Îmam Zeyd'în Doğumu Ve Gençliği
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında
Hîşam B. Abdîlmelîk'e Karşı İsyanı
İmam Zeyd'in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu
İmam Zeyd'in Şahsiyet Ve Karakteri
2- Usûlu'd-Dln (Akaîd)'e Dalr Görüşleri
İmam Zeyd'in Fıkıh Ve Hadîsinin Genel Görünüşü
İmam Zeyd'den Sonra Zeydiye Fıkıhının Durumu
Hicrî birinci yüzyılın
ikinci yarısının sonuna doğru Peygamber Şehrinde; kalbi İmanla dolu, nuru
yüzünü heybet Ve celâl ile aydınlatan biri yaşıyordu. Bütün Medine onu
seviyor, gelip geçenler onun adını ve üstünlüğünü anıyordu. O, mütevazı olduğu
için yükseliyor, insanlara kıymet verdiği için onlar da kendisini yüceltiyor,
zayıfları sevdiği için de bütün insanlar onu seviyordu. Fakirlerin derdine
ortak olur, yetimlere babalık şefkati gösterirdi. İşte bu zat; Hz. Hüseyin'in
kılıçların ağzından kurtulan biricik oğlu Ali Zeynelâbidin idi. O şehidler
babası ve Kerbelâ'daki korkunç zulmün yere serdiği Hz. Hüseyin'in nesli, işte
bu zat ile devam etmiştir.
O, bu acıklı sahne
üzerine durmadan ağlar ve üzüntüsünü bir türlü gideremezdi. Çünkü, Ehm Beytin
bütün sevgili evlâtları öldürülmüş, böylece o, yalnız başına yaşamak zorunda
kalmıştı. Bu konuda kendisi bir kere şöyle söylemiştir:
Yakub (A.S.), Yusuf
için gözleri kalana kadar ağlamıştır. Halbuki o, Yusuf'un ölüp ölmediğini
bilmiyordu. Ben ise, Ehl-i Beytimden 10'dan fazla insanın bir kuşluk vakti
gözlerimin önünde boğazlandığını gördüm. Siz, onların acısının gönlümden
gideceğini mi sanıyorsunuz?
Ali Zeynelâbidin, ruhî
elem ve üzüntüleri içerisinde bir merhamet kaynağı olmuş ve gönlü onunla dolup
taşmıştır. O, cömert idi, borçluların borcunu öder, muhtaçların yardımına
koşardı. Affetmek, iyilikte bulunmak onun en büyük vasfıydı. Ondan şöyle bir
olay rivayet edilir: Bir gün bir câriye ibriği eline almış, abdest alması için
ona su döküyordu. Câriye, ibriği Ali Zeynelâbidin'in üzerine düşürdü ve yüzünü
yaraladı. Ali Zeynelabidin, kmayıcı bir edâ ile başını cariyeye doğru kaldırdı.
Bunun üzerine câriye şöyle söyledi: Allah, Kur'an'da, «Öfkelerini yenenler»
buyuruyor. O, öfkemi yendim dedi. Câriye, «İnsanları affederler» buyuruyor,
dedi. O, seni affettim dedi. Câriye, «Allah, ihsan sahiplerini sever»[2] dedi.
O da, sen, Allah yolunda hürsün, cevabını verdi.
İşte Ali Zeynelâbidm
Hicaz ülkesinde, özellikle Mekke ve Medine'de böyle asalet, büyüklük, merhamet
ve iyilikseverlikle tanınmıştır. O, halife çocuklarının ulaşamadığı bir
dereceye yükselmiştir. Saltanatı olmadığı halde herkes ona saygı gösterirdi.
Çeşitli yollardan rivayet edildiğine göre Hişam b. Abdilmelik, halife olmadan
önce hacca gelmiş, Kabe'yi tavaf ediyordu. Haceru'I-Esved'i eliyle selâmlamak
için ne kadar çabaladiysa da kalabalıktan buna muvaffak olamadı. Nihayet
kendisi için bir minber yapıldı ve onun üzerine oturdu. Etrafını Şamlılar
çevirmişti. Tam bu sırada Ali Zeynelâbidin belirip Haceru'I-Esved'i selâmlamak
için yaklaşınca, halk, onun yolunu tam bir saygı ile açtı. O güzel bir kıyafet
içerisinde vakarlı bir haldeydi. Hişam, küçümsiyerek, bu da kim?» diye sordu.
Orada bulunan şâir Ferezdak ileri atıldı ve şu kasidesiyle onu tanıttı:
İşte bu; ayak sesini
bütün Hicaz'ın tanıdığı,
Beytullahm, Haramı
Şerif ve çevresinin bildiği,
Allah'ın kullarının en
hayırlısının oğludur.
İşte bu; takva sahibi
ve tertemiz olan sancak,
Gördüğü zaman
kendisine Kureyş'in
Cömertlikle fazilet
kaynağı dediği kişidir,
Ki senin «Bu da kim?»
sözün eksiltmez onun kadrini,
Tanımazlıktan
geldiğini senin Arab da iyi tanır, Acem de...[3]
Ali Zeynelâbidin,
kendisini fıkıh ilmine ve hadîs rivayetine vermiştir. O, tabiîlerden de hadîs
rivayet etmiştir. Ehl-i Beytin fikir mirasını da muhafaza etmiştir. Ondan îbni
Şihab ez-Zühri, hadis, rivayet eder ve onu takdirle anardı. O, siyasetten uzak
durdu ve tamamen kendisini İslâm ilmine verdi.
Onun çağında şiîlerin
sapıkları (Gulât-i Şia) mevcut idi. Onlarla karşılaştığı zaman tutumlarını
tenkid eder ve onlan hakikat yoluna çağırırdı. Rivayet edildiğine göre
Irak'dan gelen bir topluluk onun etrafına oturmuş, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'i
kötü sözlerle anmışlardı. O, bunlara şöyle haykırdı: «Söyleyiniz, siz kimsiniz?
Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan, Allah'ın fazlım ve yüksek rızâsını
istiyen, Allah ve Resulünün yolunda koşan ilk muhacirlerden inisiniz?» Onlar,
hayır dediler. O, «Siz yurdu ve îmanı daha önce tutmuş olan, kendilerine gelen
muhacirleri sevenlerden misiniz?» dedi. Hayır, dediler. O, bunun üzerine onlara
şu cevabı verdi: Kendiniz itiraf ettiğinize göre siz ne onlardan, ne de
bunlardansınız. Ben tanıklık e'derim ki siz Allah'ın şu âyetindeki üçüncü
zümreden de değilsiniz: «Onlardan sonra gelenler; Rabbimiz, bizi ve İmanda bizi
geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin
bırakma, derler.»[4] Bundan sonra onlara,
benden uzaklasınız; Allah lâyıkınızı versin, derneğinizi dağıtsın, siz İslâm
ile alay ediyorsunuz ve îslâm ehli değilsiniz, dedi.[5]
İşte îmam Zeyd, bu
büyük ve cömert babanın gölgesinde doğdu ve büyüdü. Bu acıklı ve üzüntülü
muhitte yaşadı. Allah, ondan da, şerefli atalarından da razı olsun. Bu tertemiz
soydan gelen İmam Zeyd'in babası Ali Zeynelâbidin, dedesi şehidler şehidi Hz.
Hüseyin; büyük dedesi İslâm kahramanı, İlim şehrinin kapısı, sahabîlerin en
büyük kadısı, Medine'ye yapılan göçte Peygamber CS.A.V.)'in kendisi ile
kardeşlik akdettiği Hz. Ali'dir.
Zeyd'in doğum tarihi
tam olarak bilinmemektedir. Fakat Hicri 80 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. H.
122 yılında da şehid olarak öldüğü en kuvvetli rivayetlerle ifade edilmektedir.
Öldüğü zaman 42 yaşını geçmediğinde rivayetler birleşmektedir.
Onun iyi bir şekilde
yetişmesi için gerekli muhit mevcut idi. Bu muhit, ona yükseklik ve büyüklük
duygusu yermiştir. O, soyundan gelen yüksek şeref sayesinde ruhi bir ululuk
duyardı. Çünkü bir taraftan Hz. Peygamber (S.A.V.)'in, diğer taraftan Hz.
Ali'nin torunu idi. O. sıkıntı ve mihnetler içerisinde yaşadı. Fakat bu sıkıntı
ve mihnetler, ona ruhî bir olgunluk kazandırdı. Kendi ailesinde bulduğu İlim
pınarlarından bol bol içti. Bütün bunların üstünde Irak ve diğer îslâm
ülkelerinde şiddetli fitneler meydana geldiği zaman o. bir çok sahâbî ve
tabiîlerin sığındığı Peygamber ve Nur Şehri Medine'de idi. Bu şehir, Sünnetin
beşiği, Peygamber ilminin ışığı idi. Nitekim daha sonra Ömer b. Abdilaziz
Medine'ye haber göndermiş, orada oturmakta olan tabiilerden Peygamber'in
sünnetlerini toplamalarını ve diğer İslâm ülkelerine yaymalarını emretmişti.
İmam Zeyd, böyle bir
İlim çağında yetişmiş, böylesine yüksek bir aile içinde doğup büyümüş ve
mükemmel bir insan olarak yaşamıştır. O, babasından Ehl-i Beytin ilmini
rivayet etmiştir. İmam Zeyd'in bütün rivayetlerini içine alan «el-Mecmu» adlı
kitabında Hz. Ali'ye dayanan pek çok hadis mevcuttur.Ayrıca o, babasından Ehl-i
Beytin ilmini rivayet ettiği gibi Hz. Ali ve Hüseyin'den başka râvilerden de
bir çok hadisler rivayet etmiştir. Nitekim babası Ali Zeynelâbidin de bir çok
tabiîlerden rivayetlerde bulunmuştur. Çünkü onlar, tabiîlerden rivayet etmekle
halk arasında şeref ve itibarlarının sarsılacağı vehmine asla kapılmamışlardır.
Babası H. 94 yılında
öldüğü zaman İmam Zeyd 14 yaşında idi. O, kendisine babalık yapacak bir yaşta
olan ağabeyi Mühammed Bâkır'dan da rivayet etmiştir. Mühammed Bâkır'm oğlu İmam
Cafer-i Sadık, İmam Zeydle yaşıt idi.
İmam Zeyd'in 14
yaşında iken babasından Ehl-i Beytin bütün ilmini öğrenmiş olması düşünülemez.
O, ilminin büyük bir kısmını, babasının bütün ilmini öğrenen ağabeyinden
almıştır. Mühammed Bakır, İlim ve fazilette İmam idi. Bir çok bilginler ve Irak
âlimlerinin başı Ebu Hanîfe de ondan İlim öğrenmiştir. Mühammed Baku, İlimde
gerçekten İmamlık mertebesine yükselmişti. Hattâ âlimlerin sözlerini inceler,
bunların doğru ve yanlışını ortaya kordu.
Ehl-i Beyt arasında
îmam Zeyd'in çağdaşı âlim, fâzıl, bilginlerin ilmine başvurup şahsiyetine saygı
gösterdiği, halkın ve idarecilerin saygı duyduğu biri vardı. îşte o,
Zeynelâbidin'in amcası Hz. Hasan'm torunu Abdullah b. Hasan idi. Bu zat, çok
doğru ve pek güvenilir bir kimse olup Ebu Hanîfe kendisinden ders almıştır.
İmam Mâlik ve Süfyan es-Sevrî gibi birçok muhaddisler ondan rivayet
etmişlerdir. O, Halife Ömer b. Abdilaziz'e uğramış ve ondan büyük ikram
görmüştür, İlk Abbasi halifesi Abdullah Seffah'a uğramış, ondan da tazim
görmüştür. Halifeliğinin ilk günlerinde Ebu Cafer el-Mansur da ona saygı
göstermişti. Fakat, Abdullah b. Hasan'ın oğulları, Ebu Cafer aleyhine harekete geçince onu
hapsettirmiş, ölümüne kadar da hapishaneden çıkarmamıştır ki öldüğü zaman O, 75
yaşındaydı.
Zeyd, Abdullah b.
Hasan'dan da İlim tahsil etmekle Ehl-i Beyte mensup diğer seçkin bilginlerin
İlimlerini de öğrenmiş oldu. Ayrıca O, Peygamber'in mescidinde İlim meclisleri
akdeden tabiilerden de İlim öğrenmiş, onların rivayetlerini, çıkardıkları
hükümleri ve verdikleri fetvaları tesbit etmiştir. Böylece O, Peygamber evinde
tahsilini tamamlamış, ilmin beşiği olan Medine'de kendisini tanıtmıştır.
Nihayet kendisini güçlü bulduğu zaman Medine'den dışarı çıkmış, böylece
babasının ve ağabeyinin usûlünden ayrılmıştır. Çünkü onlar, Medine'den dışarı
ancak hac maksadıyla çıkarlardı. Yani, Hz. Hüseyin'in çok feci bir şekilde
öldürülmesinden sonra Ehl-i Beyt men-subları, Medine'den dışarı çıkmıyorlardi;
ancak hac maksadıyla çıkabiliyorlardı. İnsanları ve siyaseti terketmişler,
kendilerini sadece ilme vermişlerdi. Kendilerine İlim için gelenlere ilgi
gösteriyorlar, fıkıh ve dahîsi yayıyorlardı. Bu yüzden Hâşimî ailesinin diğer
ileri gelenlerini onlar fikir, fıkıh ve din bakımından geçmiş bulunuyorlardı.
Zeyd, İlim uğruna
Medine'den çıktıktan sonra çeşitli memleketlere giderek ilmi her bulduğu yerde
almıştır. Basra'da Vâsıl b. Ata' ile karşılaşmış; onunla mu'tezilî görüşleri
incelemiştir. Bu sebeple, ilerde de anlatacağımız gibi, onun görüşleri ile
mu'tezili görüşler arasında bir yakınlık meydana gelmiştir. Onu, bilhassa Hâşimî
ailesinde tahsil ettiği İlim yükseltmiştir. Zira, onun mensup olduğu bu aile
içinde akâid, fıkıh ve hadis âlimleri bulunuyordu. Meselâ, Hz. Ali'nin
Fatıma'dan sonra aldığı hanımından doğan Muhammed b. Hanefiyye bunlardandır.
