ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 1

PEYGAMBERLERİN MA'SUMİYETİ. 1

Peygamberlerin Masumiyeti 1

Masumiyetin Lügat Ve Şer'i (Terim) Anlamının Tarifi 2

Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, Çocukluğundan İtibaren Günah İşlemekten Koruması: 3

Masum Oluş, Peygamberlikten Önce Mi? Yoksa Sonra Mı Olur?. 4

Masum Olma, Peygamberlerin Dışındaki Kimseler İçin de Olur mu ?. 6

Ehli Kitabın, Peygamberler Hakkındaki İnançları: 6

Masumiyet Etrafındaki Şüpheler Ve Bunlara Verilen Cevaplar. 8

Peygamberlerin Atası Hz. Adem (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele. 9

Hz. Nûh (a.s)’ın, Masum Oluşu İle İlgili Mesele. 11

Hz. İbrahim Halilurrahman (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele. 12

Hz. İbrahim (a.s) Hakkında İleri Sürülen Üç Yalanın Mahiyeti Nedir?: 16

Hz. Yûsuf Es-Sıddik (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele. 17

Hz. Yûsuf (a.s)'a Karşı Yapılan İftira ve Yalan: 17

Hz. Yûsuf (a.s)'m Masum Oluşu İle İlgili Deliller: 20

Hz. Yûnus (a.s)’ın Masum Oluşu. 22

Peygamberlerin Sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)'in Masum Oluşu İle İlgili Mesele. 24

Bu Konuda İkaz Şeklinde Gelen Ayetler. 24

Resulullah(s.a.v)'e, Bedir Esirleri Hakkında Yapılan İkaz: 25

Resulullah (s.a.v)'in, Münafıklara, Savaşa Çıkmamaları Hususunda İzin Vermesi İle İlgili Gelen ikaz: 27

Resulullah (s.a.v)'in, Mümin Bir Kimseden Yüz Çevirip Suratını Asması Üzerine Gelen İkaz: 28

Resululîah (s.a.v)'in Müşriklere Meyletmesine Dair Gelen İkaz: 29

Resulullah (s.a.v)'in, Müşriklere ve Kafirlere Meylettiği Hakkında Gelen İkaz: 30

Resulullah (s.a.v)'in, Kendisine indirilende Şüphe Etmesi Hakkında Gelen İkaz: 31

Resulullah (s.a.v)'in, Müşriklerin İman Etmeleri İçin Mucize Getirmesi Hakkında Gelen İkaz: 31

Resulullah (s.a.v)'in, Yanında Bulunan Müminleri Kovmaması Hakkında Gelen İkaz. 32

Resulullah (s.a.v) in Geçmiş ve Gelecek Günahlarının Bağışlanması Hakkında: 33

Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'e Yapmasını Emrettiği Bir Şeyi Yapmaktan Kaçınması Hakkında Gelen  34

İkaz: 34

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

PEYGAMBERLERİN MA'SUMİYETİ

 

Peygamberlerin Masumiyeti

 

'Peygamberlerin, kişiliklerine zarar verici veya yüceliğini boşa giderecek yahut insanlık değerini alçaltacak her türlü şeyden sakınmaları, masiyetlerden uzak olmaları ve şehevi duygulara yeni arzu ve isteklerine göre hareket etmekten vaz­geçmeleri suretiyle insanlığın bekası için seçilmiş olmaları on­ların özelliklerindendir...

Bundan dolayı Peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı on­ların üzerine olsun- yaratılış yani huy veya ahlak bakımından insanların en mükemmeli, amel işleme bakımından insanların en zeki olanı, nefislerine hakim olma bakımından insanların en temiz olanı ve gidişatları ile metod bakımından insanların en güzel olanıdır. Çünkü onlar, insanlık için "güzel bir örnek" ve "güzel bir model" olan kimselerdir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce Allah, insanlara; onlara uymalarını, onların ahlakıyla ahi aklanmalarını ve hayat şartlarının getirmiş olduğu her ko­nuda onların metoduna göre hareket etmelerini emretmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"O (Peygamberler), Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi) Sen de onların dosdoğru yollarına uy."[1]

Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"(Ey iman edenler!) And olsun ki sizin için, Resulullah 'en güzel örnektir'..."[2]

Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu o (ismi daha önce geçen Peygamberler,) katı­mızda seçkin ve iyi kimselerdendirler."[3]

 

Masumiyetin Lügat Ve Şer'i (Terim) Anlamının Tarifi

 

"İsmet" (ma'sumiyet) kelimesinin, lügat anlamı; "koru­ma'^ "men etme" anlamındadır. Araplar, bu kelimeyi; "Ben, onu yemekten korudum" Yani "Ben, onu yemeğe ulaşmaktan menettim" veya "Ben, onu yalan söylemekten korudum" Yani "Ben onu yalan söylemekten menettim" şeklinde kullanırlar. Bu kelimenin geçtiği yerler şuralardır:

1. Bu kelime, Yüce Allah'ın, şu ayetinde aynı anlamda kullanılmıştır:

"(Nuh'un oğlu, babasına: ) 'Beni, sudan (boğulmaktan) <koruyacak'(=ya'sumini) bir dağa sığınırım' dedi"[4]

Yani "Beni, boğulmaktan 'men edecek' (yemneuni) bir dağa sığınırım" demektir.

2. Yine aynı kelime, Yüce Allah'ın şu ayetinde de, bu an­lamda kullanılmıştır:

"(Azizin hanımı, misafir ettiği kadınlara) 'O(Yusuf)'dan murad almak istedim. Ama O, kendini (bundan) 'korudu' (= iste'same)"[5]

Yani "O, benim bu isteğimi şiddetli bir şekilde menetti (= imtenea)" demektir.

3. Hadisi şerifte de de geçtiği üzere; bu kelime, Resulullah (s.a.v)'in şu sözünde de bu anlamda kullanılmıştır:

"İnsanlar, 'La ilahe illallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) deyinceye kadar (onlarla) savaşmakla emrolundum. Şimdi her kim, 'La ilahe illallah' ( Allah'tan başka ilah yoktur) derse, mallarını ve canlarını benden 'korumuş'(~ asamû) olur."[6]

Yani kanlarını ve mallarını benden 'menetmiş' (— meneu) olur.

Kurtubî, bu hadisin şerhinde şöyle der: "Hadiste geçen 'ismet' kelimesi, 'korumuş' (= menetmiş) anlamında kullanıl­mıştır. Çünkü bu, masiyetleri işlemeyi men ettiğinden dolayı bu isimle adlandırılmıştır."

Bazı kimselerin; "İsmet", 'bir Allah'a mahsustur veya is­met, Allah'a ve O'nun Peygamberlerine mahsustur. Çünkü ismet, istenilen suçlarda ve günahlarda meydana gelir' şeklin­deki sözleri, büyük hatalardandır. Zira ismetin, Şanı Yüce Al­lah'a nispet edilmesi doğru değildir.

Terim (şer'i) anlamına gelince ise ismet; Yüce Allah'ın, nebilerini ve resullerini günahlardan, masiyetleri. çirkinlikleri ve haramları işleme gibi meydana gelebilecek olan şeylerden korumasına denir... Buna göre ismet, yalnızca Peygamberler için yürürlüktedir. Zira ismet, Yüce Allah'ın, Peygamberleri; şereflendirdiği ve diğer insanların üzerine seçtiği vasıflardan birisidir. Bundan dolayı da Yüce Allah, bu vasfı, sadece Pey­gamberlere vermiştir. Böylece Yüce Allah onlara, bu büyük masum olma nimetini vermiş. Onları, küçük-büyük her türlü masiyetleri ve günahları işlemekten korumuştur. Bundan dolayi Peygamberlerden, masiyetin veya diğer insanların aksine Şanı Yüce, Allah'ın emirlerine muhalefetin meydana gelmesi mümkün değildir.

Bunun hikmeti sebebi şöyledir: Şanı yüce olan Allah, in­sanlara, onlara tabi olmalarını, uymalarını ve onların gittikleri metod üzerine gitmelerini emretmiştir. Zira onlar. Allah'ın ya­rattıkları kimseler için güzel bir örnek ve uygun bir model; bü­tün insanlık için ise mükemmel bir örneklik teşkil ederler. Bu­na göre eğer Peygamberlerden masiyet meydana gelse veya büyük  günahlar  ile  küçük  günahları  işleşelerdi,   o  zaman masiyet meşru olur yahut ta onlara itaat etmek bize vacip ol­mazdı. Bu ise uygun olmayan bir davranış olup aynı zamanda da mümkün olmayan bir durumdur. Halbuki Peygamberler, < önder olan kimselerdir. Eğer Peygamberlerde bu gibi davranışlar olduğu taktirde, (böyle önder olan bir kimsenin) insanlara 1 faziletli olmayı emretmesi ve çirkinliği yasaklaması, üstelik bununla da kalmayıp bizzat kendisinin çeşitli kötülükleri ve çirkef olan şeyleri işlemesi,(böyle bir kimse için) nasıl uygun olur? Üstelik masiyetler ve günahlar -bilindiği üzere- manevi necasettir. Bu ise pisliklere ve hissi necasetlere benzer. Buna göre böyle şeylerin nebilere ve resullere nispet edilmesi nasıl caiz olur?

Hadisi şerifte de, masiyetlerin gizli necaset olduğuna işaret edilmektedir. Bu konudaki Resulullah (s.a.v)'in sözü şu şekil­dedir:

"Sizden her kim, bu (masiyet türü) pislikten bir şey işlerse, onu, gizli tutsun. Çünkü bize ondan bir parça aktanrsa, ona, Allah'ın kitabını uygularız."[7]

Rivayet edildiği gibi, bu hadisin anlamı şöyledir: "Kim iş­lediği masiyeti ortaya çıkarırsa ve onu açıklarsa, ona, had ce­zası vurulması gerekmektedir."

Kısacası: Bu anlatılanlara göre; şeriat ve akıl, Peygamber­ler için masumiyetin gerekli olduğunu söylemektedir. Zira peygamberin kendisine uyulmasını ve tabi olunmasını engelle­yici; pislikleri ve necis şeyleri veya hırsızlık, yol kesici, içkici, zina vb. şeyler yapması nasıl caiz olur?!

Peygamberin gidişatı, güzel olmadığında veya hayatı, kü­çük- büyük günahlara karıştığında, peygamberin sözünün, in­sanlara nasıl bir etkisi olur?

Bunların aksine peygamberin hayatının, hidayet nuruyla aydınlanmış, iffet ve temizliğiyle tanınmış; üstün, güzel ve dü­rüstlükle süslenmiş bir fazilet ve bir yüceliğe göre olması ge­rekmektedir. İşte bu, PEYGAMBERLERİN MASUMİYETİni gösterir!

"el-Akidetü'l-İslamiyye" adlı kitabın "Masumiyetin Vas­fı" başlığı adı altında şöyle denilmektedir:

"Yüce Allah'ın, Resulullah (s.a.v)'in; ümmeti için "en bü­yük bir örnek" olduğuna şahadet etmesinin yanı sıra Allah'ın nassı ile sabit olan özellikler bundan ayrı tutulduğunda[8] inanç esasları, davranışları, sözleri ve ahlakı konusunda kendisine uyulmasının gerektiği; risâletinden sonraki bütün inanç esasla­rında, davranışlarında, sözlerinde ve seçkin ahlakında Yüce Allah'ın emrine uygun olduğuna ve yine inanç esasları, davra­nışları, sözleri ve ahlakıyla ilgili herhangi bir konuda yüce Al­lah'a karşı bir masiyet işlemediği ayetlerle ve yaşantısında sa­bit olmuştur. Çünkü yüce Allah ümmetlere, kendilerine gön­derdiği Peygamberlere uymalarını, tabi olmalarını ve onların gidişatları yani metodlan üzere gitmelerini emretmiştir. Buna göre ümmetlere, Peygamberlerini, güzel örnek edinmelerini emredümesinin anlamı şudur: -Bu, onlardan masiyet halinde ve masiyetin meydana geldiği anda- masiyet ile de onları güzel bir örnek edilmesi gerektiği emredildiği taktirde, Peygamber­lerin risâletlerinden sonrada masiyetleri yapması mümkün olur ki, bunda açık bir çelişki söz konusu olur."[9]

 

Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, Çocukluğundan İtibaren Günah İşlemekten Koruması:

 

Yüce Allah, efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)'i çocuklu­ğundan itibaren korumuş ve onu, küçüklüğünde ve gençliğinde -kendisine Peygamberlik gelinceye kadar geçen zaman zarfın­da- her türlü cahiliyye davranışlarından da korumuştur. Daha sonrada Onun üzerine, nimeti (olan İslam dinini) tamamla­mış[10] ve aynı zamanda en mükemmel bir tamamlama şekliyle risalet yükünü şereflendirmesiyle ona masumiyeti/günah iste­memeyi tamam kılmıştır.

İbn Hişanı, "es-Siretü'n-Nebeviyye" adlı kitabında ko­nuyla ilgili olarak şöyle der:

"Resulullah (s.a.v), cahiliyye pisliklerinden ve kusurların­dan uzak olarak büyüdü. Yüce Allah O'nun -O, kavminin ida­resi altında olduğu halde- Peygamber olmasını istediğinden dolayı cahiliyyenin bu pislik kusurlarından korudu ve gözetti. Ergenlik çağına ulaşınca, kavminin üstün adamı, en ahlaklısı, en iyi geçimlisi, en iyi komşu, en doğru sözlü, en güvenilen, kişileri kötü duruma düşürecek huylardan, çirkin şeylerden en uzak duran kimse oldu. Kavmi içerisinde "el-Emin" (güveni­lir) adıyla anılıyordu. Allah, bütün iyi özellikleri onda topla­mıştı. -Bana anlatıldığına göre- zaman zaman Hz. Peygamber (s.a.v), Allah'ın, kendisini küçüklükte koruduğundan ve cahiliyye dönemindeki durumundan bahsederdi. Resulullah (s.a.v), Yüce Allah'ın, kendisini korumasıyla ilgili olarak şöy­le der:

"Kureyşli çocuklarla birlikte oynuyordum. Çocuklarla, ba­zı oynayacağımız oyunlar için taşlar taşıyorduk. Diğer çocuk­lar, peştemallerini alıp omuzuna koymuş olduklarından dolayı avret yerleri gözüküyordu. Bende -onlara bakarak-peştemalimi kaldırıp omuzumun üzerine koyarak taş taşıyor­dum ki, tam bu sırada bana biri kuvvetlice vurarak: 'Peştemalini bağla' dedi. Bunun üzerine peştemalimi omuzumdan indirip eski halinde bağladım. Daha sonra arka­daşlarımızın arasında yalnız ben, peştemalli olduğum halde omuzumda taş taşmaya devam ettim."[11]

Süheylî, bu rivayete, şu taliki (dipnotu) yazmıştır: "Bu olay (hadisi şerifte de anlatıldığı üzere[12], Kabe'nin bina edildiği -yani Resulullah (s.a.v) 35 yaşında olduğu- bir sırada geçmiştir. Bu olay şöyledir: 'Resulullah (s.a.v), kavmiyle birlikte Kabe'ye taş taşıyordu. Kureyşliler, taşları, boyunlarına bağladıkları peştemallerin üzerine koyup götürüyorlardı. Resulullah (s.a.v)'de, peştemali sağlam olduğu halde taşı omuzunun üzerine koyup taşıyordu. Resulullah (s.a.v)'in bu durumunu gören amcası Abbas, Ona:

- "Ey kardeşimin oğlu! Peştemalini omuzuna kaldırıp yap­san da ha iyi olmaz mı? der. Resulullah (s.a.v), amcasının bu isteğini yerine getirerek peştemalini omuzuna bağlayarak taş taşımaya başladı. Böyle bir şekilde Resulullah (s.a.v)'in avret yerleri gözüküyordu. Bu sırada birdenbire yüzüstü yere düştü. Peşi sıra,'peştemalim!"Peştemalim!'di ye seslendi. Daha son­ra peştemalini -eskisi gibi- bağladı ve taş taşıma ya devam et­ti."[13]

İbn İshâk'm anlattığı bu olay, -eğer sahîh ise- Resulullah (s.a.v) 'in küçüklüğünde olmuştu. Resulullah (s.a.v), bu taş taşıma işini iki defa yapmıştı. Birisi, -yukarıda anlatılan olay ki- küçüklüğünde olmuş ve diğeri ise (yani bu olay) gençliğin­de olmuştur.[14]

 

Masum Oluş, Peygamberlikten Önce Mi? Yoksa Sonra Mı Olur?

 

Alimler, Peygamberlerin masumiyetinin Peygamberlikten Önce mi? Yoksa sonra mı? ve masumiyetin yalnız büyük gü­nahlardan mı? Yoksa; hem büyük günah ve hem de küçük gü­nahlardan mı? olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bu konuda bazı alimlerin görüşü şöyledir: Peygamberler için masumiyet, hem Peygamberlikten önce hem de Peygam­berlikten sonra sabit olabilmektedir. Çünkü kişisel hareketler ve davranışlar -Peygamberlikten önce olsa bile- gelecekte olan peygamberin davetine etki eder. Peygamberin, güzel bir gidi­şatı ve nefsinin tertemiz olması gerektiği bunun dışındadır. Böyle bir durum, peygamberin risâletine ve davetine zarar ve­rici bir etki söz konusu değildir.

Bu görüşü savunan alimler, buna; Yüce Allah'ın, Pey­gamberleri, kısanların en tertemiz olanından seçmesini ve on­ları küçüklüğünden itibaren bizzat kendisinin gözetmesini delil getirmişlerdir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) ile ilgili:

"(Ey Mûsâ!) Gözümün önünde yetişip (terbiye edilesin) diye."[15]

Ve ayrıca Yüce Allah'ın, Peygamberleri seçkin ve iyi kimselerden seçtiği ile ilgili, "Doğrusu onlar (Peygamberler) katımızda seçkin ve iyi kimselerdendirler"[16] ayetlerini, kendi görüşlerine delil getirmişlerdir.

Buna göre Peygamberlerin, Peygamberlikten Önce ve son­ra her türlü günahları; masumiyetleri ve çirkin fiilleri, işlemekten masum olmaları ve bunlardan korunmuş olmaları gerek­mektedir.

Diğer gruba gelince ise; bunlarda "Peygamberlerin, ma­sum oluşunu sadece Peygamberlikten sonra olacağım ve bu dönemde küçük ile büyük günahlardan masum olduklarım sa­vunmuşlardır.

Çünkü insanlar, Peygamberlikten önce Peygamberlere tabi olmakla ve onlara uymakla emrolunmarmşlardır. Tabi olma ve uyma, ancak Peygamberlere vahyin inmesinden ve risalet ile emaneti yüklenmeleri suretiyle şerefli bir konuma geldikten sonra olur. Peygamberlikten öncesine gelince ise; Peygamber­ler de ancak diğer insanlar gibidir. Bununla birlikte (Peygam­berlik öncesi) onların gidişatında masiyetler, günahlar veya kötü ve çirkin bir yola saptıklarında meydana gelecek bir du­rumda ikaz edilirler. Çünkü onlar, Peygamberlikten önce ma­sum değildirler. Fakat onlar, Allah'ın inayetiyle ve yaratılışla-rmdaki temiz halleri üzere korunmuşlardır.

"el-Akidetü'1-İslamiyye ve Ususüha" adlı kitap ta aynen şöyle denilmektedir:

"Peygamberler, peygamberliğe seçilmeden önce iki çeşit üzeredirler:

1. Peygamberin daha sonra gelecek mutlak bir şeriat ile teklif olunmaması: Buna göre masumiyet, peygamberin kendi­si hakkında konmuş bir özelliktir. Çünkü masiyetler ve Allah­'ın emrine muhalefetlikler, ancak şeriat geldikten sonra olur. Mükellef olması da, kendisine gelen şeriat iledir. Kabul edilen durum ise; Peygamberin henüz getireceği şeriat ile mükellef olmamasıdır. Bundan dolayı henüz masumiyetin varlığından; veya yokluğundan bahsetmeye gerek yoktur. Çünkü ortada peygamberin bir şeriat ile mükellef tutulması söz konusu değildir. Çünkü Peygamberlik henüz gelmemiştir.Fakat peygam-! berin yaratılışının yüce olması, nefsinin temiz olması, ruhunun yüksek olması, aklının sağlam olması; kavmi arasındaki ahla­kının, muamelatının, güvenirliliğinin, aklı seliminin, dosdoğru tabiatına ve nefret edilecek çirkinlikleri ve masiyetleri işle­mekten uzak oluşu, O'nun örnek ve yüce olmasını gerektirir.

2. Peygamberin, önceki bir peygamberin şeriatı ile mükel­lef tutulması: Nitekim Hz. Lût (a.s) peygamberliğinden önce-amcası Hz. İbrâhîm (a.s)'in şeriatına tabi idi. Yine Hz. Mû-sâ(a.s)'dan sonraki İsrail oğullan Peygamberleri, kendilerine peygamberlik vahyolunmadan önce Hz. Mûsâ (a.s)'ın şeriatına bağlıydılar. İşte bu durum; peygamberin, Peygamberlikten ön­ce, ne küçük bir günah ve ne de büyük bir günah işlemediğine kesin bir delildir. Fakat Peygamberlerin, Peygamberlikten ön­ceki hayatlarını nakleden tarihçiler, onların; insanların işlediği küçük ve büyük günahlar ve masiyetler gibi masiyetlerden ve günahlardan uzak olduğuna şahitlik etmişlerdir.

Eğer Peygamberlerden -yukarıda anlatılanlardan- bir şey meydana gelse, bu, onlarda pek nadir görülen yanılma ve sürçmelerdir. Onların yaratılışlarının yüce olmasından, nefisle­rinin temiz olmasından, ruhlarının yüksek olmasından ve son­radan teklif olunacakları şeyin önemli olmasından dolayı, böy­le bir şey onlara zarar vermez. Ancak onlardan kaynaklanan bu yanılmalar ve sürçmeler, onların; insanlar tararından insanlık seviyesinin üstüne yükseltilmemeleri ve vasıflanmaları müm­kün olmayan ilahi sıfatları yükletilmemeleri için insanların Önünde normal bir insan gibi olmalarını ispat etmek için (bun­lar) meydana gelmiştir. Bundan dolayı onların, Peygamberlik­ten önceki ve sonraki halleri arasındaki fark ortaya çıkmakta­dır. Onlar, Yüce Allah'ın seçkin kullan ve yaratıklarıdır."[17]

Alimlerin görüşlerinden çıkarılan sonucun Sahîh olanını kısaca şöyle özetleyebiliriz: "Peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- Peygamberliklerinden sonra her türlü küçük-büyük günahlardan ve masiyetlerden ittifakla korunmuşİardır. Peygamberlikten öncesine gelince ise; onların kişiliklerine zarar vermeyecek ve risâletine etki etmeyecek ba­zı basit aksiliklerin meydana gelmesinin ise ihtimali vardır.

Allame Kurtubî (rh.a), "el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân" adlı tefsirinde konuyla ilgili olarak şöyle der:

"Alimler, Peygamberlerden -Allah'ın salât ve selâmı onla­rın üzerine olsun- büyük günahlardan ve her türlü toplu olarak eksiklik ve çirkinliklerden korunmuş olduklarına dair ittifak ettikten sonra, küçük günahın onlardan meydana gelip gelme­yeceği konusunda ise ihtilaf etmişlerdir.

Fıkıhçıların çoğu; Peygamberler, büyük günahlardan ko­runmuş oldukları gibi -bunda icma vardır-, küçük günahların hepsinde de masumdurlar. Çünkü biz, Peygamberlere, mutlak bir emir olarak davranışlarında, naklettiklerinde ve gidişatla­rında bir delile dayanmaksızın tabi olmakla emrolunduk. Buna göre eğer biz onların küçük günah işlemelerini caiz görürsek, o zaman onlara uymak caiz olmaz. Çünkü Peygamberlerin dav­ranışlarının her birisinden maksat; yakınlık mıdır? Mubahlık mıdır? Yoksa isyan tehlikesi olan bir davranış mı? Masiyet mi olduğu açıkça bilinmez. Dolayısıyla kişinin, masiyet olabile­ceği şüphesi bulunan bir emre uymakla emrolunması doğru olmaz.

Ehli Sünnet alimlerinden olan Ebu İshâk el-İsferani bu ko­nuda şöyle der: 'Peygamberlerden, günahlar meydana gelmez. Çünkü onlar, küçük ve büyük günahlardan masumdurlar. İşte onların mucize sahibi olmaları, bir delil olarak onların masum olmalarını gerektirir.'

Ehli Sünnet alimlerinden bazıları da konuyla ilgili olarak şöyle derler: 'Peygamberlerden, küçük günahlar meydana ge­lir'. Bu görüşün aslı yoktur. Zira Ehli-i sünnet alimlerinden çoğuna göre; Peygamberlerden küçük günahların sadır olması caiz değildir.

Bazı son devir alimler ise, konuyla ilgili olarak şöyle der­ler: 'Bu konuda şöyle demek en uygun olanıdır: 'Yüce Allah, peygamberlerin bazılarından günahların meydana geldiğini haber vermiş, onların günah işleyebileceğini belirtmiş, bu gü­nahlardan dolayı onları ikaz etmiş; Peygamberler ise bu gü­nahları kendilerinin işlemiş olduklarını söylemişler, işlemiş oldukları günahlardan dolayı sıkıntı çekmişler, bu günahların­dan dolayı Allah'a tevbe etmişler. Bunların hepsi, yorumu ge­rektirmeyecek bir şekilde Kur'an'in birçok yerinde nakledil­miştir. Her ne kadar bazı ayetler, yorumu gerektirecek olsa da, Peygamberlere ait bu hallerin hepsi, onların makamlarına ve derecelerine zarar getirmeyecektir. Ancak Peygamberlerde meydana gelen bu haller, hata (zelle) ve unutma yönünde gel­miştir. Buna göre bu haller, başkalarına nispetle Peygamberler için iyilik, makamlarının ve kadr-ü kıymetlerinin yüceliğine nispetle kendileri hakkında kötülüktür. Bu konuda en güzel sözü, Cüneyd el-Bağdadi söylemiştir ki, o da şudur: "Ebrarlann (= iyi kulların) hasenatı (= iyilikleri), Mukarreblerin (= Allah'a en yakın olan kulların) seyyiatı (= kötülükleri) gibidir." Buna benzer şöyle bir söz daha vardır: "Bir iş yapmakla kalacaksa ecir, ondan sorumlu tutulur vezir."

(Kurtubî bu konuya devamla şöyle der:) 'işte doğru olan şudur: Her ne kadar ayeti kerimeler, Peygamberlerin bazıların­dan günahların meydana geldiğini gösteriyorsa da, bu durum onların makamlarına zarar getirmez ve derecelerini de indirmez. Bilhassa Allah, onlardan her türlü kötülükleri ve masiyetleri gidermiş, onları, yarattıkları arasından seçmiş, on­ları hidayete erdirmiş, onların nefislerini kötülüklerden temiz­lemiş, onları diğer yaratıklara karşı seçkin ve mümtaz kılmış­tır. Allahın salât ve selâmı onların üzerine olsun."[18]

 

Masum Olma, Peygamberlerin Dışındaki Kimseler İçin de Olur mu ?

 

İnsanoğlunun her bir ferdinden; hata, sapma ve masiyetin meydana gelmesine maruz kaldığına göre, Peygamberlerin -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- dışında hiçbir kimse için masumiyet sabit olmamıştır. Ancak Şanı Yüce Al­lah, bazı veli kullarını, büyük günahlardan, rezilliklerden, çir­kinliklerden ve masiyetlerden bir çeşit koruma ve destekleme yoluyla korumuştur. İşte bu, Yüce Allah'ın, resullerine ve ne­bilerine mahsus kıldığı masumiyet olmayıp veli kullarına mah­sus kıldığı ilahi bir lütuftur. Yüce Allah bu konuda şöyle bu­yurmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve peygamberi (Muhammed'e) iman edin ki (Allah) size rahmetini iki kat versin ve size, ışığında yürüyebileceğiniz bir 'nur' lütfetsin. Ve sizi ba­ğışlasın. Allah, Gafurdur ve Rahimdir."[19]

Ayeti kerimede geçen "Nur" kelimesi, insanlardan; evliya­lar (= Allah'ın veli kulları), takva sahipleri ve sıddikler için olan ilahi lütfü işaret etmekte olup bu da resuller ve nebiler için olan masumiyet olmayıp bir çeşit koruma ve destekleme yoluyla olup Yüce Allah, bu ilahi fazileti; sahabelerden, Hz. Ebu Bekr (r.a), Hz. Ömer (r.a) vb. kimselere mahsus kılmıştır. Resulullah (s.a.v), Yüce Allah'ın, Hz. Ömer'in diline ve kalbi­ne hakkı koyduğunu haber vermiş[20] ve devamla:

"Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Ey; Ömer! Şeytan seni bir yolda yürürken gördüğünde, senin git­mediğin bir yolu tutup (senden) kaçıp gider"[21] buyurmuştur.

Bu görüşe muhalif bazı kimseler, bir takım şahısların ma­sumiyetini savunmuşlardır. Bu görüşün doğruluğuna dair, Kur'an'dan ve Sünnetten bir delil yoktur. Yalnız bu görüş; şek ve şüphelerin ciddiyetinden uzaktır. Buna göre masumiye hiçbir kimse için olmayıp yalnızca Peygamberler için geçeridir. Çünkü Yüce Allah, Peygamberleri, alemler için bir örne i yapmıştır.[22] Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmak­tadır:

"O (Peygamberleri) emrimiz altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kıl­mayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler."[23]

Peygamberlerin dışındaki -bütün insanların hata yapması

mümkündür. İşte bundan dolayı İmam Malik (r.a) şöyle der:

"Şu kabir sahibinin Resulullah (s.a.v)'in kabrine, işaret ederek dışında kalan, bizden görüş sahibi olanların görüşleri kabul edilirde, reddedilirde." [24]

 

Ehli Kitabın, Peygamberler Hakkındaki İnançları:

 

Kur'ân-ı Kerîm'in, Peygamberleri; insanlığa bir örnek, bir model, bir önder ve bir hidayet olmaları şeklindeki tanımlama­sının ve vasıflanmasının yanı sıra Ehli Kitabın yani Yahudilerin ve Hıristiyanların, Peygamberler hakkındaki inançlarını da görmekteyiz...

Ehli Kitab, Peygamberlerin yüceliği hakkında haddi aş­mışlardır. Zira onlar, Peygamberlere masiyet işlemeyi nispet etmekle de yetinmeyip onların masum olduklarına dair inancı kabul etmemektedirler. Daha bunlarla da yetinmeyip Peygamberlerden bir kısmının suç işlemeye kalkıştıklarını, günah iş­lemede Allah'ın emrinden çıktıklarını ve günahların en büyü­ğünü işlemede diğer kimselere önderlik yaptıklarını söylüyorlar..

- Daha sonra yazılarak tahrif edilmiş- Tevrat'ta, çok sayı­da peygambere yakışmayan iftiralar, çirkinlikler ve rezillikler bulmaktayız. Hakkında iftiralar yapılan Peygamberlerden biri­si de, Hz. Lût (a.s)'dır. Bu tahrif edilmiş Tevrat'a göre; "Lût (a.s), içki içmiş, iki kızıyla birlikte uyumuş. (Sarhoş olduktan sonra kızlarıyla zina etmiş). Bunun üzerine kızları, zina yoluy­la kendisinden hamile kalmışlar..." Bunu söylemekten ve böy­le bir şeyi iddia etmekten Allah'a sığınırım!! Yani içki içip sarhoş olduktan sonra bir peygamberin, iki kızıyla zina suçunu işlemesi gibi bir iddiayı ortaya atmak, bir peygambere dair bu çirkin suçlamaların en çirkin olanıdır.

