Harici
Fırkalarının Müşterek Prensipleri:
Haricîlerin
Kendi Aralarındaki İhtilâfları:
4)
Tartışmalarına Taassup Hakimdi:
I. Müslüman Sayılan Haricîler:
İbadiye'nin,
Kısaca Görüşleri:
II. Müslüman Sayılmayan Hariciler:
Hilafet
Konusunda Ehl-i Sünnet Mezhebinin Görüşü
c) İstişare İle Seçilmiş Olmak:
Hilafet
Şartlarının Dışına Çıkan Halîfenin Durumu
Bu fırka, Şiilik
fırkasıyla ortaya çıkmış, her ikisi de Hz. Ali (R.A.)nin döneminde guruplar
halinde görülmüşlerdir. Haricîler de Hz. AH taraftarları idi. Ancak, Şiilik
düşüncesi Haricilik düşüncesinden daha önce mevcuttu.
Haricîye fırkası,
«Sıffîn» denilen yerde Hz. Ali ile Hz. Muaviye'-nin arasında savaşın
şiddetlendiği zamanda ortaya çıkmıştır. Bu savaş neticesinde Muaviye savaşın
acısını tattı, kaçmaya yeltendi. Fakat hakem tayin etme düşüncesi kendisine,
bu zor durumdan kurtulmakta yardımcı oldu. Muaviye'nin ordusu, Kur'an-ı
Kerîm'i hakem tayin etmek için onu havaya kaldırdı. Fakat Ali, aralarında
Allah Tealâ hüküm verinceye kadar savaşmakta ısrar etti. Ordusundan bazıları,
Hz. 'Ali'nin karşısına çıkarak, hakem tayinini kabul etmesini istediler. Hz.
"Ali istemeyerek bunu kabul etti. Hz. Ali, karşısında bulunanlarla, kendi
tarafından bir kişi, Muaviye tarafından da bir kişinin hakem tayin edilmesi
hususunda anlaştıktan sonra, Muaviye Arar b. el-As'i seçti. Hz. Ali ise
Abdullah b. Abbas'ı seçmek istiyordu. Fakat, ordusundan, kendisine karşı
gelenler, Ebu Musa el-Eş'ari'yi seçmeye zorladılar.
Neticede, bilindiği
gibi hakemlerin kararı ile Hz. Ali azledildi, Muaviye ise hilâfet mevkiine
getirildi.
Hakemlerin bu kararı
ile Muaviye'nin sürdürdüğü haksızlık, daha da güçlendi.
Bundan sonra
Haricîlerin durumu çok ilginç bir hal aldı. Şöyleki: Bunlar, önce Hz. Ali'yi
hâkem tayinine ve belirli bir hakemi kabul etmeye zorladıkları halde, daha
sonra, hakeme baş vurmayı büyük bir suç saydılar ve Hz. Ali'nin, işlemiş
olduğu bu günahdan dolayı da tevbe etmesini istediler. Çünkü onlara göre Hz.
Ali hakeme başvurmakla küfre girmişti. Nitekim kendileri de bu sebeple kâfir
olduklarını ve tevbe ederek yeniden İslama girdiklerini sanıyorlardı.
Bazı çöl bedevileri de
bunların arkasına takıldı. «Hüküm ancak Allah'ındır» sözü ise sloganları haline
geldi. Hz. Ali ile münakaşa ve karşı
gelme safhasını da aşıp onunla savaşmaya başladılar.
Bu fırka, İslâm
fırkaları arasında mezhebini en çok savunan, düşüncelerini kabul ettirmek için
en çok gayret gösteren, genellikle en çok dindar görünen, en atılgan ve en
sorumsuz davranan bir fırka idi. Bunlar düşüncelerini savunurken ve sorumsuzca
davranışlara girişirken birtakım sözlerin zahirine sarılarak onları kutsal bir
dîn hüviyetine soktular, mümin bir insanın, bu sözlerden ayrılmayacağını
zannettiler. «Hüküm, ancak Allah'ındır» sözü, bunların aklını çeldi. Bu sözü
kendilerine din edindiler. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Hz. Ali'yi her
konuşurken gördüklerinde O'na bu sözü söylerlerdi.
Hz. Osman'dan, İmam
Ali'den ve Ümeyye oğullarının zalim idarecilerinden beri oldukları düşüncesi,
yine Hariciyeye mensup olanları aldattı. Bu düşünce onların aklına tamamen
yerleşti ve onları Hakk'a ulaştıracak yahut, dillerine doladıkları kelimelerin
mânâlarını anlayacak her yolu tıkadı. Hatta, bizzat dinî hakikatlann mâ-nâTanm
anlamalarına bile mâni oldu. Hz. Osman'dan, Ali, Talha, Zübeyr ve Emevîlerin
zalim idarecilerinden beri olduğunu söyleyen herkesi kendilerinden saydılar.
Adlarını isim listelerine aldılar. Bu gibi insanların diğer düşüncelerine ise
göz yumdular. Belki de bu göz yummalarının, Hak'tan giderek sapmalarında büyük
tesiri oldu.
Adaletli halife Ömer
b. A'bdülaziz bunlarla bir zaman tartışmalar yaptı. Aralarındaki ihtilâf
konusu; Ömer'in, kendi ailesinden olan zalimlerden beri olduğunu ilân
etmemesiydi. Halbuki Hariciler, Ömer'in, kendisinden önce iktidarda bulunan
Emevüere uymadığını, onların zulümlerinin devamını engellediğini, hatta onların
yapmış oldukları haksızlıkları giderip, hak sahiplerine, haklarını iade ettiğini
itiraf ediyorlardı. Ne var ki «Beri olma» düşüncesi onların beynini
şartlandırmıştı ve onların, Ömer'e itaat etmelerine, îslâm sancağı altında
toplanmalarına mâni oluyordu.
Hariciye mezhebine
mensup olanlar, bir takım yaldızlı kelimelerin, akıl ve düşüncelerine hakim
olması bakımından, Fransız devriminde en feci zulümleri işleyen Yakubîlere
benziyorlardı. Yakubilerin de aklını «Hürriyet, kardeşlik ve eşitlik»
kelimeleri çekmişti. Bu kelimeler adına nice mazluk insanları öldürüp, nice
kanlar akıttılar. Haricileri de «İman» «Hüküm ancak Allah'ındır» ve «Zalimlerden
beri olma» kelimeleri şartlandırmıştı. Bu kelimeler namına müslümanlarm kanını
helâl saydılar, toprağı müslümanların kanlarıyla sulayıp her tarafa
saldırdılar.
Hariciye mezhebine
mensup olanların en belirgin sıfatları, sadece heyecanlı olmak ve sözlerin
zahirine sarılmak değil, kendini feda etme arzusunda olmak, ölmeyi istemek,
kuvvetli bir sebep olmadığı halde tehlikelere göğüs germekte bunları
başkalarından ayırdeden bariz sıfatlardandı. Belki de bu davranışların başlıca
sebebi, bazılarının taşkınca hareketi ve sinir sistemlerinin bozukluğu idi.
Yoksa sadece mert ve kahraman oluşları değildi. Haricîler, bu tutumlarıyla
Arap medeniyeti ile gelişmiş olan Endülüs'ün, Arap yönetiminde iken orada
yaşayan Hristiyanlara benziyorlardı. Orada yaşayan Hristiyanlardan bir grup
çılgınca davranıyor, aşırı taassuba kapılarak kendilerini ölüme atıyorlardı.
Bunlardan herbiri hakimler kuruluna gidiyor, öldürülmeleri için Hz. Muhammed
(S.A.V.)'e sövüyordu. Öyle ki bu davranış içinde bulunanlar, seller gibi
mahkemelerin kapılarına akıyorlar, kapıcılar bunları geri çevirmekten asnıyor,
hakimler idam kararı vermemek için kulaklarını tıkıyorlardı. Müslümanlar, bu
zavallıların haline acıyorlar ve bunları, akıllarını kaybetmiş deliler
sanıyorlardı.[1]
Haricilerden bir kısmı,
Hz. Ali konuşurken onu protesto ederek kalkıp gidiyor hatta: namaz kılarken
cemaatı terkediyorlardı. Diğer bir kısmı ise Hz. Ali ve Hz. Osman sebebiyle
müslümanlara saldırıyor, bu iki sahabîye tâbi olanları müşriklikle
suçluyorlardı.
Hariciler, Abdullah b.
Habbab b. Eret'i öldürdüler, cariyesinin karnını yardılar. Bunun üzerine Hz. AH
onlara «Abdullah'ı öldüren leri bize teslim edin» deyince hepsi birlikte «Onu
hepimiz öldürdük-dediler. Hz. Ali ise bunlarla savaşa girişti. Nerdeyse
köklerini kuru tacaktı. Ne yazık ki Hz. Ali'nin bu hareketi, onlardan geri
kalanla fikirlerinden caydırmadı, daha öncekilerin yolun yürümelerim mâni olamadı. Bunlar gibi,
çılgınlık hastalığına yakalanan çöl be devîlerinin de bunlara uymalarına engel
olamadı.
Şurası bir gerçektir
ki Hariciye mezhebine mensup olanlardan çoğunun en belirgin sıfatı «ihlas» idi.
Ne var ki bu ihlas, kafalannı şartlandıran belirli bir noktaya saplanma ile dolu bir ihlasti. Bunların
düşüncelerinin ne kadar tarafgir olduğunu ve ihlas seviyelerinin ne olduğunu
ortaya koymak için, bunların bir kısım hikâyelerini anlatalım:
Hariciler hakkında şu
haber rivayet edilir: Hz. Âbbas'm oğlu Abdullah Hz. Ali (R.A.) tarafından
Haricîlere gönderildiği zaman onların yanına varıp münakaşa etti. Abdullah,
uzun uzun "secdede kalmaları sebebiyle alınlarının yara olduğunu,
ellerinin, deve dizleri gibi nasırlaştığını, üzerlerinde tertemiz elbiseler
bulunduğunu gördü.[2] Bu hikâye, onların
ihlaslarmm bir görünümüdür. Bununla beraber, onların kafalarına taraftarlık
hakim olmuştu. Daha önce do gördüğümüz gibi bunlar «Hz. Ali müşriktir» demediği
için Abdullah b. Habbab'ı öldürdüler. 'Buna mukabil, Hristiyanın hurmasını
ücretsiz kabul etmediler. Hikâyeyi, Müberridin, «Kâmil» adlı eserinde
zikredildiği gibi aktaralım.
«Haricilerin çok
ilginç haberlerinden biri de şudur: Onlar, bir müslüman bir de hristiyan ile
karşılaştılar, müslümanı öldürdüler, Hristiyana iyilikte bulundular. Ve
hristiyan hakkında, peygamberinizin vermiş olduğu «eman'a sadakat gösterin»
dediler. Diğer yandan, Abdullah ile boynunda Kur'an-ı Kerîm, yanında da hamile
olan karısı olduğu halde karşılaştılar ve ona şöyle dediler: «Senin boynunda
asılı bulunan, bizlere seni öldürmemizi emreder.» Hakem'e başvurmadan önce Hz.
Âli hakkında ve hilafetinin ilk altı yılında Hz. Osman hakkında ne dersin?»
diye sordular. Abdullah, iyilikle andı. Bunun üzerine Hariciler, «Hakeme
başvurma hakkında ne dersin?» dediler. Abdullah, «Hz. Âli'nin, Allah'ın
kitabını sizden daha iyi bildiğini ve Allah'ın dinini sizden daha iyi
koruduğunu ve görüşünün sizden daha basiretli olduğunu söylerim» dedi.
Haricîler «Sen hidayete tâbi olmuyor, adlarına bakarak adamlara tâbi oluyorsun»
dediler, Abdullah'ı nehrin kenarına götürdüler ve orada kestiler.
Diğer yandan bir
hristiyandan bir hurma ağacı istediler, adam «Âlın sizin olsun» dedi. Onlar ise
«Vallahi bunu parasız almayız» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hristiyan adam
«Bu ne garip şey, Abdullah b. Habbab gibi bir adamı öldürüyorsunuz, fakat bizim
hurma ağacımızı para vermeden almak istemiyorsunuz?»[3] dedi.
Acaba Haricîlerde
bulunan, birbirine zıt bu sıfatların varlığının sebebi ne idi?
Bir tarafta takva ve
ihlas, diğer yanda sapıklık, çılgınlık, aşırılık, katılık, inançlarına davet
etmede taşkınlık, insanları baskı ve zorla sapık görüşlerini kabullenmeye
icbar etmek, îslâm dininin hoşgö-rülüğü üe, ihlas ve takvanın kalblere
doldurduğu şefkat ve merhametle bağdaşmayan davranışlar...
Kanaatimizce, bu
çelişik tutumların asıl sebebi şu idi: Hariciye mezhebine mensup olanların
çoğu, bedevi Araplardan, pek azı şehirli Araplardandı. Bedeviler îslâmdan önce
çok fakirdiler. îslâmm ilk dönemlerinde bunların durumları arzu edilen bir
şekilde düzelemedi. Zira bedeviler, çöllerde sıcak ve zor hayat şartları
altında yaşamaya devam ettiler.
İslâm, bunların
kalblerini fethetti amma, düşünceleri yüzeyseldi, ufukları dar idi ve ilimden
uzak idiler. Böylece bu insanlardan mümin fakat düşünce sahaları dar olduğu
için mutaassıp, çölde yaşadığı için taşkın ve atılgan, daha önce bol nimetler
bulamadıkları için zahid bir cemaat ortaya çıktı. Çünkü fakirlikten gelen bir
kişinin nefsini iman terbiye ederr vicdanım.sağlam bir itikad kaplarsa bu kişi
maddi şehvetlerden, hayat lezzetlerinden yüz çevirir, bütünüyle âhi-refcin
nimetlerine yönelir.
Haricilerin, çölde
yaşadıkları bu hayat tarzı onları, sertliğe, şiddete ve kabalığa
sürüklemiştir. Çünkü nefisler, alıştıkları şeyin birer suretidir. Şayet bunlar
müreffeh bir hayat içerisinde yaşasalar, nimetlere boğulsalardı, elbetteki
onların sertliği hafifleyecekti, katılıkları yumuşamayacaktı, şiddetleri
hafifleyecekti.
Rivayete göre şiddeti
benimseyen guruptan Ebul Hayr 'diye a'd-landınlan bir adamın Haricilerin
görüşünde olduğu haberi, Irak valisi Ziyad b. Ebîh'e ulaştı. Ziyad, bu adamı
çağırdı ve ona bir vazife verdi. Ücret olarak ta her ay için dört bin dirhem
takdir etti. Ayrıca her yıl buna yüz bin dirhem de ilâve etti. Bunun üzerine Ebul
Hayr şöyle derdi: «İtaatten ayrılmamaktan ve cemaatin içinde bulunmaktan daha
hayırlı bir şey görmedim.» Ebul Hayr, vali olarak vazifesine devam etti.
Nihayet Ziyad onun bir işini tenkid edince Ziyad'a karşı çıktı. Bunun üzerine
onu hapsetti ve Ebul Hayr hapishanede öldü.»[4]
Bakınız, nimetler,
tabiatları nasıl yumuşatıyor, nefisleri nasıl terbiye ediyor, mutaassıp ve
sert olan bu adamı, hoşgörülü ve ince ruhlu yapıyor. Eğer biz, Hariciye
mezhebine mensup olanların, cemaatten ayrılış sebeplerini ihlaslı olmalarına
bağlayacak olursak, onların ihlaslarmm tam olduğu mânâsına gelmez. Bilâkis
onların ihlaslarmı bulandıran bir kısım sebepler vardı. Hz. Ali'ye karşı
gelmelerine sebep, sadece. Hakk'a inanmaları değildi, başka sebepler de vardı.
Bunların en başta geleni de, Haricîye mezhebine mensup olanların, hilafeti
tekelinde bulunduran Kureyş'i çekemem eleriydi. Bunun delili, Haricilerin çoğu
Rabia kabilelerindendi. Rabia kabileleri ile Mudar kabileleri arasında
cahiliyyet devri kinleri devam ediyordu. Hernekadar îslâm bu kinleri
hafiflettiyse de tamamen silememişti. İnsanların nefislerinde bu hislerin
kalıntıları mevcuttu.
İnsanların zihinlerinde
kalan bu tür kalıntılar, görüşlerde ve mezheplerde kendisini gösterir, O
mezhebi kabul edenler veya o görüşleri benimseyenler, bu kalıntıları
hissetmezler. Bazan insanın kafasına bir hırs hakim olur, onu belirli bir
istikamette düşünmeye iter. İşte o insan düşüncesinde ihlaslı olduğunu, aklının
kendisini doğru yola ilettiğini zanneder. Bu durum, h'ayatm her safhasında
açıkça görülebilir. İnsan, kendisine acı ve elem verme ihtimali olan her türlü
düşünceden kaçar. Durum böyle olunca, çoğunluğu Rabia kabilesinden olan
Haricîlerin, İslâm devletinin başında bulunan halifelerin Mudar kabilesinden
olduğunu görünce, onların iktidarlarından kaçtıklarını ve hilafet hakkındaki
düşüncelerinde farkında olmadan, hissettikleri nefretin baskısı altında belirli
bir noktaya yöneldiklerini, söylediklerinin, dinden başka bir şey olmadığını
zannettiklerini, onları böyle davranmaya sevkeden sebebin dinlerinde samimi olmaktan
başka birşey olmadığını zannettiklerini düşünmemiz yerindedir.
