Terimler Sözlüğü. 1

 

 

 

Terimler Sözlüğü[1]

 

Abd: Kul, çoğulu: İbâd; köle, çoğulu: Abîd.

Âdâb-ı muaşeret: Başkalarıyla hoş geçinme usûlü, başkalarına karşı terbiyeli ve nezaketli davranma edebi.

Adalet: Doğruluk, doğru olmak anlamına gelen bu kelime hadîs terimi olarak; «Râvînin din işlerinde tam istikamet sahibi olması, fısk ve fücurdan uzak bulunması» dır.

Adet: Teamül, herkesçe iyi olarak kabul edilen ve daima halk arasında tek­rarlanan umumî davranışlar.

Adi: Bak. Adalet.

Âhâd haber: Bak. Haber-i âhâd.

Ahâd hadîs: Bak. Haber-i âhâd.

Ahd: Devir, emir, and, söz verme. Allah'a karşı verilen söz. Sözleşme.

Akâid : Bak. Akîde.

Akd: Bağlamak, düğümlemek; iki kişi veya iki taraf arasında olacak bir işin karşılıklı rıza ile kararlaştırılıp benimsenmesi : Bağıt.

Akide: İnanç inanılacak şey. Çoğulu : Akaîd.

Âkil: Akıllı, akılca ergin kimse, reşid.

Âkile: Âkıl'ın dişil'i, aklı başında ve akılca ergin kadın. Cinayetle ilgili bir' terim olarak âkile: Kasıtsız olarak bîrini öldüren kimsenin ödeye­ceği diyeti vermekle mükellef olan akrabası veya meslektaşları.

Akit (Akid) : Bak. Akd.

Alevîler: Hz. Ali evlâtları, Hz. Alî soyundan olanlar. Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen ihtilâf konusunda Hz. Ali'nin tarafını tu­tanlar.

Avl: Fazlalaşmak demek olup Feraiz'de: Miras, vârisler arasında taksim edilirken hisselerin toplamı meselenin mahreç (ortak payda) inden fazla olmasına denir.

Ayn : Dış âlemde varolan maddî ve gayrişahsî şey, muayyen ve müşahhas nesne. Deyn (borç) karşılığı olarak kulandan bu terim hukuk'ta: Muayyen ve müşahhas eşyaya denir. Ev, at ve benzerî gibi.

Azimet: Kesin karar ve niyet. Fıkıh terimi olarak: Kulların özürleri göz-önüne alınmaksızın üzerlerine önce farz kılınan fiil.

Âmm : Genel, umumî, şümullü. Bir cinsten olan birçok fertlere delâlet eden söz.

Ansâr: Peygamber (S.A.V.)'e yardım edip İslâm'ın kuvvetlenerek yayılma­sında büyük hizmeti olan Medîneü ilk müslümanlar.

Arş: Tavan, çardak, taht, şeref ve saltanat. Allah'ın arşı (Arşullah), be­şer aklının kavrayamıyacağı bir mahiyettir veya (bir yoruma gö­re) Allah'ın varlıklar üzerindeki hükümranlığı.

Asi: Kök, delil, nass, metod. Çoğulu: Usûl.

Asıl : Bak. Asi.

Atâ : Armağan, hediye, ihsan.

Bâğî: Âsî, meşru devlet reisine karşı ayaklanan.

Bağy : İsyan, meşru devlet reisine karşı ayaklanma.

Bâtın : Görünmeyen, bir şeyin iç yüzü.

Bâtınî: Bir şeyin içyüzüne âit, dıştan görünmeyen. Âyet ve hadîslerin bir iç, bir dış mânâsı olduğunu ileri sürüp iç mânalarına bağlanan mezhebe mensup kimse.

Bedâ': Açığa çıkmak; bâzı sapık şiîlere göre, Allah'ın ilmi değiştiği için iradesinin de değişmesi.

Bedihiler: Açık seçik bilgiler, doğuştan varolan gerçek bilgiler.

Bedîhîyyât: Bak. Bedîhîler.

Berâet-i asliyye : Bir şeyde asıl olan, o şeyin herhangi bir hükümden va­reste olması prensibi. Buna göre eşya veya bir fiilin haram ya da helâl kılınışı, belli bir nassa dayanmak mecburiyetindedir.

Beytu'l-mal: (Eskiden) İslâm Devletinin maliye hazinesi, (sonraları) ve­resesi bilinmeyen veya vârisleri başında bulunmayan ölülere ait malların muhafaza edildiği sandık ve bunun idaresi.

Beyyine: Kuvvetli delil, tanık, senet, hüccet.

Bîat: Birisinin hâkimiyyet veya hilâfetini kâbûl ve tasdik etme. Islâmda bu, musafaha şeklinde yapılırdı.

Bid'at: Yeni, sonradan çıkmış şey. Peygamber (S.A.V.)'in zamanından sonra meydana gelen ve dinî bir mahiyet kazanan şey.

Câferîler: Hz. Ali'nin Hz. Hüseyn neslinden gelen torunu İmam Ca'fer-i Sâdık'ımezheb İmamı tanıyan şiîler; bunlara «isnâ-aşeriyye» ve «imâmiyye» de denilir.

Câriye: Kadın köle, dişi kul. Bu kelime kız, hizmetçi anlamlarına da kul­lanılır.

Cârûdiyye: Zeydiyye mezhebinin bir kolu olup Ebû Cârud b. Ziyad tara­fından kurulmuştur.

Cebr: Zorlama. Kulun fiillerinde hiçbir irade ve hürriyete sahip olmayışı

inancı.