Yahudilerin, Peygamberler hakkındaki inançları ve Pey­gamberlerin aleyhinde ileri sürdükleri yalan haberleri boşa çı­karabilmek için Yahudilerin yaptığı iftira ve karalamanın son haddini okuyucuya daha iyi açıklayabilmek için Tevrat'ta ge­çen rivayetleri aktaracağız. Bu riayetler ise Allah'ın Kitabı Tevrat'tan tahrif edilmiş olanlardır. Bu tahrif edilmiş Tev­rat'ta, Hz. Lût (a.s)'m kızlarıyla ilgili konu şöyle geçmektedir:

"Lût, beraberinde iki kızı olduğu halde Tsoar'dan çıkıp bir dağda yaşamaya başladı. Çünkü Tsoar'da ikamet etmekten korktu ve O, iki kızıyla birlikte bir mağaraya sığındılar... Bü­yük kızı, küçüğüne şöyle dedi: "Babamız ihtiyarlamıştır ve (dünyanın yoluna göre) yanımıza girmeye gücü yetecek bir erkek de yoktur. Gel, babamıza içki içirelim, onunla birlikte yatıp babamızdan bir nesil meydana getirelim." O gece babala­rına içki içirdiler, büyük kız babasının yanma girdi ve babasıy­la birlikte yattı. Lût, kızının kendisiyle yatmasının ve kalkma­sının farkında değildi... Vaktaki, ertesi gün olunca; büyük kız, küçüğüne: "İşte, dün gece babamla yattım; bu gece de ona yine dünkü gibi- içki içirelim ve babamızdan bir nesil meyda­na getirebilmek için onun yanına gir ve onunla birlikte yat." dedi. Bunun üzerine o gece küçük kız, babasının yanına girdi ve babasıyla birlikte yattı. Lût, küçük kızıyla yattığının -büyük kızda da olduğu gibi- farkında değildi. Bunun üzerine Lût'un kızları, babalarından hamile kaldılar. Büyük kız, bir oğlan ço­cuğu doğurdu ve onun adını "Moab" koydu. Moab, günümüze kadar gelen Moablıların atasıdır. Küçük kızda, bir oğlan çocu­ğu doğurdu ve onun adını da "Amman" koydu. Amman, gü­nümüze kadar gelen Ammanlılann atasıdır." Biz, Peygamber­ler hakkındaki bu sapıklık, saçmalık, iftira, yalan ve bühtandan Allah'a sığınırız.

Yİne tahrif edilmiş Tevrat'ta şunu da bulmaktayız: "(YaTc'ûbJYehuza, oğlunun karısıyla zina etti. Oğlunun karısı, Yehuza'dan zina yoluyla hamile kaldı. Kadın, 'Fariz* ve 'Zarih' adında iki çocuk doğurdu. Davûd, Süleyman ve İsa; Fariz'in soyundan gelmişlerdir". Ayrıca bu, Matta incilinin birinci babında açıklanmıştır.

Yine tahrif edilmiş Tevrat'a şunu da bulmaktayız: "Davûd, ordusunun komutam olan 'Orya'nın karısıyla zina etti. Kadın, bu zinadan dolayı hamile kaldı. Zira Davûd, hile yoluyla kadı­nın kocasını imha etmişti ve o kadını, kendisine karısı olarak alıkoydu." Bu, Samuel bölümünün on birinci babında açık­lanmıştır.

Yahudilerin iddiasına göre; Süleyman (a.s), "ömrünün so­nuna doğru dinden çıkmış, çıktıktan sonra da putlara tapmış ve putlar için mabetler bina etmiş." Bu, krallar bölümünün baş tarafındaki birinci babda açıklanmıştır.

Keşke başım! Peygamberlerin hürmetinden dolayı, onların hizmetinde kalsaydı. Zira Yahudilerin, Peygamberler hakkın­daki bu iftiraları onların tarihlerinde (Peygamberlerin sarhoş oldukları, kötü huylan ve çirkin günahları işledikleri, haksız yere kanlar akıttıkları, putlara taptıkları gibi aslı astan bulunmayan bu iftira ve yalanlar) bulunduğu halde onlara uyulması nasıl mümkün olur? Hem bu iftiraları atıyorlar ve hem de onla­ra uyuyorlar.

Yahudilerin, Peygamberler hakkındaki bu inançların hep­si; yalan, bühtan ve iftiradır. Biz, Tevrat'ta geçen bu örnekle­rin hepsinin ve benzerlerinin, batıl ve Yahudilerin, Peygam­berler hakkındaki bu iftiralarının hepsinin -Allah'ın Kitabı Tevrat'ta- tahrif edildiğini ileri sürüyor ve onların bu inançla­rım böylece boşa çıkarmış oluyoruz. Kısaca şunu belirtmek gerekir ki; Yahudilerin, Peygamberler hakkındaki bu düzme­celeri ve iftiraları, Allah tarafından Hz. Mûsâ (a.s)'a indirilen Tevrat'tan olmayıp sonradan Tevrat'ta tahrifat yaparak onun içerisine sokuşturdukları rivayetlerdir.

Hıristiyanların, Peygamberler hakkındaki inançlarına ge­lince ise onlar, -Yahudiler gibi- Peygamberlerin masumiyetine inanmazlar. Zira onlar, efendileri olan Mesih İsa (a.s)'ın ilah-lığmı, akidelerine yerleştirmişlerdir. Mesih İsâ, onlara göre; masum olan tek bir kimsedir ve -içlerinde Peygamberlerinde bulunduğu- her insan, hata edebilir ve günah işleyebilir. Kı­yamet gününde Mesih İsâ dışında insanlan kurtarabilecek ve şefaat edebilecek hiç bir kimse yoktur. Çünkü İncil'in ifadesi­ne göre; hata edebilen kimseler, hatalı kimseleri kurtaramaz.

Hıristiyanların yanında Peygamberler hakkındaki rezillik şekilleri, Yahudilerin Peygamberler hakkındaki çirkin inançla­rından az değildir. Yahudilerin ve Hıristiyanların Peygamber­ler hakkındaki inançlarının hepsi, naklin ve aklın kabul ede­meyeceği (Peygamberlere dair) günahlar kazandırma ve suçlar işlettirme suretiyle ileri sürmüşlerdir.

Merhum Muhammed Reşid Rıza, "Muhammedi Vahiy"

adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak -kısaltılarak alınmıştir-şöyle der:

"Eğer nebilerin insanlara gönderilişi, insanlığın dünyevi durumlarını ıslah edecek şekilde nefislerinin tezkiyesini ve başka bir dirilişle bu hayattan daha yüce bir hayat için hazır­lanmalarını amaçlıyorsa, bu amaç ve espri ancak nebilerin, davranışları ve yaşamlarında uyulmaya dair getirdikleri şeriat ve ahlakta da bağlılığa ehil olmaları halinde gerçekleşebilir. Bundan dolayı alimlerimiz, Peygamberlerin, günahlardan ve masiyetlerden masum olmasının vacipliğini savunmuşlar ve hatta bazıları biraz daha ileri giderek; Peygamberlikten öncede sonrada peygamberin büyük günahlardan masum olduğu gibi küçük günahlardan da masum olması gerektiğini savunmuşlar­dır. Bazıları ise sadece nedeni, düşüklük ve aşağılık olan kü­çük günahlardan (Peygamberlerin) masum olmasının gerekli­liğini savunmuşlardır.

Ehli Kitap ise bu anlamda masumiyeti kabul etmemekte­dirler. Ki, kutsal kitapları, büyük nebilerine güzel örneklikle çelişen çirkin günahlar, hatta kötülük ve fesada sevk edici sı­fatlar atfetmektedirler.

Hıristiyanların bir bölümü ise nebilerinin günahlarım, aki­deleri için de delil olarak gösteriyorlar. Zira akidelerine göre; sadece Mesih İsâ günahsızdır. Çünkü O, Rab ve ilahtır. İnsan­ları, veraset yoluyla geçen günahtan kurtarmıştır. Ondan başka ne bir şefaatçi ve ne de bir kurtarıcı vardır. Görüldüğü gibi bu inanç, Peygamberlerin getirdiği dinlere, kitaplara ve de akla muhalif putçu bir inanç olduğu gibi, Hind Çin vs.gibi putçu dinlerin inançlarıyla da uyuşmaktadır.

Kaldı ki, bizce, tahrif edilmiş,[25] onlara göre kutsal kabul edilen Ahd-i Kadim (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncîl), Peygam­berlerine ne büyük ve ne de küçük günah isnat edilmesine şa­hitlik etmez. Örneğin, vaftizci Yuhanna (Zekeriyyâ (a.s)'ın oğlu Yahya), kesinlikle insanlarca -ve Allah katında- utanıla­cak bir hata yapmamıştır. Aksine İnciller, Yuhanna'nm, Mesih İsa'dan daha fazla masum olduğunu göstermektedir. Nitekim Luka İncirinde, Yuhanna ile- ilgili olarak şöyle bir ibare geç­mektedir:

"O (Yuhanna); Rab önünde büyük (bir mevkiye sahip) di; içki de içmezdi. O, annesinin karnında Ruhu'l-Kudüs ile dol­muştu." (Luka İncili: 1/65).

"Rabbin eli, o (Yuhanna ile) birlikte idi." (1/66) Mesih İsâ ise, O (Yuhanna) hakkında şöyle demektedir:

"Size gerçeği söylüyorum; kadınlardan, vaftizci Yuhanna'dan daha büyük birisi doğmamıştır." (11/11)

Hatta İnciller göstermektedir ki; Mesih İsâ, annesi ve kardeşlenni[26] ihmal etmiş, kendisiyle konuşmak istedikleri halde, onları, babası (Allah'ın) iradesine muhalif oldukları için red­detmiştir. (Tüm bunları, Matta İncili 12. bölüm ile Markos İn­cili, 3. bölümün sonlarında görebilirsiniz).

İşte Luka İncilinin ifadesi: "İsa'ya, annesi ve kardeşleri­nin, kendisini görmek istedikleri söylenince; 'benim annem ve kardeşlerim, sadece Allah"rn kelimesine kulak verip, bunu ye­rine getirenlerdir' dedi." (Luka İncili, 8/11).

Evet, kardeşleri,-başka bir yerde de belirtildiği gibi- Me­sih'e inanmıyorlardı. Fakat annesi Meryem de böyle midir? Ve İsa'nın, annesine böyle davranması doğru muydu? Oysa Yüce Allah değil müsîüman anne ve babaya, müşrik anne ve babaya bile iyilikle davranmayı emretmekte, ayrıca Meryem'i de bü­tün kadınlardan üstün tutmaktadır. Anneyi ihmal, tüm şeriat ve ahlak kurallarına göre, ayıp ve günah olup; içki içmekte, içkiyi kesin olarak yasaklamayan şeriatlar da bile kötü bir davranış olarak kabul edilmiştir. Oysa biz Müslümanlar, Mesih İsâ (a.s)'ı tüm bu iftiralardan tenzih ederiz."[27]

Bu anlatılanları kısaca şöyle özetleyebiliriz: "Müslümanla­rın Peygamberler hakkındaki inançları; Kur'ân-ı Kerîm'de ge­tirilen ve onların şerefli hayatlarında meydana gelenlerinde delil getirildiği saf ve gerçek bir inançtır. Bu getirilen deliller; onların yüce makamına ve yüksek derecelerine uygundur. Peygamberlerin masumiyetine dair sözler ile onların temiz ol­duklarına ve her türlü çirkinliklerden ve günahlardan uzak ol­duğuna dair inançlar; Kur'ân-ı Kerîm ayetlerinde onların dini ve dünyevi önderler kılınmaları, alemler için davet ve hidayet sancağını yüklenmeleri şeklinde ittifak edilmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"O (Peygamberleri) emrimiz altında insanları doğru yola (hidayete) götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler."[28]

Buna göre Peygamberlerin, insanlara örnek olma hu­susunda mükemmel olması ve Peygamberlik konusunda masum (günahsız) olması gerekmektedir... İşte bu ise. aklın gerekli kıldığı ve şeriatın vacip kıldığı şeydir. İnşallah, bu konunun sonunda, Peygamberlerin masumiyetine dair olan bazı şüpheleri onlardan uzaklaştırmaya çalışmak suretiyle gerçeği ortaya çıkarmak ve onların ışıklarını insanlara bereketli kılmak için genişçe açıklamalarda bulunacağız. Yegane dostumuz, Allah'tır. O, ne güzel bir vekildir. [29]

 

Masumiyet Etrafındaki Şüpheler Ve Bunlara Verilen Cevaplar

 

Bazen birisi; "Kur'ân-ı Kerim, Peygamberlerin birbirlerine olan muhalefetlerini ispatlamakta ve onlardan bazılarına günah ile masiyeti nispet etmekle birlikte Peygamberler nasıl masum olurlar? Zira Yüce Allah, Hz. Adem (a.s) hakkında şöyle bu­yurmaktadır:

"Adem, (kendisine ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle) Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.[30]

Yine yüce Allah, Hz. Nûh (a.s) hakkında ise şöyle buyur­maktadır:

"(Ey Nûh! Bilmediğin şeyi benden istemenle) senin, cahil­lerden olmamam öğütlüyorum."[31]

Yine yüce Allah, gönderilmiş Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

"Böylece Allah, senin günahından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın... "[32] şeklinde bir soru yöneltebilir.

Buna cevabımız ise şöyledir: "Peygamberler için masumi­yet, Kur'an'da sabit olmuştur. Zira Kur'ân-ı Kerim ayetleri bu­na delil getirdiği gibi, sağlam ilmi düşüncede buna hükmet­miştir. Peygamberler, mükemmelliğe ve üstünlüğe örnek ol­masalardı hiç yüce Allah insanlara; onlara tabi olmalarını, on­lara uymalarını ve onların Rabbani metodları üzere gitmelerini emreder miydi?!! Eğer masumiyet, onların sıfatlarından olma­saydı onların davranışlarının ve hareketlerinin hepsinde onlara tabi olmakla ve uymakla mükellef tutulmazdık!!

Bazı Peygamberlerden -Allah'ın saîât ve selâmı onlarm üzerine olsun-  (Allah'ın  emrine karşı) muhalefetliklerin ve masiyetlenn meydana gelmesine dair günah işlemenin zahirini gösteren bazı şer'i naslara gelince bunlar, şu şekillerde yorum­lanmıştır.

1. Bu muhalefetlikler ve günahlar, nıasiyet değildir. Sade­ce daha iyi olanın tersini yapmaktır.

2. Bunlar, masiyet değildir. Ancak ictihadi olan bir hata (zelle) dir.

3. Farz edilsin ki bunlar, masiyet ve muhalefettir. O tak­tirde bunlar, Peygamberlikten önce meydana gelmiştir.

İşte bu meseleyi ancak böyle açıklayabiliriz. Eğer Pey­gamberler, büyük günahlar ile kötülük çeşitleri içerisinde bo­ğazlarına kadar batmış olsalardı, Yüce Allah, Kur'an'da geçen bu gibi övgülerle arılan övmesi muhal olurdu. Çünkü Yüce Allah'ın, pak ve temiz olan Peygamberler hakkındaki şu sözü­nü işitmekteyiz:

"O (Peygamberler), Allah 'in hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi) Sen de onların doğru yoluna (hidaye­tine) uy."[33]

Yani "Ey Muhammed! Sen de, onların güzel yoluna, temiz ahlaklarına, dürüstlüklerine, temizliklerine ve. seçkinliklerine uy" demektir!!

Yine Yüce Allah'ın, Peygamberler hakkındaki şu sözünü işitmekteyiz:

"O (Peygamberleri), emri altında insanları doğru yola (hidayete) götüren önderler yaptık. Onlara; iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat yermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler."[34]

 

Peygamberlerin Atası Hz. Adem (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Hz. Adem (a.s)'ın masum oluşu, Yüce Allah'ın şu ayetinde açıklanmaktadır:

"Adem (kendisine ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle) Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı. Daha sonra da Onu (peygamberliğe) seçip tevbesini kabul etti ve Onu hidayete eriştirdi."[35]

1. Allah'ın   emrine  karşı  yapılmış   bu   muhalefet  ve masiyetin,    Hz.    Adem    (a.s)'m    kendisine    Peygamberlik verilmezden önce olduğunu gösteren delil, Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:

"Daha sonra Rabbi, Onu, (Peygamberliğe) seçti."[36] Ayeti kerimede geçen "seçme"den maksat; Yüce Allah'ın,

Hz. Adem'i, peygamberliğe seçmesidir. Zira Hz. Adem (a.s)'da meydana gelen masiyet, ona, Peygamberlik verilmezden Önce gerçekleşmişti.

2. Yüce Allah'ın başka bir sözünde ise; Hz. Adem (a.s)'m ancak kendisine yasaklanan ağaçtan "unutarak" yediği belir­tilmektedir. Bu da Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:

"And olsun ki, Biz daha (Peygamberlik vermeden) önce Adem'e de (yasaklanan ağaçtan yememesi için ) ahid vermiş­tik. Fakat Adem, (kendisine yapılan bu yasaklamayı) 'unuttu'.

Ve Biz, onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) 'bir kasıt (ve yönelme) bulmadık."[37]

3. Hz. Adem (a.s)'ın, yasaklanan ağaçtan bir şey yememesi gerektiği, Yüce Allah'ın şu ayetinde belirtilmektedir:               

"Denildi ki: Yalnız şu ağaca yaklaşmayın."[38]                       

Hz. Adem (a.s), yasaklanan bu ağacın dışında aynı cinsten başka ağaçlardan yasaklanmadığını sadece bu ağaçtan yemesi­nin yasaklandığını zannetti. Bundan dolayı Hz. Adem (a.s), yasaklanan ağacın cinsinden olan başka bir ağaçtan yemiştir. Böylece Allah'ın emrine muhalefet etmiş oldu. İşte bu ise, Hz. Adem (a.s)'dan ictihâd sebebiyle olup kasten ve ısrar mahiye­tinde bir muhalefet değildir.

a. Bu konudaki görüşlerin en uygun olanı, şöyle dememizdir: "Hz. Adem (a.s), yasaklanan ağaçtan unutarak yemiş­tir. Unutma ise, günah fiilini işleyen kimseden günahı kaldırır. Çünkü Resulullah (s.a.v), unutan kimsenin yapmış olduğu fiil­den dolayı sorumlu tutulamayacağına dair şöyle buyurmakta­dır:

"Ümmetimden hata, -unutma' ve zorla kendilerine yaptı­rılmış olan şeylerin hükmü kaldırılmıştır (affedilmiştir)."[39]

Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Ey Rabbimiz! Eğer 'unutursak' veya yanılırsak, bizi (bunlardan ötürü) sorumlu tutma."[40]

Hz. Adem (a.s)'dan sadır olan günah, masiyet üzere ondan isteyerek ve kasten olmamıştır. Buna delil, Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:

"Fakat Adem, (kendisine yapılan yasaklamayı) 'unuttu.' Ye Biz, onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir 'kasıt' (veyönelme) bulmadık."[41]

Kurtubî ve İbnü'l-Arabî gibi bazı tefsirciler, bu görüşü ter­cih etmişledir.

b. Veya bu konuda şöyle dememiz daha uygundur: "Masiyet, Hz. Adem (a.s)'a Peygamberlik verilmezden önce meydana gelmiştir." İşte bu görüş. "Menar Tefsiri"nin sahibi olan Reşid Rıza'nm tercih ettiği görüştür.

Reşid Rıza, "Tefsirü'l-Menar" adlı tefsir kitabında bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

"Hz. Adem (a.s)'m masumiyeti meselesine gelince bu me­sele; selefin yolu üzere yürümek bizi, Hz. Adem (a.s)'m isyan ve tevbesine dair ayetlerin müteşabihlerden olduğu sonucuna götürür. Tıpkı bu kıssada geçen dış görünüşünü aklın kavra­yamadığı diğer ayetler gibi.

Buna göre bizim, Şanı Yüce Allah'ın da; "Fakat O, (yani Adem, kendisine yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve Biz, onda (Allah'a aykırı hareket etine konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık"(Tâhâ: 20/115) buyurduğu gibi, (Allah'ın emrine aykırı olarak yapılmış) bu muhalefet, Hz. Adem (a.s)'a Peygamberlik görevi verilmezden önce meydana gelmiştir' dememiz gerekmektedir. Yalnız Hz. Adem (a.s)'m, (Peygam­berlikten önce) Allah'ın emrine karşı muhalefet ettiğinden dolayı onun masumiyetinin Peygamberlikten sonra olduğunda ittifak edilmiştir. Fakat Hz. Adem (a.s)'m bu durumu, unutkan­lık eseri de olabilir. Olayın büyüklüğüne dikkat çekmek için unutmaya, nisyan denilmiştir. Unutma ve yanılma, zaten ma­sumiyet lige zarar vermez ve üstelik ona çelişik de değildir."[42]

İbnü'l-Arabi'ye[43] gelince; O, birinci görüşü tercih etmiş ve muhalefeti, Hz. Adem (a.s)'dan unutma sebebiyle meydana geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim İbnü'l -Arabi'nin, "Ahkamu'l-Kur'an" adlı tefsir kitabında bu konu şöyle geç­mektedir:

"Niceleri, Peygamberleri, cahillerin; -haşa Peygamberler, günah işlemeye kasten ve bile bile can atarcasına girmişlerdir şeklihde- onlara nispet ettiği mevki ve makamlarına uygun düşmeyen günahlardan tenzih etme yani günahı onlardan gide- j rip temize çıkarma hususunda söz söyledi. Ama Müslümanlar- | dan orta yolu tutanlar bile bu şekilde günah işlemekten kendi- | lerini korurken, Peygamberlerin günah işlemeye can atması 1 nasıl olur??!! Halbuki Yüce olan Allah, ezelde neticelenmiş ve jj geçmiş hükmüyle Hz. Adem (a.s)'ı; kendisine muhalefet etme- | ye yöneltti. Bu ilahi emirle, Hz. Adem (a.s)'da, yasaklanan a- İ ğaca karşı bir kasıt ve Allah'ın yasağını çiğnemeye dair unut­ma meydana gelmiştir. Zira Hz. Adem (a.s)'ın, günahı işleme­ye yönelmesi hususunda 'Adem, (kendisine ve eşine yasakla­nan ağacın meyvesini yemesi suretiyle Rabbine isyan etti.' (Tâhâ: 20/121) denildi. Ve Hz. Adem (a.s)'m, özrünü açıklama mahiyetinde ise;

'Andolsun ki, Biz, daha (Peygamberlik verilmezden) Önce Adem'e de (yasaklanan ağaçtan yememesi için) ahid vermiştik. Fakat Adem, (kendisine yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve Biz, Onda (Allah 'm emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık. '(Tâhâ: 20/115) denildi.

Bunun pratik uygulanışı ise şöyledir: "Bir adam, bir eve kesinlikle girmeyeceğine dair yemin etse bunun üzerine de yeminini unutarak o eve kasıtlı olarak veya yorumunda hatalı olarak girse, işte bu, 'kasıt' ve 'unutma'dır. Burada, kasıt ile unutma aynı şey değildir. Birbirinden farklıdır. Eve girmeme­ye yemin eden kimsenin unuttuğu şey, yemindir. Kastettiği ise eve girme meselesidir. Yoksa yemini bozmak değil. (Buna gö­re Hz. Adem (a.s) da Allah'ın emrini unuttu. Fakat ağaçtan, kendi kastıyla yedi). Çünkü bir efendinin, kölesini küçük düşü­rerek ve cezalandırarak; 'isyan etti' demesi caizdir. Efendinin, kölesine bu sözü söylemesinden sonra da tekrar faziletiyle bir­likte kölesine yönelerek onu (daha önceki sözünden) temizle­me şeklinde; 'unuttu' diyebilir...

Fakat bugün bizden birisinin; Hz. Adem (a.s)'m, isyan et­tiğini haber vermesi caiz değildir. Lakin Yüce Allah'ın, Hz. Adem (a.s)'ın bu durumuyla ilgili ayetlerini okurken veya Resulullah (s.a.v)'in bu konuyla ilgili sözlerini okurken, Hz. Adem (a.s)'m isyan ettiğini söylememizde ve bunu açıklama­mızda herhangi bir sakınca yoktur. Ama Hz. Adem (a.s)'m is­yan ettiğini, kişinin kendisi tarafınca bahsetmesine gelince ise; bizim için örnekler ve rehberler olan normal babalarımız husu­sunda bu caiz olmadığına göre Yüce Allah'ın, özrünü ve tevbesinı kabul ettiği ve bağışladığı atamız olan Hz. Adem (a.s) hakkında ise bu, nasıl caiz olur?!!"[44]

Allame Kurtubî de bununla ilgili olarak şöyle der:

"Alimler, Hz. Adem (a.s)'m yasak olan ağaca yaklaştığı taktirde müstahak olacağı cezayı -ki bu da Yüce Allah'ın; '(Yasaklanan ağaca yaklaştığınız taktirde) zalimlerden olur­sunuz.' (A'raf: 7/19) sözünü- bildiği halde o ağaçtan nasıl ye­diği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

a. Alimlerden bir topluluk bu konuda; 'her ikisi de, Yüce Allah'ın yasakladığı ağacın dışındaki bir ağaçtan yemişlerdir. Fakat onlar Yüce Allah'ın yasağını, yasaklanan, ağaç cinsinin tamamına şamil  olduğuna dair yorumda bulunmamışlardır' demiştir.

b. Diğer bir topluluk ise; 'her ikisi de, Yüce Allah'ın ya­sakladığı ağaçtan unutarak yemişlerdir, (kasıtlı olarak değil)' demiştir. Yüce Allah, yüce kitabı Kur'ân-ı Kerîm'de bunu; 'And olsun ki Biz, daha (Peygamberlik verilmezden) önce A-dem'e de (yasaklanan ağaçtan yememesi için bir) ahid vermiş­tik. Fakat O, (kendisine yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve Biz, onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık' (Tâhâ: 20/115) ayetinde ke­sin ve net olarak haber verdiğinden dolayı; doğru olan görüş budur.

Fakat Peygamberlerin, derece ve makamlarının yüceliği ve anlayışlarının çokluğundan ötürü onların bu durumlarına zarar verecek her türlü şeyden sakınmaları ve dikkatli olmaları ge­rekmektedir. Bunların zıddı ise (yani unutmak ve gaflet) on­larda bulunmaz. Lakin Hz. Adem (a.s)'ın, Allah'ın yasağını zayi ederek onu hatırlamaktan meşgul olması kendisini asi etti.

Ebu Ümame, Hz. Adem (a.s) ise ilgili olarak şöyle der: 'Yüce Allanın, mahlukatı yarattığı günden itibaren kıyamet gününe kadar gelecek olan AdemoğuHarının sabırları (veya vakarını) terazinin bir kefesine, Hz. Adem (a.s)'m sabrı ise te­razinin diğer kefesine konulsa Hz. Adem'in ki, diğerlerine da­ha üstün gelir.'

Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

'Biz onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık,' (Tâhâ: 20/115)[45]

Alimlerin ve tefsircilerin görüşlerinden; Hz. Adem'in, Yü­ce Allah'ın emrine muhalefet etmeye yönelmediği, O'nun em­rini unutarak veya ictihad yoluyla Allah'ın emrini yorumlayarak yasaklandığı ağaçtan yiyerek onun emrine muhalefet edip ve bundan dolayı da Yüce Allah'm, Hz. Adem (a.s)'ı cennetten çıkarıp yeryüzüne indirmek suretiyle onu cezalandırdığı, işte bunun da Yüce Allah'ın Hz. Adem (a.s)'m bu işi yapacağına dair geçmiş ilahi hikmetine binaen olduğu açıkça gözlerimizin önüne serilmektedir. Buna göre olay, "unutma" sonucunda nıeydana gelmişken, bizim, Hz. Adem (a.s)'m isyan ettiğine dair suçu ona yüklememiz caiz olmaz. Hele de Yüce Allah, Hz. Adem (a.s) hakkında ayet indirip "Daha sonrada Rabbi Adem'i, (peygamberliğe) seçip tevbesini kabul etti ve onu hi­dayete eriştirdi." (Tâhâ: 20/122) buyurduktan sonra, Hz. A-dem (a.s) hakkında edebi elden bırakmamamız gerekmektedir. [46]

 

Hz. Nûh (a.s)’ın, Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Yüce Allah'ın Hz. Nûh (a.s)'m kıssasına dair şu sözü, onun masumiyetliğine işaret eden delillerdendir. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Nûh Rabbine dua edip dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum be­nim dilemdendir. Senin, (ailemden olanları kurtaracağına dair bana verdiğin) vaadin de elbette haktır ve Sen, hakimlerin en hakimisin.' (Bunun üzerine Allah da: ) 'Ey Nûh! O (oğlun), katiyen senin ailenden değildir. (Kendilerini kurtarmayı vaat ettiğim aile halkının arasında onun yeri yoktur. Çünkü Ben, senin ailenden iman eden kimseleri kurtaracağımı vaat etmiş­tim). Çünkü O, (nun iman etmemekle yaptığı iş) Sahih olmayan bir iştir. O halde (bilgin olmayan bir şeyi,) Benden isteme! Cahillerden olmaman (ve böylece dilemen caiz olmayan bir şeyi istememen) için sana Öğüt veriyorum' dedi.[47]

Ayettede görüldüğü üzere Hz. Nûh (a.s) yalnızca Rabbinden, oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemiştir. Çün­kü Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a, ev halkını boğulmaktan kurta­racağını ve zalimleri helak edeceğine dair vaatte bulunmuştu. Oğlu ise ev halkmdandı. Zira Hz. Nuh'un oğlu, babasına iman edeceğine dair söz vermişti. Bundan dolayı Hz. Nûh, oğlunun, kendi dini üzere olduğuna inandığından dolayı Allah'tan, onu boğulmaktan kurtarmasını istedi. Hz. Nûh, oğlunun, küfür üze­rinde bulunduğu gerçeğini bilmiyordu. Ancak Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a, onun iman etmediğini ve bundan dolayı da kendi ailesinden saymayacağım açıkladıktan sonra, Hz. Nûh, oğlu hakkındaki gerçeği öğrenmiş oldu. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'m oğluna dair şöyle buyurmaktadır:

"0, (oğlun) senin ailenden değildir." (Hûd: 11/46) Yani "Oğlunu, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı sana vaat etti­ğim aile halkınm arasında yeri yoktur. Çünkü oğlun, iman et­miş kimselerden değildir. Ben ise, senin ailenden iman eden kimseleri kurtaracağımı vaat etmiştim" demektir. Bunun üze­rine Hz. Nûh (a.s), gerçeği öğrendikten sonra oğlundan uzak­laşmıştır. ...

