Siyasî
Mezheplerin İhtilaf Ettikleri Konular
Hilafet
Meselesi Hakkındaki İhtilafın Aşamaları
İslâmdaki
'Siyasi Mezhepler Bieee Dînî Mezheptir
Siyasî mezheplerin
hepsi, en büyük imamlık olan «Hilafet» meselesi etrafında dönüp dolaşırlar.
Bu vazifeyi üzerine alan ve
müslümanlann en büyük idarecisi olan kişi, müslümanlann işini idare hususunda
Peygamber Efendimizin (S.A.V.) halifesi sayıldığı için bu müesseseye «Hilafet»
denilmiştir. Bu müesseseye «İmamet» de denilmiştir. Çünkü Halifeye -İmam»
deniiliyordu. Ayrıca müslümanlar,.kendilerine imamlık yapan kişinin peşinde
namaz kıldıkları gibi, işlerini yürüten Halifenin de peşinden gitmek
zorundadırlar. Nasıl ki cemaat namazda imamdan ayrılamazca, bunun gibi
müslümanlar da Halifeye itaat etmek mecburiyetindedirler.
Peygamberlik Hilafeti
müessesesi, müslümanîann işini yürütecek, kabul ettikleri dinlerini koruyacak,
can, mal ve inanç hürriyetini muhafaza edecek bir halifenin müslümanîann
başında bulunmasını gerektirir.
İbn-i Haldun iktidarı
üç kısma ayırır.
1 — Tabii iktidar
2 — Siyasî iktidar
3 — Peygamberi iktidar,
1 — Tabii iktidarda insanlar, şehevî arzuların ve şahsî
çıkarların isteklerine boyun eğidirilirler.
2 — Siyasî iktidarda insanlar, dünyevî çıkarları elde
edip zararları uzaklaştırmak için akli görüşlerin gereklerine boyun
eğdirilirler.
3 —
Peygamberi bir iktidar olan Hilafette ise insanlar uhrevi menfaatleri ve netice
itibariyle âhiret'e hizmet eden dünyevî menfaatleri hususunda şer-i şerifin
görüşlerinin gerektirdiği yola sevkedilirler. —Aslında dini bize gönderen Allah
nazarında bu dünyanın bütün halleri âhiretin menfaatlerine yöneliktir.—
Esasında Halifelik dini koruma ve dünyaya müteallik işleri yürütme hususunda
şeriatın sahibine vekil olmaktır.
Bundan anlıyoruz ki bu
üç iktidar şeklini birbirinden ayıran nokta, yönetimin dayandığı temel
prensiptir. Eğer yönetim baskıya dayanıyorsa böyle bir yönetim, tabii bir
yönetimdir. Zira insanda yaradılıştan saltanatı sevme duygusu vardır. Böyle bir
yönetimde temel düşünce baskı olduğuna göre bu yönetime, iktidarı ele geçirme
arzusu hakim olur. Münafıklar bu arzuyu «büyük lütuf» olarak ad-landırsalar
bile ...
Eğer yönetim, akli
hükümlere dayanıyorsa, böyle bir
yönetim siyasî bir iktidardır.
Şayet yönetimin
temelini îslâm dini teşkil ediyorsa böyle bir yönetimin adı «Halifelik» tir.
Bu, güzel bir taksimdir. Ancak şunu ifade etmemiz gerekir ki îslâmın getirdiği
peygamberi hilafette selim bir aklın
hükmünün ye menfaatleri dikkate almanın da yeri vardır. Çünkü, devlet yönetimi
siyaseti hakkındaki deliller sınırlıdır. Genel prensipler şeklindedir. Bunun
içindir ki selim akim hükümlerinden istifada etmek, ve islâm devletini,
şeriatın ışığı altında bu hükümlerin gereklerine göre idare etmek icabeder.
Diğer yandan devlet idareciliğinde menfaatleri dikkate almanın da büyük
bir yeri vardır. "Ancak
menfaatlerin, şer'i esaslarla çelişmemesi, onlara uygun düşmesi gerekir.
İbn-i Haldun'un
anlattığı şekildeki bir Hilafet —ki onda menfaatlerle dinî emirler birbiriyle
bağdaştırılır— Hulefa-i Raşidin döminde gerçekleşmiştir. Hulefa-i Raşidin,
(R.A.) İslâmın koyduğu cezalan ve diğer hükümleri tatbik ediyor ve bunların tam
olarak tatbikini denetliyorlardı. İnsanları dine davet ediyor, dinde anlaşılması
güç olan meseleleri insanlara açıklıyorlardı. Bunun yanında, insanlann
menfaatleri neyi gerektiriyorsa, o yönde durmadan çalışıyorlardı. Zira, gerçek
menfaatler, dinen de menfaat kabul edilmiştir. Haram şeylerde bir takım
faydalar bulunduğu iddiası bâtıldır, asılsızdır. Bunlar, görünüşte faydalı
olduğu zanredilse bile aslında
zararlı şeylerdir.
Adaleti sağlayan,
zulmü ortadan kaldıran, insanların gerçek menfaatleri için çalışan, dinî bir
hilafet müessesesini ayakta tutmanın müslümanîar üzerine farz olduğu hakkında,
bütün İslâm siyasî mezhepleri ittifak halindedirler. Bu hususta herhangi bir
mezhep, diğerinden farklı düşünmemiştir.