Cebriyye: Cebr'i benimseyen fırka mensupları.

Cedel: Bir kavram veya meseleyi zıddıyla birlikte düşünüp tartışarak gerçeğe ulaşma metodu: Diyalektik.

Cefr: Kemikleri irileşmiş ve sertleşmiş kuzu ve oğlak, deri. Daha sonra harflerden rakam ve işaretler çıkarmak suretiyle gelecek olayları haber verme işi (!) olarak ileri sürülmüştür.

Cifr (Cifir) : Bak. Cefr.

Cihat (Cihad) : Mücâdele, savaş; Allah yolunda yapılan savaş: Kutsal sa­vaş.

Cizye: Vergi, haraç; gayrimüslim vatandaşlardan alınan baş vergisi.

Cumhûr-ı fukahâ : Fakîhlerin büyük çoğunluğu.

Dâî: Davetçi, propagandacı. Çoğulu: Düat.

Dehriler: Dünyada olup biten her şeyi tabiata maleden ve zamanının ka­dim (ezelî) olduğuna inanan ve âhireti tanımayan kimselerdir.

Delâlet: Yol gösterme, işaret; sözün, kullanılmış olduğu asıl mânâyı göstermesi.

Delâletü'n-nass: Bak. Mefhum-ı muvafakat.

Delil: Kılavuz, rehber. Nass ve hüccet. Zahirîlere göre delit, bir nevi kı­yas olup fıkhî istidlal vasıtasıdır.

Deyn: Borç, alacak.

Dirayet: Zekâ, bilgi, tecrübe, iktidar.

Dîvan: (Eskiden) ordu mensuplarıyla ve sair maaşlı kimselerin isim, va­zife ve tahsîsatları yazılı bulunan defter ve bu işe bakan memur­ların çalıştığı yer.-Resmî daire. Padişahın huzuru. Şiir kitabı. Bu­günkü Türkçede: Yeni tarzda sedir.

Ecr: Ücret, mükâfat, kira, bedel.

Ecr-i misil: Bir şey için bilirkişilerce benzeri gözönüne alınarak takdir olu­nan ücret.

Ehl-i hadîs: Hadîs bilgini. Fıkıhta hadîs taraftarları, fıkhî meseleleri daha çok hadislere dayanarak inceleyen ve çözümleyen fakîhler.

Ehl-i re'y: Fıkıhta re'y taraftarları, fıkhî meseleleri daha çok ictihad ve kıyasa dayanarak açıklayanlar.

Ekol: Okul, bir ilim veya sanat dalında özel ve belirli tarz, çığır: Medre-re, mektep, mezhep.

Eman: Güven, af, müsaade; yazılı olarak birine verilmiş olan güvenlik

müsaadesi.

Emr-î bil-ma'ruf: İyiliği emir ve tavsiye etme.

Emir (Emr) : Bir işin kesin olarak yapılmasını isteme. Çoğulu: Evâmlr. İş. Ernîr: Hükümdar, prens. Çoğulu: Ümerâ'. Eser: Haber, bilgi, hadîs, iz, eser. Esir: Tutsak, kul, köle; harbde düşman eline düşen kimse. Ahd ve eman ile himaye altına alınmamış olan ve savaşta müslümanın eline düşen gayrimüslim.

Fâcir: Günahkâr, sapı1.

Fahvây-î kelâm : Sözün gelişinden anlaşılan mâna. Terim olarak, sözün

ihtiva ettiği mânaya uygun düşen hüküm. Fakîh : Bilgin, İslâm hukukçusu. Çoğulu: Fukahâ'. Farz: Dince emredildiği Kur'an-ı Kerîm'de mevcut olan kesin bir delil ile bilinen ve yapılması gereken şey.

Fasit (Fâsid) : Bozuk olan, muteber olmayan, geçersiz.

Fâsid örf: Nassa aykırı düşen örf. Fâsık: Doğru yoldan sapmış, günahkâr.

Fer': Aslın karşılığı olup dalbudak manasınadır. Hüküm ve mesele. Ço­ğulu: Furû'.

Fer'î fıkıh: Usûl-i fıkıh karşılığı olup fıkhın ana hükümlerinin tatbik edil­diği meselelerle uğraşan fıkıh dalı.

Fesat (Fesad) : Bozukluk, zarar, kötülük.

Fesh: Bozma, bir şeyin hükmünü kaldırma, iptal etme. Fetva: Dînî meselenin hükmünü bildiren cevap. Çoğulu: Fetâvâ.

Fey': Asıl mânâsı gölge veya gölgelik olup ganimet, cizye ve haraç an­lamlarında kullanılır. Fıkhî: Fıkha ait, İslâm hukuku ile ilgili.

Fıkıh (Fıkh) : Bilme, anlama söz veya işin gayesini iyice kavrayacak şekil­de derin ve ince anlayış. Terim olarak: Tafsîlî (ayrı ayrı) delille­rine dayanarak amelî olan şer'î hükümleri çıkarma, diye tarif edi­lebilir. Dar manâsıyla; İslâm hukuku.

Fidye: Esir veya bir kimsenin kendisini kurtarması için verdiği mal.

Firâset: Derhal anlama, ileriyi kavrama; bir nevi sezgi.

Fitne: İmtihan, mihnet, din yüzünden yapılan baskı ve işkence; karışıklık,fesat.

Fukahâ: Bak. Fakîh. Furû': Usûl karşılığı olup fer'î fıkıh meseleleri.

Galip zan: Büyük bir ihtimal, kuvvetle tahmin etme.

Ganimet: Harbde düşmandan alınan mal ve benzeri şeyler. Ele her za­man geçmeyen şey.