Ayrıca Hz. Nûh (a.s), Rabbinden, mümin olmayan oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemesine dair bu konuda bir masiyet veya günah işlememiştir. Yalnızca Allah'a, oğlunu boğulmaktan kurtarması için dua etmişti. Hz. Nûh (a.s)'rn bir insan ve merhametli bir baba olmasından dolayı, Onu da (oğ­lunun boğulmasını görmesi üzerine) baba şefkati ve acıma duygusu kaplamıştı. Bundan dolayı oğlunun boğulmaktan kur-. ttılması için Allah'tan, oğlunun kalbine, "imanı" ilham etmesi­ni istedi. Hz. Nûh (a.s)'m, bu isteği üzerine Yüce Allah, ona; oğlunun kafirlerden olduğunu ve onunda boğulmak suretiyle helak olanlardan olduğu haberini verdi.

Üstad Ebu Mansur (rh.a), bu ayetin teisirinde şöyle der:

-"Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu, münafık olduğundan dolayı Hz. Nûh (a.s)'m yanında onun dinindeymiş gibi görünüyordu. İşte bundan dolayı Hz. Nûh (a.s), oğlunu da kendi dini üzere gör­düğünden dolayı onun, Allah'a; 'oğlumda benim ailemdendir' (Hûd: 11/145) demesinin ihtimali bundan dolayıdır. Ayrıca Hz. Nûh (a.s), oğlunun -kafirler-gibi- boğulmaktan kurtulma­sını Yüce Allah'tan istemektedir....Hz. Nûh (a.s)'m, benzeri bir isteğinden yasaklanmasına dair haber, Yüce Allah'ın şu sözün­de geçmişti:                                

'Zulmedenler (kavmin) hakkında,   (onların boğulmaktan kurtulmalarına ve şefaate kalkışıp azabın onlardan kaldırılnasına dair) Bana bir şey söyleme! Çünkü onlar, suda boğu-acaklardır. " (Hûd: 11737)[48]

Hz. Nûh (a.s), oğlunun, kendi yanında iman ettiğini görlüğünden[49] dolayı onun bu zahiri imanına dayanarak Allah'tan mu boğulmaktan kurtarmasını istemektedir. Nitekim münafik-ır, efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v)'e bazı konularda muva-akat ettiklerini söylüyorlar ve bazen de Onun sözünün aksine areket ediyorlardı. Resulullah (s.a.v) ise onların münafık ol­uklarım bilmiyordu. Nihayet Allah, Ona, kimlerin münafık Iduğunu bildirmesinden sonra münafıkları bildi.

İşte Yüce Allah'ın, "O, Senin ailenden değildir. " (Hûd: î/46) Yani "oğlunun, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı ana vaat ettiğim aile halkının arasında yeri yoktur. Çünkü, endilerini boğulmaktan kurtarmayı vaat ettiğim aile halkın, izli ve açık durumda da hakikaten mümin kimselerdir' sözü e böyledir.[50] 

 

Hz. İbrahim Halilurrahman (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Hz. İbrâhîm Halil (a.s)'e nispet edilene gelince bunlar, Kur'an ve sünnetten bazı naslarda geçmektedir. Hz. İbrâhîm (a.s)'a nispet edilenin zahirine göre, masumiyetin olmadığını gösterir. Bu dış görünüşü itibariyle bu rivayetler, kastedilenin dışındadır. Çünkü bu rivayetler, diğer naslarla dış görünüşü itibariyle çelişkilidir. Buna göre bu rivayetler; Peygamberlerin masumiyetiyle ilgili Müslümanların akidesinde ittifak edilen şekil üzere anlaşılmasında bu naslar arasında bir uyuşma sağ­lanması gerekmektedir.

1. Birinci Nass: En'am Sûresinde, Yüce Allah'ın şu ayet­lerinde geçmektedir:

"(İbrâhîm,) karanlık çökünce bir yıldız gönnüş, 'Bu mu benim Rabbim?' demiş, o sönüp gidince, 'Ben böyle sönüp ba­tanları sevmem' demişti. Daha sonrada ayı doğarken görünce, 'Bu mu benim Rabbim? Bu (diğerine göre) daha büyük' de­mişti. Fakat O da batıp gidince, 'And olsun ki eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı, muhakkak sapıklığa düşen top­luluklardan olurdum.' demişti. Daha sonra da güneşi doğarken görünce, 'Bu mu imiş benim Rabbim! Bu, hepsinden de daha büyük' demiş. (Bu da diğerleri gibi) batınca, 'Ey kavmim! Ben, sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan katiyen uzağım, şüphesiz ki ben yüzümü, Tevhide yönelmiş bir kişi olarak, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben, (Allah'a, yaratıkla­rından herhangi birisini ortak koşan) müşriklerden değilim' demişti.[51]

Bu ayeti kerimeler; "Hz. İbrahim (a.s)'m, Allah'ın varlığı hakkında şüpheye düştüğü, büyüklüğünde ve yüceliğinde cahil olduğu ve asıl ibadete müstahak olan ilahın,kim olduğunu bilmediği" şeklindeki bu zahiri nass, insanı, görünüşte zan ve töhmet altına sokmaktadır!

Bazı insanlar zannediyor ki, "Hz. İbrahim (a.s), kavminin durumundan etkilendi, çocukluğunun başlangıcında kavmiyle birlikte yıldızlara tapan bir kimseydi ve onlar gibi güneşe ve ay'a tapıyor" Hz. İbrahim (a.s) hakkında düşünülen bu zan, apaçık bir cehaletin ve hatanın göstergesidir. Böyle şeyler, yü­ce Peygamberlerin vasıflarını bilmeyen ve Kur'ân-ı Kerîm'in anlamlarım anlamayan kimselerden sadır olur...

Şam Yüce Allah, (aşağıda gelecek olan ve daha önce ge­çen ayette), onu, göklerin ve yer yaratılışındaki inceliklere muttali kıldığını, Hz. İbrahim (a.s)'m bizzat kendisinin Tevhi­de yönelmiş müminlerden biri olduğunu ve iman ile kesin bilgi hususunda kamil kimselerden olduğunu nebisi ve dostu olan Hz. İbrâhîm (a.s)'a haber vermiştir. Zira Yüce Allah, Hz. İbra-hîm (a.s)'ı küçüklüğünden itibaren olgunluk çağına kadar her türlü şirk, küfür vb. şeylerden korumuş ve ona, her inatçının ve kibirlinin sırtını yere vuracak kesin hücceti vermiştir. Bu, hiç­bir kimsenin galip olamayacağı bir Allah'ın varlığı hususunda­ki kanıtların ve delillerin yerine getirilmesi makammdadır. Şimdi de Şanı Yüce Allah'ın, Hz. İbrâhîm (a.s)'m kesin bilgiy­le kavmine karşı delillerini nasıl getirdiğini -konuyla ilgili En'am Süresindeki- ayeti kerimelerin baş tarafını dinle. Buna göre Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani İbrâhîm, babası Azer'e, 'Sen, (ilah olmaya layık olmayan) bir tahin pulları ilah mı ediniyorsun? Doğrusu Ben, seni ve (bağlı bulunduğun) kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum!' demişti, işte böylece (ona, şirkin çirkinliğini gös­terdiğimiz gibi) Biz ibrahim'e, göklerin ve yerin yaratı hşlarındaki incelikleri gösteriyorduk ki, kesin bilgi sahibi olanlardan olsun diye '(İbrâhîm) karanlık çökünce bir yıldız görmüş...[52]

Böylece Şanı Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)'a, yaratıcının varlığını delillendirebüecek kesin kanıtlar ve razı olacağı hüc­cetler vermiştir. Kendisine verilenlerden sonra Hz. İbrâhîm (a.s), babasıyla şöyle mücadele ediyordu.

"Sen, (İlah olmaya layık olmayan) birtakım putlara mı tapıyorsun.[53]

Bunun ardından ise işitmeyen, görmeyen ve sahibine hiç­bir fayda sağlamayan putlara tapma hususunda babasını ve kavmini sapıklıkla şöyle suçlamaktadır:

"Doğrusu ben, seni ve (bağlı bulunduğun) kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum"[54]

Daha sonra Hz. îbrâhîm (a.s), yakinen bildiği -mükemmel bir tavırla- delilini, Yüce Allah'ın da şahitlik etmesiyle şöyle getirmektedir:

"İşte böylece (ona, şirkin çirkinliklerini gösterdiğimiz gi­bi) Biz İbrâhîm'e göklerin ve yerin yaratılışlarından incelikle­ri gösteriyorduk ki, kesin bilgi sahibi olanlardan olsun diye."[55]

Bu ayetlerden sonra gelen ayetler konunun girişinde geç­mişti, Hz. İbrâhîm (a.s)'m sadece delillerini kavminin idraki ve anlayışı seviyesine indirgemek, onların inançlarına göre tedrici olarak yöneltmek, suretiyle Allah'ın varlığını delil gösterme makamında ve kavmine kanıtını kabul ettirme konusundadır. Bundan dolayı Hz. îbrâhîm (a.s), aklı selim bir düşünceyle hüccet ve delille ortaya çıkarılmış bu ilahlara tapma konusun­daki kavminin inancını batıllaştırmak için ilk önce yıldıza dair;

"Bu, benim Rabbimdir"; ardından ay'a ve daha sonra da güne­şe aynı şeyi söylemektedir... İşte bundan dolayı Allah, bu kıs-;» sayı, şu sözleriyle bitirmiştir:                         

"İşte bu (zikredilenler), kavmine karşı İbrahim'e verdiği­miz delillerdir. Dilediğimizi (ilim ve hikmetle) derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin, tam hikmet sahibidir ve (bun­lara kimlerin layık olduğunu da) hakkıyla bilendir."[56]

Allame Zemahşerî (rh.a.), bu ayeti kerimenin bitiminde çok güzel bir açıklama yapmıştır ki, biz de bu açıklamanın bir kısmını aşağıya şöyle aldık:

"Hz. İbrahim'in babası ve kavmi; putlara, güneşe, aya ve yıldızlara tapmaktaydılar. Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), görme ve delil getirme yoluyla onların üzerinde bulundukları şirk dininin bir hata üzerine kurulduğunu haber vermeyi ve onlara doğruyu göstermeyi ve Hudus Delilini getirerek ilah olması mümkün olmayan putları vb. şeyleri, sahîh ve doğru olan delillerle onlara tanıtmayı; arkalarında, onları yaratan, doğuşlarını ve batışlarını bir yerden diğer bir yere gidiş ve in­tikallerini idare eden birisinin yani Allah'ın varlığını gösterdi­ğini onlara öğretmek istedi. Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, 'Bu, benim. Rabbimdir' (En'am: 6/76) sözü, muhatabının batıl yolda oldu­ğunu bildiği halde, ona insaf ile davranan kimsenin sözü gibi­dir. Kendi görüşünde mutaassıp değilmiş gibi, muhatabının sözünü aynen naklediyor. Zira bu davranış karşısındaki muhatabını hakka daha iyi götürür. Daha sonra da muhatabına tekrar dönerek onun iddiasını kendisinin ileri sürmüş olduğu delil ile boşa çıkarır... Yıldız batınca Hz. İbrâhîm (a.s); 'Ben böyle sönüp batanları sevmem' dedi (En'am: 6/76). Çünkü kendisine tapılan ilahların durumunun değişmesi ve bir yerden başka bir yere intikali doğru değildir. Esasen bunların durumu, günah sahibi kimselerin (yani bir bakıyorsun günah işliyor, bir de   bakıyorsun   günah   işlemiyor)   özellikler indendir.   Yüce Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhak­kak sapıklığa düşen topluluklardan olurdum' ayetine gelince ise; Hz. İbrâhîm (a.s), ay'ın, doğup etrafa ışık saçtığını görün­ce, bu sözüyle kavminin taptıkları put, güneş, ay vb. şeylerin, batıl olduğuna dikkatleri çekmek ve beyinsiz olduklarını gös­termek istiyordu. Fakat ay da batıp gözden kaybolunca Hz. İbrâhîm (a.s); 'Bu, benim. Rabbimdir' dedi. (En'am,: 6/77). Bu­rada Hz. İbrâhîm (a.s) karşı koyma yöntemiyle kavminin sa­pıklık içerisinde bulunduğunu göstermek istemiştir."[57]

Yukarıdaki ayetlerde de geçtiği üzere- bu kıssayı -Kur'ân-ı Kerîm anlatmıştır. Yalnız Yüce Allah bu kıssayı, peygamberi ve dostu olan Hz. İbrâhîm (a.s)'a verdiği ikna edici bir yöntem ve güçlü bir hüccetle yol gösterici olarak haber vermiştir. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), Allah'ın varlığına dair delil getirerek kavmi­ni aciz bırakmaya ve kavminin -Allah'ın dışında- yıldızlara, aya, güneşe vb. şeylere tapmaları konusundaki sapıklıklarını ve yanlış bir yol üzerinde olduklarına dair delil getirmeye nasıl güç yetirdi?..

Ayrıca Hz. İbrâhîm (a.s), amacına ulaşabilmek için yolla­rın en kolayını tutarak açıklamıştır. Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), kavmini ilk önce direkt olarak suçlamayıp onlara tedrici bir şekilde yaklaşıp -ayetlerdeki sıralamaya göre- hareket et­miştir. Hz. İbrâhîm (a.s), kavminin; Allah'ı bırakıp putlara, yıldızlara, aya, güneşe vb. şeylere tapmaları hususundaki ceha­let ve hatalarını kendilerine göstermek amacıyla ilk önce gök­yüzünde parlayan bir yıldızı görüp, 'İşte bu, benim Rabbimdir' dedi.[58]

Hz. İbrahim (a.s) bu sözüyle onları reddetmek, kınamak, tenkit etmek ve tedrici bir şekilde onları helake götürmek için böyle söylemişti. Daha sonra yıldızın kaybolup gittiğini, gö­rünce, bu -kaybolup giden- yıldızın "Rab" olmaya uygun bir varlık olamayacağını söyledi. Çünkü Rab olarak kabul ettikleri varlığın durumu değişmiş ve bir yerden başka bir yere intikal etmişti. Hz. İbrâhîm böylece kaybolup giden bir ilahın ilah o-lamayacağını kavmine anlatmaya çalışıyordu. İşte bu Hudus'a yani ilah olarak kabul ettikleri varlıkların sonradan meydana geldiğine işaret etmekteydi... Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s) gökyüzünde ayın doğup etrafa ışık saçtığını görünce -öncede dediği gibi-, "Bu, Benim Rabbimdir" dedi. Ay'ın da batıp göz­den kaybolduğunu görünce, bununda kendisine fayda sağlayıcı bir ışık olarak kabul etmeyip bö.yle kaybolup giden ve kendisi­ne tapınılması gereken bir varlığın "Rab" olamayacağım söy­ledi.

Hz. İbrâhîm (a.s) burada da onların sapıklık ve hatalı bir yol üzerinde olduklarım gördü. Fakat bunu direkt olarak söy­lemeyip hikmetinin gereği bir yöntemle şöyle anlatmak istedi; "Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhak­kak sapıklığa düşen topluluklardan olurdum " (En 'am: 6/ 77).

Hz. İbrâhîm (a.s) bu sözüyle, onlann sapıklık içerisinde olduklarını direkt açıklama metodunu seçmeyip böyle bir ilahı ve benzerlerini kabul etmekle kendisinin de -onlar gibi- sapık­lık içerisinde olacağını belirtmiştir. Çünkü taptıkları bu ilahlar, devamlı olarak doğuşları ve batışları değişmekte olup bir yer­den başka bir yere geçmek suretiyle dönüp dolaşmaktadırlar. Bunu da onlara taptıkları ilahların sonradan yaratıldıklarını göstermek için yapmıştı.

Hz. İbrâhîm (a.s) "sapıklığa düşen topluluklardan" sözüy­le ayla tapmanın doğru yolu şaşırmış yani sapıklık içerisinde olmakla açıklamak istemiştir.

Daha sonra güneşin doğduğunu, ışığının kainata yayılması suretiyle parlaklığını görünce, Hz. İbrâhîm, "İşte bu, benim Rabbimdir" dedi. Çünkü güneş, yar atılmışların en büyüğü, di­ğerlerinden daha parlak ve daha faydalıydı. Buna göre güneş, diğer yıldızlara ve aya nazaran tapılmaya daha hak sahibiydi... Hz. İbrâhîm (a.s) bu sözünü, onların sapıklık üzerinde bulun­duklarına dair onlara karşı delil getirmek için ve güneşinde diğerleri gibi sonradan yaratılmış olduğunu göstermek için bu şekilde söylemiştir... Bir müddet sonra güneş de kaybolup uf­kun arkasına geçince, ışığını ve parlaklığını kaybetmişti...

Hz. İbrâhîm (a.s), kavmi ile münazara halinde bulundu­ğundan dolayı onlann, putlara, yıldızlara, ayla, güneşe vb. şey­lere tapmaları ile sonradan yaratılmış olan bu varlıklara tapma­larım sapıklıkla suçladı. Daha sonra da kavminden ve onlann taptıklarından uzaklaştı. İşte bu, gözlerin gördüğü bu en parlak üç cismin ilah olmadığı anlaşılıp kesin delillerle ortaya çıktık­tan ve gerçek, sabah aydınlığı gibi ortaya çıktıktan ve kastetti­ği gayeye ulaştıktan soma Hz. İbrâhîm (a.s):

"Ey kavmim! 'Ben, sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan katiyen uzağım. Şüphesiz ki ben yüzümü, Tevhide yönelmiş bir kişi olarak gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben (Allah'a, yaratıklarından herhangi bilisini ortak koşan) müş­riklerden değilim' demişti. Kavmi (A Hah 'in birlenmesi ve O'nun ortağının olmadığı hususunda) İbrahim'le tartışmaya girişti. O demişti ki: Allah beni hidayete (Tevhide) iletmişken, siz benimle Allah hakkında (O'nu tevhid etmem hususunda) mı tartışıyorsunuz? Ben, O'na ortak koştuğunuz (putlardan, ilah­lardan vb.) şeylerden korkmam. Ancak Rabbim bir şey dilerse, o (dilediği şey) müstesna. Rabbimin ilmi, her şeyi sarıp kuşa­tır. Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız? Hem Allah 'm size  (haklarında) hiçbir delil ve burhan indirmediği şevleri siz O'-na eş koştuğunuzdan korkmazken, ben eş koştuğunuz o varlık­lardan niye korkayım? Şimdi bu iki zümreden (Tevhide yönel­mişlerin grubu mu? Yoksa müşriklerin grubu mu?) hangisi gü­ven duymaya daha layıktır? Eğer biliyorsanız (söyleyin baka­lım? Bunlar), iman edenler ve imanlarını zulüm ile bulaştır-mayanlar (yok mu?) İşte güven duyma hakkı ancak onlaradır. Ve onlar, doğru yolu bulmuş kimselerdir. İşte bu (zikredilen­ler), kavmine karşı ibrahim'e verdiğimiz delillerdir. Dilediği­mizi (ilim ve hikmette) derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz kî Rabbin, tam hikmet sahibidir ve (bunlara kimlerin layık oldu­ğunu da) hakkıyla bilendir."[59]

Bu (ayetlerde geçen) sözler, Allah'ın varlığı konusunda şüphe etmeyen ve yüce yaratıcının varlığı konusunda bilgisiz olmayan Hz. İbrahim Halil (a.s) tarafından söylenmiştir. An­cak bu sözler, delil getirme ve kanıt yoluyla kavminin sapıklık üzerinde bulunduğunu delillendirnıek ve kesin hüccetlerin en büyüğüyle onları aciz bırakmak için söylenmişti.

İbnü'l-Arabî, "Ahkamu'l-Kur'an" adlı tefsirinde bu ko­nuyla ilgili olarak şöyle der:

"Hz. İbrâhîm (a.s)'a verilmiş olan Tevhid davasını açıkla­ma ve delil getirme bilgisinin sonucu olarak kavmi ile arasında geçen olaylar, onun, Yüce Allah'ı bilmemesi ve bu husustaki şüphesi sadece Allah'ı onlara tanıtmak içindir. Yoksa Hz. İb­rahim (a.s) gerçekten şüpheye düşmüş değildir."[60]

Buna göre bir kimse, Hz. İbrâhîm (a.s)'m, Allah'ın varlığı konusunda şüphe ettiğini zannederse ve onun, yıldızlara, aya ve güneşe taptığına inanırsa, haktan uzak, anlayışında hatalı ve nebiler ile resullerin sıfatlarından bilgisiz olduğu anlaşılır... Çünkü Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)'a, Peygamberlikten önce ve doğru yolu ve hidayeti bulma (rüşd) kabiliyeti vermiş­tir:

"And olsun ki daha önce (Peygamberlikten önce) Ibrâhîm-'e de doğru volu bulma imkanı (rüşd) verdik. Biz İbrahim'in (buna ehil olduğunu) biliyorduk."[61]

2. Hz. İbrâhîm (a.s)'m masum olmadığını vehmettiren i-kinci nassa gelince; o da, yüce Allah'ın şu sözüdür:

"Hani İbrâhîm: 'Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini ba­na göster' demişti. (Allah'ta) "İnanmadın mı yoksa?' demiş. O da: İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (bunu istiyorum)' demişti. Allah'ta, 'Öyleyse dört (çeşit) kuş al, onla­rı kendine alıştır (sonrada onları parçala ve) her dağ başına onlardan birer parça bırak Sonra onları (Allah'ın izniyle ge­liniz diye) çağır. (Onlarda) koşarak sana geleceklerdir' demiş. Bil ki şüphesiz Allah, Aziz'dir ve Hakimdir.[62]

Sanki bu ayeti kerime; Hz. İbrâhîm (a.s)'m, "ölüleri dirilt­mesine dair Allah'ın kudreti konusunda" şüphe ettiğini yansıt­maktadır. Böyle bir anlayış şekli, uygun olmayan bir anlayış şeklidir. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)'m, Rabbi konusunda ve yüce Allah'ın ölüleri diriltmesine dair olan kudreti konusunda şüphe ettiği şeklinde bir anlayışa varmaktan Allah'a sığınırız. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), tevhid inancım insanlar arasına yerleş­tirmeye çalışan ve insanların, yalnızca.bir olan Allah'a ibadet etmelerini sağlamak için Kabe'yi ilk Önce İnşa eden ve aynı zamanda da Peygamberlerin atası olan bir kimsedir. Hz. İbrâ­hîm (a.s), Rabbinden yalnızca, "ölüleri nasıl dirilttiğinin" key­fiyetini sormuş, "mahiyetini" sormamış ve ayrıca "Ey Rabbim! Ölüleri diriltmeye gücün yeter mi?" şeklinde bir soruda sor­mamıştır. Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, Rabbine olan sorusu, "Ölüleri diriltmesinin keyfiyetine dairdir." Yalnız bu da, Hz. İbrâhîm (a.s)'m (Allah'ın varlığına kesin olarak inanmakla birlikte), kalbinin kesin olarak inandığı bir rahata kavuşması ve ilahi yaratıcının sırları ile gizemlerini görmeyi bilmek maksadıyla­dır.

Üstad Ahmed el-Münir, "Keşşaf tefsirine yaptığı açıkla­yıcı bilgide bu ayetle ilgili olarak şöyle der:

"Hz. İbrâhîm (a.s)'m, Allah'a 'ölüleri nasıl diriltirsin' (Ba­kara: 2/260) şeklindeki sorusuna gelince bu soru, ölüleri di­riltmeye dair Allah'ın bu konudaki kudretinden şüpheye düşme şeklinde değildir. Fakat Hz. İbrâhîm (a.s)'m bu sorusu,, ölülerin nasıl diriltileceğine dairdir. İmanda ise ölülerin diriltme biçi­mini ve şeklini kavramak şart değildir. Çünkü bu soru, imanda bilinmesi şart olmayan bir hususu bilmeyi sorup öğrenmek is­temekten ibarettir. Sorunun "nasıl" anlamına gelen "keyfe" ' edatıyla gelmesi ve sorunun, o anki durumuna dair olması, bu­nu göstermektedir. Bu sorunun görünüşü itibariyle birisinin; "Zeyd, insanlar hakkında nasıl böyle hükmediyor?" demesi şeklindedir. Bunu söyleyen kimse, Zeyd'in; insanlar hakkında hükmettiğinden şüphe etmiyor. Yalnızca hükmün keyfiyetini yani nasıl hükmedeceğini soruyor, yoksa hükmün nasıl sabit olacağını sormuyor. Olabilir ki bu şüphe, akla veya kalbe ge­len bazı vesveselerle bazı zihinleri bulandırırda Hz. İbrâhîm (a.s)'m şüphe ettiğine dair bir yol bulur diye... Hz. Peygamber (s.a.v), akla ve kalbe gelen bu vesveseleri, şu sözüyle kökünü kazımıştır: "Biz, şüpheye, İbrahim'den daha yakınız."[63]

Yani biz şüphe etmiyorsak, İbrâhîm (a.s)'m şüphe etme­mesi daha evladır, demektir. Yüce Allah, "(ölüleri diriltmeye gücünün yettiğine) inanmadın mı?" (Bakara: 2/260) sözüyle ise Hz. İbrâhîm (a.s)'ın birinci ifadesinde (ölüleri nasıl dirilteceğine dair Allah'a sormasında) yer alan lafız, ihtimalini ondan uzaklaştırıp işiten herkesin anlayabileceği ve bu konuya şüp­heyi katmayacak bir ifadeyle onun imanım sağlamlaştırmak ve şüpheden uzaklaştırmak için Hz. İbrâhîm (a.s)"m: "Evet, (se­nin ölüleri dirilteceğine dair gücüne) inandım" (Bakara: 2/260) şeklinde konuşmasını istemiştir."[64]

Şehid Seyyid Kutub (rh.a.), "Fizilali'l-Kur'an" adlı tefsir kitabında bu ayeti kerimenin tefsirinde şöyle der:

"Bu, ilahi sanatın girift esrarına muttali olma arzusudur. Bu arzu Allah'ın dostu, huşu sahibi, rıza vasfıyla ilintili, mü­min, haya ve hilm sahibi kul İbrahim'den gelmiştir... Evet bu arzu, Hz. İbrâhîm (a.s)'dan geldiğine göre, Allah'a yakın olan kulların en yakını, kalplerde ilahi sanatın sırlarını görmek ve buna muttali olmak için zaman zaman gelen şevk ve heyecan mevcut olunca Cenab-ı Allah'ta bu esrar perdesinin bir kısmını açmaktadır.

Bu arzu, imanın sebata erip istikrar kazanması, mevcudi­yeti ve kemali ile alakalı değildir. Bu arzu, daha başka bir hal­dir. Onun ayrı bir zevki vardır. Bu,ilahi esrarm ameli olarak meydana gelme esnasında bizzat görmek iştiyakından doğan ruhi bir arzudur. İnsan benliğinde tecrübenin bahşettiği zevk, gayba imanın verdiği zevkten farklıdır. Bunun gerisinde artık başka bir iman şekli veya iman etmek için burhan (delil) şekli düşünülemez. Hz. İbrâhîm (a.s) sadece Allah'ın kudretinin faa­liyet halini müşahede edip o esrarlı alemin zevkine ulaşarak rahatlamayı arzu etmektedir. O havayı teneffüs etme, o ruh ikliminde yaşama arzusudur bu... İmanın varacağı son nokta­nın ötesinde bambaşka bir haldir bu... "[65]

 

Hz. İbrahim (a.s) Hakkında İleri Sürülen Üç Yalanın Mahiyeti Nedir?:

 

Görünüşte Hz. İbrâhîm (a.s)'in masum olmadığına işaret eden ve sünneti Nebevide geçen hadise gelince İşte bu, Resulullah (s.a.v)'in şu sözünde geçmektedir:

"Hz. îbrâhîm (a.s) sadece üç yalan söylemiştir. Bunlardan İkisi, Allah'ın zatıyla ilgili; biri, 'Ben hastayım' (Saffât: 37/89) sözüdür, diğeri de, 'Aksine o (putları kırma) işini putların şu büyüğü yapmıştır' (Enbiyâ: 21/63) sözüdür. Birisi de, Temiz hanımı Sare hakkındadır. (Bu olay da şöyle olmuştur: ) 'Hz. İbrâhîm (a.s), zalim birinin diyarına (Mısır'a) beraberinde ha­nımı Sare de olduğu halde gelmişti. Bunlar, zalim kralın mem­leketine girince, (şehrin giriş kapısında görevli) adamlardan biri, Hz. İbrahim'i ve hanımı Sare'yi gördü. Hemen krala gidip, 'senin memleketine beraberinde insanların en güzeli bir kadın­da 'bulunan bir adam girdi. (İnsanlar, ondan daha güzel yüzlü­sünü ve güzelini şimdiye kadar görmemiştir. O, sizden başka­sına layık değildir)' dedi.

Kral derhal adamlarından birisini, Hz. İbrahim'e gönderip onu huzuruna getirtti. Kral, Ona:

- (Beraberinde bulunan) bu kadın kimdir?' diye sordu. Hz. İbrâhîm, (Sare hakkında) 'benim hatumımdir!' diyecek olursa onun yüzünden, kendisinin öldürüleceğinden çekindi­ğinden dolayı):

- Kız kardeşimdir' dedi ve bunun üzerine Hz. İbrâhîm, tıemen hanımı Sare'nin yanma gelip ona:

- Bu zorba, senin, 'benim hanımım' olduğunu öğrenirse, senin için bana galebe çalar. Eğer sana (benim, neyin olduğu­nu) soracak olursa, 'kız kardeşim olduğunu söyle! Çünkü sen, zaten İslami yönden (din) kardeşimsin.' Bu yeryüzünde senden ve benden başka bir mümin bilmiyorum' dedi.

Kral, (adam göndererek) Sare'yi yanma getirtti. Sare'de geldi. (Sare'nin gidişinin akabinde) Hz. İbrâhîm hemen nama­za durdu. Sare, kralın yanına girince, kral, (onu, ayakta karşı­ladı. Fakat) elini ona uzatamadı. Eli, şiddetli bir şekilde tutulu kaldı. Artık ayaklarıyla tepinmeye başlamıştı. Sare'ye:

-  'Elimi salması için Allah'a dua et! Sana bir zarar verme­yeceğim!' dedi. Sare'de, Allah'a dua etti. Bunun üzerine kralın eli, -eskisi gibi- serbest bırakıldı. Ama kral, ikinci defa tekrar Sare'ye sataşmak istedi. Fakat eli, önceki gibi veya ondan daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Sare'ye:

-  'Elimi salması için Allah'a dua et! Sana bir zarar verme­yeceğim!' dedi. Sare'de, Allah'a dua etti. Bunun üzerine kralın eh, -eskisi gibi- serbest bırakıldı. Kral, kadını getiren adamı (veya muhafızlarından birini) çağırıp ona:

-  'Sen bana insan değil, bir şeytan getirmişsin. Bunu ül­kemden hemen çıkar!' diye emir verdi. Kral, (Sare'de gördüğü bu haİlerden dolayı) ona, 'Hacer'i' hediye olarak verdi. Bunun üzerine Sare, Hz. İbrahim'in yanma geldi. O sırada Hz. İbrâ­hîm, namaz kılıyor (ve Allah'a dua ediyordu). Sare'nin geldi­ğini hissedince, namazını bitirip ona eliyle işaret ederek:

-  'Nasılsın? Ne haber' dedi. Sare'de:

-  '(Hayırdan başka bir şey yoktur!) Allah, tam zamanında kafirlerin hilesini geri çevirdi. (Bana zarar vermek için uzattığı eli, Allah tarafından tutula kaldı) ve (Kral) bana da, Hacer'i hediye olarak verdi' dedi"...