Haricîlerin çoğu
Araptır. Bunların içinde Arap olmayanların sayısı çok azdır. Halbuki
Haricilerin görüşlerine göre şartları kendisinde bulunması şartıyla Arap
olmayanların da Halife olabileceği kabul edilmektedir. Çünkü Hariciler,
halifeliği Arap ailelerinden bir aileye ve Arap kabilelerinden bir kabileye
tahsis etmezler. Hatta insan ırklarından bir ırka veya guruplarından bir
guruba ait saymazlar. Buna rağmen Arap olmayanların, Harici mezhebinden nefret
etmeleri, Haricîye mezhebine mensup olanların, Arap olmayanları sevmemeleri ve
aleyhlerinde bulunmalarıdır.
İbn-i Ebil Hadid şöyle
bir hadise rivayet eder: Arap olmayan bir adam, Haricîlerden bir kadınla
nişanlandı. Haricîler kadına «Bizi rezil ettin» dediler. "EğerJ'HaricîIer
bu taassubu terketmiş olsalardı belki de Arap olmayanların çoğu onlara tabi
olurlardı.
Haricîlerin içinde
Arap olmayanların sayısının az olmasına rağmen, bunların fırka içerisinde
büyük bir nüfuzu vardı. Meselâ: Yezid b. Enîse'ye tâbi olan «Yezidiyye»
fırkası, Allah Tealâ'nın, acemlerden bir peygamber göndereceğini, ona Hz.
Muhammed'in şeriatının hükmünü kaldıran bir kitap vereceğini iddia
etmişlerdir. Şüphesiz ki bu görüş Fars görüşüdür. Çünkü Farslar, kendi
milletlerinden bir peygamber gönderilmesini çok istiyorlardı. Yine Meymun
el-Elacredî'ye tâbi olan «Meymuninne» fırkası, çocukların, kız ve erkek
kardeşlerin kızlarıyla evlenilmesin! helâl saydılar. Bu da bir Fars görüşüdür.
Çünkü Islâmdan önce Mecusî olan Farslar bu tip evlenmeleri helâl sayarlardı.[5]
Daha önce
anlatılanlardan, Haricîye mezhebine mensup olanların düşünce tarzlarını ve
kabilelerini öğrenmiş olduk. Şimdi ise onların prensiplerini öğrenmeye
çalışalım: Şurası bir gerçektir ki, Haricilerin prensipleri, kendilerine has
düşüncelerinin, yüzeysel görüşlerinin, saf akıllarının, Kureyş'e ve bütün
Mudar kabilelerine kızmalarının bir dış görünüşüdür.
1) Doğru ve
sağlam olarak kabul edilen, görüşlerinin birisi şudur : Halife ancak serbest
ve sağlıklı bir seçimle başa gelir. Seçime, müşlümanların sadece bir kısmı
değil bütün müslümanlar katılmalidır. Halife adaletli davrandığı, şeriatı
ayakta tuttuğu, hata ve ayağının kaymasından uzak bulunduğu sürece halife
olarak başta kalır. Şayet doğru yoldan ayrılırsa onun vazifeden alınması veya
öldürülmesi gerekir.
2) Halifelik
sadece Arap kabilelerinden bir aileye mahsus değildir. Başkalarının iddia
ettiği gibi halifelik sadece Kureyş'e veya Araplara ait değildir. Halife olma
hususunda bütün müslümanlar eşittir.
Hatta Hariciler, dine muhalefet ettiği ve doğru yoldan ayrıldığı takdirde
vazifeden alınması yahut öldürülmesi kolay olsun diye halifenin Kureyş'ten
olmamasını tercih ederler. Zira, böyle bir halifenin, kendisini koruyacak
taraftarları ve kendisini barındıracak bir aşireti bulunmaz. Haricîler, bu
noktadan hareket ederek içlerinden Abdullah b. Vehb er-Rasibî'yi seçtiler,
onu, başlarına emir yaptılar ve ona «Emirel-Mü'minin» dediler, Abdullah,
Kureyş kabilesinden değildi.
3) Haricîye
mezhebinin «Necedat» fırkası, insanların, aralarında insaflı davrandıkları
müddetçe Halifeye ihtiyaç duyulmayacağını, kendilerini' doğru yola sevkedecek
bir imam bulunmadıkça aralarında insaflı davranamıyacaklarmı onlar da bir
halife tayin ederlerse bu davranışları caizdir. Haricîlere göre başa halife
getirilmesi, dinen vacib olmayıp caizdir. Ancak, ihtiyaç ve menfaat icabı
va-cib olabilir.
4) Haricîye
mezhebine mensup olanlar, her günah
işleyenin kâfir olduğu görüşündedirler. Hariciler bu hususta günahlar arasında
büyük-küçük ayırımı yapmazlar. Hatta insanın, görüşünde hata etmesini de günah
sayarlar. Bunun içindir ki Haricîler, hakeme başvurduğu için Hz. Ali'yi, dinden
çıkmakla itham ettiler. Halbuki Hz. Ali, hakeme kendi isteğiyle başvurmamıştı.
Böyle olduğu kabul edilse bile hakeme başvurmak, ictihad edip hata etmekten
öteye bir suç sayılmamalıdır. Bu da hakeme baş vurmanın hatalı olduğu faraziyesine
bağlıdır. Haricîlerin, Hz. Ali (R.A.) 'ı dinden çıkmakla suçlamaları, ictihad
edip hataya düşen kişinin dinden çıktığı görüşünü savunduklarına bir delildir.
Yine, ictihadları neticesinde, Haricilerin bazı görüşlerine muhalefet eden
Talha, Zübeyr ve diğer büyük sahabîler için de aynı şeyleri söylemişlerdir.
Haricîlerin, îslâm
cemaatinden, ayrılmalarına, kendilerinin dışındaki cemaatleri kâfir
saymalarına ve idarecileri devamlı rahatsız etmelerine sebep olan prensipleri
işte bu prensiptir. Bu nedenle Haricîlerin dayandıkları delilleri izah etmemiz
gerekmektedir. Bu delilleri, îbn-i Ebil Hadid «Şerh-i Nehcülbelağa» adlı
kitabında uzunca anlatır. Bu deliller, Haricîye mezhebine mensup olanların
düşünce seviyelerini ortaya koyar.
Delillerin bir kısmı
şunlardır.
a) Allah Tealâ şöyle buyuruyor: «... Oraya (Hacca) gitmeye gücü yeten herkese, Allah için
Kabe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır. Kim inkâr ederse şüphesiz kî Allah,
âlemlere muhtaç değildir.»[6]
Görüldüğü gibi bu
âyet-i kerîme haccı terkedeni kâfir saymıştır. Halbuki haccı terketmek
günahtır. O halde her günah işleyen kâfirdir, derler.
b) Diğer bir
âyet-i celilede şöyle buyurulur «...
Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta
kendileridir.» [7]
«Her günah işleyen,
kendisine, 'Allah'ın indirdiğinden başka bir-şeyle hükmetmiş olur, dolayısıyle
de kâfir sayılır. Allah Tealâ, bu na benzer birçok âyetler zikretmiştir.»
derler.
c) Yine
başka bir âyet-i kerimede «O gün bazı yüzler ağara cak, bazı yüzler
kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir: îman ettikten sonra inkâr
mı ettiniz? O halde inkâr ettiğinizden do layı tadın azabı.»[8]
buyurulmaktadır. «Günahkâr» olan kişiyi, yüzleri ağaranlardan saymak mümkün
değildir, Dolayısıyle onların, yüzleri kararanlardan olması gerekir ve bunları
«kâfir» diye adlandırmak vaciptir» derler.
d) Bir başka
âyet-i kerîmede: «O gün parlayan, gülen ve sevinen yüzler vardır. O gün
tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzler de vardır. İşte bunlar, kâfirler ve
fâcirlerdir.»[9] buyurulmaktadır.
«Günahkâr kişi, yüzü
tozlanmış olanlardandır. Bu sebeple bunu kâfir saymak gerekir.» derler.
e) Şu âyet-i
kerîmeyi de delil getirmektedirler: «... Fakat o zalimler, Allah'ın âyetlerini
inkâr ediyorlar.»[10] Bu âyet-i celile ile zulmün, dinsizlik ve
küfür olduğu tesbit. edilir. Günah işleyenin zalim olduğunda ise şüphe yoktur.[11]
Görüldüğü gibi bütün
bu deliller, metinlerin dış görünüşüne saplanmaktan başka birşey değildir.
'Âyetlerin çoğu, Mekke müşriklerini anlatmaktadır. Dolayısiyle bu sıfatlar, o
müşriklere aittir. Hacc hakkında zikredilen âyet, haccetmeyeni değil, hac
farizasını inkâr edeni kâfir olarak adlandırır.
Haricîye mezhebine
mensup olanlar hep delillerin zahirine bağlı kaldıkları için, bunlarla münakaşa
ederken Hz. Ali, nasslarla cevap vermiyor, Resullullah'ın yaptıklarını misâl
veriyordu.
Hz. Ali'nin Haricîlere
hitaben yapmış olduğu konuşmalardan biri de şudur: Hele benim hata ettiğimi ve
saptığımı iddia ediyorsunuz, peki neden bütün ümmet~i Muhammed'i de sapıklıkla
itham ediyor, benim hatam yüzünden onları hesaba çekiyor ve onları, benim
günahlarını sebebiyle kâfir sayıyorsunuz? Kılıçlarınız devamlı havada, onları
suçluya da indiriyorsunuz, suçsuza da. Suçsuzu, suçlu ile karıştırıyorsunuz.
Halbuki siz, Resulullah (S.A.V.) 'in evli olduğu halde sina eden kişiyi
recmettiğini, cenazesini de kıldırdığını, daha sonra mirasçılarını ona vâris
yaptığını; haksız yere birini öldüreni, kısas yoluyla öldürdüğünü, terekesini
mirasçılarına taksim ettiğini, hırsızın elini kesip, evli olmadığı halde zina
edeni dayağa çekip daha sonra ganimet malından hisse verdiğini ve bunların,
müslüman kadınlarla evlendiklerini çok iyi bilmektesiniz.
Resulullah (S.Â.V.)
bunları, günahlarından dolayı hesaba çekmiş ve Allah'ın hakkını yerine
getirmiştir. Fakat günah işledikleri için bunları, îslâmm kendilerine verdiği
paylardan mahrum etmemiş ve bunlarm adlarını müslümanlarm adlarından
ayırmamıştır.
Bu değerli sözlerin,
Haricileri susturan bir cevap olduğunu ve onların demagoji yapmalarına fırsat
bırakmadığını görmekteyiz.
Hz. Ali (R.A:)'nin,
nasslarla delil getirmeye başvurmayıp, Resulullah (S.A.V)'in yaptığı işlerle
delil getirdiği görülmektedir. Zira yapılan işler te'vü kabul etmez, olduğu
gibi anlaşılır. Dolayısiyle Haricîlerin, yüzeysel düşüncelerine, tek taraflı
görüşlerine ve bir takım teferruata saplanıp kalmalarına imkân bırakmaz. Metin
ve nasslarm, tek yönlü anlaşılmasına girişilmesi, onları, asıl maksatlarından
uzaklaştırır. Buna mukabil, metinleri her yönüyle ele alma ve geniş bir nazarla
bakma insanı doğru yola ulaştırır. Her yönüyle hakkı anlamaya sevkeder.[12]
Buraya kadar
anlattıklarımız, Haricîye mezhebine mensup olanlardan çoğunun, üzerinde
ittifak ettikleri prensiplerdir. Haricîler, bunların dışında kalan prensiplerde
ittifak edememişler, bilâkis, ihtilâfa düşmüşlerdir. Hatta en basit
meselelerde bile aralarında ihtilâf çıkmıştır. Belki de savaşta dirençli ve
güçlü olmalarına rağmen, mağlup olmalarına sebep, ihtilaf içinde
bulunmalarıdır.
Emeviler tarafmdan
Haricîlerle savaşmak için vazifelendirilen Muhalleb b. Ebi Sufra, Haricîlerle,
birbirleriyle ihtilâf etmelerini, onları bölmek ve güçlerini zayıflatmak için
bir vesile edinmişti. Hatta Muballeb onları ittifak içinde görünce, aralarına,
onları ihtilafa düşürecek kişiler sokardı.
îbn-i Ebil Hadid
şunları anlatır: «Haricîye mezhebinde büyük bir fırka olan “Ezarika»'ya mensup
bir demirci Muhalleb b. Ebî Sufra'nın taraftarlarına atılan zehirli oklar
yapardı. Bu mesele Muhalleb'e anlatıldı. Muhalleb, «İnşallah ben, sizi taunun
şerrinden kurtaracağım» dedi.
Arkadaşlarından birine bir mektup ile bin dirhem para verdi ve Haricîye fırkasının emiri ve komutanı
olan «Katarı b. Fucae»'nin ordusuna gönderdi. Ve o adama şöyle dedi: «Bu
mektupla paraları askerin içine at ve kendini sakın ele verme.» Adam gitti,
mektupta şunlar yazılıydı:
«Okların bize ulaştı.
Sana bin dinar gönderdim. Bunu al ve bize ok göndermeye devam et.»
Mektup, «Katarî»'nin
eline geçti. Katarî, demirciyi çağırdı. «Bu mektup nedir?» diye sordu. Demirci
«Bilmiyorum» dedi. Katarî, «Bu dirhemler kimden?» diye sorunca «Onu da
bilmiyorum» diye cevap verrtî. Bunun üzerine Katarî, emir vererek adamı
öldürttü. Bu sebeple Katari'nin ordusundan Beni Kays b. Salebe'nin taraftarı
«Abdu Rabbih es-Sağır» adlı kişi, Katarî'ye geldi ve «Delilsiz, dâvâsız adamı
öldürdün!» dedi. Katari şu cevabı verdi: «Bu bin dirhem ne?» Abdu Rabbih : «Bu
iddia doğru da olabilir, yalan da olabilir» diye cevap verdi. Bunun üzerine
Katarî şunları söyledi: «Toplumun menfaati için bir adamı öldürmek hoş
karşılanmayan birşey değildir. İmam, umumun menfaatine gördüğü şeye hüküm
verir. îmama uyanların, itiraza hakkı yoktur.»
Abdu Rabbih, kendisine
katılan bir gurupla, bu hadiseyi protesto etti, fakat yine de onlardan
ayrılmadı.
Hariciler arasında
çıkan bu ihtilaf, Muhalleb b. Ebu Sufre'ye ulaşınca Muhalleb, ihtilafı
körüklemeyi ve anlaşmazlığı alevlendirmeyi istedi. Haricîlerin içine, dolgun
bir ücret bağladığı bir Hristiyanı soktu ve ona şöyle dedi: «Katarî'yi gördüğün
zaman ona secde et. Şayet sana kızarsa de ki: «Ben ancak sana secde ettim.»
Hristiyan, söyleneni
yaptı. Katari ona «Secde ancak Allah'a yapılır» dedi. Hristiyan: «Ben ancak
sana secde ettim» diye cevap verdi. Bunun üzerine, Haricilerden bir adam «Bu,
Allah'ı bırakıp sana taptı» dedi ve şu âyeti kerimeyi okudu. «Siz de, Allah'dan
başka taptığınız putlar da cehennem odunudur. Siz oraya, suya koşarca-. sına
gireceksiniz.»[13]
Katari şü cevabı
verdi: «Hristiyanlar Meryem oğlu İsa'ya taptılar. Onların bu tapınmaları Hz.
İsa'ya herhangi bir zarar vermedi.»
Haricilerin içinden
başka bir adam ortaya çıktı ve Hristiyanı öldürdü. Katari bu davranışa kızdı,
Haricîlerden bir kısmı da Katari'ye kızdı.
Bu ihtilaf, Muhalleb'e
ulaşınca Muhalleb, aralarındaki' ihtilafı daha da alevlendirmek istedi ve
bunlara çeşitli sorular yöneltmesi için bir adam gönderdi. Adam, onlara şu
soruyu sordu: «Size gelmek üzere iki adam yola çıksa, bunlardan biri, size
varmadan yolda ölse, diğeri ise size ulaşsa siz de onu imtihan etseniz ve o da
imtihanı başaramasa bu iki kişi hakkında ne dersiniz?» Bazıları şu cevabı
verdi: «Ölen cennetliktir. İmtihanı başaramayan ise, imtihanı başarmcaya kadar
kâfirdir.» Diğer bir gurup ta şu cevabı verdi: «Onların her ikisi de kâfirdir.»
Bunun üzerine,
aralarındaki ihtilaf gittikçe arttı. Liderleri Ka-tari, «İstahr» denen yerin
sınırına kadar gitti. Orada bir ay oturdu. Halk ise yine ihtilafında devam
etti.
Görüldüğü gibi dâhi
kumandan Muhalleb, Haricîler arasındaki anlaşmazlığı körüklüyor, arzularına
erişiyor, ihtilafla bölük pörçük olmuş ve kendi arasında guruplaşmiş bu
fırkanın karşısına ordusuyla Çıkıyor.
