A. Künyeleri,
Lakabı Ve Ülü'l-Azm Peygamber'den Oluşu
B. Soykütüğü,
Doğum Yeri Ve Zamanı
C. Hz.
İbrahim (A.S.)'In Yetiştiği Bölgede Dînî Durum
D. Büyümesi
Ve Allah'a Îmân Yolunu Bulması
E. Peygamber
Olarak Görevlendirilmesi - Babasını Ve Kavmini Allah'a Îmâna Çağırması
F. Babasına
Şefkati, Gösterdiği Nezaket Ve Onun İçin İstiğfarı
G. Tebliğini
Sabırla Devam Ettirmesi
H. İlahlık
Taslayan Nemrut İle Tartışması
I. Hz.
İbrahim (A.S.)'In Putları Kırması Ve Ateşe Atılması
İ. Hz.
İbrahim (A.S.)'In Hicreti
L. Hz. İsmail
(A.S.)'In Doğumu-Babası Tarafından Mekke'ye Götürülmesi
M. Hz.
İbrahim {A.S.)ın Oğlu İsmail'i Allah'a Adaması
N. Hz. İshak
(A.S.)'In Doğacağının Müjdelenmesi
O. Kabe'nin
İnşâ Edilmesi-İlk Mâbed Ve Oradaki Alal-İetler
R. Hz.
İbrahim (A.S.)'In Hanımları, Çocukları-Vefatı
Ş. Hz.
İbrahim (A.S.)'In Şemaili
T.
Müşriklerle Mücadelede Çığır Açması, Mü'minler İçin Önder Ve Örnek Oluşu
U. Hz.
İbrahim (A.S.)'In Gerçek Vârisleri
Kur'ân-ı Kerim'de
hakkında en fazla bilgi verilen peygamberlerden olan Hz. İbrahim (a.s.)'ın en
meşhur künyesi, peygamberler babası mânâsına gelen
"Ebu'l-enbiyâ"dır.[1] Bu
künye, kendisinden sonraki Kur'ân-ı Kerim'de isimleri geçen 16 peygamberden
14'ü onun neslinden geldiği için verilmiştir.[2] Bu
peygamberlerin ilk ikisi, bilindiği gibi onun oğulları Hz. İsmail (a.s.) ve
Hz. İshak (a.s.)'dır. Geriye kalan 12 peygamberlerden sadece biri, yâni Sevgili
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Hz. İsmail (a.s.)'m, diğerleri ise Hz.
îshak (a.s.)'m soyundandir. Hz. İshak (a.s.)'m neslinden gelenler,
"İsrail" lâkabını taşıyan oğlu Hz. Yakub (a.s.)'a nisbetle Benî
İsrail peygamberleri olarak bilinmektedirler.
Kur'ân-ı Kerim'de, Hz.
İbrahim (a.s.)'dan sonra peygamberliğin onun nesline tahsis edildiğine işaret
edilerek şöyle denilmektedir:
"Ona (ibrahim'e)
İshak ve Yakub'u bağışladık. Peygamberliği ve kitaptan, onun soyundan
gelenlere verdik. Ona dünyada mükâfatım verdik. Şüphesiz O, âhirette de
sâlihler zümresindendir"[3]
Hz. İbrahim (a.s.)
neslinden gelen bu peygamberlerin isimleri, Kur'ân-ı Kerim'de bir arada
zikredilmiş bulunmaktadır:
"Biz ona
(İbrahim'e), İshak ve (İshak'ın oğlu) Yakub'u da armağan ettik; hepsini de
hidâyete erdirdik. Nitekim daha önce de Nuh'u hidâyete erdirmiştik. Ve onun
neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyüb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u da hidâyete
erdirmiştik. Biz, iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız. Zekeri-ya,
Yahya, İsa ve İlyas'ı da doğru yola iletmiştik. Hepsi de iyilerdendi. İsmail,
Elyesa1, Yunus ve Lût'u da hidâyete erdirdik. Hepsini âlemlere üstün kıldık.[4]
Hz. İbrahim (a.s.)'m
diğer meşhur bir künyesi de, misafirler babası mânâsına gelen "Ebu'd-dîfan
veya Ebu'l-edyâf" dır. Çünkü o, son derece misafirperver bir insandı.
Misafirleri oldukça bol olur ve onları en güzel şekilde ağırlardı. Konukları
için kızartılmış dana ve koyun eti başta olmak üzere en güzel yemekler ikram
ederdi.
Kendisinden sonraki
peygamberlerin atası olması münasebetiyle, üç semavî din mensupları olarak
Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar nazarında, Hz. İbrahim (a.s.)'m
müstesna bir yeri vardır, Allah Teâlâ da onu emsalsiz meziyetlerle donatmış,
muttakîlere imam ve rasüllere Örnek kılmıştır. Rasülleri içinden onu, kendisine
özel bir dost olarak seçmiştir. Bu husûsiye tiyledir ki, onun meşhur lâkabı
Allah'ın hâlis dostu anlamına gelen Halilu'r-Rahman'dır. Halil, bir kimsenin
sırdaşı, sevgisi kalbinin her yerine nüfuz eden has dostu demektir. Bu kelime,
hiç bir eksiği olmayan sevgi mânâsına gelen "hullef" mastarından türetilmiştir.
Allah'ın, Hz. İbrahim (a.s.J'ı dost edinmesi, onu bîr takım rabbânî sırlara
muttali kılmasından mecazdır. Yüce Allah, ona verdiği bu makam hakkında şöyle
buyurmuştur:
"İşlerinde doğru
olarak kendim Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan
kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim'i kendine sâdık bir
halü/dost edinmiştir."[5]
Peygamberlik
Müessesesiyle ilgili bölümde ele aldığımız gibi, peygamberler arasından beş
tanesi, kendilerine yeni bir din gönderilmesi, risâlet görevlerini yürütürken
büyük zorluklarla karşılaşmaları ve bu zorluklar karşısında gösterdikleri üstün
sabır ve gayretleri dolayısıyla "ülü"l-azm peygamberler" olarak
i-simlendirilmiştir Bu peygamberler, Hz. Nuh (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.), Hz.
Musa (a.s.}, Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v)'dir.[6]
Onların sıra itibariyle ikincisi olan Hz. İbrahim (a.s.), tebliğ görevini
yürütürken müşriklerin çeşitli kötülüklerine maruz kalmış; hatta sonunda ateşe
atılmıştır. Ancak o, bu sıkıntılar karşısında hiç bir gevşeklik göstermeden
davetini sabır ve sebatla devam ettirmiştir.
Hz. İbrahim (a.s.),
müşriklerin kötülükleri dışında, ilâhî hikmetin bir tecellisi olarak diğer bâzı
ağır imtihanlara da tâbi tutulmuştur. Onun tâbi tutulduğu bu nevi imtihanların
en ağın, büyük ihtimalle Allah tarafından biricik oğlu İsmail'i kurban etmekle
emrolunması hadisesidir. Hz. İbrahim (a.s.), bu hususta da tam bir teslimiyet
göstermiş, henüz 13 yaşlarında olduğu halde aynı teslimiyeti gösteren oğluyla
birlikte Allah'ın emrine boyun eğerek tâbi tutulduğu bu imtihanı da başarıyla
tamamlamıştır. [7]
Tarihçiler, Hz.
İbrahim'in soy kütüğünü şu şekilde vermişlerdir: İbrahim b. Târah (Terah) b.
Nâhor b. Sârüğ (Seruc) b. Arğû (Reu) b. Fâliğ (Peleg) b. Ğâbir (Eber) b. Şâleh
b. Kaynân b. Arfahşaz (Arpakşad) b. Sâm b. Nuh (a.s.). Tarihçilerin Tevrat'tan
aktardıkları bu soy kütüğünde, Hz. İbrahim'in babasının adı görüldüğü şekilde
Târah olarak geçmektedir.[8] Ancak
Kur'ân-ı Kerim onun adını Âzer olarak vermiştir.[9]
Peygamber Efendimiz de, onun adının Âzer olduğunu söylemiştir.[10] Hz.
İbrahim'in annesinin adının ise, Uşâ, Nûnâ, veya Ebyûnâ olduğu zikredilmektedir.[11]
Kur'ân-ı Kerim, Hz.
İbrahim (a.s.)'m doğum yeri, doğum tarihi ve çocukluk yıllan hakkında bilgi
vermemiştir. Bu yüzden tarihçiler, onun doğum yeri ve tarihi hakkında ihtilâfa
dürmüşlerdir. Onun Ahvaz bölgesindeki Süs şehrinde, Bâbil'de, Kûsâ'da veya
Varkâ'da doğduğu rivayetleri yanında, Harran'da doğup babası tarafından Babil'e
götürüldüğü de söylenmiştir.[12] İbn
Sa'd'in naklettiği bir habere göre ise, babası aslen Harranlı olup, buradan
Hürmüzcird'e göçetmiş, İbrahim (a.s.) orada doğmuştur.[13]
Tevrat'ta Hz. İbrahim
(a.s.)'m, Irak'ta Keldânüer'in Ur şehrinde doğup-büyüdüğü, Sâre ile
evlendikten sonra, babası tarafından ailenin diğer fertleriyle birlikte
Harran'a götürüldüğü söylenmektedir.[14]
Tevrat'ın anlatımlarını dikkate alarak dönemin arkeolojik verilerini İbrahim
kıssasına adapte etmeye çalışmış olan[15]
İngiliz arkeolog S. Leonard Woolley, 1935 yılında Londra'da yayınladığı
'Abraham' isimli kitabında Hz. İbrahim (a.s.)'m, Keldâmler'in Ur şehrinde
doğduğu ve ateşe orada atıldığı sonucuna ulaşmıştır. Buna göre Hz. İbrahim
(a.s.), ateşe atılma olayının ardından Harran'a daha sonra da Filistin'e
hicret etmiş ve orada vefat etmiştir. Bu olaylar, M.Ö. 20001i yılların başında
Sümerler'in III. Ur hanedanlığı döneminde cereyan etmiştir.[16]
Yine Tevrat'ta
anlatılanlara dayandırılan başka bir yorum, Hz. İbrahim'in doğduğu yerin, Kuzey
Suriye'de Harran'a çok yakın olan Ura şehri olduğu şeklindedir.[17]
Harman'm ifadesiyle, Kitab-ı Mukaddes geleneğine dayandırılan bu yoruma göre,
içinde Harran ve Urfa'mn da bulunduğu Güney Anadolu'ya tekabül eden Kuzey
Mezopotamya, bugün artık onun ve ailesinin anayurdu olarak kabul edilmektedir.[18]
Harman, bugünkü Urfa şehrine, ilk dönemlerde Orhai, Urhay ve Ruha isimlerinin
verilmiş olmasını[19] ve
Ura ismiyle bu isimlerin benzerliğini hatırlattıktan sonra, "Tevrat'ta Hz.
İbrahim'e gösterilen hedefle takip edilen güzergahın dikkate alınması
durumunda, onun doğduğu şehrin Keldânüer'in Ur şehri değil, bugünkü Urfa şehri
olmasının daha mâkul göründüğünü" söylemektedir. Buna göre, Nemrut tarafından
ateşe atılana kadar orada yaşamış, ardından Harran'a ve buradan da Filistin'e
gitmiş olmalıdır.[20]
Hz. İbrahim (a.s.}'m
yaşadığı asır da kesin olarak bilinmemektedir. Tarihçiler, onun M.Ö.
XXII.-XVII. asırlar arasında yaşadığını kabul ederler. Çağdaşı olarak takdim
edilen Sene-ar/Şinâr veya Babilonya Kralı Amrafel'in, Babil'in meşhur kralı
Hammurâbî olduğu şeklindeki yaygın görüş dikkate alındığında, Hz. İbrahim
(a.s.) M.Ö. XXII-XX: yüzyıllarda yaşamış olmaktadır.[21]
Ancak onun. M.Ö. XX.- XVII. asırlar arasında yaşadığı görüşünde olanlar da
vardır.[22]
Hz. İbrahim (a.s.)'m
doğup-büyüdüğü, ardından peygamber olarak görevlendirildiği ve zâlim hükümdar
tarafından ateşe atılana kadar kaldığı şehir kesin olarak bilinemediği için,
biz burada, aynı bölgede yer alan muhtemel şehirleri dikkate alarak, bu
coğrafyadaki dînî ve ahlâkî durum hakkında genel bir bilgi verme yoluna
gideceğiz.
1. Bâbil:
Hz. İbrahim (a.s.)'m Babil'de doğduğu görüşü oldukça yaygındır. Klâsik İslâm
tarihi kaynaklarında bu konudaki en kuvvetli görüş, onun Babil'de
doğup-büyüdüğü ve orada ateşe atıldığı şeklindedir.[23] Bu
görüşe göre, onun yaşadığı devirde Irak'a Bâbil hanedanı hakim bulunuyordu.
Bâbilliler, bölgenin diğer halkı gibi, putlara tapıyorlardı. Onların da büyüklü
küçüklü pek çok putu bulunuyordu. Her şehrin, şehri koruyan bir putunun
olduğuna inanılırdı. Bâbil halkının en büyük tanrısı ise, Bâbü'in meşhur
tanrısı Marduk idi. Kralın bu putun naibi olarak görev yaptığına inanılır, aynı
zamanda kral da tanrı sayılırdı. Hz. İbrahim (a.s.)'ı dâvasından vazgeçirmek
isteyen Nem-rud'un da ilâhlık iddiasında bulunduğu, ileride işaret edileceği
gibi, Kur'ân-ı Kerim'de belirtilmiş bulunmaktadır. îbn İshak, Bâbil şehrinde
hüküm süren bu kralın, dünyanın doğusunu ve batısını içine alan geniş bir
ülkeye sahip olduğunu söyler. Hatta, onun yerleşik dünyanın tamamına
hükmettiğinden de bahse-dilmiştir. Bâbü'de yapılan kazılar neticesinde ortaya
çıkarılan tabletlerde, bu kralların, Allah'ın yeryüzünü temizleyip fesattan
arındırmasından sonra, orada hüküm sürmek üzere inen gök tanrıları oldukları ve
halkın onlara tapmalarının gerektiği yazılıdır.[24]
2. Ur: Hz.
İbrahim (a.s.)'m doğup-büyüdüğü muhtemel şehirler arasında gösterilen Irak'ta
Aşağı Babilonya'da Fırat nehrinin batı yakasında, Bağdat'ın güneydoğusunda ve
oraya 300 km. uzaklıkta bugünkü Tellül-Mukayyer diye bilinen yerde bulunan Ur
şehri, büyük bir devletin başkenti olma yanında aynı zamanda Önemli bir ticaret
merkezi durumundaydı. Hatta bu şehrin M.Ö. 2100 yıllarında 250 binden daha
fazla bir nüfusa sahip olduğu tahmin edilmiştir. Burada hüküm süren
Ur-Nammu'nun kurduğu Sümerliler'in III. Ur Hanedanı, M.Ö. 2330 yılında, doğu
istikametinde Sûsa'ya, batıda ise Lübnan'a kadar uzanan geniş bölgeyi
hâkimiyeti altına almıştı. Zamanla gücünü daha da artırmış olan bu hanedan,
rivayete göre Hz. İbrahim (a.s.)'m hicretinden sonra büyük felâketlere mâruz
kalmıştır.
Ur halkının
ekseriyeti, ticâret ve endüstri ile meşgul oluyordu. Bölgedeki tarihî
harabelerde ortaya çıkarılan bâzı kitabelerden, şehrin maddî yönden ileri bir
seviyede olduğu, halkın mal ve mülk sahibi olmaktan başka bir şey düşünmediği,
tefeciliğin çok yaygın bir hal aldığı anlaşılmaktadır. Toplum, idareciler,
subaylar ve din adamlarından meydana gelen yüksek sınıf, ticâret, endüstri ve
zirâatla meşgul olanların teşkil ettiği orta sınıf ile köle ve esirlerin içinde
bulunduğu hizmet sınıfı olmak üzere üç tabakaya ayrılıyordu. Birinci sınıf,
önemli imtiyaz ve imkânlara sahip bulunuyordu. Medenî ve ceza hukuku alanında
ayrıcalıkları vardı; can ve malları diğer iki sınıfın can ve mallarından üstün
tutulurdu. Talmud'a göre, Hz. İbrahim {a.s.)'m babası, devletin önde gelen
görevlilerinden olup bu imtiyazlı tabakaya mensuptu.[25]
Ur şehri halkı,
yıldızlara ve yıldızları temsil ettiğine inanılan putlara tapıyordu. Tanrı
olarak kabul ettikleri putlarının sayısı büyük rakamlara ulaşmıştı; o kadar ki,
şehrin harabelerinden çıkarılan tabletlerde isimleri yazılan tanrılarının
sayısı 5 bine kadar ulaşmaktadır. Sümer/Keldânî ülkesinde her şehrin bir
koruyucu tanrısı bulunur; şehirlerin ve kasabaların bu tanrı dışında ayrıca
çeşitli tanrıları olurdu. Başkent Ur şehrinin koruyucu tanrısı Nannâr adını
taşıyordu. İkinci büyük kent olan Larse'nin koruyucu baştanrısı ise Şamaş'tı.
Bu büyük tanrılara tâbi olan tanrı ve tanrıçalar, onlara göre gök ve yer
cisimlerini temsil ediyordu. Tanrıların heykelleri dikilmişti ve ibâdetler bu
heykellerin önünde yapılıyordu. Ay tanrısı olan Nannâr'ın putu Ur şehrinin en
yüksek tepesinde inşâ edilmiş muhteşem bir tapmakta bulunuyordu. Bu tapmağın
yanında da karısının mabedi yer alıyordu. Mâbedde kendilerini tanrıya adamış
çok sayıda erkek ve kadın hizmetçi görev yapıyordu. Tanrı adına bekâretini
kaybedenler tanrı katında makbul sayılır; bu mâbedde sapık dinlerince hoş
görülen fuhuş işlenirdi.[26]
Ur halkı, ülke
topraklarının büyük bir bölümünün koruyucu tanrıları Nannâr'a ait olduğuna
inanıyordu. Bu topraklardan alman vergiler ve sunak olarak takdim edilen her
türlü hediyeler, bu sermaye ve hediyeleri tanrı adına harcadıklarına inanılan
din adamlarına teslim edilirdi. Kendilerini aynı zamanda tanrının temsilcisi
sayan din adamları, bu paradan istedikleri ölçüde istifade edebilirlerdi. Bu
tapmak aynı zamanda mahkeme binası olarak kullanılır, yargıçlık görevini
oradaki din adamları yapardı. Ur kentinin kralı, baştanrı Nannâr'ın naibi
olarak hüküm sürüyordu. Zira kral da tanrılar arasında sayılır, diğerleriyle birlikte
ona da tapıhrdı.[27]
3. Harran ve Urfa: Kenânîler'e ait olan Harran, bu asırda Sümer/Keldânî egemenliği
altında bulunuyor, burada halk, gök cisimlerine ve onların adına dikilen
putlara tapıyordu. İbn Kesir, Hz. İbrahim (a.s.)'ın kavmine Allah'ın varlığını
ve birliğini istidlal hususunda yıldızlar, ay ve güneşten örnekler vermek
suretiyle delil getirme usulünü, gök cisimlerine tapan Harranlılar için
uyguladığına bir delil olarak göstermiş; putlara tapan Bâbillilerle
mücâdelesinde ise, putların mâhiyetleri hakkında deliller getirdiğini
söylemiştir.[28]
Antik dönemde Harran,
Kuzey Mezopotamya'nın önemli bir ticaret, kültür ve din merkezi durumundaydı.
Ancak Harran asıl şöhretini, kendisiyle özdeşleşmiş olan ay tanrısı Sin'den
alıyordu. Bölgede, ay tanrısı Sin'in liderliğindeki putperest gezegen kültü
oldukça güçlenmişti. Ay kültünün kuzeydeki merkezi Harran, güneydeki merkezi
ise Ur şehriydi[29] Asur ve Bâbil dönemlerinden
itibaren, başlarında Sin olmak üzere yedi gezegenle ilgili tanrılar ve onların
ailelerinden oluşan tanrılar gurubu, Harran panteonuna hâkim olmuştu. Harran'ın
en büyük tanrısı sayılan Sin'e tanrılar tanrısı gözüyle bakılıyordu.
Harranlılar, bu tanrıları adına kurban keserler, onlar için adaklar adarlar,
onları sembolize eden heykellerle doldurdukları tapınaklarında heykellerinin
.önünde tapınma törenleri düzenlerlerdi. Yine tanrıları için Çeşitli bayramlar
ve merasimler tertip ederlerdi. Harran toplumun arasında sihir, büyü ve astroloi
önemli bir yer tutuyordu.[30]
Ele aldığımız üç
merkez hakkında verdiğimiz bilgilerden çıkan sonuç, Hz. İbrahim (a.s.)'m,
putlara tapan ve putlarıyla gök cisimleri arasında alâka kuran ve krallarını da
tanrı kabul eden putperest bir toplum içinde doğup-büyüdüğü ve bu toplumda
peygamber olarak görevlendirilmiş olduğudur.Hz. İbrahim (a.s.), böylesine bir
ortamda büyümesine rağmen, küçüklüğünden itibaren, putlardan uzak durmuş,
putperest toplumun içinde yüzdüğü bütün saçmalıklardan uzak kalmıştır. Allah
Teâlâ, diğer peygamberleri gibi onu da şirkin bütün çirkinliklerinden korumuştur.
Bundan sonra kesin olarak bildiğimiz bu hususları a-çıklamaya çalışacağız. [31]
Tevrat'a göre Hz.
İbrahim (a.s.), ailenin ilk oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Onun, Nâhor ve
Hârân adlarında, iki erkek kardeşi daha olmuştur. Lût peygamber onun yeğeni olup
kardeşi Hârân'in oğludur.[32]
Kur'ân-ı Kerim'de, Hz.
İbrahim (a.s.)'m doğumu ve bebeklik yılları hakkında herhangi bir bilgi yoktur.
Ancak kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kitaplarında, bu konularda pek çok bilgi
nakledilmiştir. Ancak bu bilgiler, büyük kısmıyla sonradan uydurulmuştur,
içinde doğruları varsa bile bunları ayıklamak mümkün değildir.[33] Onun
hayatını, doğumundan itibaren kronolojik akışa göre bir hayat hikâyesi tarzında
anlatmak yerine, çeşitli sürelerde münâsebet düştükçe, onun tebliğ faaliyeti,
mücâdelesi ve ahlâkî meziyetlerinden bahsetmiş olan Kur'ân-ı Kerim'in onun
hakkında verdiği ilk bilgi, küçük yaşında, babası ve kavminin tapmakta olduğu
putları reddederek tek yaratıcı olan Allah'a îmâna ulaşmasıyla ilgilidir. Allah
Teâlâ, ileride peygamber olarak görevlendireceği Hz. İbrahim (a.s.)'a, diğer
peygamberlerde de olduğu gibi, hakikati görme ve yüce gerçeğe ulaşma kabiliyeti
ihsan etmişti. O, halkın çeşitli tanrıları temsil eden putlara tapmakta olduğu
bir çevrede büyüdüğü halde, küçüklüğünden itibaren, duymayan, görmeyen, cevap
vermeyen ve hiç bir şey yapamayan putların basit eşyalardan ibaret olduklarını
fark etmişti. Akl-ı selimi ve Allah Teâlâ'nın vahyiyle, Allah'ın birliğini
idrak etti. Cenab-ı Hak, Ona verdiği bu kabiliyet hakkında şöyle buyurmuştur:
"Azametim hakkı
için, biz Musa'dan önce İbrahim'e de rüşdünü (Allah'ın birliğim idrak ve delil
getirme kabiliyetim) vermiştik. Biz, onun rüşd verilmeye liyâkatini ve
peygamberliğe ehil olduğunu biliyorduk."[34]
İbrahim (a.s.} putlara
ve yıldızlara tapan ve putlarına yıldızların isimlerini veren bir kavim içinde
dünyaya gelmişti. Dolayısıyla onun görevi, hem putlara hem de yıldızlara tapanların
sapıklıklarını ortaya koyarak kavmini hak yola çağırmak olacaktı. Allah'ın
hidâyetiyle küçüklüğünden itibaren, putlara ve yıldızlara tapmanın
yanlışlığını anladı, putperestliği reddederek, fıtraten temiz vicdanının
derinliklerinde hissettiği gerçek ilâhını aramaya koyuldu. Göklerin ve yerin
gerçek mâhiyeti hakkında düşünerek bir yaratıcının varlığım idrak etti. Geçici
şeylere gönül bağlamadan doğrudan gerçeğe ulaştı. Fıtrî îmân noktasından,
şuurlu îmân noktasına yükseldi.Hz. İbrahim (a.s.)ın rabbini tanıması, Seyyid
Kutub'un ifadesiyle, "insan fıtratının hak ve bâtıl karşısında takındığı
tavnn kıssasından, akide davasının bir hikâyesinden "ibaret idi.[35]
Ferrâ, bu âyeti şöyle
açıklamıştır: "Biz, hidâyetini ona nübüvvetten önce verdik. Yâni, biz onu
gece bastırdığında, güneşi, ayı ve yıldızları gördüğünde nazar ve istidlal
hususunda muvaffak kıldık." Şevkânî de, müfessirlerin ekserisinin bu
kanâatte olduğunu, bu âyetteki rüşd tâbirini nübüvvet olarak düşünenlerin azınlıkta
kaldığını söylemektedir.[36]
Kur'ân-ı Kerim'de
aklıyla Allah'ın varlığını bulan Hz. İbrahim (a.s.)'ın, insanlara peygamber
tayin edilmeden önce bir imtihana tâbi tutulduğu ve bu imtihanı üstün bir
başarı ile tamamlayınca peygamber olarak görevlendirildiği haber verilmektedir:
"Rabbi İbrahim'i
bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, 'seni
insanlara önder kılacağım.' demişti. O, 'soyumdan da' deyince, 'Zâlimler benim ahdime
erişemez.' buyurmuştu."[37]
Uz. İbrahim (a.s.)'m
peygamberlik görevine kaç yaşında i-ken getirildiği hakkında bilgi
bulunmamaktadır. O, peygamberliği döneminde de ağır imtihanlara tâbi tutulmuş,
bu imtihanları da başararak vazifesi süresince en ağır zorlukları aşmaya muvaffak
olmuştur.[38]
Hz. İbrahim (a.s.)