Garlb : Yabancı, kimsesiz, tuhaf. Hadîs terimi olarak: Hangi tabakadan olursa olsun, bir râvînin tek başına rivayet ettiği haber veya hadîs.

Gayrimenkul: Taşınmaz mal.

Gayrimüslim: Müslüman olmayan kimse.

Gulât-ı şîa: Şiîlerden son derecede sapıtmış olanlar, sapık şiîler.

Haber: Hadîs, rivayet, haber.

Haber-i âhâd : Meşhur hadîslerin şartlarını haiz olmayan hadîs veya ha­ber. Bâzılarına göre; Tevatür derecesine ulaşmamış olan haber veya hadîs.

Haber-i vâhid: Bak. Haber-i âhâd.

Hâcib : Perdedar, saray nâzın.

Haciyyat: Zarurî ve hayatî şeyler.

Hacr: Delilik, çocukluk ve benzeri diğer sebeplerden ötürü kişinin akid ve sözleşme gibi kavlî tasarruflarından mahrum edilmesi.

Hafî: Gizli, kapalı.

Hal': Söküp çıkarma, padişah ve benzerini tahtından indirme veya vazife­sine son verme.

Halîfe: Vekil: Hz. Peygamber (S.A.V.)'in vekili sıfatıyla ümmetin din ve dünya işlerinin yönetimini üzerine alan kimse.

Hakem : İki kişi veya iki tarafın karşılıklı rızaiarıyia hâkim olarak, yâni aralarındaki ihtilaflı meseleyi bir karara bağlamak için kabul ve tâyin ettikleri kişi.

Hâkim: Hüküm verme durumund olan, kadı; hükümdar. Hânkâh : Bir çeşit tekke olup burada hem dervişlerin yatıp kalkacakları odalar, hem de ibadethane, hamam ve mutfak gibi yerler bulunur.

Haram : Dince kesin bir delil ile yasak edilen şey. Hasen: İyi, güzel. Hadîs terimi olarak: Diğer bakımlardan aynı şartlan haiz olduğu halde, zabt yönünden sahîh hadîs râvîlerlnin derecesi­ne ulaşamıyan kimselerin rivayet ettikleri hadîs'e denir.

Hâss: Özel, hususî; özel bir hüküm ifade eden nass.  Tek şeye delâlet eden söz.

Havale: Bir şeyi başka birinin uhdesine bırakma. Bir meblâğın ödenmesi­ni üçüncü bir şahsa çevirme.

Hayz: Kadının ayhali.

Hazf: Çıkarıp atma, yazı veya sözün bir kısmını silme, yok etme.

Hibe: Bağış; bir malı karşılıksız olarak başkasına temlik etme, verme. Ba­ğışlama.

Hikmet: Sebep, gizli sebep, sır, felsefe.

Hilâfet: Halifelik, halîfe olma.

Hulefâ-i Râşidin : Hz. Peygamber'den sonra halifelik makamına gelen dört halife: Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (R.A.).

Hulul: Bir yere gelip inme, nüfuz etme, içine girme.

Huruç : Dışarı çıkma, çıkış, isyan, ayaklanma.

Hüccet: Delil, vesika, ilâm.        ;

Hüküm (Hükm) : Hâkimlik, hükümet etme, karar; bir dâvayı dinleyip iyi­ce inceledikten sonra halletmek için verilen karar; yargı, emir, icap. Bir mesele hakkında yeteri kadar gerekli incelemeyi yaptıktan sonra varılan netice. Çoğulu: Ahkâm.

İbahat: Bir şeyin dince yapılması veya yapılfna.ması serbest olma, kişinin yapıp yapmamakta muhayyer bırakılması.

İbahat-ı asliyye: Her şeyde aslolan mubah olma prensibi.

İema': Fikir birliği; bir asırdaki İslâm bilginlerinin herhangi bir mesele üzerinde ietihad veya delile dayanarak varmış oldukları görüş bir­liği.

İetihad: Cehdetme, çabalama, bir şeye nüfuz etmek veya bir işin kemâl noktasına ulaşmak için gayret sarfetme. Usûl-i Fıkıh terimi ola­rak: Fakîhin, tafsîlî delillere dayanarak amelî hükümleri çıkarmak için bütün gücünü harcaması ve ortaya bir hüküm koymasıdır.

İftâ': Fetva verme.

İhtiyar: Seçme, tercihte bulunma, irade.

İkrah: Zorlama, zorla bir şey yaptırma.

İkrar: Kabul etme, itiraf etme, benimseme.

İktâ': Kestirmek, haptetmek, bir şeyin kesimine uygun düşmek. İslâm memleketlerinde devlet reisinin hazîne arazisinden bir kısmını belirli şahıslara vermesi; bu yolla verilmiş olan arazi, çoğulu : İktâât. '

İllet: Sebep, bir hükmün gerekçesi.

İlm-i Kelâm: Kelâm ilmi. İlk olarak Allah'ın Kelâm sıfatı üzerinde, yapılan münakaşalarla meydana çıktığı için bu isimle meşhur olmuştur. Konu ve gayesi itibariyle iki türlü tarif edilmektedir: 1 — Allah'ın zât ve sıfatından, başlangıç ve sonucu itibariyle kâinatın durum­larından İslâm'a göre bahseden bir ilimdir. 2 — Hüccetleri ser-detmek, şüpheleri kaldırmak ve dinî akideleri isbat etmek için tam bir güce sahip olmayı sağlayan bir ilimdir: Teolo)i.

