Bu mezhebi,
İsnaaşeriye fırkasına mensup olan bir kişi kurmuştur.
Bu mezhebi, bu kitapta
anlatmamız, onun îslâmi bir mezhep oluşundan değildir. Biz bu mezhebi, İslâmî
olduğu için değil, müslümanların arasında yayıldığı ve asıl kurucusunun, İslâmî
mezheplerden birine mensup bir kişi olduğu için burada tanıtıyoruz.
Bu mezhep,
müslümanlann, üzerinde ittifak ettikleri esaslardan ve îsîâm dininin temel
prensiplerinden sapmış bir mezheptir.
Bu mezhebin kurucusu,
Hicri 1252, Miladî 1820 de İran'da doğan «Mirza Ali Muhammed eş-Şirazi» dir. Bu
zat, daha önce Isnaaşeriye mezhebine mensuptu. Fakat bu mezhebin sınırlarını
aştı. Bu mezhep ile «tsmailiyye» mezhebinin sapık görüşlerini ve «Sebeiyyo»
fırkasının «Hulul» fikrini birleştirdi. Böylece, İslâm inancından çok uzak
olan karma bir mezhep ortaya koydu.
îsnaaşeriye mezhebinde
«gizlenen iman» diye bir prensip vardır. Bu mezhebe göre, onikinci İmam, gözler
önünden kaybolmuştur. îsmaşerîler, bu imamın dönmesini beklemektedirler. Mirza
Ali Muhammed, İran halkının çoğunluğunu teşkil eden İsnaaşeriyye fırkası içinde
yaşadığı için, önceleri bu mezhebin inançlarına sıkı sıkıya bağlıydı.
Mezhebini büyük gayretlerle savunmuş ve bu sebeple, dikkatleri üzerine
çekmişti. Kendisini psikolojik incelemelere ve felsefi düşüncelere vermişti.
İnsanların, kendisino itibar etmeleri ve çalışmalarında kendisini teşvik
etmeleri, Mirza'yi. «Kaybolan İmanı adına konuşan tek kişi ve ona açılan tek
kapı» olma iddiasına sürükledi. Çünkü, İsnaaşeriye mezhebinin bir gereği
olarak, diğer imamlar gibi, kaybolan bu imamın da, kendisine özel olarak
verilen yetki mucibince, kendisine tâbi olmayı gerektiren bir ilmi bulunduğu,
kendisinin, hidayet ve bilgi kaynağı olduğu kabul edilmektedir.
Mirza Ali, Nurani
lmam'ın bilgisinin kendisine verildiği varsayımından hareket ettiği için,
kendisine uyanlara göre, sözleri, diğer imamlarmki gibi tartışma kabul etmeyen
bir hüccet, bir delil kabul ediliyordu. Bu sebeple Mirza Ali, taraftarlarından
mutlak bir itaat gördü ve her söylediği kesinlikle kabul edileli.
Mirza Ali, zamanla çok
aşın gitti. «Kaybolan İmamın ilmini aktardığı» iddiasını ortaya atfı. Hicri
260 tarihinde kaybolan imamdan bin sene sonra ortaya çıkacak Mehci nin kendisi
olduğunu iddia etti. Bununla da yetinmeyip, Allah'ın kendisine girdiğini,
yarattıklarına O'nun şekline bürünerek göründüğünü, Hz. Musa ile Hz. İsa'nın,
âhir zamanda ortaya çıkmalarının tek yolunun, kendisi olduğunu iddia etti.
Umumi olarak inanıldığı gibi, sadece Hz. İsa'nın döneceğini söylemekle
kalmayıp, ona Hz. Musa'yı da ilâve etti. Ve bunların tekrar geri dönmelerinin
tek yolunun kendisi olduğunu iddia etti.
Mirza Ali, bu
iddialarla, kendi tesirinde kalan bir topluluk elde etti.Fakat, îmamiye
mezhebine mensup olsun veya olmasın, bütün âlimler bu iddialara karşı çıktılar.
