Babasının
Yerine Ders Kürsüsüne Geçişi
İbni
Teymiyye'nin Mihneti Ve Görüşleri
7- Şecaati,
Sabır Ve Tahammülü
İlim
Mihrabından Savaş Ve Siyaset Alanına...
Ibnı Teymıyye'nin
Eserleri Ve Etkisi
Hicri 668 yılında Harran'ı
Şam'a bağlayan yoldan gidenler, bu yola koyulmuş olan büyük bir aile ile
karşılaşırlardı. Bu aile, Harran'dan ayrılmış, geceleri Şam'a doğru gidiyor,
gündüzleri emin ve kuytu bir yere sığınıyordu. Bu aile. mensupları, gecenin
karanlığında Tatarlar (Moğullar) 'in kılıçlarından kaçıyorlardı. Onlar ilim ve
âlimlerin sığmağı olan yeşil Şam'da emniyet ve huzura kavuşmak üzere yollarına
devam ediyorlardı. Taşımaktan âciz kalmış oldukları yüklerini götürecek hayvan
dahi bulamamışlardı. Yüklerini araba ile kendileri çekerek, götürüyorlardı.
Fakat bu, onlar için çok meşakkatli bir iş oluyordu. Bu ailenin taşıdığı eşya
altın, gümüş, huliyyat, hah, kilim ve sair dünya malı değildi. Onların taşıdığı
yük sadece Peygamberlerin mirası ve birçok nesillerin ortak serveti olan din
ilmi idi. Nihayet bu aile, onun bütün ağırlığını taşıyarak Şam'a ulaşmakla
müstahkem bir kaleye sığınmış oldu. Bu ailenin fertleri arasmda yedi yaşında,
zeki, akü ve ruh yönünden uyanık bir çocuk vardı. Çevresini tanıdığı zaman bu
amansız harble karşılaştı, tecrübesi arttı; fakat refah, huzur ve saadet
içerisinde büyüme imkânı bulamadı. Ruhunu ve cismini olgunlaştıran sıkıntılar
içerisinde yetişti. îşte bu çocuk Ahmed Takıyyüddin Ebu'l-Abbas b. eş-Şeyh
Şihabuddin Ebu'l-Mahâsin Abdulhalim b. eş-Şeyh Mecdüddin Ebu'l-Berakât
Abdusselam b. Ebî Muhammed Abdullah b. Ebî'l-Kâsım el-Hadır b. Muhammed
el-Hadir b. Ali b. Abdillah'dır. tşbu aile, «İbni Teymiyye» ailesi diye
bilinir.[2]
İbni Teymiyye 10
Rabiulevvel 661 H. tarihinde doğmuştur. Bazı bilginler, onun Rabiulevvel
ayının 12 sinde doğduğunu söylerler, îhtinıal ki onlar, îbni Teymiyye'nin doğum
gününün, Peygamber (S. A.V)'in doğum gününe rastladığını söylemekle, onun
Peygamberin sünnetini ihya edeceğini, şeriatını sağlam hüccetlerle yeniden canlandıracağını
ve bu şeriatı zindanda ölünceye kadar müdafaa edeceğini işaret etmek
istemişlerdir.
Babası eş-Şeyh Sihabuddin
Abdulhalim, «el-Harrânî» diye anılır. Küçük Ibni Teymiyye de ilk memleketi olan
Harran'a nisbetle böyle anılır. el-Harranî nisbeti bir kabileyi değil,
memleketi gösterdiğinden, "İbni Teymiyye'nin Arap olmadığı
anlaşılmaktadır. Çünkü Araplar, kabile ve soylarına nisbetlerini korurlar. Arap
olmayanlar buna pek dikkat etmezler. Fakat üstad Behçet Baytar, İbni Teymiyye'nin
Arap asıllı olup Numeyr kabilesine mensup bulunduğunu ileri sürmektedir. Fakat,
bizim için İbni Teymiyye'nin soyu önemli değildir. Zira İbni Teymiyye gibi bir
kimse, bizzat kendisi iftihar edilmeye lâyıktır. O, başkalarıyla iftihar etmez.
Nitekim Ebu Hani-fe'nin İranlı oluşu, onun şerefini eksiltmiş değildir.
Tarihçiler, İbni
Teymiyye'nin anası ve onun mensup olduğu kabile hakkında bir şey söylemezler. Babası 682 H. yılında
öldüğü zaman îbni Teymiyye 21 yaşında idi. Anası' bu tarihten sonra ölmüştür.
O, oğlunun olgunlaştığını görünceye kadar yaşamıştın Anası hayatta iken İbni
Teymiyye şeriatı ihya ve ona karışan hurafeleri defetmek için baş mücahid
olarak ortaya çıkmıştı. Anası, ona bu cihadında iyilik, şefkat ve sevgiyle
yardımcı olmuştur. İbni Teymiyye, mücadele sırasında Mısırda zindana atıldıktan
sonra anasına sevgi, bağlılık, vefa ve iyilik dolu mektuplar gönderiyor, onun
hem ayrılık, hem de üzüntü ateşiyle helak olmaması için, kendi elem ve
ız-tıraplarını ondan gizliyordu.
İbni Teymiyye'nin
ailesi Şam'a gelir gelmez bu ailenin büyüğü, parmakla gösterilen âlimler
safında yerini almıştır. Zira O, Şam'a ulaşır ulaşmaz fazilet ve şöhreti etrafa
yayılmıştır. Çünkü ilim, sahibinin çevresini aydınlatan bir nur olup derhal
dikkati çeker, Ibni Teymiyye'nin büyük bir bilgin olan babasının, Şam'ın ulu
camii Mescid-i Emevi'de vaaz ve ders kürsüsü vardı. Sükkeriyye'deki
Dâ-ru'1-Hadîs'in şeyhliğini de üzerine almıştı. Kendisi de bu semtte oturuyordu.
İşte oğlu Ahmed Takıyyüddin (İbni Teymiyye) burada yetişmiştir.
İbni Teymiyye'nin
babası olan bu büyük bilginin ders verirken kitap, defter veya zaman zaman
başvuracak noktalardan faydalanmadığı, aksine kuvvetli hafızasına dayanarak
saatlerce ders anlattığı bilinmektedir. Bu, onun hafıza gücünü ve zekâsının
büyüklüğünü gösterir. İşte oğlu îbni Teymiyye'nin de en bariz sıfatları bunlardı:
Yani sağlam bir hafıza, fikirlerini isbat için hüccet getirirken başvurduğu,
kendisiyle mücadele ve münazara edenleri şaşkına çevirdiği hazırcevaplılık ve
sürat-i intikal, îbni Teymiyye'nin en büyük sıfatlarını teşkil eder.[3]
İbni Teymiyye ilmî
çalışma, araştırma ve kalem erbabı bir ailede doğup büyümüştür. Ailesi ilimle uğraşmakta,
ilme karşı büyük bir ilgi ve sevgi beslemekteydi.
Ailesi, îbni
Teymiyye'yi ilme yöneltmiştir. Bu sayede O, küçük yaşlarda Kur'ânı hıfzetmiş,
sürekli gayreti sebebiyle hıfzını kuvvetlendirmiş ve ibadet kasdiyle daima
Kur'ân okumakla uğraşmıştır. Hattâ ölünceye kadar zindandaki tek yoldaşı Kur'ân
olmuştur. Rivayet edildiğine göre îbni Teymiyye zindanda iken Kur'ân-ı Kerimi
seksen defa hatmetmiştir.
İbni Teymiyye, Kur'ândan
sonra hadis tahsiline yönelmiş ve hadis ilminin tatlı pınarından beslenmiştir.
Bunda, bilhassa babasının hadis şeyhi oluşunun etkisi vardır. Babası, muhaddis
olduğu gibi aynı zamanda hadis fıkhına vâkıftı. Hadis fıkhı ise, dinin özünü
teşkil ediyordu. İbni Teymiyye, çocuk denilecek bir yaştan beri şu üç sıfatla
dikkati çekmekteydi ki, bu sıfatlar onu kemâle ve sağlam bir ilme doğru
götürmüştür:
1 —
Ciddiyet, çalışkanlık, sürekli bir gayret ve ilim aşkı... İşte bu sıfatlara
sahip olan İbni Teymiyye, diğer çocuklar gibi eğlenmiyordu.
2 — Hassas,
çevresinde olup bitenleri kavrayarak değerlendirecek akıl ve ruh olgunluğuna
sahipti. Bu sıfatlar, onun olayları takip ve bunların derinliklerine nüfuz
etmesini sağlıyordu.
3 — Sağlam
bir hafıza ve doğru bir tefekküre sahip oluşu, îbni Teymiyye'nin genç
arkadaşları arasında ününü artırıyordu. Nihayet ünü gençlerin çevresini aşmış,
Şam ve dolaylarındaki büyük insanların kulağına ulaşmıştır. Bu konuda öyle
rivayet ve haberler vardır ki, ilk bakışta insan bunların hayal mahsulü
olduğunu sanır. Fakat İbni Teymiyye'nin hayatını iyice araştıran kimse, bu
rivayet ve haberlerin —hepsini değilse de— büyük bir kısmını kabul etmek
zorunda kalır.
Bu haber ve
rivayetlerin kıymeti ne olursa olsun, gerçek odur ki Allah, İbni Teymiyye'ye
kuvvetli bir hafıza vermiştir. Kuvvet ve zayıflık bakımından zekânın ilk ölçüsü
hafızadır. îbni Teymiyye, bu Allah vergisini ailesinden tevarüs etmiştir.
Ahmed Takıyyüddin
(îbni Teymiyye), âlesinin diğer mensupları gibi ilme yönelmiştir. Babası
Şam'ın medresesinde hadis şeyhi idi. Ebu Hanife'nin babası gibi tacir değildi.
Ebu Hanife, babası tacir olduğu için gençliğinde ticaretle uğraşmış ve hayatı
boyunca da ticaretle ilişkisini kesmemiştir. Öte yandan, îbni Teymiyye'nin gençliğinden
itibaren ilimle uğraşması, mantıki olarak normaldir.
İbni Teymiyye'nin
Kur'ândan sonra hadîs'e yönelmesi ve kendisini hadis ilmine vermesi de
normaldir. O, hadis tahsilini babasından yapmış ve birçok hadis kitaplarını
diğer büyük hadis bilginr terinden okumuştur. îbni Teymiyye, Ahmed b. Hanbel'in
“el-Müsned» i, Buharı ve Müslim'in «el-Canıiu's-Sahih» leri, Tirmizî'nin «Cami»
i, Ebu Dâvud, Nesâî, İbni Mâce ve Darekutnî'nin «Sünen» leri. gibi .büyük hadis
kitaplarını mevcut hadis bilginlerinden oku-, muştur. Bazı çağdaşları onun,
İmanı el-Humeydi'nin «el-Cem'u Beyne's-Sahîhayn» adlı hadis kitabını
hıfzettiğini söylerler.
İbni Teymiyye, hadîsin
yanında Hanbelî fıkhını da tahsil etmiştir. Haçlis fıkhı, İbni Teymiyye
ailesinin mezhebi olup onu bu fıkha yönelten babası idi. Böylece İbni Teymiyye
hadîs fıkhı ile yoğrulmuş, bu fıkhın mantıkim kavramış, hem küllî kaidelerini
hem de cüz'î meselelerini öğrenmiştir.
İbni Teymiyye,
çocukluğundan beri sahâbî ve tabiîlerin eserlerini, bunların Kur'ân
âyetlerinin mânâsı üzerindeki görüşlerini öğrenmeye çalışıyordu.
İbni Teymiyye'nin
inceleme ve çalışmaları yalnız Kitab, Sünnet fıkhı ve Kur'ân'ın mânâları ile
ilgili ilimlere inhisar etmez.O, bu dînî ilimlerin âleti olan Arap dili ile
ilgili ilimlere de önem vermiş ve bu ilimlerde de ihtisas sahibi olmuştur.
Dolayısıyla nesir ve nazım dahil edebiyat, eski Arap tarihi ile ilgili ve
îslâm devletinin parlak devirlerine ait birçok bilgileri tahsil etmştir. Nahiv
ilmnde de çok ileri gitmiş olup Sibeveyh'in kitabını okumuş, bu kitaptaki şiir
ve diğer metinleri inceleyerek tenkit etmiştir. Bu arada, Sîbeveyh'in ileri
sürdüğü bâzı kurallara muhalefet etmiş ve kuru kuruya değil, burada delillere
dayanarak tenkitlerde bulunmuştur.
Bu ilimlerin yanında
fikir ve aklını matematik ilimleriyle de bi-leğliyordu. Daha sonra ortaya
attığı görüşleri, onun felsefe ve mantık gibi ilimleri de iyice bildiğini
göstermektedir. îbni Teymiyye'nin mantık ilmini yıkmak için bir kitap telif
ettiği düşünülürse, bu ilim üzerinde köklü bir bilgiye sahip olduğu
kendiliğinden anlaşılır. Çünkü insan, tam olarak bilmediği ve derinlemesine
incelemediği bir ilmi yıkmak için ortaya atüamaz.[4]
İbni Teymiyye, bu
incelemelerini babasının nezareti altında yapıyordu. Onun, böyle bilgin bir
babanın yanında bulunuşu çok faydalı olmuştur. İmam Ebu Henife'ye, daha önce
kendisini ilme teşvik eden ilk şey sorulduğu zaman şöyle cevap vermişti: «Ben,
ilim ve fıkhın merkezinde idim, İlim ve fıkıh ehli ile düşüp kalktım ve onların
fakihlerinden birinin yanından hiç ayrılmadım.»
İbni Teymiyye için de
bu iki şart gerçekleşmişti: O, babasından hiç ayrılmadığı gibi ilim merkezi
olan Şam'da bulunuyordu. Çünkü burası. Doğu ve Batıdaki İslâm bilginlerinin
sığmağı olan ikinci şehirdi. Birinci şehir ise Kahire idi. Çünkü, Batı İslâm
ülkeleri bilginleri buraya sığmıyorlardı. Zira buranın hükümdarları,
bilginlere çok iyi muamele ediyor, lıuzur ve refah sağlıyor, onları koruyorlardı.
Daha önce haçlıların saldırılan başlayınca İslâm bilginleri Kahire ve Şam'a
sığınmışlardı.
Doğudan Moğol
saldırıları başlamış, İslâm şehirleri istilâ edilmiş ve buralarda zulüm
artmış, nihayet hilafet merkezi Moğolların eline geçmiştir. Bu sırada âlimler
de Şam'a kaçmışlar; bunların bir kısmı Şam'da yerleşmiş, bir kısmı da
tehlikeden uzaklaşmak için Kahire'ye geçmiştir.
Böylece Şam, İbni
Teymiyye devrinde âlimlerin yuvası olmuştu. Onun ailesi de bu mübarek yuvaya
sığınmıştı. Burada hadis medreseleri Üe Şafiî, Hanbelî ve diğer mezheplerin
fıkıhlarının okutulduğu medreseler vardı. Bu medreselerde îzzuddin b.
Abdisselâm, Muhyiddin en-Nevevî ve îbni Dakik[5] gibi
bilginler fıkıh ve hadis okutuyorlar, İslâm mezhepleri arasında fıkhı
mukayeseler yapıyorlardı. en-Nevevî'nin «Kitâbu'l-Mecmû» u ile Hanbelî fakîhi
Muvaf-fakuddîn Abdullah Ahmed b. Kudâme'nin «Kitâbu'l-Muğnî» sinde
bu çalışmaları
görmekteyiz.
Bilginler fıkhın yanında,
rivayetler arasında karşılaştırmalar yapıyor, sened ve metinlerini inceliyerek
hadis de okutuyorlardı. Bu sırada bir çok hadis kitapları meydana getirilmiş ve
kütüphaneler, bu çağın mahsulü kocaman ciltler teşkil eden kitaplarla süslenmiştir.
Bu sayede okuyucu, herhangi bir'bölümü ele alsa bu bölümle igili bütün
hadisleri; garîb, hasan, sahih ve zaîf leriyle birlikte; derecelerine,
aralarındaki uygunluk veya çatışmaya, mertebe bakımından hangisinin daha
kuvvetli bulunduğuna işaret edilmiş olarak görürdü. Böylece gerçeği araştıran,
onu kolayca elde ederdi.
Şam'da fıkıh ve
hadisle birlikte akaid üzerinde de çalışılıyordu. Burada hâkim olan mezheb,
Ebu'l-Hasan el-Eş'ârî'nin mezhebi idi.[6] Bu
mezheb, Sünnete en uygun bir mezheb olarak revaç buluyordu. Salâhuddîn Eyyûbî
de bu mezhebe göre yetiştirilmişti. el-Makrîzî «el-Hıtat» ında şöyle der.
«Selâhuddüı (Eyyûbî)
çocukluğunda Kutbuddîn Ebu'l-Meâlî Mes'ud b. Muhammed en-Neysaburî'nin yazmış
olduğu kasideyi ezberlemiş ve çocuklarına da ezberletmişti. Böylece Eyyûbîler,
Eş'ârî mezhebi üzerinde birleşmişler, bu mezhebi korumak ve yaymak için
çalışmışlar ve iktidarları zamanında bütün insanları Eş'arî mezhebini
benimsemeye zorlamışlardır. Bu durum, bütün Eyyûbüer ve daha sonra onların
yerini alan Türk sultanları tarafından devam ettirilmiştir.»
Ebu'l-Hasan el-Eş'arî,
Sünnete sarılmakla beraber akaid konusundaki görüşlerini isbat için mantık ve
felsefe yolundan gidiyor ve neticede Sünnilerle birleşiyordu. Fakat bu yoldaki
metodu, bazı Hanbelîlerin usûlüne uymuyordu. îşte bu yüzden bir kısım
Hanbelî-lerle Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'nin mensupları arasında şiddetli bir çatışma
başlamıştır.
Hanbelî mezhebine
bağlı olan îbni Teymiyye, Eş'arî mezhebini sevmeyen Hanbelîlerin usûlüne göre
yetişmiş olu daha sonra bu alanda bir çok mücadeleler yapmıştır. Bu yüzden
çeşitli mihnetlerle karşılaşan îbni Teymiyye, kendisini hemen hemen bu yolda
harcamıştır.[7]
Îbni Teymiyye'nin inceleme
ve araştırma ufku genişlemiş; fıkıh, hadis, akaid ve Arap diliyle ilgili
ilimleri içine almıştır. Matematik ve felsefî ilimler üze:inde büyük bir vukuf
ve karşılaştırmalı incelemelere, sahip oluşu, onun filozofların görüşlerini de
bildiğini gösterir.
Ahmed (îbni Teymiyye)
büyüyüp kalbi marifetle dolarak ol-gunlaşmca, babasının yerine ders okutmaya
başlamıştır. Babası,. 682 H. yılında öldükten sonra oğlu Ahmed, 21 yaşında onun
ders halkasını yürütme vazifesini üzerine almıştır. îbni Teymiyye bu vazifeyi
üzerine aldığı zaman öncekilerin bilgi ve kültürleriyle beslenmiş, kalbi bu
bilgi ve kültürün ter-ü taze, zengin ve olgun meyvelerini vermeye başlamıştır.
O, üzerine yüklendiği emaneti yerine getirmesi için Rabbi'nin yardımına
güvenerek bu işe başlamıştır. Zira, onun yaşındakiler henüz çocukluk ve
hayatın arzularından kurtulamadığı halde,, îbni Teymiyye ilim bakımından
olgunluk çağma ulaşmıştır.
İbni Teymiyye, ilmi
incelemeleri ve her yönüyle elde etmiş olduğu geniş kültürüyle Ulu Cami
(Mescid-i EmevîVde derslerini fasih bir arapça ile veriyordu. Bütün gözler ona
çevriliyor ve dinleyicilerinin gönülleri onunla birleşiyordu. İbni Teymiyye'yi
dinleyenler, onun hayranı ve taraftarı olmuşlardı. Bunlar arasında ona Hz. İsa'nın
havarileri gibi ihlasla bağlananlar vardı. Dersleri muvafık, muhalif, sünnî ve
şiî olan herkesi bir araya getiriyordu.
İlminin zenginliği
dilinde tezahür ediyordu. Hattâ yaşça kendisinden büyük olan fakih ve muhaddis
îbni Dakik, onun hakkında şöyle demiştir: «Öyle bir adam gördüm ki, bütün
ilimleri iki gözünün önünde toplamış; bunlardan istediğini alıyor, istediğini
bırakıyor.»
İbni Teymiyye'nin bu
ilminin yanında bir de kuvvetli ve tesirli şahsiyeti vardı. Hiddetsiz olduğu
zaman pek yoktu. Çağdaşı Zehebî, onu şöyle vasıflandırır:
«İbni Teymiyye ak
benizli, kara sakallı ve siyah saçlı idi. Saçları kulaklarının yumuşağına
kadar inerdi. Sanki gözleri konuşan birer dildi. Geniş omuzlu ve dolgun
vücutluydu. Gür ve net sesli, dili fasih ve okuyuşu hızlıydı. Daima hiddetli olup hilmi hiddetini
bastırırdı.»
îlk baştan itibaren
âlimlerin onun hakkındaki tutumları üç kısımda toplanabilir:
1 — Bir
kısmı onu hararetle müdafaa etmiş ve desteklemiştir.
2 — Bir
kısmı ona karşı koymuş ve mücadele etmiştir. Çünkü İbni Teymiyye,' bunların
alışık olmadıkları fikirleri ile susuyordu.
3 — Bir
kısmı da bazı görüşlerini benimsemiş, diğer bazı görüşlerine de muhalefet
etmiştir. Fakat bu sınıfa dahil olanlar daima
İbni Teymiyye'nin ilim ve
şahsiyetini takdir etmişlerdir. Bu üçüncü sınıfa dahil olan bilginlerden
tarihçi Zehebî şöyle der:
«îbni Teymiyye ile
düşüp kalkan ve onu sevenler, ona karşı berii hürmetsizlikle itham ederler.
İbni Teymiyye'ye muhalefet eden ve önü sevmiyenler de,beni, onu iyi tanımakla
itham ederler. Ben, onun hem dostları,
hem de muhalifleri tarafından eziyet gördüm. Halbuki ben, İbni
Teymiyye'nin masum olduğuna inanmıyorum.
Bir kısim aslî ve fer'î meselelerde ona muhalifim. Çünkü ilminin genişliği,
cesaretinin bolluğu, zihninin açıklığı ve dînin emirlerine saygılı oluşuna
rağmen, O da bir beşerdir. Münakaşalarında hiddetli, öfkeli ve hasımlarına çok
şiddetli davranışı sebebiyle gönülleade kendisine karşı düşmanlık meydana
getirmektedir. Eğer böyle olmasaydı insanları birleştirirdi; büyükler onun
ilmine boyun eğer, sahili bulunmayan bir deniz ve eşsiz bir hazine olduğunu
kabul ederlerdi. Fakat onlar, buna muhalefet etmişler ve hareketlerini kınamışlardır.
Herkesin bir kısım görüşü benimsenir, bir kısım görüşü de reddedilir.»
Bu delikanlı bilgin'in
dersleri yankılar uyandırıyordu. Çünkü O, derslerini selefe uyan ve taklid'den
uzak kalan müstakil görüşleriyle besliyor ve onları sağlam delillerle
destekliyordu. O hem fikir, hem de heyecan dolu açık bir dille ders
anlatıyordu. Bu yüzden kendisine insanların bir kısmı şiddetle muhalefet
ederken, başka bir kısmı aynı şekilde bağlanıyor, diğer bir kısım insanlar da
bazı görüşlerini benimsiyor, bazı görüşlerini de reddediyordu.
Şüphesiz ki başkalarına
muhalefet etmeyen bir insan kuvvetli değildir. Muhalefetin aslı, ekseriya
kişinin görüş bakımından kuvvetli ve ruh itibariyle hiddetli oluşuna dayanır.