Allah tarafından peygamber olarak görevlendirilmesinin ardından, babasını ve
kavmini şirkten kurtarmak için harekete geçti. Davetini önce kendisine en
yakın inşana, yâni babasına ardından bütün topluma yöneltti. Putlara tapanların
açık sapıklıklarını ve yıldızlara tapanların yanlış itikatlarını ortaya
koyabilmek için, onların dînî telâkkilerinin manasızlığına dikkat çekmeye
çalıştı ve bu hususta bir tartışma yöntemi ve muhakeme tarzı geliştirdi.
Allah'a ortak koşulmasını sona erdirmek için, önce babasıyla tartıştı. Ona
putlara tapmanın yanlışlığını ve toplum olarak içinde bulundukları sapıklığı
anlatmak için uğraştı. İkinci olarak da, putlarını adlarına yonttukları
yıldızlar, ay ve güneşin tanrı olamayacaklarını açıklamak için elinden geleni
yaptı. Daha kolay anlamalarını sağlamak için tarizlerle anlatmaya çalıştı.
Sonradan ortaya çıkan ve bir süre sonra da yok olan bu gök cisimlerinin tanrı
olamayacağını; dolayısıyla batan ve yok olan şeylere tapmanın yanlışlığını
açıklayarak; başlangıcı olmadığı gibi sona da ermeyecek bir tanrının bulunması
gerektiğini örneklerle ispat etti. Sırasıyla doğan yıldız, ay ve güneş için,
"Rabbim budur" derken, onun sözleri benimseme değil aksine, "Bu
benim rabbim ha!" şeklinde onların rab olabileceğini inkâr ve hasmı
susturma ve reddetmeden ibaret İdi. O, aynı zamanda gerçek İlâha olan ihtiyacı
da ortaya koymak istiyordu. Allah'ın hidâyete erdirmesi ve bilgilendirmesiyle
doğru yolu bulduğunu, aksi takdirde kendisinin de onlar gibi sapıklığa
düşenlerden biri olarak kalacağını söylüyor, davetini reddederek kendisini
tehdit eden müşriklere, onlardan asla korkmadığını, asıl korkması gerekenlerin
Allah'ın gösterdiği doğru yola uyanlar değil, O'na ortak koşmakta direnen
sapıklar olduğunu bildiriyordu. Müşrikler gibi inanmadığını açıklayarak,
tevhide olan kesin inancını açıkça ilân ediyordu. Onun Allah'ın
varhğmı-birliğini onların anlayacağı tarzda ispat etmeye çalışması, bu hususta
kavmini uyarması ve onlarla tartışması, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmıştır:
"ibrahim, babası
Âzer'e demişti ki: 'Sen putları tann mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni ve
kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.' Böylece biz, İbrahim'e göklerin ve
yerin melekütunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. Üzerine gece
bastırınca, bir yıldız gördü, 'Rabbim budur' dedi. Yıldız batınca da, 'Ben
batanları sevmem' dedi. Ayı doğarken gördü, 'Rabbim budur' dedi. O da
batınca, 'Yemin ederim ki, rabbim bana
doğru yolu gös-termeseydi, elbette sapıklığa
düşen topluluktan olurdum.' dedi. Güneşi doğarken görünce, 'Rabbim budur, bu hepsinden büyük' dedi. O da
batınca dedi ki: 'Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden
uzağım. Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben
asla Allah'a ortak koşanlardan değilim.' Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da
onlara dedi ki: 'Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah hakkında benimle
mücadele mi ediyorsunuz? O'na
ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum; ancak Rabbimin dilediği şey
hâriç. Rabbimiz ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünmez misiniz? Hakkında
hiç bir delil indirmediği halde, siz Allah'a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz
da, ben mi sizin ortak koştuklarınızdan
korkacağım. Eğer bilirseniz söyleyin, bu iki topluluktan hangisi güven içinde
olmaya daha lâyıktır?' imân edenler ve îmânlarını zulüm ile karıştırmayanlar...
İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır, îşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delillerimizdir. Dilediğimiz kimseleri derecelerle yükseltiriz.
Muhakkak rabbin hikmet sahibidir,
bilendir."[39]
Hz.İbrahim (a.s.), getirdiği delillerle kavmini
yıldızlara ve putlara tapmaktan ve Allah'a (c.c.) ortak koşmaktan uzaklaştırmaya
çalıştı. Ancak o da diğer peygamberler gibi, ilk günlerden itibaren kilitli
kalpler, sağır kulaklar ve kör gözlerle karşılaştı. Putlara tapanlar, anlattığı
gerçekler üzerinde akıl yormak ve düşünmek yerine, ona karşı düşmanlık
göstermeye başladılar. Bilhassa ilâhları hakkında söyledikleri yüzünden onu
tehdit ettiler. Ayrıca ilâhlarının da ona kötülük yapacağını söylediler. Azıcık
. düşünselerdi, tanrı olarak kabul
ettikleri bu basit
eşyaların Hz.İbrahim (a.s.)'a hiç bir şey yapamayacaklarını kolaylıkla
anlayacaklardı. Ne var ki, kendilerini savunmak için atalarının da aynı din
üzere olduğunu söylemekten başka bir delilleri olmadığı halde, Hz. İbrahim
(a.s.)'m söyledikleri üzerinde düşünmeye asla yanaşmadılar. Aksine O na olan
düşmanlıklarını gittikçe arttırarak sahte ilâhlarından boş yere yardım
beklemeye devam ettiler. Kendilerine peygamber gönderilen bütün müşrik
toplumlarda görülen inkâr hastalığı onların ruhunu da sarmıştı. Uydurdukları
tanrılarının konuşmaktan âciz, kendilerine veya kendilerini ilâh edinenlere en
küçük bir yardım dahi yapamayan basit eşyalardan ibaret olduğunu kabul etmeye
bir türlü yanaşmıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim, müşriklerin bu değişmez tavrı
hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü Allah'tan
başka taptıklarınızın hepsi, sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda doğru iseniz,
haydi onları çağırın da size cevap versinler! Onların yürüyecek ayaklan veya
tutacak elleri yahut görecek gözleri ya da işitecek kulakları mı var? De kî:
'Haydi çağırın ortak koştuklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun,
elinizden gelirse bana bir an bile göz açtırmayın! Zîrâ be-nİm koruyucum o
Kitab'ı indiren Allah'tır. Ve O, hep sâlih kullarına sahip çıkar. Sizin O'ndan
başka taptıklarınız ise, ne size yardım edebilir, ne de kendilerine yardımları
dokunur!' Siz onları doğru yolu göstermeye çağıracak olsanız işitmezler.
Onların sana baktıklarını görürsün ama görmezler."[40]
Hz. İbrahim (a.s.),
kendisine insanların en yakım olan babasını hidâyete ulaştırabilmek için, bir
insanın en çok sevdiği diğer bir insanı kurtarmak uğrunda yapabileceğinin çok
daha fazlasını yapıyordu. Onu hidâyet ve îmâna çağırırken, Allah'tan kendisine
onun bilmediği bilgilerin geldiğini söyleyerek mesajının kaynağını açıklıyor;
ona elinden geldiğince nâzik bir şekilde hitap ederek, işitmeyen, görmeyen ve
hiç bir faydası olmayan putlara tapmanın yanlışlığını anlatmaya çalışıyordu.
Olabildiğince nâzik bir üslupla, ondan putlara taparak Allah'a isyan etmiş
olan şeytana uymamasını istiyor, şeytana uyduğu takdirde Cehennemde de onunla
birlikte olacağını söylüyordu. Onun için böyle kötü bir sondan korktuğunu ve
onun adına üzüldüğünü samimî ifadelerle belirtiyordu:
"Kur'ân'da
İbrahim hakkında anlattıklarımızı da hatırla! Şüphesiz ki o, sıddîk (özü sözü
doğru) bir peygamberdi. O, bir zaman babasına şöyle demişti: Babacığım!
İşitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?
Babacı-ğım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O halde bana uy, seni
doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman olan
Allah'a isyan etti. Babacığım! Doğrusu ben korkarım ki, sana Rahman katından
bir azap dokunur da, şeytana Cehennemde arkadaş olursun."[41]
Hz. ibrahim (a.s.)'m
babasına karşı bu şefkat ve nezâket dolu tavrı hususunda Razı, şöyle demiştir:
"Hz. İbrahim'in
her hitabında 'Ey babacığım!' demesi, babasını çok sevdiğini, ona doğru yolu
göstermeyi ve azaptan korunmasını ne derece büyük bir arzuyla istediğini
gösterir. Hz. İbrahim, sözlerini son derece güzel sıralamıştır. Çünkü o, önce
babasının dikkatim putların bâtıl olduğu noktasına çekti. Sonra, körü körüne
taklidi bırakıp, delillere bakarak, kendisinin peşinden gelmesini istedi Daha
sonra, şeytana itaat etmenin akıllı insan işi olmadığını hatırlattı. Son olarak
da, yine edep ve nezaket kurallarına dikkat ederek, bâtıl yola girmeyi
engelleyici bir tehdit ile sözünü bitirdi. 'Ben korkuyorum' sözü, babasının
hakkını ödemek için, onun menfaatini korumaya kalben son derece bağlı olduğunu
gösterir.[42]
Ancak babası, ona çok
kızdı. Putları terketmesine bir türlü akıl erdiremedi ve onun düşüncesini
yanlış ve tehlikeli görerek, putları ayıplamayı bırakmadığı takdirde, onu
öldürmekle tehdit etti. Oğlunun şefkat ve nezaket dolu sözlerine karşılık öfke
ve şiddet dolu bir cevap verdi ve onu ebediyen huzurundan kovdu. Hz. İbrahim
(a.s.}, babasının bu kabalığına aldırmayarak, yine de onun hidâyete ulaşması ve
bağışlanması için Allah'a dua edeceğini söyledi. Ancak en sonunda, onu ve
kavmini putlarıyla başbaşa bırakarak şehirlerinden ayrılacağını, başka bir
şehre hicret edeceğini açıkladı:
"Babası, 'Ey
İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Bundan vazgeçmezsen
mutlaka seni taşlarım; uzun bir süre benden uzaklaş git!' dedi.
İbrahim şöyle cevap
verdi: 'Sana selâm olsun. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, çünkü O,
bana karşı çok lütuf-kârdır. Ben, sizden ve Allah'tan başka taptığınız
şeylerden çekilip ayrılırım da Rabbime yalvarırım. Rabbime yalvarışımda mahrum
kalmayacağımı umarım.' İşte onlardan ve onların Allah'tan başka taptıklarından
ayrılınca, biz ona İshak'ı ve İshak'ın oğlu Yakub'u armağan ettik ve hepsini de
peygamber yaptık.[43]
Görüldüğü gibi, Hz.
İbrahim (a.s.), kendisini evden kovan ve taşlayarak öldürme tehdidinde bulunan
babasına, böyle yapsa da ona hiç bir kötülük yapmayacağını ve sıkıntı
vermeyeceğini; aksine onun için Allah'tan mağfiret dileyeceğini söylemişti. O,
bu sözünü tuttu ve babasının şirk üzere kalacağını ve kâfir olarak öleceğini
kesinlikle öğreninceye kadar, onun için istiğfarda bulunmaya devam etti.
Kur'ân-ı Kerim, iki yerde onun babası için yaptığı istiğfara yer vermiştir.
Birincisi, İbrahim süresinin 41. âyetİndeki ifâdeyle, "Rabbimiz! Hesabın
görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve mü'minleri bağışla!"; ikincisi ise
Şuarâ sûresinin 86-87. âyetlerindeki ifadeyle, "Babamı da bağışla! Çünkü
o, sapıklardandır. Kulların 'diriltilecekleri gün beni utandırma!" şeklinde
olmuştur. Ancak, hakkında mağfiret ve bağışlanma dilemeyi sürdürdüğü babasının
inatçı bir Allah düşmanı olduğunu ve bu tutumunu asla değiştirmeyeceğini
anlayınca, babasıyla ilişkilerini sona erdirdiğini açıkladı. Yüce Allah, babası
için yaptığı duanın, ona vermiş olduğu bir sözden dolayı olduğuna işaret
ederek, içli ve yumuşak huylu bir insan olan Hz. İbrahim (a.s.)'ın babasıyla
ilişkilerini kesmesi hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"İbrahim'in
babasına dua etmesi, sadece ona yaptığı bir vaadden dolayı idi. Fakat onun bir
Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzak durdu. Gerçekten
İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi.[44]
Allah tarafından
uhdesine tevdi edilen peygamberlik görevini hakkıyla yerine getirme yolunda
hiç bir şeyden çekinmeyen Hz. İbrahim (a.s.), babasını ve kavmini putları
bırakarak sadece Allah'a ibâdete ve O'ndan korkmaya, rızkı sadece O'ndan istemeye
ve yalnız O'na şükretmeye çağırıyordu Hayrı ve şerri birbirinden ayır ab
iriyorlarsa, Allah'a tapmanın putlara tapmaktan daha hayırlı olduğunu da
anlayacaklarını söylüyordu. Kendi elleriyle yaptıkları ve yalan yere ilâhlık
atfettikleri hiç bir şeye güç yetiremeyen putlara taptıklarını tekrar ederek,
onları yalnızca rızkı veren Allah'a ibâdete davet ediyordu. Önceki pek çok
kavmin peygamberlerini yalanlamaları yüzünden büyük felaketlere
çarptırıldığını haber vererek, kendisini yalanlamaya devam ettikleri takdirde
benzeri durumun başlarına gelebileceğini hatırlatıp dikkatlerini çekmeye
çalışıyordu. Kendisine düşenin sadece tebliğden ibaret olduğunu söylüyor, her
şeyi yoktan var eden Allah'ın haşir günü insanları tekrar diriltmesinin kolay
olacağını anlayıp ibret almalarını, yeryüzünü dolaşıp geçmiş kavimlerin
yurtlarına bakarak Allah'ın her şeye güç yetirdiğini farkedip bunun üzerinde
düşünmelerini istiyordu. Allah'ın istediğine azap edip istediğini affedeceğini
ve hiç bir zaman O'nun emrine engel olamayacaklarını söylüyor; O'ndan başka
yardımcılarının bulunmadığını artık görmelerini tavsiye ediyordu:
"İbrahim'i de
gönderdik. O, kavmine şöyle demişti: Allah'a kulluk edin, O'na karşı gelmekten
sakının. Eğer bilmiş olsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz, Allah'ı
bırakıp sadece bir takım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz.
Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size nzk veremezler. O halde
rızkı Allah katında arayın. O'na kuttuk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na
döndürüleceksiniz..[45]
Hz. İbrahim (a.s.)'m
burada putperestlere söylenmesi gereken şeylerin tamamını söylediği
görülmektedir. Bu hususa işaret eden Mevdûdî şöyle demektedir:
"Bir kişiyi veya
eşyayı ilâh edinmek için mutlaka bir sebep gereklidir. Böyle bir sebep, o kimse
veya eşyanın mükemmelliği nedeniyle ilâh edinilmesi olabilir. Bir diğer sebep,
tanrı edinilen varlığın insanın yaratıcısı olması, bu nedenle de insanın varoluşunu
ona borçluluğu olabilir. Üçüncüsü, onun insanın rızkını temin etmesi ve
yaşaması için gerekli olan şeyleri sağlıyor olmasıdır. Dördüncü bir sebep,
İnsanın geleceğinin onun merhamet ve desteğine dayanıyor olması ve insanın onu
kızdırmakla kendi geleceğini mahvetmesinden korkmasıdır. Hz.İbrahim (a.s.}, bu
dört sebepten hiç birinin, putlara tapmayı desteklemediğini, bilakis hepsinin
bir tek Allah'a ibâdeti gerektirdiğini söylemiştir. Onların sadece birer put
olduklarını belirterek, birinci sebebin söz konusu olmadığını göstermiştir.
Çünkü bir put, kendisinin mâbud kabul edilmesine sebep teşkil edecek hiçbir
mükemmelliğe sahip değildir. 'Onlan siz uydurup, tann yerine koyuyorsunuz'
diyerek ikinci, 'Onlar size nzk veremezler' diyerek de üçüncü sebebin söz
konusu olmadığını belirtmiştir. Son olarak da,
'Sonunda Allah'a döndürüleceksiniz;
bu putlara değil!' demekle, onların kaderinin putların elinde olmayıp Allah'ın
elinde olduğunu hatırlatmıştır. Böylece şirki tamamen reddettikten sonra,
tanrı edinmeyi gerektiren sebeplerin, sâdece kendisine hiç bir ortak koşmaksızm
ibâdet edilmesi gereken Allah İçin var olduğunu açıklığa kavuşturmuştur."[46]
Hz. İbrahim (a.s.)
babası ve kavmini Allah'a ve âhiret gününe îmâna çağırıyor, putlara tapmalarının yanlışlığına işaret
ederek, putlara olan
düşmanlığını açıkça ortaya
koyuyordu. Kavminin nelere taptığını
bildiği halde, putlara
tapmalarının yanlışlığını ortaya koyabilmek için sualler soruyor, yeni
sorularla putların hiç bir güce sahip olmayan basit eşyalar olduğunu ispat
ediyordu. Onlar da, verdikleri cevaplarında, ilâh edindikleri putlarının tahtadan,
taştan veya madenden yapılmış
eşyalardan ibaret olduğunu itiraf ediyorlardı. Bununla birlikte onlara
tapmaktan bir türlü vazgeçmiyorlardı. Hz. İbrahim (a.s.), onları u-yarmak ve
akıllarını başlarına almalarını sağlamak için, putların işitmediğini,
görmediğini, kendilerine ya da başkalarına hiç bir zarar veya fayda
getirmediğini ikrar ettiriyordu. Onlar ise, putların acizliğini kabul etmekle
beraber; her müşrik toplumda görüldüğü gibi, kendilerini savunmak için, atalarının
da aynı din üzerinde olduğunu gerekçe göstererek bâtılda kalmakta ısrar ediyorlardı.
Putlardan uzak olduğunu açıkça ilân eden Hz. İbrahim (a.s.}, ancak âlemlerin
rabbi olan Allah'ın dostu olduğunu söylüyordu. Sonra da Allah'ın sıfatlarını
sayarak, Cenab-ı Hakk'm, yaratıcı, hidâyet verici, yediren, içiren, hastalara
şifa veren, insanları öldüren ve onları kıyamette hesaba çeken olduğunu açıklıyordu.
Allah'tan hidâyet istiyor, kendisini iyiler zümresine katması için Allah'a
sığmıyordu. Ayrıca, önce geçtiği gibi, duyduğu şefkat dolayısıyla, babasını
bağışlaması ve âhiret günü onun yüzünden kendisini mahcup etmemesi için
yalvanyordu. Ahirette kurtulacakların, ancak dünyada Allah'ın istediği şekilde
yaşayanlar ve O'nun huzuruna temiz bir kalp ile gelenler olduğunu
belirtiyordu:
"(Rasülüm!)
onlara İbrahim'in kıssasını da naklet. Hani o, babasına ve kavmine, 'Neye
tapıyorsunuz?' demişti.' Bir takım putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam
edeceğiz.' diye cevap verdiler.
İbrahim, 'Peki, dedi,
yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Veya size fayda veya zararları
oluyor mu?'
'Hayır; ama biz
babalarımızı böyle yapar bulduk!' dediler.
İbrahim dedi ki: İyi
ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun, neye taptığınızı (biraz
olsun) düşündünüz mü? Onların hepsi benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi
benim dostumdur. O ki, beni yaradan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni yediren,
içirendir. Hastalandığım zaman bana O, şifa verir. O ki, benim canımı alacak,
sonra diriltecektir. Ve hesap günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. Ya Rab!
Bana hikmet ver ve beni iyiler zümresine kat! Sonra gelecekler içinde beni
doğrulukla anılanlardan eyle! Babamı da bağışla; çünkü o yanlış gidenlerdendir.
İnsanların diriltilecekleri gün beni mahcup etme! O gün ki, ne mal fayda verir,
ne de oğullar! Ancak Allah'a temiz bir kalple gelenler o günde kurtuluşa erer.
O gün Cennet muttakîlere yaklaştı-nlmıştır. Azgınlar için de Cehennem
hortlatdmıştır."[47]
Tarihin hiç bir
döneminde, mü'minlerle kâfirler arasında bir dostluk olmamıştır; olması da
mümkün değildir. Böyle olunca, mü'minler, her devirde davetten yüz çevirerek
kendilerine düşman kesilen ve daveti engellemek için bütün güçlerini seferber
eden küfür ehlinden ve putlarından uzak olduklarını açıklamak zorunda kalmışlardır.
Nitekim Hz. İbrahim (a.s.)da, babası ve kavmine tapmakta oldukları putlardan
uzak olduğunu ilân etmiş ve kendisini yaradan Yüce Allah'ın kendisine doğru
yolu göstereceğini bildirmiştir:
"Bir zaman
İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım.
Ben, yalnız beni yaratana taparım. Ve O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü,
ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar
tevhide dönsünler. "[48]
Peygamberlerin tebliğ
görevini sabırla devam ettirmeleri, buna karşılık müşriklerin bu daveti
engelleme teşebbüsleri şeklinde seyreden îmân-küfür mücâdelesi, her defasında,
giderek mü'minlerle kafirler arasındaki ilişkileri bütünüyle koparmıştır.
Mü'minlerin sayısının azlığı, buna karşılık kâfirlerin sayısının çokluğu, bu
ilâhî kanunu değiştirmez. Zîrâ bu iki gruptan her birinin yönelişi ayrıdır;
hayatlarının gayesi başkadır. Bu fark, aralarında dostluğu imkânsız kılar. Bu
gerçek, Kâfirûn sûresinde şöyle izah edilmiştir:
"De ki: Ey
kâfirler, tapmam o taptıklarınıza! Siz de benim kulluk ettiğime tapıcılar
değilsiniz. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz, benim
kulluk ettiğime tapıcılar değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim
bana!"[49]
İki taraf arasında
safların ayrılması ve giderek ilişkilerin kesilmesi, mü'minlerin kendilerini
toplumdan tecrid etmeleri veya bir mânâda inzivaya çekilmeleri şeklinde olmaz.
Ancak onlar, küfür ortamında yaşasalar da, inançları, ibâdetleri ve ahlâkî
davranışlarıyla müşriklerden ayrılırlar. Allah'ın ipine sarılıp; ancak bununla
yüceldiklerine inanırlar. En zor şartlar altında bulunsalar da, güç ve izzetin
inananlarda olduğunu bilirler. Bu gerçek, Benî Mustalik gazvesi sırasında çıkan
bir meseleden dolayı Medine'ye dönüldüğünde muhacirleri şehirden çıkarmakla
tehdit eden münafıklar hakkında inen bir âyette şöyle dile getirilmiştir:
"Onlar
(münafıklar), 'Allah'ın Rasülü'nün yanındakilere nafaka vermeyin ki,
dağılsınlar!' diyorlar. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır; ama
münafıklar bunu kavrayamazlar. Diyorlar ki, 'Eğer Medine'ye dönersek, herhalde
en güçlü, şerefli olanlar, zayıf ve bîçâre olanları oradan sürüp çıkaracaktır.'