Bu mevzuda îbn-i Hazm
şöyle der: «Bütün ehl-i sünnet velce-ma,at mezhebinden olanlar, mürcie
mezhebine mensup olanlar ve Hariciye mezhebinden olanlar, hilafetin müslümanîar
için farz olduğu hakkında ittifak etmişlerdir. İslâm ümmetinin adaletli, müslümanîar
arasında Allah'ın hükümlerini tatbik eden ve müslümanları Resulûlîah
(S.A.V.)'ın getirdiği şeriata göre idare eden bir Halifeye boyun eğmelerinin
farz olduğu hakkında da ittifak etmişlerdir. Bu mevzuda sadece, Haricilerden
olan «Necedat» fırkası itirazda bulunmuşlardır. «Necedat» lar «İnsanları
Halife seçmeye zorlamak gerekmez. İnsanlar kendi haklarını bizzat kendileri
almalıdırlar» derler. Bu fırkadan olanlar, Yemameli «Necde bn. Uveymir
El-Hanefî» adlı kişiye mensupturlar ve bugün onlardan herhangi bir kişinin
kaldığını tahmin etmiyorum. Bu fırkanın iddiası yersizdir. Yukarıda zikrettiğimiz
mezheplerin, bunların görüşlerinin hilafında ittifak etmeleri, bunlara cevap
olarak kâfidir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim ve sünnet-i seniyye, Hilafetin farz
olduğunu beyan etmektedir. Allaf Tea-lâ'nm şu kelamı buna delildir: «Ey iman
edenler Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat
edin.»[1]
Bu âyet-i kerimenin
yanında Halifeye itaati emreden ve Hilafetin farz olduğunu beyan eden birçok
sahih hadisler mevcuttur.
Müslümanlar sadece
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in vekilliği sayılan Hilafetin farz olduğu
hakkında ittifak etmemişler, bunun yanında, Resulûllah'a Halife olmaya layık
bir kişinin Halife yapılması mümkün olmadığı takdirde hakem'e baş vurulmasının
gerekliliği hakkında da ittifak etmişlerdir. Bu nedenle Hz. Ali (R.A.) «Hüküm
ancak Allahmdir» diyerek kendisinden ayrılan Haricîlere cevaben şöyle
demiştir: «Bu, kendisiyle bâtıl kastolunan hak bir sözdür. Evet hüküm ancak
Allahmdir, fakat bunlar bu sözleriyle (Emirlik ancak Allahındır) demek
istiyorlar. Halbuki insanlar için, muttaki olsun, günahkâr olsun, mutlaka bir
Emir gerekir ki müminler onun emrinde çaüşsin, kâfirler hayatlarını devam
ettirsin, Allah onunla vadeleri tamamlasın, onun vasıtasıyla vergiler
toplansın, düşmanlarla savaşılsın, yollar emniyete kavuşturulsun, zayıfın hakkı
güçlüden alnısın, böylece iyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanlardan da
kurtuZunmuş olsun.»[2]
Hidayet rehberi Hz.
'Ali (R.'A.)'ın buyurduğu gibi emirlik müessesesi gerekli olduğu için âlimler,
emirliği iki kısma ayırmışlardır.
1 __
Peygamberi hilafet şeklindeki emirlik: Bu tip emirlik, ileride izah edeceğimiz
Peygamberi Hilafetin şartlarım haiz olan bir emirliktir.
2 __
Peygamberi olmayan emirlik, şayet Peygamberi hilafet şartları tahakkuk etmez
de birisi ortaya çıkarsa, Peygamberi
Hilafeti £jwceye kadar bu kişiye uyulur, inşallah ilerde bu meseleleri izah
edeceğiz.[3]
Müslümanlar, bir kısım
siyasî meseleler hakkında ihtilaf etmişlerdir.
Genellikle ihtilaflar dört nokta etrafında toplanmıştır.
1 — Ayni zamanda iki Halife caiz midir? Yoksa Halifenin
tek olması mı gerekir? meselesi.
2 — Halifenin, Kureyş kabilesinden olması meselesi.
3 — Halifenin hiçbir zaman günah işlememiş olması veya günahkâr
olabilmesi meselesi.
4 —
Halifenin, Kureyş kabilesinin sadece belirli bir kolundan olması veya Kureyşin
diğer kollarından da olabilmesi meselesi.
İşte ihtilafların
mihveri bu hususlardı. Siyasî guruplardan bahsederken bu ve diğer meseleler
hakkında her gurubun görüşü ortaya çıkacaktır.
Anlatılan meselelere ilave
edilmesi gereken bir husus daha vardır. O da Halifenin seçim
şekilleridir. Bu meseleyi de
guruplardan herbirinin Hâlifenin seçimi hakkında uyulmasını gerekli gördükleri
metodlarmı açıklarken izah edeceğiz.
Şu bir gerçektir ki;
Hilafet hakkındaki ihtilaflar, başlangıçta mezhepler şeklinde ortaya çıkmamıştır.
Çünkü herhangi bir mezhebin ortaya çıkışı, bir gurup araştırmacı ilim
adamlarının planladıkları ilmî metodlarm varlığını gerektirir. Öyle ki, ilim
adamları düşüncelerini açık seçik olarak mezheplerine temel prensipler şeklinde
yerleştirirler. Sonra her metodun kendine göre bir ekolü ortaya çıkar, bu
temel prensiplere inanır, onları savunur, çeşitli araştırma ve incelemeler
yoluyla onları takviye etmöye çalışır.
