
1- Yüce
Allah'ı sevmek,
2- Az şeyi
sevmemek,
3- Allah
katından indirilen Kur'ân'a tabi olmak,
4- İyi
halden kötü hale döndürülmekten korkmak."
Ben derim ki: Hallaç,
bunlardan üçüncü ve dördüncü makamlarda sapmıştır. Çünkü o Kur'ân'a tabi
olmamış ve istikamet üzerede olmamıştır. Aksine o, iyi halden sapıp eğriliğe,
bid'ata ve sapıklığa yönelmiştir. Allah'tan afiyet diliyoruz.
Ebu Abdurrahman
es-Sülemî, Amr b. Osman el-Mekkî'nin şöyle dediğim rivayet etmiştir:
«Mekke sokaklarından
birinde Hallaçla beraber yürümekte ve Kur'ân okumaktaydım. O, benim okuyuşumu
duyunca: "Ben de buna benzer sözler söyleyebilirim!" dedi. Bunu
duyunca hemen kendisinden ayrılıp gittim.»
Hatib Bağdadî, Ebu
Zür'a et-Taberî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İnsanlar Hüseyin b.
Mansur eî-Hallac hakkında iki kısma ayrılmışlardır. Kimi onu kabul etmiş, kimi
de reddetmiştir. Ama Mu-hammed b. Yahya er-Razî'nin şöyle dediğini işittim:
"Ben, Amr b. Osman'ın Hallac'ı lanetlediğim ve: "Eğer gücüm yetseydi
onu ellerimle öldürürdüm!" dediğini işittim. Kendisine: "Ey şeyh, sen
Hallac'ın aleyhinde bir delile rastladın mı?" diye sorduğumda o şöyle
cevap verdi: "Ben Allah'ın kitabından bir ayet okudum. Bunu duyan Hallaç:
"Ben de bunun gibi bir telifte bulunabilir ve bunun gibi sözler söyleyebilirim!"
dedi.»
Ebu Zür'a et-Taberî,
Ebu Yakub el-Akta'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Kızımı Hüseyin
el-Hallac'la evlendirdim. Çünkü Hallac'ın iyi yolda olup kendini ibadete veren
bir kimse olduğunu zannetmiştim. Ama biraz zaman geçtikten sonra onun hilekar,
büyücü, murdar ve kafir biri olduğunu anladım!»
Ben derim ki: Ebu
Yakub el-Akta, kızını Mekke'de Hallaç ile ev-lendirmişti. Kızı Ümmü Hüseyin
binti Ebi Yakub el-Akta'dır. Hal-lac'la evlenen kızı Ahmed adında bir çocuk
dünyaya getirdi.
Ebul-Kasım el-Kuşeyrî,
"er-Risale" isimli eserinde, "Meşayihin Kalplerinin Hıfzı"
adlı babda şöyle demiştir:
«Amr b. Osman,
Mekke'de iken Hallac'ın yanına gitmişti. Hallaç elindeki bir kağıda bir şeyler
yazmaktaydı. Amr kendisine: "Ne yazıyorsun?" diye sorduğunda Hallaç:
"İşte Kur'ân'a karşı bir şeyler yazıyorum." demiş, Amr da ona beddua
etmişti. Hallaç, ondan sonra iflah olmamıştı. Amr, kızını Hallaçla
evlendirdiğinden ötürü Ebu Yakub el-Akta'ı kınamış ve protesto etmişti.
Memleketin birçok yerlerine mektuplar yazarak Hallac'ı lanetlemiş ve insanları
ondan sakınmaya çağırmıştı. Hallaç, İslâm ülkesinin çeşitli beldelerine başıboş
bir hal-je gitmiş, serserice dolaşmış, sağı ve solu fesada vermişti. Kendisinin,
insanları Allah'a davet eden bir kimse olduğu izlenimini vermiş e çeşitli
hilelere başvurmuştu. Bu yaramaz tavrını devam ettirmiş, nihayet Cenâb-ı Allah,
suçlular topluluğunun üzerinden geri çevrile-meyen azabını onun tepesine
indirmişti. Ancak bir zmdıkm omuzları araşma inen şeriat kılıcı ile
öldürülmüştü. Cenâb-ı Allah bu şeriat kılıcını sıddık bir kimseye musallat
etmeyecek kadar adildir. Kaldı ki Hallaç, Kur'ân-ı Azim'e saldırmış, Beled-i
Haram'da Cebrail (a.s.)'in onu inzal ettiği yerde yani Mekke'de Kur'ân'a
muarazada bulunmak istemişti. Oysa Cenâb-ı Allah bir ayet-i kerimede şöyle
buyurmuştur:
"Ve orada
(Mescid-i Haram'da) zulnı ile yanlış yola saptırmak isteyeni, can yakıcı bir
azaba uğratırız." (el-Hac, 25.)
Tabii ki onun
yaptığından büyük bir saptırma düşünülemez.
Hallaç, inatçılığı
hususunda Kureyş kafirlerine benzetilmiştir. Nitekim yüce Allah, Kureyş
kafirlerinden bahsederken şöyle buyurmuştur:
«Ayetlerimiz kendilerine
okunduğu zaman onlar: "İşittik, işittik! İstesek biz de aynını
söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır" derlerdi.» (el-Enfâl,
3i.).» [15]
Hatib Bağdadî, şöyle
rivayet etmiştir:
«Hallaç, kendi has
adamlarından birini, Cebel beldesine gidip orada halka kendini âbid, salih ve
zahid bir kimse olarak göstermesini emretti. Halk, onun âbid, salih ve zahid
bir kimse olduğunu görüp kendisine yönelerek onu severek bağlandığında, onlara,
aniden gözlerinin kör olduğunu söylemesini ve gözünü yummasını; aradan birkaç
gün daha geçtikten sonrada kötürüm olduğunu söylemesini ve kesinlikle ayağa
kalkmamasını, onu tedavi etmeye çabalamaları halinde ise onlara şöyle demesini
emretti: "Ey iyiliksever cemaat! Bu yaptıklarınızın bana hiç faydası
olmayacaktır." Böyle dedikten sonra aradan birkaç gün geçince onlara,
Rasûlullah (s.a.v.)'ı rüyasında gördüğünü ve kendisine Rasûlullah (s.a.v.)'ın
şöyle buyurduğunu söylemesini tembihledi: "Senin şifa bulman, ancak
kutubun elleri ile mümkün olacaktır ve kutub, falan ayın falan gününde sana
gelecektir, °nun evsafı şöyle şöyledir."
Hallaç, yola çıkardığı
adamına, falan ayın falan gününde onun bulunduğu şehire geleceğini de bildirdi.
Adam kendisine emredilen Şhi gitti. Orada ikamete başladı. Kendini ibadete
verdi. Salih bir olduğunu halka
gösterdi. Kur'ân okumaya başladı. Bir müddet bu halde ikamet ettikten sonra
halk onun veli bir kişi olduğuna inanıp onu sevdi. Bir süre sonra onlara
gözlerini kaybettiğini söyledi gözlerini kapattı. Bir süre böylece kaldı.
Aradan bir müddet geçtikten sonra da kötürüm olduğunu söyleyip yere çöktü ve
hiç kalkmadı. Bütün imkanları seferber ederek onu tedavi etmeye çalıştılarsa
da bundan hiçbir fayda elde edilemedi. Adam onlara dedi ki: "Ey
iyiliksever cemaat! Sizin bu yaptıklarınızın bana hiçbir faydası dokunmayacaktır
ve bu hiçbir sonuç vermeyecektir. Çünkü ben rüyada Rasûlullah (s.a.v.)'ı
gördüm. Bana: "Senin afiyete erip şifa bulman ancak kutub sayesinde mümkün
olacaktır. O falan ayın falan gününde sana gelecektir." dedi.»
Önceleri elinden
tutarak onu mescide götürüyorlardı, ama daha sonra kötürüm olunca onu
sırtlarına alıp taşıyarak götürmeye başladılar. Kendisine ikram ettiler.
Derken, söylediği vakit gelip çattı. Zaten o zamanı, Hallaçla aralarında
kararlaştırmışlardı.
Hallaç, gizlice bu
şehre geldi. Üzerinde beyaz yün elbiseler vardı. Mescide girdi. Bir sütunun
yanına çöküp kendini ibadete verdi. Hiç kimseye bakmıyordu. Halk, o hasta
kişinin kendilerine anlattığı evsafa bakarak Hallac'ı tamdılar. Hemen koşup
selam verdiler, eteğine el, yüz sürdüler. Sonra o afiyet ve şifa beklemekte
olan kötürüm adamın yanına gittiler, yabancı birinin mescide geldiğini
bildirdiler. Hasta adam: "Evsafını bana söyleyin." deyince Hallac'ın
evsafını anlattılar. Hasta adam şöyle dedi: "İşte, Rasûlullah (s.a.v.)'m
rüyamda bana anlattığı ve kendisinin elinden şifa bulacağımı söylediği adam
odur! Beni hemen ona götürün."
Hasta adamı alıp
mescide, Hallac'ın yanma götürdüler. Birbirlerini tamdılar, konuştular. Hasta
rolü yapan adam Hallac'a: "Ey Abdullah'ın babası! Ben rüyada Rasûlullah
(s.a.v.)'ı gördüm..." dedi ve güya görmüş olduğu rüyayı ona anlattı.
Hallaç da ellerini semaya kaldırıp onun için dua etti, sonra kendi avucuna
biraz tükürüp eliyle hasta adamın gözlerine sürdü. Gözleri hemen açıldı. Sanki
daha Önce gözleri hiç kör olmamış ve hastalanmamış gibi görmeye başladı. Sonra
tükürüğünden birazını alıp kötürüm olan ayaklarına sürdü, adam hemen ayağa
kalkıp yürümeye başladı. Sanki hiç kötürüm olmamış gibiydi. Herkes onu seyrediyordu.
Şehrin ümera ve büyükleri de oradaydılar. Büyük bir kalabalık ve gürültü
meydana geldi. Cemaat tekbir getirip tesbihde bulundular. Hallac'a da,
kendilerine gösterdiği yalan ve batıl kerametinden dolayı büyük bir saygı
gösterdiler.
Hallaç, bir müddet
yanlarında kaldı. Ona ikram ve saygı gösterdiler. Kendi mallarından ne isterse
ona vereceklerini söylediler ve kendilerinden mallarını istemesini de gönülden
arzuladılar. Hallaç o şehirden ayrılıp gitmek istediğinde ona çok miktarda para
toplayıp vermek istedilerse de o; "Benim dünyaya ihtiyacım yoktur. Ben bu
mertebeye dünyayı terketmekle ulaşabildim. Fakat, şu hasta adamınızın Tarsus
sınırında cihadda olan abdal kardeş ile ashabı vardır, onlar hacca gitmek,
sadaka vermek isteyebilirler. Bu parayı onlara gönderin. Belki bu paranızla
güçlenip bazı hayırlı işler yaparlar, dedi. Kötürüm rolü yapan adamı da:
"Şeyh efendi doğru söylüyor. Cenâb-ı Allah, gözlerimi bana geri verdi ve
afiyet ihsan etti. Artık kalan ömrümü Allah yolunda cihad etmek ve abdal,
salih kardeşlerimizle birlikte Allah'ın beytini haccetmek yolunda
sarfedeceğim." dedi. Sonra da gönüllerinden koparak topladıkları o
paraları Hallac'a vermeleri için onları teşvik etti. Fakat Hallaç aralarından
çıkıp gitti, o kötürüm rolü yapan adamı ise aralarında bir müddet daha kaldı.
Nihayet binlerce altın ve gümüşten müteşekkil çok miktarda mal ve parayı toplayıp
ona verdiler. O da bu paraları alınca vedalaşarak şehri terketti ve Hallacın
yanma gitti. İkisi bu mal ve paraları kendi aralarında paylaştılar.»
Adamın birinin şöyle
dediği rivayet edilir:
«Hallac-ı Mansur'un,
birçok harika hallerinin olduğunu duyuyordum. Kendisini bu hususta denemek
istedim. Yanına gittim, selam verdim. Bana: "Şu anda canın birşey yemek
istiyor mu?" diye sordu. Ben de: "Taze bir balık yemek
istiyorum." dedim. Hemen evine girdi. Bir saat kadar kayboldu, sonra
yanıma geldi. Elinde taze bir balık vardı. Balık canlıydı, elinde çırpınıyordu.
Kendisinin ayakları ise ça-murlanmıştı. Bana: "Allah'a dua ettim, bana şu
balığı getirebilmem için derin vadilere gitmemi emretti. Ben de derin vadilere
daldım, ayaklanmda gördüğün çamur işte ondan Ötürüdür." dedi. Kendisine
dedim ki: "Eğer sana kesin olarak inanmamı istiyorsan, izin ver de evinin
iç kısımlarını kontrol edeyim. Eğer benim içeriye girmiş olduğum şu kapıdan
başka dışarıya açılan bir kapı veya pencere gibi bir geçit yoksa, mesele yok,
sana inanırım. Aksi takdirde inanmam."
Hallaç, bana:
"İçeri gir ve kontrol et." dedi. İçeriye girdim, kapıyı kilitledi ve
beni gözetlemeye başladı. Evi dolaştım, başka bir yere veya dışarıya açılan
herhangi bir geçit göremedim. Balığı nasıl getirdiğine şaştım. Sonra bir
baktım ki, karşı tarafta bir perde var! Perdeyi oynattım, aralandı. Perdenin
gerisinde bir geçit gördüm. İçeriye girdiğimde muazzam bir bostana vardım.
Orada eski yeni, çeşitli meyveler ve mahsûller vardı. Ama bütün bu meyveleri
ve ürünleri güzelce ttıuhafaza etmesini bilmişti. Orada yenmeye hazır birçok
şeyler gördüm. Ayrıca büyük bir su sarnıcı gördüm ki, içinde irili ufaklı çok
miktarda balık vardı! Sarnıca girip bir balık çıkardım. Tıpkı Hallac'ın ayaklan
gibi benim de ayaklarım çamurlandı. Balığı aldım ve Hallacın yanma döndüm.
Kendisine: "Kapıyı aç da yanına geleyim, çünkü artık sana inandım."
dedim. Ama, kendisi gibi ayaklarım lanmış ve elimde bir balıkla görünce, beni
öldürmek üzere koşarak peşimden geldi. Elimdeki balığı yüzüne çarpıp kaçtım ve
şöyle dedim: "Ey Allah'ın düşmanı! Sen beni bu hususta bugün çok
yordun." Kendisinden kurtulup gittim.
Aradan birkaç gün geçtikten
sonra Hallaç, yine benimle karşılaştı. Gülerek bana: "Sakın gördüklerini
kimseye söylemeyesin, yoksa yatağında bile olsan, seni öldürecek birini sana
gönderirim." dedi. Ben de sırrını ifşa ettiğim takdirde beni öldüreceğine
inandım. Dolayısıyla kendisi idam edilinceye kadar bu olayı kimselere anlatmadım.»
Günün birinde Hallaç,
bir adama şöyle dedi: "Bana iman et ki, sana bir serçe göndereyim. Öyle
bir serçe ki, onun bir habbe ağırlığındaki tersini bir men (180-280 miskal
arasındaki bir ölçek) bakır üzerine koyduğunda o bakır, altına dönüşür."
Adam da ona şu cevabı verdi: "Sen bana iman et de sana bir fil göndereyim,
o fil sırtüstü uzandığında ayakları semaya kadar uzansın, onu saklamak
istediğinde de alıp gözlerinden birinin içine koyup saklayabilirsin!"
Hallaç, adamın bu cevabı karşısında şaştı, donup kaldı, bir cevap veremedi.
Hallaç, Bağdat'a
geldiğinde halkı kendisine inanmaya davet etti. Onlara şeytani halleri,
gözbağcılığını ve bazı olağanüstü fiilleri gösterdi. Çoğunlukla ona Rafıziler inanıyorlardı.
Çünkü onların akılları kıttı. Ayırım güçleri zayıftı, hak ile batılı
birbirinden ayırd edemiyorlar di.
Günün birinde
Rafizilerin reislerinden birini yanına çağırdı ve onu kendisine imana davet
etti. Rafızi reis de ona şöyle dedi: "Ben kadınları seven bir adamım, ama
başım keldir, kalan saçlarım da ağarmıştır. Eğer bendeki bu kusuru
giderebilirsen sana iman ederim ve senin masum imam olduğuna inanırım. Dilersen
peygamber olduğunu, dilersen de Allah olduğunu bile söylerim!" Adamın bu
cevabı karşısında Hallaç şaşkına döndü ve cevap veremedi.
Şeyh Ebü'l-Ferec b.
Cevzî dedi ki: "Hallaç, kılıktan kılığa girerdi. Bazan ferace giyer, bazan
kaftan giyer, bazan da bornoz giyerdi. Hangi topluluğun yanma giderse onlara
göre elbise giyerdi. Gittiği kimseler Ehl-i Sünnet iseler onlara göre; Rafızi
veya Mutezili iseler onlara göre; sofi iseler onlara göre, fasık kimseler
iseler de onlara göre elbiseler giyerdi. Ahvaz'da ikamet ettiğinde kudret
dirhemleri dediği bazı dirhemler sarfetmeye başladı. Bunu Şeyh Ebu Ali
el-Cübbaî'ye sorduklarında o şu cevabı vermişti: "Bütün bunlar insanın
hile ile elde edebileceği birtakım şeylerdir. Ama onu hiçbir yere geçit
vermeyen kapalı bir eve koyun, sonra da ondan iki demet diken bulup getirmesini
isteyin. Bakın bakalım bunu yapabiliyor mu?" Hallaç bunu duyunca Ahvaz'dan
ayrılıp gitti.»
Hatib Bağdadî,
"Tarih"inde İsmail b. Ali el-Hatib'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
«Hallaç Hüseyin b.
Mansur adında bir adamın adı duyulmaya başladı. O, aleyhinde yapılan bir jurnal
nedeniyle sultanın hapsin-devdi. Ali b. İsa'nın birinci vezirliği zamanında
hapsedilmiş idi. Hal-lac'ın çeşitli zındıklıkları ve hilekarlıkları
anlatılıyordu. İnsanları saptırdığı söyleniyordu. İnsanları büyücülük, göz
bağcılığına benzer şeylerle aldatıyor, peygamber olduğunu iddia ediyordu.
Yakalandığı zaman
vezir Ali b. İsa, onun durumunu belirledi. Onunla ilgili malumatı halife
Muktedir Billah'a aktardı. Fakat Hallaç kendisine yapılan isnatları
kabullenmedi. Halife de onu Rahbe-tü'1-Cisr'de günlerce işkenceye maruz
bıraktı. Her gün sabahleyin onu diri diri ağaca asıyor, sonra indiriyor ve
hakkında söylenenleri halka duyuruyordu. Asıldığı ağaçtan indirildikten sonra
tekrar zindana gönderiliyordu.