Şehristâni, Muhammed b. Hanefiyye hakkında şöyle söyler: Muhammed b. Hanefiyye
derin bir bilgi, keskin ve isabetli bir görüş sahibi idi. Ona babası Hz. Ali savaş
vaziyetlerini anlatmış ve onu ilmin yüksek derecelerine vukuf , sahibi
yapmıştır. O da uzleti seçmiş ve şöhrete karşı ilgisizliği tercih etmiştir.[6]
Zeyd, muhtelif
yerlerde İlim tahsil ettikten sonra Irak ve Hicaz ülkelerinde dolaşmış,
âlimlerle müzakerelerde' bulunmuş, sonra ömrünün çoğunu Medine'de geçirmiştir.
Ona her taraftan bir çok talebe gelmiş ve İlim öğrenmiştir. O, Medine'de
bulunduğu zamanlar kendisini Kur'an okumaya ve ibadete vermiş olup kıraat
hususunda da insanların en bilgini idi. İlimde zirveye ulaşmıştı. îmam Â'zam
Ebu Hanife onun hakkında şöyle söylemiştir: «Zeyd b. Ali'yi gördüm; çağında
ondan bilgin, ondan daha çabuk cevap veren, ondan daha açık söz söyliyen birini
görmedim. O, eşsiz bir insandı.»
Abdullah b. Hasan da
Zeyd'in oğlu Hüseyin'e şöyle söylemiştir . Atalarının sana en yakını Zeyd b.
Ali'dir. Ben aramızda ve bizden başkaları arasında onun benzerini görmedim.»[7]
Ehl-i Beyt, hem söz
ile hem de fiilen siyasetten uzaklaşmıştı. Hattâ onlar, hükümdarlara,
baskılarından kurtulmak için, «Emîr'ul-Mu'-minîn» diye hitabediyorlardı.
Onların çoğu, Medine'de ancak siyasî çevrelerle temas etmemek için
kalıyorlardı. Onlardan Irak ve Şam ülkelerinde en çok dolaşan İmam Zeyd'dir.
Fakat, Haşimî
ailesinin halktan ayrı olarak yaşamasına rağmen, memleketin her tarafında
şiîlik propagandası alabildiğine yayılıyordu. Ehl-i Beyt'in şiilerden uzak
yaşayışı, bu şiîlerin çoğunun gerçek İslâm yolundan sapmasına sebeb oldu.
Bunlarla karşılaşan Ehl-i Beyt mensubları, onları dâima sert bir şekilde
azarlamışiardır. îmam Zeyd, seyahatları sırasında bu şiîler arasında hakikati
yaymaya ve onları sapıklıktan uzaklaştırmaya çalışmıştır.
Emevl Devletinin
başına, Hicrî 105-125 yıllarında hüküm süren Hişam b. Abdilmelik geçmiştir. Bu
Emevi Halifesi, Zeyd'i ve onun hareketlerini, adamları vasıtasıyla daima takib
ediyordu. Çünkü Abbasîlerin propagandası, şiî bir kılığa bürünmüş, Horasan ve
Mâverâunnehr ülkelerinde gizli gizli yayılıyordu. Zeyd üzerinde şüpheler
artmış ve bütün hareketlerinden dolayı ittiham edilmeye başlanmıştı. Fakat,
suçlu olduğunu gösterecek bir delil bulunamamıştı. Zeyd, devlete karşı
ayaklanmak için her hangi bir teşebbüste bulunmamıştır. Ancak, İlim ve irşat
vazifesiyle uğraşmıştır. Zeyd'i ittiham etmek için elde bir delil bulunmadığı
halde, Hişam şüpheden kurtulamamıştır; çünkü o, Ehl-i Beytin halk nazarmdaki
mevkiini biliyordu. Ayrıca Beytü'l-Haram'da Ali Zeynelâbidin’e gösterilen
saygıyı gözleriyle görmüştü.
Hişam, İmam Zeyd'in
durumunu gözetlemekle yetinmedi, tersine, Ehl-i Beyt'in mevkiini sarsmaya
teşebbüs etti. Bu maksatla O, Medine Valisini Ehl-i Beyt mensupları arasında fitne
çıkarmaya şevketti. Esasen Zeyd ile amcası Hz. Hasan'm evlâtları arasında Hz.
Ali'nin bir vakfı üzerinde münakaşa mevcuttu, Onlar bu vakfın mütevelliği
meselesinde anlaşamıyorlardı. Vali, bu dâvanın kendi huzurunda halledilmesinde
ve husûmetin uzamasında İsrar ediyordu. Bu maksatla, Vali, bütün Medine'lileri,
bu muhakemenin cereyanma şahit kılmak için, bir araya topladı ve Hz, Hüseyin
evlâtları arasındaki uygunsuz tartışmayı halka duyurmak istedi. Valinin kötü
maksadım kavrayan Zeyd, Medine'de bu dâva ile ilgili dedikodulara son vermek
için kendi hakkından vazgeçti.
Bu dâvanın
duruşmasıyla ilgili bazı hususları İbnu'I-Esir'den dinliyelim: «Medine bulgur
kazanı gibi kaynıyordu. Herkes birbirine Zeyd böyle dedi, Abdullah şöyle dedi
gibi lâflar söylüyordu. Ertesi gün olunca Vali Halid, Mescid'de yerine oturdu.
Halk da toplanmıştı. Bazısı mahcup, bazısı da üzüntülü idi. Halkı, buraya,
Ehl-i Beyte mensup insanların biribirine kötü sözler sarf etmesinden hoşlanan
Halid bilhassa çağırmıştı. Abdullah konuşmaya başladı. Bunun üzerine Zeyd söze
karışıp: «Acele etme, ey Ebu Muhammed. Eğer Zeyd, seninle Halid'in huzurunda
muhakeme olacaksa, sahip olduğu bütün köleleri ebediyen azat edecektir,» dedi.
Sonra Vali Halid'e dönerek: «Allah'ın Elçisinin zürriyetini böyle bir mesele
için mi topladm? Halbuki Ebu Bekr ve Ömer onları böyle bir iş için asla
topIamamıştı»[8] demiştir.
îşte İmam Zeyd'in bu
davranışıyla tartışma sona ermiştir. Fakat Vali, duruşmada hazır bulunan bazı
serserileri kışkırtarak Zeyd'e küfrettirmiştir. îmam Zeyd ise, bunlardan yüz
çevirerek, «Biz, sizin gibilere cevap vermeyiz» demekle yetinmiştir.
Medine'den her
çıkışında îmam Zeyd'e gösterilen güçlükler şîd-detlenirdi. O, bir kere Irak'a
gitmişti. Buranın valisi Halid b. Abdil-lâh el-Kasrî de ona çok ikramda
bulunmuştu. Fakat bu vali yerinden azledilmiş, ondan sonraki vali hem Zeyd'i
ittiham etmiş, hem de Halid b. Abdillah el-Kasri'yi, Ehl-i Beyt'e malî yardımda
bulunmakla suçlamıştı. Medine'ye gitmiş olan îmam Zeyd, bu hususta sorguya
çekilmek üzere Irak'a çağrılmıştır.
îşte bu türlü güçlük,
ihanet ve eziyetler, hem Medine Valisi hem de başkaları tarafından durmadan
Zeyd'e yöneltiliyordu. Nihayet o, Hişam'a gidip Medine Valisini şikâyet etmek
zorunda kaldı. Fakat Hişam'a gidince, Halîfe, onu küçük düşürmek istemiş ve
huzuruna kabul etmemiştir. Huzuruna çıkmak için İmam Zeyd'in gönderdiği kâğıdın
altına Hişam şunu yazmıştır: «Medine'deki evine dön!» Zeyd'in İsrarı üzerine
Hişam sonunda onu kabul etmiş; fakat içeri girince ona oturacak yer göstermemiştir.
Zeyd de boş bulduğu bir yere oturmuş ve şöyle demiştir: «Ey Emîr'ül-Mü'minîn,
hiç bir kimse Allah'a tavkâ hususunda büyüklük taslıyamaz. Keza, hiçbir kimse
Allah'a takvadan başka bir hususta kendisini küçültemez.» Hi-şam şöyle cevap
vermiştir: «Sus, anasız olası. Sen hilâfet iddiasında bulunuyorsun. Halbuki
sen bir cariyenin oğlusun.» Zeyd, buna şu sözleriyle son derecede metanetli bir
cevap vermiştir: «Allah katında hiçbir kimsenin derecesi Peygamber'den daha
yüksek ve kadri ondan daha yüce değildir. İsmail Aleyhisselâm da bir cariyenin
oğlu ve kardeşi de Surayha'ın oğludur. Bütün insanların hayırlısı Hz.
Peygamber, İsmail soyundan gelmiştir. Birisinin dedesi Allah'm Elçisi ve babası
Ebu Talib'in oğlu Hz. Ali olursa, kimsenin ona diyeceği birşey yoktur.» Bunun
üzerine Hişam, «Dişan çıkınız- dedi. Zeyd de, «Çıkıyorum; fakat bundan sonra,
senin istemediğin yer ne re ise orada bulunacağım» cevabını verdi.[9]
İmam Zeyd Medine ve
Irak'ta türlü işkencelere uğradı.' Durumunu Hişama şikâyet etmek istediği
zaman yine eziyet gördü. Hz. Ali'nin torunu olduğu halde huzurundan kovuldu. O
biliyordu ki şerefli insan, zulme karşı koyar ve ağzını doldurarak «Hayır!»
der. Bunun için bu, Hâşinıî genci de ağzını doldurarak «Hayır!» dedi. Zillete
mukabil ölüme razı oldu. îsyan bayrağını açmak üzere iken onun şu mısraları
söylediği rivayet edilir: «Erken kalktım ölüm beni korkutuyor, sanki Ben hayat
sahnesinden ayrılmışım. Ona cevap verdim s Ey ölüm sen bir pınarsın, Elbet ben
de senden bir bardak içeceğim.»
Yiğit delikanlı, her
türlü korkudan uzak, ya hak, ya ölüm diyerek meydana atılmıştı. Bunlardan
hangisine kavuşursa kavuşsun, içinde bulunduğu durumdan daha iyi olacaktı.
Savaş hazırlığını yaptıktan sonra gizlice Kûfe'ye gitmişti. Fakat bu bilinen
bir gizlilikti. Çünkü onun işi kimseye meçhul değildi. Irak'lı şiîler hemen
etrafını sarıp bîata başlamışlardı. Onun biat ve davetinin şekli
îb-nü'1-Esir'in el-Kâmü'inde şöyle anlatılır:
«Biz, sizi Allah'ın
Kitabına ve O'nun Elçisinin Sünnetine, zâlimlerle savaşa, zayıfları müdafaaya,
yoksullara yardıma çağırıyoruz ve bu mücadelenin kazandıracağı ganimet, bunu
hak edenler arasında eşit olarak paylaştırılacaktır. Zulüm defedilecek, hak
sahibine yardım edilecektir. Buna göre bana biat ediyor musunuz ? Onlardan
«evet» cevabını alınca, elini tek tek onların ellerinin üzerine koydu ve şöyle
dedi: Allah'ın ahdi ve mîsakı, O'nun ve Elçisinin zimmeti üzerinize olsun.
Bana yaptığınız bîata vefa göstereceksiniz, düşmanlarımla savaşacaksınız,
benim için gizli ve açık her yerde nasihat edeceksiniz, değil mi? Biat
edenlerin «evet» demesi üzerine onların ellerinin üstünü ayrı ayrı mesnetti ve,
Allah'ım sen şahit ol, dedi.»[10]
İmam Zeyd'e
Kûfe'lüerden bu şekilde 15 bin kişi biat etmiştir.Vâsıt gibi civar şehirlerden
katılan şiîlerle bunların sayısı 40 bine çıkmıştır. Ehli Beyt'in ileri
gelenlerinden bir çoğu Zeyd'i uyarmış ve Küfe'lilere güvenilemiyeceğmi
söylemiştir. Fakat Hz. Ali'nin torunu kararından vazgeçmemiş, ya şeref ya
ölüm, diye yoluna devam etmiştir. Artık geri dönmesi imkânsız hale gelmiş,
savaş alanına O, her gün biraz daha yaklaşmıştır. Kuvvetlerini toplamış ve liderlerle
122 H. yılı Safer ayının başında hücuma geçmeyi kararlaştırmıştır.
Zeyd'in ve ona biat
edenlerin haberi Irak Valisine ve Hişam b. Abdilmelik'e ulaşmış, bunun üzerine
Hişam, Valiye gönderdiği mektupta şöyle söylemiştir: «Sen uyuyorsun, Zeyd b.
Ali'nin Kûfe'deki suçu çok artmıştır. Ona bîat ediliyormuş. Onu İsrarla yanına
çağır ve kendisine «eman» ver; kabul etmezse öldür.»
Durum iyice
fenaîaşmıştı. Irak Valisi, İmam Zeyd'i yanma çağırmak cihetine gitmiş, İmam
ise vaziyetini açıkça belirtmek mecburiyetinde kalmıştır. Bunun için kendisine
bîat eden Iraklıları çağırmış, fakat onlar bu kesin karar verme ânını görünce
birbiriyle münakaşa ve mücadeleye başlamışlar ve çeşitli fikirler ileri sürerek
ortalığı karıştırmışlardır. Onlar biliyorlardı ki, Ehl-i Beyt, kendileri gibi
düşünmüyordu. Bunlar arasında cereyan eden münakaşayı tarih kitaplarından
olduğu gibi naklediyoruz:
— Ebu Bekr ve Ömer
hakkında ne.düşünüyorsunuz ? Diye Zeyd'e
sordular. O da:
__ Allah onlara
mağfiret etsin. Ehl-i Beytimde hiçbir kimsenin onlardan teberri ettiğini
işitmedim. Onlar «in hayırdan bir şey söyleyemem.
Dedi.
__ O halde Ehl-i
Beyfin haktan niçin istiyorsun? Dediler.