Ebu Hureyre (r.a): 'Ey gök suyu (ile faydalanan kimsele­rin) oğulları! Bu kadın (Sare), sizin annenizdir' dedi."[66]

Bu hadisi, Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.

Bu hadisi şerif de, Hz. İbrâhîm (a.s)'ın masum olmadığını gösteren herhangi bir delil yoktur. Aksine bu hadisi şeriften, Hz. İbrâhîm (a.s)'rn masum olduğu anlaşılmaktadır. Çükü Hz. Peygamber (s.a.v), bu üç yalanla; hakiki anlamda olan yalanı kastetmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) bu sözüyle, ancak sanki Hz. İbrâhîm (a.s)'in yalan gibi görünen ama aslında yalan ol­mayan haberlerim açıklamayı istemişti. Bunun ise hakiki ve asıl şekli yalan değildir...

Hz. İbrâhîm (a.s)'ın kavmine olan, "Ben hastayım" (Saffât: 37/89) ve "Aksine o (putları kırma) işini, putların şu büyüğü yapmıştır" (Enbiyâ: 21/63) sözlerine gelince ise bun­lar; kavmi ve onların taptıkları ilahlarla, alay etme ve hakaret etme cinsinden olan sözlerdir. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s), "Ben, hastayım" (Saffât: 37/89 ) sözüyle; Mecazi olarak, "Ben; sizin işitmeyen, fayda sağlamayan ve sahibine bir şey kazandırmayan bu putlara uymanızdan dolayı hastayım" de­mek istemiştir: Nitekim bir kimse manen hasta olduğunda, be­denen de hasta olur...

Hz. İbrâhîm (a.s.), hususi olarak; kavmini, cehalet ve sa­pıklık içerisinde gördüğünden dolayı onları, hidayete ve dos­doğru yola böyle söylemekle davet etmiştir. Fakat onlar, sapık­lık ve cehalet içerisinde gözleri görmeyen kör kimseler gibi kaldılar! Kendilerine yapılan hakikati vergerçeği göremediler!

Hz. İbrâhîm (a.s)'m, "Aksine o (putları kırma) işini, putla­rın şu büyüğü yapmıştır" (Enbiyâ: 21/63) sözüne gelince ise bu söz; hakiki anlamda söylenilmiş bir yalan değildir. Ancak bu, sözün kesin bir hüccet ve parlak bir delil cinsinden olan söz gibidir. Zira Hz. İbrâhîm (a,s.), kavmine, bu konu ile ilgili delilleri getirmek istediği sırada ona; "Bu putları kıran kim­dir?" diye sordular. Hz. İbrâhîm (a.s)'da; kavmini ve putları alay ederek ve hakaret eder bir vaziyette, büyük puta işaret etmiştir. Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s), söylemiş olduğu bu sözden dolayı kavmini şaşırmış olarak gördüğünde, onlara, şu susturucu cevabı vermiştir:

"Eğer konuşabiliyorlarsa, (bu kırma işini,) kırılan putlara Sorun!"(Enbiyâ: 21/63).

Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, hanımı Sare ile ilgili "Sen kız karde-şimsin" sözüne gelince ise, bu sözle ancak; "İnanç ve iman kardeşliği kastedilmiştir. Nitekim Yüce Allah, din kardeşliğiy-le ilgili olarak şöyle buyurmaktadır; "Müminler ancak kardeş­tirler" (Hucurat: 49/10).

Yüce Allah, bu sözüyle, soy kardeşliğini değil, din kardeş­liğini kastetmiştir. Çünkü Sare, Hz. İbrâhîm (a.s)'m kız kardeşi değil, hanımıydı.

Bu sözlerin hepsi sadece üstü kapalı söylenen sözlerden olup sahibini cezalandırmayan ve işleyene de günah gerektir­meyen, yalandan sayılmayan sözlerdir.

Nitekim Araplar, üstü kapalı söylenen sözlerden dolayı söyleyen kimsenin sorumlu tutulamayacağına ile ilgili şöyle derler: "Kuşkusuz üstü kapalı konuşmayla, yalandan uzak ka­lınır."[67] Yani "Üstü kapalı konuşma; Müslüman bir kimsenin, haram olan yalana düşmesini engeller'1 demektir.

Hz. İbrâhîm (a.s)'m bu sözünde de, Peygamberlerin ma­sum oluşuna zarar verici kasten yalan söylemeyi gösteren bir unsur yoktur. Sadece bu söz, mubah olan üstü kapalı sözler cinsindendir. Allah, hakkı söyleyen ve dosdoğru yola iletendir. [68]

 

Hz. Yûsuf Es-Sıddik (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Şanı Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)'a; güzellik verdiğini ve yücelik ile değerlilik elbisesini ona giydirdiğini; buna karşılık Mısır azizinin hanımının, onu fitneye düşürmek istediğini, sap­tırmak ve tahrik etmek maksadıyla ona kötülük yapmayı iste­diğini, fakat Hz. Yûsuf (a.s)'m (bu saptırma ve tahriklere karşı) demirden daha sert ye dağdan daha güçlü olduğunu, azizin ha-nımıyla birlikte diğer sosyete kadınlarının planladığı çok ince hileler ile şiddetli şehevi saldırıların, Hz. Yûsuf (a.s)'a etki et­mediğini ve bununla birlikte bu yüce peygamberin suçsuzlu­ğunu ve masum olduğunu ortaya koyan Kur'ân-ı Kerîm, onun bu kıssasını, parlak bir biçimde bize anlatmıştır. Fakat Kur'an'ı Kerim, bize bu kıssanın bir kısmını şöyle anlatmak­tadır:

"Şehirdeki bir takım kadınlar: 'Azizin karısı, (yanında ça­lışan) delikanlısının nefsinden murad almak istiyormuş. (Köle­sine olan tutkusu,) yüreğinin zarını delip (kalbinin derinlikle­rinin) içine kadar işlemiş. Görüyoruz ki O (azizin hanımı), doğrusu apaçık bir sapıklık içerisindedir' dediler. Vaktaki (kadın) onların gizliden gizliye (arkasından) yaptıkları dedi­koduları işitince, onlara (evine misafir olarak gelmeleri için) haber yolladı, (misafirler evine gelince,) onlar için (oturup) yaslanacak yerler (ve ayrıca bir de sofra) hazırladı. (Böylece sıkıntı vermeyecek rahat bir ortam hazırlayıp, ellerine de mey­ve soymak için bıçaklar vermek suretiyle onların huzuruna Yû­suf'u çıkarmakla onu görür görmez dehşete düşmelerini, ken­dilerinden geçmelerini ve farkında olmadan da .ellerini kesme­lerini sağlamak için) onlardan her birine birer bıçak verdi. (Yûsuf'a da) 'çık karşılarına' dedi. Hepsi onun güzelliğini gö­rünce, onu, çok büyük bir varlık kabul ettiler ve (hayranlıkla­rından dolayı dehşete düşerek) ellerini kestiler, ve dediler ki:

'Allah'ı tenzih ederiz. Haşa, bu bir insan değildir. Bu, çok şe­refli bir melekten başkası olamaz. "[69]

 

Hz. Yûsuf (a.s)'a Karşı Yapılan İftira ve Yalan:

 

Bazı tefsircilerin ayakları haktan kaydı ve uzaklaştı.[70] Çünkü onlar, Hz. Yûsuf (a.s) hakkında uygun olmayan ve sağ­lara bir bilgiye de dayanmayan bazı zayıf ve uydurma rivayet­leri naklederek onun, azizin hanımıyla zina etmeye niyetlendi­ği şeklindeki iddiaları sebebiyle ayakları kayıp haktan uzaklaş­tı....

(Ayette geçen 'Burhan' ve 'hemme' = 'meyletme' veya 'kastetme' kelimelerim açıklama sırasında) bazı tefsir kitapla­rı, rivayet etmesi ve nakletmesi doğru olmayan bazı uydurul­muş batıl İsrail! rivayetleri aktarmakla gafil davranmışlardır. Güvenilir alimler ile sağlam hafızlar, bu rivayetleri tahlil ve tenkit ederek okuyuculara çok faydalı bilgileri haber vermiş­lerdir. Çünkü bu rivayet ler, Kur'ân-ı Kerîm ayetleriyle ters düşmekte ve Peygamberlerin masumiyetiyle çelişmektedir.

Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s) hakkında uydurulmuş bazı batıl rivayetler şunlardır: "Azizin hanımı, Hz. Yûsuf ile yatıp cinsel ilişkide bulunmak istediğinde ve ondan, kendisiyle zina etme­sini istediğinde, -böyle bir şeyi iddia etmekten Allah'a sığını­rız- Hz. Yûsuf, kadının isteğini kabul etmiş, ona uymuş ve ka­dınla, son derece çirkin olan zina işini işlemeye yeltenmiştir. Bunun için de donunun uçkurunu çözmüş -erkeğin, hanımının dört yeri arasına oturduğu gibi- azizin hanımının dört yeri yani iki bacağı ve iki kolu araşma oturmuş ve kadın, gerisi üzerine sırt üstü uzanmış olduğu halde onunla zina etmeye yeltenmiş. Tam bu sırada kendisine seslenen bir sesi işitmiş. Ardından parmağını ısırmış bir vaziyette babası Hz. Ya'k'ûb (a.s)'ı gör­müş. Babasından utandığı için Mısır azizinin hanımına yelten­diği çirkin işten vazgeçtiği şeklinde iddiada bulunmuşlardır. Ve daha ipe sapa gelmez bir çok uydurma ve batıl rivayetleri nakletmişlerdir. Bu çirkin rivayetleri nakleden tefsirciler; Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)'m şerefli ve değerli bir Peygamber oldu­ğunu; Yüce Allah'ın, onu, masiyetlerden ve son derece çirkin günahlardan, yani daha büyük kötülüklerden ve zina işlemek­ten koruduğunu; ayrıca efendisi azizin, kendisinin ikametini ve ikramını en güzel şekilde yaptığını ve iyi davrandığını bildiği halde, efendisine hainlik ettiği şeklinde bir iftira ve yalan ileri sürüp de az önce Hz. Yûsuf (a.s) ile ilgili belirtilen hususları nasıl oldu da unuttular ve farkına varamadılar. Halbuki Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Yûsuf'u satın alan Mısırlı (Aziz), karısına dedi ki: 'Ona kadr-ü kıymet ver. Umulur ki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz. "[71]

Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s), efendisinin kendisine yaptığı bu güzel davranışı unutmayıp aksine efendisinin, kendisine yaptı­ğı ve bahşettiği bu iyilik ve ihsanı; efendisinin hanımı, kendi­siyle yatıp cinsel ilişkide bulunmak istediğinde, bu güzel dav­ranışı azizin hanımına aşağıda gelecek olan ayette- söylemiştir. Buna göre Hz. Yûsuf (a.s), efendisinin hanımı, kendisinden murad almak istediğinde ona şöyle demişti:

" (Böyle bir şey yapmaktan) Allah 'a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim efendimdir, 0 bana güzel bir mevki ver­miştir. (Onun bu davranışının karşılığı, hanımına yaklaşarak ona hainlik etmek olmaz). Hakikat şudur ki, zalimler (hainlik edenler) asla felah bulmaz,! dedi."[72]

Gerçekten de zina, suçların ve günahların en çirkini ve en kötü olanıdır. Üstelik semavi dinlerin hepsi, zinayı yasak­lamışlardır. Buna göre bütün semavi dinlerde zina yasaklanmış olduğu halde, Allah'ın Peygamberlerinden birisi olan Hz. Yû­suf (a.s), bu çirkin zina işini nasıl işleyebilir?! Allah'ı tenzih ederiz ki, Hz. Yûsuf (a.s)'a dair ileri sürülen bu iftira, gerçek­tende büyük bir iftiradır!!.

Bu tefsirciler, Hz. Yûsuf (a.s)'ın kıssasını anlatma esna­sında gelen Kur'ân-ı Kerîm nasslarım, İsrailiyattan nakledilmiş bu uydurma ve yalan rivayetleri[73] kabul etme mahiyetinde sağda ve solda kalmış bilgileri, iyi göremediklerinden önüne rasgeleni almak suretiyle açıklamaya kalkıştılar. Fakat bu tef­sirciler, bu İsraili rivayetleri, Peygamberlerin masumiyetinde ittifak edilip edilmediğine ve Kur'an nasslarınm bu tür rivayet­lerle birbirine uygun olup olmadığına dikkat etmeden hatalı bir anlayış şekliyle almışlardır. Bazı tefsircilerin dikkat etmeden aldıkları İsraili rivayetler, Yüce Allah'ın şu ayetiyle ilgilidir:

"Eğer Rabbinin burhanını (= kadının isteğini kabul et­mekten kendisini alıkoyacak Allah'ın ayetlerinden birisini) görmemiş olsaydı, neredeyse Yûsuf'ta kadını isteyecekti. Zaten kadın da, Yûsuf'u istemişti."[74]

Hz. Yûsuf (a.s)'m bu günahı işlediğini ileri süren bazı tef-sirciler, ayette geçen "Hemme" = "isteme, meyletme, kastet­me" kelimesini; "Hz. Yûsuf (a.s)'m, azizin hanımının isteğine uyması ve kadına yaklaşmayı azmetmesi" şeklinde tefsir et­mişlerdir. "Burhan" kelimesini de; "Hz. Yûsuf (a.s)'in, babası Hz. Ya'k'ûb (a.s)"ı, parmağını ısırmış bir vaziyette gördüğünü ve babasından utandığı için bu çirkin işi bıraktı" şeklinde tefsir etmişlerdir.

Bu ayeti kerimede geçen bu iki kelimenin bu şekildeki yo­rumu, batıldır ve caiz değildir. Allah'ın izniyle birazdan bu kelimelerin ifade ettiği doğru olan manaları çeşitli şekülerde açıklayacağız...

Tahkikçi tefsircilerden çoğu; bu İsrailî rivayetleri, bazı Müslümanların bu rivayetleri okuyarak onların güvenilir ve sağlam rivayetler olduğunu zannederek almaları suretiyle yan­lış düşüncelere dalmaları için bu rivayetlerin yanlışlığını açık­layarak bu rivayetleri okuyan Müslümanlara haber vermişler­dir.

Allame Üstad Abdullah b. Ahmed en-Nesefî, tefsirinde, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

"0 kadın, onu istemişti. " (Yûsuf: 12/24) Buradaki ayetin metninde geçen 'hemme' (= isteme) kelimesi, 'kastetme ve azmetme' anlamında kullanılmıştır. Buna göre ayetinin anla­mı: 'Kadın, Yûsuf la birleşmeye kesin olarak kastetti' şeklinde olur. "0 da, onu isteyecekti" (Yûsuf: 12/24).

Burada geçen 'hemine'= 'isteyecekti' kelimesinin anlamı ise, 'mümkün olmamakla birlikte isteme' anlamında kullanıl­mıştır. Buna göre ayetin anlamı: 'Yûsuf, azim ve kasıt olmak­sızın kadına yaklaşmayı aklından geçirdi' şeklinde olur. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)'m kadına yaklaşmayı istemesi, kadının Hz. Yûsuf (a.s)'a yaklaşmayı istemesi gibi olsaydı Yüce Allah Hz. Yûsuf (a.s)'ı, ihiaslı kullarından (Yûsuf: 12/24) olduğu şeklinde övmezdi. Üstelik Hz. Yûsuf (a.s)'m kadına yaklaşmayı is­temesi ile kadının, Hz. Yûsuf (a.s)'a yaklaşmayı istemesi ara­sında büyük farklar vardır...

Denildiğine göre; Hz. Yûsuf (a.s), kadın gerisi üzerine sırt üstü uzanmış olduğu halde kadının iki bacağı ve iki kolu arası­na oturmuş...

Bazı tefsirciler de; ayette geçen 'Burhan' kelimesini, Hz. Yûsuf (a.s)'m kendisine iki defa gelen: 'Ey Yûsuf ve Ey ka­dın!' şeklinde bir sesi işitmiş, ardından da üçüncü defa ise: 'Kadından yüz çevir!' şeklinde bir ses işitmiş. Fakat bu ses de, Hz, Yûsuf (a.s)'a bir fayda sağlamamış. Nihayetinde ise babası Hz. Ya'k'ûb (a.s.)'ı, parmağını ısırmış bir vaziyette görmüş de bu işten vazgeçmiş...

İşte bu gibi aktarılan rivayetler, batıldır ve aslı astan yok­tur.[75] Bu gibi rivayetlerin batıl olduğunun delili, Yüce Allah'ın, "O kadın, ondan murad almak istemişti" (Yûsuf: 12/26) buy­ruğudur. Eğer Hz. Yûsuf (a.s) da, kadınla yatıp cinsel ilişkide bulunmak isteseydi, kendisinin böyle bir şeyden uzak olduğu­nu söylemezdi; ayrıca daha sonra gelecek olan (Yûsuf dedi ki:) "Bu (benim hapisten çıkmayı kabul etmeyişim), gıyabımda (a-zizin) kendisine gerçekten hainlik etmediğimi ve Allah'ın, ha­inlerin hilesini kesinlikle başarıya erdirmeyeceğini onun da bilmesi (ni sağlamak) için (böyle yaptım). " (Yûsuf:  12/52) buyruğu da, bunun delilidir. Çünkü onların dedikleri gibi ol­saydı, Hz. Yûsuf (a.s), gıyabında efendisine ihanet etmiş olur­du. Ayrıca "İşte Biz, ondan böylece kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik." (Yûsuf: 12/24) buyruğu da, bunun delilidir. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)'ın, kadına karşı bir böyle isteği olsaydı, kesinlikle ondan kötülük ve çirkinlik bertaraf edilmiş olmazdı..."

Derim ki: Bu ayeti kerimede;[76] Hz. Yûsuf (a.s)'m, kadına karşı aldanmaması gerektiği yönünde geniş bir bilgi, ince bir görüş ve önemli bir anlayış vardır. İşte bu da, "Hemme" = "İstek" kelimesinin; azizin hanımından meydana gelmiş kötü bir istek olduğunu gösterir. Zira kadın son derece çirkin davra­nışından dolayı Hz. Yûsuf (a.s)'ı kendisine çağırmış ve bundan dolayı da sarayın kapılarını sağlamca kapattıktan ve odaya hapsettikten sonra onunla yatıp cinsel ilişkide bulunmak iste­miştir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Evinde bulunduğu kadın,  ondan murad almayı istedi. (Bunun için gereken yollara başvurarak ilk Önce) kapıları sım­sıkı kapadı ve: 'Sana söylüyorum, haydi gelsene!' dedi. 0 da: '(böyle bir şeye teşebbüs etmektense) Allah 'a sığınırım. Doğ­rusu 0 (senin kocan), benim efendimdir. 0, bana güzel bir mevki vermiştir.  (Onun bu davranışının karşılığı, hanımına yaklaşarak ona hainlik etmek olmaz). Hakikat şudur ki, zalim-ler (yani hainlik edenler) asla felah bulmaz' dedi."[77]

Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)'m, kadım istemesine gelince ise; onun istemesi, kötü bir istek ve hainlik veya son derece çirkin bir arzu değildir. Bazı cahillerin, Hz. Yûsuf (a.s)'m istemesini, zannettikleri gibi, kötü bir istek ve sön derece çirkin bir davra­nış olmayıp sadece Hz. Yûsuf (a.s)'in ona .yaklaşmayıp aklın­dan geçirmesi şeklindedir... Yalnız Hz. Yûsuf (a,s)'m istemesi, kendisine yapılan haksızlığı yani efendisi azizin hanımının planladığı bu çirkin hileyi kendisinden uzaklaştırması ve kadım, böylesi çirkin bir davranıştan sakındırmaya kastetmesi, an­lamındadır. İşte bundan dolayı Hz. Yûsuf (a.s)'m doğruluğundaki kuvvetliliğini, güçlülüğünü ve sert tavrını, onun şu sö­zünde görmekteyiz: "(Böyle bir şeye teşebbüs etmekten) Al­lah 'a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim efendimdir. 0, bana güzel bir mevki de vermiştir. " (Yûsuf: 12/23),

Buna göre Hz. Yûsuf (a.s)'m kadını istemesi, azim ve kas­tı gerektirmeyen bir istekti. Zira kadının, Hz. Yûsufu isteme­si;[78] bir arzu şeklindeydi. Hz. Yûsuf (a.s)'m, kadını istemesi ise; kadını kendisinden uzaklaştırması şeklindeydi. Nitekim bazı tefsirciler, bu konuyla ilgili olarak şöyle derler:

'Kadının, Hz. Yûsuf (a.s)'ı istemesi; fiili bir vakıaydı. Fa­kat Hz. Yûsuf (a.s)'m, kadını istemesi ise; tabiatı gereği, yani Hz. Yûsuf (a.s), kötü davranıştan kurtulmak için gerçekleşmesi mümkün olmayan insanın yaratılışı gereği tabi bir meyildi. Zira insan, kalbinden ve aklından geçirdiği düşünceleri uygu­lamaya geçirmedikçe[79] nefsinin iştah duyduğu veya tabiatı ge­reği nefsinin meylettiğinden dolayı sorumlu tutulamaz. İşte bunu, Nesefî (rh.a.) tefsir edip şöyle demiştir:

"Hemnıet bini" = "Kadın, Yûsuf u istedi" yani kadın, Yûsuf'a 'kastetti' veya 'azmetti' demektir. "Hemme biha" = "Yûsuf, kadını istedi" yani Yûsuf, gerçekleşmesi mümkün ol­mamakla birlikte yaratılışı gereği kadına 'meyletti' demektir."

Bazı tefsirciîerin naklettiğine göre; bu ayeti kerimede (ya_ ni Yûsuf: 12/24'de) 'takdim' = Öne alma ve 'tehir' = geri alma vardır. Buna göre "Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi" (Yûsuf: 12/24) ayetinin anlamı; Eğer Allah'ın burhanı, yan| Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)'ı kötü ve çirkin şeylerden gözetip korumasaydı, elbette Hz. Yûsuf (a.s) kadınla cinsi münasebette bulunacaktı ve kadına karşı içinden geçenleri yapacaktı de­mektir. Fakat Yüce Allah, yardımı ve desteğiyle Hz. Yûsuf (a.s)'in iffetini korumuştur. Dolayısıyla Hz. Yûsuf (a.s) kesin­likle kadınla herhangi bir şey yapmamıştır. Diğer bir çok tef-sirciler, bu konuyla ilgili olarak Ehli kitabın, Hz. Yûsuf (a.s)'a nispet ettikleri suçlamaları ve iftiraları kabul etmeyip onun suçsuzluğunu dile getiren sözler söylemişlerdir. Fakat buna rağmen bazı Müslüman kimseler, fasıklardan birine dahi nispet edilmesi uygun olmayan uydurma İsrailî rivayetlerikabul ede­rek bunları, Hz. Yûsuf (a.s)'a nispet etmişlerdir. [80]

 

Hz. Yûsuf (a.s)'m Masum Oluşu İle İlgili Deliller:

 

Hz. Yûsuf (a.s)'m peygamberliğinin durumunu, risâletinin büyüklüğünü ve Peygamberler de bulunması gerekli olan va­sıfları bilmeyen bazı tefsirciîerin; Hz. Yûsuf (a.s)'a nispet et­tikleri bu çirkin suçlamalara ve iftiralara karşılık, onun suçsuz olduğuna ve masum olduğuna dair Kur'ân-ı Kerîm'de on tane delil vardır... Biz ise bu delilleri, maddeler halinde kısaca şu şekilde Özetleyebiliriz:

Birinci Delil: Hz. Yûsuf (a.s), azizin hanımının isteğine karşılık ona itaatten yüz çevirdiğine ve kadının karşısında bü­tün gücü ve azmiyle direndiğine Yüce Allah'ın şu ayeti keri­mesi işaret etmektedir:

"(Böyle bir şeye teşebbüs etmekten) Allah'a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim, efendimdir."[81]

ikinci Delil: Kadın, kapıları kilitleyip bütün çıkış yollarını ttıktan ve Hz. Yûsuf (a.s)'ı odanın içerisine hapsettikten ra baskı ve zorla onu kendi nefsi için faydalandırmayı iste­ncinde Hz- Yûsuf (a.s), azizin hanımının bu isteğini geri çevi­rip ondan uzaklaşmıştır... Eğer Hz. Yûsuf (a.s) zinaya meylet-vdi kadından kaçmayıp onunla zina ederdi. Çünkü zina fiili­ni isleyen kimse zinaya yönelir, bunu işlemekten kaçmaz. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İkisi de kapıya (doğru) koştular. Kadın, onun gömleğini arkadan (yakalayıp) boylu boyunca yırttı. (Tam bu sırada) ka­pının yanında kadının efendisine rast geldiler."[82]

Üçüncü Delil: Hz. Yûsuf (a.s)'in elbisesinin arkadan yır-tılmasıyla haklılığı ortaya çıkaran araştırma sonucunda, azizin hanımının yakınlarından birisi, Hz. Yûsuf (a.s)'rn suçsuzluğu­na şahitlik etmiştir. Bu şahitlik eden kimse, haklıyı ve haksızı bulmak için; "eğer Yûsuf kadını isteyen, kadında ondan kaçı­nan ise Yûsuf un elbisesinin ön taraftan yırtılması gerekmek­tedir. Buna göre kadın doğru söylüyor, Yûsuf yalancıdır. Eğer kadın Yûsuf u isteyen, Yûsuf ta ondan kaçman ise Yûsuf un elbisesinin arkadan yırtılması gerekmektedir. Buna göre Yûsuf doğru söylüyor, kadın yalancıdır" şeklinde bir yönteme baş­vurmuştur.[83] Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak ise şöyle bu­yurmaktadır:

"Kadının ailesinden birisi de, (ikisi hakkında) şöyle şahit­lik etti: 'Eğer (Yûsuf'un) gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise yalancılardandır. Eğer (Yû­suf'un) gömleği arkadan yırtılmış ise kadın yalan söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise doğru söyleyenlerdendir.' (Kadının kocası, Yû­suf'un) gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce (Yûsuf'un suçsuzluğunu ve doğru söylediğini, karısının ise yalan söylediğini anlayarak) dedi ki: 'Doğrusu bu (iftira ve suçlama) sizin tuzağınızda ndır. Şüphesiz ki sizin tuzağınız büyüktür."[84]

Denildi ki: Hz. Yûsuf (a.s)'m lehine şahitlik eden kimse, beşikte bulunan Icüçük bir çocuk olup Allah onu, Hz. Yûsuf (a.s)'ın suçsuzluğunu ortaya çıkarabilmek için bu kesin delille onu konuşturmuştur. Bu çocuk, beşikteyken konuşan üç ço­cuktan birisidir.[85] Beşikteki çocuğun konuşması, garipsenecek bir durum değildir. Zira Allah, her şeye güç yetirir.

Dördüncü Delil: Hz. Yûsuf (a.s)ın zindana girmeyi, zina etmeye tercih etmesi. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak ise şöyle buyurmaktadır:

"(Yûsuf) 'Ey Rabbim! Zindan, bana, bunların beni davet ettiklerinden daha iyidir. Eğer Sen, bunların (bana dair kurmuş oldukları) tuzakları benden uzaklaştırmazsan onlara mey­leder ve cahillerden olurum' dedi."[86]

Bu delil, Hz. Yûsuf (a.s)'m suçsuzluğuna ve masum oldu­ğuna işaret eden delillerin en büyüklerinden birisidir. Zira han­gi şahıs zindanı, kendisini arzulayan ve temenni eden şeye tercih etmeyi düşünür!. Eğer Hz. Yûsuf (a.s), kadının isteğini kabul etse ve kadının arzusuna uysaydı, kadının, kendisine at­tığı bu iftira sebebiyle birçok sene[87] zindanda kalmazdı. Buna göre Hz. Yûsuf (a.s)'m, azizin hanımıyla zinaya teşebbüs etti­ğine dair iddia; Hz. Yûsuf (a.s)'a karşı yapılmış apaçık bir ifti­ra, batıl ve yanlıştır. Her insaf sahibi kimse, bu peygamberin, tarihi ibretinden ders alır. İşte bunlar, Yüce Kur'an'ın anlamla­rından elde edilen görüşlerdir.

Beşinci Delil: Şanı Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)'ı, bu su­renin çeşitli yerlerinde övmüştür. Nitekim Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"işte Biz, ondan kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik. Şüphesiz ki 0, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandır. "[88]

Yine Yüce Allah, bu kıssaya girişte ise şöyle buyurmakta­dır:

"0, tam ergenlik çağına girince, kendisine hüküm ve ilim verdik İşte Biz, ihsan sahibi kimseleri böyle mükafatlandırırız. (0 böyle bir kimseyken) evinde bulunduğu kadın, ondan murad almayı istedi, (ilk önce) kapıları sımsıkı kapadı ve: 'Sana söylüyorum, haydi gelsene!.. 'dedi."[89]

Buna göre Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)'ı, -bu ayetlerde-ihsan verdiği kimselerden ve ihlaslı kullarından olduğunu haber vermiştir. Ayetlerde geçen bu "muhlis" ve "muhsin" kim­seler ise; Yüce Allah'ın peygamberliğe seçtiği ve itaat ile iba­dete has kıldığı kimselerdir. Buna göre Şanı Yüce Allah; ken­disini tertemiz yapanı, kendi sırlarını bütün kötü niyetlerden ve bütün çirkin işlerden temizleyen kimseyi hiç över mi? Halbuki Hz. Yûsuf (a.s), Allah'a yakın olan tertemiz kimselerdendi. Resulullah (s.a.v) de, Hz. Yûsuf (a.s)'rn salahiyetine, takvalıh-ğına, temizliğine ve dosdoğruluğuna şahitlik ederek şöyle bu­yurmuştur:

"Şerefli oğlu Şerefli oğlu Şerefli İbrahim oğlu İshâk oğlu YaVûb'un oğlu Yûsuf."[90]

İşte bunlar, Hz. Yûsuf (a.s)'m şerefli ve üstün olduğuna yeterlidir!!.

Altıncı Delil: Azizin hanımının bizzat kendisinin, şehirli sosyete tabakası kadınların hepsinin önünde Hz. Yûsuf un ma­sumluğunu ve iffetini itiraf etmesi. Nitekim Yüce Allah bu ko­nuda şöyle buyurmaktadır:

"Kadınlar (Yûsuf'un) bu (güzelliğini) görünce, onu çok büyük bir varlık kabul ettiler (ve hayranlıklarından dolayı deh­şete düşerek) ellerini kestiler ve dediler ki: 'Allah'ı tenzih ederiz. Haşa, bu bir insan değildir. Bu, çok şerefli bir melekten başkası olamaz. (Bunu gören azizin hanımı:) 'İşte beni kendisi hakkında ayıpladığınız, şu gördüğünüz kimsedir. And olsun ki, onun nefsinden murad almak istedim de 0, kendini (bu isteğimden) korudu... "dedi."[91]

Kocasının Önünde Hz. Yûsuf (a.s)'ı zinaya teşebbüs et­mekle suçlayan azizin hanımının bizzat kendisinden -ayette de görüldüğü üzere-, sosyete tabakası kadınların hepsinin önündeki bu şahitliği, Hz. Yûsuf(a.s)'m iffetliliğini ve suçsuzluğu­nu apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Ayette geçen "iste'same" = "kendini korudu" kelimesi, Hz. Yûsuf (a.s)'ın aşırı derecede teklif edilen günahtan sakın­dığını ve son derece korunduğunu gösterir.