Uzun seneler zindanda
kaldı. Ama bir zindandan diğer bir zindana naklediliyordu. Çünkü bir zindanda
uzun süre kalması halinde, mahkumları saptırmasından korkuluyordu. Nihayet son
olarak sultanın sarayında hapsedildi. Bu sırada sultanın kölelerinden bir
grubu baştan çıkardı. Onlara kötü fikirler aşıladı, çeşitli hilelerle onları
kendine meylettirdi. Neticede onlar da kendisini himaye edip savunmaya ve
güzel yiyecekler getirerek onu beslemeye başladılar. Sonra katiplerden ve diğer
görevlilerden bir gruba haber gönderdi, onlar da onun çağrısına icabet ettiler.
Durumu güçlendi. Nihayet rablık iddiasında bulundu. Adamlarından bir grup
sultana jurnallendi. Bunun üzerine yakalandılar. İçerinden birisinin yanında
söylenenlerin doğruluğunu tasdik edici mahiyette mektuplar bulundu. Onlar da
bunu dilleriyle itiraf ettiler.
Hallac'm haberi her
tarafa yayıldı. İnsanlar onun öldürülmesi gerektiğini söylediler. Halife, onun
vezir Hamid b. Abbas'a teslim edilmesini; vezire de onu kadıların, âlimlerin
huzuruna getirip durumunu açığa çıkarmasını, adamlarla yüzleştirilmesini
emretti. Bu hususta uzun uzaciıya karşılıklı konuşmalar cereyan etti. Sonra
halife onun durumunu iyice anladı. Hakkında söylenenlerin doğruluğuna kanaat
getirdi. Bu husus, kadıların huzurunda tesbit edildi. Alimler onun Öldürülmesi
gerektiğine dair fetva verdiler. Halife, öldürülüp ateşte yakılmasını emretti.
Hicretin 309. senesinin zilkade ayının bitimine do-^uz gün kala, salı günü,
Bağdat'ın batı yakasındaki emniyet dairesi-ne getirildi. Orada kendisine 1.000
kırbaç vuruldu. Sonra elleri ve ayakları kesildi. Boynu vuruldu. Cesedi ateşte
yakıldı. Kesik başı ye-n* köprünün surları üzerine dikildi. Elleri ve ayakları
da asıldı.»
Ebu Abdirrahman b.
Hasan es-Sülemî, Ebu Bekir b. Memşaz'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Dinever'de bir adam
yanımıza geldi, yanında bir dağarcık vardı Gece gündüz bu dağarcığını yanından
ayırmıyordu. Arkadaşlarımız onun bu durumundan kuşkulandılar. Dağarcığını açıp
baktılar, içinde Hallac'a ait bir mektup buldular. Mektubun baş kısmında şöyle
yazılıydı: "Rahman ve rahimden falan oğlu falana."
Mektupta Hallaç, onu
dalalete ve kendisine iman etmeye davet ediyordu.
Bu mektup Bağdat'a
gönderildi. Mektuptaki ifadeler Hallac'a soruldu. O da kendisinin yazmış
olduğunu itiraf etti.
Kendisine şöyle
dediler:
- Sen daha önce
peygamberlik iddia ediyordun, şimdi de ilahlık ve rabiık mı iddia ediyorsun?
- Hayır, ama bu
ifadeler bizce vahdet-i vücudun ta kendisidir yazan ancak Allah'tır. Ben ve
elim ise onun birer aletiyiz!
- Senin bu görüşünü
paylaşan birileri var mı?
- Evet, İbn Atâ, Ebu
Muhammed el-Harirî ve Ebu Bekir eş-Şiblî de benim görüşümü paylaşmaktadırlar.
Bu durum Ebu Muhammed
el-Harirî'ye sorulduğunda o: "Böyle diyen kafirdir." dedi. Ebu Bekir
eş-Şiblî'ye sordular, o da: "Böyle diyen bir adam konuşmaktan
menedilir." dedi. İbn Atâ'ya sorduklarında ise o şu karşılığı verdi:
"Hallac'ın bu konuda söyledikleri doğrudur." Böyle demesi üzerine
kendisine işkence edildi, nihayet bu yüzden Öldü.»
Ebu Abdirrahman
es-Sülemî, Muhammed b. Abdurrahman er-Ra-zî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Vezir Hamid b. Abbas,
Hallac'ı huzuruna getirdiğinde ona itikadını sordu, o da itikadını içeren
ifadeleri yazılı olarak verdi. Vezir bunu Bağdat nkıhçılarma sordu. Onlar bunu
protesto ettiler. Bu inanca sahip olan bir kimsenin kafir olacağım söylediler.
Vezir de şöyle dedi: "Ebü'l-Abbas b. Atâ da öyle diyor." deyince
fıkıhçılar: "Öyle diyen bir kimse kafirdir." diye karşılık verdiler.
Sonra vezir, İbn
Atâ'yı kendi makamına çağırdı, İbn Atâ gelip vezirin makamında baş köşede
oturdu. Vezir ona Hallac'ın demin nakletmiş olduğumuz sözlerinin hükmünü
sordu. O da şu cevabı verdi: "Böyle demeyen kimse itikadsızdır!"
Vezir ona şu karşılığı verdi: "Yazıklar olsun sana! Sen böyle sözleri ve
böyle bir inancı tasvip mi ediyorsun?" İbn Atâ, onun bu sorusunu şöyle
cevapladı: "Sen bunlardan ne anlarsın, sen ancak insanların mallarını
gasbedip onlara zulmeder ve onları öldürürsün. Sen nerede, bu efendilerin ve
velilerin sözlerini anlamak nerede!"
Bunun üzerine vezir,
İbn Atâ'nın yüzünün tokatlanmasını, ayakkabılar111111 çıkarılmasını ve
kafasına vurulmasını emretti. Görevliler bu emri yerine getirdiler. Nihayet İbn
Atâ'nm burun deliklerinden kan aktı. Vezir onun zindana atılmasını emretti.
Kendisine: "Senin hu muameleni halk tasvib etmez, bundan rahatsız olurlar."
demeleri -zerine îbn Atâ evine gönderildi. İbn Atâ da: "Allah'ım, veziri
öldür, İlerini ve ayaklarını kestir!" diye beddua etti. Yedi gün sonra İbn
Atâ Öldü. Bir süre sonra da vezir çok feci bir şekilde öldürüldü. Elleri '
ayakları kesildi, evi
yakıldı. Halk, vezirin Öldürülmesinin kendi "nançlarına göre İbn Atâ'nm
bedduası nedeniyle olduğuna kanaat getirdi. Sevdikleri bir kimseye eziyet
edilmesinin buna neden olacağını söylediler. Hatta bazı ilim cemaatleri de İbn
Arabi'ye veya Hüseyin el-Hallac'a ve diğerlerine eziyet etmenin buna yol
açtığını söylediler ki bu da falan adamın günahı nedeniyle olmuştur diye
beyanda bulundular. Bağdat âlimleri, Hallac'ın kafirliğine ve zındıklığına ve
bu sebeple öldürülüp asılmasına ittifakla karar verdiler ki, o zamanın Bağdat
âlimleri, dünyada sayılır kimselerdi.»
Ebu Bekir Muhammed b.
Davud ez-Zahirî dedi ki: «Ebu Bekir'in Öldürülmesinden önce, Hallaç ilk defa
yakalandığında kendisine Ebu Bekir'in durumunu sordular, o da şu cevabı verdi:
"Eğer Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'ne indirdiği Kur'ân ve onun getirdiği
şeriat hak ise, Hallac'ın söyledikleri batıldır." Ebu Bekir Muhammed,
Hallac'a karşı şiddetli tavır takınanlardandı.»
Ebu Bekir es-Solî dedi
ki: «Hallac'ı gördüm, onunla konuştum. Onun ukalalık yapan bir cahil, mübalağa
yapan bir geri zekalı, iddiacı bir habis, zahidlik görüntüsü sergileyen ama
dünyaya rağbet eden, facir ama ibadet ediyormuş izlenimi veren biri olduğunu
gördüm."
Hallaç, ilk defasında
asılıp dört gün müddetle sehpada kaldığında ve durumu halka ilan edildiğinde
bazıları onun bir sığıra bindirilmiş olarak sehpanın yanma getirildiğini
görmüşler ve onun: "Ben Hallaç değilim. Ona benzetüdiğim için ben
yakalandım, ama o kaçıp gitti." dediğini söylemişlerdir.
Darağacımn yanına
getirildiğinde asılacağı esnada şöyle dediği rivayet edilir:
"Ey yardım edici
Allah'ım. Aramızdaki dostluk nedeniyle bana yardım et. Aramızdaki dostluk
nedniyle bana yardım et."
Asılı iken de şöyle
dediğini bazıları naklederler: "İlahi, ben rağbetler diyarmdayım. Şu
tuhaflıklara bak! İlahi, sana eziyet edenleri sevdiğine göre, senin yolunda
eziyet görenleri kim bilir ne kadar seversin!" [16]
Hatib Bağdadî ve
diğerleri dediler ki: Hallaç, Bağdat'a son gelişinde sofilerle arkadaşlık etti
ve sofiliğe intisab etti. O zaman, Hanaid b. Abbas vezir idi. Hallacın saray
erkanından, haciblerden bazılarını dalalete sürüklediğini, hacib Nasr
el-Kaşverî'nin bir kısım kölelerini de yoldan çıkardığını duydu. Güya Hallaç
onlara, ölüleri dirilttiğini cinlerin kendisine hizmet ettiklerini, dilediği ve
arzuladığı şeyleri kendisine getirdiklerini iddia etmiş ve birkaç ölü kuşu
dirilttiğini söylemişti.
Muhammed b. Ali
el-Kınaî adındaki bir katibin Hallac'a ibadet ettiğini ve insanları Hallac'm
itaatma davet ettiğini duyan vezir Ha-mid, o adamı arattırdı, yerini tesbit
etti. Evini kuşatma altına alıp onu yakaladı. Adam, Hallac'ın müridlerinden
olduğunu itiraf etti. Evinde yapılan aramalarda Hallac'm kendi eliyle yazdığı
yazıların ipek sayfalar üzerine altın yaldızla yazılmış ve çok kıymetli ciltle
ciltlenmiş olduğunu gördüler. Bu evde ayrıca, içinde Hallac'm tersi, sidiği,
bazı eşyaları ve yediği ekmekten bir parçanın da bulunduğu bir kap gördüler.
Vezir Hamid, Muktedir'den Hallaçla ilgili olarak konuşma müsaadesi istedi.
Muktedir de ona bu izni verdi ve Hallac'ın işini halletmesini emretti.
Vezir Hamid, Hallac'm
taraftarlarından bir grubu makamına çağırarak onları korkutup tehdit etti.
Onlar da kendi inançlarına göre Hallac'm, Allah'la beraber bir ilah olup
Ölüleri dirilttiğini itiraf ettiler. Kendileri Hallaçla bu konuları
tartıştıklarını, bunu onun yüzüne karşı anlattıklarını, ancak Hallac'm bütün
bunları inkar edip kendilerini yalanladığını ve şöyle dediğini de naklettiler:
"Rablık veya peygamberlik iddiasında bulunmaktan Allah'a sığınırım. Ben
ancak Allah'a ibadet eden, onun için çok oruç tutan, çok namaz kılan ve hayırlı
işler yapan bir kimseyim. Bundan başka bir iş yaptığımı asla kabul
etmiyorum."
Hallac'm sırtında
siyah bir zırh, ayaklarında da on üç zincir bağı vardı. Zırh ve zincir bağları,
dizlerine kadar uzanmıştı. Bununla beraber her gün ve gecede 1.000 rekat namaz
kılıyordu.
Vezir Hamid b.
Abbas'ın yakalamasından önce Hallaç, hacib Nasır el-Kaşverî'nin evinde
bulunuyordu. İnsanların onunla görüşmesine engel çıkarılmıyordu. Kendine bazen
Hüseyin b. Mansur, bazen de Muhammed b. Ahmed el-Farisî adını takıyordu. Hacib
Nasr ona al-danmış ve onun salih bir kimse olduğunu sanmıştı. Bir defasında onu
halife Muktedir Billah'ın yanına götürmüş ve Hallaç, Muktedirdeki bir sancı
için okuyup üflemiş, Muktedir de tesadüfen iyileşmişti. Aynı şekilde
Muktedir'in annesi Seyyide hastalandığında Hallaç, ona da okuyup üflemiş ve
Seyyide iyileşmişti. Böylece Hallacın işleri yoluna girmiş, artık sultanın
sarayında itibar kazanmıştı. Aleyhindeki konuşmalar etrafa yayılınca Muktedir
onu vezir Hamid b. Abbas'a teslim etti. O da ayaklarına zincirler vurarak onu
hapsetti. Onun aleyhinde fetva vermeleri için fıkıhçıları toplantıya çağırdı.
Onlar da Hal-lac'ın kafirliği, zındıklığı, sihirbazlığı, uydurukçu biri olduğu
hususunda ittifak ettiler.
Hallac'a tabi olmuş ve
ona inanmış iki salih adam bilahare ondan koptular. Bunlardan biri Ebu Ali
Harun b. Abdülaziz el-Uracî, diğeri de ed-Debbas adıyla bilinen biri idi.
Bunlar onun rezaletlerini ve insanları davet ettiği yalan, günah, büyü ve
uyduruk birçok şeyleri anlattılar. Aynı şekilde Hallac'ın oğlu Süleyman'ın
zevcesi de vezirin huzuruna çağırıldığında o da Hallac'ın birçok rüsvaylıklarmı
dile getirdi. Gelininin anlattığına göre, bir defasında kendisi uyumakta iken
Hallaç onun üzerine atılmıştı, gelin uyanır uyanmaz Hallaç ona: "Haydi
namaza kalk." demişti, ama aslında geliniyle cinsel ilişkide bulunmak
istemişti.
Yine bir defasında
kendi kızına, kendisine secde etmesini emretmiş, kızı da: "Hiç insan
insana secde eder mi?" deyince Hallaç: "Evet, gökte bir ilah
bulunduğu gibi yerde de bir ilah vardır." demiş, sonra da ona oturmakta
olduğu hasırın altından dilediği bir şeyi çıkarıp almasını söylemişti. Kızı
hasırı kaldırınca altında keseler dolusu dinarlar görmüştü.
Hallaç, vezir Hamid b.
Abbas'ın evinde tutuklu iken kendisine vermek için kölenin biri elinde bir
tabak yemekle yanma gitmişti. Fakat Hallac'ın gövdesinin büyüyerek evin içini
doldurduğunu ve tabandan tavana kadar uzadığını görmüş ve korkup şiddetli bir
paniğe kapılmış, elindeki yemeği düşürmüş ve adeta sıtmaya yakalanmış gibi
olup geri dönmüş, birkaç gün de hasta yatmıştı.
Hallac'm hakkında
karar vermek için yapılan duruşmaların sonuncusunda Kadı Ebu Ömer Muhammed b.
Yusuf hazır bulunmuş, Hallac'ı huzuruna getirmiş ve adamlarından bazılarının
evlerinde yapılan aramalarda ele geçirilen bir mektubu kendisine göstermişti.
Mektupta Hallaç şunları yazmıştı:
"Bir kimse hacca
gitmek ister de buna imkan bulamazsa kendi evinin içinde bir beyt yaptırsın.
Ancak ona pislik değmesin ve başkalarının oraya girmesine imkan verilmesin.
Hac mevsimi olduğunda o adam üç gün oruç tutsun ve o beyti tıpkı Allah'ın
Beyti'ni tavaf eder gibi tavaf etsin. Sonra hacıların Mekke'de yaptıkları
işleri kendi evinde yapsın. Bundan sonra otuz öksüz çocuğu çağırıp onlara
yemek yenirsin, onlara bizzat hizmette bulunsun. Sonra her birine birer gömlek
giydirsin. Her birine yedi (ya da üç) dirhem versin. Bunu yaptığı takdirde
tıpkı haccetmiş gibi olur."
"Yine bir kimse
üç gün oruç tutar da sadece dördüncü günde hindiba yaprağı ile iftar ederse,
ramazan ayının tümünü oruçlu geçirmiş gibi olur."
"Bir kimse
gecenin başından sonuna kadarki süre içinde iki rekat namaz kılarsa, gece
boyunca namaz kılmış gibi olur."
"Bir kimse
şehitlerin ve Kureyşlilerin mezarlarının yanında on gün kalıp namaz kılar, dua
eder, oruç tutar, sonra da orucunu arpa ekmeği ve tuz ile açarsa, bundan sonra
ömrü boyunca ibadet etmesine gerek kalmaz."
Kadı Ebu Ömer, bu
mektubu gösterdikten sonra Hallac'a şöyle sordu:
- Sen bunları nereden
çıkarıyorsun?
- Hasan-ı Basrî'nin
"el-İhlas" adlı kitabından çıkardım.
- Yalan söylüyorsun ey
öldürülmesi helal olan kişi! Seni Öldürmek helaldir. Çünkü biz Hasan-ı
Basrî'nin Mekke'de el-İhlas adlı kitabım duyduk, ama onun kitabında böyle
birşeyler yoktur.
Bundan sonra vezir
Hamid, Kadı Ebu Ömer'e dönüp şöyle dedi: "Sen bu adama: "Ey
öldürülmesi helal olan! Seni öldürmek helaldir." dedin, bu ifadeni şu
kağıda yaz." Böyle dedikten sonra ısrar etti. Ona kalem ve kağıt verdi. O
da aynı ifadeleri kağıda geçirdi. Vezir Hamid, duruşmada hazır bulunan
diğerlerinin de ifadelerini kağıda geçirdi ve bunları halife Muktedir'e
onaylatmak için gönderdi.
Hallaç, duruşmada
hazır bulunanlara şöyle diyordu: "Benim sırtım, Allah'ın koruma altına
aldığı bir candır, kanım haramdır. Kanımı mubah kılmak için çeşitli tevillerde
bulunmaya hakkınız yoktur. Bu helal değildir, benim itikadım İslâm'dır, Ehl-i
Sünnet mezhebin-denim. Ebu Bekir, Ömer'e; Ömer, Osman'a; Osman, Ali'ye; Ali,
Tal-ha'ya; Talha, Zübeyr'e; Zübeyr, Sa'd'a, Sa'd, Said'e; Said, Abdurrah-man b.
Avf a; Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b. Cerraha nisbetle daha üstündür.
Kağıtlar üzerine yazı yazan kimseler nezdinde benim sünnetle ilgili kitaplarım
vardır. Kanımı akıtmaktan Allah'tan korkun, Allah'tan!"
Fakat, onun bu
söylediklerine hiç aldırış etmiyorlardı. O, sözlerini tekrarlıyor, ama onlar
kendi yazılarını yazmakla meşgul oluyorlardı. Sonra Hallaç, zindana geri
gönderildi.