Gerçekten, Haricîlerin
itilaf içinde oldukları, kendi aralarında ve başkalarıyla yapmış oldukları
münakaşalardan anlaşılmaktadır.Okuyucuya, bunların münakaşalarından ve çeşitli
mezheplerinden çeşitli bilgiler vermek gerekir.[14]
Haricîye mezhebine
mensup olanların bir çok sıfatları vardır. Bunlar, bu sıfatlarıyla, tartışmacı,
mezhepleri hakkında münakaşaya girişen, hasımlarının delillerini kullanabilen,
görüşlerine aşırı bir şekilde bağlı olan bir topluluk haline gelmişlerdir.
Böylece Haricîlerin görüşleri tarafgir ve tek yönlü bir şekilde oluşmuştur.
Bunların görüşleri iyiyi kötüden ayırdedecek, çeşitli görüşleri ölçüp tartacak,
hakkı batıldan ayıracak kriteri tayin edecek bir vasıfta olmamıştır. Haricîye
mezhebine mensup olanlar, tartışma ve konuşmalarında şu sıfatlarıyla
tanınmışlardır.
1)
Haricîler, güzel konuşmalarıyla, ikna usullerini bümeleriyle tanınmışlardır.
Bunlar soğuk kanlı idiler. Düşmanları karşısında şaşırmazlar, heyecana
kapılmazlar ve düşüncelerini unutacak Ölçüde kendilerim kaybetmezlerdi.
Rivayete göre: Abdülmelik .b. Mervan, Haricîlerden bir kişiyi huzuruna
getirtti. O adamın, anlayışlı, âlim ve zeki bir kişi olduğunu gördü ve
mezhebinden dönmesini istedi. Fakat adamın şuurlu ve ince düşünen bir kişi
olduğunu gördü. Bunun üzerine Abdülmelik, adamın, mezhebinden dönmesini tekrar
istedi. 'Adam ise şu cevabı verdi. «Bir
kere söylemeniz kâfidir. Siz konuştunuz ben dinledim. Şimdi ben konuşayım siz
dinleyin.» Abdülmelik ona «konuş» dedi. O kişi konuşmaya başladı. Açık ve sade
bir dille mezhebini ona anlatmaya ve güzel göstermeye başladı.-Abdülmelik
şöyle dedi: «Nerdeyse kalbime, cennetin onlar için yaratıldığı ve onlarla
beraber cihad etmenin daha efdal olduğu fikri yerleşiyordu. Sonra, Allah
Tealanın bana ilham ettiği, sarsılmaz delillere baş vurdum ve kalbimde
yerleşen Hakk'a dönerek o adama dedim ki: «Dünya da, âhiret de Allah'ındır.
Allah beni dünyada nüfuz sahibi kıldı ve bize orada imkânlar verdi.»
îkisi arasındaki
konuşmalar devam ederken, Abdülmelik'in oğlu ağlayarak yanma geldi. Abdülmelik
buna dayanamadı. Bunun üzerine Harici mezhebine mensup olan adam Abdülmelik'e
şu sözleri söyledi: «Bırak onu ağlasın. Çünkü ağlama, avurtlarını genişletir,
dimağını sağlamlaştırır. Sesinin gür olmasını sağlar, Rabbine itaat mevkiinde
bulunduğu zaman da kolayca ağlar ve yaşları bolca dökülür.» Abdülmelik buna şu
cevabı verdi. «İçinde bulunduğun durum, senin böyle konuşmana engel olmuyor
mu?» Harici şu cevabı verdi: «Mümini, hakkı söylemekten alıkoyan herhangi bir
engel bulunamaz.» Bunun üzerine Abdülmelik onun hapsedilmesini emretti ve
peşinden de özür dileyerek şunları söyledi. «Eğer sen, sözlerinle halkımın
çoğunu ifsad edecek bir tehlike arzetmeseydin seni hapsetmezdim. Beni şüpheye
düşüren've Allah'ın koruması olmasaydı beni dahi yoldan çıkarabilecek olan bir
kişinin, benden sonra gelenlerin aklını çelmesi uzak bir ihtimal değildir.»[15]
2)
Haricîler, güzel konuşmalan yanında, keskin zekâları, hazır cevap oluşları ve
atılganlıkiarıyla Kitap ve Sünneti öğrenmek, hadisleri ve Arap edebiyatını
iyice anlamak istiyorlardı.
Anlatıldığına göre,
Haricilerden «Ezarika» gurubunun lideri «Nâfi b. el-Ezrak» Abdullah b.
Abbas'dan faydalanırmış. Bir defasında Abdullah'a «Geceye ve kapladığı şeylere
yemin olsun ki»[16] mealindeki âyetin «Ve ma
vessake» kısmının mânâsını sormuş. Abdullah da «Kapladığı şeyler» demektir,
diye cevap vermiş. Bunun üzerine Nâfi, «Araplar bunu bilebilir mi?» diye
sormuş, Abdullah «Evet şairin:
«Eğer kendilerini
güden birini bulsalar...»
«Bir araya toplanmayı
isteyen hikka yaşında develerimiz '
vardır.»[17]
şeklindeki şiirini
duymadın mı? Burada «Vesaka» kökünden «müs-tevsikat» kelimesini kullanmıştır ve
bu kelime «toplanmak» mânâsına gelir.» dedi.
Yine bir defasında
Nâfî Abdullah'a şunu sordu: «Allah'ın Peygamberi Hz. Süleyman'a, Allah'ın bu
kadar nimetler vermesine rağmen, nasıl oluyor da Süleyman, güçsüz ve âciz olan
Hüdhüd kuşundan yardım bekliyor?»
Abdullah şu cevabı
verdi: «Süleyman'ın suya ihtiyacı vardı. Hüdhüd, uzağı, yakındaymış gibi
görebilen, yeryüzü kendisi için bir cam gibi şeffaf olan bir kuş idi. O
yeryüzünün dışını da görürdü içini de. Bunun içindir ki Süleyman onu aradı.»
Bunun üzerine Nâfi
şunları söyledi: «Dur bakalım ey söz söyletmeyen, Hüdhüd, nasıl oluyor da
üzerini bir parmak toprağın kapadığı tuzağı görmüyor da yerin altım görüyor?»
Abdullah vşu cevabı
verdi: «Vay haline senin, Erzak'm oğlu!.. Bilmezmisin ki kader gelince göz
kapanır?»
Evet, Hariciler,
Kur'an-ı Kerîm'i ve sünnet-i seniyyeyi, bilenlerden öğrenmeye çalışırlardı.
Fakat ne yazık ki, görüşleri tek taraflı olduğu için öğrendikleri şeylerden tam
anlamıyla istifade edemiyorlardı.
3) Haricîler,
tartışmayı, mücadele etmeyi, şiir ve edebi metinleri okumayı çok severlerdi.
Bunlar, savaş anlarında bile hasımla-nyla karşılıklı tartışmalara girişirlerdi.
îbn-i Ebil Hadid, «Eğanî» adlı kitaptan şunları nakleder: «Haricîler, Emevî
taraftarı Muhal-leb ile Haricîlerin lideri Katarı b. el-Fucae arasında meydana
gelen savaşta, hasımlarını bir an durduruyor onlara dini hususlarda sorular
soruyorlardı. Soru yönetirken sükunet ve tam bir emniyet içinde hareket
ediyorlardı. .
Bir gün Haricîye
fırkasından Ubeyde b. Hilâl el-Yeşkurî, karşı tarafın askerlerinden Ebî Huzabe
et-Temimî adlı kişiyi durdurdu ve ona şunları sordu: «Ey Ebu Huzabe, sana bazı
şeyler soracağım, bana, doğru cevap verecek misin?»
— Eğer sen de aynı
şekilde davranacaksan, evet.
— Kabul ediyorum.
— Peki istediğini sor.
— İmamlarınız hakkında ne dersin?
— Onlar, akıtılması haram olan kanın
akıtılmasını helâl görüyorlar.
— Vay haline! Mal ve servet hakkındaki
tutumları nasıldır?
— Malı, gayr-i meşru yerlerden toplarlar ve
lâyık olmayan yerlere harcarlar.
— Onlar, yetime karşı nasıl davranırlar?
— Onlara, malları hususunda zulmederler ve
haklarını çiğnerler.
— Yazıklar olsun sana ey Eba Huzabe! Sen böyle
adamlara mı tâbi oluyorsun?»
Bu konuşmalardan
anlaşılıyor ki, münakaşa etme ve mücadeleye girme arzusu Haricîlerin
düşüncelerine hakim olmuş, öyle ki bunlar, kendileriyle savaşan hasımlanyla
fikir teatisinde bulunabilmek için, savaşı bırakıp, tartışmaya girişiyorlarmış.[18]
Haricîler,
düşmanlarının hiçbir delilini kabul etmezler, ne kadar açık-seçik ve hakka
yakın olursa olsun, onların görüşleriyle ikna olmazlardı. Bilakis,
düşmanlarının delilleri güçlü olduğu nisbette, inançlarına daha fazla
sarılırlar ve kendi inançlarını destekleyen delilleri daha fazla
araştırırlardı. Bunun sebebi; körü körüne düşüncelerine bağlanmaları ve
rnezheplerinin, kainlerine yerleşmesi, bütün düşünce ve idrak yollarım tıkam
asıydı. Diğer yandan Hariciler. bedeviliklerini yansıtan bir şekilde,
münakaşalarında çok sert ve katı idiler. Bunların tek yönlü düşünmelerine ve
başka yönleri dikkate almamalarına sebep te bu idi.
Haricilerin,
mezheplerini asın derecede savunmaları, bunların bazan hadisler uydurarak
Resıılullah'a nisbet etmelerine seben olmuştur. Şöyleki: Haricilerden bir
kişi. yaptıklarından vazgeçin tev-be edince, Resulullah'm hadîslerini
incelemeleri için âlimleri davet etti. Çünkü Hariciler, delil bulamadıkları
zaman, hadîs uydurur, Re-sulullah'a nisbet ederlerdi.
5) Daha önce
de işaret ettiğimiz gibi Hariciler, Kur'an-ı Kerim'in
zahirine sımsıkı sarılırlar, asıl maksadını anlamava vaklasmazlardı. 'Âyet okımdııenncta
ilk akla gelen mânâ ile yetinirler, ondan zerre kadar ayrılmazlardı.
Haricîler, kendilerine
yöneltilen suçlamalar Varsında kendilerini savunmak için Kur'an-ı Kerîm'in
zahirine bağlı kalır ve gerçek maksadını araştırmaya girişmezlerdi. Yukarıda
Ebu Huzabe ile tartişmasım anlattığımız Ubeyde b. Hilal el-Yeşkurî, bir
demircinin^karısı ile ilişkisi olmakla itham edildi. Bu adamın demircinin
evine izinsiz olarak defalarca girip çıktığını gördüler. Bunun üzerine Hariciler,
kendilerine emir seçtikleri Katarı b. Fucae'ye geldiler ve ona durumu
anlattılar. Fucae onlara şu cevabı verdi. «Ubeyde dinî bakımdan, bildiğiniz
mertebededir. Cihad bakımından ise gördüğünüz mevkidedir.» Bunun üzerine
Haricîler: «Biz, onun yapmış olduğu fuhşu kabul edemeyiz» diye cevap verdiler.
Katarı: «Dağılıp gidin!» dedi. Sonra Ubeyde'ye bir adam göndererek durumu
bildirdi. Ubeyde gelip şu cevabı verdi: «Ey müminlerin emiri, gördüğünüz gibi,
bana iftirada bulundular.» Katarı şunları söyledi: «Seni onlarla
yüzleştireceğim. Ne suçluların boyun eğdiği gibi onlara boyun eğ,nede
suçsuzların isyan etmesi gibi üste çıkmaya çalış.»
Katari, bunları
yüzleştirip konuşturdu. Ubeyde ayağa kalktı ve «Bismillâhirrahmanirrahiym : «O
uydurma haberi getirip iftira atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu,
kendiniz için bir şer sanmayın. Bilakis o, sizin için hayırdır. İftirada
bulunanlardan her birinin, kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan
günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır.»[19]
âyetini okudu. Onlar bunu dinleyince ağlamaya başladılar, ayağa kalkıp
Ubeyde'nin boynuna sarılarak ona «Bizim için Allah'dan af dile.» dediler.[20]
Ubeyde, âyeti okuyarak
kendisini itham edenleri o konudan uzaklaştırdı. Onların ithamlarında doğru
olduklarını ispatlayarak kendisinin ceza görmesine veya yalancı olduklarını
tesbit ederek onların, iftira attıklarının isbatma fırsat bırakmadı.
Âyet-i Kerîmenin
zahirine bakarak mânâsını düşünmediler ve onun hükümlerini tatbik etmediler.
Böylece kesin bir delile dayanmadan Ubeyde'yi «zina» yapmakla itham ettikleri
gibi yine herhangi bir delile dayanmadan zina yapmamış olduğuna hüküm
verdiler. Bölyece, derhal bir karar değişikliğini gerektirecek kuvvetli bir delil
olmadığı halde iddialarının tam aksine bir karara vardılar.[21]
Buraya kadar
zikrettiğimiz prensipler, Haricilerin genellikle üzerinde ittifak ettikleri
prensiplerdir. Ancak, daha sonraları Haricîler, aralarında meydana gelen
çeşitli anlaşmazlıklar yüzünden, birbirlerine zıt muhtelif gurup ve mezheplere
ayrıldılar. Her gurup kendi görüşüne tek taraflı olarak bağlandığından,
Hariciler kendi aralarında çok az sayıda savaş yapmışlarsa da aslında çok
fazla guruplara ayrılmışlardır. Haricileri birbirine düşüren ve onları
bölük-pör-çük eden sebepler, bazan çok basit bazan da köklü sebeplerdir. Bunların
fırkalarım izah ederken, hangi sebeplerin köklü ve hangilerinin basit olduğu
ortaya çıkacaktır.
Şimdi Haricî
fırkalarını izaha başlayalım.[22]
Bunlar, Hanife'
oğullarından olan Nâfi b. el-Ezrak'a tâbi olanlardır. Hanife oğullan.
Haricilerin en kuvvetlileri ve en kalabalık olanları idi. Abdullah b.
Zübeyr'den ve Emevilerden gelen darbelere ilk maruz kalanlar da bunlardı.
Abdullah b. Zübeyr1in ve Emevilerin komutanları ondokuz sene, Nâfi'nin
liderliğindeki Haricîlerle savaştılar. Nâfi, savaş meydanında öldürüldü. Ondan
sonra liderliği, oğlu Ubeydullah aldı. Daha sonra liderlik, Katarî b.
el-Fucae'ye intikal etti. Katarî döneminde, Emeviler adına, Haricilerle
savaşan kişi, Emevlîerin, el-Muhalleb b. Ebi Sufra adlı dâhi komutanları idi.
Muhalleb, girişeceği hareketten önce Haricîleri birbirine düşürür, ondan sonra
onlarla savaşa girişirdi. Bu nedenle Katarî döneminde Haricîler gitgide
zayıfladı. Zira bunlar, kendi aralarında anlaşamıyor, savaş meydanlarında
anlaşmazlıklnnm kötü sonuçlarına uğruyorlardı. Diğer yandan, bütün müslümanlar
bunların aleyhlerine dönmüştü. Sonra bunlar, öteki guruplara karşı çok katı ve
sert davranıyorlardı.
Hariciler, Muhaîleb ve
ondan sonra gelen komutanlar döneminde devamlı olarak .yenildiler ve nihayet
etkinlikleri tamamen kayboldu.
Ezarika'yı diğer
Haricî fırkalarından ayıran temel prensipler şunlardır.
a) Bunlar,
kendilerine karşı çıkanlram sadece mümin olmadıklarına değil, aynı zamanda
müşrik olduklarına, ebedî olarak cehennemde kalacaklarına ve kanlarının helâl
olduğuna inanırlar.
b)
Kendilerine karşı çıkanların memleketleri onlara göre «Dârül Harb» dır.
Oralarda «Dârül Harb» da helâl olan herşey helâldir. Meselâ: Çocukların,
kadınların öldürülmesi, esir alınması, muhaliflerinin köleleştirilmesi,
savaştan geri kalanların öldürülmesi onlara göre helâldir.
c) Ezarika'nm
görüşlerinden biri de şudur. Onlar, kendilerine muhalif olanların çocuklarının,
ebedi olarak cehennemde kalacağını söylerler. Başka bir ifade ile, bunlara
göre muhaliflerinin kâfir olmalarına yol açan günahlar, çocuklarına da sirayet
eder ve onları cehennemlik yapar.
Halbuki çocuklar
hiçbir günah işlememişlerdir. Fakat bu görüş, fikri bir sapıklıktan başka
birşey değildir.
d) Yine
bunların fıkhı görüşlerinden biri de şudur: Bunlar, zina edenin «recm»
cezasını kabul etmezler. Kur'an-ı Kerim'de zina eden erkek ve kadına sopa
atılmasından başka bir ceza bulunmadığını, bu sebeple «recm», cezasının Kur'an'da zikredilmediğini
ileri sürerler ve bu cezanın hadis ile de sabit olmadığını iddia ederler.
e) Bunlara
göre iftira cezası» sadece namuslu
kadınlara iftira edenlere tatbik edilir. Namuslu erkeklere iftira edenlere bu
ceza uygulanmaz. Çünkü «Ezarika» şu âyet-i kerime'nin sadece dış görünüşüne
bakarlar, mânâsını anlamaya çalışmazlar.
