Naklî
İlimlere Ait Metodu Ve Görüşleri
Vahdâniyyetle
İlgili Görüşleri
Teşbih
İfade Eden Lâfızlarla İlgîlî Görüşleri
Cebr
Ve İhtiyar Hakkındaki Görüşleri
Kebîre
İşleyenler Hakkındaki Görüşleri
İbni
Hazm'e Göre Seri Deliller
Rivayet
Bakımından Sünnetîn Kısımları
Îbni
Hazm'den Sonra Zahiri Mezhebi'nîn Durumu
Asıl adı Ali b. Ahmed
b. Saîd b. Hazm b. Galib b. Salih b. Ebî Süfyan b. Yezid olup künyesi Ebu
Muhammed'dir. O, eserlerinde kendisinden bu künye ile bahseder. Kısaca İbni
Hazm denmekle meşhurdur. Babası Ahmed[2]
Endülüs Emevî Devletinde mühim mevkii olan bir aileye mensuptur, İbni Hazm,
kendisinin tran asıllı bir aileye mensup olduuğnu, îran menşeli olan dip
dedesinin, Muaviye'nin kardeşi Yezid b. Ebi Süfyan'm azatlısı bulunduğunu söyler.
Buna göre o, velâ' (azatlı olma) yönünden Kureyşli, milliyet yönünden de
İranlıdır. îbni Hazm, bu velâ' sebebiyle Emevîlere fazla bağlılık gösterir,
onları sevmeyenleri sevmez ve dostlarına karşı dostluk gösterirdi. Bu, İbni
Hazm'in en bariz sıfatı olan vefakârlığından ileri geliyordu.
Îbni Hazm, nesebine
dil Uzatanlara asla hak vermez. Ebu Mervan b. Hayyan, İbni Hazm'in soyca îranlı
oluşunu inkâr etmiş ve tam olarak soyunun belli olmadığını söylemiştir. Ona
göre bu ailenin durumunu yükselten îbni Hazm'in babası Ahmed'dir. Fakat biz,
İbni Hazm'in kendi nesebi hakkında verdiği bilgiyi yalan sayamayız. Çünkü o,
kendi soyunu herkesten daha iyi bilir. Ailesi, Emevî hanedanına hizmete devam
etmiş, Emevîler Endülüs'e geçip bir devlet kurdukları zaman bu aile de onlarla
birlikte buraya gelmiştir.
İbni Hazm'in dip
dedesi, Yezid b. Ebî Süfyan ile velâakdettiğine göre, onun ailesi çok eski
tarihlerde îslâm Dinini kabul etmiştir. İbni Hazm'in Hristiyan bir aileye
mensup olduğuna ve ailesinin yalan bir tarihte müslümanliğı kabul ettiğine ve
Leble'nin Arap olmayan unsurlarından olduğuna dair îbni Hayyan'ın ileri
sürdüğü iddia önemsizdir.[3]
Araştırıcı, hiçbir
ilim adamının kendi doğum tarihini kesin olarak belirttiğini göremez. Fakat
îbni Hazm, kendisinin doğum tarihini yalnız günü, ayı ve yılı ile değil, tam
saati saatına tesbit etmiştir. Îbni Hazm kendisi, Kadı Şâid'e[4] 384
H. yılı Ramazan ayının son günü, şafak söktükten sonra ve güneş doğmadan önce
dünyaya geldiğini yazmıştır. Bu, mensup olduğu ailenin çocuklarımn doğumuna
çok önem verdiğini gösterir. Elbette bu da fikrî bir terakkinin eseridir.
İbni Hazm, o çağda hem
Avrupa'nın ilim merkezi olan, hem de bağrında ilim, marifet, ümran ve
medeniyyet hazinelerini taşıyan ve islâm'ın medeniyyet merkezlerinden biri
bulunon Kurtuba'nın doğu kesiminde dünyaya gelmiştir.
İbni Hazm, devlet
katında büyük mevkii olan zengin bir aile muhitinde büyümüştür. Fakat o, mevki'
ve mal peşinde koşmamak ve ilim tahsil etmekle yükselmiştir, ilmi, bizzat ilim
olduğu için tahsil etmiştir. Rivayet edildiğine göre îbni Hazm el-Muvatta'ı
şerheden el-Bâcî[5] ile bir münazarada
bulunmuştur. «Nefhu't-Tib»'de bu münazara şöyle anlatılır:-
el-Bâcî;
— «Benim
ilim tahsilindeki himmetim senden daha büyüktür. Çünkü sen, ilmi altından
yapılmış lâmba ışığında ve her türlü imkânlar içerisinde tahsil ettin. Ben ise
onu, çarşıdaki kandilin ışığı altında tahsil ettim.» dedi.
İbni Hazm de;
— «Bu söz
senin lehine değil aleyhinedir. Çünkü sen ilmi, halini benim halime çevirmek
için tahsil etmişsin. Ben ise onu, bildiğin ve söylediğin şartlar içerisinde
tahsil ettim. Onunla sadece dünya ve ahrette ilmî bir yüceliğe erişmek
istedim» dedi.[6]
İbni Hazm, İşte böyle yüksek
ve zengin bir ailede doğup büyümüştür. O, önce Kur'an-ı Kerîni'i hıfzetmiştir.
Kendisi, Kur'an'ı evlerinde hıfzettiğini ve O'nu kendisine kadın yakınlarıyla
cariyelerin hıfzettirdiğini söyler.[7]
Bu kadınlar, îbni Hazine okuyup yazmayı ve
güzel yazı (Hat) sanatını öğrettikleri gibi, onun yalnız eğitim ve öğretimiyle
uğraş- mamışlar, aynı zamand ı onu çucukluk ve gençlik çağının şiddetli fitnelerinden korumak çin çok titizlik göstermişlerdir. Kendisi bu
hususta şöyle der:
Ben, çocukluk ateşi
ile gençlik.şirretinin alevlendiği,, delikanlılık çağının insanı"
aldattığı sırada kadın ve erkek gözcülerin yanında kapalı idim. Nefsine hâkim
olup aklım yetince Ebu'l-Hasan b. Ali el-Fasi'nin yanıncia kaldım. Bu zat,
dünyaya karşı zühd sahibi olma ve ahiret için çalışma, takva ve sağlam bir
ibadet bakımından kendisinden öncekilerden âlim, âmil ve akıllı idi. Onun
özürlü olduğunu zannederdim. Çünkü o, hiç evlenmemişti. îlim, amel, dindarlık
ve takva bakımından onun bir benzerini görmedim. Allah, benî ondan çok
faydalandırdı. Ben, kötülüğün ne demek olduğnu, günah işlemenin fenalığını
ondan öğrendim. Ebu'l-Hasan — Allah, ona rahmet eylesin— hak yolunda [8]ölmüştür.[9]
İbni Hazm, câriye ve
kadınların eğitimi, erkek ve âlimlerin öğretimi ile yetişmiştir. Öncekiler
onun duygularını kontrol etmişler, ona Kur'an, hadis ve ince zevki Öğretmişlerdir,
Sonrakiler de fikri, kalbi ve ruhu ile onu âhiret işlerine sevketmişîerdir.
İbni Hazm'in hayatı
mesut bir hayat idi, çetin değildi. Yani o, huzurlu ve refahlı bir hayata
sahipti. İbni Hazm'in bu hayatı böyle devam etseydi, belki o,-güçsüz ve önemsiz
bir şahsiyet olurdu. Çünkü refahlı bir hayat, ahlâkî yönden gevşeklik meydana
getirir ve kişileri arıklaştırır.
Allah Teâlâ, İbni
Hazm'in muhaliflerini şiddetli müdafaası ile kayaya çarpılmış yüzler gibi
şaşkına çeviren bir şahsiyet ve karakter olarak ortaya çıkmasını takdir
etmiştir. Allah, onu saadet-ve refah ile imtihan ettiği gibi maddî sıkıntı ile
de imtihan etmiştir, îbni Hazm, onbeş yaşında iken ailesinde büyük bir sıkıntı
belirmiş ve içinde bulunduğu refah, sefalete çevrilmiştir. Bundan sonradır ki
ailesi ıztırap kadehini tatmıştır. Çünkü, babası Endülüs Emevî hanedanı
vezirlerinden idi. Hişam el-Müeyyed (öl. 403 H.) tahta geçtiği zaman çocuktu.[10] Birçok şiddetli karışıklıklar çıkmıştı. Bu
sırada Endülüs Emevî Halifesi, mânâsız bir isimden ibaret olmuştu. Bundan sonra
Emevî hanedanı mensupları arasında şiddetli taht kavgaları başgöstermiştir. Bu
konuda sözü İbni Hazm'e bırakalım. O, ailesinin maruz kaldığı durumu büyük bir
tasvir gücüne sahip olan kalemiyle anlatırken şöyle der:
«Emiru'l-Mü'minîn Hişam
el-Müeyyed tahta çıktıktan sonra birçok felâketlere uğradık. Onun devlet
erkânının tecavüzlerine maruz kaldık. Zindana atılma, sürgün edilme ve ağır
para cezasına çarptırılma gibi şeylerle imtihan edildik. Fitne, alabildiğine
şiddetlenip her tarafı sardı. Bu fitne, bütün insanları ve özellikle bizi, vezir
olan babam ölünceye kadar bırakmadı. Biz bu haller içerisinde iken, Hicrî 402
yılı Zilka'de ayının bitmesine iki gün kala Cumartesi günü ikindiden sonra
babam vefat etti.»
Sıkıntı ve felâketler,
İbni Hazm'in yumuşak ruhunu olgunlaştırmış ve onu güçlü bir irade sahibi
kılmıştır. Bu sırada İbni Hazm ailesinin yeni evleri yağma edihniş ve onlar da
eski evlerine gitmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra mihnet ve felâketler,
kendilerini Endülüs'ün merkezi olan Kurtuba'dan Meriye'ye gitmeye mecbur
etmiştir.[11]
İbni Hazm'in
gençliğinin baharında ailesinin basma gelen felâket, bu aileyi izzet ve
ikbalden uzaklaştırıp sürgün ve mallarının talan edilmesine maruz bırakmıştır.
Fakat onu, zenginlikten fakirliğe düşürmemiştir. Çünkü, büyük bir kısmı gitmiş
ise de, ellerinde kalan mal yine de az değildi. Fakat, vezir oğlu İbn Hazm,
kendisi de vezir olarak yetişmek istiyordu. Çünkü o devirde veraset kanunu,
kan ve şekil verasetine inhisar etmiyor, makam ve iş verasetini de içine
alıyordu.
Bu felâketler, İbni
Hazm'i yalnız ilme yöneltmiştir. O, yalnız ilimle yücelik duyardı. Gerçi
hayatına bir ara siyaset de karışmıştır. Fakat bu, geçici ve Emevîlere karşı
gösterdiği vefakârlığın bir neticesi olmuştur.
İbni Hazm ilme
yönelmiştir. Ailesi de onun için ilim yolunu kolaylaştırmıştır. O, küçük iken
ilmi tatmıştı. Büyüdüğü zaman da ruhunda ilmin zevkini duyuyordu. Bu yüzden o,
kendisini İlme vermiştir.
İbni Hazm, önce Kur'an
ilmine, sonra hadis rivayetine ve din
ilmine yönelmiş, bütün bu ilimlerde en yüksek mertebeye ulaşmıştır. Daha sonra
da fıkha yönelmiştir. Fakat gençliğinde kendisini tamamen fıkha vermemiştir.
Ancak o çağda dil, hadis, Kur'an, hikmet ve felsefe gibi ilimlerde meşhur olan
kimselerin kültürüne yetecek kadar fıkıh öğrenmiştir.
O, önce fıkhı, îmam
Mâlik'in mezhebine göre öğrenmiştir. Çünkü Endülüs ve Kuzey Afrikalıların
mezhebi bu idi. Zehebî'nin «Tezkiratu'l-Huffaz»mda bir çağdaşından şöyle
rivayet edilir: «Biz Be-lensiye (Valansiye)'de Mâlikî mezhebine göre okuyorduk.
Bir gün Ebu Muhammed b. Hazm bizi dinledi ve hayret etti. Sonra hazır bulunanlara
fıkha dair şeyler sordu. Kendisine verilen cevaplara itiraz etti. Hazır
bulunanlardan birisi ona; «Bu, senin şuradan buradan topladığın şeylerden
değildir» dedi. Bunun üzerine Ibni Hazm, kalktı gitti. Evine varıp içeri
kapandı ve hiç dışarı çıkmadı. Biray geçtikten sonra biz oraya gittik. îbni
Hazm en güzel bir şekilde münazara yaptı ve: ben hakka tâbi oluyorum, ictihad
yapıyorum, hiç bir mezhebe bağlı kalmıyorum, dedi.»
îbni Hazm önce Maliki
mezhebine yönelmiş ve okuduğu hadis kitapları arasında el-Muvatta'ı da
okumuştur. Fakat Mâlikî mezhebini incelerken hür olarak hareket etmeye
çalışmış, diğer fıkhî mezheblerden üe bazı görüşleri almayı tercih etmiş ve
herhangi bir mezhebe bağlı kalmamıştır. Şüphesizdir ki bu sırada o, îmam
Şafiî'nin «îhtilafu Mâlik» adlı kitabını okumuş, böylece onun îmam Mâlik'in
usûl ve furû'a dair birtakım görüşlerini nasıl tenkit ettiğini görmüştür.
Bu sebepledir ki,
Mâlikî mezhebinden Şafiî mezhebine geçmiştir. Şafiî mezhebini incelerken
Iraklılardan Abdurrahman b. Ebi Leylâ, îbni Şübrume, Osman el-Bettî, kıyas
fakihlerinin başı Ebu Hanife ve onun talebeleri Ebu Yûsuf, Muhammed b.
el-Hasen, Zufer b. el-Hüzeyl ve diğerlerinin mezhebleri hakkında bilgi sahibi
olmuştur.
Bu mezhebler arasında
Şafiî mezhebi İbni Hazm'in hoşuna gitmiştir. Belki de onun en çok hoşuna
giden, Şafiî'nin nass'lara sımsıkı bağlı kalışı, fıkhı nass'dan veya nassa
hamletmekten ibaret sayışı, istihsan ve masâlih-i mürseleye göre fetva
verenlere şiddetli bir şekilde hücum edişi olmuştur. Çünkü Şafiînin ıstılahında
istihsan, mesâlih'i de içine almaktadır. Şüphesiz İbni Hazm, Şafiî'nin
«Ibtâlu'l-îstihsan» adlı kitabını da okumuştur.[12]
Fakat İbni Hazm, Şafiî
mezhebinde kısa bir zaman kalmış, Davûd ez-Zahirl gibi o da bu mezhebi
bırakmıştır. Daha sonra tıpkı Dâvûd ez-Zâhirî gibi, Şafiî'nin istihsanı iptal
etmek için kullandığı delillerin, kıyas ve bütün re'y şekillerini iptal etmeye
elverişli olduğunu kabul etmiştir.
Üstelik Endülüs'te
birbirini takibeden bir kısım alimler, Zahirî mezhebi için bir zemin
hazırlıyordu. Bilhassa İbni Hazm'in hocası Mes'ul b. Süleyman, bu konuda önemli
bir adım atmıştır. Bu zühd ve takva sahibi ilim adamı, bütün mezheblerin
nass'lara uygun düşen görüşlerini seçiyor, nass'lara dayanarak hüküm çıkarmak
için ictihad yapıyor ve nass'lardan başkasına itimat etmiyordu.[13]
Emevî hanedanı
mensupları arasındaki çekişmeler sürüp gidiyordu. Babası gibi İbni Hazm de, bu
hanedana bağlı idi. Bu çekişmeler devam ederken İbni Hazm, gençliğinde
babasının kendisine tavsiye etmiş olduğu yolu benimsedi. Bu da, herhangi bir
tarafı diğer bir taraf aleyhine desteklemekten uzak kalmak ve tam olarak
kendisini ilme vermekti. Çekişmeler, Hammûd oğullarının tahtı ele geçirmesiyle
sonuçlandı. Bu Hammûd oğulları alevi idiler, Emevî-lerle aralarındaki
mücadelede çok eski idi.
Böyle bir netice,
Emevî hanedanına bağlı olan îbni Hazm'i çok üzmüştür. Öte yandan îbni Hazm'in
hem şahsı, hem de ailesi için baskı artmıştı. Çünkü İbni Hazm, Emevilere
bağlılığı ile meşhurdu. Bu kez îbni Hazm, karşılaştığı baskıya sükunetle veya
ilmî çalışmalarına devam etmekle mukabelede bulunmadı. Aksine o, diğer baskıya
uğrayanlarla birlikte Emevîlerden, hak sahibi olduğunu iddia ederek, ayaklanan
Murtaza Abdurrahman b. Muhammed'e katıldı. Kendisi bu ktonuda şöyle der:
«Emîru'i-Mü'minîn Murtaza Abdurrahman b. Muhammed'in ortaya atılışı sırasında,
Belensiye'ye gitmek üzöre deniz yoluyla hareket ettik ve orada ona katıldık.»
İbni Hazm, bu Emevî
emîrini desteklemeye başlamış, fakat onun bu yardımı uzun sürmemiştir. Çünkü
adı geçen Abdurrahman, kuvvetli bir orduya sahip olmadığı gibi, İbni Hammûd
kadar siyaset ve tedbir âahibi de değildi. Bunun,için İbni Hammûd, Abdurrahman
kendi adamlarıyla askerlerini toplamadan onu öldürmek için bit düzene başvurmuş
ve Öldürtmüştür. Bunun üzerine ayaklanma, olayı sona ermiş ve adamları onun
siyasî emelini gerçekleştirecek bir Inıvyet .gösterememiştir. Hattâ onlar
.baskıya, sürgüne» esirlik va prangaya vurulmak gibi cezalara uğramışlardır.
İbni Hazin,
Abdurrahman'ın harekâtına katılmış, onunla birlikte Gırnata'yı istilâ etmek
üzere yürüyüşe geçen ordu ile sefere çıkmıştır.[14]
Fakat Abdurrahman maksadını tamamlamadan öldürülmüştür. Böylece İbni Hazm,
yenilgiye uğramış bir kimsenin akıbetine maruz kalmış, esir edilmiş ve bir
müddet esarette kaldıktan sonra, 409 H. yılında serbest bırakılmıştır.[15]
İbni Hazm, tekrar ilme
dönmüş, durumu sıkıştığı zaman terkettiği ve altı yıl kadar uzak kaldığı
Kurtuba'ya geri gelmiştir. Kendisi bu konuda şöyle der: «Kurtuba'dan 404 yılı
Muharrem ayının başında çıktım. Sonra oraya 409 yılı Şevval ayında geri
geldim.»
îbni Hazm, sıkıntılı
anlarında sığmağı olan ilme tekrar dönmüştür. Önceki gibi yine fıkıh ve hadis
çalışmalarına başlamıştır. Daha sonra bu çalışmalarına dayanarak, İslâmı
müdafaa etmeye, Yahudi ve Hristiyanların İslâm etrafında meydana getirdikleri
şüpheleri reddetmeye koyulmuş ve bu yönlerden İslama çok faydalı hizmetlerde
bulunmuştur.[16]
İbni Hazm'in önceki
tecrübesinden sonra siyasetten tamamen uzak olması gerekirdi. Fakat o, tekrar
siyasete karışmıştır. Onu siyasete sevkeden şey, Emevî hanedanına olan
bağlılığı ve ailesine iyilikte bulunan bu hanedana yardım etmek arzusudur. Bu
sırada Emevîlerden birisi ayaklanmış olup Kurtuba'lılar onu 418 H. yılından
422 H. yılına kadar desteklemişlerdir. Ebu Muhammed îbni Hazm de hemen onun
yardımına koşmuş ve ona vezir olmuştur. Yakut'un «Mu'cemu'l'Üdebâ» smda şöyle
denilmektedir: «Fakîh Ebu Muhammed (îbni Hazm), Abdurrahman el-Mustazhir Billah
b. Hi-şam'ın veziri idi... Daha sonra o, Hişam el-Mu'tedd Billah b. Muhammed
b. Abdilmelik b. Abdirrahman en-Nâsır'm veziri olmuştur».
Adı geçen Hişam'a
Kurtuba Valisi İbni Cehver, 418 H. yılında bi'at etmişti. Hişam, Lâride'de idi.
Burada üç yıl kalmış, sonra Kurtuba'ya gelmiş ve 422 H. yılında
hal'edilmiştir. Bu zat, Endülüs Emevî hükümdarlarının sonuncusudur. el-Makkarî
onun hal'edilişi hakkında şöyle der:
«Ordu, onu, 422 H.
yılında hal'etti. O da Lâride'ye kaçtı. 428 H. yılında öldü. Böylece Emevî
devleti yer yüzünden silinip gitti. Mağrip'de hilâfet teşbihi dağıldı.
