A. Hz.Musa
(A.S)'Dan Sonra Benî İsrâil-Yûşâ B.Nûn
B.
İsrailoğulları'nın Peygamberlerinden Bir Hükümdar İstemeleri
C. Talut'un
Hükümdarlığının Alâmeti
D. Talut
Ordusunun İmtihanı Ve Kazanılan Zafer
E. Hz. Dâvud
(A.S.)'ın Hükümdarlığı
F.
Peygamberliği Ve Kendisine Zebur'un Verilmesi
G. Hz. Davud
(A.S.)'ın Baktığı Bâzı Dâvalar
1. Başkasının
Ekinini Yiyen Koyun Sürüsü
H. Hz. Davud
(A.S.)'a Zırh Sanatının Öğretilmesi
İ. Teşbih Ve
Zikri-Namaz Ve Orucu
Hz. Musa (a.s.)'ın
vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına Yûşâ b. Nün geçti. Hz. Yûşâ (a.s.),
savaşa gitmek istemeyen ve Tîh'e girildiği esnada 20 ve daha yukarı yaşlarda
bulunup sahrada geçirilen 40 yıl içinde tamamına yakını ölen nesilden kimsenin
bulunmadığı, tamamıyla yeni nesilden müteşekkil ordusunu Tîh'ten çıkarıp
Ürdün'e götürdü ve 6 ay süren şiddetli bir muhasaranın ardından Eriha şehrini
ele geçirdi.[1] Hz. Yüşâ (a.s.), daha
sonra Beytülmakdis/Kudüs üzerine yürüdü ve şiddetli çatışmalardan sonra orayı
da fethetti. Allah İsrailoğullan'na bu mukaddes şehrin kapısından alçak gönüllü
bir halde, kibir ve gururdan kaçınarak secde eder bir vaziyette girmelerini ve
girerken de "hitta" demelerini emretmişti. Ancak onlar, bunu dinlemedikleri
gibi, zıddına hareket ettiler, şehre büyük bir kibir ve gurur ile girdiler.
Bizi affet, bizi bağışla mânâsına gelen "hitta" demek yerine, buğday
mânâsına gelen "hinta" kelimesini söylediler ve af dilemek yerine
dünyalık istediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onların bu yakışıksız ve
isyankâr tavrı hakkında şöyle buyurmuştur:
"İsrailoğullan'na,
'Beytülmakdis'in kapısından eğilerek (tevazu ile) giriniz ve bizi bağışla
(=hittaj deyiniz.' denildi. Onlar ise, kıçları üzerine emekleyerek girdiler ve
(emrolunduklan kelimeyi değiştirip), hinta, habbe fi şa'ara (bize buğday
başağında dane ver)' dediler."[2]
Bu defa da Allah'ın
nimetlerine nankörlük eden İsrailoğul-ları, Allah tarafından kendilerine
emredilen sözü değiştirmişler ve bu yüzden cezaya çarptırılmışlardır.
"O vakit onlara
şöyle demiştik: Şu şehre girin, orada dilediğiniz gibi, bol bol yiyin, şehrin
kapısından secde ederek geçin ve 'hitta/bizi affet! Günahlarımızın yükünü
üzerimizden kaldır!' deyin ki, biz de kusurlarınızı bağışlayalım ve iyilik
yapanlara sınırsız mükâfat verelim.
Ama o zulmetmeye
alışmış olanlar, kendilerine söylenmiş olan sözü başka bir sözle değiştirdiler.
Bunun üzerine Biz de, zalimlerin üzerine, yoldan çıkmalarından dolayı gökten
bir azap indirdik.[3]
Hz. Yûşâ (a.s.}, Filistin'i
bütünüyle aldıktan sonra, araziyi halk arasında taksim etti ve vefatına kadar
onları Tevrat'a göre yönetti. Hz. Musa (a.s.)'dan sonra 27 yıl daha yaşadı ve
127 yaşında öldü.[4] İsrailoğulları, Hz. Yûşâ
(a.s.)'dan sonra başlarına geçen hâkimler tarafından idare edildiler.
"Hâkimler İdaresi" adıyla bilinen bu dönemin sonlarında güç ve
kuvvetlerini kaybetmişlerdi. Aralarında İhtilaflar çıkmış ahlâkî düşkünlükler
iyice yayılmıştı. Tarihçilerin verdiği bilgiye göre, onlar giderek iyice
azıtmışlardı. Kendilerini Tevrat'a davet için gönderilen peygamberlerini
öldürmek dahil her türlü büyük günahları işliyorlardı. Peygamberlerini
Öldürmeleri yüzünden Allah Teâlâ, onları zâlim ve cebbar hükümdarlarla
cezalandırdı. Başlarına geçen bu hükümdarlar onlara zulmediyor, içlerinden pek
çoğunu Öldürüyorlardı. Ayrıca Allah, komşu milletleri de onlara musallat
kıldı. Amâlika Arapları, Arâmîler ve Filistinliler, onlara sık sık saldırıda
bulunuyorlardı. [5]
Mısır ve Filistin
arasındaki bölgede yaşayan Amâlika Arapları, M.Ö. 1000 yıllarında kralları
Câlut komutasında İsrâiloğulla-rı'na karşı saldırıya geçerek onları
yurtlarından sürüp-çıkarmışlar, kadın ve çocuklarının çoğunu esir almışlardı.
Gazze ve Aska-lan üzerine düzenledikleri bu taarruz esnasında, onların kutsal saydığı
Tâbut'u da (Ahid sandığı) alıp götürmüşlerdi.[6]
İçinde kutsal emânetlerin bulunduğu bu sandığa büyük değer veren İsrailoğullan,
savaşlara giderken, onu ordularının önünde götürürler, onun sayesinde cesaret
kazandıklarına inanırlar ve onu vesile kılarak Allah'tan yardım isterlerdi.
İsrailoğulları ileri
gelenleri, zillet ve sıkıntılarla yüz yüze oldukları bu dönemde, Kur'ân'da ismi zikredilmeyen yaşlı peygamberleri
Samuel'e başvurarak, kendilerini ağır hezimete uğratan Kral Câlûtla yapmak
istedikleri savaşlarda kendilerine komuta edecek bir hükümdar/kum and an tayin
etmesini istediler.[7] Onların dönekliklerini çok
iyi bilen bu peygamber, bir hükümdar tayin edilmesi ve bu yüzden savaşın
kendilerine farz kılınması durumunda, savaştan kaçmalarından korktuğunu
belirterek onlara bu istekten vazgeçmelerini söyledi. Ancak onlar, yurtlarından
çıkarıldıkları, kadınları ve çocukları ellerinden alındığı için savaştan başka
yapacak bir şeyleri kalmadığını; dolayısıyla tayin edilecek şahsın komutasında
kesinlikle savaşacaklarını beyan ettiler. Onlann ısrarı üzerine, Yüce Allah,
Tâlut isimli şahsın melik tayin edilmesini emretti ve bununla birlikte
Samuel'in tahmin ettiği gibi onlara savaşı farz kıldı. Bir süre sonra Samuel'in
korktuğu durum ortaya çıktı. Çünkü bu teklifi yapanlar, içlerinden çok azı
hariç, verdikleri kesin söze rağmen bahaneler uydurarak savaştan geri durdular.