«İffetli kadınlara zina isnad edip te sonra bu iddialarını doğrulayacak
dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Onların şahitliklerini de
ebediyyen kabul etmeyin. İşte onlar, fâsıklarm tâ kendileridir.»[24]
Bu âyet-i kerime,
namuslu erkeklere zina iftirası yapanların cezasını zikretmemiştir.» derler.
f) Ezarika,
peygamberlerin, küçük ve büyük günahları işleyebileceklerini kabul ederler.[25]
Görüldüğü gibi
«Ezarika-“ nın bu son görüşü kendilerinin diğer görüşleriyle çelişmektedir.
Çünkü onlar, bir taraftan büyük günah işleyenin kâfir olduğunu iddia ederler,
diğer taraftan peygamberlerin de büyük günah işleyebileceklerini kabul
ederler. Bunlara göre peygamber bazan küfre gidip sonra tevbe edebilir.
«Ezarika» bu görüşünü şu âyet-i kerime'den aldığını iddia eder. «Ey Muhammed,
biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.» «Allah, bu fethi sana, geçmiş ve
gelecek günahlarını bağışlamak, üzerine olan nimetini tamamlamak, seni dosdoğru
bir yola iletmek ve seni şanlı bir zaferle muzaffer kılmak için ihsan [26]etti.[27]
Bunlar, Hanife
kabilesinden olan Necde b. Uveymir'e tâbi
olanlardır. Bu fırka, Haricî fırkalarından, harpten geri kalanları kâfir kabul etme, küçük çocukların
öldürülmesini, helâl görme ve muhalifleriyle birlikte bulunan ehl-i kitaba
karş1. vaziyet alma hususlarında Ezarika ile görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Ezarika, muhalifleriyle birlikte bulunan ehl-i kitabın, rnüslümaiüa-ra sığınıp,
onların teminatı altında yaşadıkları için kanlarının akı-turnasının helâl
olmadığını ileri sürerken Necedat, ehl-i kitabı himaye eden muhalif mü s lüm
ani arın kanları helâl olduğu gibi himaye edilen ehl-i kitabın da kanlarının
helâl olduğunu iddia ederler.
Yine Necedat fırkası,
halife tayininin dinen vacip olmadığını, umumun menfaatinin gerektirdiği vakit
vacip olabileceğini ileri sürerler. Bunlara göre, müslümanlar, aralarında
hakkı tavsiye edebilir ve yerine getirebilirlerse halife tayin etmeleri
gerekmez.
Necedat fırkası,
herhangi bir Haricîye fırkasının getirmediği yeni bir prensip getirmiştir. O
da «Takiyye» (gizleme) prensibidir, Bu
prensip gereği, Haricîye fırkasında olan bir kişi, kanının akmasını önlemek ve
kendisine yapılacak olan saldmlafı
engellemek için kendisini «ehl-i sünnet» ten gösterip asıl inancım açığa
vurma zeminini buluncaya kadar asıl inancım gizleyebilir. Necde b. Uvey-mir'in peşinden gidenler,
önceleri «Yemame» denilen yerde «Ebu Ta-lut el-Haricî» denilen kişinin arkasından gidiyorlardı. Daha sonra bu fırka,
Ebu Talut'u bıraktı Necde'ye biat etti. Hem Necde hem de bu fırka güçlendi.
Bahreyn, Hadramut, Yemen ve Taif bölgelerini istilâ ettiler. Ne var ki diğer
fırkalar gibi bunlar da kendi aralarında bir kısım tali meselelerde ihtilâfa
düşerler ve neticede bölünürlerdi.
Bu fırkaya mensup
olanlar, emirleri olan Necde b. Uveymir'e şu meseleler sebebiyle karşı çıkmışlardır.
a) Necde,
oğlunu bir ordunun başına komutan tayin etti. Bu ordu gittiği yerde kadınları
esir aldı. Ganimet mallarını da taksim edilmeden yedi. Buna rağmen Necde
bunların bu davranışlarına göz yumdu.
b) Taraftarlarından cezaya uğrayanları himaye
etti ve «Belki
'Allah bunları
affeder. Âffetmeyip azap etse bile bunlara ateşten başka birşey ile azap eder
daha sonra da cennetine koyar.» dedi.
Necde, bu görüşüte
Haricilerin günah işleyeni kâfir sayma prensiplerine karşı çıkmıştır. Necde bu
anlayışıyla sanki, Haricilerden günah işleyenlerin 'Allah tarafından
affedileceklerini, Haricî olmayan günahkârların ise affedilmeyeceklerini
kabul etmiştir.
el Necde, bir orduyu denizden diğer birini ise
karadan sevket-miş ve ganimet taksiminde karadan giden orduyu üstün tutmuştur.
İşte bu meseleler
hakkındaki ihtilâflar gittikçe arttı. Necde aleyhine bazı guruplar ortaya
çıktı. Onun imamlığını reddettiler, Bunlar- da kendi aralarında üç guruba
ayrıldılar.
aa) Bir
gurup Beni Hanife'den olan Atiyye b. el-Esved ile Sicistan'a gitti.' Üzerinde
ittifak ettikleri prensiplere göre yaşadı.
bb) İkinci
bir fırka- Necde'yo karşı isyan etti. Onu öldürdü ve yerine Ebu Füdeyk'i
getirdi. Haricilerin en güçlü ve kararlı fırkası da bu fırka idi. Bu fırka
Necde'nin elinde bulunan yerleri işgal etli ve oralarda hakimiyetini sürdürdü.
Nihayet, Abdülmclik b. Mervan, bunlara karşı bir ordu gönderdi. Ordu bunları
mağlup etti. Ebu Füdeyk'in başını Abdülmelik'e gönderdi. Böylece bu fırkanın
otoritesi de ortadan kalktı.[28]
cc) Üçüncü
bir fırka, devamlı olarak Necde'ye bağlı kaldı. Ona yönetilen ithamları
reddetti ve onu mazur gördü. Bu fırka zayıf bir durumda uzun zaman yaşadı.
Fakat tarih, Ezarika'nın adını sildiği gibi bunların da adını sildi.[29]
Bunlar, Ziyad b.
el-Esfer'e tâbi olanlardır. Bunlar, görüşleri bakımından Ezarika'dan daha
yumuşak, diğer fırkalardan ise daha aşırıdırlar. Sufriyye'ler, büyük günah
işleyenler hususunda Ezarika ile ihtilafa düşmüşlerdir. Ezarika, büyük günah
işleyenleri, ebedi olarak cehennemde kalacak müşriklerden saydılar. Sufriyye
ise büyük günah işleyeni müşrik sayma hususunda kendi aralarında ittifak
edemediler. Bunlardan bazıları, hakkında ceza bulunan günahı işleyenlerin,
Allah Tealâ'nm, onlara verdiği «zinakâr» «hırsız» «iftiracı» gibi isimlerle
isimlendirilebileceklerini, bunun dışında onlar için birşey söylenemiyeceğini,
buna mukabil hakkında ceza bulunmayan günahı işleyenlerin kâfir sayılacaklarını
ileri sürmüşlerdir.
Sufriyyeden diğer bir gurup
ise günah işleyenin cezasını vali infaz etmedikçe kâfir sayılamayacağım iddia
etmiştir.
Sufriyye gurubuna
mensup olanlardan biri de Ebu Bilal b. Mir-das idi. Bu şahıs salih bir kişi
idi. Yezid b. Muaviye döneminde Basra taraflarına çekildi. Kimseye dokunmazdı.
Fırsat buldukça devletin malından, kendisine yetecek kadar alırdı. Savaşmak
istemezdi. Nihayet, Ubeydullah b. Ziyad.bir adam gönderip onu öldürttü.
Yine bu guruptan olan
bir kişi de tmran b. Hittan idi. Bu şahıs, dünyaya önem vermeyen bir şairdi.
İnancı uğruna kaçarak İslâm beldelerini gezerdi. Sufriyye fırkası, Ebu Bilal'den sonra bunu kendisine
imam seçmişti.
Haricilere mensup olan bu
Sufriyye fırkasının başında bulunan liderlerin davranışları incelendiğinde
görülür ki bu fırka, müslümanların kanının akıtılmasını helâl görmüyor,
muhaliflerinin oturdukları yerleri dârül harp saymıyor, kadınların ve
çocukların esir alınmasına cevaz vermiyor, iktidarın ordusundan başkası ile
çarpışmayı caiz saymıyor.[30]
Bunlar, Abdülkerim b,
"Âcred'e tâbi olanlardır. Abdülkerim, Necde'ye karşı çıkan ve Necedat'dan
bir gurupla Sicis-tan'a giden Âtiyye b. el-Esved'e tâbi olanlardan biriydi. Bu
sebeple Acâride, metodları bakımından, Necedat fırkasına çok yakındır. Çünkü
bunlar, Necedat'dan ayrılmışlardır. Bu fırkanın görüşleri kısaca şunlardır:
Acâride, Hariciye
fırkalarından, savaşa gitmeyip geri kalanları, muttaki olduklarına
inandıkları takdirde kendilerinden sayarlar. Bunlar, devamlı olarak c'ihad
etmenin vacip olduğuna, cihad etmeye gücü yetenin, hiçbir sebeple cihaddan
geri kalamayacağına inanan Ezarika'ya benzemezler. Acâride'ye göre, kendilerine muhalif olanların topraMarmdan
hicret etmenin, gerekli değil daha iyi olduğuna inanırlar. Muhaliflerinin malını, kendileriyle savaşmadıkça mubah görmezler
ve ancak kendileriyle savaşanların öldürülmesini caiz görürler.
Acâride birçok
meselede kendi aralarında ihtilâfa düştüler. Bunlardan bazıları, kaza ve kader
meselesi, kulun kudreti meselesi, kendilerine muhalif olanların çocuklarının
akıbeti meselesidir. 'Acâri-de, basit ihtilâfları abartır, neticede umumî
meselelerde ihtilâfa düşerler ve çeşitli guruplara ayrılırlardı. Meselâ:
Bunlardan olan Şu-ayb adlı bir kişi, yine bunlardan olan Meymun adlı bir kişiye
borçlu idi. Meymun alacağını isteyince Şuayb, ona şu cevabı verdi. «Eğer 'Allah
dilerse onu veririm.» Bunun üzerine Meymun «Allah, bunu şu anda diledi.» dedi.
Şuayb «Eğer 'Allah, dilemiş olsaydı onu sana vermekten Knşka bir şey
yapamazdım.» dedi. Meymun şu cevabı verdi. «Allah, bunu emretti. 'Allah, her
emrettiğini diler ve emretmediğini dilemez.» Bunun üzerine Şuayb ve Meymun,
liderleri ve imamları olan Abdülkerim
b. Ecred'e başvurdular. O da bunlara şu kapalı cevabı verdi: «Biz, «Allah
dilerse olur, dilemezse olmaz» deriz ve 'Allah'a başka birşey isnad etmeyiz.»
Cevabın kapalı olması sebebiyle her iki taraf, cevabın, kendi lehine olduğunu
iddia etti.Neticede Acâride, «Şuaybiyye» ve «Meymuniyye» diye iki guruba
ayrıldı.
Yine anlatıldığına göre Acâride'ye mensup «Sa'lebe» adında bir
adamın kızı vardı, başka bir Acâride mensubu bunun kızını istedi ve kızın
annesine birini göndererek şunu sordurdu. «Eğer kızın erginlik çağma gelmiş ve
Acâride'nin kabul ettiği şartlara göre Islâmı kabullenmişse mehrinin ne kadar
olacağı mühim değildir.- Kızın annesi ise şu cevabı verdi. «Kız, Acâride'nin
taraftan olup onun velayeti altında bulunduğuna göre müslümandır. Onun
erginlik çağına gelip gelmemesi neticeyi değiştirmez.» Bunun üzerine mesele
Abdülkerim'e intikal etti. Abdülkerim ise çocukların velayetinden berî olma
görüşünü tercih etti. Kızm babası Sa'lebe bu görüşünden dolayı Abdülkerim'e
karşı çıktı. Nihayet ortaya «Sa'lebiyye» diye adlandırılan yeni bir fırka
çıktı.
Görüldüğü gibi
siyasetle hiçbir ilişkisi olmayan basit bir mesele yüzünden iki fırka ortaya
çıkıyor ve bu fırkalar da kendi aralarında guruplara ayrılıyorlar.[31]
Bunlar, Abdullah b.
îbad'a tâbi olanlardır. Bu gurup, Haricîlerin en ılımlı olanı, düşünce
bakımından îslâm cemaatine en yakını, sapıklık ve aşırılıktan en uzak
olanıdır. Bu sebeple İbadiye fırkası, uzun zaman yaşayabilmiştir. Bunların
te'Iif ettikleri güzel fıkıh kitapları vardır. İçlerinden seçkin âlimler çıkmıştır.
İbadiye'nin bir kısmı, Fas'daki Batı Sahra'nm vakalarında, diğer bir kısmı da
Zengibar'da yaşamaktadır.
Bu fırkanın,
kendilerine ait fıkhı görüşleri vardır. Hatta Mısır kanunları miras konusunda
bunların bazı görüşlerini almıştır. Meselâ: Azad etme velayetinden dolayı
mirasçı olmayı en son mirasçı olma sebebi kabul etmiştir.[32]
Halbuki diğer dört mezhep azad "etme velayetinden dolayı mirasçı olmayı,
nesep yoluyla mirasçı olanların hemen peşinden saymış, mirasçıların kendilerine
düşen paylarını almalarından sonra artan kısmı, hısımlık yoluyla mirasçı olan
karı veya kocaya tekrar ilâve' etmeyip, onu azad etme velayeti olan şahsa
vermiştir.[33]
a) Bunlara
göre, kendilerine karşı çıkan müsKimanlar, ne mümindir ne de müşrik. Bunları
«inkarcılar» diye adlandırırlar.İbadiye, kendilerine karşı çıkan müslümanlara
şöyle derler. «Onlar, nimetleri inkâr edenlerdir, yoksa itikaden kâfir olanlar
değildir. Çünkü onlar, Allah'ı inkâr etmemişlerdir. Fakat 'Allah'a karşı olan
vazifelerinde kusur işlemişlerdir.»
b)
Kendilerine karşı çıkan müslümanlarm kanım akıtmak haramdır. Üzerinde
yaşadıkları topraklar îslâm ve tevhid toprağıdır. Ancak, iktidarın ordularının
üzerinde yaşadığı topraklar müstesnadır.
Fakat îbadiye bu
görüşlerini açıklamazlar, muhaliflerinin topraklarının dar-ı îslâm olduğunu ve
kanlarının akıtümasımn haram olduğunu gizlerler.
c) İbadüerle
savaşan müslümanlarm mallarından sadece atlar, silahlar ve harp malzemeleri,
ganimet malı olarak helâldir, diğerleri haramdır. Bunun için îbadiler,
kendileriyle savaşanlardan aldıkları altın ve gümüşleri geri iade ederlerdi.
d) İbadilere
karşı çıkanların şahitlikleri caizdir, onlarla evlenilir ve miras alınır,
verilir.
Bunlardan
anlaşıldığına göre İbadiler, mutedil davranmakta, muhaliflerine insaf gözüyle
bakmaktadırlar.[34]
Genellikle Hariciye
mezhepleri, dini anlama bakımından aşırı gitme ve kuru taassuba saplanma temeli
üzerine kurulmuştur. Böylece Haricîler, hayır işlemek isterken sapıklığa düşmüşler,
hem kendilerini hem de çevrelerinde bulunanları yıpratmışlardır. Hakiki
müminler, bu fırkanın sapık olduğuna hüküm vermişlerse de kâfir olduğuna hiçbir
zaman hüküm vermemişlerdir. Bu cümleden olmak üzere Hz. Ali (R.A.)'nin de
taraftarlarına, kendisinden sonra Haricilerle savaşmamalarını vasiyet ettiği
rivayet edilir.
Çünkü hakkı
araştırırken hataya düşen, bâtılı ararken sapıklığa düşen gibi değildir. Hz.
Ali (R.A.) Haricileri, «Hakkı ararken yollarını şaşıranlar.» Ernevileri ise
«Bâtılı arayıp sapıklığa düşenler» kabul ederdi.
Ne var ki, Haricilerin
aşırılıkları sebebiyle, içlerinden, İslâm'la hiç alâkası olmayan, Allah
Tealâ'nm gönderdiği Kitab'a ve Resulul-lah'dan nakledilen haberlere tamamen
ters düşen yollardan giden guruplar çıkmıştır.
«el-Fark-u Beyn el-Firak»
adlı eserde, îslâm dışı prensiplere saplanan iki Haricî fırkası
zikredilmiştir.[35]
Bunlar «Yezid b. Enîse
el-Harici» ye tâbi olanlardır. Yezid, önce İbadiye fırkasındandı, daha sonra,
Allah Tealâ'nın, Parslardan bir peygamber göndereceğini ve o peygambere, Hz.