Çünkü bu adamın, kendisinde varlığını iddia ettiği hususlar, Islâmi gerçeklere
ve Kur'an-ı Kerîm'in getirdiği esaslara tamamen ters düşmek'e idi.
Fakat Mirza Ali,
âlimlerin eleştirilerine kulak asmadı. Aksine, insanları onlardan nefret
ettirmeye girişti. Onları, ikiyüzlülük, maddecilik ve idarecilere yağcılıkla
suçladı. Her söylediğini delilsiz olarak, safça kabul eden insanlar da buldu.
Mirza Âli, kendisinde
bir kısım şeylerin varlığını iddia ettikten sonra, itikadi mevzularda ve hukuki
meselelerde bazı saçma düşünceler ileri sürdü. İtikadı mevzularda ileri
sürdüğü saçma düşüncelerden bazıları şunlardır:
a) Âhiret
gününe, müminlerin mükâfatlandırılacaklar! bir cennetin ve suçluların
cezalandırılacakları bir cehennemin varlığına ve bunların, insanın hesaba
çekilmesinden sonra gerçekleşeceğine inanmaması.
Mirza AH, Allah'ın huzuruna
çıkmanın ve âhiret gününün, yenilenmekte olan ruhi bir hayatın sembollerinden
başka bir şey olmadığım kabul eder.
b) Mirza
Ali'nin, davet ettiği itikadi meselelerden biri de, kendisinin, geçmişteki
bütün peygamberlerin gerçek temsilcisi olduğuna, ilâhî peygamberliklerin
kendisinde toplandığına, bu nedenle bütün diğer din sahiplerinin kendisinde birleştiğine iman etmeye ça-
ğırmasıdır.
Babailikte, Yahudilik,
Hristiyanlık ve İslâm birleşmekte ve aralarında herhangi bir fark
gözetilmemektedir.
c) Allah'ın
bizzat kendisine girdiğine inanması. Mirza Ali, Allah'ın, kendisine huîûl
ettiğini ve kendisinden sonra da başkalarına hulul edeceğini ilân etti. Böylece
hululü, sadece kendi tekelinde bulundurmadı.
d) Mirza Ali, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin, son
peygamberlik olduğuna inanmaz.
e) Mirza
Ali, birlikte bulunan bazı harfleri ve harflerin, hesapta kullanılan
rakamlarını zikrederek birçok garip iddialara girişti. Rakamların, bu adamın
görüşlerine büyük tesiri vardı. Özellikle (19) rakamının ona göre ayrı ve üstün
bir değeri vardı.
Hukuka ve muamelata
ait bazı mevzularda, ileri sürdüğü sapık görüşlerinden bazıları da şunlardır :
a) Mirasta
ve diğer mevzularda kadını, erkekle tamamen eşit kabul ediyordu. Bu görüşüyle
Mirza Ali, Kur'an-ı Kerim'in bir kısım açık hükümlerini inkâr etmiştir. Bu
hükümleri inkâr etmek ise, insanı kâfirliğe götürür.
b) Mirza
Ali, bütün insanların eşit olduğunu söyleyerek, insanlar arasında cjns, renk
ve din bakımından ayırım yapılmamasına davet etti. Bu görüşü, genellikle
Islâmi gerçeklere uygun düşmektedir. Mirza Ali, bu görüşlerini «Beyan» diye
adlandırdığı bir kitabında topladı.
Görüldüğü gibi bu görüşler,
genellikle, îslâmm dışına çıkan görüşlerdir. Hatta İslâmıri gerçek mahiyyetini
tamamen inkâr mânâsına gelen, Abdullah İbn-i Sebe'nin, Allah'ın, Hz. Ali'ye
hulul ettiği iddiasını tekrar hortlattı ki, bu iddia apaçık bir kâfirliktir. Bu
sebeple devlet, bunlara karşı çıktı. Mirza Ali ve ona tâbi olanların peşini
bırakmadı. Onu, otuz yaşlarına vardığı bir dönemde 1850 tarihinde idam ettiler.
Kendisini takibedenler de dağıtıldılar.
