İMAM AHMED B.
HANBEL VE MEZHEBİ
İmam Ahmed B.
Hanbel (164 — 241 H.)
Hadîs Tahsili
İçin Yapmış Olduğu Seyahatler
Ahmed B.
Hanbel Farsça Bîlir Miydi?
Ahmed B.
Hanbel'in Hadîs Rîvayetîne Ve Fetva Vermeye Başlayışı
Mihneti,
Mihnetinin Sebep Ve Devreleri
Kur'ân'ın
Yaratılmış Olup Olmamasıhakkında Ahmed B. Hanbel Ve Diğerlerinin Görüşleri
Halîfelerin
İhsanlarını Ve Vazife Almayı Reddedişi
Büyük Günah
İşleyenler Hakkındaki Görüşü
Kader Ve
İnsanın Fiilleri Hakkındakî Görüşü
Allah'ın
Sıfatları Hakkındaki Görüşü
Ahmed B.
Hanbel'in Hadîs Ve Fıkhı
Ahmed B.
Hanbel'în El-Müsned'î Rivayetteki Metodu
El-Müsned'de
Zaîf Hadîs Var Mıdır?
Hanbelî
Mezhebinin Gelişmesi Ve Yayılışı
Hicri III. Asrın 18.
yılında insanlar, hadîs dersinden, hadîsleri toplayıp müslümanlara neklederek
sünnet fıkhım açıklamadan başka bir işi olmayan yaşlı bir zat görüyorlardı.
Fakat O, hakaret ve horluğa mârUz kalıyor; Bağdat'tan, elleri kelepçeli olarak
ders meclisinden Uzaklaştırılıyor; sırtında simsiyah izler bırakan kırbaçların
altında, Halife Me'mun'un halifelik için ayaklandığı ve ömrünün sonunda ölmüş
olduğu Tarsus şehrine götürülüyordu. Bu zat, hapsediliyor ve hapishanede ona
durmadan dayak atılıyordu. Fakat, dayak atan ve attıranlar, ona söyletmek
istediklerini ve onun, söylenmesine dince müsaade edilmediğine inandığı şeyi
söyletmekten âciz kalmışlardı. Hem onlar, hem de o zat bu hal üzere, 18 ay
devam etmişlerdi. Bu süre içerisindeki işkence ve baskılarına rağmen O, bunların
arzularını yerine getirmemiştir. Sonunda onlar ümitsizliğe düşmüş, O ise boyun
eğmemiştir. Nihayet onu yaralar içersinde serbest bırakmışlardır. O, bu
yaralardan şifâ bulup ıstırapları dinince dersine tekrar dönmüştür. Fakat
onlar, bundan sonra, bu zatı yine hapsederek, Allah'ın yardımı erişinceye
kadar dersinden alıkoymuşlardır. İşte bu zat, Dâru's-Selâm (Bağdad)'ın İmamı,
çağındaki fakîh ve muhaddislerin üstadı İmam Ahmed b. Hanbel'dir.[2]
Ahmed b. Hanbel, 164
H. yılı Rabîulevvel ayında Bağdad'ta doğmuştur. Burası onun yaşadığı, ders
verdiği ve şöhretinin yayıldığı yerdir. Annesi onu, babasının ikâmet ettiği
Merv şehrinden hâmile olarak getirmiştir. O, hem ana hem de baba tarafından
soyca Araptır. Çünkü, ana ve babası Şeyban kabîlesindendir. Bu kabile de, Adnan
kabilesinin bir kolu olan Rabî'a kabilesinden ayrılma olup Nizar kabilesinde
Peygamber (S.A.)'in soyuna karışır.
Hanbel, babasının adı
değildir, dedesinin adıdır, Babası Muham med b. Hanbel b. Hilâl'dir. Bu aile,
önceleri Horasan'da oturmakta idi. Ahmed b. Hanbel'in dedesi Horasan bölgesinde
bulunan Serahs Vilâyetinin Valisi idi. Babası da, müslüman kumandanlarından veya
kumandanlık rütbesine yakın bir rütbeye sahip bir askerdi.
Bu aile, Ahmed'in
doğumuna yakın bir sırada Bağdad'a gelmiş olup Abbasî halîfeleriyle
münasebetlerini devam ettirmiştir. Zira Ahmed'in amcası, aynı vazifeyi üzerine
almıştır. Çünkü. Ahmed'in babası Muhammed, Bağdad'a gelişinden kısa bir zaman
sonra ölmüştür.
Ahmed b. Hanbel'in
ailesi himmet sahibi ve cömert idi. Dedesi Emevîlerin valisi idi. Daha sonra
Abbasî hareketinin haklı olduğunu ve Emevî idaresinin çöktüğünü görünce
vazifesinden ayrıldı. Abbas oğullarının dâvetçileriyle temas kurduğu için
işkenceye uğradı. Babası da, cömert ve âlicenap bir insandı. Horasan'daki evi
Arap misafirlere açıktı. Onun evine inerler, ikram ve hürmet görürlerdi.
Fakat küçük Ahmed,
babasını kaybettiği için bu cömertliğin nurunu görmemişti. Esasen O, babasını
bile görmediğini söyler. Çünkü babası öldüğü zaman kendisi, gördüğünü
tanıyacak bir çağa ulaşmamıştı. Tarihçilerin anlattığına göre babası, 30
yaşında çok genç iken ölmüştü.
Ahmed'in terbiye ve
yetişmesini annesi üzerine almış ve buna amcası da nezaret etmiştir. Çocuk
sayılacak bir yaşta annesi, onu ilim tahsiline başlatmıştır. Durum ve çevre de
buna müsait idi. Zira ailesi, devamlı olarak İslâm ilimlerinin merkezi olan
Bağdad'ta oturuyordu. Bu sırada Bağdad'ta ilim ve sanat bütün çeşitleriyle
ürünlerini vermeye başlamıştı. Burada muhaddisler, kıraat bilginleri,
mutasavvıflar, dil âlimleri ve filozoflar bulunuyordu. Böylece Bağdad, İslâm
âleminin medeniyet merkezi olmuştur.
Ahmed, çocukluğundan
itibaren İslâm ilimlerini öğrenmeye başlamıştı. O, önce Kur'an'ı hıfzetmiş,
daha sonra Arapça, Hadîs, Sahâbî ve Tabiîlerin rivayetlerini, Peygamber
(S.A.)'in sîretini, onun seçkin sahâbîleriyle güzelce onların yolundan
gidenlerin (tabiîlerin) hayatlarını öğrenmeye koyulmuştu.
Çocukluk ve gençlik
çağından beri onda asalet ve takva emareleri gözüküyordu. Onu, âlimler
arasında muttaki bir âlim, gençler arasında da müttakî bir genç olarak
görüyorUz. Daha sonra onu, inancı uğruna en büyük imtihanlara katlanan, azim
sahibi muttaki insnlardan başkasının dayanamıyacağı işkencelere fütursUzca göğüs
geren ortayaşlı bir insan olarak görüyoruz.
Akranı olan çocuklar
oyun oynarken Ahmed b. Hanbel, ciddî işlerle uğraşıyordu. Yetimlik ona
ciddiyet, dayanıklılık ve çalışma aşkı vermiştir. Aslında bütün babalar,
bunları arzu eder ve çocuklarının Ahmed gibi olmasını isterdi. Rivayet
edildiğine göre bir çocuk babası şöyle demiştir: «Ben çocuklarım için bol bol
masraf ediyorum. Onları, yetişsin diye hususi hocalara (müeddiblere) götürüyorum.
Fakat umduğum şekilde yetişmiyorlar. Yetim bir çocuk olan Ahmed b. Hanbel'e
bakınız! Onun edep ve güzel gidişatı herkesi hayran ediyor.»[3]
Ahmed b. Hanbel, büyük
adam olma sırrına sahip bir yaradılışta idi. O, biraz büyüyünce ailesinin
teşvikiyle ilim tahsiline yönelmiş ve kısa bir zaman sonra, kendisinin takva
üzere yetişme tarzına uygun olan bir ilmi seçmiştir. Ne felsefeyi, ne de
matematiği tercih etmiştir. O, sadece din ilmini" seçmiş ve bu arada
kendisini, memleket memleket dolaşmayı gerektiren hadîs ilmine vermiştir. Hadis
ilmi de onu fıkha götürmüş, böylece onda hem fıkıh, hem de hadîs ilmi
birleşmiştir. Bâzı âlimler hadîs veya fıkıhtan birini tercih ettiği halde,
Ahmed b. Hanbel, bunların her ikisini de aynı oranda kendisinde toplamıştır.
Ahmed b. Hanbel,
emsali arasında takva, ciddiyet, sabır, metanet ve tahammülü ile meşhur
olmuştur. Belki bu, onun çocukluğunda nöfsine fazla itimadından ve küçük
yaştan beri ruhî istiklâlini hissedişinden ileri geliyordu. Ahmed b. Hanbel'in
bu hali, çocukken temas ettiği âlimlerin"de dikkatini çekmiştir. Hattâ
el-Haysem b. Cemil, onun hakkında şöyle söylemiştir: «Bu çocuk yaşarsa,
zamanın-dakilerin hücceti olacaktır.»
Ahmed b. Hanbel, biraz
önce söylediğimiz gibi hadîs rivayet ve tedvini ile uğraşan, hadîs ilmini
kendisinden sonrakilere devreden bir muhaddis olmak istemiştir. Hadis ilmini
tercih edişi rasgele de-ğldir. Önce O, rivayetle dirayeti birleştiren fıkıh
tahsiline başlamış, Ebu Hanife'nin talebesi ve o çağın en büyük kadısı Ebu
Yusuf'tan ders almıştır. Fakat, onun hadîs ilmine meyletmiş, fıkhına fazla ilgi
duymamıştır. Bu itibarla O, «îlk hadîs yazdığım şahıs Ebu Yusuf'tur.»
demiştir. Yani Ahmed b. Hanbel, Ebu Yusuf'tan hadîs tahsil ettiği gibi fıkıh
zevkini de ondan tatmıştır.
Bu rivayeti, yani
Ahmed b. Hanbel'in Ebu Yusuf'tan tahsil görüşünü anlatan rivayeti gözönüne
alırsak, onun önce re'y'e dayanan fıkıhtan işe başladığı sonucuna varırız.,
Re'y'e dayanan fıkıh, o çağda Irak'ta hâkim olan ve Ebu Yusuf'un temsil ettiği
fıkıhtır. Ahmed b. Hanbel, hadis çalışmalarını fıkıh çalışmalarıyla
birleştirdikten sonra kıyasa bağlı olan fıkıh istinbatını hadîs'e
dayandırmıştır. O, hükmü hadisten istinbat eder, bu hükme göre yeni birtakım
hükümler çıkarır, kıyaslarda bulunur ve fer'î fıkıh mes'elelerini • ortaya
kordu.
Ahmed b. Hanbel, önce
hadis tahsil edip fıkıh tahsilini sonraya bıraktı. Hadis bilginleri, bütün
tslâm memleketlerine dağılmıştı. Bağdad'ta, Kûfe'de, Basra'da, Mısır'da,
Hicaz'da ve Yemen'de muhaddisler vardı. İşte bütün İslâm ülkelerinde böyle
muhaddisler bulunuyordu. Hadîs tahsil eden bir kimse, elbette bu ülkelere
gidecek ve adım adım buraları dolaşacaktı.[4]
Ahmed b. Hanbel, 179
H. yılında, yâni onbeş yaşında iken hadis tahsiline başladı. 186 H, yılına
kadar, yâni yedi yıl Bağdad'ta hadîs tahsiline devam etti. İlk olarak 186 H.
yılında Basra'ya gitmek suretiyle seyahatlerine başlamış oldu.[5]
Ertesi yıl Hicaz'a gitti. Daha sonra bunları Basra, Küfe, Hicaz ve Yemen
seyahatleri takip etti.
Ahmed b. Hanbel'in
seyahatleri, hayatta bulunan râvilerden şifahî olarak hadîs tahsîl etmek
maksadını güdüyordu. O, hadis nakletmek için kitaplarla yetinmiyordu. Bizzat
râvîlerle görüşmek suretiyle rivayet işini daha sağlam tutmak istiyordu.
Söylendiğine göre O,
Basra ve Hicaz'a beşer defa seyahat etmiştir. Biraz önce işaret ettiğimiz gibi
Hicaz'a ilk defa 187 H. yılında gitmiş ve orada İmam Şafiî ile ilk olarak görüşmüştür.
Şafiî ile Mekke'de Mescid-i Harâm'da karşılaşmıştır. Bundan sonra onunla
tekrar karşılaşması, Bağdad'ta olmuştur. İbni Kesîr, Ahmed b. Hanbel'in hac
seyahatlerini anlatırken şu tafsilâtı verir:
«Ahmed b. Hanbel'in
ilk hac seferi, 187 H. yılında olmuştur. Bundan sonraki hac seferleri 191, 196
H. yıllarında olmuştur. Bu son seferinde 197 H. yılına kadar mücavir kalmış ve
198 H. yılı haccmı ifâ etmiş ve yine 199 H. yılma kadar mücavir kalmıştır. İmam
Ahmed h. Hanbel şöyle der: Beş defa .hacca gittim, bunun üçünde yaya idim. Bu
hac seferlerimin birinde otUz dirhem harcadım. Bir defasında yürürken yolumu
kaybettim ve: Ey Allah'ın kulları, bana yolu gösteriniz', diye feryada
başladım; sonunda yolu bulabildim.»[6]
Bundan anlıyorUz ki Âhmed
b. Hanbel, hacca çok gitmiştir. Fakat onun bu seyahatleri sadece hac için
değildi. Diğer bir maksadı daha vardı ki, bu da Peygamber (S.A.V.) "in
hadislerini rivayet etmekti.
Ahmed b. Hanbel, hadîs
tahsili uğruna her türlü zorluğa katlanarak, nerede bulunurlarsa bulunsunlar,
hadîs râvüerinin yanlarına kadar giderdi. O, bu yolda meşakket çekmeyi,
muradına kolayca ermeye tercih ederdi. Çünkü kolayca elde edilen şeyler
çabucak unutulmakta, güçlükle elde edilen şeyler ise unutulmamaktadır. Ahmed
b. Hanbel, hac farizasını yerine getirdikten ve Beytullah'a mü-câzir olarak
(Mekke'de) kaldıktan sonra Yemen'in San'â şehrinde bulunan meşhur muhaddis
Abdurrazzâk b. Hemmam (öl. 211 H.)'a gidip hadîs öğrenmek istiyordu. Bu işi,
adı geçen muhaddisle hac mevsiminde görüştükten sonra gerçekleştirdi. Ondan hac
mevsiminde hadîs öğrenmesi mümkündü. Fakat O, hac mevsiminde Mekke ve Medine
muhaddislerinden hadîs tahsilini tercih etmiş, Abdurrazzâk b. Hemmam'dan bundan
sonra faydalanmayı kararlaştırmıştır. Maksadı, San'â'ya kadar zahmet çekip
gitmek suretiyle sevap kazanmaktı.
O, bilfiil San'â'ya
gitmek üzere yola çıktı. Bu uğurda açlık sıkıntısına düştü ve türlü
güçlüklerle karşılaştı. Çünkü, yolda nafakası bitmişti. San'â'ya varıncaya
kadar nakliyecilerin yanında ham-mallık yapmak zorunda kaldı. Yol arkadaşları
ona yardım ellerini Uzatmaya teşebbüs etmişlerse de O, Allah'ın, kendisine
bedenî olarak çalışmak suretiyle nafakasını kazanacak kuvveti ihsan etmiş
ol-duuğnu ileri sürerek, bu yardımı kabul etmemiştir.
San'â'ya ulaşınca Abdurrazzâk'la
görüştü. O da, kendisine yardım etmek teşebbüsünde bulundu ve: Ey Abdullah'ın
babası, şunu al faydalan, çünkü bizim memleketimiz ticaret ve kazanç için elverişli
değildir, dedi ve eline birkaç dinar Uzattı. Ahmed b. Hanbel de: Benim durumum iyidir,
dedi. Bu meşakkatlere tam iki sene katlandı. Çünkü burada, "ez-Zührî ve
Îbnu'l-Müseyyib yoluyla daha önce bilmediği birçok hadisleri işitip
öğreniyordu.[7]
Ahmed b. Hanbel,
birçok meşakkatlere aldırmadan tahsili için İslâm memleketlerinde dolaşıyor ve
kitap çantalannı sırtında taşıyordu. Bir seferinde kendisini tanıyan biri onu
görmüş ve hadis rivayetini, hadis hıfzını ve kitaplarını çok bulmuş, bu kadar
hadîs yazıp hıfz ve rivayet etmesine itirazda bulunarak: «Bir Kûfe'ye, bir
Basra'ya!.. Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?» demiştir. Ahmed b. Hanbel
de; «Hokka ve kalem ile mezara kadar...» diye cevap vermiştir.
İmam Ahmed,
hafızasının kuvvetli oluşuna ilâveten, işitmiş olduğu Peygamber (A.S.)'in
bütün hadîslerini yazmaya çok önem verirdi. Çünkü çağı, telif ve tedvin çağı
idi. Bu çağda fıkıh ve dil ilimleri tedvin edilmişti. Hadîs ilimlerinin de
tedvini gerekirdi. Gerçi îmam Mâlk «el-Muvatta'» ı, Ebu Yusuf ve Muhammed b.
Hasen «el-Âsâr» adlı eserlerini, Şafiî de «el-Müsned»ini tedvin etmişti.
Elbette Ahmed b. Hanbel de; işittiği hadîsleri hem hıfzedecek, hem de tedvin
edecekti. O, kendisine bir hadîs sorulduğu zaman ezberden rivayet etmezdi.
Büyük bir ilim adamı olduğu zaman dahi ancak yazdığı hadîsleri rivayet ederdi.
Rivayete göre Mervli birisi kendisine bir hadîs sormuş; o da, oğlu Abdullah'a
bu hadîsi bulmak için Kitabu'l-Fevâid'i getirmesini söylemiştir. Fakat oğlu, bu
kitabı bulamamıştır. Bunun üzerine kendisi kalkmış ve kitabı bulup getirmiştir.
Birkaç cilt olan bu kitapta sorulan hadîsi araştırmaya [8]başlamıştır.[9]
Ahmed b. Hanbel'in
topladığı Sünnet, Peygamber (S.A.)'in hadisleri, sahâbîler ile tabiîlerin
fetva ve hükümleri idi. Bu rivayetler sünnet olmakla beraber, aynı zamanda,
derin ve ince bir fıkıh idi. Bu itibarla, rivayetle uğraşırken Ahmed b.
Hanbel'in, fıkıh, mes'ele ve fetvalardan Uzak kaldığını söyleyemeyiz. Aksine,
O, fıkıhla sıkı sıkıya ilgili idi. Hayatının büyük bir kısmını rivayete
ayırmışsa da, fıkha karşı ömrü boyunca ilgisiz kalmış değildir.
Onun ilk çalışmaları,
Kadı Ebû Yusuf'tan fıkıh tahsiline yönelmişti. Olgunluk çağma ulaşınca sünnet
fıkhına meyletmiştir. Belki de O'nu fıkha doğru çeken bu olmuştur. Bilhassa
Mekke'de îmam Şafiî ile karşılaşınca Ahmed b. Hanbel, onun aklî kudretine ve
fık-hî istinbat hususunda koymuş olduğu ölçülere hayran kalmıştır. Yakut
el-Hamevî'nin Mu'cemu'l-Udebâ'smda aynen şöyle denilmektedir:
«İshak b. Rahûye
(Rahveyh)[10] der ki: Süfyan b.
Uyeyne'nin yanında idik. Amr b. Dinar'ın hadîslerini yasıyorduk. 'Ahmea b.
Hanbel geldi ve bana: Ey Ebû Yakub, kalk sana benzerini şimdiye kadar
görmediğin bir zatı göstereyim, dedi. Kalktun, beni zemzem kuyusundan tarafa
götürdü. Orada beyaz elbiseli,, esmer benizli, yakışıklı, gayet zekî bir zat
vardı. Beni onun yanına oturttu. Sonra bu zâta hitaben: Ey Ebû Abdillah, İşte
bu îshak b. aRhûye el-Hanzalî'dir, dedi. O da: Merhaba, diyerek beni selâmladı.
Karşılıklı müzakerelerde bulunduk. Onda, beni şaşkına çeviren bir ilim gördüm.
Meclisimiz Uzayınca Ahmed b. Hanbel'e: Kalk, o söylediğin zâta gidelim, dedim.
Ahmed de; İşte: O zat budur, dedi. Ben de: Subhânellah! «ez-Zührî bize şöyle...
rivayet etti» diye anlatan bir zatın yanından kalktım ve zannettim ki sen,
beni, ez-Zûhrî gibi veya ona yakın bir zâtın yanma götüreceksin. Halbuki sen,
beni bu delikanlının yanına getirdin, dedim. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel,
bana. Ey Yakub'un babası, bu delikanlıdan (yani Şafiî'den) feyz al. Çünkü ben,
bunun benzerini asla görmedim, dedi.»
Burada belirtmeliyiz
ki, Ahmed b. Hanbel tahsile başladığı zaman fıkıh ve istinbat ilmini rivayet
ilmi ile birlikte tahsil ediyordu. Yukarıda söylediğimiz gibi, tahisle Ebu
Yusuf'un yanında başlamıştı. Daha sonra Şafiî ve diğerlerinden tahsil gördü.
Şafiî ile 1.98 H. yılında Bağdad'ta tekrar görüşmüştü. Şafiî, ondan, kendisinin
ortaya koyduğu mes'elelere muhalif olarak tesbit ettiği her hadîsi kendisine
hatırlatmasını rica etmiştir. Şafiî, Mısır'a gittiği zaman, Ahmed b. Hanbel de
onun yanına gitmek niyetinde idi. Fakat bunu gerçekleştirememiştir.
îşte böylece Ahmed b.
Hanbel'de hadîs, sünnet ve rivayet fıkıhla birleşmiş oldu. îster önce fıkıh
tahsiline başlasın, isterse hadîs ve sünnetten sonra fıkha dönmüş olsun, gerçek
odur ki, Ahmed b. Hanbel tam manasıyla fıkha yönelmiştir. Bu konuda bşnim görüşüm
şudur: Ahmed b. Hanbel, hadîslerin ihtiva ettiği fıkhı incelerken bu derin
tetkikleri sayesinde fıkha yönelmiştir. O, sahâbîlerin fıkhını öğrenmek
istiyordu. «el-Müsned» adlı kitabında her sahâbî için müstakil bir sened tahsis
etmiştir. Ali b. Ebî Tâlib, Zeyd b. Sabit, Resûlüllah'ın Halîfesi Ebu Bekr,
Müzminlerin Emîri Ömer b. el-Hattab —Radiyallâhu anhum— gibi fetva vermekle
meşhur olan müctehid sahâbîler için ayrı ayrı tahsis ettiği senedlerle bu
sahâbîlerin fıkhını incelemeye ve bunların fıkhının gaye ve maksatlarını
anlamaya önem vermiştir. Bunlar ve Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr b. el-Âs gibi diğer sahâbilerin fıkhını
tetkik etmek, şuurlu bir râvinin aklını keskinleş-tirir; zihnini açar ve ona
derin fıkhî bir meleke kazandırır. îmam
Şafiî'nin istinbat
ilmi için koymuş olduğu esasları Ahmed b. Hanbel'in öğrenmiş olduğu bunlara
ilâve edilecek olursa, şüphesiz onun sünnet fıkhını tam olarak bilen bir fakîh
olduğu ve görüşlerinde şeriatın doğru yolundan ayrılmasının imkânsızlığı
kendiliğinden anlaşılır.
Bundan sonra Ahmed b.
Hanbel, sahâbîlerin fıkhını incelemekle yetinmemiş, tabiîlerin fıkhını
öğrenmiş ve fetvalarını toplamıştır. Tabiîler arasında re'y tarafı galip
olanlar bulunduğu gibi, bir hadîs bulamayınca fikir beyan etmekten çekmen
kimseler de vardı. Ahmed b. Hanbel, tabiîlerin fıkhında öyle fıkhı bir miras
bulmuştur ki, kendisi de Kitab ve .Sünnet'te bir nass, yahut da sahâbî veya
tabiînin herhangi bir fetvasını bulamadığı zaman bu mirasa uymuş, onların
metoduna ve sahâbîlerden intikal eden metodlara göre hüküm çıkarmıştır.[11]
Ahmed b. Hanbel'in
ailesi Merv'den gelirken annesi ona hâmile idi. Annesi onu Bağdad'ta dünyaya
getirmiştir. Ailesinin Uzun zaman Horasan'da oturduğu anlaşılıyor. Amcasının
işinin de Horasan'la ilgili oluşu, bu ailenin farsça bildiğini göstermektedir.
Buna göre Ahmed b. Hanbel'in de farsça bildiği ve bu dili konuştuğu anlaşılmaktadır.
Bu hususu Zehebî, Târih'inde anlatmaktadır. Rivayete göre Ahmed b. Hanbel'in
teyzesinin oğlu Horasan'dan gelmiş ve onun yanma müsafir olmuştur. Ahmed b.
Hanbel ona yemek getirmiş, Horasan ve oranın halkıyla ilgili şeyler sormuştur.
Müsafiri, kendisinin dilini anlanıaymca, Ahmed b. Hanbel onunla farsça konuşmuştur.
Zehebi, bu olayı Ahmed
b. Hanbel'in torunu Züheyr'den rivayet etmiş ve Züheyr'in bu olaya şahit
olduğunu söylemiştir. Bu durumda bize düşen, bu haberi kabul etmektir. Çünkü,
onu rivayet eden güvenilir bir kimse olup İmam Ahmed b. Hanbel'in ailesiyle
yakınlığı bulunan bir şahıstır. Ayrıca bu haberi reddedecek elimizde herhangi
bir delil de yoktur. Güvenilir bir kimsenin rivayet ettiği bir haber, ancak,
rivayet bakımından daha kuvvetli veya daha sağlam bir delille reddedilir.[12]
Ahmed b. Hanbel,
hadîsi, bütün muhaddislerden tahsil etmiş; Bağdad, Basra, Küfe, Mekke ve Medine
ile yetinmemiş, Yemen'e dahi gitmiştir. Hattâ üstadı Şafiî'nin ardından
Mısır.a da gitmeye niyetlenmiştir. Hadis ilmine sahip olan kimi işitmişse,
gidip ondan hadîs rivayet etmiştir.
O, yalnız rvayet
ilmiyle iktifa etmemiştir. Rivayet ilmi, onu derin bir fıkha ulaştırmıştır.
Esasen ilk tahsil çağında fıkha karşı bir Cinsiyet kazanmış, din ile ilgili
olan çeşitli ilimleri öğrenmiş ve bunların bâzısında oldukça derinleşmiştir.
Bilhassa Kitab ve Sünnetle ilgili rivayet ve fıkıh üzerinde ihtisas sahibi
olmuştur.
Böyle bir ilim
adamının artık aldıklarım verme, yazdıklarını başkalarına yazdırma ve öğretme
zamanı gelmişti. Fakat O, hadîs rivayetine ve fetva vermeye ancak kırk yadına
ulaştıktan sonra başlamıştır. Acaba O, bu durumda Uz. Peygamber'e mi uyuyordu?