Fakat sırf muhalefet hiddete sebep olmaz, aynı zamanda muhalefetle karşılaşan
kimsenin, insanlara alışık olmadıkları şeyleri söylemesi gerekir. Belki de
onun hiddetinin sebebi, şiddetli bir muhalefetle karşılaşması, küfür ve
dinsizlikle itham edilmesidir.
îbni Teymiyye
derslerinde o çağda yayılmış, hokkabazlık ve fesatla karışmış olan sûfî
tarikatlarına hücum etmiştir. Sûfî'lerden bir kısmı Moğol istilâları sırasında
Şam'a sığınmışlar, burada tabiatıyla İbni Teymiyye'nin sert tenkitleriyle
karşılaşmışlardır. îbni Teymiyye bu tenkitlerinde umumî bir dil kullanıyordu.
Nihayet bu sûfîlerin mürîd ve mensupları kendisine düşman olmuşlardır.
İbni Teymiyye, Ulu
Camide halka takrir etmiş olduuğ ders halkalarıyla yetinmeyip derslerini iki
kısma ayırmıştır:
1 —
Anlatılmasını zarurî gördüğü hakîkatları seçkin kimselere öğretiyordu.
2 — Halkı
irşâd etmek için umumî mahiyette dersler yapıyordu. Bu arada bâzı risaleler
yazarak hakikati öğrenmek isteyenlerin sorularını cevaplandırıyor ve
muarızlarına kendi görüşlerini açıklıyordu. Ayrıca beliğ, kuvvetli, sert ve
hiddetli bir dille kaleme aldığı bu risaleleri onlara gönderiyordu. Böylece
kendi görüşlerini ders ve vaazlarıyla olduğu gibi, risale ve mektuplarıyla da
yayıyordu.
İşte İbni Teymiyye ile
çağdaşları arasında mücadele burada başlamıştır. Tarihçilerin anlattığına göre
Hama halkı, İbni Teymiyye'ye bir mektup göndererek Kur'an'da Allah'ın kendi
zâtından bahsederken bildirdiği arş üzerindeki istivası, kürsüsü'nün yer ve
gökleri kaplayışı ve benzeri meseleleri sormuşlardır. îbni Teymiyye, onlara
karşılık olarak yazdığı *er-Risâletü'l-Hameviyye» sinde bu soruları cevaplandırmış
ve âyet-i kerîmelerde geçen bu meselelerin te'vil edi-lemiyeceğini, Allah'ın
«istiva» sı, «arş» ve «kürsüsü»nün mahiyetini bizim bilemiyeceğimizi
söylemiştir. Buna göre Allah'ın istivası ve kürsüsü sonradan yaratılmış
varlıkların istiva ve kürsüsüne benzemez. Diğer âyet ve hadîslerde geçen
Allah'ın «el»i ve «yüz»ü gibi müteşâbihler de aynı şekilde te'vil edilmez,
bunlara olduğu gibi inanılır ve mâhiyeti bilinemez.[8]
tşte İbni Teymiyye
bütün bunları «er-Risâletü'l-Hameviyye»sin-se açıklamıştır. Onun bu görüşleri
memlekette hâkim olan valilerle halkın taassub derecesinde bağlı bulundukları
Eş'ârî mezhebine aykırı düşüyordu. Bu sebeple birçok kimseler, îbni
Teymiyye'ye karşı harekete geçmişler, görüşleri tenzih yönünden kuvvetli ise de
onlar, hüccet getirme bakımından İbni Teymiyye'yi susturacak kudrette
değillerdi. Dolayısıyla onu, Haneff kadısına şikâyet ettiler ve böylece
mücadele sözden fiile intikal etti. Burada sözü İbni Teymiyye'nin talebesi İbni
Kesîr'e bırakalım. îbni Kesîr, Tarih'inde 698 H. yılı olaylarını anlatırken
şöyle der:
«Bir topluluk İbni
Teymiyye aleyhine ayaklanarak onu, Hanefî kadısı Celâluddîn'in huzuruna
getirmek istedi. Fakat İbni Teymiyye gelmedi. Bu sırada Hamâ'lılarm sorularına
cevap olarak yazmış olduğu risaledeki akide, kendi taraftarları vasıtasıyla
memlekette ilân edildi. Bunun üzerine adı geçen kadı, birini göndererek, İbni
Teymiyye'nin adamlarını istedi. Bunların çoğu saklandı ve îbni Teymiyye'nin
akidesini ilân eden bir topluluk dövüldü, geri kalanlar da sustular. Cuma günü
gelince Şeyh Takıyyüddin (İbni Teymiyye) âdeti üzere yine camiye geldi, «Hiç
şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzeresin.»[9]
âyetini tefsir etti. Cumartesi günü Şafii kadısı îmâmuddin'le görüştü. Seçkin
kimselerden bir topluluk da burada hazırdı, «er-Risâletü'l-Hameviyye»yi
incelediler ve onunla bu risalede yer alan görüşleri tartıştılar. Uzun bir
konuşmadan sonra Ibni Teymiyye, hepsini susturacak şekilde cevaplar verdi.
Sonra îbni Teymiyye kalkıp .gitti. Hâdiseler yatışmış ve durum sakinleşmişti.
Kadı İmâmuddin'in i'tikadı güzel ve niyeti hâlis idi,»[10]
Görüyoruz ki İbni
Teymiyye görüşlerinden dolayı muhakeme edilirken Şafiî kadısına sığınmış ve
Hanefî kadısının yânına gitmemiştir. Ibni Teymiyye'nin Allah yolunda cihad
etmek üzere çıktığında uğradığı gerçek mihneti ve bugünkü tabiriyle Birleşik
Mısır - Suriye ordusunun savaşı kazanmasında nasıl bir rol oynadığını ileride [11]göreceğiz.[12]
İbni Teymiyye, îslâm
ve müslümanları yeryüzünde fesat çıkaranlara karşı korumak için ilim
mihrabından ayrılıp savaş alanına girdikten sonra değer ve itibarı artmıştır.
Onun değer ve itibarı hem halk nazarında, hem de Moğol tehlikesini durdurmak
için büyük bir ordu ile harekete geçen Nâsırüddin b. Kalavun'un[13]
nazarında yükselmiştir.
Araplarla
(Müslümanlarla) Moğollar arasındaki son savaşta İbni Teymiyye galip geldikten
sonra mücadele başka bir alana intikal etmiştir.
îbni Teymiyye'nin
devlet katında itibarı o derecede yükselmişti ki dinî mevkilere yapılan
tâyinlerde ona danışılmadan hareket edilmiyordu. el-Kâmiliyye Dâru'l-Hadîs'ine[14]
Takiyyüddin îbni Dakik'ten sonra şeyh olarak getirilen Kemâlüddin eş-Şerîşî'nin
tâyini onun işaretiyle yapılmıştır. Hiçbir hatib, vaiz ve dînî tedrisatla
uğraşan medrese reisi, onun re'y'i alınmadan tâyin edilemezdi. İşte, îbni Teymiyye'nin
bu manevî nüfuzu ile kalmadı, daha ileri gitti ve Sultanın emriyle Îbni Teymiyye,
bâzı cezaları tatbik etmeye başladı. Yâni âmmeyi ilgilendiren suçların
cezasını o infaz ediyordu.
Rivayete göre, bir
gün, Haçlıları perişan eden Salâhuddin Eyyûbî ve halefleri devrinde İslâm
âleminin güney taraflarında oldukça kuvvetli olan ve Haşşaşîler diye bilinen
Batıniyye şeyhlerinden birisi îbni Teymiyye'nin huzuruna getirilmiştir. Îbni
Teymiyye; saçlarını, tırnaklarını ve bıyığını uzatmış olan bu şeyhin saçını,
bıyığını ve tırnaklarını kesmiş, sahâbîlerle mü'minlere küfretmemesi için ona tevbe
ettirmiş, üzerinde bulunan haşhaş (afyon) ve diğer uyuşturucu maddeleri almış,
halk üzerinde tesiri olan rüya tâbiri gibi bâzı şeylerle uğraşmaması için ona
yemin ettirmiştir.
İbni Teymiyye'nin bu
mevkii âlimlerin rahatını kaçırmıştır. Ayrıca akide ile ilgili esasları
onların bağlı ve alışık oldukları şekle aykırı bir tarzda açıklayışı da bu İşte
büyük bir rol oynamıştır. Öte yandan hem mutedil, hem de' sapıtmış olan sûfîler
de îbni Teynıiyye'ye karşı harekete geçmişlerdir. Çünkü İbni Teymiyye, ekseri
sû-fîlerin îmam olarak bağlandıkları Muhyiddin b. el-Arâbî'nîn görüşlerini de
tenkid ediyordu.
îbni Teymiyye'ye karşı
gösterilen böyle fikrî bir mukavemet, şiddetli bir kıskançlık ve onun
ifadesindeki hiddetle birleşince durum büsbütün fenalaşmıştır. İbni Teymiyye
muhaliflerine karşı çok sert bir dil kullanıyordu. Halbuki bunlar arasında
kendisinden yaşlı ve hocası durumunda olan âlimler vardı. İbni Teymiyye'nin
tutumu elbette bu âlimlere, bunların talebe ve dostlarına ağır geliyordu.
Bütün bu sebeplerin
tesirleriyle âlimler, Mısır'daki emirlere İbni Teymiyye'yi şikâyet ettiler ve
kötülediler. Emirlerden İbni Teymiyye'nin üstünlüğünü bilmeyenler vardı. Çünkü
o, Şam'da oturuyordu. Mısır'daki emirlere, kendilerinin bağlı oldukları Eş'ârî
mezhebine İbni Teymiyye'nin saygı duymadığını gizlice bildirdiler. Bu sırada
İbni Teymiyye'yi son derecede^ takdir eden ve yakından tanıyan Sultan Nâsır'm
otoritesi gittikçe zayıflamış, kumandan ve emirler onu dinlemez olmuşlardı.
Adı geçen sultanın
otoritesinin zayıflayışı nisbetinde İbni Teymiyye aleyhindeki çevrilen
dolapların kuvvet ve tesiri artmıştır. îbni Teymiyye'yi çekemeyen muarızları
tarafından toplantılar yapılmış ve bu toplantılarda ondan intikam almak ve onu
susturmak için çareler düşünülmüştür.
Nihayet İbni Teymiyye'nin
Mısır'a davet edilmesine karar verilmiş, o da, Mısır'a gelmiştir. Çünkü, onun
buraya gelmesini isteyen mektubun dış görünüşü iyi idi. Bu mektupta şöyle
deniliyordu: «Biz, Şeyh Takiyyüddin (îbni Teymiyye) için toplantılar yapıldığını
işittik. Onun hakkında yapılan bu toplantılar bize bildirilmiştir. O, Seîefiyye
mezhebinde imiş. Biz, bununla ancak ona isnat edilen töhmetlerden sıyrılmasını
istedik.» Bu nazikâne mektuptan sonra gelen başka bir mektupla îbni
Teymiyye'nin derhal Mısır'a gelmesi istenmiştir.
İbni Teymiyye,
hâdiselere karşı çıkar ve hiçbir şeyden yılmazdı. Bu sebepten Mısır'a gitmeye
karar verdi. Fakat Şam'da bulunan Saltanat Naibi, îbni Teymiyye için Mısır'da
bir tertip hazırlandığını öğrenmiş, onun Mısır'a gitmesine müsaade etmemiştir.
Buna rağmen îbni Teymiyye onu dinlememiş ve Mısır'a gitmiştir. Çünkü bâzı
sıkıntı ve eziyete uğrasa da, Mısır'a gidişinde fayda olduğunu ve görüşlerini
daha iyi yayacağını ümit etmiştir.[15]
İbni Teymiyye 705 H.
yılında Mısır'a varmıştı. Yolda giderken bile ders halkaları teşkil etmişti. O
böyle vaaz ve dersle uğraşırken Mısır'daki hasımları onun başına getirecekleri
felâket için hazırlık, yapıyorlardı. Mısır'a geldiği zaman Kahire Kalesinde
toplanmış olan meclisle karşılaştı.. Bu mecliste kaldılar ve devletin ileri
gelenleri bulunuyordu, îbni Teymiyye konuşmak istedi. Fakat ifade gücünü ve
sözünün tesirini bildikleri için onu konuşturmadılar ve derhal itham etmeye
başladılar. İddiayı Mâliki kadısı Zeynüddin b. Mahluf şu sözleriyle ortaya
attı:
— Allah, hakikaten
arşın üstündedir, harf ve sesle konuşuyor,öyle mi?
İbni Teymiyye Allah'a
hanıd-ü sena ile söze başladı. Fakat kendisine;
— Cevap ver, hutbe
okuma! dediler. Dolayısıyla O, bunun bir
muhakeme olduğunu ve
münazara .olmadığını anlayarak;
— Hâkim kimdir? diye
sordu.
— Hâkim Mâliki
kadısıdır, dediler. İbni Teymiyye bu' kadıya
hitaben:
— Sen, hasmım olduğun
halde benim hakkımda nasıl hüküm
vereceksin? dedi. Bunun üzerine adı geçen kadı iyice kızarak fenalaştı ve Şeyh
îbni Teymiyye'yi hapse mahkûm etti.
îbni Teymiyye zindana
girdi[16].
Kendisiyle birlikte Mısır'a gelen iki kardeşi, Şerafüddin ve Mecdüddin de
zindanda ona katıldı.
îbni Teymiyye, Mâliki
kadısının hükmüne razı olmamakta haklı idi. Çünkü bu kadı, katı kalbli ve öfkeli
bir insandı. Daha önce O, Kur'an'ın muhkem âyetleriyle alay etmek ve müteşâbilh
âyetlerin birbiriyle çeliştiğini ileri sürmekle itham edilen bir bilgini idama
mahkûm etmişti. Halbuki deliller kâfi değildi. Öte yandan, idama mahkûm edilen
zâtın dış görünüşü iyi olduğu gibi, diğer bilginlerin onun hakkındaki kanaati
da müsbet idi. Hattâ O, çağının büyük -hadis bilgini îbni Dakîk'den medet ummuş
ve : «Beni nasıl bilirsin?» diye sormuş, o da; «Seni faziletli bir insan olarak
tanırım. Fakat senin hükmün kadı Zeynüddin'e aittir.» demiştir. Buna rağmen adı
geçen kadı, bu hüsn-i şahadeti dinlememiş, ona tevbe teklif etmemiş ve verdiği
idam hükmünü hafifletnıemiştir.
Şeyh îbni Teymiyye
zekî insandı. O, bu kadı'nın hâkimliğini kabul etmemiştir. Çünkü O, kendi
fikrine muhalifti. Üstelik itham etmekte de acele davranmıştı. Bir şahsın hem
hüküm, hem de iddia mevkiini işgal etmesi düşünülemezdi. Zira itham ve kaza
(hüküm) birbirinden ayrı şeylerdir. îddia sahibi cezayı gerektiren delilleri ortaya
kor. Sanık da bu iddiaları çürütecek mukabil delilleri serdeder. Hâkim ise bu
deliller arasında karşılaştırma yaparak hüküm verir. Buna rağmen Kadı Zeynüddin
ithamda bulunmuş ve sanık olarak gördüğü şahsın delillerini serdetmesine engel
olmuştur.
Îbni Teymiyye, 705 H.
yılı Ramazan ayında zindana girdi ve burada çok şiddetli işkencelere uğradı.
Aynı zamanda Kfısır'daki Han-belîlere de baskı yapıldı. Dört mezhebi temsil
eden kadılar meclisinde dördüncü kadı olan Hanbelî kadısı zayıf olduğu için
Îbni Teymiyye'yi de, Mısır'daki Hanbelîleri de savunamadı. Bu konuda İbni Kesir
şöyle der:
«Mısır'da Hanbelîler
büyük bir ihanete uğradı. Çünkü kadıları, ilim bakımından yoksundu. Bu sebepten
onun temsil ettiği mezheb mensupları böyle şeylere mâruz kaldîlar ve durumları
fenalaştı.»[17]
îbni Teymiyye,
zindanın karanlık köşelerinde Ramazan Bayramı gecesine kadar kaldı. Daha fazla
kalmasına vicdanlar razı olmadı. Kahire Valisi Hanefî, Mâliki ve Şafiî
kadılarıyla bâzı fakîhleri topladı; onlarla îbni Teymiyye'nin zindandan
çıkarılıp hürriyete kavuşturulmasını konuştu ve İbni .Teymiyye'nin zindanda
kalmasının din, adalet ve ahlâkla bağdaşmıyacağmı ileri sürdü. Çünkü îbni
Teymiyye, ardında kitleleri sürüklemiş, orduları harekete getirmiş, ölüme
atılmış, Moğollara karşı zaferle neticelenen o büyük mukavemetin ruhunu teşkil
etmişti.
Fakîh ve kadılar, bu
Emîrin sahip olduğu âlicenaplıktan yoksun olmakla beraber, îbni Teymiyye'nin
serbest bırakılmasına karşı koymadılar. Çünkü bunların tipinde olanlar
emirleri razı etmek veya. en azından onları öfkelendirmemek için çalışırlar.
Lâkin onlardan bâzısı buna muvafakat ederken, bir kısım şartlar ileri sürdü.
Meselâ; îbni Teymiyye akîde ile ilgili bâzı görüşlerinden vazgeçtiğini ilân
edecekti. Bu görüş üzerinde birleştiler ve îbni Teymiyye'ye» huzurlarına
gelmesi için haber gönderdiler. Îbni Teymiyye bunu kabul etmedi. Çünkü onların
hakikat ve hüccet peşinde olmadıklarını ve kendisine, hiçbir delile
dayanmaksızın görüşlerini kabul ettirmek istediklerini biliyordu. Ona, altı
defa haber gönderdiler ve îbni Ke-sir'in deyişiyle hiçbir karşılık alamadan
dağıldılar.
İbni Teymiyye,
zindanda iken dostları da Şam'da iztırap içinde idiler. Belki Şamlıların
üzüntüsünün sebebi, Mısır emirlerinin îbni Teymiyye'yi zindandan çıkarmayı
düşünmüş olmaları, âlimlerin de İbni Teymiyye'ye kabul etmesi mümkün olmayan
şartları ileri sürmeleri idi.
Ardarda yapılan birçok
teşebbüslerden sonra nihaî bir teşebbüs daha yapılmıştır. Şöyle ki: îbni
Teymiyye'nin iki kardeşi kadılar meclisine getirilmiş ve bunlardan Şerafüddin,
Mâliki kadısı Zeynüddin b. Mahluf ile münakaşaya tutuşmuş, sonunda kadıyı
mağlûp etmiştir. Bu durumu İbni Kesîr şöyle anlatır: «Şerafüddin, Mâlikî kadısını
nakîl, delil ve ma'rifet yoluyla mağlûp etmiş, onun bâtıl iddialarında
yanılmış olduğunu ortaya koymuştur. Münakaşa arş, kelâm ve nüzul meseleleri
hakkında idi.»[18]
İbni Teymiyye zindanda
iken yapılan bu münakaşa, onun 23 Rebîülevvel 707 H. yılında 18 ay içeride
yattıktan sonra tahliyesine sebep olmuştur.[19]
İbni Teymiyye,
zindandan çıkıp ders vermeye başladı. Camilerde hem halka, hem de seçkin
kimselere ders vermeye ve minberlerde hutbe okumaya başladı. Bu hal üzere altı
ay geçmeden Mısır'da da, Şam'da olduğu gibi, birçok talebe ve dostlara sahip
oldu.
Burada iki husus
dikkati çekmektedir:
1 —
Kendisine işkence edenler ve onu zindana atanlarla barışmış olması. îbni
Teymiyye Şam'a gönderdiği bir mektupta şöyle der:
«Allah sizden razı olsun,
biliyorsunuz ki ben,"arkadaşlarım şöyle dursun, gizli ve aşikâr hiçbir
müslümana eziyet edilmesini sevmem, kimseye güvenmem ve hiçbirini kınamam.
Aksine ben onları sever, sayar ve her birine durumuna göre iyilik dilerim. Bir
insan, ya isabetli bir içtihat eder, ya içtihadında yanılır veya günahkâr
olur. Birincisi, sevap ve mükâfaat kazanmış; ikincisi, içtihadı için mükâfaat
kazanmış ve yanıldığı için de affedilmiştir. Üçüncüsünü de,' bütün mü'minlerle
birlikte Allah affetsin... Ben hiçbir kimsenin, yalan, zulüm* veya tecavüzle
bana galip gelmesine razı olmam. Bütün müslümanlara hakimi helâl ettim ve hepsi
için hayır dilemekteyim. Nefsim için istediğim iyiliği, her mü'min için
isterim. Bana zulüm ve iftira edenlere hakkım helâl olsun!»
2 — İbni
Teymiyye zindandan çıktığı zaman anası, oğlunu görmenin sevinciyle gözlerini
sürmelemeyi arzu etmiş, oğlu ise, Şam'da olduğu gibi Mısır'da da vazifesini
yapmak istemiştir. Bu maksatla anasına gözleri aydm olması ve gönlü huzura
kavuşması için mektup yazmakla iktifa etmiştir. Bu mektupta şu ifadeler yer
almaktadır :
«Ahmed îbni
Teymiyye'den saadetli anasına,- Allah, ni'metleriyle gözlerini aydınlatsın; ona
kerem ve lûtfunu bol eylesin. Onu sevdiği kullarından etsin... Ni'meÜeri için
Allah'a şükreder ve fazl-u keremini artırmasını dileriz. Allah'ın ni'metleri
her gelişinde artmakta olup ihsanları sayılamaz. Biliyorsunuz ki şu günlerde
bizim bu memlekette kalmamız zarurî sebeplere dayanmaktadır. Bunları ihmâl
edersek din ve dünya işlerimiz bozulur. Vallahi bizim, sizden uzak kalışımız
kendi elimizde değildir. Eğer kuşlar bizi taşısalar derhal yanınıza geliriz.
Fakat uzaktakinin kendine göre bir özrü vardır. Vallahi siz, meselelerin iç
yüzünü bilseniz buna razı olursunuz...
«Dileğim, hayır
duanızı artifmanızdır. Çünkü Allah bilir, biz bilemeyiz. O, takdir eder, biz
takdir edemeyiz. O, gayblan bilendir.
Peygamber (S.A.) şöyle
buyurmuştur: «Âdem oğlunun sâadeti, Al1ah'dan hayır dilemesi ve Allah'ın kısmet
ettiği şeye razı olmasıdır. Âdem oğlunun bedbahtlığı ise, Allah'dan hayır
dilemeyi terketmesi ve onun kısmetine razı olmamasıdır.» Tacir çoğu zaman seyahat
eder. Malının zayi olmasından korktuğu için onu bitirinceye kadar bir yerde,
oturur. Bizim, içinde bulunduğumuz işi anlatmamız imkânsızdır. Güç ve kuvvet
ancak Allah iledir. Allah'ın bol bol selâm ve rahmeti tek tek hanemizde bulunan
büyük küçük, eş ve dostlarımızla birlikte, sizin üzerinize olsun. Hamd,
âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsustur. Allah, Efendimiz' Hz. Muhammed'e ve
onun âl ve ashabına salât-u selâm eylesin!»[20]
İbni Teymiyye,
Mısır'daki ikameti ne kadar uzarsa uzasın, Şam'a dönmek niyetinde idi. Lâkin
Allah, onun Mısır'daki ikametinin tahmininden daha fazla olmasını murad etmiş
ve kendisini burada ikinci bir imtihanla karşılaştırmıştır.
Bu kez karşılaştığı
imtihan, fakîh ve kelâm âlimleri vâsıtasiyle olmamıştır. Bu imtihan, büyük
itibar sahibi olan sûfîler vasıtasıyla olmuştur. Salâhuddin Eyyûbî tarafından
bu sûfîler için bir hânkâh yaptırılmıştı. Onlar, ibâdet maksadıyla buraya gelip
gidiyorlardı. 723 H. yılında Nasıruddin b. Kalavun tarafından diğer bir hânkâh
daha yaptırılmıştı. Bu hânkâhların, ileride açıklayacağımız gibi, İbni
Teymiyye'nin hayâtına tesiri büyük olmuştur.