Muktedir'in onayı, üç
gün gecikti. Nihayet vezir Hamid bu hususta kötü zanna kapıldı. Halifeye bir
mektup yazarak: "Hallac'm durumu her tarafa yayıldı. Herkes onun halkı
fitneye sürüklediği hususunda ittifak etmiştir." dedi. Gelen cevapta
Hallac'ı, güvenlik kuvvetleri komutam Muhammed b. Abdüssamed'e teslim etmesi
ve komutanın ona 1.000 kırbaç vurması emrediliyordu. Ölürse ne alâ. Ölmediği takdirde
de boynunun vurulması emir buyuruluyordu.
Vezir Hamid, buna
sevindi. Güyenlik kuvvetleri komutanını çağırıp Hallac'ı ona teslim etti.
Kendisini Bağdat'ın batı yakasında bulunan güvenlik kuvvetleri komutanlığı
karargahına götürüp teslim etsinler ve bu arada ellerinden kaçıp kurtulanlasın
diye, refakatine bir grup k°'le verdi. Hallac'ı teslim etme işi bu senenin
zilkade ayının bitimine altı gün kala, salı günü yatsıdan sonra olmuştu.
Hallaç, sekerli bir katıra bindirilmiş, etrafına güvenlik görevlilerinden bir
grup sıralanmıştı. Nihayet götürülüp aynı gecede güvenlik kuvvetleri
komutanının karargahına teslim edildi. Anlatıldığına göre o geceyi namaz kılıp dua
etmekle geçirmişti.
Ebu Abdirrahman
es-Sülemî, Ebu Hadid el-Mısrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hallaç, öldürüleceği
gece kalkıp namaza durdu ve Allah'ın dilediği miktarda namaz kıldı. Gecenin
sonu olunca ayağa kalkıp abasına büründü. Ellerini kıbleye doğru uzatarak,
ezberlenmesi caiz olan bazı sözler söyledi ki, aklımda kaldığı kadarıyla
söyledikleri şunlardı:
"Biz senin
akisleriniz, şahitleriniz. Eğer izzetini bizim üzerimize sarkıtacak olsaydın
dilediğin kadar senin şanın ve meşietin zuhur ederdi. Sen gökte de ilahsın,
yerde de ilahsın. Dilediğine tecelli edersin. Meşietinde en güzel surette
görünür ve tecelli edersin. Tecellin-deki surette, konuşan bir ruh vardır. O
ruh; ilim, beyan ve kudrette konuşur. Sonra senin şahidine doğru yolu buldum.
Çünkü ben senin zatındaki aşkım. Sen nasılsın, onu bilirim. Zatın zatıma hulul
ederek temessül ettiğinde seni bilirim. Kendi zatımla yine kendi zatıma insanları
davet ettim, ilimlerimin ve mucizelerimin hakikatlerini izhar ettim.
Miraçlarımda yaratıklarımdan yüz çevirip ezeliyatımın arşlarına yükseldim. Ben
şimdi mahkeme huzuruna getirildim, öldürüldüm, idam edildim, yakıldım, küllerim
çöllere ve nehirlere savruldu. Buhur ağacının bir dalı benim teceligahımm helak
yeri olacaktır ki, orası dağlardan daha büyük olacaktır benim için."
Böyle dedikten sonra
da şu şiiri okumaya başladı:
"Ölen bazı
nefislerin ölüm haberlerini sana veriyorum ki, onların şahitleri, mekanın
gerisindedir. Hatta ezeldedir.
Bazı kalplerin ölüm
haberlerini veriyorum ki, uzun süre üzerlerine vahiy yağmurları yağdı ve
hikmet denizlerine dönüştüler.
Senden gelen
hakikatleri aktaran dilin ölümünü sana haber veriyorum.
Geçip gitti, ama
hatırası vehimlerde tıpkı yok oluş gibi oldu.
Sana bir beyanın ölüm
haberini veriyorum ki, bütün fesahat sahiplerinin sözleri onun karşısında
hareket edemez ve sözleri anlaşılamaz oldu.
Sana akılların
işaretlerinin ölüm haberini veriyorum ki, onlardan geride sadece çürümüş
bilgiler kaldı.
Seni sevenin ve huyu
güzel olanın ölüm haberini veriyorum sana
Onun bineği öfkeyi
yutmada idi.
Hepsi geçip gittiler.
Geride ne kendileri ne de izleri kaldı.
Hepsi geçip gittiler.
Yok oldular, irem bahçelerine döndüler.
Geride giysilerini
giyen bazı toplulukları bıraktılar.
Ama o topluluklar da
hayvanlardan hatta davarlardan daha kördürler."»
Dediler ki: Hallaç,
geceyi geçirdiği evden çıkarılıp öldürülmeye götürülürken şu şiiri okudu:
"Her yerde
ikametgah aradım,
Ama hiçbir yerde rahat
bir ikametgah bulamadım.
Zamandan bazı şeyler
tattım, zaman da benden bazı şeyler tattı.
Zamandan tattığım
şeylerin kimi acı, kimi tatlıydı.
Tamahıma uydum,
tamahkârlığım beni kendime köle yaptı.
Eğer kanaatkar
olsaydım hür yaşardım."
Anlatıldığına göre
Hallaç bu şiiri, darağacma götürüldüğünde söylemiştir. Meşhur rivayete göre ise
evden çıkarılırken söylemiştir.
Onu asmak için
darağacına götürdüklerinde, ayaklarında onüç bukağı bulunduğu halde salınarak
yürüdü. Sağa sola salınıp şu şiiri okumaya başladı:
"İçki sofrasmdaki
arkadaşım asla zulmetmiş değildir ve zulümle alakası yoktur.
O, misafirin ev
sahibiyle içki içişi gibi içer.
İçki kasesi aralarında
dolaştığında adam öldürmek için kullanılan deri pöstekiyi ve kılıcı hemen
getirtir.
İşte ejderha ile yazın
içki içen kişinin durumu böyledir."
Bu şiiri okuduktan
sonra da şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Ona
inanmayanlar, acele olmasını beklerler; inananlar ise korku ile titrerler ve
onun gerçek olduğunu bilirler." (eş-Şûrâ, ıs.)
Bundan sona hiç
konuşmadı ve kendisine yapılanlar yapıldı.
Dediler ki: Sonra
huzura getirildi. Kendisine 1.000 kırbaç vurulduktan sonra elleri ve ayaklan
kesildi. Kendisine bütün bunlar yapılmakta iken bir tek kelime dahi konuşmadı.
Yüzünün rengi bile değişmedi. Anlatıldığına göre kendisine her bir kırbaç
vurulurken o, "Pir, bir!" (Ahad, ahad!) diyormuş.
Ebu Abdirrahman, İsa
el-Kassar'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Öldürülürken son
olarak şu sözü söyledi: "Tek olana, tek olanı
birlemek yeter."
Onun bu sözünü duyan âlimler ona çok acıdılar ve bu sözünü güzel buldular.»
Sülemî, Hallac'm
arkadaşı Ebu Fatik el-Bağdadî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hallac'm
öldürülmesinden üç gün sonra rüyada kendimi Aziz ve Celü olan Allah'ın
huzurunda duruyor gördüm. O esnada Rabbime: "Yâ Rab, Hüseyin b. Mansur
el-Hallac'a ne oldu?" diye sordum. Rab-bim de bana şu cevabı verdi:
"Onu manen keşfettim, halkı kendisine davet etti. Ben de onu gördüğün şu
mertebeye getirdim."»
Bazılarının
anlattıklarına göre Hallaç öldürülürken çok sızlanmış ve çok ağlamıştı.
Doğrusunu Allah bilir.
Hatib Bağdadî, Ebu
Ömer b. Hayeviye'nin şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
«Hüseyin b. Mansur
el-Hallac, öldürülmek üzere bulunduğu yerden çıkarılıp götürüldüğü sırada ben
de halkla birlikte peşine takıldım, araya sokuldum. Nihayet onu görebildim,
yanına yaklaştım. O esnada kendi adamlarına: "Bu durumdan korkmayın. Çünkü
ben otuz gün sonra size tekrar döneceğim." diyordu. Öldürüldü, ama geri
dönmedi.»
Hatib Bağdadî'nin
anlattığına göre, Hallaç kırbaçlanmakta iken güvenlik kuvvetleri komutanı
Muhammed b. Abdüssamed'e şöyle demişti: "Bırak da sana İstanbul'un fethi
değerinde bir öğüt vereyim." Komutan ona şu cevabı vermişti: "Senin
buna benzer başka sözler söylediğin bana anlatılmıştır ama seni dayaktan
kurtarmamın hiç çaresi yoktur."
Böyle dedikten sonra
elleri ve ayakları kesildi, başı koparıldı, cesedi yakıldı ve külü Dicle
nehrine atıldı. Kesik başı Bağdat'ta, köprü üzerinde iki gün süreyle bir
direğin üzerine geçirildi. Sonra alınıp Horasan'a götürüldü ve oralarda
dolaştırılıp teşhir edildi. Adamları onun otuz gün sonra kendilerine döneceğini
sanıyorlardı.
Bir iddiaya göre
adamın biri, öldürüldüğü günün akşamında Hal-lac'ı Nahrevan yolunda bir merkebe
binmiş giderken görmüş ve Hallaç o adama şöyle demiş: "Şu adamlar benim
kırbaçlanıp öldürüldüğümü sanıyorlar. Oysa ben ne kırbaçlandım, ne de
öldürüldüm. Sadece bana benzer bir adamı yakaladılar ve kendisine gördüğünüz
işkenceleri yaptılar."
Adamları,
cahilliklerinden ötürü: "Hallaç değil de onun düşmanlarından biri
öldürüldü!" diyorlardı. Bu sözler, zamanın âlimlerinden birine
nakledildiğinde o şöyle demişti: "Hallac'ı Nahrevan yolunda merkeb
üzerinde gördüğünü söyleyen adamın sözü doğru olsa bile ona görünen Hallaç
değildir, aksine insanları bu vesile ile saptırmaları için Hallaç kılığında
şeytan ona görünmüştür. Nitekim Hristi-yanlar da İsa peygamberin benzeri birini
çarmıha germiş oldukları halde İsa peygamberi çarmıha gerdiklerini sanarak
sapıklığa sürüklenmişlerdi."
Hatib Bağdadî dedi ki:
«Hallac'm öldürülüp külünün Dicle'ye sa-vurulduğu senede Dicle nehrinin suyu
fazlasıyla yükseldi. Taraftarları: "Hallac'm yakılan bedeninin külü
sulara karıştığı için Dicle nehrinin suyu kabardı." dediler. Halk
tabakası, öteden beri buna benzer saçmalıkları ifade ederler.
Bağdat'ta,
öldürülmesinden sonra, "Hallac'm kitapları alınıp satılmasın!" diye
bir duyuru yapıldı.
Hallaç, hicri 309.
senenin zilkade ayının bitimine altı gün kala salı günü Bağdat'ta öldürüldü.»
İbn Hallikan,
"el-Vefeyat" adlı eserinde Hallac'tan bahsetmiş, insanların onun
hakkında ihtilafa düşüp farklı görüşler ileri sürdüğünü nakletmiştir. Gazalî'nin
de "Mişkâtü'l-Envâr" adlı eserde ondan bahsettiğim, sözlerini tevil
edip uygun manaya yorumladığını ifade etmiştir. Sonra da İmamü'l-Haremeyn'den
nakiller yaparak onun Hallacı yerdiğini ve Hallaç ile Cenabî ve İbn Mukaffa'm,
insanların inançlarım bozma hususunda ittifak ettiklerim, bu üçünün çeşitli
yerlere dağılıp gittiklerini, Cenabî'nin Hecer ve Bahreyn'de ifsad faaliyetlerini
sürdürdüğünü, İbn Mukaffa'm Türk illerine gidip ifsad faaliyetlerini
sürdürdüğünü, Hallac'm ise Irak'a gittiğini söylediğini anlatmıştır.
Iraklıların batıla aldanmayışlarmdan ötürü İbn Mukaffa ile Cenabî'nin Hallaç
aleyhinde ölüm hükmünü verdiklerini de İma-mü'1-Haremeyn'in söylediğini İbn
Hallikan rivayet etmiştir. Ancak İbn Hallikan, bunun doğru olmadığını, çünkü
İbn Mukaffa'm halife Seffah ile Mansur zamanlarında, Hallac'dan çok önceleri,
yani hicri 245. senede veya daha önce Öldüğünü söylemiştir.
Belki de
İmamü'l-Haremeyn, asıl adı Atâ olduğu halde Ömer adını kullanan İbn Mukaffa
el-Horasanı'nin Hallaçla ittifak ettiğini kas-detmiştir. Bu Horasanlı İbn
Mukaffa, rablık iddiasında bulunmuş ve hicretin 163. senesinde kendini
zehirleyerek ölmüştür ki, bunun da Hallac'la aynı zamanda yaşamış ve bir araya
gelmiş olması mümkün değildir.
İmamü'l-Haremeyn'in
sözünü tashih etmek istersek deriz ki: Aynı zamanda bir araya gelip insanların
akidelerini bozmak ve onları dalâlete sürüklemek hususunda ittifak etmiş olan
üç kişi; Hüseyin b. Mansur el-Hallac, Ebu Cafer Muhammed b. Ali (İbn Sem'anî)
ve Haccac tarafından öldürülen Ebu Tahir Süleyman b. Ebi Said el-Hasan b.
gehram el-Cenabî el-Karnıatî'dir. Bunların sonuncusu, Hacer-i Es-ved'i
Ka'be'den almış, Zemzem kuyusunu köreltmiş, Ka'be'nin örtülerini alıp
yağmalamıştı. Bunların; daha önceleri de teferruatlı olarak anlattığımız ve İbn
Hallikan'm ise özetle anlattığı gibi aynı zamanda bir araya gelmiş olmaları
mümkündür. [17]
Asıl adı, Ahmed b.
Muhammed b. Atâ el-Edmî'dir. Yusuf b. Musa el-Kattan'dan, Mufaddal b. Ziyad'dan
ve diğerlerinden rivayetlerde bulundu. Sapıklık hususunda bazı itikadlarında
Hallac'a muvafıktı.
Sözünü ettiğimiz
Ebü'l-Abbas, her gün bir hatim indirirdi. Ramazan ayı geldiğinde her gün ve
gecede üç hatim indirirdi. Ayrıca Kur'-ân-ı Kerim'i baştan sona doğru okuyarak
ayetlerin manalarını düşünür ve araştırırdı. Ama Kur'ân'ı bu şekilde onyedi
sene okuduğu halde sonuna ulaşıp hatmini tamamlayamamış ve vefat etmişti.
Bu adam, bazı
görüşlerinde Hallac'la benzerlik arz ettiğinden, ona muvafakatini izhar
ettiğinden ötürü, vezir Hamid b. Abbas kendisini şiddetle dövmüş, yüzünü
tokatlamış, ayakkabılarını çıkararak başına vurmuştu. Öyle ki, burun
deliklerinden kan akmış ve yedi gün sonra da bu sebeple vefat etmişti. Vezir
Hamid'e, elleri ve ayakları kesilip feci bir şekilde öldürülmesi için beddua
etmişti. Bir süre sonra da vezir Hamid bu şekilde öldürülmüştü.
Bu senede Ebu İshak
İbrahim b. Harun adındaki Harranlı tabip ve Ebu Muhammed Abdullah b. Hamdun
en-Nedim gibi meşhur şahsiyetler de vefat ettiler. [18]
Bu senede Yusuf b.
Ebi's-Sâc, tutuklu bulunduğu zindandan salıverildi. Malları kendisine geri
verilip eski görevine iade edildi. Ayrıca başka bazı şehirler de onun
yönetimine bırakıldı. Her sene beytü'l-mala 500.000 dinar ödemekle yükümlü
kılındı.
Görevine iade
edildikten sonra hadim Munis'e haber göndererek, Ebu Bekr b. Edmî adındaki
kurramn yakalanıp kendisine gönderilmesini istedi. Bu zat, Yusufun zindana
atıldığı hicri 261. senede gidip karşısında şu ayeti okumuştu:
"Allah,
kasabaların zalim halkını yakalayınca, işte böyle yakalar." (Hûd, 102.)
Arandığını duyan Ebu
Bekir, Yusuf b. Ebi's-Sâc'in işkence yapmasından korktu. Hadim Munis'ten
kendisini yakalamamasını ve ona göndermemesini rica etti. Hadim Munis, ona
kormamasını söyleyerek: "Git, alacağın ödüle ben de ortak olacağım."
dedi.
Ebu Bekir, Yusuf b.
Ebi's-Sâc'm huzuruna gittiğinde ona şu ayeti okudu:
«Hükümdar: "Onu
bana getirin yanıma alayım." dedi.» (Yûsuf, 54.) Bu ayeti okumasından
sonra Yusuf b. Ebi's-Sâc ona şöyle dedi: «Zindana atıldığın ve teşhir edildiğin
zaman okumuş olduğun şu ayeti okumanı daha çok istiyorum: "Allah,
kasabaların zalim halkını yakalayınca, böyle yakalar." (Hûd, 102.) Çünkü
okumuş olduğun o ayet, benim tevbe etmeme ve Aziz ve Celil olan Allah'a
yönelmeme sebep oldu. İşte karşında beni bu halimle görüyorsun.»
Böyle dedikten sonra
Ebu Bekir'e bol miktarda para verilmesini emretti ve ona ihsanda bulundu.
Bu senede vezir Ali b.
İsa hastalandı, Muktedir'in oğlu Harun onu ziyarete geldi. Babasının selamını
tebliğ etti. Vezir de onun geleceği yola halı döşettirdi. Muktedir'in oğlu
evine yaklaşınca karşılamaya gitti. Harun da ona babasının selamını tebliğ
etti. Hadim Munis de halifenin oğlu Harun'la birlikte gelmişti. Daha sonra
gelen haberde, halife Muktedir'in de bizzat onu ziyarete gelmek üzere olduğu
bildirildi. Fakat vezir, hadim Munis'ten rica etti. Halifenin zahmet edip
gelmemesini istedi. Daha sonra kendisi büyük meşakkatlara katlanarak yola
çıktı ve gidip halifeye selam verdi.
Bu senede Musa'nın
annesi Kahramane yakalandı. Taraftarları da tevkif edildiler. Kendisinden
1.000.000 dinar para alınıp beytü'l-mala konuldu.
Bu senenin rebiyülahir
ayının bitimine on gün kala perşembe günü halife Muktedir, İbn Eşnanî
lakabıyla tanınan hadis hafızlarından ve fikıhçılardan Ebu Hüseyin Ömer b.
Hüseyin b. Ali eş-Şeybanî'yi kadılığa atadı. Ama üç gün sonra da azletti. Bu
zat daha önce Bağdat muhtesibi idi.
Bu senede Bağdat
güvenlik kuvvetleri komutanı Muhammed b. Abdüssamed azledildi. Yerine Nazük
atandı ve kendisine hil'at giydirildi.