Oysa güç ve izzet, Allah'ın, Rasülü'nün ve mü'minlerindir; fakat münafıklar
bilmezler.[50]
Yüce Allah, Uhud
gazvesinde mağlup düşen mü'minleri teselli ederken de şöyle buyurmuştur:
"(Ey mü'minler)
gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız, en üstün olan sizlersiniz.[51]
Böyle olunca
mü'minler, en zor şartlarda dahi korkuya kapılmazlar. Peygamberleri
vasıtasıyla kendilerini hidâyete ulaştıran Yüce Allah'ın bu zorluklar altında
da kendilerini koruyacağına îmân ederler. Allah'ın kendileriyle birlikte
olduğunu ve O'nun yardımının en zor şartlarda dahi kolaylıkla ulaşacağını,
istikbâlin bu zor şartlarda sabır zırhına bürünmekten ve bu şekilde
imânlarında samimî olduklarım ispat etmekten geçtiğini bilirler. [52]
Hz. İbrahim (a.s.),
kendisine ulaştırılan mesajı doğrudan zamanın tanrılık taslayan zâlim hükümdarı
Nemrut'a tebliğ etmekten ve onunla tartışmaktan çekinmiyordu. Rivayet olunduğuna
göre, putları reddetmesi yüzünden Nemrut tarafından zindana atılmış, bir süre
sonra çıkarılıp onun huzuruna getirilmişti. Nemrut mal, mülk ve saltanatına
aldanıp ilâhlık taslamaya kalkınca, aralarında gerçek ilâhın kim olduğu
hakkında tartışma oldu. Hz. İbrahim (a.s.), "Benim rabbim, hayat verir ve
öldürür" deyince, o zâlim sahtekar, "Ben de yaşatır ve
öldürürüm" dedi. Bunu ispatlamak maksadıyla da rivayet edildiğine göre,
idamlık iki adamı huzuruna getirtip, bunlardan birinin serbest bırakılmasını,
diğerinin ise öldürülmesini emretti. Emrinin yerine getirilmesini ilahlığının
tescili saymaya kalktı. Ancak Hz. İbrahim (a.s.), kulluğunu idrak edip elindeki
nimetlere şükretmesi gerekirken ilâhlık taslayan bu küstahın elini kolunu
bağlayacak bir teklifte bulunuverdi. O, orada bulunan herkesin aklını başına
getirecek bir teklif düşünmüştü. Krala iddia ettiği gibi istediğini yapabilecek
bir ilâh ise, Allah'ın doğudan getirdiği güneşi, kendisinin batıdan
getirmesini teklif etti. Foyasını bütün açıklığıyla ortaya seren bu teklif
karşısında kâfirin dili tutuldu, apışıp kaldı ve verecek bir cevap bulamadı.[53]
Kur'ân-ı Kerim, o İkisi arasında geçen bu tartışmayı şöyle aktarmıştır:
"Allah kendisine
mülk ve saltanat verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni
görmedin mi? Hani İbrahim, 'Benim Rabbim hayat verir ve öldürür' demişti. O da
'Ben de hayat verir ve öldürürüm." demişti. O zaman İbrahim, 'Allah güneşi
doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir.' deyince, kâfir
afallayıp kaldı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez."[54]
Hz. İbrahim (a.s.) ile
Nemrut arasında geçen bu tartışmanın zamanı hakkında iki görüş ileri
sürülmüştür. Salebi, putları kırmasından önce olduğu görüşünü benimserken,[55]
Taberi[56] ve
İbnül-Esir[57], putları kırmasından
sonra yapıldığını kabul ederler.
Nemrut kavmi örneğinde
olduğu gibi, hangi asırda veya hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar, müşriklerin
hemen hemen tamamı, ilâhlar İlâhı kabul ettikleri bir Allah'a inanmakla birlikte,
kendilerine O'nun dışında tanrılar edinerek, onları Allah'a ortak koşmuşlardır.
Allah'ı her şeyin yaratıcısı kabul etmekle beraber, cahilliklerinden, ruhları,
cinleri, güneşi, ayı, yıldızları, hükümdarları, din adamlarını veya bâzı hayvanları,
ya da kendi elleriyle yonttukları putları kendilerine ilâh edinerek onlara
tapınışlardır. Ayrıca Allah'ın seçtiği peygamberlerden yüz çeviren ve bu yüzden
ilâhî hidâyetten mahrum kalıp sapıklığa düşen müşrik toplumlar, yeryüzünde
Allah'a ait olması gereken hâkimiyeti kraliyet ailelerine ve yandaşlarına
vermişler, ya da hâkimiyeti Allah ile uydurdukları tanrıları arasında
paylaştırmış lar-dır. Müşrik toplumların bir kısmı, Nemrut kavminde olduğu
gibi, krallarını da ilâh kabul etmişlerdir. Bu toplumlarda kralların ilâhlık
iddiaları, yeryüzünde sadece kendilerinin sözünün geçmesi, insanların uymak
zorunda olduğu kanunları bizzat koymaları anlamındadır. Bu iddialarını
sağlamlaştırmak maksadıyla onlar, tabiat üstü tanrıların soyundan geldiklerini
de ileri sürmüşlerdir.
Nitekim Nemrut da
tanrılık iddiasında bulunurken, Allah'ın varlığını reddetmiyor veya yeri ve
gökleri kendisinin yarattığım iddia etmiyordu. Onun maksadı, geniş ülkesinin
rabbi, yâni yegâne hâkimi olduğunu ortaya koymaktı. Bu topraklar üzerinde,
sadece kendisinin sözünün geçtiğini, kimsenin verdiği emre itaatsizlik
edemeyeceğini ve koymuş olduğu kanunlara karşı çıkamayacağını söylemek
istiyordu.[58]
Allah Teâlâ tarafından
kendisine verilmiş olan hak ile bâtılı ayırt etme kabiliyeti sayesinde
küçüklüğünden itibaren Allah'ın birliğine İnanan ve buna delil getirmeye
muvaffak olan Hz. İbrahim (a.s.), peygamberlik görevine getirildikten sonra,
babası Azer ve müşrik kavmine, sık sık, tapmakta oldukları putların mahiyetini
soruyordu. Onun putları mânâsız şeyler gördüğünü ifade eden bu sorularına cevap
olarak müşrikler her defasında, putlara tapmanın kendilerine atalarından miras
kaldığını ve kendilerinin atalarını taklit ederek böyle yaptıklarını
söylüyorlardı. Hz. İbrahim (a.s.) da, tapanlara ve kendilerine hiç bir fayda
veya zararları olmayan basit eşyalardan ibaret bu putlara taptıkları için, hem
atalarının hem de kendilerinin apaçık bir hata içinde olduklarını belirtirdi.
Onun bu sözlerine şaşıran ve putlarının sıradan eşyalar olduğunu bir türlü
kabullenmek istemeyen müşrikler, onun kendileriyle alay ettiğini sanırlardı.
Bunun üzerine Hz. İbrahim (a.s.), ciddî olduğunu belirtir, gerçek rablerinin
yeri ve göğü yoktan yaratan Allah olduğunu; kendisinin Allah'ın birliğine
kesin inandığını söylerdi.
Hz. İbrahim (a.s.),
kavmini putlardan uzaklaştırmak için, putların cansız birer eşya olduğunu
açıkça göstermek maksadıyla yeni bir tedbir düşündü. Niyeti, putları
paramparça ederek, onların kendilerini savunmaktan âciz basit eşyalar olduğunu ortaya koymaktı.
Çünkü fiilen yaşanan ve gözle görülen buy durum, insanlar üzerinde, vâ'z ve
nasihatten daha etkili olabilirdi. Belki kavmi, kendilerini savunmaktan dahi
âciz putlarını' un-ufak bir halde görürler de ibret alırlardı. Bu düşünceyle,
onların bulunmadığı bir zamanda putları kırmaya karar verdi. Müfessir-lerin
söylediğine göre, her yıl şehir dışına sahraya çıkarak kutlanan büyük bir
bayram vardı. Hz. İbrahim (a.s.), düşündüğünü uygulamak maksadıyla, bu bayrama
katılmak istemedi ve bunun için hastalığını
mazeret göstererek babasından izin
aldı. Tüm halkın bayram
için şehirden ayrılmasından sonra
da puthaneye geldi, orada hiçbir kimsenin kalmayışmdan istifade ederek,
elindeki balta ile, en büyükleri hâriç
putların tamamını kırdı. Büyük putu sağlam bırakmaktan maksadı, kavmini, putları
kimin kırdığını ortaya çıkarmak hususunda bu büyük putun yardımını istemeye
sevk etmek, böylece gerek kırılanların gerekse büyük putun konuşmaktan dahi
âciz olduğunu açık bir şekilde anlamalarını sağlamaktı. Şehre dönen müşrikler,
mabetlerine geldiklerinde putlarının paramparça edildiğini görünce büyük bir
üzüntü ve öfkeye kapıldılar. Bunu yapanın zâlimlerden olduğunu söyleyerek, suçluyu
araştırmaya koyuldular. Önceden Hz. İbrahim (a.s.)'m putları yerdiğini, boş
şeyler saydığını ve onları
kırmaktan bahsettiğini bilenlerin
ihbarı üzerine Nemrut, onun derhal huzuruna getirilmesini
emretti. Ona verilecek cezaya herkesin şahit olup ibret almalarının sağlanması
için ayrıca halkın da toplantıya çağrılması talimatını verdi.
Hz. İbrahim
(a.s.) bulunup kralın huzuruna
getirilmişti. Kralın adamları, ona putlarını kendisinin mi kırdığını sordular.
Hz. İbrahim (a.s.),
müşriklerin kendiliklerinden gerçeği kabul etmelerini sağlamak maksadıyla,
iddialarının doğruluğunu farz ederek, küçük putları onları kıskanan büyük putun
kırdığını, İşin mahiyetini, eğer konuşabIlıyorlarsa kırılan putlara sormalarını
söyledi. Onun cevabını duyan müşrikler, ilk anda, konuşmaktan dahi âciz ve
kendilerini kimin kırdığını bile söyleyeme-yen putları ilah edindikleri için
hatalı olduklarını kabul ederek Hz.İbrahim (a.s.)'ı haklı bulmuşlardı.[59]
Fakat hemen ruhlarını sarmış olan inkâra meylederek tekrar eski küfürlerine
döndüler. Putların konuşmadığını bildiği halde Hz.İbrahim (a.s.)'in
"onlara sorun" demesine kızdılar.Hz.İbrahim (a.s.), bununla birlikte,
putlarının aczini itiraf etmek zorunda kalan kavmine bâzı nasihatlerde
bulundu. Allah'ı bırakıp herhangi bir zarar veya fayda veremeyen cansız
eşyalara tapmalarının yanlışlığını vurguladı. Yaptıkları işin çirkinliğini
anlayamadıkları için, onlara ve Allah dışında taptıklarına beddua etti.
Kesin ve susturucu
delillerle takviye edilmiş bu açıklamaları karşısında müşrikler, Hz. İbrahim
(a.s.)'a mâkul bir cevap vermekten âciz kalmışlardı. Bu durum Nemrut'u son
derece kızdırmıştı. O ve adamları, halkın huzurunda düşmüş oldukları
acizliklerini gizleyebilmek için kaba kuvvete başvurdular, İlahlarına yardım
etmek ve intikamlarım almak arzusuyla Hz. İbrahim (a.s.)'ı ateşe atıp yakmaya
karar verdiler. Nemrut'un emriyle hazırlanan büyük bir odun yığını ateşlenmiş,
alevleri kısa sürede son derece kuvvetlenmişti. Hz. İbrahim (a.s.) yanmakta
olan bu kuvvetli ateşin tam ortasına atıldı. Ancak Allah Teâlâ, ateşe, "Ey
ateş! İbrahim'e serinlik ve esenlik ol!" diyerek, kendisine dost edindiği Hz.İbrahim
(a.s.)'ı yanmaktan kurtardı ve ateş ona
hiç
bir zarar vermedi.[60]
Neticede, asıl hüsrana ve zarara uğrayanlar geçen bu tartışma ve sonunda halkın
huzurunda cereyan eden bu muazzam mucize, Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde
anlatılmıştır. Enbiyâ sûresinde şöyle zikredilir:
"İbrahim,
babasına ve kavmine, 'Şu kaî'şısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de
nedir?' demişti.
Dediler ki: 'Biz
babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.
İbrahim, 'Doğrusu, siz
de, babalarınız da açık bir sapıklık ingindesiniz. dedi.
Dediler ki: 'Bize
karşı ciddî misin, yoksa bizimle alay mı ediyorsun?'
Dedi ki: 'Hayır, sizin
rabbiniz, göklerin ve yerin rabbidir ki, bunları o yaratmıştır ve ben bu
hususta size şahitlik edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp
gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım, onlara bir tuzak kuracağım.'
Sonunda İbrahim, putları paramparça etti. Belki kendisine müracaat ederler
diye, sadece putların büyüğünü sağlam bıraktı.
(Dönüp geldiklerinde),
'İlahlarımıza bunu kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir.' dediler. Bir
kısmı, 'Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş.'
dediler.
Diğerleri, 'O halde,
onu hemen insanların gözü önüne getirin ki, ona verilecek cezayı görsünler.'
dediler. (Getirilince), 'Ey İbrahim ilahlarımızı bu hâle sen mi getirdin?'
diye sordular.
İbrahim, 'Belki de bu
işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi, eğer konuşuyorlarsa kendilerine sorun!'
dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp, 'Sizler zâlimlersiniz!' dediler.
Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler ve İbrahim'e 'Sen bunların
konuşmadığını pekâlâ biliyorsun,' dediler.
İbrahim, 'Öyleyse,
Allah'ı bırakıp da, size hiç bir fayda ve zarar veremeyen bir şeye hâlâ tapacak
mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz
akıllanmayacak mısınız?' dedi.
Bir kısmı, 'Eğer iş
yapacaksanız, yakın onu da ilâhlarınıza yardım edin!' dediler.
'Ey ateş! İbrahim için
serinlik ve esenlik ol'.' dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat
biz, onlan daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, İbrahim'i ve Lût'u
kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık."[61]
Bu olay, Saffât
sûresinde ise daha kısa ve az farklı olarak şöyle anlatılmıştır:
"Şüphesiz
İbrahim, onun (Nuh'un) milletinden idi. Hani o, rabbine tertemiz bir kalp ile
gelmişti. Bir zamanlar, babasına ve kavmine, 'Siz neye kulluk ediyorsunuz? İftira
ederek Allah'tan başka bir takım ilahlar mı istiyorsunuz? O halde âlemlerin
Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?' dedi. Bunun ardından İbrahim, yıldızlara
şöyle bir baktı ve 'Ben hastayım.' dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler.
İbrahim, yavaşça putların yanına vardı. 'Yemiyor musunuz? Hem neden
konuşmuyorsunuz?' dedi. Ardından yanlarına gelip sağ eliyle vurdu. Koşarak
İbrahim'e geldiler. İbrahim, 'Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi
tapıyorsunuz?! Oysa ki, sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.' dedi.
Müşrikler, 'Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!' dediler.
Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onların plânlarını bozduk ve
böylece onlan küçük düşürdük.[62]
Bu âyetlerden
anlaşıldığı gibi, Hz.İbrahim (a.s.), babasını ve kavmini putlara tapmaları
dolayısıyla yine kınamış, Allah'a ortak koşarak, yalan ve bâtıl üzere
olduklarını tekrarlamıştı. Allah'ı bırakıp başka şeylere tapmaları yüzünden
Cenab-ı Hak tarafından cezalandırılacaklarını söylemişti. Kendisini reddetmeleri
üzerine, putlarının hiç bir fayda veya zarar veremeyeceğini onlara göstermek
istedi. Bu maksatla onlarla bayrama çıkmayıp yalnız kalarak putları kırmaya
karar verdi. Rivayete göre, onların adeti üzere gök yüzüne baktı ve yıldızların
yann kendisinin hasta olacağını gösterdiği intibaını uyandırdı.[63] Üstü
kapalı bir şekilde, kendileriyle birlikte bayrama çıktığı takdirde hastalanacağını
söyledi. Kavmi bayrama katılmak için şehirden ayrılınca o, gizlice puthâneye
gitti. Putperestler, putlarının önüne çeşitli yemekler koymuşlardı. Çünkü
onlar bu şekilde bereketlendiğini kabul ettikleri yemeklerini bayram dönüşünde
yerlerdi. İbrahim (a.s.), putlara seslenerek, "Bu yemeklerden yemiyor
musunuz?" dedi. Sonra da, niçin konuşmadıklarını sordu. Bu sorusuyla, kendilerini
ilâh tanıyanlardan da âciz olduklarına işaret etti ve ardından sağ eline aldığı
balta ile putları kırdı.
Bayramdan dönen
müşrikler, putlarının durumunu görünce onu yapanın kim olduğunu anladılar.Hz.
İbrahim (a.s.)'ı getirip putlarını niçin kırdığını sordular. Onları toplu bir şekilde bulma fırsatını
değerlendirmek isteyen Hz. İbrahim (a.s.), "Ellerinizle yonttuğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz?" diye sordu ve ardından, kendilerini ve işlerini
yaratanın Allah olduğunu söyledi. Buna rağmen müşrikler, onu, ateşe atıp
yakmaya karar verdiler. Ateşe atılma olayının bahsedildiği üçüncü sûre ise
Ankebût süresidir. Bu sürede, aynı şekilde Allah'ın onu ateşten kurtardığı
belirtildikten sonra, bu muazzam mucizenin îmân edenler için bir ibret sahnesi
teşkil ettiği ifade edilmekte, Hz. İbrahim (a.s.)'m müşriklere söylediği
sözlerin ardından Hz. Lût (a.s.)'m ona îmân ettiği ve Hz. İbrahim (a.s.)'in
hicrete karar verdiği bildirilerek bundan sonra ona ve nesline yapılan
iyilikler hatırlatılmaktadır. Hz. İbrahim (a.s.), bu esnada müşriklere Allah'ı
bırakıp bir takım putlar edinmelerinin sırf dünya hayatı arzusundan kaynaklandığını,
Kıyamet gününde Cehenneme atılacaklarını ve orada birbirlerini
lanetleyeceklerini, kendilerine hiç bir yardımcı da bulamayacaklarını
söylemiştir:
"Kavminin cevabı
ise, 'Onu öldürün yahut yakın!' demelerinden ibaret oldu. Ama Allah, onu
ateşten kurtardı. Doğrusu, bunda îmân eden bir kavim İçin ibretler vardır,
ibrahim dedi ki: 'Siz, dünya hayatında aranızdaki muhabbet uğruna, sadece bunun
için, Allah'ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Sonra Kıyamet günü
birbirinizi tanımayacak, birbirinizi lanetleyeceksiniz. Varacağınız yer
Cehennemdir ve hiç bir yardımcınız da yoktur.' Bunun üzerine Lût, ona îmân etti
ve İbrahim, 'Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum. Şüphesiz O,
mutlak güç ve hikmet sahibidir.' dedi."[64]
Hz. İbrahim (a.s.),
tebliğ mücâdelesini, karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen, az önce ele
aldığımız gibi, Nemrut tarafından ateşe atılmasına kadar sürdürdü. Müşrikler,
bu son olay dolayısıyla onun Allah tarafından korunduğunu ve bu sayede ateşin
onu yakmadığını gördükleri ve yıllar boyunca kendilerine söylediklerinde doğru
olduğunu açıkça anladıkları halde, içlerinden bir kaç kişi hâriç, îmân etmeye
yanaşmamışlardı. Bu muazzam mucize dahi, akıllarını başlarına almalarına kâfi
gelmemişti. Hz İbrahim (a.s.)'a gelince, Cenab-ı Hakk'm kendisini ateşten kurtarmasından
sonra, kâfirlere putlanyla kendilerini baş başa bırakacağını söyledikten sonra
kendisine îmân etmiş olan hanımı Sâre, yeğeni Lût ile birlikte hicrete çıktı.
Allah'a yalvararak bunu kendisi için hayırlı kılmasını ve ayrıca kendisine
sâlih evlât ihsan etmesini istedi. Yüce Allah, onun bu duasını da kabul etti,
rızasını kazanmak uğrunda hicret eden Hz. İbrahim (a.s.)'a evlât ihsan
edeceğini müjdeledi. Kur'ân-ı Kerim, bir kaç yerde onun hicretinden, daha sonra
kendisine verilen nimetlerden, neslinden seçilen bâzı peygamberlerden ve
peygamberliğin onun nesline tahsis edildiğinden bahsetmektedir:
"O (İbrahim),
'Sizi, Allah'tan başka taptıklarınızla baş başa bırakıp sizden ayrılırım ve
Rabbime dua ederim; umarım, Rabbime yaptığım dua sayesinde mutsuz olmam!' dedi.
ibrahim, onlan ve Allah'tan başka tapmakta oldukları putlarını bırakıp çekildiğinde,
biz de ona îshak'ı ve Ya'kub"u ihsan ettik ve her birini bir peygamber
yaptık. Biz, bunlara rahmetimizden lütuflar ihsan ettik ve hepsine dillerde yüksek
bir doğruluk şanı verdik."[65]
"Bir de dedi ki:
'Ben Rabbime gidiyorum, O, bana yolunu gösterir. Rabbim, bana iyilerden bir
evlât ihsan et!' Biz de ona (halım) uslu bir oğul müjdeledik, "[66]
"Bunun üzerine
ona, bir tek Lût imân etti. İbrahim de, 'Ben Rabbime hicret edeceğim, şüphesiz
ki O, güçlüdür, hikmet sahibidir. ' dedi. Biz ona İshak ile Yakub'u da ihsan
ettik. Peygamberliği e kitabı onun zürriyetinde kıldık, kendisine dünyada
mükâfatını verdik. Şüphesiz o, âhirette de iyilerdendir."[67]
Görüldüğü gibi, bu
âyetlerde Hz. İbrahim (a.s.)'m nereye hicret ettiği hakkında bilgi
verilmemiştir. Kur'ân-ı Kerim'de onun hicretinden bahsedilen başka bir yerde
ise, hicret yurduna da işaret edilerek bu bölgenin bereketli kılınan topraklar
olduğu bildirilmiştir:
"Böylece ona bir
tuzak kurmak istediler; fakat biz, onlan daha çok
hüsrana uğrayanlar
durumuna soktuk. Biz, İbrahim'i ve Lût'u kurtararak, içinde cümle âleme
bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık. Ona İshak'ı lütfettik, üstelik
Ya'kub'u da; ve onların her birini iyi kimseler yaptık. Ve hepsini, emrimizle
yol gösteren rehberler yaptık ve kendilerine hayırlı işler işlemeyi, namaz
kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Hepsi, bize kulluk eden kimselerdi. "[68]
Neticede, Allah
tarafından ateşten kurtarılan Hz. İbrahim (a.s.), Allah yolunda, putperest
babasını ve kavmini terk ederek, kendisine îmân eden hanımı ve yeğeni Lût ile
birlikte Irak'tan ayrıldı, Kur'ân-ı Kerim'de bereketlendirilmiş bölge olarak
zikredilen Şam diyarına hicret etti.[69]Ur
şehrinde veya Babü'de dünyaya gelen Hz. İbrahim (a.s.}, hicret sırasında 60
yaşlarında bulunu-jyordu. O önce Harran'a gitti, on yılı aşkın bir süre orada
oturduktan sonra 75 yaşlarında iken Filistin'e geçerek, davetinin en önemli
merkezleri olan Methel, Hebron ve Bi'rüssebî'yi kurdu. Yeğeni Lût'u, davet için
Lût gölünün doğusundaki bölgeye gönderdi. Kendisi bir süre sonra hanımı Sâre
ile birlikte Filistin'den de ayrıldı ve o dönemde medeniyet ve kültür açısından
en gelişmiş ülkelerden olan Mısır'a gidip geldi. Bunun ardından, Mısır'da
bulunduğu sırada hanımı Sâre'ye hediye edilen Hâcer isimli kadınla da evlenerek
ondan bir oğul sahibi oldu. Aynı zamanda ilk evladı olan Hz. İsmail ve annesi
Hâcer'i Allah Teâlâ' nın emriyle Hicaz'a götürüp Safa tepesi civarına bıraktı.
Daha sonraları hanımını ve oğlunu ziyaret için birkaç defa Hicaz'a gidip
geldi. Son gidişinde, oğlu İsmail ile birlikte Kabe'yi inşâ etti. Oğlu İsmail'i
Kabe'nin sorumlusu olarak bıraktıktan sonra, tekrar Filistin'e, kendisine
nisbetle Halilürrahman olarak isimlendirilen Hebron kasabasına döndü ve orayı
daimi ikâmetgâh haline getirdi. Vefatına kadar orada yaşadı ve oraya
defnedildi. [70]
Kur'ân-ı Kerim'de, Hz.
İbrahim (a.s.)'m, iki yerde, ikisi de önemli bir maksada yönelik olarak, te'vil
ile ve başka mânâya çevirerek tevriye yoluyla yalan söylediği geçmektedir.