Çünkü Peygamber (S.A.V.), ancak kırk yaşından sonra Peygamber olarak
vazifelendirilmişti. Gerçekten insan kırk yaşma ulaştığı zaman, tam olgunluk
çağma gelmiş olur, nefsî arzular bu çağda azalır, akıl ve irade yükselir. Ebu
Hanîfe de, fetva vermeye ancak kırk yaşında başlamıştır.
Ahmed b. Hanbel, bizi
yukarıdaki soruya cevap aramaktan kurtarmıştır. Çünkü bu soru, kendisine de
sorulmuş, o da; «Hocaları hayatta iken hadîs rivayet etmediğini» söylemiştir.
Bir çağdaşı, kendisine, Abdurrazzâk'tan rivayet ettiği hadîsleri yazdırmasını
söylediğini, Ahmed b. Hanbel'in de, Abdurrazzâk sağ olduğu için bundan
kaçındığını anlatır. Bu ifadelerde Ahmed b. Hanbel'in, niçin 204 H. yılından
sonra hadîs rivayetine ve fetva vermeye başlamış olduğunu gösteren açık bir
delil mevcuttur. Çünkü bu tarihte, İmam Şafiî Mısır'da ölmüştü. Böyle bir
izahı, tarihî olaylar da desteklemektedir.
Burada söylemeliyiz ki
Ahmed b. Hanbel, hadîs rivayetine ve fetvâ vermeye başladıktan sonra, hadîs ve
fetva konusunda başvurulan bir kaynak olmuştur. Bu demek değildir ki, kendisine
daha önce sünnetle ilgili bir soru sorulduğu zaman O cevap vermezdi. Zira, ilmi
ketmetmek caiz değildir. Din; irşâd etmeyi, başkalarının bilmediklerini
öğretmeyi ve Peygamber'in hadislerini yaymayı emreder. Ahmed b. Hanbel'in 198
H. yılında 34 yaşında iken Mescid-i Hayfda[13]
kendisine sorulan bir meseleye fetva verdiği rivayet edilmiştir.
Buna göre Ahmed b.
Hanbel'in, kırk yaşına varmadan önce de, mecbur olduğu zaman fetva verdiğini
söyleyebiliriz. Çünkü zaruret, onu bazan bu işe zorluyordu. Ancak kendisine
ilim tahsili için gelen talebelerine ders vermeye kırk yaşına değdikten sonra
başlamış ve Peygamber'in Sünnetine uyarak kırk yaşından sonra irşâd ve fetva
verme işini üzerine almayı bir vazife bilerek, mevcut boşluğu doldurmaya karar
vermiştir.
Ahmed b. Hanbel'in
iffet, nezahet ve takvası, insanlar arasında yayılmıştı. Herkes ona fıkıh -ve
hadîs rivayeti için başvuruyordu. O da, bunlara mescidde cevap vermek zorunda
kaldı. Şöhreti de, bunun üzerine gittikçe artmaya başladı. Bundan sonra Ahmed
b. Hanbel, ileride açıklayacağımız ve onun nefsini olgunlaştıran sabır ve
metanetinin derecesini gösteren mihnetlere uğramıştır. Fakat, bu mihnetler onu
daha çok yükseltmiş, Allah ve insanlar katında değerini daha çok artırmış ve
halka onu daha iyi tanıtmış, halk da onun adını dört yana yaymıştır. O, Allah
yolunda insanlara karşı tevazu' gösterdikçe yüceliyordu.
Adının ilim, zühd ve
takva ile birlikte yayılışı, dersinde izdihama sebep oldu. Bâzılarının
rivayetine göre, onun dersini dinleyen-' lerin sayısı beşbin civarında idi.
Bunlardan beşyüz kadarı dinlediklerini yazıyorlardı. Biz, bu kadar talebenin
onun dersinde hazır bulunduğunu teslim edemeyiz. Fakat, buna yakın bir
miktarda olduğunu söyleyebiliriz. Yahut, talebelerinin sayısı çok kabarıktı,
diyebiliriz. Çünkü «Bin» kelimesi şüphesiz «pekçok» mânâsına da kullanılır.
Ahmed b. Hanbel'in derslerini dinleyenlerin sayısı zikredilen sayının yansına,
hattâ beştebirine dahi indirilse, yine de azımsanamaz ve onun Bağdad'taki
mevkiini ve İslâm ülkelerinden kendisine tahsil için gelenlerin çokluğunu
gösterir.
Ahmed b. Hanbel'den
ders alanların ve işittiklerini yazanların çokluğu, ondan hadîs ve sünnet
rivayet edenlerle onun fıkhını nakledenlerin çokluğunu gösterir.
Burada söylememiz
gerekir ki, Ahmed b. Hanbel, faziletli muttaki; zühd, sabır ve metanet sahibi
idi. Yukarıda dediğimiz gibi, insanlar, O'nu, bu meziyetlerinden dolayı
dinlemek istiyorlardı. Şüphesiz onu dinlemek için gelenlerin hepsi ilim tahsil
eden talebe değildi. Bir kısmı, Ahmed b. Hanbel'in meclisine, onu sevdikleri
ve saydıkları için geliyorlardı. Bir kısmı da, onun yaşayışına göre yaşamak,
onu tanımak, ahlâk, edep ve irşadından faydalanmak için geliyorlardı.
Îbnul-Cevzî'nin Menakıbu'1-İmam Ahmed b. Hanbel adlı eserinde onun bir
çağdaşından şöyle rivayet edilir: «Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'e oniki.sene
gelip gittim, o çocuklarına el-Müsned'i okuturdu. Ondan bir tek hadîs yazmadım,
ancak ona ahlâk ve irşadı için gelirdim.»
Öyle anlaşılıyor ki,
onun iki türlü meclisi (ders halkası) vardı:
1 —
Çocuklarıyla özel talebelerine hadîs anlatmak için evindeki meclisi.
2 — Hem
talebelerinin, hem de halktan istiyenlerin hazır bulunduğu mescid'deki
meclisi. Ahmed b. Hanbel'den hadîs yazan talebelerinin sayısı, mescid'de
dersini dinliyenlerin ondabiri kadardı.
Zehebî, Ahmed b.
Hanbeî'in mescid'deki derslerinin ikindiden sonra olduğunu söyler. Ebu
Hanîfe'nin Küfe mescidindeki dersi de böyle idi. Çünkü ikindiden sonraki vakit,
insanın dinlenmiş olduğu, ruhun safa bulduğu ve hayat meşgalelerinden
kurtulduğu bir vakittir. Hadîs ve fetva bu vakitte anlatılırken, ruhlar
dinlenmiş ve öğrenmeye hazırlanmış bir vaziyettedir. Yorgun ve bıkkın
değildir. însanlar ruhî bakımdan hazır bulundukları zaman, dersin tesiri daha
büyük ve daha derin olur.
Ahmed b. Hanbel'in
derslerinde, dinleyicilerin ruhunda güzel bir tesir bırakan şu üç husus dikkati
çekiyordu:
1 — Onun
meclisine vakar, ciddiyet, tevazu ve ruhî hUzur hâkim idi. Kendisi şaka ve
alay eüneyi sevmezdi. Çünkü ciddî olmak gereken bir yerde şaka etmek, akıl
kıtlığından ileri gelir. Böyle bir durumda alay etmek, saçmalıktır. Dersinde
hazır bulunanlar bu durumu gözönünde tutarlar ve onun meclisinde, ders
vermiyor olsa dahi, şakalaşmazlardı. Ebu Nuaym, Halef b. Sâlim'den şöyle
rivayet etmiştir: «Biz, Yezid b. Harun'un meclisinde idik, Yezid şaka yaptığı
için Ahmed b. Hanbel kalkıp gitti. Yezid bunun üzerine eliyle
alnına vurdu ve
Ahmed'in burada olduğunu bana bildirseniz ya! Tâ ki şaka yapmıyayım, dedi.»[14]
2 — Ahmed b.
Hanbel, dersinde ancak hadîsleri rivayet etmesi istendiği zaman anlatırdı.
Böylece hadîs rivayetine rağbet artıyordu. O, bir hadis rivayet edeceği zaman
kendi yazdığı kitaplardan rivayet ederdi. Râvîlerden almış olduğu hadîsleri
anlatırken yanhş olur korkusuyla hafızasına asla itimad etmezdi. Peygamber'in
söylemediği şeyi rivayet etmemek için mecbur kalmadıkça ve hadîsin metninden
emin olmadıkça ezberden hadîs rivayet etmezdi. Öyle ki talebeleri, kitab'a
başvurmaksızın okuttuğu hadîsleri saymışlar ve bunların yüz adedi aşmadığını
görmüşlerdir.
Zehebi'nin Tarih'inde,
Ahmed b. Hanbel'in talebesi Mervezî'den şöyle rivayet edilir: «Herhangi bir
mecliste hiçbir fakir görmedim ki o, Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'in
meclisindeki gibi kıymetli olsun. Ahmed b. Hanbel, tamamen fakirlerle
ilgilenirdi- Dünya ehli ile ilgilenmezdi. Aceleci değildi. Çok mütevazı idi.
Vakar ve ciddiyet sahibi idi. İkindiden sonra dersine oturur ve kendisine
birşey sorulmadıkça konuşmazdı.»[15]
3 — Ahmed b.
.Hanbel, ancak hadîslerin yazılmasına müsaade ederdi. Hattâ hadîs rivayet ve
nakli için îslâm memleketlerinde dolaşırken kendi nefsini mecbur ettiği gibi,
hadîsleri yazmaya talebelerini de mecbur ederdi.
Verdiği fetvalara
gelince, bunların yazılıp nakledilmesini menederdi. Ona göre yazılmayı
icabeden din ilmi, ancak Kitab ve Sünnettir. Bundan başkası yazılmaz. İşte
fetvalarının yazılmasını bu sebeple menederdi. Birisi kendisine, Irak
fakîhlerinden re'y taraftarlarının kitapları yazılabilir mi? diye sordu. Ahmed
b. Hanbel, hayzr, dedi. Soran kimse; İbnu'l-Mübârek onları yazmıştır, deyince,
Ahmed b. HanbeŞ; «Îbnu'l-Mübârek gökten inmedi, biz ilmi yukardan almakla
emrolunduk.» dedi. Hattâ O, muhaddisleri Şafiî'nin kitaplarını yazmaktan bile
menederdi. Halbuki O, îmam Şafiî'ye hocası nazarıyla bakar ve gönlünde ona
büyük bir yer verirdi. Ahmed b. Han-bel'e göre Kitab ve Sünnetten başka din
ilmi konusunda yazılarak gelecek nesillere nakledilmeye lâyık bir şey yoktur.
Çünkü, ilim adamlarının sözleri zamanlarına ait olup çağlarına mahsus olan
müşkillerin hallinden ibarettir. Bunların gelecek nesillere intikalinde bir
faide yoktur. Yazılması da önemli değildir. İnsanlara İntikali gereken şey,
Kur'ân ilmiyle Peygamber, Sahâbiler ve Tabiîlerin ilmidir. Yalnız bu ilimlerin
saf bir şekilde intikali gerekir. Âlimleri ve kişileri isimlerine göre taklit
etmek gerekmez.
Fakat, bu konuda çok
ileri gitmiş olan Ahmed b. Hanbel'i Allah, istemediği bir şeye mâruz
bırakmıştır. Yâni talebeleri, kendisinden kocaman ciltler halinde kitaplar
rivayet etmişlerdir.
Ahmed b. Hanbel,
kendisinden öncekilerin meşgul olmadığı bir şeyle uğraşmamıştır. Kendisinden
öncekiler Kitab ve Sünnet ilmi ile, fetva ile, Kitab ve Sünnet'ten faydalanarak
müslümanlara dinî meselelerini öğretmekle uğraşmışlardır. Akidenin de kaynağı
sadece Kitab ve Sünnettir. Dolayısıyla Kitab ve Sünnet'tn bildirmiş olduğu
şeyler, inanılması gereken akideyi teşkil eder. Akîde veya diğer İslâmî
ilimlerin delil ve kaynağı, Allah'ın Kelâmı ile Resûlullâh'ın Sünnetidir. Sırf
akıl yoluyla akideden bahsedilemez; elbette akîde nakil ile izah edilir ve bu
konuda naklin dışına çıkılamaz. Ahmed b. Hanbel devrinde akaid konusunda çok
söz ediliyordu. Fakat, Kitab ve Sünnetin metoduna uyulmuyordu. Akîde ile
ilgili cebr ve ihtiyar (irade) konusunda münakaşalara girişiliyordu. Allah'ın
Kur'-ân'da zikredilen isimleri, Allah'ın sıfatları olup, zâtından ayrı mıdır,
yoksa zâtının aynı mıdır? Allah'ın kelâm sıfatı var mıdır. Kur'ân kadîm mi,
yoksa mahlûk mudur? İşte kelâmcı (mütekellim) denilen âlimler bu gibi meseleler
üzerinde tartışıyorlardı.
Ahmed b. Hanbel,
bunların yaptığını yapmadı; derslerinde asla bunların sözlerinden bahsetmedi.
Esasen O, bunları sapıklardan sayardı. Bir kimse kendisine mektup yazarak,
kelâmcüarla münazara hakkında sormuş, O da şu cevabı vermiştir:
«Allah, senin sonunu
iyi eylesin. Bizim, işittiğimiz ve ulaştığımız kimselerden gördüğümüze göre
onlar kelâm konusundan hoşlanmıyordu, sapıklarla düşüp kalkmıyorlardı. Mesele,
önünde sonunda Allah'ın Kitabına teslim olmak ve bundan öte gitmemektir.
İnsanlar, kitap yazmaktan ve bidatçılarla düşüp kalkmaktan hoşlanmamaktadırlar.
Böylece onlar, bid'atçüann din konusunda insanın içerisine soktuğu şüpheleri
reddediyorlardı.»[16]
İşte Ahmed b.
Hanbel'in tuttuğu yol, böyle bir yol idi. Elbette onun bu tutumunu devrin
Abbasî Hükümeti teşvik etmiyordu. Bu çağ da Abbasî Hükümetinin başında Abdullah
el-Me'mun b. Harun el-Reşîd bulunuyordu. Bu Halîfe, kendisini mu'tezilî
âlinılerden sayıyordu. O Mu'tezile mezhebini desteklemek için münazaralar
düzenliyor ve Kur’an’ın mahluk olup olmadığına dair mühaddislerden bir kımına
bu görüşü kabul ettirmek için zor kullanmaya başlamıştı.Dâru-s-Selam (Bağda)ın
İmamı Ahmed b. Hanbel de, işte bu yüzden işkenceye uğramıştır.[17]
Kur'ân-ı Kerîmin
mahlûk (yaratılmış) olup olmadığı üzerinde birçok söz söylenmiştir. Bu
meselenin ortaya atılışında Emevî hanedanının maiyetinde bulunan hristiyanlarm
rolü büyük olmuştur. Bunların başında Yuhannâ ed-Dimaşkî gelir. Bu şahıs, İslâm
alemindeki hıristiyan âlimleri arasında müslümanları dinlerinde şüpheye
düşürecek münazara usûllerini yayıyordu. Müslümanlar arasında da Peygamberleri
hakkında yalanlar uyduruyordu. Meselâ Peygamber (S.A.V.), Zeynep Binti Cahş'a
âşık olmuş, diyordu. Keza, Kur'-ân'da bildirildiğine göre, îsâ, Allah'ın
oğludur ve Meryem'e ilka' ettiği kelimesidir, diyordu. Yine O, Müslümanlar
arasında Allah'ın kelimesinin kadîm olduğunu yayıyor ve onlara; Allah'ın
kelimesi kadim midir, değil midir? diye soruyordu. Müslümanlar: Hayır, diye
cevap verirlerse, O'nun kelâmı olan Kur1 ân da mahlûktur demiş oluyorlardı.
Allah'ın kelimesi kadîmdir, derlerse, îsâ'nm .da kadim olduğunu iddia
ediyordu.[18] Bunun üzerine
müslümanlardan; Kur'ân mahlûktur, diyerek onların hilesini reddetmek
isteyenler olmuştur. Meselâ, Ca’d b. Dirhem[19],
Cehm b. Safvân ve Mu'tezililer; Kur'ân mahlûktur, demişler, Halife Me'mun da
bu görüşü benimsemiştir.
212 H. yılında adı
geçen Halîfe, Kur'ân'm mahlûk olduğu görüşünü hak nıezheb olarak ilân
etmiştir. Bu maksatla münazara meclisleri tertiplemiş ve bu konuda kesin delil
olarak kabul ettiği şeyleri ortaya atmıştır. Fakat, bu konuda münakaşayı
serbest bırakmış ve insanların düşüncelerinde hür olduklarını söylemiştir.
Lâkin 218 H. yılında
—kendisi bu yılda ölmüştür— bu fikri insanlara zorla kabul ettirmeye karar
vermiştir. Gariptir ki, bu işe kendisi Bağdad'ın hâricinde iken başlamıştır. Bu
uğurda mücahid olarak ortaya atılmış ve bulunduğu Rakka şehrinde bu maksatla
bir kısım mektuplar yazmış ve bu mektupları Bağdad'taki vekili bulunan îshak
b. İbrahim'e göndererek, halkı, Kur':n'm mahlûk olduğu görüşünü benimsemeye
teşvik etmiştir. Bu. mektupları Mu'tezile üs-tadlarından ve fakîhlerle
muhaddislerin amansız düşmanı olan Ah-med b. Ebî Düâd (öl. 240 H)'m yazdığı
tahmin edilmektedir. Bu maksatla dînî baskı, önce devlet dairelerindeki
vazifelerden hiçbirine, bu görüşü kabul etmiyenleri tâyin etmemekle başlamış
ve hiçbir meselede bu görüşü benimsemiyenlerin şahitliği kabul edilmemiştir.
Birinci mektupta şöyle denilmektedir:
«Onlara (kadılara)
bildir ki, Emîru'l-Mü'minîn, işinde kimseden yardım istememektedir. Raiyyesinden
vazifeye tâyin ettiği kimselerden dînî, îmanı ve tevhîd konusundaki ihlâsına
güvenilmeyen kimselere, itamat etmemektedir. Eğer onlar, bu görüşü ikrar
ederler, Emîru'l-Mâ'minîn'e uyarlar, hidâyet ve kurtuluş yolunda olurlarsa,
onlara, insanlar için şahitlik edecek kimselerin Kur'ân hakkındaki
düşüncelerini tesbit etmelerini; Kur'ân yaratılmıştır, sonradan meydana
gelmiştir, diye ikrar edip bu görüşü kabul etmiyenlerin şahitliğini
dinlememelerini emret.»[20]
Bu mektuptan anlıyoruz
ki, onun bu görüşünü kabul etmiyenlerin cezası menfî (olumsUz) bir cezadır,
müsbet (olumlu) bir ceza değildir.
Fakat iş, böyle menfî
bir vaziyet alışla kalmamış, tersine, bâzı insanları sıkı imtihanlar geçirmeye
sebep olacak kadar ileri gitmiştir. Bu insanlara, Kur'ân hakkındaki görüşleri
soruluyor, Hâlifenin ileri sürdüğü görüşü kabul etmezlerse, elleri kolları
bağlanıp Emîru'l-Mü'minîn'in ordugâhına sevkediliyorlardi. Çünkü o mektupta[21]
fakih ve muhaddislerin imtihan edilmesi de emrediliyordu. Onlardan bu görüşü
kabul etmiyenler, prangaya vurularak Halîfenin yanma gönderilecek ve bu görüşü
benimseyenler de, fetva vermeye ve hadîs rivayetine devam edeceklerdi.
Bağdad'ta Halîfenin
vekili kendisine verilen emri yerine getirmek için derhal harekete geçti.
Fakih ve muhaddisleri çağırttı. Aralarında Ahmed b, Hanbel de vardı. Onlara,
istenileni yerine getirmezlerse işkence ve ceza göreceklerini ve hiçbir
tereddüt gösteril-meksizin Me'mun'un arzusuna göre muhakeme edileceklerini
söyleyerek,'tehditler savurdu. Fakîh ve muhaddisler istenileni yerine getirdiler
ve Kur'ân hakkında bu mezhebi benimsediklerini ilân ettiler. Ancak dört
kişinin kalbini Allah bundan korudu. Onlar cesaret ve ısrarla inançlarından
fedakârlık etmediler. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, el-Kavârîrî ve
Seccâde'dir.[22] Bunlar yakalanıp elleri
kelepçelendi, ayaklarına zincir bağlandı. Ertesi gün olunca Seccade, Halîfenin
vekili îshak'm emrini kabul etti ve bağları çözülerek serbest bırakıldı. Diğer
üçü inançlarında direndiler. Öbürgün olunca aynı soru tekrar edildi ve cevap
istendi. el-Kavâvîrî'nin tahammülü bitmişti. İstenilen cevabı verdi ve bağları
çözülerek o da serbest bırakıldı. Geriye iki kişi kalmıştı. Allah onlarla
beraberdi. Bunlar, zincirlerle bağlı olarak Tarsus'taki el-Me'mûn'unun hUzuruna
gönderildi. Yolda Muhammed b. Nuh şehid oldu. Ahmed b. Hanbel, tek başına
inancı uğruna işkence ve zulme göğüs geriyordu. Fakat halinden memnundu. Ahmed
b. Hanbel yolda iken Me'mun'un ölüm haberi geldi. Fakat Halîfe, dünyadan
ayrılırken kendisinden sonrakilere bir vasiyetname bırakmış ve bunda fakihlerle
muhaddis-lere, Kur'ân'm mahlûk olduğunu söyleyinceye kadar işkenceye devam
edilmesini vasiyet etmiştir. Bu vasiyetnamede şunlar yer almıştır.
«İşte bu,
Emîru'l-Mü'minîn Abdullah (el-Me'mun) b. Harun er-Reşîd'in yanında bulunanların
hepsini şahit kıldığı şeydir. O, kendisi ve yanmdakilerin hepsi şöyle şahadet
etmişlerdir: Allâhu Teâlâ birdir, O'nun mülkünde ortağı da yoktur. İşlerini
kendisinden başka bir tedbir eden de yoktur. O, Halik (Yaratıcı) dır, O'ndan
başka her şey mahlûktur. Kur'ân da, her şey gibi mahlûktur. Hiçbir şey Allah'a
benzemez.» Bu vasiyetnamede kendisinden sonra Halîfe olan kardeşi
el-Mu'tasım'a şöyle hitabetmektedir: «Ey îshak'm babası, bana yakın ol,
gördüklerinden ibret al, Kur'ân'm yaratılmış olması konusunda kardeşinin
yolundan git.»
İşte bu yüzden Ahmed
b. Hanbel ve inançlarından ayrılmayan diğer fakîh ve muhaddislerin uğradığı
mihnet Uzayıp gitti. Bu mihnet Me'mun'un 218 H. yılında ölümüyle sona ermedi,
daha da yaygın bir hal aldı ve ıstırap arttı, daha çetin ve daha şiddetli
devrelere girdi. Me.mun'un vasiyetleri arasında, insanların şiddet ve baskıyla
Kur'ân'ın mahlûk oluşunu kabule zorlanmaları ve Ahmed b. Ebi
Düâd'ın[23] (öl.
240 H.) görevinde kalması yer alıyordu. İşte bu belânın başı o idi. İşkence
etmek için Halîfeyi o kışkırtıyordu. Hattâ Halifenin mektuplarını o kaleme
alıyordu. Ölüm hastalığında iken Me'mun'un iradesine hâkim olan o idi. Nihayet
Halîfe onun tesiriyle bu emirleri vermiş ve bu vasiyetlerde bulunmuştur.
Âhmed b. Hanbel,
zircirlerle bağlı olarak kendisine getirilirken Me'mun ölmüştü. Ölüm haberi
ilân edilince Ahmed b. Hanbel Bağdad'a geri getirildi. Hakkında yeni bir emir
çıkıncaya kadar zindanda kaldı. Sonra Halîfe Mu'tasım (öl. 227 H)'ın hUzuruna
çıkarıldı. Ürkütülüp korkutulmak için her türlü yola başvuruldu. Fakat hiçbirisi
fayda vermedi. Ahmed b. Hanbel'in hiçbir şeye aldırmadan inancında sebat etmesi
üzerine tehditler gerçekleştirildi. Onu nöbet nöbet kırbaçlamaya başladılar.
Her defasında bayılmadıkça bırakmıyorlardı. Öyle ki kılıçla dürtüldüğü zaman
bile bir şey hissetmiyordu. Bu ameliye, fasılalarla tekrarlanıyordu. 28 ay
kadar zindanda bu işkence devam etti. Ümitleri kesilince onu serbest bırakarak
evine iade ettiler. Fakat îmanı Ahmed b. Hanbel, zindanda Uzun bir zaman
kalışı, çok şiddetli bir şekilde durmadan dövülüşü ve vücudundaki yaralar
sebebiyle yürüyecek bir halde değildi. Lâkin O, yine de mUzafferdi.
Ahmed b. Hanbel,
yaraları iyi olup mescide gelme imkânına kavuşuncaya kadar ders ve hadîs
okutmaktan mahrum kaldı. İyileşince fetva ve hadîs derslerine başladı.
Uğradığı mihnet, insanların onu daha çok takdirine sebep oldu. Onu dinlemek
için daha çok rağbet ettiler ve onun derslerine koştular. Mu'tasım'dan sonra
el-Vâsık (öl. 232 H.) Halîfe oldu. İşkence vasiyetnamesi yürürlükte idi. Bu sebepten
Âhmed b. Hanbel'e tekrar mihnet çektirmeye başladılar. Fakat bu sefer, Ahmed
b. Hanbel'in Mu'tasım devrinde olduğu gibi kırbaçla dövülmesi emredilmedi.
Çünkü bu, halk nazarında onun mevkiini çok yükseltiyor ve Halîfenin fikrinin
yayılmasına engel oluyordu. Fikirler, baskı ve zorla yayılmaz. Üstelik ona
yapılan işkence, halkın nefretine sebep oluyor ve bu kötülüğün anası olan ı
Ahmed b. Ebî Düâd gibi milletin başbelâsmdan intikam almak duygusunu
şiddetlendiriyordu. Ahmed b. Hanbel'in karşılaştığı yeni mihnet, onu insanlarla
düşüp kalkmaktan, hadîs rivayet etmekten ve fetva vermekten alıkoymaktı.
el-Vâsık, ona şöyle demiştir:
«Senin yanma hiçbir
kimse gelmeyecek ve sen benim bulunduğum hiçbir yerde oturmayacaksın!» Bunun
üzerine İmam Ahmed b. Hanbel, el-Vâsık ölünceye kadar köşesine gizlenmiştir.[24]
el-Müte-vekkil (öl. 247 H.) Halîfe olunca bu mihneti kaldırmış, fakîh ve
muhaddislere yakınlık göstermiş, Mu'tezilîleri de saraydan uzaklaştarak ellerindeki
imkânları almıştır.