Halifelerden sonra Tevaif-i Mülûk ortaya çıktı. Berberi, Arap, Mevâlilerden
emir ve reisler her tarafa dağılarak ülkeyi paylaştılar.»[17]
Hilâfet adına hükümran
olan Emevî hanedanı yer yüzünden silindi. Bu hanedanın ortadan kalkışı, İbni
Hazm'in kesin olarak ilme yönelmesine, kendisinin ve ailesinin bundan sonra
siyasî nüfuz sahibi olmaktan ümidini kesmesine sebep oldu. Onun ilme dönüşü,
İslâm için çok hayırlı olmuştur. Siyasî nüfuz bakımından ümit kırık-.lığına
uğraması ise, vücutça hastalanmasına, ruhî bir perişanlığa düşmesine ve
insanlardan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Bu yüzden İbni Hazm'in yazılarında
daima bir hiddet göze çarpar.[18]
İbni Hazm, zenginlerin
yaşayışına benzer bir hayat sürmüştür. Onun çiftlikleri vardı. Gerçi İbni Hazm,
ailesinin bası mâli gelirinden mahrum kalmıştır. Fakat bu, kendisini fakirliğe
düşürmemiş veya o, zenginliğini kaybetmemiştir. Şu kadar ki İbni Hazm, kaybettiği
şeyleri acı acı ve üzüntü ile anlatır. Bir arkadaşına göndermek üzere kaleme
aldığı «Tavku'I-Hamâme» adlı kitabının sonunda şöyle der:
«Sen biliyorsun ki
zihnim karışık ve gönlüm muztariptir.
Çünkü; biz yurttan uzak düşmüş ve vatandan kovulmuşuz. Zaman değişmiş, sultanın zulmüne uğramışız.
Arkadaşlar değişmiş, vaziyetler kötüleşmiş, günler bambaşka olmuş, bolluk
gitmiş, yeni ve eski bir şey kalmamış, baba ve atalarımızın, kazandıkları yok
olmuş, vatanda gurbet başlamış, mal ve mevki' gitmiş, bütün düşünce aile ve
çocukları korumakla meşgul, âile yurduna dönme ümidi yok, zaman ile boğuşmak
ve kaderdekileri beklemek çok acıdır. Allah, bizi ancak şekvası kendisine
olanlardan etsin, bizi yine alıştığımız o nimete kavuştursun. Onun bize
bıraktığı aldığından çoktur. İhsanları bizi kuşatmaktadır. Bize verdiği
nimetler sayısız olup şükrü ödenemez. Her şey onun lütuf ve ihsanıdır. Bizim
kendi üzerimizde bir hükmümüz yoktur. Biz O'ndanız, dönüşümüz de O'nadır.
Emanet olan her şey, emanet sahibine dönecektir. Önce de sonra da, başlangıçta
da sonuçta da hamd O'nadır.»[19]
Bu metinden
anlaşılıyor ki İbni Hazm, zamandan şikâyet etmektedir. Fakat, bunda teslimiyet
de vardır. Bu metin gösteriyor ki İbni Hazm'in elinde kalan malı ihtiyacından
fazla olup kaybettiği mal kendisini maişet sıkıntısına düşürmemiştir. Belki
şikâyet ettiği şey, mevkiini kaybedişidir. İşte tatmış olduğu acı budur. Bu
ise; nüfuzlu bir ailede doğup büyüyen ve sonra da bundan mahrum olan kimselerin
duyacağı şeydir. Bununla beraber İbni Hazm, dünya mevkiine karşılık günümüze
kadar kendisini ebedîleştiren ilim mevkiine sahip olduğu halde vezirlik ve
saltanatlı günlerini unutamamıştır.[20]
Cennet misali Endülüs
şehirlerinde İbni Hazm seyahatlere başlamış, nereye gelmişse orada kolayca
oturma ve refahlı bir.yaşayış imkânına kavuşmuştur. O, bu seyahatleri sırasında
kendi fıkıh ve görüşlerini yaymıştır. Arapçaya hâkim oluşu; hikmet, felsefe ve
cedel metodlarmı bilişi, her yerde gençleri kendisine çekiyordu. Dolayısiyle
gençler, İbni Hazm'in etrafını çeviriyor, görüş ve fikirleri de onları
sarıyordu. İbni Hazm'in görüş ve fikirleri onların düşüncelerinde gözle
görülür bir tesir icra ediyordu. Bu seyahatler, İbni Hazm'in hem ruhunu huzura
kavuşturuyor, hem de kendi fikrini yaymasına vesile oluyordu.
İbni Hazm, bu
seyahatlerinin birinde el-Bâci ile karşılaşmış ve aralarında fıkhî münakaşalar
olmuştur. el-Makarrî, onların bu karşılaşmalarını naklederken şöyle der:
«O, (el-Bâcî
Endülüs'e) gelince îbni Hazm'in gözlerinde bir parlaklık görmüştür. Ancak İbni
Hazm, mezhebin dışına çıkıyordu. En-dülüs'de onun ilmiyle kimse meşgul
olmuyordu. Fakihler onunla mücadele etmekten âciz kalmışlardı. İbni Hazm'in
görüşlerine câhil halktan bir zümre bağlanmıştı. Mayorka,adasına gelince ilmî
sahada buranın reisi olmuş ve Mayorka'lılar ona . bağlanmışlardı. Ebu'l-Velîd
(el-Bâcî) gelince halk bunu kendisine haber vermiş, o da İbni Hazm'in yanma
varıp münazaraya tutuşmuş ve onun yanlışlarını ortaya koymuştur. el-Bâcî'nin
böyle onunla bir çok münazara meclisleri vardır.»[21]
Bu münazaralar, İbni
Hazm'in olgun bir yaşa gelmesinden sonra, yani gençlik çağını aşıp orta
yaşlarına ulaştığı zaman olmuştur. el-Bacî'nin Endülüs'e ancak, 440 H. yılında
gelmiş olduğu tesbit edilmiştir. Buna göre işaret ettiğimiz münakaşalar bu
tarihte cereyan etmiştir ki, İbni Hazm bu sırada elli yaşını geçmişti.
îbni Hazm, birçok
emirlerin yardımından mahrum olmuştu. Ona, ancak arkadaşları ve valilerden bazı
bilginler destek oluyorlardı. İbni Hazm'in Mayorka adasındaki ikameti, buradaki
ilmî riyaseti ve bura halkının kendisine hayranlığının sebeplerinden birisi,
onun arkadaşı Ahmed b. Raşîk (öl. 440 H.)'in Mayorka valisi oluşudur. Bu vali,
îbni Hazm'i desteklemekte ve ona yardım etmekteydi.
Adı geçen valinin
ölümünden sonra İbni Hazm'in durumu hükümet yanında zayıflamış, geldiği her
yerde olduğu gibi burada da fakihler İbni Hazm aleyhinde tezahürata
başlamışlardır, Bu maksatla Ebu'I-Velid el-Bâcî'de,n medet umumuşlardır. Bunun
üzerine el-Bâcî, İbni Hazm ile münakaşa etmiş ve İbni Hazm'in fikirlerini
hazmedemiyenlerin iddiasına göre el-Bâcî onu yenmiştir.
İbni Hazm Mayorka'dan
münakaşada yenilmiş olarak değil, kendisini destekleyen yardımcıyı kaybettiği
için gitmiştir. el-Bâci'nin bu galibiyeti, hüccet ve burhana değil, bilâkis
adamlarının sayıca çokluğuna bağlıdır.
İbni Hazm'i fakihlerin
suçladıkları şey; Mâliki mezhebine muhalefet edişi, hattâ bu mezhebe saldırışı
ve re'yi fıkhı bir metod olarak benimseyen fakihlerin büyük çoğunluğunun
görüşlerini şiddetle yere çalışıdır. Çünkü İbni Hazm, yalnız nass'lara
dayanıyor, kendi hesabına sadece nass'larm fıkıh olduğunu ve bunlardan başka
bir fıkıh bulunmadığını söylüyordu. Ona göre aklın bu nass'ları anlamaktan
başka bir vazifesi yoktur. Eğer akıl, nass'lardan ileri giderse ortaya
koyacağı şeylerin şer'î hüküm olması mümkün değildir.
İbni Hazm, Mayorka'dan
ayrıldı ve diğer Endülüs şehirlerinde dolaşmaya başladı. Kitaplarını da yanında
taşıyordu. Dili ve kalemi son derecede keskin ve kuvvetli olan İbni Hazm,
inandığı şeyleri şiddetle ve fütursuzca savunuyordu.[22]
İbni Hazm, Endülüs'te
hayli dolaştıktan sonra 439 - 464 H. yıllarında iktidarda olan el-Mutazıd b.
Abbâd'm hükümdarlığı zamanına rastlayan senelerini İşbiliye'de geçirmiştir.
el-Mutazıd, artık
ihtiyarlamış olan bu büyük âlime hiçbir saygı duymamıştır. Hattâ ona kin
beslemiş ve ruhi bir ceza tatbik etmiştir ki, bir âlim için bundan daha fena
bir ceza düşünülemez...İşte bu ceza, onun kitaplarını yaktırmak olmuştur.
Şukadar ki birçok tecrübelerle karşılaştıktan, kaderin acı ve tatlı
şerbetlerini içtikten sonra bu felâketin gelişi onu fazla üzmemiştir. Bunları
ve adı geçen el-Mutazıd'm soyunu kısaca anlatmak istiyoruz: el-Mutazıd, Kadı
Ebu'l-Kasım Muhammed b. îsmâîl b. Abbad el-Lahmî'nin oğludur, Abbad oğullan
hanedanının kurucusu adı geçen kadıdır. îşbiliye'li-ler onu, Hammûd oğulları
devrinde ve bu hanedanın zayıflaması üzerine emir olarak ilan etmişlerdir: Bu
zat, İşbiliye ve çevresini, ulemâ ve ileri görüşlü kimselerden seçilerek
kurulan bir şûra meclisi ile idare etmiş, memleket işlerini, 439 H. yılında
ölünceye kadar güzel bir şekilda yürütmüştür.
Bundan sonra işbaşına
gelen oğlu el-Mutazıd, şûra meclisinden yardım görerek babasının yolunu takip
etmiştir. Fakat birden bire istibdat hevesine kapılmış ve şartlar da kendisine
yardım etmiştir. Lâkin o, bu istibdat fikrini nasıl gerçekleştirecekti? Babası,
gücünü millet tarafından seçilen bir meclisin iradesinden alıyordu. O, iktit
darı eline aldığı zaman Emevî ve Abbasîlerde olduğu gibi soyca her hangi bir
hilafet hanedanına mensup değildi. Bununla beraber o, bu makamı ele
geçirmesinde beis görmemişti. Çünkü, iktidarı Eme-vi halifelerinden Hişam b.
el-Hakem el-Müeyyed'den aldığını ve bu zatın hâlen yaşadığını iddia ediyordu.
Halbuki adı geçen Hişam, 422 H. yılında ölmüştü. Söylendiğine göre yukarıdaki
iddia, el-Mu'tazıd'-ın babası olan kadı (Ebu'l-Kâsım Muhammed b. İsmail
tarafından ortaya atılmıştır. Ekseriyetin kanaatma göre işe, bu iddiayı
el-Mu'ta-zıd kendisi ortaya atmıştır.
Böyle bir uydurmaca
karşısında İbni Hazm susamazdı. Bu iddia onun bağlı olduğu insanları
ilgilendiriyordu. Bu sebepten o, «Naktu'l-Arûs» adlı küçük eserinde keskin
diliyle bu iddianın iç yüzünü ortaya dökmüştür. îbni Hazm, bu eserinde şöyle
demektedir:
«Öyle bir uydurmaca
ki, tarihte bunun misli görülmemiştir. Hişam b. el-Hakem el-Müeyyed'in
ölümünden 22 sene sonra Husrîler-den bir adam çıkıyor ve kendisinin Hişam
olduğunu iddia ediyor, kendisine bi'at ediliyor, bütün Endülüs minberlerinde
muhtelif, zamanlarda onun adına hutbeler okunuyor, onun için kanlar, dökülüyor
ve ordular birbirine giriyor.»[23]
İşte el-Mu'tazıd veya
babası, adı geçen Hişam namına hükümdarlık yapıyorlardı. İbni Hazm ise
bunların iddiasını açıkça çürütüyordu. el-Mu'tazıd da şiddetli ve katı kalbli
bir insan olup gayesini gerçekleştirmek için onu yolundan hiç bir duygu
alıkoymuyordu. Hattâ o, bu yolda oğlunun kendisine suikast hazırladığını
öğrenince onu dahi öldürtmüştü. el-Mu'tazıd, kendisinin aleyhinde atıp tutan
kör bir şahsın malını müsadere etmiş, o da Mekke'ye kaçıp Beytu'l-Haram'da
el-Mu'tazıd'a beddua ederek yine aleyhinde bulunmuştur. el-Mu'tazıd da birini
gönderip onu zehirleterek öldürtmüştür.
îbni Hazm'in kitaplarını
yaktıran İşbu el-Mu'tazıd'dır. Fakat, bu işi nasıl gerçekleştirmiştir? Her
yerde âlimler, îbni Hazm'in görüşlerine karşı tahammülsüzlük gösteriyorlardı.
Bilhassa onun İmam Mâlik'in görüşlerine hücum edişi, Şark ve Garb fakihlerinin
büyük çoğunluğuna aykırı bir içtihad metoduna sahip oluşu düşmanlarını
artırıyordu. Yukarıda gördük ki, Îbni Hazm, Mayoçka'dan âlimlerin gazabına
uğrayarak uzaklaşmıştı. Elebette îşbiliye'de de böyle bir gazabla
karşılaşacaktı.
Burada, bu büyük
âlimin inancı uğruna karşılaştığı iki çeşit gazabın mevcudiyetini görüyoruz:
1 —
Âlimlerin gazabı,
2 — Emîrin
gazabı.
Çünkü İbni Hazin, Emîrin
kendisinin veya babasının ortaya attığı Hişam adına hükümet iddiasını ibtal
ederek, onun iktidarını çürütüyordu. Emîr, bunun intikamını elbette alacaktı.
O, bunu gerçekleştirmek için âlimleri müdafaa kisvesine büründü ve İbni
Hazm'in kitaplarını yaktırdı. Zira âlimler, onun kitaplarını tanımıyorlardı.
Îbni Hazm için kitaplarının yakılması en büyük işkence sayılmıştı. Fakat o, bu
ruhî işkencenin altında kalacak bir kimse değildi... O, muarızlarının,
kâğıtları yaktıklarını, aslında kitaplarından hiçbir şey yakamadıklarmı
söylemiştir.
Bundan anlaşılıyor ki,
îbni Hazm'in kitaplarının bütün nüshaları yakılmamıştır. Çünkü talebeleri, her
yerde onun kitaplarını muhafaza ediyorlar ve nüshalarını çoğaltıyorlardı.[24]
Alimler, îbni Hazm'in
ilmine karşı çekemezlik göstermişler, emirler de onun ahlâkını ve kuvvetli
cesaretini hazmedememişlerdir. Îbni Hazm bundan dolayı çok yer dolaşmış, ilmini
gençler arasında yaymış ve her yerde âlimlerin kin ve kıskançhklanyla karşılaşmıştır.
Emirlerden onu destekleyen çok az olmuş; ekseriya emirler ona değil, âlimlere
yardım etmişlerdir. Îbni Hazm'i öyle güç bir duruma sokmuşlardır ki nihayet o,
ailesinin Kurtuba'ya gelmeden önceki memleketi olan küçük bir köye[25]
sığınmıştır. Burası Leble bölgesinde olup orada Îbni Hazm'in bir çiftliği
vardı. O, kendisini burada sükûnet ve huzur içerisinde ilmî araştırmalara
vermiştir. Fakat, bir çok eserlerinde görüldüğü gibi devamlı bir üzüntü
içindeydi. Yanına gençler gelip onu dinliyorlar ve kendisinden ilim tahsil
ediyorlardı. İbni Hayyan bu konuda şöyle der:
«Melikler (Emirler),
Îbni Hazm'i kendilerine yakın yerlerden uzaklaştırıyorlar ve memleketlerinden
sürüyorlardı. Nihayet onu yalnızlığa mahkûm ettiler. O da, Leble çölündeki
memleketinin toprağını tercih etmiş ve burada 456 H. yılında ölmüştür. İbni
Hazm, burada tamamen serbest idi. Onların (âlimlerle emirlerin) kendisiyle bir
ilgisi yoktu. O, memleketin vahalarından kendisine gelen ve ondan umumi olarak
istifade etmek isteyenlerle hiçbir şeyden korkmayan genç talebelerine ilmini
öğretiyordu. Onlara hadis rivayet ediyor, fıkıh anlatıyor ve bunları
yetiştiriyordu. O, ilimle meşgul olmayı, telife devamı ve çok eser yazmayı
elden bırakmıyordu.»[26]
Kısaca, İbni Hazm
sürgün edilmiş fakat, ilmi gizlenememiştir, İbni Hazm'i sürgün edenler ve
nihayet onu köyünde oturmaya mecbur kılanlar, ondan fışkıran ilim nurunu
söndürmek istemiştir. Allah da bu ilmi tamamlamayı murad edip öğrenmek
isteyenlere onu müyesser kılmıştır. Tarih, îbni Hazm'i sürgün edenlerin adını
silmiştir. Onun ismi ise bütün müslüman âlimleri, hattâ bütün insanlar
arasında olanca parlaklığı ile yaşamaktadır.
İbni Hazm, mal ve büyük
bir nüfuza vâris olmuş, vezirlik makamına gelmiş, fakat bunlann hepsi tarih
içinde kaybolup gitmiş, sadece onun âlimlik sıfatı, tarihin karanlıklarını
yararak günümüze kadar [27]gelmiştir.[28]
İlim adamının
kabiliyet ve istidatları, onun ilmî şahsiyetini meydana getiren ilk unsur ve
ilk kaynaktır.
Allah, İbni Hazm'e
ilim nurundan faydalanması için gerekli sıfatları ihsan etmiştir. Bu
sıfatların başında onun güçlü bir hafızaya sahip oluşu yer alır. O, Peygamber
(S.A.V.)'in hadislerini kolayca hıfzetmiş ve bu konuda büyük hafızlar
mertebesine yükselmiştir. Peygamber (S.A.V.)'in hadislerinin yanında sahâbi ve
tabiilerin fetvalarını da hıfzetmiştir. Çağdaşları onun güçlü hafızasına ve
geniş ihatasına hayran kalmışlardır.
îbni Hazm, böyle bir
hafıza gücüne sahip olmakla beraber, sürat-i intikal ve hazır cevaplılık
bakımından da mükemmeldi. İhtiyaç duyduğu zaman buluşları kendiliğinden
meydana çıkar, mücadele ve münazaralarda ona yardımcı olurdu. O, hem
hasımlarını, hem de onları destekleyen emirleri perişan ederdi.
Bu ilmî iki
meziyetinin yanında Ibni Hazm, derin bir tefekkür sahibi olup mânâ ve hakikat
denizlerine dalardı. Biz bunu, onun İslâm fırkalarını, din ve mezhebleri
incleyişinde açıkça görebiliriz. Keza, bunu, insan ruhlarını aşk yönünden derin
bir şekilde tahlil eden «Tavku'l-Hamâme»[29] adlı
eserinde görebiliriz. «Müdâvâtu'n-Nufûs»[30] adlı
eserinde de onun bu tefekkürünü bulmak mümkündür. Hattâ bu son eseri, insan
nefsini tahlil bakımından onun tefekkür derinliğini daha iyi göstermektedir.
Kendilerini beğenenleri tasvir ederken o, cidden takdiri değer... İbni Hazm
birine, kendisini insanlardan üstün görüş sebebini sorar ve neticeyi şöyle
anlatır:
«Bir kimsenin kendisini
üstün görüşünün ve insanları küçümseyişinin sebebini yumuşaklıkla sordum.