Bunlardan biri önce geçtiği gibi, Saffât sûresinde, diğeri ise Enbiyâ sûresinde
hikâye olunmuştur. Birincisinde, bir türlü kendisine inanmayan kavmini ikna
edebilmek için, onları cevapsız bırakacak bir delil getirmek istemişti. Şehir
halkı bayram kutlamaları için şehirden ayrıldığında putlarını kıracak,
putların kendilerini dahi savunamaz ve kendilerini kimin kırdığını bilemez âciz
varlıklar olduğunu gösterecekti. İşte bu işi yapabilmek maksadıyla bayrama
katılmamak için bir mazeret düşündü ve hasta olduğunu söyledi.[71]
İkincisinde ise, putları kendisinin mi kırdığı sorulduğunda, "Belki
onları şu büyük put kırmıştır!" demişti.[72]
Hadis kaynaklarında,
buna bir üçüncüsü eklenmiştir. Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre,
Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"İbrahim (a.s.),
yalnız üç defa (te'vil ile ve başka mânâya çevirerek) yalan söylemiştir ki,
bunlardan ikisi kendisine ait bir sebeple değil, münhasıran Aziz ve Celil olan
Allah'ın zâtı ve rızası içindir: Birisi, putperestlere, 'Hakikaten ben
hastayım.' demesi, bir diğeri, 'Bu işi belki putların şu büyüğü işlemiştir.'
demesidir. Rasülullah, üçüncüsü için de şöyle demiştir: İbrahim, günün birinde,
hanımı Sâre İle birlikte cebâbireden azılı bir zalim olan (Mısır veya Ürdün) kralının bulunduğu şehre
uğramıştı. Adamları krala, 'Şehrimize
bir yabancı gelmiştir. Beraberinde insanların en güzeli bir kadın vardır!' diye
haber verdiler. Zâlim hükümdar, İbrahim'e haber gönderdi. Geldiğinde,
yanındaki kadının kim olduğunu sordu. Hz. İbrahim (a.s.), 'Kız kardeşim..'
dedi. Sonra İbrahim Sâre'nin yanına geldi. 'Ey Sâre, yeryüzünde ikimizden
başka mü'min yoktur. Bu hükümdar, seni benden sordu, ona kardeşim olduğunu
söyledim. Dolayısıyla bu hususta beni yalanlama!' dedi ve onu zâlim hükümdara
gönderdi.[73] Sâre huzuruna girince hükümdar
onu eliyle tutmak istedi; ancak tam o anda eti tutuldu ve ona dokunamadı. Bunun
üzerine, 'Benim kurtulmam için Allah'a duâ et, artık sana zarar vermeyeceğim'
dedi. Sâre duâ edince eli iyileşti. Ancak sözünde durmayıp ikinci defa Sâre'ye
dokunmak istedi, aynı şekilde hatta daha şiddetli olarak eli yine felç oldu. Bu
defa da Süre'den duâ etmesini istedi ve artık kendisine zarar vermeyeceği
sözünü tekrarladı. Onun duası sonunda eli iyileşince, onu serbest bıraktı. Yanına çağırdığı kapıcılarına, kendisine bir
insan değil bir şeytan getirdiklerini söyledi. Ardından Sâre'ye Hâcer isimli
bir cariyeyi hizmetçi olarak verdi. Sâre tekrar yanına geldiğinde Hz.îbrahim
(a.s.) namaz kılmakta idi ve ona eliyle beklemesini işaret etti. Namazı
bitirince Sâre ona, 'Allah kâfir veya fâcirin tu-zağını boşa çıkardı '
dedi."[74]
Söylendiğine göre,
İbrahim'in {a.s.) Mısır'a gidiş sebebi, yaşadığı bölgede vuku bulan bir
açlıktır. Onu ve hanımını görenler, hemen krala koşarak, Sâre'nin güzelliğinden
bahsedip bu güzel kadının sadece kendisine yakıştığını söylemişlerdir. Onları
dinleyen hükümdar, o kadının hemen huzuruna getirilmesini istemiştir. Bu durum
karşısında onun emrine karşı gelemeyeceğini bilen Hz. ibrahim (a.s.), Sâre'yi
hanımı olarak tanıttığı takdirde, kralın kıskançlık sebebiyle kendisini
öldürteceğini veya hapse attıracağını düşünmüş ve onun zulmünden kurtulmak için
hanımını kız kardeşi olarak tanıtmıştır. Yine söylendiğine göre zâlim hükümdar,
evli bir kadınla birlikte olmak istediği zaman, önce o kadının kocasını
öldürürmüş. Bunu bilen Hz. İbrahim (a.s.}, hanımını krala gönderirken onun
kardeşi olduğunu söylemiştir. Muhtemelen o, şu iki durumdan birini düşünmüştür:
a. Kral âdil
bir idareci ise, kız kardeşini kendisinden iste-ecek ve o da kanâatini
bildirecektir;
b. Zâlim ise
bu tedbir sayesinde öldürülmekten kurtulacaktır.[75]
Allah zâlim hükümdarın
elini kolunu bağlayıp Sâre'ye bir zarar vermesini önleyince, Hz. İbrahim
(a.s.)'ın ikinci büyük sıkıntısı da sona ermiş, böylece bu ikinci imtihandan
da kurtulmuş oldu. O ve hanımı Sâre'nin yapabileceklerini yaptıktan sonra
işlerini Allah'a havale etmeleri, İlâhî yardımı beraberinde getirmişti. Zâlim
kral, insan üstü bir güç tarafından korunduğunu gördüğü Sâre'ye bir hizmetçi
hediye etti. Bu hizmetçi, ileride Hz. İsmail (a.s.)'ın annesi olacak Hâcer'den
başkası değildi. Böylece tasa ve üzüntünün yerini ferahlık, zorluğun yerini
kolaylık aldı. [76]
Hz. İbrahim (a.s.),
geçtiği gibi, önce amcasının kızı Sâre ile evlenmişti. O ikisi, çocuk sahibi
olmayı çok istedikleri halde, evliliklerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen
bir türlü çocukları olmadı. İnsan nefsinde fıtri bir duygu olan evlât sevgisi,
o ikisinde kavimlerinden ayrılıp yabancı bir ülkeye hicretlerindensonra daha da
güçlenmişti. Evlât sahibi olmayı en az kocası kadar isteyen Sâre, bunun
kendisinin kısırlığından kaynaklandığını düşünerek, kocası Hz. İbrahim
(a.s.)'a, Mısır kralının hediye ettiği hizmetçisi Hâcerle evlenmesini teklif
etti ve ondan bir çocuk sahibi olabileceğini umduğunu söyledi.
Sâre'nin teklifini
uygun bulan Hz. İbrahim (a.s.), onun üstüne Hâcerle de evlendi. Sâre'nin
tahmini doğru çıktı ve bir süre sonra hamile kalan Hâcer, İsmail (a.s.)'ı
doğurdu. Rivayete göre, bu sırada Hz. İbrahim (a.s.)'in yaşı 86 idi.[77] Ne
var ki, bu evliliğin mimarı olan Sâre, duygularına yenildi ve çok geçmeden bir
oğul doğuran eski cariyesi Hâcer'i kıskanmaya başladı. Bu kıskançlık gün
geçtikçe şiddetlendi. Hz.İbrahim (a.s.), bütün çabalarına rağmen birinci
hanımındaki kıskançlık ateşini bir türlü söndüremiyordu. İşte tam bu sıralarda
O, Cenab-ı Hak tarafından, Hâcer ve oğlu İsmail (a.s.)'ı uzak bir diyara
götürmekle emrolundu. Bu emir üzerine ikisini alıp, kendisine açıklanan yere,
yâni Arabistan'ın Hicaz bölgesinde, bir süre sonra Kabe'yi inşâ edip Mekke
şehrini kuracağı mıntıkaya götürdü. Hz. İbrahim (a.s.)'ın Hâcer ile henüz emme
çağında olan oğlu İsmail (a.s.)'ı Mekke'ye götürmesi hakkında, Buhâri, îbn
Abbas'tan u-zun bir rivayet nakletmiştir. İbn Abbas, bu rivayette özet olarak
şu bilgiyi vermiştir:
Hz. İbrahim (a.s.)'m
hanımı Sâre, İsmail (a.s.)'m annesi Hâcer'i çok kıskanmaktadır. Sürekli ondan
kaçan Hâcer, izini gizlemek için uzun eteklik giymek zorunda kalmıştır.
Kadınların uzun etekli elbise giymeleri âdeti de ondan kalmadır. Hz. İbrahim
(a.s.), Hâcer'i Sâre'nin kıskançlığından korumak için, onu ve henüz emzirmekte
olduğu İsmail'i Mekke'ye götürür. O sırada boş bir arazi durumunda olan
Mescid-i Harâm'm bulunduğu mahalde, Zemzem kuyusunun yukarı tarafında kalan bir
ağacın yanma bırakır. Henüz hiç bir insanın yaşamadığı ıssız bir yere getirdiği
hanımı ve oğlunun yanında, bir süre ihtiyaçlarını karşılayacak hurma dolu bir
dağarcık ve su dolu bir kırba bırakır. Daha sonra, onlardan ayrılmak ister. Bu
esnada Hâcer'in kendilerini ıssız bir yerde bırakmasının sebebi hakkında
sorduğu sorulara cevap vermez; ancak onun, "Bunu yoksa sana Allah mı
emretti?" demesi üzerine, "Evet, Allah emretti!" diye cevap
verir. Aldığı cevapla rahatlayan Hâcer, "Öyleyse Allah bize yetişir, O,
bizi korur." der.
Onlardan ayrılan
Hz.İbrahim (a.s.), Mekke'nin üst tarafındaki Seniyye mevkiine varınca, yüzünü
Kabe'nin inşâ edileceği yöne çevirerek, ellerini havaya kaldırıp, bir âyette
zikredilen şu duayı yapar:
"Rabbıml
Zürriyetimden bir kısmını (İsmail ile onun soyunu) ekin bitmez bir vadide,
Sen'in taarruzu haram olan Beyt'inin yanında iskan ettim. İnsanlardan bir
kısım kimseleri, (namaz kılmak için) zürriyetimin bulunduğu yere doğru
meylettirip heveslendir! Ve onlan, her çeşit meyvelerden nzıklandır! Gerektir
ki, sana şük-redeler!"[78]
Hz. İbrahim (a.s.),
ayrıca neslinin emniyet ve istikrar içinde yaşamasını ve rızkını kolay temin
etmesini de düşünerek, Allah'tan, orayı emin bir belde kılmasını, şehir
halkına yeterli rızk vermesini ister. Bu esnada neslinden gelecek zâlimlere
imamlık ve önderlik verilmeyeceği bildirilince, rızkı sadece neslinden î-mân
ehli olanlar için talep ettiğini söyler. Bunun üzerine Yüce Allah, rızkın
dünyevî bir rahmet olduğunu ve iyileri de kötüleri de içine aldığını,
dolayısıyla dünyada inkâr edenlere de rızk verdiğini bildirir; ancak onların
sonunun ateş olduğunu hatırlatır.
"İbrahim, 'Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl,
halkından,
Allah'a ve Âhiret
gününe inananları ürünlerle nzıklandır.' demişti.
Allah da, 'İnkâr edeni
de az bir müddet geçindirir, sonra da onu
Cehennem azabına
sürüklerim! Ne kötü varılacak yerdir orası!"buyurmuştu.[79]
İbn Abbas'tan gelen
rivayetin devamında bildirildiğine göre, geride kalan Hâcer, oğlu İsmail'i
emzirir, kendisi de dağarcıktaki yiyecek maddelerinden yer ve kırbadaki suyu
içerler. Kırbadaki su bitince ana-oğul susuz kalırlar. Susuzluktan kıvranmaya
başlayan bebeğin hâli, kendisi de susuzluktan kıvranan büyük şefkat sahibi
anneyi son derece telaşlandırır. Su
bulmak için oraya buraya koşmaya başlar. Önce Safa tepesine çıkar. Bir İnsan
veya su kaynağı görebilir miyim diye uzun-uzun vadiye bakar. Ardından koşarak
vadiyi geçip Merve tepesine gelir. Etrafı gözetleyerek bir süre bekler. Orada
da bir insan göremeyince, iki tepe (Safa ile Merve) arasında yedi defa
gider-gelir. Bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimiz, hacıların bunun hâtırası
için sa'yettikle-rini bildirmiştir. Hâcer, Merve tepesine son çıkışında, bir
ses işitir. Sesin sahibini arar ancak bir türlü onu göremez, buna rağmen ondan
yardım ister. Tam bu sırada, vahiy meleği Cebrail'i (a.s.) bebeğinin yanında
ayağının topuğuyla yeri kazarken görür. Nihayet onun kazdığı yerden Zemzem suyu
fışkırır. Hâcer, büyük sevinç içinde, bir taraftan su kırbasını doldurur, bir
taraftan da, suyu biriktirmek için, etrafını kum ile çevirmeye gayret eder.[80]
Cebrail (a.s.), sudan
içen ve çocuğunu emziren Hâcer'e, helak oluruz diye korkmamalarını söyler.
Kabe'nin yerini, göstererek, "O Beyt'i, şu çocukla babası yapacaklardır
" der ve onlardan ayrılır. Hâcer bebeğiyle burada yaşarken, günün birinde,
Cürhüm kabilesinden bir topluluğun oraya geldiğini görür. Anne ve oğlunu
Zemzem'in başında gören bu insanlar, oraya yerleşmek ve sudan istifade etmek
için izin isterler. Hâcer, onlara oraya yerleşme ve mülkiyetindeki sudan
yararlanma izni verince, bundan sonra orada bir arada yaşarlar.[81]
Allah Tealâ,
kullarının kalplerinin kendisine bağlı kalmasını ister. Mü'minlerin bir
taraftan kendisine karşı duydukları sevgi ve itaatin sınırlarını, diğer
taraftan da rızâsı uğrunda göstermeleri gereken sabırlarını ölçmek için, onları
kendisi dışında sevdikleri diğer şeylerle imtihan eder. İnsanların çok sevdiği
ve bu sevgileri dolayısıyla da Allah tarafından sınandığı diğer şeylerin
başında, bilindiği gibi, çocuklar, mal-mülk, şöhret, kadın vb.
gelmektedir.Hz.İbrahİm(a.s.)'ın oğlu İsmail ile imtihan edilmesi de bu
türdendir; belki de benzeri imtihanların en zoru olmuştur.Hz.İbrahim (a.s.),
geçtiği gibi, tâbi tutulduğu bu tür imtihanların birincisinde çok sevdiği
hanımı Sâre dolayısıyla imtihan edilmiş; Allah'a tevekkülü sayesinde
başarmıştı. Bu defa yıllarca özlemini çektiği ve hanımları arasında baş
gösteren kıskançlık i yüzünden yanında dahi büyütemediği biricik oğlu İsmail
ile imtihana tâbi tutuldu.[82]
Hz. İbrahim (a.s.),
rüyasında tek evlâdını kurban etmekle emrolundu. Yüce Allah, kendisine Özel
dost olarak seçtiği bu i peygamberini, ihtiyar yaşında, biricik oğlunu kurban
etmekle I denemek istemişti. Yaşlı bir babanın biricik oğlunu kurban et-r
meşinden daha ağır bir imtihan da olamazdı. Rivayete göre İsmail o sırada 7
veya 13 yaşlarında bulunuyordu. Hz. İbrahim (a.s.), imtihandan muaf tutulmak
için kaçamak aramaya çalışmadı. Biricik evladını kurban etmek dahi olsa,
canından fazla sevdiği Rabbinin emrine gönül rızasıyla teslim oldu. Kalbini
irfana, dilini burhana, bedenini ateşe, malını misafir ve iyilik yapmaya
adamış olan bu büyük peygamber, bu defa da, oğlunu kurban etmeye razı olarak
kulluk ve sevgideki üstünlüğünü ispat etti. İsmail de bu imtihanda hilmini
gösterdi. Allah'ın emrine karşı sabrını ve itaatkâr lığını ispat ederek, o
yaşında, gönül rızasıyla kurban olmayı kabul etti. Bu muazzam olay, Kur'ân-i
Ke-rim'de şöyle dile getirilmektedir:
"İbrahim, 'Ben
rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterir. Rabbim! Bana salihlerden
olacak bir evlat ver!' dedi. İşte o zaman biz, onu yumuşak huylu (=halîm) bir
oğul ile müjdeledik. Çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince,
'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün; ne der-sinP'dedi
O cevaben, 'Babacığım! Bmrolunduğun şeyi yap! İnşâallah beni sabredenlerden
bulursun.' dedi. Her ikisi de teslim olup, İbrahim onu alnı üzerine yatınnca,
'Ey İbrahim! Rüyaya gerçekten sadâkat gösterdin! Biz, muhlisleri böyle
mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır.' dedik.
Biz, oğluna bedel
olmak üzere ona büyük bir kurbanlık hayvan verdik. Geride gelecekler arasında
ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim'e selâm olsun! İşte biz, muhsinleri böyle
mükafatlandırırız. Çünkü o, bizim mü'min kullanmızdandır. Bir de onu,
salihlerden bir peygamber olacak İshak ile müjdeledik. Onu ve İshak'ı bereketli
kıldık. Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan
açığa kötülük edenler de olacaktır.[83]
Hz.İbrahim (a.s.) ve
oğlu İsmail Allah'ın emrine teslim olunca maksat hâsıl olmuş, Allah Teâlâ bunun
karşılığında, İsmail'in yerine kurbanlık bir koç ihsan etmişti. Âyette geçen
ancak İsmi verilmeyen yumuşak huylu oğul, müfessirlerin ekseriyetine göre
Hz.İsmail (a.s.)'dır. Allah, Hz.İbrahim'e önce İsmail'i ihsan etmiş, olayın bu
âyetlerde anlatılış seyrinden de açıkça anlaşıldığı gibi, onun başından geçen
kurbanlık olayının ardından da İshak'm doğacağını müjdelemiştir. Kurban kıssası
bittikten sonra "Salihlerden bir peygamber olarak ona İshak'ı müjdeledik"
denilmesi bunu açıkça göstermektedir.[84]
Ancak, Ehl-i kitap alimleri, buna rağmen kurbanlığın İsmail değil, kendi
ataları İshak olduğunu kabul etmiştir.
Bu konudaki ihtilâfın,
Kitab-ı Mukaddes'teki bilgilerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kitab-ı
Mukaddes'in bir yerinde, Cenab-ı Hakk'm Hz. İbrahim (a.s.)'ı imtihan ettiği ve
biricik oğlu ishak'ı kurban etmesini istediği bildirilmektedir.[85]
Ancak orada o sırada Hz. İbrahim (a.s.)'m tek oğlunun bulunduğu ve İshak
a-dmdaki bu biricik oğulun kurbanlık olduğu zikredilirken, başka bir yerde ise,
Hz. İbrahim (a.s.)'ın ilk oğlunun İsmail ,olduğu belirtilmektedir. Doğru olan
bu ikinci habere göre, Hz. İbrahim (a.s.)'ın birinci zevcesi Sâre, kocasına bir
çocuk doğuramadığı için üzgündür. Allah'ın kendisini bir çocuk doğurmaktan mahrum
ettiğini söyleyerek, kocası Hz. İbrahim (a.s.)'a, hizmetçisi Hâcerle
evlenmesini teklif etmiştir.[86]
Hâmile kalan Hâcer'e, doğacak çocuğuna İsmail adını koyması ilham edilmiş,[87]
İsmail, babası Hz. İbrahim (a.s.) 86 yaşında iken doğmuştur.[88] Daha
sonra da Allah, Hz. İbrahim (a.s.)'a İlk eşi Sâre'den de bir erkek çocuğunun
olacağını müjdelemiş ve adını İshak koymasını emretmiştir. O sırada Hz.
İbrahim (a.s.), oğlu İsmail ve evin diğer erkeklerini de alarak onları sünnet
etmiş, kendisi de 99 yaşında bulunduğu halde sünnet olmuştur. Bu sırada İsmail
13 yaşındadır.[89] Hz. İbrahim (a.s.) 100
yaşında iken de oğlu îshak dünyaya gelmiştir.[90] Buna
göre İsmail, İshak'dan yaklaşık 13 yaş büyüktür. Hz. İbrahim (a.s.)'dan tek
evlâdının kurban edilmesi istendiğine göre bu şüphesiz İsmail'dir.
Kurbanlık oğul
hakkındaki bu ihtilaf, İslâmî rivayetlere de yansımış, müfessirler ve diğer
alimler bu konuda farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Müslüman alimlerin ekserisi,
kurbanlık oğulun İsmail olduğunu kabul ederken, îbn İshak, Taberî[91],
Muhyiddin-i Arabi ve Kâdî Iyaz gibi bâzı alimler, İshak olduğu neticesine
varmışlardır. Suyûtî gibi bâzı alimler de kesin bir tavır takınmaktan kaçınarak
meseleyi ortada bırakmayı tercih etmişlerdir. Muasır müfessirlerden Mevdüdî,
kaynaklardaki malûmatın tarafsız değerlendirilmesi durumunda kurbanlığın
İsmail olduğunun kesinleşeceğini belirterek, görüşünü ispat için şu delilleri
getirmiştir:
1. Saffât
süresinde, Hz. İbrahim (a.s.)'ın anayurdundan ayrılırken Allah'tan kendisine
sâlih bir evlât ihsan etmesini istediği belirtilmiştir. Buna cevap olarak
Allah, ona halim-selim, uslu bir oğul bahşedeceğini müjdelemiştir. Olayların
gelişmesi, o an içinde bulunduğu şartlar ve konuşma tarzı, Hz. İbrahim
(a.s.)'ın, bu duasını evlâtsız olduğu bir sırada yaptığını göstermektedir. Müjdelenen
çocuğun da onun ilk erkek çocuğu olduğu anlaşılıyor. Ayrıca sûrenin dili,
üslûbu ve hadisenin mâhiyeti, Hz. İbrahim (a.s.)'m aynı çocuğu delikanlılık
çağma yaklaştığı zaman Allah'ın arzusuna göre kurban etmeye karar verdiğini de
gösteriyor. Böylece, Hz. İbrahim (a.s.)'m ilk evlâdının İsmail olduğu
kesinlikle ortaya çıkıyor. Buna
ilâveten Kur'ân-ı Kerim'de
Hz. İbrahim (a.s.)'m iki
oğlundan bahsedilirken, isimleri de sıra ile anılmıştır: "Bana
ihtiyarlığımda İsmail ve İshak'ı bahşeden Allah'a hamdde-
rim."[92]
2. Kur'ân-ı
Kerim'de İshak'ın doğacağına dâir verilen müjdede onun hakkında "ilim sahibi"
tâbiri kullanılmıştır.[93] Hicr
sûresinin 53. âyetinde de şöyle denilmiştir:
"Biz, seni alim bir evlâd ile müjdeliyoruz."Fakat Saffât
sûresinde müjdelenen çocuğun, geçtiği gibi, ''halim/uslu" sıfatını
taşıdığı beyan edilmiştir. Demek ki, her iki çocuk, farklı huy ve karaktere
sahip idiler. İsmail'in karakterinin belirgin özelliğinin
"hüm/usluluk" olduğu bilindikten sonra, kurban edilmesi istenen
çocuğun ondan başkası olmadığı da sanırız anlaşılmış olacaktır. Zîrâ Kur'ân-ı
Kerim'de, Hz. İbrahim (a.s.) tarafından kurban edilmesi istenen
çocuğun âlim değil, halım olduğu belirtilmiştir. Ayrıca âlim olan ikinci çocuk,
ancak halım olan ilk çocuk delikanlılık çağına yaklaştığı zaman doğmuştu. İkinci çocuğun doğacağına dâir
müjde de kurban vak'asmdan sonra verildiğine göre, kurbanlık muhakkak ki,Hz. İsmail (a.s.)idi.
3. Kur'ân-ı
Kerim'de, Hz. İshak (a.s.)'m doğacağı müjdesi verilirken, onun da büyüdüğünde
Yakub adında bir çocuğa sahip olacağı belirtilmiştir:
"Ayakta duran
İbrahim'in zevcesi güldü. Biz de ona îshak'ı, onun ardından da Yakub'u müjdeledik.[94]
Şimdi, Hz. İbrahim
(a.s.) rüyasında kendisini ilende Yakub adında bir oğul sahibi olacak çocuğunu
boğazlarken görmüş olsaydı, Allah'ın onun gerçekten kurban edilmesini
istediğine ihtimal verilmezdi. Zîrâ, bu çocuk kurban edildiği takdirde, onun
Yakub adında bir evlâdın babası olması söz konusu olamazdı... Çünkü Kur'ân-ı
Kerim, kurban edilmesi istenen çocuğun, "babasıyla beraber koşacak yaşa
geldiği" zaman kurban edilmeye götürüldüğünü açık bir dille ifade ediyor.
Herhangi bir önyargısı olmayan bir kişi, bu cümleyi okuyunca, kurbanlık çocuğun
ancak 8-10 veya en fazla 12-13 yaşlarında olduğunu düşünecektir. Dolayısıyla,
çocuk sahibi bir gençten bahsedilirken, böyle bir İfadenin kullanılabileceği
düşünülemez.