Evet, metodlar,
mezhepler veya guruplar, ihtilafın başlangıcında teşekkül etmezler. Önce
ihtilaf başlar, sonra zamanla düşünceler gelişir, kabul görür. Bu görüşlerden
herbirine tâbi olanlar "birbirleriyle tanışırlar, neticede mezhepler
oluşur. İşte bu sebeple iki hususu aydınlığa kavuşturmamız gerekir.
a) Hilafet müessesesi etrafında meydana gelen
ihtilaf aşamaları.
b) Bu aşamalarda üzerinde ittifak veya ihtilaf
edilen hususlar.
İhtilaflar, Hulefa-i
Raşidin devrinde olmuş, daha sonra guruplar ortaya çıkmış, Emevîler ve daha
sonraki dönemlerde ise siyasî mezhepler oluşmuştur.[4]
Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'den, kendisinin,
vefatından sonra yerine kimin Halife olacağına dair kesin bir delil veya açık
bir işaret gelmemiştir. Bu hususta sadece, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ölüm hastalığında iken Hz. Ebubekir
(R.A.)'in müslümanlara imam olmasını
emretmesinden başka bir şey yoktur. Bir kısım insanlar, bu işaretten, Hz,
Ebubekir (R.A.)'in müslümanlara Halife olması gerektiği sonucunu
çıkarmışlardır ve şöyle demişlerdir: «Re-sulûllah (S.A.V.)
Ebubekir (R.A.)'i dinimiz
hususunda seçmiş ve onu münasip
görmüştür. Biz onu dünyamız için neden münasip görmeyelim?» Fakat bu, yorum gerektirmeyen bir olayı,
gerektiriyormuş gibi saymaktır. Çünkü dünya siyaseti, dinî işlere benzemez. Bu
sebeple buradaki işaret açık değildir. Bunlara ilaveten «Sakife» toplantısında
Muhacirlerle Ensar, Halifenin hangi kabileden olacağı hususunda münakaşa
ederlerken toplantıda bulunanlardan herhangi biri yukarıda ifade edilen delile
dayanmamıştır.Toplantıda bulunanların, namazda imam olmakla, Halife olmak
arasında bir bağlantı kurmadıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca, bir işaret olduğu
kabul edilse bile bu husus, sadece Hz. Ebubekir (R.A.)'m şahsına mahsus bir
işarettir. Halifenin nasıl başa geçirileceği meselesini halletmiş sayılmaz.
Burada okuyucu:
Kur'an-ı Kerim niçin Halifeliğin temel prensiplerini zikretmemiştir? ve
sünnet-i seniyye, Halifeliğin şartlarını ve Halife olacak kişinin sıfatlarını
neden beyan etmemiştir? diye sorabilir. Buna cevaben deriz ki: «Kur'an-ı
Kerim, îslâmî yönetimin üç temel prensibini beyan etmiştir. Bunlar, «Adalet»,
«İstişare» ve ister istemez «emir sahibine itaat etmektir. Ancak, emir sahibi
bir günah işlemeyi emrederse onu dinlemek ve ona itaat etmek caiz değildir.
Kdalet hakkında âyet-i kerimeler, mevcuttur. Bunların adalete delil olmaları
kesindir, bu hususta hiçbir şüpheye yer yoktur.
İstişareyi, gökten
kendisine vahiy gelen Peygamber Efendimiz (S.A.V.) emretmiştir. Onun hakkında
da Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır : «Onun her konuştuğu, Allah tarafından
vahyedüen bir vahiyden başka bir şey değildir. Ona o vahyi, son derece kuvvetli
bir melek Öğretti.»[5]
Yine Allah Tealâ
peygamberine istişareyi emrederken şöyle buyurmuştur: «...İşlerde onlarla
istişare et...»[6] Allah Tealâ istişareyi
hakkında nass bulunmayan hususlarda müslûmanlann bütün işlerinde umumî bir
prensip kıldığını beyan ederek şöyle buyurmuştur : «Müslümanların işi,
aralarında yapılan istişare ile halledilir.»[7]
îtaat ise, Kur'an-ı
Kerim ile sabittir. Bu hususta Alllah Tealâ şöyle buyurur: «Ey iman edenler,
Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Eğer
Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, aranızda herhangi bir şeyde
anlaşmazlığa düştü günüz zaman onun hükmünü, Allah'a ve Pevgamber'e havale
edin...»[8]
Peygamber Efendimiz de
bu hususta şöyle buyurur: «Müslüman kişinin, istediği veya istemediği şeylerde
emir sahibine itaat etmesi gerekir. Ancak günah bir iş emredilirse dinlemesi ve
itaat etmesi caiz değildir.»[9]
İslâm şeriatı bu üç
temel prensibi getirerek Islâmi bir yönetimin üzerine kurulduğu direkleri beyan
etmektedir.
Şüphesiz ki idareciyi
seçme, onun icraatını denetleme ve onun haklarını tayin etmede temel prensip
sayılan istişare, toplumlara, milletlere ve çeşitli durumlara göre
değişmektedir. İşte bu sebeplerle İstişare için belli bir usul tayin etmek
caiz ve uygun değildir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (S.A.V.)
Halifenin seçimi için belirli bir yol ve değişmez bir usul koymamıştır. Çünkü,
en mükemmel nizamlar bile milletten millete değişmektedir.
