HZ.
PEYGAMBERİN DOĞUMUNDAN PEYGAMBER OLUŞUNA KADAR
1-
Resülullah (S.A.V.) ın Soyu, Doğumu Ve
Süt Çocukluğu Dönemi
2-
Resûlullah (S.A.V.)'In Şam'a İlk
Yolculuğu Ve Rızık Yolundaki Gayreti
3-
Resûlullah ( S. A.V.)’ın Hatice'nin
Malıyla Ticaret Yapması Ve Onunla Evlenmesi
4-
Resûlullah (S.A.V.)’ın Kabe'nin Yapımına İştirak Etmesi
Allah Resûlü'nün soyu
şöyledir: (Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalib).
1- Abdullah.
2-
Abdülmuttalib (Şeybetü'1-Hamd diye de çağırılır),
3- Hâşim,
4- Abdi
Menâf (Asıl ismi Muğîre'dir),
5- Kusay
(Zeyd diye de isimlendirilir),
6- Kilab,
7- Mürre,
8- Kâ'b.
9- Lüey,
10- Galib,
11- Fihr,
12- Mâlik,
13- Nadr,
14- Kinane,
15- Huzeyme,
16- Müdrike,
17- Ilyâs
18- Mudar,
19- Nizar,
20- Ma'ad,
21- Adnan.
Resûlullah (s.a.v.)'ın
neseb-i şerifinden bu kadan üzerinde ittifak vardır. Ama bundan yukarısında
ihtilâf edilmiştir. Aynı zamanda güvenilir de değildir. Ancak Adnan'ın,
ibrahim Halllullah'ın oğlu ismail peygamberin torunlarından olduğunda ve
Cenâb-ı Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i kabilelerin en temizinden,
batınların (Oba, kabilenin kolu) en faziletlisinden, sulblerin (nesillerin) en
pâ-kinden seçm-4 ulduğunda ihtilâf yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in soyuna
câhiliyye kirlerinden hiçbir şey bulaşmamıştır.
Müslim, sahih bir
senedle Resûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu nakleder: -Yüce Allah,
İsmail'in oğullarından Kinâne'yi,
nâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşimoğullarını, Hâşimoğullarından beni
süzüp çıkardı.»
Resûlullah (s.a.v.)'m
doğumu «Fil yılı»nda olmuştu. Yâni Ebre-he el-Eşrem'in Mekke'ye yürüyüp, Kâbe-i
Şerîf'i yıkmaya uğraştığı yıl. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'inde açıkladığı
apaçık bir mucize ile onu, bunu yapmaktan menetmişti. Benimsenen görüşe göre,
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğumu, Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi pazartesi
günü olmuştur.
Resûlullah (s.a.v.)
yetim olarak doğmuştu. Annesi, ona henüz iki aylık hâmile iken babası Abdullah
vefat etmişti. Bu yüzden doğumdan itibaren dedesi Abdülmuttalib onu kendi
himayesine almıştı. Dedesi onu - o zamanki Arap âdetine göre - Benî Sa'd bin
Bekir kabilesinden Halime binti Ebî Züeyb adında bir kadına süt emzirmeye
verdi.
Siyret nakilcileri, o
yıl Benî Sa'd yurdunun kıtlığa mâruz kaldığı, oradaki hayvanların sütlerinin
çekilmiş olduğu, otların kuruduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Hz. Muhammed
(s.a.v.), Halime'-nin evine gelir gelmez, onun kucağına konar konmaz çadırın etrafı
tekrar yeşilliklerle doldu. Halime'nin koyunları otlaktan, karınlan tok,
memeleri sütle dolu olarak dönmeye başladılar.
Hz. Muhammed (s.a.v.),
Sa'd oğulları yurdunda bulunduğu sırada, Müslim'in[1] de
rivayet etmiş olduğu «Göğsünün yarılması : Şakku's-Sa'd» olayı meydana geldi.
Bu olaydan sonra, Hz. Muhammed, beş yaşını tamamlamış olarak annesine geri
verildi.
Hz. Muhammed (s.a.v.)
altı yaşında iken annesi Hz. Âmine vefat etti. Bundan sonra, dedesi
Abdülmuttalib'in vefatına kadar, onun himayesinde kaldı. Sekiz yaşını doldurmuş
iken, o da vefat edince, bu sefer amcası Ebû Tâlib'in himayesinde kaldı. [2]
Resûlullah (s.a.v.)'m
siyretinin bu bölümünden aşağıda özetleyeceğimiz Önemli öğütler ve prensipler
elde edilir:
1-
Resûlullah (s.a.v.)'m şerefli soyunu açıkladığımız bölümde; Allahü Teâlâ'nm
Arapları diğer insanlara üstün kıldığına, Ku-reyş kabilesini de diğer
kabilelere göre daha faziletli kıldığına açıkça ibaret vardır. Okuyucu, bu
işareti, Müslim'den rivayet ettiğimiz hadiste açıkça bulur. Aynı mânâda diğer
birçok hadîsler de bulunmaktadır. Tirmizİ'nin rivayet ettiği şu hadîs
bunlardan biridir: Re-sûlullah (bir gün) minbere çıktı ve: «Ben kimim?» diye
buyurdu. Ashab: «Sen Allah'ın peygamberisin, sana selâm olsun!» dediler.
Resûl-i Ekrem de: «Ben Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğlu Muham-med'im! Allah
mahlûkatı yarattı ve beni onların en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları
(Arap ve Arap olmayanlar Acem diye) iki fırkaya ayırdı ve beni onların en
hayırlı fırkaları (Araplar) içinde kıldı. Sonra onları kabilelere ayırdı ve
beni en hayırlı kabileleri (Kureyşî içinde kıldı. Sonra onları ailelere ayırdı
ve beni aile olarak onların en hayırlısı, (şahıs) olarak da onların en hayırlısı
kıldı» buyurdu.[3]
Dikkat!.. Resûlullah'm
aralarında zuhur ettiği kavmi ve içinde doğduğu kabileyi sevmek, Resûlullah'ı
sevmenin gereğidir. Bu sevgi fert ve cins yönünden değil, aksine mücerred
hakikat yönün-dendir. Çünkü, o hakikî Kureyş araplığı, şübhesiz ki Resûlullah'm
onlara intisabıyla şeref kazanmıştır.
Bazan Araplardan veya
Kureyşlilerden bir kimsenin Allah Az-ze ve Celle'nin yolundan sapması ve
Allah'ın kendi kulları için seçtiği İslâmiyet şerefinden aşağıya düşmesi bu
sevgiye ters düşmez... Çünkü bu inhiraf Resûlullah ile o kişi arasındaki
nisbeti ve bağlantıyı kaldırmış olur.
2-
Resûlullah (s.a.v.)'ın yetim olarak dünyaya gelmesi, sonra çok uzun bir zaman
geçmeden yine dedesini kaybetmesi, ayrıca hayatının çocukluk dönemini baba
terbiyesinden ve gözetiminden uzak, anne sevgisi ve şefkatinden mahrum bir
şekilde geçirmesi tesadüf kabilinden birşey değildir.
Gerçekten, Allah
(c.c.î peygamberine birtakım büyük hikmetlere binâen bu tür bir yetişmeyi'
uygun gördü. Belki de o hikmetlerin en önemlilerinden biri, bozguncular için,
kalblere şübhe bırakmaya ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in gençliğinden beri
çağırdığı risâlet ve da'vetinin ilk bilgilerini babasının ve dedesinin yol
göstermesi ve yönlendirmesi ile almış olduğunu söylemelerine fırsat vermemektir.
Bu niçin olmasın? Çünkü Hz. Peygamber'in dedesi Ab-dülmuttalib kavminin başkanı
idi. Bundan dolayı da, Kabe hizmetlerinden olan «Rifade ve Sikaye»[4]de ona
aittir. Bir dedenin torunu' veya bir babanın kendi oğlunu bu geleneğe göre
büyütmesi ve eğitmesi tabii bir şeydir.
îlâhî hikmet,
bozguncular için, bu tür bir şübheye fırsat vermedi. Buna göre de Yüce Allah,
Resulünü, çocukluk döneminden beri, anne-baba ve dede terbiyesinden uzak bir
şekilde yetiştirdi. ResûluUah'ın çocukluk dönemini, tüm ailesinden uzakta, Sa'd
Oğulları yurdunda geçirmesini yine ilâhi kader istemişti. Dedesi vefat edip,
hicretten üç yıi öncesine kadar hayatta kalan amcası Ebû Tâlib'in vesayetine
geçmesi ve Ebû Tâltb'in de müslümanhğı kabul etmemesi ilâhi kaderin bir başka
yönüdür. Hz. Muhammed'in da'-vetlnde, amcasının rolü olduğu; mes'elenin, bir
kabile veya aile, ya da başkanlık ve makam mes'elesi olduğu zannını vermesin
diye, böyle olmuştur..
Yine ilâhî kader, Hz.
Peygamber'in yetim olarak büyümesini; şımarıklığına engel olacak baba
otoritesinden ve refah seviyesini arttıracak maldan uzak kalarak yalnızca ilâhî
yardımın onun işlerini üstlenmesini murad etti ki, nefsi onu mal ve makama
meylettirmesin; başkanlık ve liderlik arzusu ile etkilenmesin. Böyle olmasaydı,
nübüvvetin kudsıyeu, halkın nazarında, dünya sevgisi ile birbirine karışırdı.
Hattâ insanlar, Hz. Peygamber in, mal ve makama ulaşmak için peygamberlik
yaptığını zannedebilirlerdi.
3-
Siyerciler, Halime'nin otlaklarının kuruduktan sonra yeniden yeşermesini,
yaşlı ve düşkün develerin memeleri kuruyup, sütleri çekilmiş iken, yeniden
memelerine süt gelmesini ittifakla rivayet ederler. Bu olaylar, onun diğer
çocuklar gibi küçük bir çocuk olduğu zaman dahi, yüce Rabbinin katındaki
derecesinin yüksekliğine, şanının yüceliğine işaret ediyor. Allah'ın ona
ikramının en barizi onu emzirme şerefine nail olan Halime'nin evinin, bolluk ve
berekete gark olmasıdır. Bunda ne garabet, ne de şaşılacak bir durum vardır.
Buna göre şeriatımız îslâmiyet, bize yağmur yağmadığı vakit, duamıza Allah'ın
icabet edeceğini umarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ehl-i beytinden ve halktan
sâlih kişilerin bereketiyle yağmur duasına çıkmamızı öğretmiştir*
Hz. Muhammed (s.a.v.), Halime'nin
kucağına oturmuş ve göğsüne yapışmış süt emen bir çocuk iken, o zaman, o yer
Resûlullah ile nasıl şereflenmişti? Gerçekten, Resûlullah'm etrafındaki kurak
arazinin yeşermesine sebeb olması, yeryüzü kaynaklarının ve gökyüzü damlacıklarının
sebeb olmasından daha orijinal olduğunu, söylemek yerinde olur. Madem ki herşey
Allah'ın elindedir ve bütün sebeblerin yaratıcısı O'dur. Ve yine Yüce Allah,
Kitab'ında, gayet açık bir şekilde: -Biz seni âlemlere rahmet olasın diye
gönderdik» buyurmaktadır. Öyle ise; O'nun lütuf ve bereket sebeblerinin başında
gelmesi çok tabiîdir ve normaldir.
4-
Resûlullah, Sa'd oğulları obasında bulunduğu sırada, vu-kubulan göğsünün
yarılması hâdisesi, peygamberlik •irhasat»ından[5] ve
Allahü Teâlâ'nm onu yüce bir göreve seçmesinin işaretlerinden sayılır. Bu
hâdise, sahih tariklerle ve sahâbe-i kiramın birçoğundan rivayet edilmiştir.
Müslim'in kendi sahihinde, rivayet ettiği şu aşağıdaki hadîsin senedinde
sahâbe-i kiramdan Enes bin Mâlik bulunmaktadır: «Resûlullah Cs.a.v.)
çocuklarla oynarken, Cibril ona geldi, onu aldı yere yatırdı ve kalbini, yardı.