4. Kur'ân-ı
Kerim'de, kurban vak'asınm anlatılmasından sonraki âyetlerde, Hz. İbrahim
(a.s.)'a "İshak adında ileride peygamber olacak sâlihlerden bir evlâdın
müjdelendiği" belirtilmiştir. Bu âyetlerden de kurbanlık çocuğun îshak
olmadığı anlaşılmaktadır. Aksine, önce halîm karakterli başka bir çocuğun müjdelendiği
ve babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği zaman onun kurban edilmesinin
istendiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s.), bu imtihanı
başarıyla geçtikten sonra ona İshak adında başka bir çocuk müjdelenmiş oldu. Olayların
bu akışı, kurbanlık çocuğun İshak değil, aksine ondan bir kaç sene önce doğan
büyük kardeşi olduğunu açıkça gösteriyor.
5. Güvenilir
rivayet ve hadislere göre, Hz. İsmail (a.s.)'m yerine kurban edilen koçun
boynuzu Kabe'de Abdullah b. Zübeyr dönemine kadar muhafaza edilmişti. Daha
sonra Haccac b. Yusufun İbn Zübeyr'i kuşattığı sırada Kabe'yi tahrip etmesinden
itibaren kayboldu. Bu da gösteriyor ki, kurban vak'ası, Suriye'de değil,
Mekke'de vuku bulmuştu ve kurbanlık İsmail idi. Böyle olmasaydı, koçun
boynuzları, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından inşa edilen Kabe'de hatıra
olarak saklanmazdı.
6. Arap
rivayetlerine göre Araplar, yüzyıllar boyu, kurban olayının Minâ'da yaşandığına
inanmışlardır. O zamandan itibaren, İslâmiyetin zuhuruna kadar, hacılar Minâ'ya
gidip Hz. İbrahim (a.s.)'ın geleneğine uyarak kurbanlarını orada kesmişlerdir.
Rasülullah (s.a.v.) da, bu geleneği İslâmm hac farizasının bir parçası haline
getirmiştir. 4500 yıldan beridir kesintisiz sürdürülen bu gelenek, kurbanlığın
İsmail olduğunun kesin bir delilidir. Zira, Hz. İshak (a.s.)'m soyundan
oldukları bilinen Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında, halkın belirli bir
vakitte kurban kesmesi veya bunun gibi Hz. İbrahim (a.s.)'m kurban kesmesinin
bir hatırası olarak devam ettirilen bir âdet yoktur. Böyle bir gelenek, sadece
Müslümanlarda mevcuttur."
Mevdûdî, sözlerini
bitirirken, kurbanlığın İshak olduğunu bildiren haberlerin Yahudiler tarafından
uydurulduğunu gösteren iki rivayete yer vermiştir. Bunlardan birincisi, İbn
Kesir'in şu sözleridir:
"Gerçeği ancak
Allah bilir. Fakat dikkat edildiğinde, Hz. İshak'm kurbanlık olmasıyla ilgili
bütün hadis ve rivayetlerin KaİDUl-Ahbar tarafından nakledildiği ortaya çıkar.
Bu zât, Hz. Ömer zamanında müslüman olmuştu ve müslümanlara yahudi ve
hristiyanlarm kitaplarından bölümler okurdu... Böylece Müslümanlar Ka^b'ın bir
kısmı doğru bir kısmı yanlış ve uydurma olan hikaye ve masallarını dinlemeyi
alışkanlık hâline getirdiler. Halbuki, ümmetin onun bilgi hazinesine ihtiyacı
yoktu."
Mevdudi'nin naklettiği
ikinci rivayet ise, Muhammed b. Kab el-Kurazî'nin, Emevî halifesi Ömer b.
Abdülaziz'e söylediği şu sözlerdir:
"Ey Mü'minlerin
Bmiri! Vallahi, kurbanlık Hz. İsmail (a.s.)'dır. Yahudiler de bu gerçeği çok
iyi biliyorlar; ancak Araplara karşı kin ve kıskançlıkla dolu bulundukları
için, kurbanlığın İshak olduğunu iddia ediyorlar.[95]
Mevdûdi, sözlerini
şöyle bağlar: "Bu iki olayı bir araya getirip inceleyecek olursak, Hz.
ibrahim (a.s.)'ın hangi oğlunu kurban etmek istediği hususundaki ihtilafın, yahudilerin
sinsî ve plânlı bir propagandasının sonucu olduğunu anlayabiliriz. Müslümanlar,
başından beri ilmî konularda müsamahakâr davrandıkları için, Yahudiler
tarafından nakledilen rivayetleri birer tarihî gerçek olarak kabul ediverdiler
ve dolayısıyla bunları yeterince araştırıp, Ölçüp-biçip reddetmediler."[96]
Allah Teâlâ, kurban
olayından sonraki günlerde, geçtiği gibi, Hz. İbrahim (a.s.)'a oldukça
yaşlanmış olan birinci hanımı Sâre'den de İshak adında bir oğul vereceğini
müjdeledi. Bu müjdeyi, Lût kavmini helak etmekle görevlendirilen melekler
getirmişlerdi. Hz. İbrahim (a.s.)'a yakışıklı delikanlılar kılığında gelen bu
meleklerin, Cebrail, Mikâil ve İsrafil üçlüsü olduğu söylendiği gibi, onların
sayısı on ikiye kadar da çıkarılmıştır. Hz. İbrahim (a.s.), önceden tanımadığı
ve alışılmamış selâm veriş tarzlarından yabancı olduklarım tahmin ettiği
misafirlerine ikram için, benzeri durumlarda yaptığı gibi, onlara sezdirmeden
kısa sürede kestiği bir dananın etini kızarttırıp sofraya koydurmuştu. Sofraya
çağırdığı misafirlerinin gelmemeleri, onu endişeye şevketti. Rivayete göre onun
endişe ve korkusu, onların melek olduğunu ve önemli bir iş için geldiklerini
anlamasından kaynaklanıyordu. Çünkü melekler insanları cezalandırmak gibi
görevler için geldiklerinde, genellikle insan kılığına girerlerdi. Hz. İbrahim
(a.s.) tahmininde yanılmamıştı, kendilerini tanıtan ve ona korkmamasını
tavsiye eden melekler, Allah'ın kendisine büyüdüğünde âlim olacak bir oğul vereceğini
müjdelediler. Orada bulunan ve bu sözleri işiten yaşlı hanımı Sâre, hayretinden
bir çığlık koparı-vermişti. Ardından kısır bir kocakarı olduğunu söyleyerek,
gençliğinde dahi bir çocuk doğuramamışken o yaşta nasıl doğuracağını sordu.
Hz. İbrahim {a.s.)
asıl görevlerini sorunca, melekler, Lüt kavmini cezalandırmak üzere
gönderildiklerini ve kâfirleri nasıl helak edeceklerini açıkladılar. Kur'ân-ı
Kerim, Zâriyat sûresinde Hz. İbrahim (a.s.) ile misafirleri arasında geçen bu
konuşmayı şöyle aktarmaktadır:
"Ey Muhammedi
ibrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar, İbrahim'in
huzuruna girmişlerdi de, 'Selâm sana!' demişlerdi ibrahim,' Size de selâm'
demiş ve içinden, 'Bunlar tanınmamış bir topluluk.' diye geçirmişti. İbrahim,
sonra ailesine giderek semiz bir buzağı eti getirdi. Onu misafirlerinin önüne
sürerek 'Yemez misiniz?' dedi. Yemediklerim görünce onlardan içine bir korku
düştü. Onlar ibrahim'e 'Korkma!' dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile
müjdelediler. Bunun üzerine karısı Sâre bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne
vurarak, 'Ben kısır bir kocakarıyım, nasıl çocuğum olur?' dedi
Misafir melekler,
'Evet bu böyledir. Rabbin böyle buyurdu. Gerçekten O, hüküm ve hikmet
sahibidir. Her şeyi hakkıyla bilir.' dediler. İbrahim, kendisine misafir olarak
gelen meleklere, 'Acaba sizin asil önemli işiniz nedir ey elçiler?' diye sordu.
Onlar, 'Gerçekten biz, günahkar bir kavim olan Lüt kavmine gönderildik.
On-lann üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız. O taşlardan her
birinin, haddi aşanlardan kime isabet edeceği Rabbin katında işaretlenmiştir.'
dediler."[97]
Konunun tekrar
edildiği Hicr sûresinde, yaşlılığı dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s.)'m da hayrete
düştüğüne işaret edilmiştir:
"Bir de onlara,
İbrahim'in misafirlerini anlat! Onlar, onun yanına girdiklerinde, 'selâm'
dediler, ibrahim, 'Biz gerçekten sizden korkuyoruz.' dedi. Onlar, 'Korkma,
sana ilim sahibi bir oğul müjdeliyoruz!' dediler. İbrahim, 'Beni mi
müjdeliyorsunuz? Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, artık beni neye dayanarak bir
çocukla müjdeliyorsunuz?' dedi. Onlar, 'Biz, seni gerçek şeyle müjdeledik; onun
için ümidini kesenlerden olma!' dediler. İbrahim, 'Sapıklığa düşenlerden başka
kim rabbimin rahmetinden ümidini keser?' dedi ve 'Ey elçiler, bunun ardından
göreviniz nedir?' diye sordu. Onlar, 'Haberin olsun, biz, suçlu bir topluluğa
gönderildik.' dediler. "[98]
Bu konu Hûd sûresinde
de ele alınmıştır. Orada Sâre'nin verilen evlâd müjdesine, kocası ve kendisinin
yaşlılığı dolayısıyla hayret ettiği belirtilmekte; ayrıca Hz.İshak(a.s.}'a da
Yakub adında bir oğul verileceğinin bildirildiğine işaret edilmektedir. Yine
Önceki iki yerden farklı olarak, Hz. İbrahim (a.s.)'m Lût kavminin helakini
önlemek hususunda ısrarda bulunduğu; ancak meleklerin bunun hakkında Allah'ın hükmünün
kesin olduğunu bildirdikleri eklenmektedir:
"Andolsun sânıma
ki, ibrahim'e de elçilerimiz müjde ile geldi ve 'Selâm' dediler. O da,
'Selâm,!' dedi ve durmadan gidip kızartılmış bir buzağı getirdi. Kızartılmış
buzağıya ellerini uzatmadıklarını görünce onlan yadırgadı ve içinde onlara
karşı bir korku duydu. Onlar, 'Korkma, zîrâ biz Lût kavmine gönderildik!'
dediler. İbrahim'in zevcesi de ayakta dinliyordu ve bunu duyunca güldü. Bunun
üzerine ona îshak'ı müjdeledik. İshak'ın ardından da Ya'kuh'u. 'Vay!' dedi
zevcesi, 'Ben bir kocakarı, kocam da bir ihtiyar iken doğurabilir miyim?
Gerçekten bu, çok şaşılacak bir şey!'
Elçiler, 'Sen Allah'ın
işine mi şaşırıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri var üzerinizde ey ev
halkı! Şüphe yok ki, O, övülmeye lâyık ve lütfü çok olandır.'
dediler.İbrahim'in korkusu gidip de müjde kendisine ulaşınca, Lût milleti
hakkında elçilerimizle tartışmaya girişti. Doğrusu İbrahim, çok halim selim,
yumuşak huylu ve kendini Allah'a vermiş bir kimse idi. Elçilerimiz, 'Ey İbrahim!
Bu tutumundan vazgeç, çünkü onların helaki için rabbinin emri gelmiştir.
Onlara, şüphesiz, geri çevrilemeyecek bir azap gelmektedir.' dediler."[99]
İbn Abbas, Hz. İbrahim
(a.s.)'m hanımı Hâcer ve oğlu İsmail'i Mekke'ye götürmesi hakkındaki, yukarıda
ilk bölümünü ele aldığımız Buhâri rivayetinde, daha sonra özetle şu bilgileri
vermiştir:
Cürhüm kabilesinden
ilk gelenlerin haber ulaştırmasıyla aynı kabileden başka gruplar da gelerek
Mekke civarına yerleşirler. Bu durum, yalnızlıktan sıkılan Hâcer'in de hoşuna
gitmiştir. Nihayet Mekke zamanla önemli bir merkez hâline gelir. Gençlik çağma
ulaşan İsmail,Cürhümiler'den Arapçayı güzel bir şekilde öğrenir ve kendisini
herkese sevdirir. Bu rivayette bahsedilmemiş olsa da, on yaşları civarında
babası Hz. İbrahim (a.s.), Mekke'ye gelir ve önce anlattığımız gibi kurban
olayı yaşanır. Rivayetin devamında belirtildiği şekilde onun güzel ahlak ve
faziletlerine hayran kalan Araplar, buluğ çağma ulaşmasından sonra, onu
kendilerinden bir kızla evlendirirler. Yıllar böyle geçerken, İsmail'in annesi
Hâcer vefat eder ve Hıcr'a defnolunur.
Hz. İsmail (a.s.)
evlendikten sonra, Hz. İbrahim (a.s.), onu ve gelinini görmeye gelir. O sırada
İsmail evde değildir. Kendisini tanıtmadan gelinine, geçim durumlarını sorar,
onun yana-yakıla geçim darlığından bahsetmesi üzerine, kocasına selâm söylemesini
söyler ve kapısının eşiğini değiştirmesini tavsiye ettiğini ilâve eder ve oğlu
evine dönmeden oradan ayrılır. Evine gelince babasının gelip gittiğini anlayan
Hz. İsmail (a.s.), hanımına o gün evine gelen biri olup olmadığını sorar.
Hanımı gelen ihtiyar ve kendisine söylediklerini aktarınca, ona, "O gelen
ihtiyar, babamdır. O sözüyle bana seni boşamamı emretmiştir." der ve
hanımını ailesine gönderir. Bir süre sonra aynı kabileden başka bir kadınla
evlenir.
Hz. İbrahim (a.s.),
aradan epey bir zaman geçtikten sonra tekrar Mekke'ye gelir. Aynı şekilde oğlu
İsmail'i evinde bulamaz. Yeni geliniyle görüşür ve geçim durumlarına dair
sorular sorar. Öncekinin aksine, kanaatkar bir insan olduğu anlaşılan yeni
gelininden, bolluk içinde olduklarını anlatan cevaplar alır. Allahın rızıklarmı
daha da bollaştırması, et ve sularını çoğaltması için duâ eder. Kocası eve
geldiğinde, selâmla birlikte ona kapısının eşiğini güzel tutmasını tavsiye
ettiğini de söylemesini ister ve oradan ayrılır. Evine dönen İsmail, karısından
evine gelen ihtiyar hakkında bilgi alınca, "İşte o babamdır. Sen de
evimizin şerefli eşiğisin! Babam bana seni hoş tutmamı, seninle iyi geçinmemi
emretmiştir." der.
Hz. İbrahim (a.s.)
ziyaret için Mekke'ye bundan sonraki gelişinde, oğlu ismail'i Zemzem kuyusunun
yakınındaki bir ağacın altında okunu düzeltirken bulur. Baba-oğul, yılların
hasretiyle sarmaş dolaş olurlar. Sonra Hz. İbrahim (a.s.), oğluna, Allah
Teâlâ'nın kendisine büyük bir görev verdiğini söyler. Orada bir mâbed
yapmasını, yâni Kabe'yi inşa etmesini emrettiğini açıklar. Ardından baba-oğul
Kabe inşâatına başlarlar. İsmail taş getirir, Hz. İbrahim (a.s.) binayı yapar.[100]
Yaratılıştan itibaren
Kıyamet gününe kadar mübarek kılınan Mekke şehrinde bulunan Kabe, Müslümanlar
nazarında en şerefli, en mukaddes binadır. Çünkü onun yapılmasını emreden ve bu
mütevazı yapıyı evi olarak isimlendiren Cenab-ı Hak'tır. Emri ulaştıran ve
şeklini tarif eden Cebrail (a.s.), ustası Hz. İbrahim (a.s.), yardımcısı
İsmail'dir.[101] Kur'ân-ı Kerim, Kabe
inşaatı hakkında şu malûmatı vermektedir:
"Bir zamanlar,
Kabe'nin yerini İbrahim'e şu şekilde hazırlamıştık: Sakın bana hiçbir şeyi
ortak koşma, tavaf edenler, kıyama duranlar, rüku ve secdeye varanlar için
Evim'i tertemiz et! Bütün insanlar için de haccı ilân et ki, gerek yaya olarak
ve gerek uzak yollardan gelen incelmiş develer üzerinde sana ulaşsınlar."[102]
"Bir zamanlar
İbrahim, İsmail ile birlikte, Kabe'nin temellerini yükseltiyordu. Bu sırada o
ikisi, 'Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Şüphesiz ki, sen hem işitir hem
bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana
teslim olan Müslümanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibâdet yollarımızı göster,
tevbemizi kabul buyur, çünkü teubeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak
sensin. Rabbimiz! İçlerinden onlara senin â-yetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti
öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve
hakim olan ancak sensin.' dediler. "[103]
Hz. İbrahim (a.s.) ve
oğlu İsmail'in bu duâlanndaki son istekleri, Sevgili Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilmesiyle gerçekleşmiştir.
Yeryüzünde, sadece
içinde Allah'a ibâdet edilmek maksadıyla inşâ edilen ilk ev (beyt) Kabe'dir.
Bu gerçek Kur'ân-ı Kerim'de şöyle dile getirilir:
"De ki: Allah
doğru söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş o-lan İbrahim'in dinine uyunuz. O,
müşriklerden değildi. Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk mâbed, Mekke'deki çok
mübarek ve â-lemlere bereket ve hidayet kaynağı olan Beyt (Kâbe)'dir. Onda
apaçık deliller, ibrahim'in makamı vardır. Oraya giren güvene erer, emniyette
olur. Ona bir yol bulabilenlerin, Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde
bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah, bütün âlemlerden
müstağnidir."[104]
Bu âyetten anlaşıldığı
gibi, Kabe'nin yapılması, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'mn İnşa edilmesinden çok
öncedir. Buna göre Kabe, bütün kitap
ehlinin bildikleri mâbedlerin hepsinden önce mevcut olan mübarek bir tevhid
kıblesidir. Ebu Zer (r.a.)'m rivayet ettiği bir hadiste, Peygamber Efendimiz,
yeryüzünde ilk inşâ edilen mescidin Kabe olduğunu, ondan sonra da Mescid-i
Ak-sâ'nin inşâ edildiğini bildirmiş, ikisinin inşâ zamanlan arasında 40 yıllık
bir süre olduğunu söylemiştir.[105]
Arap tarihçilerinin pek çoğu, Kabe'nin Hz. İbrahim tarafından, Hz. Musa'nın
gelişinden yaklaşık 900 yıl önce yapılmış olduğunu kabul ederler.[106]
Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail tarafından inşâ edilen Kabe'yi insanlar için bir
toplanma merkezi, her türlü saldırıdan ve kötülükten uzak bir güvenlik bölgesi
kıldığını bildirmiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Kâbeyi, insanlar
için toplanma ve güven yeri kıldık. İbrahim'in makamını namaz yeri edinin,
dedik. Ziyaret edenler, kendini ibâdete verenler, rüku ve secde edenler için
Evimi temiz tutun diye İbrahim ve İsmail'e ahd verdik."[107]
Müslümanlar ve hatta
putperest Araplar, Kabe'ye karşı büyük tazim ve hürmet duymuşlardır. Bu hürmet
hiç bir zaman kalkmamıştır. Allah, mü'minlere oradaki Makam-ı İbrahim'i namazgah
edinmelerini, Zât-ı bârisine nisbet ederek 'evim' dediği Kabe'yi temiz
tutmalarını emretmiştir. Bu temizlik,, orada Allah'tan başkasının adının
amlmamasıyla mümkün olan bir temizliktir. Yoksa Beyt ve çevresinin sadece bir
takım pisliklerden arındırılması demek değildir. Makam-ı İbrahim, Hz. İbrahim
(a.s.)'m Kabe'yi bina ederken veya insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı
taşın bulunduğu yerdir. Bugün de aynı isimle bilinmektedir. Tavaf namazı burada
kılınır. Ancak, Makam-ı İbrahim tâbirinin Harem-i Şerifin tamamı için
kullanıldığı görüşünde olanlar da vardır.[108]
İnşaatı tamamlayan Hz.
İbrahim (a.s.), Allah'tan aldığı yeni bir emirle ibâdet edecekler için Kabe'nin
civarını temizledi ve ardından insanları hacca davet etti:
"Bir zamanlar
İbrahim'e, Beytullah'ın yerini hazırlamış ve, 'Bana hiç bir şeyi eş tutma;
tavaf edenler, kıyam halinde ibâdet edenler, rüku ve secdeye varanlar için
evimi temiz tut!' demiştik. İnsanlar arasında haca ilân et ki, gerek yaya
olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun-argın develer üzerinde,
kendilerine ait bir takım yararlan yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine nzık
olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini
anmaları için sana gelsinler. Artık o kurban edilen hayvanların etinden hem
kendiniz yiyin, hem de yoksula fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler;
adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atik'i (Kabe'yi) tavaf etsinler.
"[109]
Bu âyetlerin inmesi
üzerine, Hz. İbrahim (a.s.), Ebu Kubeys dağına çıkarak insanlara şöyle
seslendi:
"Ey insanlar!
Allah, karşılığında size Cennet vermek ve sizi Cehennem azabından kurtarmak
için, bu evi haccetmenizi emretti. O halde siz de haccedin!"
Rivayete göre,
Allah'ın izniyle Hz. İbrahim (a.s.)'ın sesi, çok uzaklardan duyuldu.[110]
İnsanlar, bu davete icabet ederek uzak-tan-yakından Mekke'ye doğru yola
çıktılar. Bu arada Cebrail fa.s.) gelmiş, hac farizasının nasıl icra
edileceğini Hz. İbrahim (a.s.)'a öğretmişti. Hz. İbrahim (a.s.), ondan öğrenmiş
olduğu şekilde, toplanmış olan kalabalıklara hac vazifesini yaptırdı. Daha
sonra hanımı Sâre'nin yanına Filistin'e döndü. Başka bir hac mevsiminde hanımı
Sâre ile birlikte haccetti. O ikisi, hacdan döndükten bir süre sonra Hebron'da
vefat ettiler.[111]
Kur'ân-ı Kerim'de
bildirildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s.), Allah Teâlâ'dan ölüleri nasıl
dirilttiğini kendisine göstermesini istemişti. Allah onun bu isteğinin ölüleri
dirilttiğine inanmadığından mı kaynaklandığını sorunca, "İnandım; ancak
kalbimin mutmain olması için" diye cevap verdi. Bunun üzerine Yüce Allah,
onun gönlündeki bu arzuya karşılık verdi. Dört çeşit kuş yakalayıp bir süre
kendisine alıştırmasını, sonra onları kesip parçalamasını ve bu parçaları
karıştırarak her parçayı ayrı bir dağın üzerine koymasını ve ardından kuşları
çağırmasını emretti. Hz. İbrahim (a.s.) bunları yapıp parçalarını dağıttığı
kuşları çağırınca, parçalar birleşip kuşlar yeniden canlandı ve uçarak ona
geldiler. Böylece o, ilâhî esrarın vukuunu canlı bir şekilde müşahede etmiş
oldu. Kur'ân-ı Kerim, ona bahşedilen bu mucizeyi şöyle anlatmıştır:
"İbrahim Rabbine,
'Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Rabbi, ona, 'Yoksa
buna inanmadın mı?' deyince, 'Hayır! İnandım; ancak kalbimin mutmain olması
için.' dedi Bunun üzerine Allah, 'öyleyse dört kuş yakala, onları kendine alıştır,
sonra onlan parçalayıp her parçayı ayn bir dağın üzerine bırak. Sonra da,
onlan çağır. Koşarak sana gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü
olandır, hüküm ve hikmet sahibidir."[112]
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.), ölü kuşların diriltilmesi mucizesine işaret ederken, Hz.İbrahim
(a.s.)'ın talebinin ölülerin diriltilme siyle ilgili bir şüphesinden
kaynaklanmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir:
"Vücudunun bütün
parçaları birer tarafa dağılmış bir ölünün ne suretle yeniden
canlandırılacağında İbrahim şüphe ederse, o şüpheye biz daha müstahakız."[113]
İmam-ı Şafiî'nin bir
tevcihine göre, Peygamberimiz (s.a.v.) bu sözüyle şunu kastetmiştir:
"İbrahim Peygamberin
yaratıcı kudretin şumülü hakkında şüphe etmesi mümkün değildir. Eğer
peygamberler için böyle bir şüphe farzedilirse, bu şüpheye biz, İbrahim'den
daha müstahakız. Bilirsiniz ki, İbrahim bunda şüphe etmediği gibi ben de
şüphe-lenmemişimdir,"[114]
İbn Kesir ise bunu
şöyle izah etmektedir:
"Şüphesiz ki Hz.
