Ebu Hanife'nin Şahsiyet Ve Karakteri
Hanefi
Mezhebinin Nakil Ve Tedvini
Hanefi
Mezhebi'nîn Gelişmesi Ve Yayılışı
Hanefî
Mezhebi'nîn Yayıldığı Ülkeler
İslâm dini, Horasan ve
İran'da yayıldı. Bütün Irak ve çevresini istilâ etti. Birçok büyük mevki' ve
asalet sahibi insanlar, bu istilâ sırasında müslumanlar tarafından esir edildi.
îşte bu esirler arasında zengin, asalet sahibi ve Iran asıllı birisi vardı ki
adı Zûtâ idi. îlk mücahit müslumanlar, büyüklükleri icabı, ellerine esir düşen
insanları köle olarak tutmuyorlar, onları serbest bırakıyorlardı. Gerçi
bunları bazan köle olarak aldıkları da oluyordu. Fakat, dinin emirlerine ve
Hz. Peygamber'in sünnetlerine uyarak, kısa bir yoldan onları âzâd cihetine
gidiyorlar, ağalık ve ululuk satma yerine, dostluğu ve sevgiyi tercih
ediyorlardı.
Bunun için Zûtâ da
kısa bir zaman sonra esirlikten veya kölelikten kurtuldu. O da tam olarak âzâd
edilip hür insanlar arasına katıldı. Bundan sonra Benî Teym b. Sa'lebe
kabilesinin azatlısı oldu. Bu kabîle, Kureyş^den gelen Teymîlerden başka bir
Arap kabîlesidir. Allah, Zûtâ'ya hürriyeti nasip ettikten sonra, bundan daha
büyük ve daha değerli olan islâm nimetini de ihsan eyledi. Bu asil insan,
lâyıkıyla müslüman olmuş, ana vatanı olan Kabil'den islâm medeniyetinin ilk
merkezlerinden biri ve İran'a en yakın bulunan Küfe Şehrine göç etmiştir.
Zûtâ, Kûfe'de İmam Ali
b, Ebî Tâlib (R.A.) ile karşılaşmış ve onu son derecede sevmiştir. Nevruz
bayramı münasebetiyle Hz. Ali'ye pâluze (pelte) ikram etmişitr. Bu, onun büyük
İmamla olan ilgisinin kuvvetli oluşunu, kendisinin zenginliğini ve
Peygamber'in Ehl-i Beyt'ine karşı duyduğu sevgiyi gösterir.
Onun, müslüman
olduktan sonra bir oğlu dünyaya geldi. O, bu oğluna Sabit adını verdi, işte bu
Sabit, Hz. Ali'ye karşı babası gibi son derecede ilgi duyuyordu. Bir çok
rivayetlere göre Hz. Ali, Sâbit'e Allah'tan hayırlı bir evlât vermesini
dilemiştir.
Allah, İmam Ali
(R.A.)'nin bu duasını kabul buyurmuş ve Sâ-bit'e Irak'ın fakîhi —istersen
îslâmın fakihi diyebilirsin— Numan'ı ihsan etmiştir. îmam Şafiî, bu büyük fakih
hakkında: «insanlar fıkıhta Ebu Hanife'nin iyalidir» demiştir. Tarihin «Ebu
Hanife» ismini verdiği Numan b. Sabit, bu künye ile tanınmış ve nesilden
nesile ismi, İlim ve düşüncenin sembolü olmuştur.[2]
Ebu Hanife, Kûfe'de
doğup büyüdü ve ömrünün çoğunu orada geçirdi. Çok küçük 'yaşta iken o çağdaki
dindar insanların çocukları gibi o da Kur'an-ı Kerim'i hıfzetti. Hıfzını
bitirdikten sonra unutmamak için Kur'an-ı Kerim'i en çok okuyan' insanlardan
biri olmuştur. Ramazanda bir kaç defa Kur'an-ı Kerim'i hatmettiği rivayet edilir.
Birçok rivayetlere göre o, kıraat ilmini Yedi Kurrâ'dan biri olan İmam Âsım'dan
öğrenmiştir. Kur'an'm hıfz ve kıraatim tamamladıktan sonra genç yaşında hadis
tahsil etti ve dinî bilgisini artırdı.
Ebu Hanîfe'nin içinde
doğup büyüdüğü aile, Kûfe'de ticaretle uğraşan ailelerden biridir. Ailesi,
ipekli kumaş ticaretiyle meşgul olduğu için onu da ticarete teşvik ediyordu.
Kendisi de, ailesi gibi ticarete karşı büyük bir kabiliyete sahip olmakla
beraber, ayrıca İlim ve aklî araştırmalara yönelen bir zekâ ve kafaya sahipti.
Dedesi ve babası, Hz. Aliye olan bağlılıkları sebebiyle dört yanı nuru ile
aydınlatan yeni dini, yani İslâmı anlamak için daima bir şevk duyardı. Ayrıca,
Ebu Hanife, Kûfe'de doğmuş, orada büyümüş ve yaşamıştır ki, bu şehir Irak'ın
büyük şehirlerinden biri, hattâ ikinci büyük şehri idi.
Irak, eski
medeniyetlerin beşiği olduğu için hem îslâmdan önce, hem de îslâmdan sonra din
ve mezheblerin de beşiği olmuştur. Süryanîler, oraya dağılmışlar ve îslâmdan
önce orada Yunan ve îran felsefesinin okunduğu ekolleri meydana getirmişlerdir.
Irak, Îslâmdan sonra çeşitli ırkların birleştiği, siyasî ve itikadı fikirlerin
çarpıştığı bir yer olmuştur. Orada Şiîler, Hâriciler ve Mu'tezililer yanya-na
idiler. Ebu Hanife'nin çağında birçok tabiîler vardj. O, bunlarla görüştü.
Tabiîlerden önce Kûfe'de Hz. Ömer'in, fıkıh öğretmek ve halkı irşad etmek için
gönderdiği Abdullah b. Mes'ud'dan başka îmam Ali (R.A.) gibi bir çok büyük
sahabîler vardı.
Ebu Hanife, ailesinden
gelen ticarî" temayülüne rağmen dikkatini Irak'ın ilmine, oradaki
sahâbilerin eserlerine çevirmiş, aklî ve ilmî çalışmalara yönelmiş ve bu
sayede düşünce pınarları fışkırmaya başlamıştır. Birçok cedelcilerle
karşılaşmış ve sağduyusunun verdiği ilhamla bazı sapık görüşe sahip kimselerle
tartışmalarda bulunmuştur. Bunlar, onun gençliğinin baharında veya çocukluğunun
sonlarına doğru olmuştur. Bunların yanında o, genel olarak ailesinin mesleği
ve geçim yolu olan ticarete yönelmişti. Öyle anlaşılıyor ki, boş vakitlerinde
İlim meclislerine pek az gelip gidebiliyordu. Hayatı, babası gibi ticaretle
geçiyordu. Malm çekici yönleri olmakla beraber, ilmin de nuru ve cezbesi
vardır. İşte bu yüzden, ticarî hayatının verdiği imkân nisbetinde Ebu
Hanife'nin aklî ve zihnî susuzluğunu ancak İlim giderebiliyordu.[3]
Ebu Hanife'nin bu
durumu, zekâ bakımından bilginlerin dikkatini çekinceye kadar sürüp gitti.
Bilginler, onu, kendisini büsbütün ticarete vermekten kurtarıp okumaya ve ilme
teşvik ettiler. Kendisinden şöyle rivayet edilir:
«Bir gün Şa'bîye
rasladım, oturuyordu. Beni çağırdı ve nereye gidiyorsun, diye sordu. Çarşıya
gidiyorum, dedim. Şa'bî de; çarşıya gitmeni değil, âlimlerin yanma gitmeni
isterini dedi. Ben de âlimlerin yanma çok az uğruyorum diye cevap verdim.
Bunun üzerine o, bana; öyle yapma, senin İlimle uğraşman ve bilginlerin
yanından ayrılmaman gerekir; çünkü ben, sende dinamik bir zekâ ve uyanıklık
görüyorum, dedi. Ebu Hanife, sözünü şöyle bitirmektedir: Şa'-binin bu sözleri
kalbimde son derecede büyük bir yer etti. Çarşı vg pazara gitmeyi bıraktım,
İlim tahsiline koyuldum. Allah, Şa'bînin bu sözleriyle beni çok faydalandırdı.
Ebu Hanife, bundan
sonra vaktinin çoğunu İlim yolunda sarfet-miş, çarşı ve pazara çok gidip
gelmeyi bırakmıştır. Çarşıda pazarda olup bitenlerden bile habersiz kalmış ve
ticaretle ilgili bir kısım bilgilerini de unutmuştur. Buna karşılık, İlim ve
onun derinliklerine inişi elde etmiştir. Gerçekten İlim denizi çok derindir.
Böylece o, vakitlerinin çoğunu ilme hasretmiş ve çarşıya pek az gider olmuştur.
Ebu Hanife'nin kendisini ilme verişi, onun büsbütün ticaretten uzaklaşması
demek değildir. Bize kadar gelen haberlere göre o, ticarî işlerini vekili
vasıtasıyla yönetiyor, kendisi de sadece bu işlere nezaret etmekle yetiniyordu.
İlerde işaret edeceğimiz gibi Ebu Hanife, ancak ticarethanesinin durumunu
bilecek kadar çarşıya gelip gidiyordu.
îlme yöneldikten sonra
küçük yaşta kazanmış olduğu cedelci ve münazaracı mizacını ancak Kelâm ilmi
tatmin ediyordu. O, bu konuda mu'tezilîİerle birçok tartışmalarda bulunuyordu.
Ebu Hanife, akaid meselelerinde bilginlerle müzakerelere dalıyor, Basra'ya çeşitli
sehayatlar yaparak, buradaki mu'tezilîlerin görüşlerini öğreniyor ve onlarla
münazara yapıyordu. Hâricilerle de tartışmalara girişiyor ve bunların da
düşüncelerini yakından tanıma imkânına kavuşuyordu. İşte Ebu Hanife, böyle
fırkaların görüş, ve anlayışlarını öğrenmeye devam ediyor; fakat, onun İlim
nurlarıyla aydınlanmış olan kalbi, çoğu zaman feveran ediyordu. Çünkü o,
seleflerininkinden ayrı bir yoldan gidiyor ve kendisini, cedelleşmeye sebep
olan ve pek fayda sağlamayan şeylerle uğraştırıyordu. Çevresine iyice göz
gezdirince fıkıh halkaları Ebu Hanife'nin dikkatini çekmiştir. O çağda bu
fıkıh halkalarını, halka dini hususlarda faydalı, özellikle amelî bakımdan
yararlı olan meseleleri öğreten ve nazarî cedelden uzak bulunan âlimler teşkil
etmekte idiler.[4]
Ebu Hanîfe, kendisini
ilme vermiş ve sonunda fıkıh'da karar kılmıştır. Bu hususta sözü kendisine
bırakıyoruz; o şöyle der:
«Kendi kendimi
yokladım, düşündüm ve şu kanaata vardım.Geçmiş olan Sahâbî ve Tabiîler, bizim
anladığımız şeylerin hiç birisini gözden kaçırmamışlardır. Onlar, bu şeyleri
anlamada daha muktedir ve daha iyi kavrayış sahibi idiler. Meselelerin
inceliklerini onlar daha iyi arılıyorlardı." Sonra onlar, bu hususlarda
birbirleriyle sert bir şekilde münakaşa ve mücadelede bulunmuyorlar, faydasız
mücadelelere dalmıyorlardı. Aksine, bunlardan uzak kalıyorlar ve halkı da
menediyorlardı, Keza, gördüm ki onlar, şeriata ve fıkıh konularına dalmışlar,
bu hususlarda birçok şeyler söylemişlerdir. Onlar, fıkıh meclisleri teşkil
ederek, birbirlerini fıkha teşvik etmişlerdir. Halka fıkıh öğretmişler,
müslümanları fıkıh öğrenmek için çağırmışlar ve teşvik etmişlerdir. Birbirlerine
fetva vermişler ve fetva sormuşlardır. İşte İslâmın ilk asri böyle geçmiştir.
Sonrakiler de onlara, yani ilk asır müslümanlarına böylece uymuşlardır. Kısaca
tasvir etmeye çalıştığını onların bu tutumunu görünce ben de münakaşa,
mücadele ve kelâm bahislerine dalmayı bıraktım. Fıkıh ilmi ile yetindim ve
seleflerimizin yaptığı işlere döndüm. Marifet sahibi olanlarla düşüp kalktım.
Ve gördüm ki, kelâmla uğraşan ve kelâm meseleleri üzerinde tartışmalarda
bulunan kimselerin simaları eskilerin sımalarına, nıetodlan da salihlerin
metodlaruıa uymamaktadır. Yine gördüm ki cedelcilerin kalbleri katı, ruhları
kabadır. Onlar Kitab, Sünnet ve selef-i sâlih'e muhalefetten çekinmiyorlar,
vera' ve takvadan da uzaktırlar.»
Ebu Hanife, fıkha
yöneldiğinde kelâm ilmini iyice okumuştu. O, akaid meselelerini açıklamakta,
tevhîd'in hakikatlarım akli delillerle isbat etmekte idi. Bir kısım hadis-i
şerifleri hıfzetmiş, nahiv ve edebiyatı öğrenmişti. Bütün bunlar sayesinde o,
geniş bir kültür sahibi olmuştu ki işte bu kültür onun fikirlerim beslemiştir.
Kalbi, aklı ve her şeyi ile Fıkıh ve Hadis'e yöneldiği zaman tam bir vukuf
sahibi ve hakikatlan kavramakta idi. O, İlim hayatının başlangıcında kelâma
olduğu halde, oğlu Hammad'ı[5] ve
talebelerini kelâm münakaşalarına girmekten men ederdi. Oğlu, filozof babasına
bir defa şöyle demiştir: «Siz kelâm münakaşalarına giriyordunuz. Bizi ise
ondan men ediyorsunuz.» Bunun üzerine Ebu Hanîfe şöyle söylemiştir : «Evet,
biz kelâm münakaşalarına giriyorduk. Arkadaşımızın yanılması korkusuyla sanki
aklımız başımızdan gidiyordu. Siz ise kelâm münakaşalarına giriyor ve
arkadaşınızın yanılmasını istiyorsunuz. Arkadaşının yanılmasını isteyen kişi,
onun küfre gitmesini istiyor demektir. Arkadaşının küfre gitmesini isteyen
ise, ondan önce kendisi küfre [6]gider.[7]
Ebu Hanîfe, ilmî
çalışmalarının sonunda fıkha dönmüştür. O,-Kitab ve Sünnet'ten hükümler
çıkarmaya, meseleleri bunlar üzerine bina etmeye, selef-i sâlihin rivayet
ettiği hadisleri araştırmaya, öncekilerin ittifak ettikleri veya ihtilâfa
düştükleri konuları öğrenmeye koyulmuştur. O, sahabîlerin ihtilâfa düştükleri
meselelerde onların görüşlerinin dışına çıkmaz, fakat bunlardan her hangi birisini
benimserdi.
Ebu Hanîfe, fıkıh
tahsilini kimden yapmıştır? Bu soru, bizzat Ebu Hanîfeye sorulmuş, kendisi de
onu şöyle cevaplandırmıştır: «Ben, İlim ve fıkhın merkezinde idim. İlim ve
'fıkıh ehli ile düşüp kalktım. Bu İlim ve fıkıh merkezindeki fakihlerden
birinin yanından hiç ayrılmadım.» İmam Ebu Hanife'nin işaret ettiği İlim merkezi
Küfe şehridir. Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes'ud (R.A.) gibi büyük
sahabîlerin ilmi bu şehirde toplanmıştır. Tabiîlerden Alkame, İbrahim Nahaî, bu
sahabîlerin yolundan gitmişlerdir. Kıyas ve tahrice dayanan fıkıh burada
mevcuttu.
Büyük İmamın
yukarıdaki sözü, bir öğrencinin ilminin, ancak şu esasa dayandığı takdirde
sağlam olacağını göstermektedir:
l — Bir İlim
muhitinde yaşamak ve bu muhitin güzel havasını teneffüs etmek,
2 —
Bilginlerle düşüp kalkmak ve çağındaki her türlü fikir hareketleriyle temas
etmek,
3 —
Kendisine, önemli meseleleri açıklayan ve kapalı şeylere karşı onu uyaran bir
üstadın yanından ayrılmamak. Ta ki o, her hususta basiretli hareket etsin,
sapmasın ve perişan olmasın. Eskiden âlimler şöyle söylerlerdi: Kim yetiştirici
bir üstaddan İlim tahsil etmezse olgun bir düşünce ve sağlam bir görüş sahibi
olamaz. İbni Haldun, îbni Hazm el-Endelüsî'nin fıkıh çalışmalarındaki metodunu
kınar ve onu yetiştirici bir üstaddan İlim tahsil etmemekle itham ederdi.