Muhammed'in şeriatının hükmünü ortadan kaldıracak bir kitap ineceğini iddia
etmeye başladı.[36]
Bunlar, «Meymun
el-Acredi» ye tâbi olanlardır. Meymun'u daha önce, din hususunda, Allah
Tealâ'nın verdiği şeylerde iradesi meselesinde anlatmıştık.
Bu adam, kişinin,
evlatlarının kızlarıyla ve kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarının kızlarıyla
evlenmesinin helâl olduğunu kabul etmiştir. Buna delil olarak, Kur'an-ı
Kerîm'in, bu sayılanları «Evlenilmeleri haram olanlar» içinde zikretmemesini
göstermiştir.
Meymuniye fırkasına
mensup olanların, Kur'an-ı Kerîm'deki
«Yusuf» suresini inkâr ettikleri,
Kur'an'dan saymadıkları rivayet
edilir. Bunlara göre «Yusuf» suresi bir aşk hikâyesidir.
İşte bu sebeple bu
fırkayı müslüman saymak mümkün değildir. Bu kötü inançları sebebiyle Allah
bunların yüzünü kara çıkarmıştır.[37]
Buraya kadar
anlatılanlar, doğru yoldan sapanların ve bu sapma sebebiyle tek tarafa yönelen
ve yöneldiği tarafta saplanıp kalanların görüşleridir.
Alevîler, halifeliği,
peygamberden intikal eden bir miras ve peygamberin, kendisinden sonrakilere
yaptığı bir vasiyet saymışlar ve sadece bu görüşü benimsemişlerdir.
Diğerleri ise
halifelik hususunda bütün kayıt ve şartları hiçe saymış geniş bir mezhep
tutturmuşlardır.
Ehl-i sünnet vel
cemaat ise orta yolu seçmiş, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'den rivayet edilen
«Halifeler Kureyştendir.»[38]
hadis-i şerifine sarılaralc, halifenin Kureyş'ten olması hususunda umumiyetle
ittifak etmişlerdir. Ehl-i sünnet bu hadisi bir temel kaynak saymış ve
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'den sonraki tatbikat da bunu desteklemiştir.
Burada biz, sadece
herbiri bir tarafa yönelen çeşitli aşırı görüşlerin aralarını bulmakla
yetinmeyeceğiz, ayni zamanda İslâm siyaseti hakkında İslâm hukukçularının
görüşünü de anlatacağız. İslâm hukukçularının görüşleri, Sahabe-i Kiran’dan
gelen haberlere Ve müslürnanların bölünmelerinden evvelki tatbikata mutabık olan
mutedil bir mezheptir.
İslâm ulemasının
çoğunluğunu teşkil eden ehl-i sünnet âlimleri, cuma namazlarının kılınmasını
sağlayacak, İslâm cemaatini organize edecek, cezaları tatbik edecek,
zenginlerden zekâtı toplayıp, lâyık olan fakirlere dağıtacak, hudutları
koruyacak, tayin edeceği hakimler vasıtasıyla insanlar arasında meydana
gelecek ihtilâfları halledecek, müslümanları bir araya toplayacak, bölünmeleri
ortadan kaldıracak, dinin bütün hükümlerini tatbik edecek ve Islâmın,
gerçekleştirilmesini emrettiği faziletli medeniyeti kuracak bir halifenin
gerekliliği hususunda ittifak etmişlerdir.
Evet, mutedil
muslümanlar bu hususta ittifak etmişler, İslâm dini de ilk gelişinde bu yolu
takibederek sağlamlığını muhafaza etmiştir.
Çoğunluğu teşkil eden ehl-i
sünnet âlimleri, idarenin, ısırıcı bir iktidar olmayıp peygamberlik hilafeti
olarak devam edebilmesi için halifenin şu dört şartı haiz olması hususunda
ittifak etmişlerdir. Bu şartlar:
a) Kureyş
kabilesinden olmak,
b) Kendisine
biat edilmek,
c) İstişare
ile seçilmiş olmak,
d) Adaletli
davranmaktır.[39]
Ehl-i sünnet âlimleri,
halifenin Kureyş kabilesinden olmasını şart koşmuşlardır. Bunun sebebi,
Kureyş'in üstünlüğü hakkında ve halifenin onlardan olacağına işaret eden birçok
delilin bulunmasıdır. Bu delillerden biri de Resulullah (S.A.V.)'den rivayet
edilen şu hadistir: «İnsanlardan iki kişi kaldığı sürece bu iş Kureyş'te devam
eder.[40]
Yine iki sahih hadis
kitabında Peygamber Efendimiz (S.A.V.) 'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
«İnsanlar bu hususta Kureyş kabilesine tabidirler. Müslümanlar, Kureyş'in
müslümanlarma, kâfirler de Kureyş'in kâfirlerine tâbidir.»[41]
Diğer bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (S.A.V): «însanlar, hayırda da
serde de Kureyş'e tabidirler.» buyurmuşlardır. Keza, Buharı Hz. Muaviye'den şu
hadisi rivayet eder: «Resulullah (S.A.V.)'in şunları söylediğini duydum»:
«Şüphesiz ki bu iş Kureyş'tedir, Onlar, dini ayakta tuttukları müddetçe kim
onlara düşmanlık ederse Allah onu yüzüstü düşürür.»[42]
Şüphesiz ki bu
metinler, Kureyş'in üstün olduğunu gösterir. Zaten Resulullah'm, Kureyş'ten
oluşu, fazilet olarak Kureyş'e yeter. Ancak bu deliller, hilafetin sadece
Kureyş'e ait olduğunu, başkalarının halife olamıyacağmı, halifeye boyun eğmek
için, onun mutlaka Kureyş'ten olmasını gerektirir mi? Şu bir gerçektir ki,
tatbikatta halifeler Kureyş'ten olmuştur. Beni Saide sakifesindeki toplantıda
müminler bir araya gelmişler ve Hz. Ebubekir (R.A.)'in konuşmasından sonra
Kureyşli muhacirlerden halife seçmek istemişlerdi, Hz. Ebubekir bu
konuşmasında, halifenin Kureyş'ten olması gerektiği hususunda herhangi bir
hadis metnini delil göstermemiş, şu iki hususu ileri sürmüştür.
aa)
Muhacirler ensardan daha üstündür. Kur'an-ı Kerim, önce muhacirleri
zikretmiştir. İslâmin ilk zamanlarında güçlük ve saldırılara onlar göğüs
germişlerdir.
bb) İslâm
gelmeden evvel de daha sonra da insanlar arasında Kureyş'in itibarı büyüktür.
îşte bu hususlara
işaret ederek Hz. Ebubekir (R.A.) konuşmasının sonunda şöyle demiştir;
«Araplar ancak Kureyş'e boyun eğerler.»
Şüphesiz ki bu sözler
Kureyş'in üstünlük sebebini açıklamaktadır. Kureyş'in üstünlüğü hakkında
rivayet edilen hadisler de bu mânâyı ifade etmektedir. Ancak Hz. Muaviye
(R.A.)'nin rivayet ettiği hadis, başka bir mânâ ifade etmektedir. O da,
halifelerin Kureyş'ten olacağı, Kureyş'ten olmayan herhangi bir kimsenin
halifelik iddia etmesi halinde onu Allah'ın yüzüstü düşüreceği mânâsıdır.
Fakat bu hadis, meydana gelecek bir hadiseyi haber verme mahiyetinde midir?
Yoksa gelecekte böyle yapılmasını emredici mahiyette midir? Şurası bir
gerçektir ki Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'de görülen gerçek
halifelik, Kureyş'liler tarafından ifa edilmiştir. Evet, hidayet rehberi bu
imamlar, Kureyş kabilesindendi. Diğer yandan zikredilen bu hadis-i şerif, dini
ayakta tuttukları müddetçe hilafetin Kureyş'te olacağını, dini ayakta
tutmadıkları takdirde hilafetin onlardan alınıp dini ayakta tutana
verileceğini, dolaylı yolla ifade etmektedir.
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz ki, zikredilen hadis ve haberler, halifeliğin mutlaka Kureyş'e
ait olduğunu, Kureyş'ten olmayanların halifeliğinin, Peygamberlik halifeliği
olmayacağını kesin olarak ifade etmez. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in,
halifenin Kureyş'ten olmasını istediğini ortaya koydukları farzedilse bile bu
deliller, bağlayıcı emir mahiyetinde olmayıp, bilâkis, halifenin Kureyş-ten
olmasının daha iyi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü iki sahih hadis kitabında
Ebu Zer1 den şu hadis rivayet edilmektedir. Ebu Zer şöyle diyor: «Dostum Hz.
Muhammed bana: «Başınıza burnu kesik habeşli bir köle dahi getirilse, onu
dinlememi ve ona itaat etmem! emretti.»[43]
Yine Buharî, Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'in, şöyle buyurduğunu rivayet eder: «Başınıza, kafası kuru
üzüm gibi olan habeşli bir köle dahi getirilse onu dinleyin ve itaat edin.»[44]
Sahih-i Müslim'de Ümmü
Hüseyin'in Resulullah'dan şunları duyduğu rivayet edilir: «Başınıza, burnu
kesik siyah bir köle dahi getirilse, sizi Allah'ın Kitabının hükümlerine göre
idare ettikçe onu dinleyin ve ona itaat edin.»[45]
Bütün bu nasslar, «Bu iş Kureyş'tedir...» hadisiyle karşılaştırıldığı vakit
nasslann çoğu, halifeliğin Kureyş'e tahsis edilmesini ve Kureyş'ten olmayanın
hilafetinin doğru olmayacağını ifade etmemektedir. Bilakis, Kureyş'ten olmayanların
da halife olabilecekleri muhakkaktır. “Bu iş Kureyş'tedir...» hadis-i şerifi
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in ya gelecekten haber veren mucizelerinden
biridir. — Nitekim diğer bir hadis-i şerifte : «Benden sonra hilafet otuz
senedir. Ondan sonra saltanat başlayacaktır.»[46]
buyurmuştur.— Yahut da, bu. hadis-i şerif, halifeliğin Kureyş'ten olmasının
daha iyi olduğunu beyan etmektedir. Yoksa Kureyş'ten başkasının halife
olamayacağı hükmünü getirmemektedir.
Hz. Ebubekir (R.A.) ve
onun gibi düşünen diğer sahabîlerin görüşüne gelince, bunların, halifenin
Kureyş'ten olmasını istemeleri, o zaman Kureyş'in daha takva sahibi ve daha
güçlü olmasındandır. Şayet bu sıfatlar Kureyş'te bulunmayıpta başkalarında
bulunursa, diğer sahabîlerin de ortak olduğu Hz. Ebubekir (R.A.)'in düşüncesine
göre hilafetin, Kureyş'ten olmayana verilmesinde bir sakınca yoktur. Zira,
madem ki asıl tercih sebebi güçlülük ve takva sahibi olmaktır, o halde bu
sıfatlar kimde bulunursa onun.halife olması caizdir.
Halifenin Kureyş'ten
olması prensibine, bu hususta rivayet edilen sahih nasslara ve ifade ettikleri
mânâlara ve Hz. Ebubekir (R.A.) halife seçilirken üzerinde ittifak edilen
prensibe, araştırıcı bir nazarla bakıldığı zaman, yukarıda anlatılan bu sonuca
varılır.[47]
Ehl-i sünnet
velcemaatin, halifenin seçimi için aradığı ikinci şart; «Ehlül halli veîakd»
denilen ileri gelen zevatın, halifeye biat etmeleridir. Yani; «Ehlül halli
velakd», ordu ve bütün İslâm cemaati bir günaha vesile olmadıkça, hoşlarına
giden veya gitmeyen bütün hususlarda, halifeyi dinleyip ona itaat edeceklerine
dair söz verirler, halife de onlara, îslâm ceza hukukunu tatbik edeceğine,
İs-lâmm bütün emirlerini yerine getireceğine, adaletli davranacağına, Allah'ın
Kitabı ve Resulullah'ın sünnetinin icabettirdiği şekilde hareket edeceğine
dair söz verir.
Sahabe-i Kiram, bu
usul üzere hareket etmiş ve Resulullah (S. A.VJ'den bunu görmüşlerdir. Allah
Tealâ'nm, şu âyet-i kerimede beyan buyurduğu gibi, sahabe-i kiram, Resulullah
(S.A.V.)'e ağaç altında biat etmişlerdir. «Ey Muhammed, şüphesiz ki sana biat
edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. AUah'ın kudreti, onların kuvvetinin
üstündedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a
olan ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.»[48].
Yine, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Medine'ye hicret etmeye karar verdiği
zaman, Medinelilerle biatlaşmış, Mekke'yi fethettiği ve Mekke halkı
Resulullah'm emrine girdikleri zaman da Mekke halkıyla biatlaşmıştır. Biat
edenler arasmda kadınlar da vardır.Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: «Ey
Peygamber*, mümin kadınlar sana gelip, Allah'a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir
iftira uydurup ileri sürmemek ve iyilikler hususunda sana karşı gelmemek
şatıyla sana biat ederlerse, biatlarım kabul et. Allah'dan, onların
affedilmelerini iste. Şüphesiz ki Allah, gafurdur, rahimdir. Çok affeden ve çok
bağışlayandır.»[49] Sahabe-i Kiram, hicret
eden sahabîlerin, Medineli ensardan daha üstün oldukları kanaatine varınca,
Hz. Ebubekir (R.A.)'e biat etmişlerdir. Hz. Ömer (R.A.), Hz. Ebubekir (R.A.)'e
«Uzat elini sana biat edeyim.» demiş, ondan sonra bütün müslümanlar da, Hz.
Ebubekir'e biat etme hususunda; Hz. Ömer'e tâbi olmuşlardır.
Hz. Ebubekir (R.A.)
hilafeti Hz. Ömer (R.A.)'e devredince ona biat aldı, ondan sonra bütün
müslümanlar Hz. Ebubekir'in biatma uydular. Hz. Osman (R.A.)'m hilafete
getirilmesinde de aynı usule uyuldu. Hz. Ömer (R.A.)'in, halifeliğe aday gösterdiği
altı kişi arasından Hz. Osman (R.A.) seçilince Medine halkı Mescid-i Nebevi'de
ona biat ettiler.
Yine Hz. Osman
(R.A.)'dan sonra Hz. 'Ali (RA.)'ye de Medine-liler biat etmişlerdir. Biat
meselesi, Emevîler döneminde ve Abbasî-lerin ilk halifeleri döneminde devam
etmiştir. Sahabe-i Kiram döneminde biat, tam bir hürriyet içinde yapılıyor,
müslümanlar halifeye itaati isteyerek kabul ediyorlardı. Fakat, Emevîler
döneminde biat, iktidarı zorla kabullendirme ve insanları cebren itaata boyun
eğdirme şeklini aldı. Haccac b, Yusuf es-Sakafî ve benzeleri biat etmek için
çeşitli şekiller icad etmişlerdi ve biat ederken, insanlara şunları
söyletiyorlardı: «Eğer halifeye itaatten aynlırsam, kölelerim hür ve kadınlarım
boş olsun!» Bu gibi şekilleri icad edenler, insanları kayıtsız şartsız itaat
etmeye zorlamak istiyorlardı. Abbasîlerin, ilk dönemlerinde de her ne kadar
Haccac ve benzerlerinin icadet-tikleri, insanları güç durumda bırakan bu çeşit
şekiller kullanılmıyor idiyse de yine de biat zorla almıyordu.
Halk, Ebu Cafer
el-Mansur'u zorla biat almakla suçladı. Bunun üzerine Medine valisi, İmam
Malik'in, «zorla yemin ettirilenin yemini geçersizdir. Zorla karısı
boşattırılanm karısı boş değildir.» şeklinde fetva vermesine mâni oldu ki,
insanlar, halifeye zorla alınan bi-attan ayrılmasın.[50]
Halife seçimindeki
şartlardan birisi olan «biat» müessesesini izah ettik. Şimdi ise üçüncü şart
olan «istişareyi» izah edelim.
îstişare, halifenin,
müslümanlann istişaresiyle başa getirilmesi demektir. Bu şartın temel dayanağı,
îslâm nizamının, aslında istişareye dayalı olmasıdır. Zira, Allah Teaîâ bir
âyet-i kerime.de şöyle buyurmaktadır: «Müslümanların işleri, aralarında
müşavere ile yürütülür...»[51] Yine
«... İşlerde onlarla istişare et...»[52]
buyurmuştur.
Keza, Peygamber
Efendimiz (S.A.V.), hakkında vahiy inmeyen ve müslümanları ilgilendiren bütün
meselelerde ashabı ile istişarede bulunurdu. Meselâ: Savaşlar ve onlardan elde
edilen neticeler hakkında, yönetimle ilgili hususlarda, hakkında nass
bulunmayan bütün meselelerde istişarede bulunurdu. Peygamber Efendimiz (S.
A.V)'den sonra gelen Hulefa-i Raşîdîn de (R. A.) devamlı istişarede
bulunurlardı.
Mademki İslâm nizamı
aslında istişareye dayanmaktadır, o halde halifenin seçimi de istişare ile
olmalıdır. Zira, halifeliğin miras yoluyla zorla intikali, islâm nizamının
istişare ile yürütülmesine engel olur. Çünkü halifeliğin miras yoluyla
intikali, istişare ile seçilme sistemine taban tabana zıttır. Bu sebeple Hz.