Mısır'da bâzı sûfiler,
Muhyiddin b. "el-Arabî'nin vahdet-i vücût anlayışını benimsemeye
başlamışlardı. Meselâ; Muhyiddin b. el-Arabi, bir dörtlüğünde şöyle diyordu:
«Ey eşyayı yaratan
nefsinde! Sen bütün yarattıklarını cerrtediyorsun Yaratıyorsun oluşu sona
erenleri sende Dar da sensin, geniş de!»
632 H. yılında ölen
Mısırlı Îbnu'1-Fând, bu görüşün tesirinde kalanlar arasında idi. Keza, Mısır'da
bâzı sûfîler, kendilerinin, nef-sî terbiye ve ruhî olgunluk sayesinde Allah'ın
zatı ile ittisal ettiklerini ve tekliften kurtulduklarını ileri sürüyorlardı.
İbni Teymiyye, buna
razı olamazdı. Daha önce Şam'da bâzı Rifâî sûfilerinin yapmış olduğu
hokkabazlıklara razı olmamıştı. Orada du bu gibi görüş ve hareketleri ortadan
kaldırmak için mücadele etmişti.
Elbette Muhyiddin b. el-Arabî'nin görüşlerini de tenkid edecekti.
Nitekim onun görüşlerine de hvr;;ma başladı. Muhyiddm b. el-Arabî'ye hücum
ederken düşünen bıv akıl, güçlü bir dil ve cesaretli bir kaibe dayanıyordu.
Muhyiddin b.
el-Arabi'nin müridlerinden hem süfîler, hem de halk arasında büyük bir itibar
sahibi olan ve «Kitâbu'I-Hikem» adlı eserin yazarı İbni Ataullah es-Sikenderi,
İbni Teymiyye'yi birtakım sûfîlerle birlikte Kahire kalesine gidip sultâna
şikâyet etti. Sultan adliye binasında bir meclis topladı. İr-ni Teymiyye de
kendisine güven iomde topluluğu yararak huzura geldi. Kendisine; «Bu insanlar
senin için toplandı», denilince; «Hasbünaîi:îhu ve ni'mel-vekü Biz Allah yeter,
O ne güzel vekildir!» dedi vy hasımlarıyla münakaşaya girişti. Kuvvetli
ifadesi ve getirmiş olduğu ezici deliller sayesirif'e muarızlarını altetti.
Bundan sonra sûfîler,
birçok toplantılar yaptılar. İbni Teymiyye ise onlarla karşılaşmaktan
yılmıyordu. Daha sonra sûfîler, İbni Teymiyye hakkında şüpheyi çekecek şeyler
ileri sürdüler. Çünkü O, Âllah'dan başkasına sığınüaznayacağına, Allah'ın
kullarından hiçbir kimseden, isterse bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz.
Peygamber olsun, medet umulamıyacağinı söylüyordu. îbni Teymiyye, bu sözü îbni
Ataullah es-Sikenderî ile münakaşa ederken söylemiş, hazır bulunanlardan bir
kısmı da; «Bu sözde bir şey yoktur.» demiştir. Başkadı ise, bu sözün sadece edebe
aykırı olduğunu, fakat küfür olmadığını bildirmiştir.
Mücâdeleler
çoğaldığından devletin bu İşte tahammülü kalmamıştı. Bu karışıklıklara son
vermek için bunlara sebep olan adı geçen müsafiri susturmak gerekiyordu. Bu
sebeple İbni Teymiyye'yi şu üç şey arasında muhayyer bıraktılar: İster
İskenderiyye'ye, ister memleketi olan Şam'a, isterse hapishaneye gidecekti.
îbni Teymiyye hapishaneyi tercih etti.
Çünkü, İskenderiyye
veya Şam'a gittiği takdirde görüşlerini açıklamaması şart koşulmuştu. Dolayısıyla
O, hapishane benim için daha iyidir, dedi. Böylece söz ve fikir hürriyetinin
kayıt altına alınmasına razı olmadı. Ona göre kâinatı dolduran hürriyet; bir
yerden bir yere gitmek hürriyeti değil, fikir, vicdan ve söz hürriyetidir. Gerçekten
hür olan insan, fikir ve söz hürriyetini cisim hürryetinden önce bilmelidir.
Görüşlerini açıklayamadan bir yerden bir yere gitmek, aklî ve ruhî bir
esirliktir. Hapishanede insan hiç olmazsa bu esirliği hissetmez.
Fakat talebeleri, onun
Şam'a gelmeyi tercih etmesini istemişler. O da, 18 Şevval 707 H. yılında Şam'a
gitmek üzere yola çıkmıştır; ancak bir konaklık yol gittikten sonra peşinden
yetişip Devletin kendisini hapsetmeye karar verdiğini söylemişlerdir. Sanki
Devlet" erkânı, İbni Teyrhiyye'nna Şam'a gidip talebe ve dostlarının
arasına düşünce, onların zorla kabul ettirdikleri şartların dışına çıkacağını
hissetmiştir.
İbni Teymiyye tekrar
mahkemeye getirildi. Bu kez kadılar arasında onu yakînen tanıyan, her ne kadar
görüşleri- alışılmış olan şeylere aykırı ise de, ihlâs ve îmânından şüphe
etmeyen bir bilgin vardı. Bu zat, İbni feymiyye'nin takva timsâli olduğunu,
takvanın ise ruhlarda büyük bir tesiri bulunduğunu biliyordu. Nihayet kadılar,
onun davranışlarında suç teşkil edecek bir şey bulunmadığına karar verdiler.
Bunun üzerine kadılardan bâzısı onun hapiste kalmasına itiraz etti ve bu görüş
münakaşa edilirken İbni Teymiyye; «Ben hapishaneye gidiyorum!» diyerek durumu
kurtardı. Hapsedilmesine muhalif olan Nuruddin ez-Zevâvî; «Kendisi için
elverişli olan yerde bulunuyor.» dedi. Bâzıları da ona; Devlet, İbni
Teymiyye'nin hapsedilmesinden başka şeye razı olmuyor, diye cevap verdiler.[21]
Bundan sonra İbni
Teymiyye, kadılara ait olan hapishaneye kapatıldı ve kendisine hizmet edecek
birinin yanında kalmasına izin verildi.
îbni Teymiyye,
kendisini hapse mahkûm eden bu mücâdeleyi fakihlerle değil, sûfîlerle yapmıştı.
İhtimal ki bu sefer, kadılar ona takdir gözüyle bakmışlardı. Çünkü kendileri de
vahdet-i vücûd fikrini kabul etmiyorlardı. Bu fikir, İbni Teymiyye'nin bütün
görüşlerinden daha sivri idi. Dolayısıyla onların nazarında İbni Teymiyye,
İslâm'ı müdâfaa etmekte ve ona hücum etmemekteydi. Kuvvetli bir ifadeye sahip
oluşu da gözönüne alınarak, bu sefer İbni Teymiyye kadıların merhametini
kazanmıştı.
İbni Teymiyye'nin bu
Seferki hapse atılışı, yanma talebelerinin gidip gelmesine mâni olmuyordu.
Esasen bundan kısa bir müddet sonra kadılar ve fakîhler meclisinin kararıyla
serbest bırakılan İbni Teymiyye, Sâlihiyye Medresesinde ders vermeye
başlamıştı.
Hapishaneden çıktıktan
sonra insanlar onun ilim meclisine akın etmeye başlamışlardı. Görülüyor ki bu
mihnet, îbni Teymiyye'nin sûfilere karşı galibiyetiyle neticelenmiştir.
İbni Teymiyye için
hakîkî mücâdele Sultan Nâsıruddin b. Kala-vun'un tahttan feragat etmesiyle
başlamıştır. Bu Sultânın yerine el-Melik el-Muzaffer Baybars tahta çıkmıştır.
Baybars'ın hocası, Muhyiddin b. el-Arabî'ye ve onun görüşlerine bağlı olan
Nasr el-Mucî idi. Bundan sonra îbni Teymiyye ile Baybars arasında şiddetli bir
mücâdele başlamıştır.
Çünkü Baybars, düşünce bakımından hocası Nasr el-Müncî'nin tesiri altında idi.
Öte yandan o, İbni Teymiyye'yi sâbik Sultan Nâsınıddin'in adamlarından
sayıyordu. Adı geçen Sultan, hocasıyla birleşip İbni Teynıiyye'den kurtulmak
için bir çare düşündü ve onu îskenderiyye'ye sürmeye karar verdi. Zira îbni
Teymiyye'nin Kahire'de bir hayli taraftarları olmuş, fakihler de onu tutmaya
başlamıştı. îskenderiyye'de onun dostu ve yardımcısı yoktu. Orada bir tuzak
kurarak İbni Teymiyye'yi öldürüp rahata kavuşmaları da mümkündü.
Fakat İbni
Teymiyye'nin fazilet ve şöhreti, îskenderiyye'ye kendisinden önce gelmişti.
İlim öyle bir nurdur ki ışıkları her yere yayılır, onu karanlıklar
perdeleyemez. îbni Teymiyye, 709 H. yılı Safer ayının son gecesi
îskenderiyye'ye doğru yola çıkmıştı. İskenderiyye'ye gelir gelmez ders, vaaz ve
irşad meclisleri teşkil etmeye başladı. Bu hal üzere 7 ay, yâni Nasıruddin b.
Kaîavun tekrar tahta çıkıncaya kadar devam etti. Bu 7 aylık zaman içinde
îskenderiyye'de İbni Teymiyye ile sûfîlerden bir fırka mücâdele etti. îbni
Seb'in denilen ve felsefeile tasavvufu birleştirici birrnetpda sahip olan mutasavvıf
filozof bir şahsa bağlı bulunan bu fırkanın adı Seb'îniyye idi.
Sultan Nasıruddin,
Mısır tahtına tekrar çıkınca İbni Teymiyye'yi Kahire'ye davet etmiş, O da bu
daveti memnuniyetle kabul ederek buraya dönmüştür. Kahire'ye 8 Şevval 709 H.
günü ulaştıktan sonra Hz. Hüseyin'in makamına yakın bir semtte ikamet etmiş ve
kendisini tamamen ilme vermiştir. Kendisine kötülük edenler, gelip özür
dilemişlerdir. O da, hepsini istisnasız affetmiş ve: «Bana kötülük edenlere
hakkım helâl olsun.» demiştir.
Burada îbni
Teymiyye'nin şerefli bir tutumunu anlatmamız yerinde olur. Şöyle ki: Sultan
Nasıruddin tahtına yerleşince, îbni Teymiyye'ye kötülük eden âlim ve kadılardan
intikam almak istemiştir. Bu kadı ve bilginler, birinci mihnetinde îbni
Teymiyye'yi hapse mahkûm etmişler ve O, bu yüzden 18 ay zindanda kalmıştı.
Fakat bunlardan intikam almak hususunda kendisinden fetva almak isteyen
Sultana, îbni Teymiyye; «Onların kanı haramdır, onlara işkence etmek de caiz
değildir,» demiştir. Sultan da; «Onlar sana işkence ettiler ve seni defalarca
öldürmek istediler,» demiştir. Âlicenap îbni Teymiyye ise, buna şöyle cevap
vermiştir: «Bana işkence edenlere hakkım helâl olsun. Allah ve Resulüne karşı
kötülük edenlerden Allah kendi intikamını alır. Ben, nefsim için galip çıkmak
istemem. İbni Teymiyye bununla yetinmemiş. Sultandan onları affetmesini de
dilemiş ve: «Eğer onları öldürürseniz,
yerlerini dolduracak kimseleri bulamazsınız, diyerek affedilmelerini temin
etmistir.
îbni Teymiyye'nin
affettiği bu insanlar arasında îbni Mahhalla da vardı. Bu kadı, îbni
'Teymiyye'ye karşı çok şiddetli davranmış, onun kendisini müdafaa etmesine bile
mâni olmuş ve onu muhake-» mesiz olarak zindana atmıştı. îşte bu kadı, sonunda
İbni Teymiyye'yi övmekten başka bir şey yapamamış ve şöyle demi$tir: «Biz îbni
Teymiyye'nin benzerini görmedik. Ona kötülük etmek istedik, fakat gücümüz
yetmedi. O ise, gücü yettiği halde bizi bağışladı.»
Bu gelişinde îbni
Teymiyye, Kahire'de yerleşmeye karar vermiştir. Kitaplarının gönderilmesi için
memleketine mektup yazmış; ders, fetva, vaaz ve irşâd işleriyle uğraşmaya
başlamıştır. Bu kez âlimler, onun ilmini açıkça tenkit edememiş, ileri gelen
sûfîler görüşle^ rine dil uzatamamışlardır. Onlar bu kez îbni Teymiyye'nin
sözlerine inandıkları veya Allah'dan korktukları için değil, Sultandan korktukları
için böyle davranmışlardır.
Dolayısıyla onun fakîh
ve sûfîlerden hasımları başka bir yoldan harekete geçmişlerdir. Bu da, halkı,
îbni Teymiyye aleyhine kışkırtmak olmuştur. Fakat onun kuvvetli ifadesi, delil
getirişi ve şahsiyeti sayesinde kendilerinden daha çok dost ve taraftar
kazandığını unutmuşlardır. Bunun üzerine iki olay meydana gelmiştir:
1 — 4 Recep
711 H. tarihinde bir topluluk, düşmanlarını tahrik etmek suretiyle İbni
Teymiyye'nin dövülmesine sebep olmuştur.Bunun üzerine Hüseyiniyye mahallesi
halkı toplanmışlar ve intikam almak için îbni Teymiyye'den ısrarla müsaade
istemişlerdir. îbni Teymiyye, onlara; «Hak ya benim, ya sizin, ya da
Allah'ındır. Eğer hak benimse helâl ettim. Sizinse ve beni dinlemiyorsanız
istediğinizi yapabilirsiniz. Eğer hak Allah'ınsa, O hakkuıı dilediği zaman
alır»,
demiştir.
2— Aynı ay
içinde kötü sözle ona tecâvüz edilmiştir. Fakat bu seferki tecâvüz, câhiller
tarafından değil, bâzı fakîhler tarafından yapılmıştır. Bunlar, îbni
Teymiyye'ye önce hakaret etmişler, sonra da özür dilemişlerdir. Acaba böyle
özür dilemelerinin sebebi, Sultandan korkmuş olmaları mıydı? Durum ne olursa
olsun, Şeyh, îbni Teymiyye, onları da bağışlamış ve -. «Nefsim için galip
çıkmak istemem», demiştir.
Kahire'de oturduğu bu
müddet içinde îbni Teymiyye gördüğü kötü şeyler üzerine Sultanın dikkatini
çekiyordu. Meselâ; şehir ve taşrada rüşvet çoğalmıştı. îbni Teymiyye, Sultan
Nasıruddin'e bu durumu sert bir mektupla bildirdi. Bu mektupta şu sözler yer
alıyordu : «Hiç kimse mal veya rüşvetle vazifeye tâyin edilmesin. Çünkü bu,
ehliyetsiz kişilerin işbaşına getirilmesine sebep olmaktadır.» Ayrıca kısas
işleri de başıboş bırakılmış, öç almak için işlenen cinayetler yaygın hale
gelmişti. Bunun üzerine Sultan, işi ciddî tutmuş ve kısas işlerini, şer-i
şerifin hükümlerine uygun olmak üzere, derhal tatbîka başlamıştır.[22]
İbni Teymiyye,
Mısır'da ilim ve takva yönünden üzerine düşen görevi yerine getirmiştir. Burada
va'zetmiş, ilim öğretmiş, Allah yolunda mücâdele etmiş ve işkencelere
katlanmıştır. Artık aile ve akrabalarının yanma, büyüyüp yetiştiği eve dönmek
hakkı idi. Fakat O, ancak cihâda katılacağı için Şam'a döndü.
712 H. yılı Şevval
ayında Sultan Nasıruddin Moğollarla karşılaşmak üzere büyük bir ordu
hazırlamıştı. Çünkü Moğollar, müslü-manian rahatsız ediyorlar ve yeryüzünde
fesat çıkarıyorlardı. Sultan Nasıruddin bu cihad sırasında İbni Teymiyye'yi
yanından ayırmak istemedi. İbni Teymiyye cihad'dan yılacak bir insan değildi.
Kılıcını kuşanmış olarak Şam'a geldi. Bu sefer O, elli yaşını geçmiş ve oldukça
ihtiyarlamıştı. Daha önce kılıcına sarılıp savaş meydanına atıldığı zaman genç
olup kırkma değmemişti.
İbni Teymiyye, 713 H.
yılı Zilka'de ayının başında Şam'a ulaştı.[23]
Allah mü'minleri bu savaştan kurtarmıştır. Çünkü, gelen haberlere göre
Moğollar geri çekilmişlerdi.
Bu gelişinde Şeyh
(İbni Teymiyye) Şam'da yerleşip kaldı. Bundan sonraki durumunu îbni Kesir
şöyle anlatır:
«Şeyh (îbni Teymiyye)
Şam'a gelip yerleştikten sonra diğer
ilimlerle, eser telif ve neşriyle, insanlara sözlü ve yazılı fetva vermekle,
şer'î hükümleri açıklamak için ictihadla uğraşmıştır. Bâzı meselelerde dört
mezheb İmamlarına uyarak ictihadda bulunur ve fetvalar verirdi. Bâzan da fetva
verirken onlara ve bu nıezhebîerin meşhur kavillerine aykırı davranırdı. Onun, İmam ve mezheblerin görüşleri arasından
seçme (tercih) lerde bulunarak ve kendi
içtihadına dayanarak vermiş olduğu fetvalar birçok cildler teşkil eder. O,
daima kendi görüşlerine Kitab, Sünnet, sahâbî ve selefin sözlerinden deliller
getirirdi.»
Şam ve Mısır'daki
hayâtının ilk devresinde îbni
Teymiyye'nin doğru gördüğü akideyi açıklamaya çalışmış olduğunu, fıkhı görüşlerinde
de îmanı Ahmed b. Hanbel'in mezhebine bağlanmış olup bu mezhebin dışına pek az
çıktığını düşünebiliriz.
Hayâtının ikinci
devresinde ise, daha çok fürû' ilmine önem vermiş, fer'î fıkıh meselelerini
selefiyeci aklı ve sağlam düşüncesiyle incelemeye koyulmuş, bu konuda dört
mezheb İmamlarına muhalif, ya da bu mezheblerin meşhur olan veya olmayan
görüşlerine muvafık sonuçlara varmıştır. Fakat, İbni Teymiyye'nin seçmiş (tercih
etmiş) olduğu görüşler, mutlaka Kitab veya Sünnet'den aldığı bir delile
dayanıyordu.[24] Onun bu uğurdaki
çalışmaları çok zengindir. îbni Teymiyye, ihtiyaç duyduğu zaman doğru olan ve
bir nass veya kendisinin incelemeleri sonunda ulaşmış olduğu kanaat tarafından
desteklenen fıkhı kıyâsı kolayca tatbik ederdi.
İbni Teymiyye'nin hayâtının
böyle iki devreye ayrılışı, onun birinci devrede fıkıhla uğraşmadığı, sadece
ikinci devrede fıkha önem verdiği anlamına gelmez. Diyebiliriz ki, O, hayâtı
boyunca fıkıhla uğraşmıştır. Ancak hayâtının iki devreye ayrılışı fıkha vermiş
olduğu ehemmiyete nisbetledir. Yâni hayâtının ikinci devresinin en çoğunu
fıkıh işgal etmiştir. Fıkhı, O, meşhur büyük mezheblere göre inceleme
sınırlarının dışına çıkarmış ve onu daha geniş bir ufukla tetkik etmiştir.
îbni Teymiyye iki hususa çok önem vermiştir.
1 — Asıl
kaynaklarından faydalanarak Kur'ân ve
Sünnet fıkhını tetkik etmiştir.
2 — Ehl-i
Beyt İmamlarının görüşlerini incelemiştir. Şiîlik iddia eden bâzı zümrelerden
nefret etmesi, ekseri Ehl-i Beyt İmamlarının bir kısım görüşlerini içine alan
şiî fıkhını incelemsine engel olmamıştır.
İbni Teymiyye, bu
incelemeleri yaparken kendisini Hanbelî sayardı ve en azından talebeleri;
onun, bütün mezheblerden yapmış olduğu birçok tercihlere, hiçbir kimsenin
tavassutuna lüzum görmeksizin Kitab ve Sünnete yönelişine rağmen, Hanbelî
mezhebine bağlı olduğunu söylerler. İbni Teymiyye, Ahmed b. Hanbel'in fıkhına
daima hayranlık duyardı. Fakat onun duyduğu bu hayranlık, mutaassıb bir mezheb
mensubunun duyduğu hayranlık değil, araştırıcı ve tercih edici bir gözle bu
mezhebi inceleyen bir insanın duyduğu hayranlıktı. O, îmam Ahmed b. Hanbel'in
mezhebi hakkında şöyle demiştir:
«İmam Ahmed Kitab,
Sünnet, sahâbî ve tabiîlerin sözlerini ötekilerden daha iyi biliyordu. Bunun
içindir ki, başkalarında olduğu gibi onun nassa muhalif zayıf bir görüşü
yoktur. Ancak onun mezhebinde, ekseriya daha kuvvetli bir görüşe muvafık olan
görüşler mevcuttur. Diğerlerinden ayrıldığı meseleler üzerinde Ahmed b.
Hanbel'in görüşü ona göre daha üstündür. Zaruret halinde zimmîlerin müslümanlar
aleyhine yapmış oldukları şahitliğin kabulü, yolculuk sırasında yapılan
vasiyetin muteber oluşu vs. görüşleri böyledir.»
Bundan anlaşılıyor ki,
İbni Teymiyye, Ahmed b. Hanbel'in fıkhını onun şahsı için değil, Kitab ve
Sünnet'e sımsıkı bağlı olduğu için tercih etmektedir. Bununla beraber, O,
Hanbelî fıkîuna taassub derecesinde -bağlanmıyordu. Birçok meselelerde başka
mezheblerin görüşlerini tercih ediyordu. İbni Teymiyye taassubun, nefsin hayasından
ileri geldiğini, hüccet ve burhandan doğmadığını kabul eder ve şöyle derdi:
«Kim, İmamlardan
birine taassub derecesinde bağlanırsa hava ehline benzemiş olur. İster îmam
Mâlik'e, ister îmam Ebü Hanîfe'ye, ister İmam Ahmed b. Hanbel'e bağlanmış'
olsun. Bunlardan birine taassub derecesinde bağlanan kimse, bağlanmış olduğu
İmamın ilim ve din hususunda kıymetini bilmiyor ve öteki İmamları da takdir,
edemiyor demektir. Böylece câhil ve zâlim insanların durumuna düşmektedir.
Halbuki Allah, ilim ve adaleti emrediyor, cehalet ve zulümden nehyediyor.
Kur'ân'da; «İnsan onu (emaneti) sırtına yüklendi. Çünkü o, çok zâlim ve
câhildir.»[25] buyurulmuştur. îşte îmam
Ebu Yûsuf ve İmam Muhammedi insanların, îmam Ebû Hanîfe.ye en iyi bağlı
olanları bunlardır. Keza, îmam Ebû Hanîfe'nin kavlini en iyi bilenler, de
onlardır. Böyle olduğu halde birçok meselelerde ona muhalefet etmişlerdir.
Çünkü Sünnet ve ellerindeki hüccet, bu meselelerde ona uymamalarını
gerektiriyordu. Onlar, bununla birlikte hocalarına daima saygı
gösteriyorlardı.»
Böylece İbni Teymiyye,
taassub boyunduruğunu kırmış ve dört İmamın görüşlerine bağlı kalmaksızın hür
bir araştırmaya yönelmiştir.[26] Bu
araştırma ve incelemelerin sonunda bazı önemli meseleler hakkında birtakım
fıkhî neticelere ulaşmıştır. îşte bunlardan birkaç misal:
1 — îbni
Teymiyye, talâk (karı boşama) sözünün yemin haline geldiğini görmüştür.