Allah, Ebu Hanîfe'ye
bunların hepsini vermişti. O, felsefe ve akaid İlimlerinin beşiği olan Kûfe'de
bulunuyordu.
Bu şehir, fıkıh
çalışmaları bakımından Medine ile yarışıyordu. Gerçi hadis ilmi bakımından
Medine'ye ulaşamıyorsa da, meseleleri nass'lara dayandırma ve hakkında nass
bulunmayan meseleleri, hakkında nass bulunan meselelere kıyas etmek bakımından
büyük bir mesafe katetmişti. İbrahim Nahaî ve kendisinden sonra talebeleri,
Kur'an ve Sünnet hükümlerinin dayandığı illet (sebeb)'leri ortaya
koymuşlardır. Onlar, hükmün illetini kavradıkları zaman o hükmü bu illeti
taşıyan her meseleye tatbik etmişlerdir. Onlar, birbirinin kıyaslarını tetkik
ediyorlar ve karşılıklı münazalarda bulunuyorlardı. İşte Ebu Hanîfe, böyle bir
fıkıh atmosferi içinde yaşamış ve fıkıh tahsİlim böyle bir muhitte yapmış,
sonra da fıkıhta en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Böylece o, Kûfe'nin üstadı ve
Irak'ın fakîhi olmuştur.
Ebû Hanife, fıkıh
tahsil ederken çeşitli mezheb ve fırkaların üs-tadlarıyla temas etmiştir.
Bunların hepsi Ehl-i Sünnet fukahâsı olmadığı gibi aralarında dinde ve fıkıhta
kıyas ve re'y'e müsaade etmeyenler de vardı. Aynı zamanda Ebû Hanîfe, mevcut
hadislere bağlı kalan ve bunların dışma çıkmıyan bir kısmı tabiîlerden de İlim
tahsil etmiştir. Ayrıca o, Abdullah b. Abbas'm talebelerinden Kur'anTı Kerim
ilmi tahsil etmiştir. Çünkü Abdullah b. Abbas, Kur'an ilmi bakımından çağdaşı
sahabîlerin en bilgini idi. Hattâ ona «Kur'an'ın tercümanı» denilirdi. Bu büyük
bilginin talebeleri Mekke'de oturmakta idiler. Ebu Hanîfe de, Kûfe'de karşılaştığı
baskılardan kaçarak buraya gelmiş ve altı yıl kadar burada kalmıştır. Fakat,
Kûfe'de kıyasa dayanan fıkhı okuyup incelemiş olan Ebu Hanîfe için bu seyahat,
Hadis ve Kur'an fıkhını tetkik bakımından büyük bir fırsat olmuştur.
Ebu Hanîfe, Ca'fer-i
Sâdık'm «Ali b. Ebî Tâlib'in şehri» dediği rivayet edilen Kûfe'de oturduğu
sırada çeşitli şiî fırkalarla temas etmekte idi. O, Zeydiyye ve Imamiyye
mensupları ile temas halinde idi. Bununla beraber Ebu Hanife'nin, bu
mezheblerin mensupları gibi düşündüğü bilinmemektedir. Ancak o, Hz.
Peygamberin âline ve temiz soyuna karşı büyük, bir muhabbet duymaktaydı. Onun
Iraklılardan, Mekkelilerden ve diğerlerinden İlim tahsil edip değişik
gö-" rüşleri birleştirişi, çeşitli unsurlarla beslenip bu unsurların hepsini
özümseyerek (temessül ederek) hayatının kıvamını sağlayan insanı andırır. İşte
bu şekilde Ebu Hanife bu unsurların hepsinden faydalanmış, sonra bunlardan
kendine has yeni bir fikir ve sağlam bir görüş ortaya koymuştur.
Ebu Hanife, İlim
tahsil ederken şu dört çeşit fıkhı öğrenmeye gayret ediyordu:
1 —
Maslahata dayanan Hz. Ömer'in fıkhını.
2 — Şer'î
hakîkatları araştırıp ortaya koymak için yapılan -is-tinbata dayanan fıkhı.
3 — Tahrice
dayanan Abdullah b. Mes'ud'un fıkhını.
4 — Kur'an
ilmi olan Abdullah b. Abbas!m fıkhını.
Fakîhlerin yanında büyük
bir mevki' ihraz eden Halife Ebu Ca'-fer el-Mansur, İmam Ebu Hânifeye:
— Ey Numan,
ilmi kimlerden tahsil ettin? diye sordu. Ebu Hanife de şu cevabı verdi:
— Talebeleri
vasıtasıyla Hz. Ömer'den, yine telebeleri vasıtasıyla Hz. Ali'den ve
yetiştirdikleri vasıtasıyla Abdullah b. Mes'ud'-dan tahsil ettim. Abdullah b.
Abbas da yeryüzünde çağının en büyük bilgini idi;»
Bunun üzerine Halife
Ebu Ca'fer el-Mansur:
— Sen çok
sağlam bir yol tutmuşsun, dedi.[8]
Ebu Hanife, çeşitli
çevrelerde bir çok bilginlerle düşüp kalkmış, onların metodlarını öğrenmiş,
içinde yaşadığı İlim atmosferinden hakkıyla faydalanmıştır. O, özellikle,
çağının fıkıh reisi olan bir bilgine bağlanmış ve ondan hiç ayrılmamıştır.
İşte bu bilgin Hammad b. Ebî Süleyman'dır. Bu da mevâlî'den olup nasıl Ebu
Hanife'nin atası Teymüerin azatlısı ise, Hammad'm babası da Eş'arîlerin
azatlısı idi. Hammad'm babası, İbrahim b. Ebi Mûsâ el-Eş'ari'nin azatlısıdır.
Hammad, İbrahim Nahai ile Şa'biden fıkıh tahsil etmiştir. Kadı Şureyh, Alkame
b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'm fıkhını da bunlardan
öğrenmiştir. Bunlar,
Abdullah b. Mes'ud ve İmanı Ali b. Ebî Tâlib (R.A.) gibi iki büyük sahâbînin
fıkhına sahip olan kimselerdir.
Hammad, bu iki büyük
sahabîden fıkıh tahsil eden mezkûr tabiilerin fıkhını öğrenmekle beraber,
İbrahim Nahaî ve Alkame'nin fıkhına daha çok önem vermiştir, tşte Ebu Hanife,
Hamjnad'dan bu tabiîlerin fıkhını almış ve İbrahim Nahaî'nin fıkhı ile tahrîce
çok önem vermiştir.
Ebu Hanife, 28 yıl
gibi uzun bir zaman Hamnıad'a talebelik yapmıştır. Yani, Ebu Hanife, 120 H.
yılında ölen hocası Hammad'm yanından ölümünedek ayrılmamıştır. Hocasının
ölümünden sonra Kû-fe'deki ders kürsüsüne o geçmiştir.
Burada belirtmemiz
gerekir ki, Ebu Hanife'nin, hocasının derslerine devam edişi aralıksız
olmamıştır. O, hacca çok giderdi. Bu hacc seyahatlerinde başka üstadlardan da
fıkıh öğrenirdi. Yalnız bir mazeret veya her hangi bir engel bulunmadıkça
hocası Hammad'dan ayrılmadığı anlaşılıyor. O, bu sırada müzâkere, mütalâa,
rivayet, nakil, karşılaştırma ve tercihlerde bulunuyordu. Ebu Hanife, 130 H.
yılında Kûfe'den Mekke'ye gittiğinde de ayrıca İlim tahsiliyle tetkiklerde
bulunma imkânına kavuşmuştur. Mekke-i Mükerreme'-de beş-altı yıl Beytu'l-Haram'm
mücaviri olarak kalmış, biraz önce yukarıda da söylediğimiz gibi, bu
mücâvirliği sırasında Abdullah b. Abbas'm talebeleriyle karşılaşmış ve onlarla
ilmî müzakerelerde bulunmuştur.[9]
Hammad, 120 H. yılında
ölünce, bütün gözler onun en bilgin ve kendisine en yakın olan talebesi Ebu
Hanife'ye çevrilmiştir. Ebu Hanife de bu isteklere olumlu cevap vermiş ve
hocasının yerine geçerek, onun ders halkasını devam ettirmiştir. O,
derslerinde zengin tecrübeleri, Allah'ın kendisine yerdiği üstün kabiliyetleri,
kuvvetli cedelciliği ve hazır cevaplihğı sayesinde çok feyizli olmuştur. İmam
Ebu Hanife geniş tecrübelere sahipti. Çünkü ticareti meslek edinmiş bir ailede
doğup büyümüştü. Çarşıda pazarda dolaşır ve ilk zamanlar vakitlerinin çoğunu
orada geçirirdi. Kendisini ilme verdikten sonra da çarşıyla ilişkisini
kesmedi. Hattâ bir vekil veya ortak vasıtasıyla ticarî işlerine devam etti.
Yani o, ekseri vakitlerini ilmî çalışmalarına ayırıyorsa da, kendisini İlimden
ahkoyamyacak şekilde ortaklaşa ticaret yapıyordu. Buna rağmen Ebu Hanife,
kendisini ilme o derecede vermişti ki, tarih onun ticaretle uğraştığını neredeyse
unutacaktı. Şüphesiz onun ticaret hayatı, fıkhî düşüncelerine büyük. etkilerde
bulunmuştur. O, arkadaşlarıyla tartışmalara girişirdi. Mesele örf, maslahat
veya bizzat adalet konusuna gelince arkadaşları susmak ve onu dinlemek
mecburiyetinde kalırlardı.
Talebesi Muhammed b.
el-Hasen eş-Şeybanî'den şöyle rivayet edilmiştir: «Ebu Hanife, kıyaslar
hakkında talebeleriyle tartışmalarda bulunurdu. Talebeleri bazan ona uyarlar,
bazan da itiraz ederlerdi. Fakat, İmam Ebu Hanife «istihsana başvuruyorum»
deyince, ona artık hiç kimse itiraz edemezdi. Çünkü o, istihsan konusunda
pekçok mesele ileri sürer ve hepsi de onun görüşünü kabul edip kendisine hak
verirdi.» İşte bu, ancak meselelerin inceliklerini kavramak, halkla sıkı bir
şekilde temas etmek, halkur çeşitli münasebet ve maksatlarını bilmekle mümkün
olur. Ebu Hanife'nin istihsanmm temeli, şeriatın esasları ile kaynaklarını ve
halkın durumlarıyla muamelelerini köklü bir şekilde incelemeye dayanır.
İmam Ebu Hanife, daha
önce de söylediğimiz gibi, çok seyahat ederdi. Bu seyahatleri, ona pek çok
tecrübeler kazandırmış ve çeşitli insan mizaçlarını tanıtmıştır. O,
seyahatleri sırasında fikirlerini açıklar, kendisini tenkid edenleri ve
görüşlerini samimiyetle inceleyenleri dinlerdi, tşte bu çeşitli seyahatleri
ona, olay ve meseleleri kavramak için öyle bir zihin açıklığı vermiştir ki, bir
yere kapanıp kalsaydı buna ulaşması elbette imkânsız olurdu.
İmam A'zam Ebu Hanife,
sahip olduğu bu tecrübelerin yanında, keskin görüşlü, meselelerin bütün
inceliklerini kavrayan bir insandı. İlminin meyvelerini tartışmalarında
görürdü. O güçlü münazarası ile tanınırdı. Hasmını bütün düşüncesiyle çembere
alırdı. Rivayet edildiğine göre âlemin yaratıcısı ve bîr yöneticisi bulunduğuna
inanmayan dehrîlerden bir toplulukla münazara ve münakaşaya tutuştuğu bir'
sırada hasımlarına şöyle bir soru sormuş ve onları kendi sözleriyle
bağlamıştır:
«Bir adam size dese
ki; ben yüklü bir gemi gördüm, tamamen yükünü almış ve denizdeki azgm dalgalara
karışmış, onu sevk ve idare eden herhangi bir kimse veya gemici bulunmadığı
halde muntazam bir şekilde yoluna devam etmektedir. Buna ne dersiniz? Akıl
bunu kabul eder mi? Onlar; hayır, akıl değil, bunu hayal dahi kabul etmez,
dediler. İmam Ebu Hanife de; Sübhânallah! Akıl, başı boş yoluna devam eden bir
geminin varlığını kabul etmezse, şu koskoca dünyanın, değişik halleri ve
çeşitli işleri bütün genişliği, dağlan, ovaları ve denizleriyle yaratıcısız ve
ustasız meydana gelip ayakta durduğunu nasıl kabul eder?*
İmam Ebu Hanife,
araştırmalarında hakîkatlann özüne yöne-lip hassların dayandığı sebep ve
hükümleri kavrardı. Kur'an'ın her
hangi bir nassından
hüküm çıkarmak istediği zaman bu nassın maksat, gaye ve illetlerini bilme
cihetine giderdi. Bir hüküm ifade eden her hangi bir rivayeti ele alınca bu
rivayetin illet ve gayesini tes-bit eder; bununla, Peygamber (S.A.)'den rivayet
edilen başka bir konuya ait hadis veya Kur'an nassı ile sabit olan hüküm ve
umumî kaideler arasında ince bir karşılaştırma yapardı. 'Hadîsin sahih veya
zayıf olduğunu anlamak için kendisine has ölçülere sahip olduğundan îmam Ebu
Hanife, gerçekten hadis sarrafı sayılmıştır. O, bunu «hadis fıkhı» sayardı ve
bu hususta şöyle söylerdi:
«Hadis öğrenip onun
fıkhını yapmayan kimse, çeşitli ilâçları toplayan ve tabib gelinceyedek. hangi
ilâcın hangi hastalığa karşı kullanılacağını bilmeyen eczacıya benzer. îşte
sadece hadis öğrenen kimse de, fakih gelene kadar öğrendiği hadislerin neye
yaradığını [10]bilemez.[11]
İmam Ebu Hanife'nin
ders verme usûlü, Yunan filozofu Sok-rat'm metoduna benzemektedir. O, doğrudan
doğruya dersi takrir etmezdi. Herhangi bir meseleyi ele alır ve ortaya kordu.
Sonra bu meseleye ait hükümlerin dayandığı esasları açıklar ve talebeleriyle
bunun üzerinde münakaşa ederdi. Herkes kendi görüşünü açıklardı. Onlar, bazan
hocalarına uyar, bazan da onun içtihadına muhalefet ederdi. Kimi zaman da.
yüksek seslerle ona itirazda bulunurlardı. Mesele bütün yönleriyle
incelendikten sonra o, bu karşılıklı konuşmaların neticesinde meydana gelen
görüşü ortaya kordu ki, onun ulaştığı bu görüş, meselenin kesin bir çözüm şekli
olurdu. Artık bu görüşü, bütün talebeleri kabul eder ve beğenirdi. İmam Ebu
Hanife'nin çağdaşı olan Mis'ar b. Kidâm, onun ders verişini şöyle anlatmaktadır
:
«Ebu Hanife'nin
talebeleri sabah namazını müteakip ihtiyaçlarını görmek için dağılırlar, sonra
onun dersinde bulunmak üzere toplanırlardı. îmam Ebu Hanife gelip yerine oturur
ve sorusu olan veya bir mesele üzerinde münakaşa etmek isteyen var mı? derdi.
Bunun üzerine her taraftan sesler yükselirdi. Allah, îslâmda şanı büyük olan
böyle bir kimse sayesinde bütün bu sesleri sükunete kavuştururdu.»[12]
Şüphesiz bu metodu,
ancak büyük bir ruha, güçlü bir şahsiyyete sahip olanlar
uygulayabilirler.
Çünkü, bu metodu tatbik eden kim-
îmam.A'zam Ebu
Hanîfe'nîn ders metodu ve diğer hallerini kısmen anlattık. Şimdi onun şahsiyet
ve karakteri üzerinde durmak istiyoruz. Yukarıda söylediklerimiz elbette o
büyük insanın, ruhunda mevcut olan bir cevher sebebiyle meydana gelmiştir. O
halde, ağacın aslı bilinmeden meyvesi tanınamıyacağı gibi, sebep bilinmeden
netice de bilinemez. Ebu Hanîfe, kendisi İlim ve tarihi temsil eden kimseler
arasında en üstün bir mevkie yücelten sıfatlara sahipti. O; ileri görüşlü,
gerçeği kavrayan, meselelerin içyüzünü gören ve itimada lâyık olan bîr İlim
adamının bütün sıfatlarını kendisinde toplamaktadır. Bu sayede o, nıes'eleleri
son derecede iyi ihata ederdi. Bu, kendisinin sahip olduğu ruh sağlamlığı ve
zekâ kudretinin eseridir.