Fakat ne yazık ki
Mirza Ali, ölmeden önce «Subhi Ezel» ve «Bahaullah» adlarında iki mürit
seçmişti. Bunların her ikisi de İran'dan sürgün edilmişlerdi. Subhi Ezel,
Kıbrıs'ı, Bahaullah da Edirne'yi kendilerine karargâh seçtiler.
Subhi Ezeî'e tâbi olan
kişiler.çok az idi. Fakat Bahaulîah'm peşinden gidenler bir hayli çoktu. Bu
mezhebe, Bahaullah'a izafeten «Bahailik», bazan da asıl kurucusuna izafeten
«Babilik» denilmiştir. yi mükemmel bir şekilde yürütebilmesi için, kendi
şahsında yeniden Subhi Ezel, Babiye mezhebinin, olduğu gibi muhafaza edilmesini
ve insanların, ona davet edilmeleriyle yetinilmesini isterken, Bahaullah
kendisinde Mirza Ali'nin yetkilerini topladı. Hatta, daha fazla yetkisi
olduğunu ileri sürdü. Bu itibarla
Bahaullah, Allah'ın kendisine hulul ettiğini (girdiğini) ve kendisinin, Allah'ın tam bir görünüm'ü
olduğunu ilân etti. Hristiyan inancında Yahya'nın, Hz. İsa'nın gelmesine zemin
hazırlayan biri olduğu gibi, Bahaullah da hocası Mirza Ali'nin, kendisi için
zemin hazırlayan bir nitelikte olduğunu ve kendisini müjdelediğini iddia etti.
Goldzhier, «El-Akide
ve eş-Şeria» adlı kitabında şöyle der: «Ba-haullah'm, kendisinden önce
gönderilen ve reklamını yaptığı dâvayı mükemmel bir şekilde yürütebilmesi için
kendi şahsında yeniden-ilâhlık düşüncesi ortaya çıktı. Bahaullah, «baba»dan
daha büküktür. Çünkü «baba», ayakta duran, Bahaullah ise, ayakta tutan, yani,
devam eden ve ebedi kalandır. Bahaullah kendisine, «Allah'ın görünümü» veya
«Allah'ın manzarası» isminin takılmasını tercih etti. Çünkü, Allah'ın zatının
güzelliği, onun görünümünde müşahade edilir. Ve o, bir ayna gibi, Allah'ın
güzelliğini yansıtır. Bahaullah kendisini, değerli, parlak bir mücevherin
parladığı gibi, ışık saçan, gökleri ve yeri aydınlatan, Allah'ın güzelliği
kabul eder. Bahaullah, cevherden meydana gelen bir suret ve bir yansımadır.
Cevheri bilmek, ancak Bahaullah vasıtasıyla mümkün olur.
Bahaullah'a tâbi
olanlar, onun, insanlığın üstünde olduğuna inanıyor ve ona birçok ilâhî
sıfatlar veriyorlardı.[1]
Bahailikteki
beynelmilel anlayış ve Bahaullah'm, kendisine ilâh süsü vermesi sebebiyle
Bahaullah, kitaplarını doğuda ve batıda bulunan bütün yöneticilere gönderdi.
Kitapçıklarında, ilâhın, kendisine girdiğini iddia ediyordu. Kur'an-ı Kerîm'in
surelere, ayrılması gibi, o da yazdıklarını bölümlere ayırıyor ve onlara «Sure»
adını veriyordu. Bahaullah, gaybı bildiğini iddia ediyor ve gaipten haberler
vermeye çalışıyordu. Tahminlerinin bir kısmının gerçekleştiği söylenebilir.
Meselâ: III. Napolyon hükümetinin düşeceğini söylemiş, dört yıl sonra tesadüfen
hükümet düşmüştü. Kendisine tâbi olanların aşırı propogandaları sebebiyle bu
hadise, birçoklarının, Bahaullah'a inanmasına sebep olmuştur. Halbuki
Bahaullah, III. Napolyon hükümetinin ne zaman düşeceğini kesin olarak
söylememiştir. Bu haber, Bahaullah'm bir tahminidir. Onun verdiği her haberin
doğru çıktığını, kendisine aşırı derecede bağlı olanlar bile iddia
edememişlerdir. Bahaullah, kendisine tâbi olanları, dâvasını desteklemeleri
için yabancı dil öğrenmeye teşvik etmiştir.