Tarihin hakkını yerine
getirmek için söylemeliyiz ki, fitne (mihnet) umumî idi. Ahmed b. Hanbel'e
mahsus değildi. Diğer fakîh ve muhaddislere de şâmildi. Bunlar arasında İmam
Şafii'nin talebesi el-Buvaytî de vardı. O da bu uğurda zindana atılmıştı.[25]
Rivayete göre ömrünün
sonuna doğru el-Vâsık bu İşten usan-mıştır. Çünkü bu iş, onu bazan çok gülünç
bir duruma düşürüyordu. Söylendiğine göre, kendisiyle alay etmek için komik
birisi hUzuruna girmiş ve' Ey Emîru'l-Mü'minin, Kur' ân hususunda Allah senin
ecrini artırsın (yâni başın sağolsun), demiş. el-Vâsık da: Vay haline! Kur'ân
öldü mü? diye sormuş. O şahıs da: Ey Emiru'l-Mü'minîn, her mahlûk ölür.
İnsanlar teravih namazım ne ile kılacaklar? diye cevap vermiş. Bunun üzerine
Halîfe gülmüş ve: Allah seni kahretsin, sus, demiştir.
Demiri, Halîfe
eKVâsik'm hayatının sonuna doğru işkenceden vazgeçtiğim teyid sadedinde şöyle
rivayet eder: Kur'ân'ın yaratılmış olup olmaması meselesinden işkence gören bir
bilgin, el-Vâsık'ın hUzuruna gelmiş ve Ahmed b. Ebi Düâd ile mücadeleye
tutuşmuş ve bu mücadele sırasında şöyle demiştir:
«Öyle bir şey ki, ona,
ne Allah'ın Elçisi, Ne Ebû Bekr, ne Ömer, ne Osman ve ne de Ali (R.A.) davet
etmiştir. Sen, insanları ona davet ediyorsun. Onlar ya bunu biliyorlardı veya
bilmiyorlardı diyebilirsin. Eğer onlar biliyorlardı, fakat söylemediler
dersen, bu konuda sana da bana da susmak düşer. Fakat onlar bilmiyorlardı, ben
biliyorum, dersen (Ahmed b. Ebî Düâd'a hitaben), ey hayvan oğlu hayvan,
Peygamber ve Hulefâ-i Raşidîn'in bilmediği şeyi sen mi biliyorsun?» demiştir.
Bu sözü işitince el-Vâsık yerinden sıçramış ve aynı kelimeleri tekrarlamaya
başlamıştır. Bunun üzerine o bilgini affetmiş ve bu işkenceden vazgeçmiştir.
İşte bunlar, bütün
mihnet tarihini özetleyen kısa ifadelerdir. Bu tarih, muttaki İmam Ahmed b.
Hanbel için çok sıkıcı geçmiştir. 14 sene kadar O, böyle üzücü bir hayat
yaşamıştır. Bu 14 yılın en az yansı işkence ile geçmiştir.
Ahmed b. Hanbel, namaz
kılmak için camiye dahi gidemiyordu. Bak : Muhammet! Ebû
Burada şöyle bir soru
hatıra gelebilir.- Bu büyük mü'min için, görünüşte onların re'yine muvafakat
ederek ve doğru bildiği şeyi kendi içinde gizleyerek, hem nefsini işkenceden
kurtarmak, hem de fetva ve hadis rivayetini aksaİmamak daha iyi olmaz mı idi?
Çünkü kendi inancında açıkça direnmesi, Kur'ân'ın yaratılmış olduğunu
söylemesinden çok daha zararlı olmuştur. Halbuki Kur'âri yaratılmıştır, demek,
insanı kâfir de etmez. Belki, Kur'ân yaratılmıştır dememek, istidlal ve tetkik
bakımından ona göre daha sağlam bir yoldur.
Buna şöyle cevap
verilebilir: İslâmî hükümlerin tatbik edildiği bir İslâm diyarında takiyye
(inancını korktuğu için gizleme), emri bi'1-ma'ruf ve nehyi ani'I-münker
esasına aykırı düşer. Ahmed b. Hanbel gibi hadîs ve fetvada büyük bir mevki
işgal eden kimse için susmak caiz değildir, iyiliği emr ve kötülüğü nehyetmek,
onuiı vazifesidir. İsterse bu uğurda O, en ağır işkenceye uğrasın, görüşünde
ısrar etmesi gerekir. Müslümanların iktidâ ettiği İmamlar için takiyye caiz
değildir. Çünkü bu, insanların sapıtmasına sebep olur. Öte yandan İmamlar,
inançlarına muhalif olan şeyleri söylerse halk tabiatıyla onların kalblerinin
içini bilmemektedir onlara uyar, söylediklerini hakikat sanır ve böylece fesat
umumileşmiş olur. Kanaatimizce bu yüzden îmanı Ahmed b. Hanbel'in işkenceye
sabretmesi daha iyi olmuştur. Gerçi işin başında biz, onun düşüncesine
katılmamıştık.[26]
Bu mihnet hikâyesini
burada bırakıp Ahmed b. Hanbel'in görüşüyle Mu'tezilîlerin görüşlerinin hakîki
mahiyetini anlaİmamız daha iyi olacaktır.
Mu'tezilîler, Kur'ân'ın
yaratılmış olduğunu söylüyorlardı; onlara göre, Kur'ân'ın yaratılmış olması,
onun Allah kelâmı ve Peygam-ber'in mu'cizesi oluşuna engel teşkil etmez. Çünkü
onu yaratan ve Peyganıber'e vahiy suretiyle gönderen Allah'dır. O, Kur'ân'ı
Peygamber'ine parça parça 23 senede, beşer kudretinin üstünde bir kitap olarak
göndermiştir. Bütün insanlık birleşerek bu kitabın bir benzerini yapmak
isteseler, bunu gerçekleştiremezler. Mu'tezilîlerin Kur'ân'ın yaratılmış
olduğuna dair ileri sürdükleri deliller şu üç esasa dayanır:
1 —
Allah'dan başka her şey mahlûktur. Sonradan yaratılmıştır. Şüphesiz Kur'an da,
Allah'dan başka bir şey olduğuna göre, o da ancak mahlûk olabilir.
2 — Kur'ân,
insanlar tarafından okunan (telâffuz edilen) harf ve kelimelerden meydana
gelmiştir. Bu harf ve kelimeler olmaksızın Kur'ân var olamaz. Bu da, onun ancak
yaratılmış olduğunu gösterir. Çünkü hem okunurken, hem de yazılırken
yaratılmış olan harf ve kelimelere dayanmaktadır.
3 —
Kur'ân'ın mahlûk olmadığı farzedilince kadim olması gerekir. Çünkü
yaratılmamış bir şeyin başlangıcı yoktur. Başlangıcı olmayan bir şey de, ancak
kadîm olabilir. Kur'ân'ın kadîm olduğu kabul edilirse kadîm olan varlıklar
birkaç tane olur. Bu da hıristi-yanların Uz. Isâ hakkında ileri sürdükleri
görüşe benzer.[27]
Mu'tezilîlerin
görüşlerini haklı göstermek için şöyle söylenebilir.Yuhannâ ed-Dimaşkî; İsâ,
Allah'ın Meryem'e ilkâ ettiği bir kelimesi olup O'nun ruhundandır, diyerek
müslümanlan sapıtmaya çalışıyordu. Allah'ın kelimesi mahlûktur, denilirse onun
bu gayreti boşa gidecekti. Dolayısıyla, Allah'ın sözü olan Kur'ân da
mahlûktur, demek suretiyle bu hıristiyan propagandaları önlenecek ve onların
silâhları kendilerine çevrilmiş olacaktı. Evet, Hıristiyanların delilleri
bâtıldı; çünkü Uz. îsâ hakkında Allah'ın kelimesi (sözü) demek, onu Allah, sırf
«ol = kün» kelimesiyle yaratmıştır demektir. Yâni Allah, Uz. İsa'yı, diğer
canlıların yaradılışına hâkim olan kanunlara göre yaraİmamıştır.-Isâ, Allah'ın
rûhundandır demek de, Allah İsâ'-nın ruhunu doğrudan doğruya kendi emriyle
yarattı ve diğer canlıların yaradılışmdaki sebepleri kullanmadı demektir.
Çünkü sebepleri yaradan da Allah'dır ve O, şüpnesiz bütün sebeplerin üstündedir.
«O, dilediğini yapar»[28]
Allah'ın kudreti yüksek ve iradesi sonsuzdur.
İşte bu konuda
Mu'tezilîlerin görüşleri bundan ibaret olup ileri sürdükleri deliller açıktır.
Öyleyse bu konuda Ahmed b. Hanbel'in görüşü nedir? Bu soruya cevap verirken
önce şunu belirtmeliyiz: İmam Ahmed b. Hanbel, bu gibi meselelere dalmak
istemiyordu. Nitekim selef-isâlih de böyle meselelere girmemiştir. Çünkü Ahmed
b. Hanbel, ilim olarak selef-i sâlihin ilmini kabul ediyordu.Onların tartışma konusu
yaptığı meseleleri o da tartışıma konusu yapıyordu. Onların dalmadığı konuları
bid'at sayıyor ve bu gibi konulardan kesin olarak uzak duruyordu. Kur'ân'm
yaratılmış olup olmaması da selef-i sâlihin üzerinde münakaşa etmediği bir
meseledir. Dolayısıyla, Ahmed b. Hanbel de, bu mesele üzerinde hiçbir şey söylemiyordu.
Ona göre bu mesele üzerinde konuşanlar bid'atçı kimselerdir. Kendisi de
bunların ardından gitmek mecburiyetinde değildir.
Burada bâzı bilginler,
bu meselede Ahmed b. Hanbel'in tevakkuf ettiğini, asla bir şey söylemediğini
ileri sürerler ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen aşağıdaki sözlerle de, bu
görüşlerini desteklemeye çalışırlar. Rivayete göre Ahmed b. Hanbel şöyle
demiştir:
«Kelepçe ve zincirlere
dayanamadığını için oturdum. Biraz durduktan sonra yanımdakine: Konuşmama
müsaade eder misiniz? dedim. Bunun üzerine o: Konuşabilirsiniz, dedi. Ben de:
Allah'ın Resûlü insanları neye davet etmiştir? diye sordum. O da: Allah'dan
başka Tanrı olmadığına ve Uz. Muhammed'in Allah'ın Elçisi olduğuna şehâdet
etmeye, namazı kılmaya, zekâtı vermeye, Ramazan orucunu tutmaya ve ganimetin
beşte birini vermeye davet etmiştir,
dedi.»[29]
Ahmed b. Hanbel'in bu
sözü, Kur'ân'ın yaratılmış olup olmaması meselesinde hiçbir şey söylemediğini
gösterir.[30] Ayrıca Ahmed b.
Hanbel'den şu söz de rivayet edilmiştir: «Bir kimse, Kur'ân'ın mahlûk olduğunu
iddia ederse o cehmîdir.[31] Bit
kimse, Kur'ân'ın mahlûk olmadığını iddia ederse o da bid'atçıcîır.»
Âlimlerden bir kısmı
da şöyle demiştir: Ahmed b. Hanbel'e göre Kur'ân harfleri, kelimeleri, ibare
ve mânâları ile birlikte mahlûk değildir. Bu görüşlerine delil olarak onlar,
Ahmed b. Hanbel'in, Halîfe Mütevekkil tarafından kendisine Kur'ân hakkındaki
görüşü sorulduğu zaman cevap olarak yazdığı mektubu ileri sürmüşlerdir. Bu
mektupta aynen şu sözler vardır:
[Allah Kur'ân'da:
«Eğer müşriklerden birisi senden eman dilerse ona eman ver, tâ ki Allah'ın
kelâmını dinlesin.»[32] ve
«Bilesiniz ki yaratma (halk) da, emir de O'na mahsustur.»[33]
buyurmuş ve emrin de, yaraİmanın da kendisine ait bulunduğunu, emrin yaratmadan
başka bir şey olduğunu haber vermiştir.!
İşte yukarıdaki
mektupta yer alan bu ifadelere göre Ahmed b. Hanbel, yaratma ile emir arasında
bir fark bulunduğunu, Kur'ân'ın Allah'ın emrinden, kelâm ve ilminden olduğunu,
yaratmasından olmadığını göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel, Kur'ân'ı
mahlûk saymamaktadır.
Yine söz konusu
mektupta şöyle denilmektedir: «Geçmiş (selef) lerimizin birçoğundan rivayet
edildiğine göre onlar; Kur'ân Allah kelâmıdır; mahlûk değildir, demişlerdir.
Ben bu görüşe uyuyorum, kendimden bir şey söylemiyorum. Bu konuda konuşmayı
lüzumsUz görüyorum. Ancak Allah'ın Kitabında, Peygamberin Hadîsinde, Sa-hâbî ve
Tabiîlerden nakledilen haberlerde ne varsa ben onları anlatıyorum. Bunların
dışındaki meseleler üzerinde konuşmak hoş kaçmaz.»
Ahmed b. Hanbel, bu
mektubu mihnet'den kurtulup hüzura kavuştuktan sonra yazmıştır. Bu mektuptaki
açık ifadeye göre Âhmed b. Hanbel, şüphesiz ki Kur'ân'ın yaratılmış olmadığını
benimseyenlerin görüşlerinin doğru olduğunu söylemektedir.
Ahnıed b. Hanbel'e
ait.olduğu rivayet edilen bu iki görüşü birleştirmek için şu iki hakikati
açıklamamız gerekir:
1 — Ahmed b.
Hanbel, önceleri Kur'ân'ın mahlûk olup olmadığını söylemekten çekinmişti.
Çünkü bu hususta konuşmayı bid'-at sayıyordu. Fakat, mihnet'den kurtulduktan
sonra eski çekimserliğinde devam edemezdi, iki görüşten birini benimseyip
desteklemesi gerekirdi. Mütevekkil de ondan bunu istemişti. Bunun üzerine
kendisi için daha doğru gelen görüşü tercih etmiştir. Bu da, Kur'ân'-m
yaratılmamış oluşudur. Bunun mânası, Kur'ân'm kadîm olması demek değildir.
Çünkü Ahmed b. Hanbel'den Kur'ân'ın kadîm olduğuna dair hiçbir şey intikal
etmemiştir. Ancak O, Allah kelâmı olan ve Allah'ın ilmine dâhil bulunan Kur'ân
için mahlûktur demeyi kendisine yakıştıramamıştır. Zira Allah, Kur'ân'ı
yaratması değil, kendi kelâmı ve emri olmak üzere zâtına nisbet etmiştir.
Eğer biz; bütün bu
mihnetlere sebep teşkil eden ihtilâfın, sadece isim verme üzerinde olduğu
sonucuna varırsak, aradaki fark basit bir şey olur.
2 — Ahmed b.
Hanbel, hayatının sonuna doğru yukarıdaki görüşe sahip olmakla beraber bu
mevzuda münakaşa yapılmasını menederdi. el-Me'mun'a gönderdiği bir mektubunun
başında Peygamber (S.A)'den ve sahâbîlerden birçok rivayetleri zikrettikten
sonra, Peygamber (S.A.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Kur'ân üzerinde
münakaşalara girmeyiniz. Çünkü bu konuda münakaşa etmek küfürdür.»
Yine Ahmed b. Hanbel, bu
mektubunda İbni Abbas'ın Kur'ân üzerinde münakaşa etmekten çekindiğini ve
kendisine Emîru'1-Mü'minîn (Hz. Ömer) bunun sebebini sorduğunda şöyle cevap
verdiğini rivayet eder[34]: Ey
Emîr'ul-Mü'minîn, insanlar ne zaman bu konuda münakaşaya girişirlerse herkes
kendisinin haklı olduğunu iddia eder, herkes kendisinin haklı olduğunu iddia
edince birbiriyle çekişmeye başlar, birbiriyle çekişmeye başlayınca ihtilâfa
düşer, ihtilâfa düşünce de kavgaya tutuşurlar.» Halîfe Ömer (R.A.) de; «Babana
rahmet, vallahi ben de bunu[35]
insanlardan gizliyordum, nihayet onu sen getirdin (söyledin).» dedi.
Böylece biz, Ahmed b.
Hanbel'in Kur'ân'ın mahlûk olmadığı görüşünde karar kıldığı neticesine varmış
oluyorUz. Ahmed b. Hanbel'in sözleri arasında Kur'ân'ın kadîm oluşuna dair de
bir şey mevcut değildir. Fakat Kur'ân'ın kadîm olduğunu, ondan sonra söyleyenler
mevcuttur. Ahmed b. Hanbel, bu konu üzerinde münakaşa edilmesini de caiz
görmezdi. Kendisi de böyle bir münakaşaya girişmezdi. Ancak, el-Mütevekkilin
isteği üzerine Kur'ân'm mahlûk olmadığı görüşünü açıklamıştır. Çünkü selef-i
sâlihin, Kur'ân mahlûkitur, dediği varit değildir. Ayrıca Kur'ân, Allah'ın emri
ile alâkalıdır. Allah'ın emri de yaratmasından başkadır.
Fakat, Kur'ân kadîm
midir, değil midir? Bu soruya cevap verebilmek için Kur'ân'ın iki yönü
üzerinde duracağız:
1 —
Kur'ân'ın mânâları: Bunlar, Allah'ın ezelî ilmine taallûk etmektedir. Yani
Allah'ı» ilmine dahildir. Allah'ın ilmi de kadimdir.
2 —
Kur’an'in lâfız ve harfleri: Bunları Allah, Peygamber'ine Rûhu'1-Emîn olan
Cebrail vasıtasıyla vahyetmiştir. Cebrail, bunları Uz. Peygamber'e okumuş, Hz.
Peygamber de sahâbîlere okuyarak öğretmiştir. Sahâbîler de, aynı şekilde onu
tabiîlere öğretmiştir. Boylere Kur'ân tevatür yoluyla okunup öğretilmiştir.
îşte bize göre Kur'ân, bu yönüyle mahlûktur. Böyle bir anlayış. Kur'ân'ın Allah
katından gönderilişine ve Peygamber (A.S.)'in bir mu'cizesi oluşuna aykırı
düşmez. Kur'ân, Peygamber'in öyle bir mu'cizesidir ki, bütün müşriklere meydan
okumuş; eğer Kur'ân, uydurma bir şeyse kendilerinin de onun bir mislini veya on
sûresini, yahut da bir tek sûresini getirmelerini söylemiştir. Fakat müşrikler,
bundan âciz kalmışlardır.[36]
İmam Ahmed b.
Hanbel'in hayatını ve çektiği mihnetleri anlattık. Fakat yaşayışı ve geçim
kaynağını söylemedik. O, bolluk içinde mi, yoksa darlık içinde mi yaşamıştır?
Acaba halîfe ve emirlerin ihsanlarını kabul eder miydi? Bütün bu soruların
cevaplandırılması gerekir. Ahmed b. Hanbel, fakir bir hayat sürmüş ve bol bir
servete sahip olmamıştır. O, fakirliği, nereden geldiği bilinmeyen bir mala sahip
olmaya tercih ederdi. Aynı zamanda kendi üzerinde ihsan ve yardımda bulunan
bir elin mevcudiyetinden nefret ederdi.
Çoğu zaman ihtiyaç,
onu bedenî olarak bir İşte çalışmaya mecbur etmiştir. Meselâ, bir yolculuk
sırasında yiyip içeceği kalmadığı için ücretle çalışmıştır. O, bu türlü
zahmetli işleri, hediye ve yardım kabul etmekten üstün tutardı. Çünkü bu
durumda hediye ve yardım, karşılığını yapmaktan insanı âciz bırakır, izzeti
nefis sahibi olan Ahmed b. Hanbel, buna tahammül edemezdi. Bu suretle O,
cismini yorardı. Fakat, ruhunu hürriyete kavuştururdu. Ahmed b. Hanbel, bedenî
yorgunlukla ruhî yorgunluk arasında kaldığı zaman daima böyle yapardı.
Ahmed b. Hanbel'in
geçim kaynağına gelince: O, babasından kendisine miras olarak kalan bir akarın
geliriyle yaşıyordu. İbnu'l-Cevzî'nin Menâkıbu'l İmam Ahmed b. Hanbel'inde
şöyle denilmektedir :
«Ahmed b. Hanoel'e
babası miras olarak bir dokuma atölyesi (turz) bırakmıştı. O, bu atölyenin
gelirini yerdi. Bunun kirasıyla kimselere muhtaç olmazdı.[37]
İhtimal ki başka
kitaplarda «dükkânlar» diye ifade edilen şey bu atölye idi. Ebu Nuaym'ûı
«Hılyetu'l-Evliyâ»smda şöyle denilmektedir : «Ahmed b. Hanbel'in kuyuya makası
düştü. Kiracısı geldi ve bunu çıkardı. Buna karşılık olarak, Ebu Abdillah
(Ahmed b. Hanbel), ona yarım dirhem veya daha az, yahut daha çok bir miktar
para verdi. O da; makasın kendisi bir kırat değerindedir. Ben bir şey almam,
dedi ve çıkıp gitti. Birkaç gün sonra Ahmed b. Hanbel, ona: Dükkânın kirasına
ne veriyorsun? dedi. O da: Üç aylık kiraladım ve her ay için üç dirhem
vereceğim, dedi. Bunu, Ahmed b. Hanbel onun hesabına saydı ve helâl olsun,
dedi.»
GörüyorsunUz ki bu
fıkra, Ahmed b. Hanbel'in sön derecede başkalarının hakkını gözettiğini
anlatmaktadır. O, bu kiracısından böyle bir iyilik görmüş, daha sonra onun üç
aylık kirayı -ödemekte güçlük çektiğini anlayınca ona kalan hakkını helâl
etmiş ve onun iyiliğine karşılık kendisi de bir iyilikte bulunmuştur. Ahmed b.
Hanbel'in geçimini temin ettiği bu gelirinin, îbn Kesir, 17 dirhem olduğunu söylemektedir.
Tarih'inde O, şöyle anlatır «Ahmed b.
Hanbel'in mülkünün aylık geliri 17 dirhem idi. Bunu ailesine harcar ve bu
kadara kanaat ederdi. Allah, sabırlı ve kendisinin rızâsını uman bu kuluna
rahmet eylesin!»
Şüphesiz ki onun bu
geliri çok azdı. îbni Kesîr'in söylediği miktar ister doğru olsun ister doğru
olmasın, birçok haberler gösteriyor ki onun geliri ihtiyacını karşılamıyacak
kadar azdı. Fakat o, gayet kanaatli ve sabırlı idi.
Ahmed b. Hanbel, bu
kadar az bir gelire kanaat ederek Allah'a hamd ediyor ve hiçbir kimsenin
ihsanına razı olmuyor ve yardımını kabul etmiyordu.
O, bu az geliri
ihtiyacını karşılamadığı zaman şu üç yoldan birine başvuruyordu:
1 — Borç
almak mecburiyetinde kalıyordu. O, kira alma zamanı yaklaşınca, kendisine borç
veren kimsenin verdiği şeyi borç olarak kabul edip yardım olarak kabul
etmediğinden emin olursa ve yolcu olmazsa buna başvuruyordu. Borç aldığı
kimsenin takva sahibi ve malının helâl olmasına, şüpheli olmamasına dikkat
ediyordu. Rivayet edildiğine göre, bir defa bir şahıstan iki yüz dirhem borç
almıştı, sonra bunu geri vermek üzere ona gitti. Borç veren kimse: Ey
Abdullah'ın babası (Ahmed b. Hanbel), bunu sana geri almak niyetiyle vermedim,
dedi. Ahmed b. Hanbel de: Ben bunu ancak sana geri vermek niyetiyle aldım,
dedi.
2 — Bir iş
arardı. İşin çeşidi ne olursa olsun, o İşte çalışmaktan çekinmezdi. Çünkü eli
üste çıkaran ve alta düşürmeyen her işşe1 reflidir.[38]
Başkalarının artıklarını ve mallarının döküntülerini alinak gibi insanı aşağı
bir duruma düşürmeyen ve dînin müsaade ettiği hiçbir iş küçümsenemez.
Yukarıda gördük ki,
yolda kalınca Ahmed b. Hanbel ücretle yük taşıyor, bazan da dokumacılık
yapıyordu. Zehebî, Tarih'inde aynen şöyle der:
«Bizim bir komşumUz
vardı, bir gün bir kitap getirdi ve bu yazıyı tamyormusunUz? dedi. TanıyorUz :
Ahmed b. Hanbel'in yazısıdır, bunu senin için nasıl yazdı? dedik. O da şöyle
söyledi: Mekke'de Süfyan b. Uyeyne'nin yanında kalıyorduk, Ahmed'i birkaç gün
kaybettik. Sonra onu sormak için geldik, kapısı örtük idi. Ne haber? dedim.
Elbiselerim çalındı, dedi. Ben de: Yanımda birkaç dinar var, istersen
arkadaşlık hatırı için, istersen borç olarak vereyim, dedim. Kabul etmedi.
Bunun üzerine bana ücretle yazı yazar mısın? diye sordum. Evet, dedi. Bir dinar
çıkardım. Ahmed b. Hanbel: Bununla bana bir kumaş al ve ikiye ayır, yani biri
peştemal biri de üstlük olsun, biraz da kâğıt getir, dedi. Ben de dediğini
yaptım ve biraz da kâğıt getirdim. O da, bunu bana yazdı.»
Ahmed b. Hanbel, bazan
bir kısım basit dokuma işleri de yapardı. Zehebî, îshak b. Rahuye'den şöyle
rivayet eder:
«Ahmed b. Hanbel ile
Yemen'de Abdurrazzak'ın yanında idik. Ben üstte, O da alttaki odada
oturuyorduk. Ben, istesem bir câriye satınalabilecek durumda idim. Öğrendim ki
Ahmed b. Hanbel'in nafakası bitmiştir. Ona bir şeyler vermek istedim, kabul
etmedi. îs-tersen borç olsun, istersen yardım olsun, dedim; yine kabul etmedi.
Sonra baktım ki O, uçkur bağı dokuyor ve bunu satıp nafakasını temin ediyordu.»[39]
3 — Ahmed b.
Hanbel, herkes için serbest olan ekin kalıntılarını toplardı. O büyük bilgin
ve muhaddis ipini omUzuna alır, arazî üzerinde bırakılmış olan ekin
kalıntılarını toplamak için giderdi. Ancak sahibinin müsaadesi olmadıkça
hiçbir tarlaya girmemeye çalışırdı. Bu konuda ondan şöyle rivayet edilir:
«Yaya olarak yazıya çıkmıştım, bir şeyler topladık. Bir kısım insanları gördüm
ki halkın tarlalarını mahvediyorlardı. Sahibi müsaade etmedikçe hiçbir kimsenin
herhangi bir tarlaya girmesi doğru [40]olmaz.[41]
Ünü sağlığında her
tarafa yayılan, ölümünden sonra nesiller bo: yu adı anılan, dünyanın değersiz
ve fâni şeylerini değil, büyük bir ilim mirası bırakan Ahmed b. Hanbel İşte
budur. Çalışmak onun şerefini azalİmamış, aksine nesiller boyu yükseltmiştir.
Çünkü insanların ruhuna madde hâkim ise de, ruhî ve aklî üstünlüğü takdir
edenler de vardır, insanlar, bu değer ve meziyetleri kendileri elde etmemiş
olsalar da, içlerinde insaf ve insanlığın mânâsından bir eser bulunanlar,
onlara sahip olanlara hayranlık duyarlar. Ahmed b. Hanbel'in şu iki şeyden
kaçındığını öğrendiğimiz zaman, onun büyüklüğünü daha iyi anlamış oluruz:
1 — Bir
devlet memuru olmak,
2 — Vali
veya halîfenin ihsanını kabul etmek.