İmam Ebu Hanîfe, —
Allah ondan razı olsun — nefsine tam olarak hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle asla
uğraşmazdı. Bir defa o, Irak'ın vaizi ve çağının büyüklerinden biri olan Hasan
el-Basri'nin bir yanlışını çıkarmıştı. Yanmda bulunanlardan birisi; "sen
kim oluyorsun ki, Hasan el-Basrî'nın yanlışını çıkarıyorsun? demiştir. .Fakat
Irak'ın o büyük fakihinin yüzünde hiç bir değişiklik olmamış, sanki kendisine
itiraz edilmemiş gibi sözüne devamla, «Evet, Allah'a and olsun ki, gerçekten
Hasan el-Basrî bu meselede yanılmış ve Abdullah b. Mes'ud (R.A.) isabetli
söylemiştir», demiş, sonra da şunu ilâve etmiştir: «Ey Allahım! Bize karşı
gönlü dar olanları, bizim geniş gönlümüz içine almaktadır.»
O, vakarlı ve nefsine
hâkim olmakla beraber aynı zamanda duygulu bir kalbe ve hassas bir ruha
sahipti. Bir defa kendisi ile münakaşa ederi birisi ona; ey zındık, ey
bid'atçı, diye hitab etmişür. İmam A'zam, Allah'ın rızasından başka bir şey
istemeyen bir İlim adamının vakar ve sükûneti içerisinde ona şu cevabı
vermiştir: «Benim bu sıfatlara asla sahip olmadığımı bilen Allah, seni
affeylesin. Ben, Allah'ı tanıyah O'na hiç bir surette şirk koşmadım. Sadece O'nun
affını diler ve yalnız O'nun ikâbından korkarım.» Ebu Hanîfe, bu «ikâb»
sözünden sonra ağlamaya başlamıştır. Bunun üzerine
o adam; «Bana hakkım
helâl et, ey İmam» demiş; o büyük îmam da, «câhillerden bize kötü söz
söyleyenlerin hepsine hakkımız helâl olsun; ancak, bize dil uzatan İlim
sahiplerinin durumu müşkildir, çünkü âlimlerin gıybet etmesi kendilerinden
sonra bir şey bırakır», demiştir.
Ebu Hanîfe'nin vakar
ve sükuneti, ruhunun yüceliğinden ve Allah'a bağlılığından ileri geliyordu.
O'nun ruhuna dünya kirleri bulaşmamıştır; ruhu, sanki cilâlı bir levha idi;
onda insanların eziyet verici sözleri iz yapmaz ve kaybolup giderdi.
O, heyecanına hâkim ve
soğukkanlı bir yaratılışa sahipti. Rivayet edilir ki; bir gün ders halkasında
iken kucağına tavandan bir yılan düşmüş ve etrafındakiler dağüıvermişti, O
ise, hiç aldırmadan yılanı tutup bir tarafa atmış ve dersine devam etmiştir.[13]
îmam Ebu Hanife, derin
bir tefekkür sahibi idi. O, nass'lann zahir mânâlarıyla yetinmez, bunların
içine aldığı uzak ve yakın maksatları kavrar, illet ve sebeplerini açıklardı.
Kendisini gençliğinde kelâm ilmine yönelten, belki de onun bu felsefî aklı ve
derin tefekkürüdür. O, aklı susuzluğunu ilm-i kelâmla gidermeye çalışmıştır.
Onun derin tefekkürü, kendisini, hadislerin ihtiva ettiği hükümlerin gayelerini
araştırmaya sevketmiştir. Bu araştırmalarında o, lafızların işaretlerinden,
durum ve şartlarla ilgili hususlardan maslahatı celbetme ve mazarratı defetme
gibi hüküm üzerine terttüb eden peylerden yardım görmüştür. Hükmün gerçek
illetini tesbit edince kıyaslar yapar, faraziye ve tasavvurlar ileri sürerdi.
O, bu hususlarda çok büyük mesafeler katetmiştir.
İmam Ebu Hanîfe, derin
bir tefekküre sahip olmakla beraber, aynı zamanda hürdüşünceli idi. Hiç bir
görüş veya fikri aklına vurmadan kabul etmezdi. Onun bu durumunu üstad Hammad
b. Ebi Süleyman, kendisiyle her meselede münakaşa ettiği zaman sezmiş ve takdir
etmiştir, Ebu Hanîfe'ye Kitab, Sünnet veya Sâhâbî'lerin fetvasından başka hiç
bir şeye boyun eğdirmeyen, işte bu hür düşünceli oluşu idi. Tabiînin
görüşlerine gelince; o bunları bazan doğru, bazan da yanlış bulurdu.
İmam Ebu Hanîfe,
birbirine zıt görüşlerin bulunduğu bir ortamda yaşıyordu. Her görüş sahibinin
görüşünü ele alıp tam bir hürriyet içerisinde incelerdi. O, Hz. Ali'nin
soyundan gelen şiî İmamlarla karşılaşmış, onlara hürmet ve ikramda bulunmuş,
görüşlerinden istifade etmiştir. Fakat, onları'çok sevdiği halde şiîleşmemiş
(teşeyyu'etmemiş)tir.İmami Zeyd b. AlilZeynelâbidin'den Muhammed Bâkır'dan,
bunun oğlu Ca'fer-i Sâdık'tan ve Hz. Hasan'ın torunu Abdullah'dan İlim tahsil
etmiştir. Fakat, düşüncelerinde bunlardan birine bağlı kaldığı bilinmemektedir.
Küfe şehri Şiîliğin merkezi olarak bilinmesine ve sâtiâbîlerin İmamlarına dil
uzatılan bir yer olarak tanınmasına rağmen Ebu Hanîfe, bütün sâhâbîlere saygı
beslerdi. Sa-id b. Ebî Urûbe şöyle der: «Kûfe'ye geldim ve Ebu Hanîfe'nin meclisinde
hazır bulundum. O, bir gün Osman (R.A.)'ı andı ve ona Al-iah'dan rahmet diledi.
Ben de, ona; Allah rahmetini senden de esirgemesin, bu memlekette Osman b.
Affan için senden başka hiçbir kimsenin rahmet dilediğini işitmedim, dedim.»[14]
İmam Ebu Hanife,
hakikati tam bir ihlâsla araştırırdı. Onu yücelten ve gönlünü aydınlatan işte
bn sıfatıdır. Olay ve mes'eleleri incelerken keyfî ve nefsî arzulardan uzak
olan ihlaslı bir kalbi, Allah, marifet nuru ile doldurur ki bu sayede onun
anlayışı artar ve düşüncesi dosdoğru olur. Buna mukabil, nefsi arzularına esir
olan bir aklı da bu nefsî arzular sapıtır. Böyle bir akla sahib olan insan,
şehevî arzularının uçurumuna mı yuvarlanmakta, yoksa aklının rehberliğinde mi
yürümektedir, bilemez!.
Ebu Hanîfe, kendisini
her türlü şehevî arzulardan kurtarmış ve Allah'dan sadece sağlam bir idrak
sahibi olmayı istemiştir. O, fıkhın bir din ilmi olduğunu bilmiş veya dinde
istenilen şeyin, insanoğlunun yalnız hakikatin peşinden gitmesinden ibaret
bulunduğunu anlamıştır. Ona göre, tartışmada bir insan ister yensin isterse yenilsin
önemli değildir. Bir insan, hakikati araştırıp ona ulaştığı müddetçe galiptir;
isterse cedel ve tartışmada hakikati ona hasmı göstermiş olsun.
O, ihlası sebebiyle
kendi görüşünün kayıtsız şartsız güpheden uzalc bir hakikat olduğunu ileri
sürmez ve şöyle derdi: «Bizim bu sözümüz, bir görüş olup bize göre
erişebildiğimiz en iyi neticedir. Birisi bizim bu görüşümüzden daha güzel
olanını ileri sürerse, bize değil, ona uyulması daha evlâdır.»
Kendisine; «Ey Ebu
Hanîfe, senin verdiğin bu fetva, şüphesiz bir gerçek midir?» denildiğinde,
Büyük İmam; «Bilmiyorum, belki de şüphe götürmez bir bâtıldır.»[15] diye
cevap vermiştir. Talebesi Züfer der ki: «Biz, Ebu Hanîfe'den ders okurçluk, Ebu
Yusuf da yanımızda idi, onun söylediklerini yazardık. Bir gün" Ebu Yusuf'a
o şöyle dedi: Ey Yakub, vay haline! Benden her işittiğini yazma. Çünkü ben, bu
güne göre böyle düşünüyorum, belki yarın Isu «görüşümden vazgeçe rim. Belki de
yarın başka bir görüşe sahib olurum. Fakat, ertesi gür onu da bırakabilirim.»[16].
îmanı Ebu Hanife,yeni
bir görüşe sahip olursa, bazan önceki görüşünden (re'yinden) vazgeçerdi. Bazan
da, kendisiyle münazara eden şahıs, sahih bir hadis ileri sürerse, kendi
görüşünden tamamen dönerdi.. Çünkü, sahih bir hadis karşısında re'y beyan
etmeye mahal yoktur.
İşte bu, Ebu
Hanîfe'nin ihlasmm neticesidir. O, hiç bir zaman kendi görüşüne taassub
derecesinde bağlananlardan olmamıştır.
Akli kudretine rağmen,
zihnini, başkasının görüşüne de açık tutmak için ihlası, onu daima hakîkata
yöneltmiştir. Taassub, ancak duygulan düşüncesine galebe çalan veya a'sâbi
zayıf ve aklı kıt olan kimselerde bulunur. Ebu Hanîfe bu gibi şeylerden uzaktı.
O; akıl bakımından kudretli, nefsine ve a'sâbma hâkim, hakikati ararken
ihlash, samimi ve yalnız Rabbından korkardı. Bu sebepledir ki, görüşlerinde
yanılma ihtimali bulunduğunu kabul ederdi.
İmam A'zam, hazır cevaplı
olup ihtiyaç duyduğu zaman fikirlerini kolay bir şekilde anlatır ve tutukluk
göstermezdi. Hakikat üzere olduğuna inandığı ve kendisini destekliyen
delillere sahip olduğu müddetçe münakaşa ve münazaradan yılmazdı. O, çağındaki
fakihler arasında işte bu meziyetleriyle tanınmıştır. Mısır'ın büyük fakih'i
Leys b. Sa'd'den şöyle rivayet edilmiştir: «Ebu Hanîfe'yi görmeyi çok isterdim.
Nihayet onu gördüm. İnsanlar, Üstadın etrafında kalabalık bir şekilde
toplanmışlardı. Birisi, ey Ebu Hanîfe, deyip ona bir soru sordu. Allah'a and
olsun ki onun hazırcevaplılığı kadar gerçeği söyleyişi de beni hayran
bıraktı.»
Ebu Hanîfe
münazaralarında büyük bir müdafaa gücüne sahipti. Şayet hasmı inatçılık eder
ve işi zora çekerse, Ebu Hanîfe, onu en kolay bir yoldan yıldırmasını bilirdi.
Bu konuda çok ilgi çekici ve hayret verici menkıbeleri vardır. Menkıbe, tarih
ve haltercemesi kitapları bunlarla doludur. Biz, burada yalnız şu iki
menkıbeyi anlatmakla yetineceğiz:
1 — Ebu
Hanîfe'yi gıyaben vasi tâyin eden bir adam ölür ve olay zamanın kadısı bulunan
İbni Şubrume'ye arzedilir. Ebu Hanife, falan adamın öldüğüne ve kendisini vasi
tâyin ettiğine dair delilini ortaya kor. İbni Şubrume, ona; şâhidlerinin olayı
gerçekten gördüklerine dair yemin eder misin ?diye sorar. Irak'ın fakihi Ebu
Hanîfe de; bana yemin düşmez, çünkü olay yerinde bulunmuyordum, der. İbni
Şubrume ise; senin kıyâsların burada yanıldı, der. Bunun üzerine Ebu Hanîfe,
ona şöyle bir soru yöneltir. «İki gözü kör olan bir kimsenin başını yarsalar ve
buna iki kişi şahitlik etse, gözleri hiç bir şeyi görmeyen böyle bir davacıya
şahidlerinin olayı gerçekten görüp görmediğine dair yemin teklif edilebilir mi?
ne dersiniz? Bu durum karşısında İbni Şubrume, büyük İmamın savunmasını kabul
eder ve hükmülehine verir.
2 — Emevîler
devrinde isyan eden Dahkâk b. Kays el-Hâricî, bir gün mescid'de Ebu Hanife'nin
yanma gelir, —bu sırada haricîler, kendilerine muhalefet edenleri
öldürmektedirler— Ebu Hanîfe'ye; tevbe et, der. O da; neden tevbe edeyim? diye
sorar. Dahkak; hakem tâyinini caiz gördüğün için, der. Bunun üzerine Ebu
Hanife; sen beni öldürecek misin, yoksa benimle münazara mı etmek istiyorsun?
diye sorar. Adam; hayır münazara etmek istiyorum cevabını verir. Ebu Hanîfe;
bir mesele üzerinde tartışırken ihtilâfa düşersek aramızda hangimizin haklı
olduğunu kim söyleyecek? diye sorar. Dahkâk el-Haricî; kimi istiyorsan onu
çağır, der. Ebu Hanîfe de, bunun üzerine Dahkâk'm adamlarından birine hitaben;
ihtilâfa düştüğümüz zaman hangimizin haklı olduğuna sen hükmet, der. Sonra
Dahkâk'e dönerek; bu adamın aramıza girmesine sen razı mısm? diye sorar. O,
evet cevabını verince, münazarasıyla tanınan îmam Ebu Hanîfe; işte hakem
tâyinini sen de caiz gördün, diye cevabı kondurur.
Ebu Hanîfe'nin bütün
sıfatlarım, bilhassa şu sıfatları taçlandırıyordu. Belki de bu sıfatları,
öteki sıfatlarının hepsinin kaynağı olup Allah'ın bazı kullarına bahşetmiş
olduğu bir meziyetti. İşte onun bu sıfatları; şahsiytinin kuvvetli oluşu,
keskin zekâsı, heybeti, muhabbet ve cazibe yönünden başkalarına tesir edişi ve
ruh sağlamlığıdır. Onun bir çok talebeleri vardı ve o bunlara kendi görüşünü
zorla kabul ettirmezdi. Aksine, onlarla müzakerede bulunur, büyüklerin
görüşlerini bir arkadaş gibi tartışır ve yaş farkı gözetmezdi. Sonunda kendisi
bir görüşe varırdı ki, bütün talebleri burada susar ve ona razı olurlardı. Bazı
hallerde ise, talebelerinden bir kısmı kendi görüşlerinde ısrar ederlerdi;
fakat, her iki halde de İmam Ebu Hanife'nin mevki ve şahsiyetine bir halel
gelmezdi.
Ebu Hanîfe, heybetinin
yanında keskin ve derin bir firaset sahibi idi. Bu sayede, o, insanların
içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.
Onun bütünüyle hayatı, şahsiyyet ve firasetmin güçlülüğünü haber verir.
Firaset, güçlü akü sa^ hiplerinde gelişir. Onun derin duygu ve sezgisi bilhassa
talebelerini okuturken ve insanların durumlarını incelerken ortaya çıkar. Bunlardan
başka, o, fikir önderliği yapacak ihlaslı kimselere Allah'ın lütfettiği bir
nura sahip idi. Kısaca, Ebu Hanîfe, böyle bir şahsiyet olup bazı hadis
kitaplarında rivayet edilen Peygamber (S.A.V.)'in; «Müminin firasetinden
sakınınız; çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar.» hadîs-i şerifinde işaret edilen
mü'minlerdendi.
îşte bunlar, İmam Ebu
Hanîfe'nin sıfatlarından bir kısmıdır. Bunların kimisi yaratılıştan, kimisi de
sonradan kazanılmıştır. O, nefsini olgunlaştırmıştır; şahsiyetinin anahtarını
da bu ruhî olgunluğu teşkil eder. Her türlü manevî gıdalarla ruhunu besleyen,
onun çağı, hocaları ve tecrübelerinden bol bol istifade etmesini sağlayan işte
budur. Hülâsa olarak diyebiliriz, ki o, bütün bu unsurlardan besleniyor,
şahsiyeti1 ona, kendisinden sonraki nesillere tesir edecek yepyeni bir fikir ve
görüş kazandırıyordu.
Ebu Hanîfe'nin işte bu
sıfatları hayranlarını, kendisini son derecede övmeye sebeb olmuş,
kıskananlarını da aynı şekilde kendisini yermeye sevketmiştir. Şihabüddin
Ahmed b. Hacer el-Heytemî (öl. 973 H.) «el-Hayrâtu'1-Hisân»[17] adlı
eserinde; «Geçmişlerden biri hakkında insanların zıt şeyler söylemesi, onun
büyüklüğünü gösterir. Hz. Ali'yi görmez misiniz? Onun hakkında iki fırka helak
olmuştur: Ona ifrat derecesinde sevgi gösterenler ve yine ifrat derecesinde
buğuz edenler.» der.