İlmu'n-Nefs: Bugünkü Arapçada psikolo)i anlamında kullanılan bu sözü İbni Hazm, kişide doğuştan varolan bilgi mânasında kulanmakta-dır.

İmam : Önder, başkan halîfe, İmam. Çoğulu: Eimme.

İmamet: İmamlık, hilâfet.  .

İmlâ': Yazdırma, birine bir şeyi söyleyip aynen yazmasını sağlama, dikte etme.

İnkitâ': Kesilme, kesiklik; hadîs'de: Râvîlerden birinin zikredilmemesi.

İsmet: Masumluk, günah işlemekten uzak oluş, günaha karşı korunmuş olma; iffet.

İsnad: Asıl mânâsı bir şeyi başka bir şeye dayandırmak veya yüklemek­tir. Hadîs terimi olarak: Hadîsin metnini rivayet ederken kimler vasıtasıyla "rivayet edildiğini belirterek kaynağına kadar ulaştır­maktır. Sened anlamında da kullanılır.

İstılah : Herhangi bîr ilim ve sanata ait olan özel tâbir : Terim.

İstidlal: Delil getirme, delil olarak kullanma, akıl yürütme, isbat.

İstiftâ': Fetva sorma, bir meselenin dînî hükmünü öğrenmek için yetkili şahsa başvurma.

İstihsan: Bir şeyi güzel ve iyi görme; fıkıh terimi olarak: Zahir kıyasın hükmünü bırakıp illetindeki tesiri gözönüne alarak daha kuvvetli olan gizli (hafî) kıyası kabul etme prensibi.

İstikra': Cüz'î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme ulaşma metodu, endüksiyon, tümevarım.

îstinbat: Delillere dayanarak veya zımnen anlayarak bir meselenin hükmü­nü ortaya koyma, hüküm çıkarma.

İstishab: Birlikte bulunma, sahip çıkma, arkadaş olma; fıkıh'da: Mâzîde sabit bir hükmün, bunu değiştiren bir delil bulununcaya dek de­vam etmesidir.

İstislâh : Barışmak, sulh olmak. Terim olarak: Masâlih-i mürsele delilini benimseyip kullanmaktır.

İstiva'; Doğrulma, dikelme, birbirine eşit olma, olgunluk çağına erişme, istilâ etme, Allah'a isnat edilince hükümran olma anlamına gelir.

İ'tizâl: Ayrılmak, vazgeçmek; mu'tezilî fikirleri benimsemek.

Kadî: (Eskiden) hâkim. Çoğulu: Kudât.

Kadim : Ezelî, başlangıcı olmayan.

Kasem: Yemin, and.

Kavil (Kavi) : Söz, görüş, kanaat. Çoğulu: Akvâl.

Kazâ: Yargı, yargılama, hüküm.

Kazâî hüküm: Mahkemece verilen hüküm veya karar.

Kaziyye : Mesele, hüküm, karar, önerme.

Kebîre: Büyük günah. Çoğulu: Kebâİr.

Kefalet: Kefil olma.

Keffaret: Bir günahı Allah'a affettirmek için verilen sadaka veya tutulan oruç vb.

Kefil: Birinin borcunu vermeyi veya herhangi bir taahhüdünü üzerine al­mayı kabul eden kimse.

Kelâm : Asıl mânâsı yaralamak olup sonradan söz anlamında kullanılmış­tır. Allah'ın konuşma veya söyleme sıfatı.

Kelâm İlmi: Bak. İlm-i Kelâm.

Kıyas : Hüküm bakımından hakkında nass bulunan bir meselenin hükmü­nü, bu hükme esas teşkil eden aralarındaki ortak bir illet sebe­biyle hakkında nass bulunmayan meseleye uygulamaktır.

Köle: (Eskiden) savaşta esir düşerek veya başka sebeplerden hürriyeti­ni yitiren ve mal gibi alınıp satılabilen erkek, kul. Kubh: Kötülük, çirkinlik.

Kurbiyyet: Yakınlık, yakın olma.

Kuru': Kur' veya kar' kelimesinin çoğulu olup vakit anlamındadır. Kur'an-ı Kerîm'de geçen bu kelimeye bâzı müctehidler: Kadın'ın ayhâli, bâzıları da iki ayhâli arasındaki temizlik müddeti, demişlerdir.

Küfr: Allah'a inanmama. Allah'a yakışmayacak sıfatlar verme, Allah'ın emirlerini tanımama; dinsizlik, müşriklik. (Örtmek anlamına ge­len bu kelime, Türkçe'de sövmek mânâsına da kullanılmakatdır.)

Küfüv: Denk, aynı durumda, benzeri şey.

Kürsü (Kürsî) : Taht, sandalye, iskemle, ilim. Kur'ân-ı Kerîm'de geçen «kürsî» sözünün mânası üzerinde ihtilâf edilmiştir. Kimi «Arş», kimi «Arşın yanında ayrı bir makam», kimi «Ism-i A'zam», .kimisi de «Allah'ın mülkü, saltanat ve kudreti, demiştir.

La edrî: Bilmiyorum.

La havle...: Her türlü güç ve kuvvet Yüce Allah iledir.

Mahsûs: (Hiss'den) duyulur, duyulan, duygu organları vasıtasıyla bilinen.

Ma'lûfe: Daha çok içerde beslenen ve yazıda yabanda yılın az bir kısmın­da otlayan deve vb. hayvan.

Mantuk: Söylenmiş veya telâffuz edilmiş söz. Terim olarak: Söylenmiş

olan sözün, sözlük sahasında delâlet ettiği asıl mânâ.

Masânh-i Mürsele: Hakkında müsbet  veya menfî bir nass bulunmayan maslahatlar, kamu yararlan veya kişisel çıkarlar.