Âhnıed b. Hanbel'in resmî
vazifeye tâyin meselesi ile ilgili olarak şöyle rivayet edilir: İmam Şafiî,
ilk defa 195 H. yılında Bağdad'a gelip kendi görüşlerini burada yaymaya
başladığı zaman Ahmed b. Hanbel ondan ayrılmıyordu. Bağdad'ta olsun, sefere
çıkmış olsun, hadis tahsili için onu takip ediyordu. îmam Şafiî, daha önce de söylediğimiz
gibi, onun Yemen'e Âbdurrazzâk b. Heramam'dan hadîs rivayeti için gideceği ve
bu uğurda çekeceği zahmeti gözönüne alarak, kendisine bir yardımda bulunmak
istemiştir. Şafiî'nin durumu el-Emîn[42]'in
yanında çok iyi idi. el-Emîn, Şafiî'ye Yemen'e tâyin edilmek üzere bir kadı
bulmasını teklif edince, Şafiî, de Ahmed b. Hanbel'i tavsiye etti. Böylece
Ahmed b. Hanbel'in.adı geçen Âbdurrazzâk'dan hadîs dinlemesi kolayca mümkün
olacaktı. Durumu Ah-med'e anlattı, o da bu teklifi reddetti. Şafiî aynı teklifi
birkaç kere tekrarladı ise de, Ahmed b. Hanbel, dâima saygı duyduğu hocasına,
kesin olarak şu cevabı verdi: «Ey Abdullah'ın babası (Şafiî), bunu senden
ikinci defa işitirsem, beni bir daha yanında göremezsin.»[43]
Görüyoruz ki, Ahmed b.
Hanbel, hocasının bu teklifini reddetmiştir. Çünkü O, tam manasıyla adaletli
olmayan sultanın emrinde çalışmayı uygun bulmuyordu. Bu noktada onun hocasıyla
görüş birliğinde olmadığını görüyorUz. Hocası Şafiî, daha önce Yemen'de dört
yıl kadar bir zaman vazife yaptığı için hükümdarların ne derecede adaletli
olmaları gerektiğini bildiği halde, takva bakımından Ahmed b. Hanbel'den daha
mı geri idi? Bu sorunun cevabı şudur: Şafiî, eğer adaleti yerine getirmek için
çağınlmışsa, isterse onu çağıranın kendisi adaletsiz biri olsun, adaleti yerine
getirmeyi bir vazife sayıyordu. Çünkü bu durumda O, kendisini bu vazifeye
tâyin eden için değil, Allah için çalışacaktır. Onu tâyin edenin âdil olmayışı,
kendisinin adaletli olmasına mâni değildir. Meselâ, Ömer b. Ab-dilaziz,
Süleyman b. Abdilmelik'in veliahdı olmadan önce İman, takva ve adaletiyle
bilinen bir kimse idi. Adı geçen Süleyman ise, diğer Emevî hükümdarlarından
farksızdı. Eğer vazifeye tâyin edilmesi istenilen kimse, kendisinde adaleti
gerçekleştirme yetkisini gö rüyorsa tâyin edilebilir.
İşte Şafiî'nin görüşü
budur. Ahmed b. Hanbel ve ondan önceki Ebu Hanîfe gibi İmamların görüşüne
gelince; bunlar, zâlim hükümdarlar tarafından vazifeye tâyin edilmeyi, onlara
bir nevi yardım etmek ve onların haksız olarak topladıkları malı yemek gibi bir
şey addediyorlardı. Bunun için onlar, vazife almayı reddederek takvadan
ayrılmıyorlar ve haksız gördükleri kimselere yardımcı olmaktan
uzaklaşıyorlardı.
Âhmed b. Hanbel,
kadılık vazifesine tâyini reddettiği gibi, halife veya vali tarafından gelen
her türlü ihsanı da reddetmiştir. Esasen bu konuda fakihler üç kısma
ayrılmaktadırlar:
1 — Sultan
veya halîfenin malından bir şey almayı hoş görmeyen ve kendilerine bir şey
verilince onu şiddetle reddeden fakihler. Ebû Hanife ve Süfyân-ı Svrî bunlar
arasındadır. Meselâ, Ebu Hanîfe böyle bir şey almaktan şiddetle kaçınırdı.
Halbuki O, bu suretle kendisini tehlikeye attığını biliyordu. Çünkü el-Mansur,
onun kendisine bağlı olup olmadığını, ihsanlarını kabul edip etmemesiyle
anlıyordu. Kısaca, bu kısma giren fa,kîhler, hem vazifeyi hem de ihsanı kabul
etmiyorlardı.
2 — Halîfelerin
ihsanlarını kabul eden fakihler. Bunlar, böylece herhangi bir ihtiyaç sahibine
veya ianeye muhtaç olan ilim ehline yardım etme imkânına kavuşuyorlardı. Bu
suretle ilim adamının, ilmin şerefine lâyık bir hayat geçirmesini temine ve
müslüman-lann israfa düşmemelerine çalışıyorlardı. Bu fakîhlerin başında Ha7
san el-Basrî ve îmam. Mâlik gelir. Onlara göre halîfelerin verdiği ihsanlar,
müslümanlarm malı olup ilim ve dînî tahsil yapan, müslü-manlara dînî meseleleri
öğretmek için kendilerini vakfeden kimseler buna daha lâyıktır. Bu bakımdan
onlar asker gibidirler. Askerler, memleketi düşmandan korumak için kendilerini
vakfetmiş olup nasıl vatanı savunuyorlarsa, aynı şekilde âlimler de sapıklığı
önlemek, dinde bir gedik açılmaması ve ümmetin manevî bütünlüğünün bozulmaması
için çalışıyorlar. Bu ikinci kısma giren fakîhler,halîfelerin ihsanlarını boyun
eğmeksizin kabul ediyor ve valilerce verilenleri de alıyorlardı.
3 — Hem kadılık
vazifesini, hem de ihsanı kabul edip bunu bir sadaka olarak ihtiyacı olanlara
veren fakîhler. îşte îmam Şafiî bunlar arasındadır. O, aldığı hiçbir ihsanı
(atâ'yı) kendisi yememiştir. Ancak Mısır'da Muttalib oğulları için ganimetin
beştebirinden (1/5) kendisine ayrılan hisseyi yemiştir.
Şüphesiz ki Ahmed b.
Hanbel, Ebû Hanîfe'nin yolunu benimsemiştir. Bununla beraber O, Abbasileri
sever ve onlar aleyhinde hareket etmezdi. Mihnetten önce de sonra da, ne ihsan
(armağan) ne de vazife kabul etmiştir. Fakat, bazan ihsan ve hediye kabul etmek
mecburiyetinde kalırdı. Lâkin bunu evine sokmaz ve ihtiyacı olanlara
dağıtırdı. Bu hususta şöyle bir rivayet vardır: Halîfe Mütevek-kil'in Veziri,
Ahmed b. Hanbel'e bir yazı göndermiş ve şöyle demiştir: «Emiru'l-Mü' minin,
sana bir armağan tahsis etmiştir. Huzuruna çıkmanı emrediyor. Bu hususta ya
Allah'a sığınırsın veya bu malı reddetmek suretiyle sana karşı öfkelenen
(Halîfe)'nin cezasına lâyık olursun.»[44]
Bu durumda Ahmed b.
Hanbel, armağanı kabul etmek zorunda kaldı ve böylece kendisini tezvirci
Vezirin zulmünden kurtardı. Fakat aldığı bu mala elini sürmedi ve oğlu
Salih'e, bunu alıp muhtaç olduğu halde sabredenlere, muhacir ve anasar'ın
çocuklarına dağıtmasını emretti. Çünkü onları bu mala daha lâyık görüyordu.
Üstelik O, helâl olup olmadığı şüpheli bulunan veya hoşuna gitmeyen bir malın
sadaka olarak verilmesini daha uygun bulurdu. Böylece Ahmed b. Hanbel, nefsini
temizlemiş ve Peygamber (S.A.V)in «Sana şüpheli geleni bırak, şüpheli gelmeyene
bak.» hadisine uyarak şüpheli şeyden Uzaklaşmıştır.
Bununla beraber tezvir
işi durmamıştır. Fakat şu hikâyeden anlaşıldığına göre Mütevekkil, bu tezvir
işine kesin olarak son vermiştir. Şöyle ki; şer vâsıtası olan bir kısım
insanlar gelip Mütevekkil'e; Ahmed b. Hanbel senin yemeğini yemiyor, döşeğine
oturmuyor, içtiğin şu şeyin haram olduğunu söylüyor.» demişler; O da, bu
tezvirlere bütün tezvircüeri kesin olarak susturmaya yeten şu cevabı vermiştir-.
«el-Mu'tasım kabrinden çıkıp gelse ve bana önün hakkında bir şey söylese onu da
kabul etmem.»[45]
Ahmed b. Hanbel, Halîfe
Mütevekkil'in böylesine bir güvenini kazanınca tezvirciler susmak
mecburiyetinde kalmışlardır. Mütevekkil de, onun kendisine , verilen
armağanları alıp almamakta tamamen serbest olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla
Ahnıed b. Hanbel, bundan sonra her türlü ihsanı reddetmiştir.Rivayet edildiğine
göre, Mütevekkil, ihtiyacı olanlara dağıtması için Ahmed b. Hanbel'e bin dinar
vermiş, O da: «Ben evden çıkmıyorum. Emîru'l-Mü'minîn beni sevmediğim şeylerden
affetti. Bu da sevmediğim bir iştir.» demiştir, Ahmed b. Hanbel, Halîfenin
verdiği bu malı almamış, o da bunu alması için kendisini rahatsız etmemiştir.
Fakat, yine de bu büyük ilim adamının gönlü hUzura kavuşmamıştır. Çünkü akraba
ve çocukları, Halîfenin-verdiği malı alıyorlardı. Belki de bu işi Ahmed b.
Hanbel'in akrabalığı adına yapıyorlardı. Lâkin İmam Ahmeçl, onları bundan
menettiği halde vazgeçmiyorlardı. İmam Ahmed onlara şöyle derdi: «Bunu niçin
alıyorsunuz? Halbuki hudutlar, muattal ve boştur, ganimet'deîehline taksim
edilmemektedir.»[46]
Sonra bunlarla
ilişkisini kesmiş ve birlikte yemek yememiştir. Hattâ onların tandırında pişen
ekmeği dahi yememiştir. Rivayete göre oklunun evindeki tandırda kendisi için
ekmek pişirilmiş, fakat O, bu ekmekten yemeyi kabul etmemiştir. Çünkü oğlu,
Halîfenin ihsanlarını kabul ediyordu. Bu durum Halîfeye söylendiği zaman
öfkelenmenıiştir. Çünkü Halîfe, onun îman ve ihlâsını biliyordu. Bunun üzerine
Halîfe.«Ahmed, bizi oğluna iyilik yapmaktan menediyor.» demiş ve Ahmed b. Hanbel'in
haberi olmadan akraba ve çocuklarına yardım yapılmasını emretmiştir.
Ahmed b. Hanbel,
Halîfenin verdiği malı almamak hususunda böylesine şiddetli davrandığı halde,
halîfenin malının haram olduğunu açıkça söylemezdi. Sadece kendisinin bu malı
şüpheli bulduğunu söylerdi. Anlatıldığına göre, hasta yatarken oğlu kendisini
ziyaret için gelmiş ve babasına: Babacığım,, Mütevekkilin yardım olarak
verdiği şeyden bir miktar kaldı, bununla hacca gidebilir miyim? demiş; Ahmed b.
Hanbel de: Evet, diye cevap vermiştir. Bunun üzerine oğlu: Sana göre bu böyle
ise niçin kendin kabul etmedin? diye sormuş, babası da: Yavrum, bana göre o
haram değildir, ancak ben, onu nezahet bakımından kabul etmedim, demiştir.[47]
Bu hale göre Ahmed b.
Hanbel, Halîfenin ihsanını haram olduğu için değil, şüpheli gördüğü için kabul
etmiyordu. O şüpheli bulduğu her şeyden Uzak dururdu. Dahası var, Ahmed b.
Hanbel, minnet altında kalmak korkusuyla arkadaşlarının hediyelerini bile kabul
etmezdi. Kaldı ki halîfe ve emirlerin hediyelerini kabul etsin! İşte İmam Ahmed
b. Hanbel'in böylesine zâhidâne, Uz. Peygamber'in Sünnetine ve sahâbîlerle
tabiîlerin ilmine bağlı bir hayat yaşadığını görüyorUz. O, zâhid, mütevazı ve
huşu sahibi idi. Peygamber'in Sünnetinden başkasına önem vermezdi. Hattâ
sünneti yerine getirmek için bir cariyeyi teserrî etmiştir.[48] Zira
biliyordu ki Peygamber (A.S.), Mâriyye-i Kıptıyye'yi teserrî etmişti. Ahmed b.
Hanbel, teserrîden kaçınmasının Sünnetten Uzaklaşma olacağından korkmuş ve
karısından bu hususta müsaade istemiş, o da kendisine müsaade etmiştir.[49]
O, Sünnete sımsıkı
bağlı kalmak uğruna her türlü işkenceyi umursamamış ve Sünnetten ayrılmamıştır.
Aksine bütün mihnetlere rağmen selef-i Salih'in yolunda devam etmiştir. O,
selef-i sâlih'-den intikal eden şeylere sarıldığı için en şiddetli işkencelere
mârUz kalmış, fakat onların söylediklerini söylemiş, söylemediklerini de
söylememiş; kısaca onların anlayış ve yollarından kıl kadar ayrılmamıştır. Bu
zühd ve takvası, böylesine selef-i Salih'in yoluna bağlı kalışı sayesinde
durmadan yükselmiş ve nihayet hakkıyle Dâru's-Seîâm (Bağdad)'m İmamı olmuştur.
Hadis ve fıkıh
öğrenmek için îslâm âleminin dört bucağından bilginler gelip ona
başvuruyorlardı. O, —Allah kendisinden razı olsun— fakir bir hayatı tercih
ettiği halde, bu yüksek ilim mevkiinde devamlı olarak kalmış; dolayısiyle,
insanların yanında değer ve itibarı durmadan artmıştır.
Bu sebeple, Ahmed b.
Hanbel, 241 H. yılında öldüğü zaman ilim ve takvasını takdir ederek, bu büyük
İmamın şahsında temsil ve ihya ettiği, sımsıkı sarıldığı, yaymaya çalıştığı ve
uğrunda her şeyden vazgeçtiği Peygamber (S.A.)'in Sünnetiyle selef-i Salih'in
ilmini tebcil için cenazesinde bütün Bağdad halkı hazır bulunmuştur.[50]
Ahmed b. Hanbel'in
hayatını anlatırken sıfatlarının da bir kısmını kısaca belirtmiş olduk. Fakat
burada, onun sıfatlarını daha geniş bir şekilde ele alacağız ve kısaca işaret
etmekle yetinmeyeceğiz.
Ahmed b. Hanbel'in
sıfatlarının bir kısmı Allah vergisidir. Bir kısmını da O, ruhî eğitim ve
öğretimi sayesinde kazanmıştır. Biz burada her iki kısma dâhil olan sıfatlarım
anlatmaya çalışacağız.[51]
Ahmed b. Hanbel'in
sıfatlarının başında kuvvetli bir hafızaya sahip oluşu gelir. Bu, bütün
muhaddislerde ve özel olarak İmamlık mertebesine ulaşanlarda mevcut olan bir
sıfattır. Bu sıfat, aynı zamanda her türlü ilim için esas teşkil eder. îlim
sahibinin mutlaka hafızaya dayanan bir kısım konularla uğraşması gerekir. O,
bunları hafızasına yerleştirir ve başka şeyleri bunlar üzerine bina eder; yeni
hüküm ve görüşlerini açıklarken bunlara dayanır. Yeni ve eski psikolo)i, zekâ
ölçüsünün hafıza ve gerektiği zaman malûmatı açığa çıkaran hazırcevaplılık
olduğunu kabul eder. Ahmed b. Hanbel'e, Allah, bu sıfatlardan bol bir nasip
vermiştir. Bu konuda birbirini teyid eden birçok rivayet vardır.
Çağdaşları onun
kuvvetli bir hafızaya sahip olduğuna şahitlik ederler ve onu aralarında en
büyük hafıza sahibi bir kimse sayarlardı. Ebû Zur'a'ya; «Muhaddis ve üstadlar
arasında hafızası en kuvvetli olan kimdir?» diye sorulmuş, O da; «Ahmed b.
Hanbel'dir.» demiştir.
Ahmed b. Hanbel, Uz.
Peygamber'in hadîs-i şeriflerini, sahâ-bîlerle tabiîlerin söz ve fetvalarını
hıfzetmiştir. Aynı zamanda O, bu hıfzettiği şeyleri tam manasıyla anlıyor ve bu
anlayışına dayanarak hükümler istibat ediyordu. îşte O, çağındaki diğer
muhaddislerden bu özelliği ile ayrılıyordu. Diğer muhaddisler sadece rivayetle
iktifa ediyorlar; fıkıh, dirayet ve istinbatı fakîhlere bırakıyorlardı. Ahmed
b. Hanbel ise, büyük bir râvî olduğu gibi, sünnet fıkhına da önem veriyordu.
Çağdaşı ve bâzı seyahatlarında kendisinden ayrılmayan arkadaşı îshak b. Rahuye
bu konuda şöyle der: «Irak'ta Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn ve diğer
arkadaşlarımızla bir arada bulunur ve hadîs müzakere ederdik. Ben: Bundan
murat nedir? Bunun tefsiri ve fıkhi yönü nedir? diye sorardım. Ancak, Ahmed b.
Hanbel hariç, herkes susardı.» Yine bu konuda talebesi İbrahim el-Harbi[52]
şöyle der: Benzeri görülmemiş üç kişiye ulaştım: Ebû Ubuyd el-Kâsım b. Sellâm'ı
gördüm, onu ancak canlı bir dağa penze-tebilirim. Bişr b. el-Hâris'i gördüm,
onu da başından tırnağına kadar akıl ile yoğurulmuş bir kimseye benzetebilirim.
Ahmed b. Hanbel'i gördüm; Allah sanki, öncekilerin ve sonrakilerin ilmini onda
toplamıştır. O dilediğini söyler, dilemediğini de söylemezdi.»[53]
Ahmed b. Hanbel'in en
büyük ve adını her tarafa yayan sıfatı, sabır ve tahammülüdür. Bu sıfat, yüksek
bir seciyenin mahsulüdür. Bu sıfatın esasını irade gücü, gerçek azim ve büyük
bîr himmet sahibi olmak teşkil eder. Beden ne kadar yorulursa yorulsun, bu
sıfata sahip olanlar yılmak bilmezler. Ahmed b. Hanbel, kendisinde ahlâkî bir
mizaç haline gelen bu sıfatı ile fakirlikle cömertliği, iffetle izzeti,
büyüklükle müsamahakârlığı ve işkenceye tahammül etmeyi birleştirmiştir. O, bu
sıfatı sayesinde hadîs tahsili için seyahatlar yapmış ve bu seyahatleri
sırasında karşılaştığı meşakkatlere göğüs germiştir. Yine bu sıfatı sayesinde
O, hediye ve ihsanları almaya tahammül edememiş, hammalhk ve dokumacılık yapmaya
razı olmuştur. Keza, onu, akarının geliri yetmediği zaman ekmeğini çıkarmak
için bâzı sanatları öğrenmeye sevkeden bu sıfatıdır.
İşte 28 ay gibi bir
zaman içerisinde mâruz kaldığı büyük felakete, şiddetli kırbaçlara ve cehennem
gibi zindanlara tahammül etmesini sağlayan, yine bu sıfatıdır. Keza, Onu,
hemen heme'n Halîfe el-Vâsık'ın iktidarı boyunca insanlardan ayrı kalmaya,
hadis rivayetinden ve dinî mes'eleleri açıklamaktan mahrum bırakılmaya tahammül
ettiren bu sıfatıdır.
Burada söylemeliyiz
ki, Ahmed b. Hanbel'in sabrı, sabr-ı cemil (güzel sabır)[54]
nev'indendir. Bu da inlemeden, feryad etmeden ve şikâyette bulunmadan yapılan
bir sabırdır. O, öyle sağlam bir kalbe sahipti ki hiçbir şey onu korkutamazdı.
Rivayet edildiğine göre Ahmed b. Hanbel, mihnet günlerinde Halîfenin huzuruna
getirilmiş ve sorguya çekiliyordu. İstedikleri gibi konuşup kendisini kurtarmu
sı için tehdit ettiler ve gözlerinin önünde onu korkutmak için iki kişinin
boynunu vurdular. Fakat O, bu korkunç manzara karşısında iken gözleri Şafiî'nin
bir talebesine ilişmiş ve ona: «Mest üzerine meshetmek hususunda İmam Şafiî'den
hatırında bir şey var mıdır?» diye sormuştur. Ahmed b. Hanbel'in bu
soğukkanlılığı orada hazır bulunanları dehşete düşürmüş ve onları kendisinin
böylesine sağlam bir kalbe sahip oluşuna hayran bırakmıştır. Hattâ onun en azılı
düşmanı olan Ahmed b. Ebî Düâd; «Şu adama bakınız ki, boynu kesilmek üzereyken
bile fıkıh mes'elelerini münakaşa ediyor!» demiştir.[55]
Buradaki sır şudur: Ahmed
b. Hanbel, yalnız Allah'ın yüceliğini tanımış ve yalnız O'na güvenmiştir. O'nun
elinde olanlara bakmış, insanların elinde olanlara bakmamış ve Ö'ndan
başkasının azametini duymamıştır. Böylece o, kendisine işkence edenlerin
seviyesine inmemiş, şiddet ve baskıları küçümsemiş, hayatı ve dünya zevklerini
hiçe saymış, az bir dünya malı ile kanaat etmiş, fakat Allah için çok amel ile
dahi yetinmemiştir.
Ahmed b. Hanbel,
halîfe ve avenelerinin seviyesinden çok yüksek bir seviyede olduğundan, onlara
Allah'ın yanında hiçbir değer vermemiştir. Allah'ın yüceliğini tanıdığı için
insanlara karşı nıüter vâzı davranmış ve onların kusurlarına bakmamıştır. Çünkü
Allah'-dan başkasının yüceliğine inananlar kaba ve kibirli olurlar. Allah'ın
yüceliğini tanıyanlar ise nâzik ve çok affedici olurlar. Ahmed b. Hanbel,
Peygamber (S.A)'den rivayet ettiği şeyleri iyi kavrar ve onlarla amel ederdi.
O, Uz. Peygamber'den şu hadîs-i şerifi rivayet etmiş ve bunu nefsinde
uygulamıştır: «Sadaka malı azaltmaz, kul affetmekle ancak şerefini artırır,
Allah için tevazu' göstereni Allah yükseltir.»[56]
Kelimenin en geniş
manasıyla Ahmed b. Hanbel, nezâhet sıfatına sahipti. O, ruh bakımından
nezihti; ister az ister çok olsun, başkasının malını asla almazdı. İffetli
idi, nefsine ve şehvetine boyun eğmezdi. îmanı yönünden de nezihdi; O,
Allah'dan başka kimsenin hâkimiyetini tanımamıştır. Düşüncesinde de,nezihdi.
Selef-i Salih'in tartışma konusu etmediği bir mes'eleyi O da tartışma konusu
yapmamıştır. O, ifadesinde de nezih idi; inanmadığı şeyi söylemek istemezdi.
Bu uğurda şiddet ve baskılara göğüs germiştir. Fıkhında da nezihti; bu yüzden
kendisine, aralarında ihtilâf bulunan sahâbîlerin görüşlerini karşılaştırmak
için müsaade etmemiştir. Sahâbîle-rin her birinin görüşünü müstakil bir görüş
olarak kabul etmiştir. Ahmed b. Hanbel, tabiîlere karşı da aynı tutumu
göstermiştir.
Bu nezaheti, Ahmed b.
Hanbel'i, helâl olan bâzı şeyleri terket-meye kadar götürmüştür. Bu sebepten O,
ne arkadaşının, ne de halifenin hediye ve ihsanını almıştır. Halbuki
oğullarından birine, halîfenin verdiği mal ile hacca gitmenin caiz olduğunu,
fakat kendisinin bunu ruhi bakımdan bir nezahet mes'elesi saydığı için kabul
etmediğini
açıklamıştır.
Ahmed b. Hanbel'in
zühd ve nezaheti, hayatın güzel nimetlerinden mahrum olmak değildir. Ancak
helâl olan şeyleri araştırmak esasına dayanıyordu. O, güzel ve helâl olan
nimetlerden istifade ederdi. Fakat, az dahi olsa, şüpheli şeylerden kaçınırdı.
Ahmed b. Hanbel'e göre kalbleri yumuşatan ve nefsi olgunlaştıran zühd, seksiz
ve şüphesiz helâl olan şeylerden kaçınmak değildir, ancak zühd, seksiz şüphesiz
helâl olan şeyi taiebetmek hususunda titizlik göstermektir.
Bu konuda rivayet
edildiğine göre Ebû Hafs Ömer b. Salih et-Tarsusî şöyle demiştir: «Ebû Abdülah
CAhmed b. Hanbel)'a gittim ve ona: Kalbler ne ile yumuşar? diye sordum.
Talebelerine baktı, sonra başını bir müddet eğdi ve şöyle dedi: Helâl yemekle
yavrucuğum. Ebû Nasr Bişr b. el-Hâris'e uğradım ve ona: Ey Ebû Nasr, kalbler
ne ile yumuşar? dedim: «Biliniz ki kalbler, ancak Allah'ın zikri ile hUzura
kavuşur.»[57] dedi. Ben de Ebu
Abdillah'ın yanından geliyorum, dedim. Bunun üzerine: Ebu Âbdillah sana ne
dedi? diye sordu. Helâl yemekle, dedi diye cevap verdim. Ebu Nasr da; O, işin
esasım söylemiştir, dedi. Abdul-Vahhâb b. Ebil-Hasen'e geldim ve: Kalbler ne
ile yumuşar? diye sordum. O da; «Biliniz ki kalbler, ancak Allah'ın"
zikri ile hUzura kavuşur.»[58]
dedi. Ben de: Ebu Abdillah'm yanından geldim, deyince sevinçten yanakları
kızardı ve: Ebu Abdil-lah (Ahmed b. Hanbel) ne dedi? diye sordu. Ben de: Helâl
yemekle, dedi, diye cevap verdim. O da: Ebu Abdülah sana işin cevherini vermiştir,
dedi ve: Asıl olan onun dediği gibidir, asıl olan onun dediği gibidir, diye
ilâve etti.»
Rahmetli, her türlü
şüpheden uzak olan helâl rızk ile iktifa etmeyi şeref mertebelerinin en üstünü
sayardı. Bu mertebeye ancak azimli insanlar ulaşabilirler. Ahmed b. Hanbel'e
göre insan için hakiki güç, beden gücü değil, nefse hâkim olmak, onu helâl ve
temiz rızk ile iktifaya sevketmektir. Kendisine bir defasında: Yiğitlik nedir?
diye sorulduğunda: «Yiğitlik, nefsinin arzu ettiği şeyi korktuğun şey için
terketmendir.» dedi.