— Biraz önce
isimlerini andığınız kimseler hakkında söyliyeceğim en ağır söz, bizim hilâfete
daha lâyık oluşumuzdur. Fakat millet, onları bize tercih etmiş ve bizi
işbaşına getirmemiştir. Onlar da, üzerlerine aldıkları hilâfeti adaletle
yürütmüşler, Kitab ve Sünnetle amel etmişlerdir. Dolayısiyle, küfre girecek
bir şey yapmamışlardır.
Diye cevap verdi.
— O halde niçin
savaşıyorsun? Dediler.
— Çünkü bunlar, onlar
gibi değildirler. Bunlar, yani Emeviler, hem halka hem de kendilerine
zulmetmektedirler. Ben, sizi Allah'ın Kitabına ve O'nun Resulünün sünnetine,
sünnetleri ihya etmeye, bid'-atları yoketmeye çağırıyorum. Beni dinlerseniz
sizin için de benim için de iyi olur. Dinlemezseniz ben sizden sorumlu değİlim.
Dedi.
Bunun üzerine onlar,
İmam Zeyd'i yapayalnız bırakıp dağılarak, bîatlannda durmadılar ve İmanım
Cafer-i Sadık olduğunu ilân ettiler.[11]
Bu tartışmalar
yapılırken Emevî ordusu hazırlıklarını tamamlamış, İmam Zeyd ve ona bağlı olanların
üzerine hücuma geçmişti. Bunun üzerine îmam Zeyd, savaşa, karar verdiği
zamandan bir ay önce girmek zorunda kalıyordu. Adamlarını parolası olan «Ya
Mansur, Ya Mansur» sözü ile çağırmaya başladı. Kendisine ancak 400'e yakın
insan cevap verdi. Halbuki yalnız Kûfe'de ona biat edenlerin sayısı 15 bin kişi
idi. Bunlara katılanlar ise bu sayıdan kat kat fazla idi. Hepsi de sözlerinden
dönmüşlerdi. îmam Zeyd, onlara şöyle haykırıyordu: «Çıkınız, zilletten izzete;
çıkınız, din ve dünyaya; çünkü siz ne dinde, ne de dünyadasınız.» Fakat, Hz.
Ali'nin torunu İmam Zeyd, yenilginin belirtilerini gördüğü halde, sarsılmıyor
ve şöyle bağırıyordu: «Korkuyorum, siz Hz. Hüseyin'e yaptığınızı bana da
yapacaksınız. Allah'a and olsun ki ölünceye kadar, tek başıma da olsam,
savaşacağım.»
Peygamber (S.A.V.)'in
torunu, Bedir savaşma katılan mücahidler kadar askeriyle karşısındaki koskoca
ve her an takviye gören bir orduya karşı ilerliyordu. Sayıca az, fakat îman
bakımından çok güçlü olan ordusuyla savaşa girdi. Emevî ordusunun bir kanadını
yenilgiye uğrattı. Onlardan 70 kadarını öldürdü, Çokluğuna rağmen Emevî ordusu,
bu bir avuç yiğit mücahidlerle kılıç kılıca çarpışmaktan âciz kalmış ve
oklardan medet ummaya başlamıştı. İmanı Zeyd'in adamlarını ok yağmuruna
tutmuşlar, bu arada İmam da alnından aldığı bir ok darbesiyle yere
yuvarlanmıştı. Bu okun alnından çıkarılışı, onun ölümü ile sonuçlanmıştı.
Böylece onlar, .Zeyd'i, dedesi Hü-seyn'e karşı uyguladıkları metodla yolundan
alıkoymuş oluyorlardı. Çünkü Hz. Ali'nin evlâtları, savaş meydanında mertçe
karşılarına çıkan herkesi yere sermekte güçlük [12]çekmiyordu.[13]
Hişam ve kumandanı, bu
genç İmamın şehid oluşundan sonra ona, Yezid ve İbni Ziyad'm Hz. Hüseyn'e
ölümünden sonra yaptığının aynısını yaptılar. Zeyd'in kabrini açtırıp temiz
cesedini çıkarttılar. Onun cesedini, Kûfe'nin bir meydanında Hişam b.
Abdilmelik b. Mervan'm emri ile astılar. Emevî taraftarı bir şair, bu durumu
anlatan bir şiir yazmış ve şu çirkin sözleri burada sarf etmiştir:
Sizin Zeyd'i bir hurma
kütüğüne astık.. Hiç gördünüz mü? Hak yolunda olanın hurma kütüğüne asıldığını.
Onun temiz cesedi, bir
müddet asılı kaldıktan sonra yine Hişam'm emri ile yakılmış ve külleri yele
verilmiştir. Fakat, îmam Zeyd'in bu şekilde öldürülüşü, Abbasî davetini daha
çok yaymış ve halkın bu davet etrafında toplanmasını sağlamıştır. Nasıl ki Hz.
Hüseyin'in öldürülüşü, Şüfyanî-Emevî devletini devirmiş ve Süfyan oğulları
yerine Mervan oğullarını getirmişse, Zeyd'in öldürülüşü de Emevî devletini
kökünden yıkmıştır. Çünkü, o nur yüzlü genç İmamın şehit edilişinden tam on
sene sonra Emevî devletinin yerinde yeller esmiştir. Allah'ın hikmetinden
sorulmaz. Emevî hükümdarlarının kabirleri de açılıp cesetlerinin kalıntıları
çıkarılmış, Zeyd'in cesedi gibi yakılarak külleri yele verilmiştir. Mes'udî,
bu durumu şöyle anlatır:
«El-Heysemî b. Adiy
et-Taî, Ömer b. Hâni'den şöyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Ali ile
Eb'ul-Abbas es-Seffah zamanında Emevî hükümdarlarının kabirlerini açmak için
çıktık. Sıra Hişam'm kabrine gelmişti. Onun cesedini kabrinden tam olarak
çıkarttık, sadece burnunun bir kısmı çürümüştü. Abdullah b. Ali, ona 80 sopa
vurdu, sonra yaktırdı. Süleyman'ın kabri Dâbık'ta idi. Gidip onu da çıkardık.
Fakat, bel kemikleri ile bazı kaburga kemikleri ve başından başka bir şeyi
kalmamıştı. Bunları toplayıp yaktık. Aynı muameleyi öteki Emevî hükümdarlarına
da yaptık.» Mes'udî, bu olayları uzun uzun anlattıktan sonra şöyle
söylemektedir: «Biz, bu haberleri burada Hişam'm, Zeyd b. Ali'yi öldürttükten
sonra, ona, cesedini yaktırmak suretiyle reva gördüğü akıbetin aynen
kendisinin de başına gelişini bir ibret olsun diye yazdık.»[14]
Biz de burada
belirtmeliyiz ki, bu naklettiğimiz sözlerle Abbasilerin, Emevîlerin kabir ve
cesetlerine reva gördükleri davranışların iyi bir hareket olduğunu söylemek
istemiyoruz. Buna İslâm dini asla müsaade etmez. Ancak, Allah'ın hikmetini,
ibret alınsın dîye beyan etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Allah, zâlimleri
birbirine musallat etmektedir. Emevî zâlimleri hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar
ve Peygamberin Ehl-i Beyt'ine olmadık şeyleri yapmışlardır. İktidarı ele
geçiren öteki zâlimler de, onlara aynı şeyleri tatbik etmişlerdir. Böylece
Allah'ın, «İşte biz, zâlimlerin bir kısmını kazandıkları şey sebebiyle diğer
bir kısmına böyle musallat ederiz.»[15] âyeti
bir kere daha gerçekleşmiştir.
idrâk sahiplerine
bunlar birer ibret olmalıdır ![16]
İmam Zeyd'in
gençliğini, mücâdelesini ve hayatının sona erişini anlattık. Burada, onun
şahsiyet ve karakterini de genel hatlarıyla ortaya koymak istiyoruz. O, Ehl-i
Beyt'e mensup olan diğer şahsiyetler gibi yüksek meziyet ve vasıflara sahip
idi. Onun en üstün meziyetlerinden biri, hak ve hakikat uğrunda mücadele
ederken sahip olduğu ihlâstır. Kişi, hak ve hakikati ararken ihlâs sahibi
olursa, kalbinde hikmet nuru parlar ve onun yolunu aydınlatır. Hiçbir şey,
aklı ihlâs kadar aydınlığa kavuşturmaz. Keza, hiçbir şey, fikir nurunu, nefsi
arzu kadar söndürmez.
Zeyd, İlim uğrunda
koşarken büyük bir ihlâs sahibi idi. Birçok İlimleri bu sayede öğrendi.
Medine'de fıkıh İlimlerini, Ehl-i Beytin ilmini, Usûl'ud Dîn ilmini tahsil
etti. İslâmî fırkaların beşiği olan Basra'ya gidip çağının bütün İlimlerini
öğrendi. Bu İlimlerin hepsinde o, gerçekten İmamlık derecesine yükseldi. Ihlasın
en büyük meyvesi takvadır. Takva nuru, Zeyd'in yüzünde, lisanında ve hareketlerinde
parlamakta idi. Bir çağdaşı onun hakkında şöyle söylemişti : «Zeyd b. Ali'yi
her gördüğüm zaman daima yüzünde nur parıltıları bulunurdu,» O, daima ya
Kur'an okur, ya da ilmî müzakerelerde bulunurdu. Onunla görüşmek istiyen biri
şöyle söylemiştir: «Medine'ye geldim ve Zeyd b. Ali'yi ziyaret için her
soruşumda bana onun Kur'an okuduğunu söylediler.» O, kendisini şu sözüyle
tanıtır: «Zeyd b. Ali sağ ve solunu tanıdıktan sonra Allah'ın haram kıldığı
hiçbir şeye yaklaşmamıştır.»
Bu takva sahibi İmam,
basiret gözüyle görüyordu ki Allah'dan korkan kimseyi halk sever ve sayar. O,
şöyle söylerdi: «Kim Allah'a itaat ederse Allah da insanları ona itaat
ettirir.» Onun ihlâsı, Mu-hammed ümmeti arasında birinci mertebede yer alır.
Bunun içindir ki o, müslümanlan birleştirmek ve aralarındaki dargınlığı
gidermek için uğraşmıştır. Bir kere, o, bir arkadaşına şöyle söylemiştir: «Bu
Ülker yıldızını görüyor musun, bir kimse ona ulaşabilir mi?» Arkadaşı, hayır,
dedi. O da şu cevabı verdi: «Allah'a yemin ederim ki ellerimle bu ülkere asılıp
oradan yere düşerek parça parça olsam, ben yine de Allah'ın Muhammed ümmetini
birleştirmesini isterim.»[17]
Zeyd, tefrikanın
açtığı gediği kapatmak için mücadele etmiş, müslümanları birleştirmek için
Kitab ve Sünnet'ten başktı yol olmadığını görmüştür. Çalışmalarını bu yolda
ilerletmiş ve temiz ruhunu da bu uğurda feda etmiştir. İhlâsmın diğer bir
meyvesi de, müsamaha ve affedici oluşu idi. Onun bu duygusu, bütün hakkını
amcasının oğlu Abdullah b. Hasan'a terketmesine sebep oldu. Müsamaha duygusu
onun ahlâkını gülleri açılmış bir bahçeye çevirdi. İhlâsı ona daima hakkı
söyletiyordu. Allah ona yiğitlik ve medenî cesaret bakımından büyük bir nasip
vermişti. Savaştaki ve başkasına yardım hususundaki cesareti de aynı nisbette
idi. Medeni cesareti sayesinde o, hiçbirşeyden korkmadan hakikati söylüyor, en
güç durumlarda bile susmuyordu. Savaşa gireceği sırada etrafmdakilerin bir
kısmı, »nun Ebu Bekr ve Ömer'e dil uzatmasını istediler. Fakat O, buna asla
razı olmadı. Çünkü hakikat uğruna mücadele eden insan, bâtıl bir şeyi
kendisine vasıta yapamaz. Medenî cesareti, onu, Şiîliğin «Takıyye = Gizlilik»
prensibini tanımamaya şevketti. O, bütün görüşlerini apaçık ilân ediyor ve
eziyetten korkarak onları gizlemiyordu. Bu tutumu, onun kendi görüşleri
yüzünden işkence ve hakarete, maruz kalmasına, bazı insanların kendisini terk
etmesine ve baz.ı yakınlarının muhalefetine sebep olmakta idi.
Onun savaş cesareti,
kendisini 15 bin kişiden fazla büyük bir ordu ile savaşmaya şevketti. Halbuki
yanında Bedir gazilerinden fazla bir askeri yoktu. Buna rağmen ilk hamlede o,
zaferi elde etmek üzere idi. Fakat, uğradığı ok yağmuru durumu aleyhine
çevirdi.
Yiğitlik ve zulme karşı
durma, birbirinden ayrılmaz iki vasıftır İmanı Zeyd'in zulme karşı durma
duygusu, onda zâlimlere karşı çok şiddetli bir hassasiyet doğurdu. O, yalnız
Ehl-i Beyt'e reva görülen zulümlere karşı durmamış, başkalarına yapılan
zulümler için de aynı tepkiyi göstermiştir. Zaman zaman kendilerine gösterilen
iyilik ve saygı, onun zulme karşı direnme azmini hafifletmemiştir. O, herhangi
bir kimseye yapılan bir zulmü kendisine yapılmış gibi hissederdi, içinden
zulme karşı duyduğu isyan, nihayet onu bu zulmü fiilen kaldırmaya şevketti.
Bir yakınından şöyle rivayet edilmiştir: «Hacca gitmek istedim ve Medine'ye
uğradım. Zeyd b. Ali'yi ziyaret etmek için yanma varıp selâm verdim. O, şairin
şu (anlamdaki) mısralarını terennüm ediyordu: «Kimler oklarla perdelenmiş bir
ululuk isterse, Fayda verdiği müddetçe yaşar onlar.
Ne zaman ateşli bir
kalp, keskin bir kılıç ve
Şerefli bir başı
birleştirsen uzaklaşır zulüm senden.
Benimle savaş
edenlerle savaş edersem ben,
Ey Âli Hemdân, bu
durumda zâlim mi olurum ben?
Bu rivayet, onun
»ruhunda zulme karşı duyduğu isyanı göstermektedir. O, ancak kendisine hamle
ruhu veren şiirleri okurdu. Zamanı gelince ileri atıldı, canını esirgemedi,
Tanrı'sını hoşnut etti ve zâlimlerin azgınlığını ortaya çıkardı.