Muaviye (R.A.)'a yöneltilen en ağır tenkidlerden biri de îslâmî olan istişare
usulünü, biat görüntüsü vererek veraset şekline çevirmesidir. Böylece biat,
asıl özü olan seçim keyfiyetini kaybederek asıl mânâsından uzaklaşmıştır.
Hasan el-Basri, Hz.
Muaviye'nin iktidarı hakkında şunları söylemiştir : «Muaviye'de dört özellik
vardır ki, bunlardan sadece biri dahi bulunmuş olsaydı onu helak etmeye
yeterdi. Birtakım beyinsizlerle yardımlaşarak bu ümmete karşı çıkıp
müslümanlarla istişare etmeksizin hilafeti eline geçirmesi, içki içtiği,
sarhoş gezdiği, ipekler giydiği ve tambur çaldığı halde, oğlu Yezîd'i
kendisinden sonra halife tayin etmesi, Ziyad b. Ebîh'inin, babasının cahiliyet
döneminden nikâhsız oğlu olduğunu iddia etmesi, —halbuki Resulullah (S.Â.V.)
bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: «Çocuk, doğduğu döşeğe aittir.
Zina edenin cezası ise recmdir (taşlanmaktır.)» — Hucr b. Adîyy'i öldürmesi,
Hucr ve arkadaşlarına yaptıklarından dolayı vay haline Muaviye'nin!..[53]
Hz. Ömer (R.A.)
biatin, istişare ile yapılmasının gerekliliği hakkında şöyle buyurmuştur: «Kim
bir adama, müslümanlarla istişare etmeksizin biatta bulunursa biat edene artık
hiç biat edilmez. Biat edilene de biat edilmez. Kendilerini ölüme
sürüklemelerinden korkulur.»[54]
Görüldüğü gibi Hz.
Ömer (R.A.) kendisinden fetvalar uydurarak, îslâm ümmetinin isteği ve iradesi
dışında bir adama biat eden kişiyi halifelik hakkından mahrum etmektedir.
O halde istişare
gereklidir. Biat da müslümanlann istişaresiyle gerçekleşir. Fakat, biat ve
istişarenin şekli nasıldır? îstişare ve biat ehli kimlerdir?
Bu soruların cevabı
şudur: Kur'an-ı Kerim istişareyi emreder. Sünnet-i seniyye bunun gerekliliğini
beyan eder. Fakat, istişarenin şeklini ve istişare ehlini tayin etmez. Bunların
tanzimini ve hangi yolla yapılacağını insanlara bırakır. Çünkü istişare,
topluluktan topluluğa, asırdan aşıra ve ülkeden ülkeye değişik şekillerde
olabilir. Bir çağda uygun görülen istişare şekli diğer çağ için uygun olmayabilir.
Yine ayni şekilde bir toplum için faydalı görülen istişare şekli, diğer bir
toplum için faydalı olmayabilir.
'Allah Tealâ, adaletli
davranmayı ve istişarede bulunmayı emretmiş, bu iki yüce emrin en güzel bir
şekilde gerçekleştirilmesini insanlara bırakmıştır.
Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, halifeyi seçme hususunda müsh'imanlar üç usûl takibetmişlerdir.
Şiındi bu usulleri kısmen de olsa açıklığa kavuşturalım.
1 — Herhangi bir kimse tarafından tayin edilme söz konusu
olmaksızın, serbestçe istişare ile halifenin seçilme yolu. Hz. Ebubekir (R.A.)
bu yolla seçilmiştir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) onu hilafete tayin
etmemiştir.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.)'in hastalığı sırasında Hz. Ebubekir (R.'A.)'i imamete geçirdiği
rivayet edilmektedir. Bazı insanlar, sahabe-i kiramın, Hz. Ebubekir (R.A.)'i
hilafete bu sebepten dolayı seçmiş oldukları kan atin dedirler. Bunlar,
«Peygamberimiz. Hz. Ebu-bekir'i dinî meselemiz için seçtikten sonra bizim,
dünyevî meselelerimiz için onu seçmemiz daha evladır.» demişlerdir.
Bu olaydan çıkarılan
hüküm doğru olsa dahi bu, bir tayin değildir. Hernekadar Hz. Ebubekir
(R.A.)'in üstünlüğüne va sahabe-i kiram arasında büyük bir mevkii olduğuna
işaret ediyorsa da...
Bizim, bu hadiseyi
halifeliğe tayin şeklinde anlamamız doğru değildir. Çünkü tayin edildiğine
dair ne bir açıklık vardır, ne de kesin bir delildir.
Diğer taraftan, Hz.
Ebubekir'in halife seçildiği Benî Saide saki-fesindeki toplantıda Hz.
Ebubekir'in imamete geçirilişinden hiç bahsedilmemiştir. Bununla beraber,
belki de Hz. Ebubekir'in imamete geçirilişi, Hz. Ömer'in, elini uzatarak ona biat
etmesinden sonra, insanların, Hz. Ömer'i takip etmelerine ve Kz. Ebubekir'in
halifeliğine razı olmalarına sebep olmuştur. Fakat durum ne olursa olsun, Hz.
Ebubekir (R.A.)'in halife seçilişinin, Peygamber Efendimiz (S. A.V.)'in'tayini
ile olmadığında ittifak edilmiştir.
2 —
Halifenin, akrabası olmayan kişiyi, kendisinden sonra hilafete aday göstermesi
yolu. Bu usul, Hz. Ebubekir'in Hz. Ömer'i aday göstermesinde takibedilmiştir.
Şüphesiz ki bu, Hz. Ebubekir tarafından yapılmış sadece bir tekliften ibaretti.
Bağlayıcı bir yönü yoktu. O dönemde müslümanlar Arap ülkelerinde görülen
dinden dönme hadiselerini görmüşler, îslânı orduları cihad için çeşitli
yönlere dağılmışlardı. Bu sebeple Hz. Ebubekir (R.A.) Beni Saîde sakifesin-deki
toplantıda görüldüğü gibi müslümanlann hilafet hakkında ihtilâfa
düşeceklerinden korktu ve kendisiyle herhangi bir kan ve hısımlık bağı
bulunmayan Hz. Ömer'i hilafete teklif etti. Bu teklifin arkasında Hz. Ömer'in
dinine ve müminlere karşı samimi oluşundan başka bir neden yoktu. Evet, Hz.
Ebubekir'i bu teklifi yapmaya sev-keden sebep sadece bu idi...
Hz. Ebubekir'in
teklifinden sonra müminler, onunla bu meseleyi derinlemesine tartıştılar. Hz.
Ebubekir'in haklı olduğunu anlayınca, kendi istekleriyle, herhangi bir zorlama
olmadan serbestçe Hz. Ömer (R.A.) 'e biat ettiler.
3 —
Halifenin, insanlar arasında ileri gelen üç veya daha fazla sayıda kişiye
aralarından birini halife seçmeleri için hilafet meselesini havale etmesi
yoludur.
Peygamber Efendimiz
(S.Â.V.)'in herhangi bir kimseyi halife seçmediğini ve Hz. Ebubekir'in, onû
hilafete aday gösterdiğini gören Hz. Ömer (R.A.) şunları söylemiştir. «Eğer,
herhangi bir kimseyi hilafete aday göstermezsem yanlış bir iş yapmış olmam.
Çünkü benden hayırlı olan Hz. Peygamber de .kimseyi tayin etmemiştir. Şayet,
herhangi bir kimseyi hilafete aday gösterirsem yine yanlış bir iş yapmış olmam.
Çünkü benden daha hayırlı olan Hz. Ebubekir aynı işi yapmıştır.»
Evet, Hz. Ömer, orta
yolu seçmiştir. Hilafet meselesini, istişare ile aralarından birini seçecek
olan altı kişiye havale etmiştir. Bu altı kişi, aralarından Hz. Osman (R.A.Vı
seçtiler. Ondan sonra halk, Hz. Osman'a biat etti.
Hz. Ömer'in, altı
kişiye, istişare ile aralarından birini halife seçmelerini havale etmesi, bir
tayin olmyaıp, sadece bir teklif idi. Zira, eğer müslümanlar biat etmemiş
olsalardı. Hz. Osman halife olamazdı. Çünkü sadece teklifle halifelik elde
edilmez. Halifeliğin gerçekleşmesi için serbest ve sağlıklı bir seçimi ifade
eden biatin var olması lâzımdır. Bağlılık ve önderlik te ancak biatla
mümkündür.
İbn-i Hazm şöyle der:
«Halifeyi başa getirmenin yolu, bu saydığımız üç yodlan ibarettir. Başka bir
yolun icat edilmesi caiz değildir. Aksi takdirde sahabe-i kiramın, üzerinde
ittifak ettikleri prensiplerden ayrılmış olunur. Zira, sahabe, halife
seçiminde bu üç yolu kabul etmiş ve buna razı olmuştur. Bu sebeple bu üç yol
üzerinde icma meydana gelmiştir.» Şurası bir gerçektir ki sahabe-i' kiram, kendi dönemlerinde
istişare ile halifenin seçimi esasının bu üç yolla gerçekleşebileceği kanaati
ile bu yollara başvurmuşlardır. Diğer
asırlarda ise, İslâm ümmetinin görüşlerini daha açık bir şekilde ortaya
oyabilecek ve Allah'ın hükümlerini tatbik edecek halifesini seçmede, daha uygun görülecek
başka bir yola başvurmasına herhangi bir engel yoktur.
îşte, sahabe-i kiramın
izlediği üç usul budur. Burada hatıra şu iki soru gelmektedir.
aa —
Sahabe-i kiram döneminde istişare ehli kimdi?
bb — Şayet,
istişare yapılmaksızın haiife seçilir de
sonradan onun halifeliğine muvafakat edilirse- bu "halifeye itaat
gerekli midir? Birinci soruya cevap vermek için sahabe-i kiramın davranışlarına
ve vardıkları sonuçlara başvurmamız gerekir.
Bu sebeple deriz ki: Hz. Ebubekir'i, Muhacir ve Ensardan meydana gelen
Medine halkı seçmiştir. Hz. Ömer'i ve Hz. Osman'ı seçenler de bunlardır.
Medine halkına böyle bir
hakkın tanınmasının birtakım meşru sebepleri vardı. Çünkü Medine îslâmm
yuvasıydı. Medineliler de îs-lâm dâvasının koruyucuları idiler. Diğer Arap'
bölgelerinde ise îs-lâm henüz yerleşmemişti. Resulullah (S.A.V.Vin vefatını müteakiben, Mekke ve
Medine'nin haricindeki şehirlerde, dinden dönme hadiselerinin bulunuşu buna
bir delildir.
Evet, Peygamber
(S.A.V.)'imizin vefatından sonra Araplardan birçoğu'dinden çıktı. Bu felaketten
tam olarak, sadece Mekke ve Medine kurtuldu. Resululîah (S.A.V.). vefat
ettikten sonra, meselenin ciddiyetini düşünen müslümanlar, artık, İslama karşı
gelmeyi ve ondan sıyrılıp çıkmayı düşünen bedevileri halife seçimine ortak edemezlerdi.
Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde hernekadar müslüman Araplar, mücahid ve
savaşçılar olarak çeşitli bölgelere yayılmış idiyseler de, herhangi bir
bölgede tam olarak yerleşmiş değillerdiki, o bölgeninde biat'a ortak olmaya
hakkı olsun.
Hz. Ali (R.A.)'nin
dönemi gelince müslümanlar bazı bölgelerde tamamen yerleşmişlerdi. Meselâ
Şam'da çok miktarda, Basra, Küfe ve Mısır'da ise belli nisbetlerde müslümanlar
bulunuyordu. Bununla beraber, Hz. Ali'yi hilafete, sadece Medineliler
seçmişlerdi. Hz. Ali (R.A.) de müslümanların nizam ve intizamlarını korumak
için bunu mecburen kabul etti ve sadece Medinelilerin biatıyla yetinme zorunda
kaldı. Belkide Hz. Ali (R.A.) diğer ülkelerde yerleşen müslümanların çoğunun
dinden çıkan mürtedlerden arta kalanlar oldukları kanaatinde idi. Üstelik,
İslâm nizamı bu ülkelerde henüz oturmamıştı. Seçme hakkını bunların tamamına
vermenin imkânı yoktu. Cahiliyyet taassupları buralarda yeniden canlanmıştı.
Yine, seçim hakkını
herkese vermek, Arap olmayanların da seçime katılmalarını gerektirdiği için,
umumi mahiyette bir seçim sistemi hazırlamak gerekiyordu. Çünkü İslâm
ülkelerinde, Arap olmayan müslümanlar, büyük bir çoğunluğu teşkil etmekte idi.
Genel bir seçim sistemi hazırlamak ise, ancak işlerin istikrara kavuşmasından,
biatin tamam olmasından ve ortalığın sükûnete kavuşmasından sonra mümkündü.
"Ancak bu yolla işler yoluna girebilirdi.
Ne var ki, Hz.
Muaviye, hidayet önderi Hz. Ali (R.A.) 'ye, düşündüğü planları uygulama imkânı
bırakmadı. Hz. Ali'ye yapılan biata karşı savaş açtı. Müslümanlara karşı çıktı.
Ona biat edenleri suçladı. Daha önce biat ettikleri halde sonradan Hz. Ali'ye
karşı çıkan kimseler buldu. Böylece iş karmakarışık oldu.
Belki de bazı Arapları
karşı tavır almaya sevkeden hususlardan biri de istişarenin, sadece
Medinelilerle yapılmış olmasıydı. Aslmda bu, Hz. Ali (R.A.) için kaçınılmaz bir
yoldu. Medine'nin çevresi, fitne çıkarmak için yola çıkan ordularla kuşatılmış
bir durumda iken, Hz. Ali'nin, Mısır, Şam, Irak ve Fars'da bulunan ve
müslümanların ileri gelenleri olan
'Arapların biat hakkındaki görüşlerini almak için beklemesi makul değildi.
Yine, halifeyi seçme hakkı, umuma ait \ ir hak haline getirildikten sonra, Arap
olmayan müslümanları bu haktan mahrum etmek doğru olmazdı. Bu sebeple
Medine'nin dışında bulunan şehirlerdeki müslümanların ileri gelenlerini teşkil eden Arapların biat etmeleri yeterli idi.
Artık onlarla istişareye gerek yoktu. Nitekim Şam hariç bütün şehirler Hz.
Ali'nin hilafetini kabul edip, biat ettiler. Hz. Muaviye'nin de, Islâmm
menfaatini, çoğunluğun görüşünü ve Hz. Ali (R.A.)'nm üstünlüğünü gözönünde
bulundurarak onun halifeliğini kabul
etmesi gerekirdi.
Aslında Hz. Ali
(R.A.)'nin, o dönemde müslümanların önderi olduğu münakaşa götürmezdi.
Zamanımızın deyimiyle «Günün adamıydı. Ne var ki iktidar hırsı, Arap ırkçılığı
ve cahiliyet kinleri harekete geçti...
Bize düşen; «Lâ havle
ve la kuvvete illa billan» demektir.
İstişaresiz başa geçen
âmire itaat etme meselesini içine alan
ikinci sorunun cevabına gelince deriz ki; İslâm hukukçularının çoğunluğuna
göre, müslümanların halifesinin bulunmadığı bir zamanda halife olma şartlarını
haiz herhangi bir insan müslümanların idaresini ele geçirir, insanlar arasında
adaleti sağlar, insanlar da ona rıza gösterir ve biat ederlerse, artık o kişi
halife sayılır. «Medarik” adlı- kitapta şunlar zikredilir . îbn-i Nâfî diyor
ki; «İmam Malik, harameyn (Mekke-Medine)
halkının biatinin bütün
müslümanları bağlayacağı kanaatinde idi.»
Bu sözler, İmam
Malik'in, halifenin seçimindeki görüşünü ifade etmektedir. İmam Malik,
döneminde örnek halife olarak Ömer b. Abdülaziz'i görürdü. Ömer b. Abdülaziz,
istişare ile seçilmiş değildi. Fakat, hilafete geldikten sonra adaleti
sağladı, haksızlıkları giderdi ve dolayısıyle gerçek halife oldu. Anlaşıldığı
gibi İmam Ma-lik'e göre biatdan önce halifenin seçimi şart olmadığı gibi biat
da şart değildir. İnsanların rıza göstermesi ve halifenin, hakkı ayakta tutması
kâfidir.
İmam Şafii (R.'A.)'de aynı görüşü paylaşıyor ve
halifenin başa geçmesinden sonra halkın rıza göstermesini yeterli buluyordu.
İmam Şafii'nin
talebesi Harmele, Şafii'nin şöyle söylediğim rivayet eder. «Kılıç zoruyla
hilafeti eline geçiren ve insanların, çevresinde toplandığı Kureyş kabilesine
mensup olan her kişi halifedir.» Evet Şafii, halifenin Kureyş kabilesinden
olmasına, adaleti sağlamasına ve insanların ona rıza göstermelerine itibar
eder. İnsanlar ha-
lifeden, ister başa
geçmeden evvel razı clsunlar, isterse başa geçtikten sonra...