İşte bu, bazı insanların; "hemm" ve "burhan" kelimelerini tefsir ettiğinden, -Nitekim biz bu açıklamaların yanlış olduğu­nu daha önce

açıklamıştık- Hz. Yûsuf (a.s)'ın uzak olduğunu gösteren apaçık bir açıklamadır.

Yedinci Delil: Hz. Yûsuf (a.s)'m, şehirdeki sosyete taba­kası kadınlarının önünde apaçık delillerle ve kesin kanıtlarla suçsuz olduğunu gösteren alametlerin ortaya çıkması.

Bununla birlikte Mısır azizinin, şehirdeki insanların dedi­kodusunu ortadan kaldırmak ve hanımının işlediği suçu örtbas etmek için Hz. Yûsuf (a.s)'ı zindana atmıştır. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Sonra bütün delilleri, (Yûsuf'un lehinde) gördükleri hal­de yine de bir zamana kadar onu zindana atmayı uygun buldular."[92]

Allame en-Nesefî, tefsirinde, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

" 'Uygun buldular' (Yûsuf: 12/35) Yani onlar için Yûsuf u zindana atmak artık ortaya çıkmıştır. Ayette geçen 'hum' ço­ğul zamiri, azize ve onun aile halkına dönmektedir. 'Bütün de­lilleri' (Yûsuf'un lehinde) gördükleri halde' (Yûsuf: 12/35) ayetinde geçen 'deliller'den kasıt; Hz. Yûsuf (a.s)'m suçsuzlu­ğunu gösteren; gömleğin arkadan yırtılması, kadınların meyve soyarken Hz. Yûsuf'u görmeleri üzerine ellerini kesmeleri, küçük çocuğun Hz. Yûsuf un lehine şahitlik etmesi ve buna benzer delillerdir. 'Zindana atmayı' (Yûsuf: 12/35) ayeti ise; Mısır azizi, hanımının haklılığını ortaya çıkarabilmek ve vazi­yeti kurtarmak ve bu konudaki şehirde geçen dedikodulara son vermek için, Hz, Yûsuf u mutlaka Zindana atmaya karar verdi­ler anlamındadır. Hz. Yûsuf un zindana atılması, sadece hanı­mının görüşünün dışına çıkmayan kocasının, bu görüşünü ka­bul etmesi sonucu olmuştu. Zira Mısır azizi; hanımına karşı çok bağlı, onun emrine göre hareket eden ve kolayca baş eğen bir kimseydi. Üstelik azizin yuları, kadının elindeydi. 'Bir za­mana kadar' (Yûsuf: 12/35) ayeti ise; kadın kocasına, Hz. Yû­suf un bir zamana kadar zindana atılması teklifinde bulundu anlamındadır. Böylelikle kadın, her ne kadar Hz. Yûsufu görmese bile, ondan alacağı haberler ile rahatlamaya çalışa­caktı.[93] Zira böylece onu, kontrolü altında bulundurmuş olu­yordu."[94]

Sekizinci Delil: Hz. Yûsuf (a.s), Rabbinden; hem efendisi azizin hanımının ve hem de sosyete kadınlarının çirkin hilele­rinden ve tuzaklarından kendisini kurtarmasını istediğinde; Şanı Yüce Allah'ın, Hz. Yûsuf (a.s)'m bu duasını kabul etme­si.

Eğer Hz. Yûsuf (a.s), azizin hanımının isteğine uyma ko­nusunda rağbet gösterseydi, Allah'tan; 0 kadınların hilelerin jeti ve tuzaklarından kendisini kurtarmasını istemezdi. Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Rabbi de onun duasını kabul etti ve onların tuzaklarını kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü Allah, hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir."[95]

Dokuzuncu Delil: Hz. Yûsuf (a.s)'ın, şehirdeki bütün in­sanların önünde suçsuzluğu ortaya çıkmadıkça, zindandan çıkmayı kabul etmemesi.

İşte bu delil ise; Hz. Yûsuf (a.s)'m iffetini, kötülüklerden ne kadar uzak olduğunu ve izzeti nefsinin doğruluğunu gö­stermektedir. Eğer kendisinin suçsuz olduğu ortaya çıkma­dıkça, bunu, zindanda yedi veya dokuz sene kalmaya ve orada çeşitli zorluklar ile sıkıntılara kavuşmaya tercih etmezdi. Bun­dan dolayı da Hz. Yûsuf (a.s), bu çirkin suçlamadan ve iftira­dan uzak olduğu ortaya çıkıncaya kadar ve şehirdeki bütün halkın, kendisinin suçsuz yere zindana atıldığını öğreninceye kadar zindandan çıkmayı kabul etmemiştir. Yüce Allah ise bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"(Kral:) 'Onu bana getirin' dedi. Bunun üzerine ona ha­berci gelince, (haberciye), 'Rabbine (yani efendine) dön ve ellerini kesen 0 kadınların zoru neydi? Kendisine sor?' dedi. Şüphe yok ki benim Rabbim, onların (bana karşı yaptıkları) tuzakları hakkıyla bilendir. "[96]

Onuncu Delil: Sonuncu olarak ise; gerek ellerini bıçakla kesen sosyete kadınları ve gerekse azizin hanımının bizzat kendisinin, Hz. Yûsuf (a.s)'a iftira ettiğini apaçık bir şekilde itiraf etmesi.

İşte bu delil de, Hz. Yûsuf (a.s)'m kendisine nispet edilen iftira ve suçlamalardan masum olduğuna, kötülüklerden uzak olduğuna ve suçsuz olduğuna dair şüpheden bir parça bile bı­rakmamaktadır. Zira kral, sosyete kadınlarını, Hz. Yûsuf (a.s)'m isteği doğrultusunda toplayıp onlara, Hz. Yûsuf (a.s)'a dair sorular sorduğunda[97] onlar; şu kesin ve açık cevabı ver­mişlerdir-

mislerdir:

"(Kral) 0 kadınları toplayıp onlara) 'Yûsuf'un nefsinden murad almak istediğiniz zaman ne halde idiniz?' dedi. (Kadın­lar) 'Haşa, Allah için biz onun hiç bir kötülüğünü bilmedik' dediler. Bunun üzerine azizin karısı da: 'Şimdi gerçek ortaya çıktı! Ben, onun nefsinden murad almak istedim. 0, hiç şüphe­siz doğru söyleyenlerdendir. (Kadın veya Yûsuf'da: ) 'Bu, gı­yabında o (azize) hainlik etmediğimi ve Allah 'in, hainlerin hi­lesini kesinlikle başarıya erdirmeyeceğini bilmesi içindi."[98]

Sonuç olarak; Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)'in kendisine nis­pet edilen yalan ve iftiralardan suçsuz olduğuna ve onun ma­sum olduğuna dair bu on delili, Kur'ân-ı Kerînı'den elde ettim. Doğrusu Allah, hakkıyla söyleyen ve dosdoğru yola iletendir. [99]

 

Hz. Yûnus (a.s)’ın Masum Oluşu

 

Yüce Allah'ın, Hz. Yûnus (a.s)'m kıssası ile ilgili olarak söylediği şu sözü, onun masumiyet ligine işaret eden deliller­dendir. Yüce Allah, Hz. Yûnus (a.s) ile ilgili olarak şöyle bu­yurmaktadır:

"Zünnun (yani balık sahibi Yûnus) 'u da hatırla. Hani 0, (kavmini) öfkelendirerek giderken kendisine güç yetiremeye-ceğimizi zannetmişti. Ama sonunda (denizin ve balığın karnı­nın) karanlıkları içerisinde (Rabbine) şöyle dua etmişti: 'Sen­den başka ilah yoktur, Sen (her şeyden) münezzehsin. Doğrusu ben, (bana izin vermeden kavmimin arasından çıkıp gitmek suretiyle) zalimlerden oldum.' Biz de onun duasını kabul edip onu üzüntüden kurtarmıştık. İşte müminleri, (bize dua edip yardım istediklerinde onları işte) böyle kurtarırız."[100]

Bu ayeti kerimenin dış görünümü; sanki Hz. Yûnus (a.s)'ın, Şanı Yüce Allah'a öfkelendiğinden dolayı (görevli bulunduğu yeri bırakıp) gitmeye ve bu gidişinden dolayı da Yüce Allah'uı, kendisi hakkında intikam almasına dair kudre­tinden şüphe ettiğini andırmaktadır. Böyle bir anlayış, yanlış­tır. Üstelik ayeti kerimelerin, kendi anlamlarının dışında bu şekilde tefsir edilmesi de doğru değildir. Bazı cahil kimseler­de, bu şüphe meydana geldiğinden dolayı, Hz. Yûnus (a.s)'m masiyet işlediğini ve Allah'ın emrine muhalefet ederek Rabbma öfkelenerek gittiğini ve bu günahı sebebiyle de balı­ğın, onu yuttuğunu zannetmişlerdir.

Bu konuda en doğru ve en sağlam olan; tahkikçi tefsircile-rin, bu ayeti kerimelerin anlamı hususunda aktardıklarıdır. Bu aktardıkları ise şunlardır:

"Hz. Yûnus (a.s), kavmini uyardı ve onları, eğer iman et­medikleri taktirde Allah'ın azabıyla korkuttu. Fakat onlar, bu uyarılara rağmen sapıklık ve küfür içerisinde kalmaya devam ettiler. Onların iman etmediğini gören Hz. Yûnus (a.s), çabu­cak gelecek olan bir azabı onlara vaat etti. Allah'ın azabı on­lardan ertelenince onların, vaat ettiği azabın gelmemesinden ötürü kendisiyle alay etmelerinden, kınamalarından ve suçla­malarından korkarak onların bu uyarılarından kurtulmak için onların arasından beklenen azaptan kaçıyormuş gibi bir vazi­yette çıkıp gitti. Zira Hz. Yûnus (a.s), onlara, azabın geleceğini haber vermişti. Fakat kendilerine vaat ettiği azab gelmemişti. Bunun üzerine -sabredip tebliğine devam etmesi ve Rabbi, kendisine hicret izni verinceye kadar beklemesi gerekirken-kavmini öfkelendirerek onların arasından çıkıp gitti. Rabbini öfkelendirerek -böyle bir şeyi iddia etmekten Allah'a sığınırız. Allah böyle bir şeyden münezzehtir- veya onun emrine isyan ederek değil..."

Üstad Ebu'l-Berekat Abdullah en-Nesefî,' tefsirinde, bu ayeti kerimeyle ilgili olarak şö yle der.

"Yüce Allah'ın 'Zünnun'u da hatırla' (Enbiyâ: 21/87) a-yetinin anlamı; 'Balık sahibini de hatırla1 demektir. Ayette ge­çen 'Nun' ve 'Hut' kelimeleri, (balığın karnında bir müddet kaldığından dolayı) Hz. Yûnus'a atfedilmiştir. 'Hani 0, öfke­lendirerek giderken...' (Enbiyâ: 21/87) Yani 'kavmini kızdıra­rak giderken' demektir. Kavmini Ö Ütelendirmesinin anlamı şudur:

Hz. Yûnus (a.s), kavmine, uzun bir süre öğüt verdiği halde onlar öğüt almayıp küfürleri üzere devam etmişlerdi. Hz. Yû­nus'ta onların bu tavırları yüzünden onları bırakıp gitmişti. Hz. Yûnus (a.s) bunu ancak Allah için bir kızgınlık sebebiyle, küf­re ve kafirlere kızgınlığı sebebiyle yaptığından dolayı, ayrılıp gidebileceğini zannetmişti. Halbuki Hz. Yûnus'un, sabretmeye çalışması ve onlardan ayrılıp hicret etmek üzere Yüce Allah'ın iznini beklemesi gerekirdi. Bundan dolayı balığın karnında kalmakla imtihan edildi."[101]

Buna göre Hz. Yûnus (a.s)'m öfkelenmesine gelince ise bu, kavmi için olup Rabbi için değildi. Yüce Allah'ın, Hz. Yû­nus (a.s)'ı azarlamasına gelince ise bu, Hz. Yûnus (a.s) sab­retmemesinden ve Yüce Allah'ın izni olmadan kavminin ara­sından çıkıp gitmesinden dolayı idi. Yüce Allah'ın, Hz. Yûnus (a.s)'m bu kıssasını, Resulullah (s.a.v)'e indirmesinin sebebi ise; Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'e; müşriklerin yalan­lamalarına karşı sabretmesini, bunlara karşı göğsünü sıkma­masını ve Hz. Yûnus (a.s)'ın kavmine karşı yaptığı sabırsızlı­ğı, kendi kavmine karşı yapmamasının gerektiğidir.[102]

Yüce Allah'ı şu ayeti de, bunu destekleyici mahiyettedir. Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'e, Hz. Yûnus (a.s)'m bu durumunu bir örnek olarak şöyle anlatmakt adır:

"(Ey Muhammedi) Sen, Rabbinin (hakkında yazmış oldu­ğu) hükmü (sana gelinceye kadar) sabret; ve balık sahibi (Yû­nus) gibi olma. O, (yaptığından dolayı) pek üzgün olarak Rabbine (bağışlanması için) dua etmişti. Eğer Rabbinin katı­dan ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atıla­caktı. Buna rağmen Rabbi, onu seçip Salih kimselerden kılmıştır.[103]

Yüce Allah'ın "kınanmış olarak sahile atılacaktı" (Kalem: 68/49) ayeti, bu ayetin başında geçen "Levlâ" edatının cevap cümlesidir. "Levlâ" edatı, Arap dilinde; bir şeyin meydana gelmesine engel olan bir harf olarak bilinir. Yani bu edat, şart cümlesinin meydana gelebilmesi için cevap cümlesinin mey­dana gelemeyeceğini ifade eder... Buna göre ayeti kerimenin anlamı şu şekilde olur: "Eğer Allah, Yûnus'un duasını ve ma­zeretini kabul etmek suretiyle onu nimetlendirmeseydi, ayrılışı sebebiyle kınanmış olarak balığın karnından sahilde bulunan boş bir alana atılacaktı." Fakat Yûnus, kınanmış olmayarak deniz kenarında bulunan bir toprağa atıldı."

Bu konu ile ilgili olarak daha önce Yüce Allah'ın "Kendi­sine güçyetiremeyeceğimizi zannetmişti" (Enbiyâ: 21/87) aye­ti geçmişti.

Bu ayette geçen "Nakdira" = "Güç yetirmek" kelimesi, "Kudret" kelimesinden değil de, "Kader" kelimesinden türe­miştir Nitekim Abdullah ibn Abbas (r.anhüma) bu kelimeyle ilgiliolarak şu olayı anlatmıştır:

"Rivayet edildiğine; Abdullah ibn Abbas bir gün (sultanlı­ğı sırasında) Muaviye'nin yanına girdi. Muaviye, ona:

-'Dün Kur'an'm dalgaları beni vurdu da dalgaların içinde boğulup kaldım. Ancak seninle bu durumdan çıkabileceğimi anladım' dedi. Abdullah ibn Abbas, ona:

-'Ey Muaviye! Nedir bunlar?' diye sordu. Bunun üzerine Muaviye, bu ayeti kerimeyi okudu ve ardından:

-'Allah'ın bir peygamberi, kendisine güç yetirilemeyeceği-ni hiç zanneder mi?" diye Abdullah ibn Abbas'a sordu. Abdul­lah ibn Abbas ise bu soruya karşılık:

-Bu 'Güç yetirmek' anlamındaki 'nakdira' kelimesi; 'kud­ret' kelimesinden değil, 'kader' kelimesinden türemiştir' diye cevap verdi."[104]

Buna göre anlam: "İznimiz olmadan kavminin arasından çıkması sebebiyle, onu sıkıntı içerisine sokamayacağımızı sanmıştı" şeklinde olur. Yüce Allah'ın,

"Rızkı, kendisine güç yetirebilecek (= Kudira) kadar ve­rilmiş kimse"[105] ayeti; "rızkı, kendisini sıkıntı içerisine sokabi­lecek yani daraltacak kadar" demek anlamındadır. Yine Yüce Allah'ın,

"Allah, insanı imtihan etmek üzere rızkını, güç yetirebile-ceği kadar verdiği zaman:  'Rabbim, bana hor baktı' der"[106] ayeti de; "rızkı, kendisini sıkıntı içerisine sokabilecek yani da­raltacak kadar" demek anlamındadır.

Buna göre bununla ilgili olan karışıklık ta giderilmiş ol­du. Yine de doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [107]

 

Peygamberlerin Sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)'in Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Resulullah (s.a.v), diğer Peygamberler gibi her türlü gü­nahları ve kötülükleri işlemekten masumdur. Şanı Yüce Al­lah'ın inayetiyle korunmuş ve Allah gözetimiyle her taraftan onu kuşatmıştır. Buna göre Resulullah (s.a.v)'den, Allah'ın emrine muhalefetin veya kendisine azabı gerektirecek bir gü­nahı işlemenin meydana gelmesi mümkün değildir.

Fakat Resulullah (s.a.v), bazen gayret edip üstün olanın ve iyi olanın aksini yapmış ve bunun üzerine Rabbi ise onu uyar­mıştır. Lakin bu, günah ve masiyet cinsinden değildir. Ancak bu ikaz cinsinden olanı ise, daha mükemmel ve üstün olanın aksine bir yapma tarzıdır. Peygamberlerin makamının -diğer insanlara- üstün olmasına nispetle bazılarının şu sözündeki; "Ebrar'm (iyi kulların) hasenatı (iyilikleri), mukarreblerin (Al­lah'a en yakın olan kulların) seyyiat'ı (kötülükleri, günah ve kusurları) gibidir" tanımlamasında da görüldüğü üzere kendi­sine ikazı ve cezayı gerektirecek hata da olsa, üstün olanın ak­sinin yapılmasına itibar edilir.

Resulullah (s.a.v)'e ikaz şeklinde gelen bazı ayeti kerime­leri ortaya koyup doğru bir şekilde ve ikazdan ne kastedildiği­ni açıklayacağız. Aynı şekilde yine dış görünüşü itibariyle, Resulullah (s.a.v)'in, Allah'a karşı muhalefet ettiği ve masiyet işlediğini ifade eden diğer nassları da ortaya koyup bunların anlamlarının; Kur'an, Sünnet ve meşhur tefsir imamlarının gö­rüşleri doğrultusunda açıklayacağız. Buna göre deriz ki: "Yar­dımı, yalnızca Allah'tan dileriz." [108]

 

Bu Konuda İkaz Şeklinde Gelen Ayetler

 

Birinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:

"Hiç bir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz. Siz geçici dünya malı­nı arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah, ahireti (tercih etmenizi) ister. Allah azizdir, hakimdir. Eğer daha önceden Allah'ın geçmiş bir hühnü olmasaydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu."[109]

İkinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:

"Hay Allah affedesice, doğru olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden onlara izin verdin?"[110]

Üçüncü Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:

"Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber (ondan) yü­zünü asıp çevirdi. (Ey Muhammedi) Ne bilirsin, belki de 0 arınacak yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecek­ti."[111]

Dördüncü Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:

"Az kalsın daha vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. 0 zaman (onların istediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (O vakit sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni korumamış olsaydık, az da olsa onlarfm tuzak ve hüelerin)e meyledecektin. Ve O zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve ahiret) ha­yatının kat kat azabını ve Ölümün de kat kat azabını tattırırdik.[112]

Beşinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:

"Ey Peygamber! Allah'tan sakın (ve takva üzere sebat et) ve kafirler ile münafıklara da itaat etme! Doğrusu Allah, Ha­kim'dir ve Alim'dir. Rabbinden sana vahyolunana uy! Doğrusu (sana vahyeden) Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır "[113]

Altıncı Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:

"Sana indirdiklerimiz (Kur'an ayetlerin)den şüphe ediyor­san, senden önce kitabı (Tevratı, İncili ve Zeburu) okuyanlara, (sana indirdiklerimizin doğru olup olmadıklarını) sor! Andolsun ki, Rabbinden (indirilen) hak (vahiy), sana gelmiştir. Doğrusu Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. "[114]

Yedinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:

"Eğer onların (küfürde direnip İslamı kabul etmeyişleri) sana ağır geliyorsa, kendi kendine yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven dayayıp da onlara bambaş­ka bir mucize getirebilirsen, (hiç durma...) Eğer Allah dilesey-di elbette onların hepsini, hidayeti (seçecek bir durum) üzerinde toplardı. 0 halde sakın (bu gerçeği bilmeyen ve bunun far-jana varamayan) bilgisizlerden olma."[115]

Sekizinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:

"Sabah ve akşam Rablerine; sırf O 'nun rızasını dileyerek (ihlash bir şekilde) dua edenleri (yanından) kovma! Onların hesaplarından (günahlarından) sana hiçbir şey yoktur. Senin hesabından da onlara bir şey yoktur. Ki onları kovarsın da, zalimlerden mi olasın!"[116]

Dokuzuncu Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:

"(Ey Peygamber!) Biz sana apaçık bir fetih (zafer) ihsan ettik Böylece Allah, (bu fethi sana kolaylaştırmak suretiyle) senin geçmiş ve gelecek olan günahlarım bağışlayıp ve (dinini yüceltmek ve senin vasıtanla ülkeleri fethemek suretiyle dünya ve ahirette ) sana olan nimetini tamamlayarak seni dosdoğru yola eriştirir.[117]

Onuncu Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:

"Hani sen, Allah'ın kendisine (en büyük nimeti olan İslam ile) nimet verdiği ve (kölelikten azad ederek evlatlık edinip da­ha sonra da onun efendisi olduğunu belirtip veli edinmekle) seninde nimetlendirdiğin kimseye (olan Zeyd b. Harise)ye, eşin (Zeyneb bint. Cahş)'ı tut ve Allah'tan kork (onu boşama) diyordun. Allah'ın, (Zeyd onu boşayacak olursa, onu nikahla­yacağın şeklinde) açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor ve insanlar (m,  evlatlığının eski hanımını nikahladı diyeceklerinjden korkuyordun. Halbuki en çok Allah'tan korkman gere­kirdi. Nihayet Zeyd'in onunla bir (evlilik) bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik. Böylece evlatlıkların, eşleriyle bir (ev­lilik) bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda müminle­re bir vebal olmadığı bilinsin. Buna binaen Allah'ın emri yeri­ne getirilmiştir."[118]

 

Resulullah(s.a.v)'e, Bedir Esirleri Hakkında Yapılan İkaz:

 

Resulullah (s.a.v)'in Allah'ın emrine muhalefet ettiği ve Allah'ın razı olmadığı bir fiili yaptığı zannedilen Resulullah (s.a.v)'i ikaz eden birinci ayet Yüce Allah'ın;

"Hiçbir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz. Siz (bu esirleri almak­la) geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah, ahireti (tercih etmenizi) ister. Allah, azizdir ve hakim'dir. Eğer daha önceden Allah 'in geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldıkları­nızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu[119] " sözüdür.

Bazı kimseler, bu ayetten; Resulullah (s.a.v) 'in bir günah işlediğini, bir suç işlediğini veya alemlerin Rabbi Allah'a bir konuda isyan ettiğini zannetmektedirler. Nihayet onların zan­nettikleri gibi olmayan bu Bedir Esirleri meselesinde şiddetli ikaz indi. Resulullah (s.a.v)'in bu konudaki amacı, sadece Be­dir Esirleri hakkında bazı sahabileriyle istişare etmekti. Bunun sonucunda ise, ictihad edip sahabilerin çoğunluğunun görüşü­nün tercihiyle hükme bağladı. Bunun üzerine Mekkeli müşrik­lerden olan esirlerin fidyelerini kabul etti. Resulullah (s.a.v)'in bu içtihadı; üstün olanın, iyi olanın ve tercih edilenin aksineydi. Çünkü davanın ve İslam Dinin maslahatı gereği, Resulullah (s.a.v)'in onlardan fidyeleri kabul etmemesi gerekmekteydi. Aslında fidyeleri almanın aksine; küfrün gücünü zayıflatmak, müşriklerin büyüklüğünü -diğer Arap topluluklarına karşı- ö-nemsiz göstermek ve üstünlük ile zaferin özellikle de Allah'ın kulları için olduğunu onlara göstermek için esirlerin kanlarının dökülmesi ve akıtılması gerekmekteydi. Zira bu savaş, müminler ile müşrikler arasında meydana gelen ilk savaştı. Bundan dolayı da müminler için çok önemli bir savaştı.

Burada, bu ayeti kerimelerin inişi ile ilgili Ashabı-ı Kira­mın bazı rivayetlerini, "Me'sur Metodu"[120] şeklinde aktara­cağız:

1. Tirmizî, Hakim en-Nisâburî ve Beyhakî, Abdullah ibn Mes'ud (rh.a)'dan şöyle rivayet etmiştir:

"Bedir savaşı gününün sonunda, esirler elde edilip Resulullah (s.a.v)'in huzuruna getirilince, Resulullah (s.a.v), Ashabını toplayıp

onlara:

-  'Bu esirler hakkında ne dersiniz?' diye sordu. Bunun ü-zerine Hz. Ebu Bekr (r.a):

-  'Ey Allah'ın Resulü! Bunlar senin kavminden ve seninle akrabalıkları bulunan kimselerdir. Onları serbest bırak ve (iş­ledikleri suçtan dolayı) tevbe etmelerini  iste!  Belki Allah, tevbe ettikleri taktirde onların tevbelerini kabul eder' dedi. (Hz. Ebu Bekr (r.a)'ın bu sözü üzerine) Hz. Ömer (r.a) ise:

-  'Ey Allah'ın Resulü! Bunlar seni yalanladılar, seni asli yurdundan çıkardılar ve seninle savaştılar. Bu bakımdan onları al ve boyunlarını vur' dedi. (Bu ikisinin görüşünü dinleyen) Abdullah b, Revana (r.a) ise:

-  'Ey Allah'ın Resulü! Odunu bol alan bir vadiye git ve 0 vadiyi, onlar içindeyken ateşe ver' dedi.

Abdullah b. Revaha'nm bu sözünü işiten Hz. Abbas ise ona: 'Sen, akrabalık bağını koparıp attın' dedi. Resulullah (s.a.v) bir süre sustu ve onlara hiçbir cevap vermedi. Sonra da kalkıp evine gitti. Bunun üzerine bazı kimseler: Resulullah (s.a.v),  Ebu  Bekr (r.a)'ingörüşünü uygulayacak,  bazısı  da;

Ömer (r.a)'in görüşünü uygulayacak, diğer bir kısmı da; Ab­dullah b. Revaha'nm görüşünü uygulayacak' dediler. Daha sonra Resulullah (s.a. v.) çıkıp:

-  'Allah, bazı kimselerin kalplerini öyle yumuşatır ki, süt­ten daha yumuşak olur. Yine Allah, bazı kimselerin kalplerini de öyle bir katılaştırmıştır ki, taştan da daha katı olurlar...'

Ey Ebu Bekr! Senin misâlin, İbrahim (a.s)'ın misâline benzer ki 0: 'Buna göre artık kim bana tabi olursa 0, benden­dir. Kimde bana karşı gelirse onu, sana (Allah'a) bırakırım. Çünkü Sen, bağışlayıcısın ve merhamet edicisin' demişti. Ve yine Ey Ebu Bekr! Senin misâlin, İsâ (a.s)'ın misâline benzer kiO:

'(Ey Allah'ım! Eğer) onlara azab edersen doğrusu onlar, senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan da, güçlü ve hakim olan şüphesiz ancak sensin' demişti. Sana gelince Ey Ömer! Senin misâlin de, Mûsâ (a.s)'m misâline benzer ki 0:

'Ey Rabbimiz! Onların (yani Firavun ve onun çevresinde bulunanların) mallarını yok et! Onların kalplerini (mühürleye-rek) sık. Çünkü onlar, can yakıcı azab görmedikçe iman et­mezler Ve yine Ey Ömer! Senin misâlin, Nûh (a.s)'ın misâline benzer ki 0:

'Nûh dedi ki: 'Ey Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç bi­rini bırakma' dedi. (Nûh: 71/26)

Daha sonra Resulullah (s.a.v): 'Sizler fakir kimselersiniz. Sakın onlardan hiç bir kimse fidyesiz kurtulmasın, yahut ta boynu vurulsun' buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibn Mes'ud:

-  'Ey Allah'ın Resulü! Süheyl b. Beyza bundan müstesna olsun. Çünkü 0, İslama dil uzatmıştır' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) sustu. (Abdullah ibn Mes'ud: ) 'Başıma gökten taş yağacak korkusunu 0 gün hissettiğim kadar hiç bir gün hissetmiş değilim. Nihayet Resulullah (s.a.v):

-  'Süheyl b. Beyza müstesna' diye buyurdu... Bunun üze­rine Şanı Yüce Allah,

'Hiç bir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz...' (Enfal: 8/87-88) a-yetini sonuna kadar indirdi.[121]

2. Ahmed b. Hanbel ile Müslim, Abdullah ibn Abbas (r.anhuma)'dan şöyle rivayet etmiştir:

'Bedir Savaşı gününde alman esirler hakkında Resulullah (s.a.v), Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'e danışmak üzere onlara:

- Esirler hakkındaki görüşünüz nedir?' diye sordu. Hz. Ebu Bekr:

- Ey Allah'ın Resulü! Onlar senin (le akrabalıkları bulu­nan) amcanın çocukları ve kavminden olan kimselerdir. On­lardan fidye almanı uygun görüyorum. Zira bizim (onlardan aldığımız fidyelerle) kafirlere karşı bir kuvvet sağlanır. Umu­lur ki Allah, bir gün onlara da İslama girmeleri için bir hidayet verir, (ve bize yardım olurlar)' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

-  'Ey Hattab'ın oğlu! Bu konudaki görüşün nedir?' diye sordu.Hz. Ömer:

-   'Allah'a yemin ederim ki, Ey Allah'ın Resulü! Ebu Bekr'in söylediği görüşü uygun görmüyorum. Fakat ben, (eli­mize bir) imkanın geçtiğini görüyorum. (Bu fırsattan istifade ederek)    onların    boyunlarını    vuralım.    Akil'den    dolayı Hz.Ali'ye imkan ver, onun boynunu vursun. Filan kimseden dolayı -Hz. Ömer'in kendi yakını olan- bana imkan ver, onun boynunu vurayım. Filanın yakınlığından dolayı filana imkan vei\ onun boynunu vursun. Çünkü bunlar, küfrün liderleri ve ileri gelen kimseleridir' dedi.(Hz. Ömer devamla:)

'Fakat Resulullah (s.a.v) benim söylediğim görüşü be­ğenmedi. Ebu Bekr'in söylediği görüşü beğendi (ve esirlerden fidye aldı). Ertesi gün olunca, Resulullah (s.a.v)'in ve Ebu Bekr'in yanma geldiğimde, onları, oturmuş ağlar bir vaziyette buldum. Bunun üzerine: 'Ey Allah'ın Resulü! Seni ve arkada­şını ağlatan şeyin ne olduğunu bana anlatır mısın? Eğer ağla­yacak bir durum bulursam bende ağlayayım. Eğer ağlayacak bir durum bulamazsam bile sizin ağlaşmanızdan dolayı bende sizinle birlikte yine oturup ağlayayım' dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

- '(Esirlerden) fidye alınması ile ilgili görüşlerinden dolayı oturup arkadaşların (Ebu Bekr ile Ali)'a arz olunan şeyden do­layı ağlıyorum. Onlara gelecek alan azabın, -yanındaki bir a-ğaca işaret ederek- bu ağaçtan daha yakın olduğu bana bildi­rildi... Ve bunun üzerine Yüce Allah,

"Hiç bir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz...' (Enfal: 8/87-88) a-yetini sonuna kadar indirdi."[122]

Bu hadisi şerifler; Resulullah (s.a.v)'e, esirlerden fidye alması ile ilgili öğüt verenlere (veya görüş bildirenlere) işaret etmektedir. Ancak bu rivayetlerin çoğunda; ilk önce, Hz.Ebu Bekr (r.a)'m ismi geçmektedir. Çünkü 0, mevki yönünden sahabilerin en büyüğü ve Resulullah (s.a.v)'e, sahabilerin en sevgili olmasından dolayı, bu konuda görüşü alınanların ilkiy­di. Zira Resulullah (s.a.v), Ashabıyla herhangi bir konuda isti­şare ettiğinde ilk önce onun görüşünü alırdı. Şanı Yüce Allah, katından gelen bu şiddetli ikaz, (yanlış içtihadından dolayı) peygamberine ve onun sahabilerinin önde gelenlerineydi.

ununla, Resulullah (s.a.v)'e; öğretme ve ikaz kastıyla, esirlerden en mükemmel ve en güzel bir şekilde fidye alması ve bu gibi Önemli meselelerde yumuşak davranması gerektiği an­latılmak istenmektedir.