Ma'siyet: Günah, isyan.

Masâlih : Bak. Maslahat.

Maslahat: fyilik yolu, yarar, menfaat iş. Çoğulu:

Masâlih. Ma'sum: Kusur ve günahtan korunmuş kimse. Ma'tûh: Bunak, kendisi için İyi veya kötü olanı ayırdedemiyen kişi.

Mecaz: Hakîkî mânâsında kullanılmayıp bir benzerlik veya ilgiden dolayı başka bir anlamda kulanılan söz.

Meclis: Toplantı, toplantı yeri, ders halkası. Çoğulu: Mecâlis. Medîn: Borçlu kimse.

Medlul: Mânâ, anlam, işaret edilmiş olan.

Medrese: Okul, ders okutulan yer; çığır, ekol, mektep. Çoğulu: Medâris. Mefhûm: Anlam, kavram. Usûl-i fıkıh'da: Sözün, sözlük sahasındaki asıl mânasının dışında ifade ettiği anlam. Mefhum iki kısma ayrılır: 1 — Mefhûm-i Muvafakat: Bu, mantuk olmayan ve hüküm bakımın­dan mantuk olan mânâya uygun düşen anlam. Buna fehvây-ı ke­lâm da denir. 2 — Mefhûm-i Muhalefet: Bu da, mantuk olmayan ve hüküm bakımından mantuk olan mânâya aykırı düşen anlam. Mefhûm-i Muhalefet: Bak. Mefhum.

Mefhûm-i Muvafakat: Bak. Mefhum.

Mefseset: Zararlı, kötü, fesat, yaramaz ve kötülüğe vâsıta olan şey. Mehir (Mehr) : İslâm hukukuna göre nikahlanma sırasında koca tarafın­dan kadına verilmesi gereken akçe: Nikâh bedeli.

Mekruh: Şer'an kesin bir şekilde haram edilmeyen, bununla beraber ya­pılması hoş görülmeyen şey. Diğer bir tarife göre: İslâm Dînin­de haram derecesinde şiddetli olmayan yasak.

Mendûb: Dince yapılması istenen, yapıldığı takdirde mükâfatı olan ve ya­pılmadığı takdirde cezası olmayan şey. Buna «Sünnet», «Müste-hab- veya «nafile» de denir.

Menkûl: Nakledilen ıakledilegelen, rivayete dayanan. Taşınır mal." Mensûh: Nesh edilmiş, hükmü kaldırılmış olan. ,

Meşhur: Herkesçe bilinen, şöhreti olan. Hadîs terimi olarak: En az üç yol­dan rivayet edilen ve mütevâtir derecesine ulaşamıyan hadîstir.

Mevâli: Mevlâ kelimesinin çoğulu olup azatlı köleler demektir. Arap aslı olmayan müslümanlara da «mevâlî» denildiği vâkidir.

Mevlâ: Sahip, efendi; azad edilmiş köle, azatlı. Allah'ın isimlerinden biri.

Mevzii': Konu, konmuş. Usûl-i hadîsde: Uydurma hadîs'e denir.

Mihnet: İşkence, baskı, eziyet. Muhaddis : Hadtsçi, hadîs bilgini, hadîs râvîsi.

Muhafriç: Tahriç yapan fakîh veya muhaddis.

Muhkem : Sağlam. Terim olarak; söylendiği mânâya açıkça delâlet eden,

tevil veya tahsis kabul etmeyen söz. Çoğulu:

Muhkemât. Muhsan : Evlenmiş ve hür müslüman, iffetli kimse.

Mukaddime: Öncül, kıyasta neticeye ulaştıran önerme (kaziyye)  lerden

herbiri. Giriş, önsöz. Çoğulu: Mukaddimat.

Mukallid: Başkasına uyan, başkasını taklit eden.

Munkatı1: Kesik, kesilmiş. Hadîs terimi olarak: İsnadında bir râvisi düşen veya müphem bir râvî zikredilen hadîs'e denir. Murabaha: Malı muayyen bir kârla satma,,kazanç sağlama .(Türkçemizde tefeci anlamına gelen murabahacı sözü ile karıştırılmamalıdır.)

Mut'a Nikâhı: Bir kadın ile belirli bir süre içerisinde, bu kadına muayyen bir ücret vermek suretiyle karı koca hayatı yaşamk için akdedilen muvakkat nikâh.

Muttasıl: Bitişik, aralıksız. Usul-i hadfs'de; İsnad bakımından Peygamber

(S.A.V.)'e ulaşan hadîs'dir.

Mubah: Yapılması veya yapılmaması dince serbest bırakılmış olan şey.

Mücmel: Mânâsı anlaşılamıyacak derecede kapalı ve îzâha muhtaç söz, kısa ifade.

Müctehtd: Âyet ve hadîslerden hüküm çıkarma ve yeni meseleleri hallet­me kudretine sahib olan bilgin.

Müeddib: İlim ve edeb öğreten, terbiyeci. Bir çocuğun hem eğitimine, hem de öğretimine memur edilen özel öğretmen.

Müftî: Dînî meselelerin hükmünü açıklayan bilgin.

Mükâtebe : Belirli bir miktarda para kazanıp ödemesi şartıyla köleyf azâdetme akdi.

Münasip Vasıf: İslâmî emir ve nehiylerdeki hikmet ve maslahatı anlat­mak için kullanılan bu terim, bir kısım Hanbelîlerce kıyastaki illet karşılığındadır. Buna hikmet de denir.

Münferid: Tek, tek tük, pek az, şaz.