Yiğitlik ve
atılganlıkla beraber Zeyd, sabırlı ve son derecede metanetli idi. Sabır
mücahidlerin silâhı ve yiğitliğin kardeşidir. Sabırsız yiğitlik, öfkeden ileri
geçemez. Aslında yiğitlik başka, öfke başkadır.
Hakîkatta sabır nefse
hâkim olmak, nefsî arzuları yenmek, lüzumsuz şeylere atılmamak ve güçlüklere
göğüs germektir. Bu meziyetlerin hepsi İmam Zeyd'de en has mânasiyle tecelli
etmiştir. O, öfkelenmezdi. Meseleleri sükûnetle çözmeye çalışırdı. Neticede
ileri atılmak gerektiği anlaşılırsa gözünü daldan budaktan esirgemeden atılırdı.
Sabrı kendine şiar edinmişti. Hattâ, «Sabret, mükâfatını görürsün.» ve «Sakın
ki başkası da senden sakınsın» sözleri onun dilinden düşmezdi.
Yukarıda anlattığımız
bir muhakeme dolayısiyle onun nefsine nasıl hâkim olduğunu, hattâ bu uğurda
hakkından dahi nasıl feragat ettiğini, kendisine küfreden kimselere karşılık
olarak söylediği en ağır sözün, «Biz, sizin gibilere cevap veremeyiz»,
demekten ibaret olduğunu gördük.
Onun bu ahlâkî
faziletlerinin üstünde eşsiz bir fikir ve zekâ sahibi olduğu muhakkaktır. Ona
Sind'li annesinden keskin bir zekâ, derin bir tefekkür, Hind'lilere mahsus bir
düşünme gücü miras kalmıştır. Mensup olduğu Ehl-i Beyt'ten de yine keskin bir
zekâ, düşünen ve ilham alabilen bir akıl, fikirden hareket alanına atılan bir
ruh ve derin bir tefekkür miras kalmıştır. Keskin zekâsı onu ilme sevketmiş,
kuvvetli hafızası okuduğu ve işittiği her şeyi muhafaza etmiştir. O, Ehl-i
Beytin Hz. Ali'den rivayet ettiği hadisleri öğrenmiş ve bütün tslânıi İlimleri
tam bir ihata ile tahsil etmiştir, ihtiyaç duyduğu zaman bu İlim hazînesi
daima kendisine yardımcı olmuş,'konuşmalarında sorulan suallere derhal ve
isabetli cevaplar vermek onda bir meleke haline gelmiştir..
Onun fikrî dehâsı,
bilhassa meselelerin sebeplçrini araştırırken ve olaylar arasındaki bağlan
incelerken meydana çıkar. İlimle uğraşan aklın en büyük meziyeti işte budur.
Diğer Hâşimî âlimleri
gibi o da tesirli konuşma ve belagat bakımından büyük bir güce sahipti. O,
lisanın ve güzel ifadenin merkezinde, Hz. Peygamber (S.A.V)'in Ehl-i Beyti
içerisinde, Hz. Ali'nin evlâtları arasında doğup büyümüştür. Büyük dedesi Hz.
Muhammed (S.A.V.), keskin bir ifade ve eşsiz bir hitabet gücüne sahipti. Keza,
büyük babası Hz. Ali Peygamber (S.A.VJ 'den sonra gelen en büyük hatipti. Hz.
Ali'nin hutbelerini, Ehl-i Beyt âlimleri birbirinden miras olarak alırlar ve
ezber ederlerdi. Bunların bir kısmını Şerif Radî, «Nehe'ul-Belâga» admı verdiği
kitapta toplamıştır.
Bu açıklamalara göre
fesahat ve güzel ifade, Ehl-i Beyt, özellikle bunlardan Medine'de oturanlar
tarafından tabiî olarak muhafaza ediliyor, Emevî devrindeki dil bozuklukları
bunlara sirayet etmiyordu. Dolayısiyle İmam Zeyd, en güzel konuşan insanlardan
biri olup güzel konuşmayı susmaya tercih ederdi. Kendisine bir gün susmak mı,
yoksa güzel bir şekilde konuşmak mı daha iyidir? diye sordular. O şöyle cevap
verdi: «Allah miskinliği kahretsin. Zira, miskinlik güzel konuşmayı bozdu.
Tutukluk ve kekemel.ik getirdi.» Bundan anlaşılıyor ki Zeyd aklını İlimle,
dilini de güzel konuşmalarla geliştiriyor ve ifade yeteneğini öldürecek kadar
susmaktan kaçınıyordu.
Husrî'nin
«Zehru'1-Âdâb» adlı eserinde şöyle bir fıkra vardır: «Cafer b. Hasan b. Ali ile
Zeyd arasında vasiyet konusuyla ilgili bir tartışma cereyan etmiştir. Halk,
bunların tartışmakta olduğunu öğrenince konuşmalarını dinlemek için yanlarına
koşmuştur. Bazıları Cafer'in sözlerini, bazıları da Zeyd'in sözlerini
ezberlemişler; tartışmacılar ayrıldıktan sonra halk da dağılmıştır. Onların
sözlerini ezberliyenler bir araya gelmişler; biri Cafer bu konuda şunları
söyledi, diğeri de Zeyd şunları söyledi diye naklederek her ikisinin sözlerini
de yazmışlardır. Onların sözlerini halk dikkatle öğreniyor, sölyedikleri şiir
ve atasözlerini ezberliyordu. Bu ikisi, çağının çok enteresan insanları idi.»[18]
Bu fıkradan
anlaşılıyor ki îmam Zeyd, büyük bir fesahat ve belagat sahibi olup fikri
tartışmalarda daima ifade bakımından üstün bir yer işgal ediyordu.
Hişam b. Abdilmelik,
en çok Zeyd'in kuvvetli ifadesiyle tesirli hitabetinden korkuyordu. Zeyd'in
Irak'a geldiğini öğrenince oranın valisine şöyle yazmıştır: «Küfe halkının,
Zeyd'in meclisine gelmesine engel ol. Çünkü onun kılıçtan daha keskin, oktan
daha sivri, büyü ve sihirden daha tesirli bir dili vardır.»[19]
Fikrî, siyasî ve
içtimaî sahalarda liderlik yapmak istiyen kimselerin, olayları tam olarak
kavnyacak kuvvetli bir anlayış ve firaset sahibi olması gerekir. Mukadderat,
bazan onların ölçülerine aykırı bir şekilde tecellî edebilir. Fakat, bu,
gerçek liderlerin idrak bakımından kuvvetli ve uyanık oluşlarına bir halel
getirmez. Tarihin bize naklettiği haberlere göre İmam Zeyd, gerçekten kuvvetli
bir fi-raset sahibi idi. Bu sayede, o, aklî yönden de hissî yönden de İmam
olmaya lâyıktı. O, derin bir tefekküre sahip olduğu gibi, çok kuvvetli bir duyguya
da sahipti. Savaş alanında bile firasetini kaybetmemiş, Kûfe'lilerin Hz.
Hüseyn'e karşı yaptıkları hareketi kendisine karşı da yapacaklarını sezmiş.
Hişam'm ordusuyla çarpıştığı gün bu sezginin yanlış olmadığını görmüştü. O,
kendisini öldürenlerin de yapayalnız bırakanların da alçak kimseler olduklarını
biliyordu.
Burada akla şöyle bir
soru gelebilir: Kuvvetli firaset sahibi kimse, bazı Ehl-i Beyt tarafından ikaz
edildiği ve tarihî olayları bildiği halde, Irak'lılara güvenerek, nasıl olur
da harekete geçer? Buna şöyle cevap verebiliriz: îmam Zeyd, firasetiyle bu
durumu sezmiş; onların kendisine hıyanet etmemeleri için tedbir almış ve onlarla
mescid'de bîatlaşmıştır. Bununla beraber, o biliyordu ki onların bîatları dahi
iş ciddiye binince kendisini terketmelerine engel olmayacaktı. Fakat; yine
biliyordu ki zilletle yaşamak, savaş alanında şerefle ölmekten daha kötüdür.
Bütün bunlara rağmen savaş, İmam Zeyd'in lehine neticeleniyordu. Çünkü
Şamlılar, çok olmalarına rağmen, zaferden emin değillerdi. Nitekim ilk
karşılaşma bu kanaati desteklemşitir. Fakat, beklenmiyen okçu taarruzu ile
Allah'ın takdiri yerini buldu.
İmam Zeyd'in şahsiyeti
heybetli idi. Allah, ona İlimde, akılda, yerine göre davranışta ve haya
duygusunda verdiği üstünlük nisbetinde bedenî üstünlük de vermişti. Onun
heybetini gösteren en büyük delil, Hişam b. Abdilmelik'in çnunla görüşmekten
kaçınışıdır. Hişam, basit insanların ağzı ile onun annesini,küçümsemek istediği
zaman, ondan taş gibi bir cevap almış ve işi zâlim sultanların metodu ile
halletmeye yeltenmiştir. Fakat bu davranışı onu, kuvvetli ve heybetli bir
şahsiyetin karşısında duracak bir güç sahibi yapmamıştır. Zira, İmam Zeyd'in
heybeti bir ordunun yapacağı işi görüyordu. O, meydana atıldığı zaman büyük
dedesi Hz. Ali'yi andırıyordu. Şam ordusu, Hz. Ali'nin önünde nasıl kaçtıysa,
onun önünde de aynı şekilde kaçıyordu. Ancak ona, uzaktan okla mukavemet
edebiliyordu.
Özetlemek gerekirse bu
genç İmam; her bakımdan üstün, âlicenap ve en güzel huylarla vasıflandırmaya
lâyıktır.[20]
İmam Zeyd, Hz.
Hüseyn'in şehid edilişinden sonra Ehl-i Beyt'in, halkı kendi görüşüne davet
eden ve kendisi için özel bir davet metodu olan ilk İmamıdır. Babası, halk ile
temas kurmuş, zayıflara daima iyilik etmiş olup aynı zamanda bir din
bilginidir. Büyük kardeşi İmam Muhammed Bakır, evine çekilip ilmi tetkiklerle
uğraşmıştır. Zeyd ise, Medine'den çıkıp İslâm ülkelerinde kendi İlim ve görüşlerini
yaymıştır. Onun siyaset hakkında, Usûlu'd-Din hakkında kendine özgü görüşleri
vardır. Ayrıca, fıkhı görüşleri ve Ehl-i Beyt'in rivayetlerini içine alan bir
fıkhı rivayetler mecmuası vardır.[21]
Hz. Ali şehid
edildikten sonra ona bağlı olanlar üzerinde fikri bir baskı meydana gelmiş ve
bu, Hz. Hüseyn'in şehid edilmesinden sonra da iyice artmıştır. Bu davranış,
bazı yeraltı faaliyetlerinin neticesinde bir takım fikirler doğurmuş, fakat bu
türlü fikirler tartışma ve inceleme sahasına çıkamamıştır. Bunların çoğu
hilâfet etrafındaydı. Meselâ; hilâfetin seçimle değil, veraset yoluyla olması,
Hz. Ali'nin sıfat itibariyle değil, şahsen Peygamber (S.A.V.)'in vasisi oluşu,
Hz. Ebu Bekr ve Ömer'in, onun hakkı olan hilâfeti gasp etmiş olmaları,
dolayısiyle bunların küfür ve laneti hak etmiş bulunmaları, Hz. Ali ve Fatıma
vasıtasıyla onun zürriyetinden gelen İmamların günahtan masum oluşları, âhir
zamanda hakkı yerine getirecek, bâtılı ezecek beklenilen bir mehdinin
bulunduğu, bu dünyada iyiliği gerçekleştirecek İmamlarla şer liderlerinin
tekrar döneceği (ric'at) gibi görüşler bunlar arasındadır.
İmam Zeyd, Medine'deki
Ehl-i Beyt'in köşesinden çıkmış, bu fikirleri düzeltmeye çalışmış ve onları
Ehl-i Beyt'in temiz insanlarının inandığı hakîkata döndürmek için faaliyete
girişmiştir. Hz. Ebu Bekr ve Ömer hakkındaki görüşleri düzeltmiş, hilâfetin
ancak veraset yoluyla Hz. Ali soyuna mahsus olmasını ileri süren görüşü kabul
etmemiştir. Ancak o, halifenin Hz. Ali soyundan olmasının daha iyi olacağını,
Hz. Ali'nin şahsen halife olmak için vasî tâyin edilmediğini, sıfatları
itibariyle halifeliğe lâyık olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü Hz. Ali,
sahabîlerin en üstünlerinden biridir. Onun böyle oluşu, başkalarının halife
olmasına engel teşkil etmez. Müslümanların menfaati gerektirirse, âdil ve hakka
bağlı olmak şartıyla, bir başkası da halife olabilir. Bu itibarla Hz. Ebu Bekr
ve Ömer'in halife oluşları, Zeyd'e göre yerindedir. Çünkü bunlar, hak ve
adaletten ayrılmamışlardır.. Maslahat da, onların halife olmalarını
gerektirmiştir. Gerçi Hz. Ali, Zeyd'e göre halifeliğe daha lâyık idi. Bu
hususta sözü «el-Milel ve'n-Nihal» adlı eserinde Şehristanîye bırakalım :
«Hz. Ali, sahabilerin
en üstünlerinden biridir. Ancak hilâfet, görülen maslahat'a ve riayet edilmesi
gereken dinî bir kaideye uyularak, çıkmak üzere olan fitneyi yatıştırmak ve
halkı gönül huzuruna kavuşturmak için Hz. Ebu Bekr ve Ömer'e bırakılmıştır.
Çünkü, Hz. Peygamber devrinde cereyan etmiş olan savaşlar henüz unutulmamıştı.
Emiru'l-Müminihin kılıcındaki Kureyş müşriklerinin kanı daha kurumamıştı.
Halkın kalbinde öç alma ihtirası olduğu gibi duruyordu. Kalbler tamamiyle
İslama yönelmemiş ve başlar tam olarak halifeye eğilmemişti. Maslahat,
halifelik vazifesinin; yumuşaklık, sevgi, yaşça ilerlemiş olmak, İslama ilk
önce girmiş bulunmak ve Peygamber (S.A.V.)'e yakınlık gibi sıfatlarla meşhur
olan bir kimseye tevdi edilmesini gerektiriyordu.