Bu senenin
cemaziyelahir ayında başak burcunda, kuyruğu iki zira uzunluğunda bir kuyruklu
yıldız görüldü.
Bu senenin şaban
ayında Mısır valisi Hüseyin b. el-Mardanî'nin hediyeleri Bağdat'a ulaştı. Bu
gelen hediyeler arasında süt emen yavrusu bulunan bir dişi katır ve dili
burnunun ucuna uzanan bir köle
vardı.
Bu senede
Müslümanların Bizans ülkesinde bazı yerleri fethettiklerine dair mektuplar
minberlerde okundu.
Bu senede Vasıt şehrinin
onyedi mıntıkasında yerin varıldığı haberi geldi. Bu yarıkların en büyüğünün
1.000 zira, en küçüğünün ise 200 zira uzunluğunda olduğu ve büyük köylerden
1.300'ünün sular altında kaldığı gelen haberler arasındaydı.
Bu senede İshak b.
Abdülmelik el-Haşimî insanlara haccettirdi.
Bu senede vefat eden
meşhur şahsiyetler arasında Ebu Bişr ed-Dolabî de bulunmaktadır: [19]
Muhammed b. Ahmed b.
Hammad Ebu Said Ebu Bişr ed-Dolabî. Ensâr'ın azatlısı idi. Verrak lakabıyla
tanınırdı. Hadis hafızlarının önde gelenlerindendir. Tarihe ve diğer ilimlere
dair güzel tasnifleri vardır. Birçok kimseden rivayetlerde bulunmuştur. İbn
Yunus, onun Çığlık atıp bayıldığını söylemiştir.
Ebu Bişr, hac için
gittiği Mekke ile Medine arasında Arek mıntıkasında bu senenin zilkade ayında
vefat etti. [20]
İmam Muhammed b. Cerir
b. Yezid b. Kesir b. Galib Ebu Cafer et-Taberî. Hicretin 224. senesinde doğdu.
Esmer tenli, iri gözlü, uzun D°ylu, fasih dilli bir zattı. Büyük bir
topluluktan hadis rivayet etti.
Hadis öğrenmek ve
toplamak amacıyla çeşitli şehirlere seyahatlerde bulundu. Önemli bilgilerle
dolu "Tarih"ini tasnif etti. Benzeri bulunmayan mükemmel bir eser
olan "Taberî Tefsiri" de ona aittir. Usul ve füru ile ilgili başka
birçok yararlı eserleri de vardır. Bunların en güzeli
"Tehzîbü'l-Âsâr"dır ki, tamamlanmış olsaydı artık başka bir kitaba
ihtiyaç duyulmayacaktı. Bu kitapta faydalı birçok bilgiler vardır ama
tamamlanmamıştır.
Rivayet olunduğuna
göre kırk sene müddetle her gün kırk varak yazı yazdığını bizzat kendisi ifade
etmiştir.
Hatib Bağdadî dedi ki:
«İbn Cerir, Bağdat'ı yurt edindi ve Ölünceye kadar orada kaldı. Önde gelen
büyük âlimlerden biriydi. Sözü ile früküm verilir; onun marifetine, bilgisine
ve faziletine başvurulurdu. Çağdaşlarından hiçbirinin ortak olamayacağı kadar
çok ilimleri toplamıştı. Allah'ın kitabını ezberlemiş olup bütün kıraatları
bilirdi. Kur'ân'ın derin manalarını görürdü. Ahkâmda fakih, sünende âlimdi.
Sünnetin rivayet yollarım, hangisinin sahih, hangisinin illetli, hangisinin nasih,
hangisinin mensuh olduğunu bilirdi. Sahabelerin, tabiilerin ve onlardan sonra
gelen kuşakların kavillerinden, tarihten, insanların savaşlarından ve
haberlerinden bilgisi vardı.
"Tarihü'1-Ümem
ve'1-Mülûk" adlı meşhur tarih kitabı, hiç kimsenin benzerini tasnif
edemediği tefsir ve konusunda ondan başka doyurucu bir kitap göremediğim
"Tehzîbü'1-Asâr" ona aittir. Ancak Tehzîbü'1-Asâr adlı eserini
tamamlayamamıştır. Usulü fıkha ve fıkhı teferruata dair çok kitapları ve
benimsenecek kavilleri vardır. Kendisinden ezberlediğim bazı meseleleri var
ki, ondan başkası bu konuda hüküm vermemiştir.»
Hatib Bağdadî,
İsferayinli fıkihçı Şeyh Ebu Hamid Ahmed b. Ebi Tahir'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
"Bir adam, İbn
Cerir et-Taberî'nin tefsirini görmek için Çin'e gitse bile yeridir."
Hatib Bağdadî, imamlar
imamı Ebu Bekir b. Huzeyme'nin, İbn Cerir et-Taberî'nin tefsirini birkaç sene
içinde baştan sonra mütalaa ettikten sonra şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Yeryüzünde İbn Ce-rir'den daha âlim biri bulunduğunu bilmiyorum.
Hanbeliler ona haksızlık etmişlerdir."
Hadis âlimlerinden
hadis dinleyip defterine yazmak üzere Bağdat'a giden bir adam -ki Hanbelîler
kimsenin kendisiyle görüşmesini istemedikleri için bu adamın İbn Cerir
et-Taberî ile görüşme imkânı olmamıştı- şöyle demişti: "Eğer İbn Cerir'den
hadis dinleyip yazarsan diğer âlimlerin tümünden hadis dinleyip yazmandan
senin için daha hayırlı olur."
Ben derim ki:
İbadette, zahidlikte, takvada ve hakkı yerine getirefje hiçbir kınayıcımn
kınamasına aldırış etmezdi. Güzel sesli olup n-ı Kerim'i usulünce okurdu.
Ayrıca kıraat ilminde mükemmel
bilgi vardı. Büyük ve
salih kimselerdendi. İbn Tolon'un zamanında Mısır'da bir araya gelen Muhamnıed
b. İshak b. Huzeyme, Muham-med b. Nasr el-Mervezî, Muhamnıed b. Harun er-Ruyanî
gibi meşhur muhaddisler arasında îbn Cerir de bulunmaktadır. Bunların biyografilerini
Muhammed b, Nasr el-Mervezî'den bahsederken anlatmıştık. Bunlar kalkıp namaza
durmuşlardı. Allah kendilerine rızıklarını göndermişti.
Günün birinde halife
Muktedir, üzerinde bütün âlimlerin ittifak edebileceği şartlarda bir vakfiye
yazdırmak istemişti kendisine böyle bir vakfiyeyi ancak Muhammed b. Cerir
et-Taberî'nin yazabileceğini söylemeleri üzerine o, Taberî'yi yanına çağırmış
ve bu vakfiyeyi yazmasını istemiş, o da yazmıştı. Bunun üzerine halife,
kendisini yakınına oturtmuş ve ona kıymet verip şöyle demişti:
- Bir ihtiyacını bana
söyle ki karşılayayım.
- Benim herhangi bir
ihtiyacım yoktur.
- Bana mutlaka bir
ihtiyacını söylemeli veya bir şey istemelisin.
- Mü'minlerin
emirinden dileğim şudur ki; güvenlik kuvvetleri komutanına emir versin de cuma
günü dilencilerin camideki maksureye girmeleri engellensin.
Halife onun isteği
doğrultusunda güvenlik kuvvetlerine gerekli emri verdi.
İbn Cerir, babasının
Taberistan'da kendisine miras olarak bıraktığı bir köyün geliri ile
geçiniyordu. Onun güzel şiirlerinden biri şudur:
"Mali sıkıntıya
düştüğümde bunu arkadaşım bile farkedemez .
Kendimi zengin
gösteririm. Böylece dostum da kendini zengin gösterir.
Utanmam, yüz suyumu
dökmeme manidir.
Alacağımı taleb etme
hususunda da arkadaşıma yumuşak davranırım.
Eğer yüz suyumu
dökmekten çekinmeseydim, Zenginliğe daha kolay yoldan ulaşabilirdim."
Şu şiir de ona aittir:
iki huy var ki onları
hiç beğenmiyorum: Biri zenginin şımarıklığı» diğeri de yoksulun alçalışıdır.
Zengin olduğunda şımarma, Yoksul düştüğünde de zamana hayret et."
İbn Cerir et-Taberî,
hicri 310. senenin şevval ayının bitimine iki gün kala, pazar akşamı, seksenbeş
ya da seksenaltı yaşında iken vefat etti. Başında ve sakalında çok miktarda
siyah kıllar vardı. Kendi evine defnedildi. Çünkü bazı Hanbelî avamı ve ayak
takımı, onun gündüz vakti defnedilmesini engellemişler ve onu Rafızilikle suçlamışlardı.
Bazı cahillerse onu dinsizlikle itham etmişlerdi. Haşa, o bütün bu isnad ve
ithamlardan uzaktır. Aksine o Allah'ın kitabı ve Ra-sûlullah'ın sünnetini
bilmek ve amel etmek hususunda büyük İslâm imamlarından biridir. Ancak ayak
takımından bazı Hanbelîler, Zahirî fıkıhçısı Ebu Bekir Muhammed b. Davud'un
onu büyük günahlarla suçlayıp Rafızilikle itham etmesi doğrultusunda hareket
etmişlerdir. Vefatı esnasında çeşitli beldelerden ve şehirlerden insanlar
Bağdat'a gelmişler ve onu kendi evine defnetmişlerdi. İnsanlar, vefatından aylarca
sonrasına kadar mezarını ziyarete gelip üzerine cenaze namazını kıldılar.
Gadir-i Hum
mıntıkasında Rasûlullah (s.a.v.)'ın söylediği sözlerini iki büyük ciltte bir
araya getirip derlemişti. Ayrıca Hadisü't-tayr derlemesi de ona aittir. Abdest
alırken ayaklan yıkamayıp da sadece meshetmenin caiz olduğuna dair kavli ona
nisbet ederler. Ona göre güya ayakları yıkamak vacip değilmiş. Böyle bir kavil
ondan meşhur olarak nakledilmiştir. Bazı âlimlerse iki tane İbn Cerir
bulunduğunu, bunlardan birinin Şii olup ayak meshine, dair mezkûr kavlin buna
ait olduğunu, ama biyografisini anlatmakta olduğumuz İbn Ceririn bu türlü
niteliklerden münezzeh olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddiayı ileri süren
âlimlere göre tefsirde sözü esas alınan ve biyografisini anlatmakta olduğumuz
İbn Cerir et-Taberî, ayakların abdest esnasında yıkanmasının ve yıkanmakla
birlikte ovalanmasının vacip olduğunu söylemiştir. Yalnız o, ovalamak kelimesi
ile meshi kasdetmiş-tir. İnsanların çoğu onunu maksadını anlayamamışlardır.
Maksadını anlayanlarsa onun ayakları yıkamakla birlikte meshi yani ovalamayı
kasdettiğini bildirmişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.
Vefatı nedeniyle İbn
Cerir'in üzerine çok ağıt yakan âlimler olmuştur ki, bunlardan biri de İbn
Arabi'dir. Bu zat, İbn Cerir için şöyle bir ağıt yakmıştı:
"Büyük bir olay, çok
önemli bir hadise ki, çok sabredicilerin sabırlarını kırmıştır.
İlimlerin öldüğü
duyuruldu. Muhammed b. Cerir'in ölüm haberi geldi.
Yıldızlar kaydı. Öyle
yıldızlar ki, onlar parlaktılar. Şekilleri fani olup gittiler.
Işıkları parlak olup
karanlık gecenin örtüsünü aralıyorlardı.
Parlak aydınlıkları
ezilip yok oldu.
Sonra ovaları sarp ve
geçit vermez yerler haline geldiler.
Ey Ebu Cafer (Taberî),
sen övgüye layık bir halde bu dünyadan göçüp gittin.
Ciddiyet ve gayrette
hiç gevşemedin, gevşeklik göstermedin.
Çalışıp çabalamanın
ücretini bolca alacaksın.
Takva için çabaladın,
çaban meşkûr olsun.
Bu çaban sayesinde
Cennet-i Adn'da gıbta ve sevinç içinde ebedi kalmayı hak ettin."
İbn Cerir et-Taberî
için Ebu Bekir b. Düreyd de uzun bir mersiye yazmış ve bu mersiyeyi Hatib
Bağdadî tamamıyla nakletmiştir. Doğrusunu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce
Allah daha iyi bilir. [21]
Bu senede Karmatîlerin
emiri Ebu Tahir Süleyman b. Ebi Said el-Cenabî, geceleyin 1.700 süvari ile
Basra'ya girdi. Kıldan örülme merdivenleri şehrin surlarına atarak surlara
tırmandı ve şehire zorla girip kapıları açtı. Karşılaştığı adamların tümünü
öldürdü. İnsanların çoğu ondan kaçtılar. Kendilerini suya attılar. Çokları
suda boğuldu. Ebu Tahir, Basra'da onyedi gün kaldı. İnsanların bir kısmını öldürdü,
Kadınları ve çocukları esir aldı. Beğendiği mallan da gasbetti. Sonra kendi
memleketi olan Hecer'e döndü. Halife, onun üzerine her asker gönderdiğinde Ebu
Tahir kaçıyor ve bulunduğu şehri boş olarak terkediyordu. İnnâ lillâh ve innâ
ileyhi râciun (Doğrusu biz Allah'a aidiz ve O'na dönücüleriz.).
Halife Muktedir, bu
senede Hamid b. Abbas ile Ali b. İsa'yı vezirlikten azledip Ebu Hasan b.
Furat'ı üçüncü kez vezirliğe iade etti. Hamid ile Ali b. Abbasi da ona teslim
etti. Hamid'e gelince; yeni vezirin yani Ebu Hasan b. Furat'ın oğlu Muhsin,
Muktedir'e giderek 500.000.000 dinarı kendisinden tahsil etmeyi tekeffül
edeceğini söyledi ve Hamid'i kendisine teslim etmesini istedi. Halife Muktedir
de Hamid'i ona teslim etti. Muhsin, Hamid'e çeşitli işkenceler tatbik etti.
Ondan sayılamıyacak derecede çok miktarda para ve mal aldı. konra onu,
mallarına el koysunlar diye bazı görevlilerle birlikte Va-sıta gönderdi. Yolda
gitmekte iken ona zehir içirmelerini emretti. Görevliler de Hamid'in
kendilerinden istediği rafadan bir yumurtayı zehirleyerek kendisine
yedirdiler. O da bu yüzden bu senenin ramazan ayında öldü.
Ali b. İsa'ya gelince,
ondan 300.000 dinar para cezası tahsil edil-öı. Ayrıca kendi katiplerinden bir
kısmından da para cezası alındı.
Bunlardan ve
Kahramane'den müsadere edilen altınların miktarı tir) den çok olup milyonları
geçti. Ayrıca bazı eşyalar, mülkler, binekle altın ve gümüş kaplar da bunlardan
zorla alındı.
Vezir İbn Furat,
halife Muktedir Billah'a hadim Munis'i yanı dan uzaklaştırıp Şam'a göndermesini
tavsiye etti. Hadim Munis " had
için gittiği Bizans'tan yeni gelmişti. Oralarda birçok kaleleri v"
şehirleri fethetmiş, cidden çok miktarda ganimetler getirmişti Ts^ var ki halife, vezirin bu tavsiyesine
uymuştu. Hadim Munis, halife den, ramazan ayı çıkıncaya kadar kedisine
Bağdat'ta kalma müsaadesini vermesini istemişti. Hadim Munis, halifeye,
vezirin oğlunun insanlara işkence ettiğini, mallarına el koyduğunu bildirmişti.
Fakat yine de halife, hadim Munis'e Bağdat'tan çıkıp Şam'a gitmesini emretti.
Bu senede çekirgeler
çoğaldı ve birçok ekinleri bozdu.
Bu senenin ramazan
ayında halife, miras taksimatında arta kalan kısmın zevi'l-erhama verilmesini
emretti.
Bu senenin ramazan
ayında Babü'l-Amme'de zındıkların 204 çuval dolusu kitapları yakıldı. Yakılan
kitaplar arasında Hallac'ın ve diğerlerinin tasnif ettikleri eserler de vardı.
Bu yakma sırasında, kitapların süslenmesinde ve tezhibinde kullanılmış çok
miktarda altın zayi oldu.
Bu senede vezir
Ebü'l-Hasan b. Furat, Derbil Fadl mıntıkasında bir akıl hastahanesi yaptırdı.
Bu hastahaneye her ay kendi parasından 200 dinar harcıyordu. [22]
Bu zatın künyesi, Ebu
Bekir el-Hallal'dır. "el-Kitabü'1-Cami li Ulûm-i İmamAhmed" adlı
kitabın yazarıdır. İmam Ahmed b. Han-bel'in mezhebiyle ilgili olarak bunun gibi
başka bir kitap tasnif edilmemiştir. Hallal, Hasan b. Arefe'den, Sa'dan b.
Nasr'dan ve diğerlerinden hadis dinlemiştir. Bu senenin ikinci gününde, cuma
günü namazdan önce vefat etmiştir. [23]
Mutasavvıf imamlardan
biridir. Asıl adı, Ahmed b. Muhammed b. Hüseyin Ebu Muhammed el-Cerirî'dir.
Büyük sofilerdendir. Sırr-i es-Sakatî ile arkadaşlık etmiştir. Cüneyd-i Bağdadî
de ona saygı gösterir ve ikramda bulunurdu. Cüneyd can çekişirken, Cerirî'nin
gelip yanında oturmasını istedi. Cerirî, Hallac-ı Mansur'un durumu hakkınca
kesin birşey söyleyememiş, ancak onun hakkında iyi ifadeler kullanmıştır. Şu
da var ki Cerirî, salihliği, dindarlığı ve güzel edebi ile yad edilen bir
kimsedir. [24]
Asıl adı İbrahim b.
Sirri b. Sehl Ebu İshak ez-Zeccac'dır. Faziletli, dindar ve güzel akide sahibi
bir kimseydi. Güzel eserler vermiştir. "Ma'âni'l-Kur'ân" aldı kitap
ve birçok faydalı eserler ona aittir. İlk zamanlarında camcılık yapardı. Sonra
nahiv ilmine sempati duydu. Müberred'in yanma gitti. Üstadı Müberred'e her gün
bir dirhem veriyordu. Sonra Zeccac zenginleşti, malı çoğaldı. Müberred'e
verdiği günlük bir dirhemi vefat edinceye kadar kesmedi.
Zeccac, Kasım b.
Ubeydullah'ı da eğitmiş ve yetiştirmişti. Kasım vezirliğe nasbedilince,
insanlar Zeccac'ın yanma geliyorlar ve vezir Kasıma sunması için ona bazı
isteklerini içeren pusulalar veriyorlardı. Bu sebeple onun yanında 40.000
dinardan fazla para birikti. Hicri 311. senenin cemaziyelevvel ayında vefat
etti.