Bahaullah'm, insanları davet ettiği iddialarının en önemlileri şunlardır:
a) Bütün
İslâmî kayıt ve bağları bir kenara
atmak. Böylece, Bahaullah'm icad ettiği
mezhebin, İslâmla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Çünkü Bahaullah, İslâm
şeriatının zamanının geçtiğini ileri sürmüştür. Daha önce de belirttiğimiz
gibi, Bahaullah bu noktada hocası Mirza Ali'den tamamen ayrılmıştır.
b) Bahaullah, renkleri, dinleri, ırkları ne
olursa olsun, bütün insanları eşit saymayı, dâvasının özü ve cevheri kabul
etmiştir. Onun propagandaları bu «eşitlik» ilkesine dayanıyordu. Irkçılık,
sımfçılık ve dinî taassupların hâkim olduğu bir dönemde, dikkatlerin Bahaullah
üzerinde toplanmasının sebebi şüphesiz ki, bu ilke idi.
c)
Bahaullah, aile düzenine de değindi. Bu hususta da İslâmi esaslara tamamen
karşı çıktı. Çok istisnaî durumlar hariç, birden fazla evlenmeyi kaldırdı.
İstisnaî durumlarda da ancak iki kadınla evlenmeye izin verdi. Boşanmayı da,
iki eşin birlikte yaşamalarının mümkün olmadığı haller dışında tamamen
yasakladı. Boşanan kadının, belli bir süre iddet bekledikten sonra, evlenebileceğini
reddetti. Ve boşanır boşanmaz bir'başkasıyla evlenebileceğini söyledi.
d) Cenaze
namazı hariç, diğer namazların cemaatle kılmamıyacağını ve yalnız olarak
kılınacağına hüküm verdi.
e) Kendisine
tâbi olanlara kıble olarak «Kâbe»yi değil, kendisinin bulunduğu yeri tayin
etti. Zira, mademki ilâh kendisine girmekteydi, o halde ilâh nereye girerse
kıble de orası olmalıydı. Bahaullah, her yer değiştirdikçe Bahailer de ona göre
kıble değiştireceklerdi.
f) Bahaiîer, İslâmm getirdiği maddi ve manevi temizliğe dokunmadılar. Bunları
olduğu gibi kabul ettiler. Namaz için abdest almayı, cünüplukten, yıkanarak
temizlenmeyi kabul ettiler.
g) Bahailer,
tslâmın, yome-içme, ahş-veriş ve benzeri hususlarda koyduğu »«Helâl» ve
«Haramları» tamamen ortadan kaldırdılar. Hüküm vermede şeriatın
yerine aklı koydular.
Eğer Bahaullah,
gerçekten hakkı idrak etseydi, İslâmm helâl kıldığı her şeyi akim da helâl
kabul edeceğini ve haram kıldığı şeyleri ise, haram kabul edeceğini anlamış
olurdu. Böylece, kendisine «Niçin Muhammed'e iman ettin?» diye sorulan
Bedevi'nin : «Çünkü ben, Muhammed'in -yap- dediği bir işe, aklın, «yapma»
dediğini, «yapma» dediği bir işe de aklın «yap» dediğini görmedim» şeklindeki
cevabının mânâsını kavramış olurdu.
Fakat, Bahaullah, sadece
yıkmak istiyordu. Yıkıcı âleti kazma idi, kazma ile de herşey yıkılabilirdi.
h)
Bahaullah'm ve daha Önce de hocasının, insanların mutlak eşitliğini ilân
etmelerine rağmen, Bahaullah «demokrasiyi- kabul etmiyor, melikin
düşürülmesine izin vermiyordu. Bahaulîah'ı bu düşünceye sevkeden, sistemindeki
özellik idi. Onun aksini söylemek, mezhcbiyle. bağdaşmıyordu. Zira onun
mezhebi, «ilahın, şahıslara girdiği» düşüncesine dayanıyordu. Ona göre, ilâh,
kendisine girmiştir. Kaldıki, kendilerine ilahın girmediği şahıslar bile,
kutsal bir otoriteye sahiptirler. Bunu bu şekilde kabul etmek gerekmektedir.