Kalbi dışarı çıkardı. Sonra kalbden bir kah pıhtısı çıkardı. Peygambere
hitaben: Bu, şeytanın senden olan nasibidir, diye gösterdi. Sonra kalbi
altundan bir tas içinde zemzem suyu ile yıkadı. Sonra kalbi kapadı. Daha honra
onu kendi yerine iade etti. Bu sırada, çocuklar koşarak süt-annesinp geldiler
vg Muhammed olduruldu, dediler. O, rengi soluk bir haldeydi[6]»
Bu hâdisenin hikmeti -
Allah daha iyi b'lir Resûlullah'ın vücudunda bulunan şer guddesinin kökünü
kazımak değildir. Çünkü şerrin kaynağı vücuttaki bir gudde (bez) veya vücudun
bazı bölgelerindeki bir kan pıhtısı olsaydı, elbette, şerli bir kişinin
cerrahî b:r ameliyatla hayırlı bir kişi olması mümkün olurdu. Fakat Öyle
gözüküyor ki; asıl hikmet, Resûlullah'ın durumunu bildirmek, onu çocukluğundan
beri vahiy ve günahsızlık (ismet) için hazırlamaktır. Ki bu durum, halkın ona
iman etmesine ve onun risaletini tasdik etmesine daha uygun düşer. Bu duruma
göre o ameliyat, manevî temlizlik ameliyesidir. Fakat o ameliyatta, halkın
gözlerinin önünde ilâhi bir ilân olsun diye, maddî ve duyularla idrâk edilen bu
şekil kullanıldı. Bu hâdisenin hikmeti ne olursa olsun, bu hâdisenin haberi,
sahih bir şekilde sabit olduğuna göre; zahir ve hakikî manâsından uzaklaşarak,
mânâsız, yapmacık ve kafadan atma bir te'vil çıkarmak için birtakım- gayretlere
girmek gereksizdir. Bunu yapmaya uğraşan kişinin, Allah'a imanının
zayıflığından başka birşeye hükmetmek mümkün değildir.
Şunu bilmeliyiz ki,
haberi kabul etmemizde'ki ölçü, sadece rivayetin sıhhati ve doğruluğudur. Bu
da açık ıbir şekilde sabit olduğuna göre artık kabul etmekten başka çare
yoktur. Onu anlamak için de, eldeki ölçümüz, o vakit Arap dilinin anlamları ve
kurallarıdır. Sözde asıl olan hakikattir. Eğer her araştırmacı ve okuyucunun,
sözü gerçek mânâsından çıkarıp, hoşuna gidenleri seçmek için çeşitli mecazî
mânâlara çevirmesi caiz olsaydı; elbette, dilin kıymeti gider, mânâları
kaybolur, insanlarda uyandırdığı mânâlar da tersine dönerdi.
Sonra te'vil aramak ve
hakikati inkâra yeltenmek de nedir? » Ama bu, ancak Allah'a iman zayıflığından
ileri gelir, ikinci olarak da, Resûlullah'm nübüvvetine, onun risâletinln doğruluğuna olan iman zayıflığından
kaynaklanır. Yoksa, hikmeti ve sebebi bilinsin bilinmesin, nakli sıhhatli olan
şeylere inanmak çok kolaydır. [7]
Resûi-i Ekrem (s.a.v.)
on iki yaşını tamamladığı vakit amcası Ebû TâLb bir ticaret kervanının başında
Şam'a doğru hareket etmişti. Bu yolculukta Ebû Tâlib yeğenim de yanına
almıştı. Kervan «Busra» denilen kasabada konaklayınca, burada Bahira denilen
bir rahibe uğradılar. Rahib Bahira, İncil'i bilen, Hristiyanlığın Önemli
hususlarından haberi olan, bir kişiydi. Rahib Bahira, Hz. Peygamber (s.a.v.)i
burada gördü. Onun hakkında düşünmeye ve onunla konuşmaya başladı. Sonra rahib,
Ebû Tâlib'e döndü ve ona şöyle dedi.
- Bu çocuk senin
sulbünden midir? Ebû Tâlib de:
- Oğlumdur, dedi. (Ebû
Tâlib, yeğenini çok sevdiğinden ve ona olan şefkatinden dolayı, oğlu olarak
çağırıyordu.) Bunun üzerine Bahira, Ebû
Tâlib'e:
- O senin oğlun
değildir. Bu çocuğun babası yaşıyor olmamalı, dedi.'Ebû Tâlib de:
- Evet, ben onun
amcasıyım. Bahira:
- Babası ne oldu? diye
tekrar sordu. Ebû Tâlib:
- Annesi ona hâmile
iken babası öldü, dedi. Bu sefer Bahira:
- Doğru söyledin. Onu
hemen memleketine geri çevir. Yahudilerin ona zarar vermelerinden sakın.
Vallahi, onlar bu çocuğu burada görecek
olurlarsa, muhakkak ona zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü yeğeninde çok büyük
bir hâl ve şan vardır* dedi Bu sözler üzerine, Ebû Tâlib onunla birlikte
Mekke'ye dönmeye acele etti[8].
Sonra Resûlullah
(s.a.v.î hayatının gençlik dönemini yaşamaya başladı. Geçimini sağlamak için çalışmaya
koyuldu. Koyun gütmekle meşgul oluyordu. Daha sonra Resûlullah kendinden bahsederken,
Buhâri'nin rivayetine göre: «Ben ehl-i Mekke'nin Kararlt'in-de koyun gütmüştüm»
buyurduydu. Yüce Allah, Hz. Peygamber'i, bazı gençlerin yöneldiği oyun, eğlence
ve boş yerlerden korudu. Aleyhissalâtü Vesselam kendi hayatını anlatırken şöyle
buyurmuştur:
«Ben câhiliyyet devri
insanlarının işledikleri birşeyi, iki defa işlemeye teşebbüs etmiş idiysem de,
Allah benimle işlemek istediğim şey arasına girip, beni ondan alıkoydu. Bundan
sonra Allah, beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs
etmedim.
Teşebbüs ettiğim şeye
gelince: Bir gece, Mekke'nin yukarı taraflarında Kureyş'ten bir gençle birlikte
kendi koyunlarımızı otlatıyordum. Ben o gence: «Eğer koyunuma bakarsan, ben de
diğer gençler gibi, Mekke'ye gidip gece masalları toplantılarına katılayım» dedim.
Arkadaşım: «Olur, istediğini yap» dedi. Ben bu arzumu yerine getirmek üzere
yola çıktım. Mekke'nin evlerinden ilk evin yanına. geldiğim zaman, çalgı
sesleri işittim. «Bu nedir?» diye sorunca; «Falanın oğlu, falanın kızı ile
evleniyor» dediler. Hemen oturup dinlemeye başladım. Bu esnada Allah,
kulaklarımı tıkadı. Uyuyakalmışım. Beni ancak güneşin sıcaklığı uyandırdı.
Hemen dönüp, arkadaşımın yanına geldim. Bana ne yaptığımı sordu. Ben de, ona
basımdan geçenleri anlattım. Sonra yine başka bir gece arkadaşıma aynı şekilde
ricada bulundum. O da, bu ricamı kabul etti. Yola çıkıp Mekke'ye geldiğimde; şu
geçen geceki şeyler aynen başıma geldi Bundan sonra, bir daha da hiçbir
kötülüğe teşebbüs etmedim[9]».
Rahib Bahira'nın,
Peygamberimizin durumundan haber vermesi -bu haber, bütün siyret âlimleri ve
ravîlerinin rivayet ettiği bir hadistir. Ayrıca onu, Tirmizi, Ebû Mûsâ ei-Eş'ari'den
uzunca bir şekilde rivayet etmiştir. Yahudi ve Hristiyan olan ehl-i kitabın,
Peygamberimizin bi'seti ve alâmetleri konusunda bilgileri bulunduğuna işaret
etmektedir. Bu bilgiler, Tevrat ve incil'de, onun bi'seti ile ilgili delil ve
evsafı konusunda gelen haberler vasıtasıyla elde edilmiştir. Buna işaretler
çok ve yaygındır.
Siyret âlimlerinin
rivayet ettiklerinden biri de şudur:
Yahudiler, Hz.
Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinden önce, Evs ve Hazrec kabilelerine
karşı, ondan yardım umuyor ve şöyle diyorlardı: «Gerçekten, yakında bir
peygamber gelecek, biz ona tâbi olacağız ve onunla birlikte sizi, Âd ve îrem
kavimleri gibi öldüreceğiz[10]».
Yahudiler gelecek peygambere tâbi olacaklarına dair verdikleri sözü tutmayınca,
Allah (c.c.î bu konuda şu âyeti indirdi : «Vaktaki, onlara Allah katından,
beraberlerindekini tasdik eden Kur'an geldi. Halbuki Kur'an gelmeden önce o
müşriklere karşı yardım istiyorlardı
tşte o bildikleri tpeyganıber)
onlara gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirler
üzerine olsun...[11]
Kurtubî ve başkaları
şunu rivayet ediyorlar:
AUahü Teâlâ'nın,
-Kendilerine kitab verdiklerimiz, o Resulü, öz oğullarım tanır gib: tanırlar.
Böyle iken içlerinden bir topluluk, hak ve hakikati bile bile gizlerler[12]»
âyet-i kerimesi inince, Hz. Ömer bin el-Hattâb (r.a.) daha önce ehli kitabdan
iken sonradan müs-lüman olmuş Abdullah bin Selâm'a: «Sen oğlunu tanıdığın gibi,
Hz. Muhammed (s.a.v.)'i tanır mısın?» diye sormuştu. O da: «Evet, belki daha
çok. Allah gökteki eminini (Cebrail) yerdeki eminine (önceki peygamberlere)
onun sıfatı (onu tanıtacak vasıflar) ile gönderdi. Buna göre, ben de onu
tanıdım. Kendi öz oğluma gelince, annesinin bana hıyanet edip etmediğini
bilmiyorum» diyerek cevap verdi. Selmân-ı Fârisî'nin müslümanlığı kabul
edişinin sebebi de, Hz. Peygamber'in geliş haberini ve vasıflarını İncil'den,
Ruhbanlardan ve ehl-i kitab âlimlerinden araştırması olmuştu.
Ehl-i kitabtan
birçoklarının bu bilgiyi inkâr etmeleri ve elde bulunan incil'lerde,
Resûlullah (s.a.v.)'in adına işaret olunmayışı buna tezat teşkil etmez. Çünkü,
bu kitablar üzerinde tebdil ve tağyirat açıkça bilinmektedir. Cenâb-ı Hak
Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurarak, bunu doğrulamaktadır: «Onların bir
kısmının okuyup-yaz-ması yoktu. Kitabı bilmezlerdi. Bildikleri sadece birtakım
yalan ve kuruntulardı. Onlar ancak vehim içindedirler. Vay, kitab (Tevrat)'ı
elleriyle yazıp sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır»
diyenlere! Vay, ellerinin yazdıklarından dolayı başlarına geleceklere! Vay,
kazandıklarına![13]».
Daha önce
Resûlullah'ın etrafını kuşatan ilâhî ikramı; onun gelişiyle, Haîime'nin ev:nde
meydana gelen bereketi görmüş olduğumuza göre; rızkını ve geçimini sağlamak
maksadıyla çobanlık etmesinde, Yüce Allah'ın seçkin kulları için dünyada
beğendiği hayatın türüne işaret eden, büyük öneme haiz delâletler vardır. Hz.
Muhammed (s.a.v.) daha hayatının başlangıcında iken; ona refah yollarını açmak
ve onu, çalışıp çabalamaya, yorulmaya ve rızık peşinde koşarak koyun gütmeye
ihtiyaç duyurmayacak beçinı se-beblerini hazırlamak, ilâhî kudret için pek
kolay gelirdi. Fakat Hik-met-i İlâhî bizden; insanın malının en hayırlısı kendi
elinin emeğiyle, kendi toplumu ve hemcinslerinin çocuklarına sunduğu hizmetine
karşılık kazandığı şeyler, malın en şerlisi de; kendisi sırtının üstüne yattığı
halde, uğrunda herhangi bir yorgunluk görmeden, topluma herhangi bir fayda
sağlamadan, elde ettiği şeyler olduğunu bilmemizi istiyor...
Sonra bir da'vetin
sahibi, kazancını ve geçimini da'vetine veya halkın verdiği bağış ve hediyelere
bağladığı sürece; dâvasının, halkın arasında herhangi bir kıymeti
olmayacaktır. îslâm Da'veti'nln Önderi Hz. Mu ham m e d (s.a.v.) insanların en
bağımsız ve hür olanıydı. Zira o, geçimini şahsi gayretine veya bağış kabul etmeyen
şerefli bir kaynağa dayamıştı ki, kimseye minnet borcu olmasın veya hakkı
haykırmasına engel olacak dünya malı bulunmasın!...
Resûlullah bu dönemde
bu tür bir düşünceyi aklından geçir-memiş olsa da -ki o, ilâhî da'vet ve
risâlet işinin kendisine verileceğini bilmiyordu - yine. Yüce Allah'ın
kendisine hazırladığı bu yol, böyle bir hikmeti ihtiva ediyor. Ve bu yol, şunu
da açıklıyor: Yüce Allah, Resûlü'nün bi'setinden sonra onun da'vetine olumsuz
bir etkide bulunacak şeylerin olmamasını murad etmiştir.
Resûlullah kendinden
bahsederken, Yüce Allah'ın, kendisini, çocukluğundan beri, her türlü
kötülüklerden koruduğunu haber vermesi; her biri büyük önem taşıyan iki
hakikati bize açıklıyor:
Birinci Hakikat: Resûlullah (s.a.v.), insanî özelliklerin tümüyle donatılmıştı. Yâni o
da, her genç gibi, Yüce Allah'ın insanı, üzerinde yaratmış olduğu fıtrî
temayüllerin birçoğunu kendinde buluyordu. O, eğlence ve gece sohbetinin
anlamını idrak ediyor, bundaki lezzeti duyuyordu. Nefsi de onu diğerlerinin
hoşlandığı ve zevk aldığı şeylerden yararlanmaya zorluyordu.