Temiz ve helâl rızkla
iktifa etmek, Allah'ın: «Ey îman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı temiz
şeyleri haram kılmayın.»[59]
âyet-i kerîmesinde nehyetmiş olduğu mutlak mahrumiyetle, Allah'ın mubah
kıldığı şeyleri tecâvüzü veya haram olan şeylere dalmaya sebebiyet veren ve
yapılmasında ruhî meşakkat bulunan mutlak başıboşluk arasında bir mertebedir.
Çünkü nefis, faydalanmak için dâimi bir arzu içindedir. Ya mahrum edilmek
suretiyle onun bu arzusu kırılmış olur veya isteği yerine getirilmek suretiyle
harama düşmüş olur. Sapmaksızm sağlamca bu iki noktanın ortasında durabilmek,
ruh kuvvetine ve nefse hâkim olmaya muhtaçtır.[60]
Ahmed b. Hanbel'in en
bariz sıfatlarından biri de ihlâsıdır. Bütün büyük İmamlar, bu sıfatla imtiyaz
etmişlerdir. Allah u Teâlâ, Kitab ve Sünnet ilmini tahsilde îmam Ahmed b.
Hanbel'e ihlâs bakımından büyük bir nasip vermiştir. Nefsi arzular, tahsil
sırasında ona musallat olmamıştır. Tahsilinde selef-i Salih'in yoluna uymayan
hiçbir şeyi ortaya, atmak istememiştir. Çünkü, bu ilim din ilmidir. Herhangi
bir bid'atçılığa değil, bu ilme uymak zarurîdir. O, bu ilmi mevki' ve şöhret
elde etmek için tahsil etmemiştir. Rahmetli şöyle derdi : «Bilinmemek için
Mekke'ye gitmek ve kendimi oranın mahallelerinden birine atmak istiyorum.»
Ahmed b. Hanbel, adı sam unutulmuş olan âlimlere imrenir ve: «Adını Allah'ın
unutturduğu kimselere ne mutlu!» derdi. Ahmed b. Hanbel, müttakilikle öğünmenin
takvayı eksilteceğine inanırdı. Yahya h. Maîn şöyle der: «Ahmed b. Hanbel'in
emsaline raslamadım. Onunla beş yıl arkadaşlık ettim. O, salâh ve hayır ile
bize asla öğünmedi.»[61]
Ahmed b. Hanbel'in en
çok nefret ettiği şey riyadır. O, ne amelde, ne ibâdette ve ne de ilim
tahsilinde riyakârlık etmiştir. Dâima riyayı menederdi. Hattâ âlim veya
talebenin ilim aletlerini yanında taşımasını riya sayar ve : hokka ve kalemi
göstermek de riyadır, derdi. Bunun için kendisi onları göstermezdi.
O, —Allah kendisinden
razı olsun— Allah'ın Kitabı, Resûlullâh'ın Sünneti ve selef-i sâlih'in yolundan
ayrılmamak için uğradığı şeyleri azımsard.'Dînî vicdanının kuvveti sayesinde O,
dînîni korumak uğruna karşılaştığı felâketleri de çok görmezdi. Çünkü nefs-i'
levvâme, sahibini kusur işlemekle suçlar ve ibâdetle şımarmasını önler.[62]
Ahmed b. Hanbel'in
önemli sıfatlarından biri de heybetidir. Bu sıfat, onun söz ve rivayetinin
ruhlar üzerindeki tesirini artırmıştır. Heybet sıfatının yanında ona mutlak bir
surette itimat edilirdi. O, heybetli idi. Asla korkak değildi. Emniyet
mensupları onun evinin yanından geçerlerken korkarlardı. Rivayete göre Ahmed b.
Hanbel'in kapısında gece beklemekle görevlendirilen bir polis (şurtî) onu
çağırmak için gitmiş, fakat kapısını vurmaktan korktuğu için amcasının
kapısını çalmayı tercih etmiş ve kendisini böyle heybetli bir şahısla
karşılaşmaya alıştırdıktan sonra bu kapıdan Ahmed b. Hanbel'in yanma
varabilmiştir.
Ahmed b. Hanbel'in,
talebeleri üzerindeki heybeti, onlarla fazla ülfet etmesine rağmen çok
büyüktü. Bir talebesi bu konuda şöyle demiştir: Ahrned b. Hanbel'i bir şeyden
dolayı reddetmekten veya herhangi bir şey üzerinde onunla tartışmaktan
korkardık.» Başka bir talebesi de şöyle demiştir: «Ahmed b. Hanbel'den daha
heybeyli birini görmedim. Bir şey söylemek için yanına gitmiştim, Onu görünce
heybetinden beni bir titreme aldı.»
Ahmed b. Hanbel'in
halleri onun bu heybetini artırmakta ve ruhlar üzerindeki tesirini
kuvvetlendirmekte idi. O, her zaman ciddî idi. Alay ve şaka etmezdi. Hattâ O,
ciddî olmak gereken bir yerde şaka etmenin, akıl kıtlığından veya dînî vicdanın
uyuşukluğundan ileri geldiğini söylerdi. Ahmed b. Hanbel'in meclisinde ne boş
lâf, ne de kötü söz bulunurdu. O, ya Kur'ân ve Sünnet ilminden bahsederdi, ya
da susardı. Heybet ve vakarı; boş laf, lüzumsUz yere çok münakaşa etmek kadar
hiçbir şey azaltmaz. Ahmed b. Hanbel, bunların hepsinden Uzak durmuş, kalb ve
dilini bunlardan korumuştur.[63]
Ahmed b. Hanbel,
böylesine heybetli olmakla beraber aynı zamanda iyi muaşeret sahibi idi. Katı
kalbli değildi. Geniş ruhlu, güleç yüzlü, yumuşak huylu ve büyük bir haya
sahibi1 idi. Allah'dan hakkıyla haya eder, münafıklık ve riyakârlık bilmezdi.
İnsanlardan da haya ettiği için onlara emir vermez ve büyüklük satmazdı. Bir
çağdaşı şöyle der: «Ahmed b. Hanbel'in çağında gördüklerim arasında ondan daha
dindar, daha müttakî, daha nefsine hâkim, daha fakîh, daha edepli, daha
ahlâklı, daha sebatlı, daha iyi muaşeretli ve gösterİşten daha Uzak hiçbir
kimse görmedim.»
İşte Ahmed b.
Hanbel'in ahlâk ve sıfatları bunlardır. Onun şahsiyet ve karakteri
Peygamber'in Sünnetinin gölgesinde teşekkül etmiştir. O, Resûlullâh'm
Sünnetine tam olarak uymuş, O'nu kendisine örnek edinmiştir. Peygamber (S.A)
'in ahlâkını iyice öğrenmiş, hiçbir riyaya kapılmaksızm veya insanı
silikleştiren şöhret peşine düşmeksizin nefsini bu yönden sımsıkı kontrol
altına almıştır. Dolayısıyla Ahmed b. Hanbel, hem sözünde, hem de işinde.
mütevazı davranırdı, büyük bir haya sahibi idi. Yalnız Allah'a itaat ederdi.
Hakka sarılırdı. Sadece yüce ve sonsUz Kudret sahibi olan Allah'a güvenirdi.[64]
Ahmed b. Hanbel,
Sünnet adamı idi. Yani Sünneti tam olarak hıfzetmişti. Onun fıkhı Sünnete
dayanmaktadır. Fakat kendisinden, . mücadelelere dalmaksızm, akaid me's'eleleri
üzerinde bir kısım görüşler ileri sürdüğü rivayet edilmiştir. Yâni Ahmed b.
Hanbel'in İman, kader, insanın fiilleri, büyük günah işleyen kimselerin durumu
ve Kur'an'm yaratılmış olup olmaması hakkında kendine has görüşleri vardır.
Kur'an hakkındaki görüşünü, mihnetinden bahsederken anlattık. Burada, diğer
konular hakkındaki görüşlerini kısaca belirtmek istiyoruz.[65]
Ahmed b. Hanbel'in
çağındaki ve kendisinden önceki âlimler, îmanın hakikati üzerinde münakaşa
etmişlerdir. Bunlardan bâzısı: İman bir marifettir, demiş; bâzısı: îman tasdik
ve iz'ândır, ne artar ne de eksilir, demiş; kimisi de: îman artar ve eksilir,
demiştir. Elbette Ahmed b. Hanbel de, münakaşaya girmeksizin kendi ölçüsüne
göre ve Sünnetin ışuğ altında görüşünü açıklamak mecburiyetinde idi. Ahmed b.
Hanbel'e göre îman: Kesin olarak- inanmaktan, iz'ân ve amelden ibarettir. Bu
konuda onun şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
«îman, hem söz hem de
ameldir; artar ve eksilir. Yâni İman, iyi amellerle artar, kötü amellerle
eksilir. însan, îmandan çıkar; fakat, islâm'dan çıkmaz. Tevbe edince yeniden
îmana döner. İnsanı .ancak Allah'a şirk koşmak veya farzlardan birini inkâr
ederek yapmamak îmandan dışarı çıkarır. însan herhangi bir farzı tembellik
veya gevşeklik sebebiyle terkederse, onun durumu Allah'ın iradesine kalmıştır.
Allah dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.»
Bu sözlerden
anlaşılıyor ki Ahmed b., Hanbel şu üç hakikati birbirinden ayırıyordu:
1 — îman:
Kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve Uzuvlarla ameldir.
2 — İslâm:
Tasdik ve ikrardan ibarettir. Kişi, Allah'a şirk koş-maksızın veya Kur'an ile
Sünnetin bildirdiği herhangi bir emri inkâr etmeksizin amelden geri kalırsa,
İslâm'dan çıkmış olmaz.
3 — Küfr: Bu
da, Allah'a şirk koşmak veya dinin emir ve nehiylerinden birini inkâr etmektir.
Ahmed b. Hanbel, bu
görüşlerinde sadece nass'lara dayanır ve aklî münakaşalara girişmezdi.[66]
İmam Ali —Kerremallâhu
vechehû— zamanından beri müslü-manlar, büyük günah (kebîre) işleyenlerin durumu
üzerinde münakaşalara dalıyorlardı. Çünkü Hâriciler, büyük günah işleyenlerin
müşrik olduklarına hükmediyorlar ve bu konuda çok şiddetli davranıyorlardı.
Dolayısıyla âlimler, bu konuda ihtilâfa düşmüşlerdir. Hasan el-Basri: Büyük
günah işleyen münafıktır, demiş; Mürcie'nin sapıkları: îman olduktan sonra
günahın hiçbir zararı yoktur, nitekim küfür ile tâatın da hiçbir faydası
yoktur; yâni İman olduktan sonra azap da yoktur, hesap da yoktur, demişlerdir.
Ebu Hanîfe ve
fakîhlerin büyük çoğunluğuna göre kebîre işleyen kimse, tevbe-i nasuh ile
tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder. Nitekim Allah, kulları için
böyle va'detmiştir. Eğer tevbe etmezse durumu Rabbma havale edilir. Allah
isterse ona azap eder, isterse onu affeder. Mu'tezilîler büyük günah işleyen
kimseyi mü'-min saymazlar ve onun iki menzile arasında kalacağını söylerler.
Ahmed b. Hanbel'in
görüşü de diğer fakîhlerin görüşü gibidir. O, mü'minin vasıflarını şöyle
anlatır:
«Mü'min kendisine
gizli olan işleri Allah'a havale eder, kendi işini de O'na bırakır. Günahlarla
Allah'ın "mağfiret kapısını kapatmaz. Her şeyin, bütün hayır ve şerrin,
Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilir. Muhammed ümmetinden ikilik edenler
için Allah'dan ümidini kesmez. Kötülük edenlerin akıbetinden korkar. Ümmet-i
Muhammed'den hiçbir kimse, yaptığı iyilik sebebiyle cennete ve kazandığı günah
sebebiyle cehenneme girmez. Ancak Allah kullarını dilediği yere gönderir.»[67]
Bundan anlıyorUz ki,
Ahmed b. Hanbel günahkârların işini Allah'a havale ediyor. Fakat, onların
akıbetinden korkuyor. Mu'tezi-lîlerin, kebire işleyen rriü'min değildir, sözünü
de reddediyor ve şöyle söylüyor: «Eğer bir kimse, kebîre işleyenlerin mü'min
olmadıklarına inanırsa, o, Hz. Âdem ve babalarına yalan söyledikleri için Uz.
Yusuf'un kardeşlerinin de kâfir olduklarını iddia etmiş [68]olur.[69]
Ahmed b. Hanbel'in
dînî nıes'eleleri inceleme metodu selefin metodu idi. Nakli bırakıp sadece akla
itimat etmezdi. Selefin söylediği şeyleri söyler, onların söylemekten
kaçındığı şeylerden kaçınırdı. Kaza, kader ve insanın fiilleri hakkındaki
tutumu da böyle idi. Bu konuda selefin kabul ettiği şeyleri söyler, onların
münakaşa etmediği aklî mes'eleler üzerinde durmaz ve münakaşa etmezdi. Onun
kader hakkındaki şu görüşüne bakınız. O, sadece bu husustaki selefin görüşünü
naklediyor ve kendisi susmayı uygun buluyor:
«Tabiîlerden,
müslumanların İmamlarından ve büyük şehirlerin fakîhlerinden yetmiş kişi
Peygamber (S.A.)'in bıraktığı, şu sünnet üzerinde icmâ' etmiştir: Allah'ın
kazasına rızâ, emrine teslimiyet, hükmüne - sabır, emrettiğini yapmak,
nehyettiğinden Uzaklaşmak, hayır ve şerriyle kadere îman etmek, dinde mücadele
ve husumeti bırakmaktır.»[70]
İşte görüyorUz ki
Ahmed b. Hanbel, hayır ve şerri ile kadere îman ve itaatin vacip olduuğnu beyan
etmektedir. Kader, teklif ve tâat'da irade ve ihtiyara aykırı düşmez. Gerçi o,
bunu açıkça söylemiyor. Fakat yukarıdaki ifadesi bu görüşü içerisine
almaktadır.
Allâhu Teâlâ,
kullarının yaptığı her şeyi bilir ve onu kendisi murad eder. Kâinatta O'nun
nıurad etmediği hiçbir şey olmaz. Ahmed b. Hanbel, bâzı kaderiyecilerin
görüşlerini beğenmez ve daima kendi görüşünü şöyle açıklar: «Ben söz sahibi
değilim. Bu konuda herhangi bir söz söylemeyi düşünmüyorum. Ancak Kitab, Sünnet
veya Peygamber'in Hadisinde ve sahâbîlerden rivayet edilenlerde ne varsa onu
söylüyorum. Bunların dışında söz söylemek hoş bir şey değildir.»[71]
Allahu Teâlâ yüce
zâtını bir kısım sıfatlarla vasiflandırmıştır. Meselâ, Allah'ın kudret, irade,
ilim, hayat, semi' (işitme), basar (görme) ve kelâm sıfatlan vardır. Nitekim
Kur'an'da; «Allah Musa'ya hitab ederek konuştu.»[72]
buyurulmuştur. Yine Allahu Teâlâ yüce zâtını, bunlardan başka Esmâu'l-Husnâ'smda
zikrettiği sıfatlarla tavsif etmiştir.
İşte Ahmed b. Hanbel,
Kur'an ve hadislerde zikredilen Allah'ın bütün sıfatlarını aynen kabul
etmiştir. Ona göre Allah işitici (semi), konuşucu (mütekellim), kudret sahibi
(kadir), irade sahibi (mürid), her şeyi bilen (alîm), her şeyden haberdar
(habir), latif ve hakimdir. Kur'an'da da; «Onun benzeri dahi yoktur.»[73]
buyurulmaktadır. Ahmed b. Hanbel, Allah'ın kendi zâtını vasıflandırdığı bütün
sıfatlarını sayar ve bunları te'vile çalışmazdı. Yine O, bu hususta Uz.
Peygamber'den rivayet edilen şeyleri de te'yil etmezdi. Oğlu Abdullah'-dan
babasının, Allah'ın sıfatlarından bahseden hadisler hakkında; «Biz bu hadisleri
olduğu gibi rivayet ediyoruz.», dediği nakledilmiştir.
Buna göre Ahmed b.
Hanbel, Allah'ın sıfatlarının hakikat ve künhünden bahsetmediği gibi, bir nassa
dayanmayan te'vili de Sünnet ve Kur'an'ın dışına çıkma sayardı. Çünkü
müteşâbihlere uymak, fitne peşine düşmek ve İslâm'da bid'at çıkarmaktır. Bunun
için O şöyle derdi:
«Mü'minin sıfatı,
kendisine gizli olan işleri Allah'a havale etmektir. Peygamber'in
hadîslerindeki şeyleri de olduğu gibi tasdik etmek ve bunları misallerle
anlaİmamaktır.»[74]
Görüyoruz 'ki, Ahmed
b. Hanbel i'tikadî meselelerde nakle sarılmakta ve aklın ortaya koyduğu
neticeleri kullanmamaktadır. Çünkü O, tam manasıyla Sünnet adamıdır. Felsefe
adamı değildir. Felsefî kaziye (önerme) lere ve aklî prensiplere
dayanmamaktadır. Zira akıl, duyulan (mahsûs) ve görülen âlemin ötesini
kavrayamaz. Yunan filozoflarından tutunUz da günümüze kadar bütün insanlar,
gayb âlemi veya onların tabiriyle tabiatötesi (metafizik), bizim deyişimizle,
duyulanlar-ötesi âlem hakkında değişik görüşler ortaya atmışlardır. . .
Ahmed b. Hanbel, Allah
veya Peygamber" tarafından bildirildiği kesin olarak anlaşılan nass'lara
itimat etmekle saf lam bir kaleye sığınmış, aklın kuruntu ve saptantilanndan
Uzak kalmıştır. O, faydasız şeyleri bırakarak ancak faydalı şeylerle,
insanlara işlerinde, dünya ve âhiretterinde yararlı olan ilimlerle [75]uğraşmıştır.[76]
Ahmed b. Hanbel'in
siyasetle ilgili mes'eleler hakkındaki metodu da selefin metoduna uygundur. O,
hilâfet ve halîfe konusunda sahâbi ve tabiîlerin çoğunluğuna uyar. Dolayısıyla
burada da se-lef-i sâlih'e uyulması görüşünü benimser. Selefin bu husustaki tutumuna
göre, halife kendisinden sonra elverişli gördüğü birini hilafet için tavsiye
edebilir. Burada son söz, mü'minlerin bî'atıdır. Nitekim Peygamber (S.A.),Hz.
Ebû Bekr'in kendi yerine geçmesine işaret buyurmuş, fakat bunu açıkça
söylememiştir. Şöyle ki: Hz. Peygamber Ebû Beki"i müslümanlara namaz
kıldırmak için İmam olarak seçmiştir. îşte bu O'nun dünya işleri bakımından da
İmamet'e (hilafet'e) tam olarak ehil olduğuna bir işarettir. Bu itibarla
sahâ-bîlerin «Peygamber (S.A.) Ebû Bekr'i din işimiz için seçmiştir. O halde
biz, onu dünyâ işimiz için nasıl seçmiyelim?» sözü, ona yapılan bî'at'ın
yerinde olduğunu gösterir.
Ebû Bekr (R.A.),
kendisinden sonra halîfe olmak üzere Hz. Ömer'i seçmiş ve müslümanlarm biat
edip etmeme hususunda serbest olduklarını bildirmiştir. Müslümanlar da Hz.
Ömer'e bîat etmişlerdir. Daha sonra Hz. Ömer, Peygamber'in hoşnutluğunu kazanan
altı kişiyi seçmiş ve bu altı kişiye, aralarından birini halîfe seçip
müslümanları buna bî'at'a davet etmelerini tavsiye etmiştir. Bunların dördü.
Hz. Osman'ı seçmiş ve müslümanlar da ona bîat etmişlerdir. Hz. Ali de ona
bî'at edenler arasındadır.
Ahmed b. Hanbel,
«Onların işleri, aralarında danışma (şûra) iledir.»[77]
âyetine uyarak, halîfenin şûra ile seçilmesini kabul ederdi. O, Sünnete
uyarak, Peygamber (S.A.Ve halîfe olacak kimselerin Kureyş'den olmasını ileri
sürerdi.
Ahmed b. Hanbel'in
diğer fakîhlerle birleştiği siyasi görüşü de, hilâfeti zorla ele geçirip halkı
memnun eden ve adaleti yerine getiren kimsenin hilâfetini meşru saymasıdır.
Hattâ Ahmed b. Hanbel, daha ileri giderek, hilâfeti zorla ele geçiren kimseye,
fâcir bile olsa, itaatin vacip olduğunu söyler. Çünkü bu suretle fitnelerin
önüne geçilmiş olur. Bir risalesinde aynen şöyle der:
«İmamlara (halîfelere),
yâni emiru'l-mü'minine, halifelik mevkiine gelen ve halk tarafından
memnunlukla kabul edilen veya kılıçla halkın üzerinde, hâkimiyet kurduktan
sonra emîru'l-mü'minîn unvanını alan devlet reisine, ister fâcir olsun isterse
muttaki olsun, itaat gerekir. Emirlerle,[78]
ister fâcir ister mütakî olsun gaza işi, kıyamete kadar sürecektir. Ganimeti
taksim ve cezalan infaz etmek de İmamlara aittir. Hiçbir kimsenin onları ta'n
etmek (yermek) veya onlarla münazaada bulunmak hakkı yoktur. Sadakaları (vergileri)
onlara vermek caizdir. Bir kimse, fâcir olsun müttâkî olsun, onlara bu
sadakaları verirse borçtan kurtulur. Cum'a namazı bunların tâyin ettiği
İmamların arkasında da kalınabilir. Bir kimse, bunların arkasında kıldığı
namazı iade ederse bid'at işlemiş, hadisleri ter-ketmiş ve sünnete muhalefette
bulunmuş olur. Bir kimse, müslümanların İmamlarından birine karşı ayaklansa, bu
İmam etrafında , toplanmış olan halkda herhangi bir şekilde ister rızâ ile,
ister tahakküm karşısında onun hilâfetini tamsa, ayaklanan kimse müslü-manların
birliğini bozmuş ve Peygamber'in hadislerine aykırı davranmış sayılır. Eğer
ayaklanan bu kimse, aynı hal üzere ölürse ca-hiliye ölümü ile ölmüş olur.»[79]
Bu- görüşler tuhaf
karşılanabilir. Çünkü, zulmü kabul etmekte, zâlime karşı isyanı itaatsizlik
saymaktadır. Ahmed b. Hanbel, bunları nasıl söyler? Şüphesiz Ahmed b. Hanbel,
zâlimin zulmünü kabul etmemektedir. O, zâlimin zulmü miktarınca Allah'ın
hUzurunda hesaba çekileceğine inanmaktadır. Kendisi bu konuda birçok hadîs
rivayet etmiştir. Fakat, bu meselede O, müslümanlann maslahatını
gözetmektedir. Ona göre istikrarlı ve sabit bir nizam, mutlaka bulunmalıdır.
Bu nizamın dışına çıkanlar ümmetin kuvvetini parçalamakta ve onu temelinden
sarsmaktadır. Ahmed b. Hanbel, Hâricilerin bir kısım haber ve fitnelerini
gözönüne alarak her şeyden önce sabit bir nizamın bulunmasını lüzumlu
görmüştür. Bu nizamı bozmak isteyenler, zâlim hükümdarların işledikleri suçtan
daha fazla süç işlemiş olurlar.
Ayrıca Ahmed b.
Hanbel, bu meseleyi selefe tâbi olmak yönünden ele almaktadır. Çünkü tabiîler,
Emevîler devrinin üçte ikisinden çoğunu teşkil eden yıllarda yaşamışlardır.
Birçok' zulüm ve fısk-u fücur ile karşılaşmışlardır. Bununla beraber isyanı
nehyetmişler ve isyancılara katılmamışlardır. Onlar, halîfe ve valilerde
dinleyecek kulak ve anlıyacak kalb buldukları zaman nasihat etmişlerdir. Durum
ne olursa olsun onlar, isyan etmedikleri gibi isyancıları da desteklememişlerdir.
Ahmed b. Hanbel,
hükümdarın vasfı ne olursa olsun, istikrar ve nizamın korunmasını isteyen böyle
bir görüşe sahip olmakla beraber, halîfe ve valilerle hiçbir şekilde temas
kurmamıştır. Asla onların hediye ve armağanlarını kabul etmemiştir. Gerçekten
O, çağında adaletin yerine getirildiğini görmüyordu. Devrin halîfelerinde insaf
yoktu. Hattâ onlar, zulümde çok ileri gidiyorlardı. Fakat Ahmed b. Hanbel, yine
de kimseyi isyana teşvik etmemiştir. Lâkin, nefsini tenzih için bizzat
onlardan Uzaklaşmıştır. Allah Ona rahmet etsin ve Ondan razı olsun. O, hakka
inanan, zulmü tanımayan, fesat ve karışıklığı istemeyen büyük bir kalbe
sahipti.[80]
Bilginler, Ahmed b.
Hanbel'in muhaddis olduğunu, ittifakla kabul ederler. Fakat bir kısmı, onun
fakîh olduğunu" kabul etmez. Bizim, burada şöyle .söylememiz uygun olur:
Şüphesiz Ahmed b. Han-bel hadîste İmamdır. İşte onun fıkıhtaki İmamlığı da
buradan gelmektedir. Zira onun fıkhı; mantığı ve prensipleri, ölçüsü ve rengi
itibariyle hadislere dayanmaktadır. Bunun içindir ki îbni Cerir et-Taberi,
O'nun fakîh olduğunu kabul etmemiştir. îbni Kuteybe de O'nu mahaddislerden
saymış ve fakîhler arasında zikretmemiştir. Bunlardan başka bilginlerin
görüşleri de onlara yakındır. Fakat Ahmed b. Hanbel'den intikal eden görüş ve
fetvalar dikkatle incelenirse, daha önce söylediğimiz gibi, onun hadis yönü
üstün gelen bir fakîh olduğu anlaşılır.
Ahmed b. Hanbel'in
fakîh olup olmadığına dair bilginlerin kanaati ne olursa olsun, gerçek odur
ki, kendisine kadar ulaşan se-nedlere'dayanan çeşitli rivayetlerle Ona nisbet
edilen elimizde bir yığın fıkhî miras vardır. Bu mirası insanlar kabul
etmektedirler. İnsanların kabul ettiği bir şeyi, delilsiz reddetmek hakkımız
değildir. .
Ahmed b. Hanbel'in
fıkhı etrafında koparılan gürültü, gerçekte şunlardan ileri geliyor:
1 — Ahmed b.
Hanbel, rivayeti fetvaya tercih ederdi. Onun hadîs ile meşhur oluşu ve hadîste
İmamlık derecesine çıkışı, bir müddet kendi fıkhını perdelemiştir.
2 — O,
fetvalarının yazılmasını menederdi. Çünkü, insanların istinbata dayanan fıkha
önem verip bu fıkhın asıl kaynağına önem vermemeleri endişesiyle, Peygamber
(S.A.V)'in hadîslerinden başka bir şeyin yazılmasını hoş görmezdi. Öyle
anlaşılıyor ki, Onun fetvalarının yazılmasını menedişi, fıkıh hayatının
başlarına raslamak-tadır. Bu sebeple daha sonraki rivayetler, Ahmed b.