Onun: ben, hürüm hiç kimsenin kölesi değilim, sözünden başka bir şey
söylemediğini gördüm. Ona; gördüğün insanların çoğu bu fazilette seninle
eşittir; onlar da senin gibi hürdürler, dedim. Onda daha fazla bir şey
bulamadım. Bundan sonra, bu gibi insanların hallerini ve bu hallere bağlılıklarını
araştırmaya koyuldum. Bu hususta onların böyle bir gurura kapılmalarının
sebebini öğrenmek için yıllarca düşündüm. Hâlâ da onların hallerinden, maksat
ve sözlerinden ortaya çıkan ruhlarındaki gizli şeyleri araştırıyorum. Neticede
onların üstün bir akla ve esaslı bir görüşe sahip oldukları anlaşıldı. Eğer
zaman, onların ayaklarını bıraksa ve imkân bulsalar, memleketleri güzel bir
şekilde idare ederler. Kendilerinin diğer insanlardan üstün oldukları
anlaşılır. Onlar, mal sahibi olsalar bunu gayet güzel idare ederler. îşte
böyle imkânlardan yoksun oldukları için kendilerini kibir ve gurur istilâ etmiştir»[31]
Allah, İbni Hazm'e
İşte bu aklî kabiliyetleri ihsan etmiştir. İbni Hazm, bu kabiliyetlerinin Allah
vergisi ve ilâhî bir nimet olduğuna, bunun için Allah'a hakkıyla şükretmesi
gerektiğine; eğer o, Allah'a şükretmezse bu nimetleri veren Allah'ın onları
geri alması tehlikesiyle karşılaşacağına inanırdı. Bu sebepten İbni Hazm,
kabiliyet ve istidatlarıyla gurur duyan ve insanlara üstünlük satan kimseleri
kınardı. O, —Allah kendisinden razı olsun— bu konuda şöyle der: «Eğer sen
ilmine hayranlık duyuyorsan, bil ki, bu ilimde senin herhangi bir fonksiyonun
yoktur. O, sadece Allah vergisidir. Onu sana Allah vermiştir. Buna Allah'ı
gazaplandıracak bir şeyle karşılık verme. Bakarsın ki Allah onu, imtihan
ettiği bir şey vasıtasıyla unutturuverir. Böylece bildiğin ve, öğrendiğin her
şeyi kaybedersin. İlim, zekâ, her türlü istidlal ve doğru araştırma sahibi olan
Abdulmelik b. Turayf bana şöyle haber verdi: Ben büyük bir hafızaya sahip olup
hemen hemen işittiğim hiç bir şeyi unutmaz ve bunların tekrarına ihtiyaç
duymazdım. Bir defa deniz yolculuğuna çıkmıştım. Bu sırada geçirmiş olduğum
şiddetli bir korku hâfızamdaki şeylerin çoğunu unutturdu ve hafıza gücümü fena
şekilde bozdu. Bundan sonra sahip olduğum hafıza ve zekâyı bir daha bulamadım.
Ben (İbni Hazm) de, bir hastalığa yakalandım. İyileştiğim zaman hâfızamdaki
bir çok şeyleri kaybettim. Bunlara, ancak yıllardan sonra kavuşabildim.»
İbni Hazm böyle bir
İmanla ilme yönelmiş, bunu izzet ve şerefin esası olarak kabul etmiş ve bundan
bol bol nasibini almıştır. Aynı zamanda o, ilme ihlas ile yönelmiştir. Esasen
îhlas, İbni Hazm'in sıfatlarının en seçkini idi. îhlas, hikmetin nuru ve
hakikatin yoludur.
İbni Hazm'în sahip olduğu
belli başlı sıfatı açık sözlülüğü idi. Onun bu sıfatının teşekkülünde en büyük
rolü oynayan ihlasıdır. O, hak olduğuna inandığı şeyi, neticesi ister iyilik
ister kötülük olsun, açıkça söylerdi. Çağdaşları onun söz ve kalemle
görüşlerini ilân ederken çok şiddetli olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim
kitapları buna şahitlik etmektedir. Hattâ çağının âlimleri, İbni Hazm hakkında;
O, ilmi öğrenmiş, fakat ilmin siyasetini öğrenememiştir, demişlerdir.
Îbni Hazm sarahat
(açık sözlülük) bakımından böylesine şiddetli olduğu halde zararsız şeylerde
insanlarla anlaşmanın zaruretine inanırdı. Allah'ın gazabına sebep olmayan
şeylerde insanlarla dostça münasebetler kurardı. Aksi takdirde muhalifini,
Allah'ın rızâsını kazanmak için taştan taşa çalardı. İbni Hazm'in bu husustaki
şu satırlarını birlikte okuyalım:
«Arkadaşa
muhalefet'den, az - çok dünya ve âhiretine zararı olmayan şeylerde zamanın
insanlarına muarız olmaktan sakın. Çünkü sen ezâ, nefret ve düşmanlık
kazanırsın. Belki de bu hiçbir fayda sağlamadığı gibi, büyük bir zarara sebep
olur. Eğer senin için halkın veya hakkın düşmanlığını kazanmaktan başka çare
olmazsa insanları gücendirip düşmanlıklarını kazanmayı tercih et, Rabbını gazaplandırıp
hakka düşman olma!»[32]
İbni Hazm, İşte bu
duyguların gerçek timsali idi. O, çağındaki âlimlerin çoğuna karşı sadakatla
sevgi gösterirdi. Bu âlimlere gönderdiği mektupları sevgi, kardeşlik ve
insanlara karşı beslediği yatkınlık ve kendisiyle düşüp kalkanlara gösterdiği
iyi muaşeret ifadeleriyle doludur. Nihayet âlimlerin birçoğu ile ihtilâfa
düşmüş, onlar kendisine karşı şiddetli bir muhalefet göstermişlerdir. Bunların
bir kısmı, emîrleri(tahrik işinde büyük bir rol oynamıştır. İbni Hazm de bunlara
çok kızmış, bunlarla, açık sözlülüğün ötesinde şiddet ve hiddetle mücadele
etmiştir.
Şüphesiz İbni Hazm'in böyle
derin anlayış ve idrak sahibi oluşunun yanında mizacında bir hiddet vardı.
Bunun içindir ki o, mücadelelerinde çok sert ve keskin bir dil kullanırdı. O,
ekseriya muhalif olduğu kimselerin görüşlerini tenkit ederken «şenî» kelimesini
kullanırdı. Meselâ; bu şenî' bir yanlıştır, derdi. Bilginlerin hiddetli
olmaları aslında hoş bir şey değildir. Fakat, İbni Hazm'in böylesine bir
hiddete sahip oluşunun sebebini araştırmak gerekir. Biz bu konuyu araştırırsak
şu iki hususla karşılaşırız:
1 — İbni
Hazm, emirlerin ve onları tahrik eden âlimlerin kendisine kötülük
düşündüklerini hissediyordu. Unlar, kendisine likence edilmesini İstiyorlar,
hattâ fiilen onu işkenceye maruz bırakıyorlardı. İşte bu durum, İbni Hazm'in
ruhunda şiddetli bir ıztırap doğurmuştur. Bu yüzden o, âlimlerden nefret
ediyor ve onlardan şiddetli bir şekilde intikam almak istiyordu. Bir âlim
İçin, töpyekûn emeklerinin mahsulü olan eserlerinin halkın gözleri önünde yakılmasından
daha büyük bir işkence düşünülebilir nü? İşte bu, İbni Hazm'i hilimden
uzaklaştırmıştır. Buna göre diyebiliriz ki; îbni Hazm'e düşmanlık besleyen
emirlerin hileleriyle bunları tahrik eden âlimlerin tutumu, onun hiddetine
sebep olmuştur.
2 — İbni
Hazm, sahip olduğu sarahat (açık sözlülük) sıfatının bir icabı olarak, maruz
kaldığı bir hastalığın kendisinde bir hiddet meydana getirdiğini itiraf eder ve
şöyle der: «Ben şiddetli bir hastalığa yakalandım. Bu hastalık, dalağımın çok
büyümesine sebep oldu. Bu da, bende huzursuzluk, sıkıntı, sabırsızlık, heyecan
ve hafilik meydana getirdi. Ben, huyumun değişmesini beğenmiyorum. Tabiatımın
benden ayrılması hiç hoşuma gitmiyor. Bana göre dalak ferahlık mahallidir. O,
fenalaşmca ferahlığın zıddı meydana çıkmaktadır»[33]
Bu, ince bir
tahlildir. îbni Hazm burada ruhî zaafının sebeplerini açıkça anlatmaktadır.
Kendisini huzursuzluk ve huysuzlukla nitelemekte ve bu hususta muhaliflerini
vasıflandırırken gösterdiği şiddeti kendi nefsi için de göstermektedir.
İbni Hazm hiddetinden
böyle şikâyet ettiği halde, bunun bir kısım faydaları da olduğunu kabul eder.
O, bir çok teliflerinin sebepleri arasında hiddetli oluşunu da zikreder ve
şöyle der: «Ben, câhillerin sıfatı olan hiddetten büyük menfaat gördüm. Bu
benim tabiatımı ateşinleştirdi, hafızamı alevlendirdi, fikrimi cevvalleştirdi
ve heyecanımı artırdı. Bunlar da, faydalı birçok eserlerin telifine sebep
oldu. Onlar, benim sükûnetimi bozmasalar ve iç âlemimi deşmeaelerdi bu
eserlerin çoğu ortaya çıkmazdı»[34]
İşte İbni Hazm'in
hiddetinin böyle bir takım faydalı neticeleri olmuş ve şiddetten böyle bir nur
fışkırmıştır. Onun hiddeti, insanlara söz veya ilim yönünden üzücü gelmişse
de, neticesi güzel olmuştur.
İbni Hazm'in yetişme tarzı,
ailesinin mazisi, ruhî temayülü ve basit şeylerden uzak oluşu, onun izzeti
nefis sahibi olmak gibi en bariz sıfatının teşekkülüne yardım etmiştir. O,
izzeti nefis sahibi idi. Çünkü izzetli bir millet içinde yetişmiştir. Ayrıca,
o, ihlas ile sadece ilme sığınmıştır ki bu da, hakkıyla izzeti nefis sahibi
olmak isteyen kimsenin sığınacağı bir kaledir. Onun izzeti nefsi sağlam bir
cevherden doğmaktadır. Hâdiseler, ancak bu cevherin daha fazla panldamasma
sebep olmuştur. O, hapis ve sürgün edilmek gibi işkencelere uğradığı zaman
bile zaaf ve perişanlık göstermemiştir. Hayatın tatlı ve acı şeylerini
tatmıştır. Tatlı ve lezzetli şeyler, Ibni Hazm'i izzeti nefsine aykırı blan
mevki'lere sürüklememiş, hayatın ıstırapları, da onu zillete düşürmemiştir.
İbni Hazm'in izzeti
nefis duygusunu geliştiren üç husus vardır:
1 — İbni
Hazm, ömrünün çoğunu siyasetten uzak geçirmiştir. Siyasete girişi, ancak Emevî
hanedanına olan bağlılığının neticesidir. Siyasete girişi de, siyasetten uzak
kalışı da izzeti nefsinden ileri gelmektedir, Siyasetle uğraşan kimsenin
ruhunda bir hırs meydana gelir. İnsanların birbiriyle boğuşmaları, hırsların
şimşekleri, altında cereyan eder. Bir Arap atasözünde: «Hırslar, insanların boyunlarını
büktü.» denilmektedir Ebu Muhammed İbni Hazm, siyaseti terkedip ilme döndüğü
gün izzeti nefsin muhkem kalesine sığınmış oldu.
2 — Allah,
îbni Hazm'e öyle bir güç ve fikri bir istidat vermiştir ki o, bunlar için daima
Allah'a hamdederdi. Âlimler, İbni Hazm'e karşı emirleri tahrik ettikleri zaman
o, kendisinin hak ve ruh bakımından onlardan kuvvetli oldıiuğnu hisseder,
emirlerin asla kendisinden üstün olmadığını görürdü. Çünkü kendisi de onların
işgal ettiği mevkilerden gelip geçmişti. Eğer kendisi de onlar gibi yumuşak
davransa ve rengi, gayesi ve vâsıtası ne olursa olsun siyâsete razı olsaydı
aynı mevki'lere yine gelebilirdi.
3 — Ibni
Hazm, Allah'ın kendisine ihsan ettiği bir bolluk içinde idi. İhtiyaç, hırs ve
zaaf kendisini ezmemişti. O, daima Allah'a güvenirdi.
İbni Hazm'in ahlâkî ve
içtimâi sıfatlarının başında vefakârlığı gelir.' Vefakârlık onun ruh
cevheridir. O, hem hocalarına, hem arkadaşlarına, hem de kendisiyle ilgisi
olanlara karşı vefalı idi. O, her zaman bu vefakârlığı ile öğünür ve şöyle
derdi:
«Ben, bu sözü Öğünmek
için söylemiyorum. Ancak Allah'ın talim ettiği edebe uyarak söylüyorum, Allah
şöyle buyurur: «Bununla beraber, Rabbi'nm nimetini durmayıp söyle!»[35] Yüce
Allah, bana velevki bir defa olsun, karşılaştığım kimselere daima vefakârlığı,
velevki bir defa olsun, konuştuktan sonra benden ayrılan herkesin hakkını
korumayı ihsan etmiştir. Bunun için ben Allah'a şükür ve hamdeder, O'ndan
bunları artırmasını dilerim. Bana göre zulümden daha ağır bir şey yoktur.
Andolsun ki nefsim, aramızda en az bir hak bulunan kimseye, isterse onun bana
karşı davranışı kaba ve su-çu çok olsun, zarar getirmeyi düşünmeme asla müsaade
etmemiştir. Dolayısıyla, bana pek çoğu kötülük etmiş, fakat ben daima kötülüğe
iyilikle karşılık vermişimdir. Bunun için Allah'a çok şükürler olsun»[36]
Bu sözleri, İbni Hazm
Tavku'l-Hamâme'sinde hayatının revnaklı günlerinde, yani nüfuz ve kudretli
olduğu zamanlarda yazmıştır.Fakat kendisi, kötülük etme hastalığına asla
yakalanmamıştır. O, durum ne olursa olsun, vefakârlıktan ayrılmazdı.
Karşılaştığı herhangi bir ıztırap, işkence ve baskı sebebiyle vefasızlık
etmişse, bu geçici olup onun asıl seciyesinde böyle bir şey yoktur.[37]
İbni Hazm, yukarıda işaret
ettiğimiz fikrî, ahlâkî ve içtimaî seciyelerinin yanında son de)ecede duygulu
bir insandı. İdrak edici akıl ve olgun ahlâkın yanında yer alan kuvvetli duygu,
insanda doğru ve isabetli görüş, ilhama benzer bir anlayış gücü, başkalarıyla
kendi arasında müşterek bir vicdan husule getirir. Aynı zamanda bu duygu, onda,
güzel olan şeye karşı bir san.at zevki doğurur. İşte İbni Hazm, hem nesirde hem
de şiirde büyük bir sanat zevkine sahipti. O, derin tefekkürü, ince duygusu,
zengin ve kuvvetli heyecanı sayesindedir ki, Tavku'l-Hamâme adlı kitabında
insanların ruhlarını ve Müdâvâu'n-Nufûs adlı kitabında da, daha çok kendi ruhunu
tahlil imkânına kavuşmuştur. O, bu kitaplarını bir sanat eseri olan nesir
üslubuyla yazdığı halde, ruhların derinliklerine kaplanlar gibi iniverir.
Denilebilir ki İbni
Hazm, eğer derin.ilmiyle meşhur olmasaydı, güzel yazılarıyla meşhur olur, ismi
en büyük ve en meşhur yazarlar mevkiine yükselirdi.
İbni Hazm «sehl-i
mümteni» sayılan böyle bir nesir yazarı oluşunun yanında iyi bir şairdi. Eğer
fıkıh ve ilim ona galebe çalmasaydı şairler arasında yer alması muhakkaktı.
Kısaca, bu büyük ilim
adamına Allah öyle sıfat ve seciyeler vermiştir ki bunlar sayesinde o, çağının
en üstün adamı olmuş, bir yandan buyuk bır takdir, bir yandan da haset ve kin
dolu bakışları üzerine çekmiştir. Elbette bütün bunlar, iyilik ve kötülüklere
sahne olan bu dünyadaki büyük ve nâdir insanlar için ola6an şeyleri
Şüphesiz ki yarattığı
şeylerde Allah'ın bir çok hikmetleri vardır.[38]
İbni Hayyan şöyle der:
«Ebu Muhammed (îbni Hazm) hadis, fıkıh, cedel, nesep, edebiyat, mantık ve
felsefe gibi birçok ilimlere sahipti. Bu ilimlerin bazısı üzerinde bir hayli
eserleri vardır. Ancak bu kitaplarında yanlış ve sakatlıklar da mevcuttur.
Çünkü o, bütün ilimleri hocasız olarak tahsil etmek cesaretini göstermiştir»[39]
Bu sözler, îbni
Hazm'in ilminin zenginliğini gösterir. Fakat burada, şiddetli bir iğneleme de
vardır. Çünkü îbni Hayyan, îbni Hazm'in sözlerinde yanlışlıkların bulunduğunu
ileri sürmektedir. Zira İbni Hazm, bütün ilimleri kendi gayretiyle, hocasız
olarak kitaplardan öğrenmiştir. Bu noktadan îbni Hazm'i, İbni Haldun da tenkit
etmiştir. Bu tenkitler ister yerinde olsun ister olmasın, kesin olarak
bildiğimiz şey, îbni Hazm'in kendinden sonraki nesillere faydalı bir çok
eserler bırakmış olmasıdır. Yine kesin olarak bildiğimiz bir şey daha vardır ki
o da, îbni Hazm'in kendine has bir metoda sahip oluşudur. İbni Hazm devamlı
olarak bir kısım hocalara bağlı olsaydı, müstakil ve kuvvetli bir düşünceye
sahip olmasaydı belki onun bu metodu teşekkül etmeyecekti.
İbni Hazm'i sert bir
dille tenkit eden îbni Hayyan, onun bazı kitaplarını zikreder ve şöyle der:
«Şeyh (Üstad» Ebu
Muhammed (îbni Hazm)'in, Allah'ın lanet ettiği yahûdiler ile, müslümanlar
tarafından reddedilen diğer bazı mezheb mensupları arasında yapmış olduğu
toplantıları ve yazılı bir kısım haberleri vardır. Onun pek çok eserleri mevcut
olup en meşhuru «el-Fasl (el-Fısal) Beyne Ehlil-Ârâi ve'n-Nihal»[40] adlı
cedel hakkındaki kitabıdır. Müslüman fırkalarından te'vlli kabul edenlerin
kâfir olduğunu göstermek ve taklidi caiz görenleri reddetmek için kaleme aldığı
«es-Sâdf ve'r-Râdi'» adlı kitabı da meşhurdur. Ayrıca îbni Hazm'in «Şerhu
Hadîsi'l-Muvatta' ve'1-Kelam alâ Mesâilihî»[41]
senedlerini kısaltarak sahîh hadisleri tarif, lafız ve mânâlarını izah eden
“el-Câmi' fî Haddi Sahîhi'l-Hadis», Kitab ve Sünnet'-de hakkında bir nass
bulunmayan nazari ve fer'ı meseleleri inceleyen «et-Telhıs ve't-Tahlîs»,
ihtilaflı olduğu bilinmeyen meseleler arasında içma'ı ele alan
«Müntekâ'1-îcmâ' ve Beyânuhû», halîfelerin siret ve derecelerini, bu konudaki
sünnet ve vacipleri anlatan «el-îmame ve's-Siyase», «Ahlâku'n-Nefs», büyük ve
meşhur bir eseri olan «el-îysâlilâ Fehmi Kitabi'l-Hisâl» ve «Keşfu'I-ÎItibas mâ
Beyne Ashabı'z-Zâhîr Ve.Ashabı'l-Kıyas» gibi birçok kitapları vardır. Muhtelif
konulara ait risalelerinin sayısı da çoktur.»[42]
îşte bunlar, îbni
Hazm'in eserlerinin bir kısmını teşkil eder.[43]
Yukarıda adı anılan eserlerinin çoğu İslâm'ı müdafaa, İslâm ,düşmanları veya
müslümanların sapıkları ile mücadele için yazılmıştır. Bu eserlerinde, çok
şiddetli bir dil kullanan Îbni Hazm'in ufkunun genişliğini ve ilminin
zenginliğini görmekteyiz.
İbni Hayyan'in
saydıkları, Îbni Hazm'in kitaplarını tam olarak içine almaz. Ancak onun bir çok
kitaplarından pek azmi ifade eder. îbnı Hazm'in oğlu Ebu Itâfi' el-Fazl şöyle.
demiştir: «Babamın elya-zısı ile telif etmiş olduğu kitaplardan dörtyüz cildini
yanımda topladım. Bunlar, yaklaşık olarak seksen bin varak teşkil [44]eder.[45]
Birçok eser telif eden
ve çeşitli ilimlerle uğraşan îbni Hazm, kendisine has ilmî bir metod takip
etmiştir. Onun bu metodu ikiye ayrılır:
1 — Akli
ilimlere ait metodu.
2 — Nakli
ilimlere ait metodu.
Aklî ilimlere ait metodunu
Îbni Hazm, muhalifleriyle fikrî mücadelelerinde kullanmıştır. Elbette fikrî
mücadelelere girişen kimsenin naklî değil, akli bir metodu olmalıdır. Çünkü,
muarızlar nakli tanımadığı zaman onlarla aklî esaslara göre münakaşa etmek gerekir.[46]
İbni Hazm, insanın
insan olması hasebiyle doğuştan var olan (bedîhî) bilgilere sahip olduğunu
kabul eder ve bu bilgilere «İlmu'n-Nefs» adım verir. Çünkü selim'bir fıtrata
sahip olan herkes, öğretime ihtiyaç duymaksızın bu bilgileri elde eder.