İmam Ahmed (R.A.)
risalelerinin birinde şu açıklamada bulunuyor: «Kim hilafete geçer, insanlar
da onun etrafında toplanır ve ona rıza gösterirlerse o, halifedir. Kim de kılıç
zoruyla müslüman-ları sindirerek kendisini halife ilân ederse o da halifedir.
îster günahkâr olsunlar, isterse muttaki olsunlar halifeler ile birlikte cihad
etmek kıyamete kadar bakîdir.»
İmam Âhmed, diğer bir
sözünde şöyle demektedir: «Kim insanların, çevresinde toplandıkları, zorla
veya rızalarıyla halifeliğini kabul ettikleri halifelerden birine karşı
çıkarsa, bu kişi, İslâmm birlik ve beraberliğini zedelemiş ve Resulullah
(S.A.V.)'den rivayet edilen hadislere muhalefet etmiştir. "Karşı çıkan
kişi, bu haliyle ölürse ca-hiliyet ölümüyle ölmüş olur.[55]
Evet, îslâm hukuku
âlimlerinin çoğunluğunun görüşü budur. Bunlara göre, başta adaletli davranma
olmak üzere, bütün halifelik şartlarını haiz bir kişinin, hilafeti zorla ele
geçirmesi halinde o kişi halifedir. .
Hilafette aranılan
şartlara bu durumda, şu iki şartı da ilave etmemiz gerekir. Hilafeti zorla
eline geçirdikten sonra halifeliğine rıza gösterilen kişinin halife
sayılacağını kabul eden, mezhep sahibi büyük imamlar, elbette ki şu iki şartı
daima gözönünde bulundurmuşlardır.
aa) Ortada
başka bir halifenin bulunmaması. Zira ortada adaletli, insanların rıza
gösterdiği bir halife bulunursa, kendisini halife ilân eden ikinci kişi
isyankâr sayılır. Onunla savaşmak hatta onu öldürmek gerekir. Çünkü, Peygamber
Efendimiz .(S.A.V.) bir ha-dis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: «İşiniz bir
adamın üzerinde toplandığı halde, kim size gelir de, birlik ve beraberliğinizi
parçalamak isterse onu öldürün.»[56]
bb) Seçme ve
seçilme imkânlarının bulunmaması. Meselâ : 'Acele etmeyi gerektiren, harp
halinde, imamın ölmesi gibi. Şayet, istişareden ve istişare neticesinde
halifeyi seçmekten alıkoyan bu âcil durumlar bulunmazda, kişi kendisini zorla
halife kabul ettirecek olursa
hakkaniyete, dayanan İslâm prensiplerine karşı çıkarak günahkâr olur. Eğer
meşruiyetine cevaz verecek herhangi bir sebep bulunmaksızın her zorbaya kapılar
açılırsa, istişare müessesesi kökünden yıkılmış olur. Geçmişte olduğu gibi,
hilafet meselesi idarecilerin arasında uzun çekişmelere ve müslümanlarm
işlerinin sahipsiz bırakılmasına sebep olur.[57]
Peygambere halife
olacak kişide bulunması gereken bir diğer vasıf ise, adaletli olmaktır.
Şartların en önemlisi de budur.
Halifede bulunması
istenen adalet, her çeşit adaleti içine alan geniş mânâda bir adalettir. Adalet
duygusu halifeye hâkim olmalıdır. Halife herhangi bir kimseyi akrabası olduğu
için tercih etmemeli veya hoşuna gittiği için herhangi bir kimseyi himaye
etmemeli ve sevmediği bir kişiyi de kendsinden uzaklaştırmamalıdır. Bu hususta
Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: «Ey iman edenler, Allah için şahitlik ederek
adaleti ayakta tutanlar olun. Kendiniz veya ana-babanız ve akrabanız aleyhinde
de olsa. Hakkında şahitlik yapacağınız kimse zengin de olsa, fakir de olsa.
Allah onlara daha yakındır. Adaleti yerine getirebilmek için heva ve
hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, şüphe yok ki
Allah, yaptıklarınızdan, haberdardır.»[58]
Halifenin adaletli
davranması, işi ehline vermesini, adaletli ve merhametli davrananlara vazife
vermesini gerektirir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) valileri seçme hususunda
titiz davranarak şöyle buyurmuştur: «Kim, müslümanlarm bir işini üzerine alır
da adam kayırarak birini onların başında vazifelendirirse, Allah'ın laneti o
kişinin üzerinedir. Allah onun ne tevbesini, ne de fidyesini kabul eder.»[59]
Halifenin, düşmanlara
karşı dahi adaletli davranması, onun adaletinin gereğidir. İslâmm getirdiği
adalet;
a) Hususi
değil, umumidir. Hem dosta hem de düşmana tatbik edilir. Bunun içindir ki,
Allah Tealâ şöyle buyuruyor: «... Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe
sevketraesin. Adaletli olun. Çünkü o, takvaya daha yakındır..»[60]
b) İslâmın
adaleti, kanun önünde eşitliği sağlar. îslâmî hükümlerin bütün fertlere eşit
şekilde tatbik edilmesini emreder. Öyle ki, bütün îsîâm hukuku âlimleri,
halifenin dahi bir cinayet işlediğinde kısasa tâbi olacağına, îslâm ceza
hukukunun yasakladığı herhangi bir fiili işlediği takdirde cezaî müeyyidenin
ona da uygulanacağına hükmetmişlerdir. Halifeden daha alt seviyede bulunan
valiler için de, tabii olarak aynı şey söz konusudur.
c) İslâmın
adaleti, sosyal dayanışmayı organize eden sosyal adaleti de kapsamaktadır.
d) Yine
îslâm adaleti, her çalışana iş temin etme, âciz olanlara yardımda bulunma
gayesini güden iktisadî adaleti de sağlamaktadır. Böylece herkes için fırsat
eşitliği gerçekleşmiş olur.
Bunun içindir ki, Hz. Ömer (R.A.)
Irak, Mısır ve Şam'ı fethettikten sonra topraklarını, oraları fetheden
gazilere dağıtmamış, yerli halkın elinde bırakmıştır ki servet, sadece
zenginlerin elinde dönüp duran bir nimet olmasın.
Yine, îmam Malik (R.A)
madenlerin mülkiyetinin devlete ait olduğuna, fertlere ait olamıyacağına dair
hüküm vermiştir.
Halife Ömer b.
Abdülaziz, Hasan-ı Basrî (R.A.) 'den, adaletli bir halifenin vasıflarını
saymasını istemiş, Hasan-ı Basrî de ona şunları yazmıştır:
«Ey müminlerin emiri!
Şunu bil ki, Allah Tealâ, adaletli halifeyi, her yoldan çıkanı yola getiren,
her haksızın haksızlığına engel olan, her bozulanı düzelten, her zayıfa güç
veren, her mazlumun hakkını koruyan, her yardıma koşana el uzatan bir kimse
kılmıştır.
Ey. müminlerin emiri!
Adaletli bir halife, yanındaki devesini en güzel otlaklarda otlatan, onu,
uçuruma düşecek yerlerden uzak tutan, yırtıcı hayvanlardan koruyan, sıcak ve
soğuğun şiddetinden muhafaza eden, merhametli bir çobana benzer.
Ey müminlerin emiri!
Adaletli bir halife, çocuklarını küçük iken beslemeye çalışan, büyüdükten sonra
eğiten, hayatta iken çalışıp kazanarak ölümünden sonra onlara mal bırakmaya
çalışan şefkatli bir babaya benzer.
Ey müminlerin emiri!
Adaletli bir halife, çocuğunu karnında güçlüklerle taşıyan, daha sonra onu güçlüklerle
doğuran, bebek iken ihtimamla besleyen, ağladığında telaşa kapılıp, sustuğunda
onunla beraber sükûnet bulan, emzirilmesi icabettiği zamanlarda onu emziren,
emzirmenin fayda vermiyeceği zamanlarda ise onu sütten kesen, çocuğunun
afiyette oluşuyla sevinen, şikâyetinden ızdırap duyan, şefkatli, ince ruhlu,
hassas bir anneye benzer.
Ey müminlerin emiri!
Adaletli bir halife, yetimler için vasiyette bulunan ve yoksullara himayeci
olan, onları küçükken büyütüp, büyüdükten sonra maddî ihtiyaçlarım karşılayan
bir koruyucuya benzer.
Ey müminlerin emiri!
Adaletli bir halife, vücuttaki organlar içinde kalbe benzer. Kalb düzgün
olunca diğer organlar da düzgün olur. Kalb bozulunca diğer organlar da bozulur.
Ey müminlerin emiri!
Adaletli bir halife, Allah ile kulları arasında bir vasıtadır. Allah'ın
emirlerini dinler, kullarına dinletir. Allah'ı görüyormuş gibi ona itaat eder
ve kullarını da itaat ettirir. Allah'a boyun eğer, kullarını da boyun eğdirir.
Ey müminlerin emiri!
Sakın, şu köle gibi olma ki, efendisi kendisine herşeyi emanet eder,
kendisinden malını ve çoluk çocuğunu muhafaza etmesini ister, fakat köle,
efendisinin malını saçar savu-rur, çoluk çocuğunu sokaklarda bırakır, böylece
efendisinin ailesi.
Ey müminlerin emiri!
îyi bil ki Allah Tealâ, îslâm ceza sistemini gönderdi ki, bununla
ahlâksızlıklara ve hayasızlıklara mâni olsun. Bu sistemin hükümlerini
yürütmeyi üstüne alan kişinin, bu gibi çirkin şeyleri işlemesi hiç doğru olur
mu?
Yine Allah Tealâ;
kullarının hayatını korumak için katillerin kısasen öldürülmeleri hükmünü
göndermiştir. Kısas hükmünü uygulayacak kişinin, insanları haksız yere
öldürmesi hiç doğru olur mu?
Ey müminlerin emiri!
Ölümü ve ölümden sonrasını hatırla. Ölüm anındaki taraftarlarının azlığını ve
ölüme karşı sana yardım edeceklerin kıtlığını düşün. Ölüm ve ölümden sonra
gelecek en korkunç gün için hazırlık yap.
Ey müminlerin emiri!
îyi bil ki senin, şu anda, içinde yaşadığın yerinden başka bir yerin vardır.
Orada uzun zaman kalacaksın. Dost ve ahbaplarından ayrı düşeceksin. Seni
sevenler, seni o yerin dibinde yalnız başına bırakacaklardır. O halde orada
sana arkadaşlık edecek şeyleri hazırla. «O gün kişi, kardeşinden, anasından,
babasından, eşinden ve oğullarından kaçacaktır.[61]
Ey müminlerin emiri!
«Kabirlerdeki ölüler diriltilip çıkarıldığı ve kalblerde olanlar açığa
çıkarıldığı zaman...»[62]
sırlar ortaya çıkacaktır, Amel defteri
«Küçük-büyük hiçbirşey bırakmadan herşeyi sayar.»[63]
Ey müminlerin emiri!
Şimdi sana mühlet verilmiştir. Ecel gelmeden, ümit kapıları kapanmadan, sakın
ey müminlerin emiri, cahiliyyet hükmüyle hüküm verme! Müminlere karşı zalimler
gibi davranma! Güçlüleri zayıflara musallat etme! Çünkü o güçlüler «Bir mümin
hakkında ne bir yemin gözetirler ne de bir vaad.»[64] Aksi
takdirde hem kendi günahlarını hem de başkalarının günahını yüklenirsin. Hem
kendi yükünü hem de başkalarının yükünü sırtlamış olursun.
Senin yoksul kalmana
sebep olacak şeylerle zevkü safa sürenler ve senin, âhirette erişeceğin
nimetlerin kaybolmasına vesile olacak şeyleri dünyada yiyenler seni aldatmasın.
Bugünkü kuvvetine değil, yarınki kuvvetine bak. Yarın seri, ölümün pençesinde
esir olacaksın. Meleklerin ve peygamberlerin de toplu olarak bulundukları,
Allah'ın huzuruna varacaksın. O gün bütün yüzler, diri ve yarattıklarının işini
yürüten Allah'a dönmüştür.[65]
Ey müminlerin emiri!
Hernekadar ben, öğütlerimle, benden ön' ce geçen akıllı insanların verdikleri
öğütlere erişemediysem de, elimden gelen nasihat ve şefkati esirgemedim. Sen,
beni bu mektubumla, sevgilisinin sıhhat ve afiyete kavuşmasını ümit ederek,
ona, hoşlanmadığı ilaçları sunan bir tedavici kabul et.
Allah'ın selâmı,
rahmeti ve nimetleri, üzerine olsun ey müminlerin emiri.»
Bu fevkalâde kıymetli
mektupta; o, takva sahibi tabiin'in, adaletli halifede bulunması gereken bütün
adalet ilkelerini zikrettiğini görmekteyiz. Öyle ki, mektup, Kur'an-ı Kerim'in
ve sünnet-i seniyyenin beyan ettiği hükümlere, sadece idare edilenlerin değil,
idare edenlerin de boyun eğmelerini gerektiren hukuki adaleti ihtiva etmektedir.
Halife, bir suç işlediğinde cezadan muaf tutulamyaacak, herhangi bir kimsenin
vücuduna bir zarar verdiğinde kısas yoluyla aynı zararın kendi vücuduna da
verilmesinden kurtulamayacaktır. Bütün îslâm hukuku âlimleri bu hususta ittifak
etmişlerdir.
Yine bu mektup, sosyal
dayanışmayı organize eden, sosyal adaleti de ihtiva eder. Aynı şekilde bu
mektup idarecilerin de adalet prensibine boyun eğmelerini, insanları sindirmek
için ve müslümanları zillete düşürmek için tahakkümde bulunmamalarını
gerektiren idarî adaleti de ihtiva etmektedir.
Mektup, son olarak,
devletin gelirlerinin ölçülü harcanmasına ve devlet mallarının güzelce idare
edilmesine işaret edar.
Kısaca, bu mektubu,
adaletli' idarecide bulunması gereken bütün adalet sıfatlarım bazan açıkça
bazan bir işaretle ifade eder mahiyette bulmaktayız.[66]
Eğer halife, daha önce
zikredilen şartlara sahip değilse, îslâm hukuku âlimlerinin çoğunluğuna göre
böyle bir hilafet, peygamber hilafeti sayılmaz. Meselâ: Müslümanların rızası
olmadan hilafeti ele geçirmek. Bu rıza ister hilafete geçmeden evvel elde
edilen rıza olsun, isterse, İmam Malik, îmam Şafii ve İması Ahmed b. Hanbel'in
caiz gördükleri gibi hilafetten sonra elde edilen rıza olsun. Veya çoğunluğun
görüşünün aksine, Kureyş kabilesinden olmamak, yahut biat, serbestçe yapılmazsa
ya da halife adaletten ayrılırsa, bu durumlarda, îslâm hukuku âlimlerinin
çoğunluğu, böyle bir hilafetin, peygamberlik hilafeti sayılamayacağına, sadece
bir dünyevî iktidar sayılacağına karar vermişlerdir. Bu nedenle îslâm âlimleri,
Hz. Mu-aviye'nin oğlu Yezid'in iktidarına, «Hilafet» dememişler, krallık iktidarı
demişlerdir. Bu konuda İbn-i Teymiyye şöyle der: Ehl-i sünnet, Yezid'in,
müslüman, cemaatin başında bir kral, diğer Emevîler gibi onun da söz sahibi bir
kişi olduğuna inanırlar. İbn-i Teymiyye şöyle devam eder: «Yezid de iktidarında
gerçekte halife olmadığı halde insanlar tarafından halifeleştirilen,
müslümanlann başına geçmiş krallardan biridir.»
Acaba bu gibi
idarecilere itaat etmek gerekir mi, gerekmez mi?
Eğer halifelik
şartlarını haiz bir idareci ortada bulunur, insanlar onun çevresinde toplanır
ve ona serbestçe biat ederlerse, şüphesiz ki ona herkesin itaat etmesi
vaciptir. Çünkü bu kişi gerçekten halifedir.
Buna mukabil, şayet
bir kişi zorla iktidarı ele geçirir ve o iktidarı Romalıların yaptığı gibi
«Kayserlik» veya Farslann yaptığı gibi «Şahlık» şeklîne sokarsa, böyle bir kişi
«zalim» sayılır. Bunun öldürülmesi ve karşısındaki âdil olana yardım edilerek
bu zalimin hakka boyun eğdirilmesi gerekir. Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyuruyor
: «Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını bulup
barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine saldırmaya devam ederse, saldıran taraf
Allah'ın hükmüne dönünceye kadar onlarla savaşın. Eğer Allah'ın hükmüne
dönerse, aralarını -adaletle bulup barıştırın. Her zaman âdil davranın.
Şüphesiz ki Allah, âdil olanları sever.»[67]
Diğer yandan,
halifelik şartlarını haiz olmayan kişiden başka, idareye talip olan âdil bir
kişi bulunamazsa, yahut da ondan başkasına, korkarak veya isteyerek biat
edilmiş olmazsa, artık şartları haiz olmayana itaat etmek vacip olur.