Hanbel'in bâzı fetvaları kendisinin yazmış olduğunu ve bunları naklettiğini
göstermektedir. Belki de O, hadîslere yakın olan veya hükmü hadîslerle
belirtilen fetvaları nakletmiştir.
3 — Ahmed b.
Hanbel, ihtilâfa düşen sahâbîlerin görüşlerini ayrı ayrı kabul eder ve bunları
meselenin çeşitli yönlerden izahı (vecihleri) sayardı. İhtilâfa düşen
tabiilerin görüşlerini de meselenin vecihleri olarak kabul ederdi. Kendisine
onların sözleri arasında tercih etme yetkisi tanımazdı. Öte yandan Ebû Hanîfe'nin
tabiîler hakkında; «Onlar da insan, biz de insanız...» dediği, Şafiî'nin de
sahâbilerin görüşleri arasında Allah'ın Kitabı ve Peygamber (S.Â.V.)'-in
Sünnetine en yakın olanı tercih ettiği bilinmektedir.
4 —
Bilginler, hadis hakkındaki «el-Müsned» in Ahmed b. Habel'e nisbetinin sıhhati
üzerinde birleşmişlerdir. Fakat bilginlerin çoğu, bâzı fıkhî meselelerin Ona
nisbetinde şüpheye düşmüşlerdir. Gerçi onların bu şüpheleri bir mesnede
dayanmamaktadır.
Biz, önce muhaddis
olan Ahmed b. Hanbel'i anlatalım. Sözü bu noktaya getirince, ilk kez
el-Müsned'den bahsetmemiz gerekmektedir.[81]
el-Müsned, îmam Ahmed
b. Hanbel'in rivayet ettiği hadîslerin bir kolleksiyonunu teşkil eder. Bu
hadîsler Onun güvenilir (Sika) râvılerden yapmış olduğu rivayetlerin bir hulasasıdır.
Ahmed b. Hanbel, ilk önce el-Müsned'deki hadîsleri toplamaya hadîs rivayetine
başladığı zaman teşebbüs etmiş ve hayatı boyunca bu işi bırakmamıştır. Fakat,
gayretini hadîsleri tertip işine yöneltmemiş, sadece onları toplamak ve tedvin
etmekle uğraşmıştır. O, hadîsleri ayrı ayrı kâğıtlara yazıyordu ve bu kâğıtlar,
onun toplamış olduğu bütün hadîsleri içine alıyordu. Yaşı ilerleyince
topladığı bu hadîslerimi zayi olmasından korkmuş ve bunları çocuklarıyla
yakınlarına yazdırmaya başlamıştır. Bu hadîsleri onlara, tertiplenmiş bip.
şekilde olmasa da, tam olarak okutmuştur.
Şemsüddin el-Cezerî
şöyle der: «İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned'i toplamaya başlamış, onları ayrı
ayrı kâğıtlara yazmış, müsveddesinde olduğu gibi ayrı ayrı cüzlere bölmüştür.
Daha sonra yaşlanınca, ölümünden evvel el-Müsned'i çocuklarıyla aile efradına
okutmaya başlamıştır. Fakat onları iyice ayıklayıp tanzim etmeden önce ölmüş ve
el-Müsned eski hâli üzere kalmıştır. Bundan sonra oğlu Abdullah, el-Müsned'e
kendi işittiği benzeri hadis ve rivayetleri de ilâve etmiştir.»[83]
Bu sözler şu iki
hususu gösterir:
1 —
el-Müsned'in toplanması ve tertibi Ahmed b. Hanbel'e ait değildir. Belki
kendisinden sonra rivayet edene aittir. Onu rivayet eden de Ahmed. Hanbel'in
oğlu Abdullah olduğuna göre, tertibi de ona aittir. Bu bir eksiklik değildir.
Çünkü Abdullah, babasının rivayet ettiği bütün- hadisleri hıfzetmiş bir
nıuhaddis olduğu gibi, babasından başkalarından da hadis tahsil etmiştir.
2 —
Abdullah, el-Müsned'i bir kitap haline getirmekle yetinmemiş, aynı zamanda
kendi işittiği benzeri şeyleri de ona ilâve etmiştir. «Benzeri şeyler» den
maksat, el-Müsned'de Abdullah'ın rivayet ettiği herhangi bir mesele hakkında
sahâbilere ait olan hükümlerdir. Meselâ, Abdullah babasından veya başka birinden
işitmiş olduğu benzeri şeyleri, babasının kendisine yazdırmış olduğu mecmuaya
ilâve etmiştir. îhtimal ki bunlar çok fazla değildir. O, el-Müsned'e babasının
dışmdaki râvîlerden pek az bir şey ilâve etmiştir. Çünkü bilginler,
el-Müsned'in Ahmed b. Hanbel'e ait oluşunda ihtilâf etmemişlerdir.
Ahmed b. Hanbel'in
oğlu Abdullah, hem babasının sağlığında, hem de babasının ölümünden sonra
hadîsle uğraşan bir kimsedir. Ebu'l-Hüseyin b. el-Münadi'nin kitabında Ahmed b.
Hanbel'in oğlu Salih ve Abdullah'dan bahsedilir: «Salih babasından az bir şey
yazmıştır. Abdulah'a gelince, dünyada babasından en çok hadîs rivayet eden
şahıs odur.»[84]
Âlimler, Abdullah'ı
babasının faziletini devam ettirdiği, büyük himmet sahibi olduğu ve babasının
bıraktığı zengin ilim mirası üzerinde çalıştığı için çok överler.
İşte el-Müsned'i
tertip ve tedvin eden bu Abdullah olmuştur. Fakat, onun bu tertibi bambaşka
olup hadîs kitaplarının tertibine benzememektedir. Çünkü diğer sahih hadîs
kitapları, umumiyetle fıkıh bablanna göre tertip edilmiştir. Fıkıhla ilgili
olmayan hadîsler de râvileri gözönüne alınmaksızın dâhil oldukları konulara
göre düzenlenmiştir. Böylece edeple ilgili hadîsler, tefsirle ilgili hadîsler,
ilimle ilgili hadîsler, vahiyle ilgili hadisler vb. bir araya toplanmıştır.
Uz. Peygamber'den riayet edilen herhangi bir şeyi öğrenmek isteyenler ilgili
bölüme (bab'a) kolayca başvurabilirler.
el-Müsned'in tertibine
gelince, bu, sahâbîlerin sırasına göre yapılmıştır. Meselâ Ebü Bekr'in rivayet
ettiği hadîs ve ondan intikal eden sünnetler bir kitapta toplanmış ve adına
«Müsnedu Ebî Bekr» denmiştir. Keza, Ömer b. el-Hattab, Osman b. Affân, Ali b.
Ebî Tâlib ve bu minval üzere bütün sahâbîlerin rivayetleri birer kitap halinde
toplanmıştır. Bu yüzden hadislerin ihtiva ettiği ilmî konulara göre bulunması
güç olmaktadır. Bununla beraber el-Müsned'in bu tertibi, herhangi bir sahâbînin
fıkıh ve rivayetini öğrenmek isteyen tarihçi için çok faydalı olmaktadır.
Sözgelimi, Hz. Ömer'in fıkhını öğrenmek isteyen bir kimse, şüphesiz Müsnedu Ömer'de
onun değerli fıkhını gösteren esaslı ve ilmî bir malzeme bulacaktır. Gerçekten
bu çok faydalı bir şeydir. Fakat, Hadîs fıkhını ve Sünnet-i Se-niyyeyi Öğrenmek
isteyenlerin maksadına elverişli değildir.
Zehebi, Ahmed b,
Hanbel'in oğlu Abdullah'ın tedvin etmiş olduğu, el-Müsned'in tertibi hakkında
şöyle der: «Eğer O, el-Müsned'in tertibini daha güzel ve daha düzgün yapsaydı
en büyük hizmeti yapmış olurdu. Yine de bu kıymetli esere emeği geçen, onu
bölümlere ayıran, râvîlerini anlatan ve ona bu şekil ve düzeni veren kimseyi
Allah'ın mükâfatlandırmasını umarım. Çünkü el-Müsned, Hz. Peygamber'in
hadislerinin çoğunu içine almakta ve ondan sâdır olan her hadîs, hemen hemen
bunda bulunmaktadır.»[85]
Ahmed b. Hanbel,
çağındaki güvenilir kimselerden rivayet ederdi. Rivayet ettiği hadîsin sened
bakımından Uz. Peyganıber'e ulaşmasına çok dikkat ederdi. Sened bakımından
Peygamber (S.A.V)'e ittisal etmeyen hadîsleri zaîf sayardı. İsterse bu
hadîslerin râvîsi güvenilir kimselerden olsun. Zehebî'nin deyişiyle, Ahmed b.
Hanbel, bu metodla en büyük hadîs mecmuasını meydana getirmiştir. Fakat O,
topladığı hadîsleri daima ayıklar, rivayet ettiği bâzı şeyleri sonradan
silerdi. Bazan O, kendisinden hadis rivayet ettiği şahsın Hadîsi öğrenip
hıfzetme (zapt) bakımından mükemmel olmadığını veya rivayet ettiği şeyde
aldandığını anlarsa ondan yaptığı rivayeti çıkarırdı. O daima, ölüm döşeğinde
bile yaptığı rivayetleri ayıklar, düzeltir ve zaif gördüklerini silerdi. Ekseriya
meşhur ve sahih hadislere aykırı düşen şeyleri hazfederdi. Birbirine zıt.olan
her iki rivayeti de önce yazar, sonra sahih hadîslere aykırı düştüğünü veya
biriiîfn diğerinden kuvvetli olduğunu gördüğü için ayıklama sırasında bunlardan
birini hazfederdi (silerdi).
Lâkin bu hazf ve
ayıklama (ten'kîh) işinden sonra el-Müsned'in ihtiva ettiği bütün hadîslere
itimat edilebilir mi? Bu soruya âlimler şöyle cevap vermişlerdir: İmam Ahmed b.
Hanbel, hazf ve ayıklamaktan kendisini alamamış ise de, hazf işinde son derecede
iktisatlı hareket etmiştir. Kendisinden hadis rivayet ettiği râvînin bir kusurunu
görmedikçe onun hadîsini hazfetmezdi. Bu konuda oğlu Abdullah'a şöyle
söylediği bilinmektedir:
«el-Müsned'de meşhur
hadîslere yöneldim. İnsanları Allah'a havale ettim. Eğer bana göre sahih olan
hadîslere yönelmek isteseydim, bu el-Müsned'de ancak pek az bir şey rivayet
etmiş olurdum. Fakat, ey oğulcuğum! Sen, benim hadîsteki metodumu biliyorsun;
ben zaif hadîs'e, bu babda onu reddeden bir şey yoksa muhalefet etmedim.»[86]
Ahmed b. Hanbel'den
rivayet edilen yukarıdaki paragrafa göre el-Müsned'de bâzı zaîf hadîs vardır ve
elbette böyle düşünmek gerekir.
el-Müsned'de zaîf
hadîsin bulunması,'onda yalan veya uydurma olduğu sabit olan hadîslerin
bulunması demek değildir. Zaîf hadîsle uydurma (mevzii' > hadîs arasında
fark vardır. Zaif hadis diye, râvileri arasında sika (güvenilir kimse)
derecesine ulaşmayan şahıs bulunan veya sened zincirinde kesiklik olan,
Peygamber (S.A.)'e nisbetinin bâtıl olduğuna dair herhangi bir delil bulunmayan
ve sika kimselerden ona muhalif bir şey sabit olmayan hadîs'e denir. Yalan veya
mevzu' (uydurma) hadîs ise, Sünnetten sayılmasının bâtıl ol-duuğna dair delil
bulunan, sika râvîlerce red ve Peyganıber'e nisbeti iptal edilen hadîstir.
Fakat, el-Müsned'de
uydurma olduğu sabit olan hadisler var mıdır? Bâzı âlimlere göre el-Müsned'de
zaîf sayılabilecek hadîsler vardır. Uydurma olduğu sabit olan hadîsler de
vardır. Fakat, bunlar çok az, hattâ nâdirdir. el-İrakî[87] bu
görüştedir.
İbni Teymiyye de
el-Müsned'de zaîf hadîslerin bulunduğunu, fakat hiçbir zaman uydurma
hadîslerin mevcudiyetinin-sabit olmadığını söylemiştir.[88]
Ekseri âlimler, İbni Teymiyye'nin bu görüşüne katılmışlardır.
Taassuba saplanan bâzı
âlimler de el-Müsned'de asla zaif hadîsin bulunmadığım iddia etmişlerdir. Biz,
bu konuda sözü Îbnu'1-Cevzi'nin şu satırlarıyla bitirmek istiyoruz:
«Bâzı hadîsçiler,
bana, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inde sahih olmayan hadîs var mıdır? diye
sordular. Ben de: Evet, dedim. Bu, Hanbelî mezhebinde olan bir topluluğa ağır
geldi. Ben de,, onların bu durumlarını avamdan oluşlarına hamlettim ve önem
vermedim. Bir de gördüm ki, onlar fetvalar yazmışlar, bu arada bir topluluk
da bu sözü yermiş ve reddetmiştir. Onlar, bu sözü söyleyeni de bir hayli
kötülemişlerdir. Bu durum karşısında şaşırdım kaldım ve kendi kendime şöyle
dedim: Çok acaip bir şey! İlimle uğraşan kimseler de, avamdan ayırdedilmez
oldu. Çünkü onlar, hadîsi işitiyorlar, fakat bu hadîsin sahih veya illetli olup
olmadığını araştırmıyorlar. Benim söylediğim sözü söyleyenlerin Ahmed b.
Hanbel'in rivayet ettiği şeylere dil Uzattığını sanıyorlar. Hiç de böyle
değildir. Çünkü İmam Ahmed b. Hanbel meşhur, hasen ve zaîf hadisleri rivayet
etmiş, sonra bunların çoğunu atmış ve kendisi de kabul etmemiştir.»
İbnu'l-Cevzi sözünü
şöyle bitiriyor:
«Beni üzen şey, bu
devirde âlimlerin ilim bakımından yetersizlikleri ve avam durumuna
düşmeleridir. Onlar, uydurma bir hadîsle karşılaştıkları zaman bile böyle bir
rivayet vardır, diyorlar. Himmetlerin bu derecede azalışına ağlamak gerekir.
Lahavle velâ kuvvete illâ billahi’
Sözün kısası,
el-Müsned'in ihtiva ettiği hadislerin ekserisi salih olup bunlar sayılamayacak
kadar çoktur. Onda zaif hadîsler ve vârdir olarak mevzu' (uydurma) hadîsler de
vardır. Fakat, bâzı âlimler onda mevzu' hadîsin bulunduğunu kabul [89]etmezler.[90]
Buraya kadar
söylediklerimizden anlaşılmıştır ki, Ahmed b. Han bel'in fıkıh İmamlığı hadîs
İmamlığından sonra gelmektedir. Bu nun için O'nun fıkhı hadıs'e daha yakındır.
Hanbeli mezhebinin fa kinleri, Hanbelî fıkhının dayandığı usûlü (delilleri)
tesbit ederek or taya koymuşlardır. Ahmed b. Hanbel'in fıkhı', kendisinin
sünnet ve ya benzerinden faydalanarak vermiş olduğu fetvalarında mevcut tur.
îbni Kayım el-Cevziyye, bu fetvaların dayandığı usûlü (delille ri)' özetlemiş
ve bunların şu beş esastan ibaret olduğunu söylemiş tir:
1 — Nass'lar
: Ahmed b. Hanbel, bir nass bulursa onunla fetva verir ve başka bir şeye
iltifat etmez. Bu sebepten O, nassi sahâbile rin fetvalarına tercih eder. Îbni
Kayyım el-Cevziyye, Onun nass karşısında sahâbîlerin fetvalarını terkettiğine
dair birçok misaller verii ki, bunlardan bir - ikisini zikrediyorUz : Ahmed b.
Hanbel, kocası ölmüş.hâmile kadının iddetinin doğumu iie sona ereceğini
bildiren hadisi tercih etmiş ve böyle bir kadının iki iddetden en Uzun olanını
beklemesi yolundaki fetvaya uymamıştır.[91]
Nitekim îbni Abbâs'ın fetvası da Ahmed b. Hanbel'in görüşüne uygundur. Keza,
Ahmed b. Hanbel, müslim ile gayrimüslim arasında miras cereyan etmeyeceğini
bildiren hadîsi tercih etmiş ve Muaz b. Cebel ile Muâviye b. Ebi Süfyan'm
fetvalarını nazan itibara almamıştır.
2 —
Sahâbilerin vermiş olduğu fetvalar: Ahmed b. Hanbel, sahabîlerden bâzısının
vermiş olduğu fetvalara diğerlerinin muhalif olduğunu tesbit edemez ise bu
fetvaları esas olarak alır ve başkasına ehemmiyet vermez. Buna icmâ da demez.
Takvasından ötürü, «Bunu reddedecek bir şey bilmiyorum.» der. Kölenin
şahitliğini kabul edişi de böyledir. O, bunu, Enes'ten rivayet etmiştir. Bu
hususta Onun, «Kölenin şahitliğini hiçbir kimsenin reddettiğini bilmiyorum.»
dediği, rivayet edilmiştir.
İbni Kayyım el-Cevziyye de
şöyle der: «İmam Ahmed, sahâbilerden böyle bir şey bulursa ona herhangi bir
ameli, re'yi ve kıyası tercih etmezdi.»[92]
3 —
Sahâbîlerin görüşleri: Ahmed b.. Hanbel, sahâbüer arasında ihtilâf olduğu
zaman bunların görüşlerinden Kitab ve Sünnete muvafık olanları tercih eder ve
sahâbîlerin görüşlerinin dışına çıkmaz. Ahmed b. Hanbel, eğer sahâbîlerin görüşlerinden
herhangi birinin Kitab veya Sünnete uygun olduğunu anlıyamazsa, sahâbîlerin
ihtilâflarını anlatır ve kesin olarak bir şey söylemez. îshak b. İbrahim b.
Hâni' Mesâl'inde şöyle söyler: «Ahmed b. Hanbel'e: în-sana, kavmi içerisinde
ihtilaflı bir şey sorulsa nasıl yapacaktır? denildi. Ahmed b. Hanbel de: bu
görüşlerden O, Kitab ve Sünnete uygun olanı ile fetva verecek, Kitab ve
Sünnete uygun olmayanı hakkında bir şey söylemeyecektir, demiştir.»[93]
Burada Ahmed b. Hanbel'in
Şafiî'den ayrıldığını görüyoruz. Çünkü Şafiî, kıyas ile de olsa, tercihlerde
bulunur. Şafiî, kıyas bakımından daha kuvvetli olanı alır ve tercih eder,
kıyas bakımından kuvvetli olmayanı biralar. Ahmed b. Hanbel ise, sahâbîlerin
görüşleri arasından Kur'ân veya Hadîs nassı ile desteklenmiş olanı tercih eder
ve kıyas'a başvurmaz. Çünkü O, kıyası sahâbînin görüşü ne tercih etmez-
4 — Mürsel
hadis: Ahmed b. Hanbel, mürsel hadisi delil olarak kabul eder. Bir hadis'i
rivayet eden sahâbi bilinmezse ona mürsel hadis denir. Zaîf hadis ise, uydurma
olduğu sabit olmayan hadistir. Ahmed b. Hanbel, zaif hadîsi de, bu babda onu
reddedecek bir şey yoksa, kıyasa tercih eder. İbni Kayyım el-Cevziyye, zaîf
hadisi şöy-,1e açıklar: Zaîf hadîs bâtıl, münker ve kabulü mümkün olmayacak
şekilde rivayet bakımından müttehem olan hadîs değildir. Zaîf hadîsten murat,
"râvîleri sika derecesine ulaşmayan ve aynı zamanda ittiham derecesine de
düşmeyen hadîstir.
GörüyorUz ki, burada İbni
Kayyım el-Cevziyye, Ahmed b. Hanbel'in tabiîlerin görüşleri karşısındaki tutumunu
anlaİmamaktadır. İbni Kayyım el-Cevziyye, tabiîlerin görüşlerinden bâzısını
Ahmed b. Hanbel'in mücerret olarak ve kendisini onlara uydurmak mecburiyetinde
görmeksizin tercih ettiğine dair mevcut olan rivayeti benimsemiş görünüyor.
Buna göre, tabiînin sözü Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i için bir hüccet
değildir. Eğer O, tabiîlerden birinin sözüne uymuşsa, bu, onun deliline
güvendiği içindir, sahibinin hüccet oluşundan dolayı değildir. Diğer rivayete
göre ise, Ahmed b. Hanbel, tabiînin sözüne uymanın vacip olduğunu söyler. Bu
itibarla Kitab, Sünnet ve Sahâbîlerin fetvasını bulamadığı zaman Tabiînin sözünü
delil olarak alır. Eğer tabiîler ihtilâf etmişlerse ve bunlardan herhangi
birinin sözü bir sahâbî sözüne uygun 'düşmüyorsa, bunları kendi mezhebinde
ayrı ayrı birer görüş olarak bırakır, değilse Sünnete uygun düşeni tercih eder.
Çünkü Sünnet, tabiîlerin üstünde olup Peygamber (S.A.V.) veya sahâbilerin
sözleridir.
Bu rivayet daha
meşhurdur. İmam Ahmed'in bize intikal eden sözleri ve risaleleri de bunu teyit
etmektedir. Bunların bir kısmını daha önce işaret ettik. O, selefin söz ve
metodunu uyulmaya daha lâyık görür ve tabiîleri de seleften sayardı.
5 — Kıyas:
Ahmed b. Hanbel, elinde Kitab ve Sünnetten bir nass, sahâbîlerle meşhur
rivayete göre— tabiîlerin sözü, mürsel veya zaîf bir hadîs bulunmazsa kıyasa
başvurur. el-Hallâl[94]
Ahmed b. Hanbel'den şöyle nakletmiş tir: «Şafiî'ye kıyası Sordum. O da:
Kıyasa.ancak zaruret ânında başvurulur, diye cevap verdi.»[95]
Görüyoruz ki, Ah'med
b. Hanbel, kıyası hüccet olarak kabul etmekte ve ona ancak zaruret halinde
başvurmaktadır. Eğer imkân bulursa kıyasa hiç yanaşmamâktadır. O, bu konuda
Şafiî'den rivayet ettiği yukarıdaki görüşe yaklaşmaktadır. Fakat Şafiî, kıyası
terkedip zaif hadîsi delil olarak almaz. Her iki İmamın kıyası kabul edişi
değişiktir. Şafiî, kesin bir delil bulamadığı zaman kıyasa yönelir. Ahmed b.
Hanbel ise, kıyası, reddetmek için bir delil yoksa, her türlü nass veya nass
kabilinden olan şeylerden sonraya bırakır.
Görüyoruz ki, İbni
Kayyım el-Cevziyye'nin anlattığı bu usûl (deliller) nass'lara dayanmaktadır.
Mürsel ve zaîf hadîsler, sahâbilerin fetvaları, sonra —münakaşa kabul etaneKle
beraber— tabiilerin sözleri, daha sonra da kıyas bunlara dâhildir.
Fakat îbni Kayyım
el-Cevziyye îcmâ', masâlih, zerâyi', istihsan ve istishab'm Ahmed b. Hanbel'e
göre birer asi (delil) olup olmadığım söylememektedir. Halbuki bunlar,
Hanbelîlere göre. usûlden sayılmakta ve kitaplarında anlatılmaktadır.
Bunun içindir ki biz,
bu esasları kısaca açıklamak mecburiyetinde kaldık. Eğer kıyas, nass'lar
hariç, diğer istinbat vâsıtalarını içine alacak şekilde geniş mânada tefsir
edilirse masâlih, istihsan, zerayi' ve istishab'm kıyasa dâhil olduğunu
söyleyebiliriz.[96]
îcmâ', herhangi bir
asırda ümmetin müctehidlerinin Kitab, Sünnet veya —bâzı fakihlere göre— kıyas
delillerinden birine dayanarak şer'î bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi icmâ' ikiye ayrılır:
1 —
Farzların asılları üzerindeki icmâ': Meselâ, farz olan namazlar, bunların
rek'atleri, oruç, hac, zekât. vs. üzerindeki icmâ' böyledir. Bu türlü, icmâ',
her müslüman tarafından kabul edilmiştir. Onu inkâr eden, dînin kesin olarak
bilinen emirlerinden birini inkâr ettiği için kâfir olur. Çünkü, bu gibi
emirler üzerindeki icmâ', Kur'ân ve Sünnetle kesn olarak sabit olan meseleler
hakkındadır. Bu meseleler, dînin asıl sınırlarını ve müstahkem surlarını teşkil
eder. Bunların dışına çıkan kimse, dinin dışına çıkmış olur.
2 — Birinci
kısımda zikredilen farzların asıllarına dâhil olmayan meseleler üzerindeki
icmâ': Meselâ, fethedilen memleketlerdeki arazinin mülkiyeti devlete ait olmak
üzere eski sahiplerinin elinde bırakılması ve mürted (dinden dönen) lerin
öldürülmesi vs. üzerindeki sahâbilerin icmâ'ı hakkında Ahmed b. Hanbel'den değişik
rivayetler yapılmıştır. Âlimlerden bir kısmı, Ahmed b. Hanbel'in: îcmâ'ın
mevcudiyetini iddia eden yalancıdır.» dediğini nakletmiştir. İbni Kayyım
el-Cevziyye; «Ahmed b. Hanbel icmâ' iddiasında bulunanları yalanlardı ve
icmâ'm sabit olan bir hadis üzerine takdim edilmesine cevaz vermezdi.»
demiştir. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah da şöyle rivayet etmiştir: «Babamın
şöyle dediğini işittim: Bir şey üzerinde icmâ' olduğunu iddia eden kimse
yalancıdır. Belki insanlar bir şey üzerinde ihtilâfa düşmüşler, fakat o şey
üzerinde icmâ' olduğunu iddia.eden kimse buna vâkıf olamamıştır. Dolayısıyla,
o kimse, icmâ olup olmadığını bilmiyoruz, desin.»
Bu açıklamalardan,
Ahmed b. Hanbel'in icmâ'm aslını inkâr etmediği, fakat sahâbiler asrından
sonra vuku'unun bilinmediğine kani olduğu sonucuna varabiliriz. Dolayısıyla O,
sahâbilerin bâzı meseleler üzerinde icmâ' ettiğini söylerdi. Çünkü onlar
malûmdurlar, bilginleri de mahdut ve belli kişilerdir. Uz. Ömer, bunları Medine'de
alıkoymuştur. O, müslümanları ilgilendiren her mühim meselede kendileriyle
istişarede bulunmak için, müslümanlarla bilgin sahâbileri bir araya toplar ve
onlar sayesinde kesin bir görüşe ulaşırdı. Böylece kendisi, mesuliyeti tek
başına üzerine almazdı.
Bundan sonraki devirlere
ait olduğu ileri sürülen icmâ'lar hakkında Ahmed b. Hanbel; «Bunlara muhalif
olan bir şey bilmiyoruz.» ' derdi.