Bu tavırları, apaçık bir haksızlık ve zulümdü ve bunun karşılığını alacakları
muhakkaktı. Kur'ân-ı Kerim, onların bu dönekliğini şöyle haber vermektedir:
"Musa'dan sonraki
dönemde İsrailoğüllan'nın İleri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerinden
birine, 'Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım!' demişlerdi. O
peygamber, 'Ya savaş size farz kılındığında gitmeyecek olursanız?' demişti.
Onlar ise, 'Yurdumuzdan çıkarıldığımız ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldığımız
bu durumda da mı Allah yolunda savaşmayalız?' demişlerdi. Ama savaş onlara farz
kılınınca, az bir kısmı müstesna yüz çevirdiler. Allah zâlimleri bilir.[8]
Samuel peygamber,
kavminin ileri gelenlerine, Allah'ın onların isteğini kabul ederek başlarına
Tâlût isimli şahsı hükümdar tayin ettiğini bildirmişti. Bu şahıslar, Allah'ın
kendileri için yapmış olduğu tayini reddederek, soylu bir aileye mensup olmadığı
bahanesiyle Bünyamİn oğullarından olan Tâlût'un hükümdarlığına/komutanlığına
itiraz ettiler. Onlara göre hükümdarlık hakkı, bu şahıs gibi halk tabakasından
sıradan bir insana ait olamazdı. Bu makam, ancak içlerinden soylu ve zengin
birine yakışırdı. Yükselen itirazlar üzerine Samuel peygamber, hükümdarlık ve
komutanlıkta ehliyetin mal ve mülkle değil, siyâsî, idâri ve askerî bilgiler ve
beden gücüyle alâkalı olduğunu söyleyerek, Allah Teâlâ'nın Tâlut'u bilgisi ve
beden gücüyle bu makama lâyık gördüğünü açıklamaya çalıştı. Onu saltanata seçen
Allah'ın, mülkü istediğine vereceğini söyledi:
"Peygamberleri
onlara, 'Allah size şüphesiz, Tâlût'u hükümdar olarak gönderdi.' dedi. Bunun
üzerine onlar, 'Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona malca da bir
bolluk verilmemişken, nasıl olur da başımıza hükümdar olabilir?' dediler.
Peygamberleri şöyle cevap verdi: 'Doğrusu Allah, onu sizin üzerinize begenip
seçmiş, bilgice ve vücutça gücünü
arttırmıştır. Allah, hükümdarlığı
dilediğine verir. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır, bilir."[9]
İleri gelenlerin
itirazı üzerine Samuel peygamber, Tâlût'un-hükümdarlığının alâmeti olarak, Hz.
Musa (a.s.)'in savaşlarda yanında taşımış olduğu, askerler için güç ve moral
kaynağı sayılan Tâbut/Ahit sandığının, düşmandan alınıp Tâlüt'a getirileceğini
haber verdi. Câlut tarafından alınmış olan bu tâbutun melekler tarafından
taşınacağını ve Cenab-ı Hak'tan kendilerine bir sekînet getireceğini müjdeledi
ve bunda inananlar için kuvvetli bir delilin mevcut olduğunu söyledi:
"Peygamberleri
onlara, 'Onun (Tâlût'un) hükümdarlığının alâmeti, size tâbutun/sandığın
gelmesidir. Onda Rabbinizden gelen bir güven duygusu ve Musa ve Harun
ailesinin bıraktıklarından kalanlar vardır; onu melekler taşır. Eğer
İnanmışsanız bunda sizin için delil vardır.' dedi.[10]
Allah'ın emriyle
Samuel (a.s.) tarafından İsrailoğulları'nm başına hükümdar/komutan tayin edilen
Tâlüt, Allah yolunda cihad için hazırladığı büyük ordusunun başına geçtiğinde,
askerlerine moral vermek maksadıyla cihadın faziletinden bahsettiği konuşmalar
yaptı. Rivayete göre, tâbut geri geldiği için zaferden ümitlenmişler ve orduya
büyük bir katılım olmuştu. Ardından ordusuna hareket emrini verip uzun bir
mesafe katetti. Ancak o, düşmanla
karşılaşmadan önce, vereceği emirlere
itaat hususunda askerlerini bir denemeye tâbi tutmak istedi. Yorgun düşen
askerlerinin susuzluk çektikleri bir sırada, onlara az sonra yollarının
üzerindeki bir ırmakla imtihan edileceklerini haber verip, imtihan kurallarını
ve neticesini açıkladı. Kur'ân-ı Ke-rim'de Allah tarafından konulduğu
bildirilen bu imtihana göre, bahsedilen nehirden[11] su
içmelerini yasakladığını; bununla birlikte, nehrin suyundan bir avuç alıp
içmenin mubah kılındığını; ancak bundan fazla su içenlerin, verdiği emre
itaatsizlikleri yüzünden kendisinin askeri olmaktan çıkacaklarını söyledi.
Irmağa varıldığında, onun bu kesin talimatına rağmen, askerin ekseriyeti,
oradan kana kana su içtiler. Askerlerin ancak küçük bir kısmı Tâlût'un sözünü
dinledi; onlardan bâzıları hiç su içmemiş, bâzıları da bir avuç suyla yetinmiş,
buna rağmen Allah'ın lütfuyla suya kanmışlardı. Kendisine bağlı kalarak
imtihanı kazanmış olan bu grupla cepheye doğru giden Tâlut, düşmana
yaklaşıldığında, yeni bir itiraz ile karşılaştı. Düşman ordusunun kalabalık
olduğu öğrenilince, yanında kalanların bir kısmı da, ordudan ayrılmak için
bahane aramaya başlamıştı. İtirazcılar, bu kadar küçük bir orduyla Câlût'un
kalabalık ordusuna güç yetiremeyeçeklerini söylediler. Samîmi bir şekilde
inanmış olanlar ise düşmanın çokluğuna aldırmadılar. Allah'ın kendilerine
yardım edeceğine inanmanın rahatlığı içinde Tâlut'a bağlı kaldılar ve şöyle
dediler: "Nice az sayıdaki askerî birlik, Allah'ın izniyle nice çok
sayıdaki birliği yenmiştir. Zira Allah, güçlüklere karşı sabredenlerle
beraberdir." Kur'ân-ı Kerim, Tâlût'un askerlerinin bu durumunu şöyle
açıklamıştır:
"Tâlut, ordusuyla
birlikte ayrıldıktan sonra, askerlerine şu açıklamayı yaptı: 'Doğrusu Allah,
sizi bir ırmakla imtihan edecektir. O ırmağın suyundan içenler benden
değildir. Irmağın suyuna dokunmayanlar ise bendendir, elleriyle sâdece bir avuç
içenler de affedilecektir.' Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Tâlut ve inananlar
ırmağı geçince, bâzıları, 'Bugün Câlut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok.'