İbrahim (a.s.), Allah'ın ölüyü diriltmeye muktedir olduğunu, aksi mümkün
olmayacak bir şekilde kesin bir ilim ile biliyordu. Fakat o, bunu gözleriyle
görüp müşahede etmek, ilme'l-yakînden ayne'l-yakîne geçmek için. istedi! Allah
da onun dileğini kabul edip, umduğunu ona verdi."[115]
Tecrid-i Sarih
mütercim ve şârihi Kâmil Miras da bu meseleyi şöyle açıklamıştır:
"Hz. İbrahim, (a.
s.), en yüksek payede bir peygamber olmak itibariyle, bu kâinatın bir tahavvüle
uğrayacağını, yâni bir yokluktan sonra kâinatın bir varlık İktisap edeceği ve
meselâ bir canlının vücudunu teşkil eden hayatî uzuvları dağıldıktan ve her
biri başka unsurlar arasına karıştıktan sonra kudret-i fâtıranm bunları bir
araya toplaması ve buna yeniden can vermesi esasında şüphe etmiyordu. Bilakis
Hz. İbrahim (a.s.), ilk yaratılışa kıyas ederek bunun kudretullah ile aklen
mümkün olduğuna inanıyordu, yalnız bunun ne şekilde vuku bulacağını gözle
görmek ve aklî istidlalini müşahede ile birleştirerek îmânında bir salâbet,
kalbinde bir sükûnet temin etmek istiyordu."[116]
Netice olarak Hz.
İbrahim (a.s.)'ın bu isteği, Seyyid Kutub'un dediği gibi, "İlâhî sanatın
girift esrarına muttali olma arzusu"ndan ibaretti. Bu sırlan vukuu anında
bizzat görmek iştiyakından kaynaklanıyordu. İmanın zevkine ermek isteyen ve
bunun için çırpınan gönüllerde beliren çeşitli îmânı zevk ve sü-ruru ortaya
koyuyordu.[117]
İlk olarak amcasının
kızı Sâre ile evlenen Hz. İbrahim (a.s.), önce geçtiği gibi, çocuğu olmayan
Sâre'nin teşvikiyle onun cariyesi Hâcer ile evlenmişti. Hâcer'den Hz. İsmail
(a.s.), daha sonra Allah'ın lütfuyla ihtiyar bir kadın olmasına rağmen Sâre'den
Hz. İshak (a.s.) doğdu. Rivayete göre, Hz, İbrahim (a.s.), 127 yaşında ölen
Sâre'nin vefatından sonra, Ken'ân iler'den Ketura isimli bir kadınla evlendi ve
bu hanımından, Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuah isimlerini taşıyan
6 oğlu daha oldu.
Onun dördüncü bir
kadınla daha evlendiği ve ondan da 5 oğul sahibi olduğu söylenmiştir.[118]
Vefatı hakkında
aktarılan rivayetlerin en sahihi sayılan anlatıma göre, Hz. İbrahim (a.s.) 200
yaşında vefat etmiş, Kudüs yakınındaki Hebron kasabasında bir mağaraya
defnedilmiştir, Medfun bulunduğu bu kasabaya, onun adına izafetle Halilür-rahman
ismi verilmiştir."[119]
Kur'ân-ı Kerim'de,
diğer peygamberlere olduğu gibi Hz. İbrahim (a.s.)'a da vahyedildiği
bildirilmektedir:
"(Ey Muhammedi)
Muhakkak ki, Nuh'a ve ondan sonra gelen bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi
sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya,
Eyyûb' a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettiğimiz ve Davud'a Zebur'u
verdiğimiz gibi "[120]
"De ki: Biz,
Allah'a, bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına
indirilene; Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlere Rablerinden verilene inandık
îmân getirdik. Onlardan hiç biri arasında ayınm yapmayız ve biz, ancak Allah'a
boyun eğen müslümanlarız."[121]
Kur'ân-ı Kerim, iki
ayrı yerde de Hz. İbrahim (a.s.)'a gönderilen sahifelerden bahsetmiştir.
Birinci olarak geçtiği yerde, bu sahifelerin günahların şahsîliği kuralını da
ihtiva ettiği anlaşılmaktadır:
"Şimdi gördün ya,
o haktan yüz çevireni? Biraz verip de da-yatıvereni! Ğaybin bilgisi yanında da
görüyor mu? Yoksa haber mi verilmedi Musa'nın sahibelerinde yazılı olanlar? Ve
çok vefakâr olan İbrahim'in sahifelerindekiler. Ki, doğrusu hiçbir günahkâr, başkasının günahını
çekecek değildir. Doğrusu insana çalıştığından başkası verilmeyecektir"[122]
Hz. İbrahim'in
sahifelerinden ikinci defa Ala sûresinde söz edilmiştir:
"Şüphesiz bu
prensipler, İlk sahifelerde, İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde de
vardı."[123]
Taberî'nin naklettiği
Ebu Zer hadisinde bildirildiğine göre, Ebu Zer (r.a.), Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)'e, Allah'ın peygamberlerine kaç kitap gönderdiğini sormuştu.
Rasülullah (s.a.v.), 10 sahife Hz. Âdem'e, 50 sahife Hz. Şife, 30 sahife Hz.
İdris'e, 10 sahife de Hz. İbrahim'e olmak üzere 100 sahife ve Tevrat, İncil,
Zebur ve Furkan (Kur'ân) olarak da 4 kitap indirdiğini söyledi. Ebu Zer
(r.a.)'m, Hz. İbrahim (a.s.)'m sahifelerinde nelerin yazıldığını sorması
üzerine, "Onun içindekiler öğüt verici misallerden ibaret idi."
buyurdu.[124]
Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim (a.s.)'ı, adetâ, hidâyet, itaat ve şükrün sembolü olarak takdim etmiş
ve onun hakkında şöyle buyurmuştur:
"İbrahim, Allah'a
itaat eden, O'nu birleyen başlı başına bir ümmet idi. Asla Allah'a ortak
koşanlardan olmadı. O'nun nimetlerine şükredici idi. Allah onu seçmiş ve doğru
bir yola İletmişti. Ona dünyada bir iyilik vermiştik, o ahirette de
iyilerdendir. "[125]
Görüldüğü gibi Cenab-ı
Hak, onu tek başına bir ümmet o-larak tanıtmaktadır. Onun asla şirk koşmadığını
ve hiç bir zaman müşriklerden olmadığını, kendisine devamlı bir şekilde itâ at
ettiğini ve vermiş olduğu nimetlere şükrettiğini bildirmiştir. Daha sonra, onu
beğenip peygamberliğe seçtiğini ve her İki dünyada aziz kıldığını haber
vermiştir. Bu durum, onun1 en güzel huylara sahip kılındığını gösterir ki,
bundan dolayı o, peşinden gidilmesi gereken bir rehber, bir imam kılınmıştır.
Hz. İbrahim (a.s.)
diğer bir âyette, sıddik olarak vasıflandırılmıştır:
"Kitap'ta
İbrahim'i de an. O, gerçekten, sıddîk/dosdoğru bir peygamberdi.[126]
Allah, onu çok vefakâr
bir kul olarak tanıtmıştır.
"Zâten İbrahim,
çok ince ruhlu, yumuşak huylu biri idi."[127]
Bu huylar, önce
geçtiği gibi onu Cenab-ı Hakk'a özel dostluk demek olan halillik mertebesine
çıkarmıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de, atası Hz. İbrahim (a.s.)'m,
haşr gününde kabirlerinden çıplak olarak çıkarılacak insanlar içinde kendisine
elbise giydirilen ilk insan olacağını söylemiştir.[128] Bu
durum da, şüphesiz onun mertebesine işaret eden açık bir delildir.
Rasülullah (s.a.v.),
bir defasında kendisine, "Ey insanların en hayırlısı!" diye hitap
eden arkadaşına, "O, İbrahim'dir." buyurmuştur.[129] Hz.
İbrahim'in kendisine çok benzediğini söylemiş ve, "İbrahim evlâdından ona
en çok benzeyeni benim." demiştir.[130]
Hz. İbrahim (a.s.),
babasına ve kavmine, tapmakta oldukları putlardan uzak olduğunu söyleyerek
kendisinin sadece Yüce Allah'a ibâdet ettiğini bildirmiş ve sonunda tevhid
inancını yerleştirerek Kelime-i Tevhid'i nesline miras bırakmıştır. Yüce
Allah, onun açtığı bu çığırın devam edeceğini ve onun soyunda dâima Allah'ın
birliğine inananların bulunacağını haber verirken şöyle buyurmaktadır:
"Bir zaman
İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım.
Ben, yalnız beni yaratana taparım. Ve o, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü,
ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar
tevhide dönsünler. "[131]
İlk müfessirlerden
Mücâhid, bu âyetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: "Hz. İbrahim (a.s.),
Kelime-i Tevhid'i, Kıyâmet'e kadar soyunda onu söyleyenlerin bulunacağı bir
kelime haline getirmiştir."[132]
Cenab-ı Hak, tâbi
tuttuğu imtihanları başarıyla tamamlayan Hz. îbrahim (a.s.)'ı mü'minler için
bir Önder ve örnek kılmıştır. Bu hakikati yüce kitabında şöyle açıklamaktadır:
"Şunu da
hatırlayın ki, bir vakit Rabbi, ibrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etti.
İbrahim onları tamamlayınca, 'Ben, seni bütün insanlara önder yapacağım.'
buyurdu. "[133]
Hz. İbrahim (a.s.) ve
ashabının müşrik bir toplumla ilişkilerini kesmeleri ve bunu açıkça ilân
etmeleriyle ilgili tavırları da, Müslümanlar için örnek bir tavır olarak
gösterilmektedir. Çünkü kâfirleri sevmek ve onlara dostluk beslemek mü'minlere
yakışmaz:
"İbrahim'de ve
onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir Örnek vardır. Onlar,
kavimlerine şöyle demişlerdi: Biz sizden ve sizin Allah'tan başka
taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah'a inanıncaya
kadar, sizinle bizim aramızda devamlı bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. "[134]
Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim (a.s.) ve ümmetini, uyulmaya ve itaat edilmeye lâyık seçilmiş bir ümmet
kılmış ve bu konuda şöyle buyurmuştur:
"İşlerinde doğru
olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan
kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim'i kendine halil/sâdık bir
dost edinmiştir.[135]
Hz. İbrahim (a.s.)'m
dini, Allah tarafından seçilmiş ve Müslüman olarak isimlendirilmişlerin dini
ve aynı zamanda kolaylık dini olarak tanıtılmaktadır:
"Allah uğrunda
gerektiği gibi cihad edin! Sizi, O seçti, üzerinize dinde hiç bir zorluk da
yüklemedi. Haydi atanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda (Kur'ân'da)
size Müslüman adını O Allah verdi ki, peygamber size şahit olsun, siz de bütün
insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a
sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir
yardımcıdır."[136]
Hz. İbrahim (a.s.) ve
milletine sahip çıkabilmek için onlar gibi inanmak ve onlar gibi yaşamak
gerekir. Sadece soy olarak Onların evlâdı olmak ve kuru bir neseple övünmek
kimseyi kurtarmaz. Çünkü öncekilerin yapmış oldukları iyilik ve sevaplar
sadece kendilerine aittir. Onların nesilleri, onlara benzemek yerine doğru
yoldan sapar ve günahlara dalarlarsa, sırf onların soyundan geldikleri için
onların kazancından faydalanamazlar. Ataları kötülükler yapmışsa, o kötülük de
kendilerine aittir; aynı şekilde onların kötülükleri nesillerinden sorulmaz.
Herkese sadece kendi yaptıklarının hesabı sorulacaktır. Dolayısıyla Hz İbrahim
(a.s.)'m gerçek vârisi olabilmek için, onun gibi inanmak ve onun gibi yaşamak
mecburiyeti vardır.
İbrahim (a.s.), önce
geçtiği gibi henüz buluğ çağına ermeden ve peygamberlik görevine getirilmeden,
kendisine lütfedilen aklî kabiliyetiyle, kâinatın yüce bir yaratıcı tarafından
yaratıldığını anlamıştı. Dolayısıyla O, aklı ermeğe başladığı andan itibaren
Allah'ın birliğini kavradı ve bu sayede hiç bir zaman putlara tapmadı, kalbi
hiç bir zaman şirke meyletmedi. Yüce Allah, onu aklı ermeğe başladığı andan
itibaren seçti, kalbini ve aklını yanlış duygu ve düşüncelerden arındırdı.
Onun imtihana tâbi tutulması ve imtihanı başarmasıyla birlikte seçilmesi, daha
o zaman başladı. İslâm kelimesi, o zamandan, yâni Hz. İbrahim (a.s.)'m Allah'a
teslim olduğunu ilan etmesinden itibaren "İbrahim Milleti" demek
oldu.[137]
Hz. İbrahim (a.s.) ve
torunu Hz. Yakub (a.s.), bu dini oğullarına vasiyet etmişlerdi. Onların
nesillerinden gelen peygamberler ve onlara İnananlar, bu yolu devam ettirdiler.
Ancak kendini bilmezler bu yoldan saptılar:
"Kendini
bilmezlerden başka kim ibrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, dünyada
onu önder seçtik, şüphesiz' o, ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona, 'Müslüman
oV buyurduğunda, 'Alemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti. İbrahim bunu
oğullarına vasiyet etti. Yakub da, 'Evlâtlarım! Bakın Allah, size en saf ve
temiz inancı bahşetti; öyleyse siz de ancak O'na teslim olmuş Müslümanlar
olarak can verin!' dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O zaman
oğullarına, 'Benden sonra neye tapacaksınız?' diye sormuştu; onlar da, 'Senin
Rabbine ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk
edeceğiz, bizler O'na teslim olmuş Müslümünlanz.' demişlerdi "[138]
Bu gerçek, Hz. Yusuf
(a.s.) tarafından da şöyle dile getirilmiştir:
"Ve atalarım
İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Bizim Allah'a hiç bir şeyi ortak
koşmamız olamaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara bir lütfudur; fakat insanların
çoğu şükretmezler"[139]
Mısırlıların çeşitli
putlara taptıklarını dikkate alan Hz. Yakub (a.s.), onların içinde yaşayacak
oğullarına, hayatı boyunca yapmış olduğu uyarılarını, son nefesini verirken de
tekrarlamak ihtiyacını duymuş, onlara Allah'a bağlı bir kul olarak ölmenin
önemini vurgulamıştı. Oğulları da, bu uğurda aynı şeyi düşündüklerini ve
vasiyetini yerine getirmekte kararlı olduklarını söylemişlerdi.
Ancak daha sonraları,
gerek yahudiler gerekse Hıristiyanlar, tevhid çizgisinden ayrıldılar ve Hz.
İbrahim (a.s.)'m milletinden olma vasfını kaybettiler. Yahudiler kendilerinin,
hıristiyanlar da kendilerinin Hz. İbrahim (a.s.)'m izinde olduğunu iddia ediyor;
her iki grup da, kurtuluşun kendi dinlerinde olduğunu söylüyordu. Bundan
dolayıdır ki, Allah Teâlâ, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e
tevhidden uzaklaşmış Yahudilik ve Hıristiyanlığa değil, Hz. İbrahim (a.s.)'m
şirkten ve küfürden arınmış, hakka yönelen ve tevhidi esas alan dini Hanifliğe
tâbi olduğunu söylemesini emretti. Peygamberlerin mesajlarının ortaklığını
hatırlatarak kendi katından bütün peygamberlere ne gönderildiyse hepsine birden
îmân edilmesini ve peygamberler arasında ayırım yapılmamasını şart koştu:
"Yahudi veya
Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız, dediler. Siz onlara, 'Biz, doğruya
yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız.
Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve
torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından
peygamberlere verilene, onlan birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O'na teslim
olanlarız.' deyin."[140]
Rivayete göre, bu âyet
nazil olunca, Rasülullah (s.a.v.), onu yahudi ve hırisuyanların bulunduğu bir
mecliste okumuştu. Hz. Isa (a.s.)'m adını okuduğu sırada yahudiler onu inkâr
edip küfre başladılar. Hıristiyanlar ise, onu haddinden fazla övdüler ve Hz.
Isa (a.s.)'ın diğer peygamberlerden farklı olduğunu iddia ederek, Onun Allah'ın
oğlu olduğunu söylediler. Bu tartışma üzerine, adı geçen peygamberlerin Yahudi
veya Nasrâni oldukları iddialarını reddeden şu âyetler nazil oldu:
"Eğer onlar da
sizin îmân ettiğiniz gibi îmân ederlerse doğru yola girmiş ve hidâyeti bulmuş
olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse onlar sadece ve sadece didişmenin
içindedirler. Allah, onlara karşı sana yeter. Ve O, işitendir, bilendir. De
ki: Allah'ın verdiği boya ile boyandık. Kim Allah'tan daha güzel boya vurabilir
ki? îşte biz, O'na ibâdet edenleriz. De ki: Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de
Rabbiniz olduğu halde, Allah hakkında bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz?
Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz, O'na
gönülden bağlananlarız.
Yoksa siz, İbrahim,
İsmail, îshak, Yakub ve torunları da hep Yahudi ve Hıristiyan idiler mi demek
istiyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah
tarafından kendisine bildirilmiş bir şahitliği gizleyenden daha zâlim kim
olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Onlar bir ümmet idiler gelip
geçtiler. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandıklarınız. Ve siz
onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz."[141]
İbn îshak'm İbn
Abbas'a dayandırdığı bir rivayete göre, Necranlı hıristiyanlardan bir grup İle
Yahudi hahamları, Rasü-lullah (s.a.v.)'in huzurunda bir araya gelmişlerdi. Bu
esnada Hz. İbrahim (a.s.) hakkında tartışmaya başladılar. Yahudiler, "İbrahim
yahudidir." derken, hıristiyanlar, "İbrahim Nasrânidir" diyorlardı.
Bu esnada, onların Hz. İbrahim (a.s.)'a sahip çıkmalarını reddeden şu âyetler
nazil oldu:
"Ey Ehl-i Kitabi
İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz. Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan
sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kimselersiniz. Haydi
hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartışınız. Bilgi sahibi olmadığınız
konuda niçin tartışıyorsunuz? Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz bilmezsiniz.
İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat O, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru
bir Müslüman idi, müşriklerden de değildi İnsanların İbrahim'e en yakın
olanları, ona uyanlar, şu peygamber (Muham-med) ve ona îmân edenlerdir. Allah,
müzminlerin dostudur."[142]
Bu âyetlerde
belirtildiği gibi Hz. İbrahim (a.s.), yahudi veya hıristiyan olamazdı. Çünkü bu
iki dinin peygamberi de Hz. İbrahim (a.s.)'dan çok sonraları yaşamışlardı. Hz.
Musa (a.s.), ondan yaklaşık dokuzyüz sene, Hz. İsa (a.s.) ise bindokuzyüz sene
sonra yaşamıştı. Bu tarihin sabit olduğu halde, böyle bir iddiada bulunmak akıl
işi değildi. Diğer taraftan Yahudilik Hz. Musa (a.s.)'m şeriatından,
Hıristiyanlık da Hz. İsa (a.s.)'ın şeriatından tahrif edilmiş bir durumda
oldukları için, Hz. İbrahim (a.s.)'m böyle insanlar tarafından değiştirilmiş
bir dine mensubiyeti de düşünülemezdi. Çünkü o, bütün bâtıl dinlerden ve
şirkten uzak gerçek bir Müslümandı. Halbuki yahudiler, "Üzeyir Allah'ın oğludur",
hıristiyanlar ise, "İsa Allah'ın oğludur" diyerek tevhid inancından
ayrılmışlar ve şirke saplanmışlardı. Dolayısıyla ne yahudilerin, ne
hıristiyanlarm ve ne de putperest Arapların, Hz. İbrahim (a.s.)'ı kendilerine
bağlamaya ve kendilerini temiz ve muvahhid bir Müslüman olan Hz. İbrahim
(a.s.)'m aile ve tâbile-rinden saymaya hakları vardır. Hz. İbrahim (a.s.)'a
sahip çıkma hakkı, sadece son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ve biz
ümmetinindir. Hz. İbrahim (a.s.)'a tâbi olanlar, peygamberler arasında ayırım
gözetmeyen ve onların Allah'tan getirdiklerine inananlar ve Allah'ın dinine
teslim olanlardır. Kur'ân-ı Kerim, bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
"De ki: Biz,
Allah'a, bize İndirilene, İbrahim, İsmail, îshak, Yakub ve torunlarına
indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere îmân
ettik. Onlardan hiç biri arasında fark gözetmeyiz. Ve biz, Allah'a teslim
olmuşlarız. Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o din ondan asla kabul edilmez.
O, ahirette de kayba uğrayanlardan olacaktır. Kendilerine apaçık belgeler
geldiği ve peygamberin hak olduğuna şahit oldukları halde, îmânlarından sonra
küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir. Allah, zulmeden bir kavmi
hidâyete erdirmez. İşte onlann cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanlığın
la'netine uğramalarıdır."[143]
Hz. İbrahim (a.s.)'m
hiç bir zaman Allah'a ortak koşmadığı, seçilip önder yapıldığı ve yine yahudi
ve hıristiyan değil müslüman olduğu bildirilerek Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v.)'e onun dinine tâbi olması emredilmiştir:
"Muhakkak ki,
İbrahim başlı-başına bir ümmet idi, tevhid inancına sahip olarak Allah'a itaat
için kıyam etmişti ve asla Allah'a ortak koşanlardan olmadı. O'nun nimetlerine
şükrederıdi. Allah, onu seçmiş ve doğru bir yola iletmişti. Ve biz, ona dünyada
bir iyilik verdik. Şüphesiz ki o, âhirette de mutlaka iyiler arasında
olacaktır. Sonra da sana, 'Hakka tapan bir hanif olarak İbrahim'in dinine tâbi
ol! O, hiç bir zaman Allah'a ortak koşanlardan olmadı.' diye vahyettik.[144]
Allah Teâlâ,
Peygamberimiz (s.a.v.)'e hitaben kendisini Hz. İbrahim (a.s.)'m dinine
ulaştırdığını açıklamasını söylemiştir:
"De ki: Rabbim
beni, şüphesiz dosdoğru bir yola, gerçek ve daima ayakta olan bir dine, başka
dinlerden sıyrılıp yalnız hakka yönelen ibrahim'in tertemiz dinine iletti. O,
hiç bir zaman Allah'a ortak koşanlardan olmadı.[145]
"De ki: 'Allah
doğru söylemiştir. O halde hakka tapan bir hanif olarak İbrahim'in dinine uyun;
o hiç bir zaman Allah'a ortak koşanlardan olmadı."[146]
[1] İbrahim isminin Süryânice'den geldiği ve Arapça
"Ebun Rahimun=merhametlî baba" demek olduğu ve bu şekilde Süryânice
İle Arapça arasında lâfız ve manâ bakımından bir benzerlik bulunduğu
söylenmiştir (Elmalık, I, 405). Ancak İbrânice bir kelime olup, baba mânâsmdaki
"ab" ile "cemâat anlamındaki "raham" dan meydana
geldiği v e "Cemâatin babası" anlamını taşıdığı görüşü de yaygındır (Ahmed
el-Berâ el-Emîrî, İbrahim, Cidde 1986, s. 27; Ateş, Çağdaş Tefsir, III, 183).
[2] Hz. ibrahim (a.s.)'m ismi Kur'ân-ı Kerim'de 25 sûrede
63 âyette 69 defa geçmektedir. Bu âyetler şunlardır: Bakara 2/124-127, 130,
132, 133, 135, 136, 140,257, 260; Âİ-İ İmrân, 3/33, 65, 67, 68, 84, 95, 97;
Nisa, 4/54, 125, 163; En'âm, 6/74, 75, 83, 161; Tevbe, 9/70, 114; Hüd, 11/69,
74, 75, 76; Yûsuf, 12/6, 38; İbrahim, 14/35; Hıcr , 15/51; Nahl, 16/120, 123;
Meryem, 19/14, 46, 58; Enbiyâ, 21/51, 60, 62, 69; Hac, 22/26, 43, 78; Şuarâ,
26/69; Ankebût, 29/16, 31; Ahzâb, 33/7; Saffât, 37/83, 104, 109; Sâd, 38/45;
Şûra, 42/13; Zuhruf, 43/26; Zâriyât, 51/24; Necm, 53/37; Hadîd, 57/26;
Mümtehme, 60/4; Alâ, 87/19.
[3] Ankebût sûresi, 29/27.
[4] En'am sûresi, 6/84-86. Burada sayılan peygamberlerden,
daha önce yaşamış olan Hg. Nuh (a.s.) ile sonrakilerden Hz. Lût (a.s.] ve Hz.
Yunus (a.s.) dışındaki 14 peygamber Hz. İbrahim (a.s.) neslindendir. Hz. Lût
(a.s.) bilindiği gibi onun yeğenidir. Hz. Yunus (a.s.)'m da onun neslinden
olduğunu söyleyenler varsa da ço ğunluğa göre Hz. Yunus (a.s.) onun neslinden
değildir.