İnsanlar, (Allah'a yemin eder gibi
karılarını boşamak üzere yemin etmeye başlamışlardır. Ancak insan, Allah'a
yemin edip sonra bu yemini bozarsa keffâret olarak ,ya bir köle âzâd-edecek, ya
bir gün on fakiri doyuracak veya giydirecek, bunlara gücü yetmezse üç gün oruç
tutacaktır. Talâk üzerine ettiği yemini bozarsa karısı boş olacak', yuvası
dağılacak ve evlilik dediğimiz mukaddes münasebet sona erecektir. îşte bu
netice, Îbni Teymiyye'yi korkutmuştur. Bunun üzerine O, Allah'ın Kitab ve Peygamber'in Sünnetinde
buna bir delil aramış, fakat böyle bir delil bulamadığı gibi, selefin
görüşlerinde de bunu gösteren bir şey bulamamıştır. Kişi, bu yemini ile
karısını boşamak istemediğine göre, evliliğin sona ermesini gerektiren hiçbir
şey yoktur. Dolayısiyle îbni Teymiyye, Talâk şartıyla yapılan yeminin
bozulmasıyla karının boş olmayacağına fetva vermiş ve kendi görüşünü Ehl-i
Beyt İmamlarından intikal eden sözlerle desteklemiştir.
îbni Teymiyye 718 H.
yılında bu fetvasını açıklayınca fakîhlerin tenkidine uğramıştır.
2 — îbni
Teymiyye, Kur'ân nassı ile bağdaşan rivayetleri tesbit etmiş ve görmüştür ki
«üç» sözünü ağıza alarak karıyı bir defada üç talâkla boşamak mümkün değildir.[27]
Böyle bir boşamada kadın, ancak bir talâkla boş olur. Çünkü Allâhu Teâlâ
Kur'an'da; «Talâk (boşama) iki defadır.»[28]
buyurmuştur.[29]
Tabiîlerden birçoğu bu
görüştedirler. îbni Teymiyye, bu görüşünde Ehl-i Beyt İmamlarından[30]
rivayet edilen haberleri benimsemiş ve dört mezheb İmamlarına muhalefet
etmiştir.
3 — İbni
Teymiyye'ye göre bir kimse karısı ayhali thayız) görürken boşasa talâk vâki
olmaz. O, bu görüşüne, Peygamber (S.A.) '-in Abdullah b. Ömer'e vermiş olduğu
emri delil olarak gösterir. Yâni Abdullah b. Ömer, ayhali gören karısını
boşadığı zaman Peygamber (S.A.), ona, karısına tekrar dönmesini emretmiştir.
Ibni Teymiyye bu meselede de Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet edilen görüşü
benimsemiştir.[31]
İbni Teymiyye, bunlara
benzer daha birçok fetvalar vermiş ve dört mezheb İmamlarına muhalefet
etmiştir. Bâzı âlimler kendisine böyle fetva vermemesini tavsiye etmiş, O da
bir ara susmuştur. Fakat, sonra bu gibi fetvalar vermeye devam etmiştir. Daha
sonra dört mezheb İmamlarına muhalif olarak böyle fetvalar vermemesi için
Sultandan bir emir gelmiş ise de, îbni Teymiyye bu türlü fetvalar vermede
ısrar etmiştir. Çünkü O, dîninde küçülmek istemiyor ve söylediklerinin
doğruluğuna güveniyordu.[32]
İbni Teymiyye, talâk
meseleleri üzerinde kendisine göre fetvalar vermeye devam ediyordu. Sultana,,
onun yeniden fetvalar vermeye başladığı haberi ulaştı, Halbuki Sultan, İbni
Teymiyye'nin dostu idi. Tekrar tahta çıktıktan sonra onun bir gün bile
hapishanede kalmasına razı olmamıştı. Sultan, Ibni Teymiyye'nin kendi emrini
reddedişini hoş karşılamadı. Halbuki açıkça emir göndererek bu gibi
fetvalardan onu menetmişti. Sultanın vicdanı, dört mezheb İmamlarına muhalif
olarak fetvalar verilmesine razı olmuyordu. Gerçi îbni Teymiyye'ye saygı
gösteriyordu. Fakat, dört mezheb İmamlarına karşı duyduğu saygı daha büyüktü.
Bu sebeple Sultan 19
Ramazan 819 H. tarihinde bir ferman göndermiş ve bu fermanda İbni Teymiyye'ye
ayırdığı bir bölümde onu fetvadan menetmiştir. Bu ferman kadı, müftî ve
fakîhlerden bir topluluk huzurunda îbni Teymiyye'ye okunmuş ve Sultanın önceki
emrini dinlemediği için serzenİşte bulunduğu bildirilmiştir. Sonra toplantı,
İbni Teymiyye'ye bu gibi fetvalardan vazgeçmesi için kesin bir şey söylenmeden
dağılmış, îbni Teymiyye de fetvalarına devam etmiştir. Sultan tarafından îbni
Teymiyye'yi meneden mektup ve serzenişler devam etmiştir. Fakat Sultan, bu işe
daha fazla göz yumamazdı. O göz yumsa bile kadı ve müftîler bu işin peşini
bırakmıyorlardı. Çünkü onlara göre, İbni Teymiyye'nin dört mezheb İmamlarına
muhalif olarak fetva vermesi açıkça sapıklıktı.
Bu yüzden hükümet
konağında ve Saltanat Naibi (vekili) nin huzurunda bir meclis kuruldu; dört
mezhebin kadı, müftî ve fakîh-leri burada toplandılar. îbni Teymiyye de geldi.
Ona serzenİşte bulundular. Bu gibi meselelerde bir daha fetva vermemesini rica
ettiler. Onlar, îbni Teynıiyye'ye sadece serzenİşte bulunuyor, münakaşaya
yanaşmıyorlardı. Tekrarlanan rica ve serzenişlerin bir faydası olmadığını
görünce, îbni Teymiyye'nin Şam Kalesine hapsedilmesini kararlaştırdılar. îbni
Teymiyye, burada 22 Recep 720 tarihinden 10 Muharrem 721 H. tarihine kadar beş
ay 18 gün yatmıştır.
Bundan sonra
hürriyetine kavuşan İbni Teymiyye, serbestçe derslerine devam etmiş ve buna
benzer meseleler üzerinde yeniden fetva vermeye başlamıştır. Fakîhler, îbni
Teymiyye'nin bu gibi fet-vâlarına razı olmamakla beraber, artık alışmışlardı. O
da araştırma, yazma ve teliflerine devam etmiştir, 712 H. yılından itibaren
başlayan hayatının bu devresi, onun fıkhı alanda çok verimli olduğu yıllarını
teşkil eder. İbni Teymiyye, bu arada akaid dersleri veriyor, sûfilerin tutum
ve bid'atlanm tenkid ediyor, fakat en çok fıkhî meselelerle uğraşıyordu.[33]
İbni Teymiyye
derslerine devam ediyor, kitap ve risalelerini gözden geçiriyordu. Bu kitap ve
risalelerinin bir kısmı akaide, bir kısmı siyasete, bir kısmı da fıkha aitti.
O, kudretli aklı ve ihlâslı ruhu ile dinleyicilerine feyz veriyordu. Nihayet
726 H. yılında Şam-Kalesine hapsedilme emri geldi. Sultanın durumundaki bu
değişiklik üzerine biraz tafsilâtlı bilgi vermek istiyoruz. Şöyle ki:
İbni Teymiyye'nin
felâkete uğramasını bekliyenler birkaç kısma ayrılıyorlardı. Sufî ve
râfizîlerden bâzıları görüşlerine düşman olmuşlar, fakîhlerden bir kısmı da
fıkhî görüşlerini sapıklık ve din dışı sayıyorlardı. Bütün bunlar söz birliği
edip îbni Teymiyye'ye bir tuzak hazırlamaya karar verdiler. Bu maksatla onun
hem halkı, hem de seçkin kimseleri öfkelendirecek bir görüşünü tesbite çalıştılar.
Nihayet 17 sene önce vermiş olduğu bir fetvayı bulup ortaya attılar. Bu
fetvasında O, sâlih kimselerin kabirlerini ziyareti mene-diyordu. Hattâ,
Peygamber (S.A.)'in kabri bulunan Ravza-i Mutahhara'nın ziyaretini de hoş
görmüyordu. îşte o fetvadan buraya bâzı pasa)lar alıyoruz:
«Saîd b. Mansur'un
Sünen'inde rivayet edildiğine göre Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebî
Tâlib, sık sık Peygamber (S.A.) 'in kabrini ziyaret eden birini görmüş ve ona
Peygamber (S.A.) in şu hadîsini haber vermiştir: «Benim kabrimi bayram (yeri)
yapmayınız. Bana sadece salâvat okuyunuz. Sizin salâvatınız, nerede olursanız
olunuz bana ulaşır.[34]
Seninle Endülüs'teki bir insan arasında hiçbir fark yoktur. Buharı ve Müslim'in
Sahîh'lerinde Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre Peygamber (S.A.), ölüm
döşeğinde iken şöyle buyurmuştur; «Yahudi ve Hıristiyanlara, Peygamberlerinin
kabirlerini mescid yaptıkları için Allah lanet etmiştir.» Eğer böyle olmasaydı
Peygamber (S.A.), kabrinin açığa yapılmasını isterdi. Fakat, kabrinin mescid
haline getirilmesinden hoşlanmamıştır. Sahâbiler de onu Hz. Âişe'nin hücresine
defnetmişlerdir. Halbuki onlar, cenazelerini çöle defnediyorlardı. Hiç kimse,
Peygamber (S.A.)'in kabrinin başında namaz kılıp orayı' mescid haline
getiremez. Peygamber (S.A.)'in kabri put yapılamaz. Velid b. Abdilmelik
zamanına kadar Peygamber Efendimizin kabrinin bulunduğu hücre rnescidden ayrı
îdi. Sahâbî ve tabiîlerden hiçbir kimse oraya ne namaz kılmak, ne kabre el
sürmek ve ne de dua etmek için giriyorlardı.
Aksine, bunların hepsini mescidde yapıyorlardı. Selef-i sâlih,
Peygamber (S.A)'e salât-u selâm etmek istedikleri zaman kıbleye dönüyorlardı,
kabre dönmüyorlardı. Peygamber (S.A.)'e salat-u selâm okumak için ayakta durma
konusuna gelince; Ebu Hanîfe, yine kıbleye dönülmesi gerektiğini, kabre
dönülmemesini söylemiştir. Öteki İmamların ekserisi dua okunurken kabre
dönüleceğini söylemiştir.»
Bu fetva, çok önceleri
verilmiş ve hiçbir fitneye sebep olmamıştı. Hiçbir kimse bu fetvayı İbni
Teymiyye aleyhine bir vâsıta olarak kullanmaya teşebbüs etmemişti. Çünkü İbni
Teymiyye'nin o zamanlar Sultan' nazarında itibarı yüksekti.
Talâk meseleleri
üzerinde verdiği fetvalardan ötürü İbni Teymiyye ile Sultanın arası açılınca
bunu fırsat bildiler. Sultan ve halkı onun aleyhine kışkırttılar. Çünkü
Peygamber (S.A.)'e karşı son derecede kudsî bir saygı besleyen halk üzerinde bu
fetvanın kötü bir etkisi olacağı besbelli idi. Zîrâ Müslümanm ruhu,
"Peygamberinin şahsıyla ilgili ufacık,bir hareket karşısında derhal
feveran edebilirdi.
İbni Teymiyye aleyhine
tertip hazırlayanlar bu durumu Sultana yazdılar ve îbni Teymiyye'nin
hadîslerini tahrif ettiğini söylediler. Sultan da, îbni Teymiyye'nin münasip
bir hapishaneye atılmasını istedi. Bu hususla ilgili emir, 7 Şaban 726 H.
tarihinde Şam'a geldi, îbni Teymiyye'ye tebliğ edildi. Bunun üzerine Ibni
Teymiyye Şam Kalesine nakledildi ve kendisine aylık bağlandı. Kardeşi Zeynüddin
de Sultanın müsaadesiyle yanında kalıp hizmetlerini görüyordu,
İbni Teymiyye, tevkif
edildikten sonra gizli olan kötü niyetler ortaya çıktı. Onun talebe ve dostları
türlü işkencelere uğratıldı. Baş-kadı (Kâdı'l-Kudat) bunlardan bir topluluğun
hapsedilmesini, başka bir topluluğun da ceza olarak hayvanlara bindirilip
sokaklarda teşhir edilmesini emretti. Daha sonra İbni Teymiyye'nin bu talebe ve
yalanlan serbest bırakıldı. Fakat, onun en aziz talebesi ve kendinden sonraki
bayraktarı Şemsüddin İbni Kayyım el-Cevziyye hapishanede bırakıldı.[35]
Bu tevkif olayı
ihlâslı insanların üzüntüsüne,, hased ve bid'atçıların da sevincine sebep oldu.
Bundan sonra bid'atlar, arttı. Âlimlerden bid'at düşmanları kötü durumlara
düştü. Üzüntü, sadece Şam'ın ihlâslı âlimlerine inhisar etmedi. Bağdad
âlimlerine de sıçradı. Onlar da, Sultan Nasıruddin'e mektup yazarak, bid'ata
karşı çekilmiş olan bu keskin kılıcın kınına sokulmasından sonra müslü-manlara
gelen felâketleri anlatmışlardır. Bu mektupta şu satırlar yer almaktadır:
«Şark memleketlerinde
ve Irak havalisinde bulunan müslüman-lar, Şeyhü'l-îslâm Takıyyuddin Ahmed îbni
Teymiyye' —Allah ona selâmet versin— nin başına gelen felâketi duyunca çok
üzülmüşlerdir. Bu olay, dindar kimselere pek" ağır gelmiş, dinsizlerin
başı büyümüş, hava ehli ile bid'atçılann gönülleri hoş olmuştur.»
Bu bölgenin âlimleri,
felâketin büyüklüğünü, hava ehli ile bid'atçılann seviçlerini, bunların büyük
âlim ve fâzıl kimselerle alay ettiklerini görünce durumun fecaatini Sultan
hazretlerine. bildirmişlerdir. Ayrıca îbni Teymiyye'nin vermiş olduğu
fetvaları tasvip ettiklerini de yazmışlardır.
İbni Teymiyye'yi
Mâliki, Hanefî ve Şafiî mezheblerine mensup birçok âlimler böylece' desteklemişlerdir.
Bundan anlaşılıyor ki îbni. Teymiyye'nin ileri sürdüğü fikirler, Mısır, Şam
ve.Irak âlimlerinin çoğu tarafından öğrenilmiş ve bu âlimler üzerinde müsbet
bir tesir icra etmiştir. Hapsedilişi ise, hava ehli ile bid'atçılann bağrına
soğuk su serpmiştir.
Hapishanenin
dışmdakileri bırakalım da, o hür mahkûmu anlatalım. Dişardaki hasedçiler ona
işkence ettirmek için uğraşırken bâzıları da gülüp oynuyorlardı. îbni Teymiyye
ise, muttaki bir mü'mi-nin gönül rahatlığı içindeydi. Çünkü olaylarm böyle cereyan
edeceğini biliyordu. Dolayısıyla; «Ben böyle olacağını tahmin ediyordum. Bunda
da çok hayır ve büyük bir maslahat vardır.» demiştir. îbni Teymiyye, esasen
sükûnete muhtaçtı. Şehrin gürültüsünden usanmştı. O, yattığı bu hapishanenin
sessiz ve sakin köşesinde şu iki şeyle meşgul oluyordu:
1 — İbâdet
ve Kur'ân okumak,
2 —
Görüşlerini bu sakin yerde yeniden inceliyerek kaleme almak.
İbni Teymiyye, burada
kaldığı müddet içinde tefsir yazmakla uğraşmış.ve insanlarla ilişkisini
kesmemiştir. İnsanlar, kendisine mektuplar gönderiyor, O da bunları
cevaplandırıyor ve sorularına fetvalar veriyordu. İbni Teymiyye'nin bu
mektupları halk arasında yayılıyor ve ilgi görüyordu. Belki de kendisinin
onlardan uzak tutuluşu, ilgi ve sevgilerini artırıyordu. Aralarında olsaydı
ihtimal ki bu kadar tesirli olmazdı. Çünkü menedilen ve gizli tutulan şeyler,
serbest ve alenî olan şeylerden daha çok yayılır; insanların ruhları böyle
şeylerle daha çok ilgilenir, bunlar kıymetli ve nâdir şeyler gibi herkes
tarafından merak ve tecessüsle karşılanır.
Buna göre îbni
Teymiyye'nin, fikir ve görüşleriyle mücadele etmek isteyenler onun cismini
hapsetmişler, fakat fikir ve görüşlerini zindana sokamayınca, bâzı hükümet
adamlarını kandırarak, zindanın karanlıklarından sızıp gelen ve âlimleri
aydınlatan bu fikir nurunu söndürmeye çalışmışlardır.
Bu gizlice hazırlanan
tertibin sonunda 9 Cemâziyelâhir 728 H. tarihinde îbni Teymiyye'nin yanında
bulunan kitap, kâğıt, hokka ve kalem cinsinden ne varsa hepsi elinden
alınmıştır. Böylece îbni Teymiyye, okuyup yazmaktan kesin olarak
menedilmiştir. Onun yazdığı veya mütalâa ettiği kitaplar bu yılın Recep ayı
başında «el-Mekte-betu'I-Kübra Büyük Kütüphane» ye taşınmıştır. Bunlar, altmış
cilt ve ondört büyük dosyadan ibaret olup adı geçen kütüphanede muhafaza
altına İmmiştır.
Bu tazyikin sebebini
İbni Kesîr şöyle anlatır: «Bu baskının sebebi şudur: îbni Teymiyye, kendisine
kabir ziyareti konusunda reddiye yazan Mâliki âlimlerinden îbnu'I-îhnâî'ye[36] cevap verirken onu techil etmiş ve bir şey
bilmediğini söylemiştir. îbnu'l-îhnâî de, Sultanın huzuruna çıkıp ona îbni
Teymiyye'yi şikâyet etmiştir.»[37]
îbni Teymiyye
üzerindeki tazyik son haddine varmış, hattâ okuma ve yazmadan bile onu
menetmişler, yanında kalem ve hokka dahi bırakmamışlardır. Fakat onun cevval
ye çalışmaktan yılmayan fikri mahkûm edilememiştir. İbni Teymiyye, bâzan
hatırına gelen bir kısım şeyleri yazmak mecburiyetinde kalır ve bunları kömürle
ele geçirdiği kâğıt parçalarına kaydederdi. Sonra bir araya toplanmış olan bu
dağınık kâğıt parçalarını tafih, îbni Teymiyye'nin eserleri olarak bize kadar
muhafaza etmiştir.
îbni Teymiyye, bu
imtihana da sabır ve celâdetle katlanmıştır. Zira O, bunun büyük cihad olduğuna
inanıyor ve bu konuda şöyle diyordu: «Biz vallahi, Allah yolunda büyük cihad içindeyiz.
Hattâ bizim bu cihadımız, Gazan (Mahmud)'la, cebeliyye, cehmiyye, ittihadiyye[38] ve
emsaliyle yaptığımız cihadın aynıdır. Bu, Allah'ın bize ve insanlara vermiş
olduğu en büyük nimettir. «Fakat insanların çoğu bunu bilmezler»[39]
fşte bu satırlar, İbni
Teymiyye'nin kömürle yazdığı kâğıtlar üzerindeki sözlerinden alınmıştır.
Bu sıkıcı hapishane
hayatı, İbni Teymiyye için uzun sürmemiştir. Çünkü Allah, 20 Şevval 728 H.
tarihinde bir hastalıktan sonra onun ruhunu kabzetmiştir.[40] O,
hayatı boyunca olduğu gibi son günlerinde de dehşetli idi. Şam'daki Saltanat
Naibi, İbni Teymiyye hastalanınca yanına gidip özür beyan ederek, yapmış olduğu
kusur ve eziyetten ötürü helâllaşmak istemiştir. O büyük insan, Vâli'ye şöyle
cevap vermiştir:
«Ben hem sana, hem de
haklı olduğumu bilmediği halde bana düşmanlık edenlere hakkımı helâl ettim.
Beni zindana attıran o büyük Sultan Nasıruddin'e de hakkımı helâl ettim. Çünkü
O, bana bunları başkalarının tahriki ile yaptığı için mazurdur ve bunları
nefsini korumak için yapmamıştır. Benimle ilgili olan herkese hakkımı helâl
ettim. Ancak bundan, Allah ve Resulünün düşmanları hariçtir.»
îbni Teynıiyye ölünce
devam edegelen hareketler de sona erdi Şam halkı o büyük âlimlerinin — hattâ
bütün müslümanlann büyük âlimlerinin— cenazesine lâyıkı veçhile alâka gösterdi.
Muhteşem bir cemâat, onu ebedi istirahatgâhına tevdi etti. Halbuki Allah, bu
büyük ve hür bilgin'e, öldüğü zaman kendisine hayır duâ edecek bir evlât takdir
etmemişti.[41]
îbni Teymiyye, Sultan
Nasıruddin'le o derecede sıkı bir dostluk kurmuştu ki Sultan, îbni Teymiyye'ye
işkence eden âlimlerin boynunu vurmayı dahi istemiş, fakat îbni Teymiyye
onlara iyilikten başka bir şey düşünmemişti. Eğer O, Sultanın nezdindeki
mevkiine sahip iken ölseydi bâzısı; O, Sultana tâbi ve onun arzusuna göre
hareket eden adamlarından biri olup, ancak hükümdarın kuvvetine dayanarak
yükselmiştir, diyecekti. Lâkin Yüce Allah, bu ilim adamını, kendisinin öz
cevheri ve hakîkî şahsiyeti ile ortaya çıkardı. Şöyle ki: O, hür ilim
adamı,-Allah'dan başkasına tâbi1 olmamış, hakkı söylemiş, sarsılmamış ve daima
kendisine itimat etmiştir. O, sanki gölgesinden herkesin faydalandığı ulu bir
ağaçtı. Gücünü, ancak her 'şeyi yaratan Allah'dan alıyordu. Eğer Sultandan
kuvvet alsaydı O, kendisini zindana atmazdı. Bu kesin olarak göstermektedir ki
îbni Teymiyye, başkalarına tâbi' değil, bilâkis, başkaları ona tâbi' idi. O hür
ve kendisinin efendisi idi. Ne kendisi, ne de fikri hiç bir Kimsenin esîri
değildi.
Rahmetli bü ilim
adamı, —Allah ondan razı -olsun — âlimler arasındaki yerini aldıktan sonra
ölünceye kadar otuz yıldan fazla bir zaman hak bildiği yolda mücadele ve
müçâhede ile uğraçmıştır.
Birisi şöyle bir sual
sorabilir: îbni Teymiyye, Sultan nezdiride büyük bir i'tibar sahibi iken niçin
durumu birdenbire değişmiş, Sultan ona, Önce hapishanede iyi muamele
edilmesini emrettiği halde sonra şiddet göstermiştir? Bu soruya şöyle bir cevap
verebiliriz: Olaylar birbirini açıklamaktadır. Sultan Nasıruddin Mısır'da oturuyordu,
îbni Teymiyye ise buradan ayrılmış, derslerine Şam'da devam ediyordu. îbni
Teymiyye'ye karşı Sultanın durumundaki değişikliği anlamak için tarih
kitaplarına başvurmamız gerekiyor, el-Makrîzî şöyle der:
«Sultan Nasıruddin, âdeti
üzere avlanmaya çıkmıştı. Yolda birdenbire hastalanıvermiş ve neredeyse ölecek
hale gelmişti. Atından indi. Fakat ıztırabı durmadan artmaktaydı. Allah,
kendisini bu hastalıktair'kurtanrsa, buraya bir ibadethane yaptırmayı adadı.
