ALTINCI BÖLÜM... 1

SALİH  (A.S.) 1

A. Semud Kavmi Ve Vatanı 1

B. Semûd Kavminin Dînî Durumu. 3

C. Hz. Salih (A.S.)'In Peygamber Olarak Görevlendirilmesi 3

D. Semûd Müşrikleri Mucize İstiyor. 7

E. Hz. Salih (A.S.)'I Öldürme Plânı - Semûd Kavminin Helaki 9

F. İnananların Kurtuluşu. 11

G. Salih (A.S.) Kıssasından Bâzı Mesajlar. 11

1. Bu Kıssa Sağlıklı Düşünenler İçin Çarpıcı Bir İbret Tablosudur. 11

2. Mucize İsteyip Sonra da İnkâr Edenlerin Sonu Helak Olmuştur. 12

3. Mü'minler İsraftan Kaçınmak Zorundadırlar. 13

 

 

 

ALTINCI BÖLÜM

 

 SALİH  (A.S.)

 

A. Semud Kavmi Ve Vatanı

 

Semûd kavmi, Birinci Âd kavminin bakâyâsıdır; dolayısıyla İkinci Âd diye de isimlendirilir. Bu husus, biraz sonra meallerini vereceğimiz âyetlerden de açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Se­mûd, Birinci Âd kavmi gibi, Arabistan'da yaşamış meşhur ka­vimlerden biridir. Hz. Salih (a.s.)[1] ve kavmi Semûd'un, İbrahim (a.s.)'dan önce yaşadığı hususunda görüş birliği vardır. Tarihçi­ler, kavme ismini veren Semûd'u, Hz. Nuh (a.s.)'m dördüncü batından torunu olarak kaydederler. Buna göre Semûd'un soy kütüğü şöyledir: Semûd b. Câbir (bazı rivayetlerde Âmir veya Âd) b. İrem b. Sâm b. Nuh.

Hz. Salih (a.s.)'m soy kütüğü ise şöyledir: Salih b. Ubeyd b. Asef b. Mâşih b. Ubeyd b. Cader (Hazer) b. Semûd.

İslâmın zuhurundan önceki dönemde Câhiliye Arapları, Semûd kavmi hakkında pek çok hikâye biliyorlardı. Nitekim, Câhiliye devri Arap şiirinde ve bu dönemden günümüze ulaşan hutbelerde, bu kavmin ismine çok sık rastlanmaktadır. Bu ka­vim hakkında Asur'da ortaya çıkarılan kitabelerde de bilgi veril­miştir. Yine, kadîm Yunan, Mısır ve Roma tarihçi ve coğrafyacı­ları, eserlerinde, bu kavim ve ondan kalan harabelerden söz et­mişlerdir. Roma tarihçilerine göre, Semûd kavminden bâzı kişi­ler, Roma ordusu saflarında, Nabatîler'e karşı savaşmışlardır.[2] M.Ö. 715 yılına ait Sargon kitabesi, Semûd halkını, Âsurlular'ın egemenliği altında bulunan Doğu ve Orta Arabistan toplumla­rından biri olarak tanıtmaktadır.[3]

Kur'ân-ı Kerim'de, Semûd kavminin vadilerde kayaları oy­mak suretiyle edindikleri sağlam evler ve köşklerde oturdukları açıklanmış; ancak yaşadıkları bölge, vâdî veya şehir ismi zikre-dilmemiştir. Bu konuda Fecr sûresinin dokuzuncu âyetinde şöy­le denilmektedir:

"Vadide kayaları oyarak evler yapan Semûd kavmine? "

İslâm tarihçileri ve müfessirler, âyette geçen ancak ismi zikredilmeyen vâdînin, Kuzey Arabistan'daki Vâdilkurâ oldu­ğunda görüş birliği etmişlerdir. Buna göre Semûd kavmi, Arabis­tan yarımadasının kuzey-batı kısmında yer alan Vâdilkurâ böl­gesinde yaşamıştır. Ahkâf bölgesinde yaşamış olan Birinci Âd kavminin helakinden sonra onlardan sağ kalanlar, bir süre Hadramevt civarında oturmuşlar, ardından Vâdilkurâ ve civarı­na giderek bölgeyi imar edip medenî bir hâle getirmişlerdir. Ri­vayete göre o dönemde insanların ömrü çok uzundu ve evler da­ha yapanların sağlıklarında eskiyip yıkılıyordu. Bu yüzden on­lar, daha sağlam binalar yapmak için çözüm aradılar ve netice­de, kayaları oyarak evler edindiler. Mühendislik alanında olduk­ça ilerlediler ve kalıntıları günümüze ulaşan muhteşem kaya evler inşâ ettiler. Selefleri olan Birinci Âd kavminin yüksek sü-tunlu binalar yapmasına karşılık Semûd toplumu, dağ ve kaya­ları oyma sanatını geliştirerek, Hindistan'da Ellorave Ajanta ma­ğaralarında olduğu gibi, dağları oymak suretiyle muhteşem bina ve köşkler yaptılar. Büyük binalarla süslenen şehirleri, vadilerde ve dağ zirvelerinde oyulmuş, birer sanat şaheseri mağaraları vardı. Semûd kavminin bu binalarının kalıntılarının önemli bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Bu kalıntılar, Semûd kavminin merkezi Hıcr şehrinin bakiyesi olan bir köyün civarındadır.

Semûd kavminin ulaştığı lüks ve refah, Hz. Salih (a.s.)'ın nasihatleri arasında şöyle izah edilmiştir:

"Siz burada güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Bahçelerde, çeşme başlarında? Ekinler ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla evler yontuyor­sunuz. Allah'tan korkun ve bana itaat edin."[4]

"Dağlarda, güven içinde olacak evler yontuyorlardı.![5]

Bu âyetlerden anlaşıldığı üzere, Vâdilkurâ, önemli bir me­deniyet merkezi idi. Dağlar içinde kayalardan oyulan meskenler birer sanat hârikasını andırıyordu. Nitekim taştan inşâ edilmiş bu taş evlerden zamanına ulaşanları gördüğünü söyleyen coğ­rafyacı İstahrî, izlenimlerini şöyle aktarmıştır:

"Semûd kavminin bu evleri, bizim evlerimiz gibi teşkilâtı hâvi ve dağlar misâli yüksektir. Uzaktan bakıldığında bu meskenler, birbirine bitişik sanılır. Fakat biraz ortalarına varılınca, bunlardan her birinin birbirinden ayn birer kâşane olduğu görülür. Etrafları dolaşüabilir. Fakat yukarısına kadar çıkmakta çok güçlük çeki­lir.[6]

Hicri sekizinci asırda Mekke'ye giderken oraya uğrayan ün­lü Seyyah İbn Battüta ise, kızıl renkli dağlara oyulmuş Semûd evlerini gördüğünü, onlardaki resimlerin renginin kısa bir süre önce boyanmışçasma parlak olduğunu ve evlerin içinde çürü­müş insan kemiklerinin bulunduğunu bildirmektedir.[7]