dediler.[12] Allah'a kavuşacaklarına
inananlar ise, 'Nice sayısı az topluluklar, sayısı çok topluluklara Allah'ın
izniyle galip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir dediler."[13]
Tabî tutuldukları
imtihanı başararak Tâlût'tan ayrılmayan askerlerin oluşturduğu küçük ordu,
zafere inanmış bir halde, düşman karşısında cesaret, sabır ve zafer vermesi
İçin Allah'tan yardım dileyerek yoluna devam etti. Bu inanmışlar ordusu, ya-;
pılan savaşta, Cenab-ı Hakk'm yardımıyla, kendisinden kat kat fazla olan Câlût
ordusuna karşı kesin bir zafer kazandı. Bu savaş esnasında Tâlût'un ordusunda
bir nefer olarak bulunan Hz. Dâvud (a.s.), düşman ordusunun başkomutanı Kral
Câlût'u öldürmüştü. Allah Teâlâ, Tâlût'tan sonra hükümdarlığı ve Samuel' den
sonra da peygamberliği ona verdi. Bu husus Kur'ân-ı Kerim'de şöyle
açıklanmaktadır:
"Calui ve
ordusuna karşı çıktıklarında, 'Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı artır,
inkâr eden millete karşı bize yardım et!' dediler. Onları Allah'ın İzniyle
bozguna uğrattılar. Davut, Câlüt'u Öldürdü. Allah, Davud'a saltanat ve hikmet
verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah'ın insanları birbiriyle savması
olmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah âlemlere lütufkârdır."[14]
Hz. Dâvud (a.s.), Amâlika
hükümdarını öldürmesinden sonra meşhur oldu. Bu olaydan bir süre sonra, âyette
geçtiği gibi, Cenab-ı Hak, kendisine hükümdarlık ve peygamberlik verdi.
Beytüllahm'de yaşayan Yuda kabilesine mensup sıradan bir genç iken, bundan
sonra, şöhreti kısa sürede yayıldı. İsrailoğullan, onun sayesinde yeni
başarılar kazanmaya başladılar. [15]
Hz. Dâvud (a.s.),
Yahuda b. Yakub soyundan, Beytüllahim' de oturan îşâ (Yesse) b. Obad'in
oğludur. Rivayete göre, İsrailoğullan, Tâlût'un ölümünden sonra, hazinelerin
anahtarlarını ona vererek onu hükümdar yapmışlardır. Hükümdar olmasının
ardından Allah, ona peygamberlik de vermiş ve kendisine Zebur'u vahyetmiştir.
Ayrıca, demiri onun için yumuşatarak, zırh sanatını ilk defa ona öğretmiştir.
Ona benzeri görülmemiş güzellikte bir ses vermiş, dağlar ve kuşların onunla
birlikte teşbihte bulunmasını lütfetmiştir.[16]
Hz. Dâvud (a.s.)'m
ismi, Kur'ân-ı Kerim'de 16 defa geçer. Kur'ân, bu âyetlerde, onun hükümdarlığı,
peygamberliği, başından geçen önemli olaylar ve kendisine has bâzı özellikler
hakkında bilgi vermiştir.[17]
Cenab-ı Hak, Hz. Dâvud (a.s.)'a, hem hükümdarlık hem de peygamberlik verdiğini
birkaç yerde bildirmiştir. Bu âyetlerde, ona güçlü bir saltanat yanında, iyi
bir idarecinin muhtaç olduğu hakkı bâtıldan ayırma ve âdil davranma kabiliyetinin
verildiği bildirilmiş, ondan insanlar arasında âdil davranması, bu hususta hiç
bir şekilde arzularına kapılmaması istenmiştir. Arzu ve hevese göre hüküm
vermenin idareciyi haktan saptıracağı; bu şekilde davranarak Allah'ı unutup
O'nun yolundan ayrılanların âhirette şiddetle cezalandırılacağı vurgulanmıştır:
"Davud'un hem
hükümranlığını kuvvetlendirmiş, hem de kendisine hikmet ve hakkı bâtıldan
ayırdetme kabiliyeti vermiştik."[18]
"O zaman biz, ona
şöyle vahyetmiştik: 'Ey Davudi Seni şüphesiz yeryüzünde halifemiz kıldık, o
halde insanlar arasında adaletle hükmet! Sakın keyfe uyma ki, yoksa seni
Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü
unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır."[19]
Tevrat'ta Hz. Davud
(a.s.)'ın, Tâlût'un ölümünden sonra Hebron'da Yahuda boyu tarafından kral
seçildiği bildirilmektedir. Aynı sırada Yeruşalim'de ise Tâlût'un oğlu
îş-boşet krallığa getirilmişti. Bu iki başlılık İş-Boşet'in öldürülmesine kadar
devam etti. Onun Ölümünden sonra ülkenin tek kralı olan Hz. Dâvud (a.s.), 40
yıl devam eden saltanatının 7 yıl 7 ayını Hebron' da geri kalanını ise İsrail
kralı olarak Yeruşalim/Kudüs'de geçirdi.[20]
Güçlü bir ordu kuran
Hz. Dâvud (a.s.), Kudüs'ü başkent yaptı. Devlet işlerini tanzim etti, göçebe
halkını yerleşik medeniyete geçirdi, onun liderliğinde ilk defa, sınırları
Akabe körfezinden Fırat kıyılarına uzanan Müslüman bir devlet kurulmuş,
vâdedilen bölge İsrailoğulları'nm hâkimiyetine geçmiş oldu.[21]
İsrailoğulları
peygamberlerinden kendisine kitap verilen i-kinci peygamber Hz. Dâvud
(a.s.)'dir. Onun şahsında peygamberlik ile hükümdarlığı birleştiren Yüce Allah,
ona dört ilâhî kitaptan biri olan Zebur'u vahyetmiştir. Onun peygamberliği ve
kendisine Zebur'un verilmesiyle ilgili âyetlerde şöyle denilmektedir:
"Biz, İbrahim'e,
îshak'ı ve Yakub'u bahşettik. Ve hepsini doğru yola sevk ettik. Daha önce Nuh'u
ve soyundan olan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyüb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u da
doğru yola sevk etmiştik. İşte biz, iyilikte bulunanları böyle
mükâ-fatlandırırız."[22]
"Gerçekten biz,
Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar, 'Bizi mü'min kullarının birçoğundan
üstün kılan- Allah'a hamdolsun!' dediler.[23]
"Şüphesiz ki biz,
Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyüb'a, Yunus'a,
Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a Zebur'u verdik."[24]
"Rabbin, göklerde
ve yerdeki varlıkları çok iyi bilir. Şüphesiz ki biz, peygamberlerin bir
kısmım, diğerlerinden üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik."[25]
Orijinali mevcut
olmayan Zebur'un, hikmet vaaz ve dualardan ibaret olduğu tahmin edilmektedir.