Ebu Ali el-Farisî,
kendisinden nahiv dersleri aldı. İbn Kasım b. Abdurrahman b. İshak ez-Zeccacî
de kendisinden nahiv dersi aldığından ötürü Zeccacî adıyla anılmıştı. Bu zat
"el-Cümel fı'n-Nahv" adlı kitabın sahibidir. [25]
Asıl adı, Bedr
el-Hammamî'dir. Kendisine Büyük Bedir de denilirdi. Son zamanlarında Fars
valiliği yaptı. Kendisinden sonra oraya oğlu Muhammed vali olarak atandı. [26]
Vezirlik yapmıştı.
Muktedir, hicretin 306. senesinde onu vezirliğe nasbetti. Çok malı ve köleleri
vardı. Fazla masraf yapardı. Cömertti, eli açıktı, mürüvveti boldu. Fazla
savurgan olup yoksullara bol armağanlar verdiğine dair hikayeler
nakledilmektedir. Bununla beraber yine de çok büyük bir servet biriktirmişti.
Kendisine ait bir bodrumda binlerce altın bulunmuştu. Oraya her gün girdiğinde
1.000 dinar bırakırdı. Bodrum dinarla dolunca üzerini kapattı. Kendisi gözden
düşüp malına el konulduğunda, bodrumda para sakladığına dair ihbarlar yapıldı.
Görevliler orayı açtıklarında, cidden çok miktarda dinar buldular ve
çıkardılar.
Hakkında nakledilen
menkıbelerin en önemlisi, onun, Hallac-ı Mansur'un öldürülmesi hususunda
ihbarcılık yapanlardan biri olduğudur.
Vezir Hamid b. Abbas,
bu senenin ramazan ayında zehirlenerek öldürüldü.
Bu senede
"Sahih" adlı kitabın sahibi Ömer b. Muhammed Bah-ter el-Bahterî de
vefat etti. [27]
Asıl adı Muhammed b.
İshak b. Huzeyme b. Muğire b. Salih b Bekr es-Sülemî'dir. Muhsin b. Müzahim'in
azadlısıdır. Künyesi, Ebu Bekir b. Huzeyme'dir. İmamlar imamı lakabını
almıştır.
Çeşitli ilimlerde
derya idi. Birçok şehri dolaştı, çeşitli memleketlere seyahatlerde bulunarak
hadis toplamaya ve ilim tahsil etmeye gayret sarfetti. Çok kitaplar yazıp
tasnif etti, derledi. "Sahih" adlı kitabı, kitapların en
kıymetlilerinden ve en faydalılarındandır. İctihad sahibi müctehitlerden
biridir. Şeyh Ebu İshak eş-Şirazî, "Tabakatü'ş-Şafiiyye" adlı kitapta
onun şöyle dediğini nakletmiştir: "Onaltı yaşıma vardığımdan bu yana
hiçbir kimseyi taklit etmedim."
Tabakatü'ş-Şafiiyye
adlı kitabımızda, İbn Huzeyme'nin biyografisini uzun uzadıya anlattık. O,
Mısır'da aç kalan iki Muhammed'den biridir ki, Allah, kıldıkları namazın
bereketine kendilerine rızık ihsan etmişti. Diğer Muhammed ise, Muhammed b.
Nasr el-Mervezî idi. Bunların başından geçen bu hadiseye benzer başka bir
hadiseyi de Hasan b. Süfyan'ın biyografisinden bahsederken anlatmıştık.
Bu senede tıpla ilgili
"el-Musannefü'1-Kebir" adlı kitabın sahibi tabib Muhammed b. Zekeriya
da vefat etti. [28]
Bu senenin muharrem
ayında Karmatîlerin reisi melun Ebu Ta-hir el-Hüseyin b. Ebi Said el-Cenabî,
Allah'ın Beyt-i Haranı'mı tavaf edip geri dönen hacılara saldırdı, yollarını
kesti, onlar da savunmak için kendisiyle savaştılar. Mallarını, canlarını ve
ırzlarını korumaya çalıştılar. Ama Karmatî Ebu Tahir, onlardan çoğunu Öldürdü.
Öldürdüğü adamların sayısını ancak Allah bilir. Kadınlarını ve çocuklarını da
esir aldı. Dilediği mallarım da kendine ayırdı. Gasbettiği malların değeri
1.000.000 dinarı bulmaktaydı. Bir o kadar da ticaret eşya ve emtiası
gasbetmişti. Hacıların bineklerini, azıklarını, mallarını, kadınlarını ve
çocuklarım, bu uzak çölde ellerinden aldıktan sonra onlan susuz, azıksız ve
bineksiz olarak kendi hallerine bırakmıştı. Bunla-n Küfe valisi Ebü'l-Heyca
Abdullah b. Hamdan müdafaa etmeye çalışmışsa da Karmatî Ebu Tahir, onu bozguna
uğratıp esir almıştı. İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râcıun: (Doğrusu bizler
Allah'a aidiz ve ona dönücüleriz.). Karmatî Ebu Tahir'in maiyetinde 800 savaşçı
vardı. O zaman kendisi onyedi yaşındaydı. Allah onu kahretsin.
Bu hacıların soygun ve
katliam haberleri Bağdat'a ulaştığında; kadınları, aileleri ve yakınları kalkıp
feryad-ü figan etmeye, saçlarını başlarını yolmaya, yüzlerini tokatlamaya
başladılar. Vezirin ve oğlunun zulmü neticesinde zillete maruz kalan
kimselerin kadınları da bunlara katıldılar. O gün Bağdat'ta son derece feci bir
gün yaşandı.
Halife bu durumu
sorunca, kendisine, feryad-ü figan edenlerin; yolda soyguna uğrayıp öldürülen
hacıların kadınları ile İbn Furat tarafından malları müsadere edilen
kimselerin kadınları olduğu söylendi. Hacib Nasr İbnu 1-Kaşverî, halifeye gelip vezirin aleyhinde konuşarak şöyle dedi:
"Ey mü'minlerin emiri, sen muzaffer bir komutan olan hadim Munis'i
yanından uzaklaştırdığından ötürü cesaretlenen bu Karmatî lider ayaklandı ve
buraları ele geçirmeye tamahlandı. Hadim Munis'i buradan uzaklaştırmanı sana
tavsiye eden de vezir İbn Furat'tır."
Bunun üzerine halife,
İbn Furat'a şöyle haber gönderdi: "İnsanlar, bana samimi davrandığın
halde senin aleyhinde konuşuyorlar." Böyle dedi ve gönlünü hoş etmek için
yanına gelmesini söyledi. Oğluyla birlikte bineklerine binerek halifenin yanma
gittiler ve huzura girdiler. Halife onlara ikramda bulundu, gönüllerini hoş
tuttu. Halifenin yanından çıktılarında hacib Nasr onlara çok hakaretlerde bulundu.
Diğer büyük komutanlar da aynı şekilde onlara harakette bulundular. Vezir,
normal âdeti üzere kendi makamına gidip oturdu. Halkın idaresiyle uğraştı.
Gerekli hükümleri verdi, ama o geceyi kendi durumunu düşünerek geçirdi.
Sabahleyin de düşünceli halde güne başladı ve şu şiiri okudu:
"Açıkgöz ve
basiretli de olsa, Sabahlamış da olsa ne olacağını bilmez.
Hayır önünde mi
çıkacak, yoksa arkasında mı olacak? İşte bunu bilemez."
Sonra aynı günde
halife tarafından gönderilen iki komutan gelip evinin haremlik kısmına girdiler,
onu başı açık, zelil, küçültülmüş ve utanılacak bir halde horlanmış olarak
evden çıkararak bir kayığa bindirip Bağdat'ın öbür tarafına götürdüler.
İnsanlar bu durumu anlayınca, vezir İbn Furat'ı tuğla parçalarıyla taşladılar.
Camiler kapandı. Mabedlerin çoğu tahrip edildi. İnsanlar cuma namazını kılmadılar.
Vezir İbn Furat'tan 2.000.000 dinar, oğlundan da 3.000.000 di nar devlete
borçlu olduklarına dair yazılı ifade alındı. İkisi güvenlik kuvvetleri komutanı
Nazük'e teslim edildiler. Bu miktardaki paralar kendilerinden alındıktan sonra
tutuklandılar. Daha sonra halife ha dim Munis'e haber gönderdi. Hadim Munis
Bağdat'a geldiğinde vezir İbn Furat ile oğlu ona teslim edildiler. O da ikisine
son derece hakaretlerde bulundu, dövdü. Onu ve asla iyilik yapmamış olan suçlu
oğlunu cezalandırdı. Bundan sonra ikisi de öldürüldü.
Daha sonra Abdullah b.
Muhammed b. Abdullah b. Muhanımed b. Yahya b. Hakan Ebü'l-Kasım, bu senenin
rebiyülevvel ayının dokuzunda vezirliğe atandı.
Hadim Munis Bağdat'a
girdiğinde, büyük bir alâyişle girmişti Yeni vezir İbn Hakan'a ricada
bulunarak, kovulmuş halde San'a'ya sürülen Ali b. İsa'nın geri getirilmesini
istedi. Bundan sonra hadim Munis, Mekke'ye döndü. Yeni vezir İbn Hakan, ona
haber göndererek Şam'ın ve Mısır'ın durumuna bakmasını istedi.
Bu arada halife, hadim
Munis'e, Karmatîlerle savaşmak üzere Küfe'ye hareket etmesini emretti. Gitmesi
ve gerekli masrafları yapması için de ona 1.000.000 dinar gönderdi. Öte yandan
Karmatî, esir aldığı hacıları serbest bıraktı. Bunlar 2.000 erkek ve 500
kadındı. Bunlarla birlikte Küfe valisi Ebü'l-Heyca da esirlikten affedilerek
serbest bırakıldı. Halifeye mektup yazarak Basra ve Ahvaz yönetiminin
kendisine verilmesini istedi, ancak halife onun bu isteğini kabul etmedi. Hadim
Munis büyük bir askeri birlikle Küfe tarafına gitti. Orada durum sakinleşti.
Kûfe'den kalkıp Vasıt'a gitti. Küfe'de yerine vekil olarak hadim Yakut'u
bıraktı. Neticede işler yoluna girdi ve düzen sağlandı.
Bu senede Küfe ile
Bağdat arasında bir adam ortaya çıkarak kendisinin Muhammed b. İsmail b.
Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib olduğunu iddia etti.
Bedevilerden ve ayak takımından bazı kimseler de onun bu iddiasını
doğruladılar, etrafında toplandılar. Böylece bu senenin şevval ayında durumu kuvvetlendi.
Vezir, onun üzerine bir askeri birlik şevketti. Bu askerler onunla yaptıkları
savaşta kendisini bozguna uğrattılar, adamlarından bir kısmını öldürdüler.
Geride kalanlar ise dağılıp gittiler. Sözü edilen bu iddiacı kişi, İsmailiye
mezhebinin reislerinin ilki idi.
Bağdat güvenlik
kuvvetleri komutanı Nazük, Hallacın arkadaşlarından Haydere, Şa'ranî ve İbn
Mansur adındaki üç kişiyi yakaladı. Bunlardan, sahip oldukları görüş ve
itikadlarmdan geri dönmelerim taleb etti, ancak bunlar vazgeçmeyince, Nazük
boyunlarını vurdu ve onları Bağdat'ın doğru yakasında idam etti.
Bu senede halkın
Karmatîlerden çok korkmaları nedeniyle Iraklılardan hiç kimse hacca gitmedi. [29]
Künyesi Ebu İshak'tır.
Vaiz ve zahid bir kimseydi. İnsanlara öğüt verirdi. Onun güzel sözlerinden biri
şudur: "Sakınmaya karşı Allah'ın kazası güler. Emele karşı ecel güler.
Tedbire karşı takdir güler. Uğraşıp yorulmaya karşı da kısmet güler." [30]
Halife Muktedir onu
vezirliğe tayin etti. Sonra azletti, yine tayin etti, yine azletti, yine tayin
etti, yine azletti, yine tayin etti. Sonra onu bu senede öldürdü. Oğlunu da
öldürdü. Çok büyük bir servete sahipti. 10.000.000 dinarı vardı. Çiftliklerinden
her sene 1.000.000 dinar kazanırdı. 5.000 kadar âbid ve âlim kişiye, her ay
kendilerine yetecek miktarda nafaka verirdi.
Vezirlikten ve hesap
ilminden iyi anlardı. Anlatıldığına göre o bir günde 1.000 mektuba gözatmış
1.000 evrak imzalamıştı. Bunu görenler hayrete düşmüşlerdi. Son derece
mürüvvet sahibi ve cömert bir kimseydi. Maiyetinde çalışanlara güzel muamelede
bulunurdu. Ancak bunun yamsıra bazı kimselere haksızlık eder ve mallarını
zorla alırdı. Allah da, zalim olan kasaba halklarını aziz ve muktedir bir
kimsenin yakalayışı gibi onu yakaladı.
Eli açık bir kimseydi.
Bol ihsanlarda bulunur, muhtaçlara harçlık verirdi. Bir gece muhaddisler,
sofiler, edebiyatçılar, onun yanında müzakerede bulunmuşlardı. Bu gruplardan
her birine 20.000 dinar vermişti.
Adamın biri onun adına
bir mektup yazarak Mısır valisine götürmeye hazırlanmıştı. Mektupta Mısır
valisine, hanıil-i mektuba iyilik ve ihsanda bulunması emrediliyordu. Ancak bu
mektup adamın üzerinde yakalandı. Vezir onun sahte mektup yazdığını bildiği
için, meclisinde hazır bulunan kimselere, kendisi adına mektup yazan bu adama
nasıl bir muamele yapılması gerektiğini sordu. Bazıları elinin kesilmesini,
bazıları baş parmağının kesilmesini, bazıları çok şiddetlice dövülmesini
tavsiye ettiler. Vezirin kendisi ise: "Bütün bu tekliflerinizden daha iyi
bir yol yok mudur?" dedi. Sonra mektubu alıp üzerine: "Evet, bu yazı
bana aittir. Hamil-i mektup da en has arkadaşlarımdandır. Yapabileceğin bütün
iyilikleri mutlaka kendisine yap." <jj_ ye yazdı. Mektup Mısır valisine
ulaşınca, vali, mektubu getirene büyük ihsanlarda bulundu ve 20.000 dinar
kadar para verdi.
Vezir İbn Furat, bir
gün katiplerinden birini huzuruna çağırarak şöyle dedi:
"Yazıklar olsun
sana. Ben senin hakkında çok kötü düşünüyorum. Her vakit seni yakalamak ve
malına el koymak istiyorum, ama rüyada bir parça ekmekle karşıma çıkıp beni bu
icraatımdan vazge-çirdiğini görüyorum. Birkaç geceden beri rüyamda seni
yakalamak istediğim halde bu ekmeği bana göstererek kendini koruduğunu görüyorum.
Askerlere seni öldürmeleri için emir veriyorum, sana her mızrak atışlarında
veya bir darbe vurduklarında elindeki ekmek parçasını kalkan olarak onlara
karşı kullandığını ve darbelerden etkilenmediğini görüyorum. Bu ekmeğin
hikayesini bana anlat hele."
Katip dedi ki:
"Ey vezir, küçüklüğümden beri annem her gece yastığımın altına bir parça
ekmek koyardı, sabah olunca o ekmeği başımın sadakası olarak bir yoksula
verirdim. Annem vefat edinceye kadar bu hal böyle devam etti. O vefat ettikten
sonra bu defa ben kendim her gece yatarken yastığımın altına bir ekmek parçası
koyuyor, sabah olunca da o ekmeği alıp bir yoksula sadaka olarak veriyorum."
Vezir, onun bu durumunu beğenip takdir etti ve şöyle dedi: "Vallahi,
bugünden sonra asla sana kötülüğüm dokunmayacaktır. Artık senin hakkında iyi
niyet sahibi oldum, seni sevmeye başladım."
İbn Hallikan, vezir
Ali b. Muhammed b. Furat'm biyografisini uzun uzadıya anlatmış ve bizim onun
hakkında anlattığımız şeylerin bir kısmını da nakîetnıiştir. [31]
Künyesi, Ebu Bekir
el-Ezdî'dir. Vasıt şehrindendir. Bağendî lakabıyla tanınırdı. Muhammed b.
Abdullah b. Nümeyr'den, İbn Ebi Şey-be'den, Şeyban b. Ferruh'tan, Ali b.
el-Medinî'den, Şamlı, Mısırlı, Kû-feli, Basralı ve Bağdatlı birçok kimselerden
hadis dinlemiştir. Hadis öğrenmek uğruna uzak memleketlere seyahatlerde
bulunmuş ve kendini ilim tahsiline vakfetmiş, bu hususta çok çabalar
sarfetmişti. Hatta anlatıldığına göre o, namazda ve uykuda, farkında olmaksızın
bazı hadisleri senetleriyle okurmuş. Namazda böyle yaparken yanında bulunanlar
"Sübhanallah" diyerek onu uyarırlarmış ve o da namazda olduğunu
anlarmış.
Şöyle dermiş:
"Ben hadisten 300.000 meseleye cevap verdim ve başka meseleye de
geçmedim."
Muhammed b. Muhammed
b. Süleyman, Rasûlullab (s.a.v.)'ı rüyasında görmüş ve ona şöyle demişti:
- Ya Rasûlallah!
Hadislerde Mansur mu yoksa A'meş mi daha sebatlı bir ravidir?
- Mansur..."
Muhammed b. Muhammed
b. Süleyman, hadislerde tedlis (hadislerin senetlerini birbirine karıştırma ve
sabit olmayan asılsız senetleri nakletmek) ile ayıplanıyordu. Öyle ki
Darekutnî: "O, çok tedlis yanan biri idi. Duymadığını rivayet ederdi.
Hatta bazı hadisleri de çalmıştır." demiştir. Doğrusunu Allah bilir. [32]
İbn Cevzî dedi ki: «Bu
senenin muharrem ayının bitimine bir gece kala Bağdat'ın güneyinden kuzeyine
doğru güneşin batışından önce bir yıldız kaydı. Kainat aydınlandı. Öyle ki,
yıldırım sesini andıran bir gürültü meydana geldi.»
Bu senenin safer
ayından halife, Rafizilerden bir cemaatın Berasi Mescidi'nde toplandıklarını,
bunların sahabelere sövdüklerini, cumayı kılmadıklarım, Karmatîlerle
yazıştıklarını, Küfe ile Bağdat arasında bir yerde ortaya çıkan Muhammed t*.
İsmail'e bey'ata davet ettiklerini, onun Mehdi olduğunu söylediklerini,
Muktedir'den ve ona tabi olanlardan uzak bulunduklarına dair ifadeler
kullandıklarını haber aldı. Bunlar için gerekli tedbirlerin alınmasını emretti
ve âlimlere mezkûr mescid hakkındaki fetvalarını sordu. Bunlar da orasınınm
Mescid-i Dırar olduğuna dair fetva verdiler. Rafizilerden elegeçirilen-ler,
şiddetle dövüldüler. Bunların durumları halka ilan edildi. Mezkûr Berasi
Mescidi'nin yıkılması emredildi ve Nazük tarafından yıkıldı. Vezir Hakanî de
emir verdi. Yıkılan o mescidin yeri mezarlık haline getirildi. Orada mevaliden
bir cemaat defnedildi.