İşte îmam A'zam Ebu
Hanîfe de, yaşadığı devirde aynı duruma düşmüştür. İnsanların kimisi onu
takdh; etmede ifrata düşmüş, kimisi de yermede haddini aşmıştır. Fakat, O Büyük
îmam hem Allah katında, hem de insaf sahiplerine göre ulu bir şahsiyet olup
Irak fakihlerinin üstadıdır. Bu nokta, söz ve münakaşa götürmez.[18]
Ebu Hanîfe'nin fıkhını
ele almadan önce, onun yaşayışını ve çağının siyasetine karşı nasıl bir
vaziyet almış olduğunu anlatmak istiyoruz.[19]
Apaçık bir gerçektir
ki Ebu Hanîfe, devlet adamlarının, ister halife olsun ister vali ve benzeri
olsun, hiç birisinden hediye ve ihsan kabul etmezdi. Gerçi her dört mezheb
İmamının da devlet adamlarından hediye alınabileceğine dair ruhsat verdiğini
tarih bize göstermektedir, İmam Mâlik, İlim adamının Beytu'I-Mal'da hakkı olduğuna
inanırdı. Ona göre, devlet adamları, bu hediyeleri bilginlere kendi mallarından
vermiyorlar, ancak onların istihkaklarını vermiş oluyorlar. Çünkü, İlim adamı
nefsini ilme, araştırmaya ve fetvaya hasretmekte, bu yüzden de maişetini
kazanma imkânından mahrum olmaktadır. O halde Beytu'l-Maldan ihtiyacını
giderecek, çoluk ve çocuğunun geçimini sağlayacak kadar para almak hakkıdır.
İmam Mâlik, alınmasına cevaz verdiği bu hediye ve ihsanların bir kısmını
kendisi İlim tahsil eden talebelerine harcardı. Dolayısıyla, birçok talebeler
ona sığınırlardı, İmam Şafiî de bunlar arasında olup dokuz seneye yakın bir
zaman îmam Mâlik'in himayesinde okumuş ve hiç bir geçim sıkıntısı çekmemiştir.
Hocası îmam Mâlik öldükten sonradır ki. Şafiî, Yemen'de bir göreve (kadılık
diyebileceğimiz bir vazifeye) tâyin edilmek mecburiyetinde kalmıştır.
İmam Şafii, kendisini
tamamen ilme verdikten sonra Hz. Pey-gamber'in Abdulmuttalib oğullarına tâyin
etmiş olduğu hisseden kendisine düşeni Beytu'l-Mal'dan alır, ayrıca hediye ve
ihsan kabul etmezdi. Ancak bu hisseyi, Kur'an-ı Kerim'de Kureyş'den Hz.
Peygamber'e akraba olanlara tâyin edilen bir hisse (hak) olduğu için alırdı.
İmam Ebu Hanîfe ile
Ahmed b. Hanbel, Beytu'l-Mal’dan bir şey almaktan kesin olarak kaçınırlardı.
îmam Ahmed b. Hanbel, darlık içinde yaşamayı, helâl olarak toplanıp
toplanmadığı belli olmayan bir malı almaya tercih ederdi.
İmm Ebu Hanife ise,
zengin ve servet sahibi idi. Çünkü, ölünceye kadar ticaret işine devam
etmişti. Yukarıda da söylediğimiz gibi, onun bir ortağı vardı. Öyle anlaşılıyor
ki onun bu ortağı, iyi niyetli bir insan olup ihlası sayesinde çoğu zaman İlim,
fıkıh ve hadisle uğraşmasını temin hususunda Ebu Hanîfe'ye yardımcı olmaktaydı.
Mu'tezilîlerin başı, Ebu Hanîfe'nin çağdaşı ve onun gibi îran asıllı Vâsıl b.
Ata da böyle idi.
Elbette Ebu Hanîfe bir
tacirdi. Fakat ticarî işlerini vekili vasıtasıyla yürütüyor, kendisi de,
işinin daima helâl dairesi içinde yürümesi için onu kontrol ediyordu.
Ebu Hanife, bir tacir
olarak aşağıdaki dört sıfata sahip idi ki, bunlar insanlara yapılacak
muamelelerle ilgilidir. Onu, İlim adamları arasında olduğu gibi, tacirler
arasında da en üstün bir mertebeye çıkaran bu sıfatlar şunlardır:
1 — Onun
gözü tok ve gönlü zengindi. Gönül ve ruhları fakir kılan açgözlülük, onu asla
istilâ edememiştir. Bunun sebebi, îmam A'zam'ın zengin bir aileden doğmuş
olması ve hayatında ihtiyaç zilletini hiç tatmayışıdır.
2 — Son
derecede emanete riayetli ve kendisiyle ilgili olan her hususta nefsine
hakimdi.
3 — O,
müsamahalı ve cömert olup kendisini Allah cimrilikten tamamen uzak kılmıştır.
4 — Son
derecede dindar olup iyi muameleyi ibadet sayardı. Ayrıca o, çoğu zaman oruç
tutar ve gecelerini ibadetle geçirirdi. Bu arada, iyi muamelenin de, büyük bir
ibadet olduğunu söylerdi. Bu sıfatların tesiri, bilhassa Ebu Hanîfe'nin ticaret
hayatında kendisini gösterir. O, tacirler arasında ilgi çekici ve eşsiz bir
kimse idi. Birçokları, ticaret hayatında onu Ebu Bekr Sıddîk'a benzetirdi.
Çünkü Ebu Hanîfe, onun yolundan gider, malın kötülerini üstüne çıkarır,
iyilerini de gizlerdi.
İmam Ebu Hanîfe, alım
ve satımında tam manasıyla emin bir tacirdi. Bir gün bir kadın, ipekli bir
elbiselik getirmiş ve ona satmak istemiştir. Ebu Hanîfe; fiatı kaçtır,
deyince; kadın, 100 dirhemdir, demiştir. Ebu Hanife de; o yüz dirhemden fazla
eder, kaça satacaksın? diye sormuş; kadıncağız da, yüz yüz artırarak dörtyüz
dirheme kadar çıkarmıştır. Yine Ebu Hanîfe; o daha fazla eder, deyince; kadın,
benimle alay mı ediyorsun? demekten kendini alamamıştır. Bunun üzerine Ebu
Hanîfe; bir adam çağır da malının değerini söylesin, demiş; kadın da bir adam
çağırmış ve nihayet o, bu elbiseliği beşyüz dirheme satın almıştır.
Ebu Hanîfe, müşterisi
yoksul veya bir dostu olursa malı kârsız satardı. Bir gün ona bir kadın gelmiş;
ben fakirim, sırtımdaki elbise de emanettir, şu elbiseliği bana kârsız ver,
demiştir. Ebu Hanîfe de; hadi onu dört dirheme al, deyince, kadın, benim gibi
yaşlı biriyle alay mı ediyorsun? demiş, Ebu Hanîfe de; hayır, ben iki elbiselik
satın aldım; birisini, bu iki elbiseliğe verdiğim paradan dört dirhem aşağısına
sattım. Dolayısıyla bu, elimde dört dirheme kaldı. Onu da sen bu fiyata al,
demiştir.
O, çok dindar olduğu
için uzak bir ihtimalle dahi olsa haram karıştığından şüphe ettiği şeylere
karşı pek titizlik gösterirdi. Rivayet edildiğine göre Ebu Hanîfe, ortağı Hafs
b. Abdirrahman'ı bir defasında kumaş satmaya gönderirken, ona malda özür
bulunduğunu bildirmiş ve bunu satış zamanında müşteriye anlatmasını emretmiştir.
Hafs b. Abdirrahman kumaşı satmış, fakat müşteriye özürlü olduğunu söylemeyi
unuttuğu gibi, satın alan kimseyi de tanıyamamıştır. Ebu Hanîfe, bu durumu
öğrenince malın hepsini sadaka olarak vermiştir.[20]
Bu büyük takvası
sayesinde onun ticareti pek çok kazanç getirirdi. O da, bu kazancının bir
kısmını İlim ve hadisle uğraşanlara harcardı. Tarihu Bağdad'da kaydedildiğine
göre Ebu Hanîfe, yıllık gelirinin bir kısmını her sene biriktirir, onunla önce
İlim ve hadisle uğraşanların ihtiyaçlarım, yiyecek, giyecek vs. hususlarını
temin ederdi. Sonra bu kazancından artan paraları da yine onlara verir ve;
bunları da ihtiyaçlarınıza siz kendiniz harcayınız, bunun için yalnız Allah'a
hamdediniz; çünkü ben, size kendi malımdan bir şey vermiyorum, verdiğim şeyler
ise Allah'ın malıdır, derdi.[21]
Ebu Hanîfe —Allah
ondan razı olsun— helâlinden ve tertemiz bir hayat yaşamak için çok gayret
ederdi. O, giyimine önem verir, en güzel kumaşlardan elbiseler diktirirdi.
Hattâ, sırtındaki elbisenin otuz dinar (altın) değerinde olduğu söylenir. O,
temiz ve güzel kıyafetli' olup hoş kokular sürünürdü. Talebesi Ebu Yusuf,
hocası hakkında; «O, ayakkabısına çok dikkat ederdi. Hattâ, ayakkabısının
yırtık olduğu hiç görülmezdi»[22]
demiştir.
İmam Ebu Hanîfe, iş ve
yaşayışında intizamlı bir insandı. Vakitlerinin çoğunu ilme, kalanını da çarşı
ve evine ayırırdı. Talebesi Yusuf b. Hâlid es-Semtî'den rivayet edildiğine
göre Ebu Haaife, haftanın günlerini şöyle taksim ederdi: Cuma günleri talebe ve
'arkadaşlarına evinde ziyafet verir ve onlara türlü türlü yemekler sunardı.
Cumartesi günleri ihtiyaçlarını görür, ne ders meclisine ne de çarşıya uğrardı.
O gün evini ve şahsî işlerini tanzim etmekle uğraşırdı. Diğer günler kuşluk
vaktinden öğleyedek çarşıda bulunur ve kalan vakitlerini de ders vermekle [23]geçiridi.[24]
Bundan önce îmam Ebu
Hanîfe'nin hayat ve yaşayışını anlattık. Kısaca, onun hayatı takva, refah,
saadet ve intizam içinde geçmiştir. Buna karşılık, Allah, bu takva ve gerçek
îman sahibi İlim adamını siyâsî alanda çok çetin imtihanlara tâbi tutmuştur.
Allah, ,onu bu şiddetli imtihanlarla hayatının iki devresinde karşılaştırmış
olup ikincisinde îmam Ebu Hanîfe şehid olarak ölmüştür.
Burada biz, îmam
A'zam'm çağındaki olaylara kısaca dokunmak istiyoruz. Ebu Hanîfe ömrünün elli
iki yılını Emevîler, kalan 18 yılını da Abbasîler devrinde geçirmşitir. Böylece
o, Emevî devletinin güçlü devrini, gerileme ve yıkılış devirlerini gördükten
sonra Abbasî devletinin ilk yıllarını da yaşamıştır. Abbasî hareketi, bilhassa
îran içlerine doğru yayılan gizli bir propaganda şeklinde başlamış, yeraltı faaliyetleri
ile gelişmiş ve nihayet Emevî devletini yıkıp iktidarı ele geçirmiştir.
İşte Ebu Hanîfe, bütün
bunlara şahid olmuş ve bu olaylar, ruhunda derin etkiler bırakmıştır. Gerçi O,
ne ayaklananlara ne de ihtilâlcilere katılmıştır. Fakat olayların akışı
gösteriyor ki önce îmam Â'zam'm gönlü, Emevîlere karşı ayaklanan Hz. Ali
evlâdlarıyla birdi. Onlar, Abbâsîlere karşı ayaklandıkları zaman îmam A'zam,
fifren yine bunları desteklemekteydi.
Ebu Hanîfe, şiî
olmamakla beraber, Emevîlerin hilâfet için hiçbir hakları olmadığına kani idi.
Fakat, fiilen Emevîlerin aleyhine harekete geçmemiş ise de, onların aleyhine
yapılan hareketleri be-nimsememiştir. Rivayet edildiğine göre Zeyd b. Ali
Zeynelâbidin, Kûfe'de Hişam b. Abdilmelik'e karşı isyan bayrağını açtığı zaman
Ebu Hanîfe şöyle demiştir": «Zeyd'in bu çıkışı, Resûlüllah'ın Bedir
günündeki çıkışma benziyor.» Kendisine, îmam Zeyd'le birlikte niçin savaşa
katılmadığı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «Beni ondan alıkoyan, halkın
yanımdaki emanetleridir. Bu emanetleri İbni Ebî Leylâya bırakmak istedim, kabul
etmedi. Savaşta ölür ve bunca emanetin altında kalırım diye korktum.» Yine
rivayet edildiğine göre Zeydle savaşa katılamadığına dair özür beyan ederken
şöyle demiştir : «Eğer halkın, Zeydi, daha önce dedesi Hz. Hüseyn'i bırakıp
kaçtığı gibi, bırakıp kaçmıyacağım bilseydim, ben de Zeyd'le birlikte
savaşırdım. Çünkü o hakîkî İmamdır. Fakat, bu düşünce ile ona sadece malî
yardımda bulundum.» îmam Ebu Hanîfe, İmam Zeyd'e on bin dirhem yardımda
bulunmuş ve elçisine; «benim özrümü ona anlat», demiştir.[25]
Bu gösteriyor ki İmam
Ebu Hanife'ye göre Emevîler halifeliğe lâyık değillerdi. O, Zeyd b. Ali'yi İmam
olarak tanıyordu. Fakat, sözünde durmayan Iraklıların tabiatını bildiği için
iyi netice alınacağına inanmıyordu. Bununla beraber îmam Zeyd'i engellemek de
istemedi. Hattâ ona malî yardımda bulundu.
İmam Zeyd'in hareketi,
kendisinin 122 H. yılında fecî bir şekilde ölümüyle sonuçlandı. Daha sonra
İmam Zeyd'in oğlu Yahya/Horasan'da Emevî idaresine karşı ayaklandı. O da, 125
yılında babası gibi öldürüldü. Bundan sonra Yahya'nın oğlu Abdullah da iktidarı
ele geçirmek maksadıyla Yemen'de isyan etti. Fakat son Emevi halifesi Mervân
b. Muhammed, Abdullah üzerine yolladığı adamları vasıtasıyla 130 H. yılında onu
da öldürttü.[26]
İşte bu olaylar, İmam
Ebu Hanîfe üzerinde büyük etkilerde bulunmuştur. O, İmam Zeyd'in ayaklanışmı,
Hz. Peygamber'in Bedir günündeki çıkışma benzetmiştir. Fakat İmam Zeyd, fecî
şekilde öldürülmüş ve cesedi bir hurma kütüğüne asılmıştır. Kendisinden sonra
bu acıklı âkibetîer oğlu ve torununun başına da gelmiştir. Bu durum karşısında,
elbette Ebu Hanîfe, Emevîlere karşı nefret duyacak ve onların zulümlerini
diğer bilginler gibi o da tenkid edecekti. Alimlerin tenkid dilleri,
kılıçların yapamadığım yapar; onların darbeleri kılıçlardan daha kesici ve
şiddetli olur.
Bunun içindir ki
Emevîler, İmam Ebu Hanîfeyi takip etmeye başlamışlar, bilhassa Abbasî
propagandasının gizli gizli yayılışını ve intizamlı isyan hareketlerini görünce
bu takiblerini daha da artırmışlardır. Emevî" valisi îbni Hubeyre
tehlikenin arttığım görünce fakih ve muhaddislerden korkmaya başlamış,
özellikle fıkıh ve İlim
de büyük bir yeri olan îmam
Zeyd'le teması bulunanlardan endişelenmiştir. Adı geçen vâîi; îbni Ebî Leylâ,
Ibni Şubrume, Dâvûd b. Hind gibi Irak'ın fakihlerini toplamış ve her birine
Emevî idaresinde birer vazife almalarını teklif ederek, onların Emevî
devletine bağlı olup olmadıklarını Öğrenmek istemiştir. Bu arada Ebu Hanîfe'ye
de vazife teklif etmiş, fakat o bunu şiddetle reddetmiştir.
İbni Hubeyre, mührün
Ebu Hanife'nin elinde olmasını ve muamelelerini bununla imza etmesini, onun
elinden çıkmayan hiç bir yazının infaz edilmemesini ve malî sarfiyatın da
yalnız onun müsaadesiyle yapılmasını istemiştir. Ebu Hanife, onun bu
tekliflerini yerine getirmekten şiddetle kaçınmıştır. Vali îbni Hubeyre ise, bu
vazifeyi kabul etmediği takdirde Ebu Hanîfe'yi dövdüreceğine yemin etmiştir.
Bunun üzerine âlimler, Ebu Hanîfe'ye bu vazifeyi kabul etmesi için ricada
bulunmuşlar ve; «Biz kendini tehlikeye atmayasın diye sana Allah için öğüt
veriyoruz. Sen, bizim kardeşimizsin. Hepimiz böyle bir vazifeyi istemiyoruz.
Fakat başka bir çaremiz yoktur», demişlerdir. Güçlü, İmanlı ve takva sahibi
Ebu Hanîfe de onlara şöyle cevap vermiştir: «Eğer o, Vâsıt Mescidinin
kapılarını saymamı isteseydi benden, onu dahi kabul etmezdim. O halde nasıl
olur da o, bir adamı idam etmek için benim hüküm vermemi ister ve bu hükümle
onun boynunu vurur! Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim!