Bunları kavraması ve inanması, bu konuda bizim için bir delil teşkil eder. Bu
bilgilere misal olarak İbni Hazm, parçanın bütünden küçük olduğunu ileri sürer
ve bunu isbat için şöyle bir delil serdeder: Çocuğa bir hurma tanesi
verdiğimiz zaman ikincisini ister, ikinci hurma tanesini verirsek sevinir.
Çocuğun bu bilgilere sahip oluşuna başka bir misal olmak üzere îbni Hazm, onun
iki zıt şeyin bir arada bulunmayacağmı bildiğini söyler. Meselâ; çocuğu iradesi
hilâfına ayakta dur-durursak ağlar, serbest bırakılınca hemen oturur. Keza
çocuk, iki cismin aynı anda tek bir yeri işgal etmiyeceğini bilir. Meselâ; onun
oturmak istediği bir yer üzerinde başkasıyla çekiştiğini görürüz. Çünkü çocuk,
o yerin kendisini başkasıyla birlikte içine almayacağını bilir.[47]
İbni Hazm, «el-Fasl» adlı
kitabında iki kişinin ihtilâf etmediği aklî bedihiyyâtı (açık seçik bilgileri),
nefsin doğrudan doğruya bileceğini anlatır ve misâl olarak şunları zikreder:
İnsan kendisinin görmediği şeylerin birbirine aykırı olamayacağını bilir.
Meselâ;-bir kimse ona uzakta olan bir şeyi haber verse, sonra ikinci bir şahıs
gelip o da aynı şeyi söylese o kimse, bu haberi tasdik eder. Eğer aynı olay
hakkında ikinci şahsın verdiği haber değişik olursa o kimse, bu haberin her
ikisini de tasdik etmez. însan bu ilim sayesinde haberlerin doğruluğunu,
doğanların doğumunu, ölenlerin ölümünü, azledi-lerin azlini, hastalananların hastalığını,
şifâ bulanların şifasını, felâkete uğrayanların felâketini ve kendisinden uzak
memleketleri bilir. Nihayet insanın, idraki yükselince tarihî hâdiseleri ve
Peygamberlere ait haberleri bilme imkânına kavuşur. Aklı gelişince Peygamber
(A.S.)'den nakledilen sâdık haberleri de tanıyabilir. Böylece akli ilim için
bir esas teşkil ettiği gerçekleşmiş olur.
Bundan sonra İbni
Hazm; bu bedîhîlerin her insanın nefsinde mevcut olduğunu, aklî şeyler
üzerindeki düşünce hatâsının menşei-nin bu bedîhiyyâttaki ihtilâf olmadığını,
ancak bu hatanın menşeinin, bu bedîhîlerden uzaklaşmasından ibaret bulunduğunu
söyler. Mukaddimeler (öncüller) öyle çoğalmıştır ki, onları bu bedıhilere
dayandırmak güçleşnıiştir. Meselâ; matematik böyledir. Çünkü rakamlar çoğaldıkça
hesapta yanılma ihtimali o nisbette artmaktadır. Bu sebepten cebir veya hesaba
ait denklemlerin neticeleri değişmektedir. Rakamlar azaldıkça neticeler
hatâdan o nisbette uzaklaşmaktadır. Bu hususta İbni Hazm şöyle der:
«İstidlal, ancak bu
mukadimeler (bedîhiler) ile olur. Bir şeyin doğruluğu, ancak onu bunlara
dayandırmakla mümkündür. Bu mukaddimelerden biri, herhangi birşeyin
doğruluğuna şahitlik ederse o şey doğrudur, gerçektir. Herhangi bir şeyin
doğruluğuna şahitlik etmezse o şey de bâtıl ve sakattır. Ancak bir şeyin bu
mukaddimelere dayandırılması yakınlık veya uzaklık bakımından farklı olabilir.
Yakın olanlar, her nefs'te apaçık mevcut ve anlaşılması gayet kolaydır... Bir
şey bu mukaddimelerden uzaklaştıkça İstidlal yapmak işi zorlaşır; hattâ insan
hatâya da düşebilir. Ancak kuvvetli bir anlayış ve temyiz gücüne sahip olanlar
müstesnadır. Bu hal zikrettiğimiz mukadimelere dayanan şeylerin doğruluğunu
cerhetmez. Meselâ; sayılar azaldıkça toplanması kolay olur ve bunda hatâya
düşülmez. Sayılar çoğaldıkça toplanması güçleşir; hattâ en büyük muhasip bile
yanılabilir. Dolayısıyla bu mukaddimelere dayanma bakımından yakın veya uzak
olan her şey doğrudur. Burada şeyler arasında her hangi bir üstünlük yoktur.
Zikrettiğimiz mukaddimelerden biri diğeriyle çatışmaz.[48]
Böylece İbni Hazm,
neticelerdeki hatânın menşeini ve aklın bütün hükümlerinin bu bedîhîlere
dayandığını açıklamaktadır, Fakat o, hatânın sebebini, sadece bu mukaddimelere dayanmamaya
hasretmemiştir. Belki hatânın bir kısmı şehvet veya muayyen bir fikre
gösterilen taassubun tahakkümüne aittir. Şehvet veya taassup fikre (düşünce)
arız olan bir afattır; onu sapıtır ve hatâya
düşürür. Bu âfât, bazan öyle kuvvetli olur ki insan bu mukaddimelerin
(bedîhlerin) bir kısmını inkâr eder. Bu konuda da İbni.Hazm şöyle der. «Doğru
bir temyiz gücüne sahip olan kişi bu şeylerin (yani aklın bedihîlerinin)
tamamen doğru ve münakaşa götürmez olduğundan şüphe etmez. Ancak, bunların
doğruluğunu öğrendikten sonra aklına afat arız olan ve temyiz kabiliyeti bozulan
veya bazı bozuk fikirlere meyleden kimseler, akim bu debîhîlerinden şüphe
edebilirler. Esasen bozuk fikirler de, temyiz kabiliyetine arız olan bir afattır.
Tıpkı duyu organlarına gelen afatlar gibi. Meselâ; safrası bulunan kimseye
arız olan âfât böyledir. Bu afata uğrayan kimseye bal acı gelir.»
İbni Hazm, bu akli
metodunu akaidi incelerken de kullanır. Allah'ın kâinattaki kanununu ve
olağanüstü (harikulade şeyleri) bu metoduna göre açıklar. O, ilâhi kanunları
incelerken istikra' ve tetebbua (tümevarım metodu) dayanır. Peygamberlere
İmanın esasını açıklar ve bunu, sebeplerin üstünde bulunan olağanüstü olaylara
dayandırır. Peygamber, bu olağanüstü şeyler (mucizeler) le davet ettiği
kimselere meydan okur. Peygamberlerin meydan okuduğu bu harikulade şeylerle
Peygamberliği sabit olduktan sonra, artık nakli metoda itibar edilir. Zira
insan, Peygamberin getirdiği hükümleri bu metodla bilir ve bunlara uyar.[49]
İbni Hazm'in ruhî
(psikolo)ik) ve ahlâkî konularda incelemeleri vardır. O, ruh üzerindeki
incelemelerini «Tavku'l-Hamâme» adlı kitabında açıklamıştır. Ahlâkî
incelemeleri de «Müdavatu'n-Nufûs» adlı kitabında görülmektedir. İhtiva ettiği
konulardan anlaşıldığına göre İbni Hazm, bu ikinci eserini gençlik çağında
değil, hayatının sonbaharında yazmıştır. Önce bu eserin konularına işaret etmek
istiyoruz, İbni Hazm, bu eserde iki hususa dayanmaktadır.
1 — İstikra'
ve tetebbu'.- Bunlar îbni Hazm'in kabul ettiği be-dîhi mukaddimelere dayanır!
O, temas ettiği ve düşüp kalktığı insanların ahlâkını, kendisinden uzakta
olanların haberlerini tek tek tesbit eder. Ve ahlâklarına âfât ânz olan
kimselerin kusurlarını söyler. İnceleme ve tetebbularmdan sonra tesbit ettiği
bu kusurların tedavisi için ilâç olabilecek şeyleri ileri sürer.
İstikra', her babayiğitin
kân değildir. Bu sebepledir ki istikrâ'-ya gücü yetmiyenlerin, iyilik ve
kötülükleri tanımaları için semavî kitaplara başvurmaları gerekir. Bu hususta
îbni Hazm şöyle der: «İyiliklerin neler olduğunu bilmeyen kimse, Allah ve Resûlü'nün
emrettiği şeylere itimat etsin. Çünkü bunlar, bütün iyilikleri içine
almaktadır.»[50]
2 — Felsefî
incelemeler. İbni Hazm'in Müdâvâtu'n-Nufûp adlı eserinde dayandığı bu felsefî
incelemeler, Yunan filozoflarından intikal eden ve esası aklî bedîhîlere veya
istikra' ve tetebbua dayanan şeylerdir. İbni Hazm, kendi istikrâ'ına itimat
ettiği gibi, başkasının istikrâ'ına ve
filozofların ilk bedîhîlerin aslına ulaşmada kullandıkları mukaddimelerle elde
ettikleri neticelere de itimat eder. Doğruluğu sabit olduktan sonra bu
neticeler, beşer aklının ortak malı olup. herkes bunlardan faydalanabilir.
Adı geçen eserinde
İbni Hazm'in bazı Yunan filozoflarının görüşlerine itimat edişi besbellidir.
O, iyilik (fazilet) nazariyesini açıklar ve iyiliğin iki kötülük Crezîlet)
arasında bir şey olduğunu söyler.İşte bu nazariye Aristo'ya aittir. Bu konuda
îbni Hazm şöyle der: «Fazilet, ifrat ile tefritin ortasmdadır. Yâni ifrat da
tefrit de kötüdür. Fazilet, bunların tam ortasindadır!»[51]
İbni Hazm, Eflatun'un
istikrâ'ını da kabul eder. Eflâtun'a göre faziletlerin esası dörttür. İbni Hazm
kendi istikrâ'ına uyarak bu esaslarda değişiklik yapar. İbni Hazm'e göre
fazilet: Ma'rifet. (bilgi), yiğitlik, cömertlik ve 'doğruluktur. Burada
görüyoruz ki İbni Hazm, Eflâtun'daki, iffetin yerine cömertliği koymakta ve
iffeti doğruluğa (adalete) dahil etmektedir. îbni Hazm; «İffet ve emanet,
adalet ve cömertliğin çeşitlerindendir, der.[52]
İbni Hazm incelemelerinde,
nakil ile sabit olan İslâmî ahlâkı terketmemiştir. Yunan felsefesinden ve buna
dayanan istikralardan faydalanarak îslâmî ahlâkın hükümlerini işaret etmiştir.
Çoğu zaman felsefî nazariyeleri zikrettikten sonra Kur'an veya Hadîs
nass'-larını sözlerine ilâve eder. Daima faydalı aklî bilgilere dayanarak,
îslâmî ahlâkın yaşatılmasını ister ve bu konuda şöyle der:
Faydalı bütün ilimleri
öğrenmek, akim güzelliğini artırır, onu her türlü afattan korur ve aklı zayıf
olanı helak eder. İyilik için uğraşan kimse, aynı şekilde akla önem verse,
Hasan el-Basrî'den, Atinalı Eflâtun'dan ve İranlı Büzürgmihr'den daha büyük
hakîm olur.»[53]
İbni Hazm,
«Müdâvâtu'n-Nüfûs» adlı eserinde iyilik ve kötülüğün ahlâkî ölçüsünü kendi
anlayışına göre açıklar. Keza güvenilmeye lâyık olmayan insanı anlatır. Bu
felsefî incelemelerin sonunda aynen İslâm âlimlerinin vardığı şu neticelere
varır: Din bir cemaat için zaruridir. Cematin himayesi ve fertler arasındaki
itimat dinle olur. Dindar insan, gayri müslim bile olsa güvene lâyıktır. Dindar
olmayan bir kimse, müslüman bile olsa itimada lâyık değildir. O, bu meselede
aynen şöyle der:
«Dindar insana güven;
isterse o, senin dininden başka bir dinde olsun. Dînin emirlerini hafife alan
kimseye güvenme; isterse o, senin dinine mensup görünsün. Bir kimse, Allah'ın
haramlarını hafife alırsa ona hiç bir şeyini emanet etme!»
İşte bunlar, îbni
Hazm'in adı geçen eserini tamamen aksettirmemekle beraber, ondaki güzellikleri
gösteren bir kaç demettir.[54]
İbrii Hazm'in bu
eseri, sadakat, ülfet ve muhabbet hakkında psikolo)ik bir incelemedir.
«Müdâvâtu'n-Nufûs» adlı eserini, hayatının sonbaharında, ruhları tedavi için
tecrübelerinin bir ilâç olmasını düşünerek, kaleme almıştı. «Tavkü'l-Hamâme»
adlı eserini ise, ifadelerinden anlaşıldığı gibi, gençliğinin sonbaharında
kaleme almıştır. Bu eserde anlatılan olaylar gösteriyor ki îbni Hazm, onu
yazdığı zaman artık gençlik devresini bitirmek üzereydi. Bu eserinde de bir
çok tecrübeleri ve hayat hikâyeleri yer almaktadır. Bundan sonra İbni Hazm,
kendisini tamamen ilme vermiştir.
Bu eser, istikra'
(endüksiyon) ve İbni Hazm'in «Îîmü'n-Nefs
Fıtri bilgi» adını verdiği ilk bedihilere (açık seçik bilgilere) ulaşan
mukaddime (öncül)'lere dayanarak yapmış olduuğ psikolo)ik tahlilleri ihtiva
eder. İstikra ve dînî hakîkatlardan faydalanarak yapmış
olduğu bu tahlil, sevgiyi
tarif edişinde açıkça ortaya çıkar. îbni Hazm sevgiyi şöyle tarif eder:
«İnsanlar, onun
(sevginin) mahiyetinde ihtilâfa
düşmüşler ve uzun uzadıya lâf etmişlerdir.
Bu hususta benim görüşüm şudur: Sevgi, bu varlık içinde bir güce sahip
olan nefsin (ruhun) yüksek ve asıl unsurundaki parçalar arasında mevcut olan
bir birleşmedir. Bu birleşme (ittisal), nefsin ulvî âleme ait karargâhındaki
kuvvetlerinin bağlantısı ve terkibinin şekline göre karşılık verme (mücavebet)
hususiyeti vasıtasıyla olmaktadır. Biliyoruz ki, yaratılmışlar, arasındaki
yaklaşma ve uzaklaşmanın sırrı, birleşme ve ayrılmadır. Şekil, ancak kendi
şekline bağlıdır. Bir şey ancak kendi misline ısınır. Mücânesetin
(benzeşmenin), duyulur (mahsûs) bir işleyiş şekli ve gözle görülür bir etkisi
vardır. Birbirine zıt şeylerdeki uyuş-mazlık (münâferet) ve benzer şeyler
arasındaki uyarlık (muvafakat) , bizim aramızda da mevcuttur. Hal böyle
olunca' bu; nefsin kendisinde, saf ve ruhanî âleminde, mutedil ve yüce
cevherinde nasıldır?.. Bunların hepsi, insanın tasarrufunun aslında fıtrî
olarak malûmudur. Buna göre insan, fıtratındaki birlikte sükûnete kavuşur.
Nitekim Allah Teâlâ; «Sizi bir candan (Âdemden) yaratan, bundan da gönlü
kendisine yatıp ısınsın diye eşini yaratan O'dur.»[55]
buyurmuştur. Yüce Tanrı burada ısınmanın (sükûnetin) sebebini, Âdemin eşinin kendisinden oluşuna
bağlamıştır.»
Yine Ibni Hazm şöyle
der: «Bunun delili şudur: Siz birbirini seven iki kişi arasında bir benzerlik
ve tabiî sıfatlar bakımından bir uyuşma bulunduğunu görürsünüz. Şüphesiz ki bu,
az da olsa, mevcuttur. Benzerlikler çoğaldıkça mücâneset artar. Sevgi
kuvvetlenir. Dikat ederseniz bunu açıkça görürsünüz. Peygamber (S.A.) de, şu
sözleriyle bu görüşü destekler: «Ruhlar toplanmış ordular halindedir.
Birbirini tanıyanlar birleşip kaynaşırlar, birbirini sevmeyenler de
ayrılırlar.» Sâlihlerin birinden; «Müminlerin ruhları birbiriyle tanışır»,
dediği rivayet edilmiştir. Bunun için Hipokrat kendisini seven zavallı bir
adamın durumu anlatıldığı zaman üzülmemiş ve: «O, ancak bazı ahlâki yönlerinde
kendisine uyduğum için beni sevmektedir.» demiştir.»
îşte görüyoruz ki îbni
Hazm, felsefeye dayanmakta ve onu dînî nass'larla desteklemektedir. Daha sonra
o, adı geçen kitabının bütün bölümlerinde, müşahade ettiği olayları anlatarak
istikrâ'ya istinat etmektedir. O, bu olayları tahlil ederek, nefsin (ruhun)
derinliklerine kadar varır ve bu tahlillerini tamamen gördüklerine dayanarak
yapar, işittiklerine değil,.. Bu hususta şöyle der:
«Bu kitabımda,
gördüklerimin veya güvenilir kimselerin rivayetine uyarak doğru bulduğum
şeylerin dışına çıkmamayı esas olarak kabul ettim. Eskilerin ve bedevi araplann
haberlerinde beni mazur görün. Çünkü, bunların yolu bizimkine uymamaktadır.
Onlara ait pek çok haber mevcuttur. Benim mezhebim, başkasının binitiyle yola
çıkmamaktır. Ben emanet zînet eşyası kullananlardan değilim.»
İbni Hazm, sevginin
iki esası olduğunu söyler:
a) Nefsi benzeşme ve ruhi kaynaşma,
b) Şekil
yönünden uyuşma.
İlk hayranlık, kişi
için hoşuna giden şeklin güzelliklerini tâyin eder. Ona göre güzelliğin ölçüsü
bu olur. Başkası hoşuna gitmez ve ondan başkasıyla istişarede bulunmaz.
İbni Hazm, bu eserinde
tahlillerine devam eder ve sevginin derecelerini açıklar. Sevginin en
üstününün Allah sevgisi olduğunu söyler. O, takva veya işi en güzel şekilde
yapmak, kurbiyyet veya Allah'a itaat etmek için Allah'ı sever. Bundan sonra
ülfet ve sada-kata dayanan sevgi gelir. Arkadaşlık ve dostluk sevgisi de buna
dahildir. Bunlardan sonra aşk gelir. Bu da, hiç bir sebebe bağlı olmayan ve
ruhların birleşmesinden ibaret olan bir sevgidir.
Îbni Hazm, kitabının
başka bir bölümünde mânevî ruhî sevgiyle şehvete dayanan sevgi arasındaki
farkı açıklar. Mânevî-ruhi sevginin sebebinin ruhî kaynaşma oîduğ'unu anlatır
ve şöyle der: İlk anda vücut bakımından güzel görme ve renkleri öte geçmeyen sureti
hoşbulnıanın sebeplerinden birisi şehvettir. Fakat, mânevî-rûhî sebebi ise
hakikattir»[56]
O, ruhî sevginin ancak
tek varlık için, bedenî sevginin ise çok ve çeşitli olduğunu anlatır.
Îbni Hazm, aşk ile iffetin
irtibatını^ iyi kadınlarla kötü kadınların aralarındaki farkı anlatmak için
kitabında müstakil bir bölüm ayırmıştır. Bu hususta şöyle der: «îyi kadın,
muhafaza ettiğin zaman kendisini koruyan, muhafaza imkânları olmadığı zaman da
kendisine hâkim olan kadındır. Kötü kadın ise, muhafaza ettiğin zaman bile
kendisini korumayan kadındır.»
Îbni Hazm, hem
derinliği, hem de güzelliğiyle meşhur olan bu eserindeki ilmi açıklamalarında
istikra', tetebbu ve tahlil metoduna dayanır. Fakat, onun istikrâ'ının tam
olduğunu söyleyemeyiz. Belki bu eksiktir. Lâkin inceleme ve araştırmalarına
kâfi olup maksadına varması için ona yol gösterecek niteliktedir. Bundan sonra
îbni Hazm'in nakli ilimlere ait metoduna geçebiliriz.[57]
İbni Hazm'in nass'lan
inceleme ve bunlardan hüküm çıkarma metodu, bu nass'lann lâfızlarının zahirî
mânalarına dayanır, İbni Hazm, bu lâfızları te'vile, hükme esas teşkil eden
illeti tesbit ve buna dayanarak kıyas yapmak için ta'lile teşebbüs etmez.
Hakkında nass bulunan bütün Islâmî konularda lâfızların zahirî mânâlarını kabul
eder.
Burada, Önce îbni
Hazm'in umumî olarak görüşlerini arzede-lim; daha sonra da fıkhını ele alalım.[58]
İbni Hazm, akideyi iki
yönden inceler.
1 —
Ülûhiyyet ve nübüvveti isbat,
2 — Kur'ân
ve Sünnet lâfızlarının gösterdiği akaid meselelerini tesbit.