«Görülüyor ki, Hz. Ebu
Bekr ölüm döşeğinde iken Hz. Ömer'i işin başına geçirmek istediği zaman, halk
yüksek bir sesle kendisine:«Başımıza, son derecede sert bir kimseyi mi tâyin
ettin?» diye itirazda bulunmuştu. Böylece halk, dinî şiddet ve salabeti ve düşmanlara
karşı çok sert oluşu sebebiyle Hz. Ömer'in halife olmasına razı olmuyordu. Hz.
Ebu Bekr ise, onları: Size en hayırlımızı tavsiye ediyorum» diyerek
yatıştırmıştı.»
Bu söz gösteriyor ki,
halifelik verasetle olmadığı gibi, sadece üstünlükle de değildir. Ancak,
müslümanların maslahatı ve halifenin adaletli oluşu gözönünde tutulacaktır ki
buna, «en üstün olmayanın halifeliğe getirilmesi» denir. Çünkü, yetenek ve
adalet sahibi ise, umumî menfaat da onun seçilmesini gerektiriyorsa, halifelik
makamı böyle birine verilir. Burada hakikî maslahat gözetilmiştir. Halifeliğin
Hz. Ali ve onun evlâtlarına inhisar etmesini istiyen ve onlardan başkasının
halife olamıyacağmı söyleyenler, burada farazi bir maslahatı ileri
sürmektedirler, İmam Zeyd ise, adalet ve takva ile birlikte gerçek maslahatı
gözönüne almakta ve farazi bir maslahata önem vermemektedir.
İmam Zeyd'den Ehl-i
Beyt İmamlarının hatâdan masum olduklarına dair hiç bir rivayet yoktur. Esasen
Zeyd'in bunun aksine kail olduğu bilinmektedir. Çünkü hatâdan masum olmayı
(İsmet) fikrini kabul etmek, o İmamların bir vahiy ile Peygamber tarafından tâyin
edilmiş olmalarını, ayrıca onların vereceği hükümlerin vahiy veya ilham mahsulü
olmasını gerektirir. İmam Zeyd'e göre Peygamber, Hz. Ali'yi şahsı itibariyle
vasi tâyin etmemiş, ancak onu sıfatlan itibariyle tavsiye etmiştir. Çünkü
Peygamber (S.A.V.), kendisi bile içtihadında hatâdan masum değildir. Nitekim
Bedir esirlerine yapılacak muamele meselesinde Allah, onun yanılmış olduğunu
bildirmiştir.
Şüphesiz İmam Zeyd'in
görüşü, İmamların hatâdan masum olmadıkları yönündedir. Fakat, îmam Zeyd'den
sonra Zeydiye mez-hezine bağlı olanlar, şu dört kimsenin hatâdan masum olduğunu
kabul etmişlerdir:
1 — Hz. Ali, 2 — Hz.
Fatıma, 3 — Hz. Hasan, 4 — Hz. Hüseyin. Çünkü Hz. Peygamber, şu âyeti kerimeler
nazil olduğu zaman hı-ristiyanlarla karşılıklı beddua (mübâhele) meselesinde
bunları anmıştır: «Muhakkak ki İsa'nın hali de Allah indînde Âdem'in hali
gibidir. Allah, onu topraktan yarattı, sonra «ol» dedi. O da oluverdi. Hak
Rabbindendir. Öyle ise şüphecilerden olma; artık sana İlim geldikten sonra,
kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: gelin, oğullarımızı ve
oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım.
Sonra birlikte dua ederek, Allah'ın lanetinin yalancıların üstüne olmasını
istiyelim.»[22]
Hz. Peygamber, bu
duasında onları andığına göre bunlar masumdurlar. Ehl-i Beytin diğerlerine
nisbetle bunların üstünlükleri meydandadır. Çünkü bunları Peygamber (S.A.V.),
kendisinin yerine koymuştu. Hz. Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'in İmametini tanımıyan
ve Zeydiyye mezhebine mensup olan bazı şiîlere göre bir beklenilen mehdi
vardır. Onlar, bu görüşlerine, Ehl-i Beyt'in hususi bir meziyeti olduğunu,
hilâfetin veraset yoluyla olacağını ve gizli bir İmamın bulunacağını da ilâve
ederler. Bu fikirlerini Hz. Ali'den rivayet edilen «Mutlaka Allah'ın açık veya
gizli hüccetle kaim bir İmamı vardır» sözü ile desteklemeye çalışmaktadırlar.
Gizli İmam, Allah'ın dilediği sürece yaşar ve nihayet O'nun izniyle ortaya
çıkıp hakkı ilân eder ki, işte ona «muntazar (beklenilen) mehdi» denilir.
İmam Zeyd, gizli İmam
görüşüne cevaz vermezdi. Ona göre İmamın kendisi için bir davetçisi bulunacak
ve İmam gizli olmayacaktır. Dolayısiyle muntazar mehdî tasavvuru yersizdir.
İmam Zeyd'e göre geri dönme (ric'at) da yoktur. Ancak ölüleri, Allah kıyamet
günü tekrar diriltecek, hesaba çekecek, onların ceza veya mükâfaatlarını
verecektir.
İşte İmam Zeyd'in
görüşleri bunlardan ibarettir. Fakat Cârûdiye mezhebine mensup olanlar, İmam
Muhammed b. Hasan ki buna, «En-Nefsüz-Zekeriyye» adı verilir ve Ebu Ca'fer
el-Mansur tarafından öldürülmüştür; Zeydiyye Mezhebine göre İmam Zeyd'ln halifelerinden
biridir—mehdî olarak geri dönecek, zulüm ve haksızlıkla dolu olan yer yüzünü
İslah edip adaletle dolduracaktır, demişlerdir.
Cârûdiyyo mezhebi
mensupları, İmam Zeyd'e sadece' mehdîlik ve ric'at görüşünde muhalefet
etmemişler, aynı zamanda Hz. Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)'in halifeliğini
desteklemesine de muhalefet ederek, onların İmametini tamirüamamışlardır.
Bunlara rağmen kendilerini Zeyd'iyye mezhebine bağlı göstermişler ve. bu
mezhebin bir kolunu teşkil ettiklerini ileri sürmüşlerdir.
Yukarıdaki ifadelerden
anlaşıldığına göre îmanı Zeyd, bir İmamın kendisi için İmametinin doğruluğunu
tasdik eden bir davetçisi olmasını şart koşmuştur. Bu görüş, şu iki düşünceden
doğmaktadır:
1 — İmamın,
— isterse Hz. Ali'nin Fatıma'dan gelen evlâtlarından olması daha efdal olsun —
söz sahibi müslümanlar tarafından seçilmesi şarttır. Yalnız onlar, bu hususta
maslahatı gözetmelidirler. Bu seçim işi, ancak halifeliği istiyen kimsenin
kendisinin halife olduğnu ilân etmesiyle tamamlanır.
2 — Hilâfet,
yukarıda da belirttiğimiz gibi, sırf verasetle olmaz. Az önce söylediğimiz
gibi, halifenin, efdal olma bakımından Hz. Ali'nin Fatıma'dan gelen
evlâtlarından olması şartıyla birlikte, bir davetçisi bulunmalıdır. Ona göre
hilâfet, veraset veya vasiyet yoluyla olsaydı, istemese dahi kırallık gibi
veraset veya vasiyet yoluyla İmam'ın kendisine intikal edecekti. İmam Zeyd,
İslâm Hilâfetinin veraset yoluyla olacağı görüşünü reddetmiş, Fatıma
zürriyetinden gelen İmamlığa lâyık kimsenin kendisini ortaya atmasını şart koşmuştur.
Ta ki halk, onun halife olmasındaki maslahatın derecesini bilsin ve onunla
kendisini halifeliğe namzet kılacak olan diğer bir kimse arasında, hangisinin
bu işe daha elverişli olduğunu tâyin etmek için bir karşılaştırma yapabilsin.
İmam Zeyd'e göre
hilâfetin, Hz. Fatıma evlâtlarından halifeliği açıkça istiyenlere verilmesi
daha üstündür. Bunların Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin neslinden olmasında bir
fark yoktur, işte Zeyd'iyye mezhebi bu noktada İmamiyye mezhebinden
ayrılmaktadır. Zira, İmaraiyye mezhebine bağlı olanlar, İmametin Hz.
Hüseyin'in neslinden birine ait olduğunu şart koşmaktadırlar.[23]
İmam Zeyd, çağdaşı
olan Vâsıl b. Atâ' gibi şahıslarla görüşmüş-. tür. O devirde Mu'tezilenin reisi
olan Vâsıb b. Atâ' ile Basra'da karşılaşmıştır. Şehristanî, Zeyd'in Vâsıl'dan
ders aldığını iddia etmekte ise de, biz, kendisinin yaşıtı olan Vâsıl ile
itikadı meseleler, cebr ve ihtiyar konulan, o devirde bir çok tartışmalara
sebep olan büyük günâh (kebire) işliyen kimselerin durumu hakkında müzakerelerde
bulunduğu kanısındayız. Dolayısiyle, İmam Zeyd'in itikadı görüşlerinin bir
kısmı Mu'tezile görüşlerine yaklaşır. Hattâ bazı görüşleri, tamamen onların
görüşleriyle birleşir.
O çağda bir çok
tartışmalara yol açan ilk mesele, büyük günâh işliyen kimsenin kâfir mi, fâsık
mı, münafık mı, yoksa îmanı bütün bir mü'min mi olduğu meselesidir. Bu
meseleyi, Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden hakem tâyini sebebiyle
Haricîler ortaya atmış, hakemi kabul edenlerin kâfir olduğunu, çünkü hükmün
ancak Allah'a ait bulunduğunu, büyük günâh işliyenlerin küfre gittiğini
bağırarak ilân etmişlerdir.
îşte bilginler, bu
görüşü tetkik etmişlerdir. Hasan el-Basri, büyük günah işliyenin münafık
olduğunu, zira içi dışına uymadığını söylemiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğu
onun fâsık olduğunu ve işinin Allah'a kaldığım ileri sürmüştür. Mürcîe
mezhebindekiler, îman olduktan sonra günâhın hiç bir zarar vermiyeceğini,
nitekim küfürle ibadetin de hiç bir fayda sağlamıyacağını ortaya artmışlardır,
Mu'tezile ise, büyük günâh işliyenin «menziletu'n beyne'1-menzileteyn» (iki
menzil arasında bir yer) de, tevbe etmediği takdirde de ebedî olarak cehennemde
kalacağını söylemiştir, işte İmam Zeyd, büyük günâh işliyenin iki menzil
arasında bir yerde kalacağı görüşüne katılmış, fakat onun ebedi olarak
cehennemde kâlmıyacağmı, belki günâhı kadar Allah'ın ona azab vereceğini kabul
etmiştir.
Görüyoruz ki bu konuda
İmam Zeyd'in mezhebi orta yolu teşkil etmektedir. O, Haricîlerin ifratına,
Mürcienin tefritine düşmemiş ve Hasan el-Basri'nin görüşüne yaklaşmıştır.
Zeyd'in esas mezhebi, İmanın sabit bir gerçek oluşudur, İman bulunduğu takdirde
zarurî olarak amel de bulunacaktır. Amelin bulunmayışı İmanın yokluğunu
gösterir. Fakat, amelsiz bir kimse müslüman olabilir. Ebedî azab, ancak açıkça kâfir
olanlar içindir.
İmanın ameli
gerektirmesi görüşü, bazı şarklı filozofların şu görüşleriyle birleşmektedir:
Bu filozoflara göre, hakikati araştırmaktaki ihlas, kişiyi doğru bilgiye
ulaştırır. Doğru bilgi de gerçek İmanı meydana getirir. Gerçek İman ise zarurî
olarak iyi ameli ve güzel ahlâkı gerektirir. Bunların hepsi doğru bir çizgi
üzerindeki noktalardır; ihlas ile başlar, iyi amel ile sona erer.
İmam Zeyd devrinde
kader, cebr ve İhtiyar (irade) meseleleri üzerinde tartışmalar oluyordu. Bu
konularda birbiriyle çarpışan fırkalar doğmuştu. Cehmiyye fırkasına göre
insanın hiç bir irade ve hürriyeti yoktur. Aksine insan, fiillerinde rüzgâr
karşısındaki tüy gibidir. Fiillerin insana nisbeti hakiki olmayıp onunla
birlikte bulunması itibariyledir. Meselâ, falan öldü, ekin'bitti, su aktı,
ağaç sallandı, meyve olgunlaştı vs. diyoruz. Bu gibi şeylerin kendilerine
nisbet edilen fiillerde hiç bir seçme iradesi yoktur. Buna göre kadere kayıtsız
şartsız teslim olmak gerekmektedir.
Bunların yanı başında
kaderi büsbütün inkâr eden Kaderiyeciler bulunmaktadır. Onlara göre insan her
istediğini yapacak bir hürriyete sahiptir. Allah'ın mülkünde istemediği şeyler
olabilir. Allah ezelde hiç bir şeyi takdir etmemiştir. Aksine O, şeyleri,
meydana geleceği zaman takdir eder.
İmam Zeyd, bu
görüşleri incelemiş, birincisinin teklifin iskatına sebep olduğunu, çünkü
teklifin ancak irade ve ihtiyar üe olacağını, ikincisinin de Allah'ın ezeli
İlim ve takdirini kaldırarak, «Allah her[24]şeyi
hakkıyle bilir, Herşey O'nun yânında bir ölçü iledir. O, görüneni de
görünmeyeni de bilen, büyük ve yüce olandır»[25]
âyetleri gibi Kur'an'm kesin nass'lanna muhalefet etmekte olduğunu görmüştür.