İşte bu nedenle kulların, dokunulmaz kutsal iktidarlarının varlığını kabul
etmek, onun mezhebine göre mantıkî bir davranıştır.
Bahaullah, meliklerin,
kutsal sayılabilecek kadar otoritelerinin bulunduğunu kabul ederken, din
adamlarının herhangi bir otoritelerinin varlığını kabul etmez. Hocası,
kendisine karşı çıkan ve konuştuklarım çürüten din âlimlerine karşı
savaşırken, Bahaullah, sadece İslâm âlimlerine karşı değil, bütün din
adamlarına savaş açtı. Yahudi ve Hristiyan din adamlarına da karşı çıktı.
Bahaullah'm, 16 Mayıs
1892 de ölümüyle, kendi dönemi sona erdi. Mezhebini devam ettirmek için
yerine, «Bahânın kulu» veya «Gusn-ı âzam» «Büyük dal» diye adlandırılan oğlu
Abbas Efendi geçti. Babasına olan samimi bağlılığından dolayı kimse ona karşı
çıkmadı.
Abbas Efendi, Avrupa
kültür ve medeniyetini çok iyi biliyordu. Bu nedenle babasının görüşlerini,
batı düşüncesiyle bağdaşır bir şekilde değiştirdi. »İlâhın, şahıslara girmesi»
meselesini mezhepten çıkardı. Babası gibi harikalar gösterme iddiasında da
bulunmadı.
Abbas, batı kültürüne
taraftar olduğu için, Yahudi ve Hristiyanlarca mukaddes sayılan kitapları
okumaya girişti.
Babailiğin kurucusu
Mirza Ah, «îslâmda Reform» düşüncesiyle bu istikamette büyük adımlar atmış,
arkasından gelen Bahaullah, Mirza'nın başlattığını devam ettirmiş, ondan sonra
gelen Abbas Efendi ise, yıkıcılıkta üçüncü adımı atarak, sadece İslâmı
terketmek-le yetinmemiş, Yahudî ve Hıristiyanların da kitaplarına yönelerek,
Kur'an'm yerine, o kitaplardan hüküm çıkarmaya çalışmıştır.
İşte bu sebeple,
Bahaîlik propogandası, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusüer arasında geniş
çapta yayılmış ve bu dinlerin mensuplarından birçok kimseler Babaîliğe
girmişlerdir.
Abbas ve babası, çok
sayıda müslümanm kendilerine tâbi olmalarından ümitlerini kestikleri için,
dâvalarını diğer din mensuplarına yöneltmişlerdir. Bu sebeple, İran ve
çevresinde bulunan ülkelerdeki Hristiyan, Yahudi ve Mecusilerin arasında,
Bahailik çok sayıda taraftar bulmuştur. Bahaîliğe mensup bazı insanlar,
Türkistan'da kendilerine özel bir bina yapmışlar ve orada toplantılar
akdetmişlerdir. Bu mezhebin mensupları, Amerika ve Avrupada da çok vardır.