İslâmiyet'in zuhuru sırasında Hicaz'dan Suriye'ye giden ti­câret kervanları, Semûd kavminin bu metruk yurdunun içinden geçiyorlardı. İbn İshak'm, senetsiz olarak naklettiği bir rivayette anlatıldığına göre, Rasülullaîı (s.a.v.), Tebük seferi yolculuğu es­nasında, Hıcr'da konaklamıştı. Ashab-ı kiram, oradaki kuyudan su içmek istediklerinde buna izin vermedi. Bu kuyunun suyun­dan abdest almalarını da yasakladı; hatta ondan alınmış su ile yoğrulan hamurların hayvanlara yedirilmesini emretti. Buradan bir şey yememelerini ve geceleyin herhangi bir ihtiyaçlarım gi­dermek için dışarı çıkmaları gerektiğinde, yanlarına bir arkadaş almadan tek başına çıkmamalarını söyledi.[8] Ayrıca, azaba uğra­tılmış bu günahkâr ve şerli kavmin harabelerine girmelerini ya­saklamış, "Onların başına gelen felâketin bir benzerinin sizin ba­şınıza da gelmesinden korkuyorum; onların yurduna girmeyiniz." demişti.[9]

Zührî'den nakledilen bir rivayete göre ise, Rasülullah (s.a.v.), Semûd'un merkezi Hıcr'dan geçerken, elbisesiyle yüzünü örtmüş ve binitini hızlandırmıştı. Semûd kavminin başına gelen­lerin ashabının başına gelmesinden korktuğunu söyleyerek, onlara, kendilerine zulmetmiş insanlardan kalan evlere girmemele­rini emretmişti.[10]

Semûd milletinin başkenti, hâlen Medine-Tebük kara ve tren yolu üzerinde bir istasyon olup, "el-Ulâ" adını taşıyan şehre bir kaç km. uzaklıktadır. Buranın eski adı, "el-Hıcr" diğer bir adı da Hz. Salih (a.s.)'a nisbetle "Medâinü Sâlih"dir. Bol su kaynak­ları ve yeşil bahçelere sahip el-Ulâ'nm zıddına terkedilmiş bir yurt durumunda olan Hıcr'da Semûd kuyusu olarak isimlendiri­len-bir kuyu hâlâ mevcuttur.

Semûd kavminin vâdilerdeki kayalıklarda oydukları taş ev­lerden bugüne ulaşanlar dahi geniş bir alana yayılmış bulun­maktadır. Hicaz'ın kuzeyinde, Râbiğ'den Ukbâ'ya, Medine ile Hayber'den Teymâ ve Tebük'e kadar uzanan geniş bölgede, bu kavme ait pek çok harabe mevcuttur. Mevdûdî, Semûd kavminin Hıcr adını taşıyan başkenti ölü şehirden kalan harabelere baka­rak, nüfusu hakkında kabaca bir tahminde bulunmuş, yaklaşık 500 bin civarında bir nüfusa sahip olabileceğini söylemiştir. Böl­geyi 1959 yılında gezdiğini söyleyen Mevdûdî, Hıcr merkez olmak üzere, yaklaşık 300 x 100 mil ebâdmdaki geniş bölgenin, şiddetli bir deprem sonucu parçalanmış tepelerden meydana gelen bir arazi görünümünde olduğunu belirtir.[11]  

 

B. Semûd Kavminin Dînî Durumu

 

Hz. Hûd (a.s.) ile ilgili bölümde anlatıldığı gibi, Âd kavminin helakinden sonra, sadece Hz. Hûd (a.s.) ve ona iman edenler kurtulmuştu. Hayatta kalan bu insanların nesilleri, bir süre hak din üzere devam ettiler. Ancak zamanla hak yoldan çıkarak, Al­lah'ın dışında kendilerine başka ilâhlar edinmeye başladılar. Nuh ve Hûd kavimlerinde olduğu gibi insanlar, elleriyle putlar yaparak onlara tapmaya koyuldular. Giderek tümüyle putperest bir toplum hâline gelen Semûd, Vedd, Cedd, Hedd, Semş, Menâf,

Menât ve Lât isimlerini taşıyan putlara tapıyordu.[12] İlâhî dinler­den uzaklaşan bütün toplumlarda olduğu gibi, Semûd kavmin­de de ahlâk ve adalet ortadan kalkmış, yeryüzünü zulüm ve kö­tülükler kaplamıştı. Gelir dengesi iyice bozulmuş, zengin sınıf arasında kayalarda oyulmuş muhteşem köşkler yapmak, yiyecek ve içecek maddelerine aşın düşkünlük ve zorbalık çok yayılmıştı. [13]

 

C. Hz. Salih (A.S.)'In Peygamber Olarak Görevlendirilmesi

 

Allah Teâlâ, bu kavmi sapıklıklardan kurtararak hak dine davet etmek üzere, onların içinden, asil bir aileye mensup, sevip saydıkları ve gelecekte kendisinden güzel hizmetler bekledikleri Salih b. Ubeyd'i peygamber olarak görevlendirdi. Hz. Salih (a.s.) ilk günlerden itibaren, diğer peygamberler gibi, kavmini bir olan Allah'a ibâdete davet etti. Allah'tan başka ibâdet edilecek bir ilâh olmadığım, insanlığın atası Hz. Âdem (a.s.)'ı topraktan, onun soyunu ise bir damla sudan yaratan Yüce Allah'ın kendilerini yeryüzünün sakinleri ve imarcıları kıldığını açıkladı. Dolayısıyla, O'na ortak koşmaktan vazgeçerek, tevbe edip O'na dönmelerini ve sâdece O'na kulluk etmelerini istedi:

"Semûd kavmine kardeşleri Salih'i gönderdik. 'Ey milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka tanrınız yoktur; sizi yeryüzün­de yaratıp orayı imâr etmenizi dileyen O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tevbe edin. Doğrusu Rabbim size yakın ve duâlan kabul edendir.' dedi. "[14]

Ne var ki, içlerinden fakir tabakaya mensup bâzı kişiler dı­şında, Semüd halkının ekseriyeti, onun davetini reddetti. Se­mûd müşrikleri, diğer müşriklerin peygamberlerine karşı ileri sürdüğü mazeretleri bir bir gündeme getirerek, önceden çok de­ğer verdikleri Hz."Salih (a.s.)'a düşman kesildiler. Semûd halkı da, önce kendileri gibi bir beşerin peygamberliğini kabullenmek istememişti. Onların önderleri, "Allah dinimizi beğenmiyorsa, bunu melekler vasıtasıyla bize bildirmeliydi!" diyorlardı. Kendileri gibi bir insan olduğuna göre Hz. Salih (a.s.)'m söyledikleriyle asla dinlerini değiştirmeyeceklerini ifâde ediyorlardı. Kur'ân-ı Kerim'de müşriklerin bu ortak tavrı şöyle açıklanmıştır:

"Bir zaman onlara, önlerinden ve arkalarından, 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin!' diyen peygamberler gelmişti. 'Eğer Rabbimiz böyle bir şey dileseydi melekler indirirdi. Onlar ise, 'Doğrusu sizinle gönderileni inkâr ederiz.' demişlerdi."[15]