O, bunları
inceledikten sonra hem teklifi ortadan kaldırmıyan, hem de Allah'ın yüce
sıfatlarını mânasızlaştırmıyan bir görüşe varmış ve kaza ile kader'e İmanın
vacip olduğunu kabul etmiştir. İnsanın taat ve isyanda hür ve irade sahibi
olduğunu, isyanın Allah'ın iradesine aykırı olarak yapılmadığım, ancak Allah'ın
onu sevmediğini ve rızâ göstermediği halde murad ettiğini ileri sürerek, irade
ile sevme ve rızâ göstermeyi birbirinden ayırmıştır. Ona göre, ma'siyet
(günâh)'i insanlar, Allah'ın irade ve kudretinin sınırlan içinde işlemektedir.
Fakat Allah, kullarının bu fiillerini sevmemekte ve onlara razı olmamaktadır.
Çünkü «Allah kulları için küfre razı olmaz»[26]
İnsan, fiillerini,
Allah'ın iradesi ile ona verdiği bir kuvvet sayesinde yapmaktadır. Kul, taat
olsun isyan olsun, yaptığı şeyi kendi isteği ile yapmaktadır; fakat Allah, onun
isyanına razı değildir.
İşte bu görüş, Ehl'i Beyt
İmamlarına ait bir görüş olup Mu'tezile görüşünden esaslı bir şekilde ayrılır.
Mu'tezile mensupları, Allah'ın iradesiyle emrini birbirinden ayırmazlar. Ona
göre AHah bir şeyi emrettiği halde, kul onun aksini yaparsa bu iş Allah'ın
iradesine aykırı yapılmış olur; dolayısiyle âsi insanların fiilleri Allah'ın
iradesi olmaksızın yapılmaktadır.
Zeyd ve diğer Ehl-i
Beyt İmamlarına göre ise Allah'ın iradesi emrinden ayrıdır. Kullar, Allah'ın
emrine O'nun iradesiyle âsî olmaktadırlar. Fakat, sevme ve nzâ gösterme
emirden ayrılmaz. Dolayısiyle âsîler, emre aykırı hareket ettiği zaman, sadece
Allah'ın sevmediği ve razı olmadığı bir şeyi yapmış olurlar. Emir, rızâ ve sevmenin
delilidir, iradenin delili değildir.
îmam Zeyd'in çağında «Bedâ»
konusunda da münakaşalar yapılmıştır. Şöyle ki: Muhtar es-Sakafî, kâhinlerin
yaptığı gibi, kafiyeli sözler dizer, gelecek olayları bildiğini iddia eder,
olaylar onun söylediği tarzda meydana gelmediği zaman Rabbmız'a bedâ oldu derdi.
Burada O'nun bedâ'dan maksadı, Allah'ın ilminin değişmesidir. Bu görüş,
Allah'ın ezelî ilmini inkâr edenlerin görüşüne yakındır. Zira onlar, Allah'ın
ilmini kabul etseler de, onun değişebileceğini söylemişlerdir ki bu, Allah'ın
ilmini inkâra yaklaşmaktadır.
İmam Zeyd, bütün
bunlara muhalefet etmiş, Allah'ın ilminin ezeli olduğunu beyan ederek herşeyin
O'nun takdiriyle meydana geldiğini, Allah'ın ilminin değişmesinin O'nun için
bir eksiklik olacağını açıklamıştır. Allahu Teâlâ, kulların yapacağı ve
onların başına gelecek herşeyi Levh-i mahfuz'unda yazmıştır. Onun ezelî ilmi
ile ezelî ve ebedî iradesi, kulun irade ve hürriyet sahibi olmasına aykırı1
düşmez.
Ona göre duâ takdiri
değiştirmez. Fakat onu.açığa çıkarır. Çünkü AHah, ezelî ilminde duâ ve ona
icabeti takdir buyurmuştur. «Allah dilediğini mahveder, dilediğini durdurur»[27]
âyeti, O'nun hür irade ve ihtiyarının her şeyi ezeceğini, hiç bir şeyin
bunların üzerinde olamıyacağûıi; dolayısiyle Allah'ın ifadesinin üstünde hiç
bir iradenin bulunmadığım ve O'nun ilminin her şeyi kuşattığını gösterir.
İşte bu görüş İmamiyye
mezhebine bağlı olan birçoklarının görüşüne uygundur. İslâm bilginlerinin
büyük çoğunluğu da bu kanaattadar.
Allah, her şeyi
kuşatıcıdır.[28]
İmam Zeyd hem fakih,
hem muhaddis, hem de Kur'an'ın kıraat ilmine vâkıftı. Yani, 9nun hem bilginler,
hem de kıraat ehli arasında bir yeri vardır. Hattâ tarihçilerin, onunla.
Hişam'm askerleri arasında meydana gelen savaşı, «muhaddislerin,fakîhlerin ve
kıraat bilginlerinin savaşı» diye vasıflandırdıklarını görmekteyiz.
Onun fıkıh ve hadîsini
talebeleri nakletmişlerdir. Fakih ve mu-haddisler içerisinde en çok talebesi
olan odur. Medine'de fıkıh ve hadis öğrenmek isteyenler ona başvururlardı.
Nitekim kendisinden önce babası ve kardeşi de aynı durumda idiler. Zeyd Irak,
Basra, Küfe ve Vâsıt gibi şehirlerde dolaşmış, buralarda bulunan talebe, bilgin
ve kırat ehli ile müzakerelerde bulunmuştur.[29]
Talebelerinden biri,
ondan rivayet ettiği şeyleri iki kitap halinde toplamıştır:
1 —
Mecmu'ul-Hadîs
2 —
Mecmu'ul-Fıkıh
Bu iki kolleksiyona
ortaklaşa «el-Mecmu'ul-Kebîr» adı verilmiştir. Bunları kitap halinde toplayan
talebesi, Ebu Hâlid Amr. b. Hâlid el-Vâsıti'dir. Hâşimilerden birinin azatlısı
olan bu zat, Hicri II. asrın II. yarısında ölmüştür. Ebu Hâlid, bütün
seyahatlarında îmam Zeyd'in yanından ayrılmadığı gibi Medine'de kaldığı
müddetçe de onun yanından uzun zaman ayrılmamıştır. Böylece o, Zeyd'in diğer
talebelerine nisbetle kendisinin yanında en çok bulunan bir talebesi olmuştur.
Zeydiyye mezhebine
mensup olan bir çok bilginler, el-Mecmu'ul-Kebîr'i îmam Zeyd'in bir eseri
olarak kabul etmişlerdir. Fakat, onların bazıları ve özellikle Zeydiyye
mezhebinden olmayanların çoğu bu kitabı tenkit etmişlerdir. Onların tenkidleri
şu noktalara dayanmaktadır :
1 __ Ebu
Hâlid, bazı büyük hadis bilginleri tarafından uydurmacılıkla itham edilmiştir.
Meselâ, Nesâi, onun hakkında; «Güvenilmez, onun hadisi kabul edilmez» demiş.
Ehl-i Beyt'i övmekte aşırı gitmekle itham etmiş ve rivayet ettiği bazı
şeylerin zayıf olarak tesbit edildiğini ileri sürmüştür.
2 —
el-Mecmû'u, Ebu Halid yalnız başına rivayet etmiştir. Eğer el-Mecmu', îmam
Zeyd'e ait olsaydı bu herkesçe bilinirdi ve îmam Mâlik'in Müvatta'ı gibi onun
da bir çok râvileri olurdu.
3 — Zehebi,
el-Mecmu'da Hz. Ali'den rivayet edilen bazı hadislerin ona nisbet bakımından
sahih olmadığının tesbit edildiğini, bu suretle Ebu Hâlid'i tenkit edenlerin
haklı olduğunu söylemiş ve onun bütün rivayetlerinden şüphe edilebileceğini
iddia etmiştir. el-Mecmu'a yönetilen en şiddetli tenkidler, kısaca, bunlardır.
el-Mecmu'a itimat
gösterenler bu tenkidleri reddetmişlerdir; Ebu Hâlid'in, Zeydîlerin büyük
çoğunluğu tarafından güvenilen bir şahıs olduğunu, bazı hadis bilginlerinin
ondan rivayetler yaptığını, ona yöneltilen tenkidlerin umumî bir ifade
taşıdığını, böyle umumî bir ifade taşıyan ve belirli bir sebebe dayanmayan
tenkidlerin bütün bilginlerce hiç bir değeri olmayağını söylemişlerdir. Zira
bir kimseyi, birisi fâsıklıkla itham etse ve bunu bir sebebe dayandıramasa ithamı
kendisine döner; gerçekte itham ettiği kimse değil, kendisi fâsık olur. Bir
tenkit için ileri sürülen sebeplerin bulunmadığı vesikalarla isbat edilirse, o
tenkit hükümsüz kalır. Meselâ, birisi bir kimseyi namazı terketmekle itham
etse, bir başkası da onun namazı terketmediğini söylese, ikincisinin sözüne
itibar edilir. Bu esasa göre, Ebu Hâlid'e yöneltilen tenkidler muteber
değildir.
Ebu Halid'i, Ehl-i
Beyt'i övmede aşın gitmekle itham etmek de yersizdir. Çünkü, bu itham mezheb
taassubuna dayanmaktadır. Mez-heb taassubuyla bir râvi tenkit edilemez. Bundan
başka Zeydiler, onun Ehl-i Beyti övmede aşın gitmesini tenkid değil, tezkiye
olarak kabul ederler. Ebu, Hâlid, kendisinin bu noktadan itham edildiğini
duysa, «bunu, töhmet değil, iddia etmediğim bir şeref sayarım» derdi.
Şafiî, Kaderiyye
mezhebine göre »kader» konusunda söz söyleyen bazılarından rivayetler
yapmıştır. «Bunu bid'at saydığın halde bir kaderiyyeciden nasıl rivayette
bulunuyorsun?» diye kendisine sorulduğunda Şafiî şu cevabı vermiştir':
«Kaderiyyeci olan İbrahim'i, sözünü tesbit etmek suretiyle, bundan sonra yalan
söylemekten alıkoymak benim için daha iyidir.»
Ebu Hâlid'in,
el-Mecmu'u yalnız başına rivayet etmesini ele alarak ileri sürülen tenkit de
reddedilmiştir. Çünkü, onu yalnız başına toplayıp kitap haline getirmesi, bu
kitapta olanları başkalarının bilmemesini gerektirmediği gibi, İmam Zeyd'in
talebeleri de onun ölümünden sonra memleketin her tarafına dağılmışlardı.
Dolayısıyla onlardan birinin bu işi yalnız başına yapması tuhaf bir şey değildir.
İmam Zeyd'in talebeleri, bilhassa oğulları bu eseri görüp okudukları zaman
kabul etmişlerdir. Böylece bu eserin bir kişi tarafından meydana getirilmesi
iddiası kendiliğinden değerini kaybetmiştir. Esasen öteki mezheblerin fıkhını
tedvin edenler de bu işi tek başlarına yapmışlardır. Meselâ, İmanı Muhammed b.
el-Hasan eş-Şeybânî, Irak fıkhını «Zâhir-i Rivaye» adı yerilen altı kitabında
yalnız başına toplamıştır. Bu altı kitap şunlardır:
1 — el-Asl
2 —
eş-Şerh'us-Sagîr
3 — eş-Şerh'ul-Kebir
4 —
Es-Siyer'us-Sagîr
5 —
es-Siyer'ul-Kebîr
6 —
ez-Ziyâdât.
Halbuki İmam Muhammed,
Ebû Hanîfe'nin yanında dört seneden fazla kalmamıştır. Öte yandan Ebu
Hanife'nin yanında daha fazla kalan ve yaşça İmam Muhammed'den daha olgun olan
birçok talebeleri de vardı.
el-Müdevvene'yi de
İmam Malik'ten Abdusselam Sahnun (160-240 H.) rivayet etmiştir. Sahnun, bunu,
İmam Mâlik'i hiç görmediği halde onun talebesi Abdurrahman b. el-Kâsım'dan
rivayet etmiştir. Şafiî'nin eski kitaplarını Bağdat'ta yalnız başına Za'ferânî
rivayet etmiştir. Şafii'nin yeni kitaplarını da Fustat (Mısır) da Rabî' b, Süleyman
el-Murâdî tek başına rivayet etmiştir.
Üstelik bilginler,
el-Mecmu'u her devirde kabul etmişlerdir ki bu, bütün şüpheleri kaldırmaya
kâfidir. Çünkü bilginlerin, kesin bir delil bulunmadan bir şeyi kabul
ettiklerini ileri sürmek, eskilerin İlimlerini yeni nesillere ulaştıran ilmi
silsileyi yıkmak demektir.
eî-Mecmu'u, Hz.
Ali'den rivayet edilen ve ona nisbet bakımından sahih olmayan hadisleri ihtiva
ediyor, diyerek tenkid etmek de sağlam bir temele dayanmamaktadır. Çünkü,
sahih olmadığı ileri sürülen bu hadislerin, Hz. Ali'den veya başkalarından
rivayet edildiği, hadis kitaplarında da sabittir. İddianın yerinde olmasını
sağlamak için şöyle söylemelidir: el-Mecmu'da rivayet edilen hadislerin tamamının
değil, pek azının sahih olmadığı sabit olmuştur. Bu da ondaki hadislerin
tümünün tenkid edilmesini gerektirmez. Nasıl ki isnad bakımından hadis
kitaplarının en sağlamı olan Sahîhu'l-Buhârî'de bile sıhhati tesbit edilemiyen
bazı hadisler vardır; Fakat bu, Sahihu'l-Buhârî'nin tümünü sıhhat bakımından
tenkid etmeyi gerektirmemektedir.[30]
Kanaatımıza göre
el-Mecmu', şu üç şekilden birine göre tedvin edilmiştir:
1 — Onu,
İmam Zeyd kendi kalemiyle yazmış, Ebu Halid dö nakletmiştir.
2 — İmam
Zeyd, onu Ebu Halid'e yazdırmıştır. İmam Şafii'nin el-Umin adlı kitabının bazı
bölümlerini talebelerine yazdırması gibi.
3 — Ebu
Hâlid, İmam Zeyd'den rivayet ettiği hadis ve fıkıh mecmualarını sonradan bir
tertibe sokarak kitap haline getirmiştir.