Nitekim Kurtubî, şöyle demiştir: "Zebur, yüz elli sûredir ve içinde hiç
bir hüküm yoktur. İçindekilerin tamamı, hikmetler, vaazlar ve Allah Teâlâ'ya
hamd, O'nu teşbih ve medihten ibarettir."[26]
Hz. Dâvud (a.s.), bir
peygamber ve bir hükümdar olarak dâvalara bizzat kendisi bakardı. Kur'ân-ı
Kerim, ona arz edilen dâvalardan ikisi hakkında bilgi vermiştir. Bunlardan
biri, çoban-sız- bir koyun sürüsünün geceleyin bir ekini tahrip etmesiyle
ilgilidir. Bu koyun sürüsü, bir gece çobansız kalmış, başkasına âit ekili bir
tarlaya girerek ekini yemişti. Ekin sahibi, Hz. Dâvud (a.s.)'a gelerek sürü
sahibinden davacı oldu. İki tarafı dinleyen Hz. Dâvud (a.s.), koyunların
değerinin yenilmiş ekin mahsulünün değerine denk olduğunu düşünerek koyun
sürüsünün ekin sahibine verilmesine hükmetmişti. Onun huzurundan çıkan dâvâcı
ve dâvâlı, Onun verdiği karan, dışarıda bekleyen oğlu Hz. Süleyman (a.s.)'a
anlattılar. Onları dinledikten sonra meseleyi değerlendiren Hz. Süleyman
(a.s.), daha isabetli bir çözüm bulduğunu düşünerek hemen babasının yanma
girdi. Ona, aynı zamanda verdiği karar sonucu zor duruma düşen dâvâlıyı da
memnun edecek ve neticede her ikisinin de yararına olacak bir çözüm bulduğunu
söyledi. Babası çözümünü açıklamasını isteyince, görüşünü şöyle bildirdi:
"Sürü sahibi
tarlayı alır, orayı sürüp eker, sulama işlerini yapar ve dava konusu ekinin
yenilmezden önceki seviyesine gelmesini bekler. Tarla sahibi ise koyun
sürüsünü alır, ekinin yetişmesine kadar geçecek bu müddet içinde, koyunların
sütünden, yününden ve kuzularından istifade eder. Bu sürenin sonunda, koyunlar
sahibine, ekili tarla da sahibine geri verilir."
Hz. Süleyman (a.s.)'m
bu kararını yerinde bulan Hz. Dâvud (a.s.), oğlunu tebrik ederek verdiği kararı
geri aldı ve dâvanın bu şekilde çözülmesini emretti. Bu mesele, Kur'ân-ı
Kerim'de kısaca anlatılmış, Hz. Süleyman (a.s.)'m iki şahıs hakkında verdiği
hükmün, kendisine Allah Teâlâ tarafından bildirildiği ifâde edilmiştir:
"Ey Muhammedi
Dâvud ve Süleyman'ı da hatırla! Hani o i-kisi, kavmin koyunlarının yediği bir
ekin hakkında hüküm venyorken, biz onların hükümlerine şahit idik. Bu meselenin
hükmünü Süleyman'a bildirdik. Biz, onların her birine hüküm ve ilim verdik.[27]
Hz. Dâvud (a.s.)'m
ümmeti arasında çıkan anlaşmazlıklarla ilgili dâvalara bizzat baktığını
gösteren ikinci örnek ise, koyun sahibi iki kardeş arasında çıkan ihtilâf
hakkındadır. Hz. Dâvud (a.s.), mescidinin mihrabında ibâdetle meşgul
bulunuyorken, söz konusu iki adam, duvarı tırmanarak onun yanma girivermişlerdi.
Hz. Dâvud (a.s.), kapıyı bırakıp duvardan atlayarak gelmeleri sebebiyle
onlardan çekinmişti. Onun korktuğunu fark eden bu iki şahıs, onu teskin etmeye
çalışarak, yanma aralarında çıkan bir anlaşmazlığı çözmesini istemek niyetiyle
geldiklerini açıkladılar ve ondan âdil bir karar beklediklerini söylediler.
Daha sonra onlarla Hz. Dâvud (a.s.) arasında geçen konuşma, Yüce Allah
tarafından Rasülullah (s.a.v.)'e şöyle bildirilmiştir:
"Ey Muhammedi Bir
de sana davacıların haberi ulaştı mı? Hani duvarına tırmanıp Davud'un yanına,
ibâdetgâhı olan mihraba girmişlerdi de, O onlardan korkmuştu. Şöyle
demişlerdi: 'Korkma biz, birimiz diğerinin hakkına tecavüz etmiş iki
davacıyız; a-ramızda adaletle hükmet, haktan ayrılma, bizi doğru yola çıkar.'
Biri şöyle devam etti:
'Bu benim kardeşimdir, onun doksan-dokuz koyunu, benim ise bir tek koyunum var.
Böyle iken, o tek koyunu da bana ver dedi ve yaptığımız tartışmada beni yendi.'
Dâvud ona şöyle dedi:
'Andolsun ki, kardeşin, senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle,
sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu mallarım birbirine katıp karıştıran
ortakların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler, inanıp yararlı iş
işleyenler bunun dışındadır ki, onların sayılan da pek azdır!'
Dâvud, kendisini
denediğimizi sanmıştı da, hemen Rabbin-den mağfiret dileyerek eğilip secdeye
kapanmış, tevbe etmiş Allah'a yönelmişti. Biz de Davud'u bu acele hükmünden
dolayı bağışlamıştık. Katımızda onun yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır."[28]
İki kardeş arasında
çıkan anlaşmazlık ve onların ihtilafının çözümü hakkındaki doğru bilgiler
bunlardan İbarettir. Kur'ân-ı Kerim ve sahih hadislerde başka bilgi
bulunmamaktadır. Ayetler, Hz. Dâvud (a.s.)'m usûlüne uygun bir muhakeme yapma
ve iki hasım arasında âdil davranma hususunda bir imtihana tâbi tutulduğunu
göstermektedir. Ancak ona gelen davacılar, anlaşıldığına göre, onu etkilemek
maksadıyla, meseleyi arz ederken tahrik edici bir tarzda konuşmuşlardır. Hz.