Başlangıçta peygamber olarak bir meleğin gönderilmesi ge­rektiğini ileri süren Semûd müşrikleri, anlaşıldığına göre, bir süre sonra bu görüşlerini yumuşatmışlar, bir insanın da pey­gamber olabileceğini kabullenmişlerdi. Ancak inanmamak için bu defa da bahane buldular ve peygamber olacak şahsın eşraf­tan biri olması gerektiğini iddia ettiler. Hz. Salih (a.s.) gibi sıra­dan bir adama tâbi olamayacaklarını söylediler. Kıskançlıkları, ona iman etmelerine engel oluyordu. Onlara göre, diğer kâfirler ve sonradan Mekke müşriklerinde olduğu gibi, peygamber ola­bilmek için, ya insan üstü bir varlık yâni melek olmak, ya da zengin ve eşraftan bir insan olmak gerekiyordu. Dolayısıyla on­lar da, üstünlüğün Allah'ın elinde olduğunu ve hidâyet nurunu istediği insana verebileceğini düşünmediler. Kendilerini Allah'ın emirlerini dinlemeyecek olurlarsa sapıklık içinde kalıp ateşlerde yanmakla uyaran peygamberleri Hz. Salih (a.s.)'a misilleme ya­parak, asıl ona inandıkları takdirde, sapıklık ve delilik etmiş olacaklarını söylediler. Aralarından onun peygamber seçilmesini kıskandılar ve bunu bir türlü hazmedemediler. Onu yalancılık ve şımarıklıkla itham ettiler:

"Semûd kavmi, uyarıcı peygamberleri yalanladı, 'İçimizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz sapıklık ve delilik etmiş oluruz. İlâhî öğüt ve uyan içimizden bir tek ona mı indirildi? Hayır, o pek yalancı ve şımarığın biridir.' dediler. Yann, kimin pek ya­lancı ve şımarık olduğunu bileceklerdir."[16]

Dünya zevklerine dalıp lüks ve İsraftan iyice şımarmış olan Semûd halkı, Hz. Salih (a.s.)'m davetinden yüz çevirmeye devam ediyordu. Hz. Salih (a.s.), onları selefleri olan Âd kavminin kor­kunç akıbetinden ibret almaya çağırdı. Bu kavmin, bütün maddî imkânlarına rağmen, düştükleri sapıklık yüzünden helak edildi­ğini hatırlattı ve kendileri de sapıklıktan vazgeçmeyip küfürle-rindeki inadı devam ettirecek olurlarsa, aynı şekilde azaba çarp­tırılacaklarını hatırlattı:

"Hatırlayın, Allah, sizi Âd kavminin yerine getirdi ve yeryü­zünde sizi yerleştirdi. Orada, ovalarında köşkler yapıyor, dağla­rından evler yontuyorsunuz. Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın."[17]

Önceden büyük değer verdikleri ve hattâ bâzı rivayetlere göre başlarına geçirmeyi bile düşündükleri bir şahıs olan Hz. Salih (a.s.)'m peygamberliği, kavmini onun aleyhine çevirmiş, bilhassa toplumun elebaşılarını onun kanlı düşmanı haline ge­tirmişti. Ona, önceden büyük başarılarını bekledikleri bir şahıs olduğunu; ancak peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmasıyla, kendilerini mahvedecek bir inancı getirerek tüm hayallerini yık­tığını söylüyorlardı. Tarih tekerrür ediyor, yine bir kavim, kendi­lerine hem bu dünyaları hem de âhiretleri için gerçek mutluluğu garanti edecek reçeteyi sunan bir peygamberi bölücü olarak gö­rüyordu. Semûd halkı, sonradan Kureyş müşriklerinin Peygam­ber Efendimiz (s.a.v.)'e yaptıkları gibi, Hz. Salih (a.s.)'m ataları­nın taptığı putlara karşı çıkmasına tahammül edemediler. Ken­disinden çok şeyler bekledikleri o mümtaz şahsı, bölücü olarak suçladılar, peygamberliği ve getirmiş olduğu prensipler husu­sunda bir art niyet taşımasından şüphe duyduklarını ileri süre­rek, topluma bir kötülük yapmasından korktuklarını ve duru­munu endişeyle karşıladıklarını söylediler. Ataları uzun süre o putlara taptığı için körü körüne onları taklit ederek, Hz. Salih (a.s.)'m nasihatleri üzerinde salim bir akılla düşünmeye yanaş­madılar.

"Ey Salih! Sen bundan önce,  aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişe içindeyiz" dediler.[18]

Hz. Salih (a.s.), bütün engellemelere rağmen, sabırla dave­tini devam ettirdi. Zamanla toplumun alt tabakasına mensup bâzı kişiler, inanarak onun dinine girdiler. Onların bu durumu, daveti engellemeye çalışan kavmin ileri gelenlerini çileden çıkarı­yordu. Elebaşıları, onların îmanına akıl erdiremiyor, bu zayıf mü'minleri alaya alarak, Hz. Salih (a.s.)'a iman etmelerine şaş­tıklarını söylüyorlardı. Mü'minler ise, onun peygamberliğini ve onun getirdiği emir ve yasakları tasdik ettiklerini açıklamaktan çekinmediler. Kabul ettikleri her şeyin müşrikler tarafından ala­ya alınıp inkâr edilmesine aldırmadılar:

"Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinde kü-çümsedikleri ve zayıf gördükleri iman edenlere dediler ki: 'Sa­lih'in, Rabbi tarafından peygamber olarak gönderildiğini biliyor musunuz?' Mü'minler şöyle cevap verdiler: 'Şüphesiz biz, onunla gönderilene iman ediyoruz?' O büyüklük taslayanlar ise, 'Şüphe­siz, sizin inandığınızı biz inkâr ediyoruz!' dediler."[19]

Hz. Salih (a.s.}, müşrikleri Allah'tan korkmaya ve O'na i-nanmaya çağırarak davetini sürdürdü. Muhataplarına Allah ta­rafından O'nun emir ve yasaklarını kavmine ulaştırmak üzere görevlendirilmiş güvenilir bir elçi olduğunu ve yürüttüğü görev karşılığında kendilerinden bir ücret istemediğini söylüyor, Cenab-ı Hakk'ın verdiği nimetleri hatırlatarak, onları bu nimet­ler için şükretmeye çağırıyordu. Dinini kabule çağırdığı insan­lardan, yeryüzünde bozgunculuk yaparak her hususta ölçüsüz­ce davranan, tüm ahlâk sınırlarını aşıp rezil bir hayat süren li­derlerine itaati bırakarak, yeryüzünün ıslahı için çalışan kendi­sine tabî olmalarını istiyordu. Ancak onlar, diğer müşrikler gibi, hem onun, hem de diğer peygamberlerin peygamberliğini yalan­lamaya devam ettiler:

"Semüd kavmi de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Salih onlara, 'Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim; artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine aittir. Burada bahçelerde, pınar başlarında, ekinler ve salkımları sarkmış hurmalıklar ara­sında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip, orada bozgunculuk yapan ve ölçüsüzce davrananların emirlerine itaat etmeyin!' dedi.[20]

Davetini sabırla devam ettirmesi neticesinde, Hz. Salih (a.s.)'a iman edenlerin sayısı artmıştı. Mü'minlerin sayısının gi­derek artması, her defasında olduğu gibi küfrün elebaşılarını bütünüyle çileden çıkardı. Herkesin insanca yaşamasını sağla­mak, gerçek insanlık medeniyetini kurmak ve insanların her iki dünya saadetini garanti etmekten başka bir hedefi olmayan bu daveti engellemek için harekete geçtiler. Bu hususta aldıkları tedbirleri gün geçtikçe sertleştirdiler. Bu durum karşısında, Semüd toplumu, mü'minler ve kâfirler olmak üzere birbiriyle mücâdele eden iki gruba bölünmüş oldu. Kâfirler ve özellikle kavmin liderleri, Hz. Salih (a.s.) ve ashabını bölücülükle ve baş­larına uğursuzluk getirmekle itham ediyorlardı. Ancak Hz. Salih fa.s.), aksine başlarına gelen sıkıntıların, kendileri için bir imti­han sebebi olabileceğine işaret ederek, onları iyiliğe, Allah'a ina­nıp O'ndan af ve merhamet dilemeye çağırıyordu. Bu gerçek, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle vurgulanır:

"Andolsun ki, Semüd kavmine de kardeşleri Salih'i, 'Allah'a kulluk ediniz!' desin diye gönderdik. Onlar, hemen birbiriyle çeki­şen iki zümreye ayrıldılar, Salih, 'Ey milletim! Niye iyilikten önce, alel-acele kötülük istiyorsunuz? Merhamet olunasınız diye Allah' tan mağfiret düeseniz olmaz mı?' dedi. Onlar, 'Sen ve beraberin­dekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık!' dediler. Salih, 'Uğursuz­luğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir milletsiniz.' dedi."[21]

Diğer müşrik toplumlar da, ilgili yerlerde işaret ettiğimiz gibi, kendilerine gönderilen peygamberi ve içlerinden ona ina­nanları, aynı şekilde suçlamışlardır. Atalarının dinine karşı çıkmaları yüzünden tanrılarını kızdırdıklarını iddia ederek, başları­na gelen uğursuzlukları onların tavrına bağlamışlardır, örneğin Yasin suresinde ismi zikredilmeksizin anlatılan kavim de, kendi­lerine gönderilen elçilere karşı bu şekilde davranmıştı:

"Ey Muhammed! İnsanlara, o şehir halkının kıssasını misal olarak anlat: Bir zaman onlara elçiler gelmişti.

Biz, onlara iki elçi göndermiştik de o ikisini yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar, 'Biz size elçiler olarak gönderildik.' demişlerdi.

Şehir halkı, 'Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rah­man da bir şey indirmemiştir. Sadece yalan söylüyorsunuz.' de­mişlerdi.

Elçiler, 'Doğrusu Rabbimiz biliyor ki, gerçekten bizler, size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen ancak apaçık tebliğdir.' demiş­lerdi.

Şehirliler, 'Doğrusu sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz andolsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktirl' demişlerdi

Elçiler, 'Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır; siz, aşırı giden bir milletsiniz!' demiş­lerdi. "[22]  

 

D. Semûd Müşrikleri Mucize İstiyor

 

Senıûd kavminin çoğunluğu, Salih'in (a.s.) dâvetine sırt çe­virdi. Müşrikler, onu, büyülenmiş ve bu yüzden aklını yitirmiş olmakla suçladılar. Aralarında bozgunculuk çıkardığını, toplumu böldüğünü, toplumun zararına yol açacak işler yaptığını ve bu yüzden başlarına huzursuzluk getirdiğini söylüyorlardı. Onun, mâruz kaldığı sihir yüzünden kendisini peygamber zannettiğini iddia eden küfür elebaşıları, sonunda ondan, hak peygamber olduğunu gösterecek bir mucize istediler. Rivayete göre onlar, mucize olarak, bildikleri bir kayadan çıkacak bir devenin, herke­sin önünde doğurmasını teklif etmişlerdi. Onların bu istekleri karşısında Salih (a.s.}, oturup düşünmeye başlamıştı. O Sırada kendisine gelen vahiy meleği Cebrail (a.s.), 2 rek'at namaz kıl­masını ve ardından müşriklerin istediği deveyi göndermesi için Allah'a duâ etmesini söyledi. Salih'in (a.s.) duası üzerine, Allah Teâlâ, bahsettikleri kayadan mucize olarak "Nâkatüllah= Allah'ın devesi" diye isimlendirilen dişi deveyi çıkarttı.

Müşriklerin Hz. Salih'i büyülenmiş ve bu yüzden kendisini peygamber zanneden biri olarak görüp ondan mucize istemeleri üzerine devenin yaratılışı ve deveye karşı nasıl davranmaları gerektiği hususu, Kur'ân-ı Kerim'de bir kaç kez tekrarlanmıştır:

"Sen şüphesiz büyülenmişin birisin; bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlü isen (peygamber olduğu­nu açıkça gösteren) bir delil getir, dediler. "[23]

"Semûd kavmine de, kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: 'Ey kavmim! Allah'a ibâdet edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Size rabbinizden delil olarak apaçık bir mucize gelmiştir. îşte şu, Allah'ın dişi devesi, size bir mucizedir. Bırakın onu, Allah'ın arzında otlasın; sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa can yakıcı bir azaba uğrarsınız."[24]

"Ey kavmim! Eğer rabbimden bir belgem olur ve bana rah­met eder de ben O'na baş kaldırırsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka bir şey ya­pamazsınız. Ey milletim! Bu, size bir âyet/delil olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa siz hemen azaba uğrarsınız, dedi."[25]

"Doğrusu, onlan denemek üzere dişi deveyi gönderen biziz. Salih'e şöyle demiştik: Onları gözetle ve sabret; onlara, sıralarına göre suyun kendileriyle o deve aralarında pay edilmiş olduğunu söyle."[26]

"Semûd milleti, içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı yü­zünden peygamberleri yalanladı. Allah'ın peygamberi onlara, Al­lah'ın devesini göstermiş ve, 'Allah'ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın!' demişti."[27]

"Salih, 'İşte mucize bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı be­lirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir; sakın ona bir kötü­lük yapmayın, yoksa sizi büyük günün azabı yakalar!' dedi.[28]

Kur'ân-ı Kerim'in, Hz. Salih'e verilen bu mucize deve hak­kında verdiği bilgiler bundan ibarettir. Görüldüğü gibi orada, bu dişi devenin nereden ve nasıl çıktığı, vücut yapısı ve gücü hak­kında bilgi verilmemiştir. Bu hususlarda sahih hadislerde de açıklama yoktur. Bu yüzden, müfessirlerin, devenin doğuşu, vücut yapısı ve gücü hakkında anlattıklarına şüphe ile bakmak gerekir. Bu teferruat bir tarafa, Cenâb-ı Hakk'ın takdiriyle, Sa­lih'in {a.s.) peygamberliğini ispat sadedinde, mucizevî bir şekilde vasıtasız olarak bir kayadan çıkarılan bu dişi devenin, diğer pey­gamberlerin mucizeleri nev'inden büyük bir mucize olduğu ke­sindir.[29]