İstişare yoluyla
seçilen idareci, mutlak bir yetkiye sahip değildir. O, birinci olarak dinî
hükümlerle bağlıdır. Zaten onları tatbik etmek, idareciliğin birinci gayesidir. İkinci olarak,
idareci istişare ile bağlıdır. îdarecnin yanında, kendileriyle istişare
edebileceği, hatta kendisini doğruya sevkedecek kişileri bulundurması gerekir.
Bütün bu izahlardan
sonra deriz ki: Müslümanlar, yukarıda zikredilen sebeplerden dolayı, Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'in vefatını müteakiben, müslümanları idare etme hususunda
kimin Resulûllah'a Halife olacağı meselesinde ihtilafa düşmüşlerdir.
a) Ensar s
Peygamber Efendimiz ve muhacirleri barındırma ve onlara yardım etme
meziyetlerinden dolayı, Halifenin kendilerinden olması görüşünde idiler. Evet,
Ensar, îslâmın koruyuculuğunu yapmış ve Resulûllah (S.A.V.)'a yardım
etmişlerdir.
Ensar, Resulûllah'm,
Hilafeti, herhangi bir 'Arap kabilesi veya ailesine tahsis ettiği görüşünde
değillerdi.
b) Başta Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer olmak üzere diğer bir gurup ise Halifeliğin, muhacirlere
ait olduğu görüşünde idiler. Çünkü onlar daha önce müslüman olmuşlardı. Bir de
Araplar, ancak Ku-reyş kabilesine boyun eğerlerdi.
c) Üçüncü
bir gurup ise Halifeliğin, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in ailesi Haşimoğullarına
ait olduğu görüşünü ileri sürdüler ve daha önce müslüman olması, zor durumlarda
İslâmı savunması ve ilimde, dini anlamada ileri bir seviyede olması hasebiyle
Haşim-oğullarınm en üstünü olan Ali b. Ebi Talib'in Halife seçilmesini istediler.
İhtilaf uzun sürmedi.
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in katıldığı gurup Benî Saîde Sakifesi toplantısında
ağır bastı ve Halifeliğe Hz. Ebubekir seçildi. Ensar'dan olan Sa'd îbn-i Ubade
hariç, oy birliği ile Hz. Ebubekir'e biat edildi. Böylece bilinci görüş olan
Ensarın görüşü tarihe karıştı. Daha sonra bu görüşe davet eden herhangi bir
mezhep görülmedi.
Üçüncü görüş ise,
üçüncü Halifenin sonuna kadar yatışmış olarak kaldı.
Müslümanların Hilafet
hakkındaki' ihtilafları Hz. Ebubekir ye Hz. Ömer dönemlerinde ve Osman-ı Zinnureyn
döneminin büyük bir bölümünde yatışmış vaziyette idi. Çünkü Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer'in şahsiyetleri ve Hz. Ömer'in müslümanlara karşı şefkatli, adaletli ve
titiz davranışı, ortaya fitnelerin çıkışını engellemede büyük rol oynamıştır.
Buna ilaveten müslümanlar, Allah yolunda cihad etmekle ve îslâm iktidarının
genişlemesine sebep olan fetihlerin organizesi hususunda birbirleriyle
yardımlaşma ile meşgul idiler. Bu sebeple Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemleri
boyunca ve Hz. Osman döneminin büyük bir bölümünde tarih, Hilafet hakkında
herhangi bir ihtilaf kaydetmemiştir. Ancak şehit Halife Hz..Osman (R.A.) döneminin
sonundaki fitnelerle tekrar ihtilaflar başgöstermiştir.
Hz. Osman (R.A.)
döneminde başgösteren fitnenin sebeplerinin izahına geçmeden önce, adıgeçen üç
Halifenin Hilafete getirilme yollarını zikredelim: Sahabe-i Kiram Halifelerin
başa getirilmelerinde üç yol takibetmişlerdir. Her Halifenin başa getiriliş
şekli, diğerlerinden değişik olmuştur.
Birinci yol: Seçim
usulüdür. Hz. Ebubekir Essıddıyk bu yolla Halife olmuştur. Seçim, müslümanlar
arasında doğrudan yapılmış ve Benî Saide Sakifesinde derhal uygulanmıştır.
İkinci yol: Veliahd
tayin etme yoludur. Hz. Ömer (R.K) bu yolla Halife olmuştur. Hz. Ebubekir
(R.A.) Hz. Ömer (R.A.)'i seçmiş kendisinden sonra onu Halife tayin etmiş ve
müslümanlardan biat almıştır.
Üçüncü yol: Başta
bulunan Halifenin bir heyet seçip seçilen heyetin, aralarından birini tayin
edip müslümânların biatma arzetmeleri yoludur. Bu yol, yaralanıp ölüm haline
geldiğinde Hz. Ömer (R.A.)'m baş vurduğu yoldur. Hz. Ömer, Hilafet meselesini
altı kişiden oluşan bir heyete bıraktı. Bunlar, ittifak ettikten sonra aralarından
birini Halife seçip, biat etmeleri için müslümaniara arzede-ceklerdi. Seçilen
bu altı kişi, aralarından Hz. Osman (R.A.)'ı Halife seçtiler ve biat için
müslümaniara aday gösterdiler. Müslümanlar da biat ettiler. Biat edenlerin
arasında Mikdad bin Elesved gibi ihtilafları önlemek için, istemeyerek biat
edenler de bulunuyordu. Böylece Hz. Osman (R.A.) Hilafete getirildi. Ne var ki
bu Halifenin döneminde büyük ihtilaflar başgösterdi, bu ihtilaftan deniz
dalgaları gibi fitneler doğdu. Bu fitneler, müslümânların siyasî yönden
parçalanmalarının ve siyasî mezheplerin ortaya çıkmasının başlıca sebebi idi.