«El-Akide ve Eş-Şeria»
adlı kitabın sahibi şöyle diyor: «Söylendiğine göre, Akkâ peygamberinin
(Bahauliah'm) Amerika ve Avrupada, Hristiyanların arasında çok sayıda
bağlıları bulunmaktadır. Banaller için temin edilen kültürel ve edebî
faaliyetler, Bahaîliğin kökleşmesine sebep olmuştur. Bu faaliyetlerden olmak
üzere, 1910 da kurulan ve yılda 19 sayısı çıkan Babaîliğe ait «Batı Yıldızı»
adlı bir
dergi bulunmaktadır.[2] Bu
derginin, yılda sadece 19 sayısı çıkar. Çünkü Bahaîler, 19 sayısının çok etkili
olduğuna inanırlar. Mirza Ali'nin mezhebini açıklarken gördüğümüz gibi, bunlara
göre rakamların etkisi vardır. Aynı kitabın sahibi, sözlerine devamla şunları
söylüyor: «Bahaîlik, Amerika Birleşik Devletlerinin büyük bir bölümünde
yayılmış ve «Şikago» şehrini merkez edinmiştir.»[3]
Bahaîler, Hristiyanlıkta,
kendi dinlerine davet esasının bulunduğu iddiasında çok ileri gittiler. Tevrat
ve încil ile alâkalı kitapların, Bahaullah'ı ve oğlunu müjdelediğini iddia
ettiler.
Bu hususta Goldzhier
şöyle der: «Bahaîlik, Abbas Efendinin ortaya çıkıp Tevrat ve İncil'le
yai'dımlaşmasıyla yeni bir merhaleye ulaşmıştır. Tevrat ve încil, önceden,
Abbas Efendinin geleceğini müjdelemişlerdi. «Eşiya» sifrinin onsekizinci
eshahımn altıncı bölümünde zikredilen üstün vasıfları taşıyacak ve emirlik
elinde bulunacak kişiden bu şahıs kastedilmiştir. Eşiya sifrinde şunlar
zikredilir: «Bizim bir oğlumuz doğacak, ona bir oğul verilecek, liderlik bunun
omuzunda olacak, buna acaip bir isim verilecek ve devamlı olarak «barış reisi» [4]denilecektir.[5]
İşte Bahailik,
baştanberi anlattığımız bu şekilde bir mezheptir. Umarım bu mezhebin gerçek
mahiyetini anlatmış olayım. Ona herhangi bir şey katmış veya değişik bir
biçimde anlatmış değilim. Zira biz, mezheplerin gerçek mahiyetlerîyle, onlara
aşırı derecede bağlı olanların tasavvur ettikleri şekillen aynen anlatmak
arzusundayız. Avrupalılar Bahailiğe son derece bir taassupla bağlıdırlar. Zira
bu mezhebin amacı Islâmı yıkmaktır.
Görüldüğü gibi bu
mezhep, efsane ve masallardan başka birşey değildir. Bu şekliyle bu mezhep,
Amerikalılar, Avrupalılar ve dininden dönen çok az sayıdaki müslümanlar
arasında yayılmıştır. Fakat Avrupalılar, bu mezhebe girenlerin sayılarının
aslında çok olduğunu, işkence ve baskıya uğramamak için inançlarını
gizlediklerini söylemektedirler.
Avrupalıların bu
iddiaları delilsizdir. Çünkü ne bizlere, kalblerde olanları keşfetme gücü
verilmiştir, ne de onlara, gizlenen şeyleri bilme ilmi. Avrupalılar bunları
söylerken belki de bazı ümitlerini dile getirmektedirler. Çünkü onların en
büyük arzuları, İslâm inancının bozulması ve müslümanlarm arasında, İslâmın
hükümlerinin y ıkılm asıdır.
Avrupalıların, bu
arzularına' ulaşmaları imkânsızdır. Çünkü İslâm dini kıyamete kadar baki
kalacak olan gerçek dindir. Onlar, öfkelerinden patlasınlar isterlerse...
Burada dikkate değer
bir husus ta şudur: Mısır danıştaymca
Bahailiğin, semavî bir din olmadığına, hatta bir din Dahi sayılamı yacağma karar verilmiş, Bahailik cereyanının asıl
amacının, müslümanlar arasında inançsızlığın yayılması ve îslâm dininin yıkılması
olduğu ifade edilmiştir.