Kahire Kalesine dönünce Allah ona şifâ verdi. Bunun üzerine Sultan, yanına
bir kısım mühendisler alarak .hastalandığı yere gitti. Burada «Hankâh-ı
Siryakus» adı verilen Hankâh'ın plânının 723 H. yılında hazırlattı. Daha sonra
buraya yüz sûfî için yüz halvet odası, Cuma namazı kılınacak bir mescid, bir
hamam, bir mutfak yaptırdı. Bu külliyenin yapımı, 725 H. yılında tamamlandı.»
İbni Teymiyye'nin son
mihnetinin 726 H. yılında başladığını göz-önüne alırsak, tesirin ne taraftan
geldiğini kestirebiliriz. Sultan Nasıruddin, sözü geçen hankâhı yaptırdıktan
sonra sûfüerle sıkı bir dostluk kurmaya başladı. Halbuki İbni Teymiyye
süfîlerle hiç geçinemiyordu. Sûfîlerin başı olan îbni Atâullah es-Sikenderî,
îbni Teymiyye'ye ateş püskürüyordu.
Gönlünü sûfilere açan
Sultan, elbet onu İbni Teymiyye'ye kapatacaktı. Nihayet sûf ilerin tesiriyle
Sultan'm îbni Teymiyye ile arası açıldı. Bundan sonra mihnetler birbirini
kovaladı. îbni Teymiyye'ye karşı baskı arttı ve nihayet onun ölümüyle sona
erdi.
Şimdi îbni
Teymiyye''nin yaşadığı çağı inceliyebiliriz. "Ancak onun şahsiyeti ile
silâhlı cihadını daha önce anlatmak istiyoruz.[42]
Âllâhu Teâlâ, İbni
Teymiyye'ye bir kısım sıfatlar vermiştir ki, bunlar o büyük ilim adamının
şahsiyet ve karekterinin temelini teşkil eder. Onun bu sıfatları, görmüş
olduğu eğitim ve öğrenim sayesinde, içinde bulunduğu asır ve derinlemesine
yapmış olduğu inceleme ve araştırmalarının tesiriyle büyük bir gelişme imkânı
bulmuştur.[43]
İbni Teymiyye'nin
başlıca sıfatı, sahip olduğu kuvvetli hafızasıdır. Bu, ilmin temelini teşkil
eder. Kişi, hafızasının kuvvetli oluşu ve hafızayı kullanma kabiliyeti
nisbetinde âlimler arasında bir yer işgal eder.
İbni Teymiyye'nin bu
sıfatı gençliğinden ölümüne kadar kendisinden ayrılmamıştır.[44]
İbni Teymiyye derin
bir tefekküre sahipti. Mes'eleleri derinlemesine tetkik eder; âyet, hadîs ve
aklın hükümelrini inceden inceye araştırır, bunları doğru görüşlerle
karşılaştırır ve gerçeği apaçık ortaya kordu. O, yalnız kuvvetli bir hafızaya
değil, aynı zamanda idrâk, teemmül ve tetkik gücüne sahipti. Mes'elelere öyle bir
göz atışı vardı ki, bu sayede onların derinliklerini kavrar ve hakikî neticelerine
nüfuz ederdi. Onun çıkardığı neticeler, akıllara dehşet verir ve hasımlarını
şaşırtırdı.[45]
İbni Teymiyye kuvvetli
hafıza, derin bir tefekkür ve tetkik bakımından dikkati çektiği kadar,
hazırcevaplılık ve sürat-i intikal bakımından da dikkati çekmektedir. İlk
çağrıya cevap veren alarm halindeki asker gibi, o, söylemek istediği fikir ve
delilleri anında hatırlar ve kullanırdı. Onun bu sıfatı, bilhassa derslerinde
ortaya çıkardı. Münazara ederken düşünce ve hafızasındaki bilgilerini kolayca
ortaya koyarak hasımlarını sustururdu. Hatip ve münâzaracı için
hazırcevaplılık, tıpkı savaşçının, manevra kabiliyeti iyi olan silâhı gibidir.
Münâzaracı, bu kabiliyeti ile hasmını daima susturur.
îbni Teymiyye'nin bu
sıfatından dolayı hasımları kendisiyle karşılaşmaktan yılarlardı, îbni
Teymiyye'nin bu yönünü tammıyanlar, kendi güç ve hüccetlerine gururlanarak
onunla karşılaştıkları zaman ibret-i âlem olurlardı.[46]
Diyebiliriz ki, İbni
Teymiyye'yi çağdaşı âlimlerde olmayan birçok meziyetlerle bezeyen, ilim ve
ilmî şahsiyetinin teşekkülünde rol oynayan en bariz sıfatı, fikir hürriyetine
sahip oluşuydu. Talebelerinden biri onun fikir hürriyeti hakkında şöyle der:
İbni Teymiyye hakkı
gördüğü zaman ona sımsıkı sarılırdı. Allah'a and olsun ki ben, Peygamber
(S.A.)'e tazim ve O'na uyma ve Sünnetini savunma bakımından İbni Teymiyye'den
daha kuvvetli birini görmedim. O, bir mes'ele hakkında herhangi bir hadîs ileri
sürerse1've başka bir hadîsin bunu neshetmediğini bilirse, o hadîs'e göre amel
eder, hüküm ve fetva verirdi. Kim olursa olsun Peygamber'den başka hiçbir
mahlûkun sözüne iltifat etmezdi. Bu uğurda emirden, sultandan ve kılıçtan
korkmazdı. Kitab ve Sünnet'ten ayrılıp hiç kimsenin sözüne uymazdı. Böylece O,
en sağlam yolu tutmuştur.»[47]
İbni Teymiyye hakkı
aramada son derecede ihlâsiı olup dînî hakîkatları tahsil edip insanlara
açıklama hususunda garaz ve nefsi arzuların kirlerinden tamamen uzaktı. İhlâs,
mü'minin kalbini nurlandırır, idrâkini kuvvetlendirir. İşrakiyye felsefesine
göre ihlâs; fikri, işi ve sözü dosdoğru yapar. İbni Teymiyye'nin ihlâsi, şu
dört hususta bilhassa dikkati çeker:
1 — O,
âlimlerle karşılaşırken inandıklarını olduğu gibi açıklardı. Burada Allah'ın
rızâsı ve hak sevgisinden başka hiçbir şeye önem vermezdi. İnsanlar, ister
kızsınlar ister memnun olsunlar, onun için birdi.
2 — Ihlâsmı
ve kendisini yok edişini gösteren kusur, onun hak yolunda her şeyiyle, hattâ kılıca
sarılarak yapmış olduğu cihad'dır. Doğru bulduğu fikri duyurmak için her türlü
sıkıntılara, hem düşmanlarından, hem de dostlarından gelen eziyetlere ve
sürekli mahkûmiyetlere katlanmıştır.
3 — İbni
Teymiyye'nin ihlâsını, nefsi arzulardan uzak oluşunu ve nezahetini gösteren
üçüncü husus, kendisine kötülük edenleri
affedişidir. O, kendisini zindana atan âlimleri, onların boyunlarını vurdurma
imkânına sahip olduğu halde, affetmiş ve hapishanede ölürken bile kendisine
zulmedenleri bağışlamıştır.
4 — İhlâsınm
bir neticesi olarak, dünyanın zînet ve mevki'lerinden uzaklaşmış, hiçbir makama
tenezzül etmemiş ve bu konuda kimseyle çekişmemiştir. îlmî tetkik, vaaz ve
müderrislikle iktifa etmiştir. Birçoklarının yarış yaptıkları başkan olma
hevesine asla kapılmamıştır. Dolayısıyla yalnız Allah'a bağlanmış ve kurtuluşu
sadece O'ndan beklemiştir. Allah da onu kurtarmıştır. Bu hususta Zehebî şöyle
der:
«Onu bir yây'la nice
felâketlere atmışlardır. Fakat Allah kurtarmıştır. Çünkü O, daima dilinden
tevhidi bırakmaz, Allah'a çok sığınır, bütün kalbiyle tevekkül eder ve
maneviyat kırıklığına asla uğramazdı. Devam ettiği bazı duâ ve zikirleri de
vardı.»[48]
îbni Teymiyye'nin dili
gayet fasih ve ifadesi çok kuvvetli idi. Rahmetli hem hatip, hem yazardı. Allah,
ona hem dil, hem de kalem kudreti ihsan etmişti. Bu kabiliyet kendisine
ailesinden miras kalmıştır. Babası da iyi bir hatipti. İbni Teymiyye'nin bu
ifade melekesini, Kur'ân'ı devamlı okuyuşu, daima hadîs-i şeriflerle meşgul
olup bunları hıfzedişi çok kuvvetlendirmiştir. Çünkü Kur'ân ve hadîs-i
şerifler, kişinin kelime hazînesini güzel sözlerle zenginleştirir. Üstelik O,
sürekli bir sözlü mücâdele içinde idi. Bu da, irticâlî konuşma cephesini
kuvvetlendirmiştir.[49]
İbni Teymiyye şecaat
(yiğitlik) sıfatını, savaş alanında, Moğolların Şam üzerine yürüdükleri zaman
memlekette meydana gelen karışıklık ve başıboşluğun önüne geçerek, devlet
işlerini yürüttüğü sırada almıştır. Edebî ve ilmî yiğitliği ise haytı boyunca
dikkati çekmistir. Muhaliflerine karşı yalnız başına mücadele etmiş, insania-nn
alışık oldukları, fakat Sünnete muhalif görünen her şeye karşı cihad ilân etmiş
ve Sünneti savunmuştur. İşte bu" sebepten O, türlü felâketlere uğramıştır.
Onun sabır ve tahammül sıfatı, İşte bu felâketler sırasında dikkati çekmiştir.
İbni Teymiyye'nin
sabrı, sabr-ı cemîl (güzel sabır) idi. Bu sayede O, mücâdele gücünü yitirmez
ve asla sızlanmazdı. Tahammülüne gelince; bütün istidat ve kabiliyetlerini
sonuna kadar korumuş olması, onun bu sıfatının ne derecede kuvvetli olduğunu
gösterir. O, iki yıl kadar bir zaman insanlardan tecrit edildiği halde, zaaf ve
gevşeklik göstermemiş, bıkkınlık getirmemiş, aksine, sonuna dek çalışmak
gerektiğine inanmıştır.
Bütün bu sıfatlarının
yanında, İbni Teymiyye, öyle bir heybet . sıfatına sahipti ki, onun önünde
hasımları titrerdi.[50]
İbni Teymiyye'nin
çağında âlimler kendilerini sadece ilme verirlerdi. Durmadan oturdukları yerde
okuyup yazmaları, onlara bedenî bir gevşeklik getirmiş; adaleleri âtıllaşmış
ve kemikleri eğilmişti, insanlar, âlimlerin bütün gücü kafasında ve
düşüncesinde olacaktır, sanıyorlardı. Onlara göre âlimler milletin beynini
teşkil eder, adale ve gövdesini teşkil etmez. Belki bu anlayış onlara, Hint
felsefesinden veya; «Din âlimleri Brahma'nın başından, ordu da bacaklarından
yaratılmıştır.» inancına sahip olan Brahmanizm dininden gelmiştir.
İşte İbni Teymiyye'den
hem önce, hem sonra, hem de onun çağında âlimler bu anlayış içinde idiler. Bu
yüzden Moğol istilâsına uğrayan memleketlerini terkedip istilâya uğramamış olan
yakın şehirlere kaçıyorlardı. Böylece Bağdad'tan Şam'a, Şam'dan da Kahi-re'ye
sığınmışlardı. Fakat, bu âlimler arasından çıkan bir bilgin böyle bir zillete
katlanmamıştır. Çünkü sahâbüerin büyükleri hem ilimle, hem cihadla uğraşıyor,
hem de devlet işlerini idare ediyorlardı. Meselâ; Ebu Bekr ve Ömer (R.A.) böyle
idiler. Bunlar ilmi, cihadı ve devlet idaresini birleştirmişlerdi. Hz. Ömer,
tarihin tanıdığı en büyük devlet adamı ve adalet timsali idi. Hz. Ali, ilim
şehrinin kapısı ve sahâbüerin en büyük kadısı olduğu gibi, aynı zamanda
hakkıyla bir İslâm mücâhidiydi. Nitekim buna Peygamberimiz (S.A.) de işaret
buyurmuşlardır.
Takıyyüddin (İbni
Teymiyye), talebeliği sırasında hem ilim tahsiliyle uğraşıyor, hem hâdiselerin
seyrini takip ediyor, hem de kendisini savaşa hazırlıyordu.
Moğollar 699 H.
yılında. Şam üzerine yürümüşlerdi. Şam'ın hâmisi bulunan Sultan Nasıruddin,
burayı Moğol akınlarına karşı korumaktan âcizdi. Bu yüzden âlimler, kadılar ve
büyük devlet adamlarıyla birlikte memleketi onlar gelmeden bomboş bırakıp
kaçmıştı.
Fakat âlimlerden biri
kaçmak ve memleketi başıboş bırakmak istememişti. Çünkü O, kendisini kaçmaktan
alıkoyan bir kalbe, halkı böyle bir felâketle başbaşa bırakıp gitmeye razı
olmayan bir duyguya sahipti.. Bâzı Hıristiyan ve Yahudiler (zimmiler),
Moğollara dalkavukluk etmek için camilere şarap götürüyorlardı. Fesat, soygun
ve yağma, memleketi berbat bir duruma sokmuştu. Hapishanelerden boşanan suçlu
ve gözü dönmüş insanlar, her yeri yıkıyorlar ve şehri fenalıkla
dolduruyorlardı.
îşte bu durumları
gören İbni Teymiyye, şehrin kaçma imkânı bulamıyan eşrafını toplamış ve onlarla
durumu düzeltmek için çalışmaya ve bir heyet halinde Moğolların başkumandanları
olan Gazan (Mahmud)'a gitmeye karar vermiştir. Halbuki bu Moğollar müslüman
olmuşlardı. Fakat bedevi araplar gibi henüz İman kalb lerine yerleşmemişti.
Gazan, onların dördüncü müslüman hanları idi.
Heyet İbni
Teymiyye'nin başkanlığında etrafa dehşet saçan Ga-zan'ın huzuruna çıktı. Bu
genç âlim, tercümana şunları söyledi:
«Gazan'a şöyle, sen
kendinin müslüman olduğunu mu sanıyorsun? işittiğime göre yanında kadı, İmam
ve müezzin de varmış. Deden ve babah kâfir idiler. Fakat senin yaptığını yapmamışlardı.
Onlar muahede yapmışlar ve sözlerinde durmuşlardır. Sen muahede yaptığın halde
sözünü bozdun, ahdine vefa göstermedin...»
Savaş meydanlarının
ünlü kumandanı, bu ilim adamının sözleri karşısında ürpermiş ve heyete yemek
takdim ettiği zaman karşılaştığı durum ise onu büsbütün şaşırtmıştır. İbni
Teymiyye, getirilen yemeği yememiş, Gazan da; niçin yemiyorsun? deyince tercüman
vasıtasıyla şu cevabı vermiştir:
«Senin yemeğini nasıl
yerim? Bunların hepsini sen zenginlerden yağma ettirdin ve kestirdiğin,
milletin ağaçlarıyla pişirttirdin.»
İbni Teymiyye,
konuşurken Allah'ın kendisini desteklediğini biliyordu. Çünkü O, Allah'ın
dînini te'yid, emrini tebcil ediyor ve kullarını savunuyordu. Allah, bütün
zâlimleri görmekteydi. Neticede Gazan'ın kalbi, onun sözleri karşısında
yumuşamış ve şöyle demiştir:
«Ben, bunun gibi
cesaretli ve sözü kalbime tesir eden birini gö: medim. Şimdiye kadar onlardan
hiçbir kimsenin dilediğini böyle yi rine getirmemiştim.»
Kudretli kumandan,
muttaki İmam karşısında yumuşamış v onunla müzakereye başlamıştır. Sonunda İbni
Teymiyye, Moğollî Şam'ı yağma etmesini geciktirmiştir. Ö biliyordu ki yağma
şimdilik geciktirilirse peşinden savaş hazırlığı yapılabilird. îbni. Temiyye,
aynı zamanda Gazan'dan esirleri serbest bırakmasını iste miş; o da, müslüman
esirleri serbest bırakmış; fakat zimmî Yahûc ve Hıristiyanların serbest
bırakılmasını reddetmiştir. İbni Teymiyy de buna itiraz etmiş. Yahudi ve
Hıristiyan esirleri serbest bırakılma dıkça Şam'a dönmeyeceğini bildirerek
İslâm'ın, «Lehde ve aleyhd bizim için olan şeyler, onlar için de aynıdır»,
prensibini Gazan'a an latmıştır.
Bundan sonra Şam'a
korkuyla karışık bir sükûnet gelmiş, faka tam emniyet ve istikrar teessüs
etmemiştir. 700 H. yılında Moğolla nn tekrar Şam'a gelecekleri haberi yayılmış
ve halkı yine bir korkı sarmıştır. Lâkin İbni Teymiyye, bu kez bir ilim adamı
gibi değil, bü yük bir kumandan gibi davranarak halkı toplamış ve onlara;
«Cihac vaciptir. Kaçacağınız yerde vatanınızı müdâfaa ediniz.» demiştir Bundan
sonra halkla toplantılar yapmaya devam etmiş ve izinsi; hiç kimsenin memleket
dışına gidemeyeceğini bildirmiştir.
Bunun üzerine halk,
kendilerine .güvenleri artarak, cihada ha zırlanmış tır. Öte yandan onun,
Sultan Nâsır'ın Moğollarla savaşs hazırlandığını duyarak, cesareti artmıştır.
Fakat Sultan Nasır, hazırlığını yapıp yola çıktığı halde geri dönmüştür. Bu
sefer halkı ikinci defa büyük bir korku sarmış ve bu sebeple mü'min bir
kahraman (Gazan)'a tâbi olmakla olmamak arasında Bir fark görmemeye başlamıştır.
Lâkin İbni Teymiyye, halkı savaşa teşvik etmiş ve onlara şu âyeti
hatırlatmıştır: «Bu, böyledir. Herkim kendisine yapılan kötülüğe tıpkısıyla
mukabele eder de sonra yine zulme uğrarsa Allah ona yardımcı olur. Şüphesiz
Allah çok affedici, çok yarlıgayıcıdır.»[51]
Saltanat Nabibiyle
emirler, îbni Teymiyye'nin gidip Sultan Nasuriddin'i savaşa teşvik etmesini
istemişler; O da, bunu kabul etmiştir. İbni Teymiyye, Sultanın yanına ulaştığı
zaman toplanmış olan ordu dağılmış ve durum fenalaşmıştı. İbni Teymiyye, Sultan
Naşı-ruddin'e bıçak gibi keskin şu sözleriyle hitap etmiştir:
«Eğer siz, Şam'dan ve
onu himaye etmekten vazgeçtinizse biz orayı koruruz ve emniyet sağlandıktan
sonra da oraya hâkim olacak bir sultan seçeriz. Siz Şam'ın hükümdarı
olmadığınızı kabul edebilirsiniz. Fakat Şam halkı sizden yardım istediği için
onlara yardım etmeniz vacip olmuştur. Siz hükümdar ve sultansınız! Onlar sizin
raiyyelerinizdir. O halde siz onlara karşı nasıl sorumsuz kalabilirsiniz?»
İbni Teymiyye, nihayet
Sultanı orduyla birlikte Şam'a doğru yola çıkartmıştır. Fakat, kendisi Şam'dan
ayrıldığı zaman halk yeniden dehşete kapılmış ve şehrin valisiyle emirler,
gücü yetenin şehri terketmesi için tellâl çağırtmışlardır. Tam bu sırada İbni
Teymiyye, müjde ile dönmüş ve şehirde tekrar sükûnet teessüs etmiştir. Çünkü
İbni Teymiyye, buraya dönmüş ve Sultan da ordusuyla hareket etmişti. Öte
yandan Moğollar da hücumlarını gelecek yıla bırakmışlardı.' Bunun üzerine İbni
Teymiyye, derslerine yeniden başlamıştır.
Moğollar, 702 H.
yılında Şam'a saldırmışlardır. Birleşik Mısır Şam ordusu onları karşılamaya
hazırlanmıştır. Âlimler, kadılar ve emirler düşmanla savaşmak ve ŞanVdan
çıkmamak üzere yemin etmişlerdir. Bu sırada bir kısım kötü niyetliler de halk
arasında korku yaymaya çalışmıştır.
İbni Teymiyye, halkı
durmadan cihada çağırıyordu. Elbette onun gibi bir insan, yalnız halkı cihada
çağırıp kendisi geri çekilmez. Dolayısıyla o da kılıcına sarılmış ve savaş
meydanına koşmuştur. Sultan Nasıruddin, Îbni Teymiyye'den savaş sırasında
kendi yanında yer almasını isteyince o Sünnet İmamı şöyle cevap vermiştir :
«Kişi için sünnet olan kavminin sancağı altında savaşmaktır. Biz Şam ordusundan
ayrılamayız.» îki ordunun karşılaşması Ramazan'a rasla-mıştı. İbni Teymiyye
askerleri orucu bozmaya teşvik etti ve Peygamber (S.A.)'in Mekke'nin fethi
sırasında ordusuna söylediği şu sözleri hatırlattı:
«Siz düşmanla
karşılaşacaksuıız. Oruç tutmamanız, sizin daha güçlü olmanızı sağlar.»
Savaş başlamış ve
sonunda, bugünkü tabiriyle, Birleşik Mısır-Şam ordusu zaferi kazanmıştır. Bu
savaş, Şam civarında bulunan Şekhab mevkiinde cereyan etmiştir. Bu savaşta îbni
Teymiyye ve iki kardeşi ölüme atılmıştır, neticede de apaçık bir zafer kazanmışlardır.
Tehlike gittikten
sonra memlekette emniyet yeniden kurulmuştur, îbni Teymiyye de müslüman
olduğunu iddia eden ve civar dağlarda yaşayan, daha önce İslâm düşmanı
Haçlılara yataklık yapan zümrelerle
ilgilenmeye başlamıştır. Bunların
arasında Haşşâşîler
(İsmailîler) denilen,
haşhaşı nefsi arzuları için vâsıta olarak kullanan, sürekli akınları sırasında
Moğollara yataklık eden, savaş zamanında müslümanlar aleyhine casusluk yapan
ve sulh zamanı da çeşitli fitnelere sebep olan bir zümre vardı. İbni Teymiyye,
bunların sulh zamanlarındaki hareketlerini şöyle, anlatır:
«Civar dağlarda[52]
yaşayan bir kısım insanlar vardır ki, bunlar asla zapt-ı rapt altına
alınamazlar. Her gece onlardan bir tayfa, şehre iner ve sayısız kötülükler
işler, yol keser, evlerinde yatan insanlara en şeni fenalıkları yapar.
Cânilikleriyle tanınan bu insanlardan bâzılarına Kıbrıslı hıristiyanlar gelip
gidiyorlar.; :Bunlar, o hıristiyanlan müsafir edip müslümanlarm silâhlarını
onlara satıtorlar, müslümanlardan sâlih bir insanla karşılaşırlarsa onu ya öldürüyorlar
veya soyuyorlar. Böyle bir durumda, bir çaresini bulup, onların elinden
kurtulan müslümanlar azdır.»
İbni Teymiyye bunları
yine şöyle anlatır:
«Moğollar memlekete
gelince bu tayfaya mensup olanlar, müs-lümanların elinde olan bölgede sayısız
kötülükler yapmışlar, Kıbrıslılarla temas edip bâzı şehirleri ele
geçirmişlerdir. Müslümanların sayısız at ve silâhlarını Kıbrıs'a taşımışlar,
sahilde yirmi gün müddetle bir pazar kurup yakaladıkları müslümanları, müslümanlarm
at ve silâhlarını Kıbrıs'taki İslâm düşmanı haçlılara satmışlardır.»