Dâvud (a.s.), onlardan birinin ifâdesini dinleyince meselenin açık bir
haksızlık olduğu neticesine varıp hemen kararını vermiş ve öbürünü dinlemeye
gerek duymamıştır. Halbuki, adaletle hüküm verebilmesi için, diğerini de
dinlemesi gerekiyordu. Hz. Dâvud (a.s.), bu hatasını hemen anlamış, bundan
dolayı tevbe ederek Rabbinden mağfiret dilemişti.[29]
Hadis kaynaklarında
Hz. Dâvud (a.s.) ile oğlu Hz. Süleyman (a.s.)'m farklı kararlar verdikleri
diğer bir olaydan daha bahsedilmektedir:
Ebu Hureyre'den
nakledilen bir hadiste anlatıldığına göre, birer erkek çocuk sahibi olan iki
kadın birlikte yola çıkmışlardı. Önlerine çıkan bir kurt, yaşlı kadının
çocuğunu kapıp götürdü. . Çocuğunu
kaybeden yaşlı kadın, öbürünün çocuğunu alabilmek için, kurdun
kaptığı çocuğun yol arkadaşının
çocuğu olduğu İddiasıyla Hz. Dâvud (a.s.) nezdinde davacı oldu. Sağ
kalan çocuğun kendi çocuğu olduğunu söyleyip onun kendisine verilmesini
istedi, iki kadını dinleyen Hz. Dâvud (a.s.), konuşmalarına bakarak yaşlı
kadını haklı bulmuş ve onun lehine karar vermişti. Babasının huzurundan çıktıkları
esnada bu iki kadınla karşılaşan Hz. Süleyman (a.s.), onları dinlemek istedi.
Meseleyi öğre-. nince de, babasının huzuruna çıkarak, hakikati ortaya çıkaracak
bir çözüm yolu bulduğunu söyledi. Ardından düşündüğünü yapmak için bir bıçak
istedi ve iki kadına hitap ederek sağ olan çocuğun vücudunu ikiye ayırıp ikisi
arasında paylaştıracağını söyledi. Onun sözleri genç kadını korkutmuştu, hemen
ileri atıldı ve çocuğun yaşlı kadına ait olduğunu söyleyerek, ondan çocuğu
kesmekten vazgeçmesini ve çocuğun yaşlı kadına verilmesini istedi. Hz.
Süleyman (a.s.) ise, aradığı delili, çocuğun kesilmesine razı olmayan genç
kadının bu davranışında bulmuştu. Çocuğu kurtarmak isteyen bu kadının çocuğun
gerçek annesi olduğunu anlayarak onun lehine karar verdi- Ve çocuk, ona teslim
edildi.[30]
Allah Teâlâ,
peygamberlerine üstün kabiliyetler vermiş ve insanlara lâzım olan şeylerin pek
çoğunu önce onlara öğretmiştir. Hz. Âdem (a.s.)'a öğretilenler ve Hz. Nuh
(a.s.)'a gemi yapımının öğretilmesi bu kabildendir. Yüce Allah, Hz. Dâvud
(a.s.)'a ise nübüvvetle birlikte saltanata da sahip olduğundan, düşmanlanna
karşı korunabilmeleri için, savunma âleti olarak zırh yapma sanatını
öğretmiştir. İlâhî bir lütuf olarak demiri onun için yumuşatmış ve onu kolay
bir şekilde zırh hâline getirme mucizesi vermiştir. Bundan sonra zırh, asırlar
boyu en önemli savunma silahı olarak kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de
mü'minlerin muhafazasına yönelik bu hüner hakkında şöyle denilmektedir:
"Biz, Davud'a,
sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını Öğrettik, artık şükreder
misiniz?"[31]
"Şüphesiz ki biz,
Davud'a nezdimizden bir nimet verdik. 'Ey dağlar ve kuşlar! Dâvud teşbih
ettikçe siz de onun teşbihini tekrarlayın. ' dedik. Onun için demiri yumuşattık.
Ona, 'Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü ve sağlam yap.' diye vahyettik.
Davud'a ve ailesine şöyle dedik: 'Ey insanlar! Yararlı işler yapın; doğrusu ben
yaptıklarınızı görüyorum.'[32]
Bu bakımdan Hz. Dâvud
(a.s.), insanlık tarihinde demircilerin ve zırh ustalarının piri durumundadır
ve bu sanatını insan öldürmek için değil, muhterem olan insan kanının
akıtılmasını önlemek maksadıyla kullanmıştır. Ona öğretilen sanat, bir saldırı
silahının yapımı değil, zırhın yani savunma silahının imâlidir.[33]
Hz. Peygamber
(s.a.v.), çeşitli vesilelerle alın terinin önemini dile getirmiş, bu
münâsebetle peygamberlerin ellerinin emeği ile geçindiklerini de örnek vererek
biz ümmetini çalışmaya teşvik etmiştir. Bu arada Hz. Dâvud (a.s.)'ın kendi
kazancı ile geçindiğini ve başkalarına yük olmadığını belirtirken şöyle
buyurmuştur:
"İnsanın yediği
şeylerin en güzeli, kendi emeğiyle kazandığıdır. Allah'ın nebisi Dâvud, kendi
elinin emeğini yerdi.[34]
Cenab-ı Hak, nezdinden
bir lütuf olarak, dağların ve kuşların Hz. Dâvud (a.s.) ile birlikte teşbihte
bulunmasını emretmişti. Bu mucize sayesinde Hz. Dâvud (a.s.}, kendisiyle
beraber teşbih ve zikirde bulunan dağların ve kuşların seslerini duyabiliyordu.
İbn Kesir'in söylediğine göre, Hz. Dâvud (a.s.) güzel sesiyle Zebur'u okurken,
onu dinleyen kuşlar, havada onun etrafında toplanır, ona uyarak onunla
birlikte teşbih ederlerdi. Bu esnada, dağlar da bu teşbihi yansıtır, onun nağmeleri
gibi nağmeler çıkarırdı.[35] Onun
sesi, orta ve kalın gür bir sesti. Nitekim, bu tür seslere, ona nisbetle
"Dâvûdî ses" denilmiştir. Ona verilen bu . nimet, Kur'ân-ı Kerim'de
şöyle dile getirilmektedir:
"Şüphesiz ki biz,
Davud'a nezdimizden bir üstünlük verdik. 'Ey dağlar ve kuşlar! Dâvud teşbih
ettikçe siz de onun teşbihini tekrarlayın.' dedik. Onun için demiri yumuşattık.