İbn Kesir'in ifadesiyle, bu muhteşem mucizeyi görenlerin önemli bir kısmı hemen iman etmişti; ancak ekseriyet yine küfür ve sapıklıktan ayrılmadı.[30] Hz. Salih, kendisinden bu mucizeyi isteyen müşriklere, âyetlerde geçtiği gibi, deveyi hiç bir şekilde rahatsız etmemelerini, ona hiç dokunmamalarını ve istediği yer­de otlamasına izin vermelerini emretmişti. Ayrıca Allah'ın su içme sırasını, bir gün deveye, bir gün de kendilerine tahsis etti­ğini açıklayıp, buna kesinlikle riâyet etmelerini söylemiş; deveye karşı bir kötülük yaptıkları takdirde, başlarına büyük bir felâket geleceğini haber vermişti.

Allah tarafından bir mucize olarak gönderilen bu dişi deve, bir süre aralarında yaşadı. Devenin su içme hakkına riâyet edil­di. Bir gün onlar su alıp içerler ve hayvanlarını sularlarken, di­ğer gün deve su içti. Deve nöbet günü su kaynağına gelip suyu­nu içiyor, meralarda serbest bir şekilde otluyordu. Onlar da de­venin sütünden yararlanıyorlardı. Rivayetlere göre, deve onların tamamını kandıracak ölçüde bol süt veriyordu. Bu-haliyle, bir taraftan bütün halkın su nöbetine eşit bir süre su kaynağını işgal ederek onlar için bir imtihan vesilesi oluyor, diğer taraftan verdiği sütüyle onlara büyük bir imkân sağlıyordu. Ne var ki, aradan geçen zaman içinde, bâzı bozguncular, bundan rahatsız oldular, Allah tarafından konulmuş bu sınırlama ve nöbet işini onurlarına yediremedüer. Semûd eşrafı, devenin kuyunun suyu­nu tamamen bitirmesi yüzünden hayvanlarının susuz kaldığını söylemeye başlamışlardı. Halbuki, bir devenin bir defada bir ku­yu dolusu suyu içip bitirmesi ve sütünün herkese yetecek dere­cede bol olması, ibret alabilenler için en kesin bir delilden başka bir şey değildi. Müşrik liderler, Salih'i (a.s.) alaya almak ve onu aciz düşürmek maksadıyla, ayrıca kendilerini tehdit etmekte olduğu azabı bir an önce getirmesini de söyleyerek ona meydan okuyorlardı. Diğer taraftan pek çok insanın inanmasına vesile olan mucize deveyi öldürmek için plânlar hazırladılar. Neticede, şehirdeki dokuz çetenin başı olan ve Uhaymiru Semûd/ Semûd' un kızılı denilen Kudar b. Sâlif isimli eşkiyayı bununla görevlen­dirdiler. O da, gidip deveyi öldürdü:

"Derken bir arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcım alarak de­veyi kesti. "[31]

Deveyi içlerinden en azgınları olan tek bir kişi öldürdüğü halde, kâfirlerin tamamı onu bu konuda desteklediği için, onla­rın tamamı suç ortağı sayılmıştır. Toplumun genel isteği neticesinde herkes adına işlenen bir suç olması dolayısıyla, toplumsal bir suç söz konusudur. Zîrâ onu işleyen, ancak bir maşadan ibarettir. Nitekim Allah Teâlâ, kavmin en azgını tarafından işle­nen bu suçu, ortak bir suç şeklinde, bütün kâfirlere nispet et­miştir:

"Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azap indirdi ve onlan yerle bir etti. Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur."[32]

Yapılan ihtar ve uyarılara rağmen deveyi kesmeleri üzerine ilâhî cezayı hakettiler ve Salih (a.s.) gönderilen vahye dayanarak onlara üç gün sonra ilâhî azaba uğrayacaklarını bildirdi:[33]

"Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman Salih, 'Yurdu­nuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür.' de­di."[34] 

 

E. Hz. Salih (A.S.)'I Öldürme Plânı - Semûd Kavminin Helaki

 

Rivayet edildiğine göre, Salih (a.s.), onlara, "Yann yüzleriniz sararacak, yarından sonra kızaracak, üçüncü gün ise kararacak, dördüncü günün sabahı da, başınıza azap gelecek!" demişti. Söy­ledikleri aynen ortaya çıkmaya başlayınca, elebaşıları, onu öl­dürmek için bir plân hazırladılar. Rasül-i Ekrem'i (s.a.v.) Öldür­mek için tuzak kuran Ebu Cehil ve yandaşları gibi, onlar da, Hz. Salih (a.s.)'İn yakınlarının kendilerinden intikam almaya kalkı­şacağını biliyorlardı. Bunun için, gizlice öldürüp, onu kimin öl­dürdüğünü bilmediklerini söyleyerek faili meçhul bir cinayet olarak kalmasını sağlayacaklardı. Ancak Yüce Allah, onların tuzaklarını da aleyhlerine çevirdi, Peygamberimiz'i kurtardığı gibi, Salih (a.s.)'i de onlardan kurtardı:

"O şehirde, dokuz kişilik bir çete vardı ki, yeryüzünde boz­gunculuk yapar, iyiliğe yanaşmazlardı, 'Biz geceleyin Salih ve ailesine baskın yapalım, sonra da onun akrabalarına, onun ve ailesinin ortadan kaldırılışında bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim' diye aralarında Allah adına yeminleştiler. Onlar bir düzen kurdular. Biz fark ettirmeden düzenlerini boz­duk. "[35]

Allah Teâlâ, müşrik elebaşıların hazırladıkları suikast plâ­nını Salih'e (a.s.) haber verdi ve ona mü'minlerle birlikte şehir­den ayrılmasını emretti. Onların ayrılmasından sonra, Semûd kavmini ilâhî azaba çarptıracağını ve nezdinden bir rahmet ola­rak mü'minleri kurtaracağını bildirdi. Hz. Salih, daha sonra veri­len emir doğrultusunda ashâbıyla birlikte şehirden ayrıldı. Şe­hirden ayrılışı sırasında inkarcıların başlarına gelecek bu felâket ve düştükleri bu kötü durum sebebiyle duyduğu üzüntüyü ve o andaki duygularını açıklarken, onlara Allah'ın emirlerini tebliğ ettiğini, başlarına gelecek bu azaptan sakındırdığını, elinden geldiği kadar nasihatte bulunduğunu; ancak karşılığında kin ve düşmanlıktan başka bir şey görmediğini söylüyordu. Onun bu duyguları, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade edilmiştir:

"Salih onlardan öte döndü de, 'Ey kavmim! Ben rabbimin vahyini size tebliğ ettim ve sîze nasihat ettim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz.' dedi".[36]