Mürsel: Kayıtsız, başıboş. Mürsel hadîs: Tabiînin sahâbîyi atlayarak Pey­gamber (S.A.V.) 'den rivayet ettiği hadîs.

Mürted: İslâm'dan dönen, dînini değiştiren.

Müsâkaat: Ağaç birinden, emek ve bakım diğerinden olmak ve meyve aralarında taksim edilmek üzere yapılan ortakçılık.

Müsteftî: Fetva soran kimse.

Mütekellîm : Konuşan veya söyleyen anlamına gelen bu söz, ilm-i kelâm bil­gini demektir.

Müteşâbih: Birbirine benzeyen. Usûl-i fıkha göre, Kur'ân-ı Ker'îm ve ha-dîs-i şerifte geçen ve ne kasdedildiği kesin olarak bilinemeyen söz. Çoğulu: Müteşâbihât.

Mütevâtir: Yalan üzerinde toptan birleşmeleri aklen imkânsız olan bir top­luluğun, aynı şekilde başka bir topluluktan rivayet etmiş olduğu haber veya hadîs.

Mütevelli: Vakıf işlerini yönetmek için tâyin edilen kimse. Umumiyetle müteveilîye vakfın gelirinden belirli bir miktar tevliyet hakkı ve­rilir.

Müzâraa: Emek birinden, tarla diğerinden olmak üzere yapılan ortaklaşa ziraat.

Nafaka: Yaşayabilmek için gerekli olan akçe, zarurî ihtiyaç. Yetim, yaşlı ve yoksul kimselere veya boşanmış olduğu halde kocalarıyla he­nüz ilişkileri kesilmemiş olan kadınlar için tâyin edilen yiyecek, - giyecek, mesken ve benzen şeyler. Veya bunları karşılıyacak para.

Nafile: Farz ve vacip olmayan. Sünnet anlamına da kullanılır.

Nahiv (Nahv) : Arap Dili Grameri, cümle bilgisi.

Naib: Vekil, kadı vekili.

Nâkibu'l-Eşraf: Peygamber (S.A.V.) soyundan gelen kimse (şerif) lerin soy-kütük fşecere) (erinin bozulmamasını teminle görevli kişi; bu soydan gelen kimselerin işlerine bakmak için devletçe görevlen­dirilen zat.

Nakil (NakI) : Herhangi bir şeyi bîr yerden başka bir yere götürme, taşı­ma, rivayet. ı

Nâkil: Nakleden, taşıyan, rivayet eden, râvî.

Nâsih : Nesh eden, bir şeyin hükmünü kaldıran.

Nass: Te'vil kabul etmeyecek bir şekilde bir hüküm ifade eden âyet veya hadîs; delil, açık ifade; metin. Çoğulu: Nusûs.

Nâtık: Konuşan, söyleyen.

Necaset: Pislik; Dince pis olan şey.

Nefs-i Levvâme: Kötülük işledikten sonra bunun fenalığını göstermek ve kınamak suretiyle vicdan azabı veren nefs.

Nehiy (Nehy) : Dince bir işin kesin olarak yapılmamasını isteme, yasak­lama.

Nesih (Nesh) : Değiştirme, hükmünü kaldırma. Şer'î bir hükmün tatbik­ten kaldırılmış olduğunu bildirme.

Nüzul: Aşağı inme, bir yere konaklama. Ayetlerin inişi.

Örf: Kanunla veya şeriatın emir ve nehiyleriyle sınırlanmamış olan ve bir memleketin halkınca iyi kabul edilen gelenek, teamül.

Râvî: Rivayet eden, haber getiren, hadîs nakleden.

Rehin (Rehn) : Bir hak karşılığında teminat olarak alıkonan herhangi bir mal: Tutu, ipotek.

Reşîd: Rüşde ermiş, aklı başında, ergin.

Re'y: Görüş, fikir beyan etme, içtihat, rey.

Rical: Kişi ve adam anlamına gelen (racül) sözünün çoğulu olup usÛl-I ha­dîste râvîler, hadîsin senedleri demektir.

Ruhsat: Kolaylık, müsaade, usûl-i fıkıhta, kulların özürlerine binaen ken­dilerine kolaylık olmak üzere, ikinci derecede meşru kılınan şey.

Rüşd: Akıl, erginlik; iyiyi kötüyü bilip ayirdetme. Doğru yoldan gitme.

Sabr-ı Cemil: Güzel sabır.

Sâdık: Doğru, gerçek, güvenilir, emin.

Sagîr: Küçük, çocuk.

Sahâbî: Fahr-I Âlem (S.A.V.) Efendimiz'! müslüman olarak görme ve ken­dileriyle sohbet etme şerefine eren ve islâm üzere ölen kimse. Çoğulu: Sahabe ve ashâb.

Sâhibü's-Surta: Emniyet müdürü, emnivet âmiri.

Sahîh: Doğru, saölam. Hadîs terimi olarak; Adalet ve zat şartlarını haiz olan râvîlerln, Peygamber (S.A.V.)'e kadar uzanan bir isnadîa ri­vayet, ettikleri hadîs'e denir.

Sâime : Yılın çoâunu umumî otlaklarda yayılarak beslenen deve vb. hayvan.

Sâmit: Susan, konuşmayan, sükût eden,.

Saltanat Nâibl: Sultan vekili, genel vâlî.

Sarf: Harcama, çevirme, para bozdurma. Arap Dili Gramerinde<şekil bil­gisi.

Seddü'z-Zerâyl': Kötülüğe sebep olan yolları kapatma, kötülüğe vâsıta olan şeyleri yasaklama.