Vallahi ben, böyle bir işe ölünceye kadar giremem.»
Ebu Hanîfe vazife
almamakta İsrar etti. Ve onun İsrarı karşısında bütün kuvvetler perişan oldu.
Emniyet müdürü (Sahibu's-Şurta), Ebu Hanife'yi üstüste birkaç gün
hapsettirdikten sonra döv-dürmeye başlamıştır. Hattâ ona kırbaç vuran kimse
usanmış ve dövülmeden dolayı ölür ve Emevî idaresine kıyamete kadar sövülmeye
sebep olur diye korkmuştur.İbni Hubeyr'e bilginlere; «Ebu Hanîfe'ye söyleyin de
bizi yeminimizden kurtarsın», demiş, onlar da Ebu Hanife'den bu teklifi kabul
etmesini rica etmişler, fakat o tutumunda şiddetle İsrar etmiştir. Bunun
üzerine îbni Hubeyre, bilginlerden, zindanda bulunan îmam Ebu Hanîfe'ye
tavassut ederek, vazife teklifini reddetmektense ileride belki yapabileceğini söylemesini
temin etmelerini istemiş; fakat Ebu Hanîfe bunu da kabul etmemiştir. Sonunda
İbni Hubeyre, îmam A'zam'ı serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Ebu Hanîfe,
hürriyetine kavuşur kavuşmaz yol hazırlığını yaparak, Beytullah'a sığınmak
üzere Hicaz'a gitmiştir, îşte bu olaylar, 130 H. yılında cereyan etmiştir.[27]
Ebu Hanîfe, Allah'ın
evine mücavir olmuş ve Abbasîler iktidara gelinceye kadar orada kalmıştır.
Abbasîler iktidarı ele alıp asayişi temin edince "îmam A'zam da Kûfe'ye
dönmüş, diğer bilginlerle birlikte ilk Abbasi Halifesi Ebu'l-Abbas es-Seffah
ile buluşmuş ve yeni halifeye bîat ettiğini açıklamak üzere bir hitabede
bulunmuştur. Esasen diğer bilginler, Halifenin bîat talebine icabet etmek
üze-pe/rîmanı A'zam'ı kendileri için temsilci seçmişlerdi. Ebu Hanîfe, bu
hitabesinde şunları söylemiştir:
«Hakkı, Peygamberinin
soyuna teslim eden, zâlimlerin zulmünü bizden kaldıran ve hakikati
söyleyebilmemiz için dİlimizi hürriyete erdiren Allah'a hamd olsun. Ey Halîfe,
Allah'ın emri üzere biz sana bîat ettik, kıyamete kadar sana verdiğimiz söze
bağlı kalacağız. Allah, bu makamı Peygamberinin soyundan geri almasın!»
îmam A'zam'ın bu
hitabesi gösteriyor ki o, adalet ve doğruluktan ayrılmamak şartıyla, devlet
idaresini Ehl-i Beyt'in ele almasını çok arzu etmekteydi.
Hanîfe, Abbâsilere
bağlı kalmaya devam etmiştir. Çünkü onların iktidara gelişi, Hz. Ali evlâdlarma
reva görülen zulmün giderilmesi neticesinde olmuştur. Abbasi halifeleri de
İmam A'zam'a yakınlık gösteriyorlardı. Ebu'l-Abbas, ondan sonra Ebu Ca'fer
el-Mansur birçok ihsanlarda bulunmuş ise de Ebu Hanîfe bunları nezaketle
reddetmiştir.
îmam Ebu Hanîfe'nin,
ilk yıllarında Abbasî idaresi aleyhinde konuştuğu bilinmemektedir. Nihayet
Abbasoğulları ile Hz. Ali ey-lâdları arasında çekişme başlamış ve Ebu
Hanîfe'nin büyük bir sevgi beslediği Ali evlâdlarma karşı işkence artmıştır.
Elbetde bu durum karşısında, Ebu Hanîfe'nin Abbâsîlere karşı nefret etmemesi
düşünülemez. Hele el-Mansur'un iktidarına karşı Hz. Ali'nin torunlarından
Muhammed en-Nefsü'z-Zekiyye b. Abdillah ve kardeşi ibrahim isyan edince durum
büsbütün değişmiştir. Bunların babası Abdullah, Ebu Hanîfe'nin hocası olup
oğulları isyan bayrağını çektiği zaman el-Mansur tarafından hapsettirilmişti.
O, her iki oğlunun ölümünden sonra el-Mansur'a karşı kin ve nefret duygularıyla
dolu olarak hapishanede (145 H. yılı) ölmüştür.
".. Ebu Hanîfe
için, Enıevîler gibi A.bbasîlerden de intikam almaktan başka bir çare yoktu.
Fakat onun intikam alışı, âdeti üzere ders aralarında konuşmaktan ileri
gitmiyordu. Öteki âlimler de böyle siyâsi olaylarla az meşgul oluyorlar ve
meylettikleri hususlara sevgi göstermekle duygularını tatmin ediyorlar ve
bununla yetiniyorlardı.
145 H. yılında adı
geçen İbrahim Irak'da, kardeşi Muhammed en-Nefsü'z-Zekiyye de Medine'de
ayaklandı. Rivayete göre îmam Mâlik, Medine'de bu ayaklanmanın (huruc'un)
meşruluğuna fetva vermiştir. Çünkü o, el-Mansur'a yapılan biatin zor (ikrah)
ile olduğunu tesbit etmiştir. Öyle görünüyor ki îmam Mâlik, ayaklanmanın caiz
olduğuna dair açıkça fetva vermemiştir. Fakat o, Muhammed
en-Nefsü'z-Zekiyye'nin dâvasını isbat bakımından işi kolaylaştırmıştır. Çünkü
Muhammed en-Nefsü'z-Zekiyye ayaklanmasının meşruluğunu Ebu Ca'fer el-Mansur'a
yapılan biatin ikrah ile oluşuna dayandırıyordu, îmam Mâlik ise, hadis
derslerinde sık sık bîata îmâ ederek, «İkrah karşısında kalan kimsenin yemini
muteber değildir» diyordu. Bu sözü tekrarlamaktan menedildiği halde, îmam Mâlik
bundan vazgeçmemiştir. Çatışma, el-Nefsü'z-Zekiyye'nin öldürülmesiyle
sonuçlandıktan sonra İmam Mâlik, birçok işkencelere uğramıştır.
Irak'da da Ebu Hanîfe,
en-Nefsü'z-Zekiyye'nin kardeşi İbrahim'e yardım edilmesini açıkça söylüyordu.
Hattâ iş, Ebu Hanîfe'nin, el-Mansur'un bazı komutanlarını onunla savaşmaktan
alıkoymasına kadar varmıştı.
Rivayete göre
el-Mansur'un kumandalarından Hasan b. Kah-taba, bir gün Ebu Hanîfe'nin yanma
girmiş ve; «Vazifemi her halde biliyorsun, tevbe ediyor musun, etmiyor musun?»
demiştir. Ebu Hanîfe de; «Allah bilir ya sen yaptığından pişman olacaksın. Eğer
bir müslümanla kendi nefsini öldürmek arasında muhayyer kalırsan, müslümam
değil, kendi nefsini öldürmeyi tercih et. Sen, bir daha böyle yapmayacağına
Allah'a söz ver. Bu sözünde durursan o senin tevben olacaktır», demiştir. Hasan
b. Kahtaba, Ebu Hanîfe'nin bu sözüne şu cevabı vermiştir: «Dediğini kabul
ediyor ve Allah'a söz veriyorum ki bir daha bir müslümam öldürmeye yel
terimiyeceğim.»
İbrahim b. Abdillah,b.
Hasan huruç edince, el-Mansur, adı geçen kumandana, Ebu Hanîfe'ye gidip işini
bitirmesini emretmiş, kumandan da İmam A'zam'ın yanına gelince, o, kumandana
daha önce verdiği sözü hatırlatarak şöyle demiştir: «Tevbenln vakti geldi.
Sözünde durursan tevbe etmiş olacaksın. Aksi takdirde hem önceldi, hem de
sonraki niyet ve fiilinden hesaba çekileceksin.» Bunun üzerine kumandan, Ebu
Hanîfe'yi öldürmek için hazırlanmış olduğu halde, tevbesinde durmuş,
el-Mansur'un yanına vararak şöyle demiştir: «Ben böyle bir işi yapamam. Eğer
senin emrinle yaptığım işler, Allah'a itaat sayılırsa benim için çok iyi bir
şeydir. Eğer masiyet sayılırsa bu bana yeter.» Bunun üzerine Halife el-Mansur
öf kelenmiştir. Kumandanın kardeşi Humeyd b. Kahtaba ileri atılarak *Biz bir
yıldan beri onun akli muvazenesinden hoşlanmıyoruz, o saç mahyor. Bu işi ben
yapabilirim", demiştir. Soğukkanlılığını koruyar Halife el-Mansur, bazı
güvendiği kimselere; «Hasan b. Kahtaba'nır yanma fakihlerden kim gelip
gidiyor?» diye sormuş, onlar da; «O Ebu Hanîfe'nin yanına gidip geliyor»
demişlerdir.[28]
Halife Ebu Ca'fer
el-Mansur, İmam Ebu Hanîfe'yi takibe ve ver diği fetvâaları araştırmaya
başlamış, bu arada Ebu Hanîfe'nin Mu sul halkına dair vermiş olduğu fetva
üzerinde, bilhassa, durmuştur Şöyle ki:
Musul halkı, Halifeye
verdiği sözü (biat'ı) defalarca bozmuş tu. Halîfe el-Mansur da, onlara
sözlerini bir daha bozarlarsa kanla rıni dökeceğini şart koşmuş, onlar da bu
şartı kabul ederek, sözü müzden dönersek kanımız helâl olsun, demişlerdi.
Halife, Ebu Ha nîfe dahil olmak üzere, bütün fakihleri toplamış ve onlara şöyle
demiştir: Peygamber (S.A.V.)'in «Mü'min şartlarına bağlıdır.»Hadîs-i Şerifi
sahih değil midir? Musul halkı bana karşı ayaklanmamaları için ileri sürdüğüm
şartı kabul ettiği halde, benim valime karşı ayaklandı. Şimdi onların
kanlarını akıtmak benim için helâl değil midir?* Orada bulunanlardan birisi:
«Onlara istediğini yapabilirsin, onlar hakkında söylediklerin yerindedir.
Affedersen, bu, senin büyüklüğünün eseridir. Cezalandırırsan onlar buna
müstahak olmuşlardır», dedi. Ebu Hanîfe susmaktaydı. el-Mansur, ona döndü ve:
— Üstad, sen
ne dersin, biz, Peygamberin hilâfet ve eman evinde değil miyiz? diye sordu.
Ebu Hanîfe gerçeği
şöyle ifade etti:
«— Onlar,
ellerinde olmayan şartları kabul etmişler. Sen de sâna ait bulunmayan şartları
onlara kabul ettirmişsin. Çünkü, bir müslümanm kanı ancak şu üç şeyden biri ile
helâl olur:
«1 — Adam
öldürmekten,
«2 — Mürted
olmaktan,
«3— Evlenmiş
ve hür (muhsan) olduğu halde zina etmekten.
«Bu durumda sen,
onları cezalandırırsan haksızlık yapmış olursun. Allah'ın şartlarına bağlı
kalmak daha iyidir.»
El-Mansur, fakihlerin
gitmelerini emretmiş, sonra Ebu Hanife'yi yanına çağırarak şöyle demiştir:
«Ey Üstad, gerçek
görüş senin söylediğindir. Memleketine dön, Halifenizi kötüleyecek şekilde
halka fetva verme. Çünkü isyancı Haricîlerin cesareti artıyor.»[29]
Şiî olmadığı halde Hz.
Ali soyuna büyük bir sevgi besliyen Ebu Hanîfe'nin bu gibi cesaretli görüşleri,
el-Mansur'un memnuniyetsizliğine sebep olmuş, hattâ onu takip ettirmek üzere
peşine hafiyelerini takmıştır. Bunun, ayrıca iki sebebi daha vardır :
1 — İmam Ebu
Hanîfe ile çağının kadısı İbni Ebî Leylâ arasında şiddetli bir anlaşmazlık
vardı. Onun verdiği hükümleri Ebu Hanîfe sert bir şekilde tenkid ederdi. İbni
Ebî Leylâ da onu el-Mansur'a daima şikâyette bulunurdu. Belki de en çok
şikâyeti Ebu Hanife'dendi. Şüphesiz bu, halifenin içinde İmam Ebu Hanife'ye
karşı bir kızgınlık ve intikam hissi meydana getirmiştir.
2 —
el-Mansur'un maiyyetinde bulunanlardan Ebu Hanîfe'yi sevmeyen veya Halifeye
sırf yaranmak için onu kötüleyenîer vardı. el-Mansur'un hâcibi olan er-Rabi' ve
Ebu'l-Abbas et-Tûsî bunlardandır.
Bütün bu olaylar
sebebiyle el-Mansur, Ebu Hanîfe'ye karşı iyice bozulmuş, iktidarını korumak
için sert bir vaziyet almış ve onu cezalandırmayı zarurî görmüştür. Halife
el-Mansur, Ebu Hanîfe'nin zamanın kadısını sürekli tenkidlerini göz önüne
alarak, ona kadılık vazifesini teklif etmiştir. Esasen kurnaz bir halife olan
el-Mansur, bilginlere doğrudan doğruya din ve dünyaya ait görüşlerinden ötürü
baskıda bulunmazdı. Bu sebepten Ebu Hanîfe'nin tenkidlerini ona kadılık teklif
etmek için istismar etmeye kalkıştı. Oysa Ebu Hanîfe'nin bu vazifeyi kabul
etmiyeceğini biliyordu. Fakat onu, bu yüzden cezalanduırsa haklı görüneceğim
umuyordu.
Ebu Hanîfe'ye nihayet
kadılık vazifesini teklif etti. O da şu cevabı verdi: «Kadı olabilecek bir
insan, gerekince hem senin, hem de çocuklarınla kumandanlarının aleyhine hüküm
verecek bir ruha salıip olmalıdır. Ben ise, böyle bir ruha sahip değİlim.»
Bunun üzerine Halife; «Benim gösterdiğim yakınlığı niçin kabul etmiyorsun?»
dedi. Büyük takva sahibi îmam da; «Emiru'l-Mü'minin, bana kendi malı ile bir
yakınlık göstermedi ki onu reddetmiş olayım. O, bana ancak müslümanlarm
Beytu'l-Malından bir yakınlık gösterdi. Halbuki benim onların Beytu'l-Mahnda
bir hakkım yoktur. Çünkü ben, mücâhid değİlim ki yaptığım cihad karşılığında
bir şey alayım. Ben,onların hizmetçileri de değilim ki, hizmetçiler gibi bir
şey alayım. Keza ben, onların fakirlerinden de değilim ki, fakirlerin aldığı
şeyleri alayım», dedi.[30]
Kadılık teklifi
nekadar tekrarlandıysa, Ebu Hanîfe'nin bunu reddedişi de o kadar tekrarlandı.
Sonunda sabrı tükenen el-Mansur, bu vazifeyi kabul etmesi için yemin aldı. Ebu
Hanîfe de kabul etmiyeceğine dair yemin aldı. Ve şöyle dedi: «Eğer ben, bu
vazifeyi kabul etmediğim takdirde Fırat nehrinde boğulmakla tehdid edilsem,
boğulmayı tercih ederim. Senin etrafında'ikrama muhtaç olanların çoktur!»
Buna rağmen Halife
el-Mansur, İmam A'zam'a kadılık teklifinden vazgeçmedi. Ondan, hiç olmazsa,
doğru olanlarım yerine getirmesi, yanlış olanlarını da tatbik etmekten
sakınması için kazâî hükümlerini inceleyip isabetli olup olmadığını kendisine
bildirmesini istedi. Fakat o, bunu da reddetti. Bunun üzerine Halife, Ebu
Hanîfe'yi hapsettirip ona her gün on kırbaç vurdurmak suretiyle işkence
edilmesini buyurdu. Ebu Hanîfe'nin sıhhi durumu kötüleşince el-Mansur onu
serbest bırakmış, fakat ders ve fetva vermekten menetmiştir. îmanr A'zam Ebu
Hanîfe, bundan kısa bir zaman sonra hayata gözlerini yummuştur. O, ölmeden
önce, gasbedilmiş veya Halifenin gasbettiği ileri sürülen bir yere
defnedilmemesini vasiyet etmiştir. Bunun içindir ki Halife el-Mansur; «Ebu
Hanîfe'nin nezdinde sağken de öldükten sonra da beni kim mazur gösterir?» demiştir.