İnsanlar bu senenin
zilkade ayında hacca gitmek üzere yola koyulduklarında Karmatî lider Ebu Tahir
Süleyman b. Ebi Said el-Ce-nabî yollarım kesti. Hacı adaylarının çoğu
memleketlerine geri döndüler. Anlatıldığına göre bazıları ondan eman
dilediler. O da hacca gitmeleri için onlara eman verdi.
Halifenin askerleri,
onunla ne kadar savaştılarsa da, çok güçlü olduğundan ve inatçı bir yapıya
sahip bulunduğundan ötürü bu savaşların bir yararı olmadı. Bağdatlılar da
bundan rahatsız oldular. Bağdat'ın batı yakasında yaşayanlar, bunlardan
korktukları için doğu yakasına taşındılar. Karmatî, Küfe şehrine girdi. Orada
bir ay ikamet etti. Halkın hoşuna giden mal ve kadınlarını gasbetti.
İbn Cevzî dedi ki: Bu
senede Bağdat'ta hurma ürünü çoğaldı. Öyle ki, sekiz ntl (yaklaşık 4 kg.)
hurma, bir habbe gümüşe satılır oldu. Hurmanın bir kısmı kurutuldu ve Basra'ya
sevkedildi.
Bu senede halife
Muktedir, veziri Hakanî'yi, bir sene altı ay iki gün görevde bıraktıktan sonra
azletti. Yerine Ebu Kasım Ahmed b Ubeydullah b. Ahmed b, Hatib el-Hasibî'yi
atadı. Çünkü bu zat, Hasan b. Furat'm zevcelerinden birinin malını dağıtıp
harcamıştı. Bu mal 700.000 dinadı. Hasibî, Ali b. İsa'ya Mısır ve Şam
mıntıkalarının yönetimini üstlenmesini emretti. O, Mekke'de ikamet etmekte idi.
Bazan Mısır ve Şam taraflarına gidiyor ve gerekli düzenlemeleri yapıyor, sonra
Mekke'ye dönüyordu. İşleri bu yolla idare ediyordu. [33]
Künyesi Ebü'l-Hasan
el-Gadairî'dir. Kavarirî'den ve Abbas el-Anberî'den hadis dinledi. Güvenilir ve
sika abidlerdendi.
Şöyle demişti: «Bir
gün Sırri es-Sakatî'ye gittim, kapısını vurdum. Kapıya çıktı. Ellerini kapının
iki tarafına dayayarak şöyle dedi: "Allahını, beni senin ibadetinden
alıkoyan kimseyi meşgul et." Onun bu duası sayesinde berekete nail oldum.
Halep'ten Mekke'ye kırk kez yaya olarak gidip haccettim ve yine yaya olarak geri
döndüm.» [34]
Muhamnıed b. İshak b.
İbrahim b. Mehran b. Abdullah es-Sakatî. Sakif kabilesinin azathsıdır. Künyesi,
Ebü'l-Abbas es-Serrac'tır.
Sika hadis
imamlarından ve hafizlarındandır. Hicretin 218. senesinde doğdu. Kuteybe'den,
İshak b. Raheveyh'den, çok sayıda Horasanlı, Bağdatlı, Kûfeli, Basralı ve
Hicazlılardan hadis dinledi. Kendisinden daha önce doğmuş, daha Önce vefat
etmiş ve yaşça kendisinden daha büyük oldukları halde Buharî ile Müslim de
kendisinden hadis rivayet etmişlerdir.
Cidden faydalı birçok
eserleri vardır. Duası müstecap olan kimselerdendi. Rüyasında bir merdivene
tırmandığını ve doksandokuz basamak çıktığını görmüştü. Bu rüyasını her kime
tabir ettirmişse hepsi de kendisine, doksandokuz sene yaşayacağım
söylemişlerdi. Gerçekten de o kadar yaşamıştı. Kendisi seksenüç yaşındayken
oğlu Ebu Amr dünyaya gelmişti.
Hakim, oğlu Ebu Amr'ın
şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Mescide babamın
yanına gittiğimde insanlar onun çevresinde oturmaktaydılar, onlara şöyle
diyordu: "Ben seksenüç yaşımdayken bir gecede işte bu oğlumu
kazandım."» [35]
Bu senede Bizans
imparatoru Domestikos, sınırlarda yaşayan Müslüman halka mektuplar yazarak
kendisine haraç ödemelerini istedi. Müslümanlar onun bu isteğini kabul
etmeyince bu senenin basında askerleriyle birlikte üzerlerine yürüdü ve ülkede
bozgunculuk yaptı. Malatya şehrine girdi. Halkın bir kısmını öldürdü, bir
kısmını esir aldı. Orada onaltı gün müddetle ikamet etti. Malatyalılar Bağdat'a
gelerek halifeden Domestikos'a karşı yardım istediler.
Bağdat'ın iki
mıntıkasında yangın meydana geldi. Bu yüzden iki yangın yerinde de çok sayıda
insan öldü. Yangın yerlerinden birinde 1.000 ev ve dükkân yandı. Sonra
İmparator Domestikos'un ölüm haberi geldi. Bu mektup minberler üzerinde
okundu. Ayrıca Mekke'den de bir mektup geldi. Bu mektupta halkın, Karmatîlerin
kendilerine yaklaşmaları nedeniyle son derece huzursuz olduğu anlatılıyordu.
Halk bu yüzden Mekke'yi bırakıp Taife ve çevredeki diğer yerleşim alanlarına
göçmüştü.
Bu senede Nusaybin'de
büyük bir fırtına esti. Bu yüzden çok sayıda ağaç kökünden söküldü ve evler
yıkıldı.
İbnü'l-Cevzî dedi ki:
Bu senenin şevval ayının sekizinde (kanun-i evvelin 7'sinde) pazar günü
Bağdat'ta çok miktarda kar yağdı. Bu nedenle şiddetli bir soğuk meydana geldi.
Öyle ki, hurma ağaçlarının ve diğer çeşitli ağaçların çoğu telef oldu. Yağlar,
hatta içecekler dondu. Gülsulan, sirkeler, haliçlerdeki sular ve Dicle
ırmağının suyu da dondu. Bazı hadis âlimleri, Dicle nehrinde donan sular
üzerinde hadis okumak için oturum düzenlediler. Orada hadis okuyup yazdılar.
Sonra yağan yağmurlar nedeniyle soğuğun şiddeti kırıldı ve bütün soğuklar,
karlar, buzlar yokoldu Allah'a hamdolsun.
Bu senede hacılar
Horasan'dan Bağdat'a geldiler. Hadim Munis, Karmatîlerin Mekke'ye hücum
ettiklerini gerekçe olarak ileri sürüp mazeret beyat etti. Hacca gitmemelerini
söyledi. Onlar da geri döndü-te. Bu senede Irak tarafından hacca giden olmadı.
Gitme imkanı bu-
Bu senenin zilkade
ayında halife, veziri Ebü'l-Abbas el-Hasibî'yi bır yıl iki ay vezirlik
yaptıktan sonra azletti. Yakalanıp hapse atılmasını emretti. Çünkü vezir
Ebü'l-Abbas görevini ihmal etmiş, vezirlik feriyle ilgilenmemiş, halkın
yararına olan işlere bakmamıştı. Zira o, Per gece içki içmekle meşgul oluyor,
sabaha mahmur olarak başlıyor, ayı ile kötüyü birbirinden ayırd edemiyordu.
Devlet işlerim vekillerine bırakmış, onlar da kendisine ihanet edip kendi
çıkarları doğrultu, sunda çalışmışlardı. Halife onu azlettikten sonra vezirliğe
atayacağj Ali b. İsa gelinceye kadar vekaleten Ebü'l-Kasım Ubeydullah b.
Mu-hanımed el-Kelvezanî'yi vezirliğe atadı. Sonra Dımışk'ta bulunan Ali b.
İsa'nın getirilmesini emretti. O da büyük bir gösterişle Bağdat'a geldi. Genel
ve özel bütün faydalı işleri, maslahatları yürütmeye başladı, işleri yoluna
koydu. Düzen sağlandı. Ali b. İsa, Hasibî'yi çağırıp onu tehdit etti, kınadı ve
Aziz ve Celil olan Allah'a karşı gelip hususi hayatını kötü yaşamasından,
halkın idaresini kötüye sevkettiğinden ötürü onu kadıların ve ayandan olan
zevatın huzurunda yerdi. Onunla münakaşa etti. Sonra onu zindana gönderdi.
Bu senede Said
lakabıyla tanınan Nasr b. Ahmed es-Sam'anî, Rey mıntıkasını ele geçirdi. Orada
hicretin 316. senesine kadar ikamet etti.
Said, bu senenin yaz
mevsiminde Tarsus'tan Bizans'a doğru gazaya gitti. Ganimetler elde edip
askerleriyle birlikte salimen geri döndü.
Bu senede Iraklılar
Karmatîlerin hücumu korkusundan ötürü hacca gitmediler.
Bu senede meşhur
şahsiyetlerden Bağdat halife sarayının yakınındaki Babü'n-Nobî kapısının
muhafızı Sa'd en-Nobî, safer ayında vefat etti. Onun yerine kardeşi aynı
kapının muhafızlığına tayin edildi ve bunlardan sonra bu kapı onların adıyla
anılır oldu.
Bu senede Muhammed b.
Muhammed el-Bahilî, Muhammed b. Ömer b. Lübabe el-Karmatî, Hanefî mezhebine
göre feraiz ilmini iyi bilen Nasr b. Kasım Ebü'1-Leys vefat ettiler. Nasr;
Kavarirî'den hadis dinlemiş, ders almıştı. Sika bir ravi olup Ebu Hanife
hazretlerinin mezhebine göre feraizi iyi bilirdi. Allah'a yakın, kadri yüce bir
zattı. [36]
Bu senenin safer
ayında yeni vezir Ali b. İsa, Dımışk'tan Bağdat'a geldi. Halk kendisini yolda
karşıladı. Bir kısmı onu karşılamak için Enbar'a kadar gitti. Bir kısmı daha
yakınlarda durdu. Halifenin huzuruna girdiğinde halife onunla güzelce konuştu.
Sonra vezir kendi makamına döndü. Halife ardından, ona halılar, kumaşlar,
çeşitli sergiler ve 20.000 dinar para gönderdi. Ertesi gün de saraya gelmesini
emretti. Saraya vardığında halife ona hü'at giydirdi. AH b. İsa, hil'atı
giydikten sonra şu şiiri okudu:
"İnsanlar ancak
dünya ile ve dünyanın sahibi ile beraber olurlar. Dünya bir kimseden yüz
çevirince onlar da o kimseden yüz çevi Dünyanın kardeşini (dünyalığı olanı)
tazim edip sayarlar. Ama bir gün dünya o kimseye hoşlanmadığı bir şekilde
saldırırsa omar da o kimseye saldırırlar."
Bu senede Bağdat'a,
Bizanslıların Samsat'a girip oradaki bütün mallan yağmaladıklarına ve oraya
imparatorun otağını kurduklarına büyük camide çan çaldıklarına dair bir mektup
geldi. Halife de hadim Munis'e, askerleri hazırlayıp oraya sefere gitmesini
emretti ve ona kıymetli hü'atler giydirdi. Bir süre sonra Müslümanların, Samsat'a
saldıran Rumlara karşı hücuma geçip onların çoğunu öldürdüklerine dair mektup
geldi. Hamd ve minnet Allah'adır.
Hadim Munis, harekete
geçmek üzere hazırlandığında, hizmetçilerden biri yanına gelip halifenin
-vedalaşmak üzere saraya gitmesi anında- onu yakalatmaya niyetlendiğini
bildirdi. Sarayda, kendisinin içine düşmesi için bir çukur kazıldığı ve
çukurun, üzerine bir halı serilerek gizlendiği anlatıldı. O da saraya
gitmekten vazgeçti. Her taraftan komutanlar yanma geldiler ve halifeye karşı
onunla birlik oldular. Halife de ona kendi el yazısı ile bir mektup göndererek
duyduğu bu haberin doğru olmadığına dair yemin etti. Bunun üzerine hadim
Munis'in gönlü hoş oldu ve köleleriyle birlikte saraya gitti.
Saraya girdiğinde,
halife onunla güzelce konuştu, onu şanına yaraşır bir şekilde karşıladı.
Kendisine karşı gönlünün hoş olduğuna, kalbinde ona karşı asla kötü bir niyet
bulunmadığına, kendisine karşı bildiği eski safıyane düşünceleri muhafaza
ettiğine yemin etti. Bundan sonra hadim Munis saygı ve ikram görmüş olarak
saraydan çıktı. Halifenin oğlu Abbas, vezir, hacib Nasr hizmetçileriyle
birlikte onu uğurlamaya çıktılar. Ümera ve komutanlar, maiyet erleri gibi onun
önünde tekbirler getirdiler. Yola çıkış günü, cidden görülmeye değer muazzam
bir gündü. Bizanslılarla savaşmak üzere sınır boyuna yöneldi.
Bu senenin
cemaziyelevvel ayında, birçok kadınları boğarak öldüren bir adam yakalandı. Bu
adam astrolog olduğunu, gaipten haber verdiğini ileri sürüyordu. Bu özelliği
nedeniyle kadınlar ona yöneldiler. Bir kadınla yalnız başına tenhada
buluşunca, onunla fuhuş yapıyor, sonra da elindeki bir kirişle onu boğuyordu.
Bu işlerde karısı da kendisine yardımcı olmuştu. Boğup öldürdüğü kadınları
kendi evinde kazdığı bir çukura defnediyordu. O çukur dolunca, başka bir eve
ta-Şmmış, orada da aynı işi yürütmeye devam etmişti. Son olarak ikamet etmekte
olduğu evde yakalandığında, bu evde onyedi kadını boğup defnettiği ortaya
çıkarıldı. Daha önce ikamet etmiş olduğu evler de araştırılınca çok sayıda
kadını öldürüp oralara defnettiği tesbit edildi. Kendisine bu yüzden 1.000
kırbaç vuruldu, sonra da boğularak öldürüldü.
Bu senede Rey
beldelerinde, Deylemliler ortaya çıktılar. Allah onları kahretsin. Bunların
bir reisi vardı. İdarelerini ele almıştı. Kendisine Merdavic deniliyordu.
Altından bir taht üzerine oturmuş, önünde de gümüşten bir taht vardı ve:
''Ben, Davud oğlu Süleyman'ım." diyordu. Reylilere, Kazvinlilere ve
İsfahanlılara cidden çok kötü muamelelerde bulunmuştu. Kadınları ve beşikteki
çocukları öldürüyor halkın mallarını gasbediyordu. Son derece zorba olup yüce
Allah'ın yasaklarına karşı da cür'etkar biriydi. Türkler onu öldürdüler. Allah
Müslümanları onun şerrinden böylece korudu ve Müslümanları rahata kavuşturdu.
Bu senede Yusuf b.
Ebi's-Sâc ile Ebu Tahir el-Karmatî arasında Küfe şehri yakınlarında bir savaş
cereyan etmişti. Ebu Tahir, Yusuf tan önce oraya gitmiş ve Yusuf ona:
"Emir dinle ve itaat et. Yoksa şevval ayının 9'unda cumartesi günü savaşa
hazır ol!" mealinde bir mektup yazdı. Ebu Tahir de: "Haydi gel
öyleyse!" diye cevap yazdı. Yusuf onun üzerine doğru yürüdü.
İki ordu karşı karşıya
geldiklerinde Yusuf, Karmatî ordusunu küçük gördü. Yusuf b. Ebi's-Sâc'm
maiyetinde 20.000 asker bulunuyordu. Karmatî'nin ise 1.000 süvari ve 500
piyade askeri vardı. Yusuf: "Şu köpeklerin değeri ne ki!" diyerek
onları küçümsedi ve hemen katibe, -savaş henüz başlamadan önce- fetih
müjdesini bir mektupla halifeye bildirmesini emretti. Fakat iki taraf savaşa
tutuşunca Karma-tîler büyük bir sebat gösterdiler. Karmatî, bineğinden inip
adamlarını savaşa teşvik etti. Yusuf un maiyetindeki halife ordusunu hezimete
uğrattılar ve komutan Yusuf b. Ebi's-Sâc'ı esir aldılar. Halifenin ordusundaki
askerlerin çoğunu öldürdüler. Kûfe'yi de istila ettiler.
Bu haberler Bağdat'a
ulaştı. Halk arasında, Karmatîlerin Bağdat'ı ele geçirmek istediklerine dair
haberler yayıldı. Bağdatlılar bundan son derece tedirgin oldular ve bunun
gerçek olduğuna inanarak halifenin huzuruna varıp şöyle dediler:
"Ey mü'minlerin
emiri! Mal, ancak Allah düşmanlarıyla savaşmak hususunda kullanılmak için
biriktirilir ve saklanır. Böyle bir durum sahabelerin zamanından sonra asla
meydana gelmemişti ve bundan daha feci bir halle karşılaşılmamıştır. Şu kafir
Karmatî, hacıların yolunu kesmiş, insanların hacca gitmelerine engel olmuştur.
Defalarca Müslümanları öldürmüştür. Beytü'l-malda da para yoktur. Ey mü'minlerin
emiri, Allah'tan kork ve hanımefendiyle (annenle) görüş-Belki musibetler için
biriktirdiği parası vardır. İşte şimdi o paraları kullanmanın tam
zamanıdır."
Bundan sonra halife,
annesinin yanına gitti. Annesi önce söze başladı ve halife talepte bulunmadan
önce kendisine 500.000 dinar verdi- Beytü'l-malda da bir o kadar vardı. Halife
bunları Kar-rnatîlerle savaşacak ordunun teçhizinde kullanması için vezire
teslim ptti. Bundan sonra vezir, komutan Büleyk idaresinde 40.000 kişilik Djr
ordu teçhiz etti. Karmatîler bunu duyunca Bağdat'ın yollarını kestiler.
Bağdat'a girmek istediler, ama bu imkanı bulamadılar. Nihayet Büleyk onlarla
karşılaştı. Fakat kısa sürede Büleyk ve askerleri hezimete uğradılar. İnnâ
lillah ve innâ ileyhi râciûn (Doğrusu bizler Allah'a aidiz ve biz O'na
dönücüleriz.)
Bu arada Yusuf b.
Ebi's-Sâc da Karmatîlerin yanında zincire vurulmuş olarak çadırda tutuluyordu.
Savaş alanım seyrediyordu. Karmatî lider Ebu Tahir çadıra döndüğünde Yusuf a:
"Sen kaçmak mı istedin?" dedi ve emir verip Yusuf un boynunu
vurdurdu.