İkinci Hakikat:
Bununla beraber, Allahü Teâlâ, Resûlü'nü her türlü sapıklık ve ahlâksızlıktan,
da'vetiyle bağdaşmayacak davranışlardan korumuştu. Hattâ o, nefsi arzularına
boyun eğmekten, kendisini koruyacak bir şeriata veya vahy-i ilâhîye mazhar olmadan
önce; diğer gizli bir koruyucu buluyor, tlâhî kaderin; îslâm şeriatını yaymak,
güzel ahlâkı tamamlamak için yetiştirdiği kimiye yakışmayacak nefsani arzular
ile peygamberin arasına girer bu gizli koruyucu...
Bu iki gerçeğin
Resûlullah'ta bulunması, açıkça şuna işaret eder: Terbiye ve yönlendirme gibi
basit vasıta ve sebebler olmadan; özel bir inâyet-i Rabbani, Resûlullah'ın
elinden tutar ve yürütür. Etrafında bulunan komşuları, soydaşları ve ailesi doğru
yoldan sapmış ve bu yoldan habersiz iken; onu şu doğru yola sevkedecek kim
var?...
Şübhesiz ki, Allah'ın
ona gençlik döneminde bile, câhiliyye karanlığını yırtacak nurlu bir yol
çizmesinde lütfettiği bu özel himaye, onun peygamberlik için nasıl hazırlandığının
delili, aynı zamanda, hayatında takip ettiği fikrî, ahlakî ve hissi tutum ve
şahsiyetinin de temeli olan peygamberliğinin en büyük isbatıdır...
En büyük Sevgilinin
(s.a.v.) nefsini; şehvetten ve arzularını tatmine zorlayıcı güdü (rnotiv
Herden arındırmış olarak dünyaya getirmek, Yüce Yaratıcı'ya göre çok kolay bir
işti. O zaman da; Mekke'ye in'p halkın eğlendiği evleri bulmak için koyunlarım
arkadaşına bırakmaya sevkedecek bir motivi kendinde bulamıyacaktı. Ne var ki
bu husus; onun ruhî yapısındaki bozuklukların çokluğuna delâlet etmez. Halbuki
her asırda ve her millette Örnekleri görülen bir vakıadır bu. O halde:
Resûlullah'ın
tabiatındaki motivlerin varlığına rağmen, ona uygunsuz işlerde engel olan
gizli yardımın delâletleri böyle değildir. Ancak Yüce Allah, Hz. Muhammed
(s.a.v.) ile ilgili ilâhî yardımı, insanlara açıklamak istedi ki; onun
risâletine inanmak kolaylaşsın ve kafalarından, doğruluğu konusundaki şübhe
belirtileri uzaklaşsın. [14]
Hz. Hatice (r.a.)
-Îbnu'1-Esîr ve tbn-i Hişâm'ın rivayet ettiği gibi- şeref ve mal sahibi tüccar
bir kadındı. Malının başına adamlar kiralıyor, onlara sermaye veriyor, kârına
onları ortak ediyordu. Resûlullah (s.a.v.î'ın doğru sözlülüğü son derece
güvenilirliği ve güzel ahlâkını öğrenince, malının başında Şam'a tüccar olarak
gitmesi için Peygamberimize haberci gönderdi. Kendisine, başkalarına
verdiğinden daha fazlasını vereceğini ve kölesi Meysere'yi de yanına katacağını
bildirdi. Hz. Muhammed (s.a.v.) bu teklifi kabul etti. Hemen, Hz. Hatice'nin
malının başında bir yetkili olarak, Meyse-re ile birlikte Şam'a doğru yola
çıktı. Allah'ın yardımı, onunla diğer yolculuklardan daha çok bu ticarî
yolculukta beraber oldu. Hz. Hatice'nin yanına kat kat kârla döndü. Hz.
Muhammed (s.a.v.) üzerindeki emaneti Hatice'ye tam bir güven ve büyük bir
dürüstlük içinde takdim etti. Hz. Hatice'nin kölesi Meysere, Hz. Muhammed'-in
hususiyetlerini ve ahlâkının yüceliğini tanımış, ona karşı gönlü hayranlıkla
dolmuştu. Bütün bunları, Hz. Hatice'ye anlattı.
Bunun üzerine Hatice,
Peygamberimizin son derece güvenilirliğini beğendi. Belki de, Hz. Hatice bu
yüzden kendisine gelen kâra hayret etti. Hemen dostu Nefise binti Müneyye
vasıtasıyla Hz. Mu-hammed'e evlenme teklifinde bulundu. Peygamberimiz de bu
teklifi kabul edip, bu konuda amcalarıyla konuştu. Onlar da, Hatice'yi, amcası
Amr bin Esed'den yeğenlerine istediler. Hz. Peygamber y.'r-mi beş yaşında,
Hatice de kırk yaşında iken evlendiler.
Hz. Hatice fr.a.),
Peygamberimizle evlenmeden önce iki kişiyle evlenmişti. Birincisi Atik bin Âiz
et-Temimî'dir. Ondan sonra da Ebû Hâle et-Temiml'dir. Bu kişinin asıl ismi,
Hind bin Zürâre'dir.[15]
Allah Resûlü'nün, Hz.
Hatice'nin malının başındaki çalışması, koyun gütmekle başlayan çalışma
hayatını sürdürmekten ibarettir. Bununla alâkalı hikmet ve ibret yönlerini
açıklamıştık.
Hz. Hatice'nin
faziletine ve Resûlullah'ın hayatındaki yerine gelince-, Resûlullah'ın yanında
ve hayatı boyunca onun yüksek bir mevkisi vardır. Buhâri ve Müslim'de onun
kendi dönemi kadınlarının mutlak olarak en hayırlısı olduğu sabittir.
Buhâri ve Müslim, Hz.
Ali'den, Resûlulîah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Zamanındaki dünya
kadınlarının en hayırlısı, îmrân'ın kızı Meryem'dir. Bu ümmetin kadınlarının,
kendi zamanın-dakilerinin en hayırlısı da Hüveylid'in kızı Hatice'dir.»
Yine Buhâri ve Müslim,
Hz. Âişe'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben Peygamberin kadınlarına karşı
kıskançlık duymadım. Ancak Hatice'ye karşı kıskançlık duydum. Halbuki ben ona
erişememiştim.» Yine Hz. Âişe (r.a.) dedi ki: «ResûluIIah (s.a.v.) bir koyun
kestiği zaman: «Bunun etinden Hatice'nin sadık dostlarına gönderiniz!» demek
alışkanlığında idi. Bir gün Peygamber (s.a.v.)'e öfkelendim de: «Hatice'de ne
var ki» deyiverdim. Bunun üzerine Resûluîlah: «Hiç şübhe yok ki, ben onun
sevgisi ile rızıklandırılmışımdır» buyurdu[16]».
îmam Ahmed ve
Taberâni, mesrûk tarikıyla Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Resûlullah (s.a.v.),
Hatice'yi anmadan ve ona güzel Övgüler sunmadan nerdeyse evden dışarı çıkmazdı.
Yine günlerden bir gün onu andı. Bunun üzerine beni ağlamak tuttu. Ben
Resûlullah'a: «O ancak yaşlı bir kadındır. Allah sana ondan daha hayırlısını
vermiştir» dedim. Bunun üzerine Resûlullah kızdı, sonra: «Hayır, vallahi Allah
bana ondan daha hayırlısını vermedi. Çünkü halk bana inanmazken o inandı.
İnsanlar beni yalanlarken, o beni tasdik etti. Halk bana herşeyi yasakladığı
vakit, o beni malıyla destekledi. Diğer hanımlarımdan çocuğum olmadığı halde,
Allah ondan bana çocuk ihsan etti» buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.)'m,
Hz. Hatice ile evlenme olayına gelince: Ha-k ak i ten bu evlilikten insanın
aklına ilk gelen şey, Resûlullah'ın bedeni nazların vasıtalarına ve
tamamlayıcılarına önem vermediğidir. Şayet o diğer genç akranları gibi buna
önem vermiş olsaydı, elbette, kendisinden yaşça daha küçük olan kadın veya en
azından kendisinden büyük olmayan bir kadına rağbet ederdi. Bize öyle görünüyor
ki, Hz. Peygamber sadece Hatice (r.a.)'nin şerefine ve kavmi ile toplumunun
arasındaki faziletine rağbet etmişti. Hattâ Hz. Hatice câhiliyyet döneminde
bile «el-Afife: Çok iffetli» ve «et-Tâhire: Çok namuslu, çok temiz kadın»
lâkabları ile şöhret bulmuştu.
Bu evlilik, Hz.
Hatice'nin altmışbeş yaşında vefatına kadar ve Resûlullah'ın da elli yasına
yaklaşıncaya kadar devam etti. Resûlullah (s.a.v.) bu evlilik suresince
herhangi bir kadınla veya diğer bir genç kızla evlenmeyi aklından bile
geçirmedi. Halbuki insanın yirmi ile elli yaş arası öyle bir dönemidir ki, çok
kadınla evlenme arzusu ve cinsel duyguların etkisiyle teaddüd-ü zevcata meyil,
bu dönemde depreşir.
Fakat daha önce de
dediğimiz gibi; Hz. Muhammed bu dönemini; Hatice gibi bir kadınla ve bir
câriye ile, evlenmeyi düşünmeden geçirdi. Şayet o böyle bir arzuyu taşısaydı,
elbette örfün, alışkanlıkların ve insanlar arasındaki âdetlerin dışına
çıkmadan birçok câriye veya hanım bulabilirdi. Halbuki o, dul bir kadın olan
ve yaşı kendisinin iki katına yaklaşan Hz. Hatice ile evlenmişti...
Resûlullah'ın,
kendisinden daha yaşlı bir kadınla evlenişi; müsteşriklerle misyonerlerden,
bir de; (Yüce Allah'ın buyurduğu gibi: «...Bağırıp çağırmadan başka birşey
duymayarak haykıran...») koyun gibi müsteşriklerin ve misyonerlerin ardından
yürüyen sadık kölelerden... îslâm Dinine ve onun hâk'miyyetine karşı
kalblerinde kin taşıyan bu kişilerden her birinin ağızlarına gem vuruyor: Hani
ya bu müsteşrikler ve misyonerlerle onların sadık köleleri, Resû-lullah'm
evliliği mevzuunda, İslâm'a saldırılabilecek bir alan ve Hz. Muhammed
(s.a.v.)'in şahsiyetinin tahkir edilebileceği bir yan bulacaklarını
zannettiler. Yine onlar, Resûlullah'ı, evinin geçiminde ve peygamberlik
işlerinde kalb ve ruh iffetinden uzaklaşmış, maddî zevklere dalmış,
şehvetperest bir adam şeklinde, halka tanıtmayı plânlıyorlar.
Misyonerlerin ve
müsteşriklerin çoğunun İslâm'a karşı olmayı meslek haline getirmiş düşmanlar
olduğu bilinmektedir. Onlar bu dini kötülemeyi san'at edinmişlerdir. Buna da
bir hayli gayret gösteriyorlar ve ondan, bilindiği gibi birşeyler kazanmaya
bakıyorlar. Onların peşinden giden gafiller ise, çoğu kulaktan dolma
bilgilerine göre ve başkalarını taklit etmek suretiyle, İslâm'a karşı düşmanca
tavır alıyorlar. Anlamak ve araştırmak için zihinlerini açmak, meseleyi kavramak
yerine, bütün gayretleri ancak taklit ve başkalarına uymaktan ibaret kalıyor.
Yine onların İslâm'a olan düşmanlık-: lan, sadece, insanın halk arasında belli
bir ekole mensup olduğunu bildirmek için yakasına taktığı rozet nev'inden
birşeydir! Rozetin ise, sembolden öte birşey olmadığı da bilinmektedir... Buna
göre, bu kişilerin İslâm'a olan düşmanlıkları; insanlar arasında kendi kimliklerini
ortaya koyan bir sembol oluyor. Şöyle ki, onların bu durumda, İslâm tarihi
hakkında hiçbir şeye sahip olmadıkları anlaşılıyor. İslâm'a olan ilgileri ise,
yalnızca misyonerlerin ve müsteşriklerin emperyalist zihniyetteki
çalışmalarında kendini gösteren sömürge fikrinde olan eğilimlerinden
ibarettir. Bu da onların, herhangi bir araştırmaya ve anlamaya lüzum görmeden
peşin tercihleri^ dir. Evet onların İslâm'a olan husumetleri bile ancak kendi
milletleri ve toplumları arasında, kendilerini onunla tanıttıkları yaftadan
ibarettir. Yoksa, belgelemek veya araştırmak kastıyla yapılan fikri 1 bir
çalışma değildir[17].