Birinci konuda ilk
bedîhüere, istikra' ve tetebbulara dayanır. Bu incelemelerinin sonunda tek
Tanrıya İman esasına", Peygamberin hak olduğuna ve mu'cizelerin, Allah
katından gönderildiğini söyleyen Peygamberler tarafından gösterilebileceğine
inanır.
Peygamberlik sabit
olunca, sadece hüccet, Peygamberin getirdiği nass'lardır. İbni Hazm, bu
nass'lann zâhirleriyle amel ederek «O çok esirgeyici (Allah) arş üzere istiva
etmiştir»[59] âyetini okuduğu zaman,
Allah'ın zâtına lâyık bir şekilde arş ve istivası olduğuna inanır ve herhangi
bir te'vüe başvurmaz.
Bu balamdan İbni Hazm,
Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gay-be ait bir şeyin nass'lann zahirine göre
gerçek olduğunu kabul eder ve zahirden başka şeyleri kabul etmez. Ona göre.
Sünnetin bildirdiği gaybe ait şeylerin de hepsi gerçektir. İsterse sünnet
mütevatir, isterse âhâd haberlerden ibaret olsun. Yeter ki güvenilir kimseler
tarafından rivayet edildiği sabit olsun. Dolayısıyla İbni Hazm, kitab-lara,
meleklere, sırât'a, hisâba, mizana ve levh-i mahfuza îman eder.[60]
İbni Hazm, Allah'ın
vahdâniyyeti (birliği) ne, Kur'ân ve Sünnet nass'lannda bildirildiği şekilde
inanır. Ona göre nass'lardan anlaşılan vahdâniyyet üç yönden incelenir.
1 — Ma'budun
birliği: Allah'dan başka hiç bir varlığa ibadet edilmez. Kullarından hiç birisi
vâsıta edilerek, Allah'a yakınlık kazanmak için çalışılmaz. Takarrub (Allah'a
yakın olmaya çalınmak) bir ibadettir. Allah'dan başka ma'bud yoktur. İnsana,
taşa, türbeye ve herhangi bir mahluka tapınmak, asla caiz değildir.
2 — Hâlık
(yaradan)'m birliği: Kainattaki her şeyi yaratan Allah Taâlâdır. O'ndan başka
hiç bir yaratıcı yoktur. Hiç bir kimse herhangi bir fiil veya bir şeyi yaratmak
iddiasında bulunamaz. Nass'larda bildirildiği gibi her şeyin yaratıcısı
Allah'dır.[61]
3 — Allah'ın
sıfatlarının birliği: îbni Hazm, Allah'ın sıfatlarının veya zâtının birliği
sözü ile, Allah'ın zat ve sıfatlarında hiçbir şeriki olmadığını ve zât-i
ilahiyenin tek olduğunu kasdetmektedir.
Allah Taâlâ,
yaratılmışlardan hiç birisine benzemez. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de; «O'nun
benzeri dahi yoktur. O, hakkıyla işitir kemâliyle görür.[62]
buyurulur. İbni Hazm, bu meselede mevcuı nass'larla bildirilen şeyleri aynen
kabul eder. Kur'ân ve Sünnet'de bildirilen Allah'ın sıfatlarına olduğu gibi
İman etmenin gerektiğini söyler. Bu sıfatlan Allah'ın isimleri sayar. Allah
Teâlâ yüce'zâtını kadîr, alîm, hakim, semî', basir, mürid, muhtar, hayy ve
kayyûm[63] gibi
Kur'ân-ı Kerim'de geçen Esmâu'l-Husnâ (güzel isimler) ile isimlendirmiştir.
Bunlar, Allah'ın sıfatlandır, diyemeyiz. Ancak bunlar, Allah'ın isimleridir,
diyebiliriz. İbni Hazm bu konuda şöyle der:
«Allah'ın sıfatlan
olduğunu söylemek imkânsızdır, caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ, Peygamberine
indirmiş olduğu kelamında «sıfat» lâfzını açıkça zikretmemiştir. Peygamber
(S.A.)'den de bize Allah'ın sıfatı olduğuna dair'bir şey intikal etmemiştir.
Evet, bu hususta bize, sahâbîlerle seçkin tabiîlerin tek birisinden herhangi
bir şey intikal etmemiştir.»[64]
İbni Hazm; «Allah'ın
eli, onların ellerinin üstündedir.»[65] ve
«Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Ancak yüce ve cömert olan Rabbının yüzü
bakîdir.»[66] âyetleri karşısında bir
şey söylemez. Allah'ın eli vardır, bunun mahiyetini bilemiyoruz; Allah'ın yüzü
vardır, bunun hakikatini bilemiyoruz gibi sözleri de ağzına almaz. O, bu
lâfızların zahirlerini kabul etmekle beraber zâhir'in, bunlar hakkında böyle
söylenilmesine bir delaleti olmadığım ileri sürer. Ancak Arap dilinin üslûbuna
olan vukufu ve kendi zevki selimi ile «yüz» kelimesinden «zat» dan başka bir
şey muradedilmediğini kabul eder. Keza; «Allah'ın eli, onların ellerinin
üstündedir.»[67] âyetindeki «el»
kelimesini: Allah, onların ellerinin üstündedir[68] diye
tefsir eder. «O'nun (Allah'ın) iki eli de açıktır, nasıl dilerse öyle
sarfeder.»[69] âyetini: Allah dilediği
gibi sarfeder, diye tefsir eder. «Ellerimizin yaptıklarından kendileri için
bunca davarlar yarattığımızı görmediler mi?»[70]
âyetinde ki «ellerimizin yaptıklarından» sözünü: bizim yaptıklarımızdan, diye
tefsir eder. «İstiva» sözünü de böyle münasip bir şekilde tefsir eder.
Görüyoruz ki İbni
Hazm, kendisi de te'vil ve tefsircilerin yolundan gitmektedir. Fakat bunu,
te'vil veya tefsir saymamakta ve mecazî lâfızların delalet ettiği mânâlar
olarak kabul etmektedir. Ona göre meşhur mecazlar, lâfızların zahirleri
hükmündedir.
Bu suretle İbni Hazm,
Allah'ın yüce zatının isimlerinden müteşâbih kelimeler bulunmadığını, ancak «Hâ
Mim» ve «Elif Lâm Mim Sâd» gibi Kur'an sûrelerinin başlarında yer alan
harflerle, «And olsun güneşe ve onun aydınlığına.»[71] ve
«Şu beldeye yemîn ederim.»[72] gibi
âyet-i kerîmelerde geçen eşya ve yaratılmış şeyler üzerine Allah'ın yapmış
olduğu kasemlerde müteşabih bulunduğunu beyan eder.[73]
İbni Hazm; «her şeyin
yaratıcısı Allah'dır.» hükmü karşısında insanın kendi fiillerini yaratıp
yaratmaması meselesinde cebr ve ihtiyâr'a dokunmak mecburiyetinde kalır. O, insanın
fiillerini -Allah yaratmaktadır, dese, insanın iradesini yok etmiş olacak; bu
da, teklifin ortadan kalkması gibi bir sonuca varacaktır. İnsan kendi fiillerini
kendisi yaranmaktadır, dese, fiillerin yaratılmasında Allah'a şirk koşmuş
olacaktır. İbni Hazm, bu işin içinden şu
şekilde çıkar: Kul, Allah tarafından yaratılmıştır. Kendisinde bir irade ve güç
vardır. O, bir şey yapabilir veya bir şeyi yapmak istiyebilir. Kulun bu irade
ve gücünün üstünde Allah'ın kahredici kudreti vardır. Allah Teâlâ kendi
iradesine mâni olacak her şeyi yok etmeye muktedirdir. Buna göre Allah, bir
kula hayır dilerse hidayet eder, şer dilerse ona mâni olacak şeyleri yok eder
ve onu felâkete düşürür. Böylece Allah'ın, «De ki: Şüphesiz Allah kimi dilerse
onu dalâlete götürür, gönlünü kendisine çevirenleri ise doğru yola iletir.»[74] sözü
gerçekleşmiş olur.[75]
Siyasetin kucağında
yetişmiş olan İbni Hazm, siyasî konularda kendi görüşlerini açıklar. Akîde ile
ilgili de olsa, hilafetten halifenin nasıl seçileceğinden, siyasi fırkalar
arasında tartışma konusu olan büyük günah işieyelnerin durumlarıyla ilgili
meselelerden bahseder.
Hilâfet konusunda İbni Hazm
şöyle düşünür: Bir halifenin iş basma getirilmesi müslümanlar için farzdır.
Eğer müsülümanlar, başlarına bir halife tayin etmezlerse toptan günahkâr
olurlar. Çünkü, müslümanlar arasında İmamet (hilafet)'in zaruretini gösteren birçok
nass vardır.
İbni Hazm'e göre
İmamet, ancak şartları bulunursa gerçekleşir. Şöyle ki:
1 — İmam
(halife) Kureyş'li olacaktır. Çünkü bu hususta nass vardır ve sahabîler Benî
Saide'nin sofasında toplandıkları zaman Ansar, halifenin kendilerinden olmasını
teklif etmişler; fakat bütün sahabîler halifenin Kureyşli olmasında, Kureyşli
olması ve Hz. Peygamber'e yakınlığı bulunması hasebiyle Hz. Ebu Bekr'i halife
seçmede icmâ etmişlerdir.
2 —
Halifenin akıllı (âkil) ve erkek olması şarttır. Çünkü Peygamber (S.A.),
«İdarelerini bîr kadına teslim eden millet iflah olmaz.» buyurmuştur.
3 —
Halifenin emaneti omuzlamak için ileri çıkması; devlet işlerini yürütmek için
yapacağı görevleri bilmesi, zahiri durumunun bu işe elverişli olması ve fena
işlerle uğraştığı bilinmemesi şarttır. Bu konuda îbni Hazm şöyle der:
Bir kimse; tek bir
şeyde bile olsa, Aliah'dan korkmayan, yeryüzünde açıkça fenalık işleyen,
emniyete lâyık olmayan, Allah'ın emrini yerine getirmeyen veya dînî hakkında
bir şey bilmeyen bir şahsı halifelik makamına takdim etse günah ve
fenalığa yardım etmiş olur. Peygamber
(S.A.); «Bir kimse bizim emretmediğimiz bir işi yaparsa o merduddur.» ve «Ey
Ebâ Zerr, sen zayıfsın, iki kişiye reis ve yetim malına velî olma!» diye
buyurmuştur. Alîâhû Teâlâ da; «Eğer üstünde hak bulunan (borçlu), bir sefih
(beyinsiz) veya zayıf olursa, yahut da bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, velîsi
dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit yapın. Eğer iki erkek
bulunmazsa razı olacağınız şahitlerden bir erkekle, biri unutursa ötekine hatırlatması
için iki kadın yeter,»[76]
buyurmuştur. Bundan anlaşılıyor ki sefih, zayıf ve kendi işlerini yürütmediği
için velîye muhtaç olan kimselerin müslürnanlara velî olması caiz değildir.»[77]
İbni Hazm, hilafetin
verasete dayanmayacağını söyler, İslâm, soya dayanan saltanatı tanımaz. Bu
konuda da İbni Hazm şöyle der: «Müslümanlar arasında İmamet (hilafet)'de verasetin
caiz ol-mıyacağını, Râfiziler hariç, kabul etmeyen yoktur. Râfiziler ise, hem
veraseti kabul ederler, hem de erginlik çağma ulaşmayan şahsın İmam
olabileceğini caiz görürler. Keza, müslümanlar arasında kadının İmametinin caiz
olmayacağında ihtilâf yoktur.»[78]
İbni Hazm'e göre
şartları kendisinde bulunduran kimse İmamete nasıl getirilecektir? îbni Hazm,
bu işin şu üç şekilden biriyle tamamlanacağını söyler:
1 — Bu işin
en iyi ve en doğru şekli, mevcut İmamın ölmeden Önce kendisinden sonra İmam
olacak şahsı tavsiye etmesidir. Bu konuda şöyle der: «Nitekim Peygamber
(S.A.),' Ebu Bekr Sıddîk'i; O da, Ömer'i; Süleyman b. Abdilmelik, Ömer b.
Abdilaziz'i böyle tavsiye etmiştir.» İşte İbni Hazm'in benimsediği şekil
budur. Bu misallerden anlaşılıyor ki O, gelecek İmamı tavsiye işinde akrabalık
ve adam kayırma değil, dinin ve müslümanlann maslahatının öne alınmasını şart
koşmaktadır.
Bu tavsiye işi,
bi'at'm vacip oluşuna engel teşkil etmez. Umumî bir bî'at şarttır. Tavsiye ile
seçilmek, ancak bî'atla tamamlanır.
2 — Eğer
İmamet için bir tavsiye yoksa gerekli şartlan haiz kimse ortaya atılır ve
kendisine bî'at edilmesini teklif eder. Buna karşı çıkılmaz. İtaat etmek
gerekir. Nitekim Hz. Ali —Kerremallâ-hü vechehû — nin İmamete getirilişi böyle
olmuştur.
3 — Sağ olan
halife, kendinden sonraki halifenin seçimini güvenilir bir şahsa veya bir
zümreye bırakır. O şahıs veya zümre aralarından birini seçer. Nitekim Hz.
Ömer, Peygamber (S.A.)'in hayatta iken kendilerinden razı olduğu altı kişiye
bu işi havale etmiştir. İbni Hazm der ki: «Bize göre bu tarzdaki halife
seçiminde müslümanların ittifak ettiği şahsa razı olmak gerekir. Üç günden fazla
seçim işiyle uğraşmak caiz olmaz. Çünkü Peygamber (S.A.), Müslümanların iki
geceden fazla İmamsız kalmalarını
nehyetmiştir. Müslümanlar da, bundan fazla bir müddet içinde bu iş için
toplanmamıştır. Bu süreden fazlası bâtıl olup caiz değildir.»
İmametle ilgili bütün
bu şekillerde îbni Hazm'in zahirî görüşlerine göre hareket ettiği
düşünülebilir. Çünkü o, burada müslümanlardan adalet ehli olanların icmâ'ına.
uymaktadır. Bu müslü-manlar Ebu Bekr, Ömer,- Osman ve Ali (R.A.) 'ye bî'atta
icma' etmişlerdir. Böylece her üç türlü halife seçimi de müslümanlardan adalet
ehli olanların icmâ'ına dayanmaktadır. Bâgîlerin isyanı ise icmâ'ı bozmaz.[79]
Kebîre (büyük günah)
işleyenlerin durumu üzerinde münakaşa, ilk defa Haricîler arasında çıkmıştır.
Bunlara göre kebîre işleyenler kâfirdir. Ehl-i Sünnet Ve'1-Cemaat, Hâricilerin
bu görüşünü tanımamış ve kebîre işleyenlerin kâfir olmadığını, fakat işlediği
bu günah için hesaba çekileceğini söylemiştir. Tevbe eder veya Allah'ın mağfiretine
uğrarsa kebîre işleyen bir kimse hesaptan da kurtulur. Mürci'eye göre îman
olduktan sonra kebîre hiç bir zarar vermez. Nitekim küför içindekilere taat da
hiç bir fayda vermemektedir. Mu'te-zîlilere göre ise, kebîre işleyen ne
mümindir, ne kâfirdir. Bunun ikisi arasında bir yerde olup tevbe etmeden
ölürse ebediyyen ateşte kalacaktır.
Ibni Hazm, Ehl-i
Sünnet'in yoluna yaklaşır. Çünkü nass'Iann ^âhirleri onla)pu desteklemektedir.
Fakat kendisi, bu konuda kısmi bir ayırım yapar ve şöyle der: «Yaptığı günahlar
için Allah'a tevbe-i nasuh ile tevbe eden kimsenin Allah bütün günahlarını
affeder. Bir kimse tevbe etmeden ölür ve sevapları günahlarından ağır gelirse
günahları düşer. Kendisi de cennete gider, cehenneme gitmez. Sevapları
günahlarına denk gelirse bunlar A'raf ehli olurlar. Burada bir müddet
bekledikten sonra cennete giderler, cehenneme gitmezler. Eğer günahları sevaplarından
ağır gelirse, bunlar günahlarının fazlası kadar ceza görürler. Bunun müddeti,
yüzlerine ateşin bir defa parlama müddetinden elli bin yıla kadar değişir.
Sonra ateşten çıkar ve kalan sevapları karşılığında cennete girerler.»[80]
Bundan anlaşılıyor ki,
îbni Hazm günah işleyenlerin, isterse işledikleri günah büyük olsun, kâfir
olmadığını kabul etmekte, sonra da nass'larm zahirlerine dayanarak bu hususta
bazı tafsilatta bulunmaktadır. Böylece O, nakli ilim hakkında benimsediği
metodunda da mantıkî olarak hareket etmektedir.
Artık İbni Hazm'in
fıkhına geçebiliriz.[81]
İbni Hazm'in, nakilden
ibaret olan nass'lan anlama metodunun, sadece bu nass'lann zahiri mânâlarını
almak olduğunu söylemiştik.
îbni Hazm bu metodunu
siyaset, Allah'ın sıfatları ve diğer akide mes'elelerine dair görüşlerine de
tatbik etmiştir. Sadece ülûhiyetle nübüvveti ispat ederken akla dayanır.
Ülûhiyyet ve nübüvvetin ispatından başka mes'elelerde nass'lann zahirine
dayanır ve hükümlerin illetlerini araştırmaz.
îbni Hazm'in bu
metodu, fıkhında tamamen meydana çıkar; hattâ bu konuda temel unsur olur. İbni
Hazm, fıkhı hükümler çıkarırken yalnız Kitap ve Sünnetin nass'larma dayanır.
Bunlardan öte gitmez. Akla, nass'lann üstünde ve zahirî mânâlannın İlerisinde
bir işleme alanı bırakmaz. îbni Hazm-'e göre re'y'le de, hakkında nass
bulunmayan bir mes'eleyi hüküm bakımından hakkında nass bulunan bir mes'eleye
bağlamaktan ibaret ve istidlal bakımından neredeyse nass makamına kaim olan
kıyas'la da, maslahatla da, sebep olduğu neticeye göre hüküm ifade eden
zerâyi' ile de ictihad asla caiz değildir.[82]
Yukandaki ifadelerden
de anlaşılacağına göre, îbni Hazm fıkhı hükümlerin çıkarılmasında re'y'e
dayanarak içtihad yapılmasını caiz görmemektedir. Bu görüşünü ispat için O,
yine nass'lann zahirine dayanır. Burada biz, Ibni Hazm'in bu konudaki
delillerini kısaca anlatmak istiyoruz:
1 — Kur'ân:
Ibni Hazm, Kur'ân'm, «Biz o kitapta hiçbir şey eksik bırakmadık.»[83]
âyetini delil getirir. Eğer re'y için boş bir saha kalsaydı Kur'an-ı Kerim bir
kısım şeyleri eksik bırakmış ve ihmal etmiş olurdu. Keza, «Ey îman edenler,
Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Bir
şey hakkında çekiştiğiniz takdirde, Allah ve âhiret gününe inanıyorsanız,
hemen onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün (bu hususta onların emirlerine
başvurun).»[84] âyet-i kerimesi, bu
konuda İbni Hazm'in görüşünü ispat için bir delil teşkil eder.
Bu nass'da, îbni
Hazm'e göre, şer'i hükümlerin kaynakları tesbit edilmiştir. Bunlar da Kitap,
Sünnet ve ihtilaf konusu olmayan icma'dır.
2 — Sünnet:
îbni Hazm Sünnet nass'larının da zahirlerinden hareket eder. O, Peygamber
(S.A.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: «İlim insanların kalblerinden
çıkarılıp al mm az. Ancak ilim, âlimlerin ölümüyle çıkıp gider. Âlim kalmayınca
insanlar câhil reisler edinirler. Bunlar da re'y ile fetva vererek hem
kendileri saparlar, hem de başkalarını sapıtırlar.»
3 —
Sahabilerin sözleri: İbni Hazm, Hz. Ömer'in şu sözlerini rivayet eder: «Dininizde
re'ye itibar etmeyiniz.» ve «Ancak,
Peygamber (S.A.)'in re'yi isabetli olur. Çünkü ona, bunu ilham eden
Allah'-dır. Bizim re'yimiz sadece zan ve tekliften ibarettir.»
îbni Hazm, sehâbilerden
buna .benzer rivayetlerde bulunur. Hz. Ömer'in sözlerine benzer görüşleri, Hz.
Peygamber'in halifesi Ebu Bekr ve Ali (R.A.)'den de rivayet eder.
İbni Hazm, kendi
görüşünün doğruluğunu ispatlamakla yetinmez, daha ileri giderek ve fakîhlerin
büyük çoğunluğunun delil olarak kabul ettiği şeyleri nakzeder. Meselâ; «Ey
akıl ve basiret sahipleri, siz ibret alın.»[85]
âyetinde re'y dayanılmasına delâlet eden bir şey olmadığını, ancak bu âyette
cereyan eden olaylardan ibret alınmasına işaret buyunılduğunu söyler. Ayrıca
îbni Hazm, Muaz b. Cebel'in Peygamber (S.A.)'e, Kitab ve Cünnefte bir hüküm
bulunmadığı zaman re'yi ile içtihad yapacağını söylediğini ve Hz. Peygamber'in
de onun bu fikrini tasvip ettiğini anlatan hadis'in doğruluğunu kabul etmez.