Biz, birinci şekli makul
bulmuyoruz. Çünkü, o çağda böyle tedvin usûlü mevcut olmadığı gibi, Ebu Hâlid
de böyle bir iddiada bulunmamış olup el-Mecmu'un durumu da bu şekilde
yazıldığını göstermemektedir. İkinci şekli de kabul edemeyiz. Çünkü,
el-Mecmu'un metinleri buna muhalif görünüyor. Ayrıca bu metinler, Ebu Hâlid'in
onları imlâ (yazdırma) yoluyla değil, rivayet yoluyla tedvin ettiğini
göstermektedir. Bunun içindir ki biz, üçüncü şeklin akla uygun olduğunu kabul
ediyoruz. Nitekim el-Mecmu'un ifadeleri de bunu desteklemektedir. Meselâ,
el-Mecmu'da rivayet edilen hadislerin başında «Zeyd b. Ali bana anlattı...»,
fıkıh meselelerinde de, «Zeyd b. Ali'ye sordum» denilmektedir.
Zeydiyye İmamlarının
ifadeleri, Ebu Hâlid'in, el-Mecmu'u toplayarak tedvin ettiğini göstermektedir.
îmam Ebu Tâlib en-Nâtık Bilhak, «el-Mecmu'u, Ebu Hâlid'in topladığı ve Zeyd b.
Ali'den rivayet ettiği herkesçe bilinmektedir» derken bu konuda gerçeği söylemiştir.
Onun bu ifadesi, el-Mecmu'un İmam Zeyd tarafından ne imlâ edildiğini, ne de
tedvin edildiğini göstermektedir. Ancak, Ebu Hâlid tarafından toplanarak kitap
haline konulduğunu açıkça anlatmaktadır.
Mısır'da basılmış olan
el-Mecmu' bir hadis ve fıkıh mecmuasından ibaret olup tertibi fıkıh
kitaplarının tertibine uymakta, «taharet» bahisleriyle başlayıp «ibâdet» ve
«büyü» (yani:alım-satım) bahisleri gibi fıkıh kitaplarının bölümlerini içine
almaktadır. Hadisler, her bölümde, îmam Zeyd'den rivayet edilen fıkıh
bahisleriyle mezcedilmiştir.
Burada okuyucunun
hatırına şöyle bir soru gelebilir: el-Mecmu'daki bu tertibi Ebu Hâlid mi, yoksa
ondan sonrakiler mi yapmıştır? veya Ebu Hâlid'den sonra gelenler bu kitabın
metnini değiştir-meksizin sadece yeniden mi tertip etmişlerdir? Nitekim İmam
Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'nin kitaplarını bazı râvîleri yeni bir tertibe
sokmuşlardır. Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Ebu Hâlid'in talebesi Nasr b.
Muzâhim, el-Mecmu'u bölümlere ayrılmış olarak almıştır. Bilginlere göre onu
bölümlere ayıran Ebu Hâlid'dir. Elimizde bu görüşü bozacak kesin bir delil
olmadığına göre aynen kabul etmek mecburiyetindeyiz.
Fakat tarihçilerin
anlattığına bakılırsa, önceleri biri hadis, diğeri fıkıh olmak üzere el-Mecmu'
müstakil iki kitap halinde idi. Bugün basılmış olan el-Mecmu'da bu iki kitap
birbirine mezcedilmiştir. Bu, kitabın Ebu Hâlid devrinde bölümlere
ayrılmadığını göstermez- mi? Böyle bir şüpheyi gidermek için Ebu Hâlid'in önce
ayrı ayrı tedvin ettiği bu iki kitabı, sonradan kendisinin birbirine mezcettiğini,
veya onu, mevcut tertibe göre ayn ayrı tedvin ettiği halde, sonrakilerin
birleştirdiğini söylemek mümkündür. Biz, birinci şıkkı daha doğru buluyoruz;
çünkü hadisler fıkıhla mezcedümiş olup her bölümde önce hadis, sonra fıkıh
zikredilmiş değil; aksine aynı konuda hadis ve fıkıh, karışık olarak, yer
almıştır.[31]
El-Mecmu' kitabındaki
rivayetlere bakılacak olursa, bunların hepsinin EhH Beyt yoluyla yapıldığı
anlaşılır. Bu kitapta «Zeyd b. Ali babasından, o da dedesi Hz. Ali vasıtasıyla
Peygamber (S.A.)'den rivayet etti» veya «Peygamber (S.A.) şöyle buyurdu»
denilmektedir. Bu ifade, el-Mecmu'daki bütün hadislerin Ehl-i Beyt yoluyla
geldiğini anlatmakla beraber, Zeyd'in sadece Ehl-i Beyt'ten hadis rivayet
ettiği mânâsına gelmez. Çünkü, onun ve kendisinden önce babasının Tabiîlerden
hadis ve İlim öğrendikleri, Tabiilere karışarak onlarla ilmi alış-verişte
bulundukları bir gerçektir. Şüphesiz Zeyd, Ehli Beyt'ten başka yollarla yapılan
rivayetleri de biliyordu. Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir: Niçin Zeyd,
sadece Ehl-i Beyt'in rivayetlerini nakletmiştir? Bunun cevabı şu olabilir: O,
kaybolup unutulmasından korktuğu için, Ehl-i Beyt'in hadislerini neşretmede
daha çok titizlik göstermiştir.
el-Mecmu'da îmam Zeyd
yoluyla rivayet edilen hadislerle, Sünnet'te sabit olan hadisler arasında ince
bir karşılaştırma yapılırsa, sahih hadis kitaplarında rivayet edilen şaz
hadisleri el-Mecmu'da görmek mümkün olmaz. el-Mecnlu' ul-Kebîr üzerine
*Ravd'un-Naldîr»[32] adlı şerhin yazarı böyle
bir karşılaştırma yapmış, el-Mecmu'da geçen her hadis için bütün müslümanlarca
bilinen hadis kitaplarından en az bir kaç tane delil bulmuştur.
Bu sebeple Zeydîler,
bütün hadis kitaplarındaki sahih hadisleri kabul edip delil olarak alırlar.
Kendileriyle Ehl-i Sünnet âlimleri arasında bir fark gözetmezler. Dolayısıyla
onlar, nasıl kendi mezheble-rinden adaletli olanların rivayetlerini kabul
ediyorlarsa, aynı şekilde adaletli oldukları sabit olan muhaliflerinin
rivayetlerini de kabul ederler. Buna mukabil îmamiyye mezhebine bağlı olanlar,
kendi râvüeri ile başka mezheblerin râvilerini ayrı tutup muhaliflerinin,
adaletli dahi olsalar, rivayetlerini kabul etmezler. Hal böyle iken bazan
onların, kendi mezheblerinden olan fasık kimselerin rivayetlerini dahi kabul
ettikleri görülmüştür.
Zeydiyye fıkhı diğer
dört mezhebin fıkhına çok yakındır. Biz, el-Mecmu'dan bazı örnekler alıp dört
mezhebin görüşleriyle bir karşılaştırma yaptıktan sonra, Zeydiyye mezhebi ile
dört mezheb arasındaki yakınlık ve benzerliği, sadece meseleleri halletmekte
değil, meselelerin dayandığı esaslarda da tesbit ettik. Bunun sebebi, şüphesiz
hepsinin görüşlerinin ortak kaynağı Allah'ın Kitabı ve Peygamberi (S.A.) nin
Sünneti oluşudur. Ayrıca bu durum, İmam Zeyd'in ve onun yolundan gidenlerin,
Tabiiler asrı ile onları takip eden asırdaki ekseri İslâm âlimlerinin yolundan
uzaklaşmamış olduklarını göstermektedir.
Kısaca, İmam Zeyd'den
nakledilen haberler, umumi olarak diğer fakihlerin görüşlerine uygundur. Bu
haberler, bazı İmamların görüşlerine aykırı düşse bile, bütün İmamların
görüşlerine aykırı düşmemektedir.
İmam Zeyd'in hüküm
çıkarma metodu da Ebu Hanife, Abdurrahman b. Ebi Leylâ Osman el-Bettî, İbni
Şubrume, Zührî gibi Medine vç Irak'ta bulunan çağdaşı fıkıh ve hadis
İmamlarının metoduna yakındır. Zeyd, Kitap ve Sünnete dayanırdı. Bunlarda bir
nass bulamadığı zaman re'yi ile ictihad yapardı. Hz. Ali'nin kendi re'yine
dayanmayan sözlerini Sünnete dahil ederdi. Fakat, bazan Hz. Ali'den rivayet
edilen şeylere muhalefet ettiği de olurdu. Meselâ, yetimlerin mallarından
zekât verilmesi hakkında Hz. Ali'den riva; et edilen görüşü kabul etmemiş,
yetimlerin mallarından zekât almmıya-cağmı ileri sürmüştür. Aslında o, Hz.
Ali'nin, yetimlerin mallarından zekât alınacağına dair verdiği fetvanın ona
nisbetini kabul etmemiştir.
Bununla beraber
Zeyd'in fıkhı hükümler çıkarırken kendisine göre ayrı bir metod takip ettiği
bilinmemektedir. Esasen, onun metodunu açıkça ortaya koymaması, o devir için
normaldir. Çünkü o çağda fıkıh, ortaya çıkan meseleler için fetva vermekten
ibaretti. Hiç bir İmam, hüküm çıkarmadaki metodunu açıkça ifade etmemişti. Ebu
Hanife, Mâlik, Ebu Yusuf, Muhammed b. el-Hasen, el-Evzâî ve diğerleri de hüküm
çıkarırken bağlı oldukları metodlari açıklamamışlardır. Bunların metodlari,
daha sonra kendilerinden rivayet edilen meselelerden istinbat edilmiştir.
İmam Zeyd'den sonra
gelen ve onun mezhebine bağlı olan müctehidler de, ondan rivayet edilen
meselelere dayanarak bazı esaslar tesbit etmişler ve bunlara «Zeydiyye Fıkhının
Usûlü» adını vermişlerdir.
Zeydiyye İmamları,
ekseri fakihlerin kabul ettiği metodlari benimsemişlerdir. Onlar da önce
Kitab, sonra Sünnetle hüküm vermişler. Kitab ve Sünneti derecelere
ayırmışlardır. Meselâ, Peygamber (S.A.)'in fiil ve takrirlerini derece
bakımından sona bırakmışlardır. Çünkü, açık ifadelerin şer'î hükümleri
göstermesi, diğerlerinden daha kuvetli ve daha kesindir.
Onlar, Kitab ve
Sünnet'te nass bulamadıkları takdirde Kıyasa baş vurmaktadırlar. İstihsan ve
Masâlih-i Mürseleyi de Kıyasa dahil etmişlerdir[33].
Bunlardan sonra akıl gelir. Aklın iyi gördüğü şeyleri yapmak ve kötü gördüğü
şeylerden de sakınmak, dinin istediği hususlardır. Önceki delillerden biri
bulunmadığı zaman bu yola başvurulur.[34]
Burada, Zeydiyye
mezhebindeki aklın rolüne işaret edeceğiz. Bu mezheb akaid ve 'şer'i hükümlerde
akla en büyük yetkiyi tanıyan Mu'tezile mezhebine yaklaşmaktadır. Mu'tezilîler,
iyi ve kötü şeyleri bilmede aklın tam bir yetkiye sahip olduğunu, onun iyi
gördüğü şeylerin yapılması gerektiğini, terkedildiği takdirde cezayı icap
ettiğini, kötülüğüne hükmettiği şeylerden kaçınılmasını, bunlar yapıldığı
takdirde cezayı mucip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre her iki haldeki
ceza da âhirete aittir. Akıl, nass bulunmayan yerde kayıtsız şartsız hüküm
vermeye selâhiyetlidir. Böylece onlar, kıyası, istihsanı ve hakkında nass
bulunmayan meselelerle ilgili olan diğer istinbat vâsıtalarını hiçe saymakta ve
sadece akla dayanmaktadırlar.
Zeydîler de bu mezhebe
sarılmışlar ve şeylerin iyi veya kötülüğüne hükmetmede akim yetkili olduğunu;
dolayısıyla emir, nehiy, sevap ve cezanın buna bağlı bulunduğunu kabul
etmişlerdir. Fakat, nass'lardan sonra doğrudan doğruya akla başvurmamışlar; onu
ic-ma1, kıyas, istihsan ve masâlih-i mürselden sonraya bırakmışlardır.
«el-Kâşif fi'I-Usûl» yazarı, bu konuda şöyle demektedir» :
«Kitab, Sünnet, İcma',
Kıyas ve benzeri şer'î bir delil bulunmadığı zaman delİlimiz akıl olur.
Dolayısıyla, başka delil bulunmazsa akılla amel etmek gerekir. Yani,bir;şeyin
iyi veya kötü olduğunu akıl tâyin eder. Yalnız, akılla amel etmenin şartı,
şer'i delilin bulunmamasıdır»[35].
Zeydiyye mezhebine
göre, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, masâlih-i mürsele de kıyasın bir çeşidi
olup şer'î delillere dahildir. Bu itibarla, mücerret aklî delil için bir saha
bırakılmamış oluyor. Çünkü bütün meseleler; nasşları, icma' konusu olan
hususları, bütün çeşitleriyle, kıyası, maslahatı celbetme ve mazarratı defetme
gibi şeriatın genel amaçlarını içine alan bir şer'î delilin hükmüne bağlanmış
oluyor.[36]
Çeşitli sebepler
birleşerek Zeydiyye mezhebini oldukça geliştirmiş ve genişletmiştir. Bu
sebepleri şu üç noktada özetliyebiliriz:
1 — Bu
mezhebin İmamlarının ekserisi Ehl-i Beyte mensup kimselerdir. Bu İmamlar,
birçok ictihadlarda bulunmuşlar, çoğu zaman meseleleri halletmek hususnda İmam
Zeyd'e uymuşlar, bir kısım meselelerde de ondan ayrılmışlardır. Bunların
görüşleri mezhebe ilâve edilmiş ve onu genişletmiye sebep olmuştur.
2 — Mezheb,
birbirine uzak çeşitli ülkelerde yayılmıştır.Her bölgenin kendisine göre ve
diğerinden ayrı bir çevresi vardır. Dolayısıyla her memleketin, hakkında nass
bulunmayan konularda örf, âdet ve gelenekleri mezhebin gelişmesinde rol
oynamıştır.