Ancak, Resûlullah
(s.a.v.)'ın evliliği konusu, İslâm düşmanlarının gündeme getirdiklerinin
tamamen aksine; ileri görüşlü bir müs-lümanın, dinini tanıyan, peygamberinin
siyretini (yaşayışım) iyi bilen bir mü'minin; kendisine birtakım deliller
çıkarabileceği konuların en kolayıdır.
İslâm düşmanları ve
onların sadık kullan, Hz. Peygamber'in şahsiyetini bedensel hazîara dalmış
şehvetperest bir kişinin suretiyle benzeştirmek istiyorlar! Halbuki Resûl-i
Ekrem'in evliliği konusu, bunun tam aksini isbata tek başına yeterli bir
delildir. Çünkü, şehvetine düşkün bir adam, yirmi beş yaşına kadar, cahiliyyet
çukuruna düşmüş Arap toplumu, gibi bir toplumda, etrafında cereyan eden bozuk
davranışlara tenezzül etmeden, namuslu ve iffetli olarak yaşayamaz. Yine, şehvetine
düşkün bir adam kendi yaşının iki katına yakın dul bir kadınla evlenmeyi kabul
etmez. Sonra O, etrafındaki herhangi birşeye gözünü çevirmeksizin Hz. Hatice
ile birlikte yaşıyor. Halbuki etrafında birçok imkânlar bulunmaktaydı. Gençlik
çağım aşıp ihtiyarlık gelip çatmadan bu tür şeylere yol bulabilirdi.
Hz. Peygamber'in, Hz.
Âişe ve diğer hanımları ile evlenmesi olaylarına gelince; gerçekten onların her
birinde önemli sebeb ve her evlilik için bir hikmet ve çok önemli bir gaye
vardır ki; bu sebeb ve hikmetler bir müslümanm, Hz. Peygamber'in azametine,
çanının yüceliğine ve ahlâkının olgunluğuna olan imanını artırır... Hikmet ve
sebeb ne olursa olsun, kesin gerçek şu ki, O'nun evliliğinin sadece bir
ihtiyacı yerine getirme ve cinsel arzusunu tatmin etme şeklinde olması mümkün
değildir... Çünkü O, bu durumda olsaydı, elbette bu istek ve arzularının esas
döneminde nefsanî arzu ve ihtiyaçlarını gidermek istemesi daha uygun olurdu...
Hele özellikle o döneminde bu türlü düşünce ve fikirden uzaktı. Yâni, yaratılışın
gereği olan ihtiyaçlardan onu alıkoyacak kadar meşgalesi ve insanları Hakk'a
çağırma düşüncesi yoktu...
Biz Resûlullah'ın
evliliği konusunu savunma hususunda birçok araştırmacıların yaptığı şekilde
mübalâğa etmeyi düşünmüyoruz. .
Çünkü her ne kadar
İslâm düşmanları Hz. Peygamber'in evlilik konusuna şübhe gözü ile bakmak
isteseler bile, biz bu problemi çözmek için araştırma ve tetkike ihtiyaç
duyulacağına inanmıyoruz. (Şunu vurgulamak isteriz):
İslâm hakikatlarından nice
mes'ele vardır ki, îslâm düşmanları, onları kendileri iptal etmek yerine-,
müslümanlan onları savunmak için münakaşa alanına çekerek (sulandırmak
isterler... Biz bu oyuna gelmeyiz!..) [18]
Kâbe-i Şerif, Allah'a
ibâdet etmek ve orada O'nu birlemek için Allah adına yapılmış ilk binadır.
Peygamberler babası diye bilinen İbrahim (a.s.) putlarla savaştıktan ve içinde
putların dikildiği ma'-betleri yıktıktan sonra, Kabe'yi inşâ etti. İbrahim
(a.s.) Kur'ân-ı Kerîm'in şu beyanına göre, AUah katından kendisine gelen vahiyle
orayı yaptı: «Hani İbrahim o beytin temellerini İsmail ile birlikte
yükseltiyordu.» (Bu sırada onlar şöyle dua etmişlerdi): -Ey Rab-bimiz, bizden
(şu hizmeti) kabul buyur! Şübhesiz ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen sensin,
sen![19]».
Kâbe-i Muazzama,
bundan sonra, duvarlarını çatlatan, yapısını yıkan birçok felâketlere mâruz
kaldı. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ilâhi tebliğle görevlendirilmesinden birkaç
yıl önce Mekke vadisinden gelen büyük sel de, bu felâketlerin arasındadır. Bu
sel felâketi, duvarların çatlamasına, binanın bazı yerlerinin yıkılmasına
sebeb olmuştu. Kureyş, Kâbe-i Şerife aşırı hürmetinden ve saygısından dolayı,
yıkıp yeniden sağlam bir şekilde yapma cesaretim kendi nde bulamıyordu. Araplar
arasında Kabe'ye karşı ta'zim ve hürmet, Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın
şeriatından muhafaza edilegelen izlerdendi.
Resûlullah (s.a.v.),
bi'setinden önce Kabe'nin tamirine ve yeniden sağlam bir şekilde yapılmasına
fiilî olarak katılmıştı. Belinde yalnızca izan bulunduğu halde taş taşımıştı.
Hz. Peygamber o zaman, sahih rivayete göre otuz beş yaşlarında bulunmaktaydı.
Buhârî Sahih'inde,
Câbir bin Abdullah (r.a.)'dan şu hadisi rivayet eder:
«Kabe tamir edilirken
Hz. Muhammed ve amcası Hz. Abbas (r.a ) taş getirmeye gittiler. Hz. Abbas
(r.a.). Peygamberimize, «îzarmı çıkarıp boynuna koysana!» dedi. Peygamberimiz,
amcasının dedı^ ğini yapınca birdenbire yere kapaklandı, gözleri havaya
dikildi. Bunun üzerine Peygamberimiz: «tzarımı bana ver» dedi ve tekrar eskisi
gibi bağladı[20]».
Hacerü'l-Esved (Kara
Taş)'i yerine koyma şerefine kavuşmak için kabileler arasında anlaşmazlık
çıktı. Anlaşmazlığın çözümünde Resûlullah'ın etkisi büyült oldu. Bütün
kabileler onun güvenilir ve herkes tarafından sevilir biri olduğunu bildikleri
için, önerdiği çözüme içtenlikle boyun eğdiler. [21]
Resûlullah (s.a.v.)'ın
hayatından bu bölümde yapacağımız açıklamalarda dört hususu ortaya koyacağız:
Birinci husus :
Kabe'nin önemi ve Yüce Allah'ın yeryüzünde ona bahşettiği kudsiyet. Hz.
ibrahim'in, Allah'ın emriyle, insanlara huzur, ve güven kaynağı; ona ibâdet
için ilk ev olsun diye Kabe'yi yapmaya teşebbüs etmesi buna delil olarak
yeter.
Ancak bu, Kabe'nin
etrafında tavaf edenler ve orada ibâdet etmek için kalanlar üzerinde bir
etkisinin olmasını gerektirmez. Ka-be-i Şerif, (Allah katında büyük bir şeref
ve kudsîliğe mazhar olmasına rağmen) zarar ya d afaydası dokunmayan taş bir
binadır. Fakat Allahü Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.)'i putları ve tağutları kırmak,
puthaneleri yıkmak, puta tapıcılığı bâtıl ilân etmek ve putlarla ilgili alâmet
ve âdetleri geçersiz kılmak için peygamber olarak gönderdiği vakit, ilâhî
hikmet onun yeryüzünde Allah'ın birliğini ve yalnızca O'na kulluğu temsil
etsin; zamanla dinin ve ibâdetin gerçek mânâsım, şirk ve puta tapıcılığın
bâtıllığını açıklasın diye bir bina1 yükseltmesini emretmişti. İnsanlığın,
putlara, taşlara ve tağutlara ibâdet ve kulluk etmeyi din kabul ettiği
dönemde; onların bâtıl olduk* larınm ve tümünün değersiz ve geçersiz olduklarının
anlaşılması zamanı gelmişti. Yine bu ma'bedlerin yerine Tevhid inancını temsil
eden yeni bir simge (Kâbe)'nin konulmasının da vakti gelip çatmıştı. Tek olan
Allah'a ibâdetin yerine getirildiği bu ma'bede insan,, izzetini korumak ve şu
kâinatın yaratıcısından başkasına boyun eğmemek ve zillete düşmemek için
girer. Allah'ın birliğine inanan, O'nun dinine giren mü'minler için, mutlaka
birbirlerini tanımakta yararlı olacak bir vasıta ve sığınacakları bir melce'
olması gereklidir. Varsın ülkeleri değişik olsun, yurtları birbirine u/.ak
olsun, dilleri ve ırkları çe^.tli olsun rinenılı değildir... Buna da Allah'ın
birliğini temsil ettiği, putların ve şirkin sapıklığını reddetmesi için
yapılmış olan bu kuLsal evden dana uygunu yoktur Çünkü Kabe, tüm1 mü'minler
için bir sığınak ve onları birbirine bağlayan bir rabıtada. Mü'minler
Kabe'nin himayesinde tanışırlar
ve hak üzere orada buluşurlar. Her ne kadar geçersiz
tanrılar dikilse de, zamanın ve asırların geçmesine rağmen bâtıl bir şekilde
tanrılıkları savunulan insanlar ortaya çıkarılsa da, Kabe, dünyanın her
köşesinde müs-lümanlann tek vücud olmasını sağlayan, Allah'ın birliğini ve yalnızca
O'na ibâdet edilmesi gerektiğim açıklayan bir alamettir, bir simgedir...
Yüce Allah'ın Kur'ân-ı
Kerîm'indeki; «Hani beyt-i şerifi insanlar için bir toplantı yeri ve emin bir
mahal yapmıştık. Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin[22]»
âyetinin anlamı budur. Allah'a kulluk etmenin manâsıyla ve ilâhi emirleri
yerine getirme duygusuyla kalbi dolup taşarak Beyt-i Haram'ı tavaf eden bir
müs-lümanm kafasından geçen mânâ da budur. Çünkü ubûdiyyet, emirler
topluluğudur. Abd (kul) ise kendisine emredileni yerine getüv mekle ve emri baş
üstüne, diyerek kabul etmekle yükümlüdür. Kabe'nin kutsallığı, Allah katındaki
yerinin yüceliği, bundan gelmektedir. Ve onu haccetmek zarureti, etrafım
dolaşma şartı da bundan gerekli olmaktadır.
İkinci husus:Kabe'nin
birbiri ardına yıkılışının ve yapılışının açıklanması: Kâbe-i Şerif, kesin
bilgilere göre, tarih içinde dört kere yapılmıştır. Bu dört defanın dışında
şübhe ve ihtilâf edilmiştir.
İlk yapılışına
gelince, bu, İbrahim Aleyhisselâm'ın, oğlu İsmail (a.s.)'in yardımıyla
yaptıkları binadır. Bu da, Hz. İbrahim'in, Rab-binden kendisine gelen emri
yerine getirmesi ile olmuştur. Nitekim bu husus, Kur'ân-ı Kerim'in, en sahih
hadîslerin açıklanmasıyla sabittir. Kur'ân-ı Kerim de bu hususta şöyle
buyurur: «Hani, İbrahim o, Kabe'nin temellerini İsmail ile birlikte
yükseltiyordu. (Onlar şöyle dua etmişlerdi): Ey Rabbimiz, bizden (şu hizmeti)
kabul buyur! Şübhesiz ki, hakkıyla işiten, kemâliyle bilen sensin, sen.[23]
Sünnette ise, bu
konuda birçok hadisi şerif bulunmaktadır. Bu-harî'nin İbn Abbas'tan rivayet
ettiği şu hadis onlardan biridir: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: «İbrahim:
Ey İsmail, Yüce Allah, hakikaten bana bir emir verdi. O da: Rabbinin sana
emrettiğini yap, dedi. İbrahim (a.s.), oğluna: Bana yardım eder misin? diye
ricada bulundu. İsmail (a.s.) de: Evet, yardım ederim, dedi. İbrahim (a.s.)
civardaki yüksek bir tepeye işaret ederek, AUahü Teâlâ burada bana bir ev
(bina) yapmamı emretti, dedi... İbn Abbas (r.a.) rivayetine devamla der
ki; İbrahim ile İsmail işte orada
Kabe'nin temellerini atıp, duvarlarını yükselttiler. İsmail taş getirir,
İbrahim de binayı yapardı...[24]».
Zerkeşi, el-Ezrakİ'nin
«Tarih-i Mekke» adlı kitabından şunu nak-letmiştir: «İbrahim (a.s.) Kabe'nin
yüksekliğini yedi zira', uzunluğunu otuz zira', enini ise yirmi iki zira'
olarak ve tavansız bir şekilde yaptı[25]».