Karmatîler, Bağdat
tarafından Enbar'a döndüler. Sonra Heyt'e doğru gittiler. Bağdatlılar onlardan
kurtuldukları için çokça sadaka verdiler. Halife, halifenin annesi ve vezir,
Karmatîleri üzerlerinden savan Allah'a şükrettiler.
Fatımî olduğunu iddia
eden Mehdi, Mağrib beldelerinde oğlu Ebü'l-Kasım'ı bir orduyla harekete
geçirdi. Ama askerleri hezimete uğradı. Adamlarından çoğu öldürüldü.
Yukarıda adı geçen
Mehdi, kendi şehri Mehdiye'yi bu senede kurdu.
Bu senede Abdurrahman
b. ed-Dahil, Endülüs'ün Tuleytula şehrini kuşatma altına aldı. Bu şehrin halkı
Müslümandı ama ahidlerini bozmuşlardı. Abdurrahman, orayı zor kullanarak
fethetti ve ahalinin bir kısmını öldürdü. [37]
Asıl adı, Hüseyin b.
Abdullah b. Cessas el-Cevherî, Ebu Abdil-lah'tır. Bağdatlıdır. Büyük bir
servete sahipti. Bu servetinin kaynağı Ahmed b. Tolon ailesinden gelmektedir.
Ahmed onu mücevherci yapmıştı. Mısır'da eline geçen kıymetli mücevherleri
satar ve pazarlardı, «öylece cidden büyük bir kazanç sağladı.
Ibn Cessas dedi ki:
"Bir gün İbn Tolon'un kapısında duruyordum, ^hramane dışarı çıktı. Eline,
üzerinde 100 mücevher tanesi buluta*1 bir gerdanlık almıştı. Bu mücevherlerden
her biri 2.000 dinar desendeydi, Kahramane bana dedi ki: "Şu gerdanlığı
almanı ve hac-ım ufaltmanı istiyorum. Çünkü bu istenilenden daha büyük ve göze hoş
görünmüyor." Gerdanlığı elinden alıp evime götürdüm. Üzerinde-ki büyük
mücevherleri onda. bir kıymetine indirecek şekilde küçülttüm ve götürüp
Kahramane'ye teslim ettim. Böylece ben de büyük bir kazanç sağladım. Aslında o
bunları küçülttürürken mücevher kırıntılarını telef etmek istiyordu.
Mücevherlerin değeri 200.000 dinar tuta-rındaydı."
Günün birinde halife
Muktedir zamanında, İbn Cessas büyük bir para cezasına çarptırıldı. Kendisinden
16.000.000 dinar alındı, ama yine de geride büyük bir serveti kalmıştı.
Tüccarlardan biri onun bu durumunu şöyle anlatıyor:
"Yanma gittim.
Evin içinde deli gibi dolaştığım gördüm. Kendisine sordum:
- Sana ne olmuş, neyin
var?
- Yazıklar olsun sana!
Benden şu kadar ve şu kadar para aldılar, canımın çıktığını hissediyorum
adeta.
Kendisini azarladım.
Teselli etmeye başladım ve ona şöyle dedim:
- Geride kalan
evlerin, bahçelerinn, çiftliklerin 700.000 dinar tutarındadır. Ayrıca yanında
ne kadar mücevher ve eşya var; onu da bana doğru söyle bakalım.
Yapılan tesbit sonunda
300.000 dinar malı olduğunu gördüm. Ayrıca sikkeli altın ve gümüşleri de
bundan hariçti. Kendisine dedim ki:
- Bağdat'taki
tüccarlardan hiçbiri senin kadar zengin değildir. Ayrıca devlet erkanı
nazarında da, halk nazarında da büyük bir itibara sahipsin!
Bu sözlerim karşısında
biraz teselli buldu ve rahatladı. Yemek yemeğe başladı. Çünkü üç günden beri
hiçbir şey yememişti."
İbn Cessas,
Muktedir'in annesi Seyyide'nin aracılığı sayesinde Muktedir'in kendisine
verdiği para cezasından kurtuluşunu şöyle anlatır:
"Sarayda yüz
çuvala baktım. Mısır'dan getirilmiş hurda, eski püs-kü eşyalar vardı bu
çuvalların içinde. Bunlar sarayın ardiyesine bırakılmıştı. Bunların arasında
bulunan bir çuvalda Mısır'dan getirilmiş 1.000 dinarım vardı ki, kimse bunun
farkında değildi. Bunu Muktedir'in annesinden istemiş, bana hibe etmesini
arzetmiştim. O da bu hususta oğlu Muktedirle konuştu, Muktedir de bunu bana
verdi. Teslim aldığımda içindeki altınlardan bir tanesinin dahi eksihnediğini
gördüm."
Bununla birlikte İbn
Cessas, sözlerinde ve fiillerinde son derece aptal biriydi. Aptallığını
ispatlayan birçok sözleri ve hareketleri nakledilmiştir. Anlatıldığına göre o,
kendisine aptal denilsin diye kasıtlı olarak böyle davranırmış. Başka bir
rivayette anlatıldığına göre o, olsun diye böyle davranırmış. Doğrusunu,
noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir. [38]
Abdullah b. Muhammed
el-Kazvinî bu senede vefat eden meşhur şahsiyetlerden biridir. [39]
Künyesi, Ebü'l-Hasan
el-Ahfeş'tir. Müberred'den, Sa'leb'den, Ye-zi-dî'den ve diğerlerinden hadis
rivayet etmiştir. Rüyanı, Muafa ve diğerleri de kendisinden rivayetlerde
bulunmuşlardır. Nakillerinde son derece güvenilir, sika bir ravi idi. Mali
durumu zayıftı. Ebu Ali b. Mukle'nin aracılığına başvurdu. Ebu Ali gidip
kendisine maaş bağlaması için vezir Ali b. İsa'dan ricada bulundu, ancak vezir
onun bu talebini uygun bulmadı. Ali b. Süleyman, son derece mali sıkıntıya düştü.
Öyle ki, çiğ lahana yemeye başladı. Bu senenin şaban ayında çokça çiğ lahana
yediğinden ötürü ani bir ölümle öldü.
Kendisinden
bahsettiğimiz bu zat, Küçük Ahfeş'tir. Ortanca Ah-feş'e gelince o,
Sibeveyhî'nin öğrencisi Said b. Mes'ade'dir. Büyük Ah-feş ise, Ebü'l-Hattab
Abdülhamid b. Abdülmecid'dir ki, o da Hecerli-dir. Bu zat, Sibeveyhî'nin, Ebu
Ubeyd'in ve diğerlerinin üstadıdır.
Başka bir rivayette
anlatıldığına göre "el-Usûl fi'n-Nahv" adlı kitabın sahibi nahivci
Ebu Bekr Muhammed b. Sirri es-Sirac bu senede vefat etmiştir. İbnü'1-Esir böyle
demiştir. Muhammed b. el-Müseyyeb ei-Ergiyanî de bu senede vefat eden meşhur
şahsiyetlerdendir. [40]
Bu senede Karmatüerin
lideri Ebu Tahir Süleyman b. Ebi Said el-Cenabî, ülkede fesat çıkardı. Rahbe'yi
kuşatıp oraya zorla girdi ve ahalinin bir kısmını öldürdü. Karkisyalılar ondan
eman dilediler. Onlara enıan verdi. Müfrezelerini çevredeki bedevilere
gönderdi ve onlardan bir kısmını öldürdü. Öyle oldu ki, insanlar onun namını
duyar duymaz kaçıyorlardı. Bedevilere bir vergi tarhetti. Bu vergiyi her sene
Hecer'e göndereceklerdi. Kişi başına iki dinar baş vergisi ödemekle yükümlü
kılındılar.
Karmatî lideri, Musul
çevresinde de fesat çıkardı. Sancar ve ahalisini fesada boğdu. Bu mıntıkaları
tahrib etti, insanları öldürdü, ballarını yağmalayıp talan eti. Hadim Munis,
onun üzerine yürüdü. * akat ikisi karşı karşıya gelemediler.
Karmatî lider Ebu
Tahir, kendi memleketi olan Hecer'e döndü ve orada Dar-ı Hicret adını verdiği
bir saray yaptırdı. İnsanları, Mağrih ülkesinin Mehdiye şehrinde bulunan Mehdi
adına bey'ata çağırdı Durumu güçlendi. Taraftarları çoğaldı. Bunlar Irak
sevadmdaki köy lere ve kasabalara baskın yapıyor, ahaliyi öldürüyor ve
mallarını ya& malıyorlardı. Küfeye girmeye niyetlendi. Orayı ele geçirmek
istedi ama bunu başaramadı. Vezir Ali b. İsa, bu Karmatî liderin İslâm ül'
kesinde yaptığı işleri görüp ona karşı koyacak gücü kendisinde bulamayınca
vezirlikten istifa etti. Çünkü halife ve ordusunun bu adama karşı koyamayacak
kadar zayıf olduğunu görüyordu. Bu nedenle vezirlikten istifa etti.
Bu sırada meşhur katip
Ali b. Mukle, vezirliğe atanmak için çaba sarfetti. Nasr el-Hacib ile Abdullah
el-Beridî'nin tavsiyesi üzerine vezirliğe tayin edildi. Sonra halife, hadim
Munis komutasında büyük bir orduyu Karmatîlerin üzerine şevketti. Bu ordu,
Karmatîlerle yaptığı savaşta çok sayıda adam öldürdü. Önde gelenlerinden
birçok Kar-matîyi de esir aidi. Hadim Munis, onları Bağdat'a getirdi.
Bayrakları yere yatırılmış ve üzerlerine de şu ayet yazılmıştı:
"Biz, memlekette
güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak istiyorduk." (el-Kasas, 5.)
Halk, Karmatîlerin
öldürülüp bir kısmının esir alınmasına çok sevindi. Bağdatlılar bundan çok
memnun oldular. Irak diyarında güçlenip etrafa yayılan Karmatîler, artık
kırılmış ve bozguna uğramışlardı.
Bundan sonra
Karmatîler, başlarına Hirris b. Mesud'u lider yaptılar. Fatımilerin atası olan
ve Mağrib ülkesinde ortaya çıkan Meh-di'ye bey'atta bulunmaya insanları davet
ettiler. Bunlar, yalancı da-vetçilerdi. Nitekim âlimlerden bir kısmı da böyle
demişlerdir. Bununla ilgili detaylı açıklamalar yeri geldiğinde verilecektir.
Bu senede hadim Munis
ile halife Muktedir arasında bir soğukluk meydana geldi. Çünkü güvenlik
kuvvetleri komutanı Nazük ile Muktedirin dayısı oğlu Harun b. Arib arasında bir
çatışma meydana gelmişti. Harun, Nazük'ü mağlub etmiş ve halk arasında Harun'un
emirü'l-ümera olacağına dair bir haber yayılmıştı. Hadim Munis, bunu duyunca,
acele olarak Rakka'dan Bağdat'a döndü. Halife ile görüştü ve neticede
anlaştılar. Sonra halife, Harun'u, hilafet sarayına nakletti. Böylece halife
ile hadim Munis arasındaki soğukluk daha da arttı. Komutanların bir kısmı, bu
yüzden hadim Munis'in tarafına geçtiler. Hadim Munis ile halife arasında
elçiler gidip geldi. Bu senenin sonu, bu vaziyette geldi. Bütün bu olup
bitenler, yönetimin zayıflığından, düzenin bozukluğundan, fitnenin artmış olup
memleketin her tarafına yayılışından ötürü meydana gelmişti.
Bu senede Alevi
davetçilerniden Rey valisi Hüseyin b. Kasım, peylenı valisi tarafından
öldürüldü. Bunların sultanı da mücrim ve günahkar Merdavic idi. Allah onu
kahretsin. [41]
Benan b. Muhammed b.
Hamdan b. Said. Künyesi, Ebü'l-Hasan1-dır. Zahid bir kimseydi. Hammal diye
bilinirdi. Çok kerametleri vardır. Halk nazarında büyük bir mertebesi vardı.
Sultanın verdiği hiçbir şeyi kabul etmezdi.
Bir gün, İbn Tolon'un
kötülüklerini sayarak kınadı ve ona iyilikleri emretti. İbn Tolon da bu yüzden
gazablanarak, görevlilere onu aslanın Önüne atmalarını emretti. Fakat aslan
gelip onu kokluyor ve geri çekiliyordu. Bundan sonra İbn Tolon, aslanın önünden
kaldırılmasını görevlilere emreti. Bu yüzden halk ona saygı göstermeye başladı.
Bazı kimseler, aslanın önüne atıldığı zamanki halini ona sorduklarında şöyle
anlatmıştı: "O sırada hiçbir sıkıntım olmadı. Yalnızca, yırtıcı
hayvanların artıklarını, bu artıkların temiz mi yoksa necis mi olduğu hususunda
âlimlerin ihtilaflarını düşündüm."
Anlatıldığına göre
adamın biri yanma gelerek ona: "Bir adamdan 100 dinar alacağım vardır.
Ancak ona bu parayı verdiğime ilişkin vesikayı kaybettim. Korkarım ki adam da
bana olan borcunu inkar edecektir. Vesikamı bana geri göndermesi için Allah'a
dua etmeni senden diliyorum." dedi. Benan da o adama şu cevabı verdi:
"Ben yaşlanmış, kemikleri incelmiş bir adamım. Helva seviyorum. Haydi git
bana bir ölçek helva satın al ve getir ki senin için dua edeyim." Adam
gidip bir ölçek helva satın aldı. Sonra Benan'a getirdi. Benan, içinde helvanın
bulunduğu kağıdı açınca o adamın kaybettiği borç vesikası olduğu görüldü.
Adama: "Vesikan bu mu?" diye sorunca adam: "Evet" diye
cevap verdi. Benan da ona şöyle dedi: "Haydi, borç vesikanı al. Helvayı
da götür. Çocuklarına yedir."
Vefat ettiği vakit
bütün Mısırlılar ona olan saygılarından ve ikramlarından ötürü cenazesine
katılmışlardı.
Bu senede vefat eden
meşhur şahsiyetler arasında Muhammed b. Akil el-Belhî, Ebu Bekir b. Ebu Bekir
es-Sicistanî (Bunun hem kendisi hem de babası hadis hafızı idiler.), Müslim
üzerine müstahrec olarak "Sahih" adlı hadis kitabım yazan Ebu Avane
Yakub b. İshak b. ibrahim el-İsferayinî bulunmaktadır. Bu zat, çok hadis
rivayet eden badis hafızlarından ve meşhur imamlardandı.
Hacib Nasr da bu
senede vefat etmişti. Bu zat seçkin emirlerd biri olup akıllı ve dindar bir
kimseydi. Karmatîlerle yapılan saaşt kendi malından 100.000 dinar harcamıştı.
Sevabım Allah'tan umarak bizzat kendisi de bu savaşa katılmış ve bu senede
yolda iken vefat et misti. Halife Muktedir'in hacibi idi. [42]
Bu senede halife
Muktedir hilafetten hal' edildi. Yerine Kahir Muhammed b. Mutedid Billah geçti.
Bu senenin muharrem
ayında hadim Munis ile Muktedir Billah arasındaki soğukluk fazlalaştı. İş
büyüdü. Neticede Muktedir hilafetten hal' edildi. Yerine Kahir Muhammed b.
Mutedid geçirildi. Kahir Muhammed'e halifelik bey'atı yapıldı, ona halife olarak
selam verildi ve kendisine Kahir Billah lakabı takıldı. Bu hadise bu senenin muharrem
ayının ortasında, cumartesi gecesi vukubuldu.
Hilafete geçen Kahir
Billah, vezirliğe Ali b. Mukle'yi atadı. Muktedir'in evini yağmalattı ve
oradan birçok şey gasbettirdi. Muktedir'in annesine ait olup türbesinde
gömülmüş olan 500.000 dinarı da alarak beytü'1-mala götürdüler. Hilafet sarayı
kuşatma altına alınıp Muktedir ile annesi, teyzesi, has adamları ve cariyeleri
saraydan dışarı çıkarıldılar. Oradaki hacipler ve hizmetçiler kaçıp gittiler.
Nazük, güvenlik
kuvvetleri komutanlığına ek olarak hacipliğe de atandı. Muktediri, halifelikten
feragat ettiğine dair bir yazı yazmaya zorladı. Bu yazıyı yazdırırken
Muktedir'e, ümera ve ayandan bir cemaatı şahid tuttu. Yazılan feragat yazısı
Kadı Ebu Ömer Muhammed b. Yusuf a teslim edildi. Kadı, aldığı bu yazıyı oğlu
Hüseyin'e verip: "Bu yazıyı muhafaza et ve Allah'ın yaratıklarından hiç
kimseye gösterme." dedi.
Muktedir, iki gün
sonra halifeliğe dönünce kadı bu yazıyı ona iade etti. Muktedir de bu
yararlılığından ötürü ona teşekkür etti ve onu kadi'l- kudatlığa tayin etti.
Muharrem ayının
16'sında pazar günü, Kahir Billah halifelik makamına oturdu. Vezir Ebu Ali b.
Mukle, gelip önünde oturdu. Ülkenin vilayetlerindeki valilere, Muktedir'in
yerine Kahir'in hilafete geçtiğine dair mektuplar yazdı. Ali b. İsa'yı
zindandan salıverdi. Kendisine yardım eden ümera topluluğunun ikta' arazilerini
fazlalaştırdı. Bunlar arasında Ebü'l-Heyca b. Hamdan da vardı.
Pazartesi günü olunca askerler
gelip erzaklarını istediler, kargaşa çıkardılar. Gidip Nazük'ü yakalayıp
öldürdüler. Nazük bu esnada sarhoşluktan henüz ayılmamıştı. Öldürüp sonra da
ağaca astılar. Vezir İbn Mukle, kaçıp gitti. Hacipler de "Ya Muktedir! Ya
Mansur!" diye ünleyerek kaçıp gittiler. O gün Munis burada değildi.
Askerler, jyîunis'in kapısına gelerek ondan Muktedir'i kendisine teslim etmesini
istediler. O da kapıyı kilitledi ve hizmetçileri ile birlikte askerlere İcarşı
onu korumaya çalıştılar. Munis, Muktedir'i onlara teslim etmenin artık
kaçınılmaz olduğunu görünce; Muktedir'e, evinden çıkmasını söyledi. Muktedir
ise bunun kendisine karşı kurulmuş bir tuzak olmasından korktu. Sonra kendini
toparlayarak cesaretini toplayıp evden dışarı çıktı. Adamları onu omuzlarına
alıp hilafet sarayına götürdüler.
Saraya geldiklerinde
Muktedir, kendileri için bir eman yazısı yazdırmak üzere kardeşi Kahiri ve
Ebü'l-Heyca b. Hamdan'ı sordu. Kısa bir süre sonra Hadim, yanma geldi.