Hasan-ı Basrî, Emevi
krallarına itaat etmenin vacip olduğu hakkında şunları söyler: «Onlar, şu beş
işimizi yürütmeyi üzerlerine almışlardır. Cuma namazını kıldırmak, cemaatin
birliğini korumak, ganimet mallarını sevk ve idare etmek, sınırlan ve geçitleri
koru-. mak. Bunlar, haksız davranıp zulmetseler bile, bunlarsız din ayakta
durmaz. Allah'a yemin olsun ki, Allah Tealâ bunların bozdukları şeylerin çoğunu
yine bunlar vasıtasıyla düzeltir.»
Hasan-ı Basıl, başka
bir sözünde de şöyle demiştir: «Bu krallar, meydanda at oynatsalar 'da,
insanlar onların peşine takılsa da ve günah kalplerine yerleşmiş olsa da, Hakk,
bizleri, onlara itaat etmeye mecbur kılar, onlara karşı isyan etmemizi yasaklar
ve onların zararlarını tevbe ve dua ile gidermemizi emreder.
Zerkani'nin «Muvatta
Şerhi» adlı kitabında şunlar anlatılır.-İmam Malik'in ve ehl-i sünnet
çoğunluğunun görüşü şudur: îdareci zulmederse, ona karşı isyan etmektense itaat
etmek daha evladır. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in aldığı ve içinde; «İşi
ehlinden almaya girişmeyeceğiz» ifadesi de bulunan biatin izahını yapan
«Muvatta» adlı kitabın sahibi şöyle der: İbn-i Abdil Berr der ki: îşin ehlinin
kim olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları, bunların, adaletli
davranan, iyilikte bulunan, fazilet sahibi ve dindar olan kimseler olduklarını
ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre, bu sıfatları taşıyan kişiler, işin ehli
oldukları için, işin bunların elinden alınmasına girişilemez.
Diğer yandan,
günahkâr, saldırgan ve zalimlerin, işin ehli sayılmayacaklarını, Allah
Tealâ'nm «... Zalimler benim vaadime erişemezler.»[68]
buyurduğunu beyan etmişlerdir. Bu görüşü, Mutezile'nin bazı gurupları ve
Hariciye mezhebine mensup olanların tümü ileri sürmüşlerdir.
Ehl-i sünnet ise şöyle
demiştir: «Asıl olan şudur ki, idareci faziletli, adaletli ve iyiliksever biri
olsun. Şayet böyle olmazsa, zalimin zulmüne karşı sabretmek, ona karşı isyan
etmekten daha evladır. Çünkü isyanda, güven içinde olmayı bırakıp korkuya
düşmek, kan akıtmak, saldırmak ve anarşi mevcuttur. Bu durumlar, zalimin zulmüne
ve işlediği günahlara katlanmaktan daha ağırdır. Ana prensipler, akıl ve din,
iki zorbanın en güçlüsünün şerrinden emin olmanın daha evla olduğunu ortaya
koyar.[69]
İmam Ahmed b. Hanbel,
zulme karşı sabretmenin vacip olduğunu, isyan etmenin ve aleyhte bulunmanın
caiz olmadığını açıkça ifade etmiştir. İmam Ahmed'in şunları söylediği rivayet
edilmiştir. «İdarecinin bayrağı altında, ondan görülen adalet veya zulme sabretmek
icabeder. İdareciler zulmetseler dahi, onlara kılıçla karşı konmaz.»
Evet, ehl-i sünnet
imamlarından İmam Malik, îmam Şafii ve İmam Ahmed'den nakledilen ve meşhur olan
görüş budur.
Fakat İbn-i Teymiyye,
şunları anlatır: Halife, adaletli sanılarak, müslümanlann istişaresiyle seçilir
de, daha sonra fâsık olduğu ortaya çıkarsa, bu halifeye itaat edilip
edilmeyeceği hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazıları, böyle bir halifeye itaat
etmenin vacip olduğuna ve hilafetinin geçerli sayılacağına karar vermişlerdir.
Çünkü bunlara göre; böyle bir halifeye yapılan biat, kişiyi bağlar ve bu
husustaki mükellefiyet, üzerinden düşmez. Çoğunluğun tercih ettiği görüş te
budur.
Diğer bazılarına göre
ise, böyle bir halifeye yapılan biat bozulmuş sayılır, böyle bir kimseye itaat
gerekmez. Bu görüş ise azınlığın görüşüdür.
Halife, serbestçe
seçilmediği halde kendisine biat edilirse, bu halifenin durumu ihtilaflıdır.
a) Böyle bir
halifenin bütün emirleri reddedilir. 'Allah'a itaat ettiği hususlarda dahi bu
halifeye itaat edilmez. Çünkü bunun idaresi, bir zulüm idaresidir. Zira bu
kişi gerçek bir biatla başa gelmemiştir. Haklı olduğu hususlarda dahi buna
itaat etmek, zulmü kabullenmektir.
Bu görüş, Haricîlerin
görüşüne benzemektedir. Bunun için ehl-i sünnetten bazıları bunu benimsemişse
de, çoğunluk bu görüşü tercih etmemiştir.
b) Bölye bir
halifeye, haklı olduğu hususlarda itaat edilir, günah işlediği hususlarda
itaat edilmez. Bu görüş, şu hadis-i şeriften kaynaklanmaktadır: «Allah'a isyanın bahis konusu olduğu yerde
kula itaat yoktur.»[70]
Bu görüş, bu mevzuda
en güçlü ve sağlam olan ve en çok taraftar bulan görüştür.
c) Serbestçe
seçilmeden başa gelen kişi, halifelik makamını işgal ederse, böyle bir kişiye,
Allah'a itaat etmesi ölçüsünde itaat edilir. Allah'a isyan etmesi halinde ise
ona itaat edilmez. Şayet, seçimsiz başa gelen kişi, valilik gibi, halifelik
makamı haricindeki bir makamı işgal ederse, böyle bir kişiye, haklı olduğu ve
adaletli davrandığı hususlarda bile itaat edilmez. Bu görüşte olanlar,
halifeliği zorla ele geçirenle, halifelikten başka bir makamı, zorla ele
geçiren kişiler, arasında farklı hükümler koymayı, şu gerekçeye dayandırmaktadırlar.
Halifelik makamında olanı
değiştirmek, ancak fitne ve fesada sebep olacak bir. hareketle mümkündür. Fitne
ise, anarşi doğurur. Bir saatlik anarşi içinde, yıllarca devam eden bir
diktatörlük idaresinde vuku bulan zulümden daha çok zulüm meydana gelir.
Fakat, halifelik
mevkiinden daha alt derecede bulunanların vazifelerinden alınmaları, fitneye
yol açmayacak bir şekilde mümkündür. Özellikle bu hususta halifelik makamında
bulunan kimseyle yardımlaşılırsa, iş daha da kolay olur.
İbn-i Teymiyye mutedil
görüşü seçerek, seçimsiz iktidara gelen kişiye, adaletli davrandığında itaat
edileceğine, günah işlemesi söz konusu olunca da itaat edilmiyeceğine temas
ederek şöyle der: «Bütün müslümanlar, Allah'a isyan edene itaatin söz konusu
olamiya-cağı hususunda ittifak etmişlerdir. Aralarındaki ihtilaf,
seçilmeksi-zin başa. gelen kişinin haklı olduğu ve adaletli davrandığı hususlarda
itaat edilip edilmiyeceği mesele sindedir.»[71]
Bu anlatılanlardan şu
neticeye varılır: Gerçekten peygamber halifesi olan kişiye itaat vaciptir. Eğer
bu makama seçilen kişi günah işlerse, bunun halifeliği peygamber
halifeliğinden çıkar ve ısırıcı bir iktidar haline gelir. Bu kişi, hiç
hilafete seçilmemiş kişi gibi olur. Bu kişi hakkında ulemanın çoğunluğu şu üç
karara varmışlardır.
1 — Böyle bir halifeye karşı ayaklanma olamaz. Tâ ki böyle
bir ayaklanma hak ve hukukun kaybolmasına, hırs ve tamahın ağır basmasına ve
heva ve hevese kapılmaya yol açacak bir fitneye sebep olmasın.
2 — Böyle bir halifeye, günaha vesile olacak herhangi bir
hususta itaat edilemez. Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde
: «Müslüman kişi Allah'a karşı günah işlemekle enıredilmedikçe kendisine
verilen emri dinlemek ve itaat etmekle mükelleftir. Şayet, Allah'a isyanla
emredilirse artık onırn dinlemesi ve itaat etmesi söz konusu değildir.»[72]
buyurmaktadır.
3 — Zalim bir idareci karşısında hakkı söylemek vaciptir.
Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Din, nasihattir. Kime
nasihattir Ya Resulallah? diye sorulunca,
Allah için, Peygamberi için ve müslümanlarm imamlarına nasihattir.»[73]
Diğer bir hadis-i
şerifte; «En üstün cihad, zalim idareci karşısında hakkı söylemektir.»[74]
buyurmuştur.
Şayet müslümanın, hakkı
açıkça söylemeye gücü yetmiyorsa, haksızlığı kalben reddetmesi gerekmektedir.
Bu da imanın en zayıf derecesidir. Ümnıü Seleme'den, Peygamber Efendimiz
(S.A.V.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir. «Yakında başınıza âmirler geçecek.
Siz onların ne yaptıklarını
bilir ve hoş görmezsiniz. Kim onları hakkıyla tanırsa kendisini kurtarmış
olur. Kim de onların yaptıklarını reddederse selâmete ulaşmış olur. Her kim de
bunları hoş görür vo bunlara uyarsa... (Bunlardan olur). Ey Allah'ın Resul'ü
bunlara karşı savaşmayalım mı? dediler. Peygamber Efendimiz de «Namaz
kıldıkları müddetçe hayır.»[75]
buyurdu.
Yine Peygamber
«Efendimiz (S.A.V.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunur: «Sizler, benden sonra,
şahsî menfaatlerin, başkalarının menfaatine tercih edildiğini ve hoş
karşılamadığınız işler göreceksiniz. Ö halde ne emredersiniz Ya Resulallah?
dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: «Üzerinizde bulunan başkalarına ait
hakları ödeyiniz, kendi haklarınızı da Allah'dan isteyiniz.»[76]
buyurdu.
Yine bir hadis-i
şerifte, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyurmuştur : «Kimin başına bir
vali tayin edilir de, o Vaşi, tayin edilen valinin, Allah'a herhangi bir
isyanda bulunduğunu görürse; o valinin yaptığı bu isyanı hoş görmesin. Elini de
itaatten tamamen çekmesin.»[77]
Allah'ım! Sen,
idareciyi de, idare edilenleri de ıslah et. Dinin direğini ayakta tut.
Müslümanların işini, güçlü ve salih kullara teslim et. Bizleri doğru yola
iletecek olan aklı selim sahipleriyle beraber eyle!..[78]
[1] Kont de Kasteri, el-İslâm
havatır ve sevanih
[2] el-Müberrîd'in «el-Kâmil»
adlı eseri C. 2, Sh. 134. İstikâmet Matbaası Kahire
[3] Müberridin «el-Kâmiî» adlı
eseri C. 2, Sh. 135. İstikâmet Matbaası baskısı Kabire/Tarîh-i Taberî C. 5, Sh.
81, Darül Maarif baskısı - Kahire
[4] El-Müberrirl'in «Kâmil» adlı
eseri C. 2, Sh. 163
[5] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/71-77.
[6] Al-i İmran suresi, âyet, 97
[7] Maide suresi âyet, 44
[8] Âl-i îmran suresi âyet, 106
[9] Abese suresi âyet, 38-42
[10] En'am suresi âyet, 33
[11] Nehcül Belağa C. 8, Sh. 112,
İsa el-Babî el-Halebî baskısı
[12] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/77-80.
[13] Enbiya suresi âyet, 98
[14] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/80-82.
[15] Müberrid'in «el-Kamil» adlı
eseri C. 2, Sh. 146
[16] İnşikak suresi âyet, 17
[17] «Hikka» Dört yaşına girmiş,
üzerine binilecek deve demektir.
[18] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/82-85.
[19] Nur suresi âyet, 11
[20] Müberrid'in «el-Kâmil» adlı
eseri C. 2, Sh- 236-237 İsa el-Bâbî el-Halebî baskısı.
[21] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/85-86.
[22] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/86-87.
[23] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/87.
[24] Nur suresi âyet, 4
[25] Şehristani'nin «el-Milel ve
en-Nihal» adlı eseri.
[26] Fetih suresi âyet, 1-3
[27] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/87-88.
[28] El-Beyan ve et-Tebyin C. 3,
Sh. 204. Abdüsselâm Hanın baskısı - Kahire
[29] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/88-90.
[30] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/90-91.
[31] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/91-92.
[32] Efendisi tarafından azad
edilen köle ölür de ceride başka mirasçısı bulunmazsa malına, daha önce
kendisini azad eden efendisi mirasçı olur.
[33] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/92.
[34] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/92-93.
[35] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/93.
[36] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/94.
[37] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/94.
[38] Müsned, İmam Ahmed İbn-i
Hanbel, C. 3, Şft. 129, 183 C. 4, Sh. 421
[39] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/95.
[40] Buhari, Kitabül Ahkâm bab,
2/Müsned, İmam Ahmed b. Hanbel C. 2, Sh. 29, 93, 128
[41] Buhari Kitabül Menalab bab,
l/Müslim Kitabül İmare bab; 1, 3/Müsned-i İmam Ahmed C. 1, Sb. 5, 101
[42] Buhari, Kitabül Ahkâm bab;
2-Kitabül Menakıb bab, 2/Darimî, Kitabüssiyer bab; 77
[43] Müslim, Kitabül Mesacid bab,
240/lbn-i Mâce, Kitab el-Cihad bab, 39
[44] Buharî Kitab el-Ahkâm bab,
4/İbn-i Mâce Kitab el-Cihad bab, 39/Müs-ned-i İmam Ahmed C. 3, Sh. 114
[45] Müslim Kitab, el-Hacc bab,
311/Tirmizî Kitab el-Cihad bab, 28/îbn-i Mâce, Kitap el-Cihad; bab, 39/Müsned-i
Ahmed b. Hanbel C. 4, Sh. 70
[46] Tirmizî Kitab el-Fiten bab :
48
[47] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/95-98.
[48] Fetih suresi âyet: 10
[49] Mümtahine suresi âyet: 12
[50] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/98-99.
[51] Şura suresi âyet, 38
[52] ÂI-i îmran suresi âyet, 159
[53] Taberî C. 5, Sh. 279 Darül
Maarü baskısı. Mısır
[54] Buharî Kitab el-Hudud, bab;
30
[55] Menakib, İbn el-Cevzî Sh.
176
[56] Müslim, Kitab el-İmara bab;
59 Ebu Davud, Kitab es-Sünne bab; 27 Neseî, Kitab et-Tahrim bab; 6 Müsned-i
İmam Abmed C. 4, Sh. 161
[57] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/100-107.
[58] Nisa suresi âyet; 135
[59] Müsned, İmam Ahmed b. Hanbel
C. 1, Sh. 6
[60] Maide suresi âyet, 8
[61] Abese suresi âyet; 34-36
[62] Adiyat süresi âyet; 9-10
[63] Kehf suresi âyet; 49
[64] Tevbe suresi âyet; 10
[65] Tâhâ suresi âyet; 111
[66] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/107-111.
[67] Hucurat suresi âyet; 9
[68] Bakara suresi âyet; 124
[69] Şerh-i Muvatta, Zerkani, C.
2, Sh. 292
[70] Müsned, İmam Ahmed b. Hanbel
C. 5, Sh. 66/ lbn-i Mâce Kitab ei-Cihad bab; 40/Buharî, Kitab eI-Âhâd,bab; l/
Müslim, Kitab el-İmara bab; 39/ Ebu Davud, Kitab el-Ahkâm bab; 87
[71] Minhac es-Sünne, C. 2, Sb.
76, 87
[72] Buharî, Kitab el-Ahkâm bab,
4/Ebu Davud Kitab el- Cihad bab, 87
[73] Buharî, Kitab
el-îman bab, 42/Müslim,
Kitab el-lman bab, 95/Trimizî Kitab el-Birr bab, 17/Nesaî Kitab
el-Bey'a bah, 31
[74] Ebu Davud Kitab el-Melahim
bab, 17/Tirmizî Kitab el-Fiten bab, 13/Nesaî, Kitab el-Bey'a bab, 37/lbn-i
Mâce; Kitab el-Fiten bab, 20/Ahmed b. Han-bel C. 3, Sb. 19
[75] Müslim, Kitab el-îmara bab,
62, 64/Ebu Davud, Kitab cs-Sünne, bab, 27/ Tirmizî, Kitab el-Fiten, bab, 78
[76] Nesai, Kitab el-îman bab,
17/Ahmed tbn Hanbel C. 6, Sh. 295; Buharî, Kitab el-Fiten bab; 2/Müslim; Kitab
el-îmara bab, 34/Nesaî, Kitab el-Bey'a bab, 3/lbn-i Mâce; Kitab el-Cihad bab;
41/Müsned-i îmam Ahmed, C. 2, Sh. 318
[77] Müslim, Kitab el-îmara, bab,
66/Darimî, Kitab el-Rikak; bab, 78/Ahmed bin Hanbel C. 6, Sh. 24
[78] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/111-116.