[36]
Rasülullah (s.a.v.)
de, Kur'ân-ı Kerim tilâvetini beğendiği arkadaşlarından Ebu Musa el-Eş'arî'ye
hitap ederken şöyle demiştir:
"Ey Ebu Musa!
Sana, Âl-i Davud'un mezamirinden bir miz-mâr verilmiştir.[37]
Bir başka hadisinde de
şöyle buyurmuştur: "Davud'a kıraat kolaylaştırılmıştır. O, bineğinin
hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebur'u okurdu. Ayrıca o,
sadece kendi el emeğini yerdi "[38]
Hz. Dâvud (a.s.),
bedenen oldukça güçlü olup, son derece sabırlı ve şükrü dilinden düşürmeyen bir
peygamberdi. O, çok çalışır, çok ibadet eder ve çok gözyaşı dökerdi. Bir gün
oruç tutar bir gün iftar ederdi. Gecenin yarısını ibadetle geçirirdi. Darlıkta
ve bollukta, gizli ve aşikar hallerde hep Allah'a iltica ederdi. Allah'a çok
yönelen bu yüce peygamber, diğer nebiler gibi müşriklerin kötülüklerine mâruz
kalmış, bu kötülüklere karşı sabretme hususunda da bayraklaşmıştı. Nitekim
Cenab-ı Hak, Mekke müşriklerinin kötülükleriyle yüz yüze olan Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v.)'i teselli için onu da örnek göstermiştir:
"Ey Muhammed!
Kâfirlerin söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u hatırla. O, işlerinde
daima Allah'a yönelirdi. Biz, dağlan onun emrine vermiştik, akşam sabah onunla
beraber teşbih ederlerdi. Kuşları da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik.
Hepsi de ona uyarak zikir ve teşbihte bulunurlardı.[39]
Rasülullah (s.a.v.)'e,
ashabından Abdullah b. Amr'ın, haftanın bütün günlerinde oruç tuttuğu,
gecelerini de namazla ge-. çirdiği söylenmişti. Ona bu şekilde ibâdete gücünün
yetmeyeceğini hatırlattı ve bâzı günler oruç tutup bâzı günler tutmamasını,
gecenin bir kısmında uyuyup bir kısmında ibâdet etmesini, ayrıca ayda üç gün
oruç tutmasını tavsiye etti. Abdullah'ın bunu az bulduğunu ve bundan daha
fazlasına güç yetirebileceğini söylemesi üzerine, bu defa bir gün oruç tutup
iki gün tutmamasını tavsiye etti. Abdullah'ın bundan fazlasına da tahammül
edebileceğini bildirmesi üzerine, ona en hayırlı dediği Hz. Dâvud orucunu
tavsiye ederek şöyle dedi:
"öyle ise, bir
gün oruç tut, bir gün iftar et! İşte bu, Dâvud o-rucudur. Bundan daha faziletli
oruç yoktur.[40]
Peygamberimiz, bir
başka hadisinde de şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ'ya
en sevimli oruç, Dâvud orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi
Allah'a en sevimli namaz da, Dâvud namazı idi O, her gecenin yarısında uyur,
üçte birinde namaz kılardı. Altıda birinde yine uyurdu. Düşmanla
karşılaştığında sebat eder asla kaçmazdı.[41]
Bu hadisten anlaşıldığına
göre, Hz. Dâvud (a.s.), geceyi altıya ayırır, bunun ilk üç parçasında uyurdu.
Dördüncü ve beşinci parçalara rastlayan ve süre olarak gecenin üçte birine
tekabül eden zamanda kalkar, bu müddeti ibâdetle geçirirdi. Gecenin geri kalan
son altıda birinde tekrar istirahata çekilir ve fecrin doguşuna kadar yine
uyurdu. Gecenin dördüncü ve beşinci parçalarını ibâdete ayırması, bu vaktin
icabet saati olmasmdandı. [42]
Rivayete göre, Hz.
Dâvud (a.s.)'m vefatına yakın yıllarda, kavmi arasında korkunç bir taun salgını
baş göstermişti. Halkı bu hastalıktan kurtarması için Allah'a yalvarmak isteyen
Hz. Dâvud (a.s.}, bu maksatla uygun bir makam aradı ve sonunda kavmini,
meleklerin gökyüzüne doğru çıkmakta olduğunu gördüğü mekâna yani Mescid-i
Aksâ'nın inşâ edileceği yere götürdü. Orada Allah'a dua ve niyazda bulundu.
Duası kabul edilmiş, taun hastalığı ortadan kalkmıştı. Hz. Dâvud (a.s.), duâ
ettiği bu mekâna bir mescid yapmaya karar verdi. Ancak inşaatı bitireme-den
öldü. Saltanatı Rasülullah (s.a.v.)'den nakledildiğine göre, 40 yıl sürmüştü,
öldüğünde 100 yaşında bulunuyordu. Ölü-mün-den önce, oğlu Hz. Süleyman (a.s.)'a
Mescid'in inşâatını ikmal et-mesini vasiyet etmişti. O ölünce, saltanatına,
ilmine ve nübüvvetine, oğlu Hz. Süleyman (a.s.) mirasçı kılındı.[43]
[1] İbn İshak'tan Eriha ve Kudüs'ün Hz. Musa (a.s.)
tarafından fethedildiğine dair bir rivayet nakledüse de, âlimlerin
ekseriyyetine göre, Hz. Musa (a.s.) kardeşi Hz. Harun (a.s.)'m ardından Tîh'te
ölmüştür. Onları Tîh'ten çıkarıp, Eriha ve Beytülmakdis'i fetheden Yûşâ'dır
(İbn Kesir, Kasau'l-enbiyâ, II, 510).
[2] Buhâri, Tefsir, 4; Müslim, Tefsir, 1. Girilmesi emredilen
şehrin Kudüs, Eriha veya bölgedeki diğer bdzı şehirler olduğuna dair rivayetler
nakledilmiştir.
[3] Bakara sûresi, 2/58-59.
[4] İbn Kesir, Kasasul-enbiyâ, II, 517.
[5] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 498-499.
[6] Salebi, 262. Rivayete göre, Tâbut'un içinde Hz. Musa
(a.s.) ve Hz. Harun (a.s.j ailesinden kalma bâzı kutsal emanetler bulunuyordu.
Yine onda, Hz. Musa (a.s.)'a Sînâ dağında verilen Tevrat levhaları vardı.
İsrailoğullan, Tâbut'a büyük bîr kudsiyet atfederler, Allah'ın kendilerini
düşmanlarından onun sayesinde koruduğuna inanırlardı. Bu tâbut Câlut
tarafından ellerinden alınınca, cesaretlerini kaybetmişler ve büyük korkuya
düşmüşlerdi.