Tarihçi ve siyerci
es-Süheylî, Kabe'nin yüksekliğinin dokuz zira' olduğunu nakleder[26].
Ben bu rivayetin,
el-Ezrakfnin rivayetinden doğruya daha yakın olduğunu söyleyebilirim...
Kabe'nin ikinci kere
yapılışı: Bu da, İslâm'dan önce Kureyş'in yaptığı ve yukarıda da zikrettiğimiz
gibi yapılışına Peygamberimizin de iştirak ettiği onarımdır. Bu sefer Kureyş,
yüksekliğini onsekiz zira'ya çıkarırken, el-Hıcr denilen yeri dışarıda bırakıp,
zemini altı küsur zira' daralttılar[27].
Bu konuda, Hz.
Resûlullah (s.a.v.), Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste şöyle
buyuruyor: «Yâ Âişe! Kavmin câhiliyyet dönemine yakın olmasaydı, Beyt'i,
emreder yıktırırdım. Kabe'ye daha önce hariç bırakılan Hıcr'ı ilhak ederdim.
Beyt-i Şerifi zemin seviyesine indirir, doğu kapısı ve batı kapısı olmak üzere
iki kapı yapardım. Ve böylece, İbrahim'in inşâ ettiği plâna onu ulaştırmış olurdum.[28]
Kabe'nin üçüncü kere
yapılışı : Kabe, Muâviye'nin oğlu Yezid zamanında, Şam ordusu Mekke'yi almak
için harbettiği sırada yani-vermişti. Olayın özeti şöyledir: Şam ordusu, Yezid
bin Muâviye'nin emriyle Husayn bin Nümeyr es-Sükveni komutasında; Hicri 36. yılın
sonlarında, Mekke'de, Abdullah bin ez-Zübeyr'i kuşattılar. Mancınıkla, Kabe'ye
fyafjfu fitil ve taş) attılar. Bunun neticesinde Kâbe-i Şerif yıkıldı ve
yakıldı. İbn Zübeyr (r.a.) Hac mevsiminde hacıların gelmesini bekledi. Hacılar
gelince onlara:
- Ey insanlar! Kabe
hakkındaki fikrinizi bana söyleyin. Bu Kabe'yi yıkıp, yeniden mi yapayım, yoksa
yıkılan yerlerini mi ona-rayım? diye sordu. Abdullah îbn-i Abbas (r.a.): —
Benim kanaatime göre, yıkılmış yerlerini onaralım, Beyt'i Hz. Muhammed
(s.a.v.)'-in peygamber olarak gönderildiği ve insanların da İslâm'a
girdikle-zamanki hâl üzere bırakıp, Peygamberin ve o zamanki müslü-manlann
muhterem hatıralarını taşıyan Kabe'yi ve her taşını o ebedi hatıralarla
başbaşa bırakmalısın, dedi. îbn Zübeyr bunun üzerine: — Fakat sizden birinizin
evi yanmış olsa, o yanık evini yenile-medikçe rahat edemez. Rabbımzın Beyti'nin
bu halde kalmasına nasıl gönlünüz razı olur? Binâenaleyh ben Rabbimden üç defa
istihare edeceğim. Ondan sonra işime karar verip, azimle hareket edeceğim,
diye kararını açıkladı. Üç gün sonra Kabe'yi yıkmaya başladı. Hattâ duvarlarım
yer seviyesine indirdiler. Îbn Zübeyr, Kabe'nin etrafına direkler diktirip,
bunları örtülerle kapattı. Sonra binayı yükseltmeye başladılar. îbn Zübeyr,
Kabe'nin daha evvel Kureyş tarafından dışarıda bırakılan altı zira'lık kısmım
ona ilâve etti. Yüksekliğine de on zira' daha ilâve yaptılar. Birinden
girilmek, öbüründen çıkılmak üzere iki de kapı yaptırdı. Ancak îbn Zübeyr'e,
Kabe'ye bu fazlalığı ilâve etmeye cesaret veren, Hz. Âişe'nin Resûlul-lah'tan
rivayet ettiği hadib olmuştur[29].
Kabe'nin dördüncü kere
yapılışı: Kabe tbn Züboyr'in şehid edilmesinden sonra tekrar yapılmıştır. İmam
Müslim, Sahîh'inde Ata bin Ebİ Rebah'tan şu haberi nakleder: îbn Zübeyr şehid
edilince, Haccâc, Abdülmelik Îbn Mervân'a bir mektub yazdı. îbn Zübeyr'in
Kabe'yi İbrahim Peygamberin koyduğu temeller üzerine bina ettiğini, bu
temelleri Mekke ahalisinden doğruluk ve adaletle tanınmış birçok kimselerin
görmüş olduklarını haber verdi. Abdülmelik, Hac-câc'a yazdığı cevabî
mektubunda: Biz îbn Zübeyr'in Kabe'yi yıkması gibi bir kabahat irtikâb
etmiyeceğiz. Beyt'in yüksekliğine ilâve ettiklerini bırak. Hıcr'dan Beyt'e
ilâve ettiği kısmı çıkarıp eski hâline iade et. Onun açtığı ikinci kapıyı da
kapat, emrini verdi, Haccâc da bu emre göre hareket ederek, Beyt'in Hıcr-ı
İsmail tarafını yıkıp Kureyş zamanındaki eski vaziyetine döndürdü[30].
Abbasi Halifelerinden
Harun er-Reşîd, daha sonra Kabe'yi yıkıp, tbn Zübeyr'in yaptığı gibi eski
haline döndürme karanda olduğunu söylerler. Harun Reşîd'in bu kararma karşı,
büyük faklh Mâlik bin Enes: «Allah muradını versin, ey Mü'minlerin Emİri! Sakın
bu Beyt'i (Kabe) senden sonraki meliklerin oyuncağı haline getirme! Bir başkası
çıkar bu şeklini beğenmez, hemen değiştirive-rir. Bir diğeri de yine bunun aksını
yapar. Böylece Kabe'nin heybeti insanların gönlünden silinip gider» diyerek
Halife'yi bu görüşünden vazgeçilmiştir[31].
Kabe-i Şerifin şu yukarıda
saydığımız dört defa yapılışı kesindir.
Üzerinde şübhe ve
ihtilâf bulunan beşinci defa yapılışı ise, İbrahim Aleyhisselâm'ın Kabe'yi
inşaasından öncesi ile alâkalıdır. Acaba Kabe İbrahim Aleyhisselâm'dan önce
yapılmış mıydı, yoksa yapılmamış mıydı?..
Bir kısım haber ve
rivayetlerde, Kabe'yi ilk yapan kişinin Âdem Aleyhisselâm olduğu
bildirilmektedir. Bu rivayetlerin en barizi, Bey-hakî'nin
«Delâilü'n-Nübüvve»'sinde, Abdullah bin Amr'dan rivayet ettiği hadîstir:
Abdullah bin Artır, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söyledi: «Yüce Allah,
Cebrail (a.s.)'i Âdem ve Havva'ya göndererek, benim adıma ikiniz bir beyt
yapınız» diye emretti. Cebrail (a.s.) onlara Kabe'nin projesini çizdi. Âdem
yeri kazmaya, Havva da toprakları taşımaya başladı. Nihayet suya isabet etti.
Alttan, «Yeter yâ Âdem- diye nida edildi. Âdem ve Havva binayı yapınca; Allah
onun etrafını tavaf etmelerini Âdem'e vahyetti. Ona: «Bu bina yeryüzünün ilk
beyti, sen de insanların ilkisin» denildi. Sonra asırlar birbirini kovaladı.
Nihayet onu Hz. Nûh (a.s.î haccetti. Yine asırlar birbirini takip etti ve
sonunda o beyt'in temellerini Hz. îb-rahim (a.s.) yükseltti.» Beyhakİ bu hadisi
naklettikten sonra, hadîsin senedinde geçen ravi îbn Lehia, böylece merfû
olarak tek kaldı, İbn Lehia zayıftır ve onunla ihticac edilmez demiştir.
Buradaki rivayetler ve diğer haberler Beyhakî'nin rivayet ettiği bu hadîsin
mânâsına yakındırlar. Ancak bu haber ve rivayetlerin hepsi zayıflıktan ve
münker olmaktan uzak değildir. Yine Kabe'yi inşa eden ilk kişinin, Şit
Aleyhisselâm olduğu da söylenmektedir.
Bu duruma göre, Kabe
bu haberlere ve zayıf rivayetlere güvendiğimiz takdirde çağlar boyunca beş
defa yapılmış oluyor.
Ancak bunlardan kesin
olarak sabit olana güvenmek en doğrusudur. Bu duruma göre de, yukarıda izah
ettiğimiz gibi Kabe dört defa yapılmıştır. Bunların ötesindekini de Allah'ın
ilmine havale etmemiz en doğrusu olacaktır.
Üçüncü husus:
Resûlullah (s.a.v.) işlerin yoluna konulmasında; anlaşmazlıkların
çözümlenmesinde, düşmanlıkların sona erdirilmesinde, kişi ile toplum arasında
bazan meydana gelen problemleri çözmede uyguladığı metod ve hikmetli
davranışları sayesinde, kanla sonuçlanacak olan bir düşmanlığı daha önledi.
Anlaşmazlık onların arasında öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, nerdeyse aralarında
korkunç bir savaş çıkacaktı. Abdüddar oğulları, kan dolu bir çanağı ortaya
çıkarıp, sonra Adiyy oğullarıyla birlikte ellerini bu kana batırıp, ölmeyi
göze aldıklarına dair yemin ettiler ve sözleştiler. Kureyş, böylece dört veya
beş gece geçirdi. Sonunda bu fitne ateşinin sönmesi yine Resûîullah'ın eliyle
oldu. Biz, bu meziyyeti Resû-lullah'm fıtratında bulunan dâhiliğe ve
yaratılışında bulunan zeki-lige hamletmekten ziyade, Allah'ın onu risâlet ve
nübüvvet yükünü taşıması için seçmesine yâni peygamberliğine veriyoruz.
Resûlullah (s.a.v.)'in
yaratılışındaki temel esas, onun bir peygamber yâni Nebi ve Resul oluşudur. Bu
esasa mebnî olarak zekâ ve dehâ gibi diğer meziyyetler, risâlet ve nübüvvetten
sonra gelirler.
Dördüncü husus:
Bu da Resûîullah'ın Kureyş'In ileri gelenleri arasında, onların çeşitli derece
ve tabakalarına göre mevkisinin yüksekliğini göstermektedir. Resûlullah
onların arasında -el-Emîn» güvenilir kişi lâkabını almıştı. Kureyş'in tümü
tarafından sevilmişti. Hz. Peygamber konuştuğu vakit, sözünün doğruluğunda,
kendisiyle karşılıklı iş yapıldığı zaman ahlâkının güzelliğinde, ondan yardım
istendiğinde ve itimad edildiğinde, samimiyetinin üstünlüğünde asla şübheye
düşmüyorlardı.
Ama, Resûlullah'a
Allah katından peygamberlik görevi geldikten ve kendisini yalancılıkla itham
edip, inatla ve eziyetle karşı koyan şu kavmine, Allah'ın emirlerini tebliğ
etmeye başladıktan sonra, bu kişilerin kalblerini dolduran kin ve inadın ne
dereceye vardığını olaylar bize gösterecektir. [32]
Resûlullah (s.a.v.)'m
yaşı kırka doğru yaklaşınca, içinde herşey-den uzaklaşma sevgisi doğmaya
başladı. Allahü Teâlâ ona, Hirâ ma-ğarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti.
Hirâ mağarası Mekke'nin kuzeydoğusuna düşen dağdaki mağaradır. Resûlullah orada
inzivaya çekiliyor, sayılı gecelerde orada ibâdet ediyordu. Bir defasında on
gün, diğer bir defasında da bir aya yakın bir zaman orada kalmıştı. Sonra
evine dönüyor, diğer inziva için gerekli olan azığını alıyor, kısa bir zaman
sonra tekrar yine Hirâ mağarasına çekiliyordu. Bu durum, o, mağarada bir halvet
halinde iken; kendisine vahiy gelinceye kadar, devam etmiştir. [33]
Peygamberlik kendisine
bildirilmeden önce, Resülullah'm gönlüne sevdirilen bu inziva hayatında, gerçekten
büyük işaretler ve delâletler vardır. Yine bu inziva hayatında, umumî olarak
müslü-manların hayatında, hususî olarak da İslâm da'vetçilerinin hayatında yer
etmesi gereken önemli hususiyetler vardır.
Resûlullah'ın bu uzlet
hayatı gösteriyor ki; bir müslüman, ibâdetlerin her türlüsünü yerine
getirmekle faziletlerle süslenmiş olsa bile; bütün bunlara halvet ve uzlet
zamanlarını katmadıkça, o zamanlarda nefs muhasebesi yapmadıkça, Allah'ı
düşünmedikçe, kâinatın görüntüleri hakkında ve bu görüntülerde Allah'ın
azametine işaret eden delâletler konusunda düşüncelere dalmadıkça; o
müs-lümanın Islâm'lığı olgunluğa erişemez!..