Onların ayrılmasından kısa süre sonra, rivayete göre deveyi öldürmelerinden sonraki dördüncü günün sabahı, o bölgeye a-zâp geldi. Bütün müşrikler, gözleri baka baka, titreye titreye bir anda helak oldular. Onları şiddetli bir deprem yakalamış, evle­rinde hareketsiz ölüler haline getirivermiştî:

"Derken dişi deveyi boğazladılar ve rablerinin emrine isyan ettiler. Ve şöyle dediler: 'Ey Salih! Eğer gerçekten peygamberler­den isen, bizi tehdit etmekte olduğun azabı bizlere getir!' Bunun üzerine onları şiddetli bir deprem (er-recfe) yakalayıverdi de evle­rinde diz üstü kapanıp kaldılar."[37]

Semûd kavmine gönderilen bu azap, Kur'ân-ı Kerim'de, "sayha/ şiddetli bir ses", "tâğiy e/şiddetli bir kasırga veya şim­şek", ve "saika/yıldırım"  tabirleriyle de ifâde edilmiştir:

"Haksızlık yapanları şiddetli bir çığlık/sayha tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdüer."[38]

"Benîm azabım ve uyarmam nasılmış? Nitekim üzerlerine şiddetli bir çığlık/sayha gönderdik de ağdaların ağıllarını çevirdi­ği kurumuş ot ve çalı gibi kırılıp döküldüler. "[39]

"Sabaha karşı korkunç bir çığlık/sayha onları yakalayıver­di. Yaptıkları kendilerine bir fayda sağlamadı. "[40]

"Semûd ve Ad kavimleri, dehşetlerle dolu o korkunç Kıyamet gününü yalanladılar. Bu yüzden Semûd kavmi, azgın bir kasır-ga/tâğiye île yok edildi."[41]

"Ey Muhammed! Yine de yüz çevirirlerse onlara de ki: îşte sizi, Ad ve Semûd'un başına gelen yıldırıma (saika) benzer bir azap ile uyardım."[42]

"Semûd kavmine de doğru yolu göstermiştik, ama onlar kör­lüğü, doğru yola tercih ettiler. Kazandıklarının karşılığı olarak on-lan alçaltım azabın yıldırımı/saika çarpıverdi."[43]

Onların çarptırıldığı azap, bir yerde de, "azâb" kelimesiyle ifâde edilmiştir:

"Onlar ise deveyi kestiler; ama çok geçmeden pişman da ol­dular. Çünkü bu yüzden onları kıskıvrak azap yakaladı. Doğrusu bunda bir ders vardır, fakat çoğu inanmamıştır."[44]

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, Semûd kavmi, korkunç bir gök gürültüsüyle birlikte gelen ve yeryüzünde şiddetli bir deprem meydana getiren şimşekler ve yıldırımlarla helak edil­miştir. Salih (a.s.) ve ona iman edenlerin Hıcr'dan ayrılmasının hemen ardından meydana gelen bu korkunç felâketle, Semûd kavmi kâfirlerinin tamamı ölmüş, onlardan kurtulan olmamıştır. Yurtları ıssız ve harap bir vaziyete dönüşmüş, önceden insanla­rın yaşamadığı bir hâle gelmiştir.

"Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki, Semüd milleti rabbini inkâr etmişti. Bilin ki, Semûd milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştı. "[45]   

 

F. İnananların Kurtuluşu

 

Semûd kavminden müşriklerin toptan ölmeleri ve yurtları­nın ıssız kalmasına karşılık, Allah'ın emriyle oradan ayrılan Hz. Salih (a.s.) ve ashabının kurtuluşu âyetlerde şöyle izah edilmek­tedir:

"Buyruğumuz gelince, Salih'i ve beraberindeki inananları katımızdan bir rahmet olarak o günün rezilliğinden kurtardık. Doğrusu Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür."[46]

"Hilelerinin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Biz onlan ve milletlerini, hepsini, yerle bir ettik. İşte, haksızlıkları yüzünden harap olmuş, bomboş evleri'. Bunda, bilen bir millet için şüphesiz, büyük bir ders vardır, inanıp Allah'a karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık."[47]

"İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtardık."[48]

Vehb b. Münebbih ve İbn İshak'ın beyanlarına göre, Hz. Salih (a.s.) ile birlikte kurtulan mü'minler, dört bin kişi civarın­da idi. Hz. Salih (a.s.), bu azabın vukuundan önce, ümmetiyle beraber, Semûd kavminin yurdundan çıkarak, Şam taraflarına gitmiş, Filistin'de Remle kasabasında ikâmet etmiştir.[49] Mek­ke'ye gittiği veya Yemen bölgesinde Hadramevt'e gidip orada ve­fat ettiği de rivayet edilmektedir. Yine Sînâ yarımadası halkı ara­sında dolaşan rivayetlere göre, azaptan kurtulan Hz. Salih (a.s.) ve mü'minler, bu yarımadaya gelmişlerdir. Orada, Musa dağının yanında Hz. Salih (a.s.)'m sığındığı dağ olarak bilinen ve onun adıyla isimlendirilen bir dağ bulunmaktadır. Bu bölgede yer alan bâzı merkezlerde, ona ait olduğu söylenen birkaç tane kabir var­dır. Meşhur seyyahlardan İbn Cübeyr ve İbn Battûta, uzun süre Haçlıların elinde kalan Akka şehrinden bahsederlerken, bu şeh­rin merkez câmiinin mihrabının yanında Hz. Salih (a.s.)'m kab­rinin bulunduğunu söylemişlerdir.[50] Yakut İse, Kinnesrin dağın­da Hz. Salih (a.s.)'a ait olduğu söylenen bir kabrin bulunduğunu belirttikten sonra, işin doğrusunun onun kabrinin Yemen'de olduğunu söylemiş ve Mekke'de olduğu şeklindeki rivayetlere de işaret etmiştir.[51] îbn Kuteybe, Hz. Salih (a.s.)'m ashâbıyla birlik­te 20 yıl daha yaşadıktan sonra 158 yaşında öldüğünü kaydet­mektedir. Âd kavminin peygamberi Hz. Hûd (a.s.) ile Hz. Salih (a.s.) arasında bir asırlık bir süre olduğu zikredilmiştir.[52]  

 

G. Salih (A.S.) Kıssasından Bâzı Mesajlar

 

1. Bu Kıssa Sağlıklı Düşünenler İçin Çarpıcı Bir İbret Tablosudur

 

Nemi süresinin 52. âyetinde, "Salih (a.s.) kıssasının düşü­nenler için ibret olduğu" belirtilmiştir. Buradan, inkâr eden bir kavmin helakinin sebebini, ancak iyi bir şekilde düşünenlerin fark edebileceği anlaşılmaktadır. Yâni câhiller, bir devenin öldü­rülmesiyle Semüd kavminin helaki arasındaki alâkayı kabul et­mezler. Böylesi umûmî felâketleri, sâdece doğal sebeplere bağla­yarak, bu tür olaylar ile, insanların ahlâki durumları ve işledik­leri kötülükler arasında bir alâkanın olamayacağını iddia eder­ler. Bu toplumsal felâketlerin, zorbalık, zulüm, ve ahlâksızlığın yayılmasıyla ilgisinin bulunduğunu kesinlikle reddederler.