İmam Ebu Hanîfe, 150
H. yılında sıddiklar ve şehidler gibi ölmüştür. Fakat ölüm; o büyük kalb,
sapsağlam dînî vicdan, kudretli akıl ve her türlü işkenceye katlanan sabırlı
ruh için bir rahatlık olmuştur. Ebu Hanîfe, görüşlerinden dolayı muarızlarından
işkence gördü, türlü dedikodulara hedef oldu. Fakat, bunların* hepsine
gönülhoşluğu ile katlandı. Sefihlerden eziyet gördü. Valilerden, daha sonra
halifelerden işkence gördü. Fakat hiçbir zaman eğilmedi ve hakikati söylemekten
çekinmedi. Eğer ruhların da bir cihadı ve,bu cihadın yapıldığı meydanlar varsa,
şüphesiz Ebu Hanîfe bu türlü cihad alanlarının en büyük ve muzaffer
kahramanıdır. O, cihadında son nefesine kadar metanet gösteren bir yiğit idi.
Ölürken bile gasbedilmemiş temiz bir yere defnedilmesini ve halife tarafından
gasbedilmiş olma ihtimali bulunan bir yere defnedilmemesini vasiyet etmiştir.
İlim, dîn ve ahlâkın
heybet ve tesiri, sultan ve hükümdarların azametinden daha az değildir. Bunun
içindeki bütün Bağdad halkı, Irak'ın büyük fakihi îmam A'zam'ın cenaze
törenine katılmıştır. Onun cenaze namazını kılanların sayısının ellibin kadar
olduğu teh-min edilmektedir. Hattâ; ona işkence eden Halife el-Mansur da defnedildikten
sonra gelmiş ve kabri üzerinde cenaze namazını kılmıştır Bilmiyoruz bu,
Halifenin İlim, din, ahlâk ve takvanın azametini İtiraf edişinden mi, yoksa
halkı memnun etmek isteyişinden midir? Belki o bu her iki hususu da birlikte
gözetmiştir.
Ebu Hanîfe, gerçekten
büyük bir insandı. Ona işkence edenler, sadece ettikleri zulüm, işledikleri
fenalıklar ve akıttıkları insan kanlan sebebiyle anılmaktadır. O ise, dünyanın
dört bucağında okutulup öğretilen görümleri ve nice insanların müzakate edip
öğrenmekle şeref kazandığı ilmi ile anılmaktadır. Allah, ondan razı olsun, hem
de onu razı etsin!..[31]
îmam Şafiî; «İnsanlar
fıkıhta Ebu Hanîfe'nin iyâlidir», demiştir. Abdullah b. Mübarek de, Ebu Hanîfe
için: «O, ilmin beynidir», derdi. Bunlar gösteriyor ki Ebu Hanîfe, ilmin özüne
ulaşıyor ve ondan sapmıyordu. İmam Mâlik, îmam A'zamla çeşitli ilmî meseleler
üzerinde tartıştıktan sonra:«O, gerçekten fakihtir», demiştir.
Ebu Hanîfe, gerçekten
ulu bir fakihtir. Çağını fıkhıyla doldurmuş olup insanlar onun hakkında
ihtilâfa düşmüşlerdir. Çünkü O, fıkhî düşünceye yepyeni bir metod getirmiştir.
Yahut da Ebu Hanife'nin kullandığı bu temodu, hiç kimse onun kadar
kullananıamış-tır. O, hürdüşünce ve isabetli görüş sahibi idi. Nass'ların
zahirlerine sarılan ve mânâlarının derinliklerine dalamıyanlar, Ebu Hanîfe'ye
kızmışlar ve onu hakîkattan uzaklaşmakla itham etmişlerdir. Öte yandan, sapık
düşünceli kimseler de ona hücum etmişlerdir. Çünkü O, İslâm fıkhında istinbat
(hüküm çıkarma) için sağlam esaslar koyuyor ve bunların sınırlarını tesbit
ediyordu.[32]
İmam Ebu Hanîfe,
istinbat için tafsilâtlı olmasa da bir metod getirmiştir. Onun bu metodu,
içtihadın bütün türlerini içine almaktadır. Kendisi şöyle derdi: «Ben Allah'ın
kitabıyla hüküm veriyorum. Kitab'ta bulamazsam Resûlullah'ın sünnetine
sarılıyorum. Allah'ın Kitabında ve Resûlü'nün Sünnetinde bir hüküm bulamadığım
zamanlarda da sahabilerin sözlerine bağlanıyorum. Yalnız, sa-habîlerden
istediğim kimselerin sözünü alıyor, istediğim kimselerin sözünü almıyorum.
Ancak, sabahîlerin sözlerinin dışına da çıkmıyorum. Fakat iş İbrahim (Nahaî),
Şa'bî, îbni Sîrin, Ata ve Said b. el-Müseyyib'e gelince; onlar nasıl ictihad
yapmışlarsa ben de öyle ictihad yapıyorum.»[33]
Bu ifade, Ebu
Hanîfe'nin önce Kitab, sonra Sünnet, daha sonra da sahabilerin sözüne dayanarak
fetva verdiği, tabiîlerin söz ve görüşlerine bağlı kalmadığını gösterir. Bu,
nass'lara dayanarak ictihad yapmak demektir. Hakkında nass bulunmayan
meselelerin hükümlerini açıklamak için yaptığı ictihadlara gelince; bu hususta
el-Mekri'nin «Menâkıbu Ebi Hanîfe» sinde, İmam A'zam'm bir çağdaşından aynen
şöyle nakledilir:
«Ebu Hanîfe'nin görüşleri
güvenilir (sika) kimselere dayanmak ve kötü (kubh) den kaçınmaktır. Onun
ifadeleri; insanların muamelelerini, bu muamelelerin düzgün olmasını, onların
işlerinin iyi gitmesini sağlayan esasları yakmdan incelemiş bulunmasının bir
sonucudur. O, meseleleri kıyasla hallederdi. Kıyası tatbik etmek imkânsız
olursa istihsana baş vururdu. İstihsan da yürümezse müslümanların örf ve
teamülüne göre fetva verirdi. îcmâ' ile kabul edilen hadislere sarılır ve
bunlara göre kıyas yapardı. Sonra istihsana baş vururdu. Bunlardan hangisi daha
uygun düşerse ona göre fetva verirdi. Sehl der ki: «İşte Ebu Hanîfe'nin ilmi
budur. Bu ise âmmenin ilmidir.»[34]
Buna göre Ebu Hanîfe'nin
ortaya koymuş olduğu metod şu yedi esasa dayanır:
1— Kitab:
Bu, şeriatın temel direği ve Allah'ın kıyamete kadar bakî olacak nurudur. O,
şeriatın genel esaslarım içine alır, asıl hükümler ondan çıkarılır. Yani o,
şeriatın anayasasını teşkil eder.
2 — Sünnet:
Bu, Allah'ın Kitabım açıklayan, Kitab'daki mücmel hükümleri genişleten, Hz.
Peygamber'in Rabbından aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir. Yani o,
yakînen İman edenler için bir tebliğ olup onu kabul etmiyenler, Peygamber'in
Rabbından aldığı elçilik görevini de tanımıyorlar demektir.
3 —
Sahâbîlerin sözleri: Çünkü sahâbîler, Peygamber'in tebliğini bizzat işitmişler
ve vahyin gelişini gözleriyle görmüşlerdir. Onlar, âyet ve hadisler arasındaki
çeşitli münasebetleri bilen Peygamber (S.A.V.)'in ilmini kendilerinden sonraki
nesillere aktaran kimselerdir.
Tabiilerin sözleri
elbette aynı derecede değildir. Çünkü, sahâhbilerin sözlerinin doğrudan doğruya
Peygamber'den alınmış olma ihtimali vardır ve sırf ictihad'dan ibaret
değildir. Hz. Peygamber'den rivayet etmeseler de, onların birçok görüşleri
Peygamber'in sözlerine dayanmaktadır. Hz. Ebu Bekr, Ömer ve Ali gibi Hz.
Peygamberle uzun zaman arkadaşlık yapmış olan sahâbîler sohbetleriyle
mütenasip miktarda hadis rivayet etmemişlerdir. Fakat onlar, elbette
Peygamber'in sözleriyle fetva, veriyorlardı. Ancak, Peygamberin sözünü
değiştirmekten korktukları için bunları O'na nîsbet etmiyorlardı.
4 — Kıyas:
Ebu Hanîfe Kitab (Kur'an), Sünnet ve Sahâbîlerin sözlerinde bir nass bulamadığı
zaman kıyasa baş vururdu. Kıyas; hakkında nass bulunmayan meseleleri,
aralarındaki ortak illet sebebiyle hakkında nass bulunan meselelere bağlamak
ve hepsine aynı hükmü vermektir. Aslında bu; meseleyi, nassm ifade ettiği hükmün
evsaf ve sebeplerini tesbit etmek suretiyle nassa dayandırmaktır. Zira hükmün
illeti bilinince, aym illete sahip olan bütün meselelere tatbiki mümkün olur.
Buna bazı âlimler, nassm tefsiri demişlerdir. Îmam/Ebu Hanîfe, kıyasla
istinbat hususunda en yüksek mevkii işgal eder. O, fıkıhtaki mertebesine bu
sayede ulaşmıştır. Ebu Hanîfe, bir hükmün illetini araştırır ve onu tesbit
ettikten sonra kıyas yapmak suretiyle birçok meseleleri çözerdi. Hattâ, ortaya
çıkmamış olan meseleleri varsayar ve aynı metodla onların hükümlerini
açıklardı. İşte bu türlü meseleleri olmuş gibi takdir edip hükümlerini
açıklayan bu çeşit fıkha «takdiri (farazi) fıkıh» adı verilir.
5 —
İstihsan: Bu, açık (zahir) kıyasın hükmünü bırakıp buna muhalif olan başka bir
hükmü kabul etmektir. Bu, ya zahir kıyasın bazı cüz'î meselelere elverişli-
olmadığı ortaya çıktığı için, başka 'bir illetin araştırılmasıyla olur ve bu
yeni illete göre hüküm vermeye «gizli (hafi) kıyas» denir, ya da zahir kıyas,
bir nass'la çatışır ve bu nass sebebiyle terkedilir. Çünkü kıyasla amel etmek
nass bulunmadığı zaman olur. Yahut da kıyas, icma' veya örfe aykırı düştüğü
için bırakılır; icmâ, ve örf ile amel edilir.
6 — İcmâ':
Bu, aslında bir hüccet olup her hangi bir asırdaki müctehidlerin bir hüküm
üzerinde fikir birliğine varmalarıdır. Bilginler, icmâ'm hüccet olduğunda
birleştikleri halde, sahâbîlerden sonraki asırlarda mevcut olup olmadığında
ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel, sahâbîlerden sonrald asırlarda
icmâ'm mümkün olamıyacağmı, çünkü fakîhlerin bir hüküm üzerinde görüş birliğine
varmalarının imkânsız! olduuğnu ileri sürmüştür.
7 — Örf: Bu;
Kur'an, Sünnet ve Sahâbîlerin tatbikatı gibi hakkında her hangi bir nass
bulunmayan mesele üzerinde müslümanların teamülü demektir. Bu da bir hüccet
olup iki kısma ayrılır:
1 — Sahih
örf,
2 — Fâsid
örf.
Sahîh örf, nassa aykiri
düşmeyen örftür. Fâsid örf de, nassa aykırı düşen örftür. Fâsid örfün bir
değeri yoktur. Sahîh örf ise, nass bulunmayan yerlerde bir hüccet teşkil eder.[35]
Ebu Hanîfe, tecrübeli
ve günün ticarî durumunu iyi değerlendiren bir tacirdi. Vakitlerini ticaret,
fıkıh ve ibadet arasında paylaş-tırmıştı. Bu arada en çok zamanını fıkha
ayırmıştı. O, hür fikirli ve başkalarının hürriyetine kendi hürriyeti gibi
saygı gösteren bir İlim adamıdır. Bu sebeple onun fıkhının bariz iki vasfı
vardır:
1 — Ticarî
bir ruha sahip oluşu,
2 — Şahsî
hürriyeti himaye edişi.
Şimdi bunları tek tek
ele alalım:
I) Ebu
Hanife'nin fıkhında ticarî ruh ve düşüncenin tesiri kendisini açıkça
göstermektedir. O, İslâm'ın ticaretle ilgili akid esaslarını incelerken,
ticarî işlerde sağlam bir melekesi olan ticaret Örf ve teamülünü iyi bilen,
insanların ticarî muamelelerini yakından tanıyan, Kitab ve Sünnet gibi
şeriatın nass'lanyla insanların benimsediği teamüller arasında ahenk kuran bir
tacir gibi davranmıştır. Bu husus, Ebu Hanîfe'nin metodunda iki şekilde meydana
çıkar:
a) Ebu
Hanîfe, örfü, şer'î bir prensip olarak kabul etmiş ve yerine göre bunu kıyasa
tercih etmiştir. Ticari örf, ticaretin esas prensibini teşkil eden ve tacirler
arasında yaygın hale gelmiş olan bir teamüldür.
b) O,
istihsam kabul etmiştir. İstihsanm esası da, fıkhı kıyasın tatbikinin kötü bir
neticeye, yahut maslahat veya ticarî örfle çatışan bir muameleye sebebiyet
verdiğini kabul edip kıyası bırakarak, şer'î bir nassa bağlı olan maslahata
veya insanlar arasındaki örf ve teamüle göre hüküm vermektir.
îstihsan konusunda
fakihlerin en kuvvetlisi İmam Ebu Hanîfe idi. İmam Muhammed'in anlattuğna göre,
Ebu Hanîfe'nin talebeleri kendisiyle kıyas üzerinde tartışırlardı. Fakat o,
istihsali yapıyorum deyince, hiç kimse ona yetişemezdi.
Ebu Hanîfe'nin selem,
murabaha, tevliye, vadia[36] ve
şirket gibi ticarî akitlerdeki görüşleri, öteki fakihlerin görüşlerine nisbeten
çok sağlam ve çok incedir. Bu türlü akitlerin hükümlerini ilk defa açıklayan
odur.
İmam Ebu Hanîfe, bu
ticarî akitlerde şu dört hususu şart koşardı :
1 — Malın
bedelini tam olarak bilmek ve bu konuda münazaaya sebep olacak bilinmeyen
hususların ortadan kalkması. Çünkü, şeriatta akitlerin esası, malı ve bedelini
tam olarak bilmektir. Tâ ki burada bir aldatma veya aldanma bulunmasın ve her
hangi bir husumet doğmasın. Akit zamanı bu hususların bilinmesi; ileride çıkacak,
insanlar arasındaki sevgiyi ortadan kaldıracak ve onların aralarında verilmesi
gereken hükmü zorlaştıracak birçok husumetlerin önüne geçmiş olur.
2 — Faizden,
hattâ faiz ihtimali bulunan akitlerden son derecede sakınmak. Çünkü bütün
çeşitleriyle faiz, İslâm nazarında en kötü ve haram olan bir şeydir. Peygarmber
(S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Bir dirhemlik faiz yemek, otuzüç defa zina
etmekten daha kötüdür. Haramla beslenen bir vücut ateşte yanmaya lâyıktır.»[37]
içinde faiz bulunan
her akit bâtıldır. Faiz bulunma ihtimali olan akitler de bâtıldır. Çünkü, bu
suretle zarara sürükleyen yollar kapatılmış, başkalarına ait malların haksız
yere yenmesi önlenmiş olmaktadır.
3 — Nass
bulunmayan ticarî akitlerde örfe başvurmak. Bu gibi hallerde örfün kabul
ettiği hususlara riayet edilir, örfçe tanınmayan hususlar da terkedilir.
4 — Ticarî
akitlerde asıl olan emaneti korumaktır.[38]
Esasen İslâmî akitlerin, hattâ amellerin hepsinde emanet asıldır. Murabaha,
tevliye ve benzeri akitlerde fıkhı esas emanettir. Çünkü müşteri, yemin veya
herhangi bir beyyine (belge, tanık) olmaksızın ilk fiatı bildirirken satıcıya
emniyet etmektedir. O halde bu emanetin korunması ve kötüye kullanılmaması
gerekir.
İşte bu esaslar, İmam
Ebu Hanife'den intikal eden ticarî akitlerle ilgili bütün fer'i fıkıh
meselelerinde değişmez prensiplerdir. Bunlar, Ebu Hanîfe'nin takva ve dini
eğİlimi, ticarî bilgi ve tecrübeleri ve metoduna bağlı olan genel prensiplerle
bağdaşmaktadır.
II) Ebu
Hanîfe'nin fıkhının bariz vasıflarından ikincisi, şahsî hürriyeti himaye
edişidir, demiştik. O, fıkhında âkil (akıllı) ve reşîd olduğu müddetçe insanın
tasarruf iradesine son derecede saygı gösterir. Âkil bir insanın şahsi
tasarruflarına hiç kimsenin karışmasına müsamaha göstermez. Dînin emrini ihlâl
etmedikçe, ne toplum ne de her hangi bir idareci, şahsın kendisine ait işlerine
karışamaz. Şahis, dinî bir emri ihlâl ederse o zaman buna müdahale etmek gerekir.