Bu olay, İbni Teymiyye
üzerinde çok kötü bir tesir bırakmıştır. Belki ona en acı gelen şey, çağında
Moğollarla ve daha önce haçlılarla yapılan savaş sırasında onların hür
müslümanları götürüp haçlılara satmış olmalarıdır.
Bu yüzden
Îbni'Teymiyye, Sultan Nasıruddin'in emriyle bunlar üzerine bir sefer
tertiplemiş, yanma Nakîbu'l-Eşrâfı da alarak, bizzat kumanda ettiği askerlerle
hücuma geçmiştir. Bunlardan silâh taşıyanları öldürmüş, dağın ormanlarını
kestirerek, onların yuvalarını bozmuş, ileri gelenlerine tevbe ettirmiş,
müslümanlarım zekât vermeye ve İslâm'ın diğer emirlerini yerine getirmeye,
gayri müslimlerini de cizye vermeye mecbur etmiştir.
İşte ilim mihrabından
savaş alanına atılan, cihad vazifesini yerine getirdikten sonra tekrar ilme ve
büyük cihada dönen îbni Teymiyye budur.[53]
Elverişli bir tohum,
ancak elverişli bir toprakta, sulanmak ve bakılmakla beslenip gelişebileceği
bir çevrede serpilerek büyüyebilir. Bunun içindir ki, İbni Teymiyye'nin içinde
yaşadığı çağ da, ilmi ve amelî yönelişlerinde kendisini etkilemiştir. Bir çağın
etkisi, her zaman o çağın rengine uygun olmaz. Umumiyetle çağ bozuk olursa
insanlar da bozuk olur. Çağ iyi olursa insanlar da iyi olur. Bazan da çağ
insanlar üzerinde aksi tesir yapar. Mevcut bozukluklar, insanları ıslahat için
ciddî şekilde düşünmeye sevkeder. Kötülüğün çoğalması, iyiliksever ve azimli
insanları ona daha çok karşı koymaya teşvik eder. Islahatçı insanların içinden
gelen kuvvetli bir arzu, kötülüklerin sebeplerini düşünmeye, bunları kökünden temizleme1
ye ve iyilik toKumlarını ekmeye zorlar. İşte İbni Teymiyye ile çağı arasındaki
münasebet de böyle olmuştur:
îbni Teymiyye'nin
ruhu; gençliğinde yapmış olduğu tahsil, ailesinin içinde bulunduğu durum,
kendisinin gençlik ve ortayaşlılık çağlarında şeriatın ilk kaynağından ve
Sünnet nurundan faydalanışı, selef-i sâlih'in yaşayışı ve çağındaküerin iyi
tesirleriyle beslenmiştir. Bundan sonra İbni Teymiyye'nin ruhunda;
öğrendikleri, çağında gördüğü şiddetli zulmetler ve her tarafı sarmış olan
bozukluklar arasında çetin bir savaş başlamıştır. O, mazide İslâm'ın ululuğunu
ve müslümanların. birliğini, halihazırda ise müslümanların zillet ve
perişanlığım gördüğü için ıslahatçı olarak ileri atılmıştır. Mevcut yaraları en
kolay yoldan tedavi edecek ilâcı da bulmuştur. O, inanmıştır ki, bu ümmetin
halihazırı, ancak mazide onu yücelten vâsıtalarla tedavi edilebilir.
İbni Teymiyye, ilmî
görüşlerini sadece çağındaki hastalıkları tedavi etmek için ileri sürmüştür.
Eğer o muttaki ilim adamının muayyen görüşleri sert bir şekilde ortaya
atmasının sebeplerini araştırırsanız görürsünüz ki, onu bu yoldan gitmeye
mecbur eden, o günkü fikir veya tatbikattaki, yahut da her ikisindeki kusurlar
olmuştur.[54]
Siyasî durumun
kötülüğü son haddine varmış ve Peygamber (S.A.)'in şu hadîs-i şerifinde haber
verdiği şeyler gerçekleşmişti:
«Bir zaman gelecek,
milletler, aç insanların yemek kabına üşüşmeleri gibi sizin üzerinize
üşüşeceklerdir.
Bunun üzerine birisi
şöyle sordu:
«O gün bizim çok az
oluşumuzdan mı yâ Resûlallah?»
«Hayır-dedi, «Belki o
gün siz çok olacaksınız, fakat selin getirdiği çöplerden farkınız olmayacak..
Sizin düşman üzerindeki heybetiniz, onların kalblerinden sökülüp çıkarılacak
ve sizin kalblerinize 'vehen zaaf
atılacaktır.»
Birisi, «Vehen nedir
yâ Resûlüllah?» dedi. Peygamber (S.A.) de: «Vehen dünya sevgisi ve ölüm
korkusudur.» buyurdu.
Bu hal, tamamen H.
VII. ve VIII. yüzyıllardaki müslümanların durumuna uymaktaydı. Keza, daha
önceki ve daha sonraki yüzyıllara da uyuyordu. Müslümanlar devletçikler
halinde parçalanmışlar ve birtakım melikler (emirler) in hâkimiyeti altına
girmişlerdi. Bu melikler, birbirlerine mü'min bir dost gözüyle değil, amansız
düşman nazarıyla bakıyorlardı. Raiyyelerine de râî (koruyucu) olarak değil,
diktatorca muamele ediyorlardı.
İbni Teymiyye'nin
çağındaki ve ondan önceki müslümanların durumu, İbni Kesir'in Târih'indeki şu
sözleri çok güzel tasvir etmektedir :
«Bu günlerde
raüslümanlar, Moğollar vasıtasıyla öyle felâketlere mâruz kaldılar ki hiçbir
millet bu felâketlere uğramamıştır. Doğudan onlar saldırmışlar ve tüyler
ürpertici kötülükler yapmışlardır. Batıdan gelen, Allah'ın lanetine uğrayası
Frenkler Şam ve Mısır'a saldırmışlar, hattâ Mısır'ın kilit noktası olan
Dimyat'ı ele geçirmişlerdir. Neredeyse Mısır ve diğer İslâm ülkeleri tamamen
bu Frenklerin eline geçecekti. Allah'ın yardımı yetişti de hezimete uğrayarak
dönüp gittiler. Müslümanların uğradığı felâketlerden bâzısı da, kendilerinin
birbirine kılıçla saldırmaları ve aralarında meydana gelen çeşitli
fitnelerdir. İşte islâm ümmetinin uğradığı felâketlerden bir kısma bunlardır.
Yâni Batıdan Haçlı, Doğudan Moğol saldırıları ve üçüncüsü de, ne yazık ki,
kendi aralarındaki boğuşmalardır. Onlar islâm'ın vahdetinde birleşmemişler,
aksine, meliklerin ihtiraslarına âlet olarak parçalanmışlar, çeşitli zümrelere aynimiş-
İar, nihayet Kur'an'm
bildirdiği şu âyetteki fırkalara dönmüşlerdir: «Her fırka, kendi gittiği yoldan
memnundur.»[55]
Müslümanların başına
gelen en büyük felâket Moğol istilasıdır. İbni Teymiyye bu istilâların bir
kısmını görmüş ve son istilâ hareketine karşı bizzat savaşmıştır. Sözü tarihçi
İbni Kesîr'e bırakalım :
«Birkaç sene bu fecî
olayı anlatmak istemedim. Çünkü bu olay, bana ürperti veriyor. îşte istemiyerek
bunları yazmaya çalışıyorum. İslâm'ın ve müslümanlarm ölüm haberini kim kolayca
yazıp anlatabilir? No'la anam beni doğurmasaydı. «No'la bundan önce öleydim ve
unutulup gideydim.[56]
Ancak, bir kısım arkadaşlar bunu yazmamı istediler. Ben yine biran tereddüt
ettim, sonra yazmadığım takdirde hiçbir fayda hâsü olmayacağını gördüm.
Diyebiliriz ki, bu iş, en büyük olayı ve emsali görülmemiş, bütün insanları,
özellikle müslümanları canevinden yaralamış olan felâketi yazmak demektir. Hz.
Âdem yaratılalı dünya bugüne kadar böyle bir felâket görmemiş dense doğru olur.
Çünkü tarihler, bunun misliyle karşılaşmamıştır. Belki insanlık, böyle bir
olayı kıyamete kadar bir daha görmeyecektir. Ancak Ye'cüc Me'cüc'ün gelmesi
hariç... Onlar hiç kimseye acımadılar, hattâ kadın ve çocukları bile öldürdüler.
Hâmile kadınların karınlarını yarıp ceninlerini dahi öldürdüler. «İnnâ lillâhi
ve innâ ileyhi râciûn.»[57] Lâ
havle velâ kuvvete illâ billâh-il aliyyil azîm.[58]
«Zarar ve kötülüğü etrafı
kasıp kavuran bu felâket, memleketleri kasırga gibi sarmıştır. Çin dolaylarından
çıkan bir kavim, bütün Türkistan'ı istilâ etmiş, sonra Mâverâünnehr şehirlerini
ele geçirmistir. Bunların bir kolu Horasan'ı istilâ etmiş, burayı tamamen yıkıp
yaktıktan sonra hâkimiyeti altına almıştır. Bundan sonra Rey ve Hemedan
şehirlerinden Irak hududuna kadar ilerlemiştir. Daha sonra Azerbaycan'ı yağma
etmiş ve halkının çoğunu kılıçtan geçirmişlerdir. (Sonra' Kıpçâk) diyarını
istila etmişlerdir: Bunlarsayi bakımından Türklerden çokturlar. Karşılarına
çıkanları Kilıçlban geçirmişlerdir. Sağ kalan insanlar, dağlara ve ormanlıklara
sığınarak, memleketlerini terketmişlerdir. Bütün ülkeleri yıldırım hızıyla
-istilâ eden bu Moğollar, uğradıkları yerleri sel gibi süpürüp geçmişlerdir.
Bunların bir kolu Gazne ve civarına doğru ilerlemiş, Hindistan'ın bir kısmini,
Sicistan ve Kirman'ı talan etmiştir. Oralarda da aynı şekilde, hattâ daha fazla
ve işitilmemiş çapta tahribat yapmışlardır...»
îşte bu satırlar
Moğolların durumunu kısaca anlatmaktadır. Onlar, İslâm ülkelerinin çoğunu ele
geçirmişler, yıkmışlar ve müs-lümanlan öldürmüşlerdir. Bağdad'a geldikleri
zaman Şiîlerle Sünnîler arasında ihtilâf son haddine varmıştı. Bağdad'ı işgal
ettikleri zaman Abbasî Devletinin veziri şiî bir şahsiyet olan el-Alkamî idi.[59] Bu
vezir ordunun sayısını azaltmıştı. Bu yüzden Moğollar Bağdad'ı zahmetsiz bir
şekilde işgal etmişlerdir. Bunlar, sonra yollarına durmadan devam etmişler ve
karşılarına çıkanları toz gibi ezip geçmişlerdir. Nihayet Haleb'e gelmişler ve
Haleb kalesini ele geçirmişlerdir. Bu sırada Hıristiyanlık propagandası yapan
ve islâm'ı kötüleyen Hıristiyanlar, camilerin kapılarına dikilmişler, yanlarındaki
şarap dolu kaplardan camiye gelen müslümanların yüzlerine şarap serpmişlerdir.
Daha fazla dayanamıyan müslümanlar, harekete geçip Hıristiyanlar! Keniset-i
Meryem (Meryem Kilisesi) çarşısına sürmüşlerdir.
ilk olarak Suriye,
ikinci olarak da Mısır askerleri Moğollarla karşılaşmışlar ve ilk defa onları
hezimete uğratmışlardır. Tepelerine inmiş olan müslüman kılıçlan onları şaşkına
çevirmiştir. Bu savaş, 658 H. yılı Ramazan ayının son gününe, yâni îbhi
Teymiyye doğmadan iki sene ve birkaç ay öncesine rastlar.
Hükümdarlar, bu tufana
karşı koymak için yeni vergiler tarlıetmek zorunda kaldılar. Meselâ; Mısır'da
erkek ye kadın başına bir dinar vergi aldılar. Vakıfların icarlarını vaktinden
bir a.y önce tahsil ettiler. Bu hususta o çağın bilgini İzzüddin b. Abdisselâm
zarurete dayanarak fetva verdi. Çünkü zaruretler, yasak olan şeyleri mubah
kılar.
İşte siyasî durum,
kısaca bundan ibaretti! Harb vedarb içinde İbni Teymiyye gözlerini açmış,
Moğolların akınlarını tekrarladıklamı görmüştür. Bu arada onlar, kendilerini
mağlûp eden ilk mukavemetle karşılaştıktan sonra kuvvetlerini toparlayıp
yeniden saldırıyorlardı.[60]
el-Makrîzî, içtimaî
durumu anlatırken şöyle der: «Moğol saldırılan Doğuda, Kuzeyde ve Kıpçak
illerinde şiddetlenmişti. Buralarda oturan insanların çoğunu esir edip
satmışlardı. Salih Necmüddin Eyyub, bu esirlerin bir kısmını toplu halde satın almış ve
onlara. «Bahriler» adını vermişti. Bu esirlerden bâzıları Mısır Sultanı olmuştur. İşte bunlardan Kutuz'un yapmış olduğu
savaşlar meşhurdur. Kutuz[61]
MoğoIIarı mağlûp etmiş ve onlardan bir miktar esir ederek, Mısır ve Şam'a
getirmiş, bunlara «Vâfidiler» adını vermiştir. Zahir Baybars (öl. 676 H.)
zamanında bu vâfidîler o kadar çoğalmıştır ki Mısır bunlarla dolmuştur.
Onların âdet ve gelenekleri halk arasında yayılmıştır. Bunlar, İsîâm diyarında
terbiye görmüşler, Kur'ân'ı güzelce okumayı öğrenmişler ve İslâm Dîni'nin
hükümlerini anlamışlardır. Fakat, bir yandan da hak ile bâtılı bir görmüşler,
iyiyi kötü ile birleştirmişlerdir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi dînî işleri,
vakıf ve yetimlerle ilgili görevleri başkadıya bırakmışlar, karı koca
arasındaki dâvalarla alacak ve verecek işlerini de şer'î hükümlere göre
kadı'nın halletmesini istemişlerdir. Kendi şahıslarıyla ilgili hususlarda ise,
Cengizhan'm Yasasına dönmek ihtiyacını duymuşlardır. Bu yüzden âdetlerine göre
aralarındaki ihtilaflı şeyleri halletmek, kuvvetliden zayıfın hakkını almak ve
Yasaya göre adaleti yerine getirmek için bir hâcib (saray nâzın) tâyin etmişlerdir.
Keza, halkdan ileri gelen tüccarı Yasanın kaidelerine göre muhakeme etmişler,
ikta' işlerindeki karışıklıkları halletmek ve divan işlerini aksatmamak için divânı
sultâni'nin dâvalarını yürütme işini de hâcib'e bırakmışlardır.»
el-Makrîzî'nin bu
ifadesinden şu üç netice çıkmaktadır :
1 — Türk
esirlerin çoğalması, mevkilerinin kuvvetlenmesini sağlamış ve siyasî duruma
bunlar hâkim olmuştur. Bu esirlerden Mısır Sultanı olan Kutuz, Zahir Baybars ve
birçok Türk Kölemenleri (Bahrîler) vardır.
2 —
Vâfidîler evlenme ilşerinde ve diğer yerlilerle olan ilişkilerinde şer'î
hükümlere göre muamele görüyorlardı. Fakat, özel muamelelerinde Cengizhan
Yasasına göre hareket ediyorlardı. Burada sırası gelmişken Cengizhan Yasasından
birkaç satır nakletmek istiyoruz: îbni Kesîr'in büyük Tarih'inde yer alan bu
Yasanın şu fıkrasını aynen alıyoruz:
Zina eden kimse, evli olsun
bekâr olsun ölüdürülür. Keza, livâ-ta yapanlar da öldürülür. Kasden yalan
söyleyen de öldürülür. Hırsızlık yapan da öldürülür. Birbiriyle çekişen iki
adamın arasına girip birini destekleyen de öldürülür. Durgun suya işeyen de
öldürülür. Böyle bir suya dalan kimse de öldürülür. Bir kimse esire yemek
verir ve su içirirse öldürülür. Bu kimse, herhangi bir şahsa yemek yedirmek
isterse o yemekten önce kendisi yer, yemek yedirdiği kimset ister bey olsun
ister tutsak olsun. Bir kimse kendisi yemek yer, yannmdakini aç bırakırsa
öldürülür. Bir kimse başkasına ait bir hayvanı boğazlarsa kendisi de aynı
şekilde boğazlanır. Hattâ karnı yarılır ve önce kendisine kalbi eliyle tutup
çıkarttırılır.»[62]
İşte bu nakledilen
kısım, belki Cengizhan Yasasının en sert maddelerini ihtiva etmektedir. Çünkü
burada Ölüm cezası pek çok zikredilmektedir.
3 —
el-Makrizi'nin ifadesinden anlaşılacağına göre Mısır'da sınıf nizamı tatbik
edilmekteydi. Vâfidîlerin kendilerine ,göre hususi kanunları vardı. Yâni
onlar, memlekette iki kanun tatbik ediyorlardı. Birisi Şeriat, diğeri de
Cengizhan Yasası idi.
Şüphesiz bu,
Mısır'daki içtimaî durumun karışıklığını göstermektedir. Fakat şiddetli
harbler, bütün sınıfları birleşmeye sevket-miş ve gönüllerde İslâm sevgisini
kökleştirnıiştir. Bu savaşlar, Mısır'a hâkim olan sözü geçen zümreye de tesir etmiş,
kendi yasa ve geleneklerine bağlılıklarını azaltmıştır. Onların tamamen gelenek
ve yasalarından uzaklaştıklarını düşünemeyiz. Fakat, bu gelenek ve yasaların
eski tesirini muhafaza ettiğini de söyleyemeyiz. îbni Teymiyye'nin kalemiyle
bunların iyilik ve kötülükleri de anlatılmıştır.[63]
Hicrî VI, VII ve VIII.
yüzyıllarda ilmî araştırmalar çok genişlemiştir. Fakat, âlimlerin metodları
değişikti. Bir kısım âlimler hadîs, fıkıh, tefsir, nahiv ve akaid konularında
derinleştikleri halde mu-kallid idiler. Akaid'de bile taklid'den
kurtulamıyorlardı. Bunların yanında bir kısım müslüman filozoflar vardı. Onlar
da felsefî incelemelerde bulunuyorlar ve başka bir şeye iltifat etmiyorlardı.
Bu ikisi arasında felsefe ile şeriatı uzlaştırmaya çalışan filozoflar da vardı.
Meselâ; İbni Rüşd, «Faslu'l-Makal» adlı eserinde Şeriatla felsefeyi
uzlaştırmaya çalışmıştır.
Bunların gerisinden
filozof mutasavvıflarla halk sufîleri gelmekteydi. Tarikat sahipleri, halkı
tarikatlarına sokmaya çalışıyorlardı. Sûfî âlimler, insanları şeyhle müridleri
arasındaki tesir esnasına göre irşad etmeye uğraşıyorlardı. Bunlardan bâzısı
dinden uzaklaşacak kadar tuhaflıklar yapıyordu. Bunların peşinden şahısları
kutsallaştırmak .şeyhlerin kerametine inanmak, sağken kayıtsız şartsız onlara
uymak, öldükten sonra da kabirlerini ziyaretle ta'zîmde bulunmak gibi işler
geliyordu. Türbelerden medet umanlar çoğalmıştı.
Bunlardan başka fikrî
mücadeleler yapan siyasî fırkalar vardı. Daha sonra bu fikri münakaşalar
düşmanlıklara ve suikastlara, bir kısmının İslâm düşmanlarıyla işbirliği
yapmasına ve hükümdarlara hulul ederek, işi ifsat etmeye müncer olmuştu.
Kendisine şia adını veren bâzı zümreler de böyle idiler.
Fikrî durumu daha iyi
anlamamız için iki hususu incelememiz gerekir:
1 — İlmî
araştırmalar,
2 — Sûfîler
(Mutasavvıflar) ve halkın durumu.. Bu iki hususu kısaca anlatacağız:[64]
İbni Teymiyye'nin
çağındaki ilmî araştırmaların karakteri, fikrî yönden bir tarafa bağlanmak
şeklinde tezahür etmektedir. Meselâ; bu çağda herkesin, fıkıh ve akâid'de
bağlı olduğu bir İmamı vardı. Bu durum, dördüncü yüzyılda gerek fıkhı, gerekse
i'tikadî mezhebler arası ihtilâflar ve mezheb taassubuyla başlamıştır. Fikri
alanda bu, bir tarafa bağlanma, nesilden nesile intikal etmiştir. Bu
istikamette büyük büyük kitaplar te'lif edilmiştir. Kocaman ciltler teşkil eden
bir kısım kitaplar yardır ki tamamen eski ihtilâfları şerhetmek, muhtelif
görüşleri açıklamak ve bu görüşlerden bâzısına taassub derecesinde bağlı kalmak
esasına dayanır. Gelenek haline gelen bu anlayış, îbni Teymiyye'nin
çağdaşlarına da sirayet etmiştir. Bu yüzden îbni Teymiyye, nerede olursa olsun
delile uymak isterken, çağdaşları isimlerine göre şahıslara bağlanıyorlar ve
aralarındaki ihtilâf buradan ileri geliyordu.
VI, VII ve VIII.
yüzyıllar, fikir ürünlerinin çokluğu ile değil, bilgi dolu eserlerin çokluğu
ile diğer yüzyıllardan ayrılıyordu. Malûmat, il derecede çoğalmıştı. Bunları
elde etmek büyük külfete dayanıyordu. Fakat akli ölçülere vurarak taraf tutmaksızm
deliller üzerinde inceden inceye düşünme (tefekkür), çok azdı ve bu çağın ilmi
servetiyle mütenasip değildi. Fıkıh, hadîs, tefsir ve tarih konularında
ansiklopedik mahiyette birçok eserler yazılmıştı. Fakat, bunlara hâkim olan
anlayış, taklit ve öncekilere uymaktı Müstakil bir tefekkürün değeri yoktu.
Her neyse, ilmî
araştırma yolları açıktı. Âlimler, etraflarına bir taklit çevçevesi çiziyorlar
ve bunun dışına çıkmıyorlarsa da, müstakil olarak araştırma yapacak bir ilim
adamının gelmesi için bütün "imkânlar hazırdı. Ansiklopedik mahiyette
yazılmış olan büyük eserler elde mevcuttu. Tâbi' ve mukallit olarak değil,
hakikatleri ve bunların delillerini ölçüp" tartacak şekilde incelemek
gerekiyordu.
Fıkıh, tefsir ve hadîs
okutulan medreseler bu çağlarda mevcuttu. Kitaplar, talebelerin elleri
altındaydı. Müderrislerden yol gösteren yeterli kimseler vardı. Ayrıca
âlimlerin görşüleri, Kur'an'ın muhtelif tefsirleri, hadîs-i şerifleri tam
olarak içine alan mecmualar, sahâbî ve tabiîlerin fetvaları yazılı kitaplar
halinde talebelerin ellerindeydi.
Bu medreselerin tarihi
ve nasıl teşekkül ettiği burada önemli değildir. Bizim için önemli olan, İbni
Teymiyye'nin bu medreselerden faydalanmış olmasıdır. îbni Teymiyye, bu
medreselerden tam olarak beslenmiş ve ilmî eserleri kolayca elde etmiştir.
Çünkü O, bütün ilmî malzemeyi hazır bulmuştur. Meselâ; İbni Hazm, büyük bir
fıkıh mecmuası olan «Kitâbu'l-Muhallâ»smı yazmış, sahâbî ve tabiîlerin fıkhını
burada toplamıştır. İbni Kudâme «Kitâbu'l-Muğnî»sini te'lîf etmiştir.