Bu hâdiselerden ders çıkaran ilim ve hikmet sahipleri ise, kâinatın Allah tarafından yaratıldığı ve yine O'nun tarafından idare edildiği İnancından hareketle, bu tür maddî olayların da O'nun irâdesine tâbi olduğunu kabul ederler. Eski toplumlardan pek çoğunun, inkârları ve işledikler kötülükleri yüzünden ilâhî azaba çarptırıldığı gerçeğini kabullenerek, bu cezayı, bir ihtar olarak değerlendirirler ve ondan gerekli dersi çıkarırlar. [53]

 

2. Mucize İsteyip Sonra da İnkâr Edenlerin Sonu Helak Olmuştur

 

Önceki toplumların toplu helakine yol açan sebeplerden bi­ri de, peygamberlerinden ısrarla mucize istemeleri, mucize gös­terdiğinde ise, iman etmek yerine inat ve küfürlerini devam et­tirmeleri olmuştur. Semûd kavmi hakkında inmiş olan bir âyette bu gerçeğe şöyle işaret edilmiştir:

"Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin mu­cizeleri yalanlamış olmalarıdır. Semûd kavmine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Yaptıklannın cezasını da gördüler. Oysa biz mucizelerimizi, ancak in­sanları sakındırmak için göndeririz. "[54]

Mevdûdî, bu âyetin tefsirinde, bu âyetin Peygamberimiz (s.a.v)'den mucizeler isteyen Mekke müşriklerine yönelik mesajı­nı şöyle özetlemektedir:

"Size doğru yolu göstermek için mucizeler göndermemesi, Al­lah'ın rahmetindendir. Oysa siz, böyle mucizelerin gönderilemeye-ceğini sanıyorsunuz. Bilmelisiniz ki, size bir mucize gönderilmiyor, çünkü bu mucizenin reddedilmesi, kaçınılmaz olarak azaba neden olur ve bu yüzden hepiniz helak edilirsiniz. Semûd kavmi gibi a-paçık mucizeleri reddeden kavimlerin tamamen helak edildiğini tarihten öğrenebilirsiniz."[55]

Buradan anlaşıldığı gibi mucizeler, peygamberlerin Al­lah'tan yardım gördüklerinin anlaşılması için bir delil ve yine inkâr edenlerin karşılaşacakları azabın farkına varmaları için bir uyarıdır. Pek çok kavim, mucizeleri yalanlamaları yüzünden top­lu helake mâruz kalmışlardır. Allah'ın varlığına delâlet eden â-yetler, üç kısma ayrılır: Bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde, Allah'ın bir âyeti vardır ki, bu âyet Allah'ın varlığına delâlet eder. Bu âyetlerden bir kısmı ise olağan üstüdür. Bunlar mucizeler ve kerametlerdir. Mucizeler arasında, müşrikler tarafından inadına istenen ve ısrar edilen bir kısmı vardır ki, bunlara "âyât-ı muktaraha" denilir. Bunlar gösterildiği zaman, peygamberlere i-nanmayanlar Semüd kavmi gibi köklerini kesecek bir azap ile yok edilmişlerdir.[56] Kureyş müşriklerinin Rasül-i Ekrem (s.a.v.)' den inadına olarak istedikleri mucize de "âyât-ı muktaraha" cin-sindendir.

İbn Abbas'tan bu hususta nakledilen bir rivayet şöyledir: Mekke müşrikleri, Rasülullah (s.a.v.)'e gelerek, peygamber oldu­ğunu ispat için, Safa tepesini altına çevirmesini, Mekke dağlarını ortadan kaldırıp, yerlerini düz ve ekilebilir bir arazi haline getir­mesini istemişlerdi. Bunun üzerine Allah tarafından, Rasülullah (s.a.v.J'e istediği takdirde bunların yapılacağı; ancak buna rağmen iman etmeyecek olurlarsa, Mekke müşriklerinin önceki ka­vimler gibi helak edilecekleri bildirildi. Rasülullah (s.a.v.) ise, onların helakini istemediğini bildirdi ve bu hâdise dolayısıyla bu âyet nazil oldu.[57]

Aynı sûrenin 90^93. âyetlerinde, Mekke müşriklerinin iste­dikleri bu mucizeler hakkında şöyle denilmektedir:

"Kâfirler şöyle dediler: 'Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana iman etmeyeceğiz. Veya içinde hurma ve üzüm bulunan bir bahçen olsun, ortasından şarıl şarıl ırmaklar akıt. Yahut sandığın gibi göğü başımıza parça parça düşür, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getir. Yahut altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Allah'tan peygamber oldu­ğunu yazan, okuyabildiğimiz bir kitap indirmediğin takdirde, göğe çıktığına da inanmayız.' Ey Muhammedi Sen onlara şöyle de: Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim." [58]

 

3. Mü'minler İsraftan Kaçınmak Zorundadırlar

 

İslâm Medeniyetinin temel prensiplerinden biri, israf ve cimrilikten kaçınmak suretiyle dengeli bir hayat sürmektir. Nite­kim Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) da, kavimlerini israf ve taş­kınlıktan kaçınmaya çağırmışlardır. Hz. Hûd (a.s.), ihtiyaçlarını karşılayacak standartlarda evler yapmak yerine bütün ihtimam­larını dünya zevklerine yönelterek, gururlanıp çalım satmak için muhteşem binalar yapmakla israfa giden kavmini şöyle uyarmış­tı:

"Siz, her tepeye bir köşk yapıp zevklenir misiniz. Dünyada ebedî kalacakmışsınız gibi bir takım saraylar ve havuzlar edini­yorsunuz. "[59]

Hz. Salih (a.s.) da, Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetleri şımarıklıkla saçıp savuran ve dünya zevklerinden başka bir şey düşünmeyen kavmini şöyle uyarmıştı:

"Siz burada güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Bahçelerde, çeşme başlarında? Ekinler ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla evler yontuyor­sunuz. Allah'tan korkun ve bana itaat edin."[60]

Zamanımızda da, milyonlarca insan açlık sıkıntısı çeker­ken, toplumların zenginleri, büyük paralar harcayarak köşkler, villalar ve çeşitli eğlence tesisleri yaptırmaktadırlar. İnsanların önemli bir kısmı başını sokacak mütevâzi evler dahi bulamaz­ken, onlar, sermâyelerinin büyük bölümünü, diğer insanların menfaatine olacak şekilde kullanmak ve ülke kalkınmasına kat­kı sağlayacak tesisler yaptırmak yerine, sırf lükslerini daha da artırmak için harcamaktadırlar. Maalesef, Müslümanlar arasın­da da durum böyledir. Halbuki İslâm, sosyal dayanışmayı esas alan âdil bir cemiyet anlayışını telkin etmektedir. İsrafı önleye­rek, toplumda yardımlaşma anlayışını hâkim kılmayı ve muh­taçları gözetmeyi öngörmektedir. Zenginin malı her ne kadar özel mülküyse de, onun malının faydasının bütün insanlara şâmil kılınmasını hedeflemektedir.[61] Allah Teâlâ'nın, mü'minlere bu konudaki emir ve tavsiyesi şöyledir:

"Akrabaya, düşkünlere, yolcuya hakkını ver; elindekileri o-lur-olmaz yere saçıp savurma. Mallarını saçıp savuranlar, şüphe­siz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbinin nimetle­rine karşı çok nankördür. Ve eğer Rabbinden yardımda bulunma imkânını dilediğin halde, durumun müsait olmadığı için yardım edemiyor, İhtiyaç sahiplerinden yüz çevirme zorunda kalıyorsan, onlara tatlı ve yumuşak söz söyle. Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın. Doğrusu, senin Rabbin, dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğinin Rızkım ise kısar. O kullarım gören ve haber­dâr olandır. "[62] 

 

 



[1] Hz. Salih (a.s.)'ın İsmi Kur'ân-ı Kerim'de dokuz âyette geçmektedir: A'râf sûresi, 7/73, 75, 77; Hûd sûresi, 11/61, 62, 66, 89; Şuarâ sûresi, 26/142.

[2] Mevdûdî, Tefhim, II, 55.

[3] M.Esed, Kur'ân Mesajı, 285.

[4] Şuara süresi, 26/146-150.

[5] Hicr sûresi, 15/82.

[6] Yakut, Mu'cemü'l-huldân, II,  221.

[7] Rihle, I, 130.

[8] ibn Hişam, II, 521. Hamuru attırdığı da bildirilmiştir ( Tecrid-İ Sarih Terceme ve Şerhi, IX, 135).

[9] Bu konudaki hadisler için bkz. ibn Kesir, es-Sîretü'n-nebeviyye, IV, 18-21.

[10] Aynı eser, II, 522.

[11] Tefhim, IV, 55; Hz, Peygamberin Hayatı, I, 437.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 176-179.

[12] Tabbâra, 104.

[13] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 179-180.

[14] Hüd süresi, 11/61.

[15] Fussilet sûresi, 41/14.

[16] Kamer sûresi, 54/23-26.

[17] A'râf sûresi, 7/74.

[18] Hüd sûresi, 11/62.

[19] Araf suresi, 7/75-76

[20] Şuarâ sûresi 26/141-152.

[21] Nemi sûresi, 27/45-47.

[22] Yâsîn sûresi, 36/   13-19-  Musa'ya (a.s.) aynı ithamda bulunulmuştu:   "Onlara iyilik ve bolluk geldiği zaman, 'Bu bize aittir.' derler. Bir kötülüğe uğradıkları za­man da, bunu Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluklarına yorarlar. İyi bilin ki, onların uğursuz saydıkları şey, Allah kaündandır. Fakat çoğu bunu bilmezler." (A'raf sûresi, 7/131}.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 180-185.

[23] Şuarâ sûresi, 26/153-154.

[24] A'râf sûresi, 7/73.

[25] Hûd sûresi, 11/63-64.

[26] Kamer sûresi, 54/27-28.

[27] Kamer sûresi, 54/27-28.

[28] Şuarâ sûresi, 26/155-156.

[29] ibn İshak ve diğer siyer alimlerinin izahına göre, Salih Peygamber'e mucize ola­rak bir devenin gönderilmesi, Semûd kavmi için en kıymetli malın deve olmasına bağlıdır {Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 138).

[30] ibn Kesir, Kasasu'l-enbiyâ, I, 144

[31] Kamer sûresi, 54/29. Sevgili Peygamberimiz, bir hadislerinde, bu deveyi öldüren şahıstan bahsetmiş, onu Ebu Zem'a ismindeki müşrik gibi kavmi arasında izzet ve şevket sahibi birinin öldürdüğünü, devenin ise onun çağrısına munis bir şe­kilde itaat ettiğini  söylemiştir (Tecrid-i Sarih Tercemesİ, IX, 139).

[32] Şems sûresi, 91/14-15.

[33] Zâriyât sûresinin 43. âyetinde "Semûd mîlletinin başına gelende de ibret vardır. Onlara, "Bir süreye kadar zevklenin" denmişti." buyurulmaktadır. Bu âyette veri­len süre hakkında iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, bu süre, Hûd sûresinin 65. âyetinde geçen devenin kesilmesinden sonra verilen son 3 günlük süredir. Katâde bu görüştedir. İkinci görüş ise, Hasen-i Basrî'nin görüşüdür ve bu süre Önceden verilmiş bir süredir. Bu görüşe göre, Semûd kavmine, tevbe ve iman yo­lunu seçmedikleri takdirde, dünyada belli bir süre yiyip içseler, rahat bir hayat sürseler de, sonunda felâkete uğrayacakları bildirilmiştir. Dolayısıyla, bu âyette kastedilen süre son üç günlük süre değildir. Bİr sonraki âyette, Cenab-ı Hakk'ın emirlerinden yüz çevirdiklerinin bildirilmesi de, bu mühletin, yüz çevirmelerinden önce verilen bir mühlet olduğunu gösterir:

"Onlar Rablerinin buyruğundan çıkmışlardı; bunun üzerine kendilerini gözleri göre göre yıldırım çarptı. Ayağa kalkacak güçlen kalmadı, yardım, da görmediler." (Zâriyat, 51/44-45). Elmalılı (VII.262J, Mevdûdî (V, 515) ve Sâbûnî (Safve, VI, 189) ikinci görüşü benimsemişlerdir.

[34] Hûd sûresi, 11/65.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 185-189.

[35] Neml sûresi, 27/48-50.

[36] A'râf sûresi, 7/79.

[37] A'râf sûresi, 7/77-78.

[38] Hûd sûresi, 11/67.

[39] Kamer sûresi, 54/30-31.

[40] Hıcr sûresi. 15/83-84.

[41] Hakka sûresi, 69/4-5.

[42] Fussilet sûresi, 41/13.

[43] Fussilet sûresi,   41/17.

[44] Şuarâ sûresi, 26/157-158.

[45] Hüd sûresi, 11/68.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 189-192.

[46] Hûd sûresi, lî/66.

[47] Nemi sûresi, 27/51-53 .

[48] Fussilet sûresi, 41/18.

[49] Salebi, 71.

[50] ibn Cûbeyr, Rıhle, I, 212; İbn Battûta, Rıhle, I, 81.

[51] Mu'cemü'l-buldân, IV, 403.

[52] Tecrid-i Sarih Tercemesi, İX, 138 vd.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 192-193.

[53] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 194.

[54] Isrâ süresi, 17/59.

[55] Mevdüdi, Tefhim, III, 120.

[56] Elmahlı, V, 308.

[57] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 258.

[58] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 194-196.

[59] Şuarâ sûresi, 26/128-128.

[60] Şuara suresi, 26/146-150.

[61] Tabbara, 114

[62] Isra suresi, 17/26-30.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 196-197.