Buna göre Ahmed b.
Hanbel'in iki dereceli bir icmâ' kabul ettiğini söyleyebiliriz:
1 — Yüksek
icmâ': Bu sahâbîlerin icmâ'ıdır. Bu türlü icmâ'lar, sahâbilerin karşılaştığı ve
neticede hakkında tek bir görüş beyan ettiği meselelere aittir. Böyle icmâ'lar
hüccettir. Çünkü Kitab ve sahih Sünnetin esaslarından birine dayanmaktadır.
Sahâbîierin sahih bir sünnete muhalif hareket ettikleri düşünülemez. Zira onlar,
Peygamber (S;A.V.)'in sözlerini rivayet eden kimselerdir. Onlardan bir kısmı,
bâzı hadisleri bilmeyebilirler. Fakat, İmam Şafiî'nin deyişiyle, hepsinin
bütün hadîsleri bilmemesi imkânsızdır.
2 — İkinci
derecede yer alan icmâ': Herhangi bir görüş, herkesçe bilinir ve buna birinin
muhalefet ettiği bilinmezse böyle bir görüş, eğer buna icmâ' diyebilirsek, bu
türlü icmâ'a dâhil olur. Bu icmâ', sahih hadîsten sonra ve kıyastan önce gelir.
Çünkü, buna muhalif olan bir fakîh bulunursa icmâ' bozulur.
Burada gözönüne alınması
gereken husus şudur: Yukarıda anlatılan icmâ'm her iki derecesi de dinin kesin
emirlerinden olan farzların» asılları üzerindeki icmâ'dam sonra gelir. Zira,
dînin kesin emirlerinden olan farzların asıllarından birini inkâr eden kâfir
olur. Meselâ, beş vakit namazı ve namazuı rek'atlerini inkâr eden kimse böyledir.
Çünkü, bunlar üzerindeki icmâ'm derecesi, diğer bütün istinbat esaslarından
önce gelir.[97]
Buradaki «kıyas» sözü
ile Ebû Hanîfe, Şafiî ve diğer kıyasa dayanan fakîhîerin istılâhmdaki kıyası
kastediyoruz. Buna istihsan, masâlih-i mürsele ve zerâyi' dâhil değildir. O
halde buradaki kıyas, hüküm bakımından hakkında nass bulunmayan bir meseleyi,
aralarındaki ortak ve hükme esas teşkil eden bir vasıf sebebiyle hakkında
nass bulunan bir meseleye bağlamaktır.
Ahmed b. Hanbel'den
rivayet edildiğine göre kıyastan müstağni olunamaz. Sahâbîler kıyasa
başvurmuşlardır. Âhmed b. Hanbel, prensip olarak kıyası kabul ettiği için
kendisinden sonraki Hanbe-Hler de kıyasa önem vermişler, Peygamber (S.A.V) ve
sahâbilerin hükmünü beyan etmediği hâdiselerle karşılaştıklarında kıyastan oldukça
faydalanmışlardır.
Fakat öyle anlaşılıyor
ki, İbni Teymiyye ve talebesi îbni Kayyım el-Cevziyye gibi Hanbelî yazarları,
tesbit edilen mücerret illete göre değil, münasip vasıflara[98] göre
kıyas yapıyorlardı. Meselâ, Hanefîler selem akdini kabul ederler. Bu akid, para
peşin ve mal veresiye olmak üzere borcu (deyn'i) mal (ayn) karşılığında satmaktır.
Bu akid, aslmda kıyasa uymamaktadır.Çünkü, üzerine akid terettüp eden şey
mevcut değildir. Mevcut olmayan şeyin satılması ise caiz olmaz. Fakat İbni
Teymiyye bu akdin kıyasa uygun olduğunu söylemektedir. Çünkü, satılan malın
bulunmasmdaki hikmet, burada da mevcuttur. O da, mal hakkındaki cehaletin
ortadan kalkmasıdır. Burada cehalet veya özür bulunmadığına göre akid kıyasa
uygundur.
Başka bir misâl:
Hanbelîler bir şahsın başka, bir şahsa olan borcunun havalesini kabul ederler.
Buna göre alacak (borç), başka bir şahsa havale edilir ve bu, o şahıstan
istenir. Bu, kıyasçı Hanefilerin görüşüne aykırıdır. Çünkü bu, bir nevi borç
karşılığında borcu satmaktır ki, caiz değildir.[99]
Hanbelîlere göre ise, bu, borcu ödemek demektir. Zira borcu havale eden kimse
havale ettiği şahıs vâsıtasiyle onu ödemiş oluyor. Borcu ödemek ise gayet
tabiîdir ki caizdir.
İşte görüyorUz ki,
böylece birçok mes'elelerde Hanbelîler illetlere iltifat etmiyorlar; buna
mukabil, mes'elelerdeki hüküm ve münasip vasıflara önem veriyorlar.[100]
Burada masâlihderi
maksat, nıasâlih-i mürseledir. O da, hakkında Kitab, Sünnet ve îcmâ'a dayanan
müsbet veya menfî özel bir delil bulunmayan maslahatlardır. Tabiidir ki
bunların, şeriatın kabul ettiği maslahatlardan olması gerekir. Mâlikîler,
şeriatın genel amaç) larına uygun düşmek, herhangi bir güçlüğü kaldırmak ve bir
nassa aykırı olmamak şartıyla bu türlü maslahatları kabul ederler.
Hanbelîlerle
diğerleri, bu maslahatları kıyastan sayarlar. Çünkü bunlar, Kur'an ve Sünnet
nass'larmm toplamından elde edilen umumî maslahatlardır. Gerçi bunlar, bizzat
özel bir nass üzerine kıyas edilmemiştir.
Esasen, sahâbüer bu
maslahatları kabul ettiği için Ahmed b. Hanbel de kabul etmiştir.
Ahmed b. Hanbel,
siyaset-i şer'iyye'de maslahatı esas alır. Siyaset-i şer'iyye,1 İmam (halîfe)'m
insanları ıslâh maksadıyla onları yararlı işlere teşvik etmek ve zararlı
işlerden Uzaklaştırmak için takip etmiş olduğu yoldur. Ahmed b. Hanbel —Allah
ondan razı olsun—- bir nass mevcut olmasa dahi bu konuda bir kısım cezaların
tatbikini kabul etmiştir. Onun bu kabil' fetvalarından bâzıları şihit lardir:
Fesat ve kötülük çıkaranlar, şerlerinden emin olunabilecek bir memlekete sürgün
edilirler. Ramazanda gündüz şarap içenlerin cezaları artırılır. Sahâbi'ye dil
Uzatan cezalandırılır. Yâni Ahmed b. Hanbel, sahâbi'ye dil Uzatanın cezalandırılmasını
zaruri görür. Hükümdar, onu affedemez; mutlaka cezalandırır ve tevbeye davet
eder. Eğer o, tevbesinde durursa mesele yok, durmazsa tekrar cezalandırılır.[101]
Hanbelîler, bu hususta
Ahmed b. Hanbel'e uyarak ve şeriatın kabul ettiği maslahatlar nev'inden olan
maslahatlara dayanarak birçok konularda fetvalar vermişlerdir. Meselâ : Bir ev
sahibini, eğer evi müsaitse, barmacak yeri olmaya'n bir kimseyi evinde iskân etmesi
için icbar etmek caizdir, diye fetva vermişlerdir. Bu hususta İbni Kayyim el-Cevziyye
şöyle der: «Eğer bir cemâat herhangi bir şahsın evinde oturmak mecburiyetinde
kalsa bundan başka bir yer veya bir han (otel) bulamasa, o şahsın münazaasız
bir şekilde evini bunlara vermesi gerekir. Fakat, karşılığında bir ücret
alabilir mi? Âlimler burada ayrı ayrı iki görüş beyan etmektedir. Bu görüşler,
aslında Ahmed b. Hanbel'in talebelerine aittir. Bunlardan ücret almasını caiz
görenler, ev sahibinin ecri misilden fazla bir ücret istemesinin haram
olduğunu söylemişlerdir.»[102]
Ahmed b. Hanbel'in talebelerinin
verdiği fetvalardan diğer bir misâl: «İnsanların muhtaç olduğu çiftçi vs.
sanatkârlar, ecri misliyle çalışmak üzere icbar edilirler. Bu sanatkârların
çalışmaktan imtina etme hakları yoktur. Eğer imtina ederlerse
cezalandırılırlar.-Çünkü maslahat, ancak böyle tamam olur. Yine onlara göre
korunması vacip olan maslahata dayanılarak sanatkâr yetiştirilmesi farz-ı
kifâyedir. Çünkü insanların sanatkârlara ihtiyacı vardır.»[103]
Ahmed b. Hanbel,
maslahatları kıyasın bölümlerine dâhil olan bir esas olarak kabul etmiş ve
böylece kıyasın mânâsını genişletmiştir. Diyebiliriz ki, O, maslahatları umûmî
olarak, îslâm fıkhında muteber olan ve belli bir nass'dan değil, topluca bütün
nass'lardan çıkarılan maslahatlara kıyas etmiştir.
Maslahatlar, kıyasın bölümlerine
dâhil olduğu için Ahmed b. Hanbel, bunları hadîslerden sonraya bırakır.
Hadisler, isterse kuvvetli olmasın, yalan olduğu sabit olmadıkça kıyastan önce
gelir Çunku Ahmed b. Hanbel'in kaidesine göre, kıyasla ancak zaruret anında
Kıtab, Sünnet veya sahâbîlere ait bir nass (hüküm) bulunmadığı zaman amel
edilir.[104]
Hanefîlere göre
istihsân; nass, icmâ' ve zarurete dayanan bir delil veya zahir kıyam daha
kuvvetli bir kıyas ile çatışması sebebiyle bir mes'eleye benzeri bir
mes'elenin hükmünden başka bir hüküm vermektir. Şüphesiz bu esas, Hanbeli
usûl-i fıkhı'na da dâhildir. Çünkü istihsân ya nass, ya icmâ' gibi bir delile
dayanmakta veya zaruretin hükmüne uyularak kabul edilmektedir. Bunların hepsi
Hanbelî mezhebinde muteber olup İmam Ahmed b. Hanbel'in bunlara muhalefet
etmesi mümkün değildir.
Mâlikîlere göre
istihsân, sabit bir kaideye dayanarak maslahatla hükmetmektir. Hanbelîlerin
kabul ettiği maslahatlar da Mâliki mezhebine aykırı değildir. Çünkü bu,
malsahatım hükmüne' uymak demektir. Hanbelîler, nass bulunmayan yerde Hulefâ-i
Râşidîn ve diğer sahâbîlerin fakîhleri gibi selef-i sâlih'e uyarak, maslahatı
esas olarak alırlar.[105]
Bu fikhî esası
Hanbelîler, İmamları Ahmed'e uyarak kabul ederler. Çünkü şeriatın yapılmasını
istediği bir işe vâsıta olan her şey matluptur. Yasakladığı bir işe vâsıta olan
her şey de memnu'dur. Zerâyi' İşte bu vâsıtalardır. Bunlar vâsıta olduğu şeyin
hükmünü alır. Dolayısıyla bunlar, emredilen bir şeye vâsıta oluyorsa matlup,
menedilen bir şeye vâsıta oluyorsa yasaktır.
Hanbelî mezhebi,
zerâyi' ile amel etme bakımından, mezheble-rin en şiddetlisidir. Bu konuda İbni
Kayyım el-Cevziyye şöyle der:
«Maksatlara, ancak
onlara götüren vâsıta ve yollarla ulaşıldığına, göre, bu vâsıta ve yollar da
onlara tâbi olur ve onların hükmünü alır. Dolayısıyla, haram ve mâsiyete
vâsıta olan şeyler, sebep olduğu ve götürdüğü gayelere göre mekruh veya
haramdır. Allah bir şeyi haram etmişse, bu haramın işlenmemesi için ona götüren
birtakım yol ve vâsıtaları da haram etmiş demektir. Eğer Allah harama götüren
vâsıtalar, (zerâyi) ı mubah kılsaydı, haram edişi (tahrimi) bozmuş ve ruhları
ona teşvik etmiş olurdu. Allah'ın hikmet ve- ilmi buna mânidir. Meselâ,
tabibler bir hastalığın önüne geçmek istediklerinde, hastayı buna sebep olan
şeylerden menederler. Aksi takdirde iyileştirmek istedikleri hastayı
fenalaştırmış olurlar. O halde hikmet, maslahat ve kemâl derecelerinin en
üstünde olan bu şeriat hakkında ne düşünülür? Bir kimse, bu şeriatın
kaynaklarını iyice incelerse, Allah ve Resûlullâh'm harama götüren yolları tıkadığını
(seddü'z-zerâyi'ı), yâni harama sebep olan şeyleri yasakladığını görür.»[106]
Bundan anlaşılıyor ki
Hanbelî mezhebi, Ahmed b. Hanbel'e uyarak, zerâyi'i hem emirler için, hem de
nehiyler için bir esas olarak kabul etmiştir. Dolayısıyla, yapılması istenilen
hususlara vâsıta olan şeyler matlup, yapılmaması istenilen hususlara vâsıta
olan şeyler de, seddu'z-zerâyi' olmak üzere memnudur. Hanbelî mezhebinde zerâyi'
iki türlü ele alınmaktadır:
1 —
Fiillerin yapılmasına vâsıta oluşu yönünden; şahıs, bu fiilleri yapmakla haram
mı, yoksa mubah mı işlemeyi kasdetmiştir. Çünkü Peygamber (S.A.V.) : «Ameller
niyetlere bağlıdır. Herkesin amelî niyetine göredir.» buyurmuştur.
2 — Mücerret
haller yönünden; isterse iyi niyete bağlı olsun. Meselâ, bir kimse putlara
sövse, fakat bunu iyi niyetle yaptığı halde neticede bu, müşriklerin Allah'ın
yüce zâtına sövmesine sebep olsa, o kimse kötü bir şey yapmış olur.
Buna göre zerâyi'ı ele
almak, sırf niyete dayanmaz. Belki bazan niyete dayanır, çoğu zaman da sebep
olduğu neticeye göre değerlendirilir. Hanbelîler, bu iki hususu da gözönüne
alırlar. Bu sebeple zarar ve kötülüğe sebep olan şeyler menedilir; isterse bu
şeyler aslında mefsedet (zararlı) olmasın. Bir kimse; bunları yapmakla şer
kastederse ve bu fiili de kendisinin kötülük yapmasına sebep olursa günah
işlemiş olur. Meselâ, bir kimse uyuyan herhangi bir insana, öldürmek kasdîyle
ok atsa, fakat bu oku ona değmese, orada bulunan ve bu uyuyan şahsı sokmak
isteyen yılana değse, o şahıs Allah huzurunda günahkârdır; isterse yaptığı
işin neticesi iyilik olsun.
Hanbeli mezhebinin
zerâyi'a göre vermiş olduğu fetvalar için birkaç misâl daha verelim:
a) Pazara
gelmeden önce malı almak ve onu, pazara tahakküm etmek için elde tutmak
menedilmiştir. Çünkü bu, ihtikâra ve satıcıyi fahiş fiyata sevkeder. Bu
sebepledir ki, Ahmed b. Hanbel'e göre satıcının, malının değerinin sattığından
başka olgunu anlasın veya anlamasın, muhayyerlik hakkı vardır. İsterse o,
seddü'z-zerâyi'a uyarak akdi fesheder.
b) Ahnaed b.
Hanbel'in zerâyi'a dayanarak verdiği fetvalardan birine göre, bir kimse
herhangi bir şahsı yemek ve içmekten menetse, sonunda da o açlıktan ölse, diyet
vermesi gerekir. Çünkü o kimsenin yemek ve içmekten menedişi, bu şahsın
ölümüne sebep olmuştur.
c) Ahmed t».
Hanbel, insanların komşusundan alış-veriş yapmasını önlemek için malın
fiyatını indiren kimselerden bir şey sa-tmalmayı mekruh sayardı. Çünkü fiyatı
indirmekle O, kardeşini zarara uğratmak istemektedir. Böyle bir adamdan alış -
veriş etmemek, bu zararı önlemektir. Peygamber (S.A.V.) 'den vârid oldıiğuna
göre O, birbiriyle yarış eden iki kişinin, yâni fiyat indiriminde birbirini
geçmek isteyen kimselerin yemeğinden nehyetmiştir.
d) Ahmed b.
Hanbel, fitne zamanı silâh satışının haram olduğunu söylemiştir. Çünkü bu,
kötülüğe bir yardımdır. Yol kesenlere silâh satmak da böyledir; zira bu da,
cürüm işlemeleri için onlara bir yardımdır. Şarap imal edenlere, şarap yaptığı
kuvvetle tahmin edilen kimselere üzüm satmak da haramdır. İşte bu türlü alım -
satımlar sahih değildir. Keza, haram olan eğlenceler ve raks gibi günah
şeyler için kullanmak isteyen kimselere binayı icara vermek de haramdır.[107]
İstishâb'ın mânası,
sabit bir hükmün, onu değiştiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir.
Hanbelîler, bu esası
da çok kullanmışlardır. Onların istishâba göre fetva vermiş oldukları bâzı
meseleler şunlardır:
a)
Menedildiğine dair bir delil bulununcaya kadar eşyada asıl olan ibahattır
Cmübah olmaktır). Bunun içindir ki, akid ve şartlarda asıl olan ibahattır.
Bunları meneden bir nass bulununcaya kadar akid ve şartlara bağlı kalmak
vaciptir.
b) Pis
olduğunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir.
c) Bir kimse
karısını boşasa, sonra bir talâkla mı, yoksa üç talâkla mı boşadığmda şüphe
etse, onu bir talâkla boşamış olur.Çünkü bir talâkla boşadığı muhakkaktır.[108]
Ahmed b. Hanbel,
fıkhını yazmamıştır. Hattâ O, fıkhının yazılmasını menetmiştir. Halbuki İmam
Şafii, kendi fıkhını daha önce bizzat yazmıştır. Ahmed b. Hanbel'in bâzı fıkıh
meseleleriyle ilgili birtakım yazılan mevcut ise de, bunlar, kendisi için
tutmuş olduğu notlardır. O, bunları neşretmediği gibi başkalarının nakletmesine
de müsaade etmemiştir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi insanlar, teklif ifade
eden hükümleri öğrenmek için başvuımayı unutmasınlar diye Kitab ve Sünnet'ten
başka hiçbir şeyin tedvinini hoşgörmezdi.
Hanbelî fıkhının nakil ve
rivayeti şöyle olmuştur:
1 — Hanbelî
fıkhı İmam Ahmed b. Hanbel'in talebeleri vasıtasıyla rivayet edilmiştir.
Bunların başında Ahmed b. Hanbel'in oğlu Salih (öl. 266 H.) gelir. Bu, hem
babasından hem de başkalarından fıkıh tahsil etmiştir. O, babasının fıkhını,
yazdığı mektuplar vasıtasıyla yaymıştır. Çünkü O, kendisine gelen mektuplara
cevap verirken babasının görüşlerine dayanıyordu. Salih, aynı zamanda kadılık
vazifesine tâyin edildiği için babasının fıkhını, sadece gelecek nesillere
nakletmekle kalmamış, aynı zamanda onu fiil ve tatbik sahasına' koymuştur.
2 — Ahmed b.
Hanbel'in diğer oğlu Abdullah (öl. 290 H.) da, el-Müsned'i ve babasının fıkhını
gelecek nesillere nakletmiştir. Gerçi Abdullah, hadîs rivâyetiyle daha çok
uğraşıyordu.
3 — Ahmed b.
Hanbel'in fıkhını nakleden talebelerinden biri de Ebû Bekr el-Esrem[110] (öl. 261 H.) dir. Bu, İmam Ahmed'in yanında
Uzun zaman kalmış ve onun fıkhını nakletmiştir.
4 —
Talebelerinden Abdülmelik el-Meymunî[111]
(öl. 274 H.) de
Ahmed b. Hanbel'in
yanında yirmi iki seneye yakm bir zaman kalmış ve hocasının kendisini menetmesine
rağmen, açıkladığı mes'eleleri yazmıştır. Ahmed b. Hanbel'in fıkhını rivayet
işinde onun büyük bir mevkii vardır.
5 — Ebû Bekr
el-Mervezî[112] (öl. 275 H), Ahmed b,
Hanbel'in en seçkin talebelerinden olup hocasının birçok meselelere ait görüşlerini
nakletmiştir. El-Hallâl da ondan nakletmiş olup Efou Bekr el-Mervezî'ye karşı
büyük bir hayranlık duyardı.
6 — Ahmed b.
Hanbel'in fıkhını nakledenlerden biri de Harb[113]
(öl. 280 H.)'dir. Bu zat, Ahmed b. Hanbel'in yanında kısa bir müddet kaldığı
halde onun birçok fıkhî görüşlerini rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel'in
açıklamış olduğu hükümleri araştıran Harb'in rivayetleri arasında onun şu sözü
de bulunmaktadır: «İnsanlar ilme, ekmek ve su kadar muhtaçtırlar.»
7 — Ahmed b.
Hanbel'in talebelerinden İbrahim b. îshak el-Harbî (öl. 285 H.) de hocasının
fıkıh ve hadîsini nakletmiştir. Bu zat, zühd ve takva bakımından tamamen
hocasına uymakta idi. Rivayet edildiğine göre Halîfe el-Mu'tazıd kendisine
onbin dirhem göndermiş, O da kabul etmemiştir. Halîfe, bunu alıp komşularına
dağıtmasını istemiş ise de, İbrahim el-Harbi, elçiye şu cevabı vermiştir:
«Emîru'l-Mü'minîn'e söyle, biz, toplamak için meşgul olmadığımız şeyi
dağıtmakla da kendimizi meşgul etmeyiz. Yine Emîrul-Mü'minîn'e söyle, bizi
bıraksın, yoksa civarından gideriz.»
Bunlardan başka daha
birçokları, Hanbelî fıkhını nakletmişlerdir. Fakat buuydığımız zatların üstün
bir yeri, vardır ve bunların çoğu, Uzun zaman Ahmed b. Hanbel'e arkadaşlık
etmiştir.
İmam Ahmed b.
Hanbel'den ayrılmayan bu talebelerinden sonra, Ebû Bekr el-Hallâl (öl. 311 H.)
gelir. Bu zat, İmam Ahmed b. Hanbel'in ilimlerini cem'etmek için bütün
gayretini sarfetmiş, bu maksatla seyahatlere çıkmış ve birçok kitap telif
etmiştir. Onun, Ebû Bekr el-Mervezî ile Uzun zaman kalışı, Ahmed b. Hanbel'in
fıkhını rivayet etme arzusunu kuvvetlendirmiştir. Dolayısıyla Ahmed b.
Hanbel'in fıkhını rivayet eden herkesten nakillerde bulunmuştur. Meselâ; Ahmed
b, Hanbel'in çocuklarından, Harb'den, el-Meymunî'-den ve bunlardan başka
sayılamıyacak kadar çok kimselerden nakillerde bulunmuştur, Bu yüzden
el-Hallâl, talebelerinden sonra Ah-med b. Hanbel'in fıkhının nâkili
sayılmıştır. Ebû Bekr el-Hallâl'dan sonra Hanbelî mezhebini nakleden birçok
kimse gelmiş ve bu mezheb insanlar arasında yayılmıştır.[114]
Hanbelî mezhebinde
birçok kaviller (görüşler) vardır. Bunun sebepleri çoktur:
1 — Ahmed b.
Hanbel, selefiyeci bir fakih idi. Tercih yapmaktan sakınırdı. Sahâbîler veya
tabiîlerden iki türlü kavil naklettiği zaman, bunlardan birini Veya birkaçını
terketmeyi gerektiren herhangi bir nass bulunmazsa her iki veya daha çok kavli
de mezhebinde ayrı ayrı kabul ederdi.
2 — Ahmed b.
Hanbel, bâzı hallerde hüküm verirken iki görüş veya iki vecih arasında
tereddüde düşer ve her ikisini de, herhangi bir tercihe tabi tutmaksızın
açıklardı.
3 — Ahmed b.
Hanbel'in bir kısım meselelere ait görüşü değişik şekilde rivayet edilmiştir.
Birinin doğruluğunu diğerine tercih edecek bir şey bulunmadığı müddetçe, her
rivayet mezheb'de ayrı bir kavil olarak kabul edilir.
4 — İmam
Ahmed, herhangi bir durumda muayyen bir mesele hakkında fetva verirdi. Fakat,
kendisine aynı mes'ele tekrar sorulduğunda, meseleyi soran kimsenin önceki
durumu ile sonraki durumu arasındaki değişikliğe dikkat eder ve onun durumuna
göre fetva verirdi. Halbuki bu fetvaları nakleden râvî, aynı mes'ele üzerinde
Ahmed b. Hanbel'in iki görüşe sahip olduğunu zanneder. Lâkin hakîkatta, durum
değiştiği için hüküm (fetva) de değişmiştir. Ahmed b. Hanbel, fetva verirken,
fetva soran kimsenin durumunu tetkik ederdi. Zira fetva soran kimse, belki
alacağı fetvayı haram bir şeye" vâsıta yapabilir.
5 — İmam
Ahmed, maslahat veya kıyasa dayanan re'ye göre çok az fetva verirdi. Bu durumda
değişik görüşler ortaya çıkarsa, herhangi bir tercih yapmaksızın onları olduğu
gibi bırakırdı.[115]
Hanbelüer, ictihad
kapısının kapanmadığını söylerler. Bâzı mezheblerin mutaassıb çevreleri,
içtihad kapısının kapalı olduğunu ileri sürerken, Hanbelîler, müctehid olmaya
ehil olan veya kendisinde ictihad şartlan bulunan herkes için bü kapıyı açık
tutmuşlardır. Bunu kitabımızın baş tarafında da söyledik. Hattâ Hanbelîler,
daha da ileri gitmişler ve her asırda bir müstakil (mutlak) müctehidin bulunmasını
farz-ı kifâye saymışlardır. Çünkü, insanların karşılaştığı yeni olaylar da bunu
zarurî kılmaktadır. Tâ ki sapıtmasınlar, bu müctehid yeni olaylar hakkında
onlara fetva versin, Kitab ve Sünnet'e başvuracak yerde dînin bizzat esası imiş
gibi mezheblere bağlanıp kalmasınlar ve mezhebleri Kitab ve Sünnetin üstüne çıkarmasınlar.
Bu ve başka âmiller
sebebiyle Hanbeli mezhebi oldukça gelişmiştir. Bu mezhebin gelişmesi şu üç
esasa dayanır:
1 — Mezhebin
usûlü (dayandığı deliller),
2 —
Fetvalar,
3 — Tahric.
Önce usûlü ele
alalım:Hanbelî mezhebinin dayandığı usûlün çok zengin olduuğnu görüyorUz.
Bunları yukarıda kısmen anlattık. Bu mezhebin gelişmesini sağlayan en büyük
âmil, mezhebce hadîs, sünnet, sahâbî ve tabiîlerin fetvalarının geniş çapta ele
alınması ve toplanmış olmasıdır. Daha sonra birçok fetvalar, bunların üzerine
bina edilmiştir. Zira bunlar, müctehidler için bir kaynak teşkil etmiştir.
Onlar, buna göre hüküm çıkarmışlar, kıyaslar yapmışlar ve yollarını tâyin
etmişlerdir.