Keza, Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'arî'ye gönderdiği kaza (yargı) mes'eleleriyle
ilgili ve birbirine benzeyen olayları kıyas yoluyla halletmesini emreden
mektubun sıhhatini inkâr eder. îbni Hazm'in bütün münakaşa ve istidlalleri,
lafızların zahiri mânâlarına dayanır. Fakat sihhati (doğruluğu) sabit olan
hadisleri inkâr etmesi tamamen yersizdir.
Artık İbni Hazm'in ileri
sürdüğü delilleri inceliyebiliriz. Bize göre, re'yi kabul edenler, mes'eleleri
başıboş ve bir kayda bağlamaksızın bırakmamışlardır. Fakihlerin caiz gördüğü
re'y, ancak kıyas veya maslahattan ibarettir. Bütün re'y çeşitleri bu ikisine
dayanır. Bunları kabul etmek, olayları Kitab ve Sünnetin ışığı altında
halletmektir. Nitekim Allâhu Teâlâ, ihtilâf çıktığı zaman Kitab ve Sünnete
başvurulmasını emretmiştir. O halde re'yi kabul etmek, Kur'ân nassınm dışına
çıkmak demek değildir.
Kıyâsın Kitab ve
Sünnete dayandırılması, hakkında nass bulunan mes'elelerin hükümlerini benzeri
mes'elelere tatbik etmek demektir. Bu da, mes'eleyi Kur'an veya Sünnetin
muayyen bir nassına dayandırmak olup Kur'ân ve Sünnetin dışına çıkmak değil,
nass'ları anlamının ve onlarla istidlal etmenin yoludur. Nitekim
Huccetu'l-İslâm el-Gazzali de böyle söylemiştir.
Maslahata gelince;
burada her türlü kayıttan âzâde olmak söz konusu değildir. Muteber olan
maslahat, îslâmiyetin tanınmış olduğu maslahattır. Bu da, naşs'lardan elde
edilen umumî amaçlara başvurma olup nihayet Kitab ve Sünnete dayanmak demektir.
Bunların dışına çıkmak veya hükümlerinin icabına uymamak değildir.[86]
İbni Hazm'e göre
şeriatın emirleri ancak şu dört esas ile bilinir
1 — Kur'ân
nassı,
2 —
Peygamber (S.A.)'in sahih ve mütevâtir sünneti,
3 — Ümmetin
âlimlerinin icmâ'i,
4 — Ancak
bir tek şekle ihtimali olan delil.
İbni Hazm'in fıkhının
kaynaklarını İşte bu dört esas teşkil eder.[87]
Kitab, bütün şeriatın
ilk kaynağıdır. Diğer kaynaklar buna dayanır. Sünnetin hüccet oluşu .da ancak
Kitab ile anlaşılmıştır.
Kitab, Peygamber
(S.A.)'in en büyük mu'cizesi olup onun kıyamete kadar bakî olan şeriatının
düsturunu teşkil eder.
Kur'ân-ı Kerimin hükmü
ya bizzat açıktır; evlenme, boşanma ve mirasla ilgili hükümlerin çoğu böyledir.
Veya Kur'ân'm ihtiva ettiği hükmün Sünnetle açıklanması gerekir. Meselâ namaz,
zekât ve haccm hükümlerini Sünnet açıklamaktadır. Nitekim Kur'ân'da, Biz sana
da Kur'ân'ı indirdik. Tâ kî insanlara, kendilerine indirileni açıkça
anlatsın...»[88] buyurulmuştur.
Kur'ân'm beyanları
bazan apaçık olur, bazan da kapalı olur. Ancak zikir ehli onu anlar, Kur'an-ı
Kerîm'de.de, «Bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorun.»[89]
emr-i ilâhîsi yer almıştır. Ibni Hazm bu konuda şöyle söyler :
«Beyan (Kur'an'in
ifadesi), vuzuh (açlık) bakımından değişir. Bazan açık, bazan kapalı olur.
însanlar, bunları anlamakta değişik duruma sahiptirler. Bazısı bunları doğru
olarak anlar, bazısı anlıya-maz. Nitekim, Ali b. Ebî Talip (R.A.), «Kur'an'ın
ifadesini ancak dîninde kendisine bir anlayış ihsan edilen kimse kavrar.»
demiştir.
İbni Hazm, Kur'ân'm bazan
Kur'ân ile açıklandığını, bazı Kur'ân nass'lannın,kapalı.veya tahsis edilmeye
ihtiyaç gösterecek bir şekilde umumî (âmm) olduğunu ve bunları Kur'ân'ın diğer
nass'lannın tahsis (tayin) ettiğini söyler.
îbni Hazm, Kur'an'm
umumi (âmm) ifadelerini açıklayan lafızların iki kısmı olduğunu anlatır:
1 — Zaman
bakımından Kur'an'm umumî ifadesine yakın olan lafızlar. Bu lafızların
açıklanmasına «Tahsis» denir.
2 — Zaman
bakımından Kur'an'm umumî ifadesine yakın olmayan lafızlar. Bu lafızların
açıklanmasına da «Nesih» denir.
İbn-i Hazm'e göre
nesih, hükmün zaman içerisindeki umumîliğini istisna etmektir. Bu, şu
demektir: Nesih'den önceki zamanda bu hüküm tatbik edilmiş olup daha sonra
zamanın umûmundan istisna edilmiştir. İbni Hazm burada şöyle der:
«Nesih, istisnanın
çeşitlerindendir. Çünkü nesih, zamanın istisnası, yani bir işi belli bir
zamana tahsistir. Buna göre, her nesih istisnadır, her istisna nesih değildir,
diyebiliriz.»
îbni Hazm, Kur'an
nass'Iannm birbirleriyle çatıştığını kabul et-. mez ve bunu kesin olarak
reddeder. Çünkü Kur'an, ilâhî bir vahiydir. Dolayısiyle bunda birbirine zıt
şeyler olamaz.
Kur'an nass'ları
arasındaki çatışma (taâruz) nm varlığını kabul etmek, Kur'anda ihtilafın
oldüuğnu kabul etmektir. Halbuki Allah Teâlâ, şu sözüyle Kur'anda ihtilâf
bulunmadığını beyan etmiş ve: «Onlar, hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünmiyecekler
mi? Eğer O, Allah'dan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini
tutmayan birçok şey bulunurdu.»[90]
buyurmuştur.
Bir kimse Kur'an
nass'ları arasında çatışma bulunduğu vehmine kapılırsa, ya her iki âyetin
birbiriyle bağdaşma imkânı, ya umumî (âmm) ifadesinin diğer bir âyetle tahsisi
veya nesih ile onun bu vehmi ortadan kaldırılır.[91]
İbni Hazm şöyle der:
«İslâm şeriatında
başvurulan asıl kaynağın Kur'an-ı Kerîm olduğunu beyan ettik. Kur'an-ı Kerîm'i
inceledik ve onda gördük ki Peygamber (S.A.)'in emirlerine itaat etmemiz
gerekmektedir. Allah Teâlâ'nın Kur'ân'da
Resulünü şöyle vasfettiğini de
biliyoruz:
«O, kendi havasından
söylemez. O, (peygamber'in söyledikleri) ancak kendisine gönderilen bir
vahiydir.»[92] Buna göre, Allah'ın Peygamber
(S.A.)'e göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz:
«1 — Vahy-i
Metlüv (tilâvet edilen vahiy).Bu i'cazkâr bir üslûba sahip olan Kitab
(Kur'an)'dır.
«2 — Vahy-i
Mervî (rivayet olunan vahiy) : Bu i'cazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüv de
değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivayet edilmemiştir. Fakat makrû'
(okunmuş) dur. Yâni bu, Peygamber (S.A.)'den varit olan haber olup Allahu
Teâlâ'nın murâdını açıklayıcı mahiyettedir. Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta şöyle
Duyurulmuştur: «...Tâ ki insanlara, kendilerine indirileni açıkça anlatasin.»[93] Buna
göre Allahu Teâlâ, nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'an'a itaat
etmemizi enırettiyse, vahyin bu ikinci kısmına da itaat emmemizi emretmiştir.
Bunlar arasında hiçbir fark yoktur.»
Bu ifadeden anlıyoruz
ki İbni Hazm'e göre Sünnet, her ne kadar nazm, tilavet ve i'caz bakımından
Kitab gibi değilse de, vahiy olma yönünden onun aynıdır. Dolayisiyle Sünnet,
Kur'an-ı açıklamakta ve onun'bildirmediği hükümleri ihtiva etmekte olup
Sünnete uymak Kur'an'ın emridir.
Îbni Hazm, Kur'an ve
Hadîs nass'lannı şeriatın yegâne kaynağı sayar. Sünnet ve Kur'an, ona göre aynı
mertebededir. Ondan önce Şafii de bu görüşü ileri sürmüştü. îbni Hazm, bu
konuda şöyle der: «Kur'an ve sahih haber birbirine bağlıdır. Her ikisi de Allah
katından gönderilmiş olma ve itaat bakımından aynı hükümdedir. Çünkü Allahu
Teâlâ Kur'an'da; «Ey îman edenler, Allah ve Resulüne itaat edin. Kendiniz
dinleyip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin. Kendileri dinlemedikleri
halde, dinledik diyenler gibi olmayın.»[94]
buyurmuştur.
Îbni Hazm, Peygamber
(S.Â^)'in söz ve takrirlerini kesin olarak hüccet sayar. Peygamber (S.A.) 'in
fiillerine gelince; îbni Hazm bunları, ancak onun emrettiği şeylerin tatbiki
olduğuna delâlet eden bir söz bulunursa hüccet olarak kabul eder. Meselâ;
Peygamber (S.A.)'-in; Namazı ben nasıl kılıyorsam siz de benden gördüğünüz gibi
kılınız.» sözü böyledir. Veya Peygamber (S.A.)'in fiilinin sözü makamında
olduğunu gösteren bir karine (işaret) bulunursa, bu fiili îbni Hazm hüccet
olarak kabul eder. Çünkü karine, fiili söz mevkiine kor.[95]
Îbni Hazm, rivayet
bakımından Sünneti ikiye ayırır:
1 — Mütevâtir Sünnet: Bunun hüccet oluşunda icmâ' vardır. İbni Hazm'e göre
mütevâtir Sünnet, kesin ve tereddütsüz bir hüccettir. Fakat, Îbni Hazm'in
mütevâtir Sünneti tefsiri, Hadîs bilginleriyle diğer fakîhlerin tefsirine
uymaz. Onlara göre mütevâtir, toptan yalan üzerinde birleşmeleri imkânsız olan
bir topluluğun sened bakımından Peygamber (S.A.)'e ulaşmak şartıyla yapmış
olduğu rivayettir, îbni Hazm'e göre ise mütevâtir yalan üzerinde ittifak etmeleri
imkânsız olan en az iki kişi tarafından rivayet edilen şeydir. Meselâ; bir
memleketten gelen kimse herhangi bir şey rivayet etse, başka bir memleketten
gelen diğer bir şahıs da, her ikisi birbirini görmediği halde, aynı şeyi haber
verse İşte bu rivayet, îbni Hazm’a göre tevatür ifade eder ve tasdiki
gerektirir. İbn-i Hazm'in bu görüşünü, aklın bedîhilerinden bahsederken de
anlattık.[96]
2 — Âhâd Haber:
îbni Hazm, bunu, tevatür şartlarını haiz olmayan bir veya daha fazla kimsenin
rivayet ettiği şey, diye tarif eder.
îbni Hazm, âhâd
haberlerin tasdik edilmesini, bunların hem akâid hem de amel hususunda delil
olarak alınmasını ileri sürerken birçok bilginlere muhalefette bulunur. îbni
Hazm'e göre âhâd haberler hem îtikad, hem de amel bakımından uyulması gereken
bir şeydir. Bu suretle îbni Hazm, birçok muhaddislerle Ahmed b. Hanbel gibi
muhaddis fakîhlerin bir kısmı ile birleşir. Diğer fakîhlere göre de haber-i
âhâd'le amel etmek gerekir. Fakat, i'tikâdî mes'elelerde bu haberlere uymak
gerekmez.
Âhâd haberleri akâid
mes'elelerinde delil olarak alan îbni Hazm'le muhaddislerin delilleri şudur:
Peygamber (S.Â.), bâzı krallara yazdığı mektupları birer kişiyle göndermiştir.
Keza, Peygamber (S.A.), müslümanlara vazifeli olarak bâzı kimseleri tek olarak
gönderirdi ve bunların sayısmı nazarı itibara almazdı. Meselâ; Muaz'ı Yemen'e,
Ebu Bekir'i Hac Emîri olarak Mekke'ye, Hz. Ali'yi, kadı olarak Yemen'e tek
olarak göndermiştir. Sahâbîler, hakkında Kurf-ân nassı bulunmayan bir
mes'eleyle karşılaştıkları zaman bunu halletmek için Peygamber'in Hadîsini
araştırırlar ve bu hususla ilgili bir hadîs bulurlarsa, râvîlerinin sayışma
bakmaksızın bu Hadîs'e göre hükmederlerdi.
Mütevâtir ile âhâd
arasındaki fark, istidlal bakımmdan kuvvet farkıdır. Mütevâtir, âhâd'dan önce
gelir. İki haber çatışırsa, yâni mü-tevâtirle âhâd haber birbirine zıt olursa
ve aralarını telif kabil olmazsa mütevâtir hadîs, Peygamber (S.Â.) 'den intikal
eden sâdık haber olarak kabul edilir.
İbni Hazm, râvilierin
bizzat adaletli ve «sika» olmalarını şart koşar. Sika râvîlerin en yüksek
mertebesini fakih, öğrendiklerini iyi hıfz ve zapteden kimseler teşkil eder.
Hâli belli olmayan kimselerin rivayetleri, böyle bir kimsenin âdil ve sözü
makbul veya gayri âdil ve rivayeti merdut bir kimse olup olmadığı anlaşılıncaya
kadar kabul edilmez.
Râvînin fakîh olması,
onu en yüksek mertebeye dâhil olmasının şartı olup -sözünün kabul edilmesinin
şartı değildir. îbni Hazm bu konuda, Ebu Musa el-Eş'ârî'nin Peygamber
(S.A.)'den rivayet ettiği hadîsi misâl olarak ileri sürer ve «el-îhkâm» adlı
eserinde şöyle der:
«Ebu Musa
el-Eş'âri'den Peygamber (S.A.) 'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
«Allah'ın benimle gönderdiği ilim ve hidâyet, bir toprağa yağan yağmura benzer.
Eğer bu toprak iyi ise suyu emer ve bereketli bitkiler verir. Bu toprak sert ve
kuraksa suyu üzerinde tutar. Allah, bununla da insanları faydalandırır. Onlar
bu sudan içerler, taşırlar ve hayvanlarına içirirler. Diğer bir kısım toprak da
vardır ki, dümdüz çöl olup ne suyu üzerinde tutar, ne de bitki verir. İşte
dinde fakîh olan ve kendisini Allah'ın bana gönderdiği şeylerle
yararlandırdığı kimse de böyledir. O, öğrenir ve öğretir. Bu mertebeye
yükselmeyen kimse, Allah'ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmez.»
«Peygamber (S.S.), bu
hadiste ilmin merteblerini eksiksiz olarak bir araya toplamıştır. Rivayet
ettiği şeyleri tam olarak muhafaza eden ve nassm lâfızlarının iktizâ ettiği
mânâları anlayan, kişilerin ihtilâfa düştüğü şeyi, Kur'ân ve Sünnetin nassına
dayandırmaya dikkat eden fakîh, İşte iyi ve saf bir toprak gibidir. İşittiği
sözleri hıfzeden veya yazmak suretiyle tesbit ederek önu sadece olduğu gibi
başkasına nakleden, rivayet ettiği şeylerin mânâsına dikkat etmeyen, kişilerin
ihtilâf ettiği şeylerin Kur'ân ve Sünnet nass'larma nasıl dayandırılacağını
bilmeyen kimseler de, insanların faydalandığı suyu üzerinde tutmaktan öte
gidemeyen toprak gibidir. Fakat Allah, onların bunu, daha anlayışlı kimselere
tebliğ etmeleriyle insanları faydaîandırmiştir. Peygamber (S.A.), bu noktaya
dikkati çekmiş ve: «Bâzı tebliğ edenler vardır ki hıfzetme ve anlayış bakımından
dinleyenden daha güçlüdür.» buyurmuştur. Yine Peygamber (S.A.)'den; «Bâzı
fıkıh ehli vardır İd aslında fakih değildir.» buyurduğu rivayet edilmiştir.
İşittiklerini hıfz ve tesbit edemiyenler ne iyi toprak gibidir, ne de suyu
üzerinde muhafaza eden toprak gibidir. Ancak bunlar, mahrum, mâzûr veya hem ot
bitirmeyen, hem de suyu muhafaza etmeyen çöl durumundadırlar.»
îbni Hazm, rivayette
râvînin birkaç tane olmasını şart koşmaz. Meselâ; ona göre bir râvînin rivayeti
makbuldür. îbni Hazm, iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şahitliği ile
hadîs rivayetini üç
cihetten birbirinden
ayırır:
1 — Allâhu
Teâlâ, dînini korumayı üzerine almıştır. Dolayısıyla âdil olan bir kişi,
Peygamber (S.A.)'den naklolunan sözleri rivayete yeterlidir.Dinde kıskançlık
ve çekişme yoktur. Rivayetler birbiriyle çatışırsa, sened bakımından kuvvetli
olan öne alınır. Kullara ait işlere gelince, bunlar kıskançlık ve çekişmeye
dayanmaktadır. Kıskançlık ve çekişme olan bir yerde itham bulunur. Elbette bu
ithamı iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şahitliğiyle gidermek
gerekir.
2 — Kaza
(yargı), adaletli kimselerin şahitliğiyle kesinlik kazanır. Bunun içindir ki
âdil kimselerin şahadetiyle hükmetmeyen kadı günah işlemiş olur. Kadı'nın
mutlaka şahide dayanması gerekir.
3 — Rivayet,
şahitlik değildir. İbni Hazm, bu hususta şöyle der: «Allah şeriatın bütün
mes'elelerinde; Peygamber (S.A.) şöyle buyurdu. Allah bize böyle emretti,
dememizi farz kılmıştır. Çünkü Allâhu Teâlâ: «Allah'a itaat ediniz ve Usûlüne
de itaat ediniz.»[97] ve
«Peygamber size ne verdiyse onu alın, sizden neyi yasak ettiyse ondan da sakının.»[98]
buyurmuştur. Allah ve Resulü bizi bundan nehyetti veya bize bunu emretti,
dememizi farz kılmış, bu şunun haklı olduğuna şahitlik etti, bunun haklı
olmadığına bir kimse yemin etmedi, dememizi farz kılmamıştır.»[99]
Görüyoruz ki Îbni
Hazm, bu son ciheti anlatırken tamamen lâfızların zahirî mânâlarını
almaktadır. Çünkü O, rivayetin «şahit olduk» ve benzeri kelimelere
dayanmasının şart olmadığını belirtmektedir. Ona göre şahadetle rivayet
arasındaki farklardan biri de İşte
budur.
Îbni Hazm, rivayetleri
ancak senedleri Peygamber (S.A.)'e ulaşıyorsa kabul eder. Buna göre, hadîs
rivayet ettiği sahâbinin ismini zikretmeyen tabiînin mürsel hadîsini kabul
etmez. Keza, tabakalardan birinde senedi kesilen (inkıta' eden) bir haberi
kabul etmediği gibi, mânâsı üzerinde icmâ' olmadıkça mürsel veya münkatı'
hadîsi de kabul etmez ve bu hususta şöyle der:
«Mürsel haber (hadis),
nesilden nesile kabul edilmemiş ve sıh-hatında kesin bir şekilde icmâ' hâsıl
olmamışsa reddedilir. Eğer onun üzerinde icmâ' edilmişse bunun Kur'ân gibi
Peygamber (S. A.)'den nakledildiğini kabul eder ve sened aramayız. Mürsel hadisin,
bizzat Peygamber (S.A.)'in ağzından işitilmiş olup olmaması eşittir. Meselâ
«Vârise vasiyet yoktur.» hadîsi ve Peygamber (S.A.)'-in nübüvvetini gösteren
mu'cizelerin çoğu böyledir. Bunlar sağlam senedlerle rivayet edilmiş olup büyük
bir topluluğun nakline dayanmaktadır. Kur'ân'da zikredilen ay (kamer)'in
yarılması, Peygamber'in birazcık yemekle birçok kimseleri doyurması ve bir
bardak su ile orduyu suya kandırması da böyledir.»