Bu fitnelerin veya Hz.
Osman devrinde ortaya çıkan şiddetli ihtilafın bir çok sebebi vardı:
1) Bu
sebeplerden birincisi Hz. Osman (R.A.)'ın sahabe-i kiramdan muhacir ve
mücahitlerin ileri gelenlerinin çeşitli-şehirlere dağılmalarına müsaade
etmesidir. Bunlar Hz. Osman devrinde çeşitli islâm beldelerine dağıldılar.
Halbuki Hz. Ömer (R.A.) valilik veya ordu komutanlığı vazifesi yapanların
dışında sahabe-i 'kiramın ileri
gelenlerini Medine'de tutmuş ve dışarı çıkmalarına müsaade etmemişti. Bunun
sebebi Hz. Ömer, sahabe-i kiramın ileri gelenlerini yanında tuttu,
eleştirilerinden bizzat kendisi istifade etmek istedi.
Hz. Osman (R.A.)
sahabe-i kiramın îslâm şehirlerine yayılmasına izin verince bunlar, gittikleri
yerlerde gerek Halifeyi gerekse diğer idarecileri eleştirmeye başlamışlardır.
Hz. Ebu Zer el-Gıfarî'nin Şam'da şöyle söylediği rivayet edilir: «Allah'a yemin
olsun ki hiç bilmediğim bir takım işler ortaya çıktı. Allah'a yemin olsun ki bu
yapılanların ne Allanın kitabında ne de peygamberinin sünnetinde yeri vardır. Vallahi
ben, çiğnenen haklar ve diriltilen bâtıllar, yalanlanan doğru kimseler,
muttaki olmayanların tercih edilişi ve gayr-i meşru olarak biriktirilen mallar
görmekteyim.»[10]
Bu sözlerde büyük bir
şahabının açıkça ve acı bir eleştirisini görmekteyiz. Şüphesiz ki bu
eleştirinin kamu oyunda büyük bir tesiri olur, özellikle iktidardan şikâyetçi
olan ve nizam ve intizama alışık olmayan kişiler üzerinde etkisi daha fazladır.
Bunu hisseden Habîb el Fihri o zaman Şam valisi olan Hz. Muâviye'ye şöylü demiştir.
«Ebu Zer Şam'ı aleyhinize kışkırtıyor. Eğer gerekli görüyorsan onu ailesine
ulaştır.» Bunun üzerine Hz. Muaviye Ebu Zer'i Hz. Osman'a şikâyet etti. O da
Ebu Zer'i önce Medine'ye çağırdı, daha sonra da Rebze'ye sürgün etti.
Böyle bir sahabinin
sürgün edilmesinin şüphesiz ki büyük bir tesiri vardın Ebu Zer, Şam'dan
uzaklaştırıldıysa da diğer sahabiler Şam'ın dışındaki yerlerde tesirlerini
gösteriyorlardı. Buna ilaveten sahabileri dinleyenler arasında İslama yeni
girmiş, kalbleri îslâm sevgisiyle doymamış kişiler vardı. Bunların içinde
insanları fitneye davet edenler de mevcuttu. Bunların davetine uyan kimseler de
vardı.
2) Sebeplerden
biri de Hz. Osman'ın (R.A.) akrabalarını sev-mesiyle meşhur olması idi. Aslında
akrabayı sevmede ne bir günah vardır ne de bir kınanma... Fakat Hz. Osman,
vazifeleri akrabalarına verdi, çevresine onları yaklaştırdı, devlet işlerinin
bir çoğunda onlarla istişare etti. Halbuki bunların içinde kendilerine
güvenilmeyen kişiler de vardı. Hz. Osman, akrabalarıyla çokça istişare ederken
Hz. Ömer'in istişare ettiği, Ali b. Ebi TaIib,,Sa'd bn. Ebi Vakkas, Talha ve
benzeri büyük sahabîlerle az istişare ederdi.
Hz. Osman'ın
akrabaları olan Emeviler, işleri ellerinde toplamak . istiyorlar, Hz.
Osman'ı, kınayanların kınamasına ve
eleştiricilerin tenkidlerine aldırış etmemeye teşvik ediyorlar.
Bu hususta şu rivayet
vardır: Hz. Osman aleyhine ayaklananlar, Mısır ve Kûfe'den gelip onun
çevresini kuşatınca Hz. Osman, Mısırlıların uzaklaştırılması için Hz. Ali'den
yardım istedi. Bunun üzerine Hz. Ali Mısırlıları uzaklaştırdı ve Hz. Osman'a,
kendisini dinleyecekleri bir şekilde konuşmasını, kalbinde taşıdığı iyi niyetine
Allah'ı şahit tutmasını tavsiye etti. Bunun üzerine Hz. Osman konuştu. Orada
bulunanlar coştu hatta birçokları ağladı, nefret eden kalbler yatıştı, nerdeyse
kılıçlar kınına girmek üzereydi. Fenalık duyguları daha hücrelerindeyken
ölüyorlardı... Fakat o anda Hz. Osman'ın yanına1 Mervan bn. Hakem geldi ve
O'na şunları söyledi: «Babam anam sana feda olsun! Allah'a yemin olsun ki bu
söylediklerini, sana dokunamayacakları güçlü bir durumdayken söylemeni arzu
ederdim. O zaman söylediklerini en önce ben kabul eder ve sana yardım ederdim.