Mısır devlet
şûrasının, evlenme akitleri tescil edilmek istenen üç Bahai hakkındaki kararı
şöyledir: «Hayır dernekleri ve sosyal kurumlar kanununun birinci maddesinin'
gözden geçirilmesinden ve Bahaî mezhebine ait talimatların ve kitapların daha
önce Mısır yar-gıtayımn kararında açıklanmasından anlaşıldığına göre, Bahaîlik
mezhebinin, İslâm dininin esaslarına ters düşen bir kısım bozuk inançları
yaymayı amaçladığı, neticede müslümanlarm kafasına, kitaplarının âyetleri ve
peygamberleri hakkında şüphe soktuğu anlaşılmış, hatta adı ğeçejı Bahaîlik
mezhebinin bütün semavi dinlere ters düştüğü açıkça ortaya çıkmıştır. Resmi
dini İslâm olan bir ülkede bu bozuk inançlan yaymak, kamu düzenini bozacak,
hislen kabartacak ve milleti galeyana getirecektir. Çünkü bu cereyanın, eski
dinlere sataştığı ve bu dinlere inananları kışkırttığı, dolayısiyle bu mezhebin
gayesinin meşru olmadığı anlaşılmakla, bu mezhebin, kamu düzenine ve genel
güvenliğe ters düştüğü sonucuna varılmıştır.
Ayrıca, devlet konseyi
hukuk ve fetva komitesi, dışişleri bakanlığının, Bahaîliği dinî bir cemaat
kabul etmediği beyanatına dayanarak, ve Bahaîlik düşüncesinin Mısır
kanunlarına da ters düşmesi nedeniyle resmen tescili istenen akdin sahih
olmadığı, aksine tamamen bâtıl olduğu ka.naatma varmıştır.»
Bu ifadeden de
anlaşıldığı gibi bu fetva şu sebeple verilmiştir: Bir avukat, eşlerin
dinlerinin Bahaîlik olduğu belirtilen bir evliliği, resmen tescil ettirmek
istemiştir. Bunun üzerine akdi yapacak olan (Noter) itiraz etmiş ve böyle bir
dini cemaatın bulunup bulunmadığını, devletin, aile hukukunda böyle bir
cemaati kabul edip etmediğini öğrenmek istemiştir. Soru .üzerine dışişleri
bakanlığı olumsuz cevap vermiştir. Akdi yapacak olan makam ise, bunların
durumunu daha detaylı olarak inceledikten sonra, şu neticeye varmıştır:
Bahaîlik, yıkıcı bir mezheptir. Özellikle Islama düşmandır. Devlet tarafından
kabul edilen bir din değildir. Din olma seviyesinde de değildir. Bu nedenle
korunması düşünülmemiştir. Noterler, ancak resmen müsaade edilen cemaatlerin
işlemlerini tescil edebilmektedir.
Noter; millî meclisi
bulunmayan cemaatlerin evlendirme muamelelerinin tescilinin, daha önce
şer'iyye mahkemelerinin yetkisi dahilinde olduğunu, şimdi ise bu mahkemelerin
ilgasıyla bu görevin noterlere ait olduğunu da beyan etmiştir.
Banaller bu karardan
sonra tekrar bir hayır cemiyeti olduklarını ileri sürerek, sosyal kurumlar
kanununun, kendilerine de uygulanmasını istediler. Fakat, fetva buna da
müsaade etmedi.
Şurası bir gerçektir
ki; İslâm düşmanlarının besledikleri, dinden uzaklaşma çağrıları döneminde,
Bahaîlik faaliyetleri İslâm ülkelerinde gittikçe artmakta ve güçlenmektedir.
Bu faaliyetler, birinci ve ikinci dünya savaşları sonunda çok yoğunlaşmış, günümüzde
ise, tekrar başını kaldırmış durumdadır. Bu başın koparılması, veya en azından,
asıl propaganda merkezi olan Şikago'ya döndürülmesi bir zaruret haline
gelmiştir.[6]
[1] El-Akide ve eş-Şeria, sh.; 244.
Muhammed Yusuf Musa, Audülaziz Abdül-hak ve Ali Hasan Abdülaziz'in tercümeleri.
[2] El-Akide ve Eş-Şeria; sh.
250
[3] El-Akide ve Eş-Şeria.
[4] El-Akide ve Eş-Şeria
[5] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/263-270.
[6] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/270-272.