[5] Nisa sûresi, 4/125. Tecrid-i Sarih mütercim ve sarihi
Kâmil Miras, Allah Teâîâ'nın Hz. ibrahim (a.s.)'ı hâlis bir dost edinmesi
hakkında şöyle der: "Allah'ın İbrahim'i hâlis bir dost edinmesi demek,
İbrahim'i dost gibi ilâhî sırlarına vâkıf kılarak ! tekrim buyurmuş olmasıdır. Ve mecazî
bir tâbirdir. Bu mübeccel unvanın nasıl bir sebeple verilmiş olduğuna dair bir
çok rivayetler varsa da, en doğrusu, Cenab-ı Halil'in Allah Teâlâ'ya şiddetle
muhabbeti ve Allah'ın nzâ ve muhabbetini celbeden ::i ibâdetlerde ve tâatlerde bulunmasıdır.
îbn Bbi Hâtim'in şu rivayeti de, ibret alınacak fazilet dersidir: Hz. İbrahim
(a.s.), bir kere Melekül-mevt'e mülâki olduğunda, 'Rabbim beni niçin halîl ve
dost edindi?' diye sorduğunda, Melek, şöyle cevap vermiştir: Sen insanlara
iyilik yaparsın da onlardan bir şey istemezsin!" (Tecrid-i Sarih
Tercemesi, IX, 107).
Bu konuda îbn Kesir de şöyle demiştir: *'Şüphesiz,Hz. ibrahim (a.s.),
sevgi makamlarının en yükseği olan dostluk makamına ermiştir. Bunun sebebi,
Rabbine karşı çokça itaat etmesinden başka bir şey değildir." (Muhtasaru
İbn Kesir, I, 442).
[6] Bu peygamberlerin ortak özellikleri hakkında fakz. s.
64-70.
[7] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 200-203.
[8] Bkz. Tekvin, 11/10-26, I. Tarihler, 1/24-27. .
[9] En'am sûresi, 6/74.
[10] Kıyamet gününde yaşanacak baba-oğul karşılaşmasından
bahseden Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde
İbrahim, babası Âzer ile, onun yüzü simsiyah, toz toprak içinde olduğu bir
vaziyette, karşılaşacaktır. İbrahim babasına, 'Ben sana, dünyada bana âsi olma,
demedim mi?' diyecek, babası da ona, 'İşte bugün sana âsi olmayacağım!"
diye cevap verecek. Bunun üzerine İbrahim, 'Yâ Rab! Sen, bana insanlar yeniden
diriltildiği gün beni zelil ve rüsvay etmeyeceğini va'detmiştin. Şimdi Allah'ın
rahmetinden çok uzak olan babamın vaziyetinden daha çok âr ve hayayı mücib
hangi rüsvaylık olabilir?' diyecektir. Allah Teâlâ da, 'Yâ İbrahim! Ben Cennetimi
kâfirlere haram kılmışımdır!' diyecektir..." {Tecrid-i Sarih Tercemesi,
IX, 108-109).
Görüldüğü gibi Hz.
İbrahim'in babasının adı Kur'ân-ı Kerim ve hadislerde Âzer, Tevrat ve
bilgilerini ondan aktaran tarih ve tefsir kitaplarında ise Târah olarak
geçmektedir. Bu isimlerden birinin isim diğerinin lâkap olup Târah'ın Nemrut
tarafından hazinenin başına getirilince Azer olarak isimlendirildiği veya
Azer'in put ismi ya da Târah kelimesinin Arapçalaşmiş şekli olduğu
söylenmiştir. Bâzıları da, Târah'ın Hz. İbrahim'in babası, Âzer'in ise amcası
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber hakkındaki "Secde edenler
arasında dolaşmanı da (görüyor)" (Şuarâ sûresi, 26/219) âyetine dayanarak,
peygamberlerin babalarının asla kafir olamayacağı kanaatine varan bu alimler,
Arapçada amcaya da baba denildiğini delil getirirler ve Bakara sûresinin 133.
ayetini de bu deliller arasında zikrederler. Çünkü bu âyette, Hz. İsmail, Hz.
Yakub'un amcası olduğu halde, onun babası olarak ifâde edilmiş ve şöyle
denilmiştir: "Senin ve babaların
İbrahim, İsmail ve İshak'ın üâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz."
Ancak bu görüş,
Kur'ân-ı Kerim ve hadisin açık mânâsına uygun düşmemektedir ve bir zorlama
olduğu açıktır (Bu hususta geniş bilgi için bkz. Elmalık, III, 451 vd.).
Abbas Mahmud el-Akkâd,
Hz. İbrahim'in babasının adının Kur'ân'da geçtiği
gibi Âzer olduğu ve
daha sonra Asurlular'a verilen isimdeki Asur şekline, zaman-. ; la da Atür,
Atîr Atîrah, Teyrah-Târah şekline dönüştüğü görüşündedir (İbrahim
Ebu'l-enbiyâ, 210-212). İbrahim'in
fa.s.) babasının ismi
hakkında ayrıca bkz. Neccar, 93-96).
[11] İbn Sa'd, I, 46.
[12] Taberi, Tarih, I, 119; İbnül-Esir, I, 94; İbn Kesir,
Kasasul-enbiyâ, I, 156.
[13] İbn Sa'd, I, 46.
[14] Tekvin, 11/28-31, 15/7).
[15] Eyüp Ay, "Hz. İbrahim Kıssasına Arkeolojik Bir
Projeksiyon, Kur'ân Kıssalarının Anlam ve Değeri" IV. Kur'ân Haftası
Kur'ân Sempozyumu, Ankara 1998, s. 188.
[16] Mevdûdî, Hz. Peygamber'in Hayatı, I, 447; Tefhim,
I, 565. Mevdûdî, pek çok muasır tarihçi ve müfessir
gibi, bu konuda Woolley'in görüşüne katılmıştır.
Ur şehri, 1926'da Woolley'm kazılanyla ortaya çıkarılmıştır. En önemli
buluntular kral mezarlarıdır. M.Ö. 2550 yıllarına ve Sümer sanatına ait olduğu
belirlenen bu eserlerin zenginliği, o devirde Ur\in gelişmişliğini ortaya
koyar. III. Ur hanedanı zamanında (M.Ö. XXİII-XXI) Sümer İmparatorluğu'nun
başkenti olan şehir, büyük ölçüde zenginleşmiştir. Devietin kurucusu Ur-Nammu,
ay tanrısı Nannar ile eşi Ningal'in şerefine kutsal bir meydan yaptırmıştır.
İkinci bin yılın ilk yarısında şehir, Babilliler tarafından tahrip edilmiştir.
Daha sonraları bâzı onarım ve tahribatlara sahne olmuştur (Meydan Larousse, 19/
557).
[17] Harman, "İbrahim", DİA, XXI, 267, The Torah, A Modern Comentary, s. 9'dan naklen.
[18] Agm, s. 267.
[19] Honigmann, "Urfa" İA, XIII, 50.
[20] Harman, agm., s. 269.
[21] Harman, agm., 267; Muhammed Vasfi, I, 117.
[22] Akkad, Tevrat ve tarih kitaplarındaki bilgilerle
kazılarda elde edilen bulguların bu asırları gösterdiği neticesine ulaşmıştır
{İbrahim Ebu'l-Enbiyû, 23, 68, 99).
Abdurrahman Habenneke el-Meydânî ise, onun M.Ö. 1861-1686 yıllan arasında yaşadığı
görüşündedir {el-Akîdetü'l-lslümiyye ve Üsüsühd, s.519).
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 203-206.
[23] Ibn Kesir, siyerciler, tarihçiler ve ahbârîler
nezdinde en meşhur ve sahih görüşün, Bâbü'de doğması olduğunu belirtir
[Kasasu'l-enbiyâ, I, 156).
[24] Tabbâra, 138 24
[25] Mevdüdî, Hz. Peygamber'in Hayatı, I, 447; Tefhim, I,
565
[26] Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, I, 448; Tefhim, I,
566.
[27] Aynı yerler.
[28] Kasasu'l-enbiyd, I, 161.
[29] Antik dönemde Harran'da dînî, kültürel ve politik
durum hakkında geniş bilgi için bkz. Şinasi Gündüz, Mitoloji île İnanç
Arasında, Samsun 1998, s. 139-149.
[30] Aynı eser, 167-168
[31] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 206-209.
[32] Tekvin, 11/26-31.
[33] Bu konudaki rivayetlere göre, yeryüzünde tanrılık
iddia eden ilk hükümdar olan Nemrut, kâhin ve müneccimierinin görüşlerine çok
değer vermektedir. Bu şahıslar, Nemrut'un gördüğü bir rüyayı, o yıl ülkesinde
doğacak erkek çocuklardan birinin, büyüdüğünde halkının dînini değiştireceği
ve onun saltanatını yıkacağı şeklinde yorumlarlar. Bunun üzerine Nemrut, o yıl
içinde hâmile olan kadınların sıkı bir şekilde takip edilmesini ve doğurdukları
çocuklar erkek olduğu takdirde hemen öldürülmesini emreder. Bu maksatla çok
sıkı tedbirler alır. Ancak Allah'ın lütfuyla İbrahim'in annesinin hâmüe olduğu
fark edilmez ve o doğumunu bir mağarada yapar. İbrahim hızlı bir şekilde büyür
ve daha on beş günlük iken annesine kendisini mağaradan çıkarmasını söyler.
Dışarı çıkınca da, önce yıldıza, sonra aya ardından güneşe bakarak, Önce
rabbim dediği bu gök cisimlerinin ilâh o-lamayacağını, bütün bunları bir
yaratanın olduğunu söyler (Uydurma olduğu a-çik olan bu rivayetler için bkz.
Salebi, 73 vd.; bu rivayetlerle ilgili bir değerlendirme için bkz. Aydemir,
Peygamberler, 64).
[34] Enbiya sûresi, 21/51
[35] FîZılöl, V, 305
[36] Şevkânî, Tefsir, III, 411.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 210-211.
[37] Bakara sûresi, 2/124. Bu âyetten anlaşıldığı gibi, Hz.
İbrahim {a.s.j, Allah'ın kendisini peygamber yapacağını müjdelemesi üzerine,
zürriyetinden de bâzı kimseleri insanlara din ve dünya işlerinde önderler
kılmasını istemişti. Bunun üzerine Cenabı Hak, din hususunda, onun neslinden
sadece iyi ve âdil kişileri imam yapacağını haber verdi. Böylece onun neslinden
gelen sapık İsrailoğuİları ve putperest îsmailoğullan bu çerçevenin dışında
tutulmuş, insanlara önderlik hakkı sadece inananlara verilmişti.
Bu âyet, İslâmiyet'te zâlimin halifeliğe ehil ve lâyık olmadığına ve
başlangıçta âdil olup, sonradan zulüm yaparsa, makamından alınmasının vacip
olduğuna delil kabul edilmiştir (Elmalık, 1, 406).
[38] Hz. İbrahim'in tâbi tutulduğu imtihanlar hakkında
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Sâbûnî'nin, bu görüşlerin en doğrusu
kaydıyla aktardığı İbn Abbas'a ait görüş şöyledir: "Allah'ın İbrahim'i
(a.s.) imtihan ettiği ve onun da yerine getirdiği yükümlülükler şunlardır:
Kavminden ayrılması emredildiğinde Allah'ın rızasını kazanmak uğrunda onlardan
ayrılarak vatanını terketmesi, Allah hakkında Nemrut ile mücâdelesi, kendisini
yakmak için ateşe atmalarına sabretmesi ve oğlu İsmail'i kesmekle emrolununca
buna boyun eğmesi." (Sâbûnî, Safve, I, 173.
[39] En'am sûresi, 6/ 74-83.
[40] A'râf sûresi, 7/194-198.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 212-215.
[41] Meryem suresi, 19/41-45.
[42] Tefsir, XXI, 226.
[43] Meryem süresi, 19/46-49.
[44] Tevbe sûresi, 9/114. Bu âyette, ibrahim (a. s.)'in
"evvâh ve halim" olduğu bildirilmiştir. Onun "evvâh=çok âh
çeken, ağlayan, sızlayan" biri olması, sabırsızlığı veya
tahammülsüzlüğünden değildi. Gerçekten halım-selîm, hiddetten uzak, sabırlı bir
kişiliğe sahip olan Hz. İbrahim (a.s.), babasının her türlü eza ve cefasına
sab-rederdi. Bütün kötülüklerine rağmen ona karşı yumuşak davranırdı. Babasının
küfür üzere oluşu sebebiyle, onun adına çok üzülür, onun îmâna gelmesi ümidiyle
sürekli dua ederdi. Ancak babasının gerçekten bir Allah düşmanı olduğu ve
küfründen asla dönmeyeceği kendisine bildirilince, Allah'a olan sevgisi ve
haşyetinden dolayı, babası için dua ve istiğfardan vazgeçti. Çünkü, Cehennem
ehli olduğu belli olanlar için istiğfara izin yoktu.
Rivayet edildiğine
göre, bazı sahabüer, müşrik olarak ölen ataları için duâ ve istiğfarda
bulunuyorlar, İbrahim'in de (a.s.) böyle yaptığını zikrederek onu örnek
aldıklarını söylüyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu düşüncelerinin yanlış
olduğunu bildirerek akraba dahi olsalar müşriklerle ilişkileri kesmeyi ve
küfürde kaldıkları sürece onlara düşmanlık beslemeyi emretti. İşte bu konuda Hz.
İbrahim (a.s.)'m, kendileri için güzel bir örnek olduğunu bildirdi:
"İbrahim ve onunla
birlikte olanlarda, sizin için güzel bir örnek vardır. Onlar, vaktiyle
kavimlerine: 'Biz, sizlerden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız ve siz
Allah'ın birliğine imân edinceye kadar sizi tanımıyoruz. Sizinle aramızda ebedî
bir düşmanlık başladı.'demişlerdi." ( Mümtehine sûresi, 60/4).
Peygamberler ve diğer
mü'minlerin, cehennemlik oldukları belli olan yakınları İçin istiğfarda
bulunmalarını yasaklayan başka bir âyet de şöyle denilmektedir:
"Ne peygambere, ne
de ona îmân edenlere, akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları iyice belli
olduktan sonra müşrikler için af dilemek olmaz." (Tevbe sûresi, 9/113).
Prof. Dr. İsmail Yiğit,
Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 215-217.
[45] Ankebut sûresi, 29/16-17
[46] Tefhim, IV, 237.
[47] Şuarâ sûresi, 26/69-91
[48] Zuhruf sûresi, 43/26-28.
[49] Kâfirûn sûresi, 109/1-6.
[50] Münâfikûn sûresi, 63/7-8.
[51] Al-i Imrâıı sûresi, 3/139.
[52] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 218-223.
[53] Kitab-i Mukaddes'te, İbrahim (a.s.) ile Nemrut
arasında, Allah hakkında yapılan bu tartışmadan bahsedilmez. Ancak Talmud, bu
tartışmayı ayrıntılarıyla aktarmaktadır. Talmud'ta anlatılanlar, Kur'ân'da
anlatılanlara yakındır. Orada bahsedildiğine göre,Hz. îbrahim(a.s.)in babası,
Nemrut'un güvendiği en yakın adamlarından biridir. Bu şahıs, küçüklüğünden
itibaren putlardan uzak duran ve derin bîr Allah sevgisi taşıyan, büyüdüğünde
İse açıktan Ailah'in birliğini ilân ederek putları kıran oğlu Hz. ibrahim
(a.s.)'ı Nemrut'a ihbar eder. Bunun üzerine Hz. İbrahim (a.s.), halkının rabbi
olduğunu iddia eden Nemrut'un huzuruna getirilir ve aralarında bu tartışma
cereyan eder (Mevdûdî, Tefhim, I, 203).
[54] Bakara sûresi, 2/258.
[55] el-Arâİs, 66.
[56] Tarih, I, 123.
[57] el-Kâmil, I, 98.
[58] Afzal ur rahman, Sîret Ansiklopedisi, IV, 54
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 223-225.
[59] Benzeri bir durum, 1596 yılında Japonya'da
yaşanmıştır. Japon İmparatoru Hideyoşi, muazzam bir Buda heykeli diktirmişti.
Elli bin kişinin 5 yıl içinde bitirdiği söylenen bu inşâ faaliyetinde bizzat
kendisi de çalışmıştı. Ancak heykel tamamlanmak üzere iken şiddetli bir deprem
oldu. Bu deprem, mukaddes sayılan ve halkı koruduğuna İnanılan büyük Buda
heykelini paramparça etti ve heykel bir moloz yığını haline geldi.
Söylendiğine göre, bu manzara karşısında gerçeği gören imparator
Hideyoşi, put enkazına bir ok fırlatmış ve alaylı bir tarzda şöyle demiştir:
"Büyük paralar sarf ederek seni buraya diktim. Fakat sen kendini ve
mabedini korumaktan bile aciz kaldın. (Will Durant, Kıssaîü'l-hadâre (Arapça
trc. Zeki Necib Muhammed), Kahire 1968, V, 133).
[60] Buhârİ'nin naklettiği bir rivayete göre, Hz. İbrahim
(a.s.), ateşe atılmak üzere iken Allah'a tevekkül ederek, 'Hasbünellahü ue
ni'me'l-vekü' dîye duâ etmişti {"Tefsir", 13). Hz. Muhammed (s.a.v.)
de, bu duayı şu ayette zikredilen durumda okudu: "Ona inananlar ki, başka
insanlar kendilerine, 'İnsanlar size karşı bir ordu toplamışlar, onlardan
korkunuz!' dediklerinde, aksine bu haber onların îmânlarını artırdı ue
"Hasbünellahü ue ni'me'l-vekîl= Allah bize kâfidir, o ne mükemmel bir
vekildir' diye cevap verdiler,"(M-i imrân sûresi, 3/173 ).
Kitab-i Mukaddes'te Hz.
İbrahim (a.s.)'ın ateşe atılması olayından hiç bahsedilmemiştir. Aynı şekiide
onun Irak'taki hayatına, babası, kavmi ve Nemrut ile mücadelesine ve sonunda
ülkesinden ayrılmasına sebep olan ateşe atılması şeklinde gelişen olaylar
dizisine dâir bügi verilmemiştir. Kİtab-ı Mukaddes, sadece onun göçünden söz
eder, bu göçü de bir geçim tedariki gibi sıradan bir göç olarak anlatır.
Kitab-ı Mukaddes,
İsmini Terah/Târah olarak verdiği Hz. İbrahim (a.s.)'ın babası hakkında da
Kur'ân'dan farklı bilgiler ihtiva eder Orada bildirildiğine göre, Târah, oğlu
Hz. İbrahim (a.s.)'ı ve onun karısı olan gelini Sarayı alarak Keldânîler'in Ur
şehrinden ayrılmış ve Kenan diyarına göç ederek Haran'a yerleşmiş, 205 yaşında
iken orada ölmüştür (Tekvin, 11/32).
Bir sonraki bapta İse,
farklı bir anlatım karşımıza çıkmaktadır: "Ve Rab, Abram'a dedi:
Memleketinden akrabanın yanından ve babanın evinden sana göstereceğim
memlekete (Kenan'a) git. Seni büyük bir millet yapacağım. Seni mübarek
kılacağım ue senin adım yücelteceğim. Sen de mübarek olacaksın. Seni mübarek
kılanları mübarek kılacağım, sana lanet edene lanet edeceğim ve yeryüzünün bütün
kabileleri sende mübarek olacaklardır.'' (Tekvin, 12/1-3).
Bu bilgilere dikkat
çeken Mevdûdî, Hz. lbrahim(a.s.)'m Talmud'ta tanıtımından sözeder. Talmud'un,
onu, faraziyelerle dolu, çok karmaşık bir şekilde ve yer yer ona yakışmayan
özeliklerle tanıttığını söyler. Kur'ân'ın ise İbrahimfa.s.J'ı Talmud'tan çok
farklı bir şekilde tanıttığını vurgular. Ardından Kur'ân-ı Kerİm'İn Kİtab-ı
Mukaddes ve diğer Yahudi metinlerinden' kıssalar aktardığını iddia edenlere
açık bir cevap olmak üzere, Talmud'un Hz. İbrahim (a.s.) hakkında verdiği
bilgileri özetler. Bu İddiayı reddetmeye yeter gördüğü bu özeti, önemine
inandığımız için aynen alıyoruz:
"Talmud'a göre,
kâhinler, Abram'm doğduğu gece gökyüzünde büyük bir yıldız gördüler ve Nemrut'a
Târah'in evinde doğan çocuğu öldürmesini tavsiye ettiler. Nemrut, çocuğu
öldürmeye karar verir; fakat Târah, çocuğunu saklar ve onun yerine bir
hizmetçinin çocuğu Öldürülür. Bunun üzerine Târah karısını ve çocuğunu bir
mağaraya saklar. Çocukla annesi, o mağarada on yıl yaşarlar. On birinci yılda
Abram, Târah tarafından Nuh'a götürülür. Abram, Nuh ve oğlu
Sam'm gözetiminde 39
yıl yaşar. Bu sırada Abram, kendisinden 42 yaş küçük o-lan yeğeni Sara ile
evlenir (Kitab-ı Mukaddes, Sara'nın Abram'm yeğeni olduğuna değinmez ve
bahsedilen yaş farkını ise lOyıî olarak verir. Tekvin, 11/29; 17/17).
Talmud daha sonra
özetle şöyle devam eder: "Abram 50 yaşma gelince Nuh'tan ayrıldı ve
babasına geri geldi. Babasının bir putperest olduğunu ve evinde 12 aya tekabül
eden 12 put bulunduğunu gördü. Onu putperestlikten vazgeçirmeye çalıştı; fakat
babası kendisini dinlemeyince, bir gün evdeki bütün putları kırdı. Bunu gören
Târah, doğruca Nemrut'a gitti ve 50 yıl önce evinde doğan çocuğun putlara
ihanet ettiğini ve evdeki putları kırdığını söyledi. Bu konuda kralın hüküm
vermesini istedi. Nemrut, Abram'ı sorguya çekti. Abram'ın verdiği cevaplar,
dosdoğru kesin ve açıktı. Nemrut, onu hapse attı ve meseleyi karar için meclise
sundu. Meclis, Abram'ın yakılarak öldürülmesine hükmetti. Bunun üzerine bir
ateş hazırlandı ve Abram ateşe atıldı. Kardeşi, aynı zamanda da kayınpederi
olan Haran da ateşe atıldı. Nemrut, Târah'e doğduğu gün Abram'm yerine neden
başka bir çocuğun öldürüldüğünü sormuş, o da, bunu Haran'm plânladığını söylemişti.
Bu nedenle Haran da yakılarak cezalandırıldı. Haran yanarak öldü; ancak
insanlar Abram'ın alevlerin arasında hiçbir zarar görmeksizin yürüdüğünü
gördüler. Bunu Nemrut'a haber verdiklerinde, bu olayı kendi gözleriyle gördü ve
şöyle bağırdı: "Ey göklerin ilâhının adamı! Ateşten çık ve yanıma
gel!" Bunun üzerine ateşten çıkan Abram, Nemrut'un yanma geldi. Ona îmân
eden Nemrut, ona çok pahalı hediyeler verdi. Abram bundan sonra 2 yıl daha
Irak'ta kaldı. Ta ki Nemrut, korkunç bir rüya gördü. Kâhinler, onun rüyasını,
Abram'm krallığını yerle bir edeceği şeklinde yorumladılar ve Abram'ı derhal
öldürmesini söylediler. Nemrut, Abram'ı öldürmek üzere adamlar gönderdi. Ancak
Abram, kralın kendisine hediye ettiği köleden bu tuzağı öğrenmişti. Kaçarak
Nuh'un yanma sığındı. Târah da onu orada ziyarete geldi. Baba ile oğul en
sonunda o memleketi terke karar verdiler. Nuh ve oğlu Sam da, bu kararı
desteklediler. Bunun üzerine Târah, oğlu Abram, torunu Lût, aynı zamanda torunu
olan Abram'ın karısı Sara üe birlikte Ur şehrini terk edip Haran'a gitti.(Bu
özet ve mukayese için bkz. Mevdûdî, Fefhim, III, 318-319).
Mevdudi, bu özetin
ardından şu önemli soruyu sormuştur: "Mantık sahibi bir insan, Talmud'un
bu anlattıklarını okuduktan sonra, bu kitabın Kur'ân'da anlatılan kıssalara
kaynak teşkil ettiğini düşünebilir mi?"
[61] Enbiyâ sûresi, 21/68-71. Muhammed Esed, 69. ayetteki
"Ey ateş! İbrahim için serinlik ve eserdik ol!" dedik emrine ve yine
"Onu öldürün veya yakın, dediler, ama Allah onu ateşten korudu."