Sonra diğer deliller
de çok verimli olmuştur. Özellikle masâlih ve zerâyi', ictihad için geniş bir
kapı açmıştır. Bunun içindir ki Hanbelî mezhebinin fürû'u oldukça
zenginleşmiştir. İstishâb babında da Hanbelî İmamları geniş çapta ictihadlar
yapmışlardır. Bilhassa akid-lerle ilgili konularda en çok istishabdan istifade
edilmiştir.
Fetvalara gelince;
Hanbelîler' fetva verme (iftâ) şartlarını çok ağırlaştırmalardır. Buna göre
fetva verecek kimsenin Kitab, Sünnet ilimlerinde, sahâbî-ve tabiîlerin
fetvalarına vukufda, mezhebin usûl ve fürû' ilminde çok kudretli olması
gerekir. Ayrıca müftinin idrâk edici bir akıl ve halis bir niyet sahibi olması,
insanların hallerini ya-kinen bilmesi gerekir lş;c bu şartlan kendisinde'
toplayan kimse, doğru ve insanların haline uygun, aynı zamanda usûlden
aynlmak-sızın fetva verebilir.
Hanbeli mezhebi
fakihlerınden çoğunun mutlak müctehid olduğu iddia edilmiştir. İbni Kayyım
eî-Cevziyye şöyle der: «Hanbelî fa-kîhlerinden bir kısmı Ahmed b. Hanbel'in
derecesine ulaşamamışsa da, mutlak (müstakil) ictihad mertebesine çıkmıştır.
Bir kısmı da, bu dereceye yükselememişiır.Adı geçen müellif, Hanbelî faKînleri
hakkında yine şöyle der : «Bir kimse bunların hallerini, fetvalarını ve
tercihlerini incelerse, söyledikleri her konuda İmamlarını taklit
etmediklerini, onlara muhalefet bile ettiklerini görür. Bu durum inkâr
edilemiyecek kadar açıktır. Gerçi onlar arasında bu şekilde davrananlar az
veya çok olabilir.»
Fetva ve fer'i
meselelerle uğraşan bilginlerin ilmi kudreti nisbe-tinde mezheb gelişmiş ve
isabetli tahricler yapılmıştır.
Tahric yapan mezheb
bilginlerine ve bunların mezhebi geliştirmedeki hizmetlerine gelince; bunlar,
mezhebi esaslı bir şekilde tertip etmişler, fetva ve fer'î meseleler
üzerindeki çalışmalarını bir düzene bağlamışlardır. Onlara göre fetva ve
kaviller üç kısma ayrılır :
1 —
Rivayetler: Bunlar, Âhmed b. Hanbel'e nisbet edilen şeyler olup hükümleri
açıktır. Tahriç yapan mezheb bilginleri, bu rivayetleri esas olarak almışlar,
kendi çalışmalarını bunların üzerine bina etmişler, birçok fer'î mes'eleleri
ortaya koymuşlar ve tahriçler-de bulunmuşlardır.
2 — Tenbihler:
Bunlar, açık ifadelerle Ahmed b. Hanbel'e nisbet edilmeyen kaviller olup
İmamın görüşünün ne olduğu, onun bir hükmü gösteren herhangi bir hadîsi
söylemesi, bu hadîsin «Hasen» olduğunu açıklaması veya bir ifade ile o hadisi
kuvvetlendirmesi gibi herhangi bir ibarenin işaret ettiği tenbih yoluyla
anlaşılır. îşte bu tenbihler, mezhebde ayrı ayrı birer kavil (söz görüş) olarak benimsenmiş ve üzerine yeni
mes'eleler bina edilmiş; bilginler de fıkhî istinbat kudretlerine ve sahâbî,
tabiî ve diğerlerinden rivayet edilen fetvalar hakkındaki bilgilerine göre
tahriclerde bulunmuşlardır.
3 —
Vecihler: Bunlar ne nass, ne tenbih, ne de işaret ile İmama ait kavillerdir.
Bunlar, mezhebde müctehid olanlarla tahriç yapanların sözleridir. İtfa
rütbesine ulaşan fakîhlerin bütün ictihadları mezhebe nisbet edilir ve
mezheb'de bir vecih sayılır. îmanım bu konuda, ibare (ifade) veya işaretle bir
görüşü vârid olmadığı halde, ba-zan bunlar ona nisbet edilir. En doğrusu,
bunların mezhebe ait kaviller olması ve İmama nisbet edilmemesidir.
Bu bilginler, kıyasla
ilgili mes'elelerde İmama muhalefeti caiz görmüşlerdir. Böylece înıama nisbet
edilmese dahi mezhebde diğer bir kısım vecihler meydana gelmiştir.
Hanbelî mezhebindeki
tahric ehlinin bu mezhebe hizmet hususunda büyük gayretleri olmuştur. Belki bu
gayretlerin en büyüğü, mezhebin fer'i ve dağınık mes'eleleri için küllî
kaideleri ortaya koymuş olmalarıdır. Onlar, muhtelif bölümlerde dağmık bir
şekilde yer alan mes'eleleri ve çeşitli bablarda belirtilen birbirine yakın
hükümleri tesbit etmişler, sonra bunları biraraya toplamışlar, hüküm ve illeti
aynı olan mes'eleleri küllî kaidelere bağlamışlardır. Böyle bir gurup teşkil
eden fıkhî konular, mes'eleleri biraraya toplayan kaidelerin doğmasını
sağlamıştır.
Bu kaideler, mezhebin
umumî hükümlerinin kavranılmasını kolaylaştırmış, fürû'u öğrenmek için bir
kapı olmuş, mezhebin mantık ve yönelişleri hakkında açık örnekler vermiştir.
Bu kaidelerle ilgili
çeşitli kitaplar telif edilmiştir. Misâl olarak Necmeddin et-Tûfî (öl. 717
H.)'nin «el-Kavâid es-Bûğrâ»sını, İbni Receb[116]
(Tin «el-Kavâid el-Kübrâ»smı ve Îbnuh'l-Lahham diye bilmen Alâuddîn b. Muhammed
b. Abbas (öl. 803 H.)'in «el-Kavâid»ini zikredebiliriz.[117]
Hanbeli mezhebi'nin
fakîhleri çok güçlü olduğu halde bu mezheb; fakihlerin bu güçleri, istinbat
imkânları ve ehline geniş ictihad hürriyeti tanımaları ile mütenasip bir
şekilde yayılmamıştır. Halktan bu mezhebe bağlı olanlar azınlıkta kalmışlardır.
Hatta hiçbir İslâm ülkesinde çoğunluğu teşkil edememişlerdir. Fakat Saud[118]
ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarımadasında Hanbeli
mezhebi oldukça kuvvetlenmiştir.
Hanbelî mezhebi'nin böyle
az yayılışının sebebi ne olabilir? Bu soruya cevap vermek için mezheb'in
yayılışını yavaşlatan şu birkaç sebebi açıklamak gerekir:
1 — Hanbeli
mezhebi ortaya çıktığı zaman, kendisinden önce teşekkül eden üç mezheb, İslâm
ülkelerindeki büyük şehirlerde yayılmış bulunuyordu. Meselâ; Irak'da Hanefî
mezhebi, Mısır'da Şafiî ve Mâliki mezhebi, Endülüs ve Mağrib'de yine Mâliki
mezhebi hâkim durumda idi.
2 —
Kadılardan Hanbeli mezhebine mensup olanlar yoktu. Halbuki kadılar, bağlı
oldukları mezhebi yayıyorlardı. Meselâ, Ebû Yûsuf ve ondan sonra Muhammed b.
el-Hasen, Irak mezhebini ve bilhassa Ebû Hanîfe'nin görüşlerini
neşretmişlerdir. Mağrib'de Esed b. el-Furât [119]
Mâlikî mezhebini neşretmiştir. Ayrıca Endülüs Emevî Devleti de Mâlikî mezhebini
neşretmekte büyük bir âmil olmuştur. Hanbeli mezhebi, son zamanlarda böyle bir
imkâna, ancak Arabistan yarımadasında kavuşmuştur.
3 —
Hanbelîler çok şiddetli ve mutaassıb idiler. Başkalarıyla olan birçok
ihtilâflarında hüccet ve delile değil, daha çok fiile başvuruyorlardı.
Kuvvetleri arttıkça «Emri bi'1-ma'ruf ve nehyî nail-münker» Cîyiliği emr,
kötülüğü yasak etme) adına insanlara baskı yapıyorlardı. Bu konuda,
İbnu'l-Esîr'in «el-KâmiMnde yazmış olduğu şu satırları okumak kâfidir:
«323 H. yılında
Hanbeliler işi büyütmüştü. Kuvvetleri artmıştı. Evlere ve halka hücum
ediyorlardı. Buldukları içkileri döküyorlar, şarkıcıları dövüyorlar ve çalgı
âletlerini kırıyorlardı. Alım-satım işlerine karışıyorlar,; erkeklerin kadın ve
çocuklarla birlikte gitmesine mâni oluyorlardı. Gidenleri gördüklerinde:
yanınızdaki kimdir? diye soruyorlardı. Kim olduğunu haber vermeyenleri dövüyorlar,
emniyet müdürüne (Sahibu'ş-Şurta'ya) götürüyorlar ve bu fahişedir, diye onun
aleyhinde şahitlik ediyorlardı. Böylece Bağdad'ı birbirine katıyorlardı...»
Hanbelîlerin bu gibi
davranışları yüzünden, insanlar bu mez-hebden ürkmüşlerdir. Dolayısıyla Hanbelî
mezhebi, fazla bir mensup bulamamıştır.
İşleri hikmet ve
tedbiri ile yürüten, Yüce Allah'dır.[120]
[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/361.
[2] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/363.
[3] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/363-365.
[4] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/365-366.
[5] İbnu'l-Cevzî, Menakıbul-İmam Ahmed b. Hanbel, s. 185
(Bu eser, M. Emin el-Hancî tarafından 1349 H. yılında Mısır'da basılmıştır.
Çeviren)
[6] İbnî Kesîr, Tarih c. X, s. 329.
[7] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/366-367.
[8] İbnul-Cevzî, Menakjbul-İmam Ahmed b. Hanbel, a. 190,
191.
[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/367-368.
[10] İshak b. Rahveyh (161- 238 H.) Mervli büyük bir hadîs
bilgini olup Buharî, Müslim, Tirtaim, Nesai ve diğerleri ondan hadîs rivayet
etmişlerdir. Kendisi Nisabur'a yerleşmiş ve orada 238 H. yılında vefat
etmiştir.Çeviren.
[11] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/368-370.
[12] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/370.
[13] Mescid-i Hayf, Mekke'nin şarkmdaki dağlarda Arafat'a
piden yolda Müzdetife ile Mekke arasında bulunan Mina'dadır. Selâhuddin Eyyubî
tarafından ihya edilen bu mescid, Kölemen Sultanlarından Kayıtbay'ın emriyle
yeniden inşâ edilmiş olup balen ma'mnrdar. Çeviren.
[14] Hilyetul-Evliyâ, c. IX, s. 169.
[15] Bak: Zehebi, Tercemetu Ahmed b. Hanbel. Bu faaltercemesî,
Mektebetul-Marîf (Mısır) tarafından basılan Ahmed Şakir'in neşrettiği
el-Mâsned'în baş tarafında yayımlanmıştır.
[16] Adı geçen eser.
[17] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/371-376.
[18] Şüphesiz bu bir mugalatadır. Çünkü îsâ; Allah'ın
kelimesidir demek, Allah onu, kendinden bir kelime (künol emri) ile yaratmıştır
demektir. Nitekim Kur'ân'm diğer âyetlerinde bu ve İsa'nın bizzat kelime olmadığı
açıkça belirtilmiştir (Bak: Al-i İmran: 59; Nisa: 171, 172; Maide: 72-75).
[19] Ca'd b. Dirhem (öl. 124 H.), Emevîler devrinde
Kur'ân'm nıulüûk olduğunu söyleyen ilk şahıstır. Bu fikri ileri sürdüğü için
Küfe Valisi Hâlid b. Abdİllah el-Kasrî tarafından öldürülmüştür. Çeviren.
[20] Târihu't-Taberî.
[21] Bak: Muhammed Ebû Zehra, el-İmam Ahmed b. Hanbel,
Kahire 1947, s. 46. Çeviren.
[22] el-Kavârîrî'nin adı Ubeydullah b. Ömer'dir.
Seccâde'nin adı da el-Hasen b. Hammâd'dır. Çeviren.
[23] Bu zat, Halîfe Mu'tasım devrinde daha çok itibar
görmüş ve başkadı (kâdil-kudât) olmuştur. Çeviren.
[24] Zehra, el-İmam Ahmed b. Hanbel, Kahire 1947, s.
66.Çeviren.
[25] el-Buvaytî, zindanda prangaya vurulmuş olarak ölmüştür
(öl. 231 H.) Bak: Muhammed Ebû Zehra, aynı eser, aynı sahife. Çeviren.
[26] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/377-382.
[27] Mu'tezililere göre Kur'ân'ın kadîm oldtrağnu ileri
süren müslümanlar, bir nevi Allah'a şirk koşmada hıristiyanlann durumuna
düşmektedirler.Çeviren.
[28] Buruc sûresi, 16.
[29] Hüyetu'l-Evliyâ, c IX, s. 198.
[30] Yâni Uz. Peygamber, insanlara Kur'an'ın yaratılmış
olduğunu bildirmemiş ve onları buna inanmaları için davet etmemiştir. Bu
rivayete göm Ahmed b. Hanbel, bunu kendisine işkence edenlere de itiraf
ettirmektedir. Çeviren.
[31] Cehmî, Cehm b. Safvân (81. 128 H.)'a nisbet edilen
kîmsedir. Çünkü Kur'an'ra mahlûk oldnuğnu ve Allah'ın kelâm sıfatını ji
bulunmadığım söyleyenler arasında Cehm b. Safvân da vardır.
[32] Tevbe Sûresi, 6.
[33] A'râf Sûresi, 54.
[34] Bu rivayetin baştarab şöyledir: «Bir kişi Uz. Ömer'e
geldi. Ömer (R.A.), ona insanların durumnu sordu. O da: Yâ Emîrül-Mü'mmîn,
insanlardan bâzısı Kur'an'ı şöyle şöyle okudu, dedi. Bunun üzerine ben
(Abdullah b. Abbas) söze karışıp: Ben, bu günlerinde onların Kur'an üzerinde
böyle münakaşa etmelerini sevmiyorum, dedim. Ömer de beni susturdu. Bunun
üzerine ben üzgün bir şekilde evime gittim. Biraz sonra birisi geldi ve bana:
Emîrül-Mü'mine'e cevap ver, dedi. Bir de baktun ki, Emîrul-Mü'minîn kapıda beni
bekliyor. Elimden tuttu, beni bir, kenara çekti ve hoşlanmadığın şey nedir?
dedi. Ben de şöyle cevap verdim:...» (Bak; Hılyetu'I-Evliyâ', Kahire 1938, c.
IX, s. 216, 217) Çeviren.
[35] Kur'ân üzerinde münakaşa etmenin doğru olmadığını
söylemeyiÇeviren.
[36] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/383-387.
[37] Tura, tıraz'ın çoğulu olup kumaş dokunan yere denir.
Biz buna günümüzde (Mısır'da) «Anbar» adını veriyorUz. Anlaşıldığına göre
Ahmed b. Hanbel'e bu miras olarak kalmıştır. Kendisi bunu icara verir ve onunla
geçimini temin ederdi.
[38] Zira Peygamber Efendimiz üstteki (veren) d. alttaki
(alan) elden hayırlıdır.» buyurmuştur.Çeviren.
[39] Zehebî, Tereeinetu Ahmed b. Hanbel,Bu haltetrcemesi,
merhum Ahmed Şâkir'in neşrettiği el-Müsned’in baş tarafında yayımlanmıştır.
[40] Îbnul-Cevzî, Menakıbull-İmam Ahmed b. Hanbel.
[41] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/388-390.
[42] Halîfe Harım er-Reşid'm oğludur (öl. 198 H.). Çeviren.
[43] Adı geçen el-Menâkıb, s. 371.
[44] Adı geçen el-Menakib.
[45] Adı geçen el-Menakıb, s. 369.
[46] Aynı el-Menakib, s. 384.
[47] Aynı el-Menakıb.
[48] Teserrî, bir cariyeyi odalık edinmek manasınadır.
Çeviren.
[49] Ahmed b. Hanbel, karısının müsaadesi üzerine az bir
meblâğ karşıliğında bir câriye satın almış ve adını (Reyhâne) koymuştur. Pak:
înbul-Cevzî, Menâkıbul-İmam Ahmed b. Hanbel, s. 177. Çeviren.
[50] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/391-395.
[51] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/396.
[52] Bu zat, İbrahim b. îshak el-Harbî'dir (51. 385 H.)
Ahmed b. Hanbel'den rivayetlerde bulunmuştur. Birçok eserleri arasmda
«Garibul-Hadîs» adlı eseri meşhurdur. Çeviren.
[53] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/396-397.
[54] Kur'an-ı Kerîm'de, Uz. Yakub'un kaybolan oğlu Yusuf
için ettiği sabır, sabr-ı cemîl diye vasıflandırılır. Çeviren.
[55] Hüyetul-Evüyâ', c. IX. s. 186.
[56] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/397-398.
[57] Ra'd, 28.
[58] Aynı sure ve aynı ayet.
[59] Mâide, 87.
[60] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/399-400.
[61] Hılyetu'I-Evliyâ', c. IX, s. 181.
[62] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/400-401.
[63] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/401-402.
[64] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/402.
[65] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/403.
[66] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/403-404.
[67] İbnul-Cevzî Menâkıbu'1-lmam Ahmed b. Hanbel, s. 165.
Çeviren.
[68] İbnul-Cevzî, Menakıbul-İmam Ahmed b, Hanbel, s. 168.
[69] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/404-405.
[70] Adı geçen eser, s. 176.
[71] Adı geçen eser, s. 156.
[72] Nisa, 164.
[73] Şûra Sûresi, 11.
[74] İbnu'l-Cevzî, Menakıbul-İmam Ahmed b. Hanbel
[75] Kıyamet günü Allah'ı görme meselesinde de Ahmed b.
Hanbel, âyet ve hadislerin zahirine göre hareket eder ve onları te'vil etmezdi
Ona göre, Peygamber'in Mi'râc'da Rabbini gördüğüne ve-mü'minlerin de kıyamet
günü O'mı göreceklerine dair sahih hadîsler vardır. Elbette İranlara inanmak
gerekir. Bunlar üzerinde) münakaşa etmek bid'attir. (Bak: İbnul-Gevzî, adı
geçen el-Menakıb, s. 172, 173.) Çeviren.
[76] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/405.
[77] Şurâ Sûresi, 38.
[78] Emirlerin başkanlığı altında.Çeviren.
[79] Umul-Cevri, adı geçen el-Menakıb, s. 176.
[80] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/407-709.
[81] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/410-411.
[82] Ahmed b. Hanbel'in bu eseri, otUz binden fazla hadis
tfhtivâ eder. O, bunları ikiyüzelli bin hadîs arasından seçtiğini ve bu
eserinin hadîs konusunda İmam olduğunu söyler. Bak: Ahmed Muhammed Şâkir,
el-Bâisul-Hasîs Şerhu thtisari Ulûmil Hadîs, Mısır 1951, s. 210.el-Müsneâ,
birinci defa altı cilt halinde 1313 yılında Mısır'da basılmıştır, Ahmed Şâkir
tarafından tahkik edilerek, ancak 15 cildi yeniden neşredilebilmiştir. Çeviren.
[83] Ahmed Şâkir'in neşrettiği el-Müsned'in mukaddimesine
bakınız.
[84] İbni Ebî Ya'iâ, Tabakatul-Hanâbile el-Muhtasara, s.
133, Şam baskısı.
[85] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/411-413,
[86] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/413-414.
[87] Bu zat, Ebul-Fadl Abdurrahim b. ei-Hüseyin b.
Abdirrahman olup Zeynüddin el-İrakî diye bilinir (öl. 806 H.). Çeviren.
[88] İbni Teymiyye, «Minhâcu's-Sünne» adlı eserinde bu konu
üzerinde durur ve şöyle der: «Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'ine, Ebu Bekr
el-Katiî (öl. 368 H.) birçok mevzu hadîs ilâve etmiştir. Câhiller de, bunları
el-Müsned'de Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiğini sanmışlardır. Bu, çok çirkin
bir yanlıştır.» Bak: Muhammed Ebû Zehra, el-îmam Ahmed b. Hanbel, Mısır 1947,
s. 166. Çeviren.
[89] Diğer
eserleri: Ahmed b. Hanbel, kitap telifini caiz görmediğinden eserleri
kendisinin Ölümünden sonra rivayet ve nakledilmek suretiyle meydana
getirilmiştir. Dolayisiyle onun el-Müsned'den başka birçok eserler
bilinmektedir :
1 — Kitabu's-Sünne, 2 —
Kitabu'z-Zühd, 3 — Kitabu's-Salât (1223 H. yi lında Kahire'de basılmıştır), 4 —
Kitabul-Verâ vel-tmân, 5 — Kitabu'r Reddi ala'I-Cehmiyye Ve'z-Zenâdika, 6 —
Kitâbu'I-Eşribe, 7 — Kitabu'l Mesâil, 8 — Cüz' fi UsûIi-Sünne, 9 —
Fadâilu's-Sahâbe, 10 — er-Reddü alâ Men iddea't-Tenakuda fil-Kur'ân, 11 —
et-Tefsîr, 12 — en-Nâsii vel-Mensûh, 13 — et-Tarîh, 14 — Hadîsu Şulte, 15 —
el-Mukaddem veT Muahhar fil-Kur'ân, 16 — Vüeûbâtul-Kur'ân, 17 — Mcnâsiku'1-Kebî
ve's-Sagîr, 18 — el-Ceirhu ve't-Ta'dil, 19 — Kitabul-İlel ve Ma'rifetu'r-Ricâl.
(Bak: llmu'I Cevzî el-Menakib, s. 191; Brockelmann, GI. 181, SI 309.)
«Kitabul'İlel ve
Ma'rifetü'r-Ricâl» adlı eserin Ayasofya (İstanbul) Kütüphanesinde bulunan tek nüshası, İlahiyat
Fakültesi Profesörlerinde) Dr. Talât Koçyiğit ve Dr. îsmail Cerrahoğlu
tarafından iki cilt halind neşredilmekte olup I. cildi Ankara'da 1963 yılında
İlahiyat Fakültesi yi ymlan arasında çıkmıştır. Sayın Prof. M. Tayyib Mariclin
hem Arapçi hem de Türkçe bir önsözünü ihtiva eden bu eilt'de Talât Koçyiğit'in
d Türkçe uzun bir mukaddimesi vardır. Çeviren .
[90] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/414-415.
[91] Bu fetva, Uz. Ali'ye aittir. Yani böyle bir kadın
hâmile olmasaydı dört ay on gün iddet bekliyecekti. Uz. Ali'ye göre kocasının
Ölümünden hemen sonra doğum yapan kadımn îddetmi dört ay on süne
tamamlar.Çeviren.
[92] İlam el-Mavakkün, c. I, ş. 22.
[93] Aynı eser.
[94] Bu zat, Ebû Bekr el-HalIâl diye bilinir, Asıl adı, Ahmed
b. Muhammed b. Harun'dur (Öl. 311 H.). Ahmed b. Hanbel'in fıkhım yayan ve
gelecek " nesillere intikal ettiren Ebû Bekr el-HallâTdır. Bu zat, Ahmed
b. Hanbel'in fıkhı görüşlerini, mes'ele ve fetvalarım yirmi cildi aşan
«Câmiu'I-Kebir»'inde toplamak suretiyle Hanbelî fıkhına en büyük hizmeti yapmış
ve bu mezhebin hakikî nâkili sayılmıştır. (Bak: İbni Kayyım el-Cevziyye, İlâm
el-Muvaklaîn, c. I, s. 23.) Çeviren,
[95] Aynı eser, s. 26.
[96] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/416-419.
[97] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/419-421.
[98] Hanefîlere göre kıyasın esası, asıl ile feri' arasında
müşterek olan illettir, münasip vasıf değildir. Onlar, illetle münasip vasfı
(hikmeti) birbirinden ayırırlar, onlara göre münasip vasıf, mazbut olmayan ve
şeriatın emir ve nehiylerindeki maslahattır. İllet ise, mazbut olup hüküm balonundan
emir ve nehyin esasım teşldl eder. Gerçi çoğu zaman illetle münasip vasıf
birlikte bulunur. Fakat illet-, hikmetten kuvvetlidir. İbni Teymiyye ve İbni
Kayyım el-Cevziyye gibi Hanbelüer ise, kıyasa esas olarak münasip vasfı, yani
hükümdeki hikmeti kabul ederler. Bu da, şeriatın genel amaçlarından elde
edilir, yani maslahatı celb, mazac-ratı defetme prensibine dayanır, (Bak :
Muhammed Ebu Zehra, el-lmam Ahmed b. Hanbel, Mısır 194T, s. 276, 277.) Çeviren.
[99] Yâni Hanefîlerin kıyas prensiplerine güre borcun
havalesi caiz olmamak gerekir. Fakat Hanefîler borcun havalesini, ilgililerin
nzası varsa caiz görürler. Çünkü bunun cevazına delâlet eden bir hadîs-f şerîf
vardır, (Bak: Mecma'u'l-Enmir, İstanbul 1310, c. II, s. 146.) Ayraca, havale,
alım-satım nev'inden değil, hakkı Ödemek nev'indendü. Borçlu borcunu bîrine
havale ettiği zaman kendisi bir nevi borçtan 'kurtuluyor ve borç havaleyi kabul
eden kimsenin zimmetine giriyor. (Bak: Muhammed Ebû Zehra, el-lmam Ahmed b.
Hanbel, s. 279, Mısır 1947.) Çeviren.
[100] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/421-422.
[101] İ’lamul-Muvakkım, c. IV, s. 313.
[102] İbnî Kayım el-Cevziyye, et-Turukul-Hikmiyye, s. 239.
[103] Aynı eser, s. 227.
[104] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/422-424.
[105] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/424.
[106] İ’lamul-Muvakkıin, c. I, s. 119.
[107] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/424-426.
[108] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/426-427.
[109] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/428.
[110] Asıl adı, Ahmed b. Muhammed b. Hâni'dir. Çeviren.
[111] Tam adı, Abdulmeük b. AbdoDıamid b. Mihran'dır.
Çeviren.
[112] Asıl adı, Ahmed b. Muhammed b. el-Haccâc'dır. Çeviren.
[113] Tam adı, Harb b. İsmail el-Hanzali b-Kirmânî'dir. Çeviren.
[114] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/428-429.
[115] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/430.
[116] Adı, Abdurrahman b. Âhmed'dîr (Öl. 795 H.). Çeviren.
[117] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/430-433.
[118] Bu isim, Türkçemizde «Suud» şeklinde söylenmektedir.
Çeviren.
[119] Esed b. el-Furât, bir ara Hanefi mezhebini benimsemiş
ve Mağrib'de bu mezhebi yaymaya çalışmıştır. Çeviren.
[120] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/433-434.