Sefîh: Israfçı, malını yerli yersiz saçıp savuran.

Selef: Eski, geçmiş, önceki. Çoğulu: Eslâf.

Selef-i Salih: Dînin emir ve nehlylerine tam olarak uyan geçmiş kimse ve­ya kimseler.

Selefiyye: Selef mezhebinde olan kimseler; Allah'ın İsim ve sıfatlarını nass'larda varit olduğu gibi kabul eden ve bunları te'vi! cihetine gitmeyen müslümanlar. Sahâbî ve tabiîler böyle idiler.

Selem : Para peşin ve mal veresiye olmak üzere yapılan bir çeşit alım - sa­tım akdi.

Sened: Peygamber CS.A.V.) 'den rivayet edilen hadîs metninin takip ettiği yol râvîler silsilesi. Senet, vesika.

Sika: Güvenilir, emin, mevsuk kimse. Hadîs rivayetinde: Adalet ve zabt şartını haiz olan râvî. Çoğulu: Sikât.

Siyâset-i Şer'iyye: Şer'î cezaların tatbikinde şiddetli davranma. Diğer bir tarife göre; beşeriyyetin salâh ve intizamı için şer-i şenfin kabul ve iltizam ettiği bir kısım cezaî hükümlerdir. İslâm âmme huku­kunun bîr dalı.

Siyer: Sîret'in çoğulu olup gidişat ve insanın tuttuğu manevî yol demek­tir. Hz. Peygamber'in yaşayışı, savaşlanndaki tutumları, cihad ve savaş mânâlarında kullanılır.

Sükûtî fcmâ': Herhangi bir asırda belli bir mesele hakkında ortaya atılan dînî bîr görüşü incelemeye kâfi gelecek bir müddet İçerisinde rhüctehidlerin sükût etmeleriyle hâsıl olan icmâ.

Sünnet: Peygamber (S.A.V.)'in söz, fiil ve takrirleri. Gelenek.

Şaz: Umûmî kaideye uymayan, kural dışı, münferit. Usûl-i hadîsde: Ada­let ve zapt şartlarını haiz olan bir râvînin, aynı vasfı haiz diğer râvîlerin rivayetlerine muhalif olarak rivayet ettiği hadîs.

Şehr-i Haram.: Zilka'de ayı. Bu ayda savaş haram kılınmıştır. Zilhicce, Mu­harrem ve Recep ayları da savaş haram olan aylardır. Bu aylrın dördüne birden «Eşhür Hurum» denir.

Şerî'at: Doğru yol, ilâhî kanun. Bîr kavim veya ümmetin idaresi için ilâhî emir ve nehiylere dayanan kanun: Hukuk.

Şîa: Taraflar, yardımcı, fırka, şiîler. Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen İhtilafta Hz. Ali tarafını tutanlar.

Şirk: Allah'a ortak koşma.

Şürâ: Müzakere yeri, meclis, meşveret, istişare.

Şurtî: Polis, zabıta.

Tabii: Peygamber (S.A.V.)'in sahâbîleriyle görüşme imkânına ermiş olan ve sahâbîlerden hadîsi şerîf nakleden kimse. Çoğulu: Tabiîn, tabfûn.

Tahrîm : Haram kılma. Bir şeyin haram olduğunu bildirme.

Tahsis: Hususîleştirme, özelleştirme. Genel bir hüküm ifade eden bir sözü - belirli bir hükme mahsus kılma.

Tahric : Lûgatta çıkarmak manasınadır. Fıkıh ıstılahında: Müctehidlerin da­yandıkları nass'iara, kaide ve esaslara göre şer'î hükümleri açık­lama işi.

Takiyye: Korktuğu için fikrini gizli tutma, sır tutma, sakınma.

Talâk: Karıyı boşama, nikâhı fesh etme.

Takrir: İfade etme, belirtme, aynen kabul etme; ikrar.

Takarrub: Yaklaşma, bir şeye yakın olmak için çalışma Allah'a yakınlık kazanmak için ibâdet etme.

Ta'lil: Bir hükmün sebep ve illetlerini tesbit ederek ortaya çıkarma; kıyas.

Ta'n : Yerme, kötüleme, dil uzatma.

Tavaif-i Mülûk: Endülüs Emevî Devleti çöktükten sonra orada meydana çı­kan küçük emirler.

Tazmin: Sebep olduğu zarar ve ziyanı ödeme. Telef edilen mal ve benze­ri şeylerin kıymetini sahibine verme. Çoğulu: Tazminat.

Teba-i Tabiîn : Tabiîlerle görüşüp bunlardan hadîs-i şerîf nakleden kimseler.

Teberrî: Uzaklaşma, uzak durma. (Türkçede teberrâ şeklinde söylendiği zaman) Ehl-i Beyt'e zulm edenleri sevmeme ve böyleierinden uzaklaşma.

Tecsîm: Bir şeye vücut verme, cisim isnat etme, eismânîleştirme.

Tefsir: Açıklama, bir sözü îzah etme. Kur'ân-ı Kerîm'in sözlerini açıkla­ma ve te'vil etme: Yorum.

Tefviz: İşi başkasına bırakma. Her şeyi Allah'a havale etme ve O'ndan bilme.

Temlik: Bir malın mülkiyet hakkını başkasına verme, mülkiyeti nakil.

Temellük: Bir şeyi kendisine mal etme, mülkiyetine sahip çıkma.

Tenkîh: Ayıklama, bir eseri gözden geçirerek lüzumsuz ve yanlış kısım­larını çıkarma.

Tereke (Terike) : Ölen kimsenin bıraktığı, mal ve mülk gibi şeyler.