[7] Tevrat'a göre, Amâlikalilar, M.Ö. 1000 yıllarında
İsrail oğulları'na saldırmışlar ve. Filistin'in bazı şehirlerini istilâ
etmişlerdi. Bu sırada Samuel peygamber çok yaşlanmış, idareyi iki oğluna
bırakmıştı. Ancak oğullan onun yolunu terkeden iki günahkârdı. Bu sebeple,
ileri gelen şahıslar, ona giderek, başlarına Allah yolunda cihad için kendilerini
cepheye sevkedecek bir komutan tayin etmesini istediler. Bu isteğe öfkelenen
Sanıueİ, Allah'a dua etti. Allah ise ona, kavminin asıl reddettiğinin kendisi
olduğunu açıkladı; ancak buna rağmen onlann isteğini yerine getirmesini
emretti. Bu arada başlarına geçecek kralın onlara zulmedeceğini haber verdi.
İleri gelenler bunları duymalarına rağmen taleplerinde ısrar edince, Allah'ın
emriyle Samuel, onlann başına Benjamİnli Kiş oğlu Tâlût'u komutan tayin etti
(Samuel, 1/8-9).
Kur'ân-i Kerim'de, Tâlût'un Allah tarafından hükümdar seçildiği
bildirilmekte, ancak onun peygamberliğinden bahsedilmemekîedîr. Hadislerde de
bu konuda bir bilgi mevcut değildir. Tevrat ise onu peygamber olarak tanıtır
(Samuel, 1/9-13).
[8] Bakara sûresi, 2/246.
[9] Bakara süresi, 2/247.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 499-502.
[10] Bakara sûresi, 2/248. Görüldüğü gibi, bu âyette
tâbutun melekler tarafından geriye getirildiği bildirilmektedir. Tevrat'ta ise,
düşmanın ondan sıkıldığı ve sonunda iki sığırın çektiği bir arabaya koyup
Beyt-Şemes istikametinde yola çıkardığı kaydedilmektedir (Samuel, 1/4,5,6).
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 502.
[11] İbn Abbas ve müfessİrlerin ekseriyetine göre, bu
nehir, Şerîa diye de isimlendirilen Ürdün nehridir (İbn Kesir,
Kasasu'l-enbiyâ, II, 556 ).
[12] Bu sözün, imtihanı kaybederek ırmaktan su içenler
tarafından söylendiği de kabul edilir (Bkz. Salebi, 269; Elmalılı, II, 144).
[13] Bakara sûresi, 2/249. Bu imtihanı kazanarak Tâlût'un
komutasında savaşa katılan küçük ordunun mevcudu hakkında bazı rakamlar
verilmiştir. Bu rivayetlerden biri, ashabtan Berâ b. Âzib'in şu sözüdür:
"Biz Muhammed (s.a.v.) ashabı, Bedir sauaşma katılan ashabın sayısının,
Câlut'a karşı savaş için, Tâlütla birlikte nehri geçerek savaşa katılan askerin
sayısı kadar, yani 310 küsur.kişi olduğundan bahsederdik. Ki, Tâlut'la
birlikte nehri ancak mü'minler geçmiştir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,
290).
[14] Bakara sûresi, 2/250-251. Kur'ân'da, Hz. Dâvud
(a.s.)'ın Câlut'u nasıl öldürdüğünden bahsedilmemiştir. Kİtab-ı Mukaddes ise,
ordunun önüne çıkan Câlut'un İsrailoğullan cengâvederine meydan okuyarak
mübareze için er dilediğini, kimsenin onun karşısına çıkmak cesaretini
bulamadığı bir anda, orduda bir nefer o-larak bulunan Hz. Dâvud (a.s.)'m cesur
bir şekilde onun karşısına çıkarak onu öldürdüğünü anlatır. Ayrıca Tâlût'un
kızıyla evlendirilen Hz. Dâvud (a.s.J'ın kayınpederinin vefatından sonra İsrail
oğullan 'nın başına hükümdar olduğunu bildirir (Samuel 1/ 17-18).
[15] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 502-505.
[16] Îbnül-Esir, I, 223.
[17] Bu âyetler şöyledir:
Bakara sûresi, 2/251; Nisa sûresi, 4/163; Mâide sûresi, 5/78; En'am
sûresi, 6/84; İsrâ sûresi, 17/55; Enbiyâ
sûresi, 21/78; 79; Neml sûresi, 27/15, 16; Sebe sûresi, 34/10, 12; Sâd sûresi,
38/20, 22, 24, 26.
[18] Sâd sûresi, 38/20.
[19] Sâd sûresi, 38/26.
[20] II. Samuel, 2/3-4, 11; 5/ 3-4; I. Krallar, 2/10-11.
Ancak Hz. Dâvud (a.s.)'m, daha Tâîut'un sağlığında ve onun Câlût
ordusunu yenmesinden önce, peygamber Samuel'in duasım kabul eden Allah
tarafından îsrailoğuüarı'na kral seçildiğini bildiren rivayetler de vardır (I.
Samuel, 16/1-13 ).
[21] II. Samuel, 8/3; I. Tarihler, 18/3.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 505-506.
[22] En'am sûresi, 6/84.
[23] Neml sûresi, 27/15.
[24] Nisa sûresi,
4/163. Yahudiler ve
hıristiyaıilar, Zebur'a
"mezâmir/mezmurlar adım verirler. Mezamir, dînî muhtevalı şiirlerin bulunduğu
mecmua demektir. Bu kasidelerin bir kısmı törenlerde okunan ilâhilerdir. Bir
kısmı dua, bir kısmı da Allah'ın azabı ve mükafatı konularını anlatır.
Kitab-ı Mukaddes'te "Mezmurlar" ismi altında Hz. Dâvud
(a.s.)'a nisbet edilen ve tamamı şiir ve ilâhi olan bölüm, anonim bir mahiyet
arz eder. 150 mezmurdan meydana gelir ve kendi içinde beş kitaba ayrılmıştır
(Mezmuriar/1-150).
[25] Isrâ sûresi, 17/55.
[26] Tefsir, VI, 17.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 506-507.
[27] Enbiyâ süresi, 21/78-79. Her ikisi de peygamber olduğu
halde, aynı konu hakkında farklı görüş belirtmeleri, Allah vergisi güç ve
yeteneklerine rağmen peygamberlerin de, gücü sınırlı birer insan olduğunu
göstermektedir. Allah Teâlâ, bu meselede, en doğru çözümü Hz. Süleyman (a.s.)'a
haber vermiştir.
Bu örnek, yetkili bir
şahsın herhangi bir konuda içtihadıyla hüküm vermesi durumunda, yanılmasının da
normal olduğunu ortaya koyar. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Eğer bir fakih,
doğru hükme varabilmek için elinden gelen çabayı harcarsa, doğru hüküm
verdiğinde İki sevap, yanlış hüküm verdiğinde İse bir sevap kazanır."