(29/24) ve "Onlar, 'Bir odun yığını hazırlayın ve onu
yanan ateşin içine
atın!' diye bağırdılar. Ona tuzak kurmak İstediler; ama biz onların planlarım
bozduk ve böylece onlan küçük düşürdük." (37/97-98) ayetlerindekİ açık
ifadelere rağmen, Hz. İbrahim (a.s.)'ın bedenen ateşe atılmasının söz konusu
olmadığını söyler. Ona göre, "Allah onu ateşten kurtardı." ifadesi,
daha ziyâde o-nun hiç ateşe atılmamış olduğunu gösterir ve tefsirlerdeki
anlatımlar, Talmud'takİ menkıbelere dayanır. Esed, Kur'ân'ı Kerim'deki
ifadeleri, onun zulüm ateşine maruz kaldığı ve gösterdiği direnç sayesinde,
sonraki hayatında üstün bir manevi güce ve iç huzuruna ulaştığı şeklinde
anlamıştır (Bkz. Kur'ân Mesajı, 656).
Muhammed Esed, yeri
geldiğince işaret ettiğimiz gibi, mucizelerin pek çoğuna sıradan olaylar
gözüyle bakmış veya burada olduğu şekilde, verilen kesin bilgilerle telifi
mümkün olmayacak tarzda İndî yorumlar yapmıştır.
[62] Saffât sûresi, 37/83-98.
[63] Bildirildiğine göre Babilliler, yıldızlan kervan ve
gemilerin yollarını belirlemek için incelemekten ziyâde, insanların geleceği ve
kaderi hakkında bilgi edinmek maksadıyla araştırırlardı. Bu bakımdan, Babil'de
bu işle uğraşanlar, bugünkü tabirle astronom olmaktan ziyâde astrolog/müneccim
idiler. Babilliler de toplum olarak yıldızların hareketlerinden geleceğe dâir
tahminlerde bulunmaya son derece düşkündüler (Tabbâra, 132).
Dolayısıyla, âyetteki
"Derken yıldızlara bir bahtı da, hakikat ben hastayım, dedi."ifadesi,
Tabbâra'nm işaret ettiği gibi (s. 132 ), Hz.îbrahim (a.s.)'in kavminin dînî
durumu hakkında olduğu kadar dinler tarihi bakımından da önemli bir tesbittir.
Putların çokluğu, dereceleri, onlara kurban, hediye ve yemek takdimi de
böyledir. Kur'ârı-ı Kerim'in asırlar önce vermiş olduğu bu gerçek bilgilere, ilim
yoluyla ancak yakın zamanda kazılarda elde edilen tabletlerdeki bilgilerle
ulaşılabilmiştir.
İbrahim de (a.s.) onların bu düşkünlüklerini bildiği için, kendisine
hasta olacağını yıldızların îmâ ettiği İntibaını uyandırmıştı.
[64] Ankebut sûresi, 29/24-26.
Bu âyetten hicretin Hz.
İbrahim (a.s.) için büyük bereketler getirdiği de anlaşılmaktadır. Allah
Teâîâ, dinini korumak maksadıyla hicret etmiş sevgili peygamberine, hicret
yurdunda, yalnızlığını giderecek oğullar lütfetmiştir. Böylece temiz oğullan ve
torunlarıyla onun yalnızlığını gidermiş ve soyundan gelen peygamberlere güzel
bir şöhret vermiştir. Hicretin diğer muhacirlere de bir genişlik getirdiği
muhakkaktır. Bu gerçek Kur'ân-ı Kerim'de, kesin bir ifâde İle bildirilmiştir:
"Kim Allah yolunda
hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim
Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine
ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir. Allah, çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Nisa süresi, 4/100).
"Zulme uğradıktan
sonra Allah uğrunda hicret edenlere gelince, kesinlikle onlan dünyada güzelce
yerleştireceğiz; âhiret mükafatı ise daha büyüktür, eğer bilseler. Onlar ki,
sabretmişlerdir ve hep rablerine dayanırlar." (Nahl sûresi, 16/41-42!.
Cenab-ı Hak, bir başka
ayette muhacirlerin yardımcısı olduğunu bildirmiş, onları bağışlayacağını
müjdelemiştir:
"Sonra şüphe yok ki, Rabbin o eziyete uğratılmalanmn arkasından
hicret eden sonra savaşıp sabreden kimselerin yardımcısıdır; doğrusu Rabbin,
bunun arkasından elbette bağışlayacak ve merhamet edecektir." {Nahl
sûresi, 16/110).
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 225-233.
[65] Meryem sûresi, 48-50
[66] Saffât sûresi, 37/99-100.
[67] Ankebut sûresi, 29/26-27.
[68] Enbiyâ sûresi, 21/70-73.
Bâzı rivayetlere göre Hz. İbrahim (a.s.)'m hicretinden bir süre sonra
Nemrut ve kavmi ilâhî bir cezaya çarptırılmıştır. Nemrut'un helaki hakkında
Zeyd b. Eslem'den şöyle bir rivayet nakledilmiştir: Ateşe atılma olayından
sonra, Hz.İbrahim (a.s.), dört defa daha Nemrut'u îmâna çağırdı. Ancak o
inadında direndi ve Benden başka bir ilâh mı var?" sözünü tekrar etti.
Bunun üzerine, bu kavme musallat kılman sinekler yeri-göğü kapladı. Hatta
sineklerin çokluğundan güneş dahi görülmez oldu. Sinekler, insanların etlerini
yedi onlan birer kemik yığını haline getirdi (bkz. Taberî, Tarih, I, 148-149;
İbnül-esir, I, 115 -116; ayrıca bkz. Salebi, 99).
[69] Hz. İbrahim (a.s.)'ın hicret yurduna "Bereketli
Topraklar" denilmesinin sebepleri arasında, peygamberlerin ekserisinin bu
bölgeye gönderiİmesi, Hz.İsa (a.s.)'m i-neceği bölge olması ve verimliliği
zikredilmiştir (Bkz. Salebi, 79).
Bu tâbir iie maddî ve manevî değere sahip olan Suriye, Ürdün ve Filistin
toprakları kastedilmektedir. Dünyanın en verimli bölgelerinden olan bu yöre,
aynı zamanda pek çok peygamberin gönderildiği muhit olmuştur. Hz. İbrahim
(a.s.) ve yeğeni Hz.Lût (a.s.) da Irak'tan veya Güney Anadolu'dan oraya hicret
etmişlerdir.
[70] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 233-237.
[71] Saffât sûresi, 37/89-90. . Enbiyâ sûresi, 21/63.
Saffât sûresi, 37/89-90.
[72] Enbiyâ sûresi, 21/63.
[73] ibrahim (a,s.] hanımını krala gönderirken,
"yeryüzünde benim ve senin dışında başka mü'min yok" derken olayın
yaşandığı ülkeyi kastetmiş olmalıdır. Çünkü o sırada Hz. Lût (a.s.) da hayatta
idi.
[74] Buhârî, Enbiyâ, 8; Nikâh, 12; Müslim, Fezâil, 154. Bu
üç yalan meselesine, Kıyamet günüyle ilgili şefaat hadisinde de İşaret
edilmiştir. Buna göre Kıyamet gününde mü'minler, Allah nezdinde şefaatçi olması
için başvurdukları Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Nuh (a.s.)'tan olumlu cevap
alamayınca Hz. İbrahim (a.s.)'a gideceklerdir. Ancak o da, söz konusu üç
yalanı hatırlatarak, bu yüzden kendileri İçin şefaatçi olmaya cesaret
edemeyeceğini söyleyecek ve onları Hz. Musa(a.s.)'a gönderecektir. Hz. Musa
(a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)'dan da olumlu cevap alamayan mü'minler, son olarak Hz.
Muhammed'e (s.a.v.| gidecekler ve umduklarına kavuşacaklardır ( Buhâri,
Tevhid, 19, 24).
Kur'ân-ı Kerim'deki iki durumdan oldukça farklı bir yalandan bahseden bu
hadis, söz konusu şahsın masumiyet sıfatına sahip bir peygamber olması dolayısıyla
alimler arasında tartışma konusu olmuştur.
Bâzı alimler, meseleye
bir peygamberin asla yalan söylemeyeceği noktasından bakarak bu hadisin
sıhhatinden şüphe etmişlerdir. Meşhur müfessirlerden Razı, bu hadis hakkındaki
sözlerini tamamlarken şöyle demiştir: "Yalanı hadisi nakleden râvilerden
birine nisbet etmek, peygamberlere nisbet etmekten daha evlâdır." (Ö.
Ahmed Ömer, I, 105). Muasır ilim adamlarından Abdülvahhâb en-Neccâr ise Mısır'a
gittikleri esnada Sâre'nin en az 70 yaşında olduğunu söyleyerek, nefsine düşkün
bir kralın bu yaştaki bir kadına tamah etmesinin normal olmadığını söyler.
Dolayısıyla ilgili hadisin âhâd hadis olduğunu ve bu hususta delil sayılamayacağını
belirtir. Ancak rivayetin sahih olması durumunu da dikkate alarak, bu durumda o
sırada kız kardeşle evlenmenin henüz yasaklanmama ihtimâline ve dolayısıyla
Sâre'nin İbrahim'in gerçekten kardeşi olabileceğine işaret eder (Neccâr'ın görüşü
ve bu görüşün Ezher alimlerinden bir heyetin tenkidiyle ilgili olarak bkz.,
Kasasu'l-enbiyâ, 109-133).
Ancak bu sözün hadiste
anlatıldığı şekilde Hz. İbrahim tarafından söylenmiş olması durumunda da, onun
peygamberliğini ve yüce ahlâkını rencide edecek bir durum söz konusu değildir.
Çünkü, zâlimin zulmünün defedilmesi maksadıyla yalan söylemenin caiz olduğu
hususunda fıkıh alimleri ittifak etmiştir (Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim
Tercüme ve Şerhi, X, 170). Bu bakımdan, sadece bu gerekçeyle hadisin sıhhatinden
şüphelenmeye gerek yoktur.
Nevevİ, yalanın caiz
hatta vacip olduğu durumlar hakkında şöyle demiştir: "Yalana
başvurulmaksızın erişilmesi mümkün olan her meşru maksatta yalan söylemek
kesinlikle haramdır. Böyle bir maksadın elde edilmesi ancak yalan söylemekle
mümkün olacaksa o takdirde yalan caizdir. Şayet o meşru maksada ulaşmak mubah
ise, yalan da mubah; vacip ise yalan da vacip olur.
Binâenaleyh bir
müslüman, kendisini öldürmek isteyen bir zâlimden gizlense ya da malını almak
isteyen bir zorbadan malını saklasa, bir başka müslümana da o kişi ve malı
sorulsa, -zulmü önlemek için- bu müslümanın onu gizlemek maksadıyla yalan
söylemesi vacip olur.
Yine bir kimsenin yanında emanet olsa, bir zorba da ona el koymak
istese, onu gizlemek için yalan söylemesi vacip olur. Bu ve benzeri hallerin
tamamında, söz yalan gibi görünse veya muhatap öyle zannetse de, aslında kendi
içinde doğru bir maksadı kastedip ona ters düşmeyecek tarzda konuşması (tevriye
yapması) en ihtiyatlı yoldur. Eğer böyle yapması mümkün olmaz da mutlaka yalan
söylemek zorunda kalırsa, o da haram değildir, yapabilir {Riyâzü's-Sâlihîn,
(trc. ve Şerh, M. Yaşar Kandemir, î. Lütfı Çakan, Raşit Küçük), İstanbul 1997,
VI, 514; yalana ruhsat verilen hususlar hakkında daha geniş bilgi için bkz.
GazzâİÎ, îhyâu 'ulümi'd-dîn, (trc. Ahmed Serdaroğlu), İstanbui 1974, III, 307 vdd.).
[75] İbn Hacer, Fethul-bün, VI, 452; ö. Ahmed Ömer, I, 107.
[76] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 237-240.
[77] Tekvin, 16/16.
[78] ibrahim süresi, 14/37.
[79] Bakara sûresi, 2/ 126.
[80] Peygamberimiz, Hâcer'in bu davranışını kastederek
şöyle demiştir: "Allah, İsmail'in annesi HÛcer'e rahmet eylesin! Eğer o,
Zemzem'i kendi hâline bıraksaydı, muhakkak ki Zemzem, akar bir kaynak
olurdu." (Buharı, Enbiyâ, 9; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, I, 253).
[81] Bu rivayetin devamında İbn Abbas, Hz. İbrahim'in daha
sonraları oğlunu ve hanımını ziyaretlerinden ve baba-oğulun Kâbeyi inşa
etmelerinden bahsetmektedir. Bu bölümünü tekrar ele alacağımız bu rivayet için
bkz. Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 115-126; Salebi, 82-83.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 240-243.
[82] Söylendiğine
göre, kurban meselesinin
başlangıç ve seyri
şöyle olmuştur:
Hz.İbrahim (a.s.),
Allah'tan kendisine bir çocuk vermesini istemiş, dileğinin kabul edildiği
müjdesi üzerine büyük bir sevinç içinde,
"Öyleyse bu çocuk Allah'a kurbarı olsun!" demiştir. Zamanla
çocuk koşma çağma gelince, rüyasında kendisine bu adağı hatırlatılmıştır {Îbnül-Esir, I, 111).
Hz. îbrahim{a.s.)'m oğlu İsmail'i kurban etmek için götürdüğü sırada,
şeytanın Hz. İbrahim (a.s.), İsmail ve Hâcer'i bundan vazgeçirme çabaları
hakkındaki rivayetler için bkz. Aydemir, Peygamberler, 61-62.
[83] Saffât sûresi, 37/99-113
[84] Ibn Kesir, Kasasu'l-enbiyü, I, 193
[85] Tekvin, 22/1-2.
[86] Tekvin, 16/1-3.
[87] Tekvin, 16/11.
[88] Tekvin, 16/16.
[89] Tekvin, 17/9-25.
[90] Tekvin, 21/15.
[91] Tarih, I, 128, 138-139.
[92] ibrahim süresi, 14/39.
[93] Zâriyat sûresi, 28.
[94] Hûd sûresi, 10/71.
[95] Muhammed b.
Ka"b el-Kurazî, kurbanlığın
İsmail olduğu hususundaki kesin cevabı Kur'ân'm verdiği görüşündedir. Ona göre,
Saffât sûresinde önce Hz. İbrahim (a.s.)'a yumuşak huylu bir oğul
verileceğinin bildirilmesi, ardından kurban olayının anlatılması ve daha sonra
da İshak'm doğacağının müjdelenme si {âyetler 100-112), kurbanlığın birinci
çocuk, yâni Hz İsmail (a.s.) olduğunu kesin olarak göstermektedir. Muhammed b.
Kafa, bu görüşünü Ömer b. Abdülaziz'e aktarmış, o da, aynı kanâatte olduğunu
söylemiştir (Salebi, 92; İbnül-Esir, I, 110-111; İbn Kesir, Kasasu'l-enbiyâ, I,
196 ).
Abdullah Aydemir de, kurbanlığın iki kardeşten hangisi olduğu hususunda,
iki tarafın delillerini değerlendirmiş, İshak olduğunu iddia edenlerin
delillerinin tamamen İsrâilî haberler olduğu, İsmail olduğunu kabul edenlerin
delillerinin ise kesinlik arzettiği neticesine ulaşmıştır (Bkz. Peygamberler,
69-74).
[96] Tefhim, V, 32-35.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 243-250.
[97] Zâriyât sûresi, 51/ 24-34.
[98] Hıcr sûresi, 15/51-58.
[99] Hûd sûresi, 11/69-76.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 250-252.
[100] Bu rivayetin tamamı için bkz. Tecrid-i Sarih
Tercemesi, IX, 115-126.
İbn Kesir, İbn Abbas'm bu anlattıklarında İsrâiliyyattan alınmış
kısımlar bulunması İhtimaline işaret etmiş, içinde Kurban kıssasının
zikredilmemiş olmasını da, haklı olarak bunun delillerinden saymıştır ( bk.
Kasasu'l-enbiyâ, I, 188-190).
[101] Bâzı rivayetlerde, Kabe'nin Hz. Âdem (a.s.) tarafından
inşâ edildiği bildirilmiştir. Buna göre Allah, Cebrail'i göndererek Hz. Âdem (a.s.)'a
Kabe'yi inşâ etmesini ve ardından tavafı emretmiştir. Sonra da ona
"İnsanların ilki sensin, bu ev de insanlar için yapılmış ilk
beyttir." denilmiştir. Tufan sırasında semâya kaldırılan Kabe'nin yeri
Hz. İbrahim (a.s.) zamanına kadar meçhul kalmıştır. Cenab-ı Hakk'ın emriyle
inşâata başlayan baba-oğul, temel kazarken Âdem'in temellerine kadar
inmişlerdir (bu rivayetler için bkz. Salebi, 85-88).
İbn Kesir, Kabe'nin Hz.
Âdem fa.s.) tarafından inşâ edildiğini bildiren bu rivayetlerin sahih
olmadığını belirtir Kur'ân-ı Kerİm'de, Kabe'nin ilk banisinin Hz.İbrahim [a.s.)
olarak bildirilmesini buna delil getirir. Ancak Kabe'nin bulunduğu mahallin,
yaratılıştan itibaren mübarek kılındığını ve oraya önceki peygam
berler ve
ümmetleri tarafından da
İtibar gösterildiğini zikreder
{es-Siretü 'n-nebeviyye, I, 271) İbn Kesir'in, kasdettiği âyetlerin
meali şöyledir:
"Şüphesiz,
âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev
(mâbed), Mekke'deki (Kâbej'dir. Orada apaçık nişaneler, aynca İbrahim'in makamı
vardır. Oraya giren emniyette olur..." (Âl-İ İmrân sûresi, 3/ 96-97).
[102] Hac sûresi, 22/26-27.
[103] Bakara sûresi, 2/127-129. Burada Allah'tan İstenen
peygamberin, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) olduğu açıktır. Çünkü Hz.
İsmail {a.s.)'in neslinden başka bir peygamber gelmiş değildir. Peygamber
Efendimiz (s.a.v.} de, "Ben ceddim ibrahim'in duası, kardeşim İsa'nın
müjdesi ve annemin rüyasıyım." buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
IV.I27). Hz. İbrahim (a.s.)'ın bu duasına bir şükran olmak üzeredir ki,
Muhammed ümmetine de namazlarda, "Allahûmme Salli ve Bârik" dualarım
okumak talim buyurulmuştur (Buhârî, Enbiyâ, 10; Müslim Saîât, 65, 66 ).
[104] Âl-i İmrân sûresi, 3/95-97. Bekke, Mekke demektir. Ya
da Mekke şehrin, Bekke ise Mescid-i Haram'in adıdır (Bu konudaki görüşler İçin
bkz. Kurtubî, Tefsir, IV, 138).
[105] Buharı, Enbiyâ, 10, 40; Mesâcid, 1, 3. Ancak İbn
Hişam'ın naklettiği bir rivayette belirtildiği gibi her ikisini de Hz. Âdem
(a.s.)'m, veya Kabe'yi onun Mescid-i Ak-sâ'yi da evlâdından birinin 40 yıİ ara
ile inşâ etmiş olabileceği İhtimalini kuvvetli görenler de vardır. Kabe'yi ilk
olarak Hz. îbrahim (a.s.)'in yaptığını kesin olarak kabul eden İbn Kesir gibi
alimler, Mescid-i Aksâ'mn Hz.Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.)'dan asırlar
önce inşâ edildiğini söylerler. Buharı sarihlerinden Hattâbî de, uMescid-İ
Aksâ'yı Hz. Davud (a.s.) İle Hz. Süleyman (a.s.)'dan önce bâzı evliyaullahm
inşâ ve te'sis ettiklerini, sonra da Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman
(a.s.)'ın tecdit ve tevsi etmiş olmalarını kabul etmek en doğru bir harekettir."
demiştir (Bu görüşler için bkz. Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 22 ).
[106] Mevdüdi, Tefhim, I, 281.
[107] Bakara sûresi, 2/125.
[108] Seyyid Kutup, FîZtîâl, I, 241.
[109] Hac sûresi, 22/26-28
KâbeYe Beyt-i Atık adının
verilmesi hususunda farklı görüşler serdedilmiştir. Bunlardan bâzıları
şöyledir:
a) Atik,
eskiden kalma kıymetli şey, antika demektir. Kabe yeryüzündeki mâbedlerin en
kadimi, iiki olması dolayısıyla bu isimle isimlendirilmiştir.
b) Atık, güzel
ve muteber manalarına gelir. Buna göre,
Beyt-i Atîk, değerli, şerefli ev demek olur.
c) Atîk, hür
mânâsına gelir. Kâbe-i Muazzama da, zâlimlerin tasallutundan azade olduğu için
bu isim verilmiştir. Bu manâ Rasülullah (s.a.v.)'den nakledilen şu hadise
istinad eder: "Allah Teâlâ, Kabe'ye
el-Beytü'l-atîk ismini verdi, çünkü onu zâlimlerden azade kıldı da ona asla bir
cebbar galebe edemedi."
d) Yine hür
mânâsına olup kimsenin mülkü olmadığını ifade eder.
e) Atîk,
mu'tık manasınadır, haccedenleri
günahlarından azade kıîar
(Bu hususta geniş
bilgi için bkz.
Elmalılı, V, 486-487).
[110] İbnİshak, Sîre, 73.
[111] Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 126.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 253-258.
[112] Bakara sûresi, 2/260.
[113] Buhârî, Enbiyâ,
11, Tefsir, 46; Müslim, Fezâil,
41.
[114] Teaid-i Sarih Tercemesi, IX, 131; ayrıca bkz. Şevkânî, Tefsir, I, 281-82.
[115] Kasasu'l-enbiyÜ, I, 209.
[116] Göst. yer.
[117] FîZılâl II, 68.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 258-260.
[118] Tekvin, 25/1-10; Taberi, Tarih, I, 159-160; Salebi,
97.
[119] Tecrid-i Sarih Tercemesi ve. Şerhi, IX, 108.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 260-261.
[120] Nısâ sûresi, 4/163. 116
[121] Al-ı Imran suresi, 3/84.
[122] Necm sûresi, 53/33-39.
[123] Alâ sûresi, 87/18-19.
[124] Tarih, I, 161.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 261-262.
[125] NahI sûresi, 16/120-122.
[126] Meryem sûresi, 19/41.
[127] Tevbe sûresi, 9/114.
[128] Buhârî, Rikak, 45; Müslim, Cennet, 58.
[129] Müslim, Fezâil, 41.
[130] Buhârî, Enbiyâ, 24, 48; Müslim, iman, 272.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 262-263.
[131] Zuhruf sûresi, 43/ 26-28.
[132] Muhtasaru îbn Kesir, III, 288.
[133] Bakara sûresi, 2/124.
[134] Mümtehine sûresi, 60/4.
[135] Nisa süresi, 4/125.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 263-265.
[136] Hac sûresi, 22/78.
[137] Elmalılı, I, 411.
[138] Bakara sûresi, 2/130-133.
[139] Yusuf sûresi, 12/38. İbrahim neslinden gelen
peygamberlerin isimlerinin ve özelliklerinin birlikte zikredilmesinden sonra,
sonuncuları olan Rasülullah (s.a.v.)'e hitaben şöyle buyurulmuştur:
"İşte o peygamberler, Allah'ın kendilerine doğru yola eriştirdiği
kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü! De ki: Ben buna karşılık
sizden bir ücret istemiyorum. O Kur'ân, sadece âlemleri irşat için ilâhi bir
hâtıradır." (En'am sûresi, 6/9).
[140] Bakara suresi, 2/135-136.
[141] Bakara sûresi, 2/137-141. İbn Abbas'tan nakledildiğine
göre, hıristiyanlarm bir çocuğu doğduğunda, doğumunun yedinci gününde, onu
temizlemek için kendilerine mahsus "ma'mûdî=vaftİ2 suyu" dedikleri
bir suya sokarlar ve 'Sünnet olma yerine bu bir temizliktir' derlerdi. Ancak
bunu yaptıklarında çocuğun hakkıyla Hıristiyan olduğuna inanırlardı.
"Sıbğatallâh= Allah'ın boyası "ifadesinin geçtiği âyet, onlann bu
adeti dolayısıyla nazil oldu (Vahidî, Esbâbu'n-nüzül, 22 ).
[142] Al-ı İmran sûresi, 3/65-68
[143] Âl-i îmrân sûresi, 3/84-87. Hasen-i Basri, bu ayette
geçen zâlimlerin kimler olduğu
hususunda şöyle der: "Bu kavimden maksat,
yahudiler ve hıristiyanlardır.
Onlar, kitaplarında Hz. Muhammed (s.a.v.)'İn vasıflarını görmüşler ve
onun hak peygamber
olduğunu anlamışlardı. Ancak
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendi
milletlerinden değil de başka bir milletten gelmesi dolayısıyla onu kıskandılar
ve daha önceden îmân etmiş oldukları Peygamber'İ İnkâr ettiler." (Taberi,
Tefsir, III, 341).
[144] Nahl sûresi, 16/120-123.
[145] En'am sûresi, 6/161.
[146] ÂI-i îmrân sûresi, 3/95.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 265-270