Bu, gerçek müslümanhğı
isteyen bir müslumanın hakkındaki ölçüdür. Artık, nefsini, hak yola rehberlik
eden ve Allah da'vetç;-sinin yerine koymak isteyen bir kişinin durumu nasıl
olur, onu da varın siz tasavvur edin?..
Bunun hikmeti şudur-,
İnsan nefsinin birtakım âfetleri vardır ki, onların zararlarını ancak,
kalabalıklardan uzaklaşma usulü, dünyanın sıkıntılarından ve gösterişlerinden kurtulma
hususundaki nefs muhasebesi giderir. Buna göre kibir, kendini beğenme, hased,
riya ve dünya sevgisi hepsi nefsin âfetleridir. Ve bu hallerin sahibi zahirde
sâlih amel ve makbul ibâdetlerle süslenmiş, halkı irşad eden, güzel öğütlerde
bulunan ve Hakk'a çağıran tavırda görünse de, için için yıkılmakta, kalbinin
derinliklerinde gulgule ve nefsi üzerinde ağır bir yük bulunmaktadır. Ve bu
âfetlere hiçbir çare yoktur. Ancak bu âfetlerin malûlü nefsiyle başbaşa
kaldıkça bunların hakikatini ve kaynağını, aynı zamanda ömrünün her anında
Allah'ın tevfik ve inayetine ne derece muhtaç olduğunu da hesab edecek. Yine
insanı ve onun Hâlik-ı A'zam huzurundaki zavallı halini, övüldüğünün ve
yerildiğinin de anlamsız olduğunu düşünecek. Yine Allah'ın azametinin tecellileri,
kıyamet ahvali, hesab gününün uzunluğu ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle ikabınm
ne kadar dehşetli şeyler olduğunu düşünecek... îşte bu sürekli ve derin düşünceler,
nefse bulaşan bu tür afetleri silkeler, kalbi irfan ve saffet nuruyla yeniden
diriltir. Ve artık dünya belâlarından hiçbirine, onun aynasını kirletme fırsatı
kalmaz.
Müslümanların
hayatında umumi olarak, İslâm da'vetçileri İçin de hususî olarak, yüksek bir
önemi haiz diğer bir husus da; kalb-de Allah sevgisinin yoğrulmasıdır... Bu da,
kendini Allah uğrunda feda etmenin, o yolda cihadın, uygun bir şekilde
tutuşturulmuş her da'vet meş'alesinin esasıdır ve kaynağıdır. Allah sevgisi,
mücerret akli imandan dolayı gelmez. Akılla ilgili işler, tek başına hiçbir
zaman kalbde ve duygularda etkili olamamıştır. Şayet böyle olsaydı,
müsteşrikler Allah'a ve Resûlü'ne inananların başında gelirdi. Yine onların
kalbleri Allah ve Resûlü'ne karşı sevgi ile dolup taşardı. Halbuki şimdiye
kadar sen âlimlerden birinin matematik ka-idesiyle veya cebir problemlerinden
birine inanarak ruhunu temizlediğini duydun mu?
Allah sevgisine, O'na
imandan sonra, yegâne etken Allah'ın nimetleri ve ihsanları konusunda çokça
düşünmek, O'nun azameti ve yüceliği hususunda kafa yormak, sonra da kalb ve dil
ile O'nu bol bol zikretmektir. Ancak bunların tümü, dünya meşgalelerinden ve
dünya dağdağasından, belirli aralıklarla uzaklaşmak, halvete ve uzlete
çekilmekle tamamlanır.
Bir müslüman bunu
yaptığı ve bu ödevi yerine getirmeye hazırlandığı zaman, bundan dolayı onun
kalbinde çok büyük bir ilâhi muhabbet yeşerir. Bu muhabbet sebebiyle insan, her
büyüğü küçük, mağrurları ise hakir görür. Ve artık her türlü azab ve işkence basit,
her tür horlama ve istihza ayağının altındadır. İşte bu öyle bir hazırlık
dönemidir ki; Allah da'vetçileri o dönemde kendilerini ile-
riki dönemler için
silâhlandırırlar. Yâni bu uzlet dönemi, Yüce Allah'ın sevgilisi Hz. Muhammed'i
İslâm da'vetinin yükünü çekmek için yetiştirip hazırladığı dönemdir. Çünkü
korku, sevgi ve ümit-den dolayı kalbde bulunan vicdanî kuvvetler (motivler,
güdüler) soyut aklî anlayışın yapamadıklarını yaparlar. Endülüslü büyük âlim
hnâm Şâtibî (Allah rahmet eylesin) bu motivler konusunda, müs-lümanları ikiye
ayırdığı vakit bu gerçeği keşfetmişti. O, islâm'ın genel etkisiyle teklifler
dairesine giren avam müslümanlar; diğeri akıl ve anlayıştan daha etkili olan
birşeyin şevkiyle bu teklifler dairesine giren aydın müslümanlar diye ikiye
ayırmıştı. Bu konuda şöyle der: «Birinci grubun durumu; hiçbir fazlalık
olmadan iman akdi ve İslâm akdinin hükmüyle amel eden kişinin durumu gibidir.
İkinci gruubun hali ise; korkunun, ümidin veya sevginin baskın çıkmasıyla
amel eden kişinin hâli gibidir. Korku itici bir kamçı, umut komutan ve yol
gösterici, sevgi ise taşıyıcı bir akımdır. Korkan kişi meşakkatin varlığıyla
birlikte amel eder. Meşakkatten doğan korku, meşakkatli olsa bile daha
ehvenine karşı sabretmeye sevkeder. Umutlu kişi yine meşakkatin varlığıyla
birlikte amel eder. Ne var ki tam bir rahatlık içindeki umut tüm yorgunluğa karşı
sabretmeye sevkeder. Seven kişi, sevdiğini arzulayarak, gayret sarfetmek-le
amel eder. Zorluklar kolaylaşır, uzaklık yakınlaşır ona. Gücü tükenir,
muhabbetin ahdini yerine getirdiğini ve nimetin şükrünü ödediğini görmez olur[34]».
Kalbdeki vicdanî kuvvetleri
pekiştirmek için çeşitli yollar edinmek, müslümanların zarureti üzerine icma
ettikleri konulardan biridir. Araştırmacılar ve İslâm ulemasının çoğunluğu
tarafından «Tasavvuf» diye isimlendirilen; bir kısmının «ihsan», tbn Teymiyye[35] gibi
bir kısım âlimlerin ise «ilm-i sülük» diye nitelendirdikleri şeydir.
Resûlullah'ın,
bi'setine doğru sık sık başvurduğu bu uzlet, içinde bulunan bu itici duyguları
takviye için başvurduğu yollardan biridir.
Ne var ki; halvet
(yalnızlığa çekilme)'in mânâsını bazıları gibi halktan uzaklaşma şeklinde
anlamak uygunsuz olur. Onlar halveti, kendilerinin toplumdan kaçışlarına göre
anladılar. Bu tür uzlet, tümüyle insanlardan yüz çevirmek, dağları ve
mağaraları vatan edinmek, bunu fazilet saymak demek olur.
Bu anlayış, Hz.
Peygamber'in dosdoğru yoluna ve onun muhterem ashabının da yoluna ters
düşmektedir. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, yalnızlığa çekilmekten maksad,
ıslah-ı hâl için çare olarak halveti seçmektir. Çare olarak alman ilâç
gerektiği vakit ancak yeterli derecede alınmalıdır. Aksi halde sakıncalı bir
hastalığa dönüşür s altlı kişilerin hal tercümelerinde, insanlardan uzaklaşıp
uzlete devam eden kişileri gördüğümüz vakit, bunu onların kendilerine mahsus
özel hallerine atfetmek gerekir. Onların bu durumları insanlara delil olamaz.. [36]
Buhâri'nin rivayetine
göre, vahyin başlangıcının nasıl olduğunu bize en güzel şekilde anlatan Hz.
Âişe'dir. Hz. Âişe şöyle der: «Allah'ın elçisine ilk gelen vahiy, uykuda iken
sadık rü'ya ile başlamıştır. Onun her gördüğü rü'ya sabahın aydınlığı gibi
ortaya^ çıkardı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık Hirâ mağarasında ibâdet ediyor, azık
almak için eve geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Nihayet Allah'ın
Resulü, Hirâ mağarasında bulunduğu bir sırada vahiy geldi. Şöyle ki; O'na
melek gelip, -Oku!» dedi. O da, «Ben okumak bilmem» cevabını vçrdi. Resûlullah
(s. a.v.) buyurdu ki; «O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar
sıktı. Sonra bıraktı ve: «Oku» dedi. Ben de yine: «Ben okumak bilmem» dedim. O,
beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra yine oku dedi. Ben de yine:
«Ben okumak bilmem» dedim ve beni tekrar alıp üçüncü defa sıktı. Ve beni
bıraktıktan sonra: «Yaratan Rabbinin adıyla okulO insanı pıhtılaşmış kandan yarattı.
Oku ki, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğreten,
bol kerem ve ihsan sahibidir» dedi. Bu âyetleri alan Allah'ın Resulü, yüreği
titreyerek, eşi Hatice'nin yanına geldi ve: «Beni örtünüz» dedi. Korkusu
geçinceye kadar onu örttüler. Sonra başına gelen olayı eşine anlatarak: «Kendimden korkuyorum» dedi.
Bunun üzerine eşi: «Allah'a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman
utandırmaz. Çünkü, sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını
yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin»
diyerek, onu teselli etti. Bundan sonra Hatice, Resû-lullah'ı alıp, amcazadesi
Varaka bin Nevfel'e götürdü. Bu zât câhi-liyye çağında hristiyan olmuş,
İbranice'yi bilir ve İncil'den nasibi nis-betinde birşeyler yazardı. O günlerde
gözleri kör idi. Hatice, Vara-ka'ya,
«Amcaoğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?» dedi. Varaka: «Kardeşimin oğlu, ne var?»
deyince, Resûlullah başından geçeni anlattı. Bunun üzerine Varaka; -Gördüğün, Allah'ın Mûsâ'-ya indirdiği
Nâmûs-u Ekber'dir. Keşke senin da'vet günlerinde genç olsaydım da, kavminin
seni çıkaracakları zamanı görseydim» dedi. Allah'ın Resulü de; «Onlar beni
çıkaracaklar mı?» diye sordu. O da; «Evet, senin gibi birşey getirmiş, yâni
vahiy tebliğ etmiş hiçbir kimse yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin
da'yet günlerinde yetişirsem, sana yardım ederim» diye cevab verdi. Çok geçmeden Varaka vefat
etti. O sırada bir müddet için vahiy kesilmişti.»
Vahyin kesildiği zaman
konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları üç yıl, bazıları daha az olduğunu
söylemişlerdir. Tercih edilen görüş, Beyhakî[37]'nin
rivayet ettiği altı aylık bir dönemdir. Sonra Bu-hârî, Câbir bin Abdullah
(r.a.)'dan «Fetretü'1-vahy» konusunda şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Resûlullah (s.a.v.) Fetret-i vahiyden bahsederken söz arasında buyurdu ki;
«Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı
kaldırdım. Bir de baktım ki Hirâ'da bana gelen Melek (yâni Cebrail a.s.) sema
ile arz arasında bir kürsi üzerinde oturmuş. Pek ziyade korktum. Evime dönüp
beni örtün, beni örtün, dedim. Bunun üzerine Allahü Teâlâ Hazretleri: «Ey
örtüye bürünen Resulüm, kalk da sana iman etmeyenleri korkut. Rabbini büyük
tanı. Elbiseni temizle, kötü şeyleri terke devam et[38]»
âyet-i kerîmelerini indirdi. Artık vahiy kızıştı da ardı arkası kesilmedi...» [39]
Bu, «Bed-ul Vahy= Vahyin
Başlangıcı» hadîsi, dinin akaid ve şeriatle ilgili hakikatların tümünün üzerine
kurulduğu temel esas olur. Bu hadîsi iyi kavramak ve ona kesinlikle inanmak,
Hz. Peygam-ber'in getirdiği gaybi hallere ve şer'î emirlere kesinlikle inanmayı
gerektiren bir giriş niteliğindedir. Çünkü «Vahyin hakikati, kendi kafasından
düşünüp akıl ve görüşüyle kanun yapmaya kalkışan insanla, herhangi bir
değiştirme ve kısaltma veya fazlalık yapmadan doğrudan doğruya kendi Rabbi'nden
aldığı emir ve yasakları insanlara tebliğ eden insan arasında yegâne ayırıcı
çizgidir.