Beraberinde Ebü'l-Heyca'nın kesik başı da vardı. Ebü'l-Heyca'nm başı
vücudundan kopartılmış ti. Kardeşi Kahir'i huzuruna çağırttı, onu Önünde
oturttu. Gözlerini öptü ve: "Kardeşim, senin bir suçun yok. Senin bu işe
zorlanarak sürüklendiğini biliyorum." dedi. Kahir: "Ey mu minlerin
emiri, Allah rızası için canımı bağışla." deyince Muktedir: "Korkma,
Rasûlullah (s.a.v.)'-ın hakkı için benden sana asla bir kötülük
ulaşmayacaktır." karşılığını verdi.
Bu arada İbn Mukle,
vezirliğe dönerek bütün memleketlere mektup yazıp Muktedir'in hilafete
döndüğünü, işlerin tekrar eskisi gibi düzeldiğini bildirdi. Nazük ile Ebu
1-Heyca'nın kesik başları her tarafta dolaştırılarak, "Bu, efendisine
isyan edenin başıdır." denildi. Ebü's-Seraya b. Hamdan da Musul'a kaçtı.
İbnü'n-Nefıs,
Muktedir'e karşı en amansız düşmanlardan biriydi. Muktedir halifeliğe dönünce,
Îbnü'n-Nefıs kılık değiştirerek hemen Bağdat'tan çıkıp gitti ve Musul'a vardı.
Oradan da Ermeniyye'ye gitti, sonra Konstaniyye'ye gidip orada ailesiyle
birlikte Hristiyanlığa geçti.
Munis'e gelince o,
Muktedir'e kalben düşman değildi, ancak zorlandığı için asi ümeraya uymuştu.
Bu nedenle Muktedir onun evinde iken bir zulüm görmemişti. Muktedir'e haksızlık
yapmamış, aksine gönlünü hoş tutmuştu. Dileseydi, evindeyken askerler onu
istediklerinde öldürebilirdi. Bu nedenledir ki Muktedir, halifeliğe döndüğünde
Munis'in evine gitti ve geceyi orada onun yanında geçirdi. Zira Muktedir
kendisine çok güveniyordu. Sonra Ebu Ali b. Mukle'yi vezirlikte bıraktı.
Muhammed b. Yusufu kadi'l-kudatlığa tayin etti. Kardeşi Muhammed'i (Kahir'i),
annesinin yanında göz hapsinde tuttu. Ona son derece iyi davranıyordu, ikramda
kusur etmiyor ve ona cariyeler satın alıyordu.
[43]
Bu senede Irak
kafilesi, emirleri Mansur ed-Deylemî maiyetinde hac için yola çıktılar ve
salimen Mekke'ye ulaştılar. Her taraftan ve her yoldan gelmiş olan hacı
kafileleri Mekke'de bir araya geldiler.
Bu sırada Karmatî
lideri Ebu Tahir, terviye gününde (yani zilhicce ayının sekizinde) ansızın
çıkıp oraya geldi, hacıların mallarını yağmaladı, kanlarını mubah sayıp
akıttı. Mekke'de, çevresinde, mahallelerinde, Mescid-i Haram'dâ ve Ka'be'nin
içinde çok sayıda hacı Öldürüldü.
Karmatîlerin mel'un
lideri Ebu Tahir, Ka'be'nin kapısında oturdu. İnsanlar, onun çevresinde yere
yatırılıp Öldürülüyordu. Kılıçla haram ayda, Mescid-i Haram'dâ terviye gününde
insanların vücutlarını kesip biçiyordu ki, terviye günü günlerin en
şereflisidir. Bu esnada Karmatî lideri: "Ben Allah'ım, ben Allah ileyim,
yaratan benim, yaratıkları yok eden de benim!" diyordu. İnsanlar kaçıp
Ka'be'nin örtüsüne yapışıyorlardı, ama bu da onları ölümden kurtarmıyordu. Aksine
onlar bu halde iken de öldürülüyorlardı. Hacılar tavaf ediyorlar, tavaf halinde
iken de öldürülüyorlardı. O gün, hadis ehli âlimlerden biri Ka'be'yi tavaf
ediyordu. Tavafım tamamladıktan sonra kılıçlara yakalandı. Öldürülüp yere
düştüğü esnada da şu şiiri okuyordu:
"Sevenleri, kendi
diyarlarında öldürülüp yere yıkılmış vaziyette görürsün.
Tıpkı ashab-ı kehf
gibi, onlar mağarada ne kadar kaldıklarım bilmiyorlar."
Karmatî lideri -Allah
ona lanet etsin- işini tamamlayıp hacılara yaptığı kötülükleri yaptıktan sonra,
ölülerin Zemzem kuyusuna defnedilmesini emretti. Çokları da düşüp öldükleri
yerde Harem'in, Mescid-i Haram'ın her neresinde iseler oraya defnedildiler.
Onlar ne güzel ölülerdi. Onlar ne güzel yatıp uyumuşlardı. O defnedildikleri
yer ve mekan ne güzel bir mekandı. Bununla beraber ölüler yıkanmadan
defnedildiler. Üzerlerine cenaze namazı da kılınmadı. Çünkü onlar
ihramlıydılar. Hakikatte de şehid idiler.
Zemzem kuyusunun
üzerindeki kubbe yıkıldı. Karmatî lideri, Ka'be kapısının sökülmesini, Ka'be
örtüsünün çıkarılmasını, parçalara ayrılarak oradaki askerlere dağıtılmasını
emretti. Ayrıca bir adamına Ka'be'nin damına çıkıp altın oluğu da sökmesini
emretti. Ama adam tepeüstü yere düşüp öldü ve Cehennem'e gitti. Bunun üzerine
mel'un Karmatî lideri, altın oluğu sökmekten vazgeçti. Sonra Hacer-i gsved'in
sökülmesini emretti. Bir adam gelip elindeki balyozla Hacer-i Esved'e vurdu
ve: "Ebabil kuşları nerede ?! Ebrehe askerlerine atılan sert taşlar nerede
?!" dedi. Sonra Hacer-i Esved'i söktü. Memleketlerine giderlerken
beraberlerinde götürdüler. Bu taş 22 sene müddetle yanlarında kaldı. Sonra
geri getirildi. Nitekim bu hususu, hicretin 339- senesi olaylarından
bahsederken ileride anlatacağız. İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn (Doğrusu
bizler Allah'a aidiz ve biz O'na dönücüleriz.).
Karmatî lideri,
memleketine dönerken Hacer-i Esved'i de beraberinde götürmüştü. Mekke emiri,
kendi aile efradı ve askerleriyle birlikte peşine takılmış ve Ka'be'deki
yerine koymak üzere Hacer-i Esved'i geri vermesini rica etmiş, bunun için de
yanındaki bütün mal ve paraları ona vermişti. Ama Karmatî lideri, onun bu
isteğine olumlu cevap vermemişti. Bu nedenle Mekke emiri onunla savaşmış, ancak
Karmatî lideri onu ve aile efradından çoğunu, ayrıca Mekkelileri ve askerlerini
de öldürmüştü. Sonrada Hacer-i Esved'i ve gasbettiği hacı mallarını yanma alıp
memleketine doğru yoluna devam etmişti.
Bu mel'un, Mescid-i
Haram'da öyle bir dinsizlik yapmıştı ki, daha önce hiç kimse onun bu yaptığını
yapmadığı gibi, daha sonraları da hiç kimse onun bu yaptığını yapmamıştı. Tıpkı
şu ayette anlatıldığı gibi: "O gün hiç kimse Allah'ın azab ettiği gibi
azab edemez. Hiç kimse O'nun vurduğu bağ gibisini bağlayamaz." (ei-Fecr,
25-26.)
Kafir ve zındık
olduklarından ötürü bu çirkin işleri yapmışlardı. Bunlar, bu senede Mağrib'te,
İfrikiyye ülkesinde ortaya çıkan Fatımi-ler ile işbirliği içinde olup onlardan
yana idiler. Fatımilerin liderine, Mehdi lakabı takılmıştı. Asıl adı, Ebu
Muhammed Ubeydullah b. Meymun el-Kaddah'tı. Mehdi, daha önce Sülenıiye'de
Yahudi bir boyacı idi. Müslüman olduğunu iddia etti. Sonra Sülemiye'den kalkıp
İf-rikiyye'ye gitti. Orada kendisinin Fatımi sülalesine mensup bir şerif
olduğunu ileri sürdü. Berberilerden ve diğer bazı cahillerden çok sayıda
cemaatler de onun bu iddiasını tasdik ettiler. Böylece onun bir devleti oldu.
Sicilmase şehrine hakim oldu. Sonra yeni bir şehir kurdu ve bu şehire
"Mehdiye" adım verdi. Başkent olarak burayı kabul etti. Karmatîler,
işte onunla haberleşiyorlar ve insanları onun halifeliğine bey'ata davet
ediyorlardı. Başka bir rivayette anlatıldığına göre onlar bunu, siyaset ve
hakikati olmayan bir devlet için yapıyorlardı.
İbnü'l-Esir'in
anlattığına göre sözünü ettiğimiz Mehdi, Mekke'de yaptığı işlerden ötürü Ebu
Tahir'e kınayıcı bir mektup göndermiştir. Zira Karmatîlerin yaptığı bu kötü
işlerden ötürü halk onların aleyhlerinde konuşmaya başlamış ve içlerinde
gizledikleri çirkin niyetleri ve sırları açığa çıkmıştı. Bu nedenle Mehdi, Ebu
Tahir'e; Mekke'den alcuğı Hacer-i Esved ile diğer malları iade etmesini
emretti. Ebu Tahir de onun emrini dinleyip itaat edeceğine ve tavsiyelerini
yerine ge. tireceğine dair bir mektup yazıp gönderdi.
Hadis âlimlerinden
biri, Karmatîlerin eline esir düşmüş ve bir süre yanlarında kalmıştı. Sonra
Cenâb-ı Allah onu kurtarıp genişliğe kavuşturmuştu. Bu hadis âlimi, onların
akıllarının kıtlığına ve dinsizliklerine dair acaip şeyler anlatmıştır. Elinde
esir olarak bulunduğu kimse ise kendisine son derece büyük saygı gösteriyor ve
hizmette bulunuyordu ama sarhoş olunca da arbede çıkarıyordu. Hadis âlimi diyor
ki:
«Bir gece o, sarhoş
iken bana: "Muhammed'iniz hakkında ne diyorsun?" diye sordu. Ben:
"Bilmiyorum." cevabını verince o: "Muham-med iyi bir
siyasetçiydi." diye cevap verdi. Sonra: "Ebu Bekir hakkında ne
diyorsun?" diye sordu. Ben de: "Bilmiyorum." diye cevap verdiğimde
o, "Ebu Bekir, zayıf ve hakir biriydi. Ömer ise kaba ve sertti. Osman'a
gelince, o ahmak bir cahil idi. Ali'ye gelince, o budala biriydi. Kalbinde
ilim bulunduğuna dair iddiasını hiç kimse doğru bulmamaktadır. O bunu bir
kelime, şunu bir kelime olarak bilme imkanına sahip değil miydi?" dedi.
Sonra da: "Bütün bunlar budala idiler." dedi. Ertesi sabah olunca
bana: "Bu söylediklerimi sakın hiç kimseye bil-dirmeyesin!" dedi.»
İbnü'l-Cevzî, bunu
"el-Muntazam" adlı eserinde anlatmıştır.
Ravinin biri der ki:
«Ben terviye günü tavaf mahallinde Mescid-i Haram'da bulunuyordum. Adamın biri
yanıbaşımda duruyordu. Kar-matîler ona saldırıp Öldürdüler. Sonra yüksek sesle
bağırarak: "Ey eşek! Şu Beyt'imize giren güvendedir, demiyor musunuz? Hani
güven nerede?" diye sordu. Ben kendisine: "Cevabımı dinle hele."
dedim. O da: "Haydi söyle bakalım." deyince ben: "Bu adamın
öldürülmesini Allah murad etti." dedim. Sonra o adama eman verdiler.
Atının başını eğip gitti.
Bazıları burada bir
sual sordular. O ravi dedi ki: "Cenâb-ı Allah, Hristiyan olan Ashab-ı
Fil'e Mekke'de adam öldürmelerini helal kıldı, ama onlar bile bu Karmatîlerin
Mekke'de yaptıklarını yapmamışlardı."»
Bilindiği gibi
Karmatîler, Yahudilerden de Hristiyanlardan da Mecusilerden de putperestlerden
de daha şerlidirler. Onlar Mekke'de hiç kimsenin yapmadıklarını yaptılar.
Ashab-ı Fil'e çabucak ceza verildiği halde bunlara ne diye çabucak ceza
verilmedi?
Buna cevaben denilir
ki: Ashab-ı Fil, Beyt'in şerefini ortaya koymak için çabucak
cezalandırıldılar. Zira Beyt-i Haram'm bulunduğu belde olan Mekke'de yüce bir
peygamber ortaya çıkarılarak Ka'be'nin yüksek şerefi açıklanmak istenildi.
Ashab-ı Fil bu mukaddes beldeyi tahkir etmek istediklerinde -ki Cenâb-ı Allah
orayı şereflendirmek ve orada yüce Peygamberi ortaya çıkarmak istemişti- onları
acilen helak etti. Çünkü önceki şeriatler oranın faziletini isbatlayan hükümler
ortaya koymamışlardı. Ama Ashab-ı Fil, Mekke'ye girip orayı harap edecek
olsalardı, kalpler oranın faziletli bir yer olduğunu kabul etmeyecekti.
Fakat şu Karmatîlere
gelince; bunlar, şeriatların Mekke'nin saygınlığını kabul etmelerinden ve bu
hususta kaideleri yerleştirmelerinden sonra bu çirkin işleri icra etmişlerdi.
Mekke'nin ve Ka'be'nin şerefli bir yer olduğu zarurat-ı diniyyeden olarak
bilinmektedir. Her mümin de biliyor ki, şu Karmatîler Harem-i Şerifte büyük
cürümler işlemişler ve son derece dinsizlik yapmışlardı ve onlar mülhid ve kafirlerin
en büyüklerindendi. Nitekim bu husus Allah'ın kitabında ve Rasûlünün sünnetinde
de açıklanmaktadır. İşte bu nedenle Karmatîlerin acilen azaplandırılmalarına
gerek kalmamış, bilakis yüce Rab onların azabını gözlerin faltaşı gibi açılıp
donakalacağı kıyamet gününe ertelemiştir. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce
Allah, zalim ve kafirlere süre tanır, onları istidrac yollarına koyar, sonra da
Aziz ve Muktedir bir zata yaraşırcasına onları yakalar.
Nitekim Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu Cenâb-ı
Allah, zalime süre tanır. Sonra onu yakaladı mı artık onu hiç bırakmaz."
Böyle dedikten sonra
şu ayet-i kerimeleri okudu:
"Sakın Allah'ı,
zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne
kadar onları ertelemektedir." (İbrahim, 42.)
"İnkar edenlerin
diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın ey Muhammed seni aldatmasın. Az
bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer Cehennem'dir. O ne kötü
duraktır." (Âi-i imrân, 196-197.)
"Onları az bir
süre geçindiririz, sonra da ağır bir azaba sürükleriz." (Lokman, 24.)
"Onlar için
dünyada bir müddet geçinme vardır. Sonra dönüşleri bizedir. İnkârlarına
karşılık onlara çetin azap tattıracağız." (Yûnus, 70.)
Bu senede Bağdat'ta
Ebu Bekir el-Mervezi el-Hanbelî ile avam tabakasından bir grup arasında fitne
meydana geldi. Bunlar şu ayet-i kerimenin tefsiri üzerinde anlaşmazlığa
düşmüşlerdi:
"Belki de Rabbin
seni övülecek bir makama yükseltir (ya Muhammed)." (el-İsrâ, 79.)
Hanbeliler, burada
"övülecek makam" diye Türkçeye çevirdiğimiz Makam-ı Mahmud'un şöyle
açıklanabileceğini söylemişlerdi: "Cenâb-ı Allah, hesap yerinde Peygamber
(s.a.v.)'i yanında oturtacaktır."
Diğerleri dediler ki:
"Makam-ı Mahmud'dan kasıt, büyük şefaat bakamıdır."
İşte iki taraf bu
nedenle anlaşmazlığa düştüler ve birbirlerinden siradam öldürdüler. Innâ lillâh
ve innâ ileyhi râciûn (Doğrusu bizler Allah'a aidiz ve biz O'na dönücüleriz.).
Sahih-i Buharî'de de
anlatıldığı gibi Makam-ı Mahmud'dan kasıt büyük şefaat makamıdır. Yani
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, ahirette Cenâb-ı Allah'ın kullar arasında hüküm
vermesi esnasında şefaatta bulunacaktır ki, bütün mahlukatın hatta İbrahim
peygamberin bile yönelip rağbet edeceği bir makamdır bu. Öncekiler ve
sonrakiler de bu makama yönelip birşeyler dileyeceklerdir.
Bu senede Musul'da
geçimle ilgili olarak halk arasında fitne meydana geldi. Fitne her tarafa
yayıldı. Musul'da çok kötülükler ortaya çıktı. Sonra bu fitne ateşi söndü.
Bu senede Horasan'da,
Sasaniler ile Said lakabını taşıyan emirleri Nasr b. Ahmed arasında fitne
meydana geldi.
Bu senenin şaban
yanında Musul'da bir Harici ortaya çıkıp isyan etti. Bir başka Harici de
Bevaric mıntıkasında ortaya çıktı. Bu mıntıkaların ahalisi bu Haricilerle
savaştılar. Nihayet serleri dindi, taraftarları dağıldı.
Bu senede Müflih
es-Sâci ile Bizans imparatoru Domestikos karşılaştılar. Yapılan savaşta Müflih
onu hezimete uğrattı ve onu Bizans'a kadar kovaladı. Müflih, Bizanslılardan çok
sayıda adam öldürdü.
Bu senede Bağdat'ta
şiddetli bir fırtına esti. Bu fırtına, Hicaz kumlarını andıran kızıl bir kül
getiriyordu. Bağdat'taki evler bu külle doldu.
[44]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/231.
[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/231.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/231.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/231-232.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/232.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/232.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/232.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/233.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/233.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/233.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/233-234.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/234.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/234-235.
[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/235.
[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/235-241.
[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/241-257.
[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/248-255.
[18] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/255.
[19] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/256-257.
[20] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/257.
[21] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/257-261.
[22] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/261-262.
[23] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/262.
[24] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/262-263.
[25] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/263.
[26] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/263.
[27] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/263-264.
[28] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/264.
[29] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/264-267.
[30] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/267.
[31] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/267-268.
[32] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/268-269.
[33] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/269-270.
[34] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/270.
[35] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/270-271.
[36] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/271-272.
[37] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/272-275.
[38] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/275-277.
[39] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/277.
[40] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/277.
[41] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/277-279.
[42] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/279-280.
[43] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/280-281.
[44] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/282-286.