Bundan dolayı Şanı Yüce Allah, İslanım üstünlüğünü ve konumunun yüceliğini istemektedir... Abdullah ibn Abbas (r.anhuma), Yüce Allah'ın, "Hiç bir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz... " (Enfal: 8/67-68) ayeti hakkında şöyle demiştir:

"Bu hüküm ancak Bedir savaşı günü olmuştu. Çünkü Müslümanlar, 0 gün sayı bakımından az idi. Bir müddet sonra Müslümanların sayısı çoğalıp güç ve kuvvetlen artınca, Yüce Allah, savaş sırasında ele geçirilen esirler hakkında şu ayeti kerimeyi indirmiştir:

'(Savaş sona erince) onları, ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin.' (Muhammedi 47/4) Bunun üzerine Yüce Allah, peygamberini ve müminleri, ele geçirilen esirlerin durumu hakkında serbest bırakmıştır. Müminler isterlerse esirleri öldü­rürler, isterlerse onları köle edinirler, isterlerse de onlardan fidye alıp serbest bırakırlar demektir...

Ayeti kerime; bu esirlerin, fidye karşılığında serbest bıra­kılması gerektiğini, Resulullah (s.a.v)'in ashabıyla olan müşa­veresinden ve içtihadından kaynaklandığına işaret etmektedir. Üstelik Şanı Yüce Allah, "ictihad yoluyla" müminlerden bir hata meydana geldiğinde (bu hatalı ictihaddan dolayı) onları sorumlu tutmayacağına dair ezeli hikmeti işte böylece tahak­kuk etmişti. İşte esirler hakkında konu, Yüce Allah'ın şu sö­züyle son bulmaktadır:

"Eğer daha önceden Allah'ın geçmiş birhükmü[123] olma-saydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.[124] 

 

Resulullah (s.a.v)'in, Münafıklara, Savaşa Çıkmamaları Hususunda İzin Vermesi İle İlgili Gelen ikaz:

 

Resulullah (s.a.v)'e yapılan ikaz ile ilgili ikinci ayeti keri­meye gelince oda, Yüce Allah'ın şu sözüdür:

"Hay Allah affedesice, doğru olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden Önce neden onlara izin verdin?"[125]

Bu ayeti kerime; Resulullah (s.a.v)'in kendisinden, güna­hın meydana geldiğini göstermeyen ve Şanı Yüce Allah'ın, Resuluîlah (s.a.v)'i, cihada çıkmaktan vazgeçen bazı münafık­lara -cihada çıkmaya güç yet iremeyeceklerin e dair mazeretle­rini bildirince- bu konuda onlara izin vermesinden dolayı Ona ikaz mahiyetinde gelen son noktayı göstermektedir. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah'ın katından, Resulullah (s.a.v)'e bu ikaz inmiştir.

Süfyan b. Uyeyne, bu ayet ile ilgili olarak şöyle der: "(Al­lah'ın) şu güzel davranışına bir bakın! Peygamberini kınama­dan önce (söze) direkt olarak af ile giriş yapıyor!"

Amr b. Meymun ise bu ayetle ilgili olarak şöyle der: "Resulullah (s.a.v) emrolunmadığı iki şey yapmıştır: Biri: (Tebük savaşma çıkarken münafıkların, Resulullah'a gelerek bazı gerekçeler ve nedenler göstererek cihada katılamayacak­larını söylediklerinde) münafıklara izin vermesi, diğeri ise; (Bedir savaşında ele geçirilen) esirlerden fidye alması. İşte bunların üzerine Allah, -işte sizinde duyup dinlediğiniz gibi-peygamberini ikaz etmiştir."

Bazı tefsircilerin rivayet ettiğine göre; bu ayeti kerime, Resulullah (s.a.v)'in Allah'tan izinsiz olarak yanlış bir davra­nışta bulunmasından dolayı bir üstünlük olarak Onu ikaz etti­ğine işaret etmektedir. Aynı zamanda bu ayet; Şanı Yüce Al­lah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'e, değer verdiğini ve Onun, ken­disine dua ile başlaması dolayısıyla mevkisinin yüceliğini sağ­lamlaştırdığını belirtmektedir. Bu tıpkı, bir adamın kendisinin yanında çok kıymetli olan birisine, "Hay Allah affedesice, be­nim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; .benim bu cevabnna karşılık senin cevabın nedir? Allah sana afiyet ver­sin, sen benim değerimi bilemedin!" demesi gibidir.

Bu görüş; İmam Fahreddin er-Razî, Bagavî ve daha bir çoğunun ileri sürdüğü görüştür.

Zemahşerî, "Keşşaf* adlı tefsirinde, Yüce Allah'ın, "Hay Allah affedesice!..neden onlara izin verdin?" (Tevbe: 9/43) ayetini açıklarken, Hz. Peygamber'e karşı edebe uygun olma­yan bir davranış sergilemiştir ki[126] oda şudur:

"Hay Allah affedesice" (Tevbe: 9/43) Bu söz, günah işle­meden kinayedir.[127] Çünkü af ' kelimesi, günah işlemenin karşılığında kullanılan bir kelimedir. Buna göre ayetin anlamı: 'Sen (cihada çıkmama hususunda münafıklara izin verdiğinden dolayı) günah işledin ve ne kötü bir davranış yaptın' şeklinde olmaktadır. 'Neden onlara izin verdin?' (Tevbe: 9/43)

Bu söz de, Hz. Peygamber'in bizzat kendisinin günah işle­diğini üstü kapalı olarak açıklamaktadır. Buna göre ayetin an­lamı: 'Onlar senden (cihada çıkmama hususunda) izin istedik­lerinde ve bir takım gerekçelere sarılıp cihaddan kendilerini alıkoyduklarında sen onlara izin verdin ve izin hususunda da onlara karşı yumuşak davrandın' şeklinde olmaktadır. 'Sana besbelli oluncaya kadar' (Tevbe: 9/43) Bu konuda mazeretini doğru söyleyen müminleri, yalan söyleyen münafıklardan ayırt etmeden neden onlara izin verdin' şeklinde olmaktadır."[128]

"Menâr" tefsirinin yazarı olan Reşid Rıza, bu konuyla il­gili olarak iyi iş yapmanın doruğunda güzel bir söz söylemiştir ki, biz bunun bir kısmını şöyle aktardık:

"Bazı tefsirciler -özellikle de Zemahşerî-, Yüce Allah'ın bu ayetinde geçen, Resulullah (s.a.v)'i affettiğine dair açıkla­mada, edebe uymayan ifadeler kullandılar. Halbuki bu tefsirci­lerin, Hz. Peygamber (s.a.v) konusundaki en büyük edebi yine -Yüce Allah'ın yaptığı tarzda- ayetten öğrenmeleri gerekmek­teydi. Hani Rabbi ve -terbiyecisi, bu hitaptan önce Hz. Pey­gamber (s.a.v)'in yapmış olduğu davranışı affettiğine dair bu konuda nasıl davranması gerektiğini haber vermiştir. İşte (Yü­ce Allah'ın, Hz. Peygambere olan) bu davranışı, büyüklüğün ve iyi davranmanın doruk noktasını göstermektedir. Diğer tef-sirciîer ise -özellikle de Fahreddin er-Râzî gibi- ayetin son kısmını açıklama sırasında aşırıya kaçmışlardır.. Bu tefsirciler ise ayette geçen "af " kelimesinin, günah işlemeye delalet et­mediğini ve Allah'ın kınadığı izin verme işinin de, esasta daha evla ve daha mükemmel olan bir hareketin aksine bir davranış olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır.

Fahreddin er- Razi, bu konudaki sözünü şöyle belirtmiştir: 'Zenb' =' günah' kelimesi, Arap dilinde; 'masiyet' kelimesi­nin karşılığını ifade etmemektedir. Günah, ancak 'zarara yahut maslahat ve menfaatin kaybolmasına yol açan her türlü davramş' anlamına gelmekledir. Affedilen günah ise, ayette açıkla­nan; doğru olanları ortaya çıkarma ve mazeretlerinde yalancı olanları bilme maslahatının kaybolmasına yol açan bir günah­tır.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in azarlandığı izin verme olayı, içtihadından dolayı olup kendisine gelen vahiyden dolayı de­ğildir. Bunun ise Peygamberlerden -Allah'ın salât ve selâmı onların hepsinin üzerine olsun- meydana gelmesi caizdir. Çün­kü Peygamberler, ictihad konusunda işlenecek olan hatadan korunmuş değildirler. Ancak ittifak edilen masumiyete gelince ise; vahyin açıklanması ve onunla amel edilmesi doğrultusun­daki tebliğe mahsus bir durumdur. Buna göre peygamberin, vahyi, Rabbinden alıp tebliğ etmediğinde ve davranışıyla vah­ye muhalefet ettiğinde bile, onun yalan söylemesi ve günah işlemesi mümkün değildir. Usûl alimleri, ictihad konusunda peygamberlerden meydana gelecek günahın caiz olma duru­munu şöyle açıklamışlardır: 'Allah, Peygamberlerden, ictihadları konusunda meydana gelecek hataları kabul etmez. Bilakis onlara bu konuda doğru olanı açıklar. Bu konu, sağlam bir işin gerektirdiği şekilde hareket etmekten ibarettir. Yüce Allah'ın, peygamberin; ilk önce affedildiğini haber vermesi, sonrada Ona doğru olanı açıklaması O'nun, peygamberine olan lütfundandtr."[129]

 

Resulullah (s.a.v)'in, Mümin Bir Kimseden Yüz Çevirip Suratını Asması Üzerine Gelen İkaz:

 

Bu da, Yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:

"Yanına kör bir kimse geldi diye (Peygamber, ondan) yü­zünü asıp (müşriklere doğru) çevirdi. (Ey Muhammedi) Ne bilirsin, belki de 0 arınacak yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti. " (Abese: 80/1-4).

Peygamberlerden masiyetin meydana gelebileceğini ve onlar için masumiyetin vacip olmadığını iddia eden kimseler, bu ayetin zahirine sarılmaktadırlar. Böyle bir iddia, ayetin doğ­ru anlamım idrak edememekten ve anlayamamaktan kaynakla­nan bir hatadır. Ayetin iniş sebebi; Resulullah (s.a.v)'in masiyet işlemediğini, yalnızca evla olana ve en mükemmel olana muhalefet ettiğini göstermektedir. Resulullah (s.a.v)'de, evla olanı ve en mükemmel olanı terkettiğinden dolayı Yüce Allah Ona, en mükemmel olanı ve en üstün olanı yani müşrik­leri bırakıp bir Müslümana tebliğ etmesi gerektiğini haber vermektedir.

İbn Cerîr et-Taberî, Abdullah ibn Abbas (r.anhüma)'ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

"Bir ara Resulullah (s.a.v), müşriklerin ileri gelenlerinden olan Utbe b. Rebia, Ebu Cehil b. Hişam ve Abbas b. Muttalib'i İslama davet ettiği bir sırada -zira onların İslama girmeleri hu­susunda fazlaca ilgi gösteriyor ve inanmalarını çok arzuluyordu ki- yürüyerek Resulullah (s.a.v)'e Abdullah ibn Ümmü Mektum denilen kör bir adam geldi. Resulullah (s.a.v) ise müşriklerin ileri gelenlerini İslama davet etmekle meşgul­dü. Abdullah ibn Ümmü Mektum, Resulullah (s.a.v)'e, kendisi için Kur'an'dan bir ayet okumasını isteyerek:

- 'Ey Allah'ın Resulü! Allah'ın sana öğrettiğinden bana da öğret' der ve isteğinde ısrarlı davranır. Resulullah (s.a.v), müş­riklerin ileri gelenlerine anlattığı konunun kesilmesini istemez ve ondan surat asıp yüz çevirir ve onun bu şekilde konuşması­nı hoş karşılamaz. Ve diğerlerine yönelerek kaldığı yerden ko­nuşmasına devam eder. Bunun üzerine Yüce, Allah 'Yanma kör bir kimse geldi diye yüzünü asıp çevirdi' (Abese: 80/1-2) ayetlerini indirir. Onun hakkında bu vahyin inmesinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v) Abdullah ibn Ümmü Mektum'a fazlaca ilgi göstermiş ve onunla konuşmaya yönelerek, 'Bir ihtiyacın var mı? Bir şey istiyor musun?' dedi.

İbn Cerîr derki: "Yüce Allah, kör kimsenin adını, fazla ge­reksinim duymadığından dolayı, üstü kapalı olarak anmıştır. Sanki burada Hz. Peygamber (s.a.v)'in, onun kör olmasından dolayı yüz çevirdiği söylememektedir. Bu davranışın aksine Hz. Peygamber (s.a. v.)'in, kör olan Abdullah'a; sevgi ve şef­kat göstermesi, ona (sıcak bir şekilde) yaklaşması ve ona hoş geldin demesi gerekirdi."[130]

Ayetin iniş sebebinden anlaşıldığı gibi; Resulullah (s.a.v), Kureyş'in ileri gelenlerini İslam'a davet etmekle meşguldü. Bunların peşlerinden gelenler de Müslüman olur ümidiyle, on­ların Müslüman olmasını çok arzuluyordu. Bundan dolayı da Resulullah (s.a.v), yanında bulunan Kureyş'in ileri gelenleriyle meşgul olduğu bir sırada, kör olan Abdullah ibn Ümmü Mektum (r.a) yanma gelerek: 'Ey Allah'ın Resulü! Allah'ın sana öğrettiğinden bana da öğret' dedi. Resulullah (s.av.) ise onun bu isteğine o sırada cevap vermekten kaçındı. Çünkü Resulullah (s.a.v)'e göre; Kureyş'in ileri gelenlerine İslam'ı tebliğ etmesi, bu şahsın isteğinden daha Önemli ve daha bü­yüktü. Bunun üzerine Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'i kı­nadı ve onun için; en üstün olanın ve en iyi olanın, kendisine gelen o kör adamın isteğine cevap vermesi gerektiğini bildirdi.

Fahreddin er-Râzî ise bu konu ile ilgili olarak şöyle der: "Peygamberlerden günahın meydana geleceğini söyleyenler, bu ayeti delil tutarak; Yüce Allah'ın, bu yaptığından dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)'i kınaması, o fiilin masiyet olduğunu gösterir dediler. Bu iddia, gerçekten ve hakikatten uzak ve ku­ru bir iddiadır. Biz, bunun; (önceden) tayin edilmiş bir takdiri ilahi olduğunu daha önce açıklamıştık. Şu kadar var ki; Hz. Peygamber (s.a.v)'in. tek tarafa ilgi göstermesi, zenginleri, fa­kirlere tercih ettiği zanmnı uyandırıyor. Böyle bir davranış ise,

Hz- Peygamber (s.a.v)'in kişiliğine ve yapısına uygun düşmez. Bu taktirde bu davranış, ihtiyatı terk ve daha üstün olanı bı­rakma şeklindeki bir davranış olur ki, bu, suç ve günah anla­mını taşımaz."[131]

İbn Hazm ise, -bu ayete tutunarak Peygamberlerden güna­hın meydana geleceğini söyleyenlere- şöyle cevap vermiştir: 'Yüce Allah'ın, 'Yanına kör bir kimse geldi diye yüzünü asıp çevirdi.' (Abese: 80/1-2) ayetlerine gelince ise; 'Resulullah (s.a.v)'in  yanma  Kureyş'in  bazı  ileri  gelenleri  oturmuştu. Resulullah (s.a.v)'de, onlara, İslam'ı tebliğ ediyordu. Çünkü Resulullah     (s.a.v),     onların     Müslüman     olmasını     çok arzuluyordu.    Zira    bunlar    Müslüman    oldukları    taktirde Kureyş'ten bir çok kimsenin Müslüman olacağını ve böylece İslam Dininin, daha iyi yayılacağını biliyordu. Bunu yanı sıra kendisinin yanında beklemekte olan bu kör kimsenin; kendi­sinden, dini konularda bir şeyler sorduğunda -ona cevap ver­mediği taktirde- onun çekip gitmeyeceğini bildiğinden ve on­dan daha önemli iyi bir işin gitmesinden korktuğundan dolayı onunla    meşgul    olmadı.    Zira    onun    çekip    gitmesinden korkmuyordu. Çünkü o şahıs, mümin bir kimseydi. Biraz daha bekleyebilirdi... Görünüşteki bu tavır, din konusunda yani on­ların Müslüman olmalarının İslam'a daha faydalı olacağı kay-gısmdandı. Kur'an'ın muzaffer olmasındaki bu gayret, sadece işin dış görünüşündeydi. Allah'a daha iyi yaklaşmak gayesiy­le, eğer bugün bizden birisi, Resulullah (s.a.v)'in yaptığını yapsa elbette sevap kazanır. Ama Yüce Allah, Resulullah (s.av.)'i; kendi katında faziletli, iyi ve takvalı olan bu kör kim­senin isteğini kabul etmesi, müşrikleri İslam'a davet etmesin­den daha üstün olmasından dolayı onu kınamıştır. [132]

 

Resululîah (s.a.v)'in Müşriklere Meyletmesine Dair Gelen İkaz:

 

Bu da Yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:

"Az kalsın daha vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman (onların is­tediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (O vakit sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni kommamış olsaydık, az da oha onlar(ın tuzak ve hilelerinje meyledecektin. Ve O zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve ahiret) ha­yatının kat kat azabını ve ölümün de kat kat azabını tattırırdik."[133]

Bu ayeti kerimeler, dış görünüşü itibariyle, Resululîah (s.a.v)'in müşriklerle uyuşmaya dair yaklaştığını ve onlara meylettiğini göstermektedir. Halbuki böyle bir şey, vahyi teb­liğ etme konusunda büyük bir günahtır. Zannedildiği gibi böy­le bir şey, kesinlikle Resululîah (s.a.v)'den meydana gelme­miştir. Zaten bu ayetin inişi hakkında şöyle bir rivayet vardır:

"Taif de bulunan Sakif kabilesi Resululîah (s.a.v)'e gele­rek; 'Araplara karşı övünebileceğimiz üç özelliği bize verme­dikçe senin dinine girmeyiz. Bunlar ise zekat, cihad ve namaz olup bize farz olmayacaktır. Bir de, bizim taptığımız her put, bizim için çok önemlidir. Bundan dolayı taptığımız her put bizce kutsaldır. Putlarımıza üç yıl daha tapmamıza dair izin ver. Buna göre diğer kabilelere vermediğin bu özellikleri bize vermelisin. Eğer Arap kabileleri, sana: 'Niçin onlara (putlarına tapmalarına dair) izin verdin?' derlerse, 'Yüce Allah bana böy­le emretti dersin' dediler. Zira bu kabile, Resululîah (s.a.v)'den istedikleri     bu     özellikleri     kendilerine     vermesini     çok arzuluyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah,

"Az kalsın daha vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. 0 zaman (onların is­tediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (0 vakit sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni korumamış olsaydık, az da olsa onlar(ın tuzak ve hilelerin)e meyledecektin. Ve 0 zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve ahiret) ha­yatının kat kat azabını ve ölümün de kat kat azabını tattırırdık. " (İsra': 17/ 73- 74) ayetlerini indirmiştir.

Görüldüğü gibi bu kabilenin temsilcileri[134], Resululîah (s.a.v)'e bir teklif sundular. Resululîah (s.a.v)'inde bu teklifi kabul etmesini arzuladılar. Ama Resululîah (s.a.v) onların bu tekliflerini kabul etmedi. Çünkü Resululîah (s.a.v), onların ba­tıl isteklerini kabul etmekten ve bozguncu arzularında, onlara uymaktan uzaktır.

İbn Kesîr (rh.a.) konuyla ilgili olarak şöyle der:

"Yüce Allah Resululîah (s.a.v)'i desteklediğini, hak üze­rinde sabit kıldığını, zarar verebilecek kimselerin kötülüğün­den ve azgınların hilesinden koruduğunu ve uzak tuttuğunu, Onun işlerini kendisinin yönettiğini ve Ona yardımı kendisinin üstlendiğini, yarattıklarından hiç bir kimseye Onu bırakmadı­ğını, aksine onu; velisinin, koruyucusunun, yardımcısının, des­tekleyicisinin, galip getiricisinin kendisi olduğunu ve Onun dinini Ona düşmanlık edenlere üstün kılacağını, Ona karşı çı­kıp reddedenlere galip getireceğini, dünyanın doğusunda ve batısında Onu muzaffer kılacağını haber vermektedir."[135]

 

Resulullah (s.a.v)'in, Müşriklere ve Kafirlere Meylettiği Hakkında Gelen İkaz:

 

Bu da Yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:

"Ey Peygamber! Allah'tan sakın (ve takva üzere sebat et) ve kafirler ile münafıklara da itaat etme! Doğrusu Allah, Ha­kim 'dir ve Alim'dir. Rabbinden sana vahyolunana uy! Doğru­su (sana vahyeden) Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır."[136]

Görüldüğü üzere bu ayeti kerimeler, Resulullah (s.a.v)'den bir günahın meydana geldiğini göstermez. Ancak bu ayet, Resulullah (s.a.v)'in şahsında komutanlara, ileri gelen kimse­lere yönelmiş ve özellikle de ümmete yapılmış bir hitaptır. Bu ayetle kast edilen, Resulullah (s,a.v)'in ümmetidir. Bu, tıpkı bir hükümdarın, ordu komutanına: "Düşmanlarına müsamaha gösterme! Onlarla kendi hükmüne Doyun eğdirinceye kadar ve emrine bağlaymcaya kadar savaş! Çocukları, kadınları ve yaşlı kimseleri öldürme! Onların önünde korktuğunu ve çekindiğini açıklama!... şeklinde söylediği söze benzer. Görüldüğü üzere hükümdar, komutanına hitap etmektedir. Komutanla kastedi­len ise, onunla birlikte bulunan askerlerdir. Bu delilde de gö­rüldüğü üzere "hitap" ile kastedilen, Resulullah (s.a.v)'in şah­sında bütün ümmettir. Resulullah (s.a.v)'in şahsı değildir. Za­ten Yüce Allah konuyla ilgili ayetleri, "Allah 'yaptıklarınızdan haberdar olandır" (Ahzab: 33/2) -görüldüğü üzere- hep çoğul siğasıyla bitirmiştir. Bu da, hitabın; Resulullah (s.a.v)'e değil, onun şahsında bütün ümmetedir. Buna bir örnek ise Yüce Al­lah'ın, £y Peygamber! Kadınları boşayacağınızda onları, 'iddetlerini' gözeterek boşayın ve iddeti sayın..." sözüdür. İşte bu da, Resulullah (s.a.v)'in şahsında bütün ümmete yapıl­mış bir hitaptır. Bununla birlikte biz, hitabı sadece Resulullah (sa.v)*e yüklediğimizde dahi onun, kafirlere ve münafıklara itaat etmek suretiyle meylettiğini ve Yüce Allah, ona, onlardan sakınmasını emredinceye kadar masiyet ve günah işlediğini göstermez. Bu söz, sadece bu konuda olanı ispat etmek için söylenmiştir. Zira Yüce Allah, Resulullah (s.a.v)'e, kafirlerin hilesinden ve münafıkların tuzağından sakınmasını emretmiş ve Ona kafirler ile münafıklardan sakınıp onların sözlerine da­larak tuzaklarına düşmemesine dair onların içlerinde gizledik­lerini bildirmiştir.

1. Rivayet edildiğine göre; Ebu Süfyan, İkrime b. Ebi Cehl ve Ebu'l-A'ver es-Sülemi, Resulullah (s.a.v) ile kendileri ara­sında bir anlaşma yapmak üzere Ona gelerek:

-  "İlahlarımıza dil uzatma! Putlara tapan kimselere, onlar, şefaat edecek ve fayda sağlayacak de. Bizde seni Rabbınla baş başa bırakalım demek küstahlığında bulundular. 0 sırada müş­rik olan bu kimselerin bu sözleri, Resulullah (s.a.v)'e ve ora­daki müminlere çok ağır geldi. Bunun üzerine orada hazır bu­lunan Hz. Ömer (r.a):

-  "Ey Allah'ın Resulü! izin ver de şunları öldüreyim!" de­di.

Resulullah (s.a.v):

- "Ben, onlara, teminat verdim ey Ömer!" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a):

-  "Allah'ın gazabı ve laneti ile buradan çıkın" diye onları kovdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v), Hz. Ömer (r.a)'a; bunla­rı, Medine'nin dışına çıkarmasını emretti."[137]

Bu olay üzerine Yüce Allah, bu ayeti kerimeleri indirmiştir.[138]

2. Rivayet edildiğine göre; "(içlerinde Muğire b. Şube ve Şeybe b.  Rebia bulunduğu) Mekke halkından bir topluluk, Medine'ye gelerek Resulullah (s.a.v)'e; "Peygamberlik dava­sından vazgeçtiği taktirde kendisine, mallarının yarısını vere­cekleri" vaadinde bulundular. Bunun üzerine bu ayeti kerime­ler inmiştir.

3. Diğer bir rivayete göre ise: "Medine halkından müna­fıklar ile Yahudilerin; Resulullah (s.a.v)'e, Peygamberlik dava­sından vazgeçmediği taktirde Resulullah (s.a.v)'i öldürme teh­didinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine bu ayeti kerimeler in­miştir. [139]

 

Resulullah (s.a.v)'in, Kendisine indirilende Şüphe Etmesi Hakkında Gelen İkaz:

 

Bu da Yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:

"Sana indirdiklerimiz (Kur'an ayetlerin)den şüphe ediyor­san, senden önce kitabı (Tevratı, İncili ve Zeburu) okuyanlara, (sana indirdiklerimizin doğru olup olmadıklarını) sor! And olsun ki, Rabbinden (indirilen) hak (vahiy), sana gelmiştir. Doğrusu Allah, yaptıklarınızdan haberdardır."[140]

Bu ayeti kerime; Resulullah (s.a.v)'in, kendisine inen va­hiyde şüphe ettiğini göstermemektedir. Bu ayet sadece "takdir etme" ve" farz etme" üslubunda kullanılmış bir ifadedir. Nite­kim böyle bir söz söyleme, olasılığı ve buradaki şüphenin meydana gelmesini olumsuz kılma söz konusu olduğundan dolayı şüphenin takdiri, Arapların adetindendir.

Yine bu, oğluna: "Eğer sen benim oğlumsan, cimri olmaz­sın" sözündeki gibidir. Bu takdire göre ayetin anlamı: "Ey Muhammed! geçmiş Peygamberlerin -mesela Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm gibi- haberlerini sana anlattığımız halde daha hala sen bir şüphe -farz edelim ki veya takdir edelim ki- içindeysen senden önce kitabı yani Tevratı, İncili ve Zeburu okuyan Ehli kitabın alimlerine bunları sor. Çünkü onlar, bu haberleri, sana anlattığımız şekliyle (kesin olarak) bilmektedirler şeklinde ol­maktadır. Bundan maksat, Kur'an'm anlattığı geçmiş kıssaları "bilgi" ile tanıtmaktadır. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.v)'i, şek ve şüphe ile tanıtma değildir. İşte bundan dolayı Abdullah ibn Abbas (r.anhuma):

"Allah'a yemin ederim ki, Resulullah (s.a.v) gözünün u-cuyla bile ne şüphe etmiştir ve ne de Ehli kitaptan hiçbirine bunları sormuştur" der.

Rivayet edildiğine göre; bu ayeti kerime indiğinde Resulullah (s.a.v): "Ne şüphe ediyorum ve ne de (bu konuda) soru sorarım" buyurmuştur.[141]

Cemaleddin el-Kasımî, "Mehasinu't- Te'vil" adlı tefsir kitabında konuyla ilgili olarak şöyle demektedir:

"Bu ayeti kerimeden, Resulullah (s.a.v)'in kendisine inen vahiy konusunda şüphe ettiği anlaşılmaz. Çünkü ayette geçen şart edatının doğruluğu, bu edatın meydana gelmesini gerektirmez. Tıpkı bu, senin: 'Eğer beş tane hanım olsa da eşit şekilde bölünse[142] sözünde anlatmak istediğin gibidir. Bu ayetteki hitabın, Hz. Peygamber (s.a.y)'e yapılmasının anlamın­da yatan gizlilik ise; delilleri çoğaltmak, bu delilleri güçlen­dirmek, kesin bilginin kuvvetini ve nefsin mutmainliğini ve gönlün sükunetini artırmak içindir. Yahut ayetin anlamında yatan gizlilik; -anlatıldığı üzere- anlatılan olayı kuvvetlendir­mek için delil getirmeye daha önceki kitaplarda geçenleri şahit tutma, -üstelik Kur'an, geçmiş kitaplarda bulunanları tasdik etmektedir- yahut Yüce Allah, müşriklere, üstü kapalı olarak Resulullah (s.a.v)'e indirdiği kıssaların doğruluğundaki bilgi­nin sağlamlığını tanıtmaktadır... Bir rivayete göre ise ayette geçen hitap, Resulullah (s.a.v)'e olup fakat onun dışındakiler yani ümmeti kastedilmiştir. Tıpkı bu, 'Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!' deyimindeki meşhur darb-ı mesel gibidir. Buna göre anlam: 'Hz. Peygamber'in lisânı üzere, sana indir­diğimiz de şüphe eden Ey bu ayeti işiten kimse!' şeklinde ol­maktadır. Bunu, Yüce Allah'ın, '(Ey Muhammedi): 'Ey insan­lar! Benim dinimden şüphede iseniz bilin ki, ben, Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam.'de.'(Yûnus: 10/104) ayeti des­teklemektedir."[143]

 

Resulullah (s.a.v)'in, Müşriklerin İman Etmeleri İçin Mucize Getirmesi Hakkında Gelen İkaz:

 

Bu da Yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:

"Eğer onların (küfürde direnip İslamı kabul etmeyişleri) sana ağır geliyorsa, kendi kendine yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven dayayıp da onlara bambaş­ka bir mucize getirebüirsen, (hiç durma.) Eğer Allah dileseydi elbette onların hepsini, hidayeti (seçecek bir durum) üzerinde toplardı. 0 halde sakın (bu gerçeği bilmeyen ve bunun farkına varamayan) bilgisizlerden olma."[144]

Bu ayeti kerime, Resulullah (s.a.v)'in günah işlediğini gös­termemektedir. Sadece Yüce Allah, Resulullah (s.a.v)'i -yukarıda geçen ayette- ikaz edip uyarmaktadır. Bu, yalnızca bu konuda olanı ispatlamak için söylenmiş bir sözdür. Zira Yüce Allah, burada, Resulullah (s.a.v)'i, müşriklerin yalanlamaları ile ilgili kendisinde meydana gelen üzüntüyü gidermeyi ve müşriklerin içlerinde gizledikleri hakikati Ona bildirmeyi is­temektedir. Buna göre eğer Allah'ın elçisi olan Hz. Muham-med (s.a.v), onlara bütün mucizeleri getirse bile onlar, elem verici bir azabı görmedikçe yine de iman etmezler.