Bundan dolayı, İslâm'a
şübhe sokmak isteyen din. düşmanları; Resûlullah (s.a.v.Vın hayatındaki vahiy
mes'elesiyle meşgul olmaya önem veriyorlar ve vahyin hakikatma birşeyler
katmak; vahiyle ilhamı birbirine karıştırmak veya vahyi şuuraltmdaki şeylerin
şuur üstüne çıkması olarak nitelendirmek, hattâ sar'a (histeri) hastalığı
olarak göstermek için, yorucu bir fikrî çalışmaya giriyorlar. Onlar «vahiy»
konusunun, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiklerine olan imanın ve
müslümanların inançlarının kaynağı olduğunu bildikleri için böyle yapıyorlar.
Din düşmanlarının, vahyin hakikati ile ilgili olarak ortaya attıkları şübheler
tutarsa; vahiyden kaynaklanan ahkâm ve akaidin tümünü inkâr etmeleri
kolaylaşmış olur. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.v.)'in uymaya çağırdığı ahkâm-ı
şer'iyye ve prensiplerin tümünün, onun şahsî düşüncesinin ürününden başka
birşey olmadığı fikrini yerleştirmeleri imkânı doğar...
İslâm'a karşı fikir
savaşı ilân eden ve durmadan iftirada bulunan İslâm düşmanları, bu gayeyi
gerçekleştirmek için, vahiy olayını te'vile ve onu apaçık hakikatından
uzaklaştırarak, tarihçilerin bize naklettiği sahîh hadîslerin bahsettiği
şeklini tahrife yeltendiler. Onlardan herbiri batının uydurma düşüncelerinden
kendi aklına uygun olanım buna ilâve etti...
Onlardan, şöyle
düşünenler bile vardır: Hz. Muhammed (s.a.v.) devamlı gelişen bir keşf yoluyla,
içinde bir akide (inanç) oluşuncaya kadar düşünmeye devam etti. Sonunda o
akideyi, puta tapıcıhğı yıkmaya yeterli görüyordu. Bundan daha da katmerli
iftira şu sözün yayılmasıdır: Ancak Hz. Muhammed (s.a.v.), Kur'ân'ı ve İslâm
prensiplerini Rahib Bahira'dan öğrendi. Hattâ şu sözü söyleyenler bile
çıkmıştır: İş, ne şöyle, ne de böyledir. Fakat Muhammed (s. a.v.) asabi bir
adamdı veya sar'a (histeri) hastalığına yakalanmış bir kimse idi[40].
Biz, akıllı bir
kimseye, onları gördükten ve duyduktan sonra Hz. Muhammed (s.a.v.) Jin
nübüvvetini inkârdan başka bir çıkış yolu bırakmayan şu tuhaf hilekârlıklara
bakınca; İmam Buhârî'nin hadîsinde şimdi arzetmeye çalıştığımız haliyle,
Resûlullah'a vahyin inmeye başlam asındaki apaçık ilâhi hikmeti bütün
niteliğiyle görebiliyoruz:
Vahyin perde
arkasından gelme imkânı olduğu halde niçin Re-sûlullah ilk defasında, Cebrail'i
dünya gözü ile gördü? Niçin Yüce Allah, Resûlü'nün kalbine, Cebrail'i
görmesinden dolayı korku bıraktı ve onu tanımasında hayrete düşürdü? Halbuki
Yüce Allah'ın kendi elçisine karşı taşıdığı sevgi ve onu koruması, onun kalbine
sükûnet vermesini gerekli kılardı. Böyle olunca da artık o hiçbir şeyden
korkmaz ve ürpermezdi. Niçin Peygamberimiz, mağarada kendisine görünen varlığın
cinlerden garib bir yaratık olmasından korktu da onun Allah katından gelen emin
bir melek olmasına yormadı? Niçin bundan sonra, vahiy uzun bir müddet
kesilmişti? Halbuki Resûlullah (s.a.v.) vahyin kesilmesinden dolayı büyük bir
umutsuzluğa kapılmıştı. Hattâ O, îmâm Buhârî'nin rivayet ettiği gibi dağların
uçurumlarından kendisini aşağı atmaya niyetleniyordu.
Bu sorular, vahyin ilk
başladığı şekle nisbetle çok tabiîdir. Bunların cevabını düşündüğümüzde, derin
bir hikmeti ihtiva ettiğini görmekteyiz. Daha doğrusu bağımsız düşünen bir
adam, o hikmette-, İslâm'a fikri savaş açanların ortaya attıkları şirke
düşmekten, bâtıl ve uydurma hileleriyle etkilenmekten koruyacak saf hakikati
bulacaktır.
Hz. Muhammed
Aleyhisselâm Hirâ mağarasında aniden karşısında Cebrail'i gözüyle görünce
irkildi. Cebrail (a.s.) ona: «Oku!» diyordu. Neticede, vahiy olayının
hallüsinasyona hamledilecek dahilî ve şahsî bir iş olmadığı ortaya çıkıyor.
Vahiy olayı, yalnızca insanın iç yapısı ve nefsiyle alâkası olmayan, harici bir
hakikati telâkki etmek (almak) ve onu kabul etmekten ibarettir. Meleğin Hz.
Peygamber'i üç kere sıkması, sonra her defasında «Oku* diyerek bırakıvermesi,
bu haricî telâkkiyi destekleme ve bazı aleyhte tasarıları reddotme hususunda
te'kid olarak nitelendirilebilir. Yâni bu olay, asla dahili bir hayal görme
olayı değildir.
Resûlullah'm, görüp
işittiklerinden dolayı içine korku ve ürperti düşmüştü. Hattâ O, mağaradaki
halveti (yalnızlığa çekilmesi) ni yanda kesip, yüreği titreyerek sür'atle eve
dönmüştü. Her aklı başındaki düşünür için şurası açıkça ortadadır ki;
Resûlullah, dünyaya yaymak üzere sorumlu tutulacağı peygamberlik görevine hiç
arzu duymamıştı. Zaten şu vahiy olayı, Hz. Peygamber'in bazan aklından
geçirdiği birşeyi tamamlar veya onunla uyum sağlar bir şekilde olmamıştı.
Vahiy olayı, onun hayatını sarsacak bir şekilde daha önceden hazırlıksız,
olarak aniden onu gelip sarmıştı. Hasılı bu durum, kendinde devamlı ve tedrici
bir keşif yoluyla, da'vet etmeyi tasarladığı bir akidenin oluşmasına kadar,
akıl ve tefekkür yoluyla yetiştiren, "bir insanın işi değildir.
Sonra, gerçekten ilham
hallerinden veya hayalet görmekten yahut ruhi coşkunluk ya da ulvi
düşüncelerden olan bir şey-, korkuyu, ürpertiyi veya renk değişmesini
gerektirmez. Bir taraftan aniden korku ve ürperti ile karşı karşıya gelme ile
diğer taraftan düşünce ve tefekkür içinde derece derece gelişme arasında bir
bağlantı kurmak mümkün değildir. Aksi takdirde tüm düşünür ve mütefekkirlerin,
bu korku halini ve şaşkınlıklarını, defalarca yaşamaları gerekirdi!.
Her okuyucu da bilir
ki, korku, ürperti, vücudun titremesi, renk değişmesi ve bunların tümü rol ve
gösteriş için yapılmasına imkân bulunmayan zarurî infiallerdir. Hattâ Hz.
Peygamber'in rol yaptığım ve h-leye başvurduğunu ve bi'setten önceki bilinen
tabiatının (hâşâ) tam tersine dönüştüğünü düşünsek bile?..
Resûlullah'ta görülen,
ani korku halinden daha öte, mağarada gördüğü; kendisiyle konuşan ve kucaklayıp
sıkan bu varlığın, cinlerden bir garip yaratık olması vehmine kapılmasında
gerçek kendini gösteriyor. Çünkü Or bu olayı hanımı Hatice'ye haber verirken
şöyle demişti: «Kendimden korkuyorum.» Yâni bana cin çarpmış olabilir veya
aklımı oynatabilirim... Fakat Hz. Hatice, Peygamberimizin kendisinde
övünülecek vasıflar ve üstün ahlâk bulunduğu için cinlerin ve şeytanların ona
bir zarar veremiyeceklerini belirterek eşini teskin etmişti.
Halbuki Cenâb-ı Hak,
kendi elçisinin kalbini teskin etmeye yeterdi. Onunla konuşan bu yaratığın
ise, kendisinin insanlara peygamber olarak gönderildiğini haber vermek için
gelen, Allah'ın meleklerinden bir melek olan Cebrail'den başkası olmadığı
hususunda, onun nefsini yatıştırmaya kadirdir. Ama şu eşsiz ilâhî hikmet Hz.
Muhammed Aleyhisselâm'm [peygamberlikten önceki şahsiyeti ile ondan sonraki
şahsiyeti arasındaki farklılığı ortaya çıkarıyor. Re-sûlullah'ın zihninde,
îslâm şeriatının ve akaidinin temel esaslarından herhangi birinin daha önceden
oluşmadığını ve akabinde, o esasa da'vet edeceğini de düşünmediğini, açıklamayı
murad ediyordu...
Yine Yüce Allah'ın,
Hz. Hatice'ye Peygamberimizi, Varaka bin Nevfel'e götürmesini ve durumu ona
anlatmasını ilham etmesinde şunlar var:
a-
Resûlullah'm karşılaştığı bu durumun, kendinden önceki Peygamberlere de inmiş
olan ilâhî vahiy olduğunu pekiştirmek...
b-
Resûlullah'm gördüğü ve duyduğu şeylerin tefsirinden çıkacak çeşitli düşünce
ve korku sebebiyle ruhunu kaplayan örtüyü yırtıp, atmak.
Ama bundan sonra
vahyin kesilmesi (ve bilinen ihtilâfa göre bu kesintinin altı ay veya daha
fazla sürmesi) konusuna gelince, o da yine eşsiz ilâhi bir mucizeyi ihtiva
etmektir. Çünkü vahyin kesilmesi olayı, tslâm düşmanlarının, ilâhî vahyi
Peygamberimizin uzun uzadıya düşünmesi neticesinde, özünden çıkmış; ruhî bir
coşkunluk ve ruhuna âit dahilî bir oluş olarak yorumlamalarını, en yüksek
seviyede reddetmektedir.
Resûlullah'ın, Hirâ
mağarasında gördüğü meleğin uzun bir süre kendisinden gizlenmesi. Bundan
dolayı kararsızlık içinde kalması. Sonra Cenâb-ı Allah'ın kendisini
peygamberlik ve vahiyle şereflendirmeyi murad ettiği halde kendinden sudur
etmiş bir kötülük için Allah'ın ona darılmış olması zannı... Kendindeki bu
kararsızlığın, içinde bir korkuya dönüşmesi. Hattâ dünyanın ona dar gelmesi.
Nefsinin onu helake sürüklemesi. Ne zaman bir dağın tepesine varsa, kendisini
oradan aşağıya atmak istemesi. Nihayet bir gün Hirâ'da gördüğü meleğin asli
şekliyle, yerle gök arasını doldurmuş olduğu halde O'na: «Yâ Muhammedi Sen
Allah'ın insanlara göndermiş olduğu bir elçisin» derken görmesi... Bütün bunlar
ilâhî hikmetin gerekleridir. Nitekim bir defasında korku ve ürpertisini
yenemeyerek doğruca eve dönmüştü de; kendisine Allahü Teâlâ: «Ey örtülere
bürünen peygamber kalk, korkut...[41]»
buyurmuştu.
Hakikaten Allah
Resûlü'nün başından geçen bu hal, vahyin içten gelen bir ilham, bir türlü
delilik olduğu şeklindeki zanları geçersiz kılar. Çünkü, açıkça ortadadır ki
ilham ve düşünce sahiplerinin ilhamları ve düşünceleri onların başına böyle
bir hal getirmez...
O halde, sahih ve
sabit bir hadiste vârid olan tarza göre Bed-ül Vahy hadisi (yâni vahyin
başlangıcını bildiren Hz. Âişe hadîsi) İslâm'a şübhe sokarak din düşmanlığı
yapan kişilerin, insanları, Allah'ın Hz. Muhammed (s.a.v.)'e ikram buyurduğu
nübüvvet ve vahiy konusunda yanlış bilgilere sevk etmek için gösterdikleri tüm
çabaları boşa çıkarmaktadır. Bu durum açıkça ortaya çıkınca, vah.-yin
başlangıcının Allah'ın irade ettiği tarz üzere olmasındaki yüce ilâhî hikmet
daha iyi anlaşılmış olur.
tslâm düşmanları belki
de, «Hz. Muhammed Ashabının arasında iken kendisine vahiy iniyordu da niçin
onlardan biri meleği görmüyordu?» diye soru sormaya yönelecekler.
Bu sorunun cevabı
şudur: Cebrail yâni melek, gözle görülebilen yaratıkların varlık şartını
taşımıyordu. Çünkü, bizde bulunan görme vasıtası, muayyen bir alanla
sınırlandırılmıştır. Böyle olmasaydı, herhangi birşeyin gözden uzaklaşması
halinde onun yok olması gerekirdi. Allah'ın gözlerde bulunan görme hassasını
istediği kadar artırması - çünkü şu gören gözlerin yaratıcısı O'dur - O'na çok
kolay olmaktadır. Bu durumda da diğer gözlerin göremediği şeyleri, ö göz görebilirdi.