Fakat sen söylediklerini, kemer memelerin ucuna, sel tepelerin burnuna
dayandığı yani bıçak kemiğe dayandığı ve iş çığırından çıktığı ve alçaklar,
planı sana uyguladık lan zaman söyledin. Allah'a yemin olsun ki af dilenilecek
bir hata da ısrar etmek, o hatadan korkutularak tevbe etmekten daha güzeldir.
Sen dileseydin tevbe ederek Allah'a yakın olur ve hata ikrarında bulunmazdın.
Kapının önüne dağlar gibi insan yığılmış...»
Bunun üzerine Hz.
Osman «Git onlara sen konuş, ben onlara tekrar konuşmaktan utanıyorum.»
dedi.
Mervan dışarı çıktı.
Halk kalabalıktan, nerdeyse birbirini eziyordu. Onlara şöyle hitap etti. «Ne
istiyorsunuz? Niçin buraya toplandınız? Sanki yağmaya gelmişsiniz! Yüzünüz
.kara olsun! Herkes arkadaşının kulağına birşelyer fısıldıyor. Anlaşıldı,
iktidarımızı elimizden almak için geldiniz. Haydi gidin! Allah'a yemin olsun
ki eğer bize saldırırsamz, tarafımızdan sizin başınıza gelecek hadiseler sizi.
asla sevindirmeyecektir. Bu niyetinizin akıbetinin hoş olacağını sanmayın.
Haydi evlerinize dönün!.. Allah'a yemin olsun ki biz, elimizdeki iktidarı,
mağlup olarak başkalarına verecek adamlar değiliz!..»[11]
3) Hz.
Osman'ın akrabalarından valiler tayin etmesi: Hz. Osman'ın bu tutumu, O'nu
tarafgirlikle suçlayanların suçlama sebeplerini daha da artırdı. Vali tayin
edilenlerin bir kısmı İslâmda pek gayret göstermiş kimseler değildi. Hatta bunlardan
bi? tanesi, islâm'a girip tekrar irtidat ettiği için Resulûllah (S.A.V.) tarafından
kanı mubah sayılan Abdullah b. Sa'd b. Ebî es-Sürh idi. Hz. Osman bunu Amr b.
el-As'm yerine Mısır'a vali tayin etmişti. Bu sebeple Amr b. el-As insanları
Hz. Osman aleyhine kışkırtıyor ve şöyle diyordu: «Vallahi bir çobanla dahi
karşılaşsam onu, onun aleyhine kışkırtacağım.»
Abdullah b. Sa'd'in
vali tayin edilmesi üeziren bu kişinin aleyhine dedikodular çoğaldı, artık
günün hadisesi haline geldi. Halk «Bu şahıs önce müslüman olmuş sonra dinden
dönmüş ve Resûlul-lahı yalanlamıştır» diye konuşuyordu.
Abdullah b. Sa'd, Hz.
Osman'ın diğer valisi olan Muaviye gibi merhametli ve siyasî değil, bilâkis
sert, katı kalbli, Hz. Osman'a karşı gelmekte cesaretli biriydi. «El İmame
Vessiyase» adlı kitapta bu konuda şunlar anlatılmıştır.
Mısır halkı Hz.
Osman'a gelip valileri olan Abdullah b. Sa'd'i ona şikâyet etmişlerdir. Bunun
üzerine Hz. Osman, Abdullah'a onu tehdit eden ve onu azarlayan bir mektup
yazdı. Abdullah b. Sa'd, Hz. Osmna'ın yasakladığı şeyleri yapmakta ısrar etti.
Hz. Osman'ın yanından dönen Mısırlılardan bazılarını döverek öldürdü.»
Şüphesiz ki böyle bir
valinin yaptığı işler, müminlerin emiri Hz. Osman (R.A.)'a karşı halkı galeyana
getirecekti. Ve getirdi de... Zira Hz. Osman'ı kuşatmak için Medine'ye
gidenlerin önde gelenleri de Mısırlılardı. Çünkü Abdullah b. Sa'd'in yaptıkları
halkı, adaletin sağlanması hususunda ümitsizliğe düşürdü. Adaletin sağlanmasından
ümitsizliğe düşmek, fitne ve fesadın, cinayet ve savaşın kapılarını açar.
Çünkü fitnelerin kopmasına mani olan sur, yapılan işlerin adaletli olduğunu
hissetmektir.
4) İhtilaf
sebeplerinden biri de Hz. Osman (R.A.)'ın yumuşak huylu oluşudur.
Hz. Osman'ın, adaletli
olsun adaletsiz olsun, valilerine karşı yumuşak davranışı, insanları kendi
adaletinden ümit kesmeye sevket-miştir. Hz. Osman, valilerine karşı Hz. Ömer
gibi dikkatli ve titiz değildi. Bahusus, akraba ve taraftarlarına karşı
davranışlarında... Hz. Ömer (R.A.)'in bu husustaki şian şu idi: «Benim için
hergün valiyi vazifesinden almak,
salinTblr valiyi bir an için bile yemde tutmaktan daha hayırlıdır.