Abdullah ibn Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v) bütün insanların iman etmelerini ve insan­ların hidayet üzere kendisine tabi olmalarını arzulamaktaydı. Bunun üzerine Yüce Allah, Ona, ancak birinci ayette -yani an­latmaya çalıştığımız bu ayet- kendilerinden memnun olduğu kimseler hakkında Allah'tan bir söz sadır olanların iman ede­ceğini haber vermiştir."[145] İşte bundan dolayı Yüce Allah, bu ayetin ardından şöyle buyurmuştur:

"Ancak (senin davetini kalpleriyle işitip) kulak verenler (bu) daveti kabul ederler. (Kafirler ise işitmezler ve davetini kabul etmezler. Kalpleri) ölmüş olan kimselerin (kalplerini ancak) Allah diriltir..."[146]

Ayette "ölüm" ile kastedilen; iman etmeyen kafirler ile Resulullah (s.a.v)'in getirdiği Hakk Daveti kabul etmeyen kim­selerdir.

Bu ayeti kerimede; eğer Resulullah (s.a.v), müşriklerin iman etmeleri için yerin altındaki derinliklerden ve göğün üs­tündeki yüksekliklerden mucizeler -getirmeye gücü yetseydi, onlara olan şefkatinden ve onların iman etmelerini ümit etti­ğinden dolayı mucizeleri getirmesinde ve kavminin Müslüman olmasını çok arzu etmesindeki göstergeyi gizlememe vardır. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman ederler! İçinizden, size; sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, iman edenlere şefkatli ve merhametli bir Peygamber gelmiştir."[147]

 

Resulullah (s.a.v)'in, Yanında Bulunan Müminleri Kovmaması Hakkında Gelen İkaz

 

Bu da, Yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:

"Sabah ve akşam Rablerine; sırf O 'nun rızasını dileyerek (ihlaslı bir şekilde) dua edenleri (yanından) kovma! Onların hesaplarından (günahlarından) sana hiçbir şey yoktur. Senin hesabından da onlara bir şey yoktur. Ki onları kovarsın da, zalimlerden mi olasın. "[148]

Bu ayeti kerimede; Resulullah (s.a.v)'i, Kureyşli kafirlere uyup musta'zaf müminleri kovma hususunda bir sakındırma vardır...

Yine bu ayet; Resulullah (s.a.v)'in, musta'zaf müminleri fiili olarak kovduğuna delalet etmemektedir. Buradaki "kov­ma" tabiri, sadece müşriklerin, Resulullah (s.a.v)'e sundukları bir   tekliften   ibarettir.   Bu   teklif  üzerine   Yüce Allah'tan, Resulullah (s.a.v)'e, bir ikaz gelmiştir. Böyle bir şeye teşebbüs ettiğinden dolayı da, O, bu davranıştan sakındınlmıştır.

İbn Cerîr et-Taberî, Abdullah ibn Mes'ud (r.anh)'in şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

"Kureyş'in ileri gelenleri, Resulullah (s.a.v)'e uğramışlardı. 0 sırada Hz. Peygamber (s.a.v)'in yanında Müslümanların za­yıf ve fakirlerinden olan Süheyb, Habbab, Bilal, Ammar ve başkaları bulunuyordu. Bunun üzerine müşrikler, 'Sen, kav­minden vazgeçerek bunları mı kavmine tercih ettin? Biz, bun­lara mı tabi olacağız? Onları yanından kov... Belki o zaman onları kovarsan, biz sana uyarız...' deyince, Hz. Peygamber (s.a.v):

-  'Ben, müminleri kovan bir kimse değilim' dedi. Bu sefer onlar:

-  (0 halde biz geldiğimizde onları yanından kaldır; biz kal­kıp gittiğimizde ise istersen onları yanında oturt...' deyince, Hz. Peygamber (s.a.v), onların iman etmelerini ümit ederek:

-  'Olur' dedi.

Rivayet olunduğuna göre; Hz. Ömer (r.anh), Hz. Peygam­ber (s.a.v)'e; (bir yapsan da, böylece baksak nasıl olacaklar!...' dedi. Sonra Kureyşliler bu hususta ısrar edip Hz. Peygamber

(s.a.v)'e:

-  'Bu konuda bizim için bir yazı yazsan...' dediklerinde, Hz. Peygamber (s.a.v); bunu yazması için bir kağıt ile beraber Hz. Ali (r. anh)'ı çağırtır... İşte bunun üzerine,

'Sabah ve akşam Rablerine; sırf O 'nun rızasını dileyerek dua edenleri kovma!...' (Enam: 7/52) ayeti iner... Bunun üze­rine Hz. Peygamber (sav) o kağıdı fırlatıp atar. Hz. Ömer (r.anh)'da, bu sözünden dolayı Hz. Peygamber(sav)'e gelerek özür beyan eder. İşte bu sebeple, Hz. Selman ile Hz. Habbab: 'Bu ayet, bizim hakkımızda indi' dediler."[149]

Ayetin iniş sebebi bilindiği zaman, olay daha iyi açıklana­caktır. Şöyle ki: Resulullah (sav), yanında bulunan zayıf ve fakir müminleri kovmadı. Sadece bu teklifi sunan müşriklerin kalplerini İslam'a ısındırmak için; onlar, Resulullah (sav)'in yanına geldiğinde bu müminleri meclisinden uzaklaştırmaya yöneldi. Böylece onların iman etmesini sağlayacaktı. Bunun üzerine Yüce Allah, Resulullah (sav)'i, böyle bir uygulamadan menetmiş ve Ona, musta'zaf ve fakir olan müminleri, mecli­sinde ve özel yerinde bulundurmasını, müşrikler geldiğinde onları kaldırıp başka bir yere göndermemesini emretmiştir. Nitekim Yüce Allah, Kehf Sûresinde konuyla ilgili olarak şöy­le buyurmaktadır:

"Sabah, akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na dua e-denîere beraber sende sabret, dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendi­sine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye tabi olma!"[150]

 

Resulullah (s.a.v) in Geçmiş ve Gelecek Günahlarının Bağışlanması Hakkında:

 

Bu da, Yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:

"(Ey Peygamber!) Biz sana apaçık bir fetih (zafer) ihsan ettik. Böylece Allah, (bu fethi sana kolaylaştırmak suretiyle) senin geçmiş ve gelecek olan günahlarını bağışlayıp ve (dinini yüceltmek ve senin vasıtanla ülkeleri fethetmek suretiyle dünya ve ahirette) sana olan nimetini tamamlayarak seni dosdoğru yola eriştirir.[151]

Hafız İbn Kesîr (rh.a) derki: "Yüce Allah'ın, 'Biz sana a-paçık bir fetih ihsan ettik' (Feth: 48/1) ayetinde geçen fetihten maksat, (Mekkeli müşriklerle yapılan) Hudeybiye barış anlaş­masıdır. Çünkü bu barış anlaşmasıyla; büyük hayırlar baş gös­termiş, insanlar güvenlik içerisinde yaşamışlar; birbirleriyle bir araya gelerek mümin bir kimse kafirle konuşmuş, faydalı bilgi ve iman daha da yaygınlık kazanmıştır."[152]

İbn Kayyım el-Cevziyye (rh.a), bu anlaşma ile ilgili olarak şöyle der:

"Bu anlaşma, onun sebeplerini yaratan Şanı Yüce olan Al­lah'tan başka kimsenin kavrayamayacağı kadar büyük ve yüce bir anlaşma olup, hikmetinin ve övgüsünün gerektirdiği şekil­de gayesi de gerçekleşmiştir. İşte bu gayelerden birisi: Bu anlaşma; Allah'ın, peygamberine ve onun ordusuna üstünlükler verdiği, insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiği büyük Mekke fethinin öncesinde adeta bir başlangıçtır. Bu anlaşma, Hz. Peygamber (s.a.v)'e; bir kapı, bir anahtar, önündekini ilan edici tellaldır. İşte Allah'ın büyük olaylardaki Sünnetullahı budur ki; kader ve şeriat olarak fetih öncesinde bir mukaddime (giriş), bir işaret, bir ilan, bir gösterge olarak haber veren hü­kümlerdir.

İkincisi: Bizzat bu anlaşma, en büyük fetihlerden birisidir. Çünkü insanlar birbirlerine karşı güvence duymuş, Müslüman-kafir birbirine karışmış, onlara din davetine başlayıp Kur'an-ı onlara daha iyi duyurmuşlardır. Müminler, güven içerisinde müşriklerle açıkça İslam'ı tartışmışlardır. İçlerinde İslam'ı giz­leyenler açığa çıkarmışlardır. Bu anlaşma müddetince Allah'ın dilediği kadar çok sayıda insan İslam'a girmiştir. İşte Şanı Yüce Allah bunun için bu anlaşmaya, 'Feth-i Miibin' (apaçık bir fetih) adım vermiştir"[153]

Müşriklerle yapılan sulhta Allah bunun iç yüzünü açınca-ya kadar kapalı ve çevrili kaldı. Onun açılma sebeplerinden biri; Hz. Peygamber (s.a.v) ve Ashabının Beytullah'tan men edilmeleridir. Bu anlaşma, görünüşe bakılırsa Müslümanlar için bir zulüm meselesi, aslında ise bir izzet, fetih ve zaferdi.

Ayeti kerimede geçen "günah" ifadesine gelince ise, bu­nunla; "Resulullah (s.a.v)'in en üstün oîanı ve evla olanı terk etmesi" anlaşılmaktadır.

Ebu's-Suud; "Yüce Allah'ın, 'Geçmiş ve gelecek günahla­rını' (Fetih: 48/2) ayetini; evla olanı terk etmenden dolayı sen­den sadır olanların hepsinde (geçmiş ve gelecek bütün günah­larını bağışlamıştır) şeklinde tefsir etmiştir ve Yüce Allah'ın, ayette geçen 'günah' ifadesini, 'zenb' diye isimlendirmesi; Resulullah (s.a.v)'in makamının ve derecesinin yüceliğine nis­petten dolayıdır."

" Prof. Dr. el-Hicazî, "Furkan Tefsiri" adlı kitabında[154] bu kelimeyle ilgili olarak şöyle der:

"Ayette geçen  'geçmiş günahlardan'  maksat;  Hz.  Pe y-gamber (s.a.v)'in kendi makamına nispetle evla olanın aksine dair işlemiş olduğu işlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v), günah i ştemekten ve Rabbine isyan etmekten münezzehtir. Onun işi e-diği ve makamına yaraşmayan bazı   'zelleler'; 'Ebrar'm (iyi kulların) hasenatı (iyilikleri), mukarreblerin (Allah'a en yakın olan kulların) scyyiatı (kötülükleri) mesabesindedir' türünden bazı davranışlardır. Bazı kimseler demişlerdir ki: 'Ayeti ker i-mede geçen 'günah' ifadesinden maksat; her ne kadar hakikat­te günah değilse de, Peygamber efendimizin yüce nazarında günah  olarak  kabul  edilen  davranışlardır.  Ayeti  kerimede 'zenbike' şeklinde kullanılan izafet tamlaması da herhalde bu anlama işaret etmektedir."[155]

 

Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'e Yapmasını Emrettiği Bir Şeyi Yapmaktan Kaçınması Hakkında Gelen

İkaz:

 

Bu da, Yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:

"Hani sen, Allah 'in kendisine (en büyük nimeti olan İslam ile) nimet verdiği ve (kölelikten azad ederek evlatlık edinip da-ha sonra da onun efendisi olduğunu belirtip veli edinmekle) seninde nimetlendirdiğin kimseye (olan Zeyd b. Harise)ye, eşin (Zeyneb bint. Cahş)'ı tut ve Allah'tan kork (onu boşama) diyordun, Allah'ın, (Zeyd onu boşayacak olursa, onu nikahla­yacağın şeklinde) açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor ve insanlar (in, evlatlığının eski hanımını nikahladı diyecekle­rinden korkuyordun. Halbuki en çok Allah'tan korkman gerekirdi. Nihayet Zeyd'in onunla bir (evlilik) bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik. Böylece evlatlıkların, eşleriyle bir (ev­lilik) bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda müminle­re bir vebal olmadığı bilinsin. Buna binaen Allah'ın emri yeri­ne getirilmiştir."[156]

Kalplerinde hastalık bulunan bir takım imanı zayıf kimseler, bu konuda; Resulullah (s.a.v)'in azatlı kölesi ve oğulluğu olan Zeyd b. Harise'nin eski hanımı olan Zeyneb bint. Cahş'm Hz. Peygamber (s.a.v) ile evliliği etrafında bazı şüpheler yaymayı ve Resuluîlah (s.a.v)'in masum iyetliği etrafında fırtınalar koparmayı uygun gördüler. Kalplerinde hastalık bulunan bu kimseler; Hz. Muhammed (s.a.v)'in, Zeyneb bint. Cahş'ı gö r-müş, ona aşık olmuş, sonrada ona olan aşkını kalbine gömmüş, fakat daha sonra başka çaresi kalmayınca aşkını açığa vurmuş, Zeyneb'e ilgi duymuş, Zeyd'de onu boş amış ve ardından onun­la Resuluîlah (s.a.v) evlenmiş... şeklinde ifadeler kullanarak bunları iddia etmişlerdir.

Bazı iftiracılar ortaya çok kötü iftira atmış lardır ki bu iddi­alar şunlardır: "Hz. Peygamber (s.a.v), Zeyd'in, evde bulun­madığı bir gün onun evine uğramış,  0 sırada Zeyd'in eşi Zeyneb'i görmüş, bunun üzerine peygamberin onu görmesiyle kalbinde ona karşı bir sevgi meydana gelmiş ve: "Kalpleri döndüren   Allah'ı   teşbih   ederim"   demiş. Bunun   üzerine Zeyneb, Resuluîlah (s.a.v)'in bu teşbihini işitmiş vebunu kocası Zeyd'e anlatmış. Bunun üzerine Zeyd'in kalbinde Zeyneb'i boşamaya    dair    bir    düşünce    meydana    gelmiş,    nihayet Resuluîlah (s.a.v), onunla evlenmiş... Oryantalistler[157] ve on­lara benzemeye çalışan onların yerli işbirlikçisi Müslümanlar; bu olayı dillerine dolamaktalar, içine daldıkça dalmaktalar ve bu olayı kafalarında hayallendip ek ilavelerde de bulunmaktadırlar. Bu tip düşünceye sahip kimseler; -kendilerinin düşünce yapılarını, ahlaki durumlarını ve içine düştükleri hataları gö r-medikleri halde- başkalarının namusu, iffeti, şerefi vb. konu­larda derinlemesine konuşmayı kendilerine mubah ve serbest görmektedirler. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında ileri-geri konuşmaktalar ve Hz. Peygamber (s.a.v)'i, bir çok insanla­rın tasvir edemeyeceği bir biçimde tasvir etmektedirler. Onla­rın bu konudaki dayanakları, tefsir kitaplarına sokuşturulmuş ve serpilmiş İsrailî rivayetlerdir. Tefsir, tarih vb. kitaplarda bulunan bu çeşit rivayetler, bu konuda Sahîh ve doğru olm a-yan batıl riv ayetlerdir.

Ebu Bekr İbnü'l Arabî, bu konuda şöyle der: "İbn Ebi Ha-tim'in, Süddi yoluyla rivayet ettiği bu olayın tafsilatı şu seki1dedir:

"(Süddi derki:) Bize ulaştığına göre; bu ayet, Zeyneb bint. Cahş hakkında inmiştir. Zeyneb'in annesi, Resulullah (s.a.v)'in halası Ümeyye bint.  Abdulmuttalib'dir... Resulullah (s.a.v), Zeyneb'e taüb oldu. Zeyneb ise Resulullah (s.a.v)'in, kendi şahsı için talib olduğunu zannetmişti. Fakat kendisini, Zeyd adına istediğini anlayınca, bundan hoşnut olmadı ve Zeyd ile evlenmek istemedi. Daha sonra bu evliliği Resulullah (s.a.v) tertiplediği için, Zeyd ile evlenmeye razı oldu ve onunla ev­lendi. (Çünkü Allah ve Resulü, herhangi bir hususta hüküm verdikleri taktirde inanan erkekler ile inanan kadınların bu hükme herhangi bir şekilde karşı gelmeleri doğru değil dir. Üs­telik buna haklan da yoktur.  Böyle  yapmaları kendilerine yaraşmaz. Zira Resulullah (s.a.v), müminlere kendi nefislerin­den daha yakındır. Müminlerin, Onu, kendi nefislerinden daha üstün tutmaları gerekir. Çünkü 0, müminlere karşı çok merh a-metli ve şefkatli olup onlara düşkündür. Allah ve Resulü'nün emrine aykırı bir işi tercih eden kimse isyankar olmuş, sapıkl ı-ğa düşmüştür. 0 büyük bir günaha müstahak olmuştur) Şanı Yüce Allah, peygamberine; Zeyd'in, karısı Zeyneb'i boşayac a-ğı ve kendisinin de, Allah'ın emri üzerine onunla evleneceğini bildirmiştir. Resulullah (s.a.v) ise bunu, içinde gizliyordu. Çünkü 0, Zeyd'e, karısını boşamasını emretmekten haya ed i-yordu. Tam bu sıralarda Zeyd, Zeyneb'in huysuzluğundan ve kendisine itaat etmediğinden dolayı Peygamber efendimize gelerek karısı Zeyneb'i Ona şikayette bulunduğunda ve karısını boşamak istediğini bildirdiğinde, Hz. Peygamber (s.a.v) iyilik tavsiye etme bakımından Zeyd'e:

-  'Sen, bu sözü söylerken Allah'a karşı gelmekten s akın ve karını nikahın altında tut.' dedi. Hz. Peygamber (s.a.v), ona böyle  söylerken,  Zeyd'in  ondan ayrılacağını  ve kendisinin Zeyneb   ile   evleneceğini   biliyordu.    Fakat   bunu,    içinde gizliyordu. Buna rağmen Zeyd'in, karısı Zeyneb'i boşamasını da istemiyordu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), münafıkların:

-  'Muhammed, oğulluğu olan Zeyd'in boşadığı Zeyneb ile evlendi' şeklindeki kınamalarından korkmaktaydı. İşte Yüce Allah'ın,

'Allah ve peygamberi, bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin erkek ve gerekse mümin bir kadın için artık (bu) işe aykırı olacak işlerinde, onlar için seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse, muhakkak ki 0 (kimse) apaçık bir sapıklıkla yolunu sapılmıştır.' (Ahzab: 33/36) ayeti kerimesi, bu olay hakkında inmiştir."[158]

Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin (rh.a) bu konuyla ilgili olarak şöyle der: "Allah, peygamberine; (Zeyd'in karısı) Zeyneb ile evlenmezden önce (Zeyd'in onu boşayıp) onunla evleneceğini bildirmiştir. Zeyd,

Zeyneb'in (huysuzluğundan ve kendisine itaat etmediği fi­den dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelerek) şikayette bulun­duğunda (ve onu boşamak istediğini bildirdiğinde) Hz. Pe y-gamber (s.a.v), ona: '(Sen, bu sözü söylerken), Allah'a karşı gelmekten sakın ve kannı nikahın altında tut' demiştir. (Zira Hz. Peygamber (s.a.v), Zeyd'in, onu boşayacağını ve onun la kendisinin evleneceğini biliyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) bunu içinde saklıyordu. Çünkü bu konuda münafıkların vb. kimselerin kınamalarından korkmaktaydı. 'Bundan böyle e v-latlıklann, kadınlarıyla bir bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda müminlere bir vebal olmadığı bilinsin' (Ahzab: 33/37) mealindeki ayetten dolayı Allah'ın kendisine mubah kıldığı bir hususta insanlardan çekindiği için) Yüce Allah, Hz. peygamber (s.a.v)'i kınamış ve ona şöyle buyurmuştur:

'Seni, onunla evlendireceğime dair sana haber verdiğim halde, sen daha hala Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyorsun."[159]

İftiracıların iddia ettiği gibi, Resulullah (s.a.v)'in içinde sakladığı husus; Zeynebe olan aşkı değil, Allah'ın Ona haber vermiş olduğu Zeyneb ile evlenme işiydi. Yüce Allah'ın, Resulullah (sav)'e, Zeyneb ile evleneceğine dair işi, kendisine bildirdiği halde, bunu, içinde saklaması, Allah'ın yüce hilem e-tindendir. Bu ise, cahiliyyet dönemindeki Araplar arasında meşhur ve örf olarak yürürlükteki bir ilke (olan kişinin kendi evlatlığının boşadığı kadınla evlenme yasağının hükmünü) g e-çersiz kılmak içindi. Fakat Resulullah (s.av.), bu hareketiyle, münafıkların; "Muhammed, oğulluğu olan Zeyd'in boşadığı karısıyla evlendi" şeklindeki söylentilerinden ve dedikodul a-nndan çekinmekteydi. Çünkü Zeyd, insanlar arasında daha hala "Zeyd b. Muhammed = Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağın İmaktaydı.

Prof. Dr. el-Hicazî, "Furkan Tefsiri" adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

"Bazı tefsir kitaplarında büyük alimlere nispet edilen bir­takım uygunsuz sözler yer alması, gerçekten esef vericidir. A1lah bilir ki, O büyük alimler bu sözleri söylemekten uzaktırlar. Olsa olsa bu gibi haberler, İsrailiyyat zehirlerinden başka bir şey değildir.

Bu haberleri, İslam'ı kabul eden bazı Yahudi alimleri, ge­rek iyi niyetten ve gerek kötü niyetten dolayı tefsir k itaplarına yerleştirmişlerdir. Bu tefsir kitaplarında, yaratıkların en sere f-lisi ve bütün insanların yüksek ve sadakat sahibi bir kimse o I-duğuna tanıklık ettikleri Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında kul­lanılan bu sözler, adi bir kimseye bile yakışmayacak ifadele ir­dir...

Zeyneb'in Zeyd ile evlenme tarihine ve içinde bulunduğu ortama basit nazarlarla baktığımızda şu inanca varırız: 'Zeyd 'in, Zeynep ile geçinemeyişinin nedeni, sosyal durumları ba­kımından aralarında büyük bir mesafenin bulunmasından d o-Iayıdır. Çünkü Zeynep, şerefli ve as aletli bir kadın. Zeyd ise daha düne kadar köle olan bir kimseydi. Yüce Allah, Zeyneb'i, Zeyd ile evlendirmek suretiyle onu imtihan etmek, kabilecilik asabiyetinin temellerini yıkmak, cahiliyyetra şeref ve ün k a-zanmak gibi Aristokrat tabakaya ait olan düşünceleri ortadan kaldırmak, şerefin İslam da ve takvada olduğunu bildirmek istedi. Zeynep, bu ilahi emre istemeyerek boyun eğdi. Vücudunu, Zeyd'e teslim etti. Lakin ruhunu ve gönlünü ona vere­medi. Böyle olunca da kendisini sıkıntı ve elemden kurtaramadı.

Resulullah (s.a.v), Zeyneb'i küçüklüğünden itibaren tanı r-dı. Çünkü 0, halasının kızıydı. Eğer Resulullah (s.a.v) onunla evlenmek isteseydi, rahatlıkla evlenir ve b unu Ondan men e-debilecek bir kimsede yoktur? Nasıl olurda bir kimse, bakire bir kadınını bir başkasına takdim eder. 0 adam da o kadınla evlenip boşandıktan ve kadm dul hale geldikten sonra nasıl ilgi duyar?!!

Bu mümkün değildir. Böylece bir duşunca gerçeğ e uygun değildir.  Söylediklerinizi  iyi  düşünün  ve  akıllıca konuşun.

Hiçbir karışıklığa meydan vermeden, hiç leke sürmeden hakkı, sırf hak olduğu için anlayıp kavrarlar. Bakınız bazıları da neler söylüyorlar: 'Muhammed, Zeyneb'e olan aşkını gizlediği için Allah tarafından kınanmış!' Kişi, komşusunun karısına olan aşkını ve sevgisini gönlünün derinliklerine gizleyip açığa ç ı-karmadıkça hiç kınanır mı?!

Ama gerçek olan şu ki; Zeyneb ile Zeyd'in evlenmesi, Zeyneb ile kardeşini imtihan etmek içindi. Çünkü Cenab-ı Al­lah, Zeyneb'i, Zeyd'i kocalığa kabul etmeye zorlamıştı. Bu e v-lilik, sonunda Resulullah (s.a.v) için çok zorlu bir imtihan ol­du. Çünkü Zeyneb, henüz Zeyd'in nikahı altındayken bile bu evliliğin, ne şekilde sonuçlanacağım biliyordu. Ve bu esnada Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'e, Zeynep ile evlenmesini emre­diyordu...

Kur'ân-ı Kerîm'in  de  ifade  ettiği gibi; Hz.  Peygamber (s.a.v)'in,   Zeyneb  ile   olan  evliliğindeki  hikmetin  sebebi; cahiliyyet devrinde Araplar arasında meşhur ve örfi y ürürlükte olan bir ilkeyi yani kişinin kendi evlatlıklarının boşadıkları kadınlarla evlenme yasağım yıkmak idi. Cahiliyyet döneminde üvey baba konumunda bulunan kimse, evlatlıklarının karılarım kendi neseplerinden olan öz oğullarının karıları gibi kabul ed i-yorlardı.  Bu adet,  cahiliyyet dönemini yaşayan kimselerin kalplerine iyice yerleşmişti. Bu adet ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in ve de azatlı kölesi Zeyd b. Harise'nin elleriyle yıkıl a-bilirdi ve yıkıldı da. Zira Yüce Allah, bu konuda şöyle buyu r-maktadır: 'Bundan böyle evlatlıklarının, kadınlarıyla bir bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda müminlere bir vebal olmadığı bilinsin...' (Ahzab: 33/37)

Hz. Peygamber (s.a.v) kendi içinde gizlediği bu z orunlu evlenme, Ona eziyet veriyordu. Bu sebeple de Allah'ın kend i-sine verdiği Zeyneb ile evlenme işini gerçekleştirmeyi gecikti­riyordu. Çünkü öteden beri yerleşmiş olan bid'ati -yani evlatlık edinme ve evlatlıkların boşadıkları kadınlarla evlenmeme ad etini- yıkacaktı. Bu adeti yıktığım gören insanlar, özellikle de münafıklar büyük bir gürültü çıkaracaklardı."[160]

Derim ki: Ayeti kerime bu konuda açıkt ir. Buna göre ayet­te de zikredildiği şekilde Allah, Resulullah (s.a.v)'in içinde gizlemiş olduğu azatlı kölesi Zeyd'in kansı olan Zeyneb ile evlenme işini yakın bir zamanda açığa vuracaktı. Zira Yüce Allah'ın, "Allah 'in açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyordun. " (Ahzab: 33/37) ayetinde geçen ile de bu anlatılmaktadır. Çün­kü Yüce Allah'ın açığa vuracağı şey nedir? Allah, Resulullah (s.a.v)'in, Zeyneb'e olan aşkını mı açığa vuracak? Hayır! H a-yır! Bunların aksine Yüce Allah, Zeyneb ile evleneceğine dair daha önceden Resulullah (s.a.v)'e bildirdiği emri açığa vuracaktı. Çünkü Allah, Resulullah (s.a.v)'in kısa bir müddet sonra Zeyneb ile evleneceğine dair bilgiyi kendisine iletmiştir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce olan Allah bu şeyi Resulullah (s.a.v)'in içinde gizlediği bir şey olarak açıklamıştır. Bunu da, Yüce Allah, şu ayetiyle güzel bir şekilde şöyle açıklamıştır:.

"Nihayet Zeyd'in, onunla bir bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik" (Ahzab: 33/37) İşte böylece gönderilmişlerin efendisi olan Resulullah (s.a.v)'in masumiyetliğini gösteren kesin kanıtlar ile parlak deliller karşısında, Hz. Peygamber (s.a.v)'e yalan iftiralarda bulunan iftiracıların iddiaları boşa çıkarılmakta ve geçersiz kılmmakt adır. Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. [161]

 

 



[1] 'En'âm: 6/90.

[2] Ahzâb: 33/21.

[3] Sâd: 38/47 (Bu ve benzeri ayeti kerimelerde de görüldüğü üzere, Peygamberler ile onunla birlikte iman eden kimselerde, güzel örnekler vardır. Zira bunlar (Sâd: 38/47)de d.e geçtiği üzere, seçkin ve iyi kimselerdirler. İşte tüm bu anlatılanlar, Müslüman bir kimsenin, onlara uymasını ve onları, güzel bir örnek ve model edil­mesini zorunlu kılmaktadır. Zira insanlık için bir meşale ve bir ışık konumunda olan bu kimseler, örnek alınmadığında o zaman- algınlığın, küfrün ve tağutluğun meşalesini taşıyanların örnek alınması güıdeme gelir ki, bu da insanlığın kurtuluşu için bir felaket olur. Bundan kurtulmanın tek yolu ise, Peygamberler ile onlarla birlikte iman eden kimselerin örnek alınmasıdır. Çünkü Yüce Allah, onları, bize, ömek olarak göstermektedir. Bu örneklik ise sadece bazı konularda olmayıp her konudadır, (ç)

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 103.

[4] Hûd: 11/43.

[5] Yûsuf: 12/32.

[6] Buharî, İman 17; Müslim, İman 36 (22). Buharî ile Müslim, bu hadisi, Abdullah ıbn Ömer'den rivayet etmiştir.

[7] Bu hadis için b.k.z: Mu vatta, Kader 12; Hakim, Müstedrek; Beyhaki, Sünen Suyu ti, CamiuVSağir, H. No: 175; Hadis, İbn Ömer'den riayet edimiştir Suyutİ'nin ifadesine göre hadîs, sahihtir, (ç).

[8] Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verilip de sahabesine ve ümmetine verilmeyen bazı özd-likler vardır ki, bunlar, naslar ile sabittir. Mesela: Teheccüd namazının, Hz. Py-gamber (s.a.v)'e farz kılınması (Müzemmil: 73/2-4); Kendi zamanda, zekatın, Hz. Peygamber (s.a.v) ve onun Ehli beyti tarafından kabul edilmeyip sadakanın kabul edilişi. Dörtten fazla evlilik yapabilmesi (Ahzâb: 33/50-52) gibi. Resulullah (s,a.v)'in evlilik yaptığı müminlerin anneleri ise şunlardır:

1. Hatice bİnt. Huveylid (r. anha)

2. Şevde bint. Zem'a (r. anha)

3. Ayşe bint. Ebu Bekr (r. anha)

4. Hafsa biat. Ömer (r. anha)

5. Zeynep bint. Cahş (r. anha)

6. Zeynep bint. Huzeyme (r. anha)

7. Ümmü Seleme bint. Ebu Ümeyye (r. anha)

8. Ümmü Habibe bint. Ebu Süfyan (r. anha)

9. Meymune bint. Haris (r. anha)

10. Cüveyriye bİnt. Haris (r. anha)

11. Safiyye bint. Huyey (r. anha) (ç)

[9] Bu kitabın yazan, faziletli üstad Abdurrahman Habenneke'dir. Kendisi Ümmü'I Kura Üniversitesi şeriat fakültesinde İslami Araştırmalar Fakültesinde öğretim gö-revlisi. Bu kitap, İslam akidesi konusunda yazılmış nefis bir kİtaptr. Allah, yazarı başarılı kilsin.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 104-108.