Bu konuda Mâlik bin Nebi şöyle diyor:
«Meselâ; daltonizm[42]
bize, bir ışık türünün, her göz tarafından görülemediğini tipik bir örnek
olarak bildirmektedir. Yine aynı şekilde, kızıl ötesi ve menekşe ötesi denilen
ışık şuaları serilerinin gözlerimiz tarafından görülemediği de bilinmektedir.
Bu durumun bütün gözlere nisbetle böyle olduğunu ilmî olarak isbat eden birşey
de yoktur. Bazan görme hassasının az veya çok olması mümkün olan gözler
bulunabilir[43].
Artık bundan sonra
vahyin devam edişi, vahyin hakikatına ve İslâm düşmanlarının arzu ettiği gibi
vahyin özellikle nefsî bir olay olmadığına dair işareti, kendisi taşımaktadır.
Bu işareti aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:
1- Kur'an
ile hadis arasındaki açık ayırıcı özellik: Çünkü Re-sûlullah (s.a.v.) kendi
sözleri olan hadîsi, ashabının hafızasına emanet ederken, Kur'an âyetlerinin
öncelikle yazılmasını emrediyordu. Hadîs kendisi tarafından söylenmiş sözdür,
peygamberlikle alâkası yoktur, demek yanlış olur. Çünkü Kur'an, Cebrail
aracılığıyla bizzat harfleriyle ve sözleriyle ona vahyedilmiştir. Ama hadîs böyle değildir. Hadîsin mânâsı
ona, Allah katından vahyedilmiştir. Fakat sözleri ve terkibi Hz. Peygamber
tarafından düzenlenmiştir. Bundan dolayı Resûlullah, kendi sözüyle, Cebrail'den
aldığı Allah kelâmını karıştırmaktan son derece sakınıyordu.
2-
Resûlullah (s.a.v.)'dan bazı işler
sorulur, o da, onlara ce-vab veremezdi. Bazan onun bu suskunluğu üzerinden uzun
bir zaman geçer, sonunda bu soru konusunda Kur'an'dan bir âyetin indiği
olurdu. Böylece soru soran kişiye, sorusu konusunda Kur'an'dan inen âyeti
okurdu. Bazan da, Hz. Peygamber bir kısım işlerde belirli bir şekilde
tasarrufta bulunurdu. Bu tasarrufunu onaylayan Kur'an âyetleri hemen
iniverirdi. Bazan da bu tasarrufunu kınayan ve yeren âyetlerin indiği olurdu.
3-
Resûlullah (s.a.v.) ünımi
(okuma-yazma bilmeyen) bir kişi
idi. Halbuki, böyle bir insanın dahilî bir mükâşefe yoluyla, Firavun kıssası,
Hz. Musa'nın annesinin kendi çocuğunu denize attığı zamanki kıssası, Yûsuf
kıssası gibi tarihî hakikatleri bilmesi mümkün değildir. Bunlar onun ümmi
olmasındaki hikmetler cümlesinden sayılmaktadır. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm
şöyle der: «Sen bundan önce hiçbir kitab okur değildin ve elinle de onu
yazmadın. Öyle olsaydı müşrikler elbette şübhelenirlerdi.[44]
4- Hakikaten
Resûlullah'ın kavminin arasında kırk yıl boyunca doğru sözlü olması ve onlar
arasında şöhret bulması; bundan da Önce kendi nefsine karşı dürüst olmasını
gerektirir. Bundan dolayı Hz. Peygamber vahiy olayını araştırırken, kendisine hayal
gördüren bir şübhenin olduğuna karar vermesi gerekirdi.
Ve sanki şu âyet,
vahiyle karşılaştığında, içinden geçen şeyleri inceleyişini reddeder mahiyetle
gelmiştir: «Eğer sen, sana indirdiğimiz (Kur'an âyetlerinde) de şübhe içinde
isen, senden önce Kitab'ı okuyanlara sor. Andolsun ki Rabbinden sana hak
gelmiştir. Sakın şübhecilerden olma![45]».
Bunun için, Hz.
Peygamber'in bu âyet indikten sonra: «Artık ne şübhe ediyorum ve ne de birşey
soruyorum» diye buyurduğu rivayet edilmiştir.[46]
[1] Resûlullah'ın, Benî Sa'd yurdunda süt anneye verilmesi
ve göğsünün yarılması konusunda şu kaynaklara bakınız: Tehzîbü's-SIyre: 36,
tbn Hİşâm, es-Siyre: 1/164, Müslim, Sahîh:
1/101, îoa...
[2] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 61-62.
[3] Tlrralzî, Sünen: 9/236. KİtâbÜ'l-Meıaâkıb.
[4] Rifade: Kureyş'ln câhiliye döneminde kendi araiarjnd»
pluşturdukları yardım fonu. Her ,lnsan gücünün yettiği kadar bir para çiKaro
ounu biraraya getirerek, büyük bir servet oluştururlar. Sonra da bu para ile
yiyecek, Üzüm ve hurma şarabı satın alırlar
Hac mevsimi süresince insanlara yedirlr içirirlerdi. Sikaye ise,
hacılara su dağıtma htemeline denirdi
1 ResûluUah'ın ehl-i beytinden biri ile veya takva ve salah ehil İle
hastalığa şifâ İstemek mtlbahdır. Bu, yağmur duası ve diğerlerinde de aynıdır.
Fukaha ve imamların cumhuru bunun üzerinde müttefiktirler. Bak: Fethü'1-Bârî-
2/339,' Neylü'l-Evtâr 2/7, Sübülü's-Selam: 2/134, tbn Kudâme el-Hanbelî.
el-Mugni. 2/265.
[5] Irhasat:
Peygamberlerde
pcyKantberlğündrn ünce zuhur
eden hârllculâde İşlpre dfTiır
(mütercimler).
[6] Müslim: C
ı s 101, 102. Yine Sahih-i Müslim'de
Resûlullah'm göğsünün ya- o..tyı, bir defadan f.ı/ia olarak yer almaktadır.
[7] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 62-66.
[8] Yukarıdaki bu olay, îbn Hişâm'ın Siyret (l/180)'inden
kısaltılarak alınmıştır. Onu Taberânî, Tarih'inde: 2/287, Beyhaki, Sljnen'inde;
Ebû Nuaym, Hllye'-sinde rivayet etmiştir. Bu rivayetlerin arasında, tafsilât
yönünden bazı ihtilaflar bulunuyor. Tİrmizî başka bir tarzda, uzunca olan bu
rivayetinde tek ' kalmıştır. Belki de senedinde bazı gevşeklikler vardır.
Tirmizî bu hadîsi rivayet ettikten sonra: «Bu hadîs, garib hasen bir hadistir.
Biz onu ancak bu şekli ile biliyoruz» demiştir. Bu hadisin senedinde
Abdurrahman bin Gazven bulunmaktadır, el-Mizan sahibi ondan bahsederken: «Onun
münker rivayetleri vardır» demiştir. Sonra yine Mizan sahibi: «Hz. Peygamber,
Ebû T&-İib'le birlikte Şam'a yaklaşmış olduğu haldeki seferinde...... diye
bahsedilen
hadisin, Yûnus bin Ebî İshâk'tan rivayetinde de münker kabul edilmiştir»
demiştir, tbn Seyyidinnas da ondan bahsederken bu hadîsin metninde nekâ-ret
vardır demiştir. Bak: Uyûnü'1-Eser, c. 1, s. 43. Nasıruddin el-Elbânî Mu-hammed
el-Gazzalî'nın «Fikhu's-Siyre»'sinin hadislerini tahric ederken bunları
bilmesine rağmen, «isnadı sahihtir* demesi, şaşılacak bir durumdur. Halbuki o,
Tirmizi'nin sadece: «Bu hadîs hasendir» sözünden başka diğer açıklamalarım
nakletmemiştir. Şeyh el-Elbânî'nin, bu hadisten daha çok sahîh olanlarım zayıf
kabul etmesi âdetidir. Bu olayın müşterek olan bu kadarı, birçok tariklerle sabittir.
Onlara herhangi bir zayıflık ulaşmamıştır.
[9] Bu olayı İbnu'1-Esîr rivayet etmiştir H*kfm de, Ali bin fcbı Talibden rtvâ yet
etmiş ve Müslim'in şartı üzere salimdir, demiştir Taberânî ise Ammar bin
Yâsir'den rivayet etmiştir.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 66-68.
[10] Bakara sûresi, âyet: 89.
[11] Bakara sûresi, âyet: 146.
[12] En'âm sûresi, âyet: 20.
[13] Bakara sûresi, âyet: 78, 79.
[14] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 68-71.
[15] Bunları İbn Seyyidinnas: «Uyünü'l-EseiVinde, İbn
Hacer: «el-îsâbe»'sinde rivayet etmiştir. Hatice'nin eski kocalarının
hangisinin evvel olduğunda ihtilâf varid olmuştur. îbn Seyyidinnas'ın tercih
ettiğine Katâde ve îbn ts-hâk'in rivayetlerine göre birincisi Atik bin Âiz,
ikincisi de Hind bin Zürâre'dir.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 71-72.
[16] Bu hadis de müttefekun aleyhtir. Lâfız İse Müslim'e
aittir.
[17] Husumette bile ciddiyetleri yok. Gayeleri, tersinden
kazanılacak şöhret!..(Mütercimler)
[18] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 72-75.
[19] Bakara sûresi, âyet: 127.
[20] çıplak olmasının uygun düşmediğinin İhtarıdır bu! .
(Mütercimler)
[21] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 76-77.
[22] Bakara sûresi, âyet: 125.
[23] Bakara sûresi, âyet: 127.
[24] Buhari, Kitabü’l-Ehadisü’l-Enbiya, bâb: 9.
[25] Bak: Zerkeşi, İ’lamü’s-Sacid: 46.
[26] Bak: İbn Seyyidinnas, Uyûnü'1-Eser: 1/52
[27] Buhârİ: Kitâbü'1-Hacc, Bâb-ı Fadl-ı Mekke. Ayrıca
Zerkeşî, 1'lâmuVSâcid, s. 46.
[28] Müttefekun aleyhtir. Metin Buhârî'ye aittirr
[29] Bak: Îbn Seyyidinnas, Uyunul-Eser. 1/53;
ez-Zerkeşî, î'lâmuVSâcid: 46. Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir;
Kitâbü'1-Hac. Taberî ve diğerlerinin rivayetine göre, Kabe ateşten
sn;ra>diı bir kıvılcımla yanmıştır
Çünkü o zaman civarda bir yangın çıkmıştı. Bakınız: Taberı, Tarih 5/498.
[30] Müslim: 4/99...
[31] Müslim şerhi Nevevî ile Buhârî şerhi Fethu'l-Bârî'de
Kabe'yi yıkmayı düşünen kişinin Harun Reşid olduğu kayıtlıdır. Ayrıca,
«Uyûnü'1-Eser ile İ'lâmu's-Sâcid» adlı eserlerde Kabe'yi yıkmayı düşünen
kişinin, Ebû Cafer el-Mansûr olduğu rivayeti vardır. Ama İmâm Mâlik bin Enes'in
Mansür ile Harun Re-şld zamanında yaşadığı bilinmektedir. Bunun için her iki
ihtimal de düşünülebilir...
[32] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 77-82.
[33] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 83.
[34] eş-Şâtibî, el-Muvafakat: c. 2, s. 141. Bakınız:
Bu kitabın yazarının «Zava-bıtü'l-Maslahat» adlı eserinin, 111, 112.
sayfalarına.
[35] Bak: Fetavâ-yı îbn Teymiyye: 10. cüz. İbn Teymiyye
nezdinde hakikî tasavvufun kıymetini bulacaksınız. Onun ismini kullanarak
kendi bâtıl düşüncelerini yaymaya uğraşanların, ona ne kadar iftirada
bulunduklarım yine onun fetvalarından öğrenecekler...
[36] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 83-86.
[37] Bakınız: FethÜ'1-Bârî, c. 1, s. 21.
[38] el-MÜddessir sûresi, âyet: 1-5.
[39] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 87-88.
[40] Bak: İslâm Dünyasının Bugünkü Dudurumu; c. 1, s.
38-39.
[41] Müddessir sûresi, âyet: 1-5.
[42] Renk körlüğü ile uğraşan bir bilim kolu (mütercimler).
[43] Mâlik bin Nebî - ez-Zahıretü'1-Kur'âniye; s. 127. Bu
kitab «Kur'ân-ı Kerîm Mucizesi» adıyla dilimize çevrilmiştir (mütercimler).
[44] Ankebût sûresi, âvet- 4ft
[45] Yûnus sûresi, âyet: 94.
[46] Bunu tbn Kesir, Katâde'den rivayet etmiştir
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 88-94.