Hz. Osman (R.A.)
kendisine karşı isyan eden, evine hücum eden ve minberde iken kendisini
taşlayan kişilere karşı kesin tavır alıp ciddi davranmadı. Eğer Hz. Osman,
fitne başkaldırıp ayaklanmalar ortaya çıktığı zaman bu güruha karşı sert
tedbirler alsaydı, onlar fitne ve fesadın meseleleri halletmeyeceğini
anlayacaklar, ondan sonra işler yoluna girecekti. Yine Hz. Osman,' zalim
valileri vazifeden alsaydı bu tutumu, kendisinin kurtulmasına, müslümanlarm güvenliğinin
sağlanmasına ve ihtilafların ortadan kaldırılmasına sebep olurdu.
Sahabe-i kiramın ileri
gelenleri ona yardım etmeye hazırdı. Bunlar her silaha sarıldıklarında Hz.
Osman onları yatıştırdı. Raviler şunu anlatırlar.- Sahabe-i kiramdan savaşçı
sekizyüz kişi silah kullanmaya hazır idiler. Bunların hepsi de usta birer
savaşçı idiler. Hz. Osman, huzurun bozulmamasını tercih ettiği, müslümanlarm
birbirleriyle savaşmalarını önlemek istediği için bu hususta Sahabe-i kirama
mani oldu. Fakat ne yazık ki, bu tutumunun ilk kurbanı kendisi oldu. Hz.
Osman'ın şehid edilişi, müslümanlarm, içine düştükleri ilk felaket olmuş,
deniz dalgaları gibi her tarafa yayılan fitne kapısının açılmasına sebep olmuştur.
5)
Sebeplerin biri ve en büyüğü de, müslümanlarm arasında İslâma kin besleyen,
müslümanlara ve lalamın gölgesinde yaşayanlara tuzak kuran kimselerin
bulunmasıydı. Bu güruh îslâm için çok titiz olduklarını göstermeye
çalışıyorlardı. Halbuki bunlar zahiren müslüman görünüyorlarsa da aslında kâfir
idiler. Bunlar, Hz. Osman'ın aleyhinde kötü sözler yayıyor, Hz. Ali'nin
hakkında ise iyi şeyler söylüyorlardı. İslâm ülkelerinde insanları
kışkırtıyorlar, bazı valilerin yaptıkları hoş olmayan şeyleri de propagandalarına
vasıta yapıyorlardı. Bunların en azılısı da Abdullah b. Sebe idi. Bu adam
hakkında İbn Cerir et Taberî şöyle der:
«Abdullah b. Sebe
Sanalı (Yemenli) bir Yahudi idi. Annesi siyah bir cariyeydi. Hz. Osman
döneminde müslüman oldu. Müslümanları yoldan çıkarmak için çeşitli îslâm
ülkelerinde seyahatlarda bulundu. Önce Hicaz'dan başladı. Sonra Basra'ya daha
sonra Şam'a gitti. Şamlılardan hiçbir kimseyi istediği şekle sokamadı. Şamlılar
bunu oradan uzaklaştırdılar. Nihayet Mısır'a geldi. Orada halka söylediklerinin
bir kısmı da şunlardı. «Hz. İsa'nın tekrar döneceğini kabul edipte Muhammed'in
tekrar döneceğini yalanlayanlara şaşarım.
Halbuki Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: «Ey Muhammed, şans Kur'an'm tebliğini farz kılan Allah, seni
dönülecek yere döndürecektir...»[12]
Aynca, tekrar dönmeye Muhammed, İsa'dan daha lâyıktır... Sözlerine devamla
şöyle dedi: «Bin peygamber vardı ve her peygamberin bir vekili vardı.
Muhanamed'in vekili de Ali'dir Muhammed, peygamberlerin sonuncusu, Ali de
vekillerin sonuncusudur.» Daha sonra şunları ilave etti: «Osman, hilâfeti
haksız olarak aldı. İşte Resulüllah'm vekili burda. Bu iş için ayaklanın,
meselenin üstüne gidin. Âmirlerinizin kötülüğünü yayarak işe başlayın. Halkı
kendinize çekebilmek için, iyiliği emrediyor, kötülüğe mani oluyor-muşsunuz
gibi görünün.»
Abdullah b. Sebe
propagandacılarını her tarafa yaydı. Çeşitli ülkelerde baştan çıkardığı
kimselerle mektuplaşıyordu. Onlar, gizli olarak kendi dâvalarını yayıyor,
görünüşte ise iyiliği emrediyor, kötülüğe mâni oluyorlarmış gibi
davranıyorlardı. Çeşitli şehirlerde valilerin ayıplarını ortaya koyan
mektuplar yazıyorlar, arkadaşları da aynı hususlarda kendilerine cevaplar
veriyorlardı. Yeryüzünde geniş çapta bir propagandaya girişmişlerdi. Halbuki
açığa vurduklarının dışında asıl niyetlerini gizliyorlardı.»
Görüldüğü gibi,
tarihçilerin hocası Taberi, bu güruhun, nıüslü-manlari baştan çıkarmak için
nasıl oyunlara giriştiklerini, ayaklanmaya teşvik için Hz. Osman'ın bazı
valilerinin yaptıklarından şikâyet etmeyi amaçlarına vasıta kıldıklarını ve
müslümanları bölen sapık düşünceleri yaydıklarını beyan ediyor.