Şemsu'l-Eimme es-Serahsî[65] nin
Hanefî fıkhının en büyük mecmuası'olan el-Mebsut'u elde mevcuttu. Keza, Hanefî
fıkhının bütün rivayetlerini içine alan kitaplar ve Şafiî fıkhında Nevevî[66] nin
«Kitâbu'l-Mecmû, Fî Şerhi'l-Mühezzeb» i gibi karşılaştırmalı fıkıh kitapları
te'lîf edilmişti.
Hadîs, tefsir, usûl,
felsefe ve tasavvuf üzerinde de böyle eserler mevcuttu.
Medreseler, aynı
zamanda mektep vazifesi görüyordu. Okuma ve yazma, buralarda kolayca
öğretiliyordu.
İslâmi ilimlerin bütün
dallarında ilmi malzeme hazırdı. Bunları, başkaları ezberleyip öncekilere
uyarak inceliyorlardı. îbni Tey-miyye ise, araştırıcı ve nıüctehid sıfatıyla
inceliyor, inceliklerini ihata ediyor ve bunlar üzerinde derinlemesine
düşünüyordu. Böylece kendisinde bir kısım müstakil görüşler' teşekkül etmişti.
Bu görüşler, mevcut anlayışa bazan uyuyor, bazan da aykırı düşüyordu. Fakat
İbni Teymiyye, bu görüşlerini cesaretle serbest bir şekilde ilân ediyordu.[67]
İbni Teymiyye
tasavvufla ilgilenmiş ve şu üç yönden sûfilere (tasavvufçulara) cephe almıştır
:
1 — İttihad
(Vahdet-i Vücûd),
2 — Ruhi
yükselişe eriştikten sonra teklifin kalkması,
3 —
Hokkabazlık (veya gözbağcılık).
Bu üç meseleyi
açıklamak istiyoruz.
İttihat (Vahdet-i
Vücûd) : Bu fikir, Hint düşüncesinden ve ülû hiyyetin bir kısım eşya veya
insanlara hulul etmesi nazariyesinden gelmedir. Bu düşünce, Hint edebiyatında
günümüze kadar tesirini devam ettirmektedir. Bu karışık düşünceler muayyen bir
kalıba sokulmuş ve sûfilerin bir kısmmta tamamen benimsenmiştir. Buna göre var
olan şeyler (mevcud) birdir. Görünüşteki çokluk (taaddüt) şekildedir. Vücud
(varlık) un zâtında değildir. Binâenaleyh kâinattaki yer, gök, yıldızlar ve
bütün var olan şeyler vücûdu teşkil eder. Bunlar, Allah'ın suret (tecellî)
leridir. Bu konuda Muhyiddin b. el-Arabî şöyle demiştir:
«Ey varlığı[68]
yaratan nefsinde! Sen bütün yarattıklarını cemediyorsun, Yaratıyorsun oluşu
sona erenleri sende, Dar da sensin, geniş de!...»
İşte İbni Teymiyye
devrindeki sûfilerin bir kısmı bu görüşte idiler.
Rûhl yükseliş: Bunun
esası, Allah aşkı ve ilâhî şevktir. Aşk (ma-habbet), bütün sûfîlerde bulunan
müşterek bir cihettir. Bunun esası, Allah'ın ihlâslı ve temiz kullarının
ruhlarına feyazan ettirdiği nur (işrak) dır. Bütün sûfîler bu mahabbet'de eşit
değildirler. Bâzıları mahabbet'i (Allah aşkını) artırmak için ruhunu riyâzâta
tâbi' tutar ve bu sayede Allah'a ittisal ettiğini söyler. Fakat O, Allah'ın
insan ruhuna hulul ettiğine ve vahdet-i vücûda kail olmaksızın, mahlûkatm
halikı ile ittisaline ve Allah'a yaklaşmak için rûhânî bir mertebeye
yükseldiğine kaanidir.
Sûfî, zâtı ilâhî ile
ittisal edecek böyle bir mertebeye gelince, duygularını yitirir ve Rabbında
erir (fena fillâh olur.) Bu mertebeye mahv veya sekr mertebesi denir. Çünkü bu
mertebeye gelen sûfî, duygusunu yitirmekte, duyulan (mahsûs) şeylerden
habersiz bir hale gelmekte ve tek varlıkla bâşbaşa kalmaktadır. Bu hale «vahdet-i
şuhud» da denir. Bu halde sûfi, vahdet-i vücûd'da olduğu gibi zât-ı ilâhi ile
aynı şey olmuş değildir. Fakat müşahede ile ruhun yükselişi, süfiyi mahsûsâtı
(duyular âlemini) idrâk derecesinden alır, keyfiyyet ve şekilden münezzeh bir
halde, zât-ı ilâhîyi müşahede derecesine yükseltir.
Bu dereceye yükselen
ruh, temizlenmiş olur. Önündeki perdeler açılır ve bu dereceye yükselenler için
teklif önemini kaybeder. Hatta bu dereceye yükselen sûfilerden günahları
küçümseyen bâzı sözler sâdır olabilir. İbni Teymiyye'nin çağdaşı olan İbni
Atâuilah es-Sikenderi, bu konuda şöyle der : «Nefsin mâsiyetteki zevki zahiri
ve açıktır. Onun tâatdaki zevki ise, gizli ve bâtınîdir. Gizli olan şeyin de
ilâcı zordur.»
Ebul-Hasan eş-Şâzüî,
Allah'ı seven ve O'nun sevgisine eren kimsenin günahları küçümseyeceğini kabul
eder ve duasında şöyle der:
«Günahlarımızı
sevdiklerinin günahları gibi yap; iyiliklerimizi, buğuz ettiğin kimselerin
iyilikleri gibi yapma! Senin buğzunun yanında iyilik fayda vermez. Senin
sevginin yanında da kötülük zarar vermez. Ümit ve korku içinde olalım diye
bize işin içyüzünü gizli tuttun. Bizi korkudan emîn et, ümit kırıklığına
uğratma, dileğimizi ver; çünkü biz istemeden önce imânı Sen verdin bize!»
Görüyoruz ki
mahabbetin yanında kötülük hükümsüz kaldığı gibi, tâat da buğzun yanında
hükümsüz kalmaktadır. Daha sonra sûfîler, günahın affının ümid edileceğini
söyler. İbni Atâuilah es-Siken-deri duasında şöyle der: «İlâhî, benden
iyilikler zuhur ederse Senin lûtfunladır, minnet Sanadır. Eğer kötülükler
zuhur ederse adaletin îcâbı beni cezalandırmak Senin hakkmdır.»
el-Mürsî Ebu'l-Abbas
da şöyle dua eder: «İlâhî, Sana isyan be ni tâata, Senin tâatm da beni mâsiyete
çağırdı. Bunların hangisinden korkayım ve hangisinden ümitleneyim? Mâsiyetler,
dersem be-, ni lûtfunla karşılar ve bende korku bırakmazsın. Tâatla, dersem betti
adlinle karşılar ve bende ümit bırakmazsın. Heyhat... 'Senin iyiliğinin
yanında ben kendi iyiliğimi nasıl görürüm? Veya Senin lûtfunu, Sana isyan
ederek nasıl unuturum?»
İşte büyük sûfîlerden
bir kısmının duaları böyledir. Bu sûfî'ler iyilikle mâsiyeti birbirinden
ayırmaktadırlar. Fakat mâsiyetin mağfiret, tâatm da kabul edilmesini ümid
etmekte, teklifi iskat etmemekte, ancak âsîlere tevbe ve mağfiret kapısını
açık tutmaktadır.
Lâkin sûfîlerden haddi
aşanlar şöyle derler: «Mahabbet derecesine ulaşanlar için mâsiyetle tâat
arasında bir fark yoktur. Şeriat, bunları birbirinden ayırmışsa da, mahabbete
dayanan hakikat onları birleştirmiştir.»
Havastan sonra bir
kısım avam tabakası gelmiş ve bu tabakaya mensup sûfüer, tasavvuf fikrinin
dayandığı felsefi mânâları idrâk etmedikleri halde mâsiyeti de, taâti da tanımaz
olmuşlardır. Bâzıları da kendilerinin şeyh olduklarını iddia etmişler, dinî
hiçbir Eşeyden korku duymaksızın ve nefs-i levvâmeleri kendilerine hiçbir
müdahalede bulunmaksızın, haram şeyleri yapmakta bir sakınca görmemişlerdir.
Esasen bunlar, tasavvufu
kötülük işlemek için maske olarak kullanmışlardır.
Hokkabazlık (veya
gözbağcılık) : Avamdan bâzıları herhangi bir şeyhe veya evliyadan birisine
bağlanmanın kâfi geleceğini ileri sürmüş ve böylece bir kısım keramet ve
harikulade şeyler göstermeye çalışmışlardır. Meselâ; kendilerini ateş yakmaz,
yılan sokmaz vs. Böylece onlar, bir kısım hokkabazlıklar yapmaya
başlamışlardır.
İşte İbni Teymiyye, bu
türlü süfîlerle amansız bir mücadeleye girişmiştir. İbni Teymiyye, bu gibi
sûfîlerin Moğollarla temas ettiklerini, Şam'ı istilâlarında onlara yardımcı
olduklarını, yaltaklık etmek ve bahşiş koparmak için Gazan'ın önünde türlü
hokkabazlıklar yaptıklarını görmüştür. Halbuki bu sırada müslümanlar; Moğolların
yapacağı işlerden tirim tirim titriyorlardı. îbni Teymiyye, onlar nn bu
hareketlerini kötülüklerine ekleyince mücâdelesini şiddetlendirmiş ve onlara
karşı yazılarında gayet sert bir dil kullanmıştır.[69]
Bu karışıklığa rağmen,
Bahri Memlûkları (Türk Kölemen Sultanları) 'nın katında âlimlerin büyük bir
i'tibarve mevkileri vardı. Çünkü bu sultanlar, dindar insanlardı. Hükümlerinin
şeriata uygun olmasını arzu ediyorlardı. Ayrıca bu sultanlar, âlimlere
sıkıntılı günlerde daha çok yakınlık gösteriyorlar ve onların nüfuzlarından
faydalanıyorlardı. Bâzı kudretli şahsiyete sahip âlimler vardı ki, bunlar,
hiçbir şeyden korkmazlardı. Meselâ; îzzüddin b. Abdisselâm bunlar arasındadır.
Sultan Zahir Baybars, bu bilgine çok saygı gösterirdi. Süyûtî bu hususta şöyle
der :
«Mısır, Şeyh İzzüddin
b. Abdisselâm'm sözüyle idare ediliyordu. Sultan CZahir Baybars), bu bilginin
emrinden dışarı çıkmıyordu. Hattâ Şeyh (İzzüddin) ölünce, O; «Şimdiye kadar
saltanatım yerleşmemişti», demiştir.»[70]
Zahir Baybars, ancak
Şeyh İzzüddin'in ölümünden sonra saltanatının yerleştiğini hissetmiştir. Fakat
saltanatının yerleşmemiş olması, onun zulmetmesi demek değil, belki bir kusur
işlerse ona hakikati gösteren, dinlemezse kendisini tanımayan bilginler vardı
demektir.
îzzüddin b.
'Abdisselâm'dan sonra bu bilginlerin başında Şam'ın büyük âlimi Muhyiddin
en-Nevevî geliyordu. Zahir Baybars, halka yeni bir vergi tarhedeceği zaman Şeyh
Muhyiddin en-Nevevî'nin iti-razıyla karşılaştı. en-Nevevi, ona bu konuda birkaç
mektup yazmış ve birisinde şöyle hitap etmiştir:
«Bu sene Şamlılar
sıkıntı ve yağmursuzluk yüzünden kıtlığa uğramışlardır. Her şey pahalanmış,
ekin ve mahsul azalmış, hayvanlar ölmüştür. Siz biliyorsunuz ki raiyye'ye
şefkat gerekir. Ülû'1-emre, hem kendisinin hem de raiyye'sinin maslahatı
gözönüne alınarak, nasihat etmek îcâbeder. Çünkü din nasihattir.»
Sultan Baybars, buna
sert bir cevap vermiş ve âlimlerin bü tuT tumunu ve Şam'ı istilâ eden
Moğolların atlarının nalları altında memleketin ezildiği bir günde onların
susmalarını kınamıştır. Sultanın bu cevabında ayrıca bir tehdit vardı. Fakat
Şeyh Muhyiddin en-Nevevî daha sert bir cevap yazmış ve bu arada şöyle demiştir:
«Cevabınızda
zikredilen kâfirlere karşı bizim susuşumuza gelince; onların memlekette neler
yaptığı malûmunuzdur. İslâm sultanları, îman ve Kur'ân ehli insanlar, o azgın
kâfirlere nasıl kıyas edilebilir? Biz, o.azgın kâfirlere neyle öğüt
verecektik? Çünkü onlar, bizim dinimize inanmıyorlardı.»
Muhyiddin en-Neyevî,
Sultan Baybars'm tehdidini de şu sözleriyle karşılamıştır:
«Benim nefsime
gelince; tehdit bana tesir etmez ve Sultana öğüt vermemi engellemez. Çünkü ben,
nasihat etmenin, hem kendim için hem de başkaları için bir vazife olduğuna
inanmaktayım. Vazife uğrunda başa gelen şeyler hayırdır ve Allah katında bol
bol mükâfatı vardır. «Ben işimi Allah'a bırakırım. Doğrusu Allah kulları
görür.»[71]
Peygamber' (S.A.V.) Efendimiz bize, nerede olursak olalım hakkı söylememizi,
Allah yolunda hiçbir şeyden korkmamamızı emretmiştir. Biz, her hal-ü krâda
Sultanımızı seviyor, onun için dünya ve âhiret-te faydalı olacak şeyleri arzu
ediyoruz.»
en-Nevevi mektup
yazmaya, Sultan da vergi tarhına devam etmiştir. Sultan, bu hareketinde
kendisini desteklemeleri için âlimlerin bir tek fetva üzerinde birleşmelerini
sağlamıştır. Şeyh Muhyid-din en-Nevevî hariç, bütün âlimler ona boyun
eğmişlerdir. Sultan Zahir Baybars, en-Nevevî'yi huzuruna getirtmiş ve sözü
edilen fetvayı imza ettirmek istemiş, Şeyh de buna sert bir cevap vermiştir.
Aşağıdaki satırlar onun verdiği bu cevap arasındadır:
«Ben biliyorum ki, siz
Emir Bundukdâr'ın kölesi idiniz. Mal ve mülkünüz yoktu. Allah ihsanda bulunup
sizi sultan yaptı. İşittiğime göre bin tane köleniz varmış ve her birinin
kemeri altmmış... Yanınızda yüz tane cariyeniz varmış ve herbirinin türlü
ziynet eşyaları mevçutmuş... Eğer bunlar için yaptığınız masrafları devlet işlerine
harcasaydınız, köleleriniz altın yerine yün kemerlerle, cariyeleriniz de
elbiseleriyle ve ziynetsiz bir halde kalsalardı, halkın malını almanıza ben de
fetva verirdim.»
Bunun üzerine Sultan
Zahir Baybars kızmış ve : «Memleketim (Şam) den çık git.» demiştir. Şeyh de;
«Baş üzerine,» deyip Şam'ın Neva köyüne gitmiştir. Fakîhlerin de; «O, bizim
büyük, sâlih ve önder olan âlimlerimizdendir, onun Şam'a geri gelmesini
emrediniz.» diye Sultandan ricada bulunmuşlardır. O da, geri dönmesi için müsaade
etiriiş, fakat Şeyh, bundan kaçınmış ve: «Sultan Zahir Baybars orada oldukça
gelmem,» demiştir. Bundan bir ay sonra Sultan Zahir Baybars vefat etmiştir.[72]
İbni Teymiyye bizzat,
debdebeli devrinde Zahir Baybars'ı ve Şeyh Muhyiddin en-Nevevî'yi görmüştür.
Bunun içindir ki îbni
Teymiyye, Sultan Nâsıruddin'e karşı olan tutumunda, îzzüddin b. Abdisselâm ve
Muhyiddin en-Nevevi'nin tutumlarını örnek edinmiştir. İbni Teymiyye ile mücâhit
bilginlerin silsilesi devam etmiştir. Üstelik İbni Teymiyye kılıç kuşanıp cephede
savaşmakla, dinî görüşlerinden ötürü çeşitli felâketlere uğramakla adı gecen
iki bilginden ayrılmaktadır. Nihayet O, hapishanede çeşitli sıkıntı ve ıztırap
içerisinde ruhunu teslim etmiştir. Allah ondan razı olsun, ruhunu sadetsin,
ilim ve İslâm'a hizmetinden ötürü mükâfatını artırsın![73]
îbni Teymiyye, içinde
yaşadığı çağı şahsiyeti, görüşleri ve yazılarıyla meşgul etmiş ve devamh bir
fikir hareketi meydana getirmiştir, Onun adı, yalnız Şam ve Mısır'da değil,
bütün İslâm âleminde yankı uyandırmış ve tesiri nesiller boyu devam etmiştir.
İbni Teymiyye,
kendisinden sonra görüş ve fikirlerini gelecek nesillere aktaran birçok kitap
ve risaleler yazmıştır. Bir kısım topluluklar, eserleri vasıtasıyla onun din
anlayışını ve görüşlerini benimsemişlerdir.
İbni Teymiyye,
eserlerini fasih bir Arapça ve kuvvetli bir üslûpla kaleme almıştır.
Mücadeleci ve sert dili hasımlarını sindirmiş, talebelerini de kendisine hayran
etmiştir. Eserlerini selefiyeci bir bilgin olarak daima âyet, hadîs, sahâbî ve
tabiîlerin fetvalarından almış olduğu delil ve hüccetlerle beslemiştir.
Tefsire dair
risaleleri: Bu risalelerin bir kısmında, tefsir hakkındaki metodlarım ve
âyetlerden şer'î hükümlerin nasıl çıkarılacağını tafsilatıyla anlatmıştır.
Tarihçiler, İbni Teymiyye'nin talebelerinden naklederek, tefsire dair yazmış
olduğu risalelerin otuz cildi bulduğunu söylerler. Bunlardan bize sadece
şunlar intikal etmiştir:
1 — Tefsîru
Sureti's-Samed (İhlâs Sûresinin tefsiri]:
2 —
Tefsîru'l-Muavvizeteyn (Felak ve Nâs
sûrelerinin tefsiri),
3 — Tefsîru
Süreti'n-Nûr (Nur Sûresinin tefsiri).[75] Bu
tefsirler Mısır'da basılmıştır.[76]
Akaid hakkındaki risale ve kitapları: İbni
Teymiyye'nin. eserlerinin en çoğu bu konu üzerindedir:
1 —
Kitâbu'1-îman,
2 —
Kitâbul-îstikame,
3 —
Îktizau's-Sırâtı'l-Müstakim,
4 —
Kitâbu'l-Furkân (Kahire, 1310, 1322 H.),
5 —
Şerhu'I-îsbahâniyye,
6 —
Risâletu'l-Hamaviyye,
7 —
Risâletu'l-Tedmuriyye,
8 —
Risâletu'l-Vâsıtıyye,
9 —
Risâletul-Gîylâniyye,
10 — Risale
fi'I-îhticâc Bi'1-Kader,
11 —
Risâletu'l-Ba'Iebekiyye (Kahire, 1328 H.),
12 —
Risâletu'I-Ezheriyye,
13 —
El-İklil Fi'1-Müteşâbih ve't-Te'vîl,
14 —
Risâletu Marâtibi'l-îrâde,
15 —
Risâletu'1-Kazâ vel-Kader,
16 —
Beyânu'1-Hüdâ Mine'd-Dalâl,
17 —
Mu'tekadâtu Ehli'd-Dalâl,
18 —
Maaricu'l-Vusûl (Bir kısım filozof ve karmatîlere reddiyedir).
19 — Es-Sual
Ani'1-Ârş,
20 —
Beyânu'l-Firkati'n-[77]Naciye[78]
İstidlal metodlarına dair eserleri;
1 —
Nakdu'l-Mantık,
2 — Er-Reddü
Alâ'l-Mantık,
3 — Er-Reddü
Alâ'I-Felâsife.[79]
Cedele dair bazı eserleri:
1 —
Minhâcu's-Sünne,
2 _
Muvâfakâtu Sahîhi'l-Menkul Li Sarîhi'l-Ma'kûl,
3 —
Tenbihu'r-İlaculi'1-Âkıl Alâ Temvîhi'l-Batıl. Îbni Teymiyye bu eserinde din,
akaid, helâl ve haram üzerinde cedel konusunu incelemiştir.
4 —
El-Cevâbu's-Sahih Limen Beddele dîne'I-Mesîh (Kahire, 1322 H.). Şeyhu'l-îslâm
îbni Teymiyye'nin bu Ölmez eseri, dört büyük cilt teşkil etmektedir. Müellif
bunu şu iki gaye ile yazmıştır:
a)
Hıristiyanlar arasında îslâmiyeti yaymak, Meşinin mahiyetini açıklamak,
Hıristiyanlık dînini ve îslâmî hakîkatları ortaya koymak, müslüman ve
hıristiyanlar arasındaki savaşların sebebini incelemek, müslümanlara karşı
tahrikleri ve zimmüerin durumlarını anlatmak.
b) Kıbrıs'tan
gelen bir mektupta[80]
Hıristiyanlık dini anlatılmakta, sadece bunun hak din olduğu ve bütün
insanların bu dîni kabul etmesi gerektiği belirtilmektedir. İşte İbni Teymiyye,
bu mektuptaki fikirleri şiddetle tenkit ve reddetmiştir. Hıristiyanlığın eski
bir din olup İslâmiyet gelince neshedildiğini, esasen mevcut Hıristiyanlığı
Aziz Pavlos'un kurmuş olduğunu anlatmaktadır.
İbni Teymiyye'nin bu
eseri altı bölümden ibarettir. Birinci bölümde, hıristiyanlarm, Hz.
Muhammed'in kendilerine değil, Araplara gönderildiği iddiası reddedilmektedir.
Burada çocukların sünnet edilmesi ve domuz etini, kitapları değil, kendilerinin
helâl saydıkları ele alınmaktadır. İkinci bölümde, Hz. Muhammed'in, onların
dinini Kur'ân'da övdüğü ve tanımış olduğuna dair ileri sürdükleri iddialar
reddedilmektedir. Kur'ân'da övülen Hıristiyanlığın, onların kabul ettiği
şekilde bir Hıristiyanlık olmadığı açıklanmaktadır. Üçüncü bölümde geçmiş
peygamberlerle semavi kitapların, onların teslis inancını bildirmiş oldukları
iddiası çürütülmektedir. Dördüncü bölümde, teslis akidesinin doğruluğuna dair
ileri sürülen akli ve nakli deliller çürütülmekte ve tehvid akidesi
isbatlanmaktadır. Beşinci bölümde, hıristiyanlarm, teslisi, birlikte çokluk
şeklinde kabul edip kendilerinin de tehvid ehli olduklarına dair iddiaları
münakaşa edilmekte ve birlikte çokluğun birbirine zıt olduğu, üç şeyin aynı
zamanda hem «bir» hem «üç» olamıyacağı gösterilmektedir. Altıncı bölümde,
Mesîhin, Musa aleyhisselâmdan sonra gelen peygamberlerin en büyüğü olduğu ve
başka peygamberlerin gelmesine lüzum kalmadığına dair iddialar
cerhedilmektedir.
İbni Teymiyye, cedele
dair bütün bu eserlerinde hem aklî, hem de nakli delillere dayanarak
görüşlerini isbata ve muarızlarını susturmaya çalışmaktadır.
Fıkha dair eserleri:
İbni Teymiyye'nin en verimli eserlerinden .büyük bir kısmı da fıkha aittir:
1 —
Fetvaları: bunları Mısır ve Şam'da yazmış olup büyük ciltler teşkil
etmektedir.[81]
2 — Fıkhın
kaide ve prensiplerini anlatan kitapları: Bu konuda, Kaide fi'I-İctihad Ve't-Taklid,
Kaidetu'l-Cihad, Kaidetu'l-Kıyâs, Kavaid fi Ahkâmi'l-Kenais ve Kavaid
fi'1-Vakf Ve'1-Vasâyâ gibi pek çok eserleri vardır.