Bu, şahsın özel hayatında istediği gibi yaşamasına veya malını istediği
şekilde kullanmasına müdahale olmayıp, nizamı korumak için dinî bir vazifedir.
Medenî milletlerin eski ve
yeni bütün nizamları, insanları ıslâh etmek için iki kısma ayrılır:
Toplumculuğun hâkim olduğu yönelime bağlı nizam: Burada, şahsın bütün
tasarrufları toplumla yakından ilgili veya devletin kontrolü altındadır. Bunu,
günümüzdeki bazı nizamlarda olduğu gibi, tarihe karışmış bir takım nizamlarda
da görmekteyiz.
b) Şahsın
iradesini geliştirerek, onu olgunlaştırıp iyiliğe yöneltme ve sonra da ona tam
olarak hürriyet verme cihetine giden nizam: Bu nizam içerisinde şahıs;
kendisini kötülükten koruyacak, fesad'dan uzaklaştıracak ahlâkî ve dinî
bağlarla mukayyettir:
İmanı Ebu Hanîfe, bu
ikinci nizâm şekline meyletmiştir. Onun bu temayülü, âkile ve bâliğa bir
kadının evlenme hususunda velâyetinin kendi elinde olduğunu ileri sürüşünde,
ma'tûh (bunak), sefih ve borçlunun hacredilmesini reddedişinde açıkça
görülmektedir. Vakfın lüzumunu (yani vâkıfın vakfından geri dönememesini) mülkiyet
hürriyetine engel sayması ve mülk sahibinin mülkünde, hayatta olduğu müddetçe,
istediği gibi tasarruf edebileceğini ileri sürüşü de bu temayülüne bağlıdır.
Burada biz, bunlara kısaca dokunmak istiyoruz.[39]
Âkile bir kadın kendisini evlendirebilir: Fakihler, hür ve bali-ğâ bir kadını istemediği
biriyle evlenmeye hiç
kimsenin zorlama
hakkına sahib olmadığında ittifak etmişlerdir. Ancak îmam Şafiî'nin âkile ve
bâliga olsa dahi, bakireyi velisinin evlenmeye icbar edebileceğine cevaz
verdiği rivayet edilir. Fakat ..burada, Şafiî'ye diğer İmamlar katılmazlar.
Âkile ve bâliğa bir
kadını istemediği biriyle evlenmeye hiç kimsenin zorlama hakkı olmadığında
ittifak eden fakihler, Ebu Hanife ile şu noktada ihtilâfa düşmüşlerdir: Onlara
göre böyle bir kadını velîsi zorla evlendiremez; fakat o, velîsi istemezse
kendi kendisini de evlendiremez. Onun evlenme akdi yapma yetkisi yoktur.
Velîsi, onun evleneceği şahsı seçmeye katılma hakkına sahip olduğu gibi,
evlenme akdini de bizzat velisi yapacaktır. İşte fakihlerin büyük çoğunluğu
(Cumhur-i Fukahâ') bu görüştedir. Kişilik hürriyetini ön plâna alan İmam Ebu
Hanife ise, onlara muhalefet etmekte ve bu noktada kendi görüşünü yalnız başına
savunmaktadır. Talebesi Ebu Yusuf'un bu hususta ona katıldığı rivayet edilir.
Diğer bir rivayete göre ise, onun da hocasını bu meselede yalnız bırakıp öteki
fakihlere katıldığı, söylenir.
Ebu Hanife'nin bu
görüşünde tek başına israr edişi, onun kişilik hürriyetine verdiği büyük
değeri gösterir. Burada o, hür ve âkil bir insan üzerinde, onun bir maslahatı
bulunmadıkça, velayet sabit olmayacağını kabul eder. Maslahat bulunmayınca
velayete lüzum yoktur. Çünkü velayet, hürriyeti kayıt altına almakta ve
zedelemektedir. Hürriyetin kayıt altına alınması, ancak daha büyük bir zararı
önlemek için caiz olur.
Daha sonra Ebu Hanife
şöyle söyler: Böyle bir kadının malı üzerinde kendisinin tam olarak velayet
hakkı vardır. O halde kendi kendisini evlendirmede de velayeti tamamen
kendisine aittir. Ebu Hanife'ye göre delikanlı erkek ve kız arasında evlenme
hususunda eşitlik vardır. Erkek delikanlı nasıl evlenme konusunda tam bir velayet
hakkına sahipse, delikanlı kız da bu konuda tam bir velayet hakkına sahiptir.
Fakat, Ebu Hanife bu
konuda, kadının evleneceği erkeği seçmede yanılabüeceğini de düşünüyor. Eğer
o, eşini seçerken yanıhrsa, sonunda meydana gelecek haysiyet kinci netice bütün
ailesini rencide edecektir. Diğer fakihler, işte bu noktayı gözönüne almakta
ve bu yüzden, kadının ancak velîsinin rızasıyla evlenebileceğini
söylemektedirler. Burada Ebu Hanife, söz konusu olan haysiyet kırıcı durumun
meydana gelmesini nasıl önlüyor? veya bunun önlenmesi için nasıl bir tedbir
alıyor? Ebu Hanife, kadına kendisini evlendirme hürriyetini tanırken ailesinin
şeref ve haysiyetini korumak için de şöyle br tedbir alıyor: Kadının ailesine
denk (küfüv) bir kimse ile evlenmesi şarttır. Böyle bir kadın, kendisine ve
ailesine denk olmayan birisiyle evlenmeyi tercih ederse ve velîsi de buna
muvafakat etmezse, Ebu Hanife'den rivayet edilen en sahih kavle göre, bu türlü
evlenme akdi fâsid'tir.
İmam Ebu Hanife ile
diğer fakihler arasındaki bu konuyla ilgili ihtilâf şöyle özetlenebilir:
Fakihlerin büyük çoğunluğu, kadın kötü bir eş seçer ve ailesinin şerefini aşağı
düşürür korkusuyla ona kendi başına evlenme hürriyeti tanımamaktadırlar. Ebu
Hanîfe'ye göre ise, insan hürriyetinin kayıt altına alınması, bizzat büyük bir
za rardır. Meydana gelip gelmiyeceği ihtimalden ibaret olan bir zararı önlemek
için, kişinin hürriyetini elinden almak gibi daha büyük bir zarara sebep
olunamaz. Ona hürriyeti tam olarak verilir, ancak o fiilen kötü bir eş seçerse
evlenme akdi fasid olur. Böylece Ebu Hanife hem kadının hürriyetini, hem de
aile veya velîsinin şerefini korumuş olur.[40]
Âkıl bir insan hacr edilemez: Ebu Hanife, sefihi de ma'tûhu da hacr etmez[41]. Ona
göre kişi bulûğa ermekle akıl sayılır. İsterse sefih olsun isterse olmasın. O,
müstakil bir şahsiyete sahip insandır. Bir kimse sefihlik ederek malını israf
etse veya ma'tûh olduğu için malını işletmesini bilmese de, onun hacr'i
cihetine gidilemez. Çünkü ona müdâhale etmek kimsenin, hakkı değildir. O,
başkasına zarar vermedikçe istediği gibi hareket edebilir. Böyleşinin hacr
edilerek malını istediği gibi kullanmasından alıkonulmasında bir maslahat da
yoktur. Çünkü hacr, onun şerefini rencide etmek ve hattâ insanlığını
yoketmektir. İnsanın mal ve mülkünde istediği gibi müstakil olarak tasarruf
etmesi, güzel tasarruflarının neticesinde iyilik görmesi, kötü tasarruflarının
neticesinde de zarara uğraması, onun sırf insan olduğu için sahip bulunduğu
insanlık şeref ve haysiyetinin iktizâsıdır. Hürriyetin savunucusu olan İmam
A'zam'a göre hacr, malın boşa sarfedilmesinden daha büyük bir zarardır. Zira
hür bir insan için hacr edilmek, mallarının yok olmasından daha çok elem ve
ıztırap vericidir.
Bir kimse, sefih ve
matuh insanların hacr edilmesinde toplumun maslahatı da vardır diyemez. Çünkü
toplumun maslahatı, malların üretici ellere intikalindedir. Onları,
çalıştıramıyan kimselerin zimmetinde tutmakta ve başkalarını onlara bekçi
yapmakta bir maslahat yoktur. O halde toplumun maslahatı, malların uyuşuk
ellerden çıkıp çalışan ellere geçmesindedir. Mal, beceriksiz ve onu tutamıyan
bir ele geçerse o zaman, onu işletecek ve muhafaza edecek başka ellere
bırakmak gerekir. İmam Ebu Hanife «Ben, 25 yaşına ulaşmış bir insanı hacr
etmekten haya, ederim», derdi. İşte bu, büyük İmamın insanlığa ve şahsî
hürriyete gösterdiği saygının bir delili ve insan için tanıdığı yüksek şerefin
bir nişanesidir.
Mısır mahkemelerindeki
tecrübeler isbat etmiştir ki; sefih ve matuhun hacr'i için açılan dâvalarla mal
sahibinin maslahatı korunmak istenmemekte, ancak bununla kişiye işkence etmek,
onun iyilik yapmasını engellemek istenmektedir. Bu dâvaların asıl sebebi, bazı
mirasçıların kendi menfaatlarını teminat altına almak endişesidir. Halbuki
İslâm hukukçularına göre hacr, mirasçıların korunması için değildir. Çünkü,
mal sahibi yaşadığı müddetçe onların ne mal üzerinde, nede mal sahibi üzerinde
hiç bir hak ve selâhiyetleri yoktur.[42]
Borçlu Hacr edilmez ve hiç kimse malındaki tasarruf
hakkından alıkonamaz: İmam Ebu
Hanife, nasıl sefih ve matuhu hacr etmiyorsa aynı şekilde borçlu (medîn)
kimseyi de hacr etmez ve malındaki tasarruf yetkisini kısıtlamaz. İsterse
borçları malının tamamını aşmış olsun. O, ancak borçluyu borcunu ödemek üzere
takip, hapis ve bedenî olarak icbar etmek cihetine gider. Zira, borcunu ödemekten
kaçınan kimse alacaklıya zulmetmektedir. Peygamberimiz; «İmkânı olduğu halde
borcunu sallayan kimse cezayı haketmektedir» buyurmuştur. Fakat, borçlunun
tasarruf iradesi, akit ve sözleşme hakkı elinden alınamaz. îslâm
hukukçularının büyük çoğunluğu, Ebu Hanife'nin ileri sürdüğü bedenî cezaları
kabul etmekle beraber, borçlunun malı üzerindeki kavli tasarrufunu da velinden
almaktadır. O, borcunu ödemedikçe mülkünde tasarruf edemez. Borcu malının
tamamını aşmasa dahi, malı cebren satılarak borcu ödenir.
İmam Ebu Hanife ise,
fıkhında, insanın iradesini elinden alıp onun malında başkasının kavlî
tasarrufunun geçerli oluşunu kabul etmemektedir. Ona göre mülkiyetle hürriyet
birbirinden ayrılmaz. Mülkiyetin bulunduğu yerde tasarruf hürriyeti de bulunur.
Ve asla bunlar birbirinden ayrılmaz. İmam A'zanı, böylesine, daima hürriyetten
yana olmuştur.
Ebu Hanife, insanın
mülkündeki tasarruf hürriyetini o derecede korur ki, mahkemenin dahi bu
hürriyete müdâhale etmesini ve onu kayıt altına almasını kabul etmez. İnsanın
kendi mülkündeki tasarrufu başkasına zarar verecek olursa, o zaman bu, şuurlu
dinî bir vicdana havale edilir. Çünkü bu gibi şeylere mahkemece yapılan
müdâhaleler daha çok husûmet ve çekişmelere, dinî duyguların zayıflamasına
sebep olur. İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu elde ettiği maddi
şeyler telâfi edemez. Beri yandan,' dinî sağlam bir duygu, hertürlü tecavüz ve
çekişmeyi tek başına önlemeye kâfidir. Bir insan kendi maslahatının, komşusunun
maslahatıyla ortak oluşunun şuuruna sahip olursa, daima ona iyilik etmeyi düşünür.
Bunların arasına mahkeme yoluyla bir müdâhale yapılırsa müşterek maslahat
duygusu zayıflar. İsteyerek ve hürriyet içerisinde yardımlaşmanın yerini
düşmanlık alır. Ebu Hanîfe, insanların muamelelerinde dîne bağlı müsamahakâr
hürriyeti, müsamaha ruhundan yoksun ve zorlayıcı kazâî hükümlere daima tercih
eder.
Rivayet edildiğine
göre; bir kişi, Ebu Hanife'ye gelip komşusunun evinde kendisinin duvarına
yakın bir yerde kuyu kazdığından şikâyetlenmiş ve bu, kuyunun devamlı
kullanılması sebebiyle kendi duyarının zarar göreceğini söylemiştir, İmam A'zam
da ona; git komşuna söyle, demiştir. Şikâyetçi şahıs da; ona söyledim
dinlemedi, demiştir. Bunun üzerine Ebu Hanîfe ona; öyleyse git, sen de evinin
dahilinde onun kuyusunun karşısına bir lâğım çukuru kaz, diye söylemiştir.
Adam da, Ebu Hanîfe'nin dediğini yapmıştır. Tabıatiyle çukurun pis suyu
komşusunun kuyusuna sızmaya başlayınca o, bunun üzerine kendi kuyusunu
kapatmak zorunda kalmıştır. İşte Ebu Hanife'nin bu tavsiyesi, komşular arasında
yardımlaşma duygusunun gelişmesini hedef tutmaktadır.
Ebu Hanîfe, insanın
mülkündeki tasarruf hürriyetini korumak maksadıyladır ki vakfın lüzumu'na (yani
vakfın, vâkıfın hayatında kesinlik ifade etmesine) cevaz vermemiştir. İmam
A'zam'a göre vakfın lüzumu, mal sahibinin kendi mülkünde tasarruf hakkını
engellemektedir. Ona göre tasarruf hakkı olmayan bir mal sahibi düşünülemez.
Vakfın, vâkıfın mülkiyetinden çıkmış olduğunu da Ebu Hanîfe kabul etmez. Çünkü
vâkıfın mülkiyetinden çıkan vakıf mal, sahipsiz kalmaktadır. İşte böyle bir
şeyin mülkiyet vasfı ortadan kalkmaktadır. Vakfın, Allah'ın mülkü olduğunu
söylemek de Ebu Hanîfe'yi tatmin etmez. Çünkü bu, kuru bir lâftan ibarettir.
Zira aslında, her şey Allah'ın mülküdür. Dilimizdeki mülkiyet mefhumu, bir
malın Allah'a nisbet edilmesiyle değil, insana nisbet edilmesiyle açıklanır.
Ancak Ebu Hanîfe, böyle bir vakfın cami için yapıldığı takdirde
kesinleşebileceğini düşünür. Zira cami Allah'a ibadet için ayrılmış bir yer
olup mülkiyeti sadece Allah'a izafe edilir; başka birine izafe edilemez.[43]
îmam Ebu Hanife, başlı
başına bir kitap'telif etmemiştir. Ancak ona birtakım küçük risaleler nisbet
edilmektedir. el-Fikhu'I-Ekber, el-ÂIim ve'1-Müteallim, 132 H. yılında ölen
talebesi Osman el-Betti'ye yazdığı risale ile Kaderiyye görüşlerini reddetmek
için kaleme aldığı risale bunlar arasındadır. Bu risalelerin hepsi kelâm
ilmine, öğüt ve nasîhata dairdir. îmam A'zam, fıkha dair bir eser yazmamıştır.
Onun fıkhı görüşlerini, ictihad ve fetvalarını nakleden ve bir araya toplayan
talebeleridir.
Ebu Hanîfe'nin fıkhmı ve
ilmî çalışmalarını unutulmaktan kurtaran kıymetli talebeleri arasında,
bilhassa, iki isme Taslamaktayız. Bunlara, îslâmm fıkıh tarihinde, İmam
A'zam'la Uzun zaman arkadaşlık ettikleri, ondan ayrılmadıkları ve hocalarının
kurmuş olduğu fıkıh ekolünü yaşattıkları için «sâhibeyn» (iki arkadaş veya iki
talebe) adı verilmektedir.
İşte bunlardan
birincisi Yakub b. îbrahim el Ensârî (öl. 182 H.) olup «Ebu Yusuf» diye bilinir
ki, oğlu Yusuf ile künyelenmiştir. îmam Ebu Yusuf, İmam Ebu Hanîfe öldükten
sonra 32 yıl daha yaşamıştır. Ebu Yusuf'un yazmış olduğu ve Ebu Hanîfe'nin
görüş ve rivayetlerini de içine alan önemli eserleri şunlardır:
1 —
Kitab'ul-Âsâr: Bu eseri, Ebu Yusuf un oğlu Yusuf babasından, o da Ebu
Hanîfe'den rivayet etmiştir. Bu eserdeki senedler, Ebu Hanife'den sonra Uz.