[10] Yüce Allah, peygamberine nİmetuıi tamamlamasına dair şöyle buyurmaktadır: "Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetini tamamladım ve size din olarak İslami seçtim." (Mâide: 5/3). (ç).

[11] ibn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, 1/194.

[12] Buharî, Hacc 42, Meoakibu'l-Ensar 25; Müslim, Hayz 76, 77 (340); Müsned, 3/ 295, 310, Bu hadis, Cabir b. Abdullah'tan rivayet edilmiştir, (ç).

[13] Süheylî, Ravdu'1-Unf, 2/ 180.

[14] Bu rivayetlerinde gösterdiği gibi, Hz. Peygamber (s.a. v.), tezi uygun olmayan davranışlarda bulunmaya kalkışmış. Fakat anında müdahale yapılmış ve bu dava-nışları yapmaktan vazgeçmiş ve davranışlarında ısrar etmemiştir. Kısacası; bu oly-lar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in masumiyetine zarar verebilecek nitelikte değildir. Bu konu, ileride daha geniş açıklanacaktır, (ç).

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 108-110.

[15] Taha: 20/39.

[16] Sâd: 38/47

[17] Ustad Abdurrahman Habenneke, el-Akidetül-İslamiyye, s. 116.

[18] Kuıtubî, et-Câmiu li Ahkâmil-Kur an, İ/308.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 111-115.

[19] Hadîd: 57/28.

[20] Hz. Ömer (r, anh), olayları anlamada, çare bulmada takp edilen geliş me netice­sine göre; isabetli hedeflerin tahmin ve tespitinde fevkalade kabiliyet ve sezgiye sahipti. Resulullah (s.a.v), onun bu yönünü şöyle ifade etmekedir:

"Sizden Önceki ümmetlerde muhaddesler (= ilhama mazhar olanlar) vardı. (Bunlar, Peygamber olmadıkları halde hakkı dile getirirlerdi). Eğer ümmetimde bunlardan biri varsa, O da, Ömer' dir." (Buharı). Hz. Ömer (r.anh), gerek Resulullah (s.a.v)'in sağlığın da ve gerekse vefatından sonra çok isabetli teşhislerde bulunmuş ve doğru kararla- vermiştir... Rivayetlerde; Hz.Ömer (R.anh.)'ın şu doğru tespitleri, vahyin inmesine de sebep olmuştur;

1. Hz. İbrahim (a.s)'ın makamının namazgah edinmesini istemesi üzerine (Bakara: 2/125) ayeti inmiştir.

2. Hz.  Peygamber (s.a.v)'in hanımlarının  örtünmeleriri istemesi üzeri-ne(Ahzâb: 33/ 59) ayeti inmiştir.

3. Resulullah (s.a.v)'in hanımlarının kıskançlık etmeleri üzerine Hz. P<y-gamber (s.a.v)'in onları boşadığı takdirde Yüce Allah'ın, kendilerinin y-rine O'na güzel kadınlar vereceğini söylemesi üzerine (Tahrîm: 66/5) ayeti inmiştir.

4. İçkinİn yasaklanmasını istemesi üzerine (Mâide: 5/90-91) ayetleri in­miştir.

5. Bedir savaşında esir edilen müşriklerin öldürülmesini istemesi ücrine (Enfal: 8/67-68) ayetleri inmiştir.

6. Münafıkların reisi Abdullah b.  Übey'in cenaze namazını, Resulullah (s.a.v)'e kılmamasını söylemesi üzerine (Tevbe: 9/84) ayeti inmiştir.

7. İfk olayında, Hz.Aişe'nin tertemiz olduğunu Resulullah (s.a.v )'e söyfc-mesi üzerine (Nur: 24/16) ayeti inmiştir.

8. İkİ kimsenin Resulullah (s.a.v)'e gelerek bir konuyu sarmalan üzerine bunlardan birisi Resulullah (s.a.v)'in vermiş olduğu hükmü beğenmeyerek Hz.   Ebu   Bekr'e   giderler   ve   daha   sonrada   Hz.   Ömer'e   giderler. Hz.Ömer'de,

9. Resulullah (s.a.v)'in hükmünü beğenmeyen kimsenin boynunu kilıçlau-çurur. Bunun üzerine (Nİsâ: 4/65) ayeti inmiştir..

10. Bir yahudinin, Cebrail (a.s) hakkında ileri-geri konuşmasının ardından ona verdiği cevap üzerine (Bakara: 2/98) ayeti inmiştir.

11. Yüce Allah'ın, insanı; "çamurun özünden yarattığuıı ve onun gçirdiği evreleri" işitince (Mu'minun: 23/12-14 "yapıp-yaratanlann en güzeli o-lan Allah pek yücedir" demekle, ayetin sonuna uygun sözü söylemiştir.

12. Haüz İbn Hacer el-Askalani, "nakil itibariyle bu muvafakat'ın 15'ine \a-kıf olduk" diyor. Suyuti'de, "Tarihu'l-Hulefa" da, bunları, 21'e çıkarır.(ç)

[21] Buharı, BedVİ-Halk 11, Fezailu's-Sahabe 6, Edeb 68; Müslim, Fezailu's-Sahabe 22 (2396); Ebu Davud, Haraç 18 (2962); Tirmizî, Menakib (3683); Müsned: 1/171, °2. Hadisin tamamı için İbn Esir el-Cezeri:nin, Camiu'1-Usul, 8/ 62'ye bakabilir­siniz.

[22] Üstad Muhibbuddin el-Hatib, el-Hutut'1-Aridati li Me2hebi Şia el-İsna aşeriyye. Bu kitap, şahane bir kitaptır.

[23] Enbiyâ: 21/73.

[24] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 116-118.

[25] Yahudilerin ve Hıristiyanların, kendi kitaplarını tahrif ettiğine dair Yüce Alah'ın şu ayeti kerimelerine bakabilirsiniz: Nisa4/46; Mâidc: 5/13; Mâide: 5/ 41; Bakara: 2/75.

[26] İncîl'de geçen rivayetlere göre; Hz. İsâ (a.s)'ın kardeşleri var. Halbuki tahrife uğramamış Kur'ân-ı Kerîm'de ve Resulullah (s.a.v)'in sünnetinde, Hz. İsâ (a.s)'ın kardeşlerinin olduğuna dair bir bilgi yoktur. (ç)

[27] Reşid Rıza, Muhammedi Vahiy, s. 28.

[28] Enbiyâ: 21/73.

[29] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 118-124.

[30] Tahâ: 20/121.

[31] Hûd: 11/46.

[32] Feth: 48/2.

[33] En'âm: 6/90.

[34] Enbiyâ: 21/73.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 125-126.

[35] Tâhâ: 20/121-122.

[36] Tahâ: 20/122.

[37] Tâhâ: 20/115

[38] Bakara: 2/35.

[39] İbn Mâce, Talak 16; Acluni, KeşM-Hafa, 1/433 (ç).

[40] Bakara: 2/286.

[41] Tâhâ: 20/115.

[42] Reşid Rıza, Tefsirü'l-Menar, 1/380.

[43] Bu İbnü '1-Arabî ile tasavvufçu îbn Arabî aynı şahıs değildir. İlki, Maliki mezle-bİne mensup Endülüslü tefsirci büyük bir alimdir. Diğeriise tasavvufçu îbn Arabi'­dir, Bu ikisinin arasının birbirinden ayırmak için genellikle ilki, İbnü '1-Arabî, diğeri ise İbn Arabî şeklinde ifade edilmektedir, (ç).

[44] İbnü'l-Arabî eî-Malikî el-Endelüsî, Tefsirö Ayati'l-Ahkam, 3/1249.

[45] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân. 1/306.

[46] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 127-133.

[47] Hûd: 11/45-46.

[48] Nesefî, Tefsiru'n-Nesefî. 2/192.

[49] Fahrcddin er-Râzî bu konuyla ilgili olarak şöyle der: "Hz. Nûh (a.s)'ın ümmeti, ; grup idiler: 1. Açıktan kafirlik yapanlar, 2. İmanını açıkça bildren müminler. 3. ir grup münafık... Müminler için takdir edilmiş ilahi hıküm, kurtuluş; kafirler ıkkındaki iiahi taktir ise boğulmak idi. Bunlar zaten malumdur. Fakat münafıklar ıkkındaki hüküm gizli idi. Nuh'un oğlu da, o münafıklardan olup, Hz. Nûh (a.s) um mümin olabileceğini sanıyordu. Oğlu hakkında babanın aşın şefkati, oğlunun İlerini ve amellerini, onun bir kafir olması sebebiyle yapılmış olduğu anlamına  f ğil, daha geçerli sebepfcre hamletmeye sevk etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Tefsiri bîr, 13/40) (ç).

[50] Peygamberlerin masumiyctligine dair kitabın orijinaündeki sıralamayı takip t-:yip. Peygamberlerin sıralanmasına göre bir yol takip ettik. Zira kitabın orijinal alamasında Peygamberlerin tarihi hayatlarına göre bir sıralanma pn planda tutılmıştır. (ç)

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 134-136.

[51] En'âm: 6/76-79.

[52] Enam: 6/74-76.

[53] En anı: 6/74.

[54] En'âm: 6/74.

[55] En'âm: 6/75.

[56] En'am: 6/R3.

[57] Zemahşerî, Tefsirü'l-Keşşaf, 2/40.

[58] Bazı tefsirciler; Hz. ibrâhîm (a.s)'ın yıldız, ay ve güneş için söylediği "İşte bu, benim Rabbimdir" sözünü çocukken, Allah'ı tanıma hususundaki fikri lam gelişin­den önce söylediği kanaatindedirDoğru olan, Cumhurun yukarıda geçen görüşüdür: "Bu söz, Hz. İbrahim (a.s)'ın kavmi ile münazara esnasında onların yıldızlara, güne­şe ve aya tapmalarının batıl olduğuna dair delil getirmek için söylediği bir sözdür. Muhataplarını  susturmak için, onlarla  aynı  ibareyi  kullanarak "İşte bu, benim Rabbimdir" demesi, hüccetlerin en iyisi ve delillerin en açığıdr. (M. Ali Sâbûnî, Safvetü'l-Tefasir, 2/218) (ç)

[59] En'âm: 6/78-83.

[60] İbnü'1-Aı-abî, Tefsiru Ayati'l-Ahkami'l-Kuran, 2/732.

[61] Enbiyâ: 21/51.

[62] Bakara: 2/260.

[63] Buharî, Enbiyâ II, Tefsirii Sure-i Bakara 46; Müslim, İman 238 (101), Fezail 152; Tinnizî, Tefsir (3115); İbn Mâce, Fiten 23; Müsned: 27 326 Geniş bilgi için-Hafız tbn Hacer'in, Felhü'l-Bari. 6/ 294'de bu hadis hakkındaki söylediklerine ta­kabilirsiniz.

[64] Zemahşcrî, Tefsirü'l-Keşşaf, t/308.

[65] Şelıid Seyyid Kutub, FizüaLi'l-Kur'an, 3/45.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 137-147.

[66] Buharî, Enbiyâ 9, Büyü'  100, Hibe 36, Nikah 12, İkrah 6; Müslim, Fezail 154 (2371); Ebu Dâvud. Talak 16 (2212); Tirmizî, Tefsir Sure-i Enbiyâ (3165) (ç)

[67] Buharı, bu hadisi, Edeb bölümünün 'üstü kapalı konuşmada yalandan uzak kd-nıa' babında rivayet etmiştir. (Buharî, Edeb ! 16) (ç).

[68] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 148-151.

[69] Yûsuf: 12/30-31.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 152-153.

[70] Bazı tefsirciler, ister Hz. Yûsuf (a.s) olsun,ister Hz. Eyyüb {a.s) olsun, ister her­hangi bir Peygamber olsun ve ister surelerin faziletleri konusu olsun veya buna benzer konularda, İsrail i rivayetlere ve mevzu hadislere hiç dikkat etmeden, lenkit etmeden veya İsraili rivayet olduğunu söylemeden oSduğu gibi rivayetler aktarmçiardır, Haİbuki bu tefsirciler, Peygamberlerin masum olduğunu, b\yük çoğunlukla kabul eden tefsirdi erdir, (ç).

[71] Yûsuf: 12/21.

[72] Yûsuf: 12/23.

[73] Büyük alim Ahmed Muhammed Şakir (rh.a.), bu meseleye şöyle temas etmeke-dir: "Doğru yada yalan olduğuna dair elimizde delil bulunmayan hususların ani-tılmasınm caiz olması ayrı şey; bunların, Kur'an'ı tefsir etme mahiyetinde zilce-dilmesi ve onlan, ayetlerin manası yada hakkında herhangi bir şey tayin edilmemiş bir hususun tespiti veya bunu açıklamak için bir görüş ya da rivayet olarak İleri sürülmesi ayrı bir şeydir. Çünkü Allah'ın kelamının yanında, doğru mu yanlış mı olduğunu bilmediğimiz bu gibi şeylerin nakledilmesi; onların, Allah'ın kelamını açıklayıcı  şeyler olduklarını ve bilinmezi açıkladıkları vehmini vermektedir ki. Allah'ın kitabı, bunlardan yücedir. (A. Muhammed Şakr, Umdetu't-Tefsir. 1/15).

[74] Yûsuf: 12/24.

[75] Fahreddin er-Râzî bu masiyetle ilgili olarak şöyle der: "Böylesi bir suç; eğer Allah'ın yarattığı insanların en fasığma ve hayırlardan tamamen uzak oİan bir kin-şeye isnat edilse, 0 bile bunu kesinlikle kabul etmez. 0 halde, böylesi bir günah, ezici ve çok net mucizelerle desteklenmiş olan 0 Peygamberlere nasıl isnat edileb-lir? Hem sonra Yüce Allah, bunun dışında başka bir şey için "İşte Biz, ondan köti-lüğü ve iühşu uzak tutalım diye böyle yaptık" (Yûsuf: 12/24) buyurmuştur ki bu söz, kötülük ve fuhşun tamamen ondan uzak tutulduğunu gösterir. 0 görüşte olanİ-nn, Hz. Yûsuf a mal ettikleri bu günahın, en büyük bir kötülük ve en ileri bir fuhuş olduğunda şüphe yoktur. Ö halde daha nasıl, aynı hadise hakkında Cendvı Hakk'm; Yûsuf, kötülüklerin ve fuhşun en büyüğünü yapmaya yeltenirken, onun kotülükle-den beri olduğuna şahAdet etmesi, Alemlerin Rabbine nasıl uygun düşer?" (Fahreddin er-Razî, Tefsîri Kebîr, 13/203-204) (ç)

[76] Yûsuf: 12/24.

[77] Yûsuf: 12/23.

[78] Said Havva bu kelimeyle ilgili olarak şöyle der: "Bu konuda yapılabibcek en güzet açıklama ise; Yûsuf un isteğinin; nefsinden böyle bir arzunun uyanmasıyla birlikte, kalbiyle bunu kabul etmediği şeklindedir. Yani böyle bir 'hcmm' = istek, Euharî ile Müslim'de rivayet edilen hadîsi şerif de kendisinden söz edilen İsîck türünden bir istektir. Resululİah (s. a. v.) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah buyurur kİ: 'Benim kulum bir İyilik yapmak isterse (hemm) onu bir iyilik olarak yazınız. 0 isteği doğrultusunda amel ederse, bu sefer onun lehine on kat fazlası ile yazınız. Bir kötülük yapmak isteyecek (hemm) olur da bunu yapmazsa, onu bir iyilik olarak yazınız. Çünkü 0, sadece benim için 0 kötülüğü işlemekten uzak durmuşîur.İşlediği taktirde ise onu misliyle yazınız." (Said Ffevva, el-Esas-ı fı'l- Tefsir, 7/185) (ç)

[79] Buharı" ile Müslim'in, Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadiste Resululİah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Ümmetim, hatırına gelen şeylerden, koııuşrmdıkça veya gereğiyle amel etmedikçe sorumlu değildirler.".

[80] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 153-160.

[81] Yûsuf: 12/23.

[82] Yûsuf: 12/25.

[83] Bu şahitliği yapanın kadının yakınlanndan olması, azizin hanımına karşı daha güçlü bir delil ve Hz. Yûsuf (a.s)'in böyle bir hainlikten uzak olduğunu daha çok ortaya koymak özelliğine sahiptir. (Said Havva, etEsası fi'i- Tefsir, 7/ 179) (ç).

[84] Yûsuf: 12/26-28.

[85] Buharî ve Müsüm'de yer alan ve beşikteyken konuşanların sadece üçkişi olduğu­nu belirten, şu hadisi şeriftir: Resultıllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Beşikte sadece şu üç kişi konuşmuştur: 1. Meryem oğlu İsa. 2. Cüreyc'in yanındakonuşan küçük çocuk, 3. Güzel görünümlü bir süvarinin geçtiği bir sırada bebeğini emziren aıiB-nin: 'Allahım! Benim oğlumu da bunun gibi yap' diye dua etmesi üzerine, süt emen küçük çocuğun, annesinin memesini bırakarak: 'Allahım! Beni onun gibi yapma' diyen çocuk." (Buharî, Enbiyâ, 50; Müslim, Birr 7, 8 (2550)

Buharî ve Müslim'deki bu hadis, beşikteyken konuşanların sadece bunlar olduğunu göstermektedir. Fakat İbn FCesîr'in, Abdullah ibn Abbas'tan rivayet ettiği hadiste ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Dört kişi henüz daha küçükken komş-muşlur: ' I. Firavunun kızı Maşita'nm oğlu, 2. "Yûsuf un lehine şahitlik eden çocuk, 3. Cüreyc'in yanında bulunan çocuk, 4. Meryem oğlu İsâ'dır."etTibi, her ne kadar Abdullah ibn Abbas'm rivayet ettiği bu hadisin,Buharî ve Müslim'de geçen hadise ters düştüğünü (yani şaz olduğunu) iddia etmektedir. Fakat Suyuti, Resulullah (s.a.v)'dcn gelen çeşitli rivayetlerde, beşikte konuşanların sayısını, on kişiye çiks-maktadır. Bunlar; Hz. Muhammed (s.a.v), Hz. Yahya, Hz. \s.% Hz. îbrâhîm, Hz. Meryem, Cüreyc'in küçüğü, Hz. Yûsufun lehine şahitlik eden çocuk, Ashabı Uhdud kıssasında adı geçen çocuk, Maşita'nm çocuğu, Hadi'nin döneminde koiu-şacak olan çocuk. Zira rivayetler, çeşitli şekillerde gelmektedir. Mesela Mislim1 in Sahîlvin de yer alan başka bir rivayette, Ashabı Uhdud kıssasında konuşan küçük bir çocuktan söz edilmektedir. (B.k.z: Said Havva, el-Esası fi't-Tefsir, 7/186-187) (Ç).

[86] Yûsuf: 12/33.

[87] Rivayete göre; Hz. Yûsuf (a.s), zindan da, yedi sene kalmıştır. (Kurtubî, el-îmiu li Ahkâmil-Kur'ân, 9/196).

[88] Yûsuf: 12/24.

[89] Yûsuf: 12/22-23.

[90] Buharî, Enbiyâ 19, Menakıb 13, Tefsirü Sure-i Yûsuf 1; Tirmizî, Tefsirii Sure-i Yûsuf 1; Müsned 2/96, 232, 416. 4/101; Fethü'l-Bari, 8/361.

[91] Yûsuf: 12/31.

[92] Yûsuf: 12/35.

[93] Ncsefî bu konuyla ilgili olarak şöyle der: "Hapsin, Hz. Yûsufu zelil edeıc-ğini ve isteğini kabul ettireceğini ummuş, yahut ta görenlerin kendisini kıskanmai-rından korkarak elinden onu kaçırmaktan korkmuştu. İşte bir taraftan insanlardan utandığından ve bir taraftanda ümitsizliğe kapılmak istemediğinden bütünüyle elh-den kaçar korkusuyla onu görmemeyi tercih etti. Böylelikle de onu görmese dahi ondan alacağı haberler iîe rahatlamaya çalışmıştı."

İşte bundan dolayı kadın, ta baştan beri sadece hapse atılması veya şkence görmesi teklifini ortaya koymuş hiç bir şekilde öldürülmesinden söz etmemişti. Bu da onun sevgisinin kalbinde yer ettiğinin delilidir. (Saıd Ha'va, el-Esas-ı fi't-Tefsir, 7/183) (ç).

[94] Nesefî, Tefsiru'n-Nesefî, 2/221.

[95] Yusuf: 12/34.

[96] Yûsuf: 12/50.

[97] Buradan, azizin evinde verilen ziyafette nelerin döndüğüne, kadınların Yûsuf a neler söylediğine ve Yûsuf a tavsiye ettikleri, zina derecesine varacak teşviklere dair bir şeyler anlıyoruz. Yine buradan, bu ortamların ve kadınların, hatta tarihin derinliklerine gömülmüş olan 0 donemin görünümünü hayalimizde canlandırabil-riz. Cahiliyyet. her zaman cahiliyyettir. (Şchid Seyyid Kutub, Fizilal'il-Kuran, 12/248) (ç).

[98] Yûsuf: 12/51-52.

[99] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 160-168.

[100] Enbiyâ: 21/87-88.

[101] Neseiî, Tefsinrn-Nesefî, 3/87.

[102] Şehid Seyyid Kutub; Hz. Yûnus (a.s)'ın bu kıssasından, davetçi için şu notlan çıkarmaktadır:" Dava Adamları mutlaka inandıkları davanın mükeîfefiyetlerine katlanmalıdırlar. Kendilerini yalanlayan ve işkence eden insanlara karşı sabırlı 6-malıdırlar. Doğruyu söylemek gerekirse, inandığı davaya gönülden bağlanmış sa­mimi insanlar için en acı ve en zor şey, yalanlanmaktır. Bir davaya gönüllerin bu­lanması, kısa bir ana ve kolayca meydana gelecek bir durum değildir. Meydanda

yığınlarca batıl kalıntıları ve sapıklık artıkları vardır.....Bir dıva adamının, haikm, çağrışma kulak asmadığı için kızması ve onları terk etmesi kadar kolay bir şey ytktur.....Davaya sırtlarını dönenleri ve onu yalanlayanları terk edip gitmekle dava adamının eline ne geçecek? Önemli olan, davanın kendisidir. Yoksa davı adamının şahsı değildir. Onun içi istediği kadar sıkılsın. Ama her zaman sıkıntısını yenmeli ve yolunda azimle yürümelidir. Karşısındaki insanların söyledikleri sözlerden kz-ması mümkündür, ama sabrederse kendisi için daha hayırlıdır... Binaenaleyh her halükarda, her türlü şartlarda ve bütün ortamda 0 vazifesini yapmalı, gerisini Alah' a bırakmalıdır. Çünkü asıl hidayet, yalnız ve yalnız Allah'tandır. Şiphesiz ki dava adamları, Hz. Yûnus (a.s)'ın kıssasından ders almalı ve bunıuı üzerinde çok dikkatli düşünmelidirler. Hz. Yûnus (a.s)'m, Rabbine dönerek zulmünü itiraf amesi her dava adamının üzerinde düşünmesi gereken ibretli bir husustur. Hz. Yûnus (a.s)'a, Allah'ın acıması ve karanlıklarda yaptığı içli duasını kabul buyurarak onu kurtarna-sı da rnüminlerİçin en büyük bir müjdedir." (Şehid Seyyid Kutub. Fizüali'i-Kuf an, 10/165467) (ç).

[103] Kalem: 68/48-50.

[104] Bu rivayet, Neseffnin tefsirinde geçmektedir.

[105] Talak: 65/7.

[106] Fecr: 89/16.

[107] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 169-173.

[108] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 174.

[109] Tevbe: 9/43

[110] Enfal: 8/67-68.

[111] Abese: 80/1-4.

[112] Isrâ: 17/73-75.

[113] Ahzâb:33/I-2.

[114] Yûnus: 10/94.

[115] Enam: 6/35.

[116] Enam: 6/52.

[117] Feth; 48/1-2

[118] Ahzâb: 33/37.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 175-178.

[119] Enfal: 8/67-68.

[120] Ayeti hadisle tefsir etme metodu.

[121] Tirmizî, Cihad 34, Tefsirü Sure-i Enfal 6; Ebu Dâvud, Cihad 114.

[122] Müslim, Cihad 58 (1763).

[123] Bedir Savaşma katılanların, \aptıklan işlerde ve ictihadlarda, yanlış sonuca v ŞaJar bile onların üzerinden azabın kalkması İle ilgili hüküm kasfcdilmektedir. (ç)

[124] Enfal: 8/68.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 179-185.

[125] Tevbe: 9/43.

[126] Zemahşerî, itikatta Mutezili olması itibariyle bu konuda mezhebinin göiişünü savunmaktadır. Zira Mutezile mezhebine mensup kimseler, Peygamberlerin, hem Peygamberlik öncesi ve hem de sonrasında günah işleyebileceklerini iddia etınekfcdirler. (ç).

[127] Kinaye: Üstü kapalı olarak söylenen sözlere denir, (ç).

[128] Zemaheit el-Kcşşâf, 2/274.

[129] Reşid Rıza, Tefsirin-Menâr, 10/541.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 185-188.

[130] İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 30/51.

[131] Fahreddin er-Râzî, Tefsiri Kebîr, 31/55.

[132] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 188-191.

[133] isrâ: 17/73-74.

[134] Bu olay, Hudeybiye barış anlaşmasından sonra gerçekleşmiştir. Rivayette de görüldüğü üzere,, bu kavmin temsilcileri, müslümanolmak için Medine'ye gelmiş­lerdi, (ç)

[135] ibn Kesîr, Tefsirii'1-Kur ani'1-Azim. 3/48.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 192-193.

[136] Ahzâb: 33/1-2.

[137] Talak: 65/1.

[138] Bu, "el-Lübâb" adlı kitapta zikredilmiştir. Ayrıca Ebu Suııd'un, İrşadu akli selim, 7/ 89 Adlı tefsir kitabına bakılabilir. (Bu olay, Uhud salaşından sonra mey­dana gelmiştir. 0 sırada daha müşrik olan bu kimseler, savaş soırası Medine'ye gelip münaüklann lideri Abdullah b. Übey'in evine misafir olmuşlardır. Resulullah (s.a. v)'de, bunların, Abdullah b. Übey ile konuşmalarına eman vermiştir. Dîha sonrada, bu konuşma meydana gelmiştir, (ç).

[139] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 194-196.

[140] Yûnus: 10/94.

[141] İbn Cerir et-Tabcrî, Camiu'l-Beyan, 11/168.

[142] Şu halde bu söz; ne beşin çift olduğuna, ne de onun eşit olarak bölündüğüne dehlet etmez. Binaenaleyh Burada da bu ayet. bu şüphenin tahakkuk etmesihalinüe bu hususta vacip olanın, onun şöyle şöyle yapması olduğuna delalet eder. Ama Resulullalı (s.a.v) de, böyle bir şüphenin Tahakkuk edip etmediğine gelince, ayette buna dair bir delalet yoktur. (Yukarıda da belirtidiği üzere bu ayet indiğinde Resulullah (s.a.v): "Ne şüphe ediyorum ve ne de soru soranın" demişti. (Fahreddin er-Râzî, Tefsiri Kebîr, 12/470) (ç).

[143] Cemalettin el-Kasımî, Mehasinut-Tevil, 9/3396.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 196-198.

[144] En'âm: 6/35.

[145] ibn Kesîr, Tefsirü'l-Kur ani'l-Azîm, 2/141.

[146] En'âm: 6/36.

[147] Tcvbe: 9/128.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 198-200.

[148] Enam: 6/52.

[149] Cemaleddin el-Kasimî, Mûhasinu 't-Te "vil, 2323.

[150] Kehf: 18/28.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 200-202.

[151] Feth: 48/1-2..

[152] İbn Kesir. Tefsirü'l-Kur'ani'l-Azinı, 4/162.

[153] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zadul-Mead, 3/310 "Hudeybiye Gazası Bahsi" (İşin hakikati şudur: Fetih, lüğatta, kapıyı açmak demektir. Hudeybiye'de Allah Resulü bu sulhun ardjndan (meydana gelecek) büyük bir fethi, izzet ve zaferi ince bir perde arkasından seyrediyor. Müşriklerin istedikleri bütün şartlan, ashabının ve ileri ge­lenlerin çoğunun Tahammül edememesine rağmen kabul ediyordu. Efendimiz (s.a.v) bu hoşa gitmeyen şeyin içindeki sevilen şeyi biliyordu. "Bir şeyden hoşlan-maya bilirsiniz. Halbuki o, sizin için hayırlıdır." (Bakara: 2/216) "Bazen nefisleri­nin sevmediği, sevdiğine ulaşmaya sebep olabilir ki, onun gibi bir sebep yoktur.". Efendimiz (s.a.v) bu ileri sürülen şartların altına Allah'ın kendine zafer vereceğine, destekleyeceğine, neticenin kendi lehine çıkacağına, bu şartlar ve şartların ihtimal verdiği şeylerin bizzat zaferin kendisi olduğuna son derece güvenerek giriyordu. Şartlan koşanlann, Müslümanlarla harp için ortaya koyup ikame ettikleri bu anlaş­ma en büyük ordu idi. Ama onlar, bunun farkında değillerdi.Böylece izzet aradıkla­rı yerde zelil oldular ve kudret, şeref ve üstünlük görüntüsü verdikleri yerde de kahru perişan oldular.Resuİullah (s.a.v) ve islam ordusu, Allah için inkisara uğrayıp Allah İçin bundaki zulme tahammül ettiklerinden izzete ulaştı. Devir döndü ve va­ziyet ali üst oldu. Batıl ile kazanılan izzet, şerefsizliğe ve Allah için olan inkisar. Allah ile izzete döndü. Allah'ın hikmeti ve ayetleri; sözünü tasdik ettiği, Resulüne zafer ihsan edişi ötesine akılların eremeyeceği en mükemmel ve en bütün şekliyie böylece ortaya çıkmış oldu." İbn Kayyım el-Cevziyye. Zadü'1-Mead, 3/1263-1264) (Ç).

[154] Bu tefsirin orijinal ismi. "Tefsirül Vadıha"dır. (ç).

[155] Prof. Dr. el-Hicaza, Furkân Tefsiri, 26/39.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 202-205.

[156] Ahzab: 33/37.

[157] Müsteşrik yada oryantalist kavramı; Doğu bilimleri ve özelliklede İslam dini üzere araştırma yapan batılı ve müslüman olmayan araştırmacılara verilen isimdir. (ç)

[158] İbn Kesîr, Muhtasarı İbn Kesîr Tefsiri, 3/98.

[159] İbn Cerir et- Taberî, Câmiul-Beyân, 22/13; İbn Kesîr, Muhtasarı îbn Kesîr Tef­siri, 3/98.

[160] el-Hicazi, Furkân Tefsiri, 22/12.

[161] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 205-212.