3 — Fıkha
dair diğer risale ve kitapları: Burada
Risâletu'1-Kı-yas, Risâletu'l-Hısbe, fi'1-İslâm, Kitab fi Nik&hi'l-Muhalil,
Kitâbu's-Siyâseti'ş-Şer'iyye fi İslâhi'r-Râî
Ve'r-Raiyye, Kitâbu'1-Ukûd, Kitâb fi Usûli'1-Fıkh, Kitâbu'l-Farki'l-Mübîn
Beyne't-Talâk Ve'l-Yemin gibi eserleri zikredilebilir.
Ayrıca İbni Teymiyye,
dedesi Şeyh Mecdüddin'in «Kitabu'I-Muharrar fil'1-Fıkh» adlı eseriyle Şeyh
Muvaffakuddin'in «Kitâbu'I-Umde fi'1-Fıkh» adlı eserini şerhetmiştir ki, bu
sonuncusu birkaç cilt teşkil [82]etmektedir.[83]
İbni Teymiyye'nin
Kahire, İskenderiye ve Şam'da birçok talebe ve dostları vardı. Bunların bir
kısmı halk'dan, diğer kısmı da ilim erbabı kimselerdir. İlimle uğraşan
talebelerinin çoğu Hanbelî, bir kısmı da Şafiî idi. İbni Teymiyye, yaklaşık
olarak 46 sene ders okutmuştur. Yani 21 yaşından 67 yaşına kadar, yâni
ölünceye dek hocalık yapmıştır.
En seçkin talebesi
İbni Kayyim el-Cevziyye (691-751 Hî'dir. Babası Şam'da bulunan el-Cevziyye
Medresesinin kayyimi idi. Bu sebepten O, bu isimle meşhur olmuştur. Sadece
«İbnul-Kayyim» diye de anılır. Adı Şemşüddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ebî
Bekr'dir. İbni Kayyim el-Cevziyye'nin pek çok değerli eserleri vardır. İ'lâmu'I-Muvakkıîn
(2 cilt, Delhi 1314 H.) El-Kelim tü't-Tayyib, Medâricu's-Sâlikîn (3 cilt,
Kahire 1333 H), Zâdu'I-Maâd (Kahire, 1324 H.) Et-Turuku'1-Hikmiyye
Fi's-SiyâsetTş-Şer'iyye (Kahire, 1317 H.), Miftâhu's-Saâde (Kahire, 1323 H.),
İgâsetu'l-Lehfan (Kahire, 1318 H.), fctimâu'1-Cü-yûşi'lrislâmiyye Fi'r-Reddî
aIa'I-Muattıle Ve'1-Cehmiyye adlı eserleri herkesçe bilinmektedir.[84]
Daha önce de
söylediğimiz gibi İbni Teymiyye, çağında büyük bir fikir hareketi meydana
getirmiş ve etkisini kendisinden sonraki nesillerde devanı ettirmştr. İnsanlar,
İbni Teymiyye hakkında iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmı onun şahsiyet, ilim ve
görüşlerini son derecede takdir ederken, diğer bir kısmı, onu tecsim ve
teşbîh'e sapmakla, hattâ daha ileri giderek zındıklık ve dinsizlikle itham
etmiştir. Bunlardan başka bir zümre de mutedil bir vaziyet almış ve onun bâzı
görüşlerini benimsemiş, bâzı görüşlerini de reddetmiştir. Fakat onu tecsim,
teşbih, zındıklık ve dinsizlikle itham etmemiştir. Bu her üç sınıf aa, İbni
Teymiyye'nin kendi çağında ortaya çıkmıştır.
Vefatından sonra da)
onun taraftarlarıyla aleyhtarları arasındaki şiddetli mücadeleler bir müddet
devam etmiştir. Daha sonra yavaş yavaş leh ve aleyhindeki taassub azalmış, ona
karşı mutedil davrananlar çoğalmıştır. îbni Teymiyye'nin ihlâs ve İslâm uğrundaki
mücadelesi zamanla takdir edilmeye başlanmıştır. Hanbelılerin ekserisi onun
görüşlerini benimsemekle beraber, âlimlerin çoğu akî) de ile ilgili görüşlerine
muhalefet etmişlerdir. Fakat hem muhalefet, hem de muvafakat edenler, her
insanın yanılabileceğini gözö-nüne alarak, onun hatâlarını da iyi niyetine
hamletmişlerdir.
Nihayet Hicrî, XII.
yüzyılda Arabistan'ın Necid bölgesinde yaşamış olan Muhammed b. Abdilvahhâb
(115-1201 H./1703-1787 M.), îbni Teymiyye'nin akaid ve fıkha dair eserlerini
ciddiyetle incelemiştir. Bu zat, İbni Teymiyye'nin görüşlerine büyük bir
bağlılık, hattâ katı bir taassub göstermiş ve bunları yaymaya çalışmıştır. Çevresinde
kendisini dinleyen ve görüşlerini benimseyip ona yardımcı olan birçok kimseler
meydana gelmiş ve sonunda bunlaf küçük bir devlet bile kurmuşlardır.
Bugünkü Suudî
Arabistan Krallık âilesf nin dedesi olan Muhammed b. Saûd (öl. 1179 H./1766
M.) Muhammed b. Abdilvahhâb'm . enİştesi idi. Bu şahıs, güçlü bir cengâver olup
İbni Teymiyye'nin görüşlerini, yaymak ve himaye etmek için birtakım savaşlara
girmiştir. Çünkü O, bu hareketinin Sünnet olduğuna inanıyordu. Belki de,
burada siyasi arzu ile dînî bir mezhebi destekleme işi içice girmiş ve bu iki
unsur yekdiğerine yardımcı olmuştur. Böylece îbni tey-miyye'nin kabir ve
türbelerin, hattâ Peygamber (S.A.V.l'in mübarek kabrinin ziyareti ile ilgili
görüşlerini gerçekleştirmeye çalışan küçük bir devlet teşekkül etmiştir.
Bunlar, Sünnet işliyoruz diye bütün bid'atlara karşı amansız bir mücadeleye
girişmişlerdir. Şiilere ait mescidleri yıkmışlar, camilere minare ilave
edilmesini, namazdan sonra teşbih kullanılmasını yasak etmişlerdir. Her şeyi
İslâm'ın ilk asrındaki sadeliğe götürmek için uğraşmışlar ve çevrelerindeki
müslümanları ikna ederek kendilerine yardımcı yapmışlardır. Bu suretle İbni
Teymiyye'nin taraftarları, İslâm ülkelerinde yeniden çoğalmaya başlamıştır.
Kendilerine Vahhâbîler
adını veren bu yeni İbni Teymiyye'çilerin, muhaliflerine karşı gösterdikleri
sert hareketler, bid'at diye bir kısım mubah şeylere hücum edişleri ve
akidelerine fazla bağlılıkları, İslâm ülkelerinde kendi düşmanlarının
artmasına sebep olmuştur. Özellikle bunlar, karşılarına çıkan her engeli silâh
kuvvetiyle yıkmaya başlayınca, çok ciddî bir durum meydana getirmişlerdir.
Vahhâblîer, Osmanlı
Devletine karşı ayaklanmışlar ve şiddetli savaşlara girişmişlerdir. Bir ara
Osmanlılar, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'dan yardım istemişler ve Mısırlı
askerlerin eliyle Vahhâbilere şiddetli bir darbe indirerek, onları çıkmış
oldukları Necid bölgesine tekrar sokmuşlardır.[85]
Bununla birlikte
Vahhâbîler, İbni Teymiyye'nin kabir ziyaretiyle ilgili vesair görüşlerine
taassup derecesinde bağlı olan . gizli bir kuvvet halinde Arabistan içlerinde
varlıklarını korumuşlar; fakat genel olarak Necid bölgesinden dışarı
çıkmamışlardır. Birinci Cihan Savaşında Arabistan Osmanlıların elinden çıkınca,
daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğu çökünce Kral Abdulaziz ÂI-i Saûd, Mekke ve
Medine'ye hakim olan Hâşîmî ailesini mağlup etmiş ve Hicaz dâhil, Arabistan
yarımadasının çoğunu ele geçirerek, Suudi Arabistan Krallığını kurmuştur.
İbni Teymiyye'nin
akide, türbelerin ziyareti vesair görüşlerine bağlı olan bu devlet idarecileri,
kısmen de olsa, bugün ilk sertliklerini terketmişlerdir. Belki bunun sebebi,
Hac mevsimlerinde çeşitli İslâm ülkelerinden Hicaz'a gelen müslümanlarla temas
etmeleri, Beytulla civarında bütün müslümanlara emniyet ve huzur sağlamaları
gerektiğini hissetmiş olmalarıdır.
İbni Teymiyye'nin
görüşlerine Vahhâbilerin sıkı sıkıya bağlanışları ve bunları âlimleri
vasıtasıyla yaymaya çalışmaları, kendilerine has bir kültür doğurmuştur.
Arabistan yarımadasında oturan diğer Araplar bu kültürden yoksun idiler.
Vanhâbîler ümmi oldukları halde, Arabistan yarımadasının'büyük bir kısmını ele
geçirince bu kültürü, yarımadanın her tarafına yaymaya çalışmışlardır. Buna
rağmen, cehalet, bütün yönüyle onlar- üzerinde hüküm sürmekteydi. Lâkin son
yıllarda bir uyanış olmuş ve Suudi Arabistan'da birçok okullar tesis edilmiştir.
Kısaca Saûdiler —
Vahhâbiler, Hanbeli mezhebine bağlı olmakla1 beraber, Âhmed b. Hanbel'den
sonra kendileri için ikinci İmam olarak İbni Teymiyye'yi tanırlar.
Bütün müslümanlarm
hak, adalet ve istikamet üzere olmasını Cenâb-ı Hak'dan dileriz. Başarı
Allah'dandır.[86]
— S O N —
[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/507.
[2] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/509.
[3] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/510-511.
[4] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/511-513.
[5] Tam adı, Ebul-Feth
Takiyuddin Muhammed b. Ali b. Vehb olup «İbni Dakik» diye meşhurdur. (51. 702
H.) Muhaddis, fatih ve şâir olan bu zat, Şafiî mezhebinde iken sonra Mâliki
mezhebine geçmiştir. Çeviren.
[6] el-Eş'arî, 260 H. yılında
doğmuş ve takriben 330 H. yılında Ölmüştür, önce niu'tezilî olan el-Eş'arî,
daha sonra Ehl-i Sünnet mezhebini benimsemiş ve akaidle ilgili hadisleri kabul
etmiştir. Lâkin, Kur'ân ve Hadisteki müteşâbihleri te'vil ettiği için bir
loşun Hanbelîler ona muhalefet etmiştir. İşte tini Teymiyye de bunlar
arasındadır.
[7] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/513-514.
[8] Yazar Muhammet! Ebu Zehra,
«İbni Teymiyye» adlı ve 1952 yılında Kahirede basılan eserindeı, sırası
geldikçe İbni Teymiyye'nin görüşlerini münakaşa etmektedir, özellikle yazar,
adı geçen eserinin 286-293 üncü sayfalarında müteşâbihlerin te'vîlini yerinde
bulmakta, te'vilden kaçınıldığı takdirde tecsîm'e sapılacağını ileri sürerek,
İbni Teymiyye'yi tenkit etmektedir. Çeviren.
[9] Kalem Sûresi, 4.
[10] İbni Kesîr, el-Bidâye
Veîn-Niâye, c. XIV, s. 4.
[11] Bu kısmın «İlim Mihrabından
Savaş ve Siyaset Alanına» )bhşlıkh bölümüne bakınız. Çeviren.
[12] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/514-518.
[13] Bu hükümdar, Muhammed
Nâsırüddin b. Kalavun (öl. 698 H.) olup Mısır'ın Türk asıllı Kölemen
sultanlarından 9 uncusu ve birleşik Moğol-Haçlı ordularım Suriye'de perişan
eden Sultan Kalavun'un (ÖL 688 H.) oğludur. Çeviren.
[14] el-Kâmiliyye Dârul-Hadisi
Kahire'de Eyyûbî sultanlarından besincisi olan Sultan el-Melik el-Kâmil
Nâsırüddin Mohammed (51. 622 H.) b. el-Melik el-Adil tarafından inşâ
edilmiştir. Bu medrese, İslâm âleminde ikinci olarak tesis edilen bir
Dârul-Hadîs'dir. tik Dârul-Hâdis, Şam'da Suriye Atabeklerinden Nuruddin Manmud
b. Zengl (ÖL 541 H.) tarafından yaptırılmıştır. Çeviren.
[15] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/519-521.
[16] Burası, Kahire- Kalesi
içinde ve kuyu şeklinde bir yerdi Çeviren.
[17] Tarihu Îbni Keşîr, c. IV, s,
38.
[18] Arş meselesi: Allah'ın arş
üzere istiva etmiş olması; kelâm meselesi: Allah'ın harf ve seslerle konuşup
konuşmaması; nüzul meselesi de; bâzı hadîslerde bildirildiğine göre, Allah'ın
belirli gecelerde semâlara inişi meselesidir.
Bir hadîs-î şerif de: «Allah her gece dünya semasına nüzul eder (iner).» buyurulmuştur. Tartışma konusu olan nüzul meselesi budur. İmam Gaz-zâlî, «licâmul-Avam An-llmil-Kelâm» adlı eserinde bu meseleleri ele alır ve nüzul meselesinde şöyle der; Nüzulün mânâsını anlamak için üç cisme ihtiyaç vardır: 1 — Yüksekte bulunan bir cisim, 2 — Aşağıda bulunan bir cisim, 3 — Yukardan aşağı inen bir cisim. Bâzan da «nüzul» kelimesi bunların birine ihtiyaç duyulmadan kullanılabilir. Meselâ Kur'ân'da; «Sizin için hayvandan sekiz çift inzal etmiştir.» (Zümer Sûresi, 6) buyurlumuştur. Gökten öküz veya deve indirildiği görülmüş müdür? Bu âyet-i kerîmedeki nüzul kökünden gelen «inzal», yaratmak anlamında kullanılmıştır. O halde hadîs-i şerîfde geçen nüzulün mânâsı da başka olup onu biz anlayamayız. Elbet bu, Allah'ın azamet ve celâline yakışır bir mânâ ifade etmekte olup bunun için kafa yormamız faydasızdır. (Bak. Muhammed Ebu Zehra, İbni Teymiyye, Kahire 1952, s. 290.) Çeviren.]
[19] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/521-523.
[20] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/524-525.
[21] Bu münakaaşlar için bak.
İbni Kesîr, c. XIV, s. 46.
[22] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/525-530.
[23] Böylece İbni Teymiyye, tam
yedi yıl ve yedi aylık bir ayrılıktan sonra Şam'a tekrar gelmiş oluyordu.
Çeviren.
[24] Büyük İmam ve müctehidler de
görüşlerinde böyle delillere dayanıyorlardı, İbni Teyimyye ise, bu delilleri
kendi anlayışına göre değerlendiriyor ve onlardan ayrı sonuçlara varıyordu.
Çeviren.
[25] Azhab Sûresi, 72.
[26] İbni Teymiyye'nin fikhî
inceleme ve araştırmaları dört kısma ayrılır:
1
— Hanbelî mezhebine bağlı olarak verdiği
fetvalar ve bu mezhebi savunduğu hususlar.
2
— Mezhebler arası karşılaştırmalara
dayanarak incelemiş olduğu meseleler.
3
— Dört mezheb ye Ehl-i Sünnetin dışına
çıkmaksızın yapmış olduğu seçme (tercih )'Ier.
4
— Dört mezhebe bîrden muhalefet ettiği
ve hazan Şiî İmamların görüşlerini benimsediği, bazan da tek basma ileri
sürdüğü ictihadlar. Çeviren.
[27] Türkçemizde yaygın olan
«Üçten dokuza boşadım» veya «Üç talâkla boşadım» sözü ile, İbnî Teymiyye ve
İbnî Kayyım el-GvziyyeVe göre bir talâk vâki olur. Çeviren.
[28] Bakara Sûresi, 329.
[29] Bakara Sûresi'nin 230.
âyetinde; «Yine erkek, karışım (üçüncü defa) boşarsa ondan sonra kadın
kendisinden başka bir ere nikahlanıp varmadıkça ona helâl olmaz.»
buyurulmuştur. Buna göre Üçüncü defa boşanan bir kadın başkasıyla evlenip yeni
kocasının ölümü sebebiyle nikâhı zail olmadıkça veya normal ve meşru herhangi
bir sebeple ondan boşanmadıkça ilk kocasıyla tekrar evlenemez. Böylece Kur'an-ı
Kerîm'-de üç talâk zikredilmiş oluyor. Çeviren.
[30] Sahâbîlerden îbni Abbas,
İbni Mes'ud ve Abdurrahman b. Avfta bu görüşte olduğu Hz. Ali'den nakledilmiştir.
(Bak. M. Muhyfddin Abdalhamid, el-Abvâl es-Şahsiyyet, Kahire 1958, s. 271,
372). Çeviren.
[31] İbni Hazm de bu görüştedir.
Çeviren.
[32] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/530-534.
[33] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/534-535.
[34] Ahmed b. Hanbel, bu hadîs-i
şerifi Ebn Htireyre'den şu şekilde rivayet etmiştir: «Benîm kabrimi bayram
(yeri) yapmayınız. Erlerinizi de kahir haline getirmeyiniz...» (Bak. Ahmed b.
Hanbel, el-Müsned, c. II, s, 367.) Çeviren.
[35] İbni Kayyım el-Cevaâyye, Şam
kalesine hapsedilmişti. Çeviren.
[36] Tam adı, Takıyyüddin Ebu
Abdîllah Muhammed b. Ebî Bekr b, İsa'dır (öl. 750 H.) Bu zat, bir ara Mısır
diyarı Kadısı (Başfcadı) olmuştur.Çeviren.
[37] İbni Kesîr, el-Bidaye
Ve'n-Nihaye, c. XIV, s. 134.
[38] Gazan, Şam üzerine yürüyen
Moğolların (İlhanlıların) başkumandanları Mahmud b. Argun'dur (81. 703 H./1304
M.). Cebeliyye: Dağdan inip şehri yağma eden Nusayrîler'dir. Cehmiyye: Allah'ın
sıfatlarım inkâr eden i'tikadî bir fırkadır. Ittihadiyye: Vahdet-i vücûda
inanan sûfîlerdir.
[39] A'raf Sûresi: 187.
[40] İbni Teymiyye kitapları,
kâğıt, kalem ve hokkası elinden alındıktan bir müddet sonra dayananuyarak
hastalanmış, bir rivayete göre 20 Zilka'de 738 tarihinde. Pazarı Pazartesiye
bağlayan gece ölmüş ve Sûfîler mezarlığına defnedilmiştir. Çeviren.
[41] Rivayete göre cenazesinde
ikiyüz bin erkek ve onbeş bin kadın bulunmuştur. Çeviren.
[42] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/535-541.
[43] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/542.
[44] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/542.
[45] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/542.
[46] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/542-543.
[47] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/543.
[48] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/543-544.
[49] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/544.
[50] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/544-545.
[51] Hac sûresi, 60.
[52] Bununla «Cebel-i Rasravan»
kastedilmektedir. Çeviren.
[53] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/545-549.
[54] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/550.
[55] Mü'minûn Sûresi, 53.
[56] Kehf Sûresi, 23.
[57] «Biz. Allah'a aidiz ve biz
ona döneceğiz.» (Bakara: 156) Çeviren.
[58] «Güç ve kuvvet, ancak Yüce
Allah iledir.» Çeviren.
[59] Bu zat, Müeyyidüddiri
Muhammed b. el-Alkamî olup Abbâsflerin son veziridir. Hâlâgu Bağdadi işgal edip
Abbasî Devletini ortadan kaldırdığı zaman adı geçen veziri Bağdad'ra idaresine
memur etmiştir (51. 1358 M.) Çeviren.
[60] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/551-553.
[61] Bu zat, el-Muzaffer
Seyfüddin Kutuz'dıır (öl. 657 H.) Çeviren.
[62] Târihu îbni Kesîr, c. X, s.
U8.
[63] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/554-555.
[64] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/555-556.
[65] Bu büyük Türk hukukçusunun
tam adı, Şemsu'l-Elimnıe Ebu Bekr Mu-hammed b. Ahmed ez-Serahsî'dir (öl. 483
H.) el-Mebsut, 1324 H. yılında otuz cüz halinde Kahire'de basılmıştır.
Çeviren.
[66] Tam adı, Mahyiddin Ebu
Zekeriyya Yahya b. Şeref en-Nevevi'dir (ol. 677 H-). Kitâbul-Mecmu'un metni
olan el-Mühezzeb, Ebu İshak eş-Şirazî'ye aittir. Çeviren.
[67] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/556-558.
[68] Buradaki «Varlık Vücud» kelimesine mukabil yukarıda «İkinci
mih, neti» başlıklı kısımda geçen aynı şiirde «eşya» kelimesi yer
almıştır.Çeviren.
[69] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/558-560.
[70] Süyûtî, Husnü'l-Muhadara, c.
II, s. 66.
[71] Mü'min Sûresi, 44.
[72] Bu münakaşa ve yazışmalar
için Bak. Süyûtî, Hasnül-Muhadara, c. II, s. 67-71.
[73] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/561-563.
[74] Bu ve "bundan sonraki
kısımlar müellifin «İbni Teymiyye» (Kahire, 1952 );âdlı eserinin 509-531.
sayfalarından özet olarak tercüme edilmiştir.Çeviren.
[75] Bu essr, Taberi tefsirinin
kenarında basılmıştır (Delhi, 1329 H.) Çeviren.
[76] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/564.
[77] Ayrıca bu konuda şu eserleri
de vardır:
1
— Kitâbü't-Tevessûl Vel-Vesile (Kahire,
1318 H.)
2
— Kîtabu>Şârîmia-Meslûl alâ
ŞâtimVr-RasûI (Haydarabad, 1322 H.)
3
— El-Cevânü' Fi's-Siyâsetil-îlâhîyye
(Bombay, 1306 H.)
îbni
Teynüyye'nin yukarıda zikredilen bir kısım risale ve kûçök bitapları,
«Mecmûatü'r-Resâll» adı altında basılmıştır (Kahire, 1323 H.)Çeviren.
[78] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/565.
[79] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/565.
[80] İslâm Ansiklopedisinde
(İstanbul, 1950); İbni Teymiyye maddesinde bu mektubun Saydâ ve Antakya
metropoliti PauTa ait olduğu kaydedilmektedir. Çeviren.
[81] Bu fetvalar «Mecmûatul-Fetâvâ»
adı altında (Kahire 1336-1339 H.) beş büyük cilt halinde basılmıştır. Çeviren.
[82] İbni Teymiyye'nin gerek
sağlığında, gerekse ölümünden sonra eser ve görüşlerini savunan veya reddeden
İslâm âlimleri vardır. Bugün de aynı münakaşalar devam etmektedir. Meselâ;
Yusuf en-Nebhânî, Sevabı-kul-Hakk (Kahire, 1323 H.) adlı eserinde İbni
Teymiyye'ye hücum etmektedir. Buna karşılık, Ebûl-Maâlî eş-Şâfiî es-Selâmî de
Gâyetul-Emâni (Kahire, 1335 H.) adlı eserinde bu hücumları
reddetmektedir.Çeviren.
[83] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/565-567.
[84] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/567-568.
[85] Yâni Sultan İkinci
Mahmud'urı emriyle Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, önce bizzat kendisi,
sonra da oğlu İbrahim Paşa vasıtasıyla Vahhâbîleri tenkil etmiştir. Çeviren.
[86] İslam’da Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/568-570.