3 — Zeydiyye
mezhebinde ictihad kapısı daima açıktır. Hattâ büyük dört mezheb gibi başka
mezheblerin ictihadlarmdan beğendiklerini almak da Zeydîlere göre bir ictihad
olarak kabul edilmiştir. Bu görüş sayesinde Zeydiyye mezhebi çeşitli fıkıh
görüşlerinin birleşip kaynaştığı, çok renkli ve değişik tatlarda meyveler
yetiştiren bir bahçeyi andırmaktadır. Bunlara ayrı ayrı dokunmak istiyoruz.
İmam Zeyd şehid
edildikten sonra oğulları onun zengin fıkıh mirasına sahip olmuşlardır. Bu
temiz soya mensup olanlardan Ahmed b. İsâ b. Zeyd, Irak'ta oturmuş, Ebu
Hanife'nin talebeleriyle düşüp kalkarak, Iraklılardan farazi (takdirî) fıkıh
—bu, vuku bulmayan meselelerin hükmünü açıklamak olup Ebu Hanife'nin metodu
idi— öğrenmiştir. Ahmed b. îsâ, fıkıh kitapları yazmaya girişmiştir. Zaten
yaşadığı çağ, birçok meselenin Kitab, Sünnet ve Kıyas gibi delillere
dayanılarak açıklandığı bir devirdir. O, üzerinde durduğu fıkhı konulan,
“el-Emâlî» adını verdiği kitabında toplamıştır.
Zeydiyye mezhebinde
ictihad, Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere inhisar etmemiş, Hz. Hasan'm
soyundan gelen İmamlar da bu işe karışmışlardır. Çünkü Zeyd, hilâfeti Hz.
Hüseyn nesline mahsus olarak tanımamış; onu, Hz. Ali'nin Fatıma'dan doğan bütün
evlâtlarına lâyık görmüştür. Hattâ o, bu vazifenin hakkını verecek olan her
müslümanm halife seçileceğini kabul etmiştir.
Hz. Hasan'ın soyundan
gelen el-Kâsım b. İbrahim er-Ressî el-Hasenî, “Kâsimiyye» denilen büyük bir
fırkanın İmamıdır. Onun kıymetli görüşleri, Hanefî mezhebine vukufu ve bu
mezhebden aldığı birçok meseleler vardır. el-Kâsmı, Hicrî 170 yılında doğmuş,
Medine yakınındaki «er-Ress» denilen yerde 242 H. yılında ölmüştür.
el'Kâsım'uı mezhebi ve çıkardığı hükümler, Zeydîlerin furü1 kitaplarında
toplanmış olup bu mezhebin Yemen'de yayılmasında büyük bir rol' oynamıştır.
el-Kâsını'dan sonra
245 H. yılında Medine'de doğan torunu el-Hâdî îlelhak Yahya b. el-Hüseyn b.
el-Kâsım, Yemen'de İmam olarak ortaya çıkmıştır. Bu sırada Yemen'deki aklı
eren insanlar, Yemenlileri bir araya toplayacak, bu ülkede yayılmış olan
bid'atlarla, bilhassa, Karmatîlerle savaşacak bir İmamın bulunmasını zaruri görerek,
el-Hâdî'ye İmam olarak bağlanmışlardır.
el-Hâdî, hem cihad hem
de ictihad yapan bir insandır. Onun cihadı şu iki hususta olmuştur;
1 — Yemen ve
çevresindeki ülkeleri birleştirmek. O, bu dâvasını kısmen gerçekleştirmiştir.
2 — Çağında
bid'at ve anarşinin doğmasına sebep olan Karmatîlerle mücadele etmek. Bu
uğurda kendisi ve daha sonra evlâtları çok başarılı imtihanlar vermişlerdir. O,
Karmatîlerle savaşırken aldığı bir yara neticesinde seve seve ölümü
tadarak,298 H. yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Kendisinden sonra
evlâtları, babalarının başladığı işi sonuna kadar götürmüşler ve kesin zafere
ulaşmışlardır.
İçtihadına gelince;
bu, üç noktada özetlenebilir:
1 —
Tatbikatı ihmal edilmiş olan hadd cezalarını uygulamak.
2 —
Vatandaşlar arasında adaleti tam olarak sağlamak, Öyle id, «Verirken sizi
kendimden ileriye geçiriyorum, düşmanlarımızla karşılaşınca da kendimi sizden
ileriye atıyorum» demek onun şiarı idi.
3 — Umumi
olarak fıkıhla uğraşmak. Bu konuda el-Hâdî'nin değerli görüşleri vardır. O,
Zeydiyye mezhebinin esaslarını tesbit etmiş ve Hanefî mezhebinden bir çok
iktibaslarda bulunmuştur.
el-Hâdî'nin fıkhî
görüşlerini toplayan İmam en-Nâtık Bilhak (öl.424 H.) da, bir mesele hakkında
el-Hâdî'den rivayet edilen bir fetva veya bir hüküm' bulunmadığı zaman, Ebu
Hanîfe mezhebine uyar ve bu türlü meseleleri onun mezhebine göre hallederdi.
El-Hâdî'nin
görüşlerine bağlı olan ve onları tedvin eden eil-Nâ-tık Bilhakkın, Hanefi
mezhebinin hâkim olduğu Taberistan'da bulunduğunu gözönüne alırsak, meseleleri
bu memleket için en uygun olan şekilde halletmiye çalışmış olduğunu
söyleyebiliriz.
el-Hâdî'ye bağlı olan
fırkaya «Hâdeviyye» adı verilir.
el-Hâdi, İmam Zeyd'in
mezhebinin bir kolu olan kendi mezhebini Yemen ve ona komşu bulunan yerlerde,
Hicaz ve dolaylarında kökleştirirken, Deylem ve Gîlan ülkelerinde de Hz.
Hüseyin soyundan gelen Ebu Muhammed el-Hasen b. Ali aduıda ve
«en-Nâsıru'1-Kebîr” lâkabiyle anılan, bir hastalık sonunda sağır olduğu için
«el-Utrûş (sağır)» diye bilinen başka bir İmam bulunmaktadır. Bu zat, halkı
müşrik olan adı geçen memleketlere hicret etmiş ve buraların halkını İslâm'a
çağırmıştır. Davetini kabul ederek islâm'a girenlere Zeydiyye mezhebinin
esaslarını anlatmış ve oralarda bu mezhebin fıkhını yaymıştır. Bu fıkıhta
müctehid olan en-Nâsıru'1-Kebîr, bir biri ardınca süregelen baskı ve bir çok
Ehl-i Beyt mensuplarının şehid edilmesinden sonra sönmek üzere olan Zeydiyye
mezhebini buralarda yeniden canlandırmıştır. En-Nâsır, 230 Hicrî yılında
doğmuş.ve 304 H. yılında ölmüştür. Görülüyor ki o, el-Hâdî'den daha önce ortaya
çıkmış ve ondaiı çok sonra 74 yaşında ölmüştür. El-Hâdî ise öldüğü zaman 53
yaşında idi.
Bunların her ikisi
büyük himmet, yapıcı bir siyaset ve kudret sahibi olan birer fakîh ve bilgin
kimselerdi. Onların çağında yaşı-yan ve kendileriyle görüşen yaşlı bir zat
şöyle demiştir: «El-Hâdi'yi gördüm: o, büyük, iki yanı geniş ve uzun bir vadi
gibi idi. En-Nâsır'ı gördüm: o da, derin ve kükremiş bir deniz gibi idi.»
Anlaşılıyor ki,
en-Nâsır, İlim bakımından çok ihatalı, el-Hâdî de fıkıh bakımından daha bilgili
idi. Bu sebeple Ali b. el-Abbas; «el-Hâlidî Ehl-i Beyt'in fakihi, en-Nâsır da
âlimi idi» demiştir.
Bu tarihî açıklamalardan
anlaşıldığına göre Zeydiyye mezhebi hem Doğuya doğru, hem de Batıya doğru, yani
Hicaz, Irak, Yemen ve bunların çevrelerinde yayılmıştır. Bu itibarla o,
yayıldığı memleketlerin renk, örf ve geleneklerine göre şekillenmiş; fakat
yine de, birbirinden uzak kollara ayrılarak inkişaf etmesine rağmen, İmamları
arasındaki temas kesilmemiştir. En-Nâsır ile eİ-Hâdî arasında, bunlardan sonra
da bu mezhebe bağlı olan bilginler arasında ilişki devam etmiş, fikrî temas ve
yazışmalar sürüp gitmiştir.
Daha sonra gelen ve
Zeydiyye fıkhını toplayanlar, bütün İmamlarının görüşlerini birbirine iyice
meczetmişlerdir.
Önce de söylediğimiz
gibi Zeydiyye mezhebinde ictihad kapısı her zaman açıktır. Fakat ictihad, fer'i
meselelerde yapılmakta, usûlde içtihada lüzum görülmemektedir. Dolayısıyla, bu
ictihad mutlak değil, ancak mezhebe göre bir ictihad'dır. Öyle anlar da
olmuştur ki, ictihad sadece mezheb içerisinde yapılmıştır[37].
Sonrakiler, İmamların görüşlerine aykırı hareket etmemişler; fakat mezhebe
göre ictihad yapan müctehidlerin görüşleri dışına çıkarak, duruma göre başka
mezheblerin ictihadlarmdan faydalanmışlardır.
Onlar, hem Ehl-i Beyt
İmamlarının, hem de Ehl-i Sünnetin rivayet ettiği hadislerden faydalanmak için
daima açık bir kapı bırakmışlardır. Nitekim onlar, bütün mezheblerden istifade
etmişlerdir. Dolayısıyla Zeydiyye mezhebi, sadece îmam Zeyd'in ictihadlarına dayanmayan
birleştirici (elektik) bir mezhebdir.
Bu mezhebin
muamelât'da Hanefi mezhebiyle birleştiği hususlar çoktur. Bunun sebebi, Ebu
Hânife ile İmam Zeyd'in bir arada bulunmaları, birlikte ilmî müzakereler
yapmaları ve Ebu Hanife'nin, Zeyd'in ilminden faydalanmış olmasıdır. Her iki
mezhep, Mâverâ-unnehr'de birbiriyle karışmış ve karşılıklı bir hayli alış
verişte bulunmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi, Zeydiyye fakihlerînin bir
kısmı, kendi mezheblerinde bir sarahat bulamadıkları zaman Hanefi mezhebinden [38]yararlanmışlardır.[39]
[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/127.
[2] AI-i İmran Sûresi, 134.
[3] Tarihî ve edebî eserlerde
Ferezdak'a nisbet edilen bu kasideyi, İsfahanıde, el-Agânî'de rivayet etmiştir.
[4] Haşr Sûresi, 10.
[5] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/129-131.
[6] el-Milel ve'n-Nihal, c. I.
s. 119.
[7] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/131-133.
[8] el-Kâmil, c. V. s. 5.
[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/134-136.
[10] el-Kamil, c. V. b. 68.
[11] İbni Kesir, c. IX, s. 330.
[12] İmam Zeyd'in oğlu Yahya,
babasıyla birlikte savaşa katılmış ve pederinin şehid olması üzerine Horasan'a
kaçmıştır. Çeviren
[13] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/137-139.
[14] Murûc u'z-Zeheb, c. III, s.
183.
[15] En'am Sûresi, 129.
[16] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/139-140.
[17] Etral-Ferec etfsfabânî,
Makâtilu't-Tâlibin, Kahire, 1949, S. 129.
[18] Zehrul-Adâb, c I, s. 72.
[19] Adı geçen eser.
[20] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/141-145.
[21] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/146.
[22] Al-i İmran, 59-61.
[23] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/146-149.
[24] Bakara, 231.
[25] Ra'd, 8, 9.
[26] Zümer, 7.
[27] Ra'd Sûresi, 39.
[28] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/150-152.
[29] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/153.
[30] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/153-155.
[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/155-157.
[32] Bu eser, Şerafuddin Hüseyn
el-Haymi (Öl 1806 M.) tarafından yazılmıştır. Çeviren.
[33] Kıyas; hakkında nass
bulunmayan bir meseleye, aralarındaki müşte-l rek illete dayanarak, hakkında
nass bulunan benzeri bir meselenin hükmünü vermektir. Meselâ, şeker kamışının
suyundan yapılan ve sarhoşluk veren içkinin haram oluşu böyledir. Böyle bir
içkinin haram oluşu hakkında, şarabın haram oluşu hakkında mevcut olduğu gibi
bir nass yoktur. Fakat, her ikisinin haram oluşundaki illet aynı olup da bu sarhoşluk
vermesidir.
istihsan;
biri açık fakat tesiri zayıf, öteki gizli fakat tesiri kuvvetli olan iki
kıyasın birbiriyle çatışması halinde ikinci kıyasın alınması demektr. Buna
gizli (hafi) kıyas da denir.
Masâlih-i Mürsele, şeriatın amaçlarına uygun olan ve hakkında müsbet veya menfî bir hüküm ifade eden özel bir nass bulunmayan maslahatlardır.
[34] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/157-159.
[35] el-Kâşif fil-Usûl, yazma,
Dâru'l-Kütüb el-Mısriyye, varak: 39.
[36] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/159-160.
[37] Mezhebe göre ictihad
yapanlar müntesib müctehidlerdir. Bunlar, usulde mezhep İmamına bağlı
kalırlar, fakat furû'da ona muhalefet ederler. Mezheb içerisinde ictihad
yapanlar ise, mezhebde müctehitlerdir. Bunlar, hem usulde hem de furû'da
mezheb İmamına muhalefet etmezler, ancak mezheb İmamının görüşlerine dayanarak
bir kısım fer'i meseleleri açıklarlar.
[38] Zeydiyye mezhebi
mensuplarının büyük çoğunluğu bu gün Yemendedir. 1911 M. yılında Yemen'de
Osmanlı İdaresine karşı ayaklanan bir İmam, resmen ve siyasî bir varlık olarak
kendisini kabul ettirmiştir. Bu ülkede 1970 yılında Cumhuriyet ilan edilmeden
Önceki Kral (İmanı) da bu hanedana mensuptur.
İran'da da bu mezhebe bağlı olanların sayısı yüzbinin üstündedir.Çeviren.
[39] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/161-164.