îbni Hazm, sahâbî:
«Bunu Peygamber (S.A.) buyurdu» demedikçe,
bir sözün Peygamber'e nisbetini kabul etmez. Ona göre bir sözün hadis olduğu
açıkça söylenmelidir. Bu sebepten İbni Hazm, sahâbîlerin; «Sünnet böyledir»
veya «Biz bununla emrolunduk» gibi sözlerini hadîs ^olarak kabul etmez ve bu
ifadeleri Peygamber (S. A.V)'e isnad mahiyetinde saymaz. Çünkü bu ifadeler,
sahâbîlerin bu konuda Peygamber (S.A.)'den bir şey işitmiş olmaları mânâsına
gelebileceği gibi, kendilerinin böyle ictihad ettikleri mânâsına da gelebilir.
Böyle bir ihtimal karşısında herhangi bir şey Peygamber (S.A.)'e nisbet
edilemez. İbni Hazm, şahabının içtihadını hüccet saymaz. O, hem sahâbîyi, hem
de derece bakımından sahâbiden sonra gelenleri taklit etmez.
Buna göre, İbni
Hazm'in rivayet hususunda da zahirî olduğu anlaşılmaktadır.[100]
Şimdi İbni Hazm'e göre
şeriatın üçüncü kaynağı olan icmâ'ı anlatabiliriz, îbni Hazm'in icmâ'
üzerindeki görüşleri
üç noktada toplanabilir:
1 — İcmâ'ın
hakikati,
2 — Hakkında
icmâ' hâsıl olan asıl; buna usûl-i fıkıhçılar icmâ'ın senedi» adını verirler,
3 — Îcmâ'ın
asrı.
İcmâ'ın hakikatine
gelince: İbni Hazm bunu açıkça tarif etmez.
Fakat şerîatin kaynak
ve hükümlerini bölümlere ayırarak açıklamaya çalışır. Ona göre dînî hükümlerin
sadece iki kaynağı vardır. Bu da; ya Mushaf ta yer alan vahy-i ilâhî, yâni
Kur'ân'dır. Veya Mushaf ta yer almayan vahy-i ilâhî, yani Peygamber'in
Sünnetidir. Bu iki esasa dayanan dinî hükümler üç kısma ayrılır:
a) Ümmetin
asırdan asra nakledegeldiği )ıükümler: Bunlar İman, namazlar, oruç ve haccm
esasları gibi icmâ'a dayanan «hükümlerdi.
b) Tevatürle
nakledilegelen birçok sünnetler: Bunlar hakkında icmâ'a tesadüf edilmemiştir.
Peygamber (S.A.)'in sahâbîlerin yanında oturarak namaz kılması ve Hayber
arazî'sini içinden çıkan gelirin yarısı karşılığında Yahudilere kiraya vermesi
böyledir.
c) Güvenilir kimselerin nakledegeldikleri meseleler:
Bunların bir kısmı üzerinde icmâ1, bir kısmı üzerinde de ihtilâf edilmiştir.[102]
İcmâ'm senedine
gelince : îbni Hazm, üzerinde icmâ' yapılan mes'-elenin ancak bir nassa
dayanmasını şart koşar. Bu nass da Peygamber (S.A.)'den nakledilen Sünnettir.
Sünnet ise; ya Peygamber aleyhis-selâm'm sözü, ya fiili veya ikrarı (takriri)
dir. Hakkında böyle bir nass bulunmayan mes'ele üzerinde icmâ' olduğu iddiası bâtıldır.
Çünkü Allah; «Rabbinizden size inen (Kur'ân-ı Kerim)'e uyun. Ondan başka
velîlere uymayın.»[103] ve
«Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.»[104]
buyurmuştur. Dolayısıyla bir nassa dayanmayan icmâ'ı kabul etmek, Allah'ın
indirmediği bir şeye uymaktır. Keza, nassa dayanmayan bir mes'ele üzerinde
icmâ'a varmak, Peygamber devrinde hükmü bildirilmemiş mes'elelerin mevcut
olduğunu ileri sürmek ve dînin Peygamber devrinde tamâm olmadığını ortaya
atmak" demektir.
Görülüyor ki İbni
Hazm, sadece nass'lara dayanmaktadır. Diğer fakîhler ise, hem nass'lara
dayanmakta, hem de hakkında nass bulunmayan mes'eleleri nass'lara hamletmek
suretiyle bir hükme bağlamaktadırlar. Allah'ın bildirdiği hükümlerin
sebeplerini keşfedip bunlara göre kıyaslar yaparak, yeni mes'elelerin
hükümlerini bildirmek, dînin temel esaslarmdaki, mükemmelliği zedelemez.
Namütenahi ve yeni olaylar, bu temel esasların ışığı altında bir hükme bağlanmak
mecburiyetindedir.
İcmâ'ın asrına gelince:
İbni Hazm'e göre bir hüküm üzerinde kimler tarafından icmâ' yapılabilir ve
hangi asrın icmâ'ı muteberdir? İbni Hazm bu sorulara verdiği şu cevabı Dâvûd
ez-Zâhni'ye nisbet eder: Muteber olan icmâ' ancak sahâbilerin icmâ'ıdır. Çünkü
sahâbîler, dîni hükümleri bizzat Peygamber (S.A.)'den öğrenmişlerdir. Ancak
bizzat Peygamber (S.A.)'in öğrettiği şeyler üzerinde icmâ' olabilir. Ayrıca
sahâbîler, mü'minlerin tamamını temsil ediyorlardı. Dolayısıyla onların icmâ'ı
bütün mü'minlerin icmâ'ı oluyordu. Sahâbîlerden sonraki asırlara ait mü'minler,
müslümanların bir kısmını teşki-l etmektedirler. Mü'minlerin bir kısmının
icmâ'ı ise, icmâ' hüviyetini kazanamaz.[105]
Ibni Hazm'e göre'
icmâ', bütün âlimlerin Peygamber (S.A.)'den bizzat öğrenmiş oldukları
mes'eleler üzerindeki tevatüre dayandığından, Medînelîlerin icmâ'ı bütün
mü'minlerin icmâ'ı sayılmaz ve dinde bir hüccet teşkil etmez. Çünkü
Medîneliler, bütün mü'minleri temsil edemezler.[106]
Ibni Hazm'e göre
şeriatın dördüncü kaynağını «delil” teşkil eder. Diğer Ehl-i Sünnet fakîhlerine
göre ise, şeriatın dördüncü kaynağı kıyas'tır. Zahirîler kıyası tanımazlar.
Fakat «delil» adını verdikleri] kıyasa benzer bir kaynak ileri sürerler. Hatib
Bağdadî, Târih'inde de bunu Dâvûd ez-Zâhirî'nin ortaya” attığını söyler. Lâkin
Zahiriler, delilin kıyastan ayrı olduğunu ve nass'lann dışında bir şey olmadığını
söylerler, İbni Hazm, bu konuyu anlatırken sert bir dil kullanır ve şöyle der:
«Câhiller bizim
«delil» tâbirimizi nass'ların ve icmâ'm dışında bir şey zannederler. Bir kısmı
da, delil ile kıyâsın aynı şey olduğunu söyler. Bunlar son derecede sakat ve
yanlış bir zanna kapılmaktadırlar. Biz, insâallah, hüccet olarak kabul
ettiğimiz delil'i bütün çuplaklığıyla ortaya koyacağız.»
Bundan sonra Ibni Hazm
delîli açıklamaya girişir ve onun nass veya icmâ'dan çıkarılmış plan ve bizzat
bunların delâletine dayanan bir şey olduğunu, bir illet sebebiyle nass'lara
hamledilmediğini söyleyerek, kıyâsı reddeder. Çünkü, kıyâsın esâsı nass'dan
çıkarılan illete dayanmakta ve o nass'ın hükmü, aynı illeti taşıyan diğer
mes'elelere de tatbik edilmektedir. Nass'lara dayanan delîl ise bizzat
nass'lardan [107]alınmaktadır.[108]
Fakîhlerle
Zahiriler arasındaki asıl fark ve
ihtil4fxfc. nasşlann ta'lîli teşkil eder. Fakîhlerin büyük çoğunluğuna göre
nass'larîn manâları akılla bilinir. Çünkü nass'lar, belirli maksatlar için
gelmiştir. Din ve dünya işleri bunlarla tanzim edilir, insanlar, dosdoğru ve faziletli bir yolda
ancak bunlar sayesinde gidebilir. Her nass'ın lâfızlarının delâlet ve ifade
ettiği umunu ve hususi mânâları iyice kavranır. Meselâ; şarabı yasak eden
nass'dan bunun niçin yasak edildiği ve bu yasağın (tahrîmin) gayesi tesbit
edilir. Sonra bu nass, tahrimin sebebi
(illeti) 'ni taşıyan her içkiye tatbik edilir. Böylece Kur'an nass'larıyla
Peygamber'in hadîslerinin toplamından bir kısım külli kaideler elde
edilir. Birçok cüz'İ mes'eleler bu
kaidelerin şümulüne girer. Bu kaidelerin tatbiki sayesinde mevcut olan hâdiselerin
hükümleri bilinmiş olur. Bu suretle de şeriatın tatbik imkânı genişler. Çünk)
bu kaideler, bir mes'elenin şer'î hükmünü öğrenmek isteyen ve bunun hakkında
bir nass bulamayan herkesin ışığına doğru koştuğu bir nurdur.
İşte bu
anlattıklarımız fakîhlerin görüşleridir. Zahirîlere gelince; onlar nass'ların,
kulların her türlü ihtiyacına cevap vereceğini kabul ederler. Fakat her nass,
sadece kendi konusunu açıklar ve bundan öte gidemez. Nass'dan istinbat edilen
bir illetin mevcudiyeti düşünülemez. Eğer nass'ların, kulların maslahatını
temin için geldiğine inanmak gerekirse hiçbir şeyin nass bulunmadıkça haram
veya helâl olduğu söylenemez. Eğer bâzı nass'lar belli sebeplerle gelmişse bu
nass'ların hükümleri, ait oldukları mes'elelerin dışına çıkamaz, îbni Hazm bu
hususta şöyle der:
«Şeriatın her hükmünün
bir sebebi vardır diyemeyiz. Belki şöyle söyleyebiliriz: Şeriatın muayyen
hükümlerinin sebepleri bulunduğu nass'la belirtilmiştir. Sebebi nass'la
belirtilmeyen hükümler de vardır. Bu gibi hükümler, dilediği her şeyi yapma
kudretine sahip olan Allah'ın murâd ettiği şeylerdir. Biz, bir şeyin haram veya
he lal olduğunu söyleyemeyiz. Rabbimiz
ve Peygamberimiz (S.A.)'in . buyurduğu şeyleri ne artırabiliriz, ne de
eksiltebiliriz. İşte hakîkî din budur.
Hiçbir kimse bunun zıddına hareket edemez ve bundan başka türlü inanamaz. Muvaffakiyet de Allah'dandır. Kur'an'da; «O,
yaptığından sorulmaz. Onlar ise sorguya çekilirler.»[110]
buyurulmuştur. Böylece Allah, kendisiyle bizim aramızda kıyas edilemiye-cek
kadar büyük fark olduğunu ve onun fiillerinde «niçin»in bit yeri bulunmadığını
bildirmiştir. Allah'ın hüküm ve filleri hakkında niçin böyle yapmıştır, diye
sorma hakkımız olmadığına göre, şeriatın hükümlerinde sebep aramamız bâtıldır.
Allah bunu şu sebepten böyle yaptı diye nass'la belirtilmemişse, bizim ileri
sürdüğümüz illetler tamamen değerini kaybeder. İşte bunun da sorulması caiz olmaz
ve hiçbir kulun; «Niçin bunun bir sebebi var da, ötekinin yoktur?» demesi
doğru olmaz. Keza; «Allah, niçin bunun sebebini bildirdi de diğerinin
bildirmedi?» diyemez. Çünkü bir kimse, böyle bir soru ortaya atarsa, Allah'a
isyan etmiş ve dinî bakımdan küfre düşmüş olur,»[111]
Burada îbni Hazm'in
nass.ları ta'Iil konusunda meseleyi başka bir sahaya intikal ettirdiğini
görüyoruz. O, nass'larm ta'lîlini Allah'ı yaptığı işlerden sorguya çekmek,
Allah'ın fiil ve sözlerinde yaratıcı iradesini ta'lîl etmek gibi bir şey
sayıyor. Burada İbni Hazm, konudan tamamen uzaklaşmaktadır. Çünkü fakîhlerce
kabul edilen nass'larm ta'lîli, bu nass'larm maksat ve gayelerini tanımak ve
onların şâmil olduğu mânâları tamim etmektir. Bu ise, Allah'ın nass'Iarla neyi
murâdettiğini tesbit etmektir, Allah'ın iradesini söz konusu etmek değildir.
Bunun için diyebiliriz ki, îbni Hazm gibi derin bir tetkik sahibi olan bir
bilginin böyle düşünmesi yakışık almakmaktadır. Çünkü nass'larm ta'lîli ile,
hâşâ, Allah'ı sorguya çekmek arasında büyük bir fark vardır. Nass'larm
mânâlarını araştıran kimse, bu hükümlerden Allah'ın ne murâdettiğini öğrenmek
istemekte ve nass'-ları tefsir ederek, Rabbu'l-Âlemîn'in bu hükümlerdeki
murâdını anlamaya çalışmaktadır. Allah'ın irâdesini söz konusu yapan kimse de;
«Bunu niçin böyle yaptın, ey Rabbu'l-ÂIemîn?» diye sormaktadır. Bu ikisi
arasındaki fark şüphesiz çok büyüktür.[112]
İbni Hazm kıyas,
maslahat, istihsan ve zerâyi' gibi bütün re'y çeşitlerini reddettikten sonra
hakkında nass bulunmayan meseleleri neye göre halletmektedir?
îbni Hazm, hakkında
nass bulunmayan meselelerde istishab ve ibahat-ı asliyye[113]
prensibine dayanır, İbni Hazm'e göre istishab'ın mânâsı, nass'a dayanan bir
hükmün değiştiğini gösteren nass'lar arasında bir delil bulununcaya kadar devam
etmesidir. Ona göre haram edilenler hariç, her şeyin mubah oluşu nass'la
sabittir. Allahu Teâlâ, Hz. Âdem'in
yeryüzüne inişi sırasında şöyle buyurmuştur: «Yeryüzünde sizin için bit vakte
kadar durak ve faydalanacak şeyler vardır.»[114]
İbni Hazm bu nass'ı şöyle açıklar: Allau Teâlâ bu âyetinde, «bizim için
faydalanacak şeyler» olduğıanu bildirerek insanlara her şeyi mubah kılmıştır.
Sonra bunlardan dilediğini yasak etmiştir. Yâni bunların hepsi, şer'î bir
nass'â dayanır.»[115]
İbni Hazm, istishabı alıp
birbirine benzeyen şeyleri bir hüküm altında birleştiren kıyas yoluyla içtihadı
terkedince, bâzan- acaip durumlara düşmüştür. Şöyle ki:
a) Eşyada renginin, kokusunun ve tadının t
değişmesi gibi pis olan bir şeyin maddî eserleri görülmedikçe o eşya temizdir.
Meselâ, suya pis bir şey düşse ve onda böyle bir değişiklik meydana gelmese,
bu su temiz olup içilmesi ve abdest alınması caizdir. Bundan, ancak durgun suya idrarın katışması
istinâ edilmiştir. Çünkü böyle bir suyun pis olduğunu bildiren bir nass
vardır.[116]
b) Köpeğin
artığı, yâni köpeğin bir kaptan içmiş olduğu su ve benzeri maddelerin geriye
kalan miktarı pistir. Bu kabı temizlemek için, biri temiz toprakla olmak üzere,
yedi kere yıkamak gerekir. Çünkü bu hususta nass vardır. Buna mukabil domuzun
artığı temiz olup içilmesi veabdest alınması caizdir.[117]
c) Durgun
bir su insan idranyla pis olur. Öte yandan domuzun idrarı böyle bir suyu pis
etmez. Çünkü nass sadece insan idrarı hakkında varit olmuştur. Dolayısıyla
domuz vesair hayvanların idrarı buna kıyas edilemez.[118]
Şüphesiz bu görüşler,
fıkıh ve fikir alanında tuhaf şeylerdir.İbni Hazm'i bunlara sürükleyen sebep,
onun, re'y ve riass'larm mânâlarının akıl ile kavraıulabileceğini
reddedişidir. Bu yüzden O, nass'ların hükümlerini muayyen İlletlere, tesbit
edilmiş maslahatlara, meseleleri benzerlerine mukayese edip bunları aynı hüküm
altında birleştirme (kıyas) esnasına dayandırmaz. Lâkin böylece, istinbat
temelinden yıkılmış olar.[119]
Bu kısa açıklamalar,
umumî olarak Zahirî fıkhını ve özellikle îbni Hazm'in fıkhî görüşlerini
aksettirmektedir.
Nass'lann Zahirî mânâlarını
kabul etmek konusunda şiddet gösteren ve diğerlerine sert bir şekilde muhalefet
eden Zahirî mezhebinin ilk imâmı Dâvûd el-lsbahânf'dir. O'nun bir kısım
görüşlerini yukarıda abattık. Onlar, Dâvûd ez-Zâhirî'nin fıkhî metodunu yansıtmaktadır.
İşte bu metod, onu
bütün rivayete ve senedleriyle hadîs toplamaya sevketmiştir. Çünkü o, re'y'e
itimat etmediği müddetçe, nass'-ların Zahiri mânâlarına göre hüküm vermek için
buna mecbur olmuş ve netice itibariyle de çok zengin bir servet bırakmıştir[120]
Bu mezheb, ilk
kurucusu Dâvûd zamanında ve ondan sonra çok az yayılmıştır.
Büyük şehirlerdeki
mezheplerin hiç birisi kadar yayılma imkânı bulamamıştır. Hicrî beşinci asırda
îbni Hazm ortaya çıkıp bu mezhebe üç yönden büyük hizmetlerde bulunmuştur.
1 — Zahirî
mezhebinin usûlünü tesbit etmiş ve bunlan günümüze kadar tesirini devam
ettiren kitaplarında belirtmiştir. Bu kitapların en büyükleri şunlardır:
a) el-lhkâm
fî Usûli'1-Ahkâm: Ibni Hazm bu
eserinde kendi mezhebinin usûlünü ele
alıp açıklamış, diğer mezheplerin usulleriyle karşılaştırmış ve görüşlerinin
hepsinde haklı değilse de, bunlan şiddetle savunmuştur.
b) Ibni
Hazm, adı geçen kitabını gayet güzel bir risale şeklinde telhis etmiş ve buna
«en-Nubez[121] adını vermiştir. Bu
risalede Zahirî mezhebine ait metodlann ince bir özeti ve diğer mezheplerle
küçük münakaşalar yeralmaktadır.
c)
el-Muhallâ: Bu eser, kelimenin tam manasıyla İslâm fıkhı-nınm bir mecmuasını
teşkil eder. Ibni Hazm, bu eserinde ahkâm hadislerini, bütün îslâm ülkesindeki
âlimlerin fıkhî görüşlerini toplamıştır. Bu eser, haddizatında çok faydalı
olup bütün Zahirî mezhebini ihtiva etmekte ve ona tarihteki yerini
kazandırmaktadır. Eğer bu eserde îbni Hazm'in bazı sert çıkışları ve bir kısım
tuhaf ifadeleri yer almasaydı, Sünnet fıkhı üzerine yazılmış olan eserlerin en
üstünü olurdu.
2 — İbni
Hazm, Zahiri mezhebini yaymak için davete başlamıştır. Fakat dilinin sert
oluşu, hasetçilerin kinini üzerine çekmiştir. Davetine edilen icabet, onun bu
uğurda harcamiş olduğu gayrete nis-betle çok az olmuştur. O, —Allah kendisinden
razı olsun bunu, «Bir âlime memleketinde itibar edilmez» diye açıklar ve şöyle
der: «Bizim durumumuz da, kişi kendi muhitinde takdir edilmez[122]
atasözüne uymaktadır. İncil'de Hz.'İsa'nın: «Bir peygamber, ancak kendi
memleketinde hürmetsizlik görür.» dediğini okudum. Peygamber (S.A.V.)'in
Kureyşten gördüğü muameleleri düşününce bunu daha iyi anlarız. Kureyşliler
zekâca daha ileri, akılca daha kuvvetli, kavrayış bakımından daha sağlam, en mübarek yerde
oturmak şerefine sahip oldukları ve en güzel nimetlerle beslendikleri halde,
Hz. Peygamber'i takdir edememişlerdir. Allah,
(Medine'de oturan) Evs ve Hazrec kabilelerine bu takdir imkânmı
bahşetmiş, böylece onları bütün insanlardan üstün kılmıştır. Allah, fazlını
dilediği kimselere ihsan eder. Bizim Endülüs de aynı durumdadır. Endülüslüler,
aralarından yetişen ve kendilerinden üstün olan bir âlimi çekeme-mişlerdir.