İşte bütün bu sebepler
birleşti, birbirlerine destek oldu ve neticede fitne kopup Osman-ı Zinnureyn
şehid edildi. Hz. Ali CR.A.) döneminde fitne kapılan sonuna kadar açıldı,
îslâm siyaseti sahasında köklü bir ihtilaf ortaya çıktı ve bu alanda çeşitli
mezhepler türedi.
İşte bu fitnenin
gölgesi altında Şii mezhebi ortaya çıktı. Şiiler ve taraftarları her ne kadar
Şiiliğ.in temelinin Resulullah (S.A.V.)'in vefatı anma dayandığını söylerse
de...
Hz. Ali (R.A.)
hilafeti dönemi boyunca devam eden bu fitnenin bir yankısı olarak Harici
mezhebi de ortaya çıktı.
Üçüncü Halife Hz.
Osman (R.A.) dönemi, inşallah yakında izah edeceğimiz gibi, birbirlerine zıt
«Şii» ve «Haricî» diye adlandırılan iki mezhebin ortaya çıkışıyla sona erdiyse
de bu iki mezhebin arasında orta yolu tutan ve itidalli davranan ve tarihin
«Ehl-i sünnet ve'l Cemaat» diye adlandırdığı bir mezhep de ortaya çıkmıştır.[13]
Şu, noktayı hatırdan
çıkarmamak gerekir ki siyasî ihtilaflar veya siyasi mezhepler, her nekadar
siyasî eğilimlerle ortaya çıkmışlarsa da İslâm siyasetinin tabiatı icabı
devamlı din ile bağlı kalmış, bu siyasetin temelini din teşkil etmiştir. Bu
sebeple îslâm siyasî mezhepleri dinin etrafında meydana gelmiş, bazan ona çok
yaklaşmış bazan da îslâm prensiplerinin dışına çıkarak ondan uzaklaşmıştır.
Siyasî mezhepler, dinin
temel prensipleri olan itikadî meselelere temas etmiş, inanç ve iman hakkında
kendilerine has görüşler ortaya koymuşlardır. Diğer yandan bu mezhepler,
sadece itikad' meselelerini incelemekle kalmamış, fer'î meselelere de
değinmişler, bu meseleler hakkında mükemmel araştırmalar yapmışlardır. Bir
siyasî mezhebin inanç hakkındaki görüşleri yanında fer'î meseleler hakkında
fıkhî görüşleri bulunduğunu da görürüz. Fıkhî görüşlerinin, tarihî açıdan
siyasî görüşlerinden daha etkili olduğu görülmüştür. Meselâ; Şiî mezhebinin
dine uygun veya aykırı siyasî görüşleri yanında bu mezhebin inanç meselelerini
incelemesi hususunda özel bir metodu vardır. Şiîler, itikadî metodlarında bazı
itikadî îslâm mezheplerine yaklaşmışlar, bazıları ile de birleşmişlerdir.
îlerde bu husus izah edilecektir.
Bu ikili görüşlerin
yanında siyasî mezheplerin, îslâm hukuku sahasında geniş tesirleri olmuştur. Bu
siyasî mezhepleri benimseyenlerden çok kere, dört mezhebin fıkhî görüşlerine
yaklaşan ve genellikle şehirlerde yaşayan fukahanın görüşlerine yakın olan bir
kısım güzel fıkhî görüşler kalmıştır.
İslâm fıkıh
mezheplerini inceleyenlerin her zaman görebilecekleri fıkhî mezheplerden
bazıları şunlardır.
a) Caferi
fıkhı: Bu mezhebin birinci imamı, Muhammed Bakır'ın oğlu îmam Cafer es-Sadık
(R.A'.)'dır.
b) Zeydiye
fıkhı: Bu mezhebin birinci İmamı da Cafer es-Sadık'm amcası, Zeyd b. Ali Zeynel
Âbidin (R.A.)dır.
c) Hariciye
mezhebinde «İbadiye fıkhı» vardır. Bu fıkhî mezhep çok derin, çok ince ve
birçok hususlarda dört mezhepe yaklaşan bir mezheptir.
İnşallah, fıkhî
mezhepleri açıklarken bunları izah edeceğiz.
Bu izahlardan sonra,
üç ana kısma ayrılan, Şiilik, Havaric ve ehl-i sünnet (başka bir deyimle fıkıh
ve hadis ehli) diye adlandırılan üç siyasi mezhebi açıklamaya çalışalım.[14]
[2] Şerhi Nehcül Belağa Li İbn-i
Ebil Hadid, C. 2, S- 307. Isa Elbabi El Halebi baskısı.
[3] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/24-27.
[4] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/28-29.
[5] Necm suresi âyet, 3-5
[6] Âli îmran sûresi âyet, 159
[7] Şûra suresi âyet, 38
[8] Nisa suresi âyet, 59
[9] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/29-30.
[10] Buhari, Kitabül Cihad bab;
108/Ebu Davud, Kitabül Cihad bab; 87/Neseî, Kitabül Bey' bab; 34/ İbn-i Mâce
Kitabül Cihad, bab; 40. Not: Hadisin,
asıl kaynaklardaki metnine itibar edilmiştir.
[11] Taberî Tarihi C. 4, S. 363
Darül Maarif baskısı.
[12] Kasas suresi, âyet; 85.
[13] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/30-37.
[14] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/38.