Terim: Bak. İstılah.

Teserrî: Cariyeyi odalık edinme, istîfraş.

Teşbîh : Benzetme, kıyas etme. İlm-i Kelâmda: Ailâh'ı, maddî ve canlı var­lıklara benzetme veya Allah'ı yaratıklara ait sıfatlarla vasıflandır­ma anlamında kullanılır.

Teşrî': Yasama, kanun koyma.

Tevatür: Yalan üzere ittifakları aklen mümkün olmayan bir cemâatn riva­yeti.

Tevhid: Birleme, birleştirme. Allah'ın bir olduğunu söyleme. Lâ İlahe İl­lallah Allah'dan başka Tanrı yoktur, sözünü zikretme.

Te'vil: Bir sözü zahirî mânâsından başka bir mânâ ile açıklama, tefsir etme.

Tevliye: Ticarî bîr terim olarak: Malı alış fiatına satma demektir. Vakıf te­rimi olarak (tevliyet) da: Birini, vakıf işlerini idare etmek üzere görevlendirme.

Umre: İhram giymek suretiyle yılın herhangi bir mevsiminde Kâ'be'yi ta­vaf ve Safa ile Merve arasında yapılan Sa'y'den ibaret bir hab ibdeti.

Usûl: Bak: Asi.

Usûl-i Fıkıh: Fıkhın kökleri demek olup «Tafsîlî (ayrı ayrı) delillerine da­yanarak amelî olan şer'î hükümleri istinbat için başvurulan kaide­ler ilmi»dir. Modern bir deyişle ve yaklaşık olarak: İslâm hukuku metodolo)isi.

Ülü'I-Emr: Emir sahipleri, devlet reisi ve onun adına hükmeden vali, kadı

ve benzeri kimseler. ÜmmıTI-Veled: Efendisinden hâmile kalarak çocuk doğurmuş olan câriye.Böyle bir câriye, efendisinin ölümü ile hür olur.

Vâcib: Ekseri İslâm hukukçularına göre farz ile vacip aynı şeydir. Hanefîlere' göre vâcib, delilinin kuvveti bakımından farza nisbetle ikinci derecede gelen dînî emir olup şöyle tarif edilebilir: Şer'an kat'î bir delil İle sabit olmamakla birlikte, yapılması kuvvetli bîr delil ile sabit olan şey.

Vadia: Bir malı alış fi atın dan aşağısına satma.

Va'd: Söz verme. Allah'ın kullarına va'detmiş olduğu mükâfat.

Vaîd: Korkutma, kötü bir şey va'detme; Kötülük işleyen kullarına Allah'ın va'detmîş olduğu ceza.

Vahdâniyyet; Birlik, Allah'ın birlik sıfatı.

Vahiy (Vahy) : İlham. Allah'ın emir ve nehiylerıni belli bir melek (Cebra­il) vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesi veya ilham etmesi.

Vakıf (Vakf) : Hapsetme, alıkoyma. Bir ayn'ı, mülkiyeti Allah'a ve menfa­ati kullara ait olacak şekilde temlik ve temellükten alıkoyma. Vakfın gelirinin (gailesinin) kimlere veya nerelere sarfedlleceği umumiyetle vâkıf tarafından bir vakfiye ile kadı huzurunda tesbit (tescil) edilir.

Vâkıf: Bir malı vakıf yapan kimse.

Vasî: Bir kimsenin ölmeden önce, kendisi öldükten sonra yapılmasını is­tediği işleri yürütmek için tâyin ettiği şahıs. Yetimlere ve malla­rına bakan kimse.

Vasiyet: Bir kimsenin ölmeden önce, kendisi öldükten sonra yapılmasını istediği işleri birine bırakması.

Vecih (Vech) : Yüz, şekil, anlayış farkı, görüş.

Vedîa: Muhafaza edilmek üzere birine emanet bırakılan mal.

Velâ': Dostluk, yakınlık, yardım. Efendisiyle azat ettiği köle veya câriye arasındaki ilişki. Ekseriyete göre, nesebi belli olmayan bir kimse ile başka bir şahıs arasında yapılan, genellikle yardımlaşma esa­sına dayanan özel bir akid şekli.

Velayet: Velî olma, velilik.

Velî: Sahip. Bir çocuk veya kadının, gerek ana-babası, gerek yakınakra-bası ve gerekse vasîsi olsun, işlerine bakan ve bunlardan sorum­lu olan kimse. Ermiş kişi. Çoğulu : Evliya.

Veraset: Vâris olma, mirasçı olma. Bir şey soydan İntikal etme, kalıtım.

Zabt: Bir râvînin, işitmiş olduğu hadîsi, herhangi bir değişikliğe uğrama­dan hafızasında tutması ve gerektiği zaman aynen tekrarlıyabil-mesi.

Zahir: Açık, ortada olan, görünen. Bir şeyin dış yüzü. Te'vil kabul eden söz. Sözün dış anlamı.

Zahirî: Dıştan görünen, zahirde olan. Âyet ve hadîslerin tevîllni kabul et­meyen ve zahirî mânâlarına bağlı kalan kimse.

Zaîf: Lûgatta arık, güçsüz demektir. Hadîs terimi olarak: Sahih ve hasen hadîsin" sıfatlarını haiz olmayan hadîs'e denir.

Zann-ı Galîb: Bak. Galip zan.

Zerâyi: Zerîa sözünün çoğulu olup vâsıta ve sebep demektir.[2]

 

 



[1] Bu sözlük, mütercim tarafından ilâve edilmiştir.

[2] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/574-589.