Onun yaptığı çok şeyi azımsamişlar, iyiliklerini kötülük - saymışlar, kusur ve hatâlarını
araştırmaya koyulmuşlar, hayatı boyunca karşılaştığı bu gibi fena davranışlar,
diğer memleketlerdekilerden kat kat fazla olmuştur. Bu âlim başarılı olunca
hırsız, evirip çevirici ve iddiacı demişler,
orta halli olduğu zaman soğuk yüzlü, değersiz, zayıf ve düşüktür
demişler; ilerleyince bu ne zaman böyle oldu, ne zaman okuyup yetişti? vay anasını!
demişlerdir.[123]
îşte bu sözler açıkça
göstermektedir ki hasetçilerin kini, îbni Hazm'in bu mezhebi yaymasına engel
olmuştur. Şüphesiz Endülüs âlimlerinin, İbni Hazm'in şahsına olan kinleri,
Zahirî mezhebini daha da kötü durumlara düşürmüş ve bu mezhebi kuvvetlendirmek
için onun göstermiş olduğu'gayretlerin netice vermesini engellemiştir. Bu
yüzden îbni Hazm, milletine karşı çok şiddetli davranmış, onlar da kendisine
karşı aynı şekilde şiddet göstermişler, böylece îbn Hazm'in emekleri boşa
gitmiştir.
3 — Îbni
Hazm, gençleri yanma toplamıştır. O, Zahirî mezhebini, emsali veya yaşça
kendisine yakın olan kimseler arasında neşredemeyince, istiyerek veya mecburen
son ömrünü geçirdiği çiftliğinde mezhebine ait görüşleri yanma gelen gençlerin
kalblerine yerleştirmiştir. İşte îbni Hazm'in bu genç talebeleri, hocalarının
ilmini samimiyetle öğrenmeye çalışmışlar, onun fıkıh, hadîs ve diğer îslamı
ilimlere dair görüşlerini benimsemişlerdir. Bunlar- sayı bakımından az ve genç
olmalarına, büyük âlimler, arasında, yer almamalarına rağmen, ihlâs ve çalışkanlıkları
sayesinde büyük toplulukların yapamıyacağı şeyleri başarmışlardır. Ölümünden
sonra İbni Hazm'in kitaplarını toplamak ve görüşlerini açıklamak hususunda
bunların tesiri büyük olmuştur.[124]
Bu mezheb, İbni
Hazm'in ölümüyle ortadan kalkmamıştır. İbni Hazm, bu mezhebi kitaplarıyla
ebedileştirmiş ve kendisinden ilim tahsil eden öğrencileri vasıtasıyla yaymaya
muvaffak olmuştur. Onun bu genç öğrencilerinden bir kısmı, Zahirî mezhebini
yalnız Endülüs'te değil, Doğu İslâm ülkelerinde de yaymışlardır.
Doğu İslâm ülkelerine
giden talebesi Buharî ve Müslim'in sahihlerini bir araya toplayan
el-Humeydî'dir. Bu zat, İbni Hazm'in vefatından sonra Endülüs'den kaçmış olup
hocasının yazmış olduğu eserler vasıtasıyla Zahiri mezhebini Doğu İslâm
ülkelerine yaymıştır.
el-Humeydi'nin adı Ebu
Abdillah Muhammed b. Ebî Nasr'dır.420 H.
yılında doğup 488 H. yılında ölen el-Humeydî, tarihçi ve haddis idi. İbni
Hazm'den tahsil görmüş, İslâmı birçok ilimlerde ondan icazet almış, îbni
Hazm'in kitaplarını bizzat kendisinden okumuş ve Zahirî mezhebini yaymaya
çalışmıştır.
îbni Hazm'in
talebeleri her tarafa dağılmışlardır. Gittikleri yerlere hocalarının
kitaplarını götürmüş olmaları, gelecek nesiller üzerinde büyük tesirler bırakmış,
"böylece her nesil arasında zahirî olanlar bulunmuş ve her asırda Endülüs
bir zahirî fakihinden hâlî kalmamıştır.
Hicrî 6. ve 7.
yüzyıllarda yaşayan âlimlerden Ebu-1-Hattab Mec-duddin Ömer b. el-Hasan[125]
dikkati çekmektedir. Ebu'l-Hatatb, «İbni Dıhye» künyesinyle anılır. Bu zat,
bütün Endülüs'ü dolaşmış ve buranın büyük bilginlerinden ilim tahsil etmiş,
sonra Eyyûbîler devrinde Mısır'a gelmiştir. el-Makkarî bu bilgin hakkında
şöyle der:
«Ebu'l-Hattab Mısır,
Mağrib, Şam, Irak ve İranda rivayetle meşgul olmuş, hadîs tahsili için
seyahatler yapmış, bir çok kitap telif etmiş, usûl okumuş, hadîs rivayetinde
pek yararlı olmuş... ve gayet faydalı bir çok eser yazmıştır.»
Dikkati çeken ve İslâm
tefekküründe büyük tesirleri olan âlimlerden Muhyiddin b. el-Arabî (öl. 638 H)
de, ibadet bakımından Zahirî mezhebinde olup Ebu'l-Hattab b. Dıhye ile çağdaş
idi. el-Mak-kari bunun hakkında da; «ibâdet bakımından zahirî, itikat bakımından
da bâtinî görüşlere sahipti.» der.[126]
Ebu'l-Hatab ile
Îbnu'l-Afabî Endülüs'e hükmeden Muvahhidîler devrinde yaşamışlardır.
Diyebiliriz ki Hicrî 6. asrın sonu ile 7. asrın başı Zahirî mezhebinin parlak
ve yayılma devridir. Bu mezhebi Hicri 580-595 yıllarında iktidarda olan Yakub
b. Yusuf b. Abdilmü'-min b. Ali, Kuzey Afrika ve bütün Endülüs ülkelerinde
yaymıştır.
Adı geçen Emir, bu
mezhebe göre amel edileceğini halka ilân etmiş ve kendisinden sonra gelenler de
onun izinden giderek bu mezhebi yaymaya çalışmışlardır. «el-Mu'cib fî Telhîs-i
Ahbâri'l-Mağrib» adlı eserin yazarının[127]
anlattığına göre, Emir Yakub, müslüman-îarı Sünnete sarılmaya ve Maliki
mezhebini bırakmaya, sadece Allah'ın Kitabı ve Resulünün Sünneti ile amel
etmeye çağırmıştır. Hattâ, Mâliki mezhebi üzerine yazılmış olan fıkıh
kitaplarını' toplatıp hepsini yaktırmıştır. Burada sözü" el-Mu'cib
yazarına bırakıyoruz:
«Adı geçen Emir
Yakub'un saltanat günlerinde fürû' ilmi sönmüş ve fakihler bu Emirden korkmaya
başlamıştır. Emir. Yakub, Kur'ân-ı Kerim ve Hadis kitaplarını ayırdettikten
sonra Maliki mezhebine göre yazılmış olan kitapların tamamen yakılmasını emretmiştir.
Bütün ülkede, Mâliki mezhebine ait kitapların yakılmasına devam edilmiştir.
Sahnun'un «el-Müdewene»si, îbnı Yûnus'un «Kitab» ı, Ebu Zeyd'in[128]
«Nevadır» ve «Muhtasar» ı, el Berazii'nin[129]
«Kitâbu't-Tehzib» i, İbni Habib'in[130]
«el-Vadıha fi's-Sünen ve'I-Fıkh» ı gibi eserler bunlar arasındadır. O günlerde
ben, Fas şehrinde idim. Bu kitapların yüklerle getirilip bir yere yığıldığını,
daha sonra ateşlenip yakıldığını gördüm.»[131]
el-Mu'cib yazan yine
şöyle der: «Emir Yakub, insanların re'y ilmi ile iştigal 'etmelerini ve re'y'
dayanarak münakaşaya girmelerini yasaklamış ve dinlemiyenlerin şiddetli bir
şekilde cezalandırılacağını bildirmiştir... Maksadı, Mâliki mezhebini topyekûn
yok etmek, onu bir anda Mağrib'den kaldırıp atmak, insanları Kur'ân ve Sünnet
zahirine göre amel etmeye mecbur kılmaktı.»
Bu surette Zahiri mezhebi
yeniden canlanmışta. Çünkü Muvahhidîler, yalnız Kur'an ve Sünnet'in zahirine
göre amel edilmesini istemekle, taklidi reddeden ve sadece nass'larm zâhirleriyle
yetinen Zahirîlerin metodunu yaymış oluyorlardı.
İbni Hazm, Emîr Yakub
b. Yusuf'un takdirini kazanmıştı. Hattâ, Emir Yakub, Endüslüs'e girdiği zaman
gidip rahmetli îbni Hazm'in kabrini ziyaret etmiştir.[132]
Muvaffak kılan ve
doğru yolu gösteren Allah'dır.[133]
[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/447.
[2] Tam adı Ebu Amr Ahmed b. Hazm'dir (öl. 402 H.). Alim,
edip, âdil ve iyi bir idareci olan bu zat bir kaç defa vezirlik mevkiine
yükselmiştir.
[3] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/449.
[4] Bu zat, Kadı Sâid b. Ahmed el-Ceyyânî el-Endelüsî (ÖL
426 H.) dir.
[5] Tam adı, Ebul-Velîd Süleyman b. Halef b. Esed
el-Bâcî'dir. Bu zat, takriben 480 H. yılında ölmüştür. Çeviren.
[6] el-Makkarî, Nerhu't-Tîb, c. VI, s. 202, Ferid Rifâi
neşri.
[7] Tavkul-Hamâme, & 50, Kahire baskısı.
[8] Adı geçen eser, s. 126.
[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/450-451.
[10] Hişam el-Müeyyed, Endülüs
Emevî halifelerinden ikinci Hişam olup 10 yaşında iken tahta çıkarılmış ve
vezirlerin elinde oyuncak edilmİşte. Onun adına Hâcihi el-Mansur devlet
işlerini yürütmüş ise de, adı geçen halife Endülüs Emevî devletinin çöküşünü
hızlandırmaş ve 403 H yılında öldürülmüştür. Çeviren.
[11] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/451-452.
[12] Şafiî'nin bu kitabı,
el-Umm'un VII. Cildinin bir bölümünü teşkil etmektedir. Çeviren.
[13] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/452-454.
[14] Bu sırada İbni Hazm,
Abdurranman'ın veziri idi. Çeviren.
[15] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/454-455.
[16] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/455.
[17] el-Makkarî, Nefhu’t-Tib, c
IV, s. 50.
[18] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/455-456.
[19] Tavkul-Hamâme, s. 154,
Kahire baskısı.
[20] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/456-457.
[21] Nefhu't-Tib, c VI, s. 176,
Ferid Rifâî nesri.
[22] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/457-458.
[23] Naktul Arûs, s. 83, Prof.
Dr. Şevki Dayf neşri, 1951.
[24] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/458-460.
[25] Bu köy, Leble Nahiyesinin
«Manta lisanı» köyü olup İbni Hazm'in ailesi buradan neş'et etmiştir. Çeviren.
[26] Mu'cemul-Udebâ, c. XII s.
248, Kifaî Neşri.
[27] İbni Hazm, 28 Şaban 456 (15
Ağustos 1064 M.) da köyünde ölmüştür. Oğullarından Ebu Râfi' el-Fazl (öl. 479
H.), Ebu Üsâme Yakub ile Ebu Süleyman el-Mus'ab, babalarının ilmini yaymak için
çok çalışmışlardır.Çeviren.
[28] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/460-461.
[29] Bu isim, «Güvercin
Gerdanlığı» anlamına gelmektedir.Çeviren.
[30] Bu isim de «Bunların
Tedavisi» anlamındadır. Çeviren.
[31] Müdâvâtu'n-Nüfûs, s. 61, Şam
baskısı.
[32] Mudavâtu'n-Nufûs, s. 45.
[33] Aynı eser, s. 54,
[34] Aynı eser, s. 30.
[35] Duhâ, 11.
[36] Tavkul-Hamâme, s. 82.
[37] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/462-467.
[38] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/467-468.
[39] Yakut, Mu'cemul-Üdebâ', c.
XII, s. 47. Rifaî tabı.
[40] Bu eşer, 1321 H. yılında
Kahire'de basılmış ve 1907 M. yılında da İspanyolca'ya terceme edilmiştir.
Çeviren.
[41] Bu «el-Mavatta'ın hadislerini şerh ve
mes'elelerini tenkid» anlamındadır. Çeviren.
[42] Ayra eser, c. XII, s. 256.
[43] Îbni Hazm'in diğer mühim
eserleri:
1
— Tavku'el-Hamâme (ingilizce, Fransızca ve Rusça'ya terceme edilmiştir.), 2 —
Risale fi Fadül-Endelfis, 3 — Naktnl Arûs, 4 — Cevhera-tul-Ensâb, 5 —
Esvâkul-Arab, 6 — Zikru Evkâtfl-Ümerâ ve Eyyamihİm bil-Endelüs, 1 — etfhkâm fî
Usûlil-Ahkâm (Kahire'de 1345 H. yıhnda basılmıştır.) 8 — el-MuhaUâ Fil-Fıkh
(1347-1352 H. yılmda Kabire'de 11 cilt halinde basılmıştır), 9 — Ibtalul-Kıyas
ve'r-Rey vel-İstihsân (Gold-zîher tarafından «Die Zahirilten» —Leibzig, 1844—
adlı eserinde mufassal bir şekilde tetkik edilmiştir.), 10 — Mesâini
Vsûlil-Fıkh (1333 H. yılında Mısır'da başlamıştır.), 11 — Kitabul-Usul
Vel-Furû, 12 — Me-ratibul-tcmâ', 13 — En-Nabzetul-Kâfİye, 14 — Risaletul-Beyan
An-Ha-kîkatil-tman, 15 — Et-Tahkîfc fî Nakdi Muhammed 1». Zekeriyya er-Razî, 16
— et-Takrîb Fî-Hudûdil-Kelâm, 17 — Haccetu Vedâ, 18 — En-Nâsİh Vel-Mensûh (1397
ve 1308 Hicrî yıllarında Kahire'de basilmiş olan Ce-laleyn Tefsiri'nin
kenarında yayımlanmıştır.), 19 —, Esmâ'u's-Sahâbe, 21 — Müdâvâttt'n-Nöfös
(İspanyolca'ya terceme edihniştîr,), ZZ — Ma-rifetu'n-Nefs Bİgayrîhâ ve Cehlihâ
Bizatihâ, 33 —Merâtibu'I-UIûnı. Îbni Hazm'in bunlardan başka daha bir çok
feitap ve risaleleri vardır.Çeviren.
[44] Adı geçen eser.
[45] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/469-471.
[46] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/471.
[47] el-Fasl, c. I, s. 5.
[48] Adı geçen eser, c. I, s. 7.
[49] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/471-473.
[50] Müdâvâtu'n-Nüfûs, s. 66.
[51] Adı geçen eser, s, 42.
[52] Adı geçen eser, s, 66.
[53] Adı geçen eser, s. 13.
[54] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/473-475.
[55] A'raf Sûresi, 189.
[56] Tavkul-Hamâme, s. 3, 4, 76.
[57] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/475-477.
[58] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi,
Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/478.
[59] Tâhâ Sûresi, 5.
[60] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/478-479.
[61] Bak. En'âm : 103, Ra'd: 16,
Hicri: 28, Zumer: 63, Mü'min: 63. (Çeviren)
[62] Şûra Sûresi, 11.
[63] Bu isimler sıra ile şöyle
terecine edilebilir: Kudret sahibi, bilen, hükmeden, işiten gören, irade
sahibi, ihtiyar sahibi, diri ve kendi kendine var olan. Çeviren.
[64] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/479.
[65] Feth Sûresi, 10.
[66] Rahman Sûresi, 26, 27.
[67] Feth Sûresi, 26, 27.
[68] Yani Allah, onların ne
yaptıklarını bilmektedir. Çeviren.
[69] Maîde Sûresi, 64.
[70] Yasin Sûresi, 71.
[71] Şems Sûresi, 1.
[72] Beled Sûresi, 1.
[73] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/480.
[74] Ra'd Sûresi, 27.
[75] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/481.
[76] Bakara Sûresi, 282.
[77] el-Fasl, c. IV, s. 166.
[78] Aynı eser, s. 167.
[79] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/481-483.
[80] el-Fasl, c IV, s.
46.
[81] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/483-484.
[82] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/485.
[83] En'am Sûresi, 38.
[84] Nisa Sûresi, 59.
[85] Haşr Sûresi, 2.
[86] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/485-487.
[87] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/488.
[88] Nahl Sûresi, 44.
[89] Aynı sûre, 43.
[90] Nisa Sûresi, 82.
[91] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/488-489.
[92] Necm Sûresi, 3, 4.
[93] Nahl Sûresi, 44.
[94] Enfal Sûresi, 30, 21.
[95] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/489-490.
[96] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/491.
[97] Nisa Sûresi, 59.
[98] Hasr Sûresi, 7.
[99] el-İhkam, «. I, s. 139-141,
331.
[100] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/491-494.
[101] Müellif, yutanda İbni Hazm'e
göre şer-i delillerin dört olduğunu söylediği halde, borada üçüncü ve dördüncü
delili açıklamamıştır. Biz bunları, müellifin «İbni Hazm» adlı ve Kahire'de
1954 yılında basılmış olan eserinin 354-364. sayfalarından özetleyerek terceme
ettik. Çeviren.
[102] el-İhkam, c. IV, s. 143.
[103] A'raf Sûresi, 3.
[104] Maide Sûresi, 3.
[105] el-İhkam, c. IV, s. 147.
[106] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/494-496.
[107] Misaller, için yukarıya
«Dâvûd e^Zâhirî» bahsine bakınız. Çeviren.
[108] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/496.
[109] Nasslann sebep ve metlerinin
tesbit edilerek ortaya çıkarılması.». Çeviren.
[110] Enbiyâ Sûresi, 23.
[111] el-İhkam, e, VIII, s. 102.
[112] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/497-498.
[113] Her şeyde aslolan mubah
olmaktır. Çeviren.
[114] Bakara Sûresi, 3S.
[115] el-lhkam, c I, 3. 59.
[116] el-Muhallâ, c. I, s. 135.
[117] Aynı eser, s. 132.
[118] Aynı eser, s, 69.
[119] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/498-499.
[120] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/499-500.
[121] Bu eser, Zahld
el-Kevserî'nin mnfratfdime ve ban taaçryeleriyle «en-Nabez fi
Usli-Fıkhiz-Zâhirî» adı altında Emin el-Hancî tarafından 1940 yılında Kahire'de
neşredilmiştir. Brockelmann ve İslâm Ansiklopedisi, Ibni Haran maddesinde bu
eserin adını «en-Nabze» olarak göstermekte ve Berlin Kraliyet Kütüphanesinde
No. 5376'da yazma bir nüshasının bulunduğunu kaydetmektedirler. Çeviren.
[122] Türkçemizde bu mânada «Ev
danası öküz olmaz» diye bir atasözü vardır. Çeviren.
[123] Nefhu't-Tîb, C..II, s. 130,
Hayriyye baskısı.
[124] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/501-503.
[125] 14 Rebiülevvel 633 tarihinde
Kahire'de ölmüştür. Çeviren.
[126] Nefhu't-Tib, c. I, s. 100,
Rifaî neşri.
[127] Bu zat, Abdnlvâhid b. Ali
el-Merrakeşî'dir (öl. 647 H.). Çeviren.
[128] Tam adı, Ebu Zeyd Said b.
Evs el-Ansâri'dir (öl. 215 H.)Çeviren.
[129] Halef el-Berazü'nin 430 H.
yılında yaşadığı biliniyor. Metinde anılan eseri, «el-Müdewene»nin
ihtisarıdır. Çeviren.
[130] Adı Abdulmelik'dlr (Öi. 238
H.). Çeviren.
[131] el-Mu'cib, s. 278, Ticariyye
baskısı (Mısır).
[132] Emir Yakub, 595 H. yılında
öldükten sonra Endülüs ve Mağrib'de Mâliki mezhebi yeniden kuvvetlenmiş ve Zahirî
mezhebi zamanla sönmüştür.
İran'da
bir hayli yayılmış olan Zahiri mezhebi yavaş yavaş burada da sönmüştür. Ancak
günümüzde Hindistan'ın Bhopâl eyaletinde bulunan müslümanlar arasında bu
mezhebe mensup olanlar vardır. Zahirî mezhebine ve bilhassa Îbni Hazm'in
görüşlerine vefatından sonra daha çok yazı île hücum edilmiştir. Meselâ,
'yaklaşık olarak Îbni Hazm'den bir asır sonra, Mâliki âlimlerinden Îbni Zerkun
diye meşhur olan Muhammed b. Muhammed b. Said el-lşbîlî (öl. 621 H.)
«Kitâbul-Muahallâ» adlı eseriyle Îbni Hazm'in «Kitab'ul-Muhallâ’sını tenkit ve
reddetmiştir. Çeviren.
[133] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/503-505.