Peygamber'e, bir sahabîye veya Ebu Ha-nife'nin rivayetini benimsediği bir
tabiîye dayanır. Aynı zamanda bu «serde o, Irak fakihlerinden bir çok
tabiilerin fetvalarını toplamıştır. Bu eser, Ebu Hanîfe'nin istinbat metoduna
bağlı olan bir fıkıh mecmuası duruumnda olup îmam Ebu Hanîfe'nin istinbat ve
ic-tihad'daki mevkiini göstermektedir.
2 — İhtilâfu
Ebî Hanîfe ve İbni Ebi Leylâ: Bu eserde Ebu Yusuf, 148 H. tarihinde ölen Kadı
İbni Ebî Leylâ ile İmam Ebu Hanîfe arasındaki ihtilâfları toplamıştır. Burada,
Ebu Hanîfe'nin görüşlerinin bir müdafaası yapılmaktadır. Ebu Yusuf'un bu
eserini rivayet eden Muhammed b. el-Hasen eş-Seybâni'dir.
3 — er-Reddü
Alâ Siyeri'l-Evzâî: Bu değerli eserde, savaş halinde müslüm anlarla gayri
müslimler arasındaki alâka ve münasebetler ve cihadla ilgili hususlarda Evzaf
ile diğerleri arasındaki ihtilâflar yeralmaktadır. Burada Ebu Yusuf,
Iraklıların görüşünü desdeklemekte ve Evzaî'nin fikirlerini reddetmektedir.
4 —
Kitab'ul-Harâc: Ebu Yusuf, bu ölmez eserinde islâm devletinin maliyesi için
değişmez ve sağlam bir nizam ortaya koymaktadır. Burada o, hocası Ebu
Hanîfe'ye muhalefet ettiği meseleleri de ele alıp hem kendi görüşünü hem de
hocasının görüş ve içtihadını büyük bir samîmiyyet, ciddiyyet ve ilim adamından
beklenilen bir dürüstlükle anlatır. Burada ihtilaflı olduklarını anlatmadığı
hususlarda onun hocasıyla fikir birliğine sahip olduğu düşünülebilir.[44]
İmam A'zam'ın mezheb
ve görüşlerinin yayılmasını sağlayan ikinci talebesi, Muhammed b. el-Hasen
eş-Şeybânîdir. O, 132 H. yılında doğmuş ve 189 H. yılında ölmüştür. İmam
Muhammed, Ebu Hanîfe'nin derslerine kısa bir müddet devam edebilmiştir. Fakat,
Ebu Hanîfe ile başladığı tahsilini Ebu Yusuf'tan tamamlamış olup İrak fıkhının
hafızı sayılır. Bütün bölümlerini içine almak üzere fıkhı tedvin eden ilk ilim
adamı odur. Kendisine bu fıkhî çalışmalarında ikinci hocası Ebu Yusuf yardımcı
olmuştur. İmam Muhammed'in fıkıh mecmuaları çoktur. Fakat, fıkıh'da gerçekten
ilk kaynak vazifesi gören eserleri şu altı kitabıdır:
1 — el-Asl
(el-Mebsût)
2 —
ez-Ziyâdât
3 — el-Câmi'us-Sağîr
4 —
el-Câmi'ul-Kebir
5 —
es-Siyer'us-Sagir
6 —
es-Siyer'ul-Kebir
İmam Muhammed bu
kitaplarının bir kısmını hocası Ebu Yusuf'la müzakere etmiş, bir kısmını da
ona arzetnıiştir. «Kebir» diye vasıflandırdığı kitapları tek başına rivayet
ettiği, «Sagîr »diye vasıflandırdığı kitapları da Ebu Yusuf'a arzettiği
söylenmektedir.
Bu altı kitaba, îmam
Muhammed'den açıkça rivayet edildiği için «Zâhir-i Rivaye» adı verilir. Bunlar
Hanefi Mezhebinde kaynak vazifesini görür. Özel bir tercih sebebi bulunmadıkça
bu kitaplardaki görüşler terkedilmez. îmam Muhammed'in aynı derecede iki kitabı
daha vardır:
1 —
Kitab'ur-Redd Ala Ehl'il-Medine
2 —
Kitab'ul-Âsâr
Bunlardan ikincisi,
Ebu Yusuf'un «Kitab'ul-Âsâr» ından çok şey nakleder. İmam Muhammed'in
«Kitab'ur-Redd Âlâ Ehl'il-Medine» sini İmam Şafiî rivayet etmiştir.
İmam Muhammed'e nisbet
edilen başka eserler de vardır. Fakat bunlar güvenilir râvîlerce nakil ve
rivayet edilmesi bakımından önceki kitaplarının derecesinde değildir. Bu
kitaplar şunlardır:
1 —
el-Keysâniyyât
2 —
el-Hârûniyyât
3 —
el-Cürcâniyyât
4 —
er-Rakkıyyât
5 —
Ziyâdet'Uz-Ziyâdât
Bu kitaplara «Gayri
Zâhir-i Rivaye» denilir. Çünkü bunlar, İmam Muhammed'den açıkça rivayet
edilmemiştir.[45]
Hanefî mezhebi
istinbat ve tahric sayesinde son derecede gelişmiştir. Bu mezhebin gelişerek
yayılmasını sağlıyan âmiller şu üç noktada toplanabilir:
1 — İmam Ebu
Hanife'nin talebeleri pek çoktu. Bunlar, onun görüşlerini yaymak, fıkhının
dayandığı esasları açıklamak hususunda çok gayret göstermişlerdir. Pek az
meselede hocalarına muhalefet etmişlerse de umumî olarak onun görüşlerine
uymuşlardır. İster hocalarına uysunlar isterse muhalefet etsinler, onun
dayandığı delilleri açıklamayı ihmal etmemişlerdir. Aynı zamanda Ebu
Hanîfe'-nin görüşlerine dayanarak birçok fer'î meseleleri ele alıp incelemişler
ve bu meselelerin dayandığı kıyasları açıklamışlardır.
2 — İmam Ebu
Hanife'nin talebelerinden sonra gelen ve bu mezhebe bağlı olan fakihler,
hükümlerin illetlerini ortaya kovmaya ve bunları gelecek asırlarda meydana
çıkacak olan meselelere tatbik etmeye çok önem vermişlerdir. Bunlar, mezhebin
fer'î meselelerde dayandığı hükümlerin illetlerini tesbit edip ortaya
çıkardıktan sonra birbirine benzeyen bütün meseleleri genel kaideler altında
toplamışlardır. Böylece, çeşitli furû' meselelerini içine alan külli kaide ve
nazariyeler koyarak, mezhebi sistemleştirmişlerdir.
3 — Hanefî
Mezhebi, çeşitli örfleri bulunan birçok ülkelere yayılmıştır. Bu ülkelerde
yeni hükümler çıkarmayı gerektiren bir çok olaylar meydana gelmiş ve bu sırada
Abbasi devletinin resmî mezhebi olmak sıfatıyla Hanefî Mezhebi, bu meseleleri
halletmek mecburiyetinde kalmıştır, İşte Hanefî Mezhebi, Abbasi Devletinin
resini mezhebi olarak beşyüz seneden fazla İslâm ülkelerinde tatbik edilmiştir.
Harun er-Reşîd, Ebu Yusuf u Bağdad kadısı olarak tâyin et-; mistir. Aynı
zamanda Ebu Yusuf, Başkadı (Kâdı'l-Kudât) lık makamında olup bütün
vilâyetlerin kadıları onun emriyle tâyin ediliyordu. Ebu Yusuf, tabiî olarak
ancak Hanefî Mezhebini benimseyen fakihleri kadı tâyin ediyordu. Bu suretle
Hanefî mezhebi büyük bir yayılma imkânına kavuşmuştur.
Şüphesiz, çeşitli
örfler istinbat işini geliştirmiştir. Bilhassa Hanefî mezhebine göre, hakkında
nass bulunmayan meselelerde ve istinbatm kıyasa dayandığı yerlerde örf,
istinbat esaslarından birini teşkil eder.[46]
Hanefi mezhebi, Abbasi
Devletinin hâkim olduğu bütün ülkelerde yayılmıştır. Mezhebin otoritesi
devletin otoritesiyle orantılı idi. Devletin otoritesi zayıfladığı zaman
mezhebin otoritesi de zayıflıyordu. Ancak, bazı ülkelerde tamamen halka mal
olurken, diğer bir kısım ülkelerde de sadece resmî mezheb olarak kalıyor ve
ibadet hususunda halk üzerinde hâkimiyet kuramıyordu. Irak, Mâverâünnehr ve
fethedilen doğu İslâm ülkelerinde hem resmî, hem de halkça benimsenen mezheb,
Hanefi mezhebi idi. Türkistan ve Mâverâünnehr'-de Şafiî mezhebi ile Hanefî
mezhebi arasında sert mücadeleler olmuş ve her iki mezheb bilginleri
birbiriyle şiddetli tartışmalara girmişlerdir. Matem törenlerinde bile fıkhî
tartışmalar yapılır ve bu tartışmalar taziye yerine geçerdi. Bu türlü sürekli
fıkhî münazaraların sonunda çeşitli deliller ve bu delillerden de ilim doğmuş,
müs-lümanlar arasında her hangi bir düşmanlık yaratılmamıştır.
Irak ve doğu İslâm
ülkelerine bir gözatarsak görürüz ki, Hanefî mezhebi Şam'da hem halkın hem de
hükümetin mezhebi olmuştur. Mısır'a doğru gelirsek, Mâlikî ve Şafiî mezhebinin
Mısır halkı üzerinde hâkimiyyet kurma mücadelesi ettiğini görürüz. Çünkü Mısır'da
bir yandan İmam Mâlik'in birçok talebeleri bulunuyordu-, öte yandan da İmam
Şafii hayatının son kısmını Mısır'da geçirerek ölmüş ve oraya defnedilmişti.
Dolayısıyla, Mısır'da her iki mezhebe mensup seçkin ilim adamları bulunuyordu.
Daha sonra Hanefi
mezhebi, resmî bir mezheb olarak, Mısır'a gelmiş, fakat halk üzerinde bir
otorite sağlayamamıştır. Mısır'ı Fatımî Devleti işgal edince, Hanefî
mezhebinin buradaki resmi otoritesini kaldırmış ve yerine Şiî İmamî mezhebini
hâkim kılmıştır. Fatımîlerin yerine geçen Eyyûbîler, Şafiî mezhebini
desteklemişler, yalnız Nuruddin eş-Şehid (öl. 569 H.)[47],
Hanefî mezhebini halk arasında yaymaya çalışmış ve bu mezheb için medreseler
yaptırmıştır. Kölemenler devrinde Mısır'da her dört mezhebe göre kazâî hükümler
verilmiştir.
Kavalalı Mehmet Ali
Paşa (öl. 1849 M.) Mısır'a hâkim olunca tek başına Hanefi mezhebini resmi
mezheb olarak ilân etmiştir.
Hanefî Mezhebi
Mısır'dan Batıya (Mağribe) geçememiştir. Ancak Esed-b, el-Furat b. Sinan (öl.
213 H)[48]
devrinde Mağrib'e geçen Hanefî mezhebinin ömrü, orada çok kısa olmuştur. Çünkü
Ağlebiler Devletinin otoritesi çok güçlü idi ve bu hanedan mensupları Mâliki
mezhebini tutuyorlardı. İşte bu yüzden Mağrib ve Endülüs'de tek başına Mâliki
mezhebi yayılma imkânını [49]bulmuştur.[50]
[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/205.
[2] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/207-208.
[3] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/208-209.
[4] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/209-210.
[5]Ebu Hanîfe, oğluna, hocası
Hammad'ın ismini vermiştir. Çeviren.
[6] İbnul-Bezzazi, Menakıbu Ebî
Hanîfe, c. I, s. 111.
[7] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/210-211.
[8] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/211-213.
[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/213-214.
[10] el-Mekkî, Menakibu Ebî
Hanife, c. II, s. 91.
[11] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/214-216.
[12] Adı geçen eser, s. 26.
[13] el-Mekkî, Menakıbu Ebi
Hanîfe, c. I, s. 268.
[14] İbni Abdilberr, el-İntikâ',
s. 130.
[15] Tarihu Bağdad, c. XII, s. 352.
[16] Aynı eser, s. 402.
[17] Bu eser, Manastırlı İsmail
Hakkı tarafından «Mevâhibu'r-Rahmân» adı ile Türkçeye çevrilmiş ve 1310 H.
yılında İstanbul'da basılmıştır. Çeviren.
[18] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/220-225.
[19] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/226.
[20] Tarihu Bağdad, c. XIII, s.
358.
[21] Aynı eser, c. XIII, s. 360.
[22] el-Hayrâtul-Hisân, s. 61.
[23] el-Mekki, Menâkibu Ebî
Hanîfe, c. II, s. 106.
[24] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/226-229.
[25] Îbnu'l-Bezzâzî, Menâkıbu Ebî
Hanîfe, c. I, s. 55.
[26] İbnul-Esir, el'Kâmil, c. V.
122, 125 ve 130 yıllarına ait olaylar kısmı.
[27] el-Mekkî, Menâkıbu Ebî
Hanîfe, c. I, s. 23, 24.
[28] İbnul-Bezzâzî, Menâkıbu Ebî
Hanîfe, c. II, s. 22.
[29] Adı geçen eser, c. II, s.
17.
[30] el-Mekkî, Menâkıbu Ebî
Hanîfe, c. I, s. 215.
[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/229-237.
[32] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/238.
[33] Tarîhu Bağdad c. XIII, s.
368.
[34] el-Mekkî, Menâkıbu Ebi
Hanife, c. I, s. 82.
[35] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/238-240.
[36] Selem, para peşin mal
veresiye olmak üzere yapılan bir akittir. Meselâ, tarladaki pamuğun yetişmeden
önce parası ödenerek satın alınması böyledir. Yalnız, burada faiz gayesinin giidülmemiş
olması şarttır. Murabaha, malın yüzde beş veya yüzde on kârla; Tevliye, nialm
abş fiatma; Vadia da, malın alış fiatından daha aşağı bir fiyatla satılmasıdır.
[37] el-Mebsût, c. XII, s. 110.
[38] Güveni sarsmamaktır.
[39] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/241-243.
[40] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/243-245.
[41] Sefih, israfçı yani malım
yerli yersiz saçıp savuran kimsedir. Mâtûh, bu. nak yani akıl ve şuuru tam
olarak yerinde değilse de, deli de olmayan kimsedir. Hacr; delilik, çocukluk
vb. sebeplerden Ötürü kişinin kavli ta» sorruftan yani akit, sözleşme
gibi.tasarruf hakkından mahrum edilmesidir. Çeviren.
[42] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/245-246.
[43] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/246-247.
[44] Kitabul-Harac, sayın Dr. Ali özek tarafından dilimize
çevrilmiş ve neşredilmiştir. Çeviren.
[45] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/248-250.
[46] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/250-251.
[47] Bu sultan, Musul Atabeyi İmamüddin'in, Suriye ve
civarında geniş bir hükümdarlık kuran oğlu ve el-Melik el-Adü unvanıyla anılan
Nuruddin Mahmud'dur. Bilhassa bu, Hanefî mezhebini hâlam olduğu yerlerde yaymış
ve bir çok medrese, hastane ve dârul-hadîs inşâ etmiştir. Salânaddin Eyyûbî ve
amcası Şirkûh onun kumandanları olup, bunları, Mısır'a o göndermiştir. Çeviren.
[48] Bu zat, 142 H. yılında Kayravan'da doğmuş, önce İmam
Mâlik'ten, sonra da Bağdad'a gelip Ebu Hanîfe'nin talebelerinden ders
okumuştur. 181 H. yılında Kasavan'a dönen ve bir müddet sonra meşhur bir faldh
olarak dikkati çeken Esed b. el-Furat, Kayravan Kadılığına tâyin edilmiş ve
Hanefî mezhebini Tunus ve Cezayir'de yaymaya çalışmıştır. 213 H. yılında
Sicilya'ya karşı sevk ve idare ettiği askerî herakâtı sırasında vebaya
yakalanarak ölmüştür. Çeviren.
[49] Osmanlılar zamanında, İmparatorluğa dahil olan bütün
ülkelerin resmî mezhebi, Hanefî mezhebi olup kazaî hüküm ve fetvalar tamamen bu
mezhebe göre verilmiştir. Irak, Horasan, Sicisfan, Türkistan, Mâverâün-nehr,
Kafkasya, Azerbaycan, Kıran, Kazan, Çin, Afganistan, Hindistan, Pakistan,
Suriye, Yemen, Habeşistan, Anadolu, Balkanlar ve Türkler vasıtasıyla
fethedilip İslâmlaştınlan ülkelerdeki müslümanlann ekserisi Hanefî Mezhebine
bağlıdır. Bazı ülkelerde Hanefî mezhebi için «Türklerin Mezhebi» denmek bir
gelenek olmuştur.
Dünyadaki bütün
müslümanlann yaklaşık olarak üçte ikisi Hanefî roez-heblndedir. Çeviren.
[50] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/251-252.