/Buhâri, î'tisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15).
Ancak bu yetkili şahıs peygamber olunca onun yaptığı içtihad hatası,
derhal Cenab-ı Hak tarafından tashih olunur. Buradaki tashih, Hz. Süleyman
(a.s.)'a i-nen vahiy vasıtasıyla gerçekleşmiştir.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 508-509.
[28] Sâd sûresi, 38/21-25.
[29] Sâbünî, en-Nübüvve, 280. 24. âyette geçen imtihanla
kastedilen husus, pek çok âlime göre, Hz, Dâvud (a.s.)'m iki hasımdan birini
dinleyip, daha diğerinin sözlerini dinlemeden acele hüküm vermesidir. Başka
bir görüşe göre ise, idare ve saltanatı üslenince, Allah tarafından bir
imtihana tâbi tutulduğunu idrak etmesidir. Çünkü birçok hâkim gibi adaletsiz
davranarak yanlış hüküm vermekten korkmuştur.
Bu hususta başka
görüşler de nakledilmiştir. Bir görüşe göre, Hz. Dâvud (a.s.), günlerini
sırasıyla, bir gününü yalnız başına kalarak ibâdetle, bir gününü İnsanlar
arasında hâkimlik yapmakla, bir gününü va'z ve irşad ile geçirirdi. Yal nız
basma kaldığı ibadet günlerinde kapısını kilitler, huzuruna girmek isteyenleri
kabul etmezdi. İşte bu yüzden, âyette iki kardeş olarak tanıtılan insan
suretindeki iki meiek, onun yanma duvardan girmek zorunda kalmışlardı. Başka
bir görüşe göre ise, Hz. Dâvud (a.s.)'ın yanma beklenmedik bir anda giren bu
iki şahıs, onun düşmanlarıydı ve onu öldürmek niyetiyle gelmişler, ancak onun
yalnız olmadığını görünce bundan vazgeçmişlerdi. Bu esnada, Hz. Dâvud (a.s.),
içinden onlardan intikam almayı geçirmiş; ancak bunu yapmamıştır. Sonunda bir
an bile olsa İntikam duygusuna kapıldığından dolayı tevbe etmiştir (Bu hususta
geniş bilgi için bkz. Ö. Faruk Harman, "Dâvud", DtA, IX, 21-24).
Ne var ki, bâzı
rivayetlerde âyetteki, "dişi koyunlarla kadınların kastedildiği
söylenerek, hayalî bir günahtan bahsedilmiş ve bu yüzden Hz. Dâvud (a.s.)'a büyük
bir iftira atılmıştır. Ehl-i kitab'a mensup müfteriler tarafından onun aleyhinde
uydurulan bu masal {II. Samuel, 12/1-6) maalesef, bir takım değişikliklerle de
olsa, bâzı müfessir ve tarihçilerimiz tarafından da aktarılmıştır (bu
rivayetler için bkz. Salebi, 279-284). Bu İftira, özetle Hz. Dâvud (a.s.)'m,
Hitti Uriya adındaki bir komutanını, karısıyla evlenebilmek için cephede ön
safa sürmesi, böylece o-nun öldürülmesini temin ederek, neticede onun kansı ile
evlenmesi şeklindedir. Râzî, peygamberlerin masumiyetiyle asla bağdaşmayan bu
masal hakkında, değil inanmak şüphe etmenin dahi büyük bir vebal olacağına
işaret ederek şöyle der: " O masalın hülâsası, bir Müslümanm haksız yere
öldürülmesini istemek ve onun hanımına göz koymaktır. Bunların ikisi de büyük
günahtır. Hiç bir aktl sahibi, Hz. Dâvud (a.s.) hakkında böyle birzanda
bulunamaz." {Tefsir, XXVI, 190).
Hz. Ali (r.a.),
hikayecilerin Hz. Dâvud (a.s.)'a attıkları bu iftirayı anlatanlara peygamberlere
iftira atma cezası vereceğini açıklamış ve onlara 160 değnek vuracağını ilan
etmişti (Salebi, 28İ; Râzî, Tefsir, XXVI, 192; Sâbûnî., en-Nübüvve, 279
Büyük âlîm İbn Kesir, bu konuda anlatılanların büyük kısmının
îsrâiliyyat olup pek çoğunun kesin yalan olduğunu söyleyerek bu haberleri
vermeden geçmeyi tercih etmiştir [Kasasu'l-enbiyâ, II, 566). Dolayısıyla Hz.
Dâvud (a.s.)'a suç isnad eden bu rivayetlere güvenmeyi gerektirecek hiçbir
delil yoktur. Aksine bunlar, peygamberlerin ismetine yakışmayan şeylerdir.
Küçük olsun, büyük oisun, Hz. Dâvud (a.s.)'a izafe edilen günahlar, aslı
olmayan asılsız haberlere dayanır ve tamamen kıssacıların uydurmalarıdır. Hepsi
de, peygamberlere her çeşit günahı isnad etmeye alışmış Ehl-Kitap
mensuplarından aktarılmış veya uydurulmuş a-sılsız dedikodulardır (Bu konuda
daha geniş bilgi için bkz., İbn Hazm, el-Fasl, IV, 18-19; Kasımı, Tefsir, XIV,
5088, Aydemir, Peygamberler, 162).
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 509-510.
[30] Buhârî, Enbiyâ, 40, Feraiz, 30. Kitab-ı Mukaddes'te
ise, bu iki kadından birinin geceleyin çocuğun üstüne yatıp öldürdüğü, aynı
evde kalan diğer kadının çocuğunu sahiplenmek maksadıyla böyle bir yola
başvurduğu zikredilir (I. Krallar, 3/16-28].
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 511-512.
[31] Enbiyâ sûresi, 21/80.
[32] Sebe sûresi, 34/10-11.
[33] Elmahlı, VI, 354.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 512-513.
[34] Buhârî, Büyü', 15, Enbiyâ, 37.
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 513.
[35] Muhtasara İbn Kesir, II, 516.
[36] Sebe süresi, 34/10.
[37] Buharı, Fezâilül-Kur'ân, 31.
[38] Buharı, Enbiyâ, 37.
[39] Sâd sûresi, 38/17-19.
[40] Buharı, Enbiyâ, 37.
[41] Buhâri, Savm, 55-57, Teheccüd, 7; Enbiyâ, 38; Müslim,
Siyam, 181-193.
[42] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 514-516.
[43] İbnül-Esir.I, 227-228 Dâvud (a.s.j'un vefatı hakkında
nakledilen diğer rivayetler için bkz. İbn Kesir, Kasasul- enbiyâ, II, 574-6)
Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 516.